Hz. Musa (aleyhisselâm) - 3. Bölüm

Üzgün olan ve sıcak gözyaşları döken Firavun’un karısı değildi sadece. Hz. Musa’nın annesi de üzgündü ve o da gözyaşlarına boğulmuş ağlıyordu. Bebeğini Nil Nehri’ne saldığında kalbini salmıştı sanki. Sandık suların arasında kaybolmuş, ne bir iz, ne bir haber bırakmıştı ardında.

Sabahın ilk ışıkları annenin üzerine doğduğunda yüreğinde büyük bir boşluk vardı. Bütün gece gözüne uyku girmemişti. Gözleri, ağlamaktan kan çanağına dönmüştü. Yavrusuna duyduğu hasretten dolayı neredeyse eriyip gidecekti. Öyle ki, Firavun’un sarayına gidip, sonuç ne olursa olsun, buldukları bebeğin kendi bebeği olduğunu söylemeyi bile düşünmüştü. Fakat Allah annenin yüreğine güç verdi. İçine huzur saldı. Nihayet sakinleşti ve yavrusunun Allah’ın himayesinde olduğunu düşünerek rahatladı. Yine de kızına şöyle demekten kendini alamadı:

- Sessiz bir şekilde Firavun’un sarayına git ve kimseyi şüphelendirmeden Musa’ya olanları öğren. Dikkat et, kimse senden kuşkulanmasın.

Musa’nın (aleyhisselâm) ablası kimseye hissettirmeden saraya gitti ve hikâyeyi başından sonuna kadar öğrendi. Uzaktan Hz. Musa’yı gördü, ağladığını duydu. Onun hiçbir annenin sütünü kabul etmediğini ve bu yüzden çevredekilerin çaresizlik içinde çırpındıklarını gördü. Bütün cesaretini toplayarak kraliçeye yaklaştı ve şöyle dedi:

- Ben, onu emzirip, hizmetlerini görecek bir aile biliyorum, dedi. Firavun’un karısı heyecanla;

- Şayet sütünü kabul edeceği bir süt anne bulabilirsen, sana büyük bir ödül vereceğim, bütün dileklerini yerine getireceğim, diye karşılık verdi.

Hz. Musa’nın ablası eve gitti ve annesiyle birlikte saraya geri döndü. Anne, memesini uzatır uzatmaz Musa hiç itiraz etmeden aldı onu ve sütünü emmeye başladı. Kraliçe sevinçten uçacaktı neredeyse. Hz. Musa’nın annesine:

- Onu beraberinde götür. Emzirme dönemi bitene kadar emzir, sonra da bize getir. Hizmetine karşılık büyük bir mükâfat vereceğim sana.

Allah, Hz. Musa’nın (aleyhisselâm) annesine yavrusunu geri vermişti. Saâdet kuşunu evine göndermiş, kalbini huzurla doldurmuş, hüzün bulutlarını dağıtmıştı. Anne bir kez daha bildi ki Allah’ın verdiği söz doğrudur ve Allah bir şey dileyince her şeye ve herkese rağmen onu gerçekleştirir.

Anne, yavrusunu sütten kestikten sonra, onu tekrar Firavun’un sarayına teslim etti. O günden sonra Hz. Musa (aleyhisselâm) eğitimine sarayda devam edecekti. Orada zamanın en büyük öğretmenleri ve ilim adamları bulunuyordu. Mısır o dönemde yeryüzünün en büyük devleti, Firavun da dünyanın en güçlü kralıydı. Bu yüzden sarayında en seçkin ilim adamlarını, en usta sanatkârları ve en bilgili eğitimcileri bulundurması gayet doğaldı. İlâhi hikmet, Hz. Musa’nın (aleyhisselâm), zamanın en seviyeli eğitimini almasını, en seçkin bilginlerden ilim tahsil etmesini, üstelik bunların en büyük düşmanı olan Firavun’un sarayında gerçekleşmesini istemişti.

Hz. Musa, Firavun’un sarayında büyüdü. Orada matematik, fizik, kimya, astronomi, biyoloji gibi ilimleri tahsil etti ve birçok yabancı dili öğrendi. Hz. Musa (aleyhisselâm) bütün dersleri ilgiyle dinler, sıra din dersine gelince uyurdu. Bunu özellikle yapardı. Öğretmenin, Firavun’un ilâhlığıyla ilgili boş sözlerini dinlemek istemezdi. Bazen kulak verir fakat anlatılanlarla alay ederdi içten içe. Kendisi Firavun’la aynı sarayda yaşıyor ve onun bir “insan” olduğunu herkesten daha iyi biliyordu. Evet o bir insandı, hem de zalim bir insan.

Hz. Musa (aleyhisselâm), kendisinin Firavun’un oğlu olmadığını da biliyordu. O İsrailoğullarındandı. Firavun ise Kıpti’ydi. Kıptilerin İsrailoğullarına nasıl acı ve işkence çektirdiklerinin de farkındaydı.

Bir gün...

Saraydan çıkmış, tek başına şehrin sokaklarında yürüyordu. Tenha bir yerde bir Kıpti’nin İsrailoğullarından birini hırpalayıp dövdüğünü gördü. Dayak yiyen adam inliyor yoldan geçenlerden yardım dileniyordu. Hz. Musa (aleyhisselâm) derhal araya girererek kavgayı bitirmek istedi. Kıpti cüsseli bir adamdı. Diğer adam ise cılız bir şeydi. Hz. Musa, Kıpti’yi yakasından tutup bir kenara itince adam yere yığılıp oracıkta can verdi.

Hz. Musa (aleyhisselâm) güçlü kuvvetli bir delikanlıydı. Bir vuruşu adamı öldürmeye yetmişti. Aslında o öldürmek istememişti. Hz. Musa yerde yatan cansız cesedi görünce donakaldı. Kendi kendine:

- Şüphe yok, bu işin arkasında şeytan var. O, insanı göz göre göre yanlışa düşüren apaçık bir düşmandır...

Musa (aleyhisselâm) ellerini açarak şöyle dua etti;

- Ey sonsuz merhamet sahibi yücelerden yüce Rabbim! Kuşkusuz ben kendime büyük bir kötülük ettim, bağışla beni.

Ve Allah, Hz. Musa’yı bağışladı. Çünkü O, sonsuz merhamet denizinin yegâne sahibi...

Hz. Musa’nın (aleyhisselâm) kalbini korku ve endişe sarmıştı. Şehrin sokaklarında yürürken panik içinde yürüyordu. Adamın ölümüne Hz. Musa’nın neden olduğunu kimse bilmiyordu. Ertesi gün bu ruh hâleti içinde yürürken, dün yardım ettiği adamın yine birisiyle kavga etmekte olduğunu gördü. Kavga ettiği adam yine bir Kıpti’ydi. Adam Hz. Musa’yı (aleyhisselâm) görür görmez “imdat” diye bağırmaya başladı. Hz. Musa’dan yardım bekliyordu. Belli ki şirretin tekiydi.

Hz. Musa (aleyhisselâm) kızmıştı. Kıpti’yi bırakıp diğerinin üzerine yürüdü. Ona dersini vermek istiyordu. Adam bir hamlede geri çekilerek şöyle bağırdı;

- Dünkü cinayetin aynısını bugün işleyip beni de mi öldürmek istiyorsun?

Hz. Musa, derhal adamın yakasını bırakıp oradan uzaklaştı. Firavun’un ailesinden olan Kipti, rüzgâr hızıyla saraya koştu ve dün ölü buldukları adamı Hz. Musa’nın öldürdüğünü söyledi. Firavun, Hz. Musa’nın (aleyhisselâm) derhal yakalanarak idam edilmesini emretti. Hz. Musa şehrin dışında kimsenin bilmediği bir yerde saklanıyordu. Firavun ailesinden onu seven mü’min bir adam vardı. Sarayda olup bitenleri kendisine aktarıyordu. Bir gün Hz. Musa’nın gizlendiği yere geldiğinde nefes nefeseydi. Şöyle dedi heyecanla:

- Ey Musa, seni öldürmek için bir komplo kurdular. Derhal Mısır’dan kaç... Nasihatime uyarsan kurtulursun.

Hz. Musa (aleyhisselâm) etrafına bakına bakına gizlice Mısır’dan çıktı. Ayrılırken ağzından dökülen son sözler şunlardı;

- Allahım! Beni zalim insanların şerrinden kurtar.

Hz. Musa, Mısır’dan çok çabuk ayrılmıştı. Firavun’un sarayına gidememiş, elbiselerini değiştirememiş, yanına yiyecek alamamış, kısaca hiçbir yol hazırlığı yapamamıştı. Üstelik ne bir atı vardı, ne de ufukta bir kervan. Yol uzundu, çöl acımasızdı. Firavun’un kurduğu komployu duyar duymaz apar topar çıkıvermişti Mısır’dan. Onun zulmünden çekinmişti.

Uçsuz bucaksız bir çölde tek başına yürüyen bir adam... İsmi Musa. Çölün kızgın kumları ayaklarını yakıyor, güneş üzerine ateş yağdırıyordu. Hz. Musa, Medyen şehrine doğru ilerliyordu. Açtı, susuzdu, fakat güçlüydü, sabırlıydı. Allah’a teslimiyeti tamdı.

Ne kadar zaman geçtiğini Allah bilir. Belki bir ay, belki üç, belki altı... Nihayet, Medyen şehri görünmüştü ufukta.

Hz. Musa, insanların koyunlarını suladıkları bir kuyunun yanı başındaki gölgelikte biraz dinlenmek için oturdu. Yolculuk boyunca ağaç yapraklarından başka yemeği olmamıştı. Susuzluğunu da yolda rastladığı kuyulardan gidermişti. Firavun’un askerlerine yakalanmamak için durmadan yürümüştü. Medyen’e varır varmaz derin bir oh çekmiş ve kendini kocaman bir ağacın altına atmıştı. Burada yol yorgunluğunu atabilir ve kafasını kurcalayan endişelerden kurtulabilirdi.

Açtı, yorgundu. Ayakkabısı kum, taş ve dikenlere dayanamamış erimiş, yırtılmıştı. Ne yeni bir ayakkabı almak ne de yiyecek-içecek temin etmek için parası vardı.

Hz. Musa (aleyhisselâm) koyunlarını sulamak için kuyunun etrafında toplanan çobanları görünce açlık ve susuzluğunu hatırladı. Bir an bile unutmamıştı zaten. Kendi kendine “Yiyecek satın alacak param olmadığına göre karnımı su ile doyurmam gerekir.” diye düşündü. Suya doğru yöneldi. O sırada, koyunlarını diğer sürülerin koyunlarına karıştırmamak için çaba harcayan iki genç kız gördü.

Hz. Musa (aleyhisselâm) ilhama benzer bir hisle o iki genç kızın yardıma muhtaç olduklarını anladı. Susuzluğunu unutarak onlara edeple yaklaştı ve yardıma ihtiyaçları olup olmadığını sordu. Büyük olanı;

- Diğer çobanların bitirmelerini bekliyoruz, dedi.

Hz. Musa sordu;

- Peki neden siz de kuyuya yaklaşıp koyunlarınızı sulamıyorsunuz?

Küçük olan kız;

- Erkeklerle didişemeyiz biz, diye karşılık verdi.

Hz. Musa erkek olmamalarına rağmen çobanlık yapan bu iki genç kızın hâline şaşırdı. Öyle ya, çobanlık yapabilmek için erkek olmak çok önemliydi. Zira çobanlık, çok meşakkatli ve yorucu bir işti. Küçük olan kız Hz. Musa’nın şaşkınlığını yüzünden okudu ve ona şöyle dedi;

- Bizim babamız var, fakat çok yaşlı. Sağlığı, her gün bizimle beraber çıkmaya müsait değil. Onun için yalnızız biz.

Musa (aleyhisselâm) onlara;

- Bugün bu işi ben üstleneceğim. Koyunlarınızı ben sulayacağım, dedi.

Hz. Musa kuyuya varınca, çobanların kuyunun ağzını dev bir kaya parçasıyla kapadıkları gördü. Kayayı kaldırabilmek için en az on güçlü adam gerekiyordu. Musa (aleyhisselâm) güçlü bir insandı. Bir hamlede kayayı kucakladı ve bir kenara bıraktı. Kuyunun ağzı açılmıştı. Koyunları suladıktan sonra kayayı eski hâline getirdi ve dinlenmek için tekrar ağacın altına çekildi.

Tam o sırada su içmeyi unuttuğunu hatırladı. Üstelik midesi kazınıyordu. Açlık dayanılmaz bir hâl almıştı. Her şeyin gerçek sahibi, kimsesizlerin kimsesi olan Yüce Allah’a yöneldi ve şöyle dua etti;

- Ey Yücelerden Yüce Rabbim! Ben fakir ve kimsesiz düştüm. Bana merhamet elini uzat. Bana yardım et...

İki genç kız yaşlı babalarına döndüklerinde onlara sordu:

- Nasıl oldu da bugün erken döndünüz?

Büyük olan kız;

- Allah bugün bize özel bir lütuf gönderdi. Bir adamla karşılaştık. Bize yardım etti, herkesin önüne geçip koyunlarımızı suladı.

Baba:

- Rabbimize şükürler olsun, dedi.

Küçük olan:

- Babacığım, sanırım adam uzun bir yoldan gelmişti ve açtı. Güçlü bünyesine rağmen yüzü solgun görünüyordu.

Bunun üzerine baba:

- Ona git ve de ki, babam seni çağırıyor. Yaptığın yardıma karşılık sana bir ücret vermek istiyor.

Genç kız Hz. Musa’nın (aleyhisselâm) bulunduğu yere rüzgâr hızıyla koştu. Kalbi heyecanla çarpıyordu.

Hz. Musa’ya babasının mesajını iletince tebessüm ederek ayağa kalktı. O, herhangi bir ücret beklentisiyle koyunları sulamamıştı ki. Allah rızası için yardım etmişti. Fakat içinden bir ses onu İlâhi İrade’nin yönlendirdiğini söylüyordu. İtiraz etmedi. Ayağa kalktı. Genç kız önde, kendisi arkada yola düştüler.

Ansızın bir rüzgâr esti ve kızın eteğini hafifçe kaldırır gibi oldu. Musa haya ederek derhal yüzünü önüne eğdi ve kıza;

- İzin verirsen ben önde yürüyeyim, sen de bana yolu göster, dedi.

Nihayet yaşlı adamın evine vardılar. İki insan göz göze geldiklerinde Hz. Şuayb’ın (aleyhisselâm) gözleri parladı. Delikanlının bakışlarında gizemli bir ışıltı vardı. Şuayb (aleyhisselâm) sordu:

- Hoş geldin, ismin nedir?

- Musa...

Hz. Şuayb, tebessüm ederek sırlı bir şekilde başını salladı ve:

- Evime şeref verdin, ey Musa.. dedi.

Hz. Şuayb, ona yiyecek sundu, nereden gelip nereye gittiğini sordu. Musa (aleyhisselâm), hikâyesini uzun uzun anlattı. Hz. Şuayb ona;

- Korkma, zalim Firavun ve onun askerlerinden kurtuldun. Bu topraklar Firavun’a ait değil. Hem seni burada bulmaları imkânsız. Gönlünü hoş tut.

Musa (aleyhisselâm) rahatlamıştı. Kendisine ikramda bulunan bu adamı da sevmişti. Konuşmalarında derin bir ilim, davranışlarında farklı bir incelik, yüzünde de Allah’a yürekten inanmışlığın nuru vardı. Hz. Musa müsaade isteyip ayağa kalkmıştı ki kızların küçüğü babasının kulağına eğilerek şunları fısıldadı:

- Babacığım, hani işlerimizi görecek bir adam arıyordun ya, işte kapımıza geldi, Musa’yı işe al. O bulabileceğin en ideal insan. Hem güçlü hem de güvenilir.

Baba sordu:

- Güçlü olduğunu nereden bildin?

- On adamın kaldıramayacağı bir kayayı tek başına kaldırdı.

- Peki güvenilir olduğunu nasıl anladın?

- Gelirken arkamda yürümek istemedi. Beni arkadan görmemek için önümde yürüdü. Üstelik onunla konuştuğum zaman yüzü kızarıyor, gözlerini yerden ayırmadan cevap veriyordu.

Hz. Şuayb, Musa’ya döndü:

- Ey Musa, sana bir teklifim var. Benim yanımda sekiz sene kalır da koyunlarıma çobanlık edersen seni kızlarımdan birisiyle evlendiririm. Sen bu sekizi on seneye tamamlamak istersen bu senin cömertliğinden olur. Fazlasını isteyerek seni daha fazla yormak istemem. Şayet kabul edersen beni de bütün bu süre içerisinde Allah’ın izniyle salih bir insan olarak göreceksin.

Hz. Musa’nın yüzü güldü. Böyle bir teklif Allah’ın ona özel bir ihsanıydı belli ki. Tereddüt etmeden kabul etti ve:

- Peki anlaştık. Allah da bu anlaşmamıza şahittir. Sekiz veya on sene hizmet ettikten sonra ben buradan ayrılmakta özgürüm.

Musa (aleyhisselâm) kızların küçüğüyle evlendi. On sene boyunca Hz. Şuayb’ın sürülerine çobanlık etti. Her sabah tan yeri ağarır ağarmaz koyunları önüne katıp, güneşin doğuşunu, şafağın o büyüleyen kızıllığını seyrederdi. Akşam olup güneş batı ufkunda kaybolunca da eve dönerdi.

Bu on sene Hz. Musa’nın hayatında çok önemli bir devreydi. Musa (aleyhisselâm) bu süreyi Allah’ı, Allah’ın rahmetini, ihsanını, azamet ve cömertliğini düşünerek geçirdi. Çoğu zaman Hz. Şuayb’la oturur ondan ilim ve hikmet dersleri alırdı. Allah, Hz. Musa’yı (aleyhisselâm) sırlı bir hikmet için Hz. Şuayb’ın yanına göndermişti. Bir peygamber bir başka peygambere muallimlik yapıyordu. Şuayb (aleyhisselâm), Hz. Musa’nın içini nurlarla yıkadı, bilgi ve mârifetle süsledi. Öyle ki Hz. Musa baştan başa iman kesilmişti.

Nihayet ayrılık saati gelip çatmıştı. Musa (aleyhisselâm), karısına:

- Yarın Mısır’a dönüyoruz, dedi.

Gerçek şu ki o da, içinde köpürüp duran, köpürdükçe karşı konulmaz hâle gelen bu Mısır’a dönme arzusunun sırrını çözemiyordu. Bildiği tek şey vardı. Mısır’a gitmeliydi.

On sene önce oradan apar topar çıkmış, canını zor kurtarmıştı. Şimdi neden dönüyordu? Sebep sadece annesine, kardeşlerine ve ailesine duyduğu bir özlem, bir hasret miydi? Yoksa, onu öz annesi gibi sevip yetiştiren Firavun’un karısı Hz. Âsiye’yi mi görmek istiyordu?

Hz. Musa’yı Mısır’a çeken sırrın ne olduğunu kimse bilmiyordu. Bilinen tek şey onun bir gün Mısır’a dönmeye karar verdiği ve Mısır’ın yolunu tuttuğuydu. İşin gerçeği, ilâhi hikmet, onu son derece önemli ve bir o kadar da tehlikeli bir misyonu yerine getirmek üzere oraya gönderiyordu.