Hz. Süleyman (aleyhisselâm) - 4.Bölüm
Ve bir gün...
Süleyman (aleyhisselâm) ordusuna hazır olma emri verdi. Ardından askerleri teftiş etmeye başladı. İnsan topluluğuna uğradığında her şeyin mükemmel olduğunu gördü. Üst düzey komutan ve subayları bir araya toplayarak emirlerini bildirdi. Akabinde, cinlerin arasına girerek komutanlarına çeşitli talimatlar verdi. Bu sırada tembelce hareket eden bir askerin de hapsedilmesini emretti.
Daha sonra hayvanların arasına girdi. Yeterince beslenip beslenmediklerini, iyice dinlenip dinlenmediklerini, yemek vakitleri hususunda herhangi bir şikâyetleri olup olmadığını sordu. Hastaları da özel tedavi altına aldı. Her şeyin yolunda yürüdüğünü gördükten sonra kuşların bulunduğu dev çadıra girdi. İçeri girer girmez etrafa hızlıca bir göz attı ve hemen Hüdhüd kuşunun olmadığını fark etti. Hüdhüd’ün belirli bir mekânı vardı ve Süleyman (aleyhisselâm) her teftişte onu orada görürdü. Çadırın tavana yakın yüksekçe bir noktasında. Şimdi ise hüdhüd yerinde yoktu ve belli ki izinsiz ayrılmıştı. Birden bire Süleyman’ın (aleyhisselâm) yüz ifadesi değişti ve çevresindekilere sordu:
- Hüdhüdü göremiyorum, nerededir?
Kuşların hepsi sustu. Komutanlarının konuşmasını beklediler. Süleyman (aleyhisselâm), bütün kuşları teker teker süzdü. Gözlerinden hüdhüdün orada olmadığını ve hiç kimsenin yerini bilmediğini anladı. Süleyman (aleyhisselâm) sert bir eda ile sordu:
- O burada yok mu?
Cesaretini toplamayı başarabilen küçük bir serçe kuşu titrek bir sesle şöyle cevap verdi:
- Yüce efendimiz... Dün hüdhüdle birlikte bir keşif uçuşuna çıkacaktım. Devriye sorumlusu oydu. Fakat gelmeyince ben de çıkamadım.
Kuş bu sözleri söylerken korkudan titriyordu. Süleyman (aleyhisselâm) hüdhüdün hiç kimseye haber vermeden, kimseden izin almadan, dahası nereye gittiğini bildirmeden karargâhtan ayrıldığını anlayınca sert bir ses tonuyla şöyle dedi:
- Şayet bana makul bir nedenle gelmezse ona müthiş bir ceza vereceğim ya da onu keseceğim!
Kuşlar, bu sefer Süleyman (aleyhisselâm) gerçekten kızdığını anlamışlardı. Hüdhüdü ağır bir cezaya çarptıracak veya kesecekti. İçine düştüğü bu problemden çıkmak için tek bir yol vardı. Ortadan kayboluşunu haklı kılacak güçlü bir gerekçe. Meselâ çadırda bulunmaktan daha önemli sayılacak bir görev uçuşu gibi.
Hz. Süleyman’ın gazabı, yürekleri sarsacak kadar büyüktü. Kuşkusuz o çok merhametli bir insandı. Fakat celâllandığı zaman hak için kızardı. Sözlerini uygulayacak gücü de vardı. Serçe kuşu, Süleyman’ın (aleyhisselâm) celâli karşısında korkudan tir tir titriyordu. Onun bu hâlini gören Hz. Süleyman eliyle başını okşamaya başlayınca, kuşun bütün korkusu buharlaşıp uçtu. Kendi kendine:
- Hüdhüd nerdesin? Ah, Süleyman’ın (aleyhisselâm) senin için söylediklerini bir duysan! dedi.
Hz. Süleyman kuş topluluklarının bulunduğu çadırdan çıkıp sarayına yöneldi. Hüdhüdün yokluğu zihnini meşgul etmişti. Hüdhüd istihbarat teşkilatındandı. Acaba gizli bir görev için mi ortadan kaybolmuştu, yoksa başka bir şey için mi? Çok geçmeden hüdhüd kuşu karargâha döndü. Kuşlar telâşlı bir şekilde:
- Neredeydin? Neredeydin? diye bağırmaya başladılar.
Uzun yoldan geldiği için nefes nefese kalan hüdhüd heyecanla cevap verdi:
- Ne oldu? Bu telâş da ne? Neyiniz var?
Kuşlar ona:
- Senin gündüzün, karganın kara tüyünden daha karanlık... Süleyman Efendimiz az önce buradaydı. Seni göremeyince çok celâllendi ve seni cezalandıracağını veyahut keseceğini söyledi.
Korkuyla sarsılan hüdhüd onlara şöyle dedi:
- Ne diyorsunuz siz.. Süleyman Efendimiz benim o sırada oyun oynadığımı mı sandı acaba! Hayır, ben gizli bir görev için çıkmıştım!
Bunun üzerine kuşlar:
- Öyleyse vakit kaybetmeden Efendimize uç git. Kaçtığını sanmasın...
Hüdhüd kuşu bu sözleri duyar duymaz mazeretini arz etmek için hemen Süleyman’ın (aleyhisselâm) sarayına uçtu. Masasına oturmuş yemek yiyordu. Masaya yakın bir noktaya konarak Süleyman’ın (aleyhisselâm) soru sormasına fırsat vermeden konuşmaya başladı. Bu davranışıyla suçsuz olduğunu göstermek istiyordu. Söze şöyle başladı:
- Efendimiz... Sizin bilmediğiniz bir şey öğrendim ve size Sebe ülkesinden gözlerimle gördüğüm bir bilgi getirdim.
Hüdhüdün üslûbu küstahçaydı. Öyle ya zavallı bir hüdhüd Süleyman’ın (aleyhisselâm) karşısına geçip “Ben senin bilmediğin bir şey biliyorum.. sana Sebe Krallığı’ndan son derece önemli bir haber getirdim.” de ne demekti!
Fakat Süleyman (aleyhisselâm), hüdhüdün sözlerini bitirmesini bekledi. Hüdhüd şöyle devam etti:
- Krallığın başında bir kadın var. Yani Sebe halkı bir kraliçe tarafından idare ediliyor. Öyle zengin ki, her şeyi var. Hele bir tahtı var ki sormayın... görkemli mi görkemli. Kraliçe, halkıyla beraber Güneş’e tapıyorlar. Şeytan onları aldatmış. Yaptıkları çirkin şeyleri güzel göstermiş. Onları doğru yoldan uzaklaştırmış. Şimdi onlar özlerini kaybetmiş bir vaziyette yaşıyorlar ve doğru yolu bulamıyorlar. Allah’ın yarattığı bir varlığa ilâh diye tapıyorlar.
Hüdhüd soluklanmak için biraz sustu. İnandırıcı olmak ve hata etmemek için kelimeleri özenle seçtiği Süleyman (aleyhisselâm) gözünden kaçmamıştı. Sözlerini Hz. Süleyman’ın halka her zaman söylediği cümlelerle bitirdi:
- Göklerde ve yerde saklı olan her şeyi açığa çıkaran.. gizli ve açık her şeylerini bilen Allah’a nasıl secde etmezler?! O Allah ki Ondan başka ilâh yoktur ve O en büyük tahtın sahibidir...
Hüdhüd, Süleyman’ın (aleyhisselâm) her zaman tekrar ettiği sözleri söylerken belli ki son bir gayretle onun kalbini yumuşatmaya, doğru söylediğine ikna etmeye çalışıyordu. Hz. Süleyman tebessüm ederek şöyle dedi:
- Doğru mu, yalan mı söylediğini yakında anlarız...
Hüdhüd “Yüce Peygamberimiz, gerçekten yalan söylemiyorum.” demek istediyse de, Süleyman’ın (aleyhisselâm) sustuğunu görünce korktu ve onu daha fazla celâllandırmamak için sesini kesti. Hz. Süleyman düşünüyordu. Bir karara varmaya çalışıyordu. Başını kaldırdı ve yardımcılarından derhal bir kağıt-kalem getirmelerini istedi. Hızlı bir şekilde yazdığı mektubu katladıktan sonra hüdhüde uzatarak ona şu emri verdi:
- Bu mektubu kraliçenin sarayına götür. Onu, odasının penceresinden içeri bırak. Sonra bir köşede saklanarak mektuba nasıl bir tepki göstereceklerini takip et. Sonra olanları bana anlatmak için geri gel.
Hüdhüd gagasıyla mektubu tutarken kellesini kurtardığına inanamamıştı. Kanatlanıp uçtu ve gözlerden kayboldu. Birkaç saat geçtikten sonra Süleyman’ın (aleyhisselâm) huzuruna dönerek gördüklerini, duyduklarını teker teker anlatmaya başladı:
- Sebe krallığına vardığımda mektubunuzu kraliçenin yatak odasına bıraktım. Kraliçe onu okuyunca kaşlarını çattı ve çarçabuk devlet ricalinin toplanmasını emretti. Meclis toplandığında ben tavandaki nakışlar arasında kimsenin göremeyeceği bir noktada durmuş konuşmaları dinliyordum. Kraliçenin isminin Belkıs olduğunu öğrendim.
Belkıs, vezirlerine:
- Bana çok değerli bir mektup bırakılmış. Süleyman’dan geliyor. Süleyman mektubuna, Rahman ve Rahim olan Allah’ın ismiyle başlayarak hiçbir şekilde gurur ve kibre kapılmadan huzuruna gidip teslim olmamızı, Müslüman olmamız istiyor, dedi.
Mektupta aynen bunlar yazıyordu. Kraliçe vezirlerine:
- Bana görüşlerinizi söyleyin. Siz de biliyorsunuz ki bugüne kadar size danışmadan hiçbir konuda karar vermedim, dedi.
Vezirler ona:
- Biz çok güçlü bir krallığız. Savaşabiliriz, fakat ondan önce sizin görüş ve emirlerinizi bekliyoruz. Siz ne emrederseniz ona uyarız, şeklinde karşılık verdiler.
Kraliçe biraz düşündükten sonra:
- Acele etmeyelim. Şimdilik savaşa gerek yok. Zaten Süleyman’ın gücünü de bilmiyoruz. Ülkesini tanıyabilmek için ona bir hediye gönderelim. Hediyeyi götüren elçimiz döndüğünde bize gördüklerini anlatır. O zaman güçlerimiz arasında bir mukayese yapma imkânı bulmuş oluruz. Savaşın nasıl sonuçlar doğuracağını, lehimize mi aleyhimize mi sonuçlanacağını da kestirebiliriz belki.
Hüdhüd sözlerini bitirince Süleyman (aleyhisselâm) ona şöyle dedi:
- Sen çadırına gidebilirsin.
Birkaç gün geçmeden Belkıs’ın hediyesi varmıştı. Hediyeyi onun vezirlerinden biri getirmişti. Beraberindeki heyette devletin önde gelen simaları da vardı. Asıl niyetleri Süleyman’ın (aleyhisselâm) gücünü ölçmekti. Hz. Süleyman’ın güç gösterisi yapmaya ihtiyacı yoktu. Her şey ortadaydı ve kendisi de gayet tabii davranıyordu. Misafirler, bu ülkede daha önce hiçbir yerde görmedikleri şeyler gördüler. Dünyada hiçbir gücün karşı koyamayacağı müthiş bir ordu gördüler.
Belkıs’ın hediyesini Süleyman’a (aleyhisselâm) sundular. Kızıl yakut, yeşil zümrüt ve mavi renkli firuze mücevherlerle süslü büyük altın bir tepsiydi bu. Süleyman (aleyhisselâm) hediyeye bakıp kaşlarını çattı. Huzuruna, emrettiği şekilde Müslüman olarak geleceklerine altın bir tepsi getirmişlerdi. Onun altına ihtiyacı yoktu ki. O kadar zengindi ki saraylarının zeminlerini altın kerpiçlerle döşüyordu. Sebeliler ne yaptıklarını sanıyorlardı? Altın bir tepsiyle onu kandıracaklarını mı düşünüyorlardı?
Süleyman (aleyhisselâm) ayağa kalkarak Belkıs’ın elçilerine hediyelerini kabul etmeyeceğini söyledi. Ya güneşe tapmaktan vazgeçer Müslüman olurlardı veya karşı koymaları imkânsîz dev ordusunun beklerlerdi. Fakat askerleriyle gelecek olursa onları rezil rüsvay ederek ülkelerinden çıkaracaktı.
Günlerden bir gün... Süleyman (aleyhisselâm) vezirleriyle birlikte oturuyordu. Onlara şöyle dedi:
- Belkıs ve halkı Müslüman olarak buraya varmadan kim bana Belkıs’ın tahtını getirebilir?
Cinlerin alimlerinden biri söz isteyerek konuştu:
- Sen bu meclisten ayrılmadan onu buraya getireceğim. Bunu başarabilecek güçteyim. Bana güvenebilirsin.
Hz. Süleyman o meclisten iki saat sonra kalkıyordu. Cin alimi onu bir saat zarfında getirecekti. Süleyman (aleyhisselâm) sustu ve başka kimselerin söz almasını bekledi. Kitap ilmine sahip bir vezir söz alarak şöyle dedi:
- Göz açıp kapayıncaya kadar ben sana onu getirmiş olacağım.
Süleyman (aleyhisselâm) göz kapaklarını kapadı. Açar açmaz Belkıs’ın tahtını karşısında buldu. Hz. Süleyman, Allah’ın kendisine ihsan ettiği bu nimetin ne denli büyük olduğunu düşündü. Evet, adamlarından biri göz açıp kapayıncaya kadar, ta Yemen’den Filistin’e bir tahtı getirebiliyordu. Yüreği minnet hissiyle doldu ve etrafındakilere şöyle dedi:
- Kuşkusuz bütün bunlar Rabbimin bir ihsanı. Rabbim beni sınamak istiyor. Şükür mü edeceğim, nankörlük mü, görmek istiyor. Şüphe yok ki kim şükrederse kendisi için şükretmiş olur. Şayet nankörlük ederse, zaten Rabbimin onun şükrüne ihtiyacı yok.
Süleyman (aleyhisselâm), Belkıs’ın tahtı üzerinde bazı değişiklikler yapılmasını istedi. Taht, saf altındı süsleri ise elmas, yakut, zümrüt gibi değerli mücevherlerle süslenmişti. Tahtta yapılacak ufak tefek değişikliklerle Süleyman (aleyhisselâm), sarayına gelecek olan Belkıs’ı sınamak istiyordu. Gerçekten tahtını tanıyabilecek miydi?
Nihayet Belkıs Hz. Süleyman’ın sarayına girdi. Ona:
- Bu senin tahtın mı? Dediklerinde, o:
- Sanki o, diye cevap verdi.
Dehşete düşmüştü. Kendi tahtına benziyordu, fakat tahtı olamazdı. Kendisinden önce Yemen’den buraya gelmiş olabilir miydi? Hem değişmişti. Sırf bu değişiklikleri yapmak bile uzun aylar isterdi. Bunca şey ne zaman meydana gelmişti? Hz. Süleyman, ona Allah’a giden yolu göstermeyi istiyordu. Sebe halkı, kendilerini ilim ve teknolojide yer yüzünün en ileri milleti sanıyorlardı. Şimdi ise kendilerinin ne kadar geride kalmış olduklarını görüyorlardı.
Süleyman (aleyhisselâm), Belkıs’ı misafir etmek için muhteşem bir saray yaptırmıştı. Bu sarayın zeminini pahalı, sert ve oldukça şeffaf kristalden döşetmişti. Zeminin altında da su havuzları vardı. Kristalin üzerinde yürüyenler göz alıcı renkleriyle suda yüzen balıkları, oynaşan deniz bitkilerini görebiliyorlardı. Kristaller o kadar berrak ve ışıl ışıldı ki görünmeleri imkânsızdı.
Belkıs sarayın kapısına varınca suları gördü, fakat cam zemini fark edemedi. Suya girdiğini zannetti. Eteklerini ıslatmamak için hafifçe yukarı çekti. Bunun üzerine Süleyman (aleyhisselâm) tebessüm ederek şöyle dedi:
- Bu sarayın zemini şeffaf camdan yapılmıştır.
Belkıs zeki bir kadındı. Dünyanın en büyük sultanı ve Allah’ın gönderdiği bir yüce peygamberle karşı karşıya olduğunu anladı ve şöyle dedi:
- Yücelerden Yüce Rabbim! Kuşkusuz ben bugüne kadar kendime zulmetmişim. Fakat şimdi Hz. Süleyman’ın karşısında bütün Âlemlerin Rabbi olan Allah’a inandım.
Belkıs iman etmiş, Müslüman olmuştu.
Süleyman (aleyhisselâm), ömrü boyunca her yanıyla zirve bir hayat yaşamıştı. Vefatı bile bir mûcizeydi. Bir gün ibadet için ayırdığı özel bölmesine girdi. Asasına dayandı ve namaza durdu. Takdir bu ya, Allah, o hâldeyken vefat etmesini istedi. Bir süre vefat etmiş olduğu hâlde o vaziyette kaldı. Hiç kimse onun öldüğünü fark etmemişti. Cinler bile onun hâlâ canlı olduğunu düşünerek çalışmaya devam ediyorlardı.
Ve bir gün... Süleyman’ın (aleyhisselâm) odasına tahta yiyen bir karınca girdi. Ondan asasını kemirmek için izin istedi. Cevap alamayınca yemeğe başladı. Çok acıkmıştı.
Derken... Süleyman’ın (aleyhisselâm) cansız vücudunun dengesi bozuldu ve yere düştü. İnsanlar, cinlerin gaybı bildiklerini sanıyorlardı. Hâlbuki Hz. Süleyman’ın vefatını fark edememişlerdi. Aksi taktirde gururlarını kıran onca mihnetli işkenceye katlanmaz, anında kaçarlardı. Zaten onun vefat ettiğini anlayınca da her şeyi terk edip gittiler.
Hz. Süleyman vefat etmişti. Son nefesini Allah’ın huzurunda vermişti. Sema ağlamıştı vefatına. Yer ağlamıştı. İnsanlar, kuşlar ağlamıştı. Karıncalar bile ağlamıştı.