ASR-I SAADET ÖNCESİNDE MEKKE TOPLUMU.. 2

Prof.Dr.İhsan Süreyya Sırma. 2

GİRİŞ. 2

Birinci Bölüm.. 4

KABE'NİN İNŞASI4

İkinci Bölüm.. 6

MEKKE DEVLETİNİN DİNÎ YAPISI6

I. Mekke Devletinin Dinî Anlayışı7

II. Şirk İnancının Temelleri9

III. Hums. 10

Üçüncü Bölüm.. 10

MEKKE'NİN SOSYAL YAPISI10

I. İdarî Yapı10

II. Zemzem Kuyusu Ve Yönetimi12

III. Ficar Savaşı13

IV.Hilfu'1-Fudûl13

V. Kabe'nin Tamiri13

NETİCE. 14

BİBLİYOGRAFYA.. 15


ASR-I SAADET ÖNCESİNDE MEKKE TOPLUMU

 

Prof.Dr.İhsan Süreyya Sırma

 

(Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi, Sakarya)

İHSAN SÜREYYA Tarihçi, yazar. 1944 yılında Pervari'de doğdu. SIRMA Ortaöğrenimini Siirt Lisesinde yaptı. 1966da An­kara İlahiyat Fakültesi'nden mezun oldu. 1967'de doktora için gittiği Fransa'dan, 1969'da Tunus'a geçti. Tekrar Fransa'ya ve 1973'te de İslâm Tarihi dalında doktor olarak Türkiye'ye döndü. Erzumun Yüksek îslâm Enstitüsü'nde İslâm Tari­hi Öğretmenliği yaptı, (1973-74). Aynı yıl, îslâmî İlimler Fakültesi'ne asistan olarak girdi; 198O'de Doçent, 1989'da Profesör oldu. Halen Sakarya Üniversitesi, İlahiyat Fakültesinde, îslâm Tarihi Öğretim Üyeliği yapmaktadır. Çeşitli gazete ve dergilerde makaleleri yayınlanan yazar, evli ve üç çocuk babasıdır.

Bugüne kadar yayınlanan eserleri: Osmanlı Devleti'nin Yıkılışında Yemen İsyanları, Birkaç Sahife Tarih,Tarih Şuuru, Tunus Hatırala­rı, Peygamber Ordusunun Tarihi (tercüme )3îslâm Müesseselerine Giriş (tercüme), îlk İslâm Devleti -Makaleler- (tercüme), İslâm Öncesi Mekke Dönemi ve Hz. Muhammed, İslâmî Tebliğin Mek­ke Dönemi ve İşkence, İslâmî Tebliğin Medine Dönemi ve Cihad, îslâmî Tebliğin Örnek Halifeler Dönemi, Emeviler Dönemi, Abbasiler Dönemi, Sömürü Ajanı İngiliz Misyonerleri, Hz. Peygam­ber Devrinde Yahudi Meselesi, II. Abdülhamid'in İslâm Birliği Siyaseti, Tanzimat'ın Götürdükleri, İslâmiyet ve Hıristiyanlık (tere), îslâm ve Tarih, Neler Sordular, Pakia Mektupları ve Bir Garip Tarih, Nasıl Sömürüldük. [1]

 

GİRİŞ

 

islâm, tarihleri genellikle îslâm Öncesi Mekke dönemine ca-hiliye dönemi demektedirler.

Onun için biz de, o dönemi daha iyi anlayabilmek gayesiyle, araştırmamıza cahiliyye'rnn ne olduğu konusu üzerinde durarak başlamak istiyoruz.

Arapça cehile kelimesinden türeyen ve anlamı 'bilmeme' olan cahiliyye'nin ıstılah mânâsı genellikle îslâm öncesi dönemde Mekke Şehir devletindeki dinî, içtimaî ve siyasî hareketlerden, îslâm dinine aykırı düşen fiillere denir. Tarih literatüründe, cahi-liyye kelimesi, îslâm öncesi Mekke tarihi için de kullanılmakta­dır.

Gerek îslâm tarihinin ve gerekse diğer îsîâmî ilimlerde geçen cahiliyye tabirinin kullanım alanlarına baktığımızda, bunun din­deki sapıklıklar olduğu görülür ki, bugünkü anlamda cehaletle, yâni kültürel, ya da sosyal bilgisizlikle çok fazla ilgili değil. Nite­kim, kültürel manada, söz konusu dönemde, zirvede olan şairler, edipler vardı Mekke'de... Yedi Askı (Mu'allakatu's-Seb'a) denen ve bugüne değin edebî ve sanat değerlerinden hiçbir şey kaybet­meyen şiirler, Arap edebiyat tarihinin birer şaheserleridirler. O halde cahilliyye, bizim anlayageldiğimiz gibi, "bilgisizlik" demek değildir.

Cahiliyye kelimesi Kur'an-ı Kerim'de de söz konusu edildiğin­den, bu kelimenin geçtiği ayetleri ele alır, incelersek, cahiliyyeden ne kastedildiği iyice anlaşılır. Nitekim Kur'an ayetlerine bakma­dan bu ıstılahı anlamak mümkün değildir. Çünkü neyin cahiliyye olduğunu ilk önce Kur'an öğretmiştir bize... Ve Kur'an da, Hz. Peygamberin (s.a.s) hadisleriyle açıklandığından, ayrıca onun sünnetine de, yani bu konudaki hadis-i şeriflere de bakmamız gerekecek.

Önce âyetleri ele alalım:

Cahiliyye kelimesi, Kur'an-ı Kerim'de dört yerde geçmekte­dir. Bu ayetlerde geçen cahiliyye ıstılahını açıklamadan Önce, ayetleri zikredelim:

1- "Bir grup da (münafıklardı). Canları sevdasına düşmüş­lerdi. Allah(u Te'âlâ)ya karşı cahiliyet zannı gibi hakkın dışında bir zan besliyorlardı. (Ve "Bu) işten (galibiyet ve zafer vadinden) bize bir şey (nasib) var mı" diyorlardı."[2]

2- "Onlar hâlâ cahiliyye (devrinin islâm dışı) hükmünü mü arıyorlar? Şüphesiz ehl-i yakın (iyi kanaat sahibi olan) bir kavim için, hükmü Allah(u Teâlâ)dan daha güzel olan kimdir?"[3]

3- "Ey peygamber kadınları, siz (diğer) kadınlardan (herhan­gi) biri gibi değilsiniz. Eğer (Allah'tan) korkuyorsanız, yılışa­rak,(kırıt arak, dikkat çekerek) konuşmayın. Sonra kalplerinde bir maraz (kötülüğe meyilli) olanlar tama'a düşer(ler). Konuşun­ca, yapmacık hareketlerden uzak, ciddi ve ağır başlı konuşun. Evlerinizde oturun! Evvelki cahiliyye (devri kadınlarının kırıta kınta, süslerini göstere göstere, sallana saltana yaptıkları gibi) yürümeyin!"[4]                                       .

4- "O kâfirler kalplerine o taassubu, o cahiliyye taassubunu yerleştirdiği sırada idi ki hemen Allah, resulünün ve mü'minlerin üzerine kuvve-i ma'neviyyesini indirdi, onları takva sözü üzerin­de durdurdu. Onlar da buna çok lâyık ve buna ehil idiler. Allah her şeyi hakkıyla bilendir. "[5]

Yukarıda zikrettiğimiz âyet-i kerimelerin ışığı altında, neye cahiliyye denebileceğini şu şekilde sıralayabiliriz.

1. Münafıkça hareketler. Bu hususu, özellikle Hz. Peygam­ber (s.a.s.)'in Mekke kâfirlerine karşı yapmış olduğu Uhud Sava­şı 'nda, Müslüman ordusu içerisinde bulunan münafıkların tav­rında müşahade ediyoruz ki, ayet-i kerime[6] de buna işaret etmek­tedir. Ayet-i Kerime'nin tefsirine bakılacak olursa, bu münafıkla­rın sırf menfaatleri için savaşa katıldıkları görülecektir. Gerçekte islâm'a inanmayan bu grup, müslüman görünerek, "ganimet alı-rını" sevdasıyla savaşa katılmıştı. Uhud Savaşı, müslumanların yenilgisiyle sonuçlanınca da içlerindekini açığa vurup, "Muham-med hak peygamber olsaydı, bu şekilde yenilmezdi, Allah ona bu Mekke ordusunu göndermezdi" deyip, Allah'ın tasarrufları hak­kında sözler sarfetmeye başladılar ki, bu bir cahili âdetti. Bunlar, kendilerini müslüman gösterip, güya Hz. Peygamber (s.a.s.)'e da­nışıyorlar ve ona, "bu işte bizim için de yapılacak bir şey var mı?" diye sorular soruyorlardı ki, bütün bu davranışları cahili davra­nışlar idi. Bu münafıklar, bir bakıma alay ediyorlardı Hz. Pey­gamberle. Nitekim onlardan bir grup da, "eğer bizi dinleyip (sava­şa gitmesey diler) ölmeyeceklerdi' [7] diyorlardı.

işte bu azılı cahili grubun Özelliği şuydu: Allah yolunda müca­deleden alıkoymak!

2. Allah'tan başka, birilerinin hüküm, yâni kanun koymaları; böyle bir hareketin cahiliyye hareketi olacağı esası. Ancak Allah, müslümanlara ietihad yapabilme imkanı tanımıştır ki, bu içtiha­dın da, Allah'ın kanunlarına, yâni Kur'an'a ters düşmemesi gere­kir. Ve Allah, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şahsında, bütün müslü-manlarm Kur'an'la amel etmelerini şu ayetlerle emrediyor:

"(Habibim) sana da hak olarak kitabı (Kuranı) kendinden evvelki kitab(lar)ı tasdik edici (ve doğrultucu) ve ona karşı bir şahid olmak üzere gönderdik. O halde aralarında Allah'ın (sana) indirdiği ile hükmet, sana gelen hakikatden (dönüp de) onların, heva (ve heves)lerine uyma. (Ey Musa'nın, isa'nın, Muhammed'in ümmetleri) sizden her biriniz için bir şeriat, bir yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi (topunuzu bir şeriata tabi) bir tek ümmet yapardı. Fakat o, size verdiği (muhtelif şeriatlar dairesi)nde sizi imtihan etmek için (ayırdı). Öyle ise (hepiniz) hayırlı işlerde birbi-rinizle yarış edin. Zaten hepinizin en son dönüp gelişi Allah'adır. Artık O, hakkında ihtilaf etmekte olduğunuz şeyleri size (arada) haber verecektir. (Ve şu emri indirdik:) Aralarında Allah'ın indir­diği (vech) ile hükmet, onların keyiflerine uyma, Allah'ın sana indirdiği (hükümlerin) bir kısmında sana oyun yapmalarından sakın! Eğer onlar (indirilen hükümleri kabul etmeyip) yüz çevirir­lerse bilki Allah, o günahları sebebiyle kendilerini mutlaka musibete uğratmak istiyordur. İnsanlardan bir çoğu muhakkak ki Allah'ın emrinden dışarı çıkanlar (güruhu)dur".[8]

Allah, gerek müslümanlarm ve gerekse onların idaresi altın­da bulunan gayr-ı müslimlerin mutlaka Allah'ın koymuş olduğu hükümlerle idare olunmalarını emrettikten sonra, bunu böyle ka­bul etmeyenlerin, cahiliyye dönemindeki şirk kanunlarını iste­diklerini söylüyor ve Hz. Peygamber (s.a.s)'i böylece uyarıyor.

3. Kadınların süslenerek, kırıta kırıta, sallana sallana sokak­larda dolaşmasını da Allah Kur'an'mda[9] cahiliyye âdeti olarak tavsif ediyor ve müslüman kadınlarının böyle yapmamalarım em­rediyor.

4. Kabe'yi ziyareti, Müslümanlara yasaklamak.

Hicretin 6. yılı dolarken, Hz. Peygamber (s.a.s.) Mekke devleti ile savaş halinde olmasına rağmen, aniden Kabe'yi ziyaret etme­ye, yani umre yapmaya karar verdi; yanma aldığı sahabesiyle Mekke'ye hareket etti. Ne var ki Mekke Devleti, Hz. Peygamber (s.a.s.) ve yanında bulunan müslümanlarm Mekke'ye girerek Kabe'yi ziyaret etmelerine müsaade etmedi. Halbuki, Hz. Pey­gamber (s.a.s.) savaş için değil, Umre için gitmişti Mekke'ye. Yapı­lan bütün görüşmelerden bir sonuç alınamadı ve müslümanlar Mekke'ye sokulmadılar ki Kur'an, Mekke müşriklerinin bu hare­ketini "cahiliyye taassubu" olarak tanımlıyor. Çünkü Mekkeliler, sadece gururlarının manasız inadıyla, Allah evini yasaklamışlar­dı Hz. Muhammed (s.a.s.)'e ve onun sahabesine. Rahmetli Seyyit Kutub[10] konuyla ilgili ayet-i kerimeyi tefsir ederken, haklı olarak şunları yazıyor:

"Mekkeli kâfirler, bir inanç ve sistemi değil, kibri, gururu, övünmeyi ve inadı kalplerine yerleştirerek Resûlullah'a ve bera­berinde bulunanlara karşı dikilip onları Mescid-i Haram'dan alı­koyup gönderdikleri kurbanların yerine ulaşmasına engel olan o cahiliyyet taassubunu kalplerine yerleştirmişlerdir. Bu yaptıkla­rının hiç bir örf ve inançta yeri yoktur. Sırf Araplar kendilerine 'müslümanları zorla Kabe'ye sokmuşlar' demesinler diye yap­maktadırlar. Ve her dinde, örfte menfur kabul edilen günahı sırf bu cahiliyyet taassubu yüzünden irtikab etmişler ve kudsiyetini kabul ettikleri Beytu'l Haramın hürmetini çiğneyerek ne cahiliy­yet döneminde, ne de müslümanlık devrinde çiğnenmeyen haramaylan çiğnemişlerdir. Nitekim başlangıçta barışçı bir metod takip etmek hususunda kendilerine yol gösteren herkese karşı cahiliy­yet taassubuna kapılmışlar, Hz. Muhammed (s.a.s.)'i ve berabe­rindekileri Beytu'l Haram'ı (Kabe'yi) ziyaretten alıkoymalarını ayıplayanları aynı cahiliyet taassubu ile karşılamışlardı... Bütün bu hareketler aslında inatçı ve sapık cahiliyet taassubunun ve ku­runtusunun eseridir."

Nasıl olur da, Allah'ın evi, onu ziyaret etmek için gidenlere ya­saklanır? Allah'ın evini kim yasaklayabilir ki?

Hacc ve Umre için böyle bir yasak koyanlar hakkında Allah şöyle buyuruyor:

"Allah'ın mescidlerinde O'nun adının anılmasını men eden­lerden, onların harab olmasına sebep olanlardan daha zalim kimdir? Onların (hakkı) oralara korkak korkak girmekten başka­sı değildir. Dünyada utanç onların, Ahiret'de en büyük azab da yi­ne onlarındır"[11]

işte bu hareketler, cahiliyye insanlarının hareketleridir.

Cahiliyye'nin ne olduğu, ayet-i kerimelerde bu şekilde anlatı­lırken, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)'in hadislerinde de, cahiliyye dediğimiz bu "îslâm zıddı" hareketin ne olduğu biraz daha da açık­lık ve boyutlar kazanmaktadır.

Bir hadis-i şerifte, şöyle buyuruyor Resûlullah (s.a.s.):

"îz ve yara bırakacak şekilde dayak atıp, cahiliyye davası gü­denler, bizden değildir. "[12]

Böylece, birilerine ağır dayak çekip işkence yapmak cahiliyye davası gütmek oluyor. İslâm'ın işkence karşısındaki tavrını bir başka hadis-i şeriftede, şöyle okuyoruz:                  

"Öldürmek istediğiniz, kuduz bir köpek dahi olsa, ona işkence yapmayınız."

El parmaklarına büyük büyük yüzükler takmayı da cahiliyye sayan Resûlullah (s.a.s.),[13] sövmeyi, hakaret edip, rencide etmeyi de cahiliyye hareketi sayıyor. Nitekim o, Hz. Bilâl-ı Habeşi'nin annesine sövenEbû Zerre şöyle diyor: "Ya Eba Zerr, sen adamın annesine mi sövdün; sen hâlâ kendisinde cahiliyye olan birisin![14]

Tabiî cahiliyye'nin en belirgin özelliği şirk'ti; yâni Allah'ın ya­nında başka güçler tanımaktı..

Kısaca toparlarsak diyebiliriz ki; cahiliyye İslâm zıddı olan bütün hareketlere denir. Kur1 an1 a ve Hz. Peygamber (s.a.s.)'in "İslâm'ın pratiği" olan Sünnetine ters düşen her şey, cahiliyyedir, İslâm dışıdır.

Genel olarak cahiliyye'den ne anladığımızı bu şekilde belirt­tikten sonra, bu cahiliyye hükümlerinin sürdüğü Mekke Şehir devletinin yapısını ele alalım. [15]

 

Birinci Bölüm

 

KABE'NİN İNŞASI

 

Mekke tarihi üzerinde, en eski ve en muteber kaynağımız olan Ahbâru Mekke yazarı Ezrakî, yeryüzünde ilk defa inşa edilen binanın Kabe olduğunu yazıyor.15 Ve tarih yazmıştır ki, bina edil­diği günden bugüne kadar hayatiyetini ve icra ettiği fonksiyonu sürdürmekte olan tek mabed yine Kabe'dir.

Nitekim Allahu Te'âlâ Kur'an-ı Kerim'de bu hususu açıkça Peygamberine bildirmiştir. Ayette şöyle deniyor:

»Şüphesiz âlemler için çok feyizli ve hidâyet kaynağı olmak üzere, konulan ilk ev (mabed) elbette Mekke 'de olandır.»[16]

Adem (a.s.) -ki o ilk insan ve ilk peygamberdir- ile hanımı Hav­va, Allah tarafından yaratıldıktan sonra, kendilerine yine Allah tarafından yasaklanan ağaçtan, Şeytan'm teşviki ile yedikleri için, Allah her ikisini cennetten çıkartıp dünyaya göndermiştir.

Allah bu konuda şöyle buyuruyor:

«Ve demiştik ki: «Ey Adem, sen eşinle beraber cennette yerleş, ondan (Cennetin yiyeceklerinden) neresinden isterseniz, ikiniz de bol bolyeyin. (Fakat, şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa ikiniz de (nef­sine) zulmedenlerden olursunuz. Bunun üzerine Şeytan onları (n ayağını) oradan kaydırıp, içinde bulunduklarından (onun nimet­lerinden) onları çıkarıvermiş (mahrum ediv er misti)»[17]

Halbuki Allahu Teâlâ, Şeytan'in bu düşmanlığını daha önce ona bildirmiş 'onu bu konuda uyarmıştı. Çünkü Allah' Adem (a.s.)'ı yarattıktan sonra bütün meleklerin ona secde etmesini em­retmiş; bütün melekler secde ettikleri halde, daha Önce melek olan Şeytan, Allah'ın emrine karşı gelmiş ve gurura kapılarak Adem'e secde etmemişti. Hz. Adem'in şahsında Allah'a secde etmeyip is­yan ettiğinden, daha Önce melek iken şeytanlaşıvermişti... O hal­de melek veya şeytan olmak; insan olmak veya olmamak, Allah'a karşı takınılan tavra bağlıdır.

Bu hususu Kur'an-ı Kerim şöyle anlatıyor:

«Andolsun, sizi (evvelâ) yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere: «Adem'e (yahud Adem için Allah'a) secde edin» de­dik. Hemen secde ettiler. Fakat îblis dayattı, secde edicilerden ol­madı.»[18]

îşte Şeytan, Allah'a ve onun en güzel yarattığı insana karşı bu şekilde düşmanlığını gösterdiği için Allahu Teâlâ, onun düşman­lık ve oyunlarına karşı, Adem (a.s.)'i şu şekilde uyarmıştı:

«Biz de: «Ey Adem, demiştik, hiç şüphesiz ki bu, senin de, zev­cenin de düşmanıdır. Bundan dolayı sakın sizi cennetten çıkar­masın o. Sonra zahmete düşersiniz. Çünkü senin acıkmaman, çıp­lak kalmaman hep oradadır. Ve sen hakikaten burada susamaya-caksın, güneşdn sıcağı altında da) kalmayacaksın.[19]

Ne varki Şeytan, Adem'i ayartmış ve Adem, Allah'ın onu uyarmasına rağmen, şeytanın yalanlarına kanarak Allah'ın «yak­laşmayın!» diye emir buyurduğu ağaca yaklaşmış, böylece âsî ol­muştur. Bu konudaki âyet şöyle devam ediyor:

«Nihayet şeytan onu fitledi: «Ey Adem, dedi, seni ebedîlik ağa­cına, zeval bulmayacak bir devlete (ulaştırmaya) delâlet edeyim mi?» İşte bunun üzerine ikisi de ondan yediler. Hemen kötü yerleri açılıverdi. Üstlerini cennet yaprağından yamamaya başladılar. Adem, Rabbine karşı geldi ve şaşıp kaldı.»[20]

Allah'a karşı yaptığı bu isyandan ötürü çok üzülen Adem (a.s.), tövbe edip, yalvarmaya başladı. Allah da onun tevbesini kabul etti.[21] Kabul etti amma, artık o cennette kalamıyacaktı. Al­lah onu ve zevcesini dünyaya attı.

Adem'in, cennet gibi bir yerden, onun hiç benzeri olmayan dünyaya atılışının sebebi, gördüğümüz gibi şeytanın telkin ve tavsiyelerine uymasından ileri gelmişti. Çünkü şeytan, insanı Allah'tan uzaklaştırma, onu Rabbine karşı isyankâr yapma sava­şı vermektedir.

Şeytan, bütün yaratıklar içinde ilk defa "tanrı olma" iddiasın­da bulunan, Allah'ın kanunlarına karşı çıkandır. Allah'ın kendisi­ne lütfettiği makamı kötüye kullanan; o makama gelince, kendi nefsine aldanan, Allah'ın kanunlarına karşı kanun koymak iste­yenlerin ilkidir şeytan... Buanlamda Şeytan, Allah'ın koymuş ol­duğu, "Meleklerin Adem'e, ya da insana secde etme"kanununa karşı çıkarak, aynı zamanda ilk laik olmuş oluyor. Çünkü Şey­tan, bunun argümanını bile ileri sürmekten çekinmiyor ve Allah'a karşı gelerek, "Ben ondan (Adem'den) daha hayırlıyım. Beni ateş­ten onu ise topraktan yarattın"[22] diyor. Gördüğümüz gibi Şeytan, Allah'ın yaratıcılığını -bugünkü laiklerden çok daha samimi ve yakinen ikrar ettiği halde O'nun koymuş olduğu kanunu tanını­yor. Böyle davrandığı için de ilk laik, ve ilk kâfir, olmuş oluyor. Ondan sonra da, insanlık tarihi boyunca Allah'ın kununlarına karşı çıkanlar, şeytanın yöntemini uyguladılar. Allah'ın, peygam­beri vasıtasiyle gönderdiği kanunları ilga edip, kendileri kanun­lar uydurdular.

Allah'ın kanunlarını tanımama ve kendisini tanrılaştırma cüretini gösteren firavunların, nemrutların, calutların, zalimle­rin, diktatörlerin, Allah nizamının düşmanlarının lideri olan şey­tan hakkında Allah şöyle buyurdu:

«Bunlardan kim «Tanrı o değil, benim» derse, cehennemle ce­zalandırırız..[23]

Yâni Allah diyor ki, «kim benim kanunlarımı tanımayıp, be­nim kanunlarıma zıt kanunlar koyarsa; insanları kendi elleriyle yaptıkları put heykelleri önünde saygıya durdurup veya diz çök­türüp veya etek öptürüp veya secde ettirerek Bana kulluktan uzaklaştırırsa, o cehennemliktir; çünkü o böyle yaparak tanrılık taslamıştır».

Firavunun yaptığı da bundan farksızdı. Hz. Musa (a.s.) ve kardeşi Harun (a.s.), ona İslâm'ı tebliğ edince, o tanrı olduğunu söylemişti. Kur'an-ı kerim bu hadiseyi şöyle anlatıyor:

«Musa'nın haberi sana geldi mi? Hani Rabbi ona, kutsal olan Tuva vadisinde seslenmişti: «Firavuna git; çünkü o, azdı, sapıttı.

Ona de ki: "Temizlenme isteğin var mı? Seni Rabbine yönelteyim, böylece (O'ndan) korkmuş olursun.» (Musa) ona büyük mucizeyi gösterdi. Fakat o, yalanladı ve isyan etti. Sonra da (karşıt olarak) çaba harcayıp sırtını döndü. Sonunda (yardımcı güçlerini, yâni ordu komutanlarını, devlet erkânını) topladı ve seslenerek dedi ki «Sizin en yüce rabbiniz benim». Böylelikle Allah da onu, ahiret ve dünya azabıyla yakaladı. Gerçekten bunda, "içi titreyerek korka­cak'' olan bir kimse için elbette bir ibret (ders) vardır.» [24]

O halde görüyoruz ki, Allah'a karşı gelmede, ona isyan etme­de, O'nun kanunlarım tanımamada, hem Şeytamn, hem de bu yolda onu izleyenlerin, yöntemi değişmemekte; menfaatları kay­bolacak diye, esas kanun koyucu olan Allah'ı görmezlikten gelip, vatandaşlarını, reayalarını kandırarak, kendileri, işlerine gele­cek ve de sömürü düzenlerini en güzel bir şekilde devam ettirecek kanunlar koymaktadırlar.

îşte Allah'a karşı ilk defa isyan bayrağı açan şeytamn iğvası-na kapılan Adem (a.s.), yaptığı hata yüzünden cennetten kovulun­ca, cennete hiç benzemeyen dünyaya atıldı. O zaman meleklerin bile uğramadığı bu yeni ülkede sıkılmaya başlayan Adem, Allah'a şöyle yalvardı:

«Yâ Rabbi bana ne oldu? Artık meleklerin seslerini dahi duya­mıyor, onları hissetmiyorum». Allah ona şöyle buyurdu:

«Ey Âdem bu senin hatandı. Fakat sen git ve Bana bir bina yap. Ondan sonra da, meleklerin cennette, Arşı Âlâ (yâni en yük­sek gökte)'daki Beytu'l-Ma'mûr'un (yâni Bana kulluk yapılan bu en yüksek makamın) etrafında tavaf ettikleri gibi, sen de Mekke'de yapacağın bu bina (yâni Kabe) nin etrafında tavaf et ve Bana kul­luk yap!».[25]

Bunun üzerine Hz. Adem (a.s.), Kabe'yi inşâ etti ve orada yer­leşerek yaşamaya başladı.

Hadisede görüldüğü gibi Adem (a.s.)'ın Cennet'ten çıkarılışı­nın tek sebebi şeytan değildi... Bunda, bizzat Adem (a.s.)'m hatası­nın, yâni günahının da payı büyüktü. Nitekim; bu hadisede tek suçlu şeytan olsaydı, Allahu Teâlâ da yalnız onu cezalandırırdı. Ama gördüğümüz gibi, Allah, Hz. Adem'i de cezalandırdı.

Burada esas üzerinde durulması gereken husus, şeytan'm düşmanlığını bilmesine rağmen,[26] Adem (a.s.)'in kendisine ve eşi Havva'ya yasaklanan ağacın meyvalarını yemeleridir.

Kur'an1 da belirtildiği gibi,[27] Allah, Adem'e ve eşine, Cennet'in bütün nimetlerini helâl kılmıştı, "istediğiniz her şeyi, dilediğiniz gibi yeyin; sadece şu ağaca yaklaşmayın!" demişti onlara... Cen­net'in binlerce, belki milyonlarca olan nimetleri, neden onlara yet­memişti de; Allah'ın yasakladığı ağaca yaklaştılar? İşte mesele budur!

Allah (c.c) dileseydi, onlara o ağacın meyvesini de helâl kılar­dı. Fakat yüce Yaratıcı, bir meyveyle dahi olsa, kullarını imtihan ediyor: Acaba kendilerine helâl kıldığım binlerce nimet'e rağmen, kulum Benim rızamı unutur da, yasakladığım tek ağaçtan yer mi?.. İnsanoğlu, neden binlerce nimete kanaat etmiyor da, Allah'ın yasakladığı meyveye yanaşıyor? Şayet Allah, istisna etti­ği bu ağacı da yasaklamasaydı, belki Adem ve Havva, o ağaca diğerlerinden sıra bulup- hiç yanaşmıyacaklardı bile... tşte, mese­lenin düğüm noktası budur: İllâ da haramdan yemek isteme duy­gusu!..

Haramdan yeme ve haram işleme konusunda, şeytan her insanı teşvik etmede; kendisine meyilli olanlarla işbirliği yap­maktadır. Ve şeytan, bunu yaparken de, bir tek yöntemi vardır: Teşvik ettiği yolu güzel göstermek! Dikkat edilirse, Adem (a.s.)'ı da öyle kandırıyor: Ebedilik ağacı ile...

Yâni Şeytan, şöyle diyor Hz. Adem'e:

"Ey Adem, Allah siz insanları ölümlü yarattı. Belli bir müddet yaşadıktan sonra ölecek, toprak olacaksınız! Ancak size göstere­ceğim bir ağaç vardır ki, onun meyvesinden yerseniz, hiç bir za­man Ölmez, ebedileşirsiniz! Çünkü bu ağacın adı, Şeceretu'1-huld, yani ebedilik ağacıdır. Bir defa ondan yediniz mi; hem ebedî olur­sunuz, hem de hiç bir zaman yıkılmayacak bir devlet sahibi olur­sunuz! Bu seviyeye de çıktınız mı; hiç kimsecikler size karışamaz, sonsuza dek, dilediğiniz gibi yaşarsınız!.."

Hz. Adem (a.s.), Şeytamn böyle güzelleştirdiği bir gelecek karşısında, Allah'ın emrini unuttu; ve ikisi de, yâni hem Adem, hem de Havva anamız, o haram kılınmış ağaçtan yemeye başladı­lar...

Artık şeytan'm işi bitmişti... insanoğlunun atasını, Allah'a isyan ettirmişti.

Hz. Adem (a.s.) ve eşi, meyveyi yer-yemez, avret yerleri açıldı; ve ağaç yapraklarıyla örtünmeye başladılar. Rabbi'ne karşı böyle­ce isyan eden Adem (a.s.) pişman olmuştu amma, iş işten geçmiş­ti... Çünkü o ağaç onları, değil ebedîleştirmek, bilâkis utanılacak bir seviyeye düşürmüştü.

Bu suretle kendi emrini çiğneyen Adem ve Havva'yı, Allah cezalandırarak, dünyanın en ağaçsız, en kurak kayalıklarına Mekke'ye atıverdi.

Halbuki Allah (c.c), onlara, acıkmamayı, susamamayı, güneş altında rahatsız olmamayı vadetmişti.[28] Amâ onlar, Şeytanın iğvâsma kapıldılar ve Allah tarafından cezalandırılarak Cen­net'ten kovuldular.

işte bizler, o atanın çocuklarıyız. Tıpkı ona o ağacı yasakladı­ğı gibi, bize de bazı şeyleri haram kılmıştır. Bu haramları yapar­sak, onlar gibi, biz de Allah'ın cezasına uğrarız. Çünkü Şeytan, görevini bırakmadı.[29]

Dünya, cennet gibi değil. Allahû Teâlâ, Cennette işlenen bir günâhı hemen cezalandırıyor; dünyâda işe durum farklıdır:

Allah, kendisine karşı işlenen günâhlara karşı, dilerse dün­yada cezasını verir, dilerse hesap günü dediğimiz Ahiret günün­de... Veya her ikisinde de cezalandırır günahkâr kulunu...

Adem (a.s.)'ı ise cennette cezalandırıp yeryüzüne, yâni dün­yaya attı ve onun için Mekke vadisini uygun buldu.

Adem (a.s.)'m ölümünden sonra bir müddet hayatiyetini ko­ruyan Kabe, daha sonra tabiî afetlerden dolayı yıkılmış ve daha sonraki devirlerde de Hz. ibrahim (a.s.) Mekke'ye gelerek onu yeni baştan inşâ etmiştir.[30]

Tarihlerin bize verdiği bilgilere göre, Mekke'ye yerleşen Hz. ibrahim'in oğlu ismail (a.s.)la, Özellikle Zemzem kuyusunun ora­da bulunmasından dolayı bir yerleşim merkezi, önceleri bir köy, sonraları bir kasaba niteliğinde büyüyen Mekke, çeşitli kabilele­rin, ticaret kervanlarının, Kabe'yi ziyarete gelen yabancıların uğ­rak yeri olmuş, zaman zaman da Zemzem kuyusuna sahib olma hırsından dolayı savaşlar da olmuştur. [31]

 

İkinci Bölüm

 

MEKKE DEVLETİNİN DİNÎ YAPISI

 

Hz. ibrahim'in oğlu Hz. ismail'den sonra, yukarıda dediğimiz gibi, zaman zaman savaşlara sahne olan Mekke şehri, Hz. Mu-hammed (s.a.s.)'in doğumuna gelinceye kadar çok el değiştirmiş; dinî ve sosyal yapısında, oraya hakim olan güçlerin arzuları doğ­rultusunda bir çok değişikliğe uğramıştır.

Bazan Mekke'yi herhangi bir Arap kabilesinin idare etmesine karşı, oranın otoritesini ele geçiren ve insanları idare eden müsta­kil ailelerin de olduğunu yine tarih kitaplarından öğreniyoruz.

Hz. Muhammed (s.a.s.)'in doğumu sırasında ise, daha önceki­lere ve hatta daha sonrakilere nazaran çok değişik bir idare tarzı uygulanan Mekke'de, ne krallık, yâni monarşi, ne de bugün anla­dığımız mânâda bir demokrasi vardı.

Aslında, o günün Mekke'sini anlatmaya çalışırken bugünün kavramlarını kullandığımızda zorluk çekiyoruz. Çünkü o günkü Mekke Şehir devletinin, bugünkü dünyamızda hiç bir modelini bulamıyoruz. Bütün sistem ve rejimler içiçeydi adetâ.

işte, Hz. Muhammed (s.a.s.), böyle bir idari sistem arzeden Mekke Devletinde doğup, kendisine Peygamberlik verildikten sonra, ilk mücadelesini de ada verdiği için, bu Devletin dinî ve sosyal yapısını, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in islâm'ı tebliğ şartları açısından bilmemiz gerekir. [32]

 

I. Mekke Devletinin Dinî Anlayışı

 

Hz. Adem (a.s.)'la beraber, islâm dini de yeryüzüne gelmiş ve Allah'ın emriyle bina edilen Kabe'de O'na kulluk yapılmaya baş­lanmıştır. Adem (a.s.)'dan sonra dini unutan insanlığa, Allah, lüt-fundan  yeni peygamberler göndermiştir. Fakat zalim ve cahil olan insan tekrar Allah'ı unutmuştur. Böylece Allah onlara son peygamberi de Mekke'de göndermiştir. Yukarıda Hz. Adem (s.a.)'m ilk insan ve ilk peygamber olarak Mekke'ye gönderildiğini söyledik. Allah, son peygamberini de oradan seçti. Ne garip tesa­düf? insanlığın başlangıcı ve sonu Mekke'de başlıyor. Orada başlı­yor, çünkü ilk insan oraya indi; orada bitecek, çünkü son peygam­ber oradan çıkmıştır.

Bu son Peygamberden sonra da, peygamber gönderilmeyece­ğini, Allah şöyle buyuruyor:

«Muhammed, adamlarınızdan hiç birinin babası değildir. Fakat Allah'ın Resulü ve Peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.» [33]

islâm, Allah'ın insanlar için seçmiş olduğu tek din ve tek ni­zamdır [34] ki, onun ilk çağrısı Adem (a.s.)'la Mekke'de başlamış ve son çağrısı da yine Mekke'de Hz. Muhammed (s.a.s.) vasıtasiyle yapılmıştır. Bu emri tebliğle görevlendirilmiş olan Hz. Muham­med (s.a.s.), Mekke'de doğmuş, Islâmi tebliğinde de ilk muhatap­ları Mekkeliler olmuştur.

Mekkeliler, ibrahim (a.s.)'dan sonra Allah'a gerektiği gibi kulluk etmeyi unutmuşlar, kendi elleriyle yaptıkları put heykel­lerine veya resimlerine tapar olmuşlardır.

Muhtemelen Hz. ibrahim, Mekke'ye geldiği zaman dahi, ora­da putlara tapıldığı emareleri görülmüş ve onun için Rabbine şöy­le yalvarmıştı:

«İbrahim: Rabbim, demişti, bu şehri emniyetli kıl. Beni de oğullarımı da putlara tapmaktan uzak tut. Rabbim, çünkü onlar insanlardan bir çoğunu baştan çıkardılar»[35]

Put deyince, sadece taşlardan yontulmuş ya da bronzdan dö­külmüş heykelleri anlamairiak gerekir. Çünkü bunları salt heykel diye kabul edersek pufun veya putların mahiyeti anlaşılmaz.

O halde put nedir? Put, insanlara zoıia kabul ettirilmek iste­nen ideolojilerin, dimağlardan silinmemesi, devamlı olarak onun­la karşı karşıya kalınması ve bu ideolojileri sahiplenen imtiyazlı grubun, bu putlar vasıtasiyle elde ettikleri menfaatlann, makam­ların kaybolmaması içindir.

Dolayısiyle her put heykeli, belli bir insanın düşüncelerini simgeler. Put heykeline gösterilen saygı, putun temsil ettiği kim­senin düşüncelerine olan bağlılığın göstergesidir. Böyle algılan­mayacak olursa; insanların bir demir parçası olan heykel Önünde saygıya durmaları ne ifâde eder? Kendi gururuna o kadar düşkün olan insan, cansız taş ve demirden yapılmış heykellere kulluk edip, saygıya durur mu?

Kendilerine saygıya durulan put heykellerinin zararları ol­masaydı, Hz. İbrahim; "çünkü o put heykelleri (esnam) insanlar­dan bir çoğunu baştan çıkardılar!" demezdi.

Herkesten fazla Hz. İbrahim biliyordu ki put heykellerinin insanlara ne bir faydaları ne de zararları vardır. Nitekim Onun, bu konuda kendi kavmiyle yapmış olduğu tartışma çok ilginçtir. Aynı zamanda, bu tartışma o kadar önemlidir ki, Allah'ın kitabın­da yer alıyor:

«İbrahim, babasına ve kavmine: "Siz nelere kulluk ediyorsu­nuz? Onlar da, "Put heykellerine (esnam) kulluk ediyor ve devamlı olarak onların izinde gidiyoruz." (İbrahim): "Peki siz onlara (say­gıya durup) yakardığınızda sizi duyuyorlar mı? Size bir faydala­rı, ya da zararları dokunuyor mu? Onlar da, "hayır biz, babaları­mızı böyle yaparlarken gördük" dediler. (İbrahim): "Siz ve geçmiş atalarınızın, nelere kutluk ettiğinizi, şimdi gördünüz mü?»[36]

Hz. İbrahim, onlarla bu şekilde konuşarak, heykellerin bir işe yaramadığını göstermek istiyordu. O zaman da insanın aklına; "kendilerinden ne bir fayda, ne de bir zarar gelmiyecekse, Hz. ibrahim bu put heykellerini neden kırdı?» suali geliyor...

Aslında Hz. İbrahim, bu heykellerin şahsında, onların rejim­leriyle, iktidarlarıyle mücâdele etmek istiyordu. Çünkü onlar, mutlu bir azınlık için, insanları ezen rejimlerini, resmî dinleri olan puta tapıcılıkla özdeşletirmişlerdi. Daha doğrusu bu anlam­daki din, Marx'm deyimiyle toplumları sömürmek için insanlara içirilen bir afyondu... Yâni batıl da olsa bu din, Devletin çıkarları için vardı... Dolayısiyle Hz. İbrahim'in kırdığı heykeller, Devletin ideolojisini temsil ediyordu, işte heykeller (esnam), bu anlamda insanlara zarar veriyordu, onları baştan çıkarıyordu...

Böyle değilse, Hz. İbrahim, hiç bir yararı veya zararı olmayan heykelleri kırarak neden başını derde soksun?

Fakat o, ateşe atılma pahasına, rejimlerinin simgeleri olan Leykelleri kırıyor ve onlarla alay etmek için de, "bu heykelleri en büyük olan falan heykel - ibrahim onu kırmayarak baltasını onun 'oynuna asmıştı [37]kırdı" demişti...

Bazı akıl ve vicdan sahipleri, gerçekleri görüp kabul ettiler, Latta kendi kendilerine zalim olduklarını itiraf ettiler.[38] Fakat levletin adamları, rejimlerini tehlikede görünce müdâhale ettiler -e tekrar halkı kandırarak Hz. ibrahim aleyhine, onları rejimin .aflarına çekip yaygara kopardılar:

"Onu yakın ve ilâhlarınıza yardım edin!"[39]

Nitekim dediklerim yaptılar ve onlara "Hâlâ Allah'ı bırakıp la size hiçbir şeyle ne fayda, ne de zarar veremeyecek olan put hey­kellerine mi kulluk yapacaksınız?"[40] diyen Hz. İbrahim'i ateşe at­alar.

Bu heykeller bir zihniyeti temsil etmiyor idiyseler, Nemrut'un askerleri taş parçaları için neden Hz. ibrahim'i ateşe atsın-ardı? Nitekim günümüzde bile, dünyanın çeşitli yerlerinde; Özel­ikle despot idareleri ve dikta rejimleri yüzünden geri kalmış ülke-erde, heykel kıranları en ağır şekilde cezalandırmaktadırlar... heykel kırmayı Önlemek için de, halkları aç olsalar bile, büyük nasraflarla kırılmayacak cinsten heykeller yaptırmakta ve bu leykelleri büyük merasimlerle halkın hizmetine -ibâdetine deme-nek için- açmaktadırlar.

Nemrut devletinin adamları, Hz. ibrahim'i ateşe attılar amna; Allah kâfirlerin oyununu bozdu ve ateşe; "Ey ateş, İbrahim'e karşı serin ve selâmet ol!"[41] emrini vererek Hz. ibrahim'i korudu...

işte Babilonya'daki putperestlik bu şekildeydi ki, islâm önce­si Mekke döneminin putperestliği de aşağı yukarı böyleydi.. Ne var ki Mekkeliler, sayısız put heykelleri yanında, Allah inancına da sahiptiler...

Sakinlerinin ekseriyeti bu şekilde putperest olan Mekke'de, çok az sayıda hıristiyan; ve belki de tek-tük yahudi vardı.

Bunun dışında, kendilerine hanif denen bazı insanlar da var­dı ki, bunlar putlara tapmayan ve Allah inancına sahip kimseler­di. Bu hanifler, Hz. ibrahim'in dininden olduklarını iddia eder ve o dini ararlardı.

Kur'an-ı Kerim de Hz. ibrahim'den hanif diye bahsetmekte­dir:

«İbrahim ne yahudi, ne de bir hıristiyandı. Fakat o, Allah'ı bir tanıyan «Hanif», dosdoğru bir müslümandı. Müşriklerden de değildi O.»[42]

Hanif denen bu kimselerin en tanınmışları; Ubeydullah b. Cahş, Osman b. Huveyris, Zeyd b. Amr, gibileridir. Varaka b. Nev-fel'in de hanif olduğu rivayet ediliyorsa da, Ibn Hişam onun, haya­tının sonlarına doğru hıristiyanlığı din olarak seçtiğini kaydedi­yor.[43]

Bu haniflerin dışında kalanlar, yukarıda dediğimiz gibi, Mek­ke devletinin çoğunluğunu teşkil eden putperestler, yâni müşrik­lerdi.

Hz. ibrahim ve oğlu ismail tarafından yeniden inşa edilen Kabe kendi topraklarında bulunmasına rağmen Mekkeliler, za­manla puta tapar olmuşlar ve her kabile birer put sahibi oluver­mişti. Araplar bu putlara kurbanlar keser, onlardan yardım umarlardı ki; bu putların en meşhurları Hubel, Uzza, Lat, Menat gibilerdi. Fakat Mekke'nin bu putperestleri, taptıkları putların yanında, bir Allah kavramına da inanıyorlardı. Kur'an-ı Kerim bu konuda şöyle demektedir:

«(Sen habibim, onlara) deki: «Kimindir o yer ve ondaki (bütün yaratıklar)^ biliyor musunuz?» «Allah'ındır» diyecekler.» O halde iyiden iyiye düşünüp de ibret almaz mısınız?» de. (Yine) de ki: «Kim o yedi göğün Rabbi ve büyük arşın sahibi?» (Yine onlar) «Allah'ındır» diyecekler. Sen de şöyle de: «Öyledir de (Allah'tan başkasına kulluk yapmaktan) sakınmaz mısınız?» De ki: Herşe-yin «Mülkü (tasarrufu) elinde bulunan kimdir ki, daima o himaye ediyor, kendisi asla himayeye muhtaç olmuyor? (haydi söyleyin) biliyorsanız» (Buna karşı da yine hepsi Allah'ındır diyecekler.) De ki: «O halde nasıl olupta böyle büyüleniyorsunuz?»[44]

Mekke'liler, Allah inancıyla beraber taptıkları bu put heykel­lerinin bir kısmını Kabe'ye, diğerlerini de başka yerlere yerleştir­mişlerdi. Meselâ: Meşhur Hubel putu Kabe'nin içindeki bir kuyu­nun yanma yerleştirilmişti. Görülüyor ki islâm'ın geldiği dönem­de Allah'ın Evi (Kabe) ile put heykelleri içiçedir. Kabe, adeta put heykelleri ve resimlerle donatılmıştı. Hem Kabe'ye Allah'ın evi di­yorlar, hem de Allah'ın evini put heykelleriyle, resimleriyle doldu­ruyorlar di.

Tarihçimiz Ezraki'nin rivayetine göre [45] Kabe'nin içinde ve dışında tam 360 tane put heykeli bulunuyordu. Bunların en büyü­ğü Hubel adındaki puttu. Mekke'liler, önemli bir işe başlamadan, yolculuktan dönünce veya çıkınca, Mekke Şehir devletine ait tö­ren ve merasimlerden önce Kabe'nin içindeki Hubel Putunun hey­kelini ziyaret eder, o puta bağlılıklarının ifâdesi olarak saygı gös­terirlerdi.[46]

Mekke Şehir devletinin putperestliği, o kadar değişikti ki; yu­karıda zikrettiğimiz gibi, hem Allah'ı tanıyorlar, hem de put hey­kellerine tapıyorladı. tşte bu şirkti, yani putları Allah'a ortak koş­maktı. [47]

 

II. Şirk İnancının Temelleri

 

Şirk, Allah'ın en sevmediği insan hareketi... Allah'ın yanında başka güçler tanımak, Allah'a inanmak ve fakat O'nu inkâr eden­lerin hükümlerini inanarak kabul etmek ve onlara bile bile uymak. «Allah'a inandık» deyip, put heykelleri önünde saygıya durmak, secde etmek, eğilmek, onlar etrafında dönmek; o heykel­lerden medet ummak, onları ilham kaynağı saymak; güç ve ilhamlarını Allah'tan değil, o put heykellerinden aldıklarını söy­lemek. Allah'ın emrettiği yolda değil, put heykellerinden veya Firavun gibi, Nemrut gibi putlaştırılmış şahıslardan umdukları ilhamın izinde olmak...

işte Mekke şehir devletinde yaşayan insanların Allah'a ortak koşması böyleydi... Şirk buydu... Yâni onlar Allah'ı inkâr etmi­yor, hatta O'nun evi Kabe etrafında dolaşarak O'na ibâdet ettikle­rini sanıyor ve fakat put heykellerine de aynı şekilde saygı göste­riyorlardı ki işte şirk buydu!...

Onların bu mânâsız din tatbikatı hakkında Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor:

«Onların Beyt (Kabe) huzurundaki ibâdetleri, ıslık çalmak­tan ve el çırpmaktan başka bir şey değildi.»[48]

Mekkeliler, Kabe etrafında el çırparak, ıslık çalarak Allah'a kulluk yaptıklarına inanıyorlardı. Halbuki aynı Mekkeliler, ken­di elleriyle yapmış oldukları put heykellerinin önüne bazı hediye­ler koyarak onları da memnun etmeye çalışır, onlara saygı duyar­lardı ki, Allah'ın yasakladığı şey budur. Yoksa istisnasız olarak bütün Araplar, Kabe'yi Allah'ın evi olarak tanıyor, senede en az bir defa onu ziyaret etmeye gidiyorlardı.

Mekkeliler ise, günde en az bir defa, Kabe'yi ziyaret ederlerdi. Ayrıca, herhangi bir Mekkeli, seyahata çıkınca veya seyahattan dönünce, yahut önemli bir işe başlayınca, Kabe'yi tavaf ediyor ve orada bulunan put heykellerine de saygı gösteriyordu.

Kısaca Mekeliler, bütün işlerine, put heykellerine saygıya du­rarak başlıyorlardı.

Bayramları, devletin ileri gelenlerinin put heykellerine saygı göstermeleriyle başlıyor, devletin en önemli işleri görüşülmeden, heykellere saygıya duruyorlardı.

Ülkenin milli şairi seçildiğinde, nasıl bunun alamet-i farikası olan nişanını aldıktan sonra put heykeline gidip saygıya duruyor­sa; ticarî ya da siyasî bütün kuruluşlar, önemli toplantılarından önce put heykellerine gidip saygıya durur, ondan sonra işlerine bakarlardı...

Adetâ put heykeli Önünde saygıya durmadan, bir şey icra edil­mezdi Mekke'nin şirk düzeninde...

Nitekim Hz. Muhammed (s.a.s.) doğduğunda, dedesi Abdul-muttalib, Allah'a şükretmek için onu Kabe'nin içindeki Hubel pu­tunun yanma götürüp, şiirler söyleyerek hamdediyor ki, onun bu hareketi Hubeli hamdetme ameliyesine karıştırdığı için şirkti.[49] Abdulmuttalib şöyle diyordu:

Bana böyle güzel bir oğlan veren Allah'a hamdolsun; Beşikte, büyük çocuklara efendilik yapan bu çocuğu,

En güzel erkâna sahip olan bu evde (Kabe'de) korurum. Tâ ki onu gençlerin lideri ve yükseklere ulaşanı olarak göreyim! Onu her türlü kötülükten, gözleri keskin kıskançlardan korurum.[50]

Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamber olarak görevlendirildi­ği bu dönemde, islâm'ın en azılı düşmanlarına dahi bakacak ol­sak, meselâ Ebu Cehil ve Utbe b. Rebi'a gibi müşriklerin, Allah'ı tanıdıklarını, O'nun evi olan Kabe'yi tavaf ettiklerim, hatta O'nun adına «Vallahi» diyerek yemin ettiklerini görürüz. O halde, Allah'ı bu şekilde tanımalarına rağmen, neden onlara peygamber gönde­rildi?

Allah'ın son peygamberini, Mekkeli insanlara göndermesinin sebebi, bu insanların, Allah yanında başka güçler, ideolojiler, oto­riteler, kanun koyucuları tanımalarıydı. Oysa ki Allah, tek kanun koyucunun kendisi olduğunu belirtiyor:

«Hüküm ve iktidar, ancak ve ancak Allah'ındır»[51]

Bu şekilde şirkle karışık bir dine sahib olan Mekke'nin dinî merkezini, yukarıda gördüğümüz gibi, Allah'ın evi olan Kabe teş­kil ediyordu. Daha doğrusu, Allah'ın evi olan Kabe, put inançları ve bunların temsilcileri tarafından işgal edilmiş bir vaziyette idi. Onun içindir ki, senenin belli mevsimlerinde, Arabistan'ın çeşitli yerlerinden insanlar gelir, Kabe'yi ziyaret ederlerdi.

içinde ve dışında 360 tane put heykeli bulunmasına rağmen, Kabe'nin adı yine Beytu'llah, yani Allah'ın evi idi ve etrafında dönülerek tavaf yapılır, ibâdet edilirdi. Yâni, Allah'a ve put hey­kellerine müştereken kulluk yapılırdı ki işte bu şirkti.

Günümüzde, en çok birbirine karıştırılan kavramlardan iki tanesi de, şirk ve putperestliktir.

Bunlardan putperestlik, politeizm dediğimiz çok tanrılı inanç sistemidir ki bu inanç sisteminde, müte'âl (aşkın) mânada bir Tanrı inancı yoktur. Putperestlikte, tanrı sayısı, tesir ve güçlerine inanıldığı nisbette artmaktadır. Kısaca, biz müslümanlarm inan­dığı manada bir Allah inancı yoktur putperestlikte.

Şirk'te ise durum tamamen farklıdır. Aslında Mekkelüer Allah'ı biliyor, O'na inanıyorlardı. Hatta, inanmakla yetinmiyor, O'nun evi Kabe etrafında tavaf ediyor, O'nun adına kurbanlar ke­siyorlardı, islâm Öncesi Mekkelilerin, "Vallahi" diyerek, Allah adına yemin etmeleri, Mekke'nin inanç sistemi içerisinde, gayet tabiî olan bir hadiseydi.

Fakat atalarından tevarüs ettikleri inançlarıyla bu şekilde Allah'ı tanıyan Mekkeliler, bazı insan ve ideolojileri, sistemleri ve düşünceleri, heykeller şeklinde putlaştırarak, yâni ilâhlaştırarak, onlarda güç ve kudret olduğuna inanarak, yaşama ilhamlarını onlardan alarak, bu pratiklerinde, icabında Allah'ı terk ediyor veya hiç olmazsa, ilahlaştırdıkları ve bu ilahları heykeller şeklin­de somutlaştırdıkları sistem ve ideolojileri, bu ideolojilerin, bu ilkelerin kurucuları olan bazı insanları Allah'a ve O'nun çeşitli sfatlarıyla izah edilen gücüne ortak ediyorlardı ki, şirk budur. Ve şirk, cahiliyye'nin en belirgin vasfıdır.

Allahu Teâlâ'ya ilk defa isyan eden Şeytanın durumunu tek­rar hatırlayacak olursak, şirk'i daha güzel anlarız.

Yukarıda belirttiğimiz gibi, Allah Adem (a.s.)'ı yaratıp ona hilâfet'i verdikten sonra, bir lütuf olmak üzere, bütün meleklerin kendisine secde etmelerini emretti.[52] Bütün melekler secde ettik­leri halde, Şeytan gurura kapıldı, nefsine uydu ve Allah'a karşı ge­lerek, "ben Adem'e secde etmem!» dedi. Şeytan, Allah'ın varlığını bildiği için O'nu inkâr etmiyor. Peki Şeytan Allah'ın varlığına inandığı halde nasıl kâfir oluyor? işte mesele buradadır!

Kur1 an'da da hadise anlatıldığı gibi, Şeytan, Adem (a.s.)'a secde etmeyince, Allah ona neden secde etmediğini soruyor. O ise, itaat edeceği yerde, mantık yürütmeye başladı:

"Ben ondan (Adem'den) daha üstünüm! (Çünkü) beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın."[53]

Görüldüğü gibi, Şeytamn bu hareketiyle kâfir olması, onun Allah'ı inkâr etmesinden dolayı olmuyor. Zaten o da böyle bir inkâra gitmiyor. O halde onun küfrü, Allah'ın koyduğu hükmü ka­bul etmemekle oluyor. Başka bir deyişle, Allah'ın kanunu yerine kendi mantığım ortaya koyuyor; kanun koymada, kanun yapma­da, kendisini, Allah'a rağmen otorite görmeye başlıyor, işte şirk budur.

Günümüzde bile Allah'ın varlığını kabul etmiyen çok az insan vardır. Ne varki bu inanç sistemi vahye dayalı olmadığı için, yeterli olmuyor. Salt bir Allah inancı, tevhidi yaşamaya yetmiyor. Allah'ın varlığını kabul ettiklerini söyleyen milyonlarca insan, Allah'ın gönderdiği peygamberlerin getirdikleri şeriata uymadık­larından, daha doğrusu onu kabul etmediklerinden, tıpkı şey­tanın Allah'a karşı mantık yürütmesi gibi, "Biz Allah'a inanırız, fakat peygamber'in getirdiğine inanmayız, kabul etmeyiz ve ka­nun olarak uygulamayız" derler ve "kendi kanunlarımızı kendi­miz yaparız! Hakimiyet kayıtsız, şartsız insanlarındır,[54] her türlü ilâhî kanuna karşıyız; din'le, ne devlet olur, ne de insanlar idare edilir!" "Kahrolsun şeriat deriz, fakat cenazelerimizi şeriatın mer­kezleri olan camilerden kaldırırız. Yani laik'iz hem müslüman!" şeklinde mantık yürütürler ki, modern şirk budur! [55]

 

III. Hums

 

Mekkeliler, kendilerine bir ayrıcalık tanımak üzere Hums denen bir müessese kurmuşlardı. Buna göre o zamana kadar cari olan Hacc erkânından bazılarını -sadece Mekkeliler için- iptal edi­yorlardı. Meselâ bu ayrıcalığın kendilerine verdiği imtiyazı kulla­nan bazı Mekkeliler, artık Arafat'a gitmez olmuşlardı.[56]

îşte, yukarıda gördüğümüz gibi, Mekke Devletinde karmaşık bir din anlayışı hakimdi. Bu karmaşaya rağmen, hiç kimse diğeri­nin dinine, hatta dinsizliğine karışmıyordu. îsteyen, dilediği gibi bir pratik uyguluyordu dinî hayatında. Dinsizlik anlamında, her türlü dinî pratik serbestti Mekke devletinde...

Fakat, ne zaman birisi çıkıp gerçek dinden sözediyor, o zaman diğer bütürvsahte dinler ve bu dinlerin müntesipleri ona karşı bir­leşiyor, onunla mücadele ediyorlar. Tıpkı günümüzde olduğu gi­bi... [57]

 

Üçüncü Bölüm

 

MEKKE'NİN SOSYAL YAPISI

 

I. İdarî Yapı

 

Mekke Şehir devletinin kendine özgü bir idare tarzı vardı. Bu küçük şehir devletini belli bir kral veya devlet reisinden ziyade ba­zı müstakil bakanlıklar idare ediyordu.

Bu bakanlıkların en Önemlileri Sikâye (su işleri), Sefir-münafir (hariciye işleri), Sidane (Kabe perdedarlığı), Rifade (mali işler), Kiyâde (sancaktarlık ve askeri işler), Nedve (bir nevi bakanlar kurulu) ve Me'âkil (sigorta işleri) gibi idari müessese­lerdi.[58]

Aslında bu idari müesseselerin hepsi de, dolaylı veya dolaysız olarak Kabe'yle, yani dinle ilgiliydiler.

Bunları kısaca değerlendirecek olursak:

1) Meselâ Sikaye bakanlığı, Kabe'ye dolayısiyle Mekke'ye ge­len hacıların su ihtiyaçlarını temin ediyordu. Ve çok ilginçtir; "Su­lar Bakanlığı" diyebileceğimiz bu bakanlık, bütün hizmetleri kar­şılıksız yapıyor ve bunu Allah'a karşı yerine getirilmiş birkulluk sayıyordu.

2) Sefir-Münafir müessesesi, bir bakıma Mekke şehir devleri­nin Hariciye Bakanlığı olup, diğer devletlerle olan ilişkilerle ilgi­lenirdi. Cahiliye döneminde bu bakanlığı o zamanlar henüz müs­lüman olmamış olan Hz. Ömer yürütüyordu.

3) Kabe'nin örtüsü ile ilgilenen Sidane ise, başlı başına bir bakanlığı andırıyordu. Bu bakanlık, her sene Hac mevsiminde değiştirilen Kabe'nin Örtüsünün yapılması için gerekli olan mal­zemenin alınması, örtünün dikilmesi gibi işlerle ilgileniyordu ki, Hz. ibrahim'den beri varolan bu sünnet, bu gün hâlâ devam et­mektedir.

4) Rifade kurumu, Mekke şehir devletininmali işlerini düzen­liyor, keza hacıların masraflarıyla ilgileniyordu.

5) Kiyade, komutanlık demek olup, Mekke devletinin askeri işlerini  deruhte  eden  Savunma  Bakanlığı  anlammdaydı. Mekke4ye yapılacak bir askeri saldırıda nasıl hareket edilecek, düşmanla nasıl savaşılacak gibi kararlarla bu bakanlık ilgileni­yordu ki, keza cahiliye döneminde bu bakanlığın en ileri gelenleri Ebu Süfyan ile Halid b. Velid'di.

6) Nedve, toplantı demektir. Bunun toplantı yerine de Daru'n-Nedve deniyordu.  Daru'n-Nedve, Kabe'nin karşısında bulunan bir yerdeydi.[59] Daru'n-Nedve'nin işleyişi hakkında Muhammed Hamidullah[60] şunları yazmaktadır.

"Bilindiği gibi Daru'n-Nedve, Mekke şehir devletinin parla­mentosu niteliğinde idi. Mühim meseleler olunca, burada toplanı­lıyor ve umumi müşavere yapılıyordu. Bu evin daha başka kullan­ma yönleri de vardı: Dışarıdan Mekke'ye bir kervan gelecek olur­sa, Daru'n-Nedve'de durur ve Mekkeliler gelip bunlarla konuşur, alışveriş yaparlardı.

Geceleri, yabancılar olsun, Mekkeliler olsun, Daru'n-Ned-ve'de toplanırlar ve bugün kulüplerde yapıldığı gibi, orada konu­şurlardı. Hatta diyebilirim ki Daru'n-Nedve aynı zamanda şehrin tiyatrosu niteliğindeydi de. Çünkü tarihçiler burada, bazan birisi­nin ayağa kalkıp hikayeler anlattıklarını nakletmektedirler. Bunlar sefih masallarda. Kur'an-ı Kerim bundan bahsetmekte­dir: "Geceleyin de hezeyanlarda bulunuyordunuz." [61]Bu ayette geçen "sâmir" geceleri masal anlatan kimse demektir, ikinci keli­me olan "tehcurûn" ise, edepsizce fuhuşattan ve zevk-iselimi ren­cide edecek şeylerden konuşmaktır." Buluğa ermiz kızlar da Daru'n-Nedve ye götürülüp, evlilik çağına geldikleri orada ilan ediliyordu.[62]

7) Me'akil, denen Sigorda müessesesi ise, Mekkelilerin sigor­ta bakanlığı demekti ki, bilhassa Öldürme ve öldürülmelerdi, tara­feynin durumlarını, varsa; bu sigortalardan diyetlerini ödüyordu.

Genellikle ticaretle uğraşan Mekke şehir devleti, komşu dev­letlerle de ticari ilişkiler içerisindeydi. Mekkeliler, yazın ve kışın olmak üzere ticari sefere çıkarlardı ki bu konuda Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor:

«(Bari) Kureyş'liler emn-ü selamete, kış ve yaz kendilerini sey-rü seferde esenliğe (ve garantiye) kavuşturduğundan dolayı, şu beytin (Kabe'nin) Rabbine kulluk yapsınlar onlar. (O Rab ki) onla­rı açlıktan (kurtarıp) doyuran, kendilerine korkudan eminlik ve­rendir O.[63]

Mekke Şehir devletinin bu komşu devletlerinden büyük olan­ları vardı; küçük olanları vardı... Bu devletlerin en büyükleri İran ve Bizans İmparatorluklarıydı. Bu iki devlet, devamlı savaş halin­de olup, birbirleriyle rekabet ediyorlardı. Bu rekabetin temelinde sömürü vardı. Her ikisi de sömürgelerini genişletme çabasmday-dılar. Bu çabalarının altında; binlerce, belki milyonlarca insan eziliyordu. O zamanın süper güçleriydi bunlar... Bunun içindir ki, Hz. Muhammed (s.a.s.) islâm'ı ilk defa tebliğ etmeye başlayınca, muhatablarına şöyle, seslenecektir: «ha ilahe illallah, Muham-medün Resûlullah» deyin, Bizans ve İran'ın sarayları sizin ola­caktır.»

Demek ki bu iki devlet, insanları eziyor ve Hz. Muhammed (s.a.s.), bu sömürüden kurtulmanın hedefini, yâni sömürü altında ezilmemenin yolunu gösteriyordu ki, o yol islâm'dı...

Uzak Doğu'da değişik hanedanlarla insanları ezmekte olan Çin imparatorluğu bir yana bırakılacak olursa, o dönem emperya­lizminin Batı'daki, yani Asya, Avrupa ve Afrika'daki temsilcileri, Bizans Rum imparatorluğu ile, Iran Sasani imparatorluğu idi.

Milâdi 7. yüzyılın bu iki süper devleti, menfaatleri uğruna za­man zaman çatışmakta, hatta savaşmaktaydılar.

Bu iki sömürücü devletin tebaalarım teşkil eden milletler, tıpkı Firavun döneminde olduğu gibi, sindirilmiş, uydulaştmlmış ve kendilerini krallarının ya da şahlarının uğruna her an Ölüme atabilecek şekilde eğitilmiş, yâni köleleştirilmişlerdi.

Dünya borsası bu iki süper devletin elinde bulunduğundan, sadece Iran ve Bizans dinarları geçerliydi ticaret pazarlarında... Uydu devletlerin hemen hepsi, bu iki efendi devletin kur ayarla­malarına tabiydiler. Bu günün dolar ve ruble hegemonyalarını, o gün için Iran ve Bizans dinarları ellerinde bulunduruyorlardı.

Iran ve Bizans devletlerine bağımlı durumda bulunan küçük ve de uydu devletlerden bir tanesi de Mekke şehir devletiydi; o da Iran ve Bizans paralarını kullanıyordu ticaretinde..[64]

 

II. Zemzem Kuyusu Ve Yönetimi

 

Yukarıdaki bölümlerde Mekke şehir devletini idare eden ba­kanlıklardan birinin de Sikâye, yani su işleri olduğunu söylemiş­tik. Sikâye de, Kabe'de bulunan Zemzemle ilgilidir.

Allahu Teâlâ, Hz. ibrahim'e Kabe'yi inşa emrini verince; ha­nımı Hacer ve oğlu ismail'i yanına alarak yola çıktı. Rivayete göre[65] Hz. ibrahim'e Cibril (a.s.) yol gösteriyordu. Şam bölgesinde Mekke'ye kadar olan yolda, her durdukları yerde, Hz. ibrahim, Cibril'e, «burası için mi emredildin?» diye sorar, O da «hayır» der­di. Böylece, kurak ve hiç bir yeşilliği bulunmayan Mekke vadisine geldiler. Hz. İbrahim, hanımı Hacer'i ve oğlu İsmail'i Mekke'ye bıraktıktan sonra Şam'a döndü. Dönmeden önce de Allah'a şöyle niyazda bulundu:

«Ey Rabbimiz, ben evlâtlarımdan kimini senin mukaddes olan evinin yanında, ekinsiz (ziraate elverişsiz) bir vadiye yerleş­tirdim. Sebebi şudur ki, Rabbimiz; dosdoğru namaz (larını) kıl­sınlar. Artık sen insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir. Onların şükretmeleri memul olduğu için kendilerini bazı meyvelerle rızıklandır.»[66]

Hacer'in yanında bir su tulumu vardı. Ondan hem içiyor, hem de oğlu ismail'e içiriyordu. Fakat kısa bir müddet içinde, bu suları tükendiği gibi, azıkları da bitti.

Hacer, biraz su bulma ümidiyle etrafinı arıyor, bir şey bulamı­yordu. «Birilerini görürüm» düşüncesiyle Safa tepesine çıktı. Hiç kimse görünmüyordu. Önündeki kumlu ve kurak dereyi geçerek Merve tepesine çıktı; yine kimsecikler yoktu. Tekrar çocuğuna döndü. Fakat çocuğunun acısına tahammül edemiyordu. «Bari ondan uzaklaşayım ölümünü görmiyeyim» diyerek Safa ve Merve tepelerine gitti geldi. Rivayetlere göre oğlu ismail'in acısını unut­mak için yedi defa bu iki tepe arasında koştu. Sonra bitkin bir hal­de çocuğun yanma döndü.

işte bugün dahi, gerek Hacc ve gerekse umre esnasında, Hacer'in bu çabalarını yâdetmek için sa'iy yapılmaktadır; yâni Kabe tavaf edildikten sonra, Safa tepesinden başlamak üzere Merve tepesine kadar olan yerde koşulur ki, bu koşu, yâni sa'iy hacc ve Umre'nin erkânından sayılmaktadır.

Bir mucize olmuş, Allah, Hz. ibrahim (a.s.)'m duasını kabul etmişti, ismail'in ayakları altından sular çıkıyordu. Bu su, Zemzem suyuydu... Bugüne dek gelen şifalı, bereketli Kabe suyu, Zemzem...

Hacer, Allah'ın bu lütfuna şükrediyor, oğlu ismail'e o sudan içiriyordu. O su, onların azığı, aşı da oldu. Onunla sürdürdüler ha­yatlarını...

Hacer ve oğlu ismail, Zemzem suyunun başına yerleşerek, orada yaşamaya koyuldular. Oradan geçen yolcular da Zemzem'i öğrenmiş, onun başında mola vermeye başlamışlardı.

Bu arada Hz. ibrahim'in oğlu ismail de büyüdü.

Hz. ibrahim (a.s.) daha önceleri, oğlunu Allah'a kurban edece­ğini vadetmişti. İsmail büyüyüp, kurban edilecek yaşa gelince ba­bası ibrahim onu Mekke dışına çıkararak kurban etmek istedi. Fakat Allah, Hz. ibrahim'in sözünde durduğunu görünce, Cebrail (a.s.) vasıtasiyle ona bir koç gönderdi ve ismail'i kesmesini yasak­ladı.

O günden itibaren de, kurban kesmek müslümanlar için güzel bir sünnet oldu.

ibrahim (a.s.)'m vefatından sonra da bu sünnet devam etti; ve islâm gelince de ibkâ edildi. İşte bunun içindir ki müslümanlar kurban bayramında kurban keserler.

Kurban kesme, Allah'a olan kulluğun bir göstergesi olduğun­dan, durumu müsait olan bütün müslümanlarm bu sünneti yeri­ne getirmeleri iyi olur.

Şu veya bu kurumun hesabına değil, sadece Allah için kurban kestiğinin şuurunda olarak boğazla kurbanlığını! Ona şefkatle davran, şefkati öğren akıttığın kanlardan... Bunu yaparken de, Allah davası için öz oğlunu kesmeye kalkışan Hz. İbrahim'i hatır­la ki, sen de o dava için bir şeyler feda etmesini, kurban etmesini öğrenesin! Ne için ve kim için kurban kestiğini bil ki, Hz. İbra­him'in oğlu İsmail'in, bıçak altına yatarken gösterdiği metaneti gösterecek nesiller yetiştirebilesin! Çünkü günümüzde kötü bir hid'at şeklini almış olan "kurban kesme", politikacıların karşılan­ma törenlerinde icr' ediliyor ki, bu hareket şirk'tir, Allah'a ortak koşmadır. Ve kurban, sadece Allah için kesilir! Allah'a adanmış olan İsmail, babasına şöyle diyordu:

«Babacığım, sana emredileni yap. înşaallah benim sabreden­lerden olduğumu göreceksin»[67]

Zamanla başka kabileler de gelip Mekke'ye yerleşmişler ve fa­kat yapılan savaşlar neticesinde mağlup olan bir kabile, zemzem kuyusunu doldurarak kaybolmasına sebebiyet vermişti. Ve bu şe­kilde Hz. Peygamberin dedesi olan Abdulmuttalib'in zamanına kadar zemzem kuyusu kayıpta kaldı. Rivayete göre Abdulmutta­lib bir gece rüyasında, «Zemzem kuyusunu aç» diye bir ses duydu ve bu ses üç gece tekerrür etti.[68] Nihayet gelen sesin Mekkelilerin mezbaha olarak kullandığı «Karyetü'n-Neml» in olduğu yerde kuyuyu aramasını söylemesi üzerine Abdü'l-Muttalib o sırada bir tek oğlu olan el-Haris ile birlikte kuyuyu kazmaya başladı. O zaman Abdulmuttalib'in sadece bu oğlu vardı. Allah'a şöyle yal­vardı: "Yâ Rabbi benim on oğlum olursa, birini Senin için kurban edeceğim!»Ve bu sırada Kureyş'in yaptığı istihza ve şakalara da aldırmadı. Fakat ne zaman ki yavaş yavaş su emareleri görüldü: Kureyş, Abdulmuttalib'e gelerek «Ey Abdulmuttalib, bu kuyu atamız olan İsmail'den kalmadır ve dolayısiyle biz de buna orta­ğız» dediler. Abdulmuttalib'in bu teklifi kabul etmemesi üzerine aralarında bir anlaşmazlık çıktı. Nihayet Şam(Suriye) tarafında bulunan bir kâhinin hakemliğine başvurmaya karar verdiler. Abdtılmuttalib, Kureyş'in temsilcileri ile çölde yol alırken suları tükendi ve susuzluktan ölüm derecesine vardılar. Bunun üzerine, Abdulmuttalib'e ne yapmaları gerektiğini sorunca o, «Her birimiz kendi mezarını kazsın, ilk önce öleni sağ kalanlar gömsün, son ölene kadar böyle yapalım» dedi. Kureyş heyeti bunu kabul edip herkes mezarını kazmaya başlayınca Abdulmuttalib «Ey Kureyş, burada ölümü beklemektense yolumuza devam edelim, belki Allah bize su nasib eder» dedi ve devesini kaldırdı. Deve çöktüğü yerden kalkınca da altından sular fışkırdı. Çıkan sulardan içen Abdulmuttalib ve yanındakiler ölümden kurtulunca, Kureyş tem­silcileri şöyle dediler: «Ey Abdulmuttalib, Allah bu kuru çölde bile sana su verince, bizim Zemzem üzerinde hak iddia etmemiz gülünç olur. Dönelim, Zemzem senindir». Böylece Mekke'ye dönüldü ve Zemzem kuyusu Abdulmuttalib'in tasarrufu altına girdi.[69]

 

III. Ficar Savaşı

 

Hz. Muhammed (s.a.v.) ondört, bazı rivayetlere göre onyedi yaşlarına gelince, Mekke'de Kinane ve Kays kabileleri arasında bir savaş oldu ki, bu savaş haram aylarda yapıldığından buna Ficar Savaşı denir. Çünkü o zamanın âdetlerine göre haram ay­larda (Zilkade, Zilhicce, Muharrem,Receb) kan dökmek haramdı.

Rivayetlere göre[70] Hz. Peygamber de, amcası Ebu Talib'le bir­likte bu savaşa katılmış, hatta onun bereketiyle,[71] Kinane Kabile­si Kays'ı yenmiştir. Tarihçi Ya'kubi,[72] Hz. Muhammed (s.a.v.)'in şöyle bir hadisini de nakleder: «Ben çocukken, amcam Ebu Talib'le Ficar savaşma katıldık.». [73]

 

IV.Hilfu'1-Fudûl

 

Hz. Peygamber yirmi yaşını aştıktan sonra Hilfu'l-Fudûl ha­disesi olmuştur ki bu, Mekke'deki kabilelerin Abdullah b. Cud'ân'ın evinde toplanarak yaptıkları antlaşmadır. Bu antlaşma yapıldığı sıralarda, Kureyş, Mekke'ye gelen yabancılara zulmedi­yordu. Hatta bazıları, gelen yabana tüccarın malını alıyor, ücreti­ni vermiyordu. Bu şekilde zulme uğrayan bir tüccar, dayanama­yarak, yüksek sesle şiirler söyleyip, Kabe'nin gölgesinde kendisi­ne haksızlık yapıldığını ilan etmiş ve Mekke ileri gelenlerine tesir etmek istemiştir. Nitekim bunun neticesini de almış; ve Mekkeli-ler, yukarıda dediğimiz gibi, toplanarak, bundan böyle hiç kimse­ye zulme dilmeme sini ve zulme uğrayanların haklarının aranaca­ğına dair yemin ederek anlaşmışlardır ki, buna Hilfu'l-Fudûl de­nir.[74] Bu konuda Hz. Muhammed (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «Ben Abdullah b.Cud'â'nın evinde yapılan Hilfu'l-Fudûl'a iştirak ettim, îslâm geldikten sonra da çağrılsam yine iştirak ederdim.»[75]

 

V. Kabe'nin Tamiri

 

Hz. Muhammed (s.a.v.), otuzbeş yaşlarına geldiğinde, Kabe'nin tamirinde çalıştığı kaynaklarımızda zikredilmektedir.

Yukarıdaki bölümlerde gördüğümüz gibi Kabe ilk defa Hz. Adem (a.s.) tarafından bina edilmiş ve Nuh tufanına kadar gel­mişti.

Tufandan sonra sadece temeli kalan Kabe'yi Hz. ibrahim ve ismail inşa etmişler, öylece Hz. Muhammed (s.a.v.)'in zamanına kadar gelmiştir. Bu arada zaman zaman yıkılmış ve tamirata ma­ruz kalmıştır.[76]

Kabe'nin Hz. Muhammed (s.a.v.)'in zamanındaki tamirine iki sebep gösterilmektedir:

Birincisi: Duvarlarının çoğu yıkılmış olan Kabe'yi sel suların­dan korumaktır ki, bu rivayette bulunanlar, Kabe'nin sel sularıy­la yıkıldığını söylerler.

ikincisi, buhurla Kabe'yi tütsülemek isteyen bir kadının ate­şinden çıkan bir kıvılcımın, yangına sebep olduğu ve bu yüzden tekrar tamirine ihtiyaç görüldüğü şeklindedir.[77]

Bu sıralarda Kabe, toprak terpiçlerle duvarları yapılmış; ka­pısı yerde.[78] ve üstü açık, yani tavansız bir durumdaydı.Kâbe'nin örtüsü dıştan örtülür ve duvarlarının üstünden bağlanırdı. Kapı­dan içeri girildiğinde, sağda, Kabe'ye verilen hediyelerin konduğu bir kuyu vardı.[79]

Kabe temele kadar yıkıldıktan sonra Kureyş tarafından iş bö­lümü yapılarak tekrar inşasına başlandı.

Kabe, Hz. ibrahim (a.s.) tarafından atılan temele kadar yıkıl­dı. Hatta rivayete göre[80] o işde çalışanlardan birisi temel taşlarını sökmek isterken bütün Mekke sallandı. Bunun üzerine yıkma işi­ne son verilerek duvar örülmeye başlandı.

Kabe duvarı Haceru'l-Esved'in konacağı yere kadar yüksel­tildi. Fakal Hacerul-Esved'in yerine konması işine gelince ihtilaf çıktı. Çünkü o taşı yerine koymak, büyük bir şerefti. Her kabile bu şerefin kendisinde olmasını istiyordu. Hatta bu iş için savaşa bile karar verenler oldu.[81] Nihayet Ebu Umeyye b. Muğire adındaki şahıs -ki o zaman Mekke'nin en yaşlısıydı- onlara şu teklifte bulundu: «Babu' Abdi'ş-Şems (bugünkü adı Bâbu's-Selâm)'dan ilk gelen şahıs size hakemlik etsin ve bu işe karar versin.» Bu teklifi kabul ettiler ve biraz sonra da oradan Hz. Muhammed (s.a.v.) gel­di. Hepsi birden, «el-Emin» diye bağrışmaya başladılar ve kendisi­ni taşın konmasında hakem yaptılar.

Hz. Muhammed (s.a.v.), Haceru'l-Esved'in yerine konmasın­da herkesin pay almasını istedi ve getirttiği bir bezin içine taşı koyarak bütün kabile temsilcilerinin birer ucundan tutmasını söyledi. Böylece yukarıya kaldırılan Haceru'l-Esved'i Hz. Muham­med (s.a.v.) eliyle alıp yerine koydu ve o fitne de kapanmış oldu.

Hacerul-Esved'in konmasından sonra duvarın örülmesine devam edildi ve tavanı da yapılarak örtüsü örtüldü.[82]

Haceru'l-Esved, Kabe'nin en önemli kısmını teşkil eder. Onunla tavafa başlanır. Bu konuda Prof. Muhammed Hamidul­lah[83].şunları yazıyor: «Bir hadis-i Şerifte -ve bunu en az üç sahabe rivayet etmektedir- Hz. Peygamber diyor ki:

"Haceru'l-Esved, Allah'ın yeryüzündeki sağ elidir." Yani Kabe'deki Haceru'l-Esved, Allah'ın yeryüzündeki sağ elini temsil ediyor. Şu halde, Mekke'ye giden hacılar, ellerini Allah'ın sağ eli üzerine koyarak sadakat yemininde bulunurlar. Hacıların, Hace­ru'l-Esved1 e ellerini koyma hareketinin iki adı vardır: İstilâm' ve 'Bey'a'. îstilam'm kelime manası, 'elde etmek' demektir, o halde antlaşmanın elde edilmesi' Allah, bizim sadakat antlaşmamızı el­de ediyor demektir. Bey'a, bildiğimiz kontrat demektir. O halde bu, bizim Allahu teâlâya itaat edeceğimize dair bir kontrat, bir söz vermemizdir".

insan; Allah'a bağlı olduğuna,O'na teslim olduğuna, herşeyi O'nun rızası için yaptığına ve yapacağına, O'nun sevdiklerini seveceğine, sevmediklerini sevmiyeceğine, O'na isyan edenlere itaat etmiyeceğine, O'nun ahkâmı için çalışacağına, her hareketi­ni O'nun rızasını kazanmak için düzenleyeceğine bu uğurda gere­kirse şehit oluncaya kadar mücadele vereceğine dair; yeryüzünde ilk yapılan bu evin duvarı içinde bulunan ve Allah'ın yeryüzünde­ki sağ elini temsil eden Haceru'l-Esved'e elini koyarak yemin edi­yor, biat ediyor ki, buna istilâm denir.

"Şüphesiz âlemler için, çok feyizli ve ayn-ı hidayet olmak üze­re, konular ilk ev (ma'bed) elbette Mekke'de olandır"[84]

îşte bu mâbeddeki istilâmı iyi anlamalı, sadece Kabe'yi tavaf ederken değil, bütün ibâdetlerimizde, sadece Allah rızasını gözet­meliyiz. [85]

 

NETİCE

 

Yukarıdaki bölümlerde, ayrıntılarını gördüğümüz gibi, islâm öncesi Mekke toplumunda, Allah inana olmasına rağmen, hakim din, şirk'ti. Yani Allah inancı yanında, başka güçleri tanımak ve Allah'ın Peygamberleri vasıtasiyle göndermiş olduğu emirlerden ziyade, insanların yapmış olduğu kanunlarla yönetilmek, Mekke Devletinin alamet-i farikasıydı.

Milâdi 7. yüzyıla kadar, ilâhi dinlerin insanlar tarafından yozlaştmla yozlaştırıla getirildikleri Mekke toplumu, bir mülti-religion, yâni bir dinler yumağı hâline gelmişti. Her kes Yüce Al­lah tarafından yaratıldığını ikrar ediyor, O'nun Evi olan Kabe'de O'na ibadet ediyordu. Daha doğrusu ibadet ettiklerini sanıyorlar­dı. Bu bir sanı idi; çünkü Allah, onların Kabe etrafındaki hareket­lerini; dönmelerini, saygıya durmalarını," ıslık çalıp el çırpmak­tan başka bir şey" olmadığını ferman buyuruyordu.

insanlar, heykelleştirdikleri atalarının ilkelerini kutsallaş-ürmış; dünyevi işlerinde, Allah'ı değil bu ilkeleri göz önüne alıyor­lardı ki şirk buydu.

Bir Kralı olmamasına rağmen, bünyesinde bulundurduğu ba­ğımsız bakanlıklarla bir şehir devleti olan Mekke, aynı zamanda bir ticaret merkezi olmasından, ve de bütün Arap yarımadasında bilinen Kabe orada bulunduğundan, bir başka önemi haizdi.

Ve bütün bunlardan en Önemlisi, Allah'ın, son Peygamberini, oradan, yâni Kentlerin Anası (Unımu'1-kurâ) olan Mekke'den seçmiş olmasıydı. îşte bu Peygamber, burada mücadele edecek ve yirmi senelik bir uğraştan sonra Rabbinin kanunlarını oraya ha­kim kılacaktır. [86]

 

BİBLİYOGRAFYA

 

Kur'an-ı Kerim.

Muteber Hadis kaynakları.

Ibn îshak, Siret, Muhammed Hamidullah neşri, Rabat,1976.

IbnHişam, es'Siretu'n-Nebeviyye, Mısır, 1955.

Ezraki, Ahbâru Mekke, Beyrut,1969, 3. baskı.

Ibn Sa'd, Tabakat, Beyrut,1960.

Ya'kubî, Tarih, Beyrut,1960.

Ibn Kuteybe, el-Maarif, Beyrut,1970.

Taberi, Taruhu'l-Umemi ve'l-Mulûk, Beyrut, tarihsiz.

Mes'udi, Murâcu'z-Zeheb, Beyrut,1973.

Ibnu'1-Esir, el-Kâmilu fi't-Tarih, Beyrut, 1967.

Es-Suheyli, er-Ravdu'l-Unf, el-Kahire,1967.

ed-Diyarbekri, Tarihu'l-Hamis, Beyrut, tarihsiz.

Ibn Kesir, es-Siretu'n-Nebeviyye, el-Kahire,1964.

el-Kila'i el-Endelusi, el-îktifâ, el-Kahire,1970.

Yakut el-Hamevî, Mu'cemu'l-Buldân, Beyrut, tarihsiz.

Bedruddin el-Aynî, Umdetu'l-Kârî ft şerhi'l-Buharî, Matbaatu'l-

Amire baskısı. el-Halebi, es-Siretu'l-Halebiyye,

Muhammed Hamidullah, Le Prophete de l'Islam, Paris, 1978 4.baskı.

Muhammed Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, Istan-bul,1981.

Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamber'in Altı Orijinal Mektu­bu, Beyan Yayınları, istanbul, 1990. Cevad Ali, Tarihu'l-Arab Kable'l-îslam, Bağdad,1951.

1 I 128 Asr-ı Saadet Öncesinde Mekke Toplumu

Abdulmelik b. Kureyz el-Ebma'î, Tarihu'l-Arab Kable'l-îslam,

Bağdad,1959.

Corci Zeydan, Kitabu'l-Arab Kable'l-îslam, Mısır,1908. J. Ryckmans, Institutions monarchiques en Arabie Meridionale

avant l'Islam, (Main et Saba), Louvain,1951.

J. Ryckmans, Les Religions Arabes preislamigues, Louvain,195l.

Caetani, îslam Tarihi, Hüseyin Cahit tercümesi, lstanbul,1924.

R. Blachere, Le Probleme de Mahomet, Paris,1952.

Demombynes, Mahomet, Paris,1968.

Maxime Rodinson, Mahomet, Paris,1961.

Francesco Gabrieli, Mahomet, Paris,1965.

Süleyman Ateş, Kur'ân-ı Kerim'in Evrensel Mesajına Çağrı, İs­tanbul, 1990.

Ali Bulaç, îslâm ve Demokrasi, İstanbul, 1993

Süleyman Ateş, Kur'ân-ı Kerim'in Evrensel Mesajına Çağrı, İs­tanbul 1990

Sırma, İhsan Süreyya, îslâm Öncesi Mekke Dönemi ve Hz. Mu-hammed, Istanbul,1993, lO.baskı.

Sırma, İhsan Süreyya, îslami Tebliğin Mekke Dönemi ve işkence,

İstanbul, 1994, 24. baskı. Sırma, İhsan Süreyya, îslami Tebliğin Medine Dönemi ve Cihad,

İstanbul 1993,16. baskı. [87]

 



[1] Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/91-.

[2] K.K. Âl-i îmrân sûresi, 154.

[3] K.K. Mâide sûresi, 50..

[4] KK. Ahzâb sûresi, 32-33.

[5] K.K. Fetih sûresi, 26.

[6] Âl-i İmrân, 154.

[7] ÂI-İ îmrân, 166-169.

[8] K.K. Mâide sûresi, 48-49..

[9] Bk.K.K. Ahzâb sûresi, 32-33.

[10] Bk. Fi Zilâli'l-Kur'an, XIII, 465.

[11] K.K. Bakara sûresi, 114.

[12] Buhari, Cenaiz, 36.

[13] Buharı, İdeyn, bâb, 19.

[14] Buharî, îmam, bâb, 22..

[15] Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/93-98.

[16] K.K. Âl-i îmrân sûresi, 96.

[17] K.K. Bakara sûresi, 35-36..

[18] K.K. el-A'râf sûresi, 11.

[19] K.K. Tâ-Hâ sûresi, 117-118.

[20] K.K. Tâ-Hâ sûresi, 120-121..

[21] Bk. K.K. Bakara sûresi, 37.

[22] K.K. el-A'raf sûresi, 12.

[23] K.K. Enbiyâ sûresi, 29.

[24] K.K. Naziat sûresi, 15-26.

[25] Ayrıntılar için bk. Muhammed Hamidullah, İslâm Müesseselerine Giriş, s.26..

[26] Bk. K.K. Tâhâ sûresi, 117-118..

[27] Bk  Bakara sûresi, 35-36..

[28] Bk. K.K. Tâ-Hâ, 117-119.

[29] Bir Fransız yazan romanlarından birinin adı çok ilginç: Şeytan Emekli Olmaz.

[30] Ezrakî, Ahbâru Mekke, s. 37.

[31] Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/99-104.

[32] Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/105.

[33] K.K. Ahzâb sûresi, 40.

[34] K.K. Âl-iîmrân, 19.

[35] K.K. İbrahim sûresi, 35-36..

[36] K.K. Şuarâ sûresi, 70-76.

[37] K.K. Enbiyâ sûresi, 58.

[38] Bk. K.K. Enbiyâ sûresi, 64.

[39] Aynı sûre, 68.

[40] K.K. Enbiyâ sûresi, 66..

[41] K.K. Enbiyâ sûresi, 69.

[42] K.K Âl-i Imrân sûresi, 67. Hanif için ayrıca bk. K.K. Bakara sûresi, 135;Âl-i İırırân sûresi, 95; Nisa sûresi, 135..

[43] İbn Hişam, Sire, II, 238..

[44] K.K. el-Mü'minûn sûresi, 84-89.

[45] Ezraki, Ahbaru Mekke, 1,121..

[46] Ezrakî, a.g.e., I. 117..

[47] Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/105-110.

[48] K.K. Enfâl sûresi, 25.

[49] İbn Kesir. es-Siretu'n-Nebeviyye, el-Kâhire, 1964,1, 208.

[50] İbn Kesîr, a.g.e., I, 208.

[51] K.K. En'âm sûresi, 57.

[52] BK. KK. Bakara sûresi, 34; Kehf sûresi, 50.

[53] K.K.A'râf sûresi, 12..

[54] Bunu diyenler, haddizatında "hakimiyet kayıtsız-şartsız bir zümrenindir" prensibini uygulamaktadırlar. Bu zümre bazan bir diktatör, bazan bir par­ti, bazan orduların üst tabakaları, yâ da aileler oluyor.

[55] Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/110-114.

[56] Bu konudaki ayrıntılar için bk. İbn Hişâm, es-Siretu'n-Nebeviyye, Mısır, 1955,1,199 vd..

[57] Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/114.

[58] Geniş bilgi için bk. Ezrakî, a.g.e.;Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, s.?.

[59] Muhammed Hamidullah İslâm Müesseselerine Giriş, s. 45.

[60] Ay. Es, s. 46.

[61] Kur'ân-ı Kerim, Şu'ara sûresi, 67.

[62] Muhammed Hamidullah, İslâm Müesseselerine Giriş, s. 46.

[63] K.K. Kureyş sûresi, 1,4.

[64] İslâm'dan önceki devir, yani cahiliye devri hakkında etraflı bilgi için bk. Cevad Ali, Tarihu'l-Arab Kable'l-îslâm, Bağdat, 1951; Abdülmelik b. Ku-reyz el-Esmaî, Tarihu'İ-Arab Kable'l-îslâm Bağdat 1959; Corci Zeydan, Kitabu'l-Arab Kable'l-îslâm, Mısır 1908; G. Ryckmans, Les Religions Ara-bes preislamixue, Louvain, 1951; Jacpues Ryskmans, înstitution monarc-hique en Arabic Meridionale avant İslâm (Mai'in et Saba), Louvain, 1951. Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/115-118.

[65] Ezrakî, a.g.e. I, 54.

[66] K.K. İbrahim sûresi, 37.

[67] K.K. Saffât sûresi, 10.

[68] îbn îshak, Siret, Rabat, 1976. s. 3-7..

[69] Îbn Hişam, Sire, 1,145.

Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/118-121.

[70] Bkz. YaTtubî, Tarih, Beyrut, 1960, II, 15-16; îbn Hişam, a.g.e., 1,181.

[71] Ya'kubî,a.g.e.,II,15.

[72] Yakubî, a.g.e.

[73] Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/121.

[74] Fazla bilgi için bkz. İbn Hişam, a.g.e., 1,133..

[75] İbn Hişam, a.g.e., 1,134.

Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/121-122.

[76] Bkz. Muhamed Hamidullah, îslâm Müesseselerine Giriş, İstanbul 1981, s.27..

[77] Tafsilat için bkz. İbn Hişam, 1,193; el-Ezrakî, Ahbaru Mekke, 1,157 vd..

[78] Bugünkü durumda kapı, yerden 1, 5-2 m. Yüksekliktedir.

[79] el-Ezrakî, a.g.e.,.1,159..

[80] îbn Hişam, Sîre, 1,196.

[81] Bkz. tbn Hişam, Sîre, 1,197.

[82] Ezkarî, a.g.e., 1,161..

[83] Bkz. İslâm Müesseselerine Giriş, s. 31.

[84] K.K., Âl-i İmrân sûresi, 96..

[85] Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/122-124.

[86] Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/125.

[87] Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/127-128.