ASR-I SAADET ÖNCESİ MEDİNEDE SOSYO-EKONOMİK HAYAT
I. Medine'nin Coğrafî Ve Kronolojik Çerçevesi
II. Halkın Değişik Kesimleri Arasındaki İlişkiler
III. Dışarıyla Olan Pasif İlişkiler
I. Amme Menfaatına Ayrılmış Yerler
MUHAMMED 1908 Yılında Hindistan'ın Haydarabad/Deccan HAMİDULLAH Şehrinde doğdu. Aynı şehirde Daru'1-Ulum medresesinde okudu. Yüksek tahsilini de buradaki Osmaniye Üniversitesinde tamamladı. "İslâm
Devletler Umumî Hukuku" konusunda master tezi hazırladı. Daha sonra doktora çalışması için Osmaniye Üniversitesi tarafından Almanya'nın Bonn şehrindeki üniversiteye gönderildi. 1933 yılında Devletler Umumi Hukuku dalında doktorasını tamamladı. Aynı konulardaki araştırmalarını ilerletmek için Paris'e geçti. Paris'te kurulu "İlmî Araştırmalar Millî Merkezi" üyesi olarak burada ilmî çalışma, araştırma ve yayınlar yaptı. Eserleri birçok batı ve doğu dillerine tercüme edilerek yayınlandı.
Türkçeye Tercüme Edilmiş Eserleri:
- islâm'ın Hukuk İlmine Yardımları
- İslâm 'a Giriş
- lmam-ı Azam ve Eseri
- Hz. Peygamber'in Savaşları
- İslâm Fıkhı ve Roma Hukuku
- Modern İktisat ve İslâm
- Kur'ân-ı Kerim Tarihi ve Türkçe Tefsirler Bibli-ografyası
- İslâm Peygamberi
- Resulullah Muhammed
- İlk İslâm Devleti
- İslâm Müesseselerine Giriş
- Hz. Peygamber'in Altı Orijinal Diplomatik Mektubu [1]
Hz. Muhammed (s.a.v.), 609 yılının sonlarına doğru îslâm'ı tebliğe başladığında, Arabistan yarımadası bir çöl hâline gelmişti bile. Bir çölün, şurasında burasında birkaç su kaynağı ve insanlar tarafından açılmış birkaç kuyunun bulunması tabiidir. Fakat söz konusu ettiğimiz devirde, su yokluğundan dolayı, bu bölgede Tokyo ve yew York gibi büyük yerleşim merkezlerine, hattâ Kitabı Mukaddes'te geçen[2] Ninova gibi şehirlere rastlanmaz.
Araplar genellikle göçebe olup, mevsimlere ve yağmur yağış dönemlerine göre oradan oraya göçerlerdi. Su kaynakları vasıta-siyle, buğday, arpa, arpacık ve darı ziraatından ziyâde, hurmalar dikip vahalar yetiştiren yerleşik bahçıvanlar, çok nâdirdi.
En büyük şehirlerin nüfûsu, on bini aşmıyordu. Arabistan'ın her tarafından Hacc için Kabe'ye gelen ziyaretçiler sayesinde Arabistan yarımadasının gerçek metropolü olan Mekke'nin durumu da böyleydi.
Tipik bir köy olarak incelemek üzere (islâm'ın arefesinde ve başlangıcında olmak üzere), birçok sebepten ötürü Medine'yi (hicretten önceki adıyla Yesrib'i) seçtim:
1. Medine'de merkezî bir idare yoktu; bunun tam aksine, herkesin başkalarına karşı bağımsız olduğu, kendi aşiret veya kabile reisinden başka bir otorite tanımadığı, başıboş bir insan topluluğundan ibaretti.
2. Yaşam, temel olarak toprağa, hurmalıklara bağlıydı.
3. Arabistan'da nâdir bir husus olmak üzere; Medine'de yabancılar, yâni Yahudiler yaşıyordu ki» bunlar yaşamı daha ilginç bir hâle getiriyorlardı.
4. Aynı dönemin diğer herhangi bir köyüne nazaran Medine hakkında çok daha fazla dokümana sahibiz. Daha sonra Medine, Asya, Afrika kıt1 alarma yayılan bir devletin merkezi olan büyük bir şehir hâline gelecektir. Nitekim bunlar, üçüncü Halîfe Hz. Osman (r.a.) (637-647) zamanında olmuştur.[3] Fakat biz burada Medine'yi, henüz dağınık, tutarlılığı olmayan, orman ve otlak araziler dışında, müşterek çok az kaynaklara sahip bir köy olduğu zamanki durumunu araştıracağız. [4]
Arabistan yarımadasında, Kızıldeniz kıyısında, Yanbû' limanına uzak olmayan bir yer vardır ki, Kur'ân-ı Kerîm'de iki isimle adlandırılmıştır: Medine ve Yesrib; fakat aynı yerin çok iyi bilinen iki adı daha vardı: Tâbat ve Taibah. Burası, genişliğine olduğu gibi, uzunluğuna da, deve yürüyüşüyle bir gün süren geniş bir ovadır. Serpilmiş volkanik lâv tarlaları arasından Akik vadisi geçer. Yağmur mevsiminde burada bir çay oluşur; fakat Taif bölgesinin (ki buraya Vacc vadisi denir) yağmur suları akıp çekildikten sonra, birkaç gün içinde vadi tekrar kurur ve içinden insanlarla hayvanlar geçer. Medine bölgesinin yağmur suları, birçok kollar hâlinde, yakın çevre veya iç bölgelere akarlar. Kanat vadisinin suları, Medine'nin kuzeyinden geçmeden önce, Uhud dağının doğusundaki bir çukura akarak orada tabii «Akûl» gölünü oluşturur ki, suları bütün sene boyunca kurumadan durur. Başka akarsular da, Medine'nin kuzey-doğusunda Gabah ormanının oluşmasını sağlamıştır, iklimi hoş, toprağı verimli, ve fazla derin olmayan yeraltı suyu da tatlı ve lezzetlidir.
Medine'de yaşayanların menşei açıkça bilinmemektean. 1957 de G. Rice tararından neşredilen Harran (Urfa bölgesi)'m çivi yazılı kitabesi, Babilonya kralı Nabuna'id (M.Ö. 556-539)'e âit olup, bu kralın Yesribi ziyaret ettiğini kaydetmektedir. Milât'tan sonraki devirde olduğu anlaşılan Yemen kralı Tubba'nm Medine'yi alması da, destanlar oluşturmuştur.[5] Medine'nin eski çağda Önemli bir şehir olup, Asurlu ve Yemenli istilâlar sonucu yıkılarak, İslâm'ın arefesinde bir köy hâline geldiği görüşü de vardır. (Hâtıra olarak şunu kaydedeyim: 1946 ya kadar, en azından şehrin güneyinde, Urvah kuyusu karşısındaki bir tepenin kaya-lıkları üzerinde musnad yazısıyla yazılı bir Yemen kitabesi vadi ki, bunun transkripsiyonunu Mısır arkeoloji idaresine haber verdim. 1964 de bu kitabe kaybolmuştu. (Muhtemelen bu kitabe, zikredilen tepenin hâkim noktasına, şehrin Necdli kadısının ev inşaatına taş temin etmek maksadıyla dinamitlenmiştir.)
Medine halkı, Evs ve Hazrec diye iki kardeş kola ayrılmış olan Benû Kailah Arap kabilesi, şu veya bu aşiretin tabiiyetine girmiş olan başka birkaç arap ve umumiyetle Benû Kaynuka, Benû Nâdir ve Benû Kurayza diye gruplandmlan Yahudilerden oluşuyordu, (Bu Yahudi kabileleri, menşe itibariyle hepsi kuyumcu, hurma çiftçisi ve çömlekçi idiler). Aynı şekilde nadiren birkaç köle vardı ki; meselâ bir tranlı köle olan Selmân, bir yahûdinin kölesiydi.
Benû Kailah arap kabilesi, şecere itibariyle Yemen'deki Azd-lara dayanıyordu. Muhtemelen bu kabile, Abâ'daki Arim Bara-jı'nın yıkılması üzerine memleketini terketmek zorunda kalmış ve Asurlu Nabuna'id kitabesinin bahsettiği gibi, belki de Medine'de yaşayan diğer insanları da kovarak orada yerleşmiştir.
Yahudilere gelince, onların Medine'ye göçlerini izah etmek daha da güçtür. Hz. Peygamber (s.a.v.), 622 yılında, müslüman ve gayr-ı müslim halkları bir araya getirme insiyatifini eline alınca, Yahudilerden sadece «falan veya filân Arap kabilesinin Yahudileri» diye söz eder. Bu şekilde isimleri zikredilen sekiz Yahudi aşiretinden altısı, müslüman araplarm bağımlıları durumunda idiler. Diğer iki aşiret olan Şutayba ve Sa'laba hakkında ise, hiçbir şey bilinmemektedir. Acaba bunlar, Benû Kaila'nın iç savaşları sırasında yok olan Medine Araplarmdan, veya Medine dışındaki Araplardan mıdırlar; yoksa gerçek Yahudi halkından mıdırlar? Bilinmemektedir. Medine'de şehir-devletinin teşkili sırasında diğer kabilelerle birleşmeyen ve ileride kendilerinden sözedeceği-miz Benû 'Uraid Yahudilerinin şeceresi hakkında da hiçbir bilgi verilmemektedir. Zaten bu aşiret çok küçüktü.
Aynı şekilde, sayıları en fazla elli civarında olduğu görünen az sayıda Hıristiyan da vardı ki, bunlar Evs kabilesinin içindeydiler. Muhteris ve aklı kıt olan Ebu 'âmir adındaki papaz, bunların reisi durumundaydı. Fakat, Yahudilerin Bet Midrâş'mdan kesinlikle bahsedildiği halde, Hıristiyanların bu bölgede bir kiliseleri olup olmadığından sözedilmemektedir.
Tarıma elverişli toprağı olmayıp, kuyumcu ve tüccar olan Benû Kaynuka' müstesna, diğer bütün Yahudilerin çiftçi oldukları anlaşılıyor.
Her topluluk, bir diğerinden birkaç kilometre uzaklıkta bir koy oluşturuyordu. Her şey, ekime elverişli olup, lavlarla kaplı olmayan toprağa bağlıydı.
Sık sık iki katlı olmak üzere, evler volkanik lâv düzlüğü üzerinde inşâ edilmiş olup; çoğu kez, her aşiretin «hudutları» dâhilinde iki veya üç katlı muhkem kuleler vardı. Tehlike anında, erkekler dövüşmek için dışarı çıkar; kadınlar, çocuklar, hattâ koyunlar, âtârn denen bu kulelere sığınırlardı. Tabii ki hayvanlar zemin katta, şahıslar da üst katlarda olurlardı. Bu, kadınlara bile, fırsat düştüğünde yukarıdan taşlar atarak düşmana saldırma avantajı sağlıyordu. [6]
Benû Kaila arapları sürekli olarak iki kola ayrılmışlardı. Bunlar, aynı anne-babadan olan iki kardeşin soyu olup, komşu olarak aynı bölgede yaşıyorlardı. Aralarında zaman zaman kardeş kavgaları olduğundan, her iki taraf da, kendisine müttefikler bulmuştu. Medine'de bulunan Yahudiler de aynı şekilde bölünmüş bir halde, kabile hayatı yaşıyorlardı. Bâzı Yahudi kabileleri (özellikle Benû Nadîr Yahudileri), Hazrec Araplannın bağımlı-müttefikleri; diğerleri ise, Evs Araplarıyla benzer ilişkiler içerisinde bulunuyorlardı. Bunların Medine'ye ne zaman geldikleri bilinmemektedir. Ben, onların hep birden gelmedikleri kanaatindeyim. Bunlardan bâzıları, herhangi bir Arap kabilesinin bağımlıları olarak buraya gelirken, diğer Arap kabileleri de tedricen başka Yahudileri Medine'ye çekmişlerdir, işte Yahudilerin bölünmeleri, efendileri olan Arapların bu şekilde bölünmelerinden ileri geliyordu. Benû Nadîr Yahudilerinin, kendilerini Benû Kurayza Yahûdilerinden üstün görmeleri dikkat çekicidir; o derecede ki, herhangi bir öldürme olayında, Benû Nadîr1 den biri, kan parasının sadece yarısını verirken, katil Benû Kurayza'den olunca, kan parasının tamamım vermek zorunda kalıyordu.[7] Acaba bu, Benû Nadîr'in müttefikleri, yâni Hazreclilerin, Benû Kur'ayza'mn efendileri olan Evs'den daha güçlü olmalarından mı ileri geliyordu?
Medine Yahudileri üzerinde daha fazla durmak yersiz; çünkü bir müddet sonra bunların hepsi oradan göç ettiler. Fakat kaynaklarımızda Benû Nadîr'îe ilgili önemli bir hâdiseye işaret edeceğim ki bu, bütün Yahudi aşiretleri, hattâ Yahudi olsun, arap olsun, bütün o bölgenin insanlarım ilgilendirmektedir. Filhakika, Benû Nadir Yahudilerinin büyük reisinin aynı zamanda kabilenin hazinesinin- (kenz) de muhafızı olduğu rivayet edilmektedir. Bu hazineden maksad da, felâketler (savaş v.s.) zamanında harcanmak üzere toplanan paradır. Medîneli müslüman araplardaki ma'âkil (sosyal sigortalar)'dan söz açınca, bu konuya tekrar döneceğiz.
islâm'dan önce, arap ve Yahudi kabilelerinin tasarrufları vardı: Araplar çiftçi; Yahudiler ise, çoğunlukla ithalâtçı-ihracatçı, kuyumcu ve faizle çalışan bankerler idiler. [8]
Eski zamanın kabileleri, çağımızın devletlerinden daha az bağımsız değillerdi. Fakat eski çağda, dünyanın değişik bölgelerinin birbirlerine karşı bağımlılıkları olmadığından, bu konuda söylenecek çok az şey vardır. Arasıra Medine'ye kervanlarla yiyecek maddeleri, tahıl, zeytinyağı v.s. getiren nebatîlerden sözedil-mektedir. Şüphesiz bunlar, Medine'ye mal getirince, o günün rayicine göre gümrük vergisi verirlerdi. Peki bu vergiyi kim alıyordu? Alıcı kabilenin reisi mi, pazarın bulunduğu arazinin sahibi mi, yoksa başka bir teşkilât mı? Bugünkü bilgilere göre bu konuda bir şey bilinmemektedir. Medine'ye uzak veya yakın olan bölgelerdeki Arap kabileleri, bilhassa göçebeler, satmayı veya ihtiyaç duydukları mallarla takas etmeyi düşündükleri mallarını şehre getiriyorlardı. Getirdikleri bu mallar, deve, at, zamk, kıymetli taşlar v.s. idi.
Yabancı bir kabileyle yapılan antlaşmaya dâir, aşağıdaki vak'ada geniş bilgi vardır: Hz. Peygamber (s.a.v.); Medine'ye gelişinden bir sene sonra, Suriye'ye gitmek üzere, Medine bölgesinden geçmekte olan bir Mekke kervanını vurmak için bir seriyye (askerî birlik) gönderdiğinde, Cuhayna kabilesi reislerinden biri -her iki tarafla da antlaşmalı (muvâdi1) olduğundan- kendi arazisi üzerinde karşılaşan iki grubun savaşmalarına mani olmak için müdâhale etmiş ve taraflar kan dökmeden birbirinden ayrılmışlardır.[9]
Diğer Araplar gibi, genellikle Medîneliler de putperest idiler. Bir evin fertlerinin taptıkları aile putları olduğu gibi, görevli bölge papazlanyla beraber umuma âit putlar da vardı. Daha sonraları, putları çalan ve onları kesip parçalayarak bir torbaya koyup, mutfağının ateşini yakmak üzere ihtiyar bir kadına götüren bir müs-lümandan sözedilecektir. O halde çok sayıda ağaçtan yapılmış put heykeli de vardı. Bir başka ihtiyar da, «meçhul kimselerin» onun ağaçtan yapılmış putu üzerine gizlice çöp ve diğer pislikleri atmalarından son derece öfkelenmişti. Bir gün bu ihtiyar, kendisini müdâfaa etmek ve ona karşı saygısızlık edeni cezalandırmak için putunun önüne silâhlar yerleştirdi. Fakat aynı gün, putu kaçıranlar onu öyle gülünç ve utanç verici bir duruma soktular ki, putun sahibi, kendi putunun gerçekten bir güce sahip olsaydı, o gece kendisine o şekilde hareket edenlere karşı o gücü kullanmaktan çekinmeyeceğini (yâni onun herhangi bir güce sahip olmadığını) anladı ve müslüman oldu.[10] Medînelilerin asıl putları, Medine'ye takriben iki günlük mesafede, Kızıldeniz bölgesinde, el-Muşallal denen yerde bulunan Menât idi. Bu vakıa, Medînenin o devirde, şehirden ziyâde bir köy olduğunu gösterir.
Medîneliler, Mekke'deki Kabe'ye yapılan haccın faydasına, yâni farziyetine inanıyorlar ve her sene ona iştirak ediyorlardı; fakat rivayete göre,- Kabe karşısındaki Safâ-Merve arasındaki sa'y'i yerine getirmiyorlardı.[11]
Bu putperestler, biraz geniş düşünüyor -ve hurafelerine göre yabancıların putlarını da kabul ederek, kendilerininki gibi onlara da saygı gösteriyorlardı.
Buna kâhinleri de katmak lâzımdır ki, çok karmaşık ve halledilmesi zor meselelerde, onlara başvurulur, onların ilham sonucu hikmetlerine (!) inanılırdı. Burada, kendisine on erkek çocuğu verdiği takdirde, bunlardan birini Allah'a kurban edeceğine dâir adakta bulunan Hz . Peygamber (s.a.v.)' in dedesi Abdulmuttalib'i zikredelim. On oğlu olan Abdulmuttalib, samimi bir adam olduğu için, kura çekti ve ileride Hz. Peygamber (s.a.v.)'in babası olacak olan oğlunu kurban etmeye mecbur oldu. Akrabaların, ve özellikle çocuğun annesinin teşebbüsüyle, Abdulmuttalib, Medine'ye gittiğinde, kâhin, kuzeyde bulunan Hayber'de bulunuyordu. Abdulmuttalib onunla görüştüğünde, kâhin şöyle dedi: «Çocukla, sizde âdet olan kan bedeli (on deve) arasında kura çekin. Şayet kura yine çocuğa isabet ederse, kan bedeline ilâve ederek, kura develere isabet edinceye kadar devam edin!». Mekke geleneği, on deveyi kan bedeli olarak kabul ediyordu. Kura ancak onuncu seferde develere isabet etti. Samimi Abdulmuttalib, gerçeğe kanâat getirmek için, çocukla yüz deve arasındaki kurayı üç defa tekrarladı ve çocuğun hayatı bu şekilde kurtuldu.[12]
Bu kâhinin, yalnız Yahudilerin yaşadığı Hayber'e gitmesinden, bizzat bu kâhinin de, Yahudi olduğu ve Mekke gibi uzak bölgelerdeki Arapların bile kendisine güven besledikleri düşünülebilir. [13]
Ziraî hayattan sözetmeden önce, biraz Medine bölgesinde bulunan köylerdeki kişisel yapıdan, mesleklerden ve zenaattan bahsedelim.
Birden çok erkekle evlenme yoktu amma, birden çok kadınla evlenme âdeti bölgeye hâkimdi. Evlilik adayının ekonomik imkânsızlıkları dışında, evlenilebilecek kadın sayısında bir sınır yoktu. Fakat beklenmeyen şu durum da vardı: Rüştüne ermiş kadınların da evlenme aktine rıza göstermeleri şart olduğundan, öyle durumlar oluyordu ki, bir Medîneli kadın, kocasını boşama hakkım elde edebiliyordu. Ne var ki böyle bir durum , kocasının istediği zaman karısını boşama hürriyetine bir halel getirmiyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in dedesi Abdulmuttalib'in annesinin durumu buna en güzel Örnektir: Abdulmuttalib'in, büyük bir kervancı ve zengin bir tüt ir olan babası Hâşim, bir seferinde Medine'de birkaç gün geçilince, ev sahibinin genç bir dul olan kızı onun hoşuna gitti. Dul kadın, boşama hakkının kendisine âit olma şartım koştu.[14] Balayı haftasından sonra, Hâşim Filistin'e kadar yoluna devam etti ve Gazza'da öldü. Genç kadın yeniden dul kaldı; ne var ki, bu seferki kısa evlilikte hamile kalmıştı, birkaç sene sonra müteveffanın kardeşi Medine'ye gelecek, anesinin büyük acısına rağmen çocuğu, yâni yeğenini kaçıracak ve onu Mekke'ye getirerek orada yetiştirecektir.
Öyle anlaşılıyor ki, çeyizin dışında, koca, karısına {sudak, mehr, ecr v.s. denen) bir şeref ücretini ayırt etmeksizin veriyordu ki bu, kadının emrinde oluyor, babası bile ona dokunmuyordu.[15]
Medine ile ilgili mîras ve veraset hakkındaki bilgilerimiz oldukça azdır. Ancak Medine'de görülen bir âdet vardı ki, muhtemelen bu âdet sadece Medine'ye hastı: Ölmüş bir adamın sadece karısı ve kızı değil, küçük çocukları dahi mîras alamıyordu; mirası, sadece, bir savaş esnasında eli silâh tutabilecek olan, bulûğa ermiş oğlan çocukları alabiliyordu. Şayet bütün erkek çocuklar bulûğa ermemiş çocuklarsa, yeğenler ve baba soyundan gelen akrabalar bütün mîrası alır; böylece zengin olan bir aile, şayet mirasçılarla ilişkileri iyi değilse, ertesi günü parasız ve dilenci durumuna düşebiliyordu.[16]
Mirasın dağıtımı sırasında, taşınır ve taşınmaz mallar arasında bir ayırım yapılıp yapılmadığını bilmemiz için elimizde kesin veriler yoktur; muhtemelen böyle bir ayırım yoktu. Medine geleneği, mirasın açıkça dağıtılmasını gerektiriyor gibiydi. O anda orada bulunanlara yemek veriliyor ve mîras mallarından alınmış küçük hediyeler (hâtıralar) bu kimselere dağıtılıyordu.[17]
Küçük yetimler, baba akrabalarının himayesine alınıyordu.
Mesleklere gelince, liste oldukça kabai'iktır: Sadece ihtisas hâline gelmiş ticaret dükkânları değil, çarşılar bile vardı. Benû Kaynuka' (Yahudiler) ve Nabit çarşılarından sözedil-mektedir ki, bunların ödedikleri % 10 gümrük vergisi, Hz. Ömer (r.a.)'m hilâfeti zamanına kadar sürecektir.[18] Daha sonra, Hz. Peygamber (s.a.v.), «çarşı işleri» için kadınları bile çalıştıracaktır.[19] Muhtemelen bâzı gıda maddelerini getirip çarşıda satan kadınlar da vardı. Banliyölere gelmiş olan yabancı ithalatçılarla görüşen simsarlardan (samsara) da bahsedilmektedir. Bazen açık artırma ile satışlar söz konusu edilmektedir. Yabancı ithalatçılara, özellikle Nabatîlere borçla para verme işlemlerinden de bahsedilmektedir.[20]
Borçlar için rehin uygulanıyordu; bilhassa gıda maddeleri. Gıda maddeleri satan satıcılardan, kasaplardan, demircilerden ve kuyumculardan sözedilmektedir. Medine'deki iki büyük Arap kabilesinin başına müştereken büyük bir başkan getirilmek istendiğinde, bir «tac» yapılması için Yahudi kuyumcularına sipariş verilmişti.[21] O arada Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine'ye geldi ve kral adayının büyük üzüntüsüne rağmen, proje suya düştü.
Dokumacı kadın ve erkekler, terziler, parfüm satıcıları, marangozlar da zikredilmekte ki, ormandan odun kesip yakmak için satan oduncular da ayrıca zikre değer.
«Hâlen devenin karnında olan hayvanın da döllenmesine kadar» (hablu'l-hablât) gibi, uzun süreli antlaşmalar da vardı.
Umûmun menfaati için vakfedilmiş içme su kuyuları, meyvelikler v.s. bilinmekteydi.
Gerçek mahsul alınmadan önce, hurma ağaçlarından beklenen mahsul satılıyordu; hattâ meyveler olgunlaşmadan. Tabii bu husus, çekirgeler veya başka felâketler sebebiyle elde edilecek çok kötü bir hasad neticesinde meydana gelecek anlaşmazlıkları da beraber getiriyordu.
Özellikle düğünler sırasında, profesyonel kadın berberlerinin bulunması kaçınılmazdı. Saçları eksik olan kızların, saçlarını tamamlamak için kullandıkları takma saçlardan sözedilmektedir.[22] Muhtemelen fazla saçı olup saçları alınanlara bir ücret veriliyordu. Hattâ ne yaptıkları hakkında yeterli bilgi verilmemekle beraber, kısırlaştırılmış kimselerden de bahsedilmektedir. Bayramlar sırasında, özellikle düğünlerde; damadın, gelini babasının evinden alıp kendi evine getirdiği sırada, meşalelerle gece törenleri yapılırdı. Düğün gününde, davetlileri kabul edip, ziyafet veren, kızın akrabaları oluyordu. Ertesi günü ise damad, arkadaşlarını ve fakirleri yemeğe davet ederdi. Yemeğe davet edilmeyen asalaklardan bile sözedilmektedir.
Sadece bayramlar sırasında (özellikle düğünlerde) görülen profesyonel şarkıcılardan değil, aynı zamanda ölümler sırasında ağlayan profesyonel ağlayıcılardan da bahsedilmektedir. Bu profesyonel ağlayıcı kadınlar, gruplar hâlinde gelir; bâzıları bir müddet feryad edip ağlar, onlar susunca da diğerleri ağıtlarla devam ederlerdi.
Meşhur bir rivayet,[23] bir düğün esnasında, çoğunluğunu küçük kızların teşkil ettiği şarkıcıların, kabilenin savaşlarda cesu-râne bir şekilde ölmüş kahramanlarına âit destansı şiirler okuduklarını haber veriyor. Bu rivayet bana, bir bakıma Almanların bayram günlerinde akrabalarının mezarlarını ziyaret etme âdetini hatırlattı. Muhtemelen burada iki düşünce vardır: Birincisi, ölülerin yaşamakta olduğu ve nesillerinin sevincine iştirak ettikleri düşüncesi; ikincisi de, her şey fâni olup, zevkler ebediy-yen devam etmez ve sadece iyi hareketlerimiz bizimle olur.
Ve nihayet, ilkel şekilde çalışan küçük hekimlerden haber verilmektedir ki, bunlar her kabilede bulunuyordu. Buna profesyonel kan aldırmaları, hacamat, dağlama v.s. uygulamalarını da ilâve etmek gerekir. Aynı şekilde küçük cerrahları da söylememiz lâzımdır; zîra erkek çocuklarının sünnet edilmesi, hattâ kız çocuklarının da böyle bir operasyona (incision) tâbi tutulma uygulamaları vardı. Fakat bunun, dinî bir anlamından ziyâde, genel ve hijiyenik bir âdet olarak uygulanmasından sözedilmektedir.
Şâirler ve hatipler vardı ki, bunlarda özellikle ses ve uyumlu bir ahenkle şiir söylemeye değer verilirdi. [24]
Medine'nin kuzey-batı «banliyösü»nde bir orman uzanmaktaydı ki, günümüzde bile bu orman mevcuttur. Yakmak üzere odun kesmek ve bunları meskûn yerlerde satmak için taşımak zor bir meslekti. Arazisi olmayanlar, ekmek parası kazanmak için bu işi yapıyorlardı.
Aynı istikâmette, bütün aşiretlerin çobanlarının sürülerini otlatabilecekleri güzel çayırlıklar vardır. Nakî'ul-hayl tabiri, buraya sadece koyun ve develerin değil, atların da götürüldüğünü göstermektedir. [25]
Medine bölgesi, geniş ve fakat büyük çoğunluğu volkanik lâvlarla ve eski volkan püskürtmelerinin yaktığı taşlarla kaplı olan bir ovadır. İklimin ılıman oluşu ve yeraltı sularının da çok derinde olmayışından ötürü, volkan lâvlarının zararından kurtulabilen her toprak parçası değerlendirilmiştir. İnsanların olduğu gibi, hayvanların da içme suları geniş kuyulardan elde ediliyordu. Her kabîTede birkaç kuyu olup, bâzıları, zaman zaman satılan sularının tatlılığıyla ün salmıştı.[26] Evlerin ihtiyacı için, erkek çocuklarının bu kuyulardan çektikleri sudan bahsedilmektedir. Bâzı kimseler, bu suyu doğrudan doğruya ev sakinlerine satarak hayatlarını kazanıyordu. Bazan kuyuların etrafında, içine deve, keçi, koyun gibi hayvanların içmesi için su doldurulan ahşaptan havuzlar bulunurdu. İnek ise, bu bölgede nâdir rastlanan bir hayvandı.
Arazi sulaması, hayvan sulamasından çok daha fazla su gerektirdiğinden, öyle büyük kovalar kullamlıyoi'du ki, sadece develer bunları çekebiliyordu (nâdiha). Tabii olarak zengin insanlar, bu sulama işi için birçok deveye sahiptiler.
Medine bölgesinde bilhassa hurma bahçeleri vardı. Medine hurmalarının çeşitleri sayısız olup, asırlar boyunca şöhretlerini muhafaza etmişlerdir. Hurma çeşitlerinden bir tanesi, tarla farelerinin hoşuna gittiğinden, buna «tarla farelerinin annesi» (ummul-curzân) adı verilmişti.
Şüphesiz sâdece hurma meyvesi ve hurma ağacı için değil, aynı zamanda bu meyvenin ve bu ağacın her parçası için Arap dili inanılmaz şeklilde zengindi. Hurma meyvesinin, doğumundan hasadına, hattâ çürümesine kadar, her devrede özel isimleri vardır. Aynı şekilde, hastalık, kuraklık v.s. gibi olağanüstü haller için de ayrı ayn isimler vardı.
Efsâneleri; Allah'ın, Adem'i yaratmasından sonra, geriye kalan balçıktan hurmanın dişisini yarattığım söylüyordu. Ona sevgiyle «hala», yâni «babanın kardeşi» denilmektedir. Hattâ şu söz Hz. Peygamber (s.a.v.)'e izafe edilmektedir: «Halanız olan dişi hurmaya ikramda bulununuz» (Ekrimû 'emmetekum en-nehle).
Daha sonra ilim, bu inançları kuvvetlendirmiştir. 9. yüzyılın büyük botanikçisi Dineveri,[27] «Bâzan dişi hurma ağacının uzaktan bir erkek hurma ağacını görerek, ona gönlünü kaptırdığım; bahçıvanın, bu erkek hurma ağacından tohum alıp, dişi hurmayı dölleyinceye kadar, bu dişi hurmaya başka hiçbir döllemenin tesir etmediğini» müşahade ettiğini yazıyor. Aynı şekilde türlerin tekâmülünden, evrendeki gazlardan, minerallerden, bitkilerden v.s.den bahseden İbn Miskeveyh (ölümü:1030) şöyle demektedir:
«Bu tesirin tekâmülü, asma ve hurma ağacına varıncaya kadar tedricen devam eder. Bu vardığı yer, bitkinin en yüksek mer-tebesidi. Ruhun tesiri hâlâ devam edince, artık bir bitki değil, hayvanlar âlemine girilir. Bu durumda, hurma ağacı bitkiler arasından öyle yüksek bir dereceye ulaşır ki, hayvanlarla bağ kurar ve onlara büyük bir benzerlik arzeder. Bu şekilde erkek hurma ağacı, dişi olanından ayrılır. Aynı şekilde döllenmeye ihtiyacı vardır. Hurma ağacının tepesine bir felâket gelirse, ağaç ölür. Halbuki (dalları budanabilen) diğer ağaçlarda durum böyle değildir. Burada her yönü ile sayamayacağımız diğer sıfatları yanında şunu belirtelim ki, dişi hurmayı dölleyen erkek hurmanın tohumu (dölü), hayvanların tohumu gibi bir kokuya sahiptir.»[28]
Aynı şekilde botanikçiler, «aşk»tan dolayı, bâzı bitkiler arasında, meselâ kürnub ve habala[29] arasında kin ve geçimsizliğin olduğunu söylerlerse de biz, bu konunun teferruatına girmiyoruz.
Hurma ziraatı çok gelişmişti. Dişi hurma ağacını döllemek için gerekli olan tozlama biliniyordu. Bu çiçek tozlarının kokusu, hayvanların meni kokusuna çok benzediğinden, hurma ağacının, insanın halası olduğu inancı yayılıyordu.
Tabii ki, hurma mahsûlünün bütün sene taze kalması ve çürümemesi için, küçük bir konserve endüstrisi bile vardı, hattâ bir şarap yapma endüstrisi de mevcuttu: Hurmalardan alkollü içkiler elde ediliyordu. Nar v.s. gibi meyve ağaçlarından da sözedil-inektedir. Arabistan yarımadasının değişik yerlerinde üzüm bağları vardı; fakat bu konuda Medine ile ilgili bir atıf bulamadım.
Diğerlerinin yanında, buğday ve arpa zirâatı da zikredilmektedir. Aynı şekilde, tarla kenarlarına veya sulama kanalları boyunca dikilen pancardan bahsedilmektedir.
Medîne'de-hattâ genel olarak eski Arabistan'da- toprakların müşterek olarak işletildiği intibaı bende uyanmadı. Her aile kendi topraklarına sahip olup, herkes kendi çocukları ve gerektiğinde kölelerinin yardımıyla çiftlikleriyle uğraşırdı.
Fakat toprak sahiplerinin, topraklarının bir kısmını «topraksızlara kiraladıklarına ve ücret veya kira olarak, mahsûlün bir kısmını aldıklarına dâir bolca malzeme vardır. Toprak ağasının alacağı pay, çeşitli durumlara göre değişiyordu: bu, mahsulün 1/4 ü, 1/3 ü, hattâ bâzan yarısı olabiliyordu. Muhtemelen bu husus, suyun az derinlikte olup olmaması, arazi sahibinin tohumu ekmede, sulamada yardım edip etmeyeceği v.s. gibi durumlara göre değişiyordu.[30]
Fakat bu kiralamalardan bir tanesi, bana göre hususiyet ar-zetmektedir: Bâzan bir arazi parçası kiraya verilir; ve toprak sahibi sâdece mahsûlün kendi payına düşeni almakla kalmayıp, kiralanan arazi içinde bir tarlayı işaretler ve çiftliğinin diğer kısımları gibi orayı da işletirdi. Fakat bu durumda da, mahsûlün tamâmı toprak sahibine giderdi. Kaynaklarımız,[31] bazan bu arazi parçasından alman randımanın, geriye kalan büyük bölümden alınan randımandan daha fazla olduğunu göstermektedirler. Bâzan da bunun aksi olurdu. Nasîb! [32]
Sulama için özellikle kuyular vardı. Fakat öyle anlaşılıyor ki, yağmur sularının akıntısı istikâmetinde, ardarda gelen kuyular vasıtasiyle sunî olarak yükseltilmiş bâzı kaynak suları vardı ki, su, yüksekte olan ana kuyudan belli bir mesafede, alçak toprak seviyesine gelince, buradan arklarla tarlalara dağıtılırdı (sarâc). Artan su, suyu olmayan komşulara satılırdı.
îslâm öncesine âit su depolarına ve su dağıtan borulara âit harabelerde olduğu gibi; meselâ: Medine'nin güneyinde, Küba'da bulunan, Ka'b ibnu'l-Eşref e âit malikânede (sarayda), günümüzde bile mevcuttur. Ben, bir mühendis değilim; onun için meseleyi daha teknik bir şekilde yazamıyorum. Medine'de, suyu muhafaza etmek için yapılmış bentlere rastlamadım. (Yakın zamanlarda, Suud idaresi döneminde bir tane inşâ edilmiştir). Şehrin kuzeydoğusunda bir tabii göl vardır; fakat geçmişte onun sulama için kullanıldığını sanmıyorum. Türkler döneminde, «Akûl» denen bu gölde eğlence kayıkları vardı; onun içilen suyu, günümüzde nüfûsun artan ihtiyacı ve şehirleşme için kullanılmaktadır. Medine dışında, Arabistan yarımadasının Hayber, Yemen gibi bölgelerinde İslâm'dan önce bentler vardı. [33]
Hz. Peygamber (s.a.v.), putperest hemşehrilerinin uyguladıkları işkencelerden dolayı, ve Mekke'deki hacc esnasında islâm'a girmiş olan Medînelilerin daveti üzerine, doğduğu şehir olan Mekke'yi terk ederek Medine'ye yerleşti. Medînelilerin İslâm'a girişlerinin bir tarihçesi vardır:
Medine'de kendilerinin Arap'lar karşısında güçsüz ve ümitsiz bir şekilde kaybolduklarını hisseden, Yahudi komşuları, yalnızca şunu diyebiliyorlardı: «Bekleyin, çok yakında beklenen Peygamber gelecek ve biz ona tabi olarak sizi mahvedeceğiz!». 620 yılında, Hz. Peygamber (s.a.v.), Mekke'nin banliyösünde, küçük bir Medîneli hacı grubuna yaklaştı. O, Arabistan'ın dört bir bucağından gelen heyetlere sırayla hitâbedip, islâm'ın esaslarını anlattıktan sonra, kendisine inananların çok yakın gelecekte olan büyüklüğünü müjdeliyordu. Yahudilerin tehdidlerini hatırlayan Medîneliler, onları bu işte geçmek istediler; ve Müslüman oldular. Medine'ye döner dönmez, bu yeni dîni öyle tebliğ ettiler ki, iç savaşlarla parçalanmış olan bu şehirde, iki sene gibi bir zamanda yüzlerce kişi islâm'a girdi. Medîneliler, iç ve intikam savaşlarının fasit dâiresindan kurtulmak için tarafsız bir hakem; Hz. Peygamber (s.a.v.) de, kendisi ve putperest hemşehrileri tarafından işkencelere maruz bırakılmış olan Mekke'li sahâbileri (Muhâcirûn) için bir sığmak arıyordu. Bir başka ifadeyle, ihtiyaçlar birbirleriyle çakışıyor ve birbirini tamamlıyordu.
Muhacir olarak gelişmiş olan Hz. Peygamber (s.a.v.), Medine'de tam bir boşluk ve kaos'la karşılaştı. Derhal değişik kabile ve aşiret reislerini davet ederek onlara, merkezî bir teşkilâtta (idarede) birleşmelerini teklif etti. Medine vadisinin bir kısmı üzerinde bile olsa, -çünkü halkın tamamı buna iştirak etmedi- bir çeşit Şehir-Devleti kuruldu ki; seçilen Devlet Başkanının olduğu gibi, müslüman ve gayr-ı müslim vatandaşların hukukunu belirten, bir nev'î içtimâi antlaşma ile yazılı bir anayasa bile kaleme alındı.[34]
Bu anayasa birçok meseleyi kapsamaktadır: Müşterek savunma, adalet mekanizması, bölgedeki çeşitli din mensuplarına, özellikle Yahudilere âit vicdan hürriyeti, yasama v.s. Bu anayasa, zirâi ve iktisâdi meselelerden bahsetmeyip, bunu eski örfe bırakmış; fakat, ma'âkil denen sosyal sigortaları ele almıştır. Anayasa maddeleri, ilgili bütün kabileleri sayıp, her birisi için aşağıdaki formülü tekrarlamaktadır:
«......ler, eski âdetlerinde olduğu gibi, Müminler arasında,
kan parasını en güzel bir yardım severlik ve adaletle, ortaklaşa ödeyeceklerdir; ister fidye, ister diyet olsun».
Ve bu bölüm şöyle tamamlanıyor:
«Mü'minler, kendi himayelerinde olup ağır mesuliyetlerle yükümlü olanlardan en güzel bir yardımseverlikle, diyetleınni olsun, fidyelerini olsun, ödenmedik hiç kimse bırakmayacaklar».
Sigortalar, iki ağır vecîbeyle ilgiliydi: birisi diyet, diğeri kurtuluş fidyesi idi. (fidye-i necattı). Bu âdetin eskiden beri Medine'de bu kabileler arasında uygulanmakta olduğunu görüyoruz. Hz . Peygamber (s.a.v.), bu uygulamayı tekrar organize edip, onu piramit şeklindeki adalet temelinin üzerine yerleştiriyor: şayet bir sigorta birimi, tek başına Ödemesini yapamıyorsa, o takdirde, vazifeleri icabı, diğer kabileler, akrabalar veya komşular ona yardım etme mecburiyetindeydiler. Bunlar da ödemeyi yapamıyorsa, en sonda devlet imdadına koşardı.
ikinci mühim hâdise, vatanlarını terketmiş olan gelirsiz muhacirler meselesiydi. Müslüman Medîneliler (Ensâr), hicret etmiş olan bu mü'min kardeşleriyle hemen arazilerini paylaşmak istediler. Fakat Muhâcirûn, bunu bir izzet-î nefis meselesi yaparak, teklifi reddedip, şöyle dediler. «Sizler ve bizler beraber çalışalım, başka bir tabirle, «bizden iş, sizden toprak; mahsûl ortak olsun.»[35] Herkes, bu fikri kabul etti. Hz. Peygamber (s.a.v.), bu hedefi gerçekleştirmek için, Medîneli Ensâr ile Mekkeli Muhâci-rûn'u sözleşmeli olarak birbirine kardeş yaptı; bunlardan bâzıları için de kur'a çekti.[36] Günden güne muhacirlerin meselesi hallolma yoluna girdi ve maddî her şeylerini yitirmiş olan yüzlerce Muhâcirûn, bölge köyleri konfederasyonunun ekonomisi içine dâhil edildiler. Mekke ziraî bir bölge olmadığından, bu muhacirler, yeni mesleklerini Medîneli kardeşlerinden öğrendiler. Ben, sadece Abdurrahman ibn'Avfın durumunu zikretmekle yetineceğim: Abdurrahman, sözleşmeli kardeşiyle eve gidince,[37] bu Medîneli kardeşi, ona şöyle dedi: «îşte benim mallarım; evim ve evimin eşyaları, bunların yarısını sana veriyorum; işte benim iki hanımım, istediğini seç, ben de, şer'i müddetten sonra onunla evlenebilmen için onu boşayayım!». Abdurrahman ibn 'Avf şu cevabı verdi: «Allah senden razı olsun, bunlardan hiçbirine ihtiyacım yok; sen, sadece bana pazarın yolunu Öğret». Gerçekten de, Abdurrahman ibn 'Avf pazara gidip, kredi ile bâzı şeyler satın alarak, bunları peşin parayla birilerine sattı. Böyle birkaç ticarî muameleden sonra kâr elde etmişti. Birkaç hafta içinde, evlendiği kadının mih-rini verebilecek kadar yeterli tasarrufu yapabildi. Cömertlik ve iz-zet-i nefis, bu ilk müslümanlann ilk göze çarpan özellikleriydi. islâm, bâzı ziraî gelenekleri, özellikle, kiralanan arazi içinde bir tarlayı mal sahibine ayırmayı yasakladı. [38]
Medine bölgesi, müreffeh ve verimli olmasına rağmen, bütün ihtiyaç maddelerini üretemiyordu. Hurma geliri, Medine'deki tüketimin çok üstünde olduğundan, bâzı genel rivayetler, bölgenin kapitalist Yahudilerinin ihrâc etmek üzere bu hurmaları satın aldıkları zannını veriyor.
Fakat birinci derecede Önemli ihtiyaç maddeleri arasında, ipekli veya pamuklu kumaşlar bir yana; buğday, arpa ve zeytin yağma ihtiyaç vardı. Diğer lüks maddelerinin de kendilerine göre pazarları vardı: Mücevherat, parfümler, hoş kokular, müzik âletleri, metal tencereler, silâhlar v.s. Bütün bunların ithâl edilmeleri gerekiyordu.
tslâm'dan önceki dönemde, Medine halkı, kamu kuruluşlarının yokluğundan dolayı, parçalanmış bir durumdaydı; fakat bu durum, geçici yabancılar için bir mesele teşkil etmiyordu. Çünkü, dışardan gelen kervanların, özellikle Nebât'lılarm (Filistin-Irak arasındaki bölgeden gelenler) develeriyle beraber kamp kurdukları serbest bir meydan vardı. Yerli tüccarlar, bu şekilde ithâl edilmiş olan mallar içinden istediklerini doğrudan doğruya mal sahiplerinden satmalıyorlardi. Bazan da bu kervan tüccarları, getirdikleri ithalat mallarını, Medine dükkânlarında bulunan yerli veya bölgesel mallarla takas yapıyorlardı. Bu Nebât'h kervanlardan %l 0 gümrük vergisi alındığı söylenmesine rağmen, benim için bu verginin kim tarafından alındığını söylemek imkânsızdır.[39]
islâm öncesi dönemden evvel, ürün yetişmeden önce, hattâ bazan birkaç sene önceden satıldığına dâir atıflar vardır. Aynı şekilde, tahmini hesaplama yoluyla da satma işlemleri yapılıyordu ki, daha hâsılat yığın hâline gelmeden, herhangi bir ölçü veya tartıya da vurmadan, hurma ağaçlarındaki hurma miktarı tam olarak bilinebiliyordu, islâm, bu âdetlerin de bir kısmını yasaklamıştır. [40]
En küçük tartı âletinin, yarım kilo civarında olan mudd olduğu görülüyor. Bir sd'da 4 mudd bulunuyordu. Vask ise 60 sâ' ihtiva ediyordu. Ve islâm'ın ilk dönemlerinde, 5 vask, vergilendi-rilebilir asgari hâsılat miktarını, teşkil ediyordu. Farq ise, 3 sa su ihtiva ediyordu.
Yağ bidonları yarım sâ' ihtiva ediyordu ki, bunlara qist deniliyordu. Şüphesiz, Arabistan'ın diğer bölgelerinde; özellikle eski medeniyetine sahip olan Yemen'de daha başka ölçü ve tartı âletleri de vardı.
Arazi, kumaş v.s. için, genel ölçü olmak üzere arşın ve bunun yarısı olan karış kullanılıyordu. Arşınlar, kişilere göre değiştiğinden, daha sonra islâm Devlet'i, muhtemel tartışmaları önlemek için, arşının kanunî ölçüsünü tesbit ederek, ölçü ve tartıları resmî mühürle damgalamıştır. [41]
Şüphesiz mahallî bir para birimi yoktu. Bütün ülkelerin, özellikle Bizans ve iran'ın paraları serbest kura sahiptiler. Fakat bütün para birimleri aynı değere sahip değillerdi. Tartılan bu madenî paraların yemleri, kullanılmış ve eskimiş olanlarından daha değerliydi. Iran gümüşünden yapılmış olan dirhem, Bizans altınından yapılmış dinâr\n 1A0 ine tekabül ediyordu. O halde, bilinçsiz olarak bir «ondalık sistem» mevcuttu. Aynı şekilde, bakır v.s. gibi değeri olmayan metallerden yapılmış madenî paralardan da sözedilmektedir; fakat ben onların kur değerini bulamadım. Bu şekilde, fils ve kîrâftan da bahsedilmektedir. En küçük para birimi olan dânik'in ise hangi devre âit olduğunu bilemiyorum. [42]
[1] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/131-132.
[2] Jonas, 4/11.
[3] Krş,Les Grands Empires, Recueils de la SociğU Jean Bodin, 1973, s. 509-32.
[4] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/133-134.
[5] Nabuna'id ve kitabesi için bkz. Muhammet! Hamidullah, Le Prophete de I'Islam, 4. baskı, s. 1014; Tubba'nm istilâsı için bkz. İbn îshâk, Meğâzi, s. 29-32.
[6] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/135-137.
[7] Krş. Mukâtil'in, Maide Sûresinin 44. ayetinin tefsiri..
[8] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/137-138.
[9] Hamidullah, Le ProphUe de I'Islam, s. 710, (İbn Hişâm ve îbn Sa'd'a atfen).
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/138-139.
[10] Krş. İbn Hişâm, s. 303-304.
[11] Krş. Buharı, XXV, 79..
[12] Krş. Hamidullah, a.g.e. s. 67. İbn Hişâm'dan naklen.
[13] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/139-140.
[14] Krş. îbn Hişâm, s. 88.
[15] İslam öncesi Mekke de bu husustan kesinlikle bahsedilmektedir. Krş. îbn Hişâm. s.120; yine bkz. îbn Habib, Muhabber, s.310..
[16] İbn Habib, A.g.e., s. 325-326.
[17] Krş. K. K Nisa Sûresi, 8.
[18] Krş. EbixTJheyd,Kitâbu'l-Emvâl, s. 1397,1660.
[19] Krş. İbn Hacer, îsâbe, kadın no: 618.
[20] Krş. Buhârî, 35/3/1..
[21] Krş. Hamidullah,LeProphetederislanı, s. 333, İbn Hişâm ve diğerlerinden naklen.
[22] Krş. Buharî, 77/83..
[23] Krş. Buharî, 67/49.
[24] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/140-143.
[25] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/144.
[26] Krş. Belâzurî, Ansâb, I, s. 1085.
[27] Krş. Onun Kitabu'n-Nebât'ı, bitki no: 1061/36.
[28] El-Fevzu'l-esgar, Beyrut baskısı, s. 86-92.
[29] Krş. Dineveri, a.g.e. bitki no: 946.
[30] Krş. Buhari, 41/8..
[31] Krş. Buhrrî,41/7, 12.
[32] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/144-147.
[33] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/147.
[34] Kendi türünde, muhtemelen ilk olan bu anayasa, eksiksiz olarak günümü-'ze kadar gelmiştir (Krş. Hamidullah, The First Written-Constitution in ihe World, Lahore, 3. baskı)..
[35] Krş. Buharı, 41/5.
[36] Krş. Buharı, 23/3/2.
[37] Krş. Buharî, 34/1/2-3.
[38] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/147-150.
[39] Krş. EbûUbeyd, Kitâbu'lEmval, 1397,1660.
[40] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/150-151.
[41] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/151.
[42] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/151.