ASR-I SAADETTE KUR'AN VE SÜNNET 'İN ANLAŞILMASI
ASR-I SAADETTE KUR'AN'IN ANLAŞILMASI
2- Kur'an'ın Peyderpey İndirilmiş Olması:
5- Kur'an'ı Anlamak İçin Başvurdukları Kaynaklar
ASR-I SAADETTE SÜNNETİN ANLAŞILMASI
3- Lafızla Rivayet Ve Mana İle Rivayet
5- Hz. Ebû Bekir Ve Hadis Rivayeti
7- Sahabe Döneminde Hadis Tenkidi
Hz. Âdem'den itibaren insanlar, tarihin her döneminde ilâhî mesajlara muhatap olmuşlardır. Mesajların tekrarlanması, zaman zaman gelen mesajlar arasında farklılıkların bulunması elbette bir ihtiyaçtan dolayı idi.
Toplumsal hayatın sürekli bir gelişme, en azından bir değişme içerisinde olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. İnsanlık, tarihi boyunca değişik evrelerden geçmiştir. Her evrede değişik gereksinimlerinin olması doğaldır.
Belki insan aynı insandır, ilk insanın da aklı vardı, iradesi vardı. O da seviyordu, nefret ediyordu; seviniyor ve kederleniyordu. Onun da ihtirasları, arzuları ve umutları vardı. O da çevresindeki yaratıklara hükmetme, onları yönetme çabası içerisindeydi. Ancak toplumsal hayatın gereksinimleri değişiyordu. Hatta insanın fizik yapısında bile tabiat şartlarına uyum sağlayan değişiklikler olmuştur. Bugünkü insanın fizyolojik bünyesi; altmış zira uzunluğunda olan Hz. Adem'in,[1] bin küsur sene yaşayan Hz. Nuh'un[2] bünyesinin aynı değildir. Herşeyi yiyebilen ve her yiyeceği yemesi mubah olan insanın[3] midesi ile günümüz insanın midesi elbette aynı değildir. Bu nedenle bir sonraki ilâhî mesajla önceki mesajın, hele kıyamete kadar kalıcı olan son mesaj ile zaman ve mekânla kayıtlı olan önceki mesajların arasında bir takını farklılıkların bulunması doğaldır.
Kur'an-ı Kerim, yüce Allah'ın insanlara gönderdiği son kitaptır ve O'nun insanlığa son mesajlarını içerir. Bu nedenle de diğer kitaplardan daha mükemmeldir ve onlardan farklı özellikler taşır.
Kur'an-ı Kerim'i önceki kitaplardan ayıran temel özellikleri üç maddede toplamak mümkündür: Mucize oluşu, peyderpey indirilmiş olması ve bir de Allah tarafından korunmuş olması. [4]
Her peygamber mucize veya mucizelerle gönderilir. Mucize, peygamberin peygamberliğinin isbatıdır. Kendisiyle meydan okunan bu mucizenin benzerim insanlar meydana getiremezler; benzerini getirmekten âciz kalırlar. îşte bu nedenle ona "mucize: âciz bırakan" denilmiştir.
Önceki peygamberlerin mucizeleri, kevnî mucizeler idi. Kâinata hakim kanunları şu veya bu yönüyle tersyüz eden olağanüstülükler şeklindeydiler.
Önceki peygamberler belli bir dönem veya bölgeye gönderilmişlerdir. Onlara muhatap olan insanlar ya bizzat bu mucizelere şahit olmuş veya ikinci üçüncü ağızdan duymuşlardır. Olaya şahit olan ile olayı nakledenler arasındaki rivayet zinciri kısadır. Belki de önceki peygamberlerin mucizelerinin kevnî mucizeler nevinden oluşunun önemli nedenlerinden biri budur. Çünkü rivayet zinciri uzun olsaydı, muhatap açısından, nakledilen herhangi bir efsane konumunda olurlardı.
Oysa Peyamberimizin peygamberliği, gönderilişinden itibaren kıyamete kadar bütün insanlaradır. Her yere ve her nesile taşınabilir; muhatap olan her insanın müşahede edebileceği cinsten bir mucizeye ihtiyaç vardı. Kur'an-ı Kerim, her bölgeye ve her nesile taşınabilir bir mucizedir.
Yüce Allah, Kur'an'a benzer getirme konusunda üç aşamalı bir meydan okumada bulunmuştur:
Sırasıyla, Önce Kur'an'm tamamına benzer getirilmesi için meydan okumuş,[5] sonra on sûresine,[6] en sonunda da bir sûresine[7] benzer getirilmesi hususunda meydan okumuştur. Bu meydar okuma, indiği dönemdeki insanlara yapıldığı gibi, sonraki nesillere de yapılmıştır. Kıyamete kadar da devam edecektir.
Burada şu hususa da dikkat çekmek gerekir: Her peygamberin mucizesi, kendilerine gönderildiği toplumun ilgi duyduğu ve mahir oldukları alanla ilgili olmuştur, insanların «dikkatlerinin çekilmesi için buna ihtiyaç vardır, insanların ilgi alanları ve mahir oldukları hususlar bölgeden bölgeye ve nesilden nesile farklılık arzettiğine göre Kur'an'm icaz yönleri de buna paralel olarak pek çok olmalıdır. Kur'an'm icazına dair eser verenler bu yönlere işaret etmişlerdir. [8]
«înkâr edenler; Kur'an ona topluca indirilmeli değil miydi? dediler,»[9] âyetinden önceki kitapların bir defada topluca indirilmiş olduklarını anlıyoruz.
Bu itirazı ister yahudiler yapmış olsun, ister müşrik araplar yapmış olsun, anlatılmak istenen, Kur'an'm niçin önceki kitaplar gibi bir defada indirilmediğidir. Yüce Allah âyetin devamında önceki kitapların da aynı şekilde peyderpey indirildiklerini ifade etmediğine göre onlar bir defada indirilmişlerdir. Nitekim Tevrat'ın levhalara yazılı olarak indirildiği başka âyetlerde ifade edilmekte ve ifade üslûbundan bu levhaların bir defada indirildikleri anlaşılmaktadır.[10]
Kur'an'm peyderpey indirilmiş olması, Kur'an'm korunması, kıyamete kadar kalıcı olan islâm dininin prensiplerinin pratik hayata aktarılarak köklü bir şekilde yaşanması, daha sonra gelecek nesillere örnek bir hayat modelinin sunulması ve Kur'an'm sağlıklı bir şekilde anlaşılmasıyla yakından ilgilidir.
Her indirilen âyetler grubu hem vahiy kâtipleri tarafından yazılıyor ve hem de bazı sahabiler tarafından ezberleniyordu. Yüce Allah, Kur'an'ı korumayı kendisi üstlenmişse. de onun beşerî imkân ve vasıtalar yoluyla da korunmasını dilemiştir. Topluca indirilmiş olsaydı beşerî koruma zorlaşacaktı.
Gerek Peygamber (s.a.v.), gerek îslâma ilk girenler, müşriklerin eziyet ve işkenceleriyle karşılaşmışlardır. Vahyin tekrar tekrar gelmesi hem onları teselli edip azimlerine güç katmış ve hem de nasıl davranacakları konusunda onlara rehberlik etmiştir.
Peyderpey inen vahiy müslümanlarm olumlu ve fedakârca davranışlarını Övüyor ve böylece onları daha mükemmele doğru teşvik ediyordu. Olumsuz davranışlarından dolayı da onları uyarıyordu.
Mesela Uhud savaşında müşrik birinin attığı bir okla Peygamberin dişi kırılıp yüzü yarılmış, bunun üzerine müşrikler, Peygamberi Öldürdük diye bağırmışlardır. Savaşan saflar arasında bu yalan haber etkisini göstermiş ve müslüman savaşçılardan bazıları paniğe kapılarak dağılmışlardır. Bu olay üzerine Pey-gamber'in fani, İslâm dininin ise baki olduğunu, böyle bir durumda bile müslümanlarm sebat etmeleri gerektiğini bildiren şu âyet inmiştir.[11]
«Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah'a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah, şükre-denleri mükâfatlandıracaktır.»[12]
Asr-ı Saadet müslümanlarınm çok diri bir islâm anlayış ve hayatına sahip olmalarının sebeplerinden biri budur. Böylece vahiyle aralarında çok canlı bir iletişim sağlanmıştı. Sosyal bir problem ortaya çıktığında ardından vahiy gelip o problemi çözüme bağlıyordu. Buna dair zikredilebilecek pek çok olay vardır. Misal olarak aile müessesesini ilgilendiren bir olayı nakletmekle yetineceğiz:
Araplar arasında "zihar" denen bir âdet vardı. Kişi karısına; "Sen bana anamın sırtı gibisin" dediğinde, artık karısı kendisine haram sayılır ve ebediyyen terkedilmiş olurdu. Ashabtan Evs b. Sabit de karısına kızmış ve kendisine bu sözü söylemişti. Karısı Havle, Hz. Peygambere giderek genç yaşında kocasına hizmet ettiğini, ona çocuk doğurduğunu, şimdi ise bu ihtiyarlık zamanında kocasının o sözü söyleyerek kendisini yüzüstü bıraktığım; çocukları bulunduğunu, çocuklarını alıp gittiği .takdirde çocuklarının aç kalacaklarım, onları babalarına terkettiği takdirde de perişan olacaklarını belirterek kocasına dönmek istediğini ifade etti. Hz. Peygamber; "Artık sen ona haramsın" dedi. Ancak kadın, çocukları için üzüldüğünü söylüyor ve lehine bir hüküm verilmesi konusunda İsrar ediyordu. Nihayet o eski geleneğin yanlış bir zandan ibaret olduğunu, böyle bir sözle bir kadının, kocasının anası olamayacağını bildiren şu âyetler indi:[13]
«Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah sizin konuşmanızı işitir. Çünkü Allah işitendir, bilendir, içinizden zihar yapanların kadınları, onların anaları değildir. Onların anaları ancak kendilerini doğuran kadınlardır. Şüphesiz onlar, çirkin ve yalan bir laf söylüyorlar. Kuşkusuz Allah, affedici, bağışlayıcıdır. Kadınlardan zihar ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerinden dönenlerin karılariyle temas etmeden önce bir köleyi hürriyete kavuşturmaları gerekir. Size Öğütlenen budur. Buna imkan bulamayan kimse, temas etmeden önce aralıksız olarak iki ay oruç tutmalıdır. Buna da gücü yetmeyen, altmış fakiri doyurur. Bu, Allah'a ve Resulüne inanmanızdan dolayıdır. Bunlar Allah'ın hükümleridir. Kâfirler için acıklı bir azap vardır.»[14]
Sosyal problemler anında çözümlendiği gibi itikadı problemler de çözüme bağlanıyordu. Bu konuda da bir misal vermekle yetineceğiz:
Huneyn savaşında müslümanlar çokluklarıyla gururlandılar. Zaferi isteme noktasında hakkıyla Allah'a dayanmadılar. Öyle ki aralarında: "Bugün, sayımızın azlığından dolayı artık yenilmeyeceğiz" diyenler oldu. Gerçekten bu savaşta müslümanlar, daha önce hiçbir savaşta ulaşamadıkları bir sayıya ulaşmışlardı. Fakat bu sayıya rağmen Havazin kabilesine mensup okçular, pusuya yattıkları yerden çıkıp, islâm ordusunu ok yağmuruna tuttular. Müslümanların öncü kuvvetleri dağıldı, öncü kuvvetler geri çekilince islâm ordusunu bir panik aldı. Ancak'Hz. Peygamber (s.a.v.) ve çevresindeki bir avuç kahramanın sebat ederek direnmeleri sayesinde bu panik atlatılabildi.
Müslümanların sayılarıyla gururlanmaları inançlarına yakışmayan bir tavır idi. Müslümanlar, zaferin Allah'ın elinde olduğunu bilmeliydiler. Böyle bir gurura kapılmamalıydılar.
Sözkonusu olaydan sonra şu âyetler indi:[15]
«Andolsun ki Allah, birçok yerde ve Huneyn gününde size yardım etmişti. Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmişti, fakat sizden (size gelen hezimet ve savaş sıkıntılarından) hiçbir şeyi gi-dermemişti. Sonunda bozularak gerisin geriye kaçmıştınız. Sonra Allah, Resulü ile müminler üzerine sekînetini indirdi, sizin görmediğiniz ordular (melekler) indirdi de (onlarla) kâfirlerle azap verdi. îşte bu, o kâfirlerin cezasıdır. Sonra Allah, bunun ardından yine dilediğinin tevbesini kabul eder. Zira Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.[16]
Müslümanların savaş öncesindeki tavırları, islâm inancı ve müslümanın ahlakıyla uyumlu ve tutarlı bir davranış değildi. Çokluklarıyla gururlanıp zaferin Allah'ın elinde olduğunu unutmamalıydılar. Âyetler, davranışlarını düzeltiyor ve problemlerine olayların içinde çözüm getiriyordu,
Kur'an-ı Kerimin peyderpey indirilmesiyle Asr-ı Saadet müs-lümanları yaşayarak ve içlerine sindire sindire islâm'ı öğrendiler. Sonraki müslüman nesiller için model toplum oldular.[17]
Kur'an'm peyderpey indirilmiş olması, toplumların eğitimi konusunda tedrice riayet edilmesi gerektiği noktasında bir rehberlik ve uyarıdır. Bir toplumun eski alışkanlık ve geleneklerini bir anda değiştirmesi beklenemez. Değişim için zamana ve tedrice ihtiyaç vardır.
Kur'an-ı Kerimin bu şekilde indirilmesi, korunmasını da kolaylaştırmıştır. Araplar ümmî bir toplum idiler. Okuma-yazma bilenleri parmaklarla sayılacak kadar azdı. Okuma-yazma oranı ancak islâm geldikten ve eğitimini yaptıktan sonra çoğalabilmiş-tir. Kur'an'dan âyetler indiğinde bir taraftan vahiy kâtipleri tarafından yazılırken birçok kişi tarafından da ezberleniyordu. [18]
Yüce Allah Tevrat'tan sözederken: «Allah'ın kitabını korumaları kendilerinden istendiği için...»[19] buyurmaktadır. Âyetten de anlaşıldığı gibi Tevrat'ın korunması insanlara bırakılmıştır. Oysa Kur'an-ı Kerim'in korunmasını bizzat yüce Allah üstlenmiştir. Bu konuda şöyle buyurulmaktadır: «Zikri kesinlikle biz indirdik ve elbette onu yine. biz koruyacağız.»[20]
Yüce Allah'ın, Kur'an'ın korunmasını üstlenmiş olmasını, olağanüstü yollarla onu koruduğu anlamına alamamalıyız. Elbette olağanüstü yollarla da onu koruyabilirdi. Ancak korunması olağan yollarla olmuştur. Allah insanları bu işe musahhar kılmış ve koruma bu şekilde gerçekleşmiştir. Şöyle ki:
Peyderpey inen Kur'an âyetleri vahiy kâtipleri tarafından yazılıyordu. Yazılan bu âyetler Peygamber (s.a.v.) tarafından şifahî yolla da insanlara tebliğ ediliyor ve namazlarda okunuyordu. Böylece inen her âyet grubu, Peygamber (s.a.v.)'in yanısıra birçok sahabî tarafından da ezberleniyordu.
Sahabenin Kur'an okumaları, sadece namazlarla sınırlı değildi. Mescitlerde ve değişik ev toplantılarında topluca okundukları gibi fertler de kendi kendilerine okuyorlardı. Peygamber (s.a.v.) zaman zaman sahabîleriyle birlikte oturup kıraati güzel olan sahabîlerinden birine, kendilerine Kur'an tilavet etmesini teklif ederdi.[21]
Sahabîlerin de ibadet olarak en başta geien meşgalelerinden biri, Kur'an okumak idi. Kur'an'm okunması ve başkalarına öğretilmesi Peygamber (s.a.v.) tarafından teşvik ediliyordu. O, bir hadisinde şöyle buyurmaktadır:
«Sizin en hayırlınız, Kur'an'ı öğrenip Öğretendir.»[22]
Peygamber (s.a.v.), merkezden uzak bir topluluk îslâm'ı kabul ettiklerinde hemen onlara bir eğitici gönderirdi. Bu eğiticinin görevi, o müslümanlara Kur'an'ı okutmak ve onlara dini öğretmekti. Birinci Akabe biatmda biat eden oniki Medine'li ile birlikte Mus'ab'ı eğitici olarak göndermiştir.[23] Bu olay, eğitici gönderme işinin Mekke döneminde başladığını gösterir.
Peygamber (s.a.v.) bir yere bir idareci gönderdiğinde Kur'an'a daha çok vakıf olam tercih, ederdi.[24] Dünyevî makamlar bile Kur'an'm daha iyi bilinmesine bağlı kılmmışsa, böyle bir toplumda Kur'an okumanın yaygınlık kazanması doğaldır.
Mescitler Kur'an öğreniminin yapıldığı merkezler idi. Nitekim Peygamber (s.a.v.) de bunu teşvik ediyordu.[25] Mescitler dışında da Kur'an eğitiminin yapıldığı merkezler vardı.[26]
Bedirde esir düşen müşriklerden fidye ödeyecek durumda olmayanların serbest bırakılmaları için on müslüman çocuğa okuma-yazma öğretmelerinin istendiği bilinmektedir. Bu müşrikler, sozkonusu eğitimi mescidin dışında yapmış olmalılar. Buna göre mescidler dışında eğitim yapılan merkezler vardı ve bu merkezlerde de Kur'an eğitimi yapılıyordu.
Kur'an'ı ezberleme ve zabtı ile uğraşma, Ashab-ı Suffe'nin görevlerinin başında geliyordu. Bunlar, kimsesi, evi-bannağı bulunmayan kimselerdi. Geçimlerini sağlamak için başkalarının yanında ücretle çalışır, iş bulamadıklarında odun toplar ve topladıkları odunları satarak geçinirlerdi. Geri kalan zamanlarını ise, Kur'an okumak, onu başkalarına okutmak ve ibadet etmekle geçirirlerdi.
Kur'an-ı Kerim, belagat ve üslubuyla da Arapları cezbediyor-du. Bu ise, ezberlenmesini kolaylaştıran etkenlerdir. O dönem Araplarınm güçlü bir hafızaya sahip oldukları bilinmektedir.
Saydığımız bütün bu faktörler, Kur'an'm hem şifahi ve hem de yazı yoluyla korunmasını ve sonraki nesillere korunmuş olarak aktarılmasını sağlamıştır.
Kur'an'ı Kerimi diğer ilahî kitaplardan ayıran başka yönleri de vardır. Biz burada sadece önemli olan ve konumuzu ilgilendiren hususlar üzerinde durduk. [27]
Asr-ı Saadet müslümanlarınm Kur'an'ı okuyup ezberlemeye gösterdikleri bu özeni, aynı zamanda onu anlama, üzerinde düşünme ve onunla amel etmeye de gösteriyorlardı.
Kur'an'ı anlamaya çalışmak ve üzerinde düşünmek yüce Allah tarafından istenen bir husustur:
«Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalbleri kilitli mi?»[28]
«Sana bu mübarek Kitabı, âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.»[29]
Peygamber (s.a.v.) Kur'an'ı okurken onunla âdeta karşılıklı iletişime geçiyordu. Rahmet âyeti okuduğunda durup Allah'tan rahmet diliyor, azap içeren bir âyet okuduğunda da yüce Allah'a, kendisini o azaptan korusun diye dua ediyordu.[30] Âlimler, Peygamber (s.a.v.)'in bu tarz okuyuşunu ve bu konudaki tavsiyelerini gözönünde bulundurarak, Kur'an'ı okurken bu şekilde davranmanın sünnet olduğunu söylemişlerdir.[31] Kur'an'ı anlamadan ve üzerinde düşünmeden onu bu şekilde okumanın mümkün olamayacağı açıktır.
Kur'an'ı anlamaya ve âyetleri üzerinde düşünmeye o kadar Önem verilmiştir ki bazı âlimler Kur'an'ı tarif ederken: "Üzerinde düşünülüp ibret almak için indirilmiş Arapça sözlerdir." demişlerdir.[32]
Tabiînin ileri gelenlerinden Ebû Abdurrahman es-Sülemî (öl. 74/693) şöyle demektedir: "Osman b. Affan, Abdullah b. Mes'ud ve Kur'an-ı Kerim'i bize öğreten diğerleri, Peygamber'den on âyet öğrendiklerinde o âyetlerdeki ilim ve ameli bellemeden başka âyetlere geçmediklerini anlatırlardı. Diyorlardı ki: Kur'an'ı, ilim ve ameli birlikte öğrendik.[33]
Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'ın sekiz yılda Bakara sûresini ezberlediği nakledilmektedir.[34]
Bu rivayetler Kur'an okurken onların günümüzde olduğu gibi okuyup geçmediklerini, üzerinde düşüne düşüne ve içlerine sindi-re sindire okuduklarını göstermektedir. Hatta sahabenin, muhakemeleri henüz gelişmemiş ve Kur'anda anlatılanları anlayamayacak yaştaki çocuklarına Kur'an'ı okutmadıkları ifade edilmektedir.[35]
işte bu hususları gözönünde bulunduran bazı âlimler, Kur'an'ı anlayıp üzerinde düşünmeden onu okumayı hoş karşıla-mamışlardır.[36]Hasanu'l-Basrî'nin, (öl. 110/728) anlamını bilmeyen çocuk ve kölelerin Kur'an'ı okumalarından şikâyet ettiği ve bu şikâyetim dile getirirken şu âyeti okuduğu rivayet edilmektedir:[37]
«Sana bu mübarek Kitabı, âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.»[38]
Yine Tabiînden Said b. Cübeyr (öl. 95/713): "Kur'an'ı okuyup sonra da onu tefsir etmeyen kişi, kör -veya bedevi- gibidir" demiştir.[39]
Hz. Ömer hakkında nakledilen şu rivayet dikkat çekicidir:
Hz. Ömer'in hilafeti döneminde Basra valisi Ebû Mûsâ el-Eş'arî, Hz. Ömer'e bir mektup göndererek Basra'da o yıl Kur'an'ı ezberleme işiyle uğraşanların çokluğundan sözeder ve beytu'l-maldan bunlara yardım gönderilmesini ister. Vali ertesi sene aynı istekte bulunur ve Kur'an hıfzıyîa uğraşanların kat kat arttığını haber verir.
Hz. Ömer'in ona verdiği cevap şöyledir:
"Onları kendi halleriyle başbaşa bırak. Korkarım ki insanlar, kendilerini Kur'an'ı ezberleme işine kaptırır ve onu anlama işini ihmal ederler."[40]
Kur'an âyetleri üzerinde düşünmeden kısa bir müddet içerisinde Kur'an'ın hatme dilmesini selef hoş karşılamamiştır. Buharı ve Müslim'in de naklettikleri Peygamber (s.a.v.) ile Abdullah b. Amr arasında geçen şu konuşma buna ışık tutmaktadır:
— Peygamber (s.a.v.) bana, Kur'an'ı bir ayda hatmet, dedi.
— Kendimde bundan daha fazlasına güç buluyorum, dedim.
— O halde on günde hatmet, dedi.
— Kendimde bundan da daha fazlasına güç buluyorum, karşılığım verdim.
Bunun üzerine şöyle dedi:
— Yedi günde hatmet, daha az bir müddette hatmetme.[41]
Rivayet edildiğine göre biri Abdullah b. Abbas'a (öl. 68/687)
gelerek, okuyuşunun çok süratli olduğunu ve Kur'an-ı Kerimi üç günde hatmettiğini söylemiştir. Bunun üzerine Abdullah b. Ab-bas kendisine şöyle demiştir: "Bakara sûresini bir gecede okuyup onun üzerinde düşünmek ve onu tertil ile okumak, dediğin şekilde okumaktan daha güzeldir."[42]
Kimi rivayetlerde sahabeden bazısının Kur'an-ı Kerimi bir günde sekiz defa, bazısının dört defa, bazısının üç, bazısının iki ve bazısının bir defa hatmettikleri[43] ifade ediliyorsa da bunun hem Peygamber (s.a.v.)'in tavsiyesiyle bağdaşmadığı ve zaman olarak da mümkün olmadığı açıktır.
Abdullah b. Ömer (öl. 73/692) ve Muaz b. Cebel (öl. 18/639), Kur'an-ı Kerimi üç günden az bir müddet içerisinde hatmeden kişinin, okuduğundan bir şey anlamadığını söylemişlerdir.[44]
Bu arada ashabın Kur'an'a mutlak bir bağlılıkla bağlı olduklarını, gelen emirlere anında itaat ettiklerini de belirtmek gerekir. Bu konuda pek çok misal zikretmek mümkündür. Ancak konuyu uzatmamak için bir misali zikretmekle yetineceğiz:
Enes b. Malik şöyle diyor: Peygamber (s.a.v.) daha önce Kudüs'e doğru namaz kılıyordu. Bilahare «(Ey Muhammed), biz senin yüzünün göğe doğru çeuirilip durduğunu (gökten haber beklediğini) görüyoruz. Elbette seni, hoşlandığın bir kıbleye döndüreceğiz. (Bundan böyle) yüzünü Mescid-i Haram'a çevir.»[45] âyeti indi. Bu âyet indikten sonra biri, Selemeoğullarının yurdundan geçiyordu. Onlar sabah namazına durmuş rukûda idiler. Namazın bir rekâtım kılmışlardı. O geçen kişi, kıblenin değiştiğine dair onlara seslendi. Rukûda oldukları halde Kabe'ye doğru yöneldiler.[46] içkinin kesin olarak yasaklanması ve diğer emir ve nehiyler-le ilgili âyetler indiğinde de aynı hassasiyeti göstermişlerdir.
Kur'an âyetleri üzerinde düşünmek ve onları anlamaya çalışmak hususunda herhangi bir kültür düzeyi aranmıyordu, Kur'an okuyan herkes, onu anlamak ve onunla amel etmek için çalışıyordu. Ancak herkesin böyle bir çaba içerisinde olması, hepsinin onu aynı düzeyde anladıkları anlamına gelmez. Anlamım bilmedikleri kelime veya terkipleri Peygamber (s.a.v.) hayatta iken ona, onun vefatından sonra ise birbirlerine soruyorlardı.
Kur'an'ı Kerim onların konuştukları bir dil ile inmişti. Ancak Kur'an'ı aynı düzeyde anlamaları için, onun, konuştukları dil ile inmiş olması yeterli değildir. Çünkü Kur'an âyetleri birbirlerini açıklamaktadır. Kur'an'la iştigali daha fazla olan, onu anlama konusunda diğerinden daha fazla imkâna sahiptir.
Ayrıca Kur'an'm bazı müşkilleri var ki muhakeme, hafıza ve değerlendirme gücünü gerektirir. Elbetteki insanların bu tür yetenekleri aynı seviyede değildir. Ayrıca şu veya bu sebepten dolayı bir kelimenin ya da bir cümlenin anlamım bilmezken diğeri onun anlamım biliyordu. Meselâ Hz. Ömer minberde âyetini[47] okumuş ve kelimesinin anlamını biliyoruz ama şu ne anlama geliyor, demiş, sonra da kendi kendine: "Ya Ömer, ne diye zorlanıyorsun (anlamım bilmiyorsan, oku ve geç)" demiştir.[48]
Yine Ibnu Abbas'in ifadesinin ne anlama geldiğini bilmediği ve bu ifadede geçen kelimesinin anlamını bir bedevi Araptan öğrendiği nakledilmektedir.[49] Ruharî'nin naklettiğine göre Adiy b. Hatim; âyetinden[50] ne kastedildiğini
anlayamamış ve yastığının altına siyah ve beyaz iplik koyarak gece kalkıp bu ipliklere bakarak vakti tesbit etmeye çalışmış, bu şekilde vakti tesbit edemeyince de gidip durumu Peygamber (s.a.v.)e anlatmıştır. Peygamber (s.a.v.), âyetten ne kastedildiğini kendisine anlattıktan sonra bu ayetin inceliğini kavrıyamamış olduğunu da kendisine söylemiştir.[51]
Yine rivayet edildiğine göre hilafeti döneminde Hz. Ömer, Kudame b. Maz'un'u (öl. 36/656) Bahreny'e vali tayin etmişti, el-Carud isminde biri gelip Kudame'nin içki içerek sarhoş olduğunu Hz. Ömer'e haber vermiştir. Hz. Ömer, el-Carud'dan şahit göstermesini isteyince, o da Ebu Hüreyre'yi şahit göstermiştir. Bunun üzerine Hz. Ömer, Kudame'ye, kendisini kamçılatacağım söylemiştir. O zaman Kudame, "Allah'a yemin ederim ki, dedikleri gibi içki içmiş olsam bile beni cezalandıramazsın" karşılığını vermiştir. Hz. Ömer, niçin diye zorunca Kudame şöyle demiştir: Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor: «îman eden ve iyi işler yapanlara, hakkıyla sakınıp iman ettikleri ve iyi işler yaptıkları, sonra yine hakkıyla sakınıp, iman ettikleri, sonra yine sakınıp iyilik ettikleri takdirde yediklerinden ötürü günah yoktur.»[52] Ben, iman edip iyi işler yapan sonra sakınıp iman eden, yine sakınıp iyilik edenlerdenim; Peygamber (s.a.v.)'le birlikte,.Bedir, Uhud, Hendek ve diğer savaşlara katıldım.
Kudame'nin bu sözleri üzerine Hz. Ömer; Buna cevap verecek yok mu? demiştir. Bu çağrısına îbnu Abbas karşılık vermiş ve şöyle demiştir: Sözkonusu âyet geçmişte -içki ya saklanmadan önce-içmiş olanlar için mazeret, sonra içeceklerin aleyhine hüccettir. Çünkü yüce Allah: «Ey inananlar, içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir.»[53] buyurmaktadır.[54]
Başka bir rivayete göre Hz. Ömer'in kendisi Kudame'nin bu yanlış anlamasını düzeltmiş ve: Ey Kudeme, sen âyeti yanlış yorumluyorsun. Ancak Allah'ın yasakladığından uzak durduğun takdirde "hakkıyla sakınan biri" olursun, elemiştir.[55]
Bu nakillerden de anlaşıldığı gibi sah tbenin Kuj'an'f anlama düzeyleri birbirlerinden farklıydı. Ancak anlama düzeyi düşük olan da Ku'ran'ı anlamaya çalışıyordu ve kimse ona, niçin Kur'an'ı anlamak için uğraşıyorsun? Bu işten vazgeç, seviyen buna müsait değildir, demiyordu.
Dikkat çeken diğer bir husus ise, yanlış anlayanların hatalarım kabullenmeye hazır olmalarıdır. Bu, onların dine olan bağlılık ve samimiyetlerinin, ayrıca birbirlerine olan güvenlerinin göstergesidir. [56]
Asr-ı Saadet müslümanlarının Kur'an-ı Kerimi anlama noktasında dil açısından bir problemlerinin bulunmadığına değinmiştik. Kur'an-ı Kerim, günlük hayatlarında konuştukları dil ile inmişti. Belki biri için şu kelime, diğeri için başka bir kelime yabana gelmiş olabilir. Hatta aralarında şu veya bu kişi bazı cümlelerden ne kastedildiğini anlamamış olabilir. Ama bir bütün olarak Kur'anı anhyorlardı.
Herşeyden önce Kur'an'm dilini bilmeleri, Kur'an'ı anlamaları bakımından en önemli engeli ortadan kaldırmıştı. Peygamber (s.a.v.)İn vefatından sonra anlamadıkları kelime ve terkipleri -ki bunların sayısı çok azdı- birbirlerine sorarak ya da cahiliye dönemi şiirine başvurarak hallediyorlardı. Tabii ki cahiliye şiirine başvurdukları meseleler, dili ilgilendiren meselelerdir. Ancak dil engelinin bulunmaması, Kur'an'ı anlama noktasında herşeyin tümüyle halledildiği anlamına gelmez. Çünkü Kur'an-ı Kerim, Arapların hakkında pek bir bilgiye sahip olmadıkları inanç meselelerinin yanısıra sosyal hayatın tüm alanlarından bahsetmektedir. İbadet konularını, ahlâki prensipleri, ayrıca bütün bu hususlarda kıyamete kadar gelecek bütün nesillerin ihtiyaçlarını kapsayan bir kitaptır. Bütün bunların yanında sınırlı bir hacme sahiptir. Her bir cümlesi derin anlamlar içerir. Bazen bir cümlesi, pratik hayatın geniş bir alanına hitap etmektedir. İşlediği konuları, genellikle değişik sûrelerde ele almakta, bir sûrede konunun bir yönü, başka bir sûrede başka bir yönü işlenmektedir.
Bu nedenle bir konuda Kur'an'm ne dediğini tesbit edebilmek için her zaman dili bilmek yeterli değildir. Dilin yanında başka kaynaklara da ihtiyaç vardır.
Konuyla ilgilenen uzmanlar, sahabîlerin başvurdukları kaynakları dört başlık altında toplanmışlardır:[57]
1. Kur'an-ı Kerim,
2. Peygamber (s.a.v.),
3. letihad (re'y),
4. Ehl-i Kitap.
Şimdi de bu kaynaklara nasıl başvurduklarını görelim: [58]
Kur'an-ı Kerimin bir konuyu değişik sûrelerde ele aldığına değinmiştik. Bir konuda muhtasar olarak anlatılan bir konu başka bir sûrede daha geniş bir şekilde ele alınmış veya bir yerde konunun bir yönü anlatılmışken başka bir sûrede diğer bir yönü ele alınmış, bir yerde mutlak ifadelerle anlatılan bir hüküme, başka bir yerde birtakım kayıtlar getirilmiş, âmm (genel) olarak zikredilen, başka bir yerde tahsis edilmiştir vs.
Kur'an'm hedefi, toplumu bütün yönleriyle İslah edip eğitmektir. Toplumun inancını tashih etmek, ahlâk yapısını İslah etmek, sosyal kurumlarını İslah etmek, Allah'a nasıl ibadet edileceğini göstermek ve benzeri konularda insanları eğitmektir. Kullandığı üslupta eğitmek, bilgilendirmenin Önünde gitmektir. Bir konunun değişik sûrelerde işlenmiş olmasının en önemli sebeplerinden birinin bu olması gerekir. Akademik kitaplarda olduğu gibi bir konuyu ele alarak ayrıntılarına kadar onu bir başlık altında işlemez. Çünkü akademik kitaplarda bilgilendirme diğer amaçların önünde yer almaktadır. Bir âyeti ele alıyorsunuz, bakıyorsunuz ki bir yönüyle ibadeti, bir yönüyle ahlâkı, hukuku veya başka bir konuyu ilgilendirmektedir.
Netice olarak Kur'an'ı Kerim âyetleri birbirlerini açıklamak-tave birbirlerini tamamlamaktadır. Kur'an1 da ele alınmış bir konuyu incelemek isteyen, o konuyla ilgili ve müteferrik sûrelerde geçen âyetleri bir araya getirerek onları topluca değerlendirmek zorundadır. Bu işlem bir bakıma Kur'an'm Kur'anla tefsiridir.
Kur'an'm yine Kur'an ile tefsir edilmesine bizzat Peygamber (s.a.v.) rehberlik etmiştir. Mesela: «İnanıp da imanlarına herhangi bir zulüm karıştırmayanlar var ya işte güven onlarındır.»[59] âyeti indiğinde anladıkları şekliyle âyette anlatılanlar müslü-manlara ağır gelmiş ve: Hangimiz kendisine zulmetmez ki, demişlerdir. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) onlara: Ayette anlatılmak istenen, sizin şu anladığınız değildir. Kastedilen, "şirk"tir. Salih kulun şu sözünü duymadınız mı: "Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür."[60] demiştir.[61]
Nisa sûresinin 23. ve 24. âyetlerinde kişinin kendileriyle evle-nemeceği kadınlar sıralanmakta ve bunların dışında kalanlarla evlenilebileceği ifade edilmektedir. Burada evlenilemeyecek kadınlar arasında müşrik kadınlar zikredilmemektedir. Bakara sûresinin 221. âyetinde ise, müşrik kadınlarla da evlenilemeyece-ği belirtilmektedir.
Hangi kadınlarla evlenilemeyeceğini tesbit edecek kişi bu iki sûreden birine bakarak hüküm verecek olursa, vereceği hüküm eksik olacaktır. [62]
Asr-ı Saadette Kur'an'ı anlama konusunda müslümanlarm başvurdukları ikinci kaynak, Peygamber (s.a.v.)'dir. Peygamber (s.a.v.) hayatta iken başvuru, bizzat Peygamber'in kendisine yapılıyordu. Vefatından sonra ise, onun sünnetine yani onun sözlerine, fiil ve takrirlerine başvuruyorlardı. Hadis kitapları incelendiğinde 'Tefsir Babı" diye bir başlık açtıkları görülecektir. Buradaki rivayetlerin çoğu, Peygamber (s.a.v.)'in âyet açıklamalarıyla ilgilidir. Hatta hadis kitaplarının diğer babları da Kur'an'm açıklamaları mahiyetindedir, imam Şafiî (öl. 204/819) bu konuda şöyle demektedir: "Peygamber (s.a.v.)'in verdiği her hüküm, onun Kur'an'dan anladığıdır."[63]
Kur'an-ı Kerimi açıklamakla görevlendirilen ve Kur'an'a uyması emredilmiş olan Peygamber'in din olarak yaptıkları ve söyledikleri, Kur'an'm pratik hayata aktarılışıdır. Peygamberin ahlakı kendisine sorulduğunda: "Onun ahlâkı Kur'an idi."[64] diyen Hz. Aişe, bu sözüyle bunu anlatmaktadır.
Peygamber (s.a.v.) Kur'an âyetlerine dair açıklamalarını bazen sorulan bir soru üzerine, bazen de kendisi ihtiyaç duyarak yapardı. Özellikle ibadetle ilgili amelî hususlarda Peygamber (s.a.v.)'in açıklamalarına ihtiyaç vardır.
Mesela Kur'an-ı Kerim'de namaz kılınması emredilmekte, rükû ve sucûddan bahsedilmektedir ama namazın nasıl kılınacağı, namazın neresinde rükû ve sucuda gidileceği, namazların kaç rekât olacakları belirtilmemektedir. Peygamber (s.a.v.) namazın nasıl kılınacağını belirtmiş ve: «Ben nasıl namaz kılıyorsam siz de öylece kılın»[65] buyurmuştur. Yine Kur'anMa zekât verilmesi emredilmektedir ama hangi mallardan ve ne miktarda verileceği belirtilmemektedir..
Peygamber (s.a.v.) bu gibi hususları ashaba anlatmış ve fiil olarak gösterilmesi gerekenleri de bizzat kendisi yaparak onlara göstermiştir. Peygamber (s.a.v.)'in örnek alınması[66] ona tabi olunması[67] ve emirlerine itaat edilmesi[68] yüce Allah tarafindan bize yöneltilen birer emirdir.
Kur'an-ı Kerim'i en iyi anlayanın, onu tebliğ etmekle görevli olan'Peygamber olması çok tabiîdir ve aksi düşünülemez.
Peygamber (s.a.v.)'in, Kur'an'm tamamını ashabına tefsir edip etmediği tartışma konusu olmuş; tamamını açıkladığını söyleyenler kendilerine göre birtakım deliller, açıklamadığım söyleyenler de kendilerine göre birtakım deliller zikretmişlerdir.[69] Kuşkusuz açıklama ihtiyaç duyulduğunda yapılır. Kur'an'm tamamım açıklamasına da ihtiyaç yoktur. Kur'an-ı Kerim, ashabın konuştuğu dil ile inmiştir ve anlaşılması da kolay bir kitaptır. Âyet âyet her cümlesinin Peygamber tarafından açıklanmasına ihtiyaç yoktur. Yukarıda sözkonusu ettiğimiz nedenlerle bir kısım âyetlerinin açıklanması gerekiyordu ve Peygamber (s.a.v.) bu âyetleri açıklamıştır. Şayet Kur'an'm açıklanmasına dair söylenebileceklerin tamamını Peygamber (s.a.v.) açıklamış olsaydı, Kur'an in kendi âyetleri üzerinde düşünülmesini istemesinin bir anlamı kalmazdı. [70]
"îctihad" sözcüğü ile Kur'an âyetleri üzerinde tefekkür ve tedebbür etmeyi kastediyoruz. Bu anlamıyla ictihad, usûl-ü fıkıhtaki ictihaddan daha kapsamlıdır. Buna "re'y"- ya da "dirayet" de diyebiliriz.
«Bir ilme dayanmaksızın Kur'an hakkında konuşan cehennemdeki yerine hazırlansın» [71] «Re'yine dayanarak Kur'an hakkında konuşan, isabet etmiş olsa da hata etmiştir.»[72] hadisleriyle Hz. Ebu Bekir'in: "Bilmediğim birşeyi Allah'ın Kitabı hakkında söyleyecek olursam hangi yer beni barındırır ve hangi gök beni gölgeler"[73] sözüyle yine seleften benzeri şeyler söyleyenlerin sözlerini ileri sürerek ilk dönem müslümanlarının re'y tefsirine karşı olduklarım ileri sürenler olmuştur.
Bu görüşte olanların ileri sürdükleri diğer deliller Özet olarak şöyledir:
Re'y ile tefsir, bir bilgiye dayanmaksızın Allah'a birtakım şeyler nisbet etmektedir. Bu nedenle de yasaklanmıştır. Re'y ile Kur'an'ı tefsir eden, ileri sürdüğü görüşün Allah tarafindan kastedildiğini bilmemektedir. Yani söylediği zandan ibarettir. Oysa yüce Allah: «Bilmediğin şeyin ardına düşmek buyurmaktadır.[74]
Yüce Allah, Peygamberine hitaben: «Kendilerine indirileni açıklaman için sana bu Kur'an'ı indirdik»[75] buyurmaktadır. De-mekki Kur'an'm açıklanması Peygamber'e bir görev olarak verilmiştir. Kuşkusuz Peygamber de bu görevini yerine getirmiştir.
Re'y ile tefsirin caiz olduğunu söyleyenler ise, karşı görüşte olanların ileri sürdükleri görüşleri cevaplandırdıktan sonra görüşlerini destekleyen başka deliller zikretmişlerdir. Bunların görüşlerim de şöylece özetleyebiliriz:
a. Bir bilgiye dayanmaksızın Kur'an hakkında söz söylemeyi yasaklayan rivayetler, keyfî görüşleri yasaklamaktadır. Hiç bir delile dayanmayan önyargılarla ileri sürülen görüşler yasaklanmıştır. Bir delile dayalı olarak ileri sürülen görüşler ise caizdir.[76] Ayrıca rg'yi sözkonusu eden hadis, rivayet senedi açısından sağlıklı bir-rivayet değildir.69 Nazarı itibara alınsa bile bununla bir delile dayanmaksızın ileri sürülen keyfî görüşler kastedilecektedir. Böyle biri, usûlüne uygun hareket etmediğinden dolaya hatalıdır.[77]
b. Peygamberin Kur'an'ı açıklamakla görevli olduğu meselesine gelince, bu, Peygamber (s.a.v.)'in haklarında açıklama yapmış olduğu âyetler için geçerlidir. Peygamberin, haklarında bir açıklama yapmadığı âyetler pek çoktur, ilim ehli usûlüne uygun olarak bu âyetleri açıklar, görüş belirtirler.[78]
c. Bir çok âyette, Kur'an üzerinde düşünülmesi emredilmek-tedir. Meselâ bir âyette: «Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı»[79] buyurulmaktadır... Başka bir âyette de şöyle Duyurulmaktadır: «Sana bu mübarek Kitabı, âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.»[80]
Bu iki âyetle herkesin Kur'an âyetleri üzerinde düşünüp onlardan öğüt alması istenmektedir. Bir de Kur'an'dan derin anlamlar ve incelikler çıkaranlar vardır ki bir âyette de bunlara işaret edilerek şöyle buyurulmaktadır: «Halbuki onu, Peygambere veya aralarındaki yetki sahiplerine götürselerdi, işin içyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi.»[81] Bu âyet, Kur'an âyetlerini düşünme ve onlardan hüküm çıkarma konusunda farklı bir zümreden sözetmektedir. Alimler bu âyeti, ictihad etmenin delili saymışlardır.[82]
d. Eğer re'y tefsiri caiz olmasaydı, ictihad yapmak da caiz olmazdı.
e. Ashabın, bazı âyetlerin tefsirine dair farklı şeyler söylediklerini biliyoruz. Bu da onların bu tefsirleri kendi re'yleriyle yaptıklarının delilidir. Ayrıca Peygamber (s.a.v.) bütün âyetlerin tefsirini yapmamıştır. Halbuki sahabeden, Kur'an'm tamamını öğrencilerine tefsir edenler olmuştur. Mucahid b. Cübeyr (öl. 103/721), baştan sona kadar âyet âyet Kur'an'm tefsirim üç defa Ibnu Ab-bas'tan dinlediğini, her âyet üzerinde durarak ona sorular sorduğunu belirtmektedir.[83]
Her kitap anlaşılmak için okunur. Dünya ve âhiret saadetinin kaynağı olan Kur'an-ı Kerimin anlaşılmaması düşünülemez.
Sahabe re'y tefsirine başvururken dil kurallarını, arap âdet ve geleneklerini, o dönemde Arap yarımadasında yaşayan Yahudi ve Hıristiyanlar! araç olarak kullanıyor ve kendi anlama kabiliyet ve yeteneklerini işletiyorlardı.[84]
Arapların durumlarını ve geleneklerini bilmeleri, Yahudi ve Hıristiyanlarla haşir-neşir olmaları, Kur'an'm kimi âyetlerini daha kolaylıkla anlamalarını kolaylaştıran hususlardandır. Çünkü Kur'an'm ilk muhatapları, o dönemde yaşayan insanlardır. Kur'an-ı Kerim, o dönemin müşrikleriyle Yahudi ve Hristiyanla-rm durumlarından, gelenek ve kültürlerinden sıkça bahsetmektedir.
Asr-ı Saadet müslümanlatımn önyargısız olmaları, samimi ve kuvvetli bir imana sahip bulunmaları, Kur'an'ı daha doğru anlamalarım kolaylaştırıyordu.
Kur'an'ı daha kolay anlamalarım sağlayan etkenlerden biri de, nuzûl sebeplerine vakıf olmalarıdır. Bilindiği gibi Kur'an-ı Kerim âyetleri genelde vukubulmuş olaylar üzerine inmişlerdir. Elbetteki bu olayları bilmek, ilgili âyetlerden ne kastedildiğini anlamayı kolaylaştırmaktadır.
Yeri gelmişken kimi çevrelerin ileri sürdükleri ve bazen "le-dun ilmi", bazen de "batın ilmi" diye isimlendirdikleri ilim çeşiti üzerinde durmakta yarar vardın. Gerçekten böyle bir ilim var mıdır? Sahabe böyle bir ilmi kullan mıdır?
Şiîler, Hz. Ali ve masum soydukları imamlarına böyle bir ilim isnad etmektedir. Onlara göre imamları batın ilmine vakıftırlar. Kur'an'm zahirine uymayan bir görüş onlardan sadır olduğunda mutlaka o görüş Kur'an'm batınına uygundur ve kabul edilmelidir. Çünkü bu görüşün, Kur'an'm batınına uyup uymadığını biz tahkik edemeyiz.
Ehl-i Sünnet içerisinde tasavvuf ehli de benzeri iddialar ileri sürerler. Onlara göre veliler böyle bir ilme sahiptirler. Nitekim Hz. Hıdır bir veli idi ve ona ledun ilmi verilmişti. Bu çevrelerden bazılarının iddialarına göre ise Peygamber (s.a.v.)« gizli bir yolla Hz. Ali'ye, kimine göre ise Hz. Ebu Bekir'e böyle bir ilim vermiştir.
Hz. Ali'ye kendilerini nisbet eden tarikatler bu ilmin Hz. Ali kanalıyla, Hz. Ebu Bekir'e kendilerini nisbet edenler de bu ilmin Hz. Ebu Bekir yoluyla tarikat silsilelerine geçtiğini ileri sürerler.
Batın ilmi iddiasını ileri sürenlerin dayanaklarından biri de şöyle bir rivayettir: "Her âyetin bir zahiri, bir batını, bir haddi, bir de matlaı vardır."[85]
îmanı Gazzalî, (öl. 505/1111) her âyetin altmışbin anlamı bulunduğu iddiasını tasvip ettikten sonra bu rivayeti de sözkonusu ederek altmışbinin dörtle çarpılması gerektiğini savunur. Buna göre herbir âyetin iki yüzkırkbin anlamı vardır.[86]
Herşeyden önce şunu belirtmek gerekir ki, Peygamber (s.a.v.)ıin gizli yoldan Hz. Ebu Bekir'e, Hz. Ali'ye veya bir başkasına dinî bir ilim öğrettiğini ve bu ilmi başkasından gizlediğini iddia etmek, onun tebliğ görevini yerine getirmediğini iddia etmek anlamına gelir. Çünkü yüce Allah Peygamberine şöyle hitap etmektedir: «Sana emrolunanı açıkça söyle.»[87]
Peygamber (s.a.v.) dinî bir bilgiyi kimi insanlardan saklamış ve kimilerine gizli bir yolla anlatmışsa tebliğde açıklığa riayet etmemiş demektir. Hiçbir müslüman böyle bir iddiada bulunamaz.
Din, Kur'an-ı Kerim'dir ve tamamı Peygamber tarafından tebliğ edilmiştir. Ayrıca din Kur'an ile tamamlanmıştır. Kur'an1 da ise Peygamber'e dinin bazı şeylerini sadece belli kimselere anlat ve diğerlerinden bunları gizle diye bir emir mevcut değildir. Kur'an'm indirilişi tamamlandıktan sonra herhangi bir kimse Allah tarafından dinî bir bilgi elde ettiğini iddia edecek olursa, dinin tamamlanmamış olduğunu iddia etmiş olur. Allah katından dinî bilgiler Peygamberi kanalıyla insanlara tebliğ edilir.
Hz. Ali henüz hayatta iken ona ulûhiyet nisbet edenlerin çıktığı bilinmektedir. Aynı dönemde onun gizli bir ilme vakıf olduğu iddiaları da ortaya çıkmış olmalı ki kendisine bu doğrultuda bir takım sorular sorulmuştur. Buharı, Ebû Cuhayfe'den şöyle dediğini nakleder: "Ali'ye -Allah kendisinden razı olsun- sordum:
"Allah'ın Kitabmdakiler dışında yanınızda vahiyden birşey var mı?" "Hayır. Daneyi yaran ve insanı yaratana yemin ederim ki benim bildiğim, Kur'an'ı anlama konusunda Allah'ın herhangi bir insana verdiği anlama kabiliyetinden ibarettir", dedi. "Peki şu sayfada ne vardır?" diye sordum. "Diyet meselesiyle esirin nasıl serbest bırakılacağı ve kâfir sebebiyle müslümamn öldürüleme-yeceğine dair şeylerin yazılı olduğu bir sayfadır, dedi."[88]
Her âyetin bir zahiri, bir batını, bir haddi ve bir de matlaı bulunduğuna dair rivayete gelince, bu rivayetten ne kastedildiği net olarak açık değildir. Rivayeti sözkonusu eden âlimler de anlamı konusunda farklı şeyler söylemişlerdir.[89] Kaldı ki rivayetin kendisi sahih bir rivayet değildir. Hasanu'l-Basrî'nin mürsellerinden olup hiçbir hadis kitabında yer almamaktadır. Hadis ehli tarafin-dan da rivayet edilmiş değildir.[90]
Eğer bu rivayetten, herbir âyetin birçok anlamı bulunduğu sonucu çıkarılacak olursa, o takdirde rivayet metin yönünden de gerçeklere aykırıdır. Çünkü Kur'an-ı Kerimin büyük çoğunluğu muhkem âyetlerden teşekkül etmektedir. Muhkem âyetler ise, birden fazla anlama ihtimali bulunmayan âyetlerdir.
Velilerin de Hz. Hıdır gibi "ledun ilmi"ne [91] sahip oldukları iddiasına gelince, bunun da bir dayanağı yoktur. Çünkü Hz. Hıdır'm kimliği konusunda farklı şeyler söylenmiştir ve peygamberliğine dair deliller daha kuvvetlidir. [92]Kaldı ki Hz. Hıdır'a böyle bir ilmin verildiği, Hz. Musa ile Hıdır kıssasında anlatılmaktadır. Kıssaların birçok yönü Kur'an'da yer almadığından âlimler kıssaları müteşâbihat arasında saymışlardır. Müteşâbih âyetler tefsir edilirken muhkem âyetler doğrultusunda tefsir edilmeleri gerekir. Muhkem âyetler ise, velilere böyle bir ilmin verildiğine dair bir ifade bulunmamaktadıı.
Müfessir Kurtubî (öl. 671/1273) sûfîlerin "ledun ilmi" iddialarını reddederken Özet olarak şöyle demektedir: Peygamber kanalı dışında Allah'ın hükümlerinin öğrenilmesi için bir yol yoktur. Selef ve halef âlimleri bu konuda icma etmişlerdi. Bu konuda kesin bilgi ve yakın hasıl olmuştur. Allah'ın emir ve yasakları peygamberler kanalıyla öğrenilir. Peygamberimizin vefatından sonra Allah'tan dinî bir hüküm aldığım söyleyen, peygamberlik iddiasında bulunmuş olur.[93]
Müfessir Âlûsî (öl. 1270/1852) de "ledun ilmi" iddalarını reddederek dinî bilgilerin sadece Peygamber (s.a.v.)'den alınacağını belirten ve sûfîlerin de kendi üstadları olarak gördükleri Abdül-kadir Geylânî'nin, Cüneyd Bağdadînin, Sakatî'nin, Ebu Said el-Harraz'ın ve Gazâlî'nin sözlerinden nakiller yapar.[94]
Netice olarak "ledun ilmi" ancak peygamberler için söz konusudur. Onların dışında herhangi bir kimse vahiy alamaz. Ancak bu çerçevede Allah'ın insanlara verdiği yetenek, onların cehd etmeleri, nefislerini eğiterek önyargısız değerlendirme yapabilmelerinden sözedilebilir.
Elbette salih insanların yetenekleri gelişir ve meseleleri değerlendirirken önyargısız ve daha tutarlı bir yol izlerler. [95]
Medine'ye hicretten sonra müslumanlar Ehl-i Kitap ile içice yaşamaya başladılar. Bunun yanında Kur'an-ı Kerim, Tevrat'ta geçen birçok kıssadan bahsetmektedir. Ancak Kur'an'ı Kerim1 de bu kıssalar muhtasar olarak zikredilirken Tevrat kıssalarında küçük ayrıntılara varıncaya kadar birçok şey nakledilmektedir. Kur'an'da ayrıntılara girilmemesi, ibret alınacak yön ile yetinil-mesinden dolayıdır. Ancak kıssa sözkonusu olunca insanlar genelde işin olay yönüne ve olayların ayrıntılarına düşkündürler. Sözkonusu olan sahabî de olsa onun da bir insan olduğunu akıldan çıkarmamak' gerekir.
Ayrıca Yahudi ve Hıristiyanlardan da Islâmı kabul edenler ve bu kabul edenler arasında âlimler vardı. Bu nedenle Ehl-i Kitap ve onların kültürleriyle müslümanlar arasındaki ilişkiler daha da arttı.
Olayın bir başka yönü ise, Kur'an'm da, Tevrat'ın da, İncil'in de ilahî kitaplar oluşlarıdır. Her ne kadar Tevrat'ta ve İncil'de bir takım tahrifat yapılmışsa da onlarda birçok gerçek de vardır. Ayrıca Kur'an ile Tevrat'ın naklettikleri kıssalar, arasında birtakım benzerlikler mevcuttur.
Böyle bir ortamda müslümanlarla Ehl-i Kitap arasında kültür alışverişinin olması, bu arada Kur'an-ı Kerim'in ve Peygamber (s.a.v.)'in, müslümanlar açısından bu alışverişte takip edile-' cek kıstasları belirlemeleri doğaldır.
Kur'an-ı Kerim, Israiloğullarımn Tevrat'ı tahrif ettiklerine dikkat çekerek şöyle buyurmaktadır:
«Ahidlerini bozmaları sebebiyle onları lanetledik ve kalbleri-ni katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler (kitaplarını tahrif ederler). Kendilerine öğretilen ahkâmın (tevrat'ın) bir bölümünü de unuttular. İçlerinden pek atı hariç, onlardan daima bir hainlik görürsün. Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever.» [96]
Hıristiyanların da İncil'i tahrif ettiklerinden sözederek şöyle buyurmaktadır:
«Biz hristiyanlarız diyenlerden de kesin sözlerini almıştık. Ama onlar da kendilerine zikredilen (verilen öğütlerin veya Kitabin) bir bölümünü unuttular. Bu sebeple kıyamete kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık.»[97]
Kur'an-ı Kerim, hem Tevrat'ın ve hem de incil'in tam olarak korunmadığını ve yanlış birtakım şeylerin bu kitaplara karıştırıldığını haber vererek Müslümanların dikkatlerini bu noktaya çekmektedir.
O halde müslümanlar Ehl-i Kitap kültürüne karşı ayıklayıcı bir tavır içerisinde olmalılar. Bu kültür ne tümüyle reddedilebilir ve ne de tümüyle kabul edilebilir. Bu kültüre karşı takınılacak tavırla ilgili birbirleriyle çeîişiyormuş gibi görünen hadislerin bulunması bu nedenledir.
Peygamber (s.a.v.) bir hadisinde şöyle buyuruyor: «Benden duyduğunuz bir tek âyet bile olsa onu başkasına aktarın. îsrailo-ğullarından naklederek anlatın, bunda bir sakınca yoktur.»[98]
Sahabeden Ebû Hüreyre, îbnu Abbas, îbnu Mes'ud ve başkalarının zaman zaman bazı şeyleri Ehl-i Kitaba sordukları nakledilmektedir [99] Hatta Abdullah b. Amr'm Yermuk savaşında Ehl-i Kitaptan iki deve yükü kitap elde ettiği ve yukarıda sözkonusu ettiğimiz hadise dayanarak -ki hadisin ravisi de kendisidir- bu kitapları okuduğu, onlardan öğrendiği bazı şeyleri anlattığı kaydedilmektedir.[100]
Zikrettiğimiz bu rivayetlerin yanında Peygamber (s.a.v.)'in, Ehl-i Kitaptan edindiği bir kitabı okuyan Hz. Ömer'i bu işten sakındırdığı,[101] Tevrat'ı yahudilerden dinleyen bir grup müslüma-na: «Ehl-i Kitabın dediklerini ne doğrulayın ve ne de yalanlayın, "Biz, Allah'a ve bize indirilene inandık"[102] deyin» buyurduğu nakledilmektedir.[103]
îbnu Abbas'm da yaptığı bir konuşmada müslümanlara şöyle dediği rivayet edilmektedir: Öğrenmek maksadıyla Ehl-i Kitab'a bir şey sormayın. Çünkü yüce Allah mesajların en yenisini Peygamberimize indirmiştir. Hem Ehî-i Kitab, kendilerine indirilen kitabı değiştirmişlerdir.[104]
Bu rivayetlerden sahabenin zaman zaman Ehl-i Kitaba müracaat ettiklerini, ancak müracaat ederken ihtiyatlı davrandıklarını anlıyoruz.
Âlimler, Ehl-i Kitaptan gelen kültürü yani israiliyatı üç kısma ayırmışlardır:
a) Kur'an-ı Kerim ve sahih sünnetin doğruladığı israiliyat. Bu çeşidi anlatmakta ve nakletmekte bir sakınca yoktur.
b) Kur'an-ı Kerim ve sahih sünnetin yalanladığı israiliyat. Bu çeşiti ancak reddedilmek için nakledilebilir.
c) Kur'an-ı Kerim ve sahih sünnette hakkında bir bilgi mevcut olmayan israiliyat. Bu çeşit israiliyatı ne doğrularız ve ne de ya 1 anlarız.
Peygamber (s.a.v.)'in, Ehl-i Kitaptan nakil yapılmasında bir sakınca bulunmadığım ifade eden hadisi birinci çeşit israiliyata; onlardan nakil yapmayı ve kitaplarım okumayı yasaklayan sözleri ikinci çeşit israiliyata;" onları ne yalanlayın ve ne de doğrulayın anlamındaki hadisi de üçüncü çeşit israiliyata hamledilmiştir.
Asr-ı Saadette müslümanlarm Ehl-i Kitaba başvururken ihtiyatlı davrandıkları söylenebilir. Ancak daha sonra gelen nesillerin tefsirlerinde her üç çeşit israiliyatm nakledildiği, Israiliyattan uzak kalmış tefsir kitaplarının azınlıkta kaldığı bir vakıadır. [105]
İlâhî kitapların sonuncusu olan Kur'an-ı Kerim'i önceki kitaplardan ayıran başlıca özellikleri, onun mucize olması, peyderpey indirilmiş olması ve korunmasının Allah tarafından üstlenilmiş olmasıdır.
Önceki peygamberlerin mucizeleri kevnî mucizeler nevinden-dir. Bu tür mucizeler, ancak olayı müşahede eden açısından mucizedirler. Başka mekânlara ve başka nesillere taşınamazlar. Kur'an ise, her yere ve nesilden nesile taşınabilir bir mucizedir. Risaleti kıyamete kadar kalıcı ve bütün insanlığa gönderilmiş bir peygamberin mucizesi bu türden bir mucize olmalıydı.
Kur'an-ı Kerimin peyderpey indirilmiş olması daha iyi anlaşılmasını, inen âyetler grubunun hayatta da yaşanmasını sağlamıştır. Peyderpey indirilmiş olması, korunmasıyla da yakından ilgilidir.
Kur'an'ın Allah tarafından korunmuş olması, harikulade yollarla korunduğu anlamına alınmamalıdır. Bilakis yüce Allah, insanları bu işe musahhar kılmıştır, inen her âyet grubu hem vahiy kâtipleri tarafından yazılıyor ve hem de birçok kimse tarafından ezberleniyordu. Böylece Kur'an-ı Kerim hem yazılarak ve hem de azberlenerek nesilden nesile hiçbir değişikliğe uğramadan aktarılabilmiştir.
Asr-ı Saadet müslümanları, Kur'an'ı hiçbir değişikliğe uğramadan sonraki nesillere aktarmakla yetinmemiş, her öğrendiklerini Peygamberin gözetiminde hayatlarına uygulayarak sonraki nesillere îslâmın nasıl yaşanacağı konusunda model toplum olmuşlardır. Onlar, Kur'an'ı öğrenmeyi, onu anlamayı ve hayatlarına aktarmayı birlikte yürütmüşlerdir.
Anlamak ve anladıklanyla amel etmek için Kur'an'ı okuyorlardı. Kur'an-ı Kerim, günlük hayatlarında konuştukları bir dil ile inmişti. Bu nedenle toplumun her kesimi onu anlamakta Önemli bir güçlük çekmiyordu. Gerçi ümmî bir toplum idiler ve daha önce din konusunda fazla bir bilgileri yoktu. Ayrıca Kür'an, insanı ilgilendiren her alandan sözediyordu. Ancak anlayamadıklarım Pey--gamber'e sorma imkânına sahip idiler. Peygamberin kendisi de Kur'an'ı onlara açıklamak ve nazarî bilgilerini hayatında yaşayarak onlara rehberlik etmekle görevli idi. Nuzûl sebeplerine vakıf olmaları da âyetleri anlamalarını kolaylaştıran etkenlerdendi. Anlayamadıkları hususları, Peygamber (s.a.v.)'e soruyorlardı. Onun vefatından sonra ise birbirlerine sorarak öğreniyorlardı.
Kur'an-ı Kerim'i anlamaya çalışmak dinî faaliyetlerinin başında geliyordu. Kur'an'ı daha iyi anlamak kişiyi toplumda önemli bir konuma yükseltiyordu. İdareciler bu kişiler arasından seçiliyordu.
Kur'an'ı anlama noktasında hepsi aynı düzeyde değildi. Ancak kişinin üst düzeyde olmaması, Kur'an'ı anlama çabası içerisinde olmasına engel teşkil etmiyordu. Yardımlaşarak birbirlerinin eksiklerini tamamlıyorlardı.
Kur'an-ı Kerim âyetleri birbirini açıklamaktadır. Değişik nedenlerle bir konu değişik sûrelerde ele alınmıştır. Bir sûrede konunun bir yönü, diğer bir sûrede başka bir yönü ele alınmıştır. Yine bir sûrede Özet olarak işlenen bir konu, diğer bir sûrede daha geniş ele alınmıştır. Bu nedenle Kur'an'ı anlamak için başvurulacak ilk kaynak yine Kur'an'ın kendisidir. Sahabe de kimi âyetleri veya konuyu anlamak için yine Kur'an'a başvuruyorlardı. Başvurulan ilk kaynak Kur'an'm kendisi idi.
Kuşkusuz Kur'an'ı en iyi anlayan, Peygamber (s.a.v.)'dir. Bu nedenle başvurdukları ikinci kaynak da Peygamber (s.a.v.)'dir.
Kur'an-ı Kerim, âyetleri üzerinde düşünmeyi, onu tedebbür ile okumayı emretmektedir. Sonu "düşünmüyor musunuz?" "ak-letmiyor musunuz?" gibi ifadelerle biten birçok âyet vardır. Akıl, insana verilen en büyük nimetlerdendir. Bu nimetin şükrü ise, aklı kullanmak yani düşünmektir. Sahabe, Kur'an'ı anlamak için kendi re'y ve ictihadlarma da başvuruyorlardı.
Kur'an-ı Kerim, kendinden önceki kitaplardan; Tevrat ve İncil'den sıkça sözeder. Tevrat Kur'an'da geçen kıssaların ayrıntılarına varıncaya kadar ele almaktadır. Medine'ye hicret edildikten sonra müslümanlar Ehl-i Kitap ile içice yaşamaya başlamışlardır. Bu nedenle müslümanlarla Ehl-i Kitap arasında kültür alış-verişinin bulunması doğaldır. Ancak Ehl-i Kitap, Tevrat ve InciL'i tahrif etmişlerdir. O halde bu kültür alış-verişinde müslü-manların ihtiyatlı davranmaları gerekiyordu. Sahabe Kur'an'ı anlama noktasında kimi konularda Ehl-i Kitaba müracaat etmişlerse de bu ihtiyatı elden kaçırmadıklarım söylemek mümkündür. Ancak sonraki müslüman nesillerin aynı şekilde davrandıklarım ne yazık ki söyleyemiyoruz. Maalesef müfessirlerimizin bir çoğu hem de ayıklama yapılmaksızın Ehl-i Kitabın kültürüne başvurmuş ve bu kültürün sapmalarını kitaplarına aktarmışlardır. [106]
Arap dilinde takip edilen yol anlamına gelen "sünnet" dinî terminolojide Peygamber (s.a.v.)'in söz, davranış ve ikrarları için kullanılır. Bir kişiye nisbet edildiğinde, mesela "falanın sünneti" denildiğinde o kimsenin takip ettiği yol, âdet ve davranışları kastedilir.
Peygamber'in ikrarlarına da sünnet denilmesi, onun yanlış ve hatalı söz ve davranışlara karşı sessiz kalmamasından dolayıdır. Söylenen söz ve yapılan davranışta bir hata ve yanlışlık varsa Peygamber mutlaka onun doğrusuna dikkat çeker, huzurunda söylenen söz veya yapılan davranışa sessiz kalmışsa o söz ve davranışı ikrar ediyor demektir, işte bu nedenle ikrarları da sünneti çerçevesinde kabul edilmiştir.
Kur'an-ı Kerim inanç prensiplerinin yanında ibadet, ahlâk, hukuk, ve benzeri sosyal kurumlarla ilgili emir ve yasakları da içermektedir. Sosyal kurumlarla ilgili emir ve yasaklar hayatın pratiğiyle ilgili hususlardır. Kur'an'da nazarî olarak anlatılan bu bilgiler çoğu zaman Peygamber (s.a.v.) tarafından pratiğe aktarılıyordu. Mesela namaz kılınması Kur'an'da emredilmekte bu arada namazın rükünleri olan rükû, sucûd, kıraat gibi hususlar zikredilmekle birlikte nasıl pratiğe aktarılacakları anlatılmamaktadır. Peygamber (s.a.v.) namaz kılarak müslümanlara rehberlik etmiş, «Ben nasıl namaz kılıyorsam siz de öylece namaz kılın»[107] buyurmuştur.
Yine Kur'an'da kapalı olarak yani mücmel ve mutlak olarak zikredilen kimi hususlar Peygamber (s.a.v.) tarafından açıklanmıştır.
İnsanlar arasında Kur'an-ı Kerimin tefsirine en ehil olan, hiç şüphesiz Kur'an'ın kendisine indirildiği Peygamber (s.a.v.)'dir.
işte bu gibi nedenlerle sünnetin dindeki önemi büyüktür. Nitekim yüce Allah Peygamber'i hem tebliğ[108] ve hem de tebyin (açıklama) ile görevlendirmiştir. Bir âyette şöyle Duyurulmaktadır:
«İnsanlara kendilerine indirileni açıklaman için sana bu Kur'an'ı indirdik,» [109]
Tebliğ, Kur'an ayetlerinin indirildikleri lafızlarla insanlara ulaştırılması, tebyin ise, bu lafızlardan insanlara kapalı gelen kelime ve cümlelerin açıklanması yani tefsir edilmesidir. Sünnetin, temel bir kaynak olduğu şu hadisede de açık bir şekilde ortaya konmaktadır:
Peygamber (s.a.v.) Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderdiğinde ona ne ile hükmedeceğini soruyor. Muaz: Allah'ın Kitabı ile hükmederim, diyor. Peygamber: Ya karşılaştığın olayla ilgili Allah'ın Kitabında birşey bulamazsan ne yaparsın, diye soruyor. Muaz: Rasûlünün sünnetiyle hükmederim, diyor. Peygamber: Ya Râsûlünün sünnetinde de bulamazsan ne ile hükmedersin, diye soruyor. Muaz: Kendi re'yimle ictihad ederim, karşılığını veriyor.
Olayı nakleden Muaz diyor ki: Aramızda bu konuşma geçtikten sonra Peygamber (s.a.v.) eliyle göğsüme dokundu ve: "Allah'ın elçisinin elçisini, kendi elçisinin rızasına muvaffak kılan Allah'a şükürler olsun" buyurdu.[110]
Peygamber (s.a.v.)'in Kur'an'ı açıklamaları vahye mi dayalıydı, kendi içtihadıyla mıydı, yoksa bir kısmı vahiy, bir kısmı içtihadıyla mıydı? konusunu tartışmanın pratikte bir yararı yoktur. Çünkü Peygamber (s.a.v.)'in açıklamalarında bir hata sözkonusu olmuşsa vahiy tarafından uyarılmış ve içtihadı tashih edilmişti. Buna göre ictihadları da vahiy tarafından hükmen onaylanmıştır. Çünkü Kur'an'da Peygamber (s.a.v.) müslümanlara örnek olarak gösterilmektedir.[111] Hatalı davramş ya da içtihadın örnek olarak gösterilmesi düşünülemez. Kur'an-ı Kerim incelenecek olursa peygamberler dışında hiçbir fert bütün söz ve davranışlarıyla örnek gösterilmiş değildir. Çünkü diğer fertler hata ettiklerinde vahiy inip onların ictihadlarım düzeltmemektedir.
Ayrıca Kur'an-ı Kerim'in birçok âyetinde Peygambere itaat ve ona tabi olunması emredilmektedir. Bu âyetlerden birkaç tanesi şöyledir:
«Kim Peygamber'e itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur.»[112]
«Ey iman edenler. Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah'a ve Peygamber'e götürün; bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha iyidir.» [113]
Kur'an-ı Kerim belli bir dönem için gönderilmiş değildir. Bu nedenle Peygamber'e itaat, anlaşmazlık durumunda çözüm için anlaşmazlığı ona götürmek sadece Peygamberin hayatı ile ilgili bir mesele olarak düşünülemez. Onun vefatından sonra da ona itaat ve anlaşmazlığı ona götürme sözkonusudur. Vefatından sonra ona itaat ve anlaşmazlığı ona götürmek ancak sünnetine itaat ve anlaşmazlığı sünnetine götürmekle mümkündür. Müfessirle-rimiz de ona itaati, sünnetine itaat şeklinde anlamışlardır.[114]
Yüce Allah yine şöyle buyurmaktadır:
«Ey iman edenler! Allah'a ve Resulüne itaat edin, işittiğiniz halde ondan yüz çevirmeyin.»[115]
«Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem tayin edip sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın onu tam manasıyla kabullen-medikçe iman etmiş olmazlar.»[116]
«De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir. De ki: Allah'a ve Resulüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.»[117]
Sahabe Kesûlullah'ın yakınında olmaya, İslâm'ın uygulamasını ve ibadetini ondan görerek öğrenmeye özen gösteriyor ve sonra da öğrendiklerini gidip akraba ve çevrelerine öğretiyorlardı, Buhârî, Malik b. el-Huveyrisî'nin şöyle dediğini nakleder: Kavmimden beş-on kişi ile beraber Peygamber (s.a.v.)'in yanına gelmiştim. Yanında yirmi gün kaldık. Peygamber (s.a.v.) şefkat ve merhamet sahibi idi. Çoluk çocuğumuzu özlediğimizi görünce bize: "Haydin ailelerinizin yanına dönünüz. Yanlarında bulununuz. Onlara dini Öğretiniz. Beni nasıl namaz kılar gördünüzse Öylece namaz kılınız. Namaz vakti geldiğinde içinizden biri ezan okusun. En yaşlınız da size imam olsun" buyurdu.[118]
Bu ve benzeri diğer rivayetlerden [119]Asr-ı Saadette sahabenin, Rasûlullah (s.a.v.)'in sünetini birbirlerine aktardıklarını öğreniyoruz.
Peygamber (s.a.v.) Allah'tan gelen vahiyleri pratik hayata aktarıyor ve ihtiyaç duyulan hususlarda açıklamalarda bulunuyordu. Meydana gelen olayları ve din konusunda kendisine yöneltilen soruları, o ana kadar Kur'an'dan inen âyetler ışığında çözüme bağlıyor ve cevaplandırıyordu. Şayet konuyla ilgili henüz bir vahiy inmemişse, inmesini bekliyordu. Müslümanlar da Peygamberin açılamalarını ve verdiği hükümleri kabul ile karşılıyorlardı. Bununla birlikte ihtiyaç duyduklarında Peygamber'den gelen emir ve önerilerin vahiy eseri olup olmadığını tahkik etmek istedikleri de olmuştur. Bu konuda kendisine başvurdukları yine Peygamberin kendisi idi. Bedir savaşındaki şu olayı misal olarak zikredebiliriz:
Peygamber (s.a.v.) Bedir'de islâm ordusunu bir yere mevzi-lendirnıek istedi. Sahabî Hubab b. Munzir, savaş stratejisi bakımından orayı uygun görmediğinden Peygambere: "Burayı mı seçtiniz? Burası Allah'ın konaklayın deyip ötesine ve berisine geçe-miyeceğimiz bir konaklama yeri midir, yoksa kendi görüşünüz ve savaş taktiği gereği midir? diye sordu.
Peygamber (s.a.v.): Hayır, bu kendi görüşüm ve savaş taktiğidir, dedi. Bunun üzerine Hubâb, orasının uygun olmadığım söyledi ve başka bir yer önerdi. Peygamber (s.a.v.), onun önerdiği yeri uygun gördü.[120]
Hurma aşılama olayında olduğu gibi Peygamber (s.a.v.)'in dünya işlerine dair isabetsiz görüşleri olmuştur ve görüşünün isabetsizliği ortaya çıktıktan sonra bu görüşünden vazgeçmiştir.
Hurma aşılama olayında Peygamber (s.a.v.) hurma aşılayan birkaç kimseye rasthyor. Bunlar ne yapıyorlar? diye soruyor. Aşı yapıyorlar; erkeği dişiye ekleyince aşılanıyor, dediler. Peygamber: Yapiftasalar daha iyi olur, dedi. Bunun üzerine hurmaları aşılayanlar, onları aşılamaktan vazgeçtiler. Ancak o sene iyi bir mahsul almadılar. Durumu Peygamber (s.a.v.)'e bildirince: "Dünya işlerinizi siz daha iyi bilirsiniz. Ben de bir beşerim. Size dininize dair bir şey emrettiğimde, onu alın. Kendi görüşüm olarak birşey söylediğimde ise, ben de bir beşerim.[121]
Bu konuyu ele alan Aliyyu'1-Karî bu rivayetten şu sonucu çıkarıyor: Burada dinî hükümlerle ve âhiret halleriyle ilgisi bulunmayan dünyaya ait meselelerde peygamberlerin ismet sıfatına sahip bulunmadıklarına dair bir uyarı vardır.[122]
Maamafıh sahabeden kimisi de, Peygamberi her hususta Örnek alır niçin şöyle ya da böyle dediğine veya davrandığına bakmaksızın onun yaptığı gibi yapardı. Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'ın bu konuda son derece titiz olduğu bilinmektedir. Öyle ki, Mekke ile Medine arasında yolculuk ederken, Peygamber (s.a.v.) bir ağacın altında oturup dinlenmişse, o da orada oturup dinlenirdi. Ancak bu anlamda yani mubah konularda peygamberi örnek almanın fert bazında kaldığım ve yaygın olmadığını belirtmek gerekir.[123]
Peygamber (s.a.v.) hadislerinin başkalarına aktarılmasını teşvik ediyordu. Hadisler eğer başkalarına aktarılacaksa onları korumanın ve onları başkalarına aktarmanın iki yolu vardır. Bunlardan biri, ezberlenmeleri, ikincisi ise, yazılmalarıdır. Nitekim Kur'an-ı Kerimin korunup başka nesillere aktarılması bu iki yolla olmuştur.
Hadislerin yazılması konusunda Peygamber (s.a.v.)'den farklı rivayetler nakledilmektedir. Bu rivayetlerin kiminde hadislerin yazılması yasaklanırken kiminde ise teşvik edilmektedir.
Hadislerin yazılmalarının yasaklanmasını ifade eden bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Benim sözlerimden bir şey yazmayın. Herkim benden, Kurandan başka birşey yazmışsa onu yok etsin.[124]
Yasaklama ile ilgili başka rivayetler de vardır. Yazılmasını teşvik aden rivayetlerin, birinde ise Abdullah b. Amr şöyle demektedir: "Peygamber (s.a.v.)'den duyduğum ve muhafaza edilmesini istediğim her şeyi yazıyordum. Kureyş: "Sen Peygamber'den duyduğun herşeyi yazıyorsun, oysa o da insandır; gazap ve rıza hâlinde konuşabilir" diyerek yazmaktan beni menetti. Ben de yazmaktan vazgeçtim ve bu durumu Peygamber'e anlattım. Eliyle ağzına işaret ederek şöyle buyurdu: 'Yaz, nefsim elinde olana yemin ederim ki ondan ancak hak söz çıkar.[125]
Gelen rivayetlerden anlaşıldığı gibi sahabeden bir kısmı hadisleri yazıyordu. Kimi araştırmacılar yazanların sayılarının da az olmadığı görüşündedir. Mesela Muhammed Hamidullah, bunların sayılarının elliye ulaştığı görüşüne katılmaktadır.[126]
Hadislerin yazılmasını yasaklayan ve teşvik eden rivayetler arasındaki çelişkiyi uzlaştırmak için farklı görüşler ileri sürülmüştür. Biz burada daha tutarlı gördüğümüz ikisini nakletmekle yetineceğiz.
Bunlardan birincisi şöyledir: Peygamberin kendi sözlerinin yazılmasını yasaklaması, bu sözlerin Kur'an'a karıştırılması endişesinden kaynaklanıyordu.[127] Bu nedenle onları Kur'an'a karıştırmayacaklarından emin olduğu kimselere yazma izni vermişti. Kur'an-ı Kerim âyetlerinin çoğu nazil olduktan ve birçok hafız tarafından ezberlendikten ve başka birşeyle karışması endişesi ortadan kalktıktan sonra Hz. Peygamber hadislerin yazılması iznini genelleştirmiştir.[128]
ikincisi ise; insanların hadislere yönelip Kur'an'ı ihmal etmeleri endişesidir. Hadisleri yazma işinin dar çerçevede tutulması sadece ilk dönemleri kapsamıyor. Kur'an-ı Kerim'in birçoğu indikten ve ezberleyenleri ile onu yazanlar çoğaldıktan sonra da aynı endişe devam etmektedir. Sahabeden yapılan nakillerde bu endişe daha bariz bir şekilde kendini göstermektedir. Mesela bir ara Hz. Ömer hadisleri yazdırtmayı düşünmüş fakat insanların hadislere yönelerek Kur'an'ı ihmal etmelerinden endişe etmiştir.[129]
Sahabe döneminde hadislerin yazıya aktarılması, "Sahife" ismini taşıyan küçük risalelerden ibaret idi. Bildiğimiz anlamda tedvin edilip hacimli kitaplarda toplanmaları sonraki nesillerde gerçekleşmiştir. [130]
Sahabe hadisleri lafızlarıyla aktarmaya önem gösteriyordu. Peygamber hangi lafızları kullanmış ve cümleyi nasıl kurmuşsa öylece aktarmaya özen gösteriyorlardı. Genel eğilim buydu. Ancak zaruret halinde mana ile de rivayet ediyorlardı.
Lafizla rivayete o derece önem verenleri vardı ki bir harfin eksik veya fazla rivayet edilmesine tahammül etmezlerdi. Birinin bu şekilde bir hadisi rivayet ettiğini gördüklerinde hemen müdahale eder ve düzeltirlerdi. Özellikle Hz. Ömer ve oğlu Abdullah'ın bu işe son derece Önem verdiklerini gelen rivayetlerden anlıyoruz.[131]
oer (.s.a.vj henüz hayatta iken başlamıştır. Tahkik isteği, sahabe-nin biribirlerinden şüphe etmelerinden çok hadisi nakleden kişinin yanlış anlamış olması ya da unutmuş olması endişesinden kaynaklanıyordu. Çünkü sahabe genelde birbirlerinin adaletine güveniyorlardı. Maamafîh kimi tahkik isteğinin şüpheden kay-nak-1 anmadığını da söyleyemeyiz. Ne de olsa nakledilen rivayet dini ilgilendirmektedir ve müslümanlar için dinleri, can ve mallarından önde geliyordu.
Ayrıca Kur'an-ı Kerimin birçok âyetinin düşünmeyi, haberleri tahkik ettikten sonra kabul etmeyi tavsiye etmesi müslüman-larda "ilmî şüphe" dediğimiz melekenin gelişmesine neden olmuştu.
Mesela Abdullah b. Amr, Peygamber (s.a.v.)'in oturarak namaz kılmanın yarım namaz olduğuna dair bir hadisim duyuyor. Bir ara Peygamber'in yanına gittiğinde onun oturarak namaz kıldığım görüyor. Bunun üzerine duyduğu hadisi tahkik etme ihtiyacı duyuyor ve: Ya Resûlallah, bana anlatıldığına göre oturarak namaz kılmanın yarım namaz olduğunu buyurmuşsunuz. Siz ise oturarak namaz kılıyorsunuz, demiştir. Peygamber (s.a.v.): "Evet öyledir. Ama ben sizden biriniz değilim" buyurmuştur.[132]
Bazen çok yakından tanıdıklarının yaptıkları nakiller için de tahkik ihtiyacı duyuyorlardı. Hz. Ömer'le ilgili şu rivayet bunu göstermektedir:
Hz. Ömer, Ensar'dan olan komşusuyla münavebeli olarak Peygamber'in yanında bulunurlardı; bir gün biri işle meşgul olur diğeri ise Peygamber'in yanında bulunur ve gelen vahyi diğerine haber verirdi. Hz. Ömer diyor ki: Yatsı vakti arkadaşım döndü, kapımı sertçe çaldı: O, burada mı diye bağırıyordu. Endişe ile kapıya koştum. Arkadaşım: Çok önemli bir olay oldu, dedi. Ne oldu, Gassan'lılar mı saldırdı? dedim. Hayır, daha büyük bir şey oldu; Peygamber hanımlarım boşadı, dedi.
Bunun üzerine Hz. Ömer gidiyor, Peygamber (s.a.v.)'in kapısını çalarak girme izni istiyor, izin verildiğinde içeri giriyor ve Peygamber'e hanımlarım boşadm mı, diye soruyor. Hz. Ömer diyor ki: Peygamber (s.a.v.) bana şöyle bir baktı ve sonra: Hayır, dedi.[133] Kişi bazen kendisine çok yakın birinin verdiği haberi bile tahkik etme ihtiyacı duyuyordu.
Bir defasında Hz. Ali Yemen'den geliyor. Hz. Fatıma'nm boyanmış bir elbise giydiğini ve gözlerine sürme çektiğini görüyor.
Hz. Fatıma, Peygamber (s.a.v.)'in kendisine böyle davranmasın-tavsiye ettiğini söylediyse de Hz. Ali durumu tahkik etmek istiyor. Peygamber'e giderek Fatıma şöyle şöyle dedi, diyor. Peygamber (s.a.v.): "Doğru söylüyor, doğru söylüyor, ona böyle yapmasını ben söyledim", buyuruyor.[134]
Hz. Peygamber hayatta iken durumu tahkik etmek istediklerinde ona gidip nakledilen haberi tahkik ediyorlardı. Onun vefatından sonra ise tahkik ihtiyacı duyduklarında hadisi rivayet eden kişiden ya şahit getirmesini istiyorlardı veya ona yemin ettiriyorlardı.
îlmî faaliyetler alanında olsun, diğer alanlarda olsun idarecilerin tavırları daha etkin ve daha belirleyicidir. Özellikle idarecilerle toplum aynı ortak değerleri paylaşıyorlarsa bu etkinlik ve belirleyicilik daha da kuvvet kazanır. Bu nedenle biz burada ilk iki Raşid halifenin takındıkları tavrı incelemekle yetineceğiz. [135]
Hz. Ebu Bekir hadis rivayeti karşısında son derece ihtiyatlı davranmıştır. Kendisinden yapılmış hadis rivayeti çok azdır. Zehebî'nin (öl. 748/1347) belirttiğine göre hutbelerinde halkı hadis rivayet etme konusunda uyarıyordu. Bir hutbesinde şöyle demektedir: "Sakın yalan söylemeyin, yalan söylemek fucûra, fucûr da cehenneme götürür."[136]
Zehebî'nin belirttiğine göre yine bir hutbesinde şöyle demiştir: "Siz Rasûlullah'tan ihtilaf ettiğiniz bazı hadisleri rivayet ediyorsunuz, insanlar sizden sonra daha çok ihtilafa düşeceklerdir. Allah Rasûlünden hiçbir şey rivayet etmeyin. Eğer sizden hadis söylemenizi isteyen olursa, onlara: Aramızda Allah'ın Kitabı var deyiniz. Onun helâlini helâl, haramım haram kılınız."[137] Zehebî'nin de belirttiği gibi Hz. Ebu Bekir bu sözleriyle rivayet kapısını tümden kapatmak istemiyordu. İhtiyatlı davramlmasmı ve ancak kesin olarak emin olduktan sonra hadisin rivayet edilmesini hedefliyordu. Nitekim hadislere dayalı olarak verdiği pek çok hüküm vardır. Meymun b. Mihrân'ın (öl. 118/736) naklettiğine göre o, bir mesele ile ilgili hüküm sorulduğunda önce Allah'ın Kitabına bakar venunla hükmederdi. Bulamadığında Rasûlul-lah'ın sünnetine müracat ederdi. Bu ikisinde debir hüküm bulamadığı takdirde kendi re'yi ile ictihad ederdi.[138]
İhtiyaç duyduğu zaman raviden şahit getirmesini isterdi. Mesela ölmüş birinin baba-annesi geliyor ve torununun mirasından miras alıp alamayacağım soruyor. Hz. Ebû Bekir: Allah'ın Kitabında senin için böyle bir hak bulamadım. Resûlullah (s.a.v.)'den de böyle birşey duymadım dedikten sonra oradakilere soruyor. Mugire b. Şu'be kalkıyor ve bu durumdaki bir kadına Peygamber'in 1/6 pay verirken bizzat gördüğünü söylüyor. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir ona: "Senin yanında başka kimse var mıydı?" diyerek şahit getirmesini istiyor. Muhammed b. Seleme şahitlik edince Ebu Bekir, o kadına 1/6 pay veriyor. [139]
Hz. Ömer de selefi gibi ihtiyatlı davranmıştır. O da ihtiyaç duyduğunda hadis rivayet eden kimseden şahit getirmesini istiyordu. Buharî, Said el-Hudrî'den şöyle bir rivayet naklediyor: En-sarın meclislerinin birinde oturuyordum. Ebû Musa geldi. Gayet endişeliydi. Niçin endişelisin? dediler. Dedi ki: Ömer'in kapısını üç defa çaldım, girmem için izin verilmedi, ben de geri döndüm. Ömer, bir adam salarak beni çağırttı ve niçin geri döndüğümü sordu, içeri girmek için üç kez izin istedim, gir diyen olmadı, ben de geri döndüm. Nitekim Peygamber (s.a.v.): "Biriniz üç kez girmek için izin istediği halde girmesine izin verilmezse, geri dönsün"[140] buyurmuştur, dedim. Ömer: "Allah'a yemin ederim ki, Peygamber'in böyle buyurduğuna dair delil (şahit) getireceksin" dedi. Sizden, peygamber'in böyle buyurduğunu duyan var mı? Übey b. Kab: Allah'a yemin ederim ki, burada oturanların en küçüğü bile bu hadisi duymuştur ve p seninle birlikte gelecektir, dedi. (Ravî diyor ki): Orada oturanların en küçüğü ben idim. Ebû Musa ile birlikte gittim ve Ömer'e, Peygamber'in böyle buyurduğunu söyledim. O zaman Ömer, Ebû Musa'ya şöyle dedi: "Ben seni itham ediyor değilim. Ancak insanların Peygambere isnad ederek ileri-geri Konuşmalarından endişe ediyorum."[141]
Hz. Ömer'in şahit getirilmesini istediğine dair pekçok misal vardır.[142] Ayrıca onun çokça hadis rivayet edenleri bu işten sakındırdığını da biliyoruz.
Şahit getirilmesini istemenin, sadece Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'le sınırlı bir olay olmadığım belirtmek gerekir. Şahit getirilmesini istemenin yanında rivayetten emin olmak için yemin ettirenler de vardı. Hz. Ali, metodunun yemin ettirme olduğunu belirtmektedir.[143]
Hz. Ömer'in çok hadis rivayet eden sahabîleri bu işten sakındırması, onların uydurma hadis nakletmelerinden kaynaklanmıyordu. Tesbit edebildiğimiz kadarıyla bunun iki sebebi vardı:
Birincisi: Gerekli hassasiyetin gösterilmesi ve hadisin Peygamber tararından söylendiği hususunda tam emin olmadan nak-ledilmemesidir. însan kasıtlı olmayabilir, ama insan olması hasebiyle unutabilir, yanılabilir. Hz. Ömer işte bu hususa dikkat çekmek istiyordu.
ikincisi: Hadislerle iştigalin, Kur'an'la iştigal etmenin önüne geçmemesidir.
Kur'an-ı Kerim, dinin temeli ve kaynağıdır. Müslümanların her şeyden önce Kur'an'ı öğrenmeleri ve onu anlamaya çalışmaları gerekir.
Kuraza b. Kab'm rivayetine göre Hz. Ömer onları Irak'a gönderirken Sırâr denilen yere kadar kendileriyle birlikte yürümüş ve kendileriyle buraya kadar gelmesinin sebebim bilip bilmediklerini onlara sormuştur. Onlar: "Çünkü biz, Rasûlullah'ın ashabıyız, bunun için bizimle buraya kadar yürümüş olmalısın, demişler. Bunun üzerine Hz. Ömer onlara şu tavsiyede bulunmuştur: "Siz öyle bir kavme gidiyorsunuz ki Kur'an'la çokça iştigal ediyor, onu çokça okuyorlar. Arı kovanının çıkardığı ses gibi her yer Kur'an okuma sesleriyle doludur. Sakın hadislerle onları meşgul edip Kur'an'dan alıkoymayasınız Kur'an'm'iyi okunmasına dikkat edin. Rasûlullah (s.a.v.)'den rivayeti de azaltın. Hadi gidin ben de sizinle beraberim."[144]
ilk dönem muhaddi si erinden bir kısmı da buna önem vermişlerdir, Muhaddislerden birçoğu, Kur'an eğitimini tamamladıklarından, en azından Kur'anin bir kısmım ezberlediklerinden emin olmadıkları kimseleri ders halkalarına almazlardı. Bu konuda Hafs b. Gıyâs şöyle diyor: A'maş'a gittim ve bana hadis anlat, dedim. Kur'an-ı Kerimi hıfzettin mi? dedi. Hayır, dedim. Öyleyse git, Kur'ani hıfzet ve sonra gel, dedi. Gittim, Kur'an'ı hıfzettim ve sonra tekrar ona geldim. Kur'an'dan bir miktar okumamı istedi. Oku-dum.-Beni dinledikten sonra bana hadis anlatmaya başladı.[145]
Hz: Ömer'in davranışım, onun sünnete karşı olduğu şeklinde değerlendirmemek gerekir. O sadece Kur'an'a daha fazla önem verilmesi gerektiğini, onunla daha fazla meşgul olmanın gerekliliğini vurgulamak istiyordu. Nitekim hilafeti döneminde sünnete dayanarak birçok hüküm verdiği bilinmektedir. [146]
Hadislerin sahihlerim diğerlerinden ayıklamak için hadisi rivayet eden ravîlerden oluşan sened zincirinin, bir de nakledilen metnin tenkide tabi tutulması gerekir.
Ravi, iki yönden değerlendirmeye tabi tutulur. Bunlardan biri adalet, diğeri ise zabt'tır.
Kavinin adalet sahibi olması; müslüman ve muttaki olması demektir. Büyük günahları işleyen ve küçük günahlar üzerinde ısrar eden kişi, adalet sahibi değildir. Adalet vasfına sahip olması için ayrıca âkil ve baliğ olması gerekir.
Buna göre çocuğun, delinin, fasık kimsenin, bid'at ehlinden olanın rivayeti kabul edilmez. Ayrıca ücretle hadis rivayet eden kimsenin de rivayetini kabul etmemişlerdir.
Kavinin zabtından kasıt ise, onun uyanık biri olması, dalgın olmaması, şifahî yolla rivayet ediyorsa hafızasının güçlü olması .ye ezberlediğini olduğu gibi aktarabilmesi, eğer yazdığım aktarı-yorsa imlâsının ve okumasının iyi olmasıdır. Ayrıca mana ile hadisin rivayet edilmesini kabul edenlere göre -ki çoğunluk bu görüştedir- naklettiği hadisin konusuna vakıf yani âlim olmasıdır.
Buna göre unutkan kimsenin, rivayet etmediği bir hadis için sen bunu rivayet ettin denildiğinde tereddüt eden kimsenin, şâz hadisleri, bir de sahih hadislere muhalif hadisleri nakleden kimsenin rivayeti kabul edilmez.
Sahih hadisin belirlenmesi için hadisin metin yönünden de tenkide tabi tutulması gerekir. Metin tenkidinde kıstas olarak alınacak hususlar özet olarak şöyledir: Nakledilen hadisin Kur'an'a ve sahih sünnete muhalif olmaması, tarihî vakıalara ters düşmemesi, akla, his ve müşahedeye aykırı olmaması, ölçüsüzlükler ihtiva etmemesi, kendi bünyesinde çelişkiler taşımamasıdır.
Hadis tenkidine dair özet bir bilgi verdikten sonra sahabe döneminde hadis tenkidine geçebiliriz.
Rivayetlerde sened zikretme geleneği Islâmdan önce de Araplar arasında biliniyordu. Bazen şiir ve kıssaları senedleriyle zikrediyorlardı. Aynı geleneğin Rasûlullahin sünnetini naklederken de devam etmesi tabiîdir. Bununla birlikte Hz. Osman'ın öldürülmesi hadisesine kadar senedin gereği şekilde ciddiye alındığını söyleyemeyiz. Ancak bu olaydan sonra sened ciddiye alınmaya başlanmıştır. Çünkü bu olaydan sonra müslümanlar arasında grup ve fırkalar ortaya çıkmış, müslümanlarm birbirlerine güvenleri sarsılmıştır.
Belki Hz. Ebû Bekir'in nakledilen rivayetler için şahit istemesi, bu konuda Hz. Ömer'in onu takip etmesi, bir bakıma sened.ten-kididir ve senedi ciddiye alma çabalarıdır. Ancak her rivayet için böyle bir tenkid sözkonusu değildi. Ancak ihtiyaç duyulduğunda bu yola başvuruluyordu. Senedin gereği şekilde ciddiye alınması ve senedin yaygın bir şekilde kullanılması, belirttiğimiz gibi Hz. Osman'ın öldürülmesinden sonra gündeme gelmiştir. Muhammed b. Sîrîn'in (öl.HO/728) genelleme yaparak söylediği şu söz bunu göstermektedir: "Senedi sormuyorlardı. Fitne vukubulduğun-da, ravilerinizi belirtin, dediler. Böylece EhH Sünnet'ten olanların rivayetleri kabul edildi, bid'at ehlinin rivayetleri ise reddedildi."[147]
Mücahidin (Öİ.103/V21) îbnu Abbas hakkında şn anlattığıda ilk dönemde senedin aranmadığını göstermektedir.'"Mücahid diyor ki: Buşeyr el-Adevî îbnu Ahbas'a geldî ve anlatmaya koyularak "Rasulullah buyurdu ki... Rasûlullah buyurdu ki... " demeye başladı. O bu şekilde anlatmaya başlayınca îbnu Abbas ne onun sözüne kulak verdi ve ne de ona taraf baktı. Buşeyr: Ey Abbas'ın oğlu! Ben Rasûlullah'tan naklediyorum, sen beni dinlemiyorsun, dedi. Bunun üzerine îbnu Abbas şöyle dedi: Bir zamanlar biri "Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki..." dediğinde pürdikkat kesilir onu can kulağıyla dinlerdik. Ama insanlar rastgele konuşmaya başlayınca ancak emin olduğumuzu almaya başladık.[148]
Bu ve benzeri rivayetler önceleri senede önem verilmediğini göstermektedir. Ne var ki senede önem verilmeye başlandığında geç kalınmamıştı. Çünkü hadis uydurmacılığı henüz yeni yeni başlıyordu. ,
Sahabe aöneminde sened tenkidi yukarıda anlatılanlardan da anlaşıldığı gibi o derece önem arzetmiyordu. Çünkü insanlar iyi niyetliydi, Peygamber (s.a.v.)'in eğitiminden geçmişlerdi. Fakat metin tenkidi her dönem için önem verilmesi gereken bir husustur. Çünkü insanın yaptığı hatalar her zaman kasıttan kaynaklanmaz, insan yapısı itibariyle unutabilir, yanılabilir, yanlış duymuş olabilir. Bu gibi durumlarda kişi, kasdî değildir ama yine hata etmektedir. Ayrıca hadis rivayeti konusunda kişi kasdî de davranmış olsa, unutma ve yanılma mahsulü de olsa sonuçta hata, yine hatadır. Aradaki fark sadece hata eden kişinin âhiretteki sorumluluğuyla ilgilidir. O halde metin tenkidi Asr-ı Saadette de önem arzediyordu.
Şunu da belirtmek gerekir ki metin tenkidi, herkesin rahatlıkla becerebileceği bir konu değildir. Tenkid yapacak kişinin ilmî bir birikime, ilmî dikkat hasletine, ince bir zekâya sahip olması, tenkid edeceği metnin muhteva ve diline bihakkın vakıf olması gerekir. Belki her şahabı bu meziyetlere sahip değildi, ama o toplumda bu meziyetlere sahip olanların oram, elbette diğer toplum-lardakilerin oranından daha fazladır.
Yapılan hatalar, unutma ve yanılmanın yamsıra şöyle bir durumdan da kaynaklanabiliyordu:
Cuma, bayram ve savaş öncesi yapılan toplantılar dışında Peygamber (s.a.v.)İn ilmî sohbetlerinin belli bir zamanı yoktu. Ashabının durumunu müsait bulduğu her anı firsat biliyor ve bunu değerlendiriyordu. Bu nedenle konuşmasının bir kısmım yaptıktan sonra meclise başka bir sahabî gelip oturabiliyor ve konuşmanın geri kalan kısmını dinliyordu. Bilahare dinlediğini nakletmesi sözkonusu olduğunda ancak dinleyebildiği kısmı naklediyordu. Konuşmanın tamamım dinlemediğinden naklettiği kısım, Peygamber (s.a.v.)'in anlatmak istediği sonuçtan farklı bir sonuca götürebiliyordu.
Sahabenin metin tenkidine gereken önemi verdiklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Daha Önce de dikkat çektiğimiz gibi Kur'an'm birçok âyetinde tefekkürün teşvik edilmesi, körü körüne başkasını taklit etmenin ve bir bilgiye sahip olmaksızın bir şeyin ardına düşmenin yasaklanması sahabenin diri bir İslâm anlayışına sahip olmalarım sağlamıştı. Müşriklerle ve Ehl-i kitap ile birlikte yaşamaları, zaman zaman onlarla ilmî tartışmalar yapmaları, haberleri tahkik ve eleştirme hasletlerini pekiştirmişti.
Sahabe metin tenkidi yaparken başvurdukları ilk kaynak Kur'an-ı Kerim'dir. Çünkü Kur'an-ı Kerim, diğer müminleri bağladığı gibi Peygamberi de bağlar. Peygamber'in Kur'an'a karşı görevi, onu olduğu gibi insanlara tebliğ etmesi, onu açıklaması ve emirlerine uyarak yasaklarından sakınmasıdır. Ö halde bir hadisin sıhhati için ilk ölçü, onun Kuış'arv^yetleriyle çelişmemeğidir. Nakledilen bir söz eğer Kur'an âyetleriyle çelişiyorsa, Peygamber onu söylememişti!»
Sahabeden bazısı, bir hadis naklederken, o hadisi destekle»; yen bir âyet okurdu. îbnu Mes'ud: "Size bir hadis naklettiğimizde onu doğrulayan bir âyet okuruz" dernektedir.
Ibnu.Abbas da şöyle demektedir: "Rasûlullah'tan bir hadis naklettiğimde onu Allah'ın Kitabında bulamazsanız veya insanların güzel buldukları müşterek değerlerine aykırı bulursanız, ben yalan söylemişim demektir."[149]
1. Fatıma bintu-Kays, kocası kendisini boşadığında Peygamber (s.â.V.ftn boşanan kadın için süknâ (iddet süresini evinde geçirmesi) ve nafaka verileceğine dair hüküm vermediğini nakletti. Hz. Ömer, onun bu rivayetini, «Apaçık bir hayasızlık yapmaları durumu hariç, boşanan kadınları evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar.»[150] âyetine aykırı bulduğu için reddetmiş ve şöyle demiştir: "Unutması veya hata etmesi mümkün olan bir kadının rivayetine dayanarak Rabbimizin Kitabını ve Peygamberimizin sünnetini terkedemeyiz."[151]
Şüphelendiği rivayetler için şahit isteyen Hz. Ömer, rivayetin sıhhatini tesbit konusunda bir adım daha atmış ve bu davranışıyla rivayetin Kur'an'a ters düşmemesi gerektiğini anlatmak istemiştir. Onun bu davranışı metod haline gelmiş ve sahabe arasında yaygınlaşmıştır.[152]
2. Hz. Ömer suikast sonucu yaralanınca Suheyb: Ah kardeşim, vah kardeşim diyerek ağlamaya başladı. Bunun üzerine Hz. Ömer: Ey Suheyb, ağlıyor musun? Rasûlullah (s.a.v.): "Akrabalarının üzerine ağlamalarından dolayı ölüye azap edilir" buyurdu, dedi. Hz. Aişe'ye Hz. Ömer'in böyle dediği nakledilince Hz. Aişe şöyle deiştir: "Allah Ömer'e rahmet etsin. Allah'a yemin ederim ki Rasûlullah (s.a.v.) yakınlarının ağlaması sebebiyle ne azap edileceğini kasdetmedi. Aksine Rasûlullah'm ifadesi şöyledir: "Yakınlarının ağlamasından dolayı Allah kâfirin azabını arttırır." Size bu konuda Kur'an'daki şu âyet yeter: "Kimse kimsenin günahını yüklenmez. "[153]
Bu konuda başka bir rivayetten de sözedilmektedir. Rivayet Hz. Ömer'in oğlundan geliyor. Hz. Aişe'nin buradaki tashihi Kur'an'a daha uygundur. Sözkonusu rivayet şöyledir:
Abdullah b. Ömer babasının naklettiği hadisi aynen naklediyor. Bunu duyan Hz. Aişe şöyle diyor: "Allah Ebû Abdirrahman'ı bağışlasın. Birşey duydu fakat onu iyi ezbeıieyemedi. Yalan söylemedi ama unuttu veya hata etti. Rasûlullah, kendisine ağlanılan bir yahudi Ölüsüne rastlamış ve: "Onlar ölüye ağlıyorlar. Halbuki şimdi o, kabirde azap çekiyor" buyurmuştur, dedi. Sonra da: "Kimse kimsenin günahını yüklenmez." âyetini okudu.[154]
Hz. Aişe'nin bu rivayetteki tashihi daha isabetlidir. Sözkonusu ettiği âyetin anlamına da daha uygundur. Çünkü ilk rivayette kâfirin azabının, akrabalarının ağlamalarından dolayı arttırılacağını anlatıyor. Oysa âyette "kimse kimsenin günahını yüklenmez" buyuruluyor. Bazı âlimler, bu rivayette, ölmeden Önce kendisine ağlanılmasını isteyen kâfirin kastedildiğini söyleyerek rivayeti kurtarmaya çalışıyorlarsa da, rivayetin ifadesi mutlaktır ve rivayetten böyle birşey anlaşılmamaktadır. Halbuki Hz. Aişe'nin naklettiği ikinci rivayet Kur'an'a daha uygundur.
3. Ebû Hüreyre'nin kadın, binek ve evde uğursuzluk olduğuna dair bir hadis naklettiğini duyan Hz. Aişe şöyle demiş-tir:"Ebu'l-Kasım'a Kur'an'ı indirene yemin ederim ki, Rasûlullah (s.a.v,) onun dediği gibi değil, "Cahiliye ehli şu üç şeyde uğursuzluk bulunduğunu söylerdi." buyurmuştur. Hz. Aişe böyle dedikten sonra şu âyeti okumuştur.[155] «Yeryüzünde veya kendi nefislerinizde size isabet eden hiçbir şey yoktur ki bir kitapta yazılı olmasın.»[156]
Muhtemelen Ebû Hüreyre, Peygamber (s.a.v.): "Cahiliye döneminde şöyle diyorlardı..." dedikten sonra içeri girmiş, sözün baş tarafını kaçırmıştır.
4. Peygamber (s.a.v.)'in Allah'ı gördüğüne dair birtakım rivayetler vardır. Genelde bu haberler îbnu Abbas'a dayandırılmaktadır. Bu konu sahabe döneminde konuşuluyor olmalı ki Buhâri ve Müslim'in de naklettikleri bir rivayette şöyle deniliyor: Mesrûk diyor ki: Hz. Aişe'ye: "Ey anneciğim, Muhammed Rabbini gördü mü? diye sordum. Dedi ki: Söylediklerinden tüylerim ürperdi. Her kim Muhammed Rabbini gördü derse yalan söylemiştir." Hz. Aişe böyle dedikten sonra şu âyeti okudu: "O'nu (Allah'ı) gözler göremez. Fakat o gözleri görür. "[157] Hz. Aişe, sözüne devam ederek Pey-gamber'in Cebrail'i asıl sureti üzere iki defa gördüğünü söyledi.[158]
Başka bir rivayette mesele daha teferruatlı bir şekilde ele alınmaktadır. Bu rivayete göre Hz. Aişe, şu karşılığı vermiştir: "Her kim Muhammed Rabbini gördü derse Allah'a büyük bir iftira etmiştir." Mesruk diyor ki: "Ey müminlerin annesi, acele etme, Allah teâlâ; "Onu ufukta gördü"[159],Onu başka bir defa daha gördü"[160] buyurmuyor mu?" dedim. Şöyle cevap verdi: Ben, Rasûlul-lah'a bu konuda ilk soruyu soran müslümanım. Rasûlullah'a neyi gördüğünü sordum: "O, Cibril'di. Yaratıldığı suret üzere bu iki defadan başka onu görmedim. Gökten yere doğru iniyordu ve yer ile göğün arasını kaplamıştı." buyurdu. Mesruk, Hz. Aişe'nin daha sonra En'anı sûresinin 103.cü âyetiyle Şûra sûresinin öl.ci âyetini okuduğunu belirtmektedir.[161]
5. Yine Hz. Aişe'ye Ebu Hüreyre'nin: "Zinadan, doğan kişi, üçün (zina eden erkek ile kadın ve bunların oğlu) en şerlisidir" şeklinde bir hadis naklettiği aktarılınca Hz. Aişe: Hadis öyle değildir. Münafıklardan, Rasûlullah (s.a.v.)'i rahatsız eden bir adam vardı. Peygamber (s.a.v.): "Falan kişiden kim hakkımı alacak" buyurdu. Ashab: "O, bütün bu yaptıklarının yanında zina çocuğudur da" dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.): "O zinadan doğan kişi, üçün en şerlisidir" buyurdu. Hz. Aişe daha sonra şu âyeti okudu: [162] "Kimse kimsenin günahını yüklenmez. "[163]
6. Hz. Aişe ve îbnu Abbas, Ebû Hüreyre'nin naklettiği, ellerin kaba daldırılmadan önce yıkanmaları gerektiğini anlatan rivayetini Islâmın kolaylık anlayışına aykırı bulduklarından dolayı reddetmişlerdir.[164]
7. Ebû,Hüreyre, Peygamber (s.a.v.): "Bir peynir parçası bile olsa ateş değmiş şeylerden yedikten sonra abdest alınmasıerekir" buyurmuştur deyince îbnu Abb'as sert bir şekilde karşr çıkmıştır.[165]
îbnu Abbas'm karşı çıkması, Peygamberin böyle durumlarda abdest almayıp namaz kıldığın bizzat görmesinden dolayıdır.[166]
Gerek Ebû Hüreyre'nin ve gerek îbnu Abbas'm rivayetlerini rivayet eden başka sahabîler de vardır. Bu rivayetler arasındaki çelişki nesh ile izah edilmektedir. Peygamber (s.a.v.)in ilk dönemlerde müslümanları temizliğe alıştırmak için abcjest alinayı şart koştuğu ifade edilmektedir.[167]
Netice olarak sahabe metin tenkidi yaparken ya metni Kur'an âyetlerine aykırı bulduklarından dolayı, ya bizzat Peygamberden duydukları birhadise aykırı bulduklarından dolayı ya da îslâmın genelinden anladıklarını baz alarak kendi re'yriyle tenkid ediyorlardı.
Sahabe arasında özellikle Hz. Aişe yaptığı metin tenkidleriy-le şöhret bulmuştur. Nitekim Zerkeşî onun yaptığı eleştirileri "el-Icâbe li îrâdi mâ Istedrekethu Aişe alâ's-Sahabe" ismi altında bir kitapta toplamıştır. Sahabe arasında diğer münekkidler şunlardır: Ubâde b. Samid, Abdullah b. Abbas, Enes b. Malik, Ömer b. el-Hattâb, Ali b. Ebi Talib, Abdullah b. Amr ve Zeyd b. Sabit.[168]
Peygamber (s.a.v.) kendi ağzından hadis uyduranları şiddetle kınamıştır. Bu konuda pek çok hadis vardır. Bunlar arasında "kim benim ağzımdan bilerek hadis uydurursa, cehennemdeki yerine hazırlansın" hadisi mütevatir olup altmıştan fazla sahabî tarafından rivayet edilmiştir.[169]
Peygamber (s.a.v.)'in, kendi ağzından,hadis uydurulmasını kınamasına dair hadislerinin çokluğunu, o 'dönemde bu işi yapanların çokluğuna yormamak gerekir. Herşeyden Önce bu kınama bir peygamber tarafından yapılmaktadır. Ayrıca önceki peygamberlere yalan isnadları da ortadadır. Bu konuda vahyin kendisini uyarmış olmasına da gerek yoktur.
Vasat bir akla sahip olan bir kişi bile peygamberlere yalan is-nad edildiğini ve edilebileceğini bilir.
Sahabe, hadis uydurmacılığı konusunda çok hassas idiler. Öyle ki, acaba bir kelimeyi unutmuş muyum diye yahut kelimeleri takdim te'hir ederim diye bizzat duyduğu hadisi nakletmekten endişe edenleri vardı.
Hadis uydurmamn ne zaman başladığı konusunu araştıranlar şöyle bir vak'a naklederler: Kim olduğu bilinmeyen bir şahıs, Hz. Peygamberin elbisesine benzeyen bir elbise giyerek, Medine'ye iki mil mesafede bulunan Benû Leys kabilesine gelir ve Hz. Peygamber'in kendisim salahiyetli bir memur olarak gönderdiğini söyler. Bu adam, cahiliye devrinde bu kabileden bir kadınla evlenmek istediği halde talebi reddedilmiştir. Bu sebeple mezkûr hileye başvurur ve doğruca o kadının evine veya kendisine gösterilen yere yerleşir. Bu tayin işinden şüphelenen kabile halkı, durumu tahkik etmek üzere içlerinden birini Peygambere gönderirler. Bu habere pek öfkelenen Hz. Peygamber "yalan söylemiş Allah düşmanı!" diyerek ashaptan birini veya Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer'i vazifelendirir. Onu diri olarak yakaladıkları takdirde öldürmelerini, ölü olarak buldukları takdirde ise ateşte yakmalarını emreder. Kabileye varıldığında sahtekârın, gece dışarı çıktığı bir sırada yılan sokmasıyla öldüğü anlaşılır. Emrin ifasını müteakip Medine'ye dönüldüğü zaman, Hz. Peygamber: "Kim bilerek benim ağzımdan bir yalan uydurursa, cehennemdeki yerine hazırlansın" buyurur.[170]
Elbetteki Peygamber'in döneminde onun muarızları; münafık ve mürtedler vardı ve bunların hadis uydurmacılığına kalkışmaları düşünülebilir. Ancak bunun önü de bir bakıma tıkalı idi. Çünkü hem sahabe her verilen haberi rastgele kabul eden muhakemesi zayıf bir toplum değildi ve hem de Peygamber (s.a.v.) hayatta olduğu için bizzat kendisi bunu yalanlayacaktı. Ayrıca münafıkların birtakım tasavvurları, onlar henüz bu tasavvurlarını fiile dökmeden vahiy tarafından deşifre edilmişti. Bu durum onları bu yola başvurmaktan engelleyen önemli bir husustu.
Hz. Peygamber döneminde zikrettiğimiz hadise dışında hadis uydurulduğuna dair elimizde bir delil mevcut değildir. Sahabe arasında böyle bir durumla itham edilen de yoktur. Ancak Hz. Osman'ın şehit edilmesinden sonra batıl fırkalar ortaya çıkmış ve halkı davalarının doğruluğuna inandırmak ve taraftar kazanmak için hadis uydurma cihetine gitmişlerdir. Ayrıca işlerine gelmeyen kimi sahih hadisleri uydurma olmakla karalamaya çalışmışlardır.
itiraf etmek gerekir ki muhaddislerin takdire şayan çabalarına rağmen sonraki nesillerin kültürlerinin oluşmasında uydurma hadislerin etkisi büyük olmuştur. Her ne kadar muhaddisler, ümmeti uyarmak ve onları uydurma hadislerden uzak tutmak için mevzu hadisleri deflemiş ve ravîlerle ilgili değerli eserler telif etmişlerse de çoğu zaman yazdıkları kendi eserlerinde kalmıştır.
Belli bir dönemden sonra tabiri caizse çeyrek âlimler ümmet üzerinde daha etkili olmaya başlamış ve islâm kültürüne yön verir hale gelmişlerdir.
Genelde Ehl-i Sünnet dışı fırkaların hatalarım tenkit etmek kolaydır. Çoğu zaman bu tenkitlerin haklılığı da araştırılmadan kabul görebilir. Ancak iş Ehl-i Sünnet olarak bilinen birini tenkide gelince durum değişir. Tenkit eden haklı da olsa kimi çevrelerin karalamasından kurtulamaz. Esrarengiz yorumlarla tenkit edilen temize çıkarılır ve tenkit eden kişi karalanır. Halbuki Ehl-i Sünnet anlayışına göre en büyük müctehid bile masum değildir. Hata yapmış olması, onu müctehid olmaktan çıkarmaz ve yine büyük bir müctehid olarak kendisine saygı duyulur.
Ehl-i Sünnet içerisinde eserlerinde mevzu hadislere en çok yer verenler tasavvuf ehlidir. Aralarında muhaddislerin takip ettikleri yolu beğenmeyen ve rüya ile keşf yolunu tercih edenler az değildir. Hatta mevzu hadisleri caiz görenleri bile vardır. Muta-savvuf ve müfessir ismail Hakkı Bursevî, müfessirlerden Zamahşerî, Kadi Beydavî ve Ebu's-Suûd'un sûre sonlarında o sûrenin faziletiyle ilgili naklettikleri mevzu hadisler konusunda şöyle demektedir:
Bu hadisler hakkında âlimler çok şey söylemişlerdir. Kimi onları kabul etmekte ve kimi, imam Sağanı ve benzerlerinin mevzu oldukları iddialarına dayanarak onları reddetmişlerdir. Bu fakir kula görünen o ki: Bu hadisler ya sahihtir ya zayıftır veya uydurulmuş yalan mahsulü hadislerdir. Eğer sahih iseler, haklarında söylenecek bir şey yoktur demektir. Eğer senedleri zayıf ise, muhaddisler sadece tergib ve terhib (iyi amalleri işlemeyi teşvik ve kötülerinden sakındırma) konusunda onlarla amel edilebileceğine dair ittifak etmişlerdir. Eğer uydurma iseler, Hakim ve başkaları şöyle bir olay zikrederler: Zahidlerden biri, Kur'an-ı Kerim ve sûrelerinin faziletine dair hadis uydurmaya koyulmuş. Bunu niçin yapıyorsun, denildiğinde de şöyle demiştir: Baktım ki insanlar Kur'an'dan uzaklaşıyorlar, onları Kur'an'a teşvik etmek istedim. Kendisine: Ama Peygamber (s.a.v.) "Kim benim ağzımdan bilerek yalan söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın" buyurmuştur, dediklerinde şu karşılığı vermiştir: Ama ben onun aleyhine değil, lehine yalan uydurdum. Nitekim "et-Tergib ve't-Terhib"in şerhi "Fethu'l-Karîb"te de öyle deniliyor:
Zahid kişi bu sözleriyle şunu kastediyor: Peygamberin aleyhine yalan uydurmak, Islâmm temellerinin yıkılışına, şeriat ve hükümlerin ifsadına götürür. Halbuki lehine yalan söylemek böyle değildir. Lehine yalan söylemek,şeriatına tabi olmayı ve izinden gitmeyi teşviktir. Nitekim îzzuddin b. Abdisselam şöyle demektedir: Söylenen sözler, maksatlara ulaşmak için birer araçtırlar, îyi maksada hem doğru sözle ve hem de yalan sözle ulaşmak mümkün ise yalan söylemek haramdır. Ama yalan sözle ona ulaşi-lacaksa, yalan söylemek caizdir. Ayrıca varılmak istenen maksat mubah ise, yalan söylemek mubah, varılmak istenen maksat va-cib ise, bu takdirde yalan söylemek vacib olur.[171]
Müfessirimiz bu sonuca vardıktan sonra ravilerin masum olmadıklarını, insanın unutma ve yanılma ile malul olduğunu, bu sebeple muhaddislerin sahih dedikleri bir çok hadisin haddizatında sahih olmadığım, Ibnu Arabî gibi büyük velilerin keşf yoluyla hadislerin değerini tesbit ettiklerini anlatır.[172]
Bursevî'nin, uydurma hadisin naklini caiz gören sözlerini eleştiri konusu yapan Yusuf el-Kardavî'nin şu sözlerine katılmamak mümkün değildir:
Kendisini Allah'ın Kitabım tefsir edenler zümresinden sayan ve bazılarının fakîh ve usulcü diye takdim ettikleri bu zatın böyle şeyler söylemesine şaşmamak mümkün değildir. Muhakkik âlimler için ilmin ABCsi sayılan hususları bilmeyen bu zatın ne fikhı olabilir!
Sûfî eğilimli bu şeyh, Allah'ın bizler için dini tamamladığını ve nimetini kemaliyle verdiğini bilmiyor. Artık bizim dinimizi tamamlayacak; sanki Allah'ın hatalarını düzeltiyor ve eksiklerini tamamlıyormuş gibi bir tavır içerisine giren birine ihtiyacımız yoktur. Sanki Muhammed (s.a.v. )'e. minnet edercesine: Uydurduğum hadislerle eksiklerini tamamlamak ve açık kalmış yönlerini doldurmak için senin lehine yalan uyduruyorum, diyor.
tmam tbnu Abdisselam'm sözlerine gelince, başka bir konuyla ilgili olarak söylenmiştir. Savaş, müslümanları barıştırma ve zalim biri tarafından kovalanan suçsuz birini kurtarma gibi konularla ilgilidir.
Kaldı ki Ibnu Abdisselam'm sözleri, bu iddiayı reddetmektedir. Çünkü o, hem doğru ve hem de yalan sözle ulaşılması mümkün olan iyi bir maksada ulaşmak için yalan söylemek haramdır, diyor. Diyoruz ki: Uydurma hadislerin teşvik ettikleri iyi davranışların tamamına ve bu tür hadislerin sakındırmak istediği kötülüklerin hepsine sahih ve hasen hadislerle ulaşmak mümkündür. Sahih ve hasen hadislerin bu konuda yeterli olduklarında şüphe yoktur. O halde tergib ve terhib için de yalan söylemek kesinlikle haramdır ve büyük günahların en büyüklerindendir.[173]
Kasdın yamsıra rüya ve keşf gibi iddialarla ya da bilgisizlik veya gevşek davranmaktan dolayı kültürümüze birçok mevzu hadis girmiştir. Bunların ayıklanması dinî bir görevdir. [174]
Kur'an-ı Kerim'i beyan etmekle görevlendirilen ve bize örnek olanarak takdim edilen Peygamber (s.a.v.)'in sünnetinin dindeki önemi büyüktür. Dini anlama ve yaşama konusunda başvurulacak ikinci kaynak olmakla nitelenmesi bundan dolayıdır.
Peygamber (s.a.v.), ya kendisine yöneltilen sorulara cevap olarak ya da kendisi ihtiyaç duyduğu durumlarda gelen vahyi açıklıyordu, ibadet ve hayatın pratiğiyle ilgili vahiyleri de bizzat uygulayarak insanlara rehberlik ediyordu.
Peygamber (s.a.v.)'in açıklamalarının vahiy eseri olup olmadığı, metlüv vahiy dışında Peygambere vahyin gelip gelmediği meselesini tartışmak, zannedildiği gibi sonuçta herhangi bir değişiklik ortaya çıkarmaz. Peygamber (s.a.v.)'in kimi davranışlarının vahiy tarafından düzeltilmiş olması, Peygamberin de ictihad-larının bulunduğuna ve bu ictihadlannın bazısında hata ettiğine kesin delilidir. Ancak ictihad etmiş olması, sünnetinin müslümanları bağlamadığı anlamına gelmez. Çünkü Peygamber (s.a.v.) ictihadlannda yanıldığı takdirde bu yanılmalar vahiy tarafından düzeltilmiştir. Düzeltilmemiş olsaydı^Kur'an-ı Kerim'de Peygamber (s.a.v.) bize örnek olarak takdim edilmezdi. Hatası üzere devam eden bir içtihadın örnek olarak takdim edilmiş olması düşünülemez. Önemli olan sünnet olarak takdim edilen söz ve fiillerin gerçekten Peygamber tarafından söylenmiş veya yapılmış olduğunu tesbit etmek ve o söz veya davranıştan ne kastedildiğini iyice anlamaktır.
Sahabe, Peygamber'in sünnetine Önem veriyor ve onu birbirlerine aktarıyorlardı. Nakledilen sözün Peygamber'e ait olup olmadığı konusunda bir şüpheleri sözkonusu olduğunda Peygamber'e giderek onu tahkik ediyorlardı. Peygamberin vefatından sonra ise, tahkik için ya haberi nakledenden şahit getirmesini istiyorlardı veya ona yemin ettiriyorlardı.
insanların Kur'an ile olan ilgilerini azaltıp daha çok hadislerle meşgul olmaları ya da hadislerin Kur'an'a karışması endişesiyle sahabe döneminde hadislerin yazılması yaygın değildi. Hadislerin yazılması genelde hoş karşılanmıyordu ki o dönemde yazılan hadislerin toplamı, bugünkü hacimli hadis eserlerinin biri kadar bile değildir.
Peygamber (s.a.v.)'in vefatından sonra nakledilen hadisler ihtiyatla karşılanmış, nakledilen sözün Peygamber'e ait olup olmadığı araştırılmıştır.
Hz. Osman'ın şehit edilmesinden sonra rivayet zincirine daha çok önem verilmeye başlanmıştır. Çünkü o zamana kadar müslümanlar birbirlerine güveniyorlardı. Hz. Osman'ın şehit edilmesinden sonra fırkalar ortaya çıkmış, müslümanlar arasında guruplaşmalar başlamıştır. Hadis uydurma işi de bu dönemden sonra başlamıştır.
Sahabe, raviler zincirinin yanısıra metin tenkidi işine de önem vermişlerdir. Nakledilen hadisler Kur'an âyetlerinin ışığında eleştirilmiştir. Islâmın genelinden anladıklarını baz alarak da eleştiri yapmışlardır.
Sahabeyi takip eden nesillerde de muhaddisler nakledilen hadisleri hem raviler zinciri ve hem de metin açısından eleştiriye tabi tutmuşlardır. Ancak bu eleştirilerin yeterince yapıldığını, oluşan islâm ümmetinin kültürü üzerinde arzu edildiği kadar etkili olduklarım söyleyemeyiz. Ümmetin kültürünün oluşmasında uydurma hadislerin o kadar etkisi olmuştur ki bu kültürün yeniden bir değerlendirmeye tabi tutulması, nakledilmiş hadislerin hem sened ve hem de metin açısından ciddî ve tutarlı bir tenkide tabi tutulması kaçınılmaz olmuştur. [175]
Ahmed b. Hanbel; Müsned, Beyrut-1313 h.
Ahmed Emin; Fecru'l-îslâm, Beyrut-1969.
Aliyyu'1-Karî; Şerhu'ş-Şifâ, Daru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut-tarihsiz.
Acurrî, EbuBekr, Muhammed b. Huseyn; Ahlâku Hameleti'l-Kur'an, Beyrut-1987.
Âlusî; Ruhu'l-Maânî, Beyrut-tarihsiz.Buharî, Ebû Abdillah b. ismail; el-Câmiu's-Sahîh, lstanbul-1315h.
Bağavî, Muhammed b. Huseyn b. Mes'ud el-Ferrâ'; Maâlimu't-Tenzîl, Beyrut-1987.
Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmail; el-Câmiu's-Sahîh, îstanbul-1315 h
Cassas, Ebû Bekr; Ahkâmu'l-Kur'an, Daru'l-Kitabi'I-Arabî, Beyrut-Tarihsiz.
Dârimî; Sünen, Daru Îhyai's-Sünneti'n-Nebeviyye, Beyrut-tarihsiz.
Ebû Davud, Süleyman b. el-Aş'as es-Sicistânî; Sünen, Mı sır-tarihsiz.
Ebû Şuhbe, Muhammed; el-Madhal li Diraseti'l-Kur'ani'l-Kerim, Kahire-1972.
Halid Abdurrahman el-Akk; Usûlu't-Tefsîr ve Kavaiduh, Dmaşk-1986.
İbnu Kesîr; Tefsîru'l-Kur'ani'l-Azîm, Kitabu'ş-Şa'b, Kahir e-tarihsiz.
İbnu Kesîr; el-Bidaye ve'n-Nihaye, Beyrut-1966.
îbnu Mâce; Sünen, Mısır-1952.
İbnu Teymiyye, Takiyyu'd-Vin; Mecmûu'l-Fetâvâ, 1399 h.
ibnu Teymiyye, Risaletun fi İlmiz-Zâhir ve'l-Batın,
Mecmûta'r-Resâili'l-Munînyye-, Beyrut-1970.
îbnu Hacer el-Askalânî; Fethu'l-Bârî, Kahire-1959.
îbnu Kayyim el-Cevziyye; Î'lamu'l-Muvakıîn, Matbaatu's-Saade-1955.
İbnu Kesîr, es-Siretu'n~Nebeviyye, Kahire-1964.
îsmail Hakkı; Rûhu'l-Beyân, el-Matbaatu'1-Usmaniyye, 1306 h.
Gazali; îhyau Ulûmid-Din, Kahire-1967.
Kettânî, Abdu'l-Hayy; et-Teratîbu'l-îdariyye, Daru Îhyai't-Turasi'l-Arabî, Beyrut-tarihsiz.
Kurtubî; el-Câmi' li Ahkâki'l-Kur'cn, Beyrut-1965-1966.
İ / 258Asr-i Saadet'te Kur'an ve Sünnet'in Anlaşılması
M. Yaşar Kandemir; Mevzu Hadisler, Ankara-1975.
Muhammed Accâc el-Hatîb; es-Sünnetu Kable't-Tedvtn, Kahire-1988.
Muhammed Hamidullah, (tbnu Ishak'ın Siyer'ine yazdığı mukaddime), Kon- ya-1981. Muhammed Mustafa el-A'zamî, Menhecu'n-Nakd Înde'l-Mııhaddisîn, Suudi Arabistan-1990.
Mûsâ İbrahim el-Ibrahim, Teemmulât Kur'aniyye, Amman-1979. Müslim; Sahihu Müslim, Mısır-1955-1956. Nesâî, Ebû Abdirrahman; Sünen, İstanbul -tarihsiz-. Nevevî, Sahîhu Müslim bi Şarhi'n-Nevevî, Kahire-1349 h. Nevzat Âşık; Sahabe ve Hadis Rivayeti, tzmir-1981. Nureddin el-Itr; Menhecu'n-Nakd fi Ulûmi'l-Hadîs, Dmaşk-1981. Subhî es-Salih; Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, -çev. M. Yaşar Kandemir-Ankara-1973.
Suat Yıldırım; Peygamberimizin Kur'an Tefsiri, îstanbul-1983. Suyûtî; Âdâbu Hameleti'l-Kur'an, Beyrut-1987. Suyûtî; el-îtkanft Ulûmi'l-Kur'an, Mısır-1978. Şatibî; el-Muvafakat ft Usûli'ş-Şeria, el-Mektebetu'r-Rahmaniyye, Mısır-tarihsiz.
Taberî; Câmiu'l-Beyân an Te'vîli Âyi'l-Kur'an, Beyrut-1988. Tirmizî; Sünen, Kahire-1937. Vehbe ez-Zuhaylî; Usûlu'l-Fıhhi'l-îslâmî, Dmaşk-1986.Yusuf el-Kardavî;
Keyfe Netehamelu maa's-Sünneti'n-Nebeviyye, Mısır-1990 Zamahşerî; el-Keşşâf, îr an-tarih siz,
Zehebî, Şemsu'd-Din Ebî Abdillah; Tezkiretu'l-Huffâz, Hindistan-1333 h. Zerkeşî, Bedruddin; el-îcâbe, Beyrut-1970. Zebîdî, Zeynu'd-Din Ahmed b. Ahmed; Sahih-i Buharı Muhtasarı Tecrid-i
Sarih Tercemesi, -Çev. ve şerheden, Kâmil Miras-, Ankara-1971. Zehebî, Muhammed Huseyn; et-Tefsîr ve'l-Mufessirûn, Mısır-1976. Zehebî, el-îsrâiliyyât fı't-Tefsîr ve%Hadis, Mısır-1986. Zerkeşî, Bedruddin; el-Burhanfi Ulûmi'l-Kur'an, Beyrut-tarih siz. [176]
[1] Zebîdî, Zeynu'd-Din Ahmed b. Ahmed b. Abdi'l-Latîf; Sahîh-i Buhârl Muhtasarı Tecrîdri Sarîh Terce^.esi, -Çeviren ve şerheden, Kâmil Miras-, Ankara-1971, IX. 76.
[2] Kur'an-ı Kerim'de, Hz. Nuh'un savmi arasında 950 yıl davetle meşgul olduğu anlatılmaktadır, (bk. Ankebut, 29/14)..
[3] Hz. Yakub'a kadar bütün yiyeceklerin insanlara helal olduğu Kur'an-ı Kerim'de beyan edilmektedir, (bk, Âlu îmrân, 3/93).
[4] Doç. Dr. M. Sait Şimşek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/203-204.
[5] De ki:Andolsun bu Kur'an'm bir benzerini ortaya koymak üzere insanlarla cinler bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler." (17/lsrâ, 88)..
[6] Yoksa onu (Kur'an'ı) kendisi uydurdu mu diyorlar? De ki: "Eğer doğru (söylüyor) iseniz, Allah'tan başka çağırabildiklerinizi (yardıma) çağırın da siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getirin." (11/Hûd, 13).
[7] Yoksa, onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer doğru (söylüyor) iseniz Allah'tan başka gücünüzün yettiklerini çağırın da (hep beraber) onun benzeri bir sûre getirin." (10/Yunus, 38)..
[8] Doç. Dr. M. Sait Şimşek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/204-205.
[9] Furkan, 25/32..
[10] Bk. A'raf, 7/144,145,154,171.
[11] Bağavî, Maâlimu't-Tenzîl, Beynıt-1987, I. 357; îbnu Kesîr, Tefsîru'l-Kur'ani'l-Azîm, Kitabu'ş-Şa'b, (Baskı yeri ve tarihi yok)..
[12] Âl-i îmrân, 3/144.
[13] Taberî, Camiu'l-Beyan an-Te'vUi Âyi'l-Kur'an, Beyrut-1988, XXVIII. 2-4; Bağavî, Maâlimu't-Tenzîl, IV. 303-304.
[14] Mücadele, 58/1-4..
[15] Taberî, a.g.e., X. 99-100.
[16] Tevbe, 9/25-27
[17]Onların kendilerinden sonraki nesillere model oluşları, nassların bulunduğu konularda ve nassların anlattığı espiriyle ilgilidir. Ancak bu gibi hususlarda modeldirler.
Mesela kimi çevreler, giyim-kuşamları ve ekonomik imkânlarını ilgilendiren hususlarda onları örnek almaya çalışırlar. Halbuki giyimle ilgili nasslar incelendiğinde bu nasslardabir giyim tarzının önerilmediği görülür. Nass-larda, insan bedeninden nerelerin örtüleceği ve nerelerin açıkta kalmasının caiz olduğu anlatılmaktadır. Nasıl ör.tüleceği, nasıl bir elbise kullanılacağı anlatılmamaktadır. Zaten evrensel bir dinin belli bir giyim şeklini önermesi düşünülemez.
[18] Doç. Dr. M. Sait Şimşek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/205-209.
[19] Maide, 5/44..
[20] Hicr, 15/9.
[21] Âcurrî, Ebu Bekr Muhammed b. Huseyn; Ahlâku Hameleti'l-Kur'an, Bey-rut-1987, s. 59.
[22] Buhârî, Fazâilu'l-Kur'an 21; Ebû Davud, Kitabu's-Salat, 14; Tirmizî, Fazâilu'l-Kur'an, 15; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I. 57, 258, 261; İbnu Ma-ce, Mukaddime, 16; Darimî, Sünen, Daru Îhyai's-Sunneti'n-Nebeviyye, Beyrut-tarihsiz, II. 437..
[23] Abdu'1-Hayy el-Kettânî, et-Teratîbu'l-îdariyye, Daru Îhyai't-Turâsi'l-Arabi, Beyrut-tarihsiz,! I, 42.
[24] Muhammed Muhammed Ebu Şuhbe, el-Madhal li Diraseti'l-Kur'ani'l-Kerîm, Kahire-1972, s. 400..
[25] Müslim, Kitabu'z-Zikr ve'd-Dua.
[26] Ebu Şuhbe, a.g.e., s. 430..
[27] Doç. Dr. M. Sait Şimşek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/209-211.
[28] Muhammed, 47/24.
[29] Sâd, 38/29..
[30] Bk. Müslim, Salatu'l-Musafirîn 38; Nesâî, Kıyamu'l-Leyl, 25; îbnu Mâce, İkametu's-Salat, 179.
[31] Suyûtî, Âdâbu Tilaveti'l-Kur'an ve Te'lifihi, Beyrut-1987, s. 104.
[32] Vehbeez-Zuhaylî, Usûlu'l-Fıkhı'l-îslâmî, Dmaşk-1986,1. 421.
[33] Taberî, Camiu'l-Beyan, I. 35-36; İbnu Teymiyye, Mecmûu'l-Fetâvâ, -ikinci baskı-, 1399 h., XIII. 365; Suyûtî, el-îtkan fi Ulûmil-Kur'an, Mısir-1978, İt 226.
[34] Suyûtî, a.g.e., II., 226.
[35] Kettânî, a.g.e., II., 296.
[36] Zerkeşî, Bedruddin; el-Burhan ft Ulûmi'l-Kur'an, Beyrut-tarih siz, I. 455..
[37] Acurrî, a.g.e., s. 50..
[38] Sâd, 38/29..
[39] Taberî, Câmiu'1-Beyân, I. 36.
[40] Kettânî, a.g.e., II. 279.
[41] Buharı, Savm, 54, 55, 56, 57; Fazâilu'l-Kur'an, 34; Müslim, Savm, 35; Ebu Davud, Salât, 8; Tirmizî, Kıraat, 13; Nesâî, Sıyâm, 76; îbnu Mace, tkameiu's-Salât, 187; Ahmed b. Hanbel,.Müsned, II., 162..
[42] Âcurrî, a.g.e., s. 82..
[43] Suyûtî,Âdâbu Tilaveti'l-Kur'an, s. 93..
[44] Suyûtî,. Âdâbu Tilaveti'l-Kur'an, s. 94..
[45] Bakara, 2/144.
[46] Müslim, Mesacid, 15.
[47] Abese, 80/31.
[48] Ibnu Teymiyye, MecmûuVFetâvâ, XIII. 372; Suyûtî, el-îtkan, II. 113..
[49] Suyûtî, a.g.e., II. 113.
[50] Bakara, 2/187. Âyetin meali şöyledir: "Şafağın beyaz ipliği (aydınlığı) siyah ipliğinden ayırt edilinceye kadaryeyin, için.".
[51] Buharı, Tefsir, 2/28.
[52] Maide, 5/93..
[53] Maide, 5/90.
[54] Şatibî, el-Muvafakat fi Usûli'ş-Şeria, el-Mektebetu'r-Rahmaniyye Mısır-tarihsiz, III. 349..
[55] Cassas, Ahkâmü'l-Kur'an, Daru'l-Kitabi'l-Arabî, Beyrut-tarihsiz, II. 466; Şatibî, a.g.e., III. 349.
[56] Doç. Dr. M. Sait Şimşek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/211-216.
[57] Bk. Zehebî, Muhammed Huseyn; et-Tefsîr ve'l-Müfessirûn, Mısır-1976,1. 37; Menna' el-kattan, Mebâhis fî Ulûmi'l-Kur'an, Rİyad-1981, s. 335-336.
[58] Doç. Dr. M. Sait Şimşek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/217.
[59] En'am, 6/82..
[60] Lokman, 31/13.
[61] Buhârî, Tefsir, 6/2.
[62] Doç. Dr. M. Sait Şimşek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/218-219.
[63] Bk. îbmı Teytmyye, Mecmûu'l-Fetâvâ, XIII. 363.
[64] Müslim, Musâfirûn, 149.
[65] Buharı, Ezan, 18, 60; Darimî, galat, 42; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V. 56..
[66] Ahzab, 33/21.
[67] Âluîmrân, 3/31..
[68] Âl-i İmrân, 3/33; Nisa, 4/59; Maide, 5/92; Enfal, 8/1, 20, 46; Nur, 24/54..
[69] îleri sürülen deliller için bk. Zehebî, et-Tefnr ve'l-Milfessirûn, I. 48-55; Suat Yıldırım, Peygamberimizin Kur'an Tefsiri, îstanbul-1983, s. 45-69..
[70] Doç. Dr. M. Sait Şimşek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/219-220.
[71] Ebu Davud-,ilim, 5.
[72] Tirmızî, Tefsir 1; Ebu Davud, İlim, 5.
[73] Tâberî, Gâmiu'l-Beyân, I. 35; İbnu Teymiyye, a.g.e.,XIII. 371.
[74] İsça, 17/3Ş..
[75] Nahl, 16/44..
[76] Zerkeşî, el-Burhan, II. 162; Suyûtî, el-îtkan, II. 229. (69) Zerkeşî, a.g.e., İT. 162; îbnu Teymiye, a.g.e., XIII. 370-371; Suyûtî, el-îtkan, II. 229.
[77] Aynı kaynaklar ve aynı sayfalar.
[78] Zerkeşî, a.g.e., II. 162; Halid Abdurrahman el-Akk, Usûlu't-Tefsir ve Kava-iduh Dmaşk-1986, s. 168.
[79] Muhammed, 47/24..
[80] Sad, 38/29.
[81] Nisa, 4/83..
[82] Suyûtî, ü-îtkan, II. 230.
[83] Ibnu Teymiyye, a.g.e., XIII. 369.
[84] Zehebî, et-Tefsir ve'l-Mufessirûn, I. 58..
[85] Şatibî, el-Muvafakat, Mısır-1975, III. 389; İbnu Teymiyye, Risaletun fi İl-mi'l'Batın ve'z-Zahir, -Mecmûatu'r-Resâili'l-Munriyye- Beyrut-1970, I-230.
[86] Gazalı İhyau Ulâmi'd-Din, Kahire-1967,1. 377..
[87] Nahi, 15/94.
[88] Buhârî, Cihad, IV. 69..
[89] bk. Zerkeşî, el-Burhan, II. 169
[90] îbnu Teymiyye, Risaletun fi İlmi'z-Zahir ve'l-Bâtın, -Mecmûatu'r-Resâili'î-Munîriyye isimli derleme kitap Beyrut-1970,1. 230.
[91] Bu sözcük ile Allah katından verilmiş ilim kastedilmektedir.
[92]Peygamberliğine dair delilleri şöylece özetlemek mümkündür. a- «Orada kullarımızdan bir kul buldular ki biz ona katlınızdan bir rahmet vermiştik ve katımızdan bir ilim öğretmiştik» (Kehf, 18/65) âyetinde geçen "rahmet" peygamberlik "ilim" de vahiy karşılığında kullanılmış olmalıdır. Çünkü Hz. Hıdır, kıssada geçen olayları yorumlarken: «Ben bunları kendiliğimden yapmadım» (Kehf, 18/83) diyor. İşlerin içyüzünü ona haber veren yüce Allah'tır ve bu bilgilerin Allah tarafından geldiği konusunda Hıdır kesin bir bilgiye sahiptir. Hz. Hıdır'a gelen bilgi ilham kanalıyla gelmiş olsaydı, kesin bir bilgi olmazdı. Vahiy ile ilham arasındaki farklardan biri, vahyin kesin bir bilgi, ilhamın ise kesin bilgi ifade etmemesidir. Kur'an-ı Kerim'de tekil kişi için "rahmet" sözcüğü kullanıldığında umumiyetle peygamberlik karşılığında kullanılmaktadır. (Misal olarak bk. Hûd, 11/28, 63; Meryem, 19/2, 21). b- Kıssada Hz. Musa'nın Hz. Hıdır'a karşı kullandığ üslûp ve kıssa boyunca Hz. Hıdır'm öğretici, Hz. Musa'nın ise öğrenici konumunda olması, Hz. Hı-dır'm da bir peygamber olduğunu göstermektedir. Eğer bir peygamber değilse nasıl olur da ismet sıfatına sahip Hz. Musa, o derece esrarengiz ve görünüşü haksızlık ve zulüm olan davranışlarına rağmen ona tabi olmaya devam eder.
c- Kıssada Hz. Hıdır, Hz. Musa'dan daha bilgindir. Bir velinin bir peygamberden daha fazla bilgiye sahip olması düşünülemez. (Daha geniş bilgi için bk; îbnu Kesîr, el-Bidaye ve'n-nihaye, Beyrut-1966,1. 328).
[93] Kurtubî, el-Câmi'li Ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut-1965-1966, XI. 40-41.
[94] Âlûsî, Rûhu'l-Maânî, Beyrut-tarihsiz, XVI. 19.
[95] Doç. Dr. M. Sait Şimşek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/220-226.
[96] Maide, 5/13..
[97] Maide,5/14.
[98] Buhârî, Enbiyâ, 50; Müslim, Zühd, 72; Tirmizî, İlim, 13; Ahmed b. Han-bel, Müsned, III. 39.
[99] Muhammed Huseyn ez-Zehebî, el-îsrailiyat fi't-tefsir ve'l-Hadis, Mısır-1986, s. 46.
[100] îbnu Teymiyye, Mecmûu'l-Fetâvâ, XIII. 366..
[101] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VIII. 120
[102] Bakara, 2/136.
[103] Buharî, Tefsir, 2/136..
[104] Buharı, Şehadât.
[105] Doç. Dr. M. Sait Şimşek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/227-229.
[106] Doç. Dr. M. Sait Şimşek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/229-231.
[107] Buhârî, Ezan 18-60; Darimî, Salât 42; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V. 56.
[108] Bk. Maide, 5/68..
[109] Nahl, 16/44.
[110] İbnu Kayyim el-Cevziyye, Î'lâmu'l-Muvakkiîn, Matbaatu's-Saade-1955, I. 202..
[111] Ahzâb, 33/21.
[112] Nisa, 4/80.
[113] Nisa, 4/59.
[114] Zamehşeri, el-Keşşaf, İran-tarih s iz, I. 524; ibnu Kesîr, Tefsîru'l-Kur'ani'l-Azîm, Kahire-tarihsiz, II. 304; Ebu's-Suûd, Îrşadu'l-Akli's-Selîm, Kahire-tarihsiz, II. 193.
[115] Enfal, 8/20.
[116] Nisa, 4/65.
[117] Âluîmrân, 2/31-32.
[118] Zebîdî, Tecrid-i Sarih Tercemesi, Ankara-1972, II. 592-593
[119] Bk. İbnu Hacer el-Askalanî, Fethu'1-Bârî, Kahire-1959,1.195; Muhammed Accâc el-Hatîb, es-Sunnetu Kable't-Tedvîn, Kahire, 1988, s, 58-60.
[120] Ibnu Kesîr, es-Siretu'n-Nebeviyye, Kahire-1964, II. 402-403.
[121] Müslim.
[122] Şarhu'ş-Şifâ, Daru'l-Kiitübi'l-îlmiyye, Beyrut-tarihsiz, II. 244.
[123] Sahabeden bazılarının takındıkları bu tür tavırlar konusunda bk. Muhpmmed Accâc el-Hatîb, a.g.e., s. 85-88. Doç. Dr. M. Sait Şimşek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/233-237.
[124] Müslim, Zühd 16; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III. 12, 21..
[125] Ebû Davudim; Ahmed b. Hanbel, Müsned, X. 21-22.
[126] İbnu İshak'ın Siyer'ine yazdığı mukaddime, Konya-1981, s.y.
[127] Ahmed Emin, Fecru'l-îslâm, Beyrut-1969, s. 209; Musa İbrahim el-îbrahim, Teemmulât Kur'aniyye, Amman-1979, s. 9.
[128] Subhi es-Salih, Hadis ilimleri ve Hadis İstilahlan, -çev. M. Yaşar Kan demir , Ankara-1973, s. 15.
[129] Bk. Nureddin el-Itr, Menhecd'n-Nakd fi Ulûmi'l-Hadis, Dmaşk-1981, s. 43-45..
[130] Doç. Dr. M. Sait Şimşek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/237-239.
[131] Daha geniş bilgi için bk. Muhammed Accac el-Hatîb, es-Sünnetu Kable't-Tedvin, Kahire-1988, s. 126 ve devamı; Nevzat Aşık, a.g.e., s. 180 ve devamı.
Doç. Dr. M. Sait Şimşek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/239.
[132] Müslim, Musâfirûn, 120.
[133] Buhârî, Mezâlim, 25.
[134] Nesâî, Menasik 46.
[135] Doç. Dr. M. Sait Şimşek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/239-241.
[136] Zehebî, Şemsu'd-Din Ebû Abdillah; Tezkiretu'l-Huffâz, Hindistan-1333 h:, 1.4.
[137] Zehebî,a.g.e.,I. 3-4.
[138] İbnu Kayyim el-Cevziyye, Î'lâmu'l-Muvakknn, Kahire-1968,1. 61.
[139] Doç. Dr. M. Sait Şimşek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/241-242.
[140] Buharî.
[141] Zehebî, Tezkiretu'l-Huffâz, I. 8.
[142] Daha geniş bilgi ve misaller için bk. Nevzat Âşık, a.g.e., s. 172-174..
[143] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1.154,174,178; Zehebî, Tezkiretu'l-Huffar, I. 10; Muhammed Accâc el-Hatîb, a.g.e., s. 116.
[144] Kurtubî'nin Camin Beyani'l-îlm isimli eserinden naklen, Ahmed Emin, Fecru'l'İslâm, Beyrut-1969, s. 210.
[145] Muhammed Accâc el-Hatîb a.g.e., s. 155.
[146] Doç. Dr. M. Sait Şimşek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/242-244.
[147] Nevevî, Sahihu Müslhn bi Şerhi'n-Nevevi, Kahire-1349. h. I. 84.
[148] Nevevî, a.g.e. , I, 80..
[149] Darimî, Sünen, Çam Îhyafs-Sünneti'n-Nebeviyye» -baskı yen ve tarihi yok-, 1.146.
Doç. Dr. M. Sait Şimşek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/244-247.
[150] Talak, 65/1.
[151] Buhârî, Talak, 41..
[152] Muhammed Mustafa el-A'zamî, Menhecu'n-Nakd İnde'l-Muhaddisln, Suudi Arabistan-1990, s. 77.
[153] En'am 6/164; îsrâ 17/15; Fatır 37/18; Necm, 53/38; Zümer, 39/7. Rivayet için bk. Zerkeşî, el-îcâbe, Beyrut-1970, s. 76..
[154] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VIII. 88-89; Zerkeşî, el-îcâbe, s. 102.
[155] Zerkeşî, el-îcabe, s. 114.
[156] Hadid, 57/22..
[157] En'am, 6/103.
[158] Zerkeşî, îcâbe, s. 96.
[159] Tekbîr, 81/23.
[160] Necm, 53/13.
[161] Zerkeşî, îcabe, s! 96-97..
[162] Zerkeşî, a.g.e., s. 119.
[163] En'am, 6/164; Isrâ, 17/15; 37/Fatır 18; Necm, 53/38; Zümer, 39/7..
[164] Şatibî, el-Muvafakat, ÎU. 20.
[165] Nesâî, Taharet, 121.
[166] Müslim, Hayz, 90..
[167] Beyhakî, es-Sünenu'l-Kübrâ, Haydarâbâd-1344h. I. 55..
[168] Nevzat Aşık, Sahabe ve Hadis Rivayeti, s. 250-251.
Doç. Dr. M. Sait Şimşek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/247-251.
[169] Hadisin kaynaklan ve bu konudaki diğer hadisler için bk. M. Yaşar Kandemir, Mevzu Hadisler, Ankara,1975, s. 17-19..
[170] M. Yaşar Kandemir, a.g.e., s. 24.
[171] İsmail Hakkı, Rûhu'l-Beyan, el-Matbaatu'l-Usmaniyye-1306,1. 977-978.
[172] Aynı kaynak, I. 978.
[173] Yusuf el-Kardavî, Keyfe Neteâmelu maa's-Sünneti'n-Nebeviyye, Mısır-1992, s. 36.
[174] Doç. Dr. M. Sait Şimşek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/251-255.
[175] Doç. Dr. M. Sait Şimşek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/255-256.
[176] Doç. Dr. M. Sait Şimşek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/257-258.