ASR-I SAADETTE İSLAMA DAVET METODU
RASÛLULLAHIN, GAYEYE ULAŞMAK İÇİN TAKİP ETTİĞİ MERHALELER AÇISINDAN DAVET METODU
c- Dârul-Erkam'dan İdare Edilen Faaliyet
c) Medinelilerin Müslüman Olmaları Ve Biatlar
d) Hicretten Sonraki Kitleleşme Faaliyetleri
C) Hudut Tespiti Ve Nüfus Sayımı
F) Hudeybiye Musâlehası Ve Diplomatik Davet
I- İslâm'a Davet Mektupları Ve Elçiler
PSİKOLOJİK UNSURLARI AÇISINDAN RASÛLULLAH'IN DAVET METODU
A) Muhatabın Vasıfları (Muhatabı Tanıma)
G) Temel Özellik Ve Hislere Hitap
2- DAVETÇİ AÇISINDAN —DAVETÇÎNİN VASIFLARI
B) Ümitvar Olmak Ve Ümit Bahşetmek
SOSYAL MÜESSESELERLE İRTİBATI AÇISINDAN RASÛLULLAHIN DAVET METODU
1- Akrabalarla Ve Yakın Çevreyle Münasebetler
7- Toplantı Yerlerine Gitmek (Çarşı, Pazar, Panayır)
RASÛLULLAH'IN DAVET VASITALARI
(Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi, Konya)
Ahmet Önkal 1952 Yılında Konya'da doğdu. İlk ve orta tahsilini Konya'da yaptı. 1974 senesinde Konya Yüksek İslâm Enstitüsünden mezun oldu. 1977 yılında Konya Yüksek İslâm Enstitüsü'nde İslâm Tarihi Asistanlığına başladı. 1855 yılında "Rasûlullch'ın İslâm'a Davet Metodu" adlı tezle Doktora derecesini aldı. Bu çalışma, Türkiye Millî Kültür Vakfı tarafından "Jüri Özel Armağanı'nalayık görüldü. 1987 tarihinde İslâm Tarihi, İslâm Uygarlığı ve Kültürleri Anabilim Dalında "Doçent" unvanını kazandı ve doçentlik kadrosuna atandı. Halen S.Ü. İlahiyat Faküîtesi'nde İslâm Tarihi ve Sanatları Bölüm Başkan Yardımcısı olarak görev yapmakta olup arapça ve fransızca bilmektedir. [1]
Rasûlullah'm 23 senelik daveti boyunca başvui'duğu pek çok ve değişik metotları, çeşitli yönlerden incelemek mümkündür. Herşeyden önce biz, biraz sonra tafsilatım vereceğimiz gibi tarihî seyri içerisinde gelişen, ilerliyen Hz. Peygamberin davet hareketini, bizzat bir metodun uygulanışı olarak görmekteyiz.
Ayrıca insan fıtratında yer alan duygular, hisler ve özellikler vardır. Psikolojik unsurlar diye isimlendirebileceğimiz bu motiflerin insan düşünce ve fikriyatına, inanç ve yaşayışına tesir ettiği bir gerçektir. Ve bu gün bu hususları detaylıca araştıran müstakil bir ilim dalı olarak psikoloji karşımıza çıkmıştır. Rasûlullah'm davetinde bu unsurların kullanıldığı, neticeye mutlaka müessir olduğu da inkar edilemez.
Diğer taraftan insan, bir cemiyet içerisinde yaşama,hemcins-leri ile haşır-neşir olma mecburiyetindedir; diğer insanlarla devamlı irtibat ve münasebet halindedir. Sosyoloji ilminin hudutlarına giren bu irtibat ve münasebetlerden davette azamî Ölçüde istifadeye de, Rasûlullah'm davet metotları arasında yer vermek gerekir.
Bu noktalardan hareketle biz, Rasûlullah Efendimizin davet metodunu, bölük-pörçük malumat ve dağınık bilgiler halinde sunmak yerine, derli-toplu, şümullü ve toplayıcı üç ana bölümde incelemek istiyoruz:
A- Rasûlullah'm gayeye ulaşmak için takip ettiği merhaleler açısından davet metodu,
B- Psikolojik unsurları açısından Rasûlullah'm davet metodu ve
C- Sosyal müesseselerle irtibatı açısından Rasûlullah'm davet metodu. [2]
Hz. Peygamberin gayeye ulaşmak için takip ettiği merhaleleri, dört ana madde halinde sıralayabiliriz:
1- Davete hazırlık,
2- Kadrolaşma,
3- Kitleleşme,
4- Devletleşme.[3]
Rasûlullah'm davetinde bu merhalenin, O'nun tâ doğumundan, hatta nesebi söz konusu edilecek olursa çok öncesinden başladığını ve hayatı boyunca devam ettiğim görürüz. Elbette O'nu bu davete hazırlayan ve devamlı O'na yön veren, bizzat Cenab-ı Hak idi. «Şüphesiz ki Allah, risaletini nereye vereceğini çok iyi bilendir.»[4] ve O, Rasûlünü kavminin şereflileri arasından özellikle intihap etmiştir.
Temiz bir nesepten gelen Hz. Peygamberin, doğumundan kısa bir müddet önce babasını kaybetmesi, hayatının ilk bir kaç senesini Kureyş'ten uzak bir çölde geçirmesi ve anne kucağına dönmesinden çok kısa bir müddet sonra ondan da uzak düşmesi, arkasından dedesine de hasret kalması, hep Rasûlullah'ı bu davete hazırlayan silsilenin bir düğümü, bir halkası kabul edilir.
Rasûlullah'ın peygamberliğinden Önce karşılaştığı bir takım güçlükleri, geçirdiği hayat tecrübelerini, Harbul-Ficar ve Hılfu'l-udûl'e katılmasını, insanlığın bu bekleyişine cevap verecek Hz. Peygamber'in ailevî, nefsî, iktisadî, harbî, siyasî, dinî, içtimaî ve harekete yönelik sahalarda hazır hale getirilmesi olarak kabul etmeliyiz.[5]
Bu açıdan Rasûlullah'm hayatına baktığımız ve O'nun davet için ruhî hazırlıklarını incelediğimiz zaman, peygamberliği öncesinde cereyan eden bazı hadiselerde görüldüğü gibi, tâ doğumundan itibaren şirkin ve cahiliyenin her türlü pislik ve ahlaksızlıklarından korunmuş olduğunu görürüz.
Kavmi arasında ahlakı ve davranışları ile takdirler kazanarak "el-Emin" vasfına layık görülmüş ve peygamberliğinden sonra da en azılı düşmanları tarafından bile zaman zaman O'nun doğruluğu, yalan söylememesi, ahde vefası mecburen ikrar olunmuş, O'nu yalanlayıp duran Mekke müşrikleri, hicretine kadar emanetlerini gözleri arkada kalmadan emniyetle bırakabilecekleri birisi olarak hep yine O'nu görmüşlerdir. Evet, bütün bunlar, ruhen davete hazırlanmasının çeşitli yönleridir.
Hz. Peygamberin davete ruhen hazırlanmasında uzletin ise, şüphesiz ayrı bir yeri var. 35'inden sonra gençlik ve olgunluk devrelerinin kaynaştığı yaşlarda Hz. Peygamber, insanlardan, cemiyetin her türlü kargaşaları ve dağdağalarından uzakta Hıra dağında bir mağarada kendini Allah'a veriyor;[6] O'nun varlığını ve birliğini, kulları üzerindeki nimetlerini düşünüyor. Sonra kullara bakıyor; onların isyanını, dalâletini, düştükleri ahlaksızlıkları ve rezillikleri, acı ve acıklı hallerini gözleri önüne getiriyor. Cenâb-ı Hakk'a karşı kulluklarını ve şükürlerini yerine getiremediklerinin acısıyla kıvranıyor ve yalnız başına Allah'a kulluk ediyor, O'na yöneliyor, O'na yalvarıyor, şükrünü ifa ediyor. Bu şekilde devam edegelen hazırlık, davet yükünü çekebilecek bir merhaleye geldiği anda hareket başlayacak ve davetçi tebliğe yönelecektir. Fakat bu noktada artık ruhî hazırlık tamam olmuş ve nihayete ermiş değildir. Davet boyunca hazırlık devam edecektir.
Ruhî hazırlığı sağlayan unsurlar olarak belirttiğimiz bu hususların yanında, hiç şüphe ve tartışma götürmez bir gerçektir ki, farz olan ibadetlerin dosdoğru, yerli yerince, zamanında, eksiksiz ve ihlasla ifası en başta gelen şarttır. [7]
Diğer sahalarda olduğu gibi her şeyden önce Rasûlullah'ı ilmen de davete hazırlayan bizzat Cenâb-ı Hak idi ve O, O'na Kur'ân'ı, ahkamını ve bilmediklerim Öğretiyordu: «Allah, sana kitabı ve hikmeti indirdi ve (evvelce) bilmediklerini sana öğretti. Allah'ın senin üzerindeki lütf-u inayeti çok büyüktür.»[8]
Gençlik devresinde başladığı ticarî faaliyetleri, O'na Arap Yanmadası'nda ve komşu devletlerde bulunan çeşitli kabileleri ve insan topluluklarını görme ve tanıma imkanı vermiş[9] her tipten insan ile yüzyüze gelen ve onlarla münasebetler kuran Hz. Muhammed, bu gördüğü cemiyetlerin sosyal ve idarî yapıları, dinî durumları, fikir ve inanışları hakkında bilgi sahibi olmuş, insan psikolojisi üzerinde bir hayli tecrübeler kazanmıştı.[10] Elbette, hiçbir zaman O'nun bu tacrübe ve bilgilerine dayanarak kavmini ve insanlığı ıslaha teşebbüs ettiği söylenemez. Dinde aslolan, vahiydir.
Rasûlünü böylece gerekli hususlarda aydınlatan ve bilgi sahibi kılan Cenab-ı Hak, ayrıca O'nu ilmî hazırlığa teşvik etmekte ve buyurmaktadır: «De ki (ey Habibim): "Rabbim, benim ilmimi artır."»[11] Hz. Peygamber de bu emre uyarak dua etmektedir.[12]
Hz. Peygamber gününde de davette bir merkeze ihtiyaç vardı ve O, Mekke'de Dâru'l-Erkam'ı, Medine'ye hicretten sonra da Mescid'ini diğer faaliyetlerin icrası yamnda bu iş için tahsis etmişti;[13] İslâmî eğitim-öğretim çalışmaları ve evi-barkı olmayan kimsesiz ashabın pansiyon problemini halletmek üzere Mescidin hemen bitişiğinde Suffa'yı inşa etme ihtiyacım duymuştu.[14]
Umumiyetle O, devlet planında islâm davetini ilgilendiren, çeşitli yerlere çeşitli maksatlarla seriyyeler göndermek veya bir gazveye çakmak gibi durumlarda askeri birliğin her türlü ikmalini, at, deve gibi binit; ok, yay, mızrak, kılıç, zırh, kalkan gibi silah alet ve edevatını; yiyecek ve yedek malzeme gibi mühimmatını ashabına havale ediyor, kendi imkanları çerçevesinde ihtiyaçlarını karşılayamıyanlar için islâm'ın müntesiplerine verdiği infak ruhunu harekete geçirerek maddi imkanları hazırlıyordu. [15]
Davasını tebliğe başlayan davetçinin yapacağı ilk iş sunulan-mesajlar etrafında sımsıkı kenetlenerek, düşünce ve idealine samimiyetle bağlanarak müdafaası ve neşri uğrunda her türlü fedakarlığa katlanacak elemanlar, fertler yetiştirmek yani bir kadro oluşturmak, kadrolaşmayı sağlamaktır.
Hz. Peygamber (s.a.v.) bunu çok iyi biliyordu. Zevcesi Hz. Hatice'ye kendisine vahyin ilk gelişini anlatırken, henüz "inzar" emri verilmemişken bile sadık eşinden kendisini tasdik etmesini bekliyordu. Hz. Hatice de tereddüt etmeden derhal O'na iman etti; üstelik teskin ve tesellide bulundu. Hayatı boyunca islâm'a davet kadrosunun ilk neferi olarak devamlı zevcim destekledi, şevk ve azmini artırdı; O'nun hayatında ebediyyen unutamıyacağı müstakil ve müstesna yere gerçekten layık olduğunu ispatladı.[16]
Hz. Hatice'den başka Hz. Muhammed (s.a.v.) ailesinde küçük Ali ve azadlı köle ve oğulluk Zeyd b. Harise vardı. Bunlar da daha ilk anlarda kadroda yerlerini aldılar; Hz. Hatice'den sonra ilk iman edenler onlardı.[17]
Rasûlullah'm en büyük kızı Hz. Zeyneb, O, ilk vahyi aldığı zaman, ancak hicretten bir kaç yıl sonra müslüman olan Ebu'l-As b. er-Rabi ile evli idi ve ilk müslüman olanlar arasında kaynaklarımızın tasrih etmemesine rağmen babasının davetine icabette tereddüt etmeyenler arasında sayılmalıdır. Amcası Ebu Leheb'in oğlu Utbe ile nikahlı Rukayye ile yine Ebu Leheb'in oğlu Uteybe ile nikahlı Ümmü Külsûm, Ibn Sa'd'ın beyanına göre anneleri Hatice
iman ettiği zaman iman etmişler ve diğer kızkardeşleri ile beraber Rasûlullah'a biat etmişlerdi.[18] Buradan, Hz. Zeyneb'in de ilk iman ve biat edenler arasında olduğunu çıkarmamız mümkün değil midir? Rasûlullah'm hakemlik yaptığı Kabe tamiri senesinde doğan Hz. Fatıma ise, henüz o zaman beş yaşında bulunuyordu.[19] Hadiseleri değerlendirecek bir yaşa geldiği anda kadronun ve muhatapların ilk halkasından olarak Hz. Peygamber'in ona da davette bulunduğu ve müspet netice aldığından şüphemiz olmamalıdır. [20]
Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin davete başlayışından itibaren geçen üç sene, bu merhalenin uygulanışıdır; gizli davet devresidir. Bu merhalede Hz. Peygamber ve O'na inananlar gizlice ibadet ediyor, namaz kılıyor ve davet çalışmalarını gizlice sürdürüyorlardı. Davet sadece kendisine güvenilen, teklifi kabul etmese bile sır telakki ederek saklamasını bilen kimselere ve islâm'ı kabul için istidadı olduğuna inanılan, cahiliyenin bid'at ve sapıklıklarından tiksinerek doğru yolu arayış içerisinde olan Hakk'a meyyal kişilere sunuluyordu.[21] Mesela ilk iman edenler arasında yer alan Hz. Ebubekir ve Osman, daha önceden Rasûlullah'm arkadaşları idiler.[22] Peygamberliğin ilk günlerinde amcası oğlu Muhammedi ve yengesi Hatice'yi namaz kılarken gören küçük Ali (r.a.) alışık olmadığı bu ibadetin mahiyetini sormuş, Hz. Peygamber O'nu islâm'a davet ettiği zaman da babasıyla istişare talebinde bulunmuştu. Fakat gizliliğe tam riayet şarttı ve Rasûlullah, kendisini iman etmemekle beraber hayatı boyunca koruyan ve canı kadar seven amcası Ebu Talibe bile meselenin açılmasından hoşlanmadı; amcası oğlundan kabul etmezse de mes'eleyi hiç kimseye söylememesini istedi.[23] islâm'ın neşrinde büyük gayret ve fedakarlıkları olan Hz. Ebubekir, kendisine güvendiği ve arkadaşlığı olan kimselere tebliğde Rasûlullah'a yardımcı oluyordu.[24] Kendisinin,
dördüncü iman eden olduğunu söyleyen Benû Gıfar'dan Ebu Zer, cahiliyye pisliklerinden uzak kalmış, hidayet yolunu arayan birisiydi,[25] Amr b. Abese, putlardan ve insanların dalaletinden hep uzak kalmıştı.[26]
Henüz yeni müslüman olmuş kadro elemanlarının iman ve ibadet esaslarını talim edecekleri, Rasûlleri'nden bizzat tatbikatını görerek zihinlerine ve gönüllerine yerleştirecekleri, diğer dava arkadaşlarıyla görüşüp mefkurelerinin neşri için elbirliği edip çalışıp çabalayacakları bir yer olarak Hz. Peygamber, Mekke'de Dâru'l-Erkam'ı seçti, ilk inananlardan el-Erkam b. Ebi'l-Er-kam'm evi... Bugün hâlâ mevcut bulunan bu ev Kabe'ye çok yakın Safa tepesi civarında bulunuyordu; hacca ve umreye gelen yabancıların her an için uğrayabilecekleri merkezi bir yerde idi.[27] Ayrıca Kureyş'in Kabe civarındaki toplantı yerlerini ve Mekke Site-Dev-leti'nin hükümet binası veya millet meclisi binasını teşkil eden Dâru'n-Nedve'yi kontrol altında bulundurabilecek, müşrikleri her an gözetlemeye müsait hakim bir noktada bulunuyordu. Şüphesiz bu stratejik ehemmiyet ve evin mühtedilerin tamamını içine alabilecek şekildeki hacmi, Hz. Peygamberin orayı seçmesinde müessir olmuştur.
Acaba Rasûlullah (s.a.v.) nübüvvetin kaçıncı senesinde Dâru'l-Ekram'ı daveti için mei'kez kabul etmiş ve ne zamana kadar orada kalmıştı? Kaynaklarımız bu hususta kesin bilgi vermiyor. Günümüzün kıymetli siyer âlimi Muhammed Hamidullah: «Mekke'lüerin müslümanlara ve Rasûlullah'ın bizzat kendisine zulümleri iyice artınca Peygamberimiz evini terkederek el-Er-kam'ın evine sığınmak mecburiyetinde kaldı. Rasûlullah'ın bundan gayesi, zulümden kurtulmak değil; dini daha rahat yayma imkanını bulmak idi. Bu inziva bir kaç yıl devam etti.» der.[28] Buna göre Rasûlullah'ın alenî davetten sonra Dâru'l-Erkam'a sığındığı kabul edilecektir. Zira müslümanlara ve bizzat Hz. Peygambere işkencelerin artırılması davetin izharından sonradır, islâm Ansiklopedisine Erkam maddesini yazan Reckendorf da kesin konuşmamakla birlikte bu görüşü benimser: «Omar'm ihtidasından biraz sonra Peygamber al-Arkam'ın evini bırakmıştır. Orada ne zaman ve ne kadar kaldığı kafi olarak malum değildir. Fakat 615-617 seneleri arasında kalmış olması muhtemeldir.»[29] Arnold, bize Dâru'l-Erkam'a giriş tarihini verir: «Hz. Muhammed, risaletinin dördüncü senesi kendi ikametgahından çıkıp ilk iman edenlerden el-Erkam'ın evinde oturmaya başladı.»[30]
Ashab-ı kiramdan Ammar b. Yasir ile Suheyb b. Sinan cr-Ru-mi'nin ilk iman edenlerden olduklarını biliyoruz.[31] el-Belazurî'nin imanlarını ilk izhar edenlerin Ebubekir, Bilal, Habbab, Suheyb ve Ammar olduğunu nakletmesi,[32] onların alenî davetten önce müslüman olduklarına delalet eder. îbn Sa'd'm nakline göre ise Ammar b. Yasir ve Suheyb, Dâru'l-Erkam'da müslüman olmuşlardır: Ammar b. Yasir diyor ki: "Dârul-Erkam'm kapısında RasûlulLıh orada iken Suheyb b. Sinan'la karşılaştım ve sordum: "Ne arıyorsun?" Cevabı aynı soru oldu: "Sen ne anyorsun?"Bunun üzerine: "Muhammed'in yanma girip sözünü bir dinlemek istiyorum" dedim. Suheyb de aynı şey için geldiğim belirtince beraberce Rasûlullah'm huzuruna girdik. O, bize islâm'ı arzetti ve biz müslüman olduk. Sonra akşam oluncaya kadar orada kaldık. Akşam olunca gizlice oradan ayrıldık.»[33] Bütün bu bilgilerden Hz. Pey-gamber'in nübüvvetinin dördüncü senesinden önce de Dârul-Erkam'dan islâm'a davet faaliyetini idare ettiğini çıkaramaz mıyız?
Dâru'l-Erkam'dan bu şekilde gizlice kadrosunu oluşturmak üzere islâm'a davet faaliyetini yürüten Hz. Peygamberin bu merhalesi şüphesiz İslâm'ın neşrinde büyük ehemmiyeti ve değeri olan bir merhaledir; burada yapılan çalışmalar, islâm'ın cihan hakimiyetini sağlamak üzere atılan adımları perçinleyen kıymetli çalışmalardır. Mekke'de islâm'ın yayılmasında ve İslâm'ın kitleye mal edilmesinde Dâru'l-Erkam'ın gerçekten rolü olmuş, kibar-ı sahabeden pek çoğu, burada müslümanlığı kabul etmiştir.
îslâm'm neşrinde bir dönüm noktası ve atılını başlangıcı telakki-siyle müslünıaniardan pek çoğu, islâm'a giriş tarihlerini Dâru'l-Erkam'dan faaliyetin yürütüldüğü günlerden itibaren hesaplayarak tespit etmişlerdir.[34]
Dâru'l-Erkam'da müslümanlara yönelik olarak yapılan çalışma, tslâm dairesine girenlere tam bir İslâmî anlayış ve ruh kazandırarak onları davaya sadık birer eleman, kadronun fedakar birer ferdi haline getirme, davetin neşri için çaba gösterecek birer da-vetçi olarak yetiştirme olarak kabul edilmelidir. Hz. Peygamberin İslâm'a davetinde metot olarak davetçiler yetiştirmesi ve çevreye davetçiler göndermesi, mühim bir unsurdur. Dârul-Er-kam'dan yetişen muvaffak davetçi Mus'ab b. Umeyr'in I. Akabe Biatı'ndan sonra Medine'de yaptığı fevkalâde faaliyet ve İslâm Devleti'ne Medine'yi hazırlaması nazar-ı itibara alınırsa davetçi-lerin davetteki fonksiyonu ve davetçiler yetiştirmenin Önemi anlaşılmış olur. İşte Hz. Peygamber, hicretten sonra Mescid'de ve Suffa'da yaptığı bu faaliyeti, hicretten önce Dâru'l-Erkam'dan yürütüyor, davasına sadık davetçiler yetiştiriyor, kadrosunu oluşturuyordu.[35] Zira O, biliyordu ki, davetin temel merhalelerinden ilki, kadrolaşmadır.[36]
Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz, davetinin ilk senelerinde kadrolaşma çalışmalarının yanında kitleye yönelmiş, İslâm'ın emrettiği cemaat ve ümmeti ortaya koymak üzere faaliyet göstermiştir. Şüphesiz O'nun kitleleşme faaliyetinin en belirgin safhası, daveti izhar ile, aleni tebliğ ile başlar, çevredeki Arap kabilelerine davetin sunulması, bu çalışmanın devamıdır; Medinelilerin müslü-man olmaları, kitleleşmeyi tahakkuk ettirmiş, hicretten sonra Hz. Peygamber, Medine civarındaki kabileleri islâm'a davetle ve onlarla anlaşmalar yaparak bu faaliyetini sürdürmüştür. Şimdi bunlara kısaca temas edelim: [37]
Peygamberimiz, üç sene süren gizli davetten sonra Cenâb-ı Hak'tan aldığı «En yakın arkabalannı inzâr et»[38] ve «Emrolun-duğu şeyi izhar ve ilan et»[39] emirleri üzerine davetini izhar etti. Bu müddet içerisinde sayıları yüzü geçmemekle beraber Allah ve Rasûlünü nefislerinden bile çok seven, bağlandıkları din ve ideal uğrunda her şeylerini, hatta nefislerini bile fedada asla tereddüt göstermeyen bir kadro teşekkül etmişti. Müşriklerin eza ve cefaları, zulüm ve baskıları bunların davaya sebat ve bağlılıklarını artn'maktan başka bir şey gösteremeyecek, muhite azim ve sabır, fedakarlık ve çilekeşlik numunesi veren Örnek insanları tanıtmaktan başka bir şeye yaramıyacaktı. Bu sebeple artık gizli faaliyet, ilan edilebilir, hücre elemanları varlıklarını haykmp hakkı anons edebilirlerdi. Hz. Peygamber ilan emrini aldı; en yakın akraba inzar olunacaktı.
Yakınlar ve akrabalar, davet için büyük bir destek olma gücüne de sahiptir, korkunç bir engel olma tehlikesine de... Bütün bu sebeplerle davet, izhar olunurken ilan edilirken Ön planda yakın akrabalar tutulmalıydı. Hz. Peygamber de böyle yaptı. Cenâb-ı Hak'tan aldığı emirle hısımlardan otuz veya kırkbeş kadarını verdiği bir ziyafetle evinde toplandı ve onlara inzâr ve tebşirde bulundu.[40] O, konuşmasını bitirir bitirmez Ebu Leheb'in itiraz ve tasallutu ile karşı karşıya kaldı ve önceden iman etmiş, küçük Ali'den başka kendisine yardımcı olacağını söyleyen çıkmadı.[41] Fakat O, bilahare her fırsatta tekrarlayacağı yakın akrabasını davet görevini ifa etmiş, Cenâb-ı Hakk'a karşı sorumluluğunu yerine getirmişti.
Şimdi sıra uzak akrabalarda idi; davet dairesi biraz daha genişleyince onlar, muhatap oluyorlardı. Rasûlullah'm uzak akrabaları, dışarıdan gelip yerleşmiş, anlaşmalı olarak bulunan bir grup hariç tutulursa hemen hemen bütün Mekke halkım teşkil ediyor, O'nun bütün Mekke'lilerle soyca akrabalığı bulunuyordu.[42]
Hz. Peygamber (s.a.v.) alenî davet emrini aldığı andan itibaren Mekke'de kaldığı on sene içerisinde bu imkandan istifade etti ve fırsatları değerlendirdi; on sene devamla durmadan, dinlenmeden, yılmadan, ümidini kaybetmeden Mekke'ye gelen hacılara, mutemirlere, tacir veya misafirlere İslâm'ı anlattı, Rur'ân okudu.[43]
Kabilelerin kaldıkları yerlere giderken çoğu zaman nesep ilmine vakıf sadık arkadaşa Ebubekir, bazan Hz. Ali bazan da Rasûlullah'm talebiyle henüz iman etmemiş olmasına rağmen kabilelerin yerlerini göstermek üzere amcası Abbas, O'na refakat ediyordu.[44]
Rasûlullah'm bu kitleleşme faaliyetleri esnasında çeşitli kabilelerden değişik insanlar nezdinde gördüğü alaka muhtelif oluyordu: Kaba, kibar, kaçamaklı, alaylı; fakat daima menfi... O ise, birbirini takip eden muvaffakıyyet sizlikler e rağmen büyük bir sebatla gayretlerine devam ediyor, her fırsatta davetini tekrarlıyordu.[45] Ö'nun azmine, şevkine muhatapları ve düşmanları bile şaşırıyor ve bazıları: «Senin bizden ümidi kesme vaktin gelmedi mi?» diyorlardı.[46]
Kavmi, kabilesi arasında yaptığı çalışmalar, tecrübeler, O'na Mekke'lilerin islâm davasının cemaati olamıyacaklanm ifade ettiği zaman O, karşılaştığı diğer kabile mensuplarına: «İçinizden beni kavmine götürüp himaye edecek biri yok mu? Kureyş, Rabbi-min kelamım tebliğime engel oluyor!»[47] diyerek İslâm'ı kabullenecek bir efkâr-ı umumiye aramıştı. Gelenler içerisinde bu cesaret ve imam gösteren birisi çıkmayıp, nübüvvetinin onuncu senesinde arka arkaya himayekân Ebu Talib ve en büyük desteği zevcesi Hatice'yi de kaybedince[48] mahzun Peygamber, bizzat kendisi yanma azadlı kölesi Zeyd b. Harise'yi de alarak islâm'ın neşri için yeni bir zemin olur, Islâmî bir kitle belki teşekkül ettirilir düşüncesiyle Taife gitti. Fakat heyhat!.. Taifliler, îslâm cemaatını oluşturma şuurundan çok çok uzakta ve her türlü nezaket kaidelerinin de dışında idiler. Allah Rasûlünü ayakları kan revan, canını Taif çıkışında azılı birer müşrik Utbe ve Şeybe b. Rabia'nın bağına atma zorunda bıraktılar.[49]
Tarihî seyrini ve hadisenin cerayan ediş şeklim siyer kaynaklarımızın detaylıca verdiği bisetin 11. senesinde vuku bulan: Medine'de meskun Hazrec kabilesinden altı kişinin müslüman olması, münferid ihtidaların dışında islâm'ın geniş bir kitlede kabul görmesini sağlayan mes'ud bir hadise oldu. Rasûl-ü Ek: em, bir ümit ışığı olarak parlayan bu zemine inananlarıyla beraber gidip yepyeni bir devlet nizamını sergileme niyetindeydi.
Hazrec'li davetçilerin gayretiyle islâm, Medine'de bir hayli yayılmıştı. Fakat tabanın ekseriyetini henüz teşkil etmediği için bu kadarıyla kitleleşme çalışması, bir ileri merhaleye geçiş için kifayetli değildi. Müslüman olanların tam bir Islâmî şuurla davaya bağlanmaları, islâm'ın prensiplerini çok iyi öğrenmeleri gerekiyordu; bir de oyların çoğunu teşkil edecek kamunun islâm lehine oluşturulması lüzumluydu, işte bu faaliyetleri yürütmek üzere bu Biattan sonra Hz. Peygamber, muvaffak islâm davetçisi Mus'ab b.Umeyr'i Medine'ye gönderdi.
Hz. Mus'ab'm bir sene müddetle Medine'de yaptığı çalışma, o kadar iyi netice vermişti ki bir sene sonra, nübüvvetin 13. senesinde o, Rasûlullah'ın yanma döndüğü zaman beraberinde 75 Medi-ne'li müslüman bulunuyor ve bunlar «ikinci Akabe Biatı»nda «kendi malları ve canları gibi Rasûlullah'ı ve ashabım koruyacaklarına» söz veriyorlar, and içiyorlardı.[50]
Hz. Peygamber, Medine'ye hicretinden sonra zaten manen bu anlayışa sahip ashabını, Ensâr ve Muhacirini, vaktiyle Mekke'de muhacirler arasında yaptığı gibi, bir araya getirdi ve şeklen de bir ensârî ile bir muhaciri kardeş ilan etti; kitlesini, bir binanın birbiriyle içice tuğlaları gibi birbirine bağladı. Bu sözde ve formalitede kalan bir kardeşlik değildi; aynı ailenin fertleri gibi kaynaşan bu Örnek insanlar —miras ayetleri nazil oluncaya kadar—, birbirlerine vâris bile oluyorlardı.[51]
içte kitle arasında bu sağlandıktan sonra Medine çevresindeki Arap kabileleri ile görüşüp konuşmak, onların yeni islâm Dev-leti'ne karşı durum ve tavırlarını tespit etmek ve kitleyi genişletmek gerekiyordu. Bu maksatla Peygamber Efendimiz, bu kabilelerle temas sağlayarak bir takım girişimlerde bulundu ve bir kısmıyla dostluk andlaşmaları imzalandı, islâm devleti'nin varlığını kabul eden bir kabileler, böylece islâm'ın kitlesi olmaya hazırlandılar. [52]
islâm'ın intişarında, davetin fertler tarafından kabulünde îslâmî bir kadronun oluşturulması ve kitlelerin gerçekleştirilmesinde Kur'ân'm gerçekten müstesna bir yeri, mühim fonksiyonu vardır.
Şu halde islâm'a ve Allah'a davette ondan istifade etmek, ona göre harekette bulunmak, onunla faaliyeti yürütmek, mutlaka gereklidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Rasûlüne davetinde Kur'ân'a sımsıkı sarılmasını, onunla hareket etmesini açıkça emreder: «Binaenaleyh sen, sana uahyolunan (Kur'ân) a kuvvetle sarıl»[53]
Rasûlullah, geceleri evinde Kur'ân okurdu; çoluk-çocuk, kadınlar ve erkekler merakla gider, 0'n.u dinlerlerdi. Azılı müşriklerin Ödü kopuyordu, bu insanların iman edivermelerinden. Ve Kur'ân'ı dinlemelerini yasak ettiler onlara. Ama bizzat kendileri, Kur'ân'm cazibesinden kurtulamıyor ve kimseye sezdirmeden, gizlice Muhammed'in evine gitmeye zorluyordu bir his onları. Dönerken yolda birbirleriyle karşılaşan elebaşıları söz veriyorlardı bir daha gelmemeye. Fakat yine bir güç çekiyordu onları ve hadise üç defa tekrar ediyordu.[54]
Rasûlullah, kendisine sorulan sorulara, yapılan tekliflere çoğu zaman kendinden hiçbir şey katmaksızın birkaç ayet okumakla karşılık verirdi. [55]
İslâm'ın ilk davetçisi Hz. Peygamber, tebliğ ettiği esaslar üzerine devleti tesis edebileceği bir kitle teşekkül ettirdiği zaman insanlar arasında huzur ve saadeti temin gayesinde olan islâm'ın ve cemiyetin devlete olan ihtiyacını çok iyi takdir ederek devletleşme merhalesini uygulama planına koyuyor, bunun için gerekli her türlü vesileye tevessül ediyordu. [56]
Medine'lilerden bir grubun nübüvvetin 11. senesinde islâm'la müşerref olmaları, birer sene ara ile Mekke'de Akabe demlen mevkide I. ve II Akabe Biatlannın akdi,[57] islâm Devleti'ne açılan kapı oluyor, islâm Devleti'nin temelleri atılıyordu.
Rasûlü Ekrem, böylece tahakkuk eden devletleşme merhalesinin ilk adımı olarak ashabına hicret izni verdi. Bir müddet sonra kendisine de Isrâ sûresi'nin 80. ayeti ile hicret izni veriliyordu. [58]
Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin hicretle getirdiği islâm Devleti tide halifeleri zamanında hususuyle hükümet işlerinin yürütüldüğü müstakil binalar yapılıncaya kadar devlete ait her türlü işin takip ve idare olunduğu yer, Mescid idi.[59]
Bütün bir yeryüzü islâm ümmetine ibadete elverişli temiz mahal kabul edildiği halde başka bir takım fayda mülahazaları yanında yeni kurulan devletin işlerini idare açısından Hz. Peygamberin Medine'de ilk iş olarak Mescid'i inşası,[60] O'nun devleti teşekkülde planlı hareketinin en büyük belgesi sayılmalıdır.
Bu önemli merkeze, namaz vakitlerini ilan ederek inananların toplanmalarını sağlayan ezan ise islâm'ın şiarıdır; islâm Dev-leti'nin varlığını, islâm hakimiyetini gösteren bir belgedir. Bu sebeple ancak Rasûlullah Medine'ye yerleşip, etrafında Muhacirin ve Ensâr toplandıkları, islâm kuvvet bulduğu zaman meşru kılınmıştır.[61] Bu sebeple Hz. Peygamber, askeriyle bir yere gittiği zaman acele etmeyip beklemiş, ezan sesi duyduğu zaman baskın yapmamış ezan duyulmadığı zaman askerine hareket emri vermiştir ve gönderdiği birliklere de bu hususa riayeti emretmiştir.[62]
Devletin vatana olan ihtiyacım biliyoruz. Bir toprak parçası üzerinde kurulan devletin, arazisini koruyabilmesi, çevresindeki dost veya düşman milletlerle kendi topraklarına tecavüze göz yummaksızm ilişkiler kurabilmesi için hudutların tespit edilmesine ve sınırların çizilmesine ihtiyaç vardır.
Ayrıca bu hudutlar içinde yaşayan tebeanın sayısının, dolayısıyla devletin güç ve kuvvetinin bilinmesi, yapılması gerekli zaruri bir iştir.
Hz. Peygamber, bu gerçek ve zaruretlerden hareket ederek hicretinden bir kaç ay sonra Medine'yi harem bölge (dokunulmaz bölge) ilan etti ve kendisinin işaret ettiği tepelere ashaptan Ka'b b. Maliki göndererek islâm Devleti'nin o günkü hudutlarına işaret etmek üzere duvarlar, sınır taşları inşa ettirdi.[63] Bir de nüfus
sayımı yaptırarak mevcut ashabın isimlerini bir sahifeye (kütüğe) kaydettirdi.[64]
Tespit edilen hudutlar içerisinde, yapılan nüfus sayımı neticesinde mevcudiyeti anlaşılan 1500 islâm hanesi dışında henüz hicretin birinci yılında îslâmiyeti kabul etmemiş müşrik Araplar ile üç kabile halinde yahudiler bulunuyordu.
Hz. Peygamber, henüz hicretin birinci senesi dolmadan Muhacirin ve Ensar'm, Ensar ile anlaşmalı olan müşrik Arap kabilelerinin ve yahudilerin ileri gelenlerini, temsilcilerini Hz. Enesin evinde topladı ve Anayasa diyebileceğimiz metni yazdırdı.[65]
Kısa müddet içerisinde Devletini sağlam temeller üzerine oturtan Hz. Peygamber, bu maksada bağlı olarak, ayrıca daha Önce de belirtiğimiz gibi bir yandan da kitleleşme faaliyetlerinin devamı olarak çevreyi tanımak üzere küçük silahlı birlikler çıkardı. Herhangi bir çatışma ve çarpışmaya girmelerine izin verilmeyen bu erler, etrafı ve ticaret yollarını kolaçan ediyorlar, kabilelerin durumu hakkında istihbaratta bulunup Rasûlullah'a dönüyorlardı.[66] Bu şekilde görevlendirilmiş üç seriyyeden sonra hicretin ikinci yılı başında Hz. Peygamber, birliklerinin başında bizzat kendisi de çıktı. O'nun bu gazvelerinde komşu kabilelerle irtibata geçerek iyi münasebet sözleşmeleri ve sulh andlaşmaları imzaladığını görüyoruz. Kendileriyle ilk münasebetlerin kurulduğu ve andlaşmalar aktedildiği kabileler arasında Benu Mudlic, Benu Damre ve Benu Cuheyne'yi saymamız mümkündür.[67]
Rasûlullah'm İslâm'a davet hareketinde devletleşme merhalesinin en mühim meselesi, şüphesiz cihad konusu ile Hz. Peygamberin gazveleri ve seriyyeleridir. islâm'ın cihada verdiği fevkalade ehemmiyet yanında, İslâm'ı tenkit gayesiyle hareket edenlerin İslâm davetinin neşrinde cihad ve gazveler ile daha sonraki devirlerde fütuhat hareketlerinin icra ettikleri tesir sebebiyle İslâm'ın baskı ve zorlamalarla, kılıç vasıtasıyla yayıldığı iddia ve ithamları, islâm literatürüne cihadla ilgili zengin ve bol kaynakların kazandırılmasına vesile olmuştur.
Hz. Peygamberin, on senelik Medine hayatı boyunca bizzat kendisinin katıldığı 27 gazve ile çeşitli yerlere ashabından birinin komutasında gönderdiği 60 kadar seriyyede,[68] Muhammed Hami-dullah'm tezi kabul edilecek olursa, sadece 150 kişinin maktul düştüğünü görmemiz, gerçekten heyecan vericidir.[69]
Rasûlullah'm muharebe esnasında çatışmaya katılmayan yaşlıların, kadınların ve çocukların öldürülmesini yasaklayan, aşırı gidilmemesi, zulüm ve işkencede bulunulmaması, gözleri oyarak, kulak, burun vesair uzuvları keserek müsle yapılmaması hususundaki emirleri de[70] şüphesiz hayranlık vericidir. [71]
Rasûlullah'ın İslâm'a davet hareketinde, hicretin altıncı senesinde imzalanan Hudeybiye Musâlehası, bir dönüm noktası teşkil etmektedir. Diyebiliriz ki bu Muahede, o anda ashaptan umreye katılanlarca şarttan çok çok ağır, hatta zillet telakki edilerek itirazlara yol açmasına rağmen[72] islâm'ın o ana kadar kazandığı en büyük muzafferiyyet olmuş, dönüşte Mekke ile Medine arasında nazil olan[73] el-Feth sûresinde Cenâb-ı Hakkın buyurduğu gibi "feth-i mübin"[74] teşkil etmiştir.
Her şeyden Önce devletleşme açısından, o zamana kadar İslâm'ın ve islâm Devleti'nin varlığını asla kabul edemiyen, haz-medemiyen, Arap Yarımadası içerisinde islâm'ın en amansız düşmanı, müşrik Arapların dinî, içtimaî, siyasî, iktisadî yönlerden kendilerine üstünlüğü dolayısıyla hep ittiba ettikleri Kureyş, resmen îslâm Devleti'ni kabul etmiş oluyor, islâm davetinin varlığım ikrar mecburiyetinde kalıyordu, islâm'ı ve müslümanları topye-kun imha için ardı arası kesilmeden hamleler yapan ve müşrikleri, yahudileri, münafıkları durmadan kışkırtan bu kabile artık kabına çekiliyor, on sene müddetle[75] müslümanlarla insanî ölçüler içerisinde iyi münasebetlerde bulunmayı kabulleniyor, sulh ve sükûna rıza göstermek mecburiyetinde kalıyordu; islâm Devleti nin bir başka muhasım grupla halledilmesi gerekli meselelerinde tarafsız kalma şartına imza koyuyordu.[76]
Bu sulh ve sükun devresi, islâm davetine yeni boyutlar, yeni intişar zemin ve sahaları kazandırdı, islâm'ın gayretli davetçileri güven ve emniyet içerisinde çeşitli münasebetlerle gittikleri her-yerde, her vesile ile islâm'ın prensiplerini tebliğ ile meşgul oluyorlar, akıl sahiplerine hitap ediyorlar, münakaşalarda bulunuyorlar ve neticede islâm, yeni müntesipler kazanıyordu.[77]
Hudeybiye Müsâlehası'nm davet açısından sağladığı faydalardan birisi de diplomatik davete imkan vermiş olmasıdır. Rasûlullah'ın davetinde devletleşme merhalesi içerisinde cere-yan eden bu şekle mahiyet ve muhtevaları iki ayrı esasta toplandığı için iki noktadan bakmak istiyoruz: [78]
Rasûlullah, Hudeybiye'den dönüşünde bir gün ashabına çıktı ve onlara şöyle hitabetti: «Arkadaşlar! Cenâb-ı Hak beni rahmet ve bütün âleme davetçi olarak gönderdi. (Şimdi ben size bir vazife vermek istiyorum.) Sakın havarilerin Hz. isa'ya muhalefet ettikleri gibi muhalefet etmeyiniz!» Ashabı merakla sordu: «Havarilerin muhalefeti nasıl olmuştu ya Rasûlallah!?» Buyurdular "Benim size vereceğim vazifeyi o, havarilerine teklif etmiş, dini neşr için yakın yere gönderilenler razı olmuşlar; uzak yere görevlendirilenler ise memnuniyetsizlik içinde gidecekleri yerin lisanını bilmedikleri bahanesiyle imtina etmişlerdi. Derken Hz. "isa'nın Cenaba Hakk'a ilticasıyla onlardan her biri gidecekleri yerin lisanını gayet mükemmel bilir bir şekilde sabaha çıkarıldılar.» Ve Rasûlullah bu konuşmasından sonra ashabından bazı kimseleri tayin ve tespit ederek yazıp mühürlediği islâm'a davet mektuplarıyla komşu devlet hükümdarlarına ve kabile reislerine elçi olarak gönderdi.[79] Bizans, Iran, Mısır, Habeşistan, Gassan, Hire, Bahreyn, Umman, Dumetu'l-Cendel, Necran gibi ülkelere, Bekir b. Vail, Benu Cuzame gibi pek çok Arap kabilelerine Hz. Peygam-ber'in gönderdiği bu mektupların bir çoğunun -memnuniyetle kaydedelim ki- metnine, hatta orijinaline sahip bulunuyoruz.[80]
Hz. Peygamberin diplomatik davetle komşu devletlere mesajlar sunması, her ne kadar o zaman buna muhatap olanlar tarafından—en-Necâşî müstesna— acaip görülmüş, menfi karşılanmış, hatta kin ve öfkeleri harekete geçirmişse de, bunu takip eden seneler, bu mektupların boş bir hevesle kaleme alınmadığını gösterdiler ve îslâm davetinin cihanşümûllüğünü bütün aleme ilan ettiler.[81]
Her biri müstakil küçük bir devlet şeklinde kendi başına buyruk, Arap Yanmadası'nm muhtelif bölgelerinde dağınık bir vaziyette meskun bulunan Arap kabilelerinin islâm Devleti'nin başkanı Hz. Peygamber'e çeşitli maksatlarla diplomatik heyetler göndermeye başladığı tarih, Ibn Sa'd ve Ibn Kesir'in beyanlarına göre [82] Mudar'm bir kolu Muzeyne'nin, imanlarını Rasûlullah'a bildirmek üzere geldikleri hicretin beşinci senesidir.
ismini gelen heyetlerden alan hicretin dokuzuncu senesi, hu-susuyle dikkatimizi çekiyor. Ibn Hişam'm dediği gibi[83] müşrik Araplar, Kureyş'e bakıp durmakta idiler.Hicretin 8. senesinde gerçekleştirilen Mekke Fethi'nin ardından Kureyş müslüman olup da 9. senede Hz. Peygamber bütün Arap Yarımadası1 nda yankılar bırakan Tebük Gazvesi'nden haşmetle dönünce Arap kabileleri islâm Devleti'ne karşı çıkamayacaklarına dâir zaten mevcut bilgileriyle harekete geçtiler ve Yarımada'mn her tarafından Cenâb-ı Hakk'ın buyurduğu gibi 71 grup grup gelen hey'etler Medine'yi doldurdular. Bu dokuzuncu seneye "Senetu'l-Vüfud = Heyetler Yılı" deniliyordu.[84] Ertesi sene de bu diplomatik münasebetler devam etti.
Medine'ye gelip Rasûlullah tarafından kabul edilen heyetlerin çok çeşitli maksatları ve istekleri vardı:
1- Kabile ve kavimlerinin müslüman olduklarını bildirmek ve onlar adına biatta bulunmak.[85]
2- islâm'ı, dinin ahkamım öğrenmek ve kavimlerine dönüp islâm'ı öğretmek.[86]
3- islâm'ı tebliğ edecek, dini öğretecek mübelliğ ve hocalar talep etmek.[87]
4- îslâm hakkında bilgi alıp müslüman olmak ve gidip kavimlerini islâm'a davet etmek.[88]
5- Bazı şartlarla islâm'ı kabul etmek.[89]
6- Dünyalık elde etmek ve menfaatler sağlamak.[90]
7- Bîtaraflık andlaşması yapmak,[91]
8- islâm dinini kabul etmemekle beraber, cizye vererek islâm idaresini kabul etmek ve andlaşma imzalamak,[92]
9- Rasûlullahla ilmî, dinî münakaşalarda bulunmak,[93]
10- Rasûlullah'tan sonra O'nun makamına haleflik, devlet idaresinde ortaklık ve devlet arazisini paylaşma teklif etmek —ki buna Hz. Peygamber orada bulduğu bir hurma dalını göstererek: «Şayet benden şunu isteseydin bunu bile vermezdim.» diye cevap vermiştir.[94]
11- inatçı bir tavır, düşman bir eda ile gelerek îslâm Devle-ti'nin ve Rasûlullah'ın durumu ve gücünü öğrenmek bunlar da müslüman olmadan geri dönmüşlerdir.[95]
12- Ve nihayet sinsi bir şekilde elçi görünümünde Hz. Pey-gamber'e sokulup fırsatını bulunca O'nu öldürmek üzere komplo planlarıyla suikasta teşebbüs etmek.[96]
Bu şekilde bir çok değişik gayelerde İslâm Devletinin başşehri Medine'ye gelen diplomatların bir kaç küçük hadise dışında Hz. Peygamber1 den gördükleri muamele, hep müsamahakâr, iltifat edici, değer verici olmuş, Rasûlullah ziyaretçileri ile fevkalade ilgilenmiştir. O'nun nazik davranışları, kabilelerin meseleleriyle meşgul olması, ismini umumun kabulüne mazhar kılmış, ününün bütün Arap Yarımadası'na yayılmasına ve hüsn-ü kabul görmesine vesile olmuştur.[97]
Hz. Peygamber gelenlerin taleplerini dinliyor, sorularını cevaplandırıyor, meselelerini hallediyor,[98] akşam- sabah ne zaman müsait olursa gidip onlarla görüşüyor, uzun uzun konuşuyordu; hatta Sakif heyetiyle mûtad olarak her yatsı sonu buluşan Hz. Peygamber, bir keresinde ayakta konuşmaları bir hayli uzadığı için zaman zaman vücudunun yükünü bir ayağına bindirerek diğerini dinlendirme ihtiyacını hissetmişti.[99]
Hz. Peygamber'in islâm'ı kabul ederek gelen ve biat eden veya orada müslüman olan heyetlere büyük ölçüde ihtimam gösterdiği hususların başında, Medine'de yeterli müddet kalarak Kurân-ı Kerim öğrenmeleri, dinî prensip ve esaslara vukuf kesbetmeleri ve bizzat kendisinin ve ashabının tatbikatını görerek islâm'ın ya-şanış ve uygulanışı konularında fikir edinmelerini sağlamak olmuştur.
Çeşitli heyetler içerisinde Kur'ân öğrenmeye daha fazla rağbet ve gayreti olanlara Hz. Peygamber, daha çok değer veriyor, ilgi gösteriyor ve onlara diğer heyetlere verilenden daha fazla, daha kıymetli hediyeler verilmesini emrediyordu.[100] Bir heyetten de Kur'ân'ı daha çok öğrenmiş olanı ve gayret göstereni, yaşı onların en küçüğü olsa bile onlara başkan tayin ediyordu.[101]
Medine'de bu şekilde bazan on gün, bazan daha fazla süren eğitim-öğretim devresinde murahhasların kalmalarına tahsis edilmiş evler vardı. Meselâ Abdurrahman b. Avf in evi bu işte kullanılıyor ve "Dâru'd-Dıyfân=Misafirhane" olarak anılıyordu.[102] ibn Sa'd ise, bu münasebetle Kamle bint el-Haris'in evinden sık sık bahseder.[103] Burası hurmalıklar arasında inşâ edilmiş, pek çok heyetin ikametine elverişli genişlikte güzel bir evdi.[104]
Hususen misafirler için kullanılan bu gibi evler yanında el-Muğîra b. Şube,[105] Ebu Eyyub el-Ensarî[106] ve Ensâr'dan diğer zevatın evleri[107] ile Mescid bitişiğindeki SufFa[108] ve Mescid yanına kurulan bir çadırın[109] da lüzum hasıl olunca misafirhane olarak kullanıldığını görüyoruz.
Heyetler, Medine'den ayrılacakları vakit Hz. Peygamber, onlara hediyeler verme itiyat ve endişesindeydi. Hatta bu hususa o kadar önem veriyordu ki Ibn Abbas'm rivayetine göre O, ölüm dö-şeğindeyken ve başında cereyan eden münakaşaların gürültüsüne tahammül edemiyecek kadar hasta vaziyette son vasıyyeti olarak «aynen kendisinin yaptığı gibi, heyetlere hediyeler verilmesi» ni emretmişti.[110]
Hicretin dokuzuncu senesi Recep ayında cereyan eden[111] Tebuk Gazvesi'ne askerî, siyasî ve tarihi yönlerini bir tarafa bırakarak davet açısından bakacak olursak, Rasûlullah'ın hayatında islâm davetinin neşrinde mühim hadiselerden biriyle karşı karşıya olduğumuzu anlarız. Tebuk'te bir süre bekleyen Peygamber Efendimiz, bir ordu ile karşısına çıkamayan Bizans Imparatorlu-ğu'na, elçisiyle bir mektup göndererek imparatoru islâm'ı kabul etmeye, tebeasmı dinlerini seçme konusunda serbest bırakmaya, yahut da cizye vermeye çağırdı.
Bizans, Hz. Peygamber'in tekliflerini kabul etmiyordu ama, Onunla görüşmek üzere bir elçi ve ayrıca Kasûlullah'a hitaben bir mektup göndererek tâ Tebuk'e kadar kalkıp gelmiş islâm Devle-ti'ni resmen tanımış oluyordu.
işte bu, Hz. Peygamber'in davetinde devletleşme merhalesinin son düğümleri oluyor, islâm davetini bütün cihana duyuracak olan Rasûlullah'ın Devleti, varlığım, gününde dünyamn en büyük devletine, imparatorluğuna kabul ettiriyordu. [112]
23 senelik davetin meyvesi olarak iman edip de Rasûlullahla bir arada bulunmaya, O'nunla karşılaşmaya, nasihat ve hidayetinden istifade etmeye can atan pek çok mü'min vardı. Hususuyle badiyede, Arabistan'ın çeşitli dağınık yerlerinde son senelerde müslüman olmuş, kabile halkı için hiç görmediklerini peygamberleri ile görüşmek, O'nu kavuşmak, büyük bir emel idi.
Bunun için de en uygun zaman ve mekan, hac mevsimi ve me-nasik yerleri idi. Bunu sağlayabilmek için Hz. Peygamber Hacca karar verdi ve kararını çevreye bildirdi. Böylece gerçekleştirilen hac esnasında Yarımada'nın her bir tarafından koşup gelmiş sayısız[113] insana haccı talim etti; ebedî Veda Hutbesini irad buyurdu. Faiz, kısas, intikam, zina... gibi önemli hukukî hükümler ihtiva eden hutbe, bütün bu ağır ve ciddî konulara rağmen çok hisli ve heyecanlı idi.
Rasûlullah'ın Veda Hutbesinde dikkatimizi çeken bir husus var. O'nun bu hutbe ile ilan ettiği prensipler, davetinin başlangıcında henüz yalnızken, işkencelere maruz kalmışken ve güçsüz iken insanları çağırdığı prensiplerin aynısıdır. Azınlıkta iken ve çoğunluğu teşkil edince, savaşta ve barışta, zaferde ve hezimette, fırsat elde varken ve yokken, düşman zayıfken ve kuvvetli iken değişmeyen prensiplerdir, bunlar.[114]
Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz dahil bütün peygamberler, davetlerinde psikolojik unsurları nazar-ı itibara almışlar, görevlendirdikleri davetçilere bu hususlara riayetle ilgili emirler vermişlerdir. Hz. Peygamberin muhataplarının psikolojik durumlarını dikkate alarak usanç ve bıkkınlık vermesin diye ashabına va'z ve irşadlarında onların istekli ve bildirilenleri kabule hazır anlarını seçtiğini biliyoruz.[115]
Hz. Peygamberin tebliğ faaliyetleri esnasında gözönünde bulundurduğu psikolojik unsurları iki yönden incelememiz mümkündür: 1. Muhatap açısından 2. Davetçi açısından. Şimdi bu iki noktayı ayrı ayrı ele alalım:[116]
Hz. Peygamberin kendisine sorulan sorulara, soranların kabiliyet ve durumlarına göre değişik cevaplar verdiğini görüyoruz. Hatta aynı soru için ihtiyaç ve şartlar muvacehesinde O'ndan değişik cevaplar alınabilmektedir. Mesela islâm'ın faziletli ameli hakkında soru soran iki kişiden birine yemek yedirmek ve selamı yaymak, diğerine ise büyük ihtimalle onda gördüğü eksiklik sebebiyle el ve dil selameti ile cevap vermiştir. Bu şekilde O'nun hutbe ve konuşmaları, irşad ve tebliğleri, duruma ve muhataba göre çeşitlilik ve değişiklik arzetmektedir.[117]
Rasûlullah'a ve bütün müslümanlara yön veren Kur'ân-ı Kerim, muhatabı tanımaya o derece büyük önem vermiştir ki, Mekke'lilere hitap eden âyet ve sûrelerle Medine'lilere hitap eden âyet ve sûreler, birçok yönden birbirinden farklıdırlar. Kur'ân'da müşrikleri ikna için getirilen hüccetler ile ehl-i Kitap için kullanılan deliller, her grubun inancındaki bozuk yönleri ortaya koyacak ve onları tevhit istikametine çekecek biçimde ayrı ayrı özellikler taşımaktadır.[118] Onlann inancındaki bozukluklar, yaşayışlarına akseden aksaklıklar, gayet iyi. bilindiği için muhatabın gözleri Önüne bu manzara serildiği zaman o, hakkı kabulden başka yol bulamıyacaktır. [119]
Kolaylaştırmanın, Rasûlullah'm İslâm'a davetinde temel ilkelerden biri olduğunu söylersek mübalağa etmiş olmayız. Bizzat Cenâb-ı Hakk'm îslâm ahkâmım 23 senelik bir müddet içinde, kademe kademe, bölüm bölüm ikmal eylemiş olması, kolaylaştırmanın en bariz örneği, ehemmiyet ve lüzumunun en açık delilidir.
Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin bu konuda gayet sarih erdir ve tatbikatlarına vakıf bulunuyoruz. O'nun islâm'a davetle görevli olarak gönderdiği ashabına yegâne talimat ve tavsiyeleri olarak «kolaylaştırmalarını, zorlaştırmamalanm, müjdelemelerini, nefret ettirmemelerini» emretmeleri[120] fevkalade manidardır. [121]
Davetçilerin önderi Hz. Peygamber'in davet hayatında bu vasfım tebarüz ettiren, hüsn-ü muamele için eşsiz örnekler veren pek çok hadise vardır.
Bu davranışların sahibi Hz. Peygamber'in ashabına ve ümmetine de hüsn-ü muamele ve rıfkı emredeceği aşikârdır. Bu emre uyanlara O, şöyle dua eder; «Ya Rabbi! Kim ümmetimin herhangi bir işini üzerine alırda onlara yumuşaklık ve güzellikle davranırsa sen de ona güzellik ve rıfkla muamele et.»[122]
Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz de, menfî davranışını gördüğü bir kimseyi katiyetle hatasını yüzüne vurarak mahcup etmemiş, isim belirterek «falana ne oluyor ki şöyle söylüyor» diye kınamamıştı. Bilakis hatayı umumîleştirerek «insanlara ne oluyor ki şöyle şöyle söylüyorlar» diyerek[123] tebliğ ve tashihte bulunurdu. Bir keresinde ashaptan birinin namazda ve duada gözlerini önünden kaldırıp semaya diktiğine ve etrafa göz gezdirdiğine şahid olmuştu. O, bu hatayı şöylece tamir etti: «Bir takım kimseler, namaz kılarken, dua sırasında gözlerim semaya kaldırmalarından ya vazgeçerler, ya gözleri kör olur.»[124]
Elbette hüsn-ü muamele davette esastır. Ama bazı özel şart ve durumlar, muhatabın tutum ve yapısı bunun aksine sert davranmayı ve cezalandırılmayı gerekli tutabilir. Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin davetinde cereyan eden, tebliğin zarurî kıldığı, sözlü veya fiili sert davranış şekillerini hafiften şiddetliye doğru şöyle sıralayabiliriz: [125]
Cenâb-ı Hakkın azabından ve gazabından sakındırma, Cehennem ve ateşini hatırlatma, Hz. Peygamber'in nübüvvetinin temelini teşkil etmekte, ta ilk günlerinden itibaren davetinde yer almaktadır. O, "beşir" olduğu kadar "nezir" dir de.
Ahireti hatırlatma ile ikaz yanında, îslâmî esaslara muhalif davrananlara bu dünyada da erişebilecek bir takım tehlikeleri belirtmek de, bu meyanda mütalaa edilmelidir. Dua esnasında ve namaz kılarken gözlerini semaya dikenlere Hz. Peygamber'in isim ve şahıs belirtmeden, sert bir şekilde «ya huylarından vazgeçmelerini, ya da gözlerinin kör olacağını» ikaz ettiğini[126] az önce zikretmiştik. [127]
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, Benû Hanife heyeti içinde gelen Yemame'li müstakbel yalancı peygamber Museylime'nin kendisinden vefatından sonra makamının tarafına tevdii talebinde bulunması üzerine ona sert bir şekilde çıkışmış ve önünde bulunan küçük bir hurma dalını kaldırarak «Şayet benden şunu isteseydin bile vermezdim.» buyurmuşlar; gözü dünyada ve saltanatta' yalan ve dolanda olan bu adamla daha fazla görüşmeyi de kabul etmeyerek, onları dinlemek ve kendi adına cevap vermek üzere Sabit b. Kays'ı görevlendirmişlerdi.[128]
Fiilî bir cezanın uygulanmasından ziyade, muhataba gerekirse cezanın tatbik edilebileceği hissinin verilerek gözünün korkutulması ve böylece onun istenilmeyen bir duruma düşmesine engel olunması, tebliğde uygulanacak metotlardan birisidir.
Hz. Peygamber'in davet hayatında bu şekilde cereyan etmiş bir gözdağı verme hadisesine vâkıf bulunuyoruz: Mekke'liler Hu-deybiye musalehası'nı bozdukları zaman Hz. Peygamber artık fetih zamanı geldiği için ordusuyla Mekke'ye yürümüştü. Faka;, O, kan dökülmesini hiç arzu etmiyordu. Bunun için de büyük bir gizlilik içerisinde Mekke'ye sokulmaya muvaffak olmuştu. Mekke girişinde kendilerine mülaki olarak İslâm'ı kabul eden Kureyş reisi Ebu Süfyan'ı islam ordusunun haşmet ve azametini, güç ve kudretini görsün, gözü yılsın ve Mekke'deki mukavemet teşebbüslerim kırsın diye Hz. Peygamber, bir geçitin üstüne götürüp askerlerinin düzen ve disiplin içerisinde, haşmet ve vakarla geçişlerini seyrettirdi. Zaten iman eden Ebu Süfyan, Mekke'lilerin bu muazzam orduya karşı koyamıyacaklarım bizzat gözleriyle görerek, yaki-nen vukuf kesbedince Mekke'ye koşmuş ve herkesin silahlarım atarak evlerine kapanmalarını temin etmişti.[129] îşte bu gözdağı, hemen hemen hiç kan dokülmeksizin koca Mekke'nin fethim sağlamış, kendinden istenen neticeyi vermişti. [130]
Zaman zaman Rasûlullah, davetinde tehditkar bir ifade de kullanırdı. Hicretin ikinci senesinde, Bedr Gazvesi nden sonra Hz. Peygamber, yahudileri Benu Kaynuka çarşısında toplamış ve onlara şöyle hitap etmişti: «Ey yahudileri Kureyş'in başına gelen felaketin sizin başınıza da gelmemesi için Allah'tan korkun, ve müslüman olun. Siz biliyorsunuz ki ben Allah'ın Hasûlüyüm; bunu kitabınızda buluyorsunuz ve okuyorsunuz.» Yahudiler ise, Ku-reyş'in harp tekniğini bilmediğini, kendilerinin çok cesur muharipler olduğunu söyleyerek O'nun davetini reddetmişlerdi.[131]
Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, bir gün kendisine âyetle «kafirler ve münafıklarla cihad etmesi ve onlara karşı çetin davranması» emredilince [132]Mescid'inde bütün ashabı arasından mevcut münafıkları bir bir ismen zikrederek «Sen çık, sen çık» diye çıkarmıştı. Huzurdan çıkarılanlar bir hayli vardı. Sonra Rasûlullah, onların uğrayacağı acı akibeti beyan etmiş ve âyetin devamında «Onların barınacakları yer Cehennem'dir. O, ne fena gidiştir.»[133] buyurulduğuna dikkatleri çekmişti.[134]
Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz, kendine olmadık eziyet ve işkenceleri reva gören, her türlü şirretliği yapan insanlara bile hep beddua etmekten, lanet okumaktan sarf-ı nazar etmiştir. Bazı müşrik kabilelere ilenmesi için kendisine müracaatta bulunanlara verdiği cevap: «Ben lanet edici olarak gönderilmedim; rahmet olarak gönderildim.»[135] şeklindedir.
Ancak pek nadir hallerde ve şahsi olmayan, sırf dini sebeplerle O'nun bedduaya yer verdiğini görürüz. Meselâ O, tedib edici tebliğlerine karşı dikkafalılık edenleri pek hoş karşılamıyor ve sert davranmak mecburiyetinde kalıyordu: Bir adam Hz. Peygamberin yanında sol eliyle yemek yiyordu. «Sağınla ye!» diye ihtar etti. Adam: «Sağ elimle yiyemiyorum.» dedi ki onu, buna sevke-den kibiri idi. Rasûlullah bunun üzerine «Yiyemez ol» buyurdular. Adam, elini ağzına götüremedi.[136]
Rasûlullah (s.a.v.) kendi yürüyüşünü ve bazı hareketlerini taklit ettiği için el-Hakem b. Ebi'1-As'ı Taife sürgün etmişti ve O, ta Hz. Osman zamanına kadar orada kalmıştı.[137]
Rasûlullah zamanında özel hapishaneler bulunmamakla beraber, bazı suçlular tevkif edilerek çeşitli yerlerde hapsediliyorlardı. Rasûlullah tarafından, borçlarını vermeyenler, harp esirleri, katiller veyahut cinayet zanlılarının Mescid'de, dehliz ve kuyularda, devamlı bu işe tahsis edilmemiş evlerde hapsedildiklerim biliyoruz.[138]
Rasûlullah Efendimiz, yakalandıkları sıtmadan lar diye, islâm Devleti'ne ait develerin otladığı meraya gönderdiği Urayne kabilesinden bazı şahısların, orada çobanı Öldürüp kendilerinin de irtidat ederek kaçmaları üzerine, hemen onların arkasından bir müfreze çıkarıp suçluları yakalattırmış ve gözlerine mil çektirmişti; ellerini ve ayaklarını kestirip çöle attırmıştı.[139]
Hz. Peygamberin davetine göre davet açısından, insanları islâm aleyhine kışkırtıp hücumlar yönelten, islâm davetçilerinin davet ve tebliğlerine, onlara eziyet ve hakaretler yağdırarak engel olmaya çalışan, güç ve baskılarıyla, tahakküm ve tasallutlarıyla fikir ve inanç hürriyetini ihlal e'derek zihinleri karıştıran ve insanların islâm'a girmelerine mani olan azılı elebaşıların, kendilerine tebliğ sıhhatli bir şekilde iletilmiş se ve şayet islâm daveti için zarar vermeyecek, fayda sağlayacaksa islâm kaza organının alacağı kararla karaltıları ortadan kaldırabilir.
Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz, yahudüerin el eb a şiarından ve kuvvetli şiir kabiliyeti ile müslümanlara ezalar veren, islâm davetine zararlar doğuran Kab b. el-Eşraf ı ve yine yahudilerin azılılarından Ebu Rafı'i görevlendirdiği kimselerle pusuya düşürerek öldürtmüştü.[140]
Kur'ân-ı Kerim, hıristiyan ve yahudilerden «Ehl-i Kitap» diye bahsederken onların Kitabullah'a ehil olduklarına işaretle kendilerine değer verildiğim belirtmekte, insandaki «değer verilme» duygusuna hitabcderek onların kalbim kazanma metodunu uygulamaktadır.[141]
Aynı metottan hareketle Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin komşu devletlere gönderdiği İslâm'a davet mektuplarında devlet başkanlarına «Rum'un ulu'su, kıptilerin büyüğü» diye hitabettiği-ni, «Bizans hükümdarı» veya «Kıptilerin reisi» demediğini görüyoruz.[142] Böylece aslında izzet ve azamet, büyüklük ve yücelik, Allah'a, Rasûlüne ve müslümanlara ait olduğu halde[143] Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz, onlara değer vererek kalblerini kazanmak üzere tazimde bulunuyor, onlara yücelik ve ululuk nispet ediyordu.[144]
Peygamber Efendimiz, savaşta ve barışta, dost ve düşman, yaşlı ve çocuk umumiyetle herkese teveccüh eder, değer verir, ilgi ve itibar gösterirdi.[145]
Davetçi ile muhatap arasında bir yakınlaşmanın tesisi, tebliğ açısından son derece önemli ve muhatap üzerinde oldukça etkilidir. Bu sebeple Peygamber Efendimiz, bunu gerçekleştirmek üzere her vesileye başvuruyor, her türlü çareye müracaat ediyordu:
O, aleni davet emrini aldığı zaman kabileleri davet etmek üzere panayırlarda ve haccın ifa edildiği yerlerde dolaşırken umumiyetle, ensab ilmine vakıf Hz. Ebu Bekir'i yanma alıyor, önce Ebu Bekir (r.a.) Efendimiz, muhataplara hangi kabilelerden, hangi kolundan, hangi ailesinden olduklarını soruyor, o kabilelerin meşhurları ve büyüklerine ait haberler istiyordu. Böylece onlarla bir ülfet, bir yakınlık temin edildikten sonra Peygamberimizi takdim ediyor ve Rasûlullah, onlara Kur'ân okuyor, tebliğde bulunuyordu.[146]
Bir başka yakınlaşma yolu olarak Rasûlullah, tebliğde bulunduğu şahıs ve kabilelerin isimlerine dikkat eder, onların isimlerine uygun tevillerde bulunur ve bu şekilde müessir olmayı denerdi.
Bunlardan ayrı olarak Rasûlullah, akrabalık bağlarının sağladığı yakınlığı, daveti kabulü sağlayan psikolojik bir unsur görerek davet vesilelerinden biri olarak kullanıyordu, ileride inceleyeceğimiz üzere O'nun izdivaçları arasında bu maksada matuf olanlar vardır.[147]
Bütün bir insan cinsini diğer mahlukattan ayıran temel Özellik, şüphesiz onların akıl sahibi olmaları, düşünebilmeleri, tefekkür ve tedebbürde bulunabilmeleri, hakikati görebilme vasfında olmalarıdır. O halde bu temel özellik, faaliyet halinde bulunursa onlar, hidayete ererler. Bunu temin için insanoğluna hitabeden pek çok âyet vardır, «Onlar düşünmüyorlar mı?», «Siz akletmez misiniz?», «İbret almazlar mı?», «Görmüyor musunuz?», «Tefekkür etmez misiniz?» ve «Onlar Kur'an'ı tedebbür etmezler mi?» şeklinde.[148]
Rasülullah'm davetine muhatap olan Arap toplumunda bu ırkın temel Özelliklerinden birisi, himayeye büyük ölçüde değer verme ve eman isteyen birisi düşmanı bile olsa ona eman vererek bu uğurda her türlü tehlikeyi göze almaktır; bu onlar için bir şeref ve izzettir. Aksi ise, korkaklık ve alçaklıktır. Şu halde tebliğde bu unsurdan faydalanılabilir. Nitekim Hz. Peygamber Efendimiz, Hz. Ebu Bekir (r.a.) ile birlikte kabileleri İslâm'a davet ederken bazılarının himaye duygularına hitap etmiştir. [149]
Müşterek noktalarda birleşme metoduna uymasını bizzat Cenâb-ı Hak, Rasûlüne emreder: «De ki (ey Hatibim): Ey ehl-i kitap! Hepiniz bizimle sizin aranızda müsauî ve müşterek bir kelimeye gelin. (Şöyle diyerek:) Allah'tan başkasına tapmayalım. O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım, Allah'ı bırakıp da kimimiz, kimimizi Rabler (diye) tanımayalım. (Buna rağmen) Eğer yine yüz çevirirlerse (o halde) deyin ki: Şahid olun, biz muhakkak müslü-manlarız.»[150]
Tek Allah'a ibadet etme, müslümanlarla ehl-i kitap arasında, önceki peygamberlerin davetine muhatap olmuş ve buna sahip çıkmış bütün insanlarda müşterek bir nokta idi. Zira gönderilmiş hiçbir peygamber yoktu ki, kavmine yalnızca Allah'a ibadeti em-retmemiş olsun.[151]
Bu emir mucibince Hz. Peygamber, ehl-i kitabı davet ederken sanki onların içinden biriymiş, onlarla karışmış kaynaşmış gibi davranıyor, sıcak ve samimi bir hava içinde ortak bir inanç üzerinde anlaşmaya çağırıyor[152] mukaddes kitaplarına atıf ve işaretlerde bulunuyor, kendilerine ibadet serbestiyeti tanıyor ve siyasî bir takım haklar sağlıyor, birleştirici tekliflerde bulunuyordu.[153]
Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin tebliğinde muhataplarına bir fikri kabul ettirebilmek, bir düşüncenin zihinlerde iyice yer etmesini sağlamak, dinleyenin dikkatini toplayarak söylenenlere gereken ehemmiyeti vermesini temin etmek üzere, sık sık «tekrarlama» metoduna başvurduğunu görüyoruz. [154]
Hz. Peygamber, kendisine takdim edilen hediyeleri kabul ediyor, dost ve düşman herkese hediyeler veriyor, hususuyle kendisiyle görüşmek üzere gelen heyetlere hediye verilmesine o derece ehemmiyet ve önem atfediyordu ki vefatından evvel yaptığı sözlü son vasıyyetinde bile bu hususu zikretme lüzumu hissetmişti.[155] O, senelerce Mekke'lilere ve çevre kabileleri islâm Devleti aleyhine kışkırtan Kureyş reisi Ebu Süfyan'a, Hudeybiye'den sonra devam eden iki senelik sulh müddeti içerisinde, elçilerinden birisi ile meşhur ve kıymetli Medine hurması hediye göndermiş ve Ebu Süfyan'dan kendisine Arap Yarımadasının her tarafında ısrarla aranılan Mekke mamulü deri giyeceklerinden hediye gönderilmesini talep etmişti. Ebu Süfyan da, bu isteğe uymuştu.[156]
Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz, dünyaya aşırı derecede bağlı insanların islâm'la, Kur'ân'la temaslarını, onlara dünyalık vererek sağladığı zaman onlarda meydana gelecek halet-i ruhiyye değişikliğini gayet iyi biliyordu ve her fırsatta onlara hediyeler takdim ediyordu. Huneyn Gazvesi'nden sonra ganimetleri taksim ederken bazı Ensar gençlerinin sızlanmaları üzerine yaptığı konuşmada bizzat ifade ettiği gibi maddi menfaatlerine ehemmiyet verenlerin kalblerini «telif» etmek, islâm'a ısındırmak istiyordu. Bu sebeple O, bu ganimetlerden Ensar'a pay ayırmamış ve büyük ölçüde «müellefe-i kulub» diye isimlendirilen islâm'a yeni girmiş, fakat iyice bağlanamamış kimselere veya islâm'a henüz girmemekle beraber meyli olanlarla, hoşnut tutulmazlarsa zararlı ola-bilecek kimselere, ileri gelen şahsiyetlere mükafaatlar vermiş, hediyeler takdim etmişti.[157]
Peygamber Efendimizin tebliğ faaliyetinde mucizelerin de zaman zaman etkili olduğunu görürüz. Kaynaklarımız, Rasûlul-lahin mucizeleri sebebiyle iman etmiş, imanları yakın kesbetmiş, hatta Rasûlullah'a suikast tertipleyerek O'nu öldürmek üzere gelmişken O'nun gayretli bir davetçisi, samimi bir fedaisi olmuş, pek çok kimseye ait birçok hadise nakleder. [158]
İslâmî davet vazifesini icra, sabır ve azim isteyen meşekkatli ve çileli bir mükellefiyettir.
Klasik siyer kaynaklarımız, Rasûlullah'm bizzat kendisinin maruz kaldığı eziyet ve hakaretleri beyan eder, bütün bunlara karşı O'nun gösterdiği yüksek sabır ve tahammül gücünü bütün müslümanlara ve hususiyle davetçilere örnek olarak sunarlar.[159] Müşriklerin bitip tükenmeyen, dinip durmayan ve gün geçtikçe artan azgınlıkları sebebiyle, Rasûlullah'm asla fütur göstermediği, şevkinin kırılmadığı, azminin yıkılmadığını biliyoruz. Zira O'nu davetinde teşyi eden, yönlendiren bizzat Cenâb-ı Hak idi. O'nda beliren en küçük bir hüzün ve şevk kırıklığı, derhal nazil olan bir ayetle izale ediliyor, Rasûlullah teselli olunuyor ve yeni bir azim ve iradeyle davete sevk e diliyordu.
Bu sebeple Hz. Peygamber'in Rabbinin risaletini tebliğ için gittiği Taif ten reddedilmiş, alaya alınmış, taşa tutulmuş, ayakları kana bulanmış olarak dönerken Mevla'sına ilticasında yalnız O'nun rızasını talep ettiğini belirtmesi, bu vaziyette bile karşılaştığı hıristiyan köle Addas'a islâm ve iman teklin, isterse Cenâb-ı Hakk'm kendisine bunları reva gören kavmi helak edivereceğini bildiren meleğe, Cenâb-ı Hak'tan talebinin, bu bilmeyen insanlara hidayet nasibetmesi olduğunu bildirmesi, O'nun sabır ve tahammülü, yılmayan davet aşkı ve kırılmayan azim ve şevkini göstermeye en güzel delildir.[160]
Davet mükellefiyetinin sabır ve azim istediğim belirttik. Elbette bunların tabii bir neticesi olarak davetçi hiçbir an ümidini kaybetmeden, hidayetin Allah'tan olduğunu bilerek faaliyetine devam edecektir. Ümitsizlik içerisine düşme, zaten başlangıçta yenilgiyi kabul etme demektir. Ümitsizliğe düşmek, İslâm'ca yasaklanmıştır: «Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin.»[161]
Bu hususta, uyguladığı metotla en güzel örneği, Rasûlullah Efendimiz verirler. O, katiyetle ümidini kaybetmeden, ye'se düşmeden, ısrar ve tekrar ile davetini en azılı müşriklere, kendisine en çok düşmanlık ve hakarette bulunan düşmanlarına, kafirlere bile defaatla sunmaktan bir an geri kalmamıştır.
Hz. Peygamber, kabileler arasında İslâm'ı yaymak için yılmadan faaliyet gösterirken çoğu kez onlardan aldığı cevap şöyle oluyordu: «Ey Muhammedi Artık senin bizden ümidini kesme vaktin gelmedi mi?!»[162] Fakat, hayır!.. O, ümidini katiyetle kesmiyecek ve davetine devam edecekti.
Mekke döneminde, her türlü zulüm ve işkence altında inim inim inleyen müslümanlara Hz. Peygamber, onların şikayetleri karşısında sabır tavsiye ediyor, Önceki kavimlerden inananları vücudlarının testere ile ikiye biçilmesi, demir taraklarla etlerinin kemiklerine kadar taranarak sıyrılmasının dinlerinden döndüre-mediğini beyanla duygulandırıyor ve San'a'dan kalkan birisinin, kurt sürüsü içerisinde olduğu halde Hadramut'a kadar hiçbir şeyden endişe-etmeksizin ve korkmaksızın gidebileceği bir şekilde, dinin yayılıp kemal bulacağını ifade ederek onlara ümit bahşediyor, fakat aceleci olmamaları gerektiğini bildiriyordu.[163]
Alaya almaları, ve küçümsemelerine rağmen yine Hz. Peygamber, ashabına Cenâb-ı Hakkın onları bu güç durumdan mutlaka kurtaracağım, emniyet içinde Kabe'yi tavaf edeceklerini ve Kabe'nin anahtarına Cenab-ı Hakk'm kendisini sahip kılacağım, Kisra ve Kayserin debdebesinin yıkılarak hazinelerinin Allah yolunda infak edileceğini belirterek vad ve müjdelerde bulunuyor, ümit kaynağı oluyordu.[164]
Hz. Peygamber, tebliğ ve irşadlannda, dinleyene ümit bahşeden kıssalara yer verir, muhatabının kıssada belirtilen duygulardan örnek alarak azimle, ye'se düşmeden İslâm'a sarılmasını tenim gayesi güderdi.[165]
Şefkat ve merhamet, katı kalbliliği yumuşatan, kin ve adaveti eriten, nefretin yerine muhabbeti ikame eden, insanları birbirine yaklaştıran ve bağlayan bir duygudur.
Kendisinden düşmanlarına beddua ve lanet, kin ve adaveti izhar taleb edenlere O'nun verdiği cevap, kendisinin bunlar için değil, rahmet ve merhamet peygamberi olarak gönderildiği şeklinde olmuştur.[166]
Allah Rasûlü, bütün insan soyuna, küçüklere ve yaşlılara karşı şefkat ve merhamet doludur. Birgün torunlarını Öpüp okşar-ken bir bedevi huzuruna gelmişti. Evlât şefkatinden mahrum olan bu adam gördüğü manzaraya duyduğu hayretini gizleyemedi ve: «Benim on çocuğum var. Bunlardan hiçbirim öpmüş değilim.» dedi. Rasûlullah: «Şayet senin kalbinden Cenâb-ı Hak, merhameti söküp almışsa ben ne yapayım?!» buyurdu ve ilave etti: «Merhamet etmeyene merhamet edilmez.»[167]
Bir seferinde de ashab-ı kiram, Hz. Peygamber'in vaz-ü nasihatim pürdikkat dinlerken, O'nunla görüşmek isteyen yaşlıca bir zat kalabalık ashap arasından Rasûlullah'a yaklaşmaya gayret ediyordu. Rasûlullah'm sohbetini bölen bu ihtiyara yol açmada biraz ağır davranan ashabın bu tavrı, gözünden kaçmayan rahmet ve merhamet Peygamberi, derhal onları ikaz etti: «Küçüklerimize şefkat, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir.»[168]
Benu Hanife reislerinden Sümame b. Üsâl, kendisinin de itiraf ettiği gibi öldürülmeyi hak etmiş suçlar işlemiş azılı bir islâm düşmanı idi. Bir müfreze onu yakalayıp Medine'ye getirdiği zaman Hz. Peygamber, Sümame'nin Mescid'de bir direğe bağlanmasını ve kendisine iyi muamelede bulunulmasını ashabına emretti. Namaza giriş çıkışlarında da bizzat kendisi onunla ilgileniyor ve iman teklif ediyor, fakat Sümame kabul etmiyordu. Uç gün sonra Hz. Peygamber, hiçbir karşılık almaksızın onu affederek serbest bıraktığı zaman Sümame, o kadar hayret etmiş ve hislenmişti ki şehir çıkışında rastladığı ilk pınarda abdest alarak tekrar Rasûlullah'm huzuruna döndü. Kelime-i şehadetten sonra o, şöyle diyordu: «Şimdiye kadar sen, benim nazarımda dünyanın en nefret edilecek adamı idin. Şimdi ise ben, her şeyden çok sana hayranım.» Rasûlullah't an gördüğü af, Sümame'ye öylesine tesir etmişti ki, memleketine dönüşünde umre için uğradığı Mekke'de, müslüman olduğunu ilandan kat'iyetle çekinmedi ve Hz. Peygamber'den izin almadıkları müddetçe Mekke'lilere Yemame'den zırnık hububat göndermeyeceğini belirtti.[169]
Mekke Fethi'nde Rasûlullah'm yaptığı ilk iş, Kabe'yi putlardan temizletmek olmuştu. Namaz vakti gelip de Hz. Bilal Kabe'nin damına çıkarak ezan okumaya başladığı zaman, bazı diğer Mekke'liler gibi Attab b. Esid de hiddetle homurdanıyordu: «Allah'a şükür ki babam hayatta değil! Hiç olmazsa şu bayağılığı görmüyor.» Namazı müteakip, yaptıkları bunca eziyet ve muharebelerden sonra suçluluklarını idrak edeı^ek mahcubiyet içinde başları yere eğik hemşehrilerine Hz. Peygamber: «Bugün siz, muaheze edilecek değilsiniz, gidiniz, hepiniz hürsünüz.» dediği zaman kalabalık, heyecan, sevinç, aşk ve bağlılıkla coşuyor, biraz önce hiddetinden patlayan Attab, herkesten evvel atılarak imanını haykırıyordu. Artık o, öylesine İslâm'a bağlı idi ki Mekke'den ayrılırken Hz. Peygamber, onu Mekke valiliğine layık görüyordu.[170]
Yalmz af, zilleti kabul; müsamaha da îslâmî prensiplerden taviz verme olarak anlaşılmamalı, katiyetle böyle uygulanmamalıdır, îslâmî esaslar ve cezalardan kesinlikle af ve taviz verilemez. Hırsızlık yapan Benu Mahzum'lu kadının suçunun, affı için yapılan müracaatlara karşı Rasûlullah'ın kesin tavrını,[171] müslüman olmak için kendilerinin namaz, zekat ve cihadla mükellef tutul -mamalarını şart koşan Taif lilere kat'iyetle «namazsız dinde hayır olmadığı»nı belirterek böyle bir tavizi kabul etmediğini biliyoruz.[172]
Bütün bu metotların hassasiyet ve titizlikle uygulanması, riayetinin istenmesi, tamamıyla adam kazanma gayretinden ileri gelmektedir.
Bu ölçü göz önünde bulundurulursa Hz. Peygamber'in her karşılaştığı insanın imanım sağlamak için her çareye ve her metoda başvurarak fevkalade gayret sarfindaki hikmet, gayet güzel anlaşılır.
Hakem b. Keysan esir edilmiş ve Rasûlullah'a getirilmişti. Hz. Peygamber, ona İslâm'ı arzetti, fakat o, kabul etmedi. Rasûlullah onu yine davet etti ve uzun müddet teklifini tekrarladı. O kadar ki Hz. Ömer dayanamadı ve: «Ya Rasûlallah, ne diye bununla uğraşıp duruyorsun?! Vallahi, bu katiyyen, müslüman olmaz. Bırak da şunun boynunu vurayım, canını Cehennem'e yollayayım.» dedi. Fakat Hz. Peygamber buna kulak asmadı ve Hakem'i İslâm'a davete devam etti. Nihayet o müslüman olunca Rasûl-i Ekrem, ashabına döndü ve: «Biraz önce size uysaydım onu öldürecektim ve o Cehennemlik olacaktı.» buyurdular. Hz. Ömer'in ifadesiyle bundan sonra Hakem, ihlash bir müslüman olmuş ve Allah yolunda cihadlara katılmıştır.[173]
Adam kazanma duygu ve gayretiyle Hz. Peygamber'in farz bir ibadeti yarıda bırakarak muhatabı ile fevkalade meşgul olduğu varid idi. Bir gün O, cum'a hutbesi irad ederlerken bir zat gelerek îslâm hakkında bilgi istemiş, bunun üzerine Rasûlullah, hutbeyi yarıda bırakarak inmiş, adamla meşgul olmuş, yeterince tebliğde bulunduktan sonra dönerek minberine çıkmış ve hutbesine kaldığı yerden devam etmişti.[174]
O, davranışları sebebiyle çevreden gelebilecek tepkileri de gayet iyi hesap ediyor, safindakileri küstürmemek, karşıdakiler! ürkütmemek, bu suretle onları kazanmak için devamlı planlı bir şekilde hareket ediyordu. Benu'l-Mustahk Gazvesi'nde çıkardığı bir nifak sebebiyle münafıkların reisi Abdullah b. Ubeyy'in katli, kendisine teklif edildiği zaman, bu melun öldürülmeyi çoktan hak ettiği halde Rasûlullah, iç duruma vakıf olmayan diğer insanların: «Muhammed kendi adamlarını öldürüyor.» diye ürkeceklerini belirterek çevredekileri kazanmak için bu teklifi kabul etmiyordu.[175] Şayet o öldürülmüş olsaydı, diğer müşriklerin ürkerek islâm'ı kabulden sarf-ı nazarlarından ayn olarak müslümanlar arasında bulunan bu herifin taraftarları, kan bağına büyük Önem veren akrabaları ve kabileleri de büyük ihtimalle islâm'dan uzaklaşacaklardı.[176] İslâm davetinin siyaset ve metodu ise, kaçırtmak, uzaklaştırmak değil, yaklaştırmak ve kazanmaktır. [177]
Tevazu müslüman için, hususuyle davetçi için farz, kibir ve gurur da haramdır. Cenâb-ı Hak buyurur: «Yeryüzünde kibr-ü azametle yürüme. Çünkü ne kadar hassan arzı cidden yaramazsın; boyca da asla dağlara eremezsin!..»[178] «insanlardan kibirlenip yüzünü çevirme. Yeryüzünde şımarık da yürüme. Zira Allah, her kibir taslayanı, kendim beğenip öğüneni sevmez.»[179] Ve tevazu sahiplerini kulluğuna kabul ederek över: «O çok esirgeyen Allah'ın has kulları ki onlar, yeryüzünde tevazu ile yürürler; kendilerine beyinsizler hoşa gitmeyecek laflar attıkları zaman Selametle deyip geçerler.»[180] Rasûlullah da konuya şöyle temas eder: «Cenab-ı Hak, bana mütevazı olmanızı ve hiç kimsenin diğerine karşı böbürlenmemesini emretti.»[181] «Kim Allah için alçak gönüllülük yaparsa Cenâb-ı Hak onun kadrini yükseltir; kim de Allah'a rağmen kibirlenirse Allah onu ta esfel-i sâfilîne kadar alçaltır.»[182]
Ebu Hüreyre ve Ebu Zer Hazretleri naklediyorlar: «Rasûlullah, ashabı arasına girer otururdu. Bir yabancı geldiği zaman hangisinin Rasûlullah olduğunu farkedemez ve sorma ihtiyacını duyardı.»[183] Büyük bir tevazu içerisinde O, her hastayı ziyaret eder, cenaze merasimlerine katılır, rastgele bir kölenin bile davetine icabette bulunur,[184] katiyetle kibir göstermez, fakir ve miskinlerle, yaşh ve düşkünlerle beraberce yürüyüp, saatlerce durup onlara konuşmaktan ve ihtiyaçlarını gidermekten geri kalmazdı.[185]
Peygamber (s.a.v.) Efendimizin nübüvvet öncesi ve sonrası hali ve yaşayışı, Mekkelilerce gayet güzel biliniyor, peygamberliğinde Onun temel fikrine karşı koyarak tevhidi kabul etmemek, şüyuunu engellemek için türlü yollara başvuruyorlar, fakat şahsi yaşayışı hakkında en küçük bir ithamda dahi bulunamıyor, O'nun "el-Emin"liğini ikrar mecburiyetinde kalıyorlardı. O, insanlara teklif ettiği hususları herkesten önce kendi nefsinde, herkesin yapabileceğinden fazlasıyla tatbik ediyordu. Şüphesiz bu, davet olunanlara tesir eden önemli bir faktör olacaktı.Umman meliki el-Culendî'ye Rasûlullah'ın islâm'a davet mektubu ulaştığı zaman Hz. Peygamberin hayatı hakkında bilgiler edinen melikin sözleri şöyle oluyordu: «Allah beni bu ümmî peygambere delâlet etmiştir. O peygamber, hiçbir iyiliği kendisi ilk tatbik eden olmaksızın emretmiyor; hiçbir kötülüğü de kendisi ilk terkeden olmaksızın nehyetmiyor. O, mutlaka galip gelecektir, engellenmiyecektir; mutlaka üstün çıkacak, darda bırakılmayacaktır. O, ahde vefa gösterir, vaadi yerine getirir. Ben kesinlikle kabul ediyorum ki o, bir peygamberdir.»[186]
Yaşayışıyla güzel örnek verme kaidesinin müessiriyyetini gayet iyi bilen Peygamber Efendimiz, kendisi hayatıyla örnek teşkil ettiği gibi, İslâm'a davet ettiği insanların îslâmî yaşayışı görerek fikir ve kanaatlerim ona göre tayin ve tespit etmelerine imkan ve vesileler hazırlıyordu. Bedr Gazvesi'nde ele geçirilen esirlerin topluca bir yerde mahpus tutulmaları yerine birer birer ashab-ı kirama dağıtılarak misafir edilmeleri,[187] başka bir takım fayda mülahazaları yanında büyük ölçüde, esirler sahabenin İslâm'ı yaşayışına vakıf olsunlar diye olsa gerektir. îslâm düşmanı Benu Hanife reisi Sümame'nin müslüman olmasına, Hz. Peygamberin hüsn-ü muamelesi, karşılıksız affı yanında Mescid'de bir direğe bağlı kaldığı[188] müddet zarfında îslâmî tatbikatı görerek hakikati idrak etmesi de müessir olmuştur, diyebiliriz. Taif heyeti geldiği zaman, müslümanlann Kur'ân okuyuşları, namaz kılışları, huşu ve huzû içinde ibadetleri ve İslâm'ı yaşayışları kalblerini rikkate getirsin diye[189] Hz. Peygamberin onları Mescidin hemen yanında misafir ettiğini[190] biliyoruz. Bazı heyet mensublarmm, ashabın evlerine dağıtılarak misafir edilmelerinde[191] de, yine bu husus mutlaka gözönünde bulundurulmuştur.[192]
islâm, mana ve muhtevaya verdiği önem kadar şekle ve dış görünüşe de değer verir. Hadd-i zatında insanın içindeki inanış, düşünce ve tefekkür, onun dış görünüşünü şekillendirir. Ayette belirtildiği gibi[193] secde, iman edenlerin yüzüne bir nur, bir beyazlık vermekte, alamet ve nişan teşekkül ettirmektedir.
Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz, Medine'ye hicret ettiği zaman O'nu ilk kez gören yahudi bir alim Abdullah b. Selam, intibaını ve İslâm'a girmesine vesile olan hususu şöylece dile getirir: «O'nun yüzünü gördüğüm zaman bir yalancı yüzü olmadığım derhal anlamıştım.»[194]
Hz. Peygamber de, îslâm davetçisi olarak gönderdiği elçilerinin şeklen güzel olmasına dikkat etmiştir. Bizans imparatoruna iki sefer elçi olarak gönderdiği Dıhye'nin fevkalade mütenasip ve mütevazin vücut yapısı ile meşhur yakışıklılığı, hatta Cebrail'in insan suretinde geldiği zaman bu zatın kılığına büründüğü hatırlanacak olursa dış görünüşe O'nun verdiği Önem açıkça anlaşılır.[195] Rasûlullah'ın valilerine: «Şayet bana bir haberci gönderecek olursanız bunu, vechi yakışıklı ve adı güzel olanlar arasından seçiniz.» yollu bir talimatta bulunduğu nakledilir.[196]
Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz, kişinin fizyonomik yapısını meydana getiren unsurların güzelleştirilmesi, tanzim edilmesi hususunda da emirler vermiş, bizzat kendisi icraatlarda bulunmuştur.
Hey'etler geldiği zaman kendisinin en güzel elbiselerini giyinerek kıyafetini düzelttiğini, ashabına da böyle yapmalarını emrettiğini biliyoruz.[197] Her an için saçını sakalını düzeltmek, kılık ve kıyafetini kontrol etmek üzere yanında ayna ve tarak, diş temizliğini sağlamak üzere misvak ve sünnetini icra için sürme-denlik ve koku şişesi taşıma itiyadında olduğunu da kaynaklarımız belirtirler.[198]
Dua, mü'minin Rabbine ilticasını sağlayan bir vasıta, kulun Yaradamyla devamlı irtibat halinde olmasını temin eden bir vesiledir.
Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz, islâm'a davet faaliyeti esnasında bizzat davetin bir metodu olarak duaya başvurmuştur.
Davetin ilk günlerinde müslümanlar inançları sebebiyle eziyet ve baskılara maruz kalırken O, Kureyş'in iki kuvvetli şahsiyetinden biri, Ömer b. el-Hattab veya Amr b. Hişam (Ebu Cehl) ile îslâm'ı kuvvet ve izzetlendirmesi için Cenâb-ı Hakk'a niyazda bulunuyor ve bunlardan Allah'a daha sevimlisi Hz. Ömer hakkında O'nun duası kabul edilerek bu vesile ile Hz. Ömer müslüman oluyordu.[199]
Benu Devs'ten Tufeyl b. Amr henüz Hz. Peygamber Mekke'de iken iman etmiş ve kavmine îslâm'ı tebliğde bulunmuştu, ikinci kez Rasûlullah'la görüşmeye geldiği zaman o, kavminden şikayetçi idi ve helakleri için Hz. Peygamberden beddua etmesini istiyordu. Rasul-ü Ekrem, ellerini kaldınverdiği zaman orada bulunanlar: «Devs yandı gitti.» diyorlardı. Fakat rahmet peygamberinin duası: «Rabbim, Devs'e hidayetini ver ve onları müslüman olarak getir!» şeklinde idi; Tufeyl'e de «rıfkla davetine devam» emri veriyordu. O kavmine döndüğü zaman gayreti, şüphesiz Rasûlul-lah'ın duası bereketiyle fevkalade netice vermişti.[200]
Buna benzer bir hadise Taif muhasarasından sonra cereyan ediyor, müslümanlara oklarıyla zayiat verdiren Sakif e beddua Hz.Peygamber'den isteniyordu. O'nun duası, aynı tarzda «Sakif e Cenâb-ı Hakk'ın hidayet vermesi ve onları müslüman olarak getirmesi» şeklinde idi. Hadiseden kısa bir müddet sonra Taif lile-rin müslüman olduklarım beyan eden heyetlerini Rasûlullah'm huzurunda görüyoruz.[201]
Duanın davetçi üzerinde ve Cenâb-ı Hakk'ın kabulüyle muhatap üzerindeki bu müessiriyyeti sebebiyle Hz. Peygamber, çevreye gönderdiği islâm davetçilerinden de davetlerinde Cenâb-! Hakk'a ilticalarım istemiş, onların «dua» metodunu uygulamalarını emretmiştir:
Hımyer reislerine islâm'a davet mektubuyla bir davetçi gönderen Hz. Peygamber, elçisine şu talimatı vermişti: «Hımyer bölgesine vardığın zaman geceleyin oraya girme, sabahı bekle. Sabah olunca güzelce abdest al, iki rek'at namaz ktl; Cenâb-ı Hak'tan muvaffakıyyet ve duanın kabulünü iste. O'na sığın ve mektubunu sağ elinle onlara takdim et.»[202]
Davet hayatı boyunca müminiyle kafiliyle insanlarla haşır neşir olmuş Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimizin, İslâm'ı tebliğ metoduna ve bu sosyolojik münasebetler ve sosyal müesseselerle irtibatı açısından bakmak, gerçekten büyük kıymet ifade edecektir. Rasûlullah'm islâm'a davet metodunu araştıranlar için O'nun sosyal müesseselerle irtibatım gözden ırak tutmak, doğru olmayacaktır. [203]
Alenî davetine yakın akrabasını inzar ile başlayan Peygamber Efendimiz, ilk inzarından hemen sonra «her şeye rağmen akrabalık bağlarına riayet edeceğini» ifade ederek[204] tatbikatıyla da bu konuda en güzel örneği vermiş,müslümanları sıla-i rahimde bulunmaya teşvik etmiş, biraz dikkatsizlikte bulunanlara karşı ağır bir lisan kullanmıştır. O, «Akrabasını ziyaret edip gözetmeyen, Cennet'e giremez.»[205] buyurur.
islâm davetçisi, aynı yakınlığı, kendisini hemen çevreleyen ve devamlı münasebet halinde bulunduğu komşusuna da göstermek mecburiyetindedir. Peygamber Efendimiz, yahudi komşusu ile bile ilgilenmiş, hastalıklarında gidip onları ziyaret etmiştir.[206] Komşuya iyi muamele, eziyet etmeme, haklarına riayet hususunla O'nun kesin emirleri vaizdir.[207] Hatta «Cebrail (a.s.) bana kom-m haklarına riayetten o kadar çok bahsetti ki neredeyse komşu zomşuya varis olacak zanettim.»[208] buyurmuşlardır. [209]
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, İslâm'a davet hareketinde evli-iğe sosyal bir metod olarak müracaat etmiştir. O'nun birden fazla evliliğinde siyaset açısından, davet açısından, teşri açısından tamamıyla dinî bir takım gayelerin tahakkuku söz konusudur. Arabistan'da çok yaygın bir âdet olarak çeşitli gruplar arasında en müessir dostluk ve ittifak vasıtalarından biri olarak evlilikten Lstifade ediliyordu. Lüzum hasıl olunca Hz. Peygamber'in de bu usule başvurarak dinî maksatlarım gerçekleştirmeye çalışması, gayet tabii idi.[210] Mesela Zeyneb bint Huzeyme validemizle izdivaçta bulunurken Hz. Peygamber, hicretin üçüncü senesinde Bi'ru Ma'une'de 40 veya 70 islâm davetçisinin şehid edilmesi, bu faciadan kurtulan Amr b.Umeyye isimli bir müslümanın, ihtida ettiklerini ve kendilerine Hz. Peygamber tarafından eman verildiğini bilmeksizin Arabistan'ın en kuvvetli kabilelerinden birisi olan Amir b. Sa'sa'a'ya mensup iki kişiyi öldürmesi üzerine, islâm Devleti'nin bu kabile ile iyiden iyiye gerginleşen münasebetlerini yumuşatarak bir yaklaşım sağlama, islâm'ı sunmaya bir zemin hazırlama maksadım güdüyordu.[211]
Kureyş'in ileri gelen şahsiyetlerinden ve o zamana kadar islâm'ın en büyük düşmanlarından, Halid b. el-Velid'in yakın akrabası Hz. Ummu Seleme ile Mekke reisi Ebu Süfyan'm kızı Ummu Habibe ile izdivaçlarında mutlaka, akrabalık kurarak bu şahıslarla düşmanlığı meveddete çevirme niyeti önemli derecede rol oynamış ve pek kısa bir müddet sonra arzulanan netice her iki şahısta da tecelli etmiştir.[212]
Hz. Peygamber'in, islâm'a davet metodunda evliliği bir yakınlaşma ve anlaşma vasıtası olarak bizzat kendisi tatbik ettiği gibi ashabına da bu metodun uygulanması için imkanlar hazırladığını ve hatta talimatta bulunduğunu söyleyebiliriz. Bilindiği gibi O, kendisinden sonra hilafet makamına geçecek ilk dört halifeden Hz. Ebu Bekir ve Ömer'den kız aldığı gibi Hz. Osman'a iki kızını (Hz. Rukayye ve Ummu Külsum'u), Hz. Ali'ye de Hz. Fatıma'yı vermişti. Dumetul-Cendel'e bir birlikle gönderdiği Abdurrahman b. Avf a oraya varınca halkı islâm'a davet etmesi, şayet kabul ederse reisinin kızı ile evlenmesi talimatında bulunmuştu. Yemen bölgesinde büyük bir otorite ve nüfuz sahibi olan Kinde kabilesinin reisi Esad b. Kays el-Kindî, müslüman olarak geldiği zaman ona: «Şayet bir kızım veya kız kardeşim olsa sana verirdim.» diye iltifatta bulunmuş, sonra da Hz.Ebu Bekir'in kızkarde-şi Ummu Ferve'yi ona nikahlayarak bu mühim bölge ile irtibat kurmak istemişti.[213]
Kabile reisleri, idare ve otoriteyi elinde bulunduranlar, islâm'a karşı çıktıkları için halk kitleleri de şuursuzca onların arkalarından gidiyor, hakka ve hakikata kulak asmıyorlardı. O halde bu zavallı insanların hidayetini temin için, reislerine özel bir ilgi göstermek gerekiyor, onları islâm'a yaklaştırmak, kazanmak lüzumlu görünüyordu. Hz. Peygamber de böyle yapıyor, barışta da, savaşta da, sulh ve sükun devrinde de, karışık anlarda da kafir ve müşriklerin ileri gelenlerine onların ülfetlerini sağlamak üzere fevkalade alaka ve itibar gösteriyor, değer veriyordu.[214]
Muhtemelen Hz. Peygamberin bu konudaki talimatına binaen Medine'ye gönderilen islâm davetçisi Mus'ab b.Umeyrin nezaket ve fetanetle Ensâr'm iki reisi Sa'd b.vMuajz ve Useyd b. Hudayr'a islâm'ı tebliğ ederek onların müslüman, olmalarını sağlaması, Medine'nin islâm Devleti'ne merkez olmasında en Önemli amillerden idi.[215]
Hz. Peygamber Medine'ye hicret ettiği tarihlerde Hazrec, reisleri Abdullah b.Ubeyy'e tac giydirme hazırlıkları içindeydi; ona itibar ve ittiba ediyorlardı. Rasûlullah gelince saltanat elinden giden bu makam hırslısı adam, islâm davetine karşı münafıklar grubunun teşekkülüne sebep olmuş ve artık nifak'ta reisliği çekmişti. Rasûlullah'a ve İslâm'a kalbi buğzla dolu olmasına rağmen bu herife Hz. Peygamber, her zaman değer veriyor, alaka gösteriyor, iltifatta bulunuyordu. Daha Medine'ye girişinde herkes O'nun etrafım heyecan ve aşkla sarmış, evlerinde misafir kalmasını rica ederken Abdullah b. Ubeyy, evine kapanmış bulunuyordu. Rasûlullah'in yolu onun evine uğrayınca bu alenî ilgisizlik, hatta kızgınlığa rağmen Hz. Peygamber, orada durarak nifak reisinden evine davet etmesini bekledi. Fakat münafık sokurdam-yordu: «Haydi sen, seni davet edenlere bak ve onların yanında kal!»[216] Bilahare her münasebetle Hz. Peygamber, ona ilgisini devam ettirdi; hatta öldüğü zaman kefenlenmesi için bizzat kendi hırkasını gönderdi, Hz. Ömer'in muhalefetine rağmen cenaze namazım kıldırdı ve kabri başında bulundu.[217]
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, davetinde devamlı bu prensibi göz önünde bulundurmuş, iyi bir muhit teşekkülü için kişinin iyi dost seçmesi gerektiğini belirtmiştir.[218] Ayrıca İslâm'ın yeni yayıldığı bir zemin olarak müşrik kabileler arasında cereyan eden ihtida hadiselerinde Hz. Peygamber, niühtedinin eski muhiti içinde kalması, mevcut inanış ve yaşayışlarını devam ettirmesine yol açabileceği veya yeni düşünce ve uygulamanın zamanla çevrenin etkisiyle zayıflayıp yok olmasına sebep teşkil edeceği için memleketini terkederek İslâm yurduna hicret etmesini emretmiştir. Bu tatbikat, İslâm'ın bütün Arabistan'a yayılmasını sağlayan Mekke Fethine kadar devam etmişti.[219]
Rasûlullah'm İslâm'a davet metodunda mekan değişikliğinin mühim rol oynadığım, Mekke ve Medine devirlerinde, çevrenin ve muhataplarının değişikliği sebebiyle nazil olan ayetlerdeki muhtevanın, hitap şeklinin ve uygulanan ahkâm ve prensiplerin değişikliğine bakarak kolaylıkla anlamak mümkündür.
Kur'ân-ı Kerim de davet için yer seçimini emrederek Allah'ın emirlerinin alaya alındığı ve peşin hükümlerle hareket edildiği yerde davetçinin bulunmaması gerektiğini, davette bulunmak için böyle bir yerin elverişli olmadığını belirtir: «Allah'ın âyetlerine küfredildiğini ve onlarla eğlenildiğini işittiğiniz zaman onlar bundan başka bir söze dalıncaya kadar yanlarında oturmayın.»[220] Şeytan unutturur da davetçi böyle bir yerde bulunursa hatırlar hatırlamaz artık hemen oradan kalkmalıdır: «Eğer Şeytan seni unutturursa o halde hatırladıktan sonra artık o zalimler güruhu ile beraber oturma.»[221]
Diğer taraftan varsız-vakitsiz, müteaddit defalar ardı ardına tebliğde bulunarak muhataba bıkkınlık vermek de onu ürkütecek ve usandıracaktır. Peygamber (s.a.v.) Efendimizin tebliğ ve irşadında bıkkınlık vermemek için zaman gözlediğini, fırsat kolladığını biliyoruz; bu konudaki hadisi bize rivayet eden Abdullah b. Mes'ud hazretleri de haftada bir gün va'z-u nasihatta bulunurken va'zlanndan zevk alanların her gün kendilerine konuşmasını ondan istemelerine karşılık bıkkınlık verilmemesiyle ilgili bu hadisi hatırlattığım İmam Müslim'den Öğreniyoruz.[222]
Nübüvvetle başlayan hazırlık (bu merhalenin nübüvvetten önce de mevcudiyetini kabul etme mecburiyetindeyiz), kadrolaşma ve kitleleşme merhaleleri, Mekke dönemi ile sona ermemiş, Medine'de de devam etmiştir. Ama devletleşme merhalesi, kesin hatlarıyla Medine döneminde ortaya çıkmış, îslâmî devlet mefhumu, Medine'de vücut bulmuştur. Bu sebeple hususuyle Mekke ile Medine devri davet metodları, birbirinden bir hayli farklılıklar göstererek gelişme kaydetmiştir.
O, önce hak dinlerin temel özelliği olan tevhidle davetine başladı; Mekke'de şirkle mücadele etti; insanları iman esaslarına çağırdı; herşeyden önce sağlam bir akide teessüsüne gayret gösterdi. -nem de bu şirkle mücadelesinde her türlü fevrilik ve taşkınlıklardan, neticeye götürmeden uzak, sırf heyecan dolu davranışlardan tamamen kaçınarak... O, Kabe'de gecenin karanlığı ve ıssızlığında Rabbine müteveccihen ibadet ederken kimsenin görmediği bir anda önünde Kabe'yi dolduran putları yıkıp, yerle-bir etmeye hiç kalkışmadı. Zira biliyordu ki bu fevri hareket davete hiçbir şey kazandırmayacaktır; ertesi gün daha güzeliyle bir put daha dikilecektir yerine ve inandıkları mabudun bizzat vücuduna yapılan hakaret, müşrikleri çileden çıkaracak, bunu yapana karşı kalble-rini hınç ve kinle dolduracak, intikam hisleriyle onları harekete geçirecektir. Halbuki yapılması gereken iş, zihinlerden şirki izale etmek, bataklığı kurutmak, put yapan elleri, hakkı müdafaa için canını vermeye hazır bilekler haline getirerek, bizzat onların putları devirmesini sağlamaktır.[223] işte Rasûlullah, Mekke'de Öncelikle bunu yapmaya çalıştı.
Bir de kişiyi ahlaksızlıklardan koruyacak, nefsi tezkiye edecek Rabbine bağlayacak prensipler getirdi; öz halinde ibadetleri belirtti.[224]
Artık Medine'ye hicretten sonra islâm'a samimiyetle bağlanan, verilen her emri anında ifaya hazır bir cemaat, Islâmî prensiplerin uygulanmasına müsait, fertlerin Islâmî davranışlarını yadırgamayan bir cemiyet ve tatbikatın titizlikle ifasını sağlayacak bir devlet vardı. Mücmelen verilen ibadet esasları, tafsil ve tasrih edilebilir, muamelatla ilgili ahkam, teşrî olunabilirdi, zina, içki, kumar, Medine'de yasaklandı. Ahş-verişle ilgili kanunlar, nikâh, talak, meseleleriyle ilgili hükümler, hep Medine'de vazolundu; şer'î cezalar getirildi ve böylelikle islâm ikmal edildi.[225]
Mekke döneminde de, Medine'de bütün bu ahkamın insanlara tebliği ve tatbikini talep, şüphesiz güzellikle iknaya, hüs-ü muameleye, yumuşak davranışa, deliller beyanına dayanacaktır metot olarak.
Mekke'de Hz. Peygamber'e inen âyetler, hep sabrı tavsiye ediyor,[226] sert davranma, çarpışma izni vermiyordu. Bu sebeple Hz. Peygamber de, zulüm ve işkencelerle inim inim inleyen ashabına sabır tavsiyesinde bulunuyor ve onlara Cennet vadediyordu.[227] Hatta gördükleri dayanılmaz eziyetlerden dolayı sızlanıp şikayette bulunan, bu durumdan kendilerini kurtarması için Allah'a dua ve müşriklere lanet okumasını isteyenlere O'nun verdiği cevap, her türlü belaya katlanarak sebat etmeye sevkedici idi: «Sizden evvelki mü'minler, imanları sebebiyle vücutlarındaki etler demir taraklarla taranarak ve tepelerinden itibaren ikiye biçilerek işkenceye uğratılıyorlardı da yine imanlarında sebat ediyorlardı. Allah'a yeminle söylüyorum ki bu din, yayılıp izzet bulacak. Hatta bir adam kalkıp ta San'âdan Hadramut'a kadar hiçbir şeyden endişe etmeden tek başına seyahat edebilecek. Fakat siz acele ediyorsunuz.[228]
Ibn Abbas'm rivayetine göre ilk iman edenlerden Abdurrah-man b. Avf ve arkadaşları gördükleii hakaret ve hücumları, «artık bıçak kemiğe dayanmış» telakki edince gelip Rasûlullah'a müracaatta bulundular: «Ya Rasûlallah! Biz, müşrik iken izzet içindeydik, islâm'la şeref bulduk, fakat müşrikler bizi zillete uğrattılar. Artık izin ver de gerekeni yapalım.» Hz. Peygamber'in cevabı, Cenâb-ı Hakk'm tevcihini hatırlatıcı idi: «Hayır! Ben, af ile emro-lundum. Sakm bir çarpışma ve çatışmaya meydan vermeyiniz.»[229]
II. Akabe Biatı'nda bile, islâm'a gönül vermiş, canlarını fedaya and içmiş bir grup varken, biatlarını öğrenen Mekke'lilere karşı kılıçlarım çekmeye davranan ve Hz. Peygamberden hücum emri bekleyen Ensar'a Rasûlullah'm emri, yine «sabır» olmuş ve henüz müdafaa için bile olsa savaşla emrolunmadığım hatırlatmıştı.
Mekke'de müslümanlara kıtal izninin verilmemesinde elbette bir takım hikmetler vardı. Öncelikle, bilindiği gibi, müslüman-lann sayısı çok azdı, güçleri yoktu. Böyle bir çarpışmaya girişildiği takdirde kolaylıkla yok olabilirlerdi. Sonra islâm, insana değer vermiş ve kanma hürmet göstermiştir. Önce o, güzellikle ve ikna ile insanın temel vasfı olan aklının faaliyete geçerek hakikati idrak etmesini sabırla bekler; bu uğurda, mensuplarına uğradıklan eziyetlere karşı sabır tavsiye eder. Böyle olmayıp da müslü-manlar bir çarpışmaya girmiş olsalardı koskoca Mekke şehrinin her hanesi, bir harp meydanına dönecek ve islâm'ın katiyetle arzu etmediği şekilde kan dökülecekti. Hem başlangıçta islâm'a karşı çıkanların bilahare Onun halis müdafii olacaklarınıCenâb-ı Hak biliyordu. Henüz hareketin başında bunlara harp ilan ederek vücudlannı ortadan kaldırmaya çalışmak, müstakbel islâm da-vetçilerini imha demek olacaktı. Bir de harp ve husumet, muarız tarafa karşı kin ve adaveti artırır; inat ve isyanı koyulaştırır. Halbuki islâm'ın güttüğü siyaset, yaklaştırmak ve kazanmaktır. Bu sebeple, çaresiz kalındığı zaman müstesna, harp arızîdir ve mesuliyeti, sebebiyet verene aittir.
îşte bu hikmet ve sebeplere dayalı olarak Mekke döneminde kıtal emredilmemiş, müslümanlara sabır ve sebat tavsiye olunmuştur. Bir kaç muktedir kişinin kendilerine yapılan eziyet ve hücuma misliyle mukabelesi ise, şahsi ve münferid hadiselerdir;[230] Rasûlullahin emri ve iznine bağlı değildir; Mekke döneminde uygulanan bu metodu değiştirecek müessiriyyete sahip bulunmamaktadır.
Rasûlullah'm, şahsına ve müslümanlara yöneltilen hücumlara sabırla mukabelesinden başka, Mekke döneminde davetini neşr için müşriklerin himayesini bile kabul ettiğim belirtmek mecburiyetindeyiz. Bisetinden itibaren on sene müddetle iman etmemesine rağmen amcası Ebu Talib'in O'nu himaye ettiğini hep biliyoruz. Ebu Talib sağ iken O'na yapamadıkları eziyet ve hake-retleri, müşriklerin Allah'ın Rasûlüne reva görmeleri üzerine taş kalbli İslâm düşmanı Ebu Leheb'iiı bile vicdan azabı duyarak gelip Hz. Peygambere kendisini himayesine alacağını belirttiğini ve bunu Kureyş'e ilan ettiğini, Ibn Kesir'den öğreniyoruz.[231] Rasûl-ü Ekrem'in Mekke'den gizlice ayrılarak Taife gidip onlar tarafından reddedilince Mekke'ye girebilmek için Kureyş eşrafından Mut'ım b. Adi'den himaye talebinde bulunduğunu, onun da bu teklin kabul ettiğini kaynaklarımız belirtirler.[232] Nihayet hac ve ticaret için gelen kabileler arasında Hz. Peygamberin islâm'ı tebliğ ederken «Beni kavmine götürecek birisi yok mu? Kureyş Rabbi-min risaletini tebliğime mani oluyor.»[233] diyerek hami aradığını ve himayeye fevkalade ehemmiyet veren Arapların bu duygusunu harekete geçirmek üzere «himayelerin nasıl olduğu»nu sorduğunu [234] görüyoruz.
Netice olarak diyebiliriz ki, Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin Mekke'de de Medine'de de davet metodu, tedriç esasına riayetle insanlara dinî ahkamı hüsn-ü muamele ile, hikmet ve güzel öğütle, yılmadan, usanmadan tebliğ etmektir. Bunlara karşı anlayışlı davranmayan, inat gösteren, üstelik davete engel olarak müslümanlara, davetçilere eziyet ve cefada bulunanlara Mekke devri boyunca sabırla ve afla mukabele olmuştur. Zira Cenâb-ı Hakkin emri böyledir. Medine devrinde ise bunlara verilecek en uygun ceza; Rasûlullah tarafından tespit edilerek tatbike konulmuş, yeri gelince sert davranışa müracaat edilmiştir. [235]
Peygamber Efendimizin davet metotları arasında tebliğ için bir takım toplantıların da tertip edildiğini görüyoruz. Daha önce belirttiğimiz gibi ilk iman edenleri Rasûlullah'm Darul-Er-kam'da bir araya getirmesi,[236] ilk Islâmî kadronun yetiştirilmesi için sürekli olarak devam eden bir toplantı, bir seminer idi; davetini izharda O, yakın akrabalarını kendi evinde tertip ettiği bir toplantıya çağırmış,[237] bilahare bütün Kureyş'e islâm'ı izhar için-Safa tepesini toplantı yeri olarak seçmişti.[238] I. ve II. Akabe Biat-ları, islâm daveti açısından fevkalade önemli kararların alındığı birer toplantı idiler. Medine döneminde ashabına islâm'ı tebliğ için zaman zaman çoğu kez Mescid'de olmak üzere O'nun va'z ve nasihat toplantıları akdettiğini[239] de biliyoruz.
Diğer taraftan Hz. Peygamber, bir araya toplanmanın ruhlar üzerindeki tesirini, maşerî bir vicdan uyandıracağını bildiği için islâm Devleti bünyesindeki gayr-i îslâmî unsurların toplanmalarım hoş karşılamıyordu. Meselâ münafıklara karşı O'nun siyaseti, onların bir araya gelmelerini önleyerek, efkâr-ı umumiyye oluşturmalarına imkan vermemek, cemiyette münferid hürler olarak, yaşamalarını sağlamaktı.[240] Bu siyasetin bir uygulaması olarak Tebuk Gazvesi hazırlıkları esnasında fitne kazanları kaynatılan bir evi yaktırmış,[241] meşhur Mescidu'd-Dırar'ı yıktırmış-tı.[242]
Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz, Mekke ve Medine dönemlerinde hep, bu insanlar arası münasebetlerin doğurduğu sosyal müesseseden istifade etmiş, ticarî ve iktisadî, siyasî ve içtimaî, dinî ve kültürel maksatlarla çarşı ve pazarlarda, panayır ve fuarlarda, özel toplantı ve sohbet yerlerinde ve haccm ifa edildiği merkez ve mahallerde insanların bir araya gelmelerini, daveti için hazırlanmış bir imkan telakki ederek, her vesileyle bu insanlara yılmadan tebliğde bulunmuştur. Aleni davetin başladığı andan itibaren Arap Yarımadası'nm her tarafından hac, umre, ticaret ve siyaset için gelmiş insanlarla, ikamet ettikleri, faaliyette bulundukları yerlere kadar giderek, birer birer dolaşarak O'nun irtibat kurduğunu daha önce belirtmiştik.[243]
Medine'ye hicretinden sonra bir gün O, terkisinde Hz. Üsame, bir merkeple giderken bir yerde müslümanlann, müşriklerin ve yahudilerin karışık bulunduğu bir topluluk görmüş, bu toplantıdan davet yararına istifade sağlamak üzere selam vererek durmuş, onlar arasına oturmuş, İslâm'a davette bulunmuş ve Kur'ân okumuştu.[244]
Bazı taşkınlıkları sebebiyle yahudilere ihtarda bulunmak için de ashabıyla birlikte Benu Kaynuka'nın meşhur çarşısına gitmisti.[245]
Hz. Peygamber, Allah için bir dostunu ziyaret eden veya hastalığında ona «geçmiş olsun»a giden kimseye Cennet vad eder.[246]
Bu sözlerinin ilk tatbikçisi bizzat kendisi olmuştur. Müslümanları evlerinde ziyaret ederek onların haliyle hemhal olduğu gibi,[247] zahiren müslüman görünen müşrik münafıkları ve yahu-dileri bile ziyaret etmiş bunu da davetine vesile kılmıştır. îbn Kesir'in beyanına göre münafıkların reisi Abdullah b. Ubeyy hastalandığı zaman, hasta yattığı 20 gün zarfında her gün Rasûlullah onu ziyarete gitmişti.[248] Bazı hizmetlerini gören bir yahudi çocuğunu da, hastalığında ziyaret etmiş ve ona yatağı başında islâm'ı tebliğde bulunmuş, müslüman olmasını istemişti. Babasının serbest bırakması üzerine çocuk, Islâmiyeti kabul etmişti. Ziyaretinden gayet müspet netice alan Hz. Peygamber çok memnundu ve Allah'a şükrediyordu; «Benim vasıtamla bu çocuğu Cehennemden kurtaran Allah'a hamdolsun,»[249]
İslâm Dini'nin ve islâm Devleti'nin, beşer hayatının her yönüyle ilgilenmesi münasebetiyle dinî merkez durumunda olan ve Hz. Peygamber ile ilk halifeler döneminde tamamıyla bir «hükümet konağı» mahiyetini arzeden mescidlerde islâm'ın dünya ve ahiretle ilgili her çeşit prensibine icra imkanı verileceği açıktır.
Hz. Peygamberin davetinde mescidin ifa ettiği hizmet ve oynadığı rolü şöylece sıralayabiliriz:
a) Mescid, bir ilim meclisi, eğitim ve öğretim müessesesidir. Tesis edildiği andan itibaren orada ders halkaları teşekkül etmiş, yüksek seviyede öğretim veren bir kuruluş mahiyetini almıştır. Kur'ân, hadis, fıkıh, tefsir gibi mühim ilimlerin öğretim kaynağı hep mesciddir.[250]
b) Mescid, bir îslâm Kültür Sarayı'dır. Orada edebî konuşma ve yarışmalar (müfahara) yapılır; şiirler inşad edilir.[251]
c) Siyasî meselelerin müzakere edildiği bir istişare meclisi, diplomatik görüşmelerin yapıldığı bir resmî toplantı salonudur. Hz. Peygamber, Devletine müteallik çeşitli meseleleri ashabı ile orada görüşmüş, kabilelerin delegelerini orada kabul etmiştir. Rasûlullah'tan sonra halifelere, orada biat edilmiş, devleti ilgilendiren konularda halifeler, orada minberden tebeaya hitabetmiş-ler, çalışmalar ve kararlar hakkında vatandaşlarına bilgi vermişler, isteklerde bulunmuşlardır.[252]
d) Hz. Peygamber, pek çok hukukî meseleyi mescidde halleder, kaza organı olarak kendisine iletilen davalarda, davalı ve davacıyı dinlenmede mescidi mahkeme salonu olarak kullanırdı.[253]
e) Hz. Peygamber, mescidden içtimaî mes'elelerle ilgilenir ve duruma göre getirdiği hükümleri buradan ilan ederek, etbaının-sosyal yaşayışını da idare ederdi.[254]
f) Mescid, îslâm iktisadiyatı ile ilgili uygulama ve müzakerelere de sahne oluyordu. Rasûl-i Ekrem'in mescidde teberruları kabul ettiği ve ihtiyaç sahiplerine dağıttığı olur,[255] zaman zaman burada ticarî müzakereler yapılırdı.[256]
g) Oras'ı bir nevi ordu karargahı idi. Askerî planların ve mürzakerelerin orada yapıldığı olurdu. Uhud Gazvesinden hemen sonra islâm ordusunun komutanları, geceyi mescidde geçirmişlerdi. Bir islâm düşmanının çıkardığı problemleri halletmek üzere Rasûlullah'm gönderdiği bir birlik komutanı, düşmanın kellesini getirerek Mescidde Hz. Peygamber'in ayakları ucuna bırakmış ve orada Rasûlullah'a bu askerî hareket hakkında rapor vermişti.[257]
h) Hz. Peygamber Sakif heyetinin yarısını Medine'de kaldıkları müddetçe mescidde iskan etmişti. Böylece orası bir misafirhane veya otel olarak kulanılmıştı. Nitekim Hz. Ömer zamanına kadar dışarıdan gelen yabancılar, mescidin bir köşesinde uyuyorlardı.[258]
ı) Rasûlullah gününde mescid, merasim ve spor salonluğu görevi de yapmıştı. O'nun izni ile bir bayram günü Habeşliler mızrak ve kalkan oyunları gösterisi yapmışlar, hatta Hz. Peygamberin arkasından Hz. Aişe de bu gösterileri izlemişti.[259]
i) Mescid, bir beldenin îslâm vatanı oluşunu simgeleyen ebedi damgadır. Hz. Peygamber, gönderdiği birliklerine gittikleri yerlerde şayet bir mescid görürlerse mescid oranın islâm beldesi olduğuna delalet ettiği için halkına dokunmamalarını emrederdi.[260]
Hz. Peygamber, îslâm davetindeki bu mümtaz mevkii ve cemiyet hayatındaki fevkalade ehemmiyetine binaen Medine'ye hicretinde kısa bir müddet kaldığı Küba'da hemen bir mescid inşa ettirmiş, şehre intikal ederek yerleştiği andan itibaren de ilk faaliyeti, Mescid'ini bina etmek olmuştu.[261]
Yine davetteki rolü sebebiyle Hz. Peygamber, mescidlerin sayılarının artırılması hususunda teşviklerde bulunuyor. «îçerisin-de Allah'ın zikredildiği bir mescid bina edene Cenâb-ı Hak, Cennefte bir köşk hazırlar.» buyurarak[262] her mahallede bir mescidin açılmasını ve temiz tutulmasını emrediyordu.[263] Semhudî'nin isim ve yerlerini belirterek ve geniş bilgiler vererek beyan ettiğine göre Hz. Peygamber gününde, mescid edinilmiş evler müstesna, Mescidü'n-Nebi dışında bizzat Rasûlullah'ın namaz kıldığı Medine dahilinde 18, Medine civarında ise 40 mescid vardı.[264]
Bütün bir Arap Yarımadası'nda okuma-yazma bilen nisbeti-nin son derece düşüklüğüne rağmen, rahatlıkla inançlarının gereklerini yapabilme imkanı bulduğu ilk anda, hicretinin henüz ilk aylarında Hz. Peygamberin biraz önce belirttiğimiz gibi mescidin tabii bir medrese olması yanında Mescid'e bitişik müstakil bir «okul» binası (suffa) inşa ettirmesi,[265] gerçekten heyecan vericidir. Kaynaklarımızın ittifakla belirttikleri gibi Suffa, bekâr ve fakir müslümanlann sadece barınacakları bir yer olarak kalmamış, bilakis Kur'ân ve yazı ile diğer ilimlerin talim edildiği yatılı-gün-düzlü bir mektep hatta bir «üniversite» mahiyetini arzetmiştir.[266]
Hamidullah'm beyanına göre gündüzlülerle beraber Suffa'da talebe adedi 4OO'e kadar çıkıyordu.[267] Muhtemelen daha fazlasına kapasitesi de müsait değildi. Bu sebeple kısa bir müddet sonra orası ihtiyaca kifayet edemez hale gelince Hz. Peygamber, izdihamı önlemek üzere Medine'nin muhtelif mahallelerinde ilkokul yahut hazırlık okulları diyebileceğimiz bir çok «küttab» açtı.[268] Küttablar, genellikle okuma-yazma, basit matematik, biraz şiir ve tarih bilgisiyle birlikte, aşağı seviyede Kur'ân ve hadis bilgileri veriyorlar, yüksek seviyede tahsil, mescidlerde devam ediyordu.[269]
Ayrıca, hususuyle Kur'ân-ı Kerim için ileri seviyede ihtisas okullarının da Rasûlullah gününde mevcut olduğunu söyleyebiliriz. Bedr Gazvesinden hemen sonra Medine'ye gelen Abdullah b. Ummî Mektum'un misafir kaldığı ve derslerine devam ettiği Mahreme b. Nevfel'e ait bir ev «Darul-Kurrâ» olarak bilinmekteydi.[270]
Rasûlullah'ın eğitim ve öğretimde çektiği en büyük sıkıntı, bilhassa ilk yıllara ait olmak üzere ve okuma-yazma konusu için, yeterli öğretmenin bulunmaması idi. Bu sebeple kafirlere bile okuma-yazma talimi tevdî edilmişti.[271] Ubeyy b. Kaş'tan nakledilen «Mektepte yahudi çocuklar arasında oynayan kaküllü çocuklar çoğalmıştı.» rivayetinden[272] yahudilere ait okullara okuma-yazma Öğrenmek üzere müslüman çocuklarını gönderildiğini anlayabiliriz.
Bu Öğretimden kadınlar da mahrum bırakılmıyorlardı. Kettanî, okuma-yazma öğreten kadın öğretmenlerin mevcudiyetinden, mesela eş-Şifa Ummu Süleyman b. Ebi Hatme'nin bizzat Rasûlullah tarafından Hafsa ve Rukayye'ye yazı öğretmekte görevlendirildiğinden bahseder.[273]
Bütün bunlar bize göstermektedir ki Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz, davetinin maksadını gerçekleştirmek, Islâmî bir cemiyet oluşturmak üzere erkek-kadm, büyük küçük bütün bir İslâm camiasının eğitim ve öğretimiyle bizzat meşgul oluyor, bunu sağlamak için her türlü imkan ve vesilenin hazırlanmasını, her çeşit ûrsat ve vasıtanın kullanılmasını, davetinin temel metodlanndan biri kabul ediyordu. [274]
Haberleşme, bir müessese olarak elbette Hz. Âdem'den beri varolagelmiştir. Ve insanlar bir takım ihtiyaçlarım karşılamak, maksatlarını gerçekleştirmek üzere bu kuruluştan istifade etmişlerdir. Tabii olarak Hz. Peygamber Efendimiz te, alışılmış ve kaçınılmaz olan bu müesseseden davet yararına istifade etmiş, davete muhatap kıldığı insanlarla, o günün imkanlarına muvazi olarak elçiler ve mektuplar göndererek irtibat kurmuş, haberleşmiştir.
Biz, bu konuyu, daha önce «Diplomatik Davet»in bir bölümü olarak incelemiş bulunuyoruz.[275]
Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin davet metotları arasında acaba ekonomik münasebetler yer almış mıdır? Soruyu cevaplandırmaya olayın birkaç boyutundan birini ele alarak başlayalım:
Her şeyden evvel belirtmek mecburiyetindeyiz ki, Hz, Peygamberin 23 senelik davet hayatının 21 senesi, başta bütün Arab'ın tazim ve hürmet ettiği Kureyş olmak üzere islâm'ın sesini ilettiği yerlerdeki kabilelerle anlaşmazlık içinde geçmiş, Hz. Peygamber, hemen bir kaç ayda bir, bir birlik teşekkül ettirme mecburiyetinde kalmıştır. Bu sebeple bir hayli uzun süren bu müddet içerisinde dostluk münasebetlerinden ve sıhhatli ekonomik ilişkilerinden söz etmek, yanlış olur. Sadece kısa bir müddet süren Hudeybiye Musalehası'mn sağladığı sükun devresinde ashab-ı kiram, emniyetle çevreye çıkabilmiş, bu arada ticari faaliyetlerde bulunmuşlardır. Bu kısa devrede biz onları ilişki kurdukları kimselere Kur'ân okurken ve islâm'ı tebliğ ederken görüyoruz. Bu faaliyet, islâm daveti açısından bir hayli semereli olmuş, İslâm ondan evvelki 16 senelik neşir hayatında yayıldığından daha çabuk bir şekilde bu faaliyetlerden sonra yayılmıştır.[276] Yalmz buna mahza ekonomik ilişkilerin ortaya koyduğu bir netice olarak bakmamak gerekir. Zira ashab-ı kiram, temel gaye olarak islâm'ı neşretme, davette bulunma azrusuyla hareket ediyorlar, ekonomik ilişkileri de buna bir köprü kılıyorlardı.
Yine bu sükun devresine ait olarak sahip olduğumuz bir malumata göre Hz. Peygamber, Mekke'nin iktisadî bir darboğazda ve ekonomik sıkıntının yaşandığı dönemde bir centilmenlik olarak elçisiyle Mekke rüesasına dağıtılmak üzere bir miktar altın gönderdi. Ebu Süfyan hariç diğerleri bu nazik davranışı reddettiler. Ebu Süfyan ise, onların kabul etmediği meblağı da alarak bunları halka dağıtıyor ve akrabası Muhammed'e hayır dualarda bulunuyordu.[277] Hayber Gazvesi'nden sonra cereyan eden bu münferid vakanın, aradan bir sene geçmeden Ebu Süfyan'm müslüman olmasında, diğer amillerden başka, rolü olduğunu düşünemez miyiz? Her halükarda —dediğimiz gibi— bu ekonomik yardım, Rasûlullah'm davet hayatında benzer birkaç hadise daha olsa bile münferid kalıyor.
islâm, değil bütün malî imkanlarım yok ederek ve her türlü ekonomik ilişkilerine engel olarak icbar etmeyi «muhtaç duruma düşerek, ihtiyaçlarını karşılamak için müslüman olurlar» düşüncesiyle evvelce veregeldikleri sadakaların kesilmesini bile doğru bulmaz. Rivayete göre Ensâr, anlaşmalı bulundukları yahudüe-rin muhtaçlarına önceden tasaddukta bulunuyorlardı, Sonradan «malen güç duruma düşsünler ve ihtiyaçlarını gideri;.ek için bize gelip müslüman olsunlar» diye tasadduktan sarf-1 nazar ettiler. (Bir rivayete göre bu düşünüş ve davranış, bizzat Rasûlullah'tan müşriklere karşı varid olmuştur.) Bunun üzerine Cenâb-ı Hak: «(Habibim) onları (insanları) hidayete erdirmek, senin üstüne borç değil. Ancak Allah hidayeti kime dilerse ona verir. înfak edeceğiniz hayır, kendi faidenizedir. Zaten siz, Allah'ın rızasını aramaktan başka bir suretle infak da etmezsiniz ya.»[278] âyetim inzal buyurdu; onlar da tasadduklarma devam ettiler.[279]
Peygamber Efendimizin davet faaliyetinde uyguladığı metotları böylece gördükten sonra burada son olarak kullandığı vasıtaları anahatlarıyla gözden geçirebiliriz.
"Rasûlullah'm Davet Vasıtaları" başlığı, bu şekliyle 4. bölüm olarak ayrılmamalıdır. Bölüm kaydı kaldırıldıktan sonra şöyle bir cümleyle geçiş sağlanabilir: [280]
Hz. Peygamberin davetim sunmak üzere kullandığı vasıtaları şu gruplarda toplayabiliriz:
I- Sözlü Vasıtalar: Davet esaslarının tebliğinde aslolan, sözdür ve söz büyük ehemmiyeti haizdir. Rasûlullah'ın davetinde en belirgin unsur olarak karşımıza çıkar. Sözlü davetin de nevileri vardır: Va'z, hutbe, nutuk, sohbet gibi hitabet mahiyetinde olanlar, ders mahiyetinde olanlar, konferans mahiyetinde olanlar ve münakaşa ve cedel mahiyeti arzedenler gibi.
Bu şekillerde sözlü vasıtaların kullanılması esnasında Hz. Peygamber tarafından, konuşma ve tebliğin tesirinde mutlaka rolü olan şiir, kıssa, mesel gibi türlere, teşbih, tasvir, mukayese gibi edebi san'atlara.yer verilmiştir.[281]
II- Yazılı Vasıtalar: Hz. Peygamber, yazılı davet vasıtalarına da başvurmuştur. O'nun çevreye İslâm'a davet mektupları gönderdiğini byliyoruz. Rasûlullah'ın fevkalade ihtimarmyla Kur'ân-ı Kerim'in, ashabın ve daha sonra gelen zevatın itina ve gayretleriyle hadis-i şeriflerin yazılı olarak muhafaza edilmesiyle İslâm'ın ebediliği, risaletinin tazeliği, bunlara dayanarak davetin sürekliliğini belirtecek olursak herhalde davette yazının önemi açıklık kazanmış olacaktır.[282]
III- Fiilî-Maddî Vasıtalar: Fiilî-maddî vasıtalara müracaat, amelî ve tatbikî olarak iyi ve güzel bir şeyi ifa ve ikame, kötü ve fena olan bir şeyi de izale ile olur. Mesela davet faaliyetleri için in-fak ve yardımda bulunmak, cami ve mektepler yaptırmak ile kötülüklerin önlenmesi için zecrî tedbirler almak, Şeriatın koyduğu cezaları (hadleri) uygulamak gibi. Davete bu fiilî vasıtanın kullanılabilmesi için güç ve kudrete ihtiyaç duyulacağı aşikardır.[283]
IV- Örnek Yaşayış: Rasûlullah, güzel ahlakı ile sözlerine uygun davranış ve yaşayışını davetine bir vasıta kılmıştır. Ashabının da buna riayetine büyük ehemmiyet göstermiştir. Elbette biz, örnek yaşayışın davette en müessir vasıta olduğuna vakıf bulunuyoruz.[284]
Rasûlullah tarafından bu vasıtaların başarıyla ve maharetle kullanılması, bütün bir beşeriyet için örnek teşkil edecek bir toplum çıkarmış, davetten istenilen neticenin alınmasına, gayeye eriimesine vesile olmuştur. [285]
Abdulkerim el-Hatib, el-Hılafetu ve'l-îmame, 2. Bsm. Beyrut 1975
el-Adevî, Muhammed Ahmed, Da'vetu ile'l-îslâm, el-Kahira Ahmed b. Hanbel, (241/855), el-Müsned, C. I-VI, Mısır 1313 H. el-Akkad, Abbas Mahmud (1964), el-îslâm Da'vetun Alemiyye,
Beyrut. el-Amirî, îmaduddin Yahya b. Ebibekir (893/1488), Behçetu'1-Mehafi'l ve Buğyetul-Emasil fm Telhısı'l-mucizati v's-Siyeri ve'ş-Şemail, C. I-II, el-Medine 1330-1331 H.
Arnold T.W. (1980), întişar-ı İslâm Tarihi, (Çev. Halil Halit), Sad,
Hasan Gündüzler, Ankara 1971. el-Askerî, Ebu Ahmed el-hasen b. Abdillah (382/992), Tasfıhatu'l-muhaddisin fi Garibi'l-Hadis, C. I-IV, (en-nihaye f Garibi'l-hadis altında hamiş), el-Kahira el-Belazurî, Ahmed b. Yahya (279/892) Ensabu'l-Eşraf, Cz. I, Thk, Muhammed Hamidullah, Mısır 1959
el-Bûtî, Muhammed Said Kamadan, Fıkhu's-Sîra, 7. Bsm. Beyrut 1978
Canan, ibrahim, Les Met de L'Esseignement du Prophete Muhammed (Doktora tezi), Paris 1972, Teksir edilmiş nüsha
Çakan, İsmail Lütfı, Haklı Tavsiye Metod ve Vasıtaları, 2. Bsm. istanbul 1976
Çelebi, Ahmed, İslâm'da Eğitim, Öğretim Tarihi,Çev. Ali Yardım, istanbul 1976
Dağ, Mehmet Hıfzırrahman R. Öymen, İslâm Eğitim Tarihi, 1. Bsm. Ankara 1974
Dahlan, Ahmed Zennî (13-4/1886) es-Siratu'n-Nebeviyye ve'l-Asa-ru'l-Muhammediyye, C. I-II, 2. Bsm. Beyrut (Mısır 1310 H. den ofset)
Dale Carnegie, Söz Söylemek ve îş Başarmak San'atı, 8. Bsm. Çev. Ö. Rıza Doğrul, istanbul 1961
ed-Darimî, Ebu Muhammed Abdullah b. Abdirrahman (255/869), Sunenu'd-Darimî, C.I-II, Thk. Abdullah Haşim Yemanî el-Medenî, el-Kahira 1966
Derveze, Muhammed izzet, Siratu'r-Rasul, C.I-II, Mısır 1965
ed-Diyarbekrî, Huseyn b. Muhammed Abdullah b. Abdirrahman (990/1582), Tariku'l-Hamis fl-Ahvali Enfesi Nefis, Cz. I-Îİ, Beyrut, (Mısır 1283 H.'den ofset).
Domenach, Jean Marie, Politika ve Propaganda, Çev. Tahsin Yücel, istanbul 1969.
Ebu Davud, Süleyman b. el-Eş'as es-Sicistanî (275/88), es-Sünen, Cz. I-IV, Thk: Muhammed Muhyiddin Abdulhamid
Ebu Zehra, Muhammed (1974), İslâm'da Beşerî Münasebetler, Çev. Hüseyin Algül-Osman Şekerci, istanbul (1971).
Fethi Yeken, Muskilatu'd-Dave ve'd-Darye, 3. Bsm. 1974. Fethi Yeken, Keyfe Ned'ü ile'l-îslâm, 1. Bsm. Beyrut 1970. Gustave le Bon, Kitleler Psikolojisi, Çev. Selahattin demirkan, istanbul 1969
el-Gazzalî, Muhammed, Fıkhu's-Sîra, 6. Bsm. 1965. el-Haccî, Abdullahman Ali, Nazarat ft DirasetVt-Tarihı'l-îslâmî,
2. Bsm. Dimeşkl975 el-Halebî, Ali b. Burhaniddin (1044/1634), Însanu'l-Uyun ft Sira-
ti'l-Emini'l-Me'mun, C. I-III, Beyrut (1320 H.'den ofset) Hamidullah, Muhammed el-Haydarabâdî, Mecmuatu'l-Vesaiı's-
Siyasiyye li'l-Ahdi'n-Nebevî ve'l-HılafetVr-Raşide, 2.
Bsm. el-Kahira 1956. Hamidullah, Muhammed, islâm Peygamberi, C.I-II, 2. Bsm. Çev.:
M. Said Mutlu-Salih Tuğ, istanbul 1966-1969. el-Hudaybî, Hasen ismail (1973), Duat... Lâ Kudât Ebhas fil-Aki-
deti'l-lslâmiyye ve Menheci'd,Da'veü ilellah, el-Kahira
1977
Imaduddin Halil, Dirase ft's-Sira, Beyrut 1977 Ibn Cuzeyv, Ebu'l-Kasım Muhammed b.Ahmed el-Kelbî el-
Girnatî (741/1340), Kitabu't-teshil li-Ulumi't-Tenzil, Cz. I-IV, el-Kahira
Ibn Hacer, Ahmed b. Ali el-Askalanî, (852/1448), Fethu'l-Barî bi-şerhı Sahihı'l-Buharî, Cz. I-XXIII, Thk. Abdulaziz b. Muhammed Fuad Abdulbakî - Muhıbbuddin el-Hatib Ibn Hacer, el-Metalibu'l-Aliye bi-Zevaidi'l-Mesanidi's-Semaniye, C.I-IV, 1. Bsm. Thk: Habiburrahman el-A'zamî, Kuveyt 1973 Ibn Hazm, Ebu Muhammed Ali b. Ahmed b. Said (456/1064), Cevamiu's-Sîra ve Hams Rasail Uhra, Mısır
îbn Hişam, Ebu Muhammed, Ebu Muhammed Abdulmelik (213/828), es-Siratu'n-Nebeviyye, Cz. I-IV, 2. Bsm. Thk: Mustafa es-Sekâ - ibrahim el-Ebyarî- Abdulhafiz Şilbî, Mısır 1955
Ibn Kayyım el-Cevziyye, Şemsuddin Ebu Abdillah Muhammed b. Ebibekr (751/1350), Zadu'l-Mead ft-Hedyi Hayri'l-Ibad, C.I-IV, Mısır 1970 Ibn Kesir, Ebu'1-Fida ismail (774/1372), el-Bidaye ve'n-Nihaye.
Cz. I-XIV, 2. Bsm. Beyrut 1975 tbn Sa'd, Muhammed (230/844), et-Tabakatu'l-Kubrâ, C.I-IX,
Beyrut 1968. Ibn Seyidi'n-Nas (734/1333)), Uyunu'l-Eser ft Fununi'l-Megazm ve'ş-Şemaili ve's-Siyer, C.I-II, Beyrut
Ibn Teymiye, Şeyhülislâm Takiyyuddîn (728/1328), el-Hısbe fi'l-îslâm ve Vazîfetu'l-Hüûmeti'l-îslâmiyye, Thk: Abdulaziz Rabah, Dimeşk 1967
Ibnu'l-Cevzî, Ebu'l-Ferac Abdurahman (597/1200), el~Vefa bi-Ah-vali'l-Mustafa, Cz. I-II, 1. Bsm. Thk: Mustafa Abdulva-hıd, Mısır 1966
el-Kandehlevî, Muhammed Yusuf (1965), Hayatu's-Sahabe, C.I-IV, 1. Bsm. Dimeşk 1969
el-Kasimî, Muhammed Cemaluddin (1974), Mehasinu't-Te'vîl, Cz. I-XVII, 1. Bsm. Thk: Muhammed Fuad Abdulbakî, Mısır 1957 el-Kettanî, Abdulhayy, et-Teratibu'l-îdariyye, (Nizamu'l- Hukûmeti'n-Nebeviyye), C. I-II, Beyrut 1346 Malik b. Enes (179/795), el-Muvatta, Cz. I-II, Thk: Muhammed
Fuad Abdulbakî, el-Kahira 1951 el-Merağî, Ahmed Mustafa (1945), Tefsîru'l-Meragî, Cz. I-XXX, 3.
Bsm. Mısır 1962-1966
el-Mevdudî, Ebu'-A'lâ (1979), İslâm'da Hükümet, Çev.: Ali Gen-celi, Ankara 1976
el-Mevdudî, Hilafet ve Saltanat, Çev: Ali Genceli, Ankara 1972
Muhammed elHıdr Huseyn, ed-Da'vetu ile'l-Islâh, el-Kahira 1346
Mustafa Meşhur, Min-Fıkkı'd-Da've Tariku'd-Da've, C.I, el-Kahira 1979
Müslim b. el-Haccac, Ebu'l-Huseyn el-Kuşeyrî en-Neysabîrî (261/874), Sahîhu Müslim, C.I-V, 2. Bsm. Thk: Muhammed Fuad Abdulbakî, Mısır 1955.
en-Nesaî, Ebu abdirrahman Ahmed b. Şuayb (303/915), es-Sü-nen, C.I, VII, 1. Bsm. mısır 1930.
en-Nevevî, Muhyiddin (676/1277), Şerhu Sahih-i Müslim, Cz. I-XVIII, 2. Bsm. Beyrut 1972
er-Rağıb el-Isfehanî, Ebu'l-Kasim el-Huseyn b. Muhammed (502/1108), el-Mufredat fî Garibi'l-Kur'ân, Thk: Muhammed Seyyid Keylanî, Mısır 1961
er-Razî, Fahruddin (606/1209), et-Tefsîru'l-Kebîr, Cz. I-XXXII, 1. Bsm. Mısır
Reşid Rıza, Muhammed, Ali, en-Nubuvve ve'l-Enbiya, 2. Bsm. Ha-Iebl975
Saka, Şevki, Kur'ân-ı Kerim'in Da'vet Metodu (Doktora tezi), Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Ankara 1979, Daktilo edilmiş nüsha.
es-Semhudî, Nuruddin Ali b. Ahmed el-Mısrî (911/1505), Vefâu'l-Vefâ, bi-Ahbari Dâri'l-Mustafa, Cz. I-IV, 2. Bsm. Beyrut 1971
Seyyid Kutub (1966), Fi Zılâli'l-Kur'ân, Cz. I-XXX, 5. Bsm. Beyrut 1967
es-Seyyid Sabık, Da'vetu'l-îslâm, I. Bsm. Beyrut 1973 es-Seyyid Sabık, Fıkhu's-Sünne, C. II, 3. Bsm. Beyrut 1977 Sibâ'î, Mustafa, Hz. Muhammed ve Hayatı (ibretler Öğütler),
Çev: Said Şimşek-Nezir Demircan, Ankara 1976 es-Sindî, Ebu'l-Hasen Nuruddin b. Abdilhadî (1138/1725), haşiyetu's-Suneni'n-Neseî, Cz. I-IV, 1. Bsm. Beyrut (Mısr 1930'dan ofset).
es-Sübkî, Mahmud (b.?) Muhammed Hattâb (1352/1933) el-Men-helu'l, Azbu'l-Mevrud Şerhu Suneni'1-îmam Ebî Da-vud, Cz. I-X, 2. Bsm. 1394 H.
es-Süheylî, Ebu'l-Kasim Abdurrahman b. Abdillah b. Ahmed b. Ebi'l-Hasen (581/1185), er-Ravdu'l-Unuf, Cz. I-IV, (Mısır), 1971-1973.
es-Suyûtî, Celaluddin Abdurrahman b. Ebibekr (911/1505), el-Hasaisu'l-Kubrâ, C.I-III, Mısır 1967
Şiblî Mevlana, Asr-ı Saadet (îslâm Tarihi), C.I-V, Çev: Ö. Rıza Doğrul, Sad: O. Zeki Mollamehmedoğlu, İstanbul 1973-1975
et-Taberî, Ebu Ca'fer Muhammed b. Cerîr (310/922), Tarihu't-Taberî (Tarihu'r-Rusul ve'1-Muluk), C.I-X, 2. Bsm. Thk: Muhammed Ebu'1-Fadl ibrahim, Mısır 1968-1969
et-Tirmizî, Ebu Isa Muhammed b. Isa b. Sevra (279/892), es-Su-nen, C.I-X, Thk: Ahmed Muhammed Şakır - Muhammed Fuad Abdulbakî - ibrahim Atve Ivad
el-Vahidî, Ebu'l-Hasen Ali b. Ahmed en-NisabûrM (468/1975), Esbâbu'n-Nuzûl, el-Kahira 1968.
Yalçın, Mikdad, Minhacu'd-Da've ile'l-îslâm fi'l-Asri'l-Hadis, 1. Bsm. 1969
ez-Zemahşerî, Mahmud b. Ömer (528/1133), el-keşşaf an-Hakaiki Gavamidı't-Tenzil ve Uyuni'l-Ekavil fi Vucuhi't-Te'vil, C. I-IV, 2. Bsm. el-Kahira 1953
ez-Zerkânî, Muhammed Abdulazim, Menahilu'l-îrfan fî-Ulumi'l-Kıır'ân, C.I-II, el-Kahira 1943.
ez-Zerkeşî, Bedruddin Muhammed (794/1392), el-Burhan fi UlûmVl-Kur'ân, C. I-IV, 1. Bsm. el-Kahira 1957-1958
Zümrüt, Osman, İslâm'da Kamu Oyu Oluşumu (Doktora tezi), Ankara 1977. [286]
[1] Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/68-70.
[2] Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/71.
[3] Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/73.
[4] En'âm, 6/124.
[5] îmaduddin Halil, Dirase fi's-Sira, s. 45-53.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/73-74.
[6] Bidaye III, 5; Taberi, Tarih II, 298; îbn Haldun, Tarih II, Bakıyye 6.
[7] Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/74.
[8] Nisa, 4/113.
[9] Taberî, Tarih II, 277-282; Îbnu'1-Esir, Kamil I, 37-40.
[10] Hamidullah, İslam Peygamberi I, 34.
[11] Tâ-hâ, 20/114.
[12] İbn Kesir, Tefsir IV, 540-541; S. Sabık, Davetu'l-İslâm, s. 54-55.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/75.
[13] Rasûlullah'm davetinde Daru'l-Erkam'in ve Mescid'in icra ettiği fonksiyonu ileride ayrıca inceleyeceğiz.
[14] Suffa da ileride ayrıca incelenecektir.
[15] Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/75-76.
[16] İbn Sa'd, Tabakat, VIII, 17-19; Ibn Hazm, Ceuamiu's-Sira, s. 45.
[17] İbn Hişam, Sîret, MI, 246-248.
[18] İbn Sa'd VIII, 30-31, 36-37.
[19] İbn Sa'd VIII, 19.
[20] Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/76-77.
[21] Hasen İbrahim, Tarihu'l-îslâm I, 81.
[22] Hudarî, Nuru'l-Yakin, s. 41; Dahlân, Sim I, 93-94.
[23] Kandehlevî, I, 87-88.
[24] İbn Hişam 1-11,250.
[25] İbn Kesîr, Bldaye III, 34-36; İbnu'1-Esir, Kamil II, 59.
[26] Kandehlevi, Hayatu's-Sahabe, I, 89-90.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/77-78.
[27] İmaduddin Halil, Dirase fi's-Sîra, s. 64-65; Hasen İbrahim, Tarihu'l-İslâm I, 80; Arnold, İntişar-ı İslâm Tarihi, s. 44.
[28] Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 79.
[29] Reckendorf, «Erkam», İ.A. IV, 316.
[30] Arnold, întişar-ı İslâm Tarihi, s. 44.
[31] İbn Hişam, MI, 260-262.
[32] İbn Sa'd III, 247; Belazurî, Ensab 1,158; Kandehlevî 1,117.
[33] Belazurî, Ensab I, 158.
[34] İmaduddin Halil, Dirase fi's-Sira, s. 64-65; Hasen İbrahim, Tarihu'l-İslâm I, 80; Arnold, întişar-ı İslâm Tarihi, s. 44.
[35] Kandehlevî 1,167-172, III, 691-694; 'Hedvîjslâm Tarihi Tebligat ve Talimat II, 431-432; Sibaî, Ez. Muhammed ve Hayatı, s. 42-43; Arnold, întişar-ı İslâm Tarihi, s.53-54.
[36] F. Yeken, Muşkilat, s. 45-46, 74-75; Behî, Tezklra, ?. 270-271; M.A. er-Raşid, Muntalak, s. 150-170; Abdulbedi, Keyfe Ned'u s.15.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/78-80.
[37] Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/80.
[38] Şuarâ, 26/214.
[39] Hıcr, 15/94.
[40] İbn Kesîr, Bidaye III, 39-4.0; Kandehlevî 1,154; İbnu'1-Esir, Kamil II.
[41] Ibn Kesîr, Bidaye III, 40; İbnu'1-Esir, Kamil II, 62-63.
[42] Buharı, Tefsiru Sürati'ş-Şurâl.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/81.
[43] Halebî, İnsan II, 2; Bidaye III, 138-146; Kandehlevî 1,127.
[44] Kahdehlevî I, 141, 148. Sikaye (hacıların su ihtiyacını karşılama) gibi mühim bir görevin Hz. Abbas'm üzerinde olduğu nazar-ı itibara alınırsa, kabilelerin yeri ve durumu hakkında onun bilgisinin ehemmiyeti anlaşılır. Diğer taraftan mutlaka, bu görevi ifa eden birinin kabileler üzerinde nüfuzu olacaktır. Bu hususlardan faydalanmak üzere henüz iman etmemiş biîe olsa Hz. Abbas'tan Rasûlullah'm yardım talebi garip karşılanın amalidir.
[45] Hamidullah, İslâm Peygamberi I, 98.
[46] Said Havva, Rasul 1,107.
[47] Ebu Davud, Sünnet 20; Tirmizî, Sevâhıı'l-Kur'ân 24; îbn Mace, Mukaddime 13; Darimî, Fedailu'l-Kur'ân, 5.
[48] İbn Hişam I"11' 415'418; Tabert, Tarih II, 343-344.
[49] İbn Hişam I'11' 419"421;îbn Kesîr, Bidaye III, 135-137.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/82-83.
[50] Îbn Hişam I-II, 428-443; İbn Kesîr, Bidaye III, 148-165; İbn Kayyim,2adul-Mead II, 56-58.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/83.
[51] İbn Hişam III, 504-507; İbn Sa'd 1,238-239; İbn Kesir, Bidaye III, 226-229.
[52] Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/84.
[53] Zuhruf, 43/43.
[54] îbn Hişam MI, 315-317.
[55] Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/84-85.
[56] Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/85.
[57] lbn Hişam I-11' 428-443 , İbn Kesîr Bidaye III, 148-165.
[58] Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/85.
[59] Hasen İbrahim, Tarihu'l-îslâm I, 523-524.
[60] İbn Hişam III, 496-497; İbn Kesîr, Bidaye III, 214-219.
[61] Hasen İbrahim, Tarihu'Uîslâm 1,103; İbn Hişam I-II, 508; İbn Kesîr, Bi-daye III, 231-232.
[62] Müslim, Salat 9; îbn Hişam III-IV, 329; İbn Kesîr, Bidaye IV, 183; Kandehlevl 1,166.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/85-86.
[63] Buharı, Cihad 71; Müslim, Hacc 456-457; Tirmizî, Menakıb 67; İbn Mace, Menasık 104; Muvatta, Medine 10,11; İbn Hanbel 1,169,181, II, 236, III, 23 IV, 77, V, 181; Semhudi, Vefa I, 97. Semhudi, hudut tespiti ve harem ilanının getirdiği fıkhi hükümleri genişçe izah etmektedir. Bilgi için Bak: a.g.e. I. 89-117.
[64] Buharı, Cihad 181; Hamİdullah, İslâm Peygamberi I, 118; Şiblî, Asr-ı Saadet I, 27.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/86-87.
[65] İbn Hişam I-II, 501-504; îbn Kesir, Bidaye III, 224-226; Hamİdullah, Vesaik, s. 15-21.
[66] İbn Sa'd II, 5-7; Belazurî, Ensab I, 371.
[67] İbn Hişam MI, 598-599; Süheyli, Ravd III. 28 Bidaye III, 246-247; Ibnu'l-Esir, Kamil II, 112; Şiblî, Asr-ı Saadet I, 227.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/87.
[68] Belazurî, Ensab I, 287-384.
[69] Hamidullah, Hz. Peygamberin Savaşları s. 11. Hamidullah, dipnotunda verdiği rakama Benu Kureyza'dan idam edilenlerin de dahil olduğunu ileri sürmektedir. Siyerle ilgili bir kaç kitabında kendisi, Benu Kureyza Gazvesinden bahsederken meseleyi fazlaca yumuşatmaya çalışarak idam edilenlerle ilgili hiç rakam vermemektedir. Fakat kaynaklarımız, Kureyza'lılardan öldürülenlerin 600-700 kişi, hatta bazı rivayetlerde 900 kadar olduklarını belirtirler (İbn Hişam III-IV, 241; îbn Sa'd II, 75). Bunu nazar-ı itibara alarak Hamidullah'm rakamını on katlasak ve bütün harplerde maktullerin adedini 1500 olarak kabul etsek bile bu, tezimiz açısından bir değişiklik getirmez. Hamidullah'm aynı yerdeki ifadesiyle «Rusya hariç, Avrupa büyüklüğünde ve üzerinde milyonlarca halkın yaşadığı, Rasûlullah devrinde İslâm'ın intişar bulduğu bir buçuk milyon kilometrekareden fazla bir saha» da cereyan eden gazve ve se-riyyelerden her birine düşen ölü adedi ancak 17 olur. Binlerce kişinin çarpışması sonucu karşı taraftan sadece 17 kişinin maktul düşmesi, İslâm'ın insan kanma verdiği değer ve gösterdiği hürmeti, bu hususta titizlikle uyguladığı tedbirleri anlatmaya gerçekten kifayetlidir.
[70] Buharî, Cihad 147, 148; Müslim, Cihad 3; İbn Mace, Cihad 38;. Ebu Da-vud, Cihad 82.
[71] Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/88.
[72] Buharî, Şurut 15, Cizye 18, Tefsıru Surati'l-Feth 5; Müslim, Cihad 94; İbn Hanbel III, 486, IV, 330; İbn Hişam III-IV, 316-317; İbn Kesir, Bidaye IV, 168,175-176.
[73] İbn Hişam III-IV, 320; Vahidî, Esbabu'n-Nuzûl, s. 255.
[74] Feth,48/l.
[75] İbn Hişam III-IV, 317; Taberî, Tarih, II, 634; Belazurî, Ensab I, 350.
[76] Hamidullah, İslâm Peygamberi 1,163, İslâm'da Devlet İdaresi, s. 242-243.
[77] Gazali, Fıkhu's-Sira, s. 403; Hasen İbrahim, Tarihu'l-İslâm I,129.
[78] Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/89-90.
[79] îbn Hişam, III-IV, 606-607; Taberi, Tarih II, 644-646; İbn Haldun, Tarih II, Bakıyye 30-38.
[80] Bu konuda Mubammed Hamidullah'ın "Mecmuatu'l-Vesaikı's-Siyasiyye» adlı çok kıymetli çalışması, gerçekten her türlü takdir ve ilim adına teşekküre layıktır. Okuyucu, Rasûlullah'ın İslâm'a davet mektupları için bu kitaptan 42-253 sahifelerini mütalaa etmelidir. Ayrıca bak: Kettânî, Teratib I, 156-168; Hudarî, Nuru'l-Yakin, s. 193-202; Kandehlevî I, 183-212.
[81] Arnold, a.g.e., s. 62.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/90-91.
[82] Ibn Sa'd, 291; îbn Kesir, BidayeV, 41.
[83] Ibn Hişam IIMV, 559-560. (7DNasr, 110/2.
[84] İbn Hişam III-IV, 559-560; Bidaye V, 40.
[85] Ibn Hanbel IV, 232; Kettanî, Teratib I, 445.
[86] Buharî, Tevhid 22; Subkî,Menhel VI, 227; Azimabadî, Avnu'l-MabudZl, 87-88; Hudarî, Nuru'l-Yakin, s. 269.
[87] Müslim, Fedailu's-Sahabe 55.
[88] îbn Hanbel I, 264; Sübkî a.g.e. VI, 227; Azhnabadî, a.g.e., XI, 87-88.
[89] îbnHanbelIV, 218.
[90] Buharı, Tevhid 22.
[91] İbn Kesîr, Bidaye V, 91.
[92] İbn Kesîr, a.g.e., V, 93; Yakubî, Tarih II, 82-83; Hudarî, a.g.e., s. 260.
[93] Yakubî, a.g.e., II, 82-83.
[94] İbn Hişam III-IV, 576; İbn Kesîr, Bidaye V, 49-50.
[95] Yakubî, Tarih II, s. 79.
[96] İbn Kesîr, Bidaye V, 56-57.
[97] Arnold, întişar-ı İslâm Tarihi, s. 71.
[98] Nesâî, Umre 5.
[99] Ebu Davud, Kamadan 9.
[100] Hudarî, Nuru'l-Yakin, s.266, 267.
[101] İbn Hişam III-IV, 540; Bidaye v, 30-31.
[102] Kettanî, Teratib I, 445.
[103] İbn Sa'd I, 291-350.
[104] Kettanî, a.g.e. I, 446.
[105] Ebu Davud, Ramadan 9; Kettanî, a.g.e. I, 448.
[106] Kettanî, Teratib I, 449.
[107] İbn Hanbel III, 432.
[108] Hamidullah, İslâm Peygamberi II, 76.
[109] Ebu Davud, Ramadan 9; İbn Hanbeî IV, 9, 343; Kandehlevî III, 564.
[110] Buharı, Cizye 6; Müslim, Vasıyyet 20; Ebu Davud, İmaret 28.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/91-94.
[111] İbn Hişam III-IV, 515; Ibn Kesîr, Bidaye V, 2.
[112] Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/94.
[113] İbn Sa'd II, 172-173; Ibn Kayyim, Zadu'l-Mead I, 213; îbn Seyyidi'n-Nas; Uyun II, 273.
[114] Siba'i, Hz. Muhammed ve Hayatı, s. 162.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/95.
[115] Buharı, ilm 12.
[116] Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/96.
[117] Kettanî, Teratib II, 321-322.
[118] Saka, K.K.in Davet Metodu, s. 75-76.
[119] Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/96-97.
[120] Buharî, llm 12; Müslim, Eşribe 70, 71.
[121] Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/97.
[122] Müslim, İmaret 19; îbn Hanbel VI, 93.
[123] EbuDavud,£deb 6.
[124] Müslim, Salat 118.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/97-98.
[125] Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/98.
[126] Müslim, Salat 118.
[127] Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/98.
[128] İbn Kesîr Bidaye V, 49-50.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/98-99.
[129] İbn Kesîr Bidaye IV, 290-292.
[130] Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/99.
[131] Ebu Davud, İmaret 22; İbn Kesîr Bidaye IV, 3-4.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/99-100.
[132] Tahrim, 66/9.
[133] Tahrim, 66/9.
[134] Merağî, Tefsir XXVIII, 166.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/100.
[135] Müslim, Birr 87.
[136] Müslim, Eşribe 107.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/100.
[137] Kettanî, Teratib I, 301.
[138] Atar, İslâm Adliye Teşkilatı, s.217-218.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/101.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/101.
[139] İbn Kesîr, Bidaye IV, 179-180.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/101.
[140] İbn Kesîr, Bidaye IV, 5-9,137-140.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/101-102.
[141] Razî, Tefsir VIII, 91; Muhammed el-Hıdr Huseyn, ed-Dauetu ile'l-Islah, s. 44-45.
[142] Hamidullah, Vesaik, s. 45-46, 50, 72, 76-77.
[143] Münafıkun, 63/8.
[144] Kefemi, Teratib 1,142.
[145] Kettanî, a.g.e. I, 387-388.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/102.
[146] îbn Kesir, Bidaye III, 142-143.
[147] Bak: Konumuzun «Üçüncü Bölüm: Sosyal Müesseselerle İrtibatı Açısından Rasûlullah'm Davet Metodu» konusunda «2 - Evlilik» maddesi.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/102-103.
[148] Bu âyetler için bak: Muhammed Fuad Abdulbaki, el-Mucemu'l-Müfehras ti-Elfazı'î-Kur'âni'l'Kerim, ilgili maddeler.
[149] Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/103.
[150] Âl-iîmran, 3/64.
[151] Enbiya, 21/25; Nahl, 25/36.
[152] Saka, K.K.in Davet Metodu, s.145.
[153] Arnojd, îrttişar-ı hlâm Tarihi, s. 59.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/104.
[154] Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/104.
[155] Buharı, Cizye 6; Müslim, Vasıyyet 20; Ebu Davud, İmaret 28.
[156] Kettanî, Teratib 1,198.
[157] Buharî, Mecazı 56; Müslim, Zekat 133;Tirmizî,Menakıb 65;İbnHanbeI III, 76-77, 275; İbn Hacer, Fethu't-Barî VIII, 49; îbn Kesir, Bidaye IV, 356-361; Yakubî, Tarih II, 63; Gazzali, Fıkhu's-Sira, s. 427.
[158] Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/104-105.
[159] Misal olarak bak: îbn Hişam I-II, 289-291; 293-313, 354-361; İbnu'1-Esir, Kamil 11, 70-76; Belazurî, Ensab 1,125-156.
[160] îbn Hişam I-II, 419-421 ;İbn Kesîr, Bidaye III, 135-137; İbn Kavyim, Zadu'l-Mead II, 52.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/106.
[161] Zumer, 39/53.
[162] Saıd Havva, Rasul 1,107.
[163] Buharı,Menakıb25,İkrah l;EbuDavud,Ci/md97;İbn Hanbel V,109-lll.
[164] İbn Kesîr, Bidaye IV, 104,109
[165] Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/106-107.
[166] Müslim, Birr 87.
[167] Buharı, Edeb 18; Müslim, Fedail 65.
[168] Buharı, Edeb 18; Müslim, Fedail 65.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/108.
[169] Buharı, Megazî 70; Müslim, Cihad 59; Ebu Davud, Cihad 119; İbn Han-bel II, 246-247, 452; Hamidullah, İslâm Peygamberi I, 270-271.
[170] Hamidullah, a.g.e. 1,172; İbn Kesir, Bidate IV, 301.
[171] Buharı, Hudud 12; Müslim, Hudud 8,9; Ebu Davud Hudud 4; Tirmizî, Hudud 6.
[172] ibn Hanbel IV, 218. Rasûlullah, zekât vermemeleri, cihada katılmamaları ve kendilerine içlerinden birinin vali tayin edilmesi şartlarını kabul etmişti. Zira bizzat Hz. Peygamberin belirttiği gibi (Ebu Davud, İmaret 26) İslâm'a girdikleri zaman onlar kendiliklerinden zekât verip, cihada koşacaklardı. Sonra zekat için mallarının üzerinden bir sene geçmeli, cihad için de düşman mevcut olmalıydı. Bunlar olmadığı için Rasûlullah bu teklifleri kabul etmişti (Azimâbâdî, Avnul-Ma'bud VIII, 268). Valî tayininde ise, zaten Rasûlullah'm umumî prensibi, bölge halkından birini görevlendirmek idi.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/108-109.
[173] KandehlevîI, 75-76.
[174] Müslim, Cum'a 60; İbn Hanbel V, 80.
[175] Buharı, Menakıb 8.
[176] IbnTeymiye,Hisbe;s.79.
[177] Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/110-111.
[178] Isrâ, 17/37.
[179] Lokman, 31/18. Ayrıca bak: Nisa, 4/36; Hadid, 57/23.
[180] Furkan, 25/63.
[181] İbn Mace, Zühd 16.
[182] Ibn Mace, Zühd 16; Müslim, Birr 69.
[183] İbnu'l-Cevzî, Vefa, a.g.e. MI, 438.
[184] İbnu'l-Cevzî, a.g.e. MI, 436.
[185] Darimî, Mukaddime 13.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/111-112.
[186] Said Havva, Rasut I, 54-55; Nedvî, Tebliğdi ve Talimat II, 450-459.
[187] İbn Hişam I-II, 645.
[188] Buharî, Megazî 70; Müslim, Cihad 59.
[189] Azimabaâî, Avnu'l-Mabud VIII, 267.
[190] Ebu Davud, îmaret 26.
[191] İbnHanbelIII, 432.
[192] Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/112-113.
[193] Tirmizî, Kıyamet, 42.
[194] Feth, 48/29.
[195] Kettânî, Teratib 1,190; Hamidullah, îslâm Peygamberi II, 260.
[196] Hamidullah a.g.e. II, 260.
[197] Kettanî, Teratib I, 452.
[198] İbn Sa'd I, 484; İbnu'l-Cevzî, Vefa MI, 589-593.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/113-114.
[199] Tirmizî, Menakıb 17; Ibn Mace, Mukaddime 11.
[200] Buharî, Megazî, 11; Müslim, Fedailu's-Sahabe 197.
[201] Bidaye IV, 350, 352; Azimâhâdî, Avnu'l-Ma'bud, VIII, 266.
[202] İbn Sa'd 1,282.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/114-115.
[203] Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/117.
[204] Tirmizî, Tefsîru Sürati'ş-Şuarâ 2; Nesâî, Vesâyâ 6; İbn Hanbel II. 360.
[205] Müslim, Birr 18,19; İbn Hanbel II, 484, III, 14, 83, IV, 399. Konu ile ilgili başka hadisler için bak: Buharî, Edeb 12,13, Buyu 13; Müslim, Birr 20, 21; îbn Hanbel III, 156,147,166, V, 279, VI, 62.
[206] Buharı, Cenaiz 78; Ebu Davud, Cenaiz 2; İbn Hanbel III, 175.
[207] Müslim, İman 76, 77; Tirmizî, Zühd 2; Darimî, Etime 11; îbn Hanbel II, 310,111, 25,31, V, 412, VI, 384.
[208] Buharı, Edeb 28; Müslim, Birr 140,141; Tirmizî, Birr 28; İbn Mace, Edeb 4.
[209] Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/117-118.
[210] Hamidullah, îslâm Peygamberi II, 13.
[211] Hamiduîlah, a.g.e.JI, 19-20; Canan, Les Methodes, p. 300-301.
[212] İbn Kesîr, Bidaye IV, 143-145; Hamidullah, a.g.e. II, 20, 23-24; Canan, a.g.e. p. 300-301.
[213] Canan, Les Methodes, p. 301-302.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/118-119.
[214] Kettânî, Teratib I, 387-388.
[215] îbn Hişam MI, 435-437; İbn Kesîr,Bidaye, III, 152-153.
[216] Ibn Kesîr, Bidaye III, 199.
[217] İbn Kesîr, a.g.e., V, 34-35.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/119-120.
[218] Tirmizî, Zühd 45, 56; Ebu Davud, Edeb 16; ibn Hanbel II, 303, 334.
[219] Hamidullah, İslâm Peygamberi I, 304, II, 277.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/120.
[220] Nisa, 4/140
[221] En'âm, 6/68.
[222] Müslim, Sıfatu'l-Munafıkin 82-83.
[223] Mustafa Meşhur, Tariku'd-Dave I, 41.
[224] Gazzali, Fıkhu's-Sira, s.98; Hasen İbrahim, Tarihu'l-İslâm 1,172; Saka, K.K.in Davet Metodu, s.71-73.
[225] Hasen İbrahim, a.g.e. I, 173.
[226] Örnek olarak bak: En'âm, 6/68; A'râf, 7/199; Hıcr, 15/85; Nahl, 94; Taha, 130-135; Zuhruf, 43/89; Ahkaf, 46/35; Necm, 53/29.
[227] Bidaye III, 58-59.
[228] Buharî'Menakıb 25,/AraAl;EbuDavud,Cihad 97; İbnHanbelV, 109-111
[229] Nesaî, Cihad 1.
[230] Mesela Sad b. Ebi Vakkas ve müslümanlardan bir grup Mekke dışına çı-, karak kimsenin görmiyeceği bir geçitte gizlice namaza durmuşlardı. Fakat müşrikler onları takip ediyordu. Müslümanlar namaza durunca alay etmeye, hakaret yağdırmaya, kaba sözler söylemeye başladılar. Derken bunların arkasını darbeler takip etti. Sa'd, orada bulduğu bir deve kemiği ile birisinin başını yarmaya muvaffak olunca hepsi dönüp kaçtılar; müs-lümanlar da bir müddet onları kovaladılar (İbn Hişam I-II, 263).
[231] İbn Kesîr, Bidaye III, 134.
[232] A.g.e.,III,137.
[233] Ebu Davud, Sünnet 20; Tirmizî, Sevabu'l-Kur'ân 24; İbn Mace, Mukaddime 13; Darimi, Fedailu'l-Kur'ân 5.
[234] Bidaye II, 143-146; Kandehlevî 1,132.
[235] Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/120-125.
[236] Bak: Birinci Bölüm, 2 c.
[237] Bak: Üçüncü Bölüm, 6.
[238] Bak: Üçüncü Bölüm, 6.
[239] Müslim, Sıfatu'l-Munafikin 82-83.
[240] Canan,LesMethodes, p. 171-172.
[241] İbn Hişam ÎII-IV, 517.
[242] İbn Kesîr, Bidaye V, 21-22.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/125-126.
[243] Bak: Birinci Bölüm, A 3 b.
[244] Buharı, Tefsiru Sürati Âl-i İmran 15; Müslim, Cihad 11 6.
[245] Ebu Davud, İmaret 2; Bidaye IV, 3-4.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/126-127.
[246] Müslim, Birr 38-42; Tirmizî, Cenaiz 2, Birr 64; îbn Hanbel I, 81, II, 326, 344, 354, V, 276. Başka hadisler için bak: Wensinck, el-Mucemu'l-Mufeh-ras li-Elfazı'l'Hadisi'n-Nebevî.
[247] Mesela Sa'd b.Ubade'yi ziyareti için bak: Buharî, Tefsiru Sürati Âl-i İmran 15; Müslim, Cihad 116.
[248] İbn Kesîr, Bidaye V, 34.
[249] Buharî, Cenaiz 78; Ebu Davud, Cenaiz 2; İbn Hanbel III, 175.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/127.
[250] Buharî, Salat 84; Çelebi, îslâm Eğitim Öğretim Tarihi, s. 95; Dağ. îslâm Eğitim Tarihi, s. 71-72; Canan, Sünnette Terbiye, s. 322, 373; Gazzalî, Fıkha's-Sira, s. 190; J. Pedersen, «Mescid», İ.A. VIII, 47.
[251] İbn Sa'd I, 294; Gazzali, a.g.e. s.190; Canan, a.g.e. s. 373.
[252] İmaduddin Halil, Dirase fi's-Sira, s. 149; Hamidullah,İslâm Peygamberi II, 264; Canan, Sünnette Terbiye, s. 373 J. Pedersen, «Mescid», VIII, 3, 42; Hasen İbrahim, Tarihu'lîslâm I, 523-524.
[253] Çelebi, İ. Eğ. Öğ. Tarihi, s. 96; J. Pedersen, ^Mescid», f. A. VIII, 46.
[254] Buharî, Salat 70, 71; İmaduddin Halk, a.g.e. 149; J. Pedersen, «Mescid», î. A. VIII, 4.
[255] Buharı, Salat 42.
[256] .g.e. Salat 71, 83; J. Pedersen, «Mescid», İ. A. VIII, 6.
[257] Çelebi, a.g.e. s. 96.
[258] Kandehlevî III, 54; Hamidullah, îslâm Peygamberi I, 329; Canan a.g.e. s. 373; J. Pedersen, «Mescid», İ. A. VIII, 3,19.
[259] Buharî, lydeyn 2, 25, Cihad 81; Canan, Sünnette Terbiye, s. 373; J. Pedersen, «Mescid», İ.A. VIII, 3,19.
[260] Ebu Davud, Cihad 91; Timizi, Siyer 2.
[261] İbn Hişam MI, 496-497; İbn Kesir, Bidaye III, 214-219; Hudarî, Nâru'l-Yakin, s. 85, 86.
[262] Müslim, Mesacid 24; Nesaî, Mesacid 24.
[263] İbn Mace, Mesacid, 9; Ebu Davud, Salat 13.
[264] Semhudî, Vefa III, 819-880.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/127-130.
[265] Semhudî, Vefa II, 453-454.
[266] Kettanî, Teratib I, 40, 48; Hamiduüah, İslâm Peygamberi II, 75-77; Ha-rnidullah, Muhtasar Hadis Tarihi, s.21.
[267] Hamidullah, Muhtasar Hadis Tarihi, s. 21.
[268] Hamidullah, İslâm Peygamberi II, 77; Canan, Sünnette Terbiye, s. 321-322.
[269] Dağ. /. Eğ. Tarihi, s. 65-66, 71-72.
[270] Kettanî, Teratib I, 56; Hamidullah, a.g.e. II, 77.
[271] Kettanî, a.g.e. I, 48-49.
[272] Dağ, a.g.e. I, 48-49.
[273] Kettanî, a.g.e. I, 49-50.
[274] Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/130-131.
[275] Bak: "İslâm'a Davet mektupları ve Elçiler" bölümü.
Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/131-132.
[276] M. Reşid Rıza,Tefsiru'l-Menar, IX, 323, XI, 205.
[277] Yakubî, Tarih II, 56.
[278] Bakara 2/272.
[279] Razî, Tefsir VII, 82; Kurtubî, Tefsir II, 337.
[280] Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/132-133.
[281] A. Zeydan, Usulud-Da've, s. 452-463; Behî, Tezkira, s. 44-45, 59-62, 66-111; Gazzali, Maallah, s. 306-310; Saka, K.K.in Davet Metodu, s.116-119
[282] Gazzali, Maallah, s.339.
[283] A. Zeydan, Usulud-Da've, s. 464-467.
[284] A. Zeydan, a.g.e., s. 467-469; Gazzalî, Maallah, s. 226-305.
[285] Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/134-135.
[286] Doç.Dr.Ahmet Önkal, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/137-141.