I. Mekke'de Siyasî/İdarî Faaliyetler
III. İdarî Teşkilatlanmanın Kaynağı
İDARÎ TEŞKİLATLANMANIN UNSURLARI
1945 yılında Konya Bozkır'da doğdu. İlkokulu orada bidirdi. 1964 yılında Konya İ.H.L.ni 1968 yılında İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünü bitirdi. 1975 yılında Bursa Yüksek İslâm Enstitüsünde öğretim üyesi oldu. 1982 yılında Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi olarak "İslâm Tarihinde İlk Siyasi ve Dinî Fırkaların Zuhuru" konusunda doktora tezi verdi. 1990 yılında aynı fakültede doçent oldu. Halen bu fakültede İslâm Tarihi Öğretim Üyesi olarak çalışmaktadır. Yayınlanan eserlerinden bazıları:
— İslâm Tarihi (3 cilt)
— Hz, Muhammed'in Şemaili, Ahlakı ve Adabı -İstanbulun Fethi ve Fatih
— Bursa'da Medfun Osmanlı Sultanları ve Emir Suttan
Ayrıca çeşitli dergilerde yayınlanmış makaleleri bulunmaktadır. [1]
Hz. Muhammed (s.a.v.), Mekke'de peygamberlikle görevlendirildiği zaman (M. 610 Ramazan) Hz. Hatice, Hz. Ali, Hz. Ebu Bekir, Zeyd b. Harise, Osman b. Affan, Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebî Vakkas, Talha b. Ubeydullah, Zübeyr b. el-Avvâm, Ebu Ubey-de b. el-Cerrah, Said b. Zeyd, Erkam b. Ebil Erkanı, Habbab b. el-Eret, Abdullah b. Mes'ud, Mus'ab b. Umeyr, Suheyb b. Sinan, Âmir b. Füheyre, Ebu Fükeyhe, Bilâl-i Habeşî, Ebu Zerr-i Gıfârı, Yasir-Sümeyye ve oğulları Ammar'ı ilk müslümanlar arasında görüyoruz. Öte yandan Ebu Cehil, Ebu Leheb, Umeyye b. Halef, Velid b. Mugîre, Utbe b. Rebia, Ukbe b. Ebî Muayt, Hakem b. Ebi'l-As, Nadr b. Haris, Ebu Süfyan gibileri ise müslümanlığın kitlelere ulaşmasını önlemek için her tedbire başvuruyorlardı.
Bilal-i Habeşî, Yasir-Sümeyye gibi zayıflara caydırıcı bir yöntem olarak işkence; Hz. Ebu Bekir, Osman, Talha, Zübeyr, Sa'd b. Ebî Vakkas gibi güçlülere karşı akraba muhiti içinde hoşgörüsüzlük, yalnızlığa itmek ve kısmen eziyet uygularken, daha sonra her iki zümreyi de hedef alan sosyal boykot, iktisadî abluka uyguluyorlardı. Bu sistemli engellemelerden Hz. Peygamber de hissesine düşeni almış; Ka'be avlusunda boğulmak istenmiş, geçeceği yollarda taciz edilmiş, evi taşlanmış, sürekli rahatsızlığa uğramıştır. Böylece müslümanlar henüz ilk yıllardan itibaren Mekke site devletinin otoritesi ile karşı karşıya gelmişlerdir. Dârun-nedve denilen parlamentoda müslümanlarm aleyhine pek çok karar alınmıştır.
Bi'setin yedinci yılında müslümanlara karşı iktisadî abluka, ıctimâî boykot; bi'setin onuncu yılında Tâif ten dönerken Hz. Peygamberi ülke sınırları içine koymama ve bi'setin onüçüncü yılında Hz. Peygamber hakkında ölüm kararı almış olmaları bunlardan sadece birkaçını oluşturmaktadır.[2] "Sikâye, eî-Ukâb, Rifâde, Nedve, Ka'be anahtarlarını taşıma, Şûra, Eşnak, Kubbe, Sifâre, Eysar-Ezlâm, Emvâl-i Muhâcere" gibi Daru'n-Nedve'ye bağlı birimler bütünüyle islâm'ın ve müslümanlann aleyhine çalışıyordu. Bunun bir sonucu olarak, bi'setin beşinci ve altıncı yıllarında yaklaşık 105 müslüman Habeşistan'a göç etmek mecburiye tinde kalmıştır.[3]
Mekke siyasî otoritesinin islâm'a karşı bu acımasız savaşı çok erken dönemde Hz. Peygamberi, mukabil bir siyasî teşkilât kurmaya sevketmiş olmalıdır. Son devir islâm tarihi araştırmacılarında bu tespit giderek yoğunluk kazanmaya başlamıştır. IVfeselâ Muhammed Hamidullah'ın en son ulaştığı kanaat bu istikamettedir. O, bir devlet için bir yönetici (başkan), millet, organizasyon, toprak ve kanunun gerektiğini belirttikten sonra şöyle diyor: "Hz. Peygamber (s.a.v.) ilk vahiyden itibaren bunlarla meşgul oldu. Toprak açısından baktığımızda başlangıçta o devlet içinde bir devlet gibiydi. Yani her Mekkeli müslümamn evi islâm devletinin topraklarından bir parça idi".[4]
Muhammed Hamidullah Bey'in bu görüşünü Mekke döneminde teşekkül etmiş bir devlet şeklinde anlamamak lâzımdır. Bunu, "Olayların gidişinin Rasûl-i Ekrem'i müstakil bir siyâsî organizasyonu düşündürmesi" tarzında algılamanın daha uygun olacağı kanaatindeyim. Ancak bu düşüncenin, kuvveden fiile dönüşmesi için şartların oluşması beklenecektir.
Öyle anlaşılıyor ki, islâm'ın fert ve toplumla ilgili amaçları bunu gerçekleştirmeyi plânlayan bir devleti zaruri kılıyordu. Müslümanların maddî-manevî varlık ve değerlerim koruyup geliştirebilmeleri uygun devlet kurumlarına ihtiyaç hissettiriyordu. [5]
Islâmî idareye giden yolda Akabe biatları ve Hicret iki önemli dönüm noktasıdır. Şöyle ki: Hz. Peygamber bi'setin 11. yılı (M. 620) Mina ile Mekke arasında Mekke'ye yaklaşık 3 km. uzaklıktaki Akabe'de Hazrec kabilesinden altı kişi ile karşılaştı. Onları islâm'a davet etti. Onlar da müslümanlığı kabul ettiler. Peygamberliğin 12. yılı (M. 621) vuku bulan Birinci Akabe Biatı'na katılan 12 kişiden 10'u Hazrec, 2'si de Evs'e mensuptu. Sözkonusu 12 kişi, "Allah'a ortak koşmayacaklarına, O'nun emirlerine boyun eğeceklerine, hırsızlık yapmayacaklarına, yalan söylemeyeceklerine, iftira etmeyeceklerine, hiçbir hayırlı işte Peygamber'e muhalefet etmeyeceklerine, genişlikte ve darlıkta sözlerinden dönmeyeceklerine" and içtiler.[6] Bu esnada Mekkeli genç bir müslüman olan Mus'ab b. Umeyr'in Öğretici ve mürşid olarak Medine'ye gönderilmesi ve Medineli ilk müslümanîardan Es'ad b. Zürare'nin desteğiyle bir yıl içinde oldukça başanh'bir eğitim-öğretim faaliyetini gerçekleştirmiş olması îslâmî kurumlaşmada çok mühim sayılmaktadır.[7]
Peygamberliğin 13. yılı (M. 622) ise, daha çoğu Hazredi ve ikisi de kadın olmak üzere 75 kişi ikinci Akabe Biatı'nda, "Allah'a ve Rasûlüne iman, Allah ve Rasûlünün emirlerim yerine getirmek, namaz, zekât, insanlardan gelebilecek kınamalara aldırış etmeksizin hakkı söylemeye devam, emr bi'1-ma'ruf, nehy ani'1-münker (iyiliği yayıp kötülüğü önlemek), muhtaçlara-yoksullara yardım, şahıslarını ve aile fertlerini her sıkıntıya karşı korudukları gibi Hz. Peygamber1 de korumak" hususunda ve "istikbalde mallarının ve canlarının telef olması pahasına sözlerinden dönmeyeceklerine" dair and içtiler[8] Hz. Peygamber de onlara, "Sizin kanınız benim kanım, ben sizdenim, siz de bendensiniz. Siz kiminle savaşırsanız ben de onunla savaşırım, kiminle barış içinde olursanız ben de onunla barışırım" diye teminât verdi. Bunu müteakiben Rasûl-i Ekrem, onlardan kabile temsilcilerini seçmelerini istedi. Bunun üzerine Hazrec grubu dokuz, Evs grubu da üç reis (nakib) seçtiler. Hz. Peygamber bunların reisliklerini onayladı. Es'ad b. Zürare'yi de genel başkan (reisü'r-Rüesa/nakîbü'n-nükebâ) yaptı. Böylece Medine toplumunun teşkilâtlandırılması ile müstakbel islâm devletine güçlü bir adım daha atılmış oluyordu. Medineli bu ilk müslümanlarm, her fedakârlığı göğüsleyerek and verişine karşı cennete erişecekleri Kur'ân-ı Kerim'de bildirilmiştir.[9] Az sayıda hanım, ikinci biatta, bizzat hazır bulunup and vermişler, Medineli diğer islâm hanımları da şimdilik seçilen reislere itaat edecekler, hicretten sonra da Rasûlullah'a and vereceklerdir.[10]
Akabe Biatlan aynı amaçta kaynaşan, kafa ve gönülerini aynı bilgi ile besleyip aynı heyecanla dolduran cesur ve inançlı bir topluluğun oluşumuna yol açmış, birlik ve dayanışmanın devlete giden yolda ne kadar mühim bir unsur olduğunun tarihî delili olmuş; büyümenin,güçlenmenin, teşkitâtlanmanın köşe taşım oluşturacak olan hicretin temelini meydana getirmiş, müslüman-lara yepyeni bir vatan ve devlet müjdelemiştir. Nitekim bu biatlar sonunda Hz. Peygamber, Mekkeli müslümanlarm Medine'ye hicret edebileceklerini bildirerek şöyle buyurmuştur: 'Artık, sizin hicret edeceğiniz şehrin iki kara taşlık arasınçLa hurmalık bir yer olduğu bana gösterildi... Mekke'den çıkmak isteyenler Medine'ye gitsinler, orada müslüman kardeşleriyle birleşip kaynaşsınlar. Hak Teâlâ onları size kardeş yaptı. Beldelerini de sizin için güven ve huzur bulacağınız bir yurt kıldı."[11]
Mekkeli müslümanlar peyderpey Medine'ye göç etti. Hz. Peygamber de Hz. Ebu Berir'le birlikte Medine'ye ulaştı. Sevr mağarasında 4 Rebiülevvelinde başlayan yolculuk, 12 Rebiülevvelinde Küba'da sona ermişti.(M.622).
Bu yer, o zaman için Medine'ye yaklaşık üç kilometre mesafede bir köydü. Dolayısıyla Hz. Peygamber, şehre girmemişse de Medine'ye gelmiş sayılırdı. Hz. Peygamber Küba'da Külsum b. Hidm'in evinde misafir kaldığı süre içinde islâm tarihinde ilk hür kalışın ve camia olarak istiklâline toprak ve insan unsuruyla sahip olabilmenin hayırlı bir meyvesi olarak Küba mescidini bina etmiştir.[12] Nihayet bir cuma günü Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Medine'ye girmek üzere hareket ettiğinde Benî Salim b. Avf yurdundan geçerken Ramına Vadisi'nin ortasına varıldığında islâm tarihinin ilk cuma namazım kıldırdı, ilk hutbesini irâd etti.[13]
Hz. Peygamber Medine'ye geldiğinde, Ebu Eyyub el-Ensârî (r.a.)'nin evinde yedi ay misafir kaldı. Bu süre içinde Mescid-i Nebî'yi inŞa etti ve bitişiğinde yapılan odalara (Hücre-i Saadet) taşındı. Ayrıca Hz. Peygamberin hicretten sonraki ilk aylarda selâmlaşmak, muhtaçları gözetmek, akrabaya yardım ve ideal beraberliği olanlar arasında ziyaretleşme gibi sosyal içerikli uygulamaları siyasî-idârî teşkilâtlanmanın mevcudiyeti için şart olan sağlıklı insan unsurunun oluşumu doğrultusunda yararlı sonuçlar vermiştir.[14] Keza bu süreç içinde toplumu olgunlaştırıp geliştiren bir faktör olarak Muhâcirûn-Ensâr arasında muâhât (kardeş-leşme) gerçekleştirilmiştir. Bu, başlangıçta birbirlerine miras almayı doğuracak kadar mühim bir gelişmedir.[15] Hicretten yaklaşık beş ay sonra gerçekleştirilen bu kardeşlik tesisi, Medine, islâm toplumunda bütünleşmenin sağlanmasında ve o günkü sosyo-kül-türel-ekonomik problemlerin çözümünde kayda değer olumlu gelişmelerin başında gelir. Hz. Peygamberin bu iki zümre arasında gerçekleştirdiği muâhât'ın "hılf denilen cahiliye âdetinin ortadan kaldırılması, Muhacirlerin Medine'ye intibaklarının sağlanması, onlara maddî destek imkânları araştırılırken bunun manevî bir kardeşlikle desteklenmesi, yardım görenlerde doğabilecek psiko-jik ezikliğin giderilmesi, güçlüklere sabırla samimiyet ve tecrübe kazanan Muhacirlerin Ensâr'a öğretmen, Ensâr'm da onlara öğrenci kılınarak eğitici bir hareketin programlanması, ashâb arasında ortak zevklerin yaygınlaştınhp seciye ve karakter beraberliğinin sağlanması; inkarcı, münafık ve yahudi fitnesine karşı ümmet arasında dayanışmanın temini" gibi hikmetleri vardı. Böylece teşkilâtlanmanın dayanacağı halk unsurunu biraz daha kaynaştırmış oluyor; rabıta olarak da iman ve ülkü birliğini Ön plana çıkarıyordu.
1. Hicrî yıl itibariyle Medine'de mevcut olan on bin kişiden bin beşyüzünün müslüman olduğu düşünülürse, geri kalan nüfus henüz islâm'a girmemiş putperest Araplarla Yahudilerden oluşuyordu. Mevcut sayıdan bin kadarı münafıktı. Bir de başta Mekke müşrikleri olmak üzere müslümanlar aleyhine kışkırtılan kırsal alan putperestleri vardı. Bilhassa Mekkeli putatapıcılar hem kırsal alan putatapıcılanyla, hem Medine'deki münafıklarla ve Yahudilerle, hem de ilerleyen zaman içinde Hayber Yahudüeriyle müslümanlar aleyhine geniş bir düşman ittifakı oluşturma çabasına girişeceklerdi. Bu durumda Medine'de filizlenmeye çalışan îslâm toplumu içten ve dıştan çeşitli engellemelerle ve problemlerle karşı karşıya idi.
Müslümanların Mekke'de siyasî otoritenin hem karar, hem de icra organı durumunda olan Dâru'n-Nedve'den çeşitli baskılara ilaveten, hicretten sonra karşılaştığı yeni şartlar ve Medine'de önceki durum itibariyle Evs, Hazrec, Benî Kaynuka, Benî Nadir, Benî Kureyza ilişkilerinin son derece kaygan bir zeminde yürümesi gibi hususlar Hz. Peygamberi teşkilâtlanma faaliyetlerini hızlandırma konusunda düşündürmüş olmalıdır. Bu durumda siyasî otoritenin belirlenmesi, Muhâcirûn ile Ensâr'm taban alınarak gayr-i müslimlerin de bir kanun dahilinde yükümlülük altına sokulması elzem duruma gelmişti. Esasen geçmiş tecrübeler, sosyal ahlâka riayeti sağlayabilmek için dünyevî yaptırımların gerekli olduğunu ortaya koymuştu. Yalnızca ahlâkî talimat ve öğüt yeterli olmuyordu.
Bunun dışında ülkede, îslâmî kavram ve anlayışlara göre dünyevî bir başkanın fonksiyonlarını icra edecek herhangi bir kimse de bulunmuyordu. Bu arada islâm'ı gereği gibi bilen başka biri yoktu. Ayrıca tarih şunu gösteriyordu ki, devlet başkanları ve çeşitli kademelerdeki idareciler, izinden gidecekleri Örneklere muhtaç olagelmişlerdir. Üstelik o devrede insanlık âlemi gerek dinî, gerekse sosyal alanda ıslahat ihtiyacı içinde kıvranmakta idi, Şayet her şey mutlak yetkileri elinde tutan devlet başkanlarının keyif ve takdirine bırakılan bu durum, insanlığa anarşiden daha beter bir kötülük bulaştırabilirdi.[16] Bu münasebetle Hz. Peygamber bu aşamada halli zaruri siyasî meselelerle ilgilenmeye koyuldu.
Kendisi ile mü'minlerin karşılıklı hak ve vazifelerinin belirlenmesi, şehrin müslüman olmayan Arap ve Musevî kesimi ile anlaşma yapılması, ülkenin tarif ve tanzimi —harp ve siyasî ilişkiler de dahil— yabancılarla münasebetlerin düzenlenmesi, bu yeni ülkede oluşan siyasî topluluk mensuplarının devlet iktidarının temsilcisi durumunda olan Hz. Peygambere, malî, kazaî ve askerî ilişkilerinde sahip oldukları haklar ve vecibelerin gösterilmesi gerekiyordu, îşte bu ve diğer zaruret ve ihtiyaçlar O'nu siyâsî ve idarî hayatın organizesini de üzerine almaya şevketti. Müslüman ve gayr-i müslimlerle danışmalar yaptıktan sonra Hz. Enes'in evinde toplanarak kurmaya karar verdikleri site-devletin anayasasını kaleme aldılar. Bu hukukî metin, bir devletin başı tararından vazedilip yürürlüğe konulmuş bir anayasa oluyordu.[17]
Bu yasanın kendi kendisini "Kitâb" (Yazıt) olarak isimlendirmesi ve baştan sona ele alındığında sekiz defa "Sahîfe" (varak, vesika, yazılı kanun) diye tavsifi "uyulması gereken yazılı kaideler manzumesi" doğrultusunda bizi düşündürmektedir (bk. md. 1, 22, 36, 39, 42, 46, 47). Esasen bu isimlendirmenin Kur'ân-ı Kerim'de geçen ve peygamberlere indirilen ayetlerin teşkil ettiği "Kitâb ve Sahîfe'leri çağrıştırması bağlayıcı yüksek hukuk kaideleri fikrine yol açmakta, neticede insanların siyasî-idarî münasebetlerini düzenleyeceği bu kurucu anayasanın itibar ve önemi ortaya çıkmaktadır.[18]
"Kitab"m ilk maddesinde "Kureyşli ve Medineli müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla, onlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber cihad edenler için hazırlandığı ve bu zümrelerin diğer insanlardan ayrı bir ümmet (camia) teşkil ettiği" belirtilmektedir (md. 1,2). Buna göre, hayat tarzları pek farklı, kendi aralarında kavgalı kabilelerin yanı sıra, müslümanlarla ne din, ne sosyal hayat, ne de riyasette herhangi bir ortak tarafları bulunmayan Yahudi kabilelerinden teşekkül etmesi dolayısıyla bazı araştırmacılar kurulmakta olan devlete ilk yıllar itibariyle "Medine Birleşik Devleti"[19], "Konfederasyon"[20] tabirini kullanmaktadırlar. Daha sonra Yahudiler ayrılacak ve müstakil olarak islâm devleti gelişecektir.
47 veya 52 madde tarzında farklı iki tasnifi yapılan "Sahîfe" nin, devletin unsurları ve fonksiyonları açısından önemli maddeler ihtiva ettiği görülmektedir. Vesikaya göre;
Yesribli müslümanlarla gayr-i müslimler dış tehlikeler karşısında bir araya gelme ve askerî katkı yükümlülüğü almışlardır (md. 18,24, 36, 37, 38,47).
Ülke unsuru üzerinde durulmuş, şehir devletlerinin dokunulmaz ve kutsal sayılan arazisi ve sınırları özel bir dikkatle belirtilmiştir, (md. 39).
İnsan unsuru yeni bir yapıya kavuşturulmuştur. O zamana kadar yarımadada kan durumuna dayanan determinist ve kabileye dayalı bir sosyal yapı anlayışı varken insan olgusuna ve onun seçimine dayanan bir yapı öngörülmüştür. Buna göre dili, ırkı, dini ne olursa olsun, sırf insan olması itibariyle bu siyasî yapıya üye olan kişiler haklar kazanma, sorumluluklar yüklenme imkânına sahip olabilmektedirler (md. 1, 2,16, 25). Hem o günkü hem de bugünkü dünya için bu anlayış-fevkalade yeni ve ilginç bir gelişme sayılmalıdır.
Gayr-i müslimlere kendi hukuk esaslarına uyma imkânı verilmekle (md. 25, 42), vesikaya dahil olanlara adlî muhtariyet tanınmakta, ancak tarafların üzerinde anlaşamadıkları bir davanın çözümü için nihaî hal mercii olarak Hz. Peygamber'e başvuracakları belirtilmektedir (5md. 23, 42).
Keza bu vesika ile ortak ümmeti (milleti) oluşturan üyelerin malî yükümlülükleri gösterilmiş (md. 3,12, 37); bir savaş durumunda kumandanlık meseleleri ve ilgili malî yüklerin nasıl karşılanacağı hususu belirtilmiştir (md. 17, 23, 24, 36, 37, 38).
Vesika'da mü'minlerin bir cemaat teşkil ettikleri belirtildikten sonra, her işte dayanışma içinde oldukları, hak ve görevlerde ortak prensiplere bağlı bulundukları vurgulanmakta, Medine'deki bütün kabileler ayrı ayrı sayılarak hepsinin ortak ödemelere, mü'minler arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara ve adalet umdelerine göre katılacakları ifade olunmaktadır, (md. 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9,10, 11). Ayrıca, mü'minler içlerinden hiçbirini borca batmış bir durumda bırakmayacaklardır (md. 12), birbirlerinin aleyhine herhangi bir anlaşma yap m ac aklardır (md. 12/b). "Takva sahibi mü'minler, kendi aralarında mütecavize ve haksız bir fiil îkâını tasarlayan yahut bir cürüm yahut bir hakka tecavüz veyahut da mü'minler arasında bir karışıklık çıkarma kastını taşıyan kimseye karşı olacaklar ve bu kimse onlardan birinin evlâdı bile olsa, hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır" (md. 13).
"Bu sahifenin muhteviyatım kabul eden, Allah'a ve âhiret gününe inanan bir mü'minin bir katile yardım etmesi ve ona sığınacak bir yer temin etmesi doğru değildir; ona yardım eden veya sığınacak bir yer gösteren, kıyamet günü Allah'ın lanet ve gazabına uğrayacaktır ki o zaman artık kendisinden, ne bir para tediyesi ve ne de bir taviz alınacaktır" (md. 22). Keza vesikada egemenlik prensibi (md. 23, 42) (izerinde durulmuş, eşitlik kavramına dair kayıtlar dercedilmiş (md. 14,15,17), içtimaî sigorta anlamına gelebilecek düzenlemelere yer verilmiş (md. 3,11, 37/b), teşri ve icra selâhiyeti (md. 23, 42) ortaya konulmuş, anayasanın bağlayıcı niteliğine (md. 17, 33, 37, 46, 47) değinilmiş, dış münasebetler (md. 34, 35, 40, 43, 45/a) üzerinde durulmuş, anayasa denetim mekanizmasının (md. 42, 46, 47) nasıl işleyeceği belirtilmiştir.[21]
Sahife'nin son maddelerine göre, kurulmakta olan devletin vatan topraklarını oluşturan Yesrib herhangi bir düşman hücumuna karşı hem müslüman, hem de yahudilerce müdafa edilecektir (md. 44). Bu sahife'de yazılı olan kanun maddelerine aynen uyulacaktır, kesinlikle bu kitap (yazı) devlete karşı haksız bir fiili îkâ eden ve cürüm işleyeni himaye etmez. Allah ve Rasûlünün himayeleri bu sahîfe'yi tam bir sadakat içinde koruyan kimseler üzerine olacaktır (md. 46, 47).[22]
Hülasa bu vesika (Sahîfe, Kitâb), amme hukuku ile ilgili konularda düzenleyici kurallar getirmekte, devlet iktidarım teşkil ve tesis etmekte, genel hatları ile kaza ve icra fonksiyonlarını ele almaktadır. Yani gerek iktidarın, gerekse tebeamn hakları ve vecibeleri Özetle belirtilmektedir. Bu vesika önceki devirlerle kıyaslanınca, bilhassa dayandırıldığı insan unsuru itibariyle (siyâsi ümmet kavramına açıklık getirmesiyle), inanç hürriyetinin ilânı ve farklı dinlere hürmetin benimsenmesiyle, siyasî otoritenin ve tebeamn uymaya mecbur olacağı yazılı bir kanuna sahip bulunması itibariyle başlı başına bir inkılab teşkil etmekte, îslâm amme hukuku gelişiminin sosyal ve tarihî değerlendirmesinin yapılmasında çok önemli bir temel taşı oluşturmaktadır.[23]
Asr-ı Saadeti 610-632 yılları arasında geçen zaman dilimi olarak düşünmek gerekirse, bu safhada teşkilâtlanmanın kanun kaynağı her şeyden önce Kur'ân-ı Kerim (ilâhî vahiy) ve onun uygulayıcısı durumunda olan Hz. Peygamber'dir.
Kur'ân-ı Kerim ve Sünnet'te başta, geçmiş peygamberler devrinde yaşanmış olaylar olmak üzere Eski Mısır'da Firavunlar devri monarşilerine ve îsrailoğulları'na atıfta bulunularak mevcut islâm devleti mensuplarına iyi örneklerden yararlanma, kötülerden ise kaçınma ibretleri sergilenmiştir.[24] Keza Kur'ân-ı Kerim'de hakimiyetin Allah'a ait olduğu vurgulanmaktadır. (Al-i Imrân, 3/26). Söz konusu bu hâkimiyet önünde bütün insanlar eşittir, Kanun koyma yetkisi Allah'a aittir, Allah'ın emir ve iradesinin üstünde bir emir ve irade bulunamaz. Allah insanları yeryüzünde halife olarak yaratmıştır.[25] insanlar bu sıfatla yeryüzünde O'nun hakimiyetini sağlayacaklardır. Dolayısıyla ilahî iradeye aykırı şeylere itaat edilmez.
Kur'ân-ı Kerim'de islâm devleti ile ilgili diğer bazı prensipler Şöyle sıralanabilir: Yeryüzünde düzen ve istikrarın[26] Hakk'a teslimiyet ve kanuna itaatin,[27] kanun hakimiyetiyle adaletin sağlanması ve bu yolla hukuk devletinin ikamesi,[28] toplumun ıslahı ile
(Islâmî ölçülere göre sosyal hayatı ayakta tutacak tüm hukukî, ahlâkî ve ekonomik) değerlerin korunması (emr bi'1-ma'ruf, nehy ani'l-münker: iyiliğin yayılması, kötülüğün önlenmesi), danışma (müşavere),[29] sosyal adaletin gerçekleştirilmesi,[30] îslâmî ölçülere göre devletler arası ilişkilerin kurulması,[31] dinî hoşgörü ve hürriyet (yani belli bir din kabul ettirmek için insanlara baskı yapılmaması),[32] İslâm devletinin bütün insanlara açık olması.[33]
Kur'ân-ı Kerim'in devlete ve toplumun yönetimine ilişkin ortaya koyduğu bir temel prensipler muvacehesinde insanların kanun yapma bakımından işlevleri, bilim adamlarının tabiat kanunlarım keşf için çaba göstermelerine benzetilmiştir. Buna göre müslüman bilginler Allah tarafından konmuş bulunan kanunları vahiy kaynağına başvurarak ictihad etmek suretiyle ortaya çıkaracaklardır.[34] Nitekim bu konuda da ilk örneği Hz. Peygamber vermiş ve hakkında vahiy gelmeden problemleri ictihad ile çözmüş ve böyle olması gerektiğini ashabına da öğretmiştir. [35]
Bir devlet için yönetici, millet, teşkilâtlanma (organizasyon), toprak ve kanun gerekir. Hz. Peygamberin hayatında bunlar gerçekleşmiş ve kendisi bir peygamber olmanın ötesinde, aynı zamanda kurduğu devletin başkanı olmuş ve devletle ilgili olarak yukarıda sıraladığımız îlahî prensileri uygulamaya koymuştur. O, asayiş, güvenlik ve sosyo-ekonomik hayatın îslâmî hedefler doğrultusunda geliştirilmiş, islâm öğretim ve eğitiminin planlanması, vergilerin toplanması ve benzeri gayelerle valiler, hakimler, (kadılar) vergi memurları (âmiller), öğretmenler (mürşidler, mü-belliğler) görevlendirmiştir.
Şimdi Hz. Peygamberin idarî hayatla ilgili uygulamalarına ipuçları halinde değinmek istiyoruz: [36]
Hakimin adaletle hükmetmesi esastır. Adaletin ortaya çıkması için her çabaya başvurur, adam kayırmaz, iltimas etmez. Zira "Allah adaletli hâkimlerle beraberdir"[37] Bunun için de hakimler Kur'ân ve Sünnet'den hüküm çıkarma (ictihad) hususunda mütehassıs ve takva sahibi kimseler arasından seçilirdi. İçtihadında isabet eden hakime iki ecir, yanılana ise bir ecir vardır.[38] Çünkü gerçeği ortaya koymak için iyi niyetle çaba sarfetmiştir. Hakim, delillere göre hükmeder, dolayısıyla onun hükmüyle bir haram asla helâl olmaz. Bu sebeple yalana şahitlik ve asılsız delil ileri sürmek şiddetle yasaklanmıştır. Hakimi yanıltarak hakkı olmadığı halde lehinde hüküm çıkartan kişinin eline geçen için Hz. Peygamber, "O, ateşten bir parçadır" buyurmaktadır.[39] Hâkim muhakeme esnasında bütün dikkatini ona sarfedecektir, sorumluluk şahsîdir. Fiillerde niyet dikkate alınır, her fert adliye önünde eşit haklara sahiptir. Hâkimin sinirli iken hüküm vermemesi iyi sayılmıştır. Rüşvet vermek, almak gibi haram kılınmıştır. Maznunun suçu işleyip}işlemediği konusunda açıklık yoksa af cihetine gidilir. Cezalandırmak değil, affetmek esastır. Bu sebeple, suç sabit değilse dava beraatla sonuçlanır. [40]
Hz, Peygamber, halkın işlerinin hızla ve kolaylıkla yürütülmesini prensip ediniyordu. "Kolaylaştınnız, zorlaştırmayınız; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz!"[41] talimatını bu amaçla vermişti. Hz. Peygamberin yapmış olduğu bir duası bu açıdan çok ilginçtir: "Allah'ım! Her kim ümmetimin işinden bir şeyi üzerine alır da onlara meşakkat verirse, Sen de ona meşakkat ver! Her kim de ümmetimin işlerinden bir şeyi üzerine alıp onlara lütuf ve merhametle muamele ederse, Sen de ona lütuf ve merhametle muamele yap!"[42] Hz. Peygambere göre halk hizmetlerinin yürütülmesi bir tür sosyal cihaddı, Görevliler de bunu yürüten, muhakeme ve ieti-had kabiliyetine sahip,[43] bilgili, becerikli, dirayetli, anlayışlı, sempatik, güleryüzlü, hoşgörülü, iyi niyetli, kişilerden seçiliyordu. Bir göreve ısrarla gelmek isteyen bundan engelleniyordu. Çünkü ihtiras, kişinin görevini kötüye kullanmasını, rüşveti ve iltiması doğurabilirdi.[44] Hz. Peygamber bu konuda şu talimatı vermiştir: "Bir devlet memuriyetini (ısrarla) istemeyiniz. Zira şayet senin isteğin üzerine bu iş sana tevdi edilecek olursa,sen bu işteki kifayetsizliğinden dolayı sorumlu tutulursun; böyle olmayıp da sen istemeksizin bu iş sana tevdi edilecek olursa yardıma eriştirilirsin!"[45]
Hz. Peygamber, devlet idaresinde istihdam edeceği kişilerde becerikliliğe ve liyakatli olmaya o kadar önem vermiştir ki, ilk müslümanlar arasında olmakla bilhassa takva konusunda mümtaz bir sahabî sayılan Hz. Ebu Zerr-i Gıfârî'nin valilik isteğini geri çevirmiştir. Çünkü hadisteki ifadeye göre o, hizmet yelinde otoriteyi sağlamak konusunda zayıf kalacak ve başarısız olacağı için hizmetler aksayacak, neticede hem dünyevî ziyan, hem de uhrevî hüsran doğacaktı.[46] Bu durum Kur'ân-ı Kerim'de yer alan "emânetlerin ehline verilmesi"[47] prensibiyle yakınen ilgilidir. Nitekim Rasûl-i Ekrem de çeşitli idarî kademe ve hizmetleri emânete benzetmiş ve, "... iş ehil olmayana verildi mi, kıyameti bekle!" demiştir.[48] Hz. Peygamber istihdam ettiği bir devlet memurunun ihtiyaçlarını hazineden karşılıyor ve yetecek kadar da maaş veriyordu. Memura, aile fertleriyle rahatça kalabileceği bir mesken sağlıyor, yani konut problemini hallediyor, ev işlerinde yardımcı olacak bir hizmetçi için tahsisat ayırıyor, işyerine gidip gelebilmesi için bir binit sağlıyordu, yani ulaşım problemini hafte-diyordu. Bunlar temin edildikten sonra, alınacak her kuruşun bir kusur, haddi aşmak ve hırsızlık sayılacağım, görev başında iş takipçilerinden kabul edilecek hediyenin bile bir çeşit rüşvet sayılacağım söylüyordu.[49] Ayrıca iğne değerinde bir şeyi bile zimmetine geçirmenin kıyamet gününde bir hıyanet ve hırsızlık olarak karşısına çakanlacağım ifade ediyordu.[50]
Keza Hz. Peygamber, devlet memurlarının yüksek sorumluluk duygusuna sahip bulunmalarım ve adaletten ayrılmamalarını tenbih ediyor ve şöyle diyordu: "İnsanlar üzerinde yönetici olan kişi, bir güdücüdür ve güttüğünden sorumludur..."[51] Ayrıca, "Kendi ahali ve idarelerinde bulunanlarla ilgili hükümlerinde her zaman adalet edenlerin Allah katındaki kıymetlerinin büyük olacağını" müjdeliyordu.[52] "Zulmeden yöneticilerin ise cennete giremeyeceklerini belirtiyordu.[53]
Hz. Peygamber, mesaide verimliliğin, çalışanların huzur ve anlaşmasına bağlı olduğu görüşündedir. Nitekim O, Yemen tarafına vali, öğretmen ve vergi memurlarını gönderirken, "... Birbirinize uyun, ihtilâfa düşmeyin!" diye sıkı bir biçimde tenbihte bulunmuştur.[54]
Hz. Peygamber, üretici ve tüketici haklarının korunması, güvenli alışveriş ortamının hazırlanması için ticarî hayatla ilgili gerekli tedbirleri de almıştır.
Medine'ye hicretten sonra islâm ekonomi kurallarının yürürlükte olduğu bir müstakil alışveriş merkezinin teşekkülünü sağlamış, kendisi de sık sık giderek denetlemelerde bulunmuştur. Bir gıda maddesinin ıslak kısmını alta koyarak satmaya kalkışan birini denetlerken, "..Aldatan kimse bizden değildir!" demesi meşhurdur.[55]
Hz. Peygamber'in bu alanda uygulamaya koyduğu yeni prensiplerden bazıları şöyle sıralanabilir:
Bir müslümamn pazarlığı üzerine pazarlık yapılmaması,[56] müşteri kızıştırmaktan kaçınılması,[57] üreticinin malının pazara intikalden önce ucuza kapatılmaması,[58] ticarette doğruluğa riayet,[59] el emeğine, kişisel çaba ile elde edilen kazanca önem verilmesi,[60] satılan mal ile ilgili kusurların gizlenmemesi, olduğundan farklı bilgi verilmemesi, alışverişte karşılıklı güven duygusunun oluşturulması,[61] zengin tacirin takvadan uzaklaşmaması, dinî, içtimaî, malî sorumlulukların gereğini yerine getirmesi,[62] borcun bir ihtiyacı gidermek için alınması ve zamanında ödenmesi,[63] darda kalan iyi niyetli borçluya mühlet verilmesi,[64] malın sürümünü yalan yere yeminle artırmaya girişilmemesi,[65] helâl yoldan aynlmmaması (Ibn Mâce, Ticârât, 2), çalışan işçinin emeğinin, hakkı ne ise hemen ödenmesi,[66] aldatan tacirlerin günahkâr[67] ve dürüst tacirlerin öteki dünyada peygamberler, sıd-dıkler ve şehitlerle beraber olacağı[68] eksik tartıp yanlış ölçmenin toplumların helakine sebep olacağı,[69] spekülasyonun yasaklanması[70] vs.
Hz. Peygamber'in hiç şüphesiz iş hayatı, işi yürüten iş sahibi, işi yapan (işçi), malı satan (esnaf/tâcir), alan (tüketici), meyve, sebze ve hububat üreticileri (müstahsil), şirketler (ortaklıklar) vs. hakkında daha yüzlerce prensip ortaya koyduğunu ifade etmek gerekir.[71]
Hz. Peygamberin hayatında idarî hayatın tüm tezahürünü ilk örnekler olarak görmek mümkündür. Yukarıda ilkelerini sıraladıklarımıza ilaveten mesela iç barışın, millî beraberliğin, sosyal tesanüdün sağlanması, eğitim-öğretim işlerinin organizesi, gerektiğinde savaşlar ve barış yapması (komutanlara liva: sancak, râye: bayrak vermesi), diplomatik münasebetlerin tesisi (Bizans, Habeşistan, Iran, Mısır'a elçiler gönderilmesi) de zikredilebilir.
Görülüyor ki Kur'ân-ı Kerim1 de idarî hayata dair umumî prensipler vazedilmiş, Hz. Peygamber de bunları uygulamıştır. Bu sebeple meseleye Asr-ı Saadet açısından baktığımızda, Hz. Peygamberin sağlığında "din ve devlet iç içeliği" sözkonusudur. Çünkü o dönemde ilâhî vahiy ve ondan mülhem olarak uygulama yapan Hz. Peygamber hem dinî hem de dünyevî hayatı tanzim etmektedir. Dinî hayata vücud veren unsur ile dünyevî hayata şekil veren unsur aynıdır.
Ahmed b. Hanbel, Müsned, Beyrut, ts.
Algül, Hüseyin, İslâm Tarihi, I-III, İstanbul, 1986
Buharî, el-Câmiu's-Sahîh, İstanbul, 1315
Hamidullah, Muhammed, islâm Peygamberi (Çev. Salih Tuğ), istanbul, 1990
Hamidullah, islâm'da Devlet idaresi, (çev. Kemal Kuşçu), 5. bs., Ankara, 1979
Hamidullah, el-Vesâiku's-Siyâsiyye, Beyrut, 1985.
"Hamidullah ile İslâm ve Devlet Üzerine", ilim ve Sanat, (Ocak 1993), sy. 34.
Ibn Hişam, es-Sîre (nşr. Mustafa es-Sekka-ve ark.), Kahire, 1355/1936
Ibnu'1-Esîr, el-Kâmil, Beyrut, 1385/1965.
Ibn Sa'd, Tabakât (Dâru Sâdır), ts.
Ibn Mâce, Sünen, Kahire, 1954.
Karaman, Hayreddin, "Kur'ân-ı Kerime ve Örnek Uygulamaya Göre Devlet", ilim ve Sanat (Ocak 1993), sy. 34.
Koksal, Mustafa Asım, İslâm Tarihi, istanbul, 1981
Ma'ruf Devâlibî, İslâm'da Devlet ve iktidar (çev. Mehmed S. Hati-boğlu), istanbul, 1985
Mansur Ali Nasıf} et-Tâc, (çev. Bekir Sadak), istanbul, 1965-1975
el-Mübârekfûrî, Safıyyurrahman, er-Rahîku'l-Mahtûm, Beyrut, 1408/1988
en,Nedvî, Ebu'l-Hasan, es-Sîretü'n-Nebeviyye, Cidde, 1981
Sahîh-i Buharî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercümesi (çev. Ahmed Naim-Kâmil Miras), 2. bs., Ankara, 1973.
oönmez, Abidin, Rasûlullah'ın Diplomatik Münasebetleri, İstanbul, 1984.
Şirvânî, Harun Han, İslâm'da Siyâsî Düşünce ve İdare Üzerine Araştırmalar (çev. Kemal Kuşçu), istanbul, 1965
Tirmizî, el-Câmiu's-Sahîh, (nşr. A. Muhammed Şakır), Mısır, 1357/1938
Tuğ, Salih, İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, istanbul, 1969
Tuğ, Salih, "Hicretle Gelen Devlet ve Anayasa Nizamı", Nesil Dergisi Hicret Özel Sayısı, (Ekim-Kasım 1979).
Yazır, Elmalık Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur'ân Dili, Eser Kitabevi, istanbul, ts. [72]
[1] Doç. Dr. Hüseyin Algül, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/143-144.
[2] İbn Hişam, es-Sîre (nşr. Mustafa es-Sekka ve diğerleri), I, 376 vd., II, 14, 60, 124 vd.; Îbnu'1-Esîr, et-Kâmil, II, 87,101-102; îbn Sa'd, Tabakât, I, 210 vd., 226.; Ebu'î-Hasan en-Nedvî, es-Sîretü'n-Nebeviyye, s. 119 vd., 122 vd.; Sa-fîyyürrahman el-Mübârekfûrî, er-Rahîku'l-Mahtum, s. 122 vd.
[3] İbn Hişam, age., I, 359 vd.; İbn Sa'd, age., I, 203. vd. d.; İbnü'1-Esîr, age, II, 76 vd.
Doç. Dr. Hüseyin Algül, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/145-146.
[4] Muhammed Hamidullah ile İslâm ve Devlet Üzerine, İlim ve Sanat, (Ocak 1993), s. 11.
[5] Doç. Dr. Hüseyin Algül, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/147.
[6] İbn Hişam, age., II, 73-75; İbnü'1-Esîr age, II, 96.
[7] İbn Hİşam, age., II, 80; İbnü'1-Esîr, age., II, 98.
[8] İbn Hişam, age, II, 88 vd.; Îbnü'1-Esîr, age, II, 99; İbn Sa'd, Tabakât, I, 222 vd.; Sahih-i Buharî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercümesi VIII, 251.
[9] Bk. Tevbe, 9/111.
[10] Bk. Mümtehine, 60/12, Tefsiri için bk. Elmalıh M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, VII, 4915 vd.
[11] İbn Hişâm, age, II, III; İbn Sa'd, Tabakat, I, 226.
Doç. Dr. Hüseyin Algül, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/148-149.
[12] Bk. Tevbe, 9/108. Mescidin bina edilişiyle ilgili ayrıntılı bilgi için bk. İbn Sa'd, age., I, 235; îbn Hişam, age, II, 139; İbnü'1-Esîr, el-Kâmil, II, 107; Tecrîd-i Sarîh, X, 107 vd.
[13] İbn Hİşam, age, II, 146; İbnü'1-Esîr, age, II, 107; M. Asım Koksal, İslâm Tarihi, I, 17 vd.
[14] İbn Sa'd, Tabakât, I, 235.
[15] Daha sonra gelen bir ayetle mirasın hangi yakınlara verileceği belirtilmiştir. Bk. Enfâl, 8/75.
[16] Geniş bilgi için bk. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, 1,189, vd.
[17] Salih Tuğ, "Hicretle Gelen Devlet ve Anayasa Nizamı", Nesil Dergisi Hicret Özel Sayısı (Ekim-Kasım 1979), s. 40; Hayreddin Karaman, "Kur'ân-ı Kerime ve Örnek Uygulamaya Göre Devlet", îlim ve Sanat Dergisi (Ocak 1993), s. 7; Hamidullah, age, I, 189.
[18] Hamidullah, İslâm Peygamberi, 1,191; Tuğ, agm, s. 41.
[19] Bk. Ma'ruf Devâlibî, İslâm'da Devlet ve İktidar, s. 46-49.
[20] Muhammed Hamidullah ile İslâm ve Devlet Üzerine", İlim ve Sanat Dergisi (Ocak 1993), s. 11.
[21] Bk. Abidin Sönmez, Rasûlullah'ın Diplomatik Münasebetleri, s. 92.
[22] Anayasa metninin tamamı için bk. îbn Hişam, age, II, 147; Hamidullah, el-Vesâiku's-Siyâsiyye, s. 57-62, İslâm Peygamberi, I, 202-210; Tuğ, agm, s. 35-42; Devâlibî, age, s. 45-49; Karaman, agm, s. 6-11; Hüseyin Algül, îslâm Tarihi, II, 130-201; Sönmez, age., s. 81-89.
[23] Tuğ, agm, s. 41; Karaman, agm, s. 8.
Doç. Dr. Hüseyin Algül, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/149-155.
[24] Bk. En'am, 6/83-90; Tâhâ, 20/43; Yunus, 10/14,83; Kasas, 28/4; Bakara, 2/247; Enfâl, 8/53, Ra'd, 13/11, Hûd, 11/57.
[25] Nemi, 27/62; Bakara 2/30.
[26] Bakara, 2/205, 217; Enfal, 8/39; Hucurat, 49/9.
[27] Al-İ îmrân, 3/32, Nisa, 4/59.
[28] Bakara, 2/179, 216, Mâide, 5/44, 45, 47; Şûra, 42/15; Nisa, 4/58,135.
[29] Şûra, 42/36-39, ÂI-i îmrân, 3/159.
[30] Zâriyat, 51/19; Tevbe, 9/60,103, Enfâl, 8/41; Haşr, 59/7.
[31] Bakara, 2/193; Rahman, 22/39; Mümtehine, 60/1; Enfâl, 8/70; Kasas, 28/54.
[32] Bakara, 2/256
[33] Rûm, 30/22, Hucûrât, 49/13.
[34] Ayrıntılı bilgi için bk. Karaman, agm, s.8-11; Harun Han Şirvânî, İslâm'da Siyasî, Düşünce ve İdare Üzerine Araştırmalar, s. 19-31.
[35] Doç. Dr. Hüseyin Algül, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/155-156.
[36] Doç. Dr. Hüseyin Algül, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/157.
[37] Tâc,III, 115.
[38] Tirmizî, Ahkâm, 2/1326; Tâc, III, 127.
[39] Tirmizî,Ahkâm, II, 1339.
[40] Doç. Dr. Hüseyin Algül, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/157-158.
[41] Buharî, İlim, 11; Müslim, Cihad, 51.
[42] Müslim, îmâre, 19.
[43] Bk. Tirmizî, Ahkâm, 3.
[44] Bk. Buhârî,İcare, 1; Müslim, İmâre, 14.
[45] Müslim, İmâre, 13; Ebu Davud, İmâre, 2.
[46] M. Ali Nâsıf, Tâc, III, 81 vd., (Müslim, Ebu Davud).
[47] Nisa, 4/58.
[48] Tecrîd-i Sarih, I? 67/54; Müslim, İmâre, 16.
[49] Bk. îbn Lütbiyye hadisi/ müslim, İmâre, 26-29.
[50] Müslim, İmâre, 30.
[51] Müslim, İmâre, 20.
[52] Müslim, İmâre, 18.
[53] Müslim, İmâre, 21, Zekât, 91.
[54] Tâc, IV, 705.
Doç. Dr. Hüseyin Algül, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/158-160.
[55] Müslim, îmân, 102.
[56] Müslim, Büyü, 9,11.
[57] Müslim, Buy», 9.
[58] Buharı, Büyü, 72; Müslim, Büyü, 7.
[59] Buharı, İman, 24; Müslim, İman, 106.
[60] Buharı, Büyü, 15.
[61] Buharı, Büyü, 19; Müslim, Büyü, 51.
[62] Müslim, Zühd, 11.
[63] Buharı, Zekât, 18.
[64] Buharı, Büyü, 18; Tirmizî, Büyü, 65.
[65] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 235.
[66] İbn Mâce, Ruhun, 4.
[67] Tirmizî, Büyü, 4.
[68] Tirmizî, Büyü, 4; Ibn Mâce, Ticârât, 1.
[69] Tirmizî,Büyü, 9.
[70] İbn Mâce, Ticârât, 6.
[71] Doç. Dr. Hüseyin Algül, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/160-161.
[72] Doç. Dr. Hüseyin Algül, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/162.