ASR-I SAADETTE İSLÂM HUKUKUNUN OLUŞUMU
B- Muamelât (Borçlar Ve Eşya) Hukuku
A) Münâbeze, Mülâmese Ve Hasat Bey'i:
HZ. PEYGAMBER DEVRİNDE FIKHIN TEMEL ÖZELLİKLERİ (FIKIH DOĞUŞU)
1- Fıkıh Kaidelerinin Ortaya Çıkış Şekli
2- Bu Devir Fıkhı'nın Özellikleri
Iı. Hz. Peygamber Devrinde Fıkıh
A) Muhtevası Ve Bağlayıcılığı:
C) Kur'ân-I Kerim'in Yazılması Ve Kitaplaştırılması
D) Bazı Ayetlerin Yürürlükten Kaldırılması (Nesih)
C) Sünnetin Yazılması Ve Toplanması
D) Kitab Ve Sünnet'in Fıkıh Hükümlerini İfade Şekli
C) Önceki Semavî Dinlere Ait Hükümler
6- Hz. Peygamber Devrinde İctihad
Hz. PEYGAMBER DEVRİNDE FÜRU (İbâdet Ve Hukuk)
3. Gusül, Abdest Ve Necasetten Taharet
1. Yolculukta Namazın Kısaltılması Ve Korkulu Durumlarda Namaz:
5. İffete İftira Cezası (Haddu'1-Kazf):
6. Örtünme Ve Evlere İzin Alarak Girme Hükümleri:
2. Hac Ve Umre Yolunda Engellenme:
3. Alkollü İçkilerin Ve Şans Oyunlarının Yasaklanması:
6. İsyân Ve Haydutluğun Cezası:
1. Bazı Yiyeceklerin Yasaklanması:
1. Mekke'nin Kutsîliği Ve Dokunulmazlığı:
3. Alkollü İçki Satışının Yasaklanması:
4. Müddetli Evlenmenin Yasaklanması:
5. Hukuk Karşısında Eşitliğin İlânı:
6. Kabir Ziyaretine İzin Verilmesi:
1. Çıplak Tavafın Yasaklanması:
2. Vasiyet, Neseb, Nafaka Ve Borçla İlgili Hükümler:
3. Cezanın Şahsîliği Prensibi:
4. Vasiyetin Üçte Birle Sınırlandırılması:
5. Faizin Yasaklanması Ve Akitlerin Serbest Bırakılması:
RASÛLULLAH’IN DEVRİNDE KAZA, İFTA VE NOTERLİK
C- Noterlik Ve Resmi Yazışmalar
(Marmara Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi, istanbul)
Hayreddin Karaman 1934 Yılında Çorum'da doğdu tik tahsilinden sonra 4 vı1 tahsile ara verdi. Bu arada Çorum'da ve Konya'da hususi mahiyette Arapça okudu. Resmi tahsili esnasında devam ettirdiği hususi öğreniminde Ahıskah Server Efendi, Konyalı Arif Efcik, Hacı Üveyszade Mustafa Efendi, İstanbullu Yusuf Cemil Efendi gibi zevattan Arapça, Farsça dersleri aldı. İ.H.L.ni Konya'da, Yüksek İslam Enstitüsünü İstanbul'da bitirdi. "İslâm Hukukunda İçti-had" adlı tezini ikmal edip İzmir Yüksek İslâm Enstitüsü Fıkıh ÖğretimÜyeHğine tayin edildi. 1975'de İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsüne naklen geldi. Arap Dili ve Edebiyatı Öğretim Üyeliği de yapmaktadır. Eserleri:
İslâm Hukukunda îçtihad, Mukayeseli İslâm Hukuku (3 cilt) İslâm Hukuku Tarihi, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri (3 cilt), Günlük Hayatımızda Helaller Haramlar, Anahatlanyla İslâm Hukuku (3 cilt), Fıkıh Usulü, Hadis Usulü, Arapça Türkçe Yeni Kamus, Arapça Türkçe Sarf Nahiv, Arapça Türkçe Okuma.[1]
Medeni ve yerleşik milletlere nisbeten farklı, yabanî karakter ve davranışları olduğu veya gerçek ve bir Allah inancından uzak oldukları, yahut da ilm-u irfan ile alâkalan bulunmadığı için islâm'dan önceki araplara 'câhiliye devri arapları' denmiştir. Bu millet iki ana koldan gelmiştir: Kahtâniler ve Adnâniler. Birincisi Arabistan yarımadasının güneyinde, ikincisi ise kuzeyinde yaşamış ve bir çok kollara ayrılmıştır.[2]
islâm ile muhâtab olan cahiliyye devri Araplannın içtimai durumlarına göz atılınca bedevilik, kabilecilik ve gezginciliğin hâkim olduğu görülür. Bu vasıflar onların büyük millet olmalarını Önlemiştir. Bir soya bağlı kabile diğer kabilelere karşı kendini üstün görmüş, dar bir tesânüd içinde kabile ferdleri yek diğerine bağlanmış, hakta ve batılda birbirini desteklemişlerdir. Bu, ardı arkası kesilmez kabile savaşlarına, baskın ve yağmalara yol açmıştır.
Devamlı savaş ve taşınma, güçlü kuvvetli erkeklere ihtiyaç gösterdiği için kız evlât horlanmış, yine içtimâi iktisâdi ve coğrafî şartlar sebebiyle ziraat, ticaret ve zenaatla meşgul olunmamıştır.
Bedevi arapların bu durumlarına karşılık yerleşik araplar "daha çok güneydekiler" şehirlere yerleşmiş, ziraat, ticaret ve çeşitli zenaatlerde bir hayli ilerlemişlerdir.
Cahiliyye devri araplannın ahde vefa, misafire ikram, izzet-i nefis, yiğitlik ve yüreklilik,doğruluk, komşuluğa riâyet, af gibi güzel huylan ve davranışları da vardır.
Hülasa etmeye çalıştığımız bu içtimaî, iktisadî ve siyasî durum şüphesiz îslâm öncesi arapların hukukî hayatlarına da tesir etmiştir.
însan için cemiyet, cemiyet için hukuk nizamı, kanun zarurîdir. Bu zaruret istisna tanımaz. Ancak hukuk her zaman yazılı, müdevven kanunlara dayanmaz. Bazen örf, âdet ve gelenekler kanunların yerini alır. işte câhiliyyet devrinde de durum böyledir.
Arapların umumî bir hükümetleri olmadığı gibi teşrî ve kaza mercii de yoktur. Aralarında anlaşmazlık çıktığı zaman kabile başkanı veya kahine baş vurulur.
Bunlar âdet ve an'aneye göre hükmederler. Fakat hükmün icrası için muayyen bir usûl de mevcut değildir. Hükmü veren veya hak sahibinin manevî nüfuzu burada rol oynamaktadır.[3]
islâm cahiliyye âdet ve hukukunu ele almış; bunlardan bir kısmını baza kayıt ve şartlara bağlayarak bırakmış, bir kısmını da ilga etmiş, kaldırmıştır.
Kur'ân-ı Kerim, hadis, edebiyat ve tarih kitaplarının bize kadar naklettiği bilgilerden faydalanarak cahiliyye devri hukukunu şöylece özetlemek mümkündür: [4]
Cahiliyye devrinde çeşitli evlenme şekillerine raslanmaktadır:
a) İslâm'ın bazı kayıt ve şartlarla devam ettirdiği evlilik {nikâh). Buna göre bir erkek, veli veya babasından kızı ister, muayyen bir meblağ {mehir) verir ve onunla evlenirdi.[5]
b) Trampa şeklinde evlilik: iki kişi kızlarını veya velisi bulundukları kadınları veya kızları mehirsiz değişir ve evlenirlerdi. (Nikâh'u ş-şigâr). islâm'da hadisle menedilmiştir.[6]
c) Analıkla evlenmek: Ölen kişinin başka kadından olan en büyük oğlu analığını mehirsiz almak, yahut onu mehri mukabilinde başkasına vermek, yahut da ölünceye kadar evlenmesine mani olup mirasına konmak hakkına sahip idi. (Nikâhu'l-makt). islâm bu çirkin âdeti de kaldırmıştır.[7]
d) iki kız kardeşle birden evlenmek ve sınırsız olarak birden fazla kadınla evlenmek mümkün idi. islâm birincisini men etmiş,[8] ikincisini kayıt ve şartlara bağlayarak, dört ile sınırlamıştır.[9]
Yakın akraba ile evlenmek memnu idi. Ezcümle analar, kızlar, hala ve teyvelerle evlenilmez. Ayrıca evlâtlık da gerçek evlâd gibi telâkki edilirdi. Evlâtlık hariç diğer hısımlarla evlenmeyi îslâm da menetmiştir.[10]
Veli veya babası, evlendirdiği kız yahut kadının mehrini kendileri alır, kızlara bir şey vermezlerdi.
islâm bunu menetmiş, mehrin kadına ait bir hak olduğunu bildirmiştir.[11]
Evliliği sona erdiren, karıyla kocayı ayıran sebepler vardır: [12]
Erkek karısını tatlik eder, boşar ve reddederdi; bunun bir sınırı yoktu. Meselâ on kere boşamak ve her defasında bundan vazgeçerek evliliğe avdet etmek mümkün idi. Bunu karısına sormadan koca yapardı.
islâm boşamayı —buna ihtiyaç ve zaruret bulunmak şartıyle— üçe indirmiştir.[13]
Kadın veya velisi, muayyen bir meblağ vererek kocamn boşamasına temin eder. Para karşılığında boşama iki tarafın pazarlık ve anlaşmalarına bağlıdır.
islâm bunu prensip olarak kabul etmiş, fakat kayıt ve şartlara bağlamıştır.[14]
İlâ kelimesinin lügat manası yemindir. Koca, karısına yaklaşmamak üzere yemin eder, bir veya iki yıl hitamında —yaklaşmazsa— onu boşamış sayılırdı.
İslâm bekleme süresini dört aya indirmiş, süre sona erince kocanın bir bâin veya ric'î talak ile boşamış olacağına hükmetmiştir.[15]
Zahr sırt, zıhâr ise sırt üzerine yemindir; karıya karşı; «Sen bana ananım sırtı gibisin» denmek suretiyle icra edilir ve kadın boşanmış sayılırdı.[16]
islâm zıhârı boşama saymamış, ancak keffareti gerektiren bir yemin telakki etmiş, «bir köle azat etmek, gücü yetmezse iki ay oruç tutmak, bunu da yapamazsa altmış fakiri doyurmak»tan ibaret olan keffareti ödemedikçe kadına yaklaşmayı menetmiştir.[17]
Boşanan veya kocası Ölen kadının rahminin boş olduğunu kesin olarak anlama sebebine dayanan iddet, kadının bir müddet beklemesi, bu müddet içinde evlenmemesi demektir. Cahiliyyet devrinde kocası ölen bir kadın bir yıl beklerdi ve âdeta işkence çekerdi.
İslâm bunu kaldırmış, iddeti makul ölçüler içinde tutmuştur. [18]
Vasiyyet ölüme bağlı bir tasarruftur. Bununla muayyen bir mal bir kimseye temlik edilir. Cahiliyyet devrinde araplar —vâris olsun başkaları olsun— herkese, istenildiği kadar malın vasiyet edilebileceğini kabul etmişlerdi.
islâm bunu, sadece mirasçıların dışındaki kimselere ve teri-kenin üçte birine tahsis etti. Üçte birden fazla vasiyyetin ifası vârislerin rızasına bağlıdır. Vârise vasiyyet yoktur. [19]
Ölünün malının başkalarına intikali iki sebep ve bağa istinad ediyordu: [20]
Ölünün büyük erkek çocukları vâris olurdu. Kadınlar, kızlar ve silah taşıyamıyan çocuklar vâris olamazdı. Eğer büyük oğul yoksa kardeş, amca gibi diğer erkek kan hısımlarına intikal ederdi. [21]
Evlâd edinme, kardeş olma veya miras mukavelesi yapmak suretiyle de kişilerin yekdiğerine vâris olmaları mümkün idi. islâm, miras üzerinde büyük değişiklikler getirmiştir. [22]
İslâm'dan önce araplar şirket, alış-veriş gibi bazı hukukî akit ve muamele şekillerini tanımışlardır: [23]
Hz. Peygamber ve sahabenin hayat hikayelerinde, islâm'dan Önce ortaklık akdinin bilindiğini gösteren ifadeler vardır. Hz. Peygamber (a.s.) nübüvvetten önce es-Sâib b.Ebi's-Saîb ile ortaklık etmiştir. Mekke'nin fethinde ortağı kendisine gelince Rasûlullah ona şöyle hitab etmiştir: «Benim ortağım idin; hem de ne iyi ortak! Ne anlaşmazlık çıkarırdın ne de münâkaşa!»[24]
Bir taraftan sermaye, diğer taraftan iş ve ticaretin meydana getirdiği bir nevi ortaklıktır. Sermaye sahibi kârın bir miktarını alır. Araplar arasında yaygın olan bu muameleyi islâm Islah ederek benimsemiştir.[25]
Peşin para ile sonradan teslim edilecek, hali hazırda mevcut olmayan bir malı satın almaktır.
Hz. Peygamber Medine'ye geldiği zaman, bir iki yıllığına bu akdi yaptıklarını görmüş «ölçü ve zaman belli olsun» buyurmuşlar,[26] küçük değişiklikler ile devam ettirmişlerdir. [27]
Paraya ihtiyacı olanlar, paralı kimselerden ödünç alır, muayyen zaman sonunda faiziyle öderlerdi. Ödeme, zaman geldiği halde yapılmazsa alacaklı borçluya «ya öde, ya artır» derdi. Borçlu «şu kadar zaman sonra şu kadar fazlasıyle ödeyeyim» der ve böylece faiz katlanarak devam ederdi.[28]
islâm faizin bütün nevilerini kaldırmıştır. [29]
Borcun Ödenmesini garanti altına almak maksadıyle alacaklı borçludan rehin alırdı. Borç ödenmediği takdirde rehin olarak bırakılan mal alacaklının olurdu.
îslâm rehnin bu şekilde maledilmesini menetmiştir.[30]
Çeşitli alış-veriş şekilleri vardır, islâm bunlardan bir kısmım (karşılıklı rızaya dayanmayan, meçhul bir unsur ihtiva edenlerini...) menetmiştir: [31]
Satılacak şeye elbisesini atmak, eli ile dokunmak veya üzerine çakıl taşı atmak suretiyle —aldım, sattım sözleri kullanılmadan— alış-veriş yapılırdı.
islâm bunları menetmiştir.[32]
Alma niyeti olmadığı halde mal arttırılır, müşterinin daha çok para vermesi temin edilirdi. Bu da menedilmiştir.[33]
Roma hukukunda görüldüğü gibi, cahiliye Âraplarmda da borcunu ödemiyen kimsenin satılması âdeti vardı, islâm bunu da yasaklamıştır.[34]
Araplar «ölümü, en iyi Ölüm yok eder» derler, bununla kısası kastederlerdi. Ancak onların anlayış ve tatbikatına göre sadece katil değil, onun bütün yakınları sorumlu sayılır, intikam için kısasa dahil edilir, kısas şahsi öç alma şeklinde uygulanırdı.
islâm, «kimse, kimsenin günahını yüklenmez» prensibini getirmiş,[35] kısasın hükme bağlanması ve infazım ilgili hakimin selâhiyetine dahil etmiştir. [36]
Taammüden ve kasten olmayıp hata yoluyle meydana gelen katil hadiselerinde diyet tatbik edilir ve katilin kan hısımları da ödemeye iştirak ederlerdi.
islâm bunu ibka ettiği gibi amden (kasten) öldürme olayında da — maktulün velisi razı olursa— diyeti getirmiştir. [37]
Katili meçhul cinayetlerde maktulün bulunduğu köy veya mahalle ahâlisinden 50 kişinin «Öldürmedik ve öldüreni de görmedik» diye yemin etmelerine «kasâme» denir. Bunu taleb etmek, maktul velisinin hakkıdır.
İslâm bu usûlü kabul etmiştir.[38]
Davacı iddiasını şahid (beyyine) ile isbata çalışır, bunu yapamadığı takdirde davalıya yemin teklif ederdi.
İslâm da prensip olarak bu usulü benimsemiş,[39] ayrıca muhakeme usûlünü adaletin kısa sürede gerçekleşmesini sağlayacak şekilde geliştirmiştir. [40]
Hz. Peygamhor (s.a.v.)'in devri, fikıh devrelerinin en önemli-sidir. Çünkü vahye dayanan teşri' (hüküm/kanun koyma) faaliyeti bu devre içinde tamamlanmış, sonraki devirlere de temel teşkil etmiştir.
Bu devrede kanun koyma (teşri), hüküm (kaza) ve fetva verme (ifta) yetkileri, tamamen Hz. Peygamberin elinde bulunuyordu. Fıkıh kelimesi; itikad, amel ve ahlâk konularından hangisine aid olursa olsun, Kur'an ve sünnetten anlaşılan ve elde edilen bilgileri ifade ederdi. İlim kelimesi de aynı manada kullanılırdı. Fakîh ve âlimler, Rasûlullah'ın ashabı içinden bazı kişilerdi ki bunlara da "Kur'ân'ı ezbere bilen ve okuyan "^anlamında "Kurrâ" denirdi. [41]
Hz. Peygamber devıini ayırıcı vasıfları bakımından iki kısma ayırmak gerekir: Mekke devri ve Medine devri.[42]
Hz. Peygamber M. 610 yılında vahye muhâtab olmuş, vazifesi icabı en yakınlarından itibaren tebliğe ve anlatmaya başlamış ve 622 yılma kadar Mekke'de kalmıştır. Bu müddet içinde (13 yıla yakın) Kur'ân-ı Kerim'in üçte birinden az eksiği nazil olmuştur.
Bu devrede Allah Resulünün tebliği daha çok inanç ve ahlak sahasına yönelmiştir. Zaten ibadet ve hukukî münasebetler bu iki temel üzerine oturmaktadır. Mekke'de fıkıh hükümleri hem azdır, hem de umûmî, küllî (genel ve temel hükümleri belirtici) bir karakter arzetmektedir.[43]
Hz. Peygamber, Mekke ve yakınlarında islâm'a davet vazifesini büyük bir gayretle sürdürmüş, fakat toplumda istediği köklü kültür değişimini meydana getirememiştir. Mekkeliler eski iman ve sosyal/siyasî düzenlerinden vazgeçmemek hususunda direnmiş, Rasûlullah'ı davasından vazgeçirmek için hemen her yola başvurmuşlardır. Onüç yıllık mücadeleden sonra, Allah Teâla Peygamberine izin verince Yesrib'e göç edildi. Burası onu ve Mek-keli müslümanları bağrına basmaya hazırdı; «Medînetü'n-Nebî» adiyle islâm davet ve devletinin yeni merkezi oldu. Medine'de birbirine düşmüş iki Arap kabilesi ile bunların ihtilafından yararlanan yahudiler bulunuyordu. Yeni gelen Mekkeli müslümanlar (muhâcirûn) ile Medine'nin yerlileri Ensâr ve yahudiler arasındaki hukuk ve cemiyet nizamı kurulmaya başladı. Artık bu genç devletin siyasetini ve bu çekirdek islâm cemiyetinin içtimai hayatını tanzim edecek kaidelere ihtiyaç vardı. Teşri de bu sahalara yönelerek ferdî ve içtimaî hayatı tanzime koyuldu. Bir taraftan ibadetler, cihad, aile, miras ile alâkalı, diğer taraftan da anayasa, ceza muhakeme usulü muamelat ve devletler arası münasebetlerle ilgili kaideler, esaslar vazedildi.
Bunların ortaya çıkışı devre uygun özellikler arzediyordu: [44]
Ferdî ve içtimaî hayatın, çeşitli münasebetlerini tanzim eden kaide ve hükümler iki şekilde ortaya çıkıyordu:
a) Bir hüküm gerektiren hadiseler oluyor, yahut da sahabeyi, Hz. Peygambere başvurup sual sormaya sevkeden problemler doğuyordu. Bu durumlarda ya âyet nazil oluyor, veya hüküm ve mana Hz. Peygambere vahyediliyor; o da kendi üslûbüyle hükmü açıklıyordu (Sünnet)
b) Bazı durumlarda ise hüküm, ictihadlarma bırakılıyordu. Ayetlerin nüzul sebeplerinden (esbâbu'n-nüzûl) bahseden kitaplarda hüküm gerektiren birçok hâdise nakledilmiştir.
Kur'ân-ı Kerim'de «senden soruyorlar» ifadesi onbeş defa zikredilmiştir. Bunların sekizi fıkıhla alakalıdır.[45]
İki defa da «senden fetva istiyorlar» sözü geçmiştir.[46] Ictihad konusu aşağıda ayrıca ele alınacaktır.
c) Hükmün vaz'ını gerektiren bir sual veya problem bahis mevzuu olmadan da zamanı geldikçe hüküm ve kaide vazediliyordu. Bu kısımda zamanın geldiğini Sâri' (kaideyi vazeden) takdir ediyordu, islâm sadece duyulan ihtiyaçları karşılamak için değil, yeni bir devlet ve cemiyet yaratmak için gelmiştir. Şûra, zekât ni-sabları, aile ve ceza hukuku ile alâkalı bazı kaideler bu kısım içinde yer alır. [47]
Bu devirde ve dolayısıyla islâm'da hüküm ve kaidelerin dayanağını, iyi ve faydalı olanı sağlamak, kötü ve zararlı olanı uzaklaştırmak, kaldırmak (celb-i menâfi'),(def i mefâsid) şeklinde hulâsa etmek mümkündür. Buna kısaca «maslahata riâyet» de denir. Şimdi sıralayacağımız hususiyetler bu esasın çeşitli görünüşleridir: [48]
Gerek Kur'ân-ı Kerim ve gerekse onun en sağlam tefsiri ve tamamlayıcısı olan sünnet bir anda indirilmemiş ve buyurulma-mıştır. Bu iki kaynağın teşri (hukukî düzenleme) faaliyeti 23 yıla yakın bir zamanı kaplamıştır, islâm'ın binası böylece basamak basamak, taş taş, tuğla tuğla tamamlanırken insanların onu daha iyi ve daha kolay anlamaları, öğrenmeleri ve kavramaları sağlanmıştır. Unutmamak gerekir ki, vahyin ilk muhâtablan okuma ve yazma ile alakalan az olan, daha çok hafızalarına güvenen arap-lardır. Böylece hukuk inkılabı sindire sindire yapılmış, kültür değişiminin sosyal krizlere meydan vermeden gerçekleşmesi sağlanmıştır.
Bu tedriç ve hedefe adım adım gidiş de birkaç şekilde olmuştur: [49]
Bundan maksad hükümlerin bir an ve zaman içinde değil, uzun bir zaman içinde arka arkaya gelmiş olmasıdır. [50]
Mükellefiyetler hep birden gelmediği gibi gelenler de zamanla tekemmül etmiş, istidat ve intibak kazanıldıkça tamamlanmış ve arttırılmıştır. Mesela: Namaz önce sabah ve akşam iki vakit iken sonra beş vakit olmuştur. Zekâtın miktarı önce sınırlandırılmamış, herkesin istek ve gücüne bırakılmış, sonra miktarlar sabit ve mecburî hale getirilmiştir, içki (şarap) önce yasaklanmamış, sadece zararlı olduğu bildirilmiş, sonra sarhoş iken namaz kılmak menedilmiş, en sonunda da kesin olarak yasaklanmıştır.
islâm'ın ilk yıllarında müslümanlar azınlık olduğundan düşmanları ile savaş emrolunmamış, onların yaptıklarına karşı af ve sabır istenmiştir. Sonra müslümanlar çoğalınca müdafaa harbine izin verilmiş[51] daha sonra da din yüzünden baskı kalkıncaya, din ve vicdan hürriyeti hakim oluncaya kadar savaşılması farz kılınmıştır.[52]
Bu devir hükümlerinde göze çarpan bir hususiyet de kolaylıktır. Kur'ân-ı Kerim'de Allah Teâlâ'nın kullarına güçlük çıkarmak istemediği, kolaylık ve hafiflik istediği açıkça ifade edilmiştir.[53]
Resûl-i Ekrem (s.a.) de: «Kolaylaştırın, güçleştirmeyin; sevdirin, nefret ettirmeyin» buyurmuş, ümmetine güçlük olmasın diye bazı hususları emretmemiştir.[54]
Yalnız bu devre mahsus olmayan kolaylık hususiyetinin bazı örnekleri;
Hastalık, yolculuk, tazyik, yanılma ve unutma bazı hükümlerin hafiflemesi için mazeret kabul edilmiştir. «Zaruretler, haramı mubah kılar» kaidesi de aynı esasa dayanır.
Kitap ve Sünnet çok mükellefiyet getirmemiş, teferruatla meşgul olmamıştır. Mükellefiyetler, dinin gayesi olan dünya ve ahiret saadetini temine yetecek kadardır; ne eksik ne de fazla. Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: «Allah bazı şeyleri farz kılmıştır onları elden kaçırmayın, bazı sınırlar koymuştur onları çiğnemeyin, bazı şeyleri haram kılmıştır onları işlemeyin, unuttuğu için değil de size acıdığı için bazı hususlarda sükût etmiştir onları da araştırmayın, üzerine düşmeyin.»[55]
Nesih, daha sonra gelen bir hükmün önceki hükmü kaldırması demektir. Sadece bu devrede bazı âyet ve hadisler diğerlerinin hükmünü kaldırmıştır. Bunun hikmeti ilk müslümanlan tedricen alıştırmak, terbiye etmek, irşadı kolaylaştırmaktır. Bu konu aşağıda ele alınacaktır.
Giriş çerçevesinde verilen bu genel bilgilerden sonra Hz. Peygamber devrinde Fıkhı daha yakından ve detaylı olarak ele alabiliriz. [56]
Sonraki dönemlerde Fıkh'ın «usûl» ve «fürû» şeklinde iki ana kısma ayrıldığını biliyoruz. Usûl kısmı, dini hükümlerin kaynakları ile bu kaynaklardan hüküm çıkarma metodlannı, Fürû kısmı ise mezkûr kaynaklardan belli metodlarla çıkarılan, elde edilen hükümleri, dinî-amelî kaide ve talimatı ihtiva etmektedir.
Fıkh'ın usûl ve fürû'unun ayrı birer ilim dalı olarak incelenmesi, okunup okutulması, sonra kitaplara geçirilmesi daha sonraki dönemlerde gerçekleşmiş olmakla beraber, gerek usulün ve gerekse fürunun temelleri, Hz. Peygamber devrinde atılmış, hatta esas itibariyle tamamlanmıştır. Bilindiği üzere inananlara yol gösteren, bağlayıcı hükümler koyan, şeriat (kanun) vazeden Allah'tır.[57] Allah'ın hükmü bize, ya Kitabı (Kuranı Kerim), ya
Peygamberi (Sünnet), ya bunlar üzerinde düşünülerek ictihad etmek (kıyas, istidlal), yahut da bunlardan birine dayah ittifak (icmâ) yoluyla intikal etmektedir. Fıkh'm birinci devrinde bu kaynaklardan ilk ikisi tamamlanmış, Kur'ân-ı Kerim baştan sona birçok hafız tarafından ezberlenmiş ve ayrıca yazılmış, Sünnet kısmen yazılmış ve hafızalarda muhafaza edilmiş, diğer kaynaklar ise ya kullanılmış, yahut da ilende kullanılabileceği açıklanmıştır. Fıkhın fürû kısmı ile ilgili bu devre ait hüküm ve örnekler ise sayılamıyacak kadar çoktur.
Aşağıdaki iki bölümde bu kısa ifadeler, örnek ve delilleriyle genişçe açıklanacaktır. [58]
Hz. Peygamber, ashabına tedvin edilmiş bir fıkıh ve fıkıh kitabı bırakmadı. Fakat gerek Kur'ân'da, gerekse Rasûlullah'ın sünnetinde öyle geniş manalı, birçok fıkıh prensip ve kaidelerine temel olabilecek sözler vardı ki bütün bunlar, fıkıh ilmi meydana gelirken onun temel taşları vazifesini görmüştür. [59]
Kur'ân-ı Kerim'in yalnızca bir tavsiye ve öğütler kitabı olmadığı, içindeki birçok ayetin amir hüküm mahiyetinde bulunduğu ve müslümanlan bağladığı konusunda ittifak vardır. Bir çok âyet ve hadis müslümanlan bu ittifaka götürmüştür. Tartışılan konu şu veya bu ayetin, bağlayıcı olan, bağlayıcı olmayan kategorilerden hangisine ait olduğu hususdur. Mesela bütün müslümanlar içkiyi ve faizi yasaklayan ayetlerin amir hükümler grubuna girdiği hususunda ittifak etmişlerdir. Buna mukabil kurban ile ilgili ayetin,[60] borcun yazılması ile ilgili ayetin,[61] boşanmanın şahitlei huzurunda yapılmasını isteyen ayetin[62] amir hüküm mü, yoksa tavsiye ve teşvik hükmü mü getirdiği hususu tartışma konusu olmuştur.
Kur'ân-ı Kerim ferd ve toplum halinde insanlan ilgilendirer hemen her konuda ayetler ihtiva etmektedir. Bunlardan bir kısm: genel çerçeveli ve manalı, bir kısmı ise özellikle belli konulara ait ayetlerdir. Altı bini aşan ayetin en fazla üzerinde durduğu konular: Allah'ın varlık ve birliği, bunun delilleri, sapık gei-çek dışı inançların reddi, vahiy, peygamberlik ve ahiret hayatının isbatı, cennet, cehennem ve ahirete ait hallerin tasviri, iyi davranışlara mükafat vadi, kötü davranışlara ceza tehdidi, öğüt, geçmiş toplumların ve milletlerin hayatı ile ilgili bilgiler, Allah'ı hatırlatma, öğme, nimetlerim dile getirme, O'nun isim ve sıfatları ile ilgili açıklamalar, O'na nasıl ibadet edileceği ve nasıl anılacağı... Kur'ân-ı Kerim'ne yer alan fıkıh ile ilgili ayetlerin sayısı konusunda farklı rakamlar ileri sürülmüştür; bunun sebebi «fıkıhla ilgili» kavramı üzerindeki anlayış farkıdır; doğrudan, isim vererek fıkıh meselesini ele alan ayetleri esas alanlar (mesela İbnu'l-Kayyim) bunları yüz elli olarak tesbit etmişlerdir. Birçok âlim beşyüz rak-kamını ileri sürmüş, istidlal yoluyla meseleye cevap getiren ayetleri de sayıya dahil etmişlerdir. Ayetlerin çeşitli delâletleri göz Önüne anılırsa sayıyı daha da arttırmak mümkündür. Nitekim îb-nu'1-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân isimli eserinde bazı hocalarından şunu nakletmiştir: "Bakara süresinde bin emir, bin nehiy (yasaklama), bin fıkıh hükmü ve bin haber vardır. Fıkıh açısından bu sûre büyük önemi haiz olduğu içindir ki tbn Ömer bu süreyi tam kavrayabilmek için sekiz yılım vermiştir.»[63] Ibnu'l-Arabî fıkıh ile ilgili âyetlerin tefsirini yaptığı mezkûr eserinde yüz beş sûreden 864 âyet üzerinde durmuş, bunlardan fıkıh hükümleri çıkarmıştır. Bunların çoğu, Kur'ân-ı Kerim'in baş tarflannda yer alan ve Medine'de nazil olmuş bulunan otuz civarındaki sûrede bulunmaktadır.[64]
Bugün, geldiği gibi elimizde bulunan mushaf altı yüz sayfadır. Çoğu okur-yazar olmayan ilk müslümanlara Kur'ân-ı Kerim toptan gelmiş olsa idi bundan iki önemli mahzur doğardı: a) Ezberlemek, öğrenmek ve olduğu gibi korumakta büyük güçlük çekerlerdi, b) Lafzım öğrenip ezberlemeye yönelirler, mana ve hükmü üzerine yeterince düşünme, inceleme ve uygulama imkanı bulamazlardı. Halbuki inananlara kitab, sevap kazanmak üzere dirilerine ve ölülerine okusunlar diye değil, onu hayatlarında rehber edinsinler, onunla yepyeni bir kimlik kazansınlar diye gönderilmişti. Bu sebeple —yukarıda işaret edildiği gibi— ya hâdise üzerine sorulan sorulara, yahut da zamanı geldiği için Allah'ın takdirine dayalı olarak bir, on, bazen daha fazla ayet grupları halinde Hz. Peygambere geliyor, o da ümmetine, geldiği gibi tebliğ ediyor, gerektikçe açıklıyor ve uyguluyordu. Kur'ân-ı Kerim'in niçin toptan değil de parça parça geldiğini —müşriklerin buna itirazları vesilesiyle— yine Kur'ân'dan öğreniyoruz: «Küfre sapanlar "Kur'ân bir gelişte toptan gelseydi ya" dediler; onu kalbine iyice yerleştirmek için böyle (yaptık) ve onu (sana ağır, ağır okuduk»[65] «... Onu insanlara sindire sindire okuyasın diye parça parça gönderdik ve onu ağır ağır indirdik.»[66]
«Ondan önce sen (ey peygamber) ne bir kitabı okuyabilir, ne de elinle onu yazabilirdin. Böyle olsaydı haktan sapmış olanlar şüpheye kapılırlardı.»[67] mealindeki ayet Kur'ân-ı Kerim'in, bir insandan okumamış bulunan «ümmî» Peygambere, Allah'tan geldiğini, beşeri bir kaynaktan alınmadığım ve yine çoğu eğitim öğretim görmemiş bir ümmete tabliğ edildiğini ifade etmekte, aynı zamanda Kitâb'm toptan gelmeyişinin bir başka sebebine dikkat çekmektedir. [68]
Kur'ân-ı Kerim'de yer alan fıkıh ile ilgili ayetler ve bu ayetlerin sayısız nkıh bilgi ve hükmüne kaynaklık ettiği gözönüne alınırsa, Fıkhın ilk tedvininin (kitapta yazılı hale getirilişinin) de, Kur'ân-ı Kerim'in yazılması ile gerçekleştiği söylenebilir. Allah Teâla Kur'ân-ı Kerim'i vahyettiği gibi koruyacağını da vadetmiş-ti.[69] Bu vadini, Peygamberine aldırdığı şu tedbirlerle gerçekleştirdi: Vahiy gelince Peygamberimiz okuma yazma bilen sahabileri çağrır, yeni gelen ayetleri yazdırır, tashih etmek üzere okutur, sonra bunu erkeklere ve kadınlara ayrı ayrı okurdu. O zamanda
kâğıt mevcut olmadığı için yazmaya müsait her nesne kullanılmış, bu cümleden olarak kemik, taş, tabaklanmış deri, hurma dallarının orta damarı, porselen parçalarından istifade edilmiştir. Hicretten sekiz yıl önce Hz. Ömer'in müslüman olmasında etkili olan ayetler kızkardeşinin elinde yazılı bulunuyordu. Bu ve benzeri vesikalar yazmanın hemen ilk yıllarda başladığını göstermektedir. Rur'ân-ı Kerim böylece baştan sona çeşitli malzemeler üzerine birden fazla nüsha olarak yazıldığı gibi, ayrıca parçalar halinde veya bütünü ile ezberlenmiştir. Her müslüman, günde beş vakit namazda Kur'ân'dan bir miktar okumak durumunda olduğu için ezberliyordu; ayrıca kabiliyetli kişiler onu baştan sona ezberlemiş bulunuyorlardı. Sahih rivayetlere göre her yıl Ramazan ayında Cebrail geliyor, Hz. Peygamber (s.a.v.) ona Kur'ân-ı Kerimin mevcut kısmım baştan sona okuyor, bu yol ile muhafaza hususu kontrol edilmiş oluyordu. Peygamberimizin vefat edeceği yıl Cebrail iki kere okumasını istemiş, O da Kur'ân'ı baştan sona iki kere okumuştu. Bu esnada başta Zeyd b. Sabit olmak üzere bazı ashabı da orada bulunuyorlardı. Rasûl-i Ekrem'in dünya hayatı son bulduğunda Kur'ân-ı Kerim'in tamamı hem yazılmış, hem de birçok kişi tarafından ezberlenmiş durumda idi. Sûrenin ve ayetlerin yerleri ve sıraları da bizzat Peygamberimiz tarafından bildirilmiş idi. Ebû Bekir halife olup yalancı peygamberlerle yapılan savaşlarda birçok hafız şehit düşünce, Hz. Ömer'in teklifi üzerine, Zeyd b. Sabit başkanlığında bir komisyon kurdu ve çeşitli ellerde bulunan Kur'ân parçalarının bir araya getirilerek yeniden yazılmasını, bir kitap (mushaf) halinde toplanmasını istedi. Birden fazla nüsha ve hafızanın kontrolü altında bütün Kur'ân tek kitap halinde yazıldı ve halifeye teslim edildi. Yazımda Kureyş lehçesi esas alınmıştı, islâm dünyasına yayılmış bulunan ashab ise Kur'ân'ı, çeşitli lehçelerden okuyorlardı. Bu durum bazı karışıklıklara sebebiyet verdiği için Hz. Osman'ın halifeliği zamanında yine Zeyd b. Sabit'in başkanlığındaki bir heyet ana nüshayı çoğalttı ve belli merkezlere birer nüsha gönderildi. Yazı ve lehçe bakımından bu nüshalara uymayan özel nüshalar ortadan kaldırıldı, işaret etmek gerekir ki, burada söz konusu olan farklılıklar, aynı manayı ifade eden ve çeşitli bölgelere ait bulunan az sayıda kelime farkından ibaret idi ve bu farklılığa, ümmete kolaylık olsun diye Hz. Peygamber örnek olmuş, izin vermişti, islâm bölge farklarım zayıflatıp Kureyş lehçesi yaygın hale gelince, geçici olarak izin verilen lehçe farkları da ortadan kaldırılmış oldu.[70]
Semavî dinlerin aynı kaynaktan geldiği, Allah'ın peygamberlere vahyettiği bilgi ve esaslara dayandığı, bu sebeple inanç, gerçekler ve genel prensiplerle ilgili bilgi ve hükümlerin değişmediği, bunların bütün semavî dinlerde aynı mahiyette bulunduğu bilinmektedir. Fert ve toplum üzerinde dinin hedeflerini gerçekleştirmek için Allah tarafından konmuş ibadetler, fert ve toplumun hayatını düzenleyen hüküm ve kaideler dinden dine değişebilir mi? Bu soruya da genellikle müsbet cevap verilmiş, mevsuk belgelere dayanılarak yapılan mukayeseler de bu vakıayı isbat etmiştir. Allah'ın insan ve tabiata hâkim kıldığı kanunlar içinde «terakki kanunu» da vardır; buna göre birbirini takip eden nesiller, bir bayrak yarışında olduğu gibi ilim, sanat ve tekniği geliştirecek, icat ve keşiflerle zenginleştirecekler, bir vakte kadar medeniyet ve kültür tekamül edecektir. Bu gerçek karşısında ilahî dinlerin uyumsuz kalması düşünülemez; çünkü bu dinleri gönderen de, terakki kanununu koyan da tek kaynaktır; Allah'tır, iki din arasında uzunca bir zaman geçtiği için mezkûr değişiklikler zaruri ve tabii olmakla beraber, bir dinin başlangıç yıllarında, yeni salikler bu dine uyum sağlamaya çalışırken, birbirini değiştiren hükümlerin arka arkaya gelmesi caiz ve vâki midir? Bu mesele Öteden beri islâm âlimleri arasında tartışılmıştır. Genel bir hükmün özelleştirilmesi, bazı kayıt ve sınırların getirilmesi (tahsis, takyid) gibi değişikliklerin cevazı genellikle benimsenmiştir. A ve B gibi birbirine tamamen zıt iki hükmün bulunması ve ikincisinin birincisini yürürlükten kaldırması (nesh) ise sünnî çoğunluk tarafından caiz ve vaki görülmüş olmakla beraber bazı alimler «nazari olarak caizdir, fakat uygulamada böyle bir durum yoktur» tezini savunmuşlardır.[71]
Uygulamada neshin bulunduğunu benimseyen ulemâ, hükmü değiştiren âyetlerin sayısı konusunda farklı sonuçlara varmışlardır. Tahsis, takyid kabilinden olan değişiklikleri de nesih sayanlar sayıyı oldukça çoğaltmışlardır. Ayetin hükmünü tamamen ortadan kaldıran değişikliği nesih sayanlardan îbnul-Arabî, Süyûtî gibi araştırıcılar sayıyı yirmiye, Faslı Hacevî oniki-ye, Hindistanlı Şah Veliyyullah beşe indirmişlerdir. Bu beş ayet üzerinde son iki âlimin görüşleri birleştirilince sayının daha da azaldığı görülmektedir.[72] Şöyle ki:
1- «İçinizden birine ölüm yaklaştığında, eğer geride mal bırakıyorsa ana-babasına ve akrabasına vasiyet etmesi gereklidir.»[73] mealindeki âyeti, «Allah çocuklarınızın miras haklarını size şöylece bildirip emrediyor: Erkek, kadının aldığının iki mislini alacaktır...» [74]mealindeki ayet neshetmiştir. «Vârise vasiyet yoktur; yani bir kimse ölüye zaten vâris oluyorsa buna ayrıca vasiyet yoluyla mal verilmez» mealindeki hadis ise nesheden ayete açıklık getirmektedir.
2- Kocası ölen bir kadın, bir yıl bekler (evlenmez), bu arada ölenin malından nafakası sağlanırdı. Sonra bu hüküm kaldırılarak iddet dört ay on güne indirildi.[75]
3- Diğer müelliflerle beraber Hacevî'ye göre «Ona güç yetire-bilenler üzerine yoksulları doyuracak bir fidye gereklidir»[76] mealindeki ayet, oruca gücü yetenlerin dilerlerse oruç tutmayıp her oruç için bir fidye (fitre miktarı bedel) verebileceklerini ifade etmektedir ve bu ayet «İçinizden Ramazan ayına ulaşan onda oruç tutsun»[77] emri ile neshedilmiştir. Şah Veliyyullah'a göre «Ona güç yetirenler»den maksat «fitre verme gücü bulunanlar» demektir ve ayet, oruç tutanların bir de fitre (fıtır sadakası) vermelerinin—imkâna bağlı olarak— gerekli olduğunu bildirmektedir. Burada nesih söz konusu değildir.
4- Müslümanların ona karşı bir de olsalar cihada devam etmeleri gerektiğini bildiren ayet, bu yükümlülüğü ikiye karşı bir şekilde değiştiren ayet ile[78] neshedilmiştir.
5- Belli bir sayı ve zamandan itibaren Hz. Peygambere evlenmeyi yasaklayan ayet[79] «Sana eşlerini helal kıldık...»[80] mealindeki ayet ile neshedilmiştir. Bu konuda Şâh Veliyyullah farklı bir görüş zikretmediği halde Hacevi aksine görüşlerin bulunduğunu, bazılarının burada neshi kabul etmediklerini ileri sürmektedir.
6- Hz. Peygamber ile gizli bir şey konuşmak isteyenlerin önce fukaraya sadaka vermesini isteyen ayet,[81] bunu takip eden ayet tarafından neshedilmiştir.
7- Müzemmil sûresinin yirminci ayetinde, önce gece namazı farz kılınmış, sonra bu hüküm kaldırılmıştır. Hacevî burada da nesinden bahsetmenin uygun olmadığı, ayetin başında gece namazının, —Hz. Peygambere olduğu gibi—bütün mü'minlere farz kılındığına dair bir delaletin bulunmadığını ileri sürmektedir.
8- Rasul-i Ekrem kabir ziyaretini önce yasaklamış, sonra buna izin verilmiştir.
9- Namazda önce Kudüs'e dönülürken, sonra Kabe'ye yönelin-miştir.
Bu tahlil ve tartışmalar da göstermektedir ki uygulamada, kelimenin tam manasıyle bir nesih olayının bulunduğunu isbat etmek oldukça güç bulunmaktadır. Geriye kalan bir iki örneği de «önceki yanlış anlamayı düzeltme ve gerekli açıklamada bulunma» şeklinde yorumlamak mümkündür. Durum ne olursa olsun nesih, ancak Rasûlullah hayatta iken bahis mevzuu olan bir hadisedir. O'nun intikalinden sonra vahiy kesildiği için nesih ihtimali de ortadan kalkmıştır; çünkü Allah ve Rasulu nün koyduğu bir hükmü başkasının kaldırması mümkün değildir. [82]
Doğumdan Ölüme, ibadetten hayat nizamına kadar çok geniş bir sahayı içine alan ve düzenleyen Fıkh'm iki ana kaynağından ikincisi Sünnettir. Burada Sünnet'ten maksat, Rasûlullah'ın (s.a.v.) ümmet için örnek teşkil eden davranışlarının bütünüdür.
Ancak bunları bize ileten ifadeler çoğu kere ashaba ve diğer ravile-re ait bulunduğu (hadisi Rasûlullah'm sözleri ile değil, manayı ve meali esas alarak naklettikleri) ve hadislerin çoğunun ilk nesillerde tek ravi tarafından nakledildiği (haber-i vâhid olduğu) için Sünnet —Kur'ân-ı Kerim'e nisbetle— ikinci kaynak olarak kabul edilmiştir. Bununla beraber hadis âlimlerinin ortaya koyduklari ince ve sağlam güvenilirlik ölçülerine uygun bulunan hadislerin, ister haber-i vâhid olsun, ister meşhur veya mütevatir olsun, bilgi ve hüküm kaynağı olacağı konusunda sünnî mezheblerin ittifakı vardır. Özellikle Fıkıhta kesin bilgi yerine zan ve kanaat yeterli bulunduğu için, Rasûlullah'a aidiyyeti ve ifadesi konularında haklı bir şüphe bulunmayan, bu iki bakımdan kişiye kanaat ve itminan veren hadislerin delil (hüküm kaynağı) olarak kullanılması tabiidir. Hadislerin ve dolayısryle Sünnet'in kaynak olmasına karşı eski ve yeni muhalifler tarafından ileri sürülen deliller ve bunlar arasında bulunan: «Hadislerin Kur'ân-ı Kerim ile karşılaştırılması ve ona uyanların kullanılması, uymayanların atılması» manasını ifade eden uydurma hadis, Fıkıh usûlü ve Hadis usulü kitaplarında ele alınmış, ilmî tenkit ve tahliller ile çürütülmüştür.
Fıkıh kaynağı olarak Sünnet bir yandan Kur'ân-ı Kerim'in açıklanmaya (beyâna) muhtaç bulunan âyetlerini açıklarken diğer yandan boşlukları doldurmakta, yani müstakil olarak —Kur'ân-ı Kerim'de bulunmayan— hükümler koymaktadır. «Onlara indirileni halka açıklaman için sana sözü (Kur'ân'ı) indirdik.»[83] mealindeki ayet Rasûlullah'm ve dolayısıyle Sünnet'in birinci rolüne; «Rasûl size neyi getirirse onu alın, kabul edin, size neyi yasaklarsa ondan da uzak durun»[84] «Gerçekten Rasûlul-lah'ta sizin için güzel bir örneklik vardır.»[85] «De ki, Allah'a ve Rasulüne itaat edin...» «...Rasûl onlara güzel şeyleri helal kılar, pis ve çirkin şeyleri de haram kılar..» mealindeki ayetler ile bunları teyit eden hadisler de Sünnet'in ikinci rolüne mesnet teşkil etmektedir. Ayrıca Kur'ân-ı Kerim'de genel çizgileriyle anlatılan iman ve islâm konularının, namaz, oruç, hac zekât gibi temel ibadetlerin ve benzeri hükümlerin geniş açıklamaları, Sünnet'in «açıklama» fonksiyonunun; fitır sadakası, vitir namazı, evli kişilerin zinalarının cezası, bir kadının üzerine hala ve teyzesini almanın haram oluşu, ehli eşek etinin haram olması, ramazan orucunu kasten ve mazeretsiz bozan kimsenin yerine getireceği keffaret vb. yüzlerce hüküm de «boşlukları doldurma» fonksiyonunun örnekleridir. Sünnet kaynağının Fıkıh açısından önemini göstermesi bakımından İbnu'l-Kayyim'in verdiği rakkam da ilgi çekicidir; buna göre Sünnet kaynağında, Fıkıh hükümlerine esas teşkil eden hadislerin sayısı beşyüz civarındadır; esas ile ilgili bulunan bu hadisleri açıklayan, tafsilat veren, kayıt ve şartları bildiren hadislerin sayısı ise dört bine ulaşmaktadır.[86]
islâm'ın bünyesinde bulunan kolaylık prensibinin gereklerinden birinin de nesih olduğuna, bu sayede ilk müslümanlarm önemli ve köklü bir kültür değişmesini arızasız olarak gerçekleştirme imkanı bulduklarına daha önce işaret edilmişti. Bu cümleden olarak Kur'ân-ı Kerim ayetleri arasında olduğu gibi hadisler arasında, hatta hadisler ile ayetler arasında karşılıklı nesihten de bahsedilmiştir. Ayet-Hadis arası nesih tartışılmış olmakla beraber bazı hadislerin birbirini neshetmiş olması vakıası genellikle kabul edilmiş ve bu konuda müstakil eserler kaleme alınmıştır.[87]
Sünnet'te nesih olayı da Rasûlullah devri özelliklerinden biri olup, daha sonraki devirlerde Sünnet'in neshi mümkün değildir. [88]
Fıkh'm kaynakları bakımından ilk tedvini Kur'ân-ı Kerim'in yazılıp Mushaf haline getirilmesidir, ikinci tedvini ise Sünnet'in yazılıp ayır kitaplarda ve farklı tertipler içinde derlenme sidir. Bu son iş yani çeşitli tertipler içinde Sünnet'in kitaplara geçirilmesi, kitaplaştınlması (tasnif) hicrî ikinci asırda gerçekleşmiş olmakla beraber tertipsiz olarak yazılması ve büyük, küçük mecmualarda ve sayfalarda muhafazası (tedvin) Rasûlullah (s.a.v.)'in zamanına kadar uzanmaktadır. Gerçi Rasülullah (s.a.v.) başlangıçta, Kur'ân ayetleri ile karıştırılmasın diye hadislerin yazılmasını yasaklamıştır. Ancak yine başlangıçta güvendiği kimselerin yazmalarına izin verdiği gibi, karıştırma ihtimali ortadan kalktıktan sonra yasağını geri almış ve genel olarak yazmaya izin vermiştir.[89] Buharî'nin Sahih'i ve Müslim'in Sahih'inin ilim bölümleri ile benzeri kaynaklarda, Hz. Peygamber'in hayatının sonlarına doğru yazma izni verdiğini gösteren açık ve güçlü ifadeler mevcuttur. Süleyman Nedvî, Prof. M. Hamidullah, Prof. Fuad Sezgin gibi âlimlerin araştırmaları, hadisin çok erken bir zamanda yazılmaya başladığını ve Buharî, Muvatta gibi önemli hadis kaynaklarının sözlü rivayetler yanında yazılı rivayetlere de dayandığını ortaya koymuştur.
Şüphesiz hadislerin konularına göre kitaplara geçirilmesi daha sonraki zamanlarda yapılmıştır ve bu yapılırken daha önce yazılmış bulunan Fıkıh kitaplarının tertibinden istifade edilmiş, yahut bunların tesiri altında kalınmıştır. Ancak böyle bir tertiple olmasa bile hadislerin, Hz. Peygamber zamanından itibaren hafi-zalar yanında, yazılarak da muhafaza edilmesi ve müctehidlerin fıkıh hükümlerini çıkarırken bu hadislerden istifade etmeleri vakıası Fıkhın oluşması ve tedvini bakımından büyük önem taşımaktadır. [90]
İlmî eserler ve bu arada Fıkıh kitapları belli bir metod ve üs-lub ile yazılır; ifade şekli tekdüzedir, aynı hüküm ve fikirler belli cümle şekilleri ve terimler ile anlatılır. Kitab ve Sünnet ise insan eseri değil, Allah'ın vahyi mahsulüdür. Bu iki kaynakta insanlara gerekli bulunan bilgiler en güzel ve tesirli ifade şekilleri ile verilmiş, üslûb usanmadan tekrar tekrar okunacak şekilde ayarlanmış, hem konular, hem de ifade şekli bakımından çeşitliliğe yer verilmiştir. Bu sebeple mezkûr kaynakların ve Özellikle tertibi de ilahî olan Kur'ân-ı Kerim'in belli bir bölümünde, Fıkıh hükümleri, «şu haramdır, şu helaldir, şu akit şöyle yapılır, şartları şunlardır..şeklinde verilmemiştir; bilgi ve hükümler yeri geldikçe değişik kelime ve cümlelerle ifade edilmiş ve çeşitli sûrelere serpiştirilmiştir. Bu cümleden olarak:
Helâl ve haramlar, «şu helaldir, size haram kılındı size helal kılındı» şeklinde; farz kılman hususlar «farz kıldık, Allah size farz kıldı, Allah hükmetti (kaza), üzerinize şöyle yazıldı...» tarzında ifade edilmiştir.
Kimisi kesin, kimisi teşvik mahiyetinde olmak üzere istenen şeyler «Allah emretti, emreder, Allah şundan hoşnut ve razı olur, şöyle yapmanızda sakınca, günah ve kınama yoktur (bu üslûb daha ziyade serbest bırakılan davranışlar ve şeyler için kullanılır), şu işte, bu davranışta iyilik vardır, hayır vardır... şeklinde ifade edildiği gibi «şöyle yapın, şunu yapın» şeklinde açık emir kipi de kullanılmıştır.
Kesin veya teşvik mahiyetinde yasaklanan, yapılması istenmeyen hususlar da yukarıda geçenlerin tersi olan ifadelerle anlatılmıştır: «Allah şunu yapmanızı sevmez, şundan hoşnut kalmaz, razı olmaz, şu iyilik değildir, şunda hayır yoktur, şunda günah ve vebal vardır, şunu yapana Allah lanet eder, şu pistir, şeytan işidir, şunu yapmanın cezası cehennemdir, şunu yapmayın, şundan uzak durun...»
Bu ifadeler yanında Hz. Peygamber'in fiilleri, Özellikleri bir iş ve davranışı devamlı yapması yine hüküm kaynağı olai'ak değerlendirilmiştir.
Gerek ashab ve gerekse daha sonra gelen müctehidler Kitâb ve Sünnet'in üslûbuna alışmış, maksadını anlamış, karineleri de değerlendirerek gerektiğinde Fıkıh hükümlerini çıkarmış ve uygulamışlardır. Bu arada gerekçesi, dayanağı (illeti) zikredilen hükümlere kıyas yaparak da meselelere çözüm getirmişlerdir. Bununla beraber müctehidler Kitâb ve Sünnet'in açık ve kesin ifadelerine dayanmayan, ictihad ve yorum ile elde edilen bilgileri ve hükümleri için kesin ifadeler kullanmamış, «şu haram, bu helal, şu farz» dememiş, aksine «şunda sakınca yoktur, bu bana hoş gelmiyor, şu geçmişlerin fiillerine uymuyor, bu bana daha sevimli geliyor» gibi ifadeler kullanmayı tercih etmişlerdir. [91]
Herhangi bir asırda yaşayan müctehidlerin tamamının bir fıkıh hükmü üzerinde ittifak etmeleri manasına gelen icmâ, müctehidlerin çoğuna göre ancak Kitab ve Sünnet'ten bir delile dayanacaktır; yani bir ayet veya hadisin belli bir hükmü ifade ettiği, başka bir manaya gelmediği hususunda asrın müctehidleri fikir ve görüş birliğine varmış olacaklardır. Bazı fıkıhçılara göre ise icmâ, böyle bir delile dayanmaksızın, ictihad ve kıyasların birleşmesi suretiyle de teşekkül edebilir. Bu ikinci görüş nazari olarak doğru gibi görünse de misal bulma konusunda zorlanümıştır. Icmâın bağlayıcı bir delil olması, ümmetin dinî konularda yanlış üzerinde ittifak etmiyeceklerini haber veren hadislere ve «mü'minlerin yolundan ayrılmayı kınayan» ayete[92] dayanmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında herhangi bir ictihad ve yorumun, O'nun tasvibinden geçmeden devamlı delil (hüküm ve davranış kaynağı, dayanağı) olması caiz ve mümkün değildir. O'nun yokluğunda sahabenin yaptığı ictihadlar ise geçici olarak delil olmakta, huzuruna gelindiği zaman O'na arzedilmekte ve ancak tasvibinden sonra delil olabilmekte idi. Bu takdirde ise delil, kıyas ve ictihad olmaktan çıkıp Sünnet çerçevesine gireceği için «O'nun zamanında sahabenin ictihad ve yorumlarının devamlı delil olamıyacağı» sonucu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Rasûlullah'ın ahirete intikalinden sonra sahabenin bir konuda ittifak etmeleri mümkün ve vakidir; Ahmed b. Hanbel gibi bazı müctehidlere göre «yalnızca sahabe devrinde icmâ meydana gelebilir ve muteber olur.» Icmâ'm işlediğimiz devri ilgilendiren taran, Rasûlullah'm ümmeti ittifaka teşvik ederek gerektiğinde icmâ eğitimi vermesi ve «ümmetin ittifakının değerini» açıklamış bulunmasından ibarettir. [93]
Kitab ve Sünnet'te yer alan bir hükmün hangi gerekçeye (vasıf, illet) dayandığı bilinir veya ayrı bir ictihad ile ortaya çıkarılır (tahricu'l-menât içtihadı yapılır), sonra aynı gerekçeye sahip bulunan, aynı illet ve vasfi taşıyan bir fiil veya nesneye de aynı hüküm verilirse «kıyas» içtihadı gerçekleşmiş olur. Hz. Peygamber (s.a.v) içtihada izin verirken, ashabına ictihad eğitimi yaptınrken kıyas içtihadına da izin vermiş ve bunun örnekleri o asırda ortaya çıkmıştır. [94]
Kur'ân-ı Kerim'den ve Sünnet'ten, dil bilgisine ve kaidelerine dayamlarak bilgi ve hüküm elde edildiği gibi bu hükümlerin gerekçesine (illetine) dayanmak suretiyle kıyas yoluyla da hüküm ve bilgi sahibi olmak mümkündür. Bunların dışında kalan bilgi ve hüküm elde etme yollan «istidlal» kelimesi ile ifade edilmektedir. Hz. Peygamber ve ashabının istidlal yolunu kullanıp kullanma-dıklannı araştırmak üzere bunun başlıca Çeşitlerini teker teker ele almak gerekecektir: [95]
iki hüküm arasındaki gerektirme bağlantısı (telâzüm): insanlar önce mantık kaidelerine göre düşünmüş, bu kaidelerin adını koymadan onlan düşüncesinde kullanmışlar, sonra da —zamanı gelince— mantık ilmini ve kaidelerini tesbit etmişler, sistem-leştirmiş ve tedris eylemişlerdir, islâm dünyasına mantık ilminin, Emeviler devrinden itibaren Yunan felsefesinin tercümesi yoluyla geçtiği bilinmektedir. Ancak gerek Peygamberimizin ve gerekse ashabının birçok akıl yürütme işleminde —adını koymadan— mantıkçılann kıyaslanm kullandıklan anlaşılmaktadır ki, yukarıda «telâzüm» kelimesiyle ifade edilen akıl yürütme şekli tamamen mantıkçılann kıyaslanndan ibarettir. Meselâ Sa'd b. Muaz'm hakem olduğu hadisede şöyle bir kıyas yaptığı anlaşılmaktadır: «Benî Kurayza müslümanlara karşı savaşmışlardır.
Müslümanlara karşı her savaşının eli silah tutanı öldürülür, kadın ve çocukları esir edilir. Sonuç: Beni Kurayza'mn eli silah tutanı öldürülür, kadın ve çocukları esir edilir.» Burada birinci ve ikinci cümleler (mukaddimeler) birer hüküm ifade etmekte, bu iki hüküm arasında mezkûr sonucu gerektiren bir bağlantı bulunmaktadır. [96]
Sonraki devirlerde hanbelîler ve zahirîler tarafından çokça kullanılan istishab «varlığı sabit olan bir hüküm ve durumun geçmişte veya halihazırda da var sayılması» esasına dayanmaktadır ve çeşitleri vardır. Rasûlullah (s.a.v) zamanında mevcut olan istishab üç çeşittir:
aa) Akıl veya hukukun (şer'in) varlık (sübut) ve devamına delâlet ettikleri şeyin var sayılması, var kabul edilmesidir. Meselâ mülkiyetin sübutunu gerektiren sözün sarfedilmesi üzerine bu hakkın sübutu, borçlanma veya itlaf vaki olunca zimmette borcun sübutu, nikâh akdi yapıldıktan sonra karı koca arasındaki «helal olma» hükmünün devamı bu nevi istishaba dayanmaktadır.
ab) Aklın delaleti ile bilinen asıl yokluğun (el-ademu'1-aslî) hukuki hükümlerde de yok sayılması (istishabı): «Şer'î (dini-hu-kuki) bir delil bulunmadıkça, böyle bir delile dayalı bir değişiklik vuku bulmadıkça yükümlülük de yoktur» hükmü böyle bir istishaba dayanmaktadır. Meselâ Kitab ve Sünnet'ten bir delil bulunmadıkça müslümanın, altıncı bir namaz ile mükellef olması düşünülemez.
ac) Bazı naslann özelleştirilmiş, kayıtlanmış olması, bazılarının da —Rasulullah zamanında— neshedilmiş bulunmaları ihtimaline rağmen —bu ihtimallerin vukuu bilinmedikçe— mezkûr naslarla amel edilmesi de bir nevi istishaba dayanmakta, bu nas-lar anlaşıldıkları ve oldukları gibi yürürlükte kabul edilmektedir.
Bu üç nevi istishab (hükme varma yolu) Rasûlullah zamanında da kullanılmıştır; ancak bunlardan üçüncüsü daha ziyade as-hab için söz konusudur. [97]
Bir önceki din çeşitli sebeplerle devrini tamamlayıp yeni bir peygambere ve kitaba ihtiyaç hasıl olunca Allah Teâlâ yeni peygamberi göndermekte, baştan beri devam eden değişmez din prensipleri yanında değişen hüküm ve kaideler koymaktadır. Buna göre prensip olarak her yeni din bir öncekini yürürlükten kaldırmakdır. Önceki dinlerde mevcut hüküm ve kaidelerin islâm dini ve müslümanlar bakımından da geçerli olabilmesi için mevsuk ve muteber bir kaynakta (Kur'ân-ı Kerim, sahih hadisler) zikredilmesi ve ayrıca peygamberimiz tarafından yürürlükten kaldırılmadığının (neshedilmediğinin) bildirilmiş bulunması şarttır. Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine'ye hicret edince buradaki yahudi-lerin aşura günü oruç tuttuklarım görerek «niçin tuttuklarını sordu», «bugün Allah Musa'yı kurtarmıştı» dediler, «biz Musa'ya onlardan daha yakınız» buyurarak kendisi de o gün oruç tuttu.[98] Bu ve benzeri vakıalar önceki dinlere ait bazı hükümlerin İslâm'da yürürlükte kaldığına örnek olarak gösterilmiştir. [99]
Mezhep müctehidlerinin yaşadığı devri incelerken ele alınacak olan istihsan metodu, «karşılaşan iki delilden daha kuvvetli olanı tercih» esasına dayanmaktadır. Bu metodu gerek Rasûlullah hayatta iken ve gerekse intikalinden sonra ashabın kullandıkları anlaşılmaktadır. İleride daha çoğunu göreceğimiz örneklerden biri Hz. Ali'nin kur'a formülüdür. Yemende üç erkek, iki hayız arasındaki bir temizlik içinde bir kadınla (câriye) birleşmişler ve kadın da bundan hamile kalmıştı. Çocuğun kime ait olacağı konusunda ihtilafa düşen erkekler Hz. Ali'ye başvurdular, o da şöyle hükmetti: «Aranızda kur'a çekin, kur'a kime çıkarsa çocuğu o alır ve diğer şahsa, bir tam diyetin (kan bedeli, tazminat) üçte ikisini öder.» Bilahare bu hükmü Hz. Peygambere iletmişler, O da tasvip buyurmuştur.[100] Bu meselede kıyas (umumi kaide) çocuğun nesepsiz kalmasını, anasının çocuğu olmasını gerektirirken, Hz. Ali, çocuğun maslahatını (menfaatini) gözönüne alarak yukarıdaki hükme varmış ve istihsan metodunu kullanmıştır. [101]
«el-Mesâlihul-mursele» terimi ile de ifade edilen istıslah metodu kıyasa bir cihetten oldukça yakınlığı bulunan bir metoddur. Kıyas yapabilmek için illetin bilinmesine ihtiyaç vardır, illeti tes-bitin yollarından biri de'münasebettir, münasebet illetin (nassa dayalı hükmün gerekçesinin) hikmet ve maslahata uygun bulunmasıdır. Meselâ şarabın içilmesinin haram kılınmasının illeti «sarhoşluk verme vasfıdır» denildiği zaman bu vasfı taşıyan bütün yiyecek ve içecekler yasaklanır, yasaklanınca da dinin «aklı ve hayatı koruma» hikmeti gerçekleşmiş bulunur; şu halde «sarhoşluk verme» gerekçesi, dinin aklı ve hayatı koruma hikmetine (maksadına) münasib düşmektedir. Böyle bir vasfın, dini-hukuki hükümde gerekçe kılındığına nas, dar veya geniş çerçevede delalet ederse kıyas yoluna gidilir. Muayyen naslardan böyle bir mana elde edilemiyor da birçok nassm ortaya koyduğu, «dinin genel maksatlarına» bakılıyor ve «buna uygun bulunma» esasına göre hükme varılıyorsa istislâh metodu kullanılmış olur. Kur'ârı-ı Ke-rim'in bir mushafta toplanması, hadislerin resmen toplattırılıp yazdınlması, minarelerin yapılması, halkı cumaya çağırmak için bir ezan daha (ilk ezan) okutturulması... bu metoda dayalı hükümlere örnektir.
Gerek istislâh metodu ve gerekse «harama giden yolu tıkama» mahiyetinde olan şeddi— zeria metodu, Hz. Peygamber'in irşad ve eğitimi ile yetişen ashab tarafından O'nun yokluğunda kullanılmış, sonra da diğer müctehidlere intikal etmiştir. Yeri geldikçe bu metodlarm gelişmelerine temas edilecektir. [102]
Hz. Peygamber devrinde fıkhın iki kaynağı vardır: Kur'ân (Kitabullah) ve Sünnet. Bunların her ikisi de doğrudan veya dolaylı olarak vahye dayanır. Bu arada gerek Hz. Peygamber, gerekse onun izniyle sahabe, ictihad etmişlerdir. Gerçi Rasûlullahin içtihadı vahyin, sahabenin içtihadı ise Rasûlullahin kontrolü altındadır, bunun için de Kur'ân ve Sünnete dayanmış olmaktadır.
Fakat buna rağmen ictihad faaliyetinin faydasız olduğu söylenemez. Çünkü sahabe devrinden itibaren çok ihtiyaç duyulacak ve başvurulacak olan ictihad bu sayede öğrenilmiş ve meleke kazanılmıştır.
Fıkıh Usulü kitaplarında Rasûlullah'm ictihad ederek hükme varmasının caiz olup olmadığı tartışılmıştır. Tartışmanın bir tarafına göre O'nun din konusunda her söylediği vahye dayanır (Necm: 53/4), bilgi ve hüküm kaynağı olarak vahiy bulununca da içtihada ihtiyaç yoktur. Diğer tarafa göre ise O'nun söylediklerinin vahye dayalı olması, Kur'ân ayetleri ile ilgilidir, Kur'ân-ı Kerim'de ne varsa hem manası ve hem de sözleri ile Allah'a aittir. Allah tarafından Rasûlüne vahyedilmiştir. Sünnete gelince bunun büyük bir kısmının manası yine Allah tarafından Rasûlüne vahyedilmiştir. Sünnete gelince bunun büyük bir kısmının manası yine Allah tarafından vahyedilmiştir, sözleri ise Allah Rasûlüne aittir ve bunların da önemli bir kısmı O'nun sözleri ile değil, ashabın anlayış ve kavrayışlarına göre kendi sözleri ile rivayet edilmiştir. Sünnetin bir kısmının ise hem manası ve hem de sözleri Rasûlullah'a aittir. Şüphesiz Rasûlullah'ın içtihadı, Allah'ın kontrolü altındadır, ashabın içtihadı da Allah Rasûlü'ne arzedil-dikten ve O'nun tasvibini aldıktan sonra Sünnet hükmüne geçmektedir. Ancak bu gerçek, onların ictihad etmediklerine, ictihad yolunu kullanmadıklaıına delil olmaz. Bizim de katıldığımız bu ikinci görüşü, geçen ve gelecek Örneklere ek olarak şu misallar de teyit etmektedir:
Hz. Peygamber'in içtihadından örnekler:
a) Bedir savaşında alman esirlere yapılacak muamele hakkında bir vahiy gelmemişti. Hz. Peygamber meseleyi ashabiyle istişare etti. Hz. Ömer, öldürülmeleri, Hz. Ebu Bekir, fidye karşılığında salınmaları fikrini ileri sürdüler. Resûl-i Ekrem de ikinci fikre katıldı. Bu istişarî ictihad üzerine gelen ayet şöyle diyordu: «Yer yüzünde savaşırken düşmanı yere sermeden esir almak hiç bir peygambere yaraşmaz. Gerçi dünya malını istiyorsunuz, oysa Allah ahireti kazanmanızı ister; Allah aziz ve hakimdir. Daha önceden Allah'tan bir hüküm gelmiş olmasaydı aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azap verirdi.»[103] Bu vahiy üzerine Rasul-i Ekrem ağhyarak şöyle demiştir: «Fidye aldıkları için ashabıma azab şu ağaç kadar yaklaşmıştı... Eğer azap gelseydi Ömer'den başkası kurtulamazdı.»[104]
Allah Teâlâ, içtihadında, hata edenlere azab etmiyeceğini beyan ettiği için azap bahis mevzuu olmamış, fakat hatayı açıklamıştır.
Bu âyet, Hz. Peygamber'in, her olayın çözümü için vahyi beklemediğini, istişare (danışma) yoluyla ashabının da görüşünü alarak, zaman zaman içtihada başvurduğunu, şayet içtihadında yanılırsa, Allah Teâlâ'nın bu hatayı olduğu gibi bırakmayıp peygamberini ikaz ve irşad buyurduğunu açıkça ifade eder.
b) Bazı münafıklar Tebük Seferine katılmamak için mazeretler uydurmuş ve Hz. Peygamber'den izin almışlardı. Allah Teâlâ bunun üzerine Rasûlüne şöyle hitap etti: «Allah seni affetsin! Doğrudan sana belli olup yalancıları da bilmeden önce niçin onlara izin verdin?»[105]
c) Hanımlarından birine Resûl-i Ekrem şöyle demiştir: «Eğer kavmin küfürden yeni ayrılmış olmasalardı Kabe'yi Hz. İbrahim'in temelleri üzerine yeniden yapardım.»[106]
d) Misvak hakkmda:«Ümmetime üçlük çıkarmış olmasam her namaz için misvak kullanmalarını isterdim.»[107]
Bunlar Hz. Peygamber'in, mesalih ve mefâsidi, fayda ve zararı gözönüne alıp mukayese ederek de hüküm ve karara vardığını göstermektedir.
e) Peygamberimiz (s.a.v.) eşlerinden Zeyneb b. Cahş'ın odasında onun sunduğu bal şerbetini içmiş ve bu sebeple orada biraz fazlaca kalmıştı. Bu durum diğer iki eşinin kıskançlığını tahrik ettiği için aralarında sozleşerek ağzından kötü bir kokunun geldiğini söylediler, O da bir daha bal şerbeti içmemek üzere yemin etti. Bu hükmü ve davranışı vahiy mahsulü olmadığı, kendi ictihad ve takdirine dayandığı içindir ki, hadise üzerine gelen ayet (vahiy) şöyle diyordu: «Ey peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah'ın sana helal kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.»[108]
f) Bedir savaşında Rasûlullah (s.a.v.) askeri kuyuların başladığı yere yerleştirmişti. Sahabeden el-Habbâb «Bunu, vahiy ile mi yoksa şahsî görüş ve takdirinize göre mi yaptınız» diye sordu, vahiy ile olmadığı cevabını alınca «uygun olanı kuyuları arkamıza almamız ve düşmanı susuz bırakmanızdır» dedi. Hz. Peygamber bu reyi uygun bularak yeri değşitirdi. Muhtemeldir ki, Peygamberimiz düşmanı insan dışı canlılara benzeterek «onlar nasıl sudan mahrum edilemez ise bunlar da edilemez» kıyasım yapmıştı, el-Habbab ise savaş durumunu ve düşmanın hayat hakkının bulunmadığını göz önüne alarak bir başka kıyas veya istidlal ile zikredilen görüşünü ileri sürdü.
g) «Annem vefat etti, adayıp da tutamadığı orucu var, onun namına ben tutsam olur mu?» diye soran kadına «annenin bir borcu olsaydı da sen onu ödeseydin borcu ödenmiş olmaz mıydı» buyurdu,kadm «evet ödenmiş olurdu» deyince «Allah'a olan borç ödenmeye daha layıktır» dedi.[109]
h) Oruçlu iken eşini öpünce orucunun bozulduğunu zanneden Ömer'e «su ile ağzım çalkalasan orucunun bozulur mu idi?» cevabını verdi.[110]
ı) Şu örnekler Allah Teâlâ'nın Ona doğrudan hüküm verme ve kaide koyma selahiyeti verdiğini, «şu konularda dilediğin hükmü ver ve koy» dediğim göstermektedir:
«Hamile kadınların çocuklarını emzirmelerini yasaklamak istedim, sonra Bizans ve îran kadınlarının bunu yaptıkları halde çocuklarına zarar vermediğini hatırlayarak yasaklamaktan vazgeçtim.»[111]
«Ümmetimegüçlük verecek olmasaydım, her namazdan Önce dişlerini misvak ile temizlemelerini emrederdim.»[112]
Rasûlullah (s.a.v.) müslümanlara hac ibadetinin farz olduğunu bildirirken birisi «her yıl bir kere yapmak farz mı» diye sormuştu, Peygamberimiz şöyle buyurdular: «Evet deseydim her yıl haccetmeniz farz olurdu, buna da güç yetiremezdiniz. Size bir şeyi buyurmadığım müddetçe siz de beni kendi halime bırakın, sizden Öncekilerin mahvolması ancak peygamberlerine durmadan gelip idip soru sormaları yüzünden olmuştur.»[113]
«Mekke'nin ağacı kesilmez, otu yolunmaz» buyurdukları zaman Abbas «Mekke ayrığı (izhir) müstesna» demiş, Peygamberimiz de bunu tasvib ederek tekrarlamışlardır.[114] Yasaklama teferruatına kadar vahiy mahsulü olsaydı bir sahabinin sözü üzerine mezkûr istisna yapılmazdı.
Hayber'in fethinde akşam olunca askerler ocakları yakmış ve kazanları üzerine koymuşlardı. Hz. Peygamber ne pişireceklerini sorunca «ehlî eşek eti» cevabını verdiler. Bunun üzerine «kazanları dökün ve kırın» buyurdu. İçlerinden birisi «içindekini dökün yı-kasak olmaz mı» diye sorunca «bu da olur» cevabını verdiler.[115]
Rasûlullah (s.a.v.) yirmi üç yıllık peygamberlik hayatında sadece alıcı-verici bir cihaz gibi kalmamış, Kur'ân-ı Kerim'i tefsir, tatbik, temas etmediği meselelerin hükümlerini teşri, anlaşmazlık sonucu hükmüne müracaat edenler arasında hüküm, islâm devletini tesis ve idare ... gibi bir kısmı içtihada müstenid tasarruflarda bulunmuştur. Ancak O'nun içtihadının, isabetsiz olduğu takdirde Allah teâlâ tarafından tashih edilmek gibi bir imtiyazı vardır. Çünkü O, «insanlara iyi Örnek olmak»,[116] «neyi emretmişse tutulmak ve neyi yasaklamışsa terkedilmek» [117]üzre gönderilmiş, kendisine itaatin Allah'a itaat olduğu bildirilmiştir.[118]
aa) Hz. Peygamberin Huzurunda iken Sahabenin içtihadı Rasûlullah (s.a.v.) muasırı olan müslümanlar için dinin iki kaynağı vardı: Kitap ve Sünnet. Ancak bu iki kaynağın anlaşılması ve tatbikatı ile temas etmediği hükümler boşluğunun doldurulması yine de içtihadı gerekli kılıyordu. Hz. Peygamber, dinî ve hayatî bir zaruret olan ietihad mevzuunda da ashabını yetiştirmek, onlara rehberlik etmek için, gerek huzurunda ve gerekse gıyabında ietihad etmelerine izin veriyor, hatta onları teşvik ediyordu.[119]
Gerçi «...bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah ve ra-sülüne götürün...»[120] ayeti vardı [121]fakat bu, içtihadı menetmiyor ancak neticenin Rasûlullah'a arzım gerekli kılıyordu. Nitekim mezkûr âyetin tefsirinde Cessas şunları kaydetmiştir: «Rasûlul-lah'm hayatında kıyas ve re'ye başvurmak ve hâdiseleri benzerlerine göre hükme bağlamak iki durumda caiz üçüncüsünde ise gayr-i caizdir: Caiz olanlar 1) Rasûlullah'tan uzakta bulundukları durum; Muaz hadisi bunu ifade etmektedir. 2) Öğretmek ve denemek için Hz. Peygamberin onlara içtihadı emrettiği durum. Ukbe b. Amir'in rivayetine göre Rasûlullah'a iki davacı gelmiş, O da: «Ukbe, aralarındaki davayı hükme bağla.» buyurmuştu "Ukbe: «Siz burada iken nasıl hükmederim, ey Allah'ın rasûlü?» deyince de şu cevabı vermişlerdir: «Aralarında hükmet; isabet edersen sana on sevap, hata edersen bir sevap vardır.»
Caiz olmayan durum: O'nun huzurunda müstakil olarak ve O'nun tasvibine sunmaksızm ietihad etmektir.»[122]
Hz. Peygamber (s.a.v.) devrinde fetva vermekle meşhur on dört sahabi vardır: Ebi Bekir (v. 13/634), Ömer (v. 23/643), Ali (v.40/660) Abdurrahman b. Avf (v.32/652),İbn Mes'ud (v. 32/652), Ebu Musa'l-Eş'arî (v. 44/664), Mu'âz (v. 18/639), Ubey b. Ka'b (v.21/642), Zeyd b. Sabit (v. 45/665), Osman (v. 35/ 655), îbn Abbas (v. 68/687), îbn Ömer (v. 74/693), îbn Amr (v. 65/684) ve Aişe (v.58/677)[123]
Bunlardan yalnız Ebu Bekir, Rasûlullah'm huzurunda fetva verirdi. [124]
Hz. Peygamberin huzurunda ashabın içtihadından örnekler:
a) Hz. Peygamber Muâz'ı kadı olarak Yemene gönderirken ne ile hükmedeceğini sormuş, Muâz da —Kitap ve sünnetten sonra— «Reyimle ietihad ederim» demişti. Bu cevap Resûlullah tarafından tasvip edilmiştir.
b) Sahabeden Maiz, Rasûlullah'm huzurunda üç kere zina aptığını ikrar edince Ebu Bekir: «Eğer dördüncü defa ikrar edersen Rasûlullah seni recmeder.» demiştir.[125]
Bu, her ikrarın bir şehadet yerine geçeceğim ifade eden bir io tihaddır.
c) Oruçlu olduğu halde arzulayarak karısını Öpen Hz. Ömer, Rasûlullah'a gelerek: «Ey Allah'ın rasüle, fena bir iş yaptım, oruçlu olduğum halde kanma öptüm.» demiş ve aralarında şu konuşma geçmiştir:
— Sen oruç iken suyu ağzına alıp çalkalayarak geri çıkarsan bir şey olur mu?
— Hayır, bunun oruca bir zararı yoktur.
— O halde fena iş bunun neresinde?[126]
Bu hâdisede Hz. Ömer'in doğrudan doğruya hükmü sormadığım, önce, yaptığı fiilin orucu bozduğu hükmüne ictihad ile vardığını sonra bunu Hz. Peygamber'e arzettiğini, Rasûlullah'm da kendisine kıyas yoluyla bir ictihad dersi verdiğini görüyoruz.
d) Bedirdeki mevzilenme yeri mevzuunda el-Habbâb'm içtihadını daha önce zikretmiştik.
e) Namaza ne ile davet edileceği Hz. Peygamber (s.a.v.) ile ashabı arasında istişare mevzuu olmuş, sanayiler kendi rey ve içti-hadlannı bildirmişler, sonunda Abdullah b. Zeyd'in (v. 63/683) rüyasına uygun davet şekli (ezan) vahy ile tasdik edilmiştir.[127]
f) Muharebede katledilen düşmanın eşyası öldürülen gaziye ait olduğu için Ebu Qatâde (v. 54/674) böyle bir eşyayı taleb etmiş, onun hakkı olan şeylere el koymuş bulunan birisi de Hz. Peygamberden «bu eşyanın kendisinden alınmamasını, gazinin başka bir şekilde memnun edilmesini» istemişti. Mecliste bulunan Ebû Bekir: «Allah ve rasûlü yolunda kendini Ölüme atarak arslanlar gibi çarpışan bir kimsenin bu mükafattan mahrum edilemiyeceği» kanaatini izhar etmiş, Rasûlullah da onu tasdik eylemiştir.[128]
bb) Hz. Peygamberden ayrı bulunduklarında Sahâbe'nin içtihadı:
Savaş, kaza, öğretmenlik gibi iş ve vazifeler sebebiyle Hz. Peygamber (s.a.v.)'den uzakta bulunan ashab, kitap ve sünnetin açıkça temas etmediği hadiseler karşısında kaldıkça içtihada müracaat ediyor, fırsat buldukları zaman reylerim Rasûlullah'a arzede-rek tashih veya tasdikini temin ediyorlardı.[129]
a) Muaz b. Cebel bir vazife ile Yemen1 e gönderilirken Hz. Pey-gamber'in suali üzerine kitap ve sünnette bulamadığı hükümleri ictihadıyle elde edeceğini söylemiş ye Rasûl un müsaadesine hatta hoşnutluğuna mazhar olmuştu.[130]
b) Ahzâb Muharebesi irin akabinde (5/627) Rasûlullah: «Hiçbir kimse Benu Kurayza ya varmadan ikindi namazını kılmasın.» diye ilan ettirmişti. Hedefe yarılamadan ikindi namazının vakti daralmca sefere iştirak eden ashâb iki kısma ayrılmış; bir kısmı «bu sözden maksad oraya bir an önce yetişmemizdir; yoksa ikindi namazının vakti içinde kılınmaması değildir» diyerek sözün mana ve maksadını nazar-ı itibâra almış ve ikindiyi zamanı içinde yolda kılmışlar, diğer grup ise lafza uyarak «oraya varılmadan ikindinin kılınmaması emredildi, vakit çıksa bile biz yolda kılmayız» demiş buna göre hareket etmişlerdi. Bilâhare bunu Rasûlullah'a arzettiler, O, her iki grubun da görüşünü hoş karşıladı.[131]
c) Yolculukta su bulamayan iki sahâbî teyemmüm ederek namazlarını kıldılar; biraz gidince su buldular, birisi abdest alıp namazı yemden kıldı. Diğeri yeniden kılmadı. Sonradan durumu Resûlullah'a bildirince şöyle buyurdu: «Sen iki defa sevap aldın; senin de yaptığın sünnete uygundur ve kıldığın (tek) namaz sana kâfidir.»[132]
d) Beni Kurayza, Ahzab savaşında müslümanlara hıyanet etmiş ve anlaşmayı bozmuşlardı. Savaştan sonra müslümanlar duruma hâkim oldular, Beni Kurayza kendilerine yapılacak uamele konusunda Sa'd b. Muaz'ı hakem kıldılar. Sa'd, «eli silah tutan erkeklerin katledilmesine, kadın ve çocuklarının ise esir edilmelerine hükmetti, bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) «onlar hakkında Allah'ın hükmü ile hüküm verdin» buyurdu.[133] Sa'd bu hükümde kıyas içtihadım kullanmış, hıyanet eden ve antlaşmayı bozanların fiilini, devlete başkaldıran asîlere, yahut savaş esirlerine kıyas etmiştir.
e) Bir seferde Ammâr b. Yâsir ihtilâm olmuş ve uyanınca bütün vücudunu toprak üzerinden geçirmek suretiyle teyemmüm etmiş ve namazını kılmıştı. Beraberinde bulunan Ömer ise bu şekilde teyemmüm etmemiş ve namazını da kılamamıştı. Seferden dönünce durumu Rasûlullah'a anlattılar, Peygamberimiz dirseklere kadar ellerin ve kolların, çene altına kadar yüzün toprakla meshedilmesi şeklinde yapılan teyemmümün yeterli olduğunu, toprakta yuvarlanmaya gerek bulunmadığım ifade buyurdular.[134] Bu ictihadda Ammâr, teyemmümü su ile yıkanmaya benzetmiş (kıyas etmiş) ve bütün vücudu kaplaması gerektiğine hükmetmişti. Ömer (r.a.) ise «kadınlara dokunmuş ve su bulamamış iseniz temiz toprakla teyemmüm edin» mealindeki âyeti (Maide: 5/6) cinsî birleşme durumuna varmadan okşama olarak anlamış ve cünüb olan için teyemmümün yeterli olmayacağına, yıkanmanın gerekli bulunduğuna hükmetmişti.
f) Bir seferde Ammar b. As ihtilâm olduğu için teyemmüm etmiş ve komutan sıfatıyle cemaate imam olarak namaz kıldırmıştı. Seferden dönünce hadiseyi Hz. Peygambere aktardılar, teyemmümünü uygun buldu, fakat imam olmasını hoş karşılamadı. Bu ictihadda Amr, tek başına olanın halini imamın hali ile bir tutmuş, Hz. Peygamber ise bu kıyasın uygun olmadığına işaret buyurmuşlardır.[135]
g) Sahabeden Ebû-Said el-Hudrî bir görev yolculuğunda, akrep sokmuş bir müşriki Fatiha sûresini okuyup üfleyerek tedavi etmiş ve karşılığında birkaç koyun almıştı. Yol arkadaşlarından bir kısmı bunun caiz olup olmadığı konusunda tereddüt geçirmişler ve dönünce Rasûlullah'a sormuşlardı; Peygamberimiz bunu tasvib ettiler.[136]
Hz. Ali Yemen'de iken kendisine bir çocuğun babası olduklarını iddia eden üç kişi gelmişti. Hz.AIi aralarından birisini seçmek üzere kuraya müracaat etti, çocuğu kurayı kazanana verdi, diğer ikisine de çocuğu alanın üçte iki diyet miktarı ödemesine hükmetti. Bu hüküm Hz. Peygamber'e iletildiği zaman çok memnun olmuş ve gülmüşlerdir.[137]
Bunlar ve benzeri örneklerle vardığımız neticeye göre Rasûlullah hayatta iken gerek kendileri ve gerekse izinleriyle ashabı tarafından ietihad hareketi başlatılmış, Şâri'in kontrolü altında yürütülmüş, müessese olarak Allah ve rasûlünün tasdikine bağlı olmuştur. [138]
Rasûlullah'ın yaşadığı Fıkıh Devresi, Mekke ve Medine dönemlerine ayrılır. Birinci dönemde inanç, düşünce ve ahlâk prensiplerine daha çok önem verilmiş, gelen ayetlerin çoğu bu konularla ilgili olmuştur. Pıkh'ın gerek ibadet ve gerekse hukuk kısımlarını konu alan ayetler ise daha azdır. Hicretten önce olup Mekke dönemine ait bulunan, fakat hangi yılda konduğu belli olmayartbaş-lıca hükümler şunlardır:
1. Daha önce araplar arasında yaygın bulunan «kız çocuklarını öldürme» âdetinin kesin olarak yasaklanması.[139]
2. Allah adına hüküm uydurarak kendilerine yasak ettikleri temiz yiyeceklerin helal kılınması.[140]
3. Şu ayetlerin ihtiva ettiği hükümler:
«De ki: Bana vahyolunanda (Kur'an'da), onu yiyecek kimse için leş veya akıtılmış kan, yahut domuz eti —ki pisliğin ta kendisidir— ya da Allah'tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka haram edilmiş bir şey bulamıyorum. Ama kim çaresiz (darda) kalırsa hakka tecavüz etmemek ve sınırını aşmamak üzere (bunlardan yiyebilir) çünkü Rabbin bağışlayan ve esirgeyendir.»[141]
«De ki: Geliniz Rabbinizin size neyi haram kıldığını okuyayım: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin; sizin de onların derızkını biz veririz. Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve haksız yere Allah'ın yasakladığı cana kıymayın. İşte şu size anlatılanları Allah (emir ve) tavsiye etti. Umulur ki düşünüp anlarsınız. Erginlik çağına erişinceye kadar yetimin malına, sadece en güzel bir maksatla yaklaşın; ölçü ve tartıyı düzgün yapın. Biz herkese ancak gücünün yettiği kadarını yükleriz. Söz söylediğiniz zaman, yakınlarınız dahi olsa adaleti gözetin; Allah'a verdiğiniz sözü tutun. îşte Allah size iyice düşünesiniz diye bunları emretti.»[142]
«Üzerine Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin; çünkü onu yemek günahtır...»[143]
Mekke dönemine ait olup tarihi bilinen hükümler de vardır: [144]
Beş vakit namaz farz kılınmadan önce Peygamberimiz (s.a.v), peygamberlik geldiği günlerden itibaren sabah ve akşam olmak üzere günde iki vakit namaz kılmıştır. Bu arada kendisine gece namazı da farz kılınmış, sonra bu namaz gecenin üçte biri kadar bir müddete indirilmiştir. Garanik hadisesi bazılarınca yanlış anlaşılmış ve nakledilmiş olmakla beraber, Kur'ân-ı Kerim'in bazı ayetleri okununca secde etmenin, hicretten önce gerekli kılındığını göstermektedir. Hz. Aişe'den nakledilen «Farz namazlar önce ikişer rek'at şeklinde farz kılındı, sonra yolcunun namazında bu sayı değiştirilmedi, yolcu olmayanın namazında ise —ikişer rek'at— arttırıldı.»[145] şeklindeki rivayet de namazın hicretten önce, azdan çoğa doğru arttırılarak farz kılındığına delalet etmektedir.[146]
Beş vakit namazın miraç hadisesi ile birlikte farz kılındığında ittifak vardır. Miraç da hicretten bir yıl önce vaki olduğuna göre bütün müslümanlann kılmakla yükümlü bulundukları beş vakit namazın hicretten bir yıl önce farz kılındığı ortaya çıkmaktadır.
Miraç gecesini takip eden günlerde Cebrail gelip Hz. Peygamber ile'birlikte bir gün beş vakit namazı ilk vakitlerinde, ikinci gün ise son vakitlerinde kılmış ve böylece namazların vakitlerinin başlangıç ve sonunu açıklamıştır.[147]
Araplarda, îslamdan önce de cünüplükten dolayı yıkanma adeti vardı. Mekke döneminde namaz farz kılınınca cünüp olanların yıkanmadıkça namaz kılamıyacakları bildirildi ve Peygamberimizin fiili ile guslün şekli öğrenildi. «îyice temizlenmiş olmayanlar ona (Kur'ân'a) dokunamaz.»[148] mealindeki ayet de Mekke'de nazil olmuştur ye burada geçen «iyice temizlenmekten maksat» gusüldür. Hz. Ömer'in müslüman olması olayında kızkardeşi, gusül etmedikçe Kur'ân sayfasına dokunmasına izin vermemişti; bu olay da guslün Mekke dönemine ait olduğunu göstermektedir.
Abdestin hangi dönemde farz kılındığı konusunda iki görüş vardır. Ibn Abdilberr'e göre Peygamberimiz hiçbir zaman abdest-siz namaz kılmamıştır; şu halde namaz gibi abdest de Mekke döneminde gerekli kılınmıştır. Ibn Hazm'e göre abdest Medine'de farz kılınmıştır; çünkü abdesti ve teyemmümü anlatan âyetin Medine'de nazil olduğu kesin olarak bilinmektedir. Buna karşı bazı hadislerde, daha Mekke döneminde iken abdestten bahsedildiği ileri sürülmüş[149] bazıları da abdestin Mekke döneminde teşvik edildiğini (mendub olduğunu) Medine'de ise farz kılındığı ileri sürerek bu iki görüşü uzlaştırma yoluna gitmişlerdir, ileride gelişinden bahsedilecek olan abdest ve teyemmüm ayetinin meali şöyledir: «Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi ve başlarınıza meshedip, topuklara kadar ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp oldunuz ise boy abdesti alın. Hasta, yahut yolculuk halinde bulunursanız, yahut biriniz tuvaletten gelirse, yahut da kadınlara dokunmuşsanız (cinsî temas yapmışsanız) ve bu hallerde su bulamamışsamz te-nıız toprak ile teyemmüm edin de yüzünüzü ve (dirseklere kadar) ellerinizi onunla mesnedin...»[150] Bu âyet Medine'de nazil olmuştur;ancak bu vakıa, abdest ve gusülün de Medine de farz kılındığını göstermez. Yukarıda geçen deliller bu iki ibadet hazırlığının Mekke döneminde de mevcudiyetini gösterdiğine göre burada zikredilmelerinin sebebi, bilinen abdest ve gusülün sebeplerini toplu olarak bildirmek ve Medine'de bu ayet ile bildirilen teyemmümün __sebebi ne olursa olsun— hem abdest, hem de gusül yerine geçtiğini anlatmaktır.
«Giysilerini teiniz tut»[151] mealindeki ayet namaz kılabilmek için elbiselerin necaset sayılan şeylerden temizlenmiş bulunması grektiğini ifade etmektedir ve Mekke'de nazil olmuştur. Yine Mekke döneminde Hz. Peygamber Kabe Mescidinde namaz kılarken müşrikler tarafından üzerine hayvan işkembesinin pisliği atılmış, sonra Hz. Fatıma gelip bunu temizlemişti. Şu halde necasetten taharet Mekke döneminde farz kılınmış bir ibadet hazırlığıdır. [152]
Müslümanlar Medine'ye hicret etmeye başlayınca Hz. Peygamber (s.a.v.), ensara islâm'ı öğretmesi için Mus'ab b. Umeyr'i görevlendirmiş, Mus'ab'm talebi üzerine de cuma namazım kıldırması için izin vermişti. Kendileri henüz Medine'ye hicret etmeden burada cuma namazı kılındığı için bu ibadetin başlangıcı da Mekke dönemine Taslamaktadır. [153]
Hz. Peygamber Medine'ye hicret edince ilk hutbesini Kubâ Mescidinde (bir rivayete göre de Medine'deki Peygamber Mescidinde îrad buyurmuş ve bundan sonra hutbe, cuma vb. namazların bir parçası haline gelmiştir.[154]
Medine'de hicretten hemen sonra müslümanlan beş vakit namaza davet etmek için bir çare aranmış, Rasûlullah (s.a.v.) ashabı ile bu konuyu istişare etmiştir. Hristiyanlar gibi çan çalınması, yahudiler gibi boru öttürülmesi, ateş yakılması vb. vasıtalar teklif edilmiş ise de Peygamberimiz bunları beğenmemiş ve meclis dağılmıştır. Hazrec kabilesinden Abdullah b. Zeyd isimli zat rüyasında bir kişinin ezan okuyarak namaza davet ettiğini ve kamet getirerek de cemaate çağırdığını görmüş, uyanınca rüyasını Rasûlullah'a anlatmıştır. Rasûlullah «Bu ilâhî bir rüyadır» buyurduktan sonra sesi müsait olan Bilâl'e emretmiş, Bilâl'in Peygamber Mescidine yakın yüksekçe bir evin üstünde başlattığı ezan-ı Muhammedi, kıyamete kadar, dalga dalga dünyaya yayılmak üzere güzel bir sünnet ve şiar olmuştur, ilk ezam duyunca koşarak gelen Hz. Ömer de aynı rüyayı gördüğünü ifade etmiştir.[155]
Cahiliye devrinden bahsederken yaptıkları evlenme akdi çeşitlerine de temas etmiştik.Islâm dini bunlar içinden bugün bildiğimiz evlenme akdi şeklini ibka etmiş ve gerekli ıslâhatı yapmıştır. Hicretin birinci yılında Abdurrahman b.Avf evlendiği zaman Peygamberimiz kendisine «Eşine mehir olarak ne verdin» diye sormuş, o da «Bir çekirdek altın» demiştir (bir gramdan biraz fazladır). Peygamberimiz bu cevabı aldıktan sonra «Bir koyun keserek bile olsa bir de ziyafet ver» buyurmuştur.[156]
Mehir, düğün ve ziyafet gibi unsurlar ile başlayan aile müessesesinin kuruluşu ve ıslâhı, çeşitli zamanlarda gelen «eş sayısının sınırlandırılması, karşılıklı hakların tesbiti, anlaşmazlıkların çözümü» gibi hükümlerle tamamlanarak devam etmiştir. [157]
Müslümanlar önce Habeşistan'a, sonra da Medine'ye hicret ettikleri halde Mekkeli müşriklerin zulmünden kurtulamamıştıar, bilhassa Mekke'de kalan kadın, çocuk ve yaşlılar, çeşitli tazyik ve işkencelere maruz kalmışlardı. Müşrikler bununla da yetinmiyor, İslâm'ın yayılmasını önlemek için ellerinden geleni geri koymuyorlardı. Böylece zulmü ortadan kaldırmak, din ve vicdan hürriyetini sağlamak için düşmanın saldırısına karşı koymak kaçınılmaz hale gelmiş, ashab da bunu ısrarla taleb eder olmuştu. Allah Teâlâ: «Kendilerine karşı savaş açılanlara, zulme uğramış olmaları sebebiyle —mukabele etme konusunda— izin verildi, şüphe yok ki Allah onlara yardım etmeye hakkıyla kadirdir.»[158] buyurarak müslümanlarm savaşmalarına izin verdi. Daha sonra gelen ayetler savaşın amacına da ışık tutuyordu: «Fitne tamamen yok oluncaya ve din de yalnızca Allah için (benimsenir) oluncaya kadar onlarla savaşın. Fitne çıkarmadan vazgeçerlerse, zalimler ve aşırı gidenler hariç, saldırma ve düşmanlık yoktur. Haram aya karşılık haram aydır.îşlenen suçlara karşılık da kısas vardır. Kim size saldırırsa siz de ona misilleme ölçüsünde saldırın. Allah'tan korkun; biliniz ki Allah sakınanlarla beraberdir.»[159]
«Size ne oldu da Allah yolunda ve "Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan ve şehirlerden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize kalından bir yardımcı yolla" diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?»[160]
Bu izinle başlayan cihad, gerekçesi bulundukça kıyamete kadar sürmek üzere meşru kılınmış, Peygamberimiz on yıllık Medine hayatında yirmi beş civarında büyük, küçük gaza yapmıştır. [161]
«İnsanlardan alırken ölçüp tarttıklarında tam, onlara vermek için ölçüp tarttıklarında ise noksan yapan hilekârlara yazıklar olsun!»[162] mealindeki ayetler, çoğunluğa göre Mekke'de, bazılarına göre ise Medine'de nazil olmuştur ve bu ayetleri ihtiva eden süre, Medine'de gelen ilk süredir. Bu rivayete göre belediye nizamının temeli de Medine'de ilk yıldan itibaren atılmış olmaktadır. [163]
Daha önceki ümmetlere de farz kılındığı Kur'ân-ı Kerim1 de bildirilmiş olan Ramazan orucu, muhtemelen Hz. İsmail ve babası İbrahim şeriatinden kalmış bir gelenek olarak araplarca tanınır, bazı kimseler bu ayda oruç tutarlardı. Peygamberimiz de bu ayda Hira dağına çekilir, burada ibadet ve tefekkür ile meşgul olurdu. Nitekim böyle bir ramazan ayında kendisine ilk vahiy gelmiş ve Kur'ân-ı Kerim'in nüzulü başlamıştı. Medine'ye hicret edince, burada yahudilerin Aşura orucu tuttuklarım gören Rasûlullah, «biz bunu tutmaya onlardan daha lâyıkız» buyurarak mezkûr orucu vacib kılmıştı. Sonra aşağıdaki ayetler gelerek Ramazan orucunu müslümanlara farz kıldı ve aşura orucu mecburiyetini kaldırdı: «Ey iman edenler! Sizden Öncekilere yazıldığı gibi oruç size de yazıldı (farz kılındı); umulur ki korunursunuz. Oruç size sayılı günler olarak yazıldı. Sizden her kim hasta, yahut yolcu olursa, tutamadığı günler kadar diğer günlerde oruç tutar... Ramazan ayı, insanlara yol gösterici ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'ân kendisinde indirilen aydır. Sizden her kim hilali görürse oruç tutsun...»[164]
Medine'de halkın eğlenip neşelendiği iki günleri vardı. Peygamberimiz burayı teşrif ettikten sonra «Allah bunların yerine size daha iyi ikisini verdi; fıtır bayramı ve kurban bayramı» buyurarak bu iki bayramı koydu ve halka bayram namazlarını kıldırdı.[165]
Ramazan ve bayramda fakirleri sevindirmek ve geçimlerine katkıda bulunmak üzere —ülkemizde fitre diye bilinen— fıtır sadakası yine aynı yılda Peygamberimiz tarafından konmuştur. [166]
Peygamberimiz namazgahta, halka kurban bayramı namazını kıldırdıktan sonra hazırladığı iki boynuzlu koçun birisini kendisi ve ailesi için, diğerim de ümmeti için kurban etti, sonra da «Allah'ım bu sendendir ve sanadır» dedi.[167] Hz. İbrahim'in geçirdiği büyük imtihandan sonra Allah'ın lütfettiği koç kurbanını da hatırlatan bu ibadet böylece İslâm'da devam etmiş oluyordu. [168]
Îbnu'1-Esir, zekâtın hicrî dokuzuncu yılda farz kılındığını kesin olarak ifade etmiştir. Ancak daha hicrî beşinci yılda Peygamberimize gelen Dımam b. Sa'lebe «(Bu sadakayı) zenginlerimizden alıp fakirlerimize dağıtmanı sana Allah mı emretti?» sorusu ile zekattan bahsettiğine göre bu ibadetin daha önce farz kılındığı anlaşılmaktadır. Ibnu'l-Esir'in bahsettiği olay, muhtemelen memurlar tayin edilerek zekâtın devlet tarafından toplanmaya ve dağılmaya başlanmasıdır.[169] Kays b. Sa'd «Rasûlullah bize, zekât âyeti inmeden önce fitır sadakasını emretti» demiştir. Kastedilen ayet ise «Mallarından, onları temizleyeceğin ve ruhlarını yücelteceğin bir sadaka (zekât) al» mealindedir.[170]
Müslümanlar Mekke döneminde namaz kılarken Kudüs'teki Beyt-i Makdis'e yöneliyor, Kabe'yi de önlerine aldıkları için aynı zamanda hem Kabe'ye, hem de Beyt-i Makdis'e dönerek namaz kılmış oluyorlardı. Medine'ye hicret edince bu imkan ortadan kalktı ve yalnızca Beyt-i Makdis'e yönelerek namazlarını kıldılar. Araplar yıllardan beri Kabe'yi mukaddes biliyor, oraya hürmet ediyorlardı, namazda da oraya yönelmek isterlerdi. Ancak ilk kıbleye yönelerek namaz kılmanın da hikmetleri vardı; bir yandan içi henüz putlarla dolu olan Kabe'ye ibadette yönelmemek suretiyletevhid korunuyor, müşrik araplara muhalefet edilmiş oluyor, diğer yandan yahudüerin gönlü İslâm'a ısındırılıyordu. Bu geçici hikmetlerin müddeti dolunca müslümanlar alıştırılarak Kabe'ye yöneltildiler; önce «Doğu da Batı da Allah'ındır. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (zatı) oradadır...»[171] buyurularak şuraya veya buraya yönelmenin bir sembol olduğu, gönüllerin yöneldiği varlığın bir tek olup asla değişmediği anlatılmış oldu, sonra da «Biz senin yüzünün göğe doğu çevrilmekte olduğunu görüyoruz. Hemen seni, hoşnut kalacağın bir kıbleye doğru döndürüyoruz; yüzünü artık Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey müslümanlar) siz de nerede olursanız olun, yüzlerinizi o tarafa çevirin...» buyurularak müslümanlarm ebedî kıbleleri belirlenmiş oldu. Bu olay hicrî ikinci yılın Receb ayında vukubulmuştur.[172]
islâm'dan önce araplar savaşta ve talanda elde ettiklerini güç ve soy esasına göre dağıtırlar, aslan payım da kabile reisleri alırdı, islâm savaşın sebeplerini makul ve ebedî boyutlara indirdiği gibi savaş ganimetlerine de adil bir şekilde paylaşma esasını getirdi. Hicretin birinci yılında sınır boylarına gönderilen ilk akıncı grubu, Abdullah b. Cahş'm grubu idi. Akıncılar bu hareket esnasında ganimet elde etmişler ve komutan Abdullah ganimeti beşe ayırmış, beşte birini Rasûlullah'a getirmiş, geri kalan kısmını gazilere eşit olarak paylaştırmıştı. İkinci yıl Bedir savaşında gelen ayet, Abdullah'ın bu içtihadını tasvib ediyor ve ilk düzenlemeyi yapıyordu: «Eğer Allah'a ve hak ile batılın ayrıldığı gün, iki ordunun birbiri ile karşılaştığı (Bedir) günü kulumuza gönderdiğimiz şeye iman ediyorsanız, bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a, Rasûlüne, O'nun akrabasına, yetimlere, yoksullara ve (yolda kalmış) yolculara aittir. Allah her şeye hak-kıyle kadirdir.»[173]
Enfâl sûresinin başında «Allah ve Rasûlüne ait» olduğu bildirilen «enfali» de müfessirlerin çoğu, ganimet manasına almışlardır. Şu halde önce her şey gibi ganimetin de Allah ve Rasûlüne ait olduğu bildirilmiş, sonra da yine Allah'ın iradesi ve Rasûlününrızası ile bunun nasıl dağıtılacağı açıklanmış olmaktadır. Buna göre ganimetin beşte dördü gazilere dağıtılmakta, beşte biri de yine beş kısma ayrılarak ayette sayılan sınıflara verilmektedir. Allah ve Rasûlüne ait olan kısım Rasûlullah tarafından alınır ve pek azı ailesine, çoğu ise muhtaç müslümanlarm ihtiyaçlarına sarfedilirdi. Rasûlullah'm akrabasına ayrılan hisse (beşte birin beşte biri) mahrum edildikleri zekâtın bedeli idi. Bilindiği üzere O'nun yakınlarının —muhtaç olsalar dahi— zekat almaları caiz değildir.
Hicrî ikinci yılda vukubulan Bedir savaşı ile başlayan savaş hükümleri Uhud ve onu takip eden diğer savaşlarda tamamlanarak devam etmiş ve bu hükümler mükemmel bir Devletler Huku-ku'na temel teşkil etmiştir. [174]
İslâm'dan önce araplar kızçocuklarına mirastan hisse vermezlerdi, miras erkek çocuklara kalırdı, bunun dışında mal bırakılmak istenen kimseler için vasiyet edilirdi. Buharînin İbn Abbas'tan şu rivayeti miras hukukunun tarihine de ışık tutmaktadır: «Mal erkek çocuğa ait idi, ana-babaya vasiyet yoluyla mal bırakılırdı, Allah Teâlâ bu uygulamadan dilediği kısmı neshede-rek kaldırdı, erkeğe iki kadın hissesi kadar verdi, ana-babadan her birine altıda bir ve —bazı durumlarda- anaya üçte bir verdi, karıya sekizde veya dörtte bir, kocaya ise yarı veya dörtte bir verdi.»[175] Buharî'nin bahsettiği değişlik şöyle gerçekleşti: Hicrî üçüncü yılda, Uhud savaşından sonra, ensârdan Sa'd b. er-Rabi'nin eşi Peygamberimize gelerek «Ya Rasûlallah şu iki kız, Uhud'da sizin maiyetinizde şehit olan Sa'd'in kızlarıdır, amcaları bu ikisinin malını ellerinden aldı?» dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.): «Bu konuda Allah hükmünü verecektir.» buyurdu. Bunun üzerine «Allah çocuklarınız —in mirası hakkında— size şunu emir ve tavsiye eder...»[176] mealindeki uzun miras âyetleri geldi. Peygamberimiz çocukların amcalarına birini gönderip çağırttı ve kendisine şöylebuyurdu: «Sa'd'in iki kızma mirasın üçte ikisini ver, analarına sekizde bir ver, geri kalan mal da senin hakkmdır.»[177]
Miras hukukunun büyük bölümü bu âyetlere dayanmaktadır. Geri kalan hükümleri de,daha sonra gelen birkaç âyet ile hadisler ve ictihad tamamlamıştır. [178]
Bu yıl içinde boşama hükümleri konmuş ve «Talak» ismini taşıyan sûre inmiştir: «Ey Peygamber! Kadınları boşamak istediğiniz zaman onları iddetleri içinde (iddetlerini gözeterek) boşayın ve iddeti iyi hesap edin. Rabbiniz Allah'tan korkun. Apaçık bir hayasızlık yapmadıkça onları evlerinden çıkarmayın, onlar da çıkmasınlar...»[179] Hz. Peygamber (s.a.v.)'in eşi Hafsa'yı boşaması, sonra da Cebrail'in bırakmamasını tavsiye etmesi üzerine geri dönmesi (rec'at) bu sûrenin nüzul sebebi olarak gösterilmiştir.[180] Daha sonra diğer sûrelerde ve hadislerde boşama ile ilgili birçok hüküm gelmiş, Allah'ın sevmediği, fakat zaruret halinde başvurulması gereken bu tasarruf detaylarıyle anlatılmıştır. [181]
Nisa sûresinin 101-103. âyetleri yolculukta ve savaş vb. hallerde namazla ilgili kolaylıklar getirmektedir: «Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, kâfirlerin size kötülük etmelerinden çekinirse-niz, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur. Şüphesiz kafirler sizin apaçık düşmanınızdır. Sen de içlerinde bulunup (tehlikeli durumlarda) onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir kısmı seninle beraber namaza dursunlar, silahlarını (yanlarına) alsınlar, böylece (namazı kılıp) secde etliklerinde, (diğerleri) arkanızda olsunlar. Sonra henüz namazlarını kılmamış olan (bu) diğer grup gelip seninle beraber namazlarını kılsınlar ve onlar da ihtiyat tedbirlerini ve silahlarını alsınlar. O kafirler arzu derler ki, siz silahlarınızdan ve eşyanızdan gafil olsanız da üstünüze birden çullansalar (baskın yapsalar). Eğer size yağmurdan bir eziyet olur, yahut hastalanırsanız silahlarınızı bırakmanızda size günah yoktur. Yine de tedbirinizi alın. Şüphesiz Allah, kâfirler için alçaltıcı bir azab hazırlamıştır. Namazı bitirince de ayakta, otururken ve yanınız üzerine yatarken Allah'ı anın. Huzura kavuşunca da namazı dostogru kılın, çünkü namaz, mü'minler üzerine, vakitleri belli bir farzdır.»
Hadisler ve uygulama, yolculuk vb. durumlarda namazın, dört rek'atlı farzlarının ikiye indirilerek kılınmaları ruhsatının, korku ve tehlikeli durumlara bağlı olmadığını, normal yolculuklarda da bu kolaylığın söz konusu olduğunu ortaya koymuştur. Namazların yolculuk vb. hallerde kısaltılması ruhsatının, hicrî ikinci yılda vukubulduğunu ileri sürenler bulunduğu gibi, bu tarihe kadar dört rek'athlarm iki olduğunu, bu tarihten itibaren, hazarda ve normal hallerde dörde çıktığım, sefer vb. durumlarda ise iki olarak devam ettiğini kabul edenler de olmuştur. [182]
Yahudi bir erkek, yine yahudî bir kadınla zina ederken yakalanmış ve Hz. Peygamber'e getirilmişlerdi. Peygamberimiz suçlulara, kendi dinlerine göre cezalarının ne olduğunu sormuş, onların yalan söylemeleri üzerine Abdullah b. Selâm'ın yardımı ile Tevrat'ta mevcut recm hükmünü bulmuş ve suçlulara uygulamıştı. Aynı hüküm, sünnete dayalı icmâ ile islâm'a da intikal etmiş ve bu suçu işleyen evli şahıslara uygulanmıştır.[183]
Hz. Peygamber (s.a.v.) hicretin ilk yılında muhacirlere, Medine evlerim ıkta eylemiş; yani başkanlık sıfatına dayanarak bedelsiz tahsis eylemişti; fakat bu ikta, evin mülkiyetini değil, intifa hakkını vermekten ibadet idi. Dördüncü yılda ez-Zübeyr b. el-Avvâm'a vererek başlattığı toprak ıktaı ise mülkiyeti intikal ettiren bir iktadır. Nitekim Hz. Esma'nm, Buharî'de yer alan «Zübeyr'in arazisinden —ki bunu ona Rasûlullah ikta eylemişti—hayvan yemi hurma çekirdeği taşırdım...»[184] şeklindeki ifadesi de arazinin ona intikal ettiğini göstermektedir.
4. Teyemmüm ile ilgili tamamlayıcı hükümler ve ay tutulması sebebiyle namaz da dördüncü yılda meşru kılman ahkâm arasındadır. [185]
Kadınların namuslarına dil uzatılmasını engellemek maksadına yönelik «iftira cezası» yine bu yıl, Hz.Âişe'ye yöneltilen bir iftira sebebiyle vazedilmiştir.[186] Bu cezayı getiren ayetin meali şöyledir: «Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup, sonra (isbat için) dört şahit getiremiyenlere seksener sopa vurun ve artık onların şahitliğini hiçbir zaman kabul etmeyin...»[187]
Enes b. Mâlik, Hz. Peygambere on yıl hizmet etme saadetine ermiş bir sahabî olarak «örtü ve perde arkasında bulunma âyetinin gelmesini ve buna sebeb olan hadiseyi en iyi ben bilirim» diye başladığı bir hadiste olayı detaylarıyle anlatmıştır: Hz. Peygamber (s.a.v.) Zeyneb b. Cahş ile evlendiklerinde davetli ashab, zifaf yapılacak odada, uzun boylu kalmışlar, Peygamberimiz de bundan rahatsız olmuş, hatta birkaç kere çıkıp girerek oradakilerin artık gitmelerini ima etmişti. Daha önce de Hz. Ömer'in, örtünme konusu ile ilgili teklifleri olmuştu.[188] Buna son olay da eklenince —ilahî plandaki zaman gelmiş olduğu için— şu mealdeki ayet nazil oldu: «Ey iman edenler! Siz zamanını gözetlemeksizin, bir yemeğe davet edilmedikçe Peygamberin evlerine girmeyin. Ancak davet edildiğiniz vakit girin. Yemeği yediğinizde hemen dağdın, konuşmaya dalmayın. Çünkü bu davranışınız Peygamberi üzüyor, fakat o (bunu size söylemekten) utanıyordu. Ama Allah, gerçeği söylemekten çekinmez. Peygamberin hanımlarından birşey istediğiniz zaman perde (hicab) arkasından isleyin. Bu, hem sizin kalbleriniz, hem de onların kalbleri için daha temiz bir davranıştır. Sizin, Allah'ın Rasûlünü üzmeniz ve kendisinden sonra onun hanımları ile evlenmeniz asla caiz olamaz; çünkü bu, Allah katında büyük bir günahtır.[189]
Âyette iki önemli hüküm vardır: 1. Başkalarının evine davetsiz ve izinsiz girmemek, 2. Hz. Peygamberin hanımları ile perde arkasından görüşmek. Bunlardan birincisi «isti'zan», ikincisi de «hicab» terimleri ile meşhur olmuştur.
Rasûlullah (s.a.v.)'in eşleri, mü'minlerin anneleridir.[190] Soy ve doğum bağına dayanmasa bile anne annedir; anne ile evladı arasında düşünülebilecek kötü (şehevî) duygu, yabancılar arasında olandan daha ağır ve çirkin olduğu için Allah Teâlâ, hem O'nun eşlerini, hem de mü'minleri korumak için —Hz. Peygamber İn hanımlarına mahsus olmak üzere— hicab emrini göndermiş, gerektiğinde konuşmanın perde arkasından olmasını istemiştir. Sefer sırasında da onlar için, develer üzerine küçük evcikler (mahfeler) yapılır, böylece perde emrine uyulurdu. Aynı yıl, diğer mü'min kadınlar için de örtünme emri gelmiştir.[191] Buna göre mü'min kadınlar, ihtiyaç gereği açılan el, yüz ve ayakları dışında kalan yerlerini, uygun giysilerle örteceklerdir.
İstizan emri de yalnızca Hz. Peygamber'in hanelerine mahsus olarak kalmamış, bütün evlere teşmil edilmiştir: «Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere, geldiğinizi farkettirip (izin alıp) ev halkına selam vermedikçe girmeyin. Bu sizin için daha iyidir; herhalde düşünüp anlarsınız. Orada kimseyi bulama-dınızsa size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Eğer size «geri dönün» denilirse (girmenize izin verilmezse) hemen dönün; çünkü bu, sizin için daha temiz bir davranıştır. Allah yaptığınızı bilir,»[192]
Hac ve umre ibadetleri, İslâm'dan önce de bilinen ve araplarca yapılan bir ibadet idi. Bu ibadetin Hz. İbrahim zamanına kadaruzandığını gösteren ayetler vardır: «Bir zamanlar ibrahim'e evin (Kabe'nin) yerini hazırlamış ve ona (şöyle demiştik): Bana hiçbir şeyi eş tutma; tavaf edenler, ayakta ibadet edenler, rüku ve secdeye varanlar için evimi temiz tut. İnsanlar için haccı ilân et ki, gerek yaya olarak ve gerekse, nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde, kendilerine ait bir takım faydaları yakinen görmeleri, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah'ın ismini anmaları (kurban kesmeleri) için sana (Kabe'ye) gelsinler. Artık ondan hem kendiniz y ey in, hem de yoksula, fakire yedirin. Sonra kirlerini gidersinler; adaklarını yerine getirsinler ve o eski evi tavaf etsinler»[193] Araplar, Hz. İbrahim'in öğrettiği hac ibadetini kısmen değiştirmişler; Arefe vakfesini, Safa ile Merve arasında Sa'yi terketmişler, hac aylarım da işlerine geldiği gibi ayarlamışlardı. Hicretin dördüncü yılında hac farz kılınmış olmasına rağmen Hz. Peygamber ancak onuncu yılda meşhur veda haccını ifa buyurmuşlardır. Bundan Önce altıncı yılda yapmak istedikleri umre, Mekkeli müşrikler tarafından engellenmiş, yapılan anlaşma gereğince ertesi yıl kaza edilmiştir. Haccm dördüncü yılda farz kılınmış olduğunu ortaya koyan delillerin en güçlüsü Dımâm b. Salebe hadisidir. Kabilesini temsilen Hz. Peygamber (s.a.v.)'e gelen bu zat, oldukça sert, açık ve samimi sorular sormuş, sonunda müslüman olmuştu. Bu sorular arasında, diğerleri yanında hac ibadeti de geçmektedir.[194] Dımam b. Sa'lebe'nin Medine'ye ne zaman geldiği konusunda iki rivayet vardır. Bunlardan birisi «onuncu yıl» dır. İbn Hacer, el-lsabe'de, İbn Sa'd'e dayanarak bunu tercih etmektedir.[195] Habuki İbn Sa'd, Ta-bakatinda, ibn Abbas'a dayanan bir senetle bu hadiseyi nakletmiş ve Dımamin «hicrî beşinci yılın Receb ayında geldiğini» açıkça ifade eylemiştir.[196] Bunu vakıdî de teyit etmektedir. Beşinci yılda, Dımâm ile Hz. Peygamber arasında geçen bir görüşmede hac ibâdeti zikredildiğine göre bunun daha önce farz kılınmış olması gerekmektedir ve dördüncü yılda farz kılındığı tesbiti güç kazanmaktadır. Daha sonra gelen ayetle [197]ve özellikle Rasûlullahin (s.a.v.) «Hac ibadetini benden öğrenin» diyerek ifâ buyurdukları hac ile bu ibadetin kaide ve hükümleri tamamlanmış, bozulan tarafları ıslah edilmiştir.[198]
Bu yıl içinde Hz. Peygamber, ashabı ile birlikte yağmur duası edip namaz kılmış, bunun üzerine Allah Teâlâ bol miktarda yağmur vermiştir.[199]
îlâ, kocanın karısına yaklaşmamak, onunla cinsî temasta bulunmamak üzere yemin etmesidir. Cahiliye devrinde araplar böyle yaparak kadınlara tahakküm eder, sonunda onları terkederlerdi; yani bu yemin de evlilik bağını çözen sebeplerden biri idi. «Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler dört ay beklerler; eğer (bu müddet içinde) kadınlarına dönerlerse şüphesiz Allah çokça bağışlayan ve esirgeyendir. Eğer boşamaya karar verirlerse Allah (her şeyi) işitir ve bilir.»[200] Duyurularak, önce bu yeminin doğrudan boşama meydana getirmediği, istenirse tekrar normal ilişkiye dönülüp keffaret verilebileceği ifade buyurulmuş, sonra da —bu yoldan kadına zulmedilmesin diye- dört ay yaklaşılmaması halinde evlilik bağının sona ereceği kaidesi getirilmiştir. [201]
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) ashabı ile beraber, hicrî altıncı yılda umre ibâdeti yapmak üzere Mekke'ye hareket etmişti. Mekke yakınlarındaki Hudeybiye mevkiinde Kureyş müşrikleri yolunu keserek Mekke'ye sokmayacaklarım söylemişlerdi. Arada elçiler gidip geldi, bir ara savaş ihtimali belirdiği için ashab Rasûlullah'a bağlılık sözü verdiler (bey'atu'r-rıdvan yapıldı), sonra, ilk bakışta müslümanlann aleyhine gibi gözüken, fakat sonraki gelişmelerin, isabetini ortaya koyduğu şartlar dahilinde bir anlaşmaya varıldı ve o yıl Medine'ye dönüldü. Bu hadise çerçevesinde, milletlerarası ilişkiler, harb ve sulh, müzakere usûlü vb. ile ilgili önemli kaideler konmuş, örnekler verilmiş oldu. [202]
Yine Hudeybiye olayı sebebiyle niyet ettikleri halde umreyi yapamadıkları için şu ayet nazil oluyor ve bu duruma düşenlerin ne yapmaları gerektiğini açıklıyordu: «Haccı ve umreyi Allah için tamam yapın. Eğer bunlardan alıkonursanız kolayınıza gelen kurbanı gönderin. Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin...»[203]
Alkollü içkilerin yasaklanması birden olmamış, bu köklü alışkanlığı arızasız olarak ortadan kaldırmak için «yasaklamayı za1-man içine yayma ve sindirme» metodu takip edilmiştir, ilk âyette hurma ve üzümün faydalarından bahsedilirken bunların sarhoş olmak için de kullanıldığı zikredilmiş,[204] ikinci ayette içki ve kumarın faydaları da bulunmakla beraber zararlarının daha büyük olduğu anlatılmış,[205] üçüncü ayette sarhoşların namaz kılmaları yasaklanmış,[206] konu ile ilgili son ayette ise alkollü içkiler ve şans oyunları kesin olarak yasaklanmıştır: «Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir, bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz.»[207]
Bu yasaklamanın tarihi konusunda çeşitli rivayetler ve tes-bitler vardır. Bunlardan birisi ve kuvvetli olanı da yasaklamanın Hudeybiye yalında olduğudur.[208]
Cahiliyye döneminde bir arap, karısına «senin sırtın bana, anamın sırtı gibi olsun» deyince kadın ona haram ve boş olur-du.Islâm'dan sonra, hicri altıncı yılda, Evs b. es-Sâmit, eşi Havle için bu tabiri kullanmış, Havle de Hz. Peygambere başvurmuştu. Rasûlullah (s.a.v.) muhtemelen Hz.İbrahim'den kalan bu uygulamayı onlar için de geçerli saymış, arkasından şu mealdeki âyet gelince taraflara yeni hükmü tebliğ etmiştir:[209] «Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikayette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah sizin konuşmanızı işitir; çünkü Allah işitendir, bilendir. İçinizden zıhar yapanların kadınları, onların anaları değildir, onların anaları, ancak kendilerini doğuran kadınlardır. Şüphesiz onlar çirkin bir söz ve yalan söylüyorlar ve şüphesiz Allah affedici, bağışlayıcıdır.»[210] Müteakip ayetlerde zıhar yapanların, tekrar normal evlilik hayatına dönmek istediklerinde «bir köle azad etmeleri, bunu yapmayanların iki ay aralıksız oruç tutmaları, bunu da yapamayanların altmış fakiri doyurmaları» keffaret olarak istenmiştir. [211]
Hayber'den elde edilen ganimet dağıtılınca Hz. Ömer, kendi hissesini, Allah rızası için vakfetmek üzere Rasûlullah ile istişare etti, Onun «istersen aslını bırakır, menfaatini tasadduk edersin»
buyurması üzerine Hz. Ömer, «satılmamak, hibe edilmemek, mirasçılara kalmamak üzere; fakirler, akraba, köleler, müsafııier ve yolcular için» bu değerli toprağı vakfetti. Rivayetlerden birine göre islâm'da ilk vakıf uygulaması bu olmuştur.[212]
Hicrî altıncı yıl ile yedinci yıl arasında Hz. Peygambere etraf kabilelerden bazı kimseler, müslüman olduk diyerek sığınmışlardı, zayıf oldukları için Medine sıtmasına yakalandılar, Hz. Peygamber de onları hem tedavi olsunlar, hem de beslensinler diye Medine haricinde, zekat develerinin bulunduğu yere gönderdi. Bu şahıslar orada iyileşip güç kazamnca irtidat ettiler, deve çobanlarını tüyler ürperten işkencelerle öldürdüler, develeri de alıp gittiler. Rasûlullah bunların peşinden takipçi birlik gönderdi, yakalanıp getirildiler, cezaları hakkında şu âyetler nazil oldu: «Allah ve Rasûlüne karşı savaşanların ve yeryüzünde düzeni bozmaya çalışanların cezası, ancak, ya acımadan öldürülmeleri, ya asılmaları, yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylığı-dır. Onlar için ahirette de büyük azab vardır,»[213]
Hz. Peygamber bu iğrenç nankörlüğü —ayetin öngördüğü şekilde— cezalandırmış, bu arada suçluların, çobanlara yaptıklarını da onlara uygulatmıştı. Bilâhare misilleme yoluyla da olsa işke-ce yasaklandığı için yalnızca belli cezalar kalmıştır. Buharî'nin bu olayı nakleden hadisinin ravisi Katâde, bu hususu şöyle açıklamaktadır: «Bu olaydan sonra Rasûlullah (s.a.v.)'m, devamlı olarak, fukaraya yardımı teşvik ettiği ve işkenceyi de yasakladığı haberi bize ulaştırılmıştır.[214]
Hayber savaşında ehlî eşeklerin azalması üzerine durumu Rasûlullah (s.a.v.)'e iletmişlerdi, O da ehlî eşek etinin yenmesini kesin olarak yasakladı.[215] Cahiliye devri arapları hemen bütün hayvanları yerlerdi. Bunlardan bir kısmını Kur'ân-ı Kerim, bir kısmım da (köpek dişi ile parçalayan etoburlar ile pençesiyle avlayan kuşlar vb.) sünnet yasaklamıştır. [216]
Cahiliye devrinde toprağı üç sıfatla işlemek ve ekmek mümkün oluyordu: sahibi olmak, menfaati bağışlanmış olmak, nakit karşılığında kiralamak, islâm bunlardan ilk ikisini ibka eyledi, üçüncü şekil üzerinde yasaklayıcı hadisler bulunduğu için görüş ayrılıkları vardır. Rasûlullah (s.a.v.)'in, Hayber fethinden sonra getirdiği yeni şekil «ortaklık»tır. Bu yeni uygulama gereği Hayber toprakları sahiplerinin ellerinde bırakılmış ve mahsulün yarısı kendilerine ait olmak üzere ortak ekip biçmeleri istenmiştir.[217]
Mekke ve Medine mukaddes, mübarek ve müstesna birer şehirdir. Bu iki şehre saygı gösterilmesi, bu şehirlere mahsus bazı dokunulmazlıklara rivayet edilmesi, Allah ve Rasûlü tarafından istenmiştir. Mekke'nin bu özelliğinin hem tarihini hem de manasını Buharî'nin bir rivayetinde açıkça görmek mümkündür: Muâviye ve oğlu Yezid zamanlarında Mekke valiliği yapan Amr b. Sa'îd (v. 70/690), Mekke'de düzeni sağlamak için birlikler gönderip dururken Ebû-Şurayh bu-gün ona şunları söylemişti: Ey vali! Bana izin ver de sana, Rasûlullah'm Mekke fethinin ertesi günü yaptığı, gözlerimle gördüğüm ve kulaklarımla işittiğim hitabeyi nakledeyim. Allah Rasûlü Rabbine hamdü senadan sonra şöyle buyurdu: «Şüphesiz Allah Mekke'yi dokunulmaz kıldı, fakat insanlar buna riayet etmediler. Allah'a ve ahiretgününe iman eden bir kimseye orada kan dökmek, oranın ağacını kesmek helal değildir. Eğer birisi çıkar da orada Allah Rasûlü'nün savaştığını öne sürerek kendisine destek ararsa ona şöyle deyin: Allah, Rasûlüne izm vermiştir, fakat size izin vermiyor, Allah orada bana, gündüzün kısa bir bölümünde izin verdi, bugün ise oranın dokunulmazlığı, dün olduğu gibidir, bunu burada olanlar, olmayanlara ulaştırsın.» Ravi Ebu Şurayh'm anlattığına göre vali Amr, kendisine şu mukabelede bulunmuş: «Ben bu hususu senden daha iyi biliyorum; Harem-i şerifin dokunulmazlığı vardır, fakat orası devlete îsyan edene, kan dökene, fesat çıkarana sığmak olamaz.»[218]
Sonradan müctehidler bu hadis ve anlayışlar üzerine yorumlar yapacaklar, bazıları ne sebeple olursa olsun Harem bölgesinde çatışma olamıyacağı, kısas cezası bile uygulanamıyacağı; buranın, iç ihtilaflar bakımından tarafsız ve askerden arındırılmış bir bölge olacağı görüşünü savunurken, bazıları başka çare bulunmaması halinde, oraya sığınan bazı suçluların cezalandırılmasının caiz olduğunu ileri süreceklerdir.[219]
Kısas ile ilgili ayetler [220]gereği Mekke'de Rasûlullah (s.a.v.), Hüzeyl kabilesinden bir şahsı, Süleym kabilesinden birisi öldürdüğü için kısas ile cezalandırmıştır. Fetih'ten sonra irad buyurdukları hutbede de şu ifadeye yer vermişlerdir: «Bir yakını öldürülen kişinin önünde iki seçenek vardır; ya kendisine tazminat ödenir, yahut da —bunu kabul etmezse— katil kısas olunur...»[221]
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.), alkollü içkilerin içilmesinin yasaklanmasından bir müddet önce şöyle buyurmuştu: «Ey insanlar! Allah, şarapla ilgili işaretlerde bulunuyor, umarını bu konuda âyetler gönderecektir, kimin yanında bundan bir miktar varsa hemen satsın ve bedelinden faydalansın.» Ravi Ebu Sa'id el-Hudrî ekliyor: «Allah şarabı (alkollü içkileri) kesin olarak yasakladı, bu ayeti duyan ve yanında bunlardan bulunan kimse ne içsin, ne de satsın.»
Alkollü içkilerin satımının yasaklanmasının tarihi konusunda iki hadis bilgi vermektedir. Bunlardan birincisi Câbir b. Abdullah'ın rivayet ettiği hadistir. Burada Câbir, Rasûlullah'ın, fetih yılı Mekke'de, şöyle buyurduğunu işittim diyor: «Allah ve Rasûlü, şarap, murdar et, domuz ve put satışını kesin olarak yasaklamışlardır.»
ikinci hadis, Hz. Aişe tarafından rivayet edilmektedir. Burada da Hz. Aişe, Bakara sûresinin sonlarındaki riba ile ilgili âyetler gelince Rasûlullah'ın Mescid'e çıktığını ve şarap ticaretini yasakladığını naklediyor.[222]
Bu hadisleri birlikte gözönüne alırsak, şarap ticaretinin yasaklanmasının fetih yılında olduğunu söylememiz gerekecektir; Ebu Said el-Hudri hadisinden, içme yasağı ile satış yasağının arka arkaya olduğunu anlamak da mümkündür; ancak diğer iki hadis tarih konusunda açık olduğu için, Ebû Said hadisini de bu çerçevede değerlendirmek gerekecektir. Buna göre Ebu Said birkaç yıl içinde gelen iki hükmü arka arkaya anlatmış olmaktadır. [223]
İslâm'da evlenme akdi, geçici bir zaman için, müddetli olarak değil, devamlı olmak üzere yapılır, ikinci bir tasarruf ile evlenme bağı çözülmedikçe akit taraflardan birinin ölümüne kadar devam eder.
Hayber savaşına kadar, savaş hali zaruri kıldığı için müslü-manlann, belli bir müddet için akit yaparak evlenmelerine de izin verilmişti. Mut'a nikâhı denilen bu nevi evlenme, nihâî hükme müslümanlarm intibaklarını kolaylaştırmak üzere, önce Hayber savaşında yasaklandı. Sonra bir müddet daha serbest bırakıldı ve Mekke'nin fethi seferinde kesin ve devamlı olmak üzere kaldıldi.[224]
Mekke fethi seferinde Mahzûm kabilesinden bir kadın hırsızlık yapmış, kadına hırsızlık cezasının uygulanma ihtimali Kureyş mensuplarının zoruna gitmiş ve çare aramaya koyulmuşlardı. Hz. Peygamber'in çok sevdiğini bildikleri Usâme b. Zeyd'i aracı kıldılar. Üsâme, Rasûlullah'tan, cezayı uygulamamasını isteyince, Allah Rasûlünün yüzü sararmış ve Üsâme'ye «Allah'ın koyduğu bir cezayı uygulamayayım diye aracılık mı ediyorsun» diyerek serzenişte bulunmuştur: «Sizden öncekilerin helak olup gitmelerine sebep ancak şudur ki, içlerinden asalet sahibi birisi hırsızlık ederse ona dokunmaz, serbest bırakırlardı, zayıf birisi hırsızlık ederse onu cezalandırırlar di. Allah'a yemin ederim ki eğer Mu-hammed'in kızı Fâtıma hırsızlık etseydi, onumda aynı şekilde cezalandırırdım,» Bu hitabeden sonra emretmiş, kadına ceza uygulanmıştır. Hz. Aişe'nin nakline göre kadın sonradan samimi olarak tevbe etmiş, ıslâh-ı nefseylemiş ve Hâne-i sa'adete gelip gidenler arasına girmişti.[225]
Bu olay, hırsızlık cezasının, muhtemelen ilk uygulamasının, Mekke fethi sırasında yapıldığına delâlet etmesi yanında, ondan da Önemli olarak, gerek kanunda ve gerekse uygulamada insanların «hukuk önünde eşit oldukları» prensibini getirmekte, bunu canlı bir şekilde ortaya koymaktadır. [226]
İslâm'ın getirdiği tevhid inancı yerleşme döneminde iken, Allah'tan başka bir varlığa tapınmanın izlerinin silinmesi, bu konuda en küçük bir tavize yer verilmemesi gerekiyordu. Bu sebeple, faydalı tarafları bulunmasına rağmen kabir ziyaretleri de yasaklanmıştı. Rasûlullah (s.a.v.) Mekke'yi fethedince annesinin kabrini ziyaret etmeyi arzulamış ve bunun için Rabbinden izin istemişti, Allah'ın izin vermesi üzerine şöyle buyurdular: «Kabirleri ziyaret edin; çünkü kabirler ahireti hatırlatır.» Bir başka hadislerinde de «Sizi, kabirleri ziyaretten menetmiştim; artık ziyaret edin; çünkü bunlar size ahireti hatırlatır.»[227]
Araplar, islâm'dan Önce genellikle Kabe'yi çıplak tavaf ederler, içinde günah işledikleri elbise ile tavan caiz görmezlerdi. Bundan ancak Kureyş mensupları ile, bunların tavaf için elbise verdiği diğer kabile mensupları müstesna idi. Veda haccmdan bir yıl önceki hac mevsiminde, Rasûlullah (s.a.v.), Hz. Ebû Bekiri hac emîri tayin etmişlerdi. Emîr, aldığı talimat gereği, bayram günü halka şunu ilan etmişti: «Duyduk duymadık demeyin! Bu yıldan sonra hiçbir müşrik haccedemiyecek ve hiçbir çıplak da Kabe'yi tavaf edemiyecektir.»[228] Hz. Peygamberin açıklama ve uygulamalarından anlaşıldığı üzere erkek ve kadınların avret (kapanması gereken) yerlerini açmaları haramdır ve bunları açan kişi, kısmen giyimli de olsa çıplak sayılır. Kabe'yi tavaf eden kadınların, el, yüz ve ayakları dışında kalan yerleri, erkeklerin ise diz kapakları ile göbekleri arasındaki kısımları örtülmüş olacaktır. [229]
Mulâ'ane, karşılıklı lânetleşme, birbirine lanet okuma demektir. Aslında müslümanlann birbirine lanet okumaları yasaktır. Ancak karısına zina isnad edip de bunu isbat edemiyen kişi ile karısı arasında, hâkimin huzurunda başvurulan Mulâ'ane ıstisnâen caiz görülmüştür. Bu usûlün başlangıcı da hicrî dokuzuncu yılda, Rasûlullah'm Tebûk seferinden dönmelerini takip eden günlerde olmuştur. Seferden dönenler arasında bulunan Uveymir el-Aclânî hanımının hamile olduğunu görünce çocuğun kendinden olduğunu inkâr etmiş ve Rasûlullah'a başvurmuştur. Bir müddet sonra hadise ile alâkalı vahiy geldiği için Peygamberimiz çifti çağırtmış ve mulâ'aneyi icra etmiştir.[230] İlgili ayet şöyledir: «Eşlerine zina isnadında bulunup da kendilerinden başka şahitleri olmayanlara gelince, onların her birinin şahitliği, kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ederek şahitlik etmesi, beşinci defa da, eğer yalan söyleyenlerden ise Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasını dilemesi-dir...»[231] Koca bunu yapmakla iftira cezasından kurtulmakta ve hâkim mulâane sonunda çifti ayırmaktadır. [232]
Veda haccma kadar, çeşitli vesilelerle, ayetler ve hadisler, insanların temel hak ve hürriyetlerini açıklamış, islâm toplumundan bunlara riayet edilmesini istemiş, hatta dünyada hak ve adaletin gerçekleşmesi, zulmün ortadan kalkması için mücadeleyi (cihadı) onlar için mukaddes görev haline getirmişti. Bu cümleden olarak Rasûlullah (s.a.v.) daha hicretin ilk yılında Medine'deki yahudiler ile andlaşma yapmış, hazırladığı anayasaya onların da hak ve hürriyetlerini dercetmiş; kendilerine din ve vicdan hürriyeti yanında adlî muhtariyet de bahsetmişti. Daha sonra Necran hristiyanlarıyle yaptığı sulh andlaşmasında aynı hakları —daha da fazlasıyle— onlara da tanımış, bunların süresiz olarak korunmasını istemişti, Kur'ân-ı Kerim: «Yeryüzünden fitne (baskı ve zulüm) kalkıncaya ve din tamamen Allah için oluncaya (korkuya ve baskıya dayalı dindarlık ortadan kalkıncaya) kadar onlarla (baskı ve zulüm yapanlara karşı) savaşın»[233] ve «Dinde zorlama yoktur, doğru eğriden ayrılmış, ortaya çıkmıştır»[234] diyerek din ve vicdan hürriyetini, daha önce naklettiğimiz naslarla da, kanun ve kaza önünde eşitlik, mesken dokunulmazlığı, fırsat eşitliği vb. hakları ilân etmişti. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) veda haccmda toplanan büyük kalabalığı fırsat bilerek bu hak ve hürriyetleri, yeni bazı hükümlerle beraber ilân etmek istemiş, bunun için Arefe günü tarihi bir hitabede bulunmuştu. Hitabenin üslûbu, Hucurât sûresinde, İslâm'ın insanlık ve toplum anlayışım ortaya koyan âyetin (49/13) üslûbuna benziyordu. Âyet, «Ey insanlar, Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için küçük büyük gruplara ayırdık. Şüphe yok ki Allah katında en değerli ve üstün olanınız en muttaki olanınızdır (Allah'ın haklarına en fazla saygı gösterenenizdir); şüphesiz Allah bilendir, haberdar olandır.» diyordu. Rasûlulah da hutbesine «Ey insanlar!» diye başlamış, Hucurât süresindeki eşitlik ve fazilet (üstünlük) prensibine işaret etmiş ve sonra da—özellikle— şunları söylemişti: «Şu mukaddes şehrinizde, mukaddes ayınızda, mukaddes gününüz ne kadar mukaddes ve dokunulmaz ise kanlarınız (hayatlarınız), mallarınız, namus ve şerefleriniz de o kadar birbirinize haramdır, dokunulmazdır. Herkes duysun, cahiliye devrinden kalan her şey ayaklarımın altındadır. Cahiliye devrinden kalan kan davaları kaldırılmıştır... Cahiliye devrinden kalan faiz borçları kaldırılmıştır... (Bu iki konuda ilk uygulamayı da kendi yakınlarından başlatmıştır). Kadın hakları konusunda Allah'tan korkun. Onları Allah'ın emaneti olarak aldınız, Allah'ın kanunu gereği onlarla karı-koca oldunuz... Size sarıldığınız müddetçe doğru yoldan sapmayacağınız bir şey bıraktım: Allah'ın Kitabı!... Benden sonra, birbirinizin boynunu vuran kafirler olmayın.» Rasûlullah hutbesinden sonra «vazifemi yerine getirdim mi, aldığım talimatı tebliğ ettim mi?» diye sormuş, halkı ve Allah'ı buna şahit tutmuştur.[235] Allah Rasûlü bir başka hadislerinde, hutbede geçen dokunulmazlık ve dayanışma prensiplerini şöyle açıklamışlardır: «Çeke-mezlik etmeyin, haksız rekabette bulunmayın, birbirinize kırılmayın, sırt çevirmeyin, birbirinizin satım akitlerini bozmayın ve Allah'ın kulu kardeşler olun. Müslüman müslümamn kardeşidir; ona haksızlık etmez, yüzüstü bırakmaz, onu küçümsemez. (Üç kere kalbim işaret ederek) takva şuradadır! (iyi davranışlar gönülden gelmelidir, Allah rızâsına dayanmalıdır.) Bir müslümana kötülük olarak, müslüman kardeşini küçük görmesi yeter! Müslüman bütünüyle, diğer müslümana haramdır; kanı, malı, namus ve şerefi.»[236]
Hicrî onuncu yılda ikmal ve ilan edilen hak ve hürriyetleri bütünü ile ele alıp değerlendirdiğimiz zaman karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır: islâm'ın öngördüğü toplum yapısında insan-lar,aynı ana,babadan gelme kardeşler, müslümanlar, ise buna ek olarak, aynı imam ve değer hükümlerini paylaşan kardeşlerdir, insanların büyük küçük gruplara ayrılması (kabile, kavim, millet, ümmet oluşları), «iradeye bağlı olmayan özelliklere» dayanarak üstünlük taslamak ve başkalarına hor bakmak için değil, tanışmak ve bütünleşmek içindir, insan ilişkilerinde merhamet, fazilet, eşitlik, dayanışma ve adalet hakim olacaktır. Bunlar, toplum yapısının temel taşlarıdır. Devlet, hak için halka hizmet maksadıyla var olan bir hukuk devletidir; ferd, toplum ve devletin bağlı bulunduğu,yazılı bir mukaddes metin vardır: Allah'ın Kitabı. Bu metinde, daha çok çerçeve hükümler vardır, bunların zaman ve zemine göre uygulanmasını sünnet, sahabe tatbikatı ve ietihad sağlayacaktır; anayasadan yönetmeliklere kadar bütün mevzuat bu kaynaklara dayanacaktır; nitekim Rasûlullah'm Medine Site devleti anayasası, Ana Kitaba dayalı ilk ana-kanun örneği olmuştur, insanların temel hak ve hürriyetleri, Kitabullah'a dayanmakta ve Allah'ın himayesi altında bulunmaktadır, Allah'ın himayesini yeryüzünde Onun kullarının oluşturduğu toplum (ümmet) temsil etmektedir ve ümmet bunlar ün teşkilatlanacak, bunlar uğruna mücadele verecektir. [237]
Bundan önceki bahiste gördüğümüz meşhur veda hutbesi daha ziyade amme hukuku ile ilgli prensipleri ihtiva etmektedir. Rasûlullah bu hutbede, hususi hukuk sahasına giren hükümler ve kaideler de tebliğ etmiştir; hutbe uzunca ve önemli hükümleri muhtevi olduğu için bir ravi tamamını nakledememiş, çeşitli ravi-ler tarafından parça parça rivayet edilmiştir. Tirmizi'de, Ebû Umame'den gelen bir rivayet şöyledir: Veda Haccı'nda Rasûlul-lah'm, hutbesinde şöyle dediğini işittim: «Şüphesiz Allah teâlâ, hak sahibi her mirasçıya hakkını vermiştir, artık vârise vasiyet (ile mal vermek) yoktur, doğan çocuk yatağa (yatak sahibi nikâhlı kocaya) aittir, zina edene ise mahrumiyet (ve ceza) vardır, bunların hesaba çekilmeleri Allah'a aittir (ayrıca âhirette Allah'a karşı sorumlulukları vardır), babasından başkasını baba bilen, sahiplerinden başkasını sahip bilen kişi üzerine, kıyamete kadar sürecek Allah'ın laneti vardır (her çocuk, gerçek babasının soy adını taşıyacak ve ailenin soyunu devam ettirecektir, evlat edinmek yoktur), kocasının izni olmadan hiçbir kadın, kocasının malvarlığın-dan bir şeyi sadaka olarak vermesin —«Yiyecek de vermesin mi Yâ Rasûlullah» diye soruldu, «O mallarımızın en kıymetli sidir» cevabını verdi.— îyreti alman şey sahibine geri verilecek, ürününden istifade edilsin diye verilen nesne —zamanı gelince sahibine— iade edilecektir, borç ödenecektir, bir borca kefil olan — borçlu ödemede bulunmazsa borcu- ödeyecektir.»[238]
Cahiliye devrinde kadınlara, kızlara mirastan pay verilmez, ayrıca vasiyet yoluyla, mirasçı olsun olmasın herkese istenildiği kadar mal bırakılırdı. îslâm kızlar ve kadınlar da dahil olmak üzere bütün akrabaya,mirastan âdil ölçüde paylar ayırmış,bunun dışında vasiyet yoluyla mirasçıya mal bırakılmasını yasaklamış-tır.Cahiliye dönemide âdet haline gelen evlat edinme de yasaklanmış; yetim, kimsesiz çocukların, aileleriyle soy ilişkileri ve hukuk bağları kesilmeksizin, alınıp himaye edilmesi, bırakılıp beslenmesi, cemiyete kazandırılması teşvik edilmiştir. Sadaka iyreti verme, borç verme gibi dayanışma örneklerinde bunların kötüye kullanılmaması, hak ve emanetlere riayet edilmesi istenmiştir. [239]
Veda haccmda, Arafat'da irad edile hutbe, Amr b. el-Ahvas rivayetinde şu ilaveyi de ihtiva etmektedir: «... Hiçbir suçlu, kendisinden başkası aleyhine (başkasını suçlu kılan) bir suç işleyemez; suçlu, çocuğu aleyhine; çocuk, babası aleyhine suç işleyemez (kişinin işlediği suç kendisini bağlar ve sorumlu kılar). Şunu bilin ki, şeytan, sizin şu ülkenizde kendisine tapınılmaktan ümidini kesmiştir; fakat küçümsediğiniz işlerinizde ona itaatiniz olacak, bu da onu hoşnut kılacaktır!»[240]
Kur'ân-ı Kerim «Suç işleyip ceza çeken, başkasının cezasını çekmez.»[241] âyetiyle cezanın şahsiliği prensibini açık olarak getirmiş, Rasûlullah da hutbelerinde bu prensibi açıklayarak ilân etmişlerdir. Birçok eski hukukta, suçun cezasını yalnızca suçlu çekmez, onun yakınları da cezadan paylarını alırlardı. «Cezayı yalnızca suçu işleyenlerin ve ona yardım edenlerin çekmesi gerektiği, diğer masum kişilei'in, suçlu ile yakınlıkları olsa dahi ceza çekmelerinin adalete aykırı olduğu» şeklinde ifade edebileceğimiz «cezanın şahsiliği», Fransız İhtilâlinden sonra,Batı Hukuklarına, bir prensip olarak girmiştir. îslâm Hukuku ise başından beri bu prensibi ilan etmiş ve titizlikle uygulamıştır. [242]
Varise vasiyet yasaklandığı gibi, yabancılara vasiyet yoluyla mal bırakma da, terikenin üçte biri ile sınırlandırılmış, geri kalan mal, verese için mahfuz hak olarak bırakılmıştır. Sa'd b. Ebî Vak-kas hasta olmuş, Rasûlullah (s.a.v.)'m kendisini ziyareti sırasında malını, hayır ve hasenat için vasiyet edeceğini söylemişti. Rasûlullah, «Varislerini varlıklı bırakman, insanlara el açan yoksullar olarak bırakmandan daha iyidir» buyurmuş, vasiyetini, malının üçte biri ile sınırlan dır ma sim istemiştir.[243]
Onuncu yılda nazil olan Mâide sûresi «Ey iman edenler! Akitleri ifa ediniz.» ayeti ile başlıyordu. Burada akitler, kayıtsız ve sınırsız olarak zikrediliyor, yasaklananlar dışında kalan akitlerin muteber olacağı anlatılıyor, bu sebeple onların ifa edilmesi, gereğinin yerine getirilmesi isteniyordu. Şüphesiz İslâm'dan önce de Arabistan'da ve özellikle Hicaz bölgesinde bilinen bir çok akit çeşidi vardı. İslâm bunların ahlâka ve adalet prensiplerine aykırı olanlarım yasakladı, geri kalanlarım ya aynen, yahut da gerekli ıslâhatı yaparak kabul etti, gerektikçe her birinin kuruluş, şart ve hükümlerini açıkladı. Bu âyette ise bilinen (isimli) akitler yanında, o gün bilinmeyen, fakat kıyamete kadar insanların ihtiyaç duyup icad edecekleri akitlerin genel hükmünü beyan etti: «Akitler birtakım borçlar doğurur, bu borçları yerine getiriniz.» Cahiliye devrinde akitler, ancak bir takım şekil şartları ile gerçekleşiyor ve borç doğuruyordu. İslâm bunların da çoğumu -amme menfaati ve nizamının gerekli kıldığı şartlar dışında kalanları— kaldırdı ve akdin kuruluşunu karşılıklı rızâya bağladı: «Ey iman edenler! Sizin karşılıklı rızanıza dayanan ticaret olmadıkça mallarınızı, aranızda, batıl yollar ile (elde edip) yemeyin.»[244]
Bu bâtıl yollardan biri de faiz geliri idi. İslâm'dan önce araplar arasında çok yaygın olan faizciliği İslâm, zaman içine yayarak (tedricen) yasakladı. Önce faizin en zalimi olan «katlı faizi» yasakladı: «Ey iman edenler! Üstüste katlanmış olarak faizi yemeyin, Allah'tan korkun ki kurtuluşa eresiniz, kafirler için hazırlanmış bulunan ateşten sakının.»[245] Sonra faiz mahiyetinde olan bazı muameleleri yasakladı. Rasûlullah (s.a.v.) veda hutbesinde eskiden kalma faiz borçlarını iptal etti ve bunun ilk uygulamasını da kendi yakınlarından faiz alacaklısı olanlar üzerinde yaptı. Bütün bunlardan sonra faizin bütün çeşitlerim, sınırsız ve kayıtsız olarak yasaklayan şu âyetler geldi: «Faiz yiyenler, şeytan çarpmış kimselerin nöbetinden kalktığı gibi kalkarlar. Bu hal onların «aalım-sa-tım tıpkı faiz gibidir» demeleri yüzündendir. Halbuki Allah alım-satımı helal, faizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime Rabbin-den bir öğüt gelir de (Rabbin öğüdünü dinler de) faizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir, artık onun işi Allah'a aittir. Kim de tekrar faize dönerse, işte onlar cehennemliktir, orada devamlı kalırlar. Allah faizi tüketir, (faiz önce servetleri, sonra kendini yer bitirir), sadakaları ise bereketlendirir. Allah küfürde ve günahta ısrar eden hiçbir kimseyi sevmez... Ey iman edenler! Allah'tan korkun; eğer gerçekten iman ediyorsanız, halen mevcut faiz alacaklarınızı terkedin. Şayet bunu yapmazsanız, Allah ve Rasûlü tarafından size açılan savaştan haberiniz olsun. Eğer tevbe edip vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir; ne haksızlık etmiş, ne de haksızlığa uğramış olursunuz.»[246]
Yirmi üç yıl içinde Rasûlullah'a gelen vahiy (Kur'ân-ı Kerim ve tebliğ mahiyetinde olan Sünnet) prensipler, ana kaideler, çerçeveler bakımından dini tamamlamıştı. Bundan som-a kıyamet gününe kadar ortaya çıkacak olan mesele ve problemler, bu kaynaklara, genel ve çerçeve hükümlere bakılarak, ietihad yoluyla çözülecek, dinin hayata intibakı sağlanacaktı, işte bu sebepledir ki yine-veda hacemda Allah Teâlâ şanlı Rasûlüne şu âyeti vahyet-mişti: «Bugün size dininizi tamamladım, size olan nimetimi ikmâl ettim ve sizin için din olarak islâm'a razı oldum (sizin için razı olduğum din islâm'dır»)[247]
Rasûlullah (s.a.v.) hayatı boyunca, diğer vazifeleri yanında kaza vazifesini de yürütmüş, kendisine intikal eden davalan kimi zaman açık vahiy ile, kimi zaman da içtihadı ile hükme bağlamış, adaleti en güzel bir şekilde tevzi eylemiştir. Hükme varırken O'nun, objektif delillere dayandığını göstermesi bakımından şu açıklamaları önem arzetmektedir: «Ben ancak bir beşerim (insanım), siz de bana davalarınızı getiriyorsunuz, olur ki taraflardan biri delilini daha ikna edici bir şekilde sunar, ben de bu sebeple onun lehine hükmederim; imdi kime, kardeşine (diğer bir müslü-mana ait, karşı tarafa ait) hakkı hükmeder, verirsem sakın onu almasın, ona bir parça ateş vermiş olurum.»[248] Hz. Peygamber fiilen hakimlik etmekle beraber muhakeme usûlü ve adabı ile ilgili kaideler koymak ve açıklamalar yapmak suretiyle de islâm kaza müessesesinin temelini atmıştır.
îbn Ömer'in verdiği bilgiden anlaşıldığına göre Hz. Ömer'in hilafetine kadar kaza vazifesi bütünüyle hakimlere devredilmemiş, devlet başkanları (Rasûlullah ve ilk halife) bu görevi bizzat yürütmüşlerdir. Ancak bu genel durum, bazı konularda ve yerlerde, bazı kişilere hakimlik (kaza) görevinin verilmediğini ifade etmemektedir. Nitekim Rasûlullah (s.a.v.) hayatlarının sonralarına doğru bir sahabî'ye «Kazada, bazı işlerde (küçük davalarda) benim yerimi al, benim yerime sen muhakeme ve hükmeyle» buyurmuştur»[249] Medine'de bazı davalar için Medine dışında ise genel olarak Rasûlullah'ın ashabına kaza görevi verdiğini gösteren vak'alar ve rivayetler vardır:
Ma'kıl b. Yesâr anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v.) bana «filan kimseler arasındaki filan davaya bak.» buyurdu, ben «muhakeme etmeyi beceremem ya Rasûlallah!» dedim, şu cevabı verdiler: «Kasten haksızlık etmedikçe Allah, hakimin yanındadır, yardı-mındadır.»[250]
Rasûl-i Ekrem, Hz. Ali'yi ve Muâz'ı, hakim olarak Yemen'e göndermiş ve ikincisine «ne ile hükmedeceğini» sormuştu, Mu'az'ın sıra ile «Kur'ân-ı Kerim, Sünnet ve îctihad ile hükmederim» demesi üzerine de tasviplerim ifade buyurmuşlardı.[251]
iki kişi, birbirinden davacı olarak Rasûlullah (s.a.v.)'e gelmişlerdi, Ukbe b. Âmir'e dönerek: «Kalk, davaya bak ve hükmünü ver!» buyurdu, Ukbe «Ya Rasûlallah, bu işe siz benden daha lâyıksınız» deyince «böyle olsa da sen hükmet» diye ısrar ettiler, Ukbe «hangi esasa göre» diye sordu, Allah Rasûlü şu cevabı verdi: «îctihad et, eğer isabet eder, doğruyu tutturursan on sevap alırsın, ictihad eder de hataya düşersen bir sevap alırsın.»[252]
iki kardeşe ait bir ev vardı, ortasına hayvan bağlamak için bir yer yapmışlardı, kardeşler ölünce, geride bıraktıkları vârislerden her biri hayvan ağılının kendilerine ait olduğunu iddia ederek Rasûlullah'a başvurdular, Rasûlullah (s.a.v.) Huzeyfe b.el-Yemân'ı görevlendirdi, (gidip mahallinde keşif yapmasını ve davayı hükme bağlamasını istedi), Huzeyfe gitti, yeri gördü, hayvanları ve çiti bağlama yerleri (ip veya halkalar) hangi tarafta ise bu yerin de onlara ait olduğuna hükmetti. Sonra Rasûlullah (s.a.v.)'a dönerek yaptığını anlatınca «isabet etmişsin» cevabım aldı.[253]
Bu dönemde dava, şifahî olarak açılır, genellikle mescitte görülür, Kitab ve Sünnet'te mevcut hüküm ve usûl kaideleri ile içtihada dayanılarak yürütülürdü.
Rasûlullah'm ömrü boyunca verdiği hükümleri toplayan kitap bölümleri ve müstakil eserler vardır.[254]
Ifta, fetva vermek, genellikle bir soru üzerine dinin hükmünü bildirmek manasına gelmektedir. Bunu yapanlara sonradan «müfti» denilmiştir. Ancak Rasûlullah devrinde bu terim yerine «alim, fakih, zu'r-ra'y» gibi terimler kullanılmaktadır. Hz. Peygamberin asıl vazifeleri içinde «iftâ» da vardır; O'nun yaşadığı dönemde dinin hükmünü bildirecek başka bir kaynak yoktur; ashab, ya O'ndan duyduklarım naklederek fetva vermişler, bunu Rasûlullah'a arz?derek doğru olup olmadığını sormuşlar ve buna göre amel etmişlerdir.
Kaynaklar, Rasûlullah (s.a.v.) zamanında şu ashabın, gerektiğinde fetva verdiklerini nakletmektedir: Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Ubey b. Ka'b, Mu'az b. Cebel, Zeyd b. Sabit, Abdurrah-man b.Avf, Ammar b. Yasir, Huzeyfe b. el-Yeman, Ebu'd-Derdâ, Ebu Musa el-Eş'arî, ibn Mes'ud, Ubade b. es-Samit (r.a.).[255]
Şüphesiz bu devirde ashabın ictihad etmesi ve fetva vermesi, ya Rasûlullah (s.a.v.)'ın bulunmadığı yerlerde gerektiği için olmakta, yahut da onların eğitilip yetiştirilmeleri maksadına dayalı bulunmaktadır. Bu manada adı ictihad ve fetvaya karışmış daha başka sahabe de vardır. [256]
Kur'ân-ı Kerim'de, borç ilişkilerinin yazıya geçirilmesi, hakların zayi olmaması ve gerektiğinde isbat edilebilmesi için gerekli tedbirlerin alınması emrolunmuştur: «Ey iman edenler, belli bir vadeye kadar karşılıklı borçlandığınız zaman onu yazın. Bir katip, onu aranızda adaletle yazsın... iki de şahit bulundurun...»[257]
Bu emri ilk yerine getiren Rasûlullah ile O'nun ashabı olmuş, karşılıklı borç-hak ilişkilerinin yazılması, vesikaya bağlanması hususi hukuk yanında amme hukukuna da teşmil edilmiş, anlaşma ve andlaşmalar yazıya geçirilmiş, bu gelişmeler sonunda uzun zaman dilimizde, Kur'ân ifadesine uygun olarak «kâtib-i adil» olarak anılan noterlik müessesesi de doğmuştur.
Hz. Peygamber devrinde, borçlanma ve benzeri hukuki tasarrufların yazıya geçirilmesi ve vesikaya bağlanması ile ilgili örneklerden zamanımıza kadar gelenleri vardır. Bunlardan birini bize Buharı nakletmektedir: Rasûlullah (s.a.v.) el-Adda b. Halid'den bir köle satın almış ve bir satış senedi tanzim ettirerek şunları yazdırmıştır: «Bu, Rasûlullah Muhammed'in el-Adda'dan aldığıdır, müslümanm, müslümana satışıdır; almanda (kölede) hiçbir hastalık, kötülük ve kaçaklık sabıkası yoktur.»[258]
Bu satım akdinin konusu köledir; Rasûlullah (s.a.v.) kendisine hediye edilen köleyi bile azad ettiğine göre bunu da azad etmek üzere almış olacaktır. Köle., önemli bir akit konusu olduğu, akit ve teslim sonrasında da tarafları ilgilendiren gelişmeler, hak iddiaları vb. olabileceği için, akit yazı ile tesbit edilmiş ve satım konusunun özellikleri kaydedilmiştir. Böylece günümüzde taşınmazların, taşıma araçlarının vb. satımında kanuni şart haline gelmiş bulunan yazım ve tescile kapı açılmış olmaktadır.
Hz. Ömer'e Hayber ganimetlerinden bir hurmalığın isabet ettiğini, Rasûlullah ile istişareden sonra bu toprağı vakıf haline getirdiğini daha önce zikretmiştik.[259] Bu vakfin vesikaya bağlandığını ve gerektikçe vakıf senedinin yeniden yazıldığını şu nakilden anlıyoruz: Yahya b. Sa'id, Hz. Ömer'in torunu Abdulhamid b. Abdullah'ın kendisine şunları yazdırdığını rivayet etmektedir: «Bismillahirrahmanirrahim, bu, Allah'ın kulu Ömer'in, Semğ adlı hurmalığı hakkında yazdırdığı seneddir. (Senedde dercedilen şart şudur:) Toprağın aslı satılmayacak, bağışlanmayacak, varislere intikal etmiyecektir; (bundan istifade hakkı) fakirlere, akrabaya, kölelere, Allah yolunda olanlara, yolda kalmışlara aittir. Vakfı idare edenlerin (mütevellinin) normal ölçüler içinde buradan kendine mal biriktirmesi caiz değildir. Ürününden artan yoksula ve mahruma verilecektir. Semğ'in yöneticisi isterse, ürününü satarak burada çalıştırmak üzere köle satın alabilir.» Bunu Muaykib yazmış ve Abdullah b. el-Erkam da şahitlik etmiştir. Abdullah'ın vefatı yaklaşınca, Hz. Ömer'in şu mealdeki vasiyetini de senede ekletmiştir: Yaşadığı müddetçe Semğ'i Hafsa yönetecek , ondan sonra da yine onun ailesinden aklı başında olanlar vakfı yöneteceklerdir.»[260]
Atar, F., îslâm Adliye Teşkilatı, Ankara ty.
el-Cessas, Ebu Bekr er-Razî, Ahkâmu'l-Kur'ân, istanbul 1338; Mısır, 1335.
Karaman, Hayreddin, îslâm Hukuku Tarihi, istanbul, 1981 Karaman, Hayreddin, Mukayeseli İslâm Hukuku, istanbul 1975 Ibn Hacer Askalânî, Fethu'l-Bârî, Kahire 1959. Îbnu'l-Kayyim, Zadu'1-Meâd, Beyrut 1987. Ibnu'l-Kayyim, el-Cevziyye, Vlamu'l-Muvakkıîn, I-IV, Mısır, ts., Mısır 1955.
Ibn Sa'd, Tabakat, Beyrut 1960. M. Hamidullah, Kur'ân-ı Kerim Tarihi, Çev. S. Mutlu, istanbul
1965. Muhammed Yusuf Musa, Prof.Dr. M. Y. Musa, el-Emvâl ve Nazariyyetu'l-Akd, Kahire, 1952 Schacht J., îslâm Hukukuna Giriş, trc. A. Şener, M. Dağ, Ankara
1977. eş-Şevkanî, Muhammed b. Ali, Neylü'l-Evtar, I-VIIÎ, Mısır (el-Halebî), 1343. Taberî, Tefsir, Mısır 1321.[261]
[1] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/23-24.
[2] C. Zeydan, Medeniyet-i îslâmiye Tarihi, C.I, s. 8 vd.
[3] C. Zeydan, a.g.e., s. 18 vd.
[4] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/25-26.
[5] eş-Şevkânî, Neylü'l-Bvtâr, C. VI, s. 168 (Buhârî'den).
[6] en-San'ânî, Sübülü's-Selâm, C.III, s. 161.
[7] en-Nisâ, 4/19, 32.
[8] en-Nisâ, 4/23.
[9] es-San'ânî, a.g.e., C.III, s. 175, eş-Şevkanî a.g.e.', C.IV, s. 178, en-Nisâ, 4/3.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/26-27.
[10] en-Nisa, 4/23.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/27.
[11] en-Nisâ, 4/4, el-Hudârî, Târiku't-Teşri, s. 78.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/27.
[12] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/27.
[13] el-Bakara, 2/230, 232.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/27.
[14] H. Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, C.I, s. 311 vd.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/28.
[15] eş-Şevkânî, a.g.e, C.VI, s. 271; H.Karaman, C.I, a.g.e., s. 321 vd.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/28.
[16] el-Cessas, Ahkamu'l-Kur'ân, C. III, s. 418.
[17] el-Mücâdele, 58/2-4.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/28.
[18] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/28.
[19] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/29.
[20] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/29.
[21] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/29.
[22] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/29.
[23] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/29.
[24] Ebû Dâvûd, K. el-Edeb, bab: 17; İbn Mâce, K. et-Ticârât, bab: 63; İbn Han-bel, Müsned, C.III, s. 425.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/29.
[25] eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, C.V., s. 278 vd.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/30.
[26] eş-Şevkânî, a.g.e., C.V, s. 239 vd.
[27] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/30.
[28] el-Cessâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, C.I, s. 464.
[29] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/30.
[30] el-Cessâs, a.g.e., C.I, s.528.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/30.
[31] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/31.
[32] el-Cessâs, a.g.e., C.I, 530; eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, C.V, s. 175.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/31.
[33] eş-Şevkânî, a.g.e., C.V, s. 175.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/31.
[34] Dr. Abdulkerim Zeydan, el-Medhal li-Dirâseti'ş-Şeria, s. 36.
[35] el-En'âm, 6/164.
[36] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/31.
[37] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/32.
[38] eş-Şevkânî, a.g.e., C.VII, s. 37.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/32.
[39] eş-Şevkânî, a.g.e., s. 42, Bu konuda (Cahiliye Hukuku) için—dipnotlarında geçen kaynaklardan başka— bak. Ahmed Emin, Fecr'ul-îslâm, s. 225-227; M. Yusuf Musa, el-Emval, s. 13-18, Şah Veliyullah, Hüccet ülahi'l-baliğa s. 262-271.
[40] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/32.
[41] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/33.
[42] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/33.
[43] eş-Şâtıbî, el-Muuâfakat, C.III, s. 46 vd.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/33.
[44] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/34.
[45] İnfak (el-Bakara, 2/215); mukaddes aylarda savaş (el-Bakara, 2/217); İçki ve kumar (el-Bakara, 2/219); İnfak (el-Bakara, 2/219); yetimler (el-Bakara, 2/220); hayız (el-Bakara, 2/222); helal kılınan şeyler (el-Maide; 5/4); ganimetler (el-Enfal, 8/1).
[46] Kadınlar (en-Nisâ, 4/127); Miras-kelale (en-Nisâ, 4/176).
[47] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/34-35.
[48] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/35.
[49] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/35.
[50] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/36.
[51] el-Hacc, 22/39.
[52] el-Bakara, 2/190; el-Enfâi, 8/39.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/36.
[53] el-Bakara, 2/185; Âl-i îmran, 3/159.
[54] Buharı, K. el-CümU'a, bab: 8; es-Savm, bab: 27; Müslim, K et-Taharah, nu. 42; et-Dârimî, Sünen, C.I, s. 73.
[55] Nevevî (el-Erbaun'da) ve Darakutnî rivayet etmişlerdir.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/36-37.
[56] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/37.
[57] el-En'âm, 6/57; Yusuf, 12/40, 67.
[58] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/37-38.
[59] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/39.
[60] Kevser, 108/2.
[61] el-Bakara, 2/282.
[62] Talâk, 65/2.
[63] Îbnu'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, Beyrut, ts. C.I, s. 8 (el-Bakara sûresinin tefsiri başında)
[64] el-Hacvî, a.g.e., C.I, s. 26.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/39-40.
[65] el-Furkan, 25/32.
[66] el-lsrâ, 17/106.
[67] en-Nisâ, 4/176.
[68] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/40-41.
[69] el-Hicr, 15/9.
[70] Kur'ân- Kerim'in yazılması ve toplanması konusu hadis, siyer, tarih kitapları yanında Süyûtî'nin el-îtkan'ı gibi Kur'ân tarihi ve ilimlerine mahsus eserlerde bulunmaktadır. Toplu bilgi için bak. Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân, 1-9; Taberî, Tefsir, Mısır, 1321, C.I, s. 15-22; Prof. Dr.M. Hamidunah, Kur'ân-ı Kerim Tarihi, çev. S. Mutlu, İst. 1965, s. 42-56.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/41-43.
[71] Prof. Hamidullah, a.g.e., s. 56.
[72] Hacevî, el-Fikru's-sâmt, C.I, s. 34 vd.; Şâh Veliyyullah, el-Fevzu'l-kebir, s. 21 vd.
[73] Nisa, 4/11-12.
[74] Bakara, 2/234-240.
[75] Bakara, 2/184.
[76] Bakara, 2/185.
[77] Enfâl, 8/65-66.
[78] Ahzâb, 33/52.
[79] Ahzâb, 33/50.
[80] Mücâdele, 13/9.
[81] Nahl, 16/44.
[82] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/43-45.
[83] Haşr, 59/7.
[84] Ahzâb, 33/21.
[85] Al-i İmran, 3/32.
[86] İbnu'l-Kayyim, İlâmu'l-muvakkin, C.II, s. 257.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/45-47.
[87] Bu konuda yapılmış en yeni ilmî çahşma Ali Osman Koçkuzu'nun doktora tezidir: Hadiste Nasih-Mensuh Meselesi, İstanbul, 1985, tartışmalar için 145-165. sayfalar, örnekler için 175-340. sayfalar.
[88] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/47.
[89] Hadisin yazılmasını yasaklayan hadis ile buna izin veren hadisleri uzlaştırmak için birçok görüş ileri sürülmüştür: Yasaklanan yazılıp Kur'ân sayfaları ile beraber Hz. Peygamber'in evinde bırakılmasıdır, yasaklanan Kur'ân ile aynı sayfaya yazılmasıdır, yasaklama ezber işine sekte vermesin diye bazı şahıslara mahsustur gibi yorumlar bunlar arasındadır. Ancak uzmanların tercihine göre doğrusu, karışma tehlikesinin bulunduğu zaman genel olarak yasaklanmış, bu tehlike ortadan kalkınca da izin verilmiş olmasından ibarettir. İbn Kesir, İhtisâru-Ulûmİ'l-hadis, A. Şakir neşri, Mısır, 1951, s. 132 vd.
[90] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/47-48.
[91] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/48-50.
[92] Nisa, 4/115.
[93] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/50.
[94] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/51.
[95] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/51.
[96] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/51-52.
[97] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/52.
[98] Buharî, Menâkıb, 26; Müslim, Savm, 111 vd. 49.
[99] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/53.
[100] Ahmed, Müsned, C.IV, s. 374.
[101] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/53.
[102] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/54.
[103] el-Enfâl, 8/67-68.
[104] Ahmed b. Hanbel, Müsned (A.M. Şakir neşri, Kahire, 1948), c.I.
[105] et-Tevbe, 9/43.
[106] Buharî, K. el-Hacc, bab: 42, el-Enbiyâ, 10; Müslim, K. el-Hacc, nu. 399.
[107] Müslim, K et-Tahârah, nu. 42.
[108] Tahrim,66/l.
[109] Buharî, Vesaya, 19; Müslim,Nezr, 1.
[110] Ibn Mace, Siyam, 19; Muvatta, Siyam, 13.
[111] Müslim, Nikâh, 140 vd.
[112] Müslim, Taharet, 42; Ebû Dâvûd, Taharet, 25.
[113] Tirmizî, Hac, 5; Nesâî, Menâsik, 1.
[114] Buharı, Cenaiz, 76; İlim, 39; Müslim, Hac, 445, 447.
[115] Buharı, Cihad, 130; Müslim, Sayd, 34.
[116] el-Ahzâb, 33/21.
[117] el-Haşr, 59/7.
[118] en-Nisâ, 4/80.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/54-58.
[119] Mu'az hadisi ile içtihadında yamlana dahi mükafat vadeden hadis burada hatırlanabilir.
[120] en-Nisâ, 4/59.
[121] Bu nevi içtihadı kabul etmeyenler için bak. Gazzali, a.g.e, C.II, s. 355.
[122] Cessas, a.g.e., C.II, s. 212-213.
[123] İbn Sa'd, Tabakat, C.II, s. 212-213.
[124] Kettanî,Terâtîb, c.I, s. 57.
[125] Şiazî, Tabakat, s. 5.
[126] İbn Hazm, el-îhkam, s. 967; el-Hatib, el-Fakih ve'l-mütefakih (Köprülü nüshası),vr. 71b.
[127] İbn Hazm, el-îhkam, s. 698.
[128] Müslim, a.g.e., C.III, s. 1370.
[129] İbn Hazm, a.g.e, s. 811.
[130] Giriş bölümünde zikredilen Muaz hadisi.
[131] El-Hatib, a.g.e., (Köprülü n) vr. 72b; Buhari, a.g.e, C. V, s. 50; Ayni, a.g.e., C III, s. 348; İbnu'l-Kayyim, a.g.e., C.I, s. 203.
[132] İbnü'l-Kayyim, A.g.e., C.I, s. 204. Bu devrede ictihad hareketi ve örnekler için bak. H. Karaman, Başlangıçtan Dördüncü Asra Kadar îslam Hukukunda İctihad (Tez. Birinci Bölüm).
[133] Buhârî, Cihad, 168, Megazî, 38; Müslim, Cihad.
[134] Buharı, Teyemmüm, 8.
[135] Buhârî, Teyemmüm, 7; Ebû Dâvûd, Taharet, 124.
[136] Buharı, Tıb, 33, 39.
[137] Vekî,Ahbaru'l-kudat, C.I, s. 91; İbnu'l-Kayyim, a.g.e., C.I, s.203.
[138] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/58-63.
[139] Tekvir, 31/8.
[140] Maide, 5/103.
[141] En'âm, 6/145.
[142] En'âm, 6/151-152.
[143] En'âm, 6/121.
[144] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/65-66.
[145] Buharî, Salat, 1, Taksir, 5; Müslim, Salâtu'l-müsafirin, 1,3.
[146] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/66.
[147] Müslim, Mesâcid, 176,179.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/66-67.
[148] Vaka, 56/79.
[149] İbn Hacer, Fethu'l-Bari, C.I, s. 233 (Selefiyye tab'ı)
[150] Maide, 5/6.
[151] Müddessir, 74/4.
[152] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/67-68.
[153] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/68.
[154] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/68.
[155] Buharî, Ezan, 1; Tirmizî, Mevâkit, 27; Müslim, Nikâh, 79 vd.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/69.
[156] Buharî, Nikâh, 7, 54, 56...
[157] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/69.
[158] Hac, 22/39.
[159] Bakara, 2/193-194.
[160] Nisa, 4/75.
[161] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/69-70.
[162] Muttafifin, 83/1, 2, 3.
[163] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/70.
[164] Bakara, 2/183-185.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/71.
[165] Nesaî, Iydeyn,l; Ahmed, C.III, s. 103.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/71.
[166] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/71.
[167] Şevkânî, Neylu'l-Evtar, C.V, s. 117 vd.
[168] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/72.
[169] Nesaî, Zekât, 31,33; İbn Mâce, Zekât, 21.
[170] Tevbe, 9/103.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/72.
[171] Bakara, 2/115.
[172] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/72-73.
[173] Enfâl, 8/41.
[174] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/73-74.
[175] Buharı, Vasaya, 6.
[176] Nisa, 11-12.
[177] Tirmizî, Ferâiz, 3; Ahmed, C.III s.352.
[178] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/74-75.
[179] Talâk, 65/1.
[180] Kurtubî, Tefsir, C.XVIII, s. 148. Hadis için bak. Ibn Mâce, Talâk, 1.
[181] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/75.
[182] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/75-76.
[183] Buharî, Hudûd, 24 vd.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/76.
[184] Buharî, Nikâh, 107;Humus, 19.
[185] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/76-77.
[186] Buharî, Teyemmüm, 1; Tevbe, 56...
[187] Nûr, 24/4.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/77.
[188] Buharî, İstizan, 10; Nikâh, 67.
[189] Ahzâb, 33/53.
[190] Ahzâb, 33/6.
[191] Nûr, 240/30-31.
[192] Nûr, 24/27-28.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/77-78.
[193] Hac, 22/26-29.
[194] Müslim, İmân, 10.
[195] İbn Hacer, İsabe, Mısır, 1939, C.II, s. 202.
[196] İbn Sa'd, Tabakat, Beyrut, 1960, C.I, s. 299; İbnu'l-Kayyim 9 veya onuncu yılda farz olduğunu savunuyor; Zâdu'l-Mead, C.II, s. 101 vd.;Umre, s. 90 vd.
[197] Bakara, 2/196-199; Tevbe, 9/37.
[198] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/78-80.
[199] Nesaî, îstiska, 2, 4,13.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/80.
[200] Bakara, 2/226, 227.
[201] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/80.
[202] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/81.
[203] Bakara, 2/196.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/81.
[204] Nahl, 16/97.
[205] Bakara, 2/219.
[206] Nisa, 4/43.
[207] Mâide, 5/90.
[208] İbn Hacer,Fethu'l-bari, C.XII, s. 127.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/81-82.
[209] Nesaî, Talâk, 33.
[210] Mücâdele, 58/1-2.
[211] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/82.
[212] Şevkânî, Neylu'l-evtâr, C.VI, s. 22-35.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/83.
[213] Maide, 5/33.
[214] Buharı, Megazî, 36.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/83.
[215] Buharı, Zebâih, 24 vd.; İbnu'l-Kayyim haram kılınış sebebinin «pis, rics» olmasını tercih ediyor; Zâdu'l-Mead, Beyrut, 1987; C.III, s. 342.
[216] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/84.
[217] İbn Mâce, Ruhun, 14; Müslim,Buyu', 85-100, İbnu'i-Kayyim, a.g.e., C.III, s. 144, 345.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/84.
[218] Buharî, Megazî, 51.
[219] İbnu'l-Kayyim, a.g.e., C.III, s. 434-458.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/84-85.
[220] Bakara, 2/178,179; Mâide, 5/45; Isrâ, 17/33.
[221] Buharî, Diyât, 8.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/85.
[222] Müslim, Müsanat, 67-12.
[223] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/86.
[224] Müslim, Nikâh, 22; İbnu'l-Kayyim, Zâdu'l-mead, C.III, s. 342 vd.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/86-87.
[225] Buharı, Hudud, 12; Müslim, Hudud, 8-11.
[226] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/87.
[227] Müslim, Cenâiz, 105,108.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/87-88.
[228] Buharı, Hac, 67.
[229] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/88.
[230] Darakutnî, Sünen, Medine, 1966, C.III, s. 277.
[231] Nur, 24/6-9.
[232] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/88-89.
[233] Bakara, 2/193.
[234] Bakara, 2/256.
[235] Müslim, Hac, 147; Buharî, Hac, 132.
[236] Müslim, Birr, 32.
[237] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/89-91.
[238] Tirmizî, Vasaya, 6; Avnu'l-Ma'bud, C.VI, s. 309.
[239] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/91-92.
[240] Tirmizî,Ferc, 2.
[241] En'âm, 6/164.
[242] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/92-93.
[243] Buharı, Vasaya, 2, 3; Müslim, Vasıyyet, 5, 7, 8,10.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/93.
[244] Nisa, 4/29.
[245] Ali İmrân, 3/130.
[246] Bakara, 2/275, 276, 278, 279.
[247] Mâide,5/3.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/93-95.
[248] Buhârî, Ahkâm, 20; Müslim, Akdıye, 4.
[249] el-Heysemî, Mecma'u'z-zevâid, Beyrut, 1967, C.IV, s. 196.
[250] Heysemî, a.g.e., C, IV, s. 193.
[251] Ebû Dâvûd, Akdıye, 11; İbn Hanbel, Müsned, C. V, s.230, 236, 242.
[252] Dârakutnî, C.IV, s. 203; İbn Hanbel C.IV, s.205.
[253] Dârakutnî, C.IV, s. 229.
[254] Bölüme örnek: Heysemî, a.g.e., C.IV, s. 203 vd.; kitaba örnek: İbnu't-tallâ, Muh. b. Ferac (V. 497/1104), Akdıyetu'r-Rasûl. Rasûlullah devrinde kaza ve kadılar için bak. Doç. Dr. F. Atar, islâm Adliye Teşkilâtı, s. 39-53.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/97-98.
[255] Hacevî, el-Fikru's-sâmî, C.I, s. 169-173.
[256] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/99.
[257] Bakara, 2/282.
[258] Buharî, Buyu', 19.
[259] Buharı, Şurût, 19; Vasâyâ, 22, 28.
[260] Ebû Dâvûd, Vasâyâ, 13; Hacevî, a.g.e., C.I, s. 211 vd.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/99-100.
[261] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/101.