ASRI SAADETTE ORDU VE SAVAŞ STRATEJİSİ4

Yrd. Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN.. 4

Birinci Bölüm.. 4

DEVLET VE SİYASET.. 4

I. İslâm Devletinin Oluşması4

A) Mekke Dönemi :4

1- Vahyin Başlaması Ve Tebliğ. 4

2- Mekke Devletinin İslama Tepkisi:5

a) Alay Etme :5

b) Hakaret:5

c) İşkence :5

d) Ambargo :6

e) Şiddet Politikası :6

3- Akabe Bey'atleri7

4- Hicret7

B) Medine Dönemi8

1- Mescid. 8

2- Kardeşlik. 8

3- Anayasa. 9

4- Devlet9

5- Başkent9

II. Siyaset ( Strateji)10

İkinci Bölüm.. 11

ASKERÎ CİHADIN BAŞLAMASI12

I. Ordunun Hazırlanması12

A) Ordunun Yapısı12

B) Askerliğe Kabul Şartları12

1- Müslüman Olmak:12

2- Erkek Olmak :13

3- Âkil Baliğ Olmak :14

4- Sağlıklı Olmak :14

5- Mazereti Olmamak:15

II. Ordunun Silahları15

A) Koruyucu Silahlar Ve Gereçler16

1- Zırh:16

2- Miğfer:16

3- Kalkan :16

B) Yaralayıcı Ve Öldürücü Silahlar:16

1- Kılıç:16

2- Ok Ve Yay:17

3- Mızrak Ve Kargı :17

4- Mancınık:17

C) Silah Temini:18

1- Zengin Müslümanların Yardımı:18

2- Elde Edilen Ganimetler:18

3- Devlet Bütçesinden Silah alınması:18

4- Borç Olarak Silah Temini:18

III. Ordunun Blnek Hayvanları18

IV. Ordunun Eğitîmi19

A) Sulh Zamanı Eğitim.. 19

B) Savaş Zamanı Eğitim.. 19

V. Ordunun Yiyeceği20

A) Medineden Götürülen Erzak. 20

B) Ganimet Olarak Elde Edilen Yiyecekler21

C) Avlanmak Suretiyle Elde Edilen Yiyecekler21

VI. Ordunun Bayrak Ve Sancakları22

VII. Ordunun Medine'den Ayrılması22

A) Hz.Peygamber'in Askerden Bey'at Alması22

B) Yerine Vekil Tayin Etmesi23

C) Öncü Birliklerin Çıkarılması23

D) Hareket Günü. 23

E) Savaş Yerine Hareket23

F) Ordunun Konaklaması23

Asr-I Saadet'te Yapılan Savaşlarda İslâm Ve Düşman Güçlerinin Sayısı24

Üçüncü Bölüm.. 24

HZ. PEYGAMBERİN (S.A.V.) SAVAŞ TAKTİKLERİ24

I. Keşîf Ve İstihbarat24

A) Mekke Dönemi Ve Hicret Sırasında İstihbarat24

B) Medine İslâm Devletinde İstihbarat25

1- Dârul-Harb'de Câsûs Bulundurma. 25

2- Keşif Kolları Çıkarma:26

3- Câsûs Kullanma:26

4- Devriye Çıkarma:28

5- Haber Almak İçin Düşman Ordusundan Asker Yakalama :28

6- Üçüncü (Tarafsız) Şahıslardan Bilgi Edinme :29

C) Düşmana Bilgi Kaptırmama. 30

1- Gizliliğe Riayet Ve Sır Saklama. 30

2- Düşmanın Keşif Kollarına Fırsat Vermeme:30

3- Düşman Lehine Haber Toplayanları Yakalama:31

II. Savaş Sanatını Ve Prensiplerini Bîlmek Ve Uygulamak. 32

A) Taktik Prensipler:32

1- Hedef Belirleme :32

2- İstişare Etme :32

3- Sür'atli Hareket Kabiliyeti33

4- Şaşırtma Ve Ansızın Baskın. 33

5- Düşmanların Yapabilecekleri İttifakı Engelleme:34

6- Küfrün Elebaşlarını Öldürme:34

7- Düşmana Mağlubiyeti Peşinen Kabul Ettirme:35

8- Parola Kullanma :35

B) Teknik Prensipler:36

1- Hendek:36

2- Yeni Silahlar :37

a) Mancınık :37

b) Debbâbe:37

3- Psikolojik Savaş :37

A) Ateş Yakma :37

B) Düşman Ordu Komutanının Gözünü Korkutma :38

C) Tekbir:38

III. Sivillerin Korunması39

A) Savaşa Katılmayanların Dokunulmazlığı:39

1- Kadınlar Ve Çocuklar:39

2- Bunamışlar:40

3- Çok Yaşlı İhtiyarlar:40

4- Din Adanılan :40

5- İşçi Ve Hizmetçiler:40

B) Esirlere Yapılan Muamele:41

1- Fidye Karşılığı Serbest Bırakma:41

2- Müslüman Esirlere Karşılık Olarak Serbest Bırakma:41

3- Karşılıksız Serbest Bırakma:41

4- Esirlerin Öldürülmesi:42

C) Ölü Ve Yaralılara Yapılan Muamele:42

1- Şehidler Ve Yaralılar:42

2- Düşman Tarafın Ölüleri Ve Yaralıları:43

Sonuç. 43

Bibliyografya. 44


ASRI SAADETTE ORDU VE SAVAŞ STRATEJİSİ

 

Yrd. Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN

 

(Atatürk Üniversitesi ilahiyat Fakültesi, Öğretim Görevlisi, Erzurum)

Mustafa Ağırman 1954 yılında Erzurum'un Oltu ilçesinde doğdu ilkokulu dışarıdan bitirdi. 1972 yılında Sakarya Î.H.L.den, 1976'da İstanbul Yüksek tslâm Ensti­tüsünden mezun oldu. 1981'de Erzurum Yüksek îslâm Enstitüsüne asistan olarak girdi. 1983'de Erzurum Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi­ne öğretim görevlisi olarak atandı. 1992 yılında "Hz. Peygamber'in Sauaş Stratejisi" konulu teziy­le doktor unvanını aldı. Halen A.Ü. İlahiyat Fakül­tesinde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.[1]

                                                                                                                                                                              

Birinci Bölüm

 

DEVLET VE SİYASET

 

I. İslâm Devletinin Oluşması

 

A) Mekke Dönemi :

 

1- Vahyin Başlaması Ve Tebliğ

 

Rasûlullah (s.a.v.)'a, vahiy yoluyla Kuran inmeğe başladığı[2] andan itibaren, islâm'a davet başladı.[3] Hz.Peygamber (s.a.v.) ilk olarak islâm'ı aile fertleri ve yakın arkadaşlarına tebliğ etti. Ken­disine îslâm ordusunun ilk mayasını oluşturacak olan seçkin bir grup iman etti.[4] O, insanlara; Allah'ın birliği, nefislerin temizlen­mesi, safların birleştirilmesi, islâm yararına kişisel çıkarlann go-zardı edilmesi çağrısında bulunuyordu.[5] Bu davet gizli yapılıyor­du, iş çok sıkı tutuluyordu.

islâm'ı kabul edecek olanlara, Hz.Peygamber (s.a.v.) şu tekli­fi yapıyordu :

"Allah'tan başka ilah (tanrı) olmadığına, O'nun tek olup, or­tağı olmadığına şehadet ederek, Lât ve Uzza ilahlarını inkâr ede­ceksin"[6]

Bu kelimeleri söyleyen müslümanlar, artık bütün işlerinde Allah'ın hakimiyetini kabul ediyorlar ve bütün ilahları reddettik­lerini ilan ediyorlardı.

Davet gizlice yürütülüyor ve müslüman olanların sayısı artı­yordu. Mekke'nin her tarafında islâm konuşulmaya başlandı. Gizli tebliğden istenilen netice hasıl olunca Yüce Allah şu iki âyetle tebliğin açığa vurulmasını emretti:[7]

" (Ey Muhammed) artık sana emredileni açıkça ortaya koy ve müşriklerden yüz çevir. "[8]

" En yakın akrabalarını uyar. Sana uyan müminleri kanatla­rının altına al."[9]

Bu ayeti kerimeler nazil oluncaya kadar, islâm gizlice tebliğ edilmiş ve bu gizlilik üç sene sürmüştü.[10] Bu konuda Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

" Bana peygamberlik verilmesi üzerine kavmim, hoşlanmadı­ğım kerih sözler söyleyince sustum. Fakat Cebrail (a.s.) gelerek şöyle dedi: " Ya Muhammed, Rabbinin sana emrettiği şeyi yap­mazsan, seni cezalandırır."[11]

Cebrail'in bu ikazı üzerine Hz.Peygamber, Hz. Ali vasıtasıyla yakın akrabalarını bir yemeğe çağırdı; onları Islama davet etti. Hz.Peygamber daveti açığa vurunca müşrikler de düşmanlıkları­nı izhar ettiler. Yakınları, Hz.Peygamber (s.a.v.)'in davetini alay ve istihzayla karşılayıp yanından uzaklaştılar.[12]

Müşrikler alay etse de, istemese de, karşı koyup düşmanlık etse de Allah, nurunu tamamlayacaktır :

"Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler hoşlanmasa da Allah, mutlaka nurunu tamamlamak ister."[13]

Müslümanların sayısı gün geçtikçe artıyordu. Müşrikler de düşmanca tutumlarım ileri seviyelere götürüyorlardı. Başlangıç­ta Kureyş, müslümanları isyancı bir grup olarak kabul ediyor; onları böyle değerlendiriyordu. Bundan dolayı da, müslümanlar-dan kimsesizlerin, musta'zaflarm, savunma gücü olmayanların can ve malına tecavüzü mubah saymaktaydılar. Müslümanların sayısı arttıkça onlar da işkencenin dozajını artırıyorlardı. Daha da ileri giderek bir iki müslümanın şehid olmasına bile sebep oldu­lar.[14]

 

2- Mekke Devletinin İslama Tepkisi:

 

Davetin açığa vurulmasından sonra meydana gelen Mekke Devletinin tepkisini şu şekilde maddeleştirebiliriz :[15]

 

a) Alay Etme :

 

islâm davetinin başlaması ile Mekke ahalisi müminler ve müşrikler diye iki gruba ayrıldılar. Sayı bakımından çok olan müşrikler aynı zamanda maddî bakımdan da kuvvetliydiler. Fakat ahlâkları bozuk, değer yargıları seviyesiz ve hatta kendi dinlerine karşı bile laubali bir davranış içindeydiler. Müslüman­lar azdı; üç yıl içinde sayıları kırkı bile bulmamıştı. Fakat imanla­rı kuvvetli, seciyeleri yüksekti.

Müşrikler, davetin açığa vurulmasından sonra, Hz.Muham-med (s.a.v.)'i " gökten haber veren işte budur " diye birbirlerine göstererek eğlendiler. Mülümanlan alaya aldılar.[16] Onların alay­larına karşılık Yüce Allah şöyle buyurdu:

" O alay edenlere karşılık biz sana yeteriz. "[17]

 

b) Hakaret:

 

Hz. Peygamber (s.a.v.), insanları ilk Önce ilahları reddetmeye davet ediyordu.[18] Zaten O, putları ve putçuluğu yıkmak için gön­derilmişti. Putlarla ilgili âyetler nazil olmaya başlayınca müşrik­ler daha da hırçınlaştılar:

" Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız Cehennem'in H nusU-nuz. Siz ( odun gibi ) oraya gireceksiniz"[19] ayeti nazil olunca, Mü'minlerle müşrikler arasındaki münasebetin ikincisi yan' ha­karet dönemi başlamış oldu.[20]

Müşriklerin müslümanlara karşı ateş püskürmeleri kendi aleyhlerine oluyor, islâm iyice duyulmuş oluyordu. Hemen her nıüslüman hakaretten nasibim alıyor, hatta Hz.Peygamber (s.a.v.)'e bile ağır hakaretler ve galiz küfürler yapılıyordu.[21] Bu hakaretler neticesinde saflar iyice netleşiyordu. [22]

 

c) İşkence :

 

Saflar hem iyice belirginleşiyor, hem de müslüman olanların sayısı artıyordu. Mekke'de tutuşan iman meş'alesini söndüreme-yen müşrikler, çeşitli hile ve tuzaklara başvurdular. Hz.Peygam-ber (s.a.v.)İ himayesinde bulunduran Ebû Talib'e çeşitli teklifler götürdüler. İslâm'ı sulandırmak istediler. Hz.Muhammed (sa.v.)'e dünyalık menfaatler sundular, fakat O yüce insan bunları elinin tersi ile itti.[23]

Bu konuda istediklerini elde edemeyince, " Sen bizim taptık­larımıza tap, biz de senin ibadet ettiğine ibadet edelim; böylece müşterek bir noktada birleşelim " dediler.[24] Bu çirkin tekliflerinin cevabım Allah verdi:

" De ki: Ey kâfirler ! Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim taptığıma tapıcılar değilsiniz. Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır.[25]

Müşriklerin reislerinden gelen "sentez" teklifi bu şekilde red­dedildi. Bu reisler, menfaatleri yüzünden puta tapıcılıkta ısrar ediyorlardı. Müslümanlığı tehlikeli görüyorlar, bu dinin ilerleme­sine mani olmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı.

Müşriklerin elebaşlarının ellerinden gelen de işkenceydi. Yıl­dırma politikalarının işkence safhasını açtılar. Kabilesi kuvvetli olanlara pek dokunamıyorlar, fakat kimsesizlere, hususiyle köle ve cariyelere son derece işkence ediliyordu. Kimi, yakıcı kumlar üzerine yatırılır, göğüslerine ağır taşlar bastırılır veya kızgın de­mirlerle vücutları dağlanır; kimi aç, susuz bırakılarak müslü-manlıktan vazgeçmesi için zorlanırdı.[26]

işkenceler arttıkça, tebliğ daha hızlı bir şekilde ilerliyordu. İşkence ve tebliğ karşılıklı hızlanırken, müslümanlardan kabilesi kuvvetli olanlar da işkenceden nasiblerini alıyorlardı.[27]

Müşriklerin baskısı çok artınca, Hz.Peygamber, müslüman-larm Habeşistan'a hicret etmelerine izin verdi. Bisetin beşinci senesinde onaltı kişilik bir kafile Habeşistan'a hicret etti. Bisetin yedinci yılında da doksan kişilik bir kafile aynı ülkeye muhacir olarak gitti.[28]

Bisetin altıncı senesinde Hz.Hamza ve Hz.Ömer'in müslü­man olması ile müslümanlar biraz olsun kuvvet bulmuş, müşrik­ler ise istediklerini elde edememenin üzüntüsüne düşmüşlerdi.[29]

 

d) Ambargo :

 

Hz.Hamza ve Hz. Ömer'in müslüman olması, müşrikleri çile­den çıkardı. O zamana kadar, Erkam b. Ebi'1-erkam'm evinde giz­lice ibadet yapan ve sohbet eden mülümanlar, şimdi Ka'be'de açıktan namaz kılmaya başladılar.[30]

Habeşistan hicretiyle de, oraya giden müslümanlar, emniyete kavuşmuş ve diledikleri gibi yaşama hürriyeti elde etmişlerdi. Üs­telik islâm, her tarafta duyulup şüyu buldu. Habeşistan kralı Necâşî, müslümanları geri isteyen Mekke- Şehir Devletinin elçi­lerini kabul etti; ama isteklerini yerine getirmedi. Bu kabul esna­sında, müslümanlar, krala da islâm'ı anlatma imkânı buldular.[31]

Tevhid inancına karşı alay, hakaret ve fiili işkence uygulayan Mekke'liler, bu hadiselerden sonra sosyo- ekonomik bir müeyyi­deye başvurarak müslümanlar aleyhine ambargoya karar verdi­ler.

islâm tarihinde, Haberu's-Sahife diye geçen bu hadise, Mekke devrinin yedinci yılında Muharrem ayında vuku buldu. Müşriklerin ileri gelenlerinden kırk kişi toplanmış, müslüman-larla her türlü alış verişi kesmeye, kız alıp vermemeye, onlarla konuşmamaya ve her türlü muameleye son vermeye, ayrıca her rastladıkları yerde zulüm ve işkenceye devam etmeye karar ver­mişlerdi. Bu kararı bir sahifeye yazıp Ka'be'nin duvarına astılar. Ayrıca bu kararları kesinlikle yerine getireceklerine dair de ye­min ettiler.

Üç sene kadar devam ettiği rivayet edilen bu ambargo, müslü­manlar için çok sıkıntılar getirdi. Açlık ve susuzluktan çocuklar Ölüyordu; dayanılması çok zor olan günler geçirdiler. Müşriklerin saldırı ihtimali her an için varid olduğundan, gece gündüz ellerin­de silah, nöbet tutuyorlardı. Hz.Peygamber, İslâm'ı anlatacak bir tek muhatap dahi bulamıyordu.

Ebû Talib mahallesindeki bu muhasara, Biset'in onuncu yı­lında Hişâm b. Amr'ın gayretleriyle kaldırıldı. Sahife yırtılıp atıl­dı ; hükümleri de geçersiz sayıldı.[32]

 

e) Şiddet Politikası :

 

Müslümanlar üç yıl süren bu muhasaradan kurtulduktan sonra sevinmişlerdi. Fakat bu sevinçleri çok sürmedi. İki büyük acı Hz.Peygamber (s.a.v.)'i de müslümanları da çok üzdü. O'nu hi­maye eden amcası Ebû Talib seksen yaşında vefat etti. Üç gün son­ra da Hz.Hatice vefat etti.

Mekke devrinin onuncu senesine rastlayan bu iki ölüm hadi­sesinin meydana geldiği seneye üzüntü yılı manasına"Senetu 1-hazen"denildi.[33]

Artık Hz.Peygamber (s.a.v.)'i himaye edecek kimse kalmadı. Yeni   bir devir, şiddet devri başladı. Bu devirde müşriklerin yaptıkları, vahşet derecesini buldu.

Ebû Talib'in ölümünden sonra, Ebû Leheb Haşimoğulları'na kabile şefi oldu. Kendisi çok azılı bir îslâm düşmanı idi. Karısı Ümmü Cemil ile birlikte Hz.Peygamberin geçtiği yollara diken döker ve O yüce insanın ayağına diken batmasından zevk alırdı. Bu ikisi hakkında zaten bir sûre nazil olmuş ve onların akıbetini beyan etmişti:[34]

"Ebû Leheb'in iki eli kurusun (yok olsun o); zaten yok oldu ya. Ne malı, ne de kazandığı, onu (Allah'ın kahrından) kurtaramadı. Alevli bir ateşe girecektir (o). Karısı da odun hamalı olacak. Boy­nunda hurma lifinden (örülmüş) bir ip ( bulacaktır)."[35]

Bu devirde müşrikler şimdiye kadar yaptıklarının hepsini toptan yapıyorlardı. Alay, hakaret ve fiili işkence doruk noktaya çıkmıştı.[36] İşte böyle bir ortamda Hz.Peygamber, islâm'ı Mek­ke'nin dışında bir şehir halkına tebliğ etmek için Taife gitti. Ta-if te de aynı muamele ile, hatta daha şiddetlisiyle karşılaştı. Taif-liler O'nu dinleme yerine, kovdular, taşladılar; sokak serserilerini peşine taktılar, mübarek ayakları kan-ter içinde kaldı, istediği neticeyi alamadan Taiften geri döndü.[37] " Taifliler, ayaklarına gelmiş nimeti teptiler; istikbalin Medinesi olma imkânım inatları yüzünden elden kaçırdılar.[38]

Hac mevsiminde, Arap yarımadasından kalabalık insanlar gelir Mekke'ye toplanırlardı. Hz.Peygamber (s.a.v.) kendini onla­ra arzetti; islâm'ı tebliğ etti. Çadırlarda insanları ziyaret edip da­vasını anlattı. Müşrikler de O'nu arkadan takip edip, anlattıkları­nı silmeye çalışıyorlar ; O'nun davasını ters-yüz ediyorlardı.[39]

 

3- Akabe Bey'atleri

 

Kendisi ve müslümanlar için sığınak arayan Hz.Peygamber (s.a.v.), işte bu esnada Akabe'de Yesrib'den gelen bazı kişilerle karşılaştı. Onları islâm'a davet etti. Bu insanlar da kendilerine yapılan daveti kabul ettiler. Hz.Peygamber, bazı konular üzerine onlarla ahidleşip bey'atlerini aldı. İslâm tarihinde Akabe Bey'at-leri, diye meşhur olan ve Hicret'e başlangıç teşkil eden hadisenin kapısı aralanmış oldu.

İslâm Tarihi kaynakları Akabe Bey'atleri'nin üç sefer yapıldı­ğını bildirirler. Birinci Akabe'de altı kişi oldukları rivayet edilen Yesribliler, ertesi sene on iki kişi oldular. Memleketlerine geri dö­nerken Hz.Peygamber'in görevlendirdiği Mus'ab b. Umeyr'i de muallim olarak götürdüler. Bir sene sonra yetmiş üç erkek iki ka­dın olmak üzere yetmiş beş kişi Hz.PeygamberXs.a.v.)'e bey'at etti. Bu bey'ate iştirak eden Ka'b b. Malik isimli sahabî, Hz.Peygam-ber (s.a.v.)'in on iki tane nakib seçtiğini rivayet etmektedir.[40]

Bu konuda geçen rivayetlerden anlaşıldığına göre, Hz.Pey­gamber, nakibler ve muallim vasıtasıyla Yesrib'i Islâmlaştırmış ve hicrete hazır hale getirmişti. Son-Akabe Bey'atinde de Yesribli müslümanlar, Mekkeli müslümanları memleketlerine davet etti­ler.[41]

Bu insanlar islâm'a öyle gönül vermişlerdi ki, bunlardan Ab-bas b. Ubâde şöyle dedi:

"Ya Rasulallah, eğer istiyorsan, kılıçlarımızla, seni taciz eden Mekkelilere savaş açalım ". Hz.Peygamber (s.a.v.) şöyle cevap ver­di:

"Henüz bununla emrolunmadık, kervanlarınıza dönün."[42] Hz.Peygamber (s.a.v.), Akabe Bey'atleri ile, Mekke dışında kendine tabi olanların ilk kez yönetimini üstleniyordu. Bu, Rasûlullah(s.a.v.)'m askeri başarısıdır.[43]

 

4- Hicret

 

Akabe Bey'atleri başarı ile neticeye ulaştıktan sonra Hz.Pey­gamber, müslümanlarm Yesrib'e hicret etmelerine izin verdi.

Müslümanlar da mallarını ve ailelerini Mekke'de bırakıp muha­cir oldular.[44]

" Mekke'den Yesrib'e hicret eden bu müslümanlara, Ensar de­diğimiz Yesribli müslümanlar kapılarını açıyor, onları seve seve misafir ediyorlardı. Zaten bunun için onlara ensar, yardımcılar denmişti. Ensar, hemen kendi aralarında bir teşkilat kurarak Mekke'den gelen muhacirleri yerleştirmiş, onları kardeş olarak ekmeklerine, çorbalarına, evlerine ortak yapmışlardı."[45]

"Mekke'de, işkence altında veya hapiste olan müminlerden başka sadece Hz.Ebû Bekir ve Hz.Ali kalmıştı. Diğer bütün müs­lümanlar hicret etmişti."[46]

Bu sırada Darü'n-Nedve'de toplantılar yapılıyor; müşrikler durum değerlendirmesi yapıyorlardı. Ortaya atılan görüşler içeri­sinde " Muhammed (s.a.v.)'in Öldürülmesi gerekir " fikri kabul gör­dü. Onlar bu konuları görüşürken Allah da Rasulüne hicret emri vermişti. Yol arkadaşı olarak Hz.Ebû Bekir'i alan ve çok güzel tak­tikler uygulayan Hz.Peygamber salimen Yesrib'e ulaştı. Artık bundan sonra orası Medinetun-Nebi, kısaca Medine oldu.[47]

" Rasûlullah (s.a.v.)'in Medine'ye hicreti, komutanın ordu bir­likleriyle garnizonda birleşmesi demektir."[48] Kısaca hicret, cema­atten devlete geçiş hareketidir. [49]

 

B) Medine Dönemi

 

Mekke'den Medine'ye hicret eden müslümanlar çeşitli zorluk­larla karşılaştılar. Bu zorlukların izalesinde Ensar'ın büyük yar­dımları görüldü. Müslümanların hepsini Medine'ye yolcu ettikten sonra kendisi de hicret eden Hz.Peygamber (s.a.v.) Medine'de bir îslâm devletinin temelim attı.[50]

 

1- Mescid

 

Hz.Peygamber, Medine'de ilk iş olarak Mescid'in yapımım ele aldı.[51] Hemen yerini belirleyip çalışmaları başlattı. Ashab'm ça­lışmasına kendisi de bedenen iştirak etti. Temelleri taştan, duvar­ları kerpiçten, direkleri hurma gövdelerinden, tavam hurma yap­raklarından, zemini kum ve çakıldan müteşekkil bir bina vücuda getirildi. Mescidin doğu tarafında da Hz.Peygamber (s.a.v.)'in ikamet edeceği odalar yapıldı.[52]

Mescid sadece namaz kılmak; ibadet etmek maksadıyla yapıl­madı. Medine islâm Devleti burdan yönetilecekti." Bu binanın ta­mamlanmasıyla İslâm'da ilk askerî karargâh da kurulmuş ol­du."[53]

" Hz.Peygamber (s.a.v.) camisini komutanlık merkezi ittihaz etti. Onda askeri birlikler tadat olunur ( sayılır ) avlusunda Cihâd toplantıları yapılırdı. Orada sâdık mücahidler Cihâd aşkıyla ya­nar, orada kararlar, emirler, nasihatler verilirdi. Hz.Peygamber (s.a.v.) orada ashabına danışır, görüşlerini alırdı; çünkü onların işi müşavereye dayalıydı.

Hz.Peygamber (s.a.v.), ashabım maddî ve manevî yönden teç­hiz etmek için, onları Mescidde yetiştirirdi. Karargâhı olan Mes-cidde, müminleri Allah yolunda savaşa teşvik eder, savaşta sebat edip, firar etmemelerini emrederdi. Onları tefrika ve çekişmelere düşmemeleri için uyarırdı. Onlara nizam ve itaati emreder, içleri­ne sevgi, dostluk ve kardeşliği yerleştirirdi.

Savaşa çıkacak olan ordu, Mescidden hareket ederdi. Sancak, bayrak ve askeri nişanlar Mescidde verilirdi. Silah ve mühimmat orada dağıtılırdı. Bir tehlike belirdiğinde, ashab mescidde topla­nır; mücahidler gaza veya seriyyeden dönünce mescide gelirlerdi. Yaralıların yaralan mescidde sarılır; müslümanlar cihâd hüküm­lerini mescidde öğrenirlerdi.

Hz.Peygamber (s.a.v.) zamanında, asker ve komutanların kışlası mesciddi. Askeri ıstılah olarak kışla, komutanın kendileri­ne emirlerini iletmek ve yapmaları gerekenleri bildirmek için as­kerini topladığı yerdir. Müslümanlar dahilî ve haricî bir tehlike karşısında kalınca, müezzin " Toplu namaz ! ... Toplu namaz !... " diye müslümanları camiye çağırırdı. Bunun üzerine bölük bölük mücahidler, gruplar halinde veya münferiden, müezzinin çağrısı­na icabet etmek üzere camiye koşarlardı. Camiye koşan bu müslü­manlar tam techizatlı olup, beraberlerinde getirdikleri atlarını, develerini caminin dışına bağlarlardı. Ordunun aniden taarruza geçmesi ve tehlikenin üzerine beklenmedik anda varılması için gerekli levazım ve teçhizat hemen dağıtılırdı. Bütün bunlar, bir tek komutanın, yani Hz.Peygamber (s.a.v.)'in sevk ve idaresinde ve bir tek gayenin tahakkuku için yapılırdı^'lslâm'ı ve müslüman­ları savunma."[54]

" Hz.Peygamber (s.a.v.)'in ordusu camide kuruldu, camide bü­yüyüp orada yüceldi; camide ayakta durdu, camide eğitim gördü; çünkü Allah bütün yeryüzünü tertemiz bir cami yaptı. İslâm'ı ve müslümanları korumak için ilk mücahid ordusu, Medine-i Mü-nevveredeki Rasûlullah (s.a.v.)'in mescidinden hareket etti."[55]

 

2- Kardeşlik

 

Hz.Peygamber (s.a.v.), Muhacirun ile Ensar arasında bir kar­deşlik bağı oluşturdu. Taraflar, her türlü hayat şartlarında birbir­lerine yardımcı olacaklar, birbirlerini kollayacaklardı.[56]

Kurulan îslâm Devletine bunlar sahip çıkacaklar, İslâm'ı et­rafa bunlar yayacaklardı. " Bu kardeşlik, iki müslüman grubu bir araya getirip, onlara tek komutanın direktifi doğrultusunda, aynı amacı taşıyan kimseler olma özelliğini kazandırıyordu."[57] Hz.Peygamber (s.a.v.) bu esnada yaptırdığı bir nüfus sayımı ile Medine'de binbeşyüz tane müslüman olduğunu da tesbit etti.[58]

 

3- Anayasa

 

Hz.Peygamber (s.a.v.), Ensar ve Muhacirûn arasında bir kar­deşlik tesis ederken, Medine'de yaşayan müslümanlarla gayr-i müslimler arasında da bir vatandaşlık antlaşması yaptı.[59] Bu ve­sika, aynı zamanda insanlık tarihinin ilk yazılı anayasası oldu. Bu anayasa ile Medine halkı bir düzene sokuldu; canları, malları ko­runarak, dinlerinde serbest bırakıldı.

Bu anayasa ile müslümanlar, yahudiler, hristiyanlar ve müş­rik araplar, îslâm Devletinin tebaasını oluşturmuş oluyorlardı. Anayasanın konumuzla alakalı birkaç maddesi şöyledir:[60]

1- Bismillahirrahmanirrahim. Bu kitap ( yazı ), Peygamber Muhammed (s.a.v.) tarafından Kureyşli ve Yesribli müminler ve müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla yine onlara sonradan ilti­hak etmiş olanlar ve onlarla beraber Cihâd edenler için ( olmak üzere tanzim edilmiş) dir.

2- Işte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet ( camia ) teş­kil ederler.

16- Yahudilerden bize tabi olanlar, zulme uğramaksızm ve onlara muarız olanlarla yardımlaşılmaksızm, yardım ve muzahe­retimize hak kazanacaklardır.

23- Üzerinde ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şey, Allah'a ve Muhammed (s.a.v.)'e götürülecektir.

37- ( Bir savaş vukuunda ) Yahudilerin masrafları kendi üze­rine ve müslümanlarm masrafları da kendi üzerinedir...

37 b- Hiçbir kimse müttefikine karşı bir cürüm ika edemez; muhakkak ki zulmedilene yardım edilecektir.

44- Onlar ( Müslümanlar ve Yahudiler ) arasında, Yesrib'e hücum edecek kimselere karşı yardımlaşma yapılacaktır.[61]

 

4- Devlet

 

Bu şekilde Hz.Peygamber (s.a.v.)'in hicretten sonra Medi­ne'de değişik toplulukları biraraya getirip müşterek yaşama için Anayasa yapması; meydana getirilen statüye " devlet" sıfatını ka­zandırmış oluyor.

Bugünkü hukuk kitapları devleti " belirli bir toprak parçası üzerinde yerleşen ve bir üstün otoriteye tabi olan insan topluluğu­dur. Devlet başka bir deyimle milletin hukukî ve siyasî şahsiyet kazanması dır"[62] diye tarif etmektedirler.

Bu tarifin ışığı altında devletin üç unsuru vardır :

1-) Devletin beşerî unsuru (insan topluluğu)

2-) Devletin fizikî unsuru ( ülke)

3-) Devletin hukukî unsuru ( egemenlik).

" Beşerî ve fizikî unsur devletin mevcudiyeti için şarttır. Haki­miyet unsuru ise devleti diğer topluluklardan ve benzerlerinden ayırır."[63]

Hz.Peygamber (s.a.v.)'in kurduğu devlette bu unsurlar eksik­siz olarak vardır, insan unsuru çok renkli bir şekilde kendini gös-teremektedir. Medine ve çevresi bu devletin fizikî unsurudur. Ha­kimiyet de Allah ve Rasulüne aittir.

Bu devlet kısa zamanda dahilî problemlerini halletmiş, ken­dini dış düşmanlara karşı müdafaya koyulmuştur.[64]

 

5- Başkent

 

Hz.Peygamber (s.a.v.), Mekke döneminde iken kendisine ve davasına sahip olacak bir topluluğun ve bir şehrin arayışı içerisin­deydi. Bu maksatla, kendini barındırmalarını ve Kureyş'e karşı kendine yardım etmelerini ümit ederek Taife gitti. Taifliler müs-lümanhğı kabul ederlerse Kureyş'i sindirebilirlerdi. Ama kabul etmediler.[65]

Hz.Peygamber (s.a.v.)'in bu arzusunu, Akabe'de bey'at edip söz veren Medineli müslümanlar gerçekleştirdi. O da, hicretten sonra Medine Şehrini kendi devletine başkent ittihaz etti.

Medine Şehri îslâm Devletinin başkenti olduğu gibi etrafın­daki arazi de devletin topraklarını teşkil ediyordu. Hz.Peygamber (s.a.v.), hicretten sonra Medine'yi Haram bölge ilan etti. Ashaptan

Ka'b b. Malik (r.a.)'ı göndererek, kendisinin işaret ettiği tepelere islâm Devletinin o günkü hudutlarım işaret etmek üzere duvar­lar, sınır taşları inşa ettirdi.[66]

Etraftaki müslümanların bu şehire toplanmalarını ve bir güç meydana getirmelerini söyledi. Hz.Peygamber (s.a.v.), bu üstün siyaseti ile başkentteki nüfus yoğunluğunu müslümanlar lehine değiştirdi.

Kabilelere gönderdiği mürşidlere ve askeri birlik komutanla­rına verdiği emirlerle, yeni müslüman olanların Medine'ye gelip yerleşebileceklerini her tarafa iletti.[67]

Ensar, Mekke fethinden sonra O'nun Mekke'de kalacağını düşünüyor ve üzülüyordu.[68] Halbuki Hz.Peygamber (s.a.v.), daha Müellefe-i kulub durumunda olan müslümanîann bulunduğu bir şehri merkez edinmeyi şimdilik uygun görmüyordu. Hatta Mek-ke'dekilerin bile Medine'ye yerleşmelerine müsaade ediyor ve ora­yı tahkim ediyordu. Hemen vefatının akebinde çıkan irtidat hadi­selerini, Medineli müslümanların bastırması, O'nun askeri deha­sını gösteren bir delildir. [69]

 

II. Siyaset ( Strateji)

 

Medine'de islâm Devletini kuran ve bu Devletin başkanı olan Hz.Muhammed (s.a.v.)'in gayesi ve hedefi islâm'ı yaymaktı. O, si­yasetini bu esasa göre ayarladı. Daha doğrusu Allah, O'nu bu nok-ta-i nazara göre yönlendirdi. Devlet bir barış havası içerisinde ve coşkun karşılamalarla kuruldu.[70]

Bir devlet ne kadar barıştan yana olursa olsun, düşmanlar da aynı şekilde hareket etmiyorsa savaş kaçınılmaz olur. Düşmanla­ra karşı uyanık ve hazırlıklı olmak gerekir. Hz.Peygamber (s.a.v.)'in hayatında savaş, ilk Önce müdafaa harbi olarak başlamıştır. Yüce Allah, Medine'deki müslümanları, düşmanın saldır­gan planından korumak için onlara, hicretin ikinci yılında şu ayet-i kerime ile savaş izni verdi:[71]

"Elbette Allah, inananları savunur. Allah hiçbir hain ve nan­körü sevmez. Kendileriyle savaşılan (mümin) lere, (savaşma ) izn(i) verildi. Çünkü onlara zulmedilmiştir ve şüphesiz Allah, on­lara yardım etmeğe kadirdir. "[72]

Savaş hakkında ilk nazil olan ayet budur.[73] Bu ayet savunma savaşma izin veriyor. Tedricen nazil olan ayetler,[74] Hz.Peygam­ber (s.a.v.)'i taarruz savaşı yapmaya şevketti. Hz.Peygamber (s.a.v.)'in savaşlarının savunma mı taarruz mu olduğu konusun­da muasır islâm alimlerinden Said Ramazan el-Bûtî, savaşı dave­tin içinde bir merhale olarak kabul ederek şunları ileri sürüyor :

" islâm daveti, Resulullah (s.a.v.)'m hayatında, bisetinden ve­fatına kadar dört devre geçirdi.

1. Devre : Gizli davettir ki bu üç yıl sürdü.

2. Devre : Savaş olmadan yalnızca dil ile yapılan açıktan da­vettir ki, bu da hicrete kadar devam etti.

3. Devre : Haddi aşanlar ve kötülüğe başvuranlarla savaş­makla birlikte, açıktan davettir ki, bu da Hudeybiye musalahası-na kadar devam etti.

4. Devre : Allah'a davet yolunda engel olarak çıkan veya müşriklerden, inkarcılardan ve puta tapanlardan - daveti duy­duktan sonra - Islama girmekten kaçman herkesle savaşarak, açıktan yapılan davettir ki, bu dönem, Islâmdaki Cihâd hükmü­nün ve islâm şeriatının, üzerinde karar kıldığı ve son şeklini aldığı dönemdir."[75]

Said Ramazan, üçüncü devreyi savunma savaşı, dördüncü devreyi de taarruz savaşı olarak kabul etmektedir. Bu görüşüne delil olarak da, Hz.Peygamber (s.a.v.)'in, Kureyza oğulları dönüşü "Bundan sonra biz onlara savaş açacağız, artık onlar bize savaş açamıyacaklar "[76] hadis-i şerifini zikretmektedir.[77]

Kendisi aynı zamanda bir erkân-ı harb olan Mahmud Şit Hat-tab ise şunları ileri sürüyor :

" Rasûlullah (s.a.v.)'in hayatını askerî yönden dört döneme ayırmak mümkündür ; Toparlanma dönemi, akideyi savunma dö­nemi, atılım dönemi ve nihayet gelişme dönemi.

1) Toparlanma Devresi: Hz.Peygamber (s.a.v.)'in, peygam­ber olarak gönderilişinden, Medine'ye hicret ve orada iyice yerle­şip karar kılıncaya kadarki zamandır.

2) Akideyi Savunma Devresi: Bedir savaşı ile Hendek sa­vaşı arasında geçen zamandır. Bu dönemde müslümanlann sayısı çoğalmış, inançlarım savunabilir duruma gelmişlerdi.

3) Hücum Devresi: Hendek savaşından Huneyn savaşma kadarki zamandır. Bu dönemde islâm bütün Arap yarımadasına yayılmış, müslümanlar Arap beldelerinde hatırı sayılır bir güç ha­line gelmişler ve Islama karşı çıkabilecek bütün güçleri bertaraf etmişlerdir.

4) Tekâmül Devresi: Huneyn savaşından Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatına kadar süren dönemdir. Bu dönemde yapılan Te-bük seferi, Büyük islâm Devletini ortaya çıkaran bir seferdir."[78]

Her iki müellifin görüşlerini mezcettiğimiz zaman oi'taya şöy­le bir yorum çıkar:

Hz.Peygamber (s.a.v.), Mekke döneminden itibaren üstün ve isabetli bir siyaset takip etmeye başladı. Zamanı, şartlan, düşma­nının gücünü, müslümanlann durumunu nazar-ı itibara alarak stratejisini tayin etti. Bu stratejinin Mekke dönemindeki mümey­yiz vasfı tedbir idi, diyebiliriz. Bu döneme sabır dönemi de den­mektedir.

Medine döneminde bu ikisi, devlet otoritesi ile beraber birle­şerek, uzun vadeli strateji neticesinde islâm'ın yayılmasını neti­celendirmiştir.

Hicretten sonra Medine'de islâm Devletini kuran Hz.Pey­gamber (s.a.v.), münafıklar ve yahudilere karşı üstün bir siyaset takip etti. Yahudiler, kendi kazdıkları kuyuya düştüler. Hz.Pey­gamber (s.a.v.), onların ittifak etmelerini siyasî yolla engelledi.

Kuvvetlerini ve birliklerini dağıttı. Anayasa maddelerine uyma­yan ve islâm aleyhine aleni propaganda yapanlarına asla müsaa­de  etmedi ;  cezalarını hemen verdi.[79]

Yahudiler, daha çocukluğundan itibaren Hz.Muhammed (s.a.v.)'e düşman olmuşlar ve hayatı boyunca O'nunla mücadele etmişlerdir.

Hz.Muhammed (s.a.v.) , her şeyden önce bir peygamber oldu­ğu için, yahudilerin bu menfî tutumlarına karşı onlara nasihat et­miştir. Fakat onlar, nasihat ve ikazdan anlamadıklarından ve bir de islâm Devletine ve müslümanlara ihanet ettiklerinden dolayı, Rasûlullah (s.a.v.) onlara karşı savaş açmıştır.

Yapılan savaşlarda Kaynuka oğullan ve Nadir oğullan Medi­ne'den sürülmüştür. Bu hadiseleri gözleriyle gören ve mezkur iki kabilenin ihanetlerini kabul eden Kurayza oğulları, geçmişten hiçbir ders ve ibret almayarak onların yaptığından daha büyük bir ihanet yapmışlardır. Hendek savaşında müşriklerle gizliden an­laşıp müslumanları arkadan vurmanın planlarım yapan Kurayza oğullarının ihaneti, Rasûlullah(s.a.v) tarafından haber alınmış ve Hendek savaşından sonra Kurayza oğullarının cezası verilmiştir.

Tarih boyunca ihaneti kendilerine bir meslek haline getiren ve peygamberler katleden yahudiler, Medine îslâm Devletini kin­lerinden dolayı yıkmak isterlerken Rasûlullah (s.a.v.)'in takibet-tiği üstün strateji neticesinde kendileri mağlup oldular.[80]

Münafıklar, islâm birliğini, ümmeti el altından parçalamak istiyorlardı. Liderleri Abdullah b. Ubeyy b. SelüTün bütün planla­rı boşa çıkıyordu. Hz.Peygamber (s.a.v.), Mekke döneminde müş­riklerin planlarını akamete uğratan üstün bir cemaat reisi,[81] Medine döneminde de münafık ve yahudilerin sinsice planlarını bozan muktedir bir devlet başkanıdır.[82]

islâm Devletinin nizamî bir ordusu yoktu. Belki de böylesi daha iyiydi. Çünkü, herkes, Cihâdın faziletinden nasibini almış oluyordu. Hem o zaman nizamî bir ordu, devletin başına değişik problemler açabilirdi; maddî bakımdan da yük olabilirdi.

Müslümanlar ilk önce seriyyelerle [83]askeri cihada alıştırıldı. Seriyyeler Cihâd ordusunun mektebidir. Fertlerin mesuliyet altı­na girmeleridir. Askeri ve komutanlarını yetiştiren acemi eğitimi­dir.

Hz.Peygamber (s.a.v.), Medine döneminde çok hummalı bir faaliyetin içindedir. On senelik kısa bir zamanda on dokuz [84] gaz­veye katılmış, kırk yedi seriyye göndermiştir. Mahmut Şit Hattâb ise gazvelerin sayısını yirmi sekiz olarak belirtmektedir. Bunla­rın dokuzunda düşmanla karşılaşma gerçekleşmiş, on dokuzunda ise fiili çartışma olmamıştır.[85]

Bu gazvelerde ilk hedef Kureyş, yani islâm'la mücadele eden Mekke Devleti idi. Kureyş kendine çok güvenmesine rağmen, İslâm Devleti karşısında tutunamadı.

Hz.Peygamber (s.a.v.) davasını sulh ile yaymak istiyordu. Sa­habenin itirazına ve şartların ağırlığına rağmen Hudeybiye mu-salahasınm yapılmasını temin etti.[86] Bu musalahadan sonra İslâm daha çok yayıldı.

Devrin süper güçlerinden korkmadı. Onları resmi mektuplar­la islâm'a davet etti.[87]

Kendisi hayatta iken istikbalin ordu komutanlarını yetiştir­di. Bazen seferlere iştirak etmedi. Sahabeden kabiliyetli olanları komutan tayin etti. Dönüşte, askeri ve komutanı dinleyerek onla­rın başarılarını takdir edip, eğriliklerini de düzeltti.[88]

O, fildişi kulesinden Devlet idare edip, ordular sevkeden bir başkan değildi. Bizzat işin içindeydi. Sadece bir teorisyen değil, teori ve pratik insanıydı.

En sıkıntılı günlerde bile ashabına, istikbal hakkında müjde­ler veriyordu.[89] Bu yol ve metodla işin başarıya ulaşacağını kabul ettirmişti onlara. O, hiçbir komutana benzemediği gibi, O'nun te­baası ve askerleri de başka ordulara benzemiyordu. O'nun savaş taktikleri de apayrıydı, işte şimdi biz, o taktikleri sıralayacağız. [90]

 

İkinci Bölüm

 

ASKERÎ CİHADIN BAŞLAMASI

 

I. Ordunun Hazırlanması

 

A) Ordunun Yapısı

 

Hz.Peygamber (s.a.v.) zamanında nizamî bir ordu yoktu. Müslümanların hemen hepsi islâm Devletinin askeriydiler; her zaman savaşa hazırlıklı bulunurlardı. Çünkü her an için, savaş çı­kabilirdi. Savaş için ilan yapıldığında, orduya katılacak olanlar gelir, kendi istekleriyle kaydolurlardı.

Hz.Peygamber Medine'ye hicret edince, müslüman nüfusun sayımını yaptırdı. Bu konu ile ilgili olarak Buhârî'de geçen şu ha­disi zikretmek uygun olacaktır:

" Huzeyfe (r.a.) şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.v.) bize :

- Din olarak islâm'ı kabul eden ve müslüman olan kimselerin isimlerini yazıp getiriniz " diye emir verdi.

Biz de O'na binbeşyüz kişinin ismini yazıp getirdik."[91]

Burada hem müslümanların sayısı hem de isimlerinin tesbiti, yani yazılması sözkonusudur. Daha devletin kuruluşunda, bu ko­nuya hassasiyet gösteren Hz.Peygamber (s.a.v.), savaştan önce orduya katılacak olan askerlerin isimlerinin yazılmasını ve tesbit edilmesini de sağlamıştır. Bu konudaki rivayetleri şöyle sıralaya­biliriz

Abdullah b. Abbas (r.a.) dan :

Rasûlullah (s.a.v.)'i hutbe okurken işittim, şöyle buyuruyordu:

" Hiçbir erkek, yanında mahremi bulunmadıkça bir kadınla yalnız kalmasın; hiçbir kadın da yanında mahremi olmadan yol­culuk yapmasın"

Bu yasaklama üzerine bir adam ayağa kalkarak şöyle dedi :

"Ya Rasulallah (s.a.v.), ben şu şu gazveye yazılmışım; hanı­mım da hacca gitmek üzere yola çıktı. ( Buna ne dersiniz ?)"

Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu :

"Sen de git ve eşinle birlikte haccet. "[92]

Tebük seferinden geri kalıp, sonradan gitmeyi düşünen, fa­kat bir türlü gidemeyen bu yüzden de Hz.Peygamber (s.a.v.)'i üzen Ka'b b. Mâlik, kendi serencamını anlatırken konumuzla ilgili ola­rak şunları söylüyor :

".... Meselenin büyüklüğüne göre hazırlıkta bulunabilmeleri için, Müslümanlara gidecekleri yeri söyledi. Rasûlullah'm maiye­tinde müslümanlar pek çoktu ve bunların isimleri bir deftere kay­dedilmemişti ".

Ka'b söylerine şöyle devam etti:

Herhangi bir kimse asker arasından firar etse, bu hususta vahiy nazil olmadıkça, bu işin gizli kalacağını zannedebilirdi "[93]

Ka'b b. Mâlik'in sözlerinden anlaşılan şu ki, Hz.Peygamber, başka savaşlara giderken askeri, bir liste halinde yazdırıyordu; ama Tebük seferine giderken yazdırmadı. Demek ki bu kayd işi her zaman olan bir şey değildi. Gerek görüldüğü zaman yapılıyor­du.

"Hz.Peygamber (s.a.v.)'in sağlığında ordunun kaydedildiği bir divan yoktu. Divanı ilk defa Ömer (r.a.) ortaya koydu. Lakin bu, Hz.Peygamber (s.a.v.)'in ümmetine emrettiği sünnetlerden bi­ri olup onun yararı ve müslümanlarm ona olan ihtiyacı ortaya çık­mıştı:[94]

 

B) Askerliğe Kabul Şartları

 

1- Müslüman Olmak:

 

İslâm Dininde herhangi bir ibadetle mükellef olmanın şartla­rından birisi de müslüman olmaktır. Cihâd da ibadet olduğuna[95] göre, onu yapacak kişinin müslüman olması şarttır.

Hz.Peygamber (s.a.v.) Bedir, Uhud gibi İslâm'ın ölüm kalım mücadelesi verdiği ilk savaşlarda ordu içinde gayr-i müslim un­surları bulundurmamıştır. Orduya katılacak her askerin müslü­man olması şartını aramıştır. Konu ile alakalı olarak Müslim'in Sahih'inde şu hadis-i şerif geçmektedir :

Rasûlullah (s.a.v.) Bedir savaşına giderken, kendisiyle savaş­mak için arkasından gelen bir adama :

"Sen Allah'a inanıyor musun ? diye sordu. O adam da" hayır" deyince Rasûlullah (s.a.v.):

"Öyleyse hemen geri dön. Ben ebediyyen bir müşrikten yardım

istemem " buyurdu.[96]

Bu hadis-i şerifi rivayet eden Hz.Aişe (r.a.) dir. Hz.Aişe de­vamla şunları söylüyor:

"Sonra adam geçti gitti. Ta ki biz[97] ağaç altında iken adam tekrar geldi ve biraz önce dediği gibi" Ben seninle birlikte savaşa katılmaya geldim " dedi. Rasûlullah da :

"Allah'a ve Rasûlüne inanıyor musun ?" diye sordu.

Adam:

"Hayır," diye cevap verdi.

Rasûlullah da :

" Öyleyse hemen geri dön. Ben ebediyyen bir müşrikten yar­dım istemem" buyurdu.

Adam geri döndü. Rasûlullah Beyda'da iken adam tekrar ge­lip yetişti. Rasûlullah (s.a.v.) de ona tekrar :

"Allah ve Rasûlüne inanıyor musun?" diye sordu.

Adam :

" Evet" cevabını verdi.

Rasûlullah (s.a.v.) de ona :

O halde ( bizimle beraber) yürü " diye buyurdu.[98]

Hz.Peygamber, Uhud savaşır.a çıkarken, Sahabeden bazıları, Yahudilerle aralarında yardıirüaşma sözleşmesi bulunduğu için onlardan yardım istemeyi ceklif ettiler. Resulullah (s.a.v.) de:

"Biz, şirk ehlinden birine karşı diğer şirk ehlinden yardım isteme­yiz " buyurdu.[99]

Bera b. Azib (r.a.) dan :

Uhud savaşında, Hz.Peygamber (s.a.v.)'e, demir zırhı ile yüzü örtülü bir adanı geldi de : "Ya Rasûlallah, ( hemen savaşayım da ( sonra) mı müslüman olayını" diye sordu. Rasûlullah (s.a.v.) de: "Müslüman ol, sonra savaş " buyurdu. O adam da hemen müslü­man oldu. Sonra da savaşa girişti; savaş esnasında da şehid edildi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.): "Az amel yaptı, fakat çok ecir kazandı " buyurdu.[100]

Bu rivayetlerden anlaşılan şu ki, Hz.Peygamber (s.a.v.), müş­riklerin islâm ordusu içine girip, müslümanlarla omuz omuza çar­pışmalarına izin vermemiştir. Çünkü, Kur'an müşriklerin necis olduklarını bildirmektedir.[101] Onlar İslâm ordusunun kuvve-i ma-neviyyesini kırabilirler. Çok çeşitli problemler çıkarabilirler. Düşman birlikleri lehine casusluk da yapabilirler. Bu ve buna benzer sebeplerden dolayı Hz.Peygamber onları orduya kabul et­me gibi bir kapıyı açmamıştır.

Hz.Peygamber zamanında bir de münafıklar vardır. Müna­fıklar, zahiren müslüman olan kimselerdir. Bunların savaşa ka­tılmaları için, islâm Devletinin bir teklifi olmamıştır. Bazen katıl­mışlar, bazen yarı yoldan geri dönmüşler, bazen de hiç katılma­mışlardır. Hz.Peygamber (s.a.v.) de bunları hiç kaale almamış, kendilerini muhatab olarak kabul etmemiş, kendi hallerine bı-karmıştır.

Zeyd b. Sabit şunları anlatıyor :

" Peygamber (s.a.v.), Uhud savaşına çıktığı zaman, birtakım insanlar geri döndüler. Sahabîlerden bir grup :

" Bu dönenleri öldürelim " dediler. Bir grup da :

" Hayır onları öldürmeyelim " dediler. Bu ihtilaf üzerine :

" Size ne oldu ki, iki yüzlüler hakkında iki gruba ayrıldınız ?

Oysa yaptıkları işlerden dolayı Allah onları baş aşağı etmiştir.

birini sapıtırsa artık onun için bir yol bulamazsın"[102] ayeti nazil ol­du.

Hz.Peygamber (s.a.v.) de :

"Medine, bu adamları, ateşin, demirin pisliğini dışarı atışı gibi dışarı atar " buyurdu."[103]

Bu hadis-i şeriften anlıyoruz ki, Hz.Peygamber (s.a.v.) müna­fıklar meselesini zamana bırakmıştır. Yalnız, onların, katıldıkla­rı savaşlarda fitne çıkarmalarına mani olmuş, disiplini bozmala­rına asla fırsat vermemiştir.[104]

 

2- Erkek Olmak :

 

Askerlik, erkekle ilgisi olan bir iştir. Kur'an'da[105] savaşla ala­kalı ayetlerde, erkeklerin mevzubahs edilmesi, bu şartın ileri sü­rülmesinin delilidir. Ayrıca bu konuda müminlerin annesi olan Hz.Aişe (r.anha) dan şöyle bir rivayet vardır :

" Ben, Peygamber (s.a.v.)den cihada gitmek için izin istedim de O:

" Siz kadınların Cihâdı haccdır "buyurdu."[106]

 

3- Âkil Baliğ Olmak :

 

Bugün bile, askere almanın belli bir yaşı vardır. Aklî dengesi yerinde olan ve asker olabilecek yaşa gelenler silah altına alın­maktadır.

Hz.Peygamber (s.a.v.), çocuk denecek yaşta olanları askere almamıştır. Bu konuda Abdullah b. Ömer (r.a.)'in rivayeti şöyle­dir:

" Rasûlullah (s.a.v.), Uhud günü, ondört yaşında bulunan Ab­dullah b. Ömer'i gözden geçirdi de (ben Abdullah b. Ömer'e küçük­tür , diye savaşa katılma ) izni vermedi. Sonra Hendek savaşında O'na arzolundum; bu defa bana izin verdi. O sırada onbeş yaşında bulunuyordum."[107]

Hadisin ravisi Nâfi der ki ;" Ben bir keresinde Ömer b. Abdila-ziz'in yanına geldim; bu hadisi ona tahdis ettim. O da bana " bu on-beş yaş küçük ile büyük arasında bir sınırdır " dedi. Bütün vilayet-lerdeki valilerine, onbeş yaşına erenlere vazife ve maaş tahsis edilmesi için talimat yazdı."[108]

Bu konuda başka bir rivayette şudur : Ibn Abdilber, el-Istiâb'da Semüre b. Cündeb'den bahsederken şu bilgiyi nakleder :

Rasûlullah (s.a.v.), Ensar'ın buluğa yaklaşmış çocuklarını her yıl gözden geçirirdi. Önünden bir çocuk geçti, onu orduya ka­bul etti. Sonra kendisine Semüre b. Cündeb arzolundu, onu kabul etmedi. Semüre de şöyle dedi:

"Ey Allah'ın Rasulü, bir çocuğa müsaade ettin, beni reddettin; onunla güreşsem onu yencrim."

Rasûlullah (s.a.v.) de " öyleyse güreş " buyurdu. Ben de onunla güreştim ve yendim. Rasûlullah da beni orduya kabul etti.[109] Se­müre b. Cündeb'in güreştiği bu sahabi Rafı b. Hudeyc'dir.[110] Bedir savaşında küçük olduğu için Râfi b. Hudeyc'e de izin vermemiş­ti.[111]

Sa'd b. Ebi Vakkas'm küçük kardeşi Umeyr b. Ebi Vakkas'm Bedir savaşına katılmasını ağabeyisi şöyle anlatır :

" Biz Bedir günü, Rasûlullah (s.a.v.)'a arzolunmadan önce kardeşim Umeyr b. Ebi Vakkas'm saklanmakta olduğunu gör­düm. Ona " sana ne oluyor kardeşim " dedim. O da:

" Rasûlullah (s.a.v.)'in beni görüp küçük bulmasından ve red­detmesinden korkuyorum, oysa ben savaşa katılmak istiyorum. Umulur ki Allah beni şehidlikle rızıklandırır" dedi.

Umeyr, Rasûlullah'a arzolundu. Rasûlullah (s.a.v.) onu kü­çük bularak kabul etmedi. Umeyr de ağladı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) kendisine müsaade etti, küçük oluşu sebebiyle kılıcının bağlarını ben bağlıyordum. Onaltı yaşında olduğu halde savaşta şehid edildi."[112]

Rasûlullah (s.a.v.), Uhud'da onyedi kişiyi geri çevirmiştir.[113] Bunlar arasında Üsâme b. Zeyd, Zeyd b. Sabit, Berâ b. Azib,[114] Zeyd b. Erkâm, Sa'd b. Habîbe,[115] Abdullah b. Ömer[116] ve Uabir b. Abdillah[117] davardı.

Bütün bu rivâyetelerden anlaşılan şu ki, Hz.Peygamber (s.a.v.) savaşa çıkacak olan orduyu gözden geçiriyor ve belli bir ya­şın altında olanların savaşa katılmalarına müsaade etmiyordu. Ancak, çok hevesli olan, ağlayan ve gücünü kuvvetini isbat eden­lere izin veriyordu. [118]

 

4- Sağlıklı Olmak :

 

"Askerin, sağlıklı ve ruhi dengesi yerinde olmalıdır. Uzun sü­reli hastalıklar savaşa katılmama nedenlerindendir. Böyle kişiler sürekli hastalığı olan ve kör olanlardır ."[119]

Zeyd b. Sabit (r.a.) dan:

"Rasûlullah (s.a.v.) bana :

"İnananlardan yerlerinde oturanlar ile mallariyle, canlariyle Allah yolunda Cihâd edenler bir olmaz"[120] adetini yazdırmak is­tedi. Tam ayeti bana yazdırırken Abdullah b. Ummi Mektum (r.a.) Rasûlullah (s.a.v.)' in yanma çıkageldi ve :

" Ya Rasulallah, cihada gücüm yetseydi, ben de elbette cihada gider, düşmanlarla savaşırdım " dedi.

Abdullah b. Ümmi Mektum (r.a.) kördü. Onun bu sözü üzerine Allah, Rasulüne vahy indirdi. Bu sırada Rasûlullah (s.a.v.)'ın uy­luğu benim uyluğum üzerinde bulunuyordu. Vahyin (peygamber üzerindeki ) ağırlığı bana o kadar ağır geldi ki, sonunda dizimin ufalanıp dağılmasından korktum. Sonra Rasûlullah'tan vahyin tesiri sıyrıldı da Allah " Zarar sahibi olanlardan başka " diye ( bir istisna) kaydı indirdi."[121]

Meşhur Ka'b b. Malik hadisinden [122]öğrendiğimize göre, sa­vaş esnasında Allah Rasulünden geriye kalanların bir grubu da kör ve topal olanlar, yani sağlığı yerinde olmayanlardır. [123]

 

5- Mazereti Olmamak:

 

Kendinde var olan bir hastalık ve sakatlıktan dolayı değil de başka bir mazeretten dolayı savaşa katılamayacak durumda olanlara Hz.Peygamber (s.a.v.) izin vermiştir. Bunların mazereti, ya bakmakla mükellef oldukları yaşlı anne- babalarının olması veya bakacakları bir hastalarının olması gibi durumlardır.

Hz.Osman (r.a.) hanımı Rukiyye (r.anha) rahatsız olduğu için Bedir savaşına katılamamıştı. Hz.Peygamber, gazaya katılmayıp hanımına hizmet etmesi için ona izin vermiş ve " sen kalbinin te­mizliği, hislerinin güzelliği dolayısiyle gazaya katılma sevabını da kazanacaksın " buyurmuştur.[124]

Hz.Peygamber (s.a.v.) hastası olanlara müsaade ettiği gibi, yaşlı olan anne ve babasına bakacak kimsesi olmayanlara da izin vermiştir.

Abdullah b. Ömer (r.a.) dan :

Hz.Peygamber(s.a.v.)'e bir adam geldi de cihada gitmek için izin istedi.

Peygamber (s.a.v.):

"Anan, baban sağ mıdır ?" diye sordu.

O zat: " Evet" dedi.

Hz.Peygamber (s.a.v.):

" Öyleyse sen onların rızası istikametinde çalış " buyurarak[125] ebeveyni hayatta olanların, ana- babalarına bakmalarını tavsiye etmiştir.

Sağlık durumları yerinde olmayan ve daha başka mazeretleri olup da savaşa katılamayanların, savaşa katılanlar gibi sevab alacağını Hz.Peygamber (s.a.v.), şu hadis-i şerifi ile beyan etmek­tedir.

Enes b. Malik (r.a.)dan :

Hz.Peygamber (s.a.v.) bir savaşta idi. Bu savaş esnasında şöy­le buyurdu:

"Arkanızda, Medine'de bir topluluk vardır ki, onları burada bulunmaktan özürleri alıkoydu. Biz bir dağ yolundayken veya bir vadi içinde yürürken, o Medine 'dekiler de (sevapta) bizimle bera­berdirler."

Hz.Peygamber (s.a.v.), bu saydığımız şartları kendisinde bu­lunduran kişileri ordusuna kabul etmiştir. Akil ve baliğ-şartı ile orduyu çocuklardan arındırmış, Müslüman olma şartı ile de şirk­ten, nifaktan ve fitneden arındırmıştır. Son iki şartla da, muharip askerlere yük ve problem olabilecek kimselerin savaşa katılmala-rmdansa Medine'de kalmalarını tercih etmiştir.

Yaşı müsait, bedeni sağlam ve dayanıklı insanlardan müte­şekkil ordu hazırlayan Hz.Peygamber (s.a.v.), Ramazan ayına denk gelen savaşlarda askere oruçlarım bozmalarını tavsiye et­miştir.[126] Ama kendisine güvenenler oruçlarını tutarlardı. Hz. Peygamber (s.a.v.) onlara birşey demezdi. Bir savaşta oruç tutma­yanlar çok üstün başarı gösterdikleri için " Bugün oruç tutmayan­lar tam ücret alıp gittiler " diye buyurmuştur. "[127] Mekke fethine Ramazan ayında çıkan Hz.Peygamber, Mekke'ye iki konaklık me­safe olan el-Kedid isimli yerde orucunu bozmuştur.[128]

 

II. Ordunun Silahları

 

Cahiliye döneminde herkes silahı ile beraber gezerdi. Yolcu­luğa çıkacakları zaman yanlarında silah bulundururlardı. Bu si­lahlarla hem kendilerini korurlar, hem de avlanırlardı. Silahları ya kendileri imal eder veya dışardan alırlardı.[129]

Hz.Peygamber (s.a.v.), islâm Devletini kurduktan sonra bu devleti korumak için savaşlara katıldı. Bu savaşlarda, arapların eskiden kullandığı silahlar kullanıldı, islâm, bu silahlara herhan­gi bir yasaklama getirmedi. Sadece silahların kullanılmasına tah­tı did koydu. Hz.Peygamber (s.a.v.)'in ve ordusunun kullandığı si­lahları şu şekilde kısımlara ayırabiliriz : [130]

 

A) Koruyucu Silahlar Ve Gereçler

 

Bunlar, insanı, düşman tarafından gelen saldırılardan ve darbelerden koruyan silahlardır. [131]

 

1- Zırh:

 

Silah darbelerinden korunmak için giyilen demir tel veya lev­hadan yapılmış savaş giyeceğidir. Bunu daha ziyade ordu komu­tanları giydiği gibi, maddî durumu yerinde olan askerlerin de giy­diğini görmekteyiz . Hz.Peygamber (s.a.v.), ilk katıldığı savaşta, yani Bedir'de zırhını giymişti. Uhud'da , Mekke fethinde zırhlı olduğuna dair kesin rivayetler vardır. Hayatında yedi tane zırha sahipti. Bu zırhlaun hepsi demirdendi. O zaman Araplar deriden yapılmış zırhlar da kullanırlardı.

Hz.Peygamber (s.a.v.)'in ordusunda imkânı olanların zırh giydiğini,[132] bazen de O'nun borç olarak aldığı silahlar içerisinde zırhın da olduğunu[133] görmekteyiz. Mekke fethinden sonra gidi­len Hüneyn savaşı için Safvan b. Ümeyye'den yüz tane zırh borç alınmıştı.[134]

Hz.Peygamber (s.a.v.), savaşlara katılırken çok tedbirli dav­ranırdı. Uhud savaşı esnasında iki zırh birden giymişti.[135]

 

2- Miğfer:

 

Savaş sırasında, başı kılıç, mızrak, topuz, ok vb. silahların darbelerinden korumak için giyilen çelik başlıktır. Hz.Peygamber (s.a.v.)'in demirden yapılmış Müveşşah denilen bir miğferi vardı ki sarı bakırla kaplanmıştı. Başka bir miğferi de Sebuğ diye ad­landırılırdı.[136] Buhârî'de geçen bir rivayette, Mekke fethi esnasın­da da başında bir miğfer olduğu zikredilmektedir.[137]

 

3- Kalkan :

 

Kalkan da koruyucu silahlardandır; savunma aletidir. Ok, mızrak, kılıç gibi silahlardan korunmak için elde taşman bir si­perdir. Anladığımız kadariyle zırhı ve miğferi olmayanlar kendi­lerini kalkan ile koruyorlardı. Uhud savaşında yaralanan Hz.Pey-gamber'in kanlarını yıkamak için Hz.Ali (r.a.) kalkan ile su getiri­yor, Hz.Fatıma (r.anha) da yıkıyordu.[138]

Gücü yetenlerin bu üç aleti kullanmaları da mümkindir. O za­man da hareket kabiliyeti kaybolur. Uhud savaşında üst üste iki zırh giyen Hz.Peygamber (s.a.v.), bir taşın üstüne çıkmak istemiş, çıkamamıştı; kendisine Talha b. Ubeydillah yardım etmişti.[139]

Hz.Peygamber'in iki tane kalkanı vardı. Bunlardan birisine Zelûk, diğerine de Fütuk denilirdi. O'na, üzerinde resimler bulu­nan bir kalkamn hediye edildiği, onun üzerine elini koyunca o re­simleri Allah'ın silip giderdiği de söylenir.[140]

 

B) Yaralayıcı Ve Öldürücü Silahlar:

 

1- Kılıç:

 

Eski devirlerdeki savaşların vazgeçilmez silahı kılıçtır. Düş­manla karşı karşıya ve göğüs göğüse gelindiği zaman kılıç kullanı­lır. Hz.Peygamber (s.a.v.)'in dokuz tane kılıcı vardı. Bunların en meşhuru Bedir savaşında ganimet olarak alman Zülfİkâr isimli kılıçtır . Rasûlullah (s.a.v.), bir seferinde Medine'nin etrafında devriye görevine çıkmıştı. Dönüp geldiğinde, boynunda kılıcı ası­lıydı.[141]

Sahabe, savaş esnasında kılıçlarına çok büyük ihtimam gös­terirdi. Kılıçları körelir diye onlarla hiçbir şey kesmezlerdi. Hay­van boğazlamak ve buna benzer işlerde kullanmak üzere yanla­rında birer tane bıçak bulundururlardı.[142]

Asr-ı saadette, kılıç insanların devamlı taşıdıkları, harpte ve sulhta yanlarından ayırmadıkları bir alettir. Yolculuk esnasında yanlarında muhakkak bir kılıç taşırlardı.[143] O devirde , " kılıç üzerinde iki isim ( marka ) tercih ediliyordu : Biri Meşrefî ( Suriye mamûlâtı ), diğeri Mühenned (Hind mamûlâtı) dır ."[144]

 

2- Ok Ve Yay:

 

Ok, kılıca nazaran tesir sahası biraz daha geniş olan, fakat kı­lıç kadar kesin netice alamayan bir silahtır. Ok uzun menzilli bir silah olduğu için, düşman birliklerinin önünü kesmek v6 onları ge­ri dönmeye mecbur etmek için kullanılırdı. Ordu içerisinde okçu birlikleri tanzim edilir ve onlar önceden tesbit edilen yerlere yer­leştirilirdi.[145]

Ok silahının iyi kullanılması, tam yerinde değerlendirilmesi gerekir. Ok çantasmdaki oklar bitince eldeki yay bir işe yaramaz. Ok atan insamn keskin nişancı olması lazım gelir. Hz.Peygamber (s.a.v.), keskin bir nişancı olan Sa'd b. Ebi Vakkas'a, Uhud günü, ok veriyor ve:

" Ey Sa'd, anam babam sana feda olsun, düşmana ok at " di­yordu.[146]

Ok silahının iyi kullanılması ve zayi edilmemesi konusunda da Hz.Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

" Düşman, ok menziline girdiğinde ok atmaya devam edi­niz."[147]

Ebû Talha (r.a.) da, Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a.) gibi iyi bir ok atıcıydı. Uhud savaşında Hz.Peygamber (s.a.v.), kalkanı ile Ebû Talha'yı korumuş, o da iki elini kullanarak ok atmaya devam edi­yordu. Hz.Peygamber (s.a.v.) elinde kalkan olduğu halde yukarı­ya yükselir, okun düştüğü yere bakardı.[148]

 

3- Mızrak Ve Kargı :

 

Uzun ve sırık gövdeli, demir uçlu, ucu sivri ve batıcı bir silah­tır. Düşmanı yakalamak, öldürmek ve defetmek için kullanılır. Küçüğüne kargı denir. Hz.Peygamber (s.a.v.), hayatta beş adet mızrak ile birkaç aded de kargıya sahipti.[149]" el-Anze " denilen bir kargısı vardı ki bayramlarda onunla yürür, namaz kılarken onu sütre olarak önüne diker, bazen de ona dayanarak yürürdü.[150]

 

4- Mancınık:

 

Hayber'in fethi sırasında Yahudiler müslümanlara karşı mancınık kullandılar. O zaman müslümanlar mancınık kullan­mayı bilmiyorlardı; aletleri de yoktu. Bu sebepten dolayı Hay­ber'in fethi biraz zaman almıştı, en muhkem kalelerden birisini fethetmekle görevlendirilen Hz.Ali (r.a.), mancınıkla kendisine atılan taşlardan korunmak için kale kapısını sökmüş ve kalkan olarak kullanmıştı.[151]

Hz.Peygamber de mancınığı ilk önce Taif kuşatmasında kul­landı. İbn Hişâm şöyle der :" Kendisine güvendiğim biri, İslâm'da ilk defa mancınık kullanan kimsenin Resulullah (s.a.v.) olduğunu bana haber verdi.[152] Vâkıdî de şunları nakleder : " Taif kuşatma­sında, Rasûlullah (s.a.v.), ashabı ile istişare etti. Bu istişarede Sel-man (r.a.), Taif surlarına mancınık ile saldınlmasım teklif etti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) de, Selman'a mancınık yapma­sını emretti, o da yaptı."[153] İbn Sa'd ise, Tufeyl b. Amr ed-Devsî tarafından getirildiğini zikretmektedir . isimler hakkında müna­kaşa olsa bile, mancınık kullanıldığı hadisesi sabittir. İsimler hakkındaki ihtilafî da, birinin mancınığı hazırlayıp getirdiği, di­ğerinin de yerine yerleştirdiği şeklinde telif etmek mümkündür. Hz.Peygamber (s.a.v.), bu muhasarada bir veya iki mancınığa sa­hip bulunuyordu. Hamidullah Hoca da bunların, bir önceki yıl Hayber savaşında ganimet olarak elde edilen savaş silahları oldu­ğunu zikreder.[154]

Yeri gelince işaret edeceğimiz gibi, îslâm ordusu Taif muha­sarasında, debbâbe, debbûr, ve arrâde denilen zırhlı arabalar da kullanmıştır.[155]

 

C) Silah Temini:

 

Allah Teala bir ayeti kerimede şöyle buyurur : "Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve Cilıâd için bağ­lanıp beslenen atlar ( savaş araçları ve her türlü savaş malzemesi) hazırlayın. Bununla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size öde­nir, hiç haksızlığa uğratılmazsınız."[156]

Bu ayeti kerime, Rasûlullah (s.a.v.)'ın ve dolayısiyle müslü-manların devamlı savaşa hazır vaziyette bulunmalarını emret­mektedir. Bu hazırlığın, asker, araç ve gereç bakımından mükem­mel olması gerekmektedir. Hz.Peygamber (s.a.v.) Medine'ye hic­ret edip devletini kurduktan sonra, bu hazırlıktan bir an için geri durmamıştır. Ordunun silah bakımından güçlü olmasını hedefle­yen Hz.Peygamber (s.a.v.) şu yollarla orduya silah, araç, gereç ve teçhizat temin etmiştir. [157]

 

1- Zengin Müslümanların Yardımı:

 

Hz.Peygamber (s.a.v.), müslümanları cihada teşvik etmiş, Cihâdın can ve mal ile olduğunu beyan ederek silahı olmayanların teçhiz edilmesini istemiştir.[158] Bu konuda zenginler yarışa gir­mişler ve islâm ordusunu güçleri yettiği kadar silahlandırmışlar­dır.[159]

 

2- Elde Edilen Ganimetler:

 

Bedir savaşı ile başlayan zafer silsilesi, müslümanların silah ihtiyacını karşıladı. Bilhassa Bedir,[160] Hayber[161] ve Huneyn[162] savaşlarında fazlaca silah ganimet olarak alındı. [163]

 

3- Devlet Bütçesinden Silah alınması:

 

Hz.Peygamber (s.a.v.) devlet bütçesini çok ölçülü kullanır, durum elverdiği zaman savaş hazırlığı olarak orduya silah ve at alırdı.[164]

 

4- Borç Olarak Silah Temini:

 

Mekke fethinden sonra Huneyn savaşırla gidilirken, Mekkeli zengin Safvan b. Ümeyye'den borç olarak silah alınmıştır.[165]

 

III. Ordunun Blnek Hayvanları

 

Binek hayvanları, ordunun sürat ve intikalini kolaylaştırır. Hele bilhassa Mekke fethi, Mu'te savaşı, Tebük seferi gibi Medi­ne'den uzakta cereyan eden savaşlara gitmek için binek hayvanı çok elzemdi. Binek hayvanına sahip olanlar fazlaca yorulmaya-caklan için, savaşta daha başarılı olurlardı. Piyadelerle süvarileri ganimet taksiminde de eşit tutmazlardı. Hz.Peygamber (s.a.v.) atlara ve ağır yük hayvanlarına ganimet mallarından pay verir­di.[166]

Hz.Peygamber (s.a.v.)'in savaşlarında, binek hayvanı olaral. daha çok at ve deve kullanılmıştır. Kendisi de ata binme konusun­da mahirdi; çıplak ata bile binerdi.[167]

Yukarıda geçen ayetin emri mucibince, Hz.Peygamber (s.a.v.), savaş için binek hayvanları hazır bulundururdu. Sahabe­yi de bu konuda teşvik ederdi.[168] Devlet bütçesinden at satın alır, savaş için hazırlardı.[169] Savaşlarda ganimet olarak alınan devele­ri askere taksim eder , ordunun binek hayvan ihtiyacını bu şekilde de temin ederdi.

Hz.Peygamber (s.a.v.), bir devlet başkam ve ordu komutanı olarak birkaç tane at, deve ve katır sahibiydi. Adbâ isimli devesi koşuda ve seferde devamlı önde giderdi.[170]

Hz.Peygamber (s.a.v.), savaşa iştirak edecek olan binek hay­vanlarını zaman zaman yarıştırır, onları zinde tutardı. Abdullah b. Ömer (r.a.) bu yarışların Seniyyetü'1-Veda ile Benu Zurayk mes­cidi arasında yapıldığını rivayet etmektedir.[171]

 

IV. Ordunun Eğitîmi

 

Bir ordunun savaşta başarılı olması, talim ve eğitim derecesi ile doğru orantılıdır. Bu sebepten dolayı bugünkü düzenli ordular­da askere devamlı eğitim yaptırılmaktadır.

Hz.Peygamber (s.a.v.)'in zamanında, savaşlara katılan ashab-ı kiram bu eğitimi teorik olarak değil de pratik olarak görürdü. Yani işi tatbikatıyla beraber öğreniyordu. Çünkü onlar Medine'de pek az kalıyorlardı; ya bir seriyye içerisinde hareket halinde veya bizzat Peygamber (s.a.v.)'in komuta ettiği bir ordu içinde savaşta bulunuyorlardı. Böylece de iyi bir savaş eğitimi gör­müş oluyorlardı. Hz.Peygamber (s.a.v.)'in bu konudaki eğitimini şu şekilde maddeleştirebiliriz : [172]

 

A) Sulh Zamanı Eğitim

 

Hz.Peygamber (s.a.v.), ashabını sadece savaş için değil, bü­tün bir hayat için hazırlıyor ve yetiştiriyordu. Kendilerine her türlü eğitimi teorik ve pratik olarak veriyordu.

Düşmana karşı bir hazırlık gösterisi olduğu için Habeşlilerin, Medine mescidinin içinde kılıç kalkan oynamalarına müsaade et­miştir. Oyunculara müdahale etmek isteyen Hz. Ömer (r.a.)'e de ;

" Ya Ömer, onları serbest bırak "buyurmuştur.[173]

Hz.Peygamber (s.a.v.), sahabeyi bazen ok atma yansı, bazen de koşu ile yarıştırırdı.

Seleme b. el-Ekva (r.a.) dan ;

Bir kere Eşlem oğullarından bir cemaat ok-atma talimi ve ya­rışı yaparlarken Peygamber (s.a.v.) yanlarına uğradı da:

"Ey İsmail (Peygamber)'in oğulları, ok atınız; çünkü sizin (o büyük ) babanız usta bir atıcıydı. Siz de atınız. (Bu yarışta) Ben fulan oğulları ile beraberim ".

Ravi Seleme dedi ki :" (Hz.Peygamber böyle deyince ) o iki fır­kanın biri (yani karşı taraf) ellerini atıştan çektiler (ok atmadılar).

Bunun üzerine Rasûîullah (s.a.v.):

" Size ne oldu ki atmıyorsunuz " diye sordu.

Onlar da :

" Sen onlarla ( yani Mihcen oğulları ile ) beraberken biz nasıl atarız " diye cevap verdiler.

Hz.Peygamber (s.a.v.):

"Haydi atın, ben sizin hepinizle beraberim "buyurdu [174]ve böylece onları ok atmaya ve yarışmaya teşvik etti.

" Gerek süvarilerin ve gerekse bineklerinin istifade sağlama­ları için sık sık at yarışları tertipleniyor ve bu yarışlara katılanla­ra Hz.Peygamber bizzat mükâfatlar dağıtıyordu. Bugün Medi­ne'de bulunan Mescidu s-Sıbâk ( Yarış Camii) Hz.Peygamber'in bu yarışlar esnasında oturduğu yeri işaret edip yâdetmektedir. O, atma ve nişan alma talimlerine büyük bir önem atfediyordu. Taş atmak suretiyle hedefe nişan alma, güreş ve benzeri dallardaki şâir talimler, siyer yazarları tarafından nakledilmiş bulunuyor. Yüzme dahi pek fazla tavsiye edilmiş talimlerdendir ki Hz.Resu-lullah, bizzat kendisi yüzmeyi öğrenmiş bulunuyordu."[175]

 

B) Savaş Zamanı Eğitim

 

Hz.Peygamber (s.a.v.) kendi ordusunu sulh zamanından da­ha ziyade savaş zamanı eğitirdi. Zaten eğitimin en güzeli de bu­dur. Onların yürüyüşünden tutun da, ok atmalarına kadar her şe­yi öğretirdi.[176] Her seriyyeye ayrı komutan tayin eder, onların tec­rübelerini geliştirirdi. Böylece tecrübeli ve olgun komutanların, pratik bilgiye sahip, idmanlı askerin sayısı gün geçtikçe çoğalmış olurdu.[177]

Hz.Peygamber (s.a.v.)'in savaş esnasında askerini eğitmesi, onlara taktik ve komut vermesi ile iç içedir. Yani hem komut veri­yor, hem eğitiyor;hem taktik veriyor, hem eğitiyordu. Her savaş­tan önce onlara hitab ederek yol gösterirdi.

Bedir savaşından Önce ordusuna şöyle hitab etmişti: " Hatlannızı bırakıp ayrılmayınız, hiçbir yere kımıldamayıp yerlerinizde kalınız. Ben emir vermedikçe savaşa başlamayınız. Oklarınızı, düşman size yaklaşmadan kullanıp israf etmeyiniz, düşman kalkanını açtığı zaman okunuzu atınız. Düşman iyice yaklaşınca elinizle taş atınız. Dalıa da yaklaşırsa mızrak ve kargı­larınızı kullanınız. Kılıç en sonra, düşman ile göğüs göğüse gelin­diği vakit kullanılacaktır."[178]

Uhud savaşında Ayneyn geçidine yerleştirdiği okçulara şöyle emir verdi: "Arkamızı kollayın, düşmanın bizi arkadan vurma­sından korkuyorum. Bulunduğunuz yerden asla ayrılmayın. Öl­dürüldüğümüzü görseniz dahî yardıma koşmayın ve bizi müda­faa etmeye kalkışmayın. Göreviniz düşman süvarilerini oklarla savmanızdır. Çünkü atlar gelen oklardan ürker ve yanaşmaz."[179]

Mekke fethi öncesi, yine ordusunu düzene sokuyor, yürüyüş kollarına ayırıyor, düşmanı dehşete düşüren bir eda ile şehre gir­melerini ve kan dökmemelerini emrediyor, bu konuda onları eğiti­yordu.[180]

O'nun savaşları, aynı zamanda sahabe için bir eğitim alanıy­dı. O savaşlarda eğitim ve talim gören bu mücahid insanlar, ko­mutanlarından Öğrendikleriyle, O'nun yolunu takib ederek islâm'ı etrafa yaydılar. [181]

 

V. Ordunun Yiyeceği

 

Yeni kurulan islâm Devleti pek zengin sayılmazdı; çünkü ye­ni kuruluş halindeydi. Giderin pek fazla olmasına rağmen gelir azdı. insanlar her istediklerini yiyemiyorlardı. Devlet başkanı olan Hz.Peygamber (s.a.v.) de öyleydi. Yiyecek konusunda sıkıntı içindeydiler. O'nun ve ashabının çektiği sıkıntılar, başkalarının ihtiyacını, Öncelikle karşılamak istemelerinden dolayıdır.[182]

ilk savaşlarda veya yiyeceklerinin bittiği savaşlarda ağaç yaprakları bile yediklerini Sa'd b. Ebi Vakkas şöyle anlatıyor:

" Ben, Allah yolunda ok atmış olan mücahidlerin ilkiyim. Biz Hz.Peygamber (s.a.v.) le beraber savaşıyorduk, yanımızda yiye­cek olarak ağaç yaprağından başka bir şey de yoktu. Hatta bizler­den herbirimiz, ihtiyacım giderirken, devenin veya koyunun çı­kardığı gibi kuru dışkı çıkarırdı; bu dışkı katılığından dolayı birbi­rine karışmazdı.[183]

Savaşta böyle sıkıntılar olur. Bu gibi açlıkların bugünkü savaşlai'da bile olması ihtimal dahilindedir. Savaşın bizatihi ken­disinde bu zorluklar vardır, işte bunu bilen ve askerin yiyecek ko­nusunu garantiye almak isteyen Hz.Peygamber (s.a.v.), şu usul­lerle askerin yiyeceğim temin ederdi: [184]

 

A) Medineden Götürülen Erzak

 

Kaynaklarda geçen bilgilere göre, Hz.Peygamber (s.a.v.)'in ordusu Medine'den hareket etmezden önce yiyeceklerini de alı­yorlardı.[185] Alınan yiyecekler, uzun zaman bozulmayacak cinsten olanlardı. Daha ziyade kurutulmuş et,[186] hurma, yağ[187] ve kavrul­muş un[188] alırlardı. Beraberlerinde tencerelerini[189] de alır, yol boyunca sıcak çorba içme imkânına sahip olurlardı. Buharî'de [190]geçen birkaç rivayette, sefer ve savaş esnasında tencerelerinin al­tındaki ateşlerden sözedilmektedir.

Medine'den götürülen yiyeceklerin ve tencere gibi aletlerin, bilhassa Hz.Peygamber (s.a.v.)'e ait olanlarının yük develerine yüklenildiği de ayrı bir hadisedir.[191]

Yolda giderken, savaş esnasında veya dönerken yiyeceği bi­tenlerin bizzat Hz.Peygamber (s.a.v.)'e başvurduklarını ve O'nun da bu kişilere çeşitli yollarla yiyecek temin ettiğini görmekte­yiz.[192] Ya ordudaki mevcut erzakı bir yere toplar ortadan böler[193] veya kendisinde mevcut olandan verirdi.[194]

 

B) Ganimet Olarak Elde Edilen Yiyecekler

 

Müslümanlar savaşlarda yiyecek maddesi olarak bal, üzüm. gibi şeyler ele geçirirler ve onları yerlerdi; ganimet malının içine katmazlardı.[195]

Abdullah b. Ömer şöyle der :

" Rasûlullah (s.a.v.) zamanında, îslâm ordusu bir savaşta bal ve yiyecek ganimeti ele geçirdi. Onlardan beşte bir alınmadı."[196] Yani, asker elde edilen o yiyecekleri yediler.

Ibn ebi Evfa (r.a.)'ya : "

" Rasûlullah (s.a.v.) zamanında, ganimet olarak elde ettiğiniz yiyecekleri beşte bire dahil eder miydiniz ?" diye soruldu da, O:

" Hayber savaşında ganimet olarak yiyecek ele geçirdik. As­ker gelir ve ondan kendine yetecek kadar alıp giderdi" diye cevap verdi.[197]

Ashaptan bazıları derler ki:

" Biz savaştayken cevizleri yerdik de onları bölüşmezdik. Öyle ki bazen evimize heybelerimiz ceviz dolu olarak gelirdik.[198]

Ganimet olarak alman develerden bazıları huysuzluk eder, sürüden kaçardı. Develer taksim edilmeden önce onları kesip etinden yemek yasak olmasına rağmen bu huysuz develerin kesil­diğine dair rivayetler vardır.[199]

 

C) Avlanmak Suretiyle Elde Edilen Yiyecekler

 

Askerin yiyeceği bazen, tamamen bitecek duruma gelirdi.[200] Bu gibi durumlarda binek hayvanı olarak kullandıkları develeri­ni kesmek için Hz.Peygamber (s.a.v.)'den izin isterlerdi. Bir defa­sında Hz.Peygamber (s.a.v.) izin vermiş, fakat Hz.Ömer (r.a.)'in :

" Ya Rasulallah, bunların develeri gittikten sonra, bunların hiçbiri (sağ) kalmaz" demesi üzerine, Hz.Peygamber (s.a.v.) ver­diği izni geri aldı.[201]

Böylesi durumlarda, Sahabe-i kiram, avlanmak suretiyle yiyecek ihtiyaçlarını karşılarlardı. Daha ziyade tavşan[202] ve (haram kılınmazdan Önce) yaban eşeği[203] avlarlardı. Eğer deniz kenarında veya balığın bulunabileceği yerlerde iseler balıktan is­tifade ederlerdi. Bu konuda Cabir b. Abdillah (r.a.)'dan şöyle bir ri­vayet vardır :

" Rasûlullah (s.a.v.), deniz sahili tarafına bir askeri birlik gön­derdi. Bu birlik üzerine Ebû Ubeyde b. el-Cerrah'ı (r.a.) komutan olarak tayin etti. Bu birlik üçyüz neferden ibaretti; ben de bunla­rın içindeydim. Nihayet yola çıktık. Yolun bir kısmını katettikten sonra azığımız tükendi. Bunun üzerine Ebû Ubeyde bu askeri bir­liğin mücahidlerine, yanlarındaki azıklarını getirmelerini emret­ti. Getirilen erzakı bir yere topladı. Toplanan erzak iki dağarcık hurmadan ibaretti.

Komutan Ebû Ubeyde, bu hurmalardan hergün azar azar vererek bizi geçindiriyordu. Nihayet bu da tükenmek üzereydi. Artık bizlerin payına hergün ancak birer hurma düşüyordu.

(Cabir (r.a.) bu vakayı anlatırken, Cabir'in ravisi ( Vehb b. Keysan): " Günde bir hurma yetmez " dedim.

Cabir :

" (Sen ne diyorsun) Bu bir hurma da tükenince, vallahi, onun yokluğunun acısını da tattık " dedi ve şöyle devam etti:

"- Sonra deniz sahiline ulaştık. Bir de gördük ki, deniz sahilin­de küçük dağ gibi bir balık bulunuyor, işte bu askeri birlik onsekiz gece bu balığın etinden yediler. Sonra Ebû Ubeyde, bu balığın kaburgalarından ikisinin dikilmesini emretti, iki kaburga kemiği dikildi. Sonra bir devenin hazırlanmasını emretti ve deve hazır­landı. Daha sonra bu deveye binen süvari, bu iki kemiğin altından geçti, fakat onlara dokunmadı.[204]

Bazen de, sefer halinde olanlar yiyeceklerini bitirince Hz.Peygamber (s.a.v.), onlara koyun satın alır ve onun etini yedi-rirdi. Böyle bir hadiseyi de Abdurrahman b. Ebî Bekr (r.a.) anlatı­yor. Uzun olan anlatımı şu şekilde özetleyebiliriz:

Yüz otuz kişilik bir askeri birlikle Medine'den çıkan Hz.Pey­gamber (s.a.v.), yiyeceği biten askerlerine bir koyun satın aldı. Rasûlullah (s.a.v.) Önce koyunun karaciğerinin pişirilmesini em­retti. Herkese bir parça kesip verdi. Daha sonra etini pişirdiler. etini de yediler; herkes doydu. Bir kap yemek de arttı. Bu artığı da deveye yüklediler.[205]

Yiyeceği biten ve çaresiz kalan sahabe-i kiram, bazen, çevre­deki meskun mahallere müracaat ederek misafir edilmelerini de istemişlerdir.[206]

 

VI. Ordunun Bayrak Ve Sancakları

 

İslâm öncesi Mekke şehir devletinde, liva ( bayraktarlık ) ve râye ( sancaktarlık ) vazifesi vardı. Liva, Abduddar oğullarında, râye ise Umeyye oğullan nezdinde saklanıyordu. Kureyşlilerin el-Ukâb ( kelime manası karakuş ve kartal) adında bir sancakları vardı. Bu, savaş sırasında dışarı çıkarılır, bir bayraktar seçilirse o taşır, seçilmezse onu saklamakla görevlendirilen kişi taşırdı.[207] Liva ve râye kelimeleri arasındaki farkı kaynaklar pek fazla zikretmemektedirler. Bu konuda derin bir araştırma yapan Mu-hammed Hamidullah şu kanaate varmıştır :

" Meselenin çözüm yolu olarak şunu düşünüyoruz : Liva, müş­rik Mekke'de düşmana karşı hücum ve çarpışma esnasında ordu­nun en kahraman ve yiğitleri tarafından taşman umumiyetle askeri sancaktır. Râye ise kumandanın alâmet veya timsâli olan bir bayraktır. Bu iki kelime bazen eşanlamlı olarak da kullanıl­mıştır. İslâm'da ise bu zıt anlama bürünmüştür "[208]

" Kelime aslı bakımından liva," sarılıp dürülen şey " e işaret eder ki, teşhire ihtiyaç duyulmadığı vakit, raptedilmiş bulunduğu bir nevi mızrağın üzerine sarılıp dürülen kumaş parçası manası­nadır. Râye kelimesinin kökü " görmek " tir ki, kendinin veya düş­man ordusunun merkezim gösteren şeye işaret eder, yani komu­tanın itibarî olarak bulunduğu yeri gösterir." Bayrak " kelimesini ifade etmek üzere arapçada eşanlamlı bazı kelimeler de vardır. Fakat Rasûlullah'm hayatıyla ilgili tarihî malumat arasında bu kelimelere rastlayamadık, bu yüzden bunlarla vakit kaybetmek istemiyoruz. Bu arada denilebilir ki," bir bayrak devamlı olarak takılı bulunduğu gönder ( bayrak sopası) üzerine kullanılmadığı zamanlar, sarılıp dürülüyorsa " buna liva denir.

" Her bir kullanılıştan sonra şayet bayrak takılı bulunduğu gönder üzerinden çekilip çıkarılryorsa " bu da râyedir. O devirde bu, sadece devlet başkanı veya ordu kumandanının zevk ve temayülüne kalmış bir husustu; isterse liva, isterse râye açar di­kerdi. Pek tabiidir ki bu çeşit " bayrakların en- boy ölçüleri " de Başkumandan veya ona tâbi alt subayların seçimine göre değiş­mekteydi."[209]

Hz.Peygamber (s.a.v.), hicret yürüyüşü de dahil, katıldığı sa­vaşlarda ve gönderdiği seriyyelerde bayrak ve sancak kullanmış­tır.[210] îslâm ordusunun Mekke müşrikleri ile yaptıkları savaşlar­da, müşrikler bu konuda eski adetlerini devam ettirmişler, liva ve râyelerini mezkûr ailelere mensup kimselere taşıtmışlardır.[211] Rasûlullah (s.a.v.) de, Mekke oligarşisinin muhtelif kabilelerine mensup müslüman olmuş kimseleri, mensup oldukları aynı kabi­lelerin Mekke'de esasen sahip olduğu idarî fonksiyonlarını bu de­fa Medine'deki îslâm Devletinde ifâ etmek üzere tayin ediyordu, islâm ordusunun bayraktarı olarak Abduddârlarm kabilesinden Mus'ab b. Umeyr'in tayin edilmiş olduğunu görmekteyiz.[212] Bu Mus'ab, Bedir ve Uhud savaşlarında bayraktarlık yapmış ve Uhud'da şehid düşmüştü.[213]

Rasûlullah (s.a.v.) Medine'den hareket eden askerî birliklere, bu birliklerin içindeki daha küçük birliklere ayrı ayrı bayraklar verirdi. Muhtemelen Rasûlullah (s.a.v.) kendine ait ve değişme­yen, üzerine kelime-i tevhidin işlenmiş olduğu bir bayrağı vardı. Bu bayrak O'nun katıldığı seferlerde çıkarılırdı.[214]

Ayrıca Ensar'ın ve Muhacirlerin bayrakları da ayrı ayrı olur­du. Bunları Hz.Peygamber (s.a.v.) her savaşda ayrı bir şahsa verir ve taşıttırırdı.[215]

 

VII. Ordunun Medine'den Ayrılması

 

Ordunun her türlü hazırlığı tamam olduktan sonra Medi­ne'den hareket ederdi. Hareket etmezden önce ve hareket esnasında Hz.Peygamber (s.a.v.) şunları yapardı : [216]

 

A) Hz.Peygamber'in Askerden Bey'at Alması

 

Savaşa çıkacak olan askeri birlik hazırlanmış bir vaziyette Devlet başkanının önünde saf bağlardı. O da onları tek tek kontrol ederdi.[217] Savaşa katılmasına karar verdiklerinden, firar etmiye-ceklerine dair bey'at alırdı; bazen de ölüm üzerine bey'at alırdı.[218]

Hz.Peygamber (s.a.v.)'in hayatında bey'at, mühim bir yer iş­gal eder. O, bey'atle insanlara mes'uliyet duygusunu aşılıyordu. Bey'at, müminler üzerinde bir müeyyide vazifesi görüyordu. Mu­hatabının durumuna göre bey'at konusunu değiştirirdi, islâm, hicret, cihâd, tevhid akidesi üzerine bey'at aldığı gibi ashabdan bir gruptan da, insanlardan hiçbir şey istememek üzere bey'at almış­tı. Öyle oldu ki, ashabdan birinin elinden kamçısı düşünce hayva­nından inip bizzat alır da, yayalardan kimseye-onu bana verin de­mezlerdi.[219]

 

B) Yerine Vekil Tayin Etmesi

 

Hz.Peygamber (s.a.v.) savaştan dönünceye kadar islâm Dev­letinin icraatı aksamasın diye kendi yerine bir vekil tayin ederdi. Bu zat Devlet Başkanının vekili sıfatıyla ve onun adına iş görür­dü. Vekil bırakma işi, sadece savaşlarda değil, Hz.Peygamber'in Medine'yi terkettiği sair zamanlarda da olan bir hadisedir.[220]

 

C) Öncü Birliklerin Çıkarılması

 

Ordu hareket etmezden önce, öncü birlikler ve casuslar çıka­rılır, çevre hakkında bilgi toplanırdı. Toplanan bilgi komutana ulaştırılır ve ona göre hareket sağlanırdı.[221] Bu birlikler hem bilgi toplarlar, hem de yol emniyetini sağlarlardı.[222]

 

D) Hareket Günü

 

Hz.Peygamber (s.a.v.), sefere çıkarken gün olarak perşembe gününü tercih eder ve o günde çıkardı.[223] Normal çıkışlarını bu gü­ne denk getirirdi. Ani durumlarda bu gözetilmezdi. Medine'den ayrılırken de günün ilk saatlerinde ayrılırdı.[224] Ayrılırken Medi­ne'de kalanlarla vedalaşırdı. Seriyye gönderirken, askerler O'nunla vedalaşırlardı.[225]

 

E) Savaş Yerine Hareket

 

Hareketten önce bütün tedbirler alınıp, günü de gelince ordu yola koyulurdu. Hz.Peygamber (s.a.v.), sefer esnasmda her za­man önde gitmez, çoğu kere ordunun arkasına doğru geriler, za­yıfları ilerletir, kafileden kopup kalanları bineğinin terkisine alır­dı. Yolculuk esnasında ashabına karşı çok şefkatli davranırdı.[226]

 

F) Ordunun Konaklaması

 

Asker için en acil ihtiyaç sudur. Hz.Peygamber (s.a.v.) de, or­duyu su yakınlarına konaklatırdı. Bu konuda sahabe-i kiramın ileri sürdükleri fikirleri değerlendirir ve kabul ederdi. Bedir sava­şında [227]ve Hudeybiye seferinde [228]böyle olmuştur. Savaş meyda­nında stratejik üstünlüğü elde etmek için uygun yerleri seçerler ve askeri oraya yerleştirirlerdi.[229] Ordu bir yere konaklayınca öy­lesine birbirlerine sokulurlardı ki, üstlerine bir örtü örtülse hepsi­ni kaplardı.[230] Etrafa gözcüler ve nöbetçiler çıkarılır, bilhassa ge­ce nöbetlerine Özel bir ehemmiyet verilirdi.[231]

 

Asr-I Saadet'te Yapılan Savaşlarda İslâm Ve Düşman Güçlerinin Sayısı

 

 

Hicrî

Yıl

Sefer

Düşman  Güçleri

İslâm Gücü

Sayı

Ölen

Sayı

Şehit

2

Kurz tarafından Medine'ye baskın verilişi

 

0

0

0

2

Nahle mukabelesi

4(?)

1

9

0

2

Bedir

950

70

313

14

2

Ebu Sufyan tarafından Medine'ye baskın verilişi

200

0

0

2

3

Karade mukabelesi

7

0

- ıoo

0

3

Uhud

3000

22

700

70

5

Benu'l-Mustalik

200 (?)

10

30(?)

1

5

Hendek

12000

8

3000

6

7

Hayber

20000

93

1500

15

8

Mute

100000

?

3000

13

8

Mekke'nin Fethi

?

13

10000

3

8

Hu ney n

?

7

12000

4

8

Taif Muhasarası

?

7

12000

12

 

Üçüncü Bölüm

 

HZ. PEYGAMBERİN (S.A.V.) SAVAŞ TAKTİKLERİ

 

I. Keşîf Ve İstihbarat

 

"Hz. Peygamber (s.a.v.)'in zamanındaki fütuhatın sür'atine mukabil bu savaşlarda nisbeten çok az insan kam akmıştır. Bu­nun tarihte misli yoktur; Hz. Peygamber (s.a.v.)'in siyasî hayatı evvela küçük bir şehir. Devletinde yani Medine'nin bir kısmında başlamıştır. Bu şehir devlet, bütün Arabistan yarımadasını enine boyuna kaplamış sonu gelmeyen ihtilaflar, kan davaları ve anarşi ile kuşatılmıştı. On yıla varmadan, evvelce küçük bir kasaba olan Medine, bir devletin başşehri oldu ki bu devletin kapladığı saha, Rusya hariç Avrupa büyüklüğündeydi ve bir buçuk milyon kilo­metre kareden fazla tutan bu diyarda bir sulh ve sükun nizamı tesis edilmişti. Ortaya çıkan bu mucizede istihbarat servisinin hissesi asla küçümsenemez. Hz. Peygamber (s.a.v.) tatbik ettiği yüksek sevkulceyş ile düşmana galebe etmesi yanında, bir düş­man hakkında bilinmesi gerekli bütün esaslı malumatı elde etme­si sayesindedir ki onları gafil avlamıştır."[232] Muhaberesiz muha­rebe olmaz kaidesine göre en güzel hareket eden Hz. Peygamber (s.a.v.)'dir. O, bu işe Mekke döneminde gereken ehemmiyeti ver­miş, hicret esnasında istihbarattan istifade etmiş, devletini kur­duktan sonra da bu servisi daha çok geliştirmiştir. Biz bu konuyu iki ana başlık altında inceleyeceğiz. [233]

 

A) Mekke Dönemi Ve Hicret Sırasında İstihbarat

 

Mekke'de müslümanlar cemaat halinde yaşıyorlardı. Müş­riklere karşı koyacak güçleri yoktu; onlarla çatışmaya niyetli de değillerdi. Kendilerini onların şerrinden korumanın yollarını araştırıyor ve bilhassa ilk zamanlar Hz. Peygamber (s.a.v.) ile görüşmek isteyen yabancılar hakkında araştırma yapıp bilgi topluyorlardı.[234]

Hz. Peygamber (s.a.v.) zaman zaman sahabeye yaptığı tavsi­yelerde, müşriklere karşı çok dikkatli davranmalarını, onlara sır sayılabilecek bilgileri kaptırmamalarını tenbih ederdi.[235] Böylece müşriklerin kendileri hakkında yapabilecekleri bilgi toplama işi­ni de Önlemiş olurdu. Müşriklerin dikkatini çekebilecek ve onlar tarafından engellenebilecek işleri gizlilikle yürütürdü. Akabe bey'atleri bu şekilde cereyan etmiştir.[236] Bu bey'atler, cemaatten devlete geçiş olan Hicretin alt yapısını oluşturmuştur. Hatta Mu-hammed Hamidullah: "Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından kurulan ve faaliyete geçirilen islâm devleti, kat'î ve sarih bir surette Hic­retten bir ay evvel tesis edilmişti. Bu tarih üçüncü Akabe anlaş­masının (Mat) akdine tesadüf eden tarihdir"[237] demek suretiyle bu bey'atlerin ehemmiyetini vurgulamaktadır.

Üçüncü Akabe bey1 atinden sonra Mekkeliler Hz. Peygamber (s.a.v.)'i öldürmeye karar vermişlerdi. Bu kararı Cebrail (a.s.) O'na haber vermiş O da hicret etmeye karar vermişti.[238] Şehir içinde ve dışında kendisini koruyacak kimseler olmadığı ve yol emniyeti de bulunmadığı için gizlice hicret etmeyi tercih etmiş­ti.[239]

Suikasd haberini öğlen vakti haber alan Hz. Peygamber (s.a.v.), hemen Ebubekr (r.a.)'m evine gitmiş ve beraberce hicret planını yapmışlardır. Bu plana göre, şehrin haricindeki Sevr Ma­ğarasında saklanacaklar, bu arada bir klavuzla anlaşacaklar ve şehirde ortaya çıkacak heyecanın yatışması için bu mağarada üç gün bekleyeceklerdi. Bu günlerde bir haberci Mekke'de olup bi­tenleri kendilerine rapor edecekti. Bu müddetin sonunda da her zaman kullanılmayan apayrı bir yoldan Medine'ye hareket ede­ceklerdi.

Böyle bir plan üzerinde karar kılındıktan sonra evine dönen Hz. Peygamber (s.a.v.)burada geç vakte kadar kaldı. Kameri ayla­rın son günleri olduğundan her taraf zifiri bir karanlığa bürünmüştü. Hz. Ali (r.a.)'yi evinde bırakıp kendisi çıktı. Evi kuşatılmış olmasına rağmen düşmanlarına görünmeden ayrılıp gitti.[240]

Hz. Peygamber (s.a.v.)'e suikast haberini ulaştıran Rukayka binti Ebi Sayfî b. Hâşim adlı bir hanımın olduğu rivayetleri de var­dır. Bu hanım, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in dedelerinin torunların­dan birisi olabilir.O, verdiği haberde, Hz. Peygamber (s.a.v.)in ge­celeyin yatağında suikasde uğrayacağım bildirmişti.[241]

Biz burada hicreti, tafsilatıyla anlatmayıp bir başka haber al­ma faaliyetinden söz edeceğiz. Hicretin birinci gününün gecesi Hz. Ebubekr'in oğlu Abdullah gizlice mağaraya geldi. Şehirde ce­reyan edenleri onlara haber verdi. O gece mağarada kaldı; sabah erkenden ayrıldı. Abdullah'ın bu işle görevlendirilmesinin sebebi, kendisinin çok akıllı, zeki ve güvenilir bir genç olmasından dolayı­dır. Hz, Peygamber (s.a.v.) ve Hz. Ebû Bekr (r.a.) mağarada kal­dıkları müddetçe, Abdullah bu görevini devanı ettirmiştir,[242] Ayrıca Hz. Ebû Bekr (r.a.)'in azad ettiği Âmir b. Fühcyre [243]çoban­lık yapıyordu. O da haber toplama işinde görevlendirilmiştir.[244] Herhalde, bunlann birinden şüphe edilir de müşrikler tarafından yakalanma gibi bir durum meydana gelirse, istihbarat işi aksa­masın ve bu işi ikincisi devam ettirsin diye düşünülmüştür.

Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bu konudaki üstün başarısı, Mekke-lilerin etrafa saldıkları habercilerin hepsinin gayretini boşa çı­karmıştır.[245]

 

B) Medine İslâm Devletinde İstihbarat

 

Medine'de islâm Devleti kurulduktan sonra bu devletin korunması, büyütülmesi gerekiyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu konuda çok gayretli davrandı. Kuruluş halinde olan devletin sırla­rının düşman eline geçmemesi için hassasiyet gösterdi. Bu konuda sahabesini yetiştirdi. Düşmanın bilgi toplayabileceği kaynak­ları kapattı. Sahabenin yalnız başına yola çıkmamasını, tek başı­na seyahat etmemesini tavsiye etti.[246]

Develerin boyunlarına asılan ve çeşitli şekilde sesler çıkaran aletlerin savaşa giderken kesinlikle çıkarılmasını emrederdi.[247] Seferlerinin hedefim gizli tutar,[248] Keşif kollarına düşmana yaka­lanmamalarını emrederdi.

Bir devlet başkam olarak Hz. Peygamber (s.a.v.), istihbarat ve karşı istihbarat konusunda şu şekilde bir yol takibetmiştir. [249]

 

1- Dârul-Harb'de Câsûs Bulundurma

 

Hz. Peygamber (s.a.v.)'in amcası Abbas, müslümanlığı kabul etmiş fakat hicret etmemişti. Mekke'de kalmasını, Hz. Peygam­ber (s.a.v.) istemişti. Abbas (r.a.), zengin bir tüccardı. Taif ve Me­dine gibi şehirlerle devamlı temas halindeydi. Mekke'de ceryan eden hadiseleri Hz. Peygamber (s.a.v.)'e yazıyor ve O'nu her türlü şeyden haberdar ediyordu.[250]

İbn Abdilberr, bu konuda şunları kaydediyor:

"Rasûlullah'm amcası Abbas b. Abdilmuttalib, Hayber fethin­den önce müslüman oldu. Müslümanlığını gizliyor ve müşriklerin haberlerini Rasûlullah (s.a.v.)'a yazıyordu. Hz. Peygamber de kendisine "Mekke'de kalman daha hayırlıdır" diye yazdı."[251]

Bedir savaşına sebep olan kervanın hareketini,[252] Uhud sava­şından Önce müşriklerin hazırlığını, Hendek Savaşından önce, müşriklerin Medine'yi muhasaraya girişeceklerini ve bu uğurda civar kabilelerle ittifaklar yaptığım[253] öğrenen Hz. Peygamber (s.a.v.)'in elbetteki Mekke içinde bir casusu vardı; işte bu, amcası Abbas'dı.

Hz. Peygamber (s.a.v.), amcası Abbas b. Abdilmuttalib'den başka bir casus daha kullanmıştır. Mekke'de ailesi tarafından ezi­yet edilen ve evde kalmaya mahkum edilmiş iki müslüman genç vardı. Hicrî üçüncü yılda Peygamber (s.a.v.) Mekke'ye gönderdiği bir casusuna;

"Melikeye, git, orada filan adında, gizlice îslâm'a girmiş, sa­mimi müslüman olan bir kuyumcu vardır. Onu bul, gör. Kendini onun evinde saklarsın. Bu arada mahpuslarla teması sağlamaya çalış." şeklinde bir talimat vermiştir. Mekke'ye giden casus bu ta­limata göre hareket etmiş Ve kendisine havale edilen işi başarmış-

tır."[254]

 

2- Keşif Kolları Çıkarma:

 

Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine islâm Devletini kurduktan sonra, etrafa küçük çapta askerî birlikler çıkardı. Bu birlikler, düşmana göz dağı vermek müslümanlarm gücünü göstermek ve bilgi toplamak maksatları ile çalışırlardı.[255] Hz. Peygamber (s.a.v.), bu vesile ile kendi askerlerini de yetiştirmiş oluyordu. Böyle bir keşif kolu komutanına yazılı bir emirname verip: "bu mektubu, ancak şu yere ulaştığın zaman aç ve oku" diye emreder­di.[256] Komutanda o yere ulaşınca mektubu açıp maiyetindekilere karşı okur, böylece Hz. Peygamberin yazılı emrini onlara tebliğ ederdi. Haber toplamak maksadıyla çıkarılan keşif kolları on kişi­den fazla olmazdı; başlarına bir komutan tayin edilirdi.[257] Düşma­na gözdağı verecek seriyyeler ise kalabalık olabilirlerdi. Bilgi top­lamak için çıkarılan keşif kollarının mevcudunun az olması, hare­ket kabiliyetlerinin süratli olması içindir.[258]

 

3- Câsûs Kullanma:

 

Hz. Peygamber (s.a.v.), hazar ve sefer zamanlarında düşman­larını takip ettirmiş, onların durumları hakkında bilgi toplamış-

tır. Bunun için de bir veya iki kişiden müteşekkil casuslar kullan­mıştır.

Müslim, Enes (r.a.)dan şu hadisi tahric eder:

"Rasûlullah (s.a.v.), Ebû Sûfyanin kervanının ne yaptığını öğ­renmesi için Bûseybese'yi casus olarak gönderdi."[259]

Adı geçen Besbes, ism-i tasgir kalıbıyla Büseybese, Besber ve Besbese olarak üç şekilde telâfuz edilmekteydi.[260]

Ibn Hacer'in kaydına göre, Hz. Peygamber (s.a.v.) Besbes'i yalnız göndermedi. Adiy b. Ebi'z-Zağbâ el-Cühenî'yi de ona arka­daş etmişti, ikisi, deniz sahiline yakın yere varıncaya kadar gitti­ler.[261]

Bu iki zat Ebû Süfyan'm kervanım Suriye'den Mekke'ye doğ­ru giderken araştırmakla görevlendirilmişti. Daha öncede, yani kervan Suriye'ye doğru giderken, Hz. Peygamber, kervanın peşi­ne iki tane casus takmıştı. Bu iki zat Talha b. Ubeydillah ve Said b. Zeyd idi.[262] Herhalde, Hz. Peygamber bunlardan gelen haber üze­rine, yani kervanın Suriye'den hareket ettiği ve Medine'ye yaklaş­tığı haberi üzerine ve kervanı yakalamak için Bedir'e doğru hare­ket etmişti.[263] Bedir savaşının olduğu gün bu iki haberci Medi­ne'ye dönebilmişlerdi. Rasülullah (s.a.v.) onlara Bedir ganimetle­rinden paylarım verdi.[264]

Uhud savaşı için düşmanın Medine yakınlarına geldiği anla­şıldığı zaman Hz. Peygamber (s.a.v.), onların izlerini takip etmek üzere iki casus gönderdi. Bunlar, düşmanın Medine yakınların­dan geçerek daha ileriye ve kuzeye çıktığım ve şu anda Uhud dağı­nın kuzey batısına düşen el-Ureyd'de karargah kurmuş oldukları­nı, düşman develerinin buralarda otlamakta oldukları haberini Hz. Peygamber (s.a.v.)'e getirdiler. Bunun üzerine, Hz. Peygam­ber diğer bir casusunu yola çıkardı. Hubab b. el-Münzir ismindeki bu şahabı, düşman karargahına kadar nüfuz edip onların sayıları hakkında bilgi edindi.[265]

Mustalik oğulları kabilesi reisi Haris b. Dırar'm müslüman-lar aleyhine faaliyet gösterdiği ve Medine'ye karşı bir hücuma ge­çebileceği haberini alan Rasülullah (s.a.v.), aynı kabileye mensup müslüman bir kişi olan Bureyde b. Huşayb'i istihbarat için oraya gönderdi. Büreyde bütün lüzumlu haberleri toplamıştı. Onun getirdiği bilgilere göre hareket edildi ve yapılan savaşta zafer kazanıldı.[266]

Hendek savaşında müslümanları arkadan vurma planları yapan Kureyza oğullarının ihaneti yeni müslüman olmuş bir casus vasıtasıyla öğrenilmiş ve hemen gerekli tedbirler alınmış­tı.[267]

Kureyza oğullarının ihaneti ortaya çıktıktan sonra Hz. Pey­gamber gece vakti Zübeyr b. cl-Avvam'ı tekrar yeni bir casus ola­rak gönderdi. Hadiseyi Abdullah b. Zübeyr şöyle anlatıyor:

Hendek savaşında ben, Ebû Selcme'nin oğlu Ömer ile beraber (çocuk olduğumuzdan) kadınların yanında bırakıldım. Birde bak­tım ki babam Zübeyr, atının üstünde iki veya üç kere Kureyza oğullarına gidip geliyor.

Ben, evimize dönüp geldiğimde babama: — Ey babacığım, ben seni Kureyza oğullan yurduna gidip gelirken gördüm, dedim. Ba­bam, — Ey oğulcuğum, sen beni gördün Öyle mi? dedi. Ben de: —Evet, dedim.

Babam dedi ki:

— Rasülullah (s.a.v.) "Kureyza oğullarına kim gider de onla­rın haberini bana getirir" dedi. Ben de kabul edip gittim. Gelince Rasülullah (s.a.v.) bana babasıyla anasını bir arada zikrederek: "Zübeyr, babam ve anam sana feda olsun" diye buyurdu.[268]

Buhârî'nin naklettiği diğer rivayetlerde de Hz. Peygam-ber(s.a.v.)'in "Her Peygamberin bir havarisi (yardımcısı) vardır; benim havarim de Zübeyr'dir" buyurduğu rivayet edilir.[269]

Hendek Savaşında müslümanlar, Mekke müşriklerinin mu­hasarası altında kaldılar. Muhasara uzayıp iki taraftan biri kesin netice elde edemeyince Hz. Peygamber düşmanın ne durumda olduğunu öğrenmek için, düşman içine bir casus gönderdi. Bu va­zifeyi yerine getiren Huzeyfe b. el-Yeman konuyu şöyle anlatıyor:

"Ahzab savaşında Rasûlullah (s.a.v.) ile beraber bulunuyor­dum. Bizi şiddetli bir rüzgar ve soğuk yakaladı. Bu arada Rasûlullah (s.a.v.):

"Bana bu kavmin haberini getirecek bir adam yok mu? Allah, kıyamet gününde onu benimle beraber haşredecektir." buyurdu. Biz sustuk. Kendisine bizden hiç kimse cevap vermedi. Sonra tek­rar:

"Bize bu kavmin haberini getirecek bir adam yok mu? Allah onu, kıyamet gününde benimle beraber haşr edecektir." buyurdu­lar. Biz yine sustuk. Kendisine bizden hiçbir kimse cevap vermedi. Sonra yine:

"Bize bu kavmin haberini getirecek bir adam yok mu? Allah onu, kıyamet gününde benimle beraber haşr edecektir." buyurdu. Biz yine sustuk. Kendilerine bizden hiçbir kimse cevap vermedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.):

"Kalk ya Huzeyfe, bize bu düşman kavmin haberini getir" bu­yurdu. Çare bulamadım. Çünkü ismimle beni kalkmaya davet et­mişti.

"Git de kavmin haberini bana getir; dikkatli ol, onları aleyhi­me kışkırtma" diye emir verdi.

Onun yanından kalktığım zaman hamamda yürüyor gibi ol­dum. Nihayet düşmanlara vardım. Baktım ki, Ebû Süfyan sırtını ateşte ısıtıyor. Hemen yaya bir ok yerleştirdim ve ona atmak iste­dim. Fakat Rasûlullah (s.a.vjm:

"Onları aleyhime kışkırtma" sözünü hatırladım. Atmış olsay­dım onu mutlaka vururdum. Sonra döndüm , ama yine hamamda yürüyor gibiydim. Rasûlullah (s.a.v.)'a geldiğimde, düşmanın ha­berini kendilerine iletip vazifemi bitirdiğimde üşümeye başla­dım. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) üzerinde bulunan ve için­de namaz kıldığı bir abanm artan yerini bana örttü. Artık sabah-laymcaya kadar uyudum kaldım. Sabahleyin Rasûlullah (s.a.v.) bana: "Kalk ey uykucu", diye buyurdular.[270]

Bu hadisin muhtevasından ve diğer kaynaklardan [271]öğren­diğimize göre, Huzeyfe'nin casus olarak gönderilmek istendiği vakit gece vaktidir ve hava çok soğuktur. Onun için bu zorlu işe, zor şartlarda hiç kimse talip olmamıştır.

Ibn Hacer, el-îsâbe'de, Ümeyye b. Huveylid'in kısa hikâyesini vererek, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in onu yalnız başına Kureyş'e ca­sus olarak gönderdiğini ve onun şöyle dediğini zikreder: "Hu-beyb'in bağlı olduğu ağacın yanma geldim, gözcülerden korkuyor­dum, çıktım ve Hubeyb'i çözdüm."[272] "O da yere düştü. Birazcık ge­ri çekildim. Sonra tekrar yanma geldim. Hubeyb'in cesedini göre­medim. Sanki onu yer yutmuştu. Bu ana kadar Hubeyb'in cesedi

hiç görülmedi."[273]

Kureyş'in haberlerim araştırmak üzere Mekke'ye gönderilen diğer casuslar da Bişr b. Süfyan el-Utakî[274] ve şehid edilmezden önce Hubeyb b. Adiy el-Ensârîdir.[275]

Hüneyn savaşından 'önce, Hevâzin, Sakif, Nasr, Cüşem ve di­ğer kabilelerden ileri gelen insanlar, Rasûlullah (s,a,v.)'m islâm' ordusunun durumunu görüşmek üzere toplandıklarında, Rasûlullah (s.a.v.), bunu haber alınca onlara Abdullah b. Ebi Had-red el-Eslemî'yi gönderdi. Ona, halkın arasına girip bilgi edinince ve haberlerini getirinceye kadar orda kalmasını emretti. Ibn Ebi Hadred hemen gitti; aralarına girdi ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'e karşı savaş açma kararlarını duyup öğreninceye kadar içlerinde kaldı. Sonra gelip durumu Rasûlullah (s.a.v.)'a haber verdi.[276]

Bu casusdan ayrı olarak, Hevazin kabilesinin haberlerini top­lamak üzere Enes b. Ebî Mersed el-Ganevî gönderildi. Bu şahıs düşman arasında birkaç gün geçirdi; lüzumlu haberleri toplayıp, Rasûlullah (s.a.v.) 'a iletti.[277]

 

4- Devriye Çıkarma:

 

Tehlikenin sezildiği anlarda [278]ve savaş zamanlarında,[279] et­rafı gözetlemek için çıkarılan küçük birliklere devriye denilir.

Devriyenin keşif kolundan farkı, dolaştığı sahanın dar olması, o sahada dönüp durması ve aynı yerde o vazifeyi yapan birkaç birli­ğin daha bulunması gibi farklardır. Devriyeler daha ziyade gece görev yaparlar. Kendi aralarında irtibatı sağlamak için de parola­ları vardır.

"Hendek savaşı esnasında karanlık bir gecede devriye gezen ve karşı istikametlerden gelerek karşılaşan Müslüman iki devri­ye birliği, birbirleriyle çarpıştılar; bu aı^ada açıkça parola kullanıl­mış, fakat yanlışlık meydana çıkana kadar yaralananlar olmuş, kan dökülmüştü. Vak'a, Hz. Peygamber (s.a.v.) 'e anlatıldığı vakit dedi ki: "Ölen, şehit olarak ölmüştür; yaralananlar, Allah yolun­da yaralanmışlardır." Neticede bu vak'a dolayısiyle kimseyi ce-zalandırmamıştır. Tabiatiyle O, bununla, islâm camiası mensup­larını ileride daha dikkatli olmaları için ikaz etmiş olmalıdır."[280]

"Hendek savaşında yiyecek sıkıntısı çeken Mekkelilere Hu-yey b. Ahtab, Hayber'den yirmi deve yükü arpa, hurma ve hurma kabuğu göndermişti. Fakat bunlar, uyanık müslüman devriyele­rinin eline düşmüştür. Devriyeler, develeri yükleriyle birlikte, ga­nimet olarak islâm' ordusu karargâhına ulaştırmışlardır."[281]

Hz. Peygamber (s.a.v.) çıkardığı devriyelerin, karargâhla ve birbirleri ile irtibatlarının kopmamasını emrederdi. Ordunun Me­dine'den hareketi ve geri dönüşü esnasında çıkardığı, Ön, yan ve arka birliklerin de aynı şeye dikkat etmelerini isterdi.[282]

 

5- Haber Almak İçin Düşman Ordusundan Asker Yakalama :

 

Bedir savaşı islâm ordusunun ilk savaşı olduğu için, Hz. Pey­gamber bu savaşta çok titiz davrandı. Yol boyunca devamlı keşif kolları çıkarıyor, bazan da bu vazifeyi bizzat kendisi ifa ediyordu. Ashabtan birkaç kişi ile ordudan ayrılıp, vadiler arasında düşman hakkında bilgi topluyordu.[283] işte bu minval üzre Bedir'e vardılar. Kervan kaçmış kurtulmuş, ama onu kurtarmak için gelen Kureyş ordusu Bedir'e yaklaşmıştı. Müslümanların, durum hakkında hiçbir bilgileri yoktu.

Düşman hakkında bilgiye ihtiyaçları olduğu böyle bir zaman­da Hz. Peygamber'in ordusuna mensup birliklerden biri, müşrik ordusuna mensup iki süvariyi yakalayıp esir ettiler. Bu iki süvari su almak için gelmişlerdi. Bunları Hz. Peygamberin huzu­runa çıkardıklarında O, namaz kılıyordu. Kendilerini ifadeye tabi tutan müslümanlara karşılık, Kureyş ordusuna su taşıyan asker­ler olduklarını söylediler.

Müslümanlar :

"Hayır, yalan söylüyorsunuz; siz Ebû Süfyan'm kervanına mensup adamlarsınız" deyip sorgulama esnasında şiddet kullan­dılar. Onları dayakla söyletmek istediler, onlarsa aynı şeyi söyle­me de ısrar ettiler. Sonra tatlı dille sordular, yine aynı şekilde ce­vap verdiler.[284]

Hz. Peygamber (s.a.v.) namazını bitilince bu işle bizzat ilgile­nip onların Ebû Süfyan kervanına mensup şahıslar olmadığını, Mekke'den gelen ordunun süvarileri olduğunu anlayınca, düş­man ordusunun kaç kişi olduğunu sordu. Onlar da bunu bilmedik­lerini söylediler.

Hz. Peygamber (s.a.v.) :                           

"Günde orduda yemek için kaç deve kesiliyor ? diye sordu.

Onlar da :

-"Bir gün on, bir gün dokuz olmak üzere değişiyor" dediler.

Bunun üzerine Hz. Peygambar (s.a.v.) düşman ordusunun dokuzyüz ile bin kişi arasında olduğunu çıkardı.[285]

H. 6. yılda, Ukkâşe b. Mihsân (r.a.) komutasında, Esed oğulla­rı üzerine kırk kişilik bir seriyye gönderilmişti. Düşman bunu ha­ber almış, bütün ahalisi ve hayvanlanyle birlikte firar etmişti. Ko­mutan, Şucâ b. Vehb'i keşif için gönderdi. Bu da, deve izlerinden düşmanı takibe başladı. Az sonra düşman askerleri ile karşılaşıp onları yakaladılar. Hayvanların yerlerini öğrettikleri takdirde kendilerine birşey yapılmayacağına dair teminat verildi. Onlar da hayvan sürülerinin yerini öğrettiler. Müslümanlar ikiyüz deve ganimet elde ettiler ve vaadleri gereği düşman esirlerini serbest bıraktılar.[286]

Yine aynı senede, Zeyd b. Harise komutasında bir seriyye Sü-leym oğullarına gönderildi. Ele geçirilen bir kadından kabilesinin nerede olduğu öğrenildi. Alınan bilgiye göre hareket edildi ve za­fer kazanıldığı gibi ganimet de elde edildi.[287]

Hz. Ali (r.a.)'nin Fedek kabilesine karşı te'dib maksadıya yap­tığı seferde, el-Hemec mevkiinde düşmana mensub birisi yaka­landı. Kabilesinin nerede olduğunu söylerse kendisine hiçbir şey yapılmayacağına dair teminat verildi. Kabilenin yerini bu şekilde öğrenen seriyye beşyüz deve ve ikibin koyunla keçiyi ganimet ola­rak alıp Medine'ye döndü.[288]

"Hayber'de mevcut, müteaddit kalelerden birinde bulunan ve bu kalenin kolaylıkla düşmesine yardım eden yeraltı geçidi, Hz. Peygamber (s.a.v.) sayesinde bir düşman şahıstan öğrenilmiş­tir."[289]

Hayber fethedildikten sonra, Hz. Peygamber (s.a.v.), Hazine­ye bakan şahıstan, hazinenin kendisine teslim edilmesini istedi. Hazine muhafızı da, hazinede artık hiçbir şey kalmamış olduğunu beyan etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) onu serbest bı­raktı. "Şayet bu hususta yalan söylemiş olup da sonradan hazine bulunduğu takdirde bunun cezasını hayatıyla ödeyeceğini" de ha­tırlattı. Sonradan bir yahudi vasıtasıyla bu hazine muhafızının şüpheli bir tarzda harabeliklerden birine zaman zaman girip çık­makta olduğu haberini alması üzerine mezkûr yer araştırıldı ve hazine meydana çıkarıldı. Bunun üzerine yahudi muhafızın başı vurulmuş bu muhbir ise mükâfatlandırılmıştır.[290]

Karkaratu'1-Küdr seferinde Hz. Peygamber (s.a.v.), düşman kabileye mensup çobanları yakaladı ve onlardan kabilenin nerede olduğunu öğrendi.[291]

 

6- Üçüncü (Tarafsız) Şahıslardan Bilgi Edinme :

 

Hz. Peygamber (s.a.v.) istihbarat konusunda üçüncü şahıs­lardan da istifade etmiştir. Bedir savaşından önce kervan hakkında bilgi toplarken yaşlı bir adama rastlamış ve ondan kervanın ne­rede bulunduğunu sormuştu. Yaşlı adam da, buna dair bilgisi ol­duğunu, bunu ancak muhatabının (yani Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kim olduğunu ve nereden geldiğini öğrendikten sonra söyleyebile­ceğini söyledi. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, nereden geldiğini söyle­yeceğine söz vermesi üzerine yaşlı bedevi :

"Aldığım haberlere göre kervan filan filan tarihlerde filan yer­lerde görülmüştür. Şayet bu haberi bana veren yalan söylememiş-se şimdi kervanın filan yerde olması gerekir. Aynı zamanda, şunu da öğrendim ki, Muhamnıed'in ordusu şu tarihte şuradan hareket etmiş, şayet bu doğru ise şimdi filan yerde bulunması lazım gelir."

Gerçekten de öyleydi; bu adam doğru söylemekteydi. Hz. Pey­gamber (s.a.v.) bu haberleri aldıktan sonra adama :

"Biz su kaynağından, yani Irak'tan geliyoruz" dedi.[292]

Bedir yakınlarına varıldığı zaman Hz. Peygamber, haber top­lamak gayesiyle süvariler çıkardı. Bunlardan ikisi Bedir kasaba­sının içine kadar girdiler. Gayeleri güya içecek su temin etmekti. Burada kuyu başında iki hizmetçi kızın konuşmalarını dinlediler.

Kızlardan biri diğerine şöyle diyordu :

"Yakında kervan geliyor, onlara hizmet edip kazandığım pa­rayla borcumu Ödeyeceğim."

Casuslar bu haberi alır almaz Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yanı­na geri dönüp, kervanın henüz Bedirden geçmemiş olduğunu ha­ber verdiler.[293]

Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, düşman hakkındaki bilgi kaynak­larından birisi de yolcular ve kervanlardı. Medine'ye uğrayan ya­bancılardan bilgi alırdı. Bir defasında Medine'ye gelen bir ticaret kervanı Enmâr ve Sa'lebe kabilelerinin, müslümanlara karşı savaş için hazırlandığı haberini getirmişti. Bu esnada başka bir savaşa hazırlanan Rasûlullah (s.a.v.) o an için savaştan vazgeç­ti.[294]

Tebük seferinden önce, Medine'ye gelen Nabâtî kervanları Bizans İmparatoru Heraklius'un islâm' Devletinin arazisini istilâ edeceğine dair haberler getirmişti. Bu haberleri değerlendiren ve tahkik eden Rasûlullah (s.a.v.) Tebük seferine çıkmaya karar ver­di.[295]

Gatafan kabilesine karşı girişilen seferde, islâm1 Ordusu müfrezelerinden biri, Salebe kabilesinden birisi ile karşılaştılar. Cebbar ismindeki bu şahısı alıp Hz. Peygamber (s.a.v.)'in huzuru­na götürdüler. Bu şahıs da düşman hakkında epeyce malumat verdi. Bu konuşma esnasında kendisi de Isîâm"ı kabul edip müs-lüman oldu.[296]

 

C) Düşmana Bilgi Kaptırmama

 

Savaşta, düşman tarafından bilgi toplamak ne kadar mühim ise, düşmana bilgi kaptırmamak da o kadar mühimdir. Rasûlullah (s.a.v.) kendi hayatında bu konuya çok büyük titizlik göstermiştir. O, üstü" siyaseti ile düşmanın bilgi toplıyabileceği bütün yolları tıkamıştır. Düşman birliklerin Medine'ye yapacağı baskından Önceden haber almasına rağmen, kendi hareket ve bas­kınlarından düşmanın hiç haberi olmamıştır. Hayber'in fethin­de,[297] Mekke'nin fethinde [298]ve diğer savaşlarında düşmanlarım habersiz yakalamıştır. O, bu konuda şöyle hareket ediyordu :. [299]

 

1- Gizliliğe Riayet Ve Sır Saklama

 

"Rasûlullah (s.a.v.), gizliliğin bir prensip haline getirilmesini, müslümanlann hareket stratejisini oluşturan ve düşmana yara­yabilecek her türlü bilgiden onu mahrum etmek anlayışını asker­lerine kazandırmıştır. Gizlilik ve sır saklamak savaş prensipleri­nin en önemlilerinden ve zaferin en büyük etkenlerindendir. Müs­lümanlar bu konuda bütün milletlerden daha evvel bilgi sahibi ol­muş ve savaşta bu prensipleri uygulamışlardır."[300]

Ordu, Medine'den çıkarken develerin boyunlarındaki ses çıkaran zilleri söktürmüş,[301] kendi hareketinin istikametini dai­ma gizli tutmuştur.[302] Düşmanın çetin ve yolun uzak olmasından dolayı sadece Tebük seferinde niyyetini açıkça belirtmiştir ki ordu iyice hazırlansın.[303]

 

2- Düşmanın Keşif Kollarına Fırsat Vermeme:

 

Düşman birlikleri, islâm' ordusu hakkında bilgi edinebilmek için çok gayret gösterirlerdi. Hz. Peygamber (s.a.v.) aldığı tedbirlerle onlara bu imkânı vermezdi. Onun aldığı tedbirlerin başında "nöbet" gelirdi. Müslümanlar Mekke'de muhasara altına alınınca nöbet tutmaya alışmışlardı. Şimdi de hazar ve sefer za­manlarında komutanın verdiği direktifler doğrultusunda nöbet vazifesine devam ediyorlardı.[304] Nöbetle beraber, devriye vazifesi gören islam askerleri de düşman müfrezelerini men ediyorlardı. Nöbet tutan ve devriye gezen şahıslara şiar yani parolaları verili­yor ve birlikler arasında irtibat temin ediliyordu.[305]

Genelde Araplar casus gönderme ve bilgi toplama konusunda çok mahirdi. Ebû Süfyan kervanı ile Bedir yakınlarına geldiğinde islam ordusu hakkında bir araştırma yaptı. Bedirliler, kuyudan su almak üzere biraz evvel gelmiş olan iki develi süvari müstesna, hiçbir şey bilmediklerini ve görmediklerini söylediler. Ebû Süf­yan, bu süvarilerin gittiği cihete koşarak, develerin ayak izlerini takip edip, henüz yeni edilmiş deve pisliklerini kontrol etti. Pislik­ten bir parça eline alıp parçaladı, içindeki hurma çekirdeklerim görür görmez, bu develeiin Medine'den geldiklerini anladı. Neti­cede kervanın yolunu değiştirerek deniz sahilinden gidip kurtul­du.[306]

Böylesine istihbaratçı olan Mekke reislerinin bütün kabiliye­ti ve tecrübeleri Hz. Peygamber (s.a.v.)'in üstün siyaseti neticesin­de, sonraki senelerde işe yaramaz oldu. [307]

 

3- Düşman Lehine Haber Toplayanları Yakalama:

 

Huneyn'de, Hevazin kabilesi ile savaş esnasında iken bir düş­man casusu gelip islâm ordusunun karargâhına girdi. Sahabiler-le oturup konuştu. Sonra devresine binip gitti. Duruma muttali olan Hz. Peygamber (s.a.v.):

"Onu arayıp bulun ve öldürün" emrini verdi.

Sahabeden Seleme b. el-Ekva bu casusun peşine düştü; onu yakalayıp öldürdü.

Hz. Peygamber (s.a.v.) de, casusun devesini ve üzerindeki eş­yasını bir atiyye olmak üzere Selemeye verdi.[308]

Hicrî dokuzuncu yılda, Kutbe b. Âmir komutasında Has'am kabilesini te'dib için bir seriyye gönderildi. İslâm' askerleri düş­mana mensup bir fert yakaladılar. Kendisinden malumat istendi­ğinde dilsiz olduğunu ileri sürdü. Bunun üzerine göz hapsine alın­dı. Bir müddet sonra kendi kabilesi adamlarına tehlikeyi haber vermek için bir sayha kopardı ve akabinde başı uçuruldu.

Mekke fethi için yapılan hazırlığı Hâtıb b. ebî Beltaa (r.a.) bir mektupla müşrik akrabalarına bildirmek istedi. Bu mektubu bir kadının götürmesini temin etmişti. Hz. Peygamber (s.a.v.) Zü-beyr, Mikdad ve Hz. Ali'yi gönderdi ve şöyle buyurdu :

"Gidin, Hah bostanına kadar ilerleyin. Oraya vardığınızda mahfe içinde yolculuk yapan bir kadın bulacaksınız. O kadının yanında bir mektup vardır. Onu kadından alıp getiriniz."

Onlar da gidip kadım yakaladılar ve mektubu alıp getirdiler. Kadın o mektubu saç örgüsünün arasında saklamıştı.

Hz. Ali (r.a.) hadisenin devamını şöyle anlatıyor:

Mektupta "Hâtıb b. Ebi Beltaa'dan Mekke müşriklerinden bir takım insanlara" unvanı yazılı olduğunu ve içinde Rasûlullah (s.a.v.)'ın savaş hazırlığı işlerinin bazısını onlara haber verir oldu­ğunu gördük.

Rasûlullah (s.a.v.):

"Ya Hâtıb, bu ne iştir" diye sordu.

Hâtıb şöyle cevap verdi:

"Ya Rasulallah, benim aleyhime acele etme. Ben Kureyş'e andlaşma ile bağlı bir kişiyim. Fakat ben hiç bir zaman Kureyş'in mahremi ve samimi bir ferdi olmadım. Beraberinizde muhacirler­den şu kadar kimseler vardır ki, bunların Mekke'de ailelerini, mallarım koruyacak bir takım akrabaları vardır. Benim ise hiç kimsem yoktur. Neseb yönünden olan bu boşluğu Mekke'liler arasında minnettarlık kazanarak doldurmak ve bu suretle ailemi himaye etmek istedim. Yoksa dinimden dönmüş olduğum için iş­lemedim. Ben müslüman olduktan sonra kesin olarak küfre razı olmam" Hatıb'ın bu savunması üzerine Rasûlullah (s.a.v.) orada bulunanlara:

"Yemin olsun ki, Hatıb size karşı doğru söyledi." buyurdu. Fakat bir türlü öfkesi geçmeyen Ömer:

"Ya Rasulallah beni bırak da şu münafığın boynunu vurayım" dedi.

Rasûlullah (s.a.v.)

"Muhakkak ki Hâtıb, Bedir savaşında hazır bulundu. Sen bi­lir misin, belki Allah Bedir savaşında hazır bulunanların yüksek mücadelelerine şahid olmuştu da: "Ey Bedir askerleri, bundan böyle ne isterseniz yapın, ben sizleri mağfiret-etmişimdir" buyur­muş olabilir." diye buyurdu.[309]

Bu konuyu Mahmud Şît Hattab'ın şu tesbitleriyle noktalıyo­ruz:

. "Rasûlullah (s.a.v.) bütün savaşlarında ordusunu düşman­dan korumuş, düşmanın ordu hakkında bilgi almasını engelle­mek için her türlü tedbiri almada sonsuz gayret sarfetmiş ve bu­nun için de "Güvenlik" prensibini uygulamıştır.

Hz. Peygamber (s.a.v.)'in düşmana yaklaşırken veya savaş meydanından geri dönerken önden çıkardığı keşif ve bilgi toplama devriyeleri, orduyu emniyete almak ve düşmanın ani baskınından korunmak içindi. Orduyu beklemek üzere görevlendirdiği koru­yucular da düşmanın ani baskınını önlemek için alınan tedbir idi.

Rasûlullah (s.a.v.) değişik metodlarla düşman hakkında bilgi toplama yolunda titizlik gösterdiği gibi, düşmanın islâm' ordusu hakkında bir bilgi edinememesi için son derece dikkat etmiştir.

Ayrıca O, her işinde gizlilik prensibini uygulamıştı. Müslümanlar da düşmana bilgi sızdırmamak için azamî gayret gösteri­yorlardı. Rasûlullah'm hayatını dikkatlice tetkik eden biri, O'nun bütün müslümanlann menfaatlerini koruyacak ve kendisini ve toplumu ilgilendirecek her konu hakkında bilgi sahibi olduğunu görecektir.

Rasûlullah (s.a.v.),Mekke fethi için girişilen hazırlıkları Ku-reyş'e bildimıek üzere haber gönderen Hatıb b. Ebi Beltea'mn mektubu hakkında nasıl bilgi edinmişti? Ebû Süfyan'm barışı uzatmak için hemen koşarak geleceğini nasıl anlamıştı? Münafık­ların ve yahudilerin her türlü oyun ve tuzaklarını nasıl sezmiş ve bütününü nasıl bertaraf etmişti? Bütün bu oyunları nasıl çıkar­mış ve müslümanlann sırlarını nasıl saklayabilmişti?

İşte bütün bu gayretler, islâm ordusunu ve bütün müslüman-ları düşmandan korumak, düşmana bilgi sızmasını önlemek ve her türlü güvenliği sağlamak için olmuştu."[310]

 

II. Savaş Sanatını Ve Prensiplerini Bîlmek Ve Uygulamak

 

Rasûlullah (s.a.v.) bir komutan için gerekli savaş sanatım en ileri seviyede biliyordu. Bu bilgisini her savaşta uygulama alanı­na dökmüş ve üstün başarılar sağlamıştır. O'nun bir sanat olarak uyguladığı prensiplerden bazıları şunlardır: [311]

 

A) Taktik Prensipler:

 

Bu prensipler, komutanın kendi dehası ile keşfettiği ve uygu­ladığı prensiplerdir. [312]

 

1- Hedef Belirleme :

 

Resulullah (s.a.v.) her hareketinden Önce, o hareketin varaca­ğı hederi tayin ederdi. Hicret'in hedefi, îslâm' Devletine ulaşmak­tı; ulaştı. Anayasanın hedefi düşmanı teke irca etmekti; öyle oldu. Yani İslâm1 Devletinin tek düşmanı Mekke müşrikleriydi.

Bedir'de hedef, kesinlikle kervanı vurmaktı. Ama Allah onla­rın karşısına müşrik ordusunu çıkardı.[313] "Hudeybiye'de savaş yapmadan Kureyş'in maneviyatını kırmak istiyordu. Bu nedenle ihram giymiş ve normal bir süvarinin bulundurması gereken sila­hı yanına almıştı. Kureyş'in müslümanlar üzerine geldiğini du­yunca, bir çatışmaya meydan vermemek için ana yoldan tali yola sapılmasını öngörmüş ve çekip gitmişti. Hudeybiye'ye ulaşıldığın­da da aynı gayede ısrar etmiş, elçi teatileriyle amacın gerçekleş­mesi için zaman kazanmaya çalışmıştır. Bir grup müşrik İslâm' ordugâhına saldırınca, müslümanlar bu saldırganları kıskıvrak yakalamışlar, Rasûlullah ise esirlere hiçbir zarar verdirmeden onları serbest bırakmıştı.

O, ashabın, andlaşmanın bazı maddelerine itiraz etmelerine ve hatta andlaşma yapmanın aleyhinde olmalarına rağmen ke­sinlikle amacında ısrar etmiş ve Kureyş'le çatışmaya girmemek için gerekli titizliği göstermiştir."[314]

Mekke fethine çıktığında hedefi, kan dökülmeden, çarpışma olmadan şehire girmekti ve nitekim öyle oldu.[315]

Rasûlullah (s.a.v.), gerek askeri, gerek askeri niteliğe sahip olmayan her icraatında başlangıçta bir amaç belirliyor, asla bu amaçtan ayrılmıyordu. Hiç bir zaman da bu hedefini unutmuyor­du. [316]

 

2- İstişare Etme :

 

Rasûlullah (s.a.v.) ümmetin menfaatiyle ilgili, gerek askerî, gerekse askerî olmayan konularda Sahabe-i kiramla istişarede bulunurdu. Hudeybiye musalahası hariç bütün savaşlarda saha­be ile istişarede bulunmuş, hatta ileri sürülen görüşler O'nun gö­rüşüne muhalif olsa bile istişare neticesinde verilen karara uy­muştur. Gerektiğinde kendi görüşüne muhalif bir görüşü, daha uygun düşüyorsa alıp onunla amel etmekten çekinmemiştir.

Bedir savaşında, ordunun karargâhı ve mevzilenmesi konu­sunda fikir beyan eden Huhâb b. Müzir'in görüşüne göre amel edildi.[317]

Uhud savaşında kendisi Medine'de kalınmasını daha uygun görüyorken, sahabe'nin çoğunluğu Medine dışına çıkılması taraf­tarıydı. O da onların görüşü ile amel etti.[318]

Hudeybiye'de onlarla istişare etmeyişine gelince, Rasûlullah (s.a.v.), Islâm"m yayılmasına elverişli istikrar ortamının oluşma­sında ısrar ediyordu. Basiretiyle musalahanın, mezkur ortamın tesisi yolunda hayırlı neticeler getireceği kanaatini besliyordu. Oysa ashab peşin bir zafer kazanma emelindeydi.[319]

Hevâzin seferinde azıkları azalan ashaba, develerini kesme izni vermişken Hz. Ömer'in :

"Ya Rasulallah! Develeri gittikten sonra bunların hiç biri sağ kalmaz" diye fikir beyan etmesi üzerine, Rasûlullah O'nun fikrini beğenmiş ve develerin kesilmesi iznini geri almıştır.[320]

 

3- Sür'atli Hareket Kabiliyeti

 

islâm' ordusu planlanan hedefe, tayin edilen zamanda varı­yordu. Bu hareketiyle de düşmana hazırlanma ve toparlanma fır­satı vermiyordu.[321] Çünkü ordunun hazırlanması, harekete geç­mesi ve hedefe varması kısa zamanda oluyordu.

"islâm ordusu, Dümetu'l-Cendel, Tebük, Filistin yakınlarına ve Taife kadar uzandığında, islâm' Devletinin başkenti Medi­ne'den çok uzaklarda olan bütün bu yerlere geceleyin yol alarak varıyordu. Bütün bu yollan da her türlü zorlukla ve zor şartlarda katediyordu. Meselâ Mustalik oğulları gazvesinden geri dönerken hiç ara vermeden ve dinlenmeden otuz saat yol almışlardı.[322]

işte bütün bunlar, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ordusunu hare­kete geçirirken, günümüzdeki çağdaş bir ordunun sür1 atinde sev-kettiğini gösteriyor. Gece yürüyüşleri, otuz saat süren kesintisiz yolculukları ve uzun mesafeleridinlenmeden kat'etmesi fevka­lâde bir eğitimi ve mükemmel bir yeterliliği gösterir."[323]

 

4- Şaşırtma Ve Ansızın Baskın

 

Hz. Peygamber (s.a.v.), hicret hadisesinde Medine yoluna gir-nıeyip güneye doğru gitmekle müşrikleri yanıltmıştı. Bu manev­rası ile müşrikleri üç gün uğraştırdı. Sevr mağarasından ayrıldık­tan sonra tuttuğu rehber ile sahil yoluna girip kendisini takip eden müşriklere bir şaşırtma daha verdi.[324]

Rasûlullah (s.a.v.), "Harb, bir kere aldatmadır",[325] buyurur­ken bu hakikate, yani düşmanlara karşı manevra yapmaya dik­kat çekiyordu. Bu, O'nun en büyük taktiklerinden birisidir.

Sahabe-i kiramdan Kâ'b b-Malik, Tebük seferinden geri kalı­şını anlatırken şunları söylüyor :

"Rasûlullah (s.a.v.), bu savaşa gelinceye kadar herhangi bir yere savaş için gittiğinde o yeri söylemez, başka bir yere gider gibi görünürdü. Bu savaşta ise, uzak yere gittiğinden ve bu savaşı şid­detli sıcak mevsimde yaptığından, bir de büyük bir devletin ordu­su ile karşılaşmak için gittiğinden, meseleyi açıkladı."[326]

Düşmanı şaşırtmanın en iyi yollarından biri, hatta temeli, sır ve gizliliktir. Bu yolla, düşmanın mukabele edemiyeceği bir du­rum ortaya çıkarılmış olur.                       

"Medine müslümanlar açısından emin bir bölge idiyse de; şe­hirde müslümanlar aleyhine faaliyette bulunan casuslarla dolu olup beşinci kolun her zaman bulunduğu bir yerdi. Bunlar her fır­satta müslümanlarm amaçlarını saptırma emelindeydüer. Başlı­ca casus şebekeleri ve beşinci kollar, münafıklar, yahudiler ve bir de bedevi araplardan Kureyş adına, Nabtîlerden de Bizans adına casusluk yapan gruplardı. Bunlar her vesileyle, müslümanlar hakkında elde ettikleri bilgileri düşmana aktarıyorlardı. Ama Rasûlullah (s.a.v.), amacım tam anlamıyla gizli tutma konusunda bir hayli titizlik gösteriyordu. Meselâ, bir savaşa çıkma kararı al­dığım gösterirken başka bir yere doğru yön değiştiriyor, ajanlar da gerçekleşmeyen savaş haberini düşmana iletmek suretiyle ya­nılgıya düşmüş oluyorlardı."[327]

Şaşırtma yer, zaman ya da taktik bakımından olmaktadır.

Bunlara değişik misaller vererek Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bu ko­nudaki sanatım göstermek uygun olacaktır.

Yer ve mekân bakımından şaşırtmaya misâl Lihyan oğulları savaşıdır. Rasûlullah (s.a.v.), ilk aşamada, Kureyş ve Lihyan oğullarının haberdar olmaması ve nereye gideceğini anlamamala­rı için, orduları kuzeye, Şam'a doğru sevketmiş, bu şayia yani müslümanlarm kuzeye doğru yola çıktıkları haberi yayılınca yön değiştirip Lihyan oğullarını beklenmedik anda yakalamıştır."

Rasûlullah (s.a.v.), Hayber savaşının ilk merhalesinde Gata-fan toprağındaki Recî'e doğru harekete geçmişti. Gatafanlılann karargâhına kuvvet göndererek, kendisi asıl kuvvetlerle Hay-ber'e yönelmişti. Bu şaşırtma ile, Gatafanlılar saldırının kendile­rine, Hayberliler ise saldırının Hayber'e karşı başlatıldığı yanıl­gısına düşmüş, her iki taraf da şaşkınlığa uğramaları sonucu ara­larında işbirliği yapma yoluna gidememişlerdi. Bu da mekân bakımından bir şaşırtmadır. Böyle bir şaşırtmayı yapmak için Rasûluîlah (s.a.v.), birkaç gün başka bir istikamette yol alır ve sonra asıl hedefine doğru bir kavis çizmeye başlardı.

Bu şaşırtma, bazan da bir seriyye ile yapılırdı. Hz. Peygamber (s.a.v.) Hicrî sekizinci yılın Ramazan ayında Ebû Katade komuta­sında bir seriyye çıkardı. Seriyyenin gideceği yer Batn-u idem'di. Bu seriyye Mekke fethini kamufle etmek ve düşmana yanlış bilgi vermek içindi.[328]

Zaman bakımından şaşırtmaya misâl de Hayber'in fethidir. Rasûlullah (s.a.v.), Hayberlilerin beklemediği ve ummadığı bir zamanda onların yurdunu kuşatmıştı. İslâm' ordusunu gizlice Hayber'e sevkedip geceleyin şehirlerini muhasara altına aldı. Sabahleyin kalkıp islâm' ordusunu gören yahudiler moralmen çöktüler.[329] Zaman bakımından şaşırtmaya ani baskın da denile­bilir. Kureyza oğullan ile yapılan savaş da zaman bakımından şa­şırtmaya bir misâldir. Çünkü Rasûlullah (s.a.v.), umulmadık bir anda ve çok sür'atli bir şekilde harekete geçip onlan moral bakı­mından çöküntüye uğrattı.[330]

Taktik bakımından şaşırtmaya misâl ise, Bedir savaşında müşriklerin vur-kaç taktiğine karşılık O'nun saf düzeni taktiği ile savaşı başlatmış olmasıdır. Gerçekten saf düzeni, askerî açıdan vur-kaç taktiğinden daha çok tercih edilen bir taktiktir.[331]

Orduyu saf düzenine Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kendisi hazır­ladı. Falan "sen öne geç, falan sen arkaya kal" diye kendi talima­tıyla askerini safa sokar ve düşmana karşı mevzilendirirdi.

Bedir'de saf düzeni, Uhud'da okçuların Ayne geçidine yer-leştirilmesi, Ahzab savaşında hendek kazılması, Mekke fethinde gizlilik ve ani baskın taktikleri kullanarak müşrikleri şaşırtmış­tır. [332]

 

5- Düşmanların Yapabilecekleri İttifakı Engelleme:

 

Hz. Peygamber (s.a.v.)'in gizlilik prensibine çok ehemmiyet vermesinin sebeplerinden birisi de düşmanların ittifakına engel olmaktır. Mekke fethinin gizli tutulması böyle bir gayeye matuf­tu. Yoksa, Kureyş çevredeki diğer kabilelerle ittifak edebilirdi. Hz. Peygamber (s.a.v.), Mekke'ye yönelirken hedefini öylesine giz­li tutmuştu ki, en yakınları bile nereye gideceğim bilmiyorlardı. Hatıb b. Ebî Beltea hadisesine kadar bu konu gizliliğini korumuştu.[333]

Düşmanlann ittifakı ya böyle gizlilik prensibi ile engelleni­yor veya çeşitli manevralarla bu işin önüne geçiliyordu. Bunun en güzel örneği de Hendek savaşında verilmişti. Kendisi yeni müslü-man olmuş, fakat Islâm"ı kabul ettiği herkes tarafından bilinme­yen Nuaymb. Mes'ud, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kendisine verdiği taktikle hareket ederek Kureyza oğullan ve Mekke müşriklerinin ittifakını engellemiştir.[334]

 

6- Küfrün Elebaşlarını Öldürme:

 

İslam'da savaşın meşru olmasının hedefi, yeryüzünden fitne­yi kaldırmaktır.[335] Fitneye sebep olan, zalim idareciler ve küfrün elebaşlarıdır. Bu sebepten dolayı ilk planda onların öldürülmesi gerekir. Çünkü Islâm"ı kabul etmeyen ve karşı duran onlardır. Hz. Peygamber (s.a.v.), savaş zamanlarında ve gönderdiği seriy-yelerle bu küfür önderlerinin öldürülmesini hedeflemiş, sahabeye bu anlayışı vermiştir.

Abdurrahnıan b. Avf anlatıyor :

"Bedir savaşında saf içinde bulunuyordum. Sağıma soluma baktığımda iki gencecik delikanlı gördüm. Yaşları çok gençti-. Keş­ke bunlardan daha kuvvetliler arasında olaydım, diye temennide bulundum. Bu sırada delikanlılardan biri arkadaşından gizlice bana şöyle diyordu :

"Ey amca, bana Ebû Cehil'i gösterir misin ?" "Yeğenim, tanırım, ne yapacaksın onu? " dedim. "Yeminim var, ya O'nu öldürürüm ya da ben ölürüm" diye ce­vap verdi.

Ben delikanlının bu durumuna şaşkınlıkla bakarken diğeri dürtüp aynı şeyleri sordu. Ben de Ebû Cehil'i ikisine de gösterdim. Kartallar gibi hızla üzerine yürüyüp O'nu öldürdüler.[336]

Bu hadiseden sonra Hz. Peygamber (s.a.v.), yanındakilere Ebû Cehil'in akibetini merak ettiğini söylemiş, Abdullah b. Mes'ud (r.a.) da bunu emir telakki ederek onu Öldürmek için hare­kete geçmiş ve yerlere serilmiş bir vaziyette bulmuştu.[337]

Mekke müşriklerinin elebaşılarından olan Ebû Cehil, Ümey-ye b. Halefi , Utbe b. Rebia, Şeybe b. Rebia, Âs b. Hişam Bedir'de öl­dürülenler arasındadır.[338]

Rasûlullah (s.a.v.), islâm' aleyhinde propaganda yapan yahu-di ileri gelenlerinin de öldürülmelerini emretmiş ve bunlardan Asma binti Mervân,[339] Ebû Afek,[340] Ka'b b. el-Eşref,[341] Ebû Râfi,[342] Useyr b. Rezâm,[343] tbn Sayyad[344]  çeşitli şekillerde öldürülmüşler­dir.

Mekke müşriklerinin reisi Ebû Süfyan, Hz. Peygamber (s.a.v.) i öldürmek için Medine'ye bir adam gönderir. Bu adam mescidde yakalanır ve müslüman olur. Bunun üzerine Hz. Pey­gamber (s.a.v.), Amr b. Ümeyye'yi Seleme b. Eşlemle beraber Mekke'ye gönderir. Amr b. Ümeyye Ebû Süfyanla karşılaşamaz ve geri döner.[345]

Düşmanın ileri gelenlerinin öldürülmesi için Ebû Hurey-re'den şöyle bir rivayet vardır:

Rasûlullah (s.a.v.) bizi bir seriyye içinde savaşa gönderdi. Verdiği emirler arasında, Kureyşten adlarını söylediği kimseler için:

"Filan ve filan kişilere rastgelirseniz, bunları yakalayıp ateş­le yakınız" buyurdu.

Sonra yola çıkmak istediğimiz sırada veda etmek üzere Rasûlullah (s.a.v.)'e geldik, bu defa Rasûlullah (s.a.v.):

"Ben size, filan ve filanı ele geçirdiğinizde ateşte yakmanızı emretmiştim. Halbuki ateşte yalnız Allah azablarichrır. Bu sebep­le, siz bu şerirleri yakaladığınızda öldürünüz." buyurdu.

Mekke fethinde, îslâm ordusu Mekke'ye girince Rasûlullah (s.a.v.) komutanlarına kesin olarak şu emri verdi:

"Size karşı koymadıkları müddetçe hiç kimseyi öldürmeye­ceksiniz. "

Fakat bu emri verdikten sonra, bazı isimleri sayarak, şöyle buyurdu:

"Şu sayacaklarımı Kabe'nin örtüsü altında da görseniz, çıka­rıp öldürünüz. "[346]

"Öldürülmeleri gereken bu insanları bir sınıflamaya tabi tu­tacak olursak, üç sınıf insan ortaya çıkar ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) bunlara hayat hakkı tanımıyor:

1) İslam'dan çıkanlar,

2) İslam'la alay edenler,

3) Müslümanlara işkence yapanlar.[347]

 

7- Düşmana Mağlubiyeti Peşinen Kabul Ettirme:

 

İslam'da savaşın hedefi, insanlığı imha etmek değil, ihya et­mektir. Hedef bu olduğu için, kan dökmeden bu hedefe ulaşmak da ayrı bir sanattır. Hz. Peygamber (s.a.v.), Mekke fethinde işte bu sanatını en güzel şekilde göstermiştir. O, kan dökülmeden Mekke'ye girmek istiyordu. Birliklerin başında bulunan komu­tanlarına Öyle emir vermişti.[348]

Kan dökülmesinin önüne geçmek için de müşriklere mağlubi­yeti peşinen kabul ettirip onlara şu alternatifleri sundu :

1) Ebû Süfyan'ın evine giren emindir.

2) Kendi evine giren, hayatından emin olacaktır.

3) Kabe'ye, Harem'e sığınan emindir, ona dokunulmayacak­tır.[349]

Mekkelilerin herbiri, hatta ileri gelenler, İslam'a azılı şekilde düşman olanlar bile bu alternatiflerden birisini kabul edip orta­lıkta görünmez olmuşlardı. Herkes bir an önce evlerine veya Ha­rem'e sığınmak için acele ediyorlardı. İslâm' ordusu ise, vakarlı bir şekilde şehri teslim alıyordu.[350]

Hz. Peygamber (s.a.v.) takib ettiği çok güzel bir taktikle Mek­kelilerin elini kolunu bağlayıp onları kımıldayamaz bir hale getir­di. İşte bu, bir benzeri görülmemiş olan bir savaş sanatıdır. [351]

 

8- Parola Kullanma :

 

Hz. Peygamber (s.a.v.), katıldığı savaşlarda ayrı ayrı parola (şiar) kullanmıştır.[352] Parola, savaş esnasında, nöbet tutarken ve devriye gezerken müslüman askerlerin birbirlerini tanımaya ya­rayan kelime ve deyimlerdir. Bu kelime ve deyimler, İslâm' ordu­sunun moralini yüksek tutan, onları heyecana getiren ibareler­den seçilirdi. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kullandığı parolalardan bazıları şunlardır :

Bedir'de : Bu savaşta, müslümanlar ve müşrikler kıyafet, şe­kil ve silah bakımlarından birbirlerinden pek ayrılmıyorlardı. Bu bakımdan parola çok lazımdı. Vâkidî, Bedir'deki parolalar hak­kında şu bilgiyi veriyor.

"Rasûlulîah (s.a.v.), Bedir'de;

Muhacirlerin parolasını "Ey Abdurrahman oğulları"

Hazrec'in parolasını "Ey Abdullah oğulları"

Evs'in parolasını da "Ey Ubeydullah oğulları, olarak tesbit et­ti."[353]

Vâkidî bu konudaki rivayetini Urve kanalıvla Hz. Aişe (r.an-ha)'ya dayandırıyor. Yine Vâkidî'nin Zeyd b. Ali (r.a.)'ye dayandır­dığı bir başka rivayete göre de Rasûlullah (s.a.v.)'m Bedir1 deki pa­rolası "Ya Mansur, emit!"( Ya Mansûr, öldür!)" idi.[354]

îbn Hişâm ise Bedir'deki parolanın "Ehad, Ehad" olduğunu beyan ediyor.[355]

Öyle anlaşılıyor ki, bu parolaların hepsi değişik zaman ve mekânlarda ve değişik görevlerde kullanılmıştır.

Uhud'da : İslâm1 ordusunun kullandığı parola, "Emit, emit = öldür, öldür" idi.

Hendek ve Kureyza oğulları savaşlarında müslümanların kullandığı parola, "Hâmîm, Lâ yunsarûn (onlar galip gelemez)" idi.[356]

Mustalik oğulları savaşında, İslâm' ordusunun parolası "Yâ mansur, emit, emit" idi.[357]

Mekke fethi, Huneyn savaşı ve Taif muhasarasında parola :

Muhacirler için "Ey Abdurrahman oğulları"

Hazrec için "Ey Abdullah oğulları" ve

Evs için de "Ey Ubeydullah oğulları" idi.[358]

Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ordusu, Hayber savaşında olduğu gibi ani hücumla hareket ettikleri yerlerde tekbir getirerek hem irtibatı sağlamışlar, hem de düşmana korku salarak, kendi moral­lerini üstün tutmuşlardır . [359]

 

B) Teknik Prensipler:

 

Hz. Peygamber (s.a.v.), her savaşta, beşerî gücünü kullana­rak, yapabileceğinin en güzelini yapar; hazırlığını bitirir, savaşa başlarken de Allah'a dua ederdi.[360] Bu haliyle O, ümmetine yol gösteriyordu.

Savaş hazırlığı yaparken teknik konularda sahabesi ile isti­şare eder,[361] işin en güzelini, en sağlamını yapardı. Teknik bilgiye sahip olanların bilgisinden istifade eder,[362] düşmana kemiyet ba­kımından olmasa bile keyfiyet bakımından üstünlük arzederdi. O'nun bu konuda yaptıklarını şöyle sıralayabiliriz: [363]

 

1- Hendek:

 

"Dahî bir komutan, savaşta yeni silah ve taktikler geliştirebi-len kimsedir. Hendek, Arap yarımadasında ilk defa Rasûlullah (s.a.v.) tarafından uygulama alanına konulan teknik bir gelişme ve aynı zamanda (askerî yönden) yeni bir taktiktir."[364]

Medine şehrinin, etrafına hendekler kazılarak korunması fikri Selmân-ı Farisî tarafından ileri atılmış, Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından da kabul edilmişti.[365]

Hendeklerin kazılmasına karar verilince Rasûlullah (s.a.v.), beraberinde Ensâr ve Muhacirim olduğu halde, ata uinmiş olarak araziyi araştırmaya çıktı. Gayeleri, arazi hakkında bilgi edinmek, strateji bakımından ehemmiyet arzeden noktaları tayin ve tesbit etmek ve islâm1 ordusunun kuracağı karargâhı tesbit etmekti.[366]

Hamidullah Hoca, hendek hakkında şu bilgileri verir :

"Hz. Peygamber (s.a.v.) hendeğin kazılması işini şu şekilde bir plan altına almıştı: Kazılacak yerleri işaretledi, her on kişilik takıma kırk zira1 lık [367]yer ayırdı, derinlik ve genişlik mesafeleri de tayin edilmişti. Benim istihraç ettiğime göre kazılan hendeğin uzunluğunun 5.5 km. olması icap etmektedir. Genişlik ve derinlik hiçbir kaynakta sarih olarak zikredilmemiştir; dokuz metre enin­de ve dörtbuçuk metre derinliğinde olması mümkündür."[368]

Ashab-ı kiram, hendek kazılmasında bütün gün çalışıyorlar ve geceyi geçirmek için evlerine, ailelerinin yanına dönüyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.v.) de alçak bir tepe üzerinde bir çadır kurmuş gece ve gündüz bu çadırın bulunduğu noktada kalmıştır. Kendisi, hendeklerde çalışanları teşci etmek için zaman zaman bu birlikle­re gidiyor, bizzat kazma işine katılıyor ve müdafaa plamnı bu su­retle tatbik ediyordu.[369]

Hendeklerin kazılmasında çalışanlar, hem kazıyor hem sırt­ları ile toprak taşıyor hem de çeşitli terennümlerde bulunuyorlar­dı. Hz. Peygamber (s.a.v.) de bazan onlara eşlik ediyor veya deği­şik bir deyişle onlara cevap veriyordu. Faaliyet büyük bir coşku ile devam ediyordu.[370]

Hendek kazılma işi, Mekke müşriklerinin baskınından Önce bitti. Medine'yi muhasara için gelen müşrikler, hendekle karşıla­şınca şaşırıp kaldılar. Rasûlullah'ın planı ve teknik bilgiyi devre­ye sokarak yeni bir taktik uygulaması müşrikleri zor durumda bıraktı. Aynı zamanda Hz. Peygamber'in bu taktiği uygulaması, fazlaca kan akmasını, insan zayiatını da önlemiş oldu. tşin en gü­zel tarafı da işte burasıdır. [371]

 

2- Yeni Silahlar :

 

"Arap Yarımadasında etrafı surlarla çevrili birkaç tane ma­hal vardı. Hayber yerleşim merkezleri bunlardan biriydi. Ordaki kaleler muhasara edildiğinde müslümanlar mancınıkla atılan taşlardan epey zahmet çekmişlerdi. Hz. Peygamber (s.a.v.) aynı silahları yani mancınıkları Tâif savaşında kullandı.[372] Onun bu muhasarada kullandığı yeni silahlar şunlardır : [373]

 

a) Mancınık :

 

Başında bir makara ve halkası olup iki tekerlekli bir araba üzerine yerleştirilmiş uzunca ve gayet sağlamca bir direkten iba­ret silahtır. Bu makara veya halkadan sağlam bir halat geçirilir üst tarafında torba şeklinde bir ağ bulunur. Bu torbaya bir taş ve­ya yakıcı maddeler yerleştirilir, sonra bu torba direk ve ip ile atılır. Torbaya konan maddeler surlar üzerine düşer, isabet ettiği insanı öldürür veya üzerine düştüğü yeri yakar.[374]

 

b) Debbâbe:

 

Üzeri deri veya kilimlerle kaplanan tahtalardan yapılmış ve yuvarlak tekerlekler üzerine oturtulan bir savaş vasıtasıdır. Bu vasıta, içine girilen ve düşmanın attığı oklardan askeri koruyan hareket eden bir kaleden ibarettir.[375]

 

3- Psikolojik Savaş :

 

Dost birliklerin moral gücünün yüksek tutulması, buna kar­şılık düşman birliklerin maneviyatını çökertecek usullere baş vu­rarak, onları savunamaz ve savaşmaz bir hale sokmak suretiyle zaferi elde etmek demektir.[376]

Hz. Peygamber (s.a.v.) dahî bir komutan olarak bunu katıldı­ğı savaşlarda uygulamıştır. O'nun askerinin morali her zaman yüksekti. Hatta Uhud'da fazlaca şehid verdikleri zaman bile, müşriklerden üstün oldukları taraftarı dile getiriyorlar, askerin moralini diri tutuyorlardı. Hz. Ömer (r.a.) ile Ebû Süfyan'm karşı­lıklı konuşmaları bunun şahididir.[377]

İslâm ordusunun morali yüksek olsun diye bazı şeylere riayet edilmiştir. Askerin recez söylemesi,[378] toplu halde tekbir getirme­si,[379] çeşitli şakaların ve sohbetlerin yapılması,[380] Allah'ın inayetiyle zaferi elde edeceklerinin müjdelenmesi,[381] şehid olma arzusu[382] bu cümledendir.

Her zaman morali yüksek olan îslâm ordusu, düşman tarafın moralini çökertmek için bazı yollara başvurmuştur. Başvurulan ve çeşitli savaşlarda uygulanan bu prensiplerin bazısı taktik bazı­sı da teknik prensiplerdir. Biz bunları bir araya toplayıp tek baş­lık altında inceledik. [383]

 

A) Ateş Yakma :

 

Mekke fethi esnasında Kureyş'in maneviyatını çökerten ve onları direnişten vazgeçiren nedenler arasmda, Rasûiullah (s.a.v.)'m onbin kişilik islâm1 ordusuna geceleyin ateş yaktırması da vardır.[384] islâm' ordusu, Mekke'yi kuşatıp Merrü'z-Zahran'da konakladığı vakit yatsı olmuştu. Komutan, her askerin bir ateş yakmasını emretti. Gece nöbetine de Hz. Ömer'i tayin etti.[385]

Bu ateş Mekkelileri dehşete düşürdü. O gece Büdeyl b. Verkâ ile islâm1 ordu karargâhına yaklaşmakta olan Ebû Süfyan şöyle diyordu :

"Ben, hayatımda bu geceki gibi ateş ve ordu görmedim."[386]

 

B) Düşman Ordu Komutanının Gözünü Korkutma :

 

Hz. Peygamber (s.a.v.), düşmandan korkmayan ve fakat onu küçümsemeyen bir komutandı. O, devrinin süper gücü olan Bi­zans imparatorluğuna savaş açmaktan çekinmedi. Bir seferin­de[387] üçbin kişilik ordusunu yüzbin kişilik Bizans ordusu üzerine gönderen ve bu sayede istikbalin büyük komutanlarını yetiştiren Rasûiullah (s.a.v.), ikinci seferinde de otuz bin kişilik bir kuvvet ile kendisi gitti.[388] Tebük seferi diye adlandırılan sonuncusunda Bizans ve Gassan orduları çekildiği için savaş olmadı. Ama düş­mana gözdağı verilmiş oldu.

Düşmanı ve düşman ordu komutanını korkutmanın bir başka uygulaması da yine Mekke Fethi esnasında olmuştur. Onbin kişi­lik düzenli ve kollara ayrılmış islâm ordusunun, Kureyş ordu ko­mutanı Ebû Süfyan'm önünden geçirilmesi, onu bir hayli dehşete düşürmüştü.[389] Hadiseyi Abbas (r.a.) şöyle anlatıyor :

"Kabileler kendi bayrakları altında geçiyordu. Ebû Süfyan'm önünden her kabile geçişinde:

"Bunlar kim ? Ya Abbas" diye soruyor, ben de :

"Süleym" diyorum. O zaman :

"Benimle Süleymliler arasında bir şey yokki" diyor.

Sonra başka bir kabile geçiyor, Ebû Süfyan :

"Ya Abbas, bunlar kim ?" diye soruyor, ben de :

"Müzeyne" diye cevap veriyorum. O da :

"Müzeyne ile alıp veremediğim bir şey yok" diyor.

Böylece kabilelerin hepsi geçip tamamlandı. Bana, önünden geçen her kabileyi sordu. Ben de onların kim olduğunu haber ver­diğim de, O :

"Benimle falan oğulları arasında bı şey yok'1 diye karşılık ve­riyordu.

Nihayet Rasûiullah (s.a.v.), içlerinde Muhacir ve Ensar'ın bu­lunduğu siyah zırhlı birliği ile geçti. Onların, büründükleri zırh­tan dolayı gözlerinden başka yerleri görünmüyordu. Ebû Süfyan bunları görünce :

-"Ya Abbas, ya bunlar kim ?" dedi.

Ben de :

"Bunlar, Ensar , Muhacirûn ve Rasûiullah (s.a.v.) dedim. Oda:

"Hiç kimsenin bunlara dayanmaya ve yenmeye gücü yetmez. Ya Abbas, bugün, kardeşinin oğlunun krallığı pek büyümüş" dedi.

Ben de :

"Ya Ebâ Süfyan, o krallık değil, peygamberliktir" deyince

"Evet, öyle olsun" dedi.

Ben de :

"Git haydi, kavmini ikaz et, karşı çıkmasmlar" dedim.[390]

 

C) Tekbir:

 

İslâm' ordusu, yol boyunca ve düşmana saldırırken tekbir ve teşbihi dilinden düşürmezdi.[391] Yol boyunca söylenen tekbir ve teşbihler ordunun moralini yükseltiyordu.

Cabir b. Abdillah (r.a.) dan:

"Bizler seferde yüksek bir yere çıktığımız zaman tekbir geti­rirdik. Yükseklerden aşağı inincede "Sübhaneîlah" diye teşbih ederdik".

islâm ordusunun moralini yükselten tekbir, düşmanlara kor­ku salıyordu.

Hendek savaşında, savaşın en kritik anında müslümanları arkadan vurmayı planlayan Kureyza oğullarının hududuna, Rasûiullah (s.a.v.) iki yüz kadar sahabeyi göndererek, onlara şu emri verdi:

"Sabaha kadar bulunduğunuz yerde, "Allahu Ekber" diye tekbir getireceksiniz. "[392]

Görevli askerler sabaha kadar tekbir getirdiler. Yahudiler korkup çekindiler. Kazmak istedikleri kuyuya kendileri düştüler.

İslâm ordusu, Hayber'e girerken "Allahu Ekber haribet Hay-ber" diye tekbir getirerek, düşmana korku salarak, Hayber'in ar­tık işinin bittiğini haber vererek girdi.[393]

Dikkat edilirse bu taktik ve prensipler, karşıdaki düşmanı hemen teslim almak ve Ölü sayısını her iki tarafta da asgariye in­dirmek için kullanılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.v.) insanları imha için değil ihya için gönderilmiş bir peygamberdir. O, alemlere rah­mettir.

Bundan sonraki kısımda da görüleceği gibi, onun savaşları si­villerin korunduğu, muhafaza edildiği, tecavüzün olmadığı âdil savaşlardır. [394]

 

III. Sivillerin Korunması

 

Hz. Peygamber (s.a.v.)'in "Ben rahmet Peygamberiyim, ben savaş peygamberiyim"[395] hadis-i şerifinin kendi hayatında tahak­kuk ettiği bir, vakıadır. Gerçekten O, bir "rahmet peygamberi"[396] dir; aynı zamanda savaş peygamberidir. Ama savaşlarında bile rahmet olan bir peygamberdir. O'nun savaşları ile insanlık tari­hindeki diğer savaşların ayrıldığı noktalardan birisi de budur. Çünkü O'nun hedefi insanları öldürmek değil, Allah'ın dinini in­sanlara ulaştırmaktır. Öldürürken bile güzel öldürmeyi emret­miştir:

"Allah her hususta iyilik ve güzellikle hareket etmenizi emret­mektedir. O halde öldürürken bile en iyi ve en güzel tarzda öldürünüz.[397]

Müşriklerin savaşlarda müsle yapmalarına[398] yani öldürdük­leri insanların çeşitli organlarını kesmelerine karşılık Hz. Pey­gamber (s.a.v.) sahabesine verdiği emirle bunu yasaklıyor ve şöyle buyuruyordu:

"...Zulüm yapmayın, ölülerin burnunu kulağını kesmeyin ço­cukları öldürmeyin."[399]

Ebû Eyyub el-Ensarî (r.a.)'dan:

"Ben Rasûlullah (s.a.v.)'m yakalayıp bağladıktan sonra öl­dürmeyi yasakladığını duydum. Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer öldüreceğim tavuk bile olsa onu (hedef olmak üze­re) bağlayarak öldürmem."[400]

Abdullah b. Yezid (r.a.)'dan:

"Rasûlullah (s.a.v.), yağma, talan ve bir de müsleyi yasakla­dı."

Bir başka hadis-i şerifte de şöyle buyurur:

"Allah'ın adıyla, Allah yolunda savaşa çıkınız. Allah'ı inkâr edenlerle savaşınız. Savaşa çıkın fakat ahdi bozmayın; ganimet­ten çalmayın, müsle yapmayın, çocukları öldürmeyin. "[401]

Hz. Peygamber, düşmanları ateşte yakmayı,[402] elçileri öldürmeyi[403] ve mamur yerleri harab etmeyi[404] de yasaklamıştır.

Bu hadis-i şeriflerle öldürmenin zalimane ve lüzumsuz olanı yasak edilmiştir, işte bu sebepten dolayıdır ki, dahî bir komutan olan Hz. Peygamber (s.a.v.)'i diğer komutanlarla, O'nun savaşla­rım diğer savaşlarla mukayese etmek yanlıştır. Çünkü, O'nun sa­vaşları "Adil savaş"dır; diğerleri ise yıkımdır,-ölümdür, felâkettir.

Hz. Peygamber (s.a.v.)'in savaşlanndaki rahmet konusunu üç başlık altında incelemeyi uygun bulduk. [405]

 

A) Savaşa Katılmayanların Dokunulmazlığı:

 

"Rasûlullah (s.a.v.), hiç bir savaşta sivil halka saldırma yolu­na gitmemiştir. Can ve mallarına dokunulmayıp kayıp verdiril-memesine azamî dikkat göstermiştir."[406] Hz. Peygamber (s.a.v.)in savaşta öldürülmesini yasak ettiği kimseleri şu şekilde sıralaya­biliriz. [407]

 

1- Kadınlar Ve Çocuklar:

 

Bu iki sınıfın, savaşlarda öldürülmesi yasaktır.

Abdullah b. Ömer (r.a.)'dan:

"Hz. Peygamber (s.a.v.)'in savaşlarından birisinde, bir kadın Öldürülmüş olarak bulundu. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) kadınların ve çocukların öldürülmesini yasakladı"[408]

Bilfiil islâm düşmanlığı yapan kadınlar müstesnadır. Böyle olanlar, normal düşman muamelesine tabi tutulurlar.[409]

 

2- Bunamışlar:

 

Bu gibi kişilerin akıllarında noksanlık olduğu için, mükellef sayılmazlar; bundan dolayı da öldürülmezler:

Hz. Ali (r.a.)'dan:

"Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Üç kişiden kalem kaldırılmıştır; uyanıncaya kadar uyuyan kişi, aklı başına gelinceye kadar mâtûh veya mecnun bir de âkil baliğ oluncaya kadar çocuk".[410]

 

3- Çok Yaşlı İhtiyarlar:

 

Şeyh-i Fânî denilen bu insanların öldürülmesi de yasaktır.

Enes b. Malik (r.a.)'dan:

Hz. Peygamber (s.a.v.), bir seriyye veya bir orduyu uğurlar­ken şöyle derdi:

"Allah'ın adı ile yola çıkın. Allah'ın dini için Allah adına sa­vaşın. Yaşlı ihtiyarları (pir4 fâni veya şeyh-i fânî) öldürmeyin. "[411]

"Hz. Peygamber (s.a.v.) bu hadis-i şerif ile, müşriklerin yaşlı­larının Öldürülmesini yasaklaması, onlardan müslümanlara bir zarar, kafirlere de bir fayda gelmiyeceğinden dolayıdır."[412]

Aksi takdirde, görüşü, yol göstermesi ve tecrübeleri ile müşriklere faydası dokunan yaşlıların Öldürülmesi gerekir. Hüneyn Savaşında Dureyd b. Sımme'nin öldürülmesi bundan do­layadır.[413]

Semüre b. Cûndüb (r.a.)dan:

"Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Müşriklerin yaşlılarını öldürün, taze delikanlılarını bıra­kın.[414]

Şevkânî, birbirine muhalif gibi görünen bu iki hadis-i şerifin arasını telif ederek yukarıdaki kanaati izhar etmiştir.[415]

 

4- Din Adanılan :

 

Hadisteki ifadesi ile "Manastır ehli=Mabed ehli" olan bu in­sanlar da müslümanlarla savaşmayıp kendilerini ibadete verdik­leri müddetçe öldürülmezler.[416]

Abdullah b. Abbas (r.a.)dan

"Rasûlullah (s.a.v.), ordusunu gönderdiği zaman, onlara şöy­le emir verirdi:

"... Çocukları ve manastır ehlini öldürmeyiniz."[417]

 

5- İşçi Ve Hizmetçiler:                          

 

Bu iki sınıf, savaşmak niyetinde olmayan müstad'af zümre­dendirler. Müşriklerle beraber olmaları öldürülmelerini gerektir­mez.

"Rasûlullah (s.a.v.) gönderdiği seıiyyelere emir verirken şöy­le buyururdu:

"İşçileri ve hizmetçileri öldürmeyiniz."[418]

Bu saydığımız insanlar savaşa iştirak etmedikleri müddetçe onların canları koruma altındadır. Ama, her ne suretle olursa ol­sun İslâm ordusunun aleyhine olup, savaşa iştirak ettikleri tak­dirde Öldürülmeleri gerekir. Nitekim, Kureyzaoğullan savaşında, evinin damından yuvarladığı bir el değirmeni taşıyla bir müslü-manın şehid olmasına sebep olan kadın öldürülmüştü.[419]

 

B) Esirlere Yapılan Muamele:

 

Hz. Peygamber (s.a.v.) esirlere çok iyi muamele yapmıştır, islâm'a çok aşırı şekilde düşman olup, müslümanlara vaktiyle kan kusturanlar hariç, esirlerin hemen hepsi Rasûlullah (s.a.v.)'ın afv ve merhametinden istifade etmişlerdir.

"Islâmdan evvelki Arap Yarımadasında harp esirlerine müte­allik hususi ve muayyen bir muamele tarzı yoktu. Bazan öldürü­lürler, bazan köle haline getirilirler (bilhassa kadın ve çocuklar), bazan fidye-i necat alınarak ve bazan hiçbir karşılık alınmaksızın serbest bırakılır ve nihayet bazen de karşı tarafın elinde bulunan esirlerle mübadele edilirdi."[420]

Hz. Peygamber (s.a.v.) esirler konusunda ve özellikle Bedir esirleri onusunda çok merhametli davranmıştır. "Bu esirlere mi­sal teşkil edecek tarzda muamele tatbik edilmiş, az evvel bir harp cereyan etmesine rağmen müslümanlar, bu esirlere karşı lütufkâr davranmışlardır. Hz. Peygamber (s.a.v.), bu esirleri en emin bir tarzda göz altında bulundurmak için bunları kendi askerleri arasında taksim etmiş ve onlara iyi davranmalarını as­kerlerine tenbih etmiştir. Bu emir icabsız kalmadı: Bu esirlerden elbisesi olmayanlara elbise temin edildi. Müslümanlarla müsavi surette iaşe edildi. Bazı müslümanlar, bunlara ekmeklerim verip sade hurma ile yetindiler, gayeleri sadece verilen emirden dışarı çıkmamak ve bu emre itaat idi."[421]

O'nun esirlere yaptığı muameleyi şöylece maddeleştirebüiriz. [422]

 

1- Fidye Karşılığı Serbest Bırakma:

 

Bu Bedir'de olmuştur. Müslümanların ilk zaferi olan bu sa­vaşta müşrikler yetmiş ölü, yetmiş de esir bırakarak savaş meyda­nını terkettiler.[423] Medine'ye götürülen esirlere çok iyi muamele yapıldı. Rasûlullah (s.a.v.)'da: "Esirlere iyi davranın"[424] diye emir vermişti. Bunlardan zengin olanlar fidye mukabili serbest bıra­kıldılar.[425] "Herbiri 1.000-4.000 dirhem ödemişlerdi. [426]"Fakir insanlar şartsız bırakıldılar. Diğer bir kısmı da müslüman çocuk­larına okuma yazma öğretmek şartıyla serbest bırakıldılar.[427]

 

2- Müslüman Esirlere Karşılık Olarak Serbest Bırakma:

 

Hz. Peygamber (s.a.v.), müşriklerden aldığı esirleri bazan da, müşriklerin elinde bulunan müslüman esirleri hürriyete kavuş­turma karşılığında serbest bırakırdı. Yani karşılıklı esir mübade­lesi yapardı.[428]

Seleme b. el-Ekva (r.a.), Ebû Bekir (r.a.) komutasında katıldı­ğı bir askeri harekâtı naklederek, savaşta galip geldiklerini, karşı taraf olan Fezâre kabilesinden ganimet ve esir aldıklarını, kendi hissesine de arabın en güzellerinden bir kızın düştüğünü anlattık­tan sonda şöyle devam ediyor:

"Sonunda Medine'ye geldik. Ama kızın elbisesini bile açma­dım. Bu arada, Rasûlullah (s.a.v.), çarşıda bana rastladı ve:

"Ya Seleme, bu kadını bana bağışla" dedi.

Ben de:

"Ya Rasulellah, vallahi bu benim çok hoşuma gitti; ama onun elbisesini bile açmadım." dedim.

Ertesi gün, Rasûlullah (s.a.v.)le çarşıda yine karşılaştık.

Bu sefer de bana:

"Ya Seleme, baban Allah'a emanet olsun, bu kadını bana ba­ğışla" buyurdular.

Ben de:

"Ey Allah'ın Rasulu, o senindir; vallahi onun elbisesini bile aç­madım." dedim.

Müteakiben, Rasûlullah (s.a.v.) onu Mekke'ye gönderdi. Mek­ke'de esir edilen bir takım müslümanlara onu fidye yaptı."[429]

 

3- Karşılıksız Serbest Bırakma:

 

Rasûlullah (s.a.v.) döneminde esirlere yapılan muamelenin en güzeli budur; en fazla uygulanan da budur. Bedir esirlerinden bir kısmı karşılıksız serbest bırakılmışlardır. [430]Müreysi,[431] Mek­ke fethi[432] ve Huneyn[433] savaşlarında böyle yapılmıştır. Serbest bırakılan esirlerin hemen hepsi de neticede müslümanlığı kabul etmişlerdir.

Enes b. Malik (r.a.) dan:

"Mekke'lilerden seksen kişi silahlı olarak Ten'im dağında Rasûlullah (s.a.v.)'in üzerine hücum etmişler. Peygamberle asha­bını gafil avlamak istiyorlarmış. Fakat O, onları esir almış ve ser­best bırakmış."[434]

Bu hadise Hudeybiye seferi esnasında olmuştur. Rasûlullah (s.a.v.) isteseydi onları serbest bırakmaz, Mekkelileri zor durum­da bırakırdı. Ama O, insanlara merhametli davranıp islam'ı sev­dirmek istiyordu.

Fetih sonrası, Hz. Peygamber (s.a.v.)'ın Mekkelilere yaptığı büyük bir âlicenaplıktır. Tarih böyle bir büyüklüğe şahid olma­mıştır. O, sadece Mekkelilere değil, aslında herkese karşı merha­metliydi. Mühim olan şirkin ve küfrün yok olmasıydı.

Rasûlullah (s.a.v.) Mekke fethinden sonra müşriklere :

" Ey Kureyş, şimdi size ne yapacağımı tahmin ediyorsunuz1?"

Kureyş hep bir ağızdan :

Biz senden hayırla davranmanı bekliyoruz. Sen cömert bir kişinin oğlu olan cömert bir insansın."

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu :

" Ben de Yûsuf (a.s.)'m kardeşlerine dediği gibi şöyle diyorum:[435]

Bugün size bir kınama yok, haydi gidin, serbestiniz."[436]

 

4- Esirlerin Öldürülmesi:

 

Bu hadise, sadece Bedir esirlerinin iki tanesi için câridir. On­lar da önceden müslümanlara çok büyük işkence edenlerdendi. Nadr b. Hârîs[437] ve Ukbe b. Ebi Muayt[438] isimli bu iki şahıs önce­den yaptıklarının cezasını buldular.

"Bu iki esir, islâm'a olan şiddetli düşmanlıklarından dolayı Öldürülmüşlerdi. Bunlar normal esir olmanın yanında "savaş suç­lusu" oldukları için bu akibete uğratılmışlardır. Sözünü ettiğimiz bu iki esir, müslümanlarm azılı düşmanıydılar. Davayı baltalayı­cı eylemlerde bulunmuşlar, Mustaz'af (zayıf ve korumasız) müs­lümanlara her vesileyle ezici tavırlar takınmışlardı."[439] Modern harb terminolojisinde geçtiği şekliyle bunlar "savaş suçlusu" idi. Daha evvel işledikleri suçlardan dolayı cezaya çarptırılmıştı."[440]

 

C) Ölü Ve Yaralılara Yapılan Muamele:

 

Savaş denilince akla kan gelir. İnsanların ölmesi ve yaralan­ması, savaşların kaçınılmaz neticesidir. Eski çağlarda düşman ta­rafının ölülerine ve yaralılarına hunharca muameleler yapılmış, esirler ise hayvan muamelesine tabi tutulmuşlardır.[441]

"Hz. Peygamber (s.a.v.), bütün savaşlarında düşman yaralıla­rını asla ihmal etmemiş ve en iyi bir şekilde muamele etmiştir. Çünkü böyle bir muamele insanlık adına yapılan bir muameledir. islâm1 da bütün insanlığın dinidir.[442]

Rasûlullah (s.a.v.)'ın, savaş sonrası ölü ve yaralılara yaptığı muameleyi iki maddede inceliyoruz: [443]

 

1- Şehidler Ve Yaralılar:

 

Rasûlullah (s.a.v.), galip geldiği savaşlarda savaş alanında üç gün kalırdı.[444] Bu ikâmet, şehidlerin ve ölülerin defni için, bir de zaferi pekiştirmek içindi.

islâm ordusu safında olup, savaş meydanında hayatını kay­bedenler şehiddirler. Bu şehidleri Rasûlullah (s.a.v.) kanlı elbise­leri ile gömmüştür. Bunların hepsi için ayrı mezar kazılmayıp, ikişer üçer defnedilirlerdi. Bilhassa Uhud şehidleri için böyle bir uygulama yapılmıştır. Bir mezara, beraberce defnedilenlerin bir­birlerinin yakınları olmasına dikkat edilmiştir. Hayatta kalan yakınları tarafından Medine'ye götürülmek istenenlere Hz. Pey­gamber (s.a.v.) izin vermemiştir. Şehidler yıkanmadan ve kefen­lenmeden defnedilirlerdi. Sadece bedenlerini kapatacak bir elbi­se veya örtünün bulunmasına dikkat edilirdi.[445]

islâm ordusu safinda olup yaralananlar savaş sonrası tedavi altına alınmışlardır.[446] Tedavi işinde müslüman kadınlar vazife alırlardı.

Ümmü Atiyye(r.a.)dan:

"Rasûlullah (s.a.v.) ile birlikte yedi savaşta bulundum. Mola verdikleri yerde ve cephede onların arkalarında bulunur, kendile­rine yemek yapar, yaralarını tedavi eder ve hastalara bakar­dım."[447]

Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında kadınlar, hatta bizzat Pey­gamber hanımlarından bazıları savaşa katılırlar [448]ve savaşta geri hizmette bulunurlardı. Hafsa binti Şîrîn, Ümmü Atiyye'den rivayetle onun şöyle dediğini nakl ediyor: "Biz hastalara bakıyor ve yaralılara ilaç yapıyorduk."[449]

Enes b. Malik (r.a.)da kadınların Uhud savaşında yaptıkları hizmetleri anlatırken şöyle diyor:

"Onlar sırtlarında su kırbalarım taşıyorlar, sonra bunu yara­lıların ağızlarına boşaltıyorlar, sonra tekrar çabucak dönüyorlar, kırbalarını dolduruyorlar, sonra yine acele edip kırbaları yaralı askerlerin ağızlan içine boşaltıyorlardı"[450]

Aişe (r.anha)dan gelen bir rivayete[451] göre de Hendek sava­şında yaralanan Sa'd b Muaz'm tedavi edilmesi için Mescide bir çadır kurulmuştu ve orada tedavi görüyordu. Onun kızı Küaybe de babasının yarasına ateşte ısıtılmış sargı bezi sarıyordu.[452] Ayrıca Ka'b b. el-Eşref i öldürmeye giden müfrezeden Haris b. Evs (r.a.) ağır yaralanmış ve arkadaşları tarafından mescide getirilmişti. Kendisine ilk yardım mescidde yapıldı.[453]

 

2- Düşman Tarafın Ölüleri Ve Yaralıları:

 

Hz, Peygamber (s.a.v.), düşmanların savaş meydanında terk ettikleri ölüleri insanca bir muameleye tabi tutmuş ve gömülmesi­ni emretmiştir.[454] Uhud savaşında, müşriklerin, müslüman şe-hidlere müsle uygulamasına karşılık Hz. Peygamber aynısının müşrik ölülerine yapılmasını yasaklamıştır.[455] Müslümanlar hiç bir zaman düşman ölülerine gayr-i insanî mumamele yapmamış­lardır.

Hz. Peygamber (s.a.v.), müşriklerin ölülerini, kazılan kuyula­ra defnederek, açıkta kalmaktan kurtarmıştır.[456] Bu tavır, Mo­dern Harb Beyannamesi'nin ilgili konudaki talimatına uygun düşmektedir."[457]

"Müslümanlar esirlere iyi muamele ettikleri gibi, yaralı müş­riklere de iyi davranıp, müslüman yaralılarla eşit şartlarda tedavi etmişlerdir. Hiçbir zaman düşman yaralıları ihmal etmemişler­dir."[458]

 

Sonuç

 

Yeryüzünde Hz.Âdem (a.s.) ile beraber Hakk ve Bâtıl'ın mü­cadelesi başlamıştır. Peygamberler ve onların yolunda gidenler Hakk'ın temsilcileri, karşı tarafta olanlar da Bâtıl'ın temsilcileri olmuşlardır. Bu mücadele bugüne kadar gelmiş, kıyamete kadar da devam edip gidecektir.

Tarihin hemen her devrinde, Bâtıl'm kendi içinde de mücade­le ve çarpışması eksik olmamıştır. Savaş adı verilen bu çarpışma­ların çıkış sebepleri, cereyan şekilleri ve neticeleri çok vahşicedir. Basit sebeplerden dolayı insanlar birbirine düşürülmüş, oluk gibi kan akıtılmış, mamur yerler harab edilmiş, çocuklar öksüz ve ye­tim bırakılmıştır. Bugün bile durum aynıdır. îlahî Mesajdan uzak olan insanlar dünyayı ateşe vermektedirler.

Herşeyi yerli yerine o tutturan îslâm' Dini, savaşa da bir bakış açısı getirmiştir, islâm' Dinine göre insanlar, kendi istedikleri za­man ve istedikleri gibi savaşamazlar. Allah, insanlann bütün ha­yatlarını kuşatacak kanunlar gönderirken savaş, bu kanunların dışında kalabilir mi ? Allah'a teslim olan müslümanlar, her işleri­ni O'nun istediği gibi yapmak mecburiyetindedirler.

Hz.Peygamber (s.a.v.), islâm Dini'nin hem tebliğcisi, hem de tatbikçisidir. Dini en güzel yaşayan O'dur. Dinin bütün tezahürle­rini kendi hayatında göstermiştir. Neyi nasıl yapacağımızı biz O'ndan öğreniriz. Niçin, ne zaman ve nasıl savaşılacağım da bize O gösteriyor; hem de tatbikatiyle öğretiyor.

Savaş denilince akla kan gelir; insanların ölmesi, şehirlerin yıkılması gelir aklımıza. Ama Hz.Peygamber (s.a.v.)'in savaşları böyle olmamıştır. Hatta O'nun katıldığı ve komuta ettiği öyle sa­vaşlar ve fetihler var ki ne kan akmıştır ne de bir insan ölmüştür. O'nun savaşlarında insana, insan olduğunun değeri verilmiştir.

Boş yere insanlar öldürülme mistir. Çok üstün bir strateji ve tak­tik sahibi olan Hz.Peygamber kimsenin akhna gelmeyen yollar deneyerek düşmanı yenmesini becermiştir.

O, savaşları çok uzaktan idare eden bir komutan değildir. Her zaman askeri ile beraber olmuştur; cephede bulunmuştur, fiilî olarak savaşa katılmıştır. Düşman üzerine hücum etmiş, silah kullanmıştır. Savaşın kaçınılmaz olduğunu gördüğü zaman geri durmamıştır. Devrinin süper güçlerinden çekinmemiştir. Onla­rın saltanatını sarsacak ordular hazırlayıp sevketmiştir.

Hz.Peygamber, herşeye olduğu gibi savaşa da ayrı bir mana kazandırmıştır, insanlar ölmeden, mamur yerler harab olmadan, dünya ateşe verilmeden de savaşın olabileceğini göstermiştir. Savaş sonrası, düşman tarafına ve düşman ölülerine gösterdiği merhamet, eşi görülmemiş bir üstünlüktür. O'nunla savaşan kim­selerin hemen savaş sonrasında müslümanlığı kabul etmeleri, O'na kılıç çeken insanların biraz sonra O'na asker olmaları O'nun en büyük zafeıierindendir.

On senelik Devlet Başkanlığı müddetince yirmiden fazla savaşa katılan Hz.Peygamber, ortalama olarak senede iki sefer savaşa çıkmış oluyordu. Vefatı esnasında Arap yarımadası tama­men îslâm' Devletinin hakimiyeti altındaydı. Bu savaşlarda düş­man tarafından ölen insanların sayısı yaklaşık 250, müslüman-lardan şehid olanların sayısı da yaklaşık 150 dir.

Görüldüğü gibi O, insanlığı imha etmek için değil, ihya etmek için savaşmış ve ihya etmiştir. Zalimleri yok etmiş mazlumları di-riltmiştir. Beşerî sultaları yıkmış Allah'ın Dinini hakim kılmıştır. Hz.Peygamber (s.a.v.)'in yaptığı savaş, islâm'daki Cihâd ha­reketinin bir merhalesidir. Ona sadece savaş değil" Adil Savaş " demek daha uygun olur. Dünya tarihinde böylesi bir savaş görül­memiştir.

"Adil Savaş" m hedefi, îslâm"m prensiplerini yaşatmak ve sulh için gerekli şartlan yerleştirip takviye etmektir. Bu savaşta sivil halkın canına ve malına dokunulmamıştır. Esirler en iyi mu­ameleyi görmüştür. Yaralı ve hasta olanlara gereken ilgi gösteril­miş, ölüler defnedilmiştir.

Ölülerin uzuvları kesilmemiştir; müsle yapılmamıştır. Savaş öncesi ve sonrası yağma ve talana tenezzül edilmemiştir. "Adil sa­vaş" ta şahsî çıkar, ırk asabiyeti, maddî menfaat, öc alma duygusu, sömürü vb. gibi cahili duygular etkili olmamıştır.

"Adil Savaş"ı yapan ordunun komutanı olan Hz.Muhammed (s.a.v.), şehirlere, kalelere sahip olmazdan önce kendi askerini yüksek bir maneviyata ulaştırarak onların ruhlarına hakim ol­muştur. Bu komutanın ve bu askerlerin yaptıkları savaşlarda zu­lüm yoktur. Çünkü onlar zulmü ortadan kaldırmak için savaşı­yorlardı. Yani onların hedefi Allah'ın dinini yeryüzüne yaymaktı, yaydılar. Neticede yeryüzünü salih kullar devraldı.

Gazve ve Seriyye'Ierin Sayısı

Hicrî Yıl

Gazve

Seriyye

1

3

2

8

4

3

4

2

4

2

3

5

4

1

6

3

11

7

3

11

8

3

10

9

1

6

(Komuta, tedricî olarak sahabeye aktarılmıştır) [459]

 

Bibliyografya

 

Ibn Hişâm, Ebû Muhammed Abdulmelik, es-Sîretun-Nebeviyye, Beyrut, 1971,1, 256; îbn Sa'd Ebi Abdillah Muhammed, et-Tabakatu'l-Kübrâ, Beyrut, 1970 îbn Kayyım, Muhammed b. Ebî Bekr, Zâdu 'l-Me 'ad fi Hedyi Hayri'l-îbad, Mısır, 1970

Hattâb, Mahmud Şît, er-Resûlu'l-Kâid, Beyrut, 1974 îbn îshâk, Muhammed b. îshak, Siretubnu îshak, Konya, 1981

Taberî, Ebû Ca'fer Muhammed, Târihu'l-Ümem ve'l-Mülûk, Beyrut, 1967 Ebu'1-Fidâ, Imâduddin ismail, el-Muhtasar  fî Ahbâri'l-Beşer, Beyrut, ts.

Îbn Kesîr, Ebu'1-Fidâ ismail, es-Sîretü'n-Nebeviyye, Beyrut, 1976 Diyarbekrî, Hüseyn b. Muhammed b. el-Hasen, Tânhü'l-Hamîs,

Beyrut, ts. Süheylî, Ebu'l-Kasım Abdurrahman, er-Ravdu'l-Ünüf, Mısır, 1971

Konrapa, M.Zekâi, Hz. Peygamberin Hayatı, istanbul, 1983 Zehebî, Muhammed b. Ahmed, es-Sîretun-Nebeviyye, Beyrut, 1988

Önkal, Ahmed, Rasûlullah'ın îslâma Davet Metodu, Konya, 1981

Hamidullah, Muhammed, Hz.Peygamber'in Savaşları (Trc. Salih Tuğ), istanbul 1972 Sırma, ihsan Süreyya, îslâmî Tebliğin Mekke Dönemi ve İşkence, İstanbul 1984 Hamidullah, Muhammed, îslâm Peygamberi (Trc. Salih Tuğ) istanbul 1980

Semhûdî, Nureddin Ali b. Ahmed, Vefâu'l-Vefâ bi Ahbâri Dan I- Mustafa, Beyrut, 1955 Hattâb, Peygamber Ordusunun Tarihi (Trc. ihsan Süreyya Sırma), İstanbul, 1983

Hamidullah, Muhammed, el-Vesâiku's-Siyâiyye, Beyrut, 1969 Eroğlu, Hamza, Devletler Umumî Hukuku, Ankara 1984 el-Umerî, Ekrem Ziya, el-Muctemeu'l-Medeni, Medine, 1984 Bûtî, Said Ramazan, Fıkhu's-Sîre, Dimeşk, 1977 îbn Abdilber, Ebu Ömer Yusuf en-Nemerî, el-îstiab fi Ma'rifetVl-

Ashâb, Kahire, 1328 Halebî, Ali b. Burhaneddin, Îsnânu'l-Uyûn fî Sîreti'l-Emîni'l- Me'mun, Beyrut, 1980, II, 493 îbn Hacer, Şihabuddin Ebu'1-Fadl Ahmed b.Ali el-Askalânî, el- îsâbe fî Temyîzi's-Sahabe, Kahire, 1328

Vakıdî, Muhammed b. Ömer, Kitabu'l-Megazî, London, 1966 Hakim, Ebu Abdillah el-Hakim, el-Müstedrek ala's-Sahîheyn, Beyrut, ts.

Sırma, ihsan Süreyya, Yahudi Meselesi, istanbul 1984 Kettanî, Muhammed Abdulhay, el-terâtibü'l-îdâriyye, Beyrut, ts. Şiblî, Mevlana, Asr-ı Saadet (Trc. Ömer Rıza Doğrul), istanbul

1977 Endülüsî, Ebu Muhammed Ali b. Ahmed, es-Siretü'n-Nebeviyye,

Dimeşk, 1984 Canan, ibrahim,Hz. Peygamberin Sünnetinde Terbiye, Ankara, 1980

Muttaki, Alauddin Aliyyü'l-Muttakî, Kenzü'l-Ummal fi Sünne-ni'l-Ahvâl ve'l-Efâl, Beyrut 1979

Aynî Bedruddin Mahmud, Umdetu'l-Kârî Şerhu Sahihi'l-Buharî Beyrut tsz.

îbn Seyyidi'n-Nâs, Ebu'1-Feth Muhammed, Uyûnu'l-Eser, Bey­rut, 1974

Mes'ûdî, Ebu'l-Hasen Ali b. el-Huseyn, Murûcu'z-Zeheb ve Meâdinu'l-Cevher, Mısır, 1964

Sırma, ihsan Süreyya, îslâmî Tebliğin Medine Dönemi ve Cihâd,

İstanbul 1986 Mevdûdî,   Ebul-A'lâ,  İslâm'da   Savaş  Hukuku   (Tec.:Beşir Eryaı-soy), İstanbul,! 992 [460]



[1] Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/19-20.

[2] İbn Hişâm, Ebû Muhammed Abdulmelik, es-Sîretü'n-Nebeviyye, Beyrut, 1971,1, 256; İbn Sa'd Ebi Abdillah Muhammed, et-Tabakatu'l-Kübrâ, Bey­rut, 1970,1,194-199.

[3] İbn Sa'd, Tabakât, I, 199; İbn Kayyım, Muhammed b. Ebî Bekr, Zâdu'l-Me'âd fi Hedyi Hayri'lîbad, Mısır, 1970,1, 33-34.

[4] İbn Hişâm, Sîre, I, 257; îbn Kayyım, a.g.e., 34.

[5] Hattâb, Mahmud Şît, er-Resâlu'l-Kâid, Beyrut, 1974, s.63.

[6] İbn İshâk, Muhammed b. İshak, Siretü'bnu tshak, Konya, 1981, s.118.

[7]İbn Hişâm, Slre, I, 280, 281; Taberî, Ebû Cafer Muhammed, Târihu'l-

Ümem ve'l-Mülük, Beyrut, 1967, II, 304.

[8] K.K., Hicr Sûresi, 94.

[9] K.K, Şuarâ Sûresi, 214-215.

[10] îbn İshâk, Sîre, 126; Taberî, Tarih, II, 402; Ebu'1-Fidâ, Imâduddin İsmail, el-Muhtasar fi Akbâri'l-Beşer, Beyrut, ts.,1,116.

[11] İbn îshâk, Sîre, 126.

[12] Ibn Hişâm, Sîre, I, 282; İbn Sa'd, Tabakât, I, 200.

[13] KK, Tevbe Sûresi, 32.

[14] İbn Kesîr, Ebu'1-Fidâ İsmail, es-Sîretun-Nebeviyye, Beyrut, 1976,1, 492-498.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/21-23.

[15] Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/23.

[16] îbn İshâk, Sîre, 254; Süheylî, Ebu'l-Kasım Abdurrahman, er-Ravdu'l-Ünüf, Mısır, 1971, II, 163-166.

[17] K.K., Hicr Sûresi, 95.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/23.

[18] ibn İshâk, Sîre, 118.

[19] K.K., Enbiyâ Sûresi, 98.

[20] Konrapa, M.Zekâi, Hz.Peygamber'in Hayatı, İstanbul, 1983,s. 26.

[21] İbn Hişâm, Sîre, I, 282.

[22] Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/23-24.

[23] İbn îshâk, Sîre, 187-188; Ebu'1-Fidâ, el-Muhtasar, 1,117.

[24] Taberî, Tarih, II, 419; Süheylî, a.g.e., II, 108-109.

[25] K.K., Kâfırûn Sûresi, 1-6.

[26] İbn İshâk, Sîre, 169-177; İbn Hişâm, Sîre, I, 339-343; Süheylî, a.g.e. II, 67-69; İbn Kesîr, Sîre, I, 492-496.

[27] İbn Kesîr, Sîre, I, 439; Diyarbekrî, Hüseyn b. Muhammed b. el-Hasen, Târîhu l-Hamîs, Beyrut, ts.,I, 298.

[28] İbn İshâk, Sîre, 154-159; İbn Hişâm, Sîre, I, 344-355; ibn Sa'd, Tabakât, I, 203-208; İbn Kesîr, Sîre, I, 3.

[29] îbn İshâk, Sîre, 151,160-165; İbn Hişâm, Sîre, I, 311-312,366-373 ; İbn Kesîr, Sîre, I, 445.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/24-25.

[30] İbn İshâk, Sîre, 165.

[31] Ayn. eser, 195-198.

[32] îbn Hişâm, Sîre, II, 14-21; Süheylî, a.g.e.,I,122-125; îbn Kesîr, Sîre, II, 43-44.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/25-26.

[33] îbn îshâk, Sîre, 227; Îbn Hişâm, Sîre, II, 57-60; Süheylî, a.g.e.I, 166-167; îbn Kesîr, Sîre, II, 122-138.

[34] îbn Hişâm, Sîre, I, 380,381; Zehebî, Muhammed b. Ahmed, es-Sîretü'n-Nebeviyye, Beyrut, 1988, s. 83.

[35] K.K., Leheb Sûresi, 1-5.

[36] îbn Hişâm, Sîre, I, 381-389; îbn Kesîr, Sîre, II, 83-89,148.

[37] Müslim, Cihâd, 111; îbn Hişâm, Sîre, I, 60; îbn Kesîr, Sîre, II, 149-152; Süheylî, a.g.e.,1,162.

[38] Önkal, Âhmed, Rasûlullah'm îslâma Davet Metodu, Konya, 1981, s. 94. 

[39] îbn Hişâm, Sîre, II, 63-67; Süheylî, a.g.e.,1,173; îbn Kesîr, Sîre, II, 163.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/26-27.

[40] İbn Hişâm, Sîre, II, 73-111; Süheylî, a.g.e.,1,184-210; îbn Kesîr, Sîre, II, 178-209.

[41] Hattâb, a.g.e-.s. 67,68.

[42] İbn Sa'd, Tabakât, I, 223; Ayrıca Akabe Bey'atları için bakınız : Hamidul-lah, Muhammed,  Hz.Peygamber'in Savaşları (Trc. Salih Tuğ), İstanbul 1972, s. 22-28.

[43] Hattâb, a.g.e.,s. 68.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/27-28.

[44] îbn Sa'd, Tabakât, I, 226; ibn Kesîr, Sîre, II, 215; Zehebî, Sîre, 212.

[45] Sırma, İhsan Süreyya, îslâmt Tebliğin Mekke Dönemi ve İşkence, İstanbul 1984, . 124.

[46] Ay. es.125.

[47] Buhârî, îcâre, 3; ibn Hisara, Sîre, II, 124; Süheylî, a.g.e.,1, 243; İbn Kesîr, Sîre, II, 232.

[48] Hattâb, a.g.e.,s.69.

[49] Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/28-29.

[50] Hicretten sonra kurulan îslâm Devleti konusunda geniş bilgi için bkz.: Ha-midullah, Muhammed, îslâm Peygamberi (Trc. Salih Tuğ), İstanbul 1980, 1,189-229.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/29.

[51] İbn Hişâm, Sîre, II, 141; İbn Kesîr, ebu'1-Fida İsmail, el-Bidâye ve'n-Nihâye, Beyrut, 1977, III, 214.

[52] Bkz. Buhârî, Salât, 48; Müslim, Mesâcid, 9; Nesâî, Mesâcid, 12; Semhûdî, Nureddin Ali b. Ahmed, Vefâu'l-Vefâ bi Ahbâri Dâri'l-Mustafa, Beyrut, 1955,1,332-333.

[53] Hattâb, a.g.e.,s. 70.

[54] Hattâb, Peygamber Ordusunun Tarihi (Trc. İhsan Süreyya Sırma), îstan-bul, 1983, s. 19-20.

[55] Ayn. es.s. 38.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/30-31.

[56] ibn Sa'd, Tabakât, I, 238-239; îbn Kesîr, el-Bidâye, III, 226-229; Sırma, Mekke Dönemi, 135.

[57] Hattâb, a.g.e.,s.71.

[58] Buhârî, Cihâd, 181; Hamidullah, îslâm Peygamberi, 1,198.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/31.

[59] Bu andlaşmamn tamamı şu eserde mevcuttur : Hamidullah, Muhammed, el-Vesâiku's-Siyâiyye, Beyrut, 1969, s.41-47.

[60] Bu maddelerin tercemesi Salih Tuğ'a aittir.

[61] Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 224-228.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/32.

[62] Eroğlu, Hamza, Devletler Umumi Hukuku, Ankara 1984,. 98.

[63] Ay. es.s.98.

[64] Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/32-33.

[65] îbn Kayyım, a.g.e.,11, 52; Mevdûdî, Hz.Peygamberin Hayatı, II, 536-542.

[66] Buhârî, Cihâd, 71; Müslim, Hacc, 456-458; Tirmizî, Menâkıb, 67; îbn Mâce, Menâkib, 104; Semhûdî, Vefa, I, 97.

[67] Müslim, Cihâd, 3; Ebû Dâvûd, Cihâd, 82; Tirmizî, Siyer, 48; Îbn Mâce, Cihâd, 37.

[68] İbn Hişâm, Stre, IV, 141-143; Ebu'1-Fidâ, el-Muhtasar, 1,147; Diyarbekrî, Harnîs, II, 115.

[69] Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/33-34.

[70] Bkz. Buhârî, Salât, 48; Müslim, Mesâcid, 9; Nesâî, Mesâcid, 12; Semhûdî, a.g.e.,1, 322.

[71] İbn Kesir, Sîre, I, 354; İbn Kayyim, a.g.e.,II,65.

[72] K.K.,Hacc Sûresi, 38-39.

[73] İbn Kesîr, Sîre, II, 354; îbn Kayyim, a.g.e.,11, 65.

[74] Bkz.K.K.,Nisâ Sûresi, 75-76; Bakara Sûresi, 190-193; Enfâl Sûresi, 39; Ay­rıca bkz. el-Umerî, Ekrem Ziya, el-Muctemeu'l-Medeni, Medine, 1984, s. 18-23.

[75] Bûtî, Said Ramazan, Fıkhu's-Slre, Dimeşk, 1977, s. 167.

[76] Buhârî, Afegâzî, 31.

[77] Bûtî, a.g.e.,8.167.

[78] Hattâb, a.g.e.,s.9.

[79] Buhârî, Meğâzî, 15-16; Müslim, Cihâd, 119; Ebû Dâvûd, Cihâd, 169; Taberî, Tarih, III, 91; Süheylî, a.g.e.,145.

[80] Daha geniş bilgi için bkz. Sırma, İhsan Süreyya, Yahudi Meselesi, İstanbul 1984.

[81] Önkal, a.g.e.,43-86.

[82] Ayn.es.93-133.

[83] İbn Kesîr, Sîre, II, 338; îbn Kayyım, a.g.e.II, 92.

[84] Buhârî, Meğâzî, 1; Müslim, Cihâd, 144-148.

[85] Hattâb, Peygamber Ordusunun Tarihi, 34.

[86] Buhârî, Meğâzî, 37; Müslim, Cihâd, 90-91-92; İbnul-Esîr, İzzüddin Ebi'l-Hasen,el-Kâmil fı't-Tarih, Beyrut, 1965,11,200.

[87] Buhârî, Cihâd, 100-101; İbn Sa'd, Tabakât, I, 258; Ebu'1-Fidâ, el-Muhta-sar, 1,141.

[88] İbn Hişâm, Sîre, IV, 24; İbn Kayyim, a.g.e. II, 175.

[89] Buhârî, Cihâd, 62; Buhârî, Humus, 8.

[90] Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/34-38.

[91] Buhârî, Cihâd, 180.

[92] Buhârî, Cihâd, 139; Müslim, Hacc, 74.

[93] Buhârî, Megâzî, 79; Müslim, Tevbe, 53.

[94] İbn Kayyim, Zâdul-Meâd, III, 22.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/39-40.

[95] Buhârî, Cihâd, 1; Müslim, îmâre, 110; İbn Mâce, Cihâd, 1.

[96] Müslim, Cihâd, 150.

[97] Hz.Aişe'nin " biz ağaç altında iken..." demesine bakılırsa onun da orduyu uğurlayanlarla beraber olduğu anlaşılır. Veya bu sözle, kendisi bulunma­dığı halde orduyu ve uğurlayan müslümanları kasdetmiştir.

[98] Müslim, Cihâd, 150.

[99] Ibn Hişâm Sîre, III, 68; İbn Sa'd, Tabakât, 11,39.

[100] Buhârî, Cihâd, 13.

[101] K.K.,Tevbe Sûresi, 28.

[102] K.K.,Nisâ Sûresi, 88.

[103] Buhârî, Fedâilü'l-Medine, 10.

[104] Bkz. Buhârî,Menâkıb, 11.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/40-43.

[105] K.K.,Ahzâb Sûresi, 23.

[106] Buhârî, Cihâd, 61.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/43.

[107] Buhârî, Şehâdet, 29.

[108] Tirmizî, Cihâd, 3l.

[109] îbn Abdilber, Ebû Ömer Yûsuf en-Nemerî, el-îstiâb fi Marifeti'I-Ashâb, Kahire, 1328, II, 79.

[110] Halebî, Ali b. Burhâneddin, Însânu'l-Uyün fi Sîreti'l-Emîni'l-Me'mûn, Beyrut, 1980, II, 493.

[111] îbn Hacer, Şihabuddin Ebu'l-Fadl Ahmed b. Ali el-Askalânî, el-îsâbe fi Temyîzi's- Sahabe, Kahire, 1328,1, 496.

[112] Vâkidî,  Muhammed b.  Ömer, Kitabu'l-Meğazî, London,1966,I,21; Hâkim, Ebû Abdillah el-Hâkim, el-Müstedrek ala's-Sahîheyn, Beyrut, ta., III, 188; îbn Hacer, el-îsâbe, III, 35.

[113] Haîebî, Sîre, 11.493.

[114] İbn Hişâm, Sîre, III, 70.

[115] İbnul-Esîr, Üsdü'l-Ğâbe, II, 280.

[116] Buhârî, Şehâdât, 29.

[117] îbn Hacer, el-İsâbe, I, 562.

[118] Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/43-45.

[119] Hattâb, er-Resûlü'l-Kâid, 56.

[120] K.K., Nisa Sûresi, 95.

[121] Buhârî, Cihâd, 31.

[122] Buhârî, Meğâzî, 79; Müslim, Tevbe, 53.

[123] Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/45-46.

[124] Buhârî, Ashâbu'n-Nebî,l

[125] Buhârî, Cihâd, 137.

[126] Buhârî, Cihâd, 29.

[127] Buhârî, Cihâd, 70.

[128] Buhârî, Cihâd, 105.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/46-47.

[129] İbn Hacer, el-hâbe, 1,416.

[130] Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/47-48.

[131] Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/48.

[132] Buhârî, Cihâd, 13.

[133] Ibn Hişâm, Sîre, IV, 83.

[134] Ayn. es.,IV, 83.

[135] İbn Hişâm, Sîre, III, 91.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/48.

[136] Buhârî, Cihâd, 84; îbn Kayyim, Zâdü'l-Meâd, I, 49.

[137] Buhârî, Libâs, 17.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/48-49.

[138] Buhârî, Cihâd, 79.

[139] îbn Hişâm, Sîre, III, 91; el-Endelüsî, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed, es-Siretü'n- Nebeviyye, Drmeşk, 1984, s. 131.

[140] İbn Kayyım, Zâdu'l-Meâd, I, 49.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/49.

[141] Buhârî, Cihâd, 81.

[142] Buhârî,Cihad,190.

[143] Buhârî, Sulh, 7; Kettânî, Terâtib, I, 343.

[144] Hamidullah, Muhamnıed, Uz.Peygamber'in Savaşları (Trc.Salih Tuğ), İst. 1972, s.202.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/49-50.

[145] İbn Hişâm, Slre, 111,70.

[146] Buhârî, Cihâd, 97.

[147] Buhârî, Cihâd, 11.

[148] Buhârî, Cihad, 79.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/50-51.

[149] İbn Kayyım, a.g.e., I, 49; Kettânî, Terâtib, I, 344.

[150] İbn Kayyım, a.g.e.,I, 49.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/51.

[151] îbn Hişâm, Slre, III, 349-350; İbn Kesîr, Slre, III, 359; Hamidullah, Hz.Peygamber'in Savaşları, 168.

[152] İbn Hişâm, IV, 126.

[153] îbn Sa'd, Tabakât, II, 157.

[154] Hamidullah,Hz.Peygamber'in Savaşları, 146.

[155] îbn Hişâm, Sîre, IV, 126; Süheylî, Raud, IV, 162; Diyarbekrî, Hamîs, II, 110.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/51-52.

[156] K.K.,Enfâl Sûresi, 60.

[157] Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/52.

[158] Buhârî, Cihâd, 37-38; Müslim, îmâre, 135; Ebû Nuaym, Ahmed b. Abdil-lah,Hilyetü'l-Evliyâ ve Tabakâtu'l-Asfiyâ, Beyrut, 1967,1, 59.

[159] Tirmizî, Menâkıb, 19; îbn Hişâm, Sîre, IV, 161; Îbn Sa'd, Tabakât, II, 165; Süheylî, Ravd, 197.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/53.

[160] Kettânî, et-Terâtib, II, 38.

[161] Îbn Hişâm, Sîre, III, 363-367.

[162] îbn Hişâm, Sîre, IV, 134.

[163] Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/53.

[164] Buhârî, Cihâd, 79.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/53.

[165] Îbn Hişâm, Sîre, IV, 83.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/53.

[166] Buhârî, Cihâd, 51; Müslim, Cihâd, 57.

[167] Buhârî, Cihâd, 54.

[168] Buhârî, Cihâd, 43,44,45.

[169] Buhârî, Cihâd, 79.

[170] Buhârî, Cihâd, 59.

[171] Buhârî, Cihâd, 83.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/53-54.

[172] Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/54-55.

[173] Buhârî, Cihâd, 78.

[174] Buhârî, Cihâd, 77; Ayrıca bkz. Hamidullah, îslâm Peygamberi, II, 1141-1142.

[175] Kamidullah, Hz.Peygamber'in Savaşları, 203; Ayrıca bkz. Cânân, İbra­him, Hz.Peygamber'in Sünnetinde Terbiye, Ankara, 1980, s. 254-260.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/55-56.

[176] Buharî,Cihâd, 77.

[177] Hamidullah, a.g.e.,203.

[178] İbn Hişâm, Sîre, II, 278; Müttakî, Alâuddin Aliyyü'l-Muttakî, Kenzü'l-Ummâlfî Süneni'l-Ahvâl ve'l-Efâl, Beyrut, 1979

[179] Vâkidî, Meğâzî, I, 229; îbn Hişâm, Sîre, III, 70; îbn Kesîr, Sîre, III, 29.

[180] Vâkidî, Meğâzî, II, 823; İbn Hişâm, Sîre, IV, 47; Taberî, Tarih, III, 297; îbn Kesîr, Sîre, III, 550.

[181] Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/56-57.

[182] Aynî, Bedruddin Mahmud, Umdetu'l-Kârî Şerhu Sahihi'l-Buhârî, Bey­rut, tsz.,XXI, 27.

[183] Buhân, Fedâil, 15.

[184] Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/57-58.

[185] Buhârî, Şerîke,!; Hibe, 26; Cihâd, 122.

[186] Hâkim, el-Müstedrek, III, 48.

[187] Buhârî, Cihâd, 73.

[188] Buhâri, Cihâd, 122; Halebî, Sîre, II, 479.

[189] Buhâri, Cihâd, 129.

[190] Buhârî,Mezâlim, 3l;Cihâd, 129.

[191] Buhârî, Hibe, 26; Kettânî, Terâtib, I, 335.

[192] Buhârî, Şerike, 1; Cihâd, 73.

[193] Buhârî, Cihâd, 122.

[194] Buhâri, Hibe, 26.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/58.

[195] Buhârî, Humus, 20; Ebû Dâvûd, Cihâd, 137.

[196] Ebû Dâvûd, Cihâd, 137.

[197] Buhâri, Humus,20; Müslim, Cihâd, 72; Ebû Dâvûd, Cihâd, 138.

[198] Ebû Dâvûd, Cihâd, 139.

[199] Buhâri, Şerîke,S; Cihâd, 190.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/58-59.

[200] Buhârî, Hibe, 26; Cihâd, 123; hâre, 16.

[201] Buhâri, Şerike, 1; Cihâd, 122.

[202] Buhâri,Hibe, 4.

[203] Buhârî, Sayd, 16.

[204] Buhârî, Şerike, 1; Cihâd, 123; Müslim, Sayd, 18.

[205] Buhârî, Hibe, 26.

[206] Buhârî, îcâre, 16.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/59-61.

[207] Hamidullah,İslam Peygamberi, II, 1065.

[208] Hamidullah, a.g.e.,11, 1067.

[209] Hamidullah,îslâm Peygamberi, II, 1074.

[210] Buhârî, Cihâd, 119; Fedâü, 9.

[211] İbn Hişâm, Sîre, 111,72.

[212] Hamidullah,îslâm Peygamberi, II, 1068.

[213] İbn Seyyidi'n-Nâs, Ebu'1-Feth Muhammed, Uyûnu'l-Eser, Beyrut, 1974, II, 27.

[214] Bu konuda fazla bilgi için bkz. : Kettânî, Terâtib, II, 318-323; Hamidul­lah, îslâm Peygamberi, II, 1065-1076; Hamidullah, Hz.Peygamberin Sa­vaşları, 204-217.

[215] İbn Seyyidi'n-Nâs, Uyun, II, 92.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/61-62.

[216] Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/63.

[217] Kettânî, Terâtib, I, 231.

[218] Buhârî, Cihâd, 109-110.

[219] Müslim, Zekât, 108; Ebû Dâvud, Zekât, 27. Ayrıca bkz. Kettânî, Terâtib, I, 221-224.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/63.

[220] Kettânî, Terâtib, I, 314-316.

[221] Buhârî, Cihâd, 40; Müslim, îmâre, 145; Ebû Dâvûd, Cihâd, 17.

[222] Kettânî, Terâtib, I, 350.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/63.

[223] Buhârî, Cihâd, 102; Ebû Dâvûd, Cihâd, 84.

[224] İbn Kayyım, Zâdü'l-Meâd, II, 71.

[225] Buhârî, Cihâd, 106; İbn Kesîr, Sîre, III, 456.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/64.

[226] Buhârî, Cihâd, 103; Müslim, Tevbe, 53.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/64.

[227] İbn Hişâm, II, 272.

[228] Buhârî, Meğâzî, 37.

[229] ibn Seyyidi'n-Nâs, a.g.e.,11, 5.

[230] Ebû Dâvûd, Cihâd, 97.

[231] Buhârî, Cihâd, 40; Müslim, îmâre, 145; Ebû Dâvûd, Cihâd, 17.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/64-65.

[232] Hamidunah,Hz. Peygamberin Savaşları, 171.

[233] Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/65-67.

[234] İbn Sa'd, Tabakât, IV, 220.

[235] Mevdûdî, Hz. Peygamberin Hayatı, II, 602.

[236] İbn Seyyidi'n-Nâs, a.g.e., 1,155-159; İbn Kesîr, eZ-Fusûl, 96-100.

[237] Hamidullah.Hz. Peygamber'in Savaşları, 172.

[238] İbn Hişâm, Sîre, II, 126; İbn Sa'd, Tabakât, I, 227.

[239] Hamidullah,Hz. Peygamberin Savaşları, 174.

[240] ibn Hişâm, Sîre, II, 123-127; îbn Seyyidi'n-Nâs, a.g.e., 1,177-179; Halebî Sâre II, 210-214.

[241] Hamidullah,Hz. Peygamberin Savaşları, 175.

[242] Buhârî, Libas, 16; İbn Hişâm, Sîre, II, 130; Halebî, Sîre, II, 212; Mevdudî, a.g.e., II, 617.

[243] Mes'ûdî, Ebu'l-Hasen AH b. el-Huseyn, Murûcu'z-Zeheb ve Meâdinu'l-Cevker, Mısır, 1964, II, 185.

[244] Buhârî Menakibu'l-Ensâr, 45; Halebî Sîre, II, 197.

[245] İbn Kayyım, Zâdu'l-Meâd, II, 59.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/67-69.

[246] Buhârî,Cihâd,134.

[247] Buharı, Cihâd, 138.

[248] Müslim, Cihâd, 99.

[249] Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/69-70.

[250] Hamidullah,Hz. Peygamber'in Savaşları, 176.

[251] İbn Abdilberr, el-lstiâb, III, 95.

[252] İbn Sa'd, Tabakât, II, 11.

[253] İbn mşâm,Sîre, III, 226; ibn Seyyİdi'n-Nas, Uyûnu'l-Eser, II, 55; Halebî, Sîre, II, 631.

[254] Hamidullah,Hz. Peygamberin Savaşları, 190.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/70-71.

[255] Bubârî, Sayd, 16; îbn Hacer, el-tsâbe, I, 418-419; Hattâh, er-Rasıılu'l-Kâid, 85.

[256] Buhârî, İlim, 8.

[257] Buhârî, Cihâd, 169.

[258] Hattâb, Peygamber Ordusunun Tarihi, 65-111.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/71.

[259] Müslim, İmâre, 45; Ebû Dâvûd, Cihâd, 92; Vâkidî, Meğâzî, I, 40; îbn Sa'd, Tabakât, II, 12.

[260] Ibn Hacer, el-lsâbe, 1,147.

[261] Ayn. es. II, 410.

[262] îbn Abdilberr,el-İstiâb, II, 219.

[263] Hamidullah, a.g.e., 117.

[264] îbn Abdilber, el-İstiâb, II, 219.

[265] İbn Sa'd, Tabakât, II, 37.

[266] Ayn. es. II. 63.

[267] İbn Hisâm, Sîre, III, 240-242; İbnu 1-Esîr, el-Kâmil, II, 182-184; Halebî, Sîre,ll, 649.

[268] Buhârî, Fedâitü Ashâbi'n-Nebi, 13.

[269] Buhârî, Cihâd, 40,134.

[270] Müslim, Cihâd, 36.

[271] Vâkıdî, Megâzi, II, 488-489; İbn Sa'd, Tabakât, II, 69.

[272] Ibn Hacer, el-îsâbe, 1,128, 419.

[273] Taberî, Tarih, III, 141.

[274] İbn Hacer, a.g.e., 1,151.

[275] Ayn. es. 1,419.

[276] İbn Hişâm, Sîre, IV,, 82.

[277] İbn Hacer, a.g.e., I, 73.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/71-75.

[278] Buharı, Cihat,24.

[279] Hamdullah,Hz. Peygamberin Savaşları, 111.

[280] Aynı eser, 111.

[281] Aynı eser, 112.

[282] Buhâri, Sayd, 16.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/75-76.

[283] İbn Hişâm, Sîre, II, 267.

[284] Buhârî, Cihâd, 30.

[285] Taberî, Tarih, III, 44; Halebî, Sîre, II, 388.

[286] Îbnul-Esîr, el-Kûmit, II, 207; İbn Seyyidi'n-Nâs, Uyun, II, 103.

[287] İbn Sa'd, Tabakât, II, 86; İbn Seyyidi'n-Nâs, a.g.e., II, 105.

[288] İbn Sa'd, Tabakât, II, 90; İbn Seyyidi'n-Nâs, a.g.e., II, 109.

[289] Hamidullah,Hz. Peygamber'in Savaşları, 188.

[290] İbn Hişâm, Sîre ,111, 351.

[291] îbn Sa'd, Tabakât, II, 31, Halebî, Sîre, II, 480.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/76-78.

[292] İbn Hişâm, Sîre, II, 268; Halebî, Sîre, II, 387.

[293] Hamidullah,Hz. Peygamber'in Savaşları, 178.

[294] Aynı eser, 181-182.

[295] Aynı eser, 190.

[296] İbn Sa'd, Tabakât, II, 35; İbn Seyyidi'n-Nâs, Uyun, I, 303.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/78-80.

[297] İbn Hişâm, Sire, III, 342; Taberî, Tarih, III, 251; îbn Seyyidi'n-Nâs, a.g.e., 11,130.

[298] İbn Hişâm, Sîre, IV, 42; Taberî, Tarih, III, 294; îbn Seyyidi'n-Nâs, a.g.e., 11,170.

[299] Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/80.

[300] Hattâb, er-Ramlu'l-Kâid, 94.

[301] Buhârî Cihâd, 138.

[302] Buhârî, Cihâd,102.

[303] Buhârî, Meğâzl, 81; Müslim, Tevbe, 5d.

Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/80-81.

[304] Hamidullah.Hz. Peygamberin Savaşları

[305] Buhârî, Cihâd, 24,140 172; ibn Hişâm ««, H. 287.

[306] Vâkidî, Megâzl, I, 41; ibn Hışam, Sıre, II, 270.

[307] Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/81.

[308] Buhârî,Cihad,172.

[309] Buhârî, Cihâd, 149,194; Ebû Dâvûd, Cihâd, 108.

[310] Hattâb, er-Rasulu'l-Kâid, 455-456.

Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/82-84.

[311] Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/84.

[312] Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/84.

[313] K.K., Enfâl Sûresi, 8; ayrıca bkz. Taberî, Tarih, III, 31-32.

[314] Hattâb, el-Kâid, 449-450.

[315] Hamidullah, Hz. Peygamber'in Savaşları, 126.

[316] Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/84-85.

[317] Vâkidî, Megâzî, I, 53; İbn Hişâm, Sîre, II, 272; îbn Sa'd, Tabakât, II, 15; Îbnul-Esîr el-Kâmil, II, 122.

[318] İbn Hişâm, Sîre, II, 67; Taberî, Tarih, III, 106.

[319] Hattâb, el-Kâid, 462.

[320] Buhârî, Cihâd, 122, Şerike 1.

Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/85-86.

[321] Müslim, Cihâd, 23; îbn Seyyidi'n-Nâs, a.g.e., II, 37; Halebî,Sîre, II, 658.

[322] Hattâb, el-Kâid, 456.

[323] Aynı eser, 457.

Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/86.

[324] Buhârî, îcâre, 3.

[325] Buhârî, Cihâd, 156; Müslim, Cihâd, 17,18.

[326] Buhârî, Cihâd, 102; Müslim, Tevbe, 53.

[327] Hattâb, el-Kâid, 451-452.

[328] İbn Sa'd, Tabakât, II, 132; İbn Seyyidi'n-Nâs, Uyân,îl, 161.

[329] Buhârî, Cihâd, 43, 129, Megûzî, 40; Müslim, Cihâd, 120.

[330] Buhârî, Megâzi, 32; Müslim, Cihâd, 69.

[331] Hattâb, a.g.e., 453.

[332] Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/87-89.

[333] Buhârî, Cihâd, 96; Müslim, Cihâd, 78; Ebû Davud, Cıhad, 117, Tl Cihâd, 7.

[334] İbn Hişâm, Sîre, III, 240; Taberî, Tarih, İbn Kes.r, Sıre, III, 214.

Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/89-90.

[335] K.K., Bakara Sûresi, 193.

[336] Buhârî, Meğâzî, 8; Müslim, Cihâd, 42.

[337] Buhârî, Meğâzî, 8; Müslim, Cihâd, 118.

[338] İbn Hişâm, Stre, II, 286; Halebî,Sire, II, 417.

[339] Vâkiclî, Meğâzî, I,172-173; İbn Seyyidi'n-Nâs, a.g.e., I, 293.

[340] Vâkidî, Meğâzî, 1,174; îbn Seyyidi'n-Nâs, a.g.e., I, 293.

[341] Buhârî, Cihâd, 157-158; Müslim, Cihâd, 119.

[342] Buhârî, Cihâd, 154, Meğâzî, 16; îbn Seyyidi'n-Nâs, a.g.e., II, 80.

[343] İbn Seyyidi'n-Nâs, a.g.e., II, 111.

[344] Buhârî, Cihâd, 177.

[345] Taberî, Tarih, III, 142; İbn Seyyid'in-Nâs, a.g.e., II, 112.

[346] îbn Hişâm, Stre, IV, 51; Taberî, Tarih, III, 300; îbn Kesîr, Sîre, III, 563.

[347] Sırma, İhsan Süreyya, hlâmî Tebliğin Medine Dönemi ve Cihâd, İstan­bul 1986, s. 190.

Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/90-92.

[348] İbn Hişâm, Sîre, IV, 51;Taberî, Tarih, III, 300; Ibnü'1-Esîr, el-Kâmil, II, 246.

[349] Vâkidî, Megâzî, II, 826; tbn Hişâm, Sîre, IV, 47; İbn Kesîr, Sîre, III, 552.

[350] Sırma, Medine Dönemi, 188.

[351] Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/92.

[352] Ebû Dâvûd, Cihâd, 102.

[353] Vâkidî,Megâzî, I, 71; İbn Sad, Tabakât, II, 14.

[354] Vâkidî, Megâzî, I, 71; İbn Sa'd, Tabakât, 15.

[355] îbn Hişâm, Sîre, II, 287.

[356] Vâkidî, Megâzî, II, 474; îbn Hişâm, Sîre, III, 237.

[357] Vâkidî, Meğâzî, II, 406; îbn Hişâm, Sîre, III, 306.

[358] Îbn Hişâm, Sîre, IV, 51.

[359] Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/93-94.

[360] Buhârî, Cihâd, 73, 88, 97, 99, 153, Menâkıbu'l-Ensâr, 17; Müslim, Cihâd, 19,20,21,23,58.

[361] îbn Hişâm, Sîre, II, 272; Îbnul-Esîr, el-Kâmil, II, 122.

[362] Buhârî, Meğâzî, 31; Taberî, Tarih, III, 165.

[363] Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/94.

[364] Hattâb, el-Kâid, 237.

[365] Taberî, Tarih, III, 165; Süheylî, Raud, VI, 206-207.

[366] Hamidullah, Hz. Peygamberin Savaşları, 101.

[367] Zira': Orta parmağın ucundan dirseğin ucuna kadar olan kısım, arşın (Asım Efendi, Kamus Tercemesi, İstanbul, 1305, III, 241).

[368] Hamidullah, a.g.e., 103,104.

[369] îbn Hişâm, Sîre, III, 226; Taberî, Tarih III, 167; Îbn Kesîr.Sîre, III, 186.

[370] Buhârî, Cihâd, 33, 34, Menâkıbu'l-Ensâr, 63; Îbn Hişâm, Sîre, III. 927.

[371] Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/94-96.

[372] Hamidullab, a.g.e., 146.

[373] Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/96.

[374] Kettânî, Terâtih, I, 373; Hattâb, a.g.e., 387.

Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/96.

[375] Halebî, Sîre, III, 81; Kettânî, Terâtib, I, 374; Hattâb, a.g.e., 387.

Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/96.

[376] Bkz., Meydan Larousse, savaş md.

[377] Buhârî, Meğâzî, 17; İbn Hişâm, Sîre, II, 99; İbn Kesir, Sîre, III, 75.

[378] Buhârî, Cihâd, 34; Müslim, Cihâd, 120.

[379] Buhârî, Cihâd, 130,131,132.

[380] Buhârî, Megâzî, 18,31.

[381] Buhârî, Cihâd, 130.

[382] Buhârî, Megâzî, 8; Müslim, Cihâd, 42.

[383] Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/96-97.

[384] Hattâb, a.g.e., 352.

[385] İbn Hişâm, Sîre, IV, 44; İbn Kayyım, Zâdu'l-Meâd, II, 181.

[386] Buhârî, Megâzî, 50.

Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/97.

[387] Hattâb, Peygamber Ordusunun Tarihi, 96-97.

[388] Aynı eser, 63.

[389] îbn Kayyım, a.g.e., II, 182.

[390] Vâkidî, Meğâzî, II, 821-823; Îbn Hişâm, Sîre, IV, 45, 46, 47; Taberî, Ta­rih, III, 296-297; İbn Kesîr, Sîre, III, 550 (Bazı bölümleri, Buhârî, Meğâzî, 50. dedir).

Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/98-99.

[391] Buhârî, Cihâd, 130.

[392] Vâkidî, Meğâzî, II, 460.

[393] Buharı, Cihâd, 43, Meğâzî, 40; Müslim, Cihâd, 43.

[394] Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/99-100.

[395] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 395.

[396] Müslim, Fedâil, 126; îbn Mâce, İkâme, 189.

[397] Müslim, Sayd, 57.

[398] Buhârî, Cihâd, 1220.

[399] Müslim, Cihâd, 3.

[400] Ebû Dâvûd, Cihâd, 119.

[401] Müslîm, Cihâd, 2; Ebû Dâvûd, Cihâd, 90; Dârimî, Siyer, 5.

[402] Buhârî, Cihâd, 106; Ebû Dâvûd, Cihâd, 122.

[403] Dârimî, Siyer, 60; Ahmed. b. Hanbel, Müsned, III, 487.

[404] Mevdûdî,Ebû'l-A'lâ, İslâm'da Savaş Hukuku(Tec.:Beşir Eryarsoy), Is-tanbul,1992, s.263-268.

[405] Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/100-101.

[406] Hattâb, el-Kâid, 476.

[407] Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/101.

[408] Buharı, Cihâd, 146; Müslim, Cihâd, 24-25; Ayrıca bkz. Müslim, Cihâd, 137-140.

[409] Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/102.

[410] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I,118; Hâkim, Miistedrek, IV, 389.

Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/102.

[411] Ebû Dâvûd, Cihâd, 90.

[412] Şevkânî, Muhammed b. Ali; Neylu'l-Evtâr, Mısır, 1391, VII, 281.

[413] îbn Hişâm, Sîre, IV, 95; İbn Kesîr, Sîre, III, 611.

[414] Ebû Dâvûd, Cihâd, 121; Tirmizî, Siyer, 29.

[415] Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/102-103.

[416] Şevkânî, a.g.e., VII, 281.

[417] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 300.

Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/103.

[418] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 413; Ayrıca bkz. îbn Mâce, Cihâd, 30.

[419] İbn Seyyidin-Nâs, Uyun, II, 73.

Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/103.

[420] Hamidullah, Hz. Paygarnberin Savaşları, 66.

[421] Aynı eser, 65-66.

[422] Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/104.

[423] Müslim, Cihâd, 18; îbn Hişâm, Sıre, II, 365-374; İbn Kesîr, Sîre, II, 511.

[424] Hattâb, el-Kûid, 125.

[425] Buhârî, Cihâd, 171; Müslim, Cihâd, 18.

[426] İbn Kesîr, Sîre, II, 512.

[427] Hattâb, el-Kâid, 126.

Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/104-105.

[428] îbn Hişâm, S'ıre, II," 255; ibn Seyyîdi'n-Nâs, Uyun, I, 229; îbn Kesîr, Sîre, II, 369.

[429] Müslim, Cihâd, 46; Ebû Dâvûd, Cihâd, 124; Ahmed b. Hanbel, Mihsned, IV, 47, 51.

Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/105.

[430] Vâkidî, Megâzî, 1,139,144; Hattâb, el-Kâid, 128.

[431] îbn Hişâm, Sîre, III, 307; Jbn Kesîr, Sîre, III, 302; İbn Seyyidin-nas, Uyun, II, 95.

[432] Buhârî, Megâzî, 56; Vâkidî, Megâzî, II, 835; îbn Hişâm, Sîre, IV, 54-55.

[433] Buhârî, Hum us, 14, Vekâle, 7; İbn Hişâm; IV, 132,133; İbn Kesîr, Sîre, III, 672.

[434] Müslim, Cihâd, 133.

[435] Vâkidî, Megâzî, II, 835.

[436] K.K., Yûsuf sûresi, 92.

Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/105-106.

[437] Vâkidî, Megâzî, 1,149; îbn Hişâm, Sîre, II, 367; İbn Kesir, Sîre, II, 473.

[438] Vâkidî, Megâzî, 1,139; îbn Hişâm, Sîre, II, 366; İbn Kesîr, Sîre, II, 473.

[439] Hattab, el-Kâid, 125.

[440] Aynı eser, 477.

Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/107.

[441] Hamidullah, Hz. Peygamberin Savaşları, 66; Mevdûdî, îslâmda Savaş Hukuku, 209-240.

[442] Hattâb, el-Kâid, 478.

[443] Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/107.

[444] Buhârî, Megâzî, 8; Tirmizî, Siyer, 3.

[445] Buhârî, Meğâzî, 26; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 31; Tirmizî, Cenâiz, 46; Nesâî, Cenâiz, 83; îbn Mâce, Cenâiz,28.

[446] Buhârî, Cihâd, 162; Müslim, Cihâd, 101-105.

[447] Müslim, Cihâd, 142.

[448] Buhârî, Cihâd, 63-64.

[449] Buhârî, İdeyn, 20.

[450] Buhârî, Cihâd, 94.

[451] Buhârî, Salât, 77; Müslim, Cihâd, 67.

[452] Kettânî, Terâtib, II, 113.

[453] İbn Hişâm, Sîre, III, 60; İbn Seyyidi'n-Nâs, Uyun, I, 300; îbn Kesîr, Slre, III, 14.

Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/107-109.

[454] Taberî, Tarih, IH, 62.

[455] İbn Hişâm, Sîre, III, 102; Hamidullah, a.g.e., 67.

[456] Taberî, Tarih, IH, 62.

[457] Hattâb, el-Kâid, 126.

[458] Aynı eser, 478.

Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/109.

[459] Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/110-112.

[460] Doç. Dr. Mustafa  Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/113-114.