ASRI SAADETTE ORDU VE SAVAŞ STRATEJİSİ
2- Mekke Devletinin İslama Tepkisi:
A) Koruyucu Silahlar Ve Gereçler
B) Yaralayıcı Ve Öldürücü Silahlar:
1- Zengin Müslümanların Yardımı:
3- Devlet Bütçesinden Silah alınması:
B) Ganimet Olarak Elde Edilen Yiyecekler
C) Avlanmak Suretiyle Elde Edilen Yiyecekler
VI. Ordunun Bayrak Ve Sancakları
VII. Ordunun Medine'den Ayrılması
A) Hz.Peygamber'in Askerden Bey'at Alması
C) Öncü Birliklerin Çıkarılması
Asr-I Saadet'te Yapılan Savaşlarda İslâm Ve Düşman Güçlerinin Sayısı
HZ. PEYGAMBERİN (S.A.V.) SAVAŞ TAKTİKLERİ
A) Mekke Dönemi Ve Hicret Sırasında İstihbarat
B) Medine İslâm Devletinde İstihbarat
1- Dârul-Harb'de Câsûs Bulundurma
5- Haber Almak İçin Düşman Ordusundan Asker Yakalama :
6- Üçüncü (Tarafsız) Şahıslardan Bilgi Edinme :
1- Gizliliğe Riayet Ve Sır Saklama
2- Düşmanın Keşif Kollarına Fırsat Vermeme:
3- Düşman Lehine Haber Toplayanları Yakalama:
II. Savaş Sanatını Ve Prensiplerini Bîlmek Ve Uygulamak
3- Sür'atli Hareket Kabiliyeti
5- Düşmanların Yapabilecekleri İttifakı Engelleme:
6- Küfrün Elebaşlarını Öldürme:
7- Düşmana Mağlubiyeti Peşinen Kabul Ettirme:
B) Düşman Ordu Komutanının Gözünü Korkutma :
A) Savaşa Katılmayanların Dokunulmazlığı:
1- Fidye Karşılığı Serbest Bırakma:
2- Müslüman Esirlere Karşılık Olarak Serbest Bırakma:
3- Karşılıksız Serbest Bırakma:
C) Ölü Ve Yaralılara Yapılan Muamele:
2- Düşman Tarafın Ölüleri Ve Yaralıları:
(Atatürk Üniversitesi ilahiyat Fakültesi, Öğretim Görevlisi, Erzurum)
Mustafa Ağırman 1954 yılında Erzurum'un Oltu ilçesinde doğdu ilkokulu dışarıdan bitirdi. 1972 yılında Sakarya Î.H.L.den, 1976'da İstanbul Yüksek tslâm Enstitüsünden mezun oldu. 1981'de Erzurum Yüksek îslâm Enstitüsüne asistan olarak girdi. 1983'de Erzurum Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesine öğretim görevlisi olarak atandı. 1992 yılında "Hz. Peygamber'in Sauaş Stratejisi" konulu teziyle doktor unvanını aldı. Halen A.Ü. İlahiyat Fakültesinde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.[1]
Rasûlullah (s.a.v.)'a, vahiy yoluyla Kuran inmeğe başladığı[2] andan itibaren, islâm'a davet başladı.[3] Hz.Peygamber (s.a.v.) ilk olarak islâm'ı aile fertleri ve yakın arkadaşlarına tebliğ etti. Kendisine îslâm ordusunun ilk mayasını oluşturacak olan seçkin bir grup iman etti.[4] O, insanlara; Allah'ın birliği, nefislerin temizlenmesi, safların birleştirilmesi, islâm yararına kişisel çıkarlann go-zardı edilmesi çağrısında bulunuyordu.[5] Bu davet gizli yapılıyordu, iş çok sıkı tutuluyordu.
islâm'ı kabul edecek olanlara, Hz.Peygamber (s.a.v.) şu teklifi yapıyordu :
"Allah'tan başka ilah (tanrı) olmadığına, O'nun tek olup, ortağı olmadığına şehadet ederek, Lât ve Uzza ilahlarını inkâr edeceksin"[6]
Bu kelimeleri söyleyen müslümanlar, artık bütün işlerinde Allah'ın hakimiyetini kabul ediyorlar ve bütün ilahları reddettiklerini ilan ediyorlardı.
Davet gizlice yürütülüyor ve müslüman olanların sayısı artıyordu. Mekke'nin her tarafında islâm konuşulmaya başlandı. Gizli tebliğden istenilen netice hasıl olunca Yüce Allah şu iki âyetle tebliğin açığa vurulmasını emretti:[7]
" (Ey Muhammed) artık sana emredileni açıkça ortaya koy ve müşriklerden yüz çevir. "[8]
" En yakın akrabalarını uyar. Sana uyan müminleri kanatlarının altına al."[9]
Bu ayeti kerimeler nazil oluncaya kadar, islâm gizlice tebliğ edilmiş ve bu gizlilik üç sene sürmüştü.[10] Bu konuda Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
" Bana peygamberlik verilmesi üzerine kavmim, hoşlanmadığım kerih sözler söyleyince sustum. Fakat Cebrail (a.s.) gelerek şöyle dedi: " Ya Muhammed, Rabbinin sana emrettiği şeyi yapmazsan, seni cezalandırır."[11]
Cebrail'in bu ikazı üzerine Hz.Peygamber, Hz. Ali vasıtasıyla yakın akrabalarını bir yemeğe çağırdı; onları Islama davet etti. Hz.Peygamber daveti açığa vurunca müşrikler de düşmanlıklarını izhar ettiler. Yakınları, Hz.Peygamber (s.a.v.)'in davetini alay ve istihzayla karşılayıp yanından uzaklaştılar.[12]
Müşrikler alay etse de, istemese de, karşı koyup düşmanlık etse de Allah, nurunu tamamlayacaktır :
"Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler hoşlanmasa da Allah, mutlaka nurunu tamamlamak ister."[13]
Müslümanların sayısı gün geçtikçe artıyordu. Müşrikler de düşmanca tutumlarım ileri seviyelere götürüyorlardı. Başlangıçta Kureyş, müslümanları isyancı bir grup olarak kabul ediyor; onları böyle değerlendiriyordu. Bundan dolayı da, müslümanlar-dan kimsesizlerin, musta'zaflarm, savunma gücü olmayanların can ve malına tecavüzü mubah saymaktaydılar. Müslümanların sayısı arttıkça onlar da işkencenin dozajını artırıyorlardı. Daha da ileri giderek bir iki müslümanın şehid olmasına bile sebep oldular.[14]
Davetin açığa vurulmasından sonra meydana gelen Mekke Devletinin tepkisini şu şekilde maddeleştirebiliriz :[15]
islâm davetinin başlaması ile Mekke ahalisi müminler ve müşrikler diye iki gruba ayrıldılar. Sayı bakımından çok olan müşrikler aynı zamanda maddî bakımdan da kuvvetliydiler. Fakat ahlâkları bozuk, değer yargıları seviyesiz ve hatta kendi dinlerine karşı bile laubali bir davranış içindeydiler. Müslümanlar azdı; üç yıl içinde sayıları kırkı bile bulmamıştı. Fakat imanları kuvvetli, seciyeleri yüksekti.
Müşrikler, davetin açığa vurulmasından sonra, Hz.Muham-med (s.a.v.)'i " gökten haber veren işte budur " diye birbirlerine göstererek eğlendiler. Mülümanlan alaya aldılar.[16] Onların alaylarına karşılık Yüce Allah şöyle buyurdu:
" O alay edenlere karşılık biz sana yeteriz. "[17]
Hz. Peygamber (s.a.v.), insanları ilk Önce ilahları reddetmeye davet ediyordu.[18] Zaten O, putları ve putçuluğu yıkmak için gönderilmişti. Putlarla ilgili âyetler nazil olmaya başlayınca müşrikler daha da hırçınlaştılar:
" Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız Cehennem'in H nusU-nuz. Siz ( odun gibi ) oraya gireceksiniz"[19] ayeti nazil olunca, Mü'minlerle müşrikler arasındaki münasebetin ikincisi yan' hakaret dönemi başlamış oldu.[20]
Müşriklerin müslümanlara karşı ateş püskürmeleri kendi aleyhlerine oluyor, islâm iyice duyulmuş oluyordu. Hemen her nıüslüman hakaretten nasibim alıyor, hatta Hz.Peygamber (s.a.v.)'e bile ağır hakaretler ve galiz küfürler yapılıyordu.[21] Bu hakaretler neticesinde saflar iyice netleşiyordu. [22]
Saflar hem iyice belirginleşiyor, hem de müslüman olanların sayısı artıyordu. Mekke'de tutuşan iman meş'alesini söndüreme-yen müşrikler, çeşitli hile ve tuzaklara başvurdular. Hz.Peygam-ber (s.a.v.)İ himayesinde bulunduran Ebû Talib'e çeşitli teklifler götürdüler. İslâm'ı sulandırmak istediler. Hz.Muhammed (sa.v.)'e dünyalık menfaatler sundular, fakat O yüce insan bunları elinin tersi ile itti.[23]
Bu konuda istediklerini elde edemeyince, " Sen bizim taptıklarımıza tap, biz de senin ibadet ettiğine ibadet edelim; böylece müşterek bir noktada birleşelim " dediler.[24] Bu çirkin tekliflerinin cevabım Allah verdi:
" De ki: Ey kâfirler ! Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim taptığıma tapıcılar değilsiniz. Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır.[25]
Müşriklerin reislerinden gelen "sentez" teklifi bu şekilde reddedildi. Bu reisler, menfaatleri yüzünden puta tapıcılıkta ısrar ediyorlardı. Müslümanlığı tehlikeli görüyorlar, bu dinin ilerlemesine mani olmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı.
Müşriklerin elebaşlarının ellerinden gelen de işkenceydi. Yıldırma politikalarının işkence safhasını açtılar. Kabilesi kuvvetli olanlara pek dokunamıyorlar, fakat kimsesizlere, hususiyle köle ve cariyelere son derece işkence ediliyordu. Kimi, yakıcı kumlar üzerine yatırılır, göğüslerine ağır taşlar bastırılır veya kızgın demirlerle vücutları dağlanır; kimi aç, susuz bırakılarak müslü-manlıktan vazgeçmesi için zorlanırdı.[26]
işkenceler arttıkça, tebliğ daha hızlı bir şekilde ilerliyordu. İşkence ve tebliğ karşılıklı hızlanırken, müslümanlardan kabilesi kuvvetli olanlar da işkenceden nasiblerini alıyorlardı.[27]
Müşriklerin baskısı çok artınca, Hz.Peygamber, müslüman-larm Habeşistan'a hicret etmelerine izin verdi. Bisetin beşinci senesinde onaltı kişilik bir kafile Habeşistan'a hicret etti. Bisetin yedinci yılında da doksan kişilik bir kafile aynı ülkeye muhacir olarak gitti.[28]
Bisetin altıncı senesinde Hz.Hamza ve Hz.Ömer'in müslüman olması ile müslümanlar biraz olsun kuvvet bulmuş, müşrikler ise istediklerini elde edememenin üzüntüsüne düşmüşlerdi.[29]
Hz.Hamza ve Hz. Ömer'in müslüman olması, müşrikleri çileden çıkardı. O zamana kadar, Erkam b. Ebi'1-erkam'm evinde gizlice ibadet yapan ve sohbet eden mülümanlar, şimdi Ka'be'de açıktan namaz kılmaya başladılar.[30]
Habeşistan hicretiyle de, oraya giden müslümanlar, emniyete kavuşmuş ve diledikleri gibi yaşama hürriyeti elde etmişlerdi. Üstelik islâm, her tarafta duyulup şüyu buldu. Habeşistan kralı Necâşî, müslümanları geri isteyen Mekke- Şehir Devletinin elçilerini kabul etti; ama isteklerini yerine getirmedi. Bu kabul esnasında, müslümanlar, krala da islâm'ı anlatma imkânı buldular.[31]
Tevhid inancına karşı alay, hakaret ve fiili işkence uygulayan Mekke'liler, bu hadiselerden sonra sosyo- ekonomik bir müeyyideye başvurarak müslümanlar aleyhine ambargoya karar verdiler.
islâm tarihinde, Haberu's-Sahife diye geçen bu hadise, Mekke devrinin yedinci yılında Muharrem ayında vuku buldu. Müşriklerin ileri gelenlerinden kırk kişi toplanmış, müslüman-larla her türlü alış verişi kesmeye, kız alıp vermemeye, onlarla konuşmamaya ve her türlü muameleye son vermeye, ayrıca her rastladıkları yerde zulüm ve işkenceye devam etmeye karar vermişlerdi. Bu kararı bir sahifeye yazıp Ka'be'nin duvarına astılar. Ayrıca bu kararları kesinlikle yerine getireceklerine dair de yemin ettiler.
Üç sene kadar devam ettiği rivayet edilen bu ambargo, müslümanlar için çok sıkıntılar getirdi. Açlık ve susuzluktan çocuklar Ölüyordu; dayanılması çok zor olan günler geçirdiler. Müşriklerin saldırı ihtimali her an için varid olduğundan, gece gündüz ellerinde silah, nöbet tutuyorlardı. Hz.Peygamber, İslâm'ı anlatacak bir tek muhatap dahi bulamıyordu.
Ebû Talib mahallesindeki bu muhasara, Biset'in onuncu yılında Hişâm b. Amr'ın gayretleriyle kaldırıldı. Sahife yırtılıp atıldı ; hükümleri de geçersiz sayıldı.[32]
Müslümanlar üç yıl süren bu muhasaradan kurtulduktan sonra sevinmişlerdi. Fakat bu sevinçleri çok sürmedi. İki büyük acı Hz.Peygamber (s.a.v.)'i de müslümanları da çok üzdü. O'nu himaye eden amcası Ebû Talib seksen yaşında vefat etti. Üç gün sonra da Hz.Hatice vefat etti.
Mekke devrinin onuncu senesine rastlayan bu iki ölüm hadisesinin meydana geldiği seneye üzüntü yılı manasına"Senetu 1-hazen"denildi.[33]
Artık Hz.Peygamber (s.a.v.)'i himaye edecek kimse kalmadı. Yeni bir devir, şiddet devri başladı. Bu devirde müşriklerin yaptıkları, vahşet derecesini buldu.
Ebû Talib'in ölümünden sonra, Ebû Leheb Haşimoğulları'na kabile şefi oldu. Kendisi çok azılı bir îslâm düşmanı idi. Karısı Ümmü Cemil ile birlikte Hz.Peygamberin geçtiği yollara diken döker ve O yüce insanın ayağına diken batmasından zevk alırdı. Bu ikisi hakkında zaten bir sûre nazil olmuş ve onların akıbetini beyan etmişti:[34]
"Ebû Leheb'in iki eli kurusun (yok olsun o); zaten yok oldu ya. Ne malı, ne de kazandığı, onu (Allah'ın kahrından) kurtaramadı. Alevli bir ateşe girecektir (o). Karısı da odun hamalı olacak. Boynunda hurma lifinden (örülmüş) bir ip ( bulacaktır)."[35]
Bu devirde müşrikler şimdiye kadar yaptıklarının hepsini toptan yapıyorlardı. Alay, hakaret ve fiili işkence doruk noktaya çıkmıştı.[36] İşte böyle bir ortamda Hz.Peygamber, islâm'ı Mekke'nin dışında bir şehir halkına tebliğ etmek için Taife gitti. Ta-if te de aynı muamele ile, hatta daha şiddetlisiyle karşılaştı. Taif-liler O'nu dinleme yerine, kovdular, taşladılar; sokak serserilerini peşine taktılar, mübarek ayakları kan-ter içinde kaldı, istediği neticeyi alamadan Taiften geri döndü.[37] " Taifliler, ayaklarına gelmiş nimeti teptiler; istikbalin Medinesi olma imkânım inatları yüzünden elden kaçırdılar.[38]
Hac mevsiminde, Arap yarımadasından kalabalık insanlar gelir Mekke'ye toplanırlardı. Hz.Peygamber (s.a.v.) kendini onlara arzetti; islâm'ı tebliğ etti. Çadırlarda insanları ziyaret edip davasını anlattı. Müşrikler de O'nu arkadan takip edip, anlattıklarını silmeye çalışıyorlar ; O'nun davasını ters-yüz ediyorlardı.[39]
Kendisi ve müslümanlar için sığınak arayan Hz.Peygamber (s.a.v.), işte bu esnada Akabe'de Yesrib'den gelen bazı kişilerle karşılaştı. Onları islâm'a davet etti. Bu insanlar da kendilerine yapılan daveti kabul ettiler. Hz.Peygamber, bazı konular üzerine onlarla ahidleşip bey'atlerini aldı. İslâm tarihinde Akabe Bey'at-leri, diye meşhur olan ve Hicret'e başlangıç teşkil eden hadisenin kapısı aralanmış oldu.
İslâm Tarihi kaynakları Akabe Bey'atleri'nin üç sefer yapıldığını bildirirler. Birinci Akabe'de altı kişi oldukları rivayet edilen Yesribliler, ertesi sene on iki kişi oldular. Memleketlerine geri dönerken Hz.Peygamber'in görevlendirdiği Mus'ab b. Umeyr'i de muallim olarak götürdüler. Bir sene sonra yetmiş üç erkek iki kadın olmak üzere yetmiş beş kişi Hz.PeygamberXs.a.v.)'e bey'at etti. Bu bey'ate iştirak eden Ka'b b. Malik isimli sahabî, Hz.Peygam-ber (s.a.v.)'in on iki tane nakib seçtiğini rivayet etmektedir.[40]
Bu konuda geçen rivayetlerden anlaşıldığına göre, Hz.Peygamber, nakibler ve muallim vasıtasıyla Yesrib'i Islâmlaştırmış ve hicrete hazır hale getirmişti. Son-Akabe Bey'atinde de Yesribli müslümanlar, Mekkeli müslümanları memleketlerine davet ettiler.[41]
Bu insanlar islâm'a öyle gönül vermişlerdi ki, bunlardan Ab-bas b. Ubâde şöyle dedi:
"Ya Rasulallah, eğer istiyorsan, kılıçlarımızla, seni taciz eden Mekkelilere savaş açalım ". Hz.Peygamber (s.a.v.) şöyle cevap verdi:
"Henüz bununla emrolunmadık, kervanlarınıza dönün."[42] Hz.Peygamber (s.a.v.), Akabe Bey'atleri ile, Mekke dışında kendine tabi olanların ilk kez yönetimini üstleniyordu. Bu, Rasûlullah(s.a.v.)'m askeri başarısıdır.[43]
Akabe Bey'atleri başarı ile neticeye ulaştıktan sonra Hz.Peygamber, müslümanlarm Yesrib'e hicret etmelerine izin verdi.
Müslümanlar da mallarını ve ailelerini Mekke'de bırakıp muhacir oldular.[44]
" Mekke'den Yesrib'e hicret eden bu müslümanlara, Ensar dediğimiz Yesribli müslümanlar kapılarını açıyor, onları seve seve misafir ediyorlardı. Zaten bunun için onlara ensar, yardımcılar denmişti. Ensar, hemen kendi aralarında bir teşkilat kurarak Mekke'den gelen muhacirleri yerleştirmiş, onları kardeş olarak ekmeklerine, çorbalarına, evlerine ortak yapmışlardı."[45]
"Mekke'de, işkence altında veya hapiste olan müminlerden başka sadece Hz.Ebû Bekir ve Hz.Ali kalmıştı. Diğer bütün müslümanlar hicret etmişti."[46]
Bu sırada Darü'n-Nedve'de toplantılar yapılıyor; müşrikler durum değerlendirmesi yapıyorlardı. Ortaya atılan görüşler içerisinde " Muhammed (s.a.v.)'in Öldürülmesi gerekir " fikri kabul gördü. Onlar bu konuları görüşürken Allah da Rasulüne hicret emri vermişti. Yol arkadaşı olarak Hz.Ebû Bekir'i alan ve çok güzel taktikler uygulayan Hz.Peygamber salimen Yesrib'e ulaştı. Artık bundan sonra orası Medinetun-Nebi, kısaca Medine oldu.[47]
" Rasûlullah (s.a.v.)'in Medine'ye hicreti, komutanın ordu birlikleriyle garnizonda birleşmesi demektir."[48] Kısaca hicret, cemaatten devlete geçiş hareketidir. [49]
Mekke'den Medine'ye hicret eden müslümanlar çeşitli zorluklarla karşılaştılar. Bu zorlukların izalesinde Ensar'ın büyük yardımları görüldü. Müslümanların hepsini Medine'ye yolcu ettikten sonra kendisi de hicret eden Hz.Peygamber (s.a.v.) Medine'de bir îslâm devletinin temelim attı.[50]
Hz.Peygamber, Medine'de ilk iş olarak Mescid'in yapımım ele aldı.[51] Hemen yerini belirleyip çalışmaları başlattı. Ashab'm çalışmasına kendisi de bedenen iştirak etti. Temelleri taştan, duvarları kerpiçten, direkleri hurma gövdelerinden, tavam hurma yapraklarından, zemini kum ve çakıldan müteşekkil bir bina vücuda getirildi. Mescidin doğu tarafında da Hz.Peygamber (s.a.v.)'in ikamet edeceği odalar yapıldı.[52]
Mescid sadece namaz kılmak; ibadet etmek maksadıyla yapılmadı. Medine islâm Devleti burdan yönetilecekti." Bu binanın tamamlanmasıyla İslâm'da ilk askerî karargâh da kurulmuş oldu."[53]
" Hz.Peygamber (s.a.v.) camisini komutanlık merkezi ittihaz etti. Onda askeri birlikler tadat olunur ( sayılır ) avlusunda Cihâd toplantıları yapılırdı. Orada sâdık mücahidler Cihâd aşkıyla yanar, orada kararlar, emirler, nasihatler verilirdi. Hz.Peygamber (s.a.v.) orada ashabına danışır, görüşlerini alırdı; çünkü onların işi müşavereye dayalıydı.
Hz.Peygamber (s.a.v.), ashabım maddî ve manevî yönden teçhiz etmek için, onları Mescidde yetiştirirdi. Karargâhı olan Mes-cidde, müminleri Allah yolunda savaşa teşvik eder, savaşta sebat edip, firar etmemelerini emrederdi. Onları tefrika ve çekişmelere düşmemeleri için uyarırdı. Onlara nizam ve itaati emreder, içlerine sevgi, dostluk ve kardeşliği yerleştirirdi.
Savaşa çıkacak olan ordu, Mescidden hareket ederdi. Sancak, bayrak ve askeri nişanlar Mescidde verilirdi. Silah ve mühimmat orada dağıtılırdı. Bir tehlike belirdiğinde, ashab mescidde toplanır; mücahidler gaza veya seriyyeden dönünce mescide gelirlerdi. Yaralıların yaralan mescidde sarılır; müslümanlar cihâd hükümlerini mescidde öğrenirlerdi.
Hz.Peygamber (s.a.v.) zamanında, asker ve komutanların kışlası mesciddi. Askeri ıstılah olarak kışla, komutanın kendilerine emirlerini iletmek ve yapmaları gerekenleri bildirmek için askerini topladığı yerdir. Müslümanlar dahilî ve haricî bir tehlike karşısında kalınca, müezzin " Toplu namaz ! ... Toplu namaz !... " diye müslümanları camiye çağırırdı. Bunun üzerine bölük bölük mücahidler, gruplar halinde veya münferiden, müezzinin çağrısına icabet etmek üzere camiye koşarlardı. Camiye koşan bu müslümanlar tam techizatlı olup, beraberlerinde getirdikleri atlarını, develerini caminin dışına bağlarlardı. Ordunun aniden taarruza geçmesi ve tehlikenin üzerine beklenmedik anda varılması için gerekli levazım ve teçhizat hemen dağıtılırdı. Bütün bunlar, bir tek komutanın, yani Hz.Peygamber (s.a.v.)'in sevk ve idaresinde ve bir tek gayenin tahakkuku için yapılırdı^'lslâm'ı ve müslümanları savunma."[54]
" Hz.Peygamber (s.a.v.)'in ordusu camide kuruldu, camide büyüyüp orada yüceldi; camide ayakta durdu, camide eğitim gördü; çünkü Allah bütün yeryüzünü tertemiz bir cami yaptı. İslâm'ı ve müslümanları korumak için ilk mücahid ordusu, Medine-i Mü-nevveredeki Rasûlullah (s.a.v.)'in mescidinden hareket etti."[55]
Hz.Peygamber (s.a.v.), Muhacirun ile Ensar arasında bir kardeşlik bağı oluşturdu. Taraflar, her türlü hayat şartlarında birbirlerine yardımcı olacaklar, birbirlerini kollayacaklardı.[56]
Kurulan îslâm Devletine bunlar sahip çıkacaklar, İslâm'ı etrafa bunlar yayacaklardı. " Bu kardeşlik, iki müslüman grubu bir araya getirip, onlara tek komutanın direktifi doğrultusunda, aynı amacı taşıyan kimseler olma özelliğini kazandırıyordu."[57] Hz.Peygamber (s.a.v.) bu esnada yaptırdığı bir nüfus sayımı ile Medine'de binbeşyüz tane müslüman olduğunu da tesbit etti.[58]
Hz.Peygamber (s.a.v.), Ensar ve Muhacirûn arasında bir kardeşlik tesis ederken, Medine'de yaşayan müslümanlarla gayr-i müslimler arasında da bir vatandaşlık antlaşması yaptı.[59] Bu vesika, aynı zamanda insanlık tarihinin ilk yazılı anayasası oldu. Bu anayasa ile Medine halkı bir düzene sokuldu; canları, malları korunarak, dinlerinde serbest bırakıldı.
Bu anayasa ile müslümanlar, yahudiler, hristiyanlar ve müşrik araplar, îslâm Devletinin tebaasını oluşturmuş oluyorlardı. Anayasanın konumuzla alakalı birkaç maddesi şöyledir:[60]
1- Bismillahirrahmanirrahim. Bu kitap ( yazı ), Peygamber Muhammed (s.a.v.) tarafından Kureyşli ve Yesribli müminler ve müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla yine onlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber Cihâd edenler için ( olmak üzere tanzim edilmiş) dir.
2- Işte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet ( camia ) teşkil ederler.
16- Yahudilerden bize tabi olanlar, zulme uğramaksızm ve onlara muarız olanlarla yardımlaşılmaksızm, yardım ve muzaheretimize hak kazanacaklardır.
23- Üzerinde ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şey, Allah'a ve Muhammed (s.a.v.)'e götürülecektir.
37- ( Bir savaş vukuunda ) Yahudilerin masrafları kendi üzerine ve müslümanlarm masrafları da kendi üzerinedir...
37 b- Hiçbir kimse müttefikine karşı bir cürüm ika edemez; muhakkak ki zulmedilene yardım edilecektir.
44- Onlar ( Müslümanlar ve Yahudiler ) arasında, Yesrib'e hücum edecek kimselere karşı yardımlaşma yapılacaktır.[61]
Bu şekilde Hz.Peygamber (s.a.v.)'in hicretten sonra Medine'de değişik toplulukları biraraya getirip müşterek yaşama için Anayasa yapması; meydana getirilen statüye " devlet" sıfatını kazandırmış oluyor.
Bugünkü hukuk kitapları devleti " belirli bir toprak parçası üzerinde yerleşen ve bir üstün otoriteye tabi olan insan topluluğudur. Devlet başka bir deyimle milletin hukukî ve siyasî şahsiyet kazanması dır"[62] diye tarif etmektedirler.
Bu tarifin ışığı altında devletin üç unsuru vardır :
1-) Devletin beşerî unsuru (insan topluluğu)
2-) Devletin fizikî unsuru ( ülke)
3-) Devletin hukukî unsuru ( egemenlik).
" Beşerî ve fizikî unsur devletin mevcudiyeti için şarttır. Hakimiyet unsuru ise devleti diğer topluluklardan ve benzerlerinden ayırır."[63]
Hz.Peygamber (s.a.v.)'in kurduğu devlette bu unsurlar eksiksiz olarak vardır, insan unsuru çok renkli bir şekilde kendini gös-teremektedir. Medine ve çevresi bu devletin fizikî unsurudur. Hakimiyet de Allah ve Rasulüne aittir.
Bu devlet kısa zamanda dahilî problemlerini halletmiş, kendini dış düşmanlara karşı müdafaya koyulmuştur.[64]
Hz.Peygamber (s.a.v.), Mekke döneminde iken kendisine ve davasına sahip olacak bir topluluğun ve bir şehrin arayışı içerisindeydi. Bu maksatla, kendini barındırmalarını ve Kureyş'e karşı kendine yardım etmelerini ümit ederek Taife gitti. Taifliler müs-lümanhğı kabul ederlerse Kureyş'i sindirebilirlerdi. Ama kabul etmediler.[65]
Hz.Peygamber (s.a.v.)'in bu arzusunu, Akabe'de bey'at edip söz veren Medineli müslümanlar gerçekleştirdi. O da, hicretten sonra Medine Şehrini kendi devletine başkent ittihaz etti.
Medine Şehri îslâm Devletinin başkenti olduğu gibi etrafındaki arazi de devletin topraklarını teşkil ediyordu. Hz.Peygamber (s.a.v.), hicretten sonra Medine'yi Haram bölge ilan etti. Ashaptan
Ka'b b. Malik (r.a.)'ı göndererek, kendisinin işaret ettiği tepelere islâm Devletinin o günkü hudutlarım işaret etmek üzere duvarlar, sınır taşları inşa ettirdi.[66]
Etraftaki müslümanların bu şehire toplanmalarını ve bir güç meydana getirmelerini söyledi. Hz.Peygamber (s.a.v.), bu üstün siyaseti ile başkentteki nüfus yoğunluğunu müslümanlar lehine değiştirdi.
Kabilelere gönderdiği mürşidlere ve askeri birlik komutanlarına verdiği emirlerle, yeni müslüman olanların Medine'ye gelip yerleşebileceklerini her tarafa iletti.[67]
Ensar, Mekke fethinden sonra O'nun Mekke'de kalacağını düşünüyor ve üzülüyordu.[68] Halbuki Hz.Peygamber (s.a.v.), daha Müellefe-i kulub durumunda olan müslümanîann bulunduğu bir şehri merkez edinmeyi şimdilik uygun görmüyordu. Hatta Mek-ke'dekilerin bile Medine'ye yerleşmelerine müsaade ediyor ve orayı tahkim ediyordu. Hemen vefatının akebinde çıkan irtidat hadiselerini, Medineli müslümanların bastırması, O'nun askeri dehasını gösteren bir delildir. [69]
Medine'de islâm Devletini kuran ve bu Devletin başkanı olan Hz.Muhammed (s.a.v.)'in gayesi ve hedefi islâm'ı yaymaktı. O, siyasetini bu esasa göre ayarladı. Daha doğrusu Allah, O'nu bu nok-ta-i nazara göre yönlendirdi. Devlet bir barış havası içerisinde ve coşkun karşılamalarla kuruldu.[70]
Bir devlet ne kadar barıştan yana olursa olsun, düşmanlar da aynı şekilde hareket etmiyorsa savaş kaçınılmaz olur. Düşmanlara karşı uyanık ve hazırlıklı olmak gerekir. Hz.Peygamber (s.a.v.)'in hayatında savaş, ilk Önce müdafaa harbi olarak başlamıştır. Yüce Allah, Medine'deki müslümanları, düşmanın saldırgan planından korumak için onlara, hicretin ikinci yılında şu ayet-i kerime ile savaş izni verdi:[71]
"Elbette Allah, inananları savunur. Allah hiçbir hain ve nankörü sevmez. Kendileriyle savaşılan (mümin) lere, (savaşma ) izn(i) verildi. Çünkü onlara zulmedilmiştir ve şüphesiz Allah, onlara yardım etmeğe kadirdir. "[72]
Savaş hakkında ilk nazil olan ayet budur.[73] Bu ayet savunma savaşma izin veriyor. Tedricen nazil olan ayetler,[74] Hz.Peygamber (s.a.v.)'i taarruz savaşı yapmaya şevketti. Hz.Peygamber (s.a.v.)'in savaşlarının savunma mı taarruz mu olduğu konusunda muasır islâm alimlerinden Said Ramazan el-Bûtî, savaşı davetin içinde bir merhale olarak kabul ederek şunları ileri sürüyor :
" islâm daveti, Resulullah (s.a.v.)'m hayatında, bisetinden vefatına kadar dört devre geçirdi.
1. Devre : Gizli davettir ki bu üç yıl sürdü.
2. Devre : Savaş olmadan yalnızca dil ile yapılan açıktan davettir ki, bu da hicrete kadar devam etti.
3. Devre : Haddi aşanlar ve kötülüğe başvuranlarla savaşmakla birlikte, açıktan davettir ki, bu da Hudeybiye musalahası-na kadar devam etti.
4. Devre : Allah'a davet yolunda engel olarak çıkan veya müşriklerden, inkarcılardan ve puta tapanlardan - daveti duyduktan sonra - Islama girmekten kaçman herkesle savaşarak, açıktan yapılan davettir ki, bu dönem, Islâmdaki Cihâd hükmünün ve islâm şeriatının, üzerinde karar kıldığı ve son şeklini aldığı dönemdir."[75]
Said Ramazan, üçüncü devreyi savunma savaşı, dördüncü devreyi de taarruz savaşı olarak kabul etmektedir. Bu görüşüne delil olarak da, Hz.Peygamber (s.a.v.)'in, Kureyza oğulları dönüşü "Bundan sonra biz onlara savaş açacağız, artık onlar bize savaş açamıyacaklar "[76] hadis-i şerifini zikretmektedir.[77]
Kendisi aynı zamanda bir erkân-ı harb olan Mahmud Şit Hat-tab ise şunları ileri sürüyor :
" Rasûlullah (s.a.v.)'in hayatını askerî yönden dört döneme ayırmak mümkündür ; Toparlanma dönemi, akideyi savunma dönemi, atılım dönemi ve nihayet gelişme dönemi.
1) Toparlanma Devresi: Hz.Peygamber (s.a.v.)'in, peygamber olarak gönderilişinden, Medine'ye hicret ve orada iyice yerleşip karar kılıncaya kadarki zamandır.
2) Akideyi Savunma Devresi: Bedir savaşı ile Hendek savaşı arasında geçen zamandır. Bu dönemde müslümanlann sayısı çoğalmış, inançlarım savunabilir duruma gelmişlerdi.
3) Hücum Devresi: Hendek savaşından Huneyn savaşma kadarki zamandır. Bu dönemde islâm bütün Arap yarımadasına yayılmış, müslümanlar Arap beldelerinde hatırı sayılır bir güç haline gelmişler ve Islama karşı çıkabilecek bütün güçleri bertaraf etmişlerdir.
4) Tekâmül Devresi: Huneyn savaşından Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatına kadar süren dönemdir. Bu dönemde yapılan Te-bük seferi, Büyük islâm Devletini ortaya çıkaran bir seferdir."[78]
Her iki müellifin görüşlerini mezcettiğimiz zaman oi'taya şöyle bir yorum çıkar:
Hz.Peygamber (s.a.v.), Mekke döneminden itibaren üstün ve isabetli bir siyaset takip etmeye başladı. Zamanı, şartlan, düşmanının gücünü, müslümanlann durumunu nazar-ı itibara alarak stratejisini tayin etti. Bu stratejinin Mekke dönemindeki mümeyyiz vasfı tedbir idi, diyebiliriz. Bu döneme sabır dönemi de denmektedir.
Medine döneminde bu ikisi, devlet otoritesi ile beraber birleşerek, uzun vadeli strateji neticesinde islâm'ın yayılmasını neticelendirmiştir.
Hicretten sonra Medine'de islâm Devletini kuran Hz.Peygamber (s.a.v.), münafıklar ve yahudilere karşı üstün bir siyaset takip etti. Yahudiler, kendi kazdıkları kuyuya düştüler. Hz.Peygamber (s.a.v.), onların ittifak etmelerini siyasî yolla engelledi.
Kuvvetlerini ve birliklerini dağıttı. Anayasa maddelerine uymayan ve islâm aleyhine aleni propaganda yapanlarına asla müsaade etmedi ; cezalarını hemen verdi.[79]
Yahudiler, daha çocukluğundan itibaren Hz.Muhammed (s.a.v.)'e düşman olmuşlar ve hayatı boyunca O'nunla mücadele etmişlerdir.
Hz.Muhammed (s.a.v.) , her şeyden önce bir peygamber olduğu için, yahudilerin bu menfî tutumlarına karşı onlara nasihat etmiştir. Fakat onlar, nasihat ve ikazdan anlamadıklarından ve bir de islâm Devletine ve müslümanlara ihanet ettiklerinden dolayı, Rasûlullah (s.a.v.) onlara karşı savaş açmıştır.
Yapılan savaşlarda Kaynuka oğullan ve Nadir oğullan Medine'den sürülmüştür. Bu hadiseleri gözleriyle gören ve mezkur iki kabilenin ihanetlerini kabul eden Kurayza oğulları, geçmişten hiçbir ders ve ibret almayarak onların yaptığından daha büyük bir ihanet yapmışlardır. Hendek savaşında müşriklerle gizliden anlaşıp müslumanları arkadan vurmanın planlarım yapan Kurayza oğullarının ihaneti, Rasûlullah(s.a.v) tarafından haber alınmış ve Hendek savaşından sonra Kurayza oğullarının cezası verilmiştir.
Tarih boyunca ihaneti kendilerine bir meslek haline getiren ve peygamberler katleden yahudiler, Medine îslâm Devletini kinlerinden dolayı yıkmak isterlerken Rasûlullah (s.a.v.)'in takibet-tiği üstün strateji neticesinde kendileri mağlup oldular.[80]
Münafıklar, islâm birliğini, ümmeti el altından parçalamak istiyorlardı. Liderleri Abdullah b. Ubeyy b. SelüTün bütün planları boşa çıkıyordu. Hz.Peygamber (s.a.v.), Mekke döneminde müşriklerin planlarını akamete uğratan üstün bir cemaat reisi,[81] Medine döneminde de münafık ve yahudilerin sinsice planlarını bozan muktedir bir devlet başkanıdır.[82]
islâm Devletinin nizamî bir ordusu yoktu. Belki de böylesi daha iyiydi. Çünkü, herkes, Cihâdın faziletinden nasibini almış oluyordu. Hem o zaman nizamî bir ordu, devletin başına değişik problemler açabilirdi; maddî bakımdan da yük olabilirdi.
Müslümanlar ilk önce seriyyelerle [83]askeri cihada alıştırıldı. Seriyyeler Cihâd ordusunun mektebidir. Fertlerin mesuliyet altına girmeleridir. Askeri ve komutanlarını yetiştiren acemi eğitimidir.
Hz.Peygamber (s.a.v.), Medine döneminde çok hummalı bir faaliyetin içindedir. On senelik kısa bir zamanda on dokuz [84] gazveye katılmış, kırk yedi seriyye göndermiştir. Mahmut Şit Hattâb ise gazvelerin sayısını yirmi sekiz olarak belirtmektedir. Bunların dokuzunda düşmanla karşılaşma gerçekleşmiş, on dokuzunda ise fiili çartışma olmamıştır.[85]
Bu gazvelerde ilk hedef Kureyş, yani islâm'la mücadele eden Mekke Devleti idi. Kureyş kendine çok güvenmesine rağmen, İslâm Devleti karşısında tutunamadı.
Hz.Peygamber (s.a.v.) davasını sulh ile yaymak istiyordu. Sahabenin itirazına ve şartların ağırlığına rağmen Hudeybiye mu-salahasınm yapılmasını temin etti.[86] Bu musalahadan sonra İslâm daha çok yayıldı.
Devrin süper güçlerinden korkmadı. Onları resmi mektuplarla islâm'a davet etti.[87]
Kendisi hayatta iken istikbalin ordu komutanlarını yetiştirdi. Bazen seferlere iştirak etmedi. Sahabeden kabiliyetli olanları komutan tayin etti. Dönüşte, askeri ve komutanı dinleyerek onların başarılarını takdir edip, eğriliklerini de düzeltti.[88]
O, fildişi kulesinden Devlet idare edip, ordular sevkeden bir başkan değildi. Bizzat işin içindeydi. Sadece bir teorisyen değil, teori ve pratik insanıydı.
En sıkıntılı günlerde bile ashabına, istikbal hakkında müjdeler veriyordu.[89] Bu yol ve metodla işin başarıya ulaşacağını kabul ettirmişti onlara. O, hiçbir komutana benzemediği gibi, O'nun tebaası ve askerleri de başka ordulara benzemiyordu. O'nun savaş taktikleri de apayrıydı, işte şimdi biz, o taktikleri sıralayacağız. [90]
Hz.Peygamber (s.a.v.) zamanında nizamî bir ordu yoktu. Müslümanların hemen hepsi islâm Devletinin askeriydiler; her zaman savaşa hazırlıklı bulunurlardı. Çünkü her an için, savaş çıkabilirdi. Savaş için ilan yapıldığında, orduya katılacak olanlar gelir, kendi istekleriyle kaydolurlardı.
Hz.Peygamber Medine'ye hicret edince, müslüman nüfusun sayımını yaptırdı. Bu konu ile ilgili olarak Buhârî'de geçen şu hadisi zikretmek uygun olacaktır:
" Huzeyfe (r.a.) şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.v.) bize :
- Din olarak islâm'ı kabul eden ve müslüman olan kimselerin isimlerini yazıp getiriniz " diye emir verdi.
Biz de O'na binbeşyüz kişinin ismini yazıp getirdik."[91]
Burada hem müslümanların sayısı hem de isimlerinin tesbiti, yani yazılması sözkonusudur. Daha devletin kuruluşunda, bu konuya hassasiyet gösteren Hz.Peygamber (s.a.v.), savaştan önce orduya katılacak olan askerlerin isimlerinin yazılmasını ve tesbit edilmesini de sağlamıştır. Bu konudaki rivayetleri şöyle sıralayabiliriz
Abdullah b. Abbas (r.a.) dan :
Rasûlullah (s.a.v.)'i hutbe okurken işittim, şöyle buyuruyordu:
" Hiçbir erkek, yanında mahremi bulunmadıkça bir kadınla yalnız kalmasın; hiçbir kadın da yanında mahremi olmadan yolculuk yapmasın"
Bu yasaklama üzerine bir adam ayağa kalkarak şöyle dedi :
"Ya Rasulallah (s.a.v.), ben şu şu gazveye yazılmışım; hanımım da hacca gitmek üzere yola çıktı. ( Buna ne dersiniz ?)"
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu :
"Sen de git ve eşinle birlikte haccet. "[92]
Tebük seferinden geri kalıp, sonradan gitmeyi düşünen, fakat bir türlü gidemeyen bu yüzden de Hz.Peygamber (s.a.v.)'i üzen Ka'b b. Mâlik, kendi serencamını anlatırken konumuzla ilgili olarak şunları söylüyor :
".... Meselenin büyüklüğüne göre hazırlıkta bulunabilmeleri için, Müslümanlara gidecekleri yeri söyledi. Rasûlullah'm maiyetinde müslümanlar pek çoktu ve bunların isimleri bir deftere kaydedilmemişti ".
Ka'b söylerine şöyle devam etti:
Herhangi bir kimse asker arasından firar etse, bu hususta vahiy nazil olmadıkça, bu işin gizli kalacağını zannedebilirdi "[93]
Ka'b b. Mâlik'in sözlerinden anlaşılan şu ki, Hz.Peygamber, başka savaşlara giderken askeri, bir liste halinde yazdırıyordu; ama Tebük seferine giderken yazdırmadı. Demek ki bu kayd işi her zaman olan bir şey değildi. Gerek görüldüğü zaman yapılıyordu.
"Hz.Peygamber (s.a.v.)'in sağlığında ordunun kaydedildiği bir divan yoktu. Divanı ilk defa Ömer (r.a.) ortaya koydu. Lakin bu, Hz.Peygamber (s.a.v.)'in ümmetine emrettiği sünnetlerden biri olup onun yararı ve müslümanlarm ona olan ihtiyacı ortaya çıkmıştı:[94]
İslâm Dininde herhangi bir ibadetle mükellef olmanın şartlarından birisi de müslüman olmaktır. Cihâd da ibadet olduğuna[95] göre, onu yapacak kişinin müslüman olması şarttır.
Hz.Peygamber (s.a.v.) Bedir, Uhud gibi İslâm'ın ölüm kalım mücadelesi verdiği ilk savaşlarda ordu içinde gayr-i müslim unsurları bulundurmamıştır. Orduya katılacak her askerin müslüman olması şartını aramıştır. Konu ile alakalı olarak Müslim'in Sahih'inde şu hadis-i şerif geçmektedir :
Rasûlullah (s.a.v.) Bedir savaşına giderken, kendisiyle savaşmak için arkasından gelen bir adama :
"Sen Allah'a inanıyor musun ? diye sordu. O adam da" hayır" deyince Rasûlullah (s.a.v.):
"Öyleyse hemen geri dön. Ben ebediyyen bir müşrikten yardım
istemem " buyurdu.[96]
Bu hadis-i şerifi rivayet eden Hz.Aişe (r.a.) dir. Hz.Aişe devamla şunları söylüyor:
"Sonra adam geçti gitti. Ta ki biz[97] ağaç altında iken adam tekrar geldi ve biraz önce dediği gibi" Ben seninle birlikte savaşa katılmaya geldim " dedi. Rasûlullah da :
"Allah'a ve Rasûlüne inanıyor musun ?" diye sordu.
Adam:
"Hayır," diye cevap verdi.
Rasûlullah da :
" Öyleyse hemen geri dön. Ben ebediyyen bir müşrikten yardım istemem" buyurdu.
Adam geri döndü. Rasûlullah Beyda'da iken adam tekrar gelip yetişti. Rasûlullah (s.a.v.) de ona tekrar :
"Allah ve Rasûlüne inanıyor musun?" diye sordu.
Adam :
" Evet" cevabını verdi.
Rasûlullah (s.a.v.) de ona :
O halde ( bizimle beraber) yürü " diye buyurdu.[98]
Hz.Peygamber, Uhud savaşır.a çıkarken, Sahabeden bazıları, Yahudilerle aralarında yardıirüaşma sözleşmesi bulunduğu için onlardan yardım istemeyi ceklif ettiler. Resulullah (s.a.v.) de:
"Biz, şirk ehlinden birine karşı diğer şirk ehlinden yardım istemeyiz " buyurdu.[99]
Bera b. Azib (r.a.) dan :
Uhud savaşında, Hz.Peygamber (s.a.v.)'e, demir zırhı ile yüzü örtülü bir adanı geldi de : "Ya Rasûlallah, ( hemen savaşayım da ( sonra) mı müslüman olayını" diye sordu. Rasûlullah (s.a.v.) de: "Müslüman ol, sonra savaş " buyurdu. O adam da hemen müslüman oldu. Sonra da savaşa girişti; savaş esnasında da şehid edildi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.): "Az amel yaptı, fakat çok ecir kazandı " buyurdu.[100]
Bu rivayetlerden anlaşılan şu ki, Hz.Peygamber (s.a.v.), müşriklerin islâm ordusu içine girip, müslümanlarla omuz omuza çarpışmalarına izin vermemiştir. Çünkü, Kur'an müşriklerin necis olduklarını bildirmektedir.[101] Onlar İslâm ordusunun kuvve-i ma-neviyyesini kırabilirler. Çok çeşitli problemler çıkarabilirler. Düşman birlikleri lehine casusluk da yapabilirler. Bu ve buna benzer sebeplerden dolayı Hz.Peygamber onları orduya kabul etme gibi bir kapıyı açmamıştır.
Hz.Peygamber zamanında bir de münafıklar vardır. Münafıklar, zahiren müslüman olan kimselerdir. Bunların savaşa katılmaları için, islâm Devletinin bir teklifi olmamıştır. Bazen katılmışlar, bazen yarı yoldan geri dönmüşler, bazen de hiç katılmamışlardır. Hz.Peygamber (s.a.v.) de bunları hiç kaale almamış, kendilerini muhatab olarak kabul etmemiş, kendi hallerine bı-karmıştır.
Zeyd b. Sabit şunları anlatıyor :
" Peygamber (s.a.v.), Uhud savaşına çıktığı zaman, birtakım insanlar geri döndüler. Sahabîlerden bir grup :
" Bu dönenleri öldürelim " dediler. Bir grup da :
" Hayır onları öldürmeyelim " dediler. Bu ihtilaf üzerine :
" Size ne oldu ki, iki yüzlüler hakkında iki gruba ayrıldınız ?
Oysa yaptıkları işlerden dolayı Allah onları baş aşağı etmiştir.
birini sapıtırsa artık onun için bir yol bulamazsın"[102] ayeti nazil oldu.
Hz.Peygamber (s.a.v.) de :
"Medine, bu adamları, ateşin, demirin pisliğini dışarı atışı gibi dışarı atar " buyurdu."[103]
Bu hadis-i şeriften anlıyoruz ki, Hz.Peygamber (s.a.v.) münafıklar meselesini zamana bırakmıştır. Yalnız, onların, katıldıkları savaşlarda fitne çıkarmalarına mani olmuş, disiplini bozmalarına asla fırsat vermemiştir.[104]
Askerlik, erkekle ilgisi olan bir iştir. Kur'an'da[105] savaşla alakalı ayetlerde, erkeklerin mevzubahs edilmesi, bu şartın ileri sürülmesinin delilidir. Ayrıca bu konuda müminlerin annesi olan Hz.Aişe (r.anha) dan şöyle bir rivayet vardır :
" Ben, Peygamber (s.a.v.)den cihada gitmek için izin istedim de O:
" Siz kadınların Cihâdı haccdır "buyurdu."[106]
Bugün bile, askere almanın belli bir yaşı vardır. Aklî dengesi yerinde olan ve asker olabilecek yaşa gelenler silah altına alınmaktadır.
Hz.Peygamber (s.a.v.), çocuk denecek yaşta olanları askere almamıştır. Bu konuda Abdullah b. Ömer (r.a.)'in rivayeti şöyledir:
" Rasûlullah (s.a.v.), Uhud günü, ondört yaşında bulunan Abdullah b. Ömer'i gözden geçirdi de (ben Abdullah b. Ömer'e küçüktür , diye savaşa katılma ) izni vermedi. Sonra Hendek savaşında O'na arzolundum; bu defa bana izin verdi. O sırada onbeş yaşında bulunuyordum."[107]
Hadisin ravisi Nâfi der ki ;" Ben bir keresinde Ömer b. Abdila-ziz'in yanına geldim; bu hadisi ona tahdis ettim. O da bana " bu on-beş yaş küçük ile büyük arasında bir sınırdır " dedi. Bütün vilayet-lerdeki valilerine, onbeş yaşına erenlere vazife ve maaş tahsis edilmesi için talimat yazdı."[108]
Bu konuda başka bir rivayette şudur : Ibn Abdilber, el-Istiâb'da Semüre b. Cündeb'den bahsederken şu bilgiyi nakleder :
Rasûlullah (s.a.v.), Ensar'ın buluğa yaklaşmış çocuklarını her yıl gözden geçirirdi. Önünden bir çocuk geçti, onu orduya kabul etti. Sonra kendisine Semüre b. Cündeb arzolundu, onu kabul etmedi. Semüre de şöyle dedi:
"Ey Allah'ın Rasulü, bir çocuğa müsaade ettin, beni reddettin; onunla güreşsem onu yencrim."
Rasûlullah (s.a.v.) de " öyleyse güreş " buyurdu. Ben de onunla güreştim ve yendim. Rasûlullah da beni orduya kabul etti.[109] Semüre b. Cündeb'in güreştiği bu sahabi Rafı b. Hudeyc'dir.[110] Bedir savaşında küçük olduğu için Râfi b. Hudeyc'e de izin vermemişti.[111]
Sa'd b. Ebi Vakkas'm küçük kardeşi Umeyr b. Ebi Vakkas'm Bedir savaşına katılmasını ağabeyisi şöyle anlatır :
" Biz Bedir günü, Rasûlullah (s.a.v.)'a arzolunmadan önce kardeşim Umeyr b. Ebi Vakkas'm saklanmakta olduğunu gördüm. Ona " sana ne oluyor kardeşim " dedim. O da:
" Rasûlullah (s.a.v.)'in beni görüp küçük bulmasından ve reddetmesinden korkuyorum, oysa ben savaşa katılmak istiyorum. Umulur ki Allah beni şehidlikle rızıklandırır" dedi.
Umeyr, Rasûlullah'a arzolundu. Rasûlullah (s.a.v.) onu küçük bularak kabul etmedi. Umeyr de ağladı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) kendisine müsaade etti, küçük oluşu sebebiyle kılıcının bağlarını ben bağlıyordum. Onaltı yaşında olduğu halde savaşta şehid edildi."[112]
Rasûlullah (s.a.v.), Uhud'da onyedi kişiyi geri çevirmiştir.[113] Bunlar arasında Üsâme b. Zeyd, Zeyd b. Sabit, Berâ b. Azib,[114] Zeyd b. Erkâm, Sa'd b. Habîbe,[115] Abdullah b. Ömer[116] ve Uabir b. Abdillah[117] davardı.
Bütün bu rivâyetelerden anlaşılan şu ki, Hz.Peygamber (s.a.v.) savaşa çıkacak olan orduyu gözden geçiriyor ve belli bir yaşın altında olanların savaşa katılmalarına müsaade etmiyordu. Ancak, çok hevesli olan, ağlayan ve gücünü kuvvetini isbat edenlere izin veriyordu. [118]
"Askerin, sağlıklı ve ruhi dengesi yerinde olmalıdır. Uzun süreli hastalıklar savaşa katılmama nedenlerindendir. Böyle kişiler sürekli hastalığı olan ve kör olanlardır ."[119]
Zeyd b. Sabit (r.a.) dan:
"Rasûlullah (s.a.v.) bana :
"İnananlardan yerlerinde oturanlar ile mallariyle, canlariyle Allah yolunda Cihâd edenler bir olmaz"[120] adetini yazdırmak istedi. Tam ayeti bana yazdırırken Abdullah b. Ummi Mektum (r.a.) Rasûlullah (s.a.v.)' in yanma çıkageldi ve :
" Ya Rasulallah, cihada gücüm yetseydi, ben de elbette cihada gider, düşmanlarla savaşırdım " dedi.
Abdullah b. Ümmi Mektum (r.a.) kördü. Onun bu sözü üzerine Allah, Rasulüne vahy indirdi. Bu sırada Rasûlullah (s.a.v.)'ın uyluğu benim uyluğum üzerinde bulunuyordu. Vahyin (peygamber üzerindeki ) ağırlığı bana o kadar ağır geldi ki, sonunda dizimin ufalanıp dağılmasından korktum. Sonra Rasûlullah'tan vahyin tesiri sıyrıldı da Allah " Zarar sahibi olanlardan başka " diye ( bir istisna) kaydı indirdi."[121]
Meşhur Ka'b b. Malik hadisinden [122]öğrendiğimize göre, savaş esnasında Allah Rasulünden geriye kalanların bir grubu da kör ve topal olanlar, yani sağlığı yerinde olmayanlardır. [123]
Kendinde var olan bir hastalık ve sakatlıktan dolayı değil de başka bir mazeretten dolayı savaşa katılamayacak durumda olanlara Hz.Peygamber (s.a.v.) izin vermiştir. Bunların mazereti, ya bakmakla mükellef oldukları yaşlı anne- babalarının olması veya bakacakları bir hastalarının olması gibi durumlardır.
Hz.Osman (r.a.) hanımı Rukiyye (r.anha) rahatsız olduğu için Bedir savaşına katılamamıştı. Hz.Peygamber, gazaya katılmayıp hanımına hizmet etmesi için ona izin vermiş ve " sen kalbinin temizliği, hislerinin güzelliği dolayısiyle gazaya katılma sevabını da kazanacaksın " buyurmuştur.[124]
Hz.Peygamber (s.a.v.) hastası olanlara müsaade ettiği gibi, yaşlı olan anne ve babasına bakacak kimsesi olmayanlara da izin vermiştir.
Abdullah b. Ömer (r.a.) dan :
Hz.Peygamber(s.a.v.)'e bir adam geldi de cihada gitmek için izin istedi.
Peygamber (s.a.v.):
"Anan, baban sağ mıdır ?" diye sordu.
O zat: " Evet" dedi.
Hz.Peygamber (s.a.v.):
" Öyleyse sen onların rızası istikametinde çalış " buyurarak[125] ebeveyni hayatta olanların, ana- babalarına bakmalarını tavsiye etmiştir.
Sağlık durumları yerinde olmayan ve daha başka mazeretleri olup da savaşa katılamayanların, savaşa katılanlar gibi sevab alacağını Hz.Peygamber (s.a.v.), şu hadis-i şerifi ile beyan etmektedir.
Enes b. Malik (r.a.)dan :
Hz.Peygamber (s.a.v.) bir savaşta idi. Bu savaş esnasında şöyle buyurdu:
"Arkanızda, Medine'de bir topluluk vardır ki, onları burada bulunmaktan özürleri alıkoydu. Biz bir dağ yolundayken veya bir vadi içinde yürürken, o Medine 'dekiler de (sevapta) bizimle beraberdirler."
Hz.Peygamber (s.a.v.), bu saydığımız şartları kendisinde bulunduran kişileri ordusuna kabul etmiştir. Akil ve baliğ-şartı ile orduyu çocuklardan arındırmış, Müslüman olma şartı ile de şirkten, nifaktan ve fitneden arındırmıştır. Son iki şartla da, muharip askerlere yük ve problem olabilecek kimselerin savaşa katılmala-rmdansa Medine'de kalmalarını tercih etmiştir.
Yaşı müsait, bedeni sağlam ve dayanıklı insanlardan müteşekkil ordu hazırlayan Hz.Peygamber (s.a.v.), Ramazan ayına denk gelen savaşlarda askere oruçlarım bozmalarını tavsiye etmiştir.[126] Ama kendisine güvenenler oruçlarını tutarlardı. Hz. Peygamber (s.a.v.) onlara birşey demezdi. Bir savaşta oruç tutmayanlar çok üstün başarı gösterdikleri için " Bugün oruç tutmayanlar tam ücret alıp gittiler " diye buyurmuştur. "[127] Mekke fethine Ramazan ayında çıkan Hz.Peygamber, Mekke'ye iki konaklık mesafe olan el-Kedid isimli yerde orucunu bozmuştur.[128]
Cahiliye döneminde herkes silahı ile beraber gezerdi. Yolculuğa çıkacakları zaman yanlarında silah bulundururlardı. Bu silahlarla hem kendilerini korurlar, hem de avlanırlardı. Silahları ya kendileri imal eder veya dışardan alırlardı.[129]
Hz.Peygamber (s.a.v.), islâm Devletini kurduktan sonra bu devleti korumak için savaşlara katıldı. Bu savaşlarda, arapların eskiden kullandığı silahlar kullanıldı, islâm, bu silahlara herhangi bir yasaklama getirmedi. Sadece silahların kullanılmasına tahtı did koydu. Hz.Peygamber (s.a.v.)'in ve ordusunun kullandığı silahları şu şekilde kısımlara ayırabiliriz : [130]
Bunlar, insanı, düşman tarafından gelen saldırılardan ve darbelerden koruyan silahlardır. [131]
Silah darbelerinden korunmak için giyilen demir tel veya levhadan yapılmış savaş giyeceğidir. Bunu daha ziyade ordu komutanları giydiği gibi, maddî durumu yerinde olan askerlerin de giydiğini görmekteyiz . Hz.Peygamber (s.a.v.), ilk katıldığı savaşta, yani Bedir'de zırhını giymişti. Uhud'da , Mekke fethinde zırhlı olduğuna dair kesin rivayetler vardır. Hayatında yedi tane zırha sahipti. Bu zırhlaun hepsi demirdendi. O zaman Araplar deriden yapılmış zırhlar da kullanırlardı.
Hz.Peygamber (s.a.v.)'in ordusunda imkânı olanların zırh giydiğini,[132] bazen de O'nun borç olarak aldığı silahlar içerisinde zırhın da olduğunu[133] görmekteyiz. Mekke fethinden sonra gidilen Hüneyn savaşı için Safvan b. Ümeyye'den yüz tane zırh borç alınmıştı.[134]
Hz.Peygamber (s.a.v.), savaşlara katılırken çok tedbirli davranırdı. Uhud savaşı esnasında iki zırh birden giymişti.[135]
Savaş sırasında, başı kılıç, mızrak, topuz, ok vb. silahların darbelerinden korumak için giyilen çelik başlıktır. Hz.Peygamber (s.a.v.)'in demirden yapılmış Müveşşah denilen bir miğferi vardı ki sarı bakırla kaplanmıştı. Başka bir miğferi de Sebuğ diye adlandırılırdı.[136] Buhârî'de geçen bir rivayette, Mekke fethi esnasında da başında bir miğfer olduğu zikredilmektedir.[137]
Kalkan da koruyucu silahlardandır; savunma aletidir. Ok, mızrak, kılıç gibi silahlardan korunmak için elde taşman bir siperdir. Anladığımız kadariyle zırhı ve miğferi olmayanlar kendilerini kalkan ile koruyorlardı. Uhud savaşında yaralanan Hz.Pey-gamber'in kanlarını yıkamak için Hz.Ali (r.a.) kalkan ile su getiriyor, Hz.Fatıma (r.anha) da yıkıyordu.[138]
Gücü yetenlerin bu üç aleti kullanmaları da mümkindir. O zaman da hareket kabiliyeti kaybolur. Uhud savaşında üst üste iki zırh giyen Hz.Peygamber (s.a.v.), bir taşın üstüne çıkmak istemiş, çıkamamıştı; kendisine Talha b. Ubeydillah yardım etmişti.[139]
Hz.Peygamber'in iki tane kalkanı vardı. Bunlardan birisine Zelûk, diğerine de Fütuk denilirdi. O'na, üzerinde resimler bulunan bir kalkamn hediye edildiği, onun üzerine elini koyunca o resimleri Allah'ın silip giderdiği de söylenir.[140]
Eski devirlerdeki savaşların vazgeçilmez silahı kılıçtır. Düşmanla karşı karşıya ve göğüs göğüse gelindiği zaman kılıç kullanılır. Hz.Peygamber (s.a.v.)'in dokuz tane kılıcı vardı. Bunların en meşhuru Bedir savaşında ganimet olarak alman Zülfİkâr isimli kılıçtır . Rasûlullah (s.a.v.), bir seferinde Medine'nin etrafında devriye görevine çıkmıştı. Dönüp geldiğinde, boynunda kılıcı asılıydı.[141]
Sahabe, savaş esnasında kılıçlarına çok büyük ihtimam gösterirdi. Kılıçları körelir diye onlarla hiçbir şey kesmezlerdi. Hayvan boğazlamak ve buna benzer işlerde kullanmak üzere yanlarında birer tane bıçak bulundururlardı.[142]
Asr-ı saadette, kılıç insanların devamlı taşıdıkları, harpte ve sulhta yanlarından ayırmadıkları bir alettir. Yolculuk esnasında yanlarında muhakkak bir kılıç taşırlardı.[143] O devirde , " kılıç üzerinde iki isim ( marka ) tercih ediliyordu : Biri Meşrefî ( Suriye mamûlâtı ), diğeri Mühenned (Hind mamûlâtı) dır ."[144]
Ok, kılıca nazaran tesir sahası biraz daha geniş olan, fakat kılıç kadar kesin netice alamayan bir silahtır. Ok uzun menzilli bir silah olduğu için, düşman birliklerinin önünü kesmek v6 onları geri dönmeye mecbur etmek için kullanılırdı. Ordu içerisinde okçu birlikleri tanzim edilir ve onlar önceden tesbit edilen yerlere yerleştirilirdi.[145]
Ok silahının iyi kullanılması, tam yerinde değerlendirilmesi gerekir. Ok çantasmdaki oklar bitince eldeki yay bir işe yaramaz. Ok atan insamn keskin nişancı olması lazım gelir. Hz.Peygamber (s.a.v.), keskin bir nişancı olan Sa'd b. Ebi Vakkas'a, Uhud günü, ok veriyor ve:
" Ey Sa'd, anam babam sana feda olsun, düşmana ok at " diyordu.[146]
Ok silahının iyi kullanılması ve zayi edilmemesi konusunda da Hz.Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
" Düşman, ok menziline girdiğinde ok atmaya devam ediniz."[147]
Ebû Talha (r.a.) da, Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a.) gibi iyi bir ok atıcıydı. Uhud savaşında Hz.Peygamber (s.a.v.), kalkanı ile Ebû Talha'yı korumuş, o da iki elini kullanarak ok atmaya devam ediyordu. Hz.Peygamber (s.a.v.) elinde kalkan olduğu halde yukarıya yükselir, okun düştüğü yere bakardı.[148]
Uzun ve sırık gövdeli, demir uçlu, ucu sivri ve batıcı bir silahtır. Düşmanı yakalamak, öldürmek ve defetmek için kullanılır. Küçüğüne kargı denir. Hz.Peygamber (s.a.v.), hayatta beş adet mızrak ile birkaç aded de kargıya sahipti.[149]" el-Anze " denilen bir kargısı vardı ki bayramlarda onunla yürür, namaz kılarken onu sütre olarak önüne diker, bazen de ona dayanarak yürürdü.[150]
Hayber'in fethi sırasında Yahudiler müslümanlara karşı mancınık kullandılar. O zaman müslümanlar mancınık kullanmayı bilmiyorlardı; aletleri de yoktu. Bu sebepten dolayı Hayber'in fethi biraz zaman almıştı, en muhkem kalelerden birisini fethetmekle görevlendirilen Hz.Ali (r.a.), mancınıkla kendisine atılan taşlardan korunmak için kale kapısını sökmüş ve kalkan olarak kullanmıştı.[151]
Hz.Peygamber de mancınığı ilk önce Taif kuşatmasında kullandı. İbn Hişâm şöyle der :" Kendisine güvendiğim biri, İslâm'da ilk defa mancınık kullanan kimsenin Resulullah (s.a.v.) olduğunu bana haber verdi.[152] Vâkıdî de şunları nakleder : " Taif kuşatmasında, Rasûlullah (s.a.v.), ashabı ile istişare etti. Bu istişarede Sel-man (r.a.), Taif surlarına mancınık ile saldınlmasım teklif etti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) de, Selman'a mancınık yapmasını emretti, o da yaptı."[153] İbn Sa'd ise, Tufeyl b. Amr ed-Devsî tarafından getirildiğini zikretmektedir . isimler hakkında münakaşa olsa bile, mancınık kullanıldığı hadisesi sabittir. İsimler hakkındaki ihtilafî da, birinin mancınığı hazırlayıp getirdiği, diğerinin de yerine yerleştirdiği şeklinde telif etmek mümkündür. Hz.Peygamber (s.a.v.), bu muhasarada bir veya iki mancınığa sahip bulunuyordu. Hamidullah Hoca da bunların, bir önceki yıl Hayber savaşında ganimet olarak elde edilen savaş silahları olduğunu zikreder.[154]
Yeri gelince işaret edeceğimiz gibi, îslâm ordusu Taif muhasarasında, debbâbe, debbûr, ve arrâde denilen zırhlı arabalar da kullanmıştır.[155]
Allah Teala bir ayeti kerimede şöyle buyurur : "Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve Cilıâd için bağlanıp beslenen atlar ( savaş araçları ve her türlü savaş malzemesi) hazırlayın. Bununla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size ödenir, hiç haksızlığa uğratılmazsınız."[156]
Bu ayeti kerime, Rasûlullah (s.a.v.)'ın ve dolayısiyle müslü-manların devamlı savaşa hazır vaziyette bulunmalarını emretmektedir. Bu hazırlığın, asker, araç ve gereç bakımından mükemmel olması gerekmektedir. Hz.Peygamber (s.a.v.) Medine'ye hicret edip devletini kurduktan sonra, bu hazırlıktan bir an için geri durmamıştır. Ordunun silah bakımından güçlü olmasını hedefleyen Hz.Peygamber (s.a.v.) şu yollarla orduya silah, araç, gereç ve teçhizat temin etmiştir. [157]
Hz.Peygamber (s.a.v.), müslümanları cihada teşvik etmiş, Cihâdın can ve mal ile olduğunu beyan ederek silahı olmayanların teçhiz edilmesini istemiştir.[158] Bu konuda zenginler yarışa girmişler ve islâm ordusunu güçleri yettiği kadar silahlandırmışlardır.[159]
Bedir savaşı ile başlayan zafer silsilesi, müslümanların silah ihtiyacını karşıladı. Bilhassa Bedir,[160] Hayber[161] ve Huneyn[162] savaşlarında fazlaca silah ganimet olarak alındı. [163]
Hz.Peygamber (s.a.v.) devlet bütçesini çok ölçülü kullanır, durum elverdiği zaman savaş hazırlığı olarak orduya silah ve at alırdı.[164]
Mekke fethinden sonra Huneyn savaşırla gidilirken, Mekkeli zengin Safvan b. Ümeyye'den borç olarak silah alınmıştır.[165]
Binek hayvanları, ordunun sürat ve intikalini kolaylaştırır. Hele bilhassa Mekke fethi, Mu'te savaşı, Tebük seferi gibi Medine'den uzakta cereyan eden savaşlara gitmek için binek hayvanı çok elzemdi. Binek hayvanına sahip olanlar fazlaca yorulmaya-caklan için, savaşta daha başarılı olurlardı. Piyadelerle süvarileri ganimet taksiminde de eşit tutmazlardı. Hz.Peygamber (s.a.v.) atlara ve ağır yük hayvanlarına ganimet mallarından pay verirdi.[166]
Hz.Peygamber (s.a.v.)'in savaşlarında, binek hayvanı olaral. daha çok at ve deve kullanılmıştır. Kendisi de ata binme konusunda mahirdi; çıplak ata bile binerdi.[167]
Yukarıda geçen ayetin emri mucibince, Hz.Peygamber (s.a.v.), savaş için binek hayvanları hazır bulundururdu. Sahabeyi de bu konuda teşvik ederdi.[168] Devlet bütçesinden at satın alır, savaş için hazırlardı.[169] Savaşlarda ganimet olarak alınan develeri askere taksim eder , ordunun binek hayvan ihtiyacını bu şekilde de temin ederdi.
Hz.Peygamber (s.a.v.), bir devlet başkam ve ordu komutanı olarak birkaç tane at, deve ve katır sahibiydi. Adbâ isimli devesi koşuda ve seferde devamlı önde giderdi.[170]
Hz.Peygamber (s.a.v.), savaşa iştirak edecek olan binek hayvanlarını zaman zaman yarıştırır, onları zinde tutardı. Abdullah b. Ömer (r.a.) bu yarışların Seniyyetü'1-Veda ile Benu Zurayk mescidi arasında yapıldığını rivayet etmektedir.[171]
Bir ordunun savaşta başarılı olması, talim ve eğitim derecesi ile doğru orantılıdır. Bu sebepten dolayı bugünkü düzenli ordularda askere devamlı eğitim yaptırılmaktadır.
Hz.Peygamber (s.a.v.)'in zamanında, savaşlara katılan ashab-ı kiram bu eğitimi teorik olarak değil de pratik olarak görürdü. Yani işi tatbikatıyla beraber öğreniyordu. Çünkü onlar Medine'de pek az kalıyorlardı; ya bir seriyye içerisinde hareket halinde veya bizzat Peygamber (s.a.v.)'in komuta ettiği bir ordu içinde savaşta bulunuyorlardı. Böylece de iyi bir savaş eğitimi görmüş oluyorlardı. Hz.Peygamber (s.a.v.)'in bu konudaki eğitimini şu şekilde maddeleştirebiliriz : [172]
Hz.Peygamber (s.a.v.), ashabını sadece savaş için değil, bütün bir hayat için hazırlıyor ve yetiştiriyordu. Kendilerine her türlü eğitimi teorik ve pratik olarak veriyordu.
Düşmana karşı bir hazırlık gösterisi olduğu için Habeşlilerin, Medine mescidinin içinde kılıç kalkan oynamalarına müsaade etmiştir. Oyunculara müdahale etmek isteyen Hz. Ömer (r.a.)'e de ;
" Ya Ömer, onları serbest bırak "buyurmuştur.[173]
Hz.Peygamber (s.a.v.), sahabeyi bazen ok atma yansı, bazen de koşu ile yarıştırırdı.
Seleme b. el-Ekva (r.a.) dan ;
Bir kere Eşlem oğullarından bir cemaat ok-atma talimi ve yarışı yaparlarken Peygamber (s.a.v.) yanlarına uğradı da:
"Ey İsmail (Peygamber)'in oğulları, ok atınız; çünkü sizin (o büyük ) babanız usta bir atıcıydı. Siz de atınız. (Bu yarışta) Ben fulan oğulları ile beraberim ".
Ravi Seleme dedi ki :" (Hz.Peygamber böyle deyince ) o iki fırkanın biri (yani karşı taraf) ellerini atıştan çektiler (ok atmadılar).
Bunun üzerine Rasûîullah (s.a.v.):
" Size ne oldu ki atmıyorsunuz " diye sordu.
Onlar da :
" Sen onlarla ( yani Mihcen oğulları ile ) beraberken biz nasıl atarız " diye cevap verdiler.
Hz.Peygamber (s.a.v.):
"Haydi atın, ben sizin hepinizle beraberim "buyurdu [174]ve böylece onları ok atmaya ve yarışmaya teşvik etti.
" Gerek süvarilerin ve gerekse bineklerinin istifade sağlamaları için sık sık at yarışları tertipleniyor ve bu yarışlara katılanlara Hz.Peygamber bizzat mükâfatlar dağıtıyordu. Bugün Medine'de bulunan Mescidu s-Sıbâk ( Yarış Camii) Hz.Peygamber'in bu yarışlar esnasında oturduğu yeri işaret edip yâdetmektedir. O, atma ve nişan alma talimlerine büyük bir önem atfediyordu. Taş atmak suretiyle hedefe nişan alma, güreş ve benzeri dallardaki şâir talimler, siyer yazarları tarafından nakledilmiş bulunuyor. Yüzme dahi pek fazla tavsiye edilmiş talimlerdendir ki Hz.Resu-lullah, bizzat kendisi yüzmeyi öğrenmiş bulunuyordu."[175]
Hz.Peygamber (s.a.v.) kendi ordusunu sulh zamanından daha ziyade savaş zamanı eğitirdi. Zaten eğitimin en güzeli de budur. Onların yürüyüşünden tutun da, ok atmalarına kadar her şeyi öğretirdi.[176] Her seriyyeye ayrı komutan tayin eder, onların tecrübelerini geliştirirdi. Böylece tecrübeli ve olgun komutanların, pratik bilgiye sahip, idmanlı askerin sayısı gün geçtikçe çoğalmış olurdu.[177]
Hz.Peygamber (s.a.v.)'in savaş esnasında askerini eğitmesi, onlara taktik ve komut vermesi ile iç içedir. Yani hem komut veriyor, hem eğitiyor;hem taktik veriyor, hem eğitiyordu. Her savaştan önce onlara hitab ederek yol gösterirdi.
Bedir savaşından Önce ordusuna şöyle hitab etmişti: " Hatlannızı bırakıp ayrılmayınız, hiçbir yere kımıldamayıp yerlerinizde kalınız. Ben emir vermedikçe savaşa başlamayınız. Oklarınızı, düşman size yaklaşmadan kullanıp israf etmeyiniz, düşman kalkanını açtığı zaman okunuzu atınız. Düşman iyice yaklaşınca elinizle taş atınız. Dalıa da yaklaşırsa mızrak ve kargılarınızı kullanınız. Kılıç en sonra, düşman ile göğüs göğüse gelindiği vakit kullanılacaktır."[178]
Uhud savaşında Ayneyn geçidine yerleştirdiği okçulara şöyle emir verdi: "Arkamızı kollayın, düşmanın bizi arkadan vurmasından korkuyorum. Bulunduğunuz yerden asla ayrılmayın. Öldürüldüğümüzü görseniz dahî yardıma koşmayın ve bizi müdafaa etmeye kalkışmayın. Göreviniz düşman süvarilerini oklarla savmanızdır. Çünkü atlar gelen oklardan ürker ve yanaşmaz."[179]
Mekke fethi öncesi, yine ordusunu düzene sokuyor, yürüyüş kollarına ayırıyor, düşmanı dehşete düşüren bir eda ile şehre girmelerini ve kan dökmemelerini emrediyor, bu konuda onları eğitiyordu.[180]
O'nun savaşları, aynı zamanda sahabe için bir eğitim alanıydı. O savaşlarda eğitim ve talim gören bu mücahid insanlar, komutanlarından Öğrendikleriyle, O'nun yolunu takib ederek islâm'ı etrafa yaydılar. [181]
Yeni kurulan islâm Devleti pek zengin sayılmazdı; çünkü yeni kuruluş halindeydi. Giderin pek fazla olmasına rağmen gelir azdı. insanlar her istediklerini yiyemiyorlardı. Devlet başkanı olan Hz.Peygamber (s.a.v.) de öyleydi. Yiyecek konusunda sıkıntı içindeydiler. O'nun ve ashabının çektiği sıkıntılar, başkalarının ihtiyacını, Öncelikle karşılamak istemelerinden dolayıdır.[182]
ilk savaşlarda veya yiyeceklerinin bittiği savaşlarda ağaç yaprakları bile yediklerini Sa'd b. Ebi Vakkas şöyle anlatıyor:
" Ben, Allah yolunda ok atmış olan mücahidlerin ilkiyim. Biz Hz.Peygamber (s.a.v.) le beraber savaşıyorduk, yanımızda yiyecek olarak ağaç yaprağından başka bir şey de yoktu. Hatta bizlerden herbirimiz, ihtiyacım giderirken, devenin veya koyunun çıkardığı gibi kuru dışkı çıkarırdı; bu dışkı katılığından dolayı birbirine karışmazdı.[183]
Savaşta böyle sıkıntılar olur. Bu gibi açlıkların bugünkü savaşlai'da bile olması ihtimal dahilindedir. Savaşın bizatihi kendisinde bu zorluklar vardır, işte bunu bilen ve askerin yiyecek konusunu garantiye almak isteyen Hz.Peygamber (s.a.v.), şu usullerle askerin yiyeceğim temin ederdi: [184]
Kaynaklarda geçen bilgilere göre, Hz.Peygamber (s.a.v.)'in ordusu Medine'den hareket etmezden önce yiyeceklerini de alıyorlardı.[185] Alınan yiyecekler, uzun zaman bozulmayacak cinsten olanlardı. Daha ziyade kurutulmuş et,[186] hurma, yağ[187] ve kavrulmuş un[188] alırlardı. Beraberlerinde tencerelerini[189] de alır, yol boyunca sıcak çorba içme imkânına sahip olurlardı. Buharî'de [190]geçen birkaç rivayette, sefer ve savaş esnasında tencerelerinin altındaki ateşlerden sözedilmektedir.
Medine'den götürülen yiyeceklerin ve tencere gibi aletlerin, bilhassa Hz.Peygamber (s.a.v.)'e ait olanlarının yük develerine yüklenildiği de ayrı bir hadisedir.[191]
Yolda giderken, savaş esnasında veya dönerken yiyeceği bitenlerin bizzat Hz.Peygamber (s.a.v.)'e başvurduklarını ve O'nun da bu kişilere çeşitli yollarla yiyecek temin ettiğini görmekteyiz.[192] Ya ordudaki mevcut erzakı bir yere toplar ortadan böler[193] veya kendisinde mevcut olandan verirdi.[194]
Müslümanlar savaşlarda yiyecek maddesi olarak bal, üzüm. gibi şeyler ele geçirirler ve onları yerlerdi; ganimet malının içine katmazlardı.[195]
Abdullah b. Ömer şöyle der :
" Rasûlullah (s.a.v.) zamanında, îslâm ordusu bir savaşta bal ve yiyecek ganimeti ele geçirdi. Onlardan beşte bir alınmadı."[196] Yani, asker elde edilen o yiyecekleri yediler.
Ibn ebi Evfa (r.a.)'ya : "
" Rasûlullah (s.a.v.) zamanında, ganimet olarak elde ettiğiniz yiyecekleri beşte bire dahil eder miydiniz ?" diye soruldu da, O:
" Hayber savaşında ganimet olarak yiyecek ele geçirdik. Asker gelir ve ondan kendine yetecek kadar alıp giderdi" diye cevap verdi.[197]
Ashaptan bazıları derler ki:
" Biz savaştayken cevizleri yerdik de onları bölüşmezdik. Öyle ki bazen evimize heybelerimiz ceviz dolu olarak gelirdik.[198]
Ganimet olarak alman develerden bazıları huysuzluk eder, sürüden kaçardı. Develer taksim edilmeden önce onları kesip etinden yemek yasak olmasına rağmen bu huysuz develerin kesildiğine dair rivayetler vardır.[199]
Askerin yiyeceği bazen, tamamen bitecek duruma gelirdi.[200] Bu gibi durumlarda binek hayvanı olarak kullandıkları develerini kesmek için Hz.Peygamber (s.a.v.)'den izin isterlerdi. Bir defasında Hz.Peygamber (s.a.v.) izin vermiş, fakat Hz.Ömer (r.a.)'in :
" Ya Rasulallah, bunların develeri gittikten sonra, bunların hiçbiri (sağ) kalmaz" demesi üzerine, Hz.Peygamber (s.a.v.) verdiği izni geri aldı.[201]
Böylesi durumlarda, Sahabe-i kiram, avlanmak suretiyle yiyecek ihtiyaçlarını karşılarlardı. Daha ziyade tavşan[202] ve (haram kılınmazdan Önce) yaban eşeği[203] avlarlardı. Eğer deniz kenarında veya balığın bulunabileceği yerlerde iseler balıktan istifade ederlerdi. Bu konuda Cabir b. Abdillah (r.a.)'dan şöyle bir rivayet vardır :
" Rasûlullah (s.a.v.), deniz sahili tarafına bir askeri birlik gönderdi. Bu birlik üzerine Ebû Ubeyde b. el-Cerrah'ı (r.a.) komutan olarak tayin etti. Bu birlik üçyüz neferden ibaretti; ben de bunların içindeydim. Nihayet yola çıktık. Yolun bir kısmını katettikten sonra azığımız tükendi. Bunun üzerine Ebû Ubeyde bu askeri birliğin mücahidlerine, yanlarındaki azıklarını getirmelerini emretti. Getirilen erzakı bir yere topladı. Toplanan erzak iki dağarcık hurmadan ibaretti.
Komutan Ebû Ubeyde, bu hurmalardan hergün azar azar vererek bizi geçindiriyordu. Nihayet bu da tükenmek üzereydi. Artık bizlerin payına hergün ancak birer hurma düşüyordu.
(Cabir (r.a.) bu vakayı anlatırken, Cabir'in ravisi ( Vehb b. Keysan): " Günde bir hurma yetmez " dedim.
Cabir :
" (Sen ne diyorsun) Bu bir hurma da tükenince, vallahi, onun yokluğunun acısını da tattık " dedi ve şöyle devam etti:
"- Sonra deniz sahiline ulaştık. Bir de gördük ki, deniz sahilinde küçük dağ gibi bir balık bulunuyor, işte bu askeri birlik onsekiz gece bu balığın etinden yediler. Sonra Ebû Ubeyde, bu balığın kaburgalarından ikisinin dikilmesini emretti, iki kaburga kemiği dikildi. Sonra bir devenin hazırlanmasını emretti ve deve hazırlandı. Daha sonra bu deveye binen süvari, bu iki kemiğin altından geçti, fakat onlara dokunmadı.[204]
Bazen de, sefer halinde olanlar yiyeceklerini bitirince Hz.Peygamber (s.a.v.), onlara koyun satın alır ve onun etini yedi-rirdi. Böyle bir hadiseyi de Abdurrahman b. Ebî Bekr (r.a.) anlatıyor. Uzun olan anlatımı şu şekilde özetleyebiliriz:
Yüz otuz kişilik bir askeri birlikle Medine'den çıkan Hz.Peygamber (s.a.v.), yiyeceği biten askerlerine bir koyun satın aldı. Rasûlullah (s.a.v.) Önce koyunun karaciğerinin pişirilmesini emretti. Herkese bir parça kesip verdi. Daha sonra etini pişirdiler. etini de yediler; herkes doydu. Bir kap yemek de arttı. Bu artığı da deveye yüklediler.[205]
Yiyeceği biten ve çaresiz kalan sahabe-i kiram, bazen, çevredeki meskun mahallere müracaat ederek misafir edilmelerini de istemişlerdir.[206]
İslâm öncesi Mekke şehir devletinde, liva ( bayraktarlık ) ve râye ( sancaktarlık ) vazifesi vardı. Liva, Abduddar oğullarında, râye ise Umeyye oğullan nezdinde saklanıyordu. Kureyşlilerin el-Ukâb ( kelime manası karakuş ve kartal) adında bir sancakları vardı. Bu, savaş sırasında dışarı çıkarılır, bir bayraktar seçilirse o taşır, seçilmezse onu saklamakla görevlendirilen kişi taşırdı.[207] Liva ve râye kelimeleri arasındaki farkı kaynaklar pek fazla zikretmemektedirler. Bu konuda derin bir araştırma yapan Mu-hammed Hamidullah şu kanaate varmıştır :
" Meselenin çözüm yolu olarak şunu düşünüyoruz : Liva, müşrik Mekke'de düşmana karşı hücum ve çarpışma esnasında ordunun en kahraman ve yiğitleri tarafından taşman umumiyetle askeri sancaktır. Râye ise kumandanın alâmet veya timsâli olan bir bayraktır. Bu iki kelime bazen eşanlamlı olarak da kullanılmıştır. İslâm'da ise bu zıt anlama bürünmüştür "[208]
" Kelime aslı bakımından liva," sarılıp dürülen şey " e işaret eder ki, teşhire ihtiyaç duyulmadığı vakit, raptedilmiş bulunduğu bir nevi mızrağın üzerine sarılıp dürülen kumaş parçası manasınadır. Râye kelimesinin kökü " görmek " tir ki, kendinin veya düşman ordusunun merkezim gösteren şeye işaret eder, yani komutanın itibarî olarak bulunduğu yeri gösterir." Bayrak " kelimesini ifade etmek üzere arapçada eşanlamlı bazı kelimeler de vardır. Fakat Rasûlullah'm hayatıyla ilgili tarihî malumat arasında bu kelimelere rastlayamadık, bu yüzden bunlarla vakit kaybetmek istemiyoruz. Bu arada denilebilir ki," bir bayrak devamlı olarak takılı bulunduğu gönder ( bayrak sopası) üzerine kullanılmadığı zamanlar, sarılıp dürülüyorsa " buna liva denir.
" Her bir kullanılıştan sonra şayet bayrak takılı bulunduğu gönder üzerinden çekilip çıkarılryorsa " bu da râyedir. O devirde bu, sadece devlet başkanı veya ordu kumandanının zevk ve temayülüne kalmış bir husustu; isterse liva, isterse râye açar dikerdi. Pek tabiidir ki bu çeşit " bayrakların en- boy ölçüleri " de Başkumandan veya ona tâbi alt subayların seçimine göre değişmekteydi."[209]
Hz.Peygamber (s.a.v.), hicret yürüyüşü de dahil, katıldığı savaşlarda ve gönderdiği seriyyelerde bayrak ve sancak kullanmıştır.[210] îslâm ordusunun Mekke müşrikleri ile yaptıkları savaşlarda, müşrikler bu konuda eski adetlerini devam ettirmişler, liva ve râyelerini mezkûr ailelere mensup kimselere taşıtmışlardır.[211] Rasûlullah (s.a.v.) de, Mekke oligarşisinin muhtelif kabilelerine mensup müslüman olmuş kimseleri, mensup oldukları aynı kabilelerin Mekke'de esasen sahip olduğu idarî fonksiyonlarını bu defa Medine'deki îslâm Devletinde ifâ etmek üzere tayin ediyordu, islâm ordusunun bayraktarı olarak Abduddârlarm kabilesinden Mus'ab b. Umeyr'in tayin edilmiş olduğunu görmekteyiz.[212] Bu Mus'ab, Bedir ve Uhud savaşlarında bayraktarlık yapmış ve Uhud'da şehid düşmüştü.[213]
Rasûlullah (s.a.v.) Medine'den hareket eden askerî birliklere, bu birliklerin içindeki daha küçük birliklere ayrı ayrı bayraklar verirdi. Muhtemelen Rasûlullah (s.a.v.) kendine ait ve değişmeyen, üzerine kelime-i tevhidin işlenmiş olduğu bir bayrağı vardı. Bu bayrak O'nun katıldığı seferlerde çıkarılırdı.[214]
Ayrıca Ensar'ın ve Muhacirlerin bayrakları da ayrı ayrı olurdu. Bunları Hz.Peygamber (s.a.v.) her savaşda ayrı bir şahsa verir ve taşıttırırdı.[215]
Ordunun her türlü hazırlığı tamam olduktan sonra Medine'den hareket ederdi. Hareket etmezden önce ve hareket esnasında Hz.Peygamber (s.a.v.) şunları yapardı : [216]
Savaşa çıkacak olan askeri birlik hazırlanmış bir vaziyette Devlet başkanının önünde saf bağlardı. O da onları tek tek kontrol ederdi.[217] Savaşa katılmasına karar verdiklerinden, firar etmiye-ceklerine dair bey'at alırdı; bazen de ölüm üzerine bey'at alırdı.[218]
Hz.Peygamber (s.a.v.)'in hayatında bey'at, mühim bir yer işgal eder. O, bey'atle insanlara mes'uliyet duygusunu aşılıyordu. Bey'at, müminler üzerinde bir müeyyide vazifesi görüyordu. Muhatabının durumuna göre bey'at konusunu değiştirirdi, islâm, hicret, cihâd, tevhid akidesi üzerine bey'at aldığı gibi ashabdan bir gruptan da, insanlardan hiçbir şey istememek üzere bey'at almıştı. Öyle oldu ki, ashabdan birinin elinden kamçısı düşünce hayvanından inip bizzat alır da, yayalardan kimseye-onu bana verin demezlerdi.[219]
Hz.Peygamber (s.a.v.) savaştan dönünceye kadar islâm Devletinin icraatı aksamasın diye kendi yerine bir vekil tayin ederdi. Bu zat Devlet Başkanının vekili sıfatıyla ve onun adına iş görürdü. Vekil bırakma işi, sadece savaşlarda değil, Hz.Peygamber'in Medine'yi terkettiği sair zamanlarda da olan bir hadisedir.[220]
Ordu hareket etmezden önce, öncü birlikler ve casuslar çıkarılır, çevre hakkında bilgi toplanırdı. Toplanan bilgi komutana ulaştırılır ve ona göre hareket sağlanırdı.[221] Bu birlikler hem bilgi toplarlar, hem de yol emniyetini sağlarlardı.[222]
Hz.Peygamber (s.a.v.), sefere çıkarken gün olarak perşembe gününü tercih eder ve o günde çıkardı.[223] Normal çıkışlarını bu güne denk getirirdi. Ani durumlarda bu gözetilmezdi. Medine'den ayrılırken de günün ilk saatlerinde ayrılırdı.[224] Ayrılırken Medine'de kalanlarla vedalaşırdı. Seriyye gönderirken, askerler O'nunla vedalaşırlardı.[225]
Hareketten önce bütün tedbirler alınıp, günü de gelince ordu yola koyulurdu. Hz.Peygamber (s.a.v.), sefer esnasmda her zaman önde gitmez, çoğu kere ordunun arkasına doğru geriler, zayıfları ilerletir, kafileden kopup kalanları bineğinin terkisine alırdı. Yolculuk esnasında ashabına karşı çok şefkatli davranırdı.[226]
Asker için en acil ihtiyaç sudur. Hz.Peygamber (s.a.v.) de, orduyu su yakınlarına konaklatırdı. Bu konuda sahabe-i kiramın ileri sürdükleri fikirleri değerlendirir ve kabul ederdi. Bedir savaşında [227]ve Hudeybiye seferinde [228]böyle olmuştur. Savaş meydanında stratejik üstünlüğü elde etmek için uygun yerleri seçerler ve askeri oraya yerleştirirlerdi.[229] Ordu bir yere konaklayınca öylesine birbirlerine sokulurlardı ki, üstlerine bir örtü örtülse hepsini kaplardı.[230] Etrafa gözcüler ve nöbetçiler çıkarılır, bilhassa gece nöbetlerine Özel bir ehemmiyet verilirdi.[231]
Hicrî Yıl |
Sefer |
Düşman Güçleri |
İslâm Gücü |
||
Sayı |
Ölen |
Sayı |
Şehit |
||
2 |
Kurz tarafından Medine'ye baskın verilişi |
|
0 |
0 |
0 |
2 |
Nahle mukabelesi |
4(?) |
1 |
9 |
0 |
2 |
Bedir |
950 |
70 |
313 |
14 |
2 |
Ebu Sufyan tarafından Medine'ye baskın verilişi |
200 |
0 |
0 |
2 |
3 |
Karade mukabelesi |
7 |
0 |
- ıoo |
0 |
3 |
Uhud |
3000 |
22 |
700 |
70 |
5 |
Benu'l-Mustalik |
200 (?) |
10 |
30(?) |
1 |
5 |
Hendek |
12000 |
8 |
3000 |
6 |
7 |
Hayber |
20000 |
93 |
1500 |
15 |
8 |
Mute |
100000 |
? |
3000 |
13 |
8 |
Mekke'nin Fethi |
? |
13 |
10000 |
3 |
8 |
Hu ney n |
? |
7 |
12000 |
4 |
8 |
Taif Muhasarası |
? |
7 |
12000 |
12 |
"Hz. Peygamber (s.a.v.)'in zamanındaki fütuhatın sür'atine mukabil bu savaşlarda nisbeten çok az insan kam akmıştır. Bunun tarihte misli yoktur; Hz. Peygamber (s.a.v.)'in siyasî hayatı evvela küçük bir şehir. Devletinde yani Medine'nin bir kısmında başlamıştır. Bu şehir devlet, bütün Arabistan yarımadasını enine boyuna kaplamış sonu gelmeyen ihtilaflar, kan davaları ve anarşi ile kuşatılmıştı. On yıla varmadan, evvelce küçük bir kasaba olan Medine, bir devletin başşehri oldu ki bu devletin kapladığı saha, Rusya hariç Avrupa büyüklüğündeydi ve bir buçuk milyon kilometre kareden fazla tutan bu diyarda bir sulh ve sükun nizamı tesis edilmişti. Ortaya çıkan bu mucizede istihbarat servisinin hissesi asla küçümsenemez. Hz. Peygamber (s.a.v.) tatbik ettiği yüksek sevkulceyş ile düşmana galebe etmesi yanında, bir düşman hakkında bilinmesi gerekli bütün esaslı malumatı elde etmesi sayesindedir ki onları gafil avlamıştır."[232] Muhaberesiz muharebe olmaz kaidesine göre en güzel hareket eden Hz. Peygamber (s.a.v.)'dir. O, bu işe Mekke döneminde gereken ehemmiyeti vermiş, hicret esnasında istihbarattan istifade etmiş, devletini kurduktan sonra da bu servisi daha çok geliştirmiştir. Biz bu konuyu iki ana başlık altında inceleyeceğiz. [233]
Mekke'de müslümanlar cemaat halinde yaşıyorlardı. Müşriklere karşı koyacak güçleri yoktu; onlarla çatışmaya niyetli de değillerdi. Kendilerini onların şerrinden korumanın yollarını araştırıyor ve bilhassa ilk zamanlar Hz. Peygamber (s.a.v.) ile görüşmek isteyen yabancılar hakkında araştırma yapıp bilgi topluyorlardı.[234]
Hz. Peygamber (s.a.v.) zaman zaman sahabeye yaptığı tavsiyelerde, müşriklere karşı çok dikkatli davranmalarını, onlara sır sayılabilecek bilgileri kaptırmamalarını tenbih ederdi.[235] Böylece müşriklerin kendileri hakkında yapabilecekleri bilgi toplama işini de Önlemiş olurdu. Müşriklerin dikkatini çekebilecek ve onlar tarafından engellenebilecek işleri gizlilikle yürütürdü. Akabe bey'atleri bu şekilde cereyan etmiştir.[236] Bu bey'atler, cemaatten devlete geçiş olan Hicretin alt yapısını oluşturmuştur. Hatta Mu-hammed Hamidullah: "Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından kurulan ve faaliyete geçirilen islâm devleti, kat'î ve sarih bir surette Hicretten bir ay evvel tesis edilmişti. Bu tarih üçüncü Akabe anlaşmasının (Mat) akdine tesadüf eden tarihdir"[237] demek suretiyle bu bey'atlerin ehemmiyetini vurgulamaktadır.
Üçüncü Akabe bey1 atinden sonra Mekkeliler Hz. Peygamber (s.a.v.)'i öldürmeye karar vermişlerdi. Bu kararı Cebrail (a.s.) O'na haber vermiş O da hicret etmeye karar vermişti.[238] Şehir içinde ve dışında kendisini koruyacak kimseler olmadığı ve yol emniyeti de bulunmadığı için gizlice hicret etmeyi tercih etmişti.[239]
Suikasd haberini öğlen vakti haber alan Hz. Peygamber (s.a.v.), hemen Ebubekr (r.a.)'m evine gitmiş ve beraberce hicret planını yapmışlardır. Bu plana göre, şehrin haricindeki Sevr Mağarasında saklanacaklar, bu arada bir klavuzla anlaşacaklar ve şehirde ortaya çıkacak heyecanın yatışması için bu mağarada üç gün bekleyeceklerdi. Bu günlerde bir haberci Mekke'de olup bitenleri kendilerine rapor edecekti. Bu müddetin sonunda da her zaman kullanılmayan apayrı bir yoldan Medine'ye hareket edeceklerdi.
Böyle bir plan üzerinde karar kılındıktan sonra evine dönen Hz. Peygamber (s.a.v.)burada geç vakte kadar kaldı. Kameri ayların son günleri olduğundan her taraf zifiri bir karanlığa bürünmüştü. Hz. Ali (r.a.)'yi evinde bırakıp kendisi çıktı. Evi kuşatılmış olmasına rağmen düşmanlarına görünmeden ayrılıp gitti.[240]
Hz. Peygamber (s.a.v.)'e suikast haberini ulaştıran Rukayka binti Ebi Sayfî b. Hâşim adlı bir hanımın olduğu rivayetleri de vardır. Bu hanım, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in dedelerinin torunlarından birisi olabilir.O, verdiği haberde, Hz. Peygamber (s.a.v.)in geceleyin yatağında suikasde uğrayacağım bildirmişti.[241]
Biz burada hicreti, tafsilatıyla anlatmayıp bir başka haber alma faaliyetinden söz edeceğiz. Hicretin birinci gününün gecesi Hz. Ebubekr'in oğlu Abdullah gizlice mağaraya geldi. Şehirde cereyan edenleri onlara haber verdi. O gece mağarada kaldı; sabah erkenden ayrıldı. Abdullah'ın bu işle görevlendirilmesinin sebebi, kendisinin çok akıllı, zeki ve güvenilir bir genç olmasından dolayıdır. Hz, Peygamber (s.a.v.) ve Hz. Ebû Bekr (r.a.) mağarada kaldıkları müddetçe, Abdullah bu görevini devanı ettirmiştir,[242] Ayrıca Hz. Ebû Bekr (r.a.)'in azad ettiği Âmir b. Fühcyre [243]çobanlık yapıyordu. O da haber toplama işinde görevlendirilmiştir.[244] Herhalde, bunlann birinden şüphe edilir de müşrikler tarafından yakalanma gibi bir durum meydana gelirse, istihbarat işi aksamasın ve bu işi ikincisi devam ettirsin diye düşünülmüştür.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bu konudaki üstün başarısı, Mekke-lilerin etrafa saldıkları habercilerin hepsinin gayretini boşa çıkarmıştır.[245]
Medine'de islâm Devleti kurulduktan sonra bu devletin korunması, büyütülmesi gerekiyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu konuda çok gayretli davrandı. Kuruluş halinde olan devletin sırlarının düşman eline geçmemesi için hassasiyet gösterdi. Bu konuda sahabesini yetiştirdi. Düşmanın bilgi toplayabileceği kaynakları kapattı. Sahabenin yalnız başına yola çıkmamasını, tek başına seyahat etmemesini tavsiye etti.[246]
Develerin boyunlarına asılan ve çeşitli şekilde sesler çıkaran aletlerin savaşa giderken kesinlikle çıkarılmasını emrederdi.[247] Seferlerinin hedefim gizli tutar,[248] Keşif kollarına düşmana yakalanmamalarını emrederdi.
Bir devlet başkam olarak Hz. Peygamber (s.a.v.), istihbarat ve karşı istihbarat konusunda şu şekilde bir yol takibetmiştir. [249]
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in amcası Abbas, müslümanlığı kabul etmiş fakat hicret etmemişti. Mekke'de kalmasını, Hz. Peygamber (s.a.v.) istemişti. Abbas (r.a.), zengin bir tüccardı. Taif ve Medine gibi şehirlerle devamlı temas halindeydi. Mekke'de ceryan eden hadiseleri Hz. Peygamber (s.a.v.)'e yazıyor ve O'nu her türlü şeyden haberdar ediyordu.[250]
İbn Abdilberr, bu konuda şunları kaydediyor:
"Rasûlullah'm amcası Abbas b. Abdilmuttalib, Hayber fethinden önce müslüman oldu. Müslümanlığını gizliyor ve müşriklerin haberlerini Rasûlullah (s.a.v.)'a yazıyordu. Hz. Peygamber de kendisine "Mekke'de kalman daha hayırlıdır" diye yazdı."[251]
Bedir savaşına sebep olan kervanın hareketini,[252] Uhud savaşından Önce müşriklerin hazırlığını, Hendek Savaşından önce, müşriklerin Medine'yi muhasaraya girişeceklerini ve bu uğurda civar kabilelerle ittifaklar yaptığım[253] öğrenen Hz. Peygamber (s.a.v.)'in elbetteki Mekke içinde bir casusu vardı; işte bu, amcası Abbas'dı.
Hz. Peygamber (s.a.v.), amcası Abbas b. Abdilmuttalib'den başka bir casus daha kullanmıştır. Mekke'de ailesi tarafından eziyet edilen ve evde kalmaya mahkum edilmiş iki müslüman genç vardı. Hicrî üçüncü yılda Peygamber (s.a.v.) Mekke'ye gönderdiği bir casusuna;
"Melikeye, git, orada filan adında, gizlice îslâm'a girmiş, samimi müslüman olan bir kuyumcu vardır. Onu bul, gör. Kendini onun evinde saklarsın. Bu arada mahpuslarla teması sağlamaya çalış." şeklinde bir talimat vermiştir. Mekke'ye giden casus bu talimata göre hareket etmiş Ve kendisine havale edilen işi başarmış-
tır."[254]
Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine islâm Devletini kurduktan sonra, etrafa küçük çapta askerî birlikler çıkardı. Bu birlikler, düşmana göz dağı vermek müslümanlarm gücünü göstermek ve bilgi toplamak maksatları ile çalışırlardı.[255] Hz. Peygamber (s.a.v.), bu vesile ile kendi askerlerini de yetiştirmiş oluyordu. Böyle bir keşif kolu komutanına yazılı bir emirname verip: "bu mektubu, ancak şu yere ulaştığın zaman aç ve oku" diye emrederdi.[256] Komutanda o yere ulaşınca mektubu açıp maiyetindekilere karşı okur, böylece Hz. Peygamberin yazılı emrini onlara tebliğ ederdi. Haber toplamak maksadıyla çıkarılan keşif kolları on kişiden fazla olmazdı; başlarına bir komutan tayin edilirdi.[257] Düşmana gözdağı verecek seriyyeler ise kalabalık olabilirlerdi. Bilgi toplamak için çıkarılan keşif kollarının mevcudunun az olması, hareket kabiliyetlerinin süratli olması içindir.[258]
Hz. Peygamber (s.a.v.), hazar ve sefer zamanlarında düşmanlarını takip ettirmiş, onların durumları hakkında bilgi toplamış-
tır. Bunun için de bir veya iki kişiden müteşekkil casuslar kullanmıştır.
Müslim, Enes (r.a.)dan şu hadisi tahric eder:
"Rasûlullah (s.a.v.), Ebû Sûfyanin kervanının ne yaptığını öğrenmesi için Bûseybese'yi casus olarak gönderdi."[259]
Adı geçen Besbes, ism-i tasgir kalıbıyla Büseybese, Besber ve Besbese olarak üç şekilde telâfuz edilmekteydi.[260]
Ibn Hacer'in kaydına göre, Hz. Peygamber (s.a.v.) Besbes'i yalnız göndermedi. Adiy b. Ebi'z-Zağbâ el-Cühenî'yi de ona arkadaş etmişti, ikisi, deniz sahiline yakın yere varıncaya kadar gittiler.[261]
Bu iki zat Ebû Süfyan'm kervanım Suriye'den Mekke'ye doğru giderken araştırmakla görevlendirilmişti. Daha öncede, yani kervan Suriye'ye doğru giderken, Hz. Peygamber, kervanın peşine iki tane casus takmıştı. Bu iki zat Talha b. Ubeydillah ve Said b. Zeyd idi.[262] Herhalde, Hz. Peygamber bunlardan gelen haber üzerine, yani kervanın Suriye'den hareket ettiği ve Medine'ye yaklaştığı haberi üzerine ve kervanı yakalamak için Bedir'e doğru hareket etmişti.[263] Bedir savaşının olduğu gün bu iki haberci Medine'ye dönebilmişlerdi. Rasülullah (s.a.v.) onlara Bedir ganimetlerinden paylarım verdi.[264]
Uhud savaşı için düşmanın Medine yakınlarına geldiği anlaşıldığı zaman Hz. Peygamber (s.a.v.), onların izlerini takip etmek üzere iki casus gönderdi. Bunlar, düşmanın Medine yakınlarından geçerek daha ileriye ve kuzeye çıktığım ve şu anda Uhud dağının kuzey batısına düşen el-Ureyd'de karargah kurmuş olduklarını, düşman develerinin buralarda otlamakta oldukları haberini Hz. Peygamber (s.a.v.)'e getirdiler. Bunun üzerine, Hz. Peygamber diğer bir casusunu yola çıkardı. Hubab b. el-Münzir ismindeki bu şahabı, düşman karargahına kadar nüfuz edip onların sayıları hakkında bilgi edindi.[265]
Mustalik oğulları kabilesi reisi Haris b. Dırar'm müslüman-lar aleyhine faaliyet gösterdiği ve Medine'ye karşı bir hücuma geçebileceği haberini alan Rasülullah (s.a.v.), aynı kabileye mensup müslüman bir kişi olan Bureyde b. Huşayb'i istihbarat için oraya gönderdi. Büreyde bütün lüzumlu haberleri toplamıştı. Onun getirdiği bilgilere göre hareket edildi ve yapılan savaşta zafer kazanıldı.[266]
Hendek savaşında müslümanları arkadan vurma planları yapan Kureyza oğullarının ihaneti yeni müslüman olmuş bir casus vasıtasıyla öğrenilmiş ve hemen gerekli tedbirler alınmıştı.[267]
Kureyza oğullarının ihaneti ortaya çıktıktan sonra Hz. Peygamber gece vakti Zübeyr b. cl-Avvam'ı tekrar yeni bir casus olarak gönderdi. Hadiseyi Abdullah b. Zübeyr şöyle anlatıyor:
Hendek savaşında ben, Ebû Selcme'nin oğlu Ömer ile beraber (çocuk olduğumuzdan) kadınların yanında bırakıldım. Birde baktım ki babam Zübeyr, atının üstünde iki veya üç kere Kureyza oğullarına gidip geliyor.
Ben, evimize dönüp geldiğimde babama: — Ey babacığım, ben seni Kureyza oğullan yurduna gidip gelirken gördüm, dedim. Babam, — Ey oğulcuğum, sen beni gördün Öyle mi? dedi. Ben de: —Evet, dedim.
Babam dedi ki:
— Rasülullah (s.a.v.) "Kureyza oğullarına kim gider de onların haberini bana getirir" dedi. Ben de kabul edip gittim. Gelince Rasülullah (s.a.v.) bana babasıyla anasını bir arada zikrederek: "Zübeyr, babam ve anam sana feda olsun" diye buyurdu.[268]
Buhârî'nin naklettiği diğer rivayetlerde de Hz. Peygam-ber(s.a.v.)'in "Her Peygamberin bir havarisi (yardımcısı) vardır; benim havarim de Zübeyr'dir" buyurduğu rivayet edilir.[269]
Hendek Savaşında müslümanlar, Mekke müşriklerinin muhasarası altında kaldılar. Muhasara uzayıp iki taraftan biri kesin netice elde edemeyince Hz. Peygamber düşmanın ne durumda olduğunu öğrenmek için, düşman içine bir casus gönderdi. Bu vazifeyi yerine getiren Huzeyfe b. el-Yeman konuyu şöyle anlatıyor:
"Ahzab savaşında Rasûlullah (s.a.v.) ile beraber bulunuyordum. Bizi şiddetli bir rüzgar ve soğuk yakaladı. Bu arada Rasûlullah (s.a.v.):
"Bana bu kavmin haberini getirecek bir adam yok mu? Allah, kıyamet gününde onu benimle beraber haşredecektir." buyurdu. Biz sustuk. Kendisine bizden hiç kimse cevap vermedi. Sonra tekrar:
"Bize bu kavmin haberini getirecek bir adam yok mu? Allah onu, kıyamet gününde benimle beraber haşr edecektir." buyurdular. Biz yine sustuk. Kendisine bizden hiçbir kimse cevap vermedi. Sonra yine:
"Bize bu kavmin haberini getirecek bir adam yok mu? Allah onu, kıyamet gününde benimle beraber haşr edecektir." buyurdu. Biz yine sustuk. Kendilerine bizden hiçbir kimse cevap vermedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.):
"Kalk ya Huzeyfe, bize bu düşman kavmin haberini getir" buyurdu. Çare bulamadım. Çünkü ismimle beni kalkmaya davet etmişti.
"Git de kavmin haberini bana getir; dikkatli ol, onları aleyhime kışkırtma" diye emir verdi.
Onun yanından kalktığım zaman hamamda yürüyor gibi oldum. Nihayet düşmanlara vardım. Baktım ki, Ebû Süfyan sırtını ateşte ısıtıyor. Hemen yaya bir ok yerleştirdim ve ona atmak istedim. Fakat Rasûlullah (s.a.vjm:
"Onları aleyhime kışkırtma" sözünü hatırladım. Atmış olsaydım onu mutlaka vururdum. Sonra döndüm , ama yine hamamda yürüyor gibiydim. Rasûlullah (s.a.v.)'a geldiğimde, düşmanın haberini kendilerine iletip vazifemi bitirdiğimde üşümeye başladım. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) üzerinde bulunan ve içinde namaz kıldığı bir abanm artan yerini bana örttü. Artık sabah-laymcaya kadar uyudum kaldım. Sabahleyin Rasûlullah (s.a.v.) bana: "Kalk ey uykucu", diye buyurdular.[270]
Bu hadisin muhtevasından ve diğer kaynaklardan [271]öğrendiğimize göre, Huzeyfe'nin casus olarak gönderilmek istendiği vakit gece vaktidir ve hava çok soğuktur. Onun için bu zorlu işe, zor şartlarda hiç kimse talip olmamıştır.
Ibn Hacer, el-îsâbe'de, Ümeyye b. Huveylid'in kısa hikâyesini vererek, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in onu yalnız başına Kureyş'e casus olarak gönderdiğini ve onun şöyle dediğini zikreder: "Hu-beyb'in bağlı olduğu ağacın yanma geldim, gözcülerden korkuyordum, çıktım ve Hubeyb'i çözdüm."[272] "O da yere düştü. Birazcık geri çekildim. Sonra tekrar yanma geldim. Hubeyb'in cesedini göremedim. Sanki onu yer yutmuştu. Bu ana kadar Hubeyb'in cesedi
hiç görülmedi."[273]
Kureyş'in haberlerim araştırmak üzere Mekke'ye gönderilen diğer casuslar da Bişr b. Süfyan el-Utakî[274] ve şehid edilmezden önce Hubeyb b. Adiy el-Ensârîdir.[275]
Hüneyn savaşından 'önce, Hevâzin, Sakif, Nasr, Cüşem ve diğer kabilelerden ileri gelen insanlar, Rasûlullah (s,a,v.)'m islâm' ordusunun durumunu görüşmek üzere toplandıklarında, Rasûlullah (s.a.v.), bunu haber alınca onlara Abdullah b. Ebi Had-red el-Eslemî'yi gönderdi. Ona, halkın arasına girip bilgi edinince ve haberlerini getirinceye kadar orda kalmasını emretti. Ibn Ebi Hadred hemen gitti; aralarına girdi ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'e karşı savaş açma kararlarını duyup öğreninceye kadar içlerinde kaldı. Sonra gelip durumu Rasûlullah (s.a.v.)'a haber verdi.[276]
Bu casusdan ayrı olarak, Hevazin kabilesinin haberlerini toplamak üzere Enes b. Ebî Mersed el-Ganevî gönderildi. Bu şahıs düşman arasında birkaç gün geçirdi; lüzumlu haberleri toplayıp, Rasûlullah (s.a.v.) 'a iletti.[277]
Tehlikenin sezildiği anlarda [278]ve savaş zamanlarında,[279] etrafı gözetlemek için çıkarılan küçük birliklere devriye denilir.
Devriyenin keşif kolundan farkı, dolaştığı sahanın dar olması, o sahada dönüp durması ve aynı yerde o vazifeyi yapan birkaç birliğin daha bulunması gibi farklardır. Devriyeler daha ziyade gece görev yaparlar. Kendi aralarında irtibatı sağlamak için de parolaları vardır.
"Hendek savaşı esnasında karanlık bir gecede devriye gezen ve karşı istikametlerden gelerek karşılaşan Müslüman iki devriye birliği, birbirleriyle çarpıştılar; bu aı^ada açıkça parola kullanılmış, fakat yanlışlık meydana çıkana kadar yaralananlar olmuş, kan dökülmüştü. Vak'a, Hz. Peygamber (s.a.v.) 'e anlatıldığı vakit dedi ki: "Ölen, şehit olarak ölmüştür; yaralananlar, Allah yolunda yaralanmışlardır." Neticede bu vak'a dolayısiyle kimseyi ce-zalandırmamıştır. Tabiatiyle O, bununla, islâm camiası mensuplarını ileride daha dikkatli olmaları için ikaz etmiş olmalıdır."[280]
"Hendek savaşında yiyecek sıkıntısı çeken Mekkelilere Hu-yey b. Ahtab, Hayber'den yirmi deve yükü arpa, hurma ve hurma kabuğu göndermişti. Fakat bunlar, uyanık müslüman devriyelerinin eline düşmüştür. Devriyeler, develeri yükleriyle birlikte, ganimet olarak islâm' ordusu karargâhına ulaştırmışlardır."[281]
Hz. Peygamber (s.a.v.) çıkardığı devriyelerin, karargâhla ve birbirleri ile irtibatlarının kopmamasını emrederdi. Ordunun Medine'den hareketi ve geri dönüşü esnasında çıkardığı, Ön, yan ve arka birliklerin de aynı şeye dikkat etmelerini isterdi.[282]
Bedir savaşı islâm ordusunun ilk savaşı olduğu için, Hz. Peygamber bu savaşta çok titiz davrandı. Yol boyunca devamlı keşif kolları çıkarıyor, bazan da bu vazifeyi bizzat kendisi ifa ediyordu. Ashabtan birkaç kişi ile ordudan ayrılıp, vadiler arasında düşman hakkında bilgi topluyordu.[283] işte bu minval üzre Bedir'e vardılar. Kervan kaçmış kurtulmuş, ama onu kurtarmak için gelen Kureyş ordusu Bedir'e yaklaşmıştı. Müslümanların, durum hakkında hiçbir bilgileri yoktu.
Düşman hakkında bilgiye ihtiyaçları olduğu böyle bir zamanda Hz. Peygamber'in ordusuna mensup birliklerden biri, müşrik ordusuna mensup iki süvariyi yakalayıp esir ettiler. Bu iki süvari su almak için gelmişlerdi. Bunları Hz. Peygamberin huzuruna çıkardıklarında O, namaz kılıyordu. Kendilerini ifadeye tabi tutan müslümanlara karşılık, Kureyş ordusuna su taşıyan askerler olduklarını söylediler.
Müslümanlar :
"Hayır, yalan söylüyorsunuz; siz Ebû Süfyan'm kervanına mensup adamlarsınız" deyip sorgulama esnasında şiddet kullandılar. Onları dayakla söyletmek istediler, onlarsa aynı şeyi söyleme de ısrar ettiler. Sonra tatlı dille sordular, yine aynı şekilde cevap verdiler.[284]
Hz. Peygamber (s.a.v.) namazını bitilince bu işle bizzat ilgilenip onların Ebû Süfyan kervanına mensup şahıslar olmadığını, Mekke'den gelen ordunun süvarileri olduğunu anlayınca, düşman ordusunun kaç kişi olduğunu sordu. Onlar da bunu bilmediklerini söylediler.
Hz. Peygamber (s.a.v.) :
"Günde orduda yemek için kaç deve kesiliyor ? diye sordu.
Onlar da :
-"Bir gün on, bir gün dokuz olmak üzere değişiyor" dediler.
Bunun üzerine Hz. Peygambar (s.a.v.) düşman ordusunun dokuzyüz ile bin kişi arasında olduğunu çıkardı.[285]
H. 6. yılda, Ukkâşe b. Mihsân (r.a.) komutasında, Esed oğulları üzerine kırk kişilik bir seriyye gönderilmişti. Düşman bunu haber almış, bütün ahalisi ve hayvanlanyle birlikte firar etmişti. Komutan, Şucâ b. Vehb'i keşif için gönderdi. Bu da, deve izlerinden düşmanı takibe başladı. Az sonra düşman askerleri ile karşılaşıp onları yakaladılar. Hayvanların yerlerini öğrettikleri takdirde kendilerine birşey yapılmayacağına dair teminat verildi. Onlar da hayvan sürülerinin yerini öğrettiler. Müslümanlar ikiyüz deve ganimet elde ettiler ve vaadleri gereği düşman esirlerini serbest bıraktılar.[286]
Yine aynı senede, Zeyd b. Harise komutasında bir seriyye Sü-leym oğullarına gönderildi. Ele geçirilen bir kadından kabilesinin nerede olduğu öğrenildi. Alınan bilgiye göre hareket edildi ve zafer kazanıldığı gibi ganimet de elde edildi.[287]
Hz. Ali (r.a.)'nin Fedek kabilesine karşı te'dib maksadıya yaptığı seferde, el-Hemec mevkiinde düşmana mensub birisi yakalandı. Kabilesinin nerede olduğunu söylerse kendisine hiçbir şey yapılmayacağına dair teminat verildi. Kabilenin yerini bu şekilde öğrenen seriyye beşyüz deve ve ikibin koyunla keçiyi ganimet olarak alıp Medine'ye döndü.[288]
"Hayber'de mevcut, müteaddit kalelerden birinde bulunan ve bu kalenin kolaylıkla düşmesine yardım eden yeraltı geçidi, Hz. Peygamber (s.a.v.) sayesinde bir düşman şahıstan öğrenilmiştir."[289]
Hayber fethedildikten sonra, Hz. Peygamber (s.a.v.), Hazineye bakan şahıstan, hazinenin kendisine teslim edilmesini istedi. Hazine muhafızı da, hazinede artık hiçbir şey kalmamış olduğunu beyan etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) onu serbest bıraktı. "Şayet bu hususta yalan söylemiş olup da sonradan hazine bulunduğu takdirde bunun cezasını hayatıyla ödeyeceğini" de hatırlattı. Sonradan bir yahudi vasıtasıyla bu hazine muhafızının şüpheli bir tarzda harabeliklerden birine zaman zaman girip çıkmakta olduğu haberini alması üzerine mezkûr yer araştırıldı ve hazine meydana çıkarıldı. Bunun üzerine yahudi muhafızın başı vurulmuş bu muhbir ise mükâfatlandırılmıştır.[290]
Karkaratu'1-Küdr seferinde Hz. Peygamber (s.a.v.), düşman kabileye mensup çobanları yakaladı ve onlardan kabilenin nerede olduğunu öğrendi.[291]
Hz. Peygamber (s.a.v.) istihbarat konusunda üçüncü şahıslardan da istifade etmiştir. Bedir savaşından önce kervan hakkında bilgi toplarken yaşlı bir adama rastlamış ve ondan kervanın nerede bulunduğunu sormuştu. Yaşlı adam da, buna dair bilgisi olduğunu, bunu ancak muhatabının (yani Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kim olduğunu ve nereden geldiğini öğrendikten sonra söyleyebileceğini söyledi. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, nereden geldiğini söyleyeceğine söz vermesi üzerine yaşlı bedevi :
"Aldığım haberlere göre kervan filan filan tarihlerde filan yerlerde görülmüştür. Şayet bu haberi bana veren yalan söylememiş-se şimdi kervanın filan yerde olması gerekir. Aynı zamanda, şunu da öğrendim ki, Muhamnıed'in ordusu şu tarihte şuradan hareket etmiş, şayet bu doğru ise şimdi filan yerde bulunması lazım gelir."
Gerçekten de öyleydi; bu adam doğru söylemekteydi. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu haberleri aldıktan sonra adama :
"Biz su kaynağından, yani Irak'tan geliyoruz" dedi.[292]
Bedir yakınlarına varıldığı zaman Hz. Peygamber, haber toplamak gayesiyle süvariler çıkardı. Bunlardan ikisi Bedir kasabasının içine kadar girdiler. Gayeleri güya içecek su temin etmekti. Burada kuyu başında iki hizmetçi kızın konuşmalarını dinlediler.
Kızlardan biri diğerine şöyle diyordu :
"Yakında kervan geliyor, onlara hizmet edip kazandığım parayla borcumu Ödeyeceğim."
Casuslar bu haberi alır almaz Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yanına geri dönüp, kervanın henüz Bedirden geçmemiş olduğunu haber verdiler.[293]
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, düşman hakkındaki bilgi kaynaklarından birisi de yolcular ve kervanlardı. Medine'ye uğrayan yabancılardan bilgi alırdı. Bir defasında Medine'ye gelen bir ticaret kervanı Enmâr ve Sa'lebe kabilelerinin, müslümanlara karşı savaş için hazırlandığı haberini getirmişti. Bu esnada başka bir savaşa hazırlanan Rasûlullah (s.a.v.) o an için savaştan vazgeçti.[294]
Tebük seferinden önce, Medine'ye gelen Nabâtî kervanları Bizans İmparatoru Heraklius'un islâm' Devletinin arazisini istilâ edeceğine dair haberler getirmişti. Bu haberleri değerlendiren ve tahkik eden Rasûlullah (s.a.v.) Tebük seferine çıkmaya karar verdi.[295]
Gatafan kabilesine karşı girişilen seferde, islâm1 Ordusu müfrezelerinden biri, Salebe kabilesinden birisi ile karşılaştılar. Cebbar ismindeki bu şahısı alıp Hz. Peygamber (s.a.v.)'in huzuruna götürdüler. Bu şahıs da düşman hakkında epeyce malumat verdi. Bu konuşma esnasında kendisi de Isîâm"ı kabul edip müs-lüman oldu.[296]
Savaşta, düşman tarafından bilgi toplamak ne kadar mühim ise, düşmana bilgi kaptırmamak da o kadar mühimdir. Rasûlullah (s.a.v.) kendi hayatında bu konuya çok büyük titizlik göstermiştir. O, üstü" siyaseti ile düşmanın bilgi toplıyabileceği bütün yolları tıkamıştır. Düşman birliklerin Medine'ye yapacağı baskından Önceden haber almasına rağmen, kendi hareket ve baskınlarından düşmanın hiç haberi olmamıştır. Hayber'in fethinde,[297] Mekke'nin fethinde [298]ve diğer savaşlarında düşmanlarım habersiz yakalamıştır. O, bu konuda şöyle hareket ediyordu :. [299]
"Rasûlullah (s.a.v.), gizliliğin bir prensip haline getirilmesini, müslümanlann hareket stratejisini oluşturan ve düşmana yarayabilecek her türlü bilgiden onu mahrum etmek anlayışını askerlerine kazandırmıştır. Gizlilik ve sır saklamak savaş prensiplerinin en önemlilerinden ve zaferin en büyük etkenlerindendir. Müslümanlar bu konuda bütün milletlerden daha evvel bilgi sahibi olmuş ve savaşta bu prensipleri uygulamışlardır."[300]
Ordu, Medine'den çıkarken develerin boyunlarındaki ses çıkaran zilleri söktürmüş,[301] kendi hareketinin istikametini daima gizli tutmuştur.[302] Düşmanın çetin ve yolun uzak olmasından dolayı sadece Tebük seferinde niyyetini açıkça belirtmiştir ki ordu iyice hazırlansın.[303]
Düşman birlikleri, islâm' ordusu hakkında bilgi edinebilmek için çok gayret gösterirlerdi. Hz. Peygamber (s.a.v.) aldığı tedbirlerle onlara bu imkânı vermezdi. Onun aldığı tedbirlerin başında "nöbet" gelirdi. Müslümanlar Mekke'de muhasara altına alınınca nöbet tutmaya alışmışlardı. Şimdi de hazar ve sefer zamanlarında komutanın verdiği direktifler doğrultusunda nöbet vazifesine devam ediyorlardı.[304] Nöbetle beraber, devriye vazifesi gören islam askerleri de düşman müfrezelerini men ediyorlardı. Nöbet tutan ve devriye gezen şahıslara şiar yani parolaları veriliyor ve birlikler arasında irtibat temin ediliyordu.[305]
Genelde Araplar casus gönderme ve bilgi toplama konusunda çok mahirdi. Ebû Süfyan kervanı ile Bedir yakınlarına geldiğinde islam ordusu hakkında bir araştırma yaptı. Bedirliler, kuyudan su almak üzere biraz evvel gelmiş olan iki develi süvari müstesna, hiçbir şey bilmediklerini ve görmediklerini söylediler. Ebû Süfyan, bu süvarilerin gittiği cihete koşarak, develerin ayak izlerini takip edip, henüz yeni edilmiş deve pisliklerini kontrol etti. Pislikten bir parça eline alıp parçaladı, içindeki hurma çekirdeklerim görür görmez, bu develeiin Medine'den geldiklerini anladı. Neticede kervanın yolunu değiştirerek deniz sahilinden gidip kurtuldu.[306]
Böylesine istihbaratçı olan Mekke reislerinin bütün kabiliyeti ve tecrübeleri Hz. Peygamber (s.a.v.)'in üstün siyaseti neticesinde, sonraki senelerde işe yaramaz oldu. [307]
Huneyn'de, Hevazin kabilesi ile savaş esnasında iken bir düşman casusu gelip islâm ordusunun karargâhına girdi. Sahabiler-le oturup konuştu. Sonra devresine binip gitti. Duruma muttali olan Hz. Peygamber (s.a.v.):
"Onu arayıp bulun ve öldürün" emrini verdi.
Sahabeden Seleme b. el-Ekva bu casusun peşine düştü; onu yakalayıp öldürdü.
Hz. Peygamber (s.a.v.) de, casusun devesini ve üzerindeki eşyasını bir atiyye olmak üzere Selemeye verdi.[308]
Hicrî dokuzuncu yılda, Kutbe b. Âmir komutasında Has'am kabilesini te'dib için bir seriyye gönderildi. İslâm' askerleri düşmana mensup bir fert yakaladılar. Kendisinden malumat istendiğinde dilsiz olduğunu ileri sürdü. Bunun üzerine göz hapsine alındı. Bir müddet sonra kendi kabilesi adamlarına tehlikeyi haber vermek için bir sayha kopardı ve akabinde başı uçuruldu.
Mekke fethi için yapılan hazırlığı Hâtıb b. ebî Beltaa (r.a.) bir mektupla müşrik akrabalarına bildirmek istedi. Bu mektubu bir kadının götürmesini temin etmişti. Hz. Peygamber (s.a.v.) Zü-beyr, Mikdad ve Hz. Ali'yi gönderdi ve şöyle buyurdu :
"Gidin, Hah bostanına kadar ilerleyin. Oraya vardığınızda mahfe içinde yolculuk yapan bir kadın bulacaksınız. O kadının yanında bir mektup vardır. Onu kadından alıp getiriniz."
Onlar da gidip kadım yakaladılar ve mektubu alıp getirdiler. Kadın o mektubu saç örgüsünün arasında saklamıştı.
Hz. Ali (r.a.) hadisenin devamını şöyle anlatıyor:
Mektupta "Hâtıb b. Ebi Beltaa'dan Mekke müşriklerinden bir takım insanlara" unvanı yazılı olduğunu ve içinde Rasûlullah (s.a.v.)'ın savaş hazırlığı işlerinin bazısını onlara haber verir olduğunu gördük.
Rasûlullah (s.a.v.):
"Ya Hâtıb, bu ne iştir" diye sordu.
Hâtıb şöyle cevap verdi:
"Ya Rasulallah, benim aleyhime acele etme. Ben Kureyş'e andlaşma ile bağlı bir kişiyim. Fakat ben hiç bir zaman Kureyş'in mahremi ve samimi bir ferdi olmadım. Beraberinizde muhacirlerden şu kadar kimseler vardır ki, bunların Mekke'de ailelerini, mallarım koruyacak bir takım akrabaları vardır. Benim ise hiç kimsem yoktur. Neseb yönünden olan bu boşluğu Mekke'liler arasında minnettarlık kazanarak doldurmak ve bu suretle ailemi himaye etmek istedim. Yoksa dinimden dönmüş olduğum için işlemedim. Ben müslüman olduktan sonra kesin olarak küfre razı olmam" Hatıb'ın bu savunması üzerine Rasûlullah (s.a.v.) orada bulunanlara:
"Yemin olsun ki, Hatıb size karşı doğru söyledi." buyurdu. Fakat bir türlü öfkesi geçmeyen Ömer:
"Ya Rasulallah beni bırak da şu münafığın boynunu vurayım" dedi.
Rasûlullah (s.a.v.)
"Muhakkak ki Hâtıb, Bedir savaşında hazır bulundu. Sen bilir misin, belki Allah Bedir savaşında hazır bulunanların yüksek mücadelelerine şahid olmuştu da: "Ey Bedir askerleri, bundan böyle ne isterseniz yapın, ben sizleri mağfiret-etmişimdir" buyurmuş olabilir." diye buyurdu.[309]
Bu konuyu Mahmud Şît Hattab'ın şu tesbitleriyle noktalıyoruz:
. "Rasûlullah (s.a.v.) bütün savaşlarında ordusunu düşmandan korumuş, düşmanın ordu hakkında bilgi almasını engellemek için her türlü tedbiri almada sonsuz gayret sarfetmiş ve bunun için de "Güvenlik" prensibini uygulamıştır.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in düşmana yaklaşırken veya savaş meydanından geri dönerken önden çıkardığı keşif ve bilgi toplama devriyeleri, orduyu emniyete almak ve düşmanın ani baskınından korunmak içindi. Orduyu beklemek üzere görevlendirdiği koruyucular da düşmanın ani baskınını önlemek için alınan tedbir idi.
Rasûlullah (s.a.v.) değişik metodlarla düşman hakkında bilgi toplama yolunda titizlik gösterdiği gibi, düşmanın islâm' ordusu hakkında bir bilgi edinememesi için son derece dikkat etmiştir.
Ayrıca O, her işinde gizlilik prensibini uygulamıştı. Müslümanlar da düşmana bilgi sızdırmamak için azamî gayret gösteriyorlardı. Rasûlullah'm hayatını dikkatlice tetkik eden biri, O'nun bütün müslümanlann menfaatlerini koruyacak ve kendisini ve toplumu ilgilendirecek her konu hakkında bilgi sahibi olduğunu görecektir.
Rasûlullah (s.a.v.),Mekke fethi için girişilen hazırlıkları Ku-reyş'e bildimıek üzere haber gönderen Hatıb b. Ebi Beltea'mn mektubu hakkında nasıl bilgi edinmişti? Ebû Süfyan'm barışı uzatmak için hemen koşarak geleceğini nasıl anlamıştı? Münafıkların ve yahudilerin her türlü oyun ve tuzaklarını nasıl sezmiş ve bütününü nasıl bertaraf etmişti? Bütün bu oyunları nasıl çıkarmış ve müslümanlann sırlarını nasıl saklayabilmişti?
İşte bütün bu gayretler, islâm ordusunu ve bütün müslüman-ları düşmandan korumak, düşmana bilgi sızmasını önlemek ve her türlü güvenliği sağlamak için olmuştu."[310]
Rasûlullah (s.a.v.) bir komutan için gerekli savaş sanatım en ileri seviyede biliyordu. Bu bilgisini her savaşta uygulama alanına dökmüş ve üstün başarılar sağlamıştır. O'nun bir sanat olarak uyguladığı prensiplerden bazıları şunlardır: [311]
Bu prensipler, komutanın kendi dehası ile keşfettiği ve uyguladığı prensiplerdir. [312]
Resulullah (s.a.v.) her hareketinden Önce, o hareketin varacağı hederi tayin ederdi. Hicret'in hedefi, îslâm' Devletine ulaşmaktı; ulaştı. Anayasanın hedefi düşmanı teke irca etmekti; öyle oldu. Yani İslâm1 Devletinin tek düşmanı Mekke müşrikleriydi.
Bedir'de hedef, kesinlikle kervanı vurmaktı. Ama Allah onların karşısına müşrik ordusunu çıkardı.[313] "Hudeybiye'de savaş yapmadan Kureyş'in maneviyatını kırmak istiyordu. Bu nedenle ihram giymiş ve normal bir süvarinin bulundurması gereken silahı yanına almıştı. Kureyş'in müslümanlar üzerine geldiğini duyunca, bir çatışmaya meydan vermemek için ana yoldan tali yola sapılmasını öngörmüş ve çekip gitmişti. Hudeybiye'ye ulaşıldığında da aynı gayede ısrar etmiş, elçi teatileriyle amacın gerçekleşmesi için zaman kazanmaya çalışmıştır. Bir grup müşrik İslâm' ordugâhına saldırınca, müslümanlar bu saldırganları kıskıvrak yakalamışlar, Rasûlullah ise esirlere hiçbir zarar verdirmeden onları serbest bırakmıştı.
O, ashabın, andlaşmanın bazı maddelerine itiraz etmelerine ve hatta andlaşma yapmanın aleyhinde olmalarına rağmen kesinlikle amacında ısrar etmiş ve Kureyş'le çatışmaya girmemek için gerekli titizliği göstermiştir."[314]
Mekke fethine çıktığında hedefi, kan dökülmeden, çarpışma olmadan şehire girmekti ve nitekim öyle oldu.[315]
Rasûlullah (s.a.v.), gerek askeri, gerek askeri niteliğe sahip olmayan her icraatında başlangıçta bir amaç belirliyor, asla bu amaçtan ayrılmıyordu. Hiç bir zaman da bu hedefini unutmuyordu. [316]
Rasûlullah (s.a.v.) ümmetin menfaatiyle ilgili, gerek askerî, gerekse askerî olmayan konularda Sahabe-i kiramla istişarede bulunurdu. Hudeybiye musalahası hariç bütün savaşlarda sahabe ile istişarede bulunmuş, hatta ileri sürülen görüşler O'nun görüşüne muhalif olsa bile istişare neticesinde verilen karara uymuştur. Gerektiğinde kendi görüşüne muhalif bir görüşü, daha uygun düşüyorsa alıp onunla amel etmekten çekinmemiştir.
Bedir savaşında, ordunun karargâhı ve mevzilenmesi konusunda fikir beyan eden Huhâb b. Müzir'in görüşüne göre amel edildi.[317]
Uhud savaşında kendisi Medine'de kalınmasını daha uygun görüyorken, sahabe'nin çoğunluğu Medine dışına çıkılması taraftarıydı. O da onların görüşü ile amel etti.[318]
Hudeybiye'de onlarla istişare etmeyişine gelince, Rasûlullah (s.a.v.), Islâm"m yayılmasına elverişli istikrar ortamının oluşmasında ısrar ediyordu. Basiretiyle musalahanın, mezkur ortamın tesisi yolunda hayırlı neticeler getireceği kanaatini besliyordu. Oysa ashab peşin bir zafer kazanma emelindeydi.[319]
Hevâzin seferinde azıkları azalan ashaba, develerini kesme izni vermişken Hz. Ömer'in :
"Ya Rasulallah! Develeri gittikten sonra bunların hiç biri sağ kalmaz" diye fikir beyan etmesi üzerine, Rasûlullah O'nun fikrini beğenmiş ve develerin kesilmesi iznini geri almıştır.[320]
islâm' ordusu planlanan hedefe, tayin edilen zamanda varıyordu. Bu hareketiyle de düşmana hazırlanma ve toparlanma fırsatı vermiyordu.[321] Çünkü ordunun hazırlanması, harekete geçmesi ve hedefe varması kısa zamanda oluyordu.
"islâm ordusu, Dümetu'l-Cendel, Tebük, Filistin yakınlarına ve Taife kadar uzandığında, islâm' Devletinin başkenti Medine'den çok uzaklarda olan bütün bu yerlere geceleyin yol alarak varıyordu. Bütün bu yollan da her türlü zorlukla ve zor şartlarda katediyordu. Meselâ Mustalik oğulları gazvesinden geri dönerken hiç ara vermeden ve dinlenmeden otuz saat yol almışlardı.[322]
işte bütün bunlar, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ordusunu harekete geçirirken, günümüzdeki çağdaş bir ordunun sür1 atinde sev-kettiğini gösteriyor. Gece yürüyüşleri, otuz saat süren kesintisiz yolculukları ve uzun mesafeleridinlenmeden kat'etmesi fevkalâde bir eğitimi ve mükemmel bir yeterliliği gösterir."[323]
Hz. Peygamber (s.a.v.), hicret hadisesinde Medine yoluna gir-nıeyip güneye doğru gitmekle müşrikleri yanıltmıştı. Bu manevrası ile müşrikleri üç gün uğraştırdı. Sevr mağarasından ayrıldıktan sonra tuttuğu rehber ile sahil yoluna girip kendisini takip eden müşriklere bir şaşırtma daha verdi.[324]
Rasûlullah (s.a.v.), "Harb, bir kere aldatmadır",[325] buyururken bu hakikate, yani düşmanlara karşı manevra yapmaya dikkat çekiyordu. Bu, O'nun en büyük taktiklerinden birisidir.
Sahabe-i kiramdan Kâ'b b-Malik, Tebük seferinden geri kalışını anlatırken şunları söylüyor :
"Rasûlullah (s.a.v.), bu savaşa gelinceye kadar herhangi bir yere savaş için gittiğinde o yeri söylemez, başka bir yere gider gibi görünürdü. Bu savaşta ise, uzak yere gittiğinden ve bu savaşı şiddetli sıcak mevsimde yaptığından, bir de büyük bir devletin ordusu ile karşılaşmak için gittiğinden, meseleyi açıkladı."[326]
Düşmanı şaşırtmanın en iyi yollarından biri, hatta temeli, sır ve gizliliktir. Bu yolla, düşmanın mukabele edemiyeceği bir durum ortaya çıkarılmış olur.
"Medine müslümanlar açısından emin bir bölge idiyse de; şehirde müslümanlar aleyhine faaliyette bulunan casuslarla dolu olup beşinci kolun her zaman bulunduğu bir yerdi. Bunlar her fırsatta müslümanlarm amaçlarını saptırma emelindeydüer. Başlıca casus şebekeleri ve beşinci kollar, münafıklar, yahudiler ve bir de bedevi araplardan Kureyş adına, Nabtîlerden de Bizans adına casusluk yapan gruplardı. Bunlar her vesileyle, müslümanlar hakkında elde ettikleri bilgileri düşmana aktarıyorlardı. Ama Rasûlullah (s.a.v.), amacım tam anlamıyla gizli tutma konusunda bir hayli titizlik gösteriyordu. Meselâ, bir savaşa çıkma kararı aldığım gösterirken başka bir yere doğru yön değiştiriyor, ajanlar da gerçekleşmeyen savaş haberini düşmana iletmek suretiyle yanılgıya düşmüş oluyorlardı."[327]
Şaşırtma yer, zaman ya da taktik bakımından olmaktadır.
Bunlara değişik misaller vererek Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bu konudaki sanatım göstermek uygun olacaktır.
Yer ve mekân bakımından şaşırtmaya misâl Lihyan oğulları savaşıdır. Rasûlullah (s.a.v.), ilk aşamada, Kureyş ve Lihyan oğullarının haberdar olmaması ve nereye gideceğini anlamamaları için, orduları kuzeye, Şam'a doğru sevketmiş, bu şayia yani müslümanlarm kuzeye doğru yola çıktıkları haberi yayılınca yön değiştirip Lihyan oğullarını beklenmedik anda yakalamıştır."
Rasûlullah (s.a.v.), Hayber savaşının ilk merhalesinde Gata-fan toprağındaki Recî'e doğru harekete geçmişti. Gatafanlılann karargâhına kuvvet göndererek, kendisi asıl kuvvetlerle Hay-ber'e yönelmişti. Bu şaşırtma ile, Gatafanlılar saldırının kendilerine, Hayberliler ise saldırının Hayber'e karşı başlatıldığı yanılgısına düşmüş, her iki taraf da şaşkınlığa uğramaları sonucu aralarında işbirliği yapma yoluna gidememişlerdi. Bu da mekân bakımından bir şaşırtmadır. Böyle bir şaşırtmayı yapmak için Rasûluîlah (s.a.v.), birkaç gün başka bir istikamette yol alır ve sonra asıl hedefine doğru bir kavis çizmeye başlardı.
Bu şaşırtma, bazan da bir seriyye ile yapılırdı. Hz. Peygamber (s.a.v.) Hicrî sekizinci yılın Ramazan ayında Ebû Katade komutasında bir seriyye çıkardı. Seriyyenin gideceği yer Batn-u idem'di. Bu seriyye Mekke fethini kamufle etmek ve düşmana yanlış bilgi vermek içindi.[328]
Zaman bakımından şaşırtmaya misâl de Hayber'in fethidir. Rasûlullah (s.a.v.), Hayberlilerin beklemediği ve ummadığı bir zamanda onların yurdunu kuşatmıştı. İslâm' ordusunu gizlice Hayber'e sevkedip geceleyin şehirlerini muhasara altına aldı. Sabahleyin kalkıp islâm' ordusunu gören yahudiler moralmen çöktüler.[329] Zaman bakımından şaşırtmaya ani baskın da denilebilir. Kureyza oğullan ile yapılan savaş da zaman bakımından şaşırtmaya bir misâldir. Çünkü Rasûlullah (s.a.v.), umulmadık bir anda ve çok sür'atli bir şekilde harekete geçip onlan moral bakımından çöküntüye uğrattı.[330]
Taktik bakımından şaşırtmaya misâl ise, Bedir savaşında müşriklerin vur-kaç taktiğine karşılık O'nun saf düzeni taktiği ile savaşı başlatmış olmasıdır. Gerçekten saf düzeni, askerî açıdan vur-kaç taktiğinden daha çok tercih edilen bir taktiktir.[331]
Orduyu saf düzenine Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kendisi hazırladı. Falan "sen öne geç, falan sen arkaya kal" diye kendi talimatıyla askerini safa sokar ve düşmana karşı mevzilendirirdi.
Bedir'de saf düzeni, Uhud'da okçuların Ayne geçidine yer-leştirilmesi, Ahzab savaşında hendek kazılması, Mekke fethinde gizlilik ve ani baskın taktikleri kullanarak müşrikleri şaşırtmıştır. [332]
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in gizlilik prensibine çok ehemmiyet vermesinin sebeplerinden birisi de düşmanların ittifakına engel olmaktır. Mekke fethinin gizli tutulması böyle bir gayeye matuftu. Yoksa, Kureyş çevredeki diğer kabilelerle ittifak edebilirdi. Hz. Peygamber (s.a.v.), Mekke'ye yönelirken hedefini öylesine gizli tutmuştu ki, en yakınları bile nereye gideceğim bilmiyorlardı. Hatıb b. Ebî Beltea hadisesine kadar bu konu gizliliğini korumuştu.[333]
Düşmanlann ittifakı ya böyle gizlilik prensibi ile engelleniyor veya çeşitli manevralarla bu işin önüne geçiliyordu. Bunun en güzel örneği de Hendek savaşında verilmişti. Kendisi yeni müslü-man olmuş, fakat Islâm"ı kabul ettiği herkes tarafından bilinmeyen Nuaymb. Mes'ud, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kendisine verdiği taktikle hareket ederek Kureyza oğullan ve Mekke müşriklerinin ittifakını engellemiştir.[334]
İslam'da savaşın meşru olmasının hedefi, yeryüzünden fitneyi kaldırmaktır.[335] Fitneye sebep olan, zalim idareciler ve küfrün elebaşlarıdır. Bu sebepten dolayı ilk planda onların öldürülmesi gerekir. Çünkü Islâm"ı kabul etmeyen ve karşı duran onlardır. Hz. Peygamber (s.a.v.), savaş zamanlarında ve gönderdiği seriy-yelerle bu küfür önderlerinin öldürülmesini hedeflemiş, sahabeye bu anlayışı vermiştir.
Abdurrahnıan b. Avf anlatıyor :
"Bedir savaşında saf içinde bulunuyordum. Sağıma soluma baktığımda iki gencecik delikanlı gördüm. Yaşları çok gençti-. Keşke bunlardan daha kuvvetliler arasında olaydım, diye temennide bulundum. Bu sırada delikanlılardan biri arkadaşından gizlice bana şöyle diyordu :
"Ey amca, bana Ebû Cehil'i gösterir misin ?" "Yeğenim, tanırım, ne yapacaksın onu? " dedim. "Yeminim var, ya O'nu öldürürüm ya da ben ölürüm" diye cevap verdi.
Ben delikanlının bu durumuna şaşkınlıkla bakarken diğeri dürtüp aynı şeyleri sordu. Ben de Ebû Cehil'i ikisine de gösterdim. Kartallar gibi hızla üzerine yürüyüp O'nu öldürdüler.[336]
Bu hadiseden sonra Hz. Peygamber (s.a.v.), yanındakilere Ebû Cehil'in akibetini merak ettiğini söylemiş, Abdullah b. Mes'ud (r.a.) da bunu emir telakki ederek onu Öldürmek için harekete geçmiş ve yerlere serilmiş bir vaziyette bulmuştu.[337]
Mekke müşriklerinin elebaşılarından olan Ebû Cehil, Ümey-ye b. Halefi , Utbe b. Rebia, Şeybe b. Rebia, Âs b. Hişam Bedir'de öldürülenler arasındadır.[338]
Rasûlullah (s.a.v.), islâm' aleyhinde propaganda yapan yahu-di ileri gelenlerinin de öldürülmelerini emretmiş ve bunlardan Asma binti Mervân,[339] Ebû Afek,[340] Ka'b b. el-Eşref,[341] Ebû Râfi,[342] Useyr b. Rezâm,[343] tbn Sayyad[344] çeşitli şekillerde öldürülmüşlerdir.
Mekke müşriklerinin reisi Ebû Süfyan, Hz. Peygamber (s.a.v.) i öldürmek için Medine'ye bir adam gönderir. Bu adam mescidde yakalanır ve müslüman olur. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.), Amr b. Ümeyye'yi Seleme b. Eşlemle beraber Mekke'ye gönderir. Amr b. Ümeyye Ebû Süfyanla karşılaşamaz ve geri döner.[345]
Düşmanın ileri gelenlerinin öldürülmesi için Ebû Hurey-re'den şöyle bir rivayet vardır:
Rasûlullah (s.a.v.) bizi bir seriyye içinde savaşa gönderdi. Verdiği emirler arasında, Kureyşten adlarını söylediği kimseler için:
"Filan ve filan kişilere rastgelirseniz, bunları yakalayıp ateşle yakınız" buyurdu.
Sonra yola çıkmak istediğimiz sırada veda etmek üzere Rasûlullah (s.a.v.)'e geldik, bu defa Rasûlullah (s.a.v.):
"Ben size, filan ve filanı ele geçirdiğinizde ateşte yakmanızı emretmiştim. Halbuki ateşte yalnız Allah azablarichrır. Bu sebeple, siz bu şerirleri yakaladığınızda öldürünüz." buyurdu.
Mekke fethinde, îslâm ordusu Mekke'ye girince Rasûlullah (s.a.v.) komutanlarına kesin olarak şu emri verdi:
"Size karşı koymadıkları müddetçe hiç kimseyi öldürmeyeceksiniz. "
Fakat bu emri verdikten sonra, bazı isimleri sayarak, şöyle buyurdu:
"Şu sayacaklarımı Kabe'nin örtüsü altında da görseniz, çıkarıp öldürünüz. "[346]
"Öldürülmeleri gereken bu insanları bir sınıflamaya tabi tutacak olursak, üç sınıf insan ortaya çıkar ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) bunlara hayat hakkı tanımıyor:
1) İslam'dan çıkanlar,
2) İslam'la alay edenler,
3) Müslümanlara işkence yapanlar.[347]
İslam'da savaşın hedefi, insanlığı imha etmek değil, ihya etmektir. Hedef bu olduğu için, kan dökmeden bu hedefe ulaşmak da ayrı bir sanattır. Hz. Peygamber (s.a.v.), Mekke fethinde işte bu sanatını en güzel şekilde göstermiştir. O, kan dökülmeden Mekke'ye girmek istiyordu. Birliklerin başında bulunan komutanlarına Öyle emir vermişti.[348]
Kan dökülmesinin önüne geçmek için de müşriklere mağlubiyeti peşinen kabul ettirip onlara şu alternatifleri sundu :
1) Ebû Süfyan'ın evine giren emindir.
2) Kendi evine giren, hayatından emin olacaktır.
3) Kabe'ye, Harem'e sığınan emindir, ona dokunulmayacaktır.[349]
Mekkelilerin herbiri, hatta ileri gelenler, İslam'a azılı şekilde düşman olanlar bile bu alternatiflerden birisini kabul edip ortalıkta görünmez olmuşlardı. Herkes bir an önce evlerine veya Harem'e sığınmak için acele ediyorlardı. İslâm' ordusu ise, vakarlı bir şekilde şehri teslim alıyordu.[350]
Hz. Peygamber (s.a.v.) takib ettiği çok güzel bir taktikle Mekkelilerin elini kolunu bağlayıp onları kımıldayamaz bir hale getirdi. İşte bu, bir benzeri görülmemiş olan bir savaş sanatıdır. [351]
Hz. Peygamber (s.a.v.), katıldığı savaşlarda ayrı ayrı parola (şiar) kullanmıştır.[352] Parola, savaş esnasında, nöbet tutarken ve devriye gezerken müslüman askerlerin birbirlerini tanımaya yarayan kelime ve deyimlerdir. Bu kelime ve deyimler, İslâm' ordusunun moralini yüksek tutan, onları heyecana getiren ibarelerden seçilirdi. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kullandığı parolalardan bazıları şunlardır :
Bedir'de : Bu savaşta, müslümanlar ve müşrikler kıyafet, şekil ve silah bakımlarından birbirlerinden pek ayrılmıyorlardı. Bu bakımdan parola çok lazımdı. Vâkidî, Bedir'deki parolalar hakkında şu bilgiyi veriyor.
"Rasûlulîah (s.a.v.), Bedir'de;
Muhacirlerin parolasını "Ey Abdurrahman oğulları"
Hazrec'in parolasını "Ey Abdullah oğulları"
Evs'in parolasını da "Ey Ubeydullah oğulları, olarak tesbit etti."[353]
Vâkidî bu konudaki rivayetini Urve kanalıvla Hz. Aişe (r.an-ha)'ya dayandırıyor. Yine Vâkidî'nin Zeyd b. Ali (r.a.)'ye dayandırdığı bir başka rivayete göre de Rasûlullah (s.a.v.)'m Bedir1 deki parolası "Ya Mansur, emit!"( Ya Mansûr, öldür!)" idi.[354]
îbn Hişâm ise Bedir'deki parolanın "Ehad, Ehad" olduğunu beyan ediyor.[355]
Öyle anlaşılıyor ki, bu parolaların hepsi değişik zaman ve mekânlarda ve değişik görevlerde kullanılmıştır.
Uhud'da : İslâm1 ordusunun kullandığı parola, "Emit, emit = öldür, öldür" idi.
Hendek ve Kureyza oğulları savaşlarında müslümanların kullandığı parola, "Hâmîm, Lâ yunsarûn (onlar galip gelemez)" idi.[356]
Mustalik oğulları savaşında, İslâm' ordusunun parolası "Yâ mansur, emit, emit" idi.[357]
Mekke fethi, Huneyn savaşı ve Taif muhasarasında parola :
Muhacirler için "Ey Abdurrahman oğulları"
Hazrec için "Ey Abdullah oğulları" ve
Evs için de "Ey Ubeydullah oğulları" idi.[358]
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ordusu, Hayber savaşında olduğu gibi ani hücumla hareket ettikleri yerlerde tekbir getirerek hem irtibatı sağlamışlar, hem de düşmana korku salarak, kendi morallerini üstün tutmuşlardır . [359]
Hz. Peygamber (s.a.v.), her savaşta, beşerî gücünü kullanarak, yapabileceğinin en güzelini yapar; hazırlığını bitirir, savaşa başlarken de Allah'a dua ederdi.[360] Bu haliyle O, ümmetine yol gösteriyordu.
Savaş hazırlığı yaparken teknik konularda sahabesi ile istişare eder,[361] işin en güzelini, en sağlamını yapardı. Teknik bilgiye sahip olanların bilgisinden istifade eder,[362] düşmana kemiyet bakımından olmasa bile keyfiyet bakımından üstünlük arzederdi. O'nun bu konuda yaptıklarını şöyle sıralayabiliriz: [363]
"Dahî bir komutan, savaşta yeni silah ve taktikler geliştirebi-len kimsedir. Hendek, Arap yarımadasında ilk defa Rasûlullah (s.a.v.) tarafından uygulama alanına konulan teknik bir gelişme ve aynı zamanda (askerî yönden) yeni bir taktiktir."[364]
Medine şehrinin, etrafına hendekler kazılarak korunması fikri Selmân-ı Farisî tarafından ileri atılmış, Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından da kabul edilmişti.[365]
Hendeklerin kazılmasına karar verilince Rasûlullah (s.a.v.), beraberinde Ensâr ve Muhacirim olduğu halde, ata uinmiş olarak araziyi araştırmaya çıktı. Gayeleri, arazi hakkında bilgi edinmek, strateji bakımından ehemmiyet arzeden noktaları tayin ve tesbit etmek ve islâm1 ordusunun kuracağı karargâhı tesbit etmekti.[366]
Hamidullah Hoca, hendek hakkında şu bilgileri verir :
"Hz. Peygamber (s.a.v.) hendeğin kazılması işini şu şekilde bir plan altına almıştı: Kazılacak yerleri işaretledi, her on kişilik takıma kırk zira1 lık [367]yer ayırdı, derinlik ve genişlik mesafeleri de tayin edilmişti. Benim istihraç ettiğime göre kazılan hendeğin uzunluğunun 5.5 km. olması icap etmektedir. Genişlik ve derinlik hiçbir kaynakta sarih olarak zikredilmemiştir; dokuz metre eninde ve dörtbuçuk metre derinliğinde olması mümkündür."[368]
Ashab-ı kiram, hendek kazılmasında bütün gün çalışıyorlar ve geceyi geçirmek için evlerine, ailelerinin yanına dönüyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.v.) de alçak bir tepe üzerinde bir çadır kurmuş gece ve gündüz bu çadırın bulunduğu noktada kalmıştır. Kendisi, hendeklerde çalışanları teşci etmek için zaman zaman bu birliklere gidiyor, bizzat kazma işine katılıyor ve müdafaa plamnı bu suretle tatbik ediyordu.[369]
Hendeklerin kazılmasında çalışanlar, hem kazıyor hem sırtları ile toprak taşıyor hem de çeşitli terennümlerde bulunuyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.v.) de bazan onlara eşlik ediyor veya değişik bir deyişle onlara cevap veriyordu. Faaliyet büyük bir coşku ile devam ediyordu.[370]
Hendek kazılma işi, Mekke müşriklerinin baskınından Önce bitti. Medine'yi muhasara için gelen müşrikler, hendekle karşılaşınca şaşırıp kaldılar. Rasûlullah'ın planı ve teknik bilgiyi devreye sokarak yeni bir taktik uygulaması müşrikleri zor durumda bıraktı. Aynı zamanda Hz. Peygamber'in bu taktiği uygulaması, fazlaca kan akmasını, insan zayiatını da önlemiş oldu. tşin en güzel tarafı da işte burasıdır. [371]
"Arap Yarımadasında etrafı surlarla çevrili birkaç tane mahal vardı. Hayber yerleşim merkezleri bunlardan biriydi. Ordaki kaleler muhasara edildiğinde müslümanlar mancınıkla atılan taşlardan epey zahmet çekmişlerdi. Hz. Peygamber (s.a.v.) aynı silahları yani mancınıkları Tâif savaşında kullandı.[372] Onun bu muhasarada kullandığı yeni silahlar şunlardır : [373]
Başında bir makara ve halkası olup iki tekerlekli bir araba üzerine yerleştirilmiş uzunca ve gayet sağlamca bir direkten ibaret silahtır. Bu makara veya halkadan sağlam bir halat geçirilir üst tarafında torba şeklinde bir ağ bulunur. Bu torbaya bir taş veya yakıcı maddeler yerleştirilir, sonra bu torba direk ve ip ile atılır. Torbaya konan maddeler surlar üzerine düşer, isabet ettiği insanı öldürür veya üzerine düştüğü yeri yakar.[374]
Üzeri deri veya kilimlerle kaplanan tahtalardan yapılmış ve yuvarlak tekerlekler üzerine oturtulan bir savaş vasıtasıdır. Bu vasıta, içine girilen ve düşmanın attığı oklardan askeri koruyan hareket eden bir kaleden ibarettir.[375]
Dost birliklerin moral gücünün yüksek tutulması, buna karşılık düşman birliklerin maneviyatını çökertecek usullere baş vurarak, onları savunamaz ve savaşmaz bir hale sokmak suretiyle zaferi elde etmek demektir.[376]
Hz. Peygamber (s.a.v.) dahî bir komutan olarak bunu katıldığı savaşlarda uygulamıştır. O'nun askerinin morali her zaman yüksekti. Hatta Uhud'da fazlaca şehid verdikleri zaman bile, müşriklerden üstün oldukları taraftarı dile getiriyorlar, askerin moralini diri tutuyorlardı. Hz. Ömer (r.a.) ile Ebû Süfyan'm karşılıklı konuşmaları bunun şahididir.[377]
İslâm ordusunun morali yüksek olsun diye bazı şeylere riayet edilmiştir. Askerin recez söylemesi,[378] toplu halde tekbir getirmesi,[379] çeşitli şakaların ve sohbetlerin yapılması,[380] Allah'ın inayetiyle zaferi elde edeceklerinin müjdelenmesi,[381] şehid olma arzusu[382] bu cümledendir.
Her zaman morali yüksek olan îslâm ordusu, düşman tarafın moralini çökertmek için bazı yollara başvurmuştur. Başvurulan ve çeşitli savaşlarda uygulanan bu prensiplerin bazısı taktik bazısı da teknik prensiplerdir. Biz bunları bir araya toplayıp tek başlık altında inceledik. [383]
Mekke fethi esnasında Kureyş'in maneviyatını çökerten ve onları direnişten vazgeçiren nedenler arasmda, Rasûiullah (s.a.v.)'m onbin kişilik islâm1 ordusuna geceleyin ateş yaktırması da vardır.[384] islâm' ordusu, Mekke'yi kuşatıp Merrü'z-Zahran'da konakladığı vakit yatsı olmuştu. Komutan, her askerin bir ateş yakmasını emretti. Gece nöbetine de Hz. Ömer'i tayin etti.[385]
Bu ateş Mekkelileri dehşete düşürdü. O gece Büdeyl b. Verkâ ile islâm1 ordu karargâhına yaklaşmakta olan Ebû Süfyan şöyle diyordu :
"Ben, hayatımda bu geceki gibi ateş ve ordu görmedim."[386]
Hz. Peygamber (s.a.v.), düşmandan korkmayan ve fakat onu küçümsemeyen bir komutandı. O, devrinin süper gücü olan Bizans imparatorluğuna savaş açmaktan çekinmedi. Bir seferinde[387] üçbin kişilik ordusunu yüzbin kişilik Bizans ordusu üzerine gönderen ve bu sayede istikbalin büyük komutanlarını yetiştiren Rasûiullah (s.a.v.), ikinci seferinde de otuz bin kişilik bir kuvvet ile kendisi gitti.[388] Tebük seferi diye adlandırılan sonuncusunda Bizans ve Gassan orduları çekildiği için savaş olmadı. Ama düşmana gözdağı verilmiş oldu.
Düşmanı ve düşman ordu komutanını korkutmanın bir başka uygulaması da yine Mekke Fethi esnasında olmuştur. Onbin kişilik düzenli ve kollara ayrılmış islâm ordusunun, Kureyş ordu komutanı Ebû Süfyan'm önünden geçirilmesi, onu bir hayli dehşete düşürmüştü.[389] Hadiseyi Abbas (r.a.) şöyle anlatıyor :
"Kabileler kendi bayrakları altında geçiyordu. Ebû Süfyan'm önünden her kabile geçişinde:
"Bunlar kim ? Ya Abbas" diye soruyor, ben de :
"Süleym" diyorum. O zaman :
"Benimle Süleymliler arasında bir şey yokki" diyor.
Sonra başka bir kabile geçiyor, Ebû Süfyan :
"Ya Abbas, bunlar kim ?" diye soruyor, ben de :
"Müzeyne" diye cevap veriyorum. O da :
"Müzeyne ile alıp veremediğim bir şey yok" diyor.
Böylece kabilelerin hepsi geçip tamamlandı. Bana, önünden geçen her kabileyi sordu. Ben de onların kim olduğunu haber verdiğim de, O :
"Benimle falan oğulları arasında bı şey yok'1 diye karşılık veriyordu.
Nihayet Rasûiullah (s.a.v.), içlerinde Muhacir ve Ensar'ın bulunduğu siyah zırhlı birliği ile geçti. Onların, büründükleri zırhtan dolayı gözlerinden başka yerleri görünmüyordu. Ebû Süfyan bunları görünce :
-"Ya Abbas, ya bunlar kim ?" dedi.
Ben de :
"Bunlar, Ensar , Muhacirûn ve Rasûiullah (s.a.v.) dedim. Oda:
"Hiç kimsenin bunlara dayanmaya ve yenmeye gücü yetmez. Ya Abbas, bugün, kardeşinin oğlunun krallığı pek büyümüş" dedi.
Ben de :
"Ya Ebâ Süfyan, o krallık değil, peygamberliktir" deyince
"Evet, öyle olsun" dedi.
Ben de :
"Git haydi, kavmini ikaz et, karşı çıkmasmlar" dedim.[390]
İslâm' ordusu, yol boyunca ve düşmana saldırırken tekbir ve teşbihi dilinden düşürmezdi.[391] Yol boyunca söylenen tekbir ve teşbihler ordunun moralini yükseltiyordu.
Cabir b. Abdillah (r.a.) dan:
"Bizler seferde yüksek bir yere çıktığımız zaman tekbir getirirdik. Yükseklerden aşağı inincede "Sübhaneîlah" diye teşbih ederdik".
islâm ordusunun moralini yükselten tekbir, düşmanlara korku salıyordu.
Hendek savaşında, savaşın en kritik anında müslümanları arkadan vurmayı planlayan Kureyza oğullarının hududuna, Rasûiullah (s.a.v.) iki yüz kadar sahabeyi göndererek, onlara şu emri verdi:
"Sabaha kadar bulunduğunuz yerde, "Allahu Ekber" diye tekbir getireceksiniz. "[392]
Görevli askerler sabaha kadar tekbir getirdiler. Yahudiler korkup çekindiler. Kazmak istedikleri kuyuya kendileri düştüler.
İslâm ordusu, Hayber'e girerken "Allahu Ekber haribet Hay-ber" diye tekbir getirerek, düşmana korku salarak, Hayber'in artık işinin bittiğini haber vererek girdi.[393]
Dikkat edilirse bu taktik ve prensipler, karşıdaki düşmanı hemen teslim almak ve Ölü sayısını her iki tarafta da asgariye indirmek için kullanılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.v.) insanları imha için değil ihya için gönderilmiş bir peygamberdir. O, alemlere rahmettir.
Bundan sonraki kısımda da görüleceği gibi, onun savaşları sivillerin korunduğu, muhafaza edildiği, tecavüzün olmadığı âdil savaşlardır. [394]
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in "Ben rahmet Peygamberiyim, ben savaş peygamberiyim"[395] hadis-i şerifinin kendi hayatında tahakkuk ettiği bir, vakıadır. Gerçekten O, bir "rahmet peygamberi"[396] dir; aynı zamanda savaş peygamberidir. Ama savaşlarında bile rahmet olan bir peygamberdir. O'nun savaşları ile insanlık tarihindeki diğer savaşların ayrıldığı noktalardan birisi de budur. Çünkü O'nun hedefi insanları öldürmek değil, Allah'ın dinini insanlara ulaştırmaktır. Öldürürken bile güzel öldürmeyi emretmiştir:
"Allah her hususta iyilik ve güzellikle hareket etmenizi emretmektedir. O halde öldürürken bile en iyi ve en güzel tarzda öldürünüz.[397]
Müşriklerin savaşlarda müsle yapmalarına[398] yani öldürdükleri insanların çeşitli organlarını kesmelerine karşılık Hz. Peygamber (s.a.v.) sahabesine verdiği emirle bunu yasaklıyor ve şöyle buyuruyordu:
"...Zulüm yapmayın, ölülerin burnunu kulağını kesmeyin çocukları öldürmeyin."[399]
Ebû Eyyub el-Ensarî (r.a.)'dan:
"Ben Rasûlullah (s.a.v.)'m yakalayıp bağladıktan sonra öldürmeyi yasakladığını duydum. Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer öldüreceğim tavuk bile olsa onu (hedef olmak üzere) bağlayarak öldürmem."[400]
Abdullah b. Yezid (r.a.)'dan:
"Rasûlullah (s.a.v.), yağma, talan ve bir de müsleyi yasakladı."
Bir başka hadis-i şerifte de şöyle buyurur:
"Allah'ın adıyla, Allah yolunda savaşa çıkınız. Allah'ı inkâr edenlerle savaşınız. Savaşa çıkın fakat ahdi bozmayın; ganimetten çalmayın, müsle yapmayın, çocukları öldürmeyin. "[401]
Hz. Peygamber, düşmanları ateşte yakmayı,[402] elçileri öldürmeyi[403] ve mamur yerleri harab etmeyi[404] de yasaklamıştır.
Bu hadis-i şeriflerle öldürmenin zalimane ve lüzumsuz olanı yasak edilmiştir, işte bu sebepten dolayıdır ki, dahî bir komutan olan Hz. Peygamber (s.a.v.)'i diğer komutanlarla, O'nun savaşlarım diğer savaşlarla mukayese etmek yanlıştır. Çünkü, O'nun savaşları "Adil savaş"dır; diğerleri ise yıkımdır,-ölümdür, felâkettir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in savaşlanndaki rahmet konusunu üç başlık altında incelemeyi uygun bulduk. [405]
"Rasûlullah (s.a.v.), hiç bir savaşta sivil halka saldırma yoluna gitmemiştir. Can ve mallarına dokunulmayıp kayıp verdiril-memesine azamî dikkat göstermiştir."[406] Hz. Peygamber (s.a.v.)in savaşta öldürülmesini yasak ettiği kimseleri şu şekilde sıralayabiliriz. [407]
Bu iki sınıfın, savaşlarda öldürülmesi yasaktır.
Abdullah b. Ömer (r.a.)'dan:
"Hz. Peygamber (s.a.v.)'in savaşlarından birisinde, bir kadın Öldürülmüş olarak bulundu. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) kadınların ve çocukların öldürülmesini yasakladı"[408]
Bilfiil islâm düşmanlığı yapan kadınlar müstesnadır. Böyle olanlar, normal düşman muamelesine tabi tutulurlar.[409]
Bu gibi kişilerin akıllarında noksanlık olduğu için, mükellef sayılmazlar; bundan dolayı da öldürülmezler:
Hz. Ali (r.a.)'dan:
"Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Üç kişiden kalem kaldırılmıştır; uyanıncaya kadar uyuyan kişi, aklı başına gelinceye kadar mâtûh veya mecnun bir de âkil baliğ oluncaya kadar çocuk".[410]
Şeyh-i Fânî denilen bu insanların öldürülmesi de yasaktır.
Enes b. Malik (r.a.)'dan:
Hz. Peygamber (s.a.v.), bir seriyye veya bir orduyu uğurlarken şöyle derdi:
"Allah'ın adı ile yola çıkın. Allah'ın dini için Allah adına savaşın. Yaşlı ihtiyarları (pir4 fâni veya şeyh-i fânî) öldürmeyin. "[411]
"Hz. Peygamber (s.a.v.) bu hadis-i şerif ile, müşriklerin yaşlılarının Öldürülmesini yasaklaması, onlardan müslümanlara bir zarar, kafirlere de bir fayda gelmiyeceğinden dolayıdır."[412]
Aksi takdirde, görüşü, yol göstermesi ve tecrübeleri ile müşriklere faydası dokunan yaşlıların Öldürülmesi gerekir. Hüneyn Savaşında Dureyd b. Sımme'nin öldürülmesi bundan dolayadır.[413]
Semüre b. Cûndüb (r.a.)dan:
"Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Müşriklerin yaşlılarını öldürün, taze delikanlılarını bırakın.[414]
Şevkânî, birbirine muhalif gibi görünen bu iki hadis-i şerifin arasını telif ederek yukarıdaki kanaati izhar etmiştir.[415]
Hadisteki ifadesi ile "Manastır ehli=Mabed ehli" olan bu insanlar da müslümanlarla savaşmayıp kendilerini ibadete verdikleri müddetçe öldürülmezler.[416]
Abdullah b. Abbas (r.a.)dan
"Rasûlullah (s.a.v.), ordusunu gönderdiği zaman, onlara şöyle emir verirdi:
"... Çocukları ve manastır ehlini öldürmeyiniz."[417]
Bu iki sınıf, savaşmak niyetinde olmayan müstad'af zümredendirler. Müşriklerle beraber olmaları öldürülmelerini gerektirmez.
"Rasûlullah (s.a.v.) gönderdiği seıiyyelere emir verirken şöyle buyururdu:
"İşçileri ve hizmetçileri öldürmeyiniz."[418]
Bu saydığımız insanlar savaşa iştirak etmedikleri müddetçe onların canları koruma altındadır. Ama, her ne suretle olursa olsun İslâm ordusunun aleyhine olup, savaşa iştirak ettikleri takdirde Öldürülmeleri gerekir. Nitekim, Kureyzaoğullan savaşında, evinin damından yuvarladığı bir el değirmeni taşıyla bir müslü-manın şehid olmasına sebep olan kadın öldürülmüştü.[419]
Hz. Peygamber (s.a.v.) esirlere çok iyi muamele yapmıştır, islâm'a çok aşırı şekilde düşman olup, müslümanlara vaktiyle kan kusturanlar hariç, esirlerin hemen hepsi Rasûlullah (s.a.v.)'ın afv ve merhametinden istifade etmişlerdir.
"Islâmdan evvelki Arap Yarımadasında harp esirlerine müteallik hususi ve muayyen bir muamele tarzı yoktu. Bazan öldürülürler, bazan köle haline getirilirler (bilhassa kadın ve çocuklar), bazan fidye-i necat alınarak ve bazan hiçbir karşılık alınmaksızın serbest bırakılır ve nihayet bazen de karşı tarafın elinde bulunan esirlerle mübadele edilirdi."[420]
Hz. Peygamber (s.a.v.) esirler konusunda ve özellikle Bedir esirleri onusunda çok merhametli davranmıştır. "Bu esirlere misal teşkil edecek tarzda muamele tatbik edilmiş, az evvel bir harp cereyan etmesine rağmen müslümanlar, bu esirlere karşı lütufkâr davranmışlardır. Hz. Peygamber (s.a.v.), bu esirleri en emin bir tarzda göz altında bulundurmak için bunları kendi askerleri arasında taksim etmiş ve onlara iyi davranmalarını askerlerine tenbih etmiştir. Bu emir icabsız kalmadı: Bu esirlerden elbisesi olmayanlara elbise temin edildi. Müslümanlarla müsavi surette iaşe edildi. Bazı müslümanlar, bunlara ekmeklerim verip sade hurma ile yetindiler, gayeleri sadece verilen emirden dışarı çıkmamak ve bu emre itaat idi."[421]
O'nun esirlere yaptığı muameleyi şöylece maddeleştirebüiriz. [422]
Bu Bedir'de olmuştur. Müslümanların ilk zaferi olan bu savaşta müşrikler yetmiş ölü, yetmiş de esir bırakarak savaş meydanını terkettiler.[423] Medine'ye götürülen esirlere çok iyi muamele yapıldı. Rasûlullah (s.a.v.)'da: "Esirlere iyi davranın"[424] diye emir vermişti. Bunlardan zengin olanlar fidye mukabili serbest bırakıldılar.[425] "Herbiri 1.000-4.000 dirhem ödemişlerdi. [426]"Fakir insanlar şartsız bırakıldılar. Diğer bir kısmı da müslüman çocuklarına okuma yazma öğretmek şartıyla serbest bırakıldılar.[427]
Hz. Peygamber (s.a.v.), müşriklerden aldığı esirleri bazan da, müşriklerin elinde bulunan müslüman esirleri hürriyete kavuşturma karşılığında serbest bırakırdı. Yani karşılıklı esir mübadelesi yapardı.[428]
Seleme b. el-Ekva (r.a.), Ebû Bekir (r.a.) komutasında katıldığı bir askeri harekâtı naklederek, savaşta galip geldiklerini, karşı taraf olan Fezâre kabilesinden ganimet ve esir aldıklarını, kendi hissesine de arabın en güzellerinden bir kızın düştüğünü anlattıktan sonda şöyle devam ediyor:
"Sonunda Medine'ye geldik. Ama kızın elbisesini bile açmadım. Bu arada, Rasûlullah (s.a.v.), çarşıda bana rastladı ve:
"Ya Seleme, bu kadını bana bağışla" dedi.
Ben de:
"Ya Rasulellah, vallahi bu benim çok hoşuma gitti; ama onun elbisesini bile açmadım." dedim.
Ertesi gün, Rasûlullah (s.a.v.)le çarşıda yine karşılaştık.
Bu sefer de bana:
"Ya Seleme, baban Allah'a emanet olsun, bu kadını bana bağışla" buyurdular.
Ben de:
"Ey Allah'ın Rasulu, o senindir; vallahi onun elbisesini bile açmadım." dedim.
Müteakiben, Rasûlullah (s.a.v.) onu Mekke'ye gönderdi. Mekke'de esir edilen bir takım müslümanlara onu fidye yaptı."[429]
Rasûlullah (s.a.v.) döneminde esirlere yapılan muamelenin en güzeli budur; en fazla uygulanan da budur. Bedir esirlerinden bir kısmı karşılıksız serbest bırakılmışlardır. [430]Müreysi,[431] Mekke fethi[432] ve Huneyn[433] savaşlarında böyle yapılmıştır. Serbest bırakılan esirlerin hemen hepsi de neticede müslümanlığı kabul etmişlerdir.
Enes b. Malik (r.a.) dan:
"Mekke'lilerden seksen kişi silahlı olarak Ten'im dağında Rasûlullah (s.a.v.)'in üzerine hücum etmişler. Peygamberle ashabını gafil avlamak istiyorlarmış. Fakat O, onları esir almış ve serbest bırakmış."[434]
Bu hadise Hudeybiye seferi esnasında olmuştur. Rasûlullah (s.a.v.) isteseydi onları serbest bırakmaz, Mekkelileri zor durumda bırakırdı. Ama O, insanlara merhametli davranıp islam'ı sevdirmek istiyordu.
Fetih sonrası, Hz. Peygamber (s.a.v.)'ın Mekkelilere yaptığı büyük bir âlicenaplıktır. Tarih böyle bir büyüklüğe şahid olmamıştır. O, sadece Mekkelilere değil, aslında herkese karşı merhametliydi. Mühim olan şirkin ve küfrün yok olmasıydı.
Rasûlullah (s.a.v.) Mekke fethinden sonra müşriklere :
" Ey Kureyş, şimdi size ne yapacağımı tahmin ediyorsunuz1?"
Kureyş hep bir ağızdan :
Biz senden hayırla davranmanı bekliyoruz. Sen cömert bir kişinin oğlu olan cömert bir insansın."
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu :
" Ben de Yûsuf (a.s.)'m kardeşlerine dediği gibi şöyle diyorum:[435]
Bugün size bir kınama yok, haydi gidin, serbestiniz."[436]
Bu hadise, sadece Bedir esirlerinin iki tanesi için câridir. Onlar da önceden müslümanlara çok büyük işkence edenlerdendi. Nadr b. Hârîs[437] ve Ukbe b. Ebi Muayt[438] isimli bu iki şahıs önceden yaptıklarının cezasını buldular.
"Bu iki esir, islâm'a olan şiddetli düşmanlıklarından dolayı Öldürülmüşlerdi. Bunlar normal esir olmanın yanında "savaş suçlusu" oldukları için bu akibete uğratılmışlardır. Sözünü ettiğimiz bu iki esir, müslümanlarm azılı düşmanıydılar. Davayı baltalayıcı eylemlerde bulunmuşlar, Mustaz'af (zayıf ve korumasız) müslümanlara her vesileyle ezici tavırlar takınmışlardı."[439] Modern harb terminolojisinde geçtiği şekliyle bunlar "savaş suçlusu" idi. Daha evvel işledikleri suçlardan dolayı cezaya çarptırılmıştı."[440]
Savaş denilince akla kan gelir. İnsanların ölmesi ve yaralanması, savaşların kaçınılmaz neticesidir. Eski çağlarda düşman tarafının ölülerine ve yaralılarına hunharca muameleler yapılmış, esirler ise hayvan muamelesine tabi tutulmuşlardır.[441]
"Hz. Peygamber (s.a.v.), bütün savaşlarında düşman yaralılarını asla ihmal etmemiş ve en iyi bir şekilde muamele etmiştir. Çünkü böyle bir muamele insanlık adına yapılan bir muameledir. islâm1 da bütün insanlığın dinidir.[442]
Rasûlullah (s.a.v.)'ın, savaş sonrası ölü ve yaralılara yaptığı muameleyi iki maddede inceliyoruz: [443]
Rasûlullah (s.a.v.), galip geldiği savaşlarda savaş alanında üç gün kalırdı.[444] Bu ikâmet, şehidlerin ve ölülerin defni için, bir de zaferi pekiştirmek içindi.
islâm ordusu safında olup, savaş meydanında hayatını kaybedenler şehiddirler. Bu şehidleri Rasûlullah (s.a.v.) kanlı elbiseleri ile gömmüştür. Bunların hepsi için ayrı mezar kazılmayıp, ikişer üçer defnedilirlerdi. Bilhassa Uhud şehidleri için böyle bir uygulama yapılmıştır. Bir mezara, beraberce defnedilenlerin birbirlerinin yakınları olmasına dikkat edilmiştir. Hayatta kalan yakınları tarafından Medine'ye götürülmek istenenlere Hz. Peygamber (s.a.v.) izin vermemiştir. Şehidler yıkanmadan ve kefenlenmeden defnedilirlerdi. Sadece bedenlerini kapatacak bir elbise veya örtünün bulunmasına dikkat edilirdi.[445]
islâm ordusu safinda olup yaralananlar savaş sonrası tedavi altına alınmışlardır.[446] Tedavi işinde müslüman kadınlar vazife alırlardı.
Ümmü Atiyye(r.a.)dan:
"Rasûlullah (s.a.v.) ile birlikte yedi savaşta bulundum. Mola verdikleri yerde ve cephede onların arkalarında bulunur, kendilerine yemek yapar, yaralarını tedavi eder ve hastalara bakardım."[447]
Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında kadınlar, hatta bizzat Peygamber hanımlarından bazıları savaşa katılırlar [448]ve savaşta geri hizmette bulunurlardı. Hafsa binti Şîrîn, Ümmü Atiyye'den rivayetle onun şöyle dediğini nakl ediyor: "Biz hastalara bakıyor ve yaralılara ilaç yapıyorduk."[449]
Enes b. Malik (r.a.)da kadınların Uhud savaşında yaptıkları hizmetleri anlatırken şöyle diyor:
"Onlar sırtlarında su kırbalarım taşıyorlar, sonra bunu yaralıların ağızlarına boşaltıyorlar, sonra tekrar çabucak dönüyorlar, kırbalarını dolduruyorlar, sonra yine acele edip kırbaları yaralı askerlerin ağızlan içine boşaltıyorlardı"[450]
Aişe (r.anha)dan gelen bir rivayete[451] göre de Hendek savaşında yaralanan Sa'd b Muaz'm tedavi edilmesi için Mescide bir çadır kurulmuştu ve orada tedavi görüyordu. Onun kızı Küaybe de babasının yarasına ateşte ısıtılmış sargı bezi sarıyordu.[452] Ayrıca Ka'b b. el-Eşref i öldürmeye giden müfrezeden Haris b. Evs (r.a.) ağır yaralanmış ve arkadaşları tarafından mescide getirilmişti. Kendisine ilk yardım mescidde yapıldı.[453]
Hz, Peygamber (s.a.v.), düşmanların savaş meydanında terk ettikleri ölüleri insanca bir muameleye tabi tutmuş ve gömülmesini emretmiştir.[454] Uhud savaşında, müşriklerin, müslüman şe-hidlere müsle uygulamasına karşılık Hz. Peygamber aynısının müşrik ölülerine yapılmasını yasaklamıştır.[455] Müslümanlar hiç bir zaman düşman ölülerine gayr-i insanî mumamele yapmamışlardır.
Hz. Peygamber (s.a.v.), müşriklerin ölülerini, kazılan kuyulara defnederek, açıkta kalmaktan kurtarmıştır.[456] Bu tavır, Modern Harb Beyannamesi'nin ilgili konudaki talimatına uygun düşmektedir."[457]
"Müslümanlar esirlere iyi muamele ettikleri gibi, yaralı müşriklere de iyi davranıp, müslüman yaralılarla eşit şartlarda tedavi etmişlerdir. Hiçbir zaman düşman yaralıları ihmal etmemişlerdir."[458]
Yeryüzünde Hz.Âdem (a.s.) ile beraber Hakk ve Bâtıl'ın mücadelesi başlamıştır. Peygamberler ve onların yolunda gidenler Hakk'ın temsilcileri, karşı tarafta olanlar da Bâtıl'ın temsilcileri olmuşlardır. Bu mücadele bugüne kadar gelmiş, kıyamete kadar da devam edip gidecektir.
Tarihin hemen her devrinde, Bâtıl'm kendi içinde de mücadele ve çarpışması eksik olmamıştır. Savaş adı verilen bu çarpışmaların çıkış sebepleri, cereyan şekilleri ve neticeleri çok vahşicedir. Basit sebeplerden dolayı insanlar birbirine düşürülmüş, oluk gibi kan akıtılmış, mamur yerler harab edilmiş, çocuklar öksüz ve yetim bırakılmıştır. Bugün bile durum aynıdır. îlahî Mesajdan uzak olan insanlar dünyayı ateşe vermektedirler.
Herşeyi yerli yerine o tutturan îslâm' Dini, savaşa da bir bakış açısı getirmiştir, islâm' Dinine göre insanlar, kendi istedikleri zaman ve istedikleri gibi savaşamazlar. Allah, insanlann bütün hayatlarını kuşatacak kanunlar gönderirken savaş, bu kanunların dışında kalabilir mi ? Allah'a teslim olan müslümanlar, her işlerini O'nun istediği gibi yapmak mecburiyetindedirler.
Hz.Peygamber (s.a.v.), islâm Dini'nin hem tebliğcisi, hem de tatbikçisidir. Dini en güzel yaşayan O'dur. Dinin bütün tezahürlerini kendi hayatında göstermiştir. Neyi nasıl yapacağımızı biz O'ndan öğreniriz. Niçin, ne zaman ve nasıl savaşılacağım da bize O gösteriyor; hem de tatbikatiyle öğretiyor.
Savaş denilince akla kan gelir; insanların ölmesi, şehirlerin yıkılması gelir aklımıza. Ama Hz.Peygamber (s.a.v.)'in savaşları böyle olmamıştır. Hatta O'nun katıldığı ve komuta ettiği öyle savaşlar ve fetihler var ki ne kan akmıştır ne de bir insan ölmüştür. O'nun savaşlarında insana, insan olduğunun değeri verilmiştir.
Boş yere insanlar öldürülme mistir. Çok üstün bir strateji ve taktik sahibi olan Hz.Peygamber kimsenin akhna gelmeyen yollar deneyerek düşmanı yenmesini becermiştir.
O, savaşları çok uzaktan idare eden bir komutan değildir. Her zaman askeri ile beraber olmuştur; cephede bulunmuştur, fiilî olarak savaşa katılmıştır. Düşman üzerine hücum etmiş, silah kullanmıştır. Savaşın kaçınılmaz olduğunu gördüğü zaman geri durmamıştır. Devrinin süper güçlerinden çekinmemiştir. Onların saltanatını sarsacak ordular hazırlayıp sevketmiştir.
Hz.Peygamber, herşeye olduğu gibi savaşa da ayrı bir mana kazandırmıştır, insanlar ölmeden, mamur yerler harab olmadan, dünya ateşe verilmeden de savaşın olabileceğini göstermiştir. Savaş sonrası, düşman tarafına ve düşman ölülerine gösterdiği merhamet, eşi görülmemiş bir üstünlüktür. O'nunla savaşan kimselerin hemen savaş sonrasında müslümanlığı kabul etmeleri, O'na kılıç çeken insanların biraz sonra O'na asker olmaları O'nun en büyük zafeıierindendir.
On senelik Devlet Başkanlığı müddetince yirmiden fazla savaşa katılan Hz.Peygamber, ortalama olarak senede iki sefer savaşa çıkmış oluyordu. Vefatı esnasında Arap yarımadası tamamen îslâm' Devletinin hakimiyeti altındaydı. Bu savaşlarda düşman tarafından ölen insanların sayısı yaklaşık 250, müslüman-lardan şehid olanların sayısı da yaklaşık 150 dir.
Görüldüğü gibi O, insanlığı imha etmek için değil, ihya etmek için savaşmış ve ihya etmiştir. Zalimleri yok etmiş mazlumları di-riltmiştir. Beşerî sultaları yıkmış Allah'ın Dinini hakim kılmıştır. Hz.Peygamber (s.a.v.)'in yaptığı savaş, islâm'daki Cihâd hareketinin bir merhalesidir. Ona sadece savaş değil" Adil Savaş " demek daha uygun olur. Dünya tarihinde böylesi bir savaş görülmemiştir.
"Adil Savaş" m hedefi, îslâm"m prensiplerini yaşatmak ve sulh için gerekli şartlan yerleştirip takviye etmektir. Bu savaşta sivil halkın canına ve malına dokunulmamıştır. Esirler en iyi muameleyi görmüştür. Yaralı ve hasta olanlara gereken ilgi gösterilmiş, ölüler defnedilmiştir.
Ölülerin uzuvları kesilmemiştir; müsle yapılmamıştır. Savaş öncesi ve sonrası yağma ve talana tenezzül edilmemiştir. "Adil savaş" ta şahsî çıkar, ırk asabiyeti, maddî menfaat, öc alma duygusu, sömürü vb. gibi cahili duygular etkili olmamıştır.
"Adil Savaş"ı yapan ordunun komutanı olan Hz.Muhammed (s.a.v.), şehirlere, kalelere sahip olmazdan önce kendi askerini yüksek bir maneviyata ulaştırarak onların ruhlarına hakim olmuştur. Bu komutanın ve bu askerlerin yaptıkları savaşlarda zulüm yoktur. Çünkü onlar zulmü ortadan kaldırmak için savaşıyorlardı. Yani onların hedefi Allah'ın dinini yeryüzüne yaymaktı, yaydılar. Neticede yeryüzünü salih kullar devraldı.
Gazve ve Seriyye'Ierin Sayısı
Hicrî Yıl |
Gazve |
Seriyye |
1 |
— |
3 |
2 |
8 |
4 |
3 |
4 |
2 |
4 |
2 |
3 |
5 |
4 |
1 |
6 |
3 |
11 |
7 |
3 |
11 |
8 |
3 |
10 |
9 |
1 |
6 |
(Komuta, tedricî olarak sahabeye aktarılmıştır) [459]
Ibn Hişâm, Ebû Muhammed Abdulmelik, es-Sîretun-Nebeviyye, Beyrut, 1971,1, 256; îbn Sa'd Ebi Abdillah Muhammed, et-Tabakatu'l-Kübrâ, Beyrut, 1970 îbn Kayyım, Muhammed b. Ebî Bekr, Zâdu 'l-Me 'ad fi Hedyi Hayri'l-îbad, Mısır, 1970
Hattâb, Mahmud Şît, er-Resûlu'l-Kâid, Beyrut, 1974 îbn îshâk, Muhammed b. îshak, Siretubnu îshak, Konya, 1981
Taberî, Ebû Ca'fer Muhammed, Târihu'l-Ümem ve'l-Mülûk, Beyrut, 1967 Ebu'1-Fidâ, Imâduddin ismail, el-Muhtasar fî Ahbâri'l-Beşer, Beyrut, ts.
Îbn Kesîr, Ebu'1-Fidâ ismail, es-Sîretü'n-Nebeviyye, Beyrut, 1976 Diyarbekrî, Hüseyn b. Muhammed b. el-Hasen, Tânhü'l-Hamîs,
Beyrut, ts. Süheylî, Ebu'l-Kasım Abdurrahman, er-Ravdu'l-Ünüf, Mısır, 1971
Konrapa, M.Zekâi, Hz. Peygamberin Hayatı, istanbul, 1983 Zehebî, Muhammed b. Ahmed, es-Sîretun-Nebeviyye, Beyrut, 1988
Önkal, Ahmed, Rasûlullah'ın îslâma Davet Metodu, Konya, 1981
Hamidullah, Muhammed, Hz.Peygamber'in Savaşları (Trc. Salih Tuğ), istanbul 1972 Sırma, ihsan Süreyya, îslâmî Tebliğin Mekke Dönemi ve İşkence, İstanbul 1984 Hamidullah, Muhammed, îslâm Peygamberi (Trc. Salih Tuğ) istanbul 1980
Semhûdî, Nureddin Ali b. Ahmed, Vefâu'l-Vefâ bi Ahbâri Dan I- Mustafa, Beyrut, 1955 Hattâb, Peygamber Ordusunun Tarihi (Trc. ihsan Süreyya Sırma), İstanbul, 1983
Hamidullah, Muhammed, el-Vesâiku's-Siyâiyye, Beyrut, 1969 Eroğlu, Hamza, Devletler Umumî Hukuku, Ankara 1984 el-Umerî, Ekrem Ziya, el-Muctemeu'l-Medeni, Medine, 1984 Bûtî, Said Ramazan, Fıkhu's-Sîre, Dimeşk, 1977 îbn Abdilber, Ebu Ömer Yusuf en-Nemerî, el-îstiab fi Ma'rifetVl-
Ashâb, Kahire, 1328 Halebî, Ali b. Burhaneddin, Îsnânu'l-Uyûn fî Sîreti'l-Emîni'l- Me'mun, Beyrut, 1980, II, 493 îbn Hacer, Şihabuddin Ebu'1-Fadl Ahmed b.Ali el-Askalânî, el- îsâbe fî Temyîzi's-Sahabe, Kahire, 1328
Vakıdî, Muhammed b. Ömer, Kitabu'l-Megazî, London, 1966 Hakim, Ebu Abdillah el-Hakim, el-Müstedrek ala's-Sahîheyn, Beyrut, ts.
Sırma, ihsan Süreyya, Yahudi Meselesi, istanbul 1984 Kettanî, Muhammed Abdulhay, el-terâtibü'l-îdâriyye, Beyrut, ts. Şiblî, Mevlana, Asr-ı Saadet (Trc. Ömer Rıza Doğrul), istanbul
1977 Endülüsî, Ebu Muhammed Ali b. Ahmed, es-Siretü'n-Nebeviyye,
Dimeşk, 1984 Canan, ibrahim,Hz. Peygamberin Sünnetinde Terbiye, Ankara, 1980
Muttaki, Alauddin Aliyyü'l-Muttakî, Kenzü'l-Ummal fi Sünne-ni'l-Ahvâl ve'l-Efâl, Beyrut 1979
Aynî Bedruddin Mahmud, Umdetu'l-Kârî Şerhu Sahihi'l-Buharî Beyrut tsz.
îbn Seyyidi'n-Nâs, Ebu'1-Feth Muhammed, Uyûnu'l-Eser, Beyrut, 1974
Mes'ûdî, Ebu'l-Hasen Ali b. el-Huseyn, Murûcu'z-Zeheb ve Meâdinu'l-Cevher, Mısır, 1964
Sırma, ihsan Süreyya, îslâmî Tebliğin Medine Dönemi ve Cihâd,
İstanbul 1986 Mevdûdî, Ebul-A'lâ, İslâm'da Savaş Hukuku (Tec.:Beşir Eryaı-soy), İstanbul,! 992 [460]
[1] Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/19-20.
[2] İbn Hişâm, Ebû Muhammed Abdulmelik, es-Sîretü'n-Nebeviyye, Beyrut, 1971,1, 256; İbn Sa'd Ebi Abdillah Muhammed, et-Tabakatu'l-Kübrâ, Beyrut, 1970,1,194-199.
[3] İbn Sa'd, Tabakât, I, 199; İbn Kayyım, Muhammed b. Ebî Bekr, Zâdu'l-Me'âd fi Hedyi Hayri'lîbad, Mısır, 1970,1, 33-34.
[4] İbn Hişâm, Sîre, I, 257; îbn Kayyım, a.g.e., 34.
[5] Hattâb, Mahmud Şît, er-Resâlu'l-Kâid, Beyrut, 1974, s.63.
[6] İbn İshâk, Muhammed b. İshak, Siretü'bnu tshak, Konya, 1981, s.118.
[7]İbn Hişâm, Slre, I, 280, 281; Taberî, Ebû Cafer Muhammed, Târihu'l-
Ümem ve'l-Mülük, Beyrut, 1967, II, 304.
[8] K.K., Hicr Sûresi, 94.
[9] K.K, Şuarâ Sûresi, 214-215.
[10] îbn İshâk, Sîre, 126; Taberî, Tarih, II, 402; Ebu'1-Fidâ, Imâduddin İsmail, el-Muhtasar fi Akbâri'l-Beşer, Beyrut, ts.,1,116.
[11] İbn îshâk, Sîre, 126.
[12] Ibn Hişâm, Sîre, I, 282; İbn Sa'd, Tabakât, I, 200.
[13] KK, Tevbe Sûresi, 32.
[14] İbn Kesîr, Ebu'1-Fidâ İsmail, es-Sîretun-Nebeviyye, Beyrut, 1976,1, 492-498.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/21-23.
[15] Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/23.
[16] îbn İshâk, Sîre, 254; Süheylî, Ebu'l-Kasım Abdurrahman, er-Ravdu'l-Ünüf, Mısır, 1971, II, 163-166.
[17] K.K., Hicr Sûresi, 95.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/23.
[18] ibn İshâk, Sîre, 118.
[19] K.K., Enbiyâ Sûresi, 98.
[20] Konrapa, M.Zekâi, Hz.Peygamber'in Hayatı, İstanbul, 1983,s. 26.
[21] İbn Hişâm, Sîre, I, 282.
[22] Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/23-24.
[23] İbn îshâk, Sîre, 187-188; Ebu'1-Fidâ, el-Muhtasar, 1,117.
[24] Taberî, Tarih, II, 419; Süheylî, a.g.e., II, 108-109.
[25] K.K., Kâfırûn Sûresi, 1-6.
[26] İbn İshâk, Sîre, 169-177; İbn Hişâm, Sîre, I, 339-343; Süheylî, a.g.e. II, 67-69; İbn Kesîr, Sîre, I, 492-496.
[27] İbn Kesîr, Sîre, I, 439; Diyarbekrî, Hüseyn b. Muhammed b. el-Hasen, Târîhu l-Hamîs, Beyrut, ts.,I, 298.
[28] İbn İshâk, Sîre, 154-159; İbn Hişâm, Sîre, I, 344-355; ibn Sa'd, Tabakât, I, 203-208; İbn Kesîr, Sîre, I, 3.
[29] îbn İshâk, Sîre, 151,160-165; İbn Hişâm, Sîre, I, 311-312,366-373 ; İbn Kesîr, Sîre, I, 445.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/24-25.
[30] İbn İshâk, Sîre, 165.
[31] Ayn. eser, 195-198.
[32] îbn Hişâm, Sîre, II, 14-21; Süheylî, a.g.e.,I,122-125; îbn Kesîr, Sîre, II, 43-44.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/25-26.
[33] îbn îshâk, Sîre, 227; Îbn Hişâm, Sîre, II, 57-60; Süheylî, a.g.e.I, 166-167; îbn Kesîr, Sîre, II, 122-138.
[34] îbn Hişâm, Sîre, I, 380,381; Zehebî, Muhammed b. Ahmed, es-Sîretü'n-Nebeviyye, Beyrut, 1988, s. 83.
[35] K.K., Leheb Sûresi, 1-5.
[36] îbn Hişâm, Sîre, I, 381-389; îbn Kesîr, Sîre, II, 83-89,148.
[37] Müslim, Cihâd, 111; îbn Hişâm, Sîre, I, 60; îbn Kesîr, Sîre, II, 149-152; Süheylî, a.g.e.,1,162.
[38] Önkal, Âhmed, Rasûlullah'm îslâma Davet Metodu, Konya, 1981, s. 94.
[39] îbn Hişâm, Sîre, II, 63-67; Süheylî, a.g.e.,1,173; îbn Kesîr, Sîre, II, 163.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/26-27.
[40] İbn Hişâm, Sîre, II, 73-111; Süheylî, a.g.e.,1,184-210; îbn Kesîr, Sîre, II, 178-209.
[41] Hattâb, a.g.e-.s. 67,68.
[42] İbn Sa'd, Tabakât, I, 223; Ayrıca Akabe Bey'atları için bakınız : Hamidul-lah, Muhammed, Hz.Peygamber'in Savaşları (Trc. Salih Tuğ), İstanbul 1972, s. 22-28.
[43] Hattâb, a.g.e.,s. 68.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/27-28.
[44] îbn Sa'd, Tabakât, I, 226; ibn Kesîr, Sîre, II, 215; Zehebî, Sîre, 212.
[45] Sırma, İhsan Süreyya, îslâmt Tebliğin Mekke Dönemi ve İşkence, İstanbul 1984, . 124.
[46] Ay. es.125.
[47] Buhârî, îcâre, 3; ibn Hisara, Sîre, II, 124; Süheylî, a.g.e.,1, 243; İbn Kesîr, Sîre, II, 232.
[48] Hattâb, a.g.e.,s.69.
[49] Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/28-29.
[50] Hicretten sonra kurulan îslâm Devleti konusunda geniş bilgi için bkz.: Ha-midullah, Muhammed, îslâm Peygamberi (Trc. Salih Tuğ), İstanbul 1980, 1,189-229.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/29.
[51] İbn Hişâm, Sîre, II, 141; İbn Kesîr, ebu'1-Fida İsmail, el-Bidâye ve'n-Nihâye, Beyrut, 1977, III, 214.
[52] Bkz. Buhârî, Salât, 48; Müslim, Mesâcid, 9; Nesâî, Mesâcid, 12; Semhûdî, Nureddin Ali b. Ahmed, Vefâu'l-Vefâ bi Ahbâri Dâri'l-Mustafa, Beyrut, 1955,1,332-333.
[53] Hattâb, a.g.e.,s. 70.
[54] Hattâb, Peygamber Ordusunun Tarihi (Trc. İhsan Süreyya Sırma), îstan-bul, 1983, s. 19-20.
[55] Ayn. es.s. 38.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/30-31.
[56] ibn Sa'd, Tabakât, I, 238-239; îbn Kesîr, el-Bidâye, III, 226-229; Sırma, Mekke Dönemi, 135.
[57] Hattâb, a.g.e.,s.71.
[58] Buhârî, Cihâd, 181; Hamidullah, îslâm Peygamberi, 1,198.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/31.
[59] Bu andlaşmamn tamamı şu eserde mevcuttur : Hamidullah, Muhammed, el-Vesâiku's-Siyâiyye, Beyrut, 1969, s.41-47.
[60] Bu maddelerin tercemesi Salih Tuğ'a aittir.
[61] Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 224-228.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/32.
[62] Eroğlu, Hamza, Devletler Umumi Hukuku, Ankara 1984,. 98.
[63] Ay. es.s.98.
[64] Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/32-33.
[65] îbn Kayyım, a.g.e.,11, 52; Mevdûdî, Hz.Peygamberin Hayatı, II, 536-542.
[66] Buhârî, Cihâd, 71; Müslim, Hacc, 456-458; Tirmizî, Menâkıb, 67; îbn Mâce, Menâkib, 104; Semhûdî, Vefa, I, 97.
[67] Müslim, Cihâd, 3; Ebû Dâvûd, Cihâd, 82; Tirmizî, Siyer, 48; Îbn Mâce, Cihâd, 37.
[68] İbn Hişâm, Stre, IV, 141-143; Ebu'1-Fidâ, el-Muhtasar, 1,147; Diyarbekrî, Harnîs, II, 115.
[69] Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/33-34.
[70] Bkz. Buhârî, Salât, 48; Müslim, Mesâcid, 9; Nesâî, Mesâcid, 12; Semhûdî, a.g.e.,1, 322.
[71] İbn Kesir, Sîre, I, 354; İbn Kayyim, a.g.e.,II,65.
[72] K.K.,Hacc Sûresi, 38-39.
[73] İbn Kesîr, Sîre, II, 354; îbn Kayyim, a.g.e.,11, 65.
[74] Bkz.K.K.,Nisâ Sûresi, 75-76; Bakara Sûresi, 190-193; Enfâl Sûresi, 39; Ayrıca bkz. el-Umerî, Ekrem Ziya, el-Muctemeu'l-Medeni, Medine, 1984, s. 18-23.
[75] Bûtî, Said Ramazan, Fıkhu's-Slre, Dimeşk, 1977, s. 167.
[76] Buhârî, Afegâzî, 31.
[77] Bûtî, a.g.e.,8.167.
[78] Hattâb, a.g.e.,s.9.
[79] Buhârî, Meğâzî, 15-16; Müslim, Cihâd, 119; Ebû Dâvûd, Cihâd, 169; Taberî, Tarih, III, 91; Süheylî, a.g.e.,145.
[80] Daha geniş bilgi için bkz. Sırma, İhsan Süreyya, Yahudi Meselesi, İstanbul 1984.
[81] Önkal, a.g.e.,43-86.
[82] Ayn.es.93-133.
[83] İbn Kesîr, Sîre, II, 338; îbn Kayyım, a.g.e.II, 92.
[84] Buhârî, Meğâzî, 1; Müslim, Cihâd, 144-148.
[85] Hattâb, Peygamber Ordusunun Tarihi, 34.
[86] Buhârî, Meğâzî, 37; Müslim, Cihâd, 90-91-92; İbnul-Esîr, İzzüddin Ebi'l-Hasen,el-Kâmil fı't-Tarih, Beyrut, 1965,11,200.
[87] Buhârî, Cihâd, 100-101; İbn Sa'd, Tabakât, I, 258; Ebu'1-Fidâ, el-Muhta-sar, 1,141.
[88] İbn Hişâm, Sîre, IV, 24; İbn Kayyim, a.g.e. II, 175.
[89] Buhârî, Cihâd, 62; Buhârî, Humus, 8.
[90] Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/34-38.
[91] Buhârî, Cihâd, 180.
[92] Buhârî, Cihâd, 139; Müslim, Hacc, 74.
[93] Buhârî, Megâzî, 79; Müslim, Tevbe, 53.
[94] İbn Kayyim, Zâdul-Meâd, III, 22.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/39-40.
[95] Buhârî, Cihâd, 1; Müslim, îmâre, 110; İbn Mâce, Cihâd, 1.
[96] Müslim, Cihâd, 150.
[97] Hz.Aişe'nin " biz ağaç altında iken..." demesine bakılırsa onun da orduyu uğurlayanlarla beraber olduğu anlaşılır. Veya bu sözle, kendisi bulunmadığı halde orduyu ve uğurlayan müslümanları kasdetmiştir.
[98] Müslim, Cihâd, 150.
[99] Ibn Hişâm Sîre, III, 68; İbn Sa'd, Tabakât, 11,39.
[100] Buhârî, Cihâd, 13.
[101] K.K.,Tevbe Sûresi, 28.
[102] K.K.,Nisâ Sûresi, 88.
[103] Buhârî, Fedâilü'l-Medine, 10.
[104] Bkz. Buhârî,Menâkıb, 11.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/40-43.
[105] K.K.,Ahzâb Sûresi, 23.
[106] Buhârî, Cihâd, 61.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/43.
[107] Buhârî, Şehâdet, 29.
[108] Tirmizî, Cihâd, 3l.
[109] îbn Abdilber, Ebû Ömer Yûsuf en-Nemerî, el-îstiâb fi Marifeti'I-Ashâb, Kahire, 1328, II, 79.
[110] Halebî, Ali b. Burhâneddin, Însânu'l-Uyün fi Sîreti'l-Emîni'l-Me'mûn, Beyrut, 1980, II, 493.
[111] îbn Hacer, Şihabuddin Ebu'l-Fadl Ahmed b. Ali el-Askalânî, el-îsâbe fi Temyîzi's- Sahabe, Kahire, 1328,1, 496.
[112] Vâkidî, Muhammed b. Ömer, Kitabu'l-Meğazî, London,1966,I,21; Hâkim, Ebû Abdillah el-Hâkim, el-Müstedrek ala's-Sahîheyn, Beyrut, ta., III, 188; îbn Hacer, el-îsâbe, III, 35.
[113] Haîebî, Sîre, 11.493.
[114] İbn Hişâm, Sîre, III, 70.
[115] İbnul-Esîr, Üsdü'l-Ğâbe, II, 280.
[116] Buhârî, Şehâdât, 29.
[117] îbn Hacer, el-İsâbe, I, 562.
[118] Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/43-45.
[119] Hattâb, er-Resûlü'l-Kâid, 56.
[120] K.K., Nisa Sûresi, 95.
[121] Buhârî, Cihâd, 31.
[122] Buhârî, Meğâzî, 79; Müslim, Tevbe, 53.
[123] Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/45-46.
[124] Buhârî, Ashâbu'n-Nebî,l
[125] Buhârî, Cihâd, 137.
[126] Buhârî, Cihâd, 29.
[127] Buhârî, Cihâd, 70.
[128] Buhârî, Cihâd, 105.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/46-47.
[129] İbn Hacer, el-hâbe, 1,416.
[130] Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/47-48.
[131] Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/48.
[132] Buhârî, Cihâd, 13.
[133] Ibn Hişâm, Sîre, IV, 83.
[134] Ayn. es.,IV, 83.
[135] İbn Hişâm, Sîre, III, 91.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/48.
[136] Buhârî, Cihâd, 84; îbn Kayyim, Zâdü'l-Meâd, I, 49.
[137] Buhârî, Libâs, 17.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/48-49.
[138] Buhârî, Cihâd, 79.
[139] îbn Hişâm, Sîre, III, 91; el-Endelüsî, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed, es-Siretü'n- Nebeviyye, Drmeşk, 1984, s. 131.
[140] İbn Kayyım, Zâdu'l-Meâd, I, 49.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/49.
[141] Buhârî, Cihâd, 81.
[142] Buhârî,Cihad,190.
[143] Buhârî, Sulh, 7; Kettânî, Terâtib, I, 343.
[144] Hamidullah, Muhamnıed, Uz.Peygamber'in Savaşları (Trc.Salih Tuğ), İst. 1972, s.202.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/49-50.
[145] İbn Hişâm, Slre, 111,70.
[146] Buhârî, Cihâd, 97.
[147] Buhârî, Cihâd, 11.
[148] Buhârî, Cihad, 79.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/50-51.
[149] İbn Kayyım, a.g.e., I, 49; Kettânî, Terâtib, I, 344.
[150] İbn Kayyım, a.g.e.,I, 49.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/51.
[151] îbn Hişâm, Slre, III, 349-350; İbn Kesîr, Slre, III, 359; Hamidullah, Hz.Peygamber'in Savaşları, 168.
[152] İbn Hişâm, IV, 126.
[153] îbn Sa'd, Tabakât, II, 157.
[154] Hamidullah,Hz.Peygamber'in Savaşları, 146.
[155] îbn Hişâm, Sîre, IV, 126; Süheylî, Raud, IV, 162; Diyarbekrî, Hamîs, II, 110.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/51-52.
[156] K.K.,Enfâl Sûresi, 60.
[157] Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/52.
[158] Buhârî, Cihâd, 37-38; Müslim, îmâre, 135; Ebû Nuaym, Ahmed b. Abdil-lah,Hilyetü'l-Evliyâ ve Tabakâtu'l-Asfiyâ, Beyrut, 1967,1, 59.
[159] Tirmizî, Menâkıb, 19; îbn Hişâm, Sîre, IV, 161; Îbn Sa'd, Tabakât, II, 165; Süheylî, Ravd, 197.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/53.
[160] Kettânî, et-Terâtib, II, 38.
[161] Îbn Hişâm, Sîre, III, 363-367.
[162] îbn Hişâm, Sîre, IV, 134.
[163] Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/53.
[164] Buhârî, Cihâd, 79.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/53.
[165] Îbn Hişâm, Sîre, IV, 83.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/53.
[166] Buhârî, Cihâd, 51; Müslim, Cihâd, 57.
[167] Buhârî, Cihâd, 54.
[168] Buhârî, Cihâd, 43,44,45.
[169] Buhârî, Cihâd, 79.
[170] Buhârî, Cihâd, 59.
[171] Buhârî, Cihâd, 83.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/53-54.
[172] Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/54-55.
[173] Buhârî, Cihâd, 78.
[174] Buhârî, Cihâd, 77; Ayrıca bkz. Hamidullah, îslâm Peygamberi, II, 1141-1142.
[175] Kamidullah, Hz.Peygamber'in Savaşları, 203; Ayrıca bkz. Cânân, İbrahim, Hz.Peygamber'in Sünnetinde Terbiye, Ankara, 1980, s. 254-260.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/55-56.
[176] Buharî,Cihâd, 77.
[177] Hamidullah, a.g.e.,203.
[178] İbn Hişâm, Sîre, II, 278; Müttakî, Alâuddin Aliyyü'l-Muttakî, Kenzü'l-Ummâlfî Süneni'l-Ahvâl ve'l-Efâl, Beyrut, 1979
[179] Vâkidî, Meğâzî, I, 229; îbn Hişâm, Sîre, III, 70; îbn Kesîr, Sîre, III, 29.
[180] Vâkidî, Meğâzî, II, 823; İbn Hişâm, Sîre, IV, 47; Taberî, Tarih, III, 297; îbn Kesîr, Sîre, III, 550.
[181] Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/56-57.
[182] Aynî, Bedruddin Mahmud, Umdetu'l-Kârî Şerhu Sahihi'l-Buhârî, Beyrut, tsz.,XXI, 27.
[183] Buhân, Fedâil, 15.
[184] Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/57-58.
[185] Buhârî, Şerîke,!; Hibe, 26; Cihâd, 122.
[186] Hâkim, el-Müstedrek, III, 48.
[187] Buhârî, Cihâd, 73.
[188] Buhâri, Cihâd, 122; Halebî, Sîre, II, 479.
[189] Buhâri, Cihâd, 129.
[190] Buhârî,Mezâlim, 3l;Cihâd, 129.
[191] Buhârî, Hibe, 26; Kettânî, Terâtib, I, 335.
[192] Buhârî, Şerike, 1; Cihâd, 73.
[193] Buhârî, Cihâd, 122.
[194] Buhâri, Hibe, 26.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/58.
[195] Buhârî, Humus, 20; Ebû Dâvûd, Cihâd, 137.
[196] Ebû Dâvûd, Cihâd, 137.
[197] Buhâri, Humus,20; Müslim, Cihâd, 72; Ebû Dâvûd, Cihâd, 138.
[198] Ebû Dâvûd, Cihâd, 139.
[199] Buhâri, Şerîke,S; Cihâd, 190.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/58-59.
[200] Buhârî, Hibe, 26; Cihâd, 123; hâre, 16.
[201] Buhâri, Şerike, 1; Cihâd, 122.
[202] Buhâri,Hibe, 4.
[203] Buhârî, Sayd, 16.
[204] Buhârî, Şerike, 1; Cihâd, 123; Müslim, Sayd, 18.
[205] Buhârî, Hibe, 26.
[206] Buhârî, îcâre, 16.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/59-61.
[207] Hamidullah,İslam Peygamberi, II, 1065.
[208] Hamidullah, a.g.e.,11, 1067.
[209] Hamidullah,îslâm Peygamberi, II, 1074.
[210] Buhârî, Cihâd, 119; Fedâü, 9.
[211] İbn Hişâm, Sîre, 111,72.
[212] Hamidullah,îslâm Peygamberi, II, 1068.
[213] İbn Seyyidi'n-Nâs, Ebu'1-Feth Muhammed, Uyûnu'l-Eser, Beyrut, 1974, II, 27.
[214] Bu konuda fazla bilgi için bkz. : Kettânî, Terâtib, II, 318-323; Hamidullah, îslâm Peygamberi, II, 1065-1076; Hamidullah, Hz.Peygamberin Savaşları, 204-217.
[215] İbn Seyyidi'n-Nâs, Uyun, II, 92.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/61-62.
[216] Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/63.
[217] Kettânî, Terâtib, I, 231.
[218] Buhârî, Cihâd, 109-110.
[219] Müslim, Zekât, 108; Ebû Dâvud, Zekât, 27. Ayrıca bkz. Kettânî, Terâtib, I, 221-224.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/63.
[220] Kettânî, Terâtib, I, 314-316.
[221] Buhârî, Cihâd, 40; Müslim, îmâre, 145; Ebû Dâvûd, Cihâd, 17.
[222] Kettânî, Terâtib, I, 350.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/63.
[223] Buhârî, Cihâd, 102; Ebû Dâvûd, Cihâd, 84.
[224] İbn Kayyım, Zâdü'l-Meâd, II, 71.
[225] Buhârî, Cihâd, 106; İbn Kesîr, Sîre, III, 456.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/64.
[226] Buhârî, Cihâd, 103; Müslim, Tevbe, 53.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/64.
[227] İbn Hişâm, II, 272.
[228] Buhârî, Meğâzî, 37.
[229] ibn Seyyidi'n-Nâs, a.g.e.,11, 5.
[230] Ebû Dâvûd, Cihâd, 97.
[231] Buhârî, Cihâd, 40; Müslim, îmâre, 145; Ebû Dâvûd, Cihâd, 17.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/64-65.
[232] Hamidunah,Hz. Peygamberin Savaşları, 171.
[233] Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/65-67.
[234] İbn Sa'd, Tabakât, IV, 220.
[235] Mevdûdî, Hz. Peygamberin Hayatı, II, 602.
[236] İbn Seyyidi'n-Nâs, a.g.e., 1,155-159; İbn Kesîr, eZ-Fusûl, 96-100.
[237] Hamidullah.Hz. Peygamber'in Savaşları, 172.
[238] İbn Hişâm, Sîre, II, 126; İbn Sa'd, Tabakât, I, 227.
[239] Hamidullah,Hz. Peygamberin Savaşları, 174.
[240] ibn Hişâm, Sîre, II, 123-127; îbn Seyyidi'n-Nâs, a.g.e., 1,177-179; Halebî Sâre II, 210-214.
[241] Hamidullah,Hz. Peygamberin Savaşları, 175.
[242] Buhârî, Libas, 16; İbn Hişâm, Sîre, II, 130; Halebî, Sîre, II, 212; Mevdudî, a.g.e., II, 617.
[243] Mes'ûdî, Ebu'l-Hasen AH b. el-Huseyn, Murûcu'z-Zeheb ve Meâdinu'l-Cevker, Mısır, 1964, II, 185.
[244] Buhârî Menakibu'l-Ensâr, 45; Halebî Sîre, II, 197.
[245] İbn Kayyım, Zâdu'l-Meâd, II, 59.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/67-69.
[246] Buhârî,Cihâd,134.
[247] Buharı, Cihâd, 138.
[248] Müslim, Cihâd, 99.
[249] Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/69-70.
[250] Hamidullah,Hz. Peygamber'in Savaşları, 176.
[251] İbn Abdilberr, el-lstiâb, III, 95.
[252] İbn Sa'd, Tabakât, II, 11.
[253] İbn mşâm,Sîre, III, 226; ibn Seyyİdi'n-Nas, Uyûnu'l-Eser, II, 55; Halebî, Sîre, II, 631.
[254] Hamidullah,Hz. Peygamberin Savaşları, 190.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/70-71.
[255] Bubârî, Sayd, 16; îbn Hacer, el-tsâbe, I, 418-419; Hattâh, er-Rasıılu'l-Kâid, 85.
[256] Buhârî, İlim, 8.
[257] Buhârî, Cihâd, 169.
[258] Hattâb, Peygamber Ordusunun Tarihi, 65-111.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/71.
[259] Müslim, İmâre, 45; Ebû Dâvûd, Cihâd, 92; Vâkidî, Meğâzî, I, 40; îbn Sa'd, Tabakât, II, 12.
[260] Ibn Hacer, el-lsâbe, 1,147.
[261] Ayn. es. II, 410.
[262] îbn Abdilberr,el-İstiâb, II, 219.
[263] Hamidullah, a.g.e., 117.
[264] îbn Abdilber, el-İstiâb, II, 219.
[265] İbn Sa'd, Tabakât, II, 37.
[266] Ayn. es. II. 63.
[267] İbn Hisâm, Sîre, III, 240-242; İbnu 1-Esîr, el-Kâmil, II, 182-184; Halebî, Sîre,ll, 649.
[268] Buhârî, Fedâitü Ashâbi'n-Nebi, 13.
[269] Buhârî, Cihâd, 40,134.
[270] Müslim, Cihâd, 36.
[271] Vâkıdî, Megâzi, II, 488-489; İbn Sa'd, Tabakât, II, 69.
[272] Ibn Hacer, el-îsâbe, 1,128, 419.
[273] Taberî, Tarih, III, 141.
[274] İbn Hacer, a.g.e., 1,151.
[275] Ayn. es. 1,419.
[276] İbn Hişâm, Sîre, IV,, 82.
[277] İbn Hacer, a.g.e., I, 73.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/71-75.
[278] Buharı, Cihat,24.
[279] Hamdullah,Hz. Peygamberin Savaşları, 111.
[280] Aynı eser, 111.
[281] Aynı eser, 112.
[282] Buhâri, Sayd, 16.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/75-76.
[283] İbn Hişâm, Sîre, II, 267.
[284] Buhârî, Cihâd, 30.
[285] Taberî, Tarih, III, 44; Halebî, Sîre, II, 388.
[286] Îbnul-Esîr, el-Kûmit, II, 207; İbn Seyyidi'n-Nâs, Uyun, II, 103.
[287] İbn Sa'd, Tabakât, II, 86; İbn Seyyidi'n-Nâs, a.g.e., II, 105.
[288] İbn Sa'd, Tabakât, II, 90; İbn Seyyidi'n-Nâs, a.g.e., II, 109.
[289] Hamidullah,Hz. Peygamber'in Savaşları, 188.
[290] İbn Hişâm, Sîre ,111, 351.
[291] îbn Sa'd, Tabakât, II, 31, Halebî, Sîre, II, 480.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/76-78.
[292] İbn Hişâm, Sîre, II, 268; Halebî, Sîre, II, 387.
[293] Hamidullah,Hz. Peygamber'in Savaşları, 178.
[294] Aynı eser, 181-182.
[295] Aynı eser, 190.
[296] İbn Sa'd, Tabakât, II, 35; İbn Seyyidi'n-Nâs, Uyun, I, 303.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/78-80.
[297] İbn Hişâm, Sire, III, 342; Taberî, Tarih, III, 251; îbn Seyyidi'n-Nâs, a.g.e., 11,130.
[298] İbn Hişâm, Sîre, IV, 42; Taberî, Tarih, III, 294; îbn Seyyidi'n-Nâs, a.g.e., 11,170.
[299] Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/80.
[300] Hattâb, er-Ramlu'l-Kâid, 94.
[301] Buhârî Cihâd, 138.
[302] Buhârî, Cihâd,102.
[303] Buhârî, Meğâzl, 81; Müslim, Tevbe, 5d.
Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/80-81.
[304] Hamidullah.Hz. Peygamberin Savaşları
[305] Buhârî, Cihâd, 24,140 172; ibn Hişâm ««, H. 287.
[306] Vâkidî, Megâzl, I, 41; ibn Hışam, Sıre, II, 270.
[307] Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/81.
[308] Buhârî,Cihad,172.
[309] Buhârî, Cihâd, 149,194; Ebû Dâvûd, Cihâd, 108.
[310] Hattâb, er-Rasulu'l-Kâid, 455-456.
Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/82-84.
[311] Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/84.
[312] Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/84.
[313] K.K., Enfâl Sûresi, 8; ayrıca bkz. Taberî, Tarih, III, 31-32.
[314] Hattâb, el-Kâid, 449-450.
[315] Hamidullah, Hz. Peygamber'in Savaşları, 126.
[316] Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/84-85.
[317] Vâkidî, Megâzî, I, 53; İbn Hişâm, Sîre, II, 272; îbn Sa'd, Tabakât, II, 15; Îbnul-Esîr el-Kâmil, II, 122.
[318] İbn Hişâm, Sîre, II, 67; Taberî, Tarih, III, 106.
[319] Hattâb, el-Kâid, 462.
[320] Buhârî, Cihâd, 122, Şerike 1.
Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/85-86.
[321] Müslim, Cihâd, 23; îbn Seyyidi'n-Nâs, a.g.e., II, 37; Halebî,Sîre, II, 658.
[322] Hattâb, el-Kâid, 456.
[323] Aynı eser, 457.
Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/86.
[324] Buhârî, îcâre, 3.
[325] Buhârî, Cihâd, 156; Müslim, Cihâd, 17,18.
[326] Buhârî, Cihâd, 102; Müslim, Tevbe, 53.
[327] Hattâb, el-Kâid, 451-452.
[328] İbn Sa'd, Tabakât, II, 132; İbn Seyyidi'n-Nâs, Uyân,îl, 161.
[329] Buhârî, Cihâd, 43, 129, Megûzî, 40; Müslim, Cihâd, 120.
[330] Buhârî, Megâzi, 32; Müslim, Cihâd, 69.
[331] Hattâb, a.g.e., 453.
[332] Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/87-89.
[333] Buhârî, Cihâd, 96; Müslim, Cihâd, 78; Ebû Davud, Cıhad, 117, Tl Cihâd, 7.
[334] İbn Hişâm, Sîre, III, 240; Taberî, Tarih, İbn Kes.r, Sıre, III, 214.
Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/89-90.
[335] K.K., Bakara Sûresi, 193.
[336] Buhârî, Meğâzî, 8; Müslim, Cihâd, 42.
[337] Buhârî, Meğâzî, 8; Müslim, Cihâd, 118.
[338] İbn Hişâm, Stre, II, 286; Halebî,Sire, II, 417.
[339] Vâkiclî, Meğâzî, I,172-173; İbn Seyyidi'n-Nâs, a.g.e., I, 293.
[340] Vâkidî, Meğâzî, 1,174; îbn Seyyidi'n-Nâs, a.g.e., I, 293.
[341] Buhârî, Cihâd, 157-158; Müslim, Cihâd, 119.
[342] Buhârî, Cihâd, 154, Meğâzî, 16; îbn Seyyidi'n-Nâs, a.g.e., II, 80.
[343] İbn Seyyidi'n-Nâs, a.g.e., II, 111.
[344] Buhârî, Cihâd, 177.
[345] Taberî, Tarih, III, 142; İbn Seyyid'in-Nâs, a.g.e., II, 112.
[346] îbn Hişâm, Stre, IV, 51; Taberî, Tarih, III, 300; îbn Kesîr, Sîre, III, 563.
[347] Sırma, İhsan Süreyya, hlâmî Tebliğin Medine Dönemi ve Cihâd, İstanbul 1986, s. 190.
Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/90-92.
[348] İbn Hişâm, Sîre, IV, 51;Taberî, Tarih, III, 300; Ibnü'1-Esîr, el-Kâmil, II, 246.
[349] Vâkidî, Megâzî, II, 826; tbn Hişâm, Sîre, IV, 47; İbn Kesîr, Sîre, III, 552.
[350] Sırma, Medine Dönemi, 188.
[351] Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/92.
[352] Ebû Dâvûd, Cihâd, 102.
[353] Vâkidî,Megâzî, I, 71; İbn Sad, Tabakât, II, 14.
[354] Vâkidî, Megâzî, I, 71; İbn Sa'd, Tabakât, 15.
[355] îbn Hişâm, Sîre, II, 287.
[356] Vâkidî, Megâzî, II, 474; îbn Hişâm, Sîre, III, 237.
[357] Vâkidî, Meğâzî, II, 406; îbn Hişâm, Sîre, III, 306.
[358] Îbn Hişâm, Sîre, IV, 51.
[359] Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/93-94.
[360] Buhârî, Cihâd, 73, 88, 97, 99, 153, Menâkıbu'l-Ensâr, 17; Müslim, Cihâd, 19,20,21,23,58.
[361] îbn Hişâm, Sîre, II, 272; Îbnul-Esîr, el-Kâmil, II, 122.
[362] Buhârî, Meğâzî, 31; Taberî, Tarih, III, 165.
[363] Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/94.
[364] Hattâb, el-Kâid, 237.
[365] Taberî, Tarih, III, 165; Süheylî, Raud, VI, 206-207.
[366] Hamidullah, Hz. Peygamberin Savaşları, 101.
[367] Zira': Orta parmağın ucundan dirseğin ucuna kadar olan kısım, arşın (Asım Efendi, Kamus Tercemesi, İstanbul, 1305, III, 241).
[368] Hamidullah, a.g.e., 103,104.
[369] îbn Hişâm, Sîre, III, 226; Taberî, Tarih III, 167; Îbn Kesîr.Sîre, III, 186.
[370] Buhârî, Cihâd, 33, 34, Menâkıbu'l-Ensâr, 63; Îbn Hişâm, Sîre, III. 927.
[371] Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/94-96.
[372] Hamidullab, a.g.e., 146.
[373] Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/96.
[374] Kettânî, Terâtih, I, 373; Hattâb, a.g.e., 387.
Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/96.
[375] Halebî, Sîre, III, 81; Kettânî, Terâtib, I, 374; Hattâb, a.g.e., 387.
Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/96.
[376] Bkz., Meydan Larousse, savaş md.
[377] Buhârî, Meğâzî, 17; İbn Hişâm, Sîre, II, 99; İbn Kesir, Sîre, III, 75.
[378] Buhârî, Cihâd, 34; Müslim, Cihâd, 120.
[379] Buhârî, Cihâd, 130,131,132.
[380] Buhârî, Megâzî, 18,31.
[381] Buhârî, Cihâd, 130.
[382] Buhârî, Megâzî, 8; Müslim, Cihâd, 42.
[383] Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/96-97.
[384] Hattâb, a.g.e., 352.
[385] İbn Hişâm, Sîre, IV, 44; İbn Kayyım, Zâdu'l-Meâd, II, 181.
[386] Buhârî, Megâzî, 50.
Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/97.
[387] Hattâb, Peygamber Ordusunun Tarihi, 96-97.
[388] Aynı eser, 63.
[389] îbn Kayyım, a.g.e., II, 182.
[390] Vâkidî, Meğâzî, II, 821-823; Îbn Hişâm, Sîre, IV, 45, 46, 47; Taberî, Tarih, III, 296-297; İbn Kesîr, Sîre, III, 550 (Bazı bölümleri, Buhârî, Meğâzî, 50. dedir).
Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/98-99.
[391] Buhârî, Cihâd, 130.
[392] Vâkidî, Meğâzî, II, 460.
[393] Buharı, Cihâd, 43, Meğâzî, 40; Müslim, Cihâd, 43.
[394] Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/99-100.
[395] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 395.
[396] Müslim, Fedâil, 126; îbn Mâce, İkâme, 189.
[397] Müslim, Sayd, 57.
[398] Buhârî, Cihâd, 1220.
[399] Müslim, Cihâd, 3.
[400] Ebû Dâvûd, Cihâd, 119.
[401] Müslîm, Cihâd, 2; Ebû Dâvûd, Cihâd, 90; Dârimî, Siyer, 5.
[402] Buhârî, Cihâd, 106; Ebû Dâvûd, Cihâd, 122.
[403] Dârimî, Siyer, 60; Ahmed. b. Hanbel, Müsned, III, 487.
[404] Mevdûdî,Ebû'l-A'lâ, İslâm'da Savaş Hukuku(Tec.:Beşir Eryarsoy), Is-tanbul,1992, s.263-268.
[405] Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/100-101.
[406] Hattâb, el-Kâid, 476.
[407] Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/101.
[408] Buharı, Cihâd, 146; Müslim, Cihâd, 24-25; Ayrıca bkz. Müslim, Cihâd, 137-140.
[409] Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/102.
[410] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I,118; Hâkim, Miistedrek, IV, 389.
Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/102.
[411] Ebû Dâvûd, Cihâd, 90.
[412] Şevkânî, Muhammed b. Ali; Neylu'l-Evtâr, Mısır, 1391, VII, 281.
[413] îbn Hişâm, Sîre, IV, 95; İbn Kesîr, Sîre, III, 611.
[414] Ebû Dâvûd, Cihâd, 121; Tirmizî, Siyer, 29.
[415] Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/102-103.
[416] Şevkânî, a.g.e., VII, 281.
[417] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 300.
Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/103.
[418] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 413; Ayrıca bkz. îbn Mâce, Cihâd, 30.
[419] İbn Seyyidin-Nâs, Uyun, II, 73.
Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/103.
[420] Hamidullah, Hz. Paygarnberin Savaşları, 66.
[421] Aynı eser, 65-66.
[422] Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/104.
[423] Müslim, Cihâd, 18; îbn Hişâm, Sıre, II, 365-374; İbn Kesîr, Sîre, II, 511.
[424] Hattâb, el-Kûid, 125.
[425] Buhârî, Cihâd, 171; Müslim, Cihâd, 18.
[426] İbn Kesîr, Sîre, II, 512.
[427] Hattâb, el-Kâid, 126.
Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/104-105.
[428] îbn Hişâm, S'ıre, II," 255; ibn Seyyîdi'n-Nâs, Uyun, I, 229; îbn Kesîr, Sîre, II, 369.
[429] Müslim, Cihâd, 46; Ebû Dâvûd, Cihâd, 124; Ahmed b. Hanbel, Mihsned, IV, 47, 51.
Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/105.
[430] Vâkidî, Megâzî, 1,139,144; Hattâb, el-Kâid, 128.
[431] îbn Hişâm, Sîre, III, 307; Jbn Kesîr, Sîre, III, 302; İbn Seyyidin-nas, Uyun, II, 95.
[432] Buhârî, Megâzî, 56; Vâkidî, Megâzî, II, 835; îbn Hişâm, Sîre, IV, 54-55.
[433] Buhârî, Hum us, 14, Vekâle, 7; İbn Hişâm; IV, 132,133; İbn Kesîr, Sîre, III, 672.
[434] Müslim, Cihâd, 133.
[435] Vâkidî, Megâzî, II, 835.
[436] K.K., Yûsuf sûresi, 92.
Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/105-106.
[437] Vâkidî, Megâzî, 1,149; îbn Hişâm, Sîre, II, 367; İbn Kesir, Sîre, II, 473.
[438] Vâkidî, Megâzî, 1,139; îbn Hişâm, Sîre, II, 366; İbn Kesîr, Sîre, II, 473.
[439] Hattab, el-Kâid, 125.
[440] Aynı eser, 477.
Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/107.
[441] Hamidullah, Hz. Peygamberin Savaşları, 66; Mevdûdî, îslâmda Savaş Hukuku, 209-240.
[442] Hattâb, el-Kâid, 478.
[443] Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/107.
[444] Buhârî, Megâzî, 8; Tirmizî, Siyer, 3.
[445] Buhârî, Meğâzî, 26; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 31; Tirmizî, Cenâiz, 46; Nesâî, Cenâiz, 83; îbn Mâce, Cenâiz,28.
[446] Buhârî, Cihâd, 162; Müslim, Cihâd, 101-105.
[447] Müslim, Cihâd, 142.
[448] Buhârî, Cihâd, 63-64.
[449] Buhârî, İdeyn, 20.
[450] Buhârî, Cihâd, 94.
[451] Buhârî, Salât, 77; Müslim, Cihâd, 67.
[452] Kettânî, Terâtib, II, 113.
[453] İbn Hişâm, Sîre, III, 60; İbn Seyyidi'n-Nâs, Uyun, I, 300; îbn Kesîr, Slre, III, 14.
Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/107-109.
[454] Taberî, Tarih, IH, 62.
[455] İbn Hişâm, Sîre, III, 102; Hamidullah, a.g.e., 67.
[456] Taberî, Tarih, IH, 62.
[457] Hattâb, el-Kâid, 126.
[458] Aynı eser, 478.
Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/109.
[459] Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/110-112.
[460] Doç. Dr. Mustafa Ağırman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/113-114.