ASR-I SAADET'TE TOPRAK HUKUKUNUN TEŞEKKÜLÜ.. 2

Ali Bulaç. 2

Giriş. 2

Birinci Bölüm.. 2

TOPRAK TÜRLERİ2

I. Mülk Ve Haracı Arazi2

II. İkta. 3

III. Mevat Arazi3

IV. Vakıf Arazi4

V. Toprak Tevziinde Sınırlama. 4

VI. İslâm'la Toprakların Yeniden Tevziî6

İkinci Bölüm.. 7

HZ. ÖMER'İN TOPRAK SİYASETİ7

I. Fetih Alanı7

II. Irak Topraklarının Statüsü Sorunu. 8

III. İtirazlar8

IV. Hz. Ömer'in İçtihadı Ve Delilleri9

V. Hz. Ömer'in Hayber Hakkındaki Görüşü. 11

VI. Mısır Toprakları Da Dağıtılmıyor12

VII. Ganimetin Fey Kabulü Hakkında Mezheblerin Görüşü. 12

VIII. Verilen Mülk Toprağı Geri Alma. 12

IX. Altyapı Tesislerinin Kurulması13

X. Feodalitenin Yıkılması Ve İslam Toprak Sistemi13

Sonuç. 15


ASR-I SAADET'TE TOPRAK HUKUKUNUN TEŞEKKÜLÜ

 

Ali Bulaç

 

 

Alı Bülaç 1951 Yılında Mardin'de doğdu. İlk ve Orta öğreni­mini Mardin'de, yüksek öğrenimini İstanbul Yük­sek İslâm Enstitüsü (1975) ve İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü'nde (1980) yaptı. 1976'da Düşünce Dergisi ve Düşünce Yaymları'nı, 1984'te İnsan Yayınları'nı kurdu. 1987 yıhnda Za­man Gazetesi'nin kurucuları arasında yer aldı ve bir yıl Gazete'nin İstanbul Büro Şefliği görevini yürüttü. 1985-1992 yıllan arasında Kitap Dergi-si'ni, üç aylık araştırma dergisi Bilgi ve Hikmet'i yönetti. Çeşitli dergilerde, Milli Gazete, Yeni De­vir ve Zaman Gazetesi'nde çok sayıda yazı ve araş­tırmaları yayınlandı. 1988'de Türkiye Yazarlar Birliği "Fikir Ödülünü aldı. Evli ve dört çocuk ba­basıdır.

Bugüne kadar yayınlanan eserleri: Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı (8. Bsm. 1993); Kur'an ve Sünnet Üzerine (3. Bsm. 1985); İslâm Dünyasında Düşünce Sorunları (A. Bsm. 1993.); Çağdaş Kavramlar ve Düzenler (13. Bsm. 1993); Gündemdeki Konular (3 Bsm. 1992); Ortadoğu Gerçeği (1988J; İslam Dünyasında Toplumsal Değişme (3. Bsm. 1993); Bir Aydın Sapması (3. Bsm. 1993.); İnsanın Özgürlük Arayışı (3. Bsm. 1992); Din ve Modernizm (3. Bsm. 1992);Nuh'un Gemisine Binmek (1992); İslam ve Fanatizm (1993); İslam ve Demokrasi -Teokrasi, Totalite-rizm-(1993).[1]

 

Giriş

 

Miladi 622 yılında Mekke'den Medine'ye yapılan hicretten sonra eski ismi Yesrib olan bu küçük şehirde İslâm'ın siyasi, sos­yal ve ekonomik alanlarda düzenli bir organizasyon şeklinde teza­hür etmesi islâm tarihinin önemli olaylarından biri, hatta en önemli olanıdır..

islâm tarihinde teşekkül eden toprak hukukunun, müetehid-lerin teorik çalışmaları veya şahsî öngörüleri sonucu değil de, İslâm devletinin bu ilk tatbikatım referans alarak vücud bulması. islâm'da toprak hukukunun mahiyetini ve şeklini araştıran her­kesi bu ilk dönemdeki tatbikata yöneltmek zorunda bırakır. Doğrusu da budur. Çünkü hukuk gibi diğer bütün faaliyet alanları ve ilimlerin beslenme ve ilham kaynağı Asr-ı Sa'adet'tir.

Toprak hukuku bağlamında şu söylenebilir ki, Asr-ı Saadet'le de toprağa ilişkin hukukî düzenlemeler teorik ve bir defalığına değil duruma ve vukubulan olayların mahiyetine göre yapılmıştır. Bir toprağın hangi hukukî statüye tâbi tutulacağım tayin eden şey, sözkonusu toprağın müslümanlarm eline geçiş şeklidir

Nitekim bu düzenleme de inen vahyin yol göstermesi doğrul­tusunda şekil bulmuş; savaş ve fetih hareketleri devanı ettikçe toprak üzerinde uygulanacak statü de inen ayetlerin öngördüğü veya Peygamber'in gösterdiği doğrultuda tespit edilmiştir.

Ayetler, toprağı ganimetler genel kavramı içerisinde çözüme bağlarken Hz, Peygamber bizzat uyguladığı sünnetlerin de bun­lar hakkında nasıl clavranılacağını yeri geldikçe açıklıyordu. [2]

 

Birinci Bölüm

 

TOPRAK TÜRLERİ

 

I. Mülk Ve Haracı Arazi

 

Fetihler sonucunda arazi hukuku genel anlamda üç kısma ay­rıldı:

a) Müslüman olup da toprakları kendilerinde kalan ve îslâm devletine öşür veren yerler, Taif gibi.

b) Savaş sonucu fethedilen ve topraklan müslümanlar ara­sında dağıtılan yerler, Hayber gibi.

c) Savaş yapılmadan teslim olan ve toprakları Fey hükmüne giren yerler, Beni Nadir gibi.

Hz. Peygamber Hayber'i fethedince onu gaziler arasında ga­nimet olarak taksim etti. Bu yeni tatbikata göre, beşe ayrılan bu toprakların 1/5'i Allah'a ve Resulüne ayrılır, geri kalan 4/5'i de mülk arazi olarak müslümanlar arasında dağıtılırdı. Ancak Hz. Ömer sonraki dönemlerde savaş yoluyla fethettiği arazileri tak­sim etmekten kaçındı ve Fey hükmünde kabul etti. Oysa Fey, müslümanlarlarm savaş yapmadan kazandıkları topraklar idi. Nitekim Hz. Peygamber Beni Nadir'in mallarına bu hükmü uygu­lamıştı.[3] Fey ve ganimet malları hakkında varid olan şu hadisi zikredelim:

«Üzerlerine at ve deve koşturmadığınız halde, (savaş yapma­dan) küffar beldelerinden herhangi bir beldeye geldiğiniz ve aha-lisiyle bir mal üzerine sulh yapıp orada ikamet ettinizse onlardan aldığınız fey olur, ki onun sarf yeri müslümanların tamamıdır. Allah'a ve Resulüne asi olan beldeye gelip de atlar koşturmak ve savaş yapmak suretiyle onlardan aldığınız mallara gelince onla­rın beşte bir'i Allah'ın ve Resâlünündür. Sonra, geri kalan beşte dördü ise sizindir»[4]

Ganimet malları mücahidler arasında taksim edilirken, Fey malları mücahidlere dağıtılmaz, mülkiyeti (rakabesi) devlette ka­lır. Onlardan cizye ve haraç alınır.[5] Şu nokta özellikle önemlidir:

Fey, elde ediliş tarihinden kıyamete kadar gelecek mü'mirilere aittir.[6]

Özetlersek, Fey mallan toplum adına mülkiyeti devlete ait olan mallardır. Hz. Ömer, savaşta fethedilen araziyi de Fey hük­müne sokmuş ve süren uzun tartışma ve müzakerelerden sonra Ashab ona uymuştur. Fey olan arazi haracı arazidir. Özel mülk konusu yapılamaz, ilerde de göreceğimiz gibi, Hz. Ömer Buceyle Kabilesine mülk-ganimet olarak verdiği araziyi üç sene sonra tek­rar ellerinden almıştır. Ancak devlet haracı araziden müslüman-lara ikta'larda bulunabilir. [7]

 

II. İkta

 

Haracı arazi üzerinde iki ikta şekline rastlanabilir.

a) Temliki ikta', b) Istiğlalen tkta'[8]

Birincisinde toprağın (rakabesi) ferde geçer, ikincisinde dev­lette kalır. Hz. Peygamber zamanında çeşitli iktalar yapılmıştır. Bu iktalann belli başlı özellikleri temliki ikta' olmamalarıdır. An­cak Asr-ı Saadette arazî vergilerinin kişilere ikta' edildiğine rast­lamak hemen hemen mümkün değildir, çünkü bu dönemde vergi­yi devlet memurları toplardı.[9] Verginin ikta'ına daha çok Osman­lılarda rastlanır ki, bu da iltizam usulüne yol açmış ve reayanın bir avuç insafsız mültezimin eline terkedilmesi sonucunu doğur­muştur. Asr-ı Saadet'te iktalar yapıldığında herkese işleyebilece­ği kadar toprak verilmesine büyük özen gösteriliyordu.. Nitekim işleyemiyecek kadar toprağa sahip olanların ellerinden fazla top­rakların alındığı ve işleyecek durumda olan topraksız müslüman-lara dağıtıldığı kaynaklarda zikredilmektedir.

ikta' sahibi muhtecir gibidir, işlemekten aciz olan kimseye toprak ikta' edilmez. Kendisine toprak ikta' edilen kişi, bu yerde üstün hak sahibidir. İcar ile gelirinden istifade edebileceğine ce­vaz verilmiştir. Mülkiyeti Beyt'ül-male ait olan arazinin satışı, rehnedilmesi, her türlü ferağ işlemleri ve vakfı hukuken muteber değildir. Mülkiyeti devlete ait olduğundan, hiçbir fert o yer üzerin­de mutlak malik değildir.

Bu sebepten satışı da yasaklamıştır.[10] Ebu Hanife dışındaki ekseri hukukçular bu arazinin kiraya verilebileceğini kabul eder­ler. Menfaatim hibe edebilir fakat satamaz.[11] Temliki olan iktalar da üç sene çalıştınlmazsa bu topraklar kendisine ikta edilenlerin ellerinden alınır. Devlet belli durumlarda bu topraklaramüdaha-le hakkını elinde bulundurmaktadır.[12] Fey arazi olan ve eski sahip­lerinin elinde bırakılarak kendilerinden cizye alınan haracı arazi­ler de müslüman olmayanlar (zımmîler) tarafından satılamaz­lar.[13]

 

III. Mevat Arazi

 

Genel kabul gören görüşe göre, Ölü (mevat) arazi şöyle tarif edilir: Bir müslüman veya zimmîye ait olmayan ve uzaklığı bir köy kenarındaki evden yüksek sesle bağırmak suretiyle duyulamaya-cak kadar uzak olan ve ihya edilmiş olmayan araziye denir.[14] Ölü araziyi ihya edebilmek için Ebu Hanife'ye göre, devlet başkanının iznini almak şarttır.[15] imam Şafii dışında kalan diğer hukukçula­ra göre, bir kimse mevat olan toprağı üst üste üç sene işleyemezse toprak elinden alınır ve bir başkasına devredilir.[16] Mecelle'de de mevat arazinin mutlak mülkiyet olamayacağı kaydedilir.[17] Yine Ebu Hanife'ye göre, bir kimse devlet başkanının iznini almadan arazi ihyasında bulunursa aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, ona malik olamaz. Belki zilyet olarak elinde kalabilir.

Bu tür mülkiyetlere el koyabilmek için zamanın geçmiş olma­sı (mürur-u zaman) Önemli bir faktör değildir: Atiyy b. Kays şu ola­yı anlatır: Bir kısım halk halife Ömer'den Şam'da bulunan Enzire topraklarım atlarını otlatmak, beslemek için istediler. Bu yerler onlara verildi. Halkın bazısı oraları ektiler; durum Halifeye ileti­lince ektikleri yerleri ellerinden aldı ve ektiklerinden dolayı da tazminata mahkum etti.[18] Haklı sebeplere isnad etmeyen ikta işlemleri üzerinden uzun sürenin geçmesi onu meşru kılmadığı gibi kişi menfaati amme menfaatine tercih de edilemez.[19] ilk zamanlarda arazi muayyen defterlere kaydedilmediğinden her türlü ihtilaflarda menkul mallardaki gibi şahit dinleniliyordu. Malı ellerinden çıkan, başkası tarafından işgal edilen arazinin maliki hak talebinde bulunur, geri almak isterse tek delili şahit idi.

Ca'fer b. Muhammed şöyle nakleder: Hz. Peygamberin kızı Hz. Fatıma Halife Ebu Bekir'e gelerek; -Fedek'i bana ver. Zira babam onu bana vermişti, dediğinde, Ebu Bekir (r.a.) ondan şahit istedi. Bunun üzerine Ümmü Eymen ile Hz. Peygamberin azadlı-sı Kibah, Hz. Ebu Bekir'in katma gelerek şahitlik ettiler. Hz. Ebu Bekir: «Bu dava ancak bir erkek, iki kadının şahitlik etmesiyle is-bat olunur» diye cevap verdi.[20]

Hz. Ebu Bekir, eğer Hz. Fatıma iki kadın ve bir erkek şahit ge­tirseydi usulen Fedek arazisini ona devredecekti. Ancak Fedek arazisinin Peygamberin arazisi olduğu ve Hz. Peygamber'in de kendisinden sonra mirasçı bırakmadığı bilinmektedir. Çünkü «Peygamberler miras bırakmaz," hadisi vardır. Bizim için bu Ör­nekte önemli olan Halife Hz. Ebu Bekir'in takıp ettiği usuldür. Mürur-u zaman haklı olmayan mülkiyeti meşru kılmaz.[21]

 

IV. Vakıf Arazi

 

Anadolu'da Osmanlılardan beri çok geniş toprak parçalarının vakıf toprakları olduğu malumdur. Vakfedilen arazi veya taşın­maz mal kıyamete kadar vakfedildiği gayeyi gerçekleştirmek üze­re kullanılır. Vakıf arazi üzerinde özel mülkiyet hukuken sözko-nusu olamaz.

Vakıf, Asr-ı Saadetten beri süregelen bir uygulamadır. Hz. Ebu Bekir Mekke'deki evini, Zübeyr b. el-Avvam evlerini, Hz. Ömer ve Hz. Osman da Hayber'deki mülklerini vakfetmişlerdir.[22] Konumuza açıklık getirmesi bakımından Hz. Osman (r.a.) Hayber'deki arazisini vakfederken yazdırdığı vakıfnameyi aşağı­ya alalım:

«Esirgeyen bağışlayan Allah'ın adı ile. İşte, şu Osman b. Af-fanın sağlığında Hayber'deki malından tasaddukta bulunduğu­na dair bir belgedir. O mala îbn-u Ebi'l-Hukeyk malı denilir. Bu­nu (oğlu) Eban b. Osman'a kafi bir tasaddukla vermiştir ki, asla satılamaz, hibe edilemez, mirasla intikal edemez. Bu işleme Hz. Ali b. Ebi Talib ve Usame b. Zeyd şahid olmuş, Üsame (belgeyi) yazmıştır».

imam Malik de vakıf işlemi ile rakabe vakfın mülkünden çık­mamasına rağmen satamaz, hibe edemez, miras yolu ile vereseye intikal edemez, der. îmanı Malik'in görüşü ve Hz. Osman'ın vakfi­yesinden de anlaşılacağı gibi bu tür araziler satış, hibe ve miras konusu yapılamayacaklarından özel mülkiyet konusu da olamaz­lar. Bu yolda ortaya çıkan özel mülkiyet, vakıf hukukunca meşru olmayan bir mülkiyettir ve devletin görevi bunları gasıplarm elin­den alıp esas gayelerine hizmet eder hale getirmektir. Vakıf arazi üzerinde mütevellinin emri ve izni olmaksızın kendi malı ile ağaç dikerse, bina yaparsa, bu ağaçlar ve binalar vakfa bağış sayılır, iş­leri yapan kimse masraflarını almak için mütevelliye başvurama-yacağı gibi, ağaçlan ve binaları sökemez de.[23]

Bugün için Anadolu'da ve diğer yerlerde birçok arazi ve taşın­maz mal vakıftır. Kendi gayeleri dışında kullanılamayacak olan vakıflar üzerinde yapılabilecek en olumlu işlem, bunları eski sta­tülerine döndürmekti. Kapsamlı bir çalışma bunu kolaylıkla sağ­layabilir. Ancak, Osmanlılardan beri süregelen birtakım vakıflar var ki, bunlar «Vakf-ı gayr-ı sahih» hükmündedir. Sahih olmayan bu vakıflar, Fey olan arazinin üzerinde kurulmuştur. Halbuki bi araziler rakabesi devlete ait olmak suretiyle kimseye de temliki anlamda ikta edilmemiştir. Bu durumda islâm devleti sahih olmayan bütün vakıfları bu günkü işleticilerin elinden almak ve uygun göreceği şekilde ya ikta etmek veya devlet harcamaları için bir kaynak olarak kullanmak durumundadır.

Bir çok vakıf malı Cumhuriyetten beri ya işgal edilmiştir ya da gayr-ı müslimlere satılmıştır. Böylesi işlemler de tamamen muteber değildir.[24]

 

V. Toprak Tevziinde Sınırlama

 

Asr-ı Saadet'te yapılan toprak kesimleri (ikta'lar) günün şart­larına ve kendilerine ikta yapılan ailelerin ihtiyaçlarına göre belli düzenlemelere tâbidir. Bu konuda bazı sınırlamalara gidildiğini görüyoruz. Çifçilere işleyebileceklerinden fazla toprak dağıtılma­sı olayına Hz. Peygamberin döneminden Osmanlının orta zaman­larına kadar rastlanamaz. Aşağıda nakledeceğimiz örnekler bu konuya bir açıklık getirmesi bakımından önemlidir.

Bilal b. el-Haris el-Müzeni babasından, o da Hz. Peygam-ber'den şunu rivayet etmiştir: Peygamber (s.a.v.) babasına bir ye­rin tamamını vermişti. Hz. Ömer (r.a.) halife olunca Bilal'e:

«Şüphesiz Allah'ın Resulü, insanları oraya sokmamak için o yerleri sana vermiştir. Sen ondan işleyebileceğin kadarını al, arta kalanını geri ver,» demiştir. Bilal vermek istemez ve «vallahi bir­se vermem» deyince, Hz. Ömer de rızası olmadan onun işleyemedi-ği miktarı alır, müslümanlar arasında taksim eder.[25]

Bu olaydan şunu anlıyoruz:

Hz. Peygamber (s.a.v.) Bilal'e işlemek üzere toprak verir. Ancak Bilal bunu işlemez veya işleyemez. Bu durumda Hz. Ömer işleyemediği toprağı elinden zorla alır. Üstelik mülkiyet hakkı bizzat Peygamber tarafından verilmiş ve tescil edilmiş olmasına bakılmaksızın. Çünkü Hz. Ömer toprağın işlenmek üzere Hz. Pey­gamber tarafından verildiğini biliyordu. Bu gibi durumlarda dev­let başkam daha büyük zararlara açık kapılar bırakmamak için şeklen meşru bir kimliğe bürünen mülkiyet hakkına müdahale et­me yetkisine sahiptir. Aşağıda nakledeceğimiz olay, meşru görü­len mülkiyete hangi durumlarda ve şartlarda devletçe müdahale edileceğine daha açık delil olacaktır.

Ebu Süfyan evinin etrafında durur, ayağını yere vurarak:

- Şu arazi ta yukarı kısımlara kadar benimdir, der. îbni Fer-kad der ki: Bu durum Halife Hz. Ömer'e akratılmca, Hz. Ömer Ebu Süfyan'a şöyle der:

- Etrafını duvarla çevirmedikçe, araziyi ekip biçmedikçe bu arazi kimsenin olamaz. Önemli olan ihyadır.[26]

Bu olaydan da kolayca anlaşılabileceği gibi Halife Ömer (r.a.), toprağa sahip olma hakkını onu işleme ile sınırlandırmıştır ki, bu durum yukarıda naklettiğimiz olayla bir tetabuk (uyum) halinde­dir.

Yine Abbasiler döneminde "Mesrukan" denilen yer Ebu Bek-re ailesinin alinde bulunuyordu. Resmî kayıtlarda sözkonusu top­rak 100 cerib iken Halife el-Mansur'un memurları tarafından ölçüldüğünde 1000 cerib olduğu ortaya çıktı. Memurlar bu 1000 ceribden ancak 100 ceribini Ebu Bekir ailesine bırakarak geri ka­lan 900 ceribi ellerinden aldılar.[27]

Bu iki örnekten anlaşılan şu ki; Bir kişinin elinde işleyemeye­ceğinden fazla veya haksızca bulundurduğu toprağa devletçe el konulmaktadır. Bu da, mülkiyet hakkını toplumsal hayatta tamamen ilga etmek veya sosyalist doktrinin Öngördüğü şekilde devletin mülkiyetine geçirmek anlamına gelmez. Böylesi tutum­larda önemle korunan ilke veya sağlanmak istenen fayda, topra­ğın îslâm hukukunun örgördüğü şekilde dağılımını sağlamak ve toplum içinde fertler arasında doğması muhtemel ekonomik den­gesizliklere ortam hazırlamamaktır. Kapitalist hukuk anlayışı içinde sermaye ve toprak sahibi bir kişinin, dilediği kadar toprağa malik olmasında herhangi bir sakınca görülmemiş; tersine, ser­maye birikimi için kaçınılmaz bir yol kabul edilmiştir. Sosyalizm ise kapitalizmin tamamen dışında ve karşısında bir anlayış geti­rerek toprağın ve toprak üzerindeki her türlü tasarruf, yararlan­ma ve mülkiyet hakkının ancak devlete ait olabileceği fikrini be­nimsemiştir.

Dikkat edilecek olursa birbirinden son derece farklı gözüken bu her iki sistemde netice itibariyle ortaya çıkan durum, toprakta çalışan insanların köleleştirilmesidir. Kapitalist anlayış, toprak mülkiyetini sınırsız ve mutlak anlamda fertlere veya toprak ağa­larına verirken, sosyalist anlayış, bunu devlete ve devletin ege­men sınıfını oluşturan seçkinlerin yönetimine vermektedir. İslâm hukuku çerçevesinde toprak üzerinde özel mülkiyete sahip olmak mümkündür; belli durum ve şartlarda kişilere toprak üzerinde Özel mülkiyet hakkı tanınmıştır. Çoğu durumda özel mülkiyet fet­hedilen toprakların "Fey" sayılmayıp Ganimet hükmünde tcliikkî edilmesi veya devletin kararı ile ölü toprakların işletme açılması halinde gerçekleşebilir. Eğer toprak fetih sonucu elde edilmişse ve devlet gelirlerini bütün müslümanlara tahsis etme politikasını takip etmişse (fey) bu durumda fert devletçe kendisine ikta edilen arazinin ancak gelirine sahip olabilir. Toprağın mülkiyeti yine devletindir. Bu arada devletin temliki iktalarda da bulunabilece­ğini daha önceleri zikretmiştik. Ancak burda bizi ilgilendiren asıl husus, devletin ister ganimet taksiminde, ister iktalarda veya ölü toprakları ihya işleminde, fertlere toprak dağıtınca onlara ancak ihtiyaçlarına yetecek ve işleyebilecekleri kadar toprak vermesi il­kesine büyük bir önem ve dikkat göstermesidir.

Kur'an'm genel ilkelerinden ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'in tat­bikatından hareketle teşekkül eden toprak hukukunda niçin bu hedeflerin gözetildiğine daha yakından bakmakta yarar vardır:

Yeryüzü nimetlerinin insanlar için yaratıldığına işaret eden Kur'ân-ı Kerim, insanın bir takım kontrol mekanizmaları olmak­sızın güvenilemiyecek bir varlık olduğunu, zaman zaman isyana, zulme ve nankörlüğe sapabileceğini [28]belirterek, mülk üzerinde her türlü hakimiyet, kontrol ve tasarruf hakkının ancak Allah'a ait olabileceğini beyan eder. Her türlü kayda ve şarta bağlı olmayı reddeden (yani mutlak anlamda ferdin hakları ilkesinden hareket edilerek geliştirilen hukuk felsefelerine göre) tamamen ferdin kontrol ve hakimiyetine terkedilmiş mülkiyetin zulme yol açabi­leceği geçmiş çağlardan beri müşahede edilmektedir. Sınıflı top­lumlarda sınıflar arasındaki dengesizliğe, adaletsiz mülkiyetin yol açtığı bilinen bir husustur.

Kur'ân-ı Kerim mülkiyet konusuna şöyle değinir: «Yoksa on­ların mülkten bir hisseleri mi var? (Eğer) öyle olsa (idi), insanlara bir çekirdeğin zerresini bile vermezler di.»[29] tbni Kesir'e göre eğer insanlara "mülk"ten (mutlak ve sınırsız anlamda) hisseler tanın-saydı alabildiğine cimriliğe sapar ve başkalarına hiç bir şey ver­mek istemezlerdi, insanda fıtri bir temayül olan cimriliğin top­lumsal hayatta ve onun önemli parçası ekonomik ilişkilerde geniş halk kitleleri aleyhine işleyen bir mekanizmaya dönüşmemesi için bir takım etkin tedbirlere ihtiyaç duyulacağı kolayca kabul edilebilir. Belki islâm'a liberal gözlüklerin arkasından bakanlar, bu ve buna benzer ayetleri anlamakta güçlük çekebilirler, ama ay­nı ayeti destekleyen ve daha açık izah eden hadislere, islâm'ın ilk dönem uygulamalarına bakıldığında, islâm'ın hiç de liberal kapi­talizme benzemediğini göreceklerdir.

Son tahlilde mülkiyet hakkı Allah'ındır. Ümmetin hür irade­siyle işbaşına getirilen devlet başkanı (halife), zayıfların sığmağı ve mazlumların yardımcı sidir.[30] Gayri meşru yollardan kazanı­lan, toplumda iktisadi dengesizliği körükleyen ve olağanüstü za­manlarda muhtaçlara ulaştırılaimyan mülkiyete devlet başkanı çekinmeden el koyabilir. «Hiç kimse mülkünde tasarruftan men olunamaz. Meğer ki diğerlerine zararı fahiş ola. O halde men olu­nabilir.»[31] Mecellede mülkiyet üzerinde tasarruftan el çektirme, topluma fahiş zararlarla sınırlandırılmıştır. Fakat fahiş zararı ol­mayan ve bazan kazanılmış bir hak gibi görünen mülkiyete de el konulduğu Asr-ı Saadet tabikatmda görülmektedir. Yine Mecelle'de genel bir kaide olarak: «Zarar-ı âmmı def için zarar-ı has ihtiyar olunur.»[32] denilmektedir. [33]

 

VI. İslâm'la Toprakların Yeniden Tevziî

 

Özellikle toprak konusunda liberal bir tutum içinde görünen bazı bilginlere göre[34] cahiliye döneminde Özel mülkiyet vardı. Ve Hz. Peygamber hiçbir özel mülke müdahale etmeden eski statüyü devam ettirmiştir. Bu bir iddiadır ve doğruluğunu tartışmakta ya­rar vardır. Önce şunu kaydedelim: islâm, cahili düzenleri duruma göre kökten değiştirmek, duruma göre de ıslah ve yeniden tanzim etmek üzere gelmiştir.

Cahiliye döneminde olup-biten bütün zulümler islâm tarafın­dan telafi edilir. Cahiliyenin statüsü olduğu gibi muhafaza edile­rek islâm'ın öngördüğü adalet ve hakkaniyeti gerçekleştirmek mümkün değildir.[35] Nitekim Hz. Peygamber cahiliye devrinde olan ahidlerin İslâm'da olmadığım buyurur. Sözgelimi cahiliyede hamile olan dişi develerin satışı geçerli iken, islâm'ın gelişi ile bu satış yasaklanmıştır.[36] Faiz, kumar, rüşvet, karaborsacılık, vb. bütün akidler ve işlemler örnek gösterilebilir. Müslüman olan bir kimse müslümanlarm lehine olan onun da lehine, müslümanlarm aleyhine olan onun da aleyhinedir. Çünkü islâm önceki dinlere ait olan (bozuk ve gayr-ı adil) esasları yıkmıştır.[37] Aşağıda sunacağı­mız örnek iddiamızı destekleyecek mahiyette görünmektedir:

Taif müslümanlarm eline geçtikten sonra, Hz. Peygamber, Taif i muhasara eden Sahr'ı çağırtmıştı. Sahr'm Medine'ye geldi­ğini haber alan Selimoğulları Peygambere gelerek şöyle dedi:

- Ey Allah'ın Resulü, biz gayr-ı müslim iken Sahr, bütün ku­yularımızı almıştı. Artık müslüman olduk, kuyularımızın iade edilmesi lazım.

Hz. Peygamber, Sahra kuyuları iade etmesini emreder. Ve: «Bir kabile müslüman oldu mu malına sahip olur.» buyurur. Sahr da bu emri yerine getirir.[38]

Konuya ilişkin imam Şafii şöyle der: Bir kimse emanla düş­man ülkesinde bazı menkul veya gayr-i menkul mallar kazanabi­lir veya düşman ülkesinde mülkü olan birisi hicret edip islâm ülkesine girer, sonra bu yerler islâm orduları.tarafından fethedi-lirse, o yerdeki arazinin tamamı savaşa katılanların hakkıdır. Zira ülke savaşla fethedilmiş olup o yerde devlet başkanının tak­dir ettiği muamele icra edilir.[39]

Hz. Ömer (r.a.) Irak fatihi Sa'd b. Ebi Vakkas'a gönderdiği mektupla şöyle der:

«- Her kim savaştan önce davetine uyar da müslüman olursa, o kimse müslümanlardan bir fert sayılır. Müslümanlar için zaruri olan hak ve vecibeler onun için de tahakkuk etmiş olur. Onun da İslâm'da bir payı vardır. Her kim savaş ve hezimetten sonra islâm davetine icabet ederse o da müslamanlardan bir ferttir. Ancak onun malı müslümanlarmdır. Zira müslümanlar onun malını o müslüman olmazdan önce elde etmişlerdir.»[40]

İslâm orduları tarafından fethedilen yerler hakkında uygula­nacak statü belli hukukî kurralar ve maslahatlar gözetilerek tesbit edilir. Bu konuda devlet başkanına belli bir yetki ve inisiyatif tanınmıştır. Bu genel esaslar dahilinde devlet başkanı, dilerse Hz. Peygamber'in Hayber fethinde yaptığı gibi ganimet mallarını tak­sim eder, dilerse Hz. Ömer'in Irak ve Şam arazilerinde yaptığı gibi fey hükmüne sokup bütün müslümanlann harcamalarına ayırır.

Yeni müslüman olan biri Hz. Ömer'e gelerek. « Ben müslüman oldum. Arazimin haracını kaldır» der. Halife de:

«Senin toprağın silah zoruyla alınmıştır. Müslümanlann feyi-dir.» cevabını verir. Benzeri bir olay Hz. Ali'ye de isnat edilir.[41] Ancak Hz. Peygamber zamanında fethedilmiş arazinin statüsü değiştirilemez. Diğer yerlerde halife tercihinde serbesttir.[42] Hali­fe Hz. Ömer'in Sevad arazisini fey yapması gibi. Ekseri hukukçu­lara göre sahiplerinin müslüman olması haracı değiştirmediği gibi mülkiyetlerine geçmesine de imkan vermez; îmam'm kontro­lüne geçer. Devlet onu yeniden ikta edebilir.[43]

Yukarıda sıraladığımız örneklere dayanıp muhtemel olan şu sonuca varabiliriz: islâm, eskiden hakim olduğu yerlerde tekrar hakim durumu geçerse, şu iki tutumdan birini takınabilir:

1- Bütün arazileri, yeraltı servetlerim ve taşınmaz malları es­ki statülerine kavuşturur. Yani Hz. Peygamber'den hilafetin ilga­sına kadar olan dönem içinde tesbit edilen hukuki statüyü canlan­dırır. Bu durumda Mekke, Medine ve Hayber arazisi (genel olarak Arap Yarımadası) mülk-öşür arazisi olur. Irak, Şam ve Mısır ara­zileri de mülkiyetleri devlete ait olmak üzere haraci, Anadolu arazisi miri arazi kabul edilir. Bu durumda Arap yarımadası dı­şında kalan topraklar üzerinde yapılan iktalar temliki iktalar değilse mevcut ferdî mülkiyet hükümsüz durumda kalır.

2- «Bu ülkeler bir kere islâm hakimiyetinden çıkmıştır» fik­rinden hareket edilerek, islâm devletinin uygun göreceği yeni bir statüye kavuşturma cihetine gidilir. O da Hz. Peygamberin Hay-ber'de yaptığı gibi mülk-öşür arazisi olur, ya da Hz. Ömer'in Se-vad'a yaptığı gibi fey-arazi kabul edilir. Bu durumda da topraklar üzerinde yeni bir dağıtım şekli ortaya çıkar ki, bu da mevcut mül­kiyet düzeninin yeniden gözden geçirilmesini gerektirir.[44]

 

İkinci Bölüm

 

HZ. ÖMER'İN TOPRAK SİYASETİ

 

Gerek teorik gerekse tatbikatı yönüyle islâm'da toprak huku­kunun genel mahiyetini anlayabilmek için Hz. Ömer (r.a.)'in hila­feti döneminde izlediği toprak siyasetini yakından anlamakta za­ruret var.

Niçin Hz. Ömer'in toprak üzerinde ve zirai üretimde takip et­tiği siyaseti örnek olarak seçtik, sorusunu da kısaca cevaplama­mız gerekir. Önce şunu bilmekte yarar var, Hz. Ömer'in toprak si­yaseti genel olarak islâm'ın toprak sistemine ve Özel olarak Hz. Peygamberin dönemi içinde pratikte ortaya çıkan uygulamadan ayrı ve bağımsız değildir, ilerde de göreceğimiz gibi, Hz. Ömer bil­hassa Sevad arazisinde getirdiği uygulama ile Hz. Peygamber'in sünnetiyle bir uyum sağlamak için gayret göstermiş ve toprak mülkiyetinin belirlenmesinde önemli payı olan görüş ve ictihadla-rina Kur'ân'dan uygun ve ikna edici mesnedler arama yolunda dikkat göstermiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Beni Nadir ve Hay-ber'de gösterdiği uygulama, Hz. Ömer için önemi asla ikinci plan­da düşünülemiyen bir deneyim ve içtihadında kaynaktır. Kimi araştırmacılar her ne kadar Hayber örneği ile Sevad örneği ara­sında çelişkiler bulma eğiliminde iseler de, gerçekte ne böyle bir çelişki söz konusu olmuştur ve ne de Hz. Ömer (r.a.) buna cesaret edebilecek kadar sorumsuz bir kişidir. Hükümlerin maksadları açısından bakıldığında bir yönüyle Sevad pratiği ve getirdiği yeni statü, Beni Nadir ve Hayberi tamamlar niteliktedir. Sevad arazi­sinde izlenen bu tutumun tamamlayıcılığı bizi, bunu örnek alma­mıza sevketmiştir. Bundan ayrı olarak, Sevad üzerinde hükme bağlanan toprak statüsü, islâm tarihi boyunca hemen hemen bü­tün islâm toplumunun toprak sistemine ve üretim tarzına temel olma işlevim görmüştür. Bu itibarla, Hz. Ömer'in toprak siyaseti kamil anlamda islâm toprak sisteminin ve üretim tarzının en ti­pik ve en çırpıcı örneği sayılacak ve bugün de gerek toprak gerekse toprakaltı tabii servetlere ilişkin uygulanacak statü veya izlen:' cek siyaset şekilleri konularında ışık tutucu mahiyette ve önemdedir. [45]

 

I. Fetih Alanı

 

Allahın Resulü (s.a.v.) irtihal ettikten sonra, İslâm toplumu için belki de hesapta olmayan bir sorun çıktı. Yalancı Peygamber­ler ve irtidat meselesi. Yeryüzüne yayılmak ve insanlar arasında ilahi adaleti sağlayarak insanların Allahın rızasına uygun yaşa­ma şartlarını güvence altına almak için inen islâm dinin ilk mün-tesibleri, irtihalle beraber başgösteren "başkanlık/hilafet" soru­nunu daha Peygamberin defni yapılmadan çözmüş ve fakat sonra da Arap yarımadasının bir çok yerinde patlak veren "irtidat" akımlanya karşılaşmıştı. Böyle bir ortamda islâm toplumunun dağılmasını önlemek ve devletin etkin gücünü her bölgede duyur­mak muhakkak ki ilk halifenin izlediği politikanın odak noktası olacaktı.

Nitekim böyle oldu. Hz. Ebu Bekir'in tutumu ve dinin genel ve sabit ilkelerinden tavize açık olmayan kararlı tutumu ile Hz. Halid b. Velid komutasında islâm ordusunun harikalar doğuran üstün gücü sayesinde pek de uzun sayılmayan bir zaman içinde is­yanlar birer birer bastın!di, irtidat (islâm'dan küfre, şirke dönme) hareketinin önü alındı ve türeyen yalancı peygamberler bir bir ortadan kaldırıldı. Bu işler İslâm devletinin uygun gördüğü bir bi­çimde son bulduktan sonra, Hz. Ebu Bekir İslâm devletinin varlığı ve devamı için tehlikeli bulduğu küçük kabilelere, büyük devletle­re karşı savaş açtı. Bu, fetih hareketinin önemli bir başlangıcı sa­yılır. Hicretin 12. yılında Irak bölgesine bir takım seferler düzen­lenmiş, bu arada Hira bölgesi tamamen islâm ülkesinin sınırları­na katılmıştı. Bir sene sonra, yani H. 13 yılında Suriye baştan ba­şa müslümanlann egemenliği altına girmişti.

Hz. Ebu Bekir (r.ajden sonra islâm devletinin başına geçen Hz. Ömer (r.a.) fetih siyasetine adeta yeni bir hız kattı. Ebu Ubeyd'in komutasında iyi teçhiz edilmiş bir orduyu İran (Sasani) kuvvetleri üzerine gönderdi. Bu sırada Halid b. Velid de Suriye'de savaşmaktaydı. Konumuzun asıl çerçevesi içinde olan Irak, Sasa­ni imparatorluğuna bağlıydı ve Arap Irak'ı ile Acem Irak'ı olmak üzere iki bölge şeklinde mütalaa ediliyordu. Esasında islâm dev­leti ile Sasaniler arasındaki gerginlik, Hz. Peygamberin Iran Kisrası Perviz'e «islâm'a davet için» mektup ve elçi göndermesine kadar uzanır. Bilindiği üzerine Iran Kisrası mektubu yırtmış, elçiye eziyet ettirmiş ve bir bakıma sömürgesi sayılan Yemen Vali­si Bazan'a haber göndererek Medine üzerine yürümesini söyle­mişti. Perviz, «Muhammed kölem olduğu halde bana nasıl böyle yazmağa cüret eder» diyordu. Ancak Bazan hareket hazırlığına başlamışken, Perviz oğlu tarafından öldürüldü ve bu hareket de yarıda kaldı. Daha önceleri Hz. Ebu Bekir, Müsenna'yı Irak'a yol­lamıştı. Hz. Ömer de önce Ebu Ubeyd'in, sonra da Müsenna'nın komutasında İslam ordusunu Irak'a göndermiş, fakat buna rağ­men Irak fethedilememiştir.

Bu sırada iran'da siyasi bir kargaşa vardı. Hükümet derin bir sarsıntı geçiriyordu. Pervizin yerine geçen Şiruyah sekiz ay süren saltanatı döneminde on beş kardeşim iktidarına rakip çıkmasm-lar diye öldürdü. Şiruyah'tan sonra yedi yaşındaki Ardeşir tahta çıktıysa da bir buçuk yıl sonra bir saray mensubu tarafından öldü­rüldü; yerine Cavanşer geçti. O da bir yıl sonra öldü. Bu durum karşısında hanedanda henüz çocuk olan Yezdger'den başka erkek mirasçı kalmayınca Yezdgerd buluğ çağma erince tahtı ona ter-ketmek üzere Buran Duht Iran kraliçesi oldu.[46]

Hz. Ömer İran devletinin içinde bulunduğu bu kargaşalı dö­nemi yakından izliyordu. Saray çevresinde ardı-arkası gelmeyen siyasi cinayetler, tahtın hergün el değiştirmesi ve en sonunda hal­kın hiç de memnun olmadığı bir kraliçenin başa geçmesi, Hz. Ömer'e Kisra imparatorluğuna vurulacak en büyük darbenin zamanının geldiğim haber veriyordu. Daha fazla gecikmenin her bakımdan aleyhte olacağını hesaba katarak Arap yarımadasının her tarafından kuvvetler topladı ve uzun bir istişareden sonra bu kuvvetlerin başına Sa'd b. Ebi Vakkasi komutan olarak tayin etti. Sa'd b. Ebi Vakkas Irak'ın üzerine yürüdü ve iki ordu Kadisiyye'de savaştı. Bu sırada Buran Duht tahtından indirilmiş, yerine Yezd­gerd geçmiçti. Savaş müslümanlann zaferiyle son buldu. Arap Irak'ı hemen hemen tamamıyla islâm ülkesine katıldı. Öte yan­dan da islâm kuvvetleri Yermuk savaşı ile Bizans ordulanm da­ğıtmıştı.

Hicri 16. senesinde fethedilen ve islâm sınırları içinde olan topraklann toplam alam 2.251.030 km2 idi. Mekke'den kuzeye 1036 km. doğuya 1087 km, güneye 483 km uzanıyordu. Bu geniş alan içinde Suriye, Mısır, Huzistan, Irak, Ermenistan, Azarbeycan, Fars, Kirman, Horasan, Mekran ve Belucistan'm bir kısmı vardı.[47] Bu kadar kısa zamanda ve sınırlı imkanlarla elde edilen bu netice, gerçekten akıllara durgunluk verecek niteliktedir. Şüp­hesiz ki bu başarıyı yalnız İslâm ordularının maddi kuvvetine ve üstün savaşma yeteneklerine bağlamak doğru değildir. Bu fetih­lerin asıl kuvvet kaynağı, aşağıda da göreceğimiz gibi fethin yö­neldiği daha adil, hakkaniyete dayalı yeni bir dünya vaadiydi. Bu yeni gelen müslüman dalganın mesajım doğru kavramakta zor­lanmayan kitleler, fetihleri kolayca gerçekleşmelerine en büyük katkıyı sağladılar. [48]

 

II. Irak Topraklarının Statüsü Sorunu

 

Fetihler, geniş bir alan üzerinde yayılırken doğal olarak bu toprakların statüsü önemli bir sorun olarak kendini belli etti. Nitekim fetih'ten hemen sonra ordu komutanı «Sa'd b. Ebi Vakkas nasıl bir statü uygulanacağı konusunda halifenin direktiflerini almak üzere devlet merkezine bir mektup gönderdi. Hz. Ömer konuyu açıklığa kavuşturmak için Hz. Ali ve Muaz b. Cebele'nin fikirlerine başvurdu. Her ikisinin, yeni fethedilen topraklar hak­kındaki fikirleri, «topraklan bırak, müslümanlara geçim olsun» merkezinde birleşiyordu. Hatta Hz. Muaz şöyle dedi: «Eğer arazi­yi dağıtırsan koskoca arazi bir azınlık grubun elinde kalacak, bunlar da bir erkek veya bir kız çocuklarına devredecekler. Sonra geleceklerin önü (yolu)nü kapatacaklar, böylelikle İslâm'a giden yol tıkamış olacaktır. Sen şimdikileri ve sonra gelecekleri dü­şün»[49] Hz. Ömer'in de düşüncesi bu yöndeydi. Önde gelen sahabe­lerle yaptığı müşavereden sonra Sa'd b. Ebi Vakkas'a şu mektubu gönderdi:

«Askerin ganimetlerin arasında taksim edilmesini istedikleri yolunda mektubunu aldım. Orduda, sana getirilen silahları, atla­rı ve diğer malları savaşa katılan müslümanlar arasında dağıt. Arazi ve nehirleri (sular) ise işleyenlere bırak, dağıtma. Ki, bunlar müslümanlann giderleri için kalsın. Şayet hazır olanlara bunlan (toprak ve sulan) taksim edecek olursan gelecek nesillere hiçbir şey kalmayacak...»[50]

 

III. İtirazlar

 

Hz. Ömer'in topraklan savaşanlar arasında dağıtmayıp eski sahiplerinin elinde devlete belirli bir vergi (haraç) karşılığında bı­rakmak istemesi, sahabeden bazı kişilerin itirazlarına yol açtı. itiraz edenlerin başında Bilal b. Rebah, Abdullah b. Zübeyr, Se1-man-ı Farisi ve Abdurrahman b. Avf geliyordu. Hz. Ömer'in fikrini destekleyen başlıca sahabeler ise Hz. Ali, Hz. Osman, Hz. Talha ve halifenin oğlu Abdullah b. Ömer'di. Hz. Muaz'm da taksimden yana olmadığını yukarıda zikretmiştik, itirazın odak noktası ieti-had farkıydı, ileri sürülen gerekçelere bakılırsa Bilal ve arkadaş­ları, Hz. Peygamberin Hayber'de uyguladığı sünneti savundukla-n anlaşılacaktır. Gerçi Bilal'ın ekonomik gücü hakkında yeterli belgelerimiz yoktur; Abdullah b. Zübeyr ve Abdurrahman b. Avf ise kendi dönemlerinde ekonomik gelir düzeyleri hayli yüksek sayılan kimselerdi. Fakat yine de olayı bu nedenlere bağlamak tamamiyle mümkün değildir. Çünkü bu iki sahabeden ekonomik seviye bakımından hiç de aşağı olmayan Hz. Osman (r.a.) ve eko­nomik gücü söze değer sayılamıyan Hz. Ali (r.a.) karşıt fikirde idi­ler. Buna göre ietihad farkının ortaya çıkardığı bir anlaşmazlık or­tada kalır ki, hiç değilse dışandan gözlendiği kadarıyla konu da bunun etrafında dönüp dolaşıyordu.

Bilal ve arkadaşlarına göre Hz. Peygamber, Hayber toprakla­rını ve taşınır mallan ganimet hükmünde kabul etmiş ve ganimeti savaşa katılanlar arasında dağıtmıştır. Hayber ise savaşla ele geçen bir yerdi; öyle ise savaş sonucu elde edilen ganimetin dağı­tılması sünnetin gereğidir. Kaldı ki «Ganimet, savaşa katılıp ona bizzat şahit olanların hakkıdır,»[51] hadisi bunu gerekli kılar. Hz. Ömer ise ganimetin taksimi halinde büyük problemlerin ortaya çıkacağını ileri sürüyor ve sonuçta toprağın bir avuç azınlığın tekelinde kalacağım savunarak eski sahiplerinin elinde bırakıl­masını istiyordu. Tartışmalar çok sert ve kına bir ortam da sürdü. Öyle ki, Hz. Ömer kendini tutamıyarak «Ya Rabbi, beni Bilal ve arkadaşlarından kurtar.» diyecek kadar sıkıntıya düştü. Kaynak­ların zikrettiğine göre Bilal bir sene sonra salgın bir hastalık so­nunda öldü.

Demek uluyor ki itiraz eden sahabelerin görüşlerini özetlersek: Irak, savaş yoluyla fethedilmiştir, fey değildir. Savaşla fethe­dilen ülkenin taşınır ve taşınmaz malları bizzat savaşa katılanlar arasında ganimet olarak dağıtılır.[52] Hz. Peygamber'in, Hay-ber'deki uygulaması buna açık bir delildir. [53]

 

IV. Hz. Ömer'in İçtihadı Ve Delilleri

 

Fethedilen toprakların mülkiyet hakkını «kıyamete kadar ge­lecek mü'minlerin yararı» adına devlet elinde bırakmak konusun­da Hz. Ömer'in ana dayanağı Kur'ân-ı Kerim'dir. Şimdi meseleyi Kur'ân'ın dayandırıldığı ayetler açısından ele alalım:

Ganimetler hakkında ilkin şu ayet nazil olmuştur; «Sana sa­vaş ganimetlerinin kime ait olduğunu soruyorlar. De ki: Bu gani­metlerin taksimi Allah'a ve Resulüne aittir. Onun için siz gerçek­ten mü'min iseniz Allah'tan korkun ve birbirinizle aranızı düzel­tin (çekişmeyin) Allah'a ve Resulüne itaat edin.»[54]

Ayet, açıkça ganimet taksim işini teşriî bir düzeyde ele almış ve bu hakkı yalmzca Allah'a ve Resulüne ait saymıştır. O halde ga­nimetlerin taksiminde kişisel öngörüler ve indi yarar kaygulan bu konuda genel-geçer olmaktan uzaktır. Aynı surenin 5. ayeti ise oldukça anlamlıdır: «Ganimetlerin taksiminden bazı kimselerin hoşlanmayışı, Rabbin seni hak uğrunda (savaş için) evinden çı­kardığı duruma benzer.»[55] Ayet'te savaşa katılmanın getirdiği hoşnutsuzluklar dile getirilmiş, bu arada ganimet ile savaşa karşı takınılan tutum arasında ilginç benzerlikler kurulmuştur. Ayetin bu anlatım ve atıfları bize Hz. Ömer ile Bilal arasında toprakların ümmet (toplum) yararına terkedilmesi konusunda çıkan sert tar­tışmanın mahiyeti hakkında önemli fikirler vermektedir.

41. ayet ise şöyle: «Bilin ki, kafirlerden ganimet olarak aldığı­nız her hangi bir şeyin muhakkak beşte biri Allah içindir. O da, Peygambere, ona yakın -akraba olarak da denilmiştir- olanlara, yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara aittir.»[56] Ganimetlerin nasıl taksim edileceğine açıklık getiren bu ayete göre, taşınır ve taşınmaz mallar beşe bölünmeli ve 1/5 Beytü'l-mal'a ayrılırken kalan 4/5 de savaşa katılanlar arasında dağıtılmalıdır. Hz. Ömer'in buna bir itirazı yoktu. Ancak o Haşr süresindeki ayetleri peşpeşe sıralayarak fey hakkında inen ayetlerin umumî olduğunu ve müslüman olan herkesi içine aldığı fikrini savunuyordu. Haşr sûresinde konuya ilişkin ilk ayet şöyledir:

«Onların mallarından Allah'ın Resulüne verdiği feye gelince, siz o hususta deveye binip bir gayret göstermediniz. Lakin Allah Peygamberini dilediği kimselere musallat eder. Allah herşeye kaadirdir.»[57] Bu ayette söz konusu huşsun, Beni Nadir oğulları­nın mallarına ait olduğunu izah eden Hz. Ömer, bu hükmün umu­mi olduğunu belirtti ve [58]sonra şu ayeti okudu: «Allahın (fethedi­len diğer) memleketler ahalisinden alıp Peygamberine verdiği fe-yi, Allah'a, Peygambere, hısımlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalanlara aittir. Ta ki bu mallar içinizden yalnız zenginler ara­sında dönüp dolaşan bir servet olmasın. Peygamber size ne ver­diyse onu alın, ne yasak ettiyse ondan sakının. Allah'tan korkun, çünkü Allah'ın azabı şiddetlidir.»[59] Ayeti bitiren Hz. Ömer şu ayeti de ekledi: «O fey'ler bilhassa Allah'ın rızasını gözetip ihsanı­nı uman, Allah'a ve Resulüne, canlarıyla, mallarıyla yardım ederlerken yurtlarından çıkarılıp, mallarından mahrum edilen fakir muhacirlere aittir. Zira onlar sıddıklaruı tâ kendileridir.»[60] Bunun da ardından Haşr suresinin 9. ayetini okuyan Hz. Ömer «Allah bununla da yetinmeyerek şöyle buyurmuştur» diye 10. aye­ti ekledi: «Bunların arkasından (veya sonradan) gelenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi ve iman etmekte bizi geçmiş olan din kar­deşlerimizi yarlığa. Kalblerimizde, iman etmiş olanlara karşı bir kin, hoşnutsuzluk bırakma! Rabbimiz, şüphesiz sen esirgemesi ve ahmeti en bol olansın.»[61] Hz. Ömer'e göre bu ayet, onlardan, hali hazır olanlardan sonra gelenler hakkında gelen bir hükümdür.

Haşr süresindeki ayetleri bir bir sıralayan Hz. Ömer, surenin 6. ayetinde umum ifadesi olduğunu şu sözleriyle ifade etti:

«-Ben bu ayetten bütün müslümanlarm, hatta Kuda'da ço­banlık yapanların bile ganimette ortak olduğu manasını anlıyo­rum.»[62]

Ayeti yalnız Beni Nadir'in malları -nüzul sebebi itibariyle- ile sınırlandırmak mümkün değildir. Nitekim Hz. Peygamber, bu mallan yalnız muhacirlere vermekle hicret dolayısıyla Medineli ensar ile Mekkeli muhacirler arasında varolan iktisadî denge far­kını kapatmak istemiştir. Daha önce de değindiğimiz gibi, ensann önüne konulan heriki seçenekte de malların muhacirlere dağıtıl­ması ve hicretle birlikte ortaya çıkan toplumsal ekonomik seviye farkının giderilmesi esastır. O halde fey olayını şeriatın genel maksatları, Kur'ân'daki hükümlerin gözettiği hikmetler açısın­dan ele aldığımızda, savaş durumunda alman ve hükmü Enfal su­resinde açıklanan ganimetten başka bir şey telakki etmek yanlış­tır.[63] Surenin 7. ayetinde «Ta ki bu mallar yalnız zenginleriniz arasında dönüp dolaşan bir servet olmasın» ifadesi de, toprakla­rın ve malların her durumda toplum hayatında ekonomik anlam­da ayrı bir sınıfın oluşmamasını vurgulamaktadır. Eğer toprak­lar, yalnızca savaşa katılanlar arasında dağıtılırsa, savaşa katıl­mayanların önemli bir bölüşümden yoksun kalacakları açıktır. Oysa Kur'ân-ı Kerim ganimetleri kasdederek ve özellikle bunun önüne geçilmesini istemiştir. Kaldı ki ganimet topraklarının dağı­tılması öşürle vergisi ödenen ve hukuken ferdî mülkiyete konu olan toprak niteliğine bürüneceğinden, toplum içinde büyük top­rak parçalarına malik arazi sahipleri olacak, öte yanda da toprak­sız büyük bir kitle oluşacaktı. Hz. Muaz'ın başlangıçta Hz. Ömer'e miras yolu ile bu durumun ortaya çıkacağını haber vermesi de me­selenin çok değişik ve çeşitli boyutlar da ele alındığına açık bir de­lildir. 10. ayetin başlangıcı olan «bunların arkasından gelenlere» ibaresi Hz. Ömer'in içtihadına göre gelecek nesillerden başkası değildir. Onları bu ganimetten mahrum bırakmaksa ayete rağmen hareket etmek demektir. Oysa fey ve ganimet ayetleri muhkem ayetlerdir, onları hiçbir şey neshedemez.[64]

Ayette dikkat çekici bir husus daha var ki, üzerinde Önemle durulabilir. Gelecek nesilleri de savaş ganimetlerinden pay sahibi kılan aytin devamında «Rabbimiz, bizi ve iman etmekte bizi geç­miş olan din kardeşlerimizi yarlığa. Kalbi erimizde, iman etmiş olanlara karşı bir kin ve hoşnutsuzluk bırakma» ifadesi anlatma­ğa çalıştığımız olayın bağlantısı içinde ele alındığında son derece önemli bir hususa işaret eder. Müfessirlerin genel kanaatine göre bu ayetten murad, muhacirin ve ensann arkasından kıyamete ka­dar gelmiş ve gelecek olan mü'minlerdir ki, bunların şiarı hem kendilerine, hem geçmişlerine takaddüm etmiş olan Ashab-ı Ki­ramı ve Selef-i salihiyni daima hayır ile yadetmektir.[65] Fey hük­münde kabul edilen ve devlet mülkiyetine ayrılan bu topraklar­dan elde edilen yarar kıyamete kadar gelecek mü'minlere ait [66]olduğuna göre, fethedilen toprakların özel mülkiyete konu olma­ması ile «gelecek nesillerdin «iman etmişlere karşı kin ve hoşnut­suzluk» duymamaları arasında bir ilişki vardır. Ben, bu ayette, bir dönemde kurulan ve fakat gelecek toplumların da ekonomik ya­rarlarım gözeten bir sistemin temellerine ve tarih içinde olması muhtemel olan her türlü çatışmaya engel olunduğuna ilişkin açık bir uyarı ve kesin bir bilgi görüyorum. Tarihimizde sınıf kavgala­rına rastlanmıyorsa ve geçmişte kurulan toprak sisteminin ruhu ve bu sisteme yön veren kurucu ilkeleri yönüyle bugün de dikkate alınması gereken bir konumda görülüyorsa sebebi budur.

Hz. Ömer sözkonusu içtihadını aşağıda sırala} acağımız ge­rekçelere dayandırıyor ve bu bakımdan toprağın mülkiyetini üm­metin genel maslahatına kullanılmak üzere devletin kontrolünde bırakmak istiyordu:

1. Fethedilen arazileri dağıtacak olursam, yalnız bir avuç kişi zenginleşecek, topraklar bir zümrenin elinde dönüp dolaşan bir servet olacak, bu durumda toplumun diğer kesimleri bunda yok­sun kalacaklardır.

2. Toprak özel mülkiyete konu edilirse gelecek nesillere hiçbir şey kalmayacak, ileride vukubulması muhtemel huzursuzluklar islâm ümmetini birbirine düşürecektir.

3. İslâm ülkesi (Daru'l-lslâm) gün geçtikçe genişlemekte, nü­fusu artmakta, devletin giderleri, ordunun iaşe ve geçimi ile sair masrafları beytülmalin sınırlı gelir kaynaklarıyla karşılanama­yacak düzeye ulaşmaktadır. Oysa bu ülkeleri koruyacak askerle­rin beslenmesi, ordunun ihtiyaç hissettiği araç gereçlerin temin edilmesi gerekir. Toprak devletin denetiminde kalırsa bu ihtiyaç­ların karşılanmasına yeterli kaynak sağlanmış olacaktır.

4. Bu geniş toprakları işlemek, ziraî üretimden gelir artışı sağlamak için gerekli altyapı tesislerinin kurulması, büyük su ka­nallarının açılması, mevcut sulama imkanlarının ıslah edilmesi gerekmektedir. Toprak özel mülkiyete tahsis edildiği takdirde, kendi başlarında toprak sahipleri bu işleri gerçekleştiremeyecek­leri gibi aralarında büyük çekişmeler de başgösterecektir.

Yukarıda sıraladığımız gerekçeleri, Hz. Ömer'in toprak sta­tüsünü savunduğu biçimde şekillendirmesi için beşi Evs'ten ve be­şi Hazreç'ten meydana gelen «danışma-karar meclisine» sunduğu raporla belgelemek mümkün:

- Allah sizden sonra gelecek olanları bu Fey'e ortak etti. Eğer ben size bölüştürürsem sizden sonra gelecek olanlar ne olacak? Onlar arazilerin halkıyla beraber taksim edilmiş olduklarını gö­rünce babalarından oğullarına miras olarak geçtiğini böylece ken­dilerinin mahrum bırakıldıklarım görecekler. Bu haklı (adil) bir görüş değildir. Artık görüyorum ki Kisra'nın ülkesinden başka fethedilecek yer de kalmadı. Şam, Cezire, Küfe ve Mısır gibi şehir­lerin korunması gibi önemli ihtiyaçlarla da karşılaşacak, işte bun­lar bu arazilerden teinin edilecektir.»[67] Bir başka kaynakta Hz. Ömer'in şu sözleri nakledilmektedir:

— Hem de korkarım ki Sevad'ı aranızda taksim edersem sular yüzünden aranızda fitne ve düşmanlık çıkar.[68]

 

V. Hz. Ömer'in Hayber Hakkındaki Görüşü

 

Toprakların dağtılmasım isteyenlerin önde gelen gerekçeleri Hz. peygamberin Hayber fethinde toprakları dağıtarak takip ettiği usuldü. Hz. Ömer ise Hayber ile Sevad arasında farklı durum­lar ve şartlar olduğu görüşündeydi. Ona göre Hayber fethedildiği zaman müslümanlarm nüfusu bu kadar artmamıştı, ayrıca islam devletinin sınırları da bu kadar geniş değildi. Bu yeni durumun getirdiği nesnel şartlar içinde «-Eğer ben Hz. Peygamberin döne­minde olsaydım ve insanların müstakbel hayatları olmasaydı Rasûlullah Hayberi nasıl taksim ettiyse, ben de fethettiğim her yeri ashab arasında taksim ederdim.»[69]

islâm fakihlerine göre Hayber'in statüsü de alınış tarzına bağlı tespit edilmiştir. Hatta Hz. Peygamberin Hayberin yarısını dağıttığı öne sürülmüştür. Beşir b. Yesar'dan nakledilen bir hadi­sin verdiği bilgilere bakılırsa «Hz. Peygamber Hayber'in yarısını orda oturanlara, diğer yarısını da müslümanlara dağıttı.« Bu, sulhla alınan kısım ile silahla alınan kısım arasında bir ayırım­dan doğmuş bir uygulamadır.[70] O halde Hz. Ömer'in Sevad tatbi­katında izlediği siyaset ile Hayber tatbikatında izlenen siyaset arasında hükümlerin hikmeti veya şeriatın maksadı açısından çe­lişki görmek yanlıştır; bir bakama Hz. Ömer, Sevadla Hayber uy­gulamasını tamamlamıştır. Nitekim Beni Nadir'in malları paylaştırıhıken, Allah'ın Resulü Ensar'm önüne koyduğu her iki seçe­nekte de toplumda vakıa halinde olan iktisadî ve-malî dengesizliği giderme amacını gütmüştür. Ensar her iki seçenekte de hicretten doğan iktisadî dengesizlikten dolayı kendi aleyhlerinde ve muha­cirlerin lehinde olan bir taksimle karşı karşıya getirilmişti. Hz. Ömerin bu kalkış noktasından hareket ederek, hem müslüman toplumdaki dengesizliklerden ve hem de ileriki nesilleri büyük iktisadî felekatleden kurtarma yolunda izlediği politikayı hayret­le karşılamak anlaşılır bir davranış değildir.

Nitekim fetih'ten sonra Hz. Ömer'in emriyle fethedilen arazi üzerinde yapılan nüfus sayımı, bu toprakların özel mülkiyete tak­simi halinde her nıüslümana taksim edilen toprakla birlikte üç çiftçinin düşeceği ortaya çıktı.[71] Danışma ve karar meclisine hali­fenin verdiği raporda bu, yani toprakla beraber halkın da dağıtıla­cağı ve böylelikle fiilî bir köleliğin çıkacağı vurgulanmaktadır. Oysa ki Hayber arazisi o kadar azdı ki, bu topraklar üzerinde feo­dalizm veya bugünkü tabirle toprak ağalığı tehlikesi söz konusu değildi. Ama Suriye ve Irak'ın fethinden sonra ele geçen topraklar çok genişti ve bu toprakların müslüman askerler arasında dağıtıl­ması, geleneksel feodalizmin sürmesine veya yeni bir kimliğe bürünmesine yol açabilirdi.[72] Görülüyor ki Hz. Ömer içinde bu­lunduğu durumun ve gelecekle ilgili alınması gereken hukukî ve ekonomik tedbirlerin tamamen farkındaydı. [73]

 

VI. Mısır Toprakları Da Dağıtılmıyor

 

Amr b. As Mısır'ı fethedince Hz. Zübeyr Mısır fatihine müra­caat ederek toprakların ganimet olarak savaşanlar arasında dağı­tılmasını taleb etmiş, Amr b. As da durumu halifeye sormadan da­ğıtım yapamıyacağmı söyleyerek Hz. Ömer'e konu ile ilgili bir mektup göndermişti. Halife Valiye gönderdiği mektupta «-Onu bırak (arazileri taksim etme). Ta ki nesiller boyu müslümanlar onunla Allah yolunda savaşsınlar.»[74] Anlaşılıyor ki, Hz. Ömer'in Mısır toprakları hakkındaki görüşleri Irak topraklarını dağıtma­ma ve ümmet yararına Beytülmal'in kontrolüne terketme düşün­cesine dayanmaktadır. Bu siyaset, sonradan islâm ülkesi sınırla­rı içine katılan bütün toprakların statüsünü belirlemede esas alındı. Bu statüye göre fethedilen topraklar savaşa katılanlar ara­sında dağıtılmayıp eski sahipleri elinde bırakılıyor, toprağı işle­tenler de islâm devletine «haraç* denilen vergi ödemekle yükümlü tutuluyordu. Devletin önemli gelir kaynakları arasına giren bu yeni vergi ile islâm toplumunun çeşitli ihtiyaçları karşılanıyordu. [75]

 

VII. Ganimetin Fey Kabulü Hakkında Mezheblerin Görüşü

 

Ganimetlerin fey hükmünde sayılması çoğu fakih tarafından devlet başkanının vereceği karara bağlı kabul edilmiştir. Hatta bir takım bilginlerce Hz. Peygamber'in Hayber uygulaması, dev­let başkanının bu konuda serbest davranabileceğine dair delil ola­rak gösterilmektedir.

Ebu Hanife'ye göre imam bu konuda serbesttir. Görüşü şöyle­dir: Allah'ın Resulü Hayber topraklarını yarıcılığa vermiş ve Hay­ber ahalisi ile hurmaları bölüşmek üzere sonradan Abdullah b. Revaha'yı oraya göndermiştir. Bu tatbikattan Hz. Peygamber'in Hayber arazisinin hepsim taksim etmediği anlaşılmaktadır, imam (devlet başkam) burda serbesttir: Hz. Ömer de bunu yap­mıştır.[76] Bir kısım fakihlere göre ise topraklara uygulanan bu hü­küm taşınır malları da kapsamına alır.[77] Bu da ayrıca üzerinde durulabilir bir konudur. Birinci ve ikinci hicri yüzyılların ekonomi ve mali tarihi hakkında bize değerli bilgiler veren Ebu Ubeyd de imamın bu konuda serbest olacağını yaptığı nakillerle anlatmak­tadır.[78]                                                      

Imam-ı Şafii'ye göre savaşla alınan mallar, ganimettir ve dağıtılması gerekir.[79] Ancak Maverdi ise, fey mallarım ganimet mallarının bir kısmı olarak görür.[80] Imam-ı Şafii'nin ünlü kitabı el-Ümm'de geçen bir kayda göre, fey mallan ile ganimet malları birleştirilebilir.[81] Maliki mezhebinin İmamı ise daha değişik ve adeta Hanefi ile Şafiî mezhepleri arasında, bir görüş öne sürer. imam Malik'e göre, ganimet olan toprak dağıtılmaz, o savaşların geçimleri, ülkelerin ve mescitlerin imarına ayrılır. Ancak devlet başkanı (halife) maslahat görürse o zaman dağıtabilir.[82] Mezhep imamlarının konu hakkındaki görüşlerini böylelikle gördükten sonra şimdi bu uygulamadan ortaya çıkan ve çağdaş islâm toplu­mu için Önemli olan bir başka meseleye geçebiliriz.[83]

 

VIII. Verilen Mülk Toprağı Geri Alma

 

Hz. Ömer Kadisiyye savaşı için Arap yarımadası ölçeğinde büyük bir kampanya açmıştı. Savaşa müslümanların safinda ka­tılmak üzere yarımadanın her yanından kuvvetler katıldı. Kay­nakların işaret ettiği bilgilere bakılırsa bu savaşta en büyük des­tek Büceyle kabilesinden sağlanmıştı. Kabilenin başkanı Cerir b. Abdullah hemen hemen ordunun 1/4'nü teşkil eden büyük bir kuv­vetle gelmişti ve savaşa katıldığı takdirde elde edilecek ganimetin 1/4'nün Cerir'e (yani kabilesine) verileceğine dair bizzat halife ta­rafından söz almıştı. Nitekim savaş bittikten sonra Halife sözün­de durarak Buceyle kabilesine ganimet olarak ele geçen toprakla­rın dörtte birini verdi. Ancak bu dönemde Sevad arazisi, yukarı­dan beri anlatmağa çalıştığımız farklı bir statüde ele alındı. Ebu Ubeyd ve Yahya b. Adem, kitaplarında bu toprağın Buceyîe kabi­lesinin mülkiyetinde iki veya üç sene kaldığını zikretmektedirler. Toprak ganimeti fey hükmünde kabul edilip devlet mülkiyetine geçirilince Buceyle kabilesine önceleri vadedilen ve sonra verildi-ği anlaşılan toprak üzerindeki mülkiyet hakkı da hükmünü kay­betmiş oluyordu. Kays b. Ebi Hazim'in îsmail b. Ebi Halid'e daya­narak naklettiği sözkonusu olay, Huşeym'in rivayetiyle Ebu Ubeyd tarafından şöyle anlatılıyor:

«- Buceyle kabilesi, Kadisiyye savaşma katılanların dörtte birini teşkil etmekte idi. Bu sebeple Hz. Ömer, Sevad arazisinin dörtte birini onlara vermişti. Onlar, iki veya üç yıl süreyle toprağı ellerinde bulundurdular. Ravi dedi: Sonra Ammar b. Yasir bera­berinde Cerir b. Abdullah olduğu halde Hz. Ömer'e geldi. Ömer, Cerir'e şöyle dedi: Araziyi müslümanlara geri vermeni istiyorum. Cerir, araziyi geri verdi, Hz. Ömer de Cerir'e seksen dinar vererek taltif etti.»[84] Ebu Ubeyd, halifenin Cerir'e seksen dinar para vermeşini daha önce verilen söze bağlamaktadır. Kimine göre bu ha­reket Cerir'in gönlünü almaya matuf bir «taltif», kimine göre ise bir «tazminat»tır. Muhtemelen Cerir'e verilen ve sonradan mülki­yetinden çıkarılan o toprağın o günkü rayiç bedeli araştırılma sek­sen dinarın taltif mi, tazminat mı olduğa daha iyi anlaşılacaktır. Fakat her iki durumun da ötesinde şu önemli sonuç ortaya çık­maktadır ki, devlet gerekli ve maslahat bulduğu zamanlarda ve şartlarda ferdlerin elinde bulunan özel mülk mallara el koyabilir, onlardan geri alabilir. Bu mallar uzun bir zaman işleticilerin elin­de kalmış olsa bile netice değişmez. Kaynakların verdiği bilgilere bakılırsa, toprağın iki veya üç sene özel mülkiyete konu olduktan sonra toplum yararına ve gelecek nesillerin maslahatına dönük bir statünün tespiti dolayısıyla, eski mülkiyet ilişkisi geçersiz kılınmış, hatta bu, toprağa devletçe el konulmasına gerekçe ol­muştur. Kaldı ki Buceyle kabilesine mülk olarak ayrılan arazinin dağılım işleminde bir adaletsizlik unsuru aramak boşunadır. Çünkü, ümmet maslahatı bunu gerektirdiği için ferdî mülkiyet, ikinci plana düşmüş ve toplumun yaran ön plana geçmiştir. Yine de bu olayı çağımızda genel geçer millileştirme veya merkezi ikti­darı güçlendirme amacına dönük devletleştirme politikalarından ayrı düşünmek gerekir. Her ne kadar fey arazi, kendisinden alı­nan haraç vergisiyle devlet tarafından kontrol ediliyorsa da, fey'e "ümmet mülkiyeti" adı verilebilir. [85]

 

IX. Altyapı Tesislerinin Kurulması

 

Fethedilen bunca ülkelerin arazileri İslâm ülkesinin sınırla­rına katıldıktan ve bu topraklar islâm devletinin mülkiyetine geçirildikten sonra Hz. Ömer zirai üretimin artması yolunda yeni ve o zamana kadar teşebbüs edilmeyen çözümlere, tedbirlere baş­vurdu. Herşeyden evvel tarımsal hayatı bütünüyle ilgilendiren alt-yapı tesislerinin kurulması ve üretici kitlelerin hizmetine götürülmesi gerekiyordu. Esasında bu büyük ve çok masrafları gerektiriri işleri de fertlerin kendi başlarına yapmaları pek müm­kün değildi. Devlet, artan nüfusu beslemek, üretici çifçileri eme­ğinden mahrum etmemek ve islâm devletinin askeri ihtiyaçlarım karşılamak uğruna bu ağır yatırımlara girişmek zorundaydı. Hz. Ömer toprakları özel mülkiyete geçirmemek için ashabla mesele­yi tartışırken, sular yüzünden toprak sahipleri arasında büyük ihtilafların çıkacağını o zamandan haber vermişti. Özel mülkiyet hukuku içinde işleren araziler, yeterli sulama ve teknik yardım­lardan yoksun kalacakları için verim bakımından da düşük kala­caklardı. Hz. Ömer, bu işi devlet eliyle ve imkanlarıyla halletme cihetine gitti ve o dönemin şartlarına göre gerçekten büyük yatı­rımlara girişti. Sulama meselesinin çözümü için ilk planda kanal­ların açılması kendiliğinden gerekli oluyordu.

Bu iş için yoğun bir faaliyete girildi. Kanallar açılmağa, su mahzenleri kazılmağa başlandı. Kanal açmak işleriyle meşgul ol­mak üzere kurulan bir daire yalnız bu ve buna benzer işlere bak­makla idi. Makrızî, Mısır'da 120.000 işçinin bütün sene bu işlerle meşgul olduklarını, bunların ücretlerini devlet hazinesinden aldıklarını kaydeder.[86] Kanalların açılmasıyla bir kat daha yeni arazi ihya edildi. Giderek ülkenin işlenen ve tarıma açılan alam genişledi. Hz. Ömer'in açtığı başlıca kanallara bir göz atarsak, ziraatın ıslahına ne derece önem verdiğini de anlamış olacağız:

Ebu Musa kanalı: Bu kanal dokuz mil uzunluğundadır. Basra şehrinin içme suyu alımtrak idi. Şehirden başkente giden bir he­yet durumu halifeye iletince halife, Ebu Musa'ya bir emir göndere­rek altı mil uzaklıkta bulunan tatlı sudan getirilmesi için bir ka­nal açılmasını istedi bundan başka Makal kanalı ile Sa'd kanalı bu dönemlerde açıldı. Halife'nin özel emriyle açılan en büyük kanal Nil nehri ile Kızıldenizi birbirine bağlayan ve Emiru'l-Mü'minin adını alan kanaldır. Hicretin 18. yılında genel bir kıtlık olmuştu. Hz. Ömer vilayetlere emirler göndererek merkeze tahıl maddeleri göndermelerini istedi. Bütün bölgelerden kolaylıkla buğday ve sa­ir maddeler geldiği halde, Suriye ve Mısır yolu çok bozuk olduğun­dan ulaşım bir türlü sağlanamıyordu. Bunun üzerine büyük bir kanalın açılmasına karar verildi. Amr b. As Fustat'tan Kı-zıldeniz'e kadar bir kanal inşa ettirdi. Nü'de seyreden gemilerin bu kanaldan geçerek Kızıldeniz üzerinden Medine'nin limanı olan Cidde'ye gelmesi için nehir böylece denize bağlandı. Kanal aşağı-yukarı 69 mil uzunluğundaydı ve altı ay içinde tamamlanmıştı. Bu arada Amr b. As, Akdenizi Kızıldeniz'e bağlamak istiyordu. Aradaki mesafe 70 mil kadardı; ancak kanal açıldığı takdirde Yunanlı gemilerin hacıları yağma edecekleri öne sürülerek bu dü­şünceden vaz geçildi.[87]

 

X. Feodalitenin Yıkılması Ve İslam Toprak Sistemi

 

Arap yarımadasının tarihinde topraktan vergi almak hemen hemen hiçbir dönemde görülmemişti. Buna rağmen vergi işinden Arapların tümden habersiz olduklarını düşünmek mümkün de­ğildir. Numan Şibli'nin verdiği bilgilerden anlaşılıyor ki, Hz. Ömer'le bir sistem içinde yerini alan vergileme, bölgenin medeni­yet tarihinde yeni sayılırdı. Çünkü geçmiş zamanlarda yörenin hanedanlarından bazıları araziden belirli bir vergi almayı düşün­müş olmakla beraber iyi tanzim edilmiş bir gelir vergisi yoktu. Yarım adanın coğrafi ve iklim şartlarına bakıldığında tarıma elverişli sayılabilen toprakların azlığı çarçabuk göze çarpar. Ka­bilelerin belli başlı geçim kaynakları, hayvancılık, ticaret, savaş ganimetleri ve en çok soygundu. Böyle bir ekonomik yapı içinde, tarihin dönüm noktasını teşkil edecek devrimlere girişmenin zor­luğu daha kolay anlaşılır. Herşeyden evvel göçebe yaşamağa alış­mış, bir senede ülkenin her tarafinı dolaşan Bedevi Arapları iskan etmenin, toprağa bağlamanın yollarım aramak lazımdı. Bizzat Allah'ın Resulü tarafından ölü olan toprakların işlenerek diriltil-mesine ilişkin yapılan teşvikler bir bakıma bulmaca dönük sayı­labilir. Bütün insanları ticaret ve hayvancılıkla uğraştırmak, ye­terli ekonomik gelirleri sağlamak için geçerli bir çözüm değildi. Bizzat toprağın işlenmesi, ziraatin gelişmesi lazımdı, aksi halde güçlü olanların zayıfların geçimlerini kısmaları, onları soymaları, mallarını talan etmeleri önlenemezdi, islâm devleti bunu önemle gözönünde bulundurdu. Özellikle ekilebilir durumda olmayan arazileri ekilebilir hale getirmek için bir takım teşvikler yapıldı. Hz. Peygamber ziraati övdü ve ölü bir araziyi işletene bu arazinin verileceğim söyledi. Ashab bir çok Ölü araziyi diriltmeye koyuldu. Yeni teşekkül eden arazi hukkuna göre, bir kişi, üç sene üstüste bir araziyi işletmezse kendisinden alınır, diye bir hüküm bütün cumhur ulema tarafından (imam Şafii bu süre 3 ve 5 yıl da olabilir der) kabul gördüğü için herkes elinde bulunurduduğu toprağı baş­kasına kaptırmamak için her sene işlemeğe gayret etti. Böylelikle tarıma elverişli topraklar gün geçtikçe genişliyorken, yapılan fe­tihler bu alanın sınırlarını daha da arttırdı. Şimdi bu kadar geniş olan araziden elde edilen gelirleri vergilendirmek için esaslı ted­birlerin alınması lazımdı.

Arap yarımadasına k^asla, Iran ve Bizans sınırlan içinde ka­lan bölgelerde toprakların işletilmesi ve bunlardan vergi tahsili işi çok daha ileri bir seviyede sayılırdı. Suriye'de bir Yunan kralı-nın koyduğa vergi sistemi vardı. İran'da ise Nuşirevan zamanın­da nisbeten çiftçinin yükünü hanflctici vergiler konulmuşsa da Perviz tahta geçer geçmez vergileri üretici köylülerin kaldıramı-yacakları bir miktara yükseltmişti. Esasında o dönemde hem İran'da ve hem Bizans'ta dünyanın hemen hemen bir çok bölgesin­de görülebilen bir feodalite hüküm sürmekteydi. Topraklar çeşitli adlar ve çeşitli sınıflar arasında bölünmüş durumdaydı. En büyük toprak praçaları ordu komutanları ile saray memurları arasında paylaştırılmıştı. Bizans'ta bir kısım topraklar imparatorluk mali­kanesine ait iken, bir kısmı da Kili senin mülkiyetine devredilmiş­ti. Arazİ3'i işletenlerin bu arazi üzerinde hiçbir haklarından söz edilemezdi. Arazi satıldığı veya bir başkasına devredildiği zaman, arazide bulunan köylülerle satıhj'or veya devrediliyordu. Hz. Ömer bu feodal sistemi temelinden kaldırdı. Kraliyet malikanele­ri ile Romalı memurların mülkiyetinde bulunan araziler memle­ketin yerli halkına iade edildi. Böylelikle cahiliyenin kanun ve telakkilerine göre şekil alan sistem, İslâm'la birlikte tamamen değiştirildi, yeni bir sistem içinde biçim aldı. Öyle ki Hz. Ömer, müslümanların bile bu arazileri satın almalarını kesinlikle ya­sakladı. Bir ava halifenin fethedilen topraklar üzerinde müslü-manlann ziraatle uğraşmalarını engellemeyi bile düşündüğü kaydedilmektedir.[88]

Hz. Ömer, toprak sistemini belirlemek amacıyla ilk iş olarak, arazileri ölçmeye karar verdi. Bu iş için bilgisi ve tecrübesi yeterli bir uzman arandı ve sonunda uzun zaman bu topraklarda seyahat ve ticaret gayesiyle kalan Osman b. Hanife görevlendirildi. Osman b. Hanife, yanındaki yardımcılarıyla fethedilen Irak ara­zisini dikkatle ve bir baştan bir başa ölçtü. HuzcyJ"b. Yeman'm da bu konuda zengin bir bilgisi vardı. Bu ölçme işinde o kadar titiz davranıldı ki, Ebu Yusuf, arazinin kumaş ölçer gibi dikkat ve has­sasiyetle ölçüldüğünü, söyler. Ölçme işi bittikten sonra arazinin boyu 375 mil, eni 240 mil, yüzölçümü ise 30.000 milkare kadar tes-bit edildi.

Kraliyet hanedanına ait bütün malikaneler, ateş tapmakları­nın geliri, varis bırakmadan ölen, memleketten kaçan veya isyan edenlerin emlaki, yol inşaatı ve bakımı ile haberleşme giderleri için ayrılan topraklar, nehir ve ormanlardan kazanılan topraklar, devlet mülkü kabul edildi ve bu arazilerin yedi milyona varan ge­lirleri topluma faydalı işler için ayrıldı,[89] Geriye kalan topraklar eski sahiplerine bırakıldı ve arazi vergisi şöyle takdir edildi:

Bir yıl sonu ürüne göre:

Ürünün Cinsi        Vergi Miktarı

Bir cerib buğday     2 Dirhem

Arpa                        1 Dirhem

Şeker kamışı           6 Dirhem

Pamuk                     5 Dirhem

Üzüm                     10 Dirhem

Hurma (ve bahçe ürünleri)      10 Dirhem

Yağı çıkarılan tohumlar           8 Dirhem

Sebzeler                                    3 Dirhem

 

Bazı yerlerde arazinin iyi vasfından dolayı bir cerib buğday'dan dört, arpadan iki dirhem alınırdı. Haraç hükmüne gö­re vergiler senede bir kere (defaten) toplanır ve daha fazla birşey istenmezdi.

Yeni topraklar ekilmeye başlandığında gelir artışı, daha ge­nel bir ifade ile tarımsal üretim büyük bir artış gösterdi. Ölçme işi­ni takip eden senede arazi vergisi 120 milyon dirheme ulaştı. Hali­fe sık sık Küfe ve Basra'dan onar dürüst ve ehliyet sahibi adam çağırtarak vergi toplama işine herhangi bir müslümana veya zım-miye eziyet edilip edilmediğini sorardı.[90] işi daha sağlam bir gü­venceye bağlamak için her sene arazilere keşifler düzenlenir, bu işe görevli olan arazi sahipleri ve uzmanlar birlikte gönderirildi. Mahallî çiftçilere birer birer geçen yıllık bilançoları sorulur, ken­dilerine vergilerin ağır gelip gelmediği, tahsildarların suistimal ve baskılara başvurup vurmadıkları konusunda bilgiler alınırdı. Kiliselerin tahsilatı, umumî hamamlar ve müslüman misafir evleri masraftan düşüldükten sonra geri kalandan vergi tahsil edilirdi. Ayrıca bir sene için tespit edilen miktarın arttırılamıya-cağına dair çiftçilere yazılı bir belge verilirdi ki, söz konusu belge çiftçi ile vergi memurları veya bizzat devlet arasında çıkması muhtemel olan bir anlaşmazlıkta delil olarak gösterilirdi. Siste­min en çarpıcı ve geçmiş sisteme benzemiyen tarafi, tarımsal üre­tim sürecinde ve vergileme işinde çiftçiye bizzat devletin muhatap olmasıdır. Gerek işlenen toprağın ve gerekse topraktan elde edi­len ürüne düşen verginin birisine (temliki tarzda) ikta edilmemesi toprak işleticisine güven ve rahatlık vermekte idi.

Bir çok tarih kitabının verdiği bilgiye göre, Hz. Ömer yukarı­da anlattığınız ölçme işini yalnız Irak topraklarında uyguladı. Suriye ve Mısır arazileri konusunda eski defterler esas kabul edil­di; ancak şikayet konusu olan veya bilinen hatalar tashih edildi. Öyleki halifenin eski defterlerde kullanılan lisanı bile değiştirme­diği yazılmaktadır. Irak'ta Farsça, Suriye'de Bizans lisanı, Mısır'da Kıpti'ce kullanıldı. Bu çalışmalarda eski memurlardan da geniş ölçüde yararlanıldı.

islâm ülkesine katılan bu topraklar üzerinde tarihin eski dö­nemlerinden beri en katı şekliyle hüküm süren feodalite yıkıldık­tan sonra, ziraî üretimde büyük bir artış olduğu gibi, yeni fetihle­rin olmasına da büyük katkı1 ar getirdi. Bu sayede Mısır'da Kıptî'ler, Şam ve Humus'ta yerli halk Romalılara karşı kendileri­ni savunmuş, îslâm orduları geldiği zaman kapılarını onlara aç­mışlardır. Nüfusun artışında da bir yükselme görüldü. Savaş zamanlarında, savaşın yıkımlarından, Sasani ve Roma'nm zul­münden zarara uğrayan fakir köylülere, Beytü'1-Mal tarafından tazminatlar ödendi. Zımmî statüsünde olan gayr-ı müslimlerden at, sığır ve paradan vergi alınmadığı için, her geçen gün zımmile-rin ekonomik hayatlarında hissedilir bir düzelme görüldü. Tabii şartlardan dolayı ekinleri iyi ürün vermeyen, bazı dönemlerde sel ve buna benzer tabii felaketlere uğrayanlardan o sene ya tama­men haraç vergisi alınmaz veya gerektiği kadar azaltılırdı.

Hz. Ömer'in İslâm'ın ana kaynaklarına ve toplumun genel maslahatına uygun olarak geliştirdiği ve pratiğe aktardığı bu sis­tem, Asr-ı Saadet dönemi boyunca devam ettirildi. Emeviler döne­minde bir takım bozulmaların olduğuna tanık oluyoruz. Ömer b. Abdülaziz başa geldikten sonra, eski sistemi ihya yolunda büyük çalışmalar yaptı. Ancak şunu not etmek gerekir ki vergi tahsilinden sağlanan yüksek gelir artışı hiçbir zaman Hz. Ömer'in döne nünden daha fazla olamadı. Emeviler döneminde vergi miktarı nın arttırılması için bazı zamanlarda şiddete bile başvuruldu Ömer b. Abdulaziz'in şu sözleri gayet ilginçtir:

- Haccac'a lanet olsun ki, ne dünya işlerini, ne din işlerini ida­re edebildi. Hz. Ömer zamanında Irak'ın varidatı yüz milyon dir­hemden fazla olduğu halde Ziyad ile Haccac cebir ve şiddete rağ­men 20 milyondan fazla toplayamadılar.[91]

Ömer b. Aziz zamanında belli bir gelir artışına rastlamak mümkündür. Harun Reşit zamanında da ancak 50.480.000 dir­hem toplanabilmiş ki bu rakam geçmiş dönemlerle kıyaslanırsa, iyi bir rakam olarak ortaya çıkar.

Bundan şunu anlamak mümkündür. Hz. Ömer, islâm huku­kunu, şeriatın maksatlarım ve toplumun genel maslahatını esas alarak tefsir etmiş ve uygulamıştır. Feodal sistemin dağıtılıp ye­rine islâm toprak sisteminin getirilmesi ve bu topraklara îslâm üretim tarzının egemen kılınması toplumun genel ekonomik refah düzeyinin artmasını sağlamıştır. Ömer b. Abdülaziz'in de uygulaması tanıamiyle bu sistemden gücünü almıştır. Harun Re­şit zamanında idarî ve iktisadî hayatın düzenlenmesinde devletin kadısı imam Ebu Yusuf un hissedilir etkisi hesaba katılırsa her üç örnekten, gelir artışının hangi faktörlere bağlı olduğu daha kolay anlaşılabilir, islâm adaleti, üretici kitlelere rahatlık ve emniyet kazandırır ki bu da emeğinin geleceğinden korkusu olmayan çift­çide teşvik unsuru doğurur, verimin artmasına geniş ölçüde or­tam hazırlar. [92]

 

Sonuç

 

Baştan beri anlatmaya çalıştıklarımızdan şu önemli sonuca gidilebilir ki İslâm toprak sisteminin ana karakteri, Hz. Ömer'in fethettiği arazilerde pratikte ortaya çıkan biçimdir. Bu sistem, kendi döneminde hüküm sürmekte olan feodal sistemle çatışma içine gimiş ve sonunda feodaliteyi temelinden yıkarak darmada­ğın etmiştir. İslâm toprak sisteminin ve bu sistemin vazgeçilmez unsuru olan üretim tarzının kaynağı ne tabiatın maddî şartları, ne o çağın etkin üretim araçlarıdır. Sistem, özünü ve şeklini tama-miyle İslâm dünya görüşünden ve hukukundan almaktadır. Hz. Ömer, büyük bir basiret ve maharetle İslâm toprak sistemini pra­tiğe geçirmiştir. Buna göre:

1. Toprak üzerindeki mülkiyet dağlımı, toplumun bir sınıfına hizmet eden bir statü içinde olamaz, ümmet tümüyle bunda hak sahibidir.

2. Toprak dağılımında gelecek nesillerin haklan da vardır.

3. Bu itibarla -eğer arazi fey statüsünde ise- toprağın mülkiye­ti ümmet adına devletin elinde ve denetimindedir.

4. Toprağın işleticileri kendi emeklerine sahip olmak bakı­mından devlete toprağın cinsine ve şartlarına göre sadece vergi ödemekle yükümlüdürler. Bu sistem her türlü sınıf çelişkisine ve sınıf imtiyazlarına tümden kapalıdır.

Taıihin hiçbir döneminde, gelecek nesillerin ve toplumların haklarım koruyan, onların ekonomik bağımsızlığını teminat altı­na alan bu türden çarpıcı bir örnek gösterilemez.

Bu hukukî teamül sayesinde her yeni gelen nesil, kendim ra­hat ve özgür bir ortam içinde bulmuş, onu köle statüsünde koya­cak hakim bir sınıfla karşılaşmamıştır. Ta o dönemden Osmanlı'nın batılılaşma sürecine girişine kadar İslâm tarihinde feodal beylerin ve toprağa bağlı serflerin gözükmemesi buna bağ­lanabilir.

Sonuç itibariyle eğer bugün geçmiş toprak uygulamasına bir anlam yükleyebiliyorsak, «îman etmekte bizi geçmiş kardeşleri­mizin» koydukları, geliştirip uyguladıkları toprak sistemi ve top­lum düzenleri bunda mühim rol oynamaktadır. Avrupa'nın çatış­malarla dolu acılı tarihinde sınıfların birbirlerine karşı besledik­leri "kin ve hoşnutsuzluk" durguları gözönüne getirilecek olursa, îslâm tarihini -istisna dönemler dışında- süsleyen uygulamanın önemi çok daha iyi anlaşılır. [93]

 



[1] Ali Bulaç, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/115-116.

[2] Ali Bulaç, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/117.

[3] Sahih-i Müslim, 5/379, Hds. No: 1757.

[4] Sahih-i Müslim 5/378, Hds. No: 1756.

[5] Yahya b. Adem, Kitabü'l Haraç, s. 18.

[6] İmam Ebu Yusuf, Kitabü'l-Haraç, s. 56.

[7] Ali Bulaç, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/118-119.

[8] Tecrid,6/260.

[9] Doç.Dr. AH Şafak, îslâm Arazi Hukuku, İstanbul 1977, s. 343.

[10] Ibn Rüşd, Bidayetii'l Milctehid, 1/228.

[11] Tecrid, 7/260.

[12] Dr. Süleyman Ateş İslâm ve Toprak, İlah. Fakt. Derg. . XVII, s. 218.

[13] Malik b. Enes, el-Müdevvene, 4/273, Nak. A. Şafak, a.g.e., s. 159.

Ali Bulaç, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/119-120.

[14] Abdullah b. Mahmud b. Mevdud, el-îhüyar, Kahire (t.y.) 3,66.

[15] Şevkanî, Neylü'l-Evtar, Mısır, 1380, 3. Basım, 5/320, Maverdi, Ahkamu's-Sultaniye, İstanbul 1976, s. 98, (Dr. A. Şafak, Çev.)

[16] el-îbtiyar, 3/67.

[17] Mecelle, 1272.

[18] Ebu Ubeyd, Kitabü'l-Emval, s. 400.

[19] Doç.Dr.Ali Şafak, a.g.e., s. 216.

[20] Belazurî, Fiituhıt'l-Büldan, M.E.B. bask. 1/54.

[21] Ali Bulaç, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/120-121.

[22] Kettanî'den nakl. Doç.Dr.A.Şafak, a.g.e., s. 260.

[23] Ali Haydar, Şerhi K. Arazi, s. 152, Nakl. A. Şafak, a.g.e., s. 267.

[24] İstanbul'da eski gayri menkullerin 2/3'ü vakıf malıdır veya vakıf arazisi üzerine kurulmuştur. Bunların üzerindeki mülkiyet haklarına hiçbir şe­kilde müdahale edilemeyeceği elbette söylenemez.

Ali Bulaç, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/121-122.

[25] Yahya b.Adem, Kitabü'l-Harac, s. 89.

[26] İmam Şafiî, el-Ümm, 3/269.

[27] Belazurî. Futuhul Büldan 2/206.

[28] en-Nisa, 89.

[29] en-Nisa, 53.

[30] İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kuram'l-Azim, 1388, Beyrut 1/513

[31] Aclunî, Keşfu'l-Hafa, 1/156

[32] Mecelle, 1194

[33] Ali Bulaç, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/123-126.

[34] Ebu'1-A'lâ el-Mevdudî, İslâm ve Toprak Meselesi, İrfan, y. İstanbul.

[35] Kamil Miras, Tecrid-i Sarih, 7/73, hsd No: 1035.

[36] Kamil Miras, a.g.e., 6/462, hds. No: 996.

[37] Ebu Ubeyd, Kitabü'l-Emual, s. 129.

[38] Ebu Ubeyd, a.g.e., 280, Meulana Numan Şibli, Asr-ı Saadet, 2/73.

[39] İmam Şafiî, el-Ümm, 7/334

[40] İmam Ebu Yusuf, Kitabii'l-Haraç, s. 57 (A.Özek Çev.)

[41] Ebu Ubeyd,a.g.e.,s. 211

[42] İmam Ebu Yusuf, a.g.e., 60.

[43] Yahya b. Adem, Kitabü'l-Haraç, Kahire, 1384 s. 62.

[44] Ali Bulaç, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/126-128.

[45] Ali Bulaç, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/129.

[46] Numan Şibhî, Bütün Yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, (Çev. T. Alp) 1/138.

[47] Numan Şiblî, a.g.e., 2/11-12

[48] Ali Bulaç, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/130-132.

[49] Şevkanî, Neylii'l-Evtar, 8/16, Ebu Ubeyd, el-Emval, s. 59.

[50] Yahya b. Adem, Kitabü'l-Haraç, s. 45-46.

Ali Bulaç, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/132.

[51] Maverdi, Ahkanıu's-Sultaniye (Çcv. A. Şafak) s. 156.

[52] Şevkanî, a.g.e., 8/16, Numan Şiblî, Asr-ı Saadet, 4/351 ve Muhammed el-Hudarî, İslâm Hukuk Tarihi (Çev. H. Hatipoğlu) S. 151-152

[53] Ali Bulaç, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/133-134.

[54] el-Enfal,l.

[55] el-Enfal, 5.

[56] el-EnfaI,41.

[57] Haşr, 6.

[58] İ. Ebu Yusuf, Kitabu'l-Haraç, (Çev. A. Özek) s. 61.

[59] Haşr, 7.

[60] Haşr, 8 Hz. Peygamber Beni Nadir mallarını ele geçirdikten sonra zengin olan Ensara şöyle bir öneride bulundu: «-İsterseniz bu mallan eski malları­nız üzerine katıp muhacirlerle aranızda paylaştırayım, isterseniz yalnız muhacirlere dağıtalım. «Ensar», - Hayır, mallarımızı da, bu mallan da aralarında dağıt,» cevabım verince Hz. Poyamber Beni Nadir'in mallarını yalnız muhacirlere ve iki de (bazı kaynaklarda üç) fakir ensara verdi. (İmam Şafii, el-Ümm, 4/64, Yahya b. Adem, a.g.e., s. 33, Elmahlı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili 7/4824) Dikkat edilirse Hz. Peygamber'in En-sann önüne koyduğu bir seçenekte de muhacirlerle ensar arasındaki iktisadî va mali dengesizliği giderme amaçları yatmaktadır .Ayetin de vur­guladığı anlam budur.

[61] Haşr, 10.

[62] İbn Rüşd, Bidayetü'l-Müctehid, (Aslan Y.) 1/601-602.

[63] Elmahlı, a.g.e., 7/4824.

[64] Yahya b. Adem, a.g.e., s. 21 not: Ganimet ayetinin Fey ayeti ile mensuh ve­ya muhassas (tahsis edilmiş) olduğunu söyleyenler varsa bile bu kavil za­yıftır. İbn Rüşd, a.g.e., 1/602.

[65] H. Basri Çantay, Kur'ân-ı Hakim ve Meali Kerim, 9. bsk. 3/1025 dn.35.

[66] İ. Ebu Yusuf, a.g.e., s. 56.

[67] İ. Ebu Yusuf, a.g.e., s. 57,58, ve 59.

[68] EbuUbeyd, Kitabu'l-Emval, prg. 146.

Ali Bulaç, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/134-138.

[69] Ebu Ubeyd, a.g.e., Prg. 143 ve 154, Şevkanî, a.g.e., 8/14, Yahya b. Adem, a.g.e., s. 42.

[70] Şevkanî, a.g.e. 8/16, Bazı bilginler Mekke statüsünü ileri sürmüşlerse de Mekke'nin ayrı bir statüye tâbi tutulduğu bilinmektedir. Her ne kadar di­ğer beldeler taksime tabi tutuluyorsa da Mekke böyle düşünülemez. Çün­kü Mekke Allah'tan bir vakıftır. Arazilerini mülk edinmek caiz değildir. Cumhur, Mekke arazilerini satmayı veya evlerini kiraya vermelerini caiz görmemiştir. Bu konuda şu hadis rivayet edilmiştir: «Mekke haram olan beldedir. Allah onu haram belde kılmıştır. Onun arsalarını satmak ve evle­rini kiralamak helal olmaz. (Ebu Ubeyd, a.g.e. Pr. 161) Maverdi bu hadisi mürsel kabul etmiş ve arazilerinin satışını caiz görmüşse bile (Maverdi, Ahkamu's-Sultaniye, s. 184-185) Ömer b. Abdü'l-Aziz'in Mekke'de evlerin kiraya verilmesini yasakladığını biliyoruz. Mekke arazisi bu itibarla hem ganimet ve hem de Fey arazisi olamaz. Hadiste Mekke'nin ganimetleri he­lal kılınmamıştır. (Ebu Ubeyd, a.g.e., Prg. 170).

[71] Ebu Ubeyd, a.g.e., Prg. 151

[72] Mannan, İslâm Ekonomisi, (Çev. B. Zengin, 1. bsk.) s. 174

[73] Ali Bulaç, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/138-140.

[74] Ebu Ubeyd, a.g.e., Prg. 149

[75] Ali Bulaç, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/140.

[76] Hafidu İbn Rüşt, a.g.e., 1/602, Yahya b. Adem, a.g.e., s. 45

[77] Hafidu İbn Rüşt, a.g.e., 1/602.

[78] Ebu Ubeyd, a.g.e., Prg. 153.

[79] Maverdî, a.g.e., s. 153.

[80] Maverdî, a.g.e., s. 145.

[81] îmam Şafiî, el-Ümm, 4/64.

[82] Şevkanî, a.g.e., 8/16, İbn Rüşt, a.g.e., 1/601.

[83] Ali Bulaç, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/141.

[84] Ebu Ubeyd, a.g.e. Prg. 154-155, Yahya b. Adem, a.g.e., s. 43 not: Savaştan 1 önce askerlere ganimet vaadedilmesi bazı görüş ayrılıklarına yol açmıştır. İmam Malik'e göre bu türden tatbikat mekruhtur. Çünkü savaşın gayesi Allah'ın rızasını istemektir. Ganimet vadi alan bir müslürnan, kanım dünyevî bir şey için heder edebilir. Kimi âlimlere göre ise caizdir. Habib b. Mesleme'nin rivayet ettiği hadise bakılırsa teşvik de olabilir. (İbn Rüşt, a.g.e., 1/595) Elmalılı tefsirinde Enfal kelimesinin lügat manasım yazar­ken «bir gaziye ganimet hisselerinden fazla olarak mesala, şu sipere ilk gi­rene şu verilecektir, gibi tenfil yolu ile verilmesi şart edilen mala dahi nefel ıtlak edilir» demektedir. (Elmalılı, a.g.e., 4/2364).

[85] Ali Bulaç, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/142-143.

[86] Numan Şıblî, Asr-ı Saadeı  4/359.

[87] Numan Şıblî, Bütün Yönlr-'vle Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, 2/115 vd.

Ali Bulaç, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/143-144.

[88] Numan Şıblî, a.g.e., 2/73 vd.

[89] Numan Şıblî a.g.e., 2665.

[90] Numan Şıblî, Asr-ı Saadet, 4/353.

[91] Numan Şıblî, a.g.e., 4/353

[92] Ali Bulaç, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/145-149.

[93] Ali Bulaç, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları: 4/151-152.