ASR-I SAADET'TE OLUŞAN İSLÂM AHLÂKI
A. İslâm'dan Önce Araplarda Ahlâkî Vaziyet Ve İslâm'ın Tesiri
A) Yiğitlik (Şecaat Ve Cesaret)
B) Cömertlik Ve Misafirperverlik
B. ASR-I SAADETTE AHLAKİ VAZİYET
C. HZ. MUHAMMED (S.A.V.) İN AHLAKİ ŞAHSİYETİ
İSLÂM'IN BELLİ BAŞLI AHLÂK PROBLEMLERİNE BAKIŞI
A) İslâm'da Ferdî Haz Ve Menfaatin Değeri
B) İslâm'da İçtimâi Fayda Ve Saadetin Değeri
C) İslâm'da Ahlâkî Vazifenin En Yüksek Gayesi
3. İslâm Ahlâkında Vazifenin Mahiyeti Ve Özellikleri
2. Ahlâkî Hayatı Yaşamanın Kolay Olmayışı
A) Vicdanî (Ahlâkî) Sorumluluk:
3. Ahlâkî, Dinî Ve İçtimaî Sorumlulukların Birbirleri İle Alakası
A) Dinî Ve İçtimai Sorumluluklarda Ahlâkî Şuurun Etkisi
B) Dinî Ve Ahlâkî Sorumluluklarda Toplumun Etkisi
C) Ahlâkî Ve İçtimaî Sorumluluklarda Dinin Etkisi
5. Mükellefiyetin Şahsî Olması.
1. İnsanın Bedenî Varlığına Karşı Vazifeleri
2. İnsanın Ruhî Ve Manevî Varlığına Karşı Vazifeleri
1. Aile Kurmayı Zorunlu Kılan Sebepler
2. Ailede Haklar Ve Sorumluluklar
A) Eşler Arasında Haklar Ve Sorumluluklar
B) Ebeveyn İle Çocuklar Arasında Haklar Ve Sorumluluklar
1. Ebeveynin Çocuklarına Karşı Vazifeleri
2. Çocukların Ebeveyne Karşı Vazifeleri
2. İslâm Ahlâkında Temel İnsan Hakları
C) Manevî Şahsiyetin Dokunulmazlığı
E) Kanun Önünde Eşitlik Ve Adalet
H) Evlenme Ve Aile Kurma Hakkı
1. İslâm İktisadının Ahlâkî Niteliği
A) Îslâm İktisadında Maddî Ve Manevî Kıymetler Dengi
B) Îslâm İktisadında Ferdî Ve İçtimaî Menfaatlar Dengesi
2. İktisadî Faaliyetlerde Ahlakî Vazifeler
A) Kazanma Ve Üretim İle İlgili Vazifeler
1. Kazanma Faaliyeti Sırasında Halis Bir Niyet Taşımak.
3.Allah'ın Haram Kıldığı Şeylerin Üretim Ve Ticareti İle Meşgul Olmamak.
4. Allah'ın, Yasaklayarakgayr-İ Meşruluğunu İlan Ettiği Yollardan Kazanç Aramamak.
6. Îşverenin Haklarını Gözetmek
B) Harcama Ve Tüketim İle İlgili Ahlâkî Vazifeler
1. Toplumun Zararına Tüketim Ve Harcamalarda Bulunmamak
2. Lüks Ve İhtişam İçin Harcama Yapmamak
Mustafa Çağrıcı 1950 Yılında Sivas'a bağlı Şarkışla ilçesinde doğdu.1969 yılında Sivas İ.H.L.nden 1973'de İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünden mezun oldu. 1977 yılında İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünde İslâm Ahlakı asistanı o1du."Gazali'ye Göre İslâm Ahlakı" konulu tezi ile doktorasını tamamladı ve aynı Enstitüde öğretim üyesi oldu. 1983 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam ana-bilim dalında yardımcı doçent, 1990 yılında da İslâm Felsefesi Tarihi anabilim dalında doçent oldu. Halen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyeliği görevini sürdürmektedir. Eserleri:
- Gazali'ye Göm İslâm Ahlakı
- Ana Hatlarıyla İslâm Ahlakı
- Ahlakımız
- İslâm Üzerine Düşünceler
- Hadislerle Ahlakî Davranışlar
- İslâm Düşüncesinde Ahlak [1]
Hz. Muhammed (s.a.v.) «Ben ahlâk güzelliklerini tamamlamak için gönderildim.»[2] buyurmuştur. Bu hadis, bir bakıma, ahlâk ilminin gayesini göstermektedir. Gerçekten, ahlâk ilminin gayesi, Resûlallah'm yalın ifadesiyle ahlâk güzelliklerini, yani iyi huyları ve yüksek vasıfları insanlara kazandırmaktır.
islâm düşüncesine göre insan bir ruh ve beden varlığıdır.[3] İnsan, beden sağlığını olduğu kadar ruh sağlığını da korumak ve geliştirmek zorundadır. Kur'ân-ı Kerim1 deki «Kendi elinizde kendinizi tehlikeye atmayınız; iyilik yapınız..,»[4] mealindeki âyetin insanı, bedenî tehlikelere olduğu kadar ahlâkî hastalıklara ve manevî eksikliklere karşı da uyardığı ortadadır.
Hedefi bu hastalıkları tedavi etmek olan İslâm ahlâkının asıl kaynağı Kur'an ve onun ışığında oluşan Sünnettir. îslâm ahlâk düşüncesi Kur'an ve Sünnetle başlar. Bu iki kaynak dinî ve dünyevî hayatın genel çerçevesini çizmiş, amelî kurallarını belirlemiş, böylece daha sonra fikıhçılar , hadisçiler, kelamcılar, mutasavvıflar, hatta filozoflar tarafından geliştirilecek olan ahlâk anlayışlarının temelim oluşturmuştur. Bu sebeple "Asr-ı Saadet'te Oluşan îslâm Ahlâkı"nı inceleyen bu çalışmada Kur'an ve Sünnetin ahlâkla ilgili hükümleri esas alınacak, ahlâk problemlerine bu perspektiften bakılmaya çalışılacaktır. [5]
Konuya girerken önemli bir noktaya işaret etmeyi gerekli görüyoruz: insanlık âlemi bir değerler âlemidir. Değer hükümlerinin, başka bir deyişle iyi-kötü telakkilerinin bulunmadığı, bazı davranışların onaylanıp bazılarının da yerilmediği hiçbir insan topluluğu düşünülemez. Kötü toplum —ne kadar kötü olursa olsun.— iyilik fikrinin tamamiyle ortadan kalktığı; faziletin, insanların zihninden ve hayatından silinip yok olduğu toplum değildir. Çünkü insanlarda ahlâk fikri din fikri kadar eski, köklü ve yaygındır.
Buna göre Cahiliye Araplarınm da bir ahlâkı olmalıdır ve vardı. Şu halde bu ahlâkın genel karakteri ne idi ve îslâm ona ne yönde ve ne ölçüde tesir etti?
Özellikle, Ahlâk gibi, örf ve âdetlerle sıkı sıkıya alakası bulunan bir alanda içtimaî bünyeyi ve bu bünyenin kültürel yapısını, değerlerini, telâkkilerini bütünüyle red ve inkâr ederek tamamen yeni bir hayat sistemi kurmak ve onu cemiyete mal ederek başarıyla işlemesini sağlamak beşerî plânda mümkün değildir. Her os-yal değişiklik gibi ahlâk alanındaki değişikliğin dahi — hiç olmazsa bir ölçüde— kültürel bir zemine oturtulması, ma'şerî vicdanda kabul görebilmesi bakımından gereklidir.
- Bu sebepledir ki, tebliğ faaliyetinde mevcut sosyal imkânları ve imkânsızlıkları dikkatle göz önüne alan îslâm Peygamberi, içinde bulunduğu toplumun ahlâk telakkilerini tamamen reddetmek yerine, bunlardan uygun bulduklarını, islâm'ın temel esprisi ile bağdaştıran bir uzlaşma yoluna gitmiştir. Onun, «îslâm'da, Cahiliye devrinin faziletlerinin tatbikine devam edilecektir.» manasmdaki hadisi bu müsbet tavrının örnek bir ifadesidir.[6] Aynı şeyi bir diğer hadisinde şöyle belirtmiştir:
«insanların Cahiliye devrinde hayırlı olanları —ilim irfan sahibi oldukları sürece—îslâm devrinde de hayırlıdırlar.»[7]
Ancak, yukarıdaki ifadelerden, islâm ahlâkının cahiliye ahlâkının bir devamı olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Zira islâm'ın, kendisinden Önceki ahlâk telâkkileri ile uyuşma halinde bulunduğu noktalar, sâdece fazilet sayılan bazı davranışların şekli ile ilgilidir. Buna karşılık islâm Dini, özde ve ruhta yani ahlâkî davranışların arkasındaki «niyet» te ve yöneldiği «gaye» de Cahiliye ahlâkından tamamiyle ve esaslı bir şekilde ayrılır. Burada, şekildeki yaklaşmaya rağmen özdeki ve muhtevadaki bu esaslı ayrılığı daha iyi göstermek ve îslâm ahlâkının orijinalliğini belirtmek üzere bazı mukayeseler yapmakta yarar vardır.
Önce şunu belirtmeliyiz ki, Cahiliye devrinde ahlâka dair yazılmış müstakil eserler bulmak mümkün değildir. Fikrî ve ilmî hayatın son derce basit olduğu bu dönemde bir ahlâk ilminin veya felsefesinin geliştirilmemiş olması tabiîdir. Câhiiiye devrinin en Önemli ve belli başlı vesikaları sözlü cahiliye edebiyatı, özellikle şiiridir. Ayrıca, Kur'ân-ı Kerim'de ve hadislerde de bu devrin ahlâk telâkkilerine ve yaşaşıyına dair Önemli malumat mevcuttur.
Bu kaynaklardan edinilen bilgilere göre dine fazla bir alaka göstermeyen, hatta, devrin hayat anlayışının, inanç ve düşüncesinin belli başlı dili olduğunu az önce belirttiğimiz şiirde dahi dine ve dinî mevzulara —meselâ— kadın, aşk, şarap gibi hafif mevzulardan daha az ve müphem bir yer veren Cahiliye Arabmda, yine de bir «Allah» mefhumu vardır. Bununla beraber putperestlik, onun Allah'a olan saygı ve alâkasını koparmış olup bu durum, dinin insanda bıraktığı derûnî ve ahlâkî tesirden Cahiliye Arabım Önemli ölçüde mahrum kılmıştır.
Yaygın görüşe göre Cahiliye devrinde ahlâk «murue» (mürüvvet) tâbiri ile ifade edilirdi.[8] Bu tabir, başta yiğitlik ve cömertlik olmak üzere, hürriyet, namusa düşkünlük, misafirperverlik, yardımlaşma ve dayamşma gibi faziletleri kapsıyordu.
Biçim bakımından ahlâkî olan bu kavramların o devrin anlayışındaki muhtevaları, tatbik tarzları ve yöneldikleri idealler-bakımından da ahlâkî olup olmadığını anlamak için bunlardan önemli olanlarına biraz daha yakından bakalım. [9]
Cahiliye Arabi yiğittir; silahını yanından bırakmaz, tbn Haldun (v. 808/1406)'un dediği gibi «şecaat ve cesaret onun seciyesidir.»[10] Ancak, Arabın yiğitliği kendi kabilesi uğruna öldürdüğü insanların sayısıyla ölçülürdü.[11] Şu halde müşrik Arapta şecaatin hedefi, insanî ideallerin gerçekleşmesi, hak ve adaletin yerini bulması gibi yüksek idealler değildir. Çünkü onun şecaati benlik ve gururundan gelmektedir. Şecaat ve cesaret gösterisinin altında ferdî ve kabilevî üstünlüğü ispatlama tutkusu yatmaktadır. Bu yüzdendir ki, kabileler arasındaki bitmek tükenmek bilmeyen savaşlar onları maddeten ve manen perişan etmekte idi.
îslâm Dini, arabın öfkesini yatıştırdı; şecaatini duygusallıktan kurtararak aklîleştircü; bu fazileti yeni ve üstün ideallere yöneltti; taşkın ve şuursuz cesareti hilim, sabır, hak ve adalet kaygısı gibi yüksek sıfatlarla dizginledi. Böylece islâm, sonraları Türkler üzerinde göstermiş olduğu olumlu tesirlerden birini, daha önce Araplar üzeinde göstermişti. Kur'ân-ı Kerim1 de bu tesirin neticesini ifade eden âyetlerden birinde şöyle buyurulmuştur.
«Hani, bir zamanlar siz (birbirinize) düşman kimselerdiniz de Allah gönüllerinizi birleştirdi ve O'nun lütfü ile (birbirinizin) dostları oldunuz. Bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz ki, sizi oradan Allah kurtardı. »[12]
Cahiliye arabı cömert ve misafirperverdi. Fakat onda bu faziletlerin gayesi, kendisinin ve kabilesinin medhu sena edilmesine zemin hazırlamaktı. «Hürmet görmek; asaleti, sahaveti ve cesareti ile herkes arasında şöhret kazanmak, korku ve hayranlık ilham etmek. îşte... Arabın en yüksek ideali!»[13]
İslâm ahlâkı, cömertlik ve misafirperverliği devam ettirmekle beraber, bunlara ahlâkî muhteva kazandırdı. Buna göre bu fiil-lerdeki niyet, şahsın ve kabilenin üstünlüğünü isbat etmek maksadı taşımamalıdır; insan sevgisi ve Allah rızâsı olmalıdır. Mülk Allah'ındır[14] ve Allah'ın mülkünü Allah'ın kullarına hizmette kullanmak, mahlûka himmet yoluyla Ma'bud'a hizmet etmek gerekir, islâm Peygamberi, «Veren el alan elden üstündür.»[15] buyurmuştur. Fakat verirken almamak, yani gurura kapılmamak ve çıkar gözetmemek gerekir. Kur'ân-ı Kerim, Araplarla birlikte bütün insanlara: «Biz size Allah rızası için ikram ederiz; sizden bir karşılık, bir teşekkür beklemeyiz.»[16] demelerini telkin ve talim ediyor; böylece Kant'tan 12 asır önce şartsız ahlâkın temel kanununu getirmiş oluyordu. [17]
Çöl hayatı Cahiliye Arabını ibtidaî bir hürriyet fikrine yöneltmişti. Ibtidâî hürriyetin bariz vasfı otorite tanımamaktır ve müşrik Arap, otoritenin hemen her türlüsüne başkaldırınışti. Bunun bir sonucu olarak merkezî bir otorite yoktu. Ictimâî birlik nadir hallerde kabileyi aşardı. Ne sistem olarak ne de müessese olarak müeyyideli bir hukuk düzeni vardı. Anlaşmazlıklar ya ayak-üstü denebilecek bir şekilde tesbit edilen hakemlere havale, edilir veya —daha sık olarak— silâhlarla halledilirdi (!).
Cahiliye Arabi ferdî hürriyete düşkün olmakla beraber içtimaî hürriyetten habersizdi. Hürriyetin sınırı, ferdin ve onun mensup olduğu kabilenin gücü nisbetinde genişti. Umumiyetle soylu kimselerin teşkil ettiği hürler sınıfı, her türlü hakları ve imkanları inisiyatiflerinde bulundurmakta ve bunlardan kuvvetleri nisbetinde yararlanmaktalardı. Azatlı köle ve cariyelerden oluşan mevâli sınıfı ne tam hür ne de köle idi; dolayısıyle hakları az çok kısıtlı idi. içtimaî yapının en alt tabakasını meydana getirenler, savaşlarda yakalanan veya esir pazarlarından satın alman kimseler ile bunlardan doğanların oluşturduğu köleler ve cariyeler sınıfı idi. Easen hürler sınıfi, bunlara içtimai yapının en altında bile yer vermezlerdi. Çünkü mevcut telâkki onları hayvandan farksız görürdü. Bu telâkki o kadar yerleşmişti ki, bizzat köleler dahi kendilerinin gerçek birer insan olmadıklarını kabullenmiş gibilerdi. Efendileri onları dövebilir; ellerim, ayaklarını, burunlarını, kulaklarım kesebilir; gözlerim oyabilirdi. Hür bir insana yapıldığında kabile savaşlarına yol açabilecek haksızlık ve zulümlerin bunlara karşı yapılması gayet normal karşılanırdı. Bunlar, efendilerinin inandıklarına inanmak, inanmadıklarını reddetmek zorundaydılar. Nitekim, köle iken müslüman olanların bu yüzden müşrik efendilerinden gördükleri işkenceler, İslâm tarihinin acı ha tır alarmdandır.
îslâm Dini, insanların sadece bir kısmı için geçerli ve sınırsız bir hürriyet fikrine karşı çıktı. Kur'ân-ı Kerimin, inanmış bir kölenin hür bir müşrikten daha değerli olduğu ilkesi[18] müşrikleri çileden çıkardı. Bu sebeple İslâm'a en büyük tepki, hürler denen mütegallibe sınıfından geldi. Onlar, Peygamber (s.a.v.)'e, çevresindeki köleleri ve zayıfları kovduğu takdirde, kendisi ile müzakereye oturabileceklerini bildirmişlerdi ki, Kur'an bunu kesinlikle reddetti.[19]
islâm ahlâkı meseleyi önce ruh plânında halletme yolunu tuttu; hürriyet fikrini ahlâkî zemine oturttu. Yeni sistem, her şeyden önce, insanın, kendi hürriyetini kendi vicdanında bizzat kendisinin sınırlandırmasına imkân verecek tedbirler getirdi. Buna göre: «Allah insana şah damarından daha yakındır.»[20] O, insanın —gizli açık—bütün yaptıklarından haberdardır.»[21] Şu halde müslüman, kendi hareketlerini ve temayüllerini kontrol etmek zorundadır. Bu temel düşünce, Câhiliye Arabının ruhunda, hayat telakkisinde ve değerler dünyasında çok derin ve o ölçüde sür'atli bir inkılâp meydana getirdi. Artık insan hem beşer-üstü Otori-te'nin, hem kendi vicdanının, hem de cismanî iktidarın buyruğu altına girmişti. Bir konuda ihtilaf çıktığında bunun çözümü için kaba kuvvete başvurulmuyor; Allah ve Resulünün hükümlerine müracaat ediliyordu.[22] Bütün müslümanlar, «Allah'a, Resulüne ve kendilerinden olan ulu'l-emr'e itaat»[23] etmek gerektiğini kabul etmişlerdi. Şu veya bu zümrenin ve sınıfın ekonomik ve politik kaprislerinin etki alanının dışında ve hakkın yanında olan Kitap ve Sünnet'in hükümlerine uymak, muhalif davranılması halinde bu hükümlerin âdil müeyyidelerine katlanma mecburiyetinde olduklarını kavramışlardı. [24]
Câhiliye Arabmda yardımlaşma ve dayanışma temayülü de asabiyet (kabilecilik) gayretinden öte geçmez; müşrik Arabın tâbi olduğu kavmin dışına taşmazdı. Bunun nâdir istisnalarından biri, Arabın, başı darda olduğu için kendisine veya kabilesine sığınan bir yabancıya «emân vermesi» yani onu mütecavizlere karşı himayesine almasıdır. Ancak eman verme geleneğinin temelinde de Arabın, üstünlüğünü ve yiğitliğini isbatlama arzusu vardır. Bunun dışında o, başkalarına, kan bakımından uzaklığı nisbetin-de acımasızdır. Onun gözünde, başka insan va varlıklar, kendisine fayda sağlaması nisbetinde değerlidir. Bu sebeple Câhiliye Arapları «insanların mallarını gasbetmekte, kendilerim durduracak bir sınır tanımazlardı.»[25] Ellerinden geliyorsa, iş yaptırdıkları kimselerin ücretlerini gasbetmekten bile çekinmezlerdi.[26]
islâm ahlâkı, yardımlaşma ve dayanışma temayülünü, kab' le gayret ve taassubundan kurtararak, ahlâki prensiplerle bağda şan bir insan sevgisi ve aama duygusu üzerine kurdu, -islâm inancı etrafında toplanan bütün insanlara kardeş nazarıyla baktı ve onları bir bedenin muhtelif uzuvlarına benzetti.[27]
Resûlullah (s.a.v.), «Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et!»' buyurunca,bunu duyan müslümanlar, bir zamanlar kabile ırkçılığının kesin kaidesi olan bu sözün Peygamberin ağzından çıkmasına hayret etmiş olmalılar ki, içlerinden biri, «Ya Resûlallah,mazlum olursa yardım ederim ama zalim olursa nasıl yardım ederim?» diye sorunca, Peygamber (s.a.v.), «Onun zulmüne engel olursun. İşte ona yapılacak yardım da budur.» diyerek onların meraklarını giderdi.[28]
Şu halde islâm Dini, Câhiliye ahlâkmdaki "yardım" kavramının muhtevasını değiştirmişti. Artık sadece "iyilik ve takva" yolunda yardımlaşmak vardı; "kötülük ve düşmanlık" yolunda yardımlaşmak kesin bir surette yasaklanmıştı.[29]
Câhiliye Arabi namusuna düşkündür. Fakat o kadın ve şaraba da düşkündür. Kadın, aşk ve şarap câhiliye şiirinin pervasızca işlenen temalarmdandır. Müstehcen şiir ve edebiyatın kaba duygular üzerindeki sihirli tesiri bilinen bir gerçektir. Buna karşılık, insanın kötü ihtiraslarına karşı direnecek sağlamlıkta ahlâkî ve hukukî tedbirlerin bulunmayışı da gözönüne alınırsa, câhiliye toplumunda Özellikle himayesiz kadınların rız ve namuslarının ne ölçde emniyetten yoksun kaldığı daha iyi anlaşılır. Câhiliye devrinde zina ve fuhuş temayülü, gayr-i meşru ilişkileri kolaylaştırıcı, son derce çirkin ve yüz kızartıcı âdet ve telakkilerin, sözde nikâh usullerinin gelişmesine yol açmıştı.[30] Kur'ân-ı Ke-rim'in bir ayetinden anlıyoruz ki, Câhiliye Arabının bu fuhuş temayülü, bir nevi beyaz kadın ticaretinin de doğmasına sebep olmuştu.[31]
Öte yandan, sürüp giden kabile savaşları da aile namusu için ciddî bir tehlike teşkil ediyordu. Çünkü «Câhiliye Arabında kadın, savaş sonunda herhangi bir mal gibi, kendisinden çeşitli şekillerde istifade edilen bir ganimet mesabesinde idi.»[32]
Bu vaziyet karşısında, kız çocuklarının ileride fahişeliğe zorlanabileceğinden endişelenen ve namusuna da düşkün olan müşrik Arap, yeni bir kızının dünyaya gelişini utanç verici bir hadise telakki etmiş ve onu, ileride fahişe olmaktan kurtarmanın yolunu toprağa gömerek öldürmekte bulmuştu! Bu cinayetin işlenmesinde kısmen geçim kaygısının tesiri de vardı.[33] Her ne kadar aynı endişe erkek çocuklar bakımından dahi vârid ise de, içtimaî ve kabîlenin delikanlılarının, başka bir iade ile silahşörlerinin çokluğu, onlar için hem hak ve yaşama teminatı, hem de başkalarına karşı üstünlük ve galebe imkanı veriyordu. Bu sebeple «Ara-bın ideali, mümkün olduğu kadar çok erkek evlat sahibi olmakti.»[34]
İslâm Dini, zina ve fuhşu Önleyici kesin hukuki tedbirler aldıktan başka, bütün müslümanların kardeş olduğunu ve her müslümanm malının, kanının ve namusunun «Mekke ka-dar,Kâbe kadar» mukaddes ve dokunulmaz olduğunu ilan etmek suretiyle[35] kabileler arası savaşı ortadan kaldırdı ve —doğrusu—bu gelişme en çok kadınların işine yaradı. Çünkü yeni nizam, onları esir düşüp cariye olmaktan, erkekler için gelişi güzel bir tatmin vasıtası ve ganimet malı haline gelmekten kurtardı. Artık kadın iffetsizliğe zorianamayacak, hatta iffetine gölge düşürücü sözler söylenemeyecekti.[36] Kız çocukların hor görülmesi kesinlikle yasaklanmış;[37] kız evlat ile erkek evlat arasında hiçbir değer farkının olmadığı ifade edilmişti.[38] Kadının fizik bakımından erkeğe nisbetle zayıf olduğu gerçeği kabul edilmekle berber, bu onun için bir horlanma sebebi sayılmayıp, aksine, bu vesile ile erkeğe, onu himaye etme, sevgi ve şefkat gösterme ve ihtiyaçlarını karşılama gibi görevler yüklenmiş;[39] bütün bunların ötesinde, kadına anne olması itibariyle ayrı bir değer ve yücelik verilmiştir.[40]
Buraya kadar câhiliye devrinin ahlâk telakkilerine, bazı örnekleriyle işaret ettik ve islâm'ın bu konuda meydana getirdiği büyük değişikliği ifade etmeye çalıştık. Önemle belirtelim ki islâm Dini, müşrik Arapların o vakte kadar bilmedikleri yepyeni bir ahlâk düşüncesi ortaya koydu. Bu düşünceye göre artık insan bakışlarını kendisine çeviriyor; anlamsız ve gayesiz boğuşmaları, benlik iddialarını bir tarafa bırakıyor; kendi ruhî varlığında ve beşeri münasebetlerinde huzur ve barışa ulaşmak istiyor; bunun yolunu da her şeyden Önce, bizzat kendi manevi ve ahlâki varlığında bir inkılap yapmakta buluyordu. Böylece, o zamana kadar kendi dışındakilere karşı yönelttiği mücadeleyi, artık kendi ruhunun selâmeti ve ölüm ötesinin saadeti için kendi nefsinin kötü tcza-yüllerine yöneltiyor ve kendisini beşerin kurtuluşuna adaya:/::: gönül zenginliğine ulaşıyordu.
Şüphesiz, ilk tatbik sahası olan Arapların ahlâki hayat-ü-ki İslâm'ın bu tesiri, daha sonra müslüman olan diğer millcier için de aynı şekilde geçerli ve değerlidir. Hatta İslâm kürtüruı_i. müslümanlar dışında kalan başka milletlere de çeşitli yolla ve çeşitli ölçülerde yayıldığı gerçeği gözönüne alınırsa, ahlâkının tesirinin müslüman milletleri aştığı sonucuna varılır. [41]
İslâm ahlâkını ortaya koyan Kur'ân-ı Kerim'dir. Bu sebeple "İslâm ahlâkı" tabiri, prensip olarak "Kur'ân ahlâkı" tabiri ile aynı şeyi ifade eder. Nitekim Hz. Âişe (r.a.), bir soru münasebetiyle Hz. Muhammed (s.a.)'in ahlâkının "Kur'ân ahlâkı" olduğunu belirtmiştir.[42] Şu halde Kur'ân ahlâkını herkesten önce kendi hayatına uygulayan ve çevresindekilerin de onu uygulamalarını sağlayan, bizzat İslâm Peygamberidir. Bu sebepledir ki o, bir ahlâk eğitimcisidir ve hayatı boyunca bu eğitimcilik görevim sürdürmüştür.
Zaman ve ihtiyaç faktörleri, eğitimin başarılı olmasının temel şartlarındandır. İslâm ahlâkı, kaynağı bakımından beşer-üs-tü olmakla beraber, uygulama alam bakımından beşerîdi. Yani beşerin ahlâkî ihtiyacını karşılar. Şu halde bu ahlâkın eğitimi de beşerî kurallara uygun olacaktır. Pedagoji açıkça göstermiştir ki, insan oldukça zor eğitilebilen bir varlıktır. Zira başka canlıların eğitimi tamamen şartlandırma yoluyla gerçekleştirildiği halde, insanın eğitimi büyük ölçüde iknâya dayanır. Çünkü insan akıllı varlıktır. Kendisine teklif edileni tartıp düşünmeden, fikren mutmain olmadan, bu teklifin kendisi için nasıl bir kıymet taşıdığını düşünmeden, önceden sahip olduğu kanaatleri ve hükümleri ile mukayesesini yapıp bir tercihe varmadan bu teklin kabul etmek istemez. Bu ve daha başka sebeplerledir ki —bir kere daha tekrar edelim— insan zor eğitilen bir varlıktır. İşte insanın bu özelliği sebebiyle İslâm'ın ahlâkî tebliğleri bir anda başlayıp bitmemiş; Hesûlullah'm peygamber olduğu zamandan başlayarak 23 senelik bir zaman içinde ve ihtiyaçlar ortaya çıktıkça ahlâk ile ilgili hükümler de ortaya konmuştur.
İslâm'ın ahlâk bakımından gayesi, ahlâk problemlerine dair sıradan bir nazariye ortaya koymak ve meraklı zihinleri tatmin etmek için kuru tartışmalara girişmek, kısaca, gerçek hayattan kopuk bir ahlâk felsefesi yapmak değildir, islam ameli bakımdan insanların ahlâk alanındaki ihtiyaçlarına cevap vermek; zaman içinde onları, bu alandaki kusurlarının şuuruna vardırmak ve bu kusurları gidermelerine imkan hazırlamak, kısaca, ahlâkî prensiplerinin en iyi ve en güvenilir şekilde hayata intikalini sağlamak ister. Hz. Peygamber'e okumayı emreden ilk ayetlerin hemen ardından, insanları kötülükten sakındırmasını emreden âyetlerin inmesi[43] bu bakımdan çok anlamlıdır, islâm Dini, ahlâkî hükümlerin hayata mâl edilmesi, yalnız "bilinen" değil, aynı zamanda "yaşanan" bir ahlâk olması idealine, Asr-ı Saadette zaman ve ihtiyaç faktörlerini dikkate alarak ulaşmıştır.
Asr-ı Saadette islâm ahlâkı müstakil bir disiplin olarak sis-temleştirilmemiş, tali derecede önemli olan bu çalışma daha sonraki devirlere bırakılmıştır. Fakat islâm ahlâkı "yaşanan bir ahlâk" olma iddiasını Sahabe topluluğunda gerçekleştirmeyi başarmıştır ve bu başarıya, tabii ve beşeri şartlar dahilinde sürdürülen bir eğitim yoluyla ulaşılmıştır. Bu eğitimde ahlâkın temel hükümleri ve kanunları Kur'ân-ı Kerim'den alınıyor; böylece ruhlar ve gönüller ahlâk dışı kaygılardan, niyet ve düşüncelerden olabildiğince arındırılıyor; uygulamada Peygamber (s.a.v.)'in hayatı örnek gösteriliyor[44] ve bu hayat titizlikle takip ediliyordu. Zira biliniyordu ki, onun hayatı vahyin sıkı kontrolü altındaydı; bir beşer olması sıfatıyla nadiren vuku bulan bazı sürçmeleri (zelleleri) sebebiyle dahi Kur'ân ayetleri ile ikaz ediliyor ve bu sürçmeler düzeltiliyordu.[45] Kısaca, islâm ahlâkının, sistem olarak ve beşerin ihtiyaçlarına uygun olması bakımından mükemmelliği yanında, prepsipleri ve uygulama metodları yönünden de aynı mükemmellikte bir eğitimin takip edilmesi sayesindedir ki, —Kur'ân-ı Ke-rim'in tabiri ile— «en hayırlı ümmet» gerçekleştirilmişti.[46]
Burada şu önemli soru akla gelebilir.Asr-ı Saadette ahlâki hayat tamamiyle kusursuz muydu? Yani o zaman da vazifelerini ihmal edenler, ahlâki kusurlar işleyenler yok muydu? Doğrusu, bu sorulara müsbet cevap vermek, çok açık bir beşerî gerçeği gözardı etmektir. Gerçekten, o devirde de ahlâkî hatalar işlenebil-mekteydi. Çünkü söz konusu olan, bir melek topluluğu değil, insan topluluğudur.
islâm inancına göre kusursuz olan sadece Allah'tı, insana gelince, Resûlullah (s.a.v.)'m ifadesi ile, «Her insanoğlu hatâ eder.»[47] Kur'ân-ı Kerim bildiriyor ki, en büyük ahlâk timsalleri olan peygamberler bile bu konuda kendilerinden emin olamazlar. Onları dahi günahtan ancak Allah'ın inayeti kurtarır.[48] islâm, prensip olarak — Hristiyanhkta olduğu gibi— insanı, ne bütün insanlığı günah kirlerine boğan bir Âdem, ne de ilah mertebesinde günahsız bir Isa kabul eder. Esasen "faziletli toplum", kötülüğün tamamiyle ortadan kalktığı toplum olmayıp, faziletin rezilete, hakkın bâtıla üstün geldiği, iyilerin kötülere hakim olduğu toplumdur; ve Asr-ı Saadette, bu bakımdan, bir insan cemiyeti için mümkün olan en yüksek seviyeye ulaşılmıştır. Resûlullah (s.a.v.) «Ben ahlâk 'güzelliklerini tamamlamak için gönderildim. »[49] buyurmuştu. En son inen ayetlerin birinde de «Bugün ben size dininizi ikmal ettim, size olan nimetimi tamamladım.»[50] buyurmuştur ki, "ahlâk güzellikleri" de bu "nimet"in bir parçasıdır. Gerçekten, kaynaklarda, Asr-ı Saadet müslümanlarının —insan için kaçınılmaz olan bazı hatalar dışında— devrin mükemmelliğini gölgeleyecek şekilde ahlâk dışı bir hayat yaşadıklarına dair hiçbir kayda rastlanmamakta; buna karşılık, o asrın, ahlâki yaşayış bakımından mükemmel bir devir olduğu hakkında sayısız belgeler bulunmaktadır. [51]
Kur'an-ı Kerim, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in hayat ve şahsiyetini müslümanlar için en iyi örnek olarak göstermiş (Ahzâb, 21) ve bu sebeple Ashab-ı Kiram O'nun hayatını titizlikle izlemişler; bu hayatı hem bizzat kendi yaşayışlarına örnek almışlar, hem de nesillere büyük bir gayret ve itina ile nakletmişlerdir. Hz. Pey-gamber'in ahlakı hakkında en büyük kaynağımız Kur'an-ı Kerim'dir. Çünkü Hz. Aişe'nin de belirttiği gibi "Onun ahlakı Kur'ân'dır" (Müslim, Müsafirûn, 139). Hadis mecmuaları yanında Siyer, Şemail ve Hilye Kitapları, Hz. Peygamberin hayatım, bedenî Özelliklerini ve ahlakî şahsiyetini anlatan hadisleri ihtiva eder. Bu kaynaklardaki malumat, yalnız Peygamberimizin ahlakı hakkında bilgi vermek bakımından değil, aynı zamanda hem Asr-ı Saadet'te ahlâkî vaziyet konusunda bize fikir vermesi hem de bir müslümanm ahlakî yaşayışının nasıl olması gerektiğini göstermesi bakımından son derece Önemlidir. Bu sebepledir ki, sözü edilen kaynaklarda Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ahlakî şahsiyetine dair malumatın kısa bir özetini vermeyi yararlı görüyoruz.
Rasûlullah (s.a.v.) bir defasında kendisini şöyle tanıtmıştı: «Rabbimin katında benim 10 ismim var: Ben Muham-med'im; Ahmed'im; Mâhî'yim, yani Allah benim vasıtamla inkarcılığı mahvedecektir; ben Hâşir'im, yani Allah kullarını benim izimde toplayacaktır; Ben Rahmet Peygamberi'yim; tevbe Peygamberiyim; Kahramanlık Peygamberi'yim; ben Mukafî'yim, yani bütün insanları Allah yoluna yöneltirim; nihayet ben (insanlığı) kemâle erdirenim»[52]
Kusursuz bir ifade kabiliyetine sahip olan Hz. Peygamber, bütün hayatı boyunca sadece gerçeği söylemiş ve söylediklerim harfi harfine yaşamıştır. O, daima tatlı dilli, güler yüzlü ve toleranslı olmuş; bununla beraber, her dediğini saygı ile dinletmeyi de başarmıştır.
Toplulukta yemek yemeyi severdi. Yemeğe "Besmele" ile ve çok kısa bir duâ ile başlar; sağ elini kullanır; tıka-basa doymadan sofradan kalkar; yemekten önce ve sonra mutlaka ellerini yıkardı. Sağlığa zararlı ve dinen haram olan veya kokusu ile çevresindekileri rahatsız eden şeyleri yemez, bunların dışında hiçbir yemek için "sevmiyorum" demezdi. Suyu yudum yudum içerdi. Sofra âdabına titizlikle uyar ve bu konuda etrafindakileri sabırla ve nezâketle eğitirdi.
ipek elbise giymez, altın yüzük takmazdı. Giyimde temizliğe ve sadeliğe önem verir pejmürdelikten hoşlanmazdı. Temizliği imanın yarısı sayardı. Bizzat kendisi temiz olduğu gibi bu alışkanlığı çevresindekilere de kazandırmaya çalışırdı.
Hz. Muhammed (s.a.v.), lüks ve ihtişama önem vermez, geçici sıkıntıları tasa edinmezdi. Çevresindekilere de, azla yetinmeyi, hayata daima iyimser bakmayı telkin ederdi. Gönlü zengindi. Affetmeyi sever, kimseyi incitmez, düşmanlarının dahi iyiliğim isterdi. Kur'ân-ı Kerim, Al-i İmran suresinin 159. ayetinde O'nun bu huyundan övgü ile bahseder ve «Eğer kaba, katı kalbli olsaydın, muhakkak ki çevrenden dağılır giderlerdi...» der. O, insanların kusurlarım yüzlerine vurmaz, tenkidlerini isim vermeden yapardı. Bir öğünlük yemeğini, olmayana verdiği için ailesinin aç sabahladığı geceler çok olmuş; fakat, O ve ailesi, açlığın sıkıntısını, iyilik yapmanın ve Allah'ın hoşnutluğuna lâyık olmanın verdiği saadetle altetmeyi bilmişlerdi. Yeri gelince eşsiz bir yiğit, yeri gelince de son derece halîm-selim idi. Adaleti titizlikle korur, insanlara mevki ve makamlarına göre itibar etmezdi. Aksine fakirlerin, kimsesizlerin, yetimlerin, hastaların, gariplerin, çocukların daha çok ilgi ve mutluluğa muhtaç olduklarını bilir ve bunu onlardan esirgemezdi. Kibirlenmekten nefret eder; kimseye karşı ululuk taslamaz; fakat düşmanları karşısında da küçülüp ezilmezdi. Otoritesini sürdürmek için sun'î tedbirlere'başvurmaz; meclislerde boş bulduğu yere otururdu. Dalkavuklardan nefret ederdi. Kendisine bir ilâh gözüyle bakılmasına asla razı olmaz; kendisinin de bir insaîı olduğunu, ancak Allah'ın koruması ile hatâdan kurtulabileceğini —hiçbir kaygıya kapılmadan— sami- ifade ederdi. Halk arasına katılır; beşerî münasebetlerini herhangi bir insan gibi sürdürür; hastaları, dostlarını, komşularını ziyaret eder; müslümanların acı ve tatlı günlerini paylaşmaktan geri kalmazdı.
Resûlullah (s.a.v.)'ın aile hayatı son derece muntazam idi. Eşlerine saygı duyar; haklarına riayet eder; hatta, geceleyin nafile ibadet edeceği zaman bile yananda bulunduğu eşinden izin alma inceliğini gösterirdi. Aile ferdleri ile şakalaşmayı sever; nadiren vukûbulan fevri ve tatsız davranışları sabır ve anlayışla karsılar, ikazlarını medenîce yapardı.
O,«Beni Rabbim terbiye etti ve en güzel şekilde terbiye etti.»[53] buyurmuştu. Gerçekten, her bakımdan geri ve câhil bir toplum içinde, ana-baba ilgisinden dahi yoksun olarak yetişen Hz. Muhammed (s.a.v.), —Allah'ın lütfü ile— bütün manevî ve ahlâkî güzellikleri eşsiz bir şekilde kazanmış ve bu sayede, zamanımıza kadar tarihçileri, mütefekkirleri, ilim adamlarını ve —tabii— bütün ümmetim kendisine hayran bırakmıştır.
Hz. Peygamberin ahlâkî kişiliğini bütün yönleriyle incelemek bu yazımızın sınırlarını aşar. Ancak yine de, bu kişiliğin bazı yönleri üzerinde biraz durmak gerekir. Din ve dünya işleri arasında ideal bir uyum kurması, O'nun en önemli özelliklerinden ve başarısının sebeplerinden biridir. Müsteşrik M.G. Demombynes "Muhammed" adlı eserinde "İsa'nın vaazında öbür dünya için hazırlık, bu dünyanın nimetlerinden vazgeçmekle başlar. İslâm'da ise kesinlikle böyle bir şey yoktur... islâm'a göre iyi bir şekilde kullanmak şartıyla hiçbir nimet kötü değildir"[54] der. Bazı sahabiler, ebedî kurtuluşlarım kazanabilmeleri için geceleri hep namaz kılacaklarını, gündüzleri hep oruç tutacaklaını, evlenmeyeceklerini, evli olanlar, eşlerine yaklaşmayacaklarını söylemişlerdi. Hz.Peygamber, onları şu sözlerle uyardı: «Sizlerin bazı şeyler söylediğini duyuyorum.. Bakın, yemin ederim ki ben, Allah'a hepinizden daha çok saygılıyım. Bununla birlikte (nafile olarak) oruç tuttuğum günler de olur, tutmadığım günler de; namaz da kılarım, uyku da uyurum; kadınlarla da evlenirim... Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden uzaklaşmış olur»(Buhari, Nikâh, 1). «Dünyada zühd içinde olmak, helali haram saymak değildir» , 29). Kur'ân, Allah Elçisi'ni insanlar için "güzel Örnek" olarak gösteriyor. Muhammed Hamidullah'ın dediği gibi "Şayet Hz. Muhammed, insanın dünya hayatını, zevkleri tamamen reddeden, bunlardan uzak kalan bir melek hayatı sürdürmek isteseydi, onun sürdürdüğü bu hayat, insanlar için ölü doğmuş bir norm olarak kalacaktı."[55] Nitekim Roma'mn barbarlaştırdığı Hristi-yanlık, dünyaya hakim olsa bile, İsa'ya nisbet edilen Hıristiyanlık kilise ve manastırların duvarlarını aşamamıştır.
Hz. Muhammed, Kur'ân-ı Kerim'deki deyimiyle bir "beşer resul"dixr(İsrâ, 93). Onun ebedî mesajına göre, kendisi de dahil olmak üzere, "bütün insanlar hata eder; hata edenlerin en hayırlısı ise tevbe edenlerdir"(Tirmizi, Kıyamet, 49). En mükemmel insanın hayatında bile iyilik-kötülük mücadelesinin bittiği bir son nokta yoktur. O sebepledir ki, kendisine "yaşlandınız ya Resûlallah" denilmesi üzerine O, "Beni Hud ve Şura sûreleri yaşlandırdı" (Tirmizî, Tesir, 56/6). buyurmuştur. Çünkü her iki surede de ona "Emrolunduğun gibi dostoğru ol!" buyurulmuştu (Hûd, 112; Şûra, 15). İslâm dini, prensip olarak, Hristiyanlıkta olduğu gibi, Hz. Muhammed de dahil olmak üzere herhangi bir insanı, ne bütün insanlığı günah bataklığına sokan bir Adem, ne de insan kılığına girmiş, ilah mertebesinde hatasız bir İsa kabul eder. Bu yüzden Hz. Peygamber, sık sık tevbe ve istiğfar ettiğini söyler, iyilik yolunda sebat ettirmesi, ahlakını güzelleştirmesi için Allah'a dua ederdi(Mesela bk. Müslim, Müsafirûn, 201; Nesaî, îftitah, 16,17).
Bu vesileyle Allah Elçisi'nin, gereğini yerine getirmek için bir ömür tükettiği "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol" mealindeki ayetin ahlak bakımından önemi hakkında biraz durmak isterim. Mü-fessir Razî'nin de belirttiği gibi[56] bu ayet, hem Peygamber'in şahsıyla ilgili, hem de vahyin tebliğ edilmesi, kanunların açıklanması gibi risaletiyle ilgili bütün görevlerikapsayan bir emirdir; yani bu, Kant'm "kategorik emperatif' dediği şeydir; Ahlakın maksimi, düsturudur; hiçbir gaye gütmeyen, şartsız ahlakın ifadesidir. Bu ayet, ahlakî emirlere, bize ne kazandıracağına bakarak değil, sırf Duyurulduğu için itaat etmemiz gerektiğini gösterir ki, Ehl-i Sün-net'in "Allah bizim iyiliklerimizi ödüllendirmek zorunda değildir" şeklindeki görüşleri bu açıdan büyük önem taşır. Bizzat Hz. Peygamber de "hic kimseyi güzel iş ve ibadeti cennete ulaştıramaz"
Ahlâkı buyurmuş; yanındakiler "Sizi de mi ya Resûlallah?" diye sorunca "Evet, Allah'ın lütuf ve merhameti olmaksızın beni de amellerim cennete götürmez"(Bk. Tecrîd-i Sarîh, Trc, XII, 72) demiştir. Yine Fah-reddin Razî'nin belirttiği gibi, Hz Peygamber'i yaşlandıran bu ayet, ahlakî hayatın kolay olmadığını gösterir. Çünkü bir ömür boyu doğruluk çizgisinden sapmadan ilerlemek, bu "sarp yokuş"u tırmanabilmek zor, zor olduğu kadar da kutsal bir çabadır. Bu güçlük, ahlakın bir hürriyetler alanı olmasından ileri gelir. Kur'an'da; "biz insana (doğru) yolu gösterdik; artık o, ister minnettar olsun, ister nankörlük etsin"(lnsan, 3). buyurulurken bu hürriyete işaret ediliyor. Hayvan için hayvanca hayatı yaşamak kolaydır. Çünkü hayvan hür değildir, insanın, insanca hayatı yaşaması onun hür varlık, yani insan olmasının sonucudur. Kur'an'da insanın diğer varlıklara karşı üstünlüğü, tamamen zor olan bu hayatı yaşamasına bağlanmıştır.CBk. A'raf, 179; Furkan, 44; Muhammed, 12).
işte Hz. Muhammed (s.a.v.), Allah tarafından "ebedî risalemle görevlendirilmiş olmak bakımından en büyük imtiyaza mazhar olması yanında, hem bir insan ve kul olarak, hem de kendi deyimiyle "ahlakî güzellikleri tamamlamak için" gönderilmiş bir rehber olarak bütün Ömrünü erdemli yaşamaya adamış olması bakımından da en seçkin insandır ve bu yüzden "üsve-i hase-ne"dir. Yani onun imtiyazı, kanunlar üstü olmasından değil, getirdiği ilkelere titizlikle uymasından ileri gelir. Buna rağmen gariptir ki, bazı müslüman müellifler, güya, Hz. Peygamber'in insanlar arasında imtiyazlara sahip olduğunu göstermek için yer yer onun hakkında, sıradan insana bile yakışmayacak isnatlarda da bulunmuşlardır. Mesela ünlü Suyutî, el-Hasaisul-Kübrâ adlı kita-bında[57] peygamber'in yüksek ahlakıyla "bağdaştırılması mümkün olmayan halleri, ona tanınmış birer imtiyaz olarak göstermeye çalışmıştır. Suyutî'ye göre Peygamberin "sebepsiz olarak başka birine beddua ve lanet etmesi", "eman dileyeni öldürmesi" onun hakkında caizdir; bunlar ona tanınmış imtiyazlardır. Güya Hz. Peygamber'in "Allah'ım! Ben bir beşerim; birine eziyet, beddua veya lanet etmiş isem, bunu o kişinin günahına keffaret kıl" şeklindeki ifadeleri, onun bu imtiyazım gösteriyormuş. Halbuki tam tersine Rasûlullah'm bu sözü açıkça kendisinin de yanılabileceği-ni, bu şekilde birini incitmesinden dolayı duyduğu üzüntüyü dile getirmektedir. Buna karşılık bir de Kettanî'nin naklettiği bir anekdotu arzedelim:[58] Ikrime'nin karısı, Mekke'nin fethi sırasında müslüman olmuş, bu arada Yemen'e kaçmış olan kocası için Hz. Peygamber'den eman dilemişti. Bu hususta söz alınca Yemen'e giderek kocasını bulup getirdi. Ikrime müslüman oldu. Eşi Ikrime'yi huzura getirirken Hz. Peygamber "Hoş geldin süvari yolcu" diyerek onu güler yüzle karşıladı. Bu arada Ashabına da şu talimatı verdi: "Ikrime aranıza katılıyor. Onun yanında sakın ola ki babasına hakaret etmeyesiniz, sövüp saymayasınız. Çünkü ölene yapılan hakaret, hayatta olana eziyettir." Böylesine yüksek ruhlu bir Peygamberin başkalarına sebepsiz yere lanet okumayı eman dileyeni öldürmeyi kendisine mubah gördüğü nasıl düşünülebilir! Bazı islâm bilginlerinin, tamamen ahlakî sebeplerle hikmet ve adalete aykırı fiil işleme yetkisini Allah hakkında bile caiz görmemişlerken, böyle bir yetkiyi, imtiyazlılık adına Hz. Peygamber e tanımak olsa olsa bir gaflettir.
O'nun en yüksek ve örnek erdemlerinden biri de kendisini asla kanunlar üstü görmemesidir. Kur'an defalarca O'na, kendisine vahyedilen hükümlere uymasını emretmiştir. Kur'an'ın ona verdiği bir talimat olan "Ben müslümanların ilki olmakla emrolundum"(Zümer, 12) şeklindeki ifade, O'nun diğer bir çok konuda olduğu gibi, ahlâk ve fazilette de bir öncü ve örnek olmasını gerektirir. Bu sebepledir ki Kur'an'daki birçok emir ve yasaklar doğrudan O'na hitap eder.
Birçok ahlak düşünürü bütün kötülüklerin en fenasımn, en zararlısının bir kimsenin inanmadığı bir görüşü savunması, yapmadığı bir işi buyurması olduğunu belirtirler. Kur'ân'da «yapmadığınız bir şeyi söylemeniz Allah katında büyük bir öfkeye sebep olur»(Saff, 13) buyurulmuştur. Münafıklam, "Cehennemin en dibinde" gösterilmeleri de bundandır(Nisa, 145). Bu açıdan Hz. Peygamber'in inanmadığı veya yaşamadığı bir görüş ya da işi buyur-duguna,kendi kendisiyle çeliştiğine davasından en küçük bir şüphesi bulunduğuna dair tek bir delil yoktur. Voltair'e isnat edilen bir sözde "insan, evinin içinde büyük olamaz; ailesinin içinde kahraman sayılamaz" denilir. Gerçekten insan, evinin içinde, dışarıda olduğu kadar ölçülü ve dikkatli davranma eğiliminde olduğundan, onun kusurlarını en iyi yakınları bilir. Buna rağmen Hz. Peygamber "ebedî risâlet'le görevlendirildiğini aşıkladığmda, O'nun bu en yüksek şerefe layık olduğunu ilk tasdik edenler, en yakınları olmuştur. Bizzat Hz. Hatice'nin de ifade ettiği gibi, bu durum O'nun ahlâkî değerlere saygı ve bağlılığının bir sonucu idi.
Tecrübeler bize gösteriyor ki, büyüklerin ölümsüz bir saygıya mazhar olmalarında başardıkları büyük işler kadar, belki de bundan daha fazla küçük ve Önemsiz gibi görünen iş ve davranışlarının ahlakî değerleri etkili olmuştur, tikeler, bütün değerlerine rağmen yuvarlak ve formel olup, bütün ayrıntılarıyla hayata yansıdığı ve bu suretle içerik kazandığı ölçüde anlamını bulur. Nitekim tarihte ilkeler, kanunlar, kurallar koymuş nice kişiler gelip geçmiştir; fakat yalnız peygamberler çağlar boyunca hak, dürüstlük, iyilik ve fazilet örneği olarak saygıyla izlenegelmişlerdir. Özellikle hayatım ayrıntılarıyla tamma bahtına erdiğimiz yegane peygamber olan Hz. Muhammed'in, bir çocuğun başını okşaması, kızması gereken bir küstahlığı tebessümle karşılaması, işlerinin en yoğun olduğu zamanlarda bile, sıradan bir erkeğin veya kadının özel sorusuyla içtenlikle ilgilenmesi ve kaynaklarda yüzlerce örneğim, gördüğümüz daha başka basit gibi görünen erdemli davranışlardır ki, eşsiz bir ahlak kahramanının, fazüet örneğinin zengin ahlakî kişiliğini oluşturmuştur.
Bilindiği gibi Kur'ân'ın birkaç ayetinde, Hz. Peygamber bazı küçük yanılgıları dolayısıyla ikaz edilmiştir.[59] Bu ayetler, onun bir ilah gibi görülmemesi gerektiğini ortaya koyması bakımından büyük önem taşır. Fakat bundan daha da önemli olanı şudur ki, Resûlullah bu ayetleri, en ufak bir komplekse kapılmadan, açık-yüreklilikle halka okumuş, duyurmuş; dahası, namazlarda okunmasına da izin vermiştir. Tarihte kendisini eleştiren sözlerin kutsallığım kabul eden, bunları okumayı ibadet sayacak kadar ahlakta ve erdemde yükselmiş olan bir başka şahsiyet yoktur. İşte bundan dolayı O, insanlığa örnek, âlemlere rahmet sayılmıştır. Sonraları akıl, bilgi ve zeka timsali gösterilecek olan Hz. Ali, Hicret sırasında Peygamberin yerine, O'nun ölüm döşeğine girerken, ne ahmak idi, ne çıkar peşindeydi ve ne de zor altındaydı. Sadece, bu fazilet abidesini, uğruna Ölmeye değer bulmuştu. Bugünkü Incillere göre Hz. Isa ipe götürülürken ortalıktan sıvışan Havarileri düşününce, Hz. Ali'nin ve nice defalar Peygamberle bey'atleşen, uğruna başkoyduklarına and içen Ashab'ın değerim ve onların bu soylu bağlılığını kazanmayı başarmış olan Peygamber'in büyüklüğünü daha iyi anlarız.
Hz. Peygamber, davet ettiği insanlara, inanmayana bağlı ahiret kurtuluş ve mutluluğundan başka hiçbir peşin çıkar vaadetmiyor, aksine bir yolun uzun, çetin ve dikenli olduğunu, onlara göklerin, yerin ve dağların bile taşıyamayacağı kadar ağır bir emaneti getirdiğini açıklıyor; fakat samimi bir mü'min temiz ve lekesiz bir insan olarak her türlü batıllardan, haksızlık edepsizlik ve aşağılıklardan kurtularak, doğru ve samimi inanca, erdemlerle bezeli insanlığa çağırıyor; bizzat kendi yaşayışıyla da bu imanın ve erdemlerin zengin örneğini sergiliyordu. Bununla ilgili küçük bir anekdot aktarmama izin veriniz. Mekke müşriklerinin Habeşistan'a gönderdiği heyet, Necaşî'den, ülkesine sığman müslü-manları iade etmesini isteyince Necaşî önce tarafları dinlemeyi uygun gördü. Müslümanların sözcüsü Cafer b. Ebu Talib'in yaptığı konuşmada şu çarpıcı ifadeler vardı: "Biz vaktiyle cahiliye halkı olarak putlara tapar, ölü eti yerdik; bir sürü edepsizlik yapardık; yakınlarımıza ilgisiz kalır, komşularımıza kötülük ederdik; güçlü olanlarımız zayıfları ezerdi, işte Allah bize Peygamberimizi göndermeden önceki halimiz bu idi (...) O Peygamber bize doğruluğu öğretti; emanete sadık olmayı, akrabamıza ilgi göstermeyi, komşularımıza iyi davranmayı, insanların haklarına ve hayatlarına saygılı olmayı emretti. Çirkin davranışları, yalancı şahitliği yetim malı yemeyi, iffetli kadınlara iftira etmeyi yasakladı." Resûlul-, lah'ın muhalifleri, O'nu atalarının dinini terkettiği, şair sihirbaz, mecnun olduğu gibi içeriksiz iddialar ve saçmalıklarla halkın gözünden düşürmeye çalıştılar. Fakat hiçbir zaman O'ndan şüphelenmeyi haklı kılacak olan herhangi bir kötü sözünü, fena tutum ve davranışını delil gösteremediler; herhangi bir zamanda yalan söylediğini, ahdini bozduğunu, hıyanet ettiğini, birine haksızlık yaptığını, mal veya şehvet düşkünü olduğunu, intikam pe-Şmde koştuğunu iddia edemediler; kısacası müsteşrik Watt'm da belirttiği gibi "Hz. Muhammed'in çağdaşları O'nda hiçbir ahlakî kusur görmemişlerdir" [60]Buna rağmen müşrikler, bütün haksızlıkların başvurduğu zorbalık ve zulüm yollarının her türlüsünü deneyerek halkı O'ndan soğutmaya çalıştılar. Fakat otoritesini, saygınlığım zorbalıktan değil, getirdiği ilahî ilkelerden dayandığı doğrulardan, yaşadığı faziletlerden alan Allah elçisinin karşısında zalimlerin direnişi ancak bir çocukluk dönemi kadar sürebildi. En sonunda Allah O'na, haksızlıkla çıkarıldığı kutsal yurduna muzaffer olarak dönme mutluluğunu yaşattı. Fakat insanı, saygının da ötesinde heyecanlandıran asıl nokta, O'nun fetih sarhoşluğuna kapılmadan, bu zorbalara karşı takındığı tavırdaki soyluluktur. Mekke fethedilmiş, bütün suçluların bağışlandığı ilan edilmişti. O vakte kadar Ebu Cehil'den sonra İslâm'ın en yaman düşmanı, müşriklerin lideri, orduların kumandanı olan Ebu Süf-yan islâm karargahına geldiğinde, Hz. Peygamber onu saygıyla karşılamış, hatta evinin dokunulmazlığı, oraya sığınanların güvence içinde olduğu talimatını vermiştir. Ebu Süfyan ve diğerlerinin eski tutumları ile karşılaştırılınca, Peygam-berin bu alicenaplığının ihtişamı ne kadar çarpıcıdır! Bu tavır, eşsiz cesarete sahip muzaifer bir kahramanın aynı ölçüde alçakgönüllü, kinden uzak ve hoşgörülü olması lazım geldiği dersini verir. Çünkü bu olay, Peygamber'in güç, cesaret ve zaferle hilim, alçakgönüllülük ve merhameti birleştirdiğini gösterir. Cahiliye döneminde Araplar acizlik, pasiflik ve korkaklıktan nefret eder, hareket ve cesaretten hoşlanırlar; hatta saldırganlıktan bir tür zevk alırlardı; ancak, güçlü ve yiğit olduğu halde öfkesini ve gururunu yenenlere de saygı duyarlardı. Eğer Peygamber'in ağırbaşlılık ve yumuşaklığı aczinden ileri gelseydi; veya tersine, yiğitlik ve cesareti gurur ve kibirinden kaynaklansaydı asla sevinmez ve taraftar bulamazdı. Hz. Aişe O'nun çok önemli iki özelliğini şu ifadelerle anlatır: "Allah Elçisi, iki durumdan birini seçmek gerektiği zaman, eğer kötü değilse, mutlaka kolay olanını seçerdi; bu durum kötüyse O, kötülükten, herkesten daha çok uzak dururdu. Bir de Allah Elçisi kendisiyle ilgili bir kötülükten dolayı asla intikam peşinde olmamıştır; Fakat Allah'ın birkanunu ihlal edilince mutlaka bununce-zasını verirdi" (Buhari Edeb, 80).
Hz. Peygamber'in ahlakı, kendisinden sonraki dönemlerde de gerek müslüman kitlelerin ahlâkî yaşayışı için, gerekse bilim ve düşünce adamlarının ahlâk görüşleri veya felsefeleri için örnek ve asıl olmuştur. Her şeyden önce, müslüman kitlelerin, takip etmeyi bir görev ve vefa borcu bildikleri "Sünnet" kavramı hem ibadet, hem de ahlâk uygulamalarını kapsar. Çağlarboyunca bütün müslümanlar, erdemli yaşamayı sırf bir ahlâkî ödev değil, aynı zamanda Sünnet'in tatbiki anlayışıyla değerlendirmişlerdir. Öte yandan, İslâm alimleri içinde daha çok hadisçi ve fıkıhçılarm ahlâk anlayışları üzerinde Peygamber ahlâkının formel taran etkili olmuştur. Nitekim bunların ahlâk kitapları çoğunlukla "adab" tarzında eserlerdir. Bu eserlerde çeşitli hal ve hareketlerin adab ve erkanı genellikle Peygamber'in davranışları örnek alınarak işlenir. Hadis mecmualarının "Edeb" veya "Birr" başlığını taşıyan bölümleri yanında imam Buharî'nin (ö. 256/870) el-Ede-bül-Müfred'i, Ebu Muhammed Abdullah el-Isfahanî'nin (ö.369/979) Ahlâku'n-Nebî ve Adabuh adlı eseri, Ahmed b. Hasan el-Beyhakî'nin (ö. 458/1066) el-Adâb'ı, Ebu Ali et-Tabersî'nin (Ö.548/1153) Mekârimü'l-Ahlâfcı, sayısı yüzleri bulan bu tür eserlerin birkaçıdır.
Tasavvufî literatürde Peygamber ahlâkının, formeltarafın-dan ziyade derunî ve manevî boyutunun ağırlık kazandığı görülür Nitekim bu tür eserlerde tevbe, niyet, ihlas, vera, takva, sabır, şükür havf ve recâ, muhasebe ve murakabe gibi, tasavvuf literatüründe "makamlar" denilen ve biçimden ziyade öze dair olan ahlâkî erdemler ağırlık kazanmıştır. Muhasibî'nin (ö. 243/857) er-Riaye'si ile başlatabileceğimiz bu alamn tartışmasız en büyük örneği Gazali'nin (Ö. 505/lll)İhyâ'sıdır.
Peygamber ahlâkının "hikmet" cephesi ise daha çok îslâm feylosoflarının ilgisini çekmiştir. Yani bir fakîh veya muhaddisin ahlâk anlayışında, davranışların biçim yanı ağırlık kazanırken, yine bir mutasavvıfın gözünde nefsin tezkiyesi, iç arınma ön plana geçerken bir feylesofun ahlâk tefekküründe zihnin geliştirilmesi, akha hikmete açılması yoluyla en yüksek kemale ve üstün mutluluğa ulaşılması amaçlanmıştır. Özellikle Farabî'den (ö. 339/950) itibaren "faal akıl" vasıtasıyla en yüksek hikmete, dolayısıyla en yüksek mutluluğa ulaşmada, Peygamber'in Cebrail vasıtasıyla ilahî âlemle bağlantı kurması örnek alınmıştır. Ayrıca Peygamberin siyasi tavrı ve konumu da fakihlerle birlikte feylesoflar için de örnek teşkil etmişti. Açıkça belirtilmese de, Farabî'nin siyaset ahlakında, gözellikle devlet başkanının misyonu ve onda aradığı nitelikler hakkında gözönüne aldığı Örnek Hz. Peygamber'dir. Kuşkusuz Farabî bu hususta Yunan düşünürlerinin ahlâk ve siyaset felsefelerinden de görüşler almıştır. Ancak bunlar îslâm ahlakıyla uzlaştırılması mümkün olan görüşlerdir. Aynı yaklaşım sonraki feylesoflarca da devam ettirilmiştir. İbn Sina (ö. 428/1037) toplumların siyasi lidere ihtiyacını, ümmetin peygambere ihtiyacını örnek vererek açıklar. Feylesoflar, "bir fazilet iki reziletin ortasıdır" şeklindeki "itidal" veya "vasat" görüşünü tereddütsüz kabul etmelerinde de Hz. Peygamber'in ibadetler de dahil olmak üzere, bütjün davranışlarda orta yolu esas almasının etkili olduğunda kuşku yoktur. Nitekim feylesofların Kur'an ve Sünnet ahlâkına uiyan bu fazilet görüşü, diğer bütün islâm ahlâkçılannda da benimsenmiştir. Bir fakih-ahlakçı olan imam Maverdinin (Ö.450A030) Edebü'd-Dünya ve'd-Din'de işlediği faziletler gibi, bir feylesof-ahlâkçı olan Ibn Miskeveyh'in (ö. 421A030) Tehzibul-Ah-lakında dört temel erdem altında sıraladığı faziletler de büyük ölçüde hadis literatüründe geçen peygamberi niteliklerdir.
Sözlerimi, Endülüslü ünlü islâm âlimi îbn Hazm'ın İ456/ 1064), her cümlesi bir hikmet değerinde olan el-Ahlâk ve's-Siyer adlı ahlak kitabındaki birkaç cümle ile bitirmek istiyorum: "Ahi-ret iyiliğini, dünya bilgeliğini, düzgün yaşayışı, bütün ahlaÜ güzellikleri, bütün erdemleri kazanmak isteyen kişi, Hz. Muhammedi örnek alsm"[61] Çünkü "Resûlullah bütün hayırlarda Ht ileridedir. Allah O'nun ahlakını övmüş, faziletleri en mükemmel şekliyle onda toplamış ve O'nu her türlü kusurlardan arındırmıştır"[62]
Konu ile ilgili îslâmî naslar, bir bütünlük içinde değerlendirilecek olursa, islâm ahlâkının, ahlâkî hayatımız üzerinde hem sosyal çevrenin hem de kendi akıl ve vicdanımızın tesirini, aşırılığa kaçmaksızm kabul ettiğini görürüz. Şu hadis, bunun en açık ifadesidir: .
«Üstün iyilik (birr), ahlâk güzelliğidir; kötülük (ism) ise nefsinde (vicdanında) sıkıntı doğuran ve insanların haberdar olmasından endişe ettiğin şeydir.»[63]
Her şeyden önce şunu belirtmeliyiz ki, islâm Dini "aslî günah" fikri ile insan ve insanlık hakkında temelden kötümser olan Hristiyanlık'tan da, bu dine bir tepki olarak doğduğu anlaşılan ve insan hakkında aşırı iyimser olan felsefî düşüncelerden de ayrılır. insanın yaratılış asaletini devam ettiren de bozan da yine insanın kendisidir; kendi amel ve yaşayışıdır.[64]
Ahlâk, bir değerler alanıdır ve her değer; gerek ferdî gerekse ma'şerî vicdanda benimsendiği ve inanıldığı sürece hayatiyet kazanır. Şu halde ahlak, bir îman alanıdır ve bu yönüyle dinin inanca taalluk eden diğer alanlarından farksızdır. îman ise gönülden bir tasdikdir. Bazı insanlar —Kur'an-ı Kerim'in ifadesi' ile— «kalblerinde olmayanı ağızlarıyla söylerler.»[65] islâm, şu veya bu şekildeki bir haricî sebeplerle insanın bir şeyi kabul ediyor görünmesini istemez; hatta bunu "münafıklık" sayar, islâm kendi prensiplerine kalbden inanılmasını ister. Nitekim, bazı menfaatlar sağlayabileceklerim düşünerek, sözde müslüman olanlar hakkında Kur'ân-ı Kerim'de geçen şu ifadeler, İslâm'ın kalbî ve vicdanî tasdike verdiği önemi gösterir:
«Bedeviler 'inandık' dediler. De ki: Siz iman etmediniz. Öyle ise 'İslam olduk'deyiniz. (Çünkü) henüz iman kalblerinizeyerleşmedi. »[66]
Netice itibariyle tslâm Dini insan hakkında ihtiyatlı bir iyimserliğe sahiptir; insanda iyiyi kötüden, hakkı bâtıldan ayıran —adına ister akıl, ister vicdan veya kalb diyelim— bir melekenin bulunduğunu kabul eder ve kendi prensiplerini asıl bu melekenin tasdikine sunar.[67] Çünkü, her sistem gibi islâm'ın da insanlığa mal olması ancak bu yolla mümkündür.
Şu var ki, islâm Dinî, insanlığa mal olmayı istemek yamnda, ferdî ve içtimaî hayatın inanç ve ahlâk gibi alanlarında insanlığa belli bir yön vermek ister. Bu sebeple islâm Dini, sosyolojik ahlâkta olduğu gibi toplumun ahlâki gidişi karşısında tarafsız kalmaz; veya rasyonel ve duygucu ahlâk görüşlerindeki gibi ferdin çeşitli ihtirasları ve kaprisleri arasında boğulup kalması muhtemel olan akü ve vicdanın sübjektif kararlarını ahlâkî vazifenin mutlak belirleyicisi kabul etmez. Ahlakî kararları ve davranışları kendi değer ölçülerinin süzgecinden geçirir; takdir veya takbih eder.
insana, bir yandan kendi zihnî ve duygusal varlığı tarafından, diğer yandanda içinde yaşadığı ve gittikçe genişleyen sosyal çevre tarafından çeşitli davranış biçimleri önerilmektedir. Bunlardan hangisi ahlâka uygundur? işte insan, burada bir hüküm vermek ve tercih yapmak zorunda kalacaktır, islâm inanana göre insanın, bu yol ayırımında ahlâk yolundan sapmasına yol açan belli başlı iki olumsuz âmil vardır:
1- İnsanın bayağı arzuları, hayvani istek ve temayülleri.
insanın bu yönüne tek kelime ile "hevâ" adını veren Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyrulmuştur:
«Her kim azıtır ve dünyayı âhirete tercih ederse, şüphesiz ki onun barınağı cehennem olacaktır. (Yaptıklarının hesabım vermek üzere) Rabbinin makamına varmaktan kaygı duyan ve kendisini hevâdan uzak tutana gelince, onun yeri de cennettir.[68]
Kur'ân-ı Kerim, kötü arzularına esir olanları «hevâsmı tanrı edinenler» şeklinde nitelemiş;[69] Hz. Peygamber (s.a.v.) de «hevâsına kul olanlar» dan uzak durulması gerektiğine işaret etmiştir.[70]
2- Şuursuz taklit:
Her vazife bir hayrın ifadesidir. Şuursuz taklid ile yapılan bir iş, teemmülsüz yapılmış olacağından, taklit eden kimse o işteki hayrı veya şerri farkedemez. Bu yüzdendir ki, —Kur'ân-ı Kerim'de bildirildiğine göre— kendilerine «Allah'ın indirdiklerine uyun!» emri verilen müşrikler, «bilâkis biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız» demişledir. Kur'ân-ı Kerim, «Ya ataları hiç düşünmemiş ve doğru yolu bulmamış iseler!...» buyurduktan sonra onların basiretsizliğini şöyle ifade eder: «Onlar sağır,lâl ve kördürler; çünkü onlar düşünmezler.»[71]
Vazifeye uygun hareket, iyilik niyet ve şuuru ile yapılması şartı ile ahlâkî bir kıymet taşır. Oysa, şu veya bu kişiyi, zümreyi ve çevreyi bilgisizce taklit etmekten ibaret olup, ahlâkî bir muhteva taşımayan hareketler, iyilik yapma niyet ve şuurundan yoksun olacağından, biçim olarak vazifeye uygun düşse bile, Özü ve ruhu itibariyle değersizdir. Bu sebeple Hz. Muhammed (s.a.v.), «İnsanlar iyilik yaparsa biz de yaparız; insanlar kötülük işlerlerse biz de işleriz, diyerek şahsiyetsiz olmayınız. Aksine, insanlar iyilik yaparlarsa siz de iyilik yapmak, şayet kötülük yaparlarsa siz bunu yapmamak suretiyle sağlam karakterli olunuz.»[72] buyurmuştur.
Görülüyor ki, islâm Dini, insanın fıtrî yapısına, aklî ve vicdanî basîretine ihtiyatlı bir itimat göstermekte; yine, her ahlâkî değerin ancak toplumun kabulüne mazhar olması ile varlığını sürdürebileceği gerçeğinden hareketle, ma'şerî vicdanın hükümlerine kıymet vermektedir. Bununla beraber islâm ahlâkına göre, Kur'ân-ı Kerim'in "hevâ" diye adlandırdığı kötü arzu ve ihtiraslar ile şuursuz ve basiretsiz taklitçilik, insanın ahlâkî hükümlerini ve vazife telakkisini olumsuz yönde etkilemektedir, insan, hayır yolu üzerindeki bu iki engeli aşma cehdinde ilâhî inayete muhtaçtır. Kur'ân-ı Kerim, İslâm'daki bu inancı, Hz. Yusufun şu itirafı ile dile getirir:
«Ben, nefsimi temize çıkaramam; çünkü nefis ısrarla kütüğü emreder. Meğer ki Rabbim acımış ola. Çünkü Rabbim bağışlayıcı ve merhametlidir.»[73]
Yiz. Muhammed(s.a.v.)de, ahlâk yolunda tökezlemek in Allah'ın inayetine muhtaç olduğunun bir ifadesi olarak şöyle thâ etmişti:
«Allah'ım! Bana ahlâkın en güzelini nasip et! Senden kakası en güzel ahlâka beni kavuşturamaz. Kötü ahlâktan dan beni koru! Senden başka hiç kimse beni kötü ahlâktan koruyamaz.[74]
Allah'ın, insanın vicdanına hayır ve şerri görme kabiliyetini vermesi, Kur'ân-ı Kerim'deki ifadesi ile, «insan nefsine fücûrmu da takvasını da ilham etmiş» olması,[75] O'nun inayetinin bir -sucudur.
Öte yandan, ilâhî inayetin diğer bir ifadesi de dindir: yani Allah'ın vahiy yoluyla insanlara belli başlı vazifelerini gösteren, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayıran hükümler göndermesidir. Bu yönden Kur'ân-ı Kerim islâm'ı ve ilâhî tebliğleri, kötü temayüllerin ve telkinlerin etkisinde kalabilen ve böylece aiâkî hastalıklara müptela olan insanoğlu için şifâ, rahmet, uyarıcı, ışık ve nimet gibi vasıflarla nitelemiştir.
Netice itibariyle îslâm Dini, Hz. Muhammed'in, insanlara tebliğ etmekle görevlendirildiği ilâhî kanunlar bütünüdür. Ailkî vazifeler, genel olarak dinî hükümlerin bir kısmım teşkil : bu sebepledir ki, «Din başka, ahlâk başkadır» görüşü, îslâm nokta-i nazarından doğru ve insanlığın hayrına bir görüş değildir. Çirkü, prensip olarak insanlarda vazife şuurunu uyandıran amil cl olduğu gibi, onlara, vazifelerinin nelerden ibaret olduğunu, değişik bir şekilde ana hatlarıyla bildiren de din olmuştur. Bu inaz::an hareketle, birçok islâm ahlâkçısı, vazifeyi —kısaca— dinin, yerine getirilmesini buyurduğu hayır», veya «dinin emir'.r.ne uymak, yasaklarından sakınmak» şeklinde tarif etmişlerdi. [76]
Hz. Muhammed (s.a.v.), «Cennet, hoşlanılmayan şeylerle, cehennem de hoşlanılan şeylerle örtülüdür.»[77] buyurmuştur. Bu demektir ki, insan nefsi, kendisini cennete götürecek olan vazifeleri yerine getirmekten hoşlanmaz. Buna rağmen, insan neden __yerine göre— rahatını bozmak, maddî veya manevî fedakarlıklarda bulunmak, hatta bazen hayatım feda etmek pahasına vazifelerini yapmalıdır? Bu külfetlere katlanmaktan gayesi nedir veya ne olmalıdır? Bu soruya çeşitli ahlâk sistemlerinin verdikleri cevaplar birbirinden az çok farklı olmuş ve çoğunlukla ahlâk sistemleri bu soruya verdikleri cevaplara göre isim almışlardır: Haz ahlâkı, mutluluk ahlâkı, faydacı ahlâk, vazife ahlâkı gibi.
«islâm'da ahlâkî vazifenin gayesi nedir?» sorusuna geçmeden önce, bir dünya görüşü olarak islâm'ın haz ve menfaatların değerine yaklaşımını kısaca gözden geçirmekte yarar vardır. [78]
İslâm Dini, prensip olarak ruhbanlık hayatım onaylamaz. Nitekim islâm Peygamberi (s.a.v.), «Bize ruhbanlık emredilmedi.»[79] buyurmuştur. Çünkü, kişinin fizikî ve biyolojik ihtiyaçlarını karşılaması bir hayat zarureti, —ahlâkçılarımızın deyimi ile— nefsin ve neslin devamının bir gereğidir. Bizzat Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ruhbanlık hayatına yönelen bazı sahabilere karşı şu uyarısı, dünyevî imkanlar karşısında olumsuz tavır takınmanın, îslâm ahlâkı ile bağdaşmadığının açık ifadesidir.
«Sizlerin şöyle şöyle dediğinizi duyuyorum. Bazı sahâbîler, geceleri hep namaz kılacaklarını, gündüzleri hep oruç tutacaklarını, hiç evlenmeyeceklerini, evli olanlarm kadmlarma yaklaşmayacaklarını... söylemişlerdi.) Bakın; ben—yemin ederim ki— Allah'a hepinizden daha çok saygılıyım; O'ndan, daha çok korkarım. Bununla birlikte, (nafile olarak) oruç tuttuğum günler de olur, tutmadığım günler de; namaz da kılarım, uyku da uyurum; kadınlarla da evlenirim... «Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden uzaklaşır.»
Kur'ân-ı Kerim, dünya nimetlerini birer "zinet" kabul eder ve «Allah'ın yerden çıkardığı (ve helal kıldığı) zinetleri kim haram kılarmış?»[80] diye sorar. Resûlullah (s.a.v.) da, «Dünyada zühd içinde olmak, helâli haram saymak değildir.»[81] buyurmuştur.
tslâm Dini açısından asıl ihmal edilmemesi gereken nokta şudur: Dünya nimetleri, manevî ve ahlâkî hayatımızın değil, hissi ve biyolojik varlığımızın gayesidir. Her canlı varlık gibi insan da, nefsini ve neslini devam ettirebilmek için bu nimetlerden yararlanmak isteyecektir. Fakat insan hayatının, biyolojik taleplerin Ötesinde v« üstünde gayeleri vardır. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle bu-yurulur: «Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür; ölümsüz olan iyi işler ise, Rabbinin nezdinde sevapça daha hayırlı, ardından koşulmaya daha layıktır.»[82]
İslâm ahlâkı, dünyevî imkanları daha yüksek gayeler için birer vasıta değer kabul eder; onlara, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in «faziletli insan için temiz servet ne güzel şeydir.»[83] şeklindeki sözleri, islâm ahlâkının dünyevî imkanlara yaklaşımının örnek ifadesidir. Bu sebepledir ki, insanın sahip olduğu imkanlar, onun için Allah'a ve insanlara karşı yeni sorumluluklar getirir. Buna karşılık, dünyevî haz ve menfaatlerin Ötesinde bir değer tanımayan ve hayatını sırf bunlara ulaşma yolunda kullanan insanların, hayvanlardan daha bayağı ve yanlış yolda olduğuna, Kant'tan 12 asır Önce Kur'ân-ı Kerim işaret etmiştir.[84]
İslâm dini, inanç ve ahlâk bakımından zinde bir toplum gerçekleştirmek üzere gelmiştir. Tamamiyle Kur'an ve Peygamber terbiyesinde yetişmiş olan bu toplum, şu âyetlerle takdir ve tebcil edilmiştir:
«Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; (insanlara) iyiliği emreder, kötülüğe karşı çıkar ve Allah'a inanırsınız.»[85]
«Daha Önce Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olanlar (Ensâr), kendilerine göç edip gelenleri (Muhâcir-leri) severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymazlar. Kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile, onları kendi öz canlarına tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte böylesiler kurtuluşa erenlerdir.»[86]
Bu ayetler ve daha birçokları, İslâm ahlâkının, egoizmin karşısında ve sosyal dayanışmacı bir ahlâk olduğunun en açık ifadeleridir. Nitekim, İslâm ahlâkındaki mükellefiyetlerin çok önemli bir kısmını içtimaî vazifeler teşkil eder. Daha da öteye giderek belirtmek zorundayız ki, İslâm ahlâkı bize —canlı ve cansız— bütün tabiat karşısında sorumluluk yükler.[87] Ahlâkçılarımız, İslâm ahlâkındaki vazifelerin bu geniş şümulünü, «Allah'a saygı ve Allah'ın yarattıklarına şefkat» formülü ile ifade etmişlerdir. [88]
Ahlak araştırıcıları, çoğunlukla,dini ahlâkları, âhiret mükâfatı vaMetmiş olmalarım gerekçe göstererek, faydacı ve saa-detçi ahlâk sistemleri arasında sayarlar ki, bu görüş, İslâm ahlâkı açısından tamamiyle doğru sayılmaz. Çünkü İslâm inancına göre, prensip olarak, —İslâm'ın diğer bütün kanunları gibi— ahlâk kanunlarına da Allah'ın emri olduğu için itaat edilir. Bir ahlâkî davranışın bizi, umduğumuz bir gayeye ulaştıracağını kesin-kes bilemeyiz; bunu sadece ümit edebiliriz. îslâmî akideye göre, bir vazifenin yerine getirilmesi bize; ümit edilen sonuca ulaştırması ise Allah'a aittir. Allah istemedikçe, kulun ne faydayı temine, ne de zararı uzaklaştırmaya gücü yeter.[89] Hatta —Ehl-i Sünnet itikadına göre- Allah bizim iyiliklerimize sevap vermek zorunda değildir. Hz. Peygamber, bu görüşü destekleyen bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
«Hiçbir kimseyi güzel iş ve ibadeti cennete ulaştıramaz» Etrafındakiler, «Sizi de mi ya Resûlallah?» diye sorduklarında, «Evet, Allah'ın lütuf ve merhameti olmaksızın beni de amelim cennete ulaştırmaz.» buyurdu.[90]
Bu hadis de gösteriyor ki, islâm ahlâkına göre vazife Allah tarafından vazife kılındığı için yerine getirilir. Nitekim, Allah'a —bize sevap versin vermesin— itaat etmek, insanlara -karşılığını göremesek de— iyilik etmek; ebeveyne -bize sevgi ve alaka göster-meseler de- hürmet etmek; akrabayı -karşılığını alamasak da-ziyaret etmek... mecburiyeti, îslâm ahlâkının bir fayda ve saadet ahlâkı değil, vazife ahlâkı olduğunu açıkça göstermektedir.
Bununla beraber, islâm ahlâkında vazife tamamiyle sûrî ve muhtevasız da değildir. Allah'ın insanlara emrettiği her vazifenin, genel olarak dînin tasvip ettiği her davranışın bir hikmeti, bir manası vardır. Elbette ki müslüman, her şeyden önce, iyilik yapmak ve kötülükten sakınmak Allah'ın emri olduğu için ahlâklı olmaya çalışır. Bununla beraber müslüman, her vazifenin - farkına varabildiği veya varamadığı- bir hayrı ve faydayı ihtiva ettiğine de inanır. Ve Allah'ın kendisini bu hayır ve faydaya ulaştırmasını ümit ve temenni eder. Ancak bu manada anlamak şartıyla, islâm ahlâkında da vazifenin bazı gayelerinin, -daha uygun bir ifade ile— gayeler hiyerarşisinin bulunduğunu belirtmek doğru olur. Şöyle ki:
1- Bu gayeler hiyerarşisinin en altında insanın ferdî menfaatleri yer alır. îçki, kumar, zina, haksızlık gibi doğrudan doğruya veya dolaylı olarak insana zarar veren tutum ve davranışların; yahut Öfke, hades, kin, riya, kibir gibi kötü duygulara kapılmanın yasaklanmasmdaki sebeplerden birinin de insanın bedenî ve ruhî varlığını koruyup geliştirmek olduğu inkâr edilemez,
2- Hiyerarşinin ikinci kademesinde içtimâi gayeler yer alır. Esasen, ne kadar ferdî görünürse görünsün, islâm'ın emrettiği her ahlâkî vazifenin mutlaka umumun faydasına olan bir yönü vardır, iyi davranışlar, toplumun dengesine, huzur, refah ve saadetine katkıda bulunduğu gibi, kötülükler de bu söylenen içtimai yararlardan az çok birşeyler götürür.
3- İslâm'da ahlâki vazifelerin gayesini dünyevî faydalarla sınırlamak mümkün değildir. Esasen, emirleri kesin ve sarsılmaz olan bir ahlâk sisteminde iyi veya kötü kabul edilen her hareketin, kişiyi, hak ettiği sonuca bu dünyada götürmediği, her akl-ı selimin kabul etmek zorunda kaldığı bir gerçektir. Bu yüzden îslâm ahlâkında gayeler hiyererşisinin üçüncü kademesinde «ahiret saadeti» yer alır. îslâm Dini «inanıp iyi işler yapanlar»a, iyilikleri ölçüsünde cennet nimetleri, va'deder; kötülükler işleyenleri ise, kötülüklerine denk cehennem azabı ile tehdit eder,[91] Esasen, ahiret hayatının bizce malûm olan en mühim manası, onun bir adalet günü[92] oluşudur. Böyle bir günün var olacağından şüphe etmek, mutlak adaletten, dolayısıyla ahlâktan şüphe etmek ve bu konuda kötümserliğe düşmek sonucunu doğurur. Bu sebepledir ki, islâm Dini, âhiret inancını iman esaslarından biri kabul etmiş ve bu inancı taşımayanları müslüman saymamıştır.
4- İslâm ahlâkında ahlâkî vazifenin en yüksek gayesi Allah rızasıâıv. Kur'ân-ı Kerimin her şeyin üstünde ve her şeyden daha değerli olduğunu bildirdiği Allah rızası,[93] iyiler için bu dünyada hissedilmez değildir. Allah'a iman eden ve sırf O'na olan saygısından dolayı, bütün varlığı ile O'nun kanunlarına boyun eğen ve bu suretle, iradesinin bütün gücü ile kötülüklere karşı koyup iyiliklere yönelen; gücünü aşan durumlarda, ruhunun bütün aşkı ile O'nun inayetini dileyip O'na sığman ve O'ndan yardım dileyen insan, O'nun rızasını kazanmış olmanın verdiği üstün hazzı ruhunun derinliklerinde duyabilir. Bununla beraber, bu insan, Allah rızasının verdiği üstün saadeti ahirette tadacaktır. Hz. Muhammed (s.a.v.) bu saadeti, «gözlerin görmediği, kulakların duymadığı ve hiçbir aklın düşünemeyeceği kadar üstün bir şey» olarak açıklamaya çalışmıştır.[94]
Ahlâk ve daha umumî bir disiplin olan din, iyiyi emretmekte, kötüyü yasaklamaktadır. Böylece, her vazife bir emir veya yasak ile gerçekleşmektedir.
İnsanlar, hiç olmazsa bazı davranışlarının sonuçlarına bakarak, onların değerleri hakkında kendi tecrübeleri ile bir kanaat sahibi olabilmektedirler. Nitekim Kur'ân-ı Kerim1 de iyi fiiller için "ma'ruf (iyi olarak tanınan), ve "salih" (sonucu yararlı olan); kötü fiiller için ise "münker" (kötü tanınan) ve "fasid' (iyi ve makbul sonuç doğurmayan) tabirleri dahi kullanılmıştır.
Ayrıca peygamber tebliğinin ve davetinin ulaşmadığı insanların hiçbir vazife ile yükümlü ve sorumlu olmayacağı şeklindeki Eş'arî görüş, fazlaca suri ve sonuçları bakımından istismara müsait, dolayısıyla sakıncalı bir görüştür. Zira, peygamber sesi duymamış toplulukla tarihte geçmiştir; bugün de -islâm dini bakımından— böyle toplulukların bulunduğu kanaatindeyiz. Bu toplulukların tamamiyle mükellefiyetten uzak ve sorumsuz olduklarım düşünmek, onları bir bakıma, hayvan sürüsünden farksız kabul etmek olur. Esasen hiçbir vazife ve sorumluluk fikri taşımayan bir insan topluluğunun bulunmadığı, tarihiî ve sosyolojik bir gerçektir.
Kur'ân-ı Kerim'e göre «Allah, insan nefsine, fücurunu da takvasını da ilham etmiş»[95] yani insana iyilik ve kötülüğü kavrama kabiliyetim vermiştir. Fakat -daha önce bahsettiğimiz- bazı olumsuz âmiller yüzünden insanın, fiillerini değerlendirmede yanılma payı mevcuttur, hatta kaçınılmazdır. Bunu, en güzel şekilde yine Kur'ân-ı Kerim ifade etmiştir: «Hoşunuza gitmese de savaş size farz kılındı. Bazen hoşlanmadığınız birşey hakkınızda hayırlı olabilir; sevdiğiniz birşey de hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.»[96]
Netice itibariyle vazife hayırlıdır; her vazife, —biz farkında olalım veya olmayalım- bir iyilik vasfı taşır; yani her emir gizli veya açık bir iyiliğin tahakkukunu, her yasak da bir kötülüğün giderilmesini gaye «dilir. Islâmî terminolojide bu gaye «celb-i menfaat ve def-i mazarrat» tabiri ile ifade ve hulasa edilir. [97]
İslâm inancına göre her ahlâkî vazife, aynı zamanda bir Allah emridir; bir kulluk gereğidir. Bu sebeple, «Sana ölüm gelip çatın-caya kadar Rabbine kulluk et!»[98] anlamındaki âyet, vazifenin mecburiliğini ve sürekliliğini gösterir.
Şu kadar var ki, ahlâkî vazifenin bu mecburilik vasfi, herhangi bir tabiat kanunundaki zaruretten farklıdır. Ahlâk, vazifeyi, hürriyet içinde yapmamızı gerekli görür, halbuki tabiat kanunlarında hürriyetin yeri yoktur. Söz gelimi, hiçkimse yemek yememe-sine rağmen acıkmayacağını iddia edemez; fakat insan, isterse ahlâkî bir vazifeyi yapmayacağını iddia edebilir ve yapmayabilir.
insanın, vazifesini yaparken dış baskılar vp tabiat kanunları karşısında az çok hür olduğu şuuruna sahip olması , bizi özellikle şu iki sonuca götürür: [99]
Bir ahlâkî davranışta hürriyetin payı arttıkça bu davranışın kıymeti de artar. Çünkü, Ahlak kanunlarına uymanın kıymeti, buna bizi herhangi bir dış baskının zorlamasında değil, bizzat kendi ahlâkî şuurumuzla vazifemizi yerine getirmenin gerekli olduğunu hissetmemizdedir. Kur'ân-ı Kerim'de «Biz insana (doğru) yolu gösterdik; artık o, ister şükretsin, ister nankör olsun.» [100]buyurularak, insamn bizzat kendi iradesi ile vazifesini yerine getirmesinin gerekliliği anlatılmak istenmiştir. Bu yüzden îslâm ahlâkı, insamn vazifeler dünyasını bir imtihan hayatı telakki eder: «Allah, ölümü ve hayatı, hanginizin daha güzel işler yapacağım denemek için yarattı.»[101]
ilk bakışta, hayatın hürriyetler alanının, zaruretler alanından daha kolay yaşanılır olduğu zannedilirse de, gerçek hiç de öyle değildir. Hakikatte insan,tabiat kanunlarının zaruretlerim daha kolay kabul eder. Çünkü, üstesinden gelemeyeceği zaruretlere teslim olmaktan başka çaresi olmadığını bilir. Buna karşılık insan, ahlâk alanında daima alternatiflerle karşı karşıyadır: Manevî ve psikolojik yapısı normal olan her insanın inancı aklı ve vicdanı kendisine iyiliği tercih etmesini, vazifesini yapmasını emrederken; biyolojik ihtirasları, kötü eğilimleri ve —belki de— sosyal çevreler kendisini kötülüğü tercih etmeye ve vazifeyi ter-ketmeye zorlar. Bu alternatifler karşısında kalan insan için, iradeyi hayır ve vazife yönünde kullanmak oldukça güçleşir. Kur'ân-ı Kerim bu güçlüğü şöyle ifade etmiştir.
«Biz insana (hakkı görüp ikrar etmesi için) iki göz, bir dil ve iki kulak vermedik mi? Fakat o, sarp yokuşu aşamadı. Nedir sarp yokuş, bilir misinî Köle azad etmektir; yahut zor bir günde akraba olan bir yetimi, veya fakir bir zavallıyı doyurmaktır; bundan başka, iman edenlerden, bir birine sabırlı olmayı öğütleyenlerden, merhameti tavsiye edenlerden olmaktır.»[102]
Görülüyor ki bu ayette, bir kısmına işaret edilen ahlâkî vazifeleri yerine getirme çabası "sarp yokuş"u tırmanmaya benzetilmiş; böylece ahlâkî hayatın, kolay yaşanır, bir hayat olmadığı anlatılmak istenmiştir. [103]
İslâm ahlâkında vazife mutlaktır; hiçbir maddi ve dünyevî gayeyi elde etme şarüna bağlı değildir. Kur'ân-ı Kerim'in iki süresinde geçen «Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!» anlamındaki ayet katagorik (şartsız) ahlâkın temel kanunudur. Bu ayetten de anlaşılıyor ki, islâm ahlâkı faydacı değildir. Vazifeyi yerine getirmek gerekir; çünkü bu Allah'ın emridir. Allah'ın emri mutlaktır, insan, «Allah'ın emrini, ancak şu şartla yerine getiririm.» demek ve bu emri herhangi bir gaye için vasıta telakki etmek hakkına sahip değildir, islâm ahlâkının bu prensibim gösteren ayetlerden biri de şöyledir: .«Onlar, Allah sevgisinden dolayı yoksulu, yetimi ve esiri doyururlar. (Ve derler ki:) Biz sizi Allah rızası için doyururuz; sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekleriz.»[104]
İslâm cihan-şumul bir dindir; hitabı, belli bir zümreye, millete değil, bütün insanlaradır; bütün talimleri gibi ahlâkî talimlerinin de bütün insanlar tarafından kabul edilmesini ister. Bu sebepledir ki,Islâm dininde, kaide olarak, ehliyet şartlarını taşıyan hiçbir kimse, vazife yükümlülüğünden ve sorumluluğundan istisna edilmez. Kur'ân-ı Kerim'de israil oğullarına hitaben şöyle denilmektedir: «insanlara iyiliği emredip de kendinizi unutuyor musunuz? Oysa Kitab (Tevrat)ı da okuyorsunuz. Aklınız ermiyor mu?»[105]
Hz. Peygamber (s.a.v.), hırsızlık yapmış olan soylu bir kadının bağışlanması için araya girenlere, «Allah'ın kanunlarından birini uygulamıyayım diye aracılık mı ediyorsunuz?» diyerek ser-senişte bulundu ve halka hitaben şu konuşmayı yaptı:
«Ey insanlar! Sizden önceki bir millet dalâlete düşmüştü. Çünkü onlar, hatırı sayılır biri hırsızlık yaptığında onu bağışlar; zayıf bir kimse hırsızlık yaptığında ise onu cezalandırırlardı. Allah'a yemin ederim ki, Muhammedİn kızı Fatıma hırsızlık yapsa, tereddüt göstermeden onun da elini keserim!»[106]
Eski tabiri ile vazife la-yetegayyer (değişmez)dir. islâm'ın açık naslarla ortaya koyduğu bütün hükümler gibi ahlâkî hükümler de devamlıdır, sabittir. «Allah ve Resulü bir konuda hüküm verdiği vakit, inanmış bir erkeğe ve kadına, işlerini kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne isyan ederse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.»[107] Ahlâkî emirler ve yasaklar da, dinin diğer hükümleri gibi helaller ve haramlardan sayılır. Ve —Peygamber de dahil olmak üzere— hiçbir kimsenin helali haram, haramı helal saymaya yetkisi yoktur.[108] Gerçi, realitede, eski ve yeni: bazı toplumlarda —müşterek birçok ahlâkî hükümler bulunması yanında— ilâhî emirlerle bağdaşmayan telakkiler de görülür; ancak, İslâm dini bu telakkileri, insanlık tarihinin genel ahlâk telakkilerinin bütünlüğü karşısında bir takım sapmalar olarak değerlendirir. Kur'ân-ı Kerim, geçmiş milletlerden bahsederken bu sapmalara sık sık işaret etmiştir.[109]
Her ahlâk kanunu bizi bir vazife ile mükellef kılar. Ancak, bir mükellefin bu vazifeden dolayı sorumlu tutulmaması halinde, ahlâk kanunu bütün gücünü ve önemini kaybeder. Ayrıca, insana, vazifesini yerine getirdiğinden dolayı verilecek mükafat, veya vazifeyi ihmal etmekten dolayı terettüp edecek ceza ile bunların ölçüsünün tesbiti, yani kısaca adalet de ancak sorumluluk safhasından sonra gerçekleşecektir. Bu yüzden, ehliyet şartlarını taşıyan her insanın, ahlâka konu olan işlerden, hatta gizli niyet ve maksatlarından dolayı sorumlu tutulması hem aklen hem de dinen gereklidir. Gerçekten, insan aklı, sorumluluğa yer vermeyen bir ahlâk anlayışım reddetmiş, her devirdeki ve her seviyedeki insan toplulukları,ahlâkî ve içtimaî disiplinin yolunu daima sorumlulukta aramışlardır. Aynı şekilde, diğer bütün ilâhî dinler gibi îslâm Dini dahi, —peygamberler de dahil olmak üzere— bütün insanların sorumluluğa tabi olduklarım belirtmiştir.[110]
insanın bir vazife varlığı olması, aynı zamanda bir sorumluluk varlığı olduğu sonucunu doğurur. Kur'ân-ı Kerim bu hususu şöyle ifade eder:
«Siz, boş yere yaratıldığınızı ve bizim huzurumuza dönmeyeceğinizi mi sandınız?»[111] «insanlar, imtihana çekilmeden iman ettik, demekle bırakılacaklarını mı sandılar?»[112]
Dünyada yegâne sorumlu varlık insandır. Çünkü yalnız o, bir şahsiyettir. Öteki varlıklar, Allah'ın kendilerine çizmiş olduğu bir tek ve alternatifsiz yolda yürümek zorunda oldukları için müstakil birer şahsiyet sayılmazlar; bu yüzden de yaşamak zorunda oldukları hayattan dolayı sorumlu tutulmazlar. Bu sebeple biz, hayvan hareketlerinde ahlâkî manada bir «değer» aramayız. Buna karşılık insan, kendine has inancı, değer hükümleri ve yaşama tarzı ile bir şahsiyettir. Bu sayede o, ahlâkî emirlerin muhatabı olur; kendisinden, doğru yolu seçmesi istenir ve bundan sorumlu tutulur. Nitekim, Kur'ân-ı Kerim1 de En'âm sûresinin 151. ve 152. ayetlerinde, insanlara bazı dinî ahlâkî vazifeler bildirildikten sonra şöyle buyurulur: «îşte bu, benim doğru yolumdur; ona uyun, (başka) yollara uymayın. Zira o yol sizi Allah'ın yolundan ayırır, îşte, kötülükten sakınmanız için Allah size bunları emretti.»
Sorumluluk şuuru, insanı, tamamıyle başıboş olan hayvanı hayattan kurtaran ve onu kendi duygu ve temayüllerine hakim ve hür kılan bir şuur olması itibariyle insana tabiatüstü bir değer katar. Çünkü insan, ancak sorumluluk şuuru ile, adî tabiatın üzerine yükselir ve ahlâkî bakımdan teiniz ve nezih bir hayat yaşamak suretiyle "mükerrem varlık" mertebesine ulaşır. [113]
İnsanın, aşağıdaki şekilde üç türlü sorumluluğu ortaya çıkmaktadır: [114]
İnsan, akıllı ve şuurlu bir varlıktır. O, yalnız başkalarının tutum ve davranışlarını değerlendirmekle kalmaz; aynı zamanda kendi hareketleri, duyguları, kasıt ve niyetleri üzerinde de düşünüp taşımr, hükümlere varır. Şu halde herbirimizin kalbinde bir hakim vardır. Adına "vicdan" dediğimiz bu hakimin bizi yargıladığını, birnevi sorguya çektiğini, iyiliklerimizi onayladığım ve kötülüklerimizi kınadığını bilir; bu yüzden iyiliklerimizin sevinç ve mutluluğu, kötülüklerimizin elem ve pişmanlığını hissederiz. Bazı menfi sebeplerle fıtratı bozulmamış her insan, kendi ruhunda böyle bir hakimin kendisini sorumlu tuttuğundan emindir, islâm ahlâkı, kalbimizdeki bu hakimin basiretine önem verir. Hz. Muhammed (s.a.v.), «Müftüler, sana fetva verseler de, sen yine vicdanına danış.»[115] buyurur. Ahlâkî şuurun canlı ve faal olduğu insanı, kanunların sorumluluğundan kurtulmuş olması asla rahatlatmaz. O, eğer gerçekten suçlu ise, vicdanının sorumluluğu altında ezilir, küçülür. Bunun için, «Kötülük insanın içine sıkıntı verir.»[116] buyuran îslâm Peygamberi, başka bir hadisinde; «Kötülük yapmış olman seni üzüyorsa, artık sen mü'minsin. »[117] buyurarak vicdanî hassasiyeti imanın bir ifadesi kabul etmiştir. [118]
İslâm in asıl kaynakları olan Kitap ve Sünnet,toplumdan ve onun içinde yaşamanın doğurabileceği güçlüklerden kaçmak yerine, topluma katılmayı ve gerektiğinde, olanca gücü ile insanların iyiliği, kurtuluşu ve gerçek saadeti için çalışmayı emretmektedir, islâm ahlâkı açısından insanın yaşayışı, başka insanlardan kopuk, bağımsız ve ferdî değildir. Hatta bir kişinin hayatı, başta sona, kendisinden başlayıp kendisinde biten bir olay değildir. Çünkü -ilâhî takdir gereğince- her birimizin fiil ve davranışları, çok zaman bizi aşan sebeplere dayandığı gibi, bizi aşan sonuçlar doğurur, işte hayatın bu iç-içeliği, her bir insan için yekdiğerlerine karşı birçok haklar ve sorumluluklar getirir. Bu durum, bir yandan, ferdi cemiyet karşısında sorumlu duruma getirirken, diğer yandan da, içtimaî yapının çeşitli kademelerine, insanların iyliği uğruna çaba sarfetme, iyiliğin hakim olması ve kötülüğün önlenmesi idealine hizmet etme sorumluluğu yükler.
Böylece, insanın ruhî varlığındaki hakimin, yani vicdanın ötesinde ve dışında bir de "cemiyet" denilen otorite vardır ve insan ona karşı da hesap vermek zorundadır. Bu sorumluluk, insanı daha ihtiyatlı olmaya, yanlış davranması halinde bunun sonuçlarına katlanmaya zorlaması ve hareketlerini gözden geçirmesini sağlaması bakımından ahlâkî hayata yardımcı olur; en azından, kötülüklerin alanen işlenmesini ve yaygınlaşmasını önler. 'Haya" faziletinin, islâm ahlâkındaki büyük önemi buradan gelmektedir.
Ote yandan, içtimaî kurumların ve genel olarak sosyal çevrenin de ferdlere karşı sorumlulukları vardır, islâm ahlakı, içtimaî şuurun, her şeyden önce, ferdlerin bedenî ve maddî sıkıntıları karşısında canlı ve duyarlı olmasını emreder. Hz. Peygamber, bu duyarlılığı şöyle açıklamıştır: «Mü'minler, birbirini sevmekte, birbirlerine acımakta ve korumakta, bir uzvu rahatsız olduğunda diğer uzuvları da bu yüzden humma ve uygusuzluğa tutulan bir vücut gibidirler.»[119]
içtimaî şuur, ferdlerin manevî kusurları ve ahlâkî kötülükleri karşısında da duyarlı olmak zorundadır. Nitekim, Resûlulah (s.a.v.), zâlimin kötülüklerine engel olmayı emretmiş ve bunun,—hakikatte— zâlime karşı bir yardım ve kardeşlik görevi olduğunu belirtmişti. [120]
Dinî sorumluluk, insanın inanma ihtiyacından doğar ve adalet idealinin gerçekleşmesi yolunda vicdanî ve içtimaî sorumluluğun eksiğini tamamlar.
Çok çeşitli ve karmaşık olan beşerî ilişkilerde, ahlâk yolunun engelleri olan diğer pek çok olumsuz duygular karşısında bulunan vicdan, iman desteğinden yoksun olunca, yalnız ve etkisiz kalır. Bu sebeple islâm Dini, insanın, kalbini ve manevî hayatım, ancak iman sayesinde selamete yöneltebileceğini kabul eder.[121] Buna karşılık, Allah, inkarcıların kalblerini mühürler ve artık onlar, nefislerinin kötü arzularına uyarlar; işleri güçleri hep aşırılık olur.[122]
islâm ahlâkı, insanın hürriyetini, her şeyden önce, dinî sorumluluk ile sınırlamak suretiyle, ona, bir vaziler varlığı olduğu şuurunu kazandırmak ister. Buna göre, insan, başı boş bırakılmamıştır; muhakkak surette Allah'ın huzuruna dönüp, yaptıklarının hesabını verecektir.[123]
Sorumlulukların yukarıda sunulan üç şekli, her ne kadar, ilk bakışta birbirinden farklı alanlara ait görünürse de, islâm ahlâkı, bunları birbirinden ayırmayıp iç-içe kabul eder. Şöyle ki: [124]
Şekil bakımından, ahlâkî sorumluluk ferdin bir şuur hali, yani ferde göre dahilî ve derûnî olduğu halde dinî ve içtimaî sorumluluklar ferde göre haricîdir. Ancak, islâm ahlâkı, sorumlulukların bu iki çeşidini dahi derûnîleştirmeyi; yani, kişinin, toplum ve Allah karşısında vereceği hesabın sorumluluğunu vicdanında hissetmesini ister. Nitekim, topluma saygının belirtisi olan "haya" ile Allah'a saygının ifadesi olan "takva" faziletlerinin islâm ahlâkında Önemli bir yeri vardır. Takva sahibi insan (muttaki), islâm'da, sadece ideal bir mü'min değil, aynı zamanda ideal bir ahlâkî şahsiyettir. Âl-i Imrân sûresinin 133 ve 134. ayetlerinde takva sahiplerine hazırlanan uhrevî mükafatlardan bahsedildikten sonra, 135. ayette şöyle buyurulmuştur: «Onlar, çirkin bir iş yaptıklarında, yahut (kötülük yapmak suretiyle) kendilerine zulmettiklerinde, hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. —Gonahları Allah'tan başka kim bağışlar!— Bir de onlar, yaptıklarında bile bile ısrar etmezler.»
Şu halde iman, insanda kalbi ve ahlâkî bir şuur halini almadıkça, gerçek iman kalitesine ulaşamafc. Bir başka ayette bu husus, şöyle ifade edilmiştir: «...Fakat Alfah size imanı sevdirdi ve onu kalblerine zinet kıldı; inkarcılığı, günahkarlığı ve isyanı da size çirkin gösterdi,»[125]
İslâm Dini, şüphesiz ki, herkesin yaptıklarından dolayı ahi-rette sorumlu tutulacağını bildirir. Burnunla beraber, mü'mine yaraşan odur ki, kendi vicdanında kendisini sorumlu hissetsin ve bütün vazifelerini, imanının verdiği dürüstlük ve samimiyet sayesinde basiret kazanmış olan vicdanının emrettiği şekilde seve seve yerine getirsin. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu bakımdan mü'mini şu şekilde tanıtır: «Mü'min, günahı, tepesine çökecek bir dağ git rür; münafık ise günahım, burnunun ucuna konmuş ve her uçurabileceği bir sinek gibi düşünür.»[126]
İslâm, sadece ahiret dini değil, aynı zamanda dünya Hıristiyanlıktaki «Allah'ın hakkını Allah'a, Kayzer'in hafc Kayzer'e verme» prensibi[127] islâm'da yoktur, islâm, topluma, idlerin dinî ve ahlâkî vazifelerini yerine getirmelerini sağlayıcı terbiyevî ve hukukî tedbirler alma görevlerini yükler, islâm cemiyetçiliğinin en önemli prensiplerinden olan «enir bil-ma'ruf» imliği emretmek) «nehy anil-münker» (kötülüğe karşı çıkmak) Tefesinin icrası, her müslümanm, içtimaî pozisyonu, maddim manevî gücü nisbetinde iştirak ettiği bir sorumluluktur.Bu Kur'ân-ı Kerim1 deki ifadesi ile- «Yeryüzüne salih kulların ffi-kim olması»[128] idealine hizmet etme sorumluluğudur.
Islâmî prensipler, hiçbir müslümana, «canımın istediği P yaşarım!» deme hakkını vermediği gibi; hiçbir cemiyete de «Eca değmeyen yılan bir yaşasın!» şeklindeki umursamazlık felsefem tercih etme izni vermemiştir, islâm Peygamberinin şu sözü, bu konuda her müslümana görevler yüklemektedir:
«Bir kötülük gören kimse, bunu eli ile bertaraf etsin; bunu yapmak elinden gelmiyorsa dili ile karşı çıksın; bunu yapamayan (kötülüğe) kalben buğzetsin ki, bu da artık imanın en zayıf derecesidir. »[129]
Buna göre:
a) Kötülüğü el ile bertaraf etme sorumluluğu, müslümanları iyliğin güçlü olmasını ve kötülüğün giderilmesini sağlayıc ar cismanî kudrete yani devlet gücü ve genel olarak güçlü bir yapısı geliştirmeye mecbur kılar. Öyle ki, kendi vicdanında ahlâkî sorumluluklarını hissetmeyen ve iyiliğin hakim olnaa prensibini ihlâl etme temayülünde olan kişiler, sorumlu tutacaklar ve hesap verecekleri haricî bir otoritenin varlığını hisssinler ve —en azından— kötülüğün alenen işlenmesi ve yaygınlaşma istidadı kazanması Önlensin.
Hadisteki «kötülüğü el ile bertaraf etme» tabirinin, düzensizliği, başıbozukluğu ve kaba kuvveti ifade etmediğini de önemle belirtmek gerekir. Çünkü bundan fitne doğar ve Kur'ân-ı Kerim "fit-ne"yi yani kargaşayı "ölümden beter" saymış;[130] ve "ülü'l-emr" yani merkezî otorite sistemini benimsemiştir.[131]
b) Kötülüğe dil ile karşı çıkma sorumluluğu, genel olarak, iyilikten yana olma ve kötülüğe tepki şuurunun, toplumda aktif bir ma'şerî vicdan halini alması; özel olarak da, bir eğitim-öğretim teşkilatının, oluşturulması ile yerine getirilir. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulur: «Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men'eden bir topluluk bulunsun.,.»[132]
c) Kötülüğe kalben buğzetme, bütün müslümanlar için asgarî ölçüde bir sorumluluktur ve bu sorumluluk, —her şeyden önce— ferdlerin, kötülükten nefret eden bir ahlâkî şuura ve ruhî olgunluğa ulaşmalarını gerekli kılar. Konumuz olan hadiste Hz. Peygamber, kötülük karşısındaki içtimaî sorumluluğun bu şıkkını «imanın en zayıf derecesi» diye nitelemiştir; çünkü kalb ile buğz, —bir faaliyetle tamamlanmadığı, bütünleşmediği sürece— «el» ile ve «dil» ile kötülüğe karşı çıkma yollarına başvurmadaki aczi gösteren basit bir tavırdır. [133]
Az önce sunduğumuz hadisin, özellikle son cümlesi, dinî sorumluluk ile ahlâkî ve içtimaî sorumlulukların kopmaz bir alaka içinde olduklarım açıkça göstermektedir. Sık sık ifade edildiği gibi, prensip olarak, vazifelerimizin kaynağı ilâhidir. Bu sebeple biz, bu vazifeler hususunda, yalnız vicdanımız ve içinde yaşadığımız sosyal çevre karşısında değil, aynı zamanda Allah katında da mes'ulüz. Hz. Muhammed (s.a.v.), sorumluluğun bu dinî şümulünü ifade etmek üzere şöyle buyurmuştur: «Ahirette insan, hayatını ne yolda tükettiğinden, servetini nasıl kazanıp nerelere harcadığından, ne gibi işler yaptığından bilgisini yaşayıp yaşamadığından sorguya çekilmedikçe Alla}, 'in huzurundan ayrılamaz.»[134]
Şu halde biz, bir işi yapıp yapmamaya karar verirken, şüphesiz, vicdanımızın bu konudaki hükmünü dinleyeceğiz; sosyal çevrenin muhtemel tavrım da hesaba katacağız; fakat islâm ahlâkı, bu iş hususunda, Allah'ın hükmünü her türlü kaygıların üstünde tutmayı ve O'nun huzurunda hesap vereceğimi gozönüne alarak bir karara varmamızı emreder, işte burada dinin hükümleri, bizim isabetli kararlar vermemize ve doğru yolu bulmamıza yardımcı olur.
insan, bizzat kendi iradesi ile kendisini mükellefiyet altına sokabilir; aynı şekilde, içtimai kurumlar ve otoriteler de insana mükellefiyetler yükler. Bu mükellefiyetler, —dinin hükümlerine aykırı olmadığı sürece— bunları yüklenen kişi, kendi vicdanı ve toplum karşısında sorumlu olduğu gibi, Allah'ın huzurunda da sorumlu duruma düşer. Meselâ, bir hayır yapmayı adayan kişi, böylece hem ahlâkî hem de dinî bakımdan sorumlu olur. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de «-Ahdi yerine getiriniz; ahid sorumluluğu gerektirir.»[135] buyurulmuştur. Aynı şekilde, siyasî ve idarî otoritelerin yüklediği vazifeler, hem sosyal sorumluluğu, hem de dini sorumluluğu gerektirir. Çünkü Kur'ân-ı Kerim1 de: «Ey mü'minler! Allah'a itaat ediniz; Peygamber'e ve içinizden (seçilmiş) ulu'l-emr'e de itaat ediniz.»[136] buyurulmuştur.Ancak, gerek kendi irademizin kararları, gerekse içtimaî hükümler, dinî prensiplerle sınırlandırılmıştır. Aşağıda anlamları sunulan iki hadis, bu konudaki delillerdendir:
«Allah'a itaat etmeyi (O'nun hoşnutluğuna layık bir iş yapmayı) adayan kimse itaat etsin; fakat O'na isyan etmeyi (hükümlerine aykırı iş yapmayı) adayan kimse O'na asi olmasın.»[137]
«Ma'sıyet (Allah'ın hükmünü tanımaması) emredilmedik, müslümana -hoşuna gitsin gitmesin- emre kulak verip itaat etmek gerekir. Fakat, eğer ma'sıyet emredilmiş ise, bu emri tanıyıp itaat etmek mümkün değildir.»[138]
İnsan, bir kötülük işlediğinde, bunun sorumluluğunu vicdanında hemen hisseder. Kusurlarımızı kendi vicdanımızdan saklamamız mümkün değildir, içtimaî sorumluluk ise, yapılan kötülüğün şüyu bulması ile başlar. Dinî sorumluluğa gelince, bu sorumluluk tam olarak ahirette gerçekleşecektir. Bu sebeple Kur'ân-ı Kerim'de ahiretten sık sık "hesap günü" diye de bahsedilir. «Herkesin —iyilik ve kötülük olarak—yaptığı şeyleri karşısında hazır bulacağı o günde, (insan) isteyecek ki, kötülükleri ile kendisi arasında uzun bir mesafe bulunsun!»[139] O gün Allah, kötüler hakkında şu emri verecektir: Onları tutuklayın! Çünkü onlar sorguya da çekilecekler.»[140] Ozaman onlar, bu keder ve pişmanlık gününde[141] «Eyvah bize! diyecekler, keşke Allah'a itaat etseydik!» Ve diyecekler ki: «Ey Rabbimiz! Biz, reislerimize ve büyüklerimize uyduk; onlar da bizi yoldan çıkardılar. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver! Onları büyük bir lanet ile rahmetinden kov!»[142] Adaletin, kılı kırk yararcasma tecelli edeceği ve «sırların ortaya çıkarılacağı o günde insan için (Allah'tan başka) güç ve yardımcı yoktur.»[143]
Kur'ân-ı Kerim'de uhrevî sorumluluğun mahiyetini anlatan daha birçok ayet vardır. Bütün bu ayetlerde, genellikle şu mesaj verilmektedir; insan, bu dünyada kötülük işlemesine rağmen, sorumluluktan ve cezadan kurtulabilir. Fakat «gizli-açık herşeyi bilen», «gözlerin hain bakışını ve kalblerin gizlediğini bilen» Allah, dünyada eksik kalan adaleti ahirette ikmal edecektir. Böylece, ahiret inancı ile bütünleşen islâm ahlâkı, tam bir adalet ahlâkıdır.
Bu dünyada haksızlıkların önlenemediği, bir gerçektir. Şu halde bu dünyada tam adalet gerçekleştirilemiyor, Bu durumda, dinî ve uhrevî sorumluluğa yer vermeyen ahlâk anlayışlarının tam adaletten, dolayısıyla tam ahlâktan söz etmeleri mümkün değildir. Şu halde —bir kere daha tekrar edelim ki— ahlâk bir iman alanıdır. Bu imanın konusu kısaca şöyledir: Bizde ahlâkî şuuru uyandıran, hem akıl nuru hem vahiy yolu ile hayır ve şerri öğreten, Allah'tır. Vazifelerimizi, ferdî ve değişken isteklerimiz, temayüllerimiz karşısında belirleyen ve rnutlaklaştıran, Dindir. Hayatımız boyunca işlediğimiz iradî faaliyetlerimizden dolayı bizi sorguya çekecek, cezalandıracak veya ödüllendirecek olan en son ve en yüksek hakim, yine Allah'tır, insanoğlu, vicdanının sesine kulak tıkayabilir; çevresini aldatabilir; fakat «Allah, gizliyi de gizlinin daha gizlisini de bilir.»[144]
İnsan, dünyadaki diğer canlılardan farklı olarak, maddî ve biyolojik nimetlere ilaveten, akıl, bilgi, vicdan, irade gibi isimler verdiğimiz manevî imkanlara da mazhar olmuştur. Kur'ân-ı Kerim'de insanın bu meziyeti «Biz insanı rnükerrem (değerli ve şerefli) kıldık.»[145] cümlesiyle özetlenmiştir, insanın sahip olduğu bu meziyetlerin, kendisini sorumluluk taşıyan varlık durumuna getirdiğini yine Kur'ân-ı Kerim'den öğrenebilmekteyiz: «Allah size, istediğiniz herşeyden verdi. O'nun nimetini saymaya kalksanız, saymakla başa çıkamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür!»[146]
Bu ağır ithamın sebebi, insanın —onca nimetlere rağmen— sorumluluğunu unutmasından ve vazifelerini ihmal etmesinden başka ne olabilir?
Görülüyor ki, sorumluluk, «insan» olmanın, dolayısıyla, Allah'ın Özellikle insanoğluna bahşettiği nimetlerden pay almanın bir gereği ve sonucudur. Fakat, prensipteki bu genellik, istisnasız her insanın kayıtsız şartsız sorumlu sayılacağı anlamına gelmez. Hukukta olduğu gibi, ahlâkta da bazı şartlar vardır ki, bunları taşımayanların, kısmen veya tamamen sorumluluktan muaf tutulması, adalet ve hakkaniyet gereğidir. Çünkü, kullarına asla zulmetmeyeceğini bildiren Allah, insanların da adalet ve hakkaniyet ilkelerine uymalarını emretmiştir.
Kur'ân-ı Kerim ve hadisler tedkik edilecek olursa, îslâm ahlâkının, sorumluluğu aşağıdaki temel şartlara bağladığı görülür: [147]
İslâm Dini, akıl gücüne sahip olmayanları, genel olarak sorumlu tutmaz. Çünkü akıl, insanın inanç, düşünce, bilgi irade ve ahlâkî şuurunun dayanağıdır. Bu sebeple, aklî bakımdan noksan olan insan, ahlâkî vazifeleri üzerinde düşünme, öğrenme, hayır ve şer yollarından birini şuurlu olarak seçme ve yapma kudretine sahip değildir. Bu durumda olanlar, "ahlâkî şahsiyet" olma niteliği taşımadıklarından ahlâkî emirlerin muhatabı olamazlar; bunlardan sorumlu tutulmazlar. Hz. Peygamber, bu hususu şöyle belirtmiştir:
«Şu üç kimseden kalem kaldırılmıştır (Yani sorumlulukları yoktur):
— Uyanıncaya kadar uykuda olandan,
— Şifa buluncaya kadar mecnundan,
— Büyüyünceye kadar çocuktan.»[148]
Uykuda olanın sorumlu tutulmamasmın sebebi açıktır. Çünkü uyku, akıl ve şuurun faaliyetini geçici olarak durduran bir olaydır. Bu sebeple Kur'ân-ı Kerim'de uyku, bir nevi "ölüm" kabul edilmiştir.[149]
Kur'ân bize bildirmektedir ki,hiçbir kimse, fullerinden dolabunların hükümleri hakkında önceden bilgi sahibi olmadık sorumlu tutulmayacaktır.
Vazifelerimiz, açık olarak bize bildirilmedikçe, Allah'ın huzurunda hiçbir konuda sorumlu olmayız. Nitekim Kur'an'da şöyle buyurulmuştur. Serc-m Rabbin, ülkelerin merkezlerine, ayetlerini okuyacak bir elçi göndermedikçe o ülkeleri helak edici değildir.»[150] «Biz peygamber göndermedikçe azap edici değiliz.»[151]
Bunlar ve daha başka benzerleri olan deliller göstermektedir ki, insanların, sorumlu tutulabilmesi için, akıldan başka bir bilgi kaynağına ihtiyaçları vardır ki, o da vahiydir.
Unutmak, hiçbir insanın kurtulamayacağı tabii bir kusur ve arizi bir bilgisizlik halidir. Bizzat Hz. Peygamber, «Ben de sizin -gibi bir insanım; nasıl ki siz unutabiliyorsanız, ben de unutabilirim.[152] buyurmuştur. Hatta bazı insanlarda unutma, marazi bir hal alabilir, işte, islâm bilginlerinin büyük çoğunluğu, bu durumu gözönüne alarak, unutmanın yol açtığı kusurların sorumluluğu gerektirmeyeceği görüşünde birleşmişlerdir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de mü'minlere şu dua telkin edilir: «Ey Rabbimiz! Eğer unutursak, yahut yanılırsak bizi sorguya çekme!»[153] Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: «Allah, benim ümmetimin hatasını ve unutkanlığını bağışladı.»[154]
Niyetimize uygun olarak başardığımız fiillerden dolayı sorumlu olduğumuzda şüphe yoktur. Burada, ister niyetimize göre, ister fiillerimize göre sorumlu olalım, netice aynı olacaktır. Bu durumda, eğer niyetimiz ve fiilimiz iyi ise, sorumluluğun sonucu da iyi, yani mükafat; niyetimiz ve fiilimiz kötü ise, sorumluluğun sonucu da kötü yani ceza olacaktır. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurul-muştur: «îyi iş yapan kendi ehline, kötü iş yapan da kendi aleyhine yapmış olur.»[155]
Şu halde, asıl problem niyet ile fiilin birbirine mutabık olmadığı durumlardadır.
Konu ile ilgili ayet ve hadisler bir bütünlük içinde değerlendirilecek olursa, îslâm ahlâkına göre sorumluluğun, fiilin sonucuna göre değil, fakat bu fiilin arkasındaki kasıt ve niyete göre olduğu anlaşılır. Nitekim çok meşhur bir hadiste «Ameller niyete göredir.»[156] buyurulmuştur. Şu halde iyilik yapmaya niyet etmiş bir kimse —bu iyi niyetine rağmen— kendisini aşan sebeplerle, bu iyiliği yapmayı başaramamış veya bu işi kötü sonuçlanmış ise, bu kimsenin niyeti kötülük yapmak olmadığı için bu kötü sonuçtan dolayı sorumlu değildir. Meselâ bir hakim, dava konusu olan bir olayla ilgili olarak, hüküm vermeden önce, bir haksızlığa meydan vermemek niyetiyle bütün imkanlarım kullanmasına rağmen, yanlış bir hüküm vermiş ise, bundan dolayı ahlâk bakımından sorumlu tutulamaz. Bu husus, bizzat Peygamber (s.a.v.) tarafından ifade edilmiştir.[157] Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulur: «Allah sizin kalblerinizi en iyi bilendir. Eğer siz iyi olursanız, şunu bilin ki, Allah (kendisine) yönelenleri son derece bağışlayıcıdır.»[158]
Esasen -öyle görülüyor ki- yaptığımız veya yapmayı tasarladığımız bütün işlerde bizim olan tek şey niyettir. Bundan sonra bizi aşan imkanlar veya imkansızlıklar devreye girer. Çünkü bütün olayların kanunlarım düzenleyen kudret —islâm inancına göre— Allah'tır. «Sizi de sizin yaptıklarınızı da Allah yarattı.»[159] Şu halde, insanın iyiliği de kötülüğü de yapabilmesi, Allah'ın buna uygun şartlan yaratmasına bağlıdır. Bu durum peygamberler için de böyledir: «Ey Muhammedi De ki: Allah istemedikçe, ben kendime (bile) fayda veya zarar getirme gücüne sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır yapmayı isterdim ve bana hiç kötülük dokunmazdı. Ben sadece inanan bir millet için uyarıcı ve müjdeciyim.»[160] Bu âyetteki "gayb" tabirinden, olayların bizi aşan, bizce meçhul olan sebeplerini anlamak da mümkündür. En hassas teknik imkanların kullanıldığı fizikte bile, Önceden kestirilemeyen ihtimallerle karşılaşılmaktadır. Şu halde yakından bilebildiğimiz tek şey niyet ve maksatlarımızdır; bu yüzden sorumluluklarımız da kasıt ve niyetlerimize göredir. Şu ayet, açıkça bunu ifade etmektedir: «Yanılarak yaptığınız şeyde size vebal yoktur; fakat kalblerinizin bile bile yöneldiğinde günah vardır. Allah bağışlayıcıdır, esirgeyicidir. »[161]
Kurân-ı Kerim'e göre, «Kim günah işlerse, onu ancak kendi aleyhine işlemiş olur.»[162] Kur'ân-ı Kerim'de bu konuda daha başka ifadeler de mevcuttur:
«Baba çocuğundan dolayı bir şey ödemez; çocuk da babasından dolayı birşey ödeyecek değildir.»[163]
«De ki: Siz bizim işlediğimiz suçtan dolayı sorumlu olmazsınız; biz de sizin işlediklerinizden sorumlu değiliz.»[164]
«Herkes kendi aleyhine (kötülük) kazanır. Hiçbir suçlu, başkasının suçuna ortak olmaz.»[165]
Hz. Yusuf şöyle demişti: «Eşyamızı yanında bulduğumuz adamdan başkasını yakalamaktan Allah'a sığınırız! Çünkü o takdirde biz zalim oluruz.»[166]
Bu deliller de göstermektedirki, islâm düşüncesine göre, dinî, hukuki ve ahlâkî sorumluluklar şahsîdir, insan, başkasına ait bir kusurdan, kötülükten dolayı sorumlu tutulmaz ve bunun bedelini ödemesi gerekmez.
Bununla beraber, şu hususu özellikle belirtmek gerekir ki, sorumluluğun şahsiliği prensibi, sadece ferdi iyilikler ve kötülükler için geçerlidir. Buna karşılık, içtimaî vazifelerde sorumluluklar da ictimaîleşir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «Her kim islâm'da güzel bir çığır açarsa, kendisine —bu iyiliğin yanında-daha sonra o çığırdan gidenlerin sevabı kadarı da verilir... Aynı şekilde, kim islâm'da kötü bir çığır açarsa, kendisine bunun günahı yazıldığı gibi, kendisinden sonra onu devam ettirenlerin günahları kadarı da yazılır...»[167] Şu halde, her ferd, kendi imkan ve kudreti nisbetinde, iyiliğin devamı ve kötülüğün önlenmesi çabasına katkıda bulunmakla sorumludur. Buna göre, iyiliklerin yapılmasına önayak olan bir kimse, bunun mükafatım alacaktır: «İnsan, öldüğünde amelleri tamamlanmış olur; ancak şu üç eseri hariçtir: Faydası devamlı olan hayır, insanlara yararlı olan ilim ve geriden hayır dua edecek evlat bırakmak.»[168]
Buna karşılık, toplumda kötülüklerin yaygınlaşmasına önayak olan veya buna imkanları nisbetinde karşı koymayan, insan —bu kötülüğü kendisi işlemese bile— sorumluluktan kurtulamaz. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulur:
«Davud ve Meryem oğlu îsa'nın diliyle israil oğullarına lanet edildi. Bunun sebebi, onların asi olmaları, haddi aşmaları idi. Bir de onlar, birbirlerini, işlemekte oldukları kötülükten alıkoymazlardı.»[169]
Kişinin vicdanı, iyi hareketlerden dolayı mutlu ve huzurlu olur; kötülüklerden dolayı da üzülür, pişmanlık duyar.
insan vicdanının bu memnuniyet veya pişmanlığının, tasvip veya kınamasının islâm ahlâkı bakımından da önemi inkâr edilemez. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.v.), «Kötülüğün seni üzüyor, iyiliğin de seni sevindiriyorsa artık sen mü'minsin.» [170]buyurmuştur. Hatta o, iyilik ve kötülüğü, onların, insanın selim vicdanında meydana getirdiği infialin mahiyetine göre tarif etmiştir: «iyilik (birr), nefsin (vicdanın) ve kalbin kendisi ile hoşnut olduğu şey; kötülük (ism) ise, vicdanını rahatsız eden ve içine sıkıntı veren tutumdur.»[171]
Vicdanın, ahlâk için iki yönden hizmeti vardır:
a) Önce vicdan, ahlâk kanununu idrak eden bir şuur halidir. Hz. Peygamber, «Müftüler sana fetva verseler de, sen yine vicdanına danış.»[172] anlamındaki hadisi ile vicdanın bu basiretini kas-detmiştir.
b) Vicdan, bizi ahlâk kanununa uymaya zorlayan bir güce de sahipti. Kur'ân-ı Kerim, bu fonksiyona sahip vicdan için "kalb-i selim" ve "nefs-i levvame" tabirlerini kullanmıştır.[173]
Vicdan dediğimiz bu duygu, Kur'ân-ı Kerim'deki tabirleri ile, "nefs-i levvame" veya "kalb-i selim" olabileceği gibi "kaskatı kesilmiş kalb" haline de gelebilir. İnsanların, olumlu terbiye ve irşad ile yolları aydınlatılmaksızın, ahlakî yükümlülüklerim isabetli bir şekilde gördüklerine; hayır ve şerri, yanılgısız olarak ayırdıklarına ve sırf bu fıtrî duygunun tesiri ile vazifelerini yerine getirdiklerine inanmak, aşırı iyimserlik olur. Zira -daha önce de işaret edildiği gibi- insanın, gerek kendi psikolojik yapısındaki olumsuz âmiller, gerekse kendi dışındaki dünyanın menfî tesirleri, vicdanının yanılmasına ve pasifleşmesine yol açmaktadır.
îslâm ahlâkına göre, vicdanın bu engelleri aşmasının ve böylece, ahlâkî hayatın teminat altına alınmasının temel şartı. Allah şuuru'dnr. Kur'ân-ı Kerim bize bildirmektedir ki, insan,[174] Allah'ı zikretmekten yani Allah şuurundan yoksun kalınca, bütün kötülüklerin prensibi olan şeytan ona musallat olur ve onu, hiç farkında olmadan, doğru yoldan saptırır. Ancak ahirette Allah'ın huzuruna vardığında şeytan tarafından aldatılmış olduğunu anlayan insan, o zaman çaresizlik içinde şöyle der: «Keşke (dünyada iken) seninle benim aramız, doğu ile batı kadar uzak olsaydı!»
Kur'ân-ı Kerim'in başka bir ayetinde Allah, kendisini anmaktan yoksun kalmanın, ahlâk bakımından olumsuz sonucuna karşı bizi şöyle uyarmaktadır: «Kalbinizi bizi anmaktan gafil kıldığımız, böylece hevâsına (kötü arzularına) uyan ve işi gücü hep aşırılık olan kimseye uyma!»[175]
Buna karşılık, Allah şuurunun vicdanlara kazandırdığı tesir de şöyle ifade edilmektedir: «îman edenler ve kalbleri huzura erdirilenler bilsinler ki, kalbler ancak'Allah'ı anmakla huzur bulur, îman edip de hayırlı işler yapanlara ne mutlu! Güzel gelecek onlarındır.»[176] «Takva sahipleri o kimselerdir ki, onlar, çirkin bir iş yaptıklarında, yahut (fena bir iş yaparak) kendilerine kötülük ettiklerinde, Allah'ı hatırlayıp hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. —Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir.— Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde bile bile ısrar etmezler.[177]
Bu son ayetten anlaşıldığına göre Allah şuuru, insanda, ahlak bakımından, özellikle şu iki sonucu doğurmaktadır;
a) Günahların bağışlanmasını dilemek.
b) Bile bile kötülükte ısrar etmemek.
Bu sonuçların ikisini birden ifade eden îslâmî terim tevbe kelimesidir. İşte, vicdanın ahlâkî hayat üzerindeki en olumlu ve en tam tesiri tevbe ile ortaya çıkar.
islâm Dini, insan hakkında, olması gerektiği kadar gerçekçidir. Onun bu gerçekçiliği, insanın ahlâkî yönü için de geçerlidir. Buna göre insan, iyiliğe de kötülüğe de müsaittir. «Allah, insan nefsine fücurunu da takvasini da ilham etmiştir. Artık nefsini arıtan kurtuluşa ermiştir; onu kirleten de ziyana uğramıştır.»[178] Böylece insan, daima bir yol ayırımındadır: İradesini, hayır yoluna kullanabileceği gibi şer yoluna da kullanabilir. Fakat, hiçbir zaman insan, bütün kötülüklerden sıyrılarak kendisini melek haline getirecek bir irade gücüne sahip değildir. Aksine, insanda, vicdan ile aşağı arzuların; ya da -îslâmî terimleriyle— "kalb1' ile "ne/s"in çatışması, onun kaderidir. İşte insanda ahlâkî hayat bu çatışmadan doğar. Bir ömür boyunca iyilik-kötülük ayırımını yapabilmek ve kötülükleri iyiliklerle tamir edebilmek; aklımızın yanılmasına, kalbimizin kararmasına yol açan bir yığın engelleri aşabilmek, bütün ömrü dolduran bir mücadeleyi gerektirir. En mükemmel insanın hayatında bile bu mücadelenin bittiği bir nokta yoktur. O sebepledir ki, Hz. Muhammed (s.a.v.), kendisine «Yaşlandınız, ya Resulallah» denilmesi üzerine, «Beni Hûd ve Vakıa sûreleri yaşlandırdı»[179] demiştir. Çünkü, her iki sûrede de bulunan bir ayette «Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!» buyurulmakta idi. Kur'ân-ı Kerim, ahlâk ve fazilet mcadelesini «Sarp yokuşu tırmanma»ya benzetmiştir: «Biz insana iki yolu (hayır ve şer yolunu) gösterdik. Fakat o, sarp yokuşu tırmanma atılganlığını göstermedi. Sarp yokuş nedir, bilir misin? (İnsanı kölelik boyunduruğundan kurtarmaktır; yahut zor bir günde yakındaki bir yetimi veya gücü tükenmiş bir yoksulu doyurmaktır; sonra da iman edenlerden, birbirine sabırlı ve merhametli olmayı tavsiye edenlerden olmaktır.»[180]
insanın, bu sarp yokuşu tırmanma gayretini, yani ahlâk yolunda ilerleme çabasını engelleyen psikolojik ve harici sebepler, normal tabiattaki her insan için söz konusudur. O yüzden Hz. Peygamber, «Her insanoğlu hatâ eder.»[181] buyurmuş; başka bir hadisinde de «însan bir hatâ işlediği vakit, bu hatâ onun kalbini lekeler.»[182] şeklindeki ifadesiyle, kötülüğün insan vicdanı üzerindeki menfî tesirine dikkat çekmiştir. Buna göre, hatalar çoğaldıkça, vicdanın safiyeti, basireti ve irade üzerindeki hakimiyeti de zayıflar. Böylece vicdan, artık ahlâkî bir müeyyide doğurmaz olur. işte tevbe, bu kötü gidişi durdurması itibariyle, insan ruhunun ahlâkî bir silkinişidir, kendine gelişidir. Bu sebepledir ki, islâm Peygamberi, bütün insanların hatâ işleyebileceğini belirten hadisinin devamında «Hata edenlerin en hayırlısı, tevbe edenlerdir.» diyerek, tevbenin, her insan için bir vazife olduğuna ve ahlâkî şuurun canlı tutulmasında büyük bir payı olduğuna işaret etmiştir.
islâm Dininde ahlâkî hükümlerin ve prensiplerin tatbikine verilen büyük ehemmiyet sebebiyledir ki, Ahlâk prensiplerinin en mükemmellerini getiren ve ahlâkî bilgilere sahip olmak bakımından en üstün mevkide bulunan islâm Peygamberi, «Emrolundu-ğun gibi dosdoğru ol!» ayetini kasdederek, «Beni Hûd ve Vakıa sûreleri kocattı!»[183] buyurmuştur. Şu halde bizzat islâm peygamberi dahi, getirmiş olduğu ahlâkî prensipleri ve bilgileri tatbikten kendisini müstağni saymak şöyle dursun, tam aksine, hayatı boyunca bütün faziletlerde en ileride olmaya çalışmış; dinî ve içtimaî pozisyonu gereğince, bütün insanlığa örnek olacak bir hayat yaşamanın sorumluluğunu duymuş, çabasını göstermiştir. Onun düşüncesine göre «insan, bilgisi ile amel etmedikçe, sırf bilgi ile âlim olamaz.»[184]
«Amellerin azalması kıyamet alâmetidir.»[185] «İnsanı sadece ameli yüceltir.»[186] Bunun için O, «Öğrenin Öğrenin!» buyurduktan sonra hemen ilave eder: «Fakat Öğrenince de amel edin!»[187]
Şu noktayı da özellikle belirtelim ki, "amel" kavramından sadece bedenî ve harici fiil ve hareketler anlaşılmamalıdır. Esasen islâm ahlâkı için önemli olan, maddi varlığımızın şöyle veya böyle hareket etmesi değil, bizi bu harekete sevkeden şeydir; yani kalb ve vicdanımızda taşıdığımız niyet, düşünce ve inançtır. Onun için Kur'ân-ı Kerim'de «Kurbanlarınızın etleri ve kanları Allah'a ulaşmaz; fakat takvanız O'na ulaşır.»[188] buyurulmuş; Hz. Peygamber de, —kalbini göstererek—« takva işte burada...»[189] demiştir. Şu halde, bedenî amellerimiz yanında, —islâm ahlâkçılarının tabiri ile— bir de kalbî amellerimiz vardır. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.v.), her şeyden önce kalbî bir teslimiyet olan "islâm'ı ve kalbî bir inanma olan "îmanı dahi "amel" olarak isimlendirmiştir.[190] Esasen, bu manasıyla iman ve islâm, bütün amellerin temelidir ve bu yüzdendir ki, ünlü «Cibril hadisi»nde Allah ve Resulüne inanmak, hem islâm'ın hem de Iman'm esaslarının başında sayılmıştır. Hz. Pegamber şöyle buyurmuştur: «Allah nezdinde amellerin en üstünü, şüphe taşımayan imandır.»[191]
Bütün bu belirtilenlerden anlaşılıyor ki "amel" kavramı, iman, ibadet ve ahlakı şümulüne almaktadır, inanç ile bütünleş-meyen amel, hiçbir dinî ve ahlâkî kıymet taşımaz. Bunu KurJân-ı Kerim muhtelif vesilelerle belirtmiştir. Fakat, amel ile dışa yansımayan iman da değerinden çok şey kaybeder. Ayrıca, insanın vicdanında iyilik arzusunu geliştirmeyen, kötülük işleme temayülünü önlemeyen ve sadece bedenî hareket olmaktan Öteye gitmeyen ibadetler de daima az çok kusurludurlar. Bunun içindir ki Kur'ân-ı Kerim'de «Namaz insanı, muhakkak ki, kötülüklerden ve çirkin davranıştan akkor.»[192] buyurulurken; Hz. Peygamber de «Bir insanın namazı kendisini kötülüklerden ve çirkin davranıştan alıkoymuyorsa, onun kıldığı, namaz değildir.»[193] demiştir. Esasen amellerimizin kalitesi ve değeri, bunların ardındaki niyete bağlıdır. Her ne kadar iyi bir niyet, kötü amelin değerim değiştirmez, iyileştirmezse de, kötü niyet iyi amelin ahlâkî değerini kaybettirir. Bunun içindir ki Hz. Peygamber (s.a.v.) «Ameller niyete göredir.» buyurmuştur.[194]
Hayatın gayesini sadece kaba bir mutlulukta gören ve yeme-içme gibi alelade arzuların temininden başka kaygı taşımayanları Kur'ân-ı Kerim hayvanlardan farksız görmüştür.[195]
Hakikatte insan hayatının, rahat bir hayat geçirmenin ötesinde ve üstünde bir gayesi ve insanın, bu üstün gayeye götüren pek çok vazifeleri vardır.
Kur'ân-ı Kerim, «Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayınız.»[196] buyururken, Hz. Muhammed (s.a.v.) de, «Senin bedeninin sende hakkı vardır.» diyerek, İslâm'ın bu konudaki tavrını kesin bir dille ifade etmiştir: Ashab'dan Abdullah b. Amr'ın naklettiğine göre Resûlullah (s.a.v.) kendisine şöyle dedi:
«— Abdullah! Senin, gündüzleri hep oruç tuttuğundan, geceleri de hep namaz kıldığından haberim yok mu sanıyorsun?» Abdullah:
«— Elbette haberiniz vardır, ya Resûlallah» dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, herkes için ve her zaman geçerliliğini koruyan şu ölümsüz tavsiyelerde bulundu:
«—Öyle yapma! Çünkü bedeninin sende hakkı var; gözlerinin sende hakkı var, eşinin sende hakkı yar; misafirinin sende hakkı var. Bu sebeple her ay üç gün oruç tutman yeterlidir. Her iyiliğin sevabı on mislidir. Buna göre,her ay üç gün oruç tutmakla bir yıl oruç tutmuş sayılırsın.» Abdullah:
«— Ya Resûlallah! Ben, bundan daha fazla oruç tutacak güce sahibim.» deyince Hz. Peygamber:
«— O halde Allah'ın peygamberi Davud'un (gün-aşırı) orucunu tut ve sakın daha fazlasını tutma!» buyurdu.
Abdullah (r.a.) fazla nafile ibadet yüzünden erken kuvvetten düşmüş, böylece, Hz. Peygamberin yukarıdaki tavsiyelerinin sıhhati konusundaki Önemini anlamış olmalı ki, «Keşke Resûlul-lah'ın ruhsatını kabul etseydim!« diye hayıflanmıştı.[197]
Beden sağlığı, ferdî görevler için olduğu kadar, içtimai görevlerin ytrine getirilmesi için de önemli ve gereklidir.
Kuvvetli himayecileri olmayan hak, daima çiğnenme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Bunun içindir ki, îslâm Peygamberi (s.a.v.) «Güçlü kuvvetli mü'nıin, zayıf mü'minden daha hayırlıdır.»[198] buyurmuştur. [199]
İnanmak, insan ruhunun en başta gelen ihtiyacıdır. Düzenli, emniyetli bir içtimaî ve ahlakî hayat, ancak vicdanların iman ile beslenmesi ve aydınlatılması ile gerçekleşebilir.
Mü'min ve müslüman olmanın ilk şartının, Allah'a iman etmek olduğunu kabul eden îslâm Dini, bu imanı, ahlâk ve faziletin, hak ve adaletin, sulh ve sükûnun teminatı kabul etmiş ve bu sebeple Allah'a iman etmeyi, bütün insanlara ilk ve temel vazife olarak yüklemiştir. [200]
İnsanın, kendi ruhî varlığına karşı en başka gelen vazifelerinden biri de bilgi edinmektir. Bilgi, Allah'ın insanlara bahşetmiş olduğu nimetlerin en değerlisi olan akıl ve zekânın vazgeçilmez ihtiyacıdır, ilim, insamn şahsiyeti ile bağdaşmayan her türlü çirkinlik ve kötülüklerden korunmanın da en güvenilir yoludur. Bu yüzden Hz. Muhammed (s.a.v.), «Bilgili kimsenin, ibadete düşkün olana üstünlüğü, dolunay gecesindeki ayın, yıldızlara üstünlüğü gibidir.»[201] buyurmuştur.
ilim tahsil etmenin, kadın erkek her müslümana farz olduğunu belirten islâm Peygamberi, «Hikmet (ilim) mü'minin yitiğidir; onu nerede bulursa alır.»[202] buyururken, Kur'ân-ı Kerim de «Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?»[203] diye sorar. [204]
İbadet, insamn Allah'a olan samimî inancının, saygı ve teslimiyetinin bir ifadesi olduğu gibi, bizzat kendi dünya ve ahiret saadetinin bir şartı, ruhî olgunluğa ulaşmasının bir vesilesidir. Hz. Peygamber'in «Oruç tutunuz, sıhhat bulunuz. »[205] anlamındaki hadisinden, orucun, bedenî sıhhate olduğu kadar, ruhî sıhhate de yararlı olduğunu anlamamız mümkündür. Şüphesiz ki müslü-manlar, bedene ve ruha faydalı olduğu için değil, Allah'a olan kulluk borçlarım yerine getirmek için ibadet ederler. Fakat insan, namaz, oruç, hac, zekat, kurban, dua, tövbe, istiğfar, tevekkül gibi bedenî, malî ve kalbî ibadetleri ifa etmekle, Allah'a olan kulluk borçlarını yerine getirmenin yanında, ruhunu ibadet neş'esiyle doyurmuş; kendi insani iradesini, eksiksiz iyi olan Mutlak Irâde'nin hizmetine sunmuş; böylece başka insanlara ve genel olarak kötülüğe kul olmaktan kurtulmuş olur. [206]
«Sizin en hayırlınız, ahlâkı en güzel olanlarmızdır.»[207]
«Mü'minlerin, imanı en mükemmel olanları, ahlâkı en güzel olanlarıdır.»[208]
«İçinizden en çok sevdiklerim, ahlâkı en güzel olanlarınızda.»[209]
Bu birkaç hadis dahi gösteriyor ki, islâm inancına göre ahlâk, gerçek mü'min ve müslüman olmanın şartlarından, insanlık şeref ve haysiyetinin alametlerindendir.
Kur'ân, kötülük yapanlar için 30'a yakın ayette «nefislerine (yani kendi manevi şahsiyetlerine) zulmedenler» ifadesini kullanmıştır. Çünkü «Kötülük yapan, bunu bizzat kendi aleyhine yapmış olur.»[210]
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «Dikkat ediniz; insanın vücudunda bir et parçası vardır ki, o iyi olursa bütün vücut iyi olur; o bozulursa bütün beden bozulur. îşte bu, kalbdir.»[211]
Maddi manada anlaşıldığında dahi tamamıyla doğru olduğunu bildiğimiz bu hadisin asıl anlatmak istediği şudur: Eğer in-san,sıhhatli bir manevî hayata sahip olmayı istiyorsa —ki, gerçek insanlık sadece bu hayattadır—, her şeyden Önce kalbini yani gönül evini temizleyip iyileştirmelidir. Bu da ancak iyi olmak, iyilik yapmak, iyi huylar kazanmak, ruhunu faziletlerle donatmak ve fena duygu ve düşüncelerden arındırmakla mümkün olur. iyi niyet, sevgi, şefkat ve merhamet, sabır, şükür, kanaat, tevazu, müsamaha dürüstlük, iffet, haya, yiğitlik, cömertlik, fedakarlık gibi ahlâkî hasletlerden nasibi olmayan kimselerden iyi ve yararlı davranışlar beklemek boşunadır. [212]
Aile kurumunun başta gelen gayesi sıhhatli nesiller yetiştirmek suretiyle, insan soyunun devamına katkıda bulunmaktır. Bu hususu Kur'an-ı Kerim şöyle ifade eder: «Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar yaratan Rabbinizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden isteklerde bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz ki Allah, üzerinizde gözetleyicidir.»[213]
Hz. Peygamber (s.a.v.) de «Nikâh benim sünnetimdir. Benim sünnetimi yapmayan benden değildir. Evlenin! Zira ben, diğer ümmetler karşısında sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim.»[214] buyurmak suretiyle, neslin devamı için evlenmek gerektiğine dikkat çekmiştir.
îslâm Dininin bir yandan zinaya kesin bir tavırla yasaklarken, diğer yandan evlenmeye teşvik etmesinin sebebi budur. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.v.), gençlere şu tavsiyede bulunmuştu: «Gençler! Evlilik külfetlerinin altından kalkabileceğine güvenenleriniz evlensin. Çünkü evlilik, gözü ve cinsel arzuları zinadan korur. Aksi halde (zinadan korunmak için) oruç tutunuz.»[215]
3- İnsanlar, bedenî ve ruhî bakımdan sıhhatlerini yeterince koruyabilmeleri; dini ve dünyevî görevlerini rahatlıkla yerine getirebilmeleri için huzurlu bir ortama muhtaçtırlar ki, bu ortam da aile yuvasından başka bir şey olamaz. Ailenin bu fonksiyonu Kur'ân-ı Kerim1 de şöyle ifade edilmiştir: «Allah'ın ayetlerinden biri de, kendileri ile kaynaşmanız ve huzura erişmeniz için, kendi nefislerinizden size eşler yaratması, aranızda sevgi ve merhamet sağlamasıdır.»[216]
Hz. Peygamber, «yüzüne baktığı zaman içini mutlulukla dolduracak bir eş»e sahip olmayı, erkek için en değerli nimetlerden biri saymıştır.[217]
Berat kandilinde namaz kılmak için dahi Hz. Aişe'den izin isteme inceliğini gösteren Hz. Muhammed (s.a.v.), ailenin haklarım ihmal etmek pahasına, nafile namaz kılmaya, oruç tutmaya vb. ibadetler yapmaya bile izin vermemiştir. Onun, her seviyedeki insanın sorumluluklarına işaret eden ünlü bir hadisinin, konumuzla ilgili kısmı şöyledir: «Ailede erkek bir yöneticidir ve yönetimindekilerden sorumludur; kadın da kocasının evinde bir yöneticidir ve elinin altındakilerden sorumludur.»[218]
İslâm ahlâkı, -hayatın diğer sahalarında olduğu gibi- aile kurumunda da başıbozukluğu kabul etmez. Bu sebeple, bir insan cemiyeti olması itibariyle, aile içinde de bir düzenin hakim olması gerekir ki, bu da, ailede bir otoritenin bulunması ile sağlanır. İslâm bu yetki ve sorumluluğu belli şartlar dahilinde erkeğe vermiştir. Kur'ân-ı Kerim'de bu hususu tasrih eden ayetin anlamı şöyledir: «Allah'ın, insanlardan bir kısmını diğerlerinden üstün kılması sebebiyle ve erkekler mallarından kadınlara harcama yaptıkları için, erkekler kadınların yöneticisi ve kor uy uçuşudur. Bu yüzden, iyi kadınlar saygılıdırlar; Allah'ın kendilerini korumasına karşılık, gizliyi (iffet ve namusu) korurlar.»[219]
Bu durumda, aile düzeninin, huzur ve saadetinin sağlanması için, her otorite sahibine olduğu gibi, aile reisine de saygılı olmak, kadının başta gelen ailevî sorumluluğudur. Bu sebepledir ki, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «Kadın, kocasının hakkına riayet etmedikçe, Rabbinin hakkını (emrini) yerine getirmiş olmaz.»[220] «Kocasını memnun bırakmış olarak ölen bir kadın cennete gider.»[221]
Kadının, kocasına göstermesi gerken saygıyı daha sarih olarak ifade eden bir hadisin anlamı da şöyledir: «Eğer insanın insana secde etmesini emredecek olsaydım, kadınların kocalarına secde etmelerini emrederdim.»[222]
aa) Çocuğun maddî ihtiyaçlarının karşılanması: Çocukların beslenme, barınma giyim-kuşam ve tedavi gibi maddî ihtiyaçlarının karşılanması, ailenin başta gelen sorumluluğudur.
Hz. Muhammed (s.a.v.), kişinin, hayır yolunda harcadıklarının en sevaplı olanının, aile ferdi erinin geçimi için sarfettikleri olduğunu belirtmiş, başka bir hadisinde «İnsanın, bakmakla yükümlü olduğu aile ferdlerinin sefil bırakması, kendisine günah olarak yeter!»[223] buyurmuştur.
bb) Çocuğa sevgi ve şefkat gösterilmesi: Hz. Peygamber, torunlarını sevdiği bir sırada, bir arabm, on çocuğu olduğunu, fakat bunlardan hiçbirini sevip öpmediğini belirtmesi üzerine, Resûlullah'ın «Allah senin kalbinden merhameti çekip almışsa ben ne yapabilirim!»[224] buyurması, islâm'da çocuk sevgisine verilen önemin diğer bir ifadesidir.
cc) Çocuğun eğitimi: Çocukların dinî, ahlâkî, ilmî ve meslekî bakımdan eğitilip öğretilmesi, ebeveynin en önemli ve en zor görevidir.
Çocuğun aileden edindiği bilgiler ve intibalar, onun istikbaldeki dinî, ahlâkî, ictinfaî ve meslekî şahsiyetinin teşükkülünde önemli ölçüde etkili olacaktır. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.v.) «Hiçbir baba, çocuğuna, güzel terbiyeden daha değerli bir miras bırakamaz.» [225]buyurmuştur.
Büyükler çocukları büyük yerine koymayıp, aksine, kendileri onların seviyesine inmeli; onların eğitimi sırasında çocuk olduklarını daima gözönünde tutmalılardır. Nitekim Hz.Muhammed (s.a.v.) «Çocuğu olan, onunla çocuklaşsın» [226]buyurmuştur. Ö, çocuklarla şakalaşır, onların oyunlarına katılır, oyunlarını bozmamak için özel bir itina gösterir, bazen bunun için sıkıntılara bile katlanmaktan zevk duyardı.[227]
Kur'ân ve Sünnet başta olmak üzere, bütün îslâmî kaynaklar, insanın ebeveynine karşı vazifelerine, yaratılmışlara karşı olan diğer bütün vazifelerin en başında yer vermişlerdir. Kur'ân-ı Ke-rim'in şu kesin emri bunun en açık delilidir: «Rabbin, kendisinden başkasına kulluk etmeyin; ana-babanıza iyilik yapın, diye emretti. Onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlanırlarsa, kendilerine "öf deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle; onlara merhametle tevazu kanatlarını ger ve de ki: Rabbim! Nasıl ki onlar beni küçükken terbiye edip yetiştir dilerse, sen de onlara merhamet et!»[228]
Hz. Peygamber, üç defa tekrar ederek, yanındakilere:
«—Size, büyük günahların en büyüğünü söyleyeyim mi?» diye sordu.
«— Buyur, yâ Resûlallah! dediler.
«—Allah'a şirk koşmak ve ana-babaya asî olmak...» buyurdu.[229]
Hz. Peygamber (s.a.v.) —bedduadan hoşlanmamasına rağmen— şöyle buyurdu: «Sürünsün o kimse! Sürünsün o kimse! Sürünsün o kimse ki, ebeveyninin sağlığına yetişir de (onları memnun etmemiş olmak yüzünden) cennete giremez!»[230]
İnsanın medenî ve içtimaî bir varlık olduğu hususu, islâm düşüncesinin aslî kaynakları olan Kitap ve Sünnet'te yer almıştır. Kur'ân-ı Kerim, bunu şöyle ifade eder: «(Ey Muhammed), yeryüzünde ne varsa hepsini harcasan, yine de onları (insanları) biraraya getiremezdin. Fakat Allah onları birleştirip kaynaştırdı.»[231]
Hz. Peygamber, «Mü'min, kendisi insanlarla uyuşan ve insanların da kendisi ile uyaşabileceği kimsedir. Ülfet kurmayan ve kendisi ile de ülfet kurulamayan insanda hayır yoktur.»[232] buyurarak, insanların birlikte ve dostça yaşamalarının hem tabiî, hem de dinî ve ahlâkî bir zaruret olduğunu belirtmiştir.
islâm peygamberinin, «Size toplum (cemaat) halinde bulunmanızı ve ayrılıp parçalanmaktan kaçınmanızı emrederim. Çünkü şeytan, yalnız yaşayan adama yakın olup, beraber olan iki kişiden uzaktır. Kim cennetin orta yerinde olmak istiyorsa, cemaate katılsın.»[233]«(Müslüman) toplumdan bir karış ayrılan kimse, boynundaki îslâm bağını çözmüş demektir.» [234]gibi sözleri ve müslümanlar için imtisal örneği olan şahsî hayatı, onları topluma katılmaya zorlamaktadır. [235]
Kur'ân-ı Kerim, savaş gibi ya da meşru müdafaa gibi irademiz dışında ortaya çıkan kaçınılmaz sebepler dışında insan hayatına kıymanın ne kadar ağır bir suç olduğunu şu ifadelerle açıklamıştır:
«...Kim, bir cana karşılık veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (yani hak etmediği halde) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur.»[236]
Aynı ayetin devamında ise insan hayatına saygılı olmanın yüksek bir davranış olduğu şöyle ifade edilmiştir:
«Herkim de bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur.»
Başka bir ayette de, bir mü'mini kasden öldüren kimsenin ebediyyen cehennemde kalacağı belirtilmiş [237]ki, bu cezanın, Allah'a ortak koşmak veya O'nu inkar etmek dışında, sadece hayata kasdedenler için konulmuş olduğunu düşünürsek, islâm Dininde insan hayatının ne kadar değerli olduğunu daha iyi anlarız.
islâm'da muhterem ve dokunulmaz olan, sadece müslümanm hayatı değildir. Başka dinden olmakla beraber, müslümanlarla savaş halinde bulunmayan diğer toplumların insanlarının hayatı da prensip olarak dokunulmazdır, islâm Dini, bu gibi kimseleri öldüren müslümanlar için hukukî cezalar belirlemiş; ayrıca, Hz. Peygamber, müslümanlarla barış halinde bulunan topluma mensup (muâhid) bir gayr-i müslimi öldürmenin uhrevî cezasını şöyle ifade etmiştir:
«Herkim muahedeli bir insanı öldürürse cennetin kokusunu bile alamaz! Oysa cennetin kokusu kırk yıllık mesafeden hissedilir.»[238]
islâm'ın insanın yaşama hakkına verdiği bu önem, onun genel olarak insana verdiği yüksek değerden kaynaklanmaktadır. Aşağıdaki hadis bunun güzel bir örneğidir.
Bir yahudi cenazesi geçerken Hz. Peygamber oturduğu yerden cenazeye hürmeten ayağa kalktı. Yanmdakilerden biri onun bu tutumunu yadırgamış olmalı ki, «Ya Resûlallah, bu bir yahudi cenazesidir.» deyince Hz. Peygamber şu cevabı verdi: «O insan değil midir!»[239]
islâm dini, savaş halinde iken düşman tarafının kadınlarını ve çocuklarını öldürmeyi de yasaklamıştır.[240] Dünyanın birçok yerinde yalnızca hürler sınıfına hayat hakkının tanındığı, buna karşılık kölelerin insan bile sayımladığı bir dönemde Hz. Peygamberin şu kesin tavrı son derece manidardır:
«Kim kölesini öldürürse biz de onu ölümle cezalandırırız!»[241] Hayatı bizatihi değerli ve mukaddes kabul eden islâm ahlâkının intiharı müsamaha ile karşılayacağı elbette ki düşünülemez. Nitekim, «Dünyanın zeval bulması, Allah nezdınde bir mü'minin öldürülmesinden daha az önemlidir.»[242] buyuran Resûlallah (s.a.v.) intiharın dinî bakımdan ne kadar ağır bir suç olduğunu şu sözleriyle ifade etmişlerdir:
«Kendisini bir dağın tepesinden atarak intihar eden kimse, cehennemde de sürekli olarak yükseklerden ateşe atılmakla cezalandırılır. Kendi eli ile zehir içen ve bu yüzden Ölen kimse, cehennemde de sonsuza kadar hep zehir içirilmekle muazzep olur. Bir demir parçası ile kendi canına kıyan kimse, elindeki demir ile cehennemi boylar ve ebedi olarak bu demiri vücudunun muhtelif yerlerine saplamakla tecziye edilir...»[243]
İntihar edenin dinen sorumlu tutulmasının sebebi de inancını yitirmiş ve ilâhî inayete güvenini kaybetmiş olmasıdır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de «Allah'ın rahmet ve yardımından ancak kâfirler topluluğu ümit keser.»[244] Duyurulmuştur.
islâm cemiyetinde ferdlerin maddî ve ruhî sıkıntıları ile ilgilenmek ve çareler getirmek her müslümamn vazifesidir. Hz. Peygamberin şu hadisi, müslüman toplumda gelişmesi beklenen bu şuurun en güzel ifadesidir:
«Müslümanlar, birbirini sevmekte, birbirine acımakta ve birbirini korumakta, herhangi bir uzvu rahatsız olduğunda diğer uzuvları da bundan dolayı uykusuzluğa ve hummaya tutalan bir beden gibidirler.»[245]
islâm Dini, kendi kanunları çerçevesinde, mülk edinmeyi her insan için bir hak kabul ettiği gibi, herkesin kendi mülkünde, yine aynı kanunlara riayet şartıyla, dilediği gibi tasarrufta bulunmasını da vazgeçilmez ve dokunulmaz bir hak olarak kabul etmiş ve bütün müslümanlara, bu hakka saygılı olma vazifesini yüklemiştir.
«Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda bâtılla (doğru olmayan yollarla) yemeyin; kendi rızanızla yaptığınız ticaret olursa başka.»[246]
«Malı uğruna (yani-malım mütecavizlere karşı koruduğu sırada) öldürülen kimse şehiddir.[247]
İnsan, sadece bedenî varlığı ile değil, asıl ve daha önemli olan manevî varlığı ile de üstün bir değerdir. Bu sebeple Islan Dini, müslümanlann birbirlerinin ırz, namus, şeref ve haysiyetlerine saygılı olmayı emretmiş ve bunvnla ilgili olarak müslümanlara pek çok vazifeler yüklemiştir. İslâ.n ahlâkı, alay etmek, küfür ve hakaret, gıybet, haset, iftira gibi başkalarının şeref ve itibarım zedeleyici her türlü tutum ve dayanışları şiddetle yasaklamıştır. [248]
Mesken bir mahremiyet yuvasıdır ve her türlü tecavüzden, izinsiz girmekten ve tarassuttan masundur. Kur'ân-ı Kerim'de bununla ilgili olarak şöyle duyurulmuştur:
«Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere, izin alıp ev halkına selam vermedikçe, girmeyiniz. Bu sizin için daha iyidir. Herhalde düşünüp anlarsınız. Orada kimse bulamadınızsa size izin verilmedikçe oraya girmeyiniz. Eğer size «geri dönün, denilirse hemen dönün. Çünkü bu sizin için daha temiz bir dananıştır. Allah yaptığınızı bilir.»[249]
Hz. Peygamber bu âyeti açıklarken şöyle buyurmuştur;
«Biriniz, girmek için üç defa izin ister de cevap alamazsa hemen geri dönsün!»[250]
Peygamber (s.a.v.)'in kendisi de, huzuruna izinsiz giren bir sahabiye şu emri vermiştir: «Çık ve 'Selâmun aleyküm; girebilir miyim?' de!»[251]
İslâm hukuk ve ahlâkının, kanun önünde eşitlik ve adale: fikri üzerindeki hassasiyetini anlatması bakımından, bütün sahih hadis kitaplarında yer alan aşağıdaki hadis son derece öneimür:
Hz. Âişe'nin naklettiğine göre Beni Mahzum kabilesinde" bir kadın hırsızlık yapmıştı. Bu soylu kadının bağışlanmasını isteyenler, Hz. Peygamber nezdinde müstesna bir yeri olan Zeyzin oğlu Üsame'yi Peygamber (s.a.v.)'in huzuruna gönderdiler. Usame'nin af ricası üzerine, Resûlullah, «Allah'ın koyduğu kanunlardan birini uygulamaktan imtina etmemi mi istiyorsun!- dedi ve halka şu ölümsüz konuşmayı yaptı:
«Sizden Önceki milletlerin helakine sebep olan şu oldu: Mır, şerefli ve soylu biri hırsızlık (haksızlık) ederse onu bağışlarlar: fakat zayıf biri hırsızlık ederse onu da cezalandırırlardı. Allah, yemin ederim ki, kızım Fatıma hırsızlık yapmış olsa, tereddi: göstermeden onun dahi elini keserim!»[252]
Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulur:
«Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutun; kendinizi ana-babanız ve akrabanız aleyhine bile olsa, Allah için yanı Allah'ın huzurunda sorumlu olacağınızı düşünerek) şahitlik eden kimseler olunuz. (Haklarında şahitlik ettiğiniz kimseler) zengin de olsa fakir de olsa (ifadeniz değişmesin). Allah onlara daha yakındı. Hislerinize uyup da adaletten ayrılmayınız. Eğer dilinizi eğip büker, yahut (hakikati söylemekten) imtina ederseniz, biliniz ki Allah yaptığınızdan haberdardır.»[253]
İslâm'ın ortaya çıkışı, gerçek bir düşünce ve inanç hürriyeti hareketidir. Özellikle Mekke devrinde Hz. Muhammed (s.a.v.)'in karşı taraftan istediği şeylerin başında şu geliyordu: Kendisine ve öteki müslümanlara, inançlarını ve düşüncelerini serbestçe açıklama ve yaşama hürriyeti. Bu talebin ne çetin bir mukabele gördüğü bilinmektedir.
«Ayetlerimiz açık açık kendilerine okunduğu zaman kafirlerin suratlarında hoşnutsuzluk sezersin. Onlar, kendilerine ayetlerimizi okuyanların neredeyse üzerlerine saldırırlar!»[254]
«İnkar edenler, 'Bu Kur'ân-ı dinlemeyin; okunuşu sırasında gürültü çıkarın. Böylece belki ona galip gelirsiniz (kuru kalabalıkla Kur'ân'm sesini boğarsınız)! dediler.»[255]
Hz. Peygamber, müşrik zorbaların ağır saldırıları psikolojik ve iktisadî baskıları karşısında önce bir avuç müslümanı, iki grup halinde, daha toleranslı bir idarenin hakim olduğu Habeşistan'a göndermek, sonra da kendisi, geride kalan müslümanlarm tamamına yakın bir kısmı ile Medine'ye göç etmek zorunda kalmıştır.
islâm'da istibdad ve zor kullanma ile bir fikri boğmaya veya bir başka fikri kabul ettirmeye kalkışma hareketi, en başta Kur'ân-ı Kerim tarafından açık bir dille reddedilmiştir:
«Dinde zorlama yoktur.»[256]
«De ki: Ey insanlar! Rabbinizden size hak gelmiştir. Artık kim doğru yola girerse kendi iyiliğine girmiş olur; kim de haktan saparsa kendi aleyhine sapmış olur. Ben sizin üzerinize vekil değilim (sadece tebliğ etmekle görevliyim)»[257]
«Sen hatırlat (tebliğ et); çünkü sen sadece bir hatırlatıcısın; yoksa onların üzerine bir zorba değilsin.»[258]
Bu hatırlatmanın yani tebliğin usulü ise yine Kur'ân-ı Ke-rim'de şöyle tayin edilmiştir:
«Rabbinin yoluna hikmet (bilgi) ve güzel öğüt ile çağır; onlara karşı en güzel bir yolla mücadele et!»[259]
Hz. Peygamber, umumiyetle çevresindekilerin görüş ve düşüncelerine değer verir; genç-yaşlı ayırımı yapmaksızın, çeşitli meseleleri onlarla görüşür, tartışır ve icabında onların görüşlerini benimser ve uygulardı. O, samimiyetle şöyle buyurmuştur:
«Ben, bir insanım; dininizle ilgili (Allah tarafından) bir şey emredersem onu kabul edin; fakat sırf kendi görüşüm olan bir şey emredersem, bilin ki, ben de bir beşerim (yanılabilirim).»[260]
Kur'ân'da ve Sünnet'te bu prensipleri ifade eden pek çok ayet ve hadisten birkaçının manası şöyledir:
«Andolsun ki insanı biz yarattık,»[261]
«Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından (Adem ile Havva'dan) yarattık; tanışıp bilişesiniz diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz Allah katında en şerefliniz, takvaca en ileri olanınızdır.»[262]
«Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.»[263] «Biz insanoğlunu şerefli kıldık.»[264]
«Biz, kendilerine peygamberler gönderilmiş olanları da, bizzat peygamberleri de sorumlu tutacağız.»[265]
Kur'ân'm ve îslâm peygamberinin bu cihanşümul eşitlik mesajları, bizzat islâm'ın neşir merkezi olan Arap toplumu da dahil olmak üzere, dünyanın bütün medeniyetlerinde ırk, renk, dil, soy ve kabile gibi tabii ve biyolojik ölçülere dayanan sınıf ve asalet farklarının az veya çok ölçüde yaygın olduğu o dönemlerde olduğu kadar çağımızda dahi henüz insanlığın ulaşamadığı, fakat müslü-manların tarihte gerçekleştirmeyi başardıkları yüce bir idealdir. [266]
Evlenmeyi Peygamber'in sünneti sayan ve onun sünnetini terketmeyi ondan yüz çevirmek şeklinde değerlendiren[267] bir dinin, bu tabiî hakkı bazı insanlardan esirgemesi veya bu hakkın ihlâline izin vermesi düşünülemez. Müslümanlara beğendikleri kadınlarla evlenmeyi tavsiye eden Kur'ân-ı Kerim[268] «Aranızdaki bekarları, kölelerinizden ve cariyelerinizden iyi halli olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah onları kendi lütfü ile zenginleştirecektir. »[269] buyurmak suretiyle evlenmeyi ve evlendirmeyi teşvik etmiştir.
Hz. Peygamber de evlenme hakkına saygı göstermesinin gerekliliğine şu şekilde işaret etmiştir:
«Kişi din kardeşinin talip olduğu bir kadını veya kızı istemeyip, onunla evlenmesini veya onu almaktan vaz geçmesini beklesin.»[270]
Başkalarının özel hayatını izlemeye ve kusurlarım araştırmaya Kur'ân-ı Kerim'de ve hadislerde "tecessüs" adı verilmiş ve bu tutum ahlâkî fenalıkların en önemlilerinden biri kabul edilerek yasaklanmışır.
Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur: «Ey mü'minler; zandan çok sakının; çünkü zannın bir kısmı (asılsız ve) günahtır. Birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın (tecessüs) ve birbirinizin aleyhinde konuşmayın (gıybet).»[271]
Hz. Peygamber de şu emirleri vermektedir:
«Zandan şiddetle kaçının; çünkü zan sözlerin en yalanıdır. Birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın (tecessüs); birbirinizin kusurlarını gözetlemeyin (tehassüs) ve birbirinize kin gütmeyin. Ey Allah'ın kulları, kardeş olun!»[272]
«Kim bu dünyada müslüman kardeşinin kusurunu saklarsa Allah da âhirette onun kusurunu saklar (bağışlar); kim de bu dünyada müslüman kardeşinin kusurunu ifşa ederse Allah da âhirette onun kusurunu ortaya çıkarır.»[273]
İslâm Peygamberi şöyle buyurur:
«Allah'a yemin ederim ki, birinizin ipini eline alıp ormana giderek odun toplaması, sonra onu sırtında taşıyarak getirmesi (böylece geçimini sağlaması), birine giderek —versin veya vermesin— dilenmesinden daha hayırlıdır.»[274]
Kur'ân-ı Kerim'in şu ayeti, prensip itibariyle, müslümanlar arasında dayanışmanın kurulmasını amirdir:
«iyilik ve takva hususunda birbirinize yardım ediniz.»[275]
Gerek Kur'ân-ı Kerim'de gerekse hadis kitaplarında, müslümanlarm, yoksul ve himayeye muhtaç kimselere yardımcı olmalarını emreden ve bu gibileri barındırmanın, islâm toplumu için bir vazife olduğunu gösteren sayılamayacak kadar çok talimat vardır. Ayrıca, sadaka-i fitır, nezir, çeşitli keffâretler, zekat gibi malî harcamalar aynı gayeye hizmet için geliştirilmiş müesseselerdir.
Diğer yandan, «Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz: Devlet başkanı bir çobandır ve yönettiklerinden sorumludur...»[276] anlamındaki hadis, devlete halkın geçimini sağlama ve geçim imkanları hazırlama yükümlülüğünü getirmektedir. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) bir devlet reisi olması sıfatıyla, bu konudaki sorumluluğunu şöyle ifade etmiştir:
«Ben müzminlere kendilerinden daha yakınım. Bir kimse vefat eder de mal bırakırsa bu mal vârislerinindir; kimin de geride çotuk çocuğu yahut borcu kalır da buna karşılık malı kalmazsa, ben bu ailenin velisiyim, bana gelsinler»[277]
Kur'ân-ı Kerim'de «Allah size adalet ve ihsanı... emreder.»[278] buyurulmuştur. Bu ve benzeri ayetleri de dikkate alan bazı islâm bilginleri bütün ahlâkî görevleri "adalet vazifeleri" ve "ihsan vazifeleri" diye isimlendirilebilecek şekilde başlıca iki kısma ayırmışlardır: [279]
Adalet vazifeleri insan haklarının ifasını tazammun eder. Çünkü adalet, Hz. Peygamber'in ifadesi ile şunu âmirdir:
«Her hak sahibine hakkını ver!»[280]
Genel olarak, başkalarının zararına yol açan kötülüklerden uzak durmayı gerektiren bütün vazifeler, adalet vazifelerinin şümulüne girer. Hz. Peygamber, bu tür vazifeleri şu hadisleri ile Özetlemişlerdir:
«Müslüman müslümanın kardeşidir: Ona hiyanet etmez; onu yaralamaz; küçük düşürmez. Her müslümanın diğerlerine namusu, malı ve kanı haramdır. Takva işte burada (kalbde...)'dir. Müslüman kardeşini hor görmek, kişiye günah olarak yeter!»[281]
Daha muhtasar ve veciz olan bir hadis ise şöyledir:
«Müslüman, diğer müslümanların dilinden ve elinden zarar görmediği kimsedir.»[282]
«Dil ile zarar», başkalarının şeref, itibar, namus ve haysiyet gibi manevî haklarına saygısızlık, «el ile zarar» ise beden ve mal gibi maddi haklarına tecavüzdür. [283]
İnsanların birbirlerine karşı, çeşitli hal ve şartlara göre, ihsan nevinden olan pek çok vazifeleri vardır. Allah rızası için iyilik yapma niyetine dayanması şartıyla yapılan her hayır iş, söylenen her iyi söz, hatta gönülden geçirilen iyi niyet birer ihsandır. Her insan, kendi özel imkanları nisbetinde ihsanda bulunabilir. Varlıklı birinin yüzlerce insanın geçimini gönüllü olarak sağlaması ihsan olduğu gibi, bir_yetimin başım okşamak yahut bir çaresizi teselli edip ümit vermek ve gönlünü rahatlatmak da birer ihsandır. Bu nevi işlerin iyilik dereceleri, onların görünüşteki büyüklüklerinden çok, sahibinin niyetine ve imkanlarının elverişliliğine bağlıdır. Meşhur tabiri ile «Mü'minin niyeti amelinden hayırlıdır.» Kur'ân-ı Kerim1 de şöyle buyurmuştur:
«Güzel bir söz söylemek ve affetmek, arkasından eziyet gelen sadakadan daha hayırlıdır.»[284]
Buna karşılık, «Mallarını Allah yolunda iyilik için sarfedip, sonra verdiklerinin ardından başa kakmayan ve eziyet etmeyenlerin mükâfatları Allah kalındadır. Onlara korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de. »[285]
insanların haklarına riayet etmekle birlikte, gerektiği zaman onlara iyilik yapmak, ikram etmek ve onlar adına feragat ve fedakarlıkta bulunmak, her ne kadar hukukî bakımdan bir mecburiyet değilse de, dinî ve ahlâkî vazifelerdendir. Aşağıdaki hadis, ihsan nevinden olan bu vazifelerin önemini ve şümulünün genişliğini gösterir:
Hz. Peygamber şöyle buyurur:
«— Her müslüman üzerine, sadaka vermek (hayır yapmak) vaciptir, vazifedir.»
Yanındakiler sordular:
«— Ya Resûlallah, ya elinde imkânı yoksa?»
«— Kendi gücüyle kazansın; böylece hem kendisine faydalı olur hem de hayır yapar,» buyurdu.
«— Ya kazanç yolu bulamazsa?» diye sorduklarında da şöyle dedi:
«— Zor durumda olana, mazluma destek olsun.» «— Ya buna da imkân bulamazsa?» denilince şu cevabı verdi: «— O zaman (gücünün yettiği başka) iyilikler yapsın ve kötülükten uzak dursun. îşte müslüman için bu da sadakadır.»[286]
Bazı fakir sahabîlere maddî imkân sağlayacak durumda olmadığı zamanlarda, yardım edemeyeceği üzüntüsü ile, onları görmemeyi tercih eden Hz. Peygamber'e Kur'ân-ı Kerim şöyle buyurmuştu:
«Eğer, Rabbinden umduğun bir imkânı beklemek durumunda olduğun için onlara bakamıyorsan, hiç olmazsa kendilerine rahatlatıcı bir söz söyle.»[287]
Görülüyor ki, islâm ahlâkı insana, ne kadar zor şartlar altında bulunursa bulunsun, imkanları ne kadar kıt olursa olsun, iyilik yapma ve fazilet yolunda ilerleme firsatı vermektedir. Bu firsatla-nn genişliği, Hz. Peygamberin şu hadislerinde geçen örneklerde daha iyi görülmektedir:
«Her insanın, beden sağlığı dolayısıyla nail olduğu faydalara şükretmesi (yani bedenini hayırlı işlerde kullanması) bir iyiliktir; Allah'ın her günü, iki (hasım) arasında adaleti sağlamak, bir iyilik (sadaka) tir; bir insanın hayvanına binmesine veya yükünü yüklemesine yardımcı olmak, bir iyiliktir; gönül alıcı bir kelime konuşmak, bir iyiliktir; namaz için atılan her adım, bir iyiliktir; gelip geçene zarar veren bir nesneyi yoldan atmak da bir iyiliktir.»[288]
«Bir müslüman, bir ağaç diker yahut ekin eker de ondan başka bir insan yahut kuş yahut da başka herhangi bir hayvan yerse, muhakkak surette, bu bile o insan için sadaka yerine geçer.»[289]
İslâm Dini, insanın fıtratı konusunda gerçekçidir. Buna göre insan bir ruh-beden varlığıdır ve böylece ihtiyaçları da çift kutupludur. insanın, bunlardan yalnızca birine ağırlık vermes: kendi tabiatına aykırıdır. Kur'ân-ı Kerim'e göre insanlar, gene! ..arak cinsî hayat, çocuk edinme, mal sahibi olma gibi «dünya hacının metaı»'na düşkün olarak yaratılmışlardır.[290] «O, mal sevisine çok düşkündür.»[291] Bu gerçeği göz önüne alan Kur'ân-ı Kerim, insana şöyle der;
«Ey Âdemoğlu! Her mescidde (ibadet ve toplantı yerinde) zi-netinizi takının (temiz ve güzel elbiseler giyinin); yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah müsrifleri sevmez. (Ey Resulün. De ki: Allah'ın kulları için ortaya çıkardığı zinetleri, temiz ve hoş rızıklan kim haram etti? De ki: Bunlar dünya hayatine: nan edenler içindir; kıyamet gününde ise yalnız ve yalnız onlara mahsustur.»[292]
Fakat islâm Dini, yalnız maddi kıymetlere alaka göster': manevi kıymetlerin ihmalini de elbetteki doğru bulmaz. Eniydi, bu kıymetler alanının ikisi ile de alakalanmak ve bu kıymet: arasında mutlu bir birleşmeyi sağlamak, zor olan bu işi bakabilmektir.
«İnsanlardan kimi (sadece) "Rabbimiz! Bize dünyada ver" diye yalvarır. Böylesinin ahirette bir nasibi yoktur. Onlardan kimi de "Rabbimiz! Bize dünyada da güzellik ver, ahirette de güzellik ver ve bizi ateşin (cehennemin) azabından korur der. İşte bunların kazandıklarından nasipleri vardır.»[293]
«Yemek yiyip şükreden, oruç tutup sabreden kimse gibidir.»[294]
Bütün peygamberlerin ve daha başka yüksek manevi şahsiyetlerin birer meslek sahibi oldukları şeklindeki Islâmî telakki, islâm düşüncesinin maddî kıymetler ile manevî kıymetler arasında gerçekleşmesi beklenen mes'ud birleşime verdiği önemin ifadesidir.
Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
«—Allah'ın gönderdiği bütün peygamberler çobanlık yaptılar. »
Dostları sordular:
«— Sen de mi ya Resûlallah?»
«—Evet, ben'de...» dedi, vaktiyle birkaç kuruşa Mekke'lilerin koyunlarını gütmüştüm.»[295]
îslâm dini, insanın bütün zamanın ahiret işlerine ayrtmasını uygun bulmaz. «Allah, dünyadaki her şeyi sizlerin yararlanması için yaratmıştır.»[296] der. iktisadî faaliyetlerden uzaklaşarak, gece-gündüz namaz kılıp oruç tutan ve bu yüzden kendisinin ve ailesinin geçimini ihmal eden bazı sahabeler Peygamber (s.a.v.) tarafından ikaz edilmiştir.
Bununla beraber islâmiyet, insanın dünya işlerine bakışına ve yönelişine bir itidal getirmiştir. Esasen, aşırılığın hiçbir türlüsünü uygun bulmayan islâm, maddî ihtirası elbette kınayacaktır. Hz. Peygamber şöyle buyurur: «Altına ve gümüşe kul olan sürünsün!»[297] Çünkü bu ihtirasın birçok kötülüklere ve haksızlıklara sebep olduğu aşikardır. [298]
İslâm dini, ferdin mülkiyet hakkına ve teşebbüs kabiliyetine saygı gösterir. Sosyal hayatın diğer sahalarında olduğu gibi iktisadî alanda da ferdî şahsiyete ve onun maddî ve manevî haklarına değer verir. Ferdlerin teşebbüs ve tasarruuf hürriyetleri ile mülkiyet hakları Kur'ânji Kerim tarafından teminat altına alınmıştır. [299]
İslâm'da her hak ve imkan, bir sorumluluk ve vazifenin karşılığıdır. Hz. Peygamber bunu, verdiği şümullü örneklerle şöyle ifade etmiştir.
«Ahirette insan, hayatını nerede tükettiğinden, servetini nasıl kazanıp nerede harcadığından, ne gibi işler yaptığından, bedenini nasıl yıprattığından ve bildiklerini yaşayıp yaşamadığından sorguya çekilmedikçe Allah'ın divanından ayrılamaz.»[300]
Bu, egoist arzu ve kaprisleri tatminden öte; şahsî, ailevî ihtiyaçları karşılama, genel olarak insanların refahlarına, maddî-manevî gelişmelerine katkıda bulunma, nihayet Allah'ın rızasını kazanma niyetidir. [301]
Müslümânı, «diğer müslümanlarm, elinden ve dilinden zarar görmediği kimse» şeklinde tarif eden ve insanın, kendisine yapılmasını istediği şeyi, kendi de başkasına yapmadıkça gerçek bir mü'min sayılamayacağını belirten islâm ahlâkı için mesleki bilgi ve ehliyetin önemi açıktır. [302]
İslâm, ülke ve toplum yararına olmayan şeylerin üretim ve ticaretini haram kılmıştır. Bunlardan bir kısmı, islâm hukuku tarafından açıkça yasaklanmıştır ki, aşağıdaki hadiste bunlardan bir kaçına işaret edilmiştir:
Allah ve Resulü içkinin, (usûlüne uygun olarak kesilmeden veya avlanmadan önce) kendiliğinden ölmüş hayvan etinin, domuzun ve putların alım-satımını haram kılmıştır. »[303]
Diğer bir hadiste de şöyle denilmektedir:
«Allah bir şeyin kullanımını haram kılmışsa, ondan edinilen kazanç da haramdır.»[304]
Müslümanın temiz ve yüksek şahsiyeti, üstün hizmet anlayışı, kumar, hırsızlık, dolandırıcılık, zimmet, faizcilik, tefecilik, spekülasyon (ihtikar), rüşvetçilik ve kaçakçılık gibi toplum zararına olan ve insanlık şerefi ile bağdaşmayan yollardan kazanç sağlama zilletine izin vermez. [305]
İşverenin işçiye, islâm'ın ölçüleri içerisinde, zamanın ve örfün icaplarına göre makul bir ücreti zamanında ödemesi ve diğer maddi ve manevi haklarına riayet etmesi gerekir. Bir kudsî hadiste Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
«Üç zümre vardır ki, kıyamet gününde onlarla hesaplaşacağım! Beni şahit tutarak söz verdikten sonra sözünde durmayanlar, hür insanı satarak bedelini yiyenler ve işçi çalıştırıp ondan yararlandığı halde ücretini vermeyenler.»[306]
Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyurdu:
«işçinin ücretini, teri kurumadan (aksatmadan zamanında) ödeyiniz.»[307]
tslâm ahlâkı, daha ahlâkî ve insanî olarak, işçi-işveren arasında hayat düzeyinin eşit olmasını öğütler:
«Hizmetinizde kullandığınız kimseler, sizin ancak kardeşlerinizdir. Allah onları sizin elinize emânet etmiştir. Bu sebeple onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin... »[308]
Kur'ân-ı Kerim, müslümanların usulsüz yollarla birbirlerinin haklarını yemelerini prensip olarak-yasaklamıştır. Bu sebeple işçi, kendi haklarına, karşı taraftan beklediği saygıyı, aynı şekilde kendisi de göstermeli; işveren gibi o da bu konuda hakkaniyete, karşılıklı rıza ile düzenlenmiş sözleşme esaslarına ve şartlarına uymalıdır. Hz. Peygamber, «Müslümanlar, kabul ettikleri şartlara uymak zorundadırlar. »[309] buyurmuş ve sözleşme yapıldığı halde buna uymamayı "münafıklık alâmeti» olarak nitelemiştir.[310]
Kur'ân-ı Kerimde de sözleşme ile verilen ahidlere uymanın gerekliliği ısrarla belirtilmiş ve müslümanların belli-başlı özelliklerinin sayıldığı uzunca bir ayetin bir yerinde «onlar anlaşma yaptıklarında ahidlerini yerine getirirler.»[311] denilmiştir.
Kur'ân-ı Kerim'deki bir ayet, işçinin işi ile ilgili aslî görevlerini belirtmektedir:
Senin iş verdiğin kimselernin en iyisi, güçlü ve emniyetli , olandır.»[312]
Şu halde işçinin iki aslî-görevi vardır:
a) Fizik gücünü kullanmak yani kurallara göre yapması geredan ve emeğini esirgemeden yapmak,
b) Emniyetli olmak yani işyerini ve oradaki araç-gereçleri birer emanet kabul ederek esirgemek, zarar vermemek, tahrip etmemek, buna izin vermemek. [313]
İslâm kardeşlik dinidir ve ferdlerin, genel olarak, kendilerine yapılmasını istemedikleri işleri, kendilerinin de başkaları aleyhine yapmamalarını emreder.
îslâm o günkü hayat şartları içinde toplumun zararına olan harcamaları bildirmiş ve bunları hususiyle yasaklamıştır ki, içki, kumar, fuhuş, rüşvet bunlardan bazılarıdır. [314]
Harcama ve tüketimin önceliği sırasında zorunlu maddeler başta yer alır. îslâm Dini "nefsin devamı" için gerekli olan imkanlardan yeteri kadar faydalanmayı tabii ve zorunlu görür. Ayet ve hadislerden daha Önce verdiğimiz örnekler göstermiştir ki, îslâmı zühd kişinin kendisini ve ailesini aç-açık ve sefil bırakması pahasına dünyaya sırt çevirmek anlamına gelmez.
Rahatlık ve kolaylık sağlayıcı maddeler için harcamalar yapmak da Peygamber (s.a.v.) tarafından uygun görülmüş ve teşvik edilmiştir. Bizzat kendisinin de hizmetçileri ve binek hayvanları vardır. Temiz ve yeni elbise giyer, güzel koku sürünürdü. Huzuruna pejmürde kıyafetle gelen birine:
«— Senin malın-mülkün yok mu?» diye sordu. Adam:
—Var...» dedi. O yine sordu:
«— Ne çeşit mal?» Berikisi:
«— Yüce Allah bana her çeşit maldan verdi,» dedi. O zaman Resûlullah şöyle buyurdu:
«—Allah sana mal verdiyse, O'nun nimet ve ikramının eseri üzerinde görülmelidir!»[315]
Yine Hz. Peygamber, faziletli bir eşi, geniş bir meskeni, iyi bir komşuyu ve dertsiz bir bineğe sahip olmayı saadetin unsurlarından saymıştır.[316]
Lüks maddelerin tüketimine gelince, bu yöndeki harcamaların haram kılındığı kesindir. Çünkü, bu tür maddelere düşkünlük, Kur'ân-ı Kerim'in tabiri ile, insanların kalblerini katılaştmr; yani onları Allah'a saygı ve itaattan, insanlara sevgi ve şefkatten uzaklaştırır; onları bencil, muhteris, gururlu ve kibirli yapar. [317]
Dinen haram kılman maddeler ile lüks sayılanların tüketimi israf olduğu gibi, helal kabul edilen maddelerin, günün icaplarına göre ihtiyaçtan fazla tüketimi de haramdır. «Yiyiniz, içiniz; israf da etmeyiniz. Çünkü Allah müsrifleri sevmez.»[318]
Islâmî telakkiye göre servet, bir nimet ve imkan olduğu kadar, bir yüktür de. Çünkü Kur'ân-ı Kerim servetin bir "fitne" yani imtihan vasıtası olduğunu bildirmiştir. Peygamber'in deyimi ile, "malı zayi etmek" yani yerinde kullanmayarak saçıp savurmak, kişiyi ağır bir vebal altına sokar. [319]
Hz. Peygamber, cömert insan ile cimri kişinin psikolojik hal-. lerini şöyle tasvir etmiştir:
«Mal hırsı demir zırh gibidir. Cömert insanda yardım arzusu mal hırsına galip gelir; cömertlik yaptıkça üzerindeki sıkıcı zırh gevşer; yani mal hırsının verdiği gönül rahatsızlığından kurtulur, ferahlar; aynı zamanda, başkalarının ızdıraplarını hafifletmiş olacağından dolayı vicdan huzuru duyar. Buna karşılık, cimri insandaki mal hırsı, kendisini gittikçe daralan bir zırh gibi huzursuz eder; insanların ıztıraplarını görmekten dolayı vicdanen rahatsız olmasına rağmen, cimrilik yüzünden, vicdanını rahatlatacak müsbet faaliyetler gösteremez; böylece cimrilik huyu kendisini tam bir baskı altına alır.»[320] Bu sebeple Resûlullah (s.a.v.) cimrilik duygusundan Allah'a sığınmıştı.[321] Yine o, cimrilik konusunda müslümanları uyararak, geçmişte bazı kavimlerin cimrilik yüzünden birbirlerinin mallarına saldırmak, kanlarını akıtmak suretiyle helak olduklarını belirtmiş;[322] böylece bencillik ve menfaatçiliğin ifadesi olan bu tutumun sosyal patlamalara yol açraa«v mn kaçınılmaz olduğunu tesbit etmiştir. [323]
Ahmed Emin, Fecru'l-Islâm, Beyrut 1959
Akarsu, Bedia, Ahlâk Öğretileri, I, Mutluluk Ahlâkı, istanbul 1970
Aristotalis, îlmu'l-ahlâk ilâ Nikomahos, trc. A. Lutfı es-Seyyid, Kahire 1924.
Arkoun, Muhammed, I'Ethique musulman d'apres Mavoardi, Paris 1964
Aster, Prof. Dr. Ernst, von, «Kant Ahlâkı» Üniversite Konferansları (1941-1942)1 den
Aynî, M. Ali, Ahlâk Dersleri, istanbul 1943.
Bilmen, Ömer Nasuhî, Hukuk-ı Islâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, istanbul 1967.
Boer, T.J. de, İslâm'da Felsefe Tarihi, trc. Yaşar Kutluay, Ankara 1960.
Bousquet, G.H., La Morale de I'Islâm et Teihuaue sexuelle de I'Islâm, Paris, 1966.
Buharı, Ebu Abdillah Muhammed, Sahihul Buharı, istanbul 1979, el Edebül-müfred, Kahire.
Caro M. E., FExemın critıçue de la morale utilitaire, Paris.
Canan, Doç. Dr. ibrahim, İslâm'da Çocuk Terbiyesi, Ankara trz.
Çağrıcı, Mustafa, GazalVye Göre îslâm Ahlâkı, istanbul 1982.
Dıraz, M. Abdullah, Düsturu'l-ahlâ fi'l-Kur'ân, trc. Abdussabür Şahin, Beyrut 1973.
Durkheim, Emil, I'Education morale, Paris 1925
Alslan, Zeki Mesut, «Milletlerarası Hukukta Ahlâk» insan Hakları Dergisi.
Eraydm, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 1981.
Eş'arî, Ebu'l-Hasen, Kitabu'Uluma, Beyrut 1953.
Farabî, Tahsilu's-Saade, Haydarabad 1345.
Gazali, îhyau Ulumi'd-din, Mısır, 1334 ve Beyrut.
Hamîdullah, Muhammed, islâm'a Giriş, tere. Kemal Kuşçu, İstanbul 1961
İbn Haldun, Mukaddime, Beyrut tsz.
İbn Hazm, Risâletu'l-ahlâk, Kahire 1962.
İbn Miskeveyh, Tehzibu'l-ahlâk, Mısır 1327.
İbn Sina, Risaletu'l-kader, Mısır 1328.
Ihvan-ı Safa, Resail, Beyrut, tsz.
İrfan Abdulhamid, İslâm'da îtikadî Mezhebler ve Akaid Esasları trc, M. Saim Yeprem, İstanbul 1981
Kant, Pratik Aklın Eleştirisi, Ankara 1980
Karaman, Hayreddin, Mukayeseli İslâm Hukuku,!, İstanbul 1978
Kardavi, Yusuf, el-Halal ve'l-haram, fi'l-îslam, Kahire Katib Çelebi, Keşfuz-Zunun, İstanbul 1941 Kitab-ı Mukaddes, istanbul 1976 Kraus, H., Pines, S., I. A. "Râzi" mad.
Kutluay, Doç. Dr. Yaşar, îslâm ve Yahudi Mezhepleri, Ankara tsz. Matüridî, Ebu Mansur, Kitabu't-tevhid, İstanbul tsz. Mekkî, Ebu Talib, Kutu'l-kulûb, Mısır, 1310 Muhasibi, Er-riaye li-hukukı'llâh, Kahire, tsz. Rousseau, J. J., Emil, trc, Komisyon, istanbul 1943 Ülken, H. Ziya, Ahlâk, istanbul, 1946
Weber, Alfred, Felsefe Tarihi, trc, H. Vehbi Eralp, istanbul Zeydan, Abdulkerim, el-Veciz, Bağdad 1967 [324]
[1] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/63-64.
[2] Muvatta, Husnü'1-hulk, 8
[3] En'âm 7/11-12.
[4] Bakara 2/195.
[5] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/65.
[6] îbn Hanbel III, 425.
[7] Buharı, Menakib, I, Enbiyâ, 8.
[8] T. H. Weir,î. A. "Cahiliye" md
[9] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/66-68.
[10] İbn Haldun Mukaddime, s. 125.
[11] T.H. Weir,İ.A. "Cahiliye" mi
[12] Âli lmrân, 3/103.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/68.
[13] M.J. de Geoeje,Î.A. "Arabistan" md. (Etnografya).
[14] Ali İmran 3/26; Nûr 24/33.
[15] Buharı, Vasaya, 9.
[16] Insân76/9.
[17] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/68-69.
[18] Bakara 2/231.
[19] Kehf 18/28.
[20] Kaf 50/16.
[21] Bakara 2/77; En'âm /3.
[22] Nisa 4/59.
[23] Aynı âyet.
[24] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/69-71.
[25] İbn Haldun Mukaddime, s. 149-151.
[26] İbn Haldun, a.g.e.., s. 150.
[27] Buharı, Edeb. 27.
[28] Buharı, Mezâlim, 4; İkrah, 7.
[29] Maide 5/2.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/71-72.
[30] Geniş bilgi için bkz. M. Yaşar Kandemir, Örneklerle İslâm Ahlâkı, s. 70 vd
[31] Nûr 24/33.
[32] el-Belhî el-Havîî, el-îslâm ve'1-mer'etü'l-muâsıra, s. 13.
[33] En'âm 6/151; îvâ 1 7/31.
[34] M.J. de Goeje, Î.A. "Arabistan" md, (Etnografya).
[35] Buharı, Hacc, 132.
[36] Nur 24/4-6.
[37] En'âm 6/151; İsrâ 17/31.
[38] Nahl 16/56-59.
[39] Nisa 4/24-25.
[40] îsrâ 17/23-25.
[41] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/72-74.
[42] Müslim, Müsafırin, 139.
[43] Alak 96/1-5; Müdessir 74/1-7.
[44] Ahzâb 33/21.
[45] Bkz. msl. Abese 80/1-7; Tahrim 66/1-2.
[46] Ali İmran 3/110.
[47] Tirmizî Kıyame, 49; İbn Mace, Zühd, 30.
[48] Yusuf 12/23-24, 53.
[49] Muvatta. Husnu'1-hulk, 8.
[50] Maide 5/3.
[51] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/75-77.
[52] Müslim, Fedail, 126; Darimî, Mukaddime, 8; îbn Hanbel, IV., 395, 404, 407; V., 405.
[53] el-Münavî, Feyzu'l-kadir şerhu Câmii's-sahih, hadis no.310.
[54] M.G. Demombynes, Mahomet, Paris 1957, s. 599-600.
[55] Hamidullah, İslâm Peygamberi, trc. Salih Tuğ, İst. 1990, II, 664.
[56] Fahreddin Razi, Mefaühu'l-Gayb, XVIII, 70-71.
[57] Suyutî, el-hasaisu'1-Kubrâ Kahire, ts. III, 287, 290, 296.
[58] Bk. Kettanî, et-Terâtibii'lîdariyye, 1,196 (Beyrut ts.).
[59] Mesela, bk. En'am, 68; Mii'min, 55; Abese, 1.
[60] M. Watt,Hz. Muhammed, trc. H. Örs, îst. 1963, s. 246.
[61] îbn Hazm, el-Ahlâk ve's-Siyer, Kahire, 1962. s. 19-20.
[62] îbn Hazm, a.g.e., s. 50.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/78-88.
[63] Müslim, Birr, 14.
[64] Tin 95/4-6.
[65] Âlİ lmrân, 3/167.
[66] Hucurât, 49/14.
[67] Yusuf 12/2; Zuhruf 43/3.
[68] Naziat, 79/37-41.
[69] Furkan, 25/43; Câsiye 45/23.
[70] Darimî, Mukaddime, 35.
[71] Bakara, 2/170-171.
[72] Tirmizî, Birr, 62.
[73] Yusuf 12/53.
[74] Müslim, Müsafırin, 201; Nesaî, îftitah, 16,17
[75] Şems 91/8.
[76] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/89-92.
[77] Müslim, Cennet, 1.
[78] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/93.
[79] îbn Hanbel, IV, 226; Darİmî, Nikâh, 3.
[80] A'râf, 7/32.
[81] Tirmizî, Zühd, 29; îbn Mace, Zühd, 1.
[82] Kehf, 18/46.
[83] îbn Hanbel, IV, 97.
[84] Muhammed, 47/12.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/93-94.
[85] Âli İmrân, 3/110.
[86] Haşr 59/9.
[87] Msl. bkz. Buharî, Enbiyâ, 54; Mezâlim, 23; Hars, 6; îbn Hanbel, IV, 479.
[88] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/94-95.
[89] Bkz. Feth, 48/11; En'âm, 6/17; Yunus 10/18; Isrâ, 17/56.
[90] Tecrİd-i Sarih Tercümesi, XII, 72.
[91] Tamamiyle felsefî metoddan hareketle ahiret saadetini isbata çalışan filozofların başında Kant gelir. O, İslâm hakkında ciddî malûmata sahip olmadığım gördüğümüz «Pratik Aklın Eleştirisi» adlı kitabında ahlâkı mutlak ve aşkın bir temele oturtmak gerektiğini görmüş; böylece kendi ahlâk felsefesini, içine düştüğü zevksizlikten, katı kuralcılıktan ve muhtevasız kalıplar olmaktan kurtarmak düşüncesiyle, bütün ilahî dinlerde müşterek olan Allah'ın varlığı, ölüm-ötesi hayat ve en yüksek iyinin gerçekleşmesine, yani faziletli insanın, hak ettiği saadete ahirette ulaşacağına inanmanın gerekli olduğu sonucuna varmıştır. Böylece Kant, ciddiye almadığı "Mu-hammed'in cenneti'nden (Pratik Alın Eleştirisi, s. 131) pek farkı olmayan isa'nın cennetini tanımak zorunda kalmıştır (bkz. a.g.e., s. 120 vdd.).
[92] Enbiyâ, 21/47.
[93] Tevbe, 9/72.
[94] Buharî, Bed'u'l-vahy, 8; Tevhîd, 35; Müslim, Cennet, 5, 6.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/95-97.
[95] Şems, 91/8.
[96] Bakara, 2/216.
[97] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/98-99.
[98] Hicr, 15/99.
[99] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/99.
[100] İnsan, 76/3.
[101] Mülk, 67/3.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/99.
[102] Beled, 90/10-16.
[103] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/100.
[104] însân 76/8-9.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/100-101.
[105] Bakara, 2/44.
[106] Buharî, Fedailu'l-ashab, 18; nesaî, Sarik, 6.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/101.
[107] Ahzâb, 33/36.
[108] Tahrim 66,1; Müslim. Fadailu's-sahabe, 95; İbn Hanbel, III, 12, 61; Ebu Dâvud, Akdıyâ, 12.
[109] Msl. bkz. Bakara (2), 83-85; Hûd 14/84-95; Hicr, 15/61-79.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/101-102.
[110] A'râf,7/6.
[111] Mü'minûn, 23/115.
[112] Ankebût, 29/2.
[113] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/103-104.
[114] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/104.
[115] Darimî, Buyu', 2.
[116] Müslim, Birr, 14.
[117] İbnHanbel,V,251.
[118] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/104-105.
[119] Buharî, Edeb, 26.
[120] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/105-106.
[121] Tegabun, 64/11.
[122] Kehf, 18/28; Muhammed, 47/16.
[123] Mü'minun, 23/115; Kıyâme, 75/36.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/107.
[124] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/107.
[125] Hucurât, 49/7.
[126] Tirmizî, Kıyamet, 8.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/107-108.
[127] Ahd-i Cedid, Matta, 23/21.
[128] Enbiyâ, 21/105.
[129] Müslim, iman, 78; Ebû Davud, Salât, 232.
[130] Bakara, 2/217.
[131] Nisa, 4/59.
[132] Âli İmrân, 3/104.
[133] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/108-109.
[134] Buharı, Cumua, 11.
[135] îsrâ, 17/34.
[136] Nisa, 4/59.
[137] Buharı, îmân, 27, 31.
[138] İbn Hanbel, II, 144; Buhârî, Ahkâm, 4.
[139] Âli lmrân, 3/30.
[140] Sâffat, 37/24.
[141] Meryem, 19/29.
[142] Ahzâb, 33/6-68.
[143] Tarık 86/9,10.
[144] Tâ-Hâ, 20/7.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/109-112.
[145] İsrâ, 17/70.
[146] İbrahim, 14/34.
[147] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/112.
[148] Buharı, Hudud, 22; Talâk, 11.
[149] En'âm, 6/60.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/113.
[150] Kasas, 28/59.
[151] İsrâ, 17/15.
[152] Buharı, Salât, 31.
[153] Baraka, 2/286.
[154] İbn Mâce, Talâk, 16.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/113-114.
[155] Fussılet, 41/46.
[156] Buharı, Itk, 6.
[157] Buharı, l'tisâm, 21.
[158] İsra, 17/25.
[159] Saffat, 37/96.
[160] A'râf, 7/88.
[161] Ahzâb, 32/5.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/114-115.
[162] Nisa, 4/111.
[163] Lokman, 31/33.
[164] Sebe'(34),25.
[165] En'âm, 6/, 164.
[166] Yûsuf, 10/79.
[167] Müslim, îlm, 15; Zekât, 79.
[168] Müslim, Vasıyyet, 14; Ebû Dâvud, Vasâyâ, 14
[169] Mâide, 5/78-79.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/116-117.
[170] İbn Hanbel, V, 251, 252.
[171] Darimî, Buyu', 2.
[172] Gös.yer.
[173] Kayâme, 75/2; Şuarâ, 26/89.
[174] Zuhruf, 43/36-39.
[175] Kehf, 18/28.
[176] Ra'd, 13/28-29.
[177] Âli İmrân, 3/135
[178] Şems, 91/8-10.
[179] Tirmizî, Tefsir 56/6.
[180] Beled, 90/10-17.
[181] Tirmizî, Kıyam, 49.
[182] Tirmizî, Tefsir, 13/1.
[183] Tirmizî, Tefsir, 56/6.
[184] Darimî, Mukaddime, 29.
[185] Buharı, Edeb, 39.
[186] Muvatta, Vasıyye, 7.
[187] Darimî, Mukaddime, 34.
[188] Hacc, 22/37.
[189] Müslim, Birr, 32.
[190] Buharî,Tevhîd,47.
[191] Darimî, Rikak, 28.
[192] Ankebût, 29/45.
[193] İbn Kesir, Tefsir, II, 414.
[194] Buharî, Bed'ul-vahy, I.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/117-121.
[195] Muhammed, 47/12.
[196] Bakara, 2/195.
[197] Buhari,Savm,55.
[198] Müslim, Kader, 34.
[199] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/1213-124.
[200] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/124.
[201] EbuDavud,Ilm,l.
[202] Tirmizî,llm,19.
[203] Zümer, 39/9.
[204] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/124-125.
[205] lbnHanbel,I,318.
[206] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/125.
[207] Buharî,Edeb,39.
[208] Ebû Dâvud, Sünnet, 14.
[209] Buharî, Fadaüu's-Sahabe, 27.
[210] Fussılet, 41/46.
[211] Buharı, İmân, 39.
[212] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/125-126.
[213] Nisa, 4/1.
[214] îbnMâce, Nikâh, 1.
[215] Buharî, Savm, 10.
[216] Rûm, 30/21.
[217] Ebû Davud, Zekât, 32.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/127-128.
[218] Buharı, Ahkâm, 1; îmâre, 20.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/128.
[219] Nisa, 4/34.
[220] îbnMâce, Nikâh, 4.
[221] Gösyer.
[222] Ebû Davud, Nikâh, 40.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/128-129.
[223] Ebû Davud, Zekâ, 45.
[224] Müslim, Fadâil, 64.
[225] Et-Tâc, V, 8.
[226] Hadisin kaynağı için bkz. Doç. Dr. İbrahim Canan, İslam'da Çocuk Terbiyesi, s. 96.
[227] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/129-130.
[228] îsrâ, 17/23-24.
[229] Buharı, Edeb, 6.
[230] Müslim, Birr, 8.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/130-131.
[231] Enfâl, 8/63.
[232] îbn Hanbel, II, 400; V, 330.
[233] Tirmizî, Fiten, 7.
[234] Tirmizî, Âdab, 78.
[235] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/132.
[236] Mâide, 5/32.
[237] Nisa, 4/93.
[238] Buharî, Cizye, 5; Diyât, 30.
[239] Buharî, Cenaiz, 50.
[240] Ebu Davud, Cihad, 111.
[241] Ebu Davud, Diyât, 17; Nesaî, Kasame, 11,17.
[242] Nesaî, Tahrîm, 2.
[243] Müslim, İman, 175; Tirmizî, Tıb, 7.
[244] Yûsuf, 12/87.
[245] Buharî, Edeb. 26.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/133-135.
[246] Nisa, 4/29.
[247] Tirmizî, Diyât, 22.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/135.
[248] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/135.
[249] Nur 24/27-28.
[250] îbn Kesîr, Tefsir, III. 269.
[251] Gös. yer.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/135-136.
[252] Buharı, Fadâilu Ashab, 18; Magâzî, 53; Hudûd, 11, 12...
[253] Nisa, 4/135.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/136-137.
[254] Hacc, 22/72.
[255] Fussılet, 41/26.
[256] Bakara, 2/256.
[257] Yûnus, 11/108.
[258] Gaşiye, 88/21-22.
[259] Nemi, 27/121.
[260] Müslim, Fadâil, 140.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/137-138.
[261] Kaf, 50/16.
[262] Hucurât, 49/13.
[263] Tin, 95/4.
[264] îsrâ, 17/70.
[265] A'râf, 7/6.
[266] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/138-139.
[267] Tirmizî, Tefsir, 49, 5; Menâkıb, 73; Ebû Davud, Edeb, 111.
[268] Nisa, 4/3.
[269] Nûr, 24/32.
[270] Buharî, Nikâh, 45.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/139.
[271] Hucurât, 49/12.
[272] Buharî, Nikâh, 45.
[273] îbn Mâce, Hudûd, 5.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/139-140.
[274] Buharî, Zekât, 50.
[275] Mâide, 5/2.
[276] Buharî, Vasiye, 9.
[277] Buharî, ferâiz, 4, U.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/140-141.
[278] Nahl, 16/90.
[279] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/141.
[280] Buharî, Savm, 51; Tirmizî, Zühd, 64.
[281] Buharî, Mezâlim, 3.
[282] Buharî, îman, 4, 5.
[283] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/141-142.
[284] Bakara, 2/263.
[285] Bakara, 2/262.
[286] Buharı, Zekât, 30, Ebed, 33.
[287] Isrâ, 17/28.
[288] Tecrîd-i Sarih, V, 356-357.
[289] Buharı, Itk, 2.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/142-143.
[290] Âli îmrân, 3/14.
[291] Âdiyât, 100/8.
[292] A'râf, 7/31.
[293] Bakara, 2/200-202.
[294] Buharı, Et'ıme, 56.
[295] Buharî, İcara, 2.
[296] Bakara, 2/29.
[297] Buharî, Cihad, 70.
[298] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/144-145.
[299] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/146.
[300] Tirmizî, Kıyâme, 1.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/146.
[301] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/146.
[302] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/146.
[303] Buharı, Buyu, 105; Müslim, Buyu, 93; îbn Mâce, Ticârât, 11.
[304] Ebû Davud, Buyu, 63, 64.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/147.
[305] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/147.
[306] Buharı, İcara, 10.
[307] îbn Mâce, Ruhun, 4.
[308] Buharı, îman, 22.
Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/147-148.
[309] Buharî, îcâra, 14.
[310] Buharı, îman, 24.
[311] Bakara, 2/177.
[312] Kasas, 28/26.
[313] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/148.
[314] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/149.
[315] Ebu Davud, Libas, 14; Tirmizî, Edeb, 54.
[316] îbn Hıbban'ın Sahih'inden naklen Yusuf Kardavî, el-halal ve'1-harâm, fi'l-îslâm, s. 94.
[317] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/149-150.
[318] A'râf, 7/30.
[319] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/150.
[320] Buharı, Zekât, 29.
[321] Buharı, Cihad, 74.
[322] Müslim Birr, 56.
[323] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/150-151.
[324] Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/153-154.