ASR-I SAADET'TE ÂDÂB-I MUAŞERET
I. MUAŞERET ESASLARI VE ÂDABIN ÖNEMÎ
A- Ferd Açısından Edebin Önemi
B- Toplum Açısından Edebin Önemi
C- İbadetler Açısından Edebin Önemi
ÖZEL İLİŞKİLERDE MUAŞERET ESASLARI
A- İbadette Samimi Ve İhlas Sahibi Olmalı
B- Allah Hakkında Konuşurken Sözlere Dikkat Etmeli
C- Allah'tan Gelen Her Şeyi Saygı İle Karşılaman
II. Hz. Peygamberle İlişkilerde Âdâb-I Muaşeret
A- Bir İnsana Sevgi Onu İlahlaştırmamalı
C- Yanında Saygısızca Yüksek Sesle Konuşulmamak
D- Rasûlullah, Adı Ve Lakabıyla Çağrılmamalıdır
E- O'na Argo Sözler Söylenmemelidir.
III. Hz. Peygamberin Hanımlarıyla Âdâb
A- Hicap (Örtünme) Ayeti Gelmeden Önceki
B- Hicap (Örtünme) Ayetinin Getirdiği Esaslar
AİLE İLİŞKİLERİNDE MUAŞERET ESASLARI
I. Karı-Koca İlişkilerinde Âdap
A- İslâm'da Evlenme Ve Usulleri
1. Evlenecek Adayların Birbirini Görmesi
2. Evlenecek Adayların Birbirlerini İstemesi
3. Hıtbe (Dünür Olma) Ve Adabı
A- Kadının Erkekte Arayacağı Vasıflar
B- Erkeğin Kızda Arayacağı Vasıflar
B- Kadının Uymak Zorunda Olduğu Muaşeret Esasları
2- Aile Mahremiyetlerini Muhafaza Etmeli
3. Aile Sırlarını İfşa Etmemeli
C- Kocanın Uymak Zorunda Olduğu Muaşeret Esasları
4. Karı İle Kocanın Geçimsizliği Anında Akrabalara Düşen Görev
D- Ebeveyn- Evlad İlişkilerinde Âdâb
1. Anne ve Babanın Uyması Gerekli Âdâb
B) Acıma Duygusunu İhmal Etmemek
E) Karı-Koca Mahremiyetleri, Çocuklara Karşı Gizli Tutulmalı
2- Çocukların Uyması Gerekli Muaşeret Esasları
SOSYAL İLİŞKİLERDE MUAŞERET ESASLARI
I. Kadın-Erkek İlişkilerinde Âdâb
C- Erkeğin Yabancı Kadınla Âdabı
D- Kadının Yabancı Erkekle Âdabı
F. Birbirlerine Mahrem Olanların Âdabı
Iı. Komşuluk İlişkilerinde Adâb
III. Gayri Müslimlerle İlişkilerde Âdâb
A- Savaş Halinde İken Uyulması Gerekli Adâb
B- Sulh Halinde İken Uyulması Gerekli Adab
IV. Yetim Ve Kimsesizlerle İlişkide Âdâb
İffetli Fakir, İlan Edilmemeli
YAKLAŞTIRICI NİTELİKTE GENEL İLİŞKİLER
II- Başkalarına Karşı Saygılı Olmak
A- Her İnsana Karşı Saygılı Olmak
C) Meclise Gelen Şahıs İçin Ayağa Kalkmak
D) Meclisten Ayrılırken İzin İstemek
M. Zeki Duman 1952 Yılında Sivas'a bağlı Şarkışla ilçesinde doğdu- kokulu köyünde; orta, lise ve yüksek tahsilini Kayseri'de tamamladı. 1977 yılında Kayseri Yüksek islâm Enstitüsüne tefsir asistanı olarak girdi. 1985'de doktor, 1987'de doçent ve İ993'te de Profesör oldu. Halen Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde Öğretim üyesidir. Eserleri:
- Kur'ân-ı Kerim ve Tıbba Göre İnsanın Yaratılışı
- Uygulamalı Tefsir Usulü ve Tefsir Tarihi
- Âdâb-ı Muaşeret [1]
Âdâb-ı Muaşeret, edeb kelimesinin çoğulu ile Muaşeret kelimesinin birbirlerine izafesiyle meydana getirilmiş Osmanlıca bir terkiptir.
Edeb kelimesi, iffet, zerafet ağırbaşlılık, söz ve davranışlarında ölçülü olma, iyi terbiye ve güzel ahlâk gibi manalara gelmektedir.
Terim olarak edeb, ferdi hem kendi şahsında hem de yaşadığı toplum içerisinde ayıp ve kusurlardan arındıran, doğru ve güzele yönelten, insanı erdemli kılan bir olgunluk disiplini olarak tanımlanabilir.
Muaşeret ise, işret kökünden olup, birlikte yaşama, insanlar arasına karışma, onlarla kaynaşıp ülfet etme, akıl ve mantık ölçüleri çerçevesinde kalmak şartıyla onlarla hoş geçinme gibi anlamlara gelmektedir.
Terkibi meydana getiren unsurları tanıdıktan sonra, Adâb-ı Muaşereti şöyle tarif etmemiz mümkündür:
Adâb-ı muaşeret, insanın toplum içerisinde uymak mecburiyetini hissettiği güzel ahlâk, nezaket, görgü kaide ve usulleri; toplumda insan olarak yaşama ve saygı değer bir birey olmanın kurallarıdır.
însan yaratılışı icabı sosyal bir varlıktır, insanî ve Islâmî görevlerini yerine getirebilmek için toplum içerisinde yaşamak insan tabiatının gereğidir, insanlardan ayrı olarak, tek başına yaşamak insanın fıtratına ters düşer. Yaratılış gayesi ve Dinî sorumlulukları bakımından bir insanın böyle bir hayat tarzı yaşaması doğru değildir.[2]
İnsanlar arasında saygıdeğer, mutlu ve refah içerisinde yaşayabilmek için toplumun sahip olduğu kanunlara ve Muaşeret Esaslarına uymak her insan için şarttır. Cemiyet hayatında Muaşeret Esasları ve Edeb'in Önemini şu açılardan ele alıp değerlendirebiliriz: [3]
Toplum içinde yaşayan her insan, insan olması hasebiyle saygıdeğerdir. Ancak edeb sahibi yüksek kültür ve tahsilli olan insanların her yerde özel yerlerinin olduğu da bir gerçektir, islâm Dinî nazarında, insanlar arasında sınıf farkı değil, terbiye ve tahsil derecesi önemlidir. Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.v.): "insanları layık olduktan yerlerine, koyunuz" Hadis-i şerifîeriyle terbiye ve güzel ahlaktan kaynaklanan farklılığa özel olarak işaret etmiştir.
Allah'ın Resulü Hz. Muhammed (s.a.v.), sahabe-i kirama güzel ahlakı tavsiye ettikten sonra şöyle buyurmuştur: "Hüsn-i hal, teenni ve iktisad peygamberliğin kırkta biridir." Yani, kılık kıyafet itibariyle güzel bir görünüm, düşünerek ve ağırbaşlı hareket ve ölçülü davranma peygamberler ahlâkındandır.
Şairlerden biri "Allah (c.c), hiçbir kimseye akıl ve edebden daha üstün bir bağışta bulunmamıştır," der.
Hz. Mevlanâ da: "Ey aşıklar, nefsinizi edeble süsleyiniz. Zira aşk yollarının hepsi edebden geçer," der. Bir başka beyitinde de: "Adem oğlu eğer edebsiz ise insan değildir. Çünkü insanla hayvan arasında fark, edebdir." demiştir. [4]
Her insana saygı, her şeyde dikkat ve itina, güven, ağırbaşlılık... gibi insana has davranışların, sosyal hayatın refah ve mutluluğuna katkısının sonsuz olduğu muhakkaktır.
En ilkelinden en medenîsine kadar tüm toplumlarda, içtimaî hayatın başarısı için zararlı unsurların, ıslahı mümkün değilse, bertaraf edilmeleri esastır. Bu nedenle bir takım kanunların konulduğu ve bunlara riayet etmenin zorunlu olduğunu görmekteyiz. Bu cümleden olarak yüce dinimiz îslâm müslümanlara şahsî sorumluluklarının yanısıra toplumla ilgili bir takım görevler de yüklemiştir. Meselâ en yakınından başlamak şartıyla "Emr bil-Ma'ruf Nehy-i Ani'l-Münker", yani iyiliği emredip kötülükleri engellemek, mü'minin cemiyetle ilgili görevlerinin başında gelir. Çünkü sosyal hayatın kurallarından biri de "toplumun fertlerinden herhangi biri, genel yaşam kurallarına başkaldıracak olursa, diğerlerinin görevi, onun amacım gerçekleştirmesine imkan vermemektir." Yüce Dinimiz îslâm bu sorumluluğu müslümanlara bir görev olarak yüklemiş, toplumun huzurunu bozacak nitelikteki sorumsuz davranışlarına müsaade etmemiştir. Ayrıca Dinimiz, ferdin hukukunu koruduğu gibi cemiyetin haklarını da korumak maksadıyla suça göre müeyyideler getirmiştir. Cezalar, suçun büyüklük ve yaygınlığı ile doğru orantılıdır. Suç büyürse, ceza da büyür; suç küçükse ceza da küçüktür. Mesela, adam öldürmek, hırsızlık yapmak, ırza tecavüz etmek gibi suçlar, her ne kadar ferdi ilgilendiriyor görünse de topluma etkisi daha fazla olduğu ve sosyal düzeni parçaladığı için katilin öldürülmesi, hırsızın elinin kesilmesi, ırza tecavüzün recm ve celde ile tecziye edilmesi Cenâb-ı Hak tarafından otoriter İslâm Devletine emredilmiş-bir görevdir.
Şurasını da belirtelim ki, bu tarzdaki ağır cezalardan maksad suçluyu cezalandırmak değil suçu ortadan kaldırmaktır. Tıpkı kangren olmuş veya kanserli bir organı feda ederek hastanın canını kurtarmak ve hayatının devamını sağlamak gibi...
Bu koruyucu kanunlarla birlikte içtimai hayatta yaşamanın kurallarından olan muaşeret esaslarına da riâyet edilecek olunursa, o toplumda huzursuzluktan ve anarşiden bahsetmek mümkün olmaz!...
Mübalağasızca denilebilir ki, orduda askerin sevk ve idaresi ne ise, sosyal hayatta Muaşeret Kaide ve Usulleri de odur!.. [5]
İbadet, Allah'a itaatin en yüksek mertebesidir. İtaatle edeb olmazsa, onu ibadet diye isimlendirmek de mümkün değildir. İşte sebeple her ibadetin farzları, vacipleri sünnetleri, olduğu gibi âdâb ve erkânı da vardır, ibadetlerin kabule şayan olabilmesi için âdâb ve erkânına riayet etmek farzlarını yerine getirmek kiiar önemlidir. Çünkü islâm ilim adamlarından bir çoğu, ibadet ta'dil-i erkânın da farz olduğu kanaatindedirler.
Namazda olduğu gibi, sosyal hayatın icaplarından olar. yardımlaşma, zekat ve sadaka gibi ibadetlerde de Allah teâlânin vaz'ettiği edeblere riayet edilirse hem Allah razı olur, hem verdiği için gurura kapılmaz; fakir de alan kimse olarak, asla izzet-i nefsi kırılmaz. Mesela, Allah Azze ve Celle'nin, "Sadaka nnızı, gösteriş düşkünü kimseler gibi başa kakma ve eziyet üyA etmeyiniz." emr-i ilahisi, sadaka alanların, fakirlikleri sebebime incitilmelerini müsaade etmemiştir. "Size verilse, yüzünüzübu-ruşturup almayacağınız kötü şeyleri siz de başkalarına vemeyi-niz." ayeti de zekât alan insanın verenden insan olarak hiçbir farkının bulunmadığını belirtiyor. Sadaka ve zekâtların, özelik gizli verilmesinin tavsiye edilmesinin, fakir müslümanların izzet-i nefis ve şereflerinin korunması amacına yönelik olduğu apmr.
imam Malik hazretleri, "Amelde edeb, onun kabulüne işaret-tir," demiştir. Öyleyse denilebilir ki, kamu iman edebi gerektir, Edebi olmayanın imanı ve ibadetleri de kamil değildir. [6]
Adâb-ı Muaşeretin kaynağı, genelde toplumun kükr ve yaşama biçimidir denilir. Muaşeret Esaslarının, her ne kadar bey-nel-milel yönleri bulunsa da, genelde topluma Özgü olduğu ti yaygındır. Zira yeryüzünde var olan insanların, inanç b da birbirlerinden farklı oldukları ve inançlarının da yaşayışlarında etkili olduğu nazar-ı itibara alınacak olursa, her toplumugörgü kurallarının dininden etkilendiğini, Özellikle de mülüman toplumlarının görgü kurallarının islâm Dini'nden kaynaklandığını söylemek mümkündür. Bilhassa îslâm dininin hakim yaşam biçiminde kılık-kıyafete varıncaya kadar gayr-ı müslimlere benzememe vb. ilkeleri gözönüne alınınca, Islâmî âdâb-ı muaşeretin kaynağının da Kur'ân ve sünnet olduğu ortaya çıkar, islâm'ın temel prensiplerine ters düşmeyen âdetler de âdâb-ı muaşeretin kaynaklarındandır. Zira coğrafi ve iklimlerin insanların yaşama tarzlarına etki ettiğitır. Bu sebeple tamamı müslüman olan toplumlarda bile, temelde islâm'ın özüne aykırı olmamak şartıyla, birbirleri arasında bölgesel farklılıkların olabileceği gözardı edilemez. Bu nedenle de müslüman toplumlarla müslüman olmayan toplumlar arasında, her yönüyle ortak beynel-milel muaşeret esasları düşünmek^ imkansızdır.
Şu halde rahatlıkla denilebilir ki, müslüman toplumlarda âdâb-ı muaşeretin kaynağı îslâm Dini'dir. Yani, Kur'ân, Sünnet ve selef-i salihinin bu konudaki görüşleri ve örflerdir.
Konu ile ilgili ilim adamlarından bir kısmı, toplumda ve ibadet esnasında muaşeret esaslarına riayet etmek farzdır dedikleri halde; diğer bir kısmı da, hayır, bu konunun farz, vacip ve sünnetle ilgisi yoktur, sadece âdab ve erkanla ilgilidir demektedirler. Mesela, imam Yusuf, îmanı Muhamnıed ve imam Şafiî ta'dil-i erkan adıyla ibadetlerde âdab farzdır, demişlerdir. Şahıslar arasında âdâb-ı muaşeret ise, müfessirlerin tamamı, "Hz. Peygamber ve hanımları ile ilgili kurallara uymak farz, terki haramdır" demişlerdir. "Kasıtlı olarak terk edilmesi amellerin ecrinin silinmesine sebep olur" diyenler olduğu gibi, "küfürdür" diyenler de vardır. Anne, baba ve öğretmen gibi kişinin yetiştirilmesinde ve eğitiminde etkinliğini bulunanlara karşı edeb kurallarına riayet de farz olup terki gazab-ı ilahiyi gerektirir denilmiştir. Tavsiye kabilinden olup, aksi insanı, toplumda kaba ve çirkin gösteren kısmı da mekruhtur, çoğu kez insanın toplum içerisinde ayıplanmasına ve dışlanmasına sebep olur denilmiştir... [7]
Konumuza Peygamber Efendimizin bir hadisi ile başlamak istiyorum. O (s.a.v.) buyuruyor ki: «Büyüğümüzün hakkını vermeyen küçüğümüzü sevmeyen bizden değildir.»[8]
Şüphe yok ki, bu hadiste sözkonusu edilen "Büyüklerin Hakkından maksad, onların layık oldukları mertebeye konulmaları ve hak ettikleri saygı ve hürmedin kendilerinden esirgenmemesi-dir. "Bizden değildir" sözünden maksat da, gerçek mü'minlerle bir arada yaşamaya layık görülmemelerindendir. Yoksa, böylesi hadisleri "dinden çıkar, kafir olur" manasında anlamamak gerekir. "Büyüklerimiz" tabiriyle de, genel olarak anne ve babalar, öğretmenler, din ve takvaca üstün olan mü'minler, insanlık yararına ve hayrına hizmet etmekte olan ilim adamları ve yaşça büyük olup toplumca saygı ve hürmete layık görülen her insan kastedilmiştir denilebilir.
Şüphe yok ki, her büyüğün üstünde bir büyük vardır. Büyüklerin de üstünde en büyük (ekber) olan Allah Teâlâ vardır. Aziz ve celil olan Allah'ın da en büyük olarak kulları üzerinde hakkı vardır. Özellikle insanlara her an için yenilenen ve tekrarlanan nimetlerinden dolayı Cenâb-ı Hak'kı zikretmek, şükretmek ve hamd ü sena etmek aklı başındaki her kul için önemli bir görevdir. Allah Teâlâ'nın, zamanın tesbit edilebilen en küçük bir parçasında dahi bizlerden ilişki ve ihsanım kesmesi, bizlerin helaki anlamındadır. O halde her an Allah'a muhtaç olan adil bir kulun görevi her an Onu zikretmektir. Yüce Rab'mı tanımak, Onun hakkı olan ta zım ve hürmet görevini ifa etmenin de âdâb ve erkanı sözkonusudur. Şimdi de Allah'ı zikir ve itaat görevi ifa edilirken uymamız gerekli olan âdâb'dan bahsedeceğiz.[9]
Cenab-ı Hak, Kur'ân'ında: «Ben cinleri ve insanları, ancak buna ibadet etsinler diye yarattım» [10]buyurmaktadır.
ibadet kelimesi lügatta, boyun eğmek, içten gelerek emre itaat etmek, saygı duymak, yardım istemek ve emre itaatin en son sınırında bulunmak... gibi anlamlara gelmektedir.
Araplar, çok gidilip gelinmesi sebebiyle üzerinde tümsek ve çukur kalmamış, yola "Tarikun Zû abade" adını verirler. Yani "dümdüz olmuş yol" demektir. Çok sık ve sağlam dokunmuş kumaşa da "sevbün zû abede" demektedirler, işte Arapçada ibadet kelimesi bu manaları taşıyan bir kökten türetilmiş bir kelimedir. Öyleyse ibadet, içerisinde isyan bulunmayan itaat anlamına gelmektedir, denilebilir. Çünkü ibadet, isyanın zıddıdır. ibadet içerisinde isyan ifade eden bir hal ve durum bulunursa, bu hal ve durum, ibadeti ibadet olmaktan çıkartır.[11]
Emre itaatin en son derecesi anlamına gelen ibadet sözcüğünün, Allah'dan başkası için kullanılması Din1 en caiz değildir. Çünkü en büyük nimet ve ihsanın sahibi olan Allah (c.c.) emir ve yasaklarına boyun eğip ibadet edilmeye de ziyadesiyle layıktır. O'ndan başka ibadete layık hiçbir vaylık mevcut değildir.[12]
insanlar de birbirlerinin emir ve yasaklarına itaat eder, boyun eğerler. Ama mü'minler, "Allah'a isyan olan yerde kula itaat caiz olmadığı" için, insana itaatin ibadet derecesine uymazlar. Çünkü kayıtsız, şartsız itaat ancak Allah içindir. Bu sebeple insanın insana ibadet etmesi, taparcasına bağlanması caiz değildir, "sana ibadet ediyorum", "sana tapıyorum", "kayıtsız şartsız emrine amadeyim"... gibi sözler, son derece tehlikeli olduğu için mü'minlerm böylesi sözleri ağızlarına almaları doğru olmaz. [13]
Aziz ve celil olan Allah'ın emir ve yasaklarına itaat ederken istekli olmak ve içten gelerek yapmak gerekir, isteksiz olarak veya başka maksadları Önplana çıkartarak yapılan itaat ibadet olmayacağı kelimenin anlamında açıktır. Çünkü ibadette içtenlik, samimiyet ve ihlas esastır. Allah (c.c.), Hz. Meryem'e hitapla: «Meryem, Rabbına gönülden gelerek boyun eğ, secde et, rüku edenlerle birlikte sen de rüku et»[14] buyururken, müslümanlara da «Sizden, Allah'a ve peygamberine içten gelerek itaat eden ve hayırlı işler yapanlara mükafaatlarını iki kerre veririz. Ayrıca onlar için cömertçe rızıklar hazırlamışızdır.»[15] ayetiyle ibadetlerin içtenlikle yapılması tavsiye edilmektedir.
Allah'tan başkasına ibadet edenler, Allah'a ibadetlerinde ortak koşanlar, Allah'la beraber başka niyetleri de ibadetlerinde birleştirenler... ibadet ve taatte ihlası yani sırf Allah için olmak özelliğini kaybettikleri için onların itaatlerinin Allah indinde hiçbir değerinin olmadığına dair pek çok ayet ve hadisler vardır.
Bu ve daha bir çok ayetlerden anlaşılıyor ki, Allah'ın razı olacağı itaat ve ibadetlerin mutlaka gönülden gelen arzu ile yapılması ve sırf O'nun için olmasıdır.
Hz. Peygamber ibadetlerin en güzelini "ihsan" sözü ile, meşhur Cibril hadisinde şöyle açıklamıştır: «İhsan, senin Allah'ı görüyor gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmesen de, o seni mutlaka görüyor şuurunda olarak itaat etmendir.»[16] Bu demektir ki, Allah'ın huzurunda ibadet maksadıyla durduğun zaman samimi, ihlaslı ve dikkatli olmak, ibadet âdâb ve erkanına riayet etmek ve hata ve kusur işlememeye gayret göstermek gerekir. Neyi niçin yaptığının farkında olmadan, ibadetlerin adab ve erkanına uymadan, sırf yapmış olmak için yapılan itaat de ibadet sayılmamaktadır. [17]
Genellikle insan, nimetlerden istifade ettiği, zaman zaman fayda gördüğü yahut iyilik ve ilgisini umduğu kimselere karşı minnet duyguları taşırlar. Kendisine iyilik eden şahsa saygı ve hürmet gösterme arusunda bulunur, söz ve davranışlarıyla da bu duygusunu izhar etmeye çalışır. Mesela kibar bir insan, çok fazla saygı duyduğu bir büyüğüne "sen" demeyi laubali bulur ve "siz", "sizler" şeklinde hitabetmeyi tercih eder. Hatta daha fazla saygıya layık gördüğü Jbirisi için siz sözcüğü de onun yanında hafif kalacağı için, "zât-ı Âlileri", "Zât-ı Devletleri" gibi daha fazla büyültücö ifadeler kullanmaya çalışır.
insanların bir nezaket olarak söyledikleri bu sözlerin benze: lerine, daha doğrusu saygı değer birine saygılı ifade kullanma üslûbuna Kur'ân-ı Kerim1 de de yer verilmiş olduğunu görmekteyiz. Mesela:
Kur'ân'm Özeti olarak nitelendirilen Fatiha sûresinin başından bir kaç ayeti burada arz edebiliriz. «Hamd âlemlerin Rab':, olan"Allah içindir. (O), Rahman ve Rahimdir. (O), Din Gününü', (hesab günü) sahibidir.»[18] denilirken her an Allah'ın huzurunda bulunan bir kulun, Allah Azze ve Celle'nin huzurunda kendir: muhatab olarak görmeme gibi bir tevazu duygusuyla, karşısında olmayan birisiyle konuşuyormuş gibi bir ifade kullanarak, yan muhatab sıygası yerine gayb sıygası ile sûreye başlaması tefsir lerde, Allah Teâlâ'mn öğrettiği güzel bir nezaket kuralı olarak değerlendirilmektedir. Çünkü yüce olan mutahabı karşısında şah sın kendisini acz içerisinde görmesi ancak bu şekilde ifade edilebilirdi! denilmektedir.[19]
Yine Kur'ân'da Allah Azze ve Celle, Vahdaniyyetinin kesil buna inancımızın da tam olmasına rağmen/kendisinden bahsederken bazen "ben" yerine "biz" tabirini kullanmaktadır: «Hi: şüphe yok ki, zikr'i biz indirdik, O'nun koruyucusu da biziz.[20] «Ölüleri diriltecek olan da muhakkak biziz biz.»[21] ayetlerinde o duğu gibi...
Bu iki ayette görülüyor ki, Yüce Rabbımızm bu şekildeki ifa deleri, muhakkak ki azamet ve büyüklüğünü belirtmek içindi: yoksa ortaklarının bulunduğu anlamında değildir. Bu ve benzer ayetleri okuyan mü'minlerin de Allah'ın bu azametini manada k: bul ettikleri gibi lafızlarla da ifade etmeleri gayesiyle Kur'ân'6 yer verilmiş olabilir! [22]
İnanıyoruz ki, hayır ve şerr, her şeyin yaratıcısı Allah Teâla-dandır. Kul yaptıklarıyla imtihan olunmak maksadıyla, dünyada akıl ve iradesi ile birlikte serbest bırakılmıştır. Kişi aklı ile neyi uygun görür ve iradesini de neye yönlendirir ve karar verirse, Allah da onu yaratır. O, hayırlı olanları isteyerek ve severek, şerr olanları da istemediği halde adaleti sebebiyle yaratır. Bu konu Kur'ân-ı Kerim'de şöyle ifade edilmektedir. «İyilik ederseniz, kendi lehinize iyilik etmiş olursunuz; kötülük de ederseniz, o da kendi aleyhinizedir.»[23] Başka bir âyette de: "Kim hayırlı bir iş yaparsa kendinedir. Kim de kötü bir iş yaparsa kendi zararmadır. Sonra Rabbınıza döndürülür, yaptıklarınızdan hesap verirsiniz."[24]
Bu ayetlerde açıkça ifade ediliyor ki, her ne yaparsa, isteyen kul, yaratan da Allah'tır. Allah'ın yaratması da ona, istediği şeyi yapma izin ve imkanı vermesi anlamında değerlendirilebilir. Bu durumda insanın, kendi leh ve aleyhine istediği ve yaptığı şeyden dolayı başkalarını suçlamasının, doğru bir tavranış olmadığı her akıllı insanın bileceği bir gerçektir.
Bir de Allah Teâlâ kullarının imanlarmdaki samimiyetlerini, Allah yolundaki sabır ve sebatlarım denemek, muvaffak olanları kat kat ecirlendirmek maksadıyla zaman zaman onları çeşitli belalara mübtela kılmaktadır. Mesele,«lnsanlar, sadece inandık demekle terk edilip, bazı musibetlerle imtihan olunmayacaklarını mı zannediyorlar1?»[25] buyurmuştur. Başka bir ayette de: «Biz, elbette sizleri biraz korku, biraz açlık, biraz da mal, can, evlat... nok-sanlaştırmasıyla deneriz. Başlarına bir musibet geldiği zaman "înnâ lillahi ve innâ ileyhi râcVûn" diyerek sabredenleri müjdele.»[26]
Bu durum Kur'ân'da açık açık ifade edilmiş olmasına rağmen bazı müslümanlar arasında,eşini,çocuğunu veya bir yakınım kaydeden; ev, mal veya canı zarara uğrayan mü'minler, cehaletleri sebebiyle Allah'a serzenişte bulunur, isyankâr davramşlar içerisine girerler! Gerçek mü'mine yakışmayan bu nevi davranışlarıyla insanlar Kur'ân'da şöyle tanıtılırlar: «insan sabrı kıt ve hırsına düşkün olarak yaratılmıştır. Kendisine bir zarar dokununca feryadı basar, hayır isabet ettiği zaman da cimri kesilir.»[27]
Halbuki hakiki mü'min, acısı ne kadar büyük olursa olsun, sabır ve dua ile Allah'a sığınarak: "înnâ lillahi ve innâ ileyhi râci'ûn" sözleriyle istirca'da bulunurlar... Kur'ân'da Yakub (a.s.) böyle bir davranışı ile bize örnek gösterilmiştir. Kardeşleri, akşamleyin gelip, Yusuf u kurt yedi dediği zaman olayın şokunu, "sabır ne güzel dayanaktır"[28] sözüyle atlattı. Yine Hz. Peygamberin "Allah'ım, senden dolayı yine sana sığınırım" mealindeki duası da bizlere, bu konuda başka bir örnektir. Çünkü Allah'dan başka sığınacak başka bir varlık mevcut değildir. Allah'a" karşı edebli olmanın daha güzel bir örneğini de Kur'ân'da İbrahim (a.s.)'in şahsında görmekteyiz. İbrahim, Nemrud'a Allah'a tanıtırken: «Benim sahibim, ancak âlemlerin Rabb'ı olan Allah'dır. Beni yoktan var eden, doğru yola eriştiren O'dur. Beni doyuran ve içiren de O'dur. Hasta olduğum zaman bana şifa veren de O'dur.»[29] demiştir. İbrahim (a.s.)'m sözlerine dikkat edilirse görülecektir ki, ibrahim (a.s.) iyi ve güzel olan şeyler için "veren O'dur" derken, hastalığı için, aynı üslubu devam ettirerek, "beni hasta ettiği zaman..." ifadesini kullanmayıp, "ben hasta olduğum vakit" demiştir. Çünkü böyle bir ifadede ne de olsa şikayetçi olma anlamı hisse-düebilir! İbrahim (a.s.) böyle bir ifade tarzını terbiyesine ve nezaket ölçülerine uygun bulmamış olacak ki, tüm nimetleri Allah'a isnad ederken, hastalığını kendisine hamletmiş ve "hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur" demiştir. Sabrın timsali olarak Kur'ân'da söz konusu edilen Eyyüb (a.s.), uzun yıllar hastalık çekmesine rağmen hiçbir zaman halinden dolayı Allah'a karşı isyanda bulunmamış, sadece şu sözü ile halini Rabbma arzetmekle yetinmiştir: «Rabbma dua ettiği zaman Eyyüb'ü de an: şüphesiz hastalık canıma tak dedi; halbuki sen merhamet edenlerin en merhametlisisin, diye nida ettiler.»[30]
Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) de Rabbmdan kıblenin mescid-i Aksa'dan mescid-i Haram'a değiştirilmesini içteıılik-le arzu ettiği zaman araya söz bile koymadan sade bir bakışla muradını Rabbı'na iletmişti. «Kıblenin değiştirilmesi isteği ile gözünü semaya çevirdiğini şüphesiz biz gördük. Seni, hoşnut olduğun kıbleye çevireceğiz.»[31]
Velhasıl Kur'ân iyice tedkik edilirse görülecektir ki, beşer sözü olarak nakledilen sözlerde iyilik ve hidayet hep Allah'a isnad edilirken, kötülükler asla Allah'a isnad edilmemiştir, beşer kendisine isnad etmiştir.
Aynı nezaket örneğini Rasûlullah (s.a.v.)'in okuduğu Kur'ân'ı dinlemek üzere gelen mü'min cinlerde de görmekteyiz. Allah Teala cinlerin mü'minlerinin lisanı ile olayı Kur'ân'da şöyle anlatmıştır: «... Biz nereden bilelim, yeryüzündekiler için istenilen şer midir, yoksa Rab'lan, onlar için hayır mı murad etmiştir?»[32] Burada da şerrin istenmesi, doğrudan doğruya Allah'a isnad ettirilmemiş. Fakat hayır tereddüt edilmeden O'nu isnad ettirilmiştir.
Kamil mü'minlerden birinin duası da şöyledir: «Allah'ım, hayrın tamamı senin elindendir. Fakat şerri sana asla isnad edemem.»[33]
Bir insanlar da zaman zaman bu nezaket kurallarına uyarak kötülükleri asla saygı değer büyüklerimize isnad etmeyiz. Hatta kötülüğün ve hatanın sebebi o kişi bile olsa, yine de onu suçlamamak için suçu kendimize yüklemez miyiz? Meselâ amirden kaynaklanan hatalarımızın çoğunu, "benim hatam olmuştur efendim" diyerek geçiştirmeye çalışmaz mıyız? Saygıdeğer büyüğümüze bir meseleyi naklederken, anlamadığını fark ettiğimiz zaman, onu suçlamamak için, "Galiba ben anlatamadım efendim" veya konuyu ben size yanlış intikal ettirmiş olabilirim" diyerek suçu ona yıkmamak için kendimiz yüklenmez miyiz?
Öyleyse kul olarak nasıl bir sıkıntı içerisinde olursak olalım, Allah'dan geleni sabır ve dua ile, ağırbaşlılıkla karşılamak gerekir. Sabırsızlık edip de Allah'a serzenişte bulunmak nezaketsizlik ve haddini bilmemek anlamına gelir. Özellikle Allah (c.c.) için kullanılması caiz olmayan sözler sarf edilmemelidir. Zira bunlar mü'minlere yakışmaz!... [34]
Yine müslümanlar arasında oldukça yaygın ve yanlış bir gelenek mevcuttur. Her Önüne gelen feleğe kahreder, sövüp sayar... Bu durum folklorumuza o kadar yerleşmiştir ki, sebebi kendimiz olan kötülüklerde hep feleğe söverek rahatlamaya çalışırız!.
Felek, lügatta gök yüzü boşluk, sema... gibi anlamlara gelmektedir. Mecazî olarak da insanın kaderine hükmettiği bilinen, görünmez ve bilinmez bir güç ve sembol olarak ebedi eserlerde kullanılmaktadır. Kaderden şikayetler, kadere kafa tutmalar hep feleğe söylenmiştir. "Evin yıkılsın felek", "Kambur felek"... gibi sözler de hep bu maksadla söylenen sözlerdir.
Araplar da başlarına gelen acı ve kederlerin sebebi olarak hep zaman (dehr)'ı suçlamaktadırlar. Başlarına gelen hastalık, ölüm, mallarına gelen felaketleri hep zamana yükler "Ya haybete'd-Dehr" ifadesini çok kullanırlar, "Bizi ancak zaman helak eder" sözü de araplar arasında yaygındır.[35]
Şikayetlere dikkat edilirse, görülecektir ki şikayetlerin hepsinin arkasında, hayrı da şerri de yaratan Allah bulunmaktadır. Kader de zaman da Allah'ın yarattıkları değil mi? Kul kendi kaderini ve zamanını kendisi çizip değerlendirmiyor mu? "Suç samur kürk de olsa kimse üzerine giyinmez" özdeyişinde de ifade edildiği gibi kul, kendi suçunu kendi üzerine almak istemiyor, yaratıcının Allah olduğunu biliyor ve direk olarak O'nu da suçîayamıyor. Böylece felek denilen sembol kelime ile içini döküyor, başına gelen belanın intikamım hakaretamiz sözlerle ondan alıyor ve güya yüreğini ferahlatıyor!.. Ama farkında olarak veya olmayarak Allah'a ve Kadere isyan ediyor!
Bir hadis-i kudside Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur. «Ademoğlu zamana sövmekle bana eziyet ediyor. Dehr benim, bütün işlerin yaratıcısı da yine ben»[36] O halde felek kim oluyor? Zamanın insan üzerindeki etkinliği de olabilir; tabii ki değildir. Ama yukarıda da değindiğimiz gibi kul, farkında olmadan Allah'a isyan ediyor!..
Anlaşılıyor ki mü'min inancı gereği felek kelimesini bu anlamda asla ağzına almamalı, Türkü ve şarkımıza da girmiş olan bu ifadeyi asla kullanmamalı ve başkalarım da ikaz etmelidir. [37]
İnsanların, işgal ettikleri makamlara, verdikleri hizmetlere ve toplum içerisinde hak ettikleri saygınlığa göre protokolde yer aldıkları, medenî hayatın bir gerçeğidir.
Hiç şüphe yok ki, Hz. Muhammed (s.a.v.), gerek Allah'ın son peygamberi, gerekse bu makamın icabı olarak, onca zulüm ve işkencelerle engellenmesine rağmen, yılmadan, yorulmadan, gece gündüz demeden, ömründe bir gün olsun tatil yapmadan, işine ara verip aksatmadan... tebliğ görevini harfiyyen yerine getirmesiyle biz müslümanlara, hatta tüm insanlara vermiş olduğu üstün hizmetleri sebebiyle insanlık tarihinin protokoldeki en Önde gelen aynı zamanda her inanan tarafından en fazla sevilip sayılmağa ziyadesiyle layık olan mümtaz bir şahsiyettir. Bugün yeryüzünde bir milyar müslüman varsa, bugün biz müslümanlar Allah'ı tanıyor, sadece O'na ibadet ediyor, âdi şeyleri kendimize ilah edinme zilletine düşmüyorsak, insanlık vasıflarımızla birlikte insanca yaşıyorsak... bu nimetlerin tamamını, O'nun (s.a.v.) üstün performansla çalışması sonucu tebliğ görevini başarı ile sonuçlandırmasına borçluyuz... [38]
Ancak bir insana saygının dinimizce en Önemlisi, o şahsı yine bir insan olarak kabul edip, onu il anlaştırmadan ve şahsına karşı gösterilecek sevgi ve saygıda bu espriyi asla gözardı etmemektir. Çünkü saygıdeğer bir şahsa karşı duyulan aşırı sevgi, bazan onun, bir insan olmaktan çıkartılıp, ilahlık mertebesine yücelttiğine tarih şahittir. İşte bir insana sevginin bu derecesi, dinimizce asla caiz değildir.
Tarih boyunca bir çok insanların kendisi gibi bir insana tapınmaları, hristiyanlık âleminin Hz. İsa'yı ilahlaştırması, O'nu ilah veya ilahın bir unsuru olarak kabul etmeleri, şiilerin Hz. Ali ve O'nun soyundan gelenlere aşırı derecedeki bağlılıkları... bizce, sevginin dozunun kaçırılması ve ifrat derecesine yükseltmelerinin kötü bir sonucundan başka birşey değildir.
Bu sebeplerle sahabe-i kiram Asr-ı Saadet'te Allah Teâlâ'mn,
«De ki: "Ben de sizin gibi bir beşerim, ancak (aramızdaki tek fark) bana vahyediliyor olmasıdır."» [39]ayetinde de ifade edildiği gibi Rasûlullah'la ilişkilerinde daima O'nu bir beşer olarak kabul ettiler ve saygının sınırını aşmadılar. Pek seyrek de olsa aşırı gidenleri, Rasûlullah (s.a.v.) zamanında ikazla buna izin vermemiştir.
Nakledildiğine göre Habeşistan'a hicret edip de geri dönen müslümanlardan biri Rasûlullah (s.a.v.)'la ilk karşılaşır karşılaşmaz, derhal secdeye kapanır. Sahabenin bu halini gören Allah rasûlü, ona hemen kalkmasını söyler ve:
— Bu davranışınla sen ne yapmak istiyorsun? der. Rasûlullah (s.a.v.)i canı gibi seven sahabi şöyle cevap verir:
— Ya Resûlallah, Habeşistan halkını gördüm ki, Necaşi'nin huzurunda, ona saygıları sebebiyle yere kapanıp secde ediyorlar. Ben kendi kendime düşündüm ki, böyle bir saygı tezahürüne Allah'ın Nebisi her insandan daha fazla layıktır. O halde O'na karşı biz neden böyle saygı göstermeyelim, diyerek bu davranışta bulundum, dedi.
Bu samimi sözleri dinledikten sonra Rasûlullah (s.a.v.), îslâm dininin insana verdiği değeri ifade eden şu tarihi sözünü söyler:
«-Hayır, Allah'tan başkasına asla secde edilmez. Eğer insanın insana secde etmesi caiz olsaydı, kadının kocasına secde etmesi emredilirdi?»[40]
Bu olay ve hadisten de anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber, diğer herhangi bir insanın kendisinin dahi ilahlaştmlmasma veya o derece bir saygı tezahürüne katiyyen müsaade etmemiştir.
Şu halde sahabe-i kiram zamanında olduğu gibi bizde Rasûlullah (s.a.v.)'ın sevgisi, beşer sınırları çerçevesinde kalmalı, tıpkı hristiy ani arda olduğu gibi O'nu ilahlaştırma derecesine götürülmemelidir. Gerek Medine-i Münevveredeki ziyaretlerimizde, gerekse Uzaktan, O'nun hakkındaki düşüncelerimizi asla ifrat derecesine vardırmamalıyız. Allah'a ait olan ve kul ile paylaşılması mümkün olmayan ilahlık vasıflarım O'na ve diğer insanlara asla isnad etmemeliyiz. O'nu (s.a.v.), daima bir insan ve Allah'ın en son peygamberi olarak kabul edip ilk saygımızı böyle ifade etmeliyiz.
Bu önemli noktaya işaret ettikten sonra şimdi de Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamberle sahabe arasındaki ilişkelerde Allah (c.c.)'m vahiy yoluyla beyan ettiği Muaşeret esaslarını açıklamaya çalışalım. [41]
Büyüklerin bulunması gereken yerlerde küçüklerin görülmeleri, aklı ermeyenlerin karar verme mevkiinde bulundurulmama-ları, lafta ve sözde yolda ve erkânda had ve hududun tanınmaması... toplum anarşisine sebebiyet veren etkenlerden sadece birkaç tanesidir. Bu düzensizliğin önlenmesi ve toplumun disipline edilebilmesi için mutlaka insanlar arasında saygı ve sevgi bakımından büyük-küçük anlayışının yerleştirilmesi; her insanın layık olduğu yere konulması, sosyal hayatın nizam ve intizamı için şarttır. Bu münasebetle Yüce Rabb'ımız Kur'ân-ı Keriminde şöyle buyurmaktadır: «Ey îman edenler, Allah ve Rasûlüniln önüne geçmeyiniz, Allah'tan korkunuz. Şüphesiz Allah her şeyi işiten ve görendir.»[42]
Ayet-i Celilenin lafzmdaki mana açık olmakla beraber, kast edilen mananın daha iyi bir şekilde anlaşılması için, ayetin nüzul sebebine bir göz atmamız çok faydalı olacaktır.
Nakledildiğine göre temim oğullarından bir grub Hz. Pey-gamber'e gelerek, kendileri için aralarında birini emir tayin etmesini isterler. Bu istek üzerine Rasûlullah (s.a.v.) henüz söze başlamadan, Hz. Ebu Bekir ileri atılır ve:
— Sizin eirdriniz Kaa' b. Mabed olsun der. Hz. Ömer de, onun değil Akra b. Habis'in emir olmasının daha uygun olacağını söyler Hz. Ömer'in bu teklifine sinirlenen Hz. Ebu Bekir:
— Sen bana rağmen neden ikinci bir ismi teklif ettin? diyerek O'na.kızar. Hz. Ömer:
— Hayır, ben senin zıddına konuşmak istemedim, der ve aralarında bir münakaşa başlar. Rasûlullah (s.a.v.)'in yanlarında bulunmasını hiç düşünmeden seslerini yükseltirler.[43] işte bu olay üzerine Allah (c.c.) yukarıda mealini verdiğimiz ayetleri göndererek, hoş karşılanmayan bu davranışlarından dolayı sahabenin ileri gelen önemli iki şahsiyetini tehdit dolu bir ifade ile ikaz etti.
Bu olay ışığında ayeti tekrar anlamaya çalışırsak şöyle bir neticeye varabiliriz: gerek Temim oğullarına emir tayin edilmesinde ve gerekse herhangi bir konuda söz söylemek gerektiği zaman, bir nezaket icabı olarak önce Rasûlullah (s.a.v.)'in konuşması beklenmeliydi. O fikrini beyan ettikten sonra kendilerinden, sizce kim olsun? diye sorarsa, o zaman Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in fikirlerini söylemeleri icab ederdi. Fakat durum, böyle olmadı, Hz. Ebu Bekir, Rasûlullah'ı beklemeden öne atıldı, fikrini açıkladı. Sonra da Hz. Ömer fikrini açıkladı ve bu da yetmiyormuş gibi Allah'ın Nebisinin yanında yüksek sesle birbirlerine kızıp taı-tıştılar... işte bu iki tavırları sebebiyle de Allah Teala'dan ikaz aldılar. [44]
Saygıdeğer bir büyüğün yanında yüksek sesle konuşmak, ona karşı saygısızlığın sebebi olarak değerlendirilmeye müsaittir. Bu sebeple Allah Teala mü'minlere hitapla «Ey iman edenler, seslerinizi Nebi'nin sesi üzerine çıkartmayınız...»[45] ayeti ile Hz. Peygamberin yanında bağıra çağıra yüksek sesle konuşulmasını yasaklamıştır. Aksine Rasûlüne saygı maksadıyla yanında normal sesle, hatta normalin de altındaki kısık bir sesle konuşulmasına işaret etmiştir.
Allah'ın âyetin sonunda da: "... bu sebeple amelleriniz boşa gider de siz, hiç farkında olamazsınız" buyurması, muhatap kendileri olduğu için Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer'i çok üzdü. Yaptıkları hatayı anlayıp sıkıntı içerisine girdiler. Hiç düşünmeden yaptıkları hataya çok pişman oldular. Bu ikaz üzerine Hz. Ebi Bekir. Rasûlullah'a: "Allah'a yemin olsun ki, bundan sonra seninle ancak bir sırdaşım gibi konuşacağız" dedi. Hz. Ömer'de: "Allah'a yemin ederim ki, bundan sonra Rasûlallah sormadıkça yanında hiçbir şey konuşmayacağım" diyerek derhal haklarında gelen ayetler karşısında, yaptıklarına pişmanlık duyarak kendilerine çekidüzen verdiler.[46]
Hem ayetteki maksud mananın daha iyi anlaşılması, hem de sahabeyi yücelten örnek vasıflarım belirtmek maksadıyla, bu ayet karşısında kendisim suçlu hissedip evine kapanan Sabit b. Kays (r.a.)'ı da burada sözkonusu etmeden geçemeyeceğim. Nakledildiğine göre, «Seslerinizi Nebi'nin sesi üzerine yükseltmeyiniz. Amelleriniz boşa gider de siz bunun farkında olmazsınız» ayetini işitince, Sabit b. Kays, yaratılış icabı sesi yüksek olan biri olduğu için, bu ayetin kendisi hakkında geldiğini zannederek çok üzülür ve : "eyvah, benim bunca salih amelim boşa gitti" diyerek evine kapanır, günlerce ağlar.
Uzun zaman çevresinde görmediği için Rasûlullah (s.a.v.) Sabit b. Kays'ı araştırır. Bir komşusu, "Ya Rasûlallah, Sabit benim komşumdur. Size ben ondan haber getirebilirim," der ve O'nun evine gelir. Bir de ne görsün, Sabit b. Kays evinin önünde oturmuş ağlıyor. - Başka bir rivayete göre, bir odada kendini kilitlemiş, hakkımda bir hüküm gelmedikçe ben buradan çıkmayacağım, demiş ve günlerce içeride ağlamıştı- Komşusu, Rasûlullah (s.a.v.)İn kendisini aradığını söylemesi üzerine birlikte Hz. Peygamber'e gelirler. Rasûlullah (s.a.v.) O'na, neden bir-kaç gündür görünmediğini sorunca, Sabit şöyle cevap verdi:
— Ey Allah'ın Nebisi, biliyorsun Allah, «sesinizi Nebi'nin sesi üzerine yükseltmeyiniz. Sonra amelleriniz boşa gider de siz farkında olmazsınız» ayetini indirdi. Bense yaratılış icabı yüksek sesli bir insanım. Öyle sanıyorum ki, benim tüm amellerim boşa gitti, dedi.
Rasûlullah (s.a.v.) O'na:
-Hayır, sen bu ayette kast edilenlerden değilsin. Çünkü sen sesini kasten yükseltmiyorsun. Ayet karşısındaki bu tavrından dolayı, bilakis sen cennetliklerdensin, buyurdu.[47]
Bu hadise gösteriyor ki, ayette kast edilen mana, Rasûlul-lah'ın yanında sesini bir tartışma sonucu, veya kasıtlı olarak yükseltenlerle ilgilidir. Yoksa yaratılışı icabı sesi yüksek olanlar ve elinde olmayarak yüksek sesle konuşanlar saygısız addedilmemektedirler.
Rasûlullah (s.a.v.)İn bulunduğu mecliste, sürekli olarak konuşup, O'nun konuşmasını engelleyen kimselerin bu davranışı da -sesi yükseltme olmasa da susturma anlamına geleceği için-Allah'ın Nebisine saygısızlık olduğu da bu ayetin tefsiri sadedinde söylenmiştir. [48]
İnsanların birbirlerine Ahmet, Ali, Osman... gibi adlarıyla; tbn Ömer, Muaz b. Cebel gibi künyeleri ve Ebu Hureyre (kediciklerin babası) gibi hoşlandıkları lakaplarıyla çağırmaları, sahabe arasında normal yaygın bir davranıştır. Fakat Hz. Peygamber'in adı veya lakabı ile çağrılması Allah (c.c.) tarafından normal kabul edilmemiş, yasaklanmıştır. «Birbirinize sözle çağırdığınız gibi O'na da sözle çağırmayınız.»[49] âyeti ile Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimize "Ya Muhammed", "Ya Eba'l-Kasım" şeklinde adı ve lakabıyla çağrılmasını, saygısızlık addedip, hoş karşılamamıştır. Çünkü O, Allah'ın elçisi olma özelliği ile bu konuda diğer insan gibi değildir.
Yüce bir makam sebebiyle özel bir saygınlığa sahip olan bir kimsenin, isimle de olsa makamından uzaklaştırılması, onu diğer insanlar, yani makamsız insanlar seviyesine indireceği için saygıda kusura sebep teşkil edebilir. O sebeple Peygamber'e nida edileceği zaman, diğer insanlara olduğu gibi adı, künyesi ve lakabıyla değil de, makamım da zikrederek "Ya Rasûlallah", "Ya Nebiyal-lah" şeklinde çağırmak gerektiği sahabeye hatırlatılmıştır.
Zaten Rasûlullah (s.a.v.) de, kendisine künyesiyle çağrılmaktan hoşlanmazdı. Bir gün birinin arkasında "Ya Ebal-Kasım" diye çağırması sebebiyle geri dönen Allah'ın Nebisi, "bana adımla çağırabilirsin. Fakat künyemle bir daha çağırma" buyurdu.[50]
Bu ayet ve Hadisi gözönünde bulunduran islâm Büyükleri, Hz. Peygamber'e adı ve künyesi ile çağırmanın O'na karşı saygısızlık anlamına geleceğinde ittifak etmişlerdir. Zamanımızda da makam sahibi amirleri adıyla çığırmanın ayıp kabul edildiği ve makamı ile, Müdür Bey, Amir Bey... denilmesi gerektiği gibi... [51]
Her dilde bir kaç manaya gelebilen bazı tabirlerin olduğu muhakkaktır. Bu tabirlerin, daima kullanıldıkları yere göre manalandınldıkları da bir gerçektir. Bazan söz sahib, böyle bir kelimeyi yerinde kullansa dahi dahi bu sözler yerine göre yanlış anlaşılmaları ve şamataya sebep olabilirler. Bu nedenle, bir büyükle konuşan kimselerin çok dikkatli olmaları, kelimeleri seçerek yerinde kullanılmaları bir hassasiyet meselesidir. Bu konuya da bir âdâb-ı muaşeret kaidesi olarak Kur'ân'da yer verilmiştir
Nakledildiğine göre sahabeden biri Hz. Peygamber'e gelerek: "bizi de gözet, sözlerini anlayabilmemiz için teenni ile konuş" anlamında "ra'ma ya Rasûlallah" dedi. Orada bulunan yahudiler-den bir grub, bu sözü duyar duymaz, aralarında fisıldaşıp gülüşmeye başladılar. Bu yahudiler, kendi aralanndabu sözü argo bir tabir olarak "gözet gözetmez olasıca" anlamında kullandıkları için, sahabinin maksadı bu olmadığı halde Rasûlullah hakkında bu sözü dillerine dolayıp: "biz O'na gizli sövüyorduk, kendi ashabı açıktan sövüyor" diyerek, Rasûlullah ve mü'minleri biraz üzmüşlerdi...
Bu şamata üzerine Allah Teala, «Ey iman edenler, ra'ma demeyin, unzurna deyin ve söze de iyice kulak verin. Kafirler için şüphesiz acıklı bir azab vardır.»[52] ayetini indirerek müslümanlan bu konuda dikkatli ve hassas davranmalan için uyardı.
Görülüyor ki, her zaman sözü söyleyenin niyeti değil, bazan da işitenin maksadı değerlendiriliyor. Bu sebeple müslümanlar bu çirkin olayı aklılanndan çıkarmayarak, daima Hz. Peygamberin yanında konuşurlar veya ona hitap ederlerken saygı bakımından en anlamlı ve düzgün sözler söylemelidirler. Kötü niyetli kimselerin istismarlanna sebep olabilecek nitelikleri elastiki sözler ve argo tabirleri kullanmamadırlar.
Bu âyeti ile Allah (c.c), mü'minlere güzel bir nezaket kaidesi ve edeb örneği daha vermiştir. [53]
Evlerin korunmak, istirahat etmek, huzur ve sükun içerisinde vakit geçirmek için olduğu aklen bilinebileceği gibi Kur'ân-ı Kerim'de de sabittir.(Bkz. Nahl, 16/80) Binaenaleyh evinde istirahat halinde bulunan bir kimse ile görüşmek icabediyorsa, o şahsın huzurunu kaçırmamak ve istirahatına mani olmamak da medeni her insanın düşünmesi gereken bir konudur. Bu edeb kuralı, genelde her insan için özel olarak da saygıdeğer büyükler için hardan çıkartılmayacak güzel bir davranış biçimidir. Söz konusu büyük Rasûlullah (s.a.v.) olunca, iş daha da ciddiyet kazanmalım Çünkü Ashabı, O'nu canlarından da çok sevmektedirler. "Canım sana feda olsun ya Rasûlallah", "Anam babam sana feda olsun Allah'ın Nebisi"... gibi sözler, Hz. Peygamberin, "Ya Muaz!",Ti Ali!"... diye her çağırışında sahabenin içtenlikle söyledikleri som-ridir.
Nakledildiğine göre Allah'ın Nebisi bir gün öğle vakti, eviice istirahate çekilmiş bulunuyordu. Temim oğullarından gelen vs-miş kişilik bir grub Rasûlullah'ın sevgili eşlerinin odalarını teke teker dolaşarak, topluca ve yüksek sesle "Ya Muhammed, dışr çık, seninle görüşeceğiz" diyerek oda oda Rasûlullah'ı aramışlardı.
Vaktin uygunsuzluğu çağırma şeklinin kabalığı, ve AIiı Rasûlünün istirahatine engel olmaları gibi bir çok yönden edeb i-şı bu davranış, onların, Allah Teala tarafından sert bir dille kırkmalarına sebep olmuştur:
«Şüphe yok ki, sana odaların gerisinden çağıranların eksrisinin aklı ermiyor. Eğer onlar kaba davranmayıp sen yanlarsa kendiliğinden çıkıncaya kadar beklemiş olsalardı kendileri için daha hayırlı olurdu. Allah merhamet edici ve affedicidir.»[54]
Bu ayet-i celilesi ile Allah Teala temim oğullarını hem ayot mış, hem de bu nezaketsizliklerini, maksadlarma ulaşmamalının sebebi olarak göstermiştir: "Eğer onlar sabretselerdi..." ifaât-si bunu söylemektedir.
Güya, bu yetmiş kişilik grup, Beni Anber esirleri için şefaic olarak gelmişlerdi. Tabii ki, bu edeb dışı davranışları sebefe şefaatçiliklerinde maksadlarına tam olarak ulaşamadılar. Zcı Rasûlullah (s.a.v.) esirlerin bir kısmım fidye karşılığı, diğer bir kısmını da fidyesiz olarak salıverdi.
Ayetin tefsirine göre şayet bunlar o şekilde kaba davranmayıp biraz nazik olsalardı belki de Rasûlullah, esirlerin tamaz£i fidye almadan salıverecekti, denilmektedir. Fakat bu insanlcs-teme âdabına riayet etmedikleri için öyle davrandı ve onları. İsteme adabına uymadıkları için bir nevi cezalandırmış oldu... [55]
Varh-Vakitli birinin evine dalmak, izin almaya gerek duymadan içeri girmek, saatlerce birinin evinde oturup sohbet etmek, Özellikle yemek vaktini gözeterek evde bekleyip yemeğine ortak olmak... gibi davranışlar da medeni insanlar için oldukça kaba ve çirkindir.
Bu gibi davranışlar bazan samimiyet ve teklifsizliğin ifadesi olarak nitelendirilseler de tamamen yanlış ve edeb dışı nezaketsizliklerdir.
Aynı davranış biçimleri sahabenin bazılarında da zaman zaman rastlanılıyordu. Sahabeden bazıları, Özellikle yaşlı ve kimsesiz olanlar, yemek vaktini gözeterek Rasûlullah'ın evine geliyor, bazıları sohbet etmek üzere gelip saatlerce orada oturuyor, bazıları da davetli oldukları düğün yemeğini yedikten sonra sohbete dalıp, ev halkını huzursuz ediyorlardı! Bu davranışlar sebebiyle gelen ayet-i celile sahabeyi bir konuda daha ikaz edip eğit mistir.
«Ey iman edenler, Peygamberin evine yemek için davet edilmeksizin, vaktini de gözetmeksizin olur-olmaz girmeyin. Ancak davet edildiğiniz zaman ve tam vaktinde giriniz. Yemeği yedikten sonra da sohbete dalıp kalmadan hemen çıkıp gidiniz. Çünkü sizlerin bu davranışlarınız peygamberi üzüyor. O size gidin artık demekten utanıyor. Ama Allah, hakkı açıklamaktan asla utanmaz.»[56] ayeti ile Allah (c.c), ince düşünmeyen bir takım insanların samimiyet zannıyla yaptıkları şeyin ne kadar rahatsız edici bir davranış olduğunu, özellikle de Hz. Peygamberi üzdüğünü açıkça ifade etmiştir.
Bu ayet, Allah Rasûlü'nün Hz. Zeyneb ile evlendiği gün verdiği düğün yemeğinden sonra sohbete dalıp evde oturanlar hakkında indirildiği söylenmektedir.
Burada naklettiğimiz ayet-i kerimenin ışığında anlaşılıyor ki, Allah Teala sahabe-i kiramı âdâb-ı muaşeret konusunda ne kadar güzel biçimde eğitmiştir. Kur'an'ın eğitiminden geçen sahabe-i kiram, haklarında gelen her ayeti içtenlikle benimseyip gereğini seve seve yerine getirmekle hatalarını telafi etmişlerdir. Rasûlullah ile ilişkilerinde nezaket kurallarını harfiyyen yerine getirerek bu konuda da biz müslümanlara örnek olmuşlardır. [57]
Hicap ayeti gelmeden Önce mü'minler, eski âdetleri üzere Nebî (s.a.v.)'in evine girip çıkıyorlar, sohbet ediyorlar, bazan da zevcat-ı tahiratla birlikte aynı sofrada yemek dahi yedikleri oluyordu. Onlar da sahabenin hiçbirisinden kaçınma lüzumunu setmiyorlardı.[58]
Bu ilişkiler normal olarak bu şekilde devam ederken, bazanda Rasûlullah (s.a.v.)'ın —gayr-ı ihtiyarî de olsa— hoş ufak, tefek, nahoş olaylar da olmuyor değildi. Meselâ:
Bir gün Rasûlullah evinde, hanımlarıyla beraber yemek yerken, tesadüfen eve gelen Hz. Ömer de davetlerine uyarak oturmuş, beraber yemek yiyorlardı. Aynı kaba uzanan Hz.Aişe (r.a.)'nin eli gayr-ı ihtiyarî olarak Hz. Ömer'in eline değimiş Peygamber de bunu görmüştü. Onlarsa bunun hiç farkında değillerdi.. Buna rağmen Rasûlullah (s.a.v.) bu manzaradan hoşlanmamış; eşini kıskanma duygusu sebebiyle gördüğü bu durumda çok üzülmüştü.[59]
Ayrıca tesettür (örtünme) ile ilgili ayet-i kerime gelmeden önce, Hz. Peygamberin hanımlanyla diğer kadınlar ve cariyeler arasında giyiniş bakımından pek fazla bir fark mevcut değildi. Onlar da geceleri defi hacet için dışarı çıktıkları zaman[60] özel kıyafetleriyle tanınma durumları olmadığı için— bazan cariye zannıyla kötü insanların sataşmalarına ma'ruz kalma tetaaa olabilirdi.[61] Bilhassa bu durumlara çok üzülen Hz. Ömer Rasûlullah (s.a.v.)'a: «Ya Rasûlallah, yanlarına insanların taleri de, bozukları da girip çıkıyorlar. Hanımlarımza söylesenizde Örtünseler»[62] diyor ve bu konuda Cenâb-ı Hakkın mutlak ar emr-i ilahisini bekliyordu.
Allah-u Teala;
«Nebî, mü'minlere kendi nefislerinden daha evlâdır. Onun hanımları da onların analarıdırlar.»[63]
Allah teâlâ mü'minlerin Hz. Peygamber (s.a.v.)in hanımları ile münasebetlerinde esas olmak üzere Kur'an'da, «Sizin, Allah'ın Elçisine eziyet etmeniz doğru olmadığı gibi kendisinden sonra zevcelerini de nikahlamanız ebediyyen caiz değildir. Çünkü bu Allah nezdinde büyük bir günahtır.»[64] ayet-i kerimesini inzal buyurdu ve bununla da hiçbir kimsenin, Nebî'nin hanımlarını «ni-kahlasam» düşüncesine imkan bırakmadı.[65]
buyurmuş, bu ayetle Allah (c.c.) hem Rasûlul-lah'ın hem de hanımlarının sahip oldukları şeref ve haysiyetlerini muhafaza çemberi içine almış oldu. Bu ayet-i kerime, getirmiş olduğu ahlakî. te'dibî ve Rasûl'e ta'zimi âmir özelliği bakımından; zevcat-ı tahiratla ilgili tüm kötü düşünceleri bertaraf edici, mükemmel bir muaşeret kaidesidir. Bundan sonra hiçbir kimsenin peygamberin hanımları hakkında fena bir niyet taşıması mümkün olmayacağı gibi Rasûlullah da bu gibi konularda asla eziyet görmeyecektir.[66] Zira bu ayetle onlar, mü'minlerin anaları olmuştur... [67]
Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamberin hanımlarının özel durumları sebebiyle edeb kaidelerine daha fazla Önem vermelerini, dolayısıyla yabancı erkeklerle konuşurken, konuşma tarzlarına da dikkat etmelerini beyama:
«Ey Nebî'nin hanımları, siz diğer kadınlardan herhangi birileri gibi değilsiniz. Eğer Allah'tan korkuyorsanız, size yabancı olan (nikâhı helâl olan) erkeklerle konuşurken, onlara yumuşak söz söylemeyin. Sonra kalplerinde maraz (kötülük) bulunanlar tamah ederler. Onlara ma'ruf veçhile söz söyleyin.»[68] buyurmuştur. Ayrıca,
«(İhtiyaç yokken dışarı çıkıp dolaşmayın)[69] evlerinizde oturunuz. Evvelki cahiliyet (devri kadınları gibi kırıla-döküle ve süslerini göstere göstere) [70]yürüyüşü ile yürümeyin.»[71] buyurmuş ve maksadı da, «Ey ehl-i beyt, (bu emur ve yasaklarla) Allah (c.c.) ancak sizden (her türlü kötülükleri) gidermek ve sizleri tertemiz yapmak diler»[72] ayeti ile açıklamıştır.
«Nebl'nin hanımlarının diğer hanımlar gibi olmamalarının» anlamı şudur:
Peygamber hanımı olmak, O'nun taht-ı nikâhında bulunmak her hanıma nasip olmayan özel bir şereftir. Sırf bu şerefi nail olmak için kendisini nikahlamasını Rasûlullah'dan isteyen kadınlar vardı.
Tabiî ki her nimet bir külfeti de beraberinde getireceği için Nebî (s.a.v.)'in hanımlarının sorumlulukları da büyüktür. Onlar da tıpkı kocaları (s.a.v.) gibi kişilikleri, yaşayışları, davranış biçimi... gibi hâl ve tavırları ile diğer kadınlara Örnek olmalıdırlar. Herhangi bir kadında görülebilecek fahiş hareket, göze batan durum Nebî'nin hanımlarında bulunmamalıdır...
"Erkeklerle konuşurken onların gönlünü çelebilecek" nefsî duygularını harekete geçirecek şekilde çok kibar ve etkileyici bir sesle degil de, pek kaba da olmamak şartıyla uygun bir tarzda konuşma âdabı diğer mü'min kadınları içinde sözkonusudur. Çünkü "ayetin nüzulünün hususiliği mümkün umumiliğine engel değildir.» [73]
İslâm, toplumun temelini teşkil eden ailenin, sıhhat ve sağlamlığını temin etmek gayesiyle Kur'ân-ı Kerim'de, ailevî ilişkileri, ahlakî, hukukî ve içtimaî yönden en geniş bir şekilde yer verilmiştir. [74]
Hayat boyunca bir arada yaşayacak, her türlü tehlikelere birlikte göğüs gerecek, müştereken yuva ve yavrulara sahip olacak iki eşin (kan ile kocanın), nikâhtan önce mutlaka birbirlerini görüp haklarında bilgi sahibi olmaları; kuracakları müşterek hayatın sağlamlığı bakımından oldukça önemli bir konudur.
Rasûlullah (s.a.v.), Mugire b. Şu'be'ye: «Evlenmek istediğin kadına bak. Çünkü (evlenmeden önceki) görmen aranızdaki izdivacın başarılı olmasını daha iyi sağlar.»[75] buyururken bu konuya işaret etmek istemiştir.
Hiç bakmadığı halde bir kadınla evlenmek isteyen ensardan bir sahabîye Nebî'nin: «Git ona bak. Çünkü ensar kadınlarının gözlerinde birşey vardır.»[76] şeklindeki sözleri bakmaya teşvik ettiğini göstermektedir.[77]
Rasûlullah; «herhangi biriniz, bir kadını nikahlamak isterse elinden geldiğince o kadına baksın.»[78] buyurmuştur.
Ayrıca, evleneceği kadına bakarken, onun soyunu ve sopunu araştırmak, yakinen tanıyanlarla bu konuda istişare etmek, kendisiyle istişare edilen kimsenin de bildiklerini aynen söylemesinde hiçbir sakınca olmadığı yine Rasûlullah'm sünnetinde vardır. Şöyle ki, Kaysın kızı Fatıma Hz. Peygambere gelerek, Ebu Cehm b. Huzeyfe ile Muaviye b. Ebî Süfyan'ın kedisine talip olduklarını ve hangisi ile evlenmesinin kendisi için hayırlı olabileceği konusunda Rasûlullah'la istişarede bulundu. Rasûlullah da: «Ebu Cehm'e gelince, O, sopasını kadınların üzerinden kaldırmayanın birisidir. Muaviye ise parasız-pulsuz bir züğürttür. Lakin sen, Üsame ile evlen» dedi.[79] Bu olay gösteriyor ki, bu konuda istişare edilirken, maslahat icabı bilinenlerin soran kimseye söylenmesinde hiçbir mahzur yoktur. Gıybet de sayılmaz. [80]
Evlilik hayatının huzur verici olabilmesinin şartlarından birisi de eşlerin birbirlerini isteyerek evlenmeleridir. Karı ve kocadan herhangi birisi, istemediği halde, babası veya velisi tarafından zorla evlendirilmesi her zaman için sıhhatli bir evlilik hayatına manidir. Bu tip evlilikler çoğunlukla ya ayrılıkla ya da şiddetli geçimsizlikle sonuçlanmaktadır.
Cenâb-ı Hak bu konuda:
«Ey iman edenler kadınlara zoraki mirasçı olmanız size helal olmaz»[81] ayeti kerimesi ile, cahiliyye devri âdetlerini tamamen ortadan kaldırmak suretiyle kadını zulüm ve ızdırardan kurtarmış, onun miras yoluyla elden ele dolaşan bir mal olmadığını[82] aksine; bilhassa evlenme konusunda onun da fikrinin alınması gerektiğini beyan etmiştir. Yine bu ayetin, kızın, istemediği bir erkekle zoraki evlendirilmesine de mani olduğu anlaşılabilir.
Ayrıca, Buharı nin, es-Sahih'inin Kitabu'n-Nikâh bölümünde, «Kızlarınızı zinaya zorlamayınız»[83] ayet-i kerimesini kaydettikten sonra: istemediği halde babası Halit, kızı Hansa1 yi bir adama nikâh etmiş, onun da Rasûlullah'a, rızası olmadığı yolundaki şikayetiyle akti fesh ettirmiş olduğu konusundaki bu hadisi burada zikretmiş olması; ister hür olsun ister cariye, hiçbir kimsenin, dünya menfaati karşılığı olarak bir kadını istemediği halde bir erkekle evlendirmesinin caiz olmayacağını ifade etmiş,[84] İslâm'ın bu konudaki hükmünü açıkça ortaya koymuştur. [85]
Dul«Kadınlan nikâhla isteyeceğinizi çıtlatmanızda ve böyle bir arzuyu gönüllerinizde saklamanızda sizler için bir vebal yoktur. Çünkü Allah (c.c.) sizlerin onları, gönüllerinizden geçireceğinizi mutlaka bilmektedir. Ancak kendileriyle gizlice vaadleşme-yin. Velâkin, ma'ruf bir söz söyleyebilirsiniz.»[86]
Bu ayet-i kerime her ne kadar iddet bekleyen hakkında nazil olmuşsa da bekârların da bir kızı edebi dairesince gönlünden geçirmiş olması konusunu da kapsadığı muhakkatır.
Evlenme talebi erkekten olabileceği gibi, bizzat kadının babası veya velisi tarafından da yapılabilir. Her ne kadar zamanımızda bu şekli, ayıp kabul ediliyor veya bu mülahazalarla pek rağbet görmüyorsa da, Hz. Peygamberin, Hafsa'yı bizzat Ömer (r.a.)'den istemesi,[87] Hz.Ömer'le Hz. Ebu Bekir'in Fatama'yı Resûlullah'dan istemeleri,[88] erkek tarafından hıtbeye örnek olabileceği gibi, Hz. Ömer'in kızı Hafsa'yı önce Hz. Osman'a, sonra da Hz. Ebu Bekir'e arz etmesi,[89] de, kızın velisi tarafından beğendiği bir erkeğe arz edileceğinin örneği olmalıdır.
Hıtbede caiz olmayan husus, başkasının nikah talebinde bulunduğu bir kadına, bunu bildiği halde talip olmaktır.[90] Ki Resûlullah (s.a.v.) «Sizden hiçbir kimse (din) kardeşinin hıtbesi üzerine hıtbede bulunmasın»[91] yani, kardeşinin dünür gönderdiği bir kadına kendisi de dünür göndermesin emriyle, başkasının da aynı zamanda aynı kadına dünür gönderilmesini yasaklamıştır.
Rivayet edildiğine göre Hz. Ömer (r.a.) şöyle demiştir:
«Osman b. Affan'la karşılaştım ve «istersen Hafsa'yı sana nikahj-yayım» dedim. Osman (r.a.): «durumumu bir gözden geçireyim de...» dedi. Ben birkaç gece bekledikten sonra karşılaştığımızda, «bana bu günler evlenmemin mümkün olamıyacağı zahir oldu-dedi. Sonra Ebu Bekir (r.a.) ile karşılaştım. Aynı şekilde Hafsav. O'na da arzettim.[92] Dedim ki, «eğer dilersen, Ömer'in kızı Hai-sa'ya sana nikahlıyayım.» Birkaç gece bekledikten sonra Rasûlullah (s.a.v.) Hafsa'ya evlenme teklifinde bulundu. Bundan sonra karşılaştığımızda Hz. Ebu Bekir: «Hafsa'yı bana teklif ettiğinde kabul etmememin sebebi, Rasûlullah'm Hafsa'dan bahsettiğini duymuş olmamdı. O'nun sırrını ifşa etmemek için de susmuş, bir şey söylememiştim. Şayet Hz. Peygamber bu düşüncesi-den vazgeçseydi teklifini kabul ederdim» buyurdu.»[93] Hayatta Rasûlullah (s.a.v.) ve Sahabe, mü'minlerin en güzel Örneği olmasına rağmen, onların bu saf ve samimi davranışları günümüzde örnek alınmadığı gibi, tam aksine "bir baba kızını bir erkeğe tekli etse", her duyan onu ayıplar ki, kızını pazarlıyor veya satılışa çıkarmış diye! Halbuki bunun birinin kızına dünür olmaktansa farkı var? "Kızma talibim" demek ayıp olmuyor da erkeğe talip olmak ayıp sayılıyor? şaşılacak şey!... [94]
Rasûlullah (s.a.v.): «Dininden ve ahlâkından hoşnut olduğunuz birisi size geldiği zaman ona kızınızı nikahlayınız. Şayet böyle yapmazsanız, yeryüzünde fitne ve fesat çıkar.» buyurdu. Bunun üzerine ashabdan biri:
«— Ya Rasûlallah, şayet onda fakirlik ve soy düşüklüğü varsa?..»
«— Dininden ve ahlâkından hoşnut olduğunuz birisi size gelirse kızınızı ona nikahlayınız.» buyurdu ve bu sözünü üç defa "ikrar etti.[95] Demek ki, evlenecek adaylardan erkekte arana:ık vasıf, dini, yani ahlakı güzel ibadetleri ve yaşayış biçimi isknî açıdan güzel olmaktır. Sahabî'nin soyundan ve fakirliğinden özellikle bahsetmesine rağmen Rasûlullah (s.a.v.) üç defa tekrar ederek dini ve ahlâkı güzel olanı... demesi erkekte soy, sop ve zenginlik ve fakirliğin Önemli olmadığına işarettir. [96]
Rasûlullah: «Kadın, malı, güzelliği ve dindarlığı için nikahlanır. Sen dindar olanını tercih et.»[97] demiş, tercihe şayan olanı belirtmiştir.
Hz. Peygamber: «Kadını malı ve güzelliği için nikahlayan kimse, onun mal ve güzelliğinden mahrum edilir.»[98] buyurmuştur. Yani dini güzel olmayan, ibadet, ahlâk ve taati noksan veya hiç olmayan kadının, müslüman bir erkeğe hayır getirmesi beklenemez demektir.
Hz. Peygamber: «Dünyanın tamamı meta'dır, dünya meta inin en hayırlısı da saliha bir kadındır.» [99]buyurmuş, bununla da dindar olan kadının önemine işaret etmiştir.
Ebu Hüreyre (r.a.)'ın rivayet ettiğine göre, Rasûlullah'a:
«— Hangi kadın daha hayırlıdır?» denildi de Hz. Peygamber:
«— Kocası baktığı zaman, (zahiri güzelliği, ahlakının hoş oluşu ve de Allah'a itaatiyle) onu sevindiren, emrettiği zaman, emrine derhal itaat eden ve kocasının, mal, can ve namusunu emniyetle teslim edebileceği kadındır.»[100] buyurdu.
Rasûlullah (s.a.v.)'in bu hikmet dolu tavsiyelerine rağmen, ne yazık ki, bizim müslümanlar genelde babası zengin mi, kız güzel mi? diyerek önceliği bunlara yermekteyiz. Sonunda da uyumsuzluk, geçimsizlik... vs.
Rasûlullah (s.a.v.)'in bir hadisinde de: sırf güzelliği ve malı için evlenilen kadının, mal ve güzelliğinden Allah o şahsı mahrum eder, buyurmuştur. [101]
Rasûlullah (s.a.v.) her zaman bu görevi yapar ve yeni evlenenleri de özellikle şu şekilde tebrik ederdi:
«Allah size mübarek kılsın, üzerinize bereketini arttırsın, aranızı hayırla birleştir sin!»[102]
Aile yuvasının huzur ve saadetini gerçekleştirmek için, erkeğe hakimiyet görevini veren Allah teâlâ, kadına da kocasına itaat etme görevini vermiş ve:
«İyi kadınlar, itaatkar olanlardır. Allah (c.c.) kendi haklarını nasıl korumuşsa, onlar da öylece (kocalarının) haklarını koruyanlardır.»[103] buyurmuştur.
Kocaya itaatin bu kadar önemli olması sebebiyledir ki, Rasûlullah (s.a.v.); «şayet insanın insana secde etmesini emredecek olsaydım, kadının kocasına secde etmesini emrederdim. Muhammed'in nefsi yedinde olan Allah'a yemin olsun ki, kadın, kocasının hakkını tam olarak yerine getirmedikçe, Rabb'ının hakkını tam olarak ifa etmiş olamaz.»[104] buyurmuştur. Ayrıca, kocası yanında olan bir kadının, —farz olanların dışında— nafile oruç tutamayacağı, ancak kocası müsaade ettiği zaman bu gibi ibadetleri yapabileceği hükmü de kadın için kocanın, Allah'tan sonra itaate en fazla layık birisi olduğuna delalet etmektedir.»[105] Burada, şurasını da açıklayalım ki, aile küçük bir yönetim birimidir. Buradaki itaat yöneten ve yönetilen arasındaki meşru şartlar çerçevesindeki itaattir... Aynı şartlar çerçevesinde kocasının da kadının haklarına riayeti sözkonusudur. [106]
Her müslümanm malı, canı ve namusu korunmaya layıktır. Evin hanımı bu konuda oldukça titiz davranıp, korumakla görevli olduğu[107] şeylere riayet etmelidir. Kocasının izin vermeyeceği erkeği eve almamalıdır.[108] Ondan habersiz evi ve malı hakkında aşırı tasarrufta bulunmamalıdır. Onunla istişareden sonra tasarrufta bulunabilir.
Rasûlullah (s.a.v.):«Kişinin elde ettiği hazinenin en güzelini size haber vereyim mi?. O, baktığın zaman seni mesrur eden, emredince itaat eyleyen, sen olmadığın zaman malını ve namusunu koruyan saliha bir kadındır.»[109] buyurdu. [110]
Nakledildiğine göre, Hz. Peygamber'in, aralarında gizli kalmak şartıyla, Hz. Hafsa'ya söylediği bir sırrın, Hafsa tarafından Hz. Aişe'ye söylenmesinin hoş olmadığını beyan etmek üzere nazil olan:
«Hani peygamber, zevcelerinden birisine sır olarak bir söz söylemişti de, O, onu haber verince, Allah da Peygambere onu (haber verdiğini) açtı...»[111] Bu ayet-i kerime, aile sırlarının özellikle karı-koca arasındaki gizli kalması gerekli olan şeylerin ifşa edilmesini mü'minlere yasaklamıştır. Çünkü ailenin sırları mahremdir. [112]
Allah teâlâ «kadınlar için erkekler üzerinde, erkeklerin kadınlar üzerindeki haklarına mümasil, ma'ruf vech ile (tanınması ve muhafaza edilmesi vacip) hakları vardır.»[113] buyurmuş, karşılıklı hak ve vazifelerde eşitlik ilkesine göre karı-koca hayatım dengelemiştir. Yani kocanın kadın üzerinde ne hakkı var ise, kadın da kocasının haklarına denk olmak şartıyla koca hakkı vardır. Nasıl ki, kadının kocanın haklarına riayet etmesi isniyor, koca da kadının haklarına riayet etmelidir... [114]
«Onların (annelerin), masruf veçhile yiyeceği, giyeceği; çocuk indisinin olana (babaya) aittir...»[115] ayet-i kerimesi gereğince de, ilenin, yani çocukların ve hanımın «kafi derecede yiyeceği, ifrat ve tefritten uzak kalmak şartıyla, giyeceği de kadının kocası üzerine terettüp eden haklarındandır.[116] Aynı konuya Resûlullah i.a.v.) de, ashabın: «Kadınlarımızın bizim üzerimizdeki hakları edir, ya Rasûlallah?» şeklindeki sorularına: «Yediğinizden yeyip, giydiğinizden de giydirmenizdir.»[117] şeklinde vermiş olduğu svapla değinmiş; kadınların, yeme ve içme, giyim-kuşam gibi ihtiyaçlarınin temininin kocaya ait olduğunu belirtmiştir. Ayrıca amana göre ve maruf vech ile kadının yeme ve içmenin dışındaki arzu ve isteklerinin de karşılanması bu hüküm içerisinde dahil-ir. Çünkü kadının ihtiyacı sadece yeme, içme değildir. Bunların" ışında da ihtiyaçları olabilir!... [118]
Rasûlullah (s.a.v.), «Kadın kaburga kemiğinden yaratılmış-ır. Doğrultmağa kalkarsan kırarsın; fakat onu hali üzere terke-lersen, eğriliğine rağmen ondan istifade edebilirsin.»[119] hadis-i ierifleriyle erkeklerin dikkatlerini çekmiş, anlayış ve hoşgörülü »İmalarını tavsiye etmiştir. Bu hadis, bir inşam kusursuz yapma ;abasınm boş bir çaba olduğu sadedinde söylenmiştir. Yani kusur-iuz insan olmaz. Erkeğin olduğu gibi kadının da kusuru olabilir. riatta bu kusurların eğitim-Öğretim yoluyla organize indirilmesi çin çaba sarfedilebilir de. Ama, "ben hanımımda hiç kusur gör-nek istemiyorum" diyerek üzerine fazla gidilir, baskırılırsa düzelteceğim derken kırılması da mümkündür. Öyleyse karı-koca karşılıklı olarak fahiş olmayan hatalarını hoşgörü ile telafi edebilirler. Özellikle kadının bu hoşgörüye daha çok ihtiyacı vardır. Çünkü ev işi, çocukların bakılıp, eğitimi... vs. Onu mazur gösterebilir... [120]
Rasûlullah (s.a.v.): «Koca, zevcesini sû-i zanna mevzu ederek ona baskı yapmasın. Hanımını gizli gizli teftiş ve tetkik etmesin.»[121] buyurarak karı koca arasındaki sevgi ve meveddeti sarsacak, birbirleri hakkında itimatsızlığa sevkedecek hareketlerle geçimsizliğe neden olmaması için kocayı ikaz etmektedir. [122]
Karı ile kocanın arasındaki ihtilaf, kendi aralarında çözülüp bertaraf edilemediği taktirde, Allah teâlâ mü'minlere hitapla:
«Eğer karı ve kocanın aralarının ayrılmalarından endişeye düşerseniz, kendilerine bir hakem erkeğin ailesinden; bir hakem de kadının ailesinden gönderin. Şayet hakemler gerçekten aralarının ıslahını isterlerse, Allah muvaffakiyete ulaştırır. Şüphesiz Allah, hakkıyle bilen ve haberdar olandır.»[123] buyurmuştur.
Yine Yüce Allah şöyle buyurur: «Eğer kadın, kocasının nüşûzundan (yatağını terketmesinden, nafakasını teminde ihmal göstermesinden veya herhangi bir şekilde kendisinden yüz çevirmesinden) [124]korkarsa,sulh ile aralarını düzeltmekte, ikisine de vebal yoktur. Sulh daha hayırlıdır»[125]
Her anne ve baba, yaratılıştan gelen bir duygu ile çocuklarım sever ve şefkatle bağırlarına basar.
Yüce Allah;«Mal ve evlât dünya hayatının süsüdür...»[126] buyurmuştur.
«Mal ve evlat vermek suretiyle sizin imdadınıza yetiştik ve cemiyetinizi de çoğalttık...»[127] ayet-i kerimesi ile de çocukları__bağışlayıp niğmet veren Allah'a şükrü gerekli kılan— dünya ni'metlerinin başında saymıştır.
«Onlar ki, ey Rabbımız derler; bize seveceklerimizden ve nesillerimizden gözleri (mizin) bebeği olacak (salih) insanlar ihsan et, bizi takva sahiplerine rehber kıl.»[128] mealindeki dualarını zikretmiştir.
Her şeye rağmen, çocuk sevgisinde aşırılıklara gidilmemeli, ılımlı olmalıdır. Sevgi çocuğu şımartmamahdır. Sevgi eğitim-öğretim çağında çocuğun büyük veya büyüyebilecek hatalarını görmeyi ve düzeltmeyi engellememelidir. [129]
Allah teâlâ'mn Rasûl'üne:
«Sen, Allah tarafından bir rahmet sebebiyle onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın onlar etrafından herhalde dağılıp gitmişlerdi bile...»[130] şeklindeki hitabı katı kalplilik ve acımasızlığın menfî neticesini beyan etmektedir. Her anne ve babanın çocuklarına karşı merhametli davranmaları Hz. Peygamberin birçok hadisinde tavsiye ettiği bir konu olduğu gibi Allah teala da yavrularına acıyarak onları cehennem ateşinden korumalarım Kur'ân'da mü'minlere emretmiştir: «Ey iman edenler, kendilerinizi ve ehlinizi, yani aile ve çocuklarınızı yakıtları insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyunuz ki o ateş sırf kâfirler için hazırlanmıştır.» (Tahrim, 66/6). [131]
Adalet, İslâm'ın temel prensiplerinden birisidir. Özellikle anne ve babalar için en kutsal bir duygudur. Kendi Öz yavruları arasında, her konuda olduğu gibi sevgi ve acımada da kız-erkek ayrımı yapmamaları gerekir. Birisine sadece kız olduğu için haksızlık etmek aklen caiz olmadığı gibi dinen de asla caiz değildir. Bu şekildeki düşünce ve davranış Allah teâlâ'mn: «Eşit davranınız, bu takvaya daha uygundur.»[132] emr-i ilahisinin Özüne aykırı düşer.
«Semâların ve arzın mülkiyeti Allah'ındır. Dilediği şeyi yaratır. İstediğine kız çocuğu, istediğine de erkek çocuğu verir.»[133] ayet-i kerimesi ile de yaratılanın, kendinin meydana gelmesinde hiçbir etkisinin olmadığım; dolayısıyle kız olarak yaratılması sebebiyle birisini kınayıp hakir görmenin mantık dışı olduğunu, en bariz bir şekilde ifade etmiştir!.. Kaldı ki Çocuklar arasında kız-oğlan ayırımı yapmayı Allah Teala Kur'ân'da kötü bir cahiliyye devri âdeti olarak tanıtmaktadır:
«Onlardan birine kız (doğum) müjdesi verilince, kendisi pek öfkeli olarak, yüzü simsiyah kesilir. Verilen müjdenin tesiriyle kavminden gizlenir; o doğanı sağ bırakıp hakaretle mi tutacak, yoksa toprağa mı gömecek?., (kendi kendine bunları düşünür.) Bak ki hükmedegeldikleri bu düşünce ve âdet ne kötü şeydir!..»[134] ayet-i kelimesiyle de bu tefrikin ne kadar çirkin ve anlamsız bir davranış olduğunu beyan etmiştir. [135]
Rasûlullah (s.a.v.): «Her doğan îslâm Fıtratı üzere doğar» hadis-i şeriflerinin devamında: «Eğer anne ve babası müslümansa çocuk da müslüman, yahudi veya hnstiyansa yahudî veya hristiyan olur.»[136] buyurmuş, çocukların geleceği bakımından ebeveynin etkisini beyan etmiştir. Ayrıca her anne ve babanın İslâm nazarında hamileri olarak çocuklarına karşı mesul durumda oldukları da muhakkaktır.[137] Zira Allah teâlâ tahrim suresinde anne ve babaya hitapla:
«Ey iman edenler, kendinizi ve ehlinizden olanları (cehennem) ateşinden koruyunuz!..»[138] ayet-i kerimesi ile: «Allah'ın yasaklamış olduğu şeylerden uzaklaşmak suretiyle»[139] kendi nefislerini, Cenab-ı Hakk'm emir ve yasaklamalarına itaat edip isyan etmemelerini emretmek suretiyle de[140] çocuklarını, ailelerini ve emirleri altında olan herkesi cehennem ateşinden korumalarını mü'minlere emretmiştir.
Ayrıca:
«Ey elbisesine bürünen, kalk inzar et, Rabb'ını ulula ve elbiseni temizle»[141] ayeti ile de Allah teâlâ, «ehlini, vaaz- nasihat ile her türlü hata ve kötülüklerden temizlemesini»[142] Rasûlullah'ın şahsında tüm mü'minlere emretmiştir.
İslâm'da eğitimin öğretimle beraber olması gerektiğini, konu ile ilgili ayet-i kerime ve hadis-i şerifler incelendiği zaman açıkça anlaşılmaktadır.Peygamberimiz, «Çocuğa yedi yaşına gelince namaz kılmasını Öğretiniz. Eğer kılmazsa on yaşından itibaren dövünüz.»[143] buyurur.
Lokman (a.s.)'ın oğluna öğüt verirken şöyle demişti: «Oğulcuğum, Allah'a şirk koşma, çünkü şirk elbette büyük bir zulümdür.»[144]
«Oğulcuğum, hakikat yaptığın (iyilik veya kötülük) bir hardal tanesi kadar olsa; hatta kayanın koğuğunda veya göklerde yahut da yerin dibinde gizlenmiş dahi olsa Allah onu getirir, (meydana çıkartır ve hesabını sorar.)»[145]
«Oğulcağızım, namazını dosdoğru kıt. İyiliği emre kötülükten de vazgeçirmeğe çalış, bu emir ve nehy sebebiyle sana isabet edecek şeylere de sabret. Çünkü bunlar kat'î suretle emredilen ve yapılması gerekli olan işlerdendir.»[146]
«İnsanlardan kibirlenerek yüz çevirme.Yer yüzünde şımarık yürüme. Zira Allah (c.c.) kibirlenen ve övünen hiçbir kimseyi sevmez.»[147]
«Yürüyüşünde mu'tedil ol. Sesini alçalt Zira seslerin en çirkini şüphesiz eşeklerin sesidir.»[148]
Çocuklara daima rıfk-u mülayemetle muamele etmek gerekir. Çocukları sık sık cezalandırma yoluna gitmek yerine, bazı hatalarım görmezlikten gelirken; bir kısmını da cezayı gerektirdiğini ifade ettikten sonra affetmek Allah teâlâ tarafından:
«Ey iman edenler, eşleriniz ve çocuklarınız içerisinde size düşmanlık edenler de vardır, onlardan sakının. Fakat affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, örterseniz; şüphesiz Allah gafur ve rahimdir.»[149] ayet-i kerimesi ile mü'minlere bir eğitim metodu olarak tavsiye edilmektedir. Rasûlullah (s.a.v.) de aynı yolu takip etmiş, hiçbir çocuğu cezalandırma yoluna gitmemiştir.[150] Enes (r.a.) demiştir kî, «Ben tam on yıl Rasûlullah'm yanında kaldım. Hiçbir zaman şu işi niye böyle yaptın; bunu neden yapmadın diye beni hiç azarlamadı.» [151]
Anne ve babanın çocuklarına karşı uymaları zorunlu olan önemli bir muaşeret kaidesi de: küçük yaşlarda, çocukların henüz anlayamayacağı; fakat zihinlerini meşgul edebilecek durumda olan karı-koca hallerinin gizliliğini muhafaza etmeleridir. Binaenaleyh ebeveyn, küçük yaştan itibaren çocuklarının yatak odalarım ayırıp[152] izin almadan kendi odalarına girmelerine müsaade etmemelidirler. Çünkü Allah teâlâ Kur'an-ı Kerim'inde:
«Ey iman edenler, sağ elinizin malik olduğu (köle ve cariyeler), bir de sizden olup da henüz buluğ çagına.ermemiş olan küçük çocuklar, şu üç vakitte; sabah namazından önce, öğle sıcağında elbisenizi çıkardığınız zaman, bir de yatsı namazından sonra (yatak odanıza girecek olurlarsa) sizden izin istesinler. Bu üç vakit sizin için avret (ve halvet) vakitleridir...»[153] buyurmuştur. Büyükler her zaman için kendi odalarından başkasına ait odalara girerken izin istemelidirler.[154]
«Rabbın sadece kendisine ibadet etmeni, anne ve babana ihsanda bulunmam emretti...»[155] ayet-i kerimesi ile yoktan var eden ve tüm nimetleri veren olarak Allah (cc), kendisine ibadeti emirden sonra, ikinci derecede ni'met veren olarak ebeveyni zikretmiş ve onlara da ihsanda bulunmayı, çocuklarına emretmiştir. Lokman sûresinde Yüce Allah:
«Biz insana anne ve babasını tavsiye ettik. (Çünkü) Annesi kendisini (gebelik zahmeti, doğum sancısı ve emzirme gibi)[156] zaaf üzerine zaafla taşımış, sütten ayrılması da iki yıl sürmüştür. Bana ve anne ve babana şükret. Dönüşünüz banadır.»[157] buyurmuş, çektikleri zahmete karşılık şükür ve itaate layık olduklarını beyan etmiştir. Ayet-i celilede özellikle annenin sıkıntılarına değinilmesi, ona karşı daha fazla hassas olunması gerektiğini ifade eder.
Anne ve babaya iyilik ve ihsanı emreden bu ayet-i kerimelerden başka Rasûlullah'ın; anne ve babaya iyiliği, vaktinde kılman namazdan sonra Allah'ın en çok sevdiği amel olarak zikretmesi;[158] cihada katılmak isteyen sahabiye: «git, yaşlı anne ve babana hizmet et.»[159] şeklinde tavsiyede bulunup bunu cihaddan efdal olarak nitelendirmesi... ve benzeri daha birçok hadis-i şerifler ebeveyne iyilik ve ihsanın ne kadar önemli bir görev olduğunu beyan etmektedirler.
Özellikle Rasûlullah (s.a.v.)'in, «en fazla hüsn-ü sohbetime layık olan kimdir ya Rasûlallah?» diye soran sahabiye: Üç defa «annendir» dedikten sonra, dördüncüsünde, «babandır»[160] demesi de, ikram ve ihsanda annenin yerininbabadan kat kat fazla olduğunu göstermektedir. [161]
Anne ve babanın emirlerine itaatsizlik ise Hz. Peygamber tarafından, «şirkten sonra büyük günahların en büyüğü» olarak nitelendirilmiştir.[162]
Şayet anne, baba veya herhangi birisi müşrik olup şirk konusunda itaati emrediyorlarsa onların sözlerine uymak kesinlikle yasaktır. Tirmizî'nin rivayet ettiğine göre, Sa'd b. Ebi Vakkas İslâm'ı ilk kabul edenlerden olup annesine pek fazla iyilik ve hürmet ederdi. Oğlunun kendisine düşkünlüğünü bilen anne, bir gün şöyle dedi:
«— Bu yeni ortaya çıkan din de nedir? Allah'a yemin ederim ki, ne yemek yiyeceğim, ne de bir şey içeceğim! Ta ki eski dinine dönersin, yahut da böylece Ölürüm, sana da "Anne katili" derler» dedi. Bundan sonra yedi gün yiyip içmedi. Sonunda oğlu Sa'd yanına varıp dedi ki:
«—Ey anneciğim, senin yüz tane canın olsa ve bunlar teker, teker çıksalar, bulunduğum hak dini yine de terketmem. Bundan-sonra ister ye, ister yeme!..»
Bu olaydan sonra Cenâb-ı Hakkın şu ayeti nazil oldu: [163]«Biz insana, anne ve babasına iyilik etmesini emrettik. Bununla beraber hakkında bilgi sahibi olmadığın birşeyi bana ortak koşman için sana emrederlerse artık onlara itaat etme. Akıbet dönüşünüz banadır. Ben işlemiş olduğunuz amelleri size haber veririm.»[164] Bu ayet-i kerime açıkça ifade ediyor ki, islâm'ın yasakları doğrultusunda anne va babaya itaat sözkonusu değildir.
Allah teâlâ Kur'ân'da gayr-ı müslim de olsalar ana ve babanın İslâm'a uygun olarak hakkına riayet edilmesini emretmiş ve şöyle buyurmuştur:
«Eğer onlar, sence ilimde yeri olmadık herhangi bir şeyi bana eş tutman üzerinde seni zorlarlarsa kendilerine itaat etme. Onlarla dünyada (iyilik yapmak, zaman zaman ziyaret etmek suretiyle)[165] hoş geçin. Nihayet dönüşünüz banadır. Ben de size yaptıklarınızı haber veririm.»[166] âyeti ile onlara maddî yardımda bulunmak, ziyaret etmek, sohbet etmek gibi şeyler analık hakkına ria-yetten olacağı için böylesi insanî ilişkilerin devam ettirilmesitav-siye olunmaktadır.
Esma binti Ebi Bekr'in anlattığına göre şöyle demiştir: «Rasûlullah hayatta iken, müşrike olan annem beni görmek için gelmişti. Ben Hz. Peygamber'e: «onunla görüşeyim mi?» diye sordum da Rasûlullah «evet» dedi.» bu olay üzerine Allah teâlâ:
«Sizinle din hususunda muharebe etmemiş, sizi yurtlarınızdan da çıkartmamış olanlara iyilik, onlara adaletde muamele; etmenizden Allah sizi men'etmez. Çünkü Allah (c.c.) adaleti gözetenleri sever.»[167] ayet-i kerimesini inzal buyurdu.[168]
Cenâb-ı Hak, Kur'ân'da: «Müşriklerin, o çılgın ateşin ashabı oldukları meydana çıktıktan sonra, akrabanız bile olsa; artık onların lehine, ne peygamberin, ne de müzminlerin istiğfar etmeleri (affedilmelerini istemeleri) doğru değildir.»[169] buyurmuş ve kafir olarak Ölen anne ve babaya dua edilmesini uygun bulmamıştır. Hayatta ise hidayete erdirilmeleri için dua etmek sadece hüsn-ü muaşeretin bir gereğidir.
Hz. Peygamber: «Evlat babasını köle olarak bulsa ve satın alıp azat etse; ancak o zaman hakkını ödemiş olabilir»[170] buyurmuş ve baba ve annenin haklarını ödemenin mümkün olamayacağına işaret etmiştir. Başka bir hadis-i şerifte de bunun imkansızlığım şu şekilde tebarüz ettirmiştir: Hafız Ebu Bekir el-Bezzâr,"Ebu Büreyde'nin babasından nakletmiştir. «Bir adam annesini sırtına almış, Kabe'yi tavaf ettiriyordu. O esnada Rasûlullah'ı gördü ve: «nasıl, annemin hakkını ödeyebildim mi?» diye sordu. Hz. Peygamber: «Hayır, seni karnında taşırken, bir nefes alma anındaki zahmetinin dahi hakkını ödemedin» buyurdu.»[171]
Anne ve babayı razı etmenin yollarına gelince; bunu da Allah teâlâ Isrâ sûresinde şöyle beyan etmiştir:
«Eğer onlardan birisi veya ikisi birden, ihtiyarlıklarında senin yanında olurlarsa; onlara «öf» deme, azarlama da... Onlara güzel söz söyle. Merhametten dolayı tevazu kanatlarını üzerlerine ger. Ve, ya Rabbî onlar küçükken beni nasıl büyütüp beslemişler-se, sen de onlara öyle merhamet et de.»[172]
Ebû Tufeyl'in haber verdiğine göre, bir kadın geldi ve Rasûlul-lah'a yaklaştı. Hz. Peygamber derhal sırtından ridasını çıkartıp yere serdi ve kadını o ridanın üzerine oturttu. Ben oradakilere:
— Bu kadın kimdir? diye sordum. Onlar:
— Bu Rasûlullah'm süt annesidir dediler.[173] Bu olay da anne ve babayı memnun edebilecek başka bir saygı şeklini ifade etmiş oluyor.
Meşhur «üç nefer» hadisini ve başlarından geçeni hatırlıyoruz. Birincisinin —başlarına gelen ve sığındıkları mağaranın önünü kapatan kaya belasından kurtulmak için— hatırlatığı iyiliği şöyle idi: «Allahım, benim yaşlı ve ihtiyar anne ve babam, birkaç tane de küçük çocuklarım var idi. Onlara ben bakıyordum.
Her akşam eve geldiğimde sütü sağıyor, önce anne ve babama içiriyor, sonra da çocuklarıma veriyordum. Bir akşam eve geç döndüm; bir de ne göreyim ebeveynim uykuya dalmışlar! Fakat uyandırmaya kıyamadım. Çocuklarım aç olarak ayaklarımın altında dolaşıyorlar, sütlerini vermemi istiyorlardı. Bense ebeveynimden önce onları doyurmayı hoş bulmadım. Bu hal fecre kadar devam etti. Sonunda onlar uyandılar, sütlerini içtiler, sonra da çocuklarımın sütlerini içirdim. Bunları senin rızanı kazanmak için yaptığımı biliyorsan, eğer benim o davranışımdan memnun olduysan bizleri bu sıkıntıdan kurtar dedi ve kaya, sema görülecek kadar oynadı...»[174] Bu hadis-i şerif de anne ve babaya gösterilecek saygının başka bir şeklini verirken, aynı zamanda onlara saygı ve haklarına riayet etmenin insanın başına gelen beladan kurtulmaya sebep olduğu müjdesini de taşımaktadır.
Kişi, anne ve babasından ayn oturmak mecburiyetinde kalmışsa, sık sık ziyaretlerine gitmek, hal ve hatırlarını sorup, varsa ihtiyaçlarını karşılamak, sıkıntı ve kederlerini gidermeye çalışmak da yine evladın, onlara karşı yapacağı iyilikler olarak Kur'ân-ı Kerim'de emrolunmuştur. Zira Allah teâlâ:
«Allah yakınlarınızı da görüp gözetmenizi emreder.»[175] ayetiyle bu manayı yani sılay-ı rahmi kesmemeyi kast etmiştir.[176]
Allah (c.c.) bu emr-i ihalisiyle anne ve baba vefat ettikten sonra da onlarla ilgili olarak evladın iyiliğini kesmemesini te'dip etmektedir. Rivayet edildiğine göre es-Saidî şöyle demiştir: Biz, RasûluUah'ın yanında otururken Seleme oğullarından bir adam geldi ve:
«— Ya Rasülallah, öldükten sonra anne ve babama yapabileceğim bir iyilik kaldı mı? yapayım» dedi. Hz. Peygamber:
«— Evet, onlara dua etmen ve Allah'tan mağfiret talep etmen, varsa anlaşmalarını yerine getirmen, onların sıla ettiği kimseleri ziyaret edip dostlarına ikramda bulunmandır.» buyurdu.[177]
Bu hadis-i şerif gösteriyor ki, anne ve baba hayatta iken onlar için duâ etmek, Allah'tan affedilmelerini istemek gerektiği gibi vefatlarından sonra da onlar için «ya Rabbî, ben küçükken onlar beni nasıl büyütüp beslemiş rıfk-u mülayemetle muamele etmişlerse, sen de onlara acı, nfk ve yumuşaklıkla muamele et» şeklinde dua ile aflarını talep etmeleri Kur'ân'm öğrettiği adabdan olmaktadır. Nakledildiğine göre her evlat, beş vakit namaz kıldıktan sonra dua ederken; «Ey Rabbımız, kıyamette hesap görülmeğe başladığı zaman beni, anne ve babamı ve müzminleri mağfiret et.»[178] ayetini dua maksadıyla okursa mezkûr ayette kastedildiği şekilde anne ve babası için dua etmiş olur.[179]
Erkeklerin birbirlerinin göbekle diz kapağı arası hariç, bedenlerinin hepsine bakması ve açması halaldir. Bunların dayanağı; Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, Huzeyfe'yi mescidde dizi açık olarak görünce, «Dizini kapat. Çünkü orası da avrettir»[180] hadisi ile, Ali (r.a.)'ya» «Dizini açma. Ölü veya diri hiçbir kimsenin dizine bakma» mealindeki tavsiyeleridir.[181] Fakat, diz ile göbek arası yerleri açmak veya bakmak kesinlikle haramdır. [182]
Kadın, kadınla beraber olduğu zaman utanıp kapatmaları gerekli yer ve halleri, aynen erkeklerde olduğu gibidir. Birbirlerinin dizle göbek arasına bakmaları haram olup, sair bedenlerine (fitne endişesi olmadığı zaman) bakmaları caizdir. Fitneden korkulursa diğer yerlerine de bakmaları caiz olmaz.[183]
Erkeğe yabancı olan kadın ya hür veya cariye olabilir. Hür ise: Hür kadınların elleri ve yüzleri hariç bedenlerinin tamamı yabancı erkeklere nazaran avrettir. Bakılması veya görülecek şekilde açılması caiz değildir.[184]
Göz ansızın ve istemeyerek, bakmak yasak olan bir yere rast gelecek olursa Allah teâlâ'nm; «mü'min kadınlara söyle! gözlerini (bakmak caiz olmayan şeylere karşı) kapatsınlar»[185] emri gereğince gözü derhal çevirmek şarttır. «Kulak, göz kalp; bunların hepsi yaptıklarından mes'uldürler»[186] âyeti gereğince bakışları tekrarlamak caiz değildir.[187] Çünkü Hz. Peygamber, Ali (k.v.)'ye: «ya Ali bakışı bakışa ekleme, Birincisi senin için (vebal yok ama), ikincisi aleyhinedir»[188] mealindeki hadisi ile Cabir (r.a.)'ın: «Rasûlullahdan ansızın bakışın (hükmünü) sordum da bana derhal gözümü çevirmemi emretti»[189] hadisi bu konuda diğer delillerdir.
Müslim'in naklettiğine göre Amr b. As şöyle demiştir: Beni Haşim'den bir topluluk Esma binti Umeyr'in yanına girmişlerdi. Esma O zaman Hz. Ebu Bekir'in nikâhlısı idi. Ebu Beir (r.a.) onları Esma'mn yanında görmekten hoşlanmamış ve durumu Rasûlullah'a şikayet yollu arzetmiş, hayırdan başka da bir şey görmedim demişti. Hz. Peygamber: «Şüphe yok ki Allah, Esmâ'yı bundan beri kılmıştır» dedikten sonra minbere çıktı ve: «bugünden sonra sakın bir adam, yanında bir veya iki kişi olmadan kocası evde olmayan kadının yanına girmesin» buyurdu[190] ve birbirine nikahı helal olan kadınlarla erkeklerin halvet halinde kalmalarını yasakladı.
Erkekle kadının bir arada, tek başlarına kalmaları zinaya yaklaşmış olmanın en müsait hali olduğu için bu durum, «zinaya yaklaşmayınız»[191] ayet-i kerimesinin de yasakladığı bir konudur. [192]
«Bir kadının yabancı bir erkeğe bakması caiz değildir,»[193] diyenlere karşı, bazı alimlerimiz de yolda yürürken, gösteri esnasında ve alışveriş yaparken veya buna benzer ahvalde kadın, erkeğe bakabilir demişler ve genellikle sahihaynda zikredilen Hz. Aişe hadisini delil göstermişlerdir. Şöyle ki: Hicretin yedinci yılında idi. «iki Habeşli Medine'ye gelmiş, bir bayram günü mescidde gösteri yapıyorlardı. Hz. Aişe de Rasûlullah'm arkasında, usanınca-ya kadar onları seyretti, Hz. Peygamber de O'nu setretmişti...»[194]
Bu görüşün karşısında olanlar da Ümmü Seleme'nin rivayet ettiği şu hadisi görüşlerine esas kabul etmişlerdir: Ümmü Seleme (r.a.) demiştir ki: «Hicap Ayeti geldikten sonra idi. Ben ve Meymu-ne âmâ îbn Mektumla birlikte oturuyorduk. Birde vananıza Rasûlullah (s.a.v.) geldi, bizi onunla bir arada görünce; «perde arkasına çekilin» dedi. Biz:
«— Ya Rasûlallah, o âmâ değil mi? Bizi, ne görür, ne de tanır.» dedik. Nebî (s.a.v.):
«— Siz de âmâ mısınız? Onu görmüyor musunuz?» buyurdu.»[195]
Bu hadise göre, kadınların erkeklere bakması, onların gösterilerini seyretmesi caizdir ama, onlarla bir arada oturup sohbet et-melerLdoğru değildir, hükmü çıkartılabilir. [196]
Allah teâlâ, kadın-erkek ilişkilerinde adabın en anlamlısına işaretle:
«(Kadınlar) sözü. yumuşak söylemesinler. Sonra kalbinde maraz bulunanlar tamaha düşerler. Ağır başlı ve ma'ruf veçhile konuşsunlar.»[197] ayet-i kerimesi ile kadınların dikkatlerini çekmiştir. Ayet-i kerimenin devamında da; «İslâm'dan önceki cahiliyye devri kadınlarının yaptıkları gibi sokağa çıkıp süs ve endamlarını göstermemeleri», dolayısıyle erkeklerin arasında hiç ihtiyaç yokken dolaşmak suretiyle dikkatlerini çekmemeleri, fitne ve harama sebep teşkil edebileceği için yasaklamıştır. [198]
Kadın, kocasını memnun etmek için her türlü süs ve ziynetini ona sunabilir. Ancak, kocalardan başkaları için aynı duyguyu aşımak ve gereğini yerine getirmek ise asla caiz görülmez. Zira Allah teâlâ: «Ziynetlerinden, görünen kısmı (el ve yüz) hariç (kalanını) açmasınlar.»[199] ayet-i kerimesiyle bunu yasaklamıştır.
«Ziynetlerinden gizli olanların (başkaları tarafından fark edilip) bilinmesi için ayaklarrını yere vurarak gezmesinler.»[200] Ökçeleri üzerine sertçe basıp kalçalarını ve kaba yerlerini sarsarak vücutlarım teşhir etmesinler buyurmuş kadınları, ziynetlerini kasten izhar etmekten men'etmiştir.
îbn Abbas (r.a.)'nın anlattığına göre, Cahiliyye devri kadınları erkeklerin arasından geçerken, halhallarımn sesleri işitilsin diye ökçelerini yere sert sert vurarak yürürlerdi. Böylece şehvet hissi galip olanları uyarırlar, fitneye sebep olurlardı. Allah (c.c.) bu ayet-i kerimesi ile, uyuyan fitneyi uyandıracak olan bu tarz yürüyüşü yasaklamıştır. Çünkü zinyetin sesini işittirmek, açmaktan daha caziptir.[201]
«Kadınlardan, hayızdan ve evlatdan kesilmiş, artık nikâha ümitleri kalmamış (olan ihtiyarlara gelince, gizli) ziynet (mahallerini erkeklere göstermemeleri şartıyle (dış) rubalarını bırakmalarında onlar için bir günah yoktur. (Bununla beraber bundan da sakınmaları (ve örtünmeleri) kendileri için daha hayırlıdır. Aüah (c.c.) hakkıyle işiten ve hakkıyle bilendir.»[202]
Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerimesi ile yaşlanmış, hayız ve nifas-:as kesilmiş olan kadınlara bir kolaylık olsun diye tesettüre riayette kısmen müsamaha etmiş, baş Örtülerinin üzerindeki ve clbab adı verilen (baş) örtülerini açabileceklerini; ziynetlerini ortaya çıkartmamak şartıyle bu halleriyle erkeklerin arasına girebileceklerini beyan etmiştir. [203]
Herhangi (hür) kadın için avret kabul edilip ikinci derecede ziynet yeri olarak nitelenlendirilen, el ve yüzden başka yerlerin —göbekle diz arası hariç— görülmesi caiz olan kimseler, Nûr Sûresi'nde şu şekilde açıklanmıştır:
«Kadınlar ziynet mahallerini; kendi kocalarından, yahut babalarından, yahut kendi (öz) oğullarından, yahut kendi biraderlerinden, kocalarının babalarından yahut kendi kadınlarından, yahut sağ ellerinin malik olduğu kimselerden, biraderlerinin oğullarından yahut kız kardeşlerinin oğullarından yahut erkeklikten tamamen kesilmiş olan yaşlı erkeklerden, yahut da henüz, kadınların gizli yerlerine muttali olamamış küçük çocuklardan başkalarına göstermesinler.»[204]
Bu ayette isimleri teker teker sayılan Baba, kardeş, koca, oğul, kardeşlerinin oğulları, müslüman kadınlar, köle ve cariyeler, çok yaşlı ihtiyarlar ve çok küçük çocuklar kadının mahremleridirler. Onların yanında diz ile göbek arası yerlerin haricinde kalan kısımların açılması veya görülmesinde bir mahzur yoktur.
Ayette dede, Amca dayı ve kayınpeder zikredilmemiştir. Mü-fessir fakihler bunların da baba gibi düşünülmesi gerektiğini söylemişlerdir. Yani nikahlanmaları caiz olmadığı için kadmınmah-remi sayılırlar.
Ayette kayınbirader, amca, dayı, hala ve teyze çocukları da zikredilmiştir. Bunlar nikâh düşen kimseler olduğu için ayetin muhtevasına alınmamışlar ve yabancı erkek mesabesindedirler. Onların, bir kadının el ve yüzünden başka yerlerine bakmaları caiz değildir. [205]
Hz. Peygamber: «Cibril bana komşuyu o kadar tavsiye etti ki, komşuyu komşuya vâris kılacağını zannettim»[206] buyurmuş, komşuluk münasebetlerinin Önemine dikkatleri çekmiştir.
Bu konudaki bir ayette şöyle buyurulmuştur: «Allah'a ibadet edin, O'na hiçbir şeyi eş tutmayın, ana ve babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın ve uzak komşuya,yakın arkadaşa, yolda kalmışlara ve sağ elinizin mâlik olduğu kimselere iyilik edin. Allah kendini beğenen ve böbürlenen kimseleri asla sevmez.»[207]
Rasûlulah (s.a.v.) bu gerçeği şöyle ifade etmiştir: «Kişinin saadetinden birisi de salih bir komşuya sahip olmasıdır.»[208]
Nebî (s.a.v.)'den rivayet edildiğine göre, şöyle buyurmuşlar: «Komşu üçtür. Birincisi, komşuluk hakkı, akrabalık hakkı ve îslâm hakkı olmak üzere üç hakka sahip olan; ikincisi, komşuluk hakkı ve islâm hakkı olmak üzere iki haklı olan; üçüncüsü de, sadece komşuluk hakkı olmak üzere bir hakkı olandır. Ki, bu üçüncüsü müşrik ve ehl-i kitaptan olan komşulardır.»[209]
Hz. Peygamber komşuluk münasebetleriyle imanın ilgisini belirtmiş ve şöyle buyurmuştur: «Allah'a ve ahiret gününe inanan kimse komşusuna ihsanda bulunsun.»[210]
Başka bir hadis-i şeriflerinde de komşuluk ilişkilerine dikkat etmeyen, onu ihmal edenler için: «Komşusu aç olduğu halde kendi karnını doyuran mü'min değildir.»[211] buyurmuş, vurdum duymazlığın akıbetini beyan etmiştir. Komşusuna iyilik etmesi şöyle dursun aksine, gece gündüz onu rahatsız edip anormal hareketleriyle korkuya sevkedenler için de: «Allah'a veAhiret Gününe inanan, komşusuna eziyet etmesin.»[212] buyurmuş ve gerçek iman sahibinin komşusuna eziyet etmemesi gerektiğini beyan etmiştir. Diğer bir hadis-i şerifinde de bu gerekliliği yemin ile teyid ederek:
«—Allah'a yemin olsun ki, iman etmemiştir» buyurdu ve bunu üç defa tekrar etti. Sahabe-i Kiram:
«— Kim ya Rasûlallah?» diye hayretle sordu. Hz. Peygamber:
«— Komşusunun, şerrinden emin olmadığı kimse» buyurdu.[213] Demek ki, bir mü'min, komşusundan her an için.tehlike umuyor, bu korku ile uykusunu kaçırıyor ve rahatsız oluyorsa, o kimse gerçek anlamda iman etmiş değildir. Gerçek mü'min olabilmesi için yaşayış ve davranışlarına dikkat etmeli, hiçbir şahıs, komşusundan dolayı, malı, canı ve namusu bakımından endişe duymamalıdır. Zâten gerçek manada müslümanın tarifi de öyle değil mi? «Müslüman, diğer müslümanlarm elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir.»[214]
Muaz b. Cebel anlatıyor. Dedik ki: «Ya Rasûlallah, komşunun hakkı nedir?» Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: «Senden, isterse borç vermen, yardım dilerse yardım etmen, ihtiyacı olursa karşılaman, hastalanırsa ziyaret etmen, ölürse cenazesine iştirak etmen, bir hayırla sevinirse, beraber sevinip tebrik etmen, bir belaya uğrarsa üzüntünü belirtip teselli etmen, tenceren (de pişen)in kokusuyla ona eziyet vermemen, veya ondan bir miktar ona da tattırman, izni olmadan, üstün görünmen yahut rüzgârını kesmen için binanı yükseltmemen, aldığın meyveden ona da vermen, yahut göstermeden gizlice evine götürmen ki çocukları gördüğü zaman isteyip dolayısıyla onlara kızmasın. Çocuğunu elindeki yiyecekle dışarı çıkartmamandır. Size ne söylediğimi anlıyor musunuz? Komşunun hakkını tam olarak ancak Allah'ın acıdığı az sayıda kimseler yerine getirebilirler.»[215]
Bu hadis-i şerifte komşuluk adabı ancak özlü olarak anlatılmıştır. Bu temel olmakla beraber, buna benzer daha birçok yönden komşuyu memnun etmek, İslâm'ın meşru' kıldığı ölçüde iyilik etmek elbette ki mümkündür. Bunu sınırlandırmak doğru olamaz. Zaman ve ortamın gerektirdiği,Islâm'm haram ve helal olarak değerlendirdiği esaslara uygun düştüğü ölçüde komşu memmun edilebilir. Meselâ: evinde pişen yemekten bir hisse de ona ayırmak,[216] zaman zaman hediye vermek,[217] hiçbir şey bulamazsa güler yüzle karşılayıp hal ve hatırını sormak...[218] komşuya yapılabilecek iyiliklerden sayılabilir.
Komşuya yapılabilecek iyiliklerden birisini de Hz. Peygamber şöyle belirtmiştir: «Sizden herhangi biriniz, komşusunun merteğini duvarı üzerine koymaktan men'etmesin. Bu konuda izin talebini geri çevirmesin.»[219] Bu tavsiyesiyle Rasûlullah, komşuyu kendisinden uzak düşürecek şeyden ve lüzumsuz masrafa sokmaktan alıkoymak istemiş, yakınlıklarının kuvvetlenmesini arzu etmiş olabilir.
Bu konuda Rasûlullah'ın şu tavsiyesi de kaydedilmeye değer: Abdullah'ın oğlu Ca'fer anlatıyor. Babam Ca'fer'in ölüm haberi gelince Rasûlullah (s.a.v.): «Cafer'in ailesine yemek hazırlayın. Çünkü onların başına, kendilerini meşgul edecek bir durum gelmiştir, onlar bunu yapamazlar.»[220] buyurdu. [221]
İslâm'ı yaymak, bütün insanlığa tanıtmak ve her toplumun İslâm'a girip seadete ermesi için gayret göstermek (cihad etmek) tüm müslümanların ilahî bir vazifesidir. Zira Allah teâlâ: «Yeryüzünde bir fitne (şirk) kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın olup (ondan başkasına ibadet edilmeyinceye) kadar onlarla (müşriklerle) savaşınız. Eğer küfürden vazgeçerlerse, Allah onları görür (ve ona göre de onları cezalandırır.»[222] ayet-i kerimesi ile cihadı emretmiştir. Ancak her zaman ve her yerde, İslâm'ın genel prensiplerinden olan «ifrat ve tefritten uzak olma» kaidesinin, Rahman ve Rahim olan Allah teâla, savaşta da tatbikini emretmiş ve Bakara sûresinde:
«Size harp açanlarla, Allah yolunda siz de savaşınız. Fakat aşırı gitmeyiniz. Çünkü Allah (c.c.) aşın gidenleri asla sevmez»[223] buyurmuştur.
Rasûlullah (s.a.v.)'in, gazalarından birinde katledilmiş bir kadın cesedi görüp kadınların ve çocukların öldürülmesini yasak etmesi de yukarıda belirtilen görüşleri teyid etmektedir.[224]
Anlaşmalara riayet etmek, karşı taraftan anlaşmayı bozma alametleri belirmediği müddetçe sözünde durmak, şayet anlaşmanın bozulması gerekiyorsa, bozma kararını karşı tarafa bildirmek yine İslâm'ın emrettiği insanlık kurallarındandır. Allah teâlâ bu konuyu Enfâl sûresinde:
«Eğer anlaşma yapan bir kavmin hainliğini (anlaşmayı bozacak bir emare görür) endişeye düşerseniz (seni itham etmemeleri için ahdi bozduğunu onlara bildirerek) eşit olarak sen de anlaşmayı boz. Çünkü Allah hainleri asla sevmez.»[225] ayet-i kerimesi ile beyan etmiştir. [226]
Rivayet edildiğine göre Hz. Ebu Bekir'in mutallakası (boşadı-ğı hanımı) Kuteyle, kızı Esmâ'yı ziyaret etmek için gelmiş ve hediye olarak da küpe vs. getirmişti. Kuteyle müşrike olduğu için Esma O'nun hediyelerini kabul etÂıediği gibi eve de sokmak istememiş, durumu Rasûlullah (s.a.v.)'e haber vermişti. Ki bu olay üzerine:
«Allah (c.r) sizi, sizinle din , ususunda muharebe etmemiş, sizi yurtlarınızdan da çıkartmamış olanlara iyilik ve adaletle muamele etmenizden men'etmez. Çünkü Allah, adaletle iş görenleri sever.»[227] ayet-i kerimesi nazil olmuştur.[228]
Rasûlullah (s.a.v.)'in hastaları ziyaret edip hidayete ermesine vesile olması ise oldukça ilginç ve tenbih edicidir. Enes (r.a.)'den nakledildiğine göre Nebî (s.a.v.), yahudilerden bir çocuğun (ölüm halinde iken) ziyaretine gitti. Başucunda oturup ona: «müslüman ol» dedi. Bu teklif üzerine çocuk yanında duran babasına bakınca babası ona: «Kasımın babasına itaat et» dedi ve çocuk da müslüman oldu. Oradan ayrılırken Rasûlulah şöyle diyordu: «Çocuğu ateşten kurtaran Allah'a hamd olsun.»[229]
Onlarla ahş-veriş yapmak,[230] konuşurken sakin olmak, anormal davranışlarına teenni ve yumuşaklıkla karşılık vermek... Rasûlullah (s.a.v.)'ın bizzat tatbik etmiş olduğu Örnek hareketle-rindendir. Hz. Aişe'nin naklettiğine göre, bir gün yahudilerden beş-on kişilik bir grup Hz. Peygamber'in yanına geldiler. Ve «Essâmü aleyküm» (:Allah seni helak etsin) şeklinde selâm verdiler. Ben bunu anladım ve «ya Rasûlallah sana "Essâmü Aleyküm" dediler» dedim. Bunun üzerine Rasûlullah: «Yavaş ol ya Aişe, Allah bütün işlerde yumuşaklığı sever.» buyurdu. Ben dedim ki:
«Ya Rasûlallah, dediklerini işitmedin mi?» O: «Evet, ben de onlara "ve aleyküm" demiştim ya!» buyurdu.[231] Bu hadise de gösteriyor ki, onların sözden öteye geçmeyen davranışlarına yumuşak mukabele etmek, kızıp Öfkelenmemek sadece islâm'a has âdabından birisidir.
Onlarla alay etmemek, özellikle kızdırmak için inançlara ve mabudlarına hakarette bulunmamak Allah teâlâ tarafından emrolunmuş ilahî bir edepdir.
«Allah'tan başkasına tapalıların taptıkları şeylere sövmeyiniz. Onlar da karşılık olarak 'biz de seninkine" diyerek Allaha sövmesinler (sövmelerine sebepsiz olursunuz).»[232]
«Bu gün size iyi ve temiz olan şeyler helal kılındı. Kitap iraden olanların yemeği size helal, sizin yemeğiniz de onlara helaldir. îman etmiş hür ve iffetli kadınlarla sizden Önce kendılerine kitap verilmiş olanların, zina etmemiş ve gizli dost tutmamış kadınları nikahlamanız da mehirlerini vermeniz şartıyla size helaldir.»[233]
Allah teâlâ bu ayet-i kelimesiyle, islâm diyarında ve müslümanlar arasında yaşayan gayr-i müslimlere, müslümanlarla makilerinde geniş müsamaha tanımış; kendileri müslümanlara vermedikleri müddetçe emniyet içerisinde yaşayabileceğini beyan etmiştir.
Hz. Aişe validemiz anlatıyor: Bir gün Rasûlullah evde idi Yanına birisi yaklaşırken onu gördü ve:
- Şu gelen, kavminin ne kötü adamıdır, dedi. Daha sonra yanına gelen adamı güleryüzle karşıladı ve onun isteğini yerine gesi-rip gönderdi.
Adam sonra yanına gelen adamı güleryüzle karşıladı ve « isteğini yerine getirip gönderdi.
Adam gittikten sonra ben dedim ki:
- Ya Rasûlallah, biraz önce adam hakkında söylemediğin siz bırakmadın, yanına gelince de onu güler yüzle savdın, bu nasıl iş!
Rasûlullah (s.a.v.):
- Ya aişe Allah aşırı gidenleri sevmez, buyurdu.
Rasûlullah (s.a.v.)'m, en sevmediği ve kavminin de en şerli insanına karşı çıksın göstermiş olduğu ilgi ve ihtiyacını karşılayıp güler yüzle salıvermesi [234]yine islâm'ın vermiş olduğu terbiyenin neticesidir.
islâm Adâbı'nın ön gördüğü ölçüler içerisinde onlarla muaşerette bulunup, tahkir ve tezyiften sakınmak da yine Allah teâlânın emridir: "Sizinle din hususunda muharebe etmemiş, sizi yurtlarınızdan da çıkartmamış olanlarla iyilik ve adaletle muamele etmenizden Allah (c.c.) sizi menetmez. Çünkü Allah adaletli davrananları sever.»[235] buyurmakla onların her türlü özlük haklarının muhafazasını istemiştir. [236]
Yetimler; babalanın kaybetmiş ve henüz bulûğ çağına ermemiş kimseler olarak zayıf ve başkalanmn himayesine muhtaç çocuklardır.
Allah teâlâ, yetim ve kimsesiz çocuklarla ilgilenmeyi, onların eğitim ve öğretimleriyle meşgul olmayı mü'minlere emretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
«Bir de sana yetimleri sorarlar. De ki, onları yararlı ve iyi bir hale getirmek hayırlıdır. Şayet kendileriyle bir arada yaşarsanız, onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah (yetimlerin) salahına çalışanları, (onların mal ve halinde) fesatlık yapanları da bilir. Allah dileseydi sizleri zahmete sokardı. Şüphesiz Allah mutlak galip ve hikmet sahibidir.»[237]
Cahiliyye devrinde birçok kimseler, yetimlerin mal ve servetlerinden faydalanması âdet haline getirmişlerdi. Niceleri de yetim kızları malları sebebiyle ya kendilerine yahut da oğullarına nikahlıyorlardı.[238] Öyleleri de vardı ki, koruyucusu olmadığından, malına sahip çıkıp, başkalarına gitmesine mani olmak için yetim kızları elleri altında tutuyorlar; kendileri evlenmediği gibi başkalarıyla evlenmesine de mani oluyorlardı. Üstelik o zavallılarla hüsn-ü muaşerette de bulunmazlardı.[239] İşte bu ve benzeri daha birçok acıklı olaylar sebebiyle Allah teâlâ:
«Yetimlerin mallarını zulüm (ve haksızlıkla) yiyenler, karınlarına ancak ateş dolduruyorlar.»[240] ve: «Yetimlerin mallarına, onlar ergenlik çağına ulaşıncaya kadar en güzel şeklin dışında yaklaşmayınız.»[241] ayet-i kelimeleriyle cahiliyye devrindeyken yapageldikleri bu gibi kötü âdetten mü'minleri men etti.
Bu ayet-i kerime nazil olunca mü'minler, yetimlerin mallarını kendi mallarına katıp murakabe etmekten, onların iş ve durumlarını düzene koymaktan vazgeçtiler. Bu durum ise yetimlerin aleyhine oluyor, geçim ve yaşayışları gittikçe kötüleşiyordu. Yetimlerin vaziyetlerinin fenalaşması da mü'minlerin ağırına gidiyor, fakat şaşkınlıktan ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Çünkü mallarını, kendi mallarına katıp işleriyle meşgul olacak olsalar, Allah'ın tehdidinden korkuyorlardı. Onları kendi hallerine terk edip ilgilenmeseler, yetimler başıboş olarak kalacaklar ve geçimleri güçleşecekti. Velhasıl iyice şaşırmışlardı. Bu durumu Rasûlullah (s.a.v.)'e açıp ne yapacaklarım sormaları üzerine mezkûr ayet-i kerime nazil olmuş[242] ve böylece Rahman ve Rahim olan Yüce Mevlâ tarafından, yetimlerin bilgi, edep ve fazilet üzere büyüyüp gelişmeleri, topluma faideli birer eleman olarak katılmaları için terbiye edilip maslahatlarının gözetilmesi mü'minlere emredilmiştir.[243]
Bununla beraber bir konu mü'minleri hala düşündürmekte idi. O da yetimlerin mallarını kendi mallarına kattıkları zaman acaba, Allah'ın azabına duçar olurlar mıydı? Bu konuda da Cenâb-ı Hak:
«Yetim çocukların yiyeceklerini yiyeceğinize, içeceklerini içeceğinize katarsanız size bir vebal yoktur. Çünkü onlar, sizin din kardeşlerinizdir. Allah sîzlerin niyetlerinim, kimin İslah için kimin de ifsad ve hainlik için karıştırdığını bilir.»[244]
Yetimlerin malları ile ilgili emr-i ilahî şöyledir:
«Yetimleri evlenme çağına gelinceye kadar deneyiniz. Kendilerinde bir olgunlaşma hissettiğiniz zaman mallarını kendilerine hemen teslim ediniz. Büyüyecekler de geri alacaklar diye onları israf edip tez elden yemeyin. Kim zengin ise (yemekten) sakınsın. Fakir olanlar da uygun bir tarzda yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman yalılarında şahitler bulundurun. Hesap sorucu olarak Allah kâfidir.»[245]
Allah teâlâ Fecr sûresinde insanların başına gelen beliyyelere bir sebep olarak: «yetime ikram etmiyorlardı»[246]
Rasûlullah (s.a.v.) de aynı şeyi emretmiş ve: «Yetimin ktzk-tini üzerine alanla ben, kıyamet gününde şöyleyiz» buyurma orta parmağı ile yanındakini birleştirmek suretiyle müslümîriin, yetimlere karşı iyiliğe teşvik etmişti.[247]
Kur'ân'da, yetimin eğilim ve bakımı üstlenen kimselerin faziletinden bahsederken Allah Teala şöyle buyuruyor: «Onlar yemege olan sevgilerine rağmen onu miskine, yetime ve esire yedirirler.»[248] Yani, kendi ihtiyaçları olmasına rağmen sevdikleri mallardan, gönül hoşluğu ile isteyerek ikramda bulunmaları sebebiyle Allah tarafından övülürken; yetimlere yapılacak ikramda takip edilecek adaba da işaret etmiştir. Konunun önemine bindide Rasûlullah'm şahsını misal veren Allah teâlâ: «Seni yetim izrsk bulup da barındırmadık mı? (çocukluğunda)yolunu kaybetmiş olarak bulup da yolunh doğrultmadık mı? bir fakir olduğunu bilip de seni zengin kılmadık mı? o halde, sen de yetimi kahretme!»[249] buyurmuştur. [250]
İnsanlar, şekil ve görünüş bakımından birbirlerinden farklı oldukları gibi rızık bakımından da farklı oldukları muhakkaktır. Bu farklılıkları, bir yönden çalışıp kazanabilme yeteneklerine bağlı[251] olmakla beraber, bir yönden de Allah teâlânın insanları, fakirlik ve zinginlikleriyle imtihan etmek için[252] özellikle birbirinden üstün olarak yaratmasının neticesidir. Cenâb-ı Hak, Kurân-ı Keriminde bu hususu şöyle açıklamaktadır:
«Allah, rızık konusunda bir kısmınızı diğerlerinden üstün kılmıştır,»[253] îsrâ sûresinde de:
«Bak ki biz, onları nasıl birbirinden üstün kıldık.»[254]
Allah teâlânın zengin kıldığı kimselerin, kendilerine verilmiş olan servetlerinde belli bir oranda sorumlulukları vardır ki, bunun birincisi ihtiyaç sahiplerine karşı tutumlarıdır.
«Onların mallarında fakir ve yoksulların hakkı vardır.»[255] buyuran Cenâb-ı Hak, başka bir ayet-i kerimesinde de açıkça:
«Ey iman edenler, dostluk ve şefaatin olmayacağı gün gelmeden önce, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak ediniz. Kâfirler, zalimlerin ta kendileridir»[256] ayeti ve benzeri daha birçokları ile fakirlerle ilgilenmeyi, mallarından bir kısmına onları da ortak etmeyi emretmektedir.
Allah (c.c), infak konusunda da müslümanlara, kendi nefis ve ailelerini zarara uğratmamaları için gerekli ölçüyü koymuş ve bu münasebetle de:
«Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, tamamen açıp tutumsuz da olma. Yoksa açıkta kalır, pişman olursun»[257] buyurmuştur.
«Onlar, sarf ettikleri zaman, ne israf ederler, ne de cimrilik; bu ikisi arasında orta bir yol tutarlar»[258] buyurmuş, mü'minlerin vasıflarından bahisle bu konuda uyulması gereken normal metodu açıklamıştır.
Malın ne kadarım vermek gerekir? konusuna gelince: Bu konuyu sahabe-i kiram da, Rasûlullah (s.a.v.)'a sormuşlar ve bu soru üzerine Allah teâlâ;
«Bir de sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki, afvi (nefsinizin ve ehlü iyalinizin havaic-i zaruriyyesine kafi olanından fazlasını)[259] infak ediniz.»[260] ayet-i celilesini inzal buyurmuş, infak edilecek kısmın, normal ihtiyaçların dışında, fazla olanından verilmesi gerektiğini beyan etmiştir.
«Yakına, düşküne ve yolcuya hakkını ver, fakat elindekini saçıp savurma.»[261] emr-i ilahîsi ile infak konusunda bile olsa aşırılığı yasaklamıştır.
«Mallarımızı nerelere sarf edeceğiz ve nereye vaz' edelim?» diye Rasûlullah'a soran Amr b. Camuh'un suali üzerine Allah teâlâ:
«Ya Muhammed, sana mallarını nerede sarf edeceklerini soruyorlar. De ki, sarf edeceğiniz şey (Öncelikle) ana-babanın, akrabanın, yetimlerin, yoksulların, yolcularındır. Her ne hayır işlerseniz şüphesiz Allah, onu "çok iyi bilen (ve mükafatını da veren)dir.»[262] ayet-i kerimesini inzal buyurmuştur.
Aynı konuda Rasûlullah'a sorulan soruya Hz. Peygamber: «İnfak etmeye önce kendi nefsinden başla. Şayet senden artarsa ehline, ailenden artarsa akrabana ver. Akrabandan da bir miktar yine artarsa onu da şöyle yap buyurdu ve önünde, sağında ve solunda bulunan muhtaçlara dağıt anlamında işarette bulundu»[263] demiştir.
Her insanın dünya malına karşı zaafiyet duyduğu, her şeyin en iyisi ve en çoğunun kendisinin olmasını isteyeceği ruhî yapısının bir gereğidir. Rasûlullah (s.a.v.) bir hadis-i kutside şöyle belirtmiştir: «Şayet insan oğlunun iki vadi dolusu malı olsa, bir üçüncüsünü de ister. İnsan oğlunun karınboşluğunu (aç gözünü) ancak bir avuç toprak doldurur.»[264] Allah'ın «infak ediniz» emrine uyarak mü'minin vereceği şey ise bu özelliğine rağmen vermiş olduğu ve gönlünden kopandır. Malının en iyisinden vermek ise in-fakm en güzeli, o nisbette de Allah'ı çok razı edenidir. Allah teâlâ bunu:
«Sevdiğiniz şeyi infak etmedikçe birre (gerçek hayra) ulaşamazsınız. Hayırdan neyi infak ederseniz Allah onu bilir.»[265] ayet-i kerimesi ile belirtmektedir.
Haram kazançtan verilmeyeceğini de Cenâb-ı Hakk'm: «Ey iman edenler, kazandıklarınızın en temiz ve en güzellerinden infak ediniz»[266] ayetinden anlamaktayız.
«Kendinizin, dudak büküp göz yummadan alıcısı olmadığınız pek adi ve bayağı şeyleri vermeye kalkmayınız.»[267] ayetiyle de belirtildiği üzere, size verilince tenezzül edip elinizi dahi süremeyeceğiniz kötü şeyleri vermek sizleri Allah'ın rızasına götürmez.
Enes b. Malik (r.a.)'m naklettiğine göre, Ebû Talha, Medine'de ensarm en zenginlerinden idi. Mallarından en çok sevdiği de Mescid-i Nebî'nin karşısında olup her zaman geçerken Rasûlul-lah'm uğrayarak içtiği güzel bir de suyu olan «Beyraha» denilen bahçesi idi. Allah teâlâ'nın: «En sevdiklerinizden infak etmedikçe birre ulaşamazsınız.» ayeti nazil olunca Hz. Peygambere geldi ve:
— Ya Rasûlallah, Cenâb-ı Hak, mallarınızın en çok sevmiş olduğunuzdan vermedikçe birre ulaşamazsınız, buyuruyor. Benim en çok sevdiğim malım da «Beyraha»dır. O Allah rızası için sadakadır. Ben Allah'ın birrine ulaşmak istiyorum dedi. Rasûlullah (s.a.v.) buna çok sevindi ve onu akrabaların arasında taksim et» buyurdu. (Hazin, 1156; Bursavî, Ruhu'l-Beyan 11/63; Zemahşerî, Keşşaf, 1/444,45). ikinci bir örnek de Rebî'dir. Nakledildiğine göre, Rebî felce yakalanmıştı. Gelen bir dilenciye —şekeri çok sevdiği için— şeker vermesini hanımına söylemişti. Başka bir zaman da cam tavuk eti istemiş; fakat kırk gün, (nefsine hakim olmuş olmak için) hanımından istemedi. Nihayet kırk gün. sonra dayanamayıp, hanımına canının tavuk eti istediğini söyledi. Hanımı: sübhanallah! Allah bunu sana helal kıldığı halde şimdiye kadar neden söylemedin? dedi ve derhal pazara giderek bir tavuk satın aldı, pişirip önüne getirdi. Tam yiyeceği zaman bir dilenci geldi ve «bana tasadduk edin Allah da size ziyadesiyle versin» dedi. Rebî, tavuğu yemekten vazgeçerek, hanımına, dilenciye vermesini söyledi. Hanımı «ona parasını verelim, gitsin, alsın! sen önündekini ye» demesine rağmen yemeyip parasıyla beraber dilenciye verdirtti. (Bursavî, Ruhu'l-Beyan, 11/63, 64).
Ahmed b. Hanbel'in Hz. Aişe'den naklettiğine göre şöyle demiştir: Bir defa Rasûlullah (s.a.v.)'e bir keler (kertenkele yemeği) getirmişlerdi. Rasûl-i Ekrem'in ali tabı bu müstekreh yemeği yemek istemedi. Kimseye de bunu yemeyiniz demedi. Ben: «Ya Rasûlallah, bunu miskinlere yediriniz» dedim. O: «Sakın, kendi-nizin yemediği yemekle fukarayı itam etmeyiniz» buyurdu. (Tec-rid-i Sarih Trc. V/197, 98.)
Allah teâlâ dinen gerçek mutlu olanları tavsif ederken:
«Mallarını Allah yolunda harcayıp da sonra sarf ettikleri şeyin arkasından başa kakmayan ve eziyet etmeyenler (yok mu?) , onların Rabları yanında mükafatları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur, mahzun da olmazlar»[268] buyurmuş, yaptıkları iyiliğin sonunda verdğini başa kakma ve ezâ yolu ile müslümana sıkıntı vermeyenlerin mükafatını beyan etmiştir.
Sırf menfaat karşılığı yahut da Özel gayelerle yapılan iyilik ve ihsanlar ancak ticaret olarak değerlendirilebilir. Övgüye de layık görülmezler. Yüce Allah Müdessir sûresinde, Rasûlullah (s.a.v.)'a, hitapla: «Az bir şey verip de karşılığında çok şey bekleme»[269] ayeti ile ahlakın en şereflisine ve adabın en güzeline işaret etmiş, yapılan iyilik karşılığında insanlardan bir menfaat beklenilmemesini emretmiştir.
isteyen kimsenin şahsiyet ve durumu söz konusu olup vermeye layık görülmemişse; yahut istenilen kimsenin durumu vermek için müsait olmadığından verilmeyecekse (ki her iki hal de normaldır) bu durumda geri çevirme normal bir mazeret ve tatlı bir sözle olmalıdır. Asla kırıcı olmamalıdır. Çünkü Allah teâlâ bu konuda da gerekli âdabı:
«Ma'rufbir söz ve mağfiret, hemen arkasından eziyyet tâbi kılınacak sadakatan daha hayırlıdır.»[270] ayet-i kerimesi ile beyan etmiştir.
Güzel bir sözün dahi sadaka olduğunu[271] söyleyen Rasûlullah (s.a.v.)'ın şu davranışları bu konuda, tavzih edici bir misal olabilir kanaatindeyim:
Bir gün kendisinden bir şeyler istemek üzere gelen bir dilenciye: «Biraz bekle. Bana gelen bir şey olursa sana da vereyim» buyurdu ve bekleme esnasında ona şöyle dedi: «Omuzunda bir ip ile ormana gidip odun toplayıp satman, senin için dilenmekten daha hayırlıdır.»[272]
Zekâtın dışındaki sadakalarda gizliliğin evlâ olması: Rasûlullah (s.a.v.)'m «Sağ elinin verdiğini sol eli göremeyecek..»[273] şeklindeki tavsifine uygun düşmektedir.
Allah teâlâ, Kur'ân'da gerçek fakirlerden bahsederken onları: «Yapacağınız hayırlar, kendilerini Allah yolunda cihada adamış, Allah'a itaatten başka bir düşüncesi olmayan, iffetlerinden dolayı durumlarını kimseye açmazlar, o sebeple de herkes onları karnı tok sanarlar. Halbuki, Sen onların yüzünden aç olduklarını anlayabilirsin, işte onları bulup veriniz. Yaptığınız ve yapacağınız hayırlarınızı Allahbilir ve karşılığını eksiksiz olarak verir.»[274] ayetiyle iffetli, onurlu kimseler olarak tanıtmıştır.
Rasûlullah (s.a.v.): «Herkim malını çoğaltmak için insanlardan dilenirse —ister az istesin, ister çok— o ancak ateş parçası ister.»[275] buyurmuş, muzdar olmadığı halde istemenin cehennem ateşi gibi kötü bir şey olacağını beyan etmiştir.
Başka bir hadislerinde de «Dağdan sırtıyla odun getirip parasıyla geçinmek, dilenmekten daha hayırlıdır.» buyururken şöyle demiştir: «Nefsim yed-i kudretinde olana yemin olsun ki, herhangi birinizin, ipini alıp ormana gitmesi sırtıyla odun getirip satması; bir adama gelip de vereceği yahut vermeyip defedeceği şeyi istemesinden daha hayırlıdır.»[276] Çünkü dilencilerin, ondan-bundan isteye isteye bu dünyada, yüz sulan gidip haya duygulan kalmadığı gibi Rasûlullah'm beyanına göre «kıyamet gününde de yüzlerinde bir parça dahi et kalmayacaktır.»[277]
Dilenebilecek kimseleri Hz. Peygamber şöyle sıralamıştır:
Kabisâ anlatıyor: Birisine kefil olmuştum. Bu sebeple bir şeyler alabilmek için Rasûlullah'a gelmiştim. Bana, «biraz bekle de bize birşeyler gelirse ondan sana da verelim» buyurdu. Sonra da:
— Ya Kabisâ, şu üç insandan başkasına dilenmek helal olmaz:
1— Kefalet altına giren kimse ki, kefaletini ödeyinceye kadar dilenmesi helaldir. Sonra bundan vaz geçmelidir.
2— Bir felâkete maruz kalıp da tüm malını kaydeden kimse, geçimini düzene koyana kadar dilenebilir.
3— Fakr-u zarurete duçar olan kimse ki, o da kabilesinden aklı başında üç kişinin «falan gerçekten fakirdir» şeklinde şehâdeti ile tesbit edilebilir, ihtiyacını giderinceye kadar dilenmesi helaldir. Dilenmek için bundan ötesi haramdır. Dilenen onu haram olarak yer, buyurdu.[278]
İnsanlar, özellikle müslümanlar arasında olması gereken ve müslümanlan birbirlerine sevdirip saydıran bu konu ve gerekliliği için Rasûlullah (s.a.v.): «îman etmedikçe cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de gerçek manada iman etmiş olamazsınız. Ben, yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz şeyi size söylemedim mi? Öyleyse aranızda selâmı yayınız»[279] diyerek dikkatleri çekmiştir.
Başka bir hadislerinde de: «Birbirinize hediye takdim ediniz. Çünkü hediyeleşmek kalplerden kini giderir ve kardeşler arasında sevgi ve yakınlık doğurur.»[280] buyurmuştur. [281]
Yüce Allah, selâm konusunda şöyle buyurur:
«Bir selâmla selâmlandığınız vakit, siz ondan daha güzeli ile selâmı alın yahut aynıyla karşılayın. Şüphesiz ki Allah her şeyin hakkını gerektiği gibi arayandır.»[282]
Allah teâlâ Kur'ân-ı Kerim'inde:
«Raflarına kavuştukları gün müzminlerin tahiyyesi selâmdır.»[283] buyurmuş, başka bir ayetinde de:
«Evlerinize girdiğiniz zaman, Allah indinden bir tahiyye olarak kendinize selam veririz.»[284] buyurmuştur.
«Size selâm verildiği zaman onu en güzeli ile cevaplayın; olmazsa aynıyla iade ediniz.»[285]
Bir adam geldi, Rasûlullah'a «Esselamu aleyküm ve rahme-tullahi ve berekatühü» dedi. Rasûlullah da: «Ve aleykesselamü ve rahmetullahi ve berakatuhu» buyurdu. Başka birisi:
«Esselâmü aleyke ve Rahmetullahi» dedi. Rasûlullah da:«Ve aleykesselamü ve rahmetullahi ve berakatuhu» şeklinde icabet etti. Diğer birisi geldi ve: «Esselâmü aleyke ve rahmetullahi ve berekatühü» dedi. Rasûlullah (s.a.v.) de ona aynıyla cevap verdi. Bu cevap üzerine üçüncü adam: «sen bana noksan cevap verdin. Hani Allah teâlâ: «en güzeliyle selamlayınız» buyurmamış mıydı?» deyince, Hz. Peygamber: «Sen bana fazlasını bırakmadın ki...» buyurdu. Ondan fazla olmayacağına işaret etti.
Böyle bir hayırlı işle ilgili olarak Allah teâlâ: «Hayırda birbi-rinizle yarışınız»[286] Rasûlullah da: «Allah indinde insanların en hayırlısı selâma önce başlayan kimsedir.»[287] buyurmuşlardır.
Mü'minlerin bulunduğu herhangi bir yere giren kimsenin, orada bulunanlara selam vermesi, bu konudaki âdabın, birinci esasıdır. Allah teâlâ Nûr sûresi'nde bunu: «Ey iman edenler, kendi evlerinizden başka evlere girerken oradakilerle ünsiyet kurup selam vermeden girmeyiniz.»[288] ayeti ile emretmektedir.
Herhangi bir topluluğun yanına girerken selam verildiği gibi, onların yanından ayrılırken de şahsın selam vererek ayrılması gerekmektedir.
Rasûlullah (s.a.v.) de: «Sizden biriniz, meclise geldiği zaman selâm verdiği gibi ayrılırken de selâm versin. Çünkü birinci selâmı sonrakinden daha ehak değildir.»[289] sözleriyle aynı konuya işaret etmiştir.
Selâm mü'minlerin şeâirinden olduğu için, bir islâm diya-rı'nda dolaşan kimselerin tanıyıp tanımadığı her kimseye selâm vermesi Hz. Peygamber tarafından şu vesileyle tavsiye olunmaktadır:
Bir adam:
«— Ya Rasûlallah, islâm'ın hangi işi daha hayırlıdır?» dedi.
Hz. Peygamber:
«—Yemek yedirmen ve tanıdığın-tanımadığın her kimseye selâm vermendir.» buyurdu.[290]
Karşılaşan iki kimseden, küçük olanın büyüğe, (üzerinde bulunmuş olduğu vesaitin büyüklük-küçüklüğü de burada söz konu-sudur) az olan grubun çok olanlara, yürüyenin oturana, at üzerinde bulunanın yaya olana (diğer vasıtalar da aynı) selâm vermesi Rasûlullah tarafından tesbit edilmiş âdâbdandır.[291]
Kadınlara ve çocuklara da selâm verilebileceği[292] gibi mektupla da selâm vermek yahut mukabelede bulunmak yine Rasûlullah in sünneti olarak uymak icabeden âdâbtandır.
Selâm veren kimseye, özellikle misafirlere, selamlaşmadan sonra «merhaba ve sehlen» demek Araplarda bir âdet olduğu gibi, Rasûlullah (s.a.v.) de evine gelen erkek-kadm, akraba-yabancı... her kimseye «iltifat olsun diye»[293] merhaba der, güler yüz gösterirdi.[294]
Musafaha, müslümanlar arasında meveddetin bir ifadesi olarak yerleşmiş olan muaşeret esaslarından birisidir. Hz. Peygamberin: «Tahiyyenin aharı musafahadır»[295] hadis-i şerifleri selamlaşmadan sonra tokalaşmanın gerekliliğini ifade etmektedir.
Rasûlullah (s.a.v.), ashabıyla karşılaştığı zaman, cuma ve bayram namazlarından sonra, özellikle de tebrikle sirken musafaha eder;[296] «iki müslüman karşılaştığı zaman, birbirleriyle musafaha edip, Aziz ve Celil olan Allah'tan birbirleri hakkında af talep ederlerse, daha yerlerinden ayrılmadan Cenâb-ı Hak ikisinin de günahlarını affeder»[297] buyururlardı. Sahabe-i Kiram'ın Hz. Nebî'nin sözüne ve müjdesine uyarak musafaha ettikleri muhakkaktır.[298]
Özellikle müslümanlarm bu konuya önem vermeleri, aynı zamanda iman ve îslâm'larınm icabıdır. «Büyüklerimizi saymayan, küçüklerimizi sevmeyen bizden değildir.»[299] buyururken Rasûlul-lah (s.a.v.)'in bu konuya işaret etmiş olacağında hiç şüphe yoktur. [300]
Müslümana layık olan, ne gaye ile olursa olsun, kendisine gelen kimseye alaka göstermek, mümkünse arzusunu yerine getirmeğe çalışmak; değilse hoş bir şekilde geri çevirmektir. Zira Allah teâlâ:
»İnsanları küçümseyip, onlardan yüz çevirme.»[301] ayet-i kerimesi ile:
Kendisine gelen elçilerle meşgul iken, «beni irşad et» diye gelen âmâ îbnu Mektum ile ilgilenmeyip yüzünü ekşitmesi sebebiyle nazil olan:
«Âmâ geldiği için yüzünü buruşturup çevirdi.»[302] ayet-i celile-si ile bir nevî îtab edilen (azarlayan) Rasûlullah (s.a.v.)'in bu davranışı Allah (c.c.) tarafından hoş karşılamamış, bilhassa özür ve ihtiyaç ehline yüzünü ekşitip çevirmenin layık olmadığını beyan etmiştir.[303]
Hz. Peygamber, bir şahsa yöneldiği zaman bütün vücudu ile döner, ona gerekli ilgiyi göstermekte kusur etmezdi.[304] Hatta kendisi sebebiyle Allah teâlânın ikazına ma'ruz kaldığı için Rasûlullah, Ibnu Mektum'a karşı özel ilgi duyduğu, kendisinden özür dilediği nakledilen rivayetler arasında mevcuddur. [305]
Büyüklere saygının şekline gelince:
Hz. Peygamber (s.a.v.) «insanları menzillerine koyunuz.»[306] hadisi şerifleri ile, onlara karşı gereken önemin verilmesini, meclislerde yer verip üst tarafa oturtulması, icabettiği zaman tecrübesinden istifade etmek için istişare edilmesi, birçok konuda öne geçirilmesi gibi saygı tezahürlerinde bulunmayı tavsiye etmiştir.
Büyüklerin yanında, söz düşmedikçe veya konuşmak için fir-sat tanınmadıkça konuşmayıp susmak da[307] büyüğe saygının başka bir şekli olabilir.
Bir mecliste, herhangi bir konu müştereken görüşülüyor veya cevaplandırılmak üzere ortaya bir soru atılmışsa, ilk söz hakkı orada bulunan, saygıdeğer büyük zatındır. Ancak o bu hakkından vazgeçer, başkalarına söz bırakırsa, o zaman küçüklere konuşma hakkı doğar. Bunun aksi âdaba uygun değildir. Zira:
Ibnu Ömer (r.a.)'den nakledildiğine göre, bir gün Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
«— Bana öyle bir ağaç gösterin ki, onun hali müslümanın hali gibi olsun. Bu ağaç her zaman Rabbınm izniyle meyve verir, yapraklarını da dökmez.» îbnu Ömer:
«— Benim kalbime «Bu hurma ağacıdır» fikri doğdu. Fakat orada Ebu Bekir ve Ömer olduğu için onlara rağmen konuşmayı hoş görmedim. Onlar da cevap vermeyince, Hz. Peygamber: «Bu hurma ağacıdır» buyurdu.»
«Ben babamla dışarı çıktığımızda babama:
— Babacığım, benim kalbime, bu ağacın hurma ağacı olduğu fikri gelmişti, dedim. Babam:
«Öyleyse neden söylemedin? Eğer söylemiş olsaydın, bana şundan ve şundan daha sevimli olurdu» dedi. Ben:
— Benim konuşmama mani olan şey seninle Ebu Bekir'in orada olması idi. Siz konuşmayınca ben de konuşmayı hoş bulmadım dedim.»[308] Ibnu Ömer bu sözleri ile, ancak büyüklerin olmadığı yerde küçüklerin konuşabileceğini, varsa onlardan izin almadan konuşmanın edebe uygun olamayacağım ifade etmektedir. [309]
Meclise gelen her müslümamn, orada bulunanlara selâm vermesi Allah teâlânm te'dib-i ilahîsidir. «Ey iman edenler, kendi evlerinizden başka evlere girerken, ehliyle ünsiyet kurmadan (kendinizi tanıtmadan) ve selâm vermeden girmeyiniz»[310] ayet-i kerimesi ile bu konuya da işaret etmektedir. [311]
Meclise gelen kimse selâm verdiği zaman, oradakilerin de ona mukabelede bulunmaları, selâmım en güzeli ile karşıladıktan sonra yer gösterip oturmasına yardımcı olmaları icab eder. Hatta gerekirse kalkıp kendi yerine oturması için davet etmek de bir nezaket icabıdır.
«Ey iman edenler, meclislerde genişleyin, yer açın denildiği zaman yer açınız ki, Allah da size genişlik versin. Kalk denilirce de hemen kalkıveriniz...»[312]
Rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.v.) bir cuma günü, ehl-i suffe ile sohbet ederlerken, Bedir Muharebesine katılanlardan bir grup çıkageldi. Daha önce gelenler Hz. Peygamber in yanındaki boş yerleri doldurdukları için onlar oturacak yer bulamayıp ayakta kalmışlar ve birilerinin kendilerine kalkıp yer vermesini beklemişlerdi. Rasûlullah1 dan uzaklaşmak istememeleri sebebiyle ashabdan hiçbir kimse kendiliğinden kalkıp onlara yer vermemiş. Bu duruma üzülen Rasûlullah, çevresinde, Bedir Muharebesine katılmayanlardan bazılarına, «falan kalk», «falan sen de kalk...» diyerek bir kaçını kaldırıp yerlerine onları oturtmuştu. Bu şekilde kaldırılış sahabeden bazılarının hoşuna gitmediği gibi yahudilerin de dedi-kodu yapmalarına sebep olmuştu. Bu olay üzerine nazil olan mezkûr ayet-i kerime[313] ile «Allah teâlâ, mü'min kullarının meclislerde birbirlerine ihsanda bulunmalarını te'dib ederek»[314] «aralarında sevgi ve muhabbete sebep olacak»[315] konuda gerekli âdabı beyan etmiş ve meclise gelen şahıslarla ilgilenip onlara oturmaları için yer açmalarını istemiş, kaldırılanların da bunu hoş karşılamaları gerektiğini beyan etmiştir.
Meclise gelen kimselerin, iyi bir yer araması, oturanları rahatsız ede ede üst tarafa çıkması da elbetteki âdaba uygun düşmez. Rasûlullah (s.a.v.): Mutlaka boş bulunan veya gösterilen yere oturulmasını;[316] yerine oturmak için başkasının kaldırılmamasını[317] tavsiye ederdi. Özellikle de iki kişinin arasını ayırıp ortalarına oturmayı asla hoş karşüamamıştır.[318]
Rasûlullah (s.a.v.) ashabına, kendisi için ayağa kalkmalarına müsaade etmediği gibi[319] Acemilere (bedevilere) benzemek olacağından, toplantı yerine gelen bir kimse için topluca ayağa kalkma yi da hoş görmemiştir.[320]
«Mü'minler ancak Allah'a ve Rasûlüne iman edenler ve O'nun (Peygamber'in) yanında cem'ıyetli bir iş üzere iken, ondan izin almadıkça ayrılmayan kimselerdir.»[321] ayet-i kerimesiyle, herhangi bir yere girerken izin alınması icabettiği gibi oradan ayrılırken de izin almadan ayrılmamalarım emretmiş ve «bilhassa Rasûlullah (s.a.v.)'le beraber cuma, bayram, meşveret ve benzeri toplantılardan ayrılırken, Hz. Peygamber'den izin aldıktan sonra ayrılmalarını istemiştir.»[322]
Hiç şüphe yok ki, duyduğunu anlatabilecek organ olarak dil, çok önemlidir. Onu yerinde ve gerekli olan ölçü içerisinde kullanabilmek insanın kadrini yüceltir. Allah'ın rızasına ulaştırır. Hz. Peygamber: «Kim bana iki çenesi arasındaki (dili) ile iki bacağı arasındaki (ferci) hakkında teminat verirse, ben de ona cenneti garanti ederim»[323] buyurmuş, dilin önemini bu şekilde beyan etmiştir.
Müslümanların birbirlerini sevip saymaları için konuşmalarında itidali gözetmeleri tatlı dil ve güzel yüzlü olmaları önemli bir muaşeret kaidesidir. «Kullarıma söyle: (herkesle) en güzel bir şekilde konuşsunlar»[324] buyuran Allah teâlâ, kalplerdeki nefreti giderici ve katılıkları yumuşatıcı olması bakımından, tatlı ve güzel konuşmayı tavsiye etmiştir.
Musa (a.s.)'la kardeşini Firavun'a gönderirken de: «Ona yumuşak bir söz söyleyin»[325] emriyle «kafir de olsa muhatap, terbiyenin gerektirdiği şekilde yumuşaklıkla konuşmalarını tavsiye etmiştir.»[326] «Zira nezâket ve mülâyemet, nereye girerse orayı süsler.»[327] «Şiddet ve kötü söz ise girdiği yeri kirletir, çirkin gösterir.»[328] Bu münasebetle Allah (c.c.) daima güzel ve güzeli konuşmayı müslümanlara emretmiştir. İsrail Oğullarıyla yapmış olduğu ahidde de: «İnsanlara güzel söz söyleyin»[329] buyurmuş idi. «Bu gün de İslâm Ümmeti aynı sözün muhatabı olup»[330], ister temiz, ister facir, ister sünnî isterse mübtedî (bid'atçı) olsun, müslümanlann herkese karşı güleryüz gösterip tatlı dil ile konuşmaları lazımdır.»[331] Çünkü tatlı dil, hoş bir şeydir. Yumuşatıcı ve teskin edici özelliğe sahiptir. Yılanı deliğinden çıkartacak kadar etkileyicidir.
Yumaşaklıkla muttasıf olan[332] Allah teâlânın, «sevgisine mazhar kılar.» Hz. Peygamber «güzel söz söylemekle cehennemden korununuz.»[333] buyurmuş, bununla da tatlı dil ve güzel konuşmanın nihâî önemini beyan etmiştir.
Müslümana yakışan; Rasûlullah (s.a.v.)'in de beyan ettiği gibi: «Ya hayırlı bir söz söylemek veya susmaktır.»[334]
Nezâket, sadece insanlara güleryüz gösterip güzel konuşmaktan ibaret değildir; onların kötülüklerine karşı sabretmek, iyilikle mukabele etmek de nezâket ve âdâb-ı muaşerettendir. Allah teâlâ:
«Ne (her) iyilik, ne de (her) kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel (haslet ne ise) onunla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse bile, sanki yakın dost(un olmuştur.»[335]
Başka bir ayet-i kerimede de Allah teâlâ, âdâb ve takva yönünden, kemal mertebesine ulaşmış olan kullarından bahsederek:
«Onlar ki, yalan şahitlik etmezler. Boş ve kötü bir lakırdı ile karşılaştıkları vakit de şerefleriyle ondan yüz çevirir, geçip giderler» [336]buyurmuş, hoş olmayan, üzerinde durmayıp terk edilmesi gereken bir söz ile karşılaşırlarsa, ona aldırış etmezler, ağırbaşlılıkla terk eder giderler, demiştir.
Aişe (r.a.)'nm naklettiğine göre, bir adam Peygamber (s.a.v.)'in yanma girmek için izin istemişti. Rasûlullah:
— Ona izin verin girsin, buyurup, bu aşiretin oğlu ne fenadır. Yahut bu aşiretin ne fena adamıdır, dedi. Adam yanma girince de onunla güzelce konuştu. Bu iki durumu da görünce, dedim ki:
— Ya Rasûlallah, onun hakkında söylediğini söyledin; sonra da kendisiyle yumuşak konuştun. Bu nasıl şeydir?
— Ya Aişe, şüphe yok ki, kıyamet gününde, Allah nezdinde, insanlardan mertebesi en kötü olanları; başkalarının, fuhşundan korkup veda ettiği veya terk ettiği kimsedir, buyurdu.[337]
Rasûlullah (s.a.v.)'in, sevgide ve düşmanlıkta mutedil olunuz[338] şeklindeki tavsiyesine uyarak, insanlara karşı, sözüyle, sohbetiyle, dostluk ve düşmanlığıyla orta yolu takip edip daima iyiliğe ve hayra teşvik edici olmak lazımdır. [339]
Rasûlullah (s.a.v.): «Üç kişi olduğunuz zaman, ikisi arkadaşından ayrıca fi.sıldaşmasın. Çünkü bu, onu üzebilir.»[340] buyurmuştur.
«Gizli konuşmadar ve toplantılar) sırf şeytandandır. Bu, iman edenleri üzmek içindir»[341] ayet-i celilesi ile «insanları üzücü ve endişeye sevk edici Özelliği sebebiyle, şeytanın süsleyip hoş gösterdiği durumdan mü'minleri sakmdırmıştır.»[342]
Şayet dördüncü bir kişi daha gelir ve bir kişiyi yalnızlıktan kurtarırsa, veya sayı üçten fazla olursa, bu takdirde iki kişinin fısıltı ile konuşmaları ayıp ve saygısızlık olmaz.[343]
Jest ve mimikler de başkalarının anlam veremeyeceği gizlilikleri havi olduğa için üzücü olma niteliğine sahiptir. Bu nedenle Yüce Mevlâ:
«Yüze karşı (el, kol ve ağız, burun, göz işaretleriyle) ayıplamayı adet edinen her kişinin vay haline!»[344] ayeti ile onur kına ve tahkir edici bu nevi davranışlardan men'etmiştir. [345]
«Ey iman edenler.,, birbirinizin ayıbını araştırmayınız.[346] ayet-i celilesi ile yasaklamıştır.
Rasûlullah (s.a.v.) de: «Ey dili ile iman edip kalben inanmayanlar, müslümanlara eziyet etmeyiniz, onların gizli taraflarını araştırmayınız, Allah, müslüman kardeşinin gizli tarafını araştıranın gizliliklerini araştırır. Ve Allah (c.c.) kimin ayıbının peşine düşerse, evinin içinde bile olsa, onu herkese karşı mahcup eder»[347] buyurmuş, bu kötü ahlâkı kendilerine adet edinenlerin kötü akıbetini beyan etmiştir.
Gerçek müslüman, herkesin elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir.[348] Başkalarına zararlı olan her türlü davranış islâm'ın kabul etmeyip edep dışı saydığı hususlardır. Gerçek mü'min, ibadet ve ihlasıyla Allah'a karşı; sünnetlere ittiba'ı ile Rasûl'e karşı; nezâket ve edebiyle de insanlara karşı vazifelerini yerine getiren kimsedir. Bu üç husustan birisi eksilirse, imandaki gerçeklik de eksileceği için, hepsi de aynı derecede önemlidir. Edep, insana ve amellerine güzellik veren bir vasıftır. O giderse güzellik kalır mı? Cenâb-ı Hak neyi kabul eder?..[349]
el-Alûsî, Ebu'1-Fadl Şihabuddin es-Seyyid el-Bağdadî, (v, 1270/1854) Ruhu'l-Maanî, Fî Tefsiri'l-Kur'ani'l-Azim ve's-Sebu'l-Mesanî, Bulal 1301 h., (I-V)
el-Aynî, Bedruddin Ebu Muhammed b. Muhammed b. b.Ahmed (v. 885/1480) Umdetü'l-Kaarî fi. Şerhi Sahihi'l-Buharî, ist. 1308 h. (I-XI).
Buharî, Ebu Abdillah Muhammed b. İsmail, (v. 256/870) el-Ede-bü'l-Müfred, Kahire, 1379 h. el-Edebü'1-Müfred li'l-Imami'l-Buharî, Trc. A. Fikri Yavuz, ist. 1975 (I-II).
Bursavî, ismail Hakkı, (v. 1137/1724) Ruhu'l-Beyan, ist. 1389 h. (I-X).
Canan ibrahim, Hz. Peygamberin Sünnetinde Terbiye, Ankara, 1980, Diyanet işleri Başkanlığı Yayınlarından.
Cassas, ebu Bekr b. Ahmed b. Ali er-Razî, (v.370/980), Ahkamu'l-Kur'an, Beyrut, 1355 h. (I-III).
Celaleyn, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed eş-Şafîî, (v. 864/1460); Celalüddin Abdurrahman b. Ebi Bekr es-Suyutî, (v. 911/1505) Tefsiru'l-Kur'anVl-Azim, Kahire, tarihsiz, (I-II).
Davudoğlu, Ahmed, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, Cilt:7, ist.
1978. Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, ist. 1960. (I-IX)
Ebu Davud, Süleyman b. el-Eş'as es-Sicistanî, el-Ezdî, (v. 275/888) es-Sünen, Tahkik: izzet Ubeyd ed-Deas, Suriye, 1969, (I-V) Kitabu'l-mesahif, Tahkik; Aser Cifti, Mısır, 1936).
Ebu Hayyan, Ebu Abdillah Muhammed b. Yusuf b. Hayyan el-En-dülüsi (v. 745/1344) el-Bahru'l-Muhiyt, Riyad, 526 h. (I-VIII)
Ebu's-Suud, Muhammed b. Muhammed el-Amidî, (V. 9482/1574) Îrşadu'l-Akli's-Selim ila Mezaya'l-Kur'ani'l-Kerim, Beyrut, tarihsiz, (I-V)
Gazali, Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed, (v. 505/1111) îhya-u Ulûmi'd-Dîn, Beyrut, tarihsiz (I-IV)
Hamidullah Muhammed, İslâm Peygamberi, Trc. M. Said Mutlu, Salih Tuğ, îst. 1959,(1-11)
Hanbelî, Ebu Abdillah Ahmed b. Muhammed, (v. 241/855) el-Müsned, Beyrut, 1389 h. (I-VI)
el-Hattabî, (v. 319/931) Mealimu's-Sünen,Ebu Davud Şerhi, (I-V)
el-Heysemî, Nuriddin Ali b. Ebi Bekr, (v. 8097/1404) Mecmau's-Zevaid ve Menbau'l-Fevid, Beyrut, 1967, (I-V)
Ibnu'l-Arabî, Ebu Bekr Muhammed b. Abdiîlah (v. 548/1153) Ahkamu'l-Kur'an, Tahkik: Muhammed el-Becevî, Beyrut, tarihsiz (I-III)
Ibnul-Cevzî, Ebu'l-Ferec Cemaluddin Abdirrahman b. Ali b. Muhammed (v. 597/1201) Zadu'l-Me'sir ft Ilmi't-Tefsir, Beyrut, 1965 (I-IX)
Ibnu'1-Esir, Ebu Saadet el-Mübarek b. Muhammed el-Cezerî (v. 606/1209) en-Nihaye Ft GaribVl-Hadis ve'l-Eser, Beyrut, 1963 (I-V)
îbnu Kayyım el-Cevziyye, Şemsuddin Muhammed b. Ebi Bekr (v. 751/1350) Zadu'l-Mead, ft Hedyi'l-Ibad, Mısır 1972.
Îbnu Kesir, Ebu'1-Fadl ismail b. Kesir, el-Kureşî ed-Dımışkî (v,774/1372) Tefsîru'l-Kur'ani'l-Azim, Mısır, tarihsiz (I-IV)
Îbnu Mace, Ebu Abdillah Muhammed b. Yezid el-Kazvinî (V. 275/888) es-Sünen, Tahkik: Muhammed Fuad Abdulbakî, Mısır, 1975 (I-II)
Kurtubî, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Ensarî (v. 671/1272) el-Cami' li-AhkamVl-Kur'âni'l-Azîm, Mısır, tarihsiz (I-X).
Kutub, Seyyid, Fî ZılâlVl-Kur'ân, Beyrut, dördüncü baskı, tarihsiz (I-VIII)
el-Makdisî, Ebu Abdillah Muhammed b. Mufla el-Hanbelî (v. 808/1047) el-Adabu'ş~Şeriyye ve'l-Minehu'l-Merıyye, Beyrut, 1972 (I-III)
el-Maverdî, Ebu'l-Hasan Ali b. Muhammed b. Habib el-Basrî (v. 450/1058) Edebu'd-Dünyâ ve'd-Din, Mısır, 1973. Ahka-mu's-Sultâniyye, Mısır, 1386, h.
el-Mübarekfûrî, Ebu'1-Ali Muhammed b. Abdirrahman b. Abdir-rahim (v. 1353/1934) Tuhfetü'l-Ahvezî Bi Şerhi Ca-mi'ıt-Tirmizî, Medine, 1965, ikinci baskı.
Müslim, Ebu'1-Huseyn Müslim b. el-Haccac el-Kuşeyrî en Nisaburî (v. 261/874) es-Sahih, Tahkik: Muhammed Fuad Abdulbakî, Kahire, 1955 (I-V)
Nasıf eş-Şeyh Mansur Ali, et-Tacu'l-Cami li'l-Usul fi Ehadisi'r-Rasul, Mısır, 1961 (I-V)
Nesefî, Ebu'l-Berekat Abdullah b. Ahmed b. Muhammed (v. 710/1310) Medariku't-Tenzil ve Hakaiku't-Te'vil, Mısır, 1967 (I-IV)
Nevevî, Muhiddin (v. 676/1277) Riyadu's-Salihin, Trc. Kıvamud-din Burslan, Hasan Hüsnü Erdem, Ankara, 1980, (ikinci baskı) (I-III)
er-Razî, Ebu Abdillah Muhammed b. Ömer b. Huseyn el~Kureşî (v. 605/1208) Mefatihu'l-Gayb (Tefsiru Kebir), Tahran, ikinci baskı, tarihsiz (I-XVI)
es-Sıddık Hasan Han (v. 1307/1889) Fethul-Beyan ft Makasidi'l- Kur'an, Kahire, 1965 (I-X) Şevkanî, Muhammed b. Ali b. Muhammed (v. 1250/1834) Fethu'l- Kadir Beyne Fenni'r-Rivaye ve'd-Diraye min Ilmi't-Tefsir, Suriye, 1964 (I-V)
Taberî, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir (v.. 310/9227 Camiu'l-Beyan an-Te'vili'l-Kur'an, Mısır, 1945, (I-XII) irmizî, Ebu Isa Muhammed b.Isa es-Sevre (v. 279/892) es-Sü-nen, Kahire, 1937 (I-V).
ez-Zemahşerî, Ebu'l-Kasım Carullah Muhammed b. Ömer el-Harzemî (v. 583/1143) el-Keşşafan Hakaiku't-Tenzil ve Uyuni'l-Ekavi1 H Vücuhi't-Te'vil, Beyrut, tarihsiz . [350]
[1] Prof. Dr. M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/241-242.
[2] Prof. Dr. M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/243.
[3] Prof. Dr. M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/244.
[4] Prof. Dr. M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/244.
[5] Prof. Dr. M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/244-245.
[6] Prof. Dr. M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/245-246.
[7] Prof. Dr. M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/246-247.
[8] Ebu Davud, Edeb, 4943.
[9] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/249.
[10] Zariyat, 51/56.
[11] Bkz. Lisan, ABD maddesi.
[12] Zemahşerî, Keşşaf, 1/62; Razî, Mefatihu'1-Ğayb, 1/242 vd.
[13] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/250.
[14] Al-i İmran, 3/43.
[15] Ahzab, 33/31.
[16] Buharı, Tefsir, VI/20.
[17] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/250-251.
[18] Fatiha, 1/3.
[19] Zemahşeri, Keşşaf, 1/63; Kurtubî, Tefsir, 1/1450; Ebu Hayyan, Bahru'- Muhît, 1/24.
[20] Hicr, 15/69.
[21] Yasin, 36/12.
[22] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/251-252.
[23] İsra, 17/7.
[24] Casiye, 45615.
[25] Ankebut, 29/1.
[26] Bakara, 2/155-157.
[27] Mearîc, 70/19,21.
[28] Yusuf, 12/55.
[29] Şuara, 26/7-80.
[30] Enbiya, 21683.
[31] Bakara, 2/144.
[32] Cin, 72/10.
[33] Sabunî, Ahkam Ayetleri, Tefsiri, 1/43.
[34] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/253-255.
[35] Casiye, 45.
[36] Buhari, Edeb, VI/166, Müslim, K. Elfaz, 2246.
[37] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/256.
[38] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/257.
[39] Kehf, 13/110.
[40] İbn Mace, Nikâh, 1853.
[41] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/257-259.
[42] Hucurat, 49/1.
[43] îbn Kesir, Tefsir, IV/205.
[44] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/259-260.
[45] Hucuat, 49/2.
[46] Ibn Kesir, Tefsir, IV/206.
[47] İbn Kesir, Tefsir, IV/206.
[48] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/260-261.
[49] Hucurat, 49/2.
[50] Buharı, Buyu', 49.
[51] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/262.
[52] Bakara, 2/104.
[53] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/262-263.
[54] Hucurat, 49/5-6.
[55] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/263-264.
[56] Ahzab, 33/53.
[57] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/265.
[58] İbnu Kesir, Tefsir, IH/505.
[59] İbnu Kesir, Tefsir, III/505.
[60] O zaman, her evin kendisine ait özel tuvaleti bulunmadığı için genelde akşamın karanlığı beklenir, ihtiyacın giderilmesi için kadınlar "Menas denilen bir araziye giderlerdi.
[61] Kurtubî, el-Câmi, XIV/227.
[62] Kurtubî, a.g.e., XIV/227.
[63] el-Ahzâb, 33/6.
M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/266-267.
[64] el-Ahzâb, 33/53, Bkz. Kurtubî, a.g.e., XIV/227.
[65] Çünkü, îbnu Abbas (r.a.)'ın rivayet ettiğine göre, «Rasûlullah vefat etse de Hz. Aişe'yi ben nikâhlasam» diyecek kadar ileri gidenler olmuş; elbette ki, duyunca Rasûlullah buna çok üzülmüştü. (Bkz. Kurtubî, a.g.e., XIV/227)
[66] Îbnu'l-A'rabî, el-Akkâm,lIV1508.
[67] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/267.
[68] el-Ahzab, 33/32.
[69] İbnu Kesir, a.g.e., III/482
[70] Kadı Beydavî, Envaru't-Tenzil, 11/245.
[71] el-Ahzab, 33/33.
[72] el-Ahzab, 33/33.
[73] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/267-268.
[74] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/269.
[75] Tirmizî, es-Sünen, K. Nikah, 5,1087. H. III/388.
[76] Müsün, es-Sahih, K., Nikah, 12,1424/74. H., 11/1040.
[77] Kurtubî, el-Cami, XIV/221.
[78] Ebu Davud, es-Sünen, K. Nikah, 38,1134. H., III/432, 33.
[79] Tirmizî, es-Sünen, K. Nikah, 38,1134. H., III/432, 33.
[80] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/269-270.
[81] en-Nisâ, 4/19.
[82] Kurtubî, el-Camî, V/94.
[83] en-Nûr, 24/33.
[84] Buharî, a.g.e., 8, VIII/57.
[85] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/270-271.
[86] el-Bakara, 2/235
[87] Buharî, K, Nikah, 36 VI/133.
[88] Nesaî, es-Sünen, VI/62.
[89] Buharî, K. Nikah, 36 VI/133.
[90] er-Razî, Tefsiru Kebir, VI/130.
[91] Müslim,eS'Sahih, K. Nikah, 4,1408/32,11/129.
[92] Buharı, K. Nikah, 36, VI/133.
[93] Buharı, a.g.e., K., Nikah, 46, VI/137
[94] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/271-272.
[95] Eş-Şeyh Mansur Ali Nasif, et-Tacu'1-Cami' Kl-Usul fi Ehadisi er-Rasu! Mısır, 1961, K. Nikah ve't-Talak ve'l-idden, 11/284.
[96] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/272-273.
[97] Müslim, es-Sahih, K. Rıda, 16, 715/54. H. 11/108.
[98] el-Heysmî, Mecmau'z-Zevaid, K. Nikah, ÎV/254, 55.
[99] Ebu Abdirrahman Ahmed b. Şuayb b. Ali b. Bahr b. Sinan b. Dinar en-Nesaî, es-Sünen, (Suyutî şerhinden ofset) Beyrut, 1930, K. Nikah, VI/69.
[100] Nesaî, a.g.e., K. Nikah, VI/68.
[101] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/273.
[102] Tirmizî, a.g.e., İC. Nikah, 7, III/391.
M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/274.
[103] en-Nisâ, 4/34.
[104] İbnu Mace, es-Sünen, K. Nikah, 4,1853, H., 11/595
[105] Buharı, es-Sakîh, K. Nikah, 84, VI/150.
[106] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/274.
[107] Buharî, a.g.e., K. Cuma, 89,1/125.
[108] Buharî, a.g.e., K. Nikah, 86, VI/150.
[109] Kurtubî, el-Cami, V/170. Hadis için Bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 11/241.
[110] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/275.
[111] et-Tahrim, 66/3.
[112] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/275.
[113] el-Bakara, 2/228.
[114] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/275-276.
[115] el-Bakara 2/233.
[116] Kurtubî, el-Cami, VI/94.
[117] Ebu Bavud, es-Sünen, K. Nikah, 42, 2142, H., N/606.
[118] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/276.
[119] Müslim, a.g.e.,İC Rıda, 18,1468/68. H., 11/1090.
[120] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/276-277.
[121] Müslim, es-Sahih, K. İmaret, 56, 715/184, 85., IIV1528.
[122] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/277.
[123] en-Nisâ, 4/35.
[124] H. Basri Çantay, Kur'ân-ı Hakim ve Meal-i Kerim, îst. 1969,1/145.
[125] en-Nisâ, 4/128.
M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/277.
[126] el-Kehf, 18/46.
[127] el-îsrâ,17/6.
[128] el-Furkan, 25/74.
[129] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/278.
[130] Al-i İmran, 3/159.
[131] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/278-279.
[132] el-Maide, 5/8.
[133] en-Nahl,16/58,59.
[134] en-Nahl,16/58,59.
[135] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/279.
[136] Ebu Davud, es-Sünen, K. Sünneh, 18, H., V/86.
[137] Buharı, a.g.e., K. Cum'a, 11,1/215.
[138] el-Tahrim, 66/6.
[139] er-Razî, Tefsiru Kebir, XXX/46.
[140] İbnu Kesir, Tefsir, IV/391.
[141] el-Müddessir, 74/1-4.
[142] el-Kurtubî, el-Cami, XIX/64; Bursa.vî,Ruku'l-Beyan, X/235.
[143] Ebu Davud, es-Sünen, K. Salat, 25, 494, 95. H., 1/334.
[144] Lokman, 31/13.
[145] Lokman, 31/16.
[146] Lokman, 31/17.
[147] Lokman, 31/18.
[148] Lokman, 31/19.
[149] et-Tegabûn, 64/14.
[150] Enes (r.a.)'m rivayet ettiğine göre şöyle demiştir: Hz. Peygamber'e on yıl . ibadet ettim. İşlerim her zaman Rasûlullah'ın arzu ettiği şekilde olmamıştır. Buna rağmen kendisini dövmediği gibi azarlamamıştır da. Yaptıklarım için, bunu neden böyle yaptın, yapmadıklarım için de neden, yapmadın dememiştir... Bu ve benzeri rivayetler için bakınız: (Buharı, K. Vesâyâ; Ebu Davud, K. Edep; Tirmizî.)
[151] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/279-281.
[152] İbnu Mace, es-Sünen, K. Nikah, 28,1920. H., 1/618.
[153] en-Nûr, 24/58.
[154] en-Nûr, 27/27.
M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/281-282.
[155] el-İsrâ, 16/23.
[156] Lokman, 31/14. Celâleyn, Tefsir, 11/103.
[157] Lokman 31/14.
[158] Buharî'nin Abdullah b. Mes'ud'dan naklettiğine göre şöyle demiştir: Rasûlullah'a, Aziz ve Celil olan Allah'ın en çok sevdiği amel nedir? diye sordum. Rasûlullah: «Vaktinde kılınan namazdır» buyurdu. Sonra hangisidir? dedim. «Anne ve babana iyiliktir» buyurdu. Sonra hangisidir? de dim. «Allah yolunda cihat etmendir,»dedi. (Buharı es-Sahih, K. Edep, 3, VII/69.
[159] A.g.e., K. Edep, 3, VII/69.
[160] A.g.e., K. Edep, 3, VII/69.
[161] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/282-283.
[162] Buharı, a.g.e., K. İstizan, 35, VIII/139.
[163] Kurtubî, a.g.e.,a.y.: İbnu Kesir, Tefsir, III/404.
[164] el-Ankebut, 29/8.
[165] Celâleyn, Tefsir, 11/103.
[166] Lokman, 31/15.
[167] el-Mümtehine, 60/8.
[168] Buharı, es-Sahih, K. Edep, 7, VII/71
[169] et-Tevbe, 9/113
[170] Müslim, a.g.e., K. Itk, 25,1510, H., 11/1148.
[171] Buharî, el-Edebu'l-Müfred, Trc. A. Fikri Yavuz, 1/15.
[172] el-îsrâ, 17/23, 24.
[173] Ebû Davud, es-Sünen, K. Edep, 129, 5144.
[174] Buharî, es-Sahih, K. Edep, 5. VII/69, 70.
[175] en-Nahl, 16/90.
[176] Kurtubî, el-Cami, X/167.
[177] Ebu Davud, esSûnen, K. Edep, 129, 5142. H., V/353.
[178] İbrahim, 14/41.
[179] Cemel, Şerhu'l-Cemel, III/405.
M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/283-287.
[180] Tirmizî, es-Sünen, K. Edep, 40, 2795. H., V/110.
[181] A.g.e.,XXIII/202.
[182] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/288.
[183] er-Razî, a.g.e., XXIII/202.
M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/288.
[184] en-Nûr, 24/31.
[185] en-Nûr, 24/31.
[186] el-İsrâ, 17/36.
[187] er-Razî, Tefsiru Kebir, XXIII/203.
[188] Ebu Davud, es-Sünen, K. Nikah, 44, 2149, H., H/610.
[189] Müslim, es-Sahih, K. Âdâb, 10, 2159. H., III/1699.
[190] Müslim, es-Sahih, K. Selâm, 8,2173. H., IV)1711.
[191] el-İsrâ, 17/32.
[192] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/288-289.
[193] îbnu Kesir, Tefsir, III/283.
[194] Abdullah Ulvan, Terbiyetü'l-Evlâd, 1/521; Hadis için Bkz. Buharı, K. Salât, 69,1/116, 17; Müslim, es-Sahih, K, Salati'l-ıydeyn, 4; 892/18. H.
[195] Ebu Davud, es-Sünen, K. Libas, 37, 4112. H. IV/361.
[196] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/289-290.
[197] el-Ahzâb, 33/32.
[198] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/290.
[199] en-Nûr, 24/31.
[200] en-Nur, 24/31.
[201] Kurtubî, a.g.e., XII/237.
[202] en-Nûr, 24/60.
[203] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/290-291.
[204] en-Nûr, 24/31.
[205] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/291-292.
[206] Buharı, es-Sahih, K. Edep, 28, VII/78.
[207] en-Nisâ, 4/36.
[208] Buharî, el-Edebu'l-Müfred, bab: 64, s. 54.
[209] el-Heysemi, M. Zevaid, K. Edep, VIII/164.
[210] Buharî, es-Sahih, K, Edep, 31, VII/79; Müslim, es-Sahih, K. İman, 47. H. 1/68.
[211] Buharî, Edebu'l-Müfred, bab: 61, s. 52.
[212] Buharî, es-Sahih, K. Edep, 31, VI/78.
[213] Buharı, es-Sahih, K. Edep, 29, VII/78.
[214] Buharı, a.g.e.,K. îman, 4,1/8.
[215] Kurtubî, el-Cami, V/188'den naklen. Bkz. el-Heysemî, Mecmau'z-Zeva-id, K. Edep VIII/168-170.
[216] Müslim, es-Sahih, K. Birr ve's-Sûa, 42, 2625/141. H., IV/2025.
[217] Buharı, Edebuî-Müfred, Bab: 269, s. 208.
[218] Tirmizî, es-Sünen, K. Birr, 45,1970, H. IV/347.
[219] İbnu Mace, es-Sünen, K. Ahkâm, 15, 2335, 2337. H., 11/783.
[220] Tirmizî, es-Sünen, K, Cenaiz, 21, 998. H. IV/323.
[221] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/293-295.
[222] el-Enfâl, 8/39; Tefsiri için Bkz. Celaleyn, Tefsir, 1/154.
[223] el-Bakara, 2/190.
[224] Buharî, es-Sahih, K. Cihad ve's-Siyer, 148, IV/21.
[225] el-Enfâl, 8/58; Tefsiri için Bkz. Celaleyn, Tefsir, 1/156.
[226] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/296-297.
[227] el-Mümtehine, 60/8.
[228] Kurtubî, el-Cami, XVIII/95; er-Razî, Tefsiru Kebir, XXIX/304; îbnu Kesir, Tefsir, IV/349; Zemahşerî, Keşşaf, IV/92; vd.
[229] Buharî, es-Sahih, K. Cenaiz, 80,11/97.
[230] Buharî, a.g.e., K Buyu, 99,111/38.
[231] Buharî, a.g.e., K. Edep, 38. VII/80.
[232] el-En'am, 6)108.
[233] el-Maide,5/5.
[234] Buhari, es-Sahih, K. Edep, 38, VII/81.
[235] el-Mümtehine, 60.
[236] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/297-299.
[237] el-Bakara, 2/220.
[238] er-Razî, Tefsiru Kebir, VI/50; Ehnalıh, Hak Dini, 11/1284.
[239] Elmalilı,a.g.e., 11/1283.
[240] en-Nisâ,4/9.
[241] el-En'âm, 6/152; el-lsrâ, 17/34.
[242] er-Râzî, Tefsiru Kebir, VI/150.
[243] er-Kâzî, a.g.e., VI/51.
[244] el-Bakara, 2/220; Bkz. İbnu Kesir, Tefsir, 1/257.
[245] en-Nisâ, 4/6.
[246] el-Fecr, 89/17.
[247] Buharî, es-Sahih, K. Edep, VII/76.
[248] el-însan, 76/8.
[249] ed-Duha, 93/6-9.
[250] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/300-302.
[251] en-Necm, 53/39.
[252] el-Mülk, el-Mülk, 67/2; el-Bakara, 2/155
[253] en-Nahl, 16/71.
[254] el-İsrâ, 17/21.
[255] ez-Zariyat, 51/19.
[256] el-Bakara, 2/254.
[257] el-îsrâ, 17/29.
[258] el-Furkan, 25/67.
[259] Elmahlı, Hak Dini, 11/767.
[260] el-Bakara, 2/219.
[261] el-İsrâ, 17/26.
[262] el-Bakara, 2/215.
[263] Müslim, es-Sahih, K. Zekât, 13, 997, H., 11/692, 93.
[264] Müslim, es-Sahih, K. Zekat, 39,1048. H., 11/725.
[265] Âl-i İmran, 3/92.
[266] el-Bakara, 2/267.
[267] el-Bakara, 2/267.
[268] el-Bakara, 2/262.
[269] el-Müddessir, 74/6.
[270] el-Bakara, 2/263.
[271] Buharî, es-Sahih, K Edep, 34, V1I/79.
[272] Benzeri için Bkz. Müslim, es-Sahih, K. Zekât, 36.1044. H., 11/722.
M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/303-307.
[273] Müslim, es-Sahihr K. Zekât, 30,1031. H., 11/715.
[274] el-Bakara, 2/273.
[275] Müslim, es-Sahih, K. Zekât, 35,1041. H., 11/720.
[276] Buharı, es-Sahih, K Vücubu'z-Zekât, 50,11/129.
[277] Müslim, a.g.e., K. Zekât, 35,1040. H., 11/720.
[278] Müslim, es-Sahih, K. Zekât, 35,1044. H., 11/722.
M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/307-308.
[279] Müslim, es-Sahih, K. îman, 22, 54, 93, H., 1/74.
[280] Tirmizî, es-Sünen, K. Velâ, 6, 2130. H., IV/441.
[281] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/309.
[282] en-Nisa, 4/86.
[283] el-Ahzab, 33/44.
[284] en-Nûr, 24/61.
[285] en-Nisâ, 4/86.
[286] el-Mâide, 5/48; el-Bakara, 2/148.
[287] Ebu Davud, es-Sünen, K. Edep, 144, 5197. H.
[288] en-Nûr, 24/27.
[289] Tirmizî, es-Sünen, K. istizan, 15, 2706, H., V/62.
[290] Buharı, es-Sahih, K. îman, 6,1/9.
[291] Buharî, es-Sahih, K. İstizan, 5. yiI/127; Geniş bilgi için bkz. Hadis kitaplarının İstizan ve Selam bölümleri; er-Razî, Tefsiru Kebir, X/213; Kurtubî, el-Cami, V/296 vd. Bursavî, Ruhu'l-Beyan, 11/251 vd.
[292] Müslim, es-Sahih, K. Selâm, 5, 2168. H., IV/1708.
[293] Bursavî, Ruhu'l-Beyan, VIII/52.
[294] Bkz. Buharî, es-Sahih, K. Edep, 98, VII/114.
[295] es-Suyutî, Camiu's-Sagir, 11/139.
[296] Buharî, es-Sahih, K. İstizan, 27, VII/135.
[297] Buharî, a.g.Q.,K. İstizan, 27, VII/136.
[298] Buharî, es-Sahih, K. İstizan, 28, VII/136.
M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/309-311.
[299] Tirmizî, es-Sünen, K. Birr ue's-Sıla, 15,1919. H., IV/321.
[300] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/312.
[301] Lokman, 31/18.
[302] Ibnu Kesir, Tefsir, III/446.
[303] el-Abese, 80/1.
[304] Elmalıh, Hak Dini, VIII/5575.
[305] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/312.
[306] Buharı, el-Edebü'l-Müfred, 548,1155. H., 295, 96.
[307] Buharî, es-Sahih, K. Edep, 89, VII/106,107.
[308] Müslim, es-Sahih, K. Sıfatı'l-Münafıkin, 15, 2811/63, 64. H., IV/2164.
[309] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/312-313.
[310] en-Nûr, 24/27.
[311] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/314.
[312] el-Mücadele, 58/11.
[313] Bkz. er-Razî, Tefsiru Kebir, XXIX/269; Kurtubî, el-Cami, XVE297,98; ibnu Kesir, Tefsir, IV/324; Sabunî, Ayatü'l-Ahkam, 11/539,40
[314] İbnu Kesir, a.g.e., IV/324.
[315] er-Razî, a.g.e., XXIX/270.
[316] Ebu Davud, es-Sünen, K. Edep, 4825. H., V/164.
[317] Buharî, es-Sahih, K. Cuma, 19,1/218.
[318] Ebu Davud, a.g.e., K. Edep, 4845. H., V/175.
M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/314-315.
[319] Ebu Davud, a.g.e., K. Edep, 165, 5229. H., V/397.
[320] Ebu Davud, a.g.e., K. Edep, 165, 5230, V/398.
M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/315.
[321] en-Nûr, 24/62.
[322] İbnu Kesir, Tefsir, 11/306.
M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/315.
[323] Buharı, es-Sahih, K. Rikâk, 22, VII/184.
[324] el-lsrâ, 17/53.
[325] Tâhâ, 20/44.
[326] Bursavî, Ruhu'l-Beyan, V/389.
[327] Ag.e.,V/388.
[328] Tirmizî, es-Sünen, K. Birr, 47,1974. H., IV/349.
[329] el-Bakara, 2/83.
[330] Kurtubî, el-Cami, 11/17.
[331] A.g.e., 11/16.
[332] Ebu Davud, es-Sünen, K. Edep, 11, 4807, V/155.
[333] Müslim, es-Sahih, K. Zekât, 20,1016/68. H., 11/704.
[334] Buharî, es-Sahih, K. Edep, 85, VII/104.
M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/316-317.
[335] el-Fussilet, 41/34.
[336] el-Furkân, 25/72.
[337] Müslim, es-Sahih, K. Birr, 22, 2591. H., IV/2002.
[338] Tirmizî, es-Sünen, K. Birr ve's-Sıla, 60,1997, H., IV/360.
[339] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/317-318.
[340] Buharî, es-Sahih, K. İstizan, 45, VII/142.
[341] el-Mücadele, 58/10.
[342] İbnu Kesir, Tefsir, IV/324.
[343] Ebu Davud, es-Sünen, K. Edep, 29, 4851. R, V/179; Müslim, es-Sahih-Selâm 15, 2184. H., IV/1718.
[344] el-Hümeze, 104/1.
[345] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/318.
[346] el-Hucurât, 49/12.
[347] Tirmizî, es-Sünen, K. Birr, ve's-Sıla, 85, 2032. R, IV/378.
[348] Buharî, es-Sahih, K. İman, 4,1/8, 9.
[349] «Allah güzeldir, ancak güzel olanları sever» (Müslim, es-Sünen, K. İman, 39, 91. H., 1/93) Başka bir hadisi şerifinde de Rasûlullah (s.a.v.): «Allah, hoş ve temizdir, ancak temiz ve hoş olanları kabul eder» buyurmuştur. (Müslim, a.g.e., K Zekât, 19,1015. H., IV703.
M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/318-319.
[350] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/321-323.