Mehmet
GARİP
"Hazreti Rahmân, insanı yaratırken, onun
özünü, iç enginliklerini, varlığı, varlığın perde arkasını
ifade edebilme kabiliyetini de ona yükleyerek, öylece haricî
vücut buuduna çıkarmıştır. (....) Biz hepimiz birer lisan, bu
lisanların var oluş gayeleri de beyandır."1 diyen Kırık Mızrap
şâiri, insanın dünyaya gözünü beyanla açtığını, beyanla
yaşadığını, beyandan mahrum kaldığında da bir ölü olduğunu
söyler.2 Ona göre, "Beyan, canlı cenazelere Hızır solukları,
ebedî yaşamak isteyenlere de âb-ı hayattır.... Hep taze
kalabilen ve her zaman renklerini koruyan bir güzeller güzeli
varsa, o da beyandır. Beyanın yankılandığı yamaçlarda binlerce
ceylan murâkabeye dalar, yeni gülşenlerin hülyalarıyla yaşar..
beyan mızrabı bilgi telleri üzerine kalkıp indikçe eşyâ semâa
kalkar, hâdiseler ilâhî bir raksın "hay-huy"uyla inler..
beyanın aks-i sadâsıyla inleyen çöllerde bir değil, binlerce
mecnun dolaşır.... Temelleri mânâ köklerimizle irtibatlı
hülyalarımızı besleyen, büyüten, onlara ninni söyleyen,
yükseltip onları göklerde seyahat ettiren, hatta onlara
nâmütenâhînin menfezlerini gösteren ufuklu, seviyeli,
kıvamında bir beyan; duygularımıza miraç yaptırıyor gibi yer
yer bizi semânın derinliklerine götürür, bizlere mekan-üstü
âlemlerde tahtlar kurar ve gönüllerimizde, endişeli bir
sessizlik içinde bulunan ebediyet arzularımıza cevaplar verir;
duygularımızı ifadesi imkânsız hissî zenginliklere ulaştırır;
ruhlarımızı cismaniyet eb’âdına sığmayan derinliklerde
dolaştırır ve bize varlığın güftesiz bestelerinden ne
mûsıkîler, ne mûsıkîler dinletir!3
Cenâb-ı Hak, o mübarek topraklara
yüzümü sürmeyi nasip ettiği zaman, bana Allah Resulü’nün
köyü öyle parlak, öyle parlak geldi ve orada bulunmaktan
öyle rûhânî bir haz ald›m ki, eğer o anda, farz-ı muhal
cennetin bütün kapılar›ndan davet edilseydim, inanın
hiçbirine gitmez, orada kalmayı tercih
ederdim. |
En tesirli
beyan türlerinden biri olan "Şiir, kâinatın ruhunda saklı
bulunan güzellik ve tenâsübün, varlığın çehresindeki tebessüm
ve dil-rübâ keyfiyetin, şiire açık ruhlarda bir nağme hâline
gelmesidir."4 Öyle ki "Şiir, hâlihazırı aydınlatan bir şule,
ilerilere ışıklar salan bir projektör ve öteler kaynaklı bir
aşk ve heyecan bestesidir."5 Şiir, "Şâirlere ait bir kısım
solmayan çiçekler ve bu çiçeklerin çevreye saldıkları
kokular."6 demektir.
Kırık Mızrap, işte böyle bir
"Beyanname"dir. Bu beyannamenin mürekkebi muhabbet, mührü de
hasrettir. Bu mührü açacak olan da vuslattır. Bu beyannamenin
bulup buldurmak istediği de Medine’nin Gülü Sonsuz Nur’dur.
Çünkü "Biz hemen hepimiz, körkütük yaşadığımız şu âlemde
Rabbimiz’i O’nunla tanıdık. Sağanak sağanak başımızdan aşağı
dökülen nimetleri O’nun basiretlerimize saçtığı nurlar
sayesinde duyup hissettik. Nimete minnet ve şükran duygusunu;
ihsan, hamd ü senâ düşüncesini O’ndan öğrendik. O’nun sunduğu
mesajlarla Yaratan ve yaratılan arasındaki ilişkileri, kul ve
Mâbud münasebetlerini, Yaratan’ın ululuğuna ve bizim
kulluğumuza yaraşır şekilde duyup anlayabildik.
Medine’nin Gülü
Anladım yine her şey yâdımdan silindi Hayalin
gönlümün tepelerinde gezindi Bu bir serap olsa da
hafakanlarım dindi Andım yine Seni her şey yadımdan
silindi
Anlasam vuslata ne zaman ferman gelecek
Hicranla yanan gönlüm durmadan inleyecek İnleyip en
taze hislerle hep bekleyecek Anlasam vuslata ne zaman
ferman gelecek
Keşke hep aşkınla oturup aşkınla
kalksam Ruhlar gibi yükselip de ufkunda dolaşsam Bir
yolunu bulup gönlünden içeri aksam Keşke hep aşkınla
oturup aşkınla kalksam Kalbim bir güvercin gibi titrerken
adından
Ey kupkuru çölleri cennete çeviren Gül
Gel o o bayıltan renklerinle gönlüme dökül Vaktidir
ağlayan gözlerimi içine gül Ey kupkuru çölleri Cennet’e
çeviren Gül
Mecnun gibi arkanda koşan kulun olayım
Bir kor saç içime ocaklar gibi yanayım Sensiz geçen bu
acı rüyadan kurtulayım Mecnun gibi arkanda koşan kulun
olayım
Son demde hiç olmazsa gurubum tulû olsun
Gönlün ufkunun en taze renkleriyle dolsun Her yanda
tamburlar çalınsın neyler duyulsun Ne olur hiç olmazsa
gurubum tulû olsun
Aklım uzakta kaldığı günleri
saymakta Ruhuma sisli – dumanlı bir kasvet yaymakta
Göster çehreni ki, Güneş guruba kaymakta Aklım
uzaklarda kaldığı günleri saymakta
O
yeryüzüne ayak basmadan önce –ayağı başlarımızın tâcı- her
tarafta ziyâ-zulmet iç içe, çirkin-güzel yan yana, gül dikene
takılı, şeker kamışta saklı, arz semâya inat kapkaranlık, semâ
ürperten korkunç bir boşluk, metafizik fiziğin dar
mülâhazalarına bağlı, mânâ maddenin arkasında renksiz ve
silik, ruh içi boş kuru bir unvan, gönül de cesedin
gölgesindeydi. O’nun basiretlerimize çaldığı ziyâ ile, bütün
eski dünya ve eski düşünceler bir bir yıkıldı.. zulmetler ışık
karşısında bozgunlar yaşamaya başladı.. ve bir kere daha
zimam, ruh ve mânânın eline geçti. O’nun, insan, varlık ve
Allah adına ortaya koyduğu yorumlar sayesinde, kâinat,
muhtevalı ve okunaklı bir kitaba dönüştü.. bir baştan bir başa
bu koskoca âlem, bir meşher hâlini aldı.. eşyâ ve hâdiseler de
âdeta birer bülbül kesildi.. Hakk’ı söyleyen, Hakk’a çağıran,
Hakk’ın ibdâ ve inşâ destanlarını haykıran birer bülbül..."7
Bu bülbüller birer muhabbet fedaisi âşık, bu muhabbetin
güzeller güzeli o yüce gönül de güneşlere taç giydiren kâinat
gülzarının gül-i ra’nâsı, Sonsuz Nur, Hz. Muhammed
aleyhisselâmdır. Medinemizin, gönlümüzün gülüdür.
"Şâirleri, varlık, varlık ötesi mânâ ve muhtevanın
bülbülleri" sayan8 Kırık Mızrap şâiri, hakikî şiiri, "ilham
ağaçlarının dallarında cennet çiçekleri gibi gelişen bir
meyve" olarak görür. "Öyle bir meyve ki; meyveyi derenin niyet
ve düşüncelerine göre, derilenlerin yerlerinde benzerleri
oluşur. Derken, hep bir farklılaşma ve temâdî içinde bu büyü
sürer gider. Öyle ki, şiir ağacına uzanan eller her defasında
ondan bir şeyler koparır; koparır ama, koparılanlar hep
misliyet çerçevesinde kalır.. evet, ne duyulup
hissedilenlerde, ne de yeni tomurcuklarda ayniyet kat’iyen söz
konusu değildir. Zira ona, gerçek rengini, tadını, şivesini
duygular, düşünceler, niyetler, bakış zâviyeleri ve kültürler
kazandırır. Evet, şiir, şuur ve idrak potalarında kaynatılan
bir düşünce ve dil enstrümanlarıyla seslendirilen bir nağmedir
ama, ona gerçek derinliğini kazandıran ve hakikî rengini
veren, şâirin inanç, kanaat, kültür ve düşünce ufkudur.
Potasında kaynaya kaynaya tam kıvama gelmiş bir söz; inanç,
kanaat ve kültürle de kanatlanmışsa, artık o aşkınlaşmış ve
rûhânîlerin muhaverelerindeki derinliğe ulaşarak bir hikmet
çağlayanı hâline gelmiştir ki, uğradığı her yerde bir büyü
tesiri icra eder.. ifade edeceği nükteyi yakalayıp da sesini
yükselttiğinde, sözden anlayanların ruhlarında sur sesi gibi
yankılanır."9 Kırık Mızrap şiirlerine bu mülâhazaların
ışığında baktığımız zaman aynı ilham ağacının meyveleriyle
karşılaşırız. Bölüm başlıkları, şiirlerin nasıl bir ruh
ikliminde çiçeklendiğinin ipuçlarını verir: IŞIK ORDUSU,
Sonsuz Nur’un sevdalılarının ruh ve emel kaynağını; SOLUKLAR,
Işık Ordusu’nun hayat kaynağını; ZÜMRÜT TEPELER ve SOYUMUN
ŞARKISI, ideal ufkunu; GÖLGELER, HİCRAN ve SİTEMLER ise fetret
dönemi duygularını dile getirirler.
İkinci kitaptaki
bölümler de benzer ruh atmosferini gösterir: RUH UFKU’ndan
MEDİNE’NİN GÜLÜ’ne uzanırsanız bir HÜZÜN İKLİMİ’ne girer,
orada Aşk’ı, ölü ruhlara diriliş üfleyen kaynağı bulursunuz.
ZAMAN HELEZONU’nda gezerken de Kırık Mızrap’ın hicazkâr,
hüzzâm ve hüseynî makamlarında yükselen nağmeleriyle titrer;
aşkı, hicranı, vuslatı, inkisar ve sitemle birlikte daha çok
ümidi soluklarsınız.
Kırık Mızrap şiirlerinin
tamamının ilham kaynağını Sonsuz Nur; yani Medine’nin Gülü
oluşturur.
Şâir, Sonsuz Nur kitabında, "Ne zaman
Medine-i Münevvere’ye gitsem, O’nun kokusu beni o derece sarar
ki, neredeyse bir adım ötede bizzat kendisine kavuşacak ve
diriltici sesiyle ‘Merhaben, ehlen ve sehlen!’ dediğini
işitecek gibi olurum."10
"Cenâb-ı Hak, o mübarek
topraklara yüzümü sürmeyi nasip ettiği zaman, bana Allah
Resulü’nün köyü öyle parlak, öyle parlak geldi ve orada
bulunmaktan öyle rûhânî bir haz aldım ki, eğer o anda, farz-ı
muhal cennetin bütün kapılarından davet edilseydim, inanın
hiçbirine gitmez, orada kalmayı tercih ederdim."11 der.
MEDİNE’NİN GÜLÜ, "Kupkuru çölleri Cennet’e çeviren
Gül"e bir davetiyedir. O Gül, yeniden bütün gönüllerde açarsa,
psikolojik, sosyolojik ve tarihî diriliş gerçekleşir. Çünkü,
"Gönlümün Gülü" şiirinde, "Seni görmek mü’minlerin en büyük
rüyâsı, / Seni görense Hak nurudur Yâ Resûlallah!"12 diyen
şâir, O’nsuz dirilişin olmayacağına inanır.
MEDİNE’NİN
GÜLÜ, Kırık Mızrap-2’nin ikinci bölümünün adıdır.13 Bu bölümde
"GÖNÜL SULTANIM"14 şiirinde, "Gözde nûrum, tende cânım,
cânânım Efendim." der. DOĞ GÖNLÜMÜN İÇİNE15 şiirinde, "Doğ
gönlümün içine, onu ney gibi inlet.!" derken, İNSANLIĞIN
EFENDİSİ’nde16 "Gel vur mızrabını kalbimi söylet!" diye inler.
Medine’nin Gülü, ikinci bir "Seniyyet’ül-veda"
türküsünün özlemiyle biter:
"Son demde hiç olmazsa
gurûbum tulû olsun, Gönlüm ufkunun en taze renkleriyle
dolsun; Her yanda tamburlar çalınsın; neyler duyulsun..
Ne olur, hiç olmazsa gurûbum tulû olsun..!"17 der.
Zaten şâir, her gün bu davetini tazelemekten geri
kalmaz. O, dilinden düşmeyen bir duadır. Çünkü, "...Melekut
âleminin bahçeleri O’nun cemalinin çiçekleriyle güzeldir;
ceberut âleminin havuzları O’nun nurlarının feyziyle dolup
taşmaktadır."18 Çünkü O, Allah’ın nurlarının denizi, esrarının
madeni, inayetinin gözdesi, hidayetinin güneşi, hazire-i
kudsün nişanlı gözdesi, huzurundakilerin imamı, mahlûkatının
en hayırlısı, en sevimlisi, kulu, habibi, resûlüdür.19 Esrar
semasının güneşi, nurların mazharı, celal yörüngesinin merkezi
ve cemal feleğinin kutbudur."20 Bu sırra ermeyen bir ruh ölü,
bir toplum da cesetler yığınıdır. Bu gül’ün diriltici
kokusuyla dolmak ve olmak isteyen ruhun, O Sonsuzluk Gülü’ne
kilitlenmiş kalbin duası şöyle devam eder:
"Allah’ım,
beni O’nun soyuna ilhak eyle, O’nun sahip olduğu şerefe beni
lâyık kıl. O’nu bana öyle tanıt ki, bununla cehalet
kanallarından kurtulup fazilet pınarlarından kana kana içeyim.
Bana O’nun yolu üzerinde, inayetinle kuşatılmış olarak
huzuruna doğru giden yolda yardım et." 21
"Yâ Rabbi!
En büyük perdedâr olan Hz. Muhammed aleyhisselâmı ruhumun
hayatı kıl. O’nun ruhunu hakikatimin sırrı eyle..."22
Sonsuz Nur eserinde, "Beş yaşından beri başını secdeye
koyan ve O’nun boynu tasmalı, kapısının ‘kıtmir’i olduğunu
söyleyen23 şâir, "İnsan sevdiğini, bildiği ölçüde severken,
bilmediğinin de hep düşmanı olagelmiştir."24 diyerek O Gül’ü
sözle, yazıyla; nazım ve nesirle tanıtmayı, sevdirmeyi
hayatının gayesi görmektedir. O biricik Gül, "Hz. Muhammed
Aleyhisselâm, sahâbe, tabiîn, tebe-i tabiîn ve onlardan sonra
gelen, kıyamete kadar da gelecek olan en büyük insanlar,
ruhlara nüfuz eden bütün sofî ve mistikler, evliyâ, asfiyâ,
ebrâr ve mukarrebîn hepsi bir kefeye konulsa, yine o Gönüller
Sultanı ve gözlerimizin ziyâsı ağır basacaktır. Çünkü varlık
O’nun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır."25
MEDİNE’NİN
GÜLÜ, Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde, "İnsan-ı Kâmil"26 aynasında
görülen Sonsuz Nur’dur ki bu da ayrı bir yazı konusudur;
Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde bestelenen Sonsuz Nur nağmeleri ise
Kırık Mızrap’tır. Hicazkâr, hüzzâm ve daha çok da Hüseyni...
Medine’nin Gülü şâirini, böylesine kolu kanadı kırık,
kalbi kafesinden fırlayıp gidecek bir güvercin gibi
çırpındırıp duran duyguların merkez üssü, O’ndan miras kalan
ruh, O’nun bıraktığı insanlık şuuru ve sorumluluğudur.
İnsanlık, O Gül’e ulaştığı zaman, O Gül, insanlığın gönül
bahçelerinde açtığı, ruh iklimine bir güneş gibi doğduğu
zaman, kısaca insanlık O’nu anlayıp, O’na teslim olduğu zaman
şâirin feryadı bitecek, vuslatı gelecek, gurubu tulû’
olacaktır.
|