BEKKE
VADİSİNDE YANKILANAN SES
HER
PEYGAMBERİN MÜŞTEREK TALEBİ
BİLGİNLERİN
DİLİNDE YANKILANAN SEDA
Ebu Kerb'iiı
Medine Çıkartması
Sonradan Ortaya
Çıkan Emareler
Hisalet öncesinde Hicaz ve Dünyanın Genel Durumu
Abdulmuttalib'in On çocuğu ve Nezrini Yerine Getirme Gayreti
Dört Bir Yandan Gelen Haberler
Fars Topraklanndaki Telaş PAGEREF _Toc169190633 \h 86
DEDE
ABDULMUTTALİB'İN HİMAYESİ
Korunup Kollanmada İlahi Yönlendirme
Ficar Savaşlan ve Hılfü'l-Fudül
Hane-i Saadetin Diğer Sakinleri
KABE'NİN
TAMİRİ VE SÖZ KESEN HAKEM
GELİŞİNDEN
ÖNCE HAZIRLANAN ORTAM
Kabe'deki Yankı ve Varaka'nın Yorumlan
Şam'daki Rüya ve Rahibin Hatırlattıkları
Hz. Hatice'nin Telaş ve Gayretleri
Küsme de Yok Dargınlık da. PAGEREF _Toc169190672 \h 175
ARKADAN GELENLER
VE MİHNET YILLARI
Ebu Zerr'in Gelişi ve Yaşanan İlk Acı Tecrübe
Sözüne
Sadık Bir Çoban ve Süt Mucizesi PAGEREF
_Toc169190685 \h 209
Hayallerde Yeşeren Ümit Meşceresi
DAVET VE
TEBLİGİN AÇIKTAN BAŞLAMASI
Genişleyen Tebliğ Halkası PAGEREF _Toc169190691 \h 234
İnsanların İslam'la Tanışmalarını Engelleme Çabaları
TOPLUMLA
BÜTÜNLEŞEN NÜZUL KEYFİYETİ
Allalı'a İman ve Ulühiyet Hakikati
Kader, Takdir, Kudret ve Meşiet-i İlahi
Kuvvet, Kesret-İ Etbada Değil; Haktadır
Zayıf ve Kimsesizlerin Hazin Hali
Amma.. İbn Yasir ve Süheyb İbn Sinan
Hz. Hamza'nın Müslüman Oluşu. PAGEREF _Toc169190711 \h 300
Can Düşmanlannın Efendimiz'e Bakışlan
HZ.
ÖMER'İN GELİŞİ VE İBN ERKAM'IN EVİNDEN ÇIKIŞ
Necaşi'ye Giden Mektup ve
Necaşi'nin Cevabı
Ca'fer İbn Ebi Talib'in
Çıkışı
Ebu Talib'e Son Müracaat PAGEREF _Toc169190737 \h 384
Ebu Leheb'i Bile Duygulandıran Manzara
Hz. Ebu Bekir'İn Hicret
Teşebbüsü
Sevde Validemizle İzdivaç. PAGEREF _Toc169190747 \h 407
Habeşistan'dan Gelen Yirmi Kişi
Taifteki İltica ve Bir
Tecelli
Mekke'ye Hareket ve Cinlerin Şehadeti
Namaz Vakitlerinin Tayini PAGEREF _Toc169190766 \h 461
Mina'daki Ses ve Efendimiz'in
Tavrı
HİCRET
İZNİ VE KUREYŞ'İN TELAŞI
Mağarada Ebu Bekir Hassasiyeti
Hicret Yolunun Harikaları PAGEREF _Toc169190787 \h 519
İki Yahudi ve İlk İntiba. PAGEREF _Toc169190795 \h 538
Rahmetin Kuşatıcılığı ve
Sonuna Kadar Açılan Kapısı
Es'ad İbn Zürare'nin Vefatı ve Yeşeren Nifak
Kıskançlık ve Haset Rüzgarları
Üslupta İlahi Yönlendirme. PAGEREF _Toc169190810 \h 576
İlk Anlaşma, Evs ve Hazreç Arasında
Abdullah İbn Selam'daki Tebliğ Heyecanı
Ehl-i Kitaba Hitap
YENİ BİR
MEDENİYETİN İNŞASI
Uzun
ve titiz bir çalışma sonunda yayınevimiz, Kainatın iftihar Vesilesi Efendiler
Efendisi Hz. Muhammed Mustafa'nın (sallallahu aleyhi ve sellem) ibret ve mesaj
dolu hayatını anlatan bir kitabı daha sizlerle buluşturmanın huzurunu yaşıyor:
Gönül Tahtımızın Eşsiz Sultanı Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern).
Bu
kitap, siyer geleneğinden kopmadan, satır aralannda kalmış ve geleceğe yön
veren aynntılan bugüne taşıyarak Allah Resülü'nün örnek hayatını anlatan,
anlatırken insanı çağlar ötesine götüren veya o dünyayı yaşanılan asırla bütünleştiren
yeni ve özgün bir eser; ölmeyen Ebfı Leheb'e dikkat çekip kıtalar
dolaşan Ebii Cehil'in farkına vardıran ve bunu yaparken de Ebfı
Bekir, Ömer, Osman ve Ali'leri vazifeye davet eden mesajlarla dolu
bir baş ucu kitabı.
Bugün
bizim, sadece savaşlardan ibaret bir siyer geleneğinden daha çok bir insan
olarak Allah Resülü'nün toplum içindeki misyonunu anlatan kitaplara ihtiyacımız
var ve işte elinizdeki bu eser, sözünü ettiğimiz ihtiyacı karşılamayı hedefleyen
farklı bir gayreti ifade ediyor. Onun satırlan arasında okurumuzun, kilometre
taşlannı savaşların belirlediği bir ha-
13
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
yat
serüveninden ziyade, duygu ve tepkileriyle şefkat kesilmiş bir insan-ı kamil ve
toplum içinde her yönüyle rehber ve yol gösterici bir mürşid-i ekmel bulacağı
kanaatindeyiz.
Unutmamak
gerektir ki, Bedir gibi önemli bir dönüm noktasına gitmek için
Efendimiz'in, Medine'den ayrılıp yeniden buraya dönüşü arasında geçen on
günlük bir zaman dilimi vardır ve Bedir savaşı, bu on günlük zaman dilimi
içinde sadece beş-altı saatlik bir meseledir. Şüphe yok ki Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), geride
kalan zamanını da ashabıyla birlikte ve onlann arasında yaşamıştı. Her anı bir
model bu altından kıymetli zaman dilimlerinin, beş altı saatlik bir sürece
kurban gitmemesi elbette çok önemliydi ve işte elinizdeki bu eserle geride kalan
dokuz buçuk günde yaşanılanlar gün yüzüne çıkanlmak istenmiş, detay gibi
gözüken ancak bizim için önemli ayrıntıların nazara verilmesi hedeflenerek
bütüncm bir yaklaşım nazara verilmek istenmiştir.
Dil
açısından sade, üslup yönüyle akıcı ve olaylan veriş biçimiyle de gerçekçi bir
anlatımla kaleme alınan duygu yüklü bu eserle, aradaki mesafelerin bir
süreliğine bile olsa kalkacağını düşünüyor, başkası adına yaşanılan bu
hayatla, gaye-i hayal noktasında bugünü yaşayan her bir ümmet-i Muhammed' e
bir vazife biçildiğinin farkına vanlacağını ümit ediyor ve sizleri, Saadet
Asrı'yla günümüzün iç içe nazara verildiğini düşündüğümüz böyle bir eserle baş
başa bırakıyoruz.
Işık Yayınları
14
Gelişen
dünyada geçen her bir gün, İnsanlığın Emini'ne ait mesajların kıymetini ve
insanlığın onlara olan ihtiyacını ortaya koyuyor. Bir tarafta maddi terakki ile
insanların başı dönerken, diğer yanda huzur adına dünyada iflasın yaşanıp,
insanlığın kemal adına tel tel dökülüyor olması, gidilen yolun zaten sağlıklı
olmadığını açıkça herkese gösterir mahiyette.
Ortada iki yol var; ya iniş istikametinde hızla süküta
koşan insanlık diğer canlılara rahmet okuttururcasına gidişatına devam edip
dünyayı kendine zindan haline getirecek, ya da insanlık ortak paydasında ve
temel değerler etrafında kenetlenerek yeniden kendisini bulacak; bir taraftan
dünyayı marnur ederken, diğer yandan da aradığı huzuru bulmanın mutluluğunu
yaşayacak.
İşte
yolların aynmında duran ve engin sinesiyle herkesi semtine davet eden Gönül
Tahtımızın Müstesna Sultanı Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sellem) hayat
bahşeden mesajlanyla insanlığı, dünyayı inşa ederken ahireti de marnur
kılmanın sihirli iklimine çağınyor.
O'nun (sallaUalıu
aleyhi ve sellem) şefkat dolu engin dünyasın-
15
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
da,
her fırsatta hayatına suikast eden kin tüccarlanna bile yer var! O'nun (sallallahu
aleyhi ve sellem) ikliminde kimsenin üstünü çizip defterinden silme gibi bir
anlayış yok! Bu yüzden, son ana kadar kendisine kılıç çekip karşısına
dikilenleri, huzura gelip hakikate uyandıklan zaman, O'nu (sallallahu aleyhi ve
sellem) müdafaa etmenin kahramanlan olarak, önceki hayatlanna keffaret yanşı
içinde görüyoruz. Binlerce misal arasından işte İkrime ve Süheyl İbn
Amr, işteAmr ibn.As ve Velid ibn Ukbe ibn Ebi Muayt, işte Ebu
Süfyan ve Hind, işte Vahşi ve Halid ibn Velid ...
Zaten
O (sallallahu aleyhi ve sellem), herkesi kucaklayan evrensel mesajın sahibi...
Sancağı, bütün insanlığı altında toplayacak vüs'atte ... Yirmi üç yıllık
tebliğ hayatı, bu sancağın altına nasıl girileceğinin misalleriyle dolu ...
Bunun için, dünyaya veda ederken mihraba geçirip de arkasında namaza durduğu
imam ve eline sancağı verip de kumandan tayin ettiği genç serdann şahsında
temsil edilenler ayrı bir öneme sahip ... O'na inanıp da gönül veren her bir
yüreğin, emaneti taşıyan birer Üsôme olabilmesi
için bugün, O'nun safve duru hayatını okuyup bilmek, bilip de yaşamak ve
yaşayıp da yaşatma arzusuyla şahlanmak ayn bir ehemmiyet arz ediyor ...
İşte
Gönül Tahtımızın Müstesna Sultanı Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) böyle
bir niyetin ürünü ... Bu eserde, Efendimiz'i kendi beyanlanmızla tavsif edip
anlatma yerine, yaşayıp ortaya koyduklanyla birlikte O'nu (sallallahu aleyhi ve
sellem) nazara vermek hedeflendi ve temel siyer kitaplarında müşahede
edilmeyen hiçbir metnin, O'nunla bağlantılı olarak nazara verilmemesine de
hassasiyet gösterildi... Özetle bize göre bir siyerden ziyade; O'nun ve
ashabının hal, tavır, beyan ve tensipleriyle bir tarih şuuru verilmek, tek
başına yaşanılan bir hayat değil de her bir sahabi ile irtibatlandınlarak birer
mucize olarak inşa edilen, herkese modelolabilecek bir hayat tarzı verilmek
istendi ...
16
Önsöz
Hiç
şüphe yok ki O (sallallahu aleyhi ve sellern), herkesi şefkatle kucaklayıp
sinesine sarmak istemiş, tuzak kurup da bedenini ortadan kaldırmak isteyenlere
bile şiddetle mukabelede bulunmak istememiştir. Yirmi üç yıllık tebliğ
hayatının ilk on beş yılı sürekli baskı ve işkencelerle geçmesine rağmen O (sallallalıu
aleyhi ve sellern), asla kuvvete baş vurup sert tavır almayı düşünmemiş, müsamaha
yolunu tercih ederek, diş gösterip pençe atanlara bile sabırla mukabelede
bulunmayı yeğlemiştir. Bir gün savaş kaçınılmaz hale gelince de, her şeye
rağmen ilk başlatan O (sallallalıu aleyhi ve sellem) olmamış, bununla birlikte
tedbiri de elden bırakmayıp en kötü şartlara göre hesabını yaparak
gerektiğinde bu meydanın da hakkını vermiştir. O'nun (sallallahu aleyhi ve
sellem) savaşlarının hepsi birer müdafaa, seriyye ve gazvelerinin tamamı da
emniyet ve güveni sağlamaya matuf birer gayretten ibarettir. Ne gariptir ki,
sekiz yıl süren bu sürecin tamamında, her iki taraf adına dökülen kan, bugünün
modernü) dünyasında bir günde akıtılanın yanında deryada katre gibi
durmaktadır.
Baskı
ve şiddet altında olduğu dönemlerde böyle bir tavır sergilemekle birlikte O (sallallalıu
aleyhi ve sellem), ipleri tamamen eline alıp da hakimiyetini ilan ettiğinde
farklı bir davranış sergilemeyecekti. Bütünüyle O'nun sesinin yükselip sözünün
dinlendiği dönemlerde bile O (sallallahu aleyhi ve sellern), asla kin ve nefret
yolunu tutmayacak ve olgun başaklar gibi kellelerini teslim etmeye çoktan razı
olanlara bile hürriyet yollarını gösterip hepsini affedecekti.
Bugün
O'nu ne kadar biliyorsak o kadar mutlu; ne kadar yakından tanıyorsak o kadar
huzurlu ve yine O'nun hayatına ne kadar muttali olabiliyorsak o kadar da
bahtiyarız demektir. Bir başka ifadeyle bizler, O'na duyduğumuz ihtiyaç kadar
başkalarına muhtaç olmaktan uzak; O'nun engin dünyasına müstağni kalıp
uzaklaştığımız kadar da başkalarının kapı-
17
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
sında şahsiyet ve
onurumuzu örseleyen birer dilenci olmaya mahkumuz demektir.
Zaten bu gün karşımıza çıkan her bir hadise de bize, O'nun
bu müstesna hayatını yeniden okuma, attığı adımlan günün ihtiyaçlanna göre
yeniden yorumlama, söz ve davranışlarındaki ayrıntılan nazara alarak
hayatımıza yeniden yön verme ve insanların elinden tutarken kullandığı
argümanlan iyi okuyup, hayatımızı O'nun arzu ve isteklerine göre yeniden
şekillendirme lüzumunu hissettirmiyor mu?
Birkaç Hatırlatma
Sizleri eserle baş başa bırakmadan önce, istifadeyi
kolaylaştırma adına birkaç hatırlatmada bulunmak ve eser hakkında kısa da
olsa bilgi vermek faydalı olacaktır:
Öncelikle bu eser, öncesi ve sonrası itibariyle Saadet Asrı'nda yaşanan olayların bugünlerde
oturup yorumlanması yerine İbn Hişam'ın Slre'si, İbn Sa'd'ın Tobakôi'ı;
İbn Kesir'in el-Bidiiue ve'n-Nihaye'si, Halebi'nin Slre'si, İbn
Hacer'in İsabe'si, İbnü'l-Esir'in Üsüdü'l-Gabe'si, İbn
Abdilberr'in İstiôb': ve
Taberi'nin Tarih'ı gibi en temel siyer, meğazi ve tabakat kitaplan esas
alınarak; temel tefsir kaynaklanyla Kütüb-ü Tis'a gibi en
belirgin hadis literatürüne dayanılarak hazırlanmıştır. Bunun yanında,
Efendimiz'in hayatıyla ilgili bugün hüsn-ü kabul görmüş yeni eserlerin de
dikkate alınması ihmal edilmemiş; gerek konuların tasnifi, gerekse bazı
yorumlan itibariyle bugün kaleme alınan orijinal yaklaşımlara da müracaat
edilmiştir. Bu sebeple, ikide bir aynı kaynaklan dipnot olarak verip hacmi
şişirmemek için her meselede dipnota inip kaynak verme yerine sadece dikkat
çeken ve her siyer kitabında yer almayan konuların kaynağı verilmeye çalışılmış
ve kaynak vermede esas olarak da, kitapların el-Mekiebetii's-Sira,
el-Mektebetü1-Elfiye ve el-Mektebetii'ş-Şômile gibi dijital ortamdakiverileri
nazara alınmıştır.
18
Ö nsöz
Farklı rivayetler, ayrı ayrı verilerek konunun
uzatılması yerine, aynı konu etrafında oluşan farklı rivayetler birleştirerek
istifade edilen kaynaklara dipnotta işaret etmek bir yöntem olarak kabul
edilmiş ve bazı durumlarda ise, farklılık arz eden rivayetlerden birisi metin
içinde tercih edilerek diğer rivayetlerin kritiğini dipnotta yapma yoluna
gidilmiştir.
Metin terciimelerinde, aslına sadık kalmak şartıyla,
her zaman birebir kelime karşılığını verip mekanik bir aktanm yapmak yerine,
bazı durumlarda muhtevayı yansıtma, zaman zaman özetlerne veya bazı durumlarda
da ilgili rivayetlerin bütününü birden yansıtma yollanndan birisi tercih
edilmiş ve böylelikle tekrarlara girmernek hedeflenmiştir.
Elinizdeki eseri benzerlerinden ayıran en belirgin
özelliklerinden birisi de, her an ayrı bir vahiyle olaylara yön veren ilahi
hitabın toplumu nasıl dönüştürdüğüne dair örneklere sıklıkla yer vermesidir.
Tefsir ilminde 'Esbab-ı NüzUli'l-Kur'an' olarak bilinen kültürün mümkün
mertebe siyere yedirilerek anlatılmaya çalışılması, esere ayrı bir veche
kazandırmıştır. Sahabe cemaatini yetiştirmede Kur'an'ın rolünü net bir şekilde
ortaya çıkaran bu üslup yanında bir de Allah Resülü'nün talim ve terbiyesine
yer veriliyor olması, eseri benzerlerinden ayıran belirgin özelliklerindendir. 'Bsbôbii
Yiiriidil-Hadis' olarak bilinen bu metotla okurun, Efendimiz'e ait
beyanların öncesi ve sonrasında yaşanan gelişmelere muttali kılınması hedeflenmiş
ve böylelikle Kur'an'ın yetiştiriciliği yanında sahabe cemaatini dönüştürmede
Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) rolüne de dikkat çekilmek
istenmiştir.
Aynı zamanda bu eserin, tebliğe karşı çıkan veya
yanında yer alanların ruh hallerini anlamaya matuf bir gayret ve o dönem
insanlannın psikolojilerini de yansıtmayı amaçlayan bir çalışma olduğunu
söyleyebiliriz.
Şu da bir gerçek ki, etrafındaki ashabıyla birlikte
O'nun (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatını bugüne taşıma adına daha ya-
19
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
pılması
gereken çok şey var. Zira ulaşılan her bir bilgi yeni bilgilerin elde
edilmesine vesile oluyor ve bu bilgiler de dünyaya renk veren mesajların herkese
ulaşabilmesi için yeni yeni fırsatlar anlamına geliyor. O'nun (sallallahu
aleyhi ve sellem) hayatına açılan her bir kapı, açılması gereken binlerce
kapının müjdecisi ... İstikbale yürürken yanılmamak için bu kapıların
açılmasında zaten zaruret var!
Bütün
titizlik ve hassasiyetimize rağmen şayet, çapımıza bakmadan cür'et edip de
çıktığımız bu yolda Ruh-u Seyyidi'lEnam'ı rahatsız edip ineitecek bir
kusurumuz olmuşsa şimdiden boynumuzu büküp O'nun (sa11a11ahu aleyhi ve sellem)
engin affına sığınıyor ve Ebu Cehillerden bile esirgemek istemediği şefkat
kanatlannın altına bizler de dehalet etmek istiyoruz.
Kusurumuz
görüldüğünde, bunun bize ulaştırılması en büyük kazancımız; takdir hisleriyle
dolup medih ihtiyacı hissedildiğinde ise, gönülden dökülen bir 'Allah razı
olsun' ifadesiyle mukabelede bulunmak, bidayetinden nihayetine kadar
eserin hazırlanmasında katkısı olan herkes adına ne büyük bahtiyarlıktır.
Reşid
Haylamuz İstanbul
- Mart 2006
20
BEKKE VADİSİNDE YANKILANAN SES
Asırlar öncesinden Bekke
vadisinde bir ses yankılanıyor: - Bizi, bu yalnız ve ıssız vadide bırakıp
da nereye gidiyorsun ey İbrahim?
İtimat ve tevekkül zirvesinin sahibi Hz. İbrahim'de,
yankılanan sese cevap mahiyetinde hiçbir hareket yok. Zira o, sadece
kendisine denileni yapıyor ve emre itaatten taviz vermek istemiyordu. Çünkü bu,
ilahi bir yönlendirmeydi; asırlar sonra geleceğinin muştusu verilen Son Nebi'nin
şereflendireceği beldenin temeli atılacaktı.
Beri tarafta, teferruata muttali olmayan Hz. Hacer, kocasını
kendisinden uzaklaştıran her adımda ayrı bir korku yaşıyordu. Bunun için,
yalnızlığın hicranını iliklerine kadar hisseden telaş dolu bir sesle yeniden
seslendi:
-
Ey İbrahim! Bizi bu yalnız ve ıssız vadide bırakıp nereye gidiyorsun?
Belli ki, geldiği
istikamette gerisin geriye ilerleyen Hz.
İbrahim'den
cevap gelmeyecekti. Kucağındaki biricik yavrusuyla arkasından koşturmak beyhüdeydi.
Sanki, yıllarca çocuk hasreti çeken ve dualannda Rabbinden çocuk dileyen Hz.
İbrahim gitmiş; yerine bambaşka birisi gelmişti. Şüphesiz
21
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
böyle köklü bir
değişim, ancak Rabbani bir yönlendirme sonucu gerçekleşebilirdi. Bunun için
Hz. Hacer:
- Sana böyle yapmanı
Allah mı emretti, diye sordu.
O
ana kadar hiç tepki vermeden ilerleyen Hz. İbrahim'den, bu soruya mukabil
güven dolu bir ses duyuldu:
- Evet!
Emreden
O ise, koruyacak da O olacaktı. O'nun koruması altına girdikten sonra, ne bu
ürperten yalnız vadilerdeki vahşet ne korku veren yalnızlık ve ne de bir aile
reisinin himayesinden mahrumiyet ürkütebilirdi onu. Onun için, arkasını dönüp
kucağındaki yavrusuyla birlikte geri gelirken, dudaklanndan şu kelimeler
dökülecekti Hz. Hacer'in:
- Öyleyse O, bizi
asla zayi etmez.'
Zaten
bu cümle, aile reisiyle diğer fertlerin diyaloğundaki son noktayı
oluşturuyordu. Artık Hz. İbrahim uzaklaşmış; Hz. Hacer de, minik yavrusu İsmaiiıe
birlikte bırakıldıklan noktaya geri dönmüştü.
Hz.
İbrahim, ufukta kaybolacağı bir noktaya geldiğinde geri dönecek ve ellerini
açarak Rabb-i Rahim'inden şöyle niyazda bulunacaktı:
-
Ey bizim Rabbimiz! Şüphesiz ben, zürriyetimden bir kısmını Senin kutsal
mabedinin yanında, ekin bitmez bir vadide yerleştirdim.
'Yerleştirdim' ifadesinden açıkça anlaşıldığı üzere; o, henüz hiçbir
hayat emaresi görülmeyen bu vadinin, büyük bir yerleşim yeri olacağını ifade
ediyordu. Aynı zamanda burası, yeryüzündeki ilk binanın inşa edildiği önemli
bir yer; ilkle sonun buluşacağı Bekke vadisiydi.
Hz. İbrahim, niyazına
şöyle devam etti:
Taberi, Tefsir,
13/152
22
2 |
Bekke Va d i s i n d e Yankılanan Ses
-
Ey bizim Rabbimiz! Namazı gereğince kılsınlar diye böyle yaptım.
Anlaşılan, buraya gelişteki asıl hedef de, insanı Rabbe
yaklaştıran kulluk vazifesiydi. Ve bu vazifeyi doruk noktada temsil edecek olan
Zat burada zuhür edecek; dünya, buradan doğan nur ile, külli manada bir
kullukla tanışmış olacak ve ubudiyet adına aydın bir hüviyete bürünecekti.
Bir talebi daha vardı
Hz. İbrahim'in:
- Ya Rabbi! Artık, insanların bir kısmının gönüllerini
onlara doğru yönelt, onlan her türlü ürünlerden nzıklandır ki Sana
şükretsinlcrl-
Yakanşlannda, kendisine ait vazifeyi yerine getirdiğini
bildirme ve muştusunu verdiği hususların da Rabb-i Rahim tarafından
gerçekleştirilmesini talep vardı. Zira kulaklannda, ömrünün kemale erdiği dönemde
hamile kalan hanımının sevincini paylaştığı anlardaki duyduğu şu müjdenin
yankılan çınlıyordu:
- Şüphesiz ki Hacer, erkek bir çocuk dünyaya getirecek
ve onun doğurduğu evladın neslinden gelecek birisinin eli, bütün insanlığın
üzerinde hakim olacak. Ve herkesin eli de, huşü ve itaatle O'na açılacak.s
Hz. İbrahim için, bundan daha büyük bir saadet olamazdı;
yıllardır ümidini kesmeden beklemenin mükafatını görüyordu. Hem de, sadece
doğacak oğluyla sınırlı olmayan bir mükafat ... Torunlan arasından çıkacak Son
Nebi'nin zuhüru ve insanlığın da O'nun etrafında kenetlenmesi hakikati ...
Dua dua yalvanrken
Hz. İbrahim'e şunlar vahyedilecekti: - Senin duanı, İsmail hakkında kabul ettim
ve ona bereket ihsan ettim. Ondan sonra nice nesiller gelip geçecek, ama gün
gelecek esas itibariyle onun nesIinden on iki yüce karnet zuhür edecek. Ve Ben,
onu büyük bir cemm-i gafire reis yapacağımls
İbrahim, 14/37
3
İbn Kesir, el-Bidaye , 1/153 4 İbn Kesir, el-Bidaye, 1/153
23
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
İşte Hz. İbrahim, adımını atarken bu tecrübe üzerinde
yürüyor ve ilahi yönlendirmenin gereğini yerine getirmenin mücadelesini
veriyordu.
Yeni Bir Medeniyetin
İnşası
Beri tarafta Hz. Hacer, kadın başına yalnız kaldığı bu
vadide çocuğunun telaşına düşmüş; içecek bir yudum su bulabilmek için
koşturup duruyordu. Bir anne olarak endişelerini teskin eden tek şey, Rabbine
olan itimadıydı. Belki de, kucağındaki çocuğa hamile olduğunda karşılaştığı
meleği ve onun söylediklerini hatırlayıp teselli oluyordu. Zira, bunalıp
sıkıntılannı Rabbine arz ettiği bir gün, yanında beliren melek kendisine
şunlan söylemişti:
-
Endişe edip korkma! Zira şu an, senin hamile olduğun oğlun vesilesiyle Allah,
yeryüzünde hayır murad etmektedir.
Meleğin söyledikleri bunlarla da sınırlı değildi; melek
çocuğunun adını 'İsmail' koymasını
fısıldamış ve ardından şunlan ilave etmişti:
- Doğacak çocuk, emsalsiz birisi olacak ve bütün
insanlığın ümidi onda olacak. Onun eli, herkesin üstünde olacak, herkese
hükınedecek ve herkesin eli de onunla olacak. Herkes, onun emir ve
direktiflerine göre kendini şekillendirecek. Ve aynı zamanda o, bütün
kardeşlerinin beldesine malik olacak.»
Bunlar,
kocası Hz. İbrahim'e söylenilenlerle de, tam bir paralellik arz ediyordu.
Müjdeye itimadı tam olsa da, sebeplere riayet bir
esastı ve bunun için Hz. Hacer, bir yudum su veya nefes alan bir can bulma
arzusuyla iki tepecik, Safd ile Merve, arasında telaşlı bir yanşa
başladı. Zira, kırbadaki su tükenmiş, şefkat yüklü anne Hacer'de korku ve telaş
başlamıştı. Bu koşturmalan sırasında bir taraftan da, göz ucuyla sürekli küçük
yavrusunu kolluyor, onun başına bir şeylerin gelmesinden korkuyordu.
s İbn Kesir,
el-Bidaye, 1/153
24
Bekke Va d i s i n d e Yankılanan Ses
Artık Safa ile Merve
arası, Hacer'in güzergahı olmuştu.
Her
iki tepenin eteklerine geldiğinde yürüyüşünü hızlandırıyor ve ayrı bir telaşla
diğer tepeye ulaşmaya çalışıyordu. Bu telaşlı koşuşturma tam yedi kez
tekrarlanacaktı.
Tam Merve'nin tepesine gelmişti ki, bir sesle irkildi.
Adeta bu ses, kendisini, oğlunun yanına çağırıyordu. Yeniden dikkatlice kulak
kesildi. Evet, yanılmamıştı; biricik yavrusunun yanında bir melek duruyordu.
Daha bir dikkatlice baktı. Gördüklerine inanamıyordu; oğlu İsmail'in ayaklannın
dibinde bir de pınar oluşmuştu ve çölün ortasında kaynayıp duruyordu.
Bir
çırpıda koşup çocuğunun yanına geldiğinde, meleğin kendisine şunları
söylediğini duydu:
- Sakın zayi olacağın endişesine kapılma!.. Çünkü
burada Allah'ın evi vardır. Onu, bu çocukla babası inşa edeceklerdir. Allah,
onun ehlini asla zayi etmez ... 6
Vazife
tamam olunca, melek de ortadan kaybolmuş ve yine Hz. Hacer'le küçük yavrusu Hz.
İsmail yalnız kalakalmıştı.
Her dönemde hayat kaynağı olan su, buraya başka insanlan
da çekecek ve böylelikle, kader programının takdir buyurduğu bir yapılanma
başlayacak, Beklenen Nebi'nin zuhür edeceği şehrin temelleri atılacaktı. Zira,
çok geçmeden buraya Cürhümlüler gelecek ve hayat emaresi gördükleri bu yerde,
Hz. Hacer'in de iznini alarak, konaklayıp Mekke şehrini meydana getirmeye
başlayacaklardı.
Böylelikle, insanlığın kendisinde hayat bulacağı Residullah'ın
neş'et edeceği Fôrôn dağlannın arasında yeni bir hayat başlıyordu. Zemzem'in
hayat verdiği çöl, artık verimli bir belde haline gelecek ve bereketiyle
insanlan kendisine çekecek, karalara bürünüp yas tutan bu dağların arasında,
Hz. Muhammed'i (sallallahu aleyhi ve sellem) netice verecek bir süreç
başlayacaktı.
6 Taberi,
Tefsir, 13/230
25
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Hz. İbrahim'in duası kabul görmüş ve bu ıssız vadi
artık, yeşillere bürünerek insanlan kendisine çekmeye başlamıştı. Bu teveccüh,
aynı zamanda buraya her türlü nimetin akın etmesini de sağlayacak ve
buradakiler bundan böyle sürekli bir inayet yaşayacaklardı.
Bu arada Hz. İsmail de büyümüştü ve artık
delikanlılık dönemini yaşıyordu. Nihayet Hz. İsmail, Cürhümlülerden bir kızla
evlenmiş ve Zemzem'le başlayan bu birliktelik, akrabalık bağlannın kurulmasıyla
güçlenerek geleceğe yönelik sağlam bir zemin oluşturmuştu.
Geçen süre içinde Hz. İbrahim, zaman zaman Hacer
ve İsmail'i ziyarete geliyor, bir müddet kaldıktan sonra tekrar onlan kendi
hallerinde bırakıp geri dönüyordu.
Aradan bir süre daha geçmişti. Bu sefer, Hz. İbrahim,
hemen geri dönmek için değil, uzun bir müddet orada kalıp Kabe'yi yeniden
inşa etmek için geliyordu. Murad-ı ilahi bu istikametteydi ve o da, bu isteği
yerine getirebilmek için yola koyulmuş, Mekke'ye geliyordu.
Çok geçmeden de, oğlu Hz. İsmail'le birlikte Kabe'yi
inşa etmeye başlamışlar ve bir kez daha insanlığı, asla vazgeçemeyecekleri bir
kaynağa davete durmuşlardı. Bir taraftan inşa işlemi devam ederken diğer
yandan da ellerini açıp, bu en kutsal mekanda dua dua Rablerine şöyle
yalvanyorlardı:
-
Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur. Hiç şüphesiz işiten Sen'sin, bilen de Sen! ..
Ey Rabbimiz! Hem İsmail ve beni, yalnız Senin için
boyun eğen Müslümanlardan kıl, hem de soyumuzdan yalnız Senin için boyun eğen
Müslüman bir ümmet meydana getir ve bize ibadetimizin yollannı göster.
Tevbemize rahmetle icabette bulun. Hiç şüphesiz Tevvab Sensin, Rahim de Sen!..
Şanı yüce iki peygamberin, yeryüzündeki ilk bina ve
arşın izdüşümü olan mübarek bir mekanda yaptıklan bu dualara elbette icabet
edilecekti. Duada böylesine bir hill yakaladığını gö-
26
Bekke V a d l s i n d e Yankılanan Ses
ren
Hz. İbrahim sözü, temelini atmış olduğu 'hillet' mesleğini; kıyamete
kadar ve sadece bir yörede değil, bütün alemde ikame edecek olan Son Nebi'ye
getirecek ve şöyle yalvaracaktı:
- Ey Rabbimiz! Bir de onlara içlerinden öyle bir Resul
gönder ki, o Resül, onlara Senin ayetlerini tilavet eyleyip okusun,
kendilerine kitabı ve hikmeti talim edip öğretsin, içlerini ve dışlannı
tertemiz yapıp onlan pak eylesin. Hiç şüphesiz Aziz Sen 'sin, hikmet sahibi de
Senl.."
Bu duasında Hz. İbrahim (aleyhisselamj'ın, gelmesini
istediği hikmet sahibi peygamber, kuşkusuz her peygamberin geleceğini
muştuladığı Son Nebi Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve
sellern)'di. Zira, Hz. İsmail zürriyeti içinde Hz. Muhammed'den başka bir
peygamber yoktu ve olmayacaktı da.
Bu samimi duanın, Hakk katındaki değeri de oldukça büyüktü.
Nitekim, yüzyıllar sonra bir gün Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve sellern),
minnet sadedinde şunlan söyleyecekti:
-
Ben, atam İbrahim'in duası, kardeşim İsa'nın müjdesi ve annemin de
riiyasıyım."
Yine vefayı, vefa ehlinden öğrenmemiz gerektiğini
gösteren bir yer ... Yine ahde vefanın silinmez bir örneği ve yine duaya dua
ile mukabelede bulunmanın eşsiz misali!.. Hz. İbrahim (aleyhisselaml'Iü, çağlar
öncesinden dualanna alarak gelmesini istediği Hz. Muhammed'in ümmeti de, bir şükran
ifadesi olarak dualanna O'nu alacak, 'Allahümme Salli' ve 'Bariklerinde:
- Allah'ım! Muhammed'e, O'nun al ve ashabına salat ve
berekette bulunduğun gibi İbrahim'e de aynı salat ve bereketten ihsan eyle,
diyerek her gün namazlannda Hakk'a niyaz edecektir!..
Bu vefanın bir de İbrahirncesi vardı. Zira, Hz. Muhammed'in
geleceğinin haberi, Hz. İbrahim'in ruhuna o denli işle-
7 Bkz. Bakara, 2/129
vd.
8 İbn Hibban, Sahih,
14/313; Hakim, Müstedrek, 2/453 (3566)
27
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
mişti
ki, kendi şahsına yapılan iltifatlarda bile O'nu hatırlayıp öne çıkanyor ve bu
iltifatlara layık olanın kendisinden ziyade, Beklenen Sultan olduğunu
ifade ediyordu.
Allah (celle celaluhü), Hz. İbrahim'i değişik imtihan
süzgeçlerinden geçirmiş ve her birinde üzerine düşen vazifeyi hakkıyla yerine
getiren Hz. İbrahim' e şöyle bir iltifatta bulunmuştu:
- Seni insanlara imam
kılacağım.
Bu, büyük bir iltifattı ve karşılığında acziyet içinde
şükürle mukabele gerekiyordu. Aynı zamanda bu, böyle bir nimetin şükrü adına
önemli bir göstergeydi. Ancak Hz. İbrahim öyle yapmadı. O'nun verdiği ilk
tepki:
- Benim zürriyetimden de!.. şeklindeydi ki bu, üzerinde
durulması gereken bir refleksti. Şuuraltının ne türlü bilgilerle beslendiğinin
bir göstergesiydi aynı zamanda. Zaten, insanın gerçek niyeti de böylesi sürpriz
durumlarda ortaya çıkardı.
Ancak; Allah (celle celaluhü), imarnet gibi önemli bir
me selenin, zulme dalmış ve ona nza gösteren, bilhassa o günkü İsrailoğulları
gibi inhiraf eden kimselere müyesser kılınmayacağını ifade sadedinde;
-
Zalimler, ahdime (nübüvvetime) nail olamazlar." buyuracaktı.
Böyle bir ifadeyle, nazarlar yakın zamanda bir imam aramak
yerine, gelecek asırlara ve daha uzun bir zamana yönlerıdirilmiş oluyordu.
Böylelikle, zulümle nübüvvetin, asla
bağdaştınlamayacağının vurgulanmasının yanı sıra, İsrailoğullannın
yapageldikleri zulüm ve inhiraflardan hareketle böyle bir şerefi yitirdikleri
ve bu şerefin, bundan böyle Hz. İsmail soyuna geçtiği ifade edilmiş olunuyordu.
Elbette Hz. İbrahim'in talep ettiği İmam da, ıssız vadide bırakıp
geri döndüğü oğlu İsmaifin soyundan olacaktı.
9 Bkz. Bakara, 2/114
28
HER PEYGAMBERİN MÜŞTEREK TALEBİ ~
Gelecek Son Nebi ile
ilgili müjdeler, sadece Hz. İbrahim'le de sınırlı değildi. Hz. Adem' den
başlayarak bugüne kadar gelen bütün peygamberler O'ndan bahsettiği gibi Hz.
İbrahim'den sonra gelecek her bir nebi de, kendi ümmetiyle aynı müjdeyi
paylaşacaktı. Zira bu, onlar için bir vazifeydi. Allah (celle celaluhü), onlara
şöyle seslenmiş ve ardından her birinden bu hususta şöyle bir söz almıştı:
- Andolsun ki size, kitap ve hikmet verdim. Sonra, yanınızda
bulunan kitapları doğrulayıcı o Restil geldiğinde, muhakkak O'na
inanacak ve yardım edeceksiniz. Bunu kabul ettiniz ve bu hususta ağır ahdimi
üzerinize aldınız mı?
Hep beraber cevap
verdiler: - Evet, kabul ettik,
Bunun üzerine Yüce
Mevla:
-
Öyleyse şahit olun; Ben de, sizinle beraber şahit olanlardanım, dedi ve ilave
etti:
-
Artık bundan sonra her kim, sözünden dönerse işte onlar, yoldan çıkmışların ta
kendileridir.f
Hz. A.dem, iftar
vaktini beklernede bir miktar acele ede-
10 Bkz. AI-i İmran,
3/8ı, 82
29
Efendimiz (s a l l a
l l a b uu l ey h i ve
sellem)
cek
ve akabinde, tevbe için ellerini kaldınp Rabbine yalvanrken bir aralık Hz.
A.dem'in gözleri, arşın direkleri üzerindeki yazıya takılacak ve duasını şöyle
değiştirecekti:
-
Allah'ım! Sen' den beni, 'Muhammedün Resiilullah' hakkı için bağışlamanı
diliyorum.
Duanın yöneltildiği
makamdan gelen ses:
-
Henüz yaratmadığım halde sen, Muhammed'i nereden biliyorsun, diyordu.
Bunun
üzerine, Hz. Adem, büyük bir ihtiram ve saygı içinde şunlan söyledi:
- Ey Rabbim! Yed-i Kudret'inle beni yarattığın ve Ruh-u
Pak'ından bana neflıettiğin zaman, başımı kaldırdığımda, Arşın direkleri
üzerinde şu yazının nakşedilmiş olduğunu gördüm:
"La İlahe
İllallah, Muhammedün Resülullah."
Biliyorum ki, Sen adının yanına ancak, yaratılmışların
en hayırlısının adını yaklaştınr ve adınla onun adını yan yana nakşedersin!
Bu
kadar samimi ve yürekten bir talep karşısında şöyle bir nida gelir:
- Doğru söylüyorsun ey Adem! Şüphesiz ki O, Benim için
mahlükatın en sevimlisidir. O'nun hakkı için istediğin sürece mutlaka bağışlanm
seni de! Zira, Muhammed olmasaydı Ben, seni de yaratmazdım."
Zaten O (sallallahu aleyhi ve sellem), ilk yaratılan
ruhun sahibiydi;12 daha o zamandan, ana kitapta adı 'Abdullah' diye
konul-
11 Bkz.
İbn Kesir, Bidaye, 1/75; Kurtubi, Cami, 1/324; Kastallani, Mevahib, 1/7, 16.
Aslında bu ifadeler, 'Sen olmasaydın ey Habibim,felekleri de yaratmazdım.'
hakikatinin bir başka şekilde ifadesidir.
12 Bunu
ifade sadedinde bir gün Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), 'Allah'ın
ilkyarattığı şey, benim nürumdu.' (Alusi, Ruhu'l-Meani, 8/71) buyuracaktı.
Başka bir gün de, ilk
yaratılanın ne olduğunu soran Cabir İbn Abdullah'a, "Ey
30
Her Peygamberin
Müşterek Talebi
muş,
'Hôtemii'tı-Nebiıpfin' diye de anılır olmuştu." Öyleyse, bedeniyle ruhunun
buluşması sona denk gelecekti. Varlığın hamurunda O'nun mayası saklı olduğu
gibi, sona mührünü vuran da yine O olacaktı. Zira O (sallallahu aleyhi ve
sellern), ilk yaratılan Son Sultan idi.
Hz
. .Adem'den sonra gelen her peygamber de, Allah'a verdikleri sözün gereğini
yerine getirecek ve hep O'ndan bahisler açarak ümmetlerini O'nun gelişine
hazırlama yanşına girecekti. Hz. Niilı (aleyhisselam),
vazifesini yaptığına dair ümmet-i Muhammed'i şahid tutacağının sürürunu
yaşarken Hz. Dôuüd, inleyen ses tonuyla Zebur okurken hep:
-
Allah'ım! Fetret döneminin arkasından bize, 'Mukimii'sSünne'yi lütfet,14
diye duaya dalıyor ve Hz. Ahmed'in gelmesi için Rabbine yalvanyordu.
Hz.
Yahya, aynı güfteyi seslendiriyor, Hz. Musa, avazı çıktığı kadar
bu güfteyi İsrailoğullanyla paylaşıyor ve Hz. İsa
Cabir! Allah, celle
celalühü, eşyayı yaratmadan önce nur-u Zatisinden senin Nebi'nin nurunu
yarattı." cevabını verecek ve daha sonra da bu nurdan, kevn ü mekanın
vücut bulduğunu anlatacaktı. Bkz. Kastallani. Mevahib, 1/7 Allah'ın ilk
yarattığı şeyin, akıl ve kalem olduğuna dair de rivayetler vardır. Başlangıç
itibariyle farklı gibi göriinen bütün bu rivayetler, aslında hep aynı noktaya
işaret etmekte ve Efendiler Efendisi'nin eşyaya sebkatini anlatmaktadır. Zira
kainat, sayfa sayfa okunması gereken bir kitap, Allah Resülü de o kitabın
silinmez bir kalemidir.
13 Bir
gün Efendiler Efendisi, "Daha Adem, çamurla toprak arasında gidip gelirken
Allah katında Ben, O'nun kulu ve 'Hôtemii'n-Nebiıpfini' idim.' buynracaktı. Bkz. İbn Hişam,
Sire, 1/175; Taberi, Tarih, 2/128
'Ahmed'
ise O'nun, peygamberlerin dilinde dolaşan ismiydi. O'nun için İsa
(aleyhisselaml'ın, "Ey İsrailoğullan! Ben size Allah'ın Resüliiyiim. Benden
önceki Tevrat'ı tasdik etmek, benden sonra gelip ismi 'Ahmed' olacak bir
Resül'ü müjdelemek üzere gönderildim." (Saff, 61/6) dediğini bizzat Kur'an
anlatmaktadır. Bir başka hadislerinde Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem),
"Benim Kur'an'daki ismim Muhammed, İncil'de Ahmed ve
Tevrat'ta ise Ahyed'dir." buyuracaktı. Bkz. Hindi, Kenzu'l-Ummal,
1:356 (1021)
14
Bkz. Kadı Iyad, Şifa, 1:176 'Mukimü's-Sünne' de, 'sünneti ikame edecek
olan' manasında Efendimiz'in isimlerinden birisidir.
31
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
da, bulduğu her
fırsatta aynı güftenin bestesini dile getiriyordu.
Peş pe şe gelen onca mucizeye rağmen yüz çeviren
İsrailoğullan arasından yetmiş kişiyi seçen Hz. Musa, TIh çöllerinde
kırk günlük talimin ardından mikat için Tur dağına yönelecek ve burada,
ümmetiyle birlikte doyumsuz bir vuslat yaşayacaktı.
Tur dağında sis ve dumandan göz gözü görmüyordu. Derken
Allah, bir başka lütuf olarak, keyfiyeti bizce meçhulolan sesini duyurdu
onlara. Akıllan gözlerine inmiş bu insanlar, böyle bir lütuf karşısında bile
tereddüt izhar edip, ses ile o sesin sahibini bilemeyeceklerini öne sürüp,
bizzat kendisini göstermesini talep ettiler.
Halbuki, görme duyusu sınırlı olanın, sınırsız bir
varlığı ihatasına imkan yoktu. Bu, bilinen bir gerçekti. Belli ki onların
maksadı, esas itibariyle Rabbi görmek de değildi; belki görselerdi, yine bir
bahane bulur ve yine yan çizerlerdi. Böyle kaypak bir hayat, onlar için
alışkanlık olmuştu zira.
Rabbe karşı yapılan böyle bir saygısızlık, 'gayretullah'a
dokunacaktı ve öyle de oldu. Bir anda Tur dağı, büyük bir sarsıntı ile
sallanmaya başladı. Dağın üzerindeki yetmiş kişi, 01duklan yere çakılmış ve
baygın yatıyordu.
Gelişmeleri başından beri dikkatle takip eden Hz. Musa'nın
kolu ve kanadı kırılmıştı. Bunca nimete mukabil gösterilen böylesine bir
nankörlük karşısında, büyük bir mahcubiyet yaşıyordu. Halbuki, onlar için
kendini ortaya koymuş ve doğru yola gelmeleri için ne emekler vermişti. Doğduğu
andan itibaren ilahi bir kundakta büyütülen bir topluluğun, arkasını döndüğü
her yerde böyle tepki vermesi onu da çok üzüyordu; ama aynı tepkiyi, huzur-u
ilahide vermelerini hiç beklemiyordu.
Yönelebileceği tek
bir kapı vardı ve ellerini açarak önce: - Ey Rabbim, dedi titreyen ses tonuyla.
- Dileseydin, beni de
bunları da daha önce imha ederdin,
diye devam etti
ardından. Sonra da:
32
Her Peygamberin
Müşterek Talebi
-
Şimdi bizi, aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından dolayı helak mi edersin
Allah'ım?
Bu,
sırf Senin bir imtihanından ibarettir. Dilediğini bu imtihanla şaşırtır,
dilediğine de yol gösterirsin!
Sensin
bizim Mevla'mız! Affet bizi! Merhamet eyle! Sen, merhamet edenlerin en
hayırlısısın!
Bize,
bu dünyada da ahirette de iyilik nasip et. Biz, Sana yöneldik ve Senin yolunu
tuttuk.
Bunları,
gönlünden gelerek ifade ettikten sonra Hz. Musa, yine de rahmet kapısına
yönelecek ve her şeye rağmen:
- Rahmetin, Allah'ım,
diyecekti.
Ancak,
ilahi takdir daha farklıydı. Rahman' dan gelen ses şöyle diyordu:
-
Azabım var; onu dilediğime isabet ettiririm. Rahmetim de var; o, her şeyi
kuşatmış ve kaplamıştır. Onu da, özellikle müttakilere, zekatını verenlere ve
ayetlerimize inananlara tahsis edeceğim.
Rahmet kapısından
hiçbir zaman ümidini kesmeyen Hz.
Musa,
kavmi adına yeni bir kapının daha aralanacağını düşünerek büyük bir sevinç
yaşıyordu. Ancak, mesele daha farklıydı. Devamla şunları söylüyordu gelen ses:
-
Onlar ki, o Üm mi Peygamber' e uyarlar, yanlarındaki Tevrat ve
İncil'de yazılmış bulacakları o Peygamber'e uyup, O'nun izinden giderler
ki, O, onlara iyiliği emreder ve onları kötülükten alıkoyar; temiz ve hoş
şeyleri kendilerine helal kılar, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram
kılar; sırtlarından ağır yükleri indirir; üzerlerindeki bağları ve zincirleri
de kırıp atar.
İşte
o vakit O'na iman eden, O'na büyük bir saygı gösteren, O'na yardımcı olan ve
O'nun peygamberliği ile birlikte indirilen Niu'ı: izleyen kimseler, işte asıl murada
eren kurtulmuşlar onlardır."
IS Bkz.A'raf,7/155vd.
33
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Bunun
adı, çağlar öncesinden Tur dağında yankılanan ilahı sesle, gelecek Son Nebi'nin
adının dünyaya yeniden ilanı demekti. Gözler, yeniden geleceğe çevriliyor ve
muştusu verilen günlere yeniden dikkatler çekilmiş oluyordu.
Artık,
en önemli meseleler anlatılırken sözü O'na getirmek bir adet olmuştu; kavmiyle
konuşurken Hz. Musa O'ndan bahsediyor, havarileriyle hasbihal ederken
Hz. İsa da, hep O'na atıfta bulunuyordu. Pôrôn dağlanndan Arafat'a, doğacağı
muhitten hicret edeceği beldeye ve aile hayatından eda edeceği misyona kadar
hemen her mesele nazara veriliyor ve zihinler, gelişine hazır hale
getiriliyordu.
Zihinler
o derece uyanlmış ve geleceği o kadar bedihi olmuştu ki, bir dönemde O'nu bekleyenler,
gelişini kaçırmamak için, 'misfo' denilen
yüksek kuleler inşa etmişler ve üzerlerine de nöbetçi yerleştirerek buralarda 'Mustafa'yı
beklerneye durmuşlardı."
16
Daha O dünyaya gelmeden önce durum
böyle olduğu gibi, kıyamet sonrasında da farklı olmayacaktır. Zira, şefaatle
ilgili uzun bir hadislerinde Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem),
haklannda olumsuz karar çıkıp da çare arayan ademoğullanmn, Hz. Adem'den
başlayarak uğradıklan her peygamber tarafından arkalara gönderileceklerini ve
neticede bu insanların kendisine kadar geleceklerini buyunnaktadır. Bu da
şefaatin adresinin Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) olduğunun
tescilidir. Bkz. Buhari, Sahih, 4:1745 (4435) Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellem)'in gelişiyle ilgili müjdeler konusunda daha detay bilgi edinmek
isteyenler, yine Işık Yayınlanndan çıkan Dillerdeki Müjde isimli kitaba
başvurabilirler.
34
BİLGıNLERİN DİLİNDE YANKILANAN SEDA
O'nunla ilgili bilgiler, sadece kendisinden önce gelip
geçen peygamberlerin dilinde dolaşmıyor; onların arkasında saf bağlayan bilge
kimselerin de müşterek konusunu teşkil ediyordu. ışığını peygamberlerin
bıraktıkları mirastan alan bu insanlar da, buldukları her fırsatta sözü bu
Zat'a getiriyorlar ve toplum içindeki misyonları itibariyle, insanları gelecek
günler adına bilgilendirme vazifesini eda ediyorlardı. En yakından Hindistan
gibi en uzak bölgelere kadar birçok beldede benzeri bilgiler dolaşsa da, bu
bilgilerin yoğun olarak yaşayıp dolaştığı yerler, Yemen, Şam ve Hicaz
bölgeleriydi.
Yemen, Efendiler
Efendisi'nin dedelerinden Adnan'ın iki oğlundan biri olan Akk'ın, akrabalık
kurarak yerleştiği bir beldeydi. Artık işlerin yerli yerine oturduğu sonraki
bir dönemde buraya hükmeden Rab'la İbn Nasr adında bir melik vardı. Bir
gece, hiç aklından çıkmayacak bir rüya görmüş ve bundan çok etkilenmişti. Gidip
derdini anlatmadığı ne bir kahin ne de bir sihirbaz kalmıştı, ama bir türlü
rüyasının tevilini yaptırıp gönlündeki endişeyi teskin edemiyordu. Ülkesindeki
35
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
bütün
bilgeleri bir araya getirmiş, ama anlatılanlar karşısında bir türlü tatmin
olmamıştı. Artık öyle bir noktaya gelmişti ki, kendisinden rüyasını anlatmasını
isteyenlere bile güvenmiyor, "Şayet tevilini bilecek olsa, ben ona
rüyamı anlatmadan gördüklerimi de bilmesi gerekir." diye
düşünüyordu.
Nihayet bir bilge, melikin bu halini aydınlığa kavuşturma
adına ona bir tavsiyede bulundu. Buna göre şayet melik, rüyasının tevilini
gerçekten istiyorsa Satıh ve Şıkk: denilen iki kahine müracaat
etmeliydi. Zira bu iki kahin, hem fiziki durumlarıyla hem de vermiş oldukları
haberlerle insanların dikkatlerini çekmiş, bulundukları yerlerde birer merci
haline gelmişlerdi. Her ikisi de, meşhur kahin Tarife'nin öldüğü gün dünyaya
gelmişlerdi ve adeta, Tarife kehanete ait bütün maharetini onlara miras olarak
bırakmıştı.
Bu iki kahinin vücut yapıları da bir garipti. Satih'in
vücudu adeta yekpare idi; yüzü, göğsüne yapışık gibiydi. Hatta denilebilir ki,
kemiksiz bir bedene sahipti. Zaten ismini de buradan alıyordu. Öfkelenip
kızdığı zaman, oturduğu yerde şişip kalıyor ve bir daha da hareket edemiyordu.
Şıkk'a gelince, onun da vücudunda bir gariplik vardı ve o da, sanki yanm bir
insan gibi duruyordu.
Rüyasının tevilinin bu iki kahin tarafından
yapılabileceğini duyan melik, her ikisine de haber gönderdi. Satıh,
Şıkk'tan önce gelmişti. Önce maksadını anlattı melik. Daha sonra da,
muhatabının maharetini ölçme adına rüyasından bahsetti:
- Şayet, rüyarnı
bilirsen tevilini de bilirsin. Satıh, kendinden çok emin görünüyordu:
-
Tevilini yaparım, dedi aynı güvenle. Ve melikin gördüğü rüyayı, daha ondan bir
şey duymadan anlatmaya başladı:
- Zifiri bir karanlık içinden siyah bir cismin
çıktığını gördün riiyanda. Daha sonra bu cisim, Tehme denilen yere
doğru gitti. Sonra da, kafatası olan her bir canlı ondan yemeye başladı.
Bilginlerin Dilinde
Yankılanan Seda
Melik
şaşırmıştı. Evet... Evet, aynen Satıh'in anlattıkları gibiydi gördükleri.
Şaşkınlığını da gizleyemedi:
-
Evet ... Evet, ey Satıh! Hiç hatasız, aynen anlattığın gibiydi rüyam. Peki,
sence bunun tevili nedir?
- İnandığım bütün değerler üstüne yemin ederim ki ey
melik, senin topraklarına Habeşliler baskın düzenleyecek ve Ebyen'le Ceraş arasındaki
bölgeye hakim olacaklar!
-
Bu, bizim için felaket demek ey Satıh! Söyle bana; bu benim zamanımda mı
olacak, benden sonra mı?
-
Baban üstüne yemin ederim ki, senden az bir zaman, altmış veya yetmiş yıl sonra
olacak.
-
Onların saltanatı devam edecek mi, yoksa nihayete mi erecek?
- Yetmiş küsur yıl sonra sona erecek. Baskına uğrayacaklar
ve bir kısmı öldürülecek, diğer bir kısmı da kaçarak buraları terk edecek.
-
Onlar buradan gideceklerine göre arkalarından kimler gelecek?
- zl Yezenler
.. Adn taraflarından gelecekler ve Yemen'de hiç kimse bırakmayacaklar.
- Peki, bunların
saltanatı devam edecek mi, yoksa onlar
da nihayete erecekler
mi?
- Onların da sonu
gelecek.
- Peki, onların
sonunu kim getirecek?
- Nebiyy-i Zeki. O'na yücelerden vahiy gelecek.
- Söyler misin, o
Nebi kimlerden olacak?
- Gôlib İbn Fihr
İbn Malikoğullarından. Artık
meliklik,
kıyamete kadar O'nun
kavminde kalacak.
- Şu hayatın sonu
gelecek mi gerçekten?
- Evet, o gün ilkler
ve sonradan gelenler bir araya getiri-
lecek. Sağduyulu ve
mes'ud yaşayanlar, yükseklere çıkarken eşkıyalık yapanlar ayaklar altında ve
zelil olacaklar.
37
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
- Bana anlattıkların
doğru mu gerçekten?
- Evet. Şafağın
aydınlığına, gecenin karanlığına ve gün
ağardığı zamanki tan
yerine yemin olsun ki, sana anlattıklarım mutlaka haktır ve olacaktır.
Satıh'le
aralannda geçen bu konuşmalann ardından, çok geçmeden melikin huzuruna Şıkk da
gelmişti. Bu sefer melik, Şıkk'a döndü ve Satıh'in anlattıklanndan hiç
bahsetmeden olayı bir de Şıkk'tan dinlemeyi denedi. Maksadı, birbirlerinden
bağımsız olarak aynı yorumu yapıp yapamayacaklanm test etmekti.
Şıkk da boş değildi:
- Evet, dedi ve
gördüğü rüyayı anlattı önce:
- Zifiri bir karanlık
içinden siyah bir cismin çıktığını gör-
dün rüyanda. Daha
sonra bu cisim, tepelik ve bahçelik bir yere doğru gitti. Daha sonra da ondan
her bir canlı yemeye başladı.
Melik'te
şüphe kalmamıştı; her ikisi de aynı şeylerden bahsediyordu. Şu kadar ki Satıh,
mekan ismini net verirken Şıkk, sadece mekanın tarifini vermişti. Satıh,
'kafatası olan her bir canlı' derken Şık ise, 'her bir canlı' diyerek kestinneden
anlatmıştı.
-
Her şey dediğin gibi, hiç hata etmedin ey Şıkk. Peki, sence bunun tevili ne ola
ki?
-
Şu iki sıcak belde arasındaki her bir insana yemin olsun ki, sizin topraklanmza
Sudanlılar gelip her şeyi istila edecekler. Sonunda da Elyen ile
Necran arasında hakimiyet kurup kalacaklar.
-
Baban adına yemin ederim ki ey Şıkk, bu bizim için felaket demektir. Ne zaman
olacak bunlar; benim zamammda mı, yoksa benden sonra mı?
-
Hayır, senden bir müddet sonra olacak. Sonra sizi onlardan, kadr ii şam yüce birisi kurtaracak, onlara
büyük bir acı da tattırarak!..
- Peki, bu yüce
kametli şahıs kim?
Bilginlerin Dilinde
Yankılanan Seda
- ZZ Yezen evleri
arasından gelecek bir delikanlı.
- Onun saltanatı
devam edecek mi, yoksa o da mı niha-
yete erecek?
- Onun saltanatı da sona erecek. Hem de din ve faziletle
gönderilen, adalet ve hakkı temsil eden bir Resul eliyle. Ve bundan sonra,
fasıl gününe kadar meliklik de O'nun kavmine ait olacak.
- Fasıl günü ne
demek?
- Her doğanın
hesabının görüldüğü, semadan ölü ve diri
herkesin
işiteceği seslerin duyulduğu ve herkesin bir mikat için bir araya getirildiği
gün ki, o gün müttakiler için kurtuluş ve hayır vardır.
- Anlattıkların doğru
mu gerçekten?
- Sema ve arzın
Rabbine ve bu her ikisinin arasındaki her
şeye yemin olsun ki,
sana haber verdiklerimin hepsi de haktır ve şüphesiz hepsi de olacaktır.
Her ikisinden de aynı şeyleri duyan melik, geleceğinin
kaygısıyla çoluk çocuğunu Fars taraftannda güvenli bir bölgeye göndermeyi
denemiş ve böylelikle kendini garantiye alacağını düşünmüştür. Ancak bütün bu
tedbirler de, kaderin hükmünü icra etmesine engel olamayacak ve Yemen topraklan,
melikin iki kahinden dinlediklerinin zamanı gelince birer birer gerçekleştiğine
şahit olacaktır.'?
17 Suyüti,
Hasaisu'l-Kübra, 1/60 Bütün bu hadiselerin sonucunu görme açısından zikretmek
gerekirse, aradan yiizyıllar geçecek ve gerçekten Satih ve Şıkk'ın dedikleri
gibi, Seyf İbn zi Yezen diye bir melik ortaya Çıkıp, Bizans ve
Farshlarla da iş birliği yaparak bütün Yemen'e hakim olacaktı. Bu hakimiyetin
ardından, etrafta bulunan kabilelerden kendisini tebrik ve tahiyye için
gelenler arasında, Kureyş kafilesi de vardı ve Seyf İbn zi Yezen'in
dikkatini, bu kafilenin arasında biri çekınekteydi: Abdulmuttalib. Konuşmadan
rahat edemeyecekti ve yanına yaklaşıp, önce kim olduğunu soracak, ardından da,
onu karşısına alıp beklediği Allah Resülü hakkında bildiklerini bir bir anlatmaya
başlayacaktı. Elbette onun anlattıklan, bu kutlu dede adına da kucak dolusu
müjde ihtiva ediyordu. Bkz. İbn Kesir, el-Bidaye, 2:328
39
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Ebu Kerb'iiı
Medine Çıkartması
Derken, Yemen meliki Rabia dönemi sona ermiş, artık riyaseti,
Ebft Kerb isminde başka bir melik devralmıştı. Hırslı bir yapıya sahipti
ve kendini güçlü gördüğü için de, çevre ülkelere açılarak çok geçmeden
fetihlere başlamıştı. Bu fetihler esnasında, Medine'ye de yönelmiş; ancak
Kureyzaoğullanndan karşılaştığı iki Yahudi bilgenin anlattıklanndan etkilenerek
Medine'ye baskın yapmaktan vazgeçmiştir. Zira şehri yıkmak istediğinde bu iki
bilgin Yahudi, melikin karşısına dikilmiş ve:
- Ey melik! Sakın böyle bir şey yapma!.. illa da 'İstediğimi
yaparım.' diyorsan bil ki, araya engeller çıkar ve sen buna asla
muvaffak olamazsın.
- Niyeymiş o?
- Çünkü burası, ahir
zamanda, Kureyş arasından Ha-
rem'de çıkacak olan Nebi'nin
hicret edeceği yerdir. Burası O'nun evi ve karar kılacağı belde
olacaktır."
Duyduğu cümleler, elinde bulunan imkanlardan daha güçlü
olmalı ki, bu melik Medine ve Medinelilerle savaşmaktan vazgeçecek ve
bilgeliklerine hayran kaldığı bu iki bilge Yahudi'yi de yamna alarak Yemen'e
geri dönecektir, hem de onlann dinlerini kabul etmiş olarak. ..
İki samimi yürekten aldığı eneıjiyle yeniden doğan melik,
artık iç dünyasında fethe çıkmıştır ve ruh dünyasında, bu iki gencin
heyecanlarını yaşamaktadır. Onun için, Yemen'e döner dönmez, heyecan ve
helecanlanm kendi halkıyla da paylaşmak isteyecek, ancak Hımyer halkı,
ilk etapta bu davete icabet etmeyecek ve davet edildikleri inançla ilgili
delil arayışına girecektir.
Kutsallığına inandıklan bir ateşleri vardır ve melikin
sözlerini test etme adına, onu da bu ateşle imtihana davet ederler. Melikin
bir endişesi yoktur ve o da bunu kabul ederek kutsal
18 Taberi, Tarih, ı] 426
40
Bilginlerin Dilinde
Yankılanan Seda
saydıkları
ateşin yanına gider. Zira; onların inancına göre bir meselenin doğru olup
olmadığı, ancak bu ateşe arz edilerek anlaşılır; ateşin zarar verdiği tarafın
haksızlığına hükmedilerek dava ispat edilmiş olunurdu.
Bu arz esnasında, yanındaki iki Yahudi de hazır bulunuyordu.
Boyunlarına mushaflarını asmış; dillerinde Tevrat'ın ayetleri, Rablerine
tevekkül içinde sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlardı. Bu arada
putlarıyla birlikte ateşin yanına gelenlerin bütün putları yanıp kül olmuş,
ancak iki gençle melikte herhangi bir yanma emaresi görülmemişti. Onlar ateşe
yaklaştıkça ateş küçülüyor ve adeta çıktığı yere girip kaybolacak gibi
oluyordu. Bunu gören Hımyer halkının büyük bir kısmı, bu iki gencin dinine
girmeyi tercih etmiş ve böylelikle ilk defa Yemen'e Yahudilik girmişti.'?
Daha sonra, bu iki bilgenin yönlendirmeleriyle Ebu
Kerb, Kabe'yi imar adına bir kısım faaliyetlerde bulunmuş ve rüyasında Kabe'yi
kalın örtü ile örtmesi söylenmiş ve böylelikle o, ilk kez örtü diktirip Kabe'yi
örten kişi olmuştur. Arkasından iki kez daha benzeri bir rüya görmüş ve her
defasında daha kaliteli bir örtü ile onu örtmesi söylendiği için, nihayet dönemindeki
en kaliteli kumaşlarla Kabe'yi örterek kendisinden sonrakilere de bunu bir
vasiyet olarak bırakmıştır.
Artık kendisinin baş rehberi sayılan bu iki gencin
anlattıklarına kendisini o kadar kaptırmıştı ki, geleceğinden bahsettikleri Son
Nebi'ye adeta aşık olmuş, onun adını sayıklar hale gelmişti. Şiirlerinden
birinde şunları söyleyecekti:
- Ben Ahmed diye
birisini biliyorum ki O,
Allah
tarafindan gönderilen bir Resul ve yaratılmışlarm en şereflisidir.
Şayet
ömrüm, O'nun ömrüne uetişirse, O'na en sadık bir uezir ve amcaoğlu olacağım.
19 Taberi, Tarih,
1/427-428
41
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Bugün
ben kılıcımla, O'nun düşmanlarına savaş ilan etmiş bulunuyorum ki,
Böylelikle
O'nun sinesinde meydana gelebilecek sıkıntıları şimdiden bertaraf etmiş
olauım/"
Tübba' Meliki Medine'de
O ne derin imandı ki, gün gelecek Tübba' meliki Ebü Kerb, saltanatını bu vezirliğe
kurban etmek için yollara düşecek ve Hz. Ali gibi, onun yanında kalabilmek için
ülkesini terk ederek, O'nun hicret edeceği günü beklemek amacıyla Medine'ye
hicret edecekti. Bu ne hikmetti ki, yıllar öncesinden silahlı ordularla yıkmak
maksadıyla girmek istediği Medine'ye şimdi, tacını ve saltarıatını Yemen'de
bırakarak, gelecek Nebi'nin evini inşa etme niyetiyle yalnız gidiyordu. Artık o
da sıradan bir insandı.
Derken geldi
Medine'ye ve buradan bir arsa satın aldı.
Çok geçmeden malzeme
tedarik edip bu arsanın üzerine bir ev inşa ettirmeye başladı.
Medine, küçük bir
beldeydi ve herkes birbirini tanıyordu.
Yabancının
kim olduğunu çözmek uzun sürmemişti. Yemen taraftanndan gelen bu adam, herkesin
elde etmek için canını ortaya koyduğu makam ve saltanatı, elinin tersiyle
bırakıp buralara gelmişti.
Henüz aralanna yeni katılan bu şahısla ilgili meraklı
gözler, bir açıklama bekliyordu. Niçin, bunca debdebe, saltanat ve emri
altındaki binlerce insan bir kenara bırakılıp buralara gelinmişti? Ve niçin
burada bir arsa satın alınıp ev inşa ettiriyordu?
Elbette, etrafında toplanan meraklı gözlere bir şeyler
denilmeliydi. Adeta söylemek istemediği bir şeyi, zoraki söylemek zorunda
kalan bir adamın tavn vardı üstünde Ebü Kerb'in.
"Beni kendi halime bırakın." der gibiydi hali!.. Ancak onun
20 Taberi, Tarih, 1:427-429
42
-
Bilginlerin Dilinde
Yankılanan Seda
bildiği
hakikate, başkalannın da ihtiyacı vardı ve gizlernesinin bir anlamı yoktu. Hem
belki, Yemen ehli gibi Medineliler de imana gelirlerdi.
Belli
ki, kalbi de heyecanla çarpıyordu ve titrek dudaklanndan şu cümleler dökülmeye
başladı:
-
Ben, kadim kitaplarda gördüm ki, çok geçmeden Faran dağlannın arasından bir
Nebi zuhür edecek ve bu peygambere Mekke, kapılannı açıp sahip çıkmadığı gibi,
bir de çok haşin davranacak. O peygamber, çok geçmeden bu beldeyi terk etnek
zorunda kalacak. Sonrasında ise, buraya, Medine'ye hicret edecek.
İşte
ben, oNebi, hicretle buraya geldiğinde, içinde kalsın diye, bugünden O'nun
evini inşa ediyorum.
Bu sözlerin ne anlama
geldiğini bilen çok az insan vardı ...
Ancak
konuşulanların boş olmadığını bilenler de yok değildi ve anlamayanlar da
anlamış gibi görünerek dağıldılar etrafından ...
İnşaat tamamlanmış ve
ev, oturulmaya hazır hale gelmişti. İstek, masumdu ... Samirniyet dolu bir
yürekle ortaya konulmuştu ... Ama henüz vakit tamam değildi. Evet, gelecekti;
ama buna daha zaman vardı.
Günler
geçti, ama melikin beklediği Son Sultan henüz ortalarda yoktu.
Derken
kader, onun için de hükmünü icra edecek ve melik de fenaya veda ederek ebedi
yolculuğuna yürüyecekti.
Çocuklanna
miras kaldı melikin evi ... Onlar da başkalanna sattılar onul.."
Sonradan Ortaya Çıkan Emareler
Yemen'deki bu müspet gelişmenin delilleri, sonraki yıllarda
da kendini hissettirecek ve kazılarda ortaya çıkan yazılar
21 Ayni,
Umdetü'l-Kari, 4:176
43
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
ve diğer belgeler,
sonrakiler için o günün insanlannın inancı hakkında net bilgiler sunacaktı.
İşte iki örnek:
Yıllar
sonra San'a'da ortaya çıkan bir mezarda, iki kardeşin cesedi ve bu cesetlerin
yanında da gümüşten bir levha bulunacaktı. Daha da önemlisi, bu gümüş levhanın
üstünde altın harflerle şu yazının olmasıydı:
- Bu, Tübba'ın
çocuklan Lemis ve Vahabl'nin kabridir.
Bu
iki kardeş de, kendilerinden önceki salih kimseler gibi, 'La ilôhe illallahü vahdehü ıa şerike
leh' inancı üzerine
vefat etmişlerdir.P"
Hz.
Ömer'in hilafeti zamanında Necranlı bir adam, bağ ve bahçesinde kazı yapıyordu.
Bir miktar ilerlemişti ki, hiç beklemediği bir sürprizle karşılaştı;
karşısında, yıllar önce vefat etmiş bir beden duruyordu. Elini başındaki
yaranın üzerine koymuş, adeta öylece bekliyordu. Elinden tutup kaldırmak isteyince,
başından kan fışkırmaya başladı. Şaşılacak şeydi; yıllar önce vefat etmiş bir
bedenden kan çıkar mıydı!.. Tuttuğu eli hemen eski yerine koyup geri bıraktı;
kan durmuştu. Biraz daha dikkatle baktı. Adamın parmağında bir yüzük vardı.
Üzerindeki yazı dikkatini çekmişti; eğildi ve yazıyı okumaya çalıştı. Yüzükte "RabbimAllah'tır"
yazıyordu.v
o
günlerde Şam, ticaretin önemli merkezlerinden biri konumundaydı ve Kureyş,
güçlerini birleştirerek kervanlar tertip eder; ticaret için her yıl buralara
kadar gelirdi.
Şam
beldeleri manasında, 'Bilôdii'ş-Şôm' ile, bugünkü Şam şehrinden ziyade, Filistin ve
Ürdun'ü de içine alan geniş bir coğrafya kastedilmekteydi. Hakim inanç
itibariyle Hristiyan olup
22 Süheyli,
Ravdü'l-Ünf, 1/72
23
Bu adamın, Abdullah İbnü's-Samir
olduğu söylenmektedir. Bkz. İbn Hişam, Sire, 1/149
44
Bilginlerin Dilinde
Yankılanan Seda
Bizans
hakimiyeti altında bulunan, azımsanmayacak miktarda Yahudi ve Hristiyan
din bilgini bulunuyordu. İşte; bu bilge zatlar, zaman zaman konuyu,
gelecek günlere getirir ve o günlerde gelecek bir Nebi'den bahsederlerdi.
O
gün için önemli merkezlerden birisi sayılan Busrô' da yaşayan Rahib Bahira ve Nastüra, bunlar arasında ilk akla gelenlerdi.
Aynı zamanda halef-selef olan her iki papaz da, dünyadan el-etek çekmiş, bir
köşesine çekildikleri ibadethanelerinde gelecek Son Nebi'yi bekler olmuşlardı.
Ağyara kapalı, ama Hakk'a açık küçük pencerelerinden yolunu gözler ve
gecikmesinden duydukları hüznü dile getirirlerdi.ss
Selmôn-ı Fôrisi, İran asıllı ve ateşgahta ibadete düşkün bir genç idi.
Şam'a geldiği günlerden birinde, uğradığı kilisede gördükleri, onu daha hayırlı
bir ibadet arayışına sevk etmiş; o da, sırf bu sebeple memleketini terk ederek
buraya gelmiş ve bir papaza intisap etmişti. Ancak, intisap ettiği bu papaz,
beklediği gibi çıkmamıştı. Papaz, insanları aldatıyor ve insanların dini
duygularını istismar ederek haksız kazanç elde ediyordu. Çok geçmeden de ölmüş
ve yerine yeni bir papaz tayin edilmişti. Artık Selman-ı Farisı, bütün ömrünü,
her haliyle takdir edip sevdiği bu papazla geçiriyordu. Ancak, ömür sınırlıydı
ve günün birinde bu papaz da hastalanınca, telaşla yanına yaklaştı Selman;
kendisini kime emanet edeceğini soruyordu.
-
Ey Oğulcuğum! Allah'a yemin olsun ki, buralarda sana tavsiye edebileeeğim
birini bugün bilmiyorum. İnsanlar helak olup gittiler ... Birçoğu dinini dünya
ile değiştirdi ... Kendi değerlerini terk edip gitti çoğu da. Sana Musul'da falanı
tavsiye ederim. O benim hassasiyetlerimi taşıyan bir adamdır. Git ona ve onun
yanında kal, diyordu papaz. Ve, güneş batmıştı. Artık papaz da yaşamıyordu.
24
Bu iki rahiple Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sellem)'in karşılaşmasına ve
aralannda geçen konuşmalara, ilerleyen sayfalarda yer verilecektir.
45
Efendimiz (sallallalıu
aleylıi ve sellern)
Doğruca
Musul' a geldi ve hiç vakit kaybetmeden, verilen adresi bulup yeni
rehberiyle gününü geçirmeye başladı. Olacak ya, bu adamın da ömrü uzun
değildi. Ölüm döşeğindeki papazın yanına yaklaşıp aynı şeyi soran Selman' a
gösterilen adres, Nusaybin'di.
Nusaybin'de
bir müddet kalmıştı, ama yine kendisine yol görünmüştü. Yanında kaldığı ihtiyar
papaz, bu sefer de Ammuriyye'yi gösteriyordu. Derken, vakit geçirmeden
buraya geldi. Ammüriyye'de kalışı biraz daha uzun olacaktı; günler ne kadar
uzun olsa da, hayatın bir sının vardı ve buradaki papaz da vefat etmek
üzereydi. Yanına yaklaştı Selman ve:
-
Beni kime bırakıp da gidiyorsun, diye yalvardı, hüzün dolu bir sesle.
Papaz
da çok düşünceliydi. Zaman zaman gözlerini ufka dikiyor ve öylece
kalakalıyordu. Yine aynı hal vardı üstünde ... Hüzün dolu bir sesle şunları
söylemeye başladı:
-
Bugün, buralarda seni emanet edebileeeğim birisini bilmiyorum. Fakat İbrahim'in
Hanif dini üzere gönderilecek Son Nebi'nin gölgesi üzerimizdedir. O, Arap
diyarında zuhür edecek. O'nun hicret edeceği yer, iki sıcak mekan arasında,
hurma ağaçlarıyla dolu bir yerdir. O'nun gizli kalmayacak bazı alarnet ve
işaretleri vardır. İki omuzu arasında nübüvvet mührü vardır. O, hediye kabul
etmekle birlikte, sadaka asla kabul etmez ve yemez. Şayet bu beldeye gitmeye
gücün yeterse git ve onu bekle orada. Gördüğünde tanırsın O'nu.
Ve,
hüzünlü Selman, biriktirdiği bütün mal ve mülkünü satarak yeniden yola
düşecekti. Bu seferki hedefi, geleceğine iman ettiği Allah'ın Son
Peygamberi'ydi.vs
İbn Heyyebfin, Şam taraflannda zengin topraklara sahip zengin bir
muhitte yaşıyordu. Dine olan yatkınlığı, kısa sürede onu bir Yahudi bilgini
haline getirmişti. Derken, okuyup öğ-
25 Suyüti,
Hasaisu'l-Kübra, 1/31-38
Bilginlerin Dilinde
Yankılanan Seda
rendiği
bilgilere dayanarak bir gün evini terk etti ve beklediği Nebi'nin arayışıyla
yollara düştü; hedefi Medine idi. Buraya yerleşecek ve böylelikle, beklediği
Son Nebi'nin gelişini kaçırmamış olacaktı.
Çok
geçmeden de, Medinelilerle bütünleşmiş, onlardan biri haline gelmişti. Tam bir
gönül adamıydı; namaz kılıyor, insanlara iyilikte bulunuyor, nasihat ediyor ve
ibadet ü taattan başka bir şey düşünmüyordu. Kıtlık zamanlannda, Medineliler
onun yanına geliyor ve rahmetin gelişine vesile olması için ettikleri dualarda
onu da yanlannda görmek istiyorlardı. O ise, Allah adına gönülden bir sadaka
verilmeden, bu isteklere 'evet' demez ve duaya çıkmadan önce, hayır
adına bir faaliyetin yürütülmesini isterdi. Daha sonra duaya dururlar ve henüz
meclislerine yağmur yüklü bulutların gelip rahmete vesile yağmur indirmeye
başladığına şahit olurlardı. Aynı durum, birkaç kez tecrübe edilip kesinlik
kazanınca artık bu, bir kanaat-i kati haline gelmişti.
Ne
var ki, İbn Heyyeban için de yolculuk emareleri zuhür etmişti. Gideceğini
anlayınca insanlar etrafında toplanmış, son nasihatlerinden istifade etmek
istiyorlardı. Gidici olduğunu kendisi de anlamış ve insanlara şöyle
seslenmişti:
-
Ey Yahudi topluluğu! Gördüğünüz gibi ben, zengin buğday ve üzüm toprak1anyla
dolu bir beldeden, kıtlık ve yoksullukla dolu böyle bir diyara geldim. Bunun
sebebi nedir, biliyor musunuz?
Herkesi
bir merak almıştı. Ancak onun buraya niçin geldiğini kim bilebilirdi ki ...
Sessizce gelmiş ve adeta, bir Medineli gibi sıradan bir hayat yaşar olmuştu.
Dudaklannı bükerek:
- Sen daha iyi
bilirsin, diye cevapladılar.
Tarihe
bir not düşmek gerekiyordu ve İbn Heyyeban, tane tane şunlan söylemeye başladı:
- Ben bu beldeye,
zuhüru yaklaşmış olan Nebi'yi bekle-
47
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
rnek
için geldim. Burası, O'nun hicret edeceği beldedir. Ben ümit ediyordum ki O,
buraya gelir ve ben de O'na tabi olurum. Gölgesi başınızın üstündedir;
neredeyse gelmek üzere ...
Ancak
bir de endişesi vardı. Aralarında kalmış, karakter ve tabiatıarını iyice
öğrenmişti. Bu inatçı insanlar, kendilerinin dışında bir gelişmeye, iyi veya
kötü olduğuna bakmaksızın menfi bir tavır takınır ve asla onu bünyelerine
almazlardı. Bu Nebi geldiğinde de aynı tavrı gösteriderse ne olurdu!.. Öyleyse,
aksi halde başlarına geleceklerden de haberdar edilerek onların şimdiden
kulakları çekilmeliydi. Unutamayacakları şu cümleleri aktardı onlara, ruhlarına
işlereesine:
- O halde, O'nun
önüne geçmeyin ey Yahudi topluluğu!
Çünkü O, cihadla
memurdur ve kendisine muhalefet edenleri esaret altına almak üzere
gönderilecektir. Sakın bu, sizi O'na tabi olmaktan men etmesin!..
Bunları
söyledi ve beklediği Nebi'yi dünya gözüyle göremeden yoluna devam etti. Artık
Medine' de, İbn Heyyeban'ın sadece kulaklara küpe sözleri ve yaşadığı tath
hatıralar vardı.26
26
Beyhaki, Sünen, 9/114 (18042) Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Faran
dağlannın arasında zuhür edip peygamberlik vazifesiyle serfiraz kılınacak ve
ardından da Medine'ye hicret edecekti ... Bedir .. Uhud derken gün geldi,
fitnenin baş aktörlerinden Kurayzaoğullan kuşatıldı; işte o zaman, yıllar
öncesinden İbn Heyyiban'ı dinleyen bazı gençler bir araya geldiler ve kendi
kabilelerine şöyle seslendiler:
- Ey Kurayzaoğullan!
Allah'a yemin olsun ki bu, İbn Heyyeban'ın size zamanında anlatıp söz aldığı
Nebi'dir.
Bunun üzerine, o günü
yaşayan bazı insanlar ittifakla bir ağızdan:
-
Evet, valiahi de doğru söylüyorsunuz. Gelişmeler aynen onun dediği gibi,
dediler ve beraberce gelerek huzur-u Resülullah'ta teslim olup İslam'ı tercih
ettiler. Böylelikle hem mal ve mülklerini hem de kanlannı koruma altına almış
oluyorlardı.
Göriildüğü
gibi İbn Heyyeban, bekleyip durduğu Zat'ı kendisi görememişti; ama başkalannın
gözünün açılmasına vesile olmuştu ve şimdi onlar, onun yerine de Resülullah'a
teslim olmuşlardı.
Bilginlerin Dilinde
Yankılanan Seda
Geleceğinden bahisler
açılan bir diğer belde de Hicaz'dı.
Ağırlıklı
olarak toplum, cehalete yelken açıp gitse de burada, Varaka İbn Nevfel, Zeyd
İbnAmr ve Kuss İbn Sôide gibi ışığa hasret olanlar, yol gözleyenler
vardı. Fazilet fişığı bu insanlar, etraflarında olup bitenlerden rahatsızlık
duyuyorlardı; ama çözüm adına ellerinden bir şey gelmiyordu. Tek umutları
vardı; Allah'ın Son Nebi'si gelecek ve karanlığa kurban giden
kalabalıkları, içinde bulunduklan karanlıktan tutup çıkaracaktı. Tevrat ve
İncil başta olmak üzere, belli başlı kaynaklara ulaşmışlar ve buralarda,
kendilerini kurtaracak Son Nebi'nin özellikleriyle karşılaşmışlardı.
Zeyd İbn Amr, aşere-yi
mübeşşereden meşhur sahabe Said b. Zeyd'in babası, Zeyneb Binti
Cahş'ın ağabeyi ve Hz. Ömer'in de amcasıydı. Hz. İbrahim'den kalma bir
inanca sahip Haniflerdendi. Bu sebeple, putlardan yüz çeviriyor ve her
fırsatta onların, hiçbir fayda ve zarara muktedir olamayacaklarını
haykırıyordu. Sadece Allah adına kesileni yiyor, harama el sürmüyordu.
Ka'be'ye
sırtını yaslayıp oturduğu bir gün, etrafında biriken insanlara şöyle
seslendiği duyulmuştu:
- Ey Kureyş topluluğu! Zeyd'in nefsi, yed-i kudretinde
olana yemin olsun ki, burada benden başka, İbrahim dini üzere olanınız yok. Arkasından
da, ellerini semaya kaldırmış ve:
- Allah'ım! Şayet Senin katında hangi yüzün daha
hayırlı olduğunu bir bilebilseydim, mutlaka ona secde ederdim. Ama bunu
bilemiyorum, diyerek çaresizliğini izhar etmiş, daha sonra da, üzerine bindiği
hayvanın sırtında secde ederek, 'Bir' bildiği Rabbine şükrünü eda etmişti. 27
27 İbn Hişam, Sire,
2/54
49
Efendimiz (s a l l a
l l a h u aleyhi ve s e l l e rn )
Putlarla
kuşatılmış çevrelerinin yoğun baskılanndan kurtulma ve inançlan adına yeni
yüzler bulmak için bir gün, kendisi gibi bir muvahhid olan Varaka İbn
Nevfel, Osman İbnü'l-Huveyris ve Abdullah İbn Cahşla birlikte yola
koyulmuş ve Mevsıl'deki bir rahibin yanına gelmişlerdi. Rahip, Zeyd'e
döndü ve:
- Ey deve sahibi!
Nerelerden geliyorsun, diye sordu.
- İbrahim'in inşa
ettiği binanın olduğu yerden, cevabını
verdi.
-
Ne anyorsun? Neyin peşindesin, diye maksadının ne olduğunu sorunca da Zeyd:
-
İnancımı yaşayabileceğim sağlam bir din anyorum, cevabını verdi.
Rahip,
şaşkınlık içindeydi. Gerçekten din arayanların gözlerini diktikleri beldeden
birileri geliyor ve buralarda başka bir din anyorlardı. Gerçekten bu,
şaşılacak bir durumdu. Derya içre deryada olsalar da bazen suyun kadrini
bilemeyenler olabiliyordu. Ancak hakperest olmak gerekiyordu ve Rahip Zeyd' e
yönelerek:
-
Geri dön. Zira, beklediğin, senin geldiğin yerde zuhür etmek üzere.s"
deyiverdi.
İnsan
eliyle imal edilen sahte putların ilah olamayacaklannı haykırması, birçok
kişiyi rahatsız etmiş ve oklann üzerine çevrilmesine sebep olmuştu. Hatta bu
sebeple kardeşi Hz. Ömer'in de babası Hattab'ın, şiddetli tazyikleriyle
karşılaştı. Nasılolur da, Hattab ailesinden biri çıkar ve Mekke otoritesine
karşı gelerek, kendisine başka bir yol tercih edebilirdi! Ona göre, putlara
kullukta kusur etmenin ve kestiklerini yemerne gibi bir kural tanımazlığın (I)
mutlaka bir cezası olmalıydı.
Akıllansın
diye (!) onu Mekke'nin kenar tepelerine çıkanyor ve oralarda işkenceye tabi
tutuyordu. Kendisi yorulun-
28 İbn Kesir,
el-Bidaye, 2/268
50
Bilginlerin Dilinde
Yankılanan Seda
ca,
gençlerden yerine vekiller tutuyor ve böylelikle uslanacağı ana kadar (i) işkencenin devam etmesini
sağlıyordu. Ne kadar ayak takımı, başıboş serseri varsa, onlara tembih üstüne
tembihlerde bulunuyor ve öz kardeşinin, Mekke'ye dönmesine izin vermiyordu.
Artık Zeyd, Mekke'ye, ancak gizli gizli gelebiliyordu.
Farkına varır varmaz derdest ediyor ve dinlerini bozacak veya birilerini de
arkasına takacak diye hemen Mekke'den uzaklaştınyorlardı. Zira o, her fırsatta
secdeye yöneliyor ve şöyle haykınyordu:
-
Benim ilahım, İbrahim'in ilahı; dinim de İbrahim'in dinidir,"?
Cahiliye'nin olumsuzluklanndan o kadar sıkıımıştı ki, yeni
yeni arayışlar içine girdi. Önce Yahudilerle oturup onların inançlarını
benimsemek istedi; ama onların inançlannın da kendisini tatmin etmeyeceğini
görmüştü. Ardından Hristiyanlığın peşine düştü; ama kısa sürede burada da
aradıklarını bulamayacağına karar verdi.
Derken bir gün, kendisi gibi İbrahim'in (aleyhisselam)
dini üzerine yaşayan bir Hanifbulabilmek ümidiyle doğduğu beldeyi terk ederek
Şam taraflarına yöneldi. Ehl-i kitap arasında, sora sora aradığını bulabilmek
için Mevsil ve Ceziretiil-Arab'ı dolaştı. Ancak gönlünü teskin
edebilecek bir merci bulmaktan yoksundu. Nihayet, Şam'a geldiğinde kendisini
bir rahibe yönlendirdiler. Maksadını ona da anlattı Zeyd. Rahip de boş değildi
... Maksadını anlamıştı ve Zeyd'e şöylece nasihat etmeye başladı:
- Sen bana öyle bir dinden bahsediyorsun ki, bugün o
dini yaşayan birisini bulmaya imkan yoktur. Sen İbrahim'in Hanif dinini
arıyorsun, O, ne bir Yahudi ne de bir Hristiyandı; O, tek olan Allah'a kullukta
bulunuyor ve geldiğin beldedeki
29 Taberi, Tefsir,
3/304
51
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Beyt'e
yönelerek namaz kılıp secde ediyordu. O dinin tedrisini yapan ve bilgisine
sahip olanların hepsi göçüp gittiler. Ancak beklenen bir Nebi var ki, onun
gelme vakti çok yakındır. Sen kendi beldene git ve orada bekle. Çünkü Allah,
senin kavmin arasından İbrahim'in dini üzere bir Nebi'sini gönderecek ki O,
Allah katındaki en mükerrem varlıktır.
Tarifler,
Zeyd'in geldiği Mekke'yi gösteriyordu. Ne ilginçti ki, aradığını bulabilmek
için terk ettiği yere arayıp da bulamayacağı Müjdelenen Nebi gelecekti. Vakit
geçirmeye gerek yoktu ve hemen geri yola koyuldu.
Şam
Yahudi ve Hristiyanlan Zeyd'in bu ha'! ve davranışlanndan hoşlanmamışlardı.
Öyle bir noktaya gelmişti ki, yolunu kestiler ve Zeyd'i, aradığını bulamadan
hunharca öldürdüler.
O,
gelecek Son Nebi'ye inancı tam olmasına rağmen tulüa beş kala gurüb edecek ve
beklediği mutlu anı görerneden yola revan olacaktı. Dilinde şunlan tekrar eder
dururdu:
-
Ben bir din biliyorum ki onun gelmesi çok yakındır; gölgesi başınızın
üzerindedir. Fakat bilemiyorum ki, ben o günlere yetişebilecek miyim?
Zeyd,
bir esintiden müteessir olmuş ve vicdanı hakka karşı tamamen uyanmış biriydi;
bir olan Allah (celle celôluhül'a inanıyor ve O'na teslimiyetini arz ediyordu.
Ancak ne inandığı Allah'a, 'Allah'ım!' diyebiliyor ne de O'na nasıl
ibadet edeceğini bilebiliyordu.
Sahabe-i
Kiram'dan Amir İbn Rebi'a, Zeyd İbn Anır'dan işittiği sözleri bir gün şu
ifadelerle anlatacaktı:
-
Ben, İsmail'in, sonra Abdülmuttalib'in soyundan gelecek bir Nebi
bekliyorum. O'na yetişebileceğimi zannetmiyorum; ama O'na ıman ediyor, tasdik
ediyor ve kabul ediyorum ki, O, Hak Nebi'dir. Eğer senin ömrün olur da O'na
yetişirsen, benden O'na selam söyle! Sonra da, sana O'nun şemailinden haber
vereyim de sakın şaşırma, dedi. Ben de:
- Buyur, anlat,
dedim. Devam etti:
52
Bilginlerin Dilinde
Yankılanan Seda
-
Orta boyludur. Ne çok uzun ne de çok kısadır. Saçları tam düz de, kıvırcık da
değildir. İsmiAhmed'dir. Doğum
yeri Mekke'dir. Peygamber olarak gönderileceği yer de burasıdır. Ancak daha
sonra, O'nun getirdikleri, kavminin hoşlarına gitmediğinden, onlar O'nu
Mekke'den çıkaracaklardır. O Yesrib (Medine)'e hicret edecek ve
getirdiği din oradan yayılacaktır. Sakın ondan gafil olma! Ben diyar diyar
dolaştım ve Hz. İbrahim'in dinini aradım. Bütün konuştuğum Yahudi ve Hristiyan
alimleri bana:
-
Senin aradığın, daha sonra gelecek, dediler ve hepsi de bana biraz evvel sana
anlattığım şeyleri anlattılar ve sözlerinin sonunu da şöyle bağladılar:
-
O, son peygamberdir ve O'ndan sonra da bir daha peygamber
gelmeyecektir.t"
Kuss İbn Sdide'yi,
Ukaz panayırında kızıl devesinin üzerinde halka seslenirken tanıyoruz. Yüz
yaşını geçmiş İyad kabilesinin
reisi bu ihtiyar, gözünü geleceğe dikmiş ve gelecek olan Nebi hakkında
insanları bilgilendirmekte ve ruhlarına tesir edecek ifadeleriyle onları imana
hazırlamaktadır. Ukaz panayırında kızıl devesinin üzerine çıkmış, insanlara
şöyle seslenmektedir:
- Ey İnsanlar!
Hepiniz bir araya
gelin.
Giden herkes
gitmiştir ... Her gelecek de mutlaka gelecek-
tir.
30 Suyüti,
Hasaisu'l-Kübra, ı/43. Amir İbn Rebi'a devamla şunlan anlatacaktır:
Gün
geldi, ben de Müslüman oldum ve gelip Allah Resülü'ne, Zeyd'in dediklerini bir
bir anlattım. Selamını söyleyince toparlandı ve Zeyd'in selamını aldı. Ardından
da, "kıyamet gününde tek başına bir iimmet" dediği Zeyd için şöyle
buyurdu:
- Ben Zeyd'i cennette
eteklerini sürüye sürüye yürürken gördüm.
53
Efendimiz Csallallahu
aleyhi ve sellem)
Karanlık gece ...
Burç burç
gökyüzü .
Dalga dalga deniz .
Göz
alıcı yıldızlar .
Kameti bala yüce
dağlar ... Akıp giden nehirler ...
Hiç şüphe yok ki,
semada yeni bir haber var ... Şüphesiz, yerde de ibretlik olaylar ....
İnsanlara şöyle bir bakıyorum da, gidiyorlar, ama hiç
geri gelmiyorlar; gittikleri yerde kalmaktan memnunlar da mı orada
kalıyorlar?. Yahut bırakıp gidiyorlar ve orada uykuya mı dalıyorlar? ..
Allah'a öyle bir
kasem ederim ki, bunda hiç şüphe yok. ..
Allah katında öyle
bir din var ki, o din, sizin bu dininizden O'na daha sevimli...
Hani ya babalar, dedeler, atalar? .. Nerede soy-sop? ..
Hani ya, süslü saraylar ve mermer binalar yükselten Ad ve Semiul milletleri?
.. Hani ya, dünya varlığından gururlanıp da, "Ben sizin en büyük Rabbiniz
değil miyim?" diyen Firavun ve Nemrut?.
Onlar zenginlikçe, kuvvet ve kudretçe sizden çok
üstündüler. Ne oldular? Toprak onlan değirmeninde öğüttü, toz etti, dağıttı.
Kemikleri bile eriyip gitti. Çatılan sökülüp süpürüldü. Şimdi onlann mekanlannı
köpekler şenlendiriyor. Sakın onlar gibi gaflete düşmeyin, onlann yolundan
gitmeyin!
Her şey fani; baki olanAllah ... Ortaksızve benzersiz,
mutlak bir Allah ... Tapınılacak ancak O ... Doğmuş ve doğurmuş olmaktan
münezzeh Allah ...
Evet, evet ...
Olup
bitenlerde, gelip geçenlerde, bize ibret olacak çok şeyvar ...
Ölüm bir ırmak. ..
Girecek yeri çok; ama akacak yeri yok. .. Büyük küçük, hep göçüp gidiyoruz.
54
Bilginlerin Dilinde
Yankılanan Seda
Herkese olan, size ve
bana da olacaktır.
Gerçekten de ölüm, beklediği Nebi'yi görerneden onu da
kuşatacak ve onun için de vuslat, bir başka aleme kalacaktı. Ancak, ne büyük
tevafuktu ki, onun Ukaz panayınndaki hutbesini dinleyenler arasında, gelmesini
beklediği Son Nebi de
vardı ve yıllar sonra onu tanıyanlar Allah Resülü'nü ziyarete geldiklerinde
konu, İbn Saide'derı açılacak ve onun o gün anlattıklanyla hatıralar, hep
beraber yeniden tazelenecekti."
31
Halebi, Sire, 1/318-321. Kuss İbn
Saide'nin kabilesi ve ileri gelenlerinden Côrüd İbn Ald isminde bir zat,
Abd-i Kaysoğullarından bir heyetle birlikte, namını duyduğu şahsın İncil'de
anlatılan Zat olup olmadığını teyit maksadıyla huzur-u Risalete geldiler.
Simasını gördüklerinde ünsiyet yaşadıkları bu Zat'a, ne ile gönderildiğini
sorup cevaplannı alınca şüpheleri kalmamıştı; İncil' de geleceği müjdelenen Ahmed,
o an karşılannda duran Zat'tı. Artık tereddüdü kalmayan Carüd, şunlan
söyleyecekti:
-
Seni hak peygamber olarak gönderen Allah' a yemin ederim ki, senin vasıflannı
İncil'de görüp zaten biliyorduk. Seni, Meryem'in oğlu müjdelemiştir. Her
an senin üzerine selam olsun ve seni gönderenAllah'a hamd olsun. Elini uzat ya
Resı1Iallah! Ben şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur ve Sen de
Allah'ın Resülü'sün.
ReisIerinin söylediği
bu sözlerin arkasından heyet de kelime-i tevhidi getirerek teslimiyetlerini
ilan edecekti.
Kıtlık
zamanında, bir anda böylesine bir rahmet altında kalan Allah Resülii
(sallallahu aleyhi ve sellem) sevinmiş ve aynı kabileden olmalan hasebiyle
aralannda Kuss İbn Sdide'yi tanıyan birinin olup olmadığını sormuştu:
- Kuss İbn Saide'yi
hangimiz tanımaz ki?. Hepimiz onu tanınz ya Resülallah, cevabını
verdiklerinde:
- Peki, şimdi Kuss
İbn Saide el-İyadi ne yapıyor, diye ilave edince:
- Vefat etti ya
Resülallah, cevabını alacaktı. Arkasından buyurdular ki:
- Ben onu bir gün,
haram aylarda Ukaz çarşısında, kızıl bir devenin üzerinde
görmüştüm; hepsini
hatırlarnamakla birlikte, çok güzel ve hoşa gidici bir kelamla şöyle
konuşuyordu:
-
Ey İnsanlar! Bir araya gelip toparlanın, iyi kulak verin ve ezberleyin. Her
canlı ölecektir. Her ölen de bir dalıa geri gelmeyecektir. Gelecek, mutlaka günü
gelecek; gelecektir.
Bunlan söyledikten
sonra, aralannda o gün bulunan birilerinin olup olmadığını sordu. Arkasından
da ilave etti:
- Onun o günkü
sözlerini hatırlayanınız var mı?
55
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Kendisini
dağ başında uzlete vermiş bu ihtiyar bilge, şiirlerinde de benzeri konulara
değiniyor ve her fırsatta, Harem dahilinde Haşimoğullarından bir peygamberin
geleceğini söyleyip duruyordu.
Bir şiirinde şöyle
dediği anlatılacaktı:
- Yarattıklarını abes
yaratmayan Allah'a hamd olsun. İsa'dan sonra, bizi başıboş bırakmayan ve
lütufta bulu-
nan.
Aramızdan
Ahmed'i gönderecektir
ki, O gönderilen en hayırlı Nebi'dir.
Her
bir canlı, nefes alıp hareket ettikçe Allah'ın selamı O'na olsun.32
Ufukta,
ışık bekleyenlerden birisi de Varaka İbn Nevfel'di. Aynı zamanda Hz.
Hatice validemizin amcaoğlu olan Varaka İbn Nevfel, Cahiliye Mekke'sinde hakkı
arama azminde olan ender insanlardan biriydi. Ona göre, Cahiliye'nin selolup arkasından
aktığı taş ve ağaçlardan yontularak farklı şekiller
Hey'etin arka
saflanndan bir hareketlenme oldu ve bir Arabi öne atılarak:
-
Ben hepsini hatırlıyorum ya Resülallah, dedi. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellem) bu duruma çok sevinmişti. Fahr-i Kainat'ın sevincinden de cesaret alan
adam, o gün Kuss İbn Saide'den duyduklarını anlattı bir bir ... Hutbe
anlatılmıştı; ama belli ki Efendiler Efendisi, onunla ilgili daha fazla şey paylaşmak
istiyordu:
- Kuss İbn Saide'nin
o günkü şiirini hatırlayanınız var mı, diye sordu. Hz. Ebu Bekir öne atıldı ve:
-
Anam babam sana feda olsun! O günde olanların hepsine ben de şahittim. Şöyle
diyordu, diye devam etti ve huzur-u risalette Kuss İbn Saide'nin, Ukaz'daki
şiirini teker teker okuyuverdi...
32
Halebi, Sire, 1/318-321 Demek önemli olan, yıllar ve yüzyıllar geçse de hatırlanacak
bir hamlede bulunmaktır. Bir yönüyle adres bırakmaktır geleceğe! Cevherse
şayet bunu yapan, cevherfürüşan birileri gelecek ve O'nun kadrini bilip takdir
edecektir. Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuracaktı: - Ümit
ederim ki, Cenab-ı Hak, kıyamet gününde Kuss İbn Saide'yi ayrı bir ümmet olarak
haşreder. İbn Kesir, el-Bidaye, 1/141
56
Bilginlerin Dilinde
Yankılanan Se da
verilen putlar ilah
olamazdı ve bunu o, her fırsatta dile getirmekten çekinmiyordu.
Kureyş'in
yılda bir bayram olarak kutladıklan günleri vardı. Bu günde bir araya gelir ve
putlara kurbanlar adayarak samimiyetlerini göstermeye çalışırlardı. Böylelikle
ilahlarına karşı yapmalan gereken vazifeleri yerine getirdiklerini düşünür ve
kendilerince mutlu olurlardı. Bir yönüyle hesaptan kaçışın ayrı bir formülüydü
bu.
Yine
böyle bir günde, bir araya gelmiş ve bir putun önünde temenna durarak
sadakatlerini izhar ediyorlardı. Bu arada aralarında fısıldaşanlar vardı. Bir
araya gelmişlerdi ve aralarında yine o dört insanın olmadığı dedikodusunu
yapıyorlardı. Şüphesiz bunlar, Varaka İbn Nevfel, Zeyd İbn Amr, Osman
İbnü'l-Huveyris ve Ubeydullah İbn Cahş idi.
Onların
dünyasına göre, bütün bu yapılanların hiçbir anlamı yoktu. Kendi aralannda
konuşuyorlardı:
-
Nasılolur, diyorlardı. Baksanıza kavminizel Nasılolur da böyle bir şey
yapabiliyorlar! İbrahim'in dinini bırakmış, hiçbir faydası olmayan bir
taşın etrafında tavaf edip, işitip görmeyen, fayda veya zararı söz konusu
olmayan puta temenna duruyorlar! ..
Baş
başa veren bu dört gönüllü, artık uslanmayacaklanna kanaat getirdikleri
Mekkelileri kendi hallerine bırakarak, başka beldelerde Hz. İbrahim'e ait
Haniflikten eser bulabilmek için yollara koyulacaktı.
İşte,
bu yolculuk esnasında Varaka İbn Nevfel, Şam taraflanna yönelmişti. Bu
yolculukta Varaka, sığındığı bir koyda Hristiyanlığı kabul etmiş ve bundan
sonraki ömrünü, onu tedris maksadıyla geçirmeye başlamıştı. Artık Varaka, işin
ehlinden yeni dinini öğreniyor ve böylelikle kendini geleceğe hazırlıyordu.
Her yeni bilgi, daha yenilerini öğrenme adına sa'yini kamçılıyor ve o güne
kadar geçirdiği boş günlerine yanıyordu.
57
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Elbette,
bu esnada çok şey öğrenmişti. Artık Tevrat ve İncil'i daha iyi
biliyor, İbrôni dilini
rahatlıkla okuyup yazabiliyordu.
Okuduklan
arasında bir konu vardı ki, ayrıca dikkatini çekiyor ve aklından çıkaramadığı bu
hususla birlikte, geleceği günün hayallerini kuruyordu. Zira artık biliyordu
ki, çok geçmeden "Alemin Reisi" gelecek ve insanlık yeniden
O'nun arkasında ilahi anlamda saf tutacaktı.
Ancak
zaman, dur durak bilmeden işliyor ve Varaka'yı da mezanna doğru yaklaştınyordu.
Manaya açık gözleri, dünya ve dünyalılan zorlukla seçebiliyor, eski günlerdeki
gibi etrafını net göremiyordu.
Zaman
o kadar hızlı akıyordu ki, aradığını bulamadan gözlerinin kapanacağını
düşürıür olmuştu. Her ne kadar, bulduğu her fırsatta bildiklerini etrafına
fısıldasa da; Varaka'yı dünya gözüyle O'nu görerneden gideceğinin endişesi
sarmıştı.
Beklemekten
başka da bir çaresi yoktu. En azından bu süreyi, etrafına O'nu anlatarak
geçirebilirdi ve o da bunu yapıyordu. Huveylid'in kızı Hatice de, onun
bu nasihatlerine kulak verenler arasındaydı ve bu, risalef sürecinde onun için
büyük bir ufuk olacaktı.
Hisalet öncesinde Hicaz ve Dünyanın Genel Durumu
O
gün yeryüzü, Bizans ve Fars olmak üzere iki kutuplu bir dünyadan
ibaretti. Bunlardan Bizans, ağırlıklı olarak Hristiyan, Fars ise ateşperest
bir inanışa sahipti. Zaman zaman bu iki ülke arasında savaşlar, ardı arkası
kesilmeyen mücadeleler sürüp giderdi.
Bu
iki devletin arkasından kendini hissettiren diğer iki devlet ise, Yunan ve
Hind olarak biliniyordu.
Fars imparatorluğu,
içten içe çalkantılarla mefluçtu. İmparatorluk içindeki gruplar arasında derin
ayrılıklar yaşanıyor ve her bir grubun içinde de, ayrı bir ahlaki çöküntü
kendini his-
58
Bilginlerin Dilinde
Yankılanan Seda
settiriyordu.
Zerdiişt ve Mezdeldyye olarak şekillenen iç yapıda devlet
idaresi, ağırlıklı olarak Zerdüştlerin etkisi altındaydı. Bu iki devletin idari
manada, konumlannda farklılık göze çarpsa da ahlaki çöküntü açısından aralannda
pek fark görünmüyordu; kadını hor ve hakir görüyorlar; hatta bazılan onu,
hava, su veya güneş gibi herkesin istifade etmesi gereken ortak bir emtia
olarak telakki ediyordu. Bilhassa Mezdekiyye inanışında hakim olan bu yaklaşım,
özel mülkiyet açısından da farklı değildi; onlara göre özel hayat ve
mahremiyetin hiçbir önemi yoktU.33
O
gün, Rümôn olarak adlandınlan Bizans'a gelince onlar, tamamen güç
ve kuvvetin yönlendirmesiyle hareket ediyor ve önlerine gelen beldeyi,
istedikleri zaman istila ederek beldeye el koyuyorlardı. Hakim inanış
Hristiyanlık olsa da, bu din mensuplan arasında da belli başlı kavgalar
görülüyor, bilhassa mezhep kavgalannın yaşandığı bünye, derin fikir aynlıklanna
sahne oluyordu.
Yunanlılarda ise,
felsefenin etkisiyle, kaba kuvvet yerine daha ziyade fikri tartışmalar kendini
gösteriyor, toplumla bilginler arasında büyük bir uçurum yaşanıyordu. Genellikle
meclisler, pratikte bir fayda sağlamayan uzun tartışmalara sahne olur ve her
bir ekol, ateşin çıkışlarla kendi görüşünü savunmaya çalışırdı,
Hind« gelince, tarihçilerin de ittifak
ettiği gibi, onlarda da külli bir çöküş yaşanıyordu; dini hayat adına bir emare
kalmamış, ahlak siiküt içinde ve sosyal hayat da bunalımların pençesinde can
çekişiyordu.>'
Kısaca
genel durum, karanlığın en koyu tonunun yaşandığı bir dönemi gösteriyordu.
Bazılan itibariyle eldeki imkanlar, her ne kadar görünüşte iyi ve güzelolsa da,
onu değerlendirecek beyin ve kalpten mahrum olan fertler için bu, bir şey
ifade
33 Bkz. Şehristani,
Milel, 2/86, 87; Mn, Fıkhu's-Sire,
44, 45
34 Ebü'l-Hasen
en-Nedvi, M!z& Hasira'I-Alem Binhitati'l-Müslimin, 28
59
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
etmiyordu.
Hatta denilebilir ki bu değerler, onların daha çok kötülük yapmasını netice
veriyor ve bir türlü iyilik düşüncesini geliştirmeyi akıl edemiyorlardı.
Hicaz bölgesi
de bu çöküşten nasibini almıştı; tamamen gücün egemen olduğu bir sosyal yapı
kendini gösteriyordu. İnsanlar, ellerindeki imkan ve arkalanndaki
destekçilerine göre değerlendiriliyor; kimsesizlerin yüzüne bile bakılmıyordu.
Hak ve hukuk, yerini tamamen kaba kuvvete bırakmış ve güçlü olanlar ne derse,
uygulama o istikamette cereyan ediyordu.
Toplum, kendi içinde sınıflara ayrıımıştı ve bu
sınıflar arasında ancak, bir hizmet ilişkisi söz konusu olabiliyordu. Kölelere
yapılan muamele ise yürek yakan cinstendi.
Hz. Adem'den bu yana her peygamberin uğrak yeri olan
Kabe, putlarla doldurulmuş; Allah'a en yakın olunması gereken bu beldede,
insanı Allah'tan uzaklaştırılmak için adeta her şey yapılmıştı. Hz. İbrahim'
den bu yana, yerine getirilmeye çalışılan hac ibadetinin şekli değişmiş ve
insanlar, çıplak bir şekilde ve ellerini çırpıp alkış tutarak Kabe'yi tavaf
eder hale gelmişlerdi. Onlara göre, içinde günah işledikleri elbise ile Kabe'ye
gelinmezdi. Bunun için, günahsız elbise ise karaborsaya düşmüş; onu alamayan
insanlar için, çözüm olarak çıplak tavaf bir alternatif olmuştu.w
35 (A'raf,
7/31 ) Ey Adem'in evlatlan! Her namaz vaktinde mescide giderken, süsünüz olan
elbisenizi giyinin. Yiyin, için fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri
asla sevmez. Edep yerlerini örtrnek (setr-i avret) her zaman olduğu gibi,
özellikle namaz, tavaf gibi ibadetlerde farzdır. Fakat israf etmemek şartı
ile, her Müslüman'ın ibadet esnasında en güzel ve temiz elbisesini giymesi
sünnettir. Cemaat ile olsun, camide oturuşta olsun edep, vakar, ağırbaşlılık
da bu zinet ve güzel süret cümlesindendir. Nitekim önceki ayetlerde geçen
"yüzleri kıbleye döndürme" emrinde de bu intizama işaret vardır. Aynı
zamanda, ayetin işaretinden şu da anlaşılır ki cami ve civarlan, bir İslam şehrinin
teşkilatında, güzellik bakımından, en güzel ve merkezi noktalarda yer
almalıdır. Bununla beraber mescidlerin asıl süsü, oralann ibadetle mamür edilip
şenlendirilmesi ve ibadet eden müminlerin hal ve davranışlandır.
60
Bilginlerin Dilinde
Yankılanan Seda
Kadın,
horlanan bir meta haline gelmişti. Bunlardan birisi için kız çocuğunun olması,
hayat boyu üzerinde taşıyacağı bir ar olarak telakki edilir, bu ar ile yaşamayı
kaldıramayanlar, kız çocuklarının hayatına son vermeyi tercih ederlerdl.>
Hatta, öfke ve kinlerine hakim olamayan bazı insanlar işi, kız çocuklarını
toprağa gömecek kadar ileri götürür ve bununla da iftihar ederlerdi.
Evlilik
müessesesi, büyük oranda tahrip edilmiş, sefahete kapılar sonuna kadar
açılmıştı. Fuhşun açıktan irtikap edildiği yerlerde bayraklar asılır ve
böylelikle, insanlar buralara açıktan davet edilirdi. Soylu insanlardan çocuk
sahibi olmak önemli bir değerdi ve bunun için bazı insanlar, hanımlarını soylu
kabul ettikleri kişilere gönderir ve onlardan çocuk sahibi olmak isterlerdi.
Birçok erkekle birlikte olan kadınlar hamile kaldıklarında, çocuğun babasını
sadece kendileri belirlerdi. Doğurdukları çocuğun kime ait olduğunu söylerlerse
bu, bir esas olarak kabul edilir ve itirazsız kabullenilmek zorunda kalınırdı.e?
Bilhassa,
kadın çok istismar edildiği için insanlar, çözüm olarak kendi çocuklarını daha
erken yaşlarda evlendirmeye gayret gösterirler ve böylelikle sorumluluğu,
damatlara yükleyerek işin içinden çıkmaya çalışırlardı.
Kısaca
dünya, Efendiler Efendisi'ne susamış, Allah tarafından yeniden hidayete aç
hale gelmişti. Ve, karanlığın iyice koyulaştığı bu demlerde, artık zaman
yaklaşmıştı. Her yö-
36
ilgili bir ayette konu şu ifadelerle anlatılmaktadır: (Nahl, 16/ 58 -59) Onlardan
birine bir kızının dünyaya geldiği müjdelenince, öfkesinden ve üzüntüsünden,
yüzü mosmor kesilir. Müjdelendiği bu kötü haberin etkisiyle utanıp eşinden
dostundan saklanmaya çalışır. Şimdi ne yapsın! Hor, hakir, itilip kakılan bir
bela olarak hayatta mı bıraksın, yoksa toprağa mı gömsün, ne yapsın, diye kara
kara düşünür! Dikkat ediniz, ne fena hükümlerdi verdikleri bu hükümler!
37 Buhari, Sahih, 5:
1970 (4834)
61
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
nüyle dünya, O'nun
gelişine hazırlanıyor, gözler ufukta, şafak gözleniyordu.
62
Beklenilen
Son Nebi, Hz. İbrahim'in emanetini getirip bıraktığı yerde zuhür
edecekti. Ancak, bunun için aradan bir hayli zamanın geçmesi gerekiyordu.
Hz.
İbrahim'den sonra burada, yerleşik bir hayat yaşayan Hz. İsmail'in, on
iki oğlu dünyaya geldi. Oğulları arasında Nabit'in, diğerlerinden farklı
olduğu gözlerden kaçmıyordu. Aynı özellik, Nabit'in oğlu Yeşcub'da da
kendini hissettiriyordu. Bu farklılık, sırasıyla Ya'rub, Teyrah, Nôhür,
Mukaıniim, Udad ve Adnan'a kadar devam etti.
Belli ki bu şecerede ayrı bir asal et ve risalet yükünü taşıyabilecek ayrı bir
hususiyet vardı.
Efendiler
Efendisi'nin yirminci dedesi Adnan'dan itibaren, babası Abdullah'a kadar gelip
geçen ataları Maad, Nizôr, Mudar,
Malik, Fihr, Gôlib, Lüeyy, Ka'b, Miirre, Kilôb, Kusayy (Zeyd), Abdimenaf(Muğire), Haşim (Amr)
ve Abdulmuttalib (Şeybej'des" de benzeri bir faikiyet görülüyor ve
alınlarında, Kainatın Efendisi'ne ait bir aydınlık müşahede ediliyordu.
38 Bkz. İbn Sa'd,
Tabakat. 1/55,56; Taberi, Tarih, 2/172 vd.
Efendimiz (sallaHahu
aleyhi ve sellem)
Asıl
adı Şeybe olan Abdulmuttalib, Haşim'in dört oğlundan biridir. Bilindiği üzere
Efendimiz'in ikinci kuşaktan dedesi olan Haşim, Hicaz'ın fazilet yönüyle
temeyyüz etmiş en önemli şahsiyetlerinden birisiydi. İlk defa hacılara izzet ü
ikram geleneği onunla hayata geçmiş ve yaz - kış Kureyş'in ticaret geleneğini
de o başlatmıştı. Kendisi de ticaretle uğraşıyordu.
Yine
ticaret için Şam'a giderken Medine'ye uğramış ve burada, bir gün
Neccaroğullarından Selma adında birisiyle evlenmiş ve bundan böyle, ikamet için
Medine'yi tercih etmişti. Ancak, Medine yılları uzun sürmeyecek ve çıkan bir
savaşta o da vefat edecekti. İşte bu sırada hamile olan hanımı Selma, Abdulmuttalib'i
dünyaya getirecek ve saçlarındaki beyazlıktan dolayı da kendisine, 'Şeybe' ismini
takacaktı. Artık o, annesinin yanında ve dayılarının terbiyesi altında
kalacaktı.
Babasının
vefatından sonra, dünyaya geldiği için Mekke' deki akrabaları, Şeybe'nin
varlığından haberdar değillerdi. Amcası Muttalib'in, Medine'de bir yeğeninin
olduğundan haberdar olduğunda Şeybe, yedi veya sekiz yaşlarındaydı.
Hemen
Medine'ye gelen Muttalib, yeğeni Şeybe'yi gördüğünde, önce kucaklayacak;
sarılıp kokladıktan, uzun uzadıya konuşup hasret giderdikten sonra da,
terkisine alarak onu Mekke'ye götürmek isteyecekti. İlk başlarda, küçük Şeybe
ve anne Selma'nın itirazıyla karşılaşsa da onları ikna ederek yola koyulacak ve
Mekke'ye gelecekti.
Henüz
varlığından habersiz olan Mekkeliler, Muttalib'in terkisinde bir çocuğun
olduğunu görünce, bunun bir köle olduğunu sanarak, Muttalib'in kölesi
manasında kendisine 'Abdulmuttalib'
diyecekler ve bu
unvan da, artık Şeybe'nin bilinen adı olacaktı.
Muttalib'in
ölümüyle birlikte, Mekke'deki riyaset makamına Abdulmuttalib getirilmiş ve
böylelikle, onun için
Hz. İbrahim'e Uzanan
Şecere
sorumluluğu
ağır bir süreç başlamıştı. Kaderin yollanna su serptiği bir yola girmiş ve
belli ki kendisine, muştusu verilen Son Nebi'nin zuhür edeceği zemini hazırlama
gibi bir misyon yüklenmişti. Artık o, Mekkelilerin kendisine baktığı, dünyevi
işlerinde hakem tayin ettikleri ve ihtilaflı noktalarda çözüm adına kendisine
başvurduklan güçlü bir liderdi.
Kabe'nin gölgesinde ve Hıcr adı verilen yerde uyurken gördüğü
bir rüya, onun için bir başlangıçtı. Bir zat kendisine sesleniyor ve:
- Kalk! Tayyibe'yi
kaz, diyordu. Hemen sordu:
- Tayyibe de ne?
Sorusuna karşılık,
herhangi bir cevap alamamıştı. Ertesi gün yine uzanmıştı ki, aynı şahsın
geldiğini gördü. Bu sefer: - Madmime'yı kaz, diyordu.
- Madmüne de ne, diye
tekrarladı heyecanla. Ancak, so-
rusu yine cevapsız
kalmıştı.
Üçüncü
gün yine karşısında bulduğu zat, bu sefer kendisine:
- Zemzem'i kaz, diyordu. Öncekilerde alamadığı
cevabı,
en
azından üçüncü gün alabilmek için hemen sordu: -Zemzemne?
Bu sefer cevap
geliyordu:
- Zemzem, hiç kesilmeyecek ve derinliğine inilmeyecek
bir sudur. Onunla hacı kafilelerinin su ihtiyacım giderirsin. O, Kabe' de
kurban kanlanmn döküldüğü yer ile diğer atıkların bırakıldığı yer arasındadır.
Alaca kanatlı bir karga gelip orayı gagasıyla işaret edecek. Aynı zamanda orada
şimdi, bir kannca yuvası da var!
Bütün bunlar onu, derin derin düşünmeye sevketmişti.
Zira, Zemzem'in varlığından haberi vardı; çünkü Cürhümlüler, düş-
65
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
man
istilasından kaçarken, ellerindeki bütün kıymetli eşyalan buraya atmış ve
üzerini örterek gitmişlerdi. Ancak, onun yerini bilen kimse kalmamış ve bu
sebeple de o, sadece aralannda anlatılan bir üstüre olarak kalmıştı. Ancak şimdi, olanca
netliğiyle burası tarif ediliyor ve kendisine, hiç kesilmeyecek ve debisine de
erişilemeyecek bir suyu çıkarması emrediliyordu.
Bu kadar net bir tarif karşısında tepkisiz kalınamazdı
ve Abdulmuttalib de, koordinatları verilen yere geldi. Aynen denildiği gibi
alaca bir karga, bir mekana inip kalkıyor ve gagasıyla adeta bu yeri işaret
ediyordu. Biraz daha yaklaşınca, karınca yuvasını da görmüştü. Artık, hiç
tereddüdü kalmamıştı. Ertesi gün, oğlu Haris'i de yanına alarak buraya geldi
ve Zemzem'i kazmaya başladı.
Çok geçmeden, kuyunun ağzını örten büyük ve yuvarlak
taş ortaya çıkmıştı. Kuyunun kapağını kaldırdıklannda, anlatılageldiği şekliyle
onun, her türlü zinet eşyası ve kıymetli malzemeyle dolu olduğunu gördüler.
Abdulmuttalib ve oğlu Haris, bir taraftan bunları teker teker kuyudan
çıkarırken, diğer yandan kuyunun altından gelen bir ıslaklık da kendini hissettirmeye
başlamıştı. Artık vakit tamamdı ve çok geçmeden Zemzem de ortaya çıkmıştı.
Kimseye nasip olmayan bir lütfa mazhar oluyorlardı. Elbette
böyle bir lütuf, onu verene teşekkür etmeyi gerektirirdi ve işin burasında
Abdulmuttalib:
-
Allahü Ekber! Allahü Ekber, diye tekbir getirmeye başladı.
Bu heyecan, Kureyşlilerin de dikkatini çekmişti ve çok
geçmeden Abdulmuttalib'in etrafında büyük bir halka oluşturuverdiler,
- Bu, atalarımız İsmail'in mirasıdır; bunda bizim de
hakkımız var, bunlara, bizi de ortak etmen lazım, diyorlar ve kuyudan çıkan
altın ve gümüşleri kendilerine de paylaştırmasını istiyorlardı. Tereddüt
göstermeden Abdulmuttalib onlara:
66
Hz. İbrahim'e Uzanan
Şecere
- Hayır! Bunu yapamam. Çünkü bu, sadece bana bahşedilmiş
husus! bir durum, diye cevap verdi. Ancak onlar ısrar ediyorve:
- İnsaflı ol! Gerekirse seninle kavga etme pahasına da
olsa peşini bırakmayacağız, diye onu tehdit ediyorlardı. Hatta aralanndan Adiyy
İbn Nevjel öne çıkmış ve Abdulmuttalib'e:
- Nasılolur! Sen yalnız bir adamsın. Yanında oğlundan
başka kimsen de yok. Nasılolur da bize karşı gelir, isteklerimizi yerine
getirmezsin, diyor ve isteklerine boyun eğmesi konusunda adeta meydan okuyordu.
Adiyy'in bu sözü,
Abdulmuttalib'i derinden etkilemişti.
Güç
ve kuvveti sadece arkasındaki kişi sayısıyla değerlendiren bu adama, anladığı
dilden bir cevap gerekiyordu. Onun için ellerini açtı ve yüzünü de semaya
kaldırarak şunlan söylemeye başladı:
-
Yemin ederim ki, şayet Allah, bana on erkek evlat verirse, bunlardan birisini Kaba'nin
yanında kurban edeceğim!
Bu,
içten gelen bir dua olduğu kadar aynı zamanda Beytullah'ın gölgesinde Allah'a
verilmiş bir sözdü.
Ancak,
husumet devam ediyordu. İşin burasında Abdulmuttalib'in bir teklifi oldu:
-
Aramızda hüküm vermesi için, istediğiniz birisini hakem tayin edelim!
Fena
bir teklif değildi. Hem, istedikleri birisini teklif edebileceklerdi. Hiç
tereddüt etmeden:
- Sa'doğullannın kahini, dediler. Bu şahıs, Şam eşrafından
sözü dinlenir birisiydi. Zaten, Abdulmuttalib için değişen bir şeyolmayacaktı
ve:
- Olur, diye başını
salladı.
Daha sonra, yakın akrabalannı da yanına alan Abdulmuttalib
ve ondan hak talep edenler, her kabileden birer temsil-
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
ciyle birlikte yola
koyulup Şam cihetine yöneldiler. Yol uzun ve şartlar çetindi. Ağırlıklı olarak
yolda, çöl şartlan hakimdi.
Kaderin tecellisi ya, Hicaz'la Şam arasında bir yere
geldiklerinde, Abdulmuttalib ve yanındakilerin suyu bitti. Çöl şartlannda
suyun bitmesi, felaketin en büyüğüydü. Dişlerini sıkıp bir müddet daha devam
etmeyi denediler, ama çöl bitip tükenme bilmiyordu. Çaresiz, o an için nizalı
olsalar da beraber yürüdükleri Mekkelilerden su istediler. Ancak onlann, su
vermeye hiç niyetleri yoktu:
- Biz de çöldeyiz ve sizin başınıza geldiği gibi biz de
susuz kalmadan korkuyoruz, diyorlardı. Onlardan bir fayda gelmeyeceği
anlaşılmıştı. Bu sefer yanındaki akrabalanna döndü ve:
- Siz ne
düşünüyorsunuz, diye sordu.
- Biz sana tabiyiz.
Sen ne dersen onu yapalım, diyorlardı.
Böyle
bir durumda, ya durup ölümü beklemek veya çevreye açılarak su aramak
gerekiyordu ve onlar da, ikincisini tercih ettiler. Su bulma adına son bir
gayretle yeni bir hareket karan aldılar. Devesinin yanma varan Abdulmuttalib,
ayağa kalkan devenin altından, tatlı bir su kaynağının fışkırdığını görünce,
Zemzem'in çıktığını gördüğü zamanki gibi bir heyecana kapılmış ve:
- Allahü Ekber! Allahü Ekber, diye tekbir getirmeye başlamıştı.
Hemen etrafında bir halka meydana getirdiler. Manzarayı gören herkes, dehşete
kapılıyordu. Susuzluğun bu kadar yoğun bir şekilde konuşulduğu ve insanlarla
hayvanlann, susuzluktan kınlıp telef olma noktasına geldiği bir yerde, hele
böyle kızgın çölün ortasında, aynı zamanda hemen toprağın üstüne kadar çıkan
böyle bir suyun varlığı, gerçekten tekbir getirmeyi gerektirecek kadar açık bir
inayetti.
Önce, kılıcıyla suyun çıktığı yeri genişleten
Abdulmuttalib, hem arkadaşlannın hem de hayvanlannın susuzluğunu giderdi.
Ardından da, beraberlerinde gelen ve susuzluk korkusuyla kendilerine su
vermeyen Mekkelileri davet etti.
- Gelin de, Allah'ın
bize lutfettiği sudan için ve hayvanla-
68
Hz. İbrahim'e Uzanan
Şecere
nnızı
da sulayın, diyordu. Herkes, birbirine bakıyordu. Gözlerine inanamıyorlardı.
İmkansızdı bu. Ama olmuştu. Önce gelip sudan içtiler kana kana. Ardından da,
hayvanlannı getirip onlann ihtiyacını giderdiler. Bu kadar açık lütuf karşısında,
biraz da mahcuplardı; kendilerinden su istediği halde vermedikleri
Abdulmuttalib, tutmuş elindeki imkanı onlarla paylaşıyordu, Hallerinden,
vicdanlannın devreye girdiği anlaşılıyordu. Çok geçmeden Abdulmuttalib'e
yönelip şunlan söylemeye başladılar:
- Allah'a yemin olsun ki ey Abdulmuttalib, hüküm bizim
aleyhimize neticelendi. ValIahi de, Zemzem konusunda seninle asla husumet
yaşamayacak, hak talep etmeyeceğiz. Şüphesiz ki sana Zemzem'i bahşeden de, bu
çöl şartlannda şu suyu nasip eden Allah'tır.
Mesele artık tatlıya bağlanmış ve hakerne gitmeye de gerek
kalmamıştı. Bir müddet dinlendikten sonra, geri dönüş için yola koyuldular ve
katettikleri mesafeleri yeniden yürüyerek tekrar Mekke'ye geldiler.s?
Abdulmuttalib'in On çocuğu ve Nezrini Yerine Getirme
Gayreti
Uzun bir süre riyaset vazifesini hakkıyla yerine
getiren Abdulmuttalib'in, aradan geçen süre içinde on tane oğlu dünyaya
gelmişti. On oğlunun da gürbüzleşip boyattığını ve kendisine arka çıkacak çağa
geldiğini görünce, Zemzem'in ortaya çıkışındaki nezrini hatırladı ve bunu
yerine getirmek için onlardan birisini kurban etmek istedi. Zira, Allah'tan
samimi bir yürekle talepte bulunmuş ve bu talebine cevap verildiği takdirde
oğullanndan birisini Kabe' de kurban edeceğini nezretmişti. Şimdi ise, kabul
görmüş duaya mukabil, bu nezrin yerine getirilmesi gerekiyordu.
39 İbn Hişarn, Sire, 1/278
vd.
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Önce oğullan Haris, Zübeyr, Hacel, Dırar, Mukavvim, Abduluzza
(Ebu Leheb), Abbas, Hamza, Ebu Talib ve Abdullah'ı huzuruna toplayıp konuyu
onlarla istişare etti. Babalan tarafindan yapılmış bir nezir olduğuna göre
itiraz etmek olmazdı ve onlar kabul ettiklerini bildirdiler. Ancak, kurban
edilecek olanın nasıl belirleneceği henüz belli değildi. İşin burasında
Abdulmuttalib, her birinin birer ok almasını ve üzerine kendi ismini yazarak
kendisine vermesini talep etti. Çok geçmeden, bu talep de yerine getirilmişti.
Ardından, oklan alarak Kabe'deki Hube140 putunun yanına
giren Abdulmuttalib, getirdiği oklardan birisini çekti. Heyecanla okun
üzerindeki isme baktı; 'Abdullah' yazıyordu. Abdullah onun, en çok
sevdiği küçük oğluydu. Ancak, hüküm kesindi ve değiştirmek olmazdı.
Dışan çıktı ve önce sonucu ilan etti merakla bekleyenlere.
Ardından da Abdullah'ın elinden tutarak, elindeki bıçakla birlikte nezrini
gerçekleştirmek için İsaf ve
Naile putunun yanına doğru yöneldi.
İşin şakası yoktu. Zira onda, atası Hz. İbrahim gibi
bir teslimiyet hakimdi. Yüzyıllardır yolu gözlenen bir Nebi'nin dedesinden
beklenen bir metanetti bu ve gerçekten de Abdulmuttalib, ciddi ciddi oğlunu
kurban etmek için kollannı sıvamış, sözünü tutma adına kendine düşeni
yapıyordu. Oğlu Abdullah'da da, Hz. İsmail gibi bir tevekkül hakim di. Bunu
gören Kureyş ileri gelenleri, hızla yanına yaklaştılar ve:
- Sen ne yapmak
istiyorsun ey Abdulmuttalib, dediler.
Gayet sakin bir ses
tonuyla:
- Onu kurban
edeceğim, diyordu. Araya girdiler ve:
- Sakın bunu yapma!
Çünkü bu, yapılacak bir şey değil;
mazeretini kullan!
Zira, burada bugün senin bunu yapman,
40
Mekkeliler, akıllannın ennediği veya neseple ilgili bir problemle karşılaştıklan,
yahut işinden çıkamadıklan herhangi bir durumda, Kabe'ye getirilen hediyelerin
biriktirildiği mekanda bulunan bu putıın yanına gelirler ve onun yanında kura
çekerek çıkan sonuca göre hareket ederlerdi.
70
Hz. İbrahim'e Uzanan
Şecere
bundan
sonra insanların gelip burada çocuklannı kurban etmeye başlamalan anlamına
gelir. İnsanların kökünü mü kesmek istiyorsun, diye çıkıştılar. Fakat bütün
bunlar, verilen sözün yerine getirilip getirilmemesi konusunda bir çözüm
önermiyordu. Abdulmuttalib, ikna olmamıştı.
Aralanndan birisi
ileri atıldı ve şöyle bir teklifte bulundu: - Kesinlikle onu kurban etme! Çünkü
sen bu konuda mazursun. Dilersen, onu kurban etmek yerine, mallanmızı ortaya
koyalım ve fidye karşılığında onu kurtaralım.
Bu
teklif de Abdulmuttalib'e sıcak gelmemişti. Bir başkasının sesi yükseldi
kalabalıktan:
-
Sakın bunu yapma! İstersen onu Hicaz'a götür. Oradaki meşhur bilgeye
durumu arz et ve onun göstereceği yolda yürür; 'kurban et' derse kurban
eder, bir başkayol gösterirse onu yerine getirir ve böylelikle nezrini yerine
getirmiş olursun.
Bu
teklif, Abdulmuttalib'in aklına yatmıştı. Elindeki bıçağı bir kenara bıraktı
ve yanına aldığı bir heyetle birlikte bu bilge zatın yanına gitti. Onu Hayber'
de buldular ve önce, başlanndan geçenleri anlattılar bir bir. Ardından da,
kendileri için bir çözüm bulması talebinde bulundular. Bilge zat:
-
Bugün gidin ve bana haber geldiğinde yeniden gelin, dedi. Mecburen aynldılar
yanından. Gece boyunca dualarla sabahladı Abdulmuttalib. Hayırlı bir sonuç
çıkması için Rabbine dua dua yalvanyordu.
Ertesi
gün yeniden ve heyecanla bu şahsın kapısını çalıyorlardı. Açılan kapıdan,
çözüm adına bir alternatifin geleceği seziliyordu. Önce:
- Sizin aranızda
diyet miktan nedir, diye sordu bilge.
- On deve, cevabını
verdiler.
- Öyleyse şimdi
memleketinize gidin ve kurban edilecek
şahsı
da on deveyi de ortaya koyun. Sonra da her ikisi için kur'a çekmeye başlayın.
Şayet kur'a, delikanlının adına çıkar-
71
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
sa
bu işlemi tekrarlayın. Ne zaman ki kıır'a, develerin kurban edilmesi
istikametinde çıkar, bilin ki Rabbiniz bu işten razı olmuş demektir. işte o
zaman siz de, arkadaşınızı kurban edilmekten kurtarmış olursunuz.
Güzel bir teklifti. Aynı zamanda bu teklifi yapan,
herkes tarafından otorite kabul edilen bir makamdı ve hiç vakit geçirmeden
yeniden Mekke'nin yolunu tuttular.
Bilgenin tavsiye ettiği şekilde işe koyulmadan önce Abdulmuttalib,
yine Rabbine yöneldi ve atacağı adımların hayırlı sonuçlar doğurması için dua
dua yalvardı. Ardından da, oğlu Abdullah ile on deveyi ortaya koyarak kur'a
işlemine geçtiler. Abdulmuttalib, yine bir kenara çekilmiş, gönlünden gelen samimi
hisleriyle Allah'a yalvanyordu.
ilk kur'a, Abdullah'a çıkmıştı. On deve daha ilave
ederek işlemi tekrarladılar; kur'ada çıkan yine Abdullah'tı, Her defasında on
deve daha ilave ederek bu işlemi dokuz defa tekrarladılar ve dokuzunda da
sonuç Abdullah'ın aleyhine tecelli etti. Nihayet, on deve daha ortaya koyup
develerin toplamı 100 rakamına ulaştığında çekilen kur'ada sonuç, develer istikametinde
tecelli edince, önce sevinçle göz göze geldiler ve ardından da Abdulmuttalib' e
dönerek:
- Artık Rabbin nzası kazanılmış oldu ey Abdulmuttalib,
dediler. Ancak Abdulmuttalib, daha temkinliydi ve bu işlemi üç kez daha
tekrarladılar. Her defasında da kur'a Abdulmuttalib'in lehine çıkmıştı. Bütün
bunlar, bir değer ifade ediyordu ve artık, yüz deve karşılığında Abdullah'ın
kurban edilmekten kurtulması konusunda kalpler mutmain olmuştu. Nihayet, yüz
deveyi orada kurban ederek, samimi bir yürekle Rabbe verilen söz de yerine
getirilmiş oluyordu."
Yıllar
sonra Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) çıkacak ve kendisine:
41 İbn Hişam, Sire,
1/288-290; Taberi, Tarih, 1/498
72
Hz. İbrahim'e Uzanan
Şecere
-
Ey iki kurbanlığın oğlu, diye seslenen bir bedeviye dönecek ve bunu tasdik
edercesine:
-
Ben, iki kurbanlığın oğluyum," diyecekti. Zira, Hz. İsmail gibi babası
Hz. Abdullah da, bıçak altına yatmış, tevekkülde nasıl zirveleştiklerini
fiilen göstermişti.
Abdulmuttalib'in, on
oğlu, altı da kızı dünyaya gelmişti.
Efendimiz'in
babasıAbdullah, onun dünyaya gelen son oğluydu. Bu çocuğun her haliyle
diğer oğullanndan farklı olduğu gözlerden kaçmıyordu. İffet abidesi bir insandı.
Onun için Abdulmuttalib onu, diğer çocuklarından daha çok seviyor ve adeta
yanından hiç ayırmak istemiyordu. Aynı zamanda Abdullah, çok güzel bir yüze
sahipti.
Kur'a
işlemi tamamlanıp da yüz deveyi keserek nezrini yerine getirdikten sonra
Abdulmuttalib, oğlu Abdullah'ın elinden tutarak Zühreoğullarznın yurduna
geldi. Maksadı, Abdullah'ı buradan evlendirmekti. Nihayet, Zühreoğullannın reisi
Vehb İbn Abdi Menôf'« gelerek,
o gün için en soylu ve şeref sahibi genç bir kız olan kızı .Amine'ye talip
olduklannı iletti. O günlerde Hz. Amine, Kureyş arasında fazilet ve konum
itibariyle, en önde olan bir genç kızdı.
Teklife
icabet de olumluydu ve çok geçmeden Abdulmuttalib'in oğlu Abdullah'la, Vehb'in
kızı Amine'nin nikahı kıyılarak yeni bir yuva kurulmuş oldu. Bu yuva,
yeryüzündeki ilk insan Hz. Adem'den itibaren her peygamberin muştusunu verdiği,
manaya açık her gönül adamının, gelecek diye intizar ettiği Son Nebi'yi netice
verecek bir yuvaydı.
Hz.
Abdullah da, ticaretle uğraşıyordu ve çok geçmeden, bir kervanla birlikte o da,
bu maksatla yola çıktı. Medine yakınlarına geldiğinde ağır şekilde hastalandı
ve burada konak-
42 Hakim, Müstedrek,
2/604 (4036); Alfrsi, Rühu'l-Meani, 23/134
73
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
lamak zorunda kaldı.
Çok geçmeden de, burada vefat etti. Vefat ettiğinde 25 yaşındaydı.
Geride
miras olarak bıraktığı ise, beş deve, bir miktar koyun ve Ümmü Eymen
künyesiyle çağnlan Habeşli bir cariyeden ibaretti.
Vefat
haberi Mekke'ye gelince, Abdulmuttalib ailesine büyük bir hüzün hakim oldu. Hz
. .Amine, üzüntüsünü dile getirirken duygulanm şiirle ifade ediyor ve genç
yaşta kaybettiği kocasının arkasından yana yakıla ağıt yakıyordu.s"
Ancak
bu, tahammül edilmesi gereken bir durumdu; yüzyıllar öncesinden Bekke vadisine
gelerek burada Kabe'yi inşa eden Hz. İbrahim gibi baba Abdullah da, beklenen
Son Sultan Hz. Muhammed'in, hicret edip kalan ömrünü geçireceği ve Allah
davasını buradan bütün dünyaya tebliğ edeceği bir mübarek beldeye gelmiş ve
adeta bir öncü kuvvet olarak O'nun adına Medine'ye kalıcı bir imza atmıştı.
Bu
arada Hz . .Amine, cihamn doğumunu beklediği Zat'a hamileydi.
43 Bkz. İbn Sa'd,
Tabakat. 1/100
74
Beri
tarafta Abdulmutlalib'in başında bir gaile daha vardı; Habeş meliki Necaşi'nin
Yemen valisi Ebrehe, ordusunu toplamış Kabe'yi yıkmak için geliyordu. Bu şahıs,
insanların ibadet maksadıyla Kabe'ye yönelmelerini kıskanarak, alternatif
olsun diye kendi topraklarında bulunan San'a'da büyük bir mabed
yaptırmıştı. Heybet ve ihtişamını tamamlayabilmek için elindeki bütün imkanlan
seferber etmiş ve onu, devrinin zirvesindeki her türlü tezyinatla da
süslemişti. Bunu yaparken, Bizans imparatorundan da destek alıyordu. Maksadı,
hac ibadeti için Kabe'ye giden insanlann, yön değiştirip bu kiliseye
gelmelerini temin etmekti. Bunu, Habeş meliki Necaşi'ye yazdığı mektupta açıkça
ifade ediyordu:
-
Ey melik! Senin için öyle bir kilise yaptırdım ki, onun bir benzeri senden
önceki hiçbir melik için inşa edilmemiştir. Hac vazifelerini yerine getirmek
için Araplan buraya çekmedikçe de asla durmayacağırn.ss
Ancak,
temeli takva ve samirniyet üzere kurulan bir mekana, alternatif bir yer
oluşturup oradan insanların ayağını
44 İbn Sa'd, Tabakat.
1/91; Taberi, Tarih, 2/109
75
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve s e l l e rn )
kesmenin imkanı
yoktu. İşin özü, bu davete kimse icabet etmemişti.
Bir
de Ebrehe'nin, hacıların yönünü değiştirmek için bu kiliseyi yaptırdığını duyan
Kindneoğullanndan bir adam gizlice gidip bu kilisenin iç ve dışını, hakaret
maksadıyla, tabii ihtiyacını gidererek kirletmiş; üstüne üstlük bulabildiği
kadar pisliği getirip kilisenin içine dökmüştü.
Bu
hadise, Ebrehe'yi çileden çıkarmıştı ve bardağı taşıran son damla oldu; hemen
emir vererek büyük bir ordu hazırlanmasını istedi.
-
Şüphesiz bu Araplar bunu, evlerine alternatif olacağı için yaptılar; yemin
olsun ki ben de onlann Kabe'sindeki taşlan teker teker sökerek yerle bir
edeceğim.se tehditlerini savuruyordu. Habeş meliki Necaşi'ye de mektup
göndermiş, bu savaşta kullanmak üzere Mahmud ismindeki meşhur büyük filini
kendisine göndermesini istemişti.
Derken,
altmış bin kişilik büyük bir ordu hazırlayıp Mekke'ye doğru yürümeye başladı.
Ordusu arasında filler de vardı. Melikin gönderdiği Mahmüd'u kendi kontrolünde
tutuyordu.
Mekke
yakınlanndaki Muğammıs denilen yere geldiklerinde ordusuna konaklama emri
veren Ebrehe, öncü kuvvet olarak Esved İbn Maksud ismindeki bir kumandanıyla
birlikte bir müfrezeyi Mekke'ye gônderdi. Mekke civanna kadar sokulan bu
müfreze, Kureyş Hüzeyl ve Tihôrnelilere ait kıymetli mal ve sürülerin yanında
bir de, o gün Mekke'nin reisi olan Abdulmuttalib'e ait iki yüz deveyi gasp
ederek geri döndü. Konudan haberdar olan Kureyş, Hüzeyl ve Tihameliler,
böylelikle kapılanna kadar gelen bir tehlikenin varlığından haberdar
olmuşlardı. Ancak, gelen ordunun gücünü duyduklannda, yapabilecekleri pek bir
şeyolmadığını da anlamışlar, çaresizlik içinde bekleşmeye durmuşlardı.
45 İbn Sa'd, Tabakat.
1/91-92
Fil Hadisesi
Daha
sonra Ebrehe, gönderdiği Htmata adındaki bir elçi ile Abdulmuttalib'e şu mesajı
ulaştırmıştı:
-
Ben, sizinle harp etmek için gelmedim; benim geliş maksadım, şu Kabe'yi
yıkmaktır. Şayet bu konuda problem çıkarıp bana karşı gelmezseniz, benim
sizinle bir işim yok.
Mesajı
yerine ulaştıran elçinin Abdulmuttalib'den aldığı cevap, beklenilenden çok
farklıydı:
-
Vallahi, biz de onunla savaşma niyetinde değiliz; zaten buna gücümüz de yetmez.
Bu ev ise, Allah'ın haram evi ve O'nun Halil'i İbrahim'in yadigarıdır. Şayet
onu koruyacaksa mutlaka O koruyacaktır; eğer yıkmasına müsaade edecekse de
bizim, onu koruma adına bugün yapabileceğimiz bir şey yok.
Hunata,
kendisiyle birlikte Abdulmuttalib'in de gelmesini istemiş ve o da yola
koyularak Muğammıs'a kadar gelmişti. Ebrehe'nin niyeti belliydi ve bu niyetini
gerçekleştirmek için yola koyulduğunda, sebepler açısından önünde duracak bir
güç de yoktu. Ancak çıkmayan candan da ümit kesilmezdi. Bu durumda bile, çözüm
arayışı içindeydi. Önce, tanıdık dost bir sima aradı ve Zi Nefr adında eski bir
dostunun da burada olduğunu öğrendi. Sevinmişti; ancak, Zi Nefr denilen bu
adam da, Ebrehe'nin esirleri arasındaydı. Yine de Abdulmuttalib, Ebrehe ile
görüşüp bu işten onu vazgeçirme konusundaki isteğini iletti ona.
-
Ey Zi Nefr! Başımıza gelen şu işi engelleyecek bir çözüm bulamaz mısın,
diyordu.
-
Sabah-akşam ne zaman öldürüleceği belli olmayan bir esir ne yapabilir ki? Şu
halde, sizin için yapabileceğim hiçbir şey yok, diye cevapladı Zi Nefr.
Arkasından da:
-
Ancak, :filleri sevkeden seyis benim arkadaşımdı. İstersen ona haber ulaştınp
sizin isteklerinizi melike ulaştırma, hakkınızı koruma ve melikle konuşma
ortamı hazırlama hususlarında yardım isteyebilirim, dedi.
77
Efendimiz (sallallalıu
aleylıi ve sellem)
Böyle
bir ortamda, her bir emare büyük bir umuttu ve adama haber gönderilip maksat
anlatıldı. Çok geçmeden seyis, Ebrehe'nin karşısındaydı:
-
Ey melik! Bu adam, Kureyş'in efendisidir; huzuruna gelmek için senden izin
talep etmektedir. Aynı zamanda o, Mekke kervanlarının sahibi, insanlara
bollukla ikramda bulunan, hatta dağ başlanndaki yırtıcı hayvanlara bile
yiyecek dağıtan şerefli bir zattır. Onunla bir konuşsan da sana halini arz
etse, diye de tamamladı.
Talep,
kabul görmüştü. İri yapılı, heybet ve cemal sahibi Abdulmuttalib'i karşısında
görünce Ebrehe, önce izzet ve ikramda bulundu; oturduğu yüksek yerden aşağıya
indi ve kendisi de Abdulmuttalib'le birlikte yere oturdu ve tercümanı
vasıtasıyla sordu:
- Ne ihtiyacın var,
benden ne istiyorsun? Alışılmışın dışında bir cevap geliyordu:
-
Benden alınan ve mülküm olan iki yüz devemi geri vermeni istiyorum.
Ebrehe, büyük bir şok
geçirmişti. Bu, nasıl bir reislikti!
Karşı
konulmaz bir ordu ile gelmiş, sorumluluğunu uhdesinde taşıdığı beldeyi yerle
bir edeceğini haykınyordu, ama o şahsına ait bir malın peşine düşmüş;
olacaklara aldınş bile etmiyordu.
-
İşin doğrusu, seni ilk gördüğümde, duruşundan etkilenmiştim, diye tepkisini
dile getirdi önce ve arkasından ekledi:
-
Fakat, konuştukça anlıyorum ki sen, öyle bir insan değilmişsin. Senden aldığım
iki yüz devenin peşine düşüp onu benden istiyorsun da, senin ve atalannın dini
olan bir evi yıkmak için gelmiş bir ordu hakkında hiçbir şey konuşmuyorsun!
Abdulmuttalib,
vakar ve ciddiyetinden hiç taviz vermeden bütün samimiyetiyle:
Fil Hadisesi
- Ben, sadece develerin sahibiyim; şüphesiz, o evi de
koruyacak bir Sahibi var, deyiverdi. "Şu an için istediğin her
şeyi yaparım zannediyorsun; ama iş, öyle senin zannettiğin gibi kolay
değil." manasma geliyordu. Zira, güç ve kuvvetin gerçek sahibine
sığınıp dehalet eden hiçbir zayıfa, onun dışındaki hiçbir güç zarar veremezdi
ve işte, Abdulmuttalib de Ebrehe'ye bu gücü hatırlatıyordu.
Elbette Ebrehe
kızmıştı:
- Onu bana karşı
kimse koruyamaz, diye gürledi sinirle ...
Tavrını hiç
değiştirmeyen Abdulmuttalib, kendinden emin bir ses tonuyla ve bunu zaman
gösterecek dercesine:
-
Madem öyle, işte o ve işte sen, deyiverdi. Bunun anlamı, ''Madem öyle,
sonucuna da katlanırsın." demekti.
Ortam iyice gerilmişti. Aldığı cevaplar karşısında
oldukça sinirlenen Ebrehe, buna rağmen Abdulmuttalib'in develerini geri teslim
etti.
Yeniden Mekke'ye dönen Abdulmuttalib, ahaliyi toplayıp
işin vahametini haber verdi ve herkesten, gelecek tehlikelerden canlannı
kurtarmalan için, Mekke'yi terk ederek dağlara sığınmalannı istedi. Ardından
da, Mekke'nin önde geleniyle birlikte Kabe'ye geldi. Kapının halkasına yapıştı
ve Ebrehe ordusuna karşı kendilerine yardım etmesi ve Hz. İbrahim emanetine
sahip çıkabilmeleri için, beraberce ve saatler süren bir yakanşla Rabb-i
Rahim'e yalvarmaya durdular. Daha sonra onlar da Kabe' den aynlıp dağ başlanna
çıkarak beklerneye koyuldular.
Beri tarafta Ebrehe, ordusunu hazırlamış ve Kabe'yi yıkmak
için hareket emri vermişti. Ancak, ordusunun içinde onun emrini dinlemeyenler
vardı. Filleri sevk etmekle görevli olan Nüfeyl ibn Habib isminde bir zat,
kendisinden çok büyük işler beklenen Necaşi hediyesi Mahmud'un kulağına eğilmiş
ve:
79
Efendimiz (s a l l a
l l a h u aleyhi ve sellem)
- Olduğun yere çök ve sakın kalkma! Ardından da sağsalim
olarak geldiğin yere geri dön! Çünkü sen, Allah'ın haram bir beldesindesin,
demişti. Firavun hanedanı arasındaki mü'min özellikleri taşıyan bu zat da,
kendisine düşen görevi yerine getirmenin huzuruyla oradan ayrılmış ve o da
dağlara sığınmıştı.
Müsebbibü'l-Esbab olan Allah'ın, kimi ve ne şekilde hayra
sebep kılacağı belli olmazdı. Gerçekten de Mahmud, olduğu yere çökmüştü ve
bütün zorlamalara rağmen ayağa kalkıp bir türlü Mekke'ye doğru yol almıyordu.
Bir aralık, yönünü değiştirmeyi denediler; hiç beklemedikleri şekilde Mahmud
yerinden fırlamış ve koşarcasına ilerliyordu. Sağ ve sol istikamete de
çevirdiklerinde durum farklı değildi; filin gitmediği tek istikamet, Kabe
yönüydü, Zavallı hayvanı, akla hayale gelmedik şekilde dövüp tartakladılar,
ama sonuç değişmiyordu. Mahmud, kan revan içinde kalmıştı.
Bu ara, hiç beklemedikleri bir gelişmeye daha şahit oluyorlardı;
sahil cihetinden büyük bir karartı kopmuş kendilerine doğru geliyordu. Biraz
daha yaklaşınca, gelenlerin büyük bir kuş sürüsü olduğunu gördüler. Büyük bir
gürültüyle üzerlerine doğru gelen bu kuşlar, Allah düşüncesine savaş açan
Ebrehe ordusunu hedef seçmişlerdi ve taşıdıkları nohut büyüklüğündeki taşlarla
ordunun üzerine yürüyorlardı. Her biri, gagaları ve ayaklarında üçer tane taş
taşıyordu. Attıkları her bir taş, mutlaka bir askerin üzerine isabet ediyor ve
taşın isabet ettiği asker de olduğu yere yığılıp çöküveriyordu. Orduyu, büyük
bir korku ve telaş kaplamıştı. Şimdiye kadar böyle bir hadiseyi, ne görmüş ne
de duymuşlardı. Çığlıklar arasında koşuşturan her bir asker, hedefi belli
olmayan bir yöne doğru kaçmaya çalışıyordu, ama hedefi belli olan bir taşın
gelip de kendisini bulmasından kurtulamıyordu. Ebrehe de bundan
80
Fil Hadisesi
nasibini
almıştı. Kaçarken isabet eden taşın etkisiyle vücudu pul pul dökülmeye başlamış
ve o da, büyük bir inilti, ıstırap ve korkuyla geri dönerken son nefesini
vermişti.
Çok
geçmeden, kimsenin karşı koymaya cesaret edemeyeceği ihtişamdaki Ebrehe
ordusu, elinde güç olmadığı halde gücün gerçek sahibine yönelmekle kuvvet
kazananlar karşısında yerle bir olmuş ve yenilmiş ekin taneleri gibi delik
deşik hale gelivermişti. Sanki gizli bir el, masanın üstündeki kir ve pası
temizlercesine Ebrehe ordusuna yönelmiş, üstlerine bir sünger çekerek Hicaz'ı,
kir ve pasıanndan temizleyivermişti.
Temizliği
bir başka temizlik takip edecekti; bardaktan boşanırcasına bir yağmur yağacak
ve bundan hasıl olan seller, önlerine kattıklan cesetleri alıp denize dökecek
ve böylelikle, Allah davasına baş kaldıran küfür ordusunun geride bıraktıkları
da dezenfekte edilerek Hicaz, yeniden yaşanılır bir mekana inkılab edecekti.
Zira,
çok geçmeden bu mekanı, Alemlerin Sultanı şereflendirecekti.
8ı
Abdulmuttalib'in tevekkül ve teslimiyetiyle birlikte,
Ebrehe ve ordusunun başına gelenler dilden dile dolaşır olmuştu. Zihinler bir
kez daha silkelenmiş ve Hz. İbrahim'le Hz. İsmail'in dua dua yalvararak inşa
ettikleri Kabe'ye ilişilemeyeceği bir kez daha perçinlenmişti. İşte şimdi
dünya, bu duaların kabul edilişini yaşamaya hazırlanıyordu.
İnsanlığın
beklediği Son Kurtaneı'ya hamile kalan Hz . .Amine, diğer anne adaylan gibi sıkıntılar
yaşamıyor ve tatlı bir meltem gibi kendisini kucaklayan rahmet esintileri
altında bir hamilelik süreci geçiriyordu. Üstüne üstlük bir de, kulağına
fısıldanan müjdeler oluyordu. Bir gün şunlan duydu, Hz . .Amine:
- Şüphesiz ki Sen, ümmetin efendisine hamilesin. Onu
dünyaya getirdiğin zaman; O'nu, her türlü hasetçinin şerrinden, Bir olana
istiaze ediyor ve O'nun korumasına bırakıyorum, de ve ardından, adını da "Muhammed"
koy.s"
.Amine, şahit olduğu
bu olaydan oldukça etkilenmişti.
Evet,
yetim bir çocuk dünyaya getirecekti. Ama bu yetimin, ümmetin efendisi olması ne
demekti? Hem, Muhammed diye
46 İbn
Kesir, el-Bidaye, 2/263
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
bir
isim bilmiyordu. Zira o gün için Muhammed ismi, bilinen bir ad değildi. Bütün
Hicaz' da, sadece üç kişiye verilmiş bir isimdi. Bunlann üçünün babası da, kral
ve meliklerle birlikte bulunmuş, ehl-i kitap insanlardı. Her biri de,
hanımlannın hamile olduklan dönemde vefat etmişler ve vefat etmeden önce de,
şayet doğacak çocuk erkek olursa adını Muhammed koyması konusunda eşlerine
vasiyette bulunmuşlardı. Zira biliyorlardı ki, ahir zamanda gelecek Son
Nebi'nin adı Muhammed olacaktı ve artık O'nun yıldızı doğmak üzereydi.v
Karnında
taşıdığı emanet, onun rüyalanna konu oluyor ve böylelikle onun yükü
hafifletilmiş oluyordu. Bir gün anne .Amine, rüyasında vücudundan büyük bir
nurun çıktığını görecek ve bu nurla, Basra ve Şam bölgesinin saraylannın aydınlığa
kavuştuğuna şahit olacaktı."
Tarihin,
20 nisan 571'i gösterdiği bir gündü. Fil hadisesi üzerinden yaklaşık 50 gün
geçmişti. Karneri takvim, Rabiiilevvel ayının ıa'sini gösteriyordu. Günlerden
pazartesi idi. Tan yerinin aydınlığa durduğu bu demde, bütün karanlıklan
aydınlığa kavuşturacak bir doğum yaşanıyordu. Hz . .Amine'nin yanında,
Abdurrahman İbn Avfın annesi Şifa Hatun ile Osman İbn Ebi'ı-As'ın annesi Fatıma
Hatun vardı. Derken, asırlardır dilden dile muştusu dolaşan Son Sultan Hz. Muhammed
(sallallalıu aleyhi ve sellern), olanca bir sühület içinde dünyaya teşrif
ediverdi. .Amine'nin yetimi dünyaya gelmişti; ama başka çocuklara hiç
benzemiyordu. Dudaklan kıpırdıyor ve bir şeyler söylüyordu. Şifa Hatun biraz
dikkat edince, "Allah sana merhamet etsin!" dediğini duydu. Odanın
içi bir anda aydınlanıvermiş; Doğu ile Batı bu aydınlıkla nura gark olmuştu.
Hatta bu nurla, Rum diyarının saraylan görülür olmuştu. 49 Fatıma Hatunun da
şehadetiyle evin her bir köşesi, adeta nur
47 İbnü
Seyyidi'n-Nas, Uyılnu'l-Eser, 1/88
48 Bkz. Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/127; 5/262; İbn Hişam, Sire, 1/293 49 Kastallani. Mevahib,
1/122
Kutlu Doğum
kesilmiştİ. Sanki
gökteki yıldızlar salkım salkım uzanmış ve üzerlerine dökülecek gibi olmuştu.v'
Hemen
Abdulmuttalib'e haber gönderildi ve Kabe'de ibadetle meşgulolan dede
Abdulmuttalib, heyecanla eve geldi. Alemin beklediği Nfır'u kucağına aldığında
sevinçten sakalı, gözyaşlarıyla yıkanıyordu. Oğulları arasında en çok sevdiği
Abdullah'ın yetimi, sağ-salim dünyaya gelmiş; manôlı bakışlarla kendini
süzüyordu. Kürek kemikleri arasında bulunan işaret, herkesin dikkatini
çekrnişti; zira bu, din bilginlerinin tarif ettikleri gibi gelecek Son Nebi'nin
'risôlet mührü' idi.
Sıra
adını koymaya gelince Hz. !mine, görüp duyduklarını anlattı Abdulmuttalib'e ve
adını 'Muhammed' koydular. Sonra da Abdulmuttalib, şükrünü eda etmek
için torununu kucağına alıp doğruca Kabe'ye geldi. ilk defa Kabe, ikizi ile buluşuyordu.
Abdulmuttalib'e, Abdullah'ın yetimi biricik torununa niçin bu ismi verdiği
sorulunca o şunları söyleyecekti:
-
Rüyamda, sanki gümüşten bir silsile gördüm; ortasından bir direk çıkmış, bir
tarafı semaya, diğeri yerin derinliklerine, bir diğeri doğuya diğer biri de
batıya doğru yönelip yükseliyordu. Daha sonra sanki bu, bir ağaç oluverdi. Her
yaprağı nur doluydu. Doğu ve batıdaki herkes, bu ağaca müteveccih olup ona
tutunma yarışına girmişlerdi.s'
Zira
o, gördüğü bu rüyayı tabircilere sormuş ve onlar da, neslinden dünyaya teşrif
edecek birisinin, doğu ve batılılar tarafından umde kabul edilerek arkasından
gidileceğini, sema ve arz ehlinin de, O'nu takdis ederek başlarına taç yapacaklarını
anlatmışlardı. Abdulmuttalib, bunları Hz. !mine'nin anlattıklarıyla
birleştirince, tereddüdü kalmamış ve artık, torununa Muhammed diye seslenir
olmuştu.
Aradan yedi gün
geçmişti; Arapların genel adeti olduğu
5° Kadı İyaz, Şifa, 1/267
51 EbU Zehra,
Hatemii'n-Nebiyyin, 1/140
85
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
şekilde Abdulnıuttalib
de, Abdullah'ın yetimini aldı ve O'nu sünnet ettirdiY
Efendiler
Efendisini annesinden sonra henüz bir haftalık iken emziren, Ebu Leheb'in
cariyesi Süveybe'dir. Onu, yeğeninin doğumunu haber verdiğinden dolayı Ebu
Leheb, bir sevinç nişanesi olarak hürriyetine kavuşturmuştu. Ancak, İslarn'ı
tebliğle birlikte yeğeniyle yollarını sonsuza kadar ayıran bu öz amcanın, sırf
bu hareketinden dolayı bir nebze de olsa ahiret azabından rahatlık duyacağı
bilinmektedir. Zira, vefatından bir yıl sonra kardeşi Hz. Abbas'ın rüyasına
giren ve perişan haliyle yürekler yakan Ebu Leheb'e:
-
Bu ne hal, nelerle karşılaştın, diye sorulduğunda, iki parmağının arasını
işaret edecek ve şu cevabı verecekti:
-
Sizden sonra hayır adına hiçbir şey görmedim; sadece Süveybe'yi hürriyete
kavuşturduğum için bir yudum su alma imkanım oluyor.P
Süt anne Süveybe,
daha önce Abdulmuttalib'in bir diğer
52 Miibürekfüri, Safiyyürrahman,
er-Rahiku'l-Mahtüm, Daml-Vefa, el-Mensüra, 2004, s. 61. Efendiler Efendisi'nin
sünnetli olarak dünyaya geldiğine, yahut O'nu, süt annesinin yanındayken şakk-ı
sadr hadisesinde Cibril'in sünnet ettiğine dair de bazı rivayetler vardır.
Ancak, her yönüyle kemali temsil eden ve her haliyle ümmetine örnek olacak olan
bir ZAt için sünnet gibi bir meselede böylesine harikulade bir hadise arayışına
girmek pek uygun düşmemektedir. Aynı zamanda bu rivayetler, erbabınca tetkik
edilmiş ve mevsükiyeti konusunda şüpheleriri olduğu tespiti yapılmıştır. (Bkz.
İbnii'l-Kayyim, Zadü'l-Mead, 1/81, 82, 233; İbn Kesir, el-Bidaye, 2/265;
Suyüti, Hasaisii'lKübra, 1/91; Halebi, Sire, 1/87, 88). Onun için biz,
doğumunun yedinci gününde sünnet olduğunu ifade eden rivayeti esas aldık. .
53 Buhari, Sahih, 5/1961(4813); İbn Hişam, Sire, 1/110,
111; İbn Sa'd, Tabakat. 1/108. Siiveybe'nin, Efendimiz Mekke'de olduğu sürece
kendisini ziyarete gittiği ve bu sebeple Hz. Hatice validemizin kendisini
hürriyete kavuşturmak istediği, ancak Ebıl Leheb'in buna yanaşmadığı da gelen
rivayetler arasındadır. Buna göre o, ancak hicretten sonra hürriyetine
kavuşmuştur. Bkz. İbn Sa'd, Tabakat, 1/108. Konuyla ilgili rivayetlere
bakıldığında Süveybe'nin Müslüman olma ihtimali çok zayıf gözükmektedir.
86
Kutlu Doğum
oğlu
ve Efendimiz'in amcası olan Hz. Hamza'yı da emzirdiği için, Hz. Hamza ile Allah
Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) süt kardeş olmuşlardı.s-
Dört Bir Yandan Gelen Haberler
Çok geçmeden, dört bir yandan farklı haberler gelmeye
başladı. İşin ilginç yanı, bu haberlerin hepsinin de, yeni doğan küçük
Muhammed'le ilgili olmasıydı. Çünkü O, insanlığın Son Sultanıydı ve kainat
ağacının en miitekamil meyvesi idi. Varlığın vücut bulmasındaki sebep O olduğu
gibi; insanlığın geleceği de, O'nun getireceği mesajın muhtevasında yatıyordu.
Onun için varlık, O'nun gelişiyle ilgili olduğunu gösteriyor ve değişik
yansımalarıyla insanların dikkatini, bu kutlu doğuma çekiyordu.
Önce, Kabe'deki putların o gece, baş aşağı yere düştüklerinin
haberiyle çalkalandı Mekke ... Kimin yaptığını ve niçin böyle bir sonuçla
karşılaştıklarını kimse anlayamamıştı. Ardından da, farklı yerlerden değişik
haberler peşi peşine gelmeye başladı. Her bir haberde, beklenen Nebi'nin
gelişine karşılık eşya ve hadiselerin, kendi çapında kendilerine mahsus bir
dille 'hoş geldin' mesajları gizliydi.
Bilhassa Yahudi alimleri arasındaki yaygın anlayışa
göre, ahir zaman peygamberinin doğumu yaklaşmıştı ve bu doğumu haber verecek
olan yıldız da doğmak üzereydi. Zaten, uzun zamandır gökyüzünde, adeta bir
maytap şenliği başlamıştı, yıldız kaymaları semada sürekli kavsiyeler
çiziyordu.
54
Hz. Hamza'yı, kısa bir süreliğine de olsa Halime-i Sa'diye de emzirmiş ve
böylelikle o, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ile iki ayrı bağla süt
kardeş haline gelmişti. Bkz. Buhari, Sahih, 2/935 (2502)
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Daha
önceleri hiç bu kadar yıldız kayınası yaşarırnamıştı; o geceden sonra da
yaşanmayacaktı. Zira şeytani düşüncenin haber kaynaklarına yıldızlar kurşun
olmuş yağıyor, O'na ve O'nunla gelecek hakikatlere zarar vermesinin önüne
geçilmiş olunuyordu. O güne kadar Hicaz'da yaygın olarak yapılagelen kahinlik,
bundan sonra vahye karıştırılmamak için son bulacak ve kahinlere gelen
haberlerin de önü kesilecekti. Zira O, kahinleri de kahinliği de ortadan
kaldırmak için geliyordu.
O
gün Mekke'de, Yahudi bir tüccar vardı. Sabah olunca Kureyş'e şunları soruyordu:
- Ey Kureyş
Topluluğu! Bu gece sizin aranızda bir çocuk
dünyaya geldi mi?
Henüz kimsenin haberi
yoktu ve:
- Vallahi haberimiz
yok, bilmiyoruz, dediler.
Bunun
üzerine adam, önce tekbir getirdi ve arkasından da şunları tembihledi onlara:
- Bir yanlışınız var; gidin iyice bakın ve söylediklerimi
de iyice hıfzedin: Bu gece, ümmetin Son Nebisi Ahmed dünyaya geldi. İyi bakın;
zira o burada değilse Filistin'dedir. İki omuz küreği arasında, siyahla sarı
arasında tüylerle örtülü risalet mührü vardır.
Mekkeliler, adamın sözlerinden hayrete düşmüşlerdi. Şaşkınlıkla
birbirlerine bakıyorlardı, ama henüz böyle bir doğumdan da haberdar
değillerdi. Her zaman olduğu gibi bu meclis de dağılmış ve herkes
çoluk-çocuğunun arasına gitmişti. Çok geçmeden her biri, o gece
Abdulmuttalib'in bir torunu olduğu ve adını da Muhammed koydukları haberini
alıyordu. Daha da ilginci, Yahudi bilgenin anlattığı gibi bu çocuğun iki omuz küreği arasında tarif edildiği şekilde
bir mührün bulunmasıydı.
Durumdan
haberdar olan Yahudi bilgenin yanına geliyordu. Onlar:
88
Kutlu Doğum
-
Hani sen, bizim aramızda bir çocuğun dünyaya gelişinden bahsetmiştin ya,
demeden adam:
-
Ben size haber verdikten sonra mı doğdu, önce mi, diye sordu telaşla.
- Önce, dediler.
Adam
iyice heyecanlanmıştı ve bir an önce kendisini bu çocuğun yanına götürmelerini
istedi. Hz. Amine'nin yanına gelip de küçük Muhammed'in omuz kürekleri
arasındaki . mührü görünce kendinden geçip bayıldı. Kendine geldiğinde:
-
Yazıklar olsun! Sana neler oluyor, diye çıkıştıklarında da, teker teker şunlan
söylemeye başladı:
-
Artık nübüvvet meselesi, İsrailoğullannın elinden çıkıp gitmiştir. Bu, böyle
yazılıdır. Artık peygamberliğin bereketi Araplanndır. Sevinin ey Kureyş! Çünkü
O, sizinle birlikte öyle bir güce ulaşacak ki O'nun haberi, Doğu ile Batı
arasını dolduracak.v
Benzeri
bir durum da Medine' de yaşanıyordu. O gün için henüz sekiz yaşlannda bir çocuk
olan meşhur şair Hassan bin Sabit, bu heyecanı yıllar sonra şu cümlelerle
anlatacaktı:
- Ben o zaman yedi
veya sekiz yaşlannda bir çocuktum ve işittiğim her şeyi anlıyordum: Yesrib
kalelerinden birinin üzerinde Yahudi bir bilgeyi, yüksek sesle şöyle bağınrken
gördüm: - EyYesrib halkı! EyYesrib halkı!
Bu
telaşa herkes şaşırmıştı. Belli ki, çok önemli bir hadise gerçekleşmişti veya
büyük bir tehlike geliyordu. Çok geçmeden:
-
Ne bu telaşın? Ne oldu sana, diyerek etrafında toplanıverdiler. Etrafında
birikenIere şöyle sesleniyordu:
- Bu gece, dünyaya
gelen Ahmed'in yıldızı doğdu.s"
55 İbn Sa'd, Tabakat.
1/162, 163 56 Kastallani. Mevahib, 1/122
Efendimiz (saHaHahu
aleyhi ve sellem)
o
gün için iki büyük devletten birisi olan Fars'tan gelen haberler de oldukça
ilginçti. Kisra saraylarının bulunduğu yer şiddetle sarsılmış ve bu sarayın,
sağlamlıkta eşine rastlanmayacak kadar dayanıklı olduğuyla iftihar edilen on
dört eyvanı yerle bir olmuştu. Bir gecede, mukaddes olarak bilinen Save gölünün
suyu çekilmiş ve kuruyuvermişti. Bir de Fars imparatoru o gece rüyasında, Arap
atlannın, semiz ve güçlü develeri arkasına takıp Dicle'yi geçtiklerini görmüş,
oradan da ülkesinin her bir tarafına yayıldıklarina şahit olmuştu.
Endişe
ve telaşla sabahlayan kral, sabah olup da tacını giyer giymez olanlan
vezirleriyle paylaştı ve bunun bir anlamının olduğu üzerinde durarak bütün
bunların manasını bilen birisini bulmalannı istedi. İşte tam bu sırada,
İstahrabad denilen yerde bin senedir hiç sönmeden yanan ve insanların etrafında
pervane olup döndükleri ateşin de o gece sönüp tarih olduğu haberi
gelivermişti. Kral, yanındaki birinci adama döndü ve bütün bunlann ne anlama
geldiğini sordu. Bilge vezir:
-
Arapların olduğu yerde büyük bir hadise olduğu anlaşılıyor, diyordu.
Evet,
büyük bir hadisenin olduğu anlaşılıyordu; ama bunun ne olduğu henüz belli
değildi. Hiç vakit geçirmeden Hire valisi Nu'man bin Münzir'e haber göndererek,
hem konuyu araştırmasını hem de bütün bunlann ne anlama geldiğini bilen
birisini bulup kendisine getirmesini istiyordu. Durumun nezaket ve ciddiyetini
kavrayan vali de, bir başka bilge ve aynı zamanda meşhur kahin Satih'in yeğeni
olan Abdulmesih'i, söz konusu bu kahine göndermiş ve bütün bunların yorumunu
dayısından teker teker almasını istemişti.
Nihayet
Abdulmesih, Dayısı Satıh'in yanına gelip yaşanılanları anlattı bir bir.
Satih'in ayakta duracak takati yok-
90
Kutlu Doğum
tu;
yaşlanmıştı ve artık son demlerini yaşıyordu. Bunun için Abdulmesih, bir an önce
bütün bunlann ne anlama geldiğini öğrenmek istiyordu. Olup bitenleri
dinledikten sonra, birden ciddileşen ve kendini toparlayan Satih, güçlükle
şunlan söylemeye başladı:
-
Ey Abdulmesih! Büyük asanın sahibi gönderildi, artık ilahi vahiy hükmünü icra
edecek. Semave vadisi taşıp Save gölü kuruduğuna ve Farslılann da sönmeyen
ateşi söndüğüne göre artık, Arap yanmadasında Satih'e yer yok demektir. Mutlak
Hakim böyle murad buyurdu ve risaletIe nübüvvet ipinin iki ucu böylelikle
düğümlenmiş oldu. Buralara bundan sonra, çöken eyvanlar sayısınca melikler
hakim olacaktır. İnan, bunların hepsi de olacaktır.v
Bu
cümleler, Satih'in son sözleri olmuştu. Adeta, yıllardır bu cümleleri söylemek
için zamana direnmişti. Şimdi de, vazifesini yapmış olmanın huzuruyla artık
dünyaya veda ediyordu.
57
Taberi, Tarih, 2/131, 132. Gerçekten de tarih, bu çöküş ve yıkılışa şahit olacak,
67 yıl sonra Hz. Osman (radıyallahu anh)'ın hilafeti zamanında on dört melikin
idare ettiği Sasaniler, Kadisiyye Savaşıyla islam hakimiyetine teslim
olacaktır.
91
Yeni doğan çocuklan, daha gürbüz büyümeleri ve pürüzsüz
bir dil öğrenmeleri için süt anneye verme, Mekkelilerin bir adeti haline
gelmişti. Çünkü Mekke, sıcak ve yorucu bir iklime sahipti. Bir de, uzaklarda
yaşayan bazı kabileler, hem şehir hayatının olumsuzluklarından uzak kalıp
kendilerine ait kültürü muhafaza edebiliyor hem de cahiliyeye ait çirkinliklere
bulaşmadan nezih bir hayat yaşıyorlardı. Her yönüyle bunaltan bu atmosferden
uzaklaşarak çocukların daha tabii şartlarda büyümesi, genel bir alışkanlık
haline gelmiş ve adeta Mekke'de, bu işin de bir pazan kurulmuştu. Belli zamanlarda
bu pazara gelinir ve yeni doğmuş çocukların ebeveynleriyle burada buluşularak
yavruları alınır; yeniden badiyeye geri dönülürdü.
Bu
maksatla Beni Sa'd yurdundan yola çıkan Haris İbn Abduluzza ve onun hanımı
Halime Binti Abdullah İbn Haris, beraberlerindeki on kadınla birlikte Mekke
yollarına düşmüşlerdi. Zira, uzun zamandır devam edegelen kıtlık, her yanı
kavurmuş; elde avuçta bir şey bırakmamıştı. Bu yüzden, beraberlerindeki küçük
çocuklar açlıktan kıvranıp ağlaşırlarken, anneleri bunları doyuracak bir
yiyecek imkanı bulamıyordu. Kendileri de bir şeyler yiyip içemedikleri için
sütleri kurumuş,
93
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
çocuklan
teskin edebilecek bir damlaya hasret kalmışlardı. Tek umutlan, serinleten bir
yağmurun yağmasıydı. Bu yüzden yol, bir türlü bitmek bilmiyordu.
Bir
de, Halime'nin üzerine bindiği cılız merkeple Haris'in ihtiyar devesi,
yürümekte zorlanıyor ve bundan dolayı arkadaşlanna yetişemiyorlardı. Mekke'ye
ulaştıklannda, yol arkadaşlan çoktan işlerini bitirmiş ve her biri, birer süt
yavru alarak dönüş hazırlıklanna bile başlamışlardı.
Halime
ve Haris de, aynı maksatla kapı kapı dolaşmaya başladılar. Süt anneye
verilmeyen sadece, Abdullah'ın yetimi Muhammed kalmıştı. Kapıyı her çalan,
O'nun yetim olduğunu öğrenince, hizmetlerine karşılık bir bedel alamayacağı
endişesiyle geri dönmüş ve bir başka kapıya yönelmişti. Bilmiyorlardı ki O,
herkesin kendisine yöneleceği beklenen şahıstı. Nihayet Halime ve Haris de bu
kapıya geldiler ve öncekiler gibi onlar da başka süt yavru buluruz ümidiyle aynldılar
oradan. Ancak, sonuç olumsuzdu. Bu kadar yol teptikten sonra eli boş dönmek de
olmazdı. Kocası Haris' e dönerek:
-
Süt yavru almadan arkadaşlannun arasına dönmeyi istemiyorum; gel, o yetimi
alalım ve öyle dönelim, dedi Halime.
-
İstiyorsan öyle yap; belki de Allah, O'nun vesilesiyle bize bereket ihsan eder,
hayır ve yümün verir,s8 diye cevapladı Haris ve böylelikle yeniden
Abdulmuttalib'in kapısına geldiler.
Yeniden
geldiklerini görünce Hz. Amine, talip olduklan çocuğun herhangi bir çocuk
olmadığını anlattı önce onlara. Ardından da, hamile kaldığı zaman yaşadığı
kolaylıklardan, gördüğü rüyadan ve bu rüyayı tevil ettirdiğinde anlatılanlardan
bahsetti bir bir. Zira bu, sadece Hz. Amine'nin değil, kıyamete kadar gelecek
insanlığın emanetiydi ve ona göre hassasiyet gösterilmeli; kılına bile zarar
getirilmemeliydi.
S8 İbn Hişam, Sire,
1/300; İbn Sa'd, Tabakat. 1/110, 111
94
Süt Anneyle Geçen
Seneler
Haris ailesi, anne .Amine'den çocuğu aldığında, içlerinde
büyük bir huzur duymuşlardı. Halime-i Sa'diye, kucağına aldığı yavruyu, hemen
oracıkta emzirmek istedi. Beklemediği bir sonuçla karşılaşmıştı: Hiç süt
olmayan göğüsleri sütle dolup taşmaktaydı! Önce Efendiler Efendisi, ardından
da, aylardan beri karnı doymadan uyumak zorunda kalan Halime'nin oğlu
Abdullah emdi doyasıya. Her ikisi de uyumuşlardı. Halbuki Abdullah, sürekli
huzursuzdu ve bir türlü uyumak bilmiyordu.
İhtiyar devenin yanına geldiklerinde onda da bir hareketin
olduğunu müşahede edeceklerdi; onun da memeleri süt dolmuştu ve o da ayrı bir
berekete mazhar olmuştu. Sağıp kendileri de içtiler doyasıya. Mekke'de
geçirdikleri o gece, hayatlanmn en mesut gecesiydi. Ertesi sabah Haris,
Halime'ye dönmüş şunlan söylüyordu:
-
ValIahi şunu iyi bil ki ey Halime, sen ne mübarek bir nesilden süt yavru tercih
etmişsin!
Kocası
gibi, bu bereketi Halime de fark etmişti. Bunun için:
-
Allah'a yemin olsun ki, ben de öyle umuyorum, dedi Haris'e.
Daha sonra da, Mekke'deki işleri biten ve bir süt yavru
bulan aile, yurtlanna dönmek için yola koyuldular. Arkadan biricik oğluna
şefkatle bakan Hz . .Amine, O'nu uzun uzun siizecek, ardından da başına bir
şeyler gelmemesi için izzet ve celal sahibi Rabb-i Rahim'ine emanet edecekti.
Merkebine binen ve Efendiler Efendisini de kucağına
alan Halime-i Sa' diye, o zayıf ve cılız bineğin birdenbire değiştiğini ve
ayrı bir çeviklik kazanarak koşarcasına yürüdüğünü görüyordu. Hatta,
kendilerinden bir gün önce yola çıkmalanna rağmen Mekke'ye beraber geldiği
arkadaşlanna yetişmiş ve dönüşte yaşadıklan gibi bu sefer arkada kalmayacaklanm
fiilen de göstermişlerdi.
95
Efendimiz (s a l l a
l l a h u aleyhi ve sellem)
Kendileri
yorgun ve bitkin olmalarına rağmen Halime ve Haris'in yol almadaki hızlanna ve
üstüne üstlük üzerlerinde yorgunluk emaresi bulunmamasına bakanlar, bütün bu
gelişmelere bir mana vermeye çalışıyorlar, ama işin içinden çıkamıyorlardı.
Çok geçmeden Halime'ye dönecek ve şöyle sesleneceklerdi:
-
Ey ZüeyboğuHannın kızı, bu ne hal? Hani sen hep bizim arkamızda kalıp
gecikmiyor muydun? Yoksa bu, senin gelirken bindiğin merkep değil mi?
Kendinden
emin olan ve yaptığı işin bereketiyle coşan Halime:
-
Vallahi de evet! Bu, gelirken bindiğim merkebin ta kendisi, diye seslenecek ve
arkasından da:
-
Vallahi de ben, bugüne kadar gördüğüm bereket yönüyle en hayırlı çocuğu tercih
edip almışım, diyecekti. Hemen sordular:
- Yoksa 0,
Abdulmuttalib'in oğlu mu?
Evet,
bu işte bir hayır vardı ve haynn,peşinde olan Halime ve kocası Haris, şimdi bu
hayra mazhariyet yaşıyorlardı.ö?
Ancak
bu mazhariyet, sadece bunlardan da ibaret değildi; normal şartlarda kurak ve
verimsiz olan topraklannda ayrı bir bereket kendini gösterecek ve koyunlan da,
kannlannı doyurmuş olarak geri gelip bol miktarda süt verecekti. Hatta diğer
sürü sahipleri çobanlannı çağırıp:
-
Yazıklar olsun size! Sizler de Halime'nin koyunlannın otladığı yerlerde
dolaştırsanız ve bizim koyunlanmızın da karnı doymuş olarak gelse, aynı
şekilde biz de bol süte kavuşsak, diye azarlıyorlardı. Artık Halime-i Sa'diye,
yaşadıklan bereket ve ihsandan dolayı arkadaşlannın kendisine gıpta ve hayranlıkla
baktıklan bir kişiydi.
Altı aylık dilimlerle
Mekke'ye gelinip ana yurdun ziyaret
59 İbn Hişam, Sire,
1/ 301; İbn Sa'd, Tabakat. 1/111; Taberi, Tarih, 2/127
Sü t Anneyle Geçen Seneler
edilerek
geri dönüldüğü iki yıl, böylece gelip geçivermişti. Kainatın Efendisi büyüyüp gelişmişti.
Artık, sütten de kesilmiş ve konuşulan süre dolmuş; ayrılık vakti de gelmişti.
Gönülleri rıza göstermese de verdikleri bir söz vardı ve küçük Muhammed'i alıp
annesine teslim etmek için Mekke'ye getirdiler.
Bir taraftan da, O'nun öz annesi gibi olan Halime-i Sa'
diye'nin yüreği yerinden kopacak gibi, sinesi daraldıkça daralıyor; aynlığı
düşündükçe vücudundan bir parça koparcasına ıstırap duyuyordu. Kainatın İftihar
Vesilesi, bir müddet daha yanında kalsa ne olurdu? Evet, aklında şimşekler gibi
çakan bu fikir ve baskın duygular altında bir ümit de olsa .Amine'ye:
- Mekke vebasının O'nu da vurmasından endişe duyuyorum.
Ne olur, müsaade edin de bu oğulcuğum, bir müddet daha bizimle birlikte kalsın,
diye candan bir teklifte bulundu.
Öz anne için bu, kabullenilmesi zor bir teklifti. Onun
için Hz . .Amine, başlangıçta buna çok sıcak bakmadı. Ancak beri tarafta,
gerçekten bir salgın vardı ve biricik yavrusunun da bundan etkilenmemesi için
bağrına bir taş daha basmayı uygun görüp teklifi istemeyerek de olsa kabul
etti. Hep beraber yeniden Sa' doğulları yurduna dönen Haris ailesinde, tarifsiz
bir neşe hakim olmuştu.
Aradan bir müddet daha geçmişti. İnsanlığın Efendisi,
süt kardeşleri ve Sa'doğullarının çocuklarıyla birlikte oynuyor; kuzuların
yanına gidip onları otlatıyordu. Yine böyle bir gün, evin arka taraflarında
kuzularla birlikte oynarlarken süt kardeşi Abdullah, nefes nefese koşarak anne
Halime'nin yanına geldi. Heyecanla:
- Şu Kureyşli kardeşim var ya, O'nu beyaz elbiseli iki
adam aldı ve yere yatırarak karnını yardı; sonra da üst üste
97
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
koyarak
kapattılar.P? diyordu. Gelenler, biri Cibril olmak üzere iki melekten ibaretti
ve mesajı bütün insanlığı kucaklayacak olan Allah Resülü'nün kalbini açarak
onu zemzemle yıkayacak ve içinde hikmet çağlayanlannın feyezan edip coşacağı
bir ameliye gerçekleştireceklerdi.
Anne-babayı ciddi bir endişe kaplamıştı. Koşarak tarif
edilen yere geldiler. Gerçekten de küçük Muhammed, yüzünün rengi solmuş bir
vaziyette ayakta bekliyordu. Yüreği ağzına gelmişti Halime ve Haris'in, Önce
anne Halime, ardından da Haris kucaklayıp sinesine sardı ve:
- Sana ne oldu ey
oğulcuğum, dediler.
- Beyaz elbiseli iki
adam geldi. Birisinin elinde içi kar dolu
altından
bir tas vardı. Sonra beni alıp yere yatırdılar. Göğsümü açarak kalbimi çıkanp
ikiye ayırdılar. İçinden siyah bir nesne çıkanp onu attılar ve kalbirn tertemiz
oluncaya kadar karnımı buzlu karla yıkadılar. Sonra onlardan birisi diğerine:
-
Bunu, ümmetinden on kişiyle tart, diyordu. On kişiyle beni tarttılar ve ben
ağır geldim. Ardından:
-
Yüz kişiyle tart, diye tekrarladı. Yüz kişiyle tartıldım ve yine onlara ağır
geldim. Bu sefer de:
-
O'nu ümmetinden bin kişiyle tart, dedi. Bin kişiyle de tartıldım ve yine ağır
geldim. Bunu da görünce adam;
- O'nu kendi haline bırak! Allah'a yemin olsun ki,
şayet O'nu bütün ümmetiyle tartsan, yine O hepsine üstün gelir, dedi.?'
Kan
koca, bu gelişmelerden çok endişelenmişlerdi. Eve döner dönmez Haris:
60
Enes İbn Malik (radıyallahu anh), Efendimiz'in göğsünün yanıması neticesinde
meydana gelen yara izinin vücudunda kaldığını ve bir çizgi halinde görüldüğünü
anlatmaktadır. Bkz. Müslim, Sahih, ı/147 (162)
6ı İbn
Hişam, Sire, 1/301; Taberi, Tarih, 2/128. Bir sahabenin sorusu üzerine, yıllar
sonra Efendiler Efendisi'nin verdiği cevapla o gün Halime ve Haris'e
anlattıklan ifadeler birleştirilerek verilmiştir.
Süt Anneyle Geçen
Seneler
- Ey Halime! Bu çocuğun başına bir şeylerin gelmesinden
korkuyorum. İstersen, sağ-salim bunu götürüp ailesine teslim et, dedi. Halime
de farklı düşünmüyordu. Evet, belki O'nun vesilesiyle hiç olmadıklan kadar
berekete mazhar olmuşlardı; ama şimdi iş beklemedikleri bir seyre girmiş ve
tanıyıp görmedikleri birileri O'nunla ilgilenmeye başlamıştı. İşin nereye
varacağını kestirme imkanı yoktu. En iyisi, hiç riske girmeden emaneti sahibine
teslim etmekti.
Bunun
için hemen yola koyuldular. Kapısını çaldıklannda Amine, karşısında gördüğü
Halime'ye:
- Seni buraya hangi sebep getirmiş ola ki! Daha düne kadar
O'nu götürüp, 'Yanımda kalsın.' diye ısrar eden sen değil miydin, diyerek
gelişmeler karşısındaki taaccübünü dile getirdi.
- Evet, bu oğulcuğum sebebiyle çok şeye mazhariyet yaşadım
ve üzerime düşeni yerine getirmek için çok gayret ettim. Ancak, O'nunla ilgili
olarak bazı korkulanm var; senin de sevineceğini düşünerek O'nu sana geri
getirdim, diye cevapladı Halime. Ancak bunlar, Amine gibi bir anneyi tatmin
edecek cevaplar değildi. Onun için:
- Sana neler oluyor, bana bu konuda doğru söyle! Olup
bitenleri anlatmadıkça seni bırakacak değilim. Yoksa O'nun için şeytandan mı
korkup endişe duyuyorsun, diyerek önünü açmaya çalıştı.
- Evet, dedi.
- Hayır, bu imkansız,
diye tepki verdi önce Amine.
- ValIahi de şeytanın
O'na bir zaran dokunamaz. Şüphe-
siz benim oğlumun
durumu çok ciddidir. Hem, O'nun haberini ben sana anlatmamış mıydım, diye de
ilave etti. Yine:
-
Evet, anlatmıştın, dedi sessizce Halime. Bir kez daha anlatma lüzumu duydu Hz.
Amine:
- Ben O'na hamile
olduğum zaman, bedenimden bir nur
99
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
çıklığını
ve bu nurla, Şam beldelerindeki Busra saraylarının aydınlandığını gördüm. Sonra,
O'na hamile olduğumda, hiçbir zaman hamile bir kadının yaşayabileceği
zorluklarla karşılaşmadım. O'nu doğurduğumda da, ellerini yere koymuş; başını
da semaya kaldırmıştı.
Madem öyle, peki bırak O'nu ve güvenle beldene geri
dön, dedi. 62 Böylelikle Efendiler Efendisi'nin Sa' doğunanndaki hayatı
noktalanmış oluyordu.
62 İbn Hişam, Sire, 1/301,
302; İbn Sa'd, Tabakat. 1/112; Taberi, Tarih, 2/128
100
Bir
müddet de annesi Hz . .Amine ile birlikte kaldı Allah'ın en sevgili kulu. Baba
yokluğunu hissettirmemeye çalışan bir hali vardı Hz . .Amine'nin. Zaman zaman
dedeAbdulmuttalib'le birlikte dolaşıyor, bazen de amcalarıyla birlikte hoş
vakitler geçiriyordu.
Hz
. .Amine'nin yüreğinde Medine sevgisi yeşermişti; hem akrabalarını ziyaret edip
sıla-i rahim yapmak hem de burada vefat eden kocası Abdullah'ın mezarı başında
ona dua etmek için koca yadigürı Ümmü Eymen ve biricik oğlu Muhammed'le
birlikte burayı ziyaret için yola düşmüştü. Medine'ye kadar geldiler. Eski
hatıralar canlanmış ve bir yandan sevinç neşideleri yudumlanırken diğer
yandan, gırtlaklarda hüzün boğumları düğümlenmişti. Dünya gözüyle göremediği
babasını Efendiler Efendisi, mezarı başında ziyaret ediyor ve gıyabında ona dua
ediyordu. Boynu büküktü. Belki de, ilk defa yetim olduğunu yüreğinde
hissetmişti. Bu durumdan, mahzun anne de çok etkilenmişti.
Çok geçmeden, anne Hz
. .Amine de burada hastalandı.
Hastalığı,
gittikçe artıyor ve ağırlaşıyordu. Medine'ye geleli, bir ay kadar zaman
geçmişti ve ilk fırsatta Mekke'ye dönmeleri gerekiyordu. Her şeye rağmen yola
koyuldular.
101
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Ebvu denilen
köyün yakınlanna kadar geldiklerinde, Hz.
Amine'nin
hastalığı dayanılmaz boyutlara ulaştı. Dizlerinde derman kalmamıştı ve Hz.
Amine artık adım atacak takat bulamıyordu. Çaresiz, bir ağacın altında mola
verdiler. Belli ki, dünyadaki birliktelik buraya kadardı ve Hz. Amine dünyaya
veda etmek üzereydi.
Mahzun
annenin gözleri bir aralık, gelecekte kendisinden çok önemli işler beklediği
oğlunun üzerine kilitlenmişti. Göz, yaş döküyor; gönül de hüzün yudumluyordu.
Zaten yetim olan biricik oğlunu, bu ıssız çöllerde bir de öksüz bırakıp
gidecekti. Yanaklanndan süzülen gözyaşlan Ümmü Eymen ve Efendiler Efendisi'ni
de ağlatmış, adeta Ebva materne biirünmüştü. Anne ile oğul arasında tarifi
imkansız bir duygu seli cereyan ediyordu. Nihayet, kadife gibi yumuşak ellerini
avuçlan içine alıp biricik kuzusunu uzun uzun süzdükten sonra şunlan söylemeye
başladı:
-
Allah seni mübarek kılsın. Sen ki, Melik-i Mennan olan Allah'ın yardımıyla
dehşetli ölüm okunun isabet etmesinden yüz deve karşılığında kurtulan babanın
oğlusun! Şayet benim uykuda gördüklerim doğru ise Sen, Celal ve Kerem sahibi
Zat tarafından bütün varlığa gönderilecek, beklenen Nebi olacaksın. Onlara
helal ve hararnı bildirecek, atan olan iyilik abidesi İbrahim'in getirdiklerini
teslim edip tamamlayacak ve Allah'ın inayetiyle Sen, öteden beri insanların
alışkanlık peyda etmiş olduklan putlardan da uzak kalacaksın.
Bunlan söylerken
kendinden çok emin bir duruşu vardı.
Sözlerini,
biricik ve kimsesiz yavrusunu, her şeyin sahibine emanet ettiğinin bilinciyle
söyler gibiydi. Arkasından da şunlan ilave etti:
-
Canlı olan her şey, her an ölümle burun buruna, her yeni de eskimeğe mahkum ve
her büyük de fena bulmaya müheyyadır. İşte ben, bugün ölüyorum. Ancak, ismim
baki ka-
102
Hz. Amine'nin Vefatı
lacaktır. Çünkü ben,
tertemiz bir çocuk dünyaya getirdim ve bugün, en hayırlı olanı arkamda bırakıp
gidiyorum.ss
Bunları söyledikten sonra da, bir daha açmamak üzere
gözlerini kapayacak ve son nefesini verecekti. Böylece Medine'deki babasından
sonra, gelecek Son Nebi adına bir imza da Ebva'da atılmış oluyordu.
Belki de Allah, O'nun peder ve validesini; oğullarına
karşı minnet altında tutmamak ve anne-babalık mertebesinden manevi evlat
konumuna düşürmernek için kendi huzuruna almış, böylelikle onları mesut ettiği
gibi Habib-i Ekrem'ini de memnun etmek istemişti. Görünüşte onlar, zahiren
ümmet olmamışlardı; ama böylelikle Allah (celle celaluhü) onları da manevi
ümmet mertebesine yükseltmiş, diğer ümmetin fazilet, meziyet ve saadetini de
onlara ihsan etmiştir. 64
Zira bilinmektedir
ki; Efendimiz'in anne ve babaları, Hz.
İbrahim'den
kalma 'Hanif anlayışı
üzerine bir hayat yaşıyorlardı. Aynı zamanda onlar, henüz tebliğ döneminin başlamadığı
'fetret' döneminin insanlarıydı. Bilhassa anne Hz. Amine'nin sözlerinden
de açıkça anlaşılacağı üzere onlar, bu sağlam ve tertemiz anlayışı kabullenmiş
ender insanlar arasında bulunuyorlardı ki, dünyanın en hayırlı evladını insanlık
alemine emanet etmişlerdi ve ahiret yurduna öyle gidiyorlardı.
Tarihin, miladı 576'yı gösterdiği bu dönemde Efendiler
Efendisi, yapayalnız kalıvermişti. Sadece yanında, Ümmü Eymen vardı. Bundan
böyle, O'na analık ve babalık görevini o üstlenecek ve onların yokluklarını
hissettirmemeye çalışacaktı. Bu sebepten Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve
sellern), onun için
63 İsfehani,
Delailü'n-Nübiıvve, 119, 120
64
Bkz. Bediüzzaman, Mektübat, 28. Mektub, Sekizinci Mesele, Yedinci Nükte, s·375
103
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
'Annemden sonra
ikinci bir annem.w ifadesini kullanacak ve onu bir müddet sonra da hürriyetine
kavuşturacaktı.
Çok
geçmeden Ümmü Eymen'le birlikte Habib-i Zişan Efendilerimiz de Mekke'ye
döndüler.
65 El-Hindi,
Kenzu'l-Ummal, 12/276 (34417)
104
DEDE ABDULMUTTALİB'İN HİMAYESİ
Hz. Amine'nin vefat edip de Efendiler Efendisi'nin
öksüz kalışı, herkes gibi Abdulmuttalib'i de üzmüştü. Artık torunu Muhammed'e,
anne ve baba yokluğunu hissettirmeyecek sıcaklıkta bir sevgi gösteriyor ve
onun üzerine titriyordu. Kabe'nin gölgesinde kendisi için kurulan bir sedir
vardı ve insanlarla burada buluşup konuşur, Mekke'ye ait işleri buradan deruhte
ederdi. Kendi oğullan dahil kimse, saygılanndan dolayı bu sedirin üzerine oturamaz;
insanlar etrafında halka oluşturarak yerde oturmayı tercih ederlerdi. Mekke'de
bu prensibi delip uygulamayan, sadece gürbüz bir delikanlı vardı: Abdullah'ın
emaneti Muhammed. Gelir ve dedesinin yanına oturur; sanğının arkasından
tutarak onu çekerdi. O'nun bu hareketine mani olmak için yeltenenlere karşılık
Abdulmuttalib:
- Benim oğulcuğumu
kendi haline bırakın, ilişmeyin O'na.
Allah'
a yemin olsun ki, O'nun geleceği çok parlak, durumu çok ciddi, der, sırtını
sıvazladıktan sonra da yanı başına oturturdu.66 Belli ki, O'nun bu
türlü davranışlan, Abdulmuttalib'in
66 İbn Sa'd, Tabakat.
ı/118
ıos
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
de hoşuna gidiyor ve
geleceği adına büyük ümitler beslediği torununa kimsenin ilişmesine gönlü razı
olmuyordu.
Bir
gün Abdulmuttalib, yanındaki Kureyş heyetiyle birlikte Yemen' e gitmişti. Bu
sırada Habeşistan' da melik olarak, yıllar öncesinden meşhur kahinler Şıkk ve
Satıh'in haberini verdikleri Seyf İbn Zi Yezen vardı. Melik, Abdulmuttalib'i
karşısında görünce, onunla daha yakından ilgilenmeye başlamıştı. Bu durum,
herkesin dikkatini çekmişti ve herkes sebebini anlamaya çalışıyordu. Nihayet
Seyf, yalnız kaldıkları bir fırsatı değerlendirerek Abdulmuttalib'i karşısına
aldı ve ona şunları söylemeye başladı:
-
Ey Abdulmuttalib! Ben sana, bana ait hususi ilmimden bir kısım sırlar
vereceğim. Bunu senden başkasına da söyleyecek değilim. Konunun seninle ilgili
olduğunu görüyor ve onun için bunları sana söyleme lüzümunu hissediyorum. Senin
şahsında ben, O'nun doğuşunu görüyorum. Allah izin verinceye kadar bunlar,
senin yanında gizli kalsın ve sakın kimseye açma. Şüphe yok ki, kendi aramızda
sır gibi sakladığımız ve kimseyi muttali kılmadığımız derin ilimlerin arasında
ve saklı kitapların sayfaları içinde büyük bir hayrın, önemli bir hadisenin
gerçekleşeceğini görüp duruyoruz. Bu hayır ve önemli hadisede, genelolarak
bütün insanlığın; özelolarak da senin içinde bulunduğun heyetin, şeref ve
fazileti, bilhassa da senin şeref ve faziletin gizli.
Melikin
anlattıkları Abdulmuttalib'i de heyecanlandırmıştı. Ancak adam, henüz
söyleyeceklerini söylemiş görünmüyordu. Onun için Abdulmuttalib:
- Peki bu ne, diye
sordu. Melik şunları söyledi:
- Tihame' de bir
çocuk dünyaya gelecek ve o çocuğun iki
omuz
küreği arasında bir alarnet olacak. Bundan böyle imarnet de artık bu çocuğa ait
olacak. Kıyamete kadar sizin reisiniz O olacak. İşte bu zaman, O'nun dünyaya
gelip de ortaya çıkma zamanı. Adı Muhammed'dir. Baba ve annesi vefat edecek ve
106
Dede Abdulmuttalib'in
Himayesi
O'nu
himayesine dede ve amcası alacaktır. Vallahi de bizler aramızda, hep O'nun
gelişini konuşup duruyoruz. Allah, O'nu açıktan gönderecek ve bizlerden de O'na
yardımcılar seçecektir. O'nun yanında yerini alanlar O'nunla aziz olacak;
karşı çıkıp da düşmanlık edenler zelil olacaklardır. İnsanlardan gelecek
tehlikelere karşı Allah O'nu koruyacak ve yeryüzünü O'nun için fethe açık
kılacaktır. O, Rahman'a kulluk vazifesiyle dolu, şeytan! düşünceden
alabildiğince uzaktır; O'nun gelişiyle ateşperestlik ortadan kalkacak ve
putlara tapma da tarih olacaktır. O'nun sözü, son sözdür ... Adaletle hükmeder
... İyiliği emreder ve onu kendisi de yerine getirir; kötülükten insanlan
uzaklaştınr ve kendisi de kötülüğün kökünü kurutma gayreti içindedir. Şu
süsleri içindeki kutsal ev Kabe'ye and olsun ki sen, O'nun dedesisin ey
Abdulmuttalib! İnan, bunda yalan yok. .. Sana anlattıklanmdan umanm anlarnan
gerekeni anlamışsındır ve mesaj yerine ulaşmıştır.
Bu kadar açık tarif, elbette ki Abdulmuttalib
tarafından da anlaşılmıştı. Zaten onun, daha önceden de bildikleri vardı.
Bunun için önce başını salladı. Üzerinde yılların ağırlığını taşıyan bir hal
vardı. Büyük bir yük ve sorumluluğun altında olduğunu gösteren bir tavırla
şunlan söyledi:
- Evet, ey melik! Benim bir oğlum vardı; o benim çok hoşuma
gidiyor ve üzerine de tir tir titriyordum. Onun için onu, kavmim arasındaki en
kerim kız olan Vehb'in kızı Amine ile evlendirdim. Amine bir erkek çocuk
dünyaya getirdi ve adını Muhammed koydum. Ancak O'nun babası ve ardından da annesi
vefat etti. O, şimdi benim himayem ve amcasının himayesi altında.
İşin burasında Seyf
devreye girdi ve:
- İşte, benim de sana demek istediğim buydu. O'nu iyi
koru ve O'na düşman olan bazı hasetkar din adamlannın şerrinden O'nu muhafaza
et! Gerçi onlar, asla O'na bir zarar veremeyeceklerdir. Şayet bilsem ki ölüm,
O'nun gelişine kadar
107
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
bana
müsaade edecek, gider bütün asker ve ordumla birlikte Medine'ye yerleşir ve
orada beklerneye dururdum. Çünkü ben, kitab-ı natık ve ilm-i sabıkta
Medine'nin, O'nun işinin yerleşeceği yer, yardımcılarının mahalli ve kabrinin
de mekanı olacağını görüyorum.s?
Yemen'deki işlerini de bitirmiş ve Mekke'ye geri dönmüşlerdi.
Seyf İbn Zi Yezen'in anlattıkları, Abdulmuttalib'in zihnini sürekli meşgul
ediyordu. Belki, dışarıdan bakanlar bunun farkında değillerdi; ama onun
dünyasında hep, torunuyla ilgili hülyalar, yarını adına karşılaşacağı lütuf ve
sıkıntılar tüllenip duruyor ve bunları düşünmekten bir türlü kendini
alamıyordu.
Kendi halkı kadar, dışarıdan gelen insanlar için de Abdulmuttalib
bir çözüm merciiydi. Onun için zaman zaman dışarıdan da bazı heyetler gelir ve
onun himmetine müracaat ederlerdi. Yine böyle bir gün Müdlicli birkaç bilge
Mekke'ye gelmişti. Belli ki, Hz İsa'nın izinden yürüyen bu adamlar da, Seyf İbn
Zi Yezen gibi O'nun geleceğinden haberdar idiler. Zira, Kabe'ye doğru ilerlerken
karşılarına çıkan bir delikanlıya takılmıştı gözleri ... Hayranlıkla O'nu
seyrediyorlar ve şaşkınlıklarını ifade etmekten de kendilerini alamıyorlardı.
Hızlarını alamadılar ve yanına yaklaşıp daha çok tanımak ve kendisiyle de
konuşmak istediler. Ümmü Eymen durumu fark etmişti ve bu kadar ilgiden
rahatsızlık duyarak müdahale etmek istedi:
- Dokunmayın o
çocuğa!
Adamlar, yabancı bir beldede yanlış bir hareket yapmış
olmanın hacaletiyle irkildiler önce ve geri adım attılar. Ancak meraklarını
giderecek bazı sorular sormadan da edemediler. Aralarından birisi atıldı ve:
- Bu kimin çocuğu, diye sordu. Babanın olmadığı yerde
amca ve dede, baba hükmünde değerlendirilirdi. Ümmü Eymen de bu maksatla cevap
verdi:
67 İbn Hacer, İsabe,
2/134, 135; Halebi , İnsanu'l-Uyün, 1/187
108
Dede Abdulmuttalib'in
Himayesi
- Abdulmuttalib'in.
Tanıdıkları
bir isimdi. Mekke'nin reisiydi. Zaten onlar da Abdulmuttalib'i ziyarete
gelmişlerdi. Onu nerede bulabileceklerini sordular. Adres Kabe'yi
gösteriyordu.
Çok
geçmeden Abdulmuttalib'i Kabe'nin avlusunda, sed irinin üzerinde buldular.
Selam ve muhabbetin ardından sözü, yolda gelirken gördükleri çocuğa getirdiler
ve sordular:
- Bugün güzel bir
çocukla karşılaştık. Yanındaki kadın,
bu
çocuğun sana ait olduğunu söyledi. - Evet, o benim oğlum.
- Hayır, olamaz, dedi
biri.
- Olamaz; zira bu
çocuğun babası, daha O doğmadan ve-
fat etmiş olmalı,
diye de ilave etti.
Adamların
bir bildiği vardı ve daha açık konuşmak gerekiyordu. Yemen'deki melik gibi
bunlar da bir şeyler biliyor olmalıydı. Bu sebeple Abdulmuttalib:
- Evet, o benim
oğlumun emaneti; yani torunum, dedi. Şimdi olmuştu. Zihinlerini kemiren şüphe
de ortadan kalkmıştı. Gördükleri her şey, bu çocuğun bekledikleri Zat olduğunu
anlatmaktaydı. İçlerinden birisi atıldı:
-
Bu çocuğun ayak izleriyle, Makam-ı İbrahim'deki izler aynı. Yani bu, İbrahim
soyundan geliyor. Yüzündeki güzellik. . . gözlerinin rengi... Seeiye ve
duruşundaki duruluk. .. Karakterindeki ululuk. .. Hele iki omuzu arasındaki
işaret, bu çocuğun Beklenen Nebi olduğunu söylüyor.
Bir başkası devam
etti:
-
Biz, İsmailoğullarından gelecek ve Peygamberlerin sonuncusu olacak bir
Nebi'nin sıfatlarını kitaplarda okuyup duruyoruz. Bu malümata göre, o Nebi'nin
zuhür edeceği yer de burası, yani Mekke'dir.
Bu sırada yetim
Muhammed de dedesinin yanına gelmişti.
Gözler yine O'nun
üzerinde yoğunlaşmış, nazarlar İnsanlığın
109
Efendimiz (sallallalıu
aleylıi ve sellem)
Emini'ni süzer
olmuştu. Aralanndan birisi Abdulmuttalib'in kulağına eğildi ve:
- Ancak bu çocuğu iyi
korurnan lazım, dedi ve ilave etti:
- Zira, Beklenen
Nebi'nin bu çocuk olduğunu, hasetkar
bazı din bilginleri
anlarsa -ki onlar da bu çocuğun geleceğini iyi bilmektedirler- O'na bir kötülük
yaparlar. 68
Abdulmuttalib,
şimdi daha bir derin düşünüyordu; zira, biraz kitap karıştırıp din adına
derinleşen herkes, Abdullah'ın emaneti Muhammed'in Beklenen Nebi olduğunu
biliyordu; ama hepsinin de müşterek O'nu bir endişesi vardı: hasetkar din
adamlannın şerrinden koruyamamak. Demek ki Abdulmuttalib için, böyle bir
mesuliyet daha vardı.
Bu
sıralarda İnsanlığın Emini sekiz yaşını biraz geçmişti. Abdulmuttalib de artık
yaşlanmış ve dünyaya veda etmek üzereydi. Bir gün yanına, diğer bir oğlu olan
Ebu Talib'i çağırdı. Olanca vakar ve ciddiyetle karşısına almış; ona şunları
söylüyordu:
-
Bu oğlumun şan ve şerefi pek yüce olacaktır ve O, benim sana bir emanetimdir. 69
Belli ki, o da yola
revan olmuş, ebedi aleme yürüyordu.
Ve
çok geçmeden, seksen iki yaşlanndaki Abdulmuttalib de vefat etti. Dedesinin de
Hakka yürüdüğü haberini alan İnsanlığın Emini, cansız bedeninin yanı başında
durmuş; şefkat kanatlarıyla kendisini görüp kollayan dedesinin üzerine gözyaşı
dökiiyordu.??
Belli
ki kader, baba ve annesinden sonra dedesi Abdulmuttalib'i de yanından alarak,
bütün insanlığın beklediği Son Nebi'nin yüzünü, sadece Rabb-i Rahim'in şefkat
ve merhamet
68 İbn Kesir,
el-Bidaye, 2/272
69 Suyüti, Hasaisu'l-Kiibra,
ı/90
70
Bkz. İbn Sa'd, Tabakat. ı/119; Semani, Ensab, ı/S7. Abdulmuttalib vefat ettiğinde
yaşının yüz on olduğunu söyleyenler de vardır. Bkz. Aynı eser.
110
Dede Abdulmuttalib'in
Himayesi
kapısına
yöneltiyor ve böylelikle, O'ndan gelecek vahyi kendi duruluğu içinde alabilecek
bir şuuraltı müktesebatın oluşmasını murad ediyordu. Madem O, insanlığın
halaskan idi, öyleyse anne ve baba bile olsa bir beşerin yönlendirmesinden
ziyade, doğrudan mülk ve melekütun Sahibi tarafından terbiye edilmeli idi.
Zaten Efendiler Efendisi için hadiseler, hep bu merkezde cereyan ediyordu.
111
Amca Ebü Talib için babası Abdulmuttalib'in söylediği
bu sözler, bir baba vasiyeti demekti. Onun için, yeğeni Muhammed'i yanına aldı
ve bir baba şetkatiyle kucakladı O'nu. Artık Efendiler Efendisi, baba yerine Ebü Talib'den şefkat görecek, anne
yerine de, Ebü Talib'in
hanımı ve Hz. Ali'nin annesi Hz. Fatıma'nın?' sıcaklığını hissedecekti.
Belki Ebü Talib, fakirdi; kendisini iğna edecek servete
de sahip değildi. Ama onun, yeğenine açtığı şetkat kucağı, her türlü şartla
kendini gösterecek; mal ve mülkle çözülemeyecek meseleler böylelikle
çözümlenecekti. Zira evlerine, Muhammedü'l- Emin geldiğinden beri ayrı bir
bereket yaşanıyor; aile fertleri arasında da çok farklı bir huzur yayılıyordu.
Hatta, O'nun sofrada olmadığı demlerde kannlan doymadan kalkmak zorunda kalan
ev halkı, O'nunla birlikte yedikleri yeme-
71
Yıllar sonra Hz. Ali'nin annesi
Hz. Fatıma vefat ettiğinde Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem)
hanelerine şeref verecek ve üzerindeki cübbeyi Hz. Fatıma'nın üstüne örtecek,
kabre de bizzat onu kendisi indirecekti. Başkalanna yapmadığı böyle bir
davranışın sebebini soranlara da; "Ebu Talib'den sonra bana onun kadar
iyilik yapan olmadı. Onun üstüne cübbemi, cennet libaslanndan giyinsin diye
örttüm ve mezanna da, hesabını kolay versin diye kendim indirdim."
cevabını verecekti. Bkz. Süheyli, Ravdu'l-Ünf, 1/112; İbn Abdilberr, İstiab.
1/369, 370
113
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
ğin
arttığına şahit oluyorlardı. Onun için Ebu Talib, kendi çocuklanndan daha çok
sevdiği Mulıarnmedü'l-Emin olmadan sofraya oturmak istemiyor ve otururken de, O'nu
yanı başına almaya gayret ediyor, başka kimseye göstermediği şefkat ve alakayı
O'na gösteriyordu.
Aynı
zamanda Muhammed, yaşıtlannın çok fevkinde bir olgunluk gösteriyor ve asla
yokluğu problem etmiyordu. Açlık veya susuzluktan dolayı herhangi bir şikayetini
duyan olmamıştı. Gidip zemzemden içiyor ve birileri ikramda bulunmak
istediğinde, arzu etmediğini, zira karnımn tok olduğunu söylüyordu.?-
Ebu
Talib, kardeş emaneti ve baba vasiyeti olduğu için de, gözünü onun üstünden
eksik etmiyor; yatarken yanı başında sabahlıyor ve dışan çıkarken de onunla
beraber çıkmayı tercih ediyordu. Ona göre her bilge, aynı noktada uyan
yaptığına göre mutlaka bunun bir hakikati vardı ve işi ihtimallere bırakmamak
gerekiyordu.P
Kureyş'in
gençleri gibi Ebu Talib de ticaretle uğraşıyordu. Zaman zaman yeğeni
Muhammed'i de yanına alıyor ve O'nu da geleceğe hazırlamaya çalışıyordu. Bu
sırada O, on iki yaşlanndaydı. Efendiler Efendisi, Mekke'de kaldığı zamanlarda
Ecyad taraflanna gidiyor, buralarda koyun otlatıyordu. 74 Böylelikle
tecrübe kazanıyor, hayatın her alanında malümat sahibi oluyordu.
Bir
gün Ebu Talib, Şam taraflanna gitmek üzere hazırlıklara başlamıştı. Bunu duyan
yeğeni Muhammed, boynunu bükmüş ve kendisinin de amcasıyla beraber gitme
arzusunu dile getirmişti. Ebu Talib'i duygulandıran bir tabloydu bu ve:
- Vallahi de O'nu
almadan gitmeyeceğim; bundan son-
72 Bkz.
Kadı İyaz, Şifa, 1/729,730 73 Bkz. İbn Sa'd, Tabakat. 1/119, 120
74
Bkz. Buhari, Sahih, 2/247, 248; Müs1im, Sahih, 6/125; İbn Mace, Sünen, 2/727;
İbn Sa'd, Tabakat. 1/125, 126
114
Amca Ebu T'a l i b t i n Himayesi
ra
ne ben O'ndan ayrı kalacağım ne de O'nun benden uzak kalmasına müsaade
edeceğim, diye ahdetti. Onun bu ahdini duyan Efendiler Efendisi'nde ayrı bir
sürur hakimdi. Ticaret için ilk defa Mekke dışına çıkacak, hangi şehirlerden
geçecek, kim bilir kimlerle tanışacak ve yol boyunca kim bilir ne türlü
olaylara şahit olacaktı ...
Derken,
ayrılık vakti geldi ve hareket eden kervanla birlikte amca-yeğen de vedalaşıp
yola koyuldu. Uzun ve yorucu bir yolculuktu. Zaman zaman dinlenip ihtiyaçlannı
gideriyorlar ve bir müddet sonra yeniden yola revan olup Şam'a doğru
ilerliyorlardı. Nihayet, Kudüs'le Şam arasında bulunan Busrô. denilen şehrin yakınlanna
geldiklerinde, yeniden mola vermiş ve dinlenmeye durmuşlardı.
Kervandakiler dinlenmeye başlamışlardı ki, uzaktan heyecanla
birisinin kendilerine doğru geldiği görüldü. Görünüş itibariyle dağınık ve
dünyadan kopmuş bir hali vardı gelenin. Bunun için kervandakiler, gelenin
kendileriyle ilgisinin olabileceğine hiç ihtimal vermemiş ve kendi hallerinde
dinlenmeye devam ediyorlardı. Ne zaman ki bu şahıs yaklaşıp kendilerine:
- Şu manastırdaki Rahip Babira sizi yemeğe davet
ediyor, dedi. Oradakiler konunun kendileriyle ilgili olduğunu anladılar; ama
bu davetin sebebi konusunda hala herhangi bir bilgileri yoktu.
Bahira, dünyadan elini-eteğini çekmiş, geri kalan hayatını
manastırda Rabbine kullukla geçiren bir rahipti. İyi bir Hristiyan alimiydi.
Hatta, önceden Yahudi iken daha sonralan Hristiyanlığı seçmiş ve bununla da
kalmayıp din konusunda derinleşerek zamanının parmakla gösterilen insanlanndan
biri haline gelmişti. İçinde bulunduğu kilisede, rahipler arasında elden ele
dolaşan tarihi bir kitap vardı ve bu kitabı oku-
115
Efendimiz (sallallahn
aleyhi ve sellem)
yup anlayabilen
birkaç kişiden birisi de şüphesiz o idi. Dünyadan elini eteğini çekmiş,
kilisede ruhban hayatı yaşıyordu.
Onun
için, ne ticaret için gidip-gelenlerin, ne de mal ve mülk adına ortaya konulan
gayretlerin bir değeri vardı!.. Ancak, olacak ya, bir aralık küçük
dehlizlerden dışarıya gözü kayıvermişti. Aslında bu kayış da, şüphesiz takdirin
bir başka boyutuydu. Her zaman olduğu gibi yine bir kervan geliyordu. Yalnız bu
kervanı, öncekilerden ayıran bir başka özellik daha vardı; kervanla birlikte
bir bulut, yolculan takip ediyor ve kızgın güneşin yakıcılığından onlan
koruyordu. Zihninde şimşekler çakıvermişti ... Bulut... Gölgeler ... Ahir zaman
... Son Nebi... Ahmed ... Tarihi kitap ... Bireryıldınm hızıyla hafızasında
beliren bu konular, onun kervana olan ilgisini daha da artırmıştı. Yoksa,
kısrnet ayağına mı geliyordu? Ya gerçekten öyleyse! O zaman, hala burada miskin
miskin durmanın ne anlamı olabilirdi ki?
Dünyaya
pencerelerini kapatan bu ihtiyar, birden gençleşmiş ve o güne kadar hiç
yapmadığı şeyleri yapmaya başlamıştı. .. Yıllardır kaybedip de artık bulmaktan
ümidini kestiği bir yitiğini bulmanın sevinci vardı gözlerinde. Yoksa, dizinin
dibine kadar gelen, Faran dağlannda zuhür edecek olan Faraklit miydi?
Kervan
üzerinde bulutlar bir noktaya yoğunlaşmış, altındaki şahsı güneşten
koruyorlardı. Hatta kervan mola verince bu şahıs, belli ki bir ağacın altında
istirahate çekilmek istemiş ve onunla birlikte bulut da ağacın üzerine gelerek
gölgelemeye devam etmişti. Ağacın dallan dahi harekelenmiş, aralanndan güneş
ışınlarının geçmemesi için ve alttaki Zat'ı, sıcağın etkisinden koruma adına
birbirlerine kenetlenmişlerdi.
Görüp
durduklannın okuyup bildikleriyle herhangi bir alakasının olup-olmadığını
anlayabilmek için daha yakın olmak gerekiyordu ve işte bunun için Bahira,
alelacele kervana ulaşmış, onlara şöyle sesleniyordu:
116
Amca Ebu Tfl l i b Tn Himayesi
-
Ey Kureyş cemaati! Şüphesiz ki ben size bugün, bir yemek tertip ettim ve
küçük-büyük, köle-hür hepinizin bu yemeğe gelmenizi arzu ediyorum.
Şaşırmıştı
kervandakiler!.. Zira, buradan çok gelip geçmişlerdi, ama manastırdaki bir
rahibin ... Hele Balıira'nın kendileriyle ilgilendiğine hiç şahit olmamışlardı.
Aralarından birisi öne atıldı ve:
- Allah'a yemin olsun
ki ey Bahira! Bugün sende ayrı bir gariplik var; daha önceleri sen böyle şeyler
yapmazdın, dedi. - Doğru söylüyorsun, diye cevapladı Bahira ve devam etti:
-
Aynen dediğin gibi, bugün bir gariplik var. Fakat sizler misafirlersiniz. Size
yemekler yapıp ikramda bulunma arzum nüksetti birden. Gelip hep beraber bu
sofranın etrafında toplanın ve yiyin ondan.
Bu
kadar samimi bir davete icabet etmemek olur muydu hiç? Hem, haftalardır yol
yürümüşler, işin doğrusu böyle bir daveti özlemişlerdi. Bunun için, kervandaki
işini toparlayan, kilisenin yolunu tutuyordu.
Beri
tarafta da, kilise sakinleri harekete geçmişti ve kervana ikram edilmek üzere
mükellefbir sofra hazırlanıyordu.
Herkes
gelmişti: ama esasen Rahip Bahira'yı ilgilendiren manzara hala kervanın yanında
duruyordu. Gelenler arasında da, henüz aradığı simayı görememişti. Merakından
çatlayacak gibiydi ve fazla dayanamadı:
-
Ey Kureyş topluluğu! Sizden kervanın yanında kalıp yemeğe gelmeyen birisi
kaldı mı? Buraya gelmeyen birisi var mı orada acaba?
-
Yemeğine icabet etmesi gerekip de gelmeyen kimse kalmadı. Ancak küçük bir
çocuk hariç, dediler. Ve:
-
O, yaş itibariyle en küçüğümüzdü ve eşyalanmıza gözkulak olsun diye bıraktık
O'nu, diye de ilave ettiler.
117
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
- Öyle yapmayın, dedi
Bahira ve ilave etti:
- O'nu da çağınn ve
yemeğe sizinle birlikte O da gelip ka-
tılsın.
Küçük
bir çocuk bile olsa o da gelmeliydi ve İnsanlığın Emini de davet edildi.
Aralanndan birisi, koşarak kervanın olduğu yere gelmiş ve gözlerin aradığı
Zat'ı da yemeğe davet etmişti. Artık O da geliyordu. O'nun yerinden kalkması ve
kiliseye doğru hareket etmesiyle birlikte üzerinde kendisine gölgelik yapan
bulut da hareket etmişti ve davet edilen mekana doğru ilerlemekteydi. Şimdi
olmuştu. Bahira'nın kanaati, artık biraz daha belirginleşmiş, çözüm bekleyen
sorulanna cevap bulacağı ümidiyle heyecandan kalbi duracak gibi olmuştu.
Hele,
yanına gelip de nur cemalini gördüğünde, artık bütün tereddüt ve şüphelerinden
annmış; meseleyi çözmüştü. Gözleri Muhammed'in üzerinde kilitlenmişti adeta.
Uzun uzadıya süzdü önce. Baştan aşağıya üzerinde gezdirdi gözlerini ve
aradığını bulmanın sevinci kapladı bütün bedenini. Hiç şüphe yok ki bu, kadim
kitapların müjdesini verdiği Ahmed'den başkası değildi!
Beri
tarafta yemekler yenmişti ve artık insanlar yavaş yavaş hareketlenmekteydi.
Ya, konuşamadan giderse?. Ne yapıp edip, O'nunla konuşmalı, fiziki şartların
ortaya koyduğu sonucu bir de kendisiyle konuşup görüşerek pekiştirmeliydi. Bir
fırsatını buldu ve yaklaştı yanına:
- Ey delikanlı, dedi
ve ilave etti:
- Sana bazı sorular
soracağım. Ancak Lat ve Uzza hakkı.
için sadece
sorduklanmın cevabını vereceksin bana.
Ancak
İnsanlığın Emini, soruda kullanılan bazı isimlerden rahatsız olmuştu ve:
-
Bana Lat ve Uzza ismini vererek soru sorma. Allah'a yemin olsun ki ben, onlara
kızdığım kadar başka hiçbir şeye kızmıyorum, diye tepki gösterdi. Zaten Bahira
da, Kureyş'in
u8
Amca Ebu Tillib'in
Himilyesi
genelde
bu iki put üzerine yemin ettiklerini duyup bildiğinden dolayı öyle söylemiş ve
böylelikle belki de, İnsanlığın Emini'nin putperestlik hakkındaki tepkilerini
ölçmek istemişti. Aradığını buluyordu. Rahip için emarelerin her biri, bir
diğerini destekler mahiyetteydi ve daha da rahatlamıştı. Farkına vardığı
farklılık, aşikar ve açıktı.
-
Öyleyse, Allah adına bana söz ver ve sadece sorduklanma cevap ver, diyerek
soracağı sorulara zemin hazırladı. Gelen cevap Balıira'yı daha da
rahatlatacaktı:
- İstediğini sor.
Artık
Bahira, uykusundan rüyalanna, gündelik yaşayışından isteklerine kadar birçok
şey sordu Hz. Muhammed'e (sallallahu aleyhi ve sellern). Bahira soruyor, Allah
Resülü de sühületle cevaplıyordu. O kadar netti ki; her şey, kitaplarda gördüğü
gibi cereyan ediyordu. İşin kelam boyutu tamamlanmış ve bütün emareler,
muhatabının O olduğunu haykırmıştı. Geriye, sadece risalet mührü kalmıştı. Onu
da görmek istedi. Ancak, edep insanı Allah Resülü, sebebini bilmeden öyle
herkese sırtını açıp omzunu gösterecek değildi. Başka çare olmadığını gören
Bahira, çaresiz fısıldadı kulağına. O da, meraklı ihtiyan daha fazla
bekletmedi. Belki de tam, 'Görerneden gidiyorum.' derken bu kadar
yakınında kendisini O'nunla şereflendiren Rabbine gönlünden gelerek hamd
ediyordu.
Artık tereddüt edecek
en ufak bir nokta kalmamıştı. Tarihi bir vazifesi daha vardı ve o da, kendi
çapında bu vazifesini yerine getirecekti. Bunun için de, Amca Ebu Talib'e
yöneldi: - Bu çocuğun sen nesi oluyorsun?
Araplarda
amca ve dede, babanın olmadığı yerde baba yerine geçerdi ve buna dayanarak Ebu
Talib de:
- Babası, cevabını
verdi.
Tam
bu ana kadar her istediğini beklediği şekilde bulan . Bahira, bir anda irkilmiş
ve Ebu Talib' den beklemediği bir cevap almıştı. Bir müddet duraksadı ve
beklemediği bu cevap-
119
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
tan
dolayı başını, şiddetle iki yana doğru sallamaya başladı. fIallisanıyla sanki, "Hayır,
bu olamaz!" diyordu. Zira onun bildiklerine göre, bu çocuğun babası,
daha O dünyaya gelmeden vefat etmiş olmalıydı.
-
Hayır, bu çocuğun babası sen olamazsın. Zira, bu çocuğun babası, bugün yaşıyor
olamaz. Daha O dünyaya gelmeden vefat etmiş olmalıdır, dedi.
Zaten
Ebu Talib de, amca olması yönüyle ve o an için velayetini taşıdığı için bu
cevabı vermişti. Dolayısıyla, Ebu Talib için gerçeği söyleme zamanıydı artık
ve:
-
O, benim kardeşimin oğlu, dedi bütün soğukkanlılığıyla. Ebu Talib sorulardan
endişelenmeye başlasa da, Balıira sormaya devam ediyordu:
- Peki, babası ne
yapıyor? Kestirmeden cevapladı Ebu Talib:
- Annesi O'na hamile
iken vefat etti.
İşte
şimdi olmuştu. Bahira için, inkitaa uğrayan tarihi bilgilerle
karşılaştıklarını kıyaslama işi yeniden rayına girmişti ve:
-
İşte şimdi doğruyu söyledin, deyiverdi Ebu Talib' e. Arkasından da, amca Ebu
Talib'i bir kenara çekecek ve ona, ciddi ciddi şunlan söyleyecekti:
-
Kardeşinin oğluyla sen, geldiğiniz yere, memleketinize geri dönün. Bu çocuk
konusunda, buradaki hasetkar din bilginlerine karşı dikkatli ol. Allah'a yemin
olsun ki, şayet benim gördüklerimi onlar da görür ve sıfatlanndan O'nu
tanırlarsa, bu delikanlıya bir kötülük yaparlar. Çünkü senin kardeşinin bu oğlu
için, dünya çapında büyük bir hadise olacak. Geldiğiniz yere dönmekte acele
edip süratli davranmaya bak.75
Yılların
tecrübesiyle konuşan rahipten bu nasihati alan Ebu Talib de, babasının
kendisine vasiyet ederek emanet bı-
75 İbn Sa'd, Tabakat.
1/153-155; Semani, Ensab, 1/96, 97, Taberi, Tarih, 1/194, 195
120
Amca Ebu Talib'in
Himayesi
raktığı
yeğeninin başına bir şey gelmemesi için hemen dönüş kararı alacak; önce yanında
getirdiği malları Busra'da satacak ve ardından da yeğeninin elinden tutarak
Mekke'ye doğru yola koyulacaktı.
Korunup Kollanmada İlahi Yönlendirme
Ebu Talib, yeğeni konusunda artık daha duyarlıydı. Bugüne
kadar dinlediklerinin yanında bir de Balıira'nın anlattıklarını düşündükçe, O'nun
üzerine ayn bir hassasiyetle titriyor ve başına bir şey geleceğinin korkusuyla
yatıp kalkıyordu.
Zaten
yeğeni Muhammed de, gelişip boyatmış, endamıyla dikkat çeker olmuştu. Üstüne
üstlük bir de, bugüne kadar insanların genel alışkanlıkları konusunda farklı
düşünüyor ve toplumda uygulanagelen her hareketi, mutlaka kendi kriterlerine
göre değerlendirip bir sonuca gidiyordu. Bunun için, putlarla arası hiç iyi
değildi. Akranlarında olduğu gibi O'nda, kötü alışkanlıklara karşı meyil bir
tarafa; onlardan olabildiğince bir uzaklaşma hakimdi. Kısaca, başkalarının
pişirerek önüne koyduğu hayat tarzı yerine, tamamen kendine has bir hayat
felsefesi vardı. Çünkü O, insanlığın kurtuluşu adına ilk baştan beri süzülerek
seçilmişti ve her haliyle bu seçilmişliği temsil ediyordu.
Buuône denilen
yerde Kureyş'in ihtiram gösterdiği büyük bir put vardı ve senenin belli
günlerinde buraya gelerek ona kurban keser, etrafında halkalanarak dilekte
bulunurlardı. Bir sene yarım; diğer sene de tam günlerini yanında geçirdikleri
bu putun yanında saçlarını tıraş ettirerek huzurunda uzun uzadıya temenna
dururlardı.
Yine
böyle bir zaman diliminde Ebu Talib, yanından ayırmak istemediği yeğeni
Muhammed'i de alarak Buvane'nin yanına götürmek istedi. Yanına gelip durumu
anlattığında aldığı ilk tepki olumsuzdu. Nasıl gidebilirdi ki?. O, bütün
bunları ortadan kaldırmak için seçilen bir insandı. Sadece, henüz ri-
121
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
salet
vazifesi tebliğ edilmemişti, o gün de, bu risalet vazifesini eda ederken
takınacağı tavrın dışına çıkmayacak ve geleneğin akıl kabul etmez anlayışlanna 'evet'
demeyecekti.
Yeğeninden beklemediği bir tepki alan Ebu Talib, önce
kızdı. Bu duruma sinirlenip tepki gösteren, sadece Ebu Talib de değildi.
Efendimizin halalan da devreye girmiş:
- Ya Muhammed! Kavminin bayram gününde onlarla birlikte
olmayı reddetmekle sen ne yapmak istiyorsun? Şüphesiz bizler, ilahlanmızdan bu
kadar uzaklaşmandan ve onlara yaptıklanndan dolayı başına bir şeyler
geleceğinden korkuyoruz, diyor ve yeğenIerini itap ediyorlardı.
Evet,
onlar büyiikleriydi; saygıda kusur etmemek gerekiyordu. Ancak, tekliflerinin
de elle tutulur bir yanı yoktu. Hele bu kadar üstüne gelmelerini ve
yanlışlannda bu kadar ısrarcı olmalarını anlamanın imkanı yoktu. o kadar ki,
Habib-i Zişan Efendimiz, konuşulanlardan bunalmış ve meclisi terk etmek zorunda
kalmıştı. Evden çıkarak bir müddet yalnız kalmayı tercih etmiş, şirk dolu böyle
bir atmosferden uzaklaşarak ken- . dini dinlemek istemişti.
Bir müddet sonra İnsanlığın Emini, büyiik bir telaş ve
korkuyla geri döndü. O'nun gelişini gören halalan da korkuya kapılmış:
-
Senin başına bir şey mi geldi? Ne o, neden korktun, diye teskin etmeye
çalışıyorlardı.
-
Başıma bir şeylerin gelmesinden korkuyorum, diye cevapladı Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellern).
- Allah (celle celaluhü), seni şeytanla imtihan edecek
değildir. Gördüğüm kadanyla sende hep hayır meziyetleri var, diye de teyit
etti aralarından biri: Bütün bunlara son noktayı koymaya, onlann muttali
olmadıklan; ama kendisinin sürekli muhatap olduğu farklılığı anlatmaya gelmişti
sıra ve Efendiler Efendisi şunlan paylaştı onlarla:
-
Sizin putlannızın yanına her yaklaştığımda karşıma, uzun boylu ve beyaz
elbiseli bir adam çıkıyor ve:
122
Amca Ebu Tiilib'in
H'i m a y e s i
-
Sakın ona yaklaşma ve olduğun yerde kal ey Muhammed, diye sesleniyor.
Bu
konuşma, konuyla ilgili son konuşmaydı ve bir daha da böyle bir konu hiç gündeme
gelmeyecekti.?"
Daha dünyaya gelmeden önce babasını, altı yaşında annesini
ve nihayet sekiz yaşındayken de dedesini kaybeden İnsanlığın Emini, belli ki
beşer takatinin üstünde bir terbiye ile büyüyor ve her şeyiyle beraber bizzat
Alemlerin Rabbi tarafından yönlendiriliyordu. Yıllar sonra bu hakikati ifade
sadedinde Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) şunlan söyleyecekti:
-
Beni, bizzat Rabbim terbiye etti; o ne güzel bir terbiyedirl??
Henüz
kendisine risalet vazifesi verilmemiş olsa da O (sallallahu aleyhi ve
sellern), açıkça bir koruma altında hayatını sürdürüyor ve nezih bir hayat
sürüyordu. Nerede hayır adına bir hareket varsa oraya gidiyor ve işin bir
tarafından da O tutuyordu. Uzun uzadıya tefekküre dalıyor ve kulağını tırrnalayıp
gözünü rahatsız eden manzaralardan kurtulma adına derin derin düşünüyordu. İçki
benzeri bütün kötülüklerden uzak duruyor, putlar adına kesilen hayvanlara el
sürrnüyordu. Her şey Hakk'ı anlatırken, insanların elleriyle yapageldikleri
putlar karşısında temenna durmalanndan ciddi rahatsızlık duyuyor; yanında Lat
ve Uzza adına yemin edildiğinde bu rahatsızlığını açıktan belli ediyordu.
Her yönüyle, ilahi bir koruma altındaydı. Mekke dışında
koyun güttüğü günlerden birinde, yanındaki arkadaşına rica etmiş ve şehre inmek
istemişti. Arkadaşı da bunu kabul etmiş ve geri dönünceye kadar koyunlanna
bakacağını söylemişti. Daha Mekke'ye girerken, bir sesin yankılandığını
duymuştu. Bu bir düğün ilanıydı. Oracıkta oturup gelişmeleri takip etmek
76 Bkz. İbn Sa'd, Tabakat,
1/158; Halebi, İnsanü'l-Uyün, 1/164 77 Münavı, Feyzu'l-Kadir, 1/91
123
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
istemişti
ki, kulağının üstünde büyük bir darbe hissediverdi; oracıkta bayılıp kalmıştı.
Aradan bir hayli zaman geçmiş ve ancak güneşin kızgın ışıklarıyla kendine gelip
ayağa kalkabilmişti. Çaresiz kalktı ve koyunlarını emanet ettiği arkadaşının
yanına geri döndü."
Kabe'nin
tamiri sırasında amcası Abbas ile birlikte Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellem) de taş taşıyordu. Genelde omuza alınarak taşınan bu taşlar,
Efendimiz'in omzunu tahriş edip acı vermeye başlamıştı. Durumu görüp de
kendisine çözüm tavsiye eden amcası Abbas'ın:
-
İzarının bir parçasını omzuna koy ki, taşın vereceği eziyetten seni korusun, demesi
üzerine Muhammedii'l-Emin de, bunu yapmak istemişti. Daha elini izarına uzatır
uzatmaz, gözleri kaymaya başlamış ve olduğu yere yığılıvermişti. Ayılıp kendine
geldiğinde, heyecanla:
-
İzarım! İzarım, diye yüksek sesle haykırıyor ve üzerindeki elbisesini sımsıkı
tutuyordu. Ne bundan önce ne de sonra, bedeninin yasak olan bölgelerini kimseye
açıp gösterecekti. 79
Nasılolmasın
ki O (sallallahu aleyhi ve sellern), ismet sıfatlarıyla mücehhez enbiya ve
mürselinin en son halkasıydı. Her bir nebi, O'nun gelişini müjdelemiş ve
geleceği gün için insanları hazırlamaya çalışmıştı. Kevn ii mekan ilk hareketi
O'nunla aldığı gibi, varlık ağacının münteha meyvesi de O idi. O'nun davası,
sadece belli bir bölgeye ve sayılı insanlara da has değildi; kıyamete kadar
gelecek bütün insanlar için rehber-i ekmeldi O (sallallahu aleyhi ve sellern). Öyleyse
O, sadece risaletle görevli olduğu zamanlarda değil, bu görevle serfiraz
kılınmadan önce de kötülüklerden korunmalı ve hayır ve yümünden başka bir şeyle
asla tanışmamalıydı. Vak'alar da bunu gösteriyordu.
78 Siiheyli,
Ravdü'l-Ünf, 1/81
79 Buhari, Sahih, 1/143 (357); Ahmed İbn Hanbel,
Müsned, 3/310 (14371); Halebi, Uyünu'l-Eser, 1/105
124
Amca Ebu Talib'in
Himayesi
Zaten sıcaklıktan bunalan Mekke'de, uzun süredir devam
eden bir kıtlık hakimdi. Sema, rahmet kapılannı kapatmış, yer de susuzluktan
gerilip çatlamıştı. Ne yeşillik adına bir şenlik, ne de pınarlarda bir damla su
kalmıştı. Hayvanlar kınlıyor, insanlar da hayatlannın en zor günlerini
geçiriyorlardı.
Bir ümit, Ebu
Talib'in yanına geldiler: - Ey Ebu Talib, diyorlardı.
- Kuraklıktan vadiler
kurudu ve artık çoluk-çocuk da, bu
dayanılmaz felaket
karşısında kınlıp duruyor. Ne olur, gel de yağmur duasına çıkalım!
Bu durumda zaten yapılabilecek başka bir şey yoktu ve
Ebu Talib de, yanına aldığı yeğeniyle birlikte, yağmur duasına kahlmak üzere
evinden çıktı. Sadece O'nun üzerinde, adımlannı takip eden bir bulut vardı.
Nihayet Kabe'ye kadar geldiler.
Sırtını Kabe'nin duvanna yaslayan Ebu Talib, önce yeğeninin
elinden tuttu ve O'nun eliyle birlikte kendi ellerini de kaldırarak, yağmur
yağdırması için Kabe'nin Rabbine yalvarmaya başladı.
Çok geçmeden, ufkun dört bir yanından hareket eden
bulutlar, Mekke'nin üstünde kümelenivermişti. Daha dua nihayete ermeden sema,
Kabe avlusunu rahmet damlalarıyla yıkamaya başlamıştı bile ... Arkası
kesilmeyen bir rahmet çağlıyordu. Nihayet, vadiler yeniden yeşermeye başlamış;
canlılar da eski günlerine dönmenin hareketliliğine yeniden kavuşmuşlardı.
Kıtlıktan kırılan Mekkelilerin yüzü artık gülüyordu.
Çoğu insanın gözünden kaçsa da Amca Ebu Talib, yapılan
dua ve duaya karşılık gönderilen rahmet karşısında çok duygulanmış; bütün
bunlara yeğeni Muhammed'in sebebiyle mazhar oldukları konusunda tereddüdü
kalmamıştı. Zaten
125
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
O'nun
geleceği konusunda çok hassas davranması gerektiğini biliyordu. Bu gelişme,
onun kanaatini bir kez daha pekiştirmiş, yeğenine olan saygısını bir kat daha
artırmıştı, Onun için, duygularını şiirin kalıplarına dökecek ve o gün
yeğeniyle birlikte Kabe'de yaşadığı bu ilahi mazhariyeti, gelecek nesillere
tatlı bir hatıra olarak bırakacaktı. 80
Ficar Savaşlan ve Hılfü'l-Fudül
Hemen
her hareketiyle diğer akranlarından aynlan Efendiler Efendisi, artık yirmi
yaşlarına gelmiş ve her haliyle Mekkelilerin takdirini kazanmıştı. Gelişmeler
karşısındaki duruşu ve sonuçlan itibariyle ortaya koyduğu yorumlan dikkatle
izlenir olmuş, kararlanndaki isabet sebebiyle müracaat kaynağı haline gelmiş
ve bugüne kadar ortaya koyduğu çizgi vesilesiyle yavaş yavaş kendisine, en
güvenilir insan manasında 'elEmın' denilmeye başlanmıştı,
Bu
arada Kureyş'in de içinde bulunduğu Kinane kabilesiyle Kaysoğullan arasında
yeni bir savaş" patlak vermişti. Bu iki kabile, teamülde uygulanan
kurallan da aradan kaldırarak birbirlerine saldırıyordu. Bu savaşta
Haşimoğullannm bayraktan, Efendiler Efendisi'nin bir diğer amcası Zübeyr İbn
Abdilmuttalib; Kureyş'in komutanı ise, Ebu Süfyan'ın babası Harb
İbn Ümeyye idi.
Aslına
bakılacak olursa, ağırlıklı olarak ticaretle uğraşan Mekke halkı, en azından
ticaretin yoğun olarak yaşandığı belli başlı aylarda, bölgede barış ve huzur
ortamının oluşabilmesi için aralannda anlaşmış ve bu aylarda savaş yapmayı
haram kabul etmişlerdi. Bu, o kadar yaygın bir uygulama idi ki, en azılı
kabileler bile bu prensibe uyar ve bu aylarda kılıçlarını
80 Bkz. Heysemi,
Mecmaü'z-Zevaid, 8/222
8ı Bu
savaş, eskiden beri yaşanan Ficar savaşlannın sonuncusuydu. Bundan önce de üç
kez yaşanmış ve söz konusu kabileler, yüzyıllarca hep savaş ortamında
olağanüstü hal yaşamışlardı.
126
Amca Ebfr Tiilib'in
Himiiyesi
kınlanndan
çıkarmazlardı. Zaten bu savaşlara, haddi aşma ve günah manasında 'Ficôr' denilmesi
de, böyle bir ilkenin çiğnenerek yasaklara uyulmamasından kaynaklanıyordu. Çok
çetin günlerdi. O kadar ki, savaşın rengi her an değişebiliyor; öğleye kadar
galip durumda olan, akşam üstü mağlubiyet yaşayabiliyordu.
Muhammedü'l-Ernin de, kendisi bizzat savaşa iştirak etmemekle
birlikte'" savaş halindeki amcalanna yardım ediyor; cephede göğüs göğüse
mücadele eden yakınlanna lojistik destek sağlamak maksadıyla ok
taşıyorduf'"
Nihayet, bu anlamsız savaşın insanlan yorduğu bir dönemde
Kureyş arasından birisi ileri atılacak ve iki tarafı sulha davet edecekti.
Teklif kabul görmüştü. İki tarafın da ölüleri sayıldı ve hangi taraftaki ölü
sayısı daha fazla ise, karşı tarafın bu fazlalık kadar diyet ödemesi
kararlaştınldı. Böylelikle Mekke'ye, yeniden huzur ve sükün hakim olmaya
başlamıştı.
Hılfii'l- Fudül
Bu arada Mekke'de, beklenmedik bir gelişme daha yaşanıyordu;
yine haram aylardan birinde adamın birisi, henüz güneşin yeni doğmaya başladığı
bir zaman diliminde Ebfı Kubeys dağına
çıkmış, avazı çıktığı kadar bağınyordu. Belli ki, önemli bir hadise, yine
huzuru kaçıracak bir olay vardı. Çok geçmeden etrafında büyük bir kalabalık
toplanıvermişti. Çaresizlik içinde kıvranıp duran ve her şeyini yitirmiş
olmanın sancısıyla sinir küpü haline gelen bu adama ilk yaklaşan yine,
Efendimiz'in amcası Zübeyr oldu. Yanına yaklaştı ve:
- Sana ne oldu, bu
kadar öfkenin sebebi ne, diye sordu.
82 Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve selIem)'in bu savaşlarda bizzat yer almaması, savaşın
haram aylarda gerçekleşiyor olmasından veya taraflar itibariyle birini
diğerine üstün tutacak dini bir telakki yahut fazilet açısından bir üstünlük
bulunmayışındandır.
83 İbn Hişam, Sire,
1/326 vd.
127
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Adam
çok dertliydi. Kendisini dinleyecek birilerini bulma ve bu vesileyle derdine
çare bulabilme ümidiyle konuşmaya başladı. Özetle, Kureyş arasından As İbn
Vail, bu adamın getirdiği mallan elinden almış ve malların bedelini, aradan
yıllar geçmesine rağmen ödemiyordu. Bugün-yarın derken oyalamış ve şimdi
de borcunu inkar edip açıktan ödemeyeceğini ilan etmişti. Birilerinin araya
girerek alacağını tahsil konusunda yardım etmelerini talep etmiş, onlar da bu
işe bulaşmak istememişlerdi. Anlaşılan, durup dururken kimse başının belaya
girmesini istemiyordu. O da, 'bir umut' deyip tek çareyi buraya çıkıp
durumdan herkesi haberdar etmekte bulmuştu.
Durumu
netlik kazanıp da ortada bir zulüm olduğu tescil edilince, vicdan sahibi olan
Mekke ileri gelenleri, yaşının olgunluğu ve Mekke'deki konumu itibariyleAbdullah
İbn Cüd'an'ın84 evinde
bir araya gelecek ve bu türlü durumlarda mazlumun hakkını zalimden alarak
adaleti tesis edeceklerine dair aralannda kalıcı bir söz vereceklerdi. İnsan
haklannın hiçe sayıldığı, güçlünün haklı görülüp zayıfın da sürekli horlandığı
cahiliye döneminde bu hadise, deyrim niteliğinde bir adımdı ve İnsanlığın
İftihar Vesilesi Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de, bu adımı atanlar arasındaydı.P''
84 Abdullah
İbn Cüd'an, cömert bir insandı. Bu toplantıda da mükellef bir sofra tertip
etmiş ve Mekke ileri gelenlerine güzel bir ziyafet çekmişti. İyiliğe meyilli
ve olgun bir insandı. Hz. Aişe validemizin amcası, Züheyr'in de babasıydı. Bu
sebeple Aişe validemiz bir gün, "Ya Resülallahl Şüphesiz İbn Ciid'an yemek
yedirir, misafire izzet-i ikramda bulunurdu; bütün bunlann ona, kıyamet
gününde bir faydası olacak mı?" diye sormuş ve Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem) de, "Hayır. Çünkü o, bütün bunları yaparken
bir defa bile, 'Rabbim, ne olur din gününde benim hatalarımı temizleyip
affeyle!' diyemedi." cevabını vermişti. Bkz. Müs1im, Sahih, 1/196
(214)
85
Yıllar sonra bu hadise yüdına düştüğünde, "O gün, Abdullah İbn Cüd'an'ın
evindeki sözleşmeye ben de şahit olmuştum. Benim için o, vadi dolusu kırmızı
develerden daha hayırlıdır. Vallahi de ben, şimdi de böyle bir gayret için
davet alsam, tereddüt etmez, bu davete icabet ederim." buyuracaktı.
128
Amca Ebu Tiilib'in H'i
m a y e s i
Toplantı dağılırken
artık herkes şunu çok iyi biliyordu:
Bundan
böyle Mekke' de, kendi ailesinden veya dışandan bir başkası tarafından zulme
maruz kalan herkesin muhatabı bu meclisti. Kabile gücü, şeref ve konumuna bakmadan
adil bir değerlendirme yapılacak ve zulmü yapan kim olursa olsun gidilip
ondan, mazlumun hakkı talep edilecekti.
İlk
uygulama da, tabii olarak Ebu Kubeys dağında ortalığı ayağa kaldıran ZebZdli
mazluma ait olacaktı. Hep birlikte As İbn Vail'in kapısına dayanmış, adamın
hakkını talep ediyorlardı. Karşısında Mekke ileri gelenlerinin ittifak ederek
hak talep ettiklerini gören As İbn Vail, kaçacak bir zemin bulamayacak ve
istemeyerek de olsa Zebidli zatın alacağını geri verecekti.86
Artık
Efendiler Efendisi Mekke' de, parmakla gösterilen, müracaat kaynağı bir 'Emin'di.
Bu sıfat, O'na
yakıştığı kadar hiç kimseye yakışmamıştı ve bunu,içinde yaşadığı toplum ittifakla
O'na layık görüyor ve isminden daha çok artık, O'nu bu sıfatla çağınyorlardı.
En yaşlı, tecrübeli ve bilge insanların arasında O'nun kapısı da aşındınlmaya
başlanmış ve O'na, sosyal statünün kendiliğinden takdir ettiği kalıcı bir statü
verilmişti.
Bu
arada, yirmi beş yaşlarına ulaşmıştı. Bir gün amcası Ebu Talib, O'nu karşısına
aldı ve şunları söylemeye başladı:
-
Ey kardeşimin oğlu, yeğenim! Biliyorsun ki ben, mal ve mülkü olmayan bir
adamım. Gün geçtikçe sıkıntılarımız artıyor ve gelen her yeni sene, hoşumuza
gitmeyecek sıkıntılarla birlikte geliyor. Ne malımız kaldı ortada, ne de bir
ticaretimiz!
Bu
cümlelerin arkasından belli ki bir teklif gelecekti, Zira bunlar, uzun zaman
düşünülüp de teker teker seçilerek kulla-
86 Bkz. İbn Sa'd,
Tabakat. 1/128; Süheyli, Ravdu'l-Ünf, 1/91
129
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
nılan
cümlelerdi. Bunları ifade ederken Ebu Talib'in yüzünde, yanlış bir işe adım
atma ihtimalinden kaynaklanan bir endişe de okunuyordu. Belli ki, zor bir
karann arefesindeydi.
-
Duydum ki kavmin, Şam taraflarına ticaret için bir kervan tertip etmiş.
Huveylid'in kızı Hatice de, bu kervanda görevlendireceği, ticaretinde
kendisine ortak güvenilir bir adam arıyormuş. Her ne kadar ben Senin, Şam
taraflanna gitmenden hoşlanmasam ve oradaki hasetkar bazı din adamlannın Sana
bir kötülük yapmalanndan endişe edip korksam da, çaresizim. O'na bir gitsen,
sanıyorum ki, Sana duyduğu güven, emniyet ve senin temiz fıtratm sebebiyle bu
iş için başkalan yerine Seni tercih edecektir ...
Öyle
'git' demek kolaydı; ama işi fiile dönüştürüp gitmek pek kolay
görünmüyordu. Onun için bu işin, ihtimallere bırakılmaması gerekiyordu. Bu
maksatla söze, işin burasmda Efendimiz'in teyzesi Atİke girdi ve "haya
abidesi bir insanın, kendini arz gibi bir konumda bırakılmaması" gerektiğini
ortaya koydu. Zira Efendimiz'in teyzesi .Atike, Hatice Binti Huveylid'in erkek
kardeşi ve Zübeyr İbn Avvam'm da babası olan Avvam İbn Huveylid ile
evliydi. İki tarafı da bilen bir insan olarak konuşuyor ve olmasını arzu ettiği
bir işte, sonuca götürücü bir rehberlik yapmak istiyordu.
Evet,
işin çoğu Ebu Talib' e düşüyordu. Ancak bunun için de, öncelikle
Muhammedü'l-Ernin'in onayı alınmalıydı. Ancak bu da zor olmayacaktı; cevap
bekleyen yüzlere Efendiler Efendisi:
-
N asıl isterseniz öyle olsun, diyor ve meseleye olumlu bakıyordu.
130
Olurunu alır almaz hemen Hatice'nin yanına gitti Ebu
Talib, Zira Hz. Hatice'ye, yeğenini bizzat anlatma lüzumunu hissediyordu. Çünkü
O, Mekke'nin en güvenilir ve en kaliteli insanıydı. Öyleyse, O'nunla iş
yaparken bu nazara alınmalı ve yine O'na verilecek ücret de başkalanndan farklı
olmalıydı. Böyle bir iş için Hz. Hatice'nin, başkalanna ne kadar ücret
verdiğini de biliyordu ve onun için Hz. Hatice'den bunun iki katını
isteyecekti.
Çok geçmeden Ebu Talib, Hatice'nin huzurundaydı. Hal ve
hatır sorma adına adetten ve alışılagelmiş konuşmalann ardından sözü kervana
getirdi ve yeğeni Muhammedü'l-Emin'in faziletlerinden söz açtı bir bir ...
Muhammed ... el-Emın ... Bu isim, Hatice için hiç de yabancı
değildi. Bilhassa amcaoğlu Varaka İbn Nevferin dilinden düşmeyen bir
isimdi. Küçüklüğünden beri kulağına hep O'nun haberleri fısıldanmış; gördüğü
rüyalann tevillerinde de hep, O'nun izleri sürülmüştü."
Şimdi bu ne büyük bir lütuftu; O'nu, gökte ararken yerde
bulmanın heyecanı vardı Hz. Hatice'nin üzerinde ... Kader
87 Bkz. Burak, Bekir,
Hazreti Hatice, Rehber Yayınlan, İstanbul, 2005, s. 15 vd.
131
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
yoluna
su serpmiş ve daha kervanı yola bile vurmadan, en büyük kazancı elde etmenin
sevincini yaşıyordu, hem de iliklerine kadar. Gelmiş geçmiş en karlı
ticaretini yapmak üzereydi. Malının tamamını bile istese, belki vermekte
tereddüt etmeyecekti. Ebu Talib'in sözleriyle irkildi; şöyle diyordu ona:
-
Ey Hatice! Bu iş için iki deve ücret vereceğinin haberini aldım; yeğenim
Muhammed, Emın'dir ve ben O'nun için bunun senden iki katını isterim.
Bir
müddet bu talebi alıp verdi zihninde ... Böyle bir kazanç için pazarlık yapılır
mıydı hiç? Hem, dünya ve ukba saadetine kapı aralamışken, devenin de lafı mı
olurdu? Nitekim Ebu Talib'in sözünün hemen akabinde şunları sıraladı teker
teker:
-
Ey Ebu Talib! Doğrusu sen, çok kolay ve hoşa gidecek bir ücret istemiş
bulunuyorsun! Bundan kat be kat daha fazlasını istemiş olsaydın vallahi de
ben, yine kabul eder ve tereddüt etmeden onu da verirdim. Sen bunu, hiç
sevmediğim ve uzak birisi için bile isteseydin yapardım; kaldı ki sen onu, benim
çok sevdiğim yakın birisi için talep ediyorsunl'"
Ücrette
de anlaşıldığına göre, artık kervanın yola çıkmasına bir engel kalmamıştı.
Önceki Şam yolculuğunda karşılaştıklan Rahip Bahira'nın sözlerini hatırlatarak
Amca Ebu Talib, dikkatli olması konusunda yeğenini uyarıyor ve dünyalık elde
edelim derken yeğeninden mahrum kalmamak endişesini ifade ediyordu.
Derken
o gün geldi, Efendiler Efendisi ve kervan Mekke' den hareket etti. Bu
yolculukta dikkat çeken bir husus gözlerden kaçmıyordu. Meysere89
adındaki bir şahıs, adım adım Muhammedü'l-Ernin'i izliyor, adeta yanından
hiç aynlmadan bütün hareketlerini takip ediyordu. Üç ay sürecek bir yolculuktu
88 İbn Sa'd, Tabakat.
1/156; Süheyli, Ravdu'l-Unf, 1/122
89
Meysere, Efendimiz'in bütün hareketlerini takip edip de kendisine rapor etmesi
için Hz. Hatice validemizin görevlendirdiği özel adamıydı.
132
Hz. Hatice ile ilk
Randevu
bu. Bu yolculuk
esnasında, yolcular da kaynaşmış ve Efendiler Efendisi'ni, daha yakından tanıma
imkanı bulmuşlardı.
Uzun
süren meşakkatli bir yolculuk sonunda nihayet Şam'a geldiler. Getirdiklerini
burada değerlendirip yeni yükler almak için kervandaki herkes, çarşı-pazarda
hummalı bir gayret gösteriyordu. Muhammedii'l-Emin de bunun için çarşının
yolunu tutmuştu. Derken birisiyle alış-veriş yapmış, ticarete konu olan hususta
anlaşmışlar ve mesele artık son noktanın konulmasına gelmişti. İşin burasında
adamın inadı tutmuştu. Muhammedü'lEmin'den yemin etmesini istiyordu. Üstüne
üstlük bu yemini de, o gün için en büyük put olarak bilinen Lôt ve Uzzô.
üzerine yapmasını talep ediyordu. Hayatının hiçbir karesinde temenna
durmadığı el yapımı bu zavallılar adına yemin edilir miydi hiç!.. Tabii olarak,
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), böyle anlamsız bir talebe tepki
gösteriyor ve:
-
Ben, onlar adına asla yemin etmem; zaten onlar kadar bana sevimsiz gelen bir
şey de yok, diyor; kendi şartlan kabul edilmedikçe de böyle bir anlaşmanın
mümkün olamayacağını ifade ediyordu.w
Beri
tarafta gelişmeleri izleyen Meysere için bunlar önemli bilgilerdi. Efendiler
Efendisi yanlarından aynlınca adam, gizlice Meysere'nin yanına yaklaşacak; Lat
ve Uzza adına yemin vermekten çekinen bu adamın kim olduğunu soracaktı:
- Onu tanıyor musun?
Kim bu adam?
Daha
Meysere'nin cevap bile vermesine fırsat bırakmadan da hükmünü verecek ve
şunlan söyleyecekti:
- Sakın O'nun peşini
bırakma; şüphesiz O, Nebi'dir.?'
90 İbn Sa'd, Tabakat.
1/130
91 Yemanl, Ümmiil-Mii'minin Haticeiii Bintü
Huveylid Seyyidetünfi Kalbi'lMustajd,119
133
Efendimiz (sallallalıu
aleylıi ve sellem)
Rahip Nastüra
Nihayet, Şam' daki işleri de bitmiş ve dönüş için yola
koyulmuşlardı. Meşakkat ağırlaşıp da yol yürünmez hale gelince bir yerde mola
verip dinlenmeye durdular. Herkes bir kenara çekilmiş, bir taraftan hesap ve
kitapla meşgül olurken diğer yandan da dinlenmeye çalışıyordu. Efendiler
Efendisi de, yaşlı bir ağacın altında oturmuş gölgeleniyordu.
Çok
geçmeden uzaktan koşarak gelen birisini gördü Meysere. Bu, kendilerini uzaktan
seyreden meşhur Rahip Nastüra'
dan başkası
değildi. Meysere'nin yanına geldi ve:
-
Şu ağacın altında oturup gölgelenen de kim, diye sordu. Meysere için bu,
cevaplaması kolay bir soruydu. Tereddüt etmeden:
-
O, Muhammed İbn Abdullah. Harem ehlinden bir genç, diye cevapladı.
Aldığı
cevap karşısında önce başını salladı Rahip. Belli ki, bu cevap ve üsluptan pek
hoşlanmamıştı. Zaten, O'nun kim olduğunu sorarken de, bir şeyler ima eder gibi
bir hali vardı. Siz bilmiyorsunuz dereesine bir taVlr içindeydi ve bir soru
daha yöneltti:
- O'nun gözlerinde
hiç, bir miktar kırmızılık var mı?
- Evet, var, dedi
Meysere.
Rahibin
kanaati kesinleşmiş gibiydi ve yemin ederek şunlan söylemeye başladı:
-
Vallahi bu ağacın altında, bu güne kadar Nebi'den başka kimse konaklamamıştır. 92
Belli
ki Rahip'in söyleyeceği çok şey vardı ve daha da konuşmak istiyordu:
-
Hiç şüphe yok ki O, bu ümmetin beklediği peygamberdir. Hem de peygamberlerin
en sonuncusudur.w
92
İbn Sa'd, Tabakat. 1/130 93 İbn Sa'd, Tabakat. 1/130
134
Hz. Hatice ile ilk
Randevu
Meysere'nin
şaşkınlığı devam ediyordu. Bütün bu gelişmelere pek bir anlam verememiştİ.
Sadece, hanımefendisi Hatice'nin kendisine verdiği görevi hakkıyla yerine
getirmenin hassasiyetiyle kulağını dört açmış; hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan
kaydetmeye çalışıyordu.
Rahipten
öğrenilecek çok şey vardı, Belli ki o da, aradığını bu kadar yakınında bulunca,
O'nunla ilgili daha fazla bilgi almak istiyordu. Onun için Meysere'ye, ağacın
altında dinlenen Allah Resülü'yle ilgili sorular soruyor ve kendisine, yol
boyunca karşılaştıkları ilginç olaylardan bahsetmesini istiyordu. O da,
alışveriş esnasında yaşanan yemin meselesini anlattı Rahip'e. Heyecanı bir kat
daha artmıştı. Belli ki, içi içini yiyordu. Verdiği hüküm, kesinlik ifade
ediyordu ve kendinden emin bir şekilde şunları söylemeye başladı tekrar:
-
ValIahi de bu, bizim bekleyip durduğumuz Nebi. Ne olur O'na iyi bak ve
göz-kulak 0l!94
Ardından
da, heyecanla Muhammedii'l-Emin'in yanına koştu. Önce, ihtimamla mübarek
alnından öptü ve ardından da, hızla ayaklarına kapanıp şunları söylemeye
başladı:
-
Ben şehadet ederim ki Sen, Allah'ın Tevrat'ta zikrettiği o şahıssın.w
Bu molanın ardından yeniden toparlanıp tekrar Mekke'nin
yollarına koyuldular. Havalar çok sıcaktı ve yolda gelirken Meysere, Allah
Resülü'nü, bulut şeklinde iki meleğin gölgelediğini görmüş ve hayretle
arkasından bakakalmıştı. Bu kadar sıcak bir ortamda iki bulut... Hem de, sürekli
birisini takip eden iki bulut ... Gittiği yere giden ve durduğunda da 01dukları
yerde sabit kalan iki bulut ...
94 İbn Sa'd, Tabakat.
1/130
95 Suyüti,
el-Hasaisii'l-Kübra, 1/51
135
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
° ise, tavrını hiç bozmadan emniyet ve güven içinde,
hiçbir şey yokmuşçasına yoluna devam etmekteydi. Bütün bunlar, Meysere'de
öylesine bir muhabbet hasıl etmişti ki artık o, varlığını Muhammedii'l-Emin'e
adamış; kendini O'nun bir kölesi gibi gôrüyordu.?"
Mekke'ye ulaştıklannda, günün en sıcak zamanıydı ve güneş
tam tepelerinde bulunuyordu. Kervanının haberini alan Hatice de, yüksek bir
mekana çıkmış gelişlerini seyrediyordu. Bir aralık gözüne ilişen manzaraya
takılıp gitti; zira, ticaretteki ortağı Muhammedü'l-Emin'in üzerinde iki melek
kanatlannı germiş, O'nu güneşin yakıcılığından koruyup ona gölge ediyordu.
Gördüklerini, yakın arkadaşlanyla da paylaşmak istemişti. Hemen onlan da yanına
çağırarak bu manzaradan onların da nasiplerini almalannı arzu etti. Gerçekten
de, seyrine doyum olmayan bir manzaraydı. Gören herkes, şaşkınlık ve
taaccübünü gizleyemiyordu.v'
Elbette Meysere için bu yolculuk, öncekilerden çok farklıydı;
ne bir haksızlığa şahit olmuş ne de yol boyunca bir huzursuzluk yaşamıştı.
Götürdüklerini Şam' da en iyi şekilde değerlendirmişler ve getirdikleri mallar
da, Mekke' de kat be kat değerle satılmıştı. Belli ki Hz. Hatice, aradığı
kaliteyi sonunda bulmuştu. Daha önce çok farklı kimselerle ticaret yapmıştı;
ama elbette ki 'İnsanlığın Emin'i bir başkaydı.
Aslına bakılacak olursa, Hz. Hatice'nin derdi, kar üstüne
kar getirecek mallannda değildi. 0, telasla Meysere'nin gelmesini bekliyordu ve
gelir gelmez de, yol boyunca şahit olduklannı sormaya başladı, teker teker.
Meysere, önce
Rahip'in sözlerini nakletti O'na. Gelirken
96 İbn Sa'd, Tabakat.
1/130, 131; Taberi, Tarih, 2/196 97 Taberi, Tarih, 2/197
Hz. Hatice ile ilk
Randevu
gördüğü
iki melekten bahisler açtı ardından. Şam'daki yemin talebi ve buna mukabil
Efendisi'nin tepkisini, ardından da adamın anlattıklarını aktardı
hassasiyetle. O kadar anlattı ki, yol boyunca yaşadıklarını evirip çevirip
yeniden aktarıyor, metanet ve güvenini öve öve bir türlü bitiremiyordu.
Zaten Hatice'nin
aradıkları da bunlardı. İçten içe kendini . yiyip tüketiyor ve ruh dünyasındaki
dalgalanmaları saklamaya çalışıyordu. Nasılolmasın ki, bütün yollar hep O'nu
gösteriyordu.
Hemen kalktı ve doğruca, kamil mürşidi Varaka İbn
Nevfel'in yanına gitti; Meysere'nin anlattıklarını paylaşacaktı yine
amcaoğluyla.
Duydukları karşısında Varaka da heyecanlanmıştı. Artık
o da, beklediğini bulduğundan emindi. Yorum bekleyen Hz. Hatice'nin yüzüne:
- Eğer bu anlattıkların doğru ise ey Hatice! Şüphesiz
Muhammed bu ümmetin peygamberidir. Ben de biliyordum ki, bu ümmetin beklenen
bir Peygamberi vardır. İşte, bu zaman da zaten O'nun zamanıdır.?"
deyiverdi.
Zira Varaka, Tevrat ve İncil'i İbranice aslından okuyup
yazabilen ender insanlardan birisiydi. Kitaplarda gördükleri onu, sürekli bir
beklenti içine sokmuş ve sık sık, 'Ne zaman?' diye O'nun geleceği günü
intizar eder olmuştu. Bunun için şiirler yazıyor, her fırsatta, gelişinin
gecikmesinden duyduğu üzüntüyü dile getiriyordu.
Varaka'nın yorumları çok önemliydi Hatice için. Görüldüğü
üzere, her şey O'nu işaret ediyordu; bugüne kadar dinledikleri, Mekke'nin
şehadeti ve Meysere'nin anlattıkları, hep
98 İbn Hişam, Sire, 2/10
137
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
yolların
birleştiği yeri ... Muhammedii'l-Emin'i, yani doğru adresi gösteriyordu. Artık
hiç tereddüdü kalmamıştı Hz. Hatice'nin. Yıllarca beklediği müjdelenen Nebi,
artık çok yakınındaydı. Evliliği zihninden silmişti; ama bugün O'na daha yakın
olmanın başka da bir yolu görünmüyordu.
Hz. Hatice, o güne kadar iki evlilik yaşamış ve bütün
tekliflere artık kapılannı kapatmıştı. Zira, onun için yaş kemale ermiş ve
ayakta kalabilmek için bir başkasının dayanağına da ihtiyacı kalmamıştı.
Bugünkü manada uluslararası bir ticari zemine sahipti ve emrinde çalışanlar,
sınırlan aşkın bir coğrafyanın insanlanydı. Rum, Fars ve Gassasine
beldelerinden adamlar çalıştırdığı gibi, emrinde daha yakın coğrafya sayılan
Hire ve Şam bölgelerinden de insanlar vardı.
Zengindi;
işini sağlam yapan akıllı, güzel, olgun ve herkesin rağbet ettiği şerefli bir
kadındı. O gün için Kureyş arasında, böylesi bir kıymet ve kadre kurban
olmayacak kimse yoktu. Kavminden her erkek, imkanı olsa ve buna gücü yetse,
onunla evlenmeye can atardı. O güne kadar kim bilir kaç kişi kapısını
aşındırmıştı; ama o bunlann hiçbirini kabul etmemiş; gelen herkese kapılannı,
bir daha da açmamak üzere kapatmıştı. 99
Ancak
bu sefer durum farklıydı ve böyle sürekli bir beraberlik için evlilikten başka
da bir. yol görünmüyordu. O güne kadar evlenmeyi düşünmeyen, belki de böylesine
nezih bir ev-
99
Hatta daha sonralan Ebu Cehil olarak şöhret bulacak olan Amr İbn Hişôm da,
ona evlenme teklifinde bulunanlar arasındaydı. Fakat Hz. Hatice, bunu da
tereddütsüz reddetmiş, açmamak üzere kapıyı arkadan sürgülemişti. Hatta daha
sonralan Ebu Cehil'in, Efendimiz'e karşı tavır almasının sebeplerinden
birisinin de bu izdivaç olduğu vurgulanmaktadır. Hatta böyle bir evlilik
gerçekleşince Ebu Cehil, kin ve nefretle köpürecek ve kendi kendine, "Evlenecek,
Ebu Talib'in evlatlığı ve Kureyş'in yetiminden başkasını bulamamış mı?"
diye tepki gösterecekti.
Hz. Hatice ile ilk
Randevu
Iiliğin
hayaliyle diğer talepleri geri çeviren Hz. Hatice, artık karannı vermişti.
Ancak, bunu nasıl açacağını bir türlü kestiremiyordu.
Hz.
Hatice'nin bu düşüneeli halini ve ondaki değişimi fark eden yakın arkadaşı Münye
kızı Nefise, bir gün yanına yaklaşacak ve şefkat dolu bir sesle şunlan
söyleyecekti:
-
Sana ne oluyor, bu halin ne ey Hatice? Bugüne kadar hep seninle birlikte oldum,
ama seni hiç bu kadar düşüneeli görmedim!
Önce,
meseleyi açıp açmama konusunda tereddüt geçirdi Hz. Hatice. Bir müddet suskun
kaldı öylece. Ancak, adım atmadan hayra nail olmanın imkanı yoktu ve neticede,
arkadaşına anlattı aklından geçenleri bir bir ...
Önce, şunlan söyledi:
-
Ey Nefise! Şüphe yok ki ben, Abdullah oğlu Muhammed'de, başkalanndagörmediğim
birüstünlükgörüyorum. O, dosdoğru, sadık ve emin, şeref ve pak bir nesep
sahibi, insanın karşısına çıkabilecek en hayırlı insan. Üstüne üstlük O'nun
için bir de, sürpriz ve güzel haberler var! Garip bir durum ... Meysere'nin
anlattıklanna bakınca ... Rahibin anlattıklannı dinleyip çarşı-pazardaki
gelişmelere şahit olunca ... Şam'dan kervanla gelirken üstünde kendisini
gölgeleyen bulutu seyrederken, kalbirn neredeyse yerinden fırlayacak gibi
oldu; inandım ki, bu ümmetin beklenen Nebi'si O'ndan başkası değil!
Nefise, hala meseleyi
anlamaya çalışıyordu:
-
İyi de, senin bu kadar saranp solman ve sabahtan bu yana düşüneeli bir hal
almanla bunun ne alakası var, diye mukabelede bulundu. Anlaşılan daha açık
konuşmak, meseleyi biraz daha açmak gerekiyordu. Hz. Hatice arkadaşına yöneldi
ve açık bir dille şunlan söyledi:
139
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve s e l l e m )
- O'nunla evlenmek suretiyle yollarımı birleştirmeyi
umuyorum; ancak buna da nasıl nail olacağımı bilemiyorum.
Bu sefer mesele
anlaşılmıştı. Halden anlayan Nefise şöyle
mukabelede bulundu:
- İzin verirsen,
senin için ben, bir nabız tutarım! Hz. Hatice'nin beklediği tepkiydi bu ve
heyecanla:
-
Eğer bunu yapabilirsen ey Nefise, hiç gecikme, hemen yap, dedi.
Çok geçmeden Münye kızı Nefise, oradan ayrıldı ve
Muhammedii'l-Ernirı'in yerini öğrenmek için adres sormaya başladı. Bir müddet
sonra da, Allah Resülü'nün yanındaydı. Önce selam verdi ve ardından:
- Ya Muhammed, diye seslendi. Efendimiz (sallallalıu
aleyhi ve sellern), bütün vücuduyla yönelmiş, Nefise'nin sözlerine kulak
veriyordu. Şöyle devam etti:
-
Senin evlenmene engelolan ne, Sen niye evlenmiyorsun?
Efendiler
Efendisi'nin beklemediği sürpriz bir soruydu bu, ve:
- Elimde evlenmek için imkanım yok ki, diye mukabelede
bulundu. Gerçekten de Resülüllah'ın elinde, evlenecek kadar maddi imkan yoktu.
Başkalarının sorumluluğunu üzerine alacak olan kimsenin, en azından onları
görüp gözetecek kadar bir imkanı olmalıydı.
Ancak bunun, bir problem teşkil etmediğini anlatacaktı
Nefise!.. Mal ve mülk kaybolup giden bir meta iken, asalet, şeref, emniyet ve
böylesi bir karakter, öyle kolay bulunacak bir kıymet değildi zira. Kapı bu
kadar aralanmışken, kapatmamak gerekiyordu ve ardından:
- Şayet Senin için bu, problem olmaktan çıksa ve
karşına, güzellik, mal, şeref ve Sana denklik itibariyle bir kıymet çıksa,
müspet cevap vermez misin, diye sordu.
140
Hz. Hatice İle İlk
Randevu
Cümleler, böyle bir
adayın olduğundan açıkça haber veri-
yordu
ve sözden anlayan Söz Sultanı sordu ona: - Peki, kim bu?
- Hatice, diye
cevapladı Nefise.
Huveylid'in
kızı Hatice'yi tanımamak olmazdı; daha birkaç gün önce onun kervanını Şam'a
götürmüş ve iyi bir ticaretIe gelip kendisine teslim etmişti. Ancak evlilik,
ticaret kadar kolay değildi. Onun için;
-
Bu nasılolacak ki, diye sordu. Nefise'nin derdi, bu işin nasılolacağı değildi;
o, sadece bir' kabul bekliyordu. İşte bu cümle de, o kabulü n bir
emaresiydi ve Allah Resülü'nden bunları duyar duymaz, rahat bir nefes aldı.
Zira bu, "Benim açzmdan problem değil, ama böyle bir evlilik
nasıl mümkün olabilir ki?" manasında bir tepkiydi. İşin bundan
sonrası, Nefise için daha kolaydı. Onun için de:
- Sen, onu bana
bırak. Ben hallederim, deyiverdi.
Tabii
olarak süküt, icabetin vuku bulduğunun habercisiydi ve süratle oradan aynlan
Nefise, doğruca Hatice validemizin yanına koştu. Müjdeyi, bizzat kendisi vermek
istiyordu. Koştu bir çırpıda ve anlattı bütün konuşmaları bir bir! Nefise'nin
getirdiği haber, rahat bir nefes aldırmıştı Hz. Hatice'ye. Konuya sıcak
baktığını öğrenir öğrenmez de, O'na rağbet edişinin ve evlilik talebinin
gerekçelerini bildiren bir haber gönderdi Özlenen Nebi'ye. Şöyle başlıyordu
sözlerine:
-
Ey amcamın oğlu! Şüphesiz ben, aramızdaki akrabalık bağlarının
yakınlığından,'?? Senin, kavmin arasındaki eşsiz konumundan, güzel ahlakın ve
emanete riayetinden ve sözündeki doğruluktan dolayı Sana talip oldum.
Amcalarına söyle de, işlerin tedviri için devreye girsinIer!
100
Baba tarafından Soyu, Efendimiz'in dedelerinden Kusay'da birleşmekte; benzeri
bir akrabalık bağı da, annesi tarafından Efendimiz'in bir başka dedesi Lüey'de
buluşmaktaydı.
141
Efendimiz (sallallalıu
aleylıi ve sellem)
Belli
ki, Allah Resülü'ne olan hayranlığını, olanca içtenlik ve titizlikle ifade
etmenin adıydı bütün bunlar. Ancak, böylesine önemli bir meselede,
büyükleriyle istişare etmeden karar vermek istemiyordu Allah Resülü de ...
Teklifi alır almaz doğruca amcası Ebu Talib'in yanına gitti ve Nefise ile
aralarında geçen süreci anlattı tek tek.
Evet,
yeğeni Muhammedii'l-Ernin, Ebu Talib için de çok değerliydi ve o kıymette bir
başkasını tanımıyordu. Ancak, Hatice de, öyle yabana atılacak bir kadın
değildi. İzzet ve onuruyla yaşadığı bir hayatı vardı ortada. Şeref ve nesep
yönüyle en önde gelenlerden birisiydi. Yeğeninin de bu işe sıcak baktığını
anlamıştı ve "Niçin olmasın?" diye düşünecek, hayır dileklerinde
bulunacaktı,
Artık,
yıllara yön verecek mutlu beraberlik vakti gelmişti. Ve çok geçmeden bir gün, Abdulmuttalib'in
oğullan Ebu Tôlib, Abbasıoı ve Hamza, Hatice'yi
isternek için yola koyulacaktı. Muhataplann oluru olsa bile, aileler arasında
geçerli olan merasimler yerine getirilmeli ve konu, bir velimeyle herkese
duyurulmalıydı. Önce Ebu Talib konuşmaya başladı:
-
Bizi, İbrahim nesIinden ve İsmail soyundan kılan Allah'a hamd olsun! Hasep ve
nesep itibariyle bizi, insanların hizmetine adayan, evine hizmetle bizi
şereflendiren, Harem'e hizmetle serfiraz kılan; bizim için evini, insanların
yönelip emniyet solukladığı bir mekana çeviren ve bizi, insanlar hakkında
hüküm vermekle öne geçiren şüphesiz O'dur.
Konuşmaya
başlamadan önce tercih edilen böyle bir hitap, işin ciddiyetini açıkça ortaya
koyuyordu. İnsanların teveccühüne mazhariyetin şükrü de, zaten böyle
olmalıydı. Ardından şunlan söyledi aile meclisinde:
101 Bazı
rivayetlerde, bu isteme işinde Hz. Abbas yoktur.
142
Hz. Hatice ile ilk
Randevu
-
Kardeşimin oğlu Muhammed'e gelince O, Abdullah'ın oğlu Muhammed'dir. Onunla kim
boy ölçüşmeye kalkışsa, mutlaka Muhammed, üstün gelir. Mal ve mülk itibariyle
pek bir varlığı olmasa da şeref, asalet, şecaat, cesaret, akıl ve fazilet
yönüyle herkesten üstündür O. Zaten mal ve mülk de, kaybolan bir gölge gibidir;
emanettir ve kalıcı olamaz. Ancak şu var ki, gelecek itibariyle O'nun hakkında
büyük haberler, herkesi hayran bırakacak yenilikler var! O sizden, kerimeniz
olan Hatice'yi talep etmektedir. Mehir olarak da ona, bir kısmı peşin ve diğer
bir kısmı da sonradan ödenmek üzere on iki ükiyye ve bir neşş'?'' takdir
etmektedir .103
Erkek
evinin talebine karşılık kız tarafından da söylenmesi gereken sözler vardı. Ebü Talib'in arkasından Hatice'nin
amcasıAmr İbn Esed de104 kalktı ve Hatice'nin faziletini
ifade eden benzeri sözler söyledi. Zira o gün Hz. Hatice'nin de babası yoktu; Ficar
savaşlannda ölmüş ve Huveylid'in kızı Hz. Hatice de, Resülullah gibi yetim
büyümüştü. Şöyle diyordu:
102
Bir neşş, yirmi dirheme; bir Ukiyye de, kırk dirheme tekabül etmektedir. Bu
durumda Efendimiz'in Hz. Hatice için takdir edilen mehiri, toplam beş yiiz dirhem
etmektedir. Bugünkü şartlarda ise bu, 1600 gram gümüş karşılığı bir değere
tekabül etmektedir.
Bir gün Hz. Aişe
validemize EbU Selerne İbn Abdurrahman şunu soracaktır: - Resülullah'ırı mehiri
ne kadardı?
- O'nun, zevceleri
için verdiği mehir, on iki ükiyye ve neşşdir. Peki neşş ne-
dir, biliyor musun? -
Hayır.
- Neşş, yanm
iikiyyedir. Bu da, beş yiiz dirhemdir. İşte bu, Resülullah'ın ha-
nımları için takdir
ettiği mehiridir. Bkz. İbn Kesir, Tefsir, 1/658 ; İbn Mace, Sünen, 1/607
(1886); İbn Hişam, Sire, 6/57
103
Bir kısmı nakit ve geriye kalam sonradan ödenmek üzere borç olarak yaklaşık
beş yiiz dirhem ... İşte, Efendiler Efendisi'nin, Hz. Hatice validemiz için
takdir ettiği mehirin bedeli ... Bazı rivayetlerde, EbU Talib'in ilan ettiğinin
dışında mehir olarak, Allah Resülü'nün de yirmi deve vaat ettiği anlatılmaktadır
ki, büyiik ihtimalle bu, o günün şartlannda beş yiiz dirhemin karşılığına
tekabül ediyordu.
104 Bazı rivayetlerde
bu ismin, Varaka İbn Nevfel olduğıı anlatılmaktadır.
143
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
-
Senin de zikrettiğin gibi, saydığın hususlarda bizi insanlara üstün kılan
Allah'a hamd olsun! Şüphe yok ki bizler, Arap'ın önde gelenleri ve
efendileriyiz. Sizler de öyle ... Araplardan hiç kimse, sizin faziletinizi
inkar edip şeref ve iftihar noktalarınızı yok sayamaz. Sizinle aynı kökten
gelme ve müşterek şerefimizin adına sizler şahit olun ki ben, -ey Kureyş topluluğu-
Huveylid kızı Hatice'yi, zikredilen mehir mukabilinde Abdullah'ın oğlu
Muhammed' e nikahladım.
İşin
sorumluluğunu üzerinde hisseden Ebu Talib, mecliste bulunan diğer akrabalardan
da aynı ikran duymak istiyordu. Bunun için:
-
İstiyorum ki bu kabule, diğer amcalar da iştirak etsin, dedi. Bunun üzerine
orada bulunan diğer bir amcası sözü aldı ve:
-
Sizler de şahid olun ki ey Kureyş, bizler, Abdullah'ın oğlu Muhammed'e
Huveylid'in kızı Hatice'yi nikahladık, diyerek aynı hükmü yeniden seslendirmiş
oldular.v"
Genel
kabul gören merasimler de tamamlanmış; artık iş velimeye kalmıştı. Çok geçmeden
o da yerine getirilecekti. Derken, koyunlar kesilip develer boğazlanmış ve
düğün-dernek için bir de meclis tertip edilmişti. Böylelikle, 25 yıl sürecek
zor; ama huzur dolu bir evlilik hayatı başlamış oluyordu.
Beri
tarafta, zamanın ağır şartlan allında zor günler yaşayan Ebu Talib'in
sevincine de diyecek yoktu; bir kenara çekilmiş ve yeğenine böyle bir kapı
aralayan Allah'a, içtenlikle hamd ediyordu.
Sevinen
sadece Ebu Talib değildi elbette; Mekkeliler bu birlikteliği o kadar içtenlikle
onaylamışlardı ki, duygulanm şiirin diliyle ortaya koyacak ve yapılan işteki
isabeti birbirlerine haykıracaklardı.
105
Yemani, Ümmü'l-Mü'rninin Haticetti Bintü Huveylid Seyyidetün fi Kalbi'lMustafa,
s. 65 vd.
144
Hz. Hatice ile ilk
Randevu
Ancak
o gün, hiç kimsenin sevinci, Hz. Hatice'ninkine denk olamazdı. O'nu o kadar
yakından takip ediyordu ki, düğünlerine,
artık ayrılmaz bir parçası olan kocası Muhammedti'l-Ernin'in süt annesi Halime-İ
Sa'dİye'yi de davet etmiş; böylelikle, yetim büyüyen süt yavrusunun
mutluluğunu onunla da paylaşmak istemişti.
Sevinci,
cömertliğine gölge düşürmeyecek ve yapması gerekeni unutturmayacaktı. Sabah
ayrılıp giderken Halime'nin yanında, sütünü verdiği Abdullah'ın oğlu
Muhammed'in kerim hatırına mukabil, bahtiyar Hatice tarafından hediye edilen
kırk baş koyun da vardı.
Birkaç
gün; Amca Ebu Talib'in evinde kaldıktan sonra artık, Hatice validemizin yeğeni
olan Hakim İbn Hizam'dan alınan yeni eve yerleşecekler ve böylelikle,
vahiy geleceği ana kadar 15 yıl süren, herkese örnek, yeni bir hayat
başlayacaktı. Muhammedii'l-Emin, bundan böyle herkese örnek bir aile reisiydi.
Yeri geldiğinde, ev işlerinde hanımına yardım ediyor, çoğu zaman kendi
ihtiyaçlarını bizzat kendisi karşılıyor ve böylelikle, karşılıklı saygı ve
sevginin esas olduğu mutlu ve örnek bir yuva inşa ediliyordu. Bunu yapacak
imkanı olmasına rağmen Hz. Hatice, kocasına bizzat kendisi hizmet edebilmek
için ev işlerini hizmetçi veya adamlanna bırakmıyor, bütün bunlan kendisi bir
ibadet neşvesi içinde yürütüyordu. O'nun hoşnutluğuna kendini öylesine adamış,
O'na öylesine kendini vakfetmişti ki, kılının bile ineinmesinden rahatsızlık
duyuyor ve O'nu rahatsız edici en küçük bir hareketinin olmaması için azami
gayret gösteriyordu.
Hane-i Saadetin Diğer Sakinleri
Efendiler Efendisi, Hz. Hatice validemizle hayatını
birleştirmiş ve yeni bir yuva daha kurulmuştu kurulmasına; ama bu yuvada
onlar, sadece kendilerini düşünüp yalnız kalmayacaklar; kendileriyle birlikte
başkalannın da elinden tutarak
145
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
onlan
da hayata hazırlayacaklardı. Anne ve babalan hayatta olsaydı, mutlaka onlar da
bu evin içindeki huzurdan soluklanacak ve evlatlanyla birlikte torunlannı
sevme bahtiyarlığına erişeceklerdi.
Öncelikle baba yadigarı Üm mü Eymen, İnsanlığın Emini ile birlikte bu eve
taşınmıştı. Efendisi Abdullah'ın yetimi ve hanımefendisi Amine'nin öksüzünün
ihtiyaçlannı gidermeye çalışıyordu.
Habib-i Zişan Hazretleri Efendimiz (sallallahu aleyhi
ve sellern), aynı zamanda bir vefa insanıydı. Hatice validemizle evlenip yeni
bir yuva kurar kurmaz diğer amcası Abbas'ın yanına gimiş ve Ebu Talib
ailesinin içinde bulunduğu sıkıntıyı gündeme getirerek bu evin yükünü
paylaşmalannı teklif etmişti. Nihayet, oğullanndan birisine Amca Abbas sahip
çıkacak; diğer oğlu Ali'yi de
Efendiler Efendisi kendi himayesine alacaktı. Himayede üçüncü dönem olarak
zikredilebilecek bu süreçte artık, Muhammedii'l-Emin, Ali için bir baba, Hatice
de; şefkat dolu bir anne idi. Bir taraftan en şerefli insanın rahle-i tedrisinde
terbiye görürken diğer yandan da asil kadın Hz. Hatice'nin şefkat ve merhamet
dünyasından doyasıya istifade etmiş oluyordu.
Bu evde yaşayan bir delikanlı daha vardı: Zeyd İbn Harise.
Zeyd, aslen hür bir ailenin çocuğu iken, annesiyle birlikte gittikleri ana
ocağında baskına uğramış ve köle pazarlannda satılmıştı. Ukaz panayınndan onu,
Hz. Hatice validemizin yeğeni Hakim İbn Hizam satın almış ve halasına
getirmişti. Kutlu izdivaç gerçekleşinceye kadar, bir müddet öylece hizmetine
devam eden Hz. Zeyd, artık bu yeni hanenin bir üyesiydi. Ancak çok geçmeden
statüsünde bir değişiklik olacaktı; zira, Kainatın İftihar Vesilesi'nin
hizmetine tahsis edilmiş ve O da, hürriyetin kapılannı sonuna kadar aralayıp
onu özgür bırakmıştı.
Bir başka genç de,
Hatice validemizin önceki kocası Ebu
Hz. Hatice ile ilk
Randevu
Hale'den
olan oğlu Hitıd idi. Bir aralık bu kervana, babası Avvam vefat ettikten
sonra küçük Zübeyr de katılacak ve o da, bu kutlu evde büyüme lütfuna
erişecekti.
Huzur Dolu Bir Yuva
İşte, böyle bir yuvada huzur olurdu. Başta Efendiler
Efendisi, tek başına bir huzur kaynağıydı. Huzuru rüyasında bile
göremeyenlerin, başlanndan aşağıya sağanak sağanak huzur yağmurlan boşaltmak,
varlığının gayesiydi O'nun.
Hatice validemizin şefkat dolu çabalan da, bu huzuru
besleyen önemli bir dinamikti. Efendisinin her hareketini, daha baştan doğru
olarak kabullenmiş ve asla tenkit etmeden aynen uygulama yanşına girmişti. Ne
zaman başı sıkışıp huzurunu kaçıran bir durumla karşılaşsa, gelir ve Hz.
Hatice validemizin karar kıldığı bu hanede sükün bulurdu.
Evin genelinde böyle bir huzur olduğu gibi her ikisi
arasında da, gıpta edilen bir samirniyet, koşulsuz bir teslimiyet ve şüphe
duyulmayan bir emniyet vardı. Hatta, aralanndaki samirniyet, başkalannın da
dikkatini çekiyor ve başkalan rastlamaya imkan bulamadıklan böyle bir hayata
hayranlıkla bakıyorlardı. Bir gün, kendisinden Hz. Hatice'nin yanına gitmek
için izin isteyen Muhammedü'l-Emin'in arkasına, Neb'a adındaki
earlyesini takan Ebu Talib, böylelikle O'nun, yeğenine olan alakasını öğrenmek
istemişti. Geri döndüğünde Neb'a, Ebu Talib'e şunlan anlatacaktı:
-
Gördüklerim çok ilginçti. Gelişini görünce Hatice, hemen kapıya yöneldi,
elinden tuttu ve O'na şöyle dedi:
- Anam babam sana feda olsun! Vallahi bunu ben, senden
başka hiç kimseye yapmam. Fakat biliyorum ki sen, geleceği beklenen
Peygambersin. O gününü yaşarken ne olur beni ve yanındaki konumumu unutma! Ne
olur, seni gönderen Allah'a benim için de dua et!
147
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Eşi
ve her konudaki destekçisi Hz. Hatice'den bu iltifatlan duyan Muhammedü'l-Emin:
-
Allah'a yemin olsun ki şayet o ben isem, benim için sen, asla zayi etmeyeceğim
nice fedakarlıklar yaptın, diyecek'P" ve sonrasında da onu asla unutmayaeaktı.v?
Çok
geçmeden bu yuva da semere vermeye başladı. Önce Kasım dünyaya geldi.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellemj'in, Kasım'ın babası manasında 'Ebu'l-Kôsım'
diye künyelendiği oğlu idi aynı zamanda. Ancak o, bu fani illernde kalıcı
değildi. Henüz emekleyip yürümeye başlamıştı ki, kanatlanarak cenneteuçuverdi.
106
ıo?
İbn İshak, Ahbarü
Mekke, 5/206
Bazı
rivayetlerde bu hadisenin, düğün öncesinde gerçekleştiği izlenimi vardır. Buna
göre Ebu Talib, Hatice'nin yeğenine olan talebinden emin olmak için, evlenmesi
için izin verdiği yeğeninin arkasından, Neb'a isminde bir cariyesini göndermiştİ.
Böylelikle konuşmalarına muttali olacak ve bunun, kalıcı bir yuvanın başlangıcı
olmasından emin olacaktı. Şu tembihte bulunuyordu:
- Git de dinle
bakalım; Hatice O'na neler söylüyor?
Neb'a,
Efendiler Efendisi'ni takibe koyuldu. Nihayet Hz. Hatice'nin bulunduğu mekana
gelince, yanına oturup konuşmaya başladılar. Sözü açan yine Hz. Hatice idi:
-
Anam babam Sana feda olsun! Allah'a yemin olsun ki, bütün bunları ben, Senin,
gönderilecek Nebi olduğunu umarak yapıyorum. Şayet, gerçekten o Sen isen, ne
olur beni ve konumumu unutup aklından çıkarma! Aynı zamanda, Seni peygamber
olarak gönderen Allah'a benim için de dua et!
Bu kadar içten ve
sırf Allah için ortaya konulan gayret karşısında Efendiler Efendisi de şunları
söyleyecekti:
-
Valiahi de, şayet o Ben isem, elimden geleni yapar ve seni zayi etmem. Şayet o,
benden başkası ise, bu durumda, kendisi için bütün bunlara katlandığın ilah
seni asla zayi etmeyecektir! Bkz. Yemani, a.g.e. s. 68
Henüz
risalet yoktu; ancak, kıymet, her yerde ayrı bir kıymet ifade ediyordu. Ne zaman
gerçekleşirse gerçekleşsin, hak adına bir hakikatin seslendirilmesinden başka
bir şey değildi bütün bunlar ...
Hz. Hatice İle İlk
Randevu
Kasım'ın
vefatı üzerinden iki yıl geçmişti ve Efendimiz'in kızlanndan Zeynep validemiz
dünyaya geldi. Aynı zamanda Zeynep, dünyaya gelen ilk kız çocuğuydu. Ardından,
bir yıl sonra Rukiyye ve Rukiyye'den üç yıl sonra da Ümmii
Gülsüm dünyaya
gelecekti. Fatıma validemiz ise, vahyin gelmeye başladığı yıl dünyayı
şereflendirecekti.
Hatice
validemizin dünyaya getireceği son çocuğu Abdullah olacaktı. Henüz,
Hira'daki vuslat başlayalı iki yıl olmuştu. Müslüman bir zeminde dünyaya
geldiği için Abdullah'a Tayyib ve Tahir de deniliyordu. Kaderin
ayn bir cilvesi ki Abdullah da uzun yaşamayacak ve üç ay sonra o da dünyaya
veda edecekti. Anlaşılan Allah (celle celaluhü), kendisinden sonra yaşanması
muhtemel kargaşalardan onlan masün kılmak istiyordu.
149
KABE'NİN TAMİRİ VE SÖZ
KESEN HAKEM
Aradan
on yıl daha geçmiş ve İnsanlığın Emini otuz beş yaşlanna gelmişti. Bugünlerde
en çok konuşulan husus, zamanla aşınan Kabe'nin yeniden tamir işiydi. Üstelik,
yıkılan duvarlar arasından hırsızın biri içeri girmiş ve orada bulunan bazı
kıymetli eşyayı alıp kaçmıştı. Bu arada bir kadın ateş yakmış ve bu ateşten
sıçrayan bir kıvıleımla Kabe'nin örtüsü tutuşarak yanıvermişti. İşte, bütün
bunlan birlikte değerlendiren Kureyş, bir an önce Kabe'yi tamir karan almıştı.
Cidde
yakınlannda karaya
oturan bir geminin haberi Kureyşlileri sevindirmişti; zira bu geminin yükü,
tam da aradıklan malzeme ile doluydu. Üstelik gemide, inşaat işini yapabilecek
usta da vardı. Hiç vakit kaybetmeden VelId İbn Muğıre başkanlığında bir
heyet, tarif edilen yere giderek malzemeleri satın alıp Rum asıllı usta Baklim'la
birlikte Mekke'ye
geri döndü.v"
Sıra,
işin taksimine gelince ortam birden gerilmiş ve Kabe'ye hizmet gibi bir krediyi
her kabile kendi adına kullanma yanşına girişmişti. Nihayet, her bir duvan
belli başlı kabileler arasında taksim edilerek bir anlaşma sağlanmıştı.
ıo8 İbn Sa'd,
Tabakat. 1/145
151
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Ancak,
yapmak için önce yıkmak gerekiyordu ve bunun için kimsede cesaret yoktu.
Başlarına bir musibet gelmesinden korkuyorlardı. Eline manivela alıp ilk
kazmayı vuran, yine Velid İbn Muğire oldu:
-
Allah'ım! Bunu yaparken, hayırdan başka bir muradımız yok, diyor ve elindeki
manivelayı titizlikle kaldınp indiriyordu. Hatta o gün, kimse cesaret edip
yıkma işlemine girişemedi. En azından aradan bir günün geçmesini
bekliyorlardı; şayet ertesi güne kadar başlarına bir olumsuzluk gelmezse Rabbin
razı olduğu kanaatine varacaklar ve bu işleme devam edeceklerdi. Aksi halde bu
işten vazgeçecek ve bir daha akıllarına bile getirmeyeceklerdi.
Ertesi
gün olmuş ve herkes, dünden farksız olarak sabahlamıştı. Belli ki, bu işte
Rabbin de rızası vardı ve her bir kabile, kendi payına düşen yerden başlayarak
önce yıkım işlemi tamamlandı.
Nihayet,
Hz. İbrahim'den kalma temellere kadar inmişlerdi. Aralarından biri, bu temele
ilişince, Mekke'nin şiddetle sallandığına şahit oldular ve akıbetlerinden
korkarak, yeni inşaatı bu temellerin üzerinde yükseltme kararı
aldılar.ı"?
Taş
taş üstünde yükselen Kabe, Rükne kadar geldiğinde yeni bir tartışma konusu
ortaya çıkmış ve ortam yeniden gerilmişti. Zira her bir kabile, kendileri için
kutsal saydıkları Hacerii'l-Esıied denilen kara taşı kendilerinin
yerleştirmesi gerektiğinde ısrar ediyor ve bunun için de bir türlü aralarında
anlaşamıyordu. Gerginlik o kadar artmıştı ki, neredeyse herkes iş-gücünü
bırakmış; birbirlerine saldırmak için fırsat kollar hale gelmişti; daha Ficar
savaşlarının yaraları yeni kapanırken bugün yeniden, yüzyıllarca devam edecek
bir savaşın eşiğine gelinmişti.
İşte tam bu sırada,
Kureyş'in en yaşlı adamı Ebu Ümeyye,
109 İbn Sa'd,
Tabakat, 1/146; Taberi, Tarih, 2/200
152
Ka b e t n i n Tamiri ve Söz Kesen Hakem
ayağa kalkmış
vuruşmak için fırsat bekleyen gergin Mekkelilere şöyle sesleniyordu:
-
Ey Kureyş topluluğu! En iyisi siz, gelin aranızda bir hakem tayin edin ve bu
anlaşmazlığa bir son verin! Gelin, Kabe'nin şu kapısından ilk giren insan
aranızda hakem olsun ve ne derse onu yapın!
Önce
herkes bu teklifi şöyle bir tartmış ve ardından da haklı bularak kabul etmişti.
Hayır adına çıktıklan bir yolda, ne de olsa yüzyıllar sürecek bir şerre kapı
aralamak istemiyorlardı. Herkes bu teklifi kabul ettiğine göre şimdi iş, söz
konusu kapıdan gelecek ilk insanı beklerneye kalmıştı.
Bir
pazartesi günüydü. no Uzun ve sessiz bir bekleyişin ardından herkes kulak
kesilmiş; gelen ayak seslerinin sahibini merakla beklerneye durmuştu. Nihayet
bu kapıdan, bekleşen Kureyş üzerine doğan ilk sima, İnsanlığın Emini Hz. Muhammed'den
başkası değildi. O'nu görünce hep bir ağızdan:
-
İşte, Emin geliyor! Biz, O'nun vereceği hükme razıyız, demeye başladılar.
N
eden herkesin kendisine baktığını ve görür görmez de böyle bağırdıklannı öğrenip,
gelişmeleri de teker teker dinledikten sonra; Muhammedü'l-Emin önce büyük bir
bez parçası getirmelerini talep etti onlardan. Çok geçmeden bu talep yerine
gelmiş ve Muhammedü'l-Emin'in ne yapacağı merakla beklenir olmuştu.
Önce,
getirilen bezi yere serdi Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern). Ardından
da, kendi elleriyle Hacerü'l-Esved'i kucaklayıp bu bezin üzerine koydu. Bu
sırada, dikkatle ne yaptığını gözleyen meraklı bakışlara yöneldi ve:
no
Efendiler Efendisi'nin hayatında pazartesi gününün ayrı bir yeri vardır; dünyaya
teşrif ettikleri gün pazartesi olduğu gibi Hira'da ilk vahye mazhar 01duklan
gün de pazartesi idi. Medine'ye hicrete başladığı gün de, Medine'ye ulaştığı
gün de yine pazartesi idi. Yüce dostluğu tercih edip dünyaya veda ettiği gün de
pazartesiden başkası değildi. Bkz. Süheyli, Ravdu1-Ünf, 1/129
153
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
-
Her bir kabile, şu bezin bir tarafından tutarak taşı kaldırsın, buyurdular.
Zekice bir çözümdü ve bu hükme, hiç kimsenin itirazı olmadı. Çünkü her bir
kabile, taşın konulmasında ortak olmuş, el birliği ile onu yerden kaldınyordu.
Nihayet taş, rükun hizasına gelince Muhammedii'l-Emin, taşı orada sabit
tutmalarını istedi onlardan. Ardından da, kendisi yaklaştı ve yine mübarek
elleriyle taşı kavrayarak yerine yerleştiriverdi. Belli ki Allah (celle
celaluhü), ilk insan Hz . .Adem'le birlikte yeryüzüne inen ve Hz. İbrahim'le
Hz. İsmail zamanından bu yana Kabe'yi şenlendiren cennet kaynaklı bu taşın
yerleştirilmesini, bizzat Son Nebi'sinin eliyle gerçekleştirıneyi murad etmiş
ve zamanlamayı da böyle takdir etmişti. İşin doğrusu her şey, O'nunla yeniden
asli haline dönmeye başlamıştı.
Artık
mesele, fetanet-i a'zam sahibi Efendiler Efendisi'nin küçük bir müdahalesiyle
tatlıya bağlanmıştı ve günlerdir ara verilen tamir işi böylelikle yeniden
başladı ve zamanı gelince de nihayet buldu. 111
O
(sallallahu aleyhi ve sellern), Cibril-i Emın'le de tanışmadan önce öyle bir
hayat yaşamıştı ki, zamanın belli bir anını O'nunla birlikte yaşama imkanı
bulanlar, insanlık adına her türlü fazileti ilk defa O'nda tanıyacak ve
bunları, unutulmaz birer hatıra olarak zihinlerine nakşedeceklerdi.
Efendimiz,
Abdullah İbn Ebi Hamsô. adındaki
bir genç ile alışveriş yapmış ve bu zat, Efendimiz' e borçlanmıştı. Borcun ne
zaman ve nerede ödeneceği konusunda da anlaşmış ve birbirlerinden aynlmışlardı.
Gün gelip de sözleştikleri zaman gelince Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern), buluşacaklan mekana gelip beklerneye başladı. O gün, akşama kadar
orada
111
Bkz. İbn Sa'd, Tabakat. 1/146; Taberi, Tarih, 2/201; Süheyli, Ravdu'l-Ünf,
1/129; Belazuri, Ensab, 1/99
154
Kiibe'nin Tamiri ve
Söz Kesen Hakem
bekleyecekti,
ama Abdullah verdiği sözü unutmuş ve zikredilen yere gelmemişti. İkinci gün
yeniden beklerneye başladı. Ancak, genç Abdullah, o gün de gelmeyecekti.
Derken, üçüncü gün Abdullah'ın aklına, Muhammedü'l-Emin'le olan anlaşma gelecek
ve gecikmiş olmanın heyecanıyla sözleşme mahalline koşacaktı. Üzerinde, O'nun
gibi bir insana karşı sözünde duramamış olmanın mahcubiyeti vardı.
Anlaşma
mahalline geldiğinde ise, tahmin ettiği gibi İnsanlığın Emini orada
bekliyordu. Gözünü, genç Abdullah'ın geleceği mekana çevirmiş ve "Belki
biraz sonra gelir." diye üç gündür orada beklerneye durmuştu.
Genç
Abdullah'ın telaşla kendisine doğru gelişini görünce O da sevinecekti. Ancak,
tarihe not düşme adına şunlan da söylemekten kendini alamayacaktı:
-
Ey genç! Beni zor durumda bırakıp epeyce meşakkat verdin; üç gündür Ben, burada
seni bekliyorum.v"
112
EbU Davüd, Edeb, 90 (4996). Abdullah İbn Ebi Hamsa, yıllar sonra Müslüman
olduğunda Mekke dönemine ait bu olayı, tatlı bir hatırası olarak yM edecek ve
böylelikle tarihe önemli bir not düşmüş olacaktı.
155
GELİŞİNDEN
ÖNCE HAZIRLANAN ORTAM ~
Evet,
içinde bulunduğu çağ, cehaletin en yoğun şekilde yaşandığı çağdı; gözünün
değdiği her yerde, ruh dünyasını örseleyecek birçok olumsuzluk vardı. Ancak bu,
hayır ve yümün adına etrafında hiçbir hareketin olmadığı anlamına da
gelmiyordu. Beri tarafta, ender de olsa iyilik ve faziletten bahseden, küfür
ve cehalete bayrak açanlar da vardı ve bunlar, O'nun geleceği zemini hazırlama
adına önemli bir misyon eda ediyorlardı. Bilhassa, Varaka İbn Nevfel, Zeyd
İbn Amr ve Kuss İbn Sdide'nin gözleri, sürekli semaları süzüyor ve
ufuklarda, insanlığı yeniden kurtuluşa davet edecek olan Son Nebi'yi arıyor,
etraflarında biriken insan kitleleriyle, gelmesi gereken Kutlu Misafir'in
gecikmesinden duydukları üzüntüyü paylaşıyorlardı. Hele, bunlardan birkaçı bir
araya geldiğinde, aralarındaki sohbetin vazgeçilmez konusu bu oluyordu. Şiirin
diliyle O'nu seslendiriyor, buldukları her kalabalığa O'nun vuslat türküleriyle
yönelip hitap ediyorlardı.
157
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Kabe'deki Yankı ve Varaka'nın Yorumlan
Bir gün Zeyd İbnAmr113 ile Ü meyye İbnu'
s-Salt'ın 114 konuşmalanna şahit olmuştu Mekke. Yine sözü, o Son Kurtarıcı'ya
getiren Zeyd, şunlan söylüyordu Ümeyye'ye:
-
Allah'ın hükmü ve Haniflik hariç, kıyamet günü bütün dinler boş ve faydasizdır.
Takındığı ciddi
tavırla da şunlan ilave edecek ve soracak-
tı:
-
Dikkatli ol! Bu beklenen peygamber, bizden mi, sizden mi, yoksa Filistin
ehlinden mi?115
Başka bir dünyadan bahsediyorlardı ve konuşulanlar da,
öyle yabana atılacak meseleler değildi. Konuşanlar ise, Mekke'nin en bilge
insanlarıydı. Onlann bu konuşmalanna muttali olan bir başka Mekkeli Abdullah
İbn Osman (Hz. Ebfı Bekir), işin
gerçek yönünü öğrenmek için doğruca Varaka İbn Nevfel'in yanına koşacak ve ona
bunlann ne anlama geldiklerini soracaktı. Zira onun da gözleri semadan ayrılmıyor,
geleceği ümidiyle sinesi inip kabanyordu. Oturdu yanına ve Kabe'nin avlusunda
dinlediklerini anlattı bir bir. Ardından da, meselenin ne olduğunu sordu ona
...
- Evet ey kardeşimin oğlu, diye söze başladı Varaka. Hitaptaki
kucaklayıcılık ses tonuna da yansımış; kıymetini bilen
113
Zeyd İbn Amr, Efendiler Efendisi zuhür etmeden önce, O'nun gelişini müjdeleyenlerden
birisidir. Gelişinin geciktiğini göriince, bir başka yerde ortaya çıkmış
olabileceği ümidiyle yollara koyulmuş ve bu yolculuğu sırasında, gelecek
Nebi'yi ararken yol kesiciler tarafından öldüriilmüştür. Bkz. İbn Hişam, Sire,
2/58-60
114
Ümeyye, pek yakında bir peygamberin geleceğine kesin gözüyle bakıyor ve bunun
kendisi olacağım düşünüyordu. Daha sonra mesele tebeyyiin edip de risalet
kendisine verilmeyince, kavmiyet düşüncesinin kurbanı olacak ve bekleyip
durduğu Zat'a gelip iman edemeyecekti. Bir gün konuyu Ümeyye'ye getiren Allah
Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), "Şiiri iman etti, ama kalbi kafir
gitti." buyuracaktır. Bkz. İbn Hacer, İsabe, 1/251
115 Suyüti,
Hasaisu'l-Kiibra, 1/42
158
Gelişinden Önce
Hazırlanan Ortam
bir insana kıymetli
haberler vermenin hassasiyetine bürünmüştü. Şöyle devam etti sözlerine:
- Ehl-i Kitap ve bütün ulema, bu Beklenen Nebi'nin, nesep
yönüyle Arap'ın ortasından çıkacağında müttefiktirler. Ben nesep ilmini de iyi
bilirim. Senin kavmin, nesep yönüyle Arap'ın ortasıdır, diye de ilave etti.
Bu sözleriyle Varaka İbn Nevfel, Ebu Bekir'in dikkatini
çekiyor, adres gösteriyor ve kendi kabilesine bu nazarlabakmasını tembihlemiş
oluyordu. Bunun üzerine Ebu Bekir:
-
Ey amca! Bu Nebi ne ile gelecek? Ne söyleyecek, diye sorunca Varaka:
-
O'na söyleneni söyleyecek. Ancak O gelince ne bir zulüm ne de zulüm yapılacak
bir zemin kalacak,u6 dedi.
Aynı
Ebu Bekir, başka bir gün Zeyd İbn Amr'ı şöyle seslenirken duyacaktı:
- Ey Kureyş topluluğu! Nefsim, yed-i kudretinde olana
and olsun ki aranızda, benden başka İbrahim'in peşinden gideniniz yok. Şüphe
yok ki ben, İbrahim ve O'nun arkasından da İsmail'in peşinden gidiyorum. Ve ben
şimdi, İsmailoğullanndan gelecek bir Nebi'yi bekliyorum; sanınm ben O'na da
yetişeceğim.
Onun
bu sözlerini duyan bir başka ihtiyar Amir İbn Rabia seslendi:
-
Şayet O'na yetişip görürsen, benden de selam söylemeyi unutma!"?
Şayet bu bilge ihtiyarların dedikleri doğru ise, dünya
nice sürprizlere gebe demekti. O kadar emin konuşuyorlardı ki, inanmamaya imkan
yoktu. Aynı zamanda her biri, aynı noktaya parmak basıyor ve en ince detayına
kadar hep, gelecek o Son Nebi'den bahsediyorlardı.
u6 Suyüti,
Hasaisu'l-Kübra, 1/42
u7 İbn Sa'd, Tabakat,
1/161; İbn Kesir, el-Bidaye, 6/64
159
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Artık Ebu Bekir, olaylara daha farklı bakıyordu. Zaman
zaman Kabe'ye gidiyor ve insanların acınası hallerini garipseyerek
seyrediyordu. Bilgelerden duydukları, ölümün ikizi olan uykularını esir alıyor;
rüyalarında bile artık, adım adım gelecek Nebi'nin peşinde gidiyordu. Nasıl
gitmesin ki, semtine uğradığı her bilge, aynı şarkının sözüne ritim tutuyor,
karşılaştığı her candan dost da, sürekli aynı nakaratı terennüm ediyordu.
Bir tarafta insanlığın iflasina inat, diğer yanda
kurtuluş reçeteleri yazan bilgelerle insanlar, gelecek Nebi'nin adından
evsafına, insanlar arasındaki yadından etrafındaki insanların özelliklerine
kadar nice hakikatten bahsediyorlardı.
Şam'daki Rüya ve Rahibin Hatırlattıkları
Ticaret maksadıyla bir gün Şam'a gitmişti Ebu Bekir. Burada,
bir rüya görmüştü; geceleyin ay parçalanmış ve Mekke'ye inerek buradaki bütün
evlere giriyordu. Aynı ay, yeniden dolunay halini aldıktan sonra da, bir bütün
halinde kendi evine gelip orada karar kılmıştı.
Çığlıklarla uyandı uykusundan. Unutamayacağı kadar haz
veren bir rüya idi bu ve kendini tutamayıp, güvendiği salihbir rahibin yanına
giderek anlattı ona gördüklerini.
Rahibin
yüzünde güller açıyordu. Cümlelerini bitirir bitirmez de:
- Şüphesiz O'nun
günleri geldi, dedi.
Şaşırmıştı.
Rüyasını tevil etmesi için yanına geldiği adamın neden bahsettiğini
anlamamıştı. Bunun için de:
- Ne diyorsun sen, diye tepki gösterdi. Bakışlarındaki
sıcaklık, aslında her şeyi anlatıyordu. Bunun için Ebu Bekir, anladığının doğru
olup olmadığını tasdik etmesi için:
- Bekleyip durduğumuz
Nebi mi, diye sordu.
160
Gelişinden Önce
Hazırlanan Ortam
Önce
başını salladı rahip ve ardından da, beklenen cevabı verdi:
-
Evet. Sen de O'nunla birlikte iman edecek ve insanlar arasında O'na en çok
yardımcı da yine sen olacaksınl:"
Ticari işlerini bitirip Şam'dan dönerken zihninde hep O
vardı. Zaman zaman ellerini bir bayrak gibi kaldınp şiir terennümüne başlardı.
Bir aralık, etrafındakilere: '
-
Hanginiz Ümeyye İbn Ebi's-Salt'ın şiirinden okuyacak, diye sordu. Birisi ileri
atılıp:
-
Ümeyye'nin o kadar çok şiiri var ki, hangisini okumamızı istiyorsun ey
nessabete'l-Arap,"? diye karşılık verdi.
-
Dikkat edin! Bizim Nebi'miz var, diye cevapladı. Bunun üzerine kervandan
birisi, şunlan terennüme başladı:
-
Dikkat edin! Bizim, bizden bir Nebi'miz var ki O bize, ana kaynağımızdan
yannımız adına haberler verecek!
Biz
biliyoruz ki, şayet ilim fayda veren bir değer olmasaydı, baştan sona kılıçtan
geçirilirdik.
Ey
Rabbim! Ne olur beni şirke düşmekten ebediyyen koru ve kalbimi, dünya yaşadığı
sürece iman ile doldur.
Zira ben, hacıların kendisi için haccettiği ve dine ait
değerleri O'nun için bayraklaştırdıkIan Zat'a sığınırım bütün kötülüklerden! 120
Dönüş yolu, Rahib Bahira'rıın memleketi Busra'dan geçiyordu.
Buraya kadar gelmişken meşhur rahibi ziyaret etmemek olmazdı. Aynı zamanda,
gördüğü rüyayı bir de ona anlatmak istiyordu ve doğruca, rahibin yalnız
yaşadığı manastıra gitti.
Şam'
da gördüğü rüyayı anlattı ona da. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı rahibin ve
sordu ona:
118 EbU Ca'fer
et-Taberi, er-Rıyadü'n-Nadıra, 1/413 (333)
119 Arapların soyunu
en iyi bilen, şecere ilmine vakıf kimse demektir.
120 Ali Muhammed,
el-İnşirahu ve Ref'u'd-dikı bi sireti Ebi Bekr es-Sıddik, s. 34
161
Efendimiz (sallallalıu
aleylıi ve sellem)
- Sen nerelisin?
- Mekkeliyim,
cevabını verdi sükünetle Hz. Ebu Bekir.
Belli ki Rahip, daha
fazlasını istiyordu ve:
- Neresinden?
Kimlerden, diye sıkıştırdı onu.
- Kureyş'ten, diyordu
şaşkın bakışlarla.
Belli ki bu cevap da
kesmemişti rahibin hızını. Tekrar sor-
du:
- Sen ne işle
meşgulsün?
- Ticaretle, cevabını
verdi yine aynı sükı1netle.
İşinburasında
Rahip, Ebu Bekir'in de merakını giderecek cümlelerini sıralamaya başladı bir
bir:
-
Şüphesiz Allah senin rüyanı sadık çıkaracaktır. Çünkü çok geçmeden, senin
kavmin arasından bir Nebi gelecek. Sen de, O hayatta olduğu müddetçe veziri,
öldükten sonra da halifesi olacaksın!
Ebu
Bekir, şaşkınlıktan ne diyeceğini bile unutmuştu. Bu kadar net bir adres
gösterme karşısında, utancından ne diyeceğini bilemez hale gelmişti. Derin
derin düşünüyordu; acaba bu kim olabilirdi? Aslında düşünmeye ne hacet; bütün
berraklığıyla beraber yakın arkadaşı Muhammedii'l-Ernin önünde duruyordu.
Evet, olsa olsa bu, O olabilirdi ... Ancak, henüz O'ndan bunu destekleyecek bir
cümle duymamıştı. Evet, belki putlara karşı çıkıyor, insanların elinden tutup
yoksullan gözetip kolluyordu, ama "SİZİn beklediğinizNebi benim."
manasına gelen hiçbir sözüne şahit olmamıştı. En iyisi, bir müddet daha
izlemek gerekiyordu.v-
Her
geçen gün O'na biraz daha yaklaşıyor ve ayn bir ünsiyet peyda ediyordu.
Kendisini o kadar fark ettiriyordu ki, zifiri karanlık bir geceye doğan dolunay
misali, yüzüne bakmaya doyum olmuyordu. Mekkeliler de bunun farkındaydı.
121 Ebu Ca'fer
et-Taberi, er-Rıyadü'n-Nadıra, 1/413 (333)
162
Artık
dünya, şafağın sökün etmeye durduğu zamanı gösteriyordu. Hemen her taraftan,
O'nunla ilgili haberler geliyordu. Sema kapılan kapanmış ve artık kahinler
kulak hırsızlığı yapamaz olmuşlardı. Yahudi ve Hristiyan din adamlan, ittifakla
artık vaktin yaklaştığını ve Beklenen Nebi'nin gelmek üzere olduğunu söylüyor
ve bütün bunlar, bir nebze hakikate aşina gönüllerde büyük bir beklenti
oluşturuyordu.
Bu
arada Efendiler Efendisi, Hak katındaki hakikatinden uzaklaştınlan Kabe'yi,
istemeyerek de olsa terk ediyor ve yanına aldığı azığıyla birlikte sessizliğin
peşine düşüyordu. Çünkü, cehaletin koyuluğu gittikçe artmış ve Kabe'nin dört
bir yanı putlarla doldurulmuştu. Put ve putçuluk düşüncesini yere çalmış Hz.
İbrahim gibi bir peygamberin, ihlas ve samimiyetle tesis ettiği Kabe,
Mekkelilerin elinde oyuncak haline gelmiş, Alemlerin Rabbi'ne kulluğu
unutan insanlar, sanal ve sahte ilahlara neredeyse kurban olma yanşına
girmişlerdi. Belli ki, Ruh-u Pak'ını bu durum, sıktıkça sıkıyordu. Huzur
vermek için inşa edilen yeryüzünün ilk binası Kôbe, o gün için adeta
kasvet merkezi haline getirilmek istenmişti. Bu sebepledir
163
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
ki
Allah Resülü, o havadan uzaklaşmaya çalışıyor, bir yandan her adımı O'nu
buradan uzaklaştınrken diğer taraftan gönlünü orada bırakıyor ve bir türlü de
Kabe'den kopamıyordu.
Ayrılıp uzaklaştığında da, yine onu seyredebileceği bir
mekanı tercih ediyordu. Bu mekan, Nur adıyla bilinen bir dağın
zirvesiydi. Bu zirvenin, Kabe'yi kuş bakışı süzen tarafında Hira adında
bir mağara bulunuyordu. İşte Efendiler Efendisi, Kabe' den uzaklaştığı demlerde
buraya kadar geliyor; günlerce, hatta aylarca burada kalıp, zamanını kullukla
kıymetlendiriyordu. Belli ki bu, kıyamete kadar hükmü devam edecek evrensel
bir mesajı omuzlayabilmek için Cenab-ı Mevla'nın takdir ettiği bir kaderdi.
Mahzun Nebi'nin boynu büküktü; ara sıra, mağaranın dehlizinden
süzdüğü Kabe'nin de boynunu bükük görüyor ve bu manzara karşısında bir kez daha
boynunu bükmek zorunda kalıyordu. Belki de gelecekteki iman dolu, temiz ve
dupduru halini tasavvur ederek o günlerin hayaliyle bir nebze olsun teselli olabiliyordu.
Burada kaldığı sürece, kendine mahsus bir kullukla dolup taşıyor ve belki de,
uzaktan süzerek hicranını dile getirdiği Kabe ve ona yapılanlan bir bir
zikredip, sıfırlanan insanlık kredisini yeniden kendilerine bahşetmesi için
dua dua yalvanyordu. Saatlerce yürüyerek ulaştığı Nur Dağı, adeta nurun
sahibine davetiye çıkarmış, beraberce semadan gelecek nuru beklerneye
durmuşlardı . .Adeta Kabe'ye rüküa durmuş Hirô'ôs: O'nun, ağyara
kapalı, Hakk'a açık kendine göre bir ibadeti; mübarek elleriyle yüzünü
buluşturduğu anlarda da, başka zamanlarda hissetmediği tarifi imkansız bir
gönül ziyafeti vardı.
Belli ki vakit, daha da yaklaşmıştı. Şafak sökün etmek
üzereydi. Zira, bunu müjdeleyen birçok emareyle karşılaşıyordu. Başını yastığa
koyduğunda mana alemini şenlendiren ve gözlerini açtığında da orada gördüğü
gibi neticelenen 'sa-
164
Vuslata Doğru
dık
rüyalar' sıklaşmış;
ötelerden sürekli mesajlar getiriyordu. Vahyin öncüleriydi bunlar ve bilhassa
vuslatın altı ay öncesinde, birbirini takip eden muştulara dönüşmüş ve daha
bir kendini hissettirir olmuştu. Bugünlerde Resül-ü Ekrem Efendimiz, akşam
gördüğü bir rüyanın ertesi gün karşısında cereyan eden bir hadise olduğuna
tanık olur122 ve iki alem arasındaki irtibatıtefekküre dalarak uzun
uzun düşünürdü. Belki de bunlar, yaklaşan vahiy ortamına bir hazırlık manasını
taşıyordu.
Görülen
rüyalar genelde Hz. Hatice validemizle paylaşılır ve O da, dimağına yerleşmiş
ve kesin kanaat haline gelmiş beklentileri istikametinde yorumlar yapar, bu
süreçte Efendisine destek olmaya çalışırdı. Bir defasında Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern), evinin üstünden bir tahta çekilerek buraya büyük bir delik
açıldığını; sonra buraya gümüşten bir merdiven konulduğunu ve oradan iki
adamın içeri girdiğini görmüştü. Bu manzara karşısında birilerini yardıma
çağırmak istiyor, ama bir türlü konuşamıyor; yardım için fırsat bulamıyordu.
Sonra bu adamların her biri gelip O'nun iki yanına oturdu. Sonra tuttu birisi,
elini vücuduna sokup buradan iki kaburga kemiği çıkardı. Sonra da göğsüne
yönelerek buradan kalbini çıkanp eline koyuverdi. O kadar gerçekçiydi ki elinin
izini iliklerine kadar hissediyordu. Bu arada yanındaki arkadaşına şunu
söylüyordu:
- Bu salih adamın
kalbi ne kadar da güzel bir kalp.
Sonra
da kalbini yıkayıp temizledi ve tekrar alıp onu yerine yerleştirdi. Çok
geçmeden kaburga kemiklerini de olduğu yere iade etti. Ardından da, geldikleri
yere yönelerek merdivenden çıkarak gözden kayboldular. Giderken merdiveni de
alıp götürmüşlerdi. Artık tavan, yeniden eski haline getirilmiş ve her şey
normale dönmüştü.
Beklenen Nebi, tabii
olarak bu rüyasını da önce Hatice
122
Bkz. Buhari, Sahih, 1/6; Miislim.Sahih, 1/97; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 2/153
165
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
validemize
anlattı. Böylesine kritik günlerinde en büyük destekçisi Hz. Hatice, yine
kendisinden beklenilen tavn ortaya koyuyordu:
-
Müjdeler olsun sana, dedi önce. Ardından da, metin bir ses tonuyla şunlan
söyledi:
-
Şüphesiz ki Allah, Senin için sadece hayır murad etmektedir. Bunda da bir
hayır vardır; müjdeler olsun Sana! 123
Evet, önlerine bir yol takdir edilmişti ve onlar da,
takdir edilen bu yolda adım adım ilerliyorlardı. Hz. Hatice validemiz de bu
yolun farkındaydı ve onun için, kendinden emin konuşuyor ve Efendisine destek
olmaya çalışıyordu.
Bütün
bunlara ilave olarak bir de, karşılaşılan her bir ağaç, her bir taş ve her bir
canlı, Efendiler Efendisi'ni görür görmez tavır değiştiriyor; O'na selama
duruyor ve Gelecek Nebi'ye vuslat öncesinde temennada bulunuyordu. ilk insanla
başlayan süreçte, bütün peygamberler ve onlann zemininde yetişen evliyaullahın,
müjdesini vererek 'geliyor' diye dikkat çektikleri bir Zat'ın
teşrifinde, elbette varlık da üzerine düşeni yapacak ve yanına yaklaştığında
selama duracaktı. Zira gelen, varlığın yaratılışındaki yegane sebepti. Çünkü,
şayet O olmasaydı varlık da olmayacaktı.
Benzeri hadiselerle sıklıkla karşılaştığı bir günün
ardından yine hane-i saadetlerine gelmiş ve Hatice validemize endişelerini
aktarmıştı. Yine ortada, O'nun metanet dolu destekleri vardı:
- Şüphesiz ki Allah, seni asla zayi etmez ve sana bir
kötülük dokundurmaz. Çünkü Sen, sözün en doğrusunu söyler; emanete sadık kalır
ve yakınlannı görüp gözetirsin.w-
123 Buhari, Sahih, 4/1894 (4670) 124
Buharl, Sahih, 6/2561 (6581)
166
Vuslata Doğru
Hz. Hatice'nin Telaş ve Gayretleri
Her aynlışı, Hz. Hatice için ayn bir hüzün ifade ediyordu.
Belli ki Allah Resülü, Hira' da ayn bir huzur solukluyordu; ama beri tarafta,
her aynlışında Hz. Hatice'nin yüreği ağzına geliyor; Efendisinin başına bir
şeylerin gelmesinden endişe duyuyordu. Bunun için arkasından adamlarını
gönderiyor ve emniyette olup olmadığını görmek istiyor; koruyup kolI amaları
için tembih üstüne tembihte bulunuyordu.Pö
Hatice
validemizin hazırladığı azığını alıp gittiği demIerde, bazen kendisi geri gelip
yeni bir azıkla geriye dönse de, zaman zaman Hatice validemiz, hasretine
dayanamadığı evinin direği ve gelişini gözlediği efendisi için kendisi yollara
düşüyor ve kilometrelerce yürüyüp saatler süren gayretleri neticesinde,
Efendiler Efendisi'ne kendi elleriyle azık taşıyordu.126 Bazen de
Hira'nın sırlı atmosferini Efendisiyle birlikte solukluyor, bin bir güçlükle
ulaştığı Hira'da, O'nunla kalarak zamanını paylaşmayı en büyük bahtiyarlık
sayıyordu. Zaman zaman da yolları, bugün İcôbe Mescidi olarak anılan yerde birleşiyor ve
buluştukları bu mekanı mesken tutarak geceliyorlardı. Daha sonra da Efendimiz,
yeniden aynlarak mağaraya çıkıyor, Hatice validemiz de evinin yolunu
tutuyordu.
Bir
kadın için, kocasının evinden bu kadar ayrı kalması, dayanılacak bir durum
değildi; ancak Hz. Hatice, uzayan ayrılıklar karşısında en küçük bir tepki
göstermiyor, hatta tepki vermek bir yana Efendisi'nin yalnızlığını paylaşarak
O'nu, gelecek günleri adına hazırlayıp teşvik ediyordu.
Yine böyle ayn kaldığı demIerden birisinde Efendimiz (sallallalıu
aleyhi ve sellern), kendisini görmediği halde birisinin şöyle seslendiğini
duymuştu:
125 İbn Kesir,
el-Bidaye, 3/n
126 Buhari, Sahih,
3/1389 (3609)
167
Efendimiz (sallallalıu
aleylıi ve sellem)
- Ya Muhammed! Ben
Cibril'im.
Belki bu da, vahiy öncesinde bir hazırlık anlamına geliyordu.
Endişeyle irkilen Efendiler Efendisi, yine Hatice'nin teselli ve temkin dolu
dünyasına yöneldi ve teker teker anlattı sesi ve sesin geldiği ciheti. Ardından
da, yüreğine işleyen bir ses tonuyla:
-
Allah'a yemin olsun ki, büyük işlerin olacağından endişe duyuyorum, dedi.
Metanet insanının tavrı, öncekilerden farklı değildi;
olamazdı. Istırap ve sıkıntılannı dindirecek şu cümleleri sıraladı teker
teker:
- O ne söz! Allah'a sığınınz ondan! Allah (celle
celaluhü) hiç seni zayi eder mi? Sen ki, emaneti yerine getirir ve zayi etmez,
akrabalannı görüp gözetir ve ellerinden tutarsın; Sen hep, sözün en doğrusunu
söylersin."?
Yine bir gün, akşam karanlığı basmış ve herkes evine çekilmişti.
Etrafı derin bir sessizliğin aldığı böylesine yalnız bir akşam, Cibril' e ait
aynı sesi duymuştu. Kendisine:
- Selam, diyordu. Yine, hızlı adımlarla teselligahına
yöneldi Allah'ın Resülü (sallallalıu aleylıi ve sellern). O'nun bu telaşını
gören Hz. Hatice:
- Bu ne hal? Bir şey mi oldu, diye sordu. Yine tuttu,
başından geçenleri anlattı kerim eşine. Sözünü bitirir bitirmez de:
- Müjdeler olsun sana. Çünkü selam, sadece hayırdır,
dedi heyecanla.v" Heyecanında metanet ve durduğu yerin resarıeti
hissediliyordu. Bununla belki de o, "Selamla sana hitap eden kim olursa
olsun, neticede mutlaka hayırla karşılaşılacak demektir. Çünkü selam, esenlik
yüklüdür." demek istiyordu.
127 Buhari, Sahih,
ı/4 (3)
128 İbn Hammad,
ez-Zürriyyetü't-Tahira, ı/33
168
Ve
derken bir gün ... Takvimlerin miladı 6ıo'u gösterdiği bir Pazartesi günü ...
Ramazan'ın on yedisi... Nur Dağı'nda nurlar buluşmuş, sema ile yer arasında
kopmaz bir bağ kurulmuştu. Vahiy meleği Cibril-i Emın gelmiş ve rahmet
peygamberi Muhammedii'l-Emin'e risalet vazifesini açıktan tebliğ
ediyordu. İki emniyet, Nur dağında birbirine kavuşmuştu ve böylelikle insanlığa
yeni bir emanet geliyordu. Artık Nür'un, Nür'u karşılama
mevsimi gelmiş; yeryüzünde nurlu bir süreç başlıyordu. Semavi olanı, arzi
olanını kucaklayacak ve "Oku!" diyecekti. Dağ ve taşın, taşımaktan
aciz kaldıklan bir mesuliyetin konulmasıydı bu omuzlara ... Vazifenin azameti
karşısında hissedilen ağırlık, dayanılacak gibi değildi.
Aynı
zamanda neyi okuyacaktı? Okuma-yazma bilmiyordu ki! Herhangi birisinin dizinin
dibinde oturup da tahsil görmemişti. Rabbinden başka ufkunu dolduracak ikinci
bir mercii olmamıştı O'nun.
-
Ben okuma bilmem ki, diye mukabelede bulundu. Cibril, yaklaşmış ve
yeniden.kucaklamıştı. Takatini zorlayıncaya kadar sıkıyor ve ardından bırakarak
yine:
-
Oku, diyordu. Resul-i Kibriya, yine aynı cümleyi tekrarlayacaktı:
169
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve s e l l e m )
- Ben okuma bilmem
ki!
Belli
ki bu işin arkasında başka bir mesele vardı. Çünkü Cibril yeniden yaklaşmış ve
Muhammedü'l-Emin'i belinden kavrayarak, olanca kuvvetiyle sıkıyordu. Bir müddet
sonra bırakırken aynı şeyi söyledi:
-Oku!
- Ben okuma bilmem
ki! Ne okuyayım, diye tekrarladı
Allah
Resülü. Aynı işlem yeniden başlamıştı. Nihayet, mesele çözülecek gibiydi.
Kucakladığı Habib-i Zişan'ı bırakan Cibril şunlan söylüyordu:
-
Yaratan Rabbinin adıyla oku! O ki, insanı yapışkan bir hücreden yarattı. Oku
ki, o Rabbin, sonsuz kerem sahibidir. Kalemle yazmayı ve insana bilmediği
şeyleri öğretendir 0.129
Mesele
şimdi anlaşılmıştı; çünkü Rabb-i Rahim'in adıyla olunca, her şey okunurdu.
Gerçi, henüz okunması gerekenin ne olduğu anlatılmamıştı. Ama, göze çarpan ve
kulağa gelen her şey, okunmak için yaratılmıştı. İnsanın önünde duran her bir
varlık, yaratıcısını anlatan birer ayet olarak arz-ı endam ediyordu ve şuurlu
varlık olan insanın, bu dili çözebilmesi için de, varlığı iyi okuması
gerekiyordu. 130
Aynı
zamanda bu emirde, bugüne kadarki birikimini, bundan sonra geleceklerle aynı
paralellikte değerlendirme telkini de vardı. .. Bundan sonra ceste ceste inecek
olan Kur'an ayetlerini, her defasında yeniden başa dönerek tekrar okumanın
tahşidatı da gizliydi burada ... Zira bu kitap, öyle bir kenara konularak terk
edilecek veya hürmet için bile olsa kaliteli malzemeye sanlarak duvarlara
hapsedilecek bir kitap değildi; her yönüyle o, mü'minle birlikte yaşayan bir
mesaj olmalıydı.
129 Bkz. Alak, 96/1-5
130
Kur'an'da geçen 'ayet' kavramlannın belki % 90'1, bu türlü bir okumadan
bahsetmekte ve insanı Allah'a ulaştıran delillerin, sadece sureleri meydana
getiren cümleler değil, aynı zamanda en küçüğünden en büyüğüne kadar varlığı
meydana getiren unsurlar olduğunu anlatmaktadır.
170
Ve Vuslat
Bunun
içinse, öncelikle iyi okunması ve anlamak maksadıyla ve ciddi bir teveccühle
kendisine yönelinmesi gerekiyordu. Çünkü o, teveccüh nispetinde kapılannı
aralar ve taliplerine hazinelerinden en nadide inciler takdim ederdi.
Bir de bu emir, bundan sonraki vazife adına yeni bir
başlangıcı ifade ediyordu; bu vesileyle insanlara gidecek ve onlan da hak dine
davet edecekti. İşte bu vazifeyi yerine getirirken Allah Resülü'ne, muhatabı
olduğu insan karakterini iyi okuması telkin ediliyor ve muhatabını iyi tanıdıktan,
ruh haletine ait şifreleri çözdükten sonra onunla, kendi anlayacağı dilden
konuşması gerektiği anlatılıyordu.
Bu arada, Hira'daki ilk vazifesini yerine getiren
Cibril, aynlıp gitmiş ve bir anda gözden kaybolmuştu. Yaşadıklannın tesiri
bütün ihtişamıyla üzerinde duruyordu. Bir müddet sonra anladı ki, dilinde
terennüm ettikleri, Cibril'in az önce getirdiklerinden başkası değildi; Onun
getirdikleri harfi harfine kalbine yerleşmişti ve O da, bunlan tekrarlayıp
duruyordu.
Artık mesele daha netti; bugüne kadar yanlışlıklanna
şahit olduğu insanlığın, bundan sonra doğruyu bulması konusunda rehberlik
vazifesi kendisine verilmişti. İş başa düşmüştü; inecek ve Mekke'deki ilk
muhataplanndan başlayarak dünyayı, Rabbin arzuladığı istikamette yeni bir boya
ile tanıştınp herkesi Rahmani bir kıvama davet edecekti. Zira, öncekiler gibi;
ama öncekilerden farklı olarak bütün insanlan kucaklayacak bir vazife, risalet
vazifesi O'na verilmişti ve O da, bu vazifeyi yerine getirmek için artık
Mekke'ye iniyordu.
Artık,
Nur dağında buluşan iki Nur, bundan sonra sıklıkla bir araya gelme vaadiyle
birbirinden aynImış ve Allah'ın Resülü (sallallabu aleyhi ve sellern), karşılaştığı
yeni haberle birlikte hızla Mekke'ye yönelmişti. Kendisine yüklenen misyonun ağırlığıyla
iki büklüm ve Hira'da yaşadığı vuslatın hazzıyla
171
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
kalbi
duracak gibi oluyordu. Zira bütün bedenini, vahyin ağırlığı kaplamıştı. Bu
esnada, semada bir sesin yankılandığına şahit oldu:
- Ya Muhammed! Sen,
Allah'ın Resülü'sün, ben de Cibril! Mübarek başını semaya kaldırdığında. bütün
ihtişamıyla karşısında Cebrail duruyor ve aynı şeyi tekrar ediyordu:
- Ya Muhammed! Sen,
Allah'ın Resülü'sün, ben de Cibril! Adeta, olduğu yere çakılıp kalmıştı Allah
Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem); ne bir adım ileri atabiliyor ne de geri
dönüp gidebiliyordu. Öylece bir müddet bekledikten sonra nihayet başını
hareket ettirmeye başlamıştı. O da ne? Yöneldiği her bir yanda aynı manzara
vardı! Her bir cihetteki ufku bütünüyle Cibril-i Emin kaplamış öylece
duruyordu.
Beri tarafta Hz. Hatice, geri dönüşü gecikince
endişelenmiş ve bir haber getirmeleri için yine arkasından adamlarını
göndermişti. Hira'ya gittiğini bildikleri için onlar da, tabii olarak buraya
yönelmiş, ama bir sonuç elde edememişlerdi.
Derken, hayret ve dehşet anları sona ermiş ve Efendiler
Efendisi, yeniden Mekke'ye yönelmişti. O ne gariplik ki, yolda yürürken dört
bir yandan:
- Allah'ın selamı Senin üzerine olsun ya Resülallah,
diye sesler geliyordu. Bu seslerin geldiği cihete yöneliyordu, ama hiç kimseyi
göremiyordu. Çok geçmeden anladı ki, karşılaştığı her bir ağaç ve taş, O'nun
önünde temenna duruyor ve kendisine selam verip açıkça risaletini tasdik
ediyordu. 131
Heyecanla evine döndü
ve:
- Beni örtün! Beni örtün, diye vefalı eşinden üstünü
örtme sini istedi.l32 Daha
sonra da mübarek başını Hatice validemizin dizine koydu. Dikkatlice
gelişmeleri izleyen metanetli kadın, şefkat dolu sesle:
131 İbn Hacer, İsabe,
7/601; Miinavi, Feyzü'l-Kadir, 3/19 132 Buhari, Sahih, 4/1874 (4638)
172
Ve Vuslat
- Ey Eba Kasım! Nerelerdeydin? Allah'a yemin olsun ki,
ardından adamlanmı gönderdim, Mekke'de bakmadık yer bırakmadılar; ama Senden
bir haberle geri dönemediler, diye Efendisi'ne olan muhabbetini dile
getiriyordu.
Bir aralık Efendiler
Efendisi:
- Kendimden korkuyorum ey Hatice! Bir zarann gelmesinden
endişeleniyorum, deyince, yine aynı teselli kaynağı olan kerim eş devreye
girdi:
-
Asla endişe edip korkma! Allah, Seni asla zayi etmez, muhafaza eder, dedi önce.
Ardından da:
- Çünkü Sen, akrabalannı görüp gözetir, düşkünlerin
elinden tutar ve ihtiyacı olanlan da giydirirsin. Aynı zamanda Senin misafirin
hiç eksik olmaz, her hareketinle Sen, sürekli Hakk'ın peşindesin ve yine Sen,
bütünüyle hayır yollanna kendini adamış birisin.P''
Toplumda oluşabilecek bu türlü boşlukları doldurup eksiklikleri
gidermeyi kendine vazife edinmiş Birini, işin Sahibi yalnız bırakır mıydı
hiç!.. Aslında bu haliyle Hz. Hatice, her bir Müslüman kadın için örnek
alınacak bir tavır sergiliyor ve dünya adına hayırda en öne geçmenin bir
modelini koyuyordu ortaya. Tabii ya, Allah için en sıkıntılı günlerde rüştünü
ispat edenleri O, hiç yalnız bırakır mıydı?
Ve çok geçmeden Allah Resülü, başından geçenleri
anlattı O'na, ilk olarak. Tecrübe, metanet ve sabır insanı Hz. Hatice,
tevekkülü tam bir insandı ve gayet metindi, Başkalarının kendisinden emniyet
dilendiği bir Emin'in sahipsiz olmadığını zaten biliyordu. Kendisinden
beklenen metaneti ortaya koyacak ve destek olması gereken bir zamanda, Minatın
iftihar ettiği Yüce Kamet'i yalnız bırakmayıp O'na destek olacaktı:
-
Müjdeler olsun sana ey amcamın oğlu, diye başladı sözlerine. Ardından da:
133 Buhôri, Sahih, ı/4
(3)
173
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
- Bulunduğun yerde sebat et ve kararlı ol! Hatice'nin
nefsi elinde olana yemin olsun ki Sen, bu ümmetin beklenen Nebi'sisin, dedi.
Zira ona göre zaten bu, beklenen bir sonuçtu ve hiç tereddütsüz hemen
oracıkta, imanla tasdik etti O'nu ve O'na birlikte gelenleri!..134
Ardından da, üzerini örtlüğü Resülullah'ı hanelerinde Rabb-i Ranimiyle birlikte
yalnız bırakıp bir başka kapıya yöneldi.
Mekke'de
bu haberle sevinecek birisi daha vardı ve Hatice de, hiç vakit kaybetmeden amca
oğlu Varaka İbn Nevfel'in yanına koştu. Kerim zevcesinin anlattıklannı anlattı
bir bir Varaka'ya!.. Her bir ifadesi, Varaka'nın dünyasında fırtınaların
kopmasına sebep oluyordu. Bir noktaya gelince dayanamadı ve:
-
Kııddüsl., Kuddus,ı35 diye haykırmaya başladı yaşlı bilge. Ardından da ilave
etti:
- Varaka'nın nefsi yed-i kudretinde olana yemin olsun
ki, şayet bana anlattıkların doğruysa ey Hatice! Bu gelen, Musa ve İsa'ya gelen
Namus-u Ekber'dir. Ve şüphesiz ki O da, bu ümmetin Nebi'sidir. Git ve bunu O'na
söyle, olduğu yerde sebat etsin.136
Demek ki, toprağın altındaki tohum çatlamış ve artık filiz
verme yoluna girmişti. Beklenen an gelmişti ve insanlığın maküs talihi
değişmeye başlamıştı: İnsanlığın yönünü değiştirecek bu olayı, bir de
vasıtasız dinlemek gerekiyordu ve yine Hz. Hatice'nin delaletiyle, Kabe'nin
avlusunda buluştular çok geçmeden. Yaş farkı, itaate engel değildi ve önce
Allah Resülü'nün alnından öptü yaşlı Varaka ...
134 Maverdi,
A1fimü'n-Nübüvve, 1/275
135
Varaka İbn Nevfel'in taaccüp dolu sözleri, başka bir rivayette, 'Subbı1h!
Subbı1h!' şeklindedir. Bkz. İbn Hişam, Siretiı'n-Nebeviyye, 2/73
136 Maverdi,
A1fimü'n-Nübüvve, 1/275
174
Ve Vuslat
-
Ey kardeşimin oğlu! İşitip gördüğün şeyleri bir de bana anlat, dedi merhamet
dilenircesine ...
Allah'ın
son Nebisi, başından geçenleri anlatmaya başladı bir bir Varaka'ya, vasıtasız
ve perdesiz olarak. .. Duyduğu her bir söz, kulağına ilişen her bir kelime, ruh
dünyasında fırtınalar koparıyor ve halden hale giren Varaka, ayrı bir heyecan
yaşıyordu. Zira yıllardan beri, kavuşma hasretiyle yandığı ve sadece satırlarda
okuyarak geleceği günü can u gönülden beklediği Müjde, o an yanında duran
şahıstan başkası değildi. Allah Resülü'niin sözleri bitince, bu sefer
Varaka'nın dili çözülecek, aradığını bulmuş bir gönlün heyecan ve titreyen bir
ses tonuyla şu tarihi cümleleri söyleyecekti:
-
Nefsim, yed-i kudretinde olana and olsun ki Sen, bu ümmetin Nebisi'sin. Daha
önce Musa'ya gelen Namus gelmiş Sana. Unutma ki Sen, bu sebeple yalancılıkla
itham edilecek, eziyet ve işkencelere maruz kalacak ve akla gelmedik düşmanlıklarla
karşılaşacaksın. Keşke ben o gün genç olsaydım, yaşıyor olsaydım da, kavminin
Seni çıkarıp yurdundan kovacaklan güne yetişip, o gün Sana destek verseydim.
Teselli
için gidilen kapıda duyulan sözler gerçekten dikkat çekiciydi; evet, gelecek
umut doluydu. Ancak bu umut, öyle kolayelde edilecek gibi de görünmüyordu; işin
ucunda O'nu, mihnet, sıkıntı ve çile dolu günlerbekliyordu.
Resül-ü
Kibriya da, şaşırmıştı. Belli ki, bu ihtiyarın daha bildiği çok şey vardı.
Merak dolu bir ses tonuyla sordu Varaka'ya:
- Kavmim beni çıkaracak
mı?
Gelen
cevap, sadece sorunun cevabını ihtiva etmiyordu; daha genel ifadelerle hem
O'nun başına gelecekleri sıralıyor hem de adeta O'ndan sonra aynı çizgide
yürüyeceklerin yaşayacağı bütün mukaddes göçlerin sebebini açıklıyordu:
- Evet.. Seni de çıkaracaklar.
Zira Senin getirdiğin haki-
175
Efendimiz (sallallalıu
aleylıi ve sellem)
katle gelen hiçbir
insan yoktur ki, yurdundan çıkarılmış, vatanından ayrı bırakılmış
olmasınl.ı'ö?
Hira' da vuslat başlamıştı, ama günler geçmesine rağmen
bu vuslatın arkası gelmiyordu. Yıllardır bu anı bekleyen Allah Resülü, tam 'Artık
buldum.' dediği böyle bir zamanda, Cibril'in hayat-bahş soluklanna hasret
kalmanın sancısını yaşıyordu.
Bu süre içinde yine kendini yalnızlığa terk etmişti,
zaman zaman Sebir dağına giderken çoğunlukla yine Hira'nın yolunu
tutuyordu. O kadar sıkılmıştı ki, bütün genişliğine rağmen O'nun için yeryüzü
daraldıkça daralmıştı ve bir türlü zaman geçmek bilmiyordu.
Kırk yaşına kadar beklediği vahyin inkıtaı üzerinden
kırk gün daha geçmişti ki,ı38 semada Cibril-i Emın'in sesi duyuldu:
- Ben Cibril'im, diyordu. Efendiler Efendisi, sesin
geldiği yöne dönüp ve başını semaya doğru kaldırdı. Karşısındaki, Hira'da
gördüğü Cibril'den başkası değildi; sema ile arz arasında bir kürsü üzerine
kurulmuş:
__
Ya Muhammed! Sen, Allah'ın hak peygamberisin, diyordu.
Evet, sema ile yeniden bir ittisal kurulmuş, iki Emın
yeniden buluşmuştu. Gözü aydın, gönlü de huzurlu kılan bir gelişmeydi bu.
Zaten bugüne kadar Allah Resülü, yeni bir vuslat için iştiyaktan yanıp
tutuşmuş, Cibril'le yeniden buluşmayı aşın derecede arzular olmuştu. Aynı
zamanda böyle bir fetret, bundan sonra gelecek vahyin de peyderpey ineceğinin
bir işaretiydi. Çünkü Kur'an. insanlan bir hedefe doğru götürmek,
137 Bkz. Buhari,
Sahih, 1/4 (3); Müslim, Sahih, 1/97, 98
138
Bazılan bu süreyi üç yıla kadar çıkanrlar ki, 23 yıllık vahiy sürecinde bu
süre, oldukça büyük bir zaman dilimi demektir. Halbuki, neredeyse Kur'an'ın yansı
Mekke'de inmiştir ve Efendimiz'in Mekke hayatında, içinde Kur'an'ın inmediği
bir yılı bulunmamaktadır.
Ve Vuslat
asırlardır
insanların şuuraltlanna işlemiş yanlış telakkileri söküp yerine kendi otağını
kurmak için geliyordu. Öyleyse, yeni gelen her vahiy, toplum tarafından
özümsenerek sosyal hayatta yaşanır hale gelmeliydi.
Bu, kendi cinsinden şükür isteyen bir nimetti ve Allah
Resülü de (sallallahu aleyhi ve sellern), önce yere kapandı ve şükür seedesinde
bulundu. Ardından da, hiç vakit kaybetmeden hane-i saadetlerinin yolunu tuttu.
Üzerine yeniden vahyin ağırlığı çökmüştü. Sıcak yaz günü olmasına rağmen tir
tir titriyor, aynı zamanda buram buram ter döküyordu. Hatice validemize
yöneldi ve yeniden üzerini örtmesini talep etti. Kalbine nakşedilen vahiyle
yeni bir süreç başlıyordu. Zira Allah (celle celaluhü), O'nu muhatap alarak ona
şunlan söylüyordu:
- Ey örtüye bürünüp duran Nebi! Ayağa kalk ve insanlan
uyar! Rabbinin büyüklüğünü tazim ile haykır. Elbiseni tertemiz tut,
maddi-manevi kirlerden ann. Pis ve murdar olan her şeyden de kaçınl'<?
Yine beş ayet gelmişti; ancak bu sefer arkası kesilmeyecek
ve peşi peşine diğer ayetler de sıralanacak, Cibril'in soluklanyla insanlık,
külli bir aydınlanma yaşamaya başlayacaktı. Kısmı bir inkıtadan sonra yeniden
gerçekleşen vuslatta dikkat çeken husus, tebliğ vazifesinin açıkça kendisine
bildirilmesi, Rabbin büyüklüğünü tazim edip etrafına da bu azameti duyurması,
son olarak da, maddi-manevi bütün olumsuzluklardan annarak tertemiz bir dünya
hayatı yaşayıp başkalanna da bunu teşrnil etmesinin istenmesiydi.
Müddessir suresi,
aynı zamanda bütün halinde inen ilk sure oluyordu. Zira, Aluk suresinin
ilk beşayeti Hira'da gelmişti; ama geri kalan diğer ayetleri daha sonra
inecekti. Bunun için bir kısım ulema, nübüvvet adına ilk gelen surenin
139 Müddessir. 74/1-5
177
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Alak, risa1et adına
gelenin ise Müddessir olduğu şeklinde bir ayınm yapmaktadır. 140
Bir de, bu sefer gelen ayetler, Son Nebi'nin misyonunu
belirginleştiriyor, O'ndan diğer insanların da elinden tutmasını ve Rabbinin
adını herkese duyurmasını istiyordu. Zaten nübüvvet vazifesiyle birlikte, böyle
bir sorumluluk O'na daha baştan yüklenmiş bulunuyordu. Artık O (salla1lahu
aleyhi ve sellem), Allah'ın varlığını ve bir olduğunu anlatacak, ahiret gününe
inanmanın gerekliliği üzerinde ısrarla duracak ve iman hakikatlerinin bütününü
toplumda ikameye çalışacaktı. Bunu gerçekleştirmek için ilk muhataplanndan da
benzeri şeyleri istiyor, kendini Hakk'a adamışların şahsi hazlardan uzaklaşarak
varlıklannı toplumun salahına vakfetmeleri gerektiğini ifade ediyor ve
sebeplere tevessülde kusur etmemekle birlikte, sonucun nasıl cereyan edeceğini
Allah'a havale etmenin lüzumuna dikkat çekiyordu.
Anlaşılan artık, ferdi manada gelişme dönemine, sosyal
inkişaf dönemi ilave edilmiştı. Bundan sonra her iki yönde de faaliyet
yürütülmesi gerekiyordu. Açıkça bu, selim vicdan sahibi her insanı rahatsız
eden olumsuzluklardan uzaklaşmalan ve Hakkın nzasını kazandıracak
davranışlarla hemhal 01malan için insanlan uyarmak gerektiği anlamına
geliyordu. Bundan sonrası, öncesinden çok farklı olmalıydı. Zira, bu ayet
Efendiler Efendisine, 'kalk' diyerek,
her şeyiyle farklı yeni bir toplum inşa etme sorumluluğu yüklüyor; kalp ve
kafadan vize almayan her şeye karşı da bir karşı duruş çizgisi belirliyordu.'!'
140
Bazı müfessirler ise, ilk inen surenin Fôiiha olduğunu söylemekte, diğer
bir kısım ulema da, Fatiha suresinin Alak ve Müddessir'den sonra indiğini ifade
etmektedir. Sonuç ne olursa olsun, ilk inen ayetin 'Bismillahirrahmanirrahim'
olduğunda şüphe yoktur. Bkz. Muhammed İbn Muhammed, İtkan, 1/75-77
141
Bu ne hassasiyettir ki Allah Resülü (sallallahu a1eyhi ve sellem), yüce dostluğa
pervaz edeceği güne kadar bu gömleği hiç çıkarmayacak; ötelere giderken bile bu
emri yerine getirme adına teşkil ettiği Üsame ordusuyla Hak düşünceyi, daha da
ötelere götiirmenin sancısını taşıyacaktı.
Ve Vuslat
Gelen bu ayetlerde dikkat çeken bir diğer husus da, sabır
üzerine yapılan vurguydu. Henüz her şey yeni başlamıştı. Alınacak mesafe çoktu
ve bu işe gönül veren insanların sayısı belliydi. Mekke şiddetle karşı çıkıyor
ve Mekkelilerin tavırlan, daha sonrasında olabilecekler adına ip uçlan
veriyordu. Yol uzun, sular derin ve azık da sınırlıydı; öyleyse, bu sıkıntılı
süreçten sağ ve salim sahil-i selamete erebilmek için, sabır denilen sihirli
kuvvete çok sağlam yapışmak gerekiyordu. Zira o, gücü elinde bulunduranlara karşı
kullanılabilecek en etkili cevap anlamına geliyordu. İbadet ü taat
mükellefiyetini yerine getirirken, günahların cazibesine karşı dişini sıkıp
harama tenezzül etmeden ve din düşmanlannın estirdiği havada başa gelebilecek
her türlü sıkıntıyı daha baştan göğüslemeyi kabullenerek sabretme ... Bütün
bunlan yaparken de, asla yerinde durmama ve mutlaka her dakikayı, Hakk'ı razı
edecek bir aktivite ile dolu geçirme ... İşte, Kur'an çizgisinde karşılığını
bulan sabır bu demekti ve Kur'an. daha işin başında mü' minI ere, 'sabır' tavsiye
ediyordu.
Çok
geçmeden, insanlardan gelebilecek tehlikelere karşı bizzat Allah'ın, kendisini
koruyacağı da anlatılacak ve:
- Ey Resul! Sen, Rabbinden Sana indirilen buyruklan tebliğ
et; şayet bunu yapmazsan, risalet vazifesini yerine getirmiş olamazsın! Allah
Seni, zarar vermek isteyen insanların şerlerinden koruyacaknr.w denilecekti.
Bundan sonra da, tebliğ vazifesinin Efendimiz' e ait bir görevolduğu sıklıkla
hatırlatılacak ve hesap görme işinin ise Allah' a ait olduğu vurgulanacaktı.ve
O'nu peygamber olarak görevlendiren Allah (celle
celaluhü), bizzat teminat veriyor ve O'na Allah'ın adını herkese duyurabilmek
için koşturması gerektiğini söylüyordu.>« Elbette böy-
142 Bkz. Mdide, 5/67
143 Bkz. Ra'd, 13/40;
Bakara, 2/272
144
Konuyla ilgili 'olarak bkz. Mdide, 5/55, 56; Nur, 24/55; SMIat, 37/171-173;
Mü'min, 40/51, 52; Mücadele, 58/20, 21
179
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
le
bir yolda, birileri rahatsızlık duyacak ve Hak katından gelen hükümleri,
ağızlarıyla söndürmeye çalışacaklardı; ancak, inkarda başı çeken ve şirk
bataklığına saplanmış küfür fanatikleri istemese de, Allah'ın teminatı vardı;
kim ne yaparsa yapsın O (celle celaluhü) mutlaka nurunu tamamlayacaktı.w Bunun
için O'nun istediği ise, güçlü ve sarsılmaz bir iman, takva ölçüleri içinde
birhayat ve esbaba tevessülü ifade eden salih bir amel ortaya koymaktı.w"
Öyleyse, başkalarının ne dediğine bakmadan Rahmani çağrıya kulak verip,
yeryüzünde O'nun adına yürümek gerekiyordu.
Sıklıkla tarihten örnekler veriliyor; risalet
vazifesinin nev-zuhur bir yapı olmadığı ifade edilerek, hak düşüncenin
karşısında yer alanların her zaman kaybetmeye mahkum oldukları, misalleriyle
ve defalarca anlatılıyordu. Hz. A.dem' den Hz. Nuh'a, Hz. İbrahim'den
de Hz. İsa'ya kadar insanlık semasının ay ve güneşleri olan rehber
şahsiyetlerden örnekler veriliyor, onların risalet vazifesini yerine getirirken
nelerle karşılaştıkları ortaya konulup bundan sonra olabileceklere karşı hazırlıklı
olunması isteniyordu.
Ölüm sonrası hayatla ilgili konular gündeme getiriliyor
ve yaşanılan hayatın hesabının verileceği yeni bir dünyanın kapıları
aralanarak, hayatı, hesabı verilecek tarzda yaşamanın gerekliliği ortaya
konuluyordu.
Velhasıl, artık vahiy, süreklilik arz eden ve rıza
ufkunun yeni toplumunu irişada en etkin bir unsurdu. Anlaşıldığı üzere bu
süreç, vahyin sağanak olup yağmaya başladığı süreçti. Böylelikle, Müzzemmil'i
Müddessir; Tebbet'i Tekisir takip edecek; A'ıa'dan, Leyl'e, Fecr'den de
Mutaffifin'e kadar neredeyse Kur'an'ın yarıya yakın kısmı Mekke'de inmiş
olacaktı.v'?
145 Bkz. AI-i İmran,
3/139; Tevbe, 9/32, 33; Sad, 38/8, 9; Saff, 61/9
146
Bkz. Bakara, 2/212; A'raf, 7/128; Hud, 11/49; Kasas, 28/83; Mümin, 40/51;
Enbiya, 21/105
147 İniş sırasına
göre zikretmek gerekirse, Mekke'de şu sureler nazil olmuştu:
180
Ve Vu s l a t
Beri tarafta bu süreç, Mekke müşrikleri tarafından da
takip ediliyor ve müşrikler vahyin kesintiye uğramasından dolayı içten içe
bir sevinç duyuyorlardı. Onlara göre Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), adım
attığı bu yolda toplumdan tecrit edilip yalnız kaldığı gibi sema ile de bağlan
kesilmişti ve O her yönüyle bir gurbet C!) yaşıyordu. Hatta, Mekkelilerden bir
kadın Efendimiz'in yolu üstüne çıkmış:
- Ya Muhammed! Görüyorum ki şeytanın Seni terk etmiş,
diyordu. Bununla o, kendince Allah Resülü'yle alayettiğini sanıyordu. Ancak
bu, Efendiler Efendisi'ni üzdüğü gibi semanın kapılannı da harekete getirecek
bir davranıştı. Neyse ki, zor durumda kalınan her zaman imdada koşan bir Cibril
vardı. Yine gelmiş, şu ayetleri getiriyordu:
- Güneş'in yükselip de en parlak halini aldığı kuşluk
vaktine ve sükünetle erdiği dem geceye yemin olsun ki, ey Resülüm! Rabbin
Seni ne terk etti ne de sana darıldı! Elbette Senin için, gelecek her yeni
gün, bir öncekinden, her zaman işin
Alak
(Bazı rivayetlerde Alak suresinden sonra Nun suresinin indiği anlatılmaktadır),
Müzzemmil, Müddessir (Bazı rivayetler, Müddessir suresinin Kalem'den sonra
inzal olduğu yönündedir), Tebbet, Tekvir, A 1a, Leyl, Fecr, Duha, İrışirah,
Asr, Adiyat (Bazı rivayetlerde Asr ile Adiyat suresinin inişi yer
değiştirilerek anlatılmaktadır), Kevser, Tekasür, Maün, Kafirün. Fil, Felak,
Nas, İhlas, Necm, Abese, Kadr, Şems, Bürüc, Tın, Kureyş, Karia, Kıyame, Hümeze,
Mürselat (Bazı rivayetlerde Mürselat suresi Kıyame suresinden sonra inmiş
görünmektedir), Kaf, Beled, Tank, Kamer (Bazı rivayetlerde Kamer, Kaf
suresinden sonra inmiş olduğu belirtilmektedir.), Sad, A'raf, Cinn, Ya-Sin,
Fürkan, Melaike/Fatır, Meryem, Ta-Ha, Vakıa, Şuara, Ta-Sin/Neml, Kasas, Beni
İsrail/Saf, Yunus, Hud, Yusuf, Hıcr, En'am, Saffat, Lokman, Sebe', Zümer,
Mii'min, Secde, Ha-Mirn-Ayn-Sin-Kaf/Şüra, Zuhruf, Duhan, Casiye, Ahkiif,
Ziiriyat, Gaşiye, Kehf, Nahl, Nuh, İbrahim, Enbiya, Miı'minun, Secde, Tur,
Mülk, Hakka, Seele/Mearic, Amme, Naziat, İnfitar, İnşikak, Rum, Ankebüt ve
Mutaffifln. Bunlann dışında kalan diğer sureler ise Medine'de nazil olacaktır.
Uzun surelerin arasında bazı ayetlerin de Mekke'de iken indiği bir gerçektir.
Bkz. Muhammed İbn Muhammed, İtkan, 1/38, 39; Kurtubi, el-Cami', 20/117, 118;
Ziihri, Tenzilü'l-Kur'an, 1/23-29
ı8ı
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
sonu
başından daha hayırlıdır. Elbette Rabbin, Sana ileride öyle şeyler ihsan edecek
ki, neticede Sen, hem O'ndan hem de vereceklerinden razı olacaksınl'-"
Ne
güzel iltifatlardı bunlar! Rahmet-i Rahman, Habib-i Zişan'ın elinden tutuyor ve
adeta basamak basamak O'nu geleceğe taşıyordu. Öyleyse, durup beklemenin ne
anlamı olabilirdi ki?
Her
gelecek günün, bir önceki güne göre daha hayırlı olacağı bildirildiğine göre,
öyleyse bugün yapılması gereken, hiç durmadan hayrı tavsiye edip Rahmani
güzellikleri Allah'ın diğer kullanyla da paylaşmak, çirkin ve kötü olandan da
onlan uzaklaştırma gayreti içinde bulunmaktı. Zaten, çok geçmeden ilahı mesaj
da:
-
Sizin aranızda öyle bir grup olsun ki onlar, her daim insanlan hayra davet
etsinler ve ma'rüf olanı emredip münker olandan da insanlan
uzaklaştırsınlar.v'? diyerek aynı şeyleri söyleyecekti. Zira, bundan böyle
yeniden şekillenecek olan ümmet, orta yolun temsilcisi olacak ve Allah'a imanda
derinlikle, hayır konusundaki hayırhahlığıyla ve şer karşısında da takındığı
tavırla doğruluğun şian olacaktı. 150
Aynı
zamanda bu, toplumu kaynaştınp birbirine kenetleyen en önemli dinamikti. Zira,
sosyalolmanın bir sonucuydu bu. Yanlışlıkların görmezden gelindiği,
güzelliklerin de paylaşılmadığı toplumlarda iç çöküntü kendini hissettirir ve
bu toplumlar asla hayatiyetlerini uzun soluklu devam ettiremezlerdi.
Kur'an'ın, bir ibret vesilesi olarak nazarlara arz ettiği İsrailoğullan, bu
vazifeyi hakkıyla yapamadıklan için, aralannda iftiraklar zuhür etmiş ve
paramparça olmuşlardı.v' Demek ki, müşahede edilen şerre karşı umursamazlık
tavn,
148 Bkz. DuM, 93/1-6
149 Bkz . .Al-i
İmran, 104 150 Bkz . .Al-i İmran, 3/110 151 Bkz. Maide, 5/78, 79
182
Ve Vuslat
musibetlere
davetiye anlamına geliyor ve bu durumda, yaşın yanında kuru da yanıyordu.
Öyleyse, topyekun kurtuluş, hayırda cansiparane bir yarışa; kullarını Allah'a,
Allah'ı da kullarına sevdinneye bağlıydı.'>
Ümmet-i Muhammed, sonu temsil edecekti ve bu temsil,
öncekilerden de ders alınarak iyi yerine getirilmeliydi. Zira, güneş guruba
kaymış ve insanlık adına zaman, gurüb öncesi bir yerde duruyordu. Onun için, 'ikindi
vakti'ne yemin edilecek, muhtemel kaymalann yaşanmaması için imanın ne kadar
gerekli olduğu anlatılarak bu yolun yolcularına sabır ve hak çizgide sebat
tavsiye edilecekti.w
Her ne kadar Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellem), Hira' da yaşadığı vuslat ve sonrasını Mekke müşrikleriyle paylaşmamış
olsa da onlar, birer söylenti halinde bunları duymuşlardı ve kendi aralannda
konuşuyorlardı. Kendileri açısından ortada yeni bir durum vardı; kendi
iradeleri dışında Mekke'de yeni bir gelişme yaşanıyor ve bu gelişme, dünya
adına herkesten bağımsız yürüyordu. Daha ilk günden Mekkeliler, bu gelişmeye
bir kulp takıp da önünü almak için planlar kurmaya başlamış; düne kadar 'Emin'
diye tavsif ettikleri Efendiler Efendisi'ne, 'mecniuı', 'kôhin',
'sihirbaz' gibi lakaplar takmışlardı.
Elbette bu konuşmalar, Efendimiz'in de kulağına gelmiş
ve daha ilk günden karşılaştığı bu karalama kampanyasına çok üzülmüştü. Hane-i
saadetlerine döndüğünde üzerini örtmüş ve derin bir tefekküre dalmıştı ki,
yanında Cibril-i Emın'in hazır olduğunu görüverdi.'> Yeni bir vahiy
geliyordu:
152
Konuyla ilgili olarak bkz. Buhari, Sahih, 2/520 (1368), 3/1314 (3393); MüsJim,
Sahih, 1/69 (78), 1/69 (80)
153 Bkz. Asr, 103/1-3
154
Bazı rivayetlerde aynı hadisenin, Müddessir suresinin iniş sebebi olarak ele
alındığı görülmektedir. Bkz. İbn Kesir, Tefsir, 4/441, 442
183
Efendimiz (s a l l a
l l a h u aleyhi ve sellem)
-
Ey örtüsüne bürünen Resülüml Geceleyin kalk da, az bir kısmı hariç geceyi
ibadetle geçir! Duruma göre gecenin yansında veya bundan biraz daha azında
veya fazlasında ibadet etmen de yeterlidir.
Allah
(celle celaluhü), Resülü'ne bir mesaj iletir de O (sallallahu aleyhi ve
sellem), bu mesaja bigane kalır mıydı hiç? Artık bundan böyle O'nun geceleri,
gündüzleri kadar aydın; gündüzleri de geceleri kadar fazilet doluydu. Gece
kalkıp ibadet etmek Allah'ın emri olduğuna göre, O'na ilk gönül veren herkes
aynı yolu meslek edinecek ve gecelerini gündüzleri gibi aydın kılma adına,
adeta birbirleriyle yarışacaklardı. Çünkü bu emir, farz olarak algılanmıştı ve
emr-i ilahiyi yerine getirmernek olmazdı. Gece ibadeti, mü'min için bir şerefti
artık; gündelik meşgalelelerden sıyrılıp ruh ve kalbin kendini dinlediği bu
sessiz dakikalarda kalkılarak sıcak yataklar terk edilecek, havf ve haşyet
duyguları içinde hep Rabbe iltica ile eller kalkıp, içten yönelişle bir
tazarru ve niyazda bulunulacaktı.vs Çünkü rahmet-i Rahman, gecenin kuytularında
fazilet avına çıkan insanların üzerine sağanak olup yağar ve Rabb-i Rahim de,
bu dakikalarda kendisine kalkan elleri boş, geri çevirmezdi.v"
Nihayet,
aradan bir müddet daha geçecek ve Allah Resülü'nün, Cibril-i Emın'le buluştuğu
bir gün şu mesaj gelecekti:
-
Sana mahsus bir namaz olmak üzere, gecenin bir kısmında kalkıp Kur'an okuyarak
teheccüd namazı kıL. Böylece Rabbinin Seni, Makam-ı Mahmüd'a eriştireceğini
umabilirsin! 157
Artık
teheccüd, bir kavramdı ve gece kalkılarak kılınan namazı ifade ediyordu. Ancak,
önemli bir ayrıntı olarak bu namaz, sadece Allah Resülii için farziyet ifade
ediyor; üm-
155
Bkz. EbU Nuaym el-İsbahani, Hilyetü'l-Evliya, 6/267; İbn Hacer, Fethu'lBari,
1/466
156 Bkz. İbn Hibban,
Sahih, 1/444 (212); İbn Mace, Sünen, 1/435 (1366) 157 Bkz. İsra, 17/79
Ve Vuslat
meti
için ise, kabir ve berzah yolunu aydınlatmaya matuf, teşvik edilen bir namaz olarak
kalıyordu. Çünkü teheccüd, Makam-ı Mahmüd'a ulaşmanın da en büyük
vesilelerinden birisiydi.
Aynı
surenin devam eden ayetlerinde, Kur'an'ın tane tane tertil üzere okunması
teşvik ediliyordu. Bunun için Efendiler Efendisi, hem namazlarında hem de namaz
dışında Kur'an okurken sesini yükseltiyor ve üzerinde dura dura, tane tane
okuyordu. 'Bismillah' dedikten sonra duruyor, ardından 'erRahmiuı diyor
ve sonrasında da, 'er-Rahim' diye devam ediyordu.v" Aynı dikkat ve
hassasiyeti ümmetinden de isteyen Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), bunu
yaparken şu kelimeleri kullanacaktı:
-
Oku ve yüksel! Aynı zamanda, dünya işlerinde düzen ve tertibe hassasiyet
gösterdiğin gibi, onu da tertil ile oku! Çünkü senin menzilin, okuduğun son
ayet kadardır.v?
Demek
ki, Kur'an'ın ihtiva ettiği gerçeklerin yaşanması kadar toplumdaki yansıma ve
temsili de önemliydi. Ses, Allah tarafından verilmiş büyük bir nimetti ve bu
nimet, Kur'an okunurken kendini göstermeli, ortaya güzel bir ses ahenk ve
armonisi çıkmalıydı.
-
Kur'an'ı seslerinizle tezyin ediniz,160 manasındaki emir de zaten bunu ifade
etmekteydi. Ashabı arasında, güzel sesiyle Kur'an okuyan birisini gördüğünde
başını sıvazlayacak ve:
-
Davud (aleyhlsselarnj'ın sesindeki ahenge benzer bir kabiliyet verilmiş.>' diyerek
takdir edecekti. Çünkü O (sallallahu aley-
158 Bkz. İbn Kesir,
Tefsir, 4/558; İbn Sa'd, Tabakat, 1/376
159
Bkz. İbn Kesir, Tefsir, 4/558; İbn Hibban, Sahih, 3/43 (766); Tirmizi, Sünen,
5/177 (2914)
160 Buhari, Sahih, 6/2742
(4653); Ebu Davud, Sünen, 1/464 (1468)
161
Söz konusu sahabe, EbU Musa el-Eş'ari idi. Efendimiz'in bu iltifatina karşılık
o da, "Şayet Sizin dinlediğinizi bilmiş olsaydım, biraz daha temrin yapar,
daha iyi okumaya çalışırdım." diyecekti. Bkz. Buhari, Sahih, 4/1925
(4761); İbn Mace, Sünen, 1/425 (1341)
185
Efendimiz (sallallalıu
aleylıi ve sellem)
hi ve sellern), etrafa
saçılan kum taneleri gibi Kur'an harflerinin ağızdan ahenksiz çıkmasından
hoşlanmıyor ve:
-
Okurken onun, mana derinliklerine dalıp ilgili yerlerde durarak tefekkür edin;
onunla kalplerinizi harekete geçirin ve bir an önce bitirip de elimden
bırakayım gibi bir endişe içinde olmayın.t'< buyuruyordu.
İşte,
başta Efendiler Efendisi olmak üzere her bir mü' min, artık geceleri kalkıyor
ve Rabbi adına namaz kılarak Kur'an okuyordu.
Gece
ibadetiyle ilgili olarak inen ayetlerdeki sıralama da çok ilginçti. Önce,
kalkılıp gecenin azı müstesna, geceyi kullukla geçirerek ayakta kalmanın
gerekliliği anlatılmış; ardından da bu iş için, gecenin yarısını ayırmanın
yeterli olduğu ifade edilmişti. Bundan dolayı, bazı insanlar, ayakta durmanın
zor olduğu uzun gecelerde direkler arasına ipler geriyor ve kendilerini bu
iplere bağlayarak kullukta bulunmaya çalışıyordu.163 Daha sonraları
da, teheccüdün farz olarak sadece Efendiler Efendisi'ne has bir ibadet olduğu
vurgulanarak diğer insanlar için, nafile olmak kaydıyla gece, belli bir zaman
diliminde ibadet etmenin yeterli olabileceği anlatılıyordu. İlk emirle,
sonradan gelen hafifletme çizgisi' arasında geçen zaman, yaklaşık bir seneyi
bulmuştu. Bu müddet içinde sahabe, ayakları şişinceye kadar gece ibadetine
yönelecek, sabahlara kadar kullukla zamanlarını taçlandırmış olacaktı.
Anlaşılan,
işin başında ve en öndekiler için, gecenin karanlıklarında yapılacak böylesine
bir kulluk Allah katında ayrı bir mana ifade ediyordu. Demek ki; herkesin,
ölümün küçük kardeşi olarak bilinen uykuya kendini salıp da rahat döşeklerine
uzandığı demlerde mü'minler, gelecek günlerde karşılaşacakları sıkıntıları
göğiisleyip onlar karşısında yılmadan
162 Heysemi,
Mecmeu'z-Zevaid, 7/167; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/428 163 Bkz. İbn Hibban,
Sahih, 6/239 (2492) ; Müslim, Sahih, 1/541 (784)
186
Ve Vuslat
mesafe
alabilmek için böyle bir ibadete çok ihtiyaç duyuyorlardı. Zira, uzun soluklu
ve meşakkatlerle dolu olan bu kulluk yolunda, yılmadan ve hız kesmeden
yürüyebilmenin zemini, Hak karşısındaki duruşla doğru orantılıydı.
Bununla
birlikte, Allah (celle celaluhü), yine merhamet gösteriyor, kullannın
arasındaki dayanıklılığı esas alıyor ve herkesin kendine göre bulahileceği bir
zeminde kullukla dolması gerektiğini ifade ediyordu.vs
ı64
Bilindiği üzere Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), dine ait meseleleri
kendi adına en ağır biçimde yaşıyor, ama ümmeti adına sürekli tahfiften yana
tavır sergiliyordu. Başlangıçta farz olan gece ibadeti (teheccüd) için daha
sonralan, ümmetinin de kendisini beklediğini göriince, yeniden farz olacağını
ve buna da insanların güç yetiremeyeceklerini düşünerek karşı çıkacak ve:
-
Ey insanlar! Amellerden, gücünüzün yettiğinin peşinde olun; çünkü Allah, sizler
amelden usanmadığınız sürece size sevap vermekten bıkıp usanmaz. Ve amellerin
en faziletli olanı da, az dalıi olsa devamlı olanıdır, diyecekti. Bkz. İbn
Hibban, Sahih, 6/309 (2571); Beyhaki, Sünen, 3/109 (5020)
ı87
Efendiler Efendisi, bir pazartesi günü namaza durmuş ve
kullukla Rabbine yönelmişti. Aynı günün akşamında Efendiler Efendisi'nin
arkasında safbağlayan kişi ise, Hz. Hatice' den başkası değildi.165
Efendiler Efendisi, Cibril'in öğrettiği abdest ve namazı ilk olarak O'na
aktarmış ve O da, ilk dersini bizzat Allah Resülü'nden almış olarak, O'nunla
birlikte ilk namazını kılıyordu. Böylelikle, dünyanın cehalete kurban gittiği
bu dönemde, alemin yüzünü güldürecek bir 'ilk hareket' başlıyordu.
Artık Hz. Hatice, Efendimiz'in yanında sadık bir vezir
gibiydi; ne zaman bir olumsuzlukla karşılaşsa, O'nun yanına gelecek ve O'nun
teskin edici cümleleriyle sükunet bulacaktı. İnıkan nispetinde hep yanında
bulunmaya çalışacak ve yoluna çıkacak bütün maniaları teker teker kaldırmaya
gayret edecekti.
Çok geçmeden Cibril-i Emın gelmiş, Allah Resülii'ne abdest
ve namazı talim ediyordu. Habib-i Ekrem Efendimiz
165 İbn Abdi'l- BeIT,
İstiab. 3/1096
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
(sallallabu
aleyhi ve sellern), Mekke'nin üst taraflanna gittiği bir sırada vahyin emin
elçisi Cibril yanında belirivermişti. Vadinin bir kenannda ayağıyla yeri
eşeliyordu. Çok geçmeden buradan bir pınar fışkınverdi. Çıkan sudan, önce
Cibril abdest aldı. Bu sırada Allah Resülü (sallallabu aleyhi ve sellern), abdestin
nasıl alındığını öğrenmek için Cibril'i seyrediyordu. Arkasından O da,
Cibril'in gösterdiği şekilde abdest aldı. Sıra namaza gelmişti; önce Cibril,
ardından da Efendiler Efendisi namaz kıldı.
Efendiler Efendisi, hane-i saadetlerine dönerek abdest
ve namazı ilk olarak Hz. Hatice validemize öğretti. Aynen Cibril'in gösterdiği
gibi önce kendisi abdest alıyor ve ardından da onun almasını istiyordu. Abdest
işi tamamlandıktan sonra da, yine talim edildiği şekilde namazı anlatmaya başladı.
Namazın da nasıl kılınacağı tebeyyün edince, birlikte ilk namazlannı
kıldılar.
Muhammedü'l-Emin'in hanesinde yaşanan telaş ve Varaka
İbn Nevfel'e gidip gelmeler, Hira'dan indikten sonraki telaş ve Hz. Hatice'nin
çırpınışlan, yeni bir şeylerin olduğunu gösteriyordu. Küçük Ali de bu
değişimin hemen farkına varmıştı. Meraklı bakışlarla namaz kılışlannı
seyrediyordu. Bu sırada, henüz on yaşlanndaydı. Önce:
- Ne yapıyorsun,
yaptığın da ne senin, diye sordu. Allah'ın Resülü cevapladı:
- Alemlerin Rabbi
için namaz kılıyorum.
Hz.
Ali, bunu ilk defa duyuyor du ve pürdikkat yine sordu:
- Alemlerin Rabbi de
kim?
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sen~rn), müşfik bir
baba edasıyla dizine oturttu O'nu, Hira'da başından geçenleri ve pey-
190
En Öndekiler
gamberlikle
vazifelendirilişini anlatmaya başladı bir bir. Ardından tane tane şunlan
söyledi:
-
O, bir ve tek olan Allah'tır. O'nun ortağı olamaz. Varlığı O yaratmış, nzkını
da O vermektedir. Her şey O'nun yed-i kudretindedir; öldüren de yaşatan da
O'dur. Ve O, her şeye kadirdir .166
Şefkat
dolu bir babanın yürek yakan nasihatleri gibiydi bunlar ve doğrudan küçük
Ali'nin ruhuna hitap ediyordu.
Hz.
Ali'nin, O'na o kadar itimadı vardı ki, gittiği her yere ölümüne gider; bunda
zerre kadar tereddüt göstermezdi. Ancak böylesi önemli bir meselede, babasına
danışmadan da karar vermemeliydi. Ne de olsa babanın yeri farklıydı. Ancak,
Hz. Peygamber'in (sallallalıu aleyhi ve sellem) de O'ndan bir isteği
olacaktı;tembihte bulunacak ve aralannda geçenlerden kimsenin haberdar
olmamasını isteyecekti.
O
gece Ali, uzun uzun düşündü; Allah'a iman gibi önemli bir meselede, anne ve
babaya sormaya ne lüzum vardı!.. Artık kesin karannı vermişti. Sabah olur olmaz
da, Allah Resülü'nün yanına geldi ve:
-
Dün sen bana neler anlatmış ve neye davet etmiştin, diye sordu. Belli ki, küçük
Ali, yaşının üstünde bir olgunluk gösteriyor ve babasına danışma lüzumu bile
hissetmeden ilklerin arasına giriyordu. O'nu Allah Resfılü yanına oturttu ve
şehadete davet etti. Böylelikle, on yaşlanndaki küçük Ali, Hz. Hatice'den sonra
kelime-i tevhidi söyleyen ilk kişi oluyor ve nice büyüklerden önce İslam'ı
tercih ederek, gönlünden gele gele Rabb-i Rahim'ine teslim olup iman
ediyordu."? Artık küçük Ali, Allah'ın Resülü ve amcaoğlu Muhammed'in
yanından hiç aynlmıyor ve gelen ayetleri, Resiıl-ii Kibriya'nın dudaklanndan
ilk duyan olmak istiyordu.
166
İbn İshak, Sire, 2/118 167 İbn Hibban, Sire, 1/63
191
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
İlk günlerde namaz, sabah ve akşam vakitlerinde ikişer
rekat olarak kılınıyordu. Efendiler Efendisi, belli ki namazlannı kılmak için
sakin bir yer anyordu ve bunun için de, genellikle Mekke dışına çıkıyor ve
hurma ağaçhklannın arasında sükunet içinde Rabb-i Rahim'ine içini döküyordu.
Yine bu maksatla Mekke dışına çıkmışlar ve yeğeni Hz. Ali ile birlikte namaza
durmuşlardı. Halbuki, Hz. Ali'nin Müslüman olduğundan daha ne amcalannın ne de
babasının haberi vardı. Olacak ya, babası ve düne kadar Efendimiz'in hamisi Ebu
Talib'in de yolu o gün oradan geçiyordu. Yeğeni ile oğlunun hareketleri Ebu
Talib'in dikkatini çekmişti. Akşam olup da geri geldiklerinde, gözüne ilişen
manzaranın ne olduğunu sordu:
-
Ey kardeşimin oğlu! Şu senin din olarak kabullendiğin şeyin mahiyeti de ne?
-
Ey amcacığım, diye söze başladı Allah Resülii. Gönlüne işleyen bir ton vardı
seslenişinde. Ardından da:
-
Bu, Allah ve meleklerinin dini, peygamberlerinin ve atamız İbrahim'in dinidir.
Allah, onunla beni bütün kullanna vazifeli olarak gönderdi. Sen ise -ey
amcacığım!- bu davet ve nasihate en çok layık olan, hidayet güneşinden istifade
edecek ve bu mayanın tutmasında bana yardımcı olacak en liyakatli insansın,
dedi. Ebu Talib öyle düşünmüyordu:
-
Ey kardeşimin oğlu, diye söze başladı ve şöyle devam etti:
-
Ben, atalanmın dinini ve üzerinde karar kıldıklan geleneği terk edemem. Ancak,
Allah'a yemin olsun ki Sen bu işini yaparken ne zaman hoşlanmadığın bir şeyle
karşılaşsan Sana yardımcı olurum.'
Bir
taraftan bunlan söylüyordu; ama diğer yandan da ilave etmeden geçemiyordu:
- Dediklerin
konusunda söylenecek bir şey yok. Ancak
192
En Öndekiler
valIahi de ben,
bundan sonra toplum içinde yüzü m yerde dolaşamam.
Daha sonra da oğluna
döndü:
- Ey oğulcuğum! Sana
ne oldu, bu yeni halin de ne böy-
le?
- Ey babacığım! Ben,
Allah ve Resülü'ne iman ettim.
Aynı
zamanda O'nunla gelen her şeyi gönülden tasdik ettim. O'nunla namaz kılıyorum ve
artık, hiç ayrılmamak üzere hep O'nun peşindeyim.
Ebu
Talib'in buna itirazı olamazdı. Yüzünü çevirip giderken, dudaklanndan şunlann
döküldüğü duyuldu:
-
O'na gelince O, seni sadece hayra davet eder; ayrılma peşinden! Çünkü bu,
güzeldir. Ben de biliyorum ki, kardeşimin oğlunun dedikleri doğru ve haktır.
Şayet Kureyş kadınlarının beni ayıplamasından endişe etmeseydim ben de gelir
O'na tabi olurdum.v"
Bu
ne saadetti! Daha kimseciklerin olmadığı bu zaman dilimlerinde bile O'nunla
birlikte zamanlanm paylaşmak ve daha ilk günden itibaren kullukta O'nunla omuz
omuza, Hak kapısında yalvanşa geçmek ne büyük bir bahtiyarlıktı! Ama kaderin
bir cilvesi ki, en yakınlanndan olan birisi ve küçüklüğünden bu yana gözünü
kendisinin üzerinden eksik etmeyen öz amcası bu saadetten mahrum kalıyordu.
Böyle bir manzaraya şahit olup da yıllar sonra kaçırdığını telafi yanşına
giren Mf İbn Ömer
ismindeki bir sahabe, yıllar sonra üzüntü ve hicran içinde şunları anlatacaktı:
-
Ben, ticaretle uğraşan bir adamdım. Bir hac mevsiminde Mekke'ye gelmiştim.
Abbas İbn Abdulmuttalib, kadim dos-
ı68
Halebi, Sire, 1/436. Aradan bir müddet daha zaman geçecek ve EbU Talib'in diğer
oğlu Cafer de Müslüman olacaktı. Bir gün, onun da namaz kıldığına muttali
olunca, "Arncaoğlunun yanında, sol yanında kıl!" diye onu teşvik
edecek ve diğer çocuğunun da Müslüman olmasını hiç garipsemeyecekti.
193
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
tumdu;
ben ondan mal alırdım, o da benden alışveriş yapardı. Onu sordum ve Mina'da olduğunu
öğrenince de doğruca buraya geldim. Nihayet arayıp bulmuştum. Oturup bir
müddet muhabbete daldık. Biz, kendi halimizde vakit geçirirken oraya birisi
geldi. Önce şöyle güneşe bir baktı ve ardından da beklerneye durdu. Tam güneş
zevale kaymıştı ki, kalktı ve namaza durdu. Ardından da bir kadın geldi ve o da
namaza durdu. Sonra bir çocuk yetişti onlara ve o da onlarla birlikte namaza
durdu. Abbas'a sordum:
- Bu da ne ey Abbas?
Yeni bir din mi?
- Bu, Abdullah'ın
oğlu Muhammed; Allah'ın kendisini pey-
gamber olarak
gönderdiğini söylüyor ve Kisra ile Kayser saraylannın kendisine açılacağını
sanıyor. Kadın ise, O'na ilk inanan insan Hatice Binti Huveylid. çocuğa gelince
o da, Ali İbn Ebi Talib'dir; O'nun amcasının oğlu ve o da O'na ilk inananlardan.t'?
Zeyd İbn Harise'nin
Gelişi
Çok
geçmeden bir gün, bu hanenin bir başka mukimi Zeyd İbn Harise. Efendisi'nin
yanına girmişti. Evet, yeni bir şeylerin olduğunu seziyordu; ama bunun
muhtevasına henüz muttali olamamıştı. Ne Muhammedü'l- Emin'i ne de hanımefendisi
Hatice'yi, daha önce böyle görmüştü; önde Efendiler Efendisi ve arkasında da
kerim zevcesi Hz. Hatice ayakta duruyor ve o güne kadar hiç duymadığı şeyler
söylüyorlardı. Bir müddet bekledi öylece. Namaz kılıyorlardı. Rüku ve secdelerini
seyre daldı bir süre, şaşkın bakışlar arasında ... ı7o
ı69 Bunlan anlattıktan sonra Afif İbn Ömer, "Keşke
o gün onlann dördüncüsü ben olsaydım!" diyecek ve ilk günlerde iman etme
fırsatını kaçırmış olmanın üzüntüsüyle iç geçirecektir. Bkz. İbn Sa'd, Tabakat.
8/ı8
ı70 İlk günlerde namaz, ikişer rekatlı idi ve güneş
doğmadan önce ve akşam güneş battıktan sonra kılınıyordu. Müşriklerin hedefi
haline gelmernek için çoğunlukla gizli ve tenha yerler seçiliyor ve ku1luğun
kadrinin bilinmediği bu dönemde ibadetler, gizlice eda ediliyordu.
194
En Öndekiler
Namazlannı
bitirir bitirmez de, yaptıklarının ne olduğunu sordu Allah'ın Resülü'ne ...
Artık vakit gelmişti; karşısına aldı Zeyd'i ve şefkat dolu bir baba
sıcaklığıyla anlattı ona da olanlan bir bir ... Ardından, Kur'an ayetlerinden
bazılannı okudu Zeyd'e ve imana davet etti açıkça ...
Efendisi
bir talepte bulunur da Zeyd onu yapmaz mıydı hiç? O'nun için, anne ve babayla
birlikte mesut yaşamayı bir kenara koymuş, vahiy öncesindeki haline imrenerek
adeta O' nun sevdalısı olmuştu. Şimdi ise, hayatına yeni bir yön veren ve
dünyanın yanı sıra ölüm sonrasını da saadete götüren bir davetle karşı
karşıyaydı. En önemlisi de, bu daveti yapan, gönlünün gülü, Allah'ın da
Resülü'ydü ... Hemen oracıkta, içinden gele gele kelime-i tevhidi söyledi ve
Hz. Hatice ile Hz. Ali'nin ardından katılıverdi iman kervanına ... Artık O,
insanlan Allah davasına çağırmada Hz. Ali ile birlikte Efendiler Efendisi'nin
en sadık yaranlarırıdaıı olacaktı.
Ebu Bekir
Tesliıniyeti
İşte
tam bu sıralarda Ebu Bekir, ticaret maksadıyla Yemen'e gitmiş ve uzun süren
bir yolculuktan sonra Mekke'ye dönmüştü. O dönemin Mekke'sinde Ebu Bekir,
zengin ve itibarlı biriydi. Mekkeliler, diyet ve mirasla ilgili işlerini onun
fikrini almadan çözmez, bir dediğini de iki etmezlerdi. Mekke'ye yaklaştığında,
Ukbe İbn Ebı Muayt, Şeybe, Rabia, Ebu Cehil ve Ebu'i-Balıteri gibi
Kureyş'in ileri gelenlerinin kendisini beklediklerini gördü. Duruşlan hayra
alarnet değildi. Belli ki, yokluğunda önemli gelişmeler yaşanmıştı Mekke'de ve
telaşla:
-
Ben yokken buralarda neler oldu? Yeni bir şey mi var, diye sordu.
Onlar da zaten bunu
anlatmak için fırsat kolluyorlardı.
Kin ve nefretle
sıralamaya başladılar:
- Hem de ne olay ya
Eba Bekir! Ebu Talib'in yetimi, ken-
195
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
disinin nebi olduğunu
sanıyor. Sen olmasaydın hiç beklemez, işini bitirirdik. Ancak sen geldin ya,
artık meseleyi çözersin.
Onlar
bunu diyedursunlar, Ebu Bekir'in zihninde mazi, sinema şeridi gibi kayıp
gidiyordu. Saniyelere seneler sığmıştı. Kabe'nin avlusunda kulak verdiği Zeyd
İbn Anır'ın sözleri ... Panayırların yaşlı mürşidi Kuss İbn Saide'nin
nasihatlerini ve Şam' da gördüğü rüya ile tevilini yapan rahibin yorumlarını
geçirdi bu kısa sürede aklından bir bir ... Yoksa zaman O'nun zamanı mıydı?.
Hele,
Yemen'deki ihtiyann sözleri ... Yemen'e girerken ziyaret ettiği Ezdli
İhtiyar'ın dedikleri çıkıyordu. Daha kendisini ilk gördüğünde soru üstüne soru
sormuş, Harem' de ortaya çıkacak Son Nebi'den bahsetmiş ve O'nun yanında yer
alacak ilklerin özelliklerinden bahisler açmıştı. Ebu Bekir'i daha yakından
tanıyınca da, tereddütsüz:
-
Kabe'nin Rabbi'ne yemin olsun ki sen, ilklerdensin, diyerek ilk gününden
itibaren O'na sadık bir yardımcı olacağının müjdesini vermişti. Tutmuş bir de,
O'nunla ilgili şiirlerini terennüm etmiş ve Hz. Ebu Bekir'in eline
tutuşturmuştu.
Yemen'e
ticaret için giden Ebu Bekir, zaten yüklü bir malümatla geri dönüyordu. Zihni,
sürekli İhtiyar'ın söyledikleriyle meşguldü. Bunlan da Varaka İbn Nevfel'le
paylaşmak için can atıyor, yolun bir an önce bitmesi için olabildiğince, süratle
yürümeye çalışıyordu. Şimdi ise karşısında, Kureyş ululan duruyor ve İhtiyar'ı
tasdik edercesine yeni gelişmelerden bahsediyorlardı.
Kırk
yıldır, insanlara zerre kadar hilaf-ı vaki beyanda bulunmayan bir Emin, tutup
da Allah adına yalan söyleyecek değil di ya ... Şüphesiz beklenen an gelmişti.
Hiçbir
şey hissettirmeden onlan, gönüllerini hoş ederek, tatlılıkla yanından gönderdi.
Ne de olsa kudretli adamdı ve onlann, Ebu Bekir'in meseleyi çözeceğine inançlan
tamdı.
196
En Öndekiler
Bunun
için onlar da problem çıkarmadılar. Belki de, zihinlerinde iz bırakacak ve
düşünmelerini netice verecek böylesine bir işe bulaşmak istemiyorlardı.
Varaka
İbn Nevfel'e gidip de zaman kaybedecek durumda bile değildi artık. Beklentisi
gerçekleşiyor gibiydi; rüyalannda fısıldanan, Zat'a'?' vazifesini tebliğ emri
yapılmış, gerçeği açıklama zamanı da gelmiş olmalıydı. Ve doğruca Hz.
Hatice'nin evine yöneldi. Kader onu bir yola koymuştu; o da bu yolda emin
adımlarla yürüyecekti.
Çok geçmeden Ebu
Bekir, Hz. Hatice'nin kapısını çaldı.
Kapıyı
açan, aradığı insandı. Bu yüzde yalan olabilir miydi hiç?. Meraktan çatlayacak
gibiydi, ama emin olmak için önce mesafeli durdu:
-
Ya Muhammed! Sen, ehlinin geleneklerini bırakıp, atalannın dininden vaz mı
geçtin?.
Yılların
dostuna Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), nasıl davranacağını çok
iyi biliyordu. Arkadaşını tanıyordu zira:
-
Ben Allah'ın Resülü'yüm ya Eba Bekr, dedi önce ve ilave etti:
-
Risaletini tebliğ etmem için beni, Sana ve bütün insanlara Nebi olarak Allah
gönderdi. Seni de Hak ile O'na davet ediyorum. ValIahi ya Eba Bekr; seni
kendisine davet ettiğim Allah, Hak'tır. O, benzeri olmayan yegane Tek'tir. Biz
O'ndan başkasına kul olamayız ... Gel ve sen de iman et Allah'a ...
ı7ı
Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh) bir gün rüyasında, Mekke üzerine inen bir ay
görmüş ve bu aydan bir parçanın, daha sonra bütün Mekke evlerine girdiğine
şahit olmuştu; her eve, o aydan bir parça ışık giriyordu. Daha sonra da sanki
EbU Bekir, bütün bu ışık hüzmelerini kendi kucağında toplayıvermişti.
Uyandığında, etkisinden kurtulamadığı bu rüyayı bilgelerle paylaşmış ve tabirlerinden,
yine gelecek bir Nebi'den bahisler dinlemiş, O'nun zamanının çok yaklaştığı
anlatılmış, bugünlerde de en çok kendisinin O'na yardımcı olarak en bahtiyar
insan olacağı şeklinde yorumlara şahit olmuştu. Bkz. Süheyli, Ravdu'l-Unf,
1/165
197
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Ebu
Bekir, hala ihtiyatı elden bırakmıyor, kanaatinin pekişmesini istiyordu. Bunun
için:
- Peki, bu konuda
delilin ne, diye sordu.
Risaletle
serfiraz kılınan Habib-i Ekrem de, onun halini anlamıştı ve belli ki anladığı
dilden konuşmak gerekiyordu. Şok edici bir çıkış yapmak gerekiyordu. Bunun
için:
- Yemen'de
karşılaştığın ihtiyar, cevabını verdi.
Onun
Yemen'e gittiğini duymuş olabilirdi, ama Yemen'deki ihtiyar da nereden
çıkmıştı? Yoksa, aralannda geçen gelişmelere muttali miydi? Bu kadanm bilen,
elbette kendi konumundan da haberdar demekti. Yine de temkinli olmalıydı. Kendini
toparladı ve ekledi:
- Yemen'de o kadar
ihtiyarla karşılaştım ki!.. "Hangisinden bahsediyorsun?" manasında,
bir zaman kazanma hamlesiydi bu onun için. Ancak karşısında, nabızlanndaki
atışa muttali bir Mürşid-i Ekmel duruyordu ve sözü eğip bükmeden neticeye
götürecek; son vuruşunu yapacaktı. Dudaklanndan şu kelimeler döküldü:
- Sana o beyitleri
veren ihtiyar.
Bundan
daha büyük bir emare olamazdı. Artık, Ebu Bekir bitip tükenmiş; bir başka söz
söylemeye de mecali kalmamıştı. Sadece:
- Bunu sana kim haber
verdi ey Habibim, diyebildi. Gelen cevap:
- Benden öncekilere
de gelen o büyük melek, şeklindeydi.
Hz. Ebu Bekir için
yapılacak tek şey kalmıştı. Ellerini uzatarak:
-
Uzat ellerini, Sana bey'at edeceğim, dedi bütün samimiyetiyle. Ardından da,
rikkat dolu bir ses tonuyla, gönlünün feyezamm haykınyordu:
En Öndekiler
-
Ben şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur ve Sen de şüphesiz, O'nun
Resülü'sün.'>
Evet ... Ebu Bekir de teslim olmuştu!.. Hem de bir daha
hiç kopmamak üzere bir teslimiyetti bu ve yitiğini bulmanın sevinciyle
gözlerine yaş yürümüştü, göz pınarlarından da katre katre huzur damlıyordu.
Sevinçten ağlayan, elbette sadece Ebu Bekir değildi.
Evinin gülü Hz. Hatice, azatlı delikanlı Zeyd ve amcasının oğlu Ali'den sonra,
huzuruna gelip bir gönül daha Müslüman olmuştu ya; Mekke'nin dağları arasında
Resülullah'tan daha fazla sürür içinde olan kimse yoktu; olamazdı da!..
O güne kadar imana zaten hazır hale gelen Hz. Ebu Bekir
(radıyallahu anh), o kadar hızlı karar vermiş ve o denli kolay iman etmişti ki
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), bunu ifade sadedinde bir gün,
şunları söyleyecekti:
- Ebu Bekir dışında kimi İslam' adavet etmişsem, bir
müddet çekinme, duraksama ve tereddüt yaşadı. O ise, kendisine arz eder etmez
hiç tereddüt göstermeden kabul etti.'?"
Şüphesiz O'nun Müslüman oluş haberi hemen yayılmış ve
tam anlamıyla Mekke'de bir şok etkisi meydana getirmişti. Nasılolabilirdi;
meseleyi çözmek için kendisine iş havale ettikleri bir insan gidiyor ve saf
değiştiriyordu? Demek ki mesele, sanıldığıridan da önemliydi.
Artık Mekke' de, şahsını başkasının imanına adamış bir
Resül ve yine, O'nunla ölüme bile gitmeye gözünü kırpmadan and içmiş bir de
ashabı vardı. O, etrafında halelenmeye başlayan cemaatine Allah'ın ayetlerini
okuyor, hakikate susamış
172
Bkz. Taberi, er-Riyadu'n-Nadıra, 1/415. Hz. EbU Bekir'in Müslüman oluşu
anlatılırken, zikrettiğimiz bu olayanlatılmadan yalın bir şekilde mescide
geldiği, insanların konuştuklannın doğru olup olmadığını sorduğu ve aldığı
cevaplar karşısında hiç tereddüt etıneden davete icabet ettiği şeklinde de rivayetler
vardır. Bkz. İbn Sa'd, Tabakat. 3/171
173 İbn Hişam, Sire,
2/91; Taberi, er-Riyadu'n-Nadıra, 1/415
199
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
gönüllere
hikmet ve kitabı öğretiyordu.vs Onlar ise, en derüni hisleriyle O'na yönelmiş
hikmet çağlayanlan gibi akıp gelen beyanlarına kalplerini açarak imanda
derinleştikçe derinleşiyor, insan-ı kamil olma yolunda her daim mesafe
katediyorlardı.175
Zübeyr İbn Avvam
Hz.
Ebu Bekir'in gelip huzurda teslim olmasının üzerinden daha birkaç gün geçmişti
ki, Efendiler Efendisi'nin huzuruna on beş yaşlarında,'> genç bir delikanlı
girecekti. Bu delikanlı, Allah Resülü'nün halası Safiyye Binti
Abdulmuttalib'in oğlu Zübeyr İbn Avvam'dan başkası değildi. Bu geliş,
onun için geri dönüşü olmayan bir gelişti ve Allah Resülü'ne o kadar yakınlık
tesis edecekti ki, günün birinde onun için Efendiler Efendisi:
-
Her peygamberin bir havarisi vardır; benim havarini de Zübeyr İbn Avvam'dır,
buyuracaktı.
Mekke'nin
sıkıntılı günlerinde, tek bir cephe haline gelmiş azılı müşriklere karşı Allah
yolunda ilk kez kılıç çeken de o olacaktı. Bir gün Mekke'de, Efendimiz'in
müşrikler tarafından yakalanıp hapsedildiği haberi çıkarılmış ve kısa sürede
bu haber herkese ulaştırılıvermişti. Psikolojik bir harp yaşanıyordu ve o gün
de, topluma hükmeden mühendisler belli başlı söylentiler üretip insanlara
kendilerince yön vermeye çalışıyorlardı.
Haberi
alır almaz beyninden vurulmuşçasına yerinden fırlayan genç Zübeyr, kılıcını
çektiği gibi zikredilen yere doğru yönelecekti. Resülullah'a ilişmek kimin
haddineydi! O'na
174 Bkz. Cumua, 62/2 175
Bkz. Enfal, 8/2
176
Müslüman olduğunda Hz. Zübeyr'in yaşının on iki veya on altı, yahut da sekiz
olduğuna dair rivayetler de vardır. Bkz. İbnü'l-Esir, Üsüdü'l-Ğabe, 2/307
200
En Öndekiler
ilişen
eller kırılmalı ve O'na uzanan diller de kökünden kesilmeliydi. Kalabalıkları yara
yara Mekke'nin üst mahallelerine kadar gelmiş ve yıldınm hızıyla hedefine doğru
gidiyordu. Bir ara:
- Bu halin de ne? Sana ne oluyor ey Zübeyr, nidasıyla
irkildi. Bu sesin sahibi, başına bir şey geldi diye heyecanlanıp da yola
düştüğü Allah Resülü'nden başkası değildi. Telaşla sesin geldiği tarafa baktı;
Resül-ü Kibriya Hazretleri, olanca heybetiyle karşısında duruyordu. Sesin
sahibi Resülullah olduğuna göre yine müşrikler yalan söylemiş ve yine mü'minlerin
moralini bozmaya matuf bir adım atmışlardı. Önce, derin bir nefes aldı ve
ardından da:
- Senin yakalanıp
hapsedildiğini duymuştum, diyebildi. Bu hassasiyet, tasvip edilip takdir
görecek bir hassasiyetti ve Efendiler Efendisi, önce onu sena edip ortaya
koyduğu bu hassasiyetin önemini yanındakilerle paylaşacak; ardından, hem Hz.
Zübeyr hem de elinde taşıdığı kılıç için mübarek ellerini kaldınp dua
edecekti.v?
Allah için yeryüzünde inşa edilen ilk bina olan Kabe,
zamanla gerçek mahiyetinden uzaklaştınlmış ve putlarla doldurulmuştu.
İnsanlar, içlerinden bir türlü atamadıkları kulluk duygusunu, elleriyle yapıp
inşa ettikleri tahta ve taş parçalarının karşısında durarak tatmin etmeye
çalışıyor; önemli kararları öncesinde bunların yanına gelip kur'a çekiyor,
şükürlerini bunlara kurban keserek yerine getirdiklerini düşünüyor ve
korktukları zaman da yine bunların yanına giderek rahatlamaya çalışıyorlardı.
177 Bkz. Beyhaki,
es-Sünenü'l-Kübra, 6/367; İbn Ebi Şeybe, Musannef, 5/344
201
Efendimiz (sallallahu
a l e y h i ve sellem)
Çoğunluğu
itibariyle bu putlar, ataları arasındaki itibarlı insanların heykellerinden
ibaretti. Hubel, Naile, İsaf, Lat gibi meşhur putlar, önceleri sadece saygı
duymak için resimleri yapılan, ancak zamanla heykelleşen ve neticede karşısına
geçilip de ilah diye iç dökülen sahte birer ilaha dönüşmüştü!
Allah
Resülü Muhammedü'l-Emin ise, putçuluk düşüncesini ortadan kaldınp hakiki
tevhid inancını ikame için gelmişti. Daha, kendisine risalet verilmeden önce
de, bunlara karşı tepki duyuyor ve asla gidip önlerinde temenna durmuyordu.
Gençlik yıllarında bile, amca ve halalarının ısrarına rağmen onların
dediklerini hiç yapmamış ve onlara da, yaptıklarınını kötü olduğunu söylemekten
çekinmemişti.
Şimdi
ise O (sallallahu aleyhi ve sellern), artık vazifeli bir peygamberdi; hem de,
herkesin gelişini gözlediği Son Peygamber! Kabe'yi, ilk günkü safvetine O
kavuşturacak; ilah yerine konulan sahte mabudları ortadan kaldıracak ve
insanların midesine inen haram maddelerden onları uzaklaştıracaktı.
Ancak,
bütün bunların gerçekleşebilmesi için zamana ihtiyaç vardı. Zira, sinekleri
öldürmekle bataklığı kurutmak arasındaki tercihini, meseleyi temelinden çözme
istikametinde kullanıyordu. O'nunla gelen mesaj, sadece Kabe'deki değil; bütün
dünyadaki bataklığı kurutma hedefini haizdi. Öyleyse, hissi davranıp meseleyi
çıkmaza sürüklemenin bir anlamı olamazdı.
Gerçi,
Hz. Ali ve Hz. Zeyd gibi yakınlarıyla birlikte Kabe'ye
girdiğinde, orada bulunan putlara karşı gösterdiği tavır, zamanın
çıldırtıcılığına rağmen sabrın ne kadar zor olduğunu anlatıyordu.
Zeyd İbn Harise ile Kabe'ye geldiklerinde, gözüne ilişen putlardan
rahatsız olan Allah Resülü, eline aldığı bez parçasını ıslatıp onlar üzerine
vuracak ve:
- Allah, o insanları
kahretsin! Nasılolup da, yaratma ko-
202
En Öndekiler
nusunda adeta
Allah'la yarışırcasına bir teşebbüste bulunuyor ve bunları yapıyorlar, diye
sitemde bulunacaktı.v"
O'nun bu konudaki
yaklaşımı, iki delikanlı Hz. Ali ve
Hz.
Zeyd'in
de gözünden
kaçmıyor ve fırsat bulduklarında onlar da, kendilerine ne bir fayda ne de
zararı söz konusu olan bu taş ve tahtalara karşı tavır alıyorlardı.
Bir
gün, ikisi birlikte Kabe'ye gelmişlerdi. Ne garip ki etrafta, ikisinden başka
kimse görünmüyordu. İbrahimvari bir
hareket
gelmişti akıllarına Aslında, onları çöp yığınlarının
arasına
gömmekti en güzeli Ama onlar, henüz bunu yapa-
cak
konumda değillerdi. Bununla birlikte, içlerinde duydukları derin heyecanı bir
şekilde dışa vurmaları gerekiyordu. Demek ki henüz, yön bulmamış bir heyecandı
bunlar ... Derken, gittiler ve Mekke müşriklerinin kıymet verdikleri bu
putlara, getirdikleri toz-toprak ve pisliği bulaştırıverdilerl
Sabah
olup da putlarını toz-toprak ve pislik içinde bulan Mekke müşrikleri, başlarına
kaynar sular dökülmüşçesine bir telaşa kapılmışlardı. Bunu yapanlar hakkında en
ağır ithamlarda bulunuyorlar; bir yandan:
-
Bunları bizim ilahlarımıza kim yaptı, diye dövünürken diğer yandan da, süt ve
su ile onları yıkıyor ve konuşacak dili ve düşünecek bir beyni bile olmayan bu
şuursuz taş ve tahta parçalarından özür diliyorlardı.v?
O
güne kadar belki de bunu hiç yapmamışlardı; demek ki tahrik oluyor ve
köhneleşmiş düşüncelerine daha çok yapışıp sahip çıkıyorlardı. Öyleyse bu yol,
tasvip görecek bir yol değildi! Dört bir tarafı kristalden müteşekkil binaya
sahip olanların, başkalarının camına taş atması, sahip olduklarının da tehlikeye
girmesi anlamına geliyordu. Farkına varıldığı za-
ı78
Efendimiz'in, Hz. Ali ile birlikte buraya geldiği bir sırada yeğeninin,
Kabe'nin damındaki bir putu kınşına seslenmediği şeklinde de bir rivayet
vardır. Bkz. Heysemi, Mecmaü'z-Zevaid, 6/23
ı79 Hindi,
Kenzii'l-Ummal, 14/107 (38084)
203
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
man
bu, onları da tahrik eder ve -haşa- Allah'a karşı uygunsuz tavır ve davranış
içine girmeye sevkederdi. Zaten, müşrikler de söylenmeye başlamıştı ve açıkça
tehdit ediyorlardı:
-
Ya Muhammed! Ya Sen, bizim ilahlarımız hakkında kötü söz söylemekten
vazgeçersin ya da bizler, Senin Rabbin hakkında ağzımıza geleni söyleriz!
Ortalık,
yeni bir gerginliğe doğru gidiyordu ki, dillerde, Cibril'in yeni bir mesajla
geldiğinin müjdesi dolaşmaya başladı. Gelen ayet, açıkça şunu ifade ediyordu:
-
Onların, Allah'tan başka arkasına düşüp de 'ilah' diye yalvardıkları tanrılarına
hakaret etmeyin ki, onlar da cahillik ederek hadlerini aşıp Allah'a hakaret
etmesin ve kötü söz sarfetmesinler! ı80
Artık
bu ayet, putlar konusundaki kavl-i fasıldı ve bundan sonra, mesele temelinden
çözülene kadar bir daha bu çapta gündeme gelmeyecekti. Çünkü Allah, herkes için
kendi yapageldiklerinin, kendilerine süslü gösterildiğini anlatıyor ve
başkalarının putlarıyla uğraşarak vakit kaybetmemenin üzerinde duruyordu.
ı80 Bkz. En'am, 6/108; Vahidi, Esbabii Nüzüli'l-Kur'an,
224, 225. Bu ayetin, Mekke ileri gelenlerinin, vefat etmeden önce Ebu Talib'in yanına gelip de aracı
olmasını dilerneleri üzerine indiği şeklinde de rivayet vardır. Bkz. Vahidi,
a.g.e. s. 225
204
ARKADAN GELENLER VE MİHNET YILLARI
Efendiler
Efendisi'nin dizinin dibinde huzuru yakalayan herkes, bu huzuru paylaşacağı
başka kişilerin peşine düşüyordu. Davetin gizliden gizliye yürütüldüğü bu
dönemde Hz. Ebu Bekir gibi insanlar, önceki konumlannın sağladığı imkanları
kullanarak eski dostlanyla Resül-ü Kibriya'yı tanıştırma yanşına girmişlerdi.
Onu, Efendimiz'in hala oğlu genç Zübeyr İbn Avvam181 takip etti. Bir başka gün Osman
İbn Affan ve Talha İbn Ubeydullah'ı tanıştırdı O'nunla ... Hz.
Zübeyr'in gelişinden hemen sonra idi; Osman İbn Afvan ve Talha İbn
Ubeydullah, beraberce çıkmış huzura geliyorlardı. Kapıdan girip de gül
cemali müşahede edince, zaten eriyip mum gibi yumuşamışlardı. Ebu Bekir'in
kendilerine anlattığından daha çok şey görmüş ve çarpılmışlardı adeta ...
İslam'
dan bahsetti onlara Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) ... Ardından da
gelen ayetlerden parçalar okudu ... İslam'ın tanıdığı haklardan bahisler açtı
ve bir Müslüman'ı, dünya ve ahirette diğerlerinden ayıran hususlan dile getirdi
bir bir ...
Erken davranıp
fırsatlan iyi değerlendirenler için Allah
181
Hz. Zübeyr, Efendimiz'in halası Safiyye Binti Abdulmuttalib'in oğluydu. Hatice
validemizin de, kardeşinin oğlu oluyordu. Müslüman olduğunda henüz on beş
yaşlanndaydı. Bkz. İbnii'l-Esir, Üsüdü'l-Ğabe, 2/209
205
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
(celle
celôluhü), kimbilir öbür alemde ne sürpriz nimetler hazırlıyordu! Meclis,
yekpare nur kesilmişti sanki ve her ikisi de oracıkta içlerini seslendirecek ve
Müslüman olacaktı.
Bu manzara, Yüceler
Yücesi'nden de takdir görecekti.
Cibril-i Emin gelmiş,
şu ayetleri tebliğ ediyordu:
-
Tağuta ibadet etmekten kaçınıp gönülden Allah'a yönelenlere nice müjdeler
vardır! O halde, sözü dinleyip sonra da en güzeline tabi olup tatbik eden o kullanmı
müjdele! İşte, onlardır Allah'ın hidayetine mazhar olanlar! Ve yine, işte onlardır,
akl-ı selim sahibi olanlarl'f"
Hz.
Ebu Bekir'in, kendisi Müslüman olduktan sonra, aynı güzellikleri etrafındaki
dostlanyla da paylaşıp onlann da bunlarla bezenmesi adına gösterdiği gayret
gözden kaçmamıştı. Hz. Ebu Bekir, bu yüzden semalar ötesinden alkış alıyordu.
Zira bunlar, Hakk'ı razı edecek hamlelerdi ve Allah da, kendi adına gayret
gösterenlere, akla-hayale gelmedik sürprizler vadediyordu.P-
Hz.
Osman Müslüman olmuştu olmasına; ama laf dinlemeyen Hakem İbn Ebi'l-As isminde
bir amcası vardı. Amcası, onun da Müslüman olduğunu öğrenince küplere
binmişti. Tuttu, tüccar Osman'ı bağlayıp hapsetti. Belli ki gözünü korkutmak
istiyordu. Hakaretler ediyor ve:
-
Sen nasılolur da, atalannın dinini bırakır ve yeni yetme bir dinin peşinden
gidebilirsin? Bu dinle bütün bağlannı koparmadığın sürece seni bu bağlardan
çözmeyeceğim, diye tehditler savuruyordu. Hz. Osman ise, bütün tehditlere kulaklannı
tıkamış, kararlılığından zerre kadar taviz vermiyor:
-
Allah'a yemin olsun ki ben, asla geri dönüp de bu dini terk edecek değilim,
diyordu. Bununla o, "Boşuna kendini yorup da hırpalama, benden
istediğin tavizi ebediyen ala ma-
182 Bkz. Zümer,
39/17, 18
183 Bkz. Vahidi,
Esbabü Nüzüli'l-Kur'an, s. 382, 383
206
Arkadan Gelenler ve
Mihnet Yılları
yacaksın."
mesajını veriyordu.
Nihayet bu kararlı tutum, netice verecek ve Hz. Osman'ın, ucunda ölüm bile
olsa karanndan vazgeçmeyeceğini anlayınca onu serbest bırakacaktı.w'
Huzurun
havasına kendini kaptıran Hz. Talha, içindeki tufanlardan bahsetmek için fırsat
kollar gibiydi. Halden anlayan Allah Resülü de, ona bu fırsatı verecek ve
gözyaşlan içinde Şam'daki ticaretinden, Busra'daki panayır ve rahibin
müjdelerinden bahisler açacak ve orada duyduklannı burada görüp yaşamanın
sevincini paylaşacaktı Allah'ın Resülü'yle ...
-
Aranızda Ahmed ortaya çıktı mı, diye
sorduğunu anlattı O'na. Rahibe:
- Ahmed de kim, dediğinde:
- O, Abdülmuttalib'in
torunu, Abdullah'ın da oğludur.
Bu
günler, O'nun ortaya çıkacağı günler. O,
peygamberlerden bir peygamber ve beklenen Son Nebi'dir.
Harem'den çıkacak
ve hurma ağaçları bol, etrafı siyah taşlarla dolu çorak bir beldeye hicret
edecektir. Dikkat et ve sakın gecikme; O'na ilk iman edip sahip çıkan sen ol, dediğini paylaştı. İşte şimdi
kendisi, papazın açıktan verdiği adreste idi. Meğer buraya gelmeden önce o da, Ebü Bekir'in yanına uğramış, bu değişim
öncesi ruhen bir rehabilite süreci yaşamış ve:
- Sen de zaman kaybetme, hemen git, O'na tabi ol; çünkü
O, sadece Hakk'a
davet ediyor, diye teşvik görmüştü. İşte şimdi de gelmiş ve teslim olmuştu.
Bunlan dikkatle dinleyen Efendiler Efendisi'nin yüzünde sürür belirtileri
hakimdi.185
Ancak,
her şey planlandığı gibi yolunda gitmeyecekti. Tabii ki, bu yol uzundu ve
derin sular vardı. İman gibi bir huzurun, zaman zaman bedeli de olacaktı ve o
gün Hz. Talha ile Hz. Ebü Bekir'i de böyle bir mihnetbekliyordu.
184 İbn Sa'd,
Tabakat, 3/55
185 Bkz. İbn Hacer,
İsabe, 2/229
207
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Hz. Talha'nın, Efendiler Efendisi'nin huzurunda kelime-i
tevhidi haykırdığının haberi başkalarına da ulaşmıştı. Hz. Ebu Bekir'le
birlikte yürüdükleri bir sırada, adım adım kin tüccarlığı yapan Kureyş'in
hışmına uğradılar. 'Kureyş'in aslam' denilen Nevfel İbn Huveylid adında
bir adam, karşılanna dikiliverdi yolortasında. Gözünü budaktan sakınmayan bir
adamdı bu. Karşı çıksalar bile sonuç, daha baştan belliydi. Duruşundan, adamın
niyetinin kötü olduğu anlaşılıyordu. Daha ilk günden kavga ve gürültü çıkarmama
adına temkini tercih ettiler ikisi de ... Sözle iknayı denedilerse de, adamın
bundan anlayacağı yoktu ve her ikisini de bir iple bağlayıverdi orada.
Azman yapılı bu adamın maksadı, namaz kılıp Kur'an
okumalannı önlemekti. Ancak ne el ve kollannın bağlanması ne de başlannda
tehdit yağmurlannın sağanak halinde yağması, onlan namaz kılıp Kur'an
okumaktan alıkoyacaktı.
Adamın ünü o denli yayılmıştı ki, Teymoğulları bile
arka çıkamadılar, iki adamlan Hz. Ebu Bekir ve Hz. Talha'ya. Ortalık
duruluncaya kadar bir müddet öylece kalakaldılar beraberce.
Bu olay sebebiyle daha sonralan Talha ile Ebu Bekir kardeş
gibi algılanacak ve kendilerine, 'ayrılmaz iki arkadaş' manasında' Karineun'
denilecekti.v"
Bu bir ilkti, ama arkası da gelecekti. Artık Hz. Talha
da, diğer Müslümanlar gibi Kureyş'in eza ve cefasına maruz kalanlardan biri
haline gelmişti. Hatta, Hz. Ebu Bekir tarafından dine davet edildiği halde
kabul etmeyen öz kardeşi Osman İbn Ubeydullah, Hz. Talha'ya düşman
kesilmişti ve kendi kardeşine yapmadığı eziyet kalmamıştı.v"
186
İbnü'l-Esir, Üsüdü'l-Gabe, 3/85 ı87 İbnü'l-Esir, Üsüdii'l-Ğabe, 3/59
208
Arkadan Gelenler ve
Mihnet Yılları
Ebu Zerr'in Gelişi ve Yaşanan İlk Acı Tecrübe
İçten içe bir heyecan
dalgası yayılıyordu Mekke'de ...
Yüzyılların
kuraklığını dindirecek bir menba bulunmuştu ve bunun farkına varan herkeste,
susuzluğunu gidermenin telaşı vardı. Hatta insanlarda, sadece kendi
susuzluğunu değil, kendisi gibi susuzluk çeken herkesi bu pınarla buluşturmanın
gayreti görülüyordu. Yıllardır bugünü bekleyen insanlar, aradığını bulmanın
heyecanını yaşıyorlardı. Gıfar kabilesinin dil üstadı Ebfı Zerr
de bunlardan
birisiydi. Mekke' deki farklılığı duymuştu ve bir an önce buluşmak için can
atıyordu. Önce, kendisi gibi şair olan ağabeyi Üneys'i gönderdi Mekke'ye
... Müşahedelerini anlatırken:
-
Mekke'de senin dininin benzeri bir dinle gelen bir adamla karşılaştım. Allah
O'nu peygamber olarak göndermiş, insanlar ise O'na, 'sôbi' diyorlar. Ben
sadece insanların O'na dediklerini aktarıyorum. O'na 'kahin', 'sihirbaz' ve
'yalancı' diyorlar. Ama ben, O'nun bazı sözlerini duydum; eminim ki O,
bunlardan hiçbiri değil; Allah'a yemin olsun ki ben, O'nun doğru söylediğine
inanıyorum, dedi.ı88
Ebu
Zerr için o gün bayramdı; ağabeyi gitmiş ve gelişini gözlediği Zat'tan haber
getirmişti. Onun da içine bir kor düşmüştü. Bunca yıl bekledikten sonra yerinde
durmak olur muydu? Hemen yola koyuldu ve doğruca Mekke'ye geldi.
Geldi
gelmesine; ama beklediği Zat'ı tanımıyordu. O günlerde tebliğ açıktan
yapılmadığı için ortalıkta da kimseyi görememişti. Çaresiz, sorarak bulacaktı.
Karşılaştığı bir adama döndü ve:
- Hani, şu sizin sabi
dediğiniz adam nerede, diye sordu.
Adamın bakışları,
sorduğuna pişman edici mahiyetteydi. Bu
ı88 İbn Hacer, İsabe, 1/136. Ebu Zerr, Müslüman olmadan
önce de namaz kılan bir insandı. O günlerini anlatırken sonralan, Efendimiz'le
buluşmadan üç yıl öncesinden namaz kılmaya başladığından bahsedecek ve akşamlan
başladığı bu ibadetini gecenin geç vakitlerine kadar devam ettirdiğini ifade
edecekti.
209
Efendimiz (s a l l a l
l a h u aleylıi ve s e l l e m )
kadar
çekingen olmalarına bir anlam veremiyordu. Derken akşam olmuştu; çaresiz
Kabe'nin avlusuna geldi ve o geceyi orada geçirdi.
Ertesi gün Allah (celle celaluhü), karşısına Hz. Ali'yi
çıkardı. Mekke'ye uzaklardan gelmiş bu yabancıya yardım etmek istiyordu Hz.
Ali. Ancak, o günün Mekke'sinde Müslümanlar üzerinde o denli bir sosyal baskı
kurulmuştu ki, kimse inancını açıktan ifade edemez olmuştu. İkisi de içten içe
maksatlarını açamamanın ıstırabını duyuyorlardı; Hz. Ali, "Şayet
söylersem ve inanmayıp tepki gösterirse!" diye düşünürken Ebu Zerr, "Ya
bu da bana lazar ve benden uzaklaşzrsa!" diye endişe duyuyor ve
böylelikle ikisi de, gerçek niyetlerini ortaya koyamıyordu. Ne de olsa,
birbirlerini tanımıyorlardı. Meseleyi ana konuya hiç getirmeden akşamı
birlikte geçirdiler. Ebu Zerr Mekke'ye geleli üç gün üç gece geçmişti; ama hiUa
aradığına ulaşamadan yine Kabe'ye gelmiş vuslatı bekliyordu. Nihayet Hz. Ali
yanına yaklaştı ve her türlü riski göze alarak Ebu Zerr'in gerçek niyetini
sordu. Onu rahatlatmak için de Efendiler Efendisi'nden bahisler açtı. Evet,
şimdi aynı dili konuşmaya başlamışlardı. Bu kadar yakınına gelmişken, niçin
O'ndan üç gün daha ayn kaldığına yanıyordu Ebu Zer. Niyet ve hedef belli
olduğuna göre şimdi sırada, problemsiz bir şekilde buluşma mekanına ulaşmak
vardı. Muhammed'iil-Emin'in yanına bir başka insanın daha geldiğini
görürlerse, engel olmaya çalışır veya olur-olmadık sözlerle aklını çelrnek,
hatta bir kötülük yapmak isteyebilirlerdi. Yani, sonucunun tatlıya
bağlanabilmesi için belli ölçüde tedbire riayet edilmesi gerekiyordu. Onun
için Hz. Ali:
- Ben önden gideceğim ve sen de beni, arkadan takip
edeceksin. Şayet ben, senin için sıkıntılı olabilecek bir durum sezersem bir
kenara çekilir ve ihtiyacımı giderir gibi yaparım; işte o zaman sen, beni hiç
düşünmeden yoluna devam edersin. Nasılsa, sonra ben seni yine bulurum. Şayet
bir tehlike
210
Arkadan Gelenler ve
Mihnet Yılları
sezmezsem,
sen de benimle birlikte gelirsin ve o zaman istediğimiz yere birlikte gideriz,
dedi. O gün için Mekkelilerin Müslümanlar üzerinde nasıl bir baskı kurduklarını
anlatan sözlerdi bunlar aynı zamanda ...
Derken bir yolculuk başladı. Aslında gidilecek yer, öyle
çok da uzak değildi; ancak bu kısa yol bile Ebu Zerr için, uzaklardan da uzak
olmuş, bir türlü bitmek bilmiyordu.
Ve çok geçmeden kapı aralanmış, yıllardır gelişini
gözlediği ay yüzle göz göze gelmişti Ebu Zerr. Yüreğini ısıtan bakışlardı
bunlar ...
- Allah'ın selamı senin üzerine olsun ey Allah'ın
Resülü, diye seslendi önce. Selamından da anlaşılacağı üzere çoktan eriyip
teslim olmuştu Ebu Zerr. Daha sonra da, beklentilerini, yaşadıklarını ve
Mekke'ye gelip bekleyişini anlattı bir bir ... Ardından da:
-
Ey Allah'ın Nebisi! Bana ne emreder, neye davet edersin, diye sordu. Allah
Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem):
- Seni Allah'a ibadet etmeye, O'na hiçbir şeyi şerik
koşmamaya ve bütün putlan bir kenara koyup terk etmeye çağırırım, buyurdu. Hemen
oracıkta Ebu Zerr:
- Ben şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur ve
yine ben.şehadet ederim ki, Sen de O'nun Resülü'sün, deyiverdi. Halinden, daha
diyeceği başka şeylerin de olduğu seziliyordu. Bir müddet daha bekledi ve
dayanamayıp şunları söyledi:
- Ya Resülallahl Şimdi ben memleketime, ailemin yanına
geri dönecek ve orada, savaş emrinin geleceği günü iştiyakla bekleyeceğim! O
zaman Senin yanına gelecek ve Sana destek olacağım; çünkü şu an kavmini, Senin
aleyhinde birleşmiş olarak görüyorum.
Onun
bu tespiti karşısında Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern) önce:
211
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
-
Doğru sôyliiyorsun.P? dedi ve arkasından da, ruh dünyasında kopan fırtınalan
görüreesine şunlan ilave etti:
- Bu mesele açığa çıkıp da güzel haberlerimiz size ulaşıncaya
kadar kavminin yanına geri dön ve güzel bildiklerini onlarla paylaş!
Bu, olacaklan önceden sezen bir Mürşid-i Kamil'in, fıtratlanna
göre müritlerini yönlendirmesi demekti. Ancak Ebu Zerr, heyecandan yerinde
duramıyor ve:
-
Nefsim, yed-i kudretinde olana and olsun ki, gidip Kabe'de İslam'ı
haykırmadıkça dönecek değilim, diyordu.
Gerçekten de Ebu Zerr, huzur-u risalette söylediği gibi
çok geçmeden bir çırpıda Kabe'ye gelecek ve avazı çıktığı kadar şunlan
haykıracaktı:
- Ben şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur ve
yine ben şehadet ederim ki Muhammed, O'nun hem kulu hem de Resülii' dür.
Bir anda bütün
nazarlar, onun üzerinde toplanıvermişti: - Adama bak! Bu da sabi oldu, diyor ve
onu alaya alıyorlardı. Bir adamın daha karşı tarafa geçtiğini duyan herkes toplanmış,
Ebu Zerr' e hakaret yanşına girmişti. Nihayet işi daha da ileri götürdüler ve
sırtlanların üşüşmesi gibi üşüşüverdiler Ebu Zerr'in üzerine. Gözü dönmüş kör
kalabalığın tekme-tokatlanna hedef olmuştu Gıfarlı Ebu Zerr.
Konunun nezaketini bilen ve zekasıyla meseleye yaklaşan
Efendimiz'in bir diğer amcası Hz. Abbas'?" olmasaydı o gün, belki de Ebu
Zerr öldürülecekti. Hz. Abbas önce Ebu Zerr'in üzerine eğilip kollanyla korumaya
çalışacak ve arkasından da öfkeli kalabalığa şöyle seslenecekti:
- Ey Kureyş topluluğu! Siz ne yapıyorsunuz? Gıfar kabilesi
sizin ticaret yolunuzun üzerindedir; onu öldürmekle siz, ticaretinizi tüketrnek
mi istiyorsunuz? Bırakın onu!
189 İbn Sa'd,
Tabakat, 4/222
190 Hz. Abbas, o gün
henüz Müslüman olmamıştı.
212
Arkadan Gelenler ve
Mihnet Yılları
Evet,
Abbas doğru söylüyordu. Savunmasız bir adamı öldürüp de tek geçim kaynakları
olan ticaretIerini riske atmanın bir manası olamazdı ve ağza alınmadık küfürler
ederek teker teker uzaklaşmaya başladılar Ebu Zerr'den.
Kabe'de
tek başına ve kanlar içinde kalakalan Ebu Zerr, önce Zemzem'in yanına gitti.
Elini-yüzünü yıkayıp kendine gelmeye, üzerindeki kanları da Zemzem'le
temizlerneye çalışıyordu. İçinde öylesine tufanlar kopuyor, öylesine
fırtınalar esiyordu ki, bedenine gelen onca darbenin acısını belki de hiç
duymamıştı. O gününü, böylesine gelgitlerle geçirdikten sonra ertesi sabah
karar vermiş ve yine Kabe'nin avlusuna gelmişti; çıktı yüksek bir yere ve yine
aynı şeyleri haykırdı. Sanki gün, dünün bir tekrarı gibiydi. Yine üzerine
çullandılar ve yine Hz. Abbas koştu imdada.'?'
İkinci
defa aynı sonuçla karşılaşınca Efendiler Efendisi'nin sözleri geldi hatırına.
Demek ki gün, bu hareketi kaldıracak keyfiyete henüz ulaşmamıştı. Demek ki her
dönemin şartları hesaba katılmalı ve ona göre bir hareket stratejisi ortaya
konulmalıydı. Yeni dünyaya gelen bir çocuktan, yirmi yaşındaki bir
delikanlının hareketi beklenmemeli ve gelişimine paralel bir muamele de
bulunulmalıydı.
Ve
Ebu Zerr, yaşadığı bu acı tecrübenin ardından yeniden köyünün yolunu
tutacaktı. Onun bu acı tecrübesi, bütün mü'minler için de bir ders olmuştu.
Zaten o gün, bilhassa zayıf ve kimsesiz olanlar hedef haline getirilmiş; her
fırsatta hakarete maruz kalıyorlardı. Efendiler Efendisi, amcası Ebu Talib'in
himayesinde olduğu için ve Hz. Ebu Bekir de, kavminin arasındaki konumu
gereği, kendisine sahip çıkıldığından dolayı bu duruma maruz kalmıyordu. Diğer
Müslümanlara gelince, onlar adeta Kureyş için birer eğlenme vesilesi haline
getirilmeye çalışılıyordu. Ağza alınmadık hakaretlere maruz
191 Bkz. İbn Sa'd,
Tabakat. 3/165; 4/224, 225, 255
213
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
kalıyorlar, köşe
başlannda sıkıştırılarak taciz ediliyor ve her fırsatta sıkıştırılıp şiddete
maruz bırakılıyorlardı.w"
Bütün
bunlar, neyi değiştirirdi ki? İman gibi bir değerle buluştuktan sonra, hangi
güç ve kuvvet insanın karşısına çıkar ve onu değerlerinden vazgeçirebilirdi?
Kureyş'in kinine inat, iman dairesi çığ gibi büyümeye durmuş; hemen her gün
huzur-u risalet, yeni katılımlarla şenleniyordu.
Ardı ardına bir yanş başlamıştı; bütün acılan unuttururcasına,
yeni doğumlar yaşanıyordu. Başka gün de, bir başka genç ve dinamik insan Sa'd
İbn Ebi Vakkasla193 şenlendi huzur-i risalet ... Bunlann hepsi
de, can ciğer arkadaşıydı Hz. Ebu Bekir'in; o, kendini ortaya koymuş ve
ellerinden tutarak huzura getirmişti teker teker ...
Sa'd İbn Ebi Vakkas, henüz İslam'la tanışmadan önce bir gün rüyasında
kendisini, zifiri karanlık bir gecede görmüştü. Göz gözü görmeyen bir geceydi.
Bu hal devam ederken ansızın bu karanlık geceye bir dolunay doğuverdi. Önünde
ışıktan bir yol beliren Sa' d, ışığı takip ederek yürümeye başladı. Bir de
baktı ki, önünde Zeyd İbn Harise, Ali İbn Ebi Talib ve Ebu Bekir vardı. Onlara
döndü ve sordu:
- Sizler buraya ne
zaman geldiniz?
- Yeni geldik, diye
cevapladılar. Bunun üzerine uykudan
uyanan
Hz. Sa'd, aradan günler geçmesine rağmen ne zifiri karanlık geceyi ne bu
dolunayı ne de önünde yürüyen isimleri unutabildi. Nihayet bir gün, Allah
Resülü'niin gizlice insanlan İslam'a davet ettiğini duymuştu. Gidip, Ecyad denilen
mevkide buldu O'nu. İkindi namazını kılıyordu. Namazını bitirir
192 Bkz. İbn Sa'd,
Tabakat. 3/165
193
Müslüman olduğunda Hz. Sa'd'ın yaşı, on altı veya on yedi idi. Bkz. İbn Sa'd,
Tabakat, 3/139
214
Arkadan Gelenler ve
Mihnet Yılları
bitirmez
de yanına yaklaştı ve hemen oracıkta Müslüman oluverdi. Bu sırada o, henüz on
dokuz yaşlarındaydı.w- Efendiler Efendisi ile anne tarafından akraba oluyordu.
Bunun için kendisine, 'dayım' der ve, "Böyle dayısı olan varsa gelsin
beriye!" diye de iltifat ederdi.195
Hz.
Sa'd, Müslüman olmuştu olmasına, ama annesi problem çıkarıyordu, Sa'd ise,
anne ve babası konusunda çok hassas bir yapıya sahipti; gönüllerini kırmamak
için üzerlerine titrer ve bir dediklerini iki etmemeye çalışırdı. Onun bu tavrını
iyi bilen annesi, önce:
-
Ey Sa'd! Bu yeni ortaya çıkardığın din de ne, diye tepki göstermiş; ardından
da:
-
Ya sen bu dinini terk edersin ya da ben, ölünceye kadar ne yer ne de içerim. O
zaman da senin halk nezdindeki konumunu sen düşün, diyerek üzerinde manevi
baskı kurmaya çalışıyordu. Annesini kırmamak için elinden gelen her şeyi yapıyordu;
ama annesinde zerre miktar bir yumuşama emaresi görülmüyordu:
-
Ey anneciğim! Ne olur böyle davranma! Çünkü ben, dinimi terk edecek değilim,
diye cevap verdi.
Böylece
aradan bir gece bir de gündüz geçmişti; ama Sa'd'ın annesi ne bir yudum su ne
de bir lokma ekmek almıştı. En az Sa'd kadar, annesi de ciddi görünüyordu.
Ertesi sabah olmuştu ve annesinde hala değişen bir şey yoktu. Ancak, beri
tarafta bir değişiklik vardı; sema dile gelmişti ve Cibril-i Emin, "Anne
ve babaya itaatin bir esas olduğunu, ancak bunun, Allah' a isyan anlamına asla
gelmemesi gerektiğini, bu kerteye geldiği yerde ise, itaatin söz konusu
olamayacağını'w" anlatı-
194
Bkz. İbn Hişam, Sire, 1/266; İbn Sa'd, Tabakat, 3/139; Taberi. Tarih, 2/216;
İbnii'l-Esir, Üsüdü'l-Öabe, 2/292
195 Bkz. İbnü'l-Esir,
Üsüdü'l-Ğabe, 2/216 196 Bkz. Lokrnan, 31/15
215
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
yordu. Şimdi
rahatlamıştı Sa' d. Artık ne yapacağını biliyordu ve annesinin yanına gelerek
bütün kararlılığıyla:
- Vallahi de eyanneciğim! Şayet senin bin tane canın
olsa ve sen, her gün bunlardan bir tanesiyle ölüp gitsen bundan dolayı ben
dinimi terk edecek değilim, deyiverdi.
Normal şartlarda onun gibi yufka yürekli birisinin asla
söyleyemeyeceği sözlerdi bunlar. İşin burasında hiç beklenmedik bir şeyoldu ve
oğlunun kendisinden daha kararlı olduğunu gören Hz. Sa' d'ın annesi, yeme ve
içmeye karşı başlattığı orucunu bozup yemek yemeye başladı.v? Hz. Sa'd, vahyin
aydınlatan tayfları altında adım atmanın semeresini toplamaya hemen oracıkta
başlamıştı bile.
Sözüne Sadık Bir
Çoban ve Süt Mucizesi
Hz. Ebu Bekir'le birlikte Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellem), Mekke dışına çıkmış ve huzur arıyordu. Karşılarına, Abdullah
İbn Mes'adl98 adında bir çoban çıktı; Ukbe İbn Ebi Muayt'ın
koyunlarını otlatıyordu. Muhammedü'l-Emin'i de Ebu Bekir'i de biliyordu; kim ne
derse desin bunlar, Mekke'nin göz dolduran iki insanıydı. Gerçi bundan,
koyunlarını güttüğii Ukbe İbn Ebi Muayt hiç hoşlanmıyor ve her fırsatta sözü
bu iki zata getirip sürekli onların aleyhlerinde konuşuyordu; ama İbn Mes'üd,
kendi kararını verebilecek kadar muhakeme sahibi bir insandı.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) için her
karşılaşılan kişi, tebliğ adına yeni bir sayfa demekti ve karşısında düşüneeli
haliyle duran çobana sordu:
- Ey delikanlı!
Yanında süt var mı?
197 Bkz. İbn Hacer,
İsabe, 2/31; Halebi, İnsanü'l-Uyün, 1/280.
198
Abdullah İbn Mes'üd, Zühreoğullarınm anlaşmah elemanıydı. Cahiliyye döneminde
babası EbU Mes'üd, Abdullah İbn Haris ile anlaşmış ve onun işlerini görmeye
başlamıştı. O günkü telakkilere göre oğlu Abdullah da aynı kaderi paylaşmak
zorundaydı.
216
Arkadan Gelenler ve
Mihnet Yılları
- Evet, dedi İbn
Mes'üd. Arkasından da ilave etti:
- Süt var, ama ben
emanetçiyim; onu size veremem!
Cehaletin
kol gezdiği toplumda böylesine güven veren bir harekete ender rastlanılırdı.
Öyleyse, bu kadar olumsuzluklar içinde bile büyüklüğünü gösteren bir insan,
İslam adına çok uygun bir muhataptı. Zira o, fıtratı temsil ediyordu ve fıtrat
da asla yalan söylemezdi.
Aynı
zamanda tebliğde, muhatabı iyi tanımak ve onun dilinden konuşmak çok önemliydi.
Belli ki Efendiler Efendisi de, İbn Mes'üd'un anlayacağı bir dille ona hitap
etmek istiyordu. Onun için İbn Mes'üd'a ikinci kez yöneldi ve:
-
Öyleyse bana, hiç doğurmamış bir keçi veya kuzu getirebilir misin, dedi.
Talebi
şaşkınlıkla karşılasa da İbn Mes'üd, isteklerini yerine getireceğini ifade
ediyordu. Bir taraftan sürünün arasına doğru ilerlerken diğer yandan da neler
olacağını merak ediyordu. Gitti ve sürü içinden hiç doğum yapmamış bir oğlağı
tutup getirdi.
Önce
onu tutup bağladı Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem). Ardından da,
elini göğsünün üzerinde sıvazlayarak dua etmeye başladı. Talep eden Resülullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) olunca Allah da veriyordu. Çünkü O (sallallahu
aleyhi ve sellern), neyi, kimden ve nasıl isteyeceğini de en iyi bilendi.
Gördüğü
manzara karşısında İbn Mes'fıd'un gözleri yerinden fırlayacak gibi olmuştu;
zira, kuru memelere süt yürümüş ve oğlağın göğsü sütle doluvermişti! Olacak
şey değildi; bunca yıldır böyle bir şey ne duymuş ne de görmüştü!
Aynı
gelişmeleri seyreden Hz. Ebu Bekir, hemen koşup bir kase bulmuş ve bir mucize
sonucu ikram edilen sütü sağmaya başlamıştı bile. Allah Resülü (sallallalıu
aleyhi ve sellern), sadık yarine döndü önce:
- İç, dedi.
217
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Süt
dolu kaseyi dudaklanna götüren Hz. Ebu Bekir, doyasıya içti. Ardından, aynı
kaseyi Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) aldı ve O da içti.
Artık,
maksat hasıl olmuş ve ortada bir ihtiyaç kalmamıştı. Şimdi sıra, her şeyin
eski haline dönmesini temin etmeye gelmişti. Onun için Efendimiz, süt dolu
göğse seslendi:
- Eski haline geri
dön!
Az
öncesine kadar hiç sütü olmadığı halde, taşacakmışçasına bir süt tulumbacığı haline
gelen göğüs, yeniden büzüşmeye başladı ve hemen oracıkta eski haline
dönüverdi.
Bu sefer İbn Mes'üd
konuşmaya başladı:
-
Okuduğun o kelimeleri bana da öğretir misin ya Resülallah!
Artık,
maksat hasıl olmuş, mesaj da yerini bulmuştu. Belli ki İbn Mes'üd da artık
mü'mindi. Biraz daha yanına yaklaştı Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellem). Mübarek ellerini başına götürdü ve sıvazlamaya başladı. Bu esnada
şunları söylüyordu:
, - Sen çok bilge bir
delikanhsınl'v?
Artık
İbn Mes'fıd, ümmetin alimi manasında 'hıbriilümme' olma yoluna girmişti
ve gönlünden gele gele kelime-i tevhidi söylüyordu. Onun Müslüman olduğu aynı
gün, Hattab ailesinin damadı Said İbn Zeyd ve hanımı, Ömer İbn Hattab'ın
da kız kardeşi Fatıma İslam'la şerefleneceklerdi.
Bu arada, Amir İbn Rabia, Utbe İbn Rabia'nın
oğlu Ebu Huzeyfe, Ebu Ubeyde İbn Cerrôh, Osman İbn Maz'un ve iki
kardeşi Kudôme ve Abdullah, Esmô. Binti Ümeys, Üm mü Eymen, Efendimiz'in
amcası Hz. Abbas'ın hanımı Ümmü'l-Fadl
199 Bkz. İbnül-Esir,
Üsüdül-Gabe, 2/589
218
Arkadan Gelenler ve
Mihnet Yılları
ve
Hz. Ali'nin ağabeyi Cafer İbn Ebi Tôlib de gelmiş ve Müslüman
olmuşlardı.s?" Fazilet aşığı insanların arasında bu din, hızla yayılıyor
ve insanca yaşama arzusuyla yanıp tutuşan herkes bu kaynağa koşuyordu. Üç yıl
sürecek bir dönerndi bu.
Henüz tebliğ dar alanda gerçekleşiyor ve daha çok da,
münferit gayretler semere veriyordu. Bir taraftan yeni yeni ayetler geliyor;
Allah Resülü de bu ayetleri, etrafındaki bu ilk halka ile paylaşıyordu. Ancak
bunun için, genellikle tenha yerler seçiliyor; çoğu zaman bu sohbetler için
hane-i saadetleri tercih ediliyor ve böylelikle Kureyş'in tepkisi çekilmemeye
çalışılıyordu. Dönem, iman adına kıvama erme dönemiydi ve bu dönemde inen
ayetlerin genel temasını da bu husus oluşturuyordu. Çünkü sancağı omuzlarda
uzun soluklu taşıyıp dalgalandırabilmek için güçlü ve sarsılmaz bir imana sahip
olmak gerekiyordu.
Bu süreçte Kureyş, genellikle gelişmelere seyirci kalmayı
tercih ediyordu. Zannediyorlardı ki; bu yeni gelişme, daha önceleri Zeyd İbn
Amr, Kuss İbn Sôide ve Ümeyye İbn Ebi Salt gibi insanların anlayış
seyrinde yürüyecek ve münferit bir hadise olarak sadece Muhammedü'l- Emin ile
sınırlı kalacaktı. Ancak durum, hiç de zannettikleri istikamette gelişmiyordu.
Kendilerini açıktan zorlayan bir gayret göze çarpmasa da, en yakınlanndan birer
ikişer kopan insanlar, gidip Muhammed'in huzurunda diz çöküyor; yollannı
değiştirip bambaşka birer insan oluveriyorlardı.
Çok geçmeden Bilal-i Habeşi, Ebfı Selemer'"
Erkam İbn Ebi'l-Erkam, Ubeyde İbn Hôris, Hz.
Ebu Bekir'in iki kızı Esmô.
200
Ca'fer İbn Ebi T31ib, ahlak ve siret itibariyle Efendimiz'e en çok benzeyen
insandı. Bkz. Taberi, Tarih, ı/539
201 Asıl adı,
Abdullah İbn Abdilesed olan EbU Seleme, Efendimiz'in halası Ber. re Binti
Abdulmuttalib'in oğluydu. Aynı zamanda Hz. Hamza ile birlikte Efendimiz'in süt
kardeşi oluyordu. Bkz. İbnii'l-Esir, Üsiidii'l-Ğabe, 2/567
219
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
ve
.Aişe, Habbôb İbn Erett, Umeyr İbn Eoi Vakkas, Mes'lid İbnii'l-Kôriın],
Seli: İbn Amr,
Ayyaş İbn Ebi Rabia ve
hanımı Esmô. Binti Selôme, Huneys İbn Huzôfe, .Amir İbn Rabia, Abdullah İbn Cahş ve kardeşi Ebii Ahnıed, Hôtıb İbn
Hôris ve hanımı Fatıma Binti Miicellel ile Hatıb'ın kardeşi Hattab
ve onun hanımı Fükeyhe Binti Yesar, Ma'mar İbn Hôris, Osman İbn Maz'ün'un oğlu Sôib,
Muttalib İbn Ezher ve hanımı Ramle Binti Ebi AvI, Nuaym İbn Abdullah,
.Amir İbn Fiiheure'?" ile Halid İbn Said İbni'l-.As ve hanımı Ümeyne
Binti Halef de bu nura koşanlar arasındaydı.
Halid İbn Said, rüyasında kendisini cehennem benzeri
bir ateşin kenarında ve onun içine doğru sürüklenirken görmüştü; babası
arkasında durmuş, kendini ateşe doğru itiyordu. Tam alevlerin arasına düşeceği
sırada Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) imdadına koşmuş ve belinden
kavrayarak onu kenara çıkarıp, cehennemde yanmaktan kurtarmıştı. Ürpertiyle
uykusundan fırladı ve uzun bir düşünme sürecinden sonra, etkisi hala devam
eden bu rüyanın hak ve doğru olduğu konusunda tereddüdü kalmamıştı. Kendi
kendine, "Cehennemden kurtulmanın tek yolu, Resiilullah'la birlikte
hareket etmektir." diyordu. Önce gidip Hz. Ebu Bekir'le istişare etti;
o da farklı düşünmüyordu ve:
- Bununla ben, senin hakkında hayır murad edildiğini
düşünüyorum. İşte, Resülullah orada duruyor; git ve tabi ol O'na! Çünkü, seni
cehennemden kurtaracak odur. Ne yazık ki, babanın durumu pek iç açıcı değil,
dedi. Vakit kaybetmeden huzura gelen Halid İbn Said, Efendimiz'i Ecyad denilen
yerde bulmuşve:
- Ya Muhammed! Senin
davetin nedir,. diye sesleniyor-
du .:
202
Amir İbn Füheyre, Hz. Aişe validemizle anne bir kardeş idi. Bkz. İbnü'l-Esir,
Üsüdül-Gabe,2/254
220
Arkadan Gelenler ve
Mihnet Yılları
- Ben, sadece Allah'a davet ediyorum; O'na hiçbir şeyi
eş ve ortak koşmayacak, Muhammed'in de O'nun kulu ve ResüIii olduğunu
kabulleneceksin. Aynı zamanda, işitip görmeyen, kendine bile fayda veya zaran
dokunmayan, hatta kimin kendisine kullukta bulunduğunu kimin de önünde temenna
durmadığını bile bilmeyen şu taşlara kulluktan vazgeçip sadece O'na ibadet
edeceksin, diyordu Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern). Hiç tereddüt
etmedi Hz. Halid ve:
-
Eşhedü en la ilahe illaIlah ve eşhedü enneke Resülüllah, diyerek hemen oracıkta
Müslüman oluverdi.v"
Halid İbn Said, hür iradesiyle gelip teslim olmuştu;
ama inatçı mı inatçı bir babası vardı. Oğlunun gidip Müslüman olduğu haberini
alır almaz hemen onu bulacak ve:
- Atalannın gelenekleri ve ilahlannı ayıplayıp yerdiği
ve senin anlayışına muhalif olduğu halde sen, nasılolur da Muhammed'e tabi
olursun, diye sıkıştıracak ve eline geçirdiği bir odunla başını yanp kanlar
içinde bırakacaktı. Babaya itaat farz olsa da, Allah'a isyan konusunda gözü
kapalı tehditlerine 'euet' denemezdi ve Halid de:
- Allah'a yemin olsun ki ben, O'na tabi oldum ve bir
daha da asla dönmem, diyecekti. Babasının tepkisi yine çok sertti. Önce, ağza
alınmayacak kötü sözler sarfetti ve ardından da:
- İstediğin yere git! Yemin olsun ki, artık ben sana
zırnık koklatmam, dedi. O'nu bulan neyi kaybederdi ki! O'nun huzurundayken
dünyalar zaten onun oluyordu. Bu sebeple de:
- Beni her şeyden mahrum etsen de ben, bu yoldan dönmeyeceğim.
Şüphesiz Allah (celle celaluhü), yaşadığım sürece benim nzkımı da verir, diyen
Hz. Halid, kimin yanında yer alması gerektiğini net bir şekilde ortaya
koyacaktı. Ancak öfkeli baba, burada duracak gibi gözükmüyordu; kendisi gibi
düşünen diğer çocuklarını da bir araya toplayacak ve hiçbirisinin
203 İbn Sa'd,
Tabakat. 4/94; İbn Hacer, İsabe, 1/406
221
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Hz.
Halid ile konuşmaması gerektiğini söyleyecekti. Çaresiz Hz. Halid, Allah Resülü'nün
yanına gelecek ve bir daha da bu kapıdan asla ayrılmayacaktı.w-
Çok
geçmeden Hôtıb İbn Amr, Vakıd İbn Abdullah, Biikeyr İbn Abdiyaleyl'in
dört oğlu Halid, Amir, Akı1205 ve İyas da gelip
huzur-u risalette kelime-i tevhidi söyleyip imana teslim oldular.
O
gün için Mekke' de fazilete aşık ne kadar insan varsa, toplanıvermişti Allah
Resülü'nun yanında. Artık namaz kılarken, yanında sadece Ali yoktu; bundan
böyle namazlar, güçlü omuzların destek verdiği bir cemaatle birlikte
kılınıyordu.s'"
Ancak,
bu kadan bile Mekkelileri çileden çıkarmaya yetmişti. Otorite, kendi
iradesinin dışında bir başka yapıyı kaldırmıyor ve yeni gelişmelere tepkiyle
karşılık veriyordu. Sa'd İbn Ebi Vakkas ve arkadaşlan yine beraberce bir
kenara çekilmiş, Mekke dışında bir yerde namaz kılıyorlardı. Olacak ya,
Kureyş'ten bir grup insanın yolu da o gün, namaza durduklan yerden geçiyordu.
Onlan bu halde görünce garipsemiş ve alaylı tavırlarla laf atmaya
başlamışlardı. İşi o kadar ileri götürdüler ki, artık mesele, sadece sözle
sınırlı kalmamış ve Müslümanların üzerine saldırmışlar, kısa bir müddet de
olsa aralannda bir arbede yaşanıvermişti. Bu ne tahammülsüzlüktü ki, insanların
kendi başlanna ibadet etmelerine bile müsamaha gösterilmiyor ve engelolmak
için de şiddet kullanılıyordu. 207
204
Bkz. İbnü'l-Esir, Üsüdü'l-Ğabe, 2/87; İbn Sa'd, Tabakat, 4/95; Halebi,
İnsanü'l-Uyün, 2/421
205
Akıı İbn Bükeyr'in adı, Gafil idi. Efendimiz'in huzuruna gelip de adını söyleyince
Allah Resülü (sallalla1ıu aleyhi ve sellern), onun adını Akıı olarak değiştirmişti.
Bkz. İbn Hacer, İsôbe, 3/575
206 İbn Hişam, Sire,
2/98
207
Bu hengürnede Sa'd İbn Ebi Vakkas, kendini ve arkadaşlannı koruma adına eline
geçirdiği bir deve çene kemiğini, müşriklerden birisinin kafasına indirmiş ve
bu darbeyle adamın kafasını kanatIDıştı. Yeryüzünde bir Müslüman'ın akıttığı
ilk kan da bu idi. Bkz İbn Hişam, Sire, 2/98.
222
Arkadan Gelenler ve
Mihnet Yılları
Hz.
Ebu Bekir'le birlikte Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) bir gün Mekke
dışında bir yere gitmiş; gelen ayetleri müzakere edip namaz kılıyordu. Bu
arada, yakınlannda koyun otlatmakta olan Bilal-i Habeşi yaklaştı yanlanna.
Ayla güneş gibiydiler; göz kamaştıran bu manzaraya meftun olmamak mümkün
değildi. Önce, yanlanna gitmesi için bir vesile bulması gerekiyordu, bir kase
süt aldı eline ve takdim etti iki sadık yare, Herkesin gönlüne Allah sevgisini
koyma gayreti, onu da cezp edecek ve böylece, nice hürlerden önce Bilal de
İslam'la tanışacaktı.
Bir
... İki ... Üç derken ondaki hızlı değişimin farkına vanlacak ve arkasından
amansız bir takip başlatılacaktı. Bir gün, Kabe'deki putlara karşı haşin
davrandığı ve onlann aleyhine söz saydığını duymuşlardı. Nasıl olur da bir
köle, efendilerinin kullukta bulunduğu bu taş ve ağaç parçalan hakkında ileri-geri
konuşabilirdi. Sahabe Ümeyye İbn Halefi sıkıştırdılar; bir köle için
riske girmeye hiç niyeti yoktu onun. Zaten Bilal de, kölelerinden bir köleydi.
Minnetsizdi ve:
-
Alın sizin olsun. Ne yaparsanız yapın, deyiverdi. Artık Bilal, Ümeyye İbn
Halerin ellerinde, Ebu Cehil'in
insafına (!) kalmıştı. Ve, aldıl~r Bilal'i
sahraya götürdüler. Çölün kızgın kumlan üzerinde yatınyor, dayanılmaz
işkencelere maruz bırakıyorlardı. Üzerine kilolarca ağırlıkta taşlar koyup inim
inim inlettikleri yetmiyormuş gibi bir de, düşüncesini ipotek altına almaya
çalışıyorlar ve ondan gönlünün gülü Muhammed'i ve dinini inkar etmesini
istiyorlardı.
Bilhassa
Ebu Cehil'de, bitip tükenme bilmeyen bir kin vardı ve bu kinini, salyalar dökülen
ağzından her fırsatta kusuyordu. Bir efendi olarak aklı almıyordu: Kendi
iradesi dışında bir başka güç nasıl kabul edilebilirdi! Hele bir köle ...
Konumuna bakmadan böyle bir kabule nasıl ciir'et edebilirdi? Yüz üstü kızgın
kumlara yatınyor ve güneşte kızanneaya
223
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern)
kadar
işkence yapıyordu. Zaten takati tükenen Bilal'in, söz söylemeye mecali
kalmıyor; dudaklanndan sadece bir kelime dökülüyordu:
- Ehad .. Ehad .
.!208
Bilal,
o dünyayı da bilen birisiydi. Hayatı boyunca işkence altında yaşamaktansa,
bugün katlanıp ebedi huzuru yakalamak vardı işin ucunda. Onun için dişini
sıkmış ve 'zilletle yaşamaktansa izzetle ölümü' çoktan göze almıştı. O
gün Bilal'e, kimse güç yetirip isteklerini kabul ettiremedi. Bulduğu yolda sabit
kadem kalmaya kararlıydı ve her türlü işkenceye rağmen bu kararlılığından
zerre kadar taviz vermedi.
Ancak
o ne kin ki, boynuna ipler bağlıyor ve onu çocukların eline verip sokaklarda,
Mekke dağlannın arasında sürükletiyorlardı. Allah'ın, 'kulum'; Resülii'niin
de, 'ümmetim' dediği Bilal'i, çoluk çocuğun oyuncağı haline
getirmişlerdi. Çölde yalınayak yürüyüp yanmadan Bilal'i anlamaya, çilesini
görüp bilmeden mihnetlerin ortaya çıkardığı kadr u kıymetini idrake imkan
olabilir mi!.,
Bilal'in
yanık sesiyle 'Ehad!' diye
inleyişini duymayan kalmamıştı artık Mekke' de. İnim inim inlemesine rağmen, ne
Ümeyye'nin ne de Ebu Cehil'in insafa geleceği vardı! Yine iş başa düşüyordu.
Bir çırpıda yanlarında bitiverdi Hz. Ebu Bekir. Elindeki mal, zaten bir gün
tükenip gidecekti; hiç olmazsa onu, ahireti adına büyük bir yatınma çevirme
fırsatı vardı önünde. Bununla hem, Bilal'i işkenceden kurtaracak hem de
Resul-ii Kibriya'yı memnun edecekti. Geldi yanlarına ve:
-
Bu insana bu kadar işkenceyi niye yapıyorsunuz, diye tepki gösterdi önce.
Ardından da onu satın alarak, önce işkenceden kurtardı; ardından da hürriyete
giden yollan gösterdi.
208
Onun bu haline yaşlı Varaka İbn Nevfel'in de şahit olduğu, "Ehad
Ehad" seslerini duyunca da, "Ey Bilôl! Vallahi de sen, eğer
bu halde iken ölürsen ben, senin mezarının üzerine türbe yaparım." dediği
anlatılmaktadır. Bkz. İbnii'l-Esir, Üsiidii'l-Ğabe, 1/236
224
Arkadan Gelenler ve
Mihnet Yılları
Hz.
Bilal, sabnnın semeresini alıyordu. Ümeyye'nin yanında sessiz kalmış olsaydı,
hayatı boyunca belki bir köle olarak kalacak ve öylece son nefesini verecekti.
Ama şimdi, hem bütün sıkıntılan sona ermiş hem de Habib-i Zişan'ın yanında bir
efendi gibi muamele görme fırsatını bulmuştu.
Görüldüğü
gibi, bu günlerde bir insanın Müslüman olduğunu açıklaması, başına gelecek
kötülüklere açıktan davetiye çıkarması anlamına geliyordu. Onun için birçok
sahabenin Müslüman olduğunu Kureyş henüz bilmiyordu. Yedi kişi hariç, diğer
Müslümanlar kendilerini gizlemek zorunda hissetmişlerdi. Bunlar, Allah Resülii
Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellern), Hz. Ebfı Bekir, Ammar
İbn Yasir ve onun annesi Sümeyye, Suheyb İbn Sinan, Bilill-i H .abeşi ve
Mikdiid İbn Esved idi. 209
Habbab
İbnü'l-Erett, aslen hür bir insandı; henüz küçük yaşlarda iken bulunduğu yerde
bir saldırı gerçekleşmiş ve o da, akrabalanyla birlikte esir alınmış, daha
sonra da Mekke'ye getirilerek köle diye satılmıştı. Ümmü Enmôr adında
Huzaa kabilesinden bir kadının kölesi olarak hayatını devam ettirirken
Efendiler Efendisi ile tanışmış ve daha ilk günlerde Müslüman olmuştu.
Sahipsiz
olduğu için, başta efendileri olmak üzere müşriklerin hiddetine muhatap olacak
ve her daim şiddet soluklayacaktı. Kızgın güneş altında işkenceye tabi
tutuluyor, akla hayale gelmedik hakaretlere maruz bırakıhyordu.v"
Habbab
İbnü'l-Erett'in, As İbn
Vüil'den alacağı vardı ve As ibn
Vail bir türlü vermeye yanaşmıyordu. Borcunu tahsil etmek için yanına her
gittiğinde:
209 İbn Hibban,
Sahih, ı5/558 (7083); Ahmed b. Hanbel, Müsned, ı/404 (3832) 210 Bkz.
İbnii'l-Esir, Üsüdü'l-Ğabe, 2/102; İbn Sa'd, Tabakat. 3/ı64, ı65; İbn Hacer,
İsabe, 2/258
225
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
-
Muhammed'i ve dinini inkar etmediğin sürece sana borcunu ödemem, diyor ve
hakkı olanı talep ettiğinde bile bunu, dinsizliği adına malzeme olarak
kullanıyordu. Yine böyle bir gün Hz. Habbab:
-
Sen ölüp gitsen de, haşir meydanında haşrolacağın zamana kadar asla O'nu inkar
edecek değilim, demiş ve nasılsa alacağını tahsil edeceği bir günü
hatırlatmıştı ona. Ancak bu inceliği anlamak için insanda akıl ve vicdan
olmalıydı. Belki zekalan vardı; ama şeytan gibi tek taraflı çalışıyordu. Onun
için Habbab'a döndü ve:
-
Hani ben, öldükten sonra dirileceğim ya, sana olan borcumu o gün öderim; çünkü
o gün benim, birçok çocuğum ve malım olacak, diye alayetmeye başladı.'?'
Bu,
semayı titretecek bir hadiseydi ve çok geçmeden huzur-u risalette yine Cibril
beliriverdi. Getirdiği ayetle Allah (celle celaluhü), mü'minlerin kuvve-i
maneviyesini takviye ediyor ve As gibi
küstahların akıbetlerinden haber veriyordu.s>
Belki
Habbab İbnü'l-Erett, o gün bir nebze rahat nefes almıştı; ama toplumda başka
bir dayanağı olmadığı için başka bir gün yine Efendiler Efendisi'nin huzuruna
gelecek ve halini yine O'na arz edecekti. Zira, canını dişine takarak
çalışıyordu; toplumda artı bir katma değere sahipti; ama yalnızlığını bilen
Kureyş'in hedefi olmaktan bir türlü kurtulamıyordu. Küçücük bir kulübesi vardı;
ateşin karşısında sabahtan akşama kadar demir döver, kılıç ve kalkan yapardı.
Akşam olup da kulübesinin kapısından adımını atar atmaz karşısında Kureyş'ten
bir başka ateşle karşılaşır ve hep ıstırap yudumlardı. Hele bir gün, Müslüman
olduğunu duyan efendisi çıkıp gelmiş ve iyice hırpaladıktan sonra el ve kolunu
bağlayarak kızgın demirleri vücuduna basmış, bayılıncaya kadar işkence etmişti.
Canını
211 İbn Sa'd,
Tabakat. 3/164, 165 212 Bkz. Meryem, 18/77, 78
226
Arkadan Gelenler ve
Mihnet Yılları
zor kurtarmıştı;
çaresiz huzura gelmiş ve Allah Resülü'ne şunlan söylüyordu:
- Bizim için nusret talebinde bulunmaz mısın ya Resülallah!
Ellerini açıp da bize dua etmez misin ey Allah'ın Resülü?
Onlann acınacak bu halini Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellem) de zaten görüp duruyordu, ama elde başka bir çare
bulunmuyordu. Ancak biliyordu ki, böylesine çetin şartlar içinden geçerken
metin durmak gerekiyordu. Hem, benzeri sıkıntılan yaşayanlar, sadece
kendilerinden ibaret de değildi. Cibril-i Emın'in getirdiği ayetlerde de konu
dile getiriliyor ve öncekilerin başına gelenler başa gelip de yaşanmadan cennetin
kolayolmadığı anlatılıyordu.vs Belki de Allah, uzun soluklu bir davayı ilk
temsil edenlerde, sabır ve sebat ağırlıklı bir duruşu talep ediyor ve davasına
ilk sahip çıkanlan da, yannın daha büyük sıkıntılannı tereddütsüz ve kolayca
göğüsleyebilmeleri için şimdiden hazırlıyor, imtihan üstüne imtihandan
geçiriyordu. Bunun için Efendiler Efendisi:
- Sizden öncekiler arasında öyleleri vardı ki, diye
başladı sözlerine. Yüzünün rengi değişmiş ve adeta pembeleşmişti. Ardından da
şöyle devam etti:
- Sırf iman ettiğinden dolayı alınır ve demir testere
ile başından ikiye biçilirdi, ama bu bile onun dininden taviz vermesine sebep
olamazdı. Sonra demir taraklarla etleri kemiklerinden parça parça aynlırdı;
yine de yerinde sebat eder ve dininden taviz vermezdi. Aynı şekilde yere
hendekler kazılır ve içine ateşler yakılırdı; ardından da diri diri içine
atılır ve cayır cayır yakılırdı. Bütün bunlar, onu dininden döndürmeye
yetmezdi.
Bunlan anlatırken Restıl-ii Kibriya, adeta zaman ve mekan
üstü bir konuma gelmişti ve öncekilerin halini adeta müşahede ederek
anlatıyordu. Bunlar, geçmişten bir tabloydu. Kıymetli ve büyük olan nimetler,
öyle küçük gayretlerle elde
213 Bkz. İbn Hibban,
Sahih, 7/156 (2897)
227
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
edilemezdi.
Ne cennet ucuzdu ne de cehennem liizumsuz ... Birileri, lüzumsuz olmayan için,
burada yatınm yaparken mü'minler, kıymeti bipaha olan cennet ve cemaluUah için
bazı zorluklara tahammül etmeliydi. Ancak bu, sürekli karşılaşılan bir husus da
değildi. Onun için işin burasında Allah Resnlü (sallallahu aleyhi ve sellem), yüzünü
istikbale çevirecek ve teselli bekleyen yüzlere şunları söyleyecekti:
- Vallahi de Allah, bu işi hitama erdirecek ve nurunu
tamamlayacaktır. Ta ki bir kadın, tek başına San'(i'dan yola çıkacak ve Hadremevt'e
kadar gidecek ve bu yolculuğu boyunca Allah'tan başka hiç kimseden
korkmayacaktır. Ancak sizler, acele ediyorsunuz.v-
San'a? Hadremevt?. O gün için, bırakın bir kadını; kervanlarla
giden nice güçlü erkeğin bile yolu kesilir ve elindeavucunda ne varsa
alınırdı. Ama bunları, Allah'ın Resülü söylüyorsa mutlaka gerçekleşir ve
böylesine huzurlu bir dünya yeniden kurulurdu. Dolayısıyla Hz. Habbab gibi
sahabeler, sıkıntılı günlerinde dişlerini sıkmaları gerektiğini öğrenmiş;
böylesine bir dünyayı inşa için daha fazla gayret göstermenin gerekliliğine bir
kez daha azmetmişlerdi.
Hayallerde Yeşeren Ümit Meşceresi
Evet,
belki bugün sıkıntı vardı, ama gelecek her gün de, matem içinde geçecek
değildi. Günün birinde kar ve buzlar eriyecek, insanlık semasında yeniden bir
nevbahar yaşanacak, etrafa nurlar yağacak ve Rabb-i Rahim'in arzu ettiği istikamette
bir bayram yaşanacaktı.
Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Habbab'
a söylediği cümlelere benzer ifadeleri, bizzat Kur'an'da Allah (celle
214
Bkz. Buhari, Sahih, 3/1322 (3416). O gün Efendiler Efendisi'nden bunlan
dinleyen bir sahabe, yıllar sonra yemin edecek ve gerçekten de böylesine huzur
tüten bir iklimi yaşadığını ifade ederek Rabbine hamd edecektir.
228
Arkadan Gelenler ve
Mihnet Yılları
celaluhü)
da söylüyordu. Birileri bugün, ellerindeki imkanlan da kullanarak Allah
davasının nurunu söndürmek istiyordu; ancak Allah (celle celaluhü), Cibril-i
Emin'i vasıtasıyla:
-
Kafirler istemese de Allah nurunu tamamlayacak.vs müjdesini gönderiyor ve bu
müjde, bugün sıkıntı yaşayan herkes tarafından paylaşılıp şiddete karşı birer
azık oluyordu. Bunu vadeden Allah'tı .. Resülullah'tı, .. Allah ve Resülü bir
şey demişse o, mutlaka olurdu ve sahabenin bu konuda zerre kadar tereddüdü
yoktu ve olamazdı. Zira onlar, gözlerinden gayba ait perdeler kalksa ve fizik
ötesindeki alemleri bütün netliğiyle müşahedeye başlasalar bile, önceki
hallerine nispetle yakinlerinde bir farklılık olmayacak kadar iman konusunda
metin insanlardı. Resülullah'ın dizinde, Allah'ın da korumasında yetişmişlerdi.
Hemen her gün, yeni bir semavi sofra önlerine koyuluyor ve onlar da, eltaf-ı
sübhaniyetin önlerine koyduğu bu sofralardan doyasıya istifade ediyorlardı.
Sohbet-i nebeviyenin boyasıyla mest, huzurda bulunuyor 01mamn insibağıyla da
rengarenk bir halleri vardı.
Cibril-i
Emin'in ulaştırdığı haberde onlar için Allah (celle celaluhü), bitip tükenme
bilmeyen bir ukbô vadediyordu; içinde ırmakların aktığı, pınarların kaynayıp
çeşmelerin çağıldadığı bu dünyada, mahz-ılezzet bir hayat bekliyordu onlan. Ve
bütün bunlar, onlar için birer gaye de değildi; Allah'ın hoşnutluğu
doldurmuştu bütün ufuklanm ve onun dışında başka bir beklentiye girmeyecek
kadar da iffet sahibiydiler.
Kuvve-i
maneviyelerini takviye için gelen ayetlerde Allah (celle celaluhü), önceki
peygamberlerinden misaller veriyor ve:
215
Bkz. Tevbe, 9/32,33. Benzeri başka ayetlerde. Allah davasından hoşlanmayan
insanlara vurgu yapılırken müşrik, mücrim ve fasık tanımları üzerinde de
durulmakta ve böylelikle, hemen her dönemde karşılaşılabilecek engellemeler
arasında, mü'min olduğu halde mücrim veya fasık olabilen bu insanların
engelleme arzularıyla karşılaşılabileceği hatırlatilmak istenmektedir. Bkz.
Enfal, 8/8; Yunus, 10/82
229
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
- Şüphe yok ki Biz, o Resüllerimiz ve onlarla birlikte
iman edenlere, daha dünyada iken nusret edip yardım gönderdik; her şeyin ortaya
döküleceği o gün de yardımımız, şüphesiz onların üzerinde olacak.v"
diyerek, benzeri sıkıntılara onlarla birlikte hareket eden havarilerin de
düçar olduklarından bahsediyor, ama sonuçta gülen tarafın kimler olduğunu açıkça
gösteriyordu. Hz. Nuh'tan ... Hz. İbrahim'den ... Hz. Şuayb'dan
... Hz. Eyyub'dan ... Hz. Salih'ten .. Hz. Musa'dan ... Hz. İsa'
dan misaller veriyor ve bütün bunlardan sonra:
- Onlar, sabır gösterip bu yolda nusrete mazhar olup galip
geldiler; sizler de biraz dişinizi sıkın ki, yarınki bayramı yaşayabilesiniz,
mesajları veriliyor ve yeni muhataplardan da, aynı yolda sebat ve sabır
bekleniyordu. Bu şartlarda sabır, mü'rnin için en büyük silahtı ve her türlü
tezvir ve karalamaya rağmen bu tavırdan asla vazgeçmernek gerekiyordu. Çünkü
gelen ayetlerde Yüce Mevla, Habib-i Ekrem'inin kuvve-i maneviyesini takviye
etmek ve mü'minlere de moralolmak için açıktan şöyle diyordu:
- O halde Sen, sabır kuvvetine dayan! Şüphe yok ki Allah'ın
vadettikleri kesin ve gerçektir. Ve, sakın Seni, O'na inanmayıp da bu işe şaşı
bakanların tutum ve davranışları paniğe düşürüp endişeye sevk etmesinl'"?
Neden endişe duyulacaktı ki? Yeryüzü Allah'm tasarrufundaydı
ve onu, dilediğine verme işi de O'nun olacaktı. Ve Allah, bugün başa gelen bu
türlü musibetlerden dolayı endişeye kapılıp üzülmernek gerektiğini, mahzun
olup da keder yudumlamamak için güçlü bir imana sahip olmak lazım geldiğini
anlatıyordu. Zira, mutlak manada üstünlük, ancak güçlü bir imanla elde
edilebilirdi.v" Yine Yüce Mevla, işin ta başından beri, yeryüzünün
anahtarlarını ancak salih kullarına ve-
216 Bkz. Mü'min,
40/51 217 Bkz. Rum, 30/60
218 Bkz. AI-i İrnran,
3/139
230
Arkadan Gelenler ve
Mihnet Yılları
receğini
vadediyordu."? Takva, her dönemde geçerli olan bir akçe idi ve bugün hangi
sıkıntı ile karşılaşılırsa karşılaşılsın yarınlar, mutlaka müttakilerin
tasarrufuyla şekillenecekti.v? Öyleyse, iman, salih amel ve takva, Allah'ın
nusret ve yardımı için O'na sunulmuş en büyük davetiye demekti. Onun için bir
araya geldiklerinde:
-
Gel, bir miktar oturalım ve imanda derinleşme adına bir kapı daha aralayalım, diyorlardı.v"
Ukdz'da ... Mecenne'de ... Zilmecc1z'da insanların
peşinden koşup onlara da Rabbini anlatma gayreti ortaya koyarken Allah Resülü
(sallallahu aleyhi ve sellern), benzeri şeyler söylüyorve:
- Ey insanlar! Gelin, sizler de 'la ilahe illallah'
deyin ve siz de kurtulun! Bu kelime ile bütün Araplara hakim olun! Bu vesileyle
Acem yurdu size serfurü etsin! Şayet o günleri görmeden ölüp giderseniz, zaten
cennetin melikleri sizler olacaksınız, müjdesini veriyordu.v'"
O kadar ki, müşrikler bunları da dillerine dolamış
kendilerince alayediyorlardı. Bir gün, Esved İbn Abdulmuttalib ve arkadaşları
oturmuş, kendi aralarında bunu konuşuyorlardı. O sırada ashapdan bazıları
yanlarından geçiyordu. Onları görünce laf atmaya başladılar, şöyle diyorlardı:
-
Bakın, Kisra ve Kayser saraylarına mirasçı olacak yeryüzü kralları geliyor!
Daha sonra da ellerini çırparak meseleyi gürültüyle kapatmaya
ve hakaretlerle kendilerini haklı çıkarmaya çalışıyorlardı.223
Ashab-ı Muhammed
için, onların ne dediği değil, Allah ve
219 Bkz. Enbiya,
21/105 220 Bkz. Kasas,28/83
221 Suyüti,
ed-Dürrü'l-Mensür, 1/365 222 İbn Sa'd, Tabakat. 1/216
223 Bkz. Halebi,
Sire, 1/511,512; Mübarekfüri, er-Rahiku'l-Mahtüm, s. 123
231
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Resülü'nün
buyurduklan önemliydi ve yine, tebessüm ederek yanlarından geçiyor, acınası
hallerine bakıp, sadece ellerinden tutamadıklanna yanıyorlardı.
Dünya ve dünyevilik, onlar için çok basit şeylerdi;
bugün burada ayaklanna batacak bir dikenin bile öbür tarafta karşılığını
alacaklannda şüpheleri yoktu. Aynı zamanda onlar, işlerini bu karşılığa da
bağlamıyorlardı. Onlar için bu, içinde bulunduklan sıkıntılan aşma adına sadece
bir dayanak oluyordu. Biliyorlardı ki, şayet dünyanın, Allah katında zerre
kadar bir değeri olmuş olsaydı, kafir bu dünyadan bir yudum bile su içemez; her
türlü nimetten mahrumiyet yaşardı. Halbuki Ebu Cehilıer
... Ebu Lehebler
... Utbe ve Şeybeler,
nimetler içinde yüzüyorlardı! Demek ki Allah (celle celaluhü), çok
merhametliydi ve bu rahmet hazinesinden asla ümit kesilmezdi.
İşte, iman adına böyle bir noktaya ulaşan mii'min için,
Allah ve Resülü'nün yarın adına vadettikleri şeyler, çok ayn bir môrıa ifade
ediyordu. O demişse bunlar, mutlaka olacak ve nasılsa bir gün sıkıntılar
bütünüyle bitecekti. Baykuşların her daim bayram yaşamalan mümkün olmadığı gibi
geceler de sürekli zifiri karanlık değildi; bu dünyada bülbüllere de yer vardı
ve vakt-i merhunu gelince şafak söker, sabahın meltem esintilerinde ne can
alıcı, gönül ferahlatıcı hatıralar yaşanırdı!
Evet, bir gün bu zulümler mutlaka bitecek ve etraf,
lalezara dönecekti, Ama bunun için bugün, günün şartlanna göre hareket
edilmesi ve her çeşidiyle sabır gücünden iyi istifade edilmesi gerekiyordu.
Öyleyse, bugünü yaşayanlar için, müspeti ikame adına
gayretten başka bir vazife gözükmüyordu. Her şeye rağmen koşturup insanların
elinden tutulacak ve neticeye karışılmayacaktı; zira, sonucu yaratma işi,
Allah'a aitti. Onlar ise, sadece kendi vazifelerini yerine getiriyor ve
başkasının vazifesine asla kanşmıyorlardı. Zira, nusretin geleceğinde kimsenin
şüphesi yoktu; önemli olan, nusrete ehil hale gelebilmektil
232
DAVET VE TEBLİGİN
AÇIKTAN BAŞLAMASI ~
Aradan
üç koca yıl geçmiş, münferit gayretlerle iman halkası ancak bu kadar
genişleyebilmişti. Bir yakınının daha İslam'ı tercih edişine şahit olan, yahut
kendi kapısı çalınıp da imana davet edilen veya Kureyş'in nefret dolu
tepkisiyle karşılaşan birçok insan, Mekke'deki bu değişimin farkına varmış;
artık mesele çoğu insan tarafından konuşulur hale gelmişti. Muhataplar nezdinde
mesajın dikkat çekebilmesi için yeni bir açılıma ihtiyaç vardı ve çok geçmeden
yine Cibril-i Emin gelmiş, Rabb-i Rahim'den yeni mesajlar getirmişti. Vahyin
ağırlığı üzerinden kalkıp da Cibril gidince, kalb-i Resul'de nakşolunan ayet
şunları söylüyordu:
-
Önce en yakın akrabalarını uyar! Mü'minlerden sana tabi olanların üzerine
şefkat ve merhametle eğil! Ve de ki; sizin için ben, apaçık bir uyancıyırn.w-
Belli
ki yeni bir durum vardı; artık tebliğ, münferit ve gizliden gizliye değil;
bundan sonra aleni ve açıktan, büyük kitleler hedeflenerek, yapılacaktı. İlk
olarak Efendiler Efendisi, yanına Hz. Ali'yi çağırdı şöyle dertleşti onunla:
224 Bkz. Şuara, 26/214
233
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
-
Ey Ali! Allah (celle celaluhfı) bana, en yakın akrabalarımdan başlayarak
kendilerini uyarmarnı emrediyor. Zaten ben de, demir bukağıların arasında
sıkışmışçasına sıkışmış ve onların da bu işe sahip çıkacakları günü
suskunlukla bekleyip duruyordum. Nitekim, bu günlerirnde Cibril geldi ve bana:
"Ey
Muhammed! Sen, sadece Rabbinin Sana emrettiğini yerine getir; çünkü Sen,
bunlarıyerine getirmekle mükellefsin." diyordu. Ancak şimdi yeni bir
durum var. Hemen bir yemek tertip edelim; içinde koyun budu ve süt dolu
kaseler de olsun. Sonra da bu yemeğe, Abdulmuttalib ailesini çağır ki onlarla
konuşup bana tebliğ olunan hususları onlara aktarayım.
Hz.
Ali, denilenleri yapmış ve nihayet, o günün şartlarında mükellef bir sofra
tertip edilmişti. Gelenler arasında, genelde amcaları başta olmak üzere
yaklaşık kırk kişilik bir davetli vardı. Efendiler Efendisi, sofraya Hz.
Ali'nin koyduğu etleri kendi elleriyle parçalayıp paylaştırıyor ve insanlara
ikram ediyordu. Yemeğin ardından içecek faslına geçildi ve bu fasıl da, yemekte
olduğu gibi hiç görmedikleri şekilde bir izzet ve ikramla tamamlanmıştı.
Gelenler, böyle biryemeğin niçin tertip edildiğini ve sonunda nasıl bir
sürprizle karşılaşacaklarını düşünmeye başlamışlardı. İşte tam bu sırada
Efendimiz, sözü alıp maksadını ifade edecekti ki, öz amcası Ebu Leheb ileri
atılarak:
- Görüyorum da,
adamınız sizi iyi büyülemiş, deyiverdi.
O kadar kin doluydu
ki, söyledikleri bu kadarla da sınırlı kalmayacak, şunları da ilave edecekti:
-
İşte bunlar, senin amcaların ve amcalarının çocukları; ne konuşacaksan konuş!
Sabiliği de bir kenara bırak! Bil ki artık, kavminin sabrı taşmak üzere. Seni
durdurmak da bana düşüyor! Sen sadece babanın oğullarıyla yetin! Şayet, üzerinde
bulunduğun halde devam etmekte ısrar edersen, bil ki, Kureyş'in gençleri
üzerine üşüşecek; Araplar da onlara destek verecektir. Akrabalarına Senden daha
kötü bir bela musallat eden kimse görmedim ben!
234
Davet ve Tebliğin
Açıktan Başlaması
Bir anda ortalık buz gibi oluvermişti. Onca gayret boşa
gitmiş ve Efendiler Efendisi'ne birkaç kelime konuşma fırsatı bile
verilmemişti. Ebu Leheb, üstüne üstelik bir de, hakaret üstüne hakaret etmiş,
herkesin içinde Allah'ın en sevgili kulu Son N ebi'ye ağza alınmadık sözler
sarfetmişti. Öz amcaydı; ama gayretullaha dokunacak bir çıkıştı bu.
Derken, ortamın gerilen havasından bunalan davetliler
birer ikişer dağılmaya başlamış ve evlerinin yolunu tutmuşlardı. Ertesi gün
Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve sellern), yeniden Hz. Ali'yi karşısına aldı
ve:
- Ey Ali! Dün şu adamın dediklerini sen de duydun; daha
ben bir şey konuşmadan insanlar dağıldılar. Sen, bugün yeniden bir yemek
hazırla da insanlan yine bu yemeğe davet et, dedi. Bunun üzerine aynı işlem
yeniden başlayıp, daha akşam olmadan yine mükellefbir sofra kuruldu. Yemek
nihayete erdiğinde, bu sefer Habib-i Zişan Hazretleri ayağa kalktı; önce
Allah'a hamd ü sena ettikten sonra onlara döndü ve yakın akrabalarına şöyle
seslendi:
- Ey Abdulmuttalib oğullan! Allah'a yemin olsun ki ben,
Araplar arasında sizin genciniz kadar hayırlı bir davetle gelenini bilmiyorum.
Ben size, dünya ve ahiret hayrını birlikte getirdim. Allah (celle celaluhü) bana,
sizi kendisine davet etmemi emretti. Böyle önemli bir yolda, şimdi sizden
hanginiz bana destek çıkar ve yardımcı olur da, benimle sıcak bir dost ve yakın
bir kardeş olur?
Efendimiz'in talebine cemaat içinden hiçbir mukabele
yoktu. Huzuru, derin bir sessizlik bürümüştü. Kimseden çıt çıkmıyordu. Bu derin
sessizliği, çocuk denebilecek bir şahsın gürlemesi bozdu:
-
Ben ya Resülallahl Bu konuda Senin en büyük destekçin ben olurum.
Bütün yüzler bir anda sesin geldiği tarafa yönelmişti.
Bu sesin sahibi, Ali'den başkası değildi. Halbuki o gün o, yaş iti-
235
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
bariyle
onların en küçüğüydü. Onun, büyüklerden daha önde ve büyükçe bu tavrı
karşısında Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), önce başını okşadı,
ardından da:
- İşte bu, benim kardeşim ve en yakın destekçim. Bunu
dinleyin ve dediklerine kulak verin, dedi. Kendilerinden kabul beklediği o
kalabalık, Resülullah'ın bu sözleri karşısında aralarında gülüşmeye başladı;
Ebu Talib'e dönmüş şöyle takılıyorlardı:
- Eh, artık sen de
çocuğunu dinler ve ona itaat edersin! Bir gün daha geçmiş, bu olağanüstü
gayretlere rağmen herhangi bir semere vermemiş; yeniden herkes kendi evinin
yolunu tutmuştu.
Yalnız bu gün, dünküne göre daha farklıydı; zira artık
Kureyş, Efendiler Efendisi ve getirdiklerine açıktan cephe almış; düne kadar
münferit çıkışlarla engellemeye çalıştıklan hak davaya mani olmayı, bundan
böyle kurumsal bir vazife olarak görmeye başlamıştı. Neyse ki, Efendiler
Efendisi'nin az dahi olsa sahip çıkanı, arkasında saf bağlamasa da destek olanı
vardı. O gün de amcası Ebu Talib devreye girecek, şefkat ve merhamet yüklü bir
ses tonuyla yeğenini teselli ederek:
- İşte, Senin amcalannın hali! Ben de onlardan biriyim;
ancak ben, Senin hoşuna gideni yapmakta onlardan daha ileriyim. Emrolunduğun
şekilde yoluna devam et! Vallahi de ben, Seni görüp kollamaya devam edeceğim.
Ancak nefsim, Abdulmuttalib'in dini dışında bir başka anlayışı kabullenmek
istemiyor, diyecek ve yeğeninin getirdiklerini kabullenmese bile O'na sahip
çıkacaktı. Onun bu tavn, ateş sevdalısı Ebu Leheb'i daha çok çileden çıkaracak
ve:
- İşte bu, vallahi daha da kötü! Başkalan O'nun hakkından
gelmeden sizler engelleyip O'na mani olun, diyecekti. İş gittikçe inada
biniyordu; o karşı çıktıkça Ebu Talib sahip çıkıyor ve yeğenine olan bağlılığı
daha da perçinleniyordu. Son sözü yine o söyledi:
Davet ve Tebliğin
Açıktan Başlaması
- Vallahi de biz, sağ kaldığımız sürece O'nu koruyacak
ve başkalanndan gelebilecek olumsuzluklara karşı da hep müdafaa edeceğiz!225
Aralannda itibar gören birisinin, O'na sahip çıktığına
laf söylenemezdi; ancak, Ebu Tülib'in bu tavn da hiç iyi değildi! Yeğenine
sahip çıkma adına herkesi karşısına almıştı ve her şeye rağmen bu kararında da
ısrar ediyordu. Onun bu tavnm gördüklerinde daha çok sinirlenen Kureyş'ten bir
grup, çok geçmeden Ebu Talib'in kapısını çaldı:
- Ey Ebu Talib, diyorlardı. Her hallerinden rahatsızlık
dökiilüyordu. Daha adım söylerken bile, cümlelerinin sonunda telaffuz
edecekleri kelimeleri okumak mümkündü:
- Şu senin kardeşinin oğlu var ya, işte O, bizim
ilahlarımız konusunda hoşumuza gitmeyen şeyler söyleyip duruyor. Üstelik dini
anlayışımızı ayıplıyor ve önderlerimizi sefihlikle suçlayıp atalanmızın da
dalaletre olduğunu söylüyor. Şimdi sen, ya O'nun bu işten vazgeçmesini
sağlarsın, ya da meseleyi kendi aramızda halledebilmek için O'nu bize
bırakırsın!
Baba yadigftrı bir yetim, böylesine gözü dönmüş aç kurtlara
teslim edilir miydi hiç? Alttan alarak önce ortamı yumuşatmaya çalıştı Ebu
Talib ... Ardından da, gönüllerini hoş tutmaya çalışacak ve öfkelerini teskin
edip geri gönderecekti.v"
Ancak bu, Kureyş rahatsız oldu diye peşi bırakılacak
bir iş değildi; Allah'ın emri vardı ve mutlaka bu emir yerine getirilmeliydi.
Her geçen gün, imanla küfrün arası daha da açılıyor ve saflar daha bir
belirginleşiyordu. Aradan birkaç gün daha geçince Habib-i Kibriya'da yeniden
vahyin ağırlığı kendini göstermeye başladı. Yeniden Cibril-i Emin gelmişti ve
bu emri yerine getirmesini söylüyordu. Çok geçmeden yeni bir ziya-
225 İbnü'l-Esir,
el-Kamil, 1/584, 585; Mübarakfüri, er-Rahiku'l-Mahtüm, s. 83, 84
226 Bkz. İbn Hişam,
Sire, 2/100-101
237
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
fet
daha yapılmıştı. Zengin sofralarla midelere seslenildikten sonra Allah Resülü
çıktı ve bu sefer de gönüllere hitap etmeye başladı. Şöyle diyordu:
- Şüphesiz ki gerçek bir rehber, kendi halkına karşı yalan
söylemez. Allah'a yemin olsun ki, -farz-ı muhal- şayet ben, bütün insanlara
yalan söylesem bile size karşı bunu asla yapmam; bütün insanları aldatsam bile
sizi asla aldatmam. Vallahi de, O Allah ki, kendisinden başka ilah yoktur;
şüphesiz ki ben, hususi olarak sizin, genel manada da bütün insanların
peygamberiyim. Allah' a yemin olsun ki, tatlı uykuya daldığınız gibi ölecek ve
uykudan uyandığınız gibi de yeniden diriltilecek ve bugün yaptıklarımzdan
hesaba çekileceksiniz; iyilikleriniz neticesinde ihsana nailolurken,
kötülüklerinizin sonucu olarak da hoşlanmayacağınız manzaralada
karşılaşacaksınız. Ne yazık ,ki bu sonuç da, ya ebedi cennet veya ebedi
cehennem olacak! ValIahi de ey Abdulmuttalib oğulları! Benim size getirdiklerimden
daha hayırlı ve faziletlisini kendi kavmine getiren bir başka genç bilmiyor ve
tammıyorum; ben size, dünya ve ahireti beraber takdim ediyorum."?
Bu kadar gayret gösterilmiş, ama yine de herhangi bir
sonuç elde edilememişti. Ancak, sonucun istenilen seviyede olup olmaması,
atılacak adımları belirlemede bir esas değildi; Allah istediği için bir işe
teşebbüs edilir ve adımlar bunun için atılırdı. Onun için, bu ve benzeri
yemeklerin ardı arkası kesilmeyecek; midelerle açılmaya çalışılan kapıdan Allah
davası adına girilmeye çalışılacaktı. Artık, Hz. Hatice validemiz sürekli
yemekler tertip ediyor, Hz. Ali ve Hz. Zeyd de bu yemeğe insanları davet edip
onların hizmetlerine koşturuyordu. Öyle ki, bir zamanların dudak uçurtan
servetine sahip Hz. Hatice'nin mal varlığı, bu ve benzeri ziyafetlerle
eriyecekti.
227 Bkz, Taberi,
Tarih, ı/542
Davet ve Tebliğin
Açıktan Başlaması
Yine
böyle bir yemeğin ardından, olanca mülayemetle ve alttan alarak kendilerine
hitap eden Resül-ü Kibriya'ya, öz amcası Ebu Leheb karşı çıkacak ve
Abdulmuttalib ailesine dönerek şunları söyleyecekti:
-
Ey Abdulmuttalib oğullan! Allah'a yemin olsun ki bu, çok kötü bir durum!
Başkalan O'nun hakkından gelmeden sizler bir çözüm bulmalısınız. İşlerinizi
şayet buna bırakırsanız, zelil ve rusva olursunuz. O'nu koruyup müdafaa etmeye
kalkarsanız, bu sefer de başınız beladan asla kurtulmaz.
Yeğeninin
teklifleri karşısında, diğer insanları korkutarak O'ndan uzaklaştırmanın bir
yoluydu bu onun için ve ne yazık ki bunda etkili de oluyordu. Yalnız,
aralarında insaf sahibi olanlar da yok değildi; Efendimiz'in halası ve Ebu
Leheb'in de kız kardeşi Safiyye Binti Abdulmuttalib ayağa kalkacak ve Ebu
Leheb'e şu cevabı verecekti:
-
Kardeşinin oğlunun başına gelecek herhangi bir kötülük, hiç senin hoşuna gider
mi? Allah'a yemin olsun ki, uzun zamandır alimler, Abdulmuttalib soyundan bir
Nebi'nin çıkacağını söyleyip duruyorlardı; işte bu odur!
Daha
Safiyye validemiz sözünü bitirmemişti ki, Ebu Leheb tekrar sözü aldı:
-
Hayır, hayır! Bu, kuru bir beklentiden başka bir şey değil! Kadınların sözünü
dinlemek zaten hep utanç getirir. Hem sonra, Kureyş ve Araplar birleşip de
karşımıza çıktıklarında onlara karşı hangi kuvvetle cevap veririz? ValIahi de o
zaman biz, olgun başaklar gibi toplanır, onlar karşısında tükenip gideriz,
dedi.
Yine
oyun bozulmuş ve yine bu oyunu bozmadaki baş aktör Ebu Leheb olmuştu. Aynlıp
giderlerken, kendi yeğenine karşı bu kadar sert çıkmasını bir türlü
hazmedemeyen Ebu Talib'in yine o bildik sesi duyuldu:
- Allah'a yemin olsun
ki, hayatta olduğumuz sürece O'nu
239
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
mutlaka koruyacak ve
gelebilecek zararlara karşı müdafaa edeceğiz. 228
Artık
Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) için her yeni bir araya gelme yeni bir
umut, her yeni davet de kalpleri yumuşatma adına yeni bir hedefti. Yine böyle
bir davetin ardından onlara şöyle seslenecekti:
-
Ey Abdulmuttalib oğulları! Şüphesiz ki Allah beni, genel olarak bütün
insanlara, özelde de size peygamber olarak gönderdi ve bana, "Önce yakın
akrabalarını uyar." diye emretti. Ben de sizi, söylemesi dile kolay; ama
mizanda çok ağır basacak iki kelimeye davet ediyorum; gelin, Allah'tan başka
ilah olmadığına ve benim de O'nun Resülü olduğuma şehadet edin.229
Bütün
bunlar, en yakınındaki insanların da elinden tutarak onları cehennem azabından
korumanın gayretleriydi. Kendisine karşı cephe alsalar ve her fırsatta karşı
çıksalar da O, bir ümit deyip yine kapılarını çalıyor ve her fırsatı değerlendirerek
kalplerinin yumuşayacağı zamanları kollamaya çalışıyordu. Çünkü O, tebliğ
aşkını zirvede yaşıyordu; günlerce bir şey yemeyip ağzına bir damla su almasa
problem etmezdi; ama Allah'ın adını bir muhtaç gönüle daha ulaştırmada en küçük
bir kusuru, kendisi için çok büyük bir kabahat sayardı. İman etmiyorlar diye
üzüntüden kendini kahredecek noktaya gelmişti. O'nun bu halini farklı yerlerde
dile getiren Kur'an, her defasında kapılarını çaldığı halde icabet etmeyen ve
bununla da kalmayıp karşı çıkan insanlar için nasıl bir üzüntü duyduğunu
anlatacak, kendisinden sonrakiler için de alınması gereken bir modelolarak
sonrakilere takdirle sunacaktı. 230
228 Bkz. Halebi.
İnsanii'l-Uyün, 1/459 229 Bkz. Taberi, Tarih, 1/542
230 Bkz. Hüd, 11/12 (Herhalde sen: "Ona bir hazine
indirilmeli veya beraberinde bir melek gelmeli değil miydi?" demelerinden
ötürü, sana vahyolunanın bir kısmını bırakacaksın ve bununla göğsün sıkılacak;
ama sen sadece bir uyancısın (böyle sözlere aldırma), her şeye vekil olan Allah'tır);
Kehf, 18/6 (Herhalde sen, onlar bu söze inanmıyorlar diye, peşlerinde üzüntüden
kendini helak edeceksin!)
240
Davet ve Tebliğin
Açıktan Başlaması
Bu arada her geçen gün yeni yeni ayetler geliyor ve mü'minleri,
iman adına sürekli besleyip onların dirençlerini artırıyordu, Çok geçmeden:
"Emrolunduğun şeyleri, başları çatlatırcasına bir gayretle tebliğ et ve
müşriklerden de yüz çevir."231 mealindeki ayet gelmişti.
Anlaşılan bu sefer hüküm daha geneIdi ve ilk planda bütün Mekke'yi, ardından da
bütün insanlığı hedefliyordu. Böyle bir emri yerine getirmernek olur muyduhiç?
Hemen Safa tepesinin
üzerine çıktı ve:
- Ya sabahah! Ya sabahah, diye bütün Mekke ahalisine
seslendi. Normal şartlarda bu sesleniş, büyük bir düşman tehlikesi karşısında
insanları uyarıp toparlanmalarını temin için yapılırdı. Böyle bir ses duyulur
duyulmaz herkes, kendince tedbirini alır ve düşmana karşı hazır hale gelerek
beklerneye başlardı. İşte bugün Allah Resülü de, yarın başlarına geleceklerden
onları korumak için bir de bu yolu deniyordu. Onun için hiç kimse bu sese
seyirci kalamazdı. Gelebilen kendisi geliyor, gelemeyenler ise kendisinin
yerine mutlaka birisini gönderiyordu. Artık Safa tepesinde büyük bir kalabalık
toplanmıştı. Önce kabile kabile dikkatlerini çekti Allah Resülü (sallallalıu
aleyhi ve sellem):
-
Ey Fihroğulları! Ey Adiyyoğulları! Ey Abdimenafoğulları ve ey Abdulmuttalib
oğulları!..
Herkes
dikkat kesilmiş, arkasından gelecek haberi intizar ediyordu. Bu arada kendi aralarında:
-
İnsanları buraya çağırıp duran adam da kim, diyenler vardı ve cevabını yine
kendileri vereceklerdi:
-Muhammed!
231 Bkz. Hicr, ı5/94
241
Efendimiz (s a l l a
l l a h u aleyhi ve sellem)
Ebu
Leheb, bizzat gelenler arasındaydı. Söyleyeceklerini büyük bir merakla bekleyen
yüzlere önce şunu sordu Allah Resülü (sa1lallahu aleyhi ve sellem):
-
Şayet ben size desem ki, şu dağın ardında üstünüze doğru gelen bir düşman var;
beni yalanla itham eder misiniz?
-
Hayır, vallahi de biz Seni, hiç yalan söylerken görmedik; bugüne kadar Senden,
doğrudan başka bir şeye şahit olmadık, diyorlardı. Zaten O'nun beklediği de
buydu. Zira bu cevaba bir hüküm bina edecekti:
-
Ey Kureyş topluluğu, diye seslendi yeniden ve ilave etti:
-
Sizin için ben, hızla yaklaşan elim bir azap öncesinde aşikar bir uyarıcıyım.
Gelin de, kendinizi cehennem ateşinden koruyun! Aksi halde ben, sizin için
Allah katında hiçbir şey yapamam. Benimle sizin misaliniz şu adama benzer ki o,
düşmanı görmüş ve kendi ehline koşarak gelip haber vermiştir. Çünkü o, ansızın
düşmanın gelip de ehline zarar vereceği görmüş, bunun için de yakınlarını
uyarmıştır. Bunun için yüksek bir yere çıkmış ve:
- Ya sabahahl Ya
sabahah, diye bağırmaya başlamıştır.s> Daha ne yapabilirdi ki! Ellerinden
tutmak için her türlü yolu deniyordu; ama bir türlü istediği sonucu alamıyordu.
Ama ne önemi vardı ki! O (salla1lalıu aleyhi ve sellern), bütün bunları
yaparken gayretlerini, sonunda elde edeceği semereye asla bağlamamış ve her
seferinde, emr-i ilahiyi yerine getirmek suretiyle rıza-yı ilahiyi kazanmayı
hedeflemişti.
Resül-ü
Ekrem Efendimiz'in bu kadar ısrarının temelinde, elbette vazifesinin hakkını
verme şuuru yatıyordu. Aynı zamanda O, bir insanın bile göz göre göre cehenneme
gitmesine razı değildi. Muhataplarından her ne kadar hakaret ve tez-
232 Bkz.
Buhari, Sahih, 4/1804 (4523); Taberi, Tarih, 1/541
242
Davet ve Tebliğin
Açıktan Başlaması
yif
görse de O, bir gün gelip de gönüllerinin yumuşayacağına inanıyordu. Bizzat
kendileri olmasa da, en azından bu insanların nesIinden gelenler, bir gün
İslam'ın kıymetini anlayacak ve gelip ona tesIim olacaklardı. Bir de yannki
hesap gününde Allah (celle celaluhü), herkese yaptığının hesabını soracaktı;
hesap gününde, "Bizim haberimiz yoktu." gibi, bir mazerete
sığınmak isteyenlere karşı şimdiden o kapının kapanması gerekiyordu. İşte,
işin burasında Habib-i Zişan Hazretleri, topluluk içinde bulunan her bir
akrabasını özelolarak hedefleyip şunlan söylemeye başladı:
- Ey Kureyş topluluğu! Nefsinizi ipotek olmaktan kurtanp
Allah'tan satın alın ve cehennemden koruyun; çünkü yarın sizin hakkınızda ne
bir zarar, ne de bir faydaya malik olabilirim. Yoksa yann, Allah katında size
hiçbir yaranm olamaz!
Genelden başladığı hitabını daraltarak özele, daha da
özele doğru getirecek ve orada bulunanlara, isim isim zikrederek benzeri
şekilde hitap edecekti:
- Ey Ka'b İbn
Lüeyyoğullan! Ey Mürre İbn Ka'boğullan! Ey Kusayyoğullan!
Ey
Abdimenafoğullarıl . Ey Abdişemsoğullan!
Ey Haşimoğulları!
Ey Abdulmuttaliboğullan cemaati! Cehennem ateşinden
kendinizi kurtarmaya bakın! Çünkü, aksi halde ben, sizin için ne bir zarara
muktedir olabilir ne de bir faydaya malik bulunabilirim; benim size hiçbir
faydam dokunamaz! Şu anda benden ve elimdeki imkandan, istediğinizi talep edin
vereyim; ama yann Allah katında sizin için hiçbir şey yapamam!
Ey
Abbas İbn Abdulmuttalib! Aksi halde yann Allah katında, senin için de hiçbir
şey yapamam!
243
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Ey
Resülullah'ın halası Safiyye Binti Abdulmuttalib! Aksi halde aynı şekilde senin
için de elimden bir şey gelmez!
Ey
Resülullah'ın kızı Fatıma Binti Muhammed! Benden ve elimdeki imkanlardan ne isteyeceksen
şimdi iste! Ve sen de kendini cehennem ateşinden korumaya bak! Aksi halde senin
için de o gün, Allah katında herhangi bir zarar veya faydaya malik olamam;
Allah huzurunda senin için de bir şey yapamam!
Sizin
için tek yapabileceğim şey bugün, aramızdaki akrabalık bağı hatırına
ziyaretlerinize gelip gönlünüzü hoş tutmaktır!
Bunların
hepsi de doğruydu ve kimseden aksi istikametinde ses çıkmadı. Efendiler
Efendisi, üzerine düşeni yapmış, bütün benliğiyle kendini ortaya koyarak
akrabalarına karşı olan vazifesini yerine getiriyordu. O'ndan bu nasihatleri
alanlar, teker teker evlerinin yolunu tutmuş, herhangi bir tepki vermeden geri
gidiyorlardı. Aralarından yine bildik bir yüz ileri atılıp Efendimiz'e
yaklaştı. Duydukları karşısında sinirden küplere bindiği ve gelecek günlerin
hatırlatılmasından hiç hoşlanmadığı her halinden belliydi.
-
Yazıklar olsun Sana! Bizi bunun için mi çağırdın; ellerin kurusun Senin, diyor
ve yeğenine hakaret ediyordu. Çok geçmedi; yine Cibril imdada yetişmiş;
Habib-i Zişan'ı şu ifadelerle teskin ediyordu:
-
Kurusun Ebu Leheb'in elleri! Zaten kurudu da! Ona, ne malı ne de yapageldiği
işler fayda verdi! Yarın da o, alevalev yükselen cehenneme girecek! Eşi de,
boynunda bükülmüş urgan olarak o cehenneme odun taşıyacakJ233
Aynı
zamanda bu, en yakında bile olsa bir insanın, Allah ve Resülü'nün davetine
icabet etmemişse kurtuluş imkanı
233
Bkz. Tebbet, ın/ı-5. EbU Leheb'in kansı, EbU Süfyan'ın kız kardeşi olan Ümmü
Cemil idi.
244
Davet ve Tebliğin
Açıktan Başlaması
bulamayacağının
bir tesciliydi. Bu ayetlerden haberdar olan Mekke, bu sefer gerçekten
sarsılacak, hele açıktan gideceği adres kendilerine gösterilen Ebu Leheb
ailesi, dışa vurmamak için kendilerini tutmaya çalışsa da, içten içe büyük bir
yıkım yaşayacaktı: Ya denilenler gerçekten doğruysa! .. Ya gerçekten cehennem
varsa!.. Ya Muhammed, beklenilen o Nebi ise!.. Ancak bir kere hayır demişti ya,
bu sözünün arkasında duracaktı ve günü gelince, Ebu Leheb'in ölümü Kur'an'ın
ve Resülullah'ın kendisi hakkındaki hükmünü tasdik eder bir şekilde
gerçekleşecekti.
Allah
düşmanı Ebu Leheb'in hanımı Üm mü Cemil de, Resülullah'a düşmanlık
konusunda kocasından geri kalmıyor ve insanlığın bekleyip durduğu Son Nebi'nin
geçeceği yollara diken döşüyor, geceleri gelip kapısının önüne pislik döküyordu.
Zaten dili uzun ve ağzı bozuk bir kadın olan Ümmü Cemil, başkalarını da tahrik
ederek insanları, Allah Resülü'ne karşı örgütlüyor ve düşmanlığı kitlesel bir
tepkiye dönüştürmeye çalışıyordu. Onun için ondan bahsederken Kur'an. 'odun
taşıyıcısı' tabirini kullanacak ve cehennemdeki acınası halini ibretle
sonrakilere arz edecekti.
Bu
olayın ardından, kocasının aleyhindeki konuşmalardan rahatsızlık duyup çılgına
dönen Ümmü Cemil, büyük bir gürültü koparmış ve avuçladığı taşlarla Efendiler
Efendisi'nin bulunduğu yere yönelmişti. Sinir krizleri geçiriyordu; nasılolur
da Muhammed, kendilerini konu edinir ve gelecek dünyalarını böylesine kötü ve
çirkin bir manzara ile tasvir edebilirdi! ..
O
sırada Efendimiz'in yanında yine sadık yar Ebu Bekir vardı. Ümmü Cemil'in
hiddetle geldiğini görünce:
-
Ya Resülallahl Bu kadının ağzı bozuktur; şayet Seni burada bulursa kötü şeyler
söyleyip Size eziyet eder, demek istedi. Ancak Resfıl-ii Kibriya aynı kanaatte
değildi:
- O beni hiç
görmeyecek ki, buyurdu. Ebu Bekir, bu cüm-
245
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
leden
başta pek bir şey anlamamıştı; ancak bunu, Resülullah söylemişse mutlaka bir
hikmeti vardı. Öyleyse bekleyip görecekti.
Bu arada Ümmü Cemil
de hışımla gelmiş, hiddetle:
-
Ey Ebu Bekir! O şiir söyleyen arkadaşın da nerede, diyordu. Ebu Bekir hemen
cevapladı:
-
Şu beytin Rabbine yemin olsun ki, benim Sahibim asla şair değildir ve O, şiirin
de ne olduğunu bilmez! Bunu sen de bilip duruyorsun!
Belli
ki; onun esas konusu şiir değildi ve boşuna konuşarak vakit geçirmek
istemiyordu. "Senin gözlerin görmüyor mu?" manasma gelecek bir cevap
verdi Hz. Ebu Bekir:
- Sen hiç benim
yanımda birisini görüyor musun?
- Benimle dalga mı
geçiyorsun? Vallahi de yanında kim-
seyi göremiyorum,
dedi başından savarcasına. Zaten kaybedecek zamanı yok gibiydi ve oradan
ayrılıp giderken de:
-
Kureyş de bilir ki ben, onlann efendisinin kızıyım. Babası Abdimenaf olanın
aleyhinde konuşacak adam ise, cesaret edip de asla onun aleyhinde olamaz, diye
söyleniyordu. Kendince bu, bir nevi meydan okumaydı. Gelmişti; esasında ise,
geldiği gibi de gidiyordu.
Meraklı
bakışlar arasında gelişmelere şahit olan Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh), Efendiler
Efendisi'ne döndü:
- Ya Resülallahl
O kadın Seni niye göremedi?
- Burada beni,
kanatlanyla ondan koruyan bir melek var
idi, buyurdu.w
Etrafa Açılma Dönemi
Abdulmuttalip
oğullanyla bu kadar yakından ilgilenen ve her fırsatta onlan Hakk'a davet eden
Allah Resülü (sallallalıu
234 Halebi, Sire,
ı/466
Davet ve Tebliğin
Açıktan Başlaması
aleyhi
ve sellern), yavaş yavaş tebliğ halkasım daha da genişletiyordu. Artık,
açıktan Kabe'ye gidip namaz kılıyor; insanlan dine davet edip Kur'an okuyordu.
Kendisinden önceki peygamberlerin dedikleri gibi O da:
-
Ey kavmim! Gelin siz de, kendisinden başka ilah olmayan tek Allah'a kulolun,
diyor ve böylelikle, insanlarla Rableri arasındaki sun'} engelleri kaldırmak
istiyordu.
ilk
olarak, yakın çevredeki kabilelerle görüşmeye başlayacaktı. Her türlü yola
başvuruyordu Allah'ın Resülü; yeri geliyor kapı kapı dolaşıp gönlürıün
zenginliklerini paylaşıyordu onlarla ... Bu meseleleri neden kendi kabilesiyle
paylaşmadığı şeklinde akla gelebilecek sorulara karşılık da:
-
Kureyş, Rabbimin kelamını tebliğ etmeme engeloluyor, cevabını veriyor ve
tereddütsüz bir zeminde tebliğ vazifesini yerine getirmek istiyordu. Zaman
zaman da kitleleri hedefliyor, belli vesilelerle insanlan bir araya getirip
umumuna birden sesleniyordu. Bunun için de, insanların kalabalık olarak
bulunduklan zamanlan kolluyordu. işte böyle bir zaman diliminde Efendiler
Efendisi, Mina'da durmuş, insanlara şöyle hitap ediyordu:
-
Ey insanlar! Şüphe yok ki Allah size, atalanmzın din diye ortaya koyduklan
anlayışlardan vazgeçmenizi emrediyor.
Daha
O, ilk cümlesini tamamlamadan kalabalık arasında nefret yüklü bir ses duyuldu.
Yüzler sesin geldiği tarafa dönmüştü, gözler de bu sesin sahibinin kim
olduğunu anyordu; bulmakta gecikmediler. Bu, iş ve gücünü bırakıp kendini, öz
yeğeninin taş üstüne taş koyarak inşa etmeye çalıştığı müspeti ikame işini
bozmaya adamış Ebü Leheb'den
başkası değildi. Bir anda hava, yine gerilmiş ve semayı yine kasvet bağlamıştı.
O
(sallallahu aleyhi ve sellern), Resül-ü Kibriya idi ve ne Ebü Leheb ne de Ebü
Cehil'in inadı O'nu durdurabilirdi. Karşısına çıkan her engel, her defasında
O'nun hızını bir kat daha artı-
247
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
rıyor,
onu eski muhataplarını ihmal etmeme yanında sürekli yeni yüzler arayışına
sevkediyordu. Nihayet başka bir gün de, Zilmecaz denilen panayırda insanlara
seslenecek ve:
- Ey insanlar! Gelin, "La ilôhe illallah" deyin ve siz de kurtuluşa erin,
diyecekti. Ancak, bunları söylerken bile rahat görünmüyordu; zira, arkasında
adım adım kendisini takip eden, takip etmek bir tarafa avuçladığı taşlarla
Efendiler Efendisi'ni taş yağmuruna tutan yine o tanıdık yüz; öz amca Ebu Leheb
vardı. Bir fırsat bulup da insanlara bir cümle hakikat söylerim diye çıktığı
yolda, mübarek ayakları kan içinde kalmış, ama O yine de yoluna devam edip
vazifesini yerine getirmek istiyordu. Henüz ilk cümlesini telaffuz etmişti ki,
hızını alamayan Ebu Leheb'in sesiyle bozuldu Zilmecaz'ın havası. Belli ki, can
çıkmadan huy çıkmayacaktı. Şöyle sesleniyordu Efendiler Efendisi'nin
muhataplarına:
-
Ey insanlar! Sakın bu adama kulak vermeyin; çünkü o, yalancıdır! 235
İşte yalan buna denirdi; daha düne kadar 'Emin' diye baş üstünde taşıdıkları, en
kıymetli eşyalarını götürüp de kendisine teslim ettikleri bir şahsı, - hem de
bu şahıs, Ebu Leheb'in öz yeğeniydi- sadece kendileri gibi düşünmediği için
karalama kampanyası başlatmışlardı ve semtine uğraması bile düşünülemeyen
eğreti etiketlerle etkisini azaltmaya çalışıyorlardı. Elbette bunlar
tutmayacaktı; ama olan, o gün için muhatap olarak seçilen insanlara oluyor ve
imanla tanışmaları bir gün daha gecikmiş bulunuyordu.
İnsanların İslam'la Tanışmalarını Engelleme Çabaları
Bu arada hac mevsimi yaklaşmış, Kureyş'i ayrı bir telaş
almıştı. Şüphesiz en çok endişe ettikleri konu, dışarıdan
235 Bkz. Halebi,
Sire, 2/154
Davet ve Tebliğin
Açıktan Başlaması
Kabe'ye
gelenlerle Efendiler Efendisi'nin görüşmesi ve gelen ayetleri onlara da anlatıp
tebliğ etmesiydi. Ne yapıp edip, mutlaka buna bir çözüm bulunmalı ve hac için
O'nun gelenlerle konuşması engellenmeli; en azından konuşsa bile konuştuklarına
itibar edilmeyecek kadar aleyhinde propaganda yapılmalıydı. Bu meseleyi çözmek
için, tek gündemle Velid İbn Muğire'nin evinde bir araya geldiler. Maksatları,
insanlarla Efendiler Efendisi'nin arasına girip tebliğ yapmasına engel olmak ve
yeni mesajların kalplerde neşv ii ne
ma bulmasının önüne geçmekti.
Yaşlı ve tecrübeli
Velid söze başladı:
-
Ey Kureyş cemaati! Biliyorsunuz ki hac mevsimi gelip çattı; gruplar halinde
Arap toplulukları buralara gelecekler! Şu adamınızın durumunu da biliyorsunuz!
O'nunla ilgili olarak, bir fikir üzerinde ittifak edin de; yarın aranızda
farklı görüş ve uygulamaya mahal verilmesin! Yoksa, biriniz diğerinizi
yalanlar, arkadaşını nakzeden bir hareket yaparsa, güvenirliliğiniz ortadan
kalkar.
-
Önce sen ey Abdişems'in babası! Sen bize bir şeyler söyle ve yol göster ki,
onun etrafında konuşalım, dediler. Velid onlardan bu cevabı bekliyordu ve:
-
Bilakis, önce siz bir şeyler söyleyin de ben dinleyeyim, diye ısrar etti.
- O'na, 'Kôhin' diyelim.
- Hayır! ValIahi de
bu asla tutmaz! Çünkü O, kahin de-
ğil; biz ne kahinler
gördük! O'nunki asla, kahirılerin yaptıkları gibi öyle işitilmeyecek, gizli
veya kafiyeli söz değil ki!
- O zaman, 'mecniuı'
diyelim.
- O, mecnün da değil!
Biz ne mecnünlar, ne deliler görüp
tanıdık;
bu hiçbirine benzemiyor! O'nda ne boğulacak gibi bir hal, ne aklının
karışıklığı nedeniyle sağa sola yalpalayarak yürüme ne de bir vesvese
görebiliyoruz!
249
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
- Öyleyse, 'şair' diyelim.
- O, şair de değil
ki! Şiirin kafiyesini, ahengini, rengini ve
musikisini
biz iyi biliriz; O'nun söyledikleri şiir de değil! - Peki, öyleyse 'sihirbaz'
diyelim.
- İşin garibi O,
sihirbaz da değil! Bizler, ne sihirbazlar
gördük, ne sihirlere
tanıklık yaptık. Bunda, ne onlann üfleyip okumalan ne de düğüm düğüm üstüne
bağladıklan var!
Akıllanna
gelen bütün alternatifleri sıralamış, ama bir türlü mesafe katedememişlerdi.
Anlaşılan bu ihtiyara da bir şey beğendirmek mümkün değildi. Bu kadar lafı
uzatıp kendilerini uğraştıracağına, kestirmeden kendi kafasındakini söyleyiverseydi
sanki ne olurdu. Onun için aralanndan bazılan:
-
Peki, senin fikrin ne ey Ebu Abdişems, diyerek meseleyi kısa tutmak istiyordu.
Ancak, onun da diyebileceği pek bir şey yoktu:
-
Bana biraz mühlet verin de düşüneyim, dedi ve uzun uzun düşünmeye durdu. Bir
türlü aklına çözüm gelmiyordu. Biraz önce konuşulanlar arasındaki
alternatifleri geçirdi zihninden bir bir. Evet, bunlardan birisi tutabilirdi!
Döndü cemaate ve şunlan söyledi:
-
Yemin olsun ki, O'nun sözlerinde ayn bir tat, bir cazibe var; kökü sağlam ve
bol ve bereketli meyveye gebe! Bu konuda siz ne söylerseniz söyleyin, doğru
olmadığı çabuk anlaşılır. Söyledikleriniz arasında O'nun için en yakın olanı, 'sihirbaz'
kelimesidir; öyle bir söz söylüyor ki, onunla baba ile oğulun; adam ile
karısının ve insanlarla kabilelerinin arasını açıyor.
Yaşanılan
bu olayı da, bütün yönleriyle anlatıp gelecektekilere örnek olabilmesi için
yine Cibril-i Emın gelecek ve şu mealdeki ayetleri getirecekti:
- O düşündü, ölçtü ve
biçti. Kahrolası, nasıl da ölçtü biçtil
250
Davet ve Tebliğin
Açıktan Başlaması
Hay kahrolası! Nasıl,
nasıl da ölçtü biçti?
Sonra baktı. Derken, suratını astı ve kaşlannı çattı.
Arkasından da sırtını döndü ve kibirinden kabardıkça kabardı. Daha sonra da
arkasına bakmadan çekip gitti ve:
-
Bu, dedi. Büyücülerden nakledilen büyüden başka bir şey değildir! Bu, beş er
sözünden başka bir şey değildir!236
Velid'in dediği gibi başka denilebilecek bir şey yoktu
ve bu kavil üzerinde ittifak ederek meclisten aynldılar. Artık, genel politika
belli olmuş ve Efendiler Efendisi'ni toplumdan tecrit etmek için başvurulacak
müşterek bir yöntem üzerinde ittifak edilmişti. Bundan sonra her biri, aynı
dili konuşacak ve yalanda ittifak ederek bile bile Allah Resülü'nü karalama
yanşına girişeceklerdi. Bugünkü anlamda bu, aynı yalan haberi bütün medyaya
aynı anda servis yapma gibi bir hadiseydi.
Günler gelip de hacılar akın akın Mekke'ye
yöneldiğinde, her köşeyi tutan bir Kureyşli, misafirleri karşılıyor ve her biri
de konuyu Efendimiz'e getirerek -inanmasalar bile- O'nun sihirbaz olduğunu
söylüyordu. Böylelikle insanlann, O'nun yanına gelmelerini engellemiş ve semavi
mesajın kendilerine ulaşmasının da önüne geçmiş olduklannı sanıyorlardı.v'?
Beri tarafta ise, Allah Resülü'nün üzerine yine vahyin
ağırlığı çökmüş; Cibril-i Emin yine yeni bir mesaj getiriyordu. Gelen ayetlerde
Cenab-ı Mevla, bu sinsi plandan haber vermişti. Allah Resülü'nün aleyhinde
komplo kurarken onlann içinde bulunduklan ruh haletini teker teker ortaya
dökerek, bu işi tezgahlayanlar ve bilhassa Velid İbn Muğire hakkında
şunlan söylüyordu:
- Sen onu bana bırak! Tek olarak yarattığım, sonra çok
çok mal, servet ve etrafında dolaşan oğullar verdiğim, her tür-
236 Bkz. Müddessir,
74/18-25 237 Bkz. İbn Hişam, Sire, 2/105
251
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
lii imkanı önüne
serdiğim o adamın hakkından ben geleceğimF38
Doğru ya, bir de bu işin yanm vardı. Ancak bugünden
yapılması gerekenler, atılması gereken adımlar olacaktı. Herkes, kendince bir
gayretin içindeydi ve bütün bu gayretlerin sonunda, Allah adına adım atanların
sonuca gitmesi gerekliydi. Onun için Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern), hac mevsimi gelip de insanlar akın akın Mekke'ye yönelince, Ukôz,
Mecetıne ve Zilmecôz
panayırlarını daha bir hızla dolaşacak ve karşılaştığı herkese:
-
Ey insanlar! Gelin, siz de 'ld ilôhe illallah' deyin ve siz de kurtulun, diyerek
Rabbinin adını duyurmaya çalışacaktı.
Kureyş'in bütün çabalanna ve Ebu Leheb'in adım adım
takip ederek yaptıklanm yıkmaya çalışmasına rağmen hac mevsimi gelip gidecek ve
geri dönenlerin zihninde sadece Allah Resülü'nün mesajı ve gökler ötesinden
getirdiği haberleri canlı kalacaktı. Zira, Mekke'de görüp duyduklan tek yenilik
buydu ve bu, sadece Mekke'yi değil, bütün dünyayı değiştirecek çapta bir
yenilikti.
Artık Kureyş, işin dozunu her geçen gün daha da artınyor
ve insanlan Allah Resülü'nden uzaklaştırabilmek için her türlü yola
başvuruyordu. Ağza alınmadık sözler sarfediyorlar, gün yüzü görmemiş yalanlara
tevessü1 ediyorlardı! Bütün bunlarla onlar, Müslümanların kuvve-i
maneviyelerini sarsmak; hakaret ve karalamalarla küçük düşürmek ve Müslüman
olmayanlan da korkutarak O'na ulaşmalanm engellemek istiyorlardı.
238
Bkz. Müddessir, 74/11-30. Velid İbn Muğire'nin on oğlu vardı. Hudeybiye'den
sonra Müslüman olacak olan Halid bin Velid de bunlardan birisiydi.
252
Davet ve Tebliğin
Açıktan Başlaması
Velid
İbn Muğire'nin evindeki plan, istedikleri gibi netice vermeyince artık
akıllarına geleni yakıştınr olmuşlardı. Önlerine gelene istedikleri cümleleri
savuruyorlardı. Topyekün bir karalama kampanyasıydı bu. Ağzılafyapan hemen her
Mekkeli, etrafına topladığı kalabalıklara hitap ediyor ve böylelikle aleyhte
bir kamuoyu oluşturmaya çalışıyordu.
Bunun
için de, öncelikle Allah Resülü'nün şahsını hedef almışlardı; bir gün 'mecniin',
başka bir zaman 'sihirbaz', bir başka gün 'yalancı' ve
akıllanna estiği diğer bir gün de 'şair' diyor
ve kendilerince Efendiler Efendisi'ni alaya alıyorlardı. Bazen:
-
Bu nasıl peygamber ki, çarşı-pazarda yürüyüp yemek yiyor,239 diyerek
burun kıvınyor, zaman zaman da:
-
Bu Kur'an, şu iki beldede bulunan büyük şahsa gelmeli değil miydi,240
gibi kuruntulanyla, sanki Allah'ın rahmetini kendileri taksim ediyormuşçasına
bu konudaki tercihi de kendileri yapmak istiyorlardı. Halbuki, bu işin yegane
sahibi de Allah'tı ve O (celle celaluhü), risalet vazifesiyle kimi serfiraz
kılacağını da çok iyi bilirdi.r"
-
Siz de bizim gibi bir beşersiniz, diye de Resülün, kendi cinslerinden bir
varlık olmasını garipsiyorlardı. Halbuki risaletin kemali için, gelen
peygamberin de muhataplar cinsinden olması gerekiyordu ve Allah (celle
celaluhü) da, risalet vazifesini kullan arasından dilediğine verir ve
böylelikle ona ihsanda bulunurdu.v"
Gün
geliyor, hevalarına tabi akıllanna başka bir düşünce hakim oluyor ve
peygamberin yalnızlığını gündeme getirerek: - O'nunla birlikte bir melek
indirilseydi de yanında kendisine yardımcı olsaydı ya! Yahut büyük bir servete
konsaydı
239 Bkz.
Purkan, 25/7 240
Bkz. Zuhruf, 43/31 241 Bkz. En'am, 6/124
242 Bkz. İbrahim, 14/10,
11
253
Efendimiz (sal1al1ahu
aleyhi ve sellem)
da içinde her türlü
yiyeceğin olduğu cennet gibi bir bahçesi olsaydı,243 diyorlardı.
Bütün
bunlann temelinde, risalet gibi önemli bir vazife için Allah Resülü'nün tercih
edilişini kabullenememe, toplumsal baskı, taassup, haset, inat, korku, gurur
ve kibir gibi şahsi problemleri yatıyordu.
Küfrün
kuralı yoktu ve çok geçmeden yönlerini Kur'an'a çevirdiler. Kimi zaman 'eskilerin
masalları', bazen 'faydasız ve süslü söz', akıllanna estiğinde 'şeytan
veya cin sözü' ve zaman zaman da 'beşer sözü' yakıştırmasında
bulunuyor ve böylelikle, Allah kelamının insanlar üzerindeki tesirini kırmak
istiyorlardı. 244
Mekke'de
kılıçlar çekilmeden önce, kelimelerin savaşı olanca hızıyla devam ediyordu.
Bir taraftan kendi yandaşlanna:
-
Şu Kur'an'a kulak asmayın! Onun karşısında bir üstünlük sağlayabilmeniz için
sürekli kanşıklık meydana getirin, 245 diyerek anarşiyi körüklüyor, diğer
yandan da suret-i haktan gözükebilmek için akla gelmedik hilelere tevessül
ediyorlardı. Kelime oyunlannın her türlüsüne başvuruyor ve karşılanndakileri
devre dışı bırakabilmek için akla hayale gelmedik oyunlar oynuyorlardı. O kadar
ki, belli bir dönem iman etmiş gibi görünmeyi yeğliyor, ancak aradan biraz
zaman geçtikten sonra yeniden küfrünü ilan ederek, sanki aradığını bulamamış
bir insan rolü oynamaya çalışıyor; kendi saflanndakilere moralolmaya çalışırken
Efendiler Efendisi ve O'nunla birlikte olanların kuvve-i maneviyelerini
çökertmek istiyorlardı. 246 Bu ne gariplik ki, üstlerinde dalalet ve küfrün en
koyu tonunu ta-
243 Bkz. Furkan, 25/8
244
Konuyla ilgili detay bilgi için bkz. Haylamaz, Reşit, Güller ve Dikenler, 1/206
vd.
245 Bkz. Fussılet,
41/26
246 Zerkani.
Menahilu'l-İrfan, 2/296
254
Davet ve Tebliğin
Açıktan Başlaması
şıdıkları halde
Müslümanlara aynı sıfatları yakıştırmaya çalışıyor, en masum insanlan
dalaletle itham etmek istiyorlardı.
İşi
daha da ileri götürenler vardı; Kureyş'in şeytanı olarak da bilinen Nadr İbn
Haris, Hire'den yeni gelmişti. Bu adam, zaman zaman uzak ülkelere gider, melik
ve krallarla aynı meclisleri paylaşır ve böylelikle farklı kültürlere ait bazı
bilgilere sahip olurdu. O günkü Mekke düşünüldüğünde kısaca Nadr, genel
kültürün çok üzerinde bir bilgiye sahipti. Onun için, Restıl-ii Ekrem Efendimiz
ne zaman İslam'ı anlatmak için bir meclise gelse, hemen arkasından o da gelir
ve insanlara:
-
Vallahi de ey Kureyş topluluğu! Ben, O'ndan daha güzel konuşuyorum! Hem, hangi
özelliği var ki Muhammed, benden daha iyi konuşsun, diyerek böylelikle, Efendiler
Efendisi'nin etkinliğini kırmaya çalışırdı.w
Aynı
Nadr bir gün, bir cariye satın almış ve bu cariyeyi, İslam'ı tercih etme
kertesine gelenleri yolundan çevirme maksatlı kullanıyordu. Allah Resülü'nün
hanesine yönelen herkesin yolunu kesip bu cariyesine teslim ediyor ve izzet ü
ikramın en güzeliyle kendisine iltifatta bulunmasını tenbihleyerek İnsanlığın
İftiharı ile görüşmesine engelolmaya çalışıyordu.s-"
Küfür
bu ya, akla hayale gelmedik ve kapağı açılmadık yeni yeni yöntemlerle, her gün
yeni bir yüzle kendini gösteriyor ve bütün bunlar, o günün gündemini
oluşturuyordu. Efendiler Efendisi'yle karşılaştıklarında olmadık isteklerde
bulunuyor ve sanki iman edeceklermiş gibi rol yaparak kafa kanştırmak
istiyorlardı. Peygamberliğini ispat edebilmesi için bazen merdiven dayayıp
gökyüzüne tırmanması gerektiğini ileri sürüyor, bazen de cennete uzanıp da
onun meyvelerinden kendilerine mükellef bir sofra kurması gerektiğini
söylüyorlardı. Hoş, bütün bunları yerine getirse de inanacak
247 Kıırtubi, Tefsir,
ı4/47
248 Şevkani.
Fethu'l-Kadir, 4/335
255
Efendimiz (sallallalıu
a l ey h i ve sellem)
değillerdi; bütün
bunlan, sadece diyalektik malzemesi olarak kullanıyor, kendilerince gönül
eğlendiriyorlardı!
İnançlan
sarsık, varlığa bakışlan miyop, karekterleri kaypak, ufuklan çıkmaz ve akıllan
da nefislerinde tutsaktı. Bile bile imandan kaçıyorlardı! Büyük çoğunlukla,
kendilerini ilah görüyor, yaptıklan her yanlışı birer fazilet eseri olarak göstermeye
çalışıyorlardı. Velhasıl, bugüne kadar içinde bulunduklan durumun yanlışlığını
bir türlü kabullenemiyor ve "Biz yanlış yapıyormuşuz!" deme faziletini gösteremiyorlardı.
Tabii ki bu, büyük bir fazilet nişanesiydi ve o gün için onların çoğu, bu
fazileti ortaya koyacak konumda değillerdi. Onun için de, yanlışlıklannı dile
getirenleri en büyükdüşmanlan olarak niteliyor ve kendilerine topyekun savaş
ilan ediyorlardı.
Neyse
ki, mü'minlerin Allah'ı, inananların yanında Resülullah vardı. .. Müşriklerin
olabildiğince yaygın ve kuralsız yüklenmelerine karşılık Kur'an, gelen her yeni
ayetiyle mü'minleri kuşatıyor ve hakkı temsil eden duruşlarında sebat etmeleri
gerektiğini hatırlatıyor; Resül-ü Kibriya da, her fırsatta ashabıyla bunlan
paylaşıp imanlannı takviye ediyordu. Hayırlı işlerin çok muzır manilerinin
bulunduğu, şeytan ve şeytani düşüncenin, hayır yolunu tercih edenlerle sürekli
uğraşacağı haber veriliyor ve böylelikle, daha onlar planlannı ortaya koymadan
mü' minl erin mevzi almalan temin ediliyordu. Sıklıkla, önceki ümmetlerden
misaller veriliyor ve Hak adına yol almanın kolayolmadığı vurgulandıktan sonra
neticenin, mutlaka inanan ve hayatını takva ölçülerine göre şekillendirenler
lehine gelişeceği ortaya konuluyordu.
Bazen
de gelen ayetler, öncelikleve bizzatAllah Resülii'nii teselli ediyor ve:
-
Onların iddia olarak ortaya koyup söyleyegeldiklerinden dolayı Senin sadr u
sinenin daralıp canının sıkıldığını biliyoruz; ama Sen, Rabbini hamd ile tenzih
etmekten geri
Davet ve Tebliğin
Açıktan Başlaması
durma
ve hep, yüzünü yere koyup secde edenlerle beraber ol! Sana ölüm gelip çatıncaya
kadar da, Rabbine ibadetten ayrılma,249 şeklindeki emirlerle
sükunet telkininde bulunuyordu. Başka bir zaman:
-
Seninle alayedip duran o kiistahların hakkından Biz geliriz! Onlar ki, Allah
yanında başka ilahların peşinden gitmeyi tercih ediyorlar; halbuki yann, her
şeyi ayan-beyan görüp bilecekler/So diyor ve son gülenin, kendileri olacağının
müjdesini veriyordu. Muştuyu veren Allah olduktan sonra O'na güvenmemek olur
muydu! Zaten yaşadıklan her hadise, kendilerini bir adım daha Allah'a
yaklaştırıyordu. O da, adeta başlarını okşayıp sırtlannı sıvazlarcasına
merhametini hissettiriyor ve:
-
Senden önce de nice peygamberler böyle alaya alındılar; ama unutma ki çok
geçmeden, o alayedip durduklan hususlar, birer re alite olarak kendi başlanna
gelip dört bir yandan kuşatıverdi de perişan oldular.s" diyerek bunu,
okunan Kur'an ayeti olarak önlerine koyuyordu. Zira bu türlü karşı çıkmalar,
aslında şahıslara değildi; müşrik ve kafirlerin asıl derdi, Allah davasını
etkisiz hale getirmek ve yeryüzünden Allah'ın adını silmekti, Sebep planında
önde göründükleri için onlann hışmından mü'minler nasibini alıyorlardı; ama O'nun
için çekilen bu sıkıntıların mükafatı da büyük olacaktı. Habib-i Ekrem'ini
teselli ederken Yüce Mevla:
-
Onlann, Senin hakkında ileri geri konuşup da Seni yalanlamalannın Seni ne
kadar üzdüğünü elbette biliyoruz; aslında onlann hedefi Sen değilsin; onlar
Seni yalanlamıyorlar; o zalimler, bile bile Allah'ın ayetlerini inkar
ediyorlar. Senden önce de nice peygambere aynı yaftalar takılmak istendi de
249 Bkz. Hicr, 15/97,
98, 99 250 Bkz. Hicr, 15/95, 96
251 Bkz. En'am, 6/10
257
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
onlann
hepsi, aleyhlerinde çevrilen bütün tuzaklara rağmen Allah'ın inayeti yetişip
onlan kucaklayacağı ana kadar dişini sıkıp sabretti,252 ifadelerini
kullanacak ve bütün bunlann ardında, nusret-i ilahi olduğunu ortaya kayacaktı.
Ne büyük şefkat! Ne büyük iltifat! Ve ne büyük teselli!
252 Bkz.
En'am, 6/33, 34
TOPLUMLA BÜTÜNLEŞEN NÜZUL KEYFİYETİ
~
Artık Mekke'de, her yönüyle yeni, taze ve orijinal bir
süreç yaşanıyordu. İnsan fıtratını hesaba katarak ceste ceste ve ihtiyaç
endeksli gelen ayetlerle toplum yeniden inşa ediliyor ve böylelikle, gelen
ayetleriri insanlar tarafından özümsenerek temiz fıtratlarda yaşanan birer
Kur'an haline gelmesi hedefleniyordu. Adeta o günkü toplum, sema ile
içli-dışlı olmuş ve -tabiri caizse- insanların üzerlerine ilahi bir mercek konularak
yakından izlemeye alınmıştı. Attıklan her adımın cevabı geliyor ve işin
doğrusu ortaya konularak insanlık geleceğe yönlendiriliyordu.
Huzura gelip de:
-
Bize güzel şeyler anlat, diyenlere karşılık Cibril geliyor ve şu mesajı
ulaştırıyordu:
- Allah, sözlerin en güzelini indirmektedir; Allah'ın,
vahiy yoluyla indirdiği bu söz, ayet ve sureleri arasında tutarlı ve
gerçekleri, muhatap olduğu toplum tarafından iyi anlaşılabilmesi için farklı
üsluplarla ve tekrar be tekrar beyan eden bir kitaptır. Rablerini ta'zim edip
de O'ndan haşyet duyanların deri ve vücutlan, onu okuyup dinlerken ürperti
duyar, sonra derileri ve kalpleri Allah'ı anmakla ısınıp yumuşar ve sükunet
259
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
bulur.
İşte bu, Allah'ın hidayetidir ki, onunla O, dilediğine yol gösterir. Allah
yolunu terk eden kimseye gelince, onu hiç kimse doğru yola koyamazl-P
Allalı'a İman ve Ulühiyet Hakikati
İman, insan için en
önemli ve vazgeçilmez bir dinamikti.
Hakiki imanı elde
eden kimse, ne Kureyş'in tehditlerine boyun eğer ne de bir başka gücün
savurmalarından endişe duyardı. Aynı zamanda gelecek hükümler, iman zemini
üzerinde yeşerirse bir mana ifade ederdi. Öyleyse bugün, en temel mesele, iman
meselesiydi; istikbale yürüyen adımlar onunla atılır, başa gelen sıkıntılar
onun vesilesiyle çabuk atlatılırdı. Onun için öncelikle insanların, iman adına
polat gibi sağlam bir yapıya ulaşmaları gerekiyordu. Aksi halde, iman adına
istenilen keyfiyeti yakalayamayan bir mü'min, önüne çıkan engellere takılabilir
ve bir kenarda kalabilirdi. Halbukimü'minden, sadece kendi adına istikbale
yürümek değil, aynı zamanda başkalarını da sırtlayıp geleceğe taşımak gibi bir
vazife bekleniyordu. İşte bu sebeple, Mekke'nin bu yıllarında gelen ayetlerin
geneli hep bu mevzuları ele alıyor ve o ayetleri tebliğ eden Efendiler
Efendisi'nin elinde, yeni bir nesil yetiştiriyordu.
Allah'a iman
konusunda inen ayetlerin iki hedefi vardı:
ı.
Eski ve köhneleşmiş, yanlış ilah telakkilerine son vermek.
2.
Ulfıhiyet hakikatini, şanına layık ve olması gerektiği şekilde anlatmak.
Halbuki Mekkeliler, putçuluk düşüncesine o kadar dalmışlardı
ki, Allah'ın tek ve yekta oluşunu bir türlü akılları almıyor ve hatta bu
konuyu kendi aralarında konuşarak bir nakise gibi dile getiriyorlardı. Ebu
Cehil ve Velid İbn Muğire'nin de içinde bulunduğu bir grup, Ebu Talib'in yanına
geldiğinde
253 Bkz. Zümer,
39/23; Vahidi, Esbabü Nüzüli'l-Kur'an, 383
260
Toplumla Bütünleşen
Nü z ü l Keyfiyeti
aynı
konuyu şikayet vesilesi yapacak ve bundan duydukları taaccübü dile getirecekti.
Bunun üzerine Kur'an inmeye başlayacak ve onların iç dünyalarını ortaya koyma
adına şunları söyleyecekti:
- İçlerinden kendilerini uyarıp irşad edecek birisinin
gelmesinden her nedense gocundular ve o kafirler, "Bu bir sihirbaz!
İşte tutmuş, bunca ilahi bir tek ilaha indirmeye kalkıyor! Bu, gerçekten çok
tuhafve şaşılacak bir şey!" dediler.w
Kureyş
ileri gelenleri bir araya gelmiş, Husayn İbn Ubeyd'le255 konuşmak
üzere yanına doğru ilerliyorlardı. Maksatları, büyük olarak görüp saydıkları
Husayn'ı araya koyup Efendimiz'in yolunu kesmekti.
-
Bizim için şu adamla konuş ki, ilahlarımız konusunda konuşmaktan vazgeçsin,
diyorlardı. Zaten Husayn'ın kendisi de rahatsızdı ve tekliflerini kabul edip
hemen yola koyuldu. Diğerleri de arkadan onu takip ediyorlardı. Nihayet, Efendimiz'in
kapısına kadar geldiler. ilk konuşan Husayn'dı:
-
Ya Muhammed! Sana ne oluyor ki, atalarımız aleyhinde konuşmaların kulağımıza
kadar gelip duruyor? Halbuki Senin baban, çok iyi ve hayırlı birisiydi!
Ancak,
Habib-i Kibriya Hazretleri muhatabını tanımada eşsiz bir örnekti ve Husayn'ı
nasıl dize getireceğini çok iyi biliyordu. Önce:
- Ya Husayn! Sen, kaç
ilaha kulluk ediyorsun, diye sor-
du.
- Yedisi yerde, biri
de gökte olmak üzere sekiz!
- Başına bir sıkıntı
geldiğinde hangisinden yardım isti-
yorsun?
- Göktekinden!
- Malın kaybolduğunda
hangisine yalvarıyorsun?
254 Bkz. Sad, 38/4,
5; Vilhidi, Esbabii Niizüli'l-Kur'an, s. 380, 381 255 İmran İbn Husayn'ın
babasıdır.
261
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
- Göktekine!
- Peki, sıkışıp da
ihtiyacını gidermesi için kendisine yal-
vardığın
Allah, tek başına senin bütün ihtiyaçlannı giderdiği halde sen, nasıloluyor da
O'na başkalannı ortak koşup başka ilahlan O'na denk görebiliyor, isteklerinde
kimseyi kendisine ortak etmediğin o Allah'a, iş bitip de şükretmeye gelince
başka ortaklar üretiyorsun?
Ey Husayn! Gel, sen
de bir olan o Allah'a teslim 0l!256 Davet bu kadar samimi ve
ifadeler de bu kadar duru ve mantıklı olunca, alternatif olarak söylenebilecek
hangi cümle olabilirdi ki! Mesele, Allah hakikatinin kendine has özellik ve
güzellikleriyle birlikte insanlarla doğru bir zeminde paylaşılmasıydı ve
Resülullah da o gün, Mekke' de işte bunu yapıyordu.
Başka bir gün gelmiş, Efendimiz' den Rabbini tarif etmesini
istiyorlardı. Aslında maksatlan, Allah'ı Resülü'nden tanımak değil; kuru
gürültü çıkararak anlatılanlan alaya almaktı. Yani Kureyş'in, her zamanki
alışkanlığı depreşmiş; Kureyşliler kendilerince gönül eğlendirmek
istiyorlardı.
Ancak, Efendimiz için her buluşma, Allah'ı anlatmak
için yeni bir fırsat demekti. Meclis, O'nun adıyla açılmışken en azından yine
O'nun adıyla devam etmeli ve bu vesileyle O, daha geniş kitlelere
anlatılmalıydı.
Elbette,
O'nu en güzel yine O anlatırdı. Efendimiz de, Cibril-i Emın'in getirdiği
ayetleri paylaştı onlarla:
- De ki O, ikincisi
olma ihtimali bile olmayan TekAllah'tır.
Aynı
zamanda O, doğma ve doğurma gibi bir arazIa muhat olmayan bir Samed'dir. Şüphe
yok ki O'nun, ne bir dengi ne de misli vardır! 257
Her şeye rağmen müşrikler, o gün de yüzlerini çevirip
gitmeyi tercih edecek ve bu ifadeleri de, hiç duymamış gibi
256 İbn Hacer, İsabe,
1/337; İbnü'l-Esir, Üsiidü'l-Ğabe, 2/34, 35 257 Bkz. İhlas, 112/1-4; Vahidi,
Esbabii Nüzüli'l-Kur'an, s. 501
262
Toplumla Bütünleşen
Nti z ü l Keyfiyeti
davranıp
yok sayacaklardı. Zira, o kadar şartlanmışlık içindeydiler ki, altın ve
zebercetten merdivenler dayamış ve kendilerini cennete buyur etmiş
olsaydı bile yine iltifat etmeyecek ve gözlerini kapatarak kendilerini gecenin
karanlığına teslim edeceklerdi.
Mekke, zaman zaman
tartışmalara da sahne oluyordu.
Bir
gün Hz. Ebu Bekir, ileri gelenlerle oturmuş Zat-ı Bari hakkındaki yanlış
düşünceleri düzeltmeye çalışıyordu. Anlayışlar sakat ve telakkiler dökülüyordu.
Müşrikler:
-
Rabbimiz Allah'tır ve melekler de O'nun kızlandır; aynı zamanda onlar, bizi
Allah'a yaklaştıran vesilelerdir, diyorlar ve bir türlü istikamet
bulamıyorlardı. Yahudiler ise:
-
Rabbimiz Allah'tır ve Uzeyr de O'nun oğludur, dayatmasında bulunuyor, Hz.
Muhammed'in de Allah'ın Resülü olduğunu kabul etmiyorlardı. Dolayısıyla, onlar
da hak çizgiden inhiraf etmiş; istikamet çizgisini bulamamışlardı. Bunlarla
muhatap olan Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh):
-
Rabbimiz Allah'tır; O, ikincisi olmayan Tek'tir ve O'nun ortağı da yoktur.
Muhammed'e gelince O da (sallallahu aleyhi ve sellern), Allah'ın kulu ve
Resülii'diir, diyor ve iki üç düşünce arasındaki istikamet çizgisini belirlemiş
oluyordu. Derken, Efendiler Efendisi, Cibril-i Emın'in getirdiği bir ayetin müjdesini
veriyordu. Bu ayette, açıkça Hz. Ebu Bekir çizgisinini istikameti temsil ettiği
anlatılıyor ve şöyle deniliyordu:
-
Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra da istikamet üzere doğru yolda yürüyenler yok
mu, işte onlann üzerine melekler inip, "Hiç endişe edip de asla
üzülmeyin ve size vaad edilen cennetle sevinin!" derler.258
Diğer bir gün adamın
birisi huzura gelecek ve:
-
Ya Eba'l-Kasım! Sana ulaşan bilgilere göre Allah, bütün mahlukatıbir
parmağında, semayı diğer parmağında; ağaçla-
258 Bkz.
Fussılet, 41/30; Vahidi, Esbabü Nüzüli'l-Kur'an, s. 388
Efendimiz (sallallalıu
aleylıi ve sellem)
n başka bir
parmağının üzerinde serayı da öbürünün üstünde tutuyormuş! Sonra da diyormuş
ki: "Ben, Melik'im ... "
Daha adam sözünü bitirmeden Allah Resülü acı bir tebessüm
edecekti. Zira, Zat-ı Bari'yi, heva ve hevese göre konuşturmak kimsenin haddi
olamaz; O falan yerdeki bir melikten bahsedercesine bir basitlik içinde, asla
anlatılamazdı. Zaten çok geçmeden hemen Cibril belirdi:
- Onlar asla, Allah'ın kudret ve azametini hakkıyla takdir
edemedi, O'na layık olan ta'zimi gösteremediler. Halbuki, bütün bir dünya
kıyamet günü O'nun yed-i kudretinde, gökler alemi de büzülmüş bir şekilde
avucunda olacaktır. Elbette böyle bir azarnet ve hakimiyet sahibi olan Allah,
onların uydurduklan şeriklerden yüce ve münezzehtirv"? mealindeki ayeti
getiriyordu."?
Adiyy İbn Rebia, Kevn ü Mekanın Sultanı'nın yanına gelmiş, kıyamet
gününün ne zaman gerçekleşeceğini soruyor, kıyametin keyfiyeti ve oluş şeklini
merak ettiğini söylüyordu. Tabii olarak Allah Resülü de, Rabbinin bildirmesiyle
sorulara cevap veriyordu. Ancak adamın maksadı, sorusuna cevap bulmak değil,
Efendimiz'i kendince zor durumda bırakmaktı. Onun için şunlan söyledi:
-
Bugünü, gözümle müşahede etsem de ben, Sana inanacak ve Seni tasdik edecek
değilim, ya Muhammed!
Bu
arada, elinde duran çürümüş bir kemiği parça parça haline getiriyor ve:
-
Allah, şu darmadağınık kemikleri de mi birleştirip canlandıracak yani, diye
kendince istihza ediyordu.
259 Bkz. Zümer, 39/67
260 Bkz. Vahidi,
Esbabü Niizüli'l-Kur'an, s. 386
Toplumla Bütünleşen
Nü z ü l Keyfiyeti
Hemen
oracıkta sema kapılan harekete geçmiş ve Cibril yetişmişti imdada:
-
İnsan zanneder mi ki ölümünden sonra Biz kemiklerini toplayıp onu
diriltmeyeceğizjs'?
Bunu
duyan Übeyy İbn Halef, eline
aldığı döküntü bir kemikle Efendimiz'in yanına geldi ve eliyle de ufalayarak:
- Ya Muhammed! Sen Allah'ın, çürüyüp dağıldıktan sonra
şu kemiği yeniden dirilteceğini mi söylemek istiyorsun, diye sordu. Efendimiz:
- Evet, Allah (celle
celaluhü), bunu da yeniden diriltecek.
Önce senin camm alıp
arkasından da yeniden diriltecek ve sonunda da seni, cehennem ateşine atacak,
diye cevap verdi.
Bu
fotoğrafı çeken Kur'an. şu ifadelerle meseleyi özetleyecekti:
- Biz, kendisini bir nutfeden yaratmışken, yaman bir hasım
kesilip, nasıl yaratıldığını da unutarak ve bir de misal getirerek Bize, 'çürümüş
vaziyetteki o kemikleri kim diriltecek' diyen insan, şunu hiç görüp
düşünmedi mi? De ki:
"Onları
ilk defa inşa eden kim ise; yeniden diriltecek de O'dur!"262
Başka bir gün, Abdullah adında bir sahabe,
Kabe'ye gelmiş ibadet ii taatta bulunmak istemişti. Tavafım yapıp da bir
kenarda oturup Kur'an okumak isterken, uzaktan birkaç kişinin geldiğini gördü.
Bunlar, Sakif kabilesiyle Kureyş'ten, göbekleri büyük, ama
anlayışlan kıt bazı sırdaş insanlardı; belli ki, gizlice konuşacak bir mekan
anyorlardı. Belli ki gündemlerinde, İnsanlığın Emini ve O'nun ashabı aleyhinde
ne türlü kötülük yapacakları vardı. Bir kenara çömelip uzun uzadıya
konuşmuşlardı. Bir aralık, aralanndan birisi, fısıldaşarak şunları söyledi:
261
Bkz. Kıyamet, 75/3; Bkz. Vahidi, Esbabü Nüzüli'I-Kur'an, s. 469 262 Bkz.
Ya-Sin, 36/77; Bkz. Vahidi, Esbabiı Niızüli'l-Kur'an, s. 379
265
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
-
Ne diyorsunuz; acaba şimdi Allah, bizim bu konuşmalanmızı da duyuyor mu?
-
Belki bir kısmını duymuştur, dedi birisi. Diğeri ileri atıldı ve:
- Yüksek sesle konuştuklanmızı duymuştur belki! Sessiz
konuştuklanmızı duyduğunu sanmıyorum, diye ilave etti. Bunun üzerine bir
diğeri ileri atıldı:
-
Bir kısmını duyan, tamamını da duyar; öyleyse hepsini duymuştur!
Daha sonra da, ayrılıp her biri bir başka yöne giderek
dağıldı. Derken, Hz. Abdullah da oradan aynlıp Efendimiz'in huzuruna gelmiş,
görüp duyduklannı anlatıyordu. Çok geçmeden yine Cibril geldi. Şu mesajı
getiriyordu:
- Siz, kulaklannızın, gözlerinizin ve derilerinizin,
aleyhinizde şehadet getireceği bir günün geleceğine inanmıyor ve ondan
sakınmıyorsunuz! Ne garip siz, yaptıklarınızın çoğunu, Allah'ın bilmeyeceğini
sanıyorsunuz! Halbuki bu, Rabbiniz hakkında sizin beslediğiniz kötü zandan
başka bir şey değildir! Zaten, sizi mahvedip hüsran yudumlamanız da bu yüzden
değil mi?263
Bundan
sonra da ayetler gelmeye devam edecekti. Gelecek ayetlerde, özetle şunlara
vurgu yapılıyordu:
- Göklerin ve yerin hakimiyeti Allah'a aittir ve Allah
da, her şeye kadirdir.s'< Ne göklerde ne de yerde, Allah'ı aciz bırakacak
ve icraatını engelleyecek bir kuvvet vardır. O, Alim'dir ve her şeye gücü
yeten bir Kadir'dir.265 Kıyametin meydana gelmesi, bir göz açıp
kapama süresinde veya daha kısa bir anda gerçekleşecektir; şüphesiz Allah, her
şeye kadirdir. 266 Allah, hakkın ta kendisidir; ölüleri diriltecek de işte
O'dur ve
263 Bkz. Fussılet,
41/22, 23 264 Bkz. Al-i İrrıran, 3/189 265 Bkz. Fahr, 3S/44
266 Bkz.~ahl,16/77
266
Toplumla Bütünleşen
Nü z ü l Keyfiyeti
O, her şeye kadir
olandır.s'" Allah, öldükten sonra diriItmeyi gerçekleştirecektir; zira O,
her şeye kadirdir.w"
Görüldüğü
gibi, bugünün insanı için mümkün gözükmeyen her rneselenin sonunda, Allah'ın
güç ve kudretine vurgu yapılmakta ve O'nun, mülkün tamamına sahip olduğu anlatılarak,
bugün mümkün gibi gözükrneyen her meselenin, O'nun için çok asan olduğu
vurgulanmaktaydı.s'" Hiçbir şey yokken kainatı var etmek; havasıyla suyunu
ayarlayıp ışığıyla ısısını tanzim etmek ve böylelikle, onun içinde canlıların
yaşamalan için gerekli olan imkanlan yaratmak. .. Sonra da her bir canlı, bitki
ve cemadatı ihya ederek mükemmel bir sistem kurmak. .. Bunlann hiçbiri, ilk
başta olmayan hususlardı. Dün bunu yaratan kudret, bugün veya yann benzerini
yapmaktan nasıl aciz görülebilir ki? Halbuki, biraz düşünen herkes bilir ki,
sistemli ordulan oluşturmadaki zorlukların aynısı, verilen molalardan sonra
yeniden toparlanmalarda yaşanmadığı gibi ikinci yaratılış da, ilkine göre daha
kolaydı! Zaten, Cibril-i Emin'in getirdiği mesaj da aynı şeyleri söyleyecekti:
-
Varlığı ilk yaratan da, öldükten sonra onlan diriltecek olan da O'dur. Ve bu
diriItme işi, O'na göre daha kolaydır.f"?
Aynı
zamanda O (celle celaluhü), öyle bir kudret sahibidir ki, O'nun için en küçük
bir zerreyi yaratmakla bütün sistemleri yaratmanın arasında zorluk bakımından
hiçbir fark yoktur. Bunun da insanlar tarafından bilinmesinde zaruret olacak
ki, ölüm sonrasındaki yeniden dirilmeyi anlatırken Kur'an. şu ifadeleri
kullanacaktı:
-
Ey insanlar! Allah için, sizin hepinizi yaratmak veya hepinizi öldükten sonra
diriltmek, tek bir kişiyi diriltmek ko-
267 Bkz. Hacc, 22/6
268
Bkz.llnkebut,29/20 269 Bkz. Mülk, 67/1
270 Bkz. Rum, 30/27
Efendimiz (s a l l a
l l a h u aleyhi ve sellem)
laylığında bir iştir!
Şüphe yok ki Allah, her şeyi hakkıyla işitip gôrendir.""
Aynı
zamanda mesele, sadece teorilere dayandınlarak anlatılmıyordu. Aslında bu,
Kur'ani metodun bir parçasıydı; teoriyle birlikte pratikten örnekler de ortaya
konuluyor ve insanların görüp duyarak ikna olmaları isteniyordu. Öldükten
sonra yeniden diriItme gerçeğini anlatırken Kur'an. düşünen herkese şöyle
seslenecekti:
-
İşte, Allah'ın rahmet eserlerine bir bak! Ölmüş toprağa nasıl da hayat veriyor?
İşte, bunu yapan aynı kudret, ölüleri diriltecek olan aynı kudrettir. Zira 0,
her şeye kadirdir."?"
Öyle
ya, hemen her an etrafta yeni yeni ölümler ve ardından da yeniden dirilmeler
yaşanıyor ve bunları da, biraz ibretle bakan herkes görüyordu. Kışın yağan
karın ardından, beyaz kefenini üzerinden atıp ayağa kalkarak yeniden baharın
gelmesi, bir-iki hafta içinde bütün bitkilerin, yeniden haşroluyor gibi yeni
elbiselerini giyip yaprak ve çiçeklerle bezenmeleri ve sinekler gibi bazı
canlıların, uzun süre gözden kaybolduktan sonra aynı çoklukla yeniden
yaratılmaları gibi insan gözü önünde, cereyan eden nice haşir örnekleri
durmaktaydı. Önemli olan bunları, gözdeki ülfet perdesini kaldırarak görebilmek,
sonra da bu işin arkasındaki kudreti görerek O'na iman edebilmekti!
Ancak,
bunun için bakmak değil, aynı zamanda baktığını görmek gerekiyordu.
Cemaatini şuurlu görme zemininde yetiştiren Kur'an. elinden tuttuğu insanı
farklı zeminlerde dolaştırmakta; her defasında ona, nelere bakıp da neler
görmesi gerektiğini hatırlatmakta ve bütün bunların neticesinde de konuyu getirip
haşir meselesine bağlamaktadır:
271 Bkz.
Lokman, 31/28 272 Bkz. Ruın,30/So
268
Toplumla Bütünleşen
Nü z ü l Keyfiyeti
-
Hiç, üzerlerindeki gökyüzüne bakmazlar mı? Bakıp da, Bizim onu nasıl sağlarnca
bina ettiğimizi, onda en ufak bir çatlaklık ve dengesizlik olmadığını
düşünmezler mi?
Yeryüzünü
de döşedik! Orada dengeyi sağlayacak ağır baskılar, sabit ulu dağlar
yerleştirdik. Ve orada, gönül ve göz açan her çeşit bitkiden çiftler bitirdik!
Bütün
bunları, Allah'a yönelecek her kula, Yaradan'ın kudretini hatırlatması, dersler
veren birer basiret nişanesi ve ibret nümünesi olması için yaptık!
Gökten
bereketli bir su indirdik! Onunla bahçeler ve biçilen ekinler, salkım salkım
meyveleriyle ulu hurma ağaçları yetiştirdik!
Bütün
bunlar, kullarımıza olan rızkımızı tamamlamak içindir.
İşte,
ölmüş insanların, mezarlarından çıkışı da böyle olacaktır.273
Evet,
bütün bunlar, Rahmani eğitimden birer kesitti. Bu eğitim, hayatın her alanında
artık kendini gösteriyor ve böylelikle, yaşanılan olaylara paralel gündeme
getirilen konuların, insanlar tarafından özümsenmesi temin ediliyordu.
Artık
onlar, havfve recanın yoğurduğu bir terbiye altında mum gibi yumuşamış,
iştiyak1a rahmet-i Rahman'ı bekler olmuşlardı. Rablerine döneceklerine olan
imanlarından dolayı kalpleri tir tir titriyor, geçici dünya yerine gelecek,
ebedi günler adına kalıcı yatırımlar yapıyor ve ellerinde bulunan her şeyi bu
istikamette kullanmaktan da geri durmuyorlardı.v-
Kader, Takdir, Kudret ve Meşiet-i İlahi
Mekke
müşrikleri, zaman zaman oturur ve kendi aralarında dini meseleleri de
tartışırlardı. Halbuki onların, bu tarakta
273 Bkz. KM, 50/6-11
274 Bkz. Mü'minün,
23/60
269
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
hiç
bezleri yoktu. Yine bir gün oturmuş, Necran'dan gelen din adamlanyla birlikte
kader konusunu tartışıyorlardı. Derununa muttali olmadıklan halde her birinden
bir ses çıkıyor ve kendilerince kaderi yorumlamaya çalışıyorlardı. İçinden çıkamayınca
meseleyi Muhammedü'l-Emin'e götürmeye karar verdiler. Konuşmaya Neoran
bilginleri başlayacaktı:
- Ya Muhammed! Sana kalırsa günahlar da bir kader
dahilinde gerçekleşiyor, denizlerle semavatta olan şeyler de; "Daha doğrusu
olup biten her şef', aynı kader çerçevesinde gelişiyor! Haydi, diğerlerini
anladık da, günahların da bir kader dahilinde olmasına imkan yok!
Konuya
bütüncül bir nazarla bakamayan bu adamlara önce:
-
Sizler, yoksa Allah'ın hasımlan mısınız, dedi. Arkasından da, Cibril'in
getirdiği şu ayetleri okudu:
- Şüphe yok ki mücrimler, tam bir şaşkınlık ve
çılgınlık içinde bocalayıp durmaktadır; o gün de onlar, yüzleri üstüne
cehenneme sürüleceklerdir. Ve onlara, "Haydi, cehennem ateşini tadzn
bakalım!" denilecektir. Şüphe yok ki Biz, her şeyi bir kader ve ölçü
dahilinde yarattık. 275
Her şeyi yaratan ve nzkını verip hayatını idame ettiren
Allah, bunu söyledikten sonra, Mekke müşrikleriyle Neoran ahalisine ne oluyordu
ki! Dolayısıyla bu ayet, o gün haddi aşanların sesini kestiği gibi sonrasında
ortaya çıkacak her haddini bilmezin de ağzının payını verecek ve Kudret-i İlahi'nin
gücünün, her şeye yettiğini her daim gösteren bir kıblenüma olacaktı.v"
Başka
bir gün, kendince kader konusunu alaya almak isteyen birisi gelmiş
Resülullah'a şöyle diyordu:
275 Bkz.Karner,54/47,48,49
276 Bkz. Vahidi,
Esbabii Nüzüli'l-Kur'an, s. 419, 420
270
Toplumla Bütünleşen
Nüzfrl Keyfiyeti
-
Ben, kendirnce kalkıp kullukta bulunuyor ve namaz kılıyorum!
Maksadı,
ne namaz kılmak ne de geceler boyu ayakta kalıp da Allah'a karşı olan kulluk
vazifesini yerine getirmekti! Bunu ve bundan sonra söyleyeceği şeyleri, kendi
iradesiyle gerçekleştirdiğini söylemeye çalışıyor ve bunlann, bir takdir
neticesinde olmayacağım söylemek istiyordu. Niyet anlaşılmıştı ve cevaplar da
ona göre olacaktı:
- Demek ki Allah,
senin namaz kılmam takdir etmiş!
- Ben oturuyorum da!
- Oturmam da O takdir
etmiş!
- Şu ağaca doğru
yürüyor ve onu kesiyorum, o zaman?
- Senin o ağacı keseceğini
de Allah takdir etmiş ki bunu
yapabiliyorsun!
Ne
garip bir yaklaşımdı! Bir çekirdek kadar beyinle, Kudret-i İlahi'yi tartmaya
çalışıyor ve bu kadar sıkleti kaldıramayan terazisiyle Meşiet-i İlahi'yi
sorgulamak istiyordu!
Neyse
ki, sema ile irtibat aralıksız devam ediyordu ve Cibril'in getirdiği ayetler
imdada yetişerek, işin gerçek yönünü ortaya koyacaktı."? Zira, O
dilemeden bir yaprağın bile kımıldaması söz konusu olamazdı; Allah neyi
dilerse o olur, olmasını dilemediği de olmazdı.v" Göklerin ve yerin
hakimiyeti O'na aitti ve O, dilediğini yaratır; dilediğine kız evlat verirken
dilediğine de erkek çocuk nasip ederdi.f"? Cezalandırmak istediği veya
zarar murad ettiği zamanlarda da, O'nun önüne geçip de engelolacak herhangi bir
güç yoktur.280 O'nun verdiği felaketi engelleyip geri çevirmek
kimin haddine! Diğer yandan, yine O'nun rahmet vermeyi murad ettiği kimse için
de, bu rahmetin
277 Bkz. Haşir, 59/5;
Yiliidi, Esbabü Nüzüli'l-Kur'an, s. 438 278 Bkz. Ebü Davfıd, Edeb, ıoı
279 Bkz.Şftra,42/49
280 Bkz. Ra'd, 13/11;
Fetih, 48/11
271
Efendimiz (sallal1ahu
aleyhi ve sellem)
ulaşmasına
engelolmaya kim güç yetirebilir ki?281 Allah (celle celaluhü), bir şeyin
olmasını istediğinde, sadece 'ol' deyiverir
ve O'nun 'ol' dediği şey
de hemen oluverir.t'"
"Sizden, istikamet sahibi olmak isteyenler onu
dinleyip kulak verirler" mealindeki ayeti duyunca Ebu Cehil, kendi çapında bir diyalektik
geliştirecek ve şöyle diyecekti:
-
Bak, görüyor musun; nasılolsa iş bize bırakılmış! İstersek istikameti tercih
eder istemezsek etmeyiz!
Ancak mesele, öyle
keyfe bırakılacak bir mesele değildi.
Zira, hemen
arkasından gelen ayet, şu izahatta bulunacaktı: - Ama bu iş, sizin istemenize
göre değil, ancak, alemlerin Rabbi olan Allah'ın dilernesiyle tamam 01ur!283
Kısaca, Ebu Cehiller ne derse desin, bütün mülk O'na
aitti ve O da, bu mülkünü dilediğine verir ve dilediğini de bundan mahrum
bırakır; dilediğini aziz kılıp dilediğini de zelil ederdi! Zira O (celle
celaluhü), bunların hepsine kadirdi. 284
İnsanlann,
sadece imanda zirveyi yakalamalan yeterli değildi; aynı zamanda onlann, iman
adına yürürken karşılanna çıkabilecek engelleri aşabilmek için gösterecekleri
direnç de çok önemliydi. Bunun için Kur'an, sıklıkla önceki peygamberler ve
onlann iimmetlerinden örnekler verecek ve bu istikamette ne türlü sıkıntılara
maruz kaldıklanm anlatarak ümmet-i Muhammed'i de, gelecek günlerde
yaşanabilecek muhtemel problemlere karşı hazırlayacaktı. Şöyle diyordu:
- Elif, lam, mim! Mü'minler, sadece "iman
ettik" demekle, öyle hiç imtihana tabi tutulmadan kendi hallerine
bırakılı-
281
BKz. Ahzab, 33/17 282 Bkz.
Yasin, 36/ 82
283 Bkz. Tekvir,
81/27-29; Vahidi, Esbabü Nüzüli'l-Kur'an, s. 473 284 Bkz. Al-i İmran, 3/26
272
Toplumla Bütünleşen
Nü z ü l Keyfiyeti
vereceklerini
mi sanıyorlar? Elbette Biz, onlardan önce yaşamış nice mü'minleri de
imtihanlara tabi tutup denedik. Şüphe yok ki Allah, elbette şimdiki mü'minleri de
imtihan edip, iman iddiasında sadık olanlarla bu konuda samimi olmayanlan birbirinden
ayıracaktırl-'"
Demek
ki, geleceğin sürpriz sıkıntılannı göğüsleyebilmek için sadece "iman
ettik" demek yetmiyordu. Elbetteki iman, çok önemli bir meseleydi; ama
imanın da kendi içinde dereceleri vardı ve bu yolun saliki olan bir mü'min,
imanda kemal noktayı yakalamalıydı ki, Allah'ın kendisi için takdir ettiği ipi
anzasız göğüsleyebilsin ve necat bulduğu yurtta, 'rıza' ufkunu
yakalamanın semereleriyle baş başa kalabilsin!
Evet,
mü'minleri gelecekte cennet ü cinan, rahmet-i Rahman bekliyordu; amabunun için
hiç durmadan çalışmak gerekiyordu. Dünya, ücret yeri olmadığı için bu
çalışmalann semeresi, çoğunlukla ölüm sonrası ebedi hayatta kendini gösterecek,
buna mukabil acıları burada yaşanacaktı. Cehennem lüzumsuz olmadığı gibi cennet
de ucuz değildi! Böyle bir nimete ulaşabilmek için, çile ve mihnet
imbiklerinden geçmek, sabır deryalannda reftare at koşturmak ve her şeye rağmen
yerinde sabit kadem kalabildiğini göstermek gerekiyordu. Zira Cibril'in
getirdiği mesaj, şunlan söyleyecekti:
-
Yoksa siz, daha önce yaşayıp da misyonlarını eda etmiş ümmetIerin başlanna
gelen o sıkıntılı durumlara maruz kalmadan, öyle kolayca cennete gireceğinizi
mi sanıyorsunuz? Onlar, öyle ezici mihnetlere, öyle katlanılmaz zorluklara
düçôr oldular, öyle şiddetle sarsıldılar ki, peygamber ile onun yanındaki
mü'minler bile, "Allah'zn vaad ettiği nusret ve yardım ne zaman
gelecek?" diye yalvanp bekleyecek duruma geldiler. İyi bilin ki, Allah'ın
yardımı pek yakındırl-'"
285 Bkz.Juıkebut,29/1,2,3 286 Bkz. Bakara, 2/214
273
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Sabahın aydınlık fecri çok yakındı ve doğmak üzereydi;
ufukta bahar vardı. .. Günler şafağa durmuş bahar soluklayacak olmanın
heyecanını yaşıyordu ... Ancak, bunun için bir Ebu Bekir, bir Hatice, bir Ali
olmak gerekiyordu ... Tarihte yaşanan her yeni şafak, hep böyle bir imana sahip
olanların üzerinde bayraklaşmıştı. 287 Bu
keyfiyet yakalandıktan sonra, dünya bomba olup patlasa ne değişirdi ki! Zaten
zaman da, değişmediğini gösterecekti.
Kuvvet, Kesret-İ Etbada Değil; Haktadır
O
günün Mekke'sinde her mesele, kaba kuvvete göre şekillendiği için insanlar,
etraflarındaki insan sayısına göre kendisini güçlü görüyor ve karşısında yer
alanlara da bu gücü göstermek istiyordu. Hatta, bazı durumlarda eski defterler
gündeme getiriliyor ve ataları arasındaki etkin kimseler öne sürülerek geçmiş
üzerinden psikolojik savaş yürütülüyordu.
Abdimenafoğullarıyla Sehmoğulları arasında ciddi anlaşmazlıklar
ve bir rekabet yaşanmaktaydı. Birbirlerini geride bırakabilmek için her iki
taraf da, akla hayale gelmedik yöntemlere başvuruyor ve neticede kendi
kabilesinin daha güçlü olduğunu ispat etmek istiyordu. İşi o noktaya kadar götürmüşlerdi
ki, kabirlerde yatan atalarının adlarıyla, onların ün salmış menkıbelerini dile
getirip hararetle anlatıyorlardı. Derken, bu kesret yarışında Abdimenafoğulları
geride kalacak ve psikolojik savaşı, cahi1iye döneminde nüfusu daha kalabalık
olan Sehmoğulları kazanacaktı.
Mekke' de yeni bir gelişme daha vardı ve bu gelişmenin
üzerine de bina edilecek bir hüküm olmalıydı. Çok geçmeden Cibril geldi ve şu
ayetleri getirdi:
- Dünyalıklarla
böbürlenmek, oyalayıp durdu sizleri!
287 Bkz.
Saffih, 37, 171-177; Kamer, 54/45; Sad, 38/110; Nahl, 16/41; Yusuf, 12/7;
İbrahim, 14/14; Rum, 30/4
274
Toplumla Bütünleşen
Nü z ü l Keyfiyeti
Ta, boylayıncaya
kadar kabirleri!
Hayır!
(Geçici dünya zevklerine bağlanmak doğru değil ve sizler de sakının bundan!)
Hayır! Bileceksiniz ileride!
Evet, evet!
Bileceksiniz ilerideF88
Başka
bir gün, Efendimiz'i namaz kılarken gören Ebu Cehil hışımla yanına gelmişti
ve:
-
Ben Seni bunu yapmaktan nehyetmemiş miydim, diyerek şirretlik yapmıştı. Böyle
bir adama verilecek en güzel cevap süküttu ve Efendiler Efendisi de, namazını
bitirir bitirmez oradan ayrılıp uzaklaştı. O'nun gidişini arkadan seyrederken
Ebu Cehil, yanındakilere şöyle diyordu:
-
Vallahi de, Sen de biliyorsun ki, buralarda benden daha fazla adamı olan
yoktur!
Bununla
o, "Senin etrafında ne kadar insan toplanırsa toplansın ben,
hepsinin hakkından gelirim." demek istiyordu. Kudret-i İlahi'yi
hesaba katmadan konuşuyordu.
Halbuki güç ve
kuvvet, kesret-i etbada değil; haktaydı.
Mekke
müşriklerinin kimsesiz gördükleri Allah Resülü'nün kimsesi, doğrudan Allah
Teala idi ve Habib-i Ekrem'ini teselli için şu ayetleri indirip Resülü'nün
gönlünü alıyordu:
- O bilmiyor mu ki
Allah, olan biten her şeyi görüyor? Hayır, hayır! Olmaz böyle şey! Eğer bu
tutumundan vazgeçmezse onu perçeminden tutup cehenneme sürükleriz. Evet, o
yalancı ve suçlu perçeminden tutup sürükleriz!
İstediği kadar
grubunu yardıma çağırsın! Biz de, Zebanileri çağınnz!
Hayır,
hayır! Ona boyun eğme! Sen, Rabbine secde et, O'na yaklaşF89
288 Bkz. Tekasür,
102/1-5; Vahidi, Esbôbü Nüzüli'l-Kur'an, s. 490 289 Bkz. Alak, 96/14-19
275
Beri tarafta Kureyş, her geçen gün artarak devam eden
bu gayretlerden duyduğu rahatsızlığı dile getirmek için yeniden Ebu Talib'in
kapısına dayanmıştı:
- Bak, Ebu Talib! Şüphesiz ki sen, yaş ve tecrübe
itibariyle büyüğümüzsün; konumun itibariyle hepimizden iistiirısiin! Sana daha
önce de gelmiş ve yeğeninin yaptıklanna bir son vermeni istemiştik; ama sen,
buna yanaşmadın! Allah' a yemin olsun ki, ilahlanmıza dil uzatılması,
önderlerimizin dalaletle suçlanması ve atalanmız hakkında iyi şeyler
söylenmemesi, artık sabnmızı taşırmak üzere! Ne zaman O'na engel olacaksın!
İstersen, O'nu bize bırak da, iki taraftan birisi helak olana kadar, aramızdaki
meseleyi kendimiz çözelim.
İkide bir yanına gelip bozuk çalanların baskılarından
bunalan Ebu Talib, yeğeni Muhammedii'l-Emin'e haber gönderdi:
- Ey kardeşimin oğlu, dedi ve gelen Kureyşlilerin dediklerini
anlattı. Sözlerinin sonunda, mahcubiyet içinde şunlan ilave etti:
-
Ne olur, hem kendini hem de beni düşün; bana, altından kalkamayacağım yük
yiikleme!"?
290 İbn İshak, Sire, 2/135
277
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Amcası
Ebu Talib'in bu mesajıyla endişelenen Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern), bir aralık amcasının fikir değiştirdiği, müdafaa etmekten yorulup
çekindiği ve bundan sonra kendisini yalmz bırakacağı endişesine kapıldı. Kalbi
kırılmış ve mahzun olmuştu, içten içe gözyaşı döküyordu. Yalnızlığı zirvede
hissetmenin tezahürüydü bütün bunlar ... Belki de Allah (celle celaluhü), kendisinden
başka açık kapı bırakmak istemiyordu önünde. Onun için şöyle seslendi amcası
Ebu Talib'e:
-
Ey amcacığım! Allah'a yemin olsun ki, şayet onlar, bu işten vazgeçmem
karşılığında güneşi bir elirne; ayı da diğerine verseler, Allah beni muzaffer
kılıncaya veya bu yolda yok oluncaya kadar bu işte sabit kalır, asla terk
etmem.
Çok
duygulanmıştı Kainatın İftiharı ... Ayağa kalkıp giderken gözyaşı döküyor,
içten içe ağlıyordu. Ancak, o kadar yürekten ve içtenlikle konuşmuştu ki,
titreyen ses tonunda bile, sonuna kadar devam edeceğinin kararlılığı hakimdi.
Bu tavır, Ebu Talib'i çok etkilemişti. Babası Abdulmuttalib'in emaneti, kardeşi
Abdullah'ın yetimi, aç kurtlara teslim edilir miydi hiç? Arkasından:
-
Gel, ey kardeşimin oğlu gel, diye seslendi. Kucaklayan bir ton vardı sesinin
renginde. Mahzun Nebi, sesin geldiği cihete yönelmişti, yaş döken gözlerini
silerek. .. Gözler, dilden önce anlaşmıştı sanki ve Ebu Talib, yeğenine şunları
söyledi:
-
Git ey kardeşimin oğlu git! Git ve dilediğini yap! Vallahi ben, hiçbir zaman
Seni teslim edecek değilim!"?'
Ardından
da, şiirleriyle O'nu destekledi ve toprağa gömülünceye kadar yeğeninin
arkasında duracağım ilan etti.
Ebu
Talib'in, yeğenini teslim etme niyetinde olmadığını ve koruma kararında ısrar
ettiğini görenler, bu sefer yöntem değiştirdiler ve huzuruna gelip başka bir
teklifte bulundular.
291 İbn Hişam, Bire, 2/101
Ebu Talib'i l k rı a Çabaları
Aralannda,
Uruara İbn Velid adında dikkat çeken yakışıklı ve güçlü bir delikanlı da vardı.
Bu genci yanlanna katıp onun yanına geldiler ve şunlan söylemeye başladılar:
-
Ey Ebu Talib! İşte bu, Umiire İbn Muğzre' dir. Kureyş'in en güçlü ve en
güzel gencidir. Bu genç senin yardımcın olsun; onu evlat olarak edin, senin
olsun. Onun yerine bize sen, şu senin ve atalannın dinini değiştiren, kavmine muhalefet
edip karşı çıkan ve önde gelenlerimiz hakkında iyi düşünmeyen kardeşinin oğlunu
ver -de O'nu öldürelim. Madem kısasta, sizden bir adamın bedeli bizden bir
adamdır; işte bu genç de O'nun diyeti olsun.
Ne
çirkin ve ahlaksız bir tekliftil Bir tarafta, asırlardır gelişi gözlenen Son
Nebi, diğer yanda ise, sadece fiziki yönüyle dikkat çeken bir genç! Kaldı ki,
kim kimin yerini doldurabilirdi! Onun için, tereddütsüz Ebu Talib:
-
Vallahi siz, ne kötü bir teklifte bulunuyorsunuz! Kendi çocuğunuzu büyük görüp
evime almamı, buna mukabil olarak da kendi oğlumu size teslim edip öldürmenize
göz yummamı bekliyorsunuz ha! ValIahi bu, asla olmayacaktır, cevabını verdi
onlara.
Yine
Ebu Talib'in taviz vermediğini gören Mut'im İbn Adiyy, biraz da tavır değiştirerek
şunlan söyledi:
-
Vallahi ya Ebô Talibl Kavmin sana bugüne kadar çok in·safh davrandı ve senin
hoşuna gitmeyecek şeyleri sana dayatmadı. Ancak görüyorum ki bugün sen,
onların hiçbir teklifine 'evet' demiyorsun!
Adamlar
göz göre göre Allah Resülü'nü öldürmek istiyorlardı ve buna 'evet' demeyince
de bunun adı insafsızlık oluyordu! Bundan daha büyük küstahlık olamazdı ve
kendi anladıklan dilden bir cevap gerekiyordu. Ebu Talib de, bu cevabı verdi:
- Allah'a yemin olsun
ki hiçbir zaman insaflı olmadınız!
Baksana sen şimdi,
benim perişan olmarnı ve aleyhimde in-
279
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
sanıann çirkin işler
çevirmelerini teklif ediyorsun! Elini ardına koyma ve istediğini yap!
Bu konuşma, zaten yarıya kadar çekilmiş olan kılıçlann,
bundan böyle kınından çıkması anlamına geliyordu. Bugüne kadar münferit ve
lokal olan düşmanlık, bundan sonra kurumsalolacak ve Mekke'nin her yerinde
kendini gösterecekti, Bu düşmanlıktaki hedef, sadece Resülullah da değildi; her
bir kabile, o güne kadar kendi içinde İslam'ı tercih eden kim varsa onu düşman
biliyor ve topyekun bir savaş ilan ediyordu. Onlan, binbir türlü işkenceye
maruz bırakıp dinlerinden döndürebilmek için, akla hayale gelmedik yöntemlere
başvuruyorlardı.
Konunun, insaf boyutunu da aşıp aklı devre dışı bıraktığını
gören Ebu Talib, çok geçmeden diğer kardeşlerine meseleyi taşıyacak ve
yeğenlerini koruma konusunda onların da desteğini almaya çalışacaktı.
Abdulmuttalib ve Haşimoğullarının hemen hepsi, onun davetine olumlu cevap
verirken sadece Ebu Leheb buna karşı çıkacak ve yeğeninin karşısında yer
alanlarla beraber olmayı tercih edecekti. Kabilesinden beklediği desteği bulan
Ebu Talib'in keyfine diyecek yoktu; bu kadar sıkıntılı bir sürecin akabinde
yeniden bir araya gelip de fikir birliği etmelerine karşılık şiirin diliyle
onları medhedecek ve yeğeni Muhammed'e de övgüler yağdırarak üzerine toz
kondurmayacaktı, 292
Kureyş
o kadar sinsi yaklaşıyordu ki, başta Allah Resülii olmakla birlikte Hz.
Hatice'ye de acı yaşatmak için üzerlerinde toplumsal baskı kurmaya
çalışıyordu. Bu sebeple, risalet öncesinde evlendirdikleri üç kızlannı
boşarnaları hususunda Efendimiz'in damatlarına baskı yapıyorlar ve Muhammed'in (sallallahu
aleyhi ve sellem) kızlannı boşadıkları takdirde, istedik-
292 Bkz. İbn Hişam,
Sire, 2/104
280
Ebu Tfi l i b"! ikna Çabaları
leri
kızlarla evlendirecekleri konusunda garanti veriyorlardı. Efendimiz'in kızlan Rukiyye
ve Ümmü Gillsiim, Ebu Leheb'in iki oğlu Utbe ve Uteybe ile
evli idiler. Utbe ve Uteybe, baskılar karşısında direnecek fıtratta değillerdi
ve istedikleri kızlarla evlenme garantisini alır almaz da bırakıverdiler
Rukiyye ve Ümmü Giilsiim'ii ... Yıkılan yuvalar, ayrı bir hicrana sebep
oluyordu Allah Resülü ve kerim eşi Hz. Hatice için ...
Normal
şartlarda bir anne ve baba için, sadece bir çocuklanmn bozulan yuvası bile acı
kaynağı olurken burada Efendiler Efendisi ve kerim zevcesi Hz. Hatice, bir
anda iki kızının yıkılan yuvasıyla karşı karşıya kalıvermişlerdi. Hem de
ortada, bunu gerektiren hiçbir sebep yokken ... Tek sebep, her ikisinin de
Allah Resülü'nün kızı olmasıydı.
Yalmz
Zeyneb validemizin kocası Ebft'[-As, bu baskılara boyun eğmemiş
ve Efendimiz'in kızını terk ederek akıntıya kürek çekmemişti. Zira o, karanm
kendisi verecek kadar onurlu, aile işlerine başkasının burnunu sokturmayacak kadar
da izzetli bir hayat yaşıyordu. Ortada bir mesel e var ise, bunun karanm
kendisi verir ve sonraki hayatını da kendi iradesiyle yönlendirirdi. Onun için
bir ailede huzur var ise, bunu dışandan hiçbir güç yıkmaya yeltenmemeliydi.
Huzurlu bir ailesi vardı ve hammının farklı düşünmesi de bu huzuru hiç
etkilemiyor; aksine bu huzurun artması istikametinde katkıda bulunuyordu. Bunun
için, bütün baskılara karşı kulağını tıkamış, sadece yapması gerekeni yapıyor,
kuru gürültüye pabuç bırakmıyordu.
Beri
tarafta Kur'an. toplum içinde gelişen yanlış anlayış ve telakkileri tashih
etmeye devam ediyor, insanlar arasında konuşulan konuların doğrusunu ortaya
koyarak düşünce kaymalanmn önüne geçiyordu.
281
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Zira,
tarihte olduğu gibi o gün de, küfür cephesini temsil edenler hep kendilerini
farklı görüyor ve mü'minleri alay konusu yapmaya çalışıyordu. Gelen ayetler,
önceki peygamberlerin hayatından örnekler vererek, yaşadıklan hayatı örnekleriyle
gözler önüne seriyor ve böylelikle mü'minlere, 'sabırlı olun' mesajı
veriyordu. Gelen bir ayet, Nuh (aleyhisselüml'ın yaşadığı sıkıntılardan
bahsettikten sonra, insanlığın ikinci atası olarak anlatılan Hz. Nuh ve ona
inananlara, kendi kavminin söylediklerini şu ibret verici cümlelerle
aktanyordu:
-
Bize göre sen, sadece bizim gibi bir insansını Bizden ne farkın var ki! Hem,
sonra senin peşinden gidenler, toplumumuzun en düşük kimseleri! Bu da gözler
önünde! Aynca, sizin bize karşı bir meziyetiniz olduğunu da sanmıyoruz!
Bilakis, sizin yalancı olduğunuzu düşünüyoruzl'va
Zaman
değişip asır başkalaşsa da küfrün mantığı hep aynıydı; dün nasıl tepki
veriyorsa bugün de aynı tepkiyi veriyordu. O günün Mekke'sinde, "Bugün
hangi şartlarda yaşıyor olursak olalım, yarın mutlaka bizler de affa
mazhar olur ve kurtuiuruz.wn düşüncesinin sakat ürünü olan bu anlayış,
referanslannı dine dayandırmak isteyen farklı anlayışların elinde yön
değiştirecek ve onlan, "Sayılı günler dışında bize cehennem ateşi
dokunmaz."295 sonucuna götürecekti. Hatta bunlar, meseleyi daha da
ileri götürecek ve cennete, kendileri dışında kimsenin giremeyeceğini iddia
edeceklerdi.w"
Sırf
fakir olduklan için ve kendi statülerinde olmadıklanndan dolayı kimsesizleri
huzurdan kovmak istemeye kadar giden bu saygısız tavır,297 şimdi
boyut değiştirmiş; alın teri dökmeden nimetlere konma planlan yapıyordu.
293 Bkz. Hud, 11/27
294 Bkz. A'raf, 7/169 295 Bkz. Bakara, 2/80
296 Bkz. Bakara,
2/111; Maide, 5/18 297 Bkz. En'am, 6/52; Kehf, 18/28
282
·
Ebu Talib'İ ikna
Çabaları
Mekke müşrikleri, zaman zaman gelip Efendimiz'in sohbetini
dinliyor; okuduğu Kur'an'a kulak veriyor ve iman adına oluşturduğu halkalara
katılarak olup bitenleri anlamak istiyordu. Ancak, bütün bunlara rağmen onlar,
iman adına bir mesafe almayı asla düşünmüyor ve zaten bunlan da, iman adına
ulaşılan noktalan tespit edip, imansızlıklannda tutunabilmek için
yapıyorlardı. Dolayısıyla görüp dinlediklerinin kendilerine bir faydası
olmuyor, yine yalanlamalarına devam edip alayvari tavırlannda ısrar
ediyorlardı. Zira onlar, Allah düşüncesinde yolda kaldıklan yetmiyormuş gibi
bir de, asıl hidayette olanın kendileri olduğunu söylüyor ve:
- Şayet bunlar cennete gireceklerse, şüphesiz orada
bizim için aynlan yer daha fazla olacak, diyor; cennette kendilerine şimdiden
yer ayınyorlardı. Çok geçmeden, bu konudaki kavl-i faslı da Cibril getirecekti:
- O kafirlere ne oluyor ki, Seninle alayetmek
maksadıyla sağdan-soldan dağınık gruplar halinde boyunlannı uzatarak Sana doğru
koşuyorlar!
Onlardan
her biri, iman etmeden Naim Cenneti'ne yerleştirilmeye mi hevesleniyor?
Hiç heveslenmesin! Hiç kimsenin, öteki insanlar üzerinde
böbürlenmeye hakkı olamaz! Çünkü Biz, öbür insanlar gibi onlan da, o bildikleri
nesneden, meniden yarattıkls?"
Efendimiz'in ilk
çocuğu Kasım vefat edeli yıllar olmuştu.
Ondan
sonra kızlan dünyaya gelmiş ve onlar da boyatıp gelişmiş; Fatıma hariç,
diğerleri evlenip dünya evine girmişlerdi. Hira'da.ki vuslattan sonra dünyaya gelen
ve bundan dolayı kendisine Tayyib ve Tahir de denilen ikinci oğluAbdullah, henüz
emeklemeye başlamıştı ki kader, onu da babasından ayır-
Efendimiz (s a l l a
l l a h u aleyhi ve sellem)
mış
ve ebedi çocuk olarak kalmak üzere cennete davet etmişti. Efendiler Efendisi,
anne-baba ve dede gibi dayanakların teker teker yok olmasının ardından bir de,
ardı ardına iki evladının acısını tadıyordu.
Küfür bu ya, böyle acı bir günü bile değerlendirecek;
Efendimiz'in aleyhinde kullanmak için atağa geçecekti. Yine başı çeken, öz
amcası Ebu Leheb'di. Ukbe İbn Ebi Muayt, Ka'b İbn Eşref ve As İbn Vail
de bu kervana katılmışlar, Efendiler Efendisi'nin artık erkek çocuğunun
kalmadığını ileri sürüyor ve soyunun böylelikle kuruyacağının reklamını yapıyorlardı.
Abdullah'ın vefat ettiği gecenin sabahında Kureyş içinde koşan Ebu Leheb:
- Bu gece Muhammed'in soyu kesildi, diye avazı çıktığı
kadar bağırıyordu. Zira onlara göre soy ve sop, sadece erkek çocuktan devam
ederse bir anlam ifade ediyordu. Soyu devam etmeyen bir adamın da, çok geçmeden
adının dünyadan si1ineceğine inanıyor ve bu sebeple erkek çocuk sahibi
olabilmek için her türlü yola başvuruyorlardı. Kız çocukları insan yerine bile
koymayan bir zihniyetten zaten başka ne beklenebilirdi ki! Ölünün üzerinden
bile siyaset yapıyor, her hareketi kendi lehlerine değerlendirip karşı tarafa
hücum vesilesi olarak görüyorlardı.
Çok geçmeden, Resul-ii Kibriya'ya Kevser Suresi inecek
ve yine Mekke müşriklerinin oyunları boşa çıkacaktı. Zira gelen ayette, esas
soyu kesilecek ve yeryüzünde adı unutulup gidecek birisi varsa bunların,
Habib-i Zişan'a karşı çıkıp düşmanlık besleyenler olduğu anlatılıyor ve
Efendiler Efendisi'ne Kevser müjdesi verilerek O'ndan namaz kılıp kurban
kesmeye devam etmesi isteniyordu.ws
299 Bkz. Kevser, 108/1-3
Ebu Talib'i ikna
Çabaları
Kötü Komşular
ve Tehdit Halkası
Kaderin ayrı bir cilvesi ki, Efendiler Efendisi'nin en
can alıcı düşmanlan kapı komşulanndan ibaretti. Ebu Leheb'in evi, zaten O'nun
evine bitişikti. Evi evine bitişik olan diğer komşulan da Ebu Leheb'ten farklı
değildi; Hakem İbn Ebi'lAs, Ukbe İbn Ebi Muayt, Adiyy İbn Hamrfı ve
İbnü'l-Esda elHüzeli de Ebu Leheb'i aratmayacak kadar düşmanlık duyuyor ve
O'nu üzebilmek için fırsat kolluyorlardı.s?"
Bir gün onlardan birisi, Efendimiz namaz kılarken üzerine
koyun pisliği atmış; bir başkası da onu alıp, içinde Efendimiz'in abdest
suyunun olduğu çömleğin içine dolduruvermişti. Bir müddet sonra Efendiler
Efendisi, onlann şerrinden emin olabilmek için araya duvar ôrmüştü, Buna rağmen
aynı huylarında ısrar etmelerine karşılık bir gün, attıklan pisliği bir sopanın
ucuyla tutup kapının önüne çıkacak ve onlara göstererek şöyle seslenecekti:
- Ey
Abdimenafoğullan! Bu nasıl komşulukö'?'
Ukbe İbn Ebi Muayt, işi daha da ileri götürecek ve Ebu
Cehil'in de kendilerinde olduğu bir akşam vakti oturup, Muharnmedii'l-Ernin'e
kötülük yapma konusunda onunla anlaşacaklardı.s'" Aralannda konuşurken
Efendimiz'i gösterip:
- Hanginiz falanların kestiği devenin işkembesini pisliğiyle
birlikte getirip de secdeye gittiğinde Muhammed'in üzerine koyma
kahramanlığında bulunabilir, diyorlardı.
Aralanndaki en şaki olanı ayağa kalktı. Bu, Ukbe'den
başkası değildi. Sözü edilen işkembeyi getirtti ve beklerneye başladı. Tam
Efendiler Efendisi secdeye gittiğinde yanına yak-
300 Bunlar arasında,
sadece Hakem İbn Ebi'l-As Müslüman olacaktır. 301 Halebi, Sire, 1/474
302
Başka bir rivayette bu hadise Kabe'de cereyan etmektedir ve başrolde Ebu CehiI
vardır. Bkz. Maverdi. A'lamu'n-Nübüvve, 1/142
285
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
laşıp
iki omuz küreğinin ortasına, elindekileri koyup kenara çekiliverdi. Allah'ın en
sevgili kulu, Allah'a en yakın olduğu yerde kapı komşulan tarafından işte böyle
zor bir durumda bırakılıvermişti.
Beri
yanda Ukbe ve misafirleri, yaptıklan işin keyfini çıkarmaya çalışıyor; bir
yandan göbeklerini kaşırken diğer yandan kahkaha ile gülüyorlardı. O gün o
kadar gülmüşlerdi ki, düşmernek için birbirlerine yaslanıyor ve öylece ayakta
durmaya çalışıyorlardı.
Uzun
zaman Efendiler Efendisi secdeden başını kaldıramadı. Nihayet kızı Fatıma
validemiz manzaraya şahit olmuş ve koşarak babasının yanına gelmişti. Bir
taraftan bu işi yapanlara çıkışıyor; diğer yandan da babasının üstündeki
pislikleri temizlerneye çalışıyordu. Allah'ın en sevgili kuluydu; dileseydi
orada düşmanlan yerle bir olur; hak ettikleri cehennemi boylarlardı, Ama O,
hep mülayemet yolunu tercih etmişti, bugün olmasa da bir gün mutlaka anlayıp
geleceklerini umuyordu. Ancak bu, belli ki rikkatine çok dokunmuştu;
dokunmayacak gibi değildi ki! Başıyla birlikte ellerini kaldırdı semaya:
- Allah'ım! Kureyş'i
Sana havale ediyorum.303
O
kadar ki bu duayı ardı ardına üç kez tekrarladı. Ardından da, isim isim zikrederek
hepsini sıraladı teker teker:
-
Allah'ım! Ebu Cehil'i de, Utbe İbn Ebi Rebia'yı da, Şeybe İbn Ebi Rebia'yı da,
Velid İbn Utbe'yi de, Ümeyye İbn Halefi de, Ukbe İbn Ebi Muayt'ı da Sana havale
ediyorum; onlann hakkından Sen gelirsin ey Allah'ım!
O
kadar içten ve samimi idi ki, işlerini Allah'a havale etmesi oradakileri bir
hayli korkutmuştu. Zira biliyorlardı ki, bu beldede yapılan dualar kabul görür
ve başlanna mutlaka bir
303
Başka bir rivayette, "Mudar'a Yusuf yıllan gibi kıtlık sal ve çetin azabım
gönder." şeklinde bir ilave vardır. Bkz. Ayni, Umdetü'l-Kari, 7/26
286
Ebu Talib'i ikna
Çabaları
şeyler gelirdi. Hele
bu duayı yapan Allah'ın en sevgili ku1uysa!3°4
Ümeyye
İbn Halefin başka bir adeti daha vardı; Resülullah (sallalIahu aleyhi ve
sellem) ile karşılaştığında el kol hareketleriyle Efendimiz'e hakaret eder,
göz kırparak veya ağız ve yüzünü oynatarak her fırsatta O'nu küçük düşürmeye
çalışırdı. 305 Çok geçmeden onun bu foyasını da meydana çıkaran ayetler geldi.
Gelen ayetler:
-
Yazıklar olsun! Vay haline o kaş ve göz hareketleriyle, el ve kol oynatmakla
küçük düşürmeye çalışanların, diyor ve böyle bir hareketin nasıl bir sonuca
davetiye çıkardığını açıkça ortaya koyuyordu.a?"
Ümeyye'nin
diğer kardeşi Übeyy ve Ukbe İbn Ebi Muayt, bu konuda omuz omuza vermiş,
müşterek hareket ediyorlardı. Bir gün Allah Resülü (sallalIahu aleyhi ve
sellem) namaz kılarken Allah Resülü'nün yanına yaklaşıp okuduklanna kulak verdiler.
Tam bu sırada aralannda anlaştılar ve toz-toprağı kaldırarak Efendimiz'in
üzerine doğru savurdular. Bu insanlar, bu eziyetleri yapmaktan zevk
alıyorlardı. Bir keresinde de, çürümüş bir kemik bulmuş; onu öğüttükten sonra
da parçalannı rüzgara tutarak Allah Resülü'nün üzerine gelecek şekilde savuruvermişlerdi.
307
Ebu
CehiI, düşmanlık konusunda en profesyonelolanlan idi; zaman zaman gelip
Efendimiz'den Kur'an dinler; sonra da giderek arkadaşlannın yanında
dinlediklerini diline dolayarak alay konusu ederdi. Habib-i Ekrem'e sıkıntı
vermeyi va-
304
o gün bu olaya şahit olan ve elinden bir şey gelmeyen Abdullah İbn Mes'üd
(radıyalIahu anh), Efendimiz'in beddua ettiği yedinci ismi hatırlayamadığını
ifade eder ve yemin vererek bu isimlerin tamamının da, harp meydanındaki ilk
karşılaşma olan Bedir Savaşında teker teker öldüğünü anlatır. Bkz. Halebi,
Sire, 1/470
305 Ayni,
Umdetii'l-Kari, 2/175 306 Bkz. Hümeze, 104/1-9
307 Bkz. İbn Kesir,
el-Bidaye ve'n-Nihaye, 2/51
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
zife haline getiren
bu adam, tutar bir de bunları iftihar vesilesi olarak başka meclislere taşır;
sonra da kasıla kasıla gülerdi.
O'nu
namaz kılarken ilk gördüğü günden beri ona hep engelolmaya çalışıyor ve Allah'
a kurbet ifadesi olan bu ibadeti yerine getirmesine mani olmak istiyordu. Bir
gün yine O'nu, Makam-ı İbrahim'de namaz kılarken görünce yamna yaklaşmış:
- Ya Muhammed!
Ben Seni namaz kılmaktan men etmemiş miydim, diye tehdit ediyordu. Ebu Cehil
gibi bir adam bu kadar sözle yetinmezdi. Ardından, nice hakaretler etmişti.
Habib-i Zişan Hazretlerine ... Sonra da: .
- Ya Muhammed!
Senin neyin var ki beni tehdit ediyorsun?
ValIahi
de ben, şu ahali arasında arkası en kuvvetli olan insamm, diyordu. Belli ki,
O'nun Hak karşısındaki metin duruşunu bile kendisine karşı bir meydan okuma
olarak telakki ediyordu. Bir de, onun bu halini tasvir eden ayetler geliyordu.
Ayetler, bu haliyle kendine yazık ettiğini anlatıyordu.ö'" Bundan da alınmış,
inatla işi bir düelloya doğru götürmek istiyordu:
- Ya Muhammed!
Öyle boşuna uğraşma! Ne Sen ne de Rabbin bana karşı güç yetirebilir ve herhangi
bir zarara muktedir olabilir! Çünkü ben, şu dağların arasında, arkası en güçlü
ve yandaşı en çok olan insamm.
İşte
burası, küstahlığın zirveye çıktığı yerdi ve yine Cibril imdada yetişmişti.
Diyordu ki:
-
Haydi bakalım o çağırsın bütün yandaşlarım ... Biz de çağıracağız
Zebanilerilt"?
Ebu
Cehil, kendini Allah davasına düşmanlık işine o kadar kaptırmıştı ki, bu
ikazlardan pek bir şey anlayacak halde değildi. Hatta denilebilirdi ki, her gün
bu istikametteki kin ve adaveti artıyor, iman halkası genişledikçe engelleme
adına bir şey yapamadığı için çileden çıkıyordu. Bir gün arkadaşlarına:
308 Bkz.
KJyarne,75/33, 34, 35 309
Bkz.AJak,96j17,18
288
Ebô Talib'i ikna
Çabaları
-
Sizin aranızda Muhammed, yüzünü toprağa koyup duruyor mu, diye sordu.
- Evet, dediler.
Bunun üzerine:
- Lat ve Uzza'ya
yemin olsun ki, şayet O'nu bu şekilde
görürsem
boynuna çöreklenecek ve başını toprağa gömerek elimdeki koca taşla kafasını
ezeceğim, diye ahdetti. Cinnetin kuralı olmazdı ki! Bir kere kafaya koymuştu:
-
Ey Kureyş topluluğu! Gördüğünüz gibi Muhammed, dinimizi ayıplayıp atalanmızı
dalaletle itham etmeye devam ediyor. ilahlanmıza söz söyleyip büyüklerimiz
hakkında uygunsuz sözler sarfediyor. Ahdediyorum; yann O'nun yanına gidecek ve
taşıyabileceğim kadar büyüklükte bir taş alarak, secdeye gittiğinde onunla
başına vurup işini bitireceğim. Ben bu işi yaptıktan sonra onu ister bana
teslim edin isterseniz elimden tutup engelolmaya çalışın fark etmez! Ondan
sonra da Abdimenafoğulları ne yaparsa yapsın, ellerinden geleni arkalanna
koymasınlar, hiç önemli değil!
O
günün sosyal yapısında böyle bir hareket düpedüz delilik demekti; sonrasında
kabileler arasında bitip tükenmeyen kan davalan başlar ve binlerce insan bu
savaşlarda telef olup giderdi. Ficar savaşlan herkesin zihninde hala yerini
koruyordu. Onun için Ebu Cehil'e:
-
ValIahi de biz, sana hiçbir şeyi teslim etmeyiz. Ne halin varsa kendin gör,
dediler. Bunun üzerine Ebu Cehil, onlara da kızarak oradan ayrıldı.
Ertesi
sabah, aynen ahdettiği gibi eline büyük bir taş almış, Kabe'ye doğru
gidiyordu. Geldi ve burada O'nu beklerneye başladı.
Çok
geçmeden, olup bitenlerden habersiz olan Allah Resülü de Kabe'ye çıkageldi ve
hiç vakit geçirmeden orada namaza durdu. Etrafta durumdan haberdar olanlar
halkalanmış, Ebu Cehil'in yapacaklannı merakla bekler olmuşlardı.
Bu arada Ebu Cehil,
herkesi şahit tutarak verdiği ahdini
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
yerine
getirmek için fırsat kolluyordu. Nihayet, hareketlendi ve Allah Resülü'ne doğru
ilerlemeye başladı. Ancak, bir anda hiç kimsenin beklemediği şekilde Ebu Cehil,
gerisin geriye dönmüş ve eliyle kendini bir şeylerden korurcasına, korku içinde
geldiği istikamette kaçıyordu. Bu arada elinde avucunda ne varsa hepsini bir
kenara fırlatmış, korkudan yüzünde renk kalmamıştı. Dikkatle bakıyorlardı; ama
onun kaçışını gerektirecek herhangi bir durum da göremiyorlardı. Çünkü,
namazına devam eden Muhammedü'l-Emin hiç istifini bozmamış, sanki olanlardan
habersiz ve huşu içinde kendi kulluğuyla meşguldü. Meselenin gerçek boyutunu
anlamak için sordular:
- Sana neler oluyor
ey Eba1-Hakem? Niye kaçıyorsun? Korkudan yüzünün rengi solmuş Ebu Cehil,
yaptığından o an için bin pişman cevap verdi:
-
Aynen dün size söylediğim şeyi yapmak üzere O'nun yanına yaklaştığımda, bir
anda karşıma büyük bir deve çıkıverdi. Onun gibi büyük, onun gibi hırsla
üzerime gelen ve onun gibi tırnaklanyla beni parçalamak isteyenini bugüne kadar
hiç görmedim; şayet geri kaçmasaydım, beni yiyip bitirecekti.
Daha
sonra bu işin gerçek yönünü Allah Resülü'ne sordular. Buyurdular ki:
-
Bu Cibril'di; şayet daha yaklaşmış olsaydı onun işini bitirirdi. 310
310
Bkz. İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 3/43 ; Kadı Iyaz, Şifa, 1/688 vd. Başka
bir rivayette Ebu Cehil, "Benimle O'nun arasında bir anda, içinde devasa
alevlerin olduğu büyük bir hendek meydana geliverdi. Sanki kollarını açmış beni
yutacak gibiydi!" demektedir. Buna mukabil Efendimiz de, "Şayet bana
biraz daha yaklaşsaydı, melekler onu parça parça edeceklerdi!" buyuracak
ve mü'minlerin kuvve-i maneviyelerini takviye etmiş olacaktı. EbU Cehil'in
Efendimiz'i öldürmek kastıyla üzerine gelişi hakkında farklı rivayetler bulunmaktadır.
Bunlar, farklı zamanlarda olabileceği gibi bir kere cereyan etmiş olayı gören
herkes, kendi müşahede ettiği kadannı aktarmış da olabilir. Bunun için biz,
mümkün mertebe rivayetleri birleştirerek vermeye çalıştık.
290
Bugüne
kadar her türlü yönteme başvurmuş; ama bir türlü netice alamamışlardı. Belli
ki bu savaşta, Müslümanların üstesinden gelmek için Söz'e sözle karşılık vermek
yeterli değildi ve daha farklı yöntemlere müracaat edilmesi gerekiyordu.
zaten kaba kuvvet, fikir planında yenik düşenlerin başvuracaklan bir yoldu ve
o günün Mekke'si de, bu yolu tercih etmeye başlayacaktı.
Gerçi,
o güne kadar münferit olarak bu metodu uygulayanlar da yok değildi; amcasının
Hz. Osman'ı bir hasınn içine bağlayıp mahzende hapsetmesi, annesinin Sa'd
İbn Ebi Vakkds'a manevi baskı kurarak dininden döndürmeye çalışması,
annesinin Mus'ab İbn Umeyr'i hapsederek dövmesi, günlerce aç ve susuz
bırakarak evden kovup neticede mirastan mahrum etmesi ve Ümeyye İbn Halef ile
Ebu Cehil'in Bilôl-i Habeşive yaptıkları zihinlerde hala canlılığını
koruyordu.
Ancak
mesele, böyle münferit olaylarla çözülecek gibi değildi; daha köklü tedbirler
alınmalıydı ve gelişen İslam'ın önünü alabilmek için daha kurumsal bir karşı
hamle başlatılmalıydı. Bunun için ilk hedef, Allah'ın Resülü'ydü.
Bir gün Kureyş ileri
gelenleri, Kabe'nin Hıcr denilen mev-
291
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
kiinde bir araya
gelmiş; Mekke'deki gelişmeleri konuşuyorlardı. Tabii olarak konu, o günün en
önemli meselesine geldi:
- Şu adama
sabrettiğimiz kadar bir başkasına sabrettiğimizi hiç hatırlamıyorum, dedi
aralanndan birisi ve ilave etti: - Büyüklerimizi sefahetle suçluyor ve
ilahlanmız hakkında olumsuz şeyler konuşuyor da biz, h3.la O'na sabrediyoruz;
gerçekten de bu, büyük bir iş!
Tam
bu esnada, üzerinde konuştuklan Allah Resülü de, Kabe'ye gelmekteydi. Yaklaştı
ve önce Hacerü'l- Esved'i selamladı. Ardından da Kabe'yi tavafa başladı.
Hıcr'da bulunan kin tüccarlanna yaklaştığında O'na sözle sataşmaya başladılar.
Duyduklan karşısında belli ki çok rahatsız olmuştu; Kabe gibi kutsal bir
mekanda ağza alınmayacak sözler sarfediyorlar, Allah'ın en sevgili kuluna olmadık
hareketlerde bulunuyorlardı. İkinci tavafta aynı manzara ... Üçüncü tavafta da
aynı manzara karşılayacaktı O'nu ... Derken işi o kadar ileri götürmüşlerdi ki,
Resül-ü Kibriya'yı celallendirmişlerdi, kin kusan bu insanlara döndü ve Allah
Resfılü:
-
İşitiyor musunuz ey Kureyş! Nefsim, yed-i kudretinde olana and olsun ki,
akıbetiniz perişan olur, diye seslendi.
Bakışı
ve yönelişindeki heybeti o kadar ruhlanna işlemişti ki, bir anda ortalık buz
kesilivermişti. Çok etkilenmişlerdi; başlannda kuş varmışçasına bir hassasiyet
kesbetmiş, olduklan yerde kalakalmışlardı. Bir anda tavırlannı değiştirmiş, en
katı olanı bile mülayemet kesbetmişti. Şöyle diyorlardı:
-
Sen yoluna git ey Eba Kasım! Zira, Sen cahil birisi değilsin!
Bunun
anlamı, "Biz Seni yine kendi haline bırakalım da ne olur Sen
bize beddua etme. Sen kendi yoluna, biz de kendi yolumuza devam
edelim." demekti. Resül-ü Kibriya da, oradan aynlıp yine bir başka
muhtaç gönüle İslam'ı anlatmak üzere yola koyuldu.
292
Şiddet Manzaraları
Ertesi
gün yine aynı mekanda bir araya gelmişler, yine benzeri konulan görüşüyorlardı:
- O'nun size yaptıklannı ve sizin de O'nun için
yaptıklannızı bir hatırlayın! Adam, sizin için hoşunuza gitmeyecek her şeyi
söylediği halde siz, korkup O'nu kendi haline bırakıyorsunuz!
Olacak ya, yine tam bu sırada Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellern), Kabe'ye çıkageldi. Göz göze gelmişlerdi. Belli ki bir dümen
çeviriyorlardı. Tam, istilamla tavafa başlayacaktı ki, birden etrafında
halkalanıverdiler:
- Sen miydin bizim ilahlanmız hakkında olumsuz beyanda
bulunan, atalanmızı da dalaletle itham eden, diyor ve diş biliyorlardı. Bu
durumda bile Efendiler Efendisi:
- Evet, bütün bunlan söyleyen bendim, diyor ve tavnnı
bile değiştirmeden doğruyu olduğu gibi söylüyordu. Ancak adamların niyeti
kötüydü. Hep birden üzerine üşüşüverdiler Habib-i Zişôn'ın. Kimi cübbesinden
tutmuş çekiştiriyor, kimi kolundan asılıyor, kimi de kınlası elleriyle vurmaya
çalışıyordu. Bir anda hepsi, gözü dönmüş kurt sürüsüne inkılab edivermişti.
Hatta, Ukbe İbn Ebi Muayt, İnsanlığın Emini'nin boynuna sanğını dolamış;
sıkıştırdıkça sıkıştınyor ve böylelikle O'nu boğmak istiyordu.
Bu esnada, hiç beklenmeyen bir şeyoldu; bütün kargaşaya
inat Kabe'nin avlusunda, kulaklan yırtarcasına gür bir ses yükseliyordu:
-
Sadece, "Rabbim Allah'tır. " dediği için bir adamı öldürecek
misiniz?
Bu ses, yüzyıllar öncesinde Mısır'da yankılanan
Mü'min-i AI-i Firavun'un sesi gibi gür bir sesti. Ve yine bu ses, hak davanın
üstüne üşüşüldüğü her dönemde tekrarlanması gereken mukaddes bir sesti.
Bütün yüzler birden sesin geldiği cihete dönüverdi. Bu
ses, Ebu Bekir'in sesiydi. Mekke'yi titreten bu ses, misyonu-
293
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
nu
eda edecekti etmesine; ama bu sefer de Mekkeliler onun üzerine saldıracak ve
hınçlanm ondan çıkarma yanşına gireceklerdi. Bu, o ana kadar Mekke'de yaşanan
en çetin gündü. Akşam olup da Hz. Ebü Bekir (radıyallahu anh), kolu kanadı-kınk
evine döndüğünde vücudunda ezilmedik yer kalmamıştı ve kıyafetleri de kanlar
içindeydi. 311
Zayıf ve Kimsesizlerin Hazin Hali
Bundan
böyle Mekke, Müslümanlann üzerine daha planlı geliyordu. ilk olarak, zayıf ve
güçsüzleri, üzerlerine gittiklerinde kendilerine zorluk çıkaracak dayanaklan
olmayan masum kimseleri tercih ediyorlardı. Aralannda anlaşmışlardı. Her
kabilenin reisi kendi uhdesinde bulunan bu türlü insanlan tespit edecek ve
dinlerinden dönünceye veya başlanna belaü) olmaktan kurtuluncaya kadar
işkenceye maruz bırakacaktı. Bilhassa Ebü Cehil, nerede birisinin 'La ilôhe illallah' dediğini duyarsa hemen oraya koşuyor
ve -hele bir de bu şahıs zayıf ve kimsesizlerden biri ise- dininden döndürmek
için ona işkence etmekten zevk duyuyordu.
Bu
sıkıntılı süreçte Suheyb İbn Sinan, hafızasını yitirmiş, ne dediğini bilemez
hale gelmişti.
Ebü
Fükeyhe'nin ayaklanna demir zincirler bağlanmış, günün en sıcak saatlerinde
sahraya çıkanlıp üzerine koca koca taşlar konuyor ve bu yükün altında akşama
kadar inim inim inletiliyordu. O da hafızasım yitirmiş, akli melekelerini bu
çöllerde kaybetmişti.
311
İbn Hibbı1n, Sahih, 14/526. Kur'an-ı Kerim, Firavun hanesinde yaşanan Ebu Bekir
benzeri çıkışı şu ifadelerle anlatmaktadır: Firavun ailesinden imanını gizleyen
mü'min bir adam çıkıp da şöyle dedi: 'Rabbim Allah'tır dediği için bir adamı
öldürüyor musunuz? Oysa o size Rabbinizden kanıtlar getirmiştir.
Eğer yalancı ise yalanı kendi zarannadır. Ve eğer doğru söylüyorsa, size
va'dettiklerinin bir kısmı başınıza gelir. Şüphesiz Allah aşın giden, yalancı
kimseyi doğru yola iletmez.' Bkz. Mü'min, 40/28
294
Şiddet Manzaraları
Habbab
İbn Erett'in vücudunda hep yanık izleri vardı; dinini inkar etmesi için efendisi
sürekli işkence ediyor, yanına geldikçe kızgın demirleri alıp vücuduna
basıyordu. Hatta bir gün, saçlanndan yakaladıklan Habbab'ı, boynundan da
sıkarak dükkanındaki ateşin üzerine yatırmış; kendilerince terbiye ediyorlardı.
Dayanılmaz bir tabloydu; hatta onu burada o kadar uzun tutuyorlardı ki,
sırtından akan yağlar ateşi söndürüyor; böylelikle kısmen de olsa bir rahatlama
imkanı buluyordu.
İşkence
altında bu mihneti yaşarken Zinnire adındaki bir cariye gözünü kaybedecek.s's
Zühreoğullannın eariyesi Ümmü Ubeys de Esved İbn Ebi Yeğfts'un kırbaçlan
altında inim inim inleyecekti.
Henüz
Müslüman olmayan Ömer'in eariyesi de bu süreçten nasibini alacak ve efendisi
yoruluneaya kadar dayak yiyecekti.
-
Yorulmamış olsaydım; sana gösterirdim, diyerek, işkenceye ara verdiği
dönemlerde bu kadın:
-
Yann da Rabbin, aynısını sana yapacak, diye Hattaboğluna söylenecek, ama o gün
için bunun bir faydasını göremeyecekti.
Abdüddaroğullannda
anne-kız hizmet eden iki eariye vardı ve her ikisi de işkence altına alınmış;
bilhassa anne, ne dediğini bilemeyecek kadar hafızasını yitirmişti.
İşte
bu sıkıntılı dönemde, ilk hedef halindeki bu zayıf ve güçsüzlerin imdadına,
yine Ebu Bekir (radıyallahu anh) koşacak; onlan efendilerinden satın alarak
hürriyetlerine kavuşturacaktı. Hatta, onun bu haline şahit olan baba Ebu
Kııhafe:
312
EbU Ca'fer et-Taberi, er-Rıyadü'n-Nadıra, 2/22 (424). Gerçi onun gözünü Allah
(celle celaluhü) ertesi gün yeniden açmış ve görme duyusunu kendisine iade
etmişti. Hatta bu bile Kureyş arasında mevzu edilmiş, "Bu da Muhammed'in
bir sihridir. " demeye başlamışlardı.
295
Ef e n d im i z (sallallahu aleyhi ve sellem)
- Görüyorum ki hep zayıf ve güçsüzleri satın alıp hürriyete
kavuşturuyorsun. Daha güçlülerini bulup onlan tercih etsen, hiç olmazsa bunlar
seni de destekler ve arkanda güç olurlar, diye onu yönlendirmek isteyecek,
ancak o:
- Bununla ben, sadece Allah'ın nzasını hedefliyorum, diyerek
yaptığı işe, kendine ait bir beklentinin girmesine asla kapı aralamayacaktı.
Zaten, çok geçmeden gelen ayetler de, Ebu Bekir'in ne
kadar isabetli olduğunu tescil etmiş ve nza ufkuna ulaşmada ihraz ettiği konumu
insanlara örnek olarak göstermiştl.sv
Anne ve babasıyla birlikte Müslüman olan Amrnar İbn Yasir,
Beni Mahzüm'un kölesi idi. Başta Ebu Cehil olmak üzere kabilenin önde gelenleri
onlan, gündüzün en sıcak zamanlannda açık araziye çıkanr ve yoruluncaya kadar
işkence yaparlarm. Bir gün onlan, acınacak bu hallerinde gören şefkat peygamberi
Allah Resülü (sallallabu aleyhi ve sellem) çok üzülmüş ve:
-
Biraz daha sabır ey Yasir ailesi! Şüphe yok ki sonunuz cennettir, müjdesini
vermişti.
Gerçekten de yaşlı baba Yasir, bu işkenceler sırasında
cennete yürümüştü. Yaşlı ve güçsüz anne Sümeyye ise, bütün baskılara rağmen
Rabbini inkar etmekten, Resülullah'ın aleyhinde söz sarfetmekten kaçınınca Ebu
Cehil'in mızrağına hedef olmuş ve şehadet mertebesine ulaşmıştı. İslam'ın ilk
şehidiydi Hz. Sümeyye.314
İşin kötü tarafı, bütün olanların.Arnmar'ın gözünün
önünde gerçekleşmesiydi. Üstüne, kızgın taşların biri inip diğeri kalkıyordu.
Maddi ve manevi o kadar baskı altında tutmuşlardı ki, Arnmar şuurunu kaybetmiş
ve ne dediğini bilemez hale gelmişti.
- Muhammed'e
küfretmedikçe ya da Ut ve Uzza'yı ha-
313 Bkz. Ala, 87/14-21
314 Bkz. İbn Hişam,
Sire, 2/162
Şiddet Manzaraları
yırla
ya.d etmedikçe asla seni bırakacak değiliz, diyorlardı. Nitekim o da, Lat ve
Uzza'nın adını söyleyince ancak serbest bırakılacaktı.
Arnmar
serbest bırakılmıştı bırakılmasına; ama hayatının en büyük ıstırabını
duyııyordu. Zira, canından çok sevdiği ve her şeyden aziz tuttuğu Allah ve
Resülü yerine sahte ve beşer ürünü ilah yakıştırmalarının adını anmış ve dilini
kirletmişti. Bitip tükenmişti adeta ... Kolu kanadı kınk halde huzur-u risalete
geldi. Çok mahcuptu. Allah Resülü'nün nur cemaline bakamıyordu. Çok geçmeden
yine Allah Resülü'nde vahiy emareleri görülmeye başlandı. Bu sırada Cibril-i
Emın gelmiş ve şiddete maruz kalanlann, kalbi tasdik etmedikçe dilleriyle
söylemek zorunda kaldıklan kötü kelimelerin küfür olmayacağını anlatıyordu.315
Arnmar da rahat bir nefes almış, huzur-u risalette sükün bularak adeta bütün
acılannı unutuvermişti.e'"
315 Bkz.
Nahl, 16/106
316 İbn Abdi'l-Berr, Üsüdü1-Gabe,
1/809 .
297
Namaz
kılıp Kur'an okurken müşrikler, gelip alayediyor ve inananlara rahatsızlık
veriyorlardı. Onun için Efendimiz ve ashab-ı kirarn hazretleri, ibadetlerini
yerine getirebilmek için daha tenha yerleri tercih ediyorlar ve namazlannı
buralarda kılıp Kur'an'larını sessiz zeminde okumayı masıahat olarak
görüyorlardı. Ancak müşrikler, onlann bu haline de muttali olmuşlardı; buralara
kadar gelip rahatsızlık verme alışkanlıklannı devam ettirmek istiyorlardı.
Risalet
vazifesiyle serfiraz kılınalı iki yılolmuştu. Yine bir gün ashab, bir araya
gelmiş; Mekke dışında tenha bir yerde namaz kılıyorlardı. Yanlanna, Mekkeli bir
grup geldi ve onlarla alayetmeye, namazıanna dil uzatmaya başladı. Hareketlerinde
de ciddi bir tahrik vardı. Nihayet işi o kadar ileri götürmüşlerdi ki,
aralannda başlayan ağız kavgası, çok geçmeden yerini şiddete bırakıvermişti.
Bir anlık hislerine mağlup olan Sa'd İbn Ebi Vakkas, müşriklerden birisiyle
yaka-paça olurken onunkafasını yarmış ve adam, kanlar içinde kalmıştı. Zaten,
bir bahane anyorlardı ve onlar açısından bu hadise, kendi lehlerinde
kullanılacak büyük bir koz idi.
299
Efendimiz (s a l l a
l l a h u a l e y h
i ve sellem)
Gidişat, iyi görünmüyordu. Bu olaydan haberdar olan ve
uzun zamandır meseleye bir çözüm arayan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern), ibadetlerin daha rahat yapılabileceği ve gelen ayetlerin müşterek paylaşılarak
herkesle Rahmani bir insibağın yaşanabileceği bir mekan arayışına girmişti.
Kardelenlerin ve yumurtaların zarar görmemesi için zamana ihtiyaç vardı ve daha
tenha bir yerde bu zamanın kazanılması gerekiyordu. Böylece bulunduklan yerde
hedef haline gelmekten kurtulabilir ve müşriklerle karşı karşıya gelip şiddet
soluklayarak zaman kaybetmemiş olurlardı.
Erkam İbn Ebi'l-Erkam, elindeki imkanlan Hak adına kullanmanın fırsatını
yakalamıştı. Safa tepesinde bir evi vardı ve Resül-ü Kibriya ile ashabı buraya
davet etmişti. Burada rahatlıkla namaz kılabilir, Kur'an okuyup gelen ayetleri
ashab-ı kiram ile problemsiz bir şekilde paylaşabilirlerdi.
Teklif makuldü ve Efendimiz tarafından da hüsn-ü kabul
görecekti. Yeni bir süreç başlıyordu ve Efendiler Efendisi, İbn Erkam'ın
teklifini kabul ederek Safa tepesindeki bu eve taşınmıştı. Bunun anlamı, üç
yıl sürecek yeni bir hayat demekti.s'?
Artık kötü komşular geride kalmıştı ve mekanla birlikte
İslami gelişmeye de yeni bir renk gelmiş, yeni bir ivme kazandınlmıştı.
Müslümanlar buraya gizlice geliyor ve Resül-ü Kibriya ile yeni gelen ayetleri
burada paylaşıyor, iman ve takva adına derin sohbetlere dalıyor ve başkalannın
da elinden tutma adına fikir sancısı çekiyorlardı.
Amma.. İbn Yasir ve Süheyb İbn Sinan
Arnmar'ın
babası Ydsir İbn .Amir, kardeşleri Hôris ve Môlik ile birlikte Yemen'den çıkıp
Mekke'ye gelmiş; kaybolan dördüncü kardeşlerini anyorlardı. Uzun uzadıya
beklemişlerdi, ama bir türlü kardeşlerinden haber alamamışlardı. Bir
317 Bkz. İbn Aşıır, Tefsiru't-Terıvir
ve't-Tahrir, 1/2321
300
İbn Erkam'ın Evinde
müddet
sonra Malik ve Haris, Yemen'e dönecek; fakat Yasir Mekke'de kalmaya devam
edecekti. Bu esnada Yasir, Ebu Huzeyfe
ile anlaşmış; onun işlerini
deruhte ediyordu. Kısa zamanda göz dolduran Yasir'i Ebu Huzeyfe, kölelerinden
birisi olan Sümeyye ile evlendirecek ve çok geçmeden bu evlilikten,
Anımar adında bir oğullan olacaktı.
Yasir
ailesine olan ihsan devam ediyordu; işin bu noktasında Ebu Huzeyfe, Yasir'i
hürriyetine kavuşturmuş ve bundan sonra Yasir, Mahzümoğullarının mevlası
olarak hayatına devam etmişti.
Şimdi
ise, Arnmar da büyümüştü ve risalet davetine icabet ediyordu. Rum diyanndan
kopup gelen Suheyb İbn Sinan ile aynı gün İbn Erkam'ın evinin önünde
karşılaşmışlardı.
Süheyb
İbn Sinan, Rum diyannda esir edilmiş ve onu, Mekke'den Kelb isminde birisi
satın alarak buraya getirmişti. Bir müddet sonra Kelb onu, Abdullah İbn
Cüd'an'a satmış ve artık o, İbn Cüd'an'ın yanında bulunuyordu. O da, Hira'daki
vuslatı duymuş ve şahsı adına da bir vuslat yaşamak arzusuyla İbn Erkam'ın
evine doğru yönelmişti. Şimdi kader onu, kendisi gibi bir delikanlı olan
Arnmar İbn Yasir'le karşılaştırıyordu,
Önce Arnmür sordu: -
Nereye gidiyorsun?
Suheyb, soruya soru
ile karşılık veriyordu: - Peki sen nereye gidiyorsun?
Ammar:
-
Muhammed'in yanına gidip O'nun sözlerine kulak vermek istiyorum, diye
cevaplayınca Suheyb:
-
Ben de aynı şeyin peşindeyim, diyecek ve beraberce eve gireceklerdi. Bu huzura
erip de iman soluklamamak olur muydu hiç? Huzura gelip de hizaya girmernek
olur muydu? Hikmet çağlayanlan coşmuş; ashabıyla bütünleşip sohbet-i canan yudumluyordu.
Böyle bir tatlı su kaynağına ulaşılır da pınarla-
301
Efendimiz (sallallalıu
aleylıi ve sellem)
nndan içmernek olur
muydu hiç? İki arkadaş aynı anda kelime-i tevhidi haykıracak ve birlikte
Müslüman olacaklardı.s'"
Oğullannın
yeni halini hemen fark eden Arnmar'ın babası Ydsir ve annesi Sümeyye de,
Muhammedü'l-Emin'e duyduklan güvenin de saikiyle, Müslüman olacak ve iman
kervanına katılacaklardı.
Mus'ab İbn Umeyr
Mus'ab İbn Umeyr, zengin ve aristokrat bir ailenin çocuğuydu.
Anne-babası, üzerinde tir tir titriyor bir dediğini iki etmiyorlardı. Bilhassa
annesi Hiuıôs, oğluna
gözü gibi bakıyor, dizinin dibinden ayırmak istemiyordu.
Gençlik
yıllanna geldiğinde Mus'ab, artık yakışıklı bir delikanlıydı. Bakımlıydı; bir
giydiğini ikinci kez giymez, güzel kokular kullanırdı. Hayranlıkla takip
edilen biri haline gelmişti. Geçtiği sokaklarda pencereler aralanır, onu görüp
seyredebilmek için perdeler hareket eder ve arkasından uzun uzun süzülürdü,
İtibarlıydı; meclislerde bulunması şeref kabul edilir ve hep hürmet görürdü,
Kapılar da, kalpler de kendisine sonuna kadar açıktı.
Derken
bir gün, onun da kulağına bir şeyler gelmiş ve içini önlenemez bir merak
almıştı. Tarif edemediği bir meraktı bu. Sürpriz bir şekilde bir akşam, kendini
İbn Erkam'ın evinde buluverdi. İnsanlığın Emini orada Kur'an okuyup sohbet
ediyor, dua ve ilticada bulunuyordu. Kulak verdi bir müddet ... İnsanın bu
sese vurulmaması mümkün değildi. Çok tatlı bir hikmet çağlayanıyla karşı
karşıyaydı. Kulağından girenlerin, hücrelerine kadar işlediğini hissediyordu.
Kalbinde tatlı bir sızı başlamış, dimağı görüp dinledikleriyle hüşyar hale
gelmişti.
,..
Onun bu durumu, Hz.
Peygamber'in (sallallalıu aleyhi ve sellem)
gözünden kaçmadı.
Yaklaştı yanına ve elini göğsüne koyup sı-
318 Bkz.
İbnii'l-Esir, Üsüdii'l-Ğabe, 3/307; 2/460
302
İbn Erkam'ın Evinde
vazlamaya
başladı. Mübarek ellerin hareketiyle iliklerine kadar imanın işlediğini
hissediyordu. Daha oracıkta, yaşının fevkinde bir olgunlukta bir kabul yaşadı
Hz. Mus'ab! Akışı değiştirecek bir olgunluktu bu! Kabına sığmıyordu; nur
kesilmiş, sevinçten uçuyordu. İnsanların hayranlıkla baktıkları o lüks hayatın
kendisine huzur vermediğini, veremeyeceğini şimdi daha iyi anlıyordu. Çünkü,
burada her şey yeni ve çok orijinaldi.
Artık Mus'ab da, Bildner gibi İbn Erkam'ın
evinden nebean eden bu tatlı su kaynağına kendini kaptırmış; oraya uğramadan
edemiyordu. Bir taraftan Allah Resülü'nün sözlerindeki letafetle iliklerine
kadar huzur soluklarken, diğer yandan da böylesine bir kıymetin farkına
varamadıklan -hatta O'na karşı tavır aldıkları- için Mekkelilere kızıyordu.
Böyle bir kıymetin kadri bilinmez miydi hiç?
Müslüman olmuştu olmasına, ama bunu ailesine -hele annesine-
nasıl anlatacaktı? Zira, ondan çekindiği kadar hiçbir güçten çekinmiyordu.
Bütün gücüyle Mekke üstüne gelse endişe duymazdı; ama annesinin vereceği
tepki, aklını başından alıyordu. Bu sebeple imanını gizlemeye karar verdi;
kimseye bir şey söylemeyecek ve böylelikle annesiyle de karşı karşıya gelmemiş
olacaktı.
Ancak o gün için Mekke' de, herhangi bir şeyi gizlemeye
imkan yoktu; adeta herkes Kureyş'in casusu haline gelmiş; birbirine haber
taşıyordu.
Bir gün, İbn Erkam'ın evine girerken Osman İbn Talha
görmüştü onu. İkinci defa gördüğünde, Mus'ab namaz kılıyordu. Mus'ab'ın da
yeni akıntıya kapıldığında şüphesi kalmamıştı Osman'ın. İnanamıyordu; onun
gibi zengin birisi, nasılolur da Arnmar gibi, Biıaı gibi, Habbab gibi
fakirlerle beraber oturup kalkabilir; onlann arasına katılıp da atalannın
geleneğinden, putlardan kopabilirdi? Hemen Muş'ab'ın annesine koştu ve vakit
geçirmeden durumu haber verdi. Zira bu gidişe bir çare bulunmalı, akışa 'dur'
denmeliydi!
303
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Mus'ab'ın yeniden doğduğunu duymayan kalmamıştı artık
Mekke'de! Beklediği gibi, annesinin şiddetli tepkisiyle karşılaştı. Bir
zamanlar, el üstünden inmeyen Mekke'nin delikanlısı Mus'ab, artık
"Allah" deyip, "Peygamber"e hayranlığını ifade ettiği için
her gün dayak yiyordu. 'Onlarla irtibat kurmasın.' diye kuytu bir yere
hapsetmiş ve başına da bir bekçi dikmişlerdi. Aklıyla gönlü Allah Resülü'nün
yanında, ama bedeniyle kendi evinde hapis yaşıyordu artık!..
Evet, annenin istekleri çok önemliydi, ama bir anne de,
göz göre göre oğlunun kalbine kilit vurmamalıydı. İncitemezdi onu da ... Hakkı
vardı üstünde!.. Ancak gönlünun gülüyle irtibatının kesilmesini bir türlü
hazmedemiyordu. Tam, "buldum" derken mahrumiyetin ne anlamı vardı?
Aradan bir müddet daha geçmişti. Efendimiz'in etrafında
henüz otuz sekiz mü'min bulunuyordu. Gelen vahyin aydınlığında gönül
zenginliği zirve yapan Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh) ruhundaki fırtınalan
dindirememiş ve Ebu Zerr gibi o da, Allah'ın adını Kabe' de haykırmak
istemişti. Önce Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), güç dengesinin
olmadığını vurgulayıp:
- Biz, adet itibariyle çok azız, dese de Hz. Ebu
Bekir'i kıramadı. Ardından da, onu yalnız bırakmamak için beraberce Kabe'ye
geldiler. Herkes bir köşeye çekilmiş, insanlan açıktan İslam'a davet eden Hz.
Ebu Bekir'i dinliyordu. Böylelikle o, aynı zamanda ilk hatip olma vasfını da
ihraz etmiş oluyordu.
Ancak, kendi iradesinin dışında bir başka gelişmeye
asla tahammülü olmayan Kureyş, dört bir yandan üzerlerine çullanıverdi. Oradaki
herkesi hedef almışlar ve ellerine ne geçirmişlerse önlerine gelene acımasızca
vuruyorlardı. Bu arada, Hz. Ebu Bekir'i de ayaklan altına almış çiğniyorlardı.
Bilhassa Utbe İbn Rebzu'nın, tükenme bilmeyen bir hıncı vardı ve Hz. Ebu
Bekir'i ölümüne dövüyordu. O kadar ki, Hz. Ebu Bekir'in yüzü
304
İbn Erkam 'ın Evinde
kanlar
içinde kalmış, burnu adeta yüzüne yapışmıştı. Takati tükenen Hz. Ebu Bekir'in
bedeni, hareketsiz bir şekilde yerde yatıyordu. Nihayet, 'öldü' diye bir
kenara bırakıp çekip gittiler.
Derken,
konudan haberdar olan akrabalan gelip aldılar ve hareketsiz yatan Ebu Bekir'i
ve evine götürdüler. Durumun ciddiyetini görünce de, yeniden Kaba'ye dönerek,
yemin billah edip, oradakilere şunlan söylediler:
-
ValIahi şayet Ebu Bekir ölürse, Utbe'yi de biz öldürürüz.
Ardından
tekrar Hz. Ebu Bekir'in evine döndüler. Bütün akrabalar toplanmış, yaşadığına
dair bir tepki vermesini bekliyorlardı. Cevap versin diye de sürekli konuşturmaya
zorluyorlardı.
Akşama
doğru bir ara kendine gelir gibi oldu .. Ebu Bekir hareket etmişti. Evet,
yaşıyordu!.. Etrafındaki akrabalan, böylelikle rahat bir nefes almışlar, yıllar
boyu devam etmesi muhtemel bir kan davasını hafif atlatmışlardı.
Ebu
Bekir, niçin yaşadığını çok iyi bilen bir insandı ve ufkunu hep O'nun sevgisi
doldurmuştu. Malını da canını da, daha baştan feda ederken, bugünlere zaten
hazırdı. Güçlükle kendini toplamaya çalıştı; zorlasa da kendini, ayağa kalkamıyordu.
Bir şeyler demeye çalışıyordu. Titrek dudaklanndan dökülen ilk cümle şu oldu:
- Resfılüllah ne
durumda?
Etrafındakilerin
bu heyecanı anlamalarına imkan yoktu ve ölüme ramak kala geri dönen bir adamın,
ayılır ayılmaz ilk tepki olarak başkasını düşünüp O'nun halini sorması, onlar
için anlaşılır bir durum değildi. Hiç önemsemediler bile ve ardından ona
yiyecek ve içecek vermeye çalıştılar.
Onun
gıdasının, yeme ve içmeyle alakah olmadığını bilemezlerdi. Beraber yola
çıktıklan yerde Habibi'nin başına bir şey gelmişse Ebu Bekir, nasıl yemek
düşünebilir; hayır haberlerini almadığı sürece soğuk suyla nasıl
serinleyebilirdi!
Efendimiz (sallallalıu
aleylıi ve sellem)
Yaşadığını görmüşlerdi ya, artık akrabalan da ayrılmış;
Ebu Bekir de annesiyle baş başa kalmıştı. Gözlerini yeniden açtığında, annesi
başında elinde bir kase çorbayla bekliyordu. O, yine güçlükle hareket ettirdiği
dudaklanyla aynı cümleleri tekrarladı:
- Resülüllah nasıl? O
ne durumda?
- Vallahi, sahibin
hakkında bir bilgim yok, diye cevapladı
annesi,
şaşkın bakışlarla. Bir anne olarak yüreği yanıyordu; yıllardır özlemini çektiği
ve nice yalvarmalardan sonra Rabbinin kendisine ihsan ettiği biricik oğlunun,
kolu kanadı kırılmış; kanlar içinde yatıyordu.
Çaresizdi...
Ayağa kalkmak için kendini zorladıysa da buna imkan yoktu. Kendi başına
çözemeyeceği bir problemle karşı karşıyaydı ve yalvardı adeta annesine:
-
Ne olur, Hattab'ın kızı Ümmü Cernil'es'? bir gitsen de O'nun durumunu
soruversen!
Anne
yüreği, daha bir şefkatle atıyordu. Oğlunun bu isteğini yerine getirmek için
Ümmü Cemil'in yanına gitti, çaresiz. Önce:
-
Ebu Bekir, senden Abdullah'ın oğlu Muhammed'in durumunu soruyor, dedi.
Ancak
o gün, iman ettiğini açıklamak bir insan için, bela ve musibetlere kapılannı
açmak anlamına geliyordu. Evet, Ümmü Cemil de iman etmişti; ama Kureyş'in
şerrinden bir nebze emin olabilmek için imanını açıklamıyordu. Önce, ne Ebu
Bekir'i ne de Abdullah'ın oğlu Muhammed'i tanıdığını söyledi. Ancak Ümmü1-Hayr buraya
kadar gelmiş se mutlaka önemli bir durum söz konusuydu.
319
Ümmü Cemil, Hz. Ömer'in kendisinden önce Müslüman olan ve Said İbn Zeyd ile
evli bulunan Fatıma Binti Hattab idi. Bkz. İbrıü'l-Esir, Üsüdü'l-Ğabe, 7/215,297
306
İbn Erkam 'ın Evinde
- Bu işte bir
gariplik var, deyip birlikte eve geldiler. Hz.
Ebu
Bekir, evde baygın ve hareketsiz yatıyordu. Yanına yaklaşıp halini görünce
kendini tutarnadı Ümmü Cemil, Ümmü'lHayr'a hissettirmemeye çalıştığı durumu da
göz ardı ederek:
-
Sana bunu reva görenler, şüphesiz ki ehl-i fısktır. Umuyorum ki Allah, çok
geçmeden senin intikamını alır, deyiverdi farkına varmadan. Ebu Bekir'in
tepkisi yine farklı değildi:
- Resülüllah ne
yaptı? O nerede?
Ümmü
Cemil kendini toparlamış ve yeniden temkinli haline avdet etmişti:
- Annen burada,
konuştuklannı duyuyor, dedi sessizce.
Ebu Bekir, annesini
tanıyordu ve:
-
Ondan sana bir zarar gelmez. Ondan sır çıkmaz, diye teminat verince, Ebu
Bekir'i rahatlatacak müjdeyi verdi:
- Sağ ve salim.
Ancak o, bununla
yetinecek gibi görünmüyordu. Zaten
sadakat
de bunu gerektiriyordu. Tekrar sordu: -NeredeO?
- Erkaın'ın evinde,
diye cevapladı Ümmü Cemil,
Dünya
gözüyle görmeden acılan dinecek gibi değildi ve son bir gayretle kendini
toparlayıp:
-
Allah'a andım olsun ki, Resülüllah'ın yanına gidip O'nu görüneeye kadar ne bir
şey içer ne de bir lokma yerim, dedi etrafındakilere.
Ortalığın
sakinleşmesini beklemekten başka çare yoktu.
Akşam olup ortalık
süküna erince, yatalak Ebu Bekir'in iki koluna girerek İbn Erkam'ın evine
getirdiler.
Kapıdan
girip Habib-i Ekrem'inin nur cemalini görür görmez üzerine kapandı Sıddik-i
Ekber ve yüzünü gözünü öpmeye başladı Habib-i Zişan'ın, Dünyalılar açısından
çok acınacak durumda olsa da onun için dünyalar kendisine bahşedilmiş gibiydi.
Tarifi imkansız bir haz yaşıyordu. Aynı zamanda bu,
307
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Allah'ın
en sevgili kulunu, anne-babadan, yar ve yarandan öte sevmenin; imanın kemal
noktasına ulaşmanın bir neticesiydi. Zaten Resfılullah da öyle buyurmamış
mıydı?320
Bu arada huzurdaki
diğer sahabeler de, bedeninin her bir
i
yerine darbe alan Hz.
Ebu Bekir'in haline bakıp bakıp ağlaşı-
yorlardı.
Gelişmeler karşısında Allah Resülü de çok duygulanmıştı. O'nun bu halini de
fark etmişti İbn Ebi Kuhafe. Zaten, çok hassas bir yapısı vardı ve Habibi'nin,
kendi durumunu görüp üzülmesine de gönlü razı değildi ... Olamazdı!.. Bir ara
kendini toparlayıp hıçkınldanna hakim olan Ebu Bekir'in (radıyallahu anh) dudaklanndan şunlar
döküldü:
- Anam-babam sana feda olsun ya Resülallahl Bende
önemli bir şey yok. Sadece o fasıkın yüzüme basıp ezmesi biraz acı veriyor.
Bu ne sevgi ki, sevdiğinin kendi yaşadıldanna
üzülmesine de aynca üzülüyor ve O'nu üzmemek için iyi olduğunu söylemeye çalışıyordu.
Resülüllah'a bu derece yakınlaşmıştı ya, bunu da imanı
adına değerlendirmeli; fırsatı kaçırmamalıydı. Üzerinde titreyen annesini
göstererek, içten yalvaran bir sesle, şu talepte bulundu:
- İşte bu annemdir ya Resülallahl Bana karşı sevgisi çok
derin, anne-babasına karşı da çok iyidir. Sen mübareksin. Onu, bir de Sen
Allah'a davet etsen. Onun için Allah'a dua etsen de Allah, Senin vesilenle onu
cehennemden korusa!
Bu, ne samirniyet ... Ve yine bu, ne fedakarlıktı. Ve
böylesine samimi talebe Allah Resülii de hayır demeyecekti. Ellerini açtı ve
Ebu Bekir'in (radıyallahu anh) annesine iman nasip etmesi için yalvardı Rabb-i
Rahim'ine.
Demek ki vakit
gelmişti ve bu ne lütuftu ki, Hz. Ebu Be-
320 Müslim, Sahih, 1/67 (44)
308
İbn Erkam'ın Evinde
kir'in annesi
Ümmü'l-Hayr daha oracıkta Müslüman oluvermişti,321
Ölümle burun buruna geldiği anlarda bile başkalannın
dünya-ahiret saadetini düşünen Hz. Ebu Bekir'in sevincine diyecek yoktu.
Annesinin Müslüman oluşu, bütün ıstıraplannı unutturmuştu. Resülullah'la
birlikte İbn Erkarn'ın evinde bir ay kadar kaldılar.
Bu üzücü hadise, mü'minleri sevindirecek bir başka semereye
gebeydi ve o gün, Efendimiz'in amcası ve süt kardeşi Hz. Hamza gelip
Müslüman 01acaktı.322
Hz. Hamza, yeğeni Muhammedii'l-Emin'den iki yaş büyüktü
ve aynı zamanda O'nunla süt kardeş oluyordu. Annesi Hale, Efendimiz'in annesi
Amine'nin halasının kızıydı. Uzun zamandır olup bitenleri uzaktan seyrediyor,
yeğeniyle ilgili söylenilenleri dinleyip kafasında ölçüp biçiyor; ama bir
türlü son karan verip de huzuruna gelemiyordu.
Nübüvvetin başladığı günden bu yana henüz iki yıl geçmişti.323
Yine bir hac mevsimiydi. Zilhicce ayının bir gününde Ebu Cehil, Safa tepesinde
bulunan Allah Resülü'nün yanına gelmiş ve ağza alınmayacak sözler sarfederek
O'na sataşmış, her zamanki gibi Habib-i Zişan'ın gönlünü kınp ruhunu incitecek
birçok harekette bulunmuştu. Bütün bunlara rağmen Allah Resülü susuyor ve cevap
vermeye bile tenezzül etmiyordu. İstediği karşılığı bulamayınca da Ebu Cehil,
oradan aynlmış ve Kabe'ye, kendisi gibi düşünen Kureyşlilerin bulunduğu
321 İbn Hacer,
el-İsabe, 8/200 (12006); Halebi, Sire, 1/456 322 Heysemi, Mecmeu'z-Zevaid, 9/267
323
Bazı rivayetlerde Hz. Hamza'nın, risaletten altı yıl sonra Müslüman olduğu da
yazılıdır. Bkz. İbn Sa'd, Tabakat, 3/9
309
Efendimiz (sallallahu
a l e y h i ve sellem)
yere gelmişti.
Abdullah İbn Cüd'an'ın hizmetçisi de, bulunduğu mekandan bütün bu olanlara
şahit olmuştu.
Çok
geçmeden Efendimiz de oradan ayrılıp hane-i saadetlerine gelmişti.
Bu arada Efendimiz'in bir diğer amcası Hamza İbn Abdulmuttalib,
ok ve yayını kuşanmış vaziyette avdan dönüyordu. Hamza, heybetli ve güçlü bir
delikanlıydı; Kureyş arasında herkes ondan çekinir ve cesareti karşısında
hayranlığını gizleyemez, karşısında olmaktansa her zaman onunla birlikte
hareket etmeyi tercih ederdi. Avcılık işini de, sanki bir ibadet neşvesi içinde
yapar; tam tekmil kuşandıktan sonra çıktığı avından dönerken herkesle
selamlaşır ve o günkü işini, evine gelmeden önce Kabe'ye uğrayarak noktalamak
isterdi. O gün de Hamza, her zaman olduğu gibi avdan dönerken, karşılaştığı
insanlara selam veriyor; onlann hal ve hatırını sorup gönüllerini almaya
çalışıyordu. Nihayet, Abdullah İbn Cüd'an'ın hizmetçisiyle karşılaştı. Zulme
seyirci kalmak da ayrı bir zulümdü ve bugün, yeğeninin yaşadıklannı
mutlakaAmca Hamza'ya anlatması gerektiğini düşünüyordu. Onun için önce:
- Ey Eba Umaral Biraz önce yeğenin Muhammed'e, Ebu'lHakem
İbn Hişam'ın (Ebu Cehil) yaptıklanndan hiç haberin var mı? İşte, şurada görünce
O'nun, üzerine yürüdü, ağza alınmadık kötü sözler sarfederek Muhammed'e çok
eziyet etti. Karşı koyması için de tahrik etmişti; ama Muhammed, ona iltifat
bile etmedi, hiç konuşmadı onunla, dedi.
Hamza, bir anda hiddetlenmiş; sinirden damarlan dışan
fırlayacak gibi olmuştu. Evet, yeğeni yeni bir dinle gelmişti; ama O'nu çok
seviyordu. Bugüne kadar O'na yapılanlar karşısında pek sesini çıkarmamıştı;
belki de henüz yapılanların boyutundan habersizdi. Savunmasız bir adama, hiç
suçu yokken bu kadar zulüm yapılır mıydı hiç! Ok ve yayını kaptığı gibi dışan
çıktı; belli ki hedefinde sadece Ebu Cehil vardı. Artık insanlara selam
vermeyi bile unutmuştu. Belli ki, Hamza
310
İbn Er k a m u n
Evinde
yeni
bir ava çıkmıştı! Yolda giderken karşılaştığı herkes, onun hiddet dolu gelişini
görünce telaşlanmış, olacaklan merakla beklerneye durmuştu. Kimsenin yanında
durmuyor, alışkın olduklan şekilde kimseye selam bile vermiyor ve belli bir hedefe
kilitlenmiş, mütemadiyen hızlı adımlarla yürüyordu.
Nihayet, Kabe'ye geldi. 'Gözleri birisini anyordu ve
aradığı şahsı, insanlar arasında otururken gördü. Hızla yanına geldi.
Oturanların ağızlan yüreklerine gelmişti. Daha onun gelişini görür görmez Ebu
Cehil, bugün yaptıklanna bin pişman olmuştu, ama artık iş işten geçmişti.
Doğruca Ebu Cehil'in yanına geldi, yayını kaldırdı ve şiddetle vurmaya başladı.
Bir taraftan da:
- Sen nasıl olur da
O'na sataşır, kötü sözler söylersin?
Ben
de O'nun dinindenim; O'nun dediklerini diyorum. Haydi, gücün yetiyorsa benim
karşıma çık da göreyim seni, diyordu.
Ebu Cehil, kanlar içinde kalmıştı. Onu bu halde gören
Mahzümoğulları Hz. Hamza'ya engelolmaya yeltenmişlerdi. Ancak Ebu Cehil buna
mani oldu:
- Ebu Ilmara'yı bırakın! Gerçekten bugün ben, O'nunyeğenine
ağır küfürler ettim,324 diyordu. Belki de maksadı, elinden kaçan Hz. Hamza'yı
yeniden geri getirmekti. Belki de henüz, testinin kırıldığından haberi yoktu.
Ama artık çok geç kalmıştı.
Bu arada bazılan laf
atmayı ihmal etmeyecekti:
-
Ne o Hamza! Yoksa sen de mi sabi oldun, Hz. Hamza'nın cevabı gecikmedi:
- Benim için her şeyaçığa çıkıp da netleştikten sonra,
O'nun Resülullah olduğunu ve söylediklerinin de hak olduğunu söylememe hangi
şey mani olabilir ki! Allah'a yemin olsun ki ben, O'ndan vazgeçmeyeceğim;
sözünüzde sadık iseniz haydi bana engelolun da göreyim!
Hamza kararlıydı ve
doğruca yeğeni Muhammedü'l-
324 İbn Hişam, Sire, 2/128-129
311
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Emin'in
yanına geldi. İçinde bulunduğu ruh haletini anlattı O'na ... Düşüncelerini paylaştı
uzun uzun ve bundan böyle hep yanında olacağının müjdesini verdi. Aslında zor
bir seçimdi; zira bir amca için, kendisinden iki yaş küçükbir yeğenin dizinin
dibine çöküp her şeyiyle O'nu kabullenmek; kırk dört yıllık geçmişin üzerine
bir sünger çekip yeniden doğmak ve bugüne kadarki birikimi bir kenara itip
hayata sıfırdan başlamak; ciddi bir irade gerektiriyordu ve bu iradeyi o gün
Hz. Hamza ortaya koymuştu.
Ancak
bu iradeyi ortaya koymak, öyle sanıldığı gibi kolay değildi; akşam olup evine
döndüğünde nefis ve şeytan onu kıskaca almak için zihnine soru üstüne soru
atmaya çalışıyordu. Hamza gibi birisi iman safındaki yerini alıyordu ya,
şeytan hiç boş durur muydu! Hemen yanında belirmiş ve:
-
Hani sen, Kureyş'in efendisi değil miydin? Atalannın dinini bırakıp da gidiyor
ve bir sabiye tabi oluyorsun? Senin yaptığını yapmaktansa ölüp gitmek daha
hayırlıdır, diyerek içine kor atmaya çalışıyordu.
Tam
şeytanca bir yaklaşım ve şeytani düşünce ... Suret-i haktan gözüküp de
muhatabının aklını çelrnek için takınılan riyakarca bir tavır ve tam bir fırsat
avcılığı! Ancak, aslan avcısı Hamza, artık Hz. Hamza olmuştu ve onun gibi bir
irade, öyle kolay teslim olmazdı. Ancak, vesvese hMa devam ediyordu; tabii,
Hamza gibi bir adamın peşi bırakılır mıydı hiç!
Gözüne
uyku girmeyen Hz. Hamza, halini Rabbine arz etmek için doğruca Kabe'nin yolunu
tutacak ve orada dua dua yalvararak kalbine düşen şüphe ve vesveselerden
kurtarması için Allah'a yalvaracaktı. Artık bir yola girmişti ve o yolun gereğini
de yerine getirmeliydi. Gerçekten de Allah (celle celaluhü), bu samimi
yönelişin ardından Hz. Hamza'ya musallat olan hali ondan kaldırmış ve Hz. Hamza
huzur içinde yeniden evine dönmüştü.
Sabahın ilk
ışıklanyla birlikte Hz. Hamza, doğruca yeğeni
312
İbn Erkam 'ın Evinde
Muhammedü'l-Emin'in
yanına geldi ve dünden bu yana başından geçenleri anlattı. Allah Resülü (sa1Ia1lahu
a1eyhi ve sellem), şefkatle amcasına yöneldi ve uzun uzun konuştu onunla; polat
gibi bir imanın, üstesinden gelemeyeceği hiçbir mesele olamazdı ve Hz. Hamza
da, bu imanı ortaya koyacak, şeytana pabuç bırakmayacaktı. O gün yeğeninin
yanından ayrılırken son sözü şunlar olmuştu:
- İçten gelen en sadık duygularla söylüyorum ki Sen,
iyi ve doğruyu temsil ediyorsun, ey kardeşimin oğlu! Hiç endişe duymadan Sen,
dinini tebliğe devam et! Allah' a yemin olsun ki, artık benim için güneşin bile
aydınlığının hiç önemi yok! Çünkü ben artık ilk dinime kavuştumlf"
Hz. Hamza'nın gelişi, Müslümanlar için ayrı bir önem
arz ediyordu. Gülmeye hasret yüzler, bir nebze de olsa tebessümle tanışmış;
örselenmiş duygular sürürla barışmaya başlamıştı, Ne büyük bir rahmetli bu;
başlangıcı kötü gibi görünen bir günün sonunda Hamza gibi bir aslan avcısı
gelmiş, Efendimizle birlikte saf tutuyordu. Ve, artık hep O'nunla birlikte
hareket edecek ve yükünü kaldırmasına yardımcı olacaktı. Bundan sonra da
Kureyş, aleyhte komplo kurarken Hz. Hamza'nın varlığını mutlaka hesap edecek;
en azından yapageldiği bazı alışkanlıklanndan vazgeçecek ve adımlarını da ona
göre ayarlayacaktı.
Böylelikle Muttalib ailesi bir annma yaşıyor; Ali ve
Hamza gibi sinesi İslam'a teşne olanlar gelip huzurda hayat bulurken, Ebu
Leheb ve oğullan Utbe ile Uteybe gibi kah kalpliler, Allah'ın zikrinden gafil
ve mühürlenmiş kalpleriyle imana sırt çeviriyorlardı. Gelecek bir ayet, konuyu
şöyle özetleyecekti:
- Allah'ın, göğsünü İslam'a açması sebebiyle, Rabbi tarafından
nüra kavuşan kimse, kötü tercihi sebebiyle fıtratını değiştiren, kalbi kahlaşan
ve göğsü daralan kimse gibi olur mu hiç?
325 Bkz. İbn Hişam,
Sire, 2/129
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Kalpleri,
Allah'ı anma hususunda katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte onlar,
besbelli bir sapıklık içindedirlerlsw
Mekke'de
her an yeni bir sürpriz vardı; bir yandan Cibril-i Emin'in getirdikleri dalga
dalga yayılıyor; diğer taraftan da Kureyş, her an yeni bir tuzakla inananların
karşısına çıkıyordu. Bugüne kadar envai çeşit kılığa girmişlerdi; ama
hiçbirisinden bekledikleri sonucu alamamışlardı. Şimdi bir de, Hamza gibi bir
adamlannı kaybetmenin sancısını yaşıyorlardı! Üstüne üstlük, her geçen gün
karşı tarafın kemiyet ve keyfiyetinde bir artış gözlenmesine rağmen kendileri
sürekli kayıp yaşıyorlardı.
Önderleri
ve fikir babalan konumundaki Utbe, bir gün kalkacak ve arkadaşlanna bir
teklifte bulunacaktı. Bu sırada Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Kabe'de
oturmuş, tek başına Rabbine kul1ukta bulunuyordu. Utbe, yanındaki arkadaşlanna
Efendimiz'i göstererek şöyle diyordu:
-
Ey Kureyş! Ne dersiniz; ben gidip Muhammed'le konuşayım ve O'na bazı
tekliflerde bulunayım. Belli mi olur, belki bazılannı kabul eder.
- Olur, ya
Ebe'l-Velid, Git ve konuş O'nunla!
Kavminin
düşüncesini de alan Utbe, ayağa kalktı ve doğruca Efendimiz'in yanına geldi.
Hayret, gelişinde bile bir mülayemet vardı; sanki o güne kadar köpürüp duran
Utbe değildi gelen! Yanına sokuldu ve:
-
Ey kardeşimin oğlu, diye başladı söze. Üzerinde imana dair bir emare de
görünmüyordu; ama bu kadar alttan almasının, bu kadar yumuşak davranmasının
sebebi ne idi acaba? Sözlerine şöyle devam etti:
-
Sen de biliyorsun ki, aramızdaki konumun ve kavmin nezdindeki yerin çok
farklıdır. Ancak Sen, kavmine öyle tek-
326 Bkz. Zürner,
39/22; Vahidi, Esbiibü Nüzüli'l-Kur'an, s. 383
314
İbn Erkam'ın Evinde
liflerle
geldin ki onunla, onlann aralannı açtın, büyüklerini dalaletle suçladın; dini
anlayış ve ilahlannı ayıplar oldun; kısaca, atalannın bıraktığı ne varsa
hepsini yok saydın! Bak, şimdi iyi dinle! Sana bazı tekliflerde bulunacağım;
belki kabul edersin de bir noktada anlaşınz!
Bir anda Efendiler Efendisi de dikkat kesilmişti; acaba
ne türlü bir teklifle bulunacaktı da aralanndaki husumet bitecekti ve bundan
böyle sulh imkanı doğacaktı?
- Söyle ya Ebe'l-Velid,
seni dinliyorum, buyurdular.
- Ey kardeşimin oğlu,
şu bize teklif edip durduğun işle Sen,
şayet
mal elde etmeyi düşünüyorsan, aramızda istediğin kadar mal toplayalım ve Seni
en zenginimiz yapalım. Şayet bununla şerefli bir konum arzun varsa, Seni başımıza
reis yapalım ve Senden habersiz hiçbir adım atmayalım. Bununla şayet Sen, bir
taht peşinde isen, Seni başımıza kral tayin edelim. Ancak şayet bu sana
gelenler, altından kalkıp üstesinden gelemediğin bir cin tasallutu veya rüya
ise, Seni bu durumdan kurtarmak için mallanmızla seferber olalım ve bu
durumdan Seni kurtaralım. Çünkü, şayet tedavi olunmazsa musallat olan cin o
adamı etkisi altına alır.
Kureyş'in yeni planı belli olmuştu. Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern), derin bir süküt içindeydi; bu adamlar neyin peşindeydi!
Utbe, bir adım daha attı ve şunlan söyledi:
-
Ya Muhammed! Sen mi hayırlısın, yoksa baban Abdullah mı?
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), bu soruya da
cevap vermedi. Hayır, belki de cevabın en güzeli olan süküt ile karşılık
veriyordu. Beklediği cevabı alamayan Utbe, devamla şu şeytanı cümleleri
söylemeye başladı:
- Eğer, onun Senden daha hayırlı olduğunu kabul ediyorsan,
muhakkak o, Senin şu anda tahkir ettiğin ilahlara taptı. Yok, eğer kendini
ondan daha hayırlı görüyorsan, o zaman konuş da anlattıklannı ben de
dinleyeyim.
315
Efendimiz (sallallalıu
a l e y h i ve sellem)
Sıra Hz. Peygamber' e
gelmişti ve o ana kadar dinleyen Al-
lah Resülü sordu:
- Diyeceklerin bitti
mi ya Ebe'l-Velid? Başka ne diyebilirdi ki!
- Evet, dedi
sessizce. Ardından sözü, Söz Sultam aldı.
önce:
- O zaman, biraz da
sen Beni dinle, dedi. Utbe:
- Tamam, diyordu.
Büyük bir ihtiramla
diz çöktü ve:
- Bismillahirrahmanirrahim! Ha-mim! Bu Kur'an. Rahman
ve Rahim Allah'tan gelen bir mesajdır. Ne yaptığını bilenler için onun
ayetleri, Arapça bir Kur'an olarak teker teker açıklanmıştır. Onda, hem
gelecekle ilgili müjdeler, hem de kulak tıkayanlar için başlanna geleceklerin
haberi vardır. Buna rağmen inkar edenlerin çoğu ona kulak verip inanmaz ve ondan
yüz çevirir ve der ki, "Senin bizi çağırdığın hususların kalbirnize
nüfuz etmesini engelleyen bazı perdeler var. ~27
Efendiler Efendisi okuyor, Utbe de kenara çekilmiş
sesini çıkarmadan dinliyordu. On üçüncü ayetine gelince, Utbe dayanamadı.
Sıtma tutmuş gibi titriyordu. Ellerini Allah Resülü'nün mübarek dudaklanna
götürdü. Takati kalmamıştı:
- Sus ya Muhammed!
İnandığın Allah aşkına sus, dedi. Efendimiz de ona:
-
İşte ey Utbe! Duyduklanm duydun, bundan sonrası senin bileceğin iş, buyurdu.
Utbe, büyük bir şok yaşıyordu; dinledikleri karşısında
delik deşik olmuştu adeta. Belki de, böylesine büyük bir kamete karşı, az önce
yaptığı tekliflerin basitliği karşısında hicap duyuyordu. Büyük bir darbe
yemiş olmanın ağırlığıyla yerinden
327 Bkz. Fussılet, 41/1
vd.
316
İbn Erkam 'ın Evinde
kalktı ve yavaş yavaş
arkadaşlannın bulunduğu yere doğru yöneldi.
Beri
tarafta onun gelişini gözleyenler, Utbe'nin bitkin gelişini görünce aralannda
konuşmaya başlamışlardı. Ebu Cehil dayanamadı ve:
~
Allah'a yemin ederim ki Ebu'l-Velid, gittiğinden çok farklı bir yüzle geri
geliyor, diyerek ondaki değişimi paylaştı kendi arkadaşlanyla. Bu arada Utbe de
gelmişti:
-
Neler oldu, hele bir anlat ey Ebe'l-Velid, dediler. Üzerinde hala yediği şokun
etkisi vardı. Gözleri bir noktaya kilitlenmiş, tane tane şunlan söylüyordu:
-
Valiahi, öyle sözler işittim ki, daha önce bir benzerini asla duymamıştım.
ValIahi de o, ne bir şiir, ne bir sihir ve ne de bir kehanet! Ey Kureyş
topluluğu! Gelin siz benim dediklerime kulak verin de, şu adamla yapmak
istediklerinin arasındaki engelleri kaldıralım! O'nu, kendi işiyle yalnız
bırakın! Allah'a yemin olsun ki, O'ndan duyduğum bu sözlerde büyük bir haber
var! Böylelikle, şayet Araplar O'na üstün gelirse, sizin dışınızdaki birileri
bu meseleyi halletmiş olur; ancak gün gelir de O, Araplara üstünlük sağlarsa, o
zaman, O'nun mülkü sizin mülkünüz, izzeti de sizin izzetiniz olur ve siz o
zaman, insanların en mutlusu haline gelirsiniz.
Dinleyenlerin
suratı asılmıştı, duyduklanndan hoşlanmadıklan her hallerinden belliydi. Zaten
bu kadarını bile, burunlanndan soluyarak dinlemişlerdi.
-
ValIahi de ya Ebe'l-Velidl Diliyle O, seni de sihirlemiş, deyip işin içinden
çıkıverdiler veya en azından çıktıklannı sandılar. Arkalarını dönüp giderken
Utbe, sadece:
-
Benim O'nun hakkındaki görüşüm bu; siz ne yaparsanız yapın, diyebildi.P''
328 Bkz. İbn Hişam,
Sire, 2/130 vd.
317
Efendimiz (sallallalıu
aleylıi ve sellem)
Ardından Utbe, doğruca evine gitti. Belli ki yalnız
kalmak istiyordu; zira, dinlediği ayetler, onu yıldınm çarpar gibi çarpmıştı
...
Biraz sonra da, şeytana akıl öğreten adam Ebu Cehil
gelip kapısına dayanıverdi. Utbe'nin ıman etmesinden korkuyor ve hemen
hadisenin üzerine gitme lüzumu duyuyordu ... Ayrıca, Utbe'nin zayıf tarafını da
çok iyi biliyordu; onu gururundan vuracaktı. Harekete geçti ve şöyle dedi:
- Ya Utbe! Duydum ki Muhammed sana fazla iltifat etmiş.
Orada sana ziyafet vermiş, yedirip içirmiş. Sen de bu iltifata dayanamayıp
O'na iman etmişsin! Halk arasında bunlar konuşuluyor!
Utbe
öfkelenmişti. Belli ki Ebu Cehil, yine isabet etmiş, damanndan yakalamıştı.
Yerinden kalkarak şunlan söyledi:
-Benim O'nun yemeğine ihtiyacımın olmadığını hepiniz
biliyorsunuz. Aranızda en zengininiz benim. Fakat Muhammed'in söyledikleri,
işin doğrusu beni sarstı, Çünkü okuduğu şiir değildi. Kahin sözüne ise hiç
benzemiyordu. Ne diyeceğimi bilemiyorum. O, sözü doğru bir insandır. O'nun
okuduklannı dinlerken Ad ve SemCıd'un başına gelenlerin bizim de
başımıza geleceğinden korktum ... 329
Utbe'nin planı da bir işe yaramamıştı. Çok geçmeden
Mekke ileri gelenleri, Kabe'de bir araya gelecek ve gelişmeler konusunda yeni
bir strateji üretebilme adına fikir teatisinde bulunacaktı. Zira, Muhammed ve
taraftarlan, başlannı almış gidiyorlardı. Her geçen gün kontrolden çıkan iman
seli, böyle giderse kendilerini de önüne katacaktı ve onlar bunun karşısında
tutunacak bir dal bulamayacaklardı.
329 İsbahani,
Delailu'n-Nübüvve, 1/221
318
İbn Erkam'ın Evinde
Neredeyse
her ses oradaydı: Utbe, Şeybe, Ebu Süfyan, Nadr İbn Hôris, Ebul-Bahteri, Esved İbnü1-Muttalib,
Zem'a İbniilEsed, Yelid İbn Muğire, Ebu Cehil, Abdullah İbn Ebi Ümeyye, As İbn
Vail, Ümeyye İbn Hale! gibi
kudretli isimler, güneşin batışıyla birlikte, bir araya gelmişlerdi ve Kabe' de
durum değerlendirmesi yapıyorlardı. Nihayet aralarından birisi ileri atılıp:
- Muhammed'e haber
gönderin ve konuşun bakalım!
Eteğinizdeki her şeyi
O'nunla paylaşın ki yarın bize bir mazeret sunmasın, dedi. Bunun üzerine haber
gönderip:
-
Kavminin ileri gelenleri bir araya gelmiş konuşmak için Seni çağınyorlar; hemen
gel, dediler.
Efendiler
Efendisi de, onlann imanlan adına ümitlenip bir çırpıda Kabe'ye geldi. İman
etmelerini o kadar arzu ediyordu ki! İnatlarından sıkılmıştı artık. Bu davetle
yeni bir kapının aralanacağını düşünerek ümitlenmişti. Geldi ve yanlanna
oturdu. Dediler ki:
-
Ya Muhammed! Biz Seni, oturup iyice konuşmak için çağırdık. Vallahi de biz,
Araplar arasında Senin kadar kavmi arasında ikilik çıkaran, atalan hakkında
olumsuz konuşan, onlann dini inanışları ve ilahlarını kötüleyen, hiç kimse görmedik.
Bütün olumsuzluklar, Sen ortaya çıktıktan sonra meydanageldi.
Daha
cümlelerine başlarken gösterdikleri tavır, ümitlerin yine bir başka bahara
kaldığını gösteriyordu. Üstüne üstlük, her zamanki hakaretlerini yine
sıralamışlardı. Kendi yapageldiklerini yine Efendiler Efendisi'ne fatura edip
bir kenara çekilivermişlerdi. Sanki, sütten çıkmış ak kaşıklardı! Bundan sonra
sözü, Utbe'nin teklifine getirip benzeri şeyleri söylediler. Şöyle diyorlardı:
-
Şayet Sen, bu sözlerinle aramızda mal sahibi olmak istiyorsan, aramızda el
birliği yapıp mal toplayalım ve Seni, mal yönüyle en zenginimiz yapalım!
Aramızda şeref sahibi bir İnsan olma arzun varsa, Seni başımıza reis tayin
edelim! Şayet
319
Efendimiz (sallallahu
a l e y h i ve sellem)
mülk
peşinde isen, başına taç giydirip, Seni başımıza melik yapalım! Şayet Sana cin
musaIlat olmuşsa veya gördüklerin üstesinden gelemediğin birer hayal ise, o
zaman da mal ve mülkümüzü ortaya döküp Seni tedavi ettirelim; hiç olmazsa
sonunda ya Sen iyileşip bu işten kurtulursun yahut biz, kendimize düşeni
yapmış oluruz.
Bu
kadan da fazlaydı ... Aslında bu, iki dünyanın arasındaki farkı ortaya koyan
bir manzaraydı. Dünya ve dünyalık peşinde koşanlar, yine onunla ukbaya ait
açılımların önünü alacaklannı sanmış; ama yine baltayı taşa vurmuşlardı. Söylenilenleri
sabırla dinleyen Efendiler Efendisi sözü aldı: .
-
Söylediklerinizin hiçbiri de bende yok! Benim niyetim, ne mallarınızı almak ne
de üzerinizde saltanat kurup meliklik yapmak! Allah beni, size peygamber olarak
gönderdi ve bana, kendi katından bir kitap verdi; ardından da sizi, gelecek günleriniz
adına uyarmamı istedi. Ben de, üzerimdeki tebliğ vazifesini yerine getiriyor
ve size nasihat ediyorum. Şayet, benim size arz ettiğim hususlan kabul edip
benimserseniz, bu, dünya ve ukbadaki en büyük kazancınız olur. Şayet kabul
etmeyip kulak ardı ederseniz, ben de Allah'ın emri gelip de sizinle benim
aramdaki hükmünü verinceye kadar bana düşeni yapar ve sabrederim.
Bundan
daha net bir ifade nasılolabilirdi ki? "Sizin dünyanız sizin olsun,
ben sizin ahiretinizi kurtarmak için uğraşıyorum." demekti bu.
Onlar da anlamışlardı: "Evet, ne yaparsak yapalım, Muhammed kendi
yolundan taviz vermeyecek ve biz, bir gram mesafe alamayacağız." Onun
için meseleyi farklı bir boyuta çekmeye başladılar. Birisi ileri atılmış şunlan
söylüyordu:
- Ya Muhammed!
Şayet bir hususu Sana arz etmemize müsaade edersen, onu arz edelim. Biliyorsun
ki buralarda, bizden daha fakir, daha muhtaç, mal ve mülkü daha az, velhasıl
maddi mudayaka içinde olan kimse yoktur. Seni, elin-
320
İbn Erkam'ın Evinde
deki
mesajlarla gönderen Rabbinden istesen de, şu bizi sıkıştırıp duran dağlan
bizim için düzleyiverse ve oradan Şam ve Irak pınarlan gibi su fışkırtıversel
Aynı zamanda, bugüne kadar ölüp giden atalanmızı yeniden diriltip, onlar
arasından Kusayy İbn Kilab'ı huzurumuza getirse ve biz de, dediklerinin doğru
olup olmadığını ona sorsak. Çünkü biliyoruz ki o, doğru sözlü bir insandır.
Şayet Senin doğru söylediğini tasdik eder ve yaptıklannı tasvip ederse biz de
Seni tasdik edip kabul etmiş; Allah kahndaki konumunu anlamış ve Senin de
söylediğin gibi, işte o zaman O'nun, Seni peygamber olarak gönderdiğini kabul
etmiş oluruz.'
Fe
sübhanallah! Adamlar, göz göre göre kendilerince Allah Resülü'nü alaya
alıyorlardı. Küstahlıktı bunun anlamı! Allah'ın en sevgili kuluna saygısızlıktı
... Hatta bu üsluplanyla onlar, sadece Efendiler Efendisi'ni hedef almıyorlar,
kendilerince Allah'a da hakaret ediyorlardı. Hangi birisine cevap verilebilirdi
ki? Hem, cevap verilse bile, Efendimiz'in karşısında bu cevaptan anlayacak kim
vardı! Bunlara verilecek en güzel cevap, şüphesiz süküttu,
Ortalık
buz gibi olmuştu. Her şeye rağmen Efendiler Efendisi, onlann da iman edeceklerini
umuyor ve aradaki kapıyı tamamen kapatmıyordu. Zira, böyle durumlarda, zamanın
çıldırtıcılığına, muhataplann hamakatine ve ortamın kasavetine rağmen
sabretmek gerekiyordu. En azından, her iki cenahtaki tavn müşahede edenler bir
gün bunlan değerlendirir ve Hak cihetteki yerini alırdı. Kendileri gelip teslim
olmasalar da, günü gelince bu adamların ailelerinden gelip iman edenler mutlaka
olabilirdi... Yine büyüğe, büyüklük düşüyordu. Onun için bir kez daha konuştu
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem):
-
Beni Allah size, bunlan yapayım diye göndermedi ki, dedi ve ilave etti:
-
Ben, size getireceğimi getirdim ve Allah'tan almış olduğum tebliğ vazifesini
de yerine getirdim. Bundan sonra şayet
321
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
kabul
ederseniz, sizin için bu dünya ve ahiret mutluluğu demektir. Şayet, kabul
etmeyip de reddederseniz, aramızda Allah (celle celaluhfı) hükmünü verinceye
kadar ben de dişimi sıkar, sabreder ve beklerim.
Belli ki Efendiler
Efendisi'nin ruh-u pakleri çok sıkılmıştı.
Sıkıntı
duyulmayacak bir manzara değildi ki! Onun için konuyu kısa tutmaya çalışıyor
ve bir an önce bu kasvet ortamından ayrılmak istiyordu.
Ancak,
adamlann niyeti işi daha da uzatmaktı; kendilerince eğleniyorlardı. Aralanndan
birisi ileri atıldı ve yine aynı üslupla şunlan söylemeye başladı:
-
Madem bizim için bunlan yapmayacaksın; öyleyse, Rabbinden kendin için iste!
Mesela, şu söyleyip durduğun şeyleri tasdik eden bir melek gönderse de, o melek
Senin hakkında bize de malümat verse! Aynı zamanda yine O'ndan istesen de Senin
için cennet gibi bağ ve bahçeler, altın ve gümüşten saray ve malikaneler ihsan
etse de Seni bir anda zenginler sınıfına ulaştırsa! Çünkü Sen, aynen bizim gibi
çarşı-pazarda yürüyüp duruyor, biz nasıl kazanç peşinde emekliyorsak Sen de
maişet peşinde koşuyorsun! Böylelikle biz, Senin Allah katındaki kıymetini
anlar ve zannettiğin gibi gerçekten de Sen O'nun peygamberi isen, böylelikle
biz de Senin, O'nun nezdindeki yerini görmüş oluruz!
Belli
ki adamların ar daman çatlamıştı. Onlar öylesine gönül eğlendiriyorlardı.
Ortam, tam anlamıyla bir köy kahvesine dönmüştü. Önüne gelen, ileri atılıyor
ve kendince bir şeyler söylüyordu. Rahmet Peygamberi Efendimiz (salla11ahu
a1eyhi ve sellem) ise, her şeye rağmen dişini sıkıyor ve sabrediyordu. Hisler
tepki gösterse de burada mantık öne geçmeli ve sabredilmeliydi. Onun için:
- Sübhanallah, dedi
Allah Resülü (sallallahu a1eyhi ve sellern).
Ben sadece bir
peygamberim! Benim gibi birinin, Rabbinden
322
İbn Erkam'ın Evinde
böyle
bir talepte bulunması uygun olmaz ki! Ben de zaten size bunun için
gönderilmedim ki! Allah beni, uyancı ve müjdeleyici olarak gönderdi. Kabul
ederseniz; dünyayı ve ahireti, siz kazanırsınız. Şayet kabul etmezseniz, o
zaman da Allah (celle celaluhü), hakkınızdaki hükmünü verinceye kadar
sabrederim.
Artık her kafadan bir
ses çıkıyordu:
- Şu semayı
ayaklanmızın altına ser ki Sana inanalım!
- Ya Muhammed! Rabbin
de, şu anda bizim Seninle otur-
duğumuzu,
Senden bunlan istediğimizi biliyor mu? Haydi bütün bunlann haberini Sana
bildirse ve işin doğrusunu bize öğretseya!
- Duyduğumuza göre, Sana bütün bunlan Yemame'deki Rahmôn
denilen bir adam öğretiyormuş! Halbuki, Sen de biliyorsun ki biz, Rahman'a
asla inanmayız!
- Ya Muhammed! Sen bizi mazur gör; ama biz Seni, ya Sen
bizi yok edip tüketineeye kadar ya da biz Senin hakkından gelinceye kadar öyle
başıboş bırakmayız!
-
Biz, meleklere kullukta bulunuyoruz; halbuki onlar Allah'ın kızlandır!
-
Allah ve melekleri gözümüzün önüne getirip bize göstermediğin sürece Sana
inanmayız!
Söyleyen söyleyene, bir gürültü kopmuştu ve konuşma bir
türlü de nihayete ermiyordu. Artık meclis, meclis olmaktan çıkmıştı;
dayanılacak gibi gözükmüyordu. Bu yüzden Allah Resülü, orayı terk etmek için
kalkmak istedi. O'nunla birlikte Abdullah İbn Ebi Ümeyye de ayağa kalktı ve
Allah'ın en sevgili kuluna şunlan söyledi:
- Ya Muhammed! Sana kavmin, gördüğün gibi bazı şeyler
sundu; ama Sen hiçbirini kabul etmedin! Sonra, Senin Allah katındaki konumunu
öğrenmek, sonra Sana tabi olmak ve Seni tasdik etmek için bazı şeyler
istediler, onu da yapmadın!
323
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Hatta,
kendi konumunu sağlamlaştırma adına bazı talepleri oldu, onlara da 'evet' demedin!
Korkutup durduğun azabı çabuklaştırıp başlanna getirmeni söylediler, onu da
yapmadın! Vallahi de ben, semaya merdiven dayayıp kat kat semaya yükselmedikçe
ve ben de, oradan getirdiklerini çıplak gözle müşahede edip seyretmedikçe, bir
de bütün bunlara dört tane melek getirip şahit tutmadıkça Sana asla inanmam.
Gerçi, and olsun ki, bütün bunlan yapmış olsan bile ben, Seni tasdik edeceğimi
sanrnıyorumlsa''
Bunlan söyleyen,
Efendimiz'in halası .Atike'nin oğluydu.
En yakındakinden
bile, çok uzaktakilere yakışmayan şeyler duyuyordu. Bunlan söylerken de ayağa
kalkmış, az sonra da meclisi terk etmişti. Resül-ü Kibriya da ayağa kalkmış,
hanei saadetlerine doğru yola koyulmuştu. Ne ümitlerle gelmişti, ama şimdi kim
bilir ne hicranla geri dönüyordu? Yalnız başına kalakalmıştı. Rabbinden başka
kendini müdafaa edecek kimse yoktu. Nihayet imdadına Cibril-i Emin yetişti.
Gelen ayetlerde Yüce Mevla şunlan söylüyordu:
-
Onlar, "Sen bize, yerden suyu kesilmeyen bir pınar fışkırtmadıkça Sana
asla inanmayacağız." diyorlar.
Yahut
Senin hurma ve üzüm bağların olsun da aralanndan gürül gürül ırmaklar
akıtasınl
Yahut,
iddia ettiğin gibi gökyüzünü parçalayıp üzerimize kısım kısım düşüresin ya da
Allah'ı ve melekleri karşımıza getiresin de onlar, Senin söylediklerine
şahitlik etsinler!
Yok,
yok! Bu da yetmez; Senin, altından bir evin olmalı yahut göğe çıkmalısın!
Ama
unutma! Sen bize oradan dönerken okuyacağımız bir kitap indirmedikçe, yine de
Senin oraya çıktığına inanmayızha!
330 Bkz. İbn Hişam,
Sire, 2/132-136
324
İbn Erkam'ın Evinde
De
ki: "Fe sübhanallahl Ben, Resül olan bir peygamberden başka bir şey
miyim?"331
İşte,
yeni bir toplum inşa ederken Kur'an. bu kadar olayların içinde ve inayet-i
ilahiye de bu denli Habib-i Zişan'ın yanındaydı. Allah Resülü (saIlallahu
aleyhi ve sellem), kasvet dolu bir akşam yudumlamıştı; ama şimdi Cibril gelmiş,
bulunduğu yerin sağlamlığını ilanın yanında, bu türlü insanlara karşı takınması
gereken tavn da talim ediyordu.
Aslına
bakılırsa Hz. Peygamber'in, ahir zaman Nebi'si olduğunu, O'nun hayatına
kasteden bu can düşmanlan da biliyor; O'nun beklenen Nebi olduğuna
inanıyorlardı. Ancak bu bilmenin ötesinde, firavun misal kibirleri, koyu
karanlık içinde bir kabile taassuplan ve öyle büyük bir inatlan vardı ki, bir
türlü gelip teslim olamıyorlardı.
Muğzre
İbn Şu'be, insafa
geldiği bir sırada şunlan anlatacaktı:
"Ebu
Cehil'le beraber oturuyorduk. Bulunduğumuz yere yine Muhammedii'l-Emin geldi ve
bazı şeyler anlatarak tebliğde bulundu. Ebu CehiI, küstahça:
-
Ya Muhammed! Eğer bunlan, öbür tarafta tebliğ ettiğine dair şahit aramak için
yapıyorsan, hiç yorulma ben sana şehadet ederim, şimdi beni rahatsız etme!
Yine üzüntü içinde
Muhammed yanımızdan ayrıldı, Ben
Ebu Cehil'e sordum:
- Hakikaten O'na
inanmıyor musun? Cevap verdi:
-
Aslında biliyorum ki, O peygamberdir. Fakat, Haşimilerle eskiden beri aramızda
bir rekabet var. Onlar, hacziara hizmet edip Kôbe'nitı örtüsüne sahip çzkma
işiyle gelenlere Zemzem ikram etme işleri bizde diye övünüp duruyorlar.
331 Bkz. İsra,
17/90-93
325
Efendimiz (sallallalıu
aleylıi ve sellem)
Bir de peygamber de
bizden, derlerse işte ben buna dayanamam."332
Yine
günlerden bir gün, Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sellern), Kabe'ye gelmiş
Allah'ın evini tavaf ediyordu. O sırada karşısına, Esved İbnü1-Muttalib, Velid
İbn Muğire, Ümeyye İbn Halef ve As İbn
Vail gibi kişilerden oluşan Kureyş'in ihtiyar heyeti çıkageldi. Belli ki, yine
sinsi bir plan kurmuş ve bu planlannı teklif etmek istiyorlardı. Dediler ki:
-
Ya Muhammed! Hele gel, biz Senin ilahına kulluk edelim; Sen de bizim
ilahlanmıza kulluk et. Böylelikle Sen ve biz, bir konuda ittifak etmiş oluruz!
Bu durumda, şayet Senin ibadet ettiğin ilah hayırlı ise, hepimiz bundan
nasibirnizi almış oluruz. Ama şayet bizim ibadet ettiğimiz ilahlar hayırlı ise
o zaman da Sen bundan nasiplenmiş olursun!
Bununla
onlar, neyi hedeflemişlerdi? Acaba Allah Resfılü (sallallalıu aleylıi ve
sellern), böyle bir şeyi -faraza- kabul etmiş olsaydı, gerçekten bir olan
Allah'a ibadet edecekler miydi? Hem, ibadet süreklilik isteyen bir kulluktu;
öyle bir sene başka bir kıbleye, öbür sene bir başka yöne dönmek, döneklikten
başka neyle izah edilebilirdi? Belli ki, belki de onlar gibi düşünebilecek
bütün ehl-i küfrün ağzını kapatmak için yine imdada Cibril yetişti. Getirdiği
ayetler, şunlan söylüyordu:
- De ki: Ey kafirlerl
Ben, sizin ibadet
ettiklerinize ibadet etmem.
Zaten
siz de Benim ibadet ettiğime ibadet etmiyorsunuz! Ve Ben, sizin ibadet
ettiklerinize asla ibadet edecek deği-
lim.
332 Siiheyli,
Ravdu'l-Unuf, 1/280
326
İbn Erkam'ın Evinde
Anlaşılan
siz de, Benim ibadet ettiğime ibadet edecek değilsiniz!
O halde, sizin
dininiz size, Benim dinim de bana.333
Can Düşmanlannın Efendimiz'e Bakışlan
Her
ne kadar Efendimiz'e karşı böylesine olumsuz kampanyalar yürütüIse ve bu
kampanyalar, O'nun hayatına kastetme kertesine gelse bile, yine de
düşmanlannın O'nun hakkındaki fikirleri olumsuz değildi; zira, Efendimiz'in 'Emın'
denilecek kadar dürüst bir hayatı vardı ve onlar, bir türlü bu güveni yok
sayamıyorlardı.
Aynı
zamanda, söyleyip durduğu şeyler, öyle yabana atılacak cinsten şeyler de
değildi; adam öldürmernek, zina etmemek, hırsızlık yapmamak; başkasının
malınına göz dikmemek. .. Velhasıl bütün bunlar, toplum salahını isteyen
herkesin sahip çıkması gereken değerlerdi.
Bunun
yanında anne babaya ihsanda bulunup onlan hiç incitmemek, akrabalar arasındaki
kaynaşmayı artırıcı ziyaretler yapmak, insanlara iyilikte bulunmak, bencilce
davranışlardan uzak durup ihtiyaç sahiplerine yardım etmek gibi güzellikler
de, öyle yabana atılacak şeyler değildi.
Ancak,
Allah'a iman ... Kur'an ... Ahiret hayatında karşılaşılacak hesap ve kitap ve
atılan her adımı kaydeden meleklerin varlığı gibi konular, onlan rahatsız
ediyordu. Canlannın istediği gibi yaşarnalarına engelolacak her türlü duruşa
karşı çıkıyorlardı. Kolay değildi; bir ömür yaşadıklan hayatı bir kenarda
bırakacak ve o güne kadarki her şeyi yalanlarcasına bugün yeni bir yola
gireceklerdi! Bunu yapabilmek, fazilet isterdi!
O
gün için karşı cephenin en önde gelenlerinden Ebu Cehil, Ebu Süfyan ve Ahnes
İbn Şerik, birbirlerinden gizlice ve
333 Bkz. Kafirfuı, 109/1-6.
Bkz. İbn Hişdm, Sire, 2/208
327
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
bağımsız
olarak gelmiş; namaz kılarken Kur'an okuyan Allah Resülü'nü daha yakından görüp
okuduklannı dinlemek istemişlerdi. Merak ediyorlardı; ancak, yaptıklan bu
işten bir başkasının haberdar olmasını da istemiyor ve bunun için gecenin
karanlığından istifade etmeyi tercih ediyorlardı. Ne müthiş bir buluşmaydı;
Allah'ın en sevgili kulu, Cenab-ı Hakk'la mülaki olmuş, seyrine doyum olmayan
bir vuslat yaşıyordu. Hayranlıkla ve uzun uzun dinlediler; yaz sıcağında inen
rahmet damlalan gibiydi, kulaklanna çarpıp gelen nağmeler ... Kendilerini o
kadar kaptırmışlardı ki, o geeeki son kelamını duyuncaya kadar vaktin nasıl
geçtiğini fark edememişlerdi bile ...
Kur'an sesi kesilince, her biri evine dönmek için yola
koyulmuştu; çok geçmeden yol, üçünü de bir noktada birleştiriverdi. Mahcup
olmuşlardı:
- Bir daha böyle bir şey yapmayalım! Zira, aramızda
zayıf karakterli olanlanmız bizi bu halde görürlerse, onlann kalplerine şüphe
düşer ve onlar da gelip teslim olurlar, diyerek birbirlerinden aynldılar.
Bunu demek kolaydı, ama akşam yaşadıklan o manzarayı
unutmanın ve duyduklannı yok saymanın imkanı yoktu. Sürekli beyinlerini meşgul
ediyordu. Bir defa daha gidip dinleselerdi ne çıkardı? Hem, artık diğer
arkadaşlan da gelmez ve yalnız başlanna bir kez daha Kur'an dinlemiş olurlardı!
İşin doğrusu bunu; sadece biri değil, her biri düşünmüştü.
Ertesi akşam da gelmişlerdi; yine sonuna kadar dinlediler ve aynlık vakti
gelince, yol yine aynı noktada birleştiriverdi üçünü de. Bu kadar da olmazdı!
Hani dün söz vermişlerdi? Gecenin karanlığında kızaran yüzler gözükmese de ses
tonlan, mahcubiyetlerini ele veriyordu. Yine ilk geeeki gibi sözleşip
ayrıldılar; artık bir daha gelip dinlemeyecek ve böyle bir şeyle, bir daha asla
karşılaşmayacaklardı.
Nihayet üçüncü gece olmuş ve etraftan el-etek çekilince,
aynı üç şahıs yine yola koyulmuştu; Efendiler Efendisi'ni
328
İbn Erkam 'ın Evinde
dinlemeye
geliyorlardı. Her biri de, bu sefer diğerlerinin gelmeyeceğinden emindi. Fecir
vakti tulü' edince yine ayrılmış, evlerine doğru gidiyorlardı ki, yollan aynı
noktada üçüncü kez birleşiverdi! Bu kadar olurdu! Hem, bayrak açıp karşı koyacaklar
hem dinlemernek için aralannda anlaşıp söz verecekler hem de bütiin bunlara
rağmen gelip yine O'nu dinlemek için can atacaklardı! Birbirlerini kınayarak
konuşmaya başladılar ve artık, ne pahasına olursa olsun bir daha böyle bir
hadise yaşamamak için ölümüne söz verdiler.
Ertesi
sabah Ahnes İbn Şerik, asasını kaptığı gibi soluğu Ebu Süfyan'ın yanandı aldı:
-
Söyle bana, ey Eba Hanzele! Muhammed'den dinlediklerin konusundaki fikrin ne,
diye sordu.
Ebu
Süfyan, muhatabının niyetiniöğrenmeden renk vermek istemiyordu ve:
-
Peki, sen ne düşünüyorsun, diye sorusuna soruyla mukabele etti. Kendini gizleme
lüzumu hissetmeyen Ahnes:
-
Ben O'nun hak üzere olduğunu sanıyorum, diye cevapladı Ebu Süfyan'ın sorusunu.
O da rahatlamıştı;
- Allah'a yemin olsun ki ey Eba Sa'lebe! Bugüne kadar
ben, çok şey işittim ve onlarla nelerin kastedildiği konusunda çok muarefe
sahibi oldum; hangi kelamla neyin kastedildiğini iyi bilirim yani!
Daha cümlesini
bitirmemişti ki, Ahnes araya girdi:
- Aynen, vallahi de ben de öyle, deyiverdi. Bununla
onlar, hakikat nazannda Efendiler Efendisi'ni tasdik ediyor ve getirdiklerinin
de hak olduğunu ikrar etmiş oluyorlardı. Ancak, bunu dışan vurup ilan etmek
öyle kolay değildi!
Bundan sonra Ahnes İbn Şerik, Ebu Süfyan'ın evinden ayrıldı
ve doğruca Ebu Cehil'in yanına geldi; aynı şeyleri onunla da konuşmak
istiyordu:
- Ey Eba'l- Hakem,
diye başladı sözlerine ve devam etti:
329
Efendimiz (sallallalıu
aleylıi ve sellem)
-
Muhammed'den dinlediğin şeyler konusundaki fikrin ne?
-
Ne duymuşum ki, diyerek pişkinliğe vurmak istiyordu Ebu CehiI. Ancak, Ahnes kararlı
görünüyordu:
- Ey Eba'l-Hakeml Muhammed konusundaki gerçek fikrin
ne; o doğru birisi mi yoksa yalan mı söylüyor? Bak, burada seni duyacak benden
başka da kimse yok!
Kaçamak bir cevapla başından savamayacağını anlamıştı
Ebu CehiI. Kitabın ortasından konuşmak gerekiyordu. Önce derin bir iç geçirdi
ve ardından, yelkenleri suya indirip şunlan söylemeye başladı:
- Allah'a yemin olsun ki, Muhammed doğru söylüyor; zaten
O, asla yalan söylemez! Fakat, Kusayoğullannın sancaktarlık, zemzem suyundaki
hizmetleri, perdedarlık ve dışandan gelen hacı adaylanna yemek verme
hizmetlerine ilave olarak bir de peygamberlik meselesine sahip çıkmalannı
düşününce kahroluyorum; onlar bütün bunlan tek ellerine alırken, Kureyş'in
hali nice olur, bir düşünsene? Halbuki bizler ve Menafoğulları, bugüne kadar
şeref konusunda hep, birbirimizle yanşıp durduk; onlar yemek ziyafetleri
verdiler, biz de verdik! Onlar, bazı yüklerin altına girip insanlara hizmet
ettiler, bizler de benzeri şeyler yaptık! Ellerindeki imkanlan başkalanna da
açtılar, biz de malımızdan başkalanna vermeye başladık! N eticede, artık
onlarla at başı gitmeye başlamıştık ki, şimdi onlar:
- Bizim aramızda, semadan haber getiren bir Nebi var,
diyorlar. Söyler misin; bunun üstesinden biz nasıl gelebiliriz? Vallahi de, biz
O'na asla inanmayacak ve hiçbir zaman da O'nu tasdik etmeyeceğiz!334
Kalplerini küfrün
kalın perdeleri kaplamış olsa da, vic-
334 İbn Hişarn, Sire,
1/269; Süheyli, Ravdu1-Unuf, 1/280
330
İbn Erkam 'ın Evinde
danlanyla yalnız
kaldıklannda, kendi yaptıklanndan rahatsızlık duyuyor ve insafın kalıplanyla
konuşmaya başlıyorlardı.
Belki de Ebu Cehil'in sağ tarafından kalktığı bir
gündü; yürürken Efendimiz'le karşılaşmıştı. Mahzun Nebi'yi yine hüzün içinde
görünce insafa geldi ve O'nu teselli edebilmek için şunlan söylüyordu:
- Ey Muhammed! Biz, Seni yalanlamıyoruz; biz, Senin
bize getirdiğin şeyleri tekzip edip onlann yalan olduğunu söylüyoruz!
Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sellern), durumdan
zaten haberdardı; adamların bugüne kadar verdikleri tepkiler bunu gösterirken
bir de Cibril gelmiş ve O'na:
- Ey Habibim! Onlann ileri sürüp de Sana söyleyegeldikleri
şeylerin Seni üzüp hüznünü artırdığını biliyoruz! Ama sakın endişe edip üzülme;
çünkü şüpheyok ki onlar, asla Seni yalanlamıyorlar; fakat o zalimler, sadece
Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlar,335 mealindeki ayeti getirmişti. Çünkü bu
kanaatte olanlar, sadece Ebu Cehil'le sınırlı değildi; Haris İbn .Amir gibi
bazı insanlar, açıktan Efendimiz'e karşı bayrak açtıklan halde, akşam evlerine
girip yalnızlığın sessizliğinde vicdanıanna döndüklerinde:
- Muhammed, asla yalan söyleyecek biri değil; ben de
O'nun, sadece doğru sözlü olduğu kanaatindeyim, demek zorunda
kalıyorlardı.s"
İşte, gerçek fazilet de zaten bu idi; öyle bir hayat
yaşanması gerekiyordu ki, can düşmanlan bile faziletini kabullenip başkalanna
anlatma lüzumu hissetsinler!
Zaten O'nun canına kasteden bu kişiler, hislerine kapıldıklannda
ölümüne ferman kesseler bile vicdanlan devreye
335 Bkz. En'am, 6/33
336 Bkz. Vahidi,
Esbabü Niizüli'l-Kur'arı, 218, 219
331
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
girdiğinde,
asla O'nu gücendirrnek istemiyorlar; aleyhlerinde beddua etmesinden de şiddetle
kaçınıyorlardı. Üzerine deve işkembesi atıp da karşısında gülerlerken, O'nun
duaya durduğunu görünce bütün neşeleri kaçmıştı ve beddua eder diye ödleri
kopmuştu. Onun için, O'na karşı savaşa giderken titreyerek adım atıyorlar;
karşı karşıya geldiklerinde de, baştan aşağıya kendilerini ölüm korkusu
sanyordu. Hatta, Ümeyye İbn Halef, sırf Efendimiz aleyhinde çevirdiği
dolapların kendi başına dolanacağı korkusuyla Mekke dışına çıkamıyor; çıktığı
zamanlarda da Efendimiz' den olabildiğince uzak durmaya çalışıyordu. Yine Ebu
Cehil'in baskısıyla Bedir'e gideceği gün hanımı karşısına dikilecek ve ona:
-
Ey Eba Safvanl Medineli kardeşinin senin için söylediklerini337 unuttun herhalde, diyerek
Efendimiz'in verdiği haberi hatırlattığında o:
-
Hayır, asla unutmadım! Ben, Mekkelilerle birlikte giderek sadece vaziyeti
kurtarmak istiyorum, cevabını verecekti. Zira onlar, Allah'ın matmah-ı nazan
olan bir kalbi kırdıklanndan dolayı başlanna nelerin gelebileceğini biliyor ve
helak olacaklanndan korkup tir tir titriyorlardı.w
Efendimiz'in
etrafında, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Sa'd İbn Ebi Vakkas ve Hz. Talha
gibi zengin sahabeler olduğu gibi, Biiiil-i Habeşi, Ammar İbn Yasir, Zeyd İbn Harise ve Habbôb İbn Erett gibi
fakir ve kimsesiz insanlar da vardı. Aynı zamanda bu insanlar, büyük çoğunluk
itibariyle köle statüsünde, yahut köle iken hürriyete kavuşturulan kimselerdi.
Elbette bu
337 Efendimiz
(sallallahu aleylıi ve sellern), onun da Bedir'de öldürüleceğini haberverm~ti.Buhari,Sahih,4/1453(3734)
338
Bkz. Buhari, Sahih, 4/1453 (3734); Halebi, Sire, 2/378; Mübarekffiri, er-RalıUku1-MahtUnı,s.119,120
332
İbn Erkam 'ın Evinde
farklılık,
Allah Resülü ve ashab arasında bir problem teşkil etmiyordu; insanlar, Allah
katında bir tarağın dişleri gibi eşitti. Ne Arap olanın Acem'e ne de siyahi olanın beyaz tenliye
bir üstünlüğü olabilirdi!
Ancak
Kureyş öyle düşünmüyordu; cehaletin en koyu tonunun hakim olduğu bu anlayışa
göre, statü itibariyle alt tabakayı temsil edenlerle sürekli üstte bulunması
gerekenler aynı mekanı paylaşamaz ve birlikte oturamazlardı. İşin esasına
bakılacak olursa onlar, bu insanlan 'insan' olarak bile görmüyorlardı;
onlara göre bu insanlar, sadece kendilerine hizmet için var olan yaratıklardı!
Efendiler
Efendisi'nin bu insanlara değer verip de kendi huzurunda oturtmasından hiç haz
almayan ve arzu ettikleri bu sistemin yavaş yavaş kontrollerinden çıktığını
gören bu adamlar, hiç akla gelmeyecek bir teklifte bulundular. Diyorlardı ki:
-
Bizler, Senin kavminin efendileriyiz; şayet Sen, bizi de yanına çekip
meclisinde görmek istiyorsan, yanında bizden başka kimse olmasın!
İnsanlara
tepeden bakanların teklifiydi bu. Ancak bu teklif, Allah tarafından da
Resülullah tarafından da kabul görmeyecekti.339 Çünkü insanlar,
imanlanna imanlanndaki derinliklerine göre değer kazanırdı. Allah bilmeyen bir
kafir veya müşrik, dünyanın en zengini veya en zekisi de olsa Allah katında
bir değer ifade etmezdi. Zaten akıllı olmak, açıktan iman etmeyi gerektirirdi;
iman sahibi olamadıklanna göre, bunların akıllı olduğunu söylemenin de imkanı
yoktıı. İşin doğrusu,akıllannı kullanıp iman etme gibi de bir niyetleri
yoktıı; sadece, kendilerini rahatsız eden (l) bir
mesele karşısındaki tepkilerini dile getirmek istemiş ve kendilerince, uygun bir
339
Onlann imanım ümit ederek Efendirtıiz'in de bu teklife meylettiğine dair
yorumlar, 'ismet: vasfım haiz peygamberler için düşünülmemesi gereken
hususlardandır. Hele söz konusu olan zat, Efendiler Efendisi olursa!
333
Efendimiz (sallallalıu
aleyhi ve sellem)
meclis hakkı
verilmediği için iman etmedikleri konusundaki haklılıklannı (l) ortaya koymaya
çalışmışlardı.
Çok
geçmeden Cibril-i Emın gelmişti ve bu kanaati pekiştirme adına şu ifadeleri
getirmişti:
-
Sabah-akşam, sadece onun nzasını düşünerek Rablerine ram olmuş olanlan sakın
huzurundan uzaklaştırmaleı''
Anlaşılan
bu iş, elini sıcak sudan soğuk suya sokmamış çilesiz insanlarla yürüyecek bir
iş değildi; bu iş, yokluğun ne anlama geldiğini bilen ve elindekini başkalanyla
da paylaşabilen insanların omzunda yükselmeliydi. Varlık içinde yüzenler,
yokluğun ne anlama geldiğini bilemez ve onlann elinden tutma adına da
istenilen gayreti gösteremezlerdi.
Demek
ki, yüce insanlar için, gönülden davaya inanmış hasbileri uzaklaştınp da
müşriklerin hidayetini umarak müşrikleri kendilerine yaklaştırmak gibi bir
uygulama asla düşünülemezdi. Zira bu, küçük hesapıann ve büyük düşünememenin
bir sonucu olurdu. Açıkça bir zulümdü ve Allah Resülü de böyle bir zulümü
irtikab etmekten fersah fersah uzaktı. Üçbeş müşrikin, sırf kendilerini tatmin
adına ortaya attıklan bu türlü hezeyanlara kulak asmayacak ve sabah-akşam,
davada, düşüncede, duyguda 'Allah' deyip inleyenlerle beraber olacak; gözünü
onlardan ayırmayacak ve asla başkalanna kaydırmayacaktı. Çünkü biliyordu ki,
Allah'ın rahmeti onlarla beraberdir. Nasılolabilirdi ki O (sallallahu aleyhi
ve sellem):
- Cennet şu üç insana
kavuşmak için iştiyak içindedir:
Ali,
Selman ve Ammar,341 buyuracaktı.
Kendini bilmeyen üçbeş sergerdanın sahte taleplerine karşılık, kendilerine
cennetin müştak olduğu bu samimi ve yürekten insanlar huzurdan
kovulur
muydu hiç? .
340 Bkz. En'am, 6/52;
Kelıf, 18/28
341 Tirmizi, Sünen,
5/667 (3797); Hakim, Müstedrek, 3/148 (4666)
334
Dünle
bugün arasında, mü'minler açısından Batı ile Doğu arasındaki mesafe kadar açık
bir fark vardı. Bu farkı tescil adına Cibril-i Emın gelmişti ve geçmişte kalan
bir konuyu hikaye ediyordu:
-
Onlardan birisine, "Kız çocuğun oldu." müjdesi verildiğinde,
öfke ve üzüntüsünden yüzü kaskah ve mosmor kesilir. Müjdelendiği bu kötü
haberin etkisiyle utanıp, eş ve dostundan saklanmaya çalışır. Başına bu hal
geldiğine göre şimdi ne yapacağını düşünmektedir; hor, hakir ve itilip kakılan
bir bela olarak hayatta mı bıraksın, yoksa toprağa mı gömsün! Dikkat ediniz; ne
kötü hükmediyor ve yanlış karar veriyorlardılss-
Cehalet,
insanı ne hallere koyuyordu! Konu, henüz zihinlerde tazeydi; hatta, cehalet
batağından kurtulamayan bazı insanlar itibariyle, hala benzeri uygulamalar
devam edip duruyordu. Kimi, açlık endişesinden, kimisi kız yerine erkek çocuğu
tercih ettiğinden kimisi de kız çocuğunun olmasını kendisine yediremediği için
onlara karşı cephe alıyor; bazılan itibariyle de onlan öldürmeye varan
canavarlıklar sergileniyordu.343
342 ~alll,16/58,59
343 Bkz. Enam, 6/101;
İsra, 17/31
335
Efendimiz (s a l l a l
l ah u a l e y h i ve
sellem)
Ayet
ise, o güne ait bir
uygulamayı, tarihe mal ediyor ve çizgisini kaybettikten sonra bir insanın,
vahşet adına gelebileceği noktayı ibret-i alem olması için kıyamete kadar
herkesle paylaşmayı hedefliyordu.
Çok
geçmeden, iman suyundan kanasıya tadanlardan biri, Habib-i Zışan Hazretlerinin
yanına gelmişti. Belli ki, içinde çözemediği bir sıkıntı vardı. Bir şeyler
söylemek istiyordu; ama bir türlü cesaretini toplayıp da başlayamıyordu. Şefkat
dolu bakışlannı yakaladığı bir sırada:
- Ya Resülallah,
diye söze başladı. Bu arada Efendiler Efendisi de, bedeniyle birlikte yüzünü bu
zata doğru yöneltmiş; onu dinlemeye durmuştu.
-
Bizler, cahiliye döneminin insanlanyız; kendi elimizle yapageldiğimiz putlara
tapan ve kızlanmızı öldüren kişileriz biz, diyordu. Ancak, belli ki anlatacağı
şeyin onda bıraktığı tesir çok büyüktü. Kesik kesik konuşuyordu.
-
Benim de bir kızım vardı. Ben de bir gün, cehalete ait bu baskılara dayanamayıp
kızımı yanıma çağırdım. Koşarak geldi; çağınp onunla ilgilenmemden o kadar
mutlu olmuştu ki! Elinden tuttum ve uzaklarda bildiğim bir kuyunun yanına götürdüm
onu. Eli avuçlanmın içinde kuyunun kenannda otururken, birden itip onu kuyuya
atıverdim. Aşağıya düşerken,
"Babacığım!
Babacığım!" diye çığlıklan yükseliyordu. Huzur-u alileri birden hüzne
bürünmüştü. Restıl-ii Kibriya ağlıyordu. O kadar ağladı ki, gözyaşlanyla
sakal-ı şerifleri ıslanmıştı. O'nun bu kadar hüzünlendiğini gören bir başka sahabe
kalktı ve adama dönüp:
-
Ne yaptın sen! Resülullah'ı hüzne boğdun, diye tepki gösterdi. Efendiler
Efendisi aynı kanaatte değildi. Eliyle de işaret ederek:
-
Bırak onu! Çünkü o, geçmişinde yaşadığı önemli bir yanlışı sorguluyor, dedi.
Ardından da adama dönerek:
336
Geçmişe Ait Muhasebe
-
Yaşadıklannı bana birkez daha anlatır mısın, dedi. Adam yeniden anlatmaya
başladı. Hüzün, artarak devam ediyordu. Efendiler Efendisi'nin gözlerinde
ağlamaktan yaş kalmamış, göz pınarlan kurumuştu. Ardından herkese şunlan
söyledi:
-
Şüphesiz ki Allah (celle celaluhü), bugününüzün hakkını vererek O'na kul
olduğunuz sürece, cahiliye döneminde yaptıklannızı orada bırakır.
Adam
da, içini dökmüş ve en yetkili merciden içini rahatlataeak bir cevap almıştı.
Eski hatalarını affettirebilmek için kim bilir neler yapacağının sözlerini
veriyordu kendi kendine. İşte burada Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), yine
adama döndüve:
- Haydi şimdi, her
şeye yeniden başla,344 dedi.
344 A1fisi,
RtThu'l-Meani, 14/169, Darimi. Sünen, 1/14 (2)
337
Bir
taraftan İbn Erkam'ın evindeki faaliyet, sırran tenevverat345 devam
ediyor; diğer yandan da insanlar, teker teker İslam'a davet ediliyordu. Buna
rağmen müşrikler, bulduklan her fırsatı mü'minlerin aleyhinde değerlendirmeyi
şiar edinmiş; onlan sürekli taciz etmeye çalışıyorlardı. Gerçi, gelen
ayetlerde hem onlann durumu ortaya konuluyor hem de mü'minleri yann adına
bekleyen sürprizlerden bahisler açılıyordu. Mü'minler için tek dayanak O idi
ve O (sallallahu aleyhi ve sellem) da, her gün yeni bir mesajla insanlan
besliyor, yol ve yöntem öğretiyordu.
Hira'daki
buluşmadan bu yana, beş yıla yakın bir süre geçmişti. Allah'ın ayetlerini,
Allah'ın Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) insanlara tebliğ ediyor ve bizzat
talimini de yerine getiriyordu. İbn Erkarn'ın evinde, tam anlamıyla Rahmani
bir sofra kurulmuş; sahabe de bu sofradan doyasıya istifade ediyordu. Bu
sofranın müdavimleri, Nebevi sohbetteki insibağla boyanmış, buradan aldıklan
boyayı başkalanna da taşımaya başlamışlardı. Artık sofra, dar geliyordu.
345
Başkalannı tahrik etmeden ve tedbiri elden bırakmadan gizlice nurlanma
demektir.
339
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Derken, bir anda ortamın havası değişmiş ve vahyin gelişini
haber veren bir görüntü hasıl olmuştu. Gelen ayet, şunlan söylüyordu:
-
Emrolunduğun şeyi, onlann başlannı ağntırcasına tebliğ et ve müşriklerden de
yüz çevir! Bunu yaparken alaycı bir tavır sergileyenlere karşı Biz Senin
arkandayız ve yeteriz. Onlar ki, Allah'a başka ilahlan da ortak koşarlar; işin
gerçek yönünü yann onlar da bilecekler.ss"
Üç
yıllık süreci sona erdirecek bir emirdi bunlar aynı zamanda. Anlaşılan, ilk
defa muhatap olunan bir toplumda, tebliğ adına bazı devreler vardı ve şimdi, bu
devrelerden biri geride kalıyor, irşad ve tebliğ adına yeni bir sayfa daha
açılıyordu. Zira artık, iman cephesindeki maya tutmuş ve kemiyet itibariyle
kırka baliğ olan Müslümanlar, keyfiyet olarak da zirvede bir temsil yaşamaya
başlamıştı.
Demek
ki bundan sonra, müşriklerin alaycı tavırlanyla onlardan gelebilecek tepkilerin
çok önemi yoktu. Beri tarafta Hakk'a aşina binlerce insan dururken, üç-beş
kendini bilmezin tepkilerine mesele kurban edilmemeli; imana ait hakikatler her
bir insana ulaştırılarak dileyenin onlan kabullenme süreci hızlandırılmalıydı.
346 Bkz.Hıcr, 15/94-96
340
HZ. ÖMER'İN GELİŞİ VE İBN ERKAM'IN
EVİNDEN ÇIKIŞ
~
Bir
Çarşamba akşamıydı. Efendiler Efendisi, İbn Erkanı'ın evinde bir akşam ellerini
kaldırmış; dua dua yalvanyordu. O kadar içten ve ısrarcıydı ki, bu durum
yanındakilerin gözünden kaçmadı. Kanncalanmış avuçlannı semaya kaldınp gözlerini
semaya dikmiş, içtenlikle şöyle dua ediyordu:
-
Allah'ım! Şu, iki adamda dinini aziz kıl: Ömer İbn Hattab ve Amr İbn Hişam!347
Ömer
İbn Hattab. sert yapılı bir adamdı; gözü pekti ve kimseden çekinmezdi. Bu
tavır, adeta ona babasından kalan bir mirastı. Onun için eniştesiyle kız
kardeşi, Müslüman olduklannı Ömer'den gizlemişlerdi, kimseye fark ettirmeden
namaz kılıp Kur'an okuyor; gizliden gizliye de tebliğde bulunuyorlardı.
Aslına
bakılırsa Hz. Ömer, gelişmeleri uzaktan izliyor; üzerindeki baskılan bir türlü
atıp da Müslüman olamasa da, en azından bu dini tercih edenlerdeki fazileti
görüp takdir ediyordu. Bir akşam, Kabe'ye gelmiş ve orada geeelemeye karar
vermişti. Bu sırada Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) buraya
347 Hakim, Müstedrek,
3/574 (6129)
341
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
geldi
ve Kur'an okumaya başladı; Hakka suresini okuyordu. Hz. Ömer, ilk defa
duyuyordu ve sözdeki cezbe çok hoşuna gitmişti. Etkisinden kurtulmak için bir
kulp takması gerekiyordu ve tepki olarak Kureyş'in dediği gibi:
- Şair, deyiverdi.
Ancak gelen ses devam ediyordu:
- Şüphesiz ki o,
kerim bir elçi olan Cibril'in sözüdür; asla
bir şairin kavli
değildir. İnanmamak için ne kadar da ayak diretiyorsunuz!
Olacak
şey değildi! Aklından geçirdiği yakıştırmaya hemen cevap gelmişti. Bu sefer:
-
Kahin, diye geçiştirmeye çalıştı. Ses gelmeye devam ediyordu:
-
O, bir kahin sözü de değil; siz ne kadar da az zikrediyorsunuz! O, alemlerin
Rabbi tarafından indirilen ulvi bir kelamdır.348
Bu
şekilde Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), sureyi sonuna kadar okumuş
ve Ömer de bunu, büyük bir şaşkınlık ve merak içinde dinlemişti. O gece bir
hayli ve uzun uzun düşündü. Zihnen gelgitler yaşıyordu. Ama bunlar, henüz
Ömer'i harekete geçirip saf değiştirecek güçte değildi. Onun için ertesi
sabah, yeniden eski arkadaşlannın arasına dalmış, eski alışkanlıklanna geri
dönmüştü.
Amr
İbn Hişam (Ebu Cehil) ise, her fırsatta Allah Resülü'ne karşı çıkan ve din
adına her gelişmeyi engelleme yanşına girişen ve bundan da haz duyan bir
adamdı. Bugüne kadar Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), onun da Müslüman
olması için çok uğraşmış, ama ona bu, bir türlü nasip olmamıştı. Defalarca
kapısına kadar gitmiş; fakat her defasında hakaretle karşılaşıp mübarek yüzünde
tükürükle geri dönmüştü. Buna rağmen Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern), Ebu Cehil'in peşini bırakmıyor ve bir de dualanna alarak, her şeye
rağmen
348 Bkz. Hakka, 69/42
342
Hz. Ömer'in Gelişi
onun
da kalbine iman koyması için Allah'a dua ediyordu. Ancak bu dua, Ömer için kabul
görecek ve kaybeden Ebu Cehil olacaktı.
Efendimiz'in
dua ettiği günün ertesi sabahında Ömer, Safa tepesine yönelmiş; İbn Erkam'ın
evinde buluşan mü'minlere kötülük yapma niyetiyle yola düşmüş; kılıcı belinde,
tam tekmil yürüyordu. Yolda giderken karşısına, Müslüman olduğu halde imanını
giZıeyen bir başka sahabe Nuaym İbn Abdullah çıkıverdi. Gördüğü manzara
Nuaym'ı endişelendirmişti; zira Ömer, o kadar öfkeliydi ki, burnundan
soluyordu. Ne yapıp edip onu yolundan çevirmeli ve böylelikle şerrinden emin olmalıydı.
Onun için:
- Nereye gidiyorsun
ey Ömer, diye sordu.
- Şu Kureyş'in
arasına iftirak salan, atalan ve ilahlan hak-
kında kötü sözler
söyleyen ve onlan ayıplayan sabi Muhammed'i öldürmeye gidiyorum, cevabını
verdi.
Zannında
isabet etmişti; Ömer gerçekten çok kötü bir niyet taşıyor ve bu niyetini icra
etmek için de yola koyulmuş, İbn Erkam'ın evine gidiyordu. Ne yapıp edip onu bu
yolda çevir.meliydi. Aklına ilk gelen şey, Ömer'in eniştesiyle kız kardeşi
oldu.
-
Vallahi de nefsin seni aldatmış ey Ömer! Abdimenafoğullannı kendi halinde
bırakıp da gidiyor; Muhammed'i öldürmek için yol alıyorsun? Bari, kendi evine
dön de, önce onların işini hallet!
Ömer,
büyük bir şok geçirmişti. Olamazdı; onun haberi olmadan kendi ailesinden birisi
gidip de Müslüman olamazdı! Onun için hemen sordu:
- Kendi evimde ne var
ki? Yoksa? ..
Evet...
Kendi ailesinden de bu tatlı su kaynağına uğrayan ve o pınardan doya doya
içmeye başlayanlar vardı. Ancak Ömer bunlardan habersizdi ve çabuk söylemesi
için Nuaym'ı sıkıştınyordu. Nihayet Nuaym, en azından hedef değiştirmiş
343
Efendimiz (sallallalıu
a l e y h i ve sellem)
ve bir müddetliğine
de olsa zaman kazanmıştı. Şimdi ise, gerçeği söylemek durumundaydı:
-
Enişten ve amcaoğlun Said İbn Zeyd349 ile kız kardeşin Fatıma Binti
Hattab. ValIahi onlar da Müslüman olup Muhammed'e tabi oldu, O'nun dinine
girdiler; sen önce kendi meseleni hallet, dedi Ömer'e.
Ömer'in
beyninde ardı ardına şimşekler çakmıştı. Nasıl olur da, haberi olmadan kendi
hanesinden birileri gider ve bu akıntıya kapılabilirdi? Meseleye hemen müdahil
olmalı ve el koymalıydı. Onun için, anında yön değiştirdi. Adeta uçarak
gidiyordu. Ancak, bu seferki hedefi, Allah Resülü değil; eniştesiyle kız
kardeşiydi.
Tam
kapıya yaklaşmıştı ki, içeriden yürek yakan bir ses duydu. Kabe'de geçirdiği
geceyi hatırlatan bir sesti bu. Her ne kadar bu sesin sahibi farklı olsa da,
kaynağı aynıydı. Habbab İbn Erett'in sesiydi bu:
-
Ta-ha. Biz Sana bu Kur'an'ı sana güçlük çekesin diye indirmedik. ..
Henüz farkında olmasa
da koca Ömer erimeye başlamıştı.
Ancak
o, bir anda teslim olacak gibi gözükmüyordu. Kendini toparlayıp şiddetle
kapının tokmağını dövmeye başladı. Bir taraftan da gür sesiyle bağınyor, bir an
önce kapıyı açmalarını istiyordu.
Ömer'in
sesini kapıda duyan ev halkında büyük bir telaş başlamıştı. Zira niçin geldiği
belli olmuştu. Evde kendilerine Kur'an öğreten Habbab'ı bir kenara gizlediler
ilk olarak. Ardından da, ellerindeki Kur'an ayetlerini dizinin altına aldı
kardeşi Fatıma. Evin hali, Ömer'in gelişine müsait hale gelir gelmez de kapıyı
açtılar, ürpererek.
Ömer
çok zeki bir insandı; kapının geç açılması da onu iyice işkillendirmişti. Hemen
sordu:
349 Said İbn Zeyd,
aynı zamanda Hz. Ömer'in amcaoğlu oluyordu.
344
Hz. Ömer'in Gelişi
- Biraz önce duyduğum
o ses ne idi? "Sesfalan duymadzn Id" manasında: - Ne sesi
duydun ki, demeye çalıştılar.
- Hayır, duydum, dedi
ve ardından; hiddetle üzerlerine
yöneldi. Bir taraftan
söyleniyor, diğer yandan da ateş püskürüyordu:
- Duydum ki, sizler de Muhammed'in dinine girmiş, O'na
tabi olmuşsunuz, dedi ve hızını alamayıp eniştesi Said İbn Zeyd'e şiddetle
vurdu. Kız kardeşi Fatıma, Ömer'e engel olmak isteyince bir darbe de ona
indirdi. Ömer gibi birinin sillesine dayanmak zordu ve Hz. Fatıma, kanlar
içinde kalakalmıştı. Ancak bu, onun için yeni bir hamlenin başlangıcıydı.
Zira, artık kaybedeceği bir şeyi kalmamıştı. Nasılolsa ağabeyi her şeyden
haberdardı. Hem, Hz. Fatıma da aynı toprağın semeresi, Hattab ailesinin bir
kızıydı. Öyleyse hala gizlemenin bir anlamı olamazdı ve yiğitçe bir tavırla
dikildi ağabeyinin karşısına:
- Evet, biz de Müslüman olduk! Ne var bunda! Allah ve
Resülü'ne iman ettik biz. Haydi şimdi istediğini yap bakalım!
Ömer, üçüncü vurgununu yemişti. Normal şartlarda bir
insanın kendisine böyle tavır takınmasının imkanı olamazdı. Hele bir kadın
çıkacak ve Ömer'e karşı koyacakh! Nasıloluyordu da kız kardeşi, Ömer'e cevap
yetiştiriyor ve meydan okurcasına bir tavır sergileyebiliyordu? Ortalığı derin
bir sessizlik bürümüştü. Uzun uzun kardeşinebaktı Ömer; kanlar içinde
kalmıştı; ama duruşunda ayn bir asalet vardı. Yaralı aslan gibi bir duruşu
vardı; her şeye rağmen onurunun peşindeydi. Bakışlannda, hayatı istihkar
vardı: "Öldürsen ne çıkar, biz, gerçek huzuru Muhammed'in yanında
bulduk." mesajlan gizliydi. Belli ki bu vurgun, koca Ömer'i dize
getirmişti. Demek ki bunun için, enişte ve kız kardeşin Ömer' den şiddet
görmesi gerekiyordu. Anlaşılan kader, o güne kadar karşı cephe adına kök
söktüren bir gücü, enişte evinde eritrneyi takdir
345
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
buyurmuştu.
Yaptıklanna bin pişman olmuştu. Ömer'deki değişim, gün yüzüne çıkmak üzereydi;
ses tonunu kontrol altına almış bir şekilde kız kardeşine seslendi:
-
Ben buraya gelirken okuduğunuz şu sayfayı bana ver de, Muhammed'e gelen şey ne
imiş bir bakayım.
Onlar
da şaşırmışlardı. Bir aralık, vermekle vermemek arasında tereddüt yaşadılar.
Çünkü Ömer, sayfayı alıp yırtabilir, ağzını bozup Kur'an ve Efendileri
hakkında uygunsuz sözler sarfedebilirdi. Onun için Hz. Fatıma:
-
Ona bir kötülük yapmandan endişe ediyoruz, diye cevapladı.
-
Korkma, diyordu Ömer, alttan alarak. Ardından da, hiçbir zarar vermeden, okuduktan
sonra geri vereceği hususunda yemin ederek güvence verecekti.
Biraz
önce kanlar içinde kalan kız kardeşin sevincine diyecek yoktu; ağabeyinin
gelişini sezmişti artık. Tanıyordu onu zira ... Ömer çözülmüştü. Onun için bir
adım daha attı:
-
Ey kardeşim! Sen, hma şirkin kirliliği içindesin; halbuki bu Kur'an'a necis
olanlar el süremez!
Peki, o zaman ne
yapmak gerekiyordu?
Hemen
guslü anlattı Hz. Fatıma ... Zira bu, Allah kelamıydı ve Allah'ın razı olacağı
şekilde ele alınmalıydı.
Ömer
için bu, büyük bir imtihandı. Ancak, bu büyük vurgunun ardından o, kesin
karannı vermiş ve son tercihini yapmıştı. Gitti ve kardeşinin anlattığı
şekilde abdest aldı. Biraz önceki kasvet, yerini cennet bağlanndaki huzura
bırakmış, yüzlerden mutluluk akıyordu.
Bu
arada Hz. Fatıma, Ta-ha suresinin yazılı olduğu sayfalan Hz. Ömer'e vermiş; o
da okuyordu. Bir noktaya gelince kendini tutamadı ve:
- Ne güzel kelam ...
Ne tatlı ifadeler bunlar, dedi.
346
Hz. Ömer'in Gelişi
Beri tarafta; gizlendiği yerden Hz. Ömer'in Kur'an
okuyuşunu dinleyen ve okuduktan sonra da kanaatini izhar eden, yorumuna şahit
olan Habbab İbn Erett, tekbir getirip haykırmamak için kendini zor tutuyordu.
Daha dün akşam İbn Erkam'ın evinden yükselen dua, bütün canlılığıyla zihninde
duruyordu. Bir dua, bu kadar kısa sürede icabet görür ve iki Ömer' den biri bu
kadar kısa sürede huzura gelir miydi! İşte şimdi Habbab, gizlendiği yerden buna
şahit oluyordu. Çok geçmeden de, heyecanını yenemeyip saklandığı yerden çıktı
ve Hz. Ömer'e:
- Ey Ömer! ValIahi de ben senin, Allah'ın Nebisi'nin
duasına mazhar olduğunu umuyorum! Daha ben dün, O'nu, "Allah'ım! Ne
olur, dinini şu iki Ömer'den birisiyle te'yid buyur. Ömer İbn Hattab ve Amr İbn
Hişam!" diye dua ederken duydum. Allah'a yemin olsun ki işte bu o, ya
Ömer, diye seslendi.
Hz. Ömer, iki sürprizi birden yaşıyordu; öncelikle Habbab'ın
burada ne işi vardı ve şimdiye kadar neredeydi? Niye saklanmış ve şimdi niçin
gelip de kendisine bunlan söylüyordu?
Onun için ikinci sürpriz, öldürmek için kılıcını
kuşanıp da yanına gitmeye çalıştığı Allah Resülü'nün büyüklüğüydü.
Arada
ancak bu kadar fark olabilirdi. Sen O'nu öldürmek isteyecek ve yola
koyulacaksın, O ise, senin imanını kurtarmak için vakit ayıracak ve dua dua
Rabbine yalvaracak! Aman Allah'ım, bu ne azamet ... Bu ne büyüklüktü!
Artık o heybetli
Ömer'i büyük bir mahcubiyet bürümüştü.
Habbab'a döndü ve:
-
Ey Habbabl Bana Muhammed'in yerini gösterebilir misin? Hemen yanına gitmek
istiyorum, dedi.
-
Şimdi 0, Safa tepesinde arkadaşlanyla beraber bir evde bulunuyor.
Artık Hz. Ömer'in
hedefi belliydi. Gerçi bu hedef, sabah
347
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
evinden çıktığı
zamanki hedefle aynıydı; ama bu sefer niyet farklıydı.
Çok geçmeden İbn
Erkam'ın kapısını çalıyordu Hz. Ömer.
Delikten
dışarıya bakan sahabe, kapıdakinin Ömer olduğunu görünce heyecan ve korku ile
hemen Resül-ü Kibriya'nın yanına koşmuştu:
-
Ya Resülallah! Kapıdaki Ömer! Kılıcını da kuşanmış kapıda bekliyor, diyordu.
Hz. Hamza ileri atıldı:
- İzin ver, gelsin ya Resülallahl Şayet, gelişiyle
hayır murad ediyorsa biz de onu alır bağnmıza basanz. Ancak kötü bir niyet
besliyorsa işte o zaman biz, kılıcını alır ve kendi kılıcıyla onu öldürürüz!
Zaten, Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da
farklı düşünmüyordu. Duanın ne büyük bir silah olduğunu söyleyen de, ellerini
açıp Ömer için dua eden de zaten O değil miydi? Elbette bu sıkıntılar içinde
Allah (celle celaluhü), Habibi'ni yalnız bırakmayacak ve isteklerine cevap
verecekti. Talebinin kabul görmesinin şükrü içindeki Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem):
- İzin verin gelsin, buyurdu. Kendileri de, oturduklan
yerden kalktı. Belli ki, Ömer'in gelişini ayakta karşılamak istiyordu.
Kapı açılmış ve dev cüsseli Ömer de içeri girmişti. Karşısında,
şefkatle kendisine kucak açan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) duruyordu.
Bu sıcaklığın bir benzeri, ancak cennetlerde bulunabilirdi. Allah Resülü önce,
şiddetle kavrayıp sinesine sardı Hz. Ömer'i ve ardından da:
- Şimdiye kadar neredeydin ey Hattaboğlul Allah'a yemin
olsun ki neredeyse, Allah başına bir musibet getirinceye kadar gelmeyeceğini
düşünür olmuştum, buyurdu.
-
İşte; geldim ya Resülallah! Allah'a, Resülü'ne ve O'nun katından gelenlere iman
etmek için geldim!
İbn Erkam'ın evinden
Safa tepesine doğru coşkulu bir
348
Hz. Ömer'in Gelişi
tekbir
yankılanıyordu; zira, Hz. Ömer'in gelişini duyan ve akşamki duaya muttali olan
-Resülullah dahil- herkes, heyecandan kendini tutamamış ve bir ağızdan tekbir
getirmeye durmuştu. Zaten, Ömer'in gelişi de ancak böyle karşılanırdı!
Hz.
Ömer'in gelişi, artık yeni bir dönemin başladığını gösteriyordu. Hz. Hamza'dan
sonra Ömer gibi bir gücü daha yanlannda gören ashab-ı Resülullah, birer ikişer
İbn Erkarn'ın evinden çıkmış; Safa tepesindeki tekbiri Mekke'ye yaymanın
yanşına girişmişlerdi.s'? Zira Hz. Ömer'in gelişi, herkese ayn bir güç vermiş;
o Müslüman olduktan sonra daha bir izzetle dolaşır olmuşlardı; namaz kılarken
daha rahat hareket ediyor, Kur'an okurken de başkalannın musallat olmasından o
kadar endişe duymuyorlardı. İbn Mes'üd hazretlerinin dediği gibi Hz. Ömer'in
Müslüman oluşu, din adınabir fetih anlamına geliyordu.s"
Hz.
Ömer Müslüman olmuştu olmasına, ama içinde yaşadığı değişimi herkese
haykırmadan rahat edecek gibi görünmüyordu. Onun için Efendimiz'e döndü ve:
-
Ya Resülallahl Biz hak üzere olduğumuz halde neden dinimizi gizliyoruz ki?
Halbuki onlar, batıl üzere olduklan halde anlayışlannı açıktan dile
getiriyorlar, dedi. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), sabır ve temkin
insanıydı. Daha önce Ebu Bekir'e seslendiği gibi seslendi ona da:
-
Ey Ömer! Zaten yaşadıklanmızı görüyorsun ... Bizler henüz bunu yapacak sayıda
değiliz.
-
Seni hak ile gönderen Allah' a yemin olsun ki, daha önce hangi meclislerde
dolaşmışsam gidip hepsinde imanımı haykıracağım, dedi ve İbn Erkam'ın evinden
çıktı. ilk uğradığı yer, Kabe idi. Önce, yılların yanlışlığına inat göstere
göstere
350 Bkz. İbn Hişam,
Sire, 2/187 vd. 351 Bkz.
İbn Sa'd, Tabakat. 3/270
349
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
tavaf etti onu. Sonra
da Kureyş'in yanına gitti. Anlaşılan, zaten onlar da bu gelişi bekliyorlardı.
Ebu Cehil öne atıldı:
-
Herhalde sen de sabi olmuşsun.w dedi alaylı bir üslupla. Ömer, kendince
kükredi:
-
Ben şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur ve Muhammed de, O'nun hem
kulu hem de Resülü'dür.
Bunu
söyleyen dünkü arkadaşlan Ömer bile olsa, müşriklerin buna tahammülleri yoktu
ve hep birden üzerine üşüşüverdiler. Ancak, ortada bir Ömer gerçeği vardı.
Üzerine ilk gelen Utbe'yi kaptığı gibi altına almış, güzelce
hırpalayıvermişti. Parmağı gözüne batan Utbe, feryad ü figan içinde çırpınıyor
ve ıstıraptan Mekke'yi inletiyordu. Kolay lokma olmadığı zaten belliydi; ama
Ömer sanki eski Ömer' den daha güçlü ve çevik çıkmıştı. Etrafındaki kalabalık
bir anda dağılıverdi. İslam'ın izzetini Mekke sokaklannda temsil ederek
yürüyen Ömer' e artık kimse karşı koyamıyordu. O da, Resühıllah'ın yanmda
verdiği sözü yerine getirmek için bütün meclisleri dolaştı ve duymayan
sağırlara da duyurdu adını ve İslam'ın güzelliklerini.
Yine
de Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) endişelenmişti. Nihayet gelişini
görünce de, üzerine titrercesine neler olduğunu sordu. Vazifesini kusursuz
yerine getirmenin huzuroyla Hz. Ömer anlatmaya başladı:
-
Anam-babam Sana feda olsun ya Resülallahl Endişe edeceğiniz hiçbir şey yok!
Allah'a yemin olsun ki, İslam'la şereflenmeden önce uğradığım her bir meclise
uğradım ve içimden geldiği gibi kimseden korkup çekinmeden imanımı haykırdım.353
352
Yıldızlara kutsiyet atfederek onlara ibadet eden bir düşünce biçimi. Semadan
vahiy geldiği için Kureyş ileri gelenleri Müslümanlık hakkında bu ifadeyi kullanarak
onu hafife almaya çalışıyorlardı.
353 İbn Kesir,
el-Bidaye ve'n-Nihaye, 1/439
350
Hz. Ömer'in Gelişi
Risalet vazifesiyle serfiraz kılındıktan sonra da
Efendimiz (sallallabu aleyhi ve sellern), vahiy öncesinde mesken tuttuğu Nur
dağına zaman zaman gider ve Hira'da huzur soluklamak isterdi. Bu ziyaretleri
sırasında bazen, her an O'nunla birlikte olmak isteyen ashabı da yanına takılır
ve böylelikle müşterek bir ziyaret gerçekleştirirlerdi.
Yine
böyle bir gün Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali,
Hz. Talha, Hz. Zübeyr, Hz. Abdurrahman, Hz. Sa'd ve
Hz. Said İbn Zeyd'le birlikte Hira'ya çıkmışlardı. Tam bu sırada Nur
dağı, şiddetle sarsılmaya başladı. Belli ki, O'nunla birlikte bu davayı
geleceğe taşıyacağına inandığı bu insanlar için endişe duymaya başlamıştı.
Bunun üzerine Efendiler Efendisi (sallallabu aleyhi ve sellem):
- Yerinde dur Hira,
diye seslendi. Zira senin üzerinde bulunanlar, bir Nebi, bir sıddik ve
şehitten başkası değil!354 Bunu söylerken, keskin nazarlannı geleceğe yöneltmiş
ve yanındaki arkadaşlarının son demlerinde başlarına gelecekleri teker teker
haber veriyordu.355
354
Müslim, Fezailü's-Sahabe, 44 (50/2417); Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 1/188; Nesai,
Sünen, Vakfü1-Mesicid, 4 (3609)
355
Bu bir mucizeydi ve aradan geçen yıllar, tarihe Sıddik olarak adım yazdıran Hz.
Ebubekir'in dışındakilerin tamamının şehid olarak dünyaya veda ettiğine
şahitlikte bulunacaktı. Hatta Cemel günü Hz. Zübeyr, Hz. Ali'nin haklı olduğunu
anlayıp savaşmaktan vazgeçip geri dönüp, Sibi' vadisinde namaz kılarken
kendisini arkadan vuran İbn Cürmüz, Hz. Ali'den iltifat almak için bir çırpıda
Halife'nin huzuruna gelmiş ve kendince müjde(!) vermek istemişti. Hz. Ali,
onun müjde olarak getirdiği bu meş'üm haberle beyninden vurulmuştu. Dünyası
yıkılmış gibiydi ve önce:
- İşte bu kılıç,
Resülullah'tan o günkü sıkınbyı uzaklaştırmak için çekilen kılıçtı, dedi.
Ardından da:
- Safiyye'nin oğlunu
öldüren, cehennemdeki yerini hazırlasın, dedi. Bkz. İbn
Kesrr,Bidiye,7/250;Kurtubi,T~k,16/321
351
Vahiy geleli beş yılolmuştu. Aylardan Recep idi. İbn Erkanı'ın
evi, kısmen de olsa problemi çözmüş, imana ait meseleIerin daha sakin bir
atmosferde görüşülmesine zemin hazırlamıştı. Ancak bu, sadece söz konusu evle
sınırlı bir durumdu; buradan ayrılan insanlar, yeniden takibe alınıyor ve
bilhassa zayıf ve korumasız olanlar, giderek artan bir şiddete maruz
kalıyorlardı. Her geçen gün Mekkeliler, daha bir acımasız oluyor ve
inananlara, Müslümanca yaşama hakkı tanımıyorlardı. Onun için daha kalıcı bir
çözüm gerekliydi.
Bu
arada Allah (celle celaluhü), Cibril-i Emin vasıtasıyla mü'minIere yeni bir
yol göstermişti:
- Bu dünya hayatında ihsan şuuruyla hareket edenlere
Allah da ihsanla muamele eder. Ve şüpheniz olmasın ki, Allah'ın yarattığı
yeryüzü çok geniştir; bununla birlikte sabredip de dişini sıkanların mükafatı,
sayısız bir şekilde kendilerine verilecektir.s"
Ayet, herkese açıktan hicret emri vermemekle birlikte
böyle bir yolculuğun, dini hayatı yaşayabilmek adına getireceği rahatlıktan
bahsediyordu. Madem ki yeryüzü genişti; o zaman bu genişlikten istifade
edilmesi gerekiyordu. Bunun
356 Bkz. Zümer,
39/10
353
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
için de Allah Resülü (sallallalıu
aleyhi ve sellem), şöyle bir yönlendirmede bulunacaktı:
-
Keşke Habeşistan'a gidebilseniz. Zira orası güvenli bir yerdir; hem, orada bir
melik var ki, yanında kimseye zulmedilmez!
Habeşistan,
Mekke için tanıdık bir yerdi; zira ticaret maksadıyla sıklıkla buraya gelirler
ve belli başlı ihtiyaçlannı buradan giderirlerdi. Bu gidiş-gelişlerde, ülkenin
genel yapısı hakkında bir hayli malümat sahibi olunmuştu. Buna binaen de
mü'minler, Necaşi'nin ülkesine sevkediliyordu.
Efendimiz'in bir
işareti bile kitleleri harekete geçirirdi.
Kaldı
ki, açıktan Habeşistan'a gitmenin bugün için daha güvenli olduğunu söylüyor ve
inananlan o istikamette yönlendiriyordu. Onun için, hemen hazırlıklar başladı
ve Mekke' deki şiddete hedef olmaktan kurtulup dinlerini daha iyi yaşayabilmek
için dördü kadın toplam on beş357 kişilik bir ekip yola koyuldu. Başlannda,
Efendimiz'in damadı Hz. Osman da vardı. Elbette bu yolculuk, fırsat kollayan
Kureyş'ten gizli yapılacaktı. Gecenin karanlığında ve kimseye haber etmeden
Mekke'den yeni bir dünyaya hicret yaşanıyordu. İlk hicretti bu; sonrasının
nelere gebe olduğu belli değildi; ama ne önemi vardı! Yönlendiren O olduktan
sonra buna ne gamdı!
Kimisi
yürüyerek kimisi de binek üzerinde sahile kadar gelmişlerdi. İnayet-i ilahiye
yollanna su serpmişti bir kere; kendilerini sahilde bekleyen iki gemiyle
karşılaştılar ve yanm dinar karşılığında bu gemilere binerek Habeşistan'ın
yolunu tuttular.
357
Bu sayının, on iki erkek ve dört kadın olmak üzere on altı olduğuna dair de
rivayet vardır. Bkz. Taberi, Tarih 1/547.
354
Habeşistan Hicretleri
Beri
tarafta Mekke'de, Hz. Osman ve hanımı Rukiye validemiz, Mus'ab İbn Umeyr,
Abdurrahman İbnAvf, Ebu Selerne ve hanımı Ümmü Selerne validemiz358
ve Osman İbn Maz'ün gibi önde gelen isimlerin de aralarında bulunduğu bu
insanların yokluğu kısa süre içinde anlaşılmıştı ve arayıp bulmak için arkalanndan
Kureyş'in elçileri gitmişlerdi. Ancak, artık çok geç kalmışlardı; zira, sahile
geldiklerinde gemiler çoktan hareket etmiş ve mü'minler, sahil-i selamete
yelken açmışlardı.
Nihayet,
Habeşistan'a ulaştılar; artık ne Ebu Cehil'le Ebu Leheb'in tahakkümleri, ne
Utbe ve Şeybe'nin hakaretleri ve ne de Ukbe ile Ümeyye'nin sataşmalan vardı!
Mekke'de iken, sadece dinlerini yaşama adına attıkları her adımda karşılarına
dikilen bütün engeller bir anda yok olmuş, namazlarını huzur içinde kılıp huşu
ile Kur'an okuma fırsatı bulmuşlardı.sc?
Efendiler
Efendisi, Habeşistan'a gidenlerden uzun zaman haber alamamıştı, başlarına neler
geldiğini merakla bekliyordu. Nihayet o cihetlerden gelen bir kadın, huzura
gelip Hz. Osman ve Hz. Rukiye'yi gördüğünü anlatacaktı. Bu haber karşısında
sevinen Habib-i Zişan:
-
Şüphesiz Osman ve hanımı, İbrahim ve Lut'tan sonra ailecek hicret eden ilk evin
sahibidir.a'? buyuracaktı.
Bu
ilk yolculuk, Recep ayında gerçekleşmişti. Aradan iki ay daha geçmişti. Ramazan
ayının bir gününde Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), yine Kabe'ye
gelmiş, Rabbine ibadet ü taatle meşguldü. Yine etrafında bir kalabalık
birikmiş, ne ya-
358 Bkz. Müslim,
Sahih, 2/631 (918) Ebü Seleme'nin vefatından sonra Efendimiz'e eş olma
balıtiyarlığına erecek ve 'mii'minlerin annesi' sıfatını alacaktır. 359 Bkz.
Taberi, Tarih, 1/547
360
Hakim, Müstedrek, 4/50 (6849). Başka bir rivayet ise, "Şüphesiz Osman, bu
ümmet içinde ailesiyle birlikte hicret edenlerin ilkidir." şeklindedir.
Bkz. İbn Sa'd, Tabakat, 1/203 vd. Taberi, Tarih, 2/222
355
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
pacağını
seyre dalmışlardı. Bir ara Efendiler Efendisi, bütün hücreleriyle birlikte
Kur'an okumaya başladı; Necm suresini okuyordu. Kulaklanna gelen bu kelam,
oradakilerin daha da dikkatini çekmiş ve pürdikkat O'nu dinliyorlardı. Zira, o
güne kadar hep işin şamatasını yapmış ve yanlannda Kur'an okunduğunda kuru
gürültü yaparak, kelam-ı ilahiden insanların istifade etmelerine engelolmak
isternişlerdi.a'" Belki de ilk defa bu kadar net işitmiş, ilahi kelamın
ağırlığını ilk defa engelsiz dinleme fırsatı bulmuşlardı.
Herkes, gerçek niyetini unutmuş, kendini Kur'an'ın sihirli
dünyasına kaptınvermişti. Yürekleri okşayan o ilahi beyan, adeta zihinlerindeki
bütün kir ve pası silip süpürmüş; onlan da bambaşka insanlar haline
getirivermişti. Nihayet Efendiler Efendisi, surenin sonundaki secde ayetini
okuyunca hemen secdeye gitti. O da ne; dinleyen herkes, yaptıklarını hiç sorgulamadan
Allah Resülü'nü taklit edip O'nunla birlikte secdeye gidiyordu! Sanki bu kelama
ve onu tebliğ eden Resülullah'a savaş ilan edenler onlar değildi! Kabe'nin
Rabbi, sanki gelecek günlerin perdesini aralamış, onlardan birini Mekke
sakinlerine gösteriyordu.
Tabii olarak bu manzarayı seyreden başkalan da vardı; o
kadar yakında olmadıklan için gördükleri bu manzaraya bir anlam verememiş ve
Efendimiz'le birlikte secdeye giden Mekkelileri kınıyorlardı. Onlan yeniden
küfür çizgisine çağıran bir kınamaydı bu ve çok geçmeden hemen, kendilerinin
büyülerıdiğini iddia ederek gerisin geriye dönüvereceklerdi.
Bu hadise, Habeşistan'a ulaşıncaya kadar şekil değiştirmiş
ve sadece zahiri görüntüsüyle birlikte anlatılır olmuştu. Habere göre, artık
Mekkeliler Müslüman olmuştu. Öyleyse Resülullah'tan ayn kalmaya ne hacet vardı!
Mekkeliler Müslüman olmuşsa, orada işkence ve sıkıntı da kalmamış demek-
361 Bkz. Fussılet,
39/26
356
Habeşistan Hicretleri
til
Gerçekten de çok sevinmişlerdi. Bir taraftan da, hayret etmiyor değillerdi; bu
kadar kin ve inat, iki ay içinde nasılolur da değişebilir, katı kalpler bir
anda nasıl da yumuşayıp Hak karşısında secdeye gidebilirdi! Demek ki Allah
dileyince her şeyolabiliyordu ve hemen geri dönme karan aldılar.
Yine gemiye binmiş ve karşı sahile ulaşmışlardı. Artık,
Efendimiz'e, Mekke'ye, Kabe'ye, diğer mü'min kardeşlerine, çoluk-çocuklanna ve
mal-mülklerine kavuşacak olmanın heyecanıyla yürüyorlardı. Nihayet, Mekke'ye
bir saatlik bir mesafeye geldiklerinde işin gerçek yüzünü anlamışlardı. Bir
yanlış anlamanın kurbanı olmuşlardı! Gerçekten de zor bir durumdu; geri dönüp
yeniden Habeşistan'a gitmekle Mekke'ye girmek arasında gidip geldiler bir
müddet! Daha sonra da, bir kısmı geri dönüp Habeşistan'a gitmeyi; diğer bir
kısmı da, gecenin karanlığını bekleyip Mekke'ye girmeyi tercih edecekti.
Evet, Habeşistan'a geri dönenler yine kurtulmuştu;
belki, yakınlanna kadar geldikleri halde Resülullah'la görüşernemiş, Kabe'yi
ziyaret edip arkadaşlanyla hasbihal de edememişlerdi. Ancak, en azından
Mekke'nin kin ve nefretinden korunmuş; huzur içinde ibadetlerini
yapabilecekleri bir zemine yeniden kavuşmuşlardı. Mekke'ye geri gelenler ise,
kendilerine sahip çıkacak bir hami bulabilenler, bir müddetliğine de olsa
işkenceden kurtulmuşlardı. Ancak diğerleri, yeniden eski günlere geri dönmüş ve
kendilerini, eskisinden de beter bir sıkıntının içinde buluvermişlerdi. Bu
sefer, müşrikler önceki gidişi de bildiklerinden dolayı işi ihtimale bırakmıyor
ve karşılaştıklan her yerde söz ve tiille mukabelede bulunup işkence
yapıyorlardı.
Mus'ab İbn Umeyr'in Durumu
Mekke'de bunalanların Habeşistan'a hicret haberini alınca
Mus'ab İbn Umeyr de, ümitlenmiş ve bir yolunu bularak, hapsedildiği yerden
kurtulup Habeşistan'a hicret etmişti. Al-
357
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern)
lah
yolunda hicret eden ilk muhacirler arasında artık o da vardı; ne anne şiddeti
ne de babasının başında ekşimesi kalmıştı! Şimdi ise, zemherirde açan güneş
gibi Habeşistan dönemi bitmiş; yeniden Mekke'ye dönmüşlerdi.
Annesi için bu, bulunmaz bir fırsattı ve döner dönmez
tekrar hapsetmek istedi Mus'ab'ı! İkisi de kararlıydı ve ikisi de gözyaşı
döküyordu; annesi, öz evladını kendince bir hayal uğruna kaybetmenin
üzüntüsüyle ağlıyor, oğul ise, Hakk'a kalbinin kapılannı kapatıp üstüne gelen
annesinin gereksiz inadına yanıyordu! Yüreği imanla dolup taşan bir delikanlının,
imana ateş püsküren bir anneyle imtihanı, küfürde inatla imanda ısrann bir
mücadelesiydi!
Bu durum, kendi öz evladı Mus'ab'ı evinden kovacağı ana
kadar da devam edecekti. Kendini dinlemeyen birine, 'oğlu' nazanyla
bakmayı düşünmüyordu Hiinôs Binti Malik. Yine böyle bir gün, iyice
sinirlenmişti. Israr etmişti; ama Mus'ab, Allah'ı inkar edip bir türlü putlara
temenna durmuyordu. Duyduğu kin, evlat sevgisini gölgede bırakacak mahiyetteydi
ve:
- Ne halin varsa gör. Artık ben senin annen değilim, deyiverdi.
Her şeyden mahrum etmişti Mus'ab'ı ... Öz oğlunu kovup, evinin kapılannı
sürgülerken, aynı zamanda imana da kalbini tamamen kapatmış oluyordu.
Bir annenin oğlundan kopması ne kadar zor ise, imana
uyanmış bir evladın, annesini 'ebedi yokluk' içinde kendi haline
bırakması da o derece dayanılmazdı. Ancak, dünya adına vazifesinde kusur etme
niyetinde değildi Mus'ab! Mal-mülk de ne laf; gözünde ne dünya nimetleri ne de
gelecek kaygısı vardı. Başta annesi olmak üzere bütün insanlığın imanı doldurmuştu
gözlerini ve bir sevda olmuştu onun için bu! Adeta yalvardı annesine:
- Ey anneciğim! Ne olur bir de beni dinle! Gel, sen de,
yegane ilahın Allah ve Muhammed'in de O'nun kulu ve Resülü olduğuna bir
inanıver.
Habeşistan Hicretleri
Davet
ne kadar tatlı ve yumuşak ise, ona gelen cevap da o derece sert ve tavizsizdi:
-
Yıldızlara yemin olsun ki, asla! Senin dinine girecek kadar ne aklımı
kaybettim ne de şuurumu yitirdim!
Uğraşlar netice vermiyordu ve çaresiz vedalaşıp koptu
hanesinden! Sıcak bir yuvadan kovulmuştu kovulmasına; ama dünyanın en sıcak
bir gönlüne kuracaktı otağını! Geldi Resülallah'ın huzuruna, teslim oldu ona
ve ayrılmadı bir daha!
Artık Mus'ab da, diğer sahabeler gibi, bulabildiği
haşin libaslar içinde, bazen karnı doyan, zaman zaman da açlıktan kıvranan bir
insandı. O da artık, Habbabların, Bilallerin arasına girmişti. Güzel kokular
sürmeye alışkın mübarek cildi, açlık ve sıkıntıdan, baharda kabuk değiştiren
yılan derisi gibi kabarmış; pul pul dôkülüyordu.
Uzaktan meclise geliyordu bir gün! Yaklaşırken etrafındaki
sahabeletle birlikte gelişini seyrediyordu Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve
sellem) de. Mus'ab'ın yorgun; ama huzurlu halini süzen gözlere çoktan yaş
yürümüştü; başlar öne eğildi... Hüzünlenmişlerdi beraberce!.. Zira Mus'ab, eski
ve yıpranmış, köhne bir elbise içindeydi. İslam'dan önceki durumunu bilenlere,
onun bu hali çok dokunmuştu. Bilal, zaten fakirdi. Habbab ve Arnmar'ın da
imkanlan iyi değildi; alışkındı onlar yokluğa! Ama Mus'ab öyle miydi?
Gördükleri karşısında Resmallah da dayanamadı ve şunlan söylemeye başladı:
- Bu gelen Mus'ab'ı
ben, daha önce de görüyordum.
Anne-babası
yanında Mekke'de ondan daha kıymetli biri yoktu. O, bunlann hepsini Allah ve
Resülü için terk etti ve geldi buraya!
O ise, bütün bu olup bitenlere aldınş etmiyordu. Zira,
insana huzuru, elbise vermiyordu ki! Bir kalpte iman yoksa kalıp, bedeni
sıkan sürekli bir işkenceydi. O'nun bir hedefi vardı; iman adına gökler ötesine
uzanan bir vesileye tutunmuş, günden güne derinleşiyor ve sürekli mesafe alıyordu.
Günbegün
359
Efendimiz (sallallahu
a l e y h i ve sellem)
gelen ayetleri
ezberliyor, Mürşid-i Ekmel'inden, dininin inceliklerini öğrenip, hakkını
vererek yaşamaya çalışıyordu.
Hz.
Abdullah, Kureyş üzerinde söz ve şiirleriyle etkinliğiyle bilinen,
hitabeti dillere destan ve her meselede Kureyş'e akıl hocalığı yapan Süheyl
İbn Amr'ın oğluydu. Efendimiz'i, ilk defa amcası Selıt İbn Amr'dan
duymuş; Hz. Selit'in gayretleri neticesinde Müslüman olan diğer amcalan Hôtıb
ve Sekrôn'ıs: övgü dolu ifadelerine kulak vermiş ve çok geçmeden
Efendiler Efendisi'ne gidip teslim olan eniştesi Ebu Sebre ve ablası Ümmü
Gülsüm'deki değişimi de fark ederek İslamiyet hakkında kendisinde ciddi
bir merak uyanmıştı.
Anlaşılan,
Mekke'de yeni bir tatlı su kaynağı vardı ve demek ki, bunun farkına varan
herkes, teker teker bu kaynağa koşuyor ve kana kana pınarlanndan ab-ı hayat
yudumluyordu. Her ne kadar babası Süheyl, bu gelişmelerden rahatsızlık duyup
diliyle gelişmeleri hicvedse de amcalanna olan itimat ve güveni kendisini;
babasının bu konuda haklı olmadığı sonucuna götürüyor ve bu vesileyle de,
gelenek olarak tevarüs ettiği bütün anlayışlannı teker teker sorguluyordu.
Derken
bir gün, o da bu kaynağa koşmaya ve hayat bahşeden pınarlanndan doya doya içip
suya doymaya karar vermişti; amcalannın şefkatle kucaklayan bakışlan arasında
geldi huzura ve babasına inat, kelime-i tevhidi haykırarak Müslümanoldu.
Ancak
baba Süheyl, öyle kolay pes edecek birisine benzemiyordu; oğlu Abdullah'ın da
gidip Müslüman olduğunu duyunca küplere binmişti ve geri döndürmek için her
türlü vesileyi mübah göreceğini haykınyordu. Gerçekten de, dediğini yaptı ve
ilk karşılaşmalannda oğlu Abdullah'ı yakalayıp zincirlere bağladı. Günün her
saatinde yediği dayaklar, artık onun gıdası haline gelmiş; binbir hakaret ve
tahkirler de
360
Habeşistan Hicretleri
bunun
sos ve biberi gibi olmuştu. Hz. Abdullah için bunlar, tahammül edilemez
sancılardı. O kadar hiddet ve kararlılıkla üzerine geliyordu ki, iman adına bir
kelime bile duymak istemiyor, her defasında sözü, oğlu Abdullah'ın ağzına
tıkarak tek kelime bile etmesine müsaade etmiyordu. Hali, Arnmar'ın haline çok
benziyordu; şu kadar ki, Arnmar'ın başında ekşiyip ona işkence edenler
yabancılar iken Abdullah'ı inim inim inleten, bizzat öz babasıydı.
Zincirlere bağlı bulunduğu yerden, Habeşistan'a hicret
haberini almıştı. Amcası Sekran da Habeşistan'a gidenler arasındaydı. Bir ömür
böyle bağlı kalıp da her an babasından dayak yiyecek hali yoktu ve kafasına
koymuştu, bir fırsatını bulup kaçacak ve Habeşistan'a gidecekti.
Dediğini de yaptı Hz. Abdullah. Beri tarafta ise,
öfkeli baba Süheyl, oğlunun da elinden kurtularak Habeşistan'a gittiğini
duyunca çılgına dönmüştü; etrafına tehditler savuruyor ve bir gün yeniden eline
geçirdiği zaman, ona yapacaklannı sıralıyordu bir bir.
İşte bu sırada, Mekkelilerin Müslüman olduğu haberiyle
sevinen ve babasının da yumuşamış olabileceğini tahmin eden oğul Abdullah da,
Habeşistan' dan dönüyordu. Haberi alır almaz Süheyl, oğlu için düşündüklerini
hayata geçirmek için sabırsızlanmış, büyük bir hırsla oğlunun yolunu gözler
olmuştu. Nihayet, Mekke'ye gelir gelmez de hemen üzerine çullanmış ve onu bir
daha da çözülmernek üzere bağlamıştı. Artık Hz. Abdullah için, mütemadi
işkence vardı. Tek başına bir mahzende, açlıktan kıvnm kıvnm ve her daim
üzerinde ekşiyen bir babanın hakaret ve şiddetine karşı artık dayanamaz
olmuştu.
Hz. Arnmar'ın yaşadıklannı o da duymuştu ve böyle bir
durumda Allah'ın kendisine tanıdığı ruhsatın da farkındaydı; işkenceler
dayanılmaz bir hal alınca da bu ruhsatı kullanmaya karar verdi. Böylelikle,
babasının dediklerine 'evet' diyecek ve böylelikle bir nebze rahat nefes
alacaktı.
361
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Gerçekten de öyle oldu; oğlunun uslanıp terbiye olduğunu
gören Süheyl, Hz. Abdullah üzerindeki baskılannı yavaş yavaş kaldırmaya
başladı. Ancak, bu süre içinde yine de ihtiyatı elden bırakmıyor; uzaktan
tepkilerini ölçüp, baba sözüne yeniden gelişindeki samimiyeti kontrol etmeye
çalışıyordu. Bir noktadan sonra, artık hiç tereddüdü kalmamış ve oğlu
Abdullah'a yeniden güven duymaya başlamıştı. Bu hal, Bedir Savaşına kadar devam
edecekti.
Sıkıntı, her geçen gün katlanarak büyüyordu ve nihayet
Resül-ü Kibriya Hazretleri, çözümün yine Habeşistan'a gitmekle mümkün
olabileceğini söyleyecekti. Zira önce gidenlerin orada hangi şartlarda
olduklannın da haberi alınmıştı ve bu sebeple Allah Resülü (sallallahu aleyhi
ve sellem), Mekke'de henüz bulunmayan bir rahatlığı daha fazla insanın elde edebilmesi
için ümmetine Habeşistan'a gitmeleri hususunda tahşidatta bulunuyordu. Ancak
gönül, Resül-ü Kibriya'yı da aralannda görmek istiyordu. Onun için Hz. Osman,
Efendimiz'e şunlan söyleyecek ve aralannda şu diyalog geçecekti:
- Ya Resülallahl İlkinde biz gittik ve
şimdi ikincisinde yeniden Necaşi'ye gideceğiz! Keşke Sen de bizimle beraber
olsan!
-
Sizler, hem Allah'a hem de bana hicret etmiş oluyorsunuz; dolayısıyla size iki
hicret sevabı var!
- Bize bu yeter ya
Resülallahl
Artık zaman, yola çıkma zamanıydı. Ancak bu, müşriklerin
de bildiği bir yoldu; kendilerince tedbir almışlardı ve yeniden ellerinden
kaçırmamak için daha dikkatli davranıyorlardı. Bir de bu sefer, daha kalabalık
bir grup gidecekti. Öyleyse, olduğundan daha çok dikkat ve kimseye
hissettirmerne adına daha çok tedbir ve işi ihtimale bırakmadan daha kontrollü
hareket etmek gerekiyordu.
Habeşistan Hicretleri
Derken
bir gece vakti yeniden yola düşülmüş ve peyderpey sahile doğru bir yolculuk
başlamıştı. On sekizi kadın toplam yüz bir kişi idiler.362
Bütün
tedbirlere rağmen yine de Müslümanların aynlıp gittiklerini duyan Kureyş'te
büyük bir telaş yaşanıyordu. Önceki gidişin neticesini ve Necaşi'nin
Müslümanlara yaptığı muameleyi de biliyorlardı. Şimdi gidenlerin sayısı ise,
öncekine nispetle daha fazlaydı. Çok büyük bir problemle karşı karşıyaydılar;
kendi avuçlannın içindeyken çözemedikleri bu meselenin, ülkeler arası bir
konuma sıçrayıp da genele mal olduğunda üstesinden nasıl gelebilirlerdi ki!
Yok, yok; mesele, kendi kontrollerinden çıkmak üzereydi! Zaten Hamza ve Ömer'i
kaybetmiş olmanın hüznü bellerini bükmüş, bu düşman belledikleri cepheye büyük
bir güç katmıştı. Şimdi ise mesele, kontrollerinin tamamen dışında bir zemin
bulmuştu.
Hemen
bir araya gelip kalıcı ve kesin bir çözüm üzerinde derin derin konuştular.
Neticede ittifak ettikleri husus, ne yapıp edip Necaşi'yi ikna etmek ve
ellerinden kaçırdıklan Müslümanlan kendilerine teslim etmesini sağlamaktı.
Bunun için aralanndan, bu işin üstesinden gelebilecek iki adam seçtiler;
bunlar, Amr İbniil-As ve Abdullah İbn Ebi Rebia idi.363
Her ikisi de, kralların huzurunda nasıl konuşulacağını bilen ve aynı zamanda
Necaşi ile muarefesi olan kimselerdi.
Kureyş,
işi şansa bırakmak istemiyordu; bunun için her iki elçilerine de tembih üstüne
tembihlerde bulunuyor ve nasıl hareket etmeleri konusunda yol gösteriyorlardı.
Bir de, başta Necaşi olmak üzere kralın etrafındaki etkin isimlere çok özel
hediyeler hazırlamışlardı. Hatta bu hediyeleri nasıl verecekleri konusunu bile
bütün detayına kadar elçilere anlatıyor,
362 Bu rakamı, on
dokuz kadın toplam yüz iki olarak bildiren rivayetler de vardır.
Bkz. İbn Sa'd,
Tabakat. 1/207
363
Bazı rivayetlerde bu elçilerin ikincisi, Abdullah İbn Ebi Rebia değil de, Umara
İbniı'l-Velid olarak geçmektedir. Bkz. İsfehani, Delail, 100 vd.
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
kraldan
önce kralın adamlanna hediyelerini vererek önce onlan ikna etmeleri,
arkasından da Necaşi'ye hediyesini takdim ederek gidenleri geri verme talebinde
bulunmalan gerektiğini söylüyorlardı. Planlanna göre, önceden hediyelere
boğularak. ikna edilen, yakın markaja alınarak kulislerde yönlendirilen vezir
ve din adamlan da, kendi elçilerini destekleyecek ve böylelikle Necaşi de,
herkesin 'olur' dediği
bir meselede aksi istikamette beyanda bulunmayacak ve Müslümanlan kendilerine
teslim edecekti!
Necaşi'ye Giden Mektup ve Necaşi'nin Cevabı
Bu arada Allah Resülü (sallallabu aleyhi ve sellern), Amr
İbn Ümeyye ile bir mektup göndererek Necaşi'den, kendi ülkesine gelen
Ca'fer İbn Ebi Talib ve arkadaşlanna sahip çıkmasını talep ediyordu. Demek ki
mesele, sadece kulaktan duyma bilgilere dayanmıyor ve ilişkiler, derin bir
bilginin üzerinde yürütülüyordu. Hatta, sadece bu bilgilere de dayanılmıyor,
aynı zamanda gelişmeler konusunda haberleşilerek gidişatın riske girmesinin
önüne geçilmek isteniyordu. Mektubunda şunlan söylüyordu:
-
Bismillahirrahmanirrahim.
Allah'ın Resülü
Muhammed'den, Necaşiyyi'l-Esham'a, Allah'ın selamı senin üzerine olsun! Seni
vesile ederek
Ben;
Melik, Kuddüs, Mü'min ve Müheymin olan Allah'a hamd ederim. Ben şehadet ederim
ki Meryem oğlu İsa, Allah'ın, Betül, Tayyibe ve iffetli Meryem'e ilka ettiği
bir ruh ve kelimesidir; O (celle celaluhü), Adem'i kendi yed-i kudreti ve
neflıa-i sübhaniyesi ile yarattığı gibi Meryem'in hamile olduğu İsa'yı da kendi
ruh ve neflıasından yaratmıştır.
Ve Ben seni, yekta ve eşi-benzeri olmayan Allah'a ve
O'nun dostluğuna; Bana tabi olup, Hak tarafından getirdiklerimle Bana iman
etmeye davet ediyorum. Çünkü Ben, Allah'ın Resülü'yüm.
Habeşistan Hicretleri
Ben sana, amcaoğlum olan Ca'fer İbn Ebi Talib ve onunla
birlikte Müslümanlardan bir grup gönderdim. Yanına geldiklerinde onlara,
misafirperverliğini gösterip ülkende kalma imkanı ver ve onlara zorluk
çıkarma!
Şüphe yok ki Ben,
seni ve ordunu Allah'a davet ediyorum.
Ben, Bana düşen
tebliğ vazifemi yerine getirip nasihatimi yaptım; sizler de bunu Benden kabul
edin!
Selam,
hidayet yolunu tercih edip ona tabi olanların üzerine olsun!
Efendiler Efendisi'nin mektubunu alıp okuduktan sonra
Necaşi, hislerini de ifade eden bir mektup yazıp Mekke'ye gönderecekti. Bu
mektubunda şu ifadeler yer alıyordu:
-
Allah'ın Resülü Muhammed'e, Necaşiyyi'l-Esham İbni'l-Ebcer'den ...
Allah'ın selam, bereket ve rahmesi Senin üzerine olsun
ey Allah'ın Nebisi! O ki, O'ndan başka ilah yoktur ve beni de O, İslam'la
hidayete erdirmiştir!
Senin mektubun ve İsa hakkında zikrettiğin şeyler bana
ulaştı ey Allah'ın Resülül Sema ve arzın Rabbine and olsun ki İsa, Senin
zikrettiklerinden fazla bir şey söylememiştir. Senin bize gönderdiklerinden ve
amcaoğlunla arkadaşlannın anlattıklanndan çok şey öğrenip marifet sahibi olduk.
Ben şehadet ediyorum ki Sen, Sadık ve Musaddak olarak Allah'ın Resülü'sün. Ben
de, Sana tabi oldum ve amcaoğluna beyat edip huzurunda illernlerin Rabbi için
iman edip teslim oldum. Sana, oğlum Eriha İbn Esham İbn Ebcer'i gönderiyorum.
Ve ben, sadece kendime malik bulunuyorum; şayet huzuruna gelmemi emredersen,
onu da yapanm ya Resülallahl Çünkü ben biliyorum ki, Senin söylediklerinin
hepsi de haktır.364
Necaşi'nin mektubundan da anlaşılacağı üzere o, Efendiler
Efendisi'nin davetine icabet ediyor ve kendi ülkesine gelen
364 İbn Kesir,
el-Bidaye, 3/83-84
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Müslümanlara
sahip çıkacağını söylüyordu. Hatta, bunun da ötesinde, arzu ettiği taktirde
saltanat ve melikliği de bırakıp huzuruna geleceğini peşinen söylüyor ve bunun
için de, bir işaretinin kifayet edeceğini ortaya koyuyordu.
Başlı başına bu haberleşme bile, bugün aynı yolda yürümeye
çalışanlara çok yönlü bir strateji olarak kaynaklık etmektedir.
Gerçekten
de bu, kendi lehlerine kamuoyunu oluşturabilmek için Kureyş'in kurguladığı,
bugünkü manada medyatik bir plandı ve bu planla sonuç almak, o günkü
şartlardada kuvvetle muhtemel gözüküyordu. Onlann bu planını duyar duymaz, yine
amca şefkati -hem de bu sefer, sadece yeğeni için değil; içinde kendi oğlu
Ca'fer'in de bulunduğu, yeğeninin Habeşistan'daki emanetleri adına- devreye
girecek ve Mekke'deki Ebu Talib, şiirin gücünü kullanarak deniz aşın
Habeşistan'daki Necaşi'ye şöyle seslenecekti:
- Keşke bilseydim; uzakta Ca'fer, Amr ve akraba olduğu
halde düşmanlıkta ilk sırayı alan insanlar neler yapmaktalar?
Acaba
Necaşi, Ca'fer ve arkadaşlannı ihsanla kucaklayacak mı yoksa buna, şerri
tahrik eden bir şeyengel mi olacak?
Ey Melik! Bil ki sen, kötülük karşısında müteyakkız,
onurlu ve kerim bir zatsın; senin yanına sığınan insanlar, senin hariminde
huzur bulurlar.
Bil ki Allah sana, maddi-manevi büyük bir imkan vermiş;
aynı zamanda sen, iyilik ve hayır yollannın hepsine de maliksin.
Ve sen, cömert ve ihsan sahibi birisisin; sakın ha bu
ihsan ve cömertlikten o düşman olan akrabalar da faydalanıp sana bir kötülük yaptırmasınlar!
Görüldüğü gibi Ebu Talib, sadece yeğeni Muhammedü'lEmin'i
koruyup kollamakla kalmıyor; aynı zamanda O'nun
366
Habeşistan Hicretleri
emanetlerine
de sahip çıkarak deniz ötesi ülkelere sesini duyurmaya çalışıyordu. Sahip
çıktıklannın arasında, kendi oğlu Ca'fer de vardı. Mekke, gidenleri geri
getirme telaşına kapıldığı halde o, kendi oğlu bile olsa onun, Habeşistan'da
daha güvenli olduğunu düşünüyor ve bir baba şefkat ve merhametini bir kenara
bırakarak oğlunun da orada kalmasını istiyordu. Bu talebini de, o günün en
etkin iletişim vasıtası olan şiirle dile getiriyor; karannı vermeden önce
Necaşi'nin kulağına kar suyu akıtıyordu.
Nihayet Müslümanlar, yeniden Habeşistan'a gelmiş ve
yine burada, namazlannı rahat kılıp Kur'an'lannı da gürül gürülokumaya
başlamışlardı. Çok geçmeden arkalanndan, Kureyş'in iki elçisi de, kucak dolusu
hediyeleriyle birlikte Habeşistan'a çıkageldi. Mekke önderlerinin kendilerine
anlattıklan şekilde önce, fert fert bütün din adamlarının ve sarayda etkin
olabilecek her bir görevlinin yanına giderek hediyelerini takdim etmeye
başladılar. Yanına uğradıklan her insandan, kralın yanında kendilerini
desteklemeleri ve bu ülkeye gelen Müslümanlan geri göndermeleri konusunda
yardımlannı talep ediyorlardı. Bunun için de şöyle diyorlardı:
- Şu anda Melik'in ülkesine, bizim aramızdan kaçkın ve
sefih gençlerimiz gelip sığınmışlardır; bunlar, kendi dinlerini bırakan; ama
sizin dininizi de tercih etmeyen, bizim de sizin de bilmediğiniz yeni yetme bir
dinle ortaya çıkan insanlardır. Nihayet biz, Melik'in yanına da girip onlan
bize teslim etmesini isteyeceğiz. Sizden ricamız, onun huzurunda mevzu gündeme
geldiğinde bizi destekleyip, onlarla konuşmadan hepsini bize teslim etmesini
sağlamaya yardımcı olmanızdır. Çünkü, arkada bıraktığımız Mekke'nin göz ve
kulağı, burada gelişecek işin üzerinde!
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Yaklaşım
çok sinsice ve talep de, kendilerince çok masum idi. Hatta, "Kendi ülkelerini
karıştırıp ikilik çıkardıkları yetmediği gibi bir de gelmişler, sizin
ülkenizde de anarşi çıkaracaklar, çoluk-çocuğunuzu aldatıp dininizi
ifsat edecekler ve neticede sizin de otoritenizi sarsacaklar." gibi
ifadelerle asılsız yakıştırmaları peşi peşine sıralıyorlar, kendilerini de,
açık birer uyarıcı olarak tarif ediyorlardı. Bunun için uğradıklan her bir
insan da:
- Peki, tamam;
yardımcı oluruz, diyordu.
Nihayet,
herkesin yanına uğranmış ve sıra, Necaşi'nin hediyelerini takdim edip konuyu
huzurda açmaya gelmişti. Randevular alındı ve günün birinde, Necaşi Mekke
temsilcilerini kabul etti.
Selam
ve temennilerden sonra Amr İbnü'l-As ve Abdullah İbn Ebi Rebia, sözü ana konuya
getirdiler. Diyorlardı ki:
-
Ey Melik! Duyduk ki bizim aramızdan bazı sefih ve ne yaptığını bilmez
gençlerimiz, kendi kavimlerinin dinini bırakıp sizin ü1kenize sığınmışlar.
Halbuki onlar, sizin dininizi de kabullenmiş değiller; bizim de sizin de
bilmediğiniz yeni bir din ortaya çıkarmışlar! Geçmiş dedelerimiz ve şeref sahibi
atalarımız hürmetine onları bize teslim etmeni talep ediyoruz. Çünkü onların
gözü bu gençlerin üzerinde; ne yaptıklannın da farkındalar ve bu işin nereye
gittiğini de görüyorlar!
Bunu
Necaşi'ye söylerken Amr ve Abdullah'ın gözleri, bir taraftan da yüzlerdeki
ifadeleri süzüyor ve onlar gidişatı tahmin etmeye çalışıyorlardı. Necaşi'nin
yüz ifadeleri pek de hoşlarına gitmemişti; kendilerini yeterince dinlemediğini
ve meseleye şartlı baktığını düşünüyorlardı. Ancak, konuyu buraya kadar
taşımışken netice almadan geri dönmek de istemiyorlardı. Bu sebeple, etrafta
halkalanmış din adamlan ve vezirlerle göz göze gelmeye çalışıyor ve onların da
desteğini alarak, daha kral 'hayır' demeden ağzından Çıkacak. sözü 'evet'e
çevirmeye gayret ediyorlardı. Bu arada, huzuruna çağırma ihtima-
368
Habeşistan Hicretleri
line
binaen, Müslümanlar hakkında bazı ön bilgiler vermeyi ve meliki onlar hakkında
şartlandırmayı da ihmal etmeyeceklerdi; herkes gibi selam vermediklerinden ve
melikin otoritesini kabul etmeyerek ona secdeye yanaşmayacaklanndan bahisler
açıyorlardı.
İşin
burası, içeriden bir desteğin gelmesi gereken yerdi ve nihayet, aralanndan bir
papaz ileri atılıp:
.•..
- Ey Melik! Bunlar
doğru söylüyorlar! Kavimlerinin göz
ve kulağı bunlann
üzerinde; en iyisi, kendi hesaplannı kendilerinin görebilmeleri için bu
adamlan teslim edelim gitsin!
O ana kadar sesini çıkarmayan Necaşi kızmıştı. Devlet
işi, ciddiyet isterdi. Öyle, iki dudak arasından çıkan birkaç cümle ile ve
muhataplan dinlemeden kimsenin hakkında hüküm vermek, adalet ölçüleriyle
bağdaşmazdı. Zaten öyle olsaydı, masum insanlar kendi ülkesini tercih etmez;
bir başka beldeye sığınırlardı. Ani bir refleksle şunlan söylemeye başladı:
- Hayır, vallahi de olmaz! Bunlan, onlara asla teslim
edemem! Bazı insanlar, başka ülkeler yerine gelip benim ülkemde kalmayı ve
benim adaletimi tercih edecek ve ben de, şu iki adamın sözlerine dayanarak
onlan kendi ellerimle teslim edeceğim; olacak şey değil! Onlan dinlemem lazım;
şayet gerçekten bu iki adamın dedikleri gibi bir durum varsa o zaman teslim
ederim. Ancak durum, sanıldığından farklı ise, işte o zaman ben, asla onlan
teslim etmem ve ülkernde huzur içinde kalmalan için kendilerine daha çok imkan
tanır; inançlannı yaşamalan konusunda elimden gelen yardımı yapanm.
Bir anda ortalık buz kesilivermişti! Mekke temsilcileri
ne niyetle gelmiş ve Necaşi üzerinde baskı kurabilmek için ne oyunlar
oynamışlardı; ama bunlann hiçbiri netice vermiyor ve yine kral, kendi bildiği
gibi hareket ediyordu. Ancak, öyle hemen pes etmemek gerekiyordu.
Bu arada Necaşi, ülkesine sığınan Müslümanlan da huzuruna
davet etmiş ve bir de onlan dinlemek istemişti. Kendile-
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
rine Necaşi'nin
daveti gelince, zaten gelişmelerden haberdar olan mü'minler kendi aralannda
konuşmaya başladılar:
- Huzuruna
gittiğimizde bu adama neler söyleyeceğiz?
- Allah'a yemin olsun
ki bildiklerimizi ve Resülullah'ın,
neler olup biteceğini
görüp de bize daha önceden söylediklerini söyleyeceğiz!
Derken huzura gelinmiş ve olup bitecekler beklenmeye
başlanmıştı. Gelişlerinde bile ayrı bir farklılık vardı ve bu, huzurdakilerin
de dikkatinden kaçmamıştı; selam veriyorlar ve diğerleri gibi kralın huzurunda
secde etmiyorlardı! Döndü onlara Necaşi ve ardı ardına şunlan sormaya başladı:
- Söyleyin bakalım ey cemaat! Buraya niye geldiniz, haliniz
nicedir ve niye beni tercih ettiniz? Halbuki siz, ne ticaret ehlisiniz, ne de
ülkeniz adına benden bir talepte bulunuyorsunuz! Zuhür eden Nebi'niz kim ve bu
işin aslı nedir? Hem, niye sizler bana diğer insanlar gibi selam vermediniz?
Bir de, Meryem oğlu İsa hakkında neler düşünüyorsunuz? Hem, söyleyin bakalım;
şu sizin, kavminizin dinini bırakarak benim dinime de buralardaki herhangi bir
topluluğun dinine de girmeyen dini anlayışınız nedir?
Ca'fer İbn
Ebi Talib'in Çıkışı
Bu arada Necaşi, din adamlannı huzuruna çağırmış ve
temel kitaplannı da önüne açıp serdirmişti. Belli ki, din adına İslam'ın
getirdiği yeniliklerle kendi anlayışlannı mukayese edecek ve bir sonuca
gitmeye çalışacaklardı. Onun için, efradını cami, ağyanna mani bir cevap
verilmeliydi. Kısa bir duraksamanın ardından, aralanndan Ca'fer İbn Ebi Talib
öne atıldı ve önce:
- Ey Melik! Bizler seni, Resülullah'ın selamıyla selamladık
ki bu selam, aynı zamanda cennet ehlinin selamıdır; onunla biz, iç dünyamızda
yeni bir hayat buluruz. Secdeye gelince biz, sadece Allah'a secde eder, O'ndan
başkasına secde etmekten
370
Habeşistan Hicretleri
yine O'na sığınınz,
diyerek iki temel meseleye açıklık getirdi. Ardından, sözün mecrasını
değiştirerek Melik'ten:
-
Şu elçilere üç soru sormanızı talep ediyorum, ricasında bulundu.
- Sor öyleyse,
diyordu Necaşi,
- Bizler,
efendilerinin elinden kaçmış köleler miyiz ki bun-
lar, bizi
efendilerimize teslim etmek için gelmişler?
Hiç beklenmedik bir
çıkıştı ve Necaşi elçilere yönelerek: - Bunlar, köleler miydi ya Amr, diye
sordu. Öldürmek isteseler de yiğidin hakkını vermek gerekiyordu. istemeseler
de:
-
Hayır, bilakis onlar kerem sahibi insanlar, dediler. ilk raund tamamdı. ikinci
soruyu yöneltti Hz. Ca'fer:
- Ona sorar mısın ey melik! Bizler, haksız yere kan
akıtıp da kısastan kaçmış kimseler miyiz ki bunlar, adaleti temin için bizi
geri istiyorlar?
Belli ki Hz. Ca'fer, er meydanında kelimelerin silaha
dönüştüğü bir cenk ateşini tutuşturmuştu. Ne de olsa, sözün büyülü bir gücü
vardı ve bundan istifade etmek istiyordu. Kelimeler, üstesinden gelinemez
silaha dönüşüyor ve küfür adına dikilrnek istenilen kaleleri düşürüyordu teker
teker! Necaşi yine elçilere dönüp sordu:
- Bunlar, haksız yere
bir cana mı kıydılar?
- Hayır, bir damla
bile kan akıtmadılar, diyordu Amr. Za-
ten, gerçek fazilet,
düşmanın bile takdir etmek zorunda kaldığı fazilet değil miydi? Şimdi sıra son
sorudaydı:
- Bunlara söyler misin ey melik! Bizler, insanların
mallannı batıl yolla almış insanlar mıyız ki bunlar, gelip de bizden bunların
hesabını soruyor, gaspettiğimiz mal1an geri istiyorlar?
Melikin gözü yine elçilere yönelmişti; kimseyi öldürmemiş,
ırz ve namusa göz dikmemiş ve efendilerine isyan ederek
371
Efendimiz (s a l l a l
l a h u aleyhi ve sellem)
isyan
etmemiş olan bu insanlardan o zaman ne istenebilirdi ki? Onun için Necaşi, Ca'fer'in
son sorusunu Amr'a yöneltirken üslubunu değiştirecek ve şöyle diyecekti:
-
Şayet bunların size bir borcu varsa onu ben tekeffiil ediyorum!
Elçiler açısından iş,
daha başlarken kontrolden çıkıyordu.
Onun için sadakatten
ayrılmamak gerekliydi ve Amr:
-
Bir kırat bile borçlu değiller, cevabını verdi. Bu sefer, soru sorma sırası
melikteydi:
- Peki, öyleyse bu
adamlardan siz ne istiyorsunuz? Huzurdaki sessizliği, daha da derinleştiren bir
soruydu bu. Söyleyebileceği tek bir şey vardı ve onu ileri sürdü:
- Daha önceleri biz, aynı dine inanır ve bir inanç
etrafında bütünleşirdik; şimdi ise bunlar, o birliği terk ettiler ve biz de
onlann peşine takıldık!
Anlaşılan, esas meseleye
sıra şimdi gelmişti. Kral, Hz.
Ca'fer' e döndü:
-
Bugüne kadar üzerinde olduğunuz anlayış ne idi, şimdi nasıl bir din üzeresiniz,
diye sordu. Hz. Cafer:
- Ey Melik! Daha önce biz, cahil ve şeytanın elinde
oyuncak haline gelmiş bir topluluk idik; putlara tapar ve ölü eti yerdik!
Fuhşiyatın her türlüsünü yapar, akrabalık bağlannı gözetmez ve komşuluk
haklannı da hiçe sayardık. Doğrusu, aramızda kim güçlü ise o, zayıf ve güçsüz
olanımızı ezer ve iflah etmezdi. Derken Allah, aramızdan nesebini, doğruluk ve
güvenirliliğini bildiğimiz, emanete riayetteki hassasiyetini müşahede ettiğimiz
ve iffeti dillere destan bir peygamber gönderdi; bizi Allah'a, O'nu tek ve
yekta kabul edip bilmeye, O'ndan başkasına ibadet etmemeye ve atalanmızdan
kalma bir alışkanlığı devam ettirerek taş ve toprak cinsinden kendi elimizle
yapıp sonra da karşısına geçerek taptığımız putlara ibadetten vazgeçmeye çağırdı.
Aynı zamanda O bizi, sözün en doğru olanını söylemeye,
372
Habeşistan Hicretleri
emanete
riayet ederek verilen sözü yerine getirmeye, akrabalar arasındaki bağları
güçlü tutup birbirimizi ziyaret etmeye ve komşulanmızla iyi geçinip yakınlık
kurmaya davet edip bunları emretti. Buna mukabil de, her türlü haramdan
kaçınmamızı, kan akıtmamızı, her türlü fuhşiyata bulaşmayı, dedikodu yapıp
yalan söylemeyi, yetim malı yemeyi, namus ve iffetiyle yaşayan kadınlara iftira
etmeyi de bize yasakladı. Ayrıca, tek ve yekta olan Allah'a ibadet etmemizi,
O'na hiçbir şeyi şerik koşmamamızı, namaz kılıp oruç tutmamızı ve zekat
vermemizi emretti. Bizler de, O'nun dediklerini kabul ederek O'na iman edip
tasdikte bulunduk. O'nun Allah'tan bize getirdiklerinin peşinde olup bir olan
Allah'a ibadet etmeye ve O'na hiçbir şeyi denk tutmamaya başladık. Artık, O'nun
haram kıldığını haram görüyor, helal olarak ilan ettiğini de helal biliyorduk.
Ta ki, işte bu kavmimiz, bize karşı büyük bir mücadele, arkası kesilmez bir
düşmanlık başlattı; işkencenin her türlüsüne maruz bırakıp, bizi dinimizden
döndürerek Allah'a yönelmemizi engelleyip, her türlü harama yeniden
bulaşmamızı istedi. Yeniden el yapımı putların peşinde sürükleyebilmek için de
ellerinden gelen her türlü kötülüğü reva gördüler. Bunun için de üzerimize
gelip işkenceyi yoğunlaştırdıklannda, zulümle üzerimizde baskı kurup işin
dozajını artırdıklarında ve dinimizle aramıza girmeye çalıştıklannda biz de,
senin memleketine sığındık. Seni, diğer ülkelere tercih ederek buraya geldik;
senin ikliminde kalmayı yeğledik ve senin huzurunda zulüm görmeyeceğimizi
umarak adaletinesığındık, ey Melik, dedi.
Hz.
Ca'fer'in, süreci bir çırpıda özetleyen bu veciz beyanından hemen sonra
Necaşi:
- O'nun Allah'tan getirdiklerinden sizin yanınızda var
mı, diye sordu. Anlaşılan maya tutmuş ve Necaşi ilk sinyali vermişti.
Heyecanla Hz. Ca'fer, yeniden ileriye atılıp:
- Evet, var, dedi.
373
Efendimiz (s a l l a
l l a h u a l e y h i ve
sellem)
- Onu bana okur musun, deyince de, Meryem suresinin
başından başlayarak okumaya başladı. Hücrelere kadar işleyen lahüti bir sesti
bunlar ... O kadar ki, çok geçmeden Necaşi'nin yanaklarından süzülen damlalar
çarptı gözlere ... Mecliste bulunan diğer insanlan taradı gözler; din adamlan
da, Necaşi'yle birlikte gözyaşı döküyorlardı! Sakallar gözyaşlanyla ıslanmış,
önlerine açılan kitapların sayfalanna göz pınarlanndan kutsi damlalar düşmeye
başlamıştı. Bir noktaya gelince Necaşi müdahale etti:
- Vallahi de, İsa'ya gelenlerle bunlar, aynı
aydınlıktan kaynaklanan nurun birer parçası ve belli ki aynı kandilden
kaynaklanıyor! Söylediklerinizin hepsi de doğru; sizler de doğru söylüyorsunuz
Nebi'niz de Sadıkıı'l-Emin.
Sonra da, Kureyş'in
iki elçisine döndü ve:
- Haydi, sizler de geldiğiniz yere gidin; vallahi de
bunlan size, asla teslim edecek değilim, diye çıkıştı. Elçiler, büyük bir şok
yaşıyorlardı; tabii ki, huzurdaki kıssis u ruhban, vezir ü viizera da! Çaresiz,
boyunlarını bükerek çıktılar huzurdan. Ancak, öyle kolay pes edecek gibi
gözükmüyorlardı. Kendilerini destekleyecek gayr-i memnunlan bulmak da zor
görünmüyordu. Ortamın havasını değerlendiren Amr İbnü'l-As, arkadaşına yöneldi
ve:
- ValIahi de yarın ben, öyle şeyler ortaya koyacağım
ki, onunla buradakilerin kökünü temizleyeceğim, dedi. Abdullah İbn Ebi Rebia,
daha ihtiyatlıydı:
- Gerek yok! Öyle bir şey yapma! Her ne kadar bize muhalefet
etmişlerse de onlar, yine de bizim akrabalarımız, diye karşılık verdi. Bir
miktar daha aralannda konuştular ve neticede, ertesi gün yeniden kralın
huzuruna çıkmaya karar verdiler.
Ertesi
sabah yine merasim başlamış ve iki elçi de huzura gelmişti. İlk fırsatta Amr
İbnü'l-As ileri atıldı ve:
-
Ey Melik! Şüphesiz onlar, Meryem oğlu İsa hakkında çok büyük laflar ediyorlar!
374
Habeşistan Hicretleri
Ortaya
atıları her şüphe yeni bir ümitti onlar için ... Hz. İsa, onlar için her şeydi.
Bir anda zihinlerde sorular peş peşe sıralanıverdi; acaba ne diyorlardı?
Herkesin huzurunda umuma mal edilen böyle bir bilgi, yine herkesin huzurunda
tebeyyün etmeliydi. Onun için Necaşi, haber gönderip Müslümanlan da huzuruna
davet etti ve gelir gelmez de hemen sordu:
- Sizler, Meryem oğlu
İsa hakkında ne diyorsunuz? İş, yine Ca'fer İbn Ebi Talib'e düşmüştü. Öne çıktı
ve:
-
Resülullah'ın bize anlattıklannı söylüyoruz; şüphesiz O, Allah'ın kulu ve
insanlara gönderdiği elçisi, kendi ruhundan bir parça, iffet ve haya sahibi
Hz. Meryem'e ilka ettiği bir kelimesiydi, dedi. Zaten bu, Necaşi'nin de
beklediği bir cevaptı. Heyecanla yerinden kalktı; eline bir baston aldı ve
onunla yerde bir çizgi çizdi. Ardından da:
-
ValIahi de, Meryem oğlu İsa hakkında senin dediklerinle bizim bildiklerimiz
arasında, bastonun çizdiği şu çizgi kadar bile fark yok, dedi. Bu sözü
krallanndan duyan bazı din adamlan homurdanmaya ve rahatsızlıklannı dile
getirmeye başlamışlardı. Buna rağmen Necaşi, Hz. Ca'fer ve arkadaşlanna
dönerek şunlan söyledi:
-
Allah'a yemin olsun ki sizler, aleyhinizde tuzak kurup da size kötü muamele
edenlerin şerrinden emin olarak ü1kemde kalın. Size yan bakan, karşısında beni
bulacaktır! Size yan bakan, karşısında beni bulacaktır! Size yan bakan,
karşısında beni bulacaktır! Yemin olsun ki, sizden birisinin başı ağnyacaksa,
dağlar dolusu altına bile malik olsam onu istemem!
Bunlan
söyledikten sonra N ecaşi, etrafındaki vezirlerine döndü. Belli ki, daha diyeceği
şeyler vardı. İstiğna duygulan içinde, "Bunlar burada olduğu sürece
üzerimde baskz oluşturur ve adil karar veremem." dereesine şunlan
söyledi:
-
Şu adamlann getirdiği hediyeleri de kendilerine geri verin, onlara benim
ihtiyacım yok! Vallahi de Allah, bana bu
375
Efendimiz (sallallalıu
a l e y h i ve sellem)
saltanatı verirken
rüşvet almadı ki, ben onlardan bu rüşveti kabul edeyim!
Bu,
Kureyş adına büyük bir yıkımdı; huzurdan çıkarken elçilerin perişan hali
yürüyüşlerine de yansımış; karşılaştıklan muamele adeta bellerini bükmüştü, Ne
beklemişlerdi; şimdi ise ne ile karşılaşıyorlardı!
Bundan
böyle, Müslümanlar için Habeşistan; namazların rahat kılındığı, Kur'an'ın
açıktan okunduğıı ve İslam adına gelen yeni mesajların kendi aralannda
rahatlıkla paylaşılabildiği emin bir beldeydi. Hatta, bir müddet sonra
Necaşi'nin ülkesine bir saldın vukü bulacak ve bu hadise münasebetiyle
Müslümanlarda büyük bir endişe baş gösterecekti. Bu süre içinde, dua adına
eller Necaşi için kalkacak ve Necaşi'nin yeniden galip gelip de huzur ortamını
devam ettirebilmesi için manevi destek sağlanacaktı. Nihayetinde, savaşın
galibinin de Necaşi olduğu haberini alan Habeşistan muhacirleri, büyük bir
sevinç yaşayacak ve kendilerine bu imkanı yeniden nasip eden Allah' a hamd
edeceklerdi. 365
Beşer
yolculuğu Habeşistan'da da devam ediyordu; burada ölüp de ebedi aleme göçenler
olduğıı gibi yeni dünyaya gelen talihli insanlar da vardı. Hemen her gün, orada
da yeni gelişmeler oluyor ve bunlar, peyderpey Mekke'ye de intikal ediyordu.
Hatıb
İbn Haris'in burada, Muhammed ve Hôris adında iki çocuğu olmuş;
çok geçmeden de, Hatıb'ın Habeşistan'da
365
Bkz. İbn Hişam, Sire, 2/176 vd. İbn Sa'd, Tabakat. 1/207 vd. İsfehiini, Delail,
100 vd. Hatta bu kargaşa ortamında, kendilerini koruyamayacağı zannıyla Necaşi,
Müslümanlara iki gemi tahsis edecek ve kendilerine, 'galip geldiği takdirde
yeniden ülkesine gelebileceklerini, ancak şayet mağlup olursa o zaman kendilerinin Medine'ye
dönmelerinf söyleyecekti.
Bkz. Hakim, Müstedrek, 2/329 (3175)
Habeşistan Hicretleri
vefat
ettiği haberi gelmişti.366 Bir ölüm haberi de, Muttalib İbn Ezher
ve Tuleyb İbn Ezher kardeşlerden gelecekti; Abdurrahman İbn Avfın
amca oğullan olan her iki sahabe de, Habeşistan'da vefat edecek ve Müslümanlık
adına birer alem olarak burada kalacaklardı.s''?
Aynı
zamanda Habeşistan, Müslüman bir ailede dünyaya gelen yeni bir nesiin doğumuna
da şahit oluyordu. Hatıb'dan sonra Selit İbn Amr'ın da burada, hanımı Fatıma
Binti Alkame'den, kendi adını koyduğu Selit adında bir oğlu dünyaya
gelmişti.368 İbn Amr ailesine ikinci müjde, Selit'in kız kardeşi
Sehle' den geldi. Çok geçmeden o da, Ebu H uzeyfe' den bir erkek çocuk dünyaya
getirmişti ve adını da Muhammed koymuşlardı. 369
Doğumlar
devam ediyordu; Ayyaş İbn Ebi Rebia ile Esma Binti Selerne'nin de bir oğullan
olmuş, adını Abdullah koymuşlardı.s" Ne hikmetse burada doğan
çocukların hemen hepsi de erkekti. Çok geçmeden, Efendimiz'in hem süt kardeşi
hem de halası Berre'nin oğlu olan Ebu Selerne'nin de, Ümmü Selerne'den
Habeşistan'da bir oğlu dünyaya gelecekti ve onun adını da Ömer koyacaklardı.v'
Kız
çocuğu müjdesi, Ubeydullah İbn Cahş ile Ramle Binti Ebi Süfyan ailesinden
geldi. Hz. Ramle bundan sonra, Ümmü Habibe diye anılacak ve isminden daha
ziyade hep bu künyesiyle çağnlır olacaktı. Zira, kızlannın adını Habibe koymuşlardı.
İbn
Cahş ailesi buraya kalabalık bir nüfusla gelmişti; Abdullah, Ebu Ahmed ve
Ubeydullah kardeşler, kız kardeşleri
366
Bkz. İbnü'l-Esir, Üsüdü'l-Ğabe, 1/410 367 Bkz. İbnü'l-Esir, Üsüdü'l-Ğabe, 4/129
368 İbnii'l-Esir, Üsüdü'l-Ğabe, 2/365
369 Bkz. İbn
AbdiIberr, İstiab. 4/1431
370
Bkz. İbrıü'l-Esir, Üsüdü'l-Ğabe, 3/434 371 Bkz. İbnü'l-Esir,
Üsüdü'l-Öabe, 2/567
377
Efendimiz (sallallahu
aIeyhi ve sellem)
Zeyneb
ve Ubeydullah İbn Cahş'ın hanımı ve Ebu Süfyan'ın da kızı Ümmü Habibe ile Hamne
Binti Cahş, Habeşistan'a hicret edenler arasındaydı. Dünya, imtihan dünyasıydı
ve İbn Cahş ailesinden Ubeydullah İbn Cahş, muhatap olduğu yeni kültürün
cazibesine kapılarak burada Hristiyan olacak ve hicret maksadıyla geldiği
Habeşistan' da saf değiştirecekti. Ancak, Ubeydullah'ın ömrü kısa olacaktı; çok
geçmeden de Hristiyan olarak Habeşistan' da vefat etti. Hatta Ubeydullah İbn
Cahş, hanımı Ümmü Habibe'yi de Hristiyan olması için zorlamış; ancak o, bu
talebe müspet cevap vermemişti.P"
Üzücü
bir durumdu; ancak, her şeyde bir hayır vardı. Belki de Allah (celle
celaluhü), Ubeydullah İbn Cahş'ın şahsında, akıbet itibariyle kimsenin
kendisini emniyette görmemesi gerektiğini anlatıyordu. Aynı zamanda bu, dış
dünya ile muhatap
~
olunurken, kendi öz kültürüne sımsıkı tutunmanın lüzumunu da ortaya koyan ve
ibret alınması gereken bir misaldi.
Elbette,
her yeni muhatap olunan kültür, belli başlı riskler de içerirdi; böyle bir
zeminde, kimin ayaklan daha çok yere basıyorsa o kazanırdı ve Müslümanlar adına
Ubeydullah İbn Cahş gibi bir zayiat olsa da, zaman içinde burada İslam'ı tercih
eden yüzlerce insan hakka uyanacak ve gelip Müslüman olacaktı.:m
372 Bkz. Hakim, Müstedrek, 4/21-24; Taberi, Tarih,
2/213; İbn Hacer, İsabe, 7/651-653; İbn AbdiIberr, İsnab, 4/1929-1931; İbn
Asakir. Tarihi Dımeşk, 45/430; Zübeyr İbn Bekkar, eI-Müntehab min
Ezvaci'n-Nebi, 1/50/53
373 Bkz. Taberi,
Tarih, 1/547
378
VAHİY DEVAM EDİYOR
Beri
tarafta Kureyş, her fırsatta Allah Resülü'nü zor durumda bırakma gayretlerine
devam ediyordu. Bir gün, Mekke ileri gelenleri, Mina' da bir araya gelmiş ve ashabıyla
beraber burada bulunan Efendimiz' den yine bir mucize talep etmişlerdi. Hatta,
görmeyi arzu ettikleri mucizeyi de tarif etmişler ve şayet bunu yapabilirse
iman edeceklerini beyan etmişlerdi. Onlann da iman etmeleri konusunda olabildiğince
arzulu olan ve kendilerince sürekli alayetseler bile her taleplerini ciddiye
alan Habib-i Zişôrı Hazretleri, bu istekleri karşısında da ümitlenmiş ve bu
ümitle, ayı iki parçaya ayırdığı zaman iman edeceklerinin teyidini almıştı:
-
Evet, şayet ayı iki parçaya ayınrsan o zaman Sana iman ederiz, diyorlardı.
Efendimiz (sallalIahu aleyhi ve sellem) de, mübarek elini semaya kaldırdı ve
işaret parmağıyla ayı göstererek bir hamle yaptı. Etrafında bulunan herkes,
mübarek parmağının işaret ettiği yere bakıyordu. Bu arada birden olan oldu ve
ay, gerçekten de iki parçaya aynlıverdi. O kadar ki, bir parçası
379
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Ebu
Kubeys dağının
üzerine; diğeri de Kuay1aô.n denilen diğer bir dağın üstüne kadar
aynlıp sanki üzerine düşüvermişti. Bunun üzerine Efendiler Efendisi,
etrafındakilere döndü ve:
- Şahid olun, buyurdu. İstediklerine bin pişman olan
müşrikler, büyük bir şaşkınlık yaşıyorlardı. Nasılolur da, yanıbaşlannda duran
birisinini işaretiyle koskoca ay ikiye aynlır ve daha sonra da tekrar eski
haline gelebilirdi? Hem, verdikleri söz vardı; iman etme niyetinde
olmadıklanna göre bu işin içinden nasıl sıyınp da kendilerini temize
çıkaracaklardı? Aralannda, şeytana papucunu tersten giydirecek kimseler de yok
değildi ve birisi ileri atılıp:
- Bu, İbn Ebi Kebşe'rıins> sihrinden başka bir şey
değildir! Bununla O, sizin gözünüzü boyamıştır. Hem, etraftan gelen insanlara
bir sorun bakalım; onlar da bunu görmüşler mi? Şayet, sizin gördüklerinizi
onlar da görmüşlerse o zaman Muhammed doğru söylüyor demektir. Ancak, bütün bu
olanlan başka kimse görmemişse, o zaman Muhammed size sihir yaptı demektir,
deyiverdi. En azından bu, o an için bir çıkış yoluydu. Her tarafa haber salınıp
o an için dışanda olan kimseler tespit edilmeye çalışıldı ve karşılaştıklan
insanlara da bu hadise soruldu. Aldıklan cevap, müşriklerin hiç de hoşlanna
gidecek cinsten değildi; adeta ağız birliği yapmışçasına herkes, garip bir
hadiseye şahit olduğunu ve ayın ikiye ayrılarak iki farklı dağın üstüne kadar
gidip arkasından da tekrar eski haline geri geldiğini anlatıyordu. Umduklan her
kapı yüzlerine kapatılıyordu. Gözleriyle de gördükleri, başkalan da şahit
olduğu için inkar da edemiyorlardı. Geriye tek bir alternatif kalıyordu; önceki
iftiralanna yapışacak ve inatlanna kurban olmaya devam edeceklerdi:
374 İbn
Ebi Kebşe, Efendimiz'in süt annesi Halime-i Sa'diye'nin kocasının künyesiydi
ve Mekke müşrikleri, O'nu küçümsemek için bu tabiri kullanıyorlardı.
380
Vahiy Devam Ediyor
- Bu, İbn Ebi
Kebşe'nin sihrinden başka bir şey değil!375 Güneş, balçıkla sıvanmazdı ki!
Gözünü kapayan, sadece kendine gece yapardı. Çok geçmeden yine Cibril-i Emin
gelmiş ve müşriklerin, inkar edememekle birlikte bir kulp takarak çarptırmaya
çalıştıklan hakikati ebediyen tescil eden ayetleri getiriyordu:
- Kıyamet saati yaklaştı ve ay ikiye aynIdı. Ama o
müşrikler, her ne zaman bir mucize görseler sırtlannı döner ve "Bu,
kuvvetli ve
devamlı bir sihirdir," derler.376
Müşriklerin her türlü mucizeyi görüp bildikleri halde
hakikati inkar etmelerine rağmen, Kainatın İftihar Vesilesi'ndeki tebliğ aşkı,
hiç eksilmeden devam ediyor ve insanların elinden tutma adına bütün imkanlarını
seferber ediyordu. Bunun için, her defasında yüz çevirip karşı çıkmalanna
rağmen küfrün ele başlanyla konuşmayı da ihmal etmiyor ve onların da kalbinin
yumuşayacağını umut ederek hep müspet hareket ediyordu. Bunun için de, şahsi
hayatını bir kenara bırakmış; bütünüyle ümmeti için yaşıyordu. Rab tanımaz bir
sergerdenle karşılaştığında yüreğinin yağı eriyor ve iman etmeden gidecek diye
neredeyse kendini helak edecek kadar hüzne boğuluyordu. Çok geçmeden Kur'an,
O'nun bu halini de anlatacak ve ümmeti için yaptıklannı tarihe mal edecekti.v?
Yine böyle bir gün, Utbe İbn Rebia, Ümeyye İbn Halef, Ebfı Cehil, Velid İbn Muğ'ire gibi insanlar oturmuş.s?" kendi
aralarında boş boş konuşuyorlardı. İmanlan adına bir kapı
375 Bkz. Taberi,
Tefsir, 11/543 376 Bkz. Kamer, 54/1, 2
377 Bkz. Kehf, 18/6;
Şuara, 26/3
378 Bazı rivayetlerde bu isimler arasında Abbas İbn
Abdulmuttalib'in de olduğu zikredilmektedir ki, benzeri bir meselenin,
birbirine bu kadar yakın bir amca-yeğen arasında cereyan etmesi çok makul
göriinmemektedir.
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
aralayabilmek
ümidiyle Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), bulunduklan meclisi
şereflendirdi; ancak, şereften nasibi olmayan bu kıymet bilmezler hiç oralı
değillerdi. Oralı olmadıklan gibi birdenbire tavır değiştirmişler, her
halleriyle rahatsızlıklannı dile getiriyorlardı. Halbuki yine O (sallallahu
aleyhi ve sellern), dünya ve ukbalannı ihya edecek tekliflerde bulunacak; ebedi
hayatlannı kurtarma adına ısrar edecekti. Dinlemeye bile tahammülleri yoktu.
Belki de, o esnada aleyhinde konuşuyorlardı; zira meclis, buz kesilmişti.
İmandan bu denli rahatsızlık duyulur muydu hiç? Söz konusu olanlar, Utbe, Ebu
Cehil ve Velid olunca bu da mümkündü! Ellerinden gelse, kendileri için huzurunu
terk eden Allah Resülü'nü bir kaşık suda boğarlardı! Zira, O'nun olduğu yerde
bunlara yer yoktu. Nefretle bakıyor ve kin solukluyorlardı. Kan davasından
çekinip korkmasalar, hemen oracıkta icabına bakar ve hayatını ortadan
kaldınrlardı; ama ne yaparsın ki, gelenekler buna engeloluyordu. Onun için,
arkalarını dönüp suratlannı asmış ve çareyi, orayı terk etmekte bulmuşlardı.
Aslında bu, huzura gelen iman nurunun, karanlığı boğup yok edeceğinin bir göstergesiydi;
hak gelmiş ve yokluğa mahkum olan batıl da, ait olduğu yere doğru yönelmişti.
Çok
geçmeden Cibril belirdi; yeni bir vahiy vardı. Abese suresini okuyordu:
- O, kalp gözü
hakikate kapalı ve kör olan kimse,379 hak
379
Genellikle bu sı1renin iniş sebebi olarak da anlatılan bu şahsın, Amr İbn Ümmi
Mektı1m olarak bilinen ve Hz. Hatice validemizin dayıoğlu Abdullah İbn Mektı1m
olduğu şeklindeki rivayet, hadis kriterleri açısından sağlıklı olmadığı gibi,
aynı zamanda Efendimiz'in İsmet sıfatıyla
da bağdaştırılamayacak yanlışlıklar doğurmaktadır. Gerçi, konuyla ilgili
rivayetlerde bu şahıs olma ihtimali olan diğer yedi kişiden daha
bahsedilmektedir; ancak, peygamberlerin ismeti nokta-i nazanndan bakıldığında
buradaki şahsın, 'sahabe' olma ihtimali oldukça zayıftır. Öyleyse burada
kastedilen kişi, küfiirde inat edip ısrarla hakka karşı körlüğünü devam ettiren
Velid, Utbe ve Ebı1 Cehil gibi mana gözü kör olan kimselerden biridir.
Vahiy Devam Ediyor
beyanla gelen Habib-i
Zişan geldiği için yüzünü ekşitip, arkasını da dönerek nasıl
gidiverdile''"
Onlann,
bu zalimce tavırlannı anlattıktan sonra ayet, bu dönek insanlan muhatap alarak
şöyle devam etmekteydi:
-
Ey kalbi hakka kapalı olan mana körü! O gelen hak beyanın, O'nu (sallallahu
aleyhi ve sellem) tezkiye edip hatırlatmalarının da kendisine fayda verdiğini
sen nereden bilebileceksin ki? Ondan müstağni kalana gelince sen, hep onunla
oturup kalkar ve ona itibar edersin! Halbuki, hak din ile sana gelen, Rabbinden
haşyet duyarak sana ve insanlara gerçeğin ta kendisini anlatana gelince sen,
O'ndan yüz çeviriyor; açık kapı bırakıp da muhabbet göstermiyorsun! Hayır,
hayır! Sakın öyle yapma! Çünkü bu davet, Hak adına yapılmış bir öğüttür; sizden
isteyen o öğüde kulak verir ve size her şeyi açıklayan o Nebi'ye tabi olur.38ı
Demek
ki; inat, kibir, taassup ve küfür, konuştuğu her meseleyi Hak katından
onayalarak ifade eden Allah Resülü'ne karşı çıkıyor; söylediklerine kulak
vermek istemiyordu. Zaten, en büyük körlük de, gözler önüne gelen perdeler
değil; kalbin kasvetle kaplanması ve hakkı göremez hale gelmesiydi.ö'"
Öyleyse anlaşılan, yüzünü ekşitip de meclisi terk edip giden; kibrini ortaya
koyup da büyüklük taslayanlar, yine Mekke önderleriydi ve bunlar, Kur'an
tarafından körlük vasfı kullanılarak anlatılıyordu.e'v
380
Aynı hususu, yüzünü ekşitti ve arkasını dönüp gitti marıalanna gelen 'abese' ve
'tevella' kelimelerinin Kur'an'da kullanılış tarzı da teyit etmektedir. Zira bu
kelimelerin her biri, küfriinde sabit kalmayı tercih eden kafir ve firavunlar
için kullanılagelmiştir. Bkz. Müddessir, 74/22; Ta-Ha, 20/48, 60; Bakara,
2/205; Necm, 53/33; Meme, 70/17; Gaşiye, 88/23; Leyl, 92/16; Alak, 96)13
38ı
Bkz. Abese, 1-12. Ayetlere, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) özelinde ve
genel manada bütün peygamberler için 'ismet' kavramını düşünerek mana
verilmeye çalışılmış ve maksadın iyi anlaşılabilmesi için de bu mana, tefsirle
zenginleştirilerek verilmiştir. Bkz. Ahmed et-Tacı, Vahyii's-Sire, s. 240
382 Bkz. Hacc, 22/46
383
Konuyla ilgili daha geniş malümat için bkz. Ahmed et-Taci, Vahyü's-Sire,
Merkezü Mektebe ve Matbabati Mustafa, Mısır, 1981, s. 222 vd.
Hz.
Hamza'dan sonra Hz. Ömer de Müslüman olmuş ve Kureyş açısından, ardı ardına çok
büyük iki kayıp yaşanmıştı. Ardından bir de Habeşistan elçilerinin eli boş ve
götürdükleri kucak dolusu hediyelerle gerisin geriye dönüşlerini gören Mekke,
öfkeden kabardıkça kabarmış ve kılıçlannı yeniden gayzla bilerneye başlamıştı.
Üstüne üstlük bir de, Habeşistan'a hicret edenlerin haberlerini alıyor ve her
geçen gün ayn bir hüzün yaşıyorlardı. Böyle giderse iş, tamamen
kontrollerinden çıkacak ve bir daha önü alınmaz bir arenaya taşınmış olacaktı.
Beri
tarafta, Hişam ve Abdulmuttaliboğullannın himayesi vardı ve bu himayeyi aşarak
Allah Resülü'ne karşı kalıcı bir hamle yapamıyor; önüne çıkıp da yolunu
kesemiyorlardı. Bu durumda, sadece belli başlı şahıslan hedeflemenin de imkanı
yoktu; Müslüman olsun veya olmasın, -Ebü Leheb
dışındaherkes ittifak etmiş; Muhammedü'l-Emin'i, hayatı pahasına koruma
yanşına girmişti.
Bir
taraftan da, her geçen gün kendi saflanndan birileri gidip karşı tarafa iltihak
ediyor ve teker teker çözülme yaşanıyordu. Öyleyse, çığ gibi büyüyen bu
düşüneeye karşı daha etkin ve kalıcı bir çözüm bulunmalıydı.
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve s e l l e m )
Nihayet bir akşam, ittifak ettikleri bir mecliste
toplanarak ölümden beter bir karar aldılar. Buna göre, Muhammed'i kendilerine
teslim edecekleri ana kadar, Hişôm ve
Abdulmuttaliboğulları ile
bütün ilişkiler kesilecek; onları Mekke'den kovacak; bütün yolları kesecek;
onlardan kız alıp vermeyecek; yiyecek ve içecek temin edebilecekleri bütün
kaynaklarını da kurutacaklardı. Madem öyle, kurunun yanında yaş da yanacaktı!
O günün şartlannda bu, sadece iman ettiklerinden dolayı insanlan, göz göre göre
ölümle baş başa bırakma demekti. Böylelikle, çölün çetin şartlannda
kendiliğinden ölüp gitmelerini bekleyecekler; asırlarca devam etmesi muhtemel
kan davalarına sebebiyet vermeden başlanndaki bu problemi çözmüş olacaklardı.
Bugünkü toplama kamplanndan beter bir adımdı bu ... Bunun adı boykottu ve
açık arazide, gündüzlerin sessizliği ve gecelerin de yalnızlığı içinde, kızgın
güneşin altında ve kavurucu çölün dayanılmaz kasveti içinde ve tabii olarak
birer birer yok olmalarını bekleyeceklerdi.
Yaptıklan işe bir de kutsiyet kazandırmak istiyorlardı;
bunun için, madde madde yazdılar bir sayfanın üstüne ve alıp bunu Kabe'nin
duvanna astılar ittifakla! Bu maddeleri kağıda geçiren, aralanndan Mansur İbn
İkrime adındaki bir zattı.384
Varaka'nın dedikleri çıkmaya başlamıştı. Kin ve
nefretin bu kadan da olmazdı; ama o günün Mekke'sinde bunlar oluyordu. Karşı
koymaya da imkan yoktu. Vahyin gelişinden yedi yıl sonra bir Muharrem akşamı,
yaşadıklan bu büyük mahrumiyetle mecburen aynldılar Mekke'den ve
Mekkelilerden!..
Yine Ebu Talib'in himaye kanatlan vardı ortada.
Mekke'nin dışında Şi'b-i Ebi
Talib'in mekanında
çadır kurdular kıt kanaat imkanlarıyla ... Çadır denilenler de çoğu zaman,
yamalı kırk bohçanın çubuklar üzerinde emaneten durmasından ibaretti.
384 Sıkıntıların
selolup yağdığı bu süre içinde, bir gün Efendiler Efendisi bu şahsa beddua
edecek ve çok geçmeden Mansfır'un, boykot maddelerini yazdığı eli tutmaz
olacaktı.
Genel Boykot
Müslüman
olmamasına rağmen, amca Ebü Talib'in
gayretleri görülmeğe değerdi. Hatta, yeğeninin başına gelebilecek olumsuzluklarla
karşılaşmamak için, türlü türlü sebeplere tevessül ediyor ve tedbir olarak çoğu
zaman, O'nun yatağına kendi oğullarından birini yatırıyordu.
Şehrin dışında çıplak bir arazi idi Şi'b-i Ebi Talib.
Üç yıl sürecek bir mihnet dönemiydi bu. Sıkıntılar, katlanarak geliyordu;
hemen her gün, bir çadırdan feryad ü figün sesleri yükseliyordu. Salgın
hastalıkların sökün ettiği Şi'bi Ebi Talib'den, keyif çatan Mekkelilerin
üstüne, sıklıkla ağıtlar yankılanıyordu, göçüp gidenlerin ardından!
Çok sıkıntılı günlerdi. Sıkıntıyı zirvede yaşayan da,
yine Allah'ın en sevgili kulu, Allah'ın da Resiiıü'ydü.385 Ancak,
şartlar ne olursa olsun tebliğ vazifesi devam etmeli ve ilahi mesajla insanlar
sürekli beslenmeliydi. Zaten, böylesine bir sıkıntı girdabı, ancak güçlü bir
imanla aşılabilirdi ve bu iman, Efendimiz'in etrafında halkalanan cemaate alem
olmuştu. Kendisi Müslüman olmadığı halde, yine de O'nu tercih edenlerde
bile bunun eseri görülüyor, her şeye rağmen olup bitenlere karşı mukavemet
gösteriyorlardı.
Tebliğin diğer insanlara ulaştırılacak yanı da vardı.
Onun için Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), fırsat buldukça dışarıdan
gelenlerle görüşmeye çalışıyor ve bilhassa haram aylarda muhatap olduğu
kitlelere Allah'ın emirlerini ulaştırma gayreti gösteriyordu. Aynı gayretler,
iman heyecanını sinesinde taşıyan her bir mü' min için de söz konusuydu ve her
şeye rağmen durup tükenme bilmeden bir iman aksiyonu ortaya konuluyordu.
Açlık, susuzluk ve
hastalıkların iniltisinde geçen koskoca
385
Yıllar sonra ve hac farizasını yerine getirmek için yeniden Mekke'ye geldiklerinde,
kurban kesme öncesinde bu mekana gelen Habib-i Zlşan Hazretleri, burada
yaşadığı acı dolu üç yılı hatırlayacak ve etrafındaki arkadaşlanna da o
günlerden bazı kareler sunacaktı. Bkz. Buhari, 2/576 (1513)
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
üç
yıl!.. Bu ne zulümdü ki, kadın-ihtiyar, çocuk-hasta demeden herkesi aynı
konumda değerlendiriyor ve asla taviz vermiyorlardı. Açlıktan, çığlıklan
yükseliyordu çocukların Faran dağlannda ...
Efendiler Efendisi, geceleri Rabbiyle baş başa, namaza
durduğunda, kulağına hep, çocukların ağlaşan sesleri gelip çarpıyor, annelerin
yürek yakan hıçkınklannı duyuyor ve bir mızrap gibi kanayan yüreğine, birer
inilti halinde vurup duruyordu, bütün bunlar tükenme bilmeden! Düşmanlık ve
kinleri o dereceye ulaşmıştı ki, artık varlıklan bile rahatsızlık vermeye
başlamış, onlarla birlikte aynı şehirde yaşamaya bile tahammülleri kalmamıştı.
Mekke, olanca şiddetiyle hücum ediyor ve inananlara nefes bile almayı çok
görüyordu. Bütün bu planlan hazırlayıp çirkinliklerin altına imza atanlar
arasında başı çeken yine, ümmetin firavunu Ebu Cehil idi.
Artık, sadece haram aylarda Mekke'ye inebiliyorlar; kıt
kanaat imkanlanyla sadece sınırlı sayıda malzeme tedarik edebiliyorlardı. Hatta
Kureyş, Müslümanlar satın alamasın diye dışandan gelen kervanlan Mekke dışında
karşılıyor ve getirdiklerini Müslümanlara satmamalan konusunda onlan ikna
etmeye çalışıyorlardı. Çoğu zaman da, ihtiyaçlan olmasa bile Kureyş, dışandan
gelen kervanlarda bulunan malın tamanını satın alıyor ve beri tarafta,
sıkıntıların cenderesinde inim inim inleyenlere alternatif bile bırakmıyordu.
Elde-avuçta bir şey kalmamış, var gibi görünenler de tükenip yok olmuştu.
O kadar açlık ve sıkıntı çekmişlerdi ki, Sa'd İbn
Ebi Vakkas gibi, gecenin karanlığında bir kenara gidip bevlederken,
farkına vardığı bir deri parçasını yıkayıp temizleyen, temizleyip de ateşe
tutup yiyen ve neticede üç gün belinin doğrulmasına sebep olduğu için Rabbine
hamdeden baş yüceler vardı.386 çoğu ağaç yaprak ve kabuklannı
yiyerek ayakta kalmaya
386 EbU Nuaym
el-İsbahani, Hılyetü'l-Evliya, 1/93
Genel Boykot
çalışıyor ve bu
sebeple de ihtiyaçlannı giderirken, koyunlar
gibi
ıtrahatta bulunuyorlardı.s'" .
Bu
sıkıntılı günlerde Hz. Hatice, bir nebze de olsa nefes alma imkanı verenlerden
birisiydi. Zira o, öyle eli kolu bağlı kalacak bir fıtrat değildi. Elindeki
imkanlar, boykotun değirmeninde öğütülse de piyasayı biliyordu ve çoğu zaman
yeğeni Hakim İbn Hizôm'ı devreye
sokup, elinde kalan ne varsa onlan gizlice Şi 'b-i Ebi Talib'e ulaştınyorve böylelikle,
açlara çare; açıklara da sütre oluyordu. Yine böyle bir gün, gecenin karanlığı
çökünce yola koyulmuş; tedarik ettiği bir avuç buğdayı gizlice halasına
götürmeye çalışıyordu. Ebu Cehil'in
gözünden kaçmadı bu
ve kesti yollarını. Cehaletin mekanize otoritesine, kendi başına bir fert nasıl
karşı koyabilirdi? Kardeşi bile olsa, farklı sesin çıkmasına tahammülü yoktu
Ebu Cehil'in:
-
Haşimoğullanna yiyecek götürmek ha, diye sert bir tavır koydu önce ...
-
Yemin olsun ki, ne sen elimden kurtulabilirsin ne de onlara yiyecek götürmene
müsaade ederim. Göreceksin, seni Mekke'ye rezil edeceğim, diye de ilave etti.
Onlar
bu haldeyken yanlanna Ebu'l-Bahteri geldi. O da Haşimoğullarz'ndandı.
İman etmemişti; ama insaf1ıydı. Önce, olayın sebebini öğrenmek istedi ve:
- Aranızda ne oluyor
öyle, diye sordu. Ebu Cehil:
- Haşimoğulları'na
yiyecek götürmeye yeltenmiş, diye ce-
vap verdi. Bunun
üzerine Ebu'l-Bahteri:
-
Yanında, halasına götürmek istediği yiyecek var ve sen onu götürmesine
engeloluyorsun, öyle mi, diye tepki gösterdi önce. Ardından da:
-
Çekil bu adamın yolundan, diyerek zulme son vermek isteyince, inadında direnen
Ebu Cehil'le aralannda kavga başladı. Hatta Ebu'l-Bahteri, eline geçirdiği bir
çene kemiğiyle
387 EbU Nuaym
el-İsbahanl, Hılyetü'l-Evliya, 1/93
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Ebu
Cehil'in kafasına vurup başını yaracaktı, Hz. Hamza da, uzaktan bu manzarayı
seyrediyordu. Derken bu hamle, Ebu'lBalıteri gibi düşünen başkalannı da
cesaretlendirecek ve Kabe duvanna asılan anlaşma metnini aşağıya indirip
boykotu kaldıracak süreci hazırlayacaktı, 388
Bu
arada Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), amcası Ebu Talib'e gelerek:
-
Ey amca! Şüphesiz ki Rabbim Allah (celle celaluhü), Kureyş'in O Kabe'ye astığı sayfaya bir kurtçuğu
musallat etti ve o da, kendi adının dışındaki bütün zulüm, boykot ve iftira
adına ne varsa hepsini yiyip bitirdi, diye haber vermişti. Ebu Talib, şaşkınlık yaşıyordu.
Yeğeninin Kabe'ye gidip de bu sayfayı göremeyeceğini biliyordu. Kureyş'in kin
ve nefreti, bırakın sayfaya ilişmeyi; sayfanın yanına bile yaklaşmaya müsaade
etmezdi. Geriye tek bir alternatif kalıyordu. Onun için:
- Bunu Sana Rabbin mi
haber verdi, dedi.
- Evet, diyordu
Allah'ın Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern).
Bugüne
kadar zaten yeğeninde, yalan adına en küçük bir emare bile görmemişti Ebu
Talib. O yüzden, sadece O da haber verseydi, buna inanacaktı, Ancak, bu sefer
başka bir planı vardı. Hemen gidip durumdan diğer kardeşlerini de haberdar
etti. Bir zulüm devri sona ermek üzereydi. Büyük bir heyecan yaşıyorlardı. Bu
heyecan, sadece Şi'b-i Ebi Talib'le sınırlı kalmamalıydı ve hiç vakit
geçirmeden, hep birlikte Kabe'ye yöneldiler. Onlann gelişini gören herkes,
Kabe'nin yeni bir hadiseye gebe olduğunu görüp olacaklan seyre dalıyordu.
Nihayet,
388
Bkz. İbn Hişam, Sire, 2/195 vd. Taberi, Tarih, 1/550. Ebu'l-Bahteri, Müslüman
değildi ve Müslüman olmadan da vefat etti. Ancak Efendimiz'in vefasından o da
nasibini alacaktı. Zira, Bedir Savaşı'nda karşı cephede Miisliimanlarla
savaşmak için gelenler arasında o da vardı. Onun geldiğini görünce Allah Resülü
(sallallahu aleyhi ve sellem), ashabına şöyle ilan etti:
- Ebul-Bahteri, size
ilişırıediği sürece dokunmayın ona. (İbn Ebi Şeybe, Musannef, 7/357 (36682))
390
Genel Boykot
Mekkelilere
seslenen Ebu Talib, yeğeninin anlattıklanna itimadının ve Rabb-i Rahim'in
verdiği habere güvenin bir gereği olarak şunlan söylemeye başladı:
-
Şüphesiz ki benim kardeşim oğlu Muhammed, sizin sayfanıza Allah'ın bir kurtçuğu
musallat kıldığını ve bu kurtçuğun da onu yediğini söylüyor ki, O asla yalan
söylemez! O'nun anlattığına göre, o sayfada bulunan zulüm, taşkınlık, akrabalık
bağlannı kesme ve haddi aşma gibi bütün olumsuzluklar yök olup gitmiş; sadece
Allah'ın adı kalmıştır. İşte size bir fırsat, şayet yeğenimin söyledikleri
doğru çıkarsa, şu kötü tavır ve davranışlannızı bırakırsınız; yok, denilenler
doğru çıkmazsa işte o zaman ben de size yeğenimi teslim ederim ve siz de O'nu
öldürür veya yaşatırsınız!
İşin
gerçek boyutundan habersiz olan Kureyş'in, zil takıp da oynayacağı bir fırsattı
bu; zira Ebu Talib, tam da kontrolden çıktı, dedikleri bir sırada yeğenini
getirip kendi eliyle teslim ediyordu! Demek ki korkulacak bir durum yoktu.
Onun için hemen:
-
Tamam, gerçekten de sen insafın gereğini yaptın, demişlerdi.
Derken,
hemen Kabe'nin duvanna yönelmişlerdi ve durumu öğrenmek için adeta
birbirleriyle yanşıyorlardı. Ellerine alıp da, üç mühür vurarak kapattıklan,
mahfazayı açtıklannda, gerçekten de durumun, ayne Ebu Talib'in anlattığı gibi
olduğunu gördüler. Bu kadar olurdu! Donakalmışlardı. Öne düşen başlanyla
birlikte, ellerindeki mahfaza da, yenilmiş yazı parçası da yere düşmüştü. Büyük
bir yıkım daha yaşıyorlardı. Bu durumda konuşma sırası ve hakkı Ebu Talib'e
aitti:
-
Her şeyortada olduğuna göre öyleyse bu hapis ve kuşatmanın da bir anlamı
kalmadı, dedi ve yanındakilerle birlikte örtüsünü kaldırarak Kabe'ye girdi.
Şöyle dua ediyorlardı:
- Allah'ım! Bize
zulmedenlere, bizi insanlarla görüşmek-
391
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
ten mahrum kılanlara
ve haklan olmadığı halde bize saldınp haksızlık yapanlara karşı Sen bize yardım
eyle!
Daha
sonra da, hep birlikte çıkıp yeniden, üç yıl çile üstüne çile çekip kesintisiz
ıstırap yudumladıklan mekana geri döndüler. Ancak, bundan sonra hiçbir şey,
eskisi gibi olmayacaktı; zira, Kabe' de yapılan dua kabul görmüş ve eh1-i
hamiyet bazı insanlar harekete geçmişti. Artık bardak taşmıştı ve neticeye
ulaşmadan sular durulacak gibi görünmüyordu.
Beri
tarafta, Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) de halası A.tike Binti
Abdulmuttalib'in oğlu Hişam, Züheyr'i karşısına almış şunlan söylüyordu:
-
Ey Züheyr! Dayılannın halini bilip duyduğun halde senin burada rahat rahat
yiyip içmen, çoluk-çocuğunla şenşakrak dolaşman ve güzel elbiseler içinde
salınmana gönlün ne kadar razı oluyor? Halbuki onlar, ne alışveriş yapabiliyorlar,
ne de aileleriyle birlikte bir yudum huzura nailoluyorlar! Allah'a yemin ederim
ki, şayet onlar Ebu'l-Hakem'in dayılan olsaydı ve ben de onu bunun için
çağırmış olsaydım, mutlaka o bana kulak verir ve dayılanna yardıma koşardı!
Züheyr,
bu cümlelerle neyin kastedildiğini anlamıştı; ama yine de sordu:
-
Ey Hişaml Peki sen ne demek istiyorsun? Tek başıma bir adam iken ben ne
yapabilirim ki? ValIahi de, benimle beraber bir adam daha olsa kalkıp gider ve
o metni yırtıp atanm, dedi.
- Yalnız değilsin ki!
Yanında birisi daha var, dedi Hişam,
- Peki kim o?
-Ben.
- Öyleyse gel, üçüncü
birisini daha bulalım!
Hiç
vakit kaybetmeden hep birlikte Mut'ım İbn Adiyy'in yanına geldiler. Benzeri
sözleri söylediler ona da. Kartopu gibi büyümeye başlamışlardı. Bu sefer de
dördüncü şahsı aramaya
392
Genel Boykot
çıktılar.
Ebu'l-Bahteri de zaten onları bekliyordu ... Çok geçmeden Zem'a İbn Esved
onlara, beşinci isim olarak katılacaktı ...
Derken
beş kafadar, yılların kin ve nefretine karşı silahlannı kuşanmış, arkalarına
taktıklan Haşim ve Abdulmuttalib oğullanyla birlikte, meseleye son noktayı
koymak için Kabe'ye geliyorlardı. Onlann gelişini gören Kureyş'in ise, pek
yapabileceği bir şey kalmamıştı.
Kabe'ye
gelir gelmez, Kabe'yi yedi defa tavaf ettiler ve ardından, anlaştıklan şekilde
önce Züheyr sözü aldı:
-
Ey Mekke ahalisi, bizler, rahatça yemek yiyip güzel elbiseler içinde salınıp
dururken Hdşimoğullarırnn, herkesle irtibatlan kesilmiş vaziyette alışveriş
bile yapamadan göz göre göre helak olmasına göz yumamayız! Vallahi de, şu zulüm
içeren boykotun yazılı olduğu sayfayı alıp yırtmadıkça bir adım geri
gitmeyeceğim!
Ebu
Cehil, horozunu dikmiş bir kenarda olup bitenleri seyrediyordu. Önce:
-
Vallahi de hayır, yalan söylüyorsun ve bu sayfaya bir şey yapamazsın, diye
itiraz etti. Onun bu çıkışına mukabil, bu sefer Zem'a ileri atıldı:
-
ValIahi de esas yalancı sensin! Zaten biz, onun yazılmasına da razı değildik;
sen yazdırdın, dedi. Ebu'l- Bahteri'nin desteğine şahit oldu Kabe:
-
Zem'a doğru söylüyor; orada yazılanlara ve bu uygulamalara seyirci kalamayız!
Mut'ım
İbn Adiyy ve Hişam da arkadaşlannı destekliyorlardı:
-
Elbette bunlar doğruyu söylüyor; sen yalancısın! Burada yazılanlardan da
yapılan muamelelerden de Allah'a sığınınz!
Bir
anda Kabe, insanlık namına Mekkelilerin özlenen çıkışına kavuşmuş, gecikmiş
bir hamleyle siirüra gark olmuştu.
393
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Küfrün yıkım yaşadığı
bir zamandı bu. İçten içe kendini yiyen Ebu Cehil:
-
Şüphe yok ki bu, geceden planlanmış bir komplo, diye tepki verdi.
Bu sırada, yeniden Kabe'ye gelmiş olan Ebu Talib ve
arkadaşlan, olup bitenleri merakla seyrediyorlardı. Onlar açısından, sonunda
karşılaşacaklan şeyler gerçi sürpriz sayılmayacaktı. Ama, yaşanılanlan çıplak
gözle müşahede etmenin ayn bir hazzı vardı.
Tel telolmuş küfür düşüncesi dökülüyordu! Derken, Mut'ım
İbn Adiyy, son noktayı koyup yırtmak ve böylelikle üç yıldır devam eden
insanlık dışı muameleyi nihayete erdirmek için sayfaya doğru yöneldi. Aman
Allah'ım! Bir de ne görsün; sayfadan geriye sadece, 'Allah'ın adıyla' ifadesinin
yer aldığı küçük bir parça kalmıştı ve yanında da bu fiili gerçekleştiren küçük
bir kurtçuk duruyordu!
Böylelikle, üç yıl süren bir zulüm devri kapanıyor,
ortada yazılı bir metin de kalmadığına göre genel boykot da son bulmuş
oluyordu.e''?
389 Bkz. İbn Hişam,
Sire, 2/219 vd. İbn Sa'd, Tabakat. 1/208 vd.
394
Her ne kadar, insanlık dışı muamele kaldınlmış ve boykot
sona ermiş olsa da, yine seneler hüzün yudumluyordu. Belli ki Allah (celle
celaluhü), sevgili kullarını tamamen ahirete yöneltiyor ve yönlerini başlarına
gelen binbir türlü sıkıntıyla gerçek vatana çeviriyordu. Zira boykotun
kaldınlmasıyla yeniden Mekke'ye girebilir hale gelmeleri, işkence ve
baskıların ortadan kalkacağı anlamına gelmiyordu. Dünkü cephede kaybeden ve
burçlarından birisinde hazan yaşayan Mekke müşrikleri, Müslümanlara karşı her
gün yeni bir cephe açıyor ve böylelikle kayıplannı telafi (!) etme yanşına giriyorlardı.
Geride
kalan üç yıllık sürgün hayatı, Müslümanlar üzerinde kalıcı izler bırakmış ve
açlıktan kıvranıp ağlaşan çocukların semaya yükselen feryatlan, anne ve
babaların korkulu rüyası haline gelmişti. Hastalıklar, birer salgın halini
almış, toplumu kınp geçiriyordu. EbU Tôlib ve Hz. Hatice gibi
önemli dayanakl ar da bu furyadan nasibini almış, ağır hastalıklarla boğuşuyorlardı.
Bugün, her şeyi sıfırlayarak Mekke'de yeniden hayata başlamak, onun için öyle
kolay görünmüyordu. Üstelik Mekke, eski şen-şakrak günleri yaşatmamaya
kararlıydı.
395
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Yılların
yorgunluğu, artık Ebu Talib'in belini bükmüş; adımlannı bile atarken zorlanacak
hale getirmişti. Artık, ayağının biri mezarda sayılırdı. Sadece kendisinin
değil, aynı zamanda kabilesinin yükünü de bugüne kadar omuzlannda taşımış;
herkesin karşı çıkmasına rağmen, bir de yeğeninin sorumluluğunu üstlenerek
mihnet koylannda iniltili bir hayat sürmüştü. Belli ki artık, yeni bir yük daha
kaldıracak durumda değildi.
Bir
Ramazan ayıydı. Artık Ebu Talib de hastaydı ve öyle görünüyordu ki, bu
hastalıkla birlikte ebedi 3.leme göç edecekti. Kısa zamanda hastalık haberi
Mekke'ye de yayılmış, ziyaret için yanına gelenlerin sayısı her geçen gün
artıyordu.
Beri
tarafta ise, her şeye rağmen küfür cephesi boş durmuyordu. Onun bu halini de
bildikleri için, çok geçmeden Utbe ve Şeybe İbn Rebia, Ebu Cehil,
Ümeyye İbn Hale! ve Ebu Süfyan gibi Kureyş'in ileri gelenlerinden
yaklaşık yirmi beş kişi, bir araya gelmiş ve Ebu Talib'le son kez konuşmak
üzere anlaşmışlardı. İçinde bulunduklan hali arz ederken kendi aralannda şöyle
konuşuyorlardı:
-
Hamza ve Ömer de Müslüman oldu; onlan da kaybettik. Muhammed'in işi, kabileler
arasında da yayılıp gidiyor. Gelin, Ebu Talib'e gidelim de kardeşinin oğlunu
bize teslim edip, O'nu bize versin! Başka türlü biz, vallahi de bu işin üstesinden
gelebilecek gibi görünmüyoruz.
-
Bu ihtiyardan da korkuyorum işin doğrusu; ölüp giderken Muhammed'in
dediklerini diyecek ve sonra da biz, Arapların dilinden kurtulamayacağız!
-
En iyisi siz, şimdi beklernede kalın; yann amcası vefat ettiğinde ortaya çıkar
ve işini bitirirsiniz!
Bu
ve benzeri fikirler ileri sürseler de, üzerinde ittifak ettikleri konu, vakit
geç olmadan artık son demlerini yaşayan
396
Hüzün Yılı
Ebu Talib'e son bir
çıkarma yapmanın gerekliliğiydi. Yanına gidecek ve şu teklifte bulunacaklardı:
-
Ey Ebu Talih! Şüphesiz ki sen, bizim durumumuzu da senin başına gelenleri de
biliyorsun! Endişe edip durduğumuz hususlar da zaten belli! Yeğeninle aramızda
yaşadıklanmız, kimseye gizli değil; her şeyortada! O'na söyle de; biz O'ndan, O
da bizden uzak dursun! Bizim dinimizle ve anlayışımızIa uğraşmayı bıraksın ki,
biz de O'nun yakasını bırakıp dinine karışmayalıml
Ebu Talib açısından
mesele, sanki yumuşamış gibiydi.
Herkes
kendi halinde bir hayatı yaşayınca, kimse rahatsız edilmez, yeğeni de güvende
olurdu. Bu mülahazalar içinde Allah Resülü'nü çağırdı yanına:
-
Ey kardeşimin oğlu! İşte şunlar, kavminin ileri gelenleri! Bir araya gelmiş ve
Sana güvence veriyor, bir daha ilişmeyeceklerini söylüyorlar, dedi.
-
Ben onlardan tek bir kelime istiyorum ki onunla onlar, Arapların bütününe hakim
olacaklar ve bu kelimeyle Acemler de, gün gelecek onlar gibi yaşamaya
başlayacaklar.
Bu
cümleden, Muhammed'in kendi tekliflerini kabul ettiği sonucunu çıkaran Ebu
Cehil, hemen ileri atıldı ve:
-
Bir tek kelime mi? Ne demek, istediğin kelime olsun; babanın hatırına yemin
olsun ki, Sana bir değil; on kelime veririz, dedi. Artık, son nokta
konulmalıydı ve Efendiler Efendisi:
La ilahe illallah diyeceksiniz ve O'ndan başka ibadet ettiğiniz her şeyi
bırakacaksınız, dedi. Bu, O'nun her fırsatta talep ettiği meseleydi. Ve her
zaman olduğu gibi yine onlann hoşuna gitmeyecekti. Ellerini birbirine çarpıp
alkış tutmaya başladılar ve bir taraftan da, burun bükerek şöyle
söyleniyorlardı:
-
Yoksa, Sen ey Muhammed! Bütün ilahlan tek bir ilah haline mi getirmek
istiyorsun?
397
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve s e l l e m )
Bir başkası ileri
atıldı ve ilave etti:
-
Vallahi de bu adam, istediğiniz hiçbir şeyi size vermeyecek! Yine de siz,
istediğinizi yapmaya devam edin ve sizinle onun arasındaki mesele çözülünceye
kadar asla atalannızın dinini bırakmayın!
Yine
vahyin emareleri görülmüştü, Cibril-i Emin yeni bir mesaj daha getiriyordu:
-
İçlerinden kendilerini uyanp irşad edecek birinin gelmesinden her nedense
şaşırdılar ve o kafirler, "Bu bir sihirbaz, bir yalancı! İşte tutmuş,
bunca ilahı bir tek ilah yapmış! Bu gerçekten şaşılacak, çok tuhafbir
şey." diyorlar.
Bu
ifade, onlann adım adım takip edildiklerinin açık bir yansımasıydı. Attıklan
her adım takip ediliyor ve iç dünyalannda gizledikleri her şey, ummadıklan bir
zamanda önlerine konulup açığa vuruluyordu. Zira, devamındaki ayet şöyle
diyordu:
-
İçlerinden önde gelen eşraf takımı derhal harekete geçip, "Hala mı
duruyorsunuz?" dediler. "Kalkın, yürüyüp gösteri yapın ve ilahlannız
konusunda direnip dayanacağınızı ilan edin. Bu, cidden yapılması gereken bir
şeydir. Doğrusu biz, bu tevhid inancını son dinde de göremedik. Bu, sırfbir
uydurma! Biz, bu kadar eşraf dururken, kitap gönderilecek bir O mu
kalmış?"
Elbette,
herkesin bir hesabı vardı; ama hesabı en son tutan, mutlaka her şeyin sahibi
Allah (celle celaluhü) olacaktı:
-
Hayır, hayır! Onlar benim buyruklanm hakkında tam bir şüphe içindedirler.
Doğrusu onlar, henüz azabımı tatmadılar!390
Tadacaklardı.
.. Ama, her şeyin bir zamanı vardı. İşin burasında yaşlı amca Ebu Talib,
Kureyş'in temsilcilerine döndü ve şunlan söyledi:
390 Bkz. Sad, 38/4-8;
Bkz. İbn Hişam, Sire, 2/264 vd.
Hüzün Yılı
-
Ey Kureyş cemaati! Sizler, Allah'ın, yarattıklannın içinden seçtiği ve
Arapların kalbi konumundaki kimselersiniz; itaat edilmesi gereken seyyidler hep
sizin aranızda, gözünü budaktan sakınmadan tehlikelerin üzerine giden kahramanlar,
cömertlik ve civanmertlikte viis'at yaşayanlar da hep öyle! İyi bilin ki,
Araplar arasında sizler, kendi haline bırakılmamış ve tercihte bir konuma
getirilmişsiniz! Şerefinize gelince, zaten onunla birlikte yaşıyorsunuz!
Öyleyse sizlerden insanlara bunu cömertçe dağıtmak; insanlardan da buna ulaşmak
için değişik vesileler bulmak düşer.
Şu
anda insanlar, sizin karşınızda yer alıyorlar ve aranızda savaş var. Ben size,
bu bünyeye saygı duymanızı tavsiye ediyorum; çünkü onda, Rabbin hoşnutluğu,
geçim kolaylığı ve bulunduğunuz konumu sağlamlaştırma var!
Akrabalannızı
görüp kollayın ve sakın ola ki sıla-i rahimi kesmeyin; çünkü sıla-i rahim, ecel
anındaki üzüntüyü kesip hüzün ve kederi azalttığı gibi kemiyet planında güç
demektir ve gözünüz arkada kalmaz!
Taşkınlık
ve baş kaldırmadan da uzak durun; çünkü bu ikisinde, asırların yok oluşu
gizlidir ki, sizden öncekilerin halini biliyorsunuz.
Sizden
yardım isteyene yardımcı olun ve elini açıp da sizden bir şey isteyeni de, eli
boş göndermeyin; çünkü bu iki konu, hayat ve ölümün şerefini içinde banndırır.
Bir
de, sözün doğru olanını söyleyin ve emanette kusur etmeyin; çünkü bu ikisinde
özel manada bir muhabbet, genel olarak da yücelik vardır.
Sizden
son olarak da, Muhammed' e hayır tavsiye ediyorum; çünkü O, Kureyş içindeki en
güvenilir insan, Araplar arasındaki en doğru kişi ve şu saydıklanmın tamamını
bünyesinde bulunduran en faziletli insandır. O, öyle bir işle ortaya çıktı ki
onu, gönül kabul etmekle birlikte ayıplanmak endişesiyle dil inkar ediyor!
Andım olsun ki, ben Arapların koşturup
399
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
geldiğini;
iyi insanların etraftan akın ettiğini ve güçsüz zayıf insanların da, genel
manada O'na icabet edip huzur bulduklannı; getirdiklerini tasdik edip bu işi
yücelttiklerini şimdiden görüyor gibiyim. Böyle giderse, ölüm sonrasında onlar
feyiz ve bereketle coşarken Kureyş reisleri ve ileri gelenleri arkada kalacak
ve yıldızlan sönüp etkisiz hale düşecek; bugünkü zayıflannız baş tacı olacak;
en azametliniz, en muhtaç hale gelecek ve bugün O'na en uzak olanınız yann
O'nun yanında en iyi konumda olacak! Baksanıza, Araplar daha şimdiden O'na kucak
açtı ve yardımına koştu, gönüllerini açıp başlanna taç yaptılar.
Aranızdaki değere sahip çıkmayı bilin ey Kureyş! O'nun
için yardımcılar ve davası için de koruyucular olun! Allah'a yemin olsun ki,
sizden kim O'nun yoluna girse, rüşde ulaşıyor ve getirdiğini rehber edinen de
hep saadet yudumluyor! Keşke benim için hayat biraz daha uzun olsaydı ve ecelim
bir miktar gecikseydi de ben, şu sıkıntılannı giderebilmiş ve başındaki bela ve
musibetleri de savabilmiş olsaydıml-?'
Herkesin kulağına küpe yapması gereken bu nasihatler,
erbabının yanında bir kıymet ifade ederdi. Anlaşılan, miişrikler bunlardan hiç
de hoşlanmamışlardı. Şüphesiz onlann da, küfür adına daha başka planları vardı
ve onlan da devreye koyarak her geçen gün daha derin bir çukura doğru gitmeleri
gerekiyordu. Yine homurdanmışlar ve yine burunlannı bükerek meclisi terk
etmeye başlamışlardı.
Kureyş'in önde
gelenleri yanından aynhnca Ebu Talib, yeğenine döndü ve yılların tecrübesiyle
şunlan söyledi O'na: - Vallahi de ey kardeşimin oğlu! Onlardan imkansız bir şey
istemedin!
391 Bkz. Halebi,
Sire, 2/49-50
400
Hüzün Yılı
Efendiler
Efendisi'ni ümitlendiren bir cümleydi bu. Nihayet, yıllar sonra amcası da
İslam'a geliş emaresi göstermiş; iman adına bir kapı aralamıştı. Her fırsatı
değerlendirmek isteyen müşfik Nebi, büyük bir ümitle ona yöneldi; bunca zaman
kendisine kol ve kanat geren biricik amcasının, iman adına mesafe alamadan
gitmesine gönlü bir türlü razı değildi:
-
Ey amca! Peki, onu sen söyle ki, kıyamet gününde ben de onunla sana şefaat
edebileyim, dedi.
Kendini,
insanların imanını kurtarmaya adamış bir ruh için bu, elbetteki çok önemli bir
fırsattı; amcasının, gelip de iman etmesini o kadar gönülden arzuluyordu ki!
Ancak iman işi, bir nasip meselesiydi; peygamber bile olsa insan, Allah dilemedikçe
kimseyi hidayet üzere sabit tutamaz ve dilediğine bu yolu ayncalıklı hale
getiremezdi. Zira, vahiy de aynı şeyleri söylüyordu:
-
Şüphe yok ki Sen, dilediğin kimseyi doğru yola eriştiremezsin; lakin
ancakAllah dilediğini doğruya hidayet eder.392
Evet,
bu bir muhabbetin eseriydi; ama bir türlü olmuyor, neticeye gidilemiyordu. İşte
bu son hamle de, yeni ve son bir ümitti. Yeğeninin bu kadar içten ümit
beslemesini görünce Ebu Talib:
-
Ey kardeşimin oğlu, diye seslendi. Daha sesinin tonunda, "O kadar da
iimitli olma!" mesajı gizliydi. Bir anlık durgunluktan sonra da:
-
Vallahi de, şayet benden sonra atalannın oğluna bunaklık atfetmelerinden ve
Kureyş'in de, ölümden korktuğum için bu kelimeyi söylediğimi zannedeceklerinden
endişe edip korkmasaydım mutlaka onu söylerdim. Ancak onu, sadece Seni
sevindirmek için söylerim, dedi.
392 Bkz. Kasas, 28/56
401
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Ancak
Efendimiz, yine de her anı değerlendirmek isteyecek ve bulduğu her fırsatta
amcasının, kalıcı bir adres bırakmasını isteyecekti.
Küfrün
önderleri yine amcasının yanına gelmişlerdi. Bu arada Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellern), hasta yatağındaki Ebu Talib'in yanına doğru ilerlemeye
başladı. Bir başka öz amca, hemen ileri atıldı ve Resülullah'ın hedeflediği
boşluğa oturuverdi. Maksadı, Efendiler Efendisi'nin, son demlerinde Ebu Talib'e
tesir edip de onu; İslam'a davet etmesinin önüne geçmekti. Ebu Talib'in can
derdine düştüğü bu demlerde bile küfür, yine küfrünü eda ediyor; iman adına en
küçük bir hamleye müsaade etmek istemiyordu. Göz göze gelip de şefkatle
amcasına bakışlanna bile tahammülleri yoktu. Bir de Efendimiz, bulduğu her
fırsatta iman talebinde bulunuyordu. İşin özü, Ebu Talib'in son demlerinde
bile, imanla küfrün mücadelesi zirvede yaşanıyordu:
-
Ey Ebu Talib! Yoksa, Abdulmuttalib'in dininden vaz mı geçiyorsun, diye sordular.
-
Hayır. Ben, Abdulmuttalib'in dini üzere kalıyorum, diye cevap verdi Ebu T5.lib.393
Artık,
ölüme daha yakındı. En yakınında ise, bir diğer kardeşi Abbas vardı.
Dudaklanndaki hareketi izlemeye çalışıyordu. Derken, en büyük hami ve müşfik
amca, hayata gözlerini yumuyordu.
Küfrün
baskısı altında ve bir türlü imana giden yola giremeyen amca Ebu Talib için
Allah Resülü, bundan sonra da dua ve istiğfardan vazgeçmeyecek ve şöyle
diyecekti:
-
Bana gelince vallahi de Ben, bundan nehyedilmediğim sürece senin için istiğfar
edeceğim.394
393 Abdulmutta/ib'in
dini üzerinde kalma meselesi,
EbU Talib'in imanı konusunda önemli bir merkezi tutmaktadır.
394 Bkz. Buhari,
1/457 (1294)
402
Hüzün Yılı
Yaşayan Kur'an'ın bu ifadesi, çok geçmeden Cibril'in
müjdeleriyle teyid edilecekti. Gelen ayet de, önce mevcut durumu rapor edip
sonrakiler için adeta bu tabloyu ebedileştiriyor; ardından da, ataları
arasından bir örnek vererek bu konuda ortaya konulması gereken tavrın ne
olduğunu bir modelle anlatmış oluyordu:
- Cehennem ehli oldukları kendilerince belli olduktan
sonra -akraba bile olsalar- müşrikler hakkında istiğfarda bulunup onların
affedilmelerini istemek, ne peygamberin ne de mü'minlerin yapacağı bir iştir.
İbrahim'in, babası için istiğfar dilernesi ise, sırf ona yaptığı vaadi yerine
getirmek için olmuştu. Fakat onun Allah düşmanı olduğu kendine belli olunca,
onunla ilgisini kesmişti. Gerçekten İbrahim, çok yumuşak huylu ve sabırlı idi.395
Techiz ü tekvin işlerini de gördükten sonra Abbas İbn
Abdü1muttalib, Allah Resülü'nün yanına yaklaştı ve hüzün kesilmiş yeğenine:
- Ey kardeşimin oğlu! Allah'a yemin olsun ki kardeşim
Ebü Talib, Senin ondan istediğin o kelimeyi son anında söyledi, dedi.
Resül-ü
Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellern), aynı şekilde düşünmüyordu ve amcasına
dönerek:
- Ben duymadım, dedi.396 Bunun üzerine Abbas, yeğenine
yaklaşacak ve amcasıyla ilgili daha yumuşak ve dengeli olmasını talep edecekti.
Ancak O, zaten bir denge insanıydı; sırat-ı müstakimin zirve temsilcisiydi O (sallallahu
aleyhi ve sellem) ve herkes, dengede O'nu örnek almalıydı. Onun için amca Abbas'a
şunları söyledi:
- Umarım ki kıyamet
gününde, benim şefaatim ona fayda
395 Bkz. Tevbe, 9/113,
114
396 Bkz.
İbn Hişam, Sire, 2/265, 266
403
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
verir de,
cehennemdeki azabı kısmen de olsa hafifler, o süreci daha hafif atlatır.397
Ebü Talib'in
vefatı üzerinden henüz üç gün geçmişti. En azından dünyaya veda ederken bir
adres bırakması için çok uğraşmıştı, ama dudaklanndan bu adresi ifade eden bir
cümle duyamamıştı Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern). Üstüne üstlük,
onun yokluğunu fırsat bilen Kureyş, artık daha acımasızca yüklenecek ve bu
yüklenmelerde onun yokluğunu acı acı hissedecekti. Çok üzüntülüydü; en büyük
destekçi ve hamisi, amcası Ebü Talib'in imanına şahit olamadan, dünyadaki
sıcaklığına mukabil ebedi huzuru kazanma yoluna girdiğini ifade edecek bir
kelime duyamadan onu toprağa vermenin hüznü içindeydi.
Karanlığın koyulaştığı en zifiri demlerdi, Hasta
yatağında bıraktığı kerim zevcesinin durumunu merak ediyordu ve çadınna
yöneldi telaşla ... Çünkü, bir diğer destekçi Hz. Hatice de hastalıktan
kıvranıyordu. Son yolculuk öncesinde Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern), ateşler içinde kıvranan kerim zevcini ziyaret için yola koyuldu. Ebü
Talib gibi bir dayanaktan mahrumiyetin yanında, can dostu ve en sadık
yaranından da mahrum kalmak vardı işin ucunda ...
Yaklaştı ve çadınn perdesini araladı yavaşçal..
Hastalıkla inleyen Hz. Hatice'nin hali yürek yakıyordu; altında firak çığlıklan
sezilen iniltilerdi bunlar ... Hatice, Mekke'nin en zengin kadınıyken bugün,
açlık ve sıkıntı içinde iki büklüm; sürgün
397 Bkz.
Buhari, Sahih, 3/1409 (3672) EbU Talib'le ilgili olarak Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)'den şeref sudur olmuş, "Rabbimden onun için çok büyük
hayır umuyorum." (İbn Sa'd, Tabakat. 1/124, 125), "Şayet Ben olmasaydım
o, şimdi cehennemin en altında azap görüyor olacaktı", (Müslim, Sahih, 1/195
(209) ve "Onun cehennemdeki azabı, topuk kemiklerine kadar ulaşır."
(Müslim, Sahih, 1/195 (210) gibi rivayetler de vardır.
404
Hüzün Yılı
hayatının tüketen
şartlanyla boğuşarak gidiyor; geride kalanlara el sallayıp veda ediyordu.
Derinleşmiş hüznünde, Allah Resülü'nü, kızlanyla birlikte
yalnız bırakacak olmanın endişeleri gizliydi. Gidiyordu; ama gönlü, himayesiz
kalan Efendisi'nde mahpus, geride kalan Sultanlar Sultam ve Rabb-i Rahim'ine
emanet ettiği yetimlerinde esir kalmıştı. Erken doğmuş, Hakk'a erken uyanmış
ve şimdi de, kendi elleriyle emanet ettiği iki yavrusundan sonra, onlara
kavuşmak için önden gidiyordu.
Yüzünde, gidişi öncesinde tatlı bir tebessüm belirdi;
belli ki artık, Cibril'in muştusunu getirdiği cennet yamaçlan açılınıştı
gözlerine ... Ancak bu tatlı tebessüm bile, şefkat ve merhamet yüklü bulutlar
gibi çadınn kapısında kendisini gözleyen Efendisi'ni görünce acılaşmış ve
derin bir hüzün şekline dönüşmüştü. Her ikisi de, birbirlerinin halini
düşünerek hüzün yaşıyordu.
Şefkat ve Merhamet Sultanı'nı derinden yaralayacak bir
manzaraydı bu!.. Göz pınarlan harekete geçmiş, yanaklanndan süzülen damlalar
mübarek sakalım ıslatmıştı; ardı ardına hıçkınklar düğümlendi defalarca
boğazında! ..
Bir minnet duygusuyla yanına yaklaştı Allah Resnlü ve
ifadede kelimelerin kısır kaldığı mana yüklü şu cümleleri sıralamaya başladı,
titreyen dudaklanndan tane tane:
- Benden dolayı, ey Hatice! Sen de, bu sıkıntılara
katlanmak zorunda kaldın ve karnetine göre bir hayattan mahrum yaşadın.
Aslında sen bunlara layık bir kadın değildin. Keremine
karşılık kerem le mukabele bulmak varken sen, çile üstüne çile ve mihnetle
mukabele gördün, demek
istiyordu ve ilave etti:
-
Ancak unutma ki Allah, her sıkıntı ve zorluğun arkasından, mutlaka hayr-ı
kesir murad etmiştir ... 398
398 Heysemi,
Mecmau'z-Zevaid, 9/218
4°5
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Ve
Ebu Talib'den sonra ikinci önemli dayanak da artık yaşamıyordu. Atmış beş
yaşlanndayken dünya ve dünyadaki bütün sıkıntılara veda ederek, içinde ne bir
gürültü ne de bir yorgunluk olan, incilerle örülmüş ebedi mekanına intikal etmişti
Hz. Hatice (radıyallahü anha),
Böylelikle
o, Hira' da doğan güneşin ardından bir Kadir Gecesi başladığı yeni hayatını,
yine bir Kadir Gecesi'nde noktalamış oluyordu. Mezanna inip ebedi
yurdun ilk kapısı olan Hacim Kabristanı'ndaki
rnekanına onu, bizzat Allah Resülü yerleştirecek; yine toprakla üzerini de O
kapatıp tesviye edecekti.399
Artık
musibetler, sağanak olup yağmaya başlamıştı; çünkü yanında, yaşadığı her
sıkıntıda semtine sığınıp da sükün bulduğu bir destek; musibet olup üzerine
gelen meteorlann atmosferine çarparak parçalandığı bir dayanak ve yılların tecrübesiyle
gelişmeleri sabırla karşılamada emin bir yardımcısı yoktu Allah Resülü'niin.
Allah
Resülü için miişfik bir babadan, güvenli bir koruma ve gönlü zengin bir amcadan
sonra; sadık bir yar, kerim bir zevce ve müşfik bir dayanak da artık
yaşamıyordu. Bu sebeple Kureyş, daha bir cesaretlenmişti; Efendimiz'in üzerine
daha çok geliyordu. Bir gün, sefahete kendini kaptırmışlardan biri, yolda
yürüyen Efendiler Efendisi'nin üzerine toz-toprak atmış ve O da üst-başı bu
halde iken, başını öne eğerek hane-i saadetlerine gelmişti. Kızlanndan birisi,
babasını bu halde görünce çok üzülmüş ve bir taraftan Efendimiz'in üzerini
temizlerken diğer yandan da bu üzüntüsünü ağlayarak gösteriyordu. Ufku süzen
gözlerin ardından şöyle buyurdular:
-
Ağlama kızım ve sakın üzülme! Allah, senin babanı zayi edecek değildirl-"?
399
İbn Sa'd, Tabakat, 8/18 400 İbn Hişam, Sire, 2/264
406
Hüzün Yılı
Ardı ardına yaşanan bu üzücü olaylarla dolu bu yıla, hüzün yılı denilecekti. Zira onda, bir yandan
müşriklerin ortaya koyduklan haksız başkaldın ve tepkiler çığınndan çıkmış ve
kontrol edilemez bir konuma gelmiş, diğer yandan da Efendimiz'in yanındaki iki
temel dayanak da ebedi aleme göç etmişti. Mahzun Nebi'yi hüzne boğan
gelişmelerdi bunlar ve bundan sonra bu isim, geride kalan bir yıla alem olacaktı.
Ebu Leheb'i Bile Duygulandıran Manzara
Ebu Talib ve Hatice validemizin vefatıyla birlikte
Efendiler Efendisi derin bir hüzne dalmış, çoğu zamanlannı evinde yalnız
geçirmeye başlamıştı. Yetimleriyle birlikte baş başa verip müşterek bir hüzün
yudumluyordu. Annesiz kalmanın ne anlama geldiğini en iyi bilen de yine O idi.
Onun için, kızlanna ayn bir şefkat gösteriyor ve böylesine önemli bir zaman
diliminde onlara daha çok vakit ayınyordu.
Ebu Leheb olsa da Abduluzza, öz amca idi; kardeşinin
yokluğunda Kureyş'in yeğeninin üzerine daha fazla gittiğini de zaten görüp
duruyordu. Bu manzara, onun cehenneme yakıt olacak taş misal kalbini bile
yumuşatmış ve yanına gelerek şu teklifte bulunmuştu:
- Ya Muhammed! Dilediğin gibi rahat hareket et; Ebu Talib
hayattayken neler yapıyor idiysen şimdi de aynısını yap! Lat'a yemin olsun ki,
ben ölene kadar Sana kimse ilişemeyecek!
Gerçekten de bu, hiç beklenmedik sürpriz bir
gelişmeydi, demek ki Allah dileyince, nice olmaz gibi görünenler oluyor, taş
kesilmiş vicdanlar bile şefkatle harekete geçebiliyordu.
Derken bir gün, İbnü'l-Gaytala adında birisi,
Efendimiz'e hakaret edip kötü sözler sarfetmiş; bunu duyan Ebu Leheb de, hemen
gidip İbnül-Gaytala'nın haddini bildirmişti. O da şaşırmıştı; daha düne kadar
kendileriyle birlikte yeğeninin
407
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
ölümüne imza atan ve
onları, birhiç uğruna üç yıl sürgüne gönderen adam, karşısında duran Ebu Leheb
değildi!
Koşarak bir çırpıda
Kureyş'in yanına geldi:
- Ey Kureyş
topluluğu! Ebu Utbe de sabi olmuş!
O
gün için bu, en flaş haberdi. Ebu Leheb de gidip Muhammed'e iman etmişse,
artık dünya kendilerine zindan demekti. Hemen yanına koştular ve durumu tetkik
etmek istediler:
-
Hayır! Ben, Abdulmutlalib'in dinini terk etmedim. Sadece ben, kardeşimin
oğluna sahip çıkıyor ve O'nu korumaya çalışıyorum, diyordu. Gönüllerine su
serpen cümlelerdi bunlarve:
-
İyi ediyorsun; hem böylelikle akraba olmanın gereğini yerine getirip ihsanda
bulunuyorsun, diyerek oradan aynldılar.
Aradan
birkaç gün daha geçmişti. Kureyş'in intikam sesleri bir nebze kesilmişti,
kısmen de olsa Mekke'de bir rahatlama hissediyordu. Ancak bu, süreklilik arz
etmeyecek sun'i bir rahatlamaydı. Çünkü Ebu Cehil ve Ukbe İbn Ebi Muayt bir
araya gelmiş ve Ebu Leheb'i ziyaret ediyorlardı. Belli ki Ebu Cehil, yine Ebu
Cehilliğini yapacak, Ukbe de Ukbeliğini gösterecekti. Küfür adına hava
oluşturmada, insanlar üzerinde baskı kurup kararlarını etkilemede ve kamuoyunu
istedikleri istikamete yönlendirmede üzerlerine diyecek yoktu. Ebu Leheb'e de
yaklaşmış, şöyle diyorlardı:
-
Senin kardeşinin oğlu, babanın nerede olduğunun haberini sana da verdi mi?
- Peki neredeymiş o,
diye soruyordu.
- Babanın cehennemde
olduğunu söylüyor, diye dama-
nna basarak konuşuyor,
böylelikle onun inat damarını tahrik etmeye çalışıyorlardı. Ve, ne yazık ki bu
tahrik de tutacaktı.
Zira,
Ebu Leheb'i can evinden vuran bir durumdu bu. Zaten, kendisi ve hanımı
hakkında söylenilenlerden haberdar
408
Hüzün Yılı
olmuştu;
ama o her şeye rağmen (!) çığınndan çıkan zulümler karşısında mağdur olan
yeğenine sahip çıkma adına, bir nebze O'nun elinden tutmak istemişti. Babasına
toz kondurmak istemezdi ve hemen gidip, yeğeniyle olan bütün alakasım kesmeliydi.
Koşarak geldi ve şunlan söylemeye başladı:
-
Vallahi de ben, Abdulmuttalib'in cehennemde olduğunu söylediğin sürece, ebedi
olarak Sana düşman kalacağım!
Yolların
yeniden aynldığım gösteren bir cümleydi bu. Zaten, Ebu Leheb gibi birinden de
ancak bu beklenirdi. Bundan sonra yeniden Kureyş hiddetlenip köpürecek,
Mekke'de yaşanan geçici bir nefes alma dönemi de artık, bir nostalji olarak
kalacaktı.s?'
401 Bkz. İbn Sa'd,
Tabakat. 1/211
409
~
Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellern), insanların hidayete ermesi için her türlü yolu
deniyordu. Bunu yaparken, kimin hangi konuda ilgisi varsa o alanı tercih ederek
İslam'ı gündeme getiriyor ve böylelikle insanlan, Rabbıeriyle tanımak çalışıyordu.
Ancak bunun için, muhataplan iyi tanımak gerekiyordu; zaten, tebliğin en
önemli şartlanndan birisi de, duygu ve düşüncesi, istek ve beklentileri, zevk
ve hobileri açısından muhatabı çok iyi tanımaktı ve bunu en iyi yapan kişi, hiç
şüphesiz Efendiler Efendisi idi.
Rukane
İbn Yezid adında, sırtı yere gelmez bir pehlivan vardı ve Efendiler Efendisi bu
adamla daha sık görüşür olmuştu. Yine bir gün, Mekke'nin kenar
mahallelelerinden birinde buluşmuş konuşuyorlardı. Resül-ü Kibriya Hazretleri:
- Ey Riikane, diye
başladı sözlerine.
- Sen de takva
libasını giysen ve gelip davetime icabet et-
sen, diye ilave
ediyordu. Rııkane:
-
Bilsem ki Senin beni davet ettiğin şey hak ve doğrudur; gelir Sana tabi olurum,
diyordu. Bu sözlerde, samimiyet gizliydi ve iş buraya kadar gelmişken mesele,
olduğu yerde bıra-
411
Efendimiz (s a l l a l
l a h ıı aleyhi ve
sellem)
kılmamalı ve son
nokta konulmalıydı. Bunun için de, Rııkane'nin anlayacağı dilden konuşmak
gerekiyordu:
-
Şayet ben seni burada yensem, getirdiklerimin hak olduğuna inanır mısın, diye
sordu Allah Resülü (sallallabu aleyhi ve sellern).
Fiziki
şartlar açısından imkansız bir teklifii bu. Kendi alanında rüşdünü ispat etmiş
bir pehlivana karşı, hayatında hiç güreş tutmamış ve tecrübesiz birisinin, öyle
kolayca galip gelmesi düşünülemezdi! Onun için tereddütsüz cevap veriyordu
Rııkane:
- Evet, kabul ederim!
Elbette
maksat, sadece kuru bir güreş değildi; esas olan, Rukane'yi düşündürecek bir
mucize ortaya koymaktı. Kendi anladığı dilden konuşacak ve güç ve kuvvetini,
Allah'ın havl ve kuvvetine bağlayan bir peygamber olduğunu anlatacaktı Allah
Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem):
- Öyleyse, gel
güreşelim, dedi vakit geçirmeden. Kendinden emin Rııkane de ayağa kalkmış ve
gerçekten bir güreş başlamıştı. Ancak, o da ne, daha ilk hamlede Rııkane
kendini yerde buluvermişti! Sanki, karşısında MuhammedülEmin değil de bir ordu
var gibiydi. Ne bir oyun ortaya koyahilmiş, ne de bunu düşünecek vakit
bulabilmişti! Sanki, eli-ayağı bağlanmış gibiydi. Bu işten bir şey anlamamıştı.
Onun için:
-
Tekrar güreşelim, teklifinde bulundu. Bu teklif de kabul görmüştü ve yeniden
ayağa kalktılar. Öncekinden farklı bir sonuç yoktu ortada. Daha ilk hamlede
sırtı yere gelen, yine Rukane olmuştu. Şaşkınlığını gizlerneye gerek yoktu ve:
-
Ey Muhammed! Allah'a yemin olsun ki bu, imkansız ve acayip bir şey! Nasılolur
da Sen beni yenebilirsin, dedi.
Rtıkane
çözülmeye başlamıştı. Habib-i Zişan Hazretleri, işi burada bırakmak istemiyordu.
Onun için, ikinci bir mucizeye ihtiyaç vardı ve şunlan söyledi:
412
Sancılı Süreç
-
Şayet istersen, bundan daha acayibini de sana göstereyim! Ancak bunun
sonrasında, Allah'tan korkmanı ve bana tabi olmanı isterim!
- Peki, nedir o, dedi
Rtıkane.
- Şu gördüğün ağaç
var ya, onu çağıracağım ve o da yanı-
ma
gelecek, dedi Allah Resülü (sallallabu aleyhi ve sellem). - Peki, çağır
öyleyse!
Büyük
bir titizlikle Efendimiz (sallallabu aleyhi ve sellem) durmuş, ağacı yanına
çağınyordu. Büyük bir dikkatle olacaklan izlemeye durmuş Rııkane'nin gözleri
yerinden çıkacak gibi olmuştu. Zira, Efendiler Efendisi'nin yanına çağırdığı
ağaç, yerinden hareket etmiş; salına salına yanına geliyordu. Nihayet ağaç,
Allah Resülü'nün önüne kadar gelince:
-
Haydi, geldiğin yere geri dön, buyurdular ve bu sefer de aynı ağaç, geldiği
yere geri döndü.
Zihni,
darmadağın olmuştu Rükane'nin, Üstesinden gelemeyeceği bir gücün karşısında
bulunduğunu fark etmişti; ama henüz son hamleyi yapabilecek iradeye sahip
değildi.s?" Onun için, kendi kavminin arasına geri dönmeyi tercih
edecekti.
Kavminin
arasına gelmişti; ama hala yaşadıklannın tesiri altındaydı. Önce, başından
geçenleri anlattı bir bir. Ardından da, halindeki garipliği soranlara şöyle
diyordu:
-.
Ey Abdimenafoğullan! Sizin şu arkadaşınızla bütün dünyayı büyüleyebilirsiniz;
Allah'a yemin olsun ki ben, O'ndan daha büyük bir sihirbaz görmedimlwa
Hz. Ebu Bekir'İn
Hicret Teşebbüsü
Efendimiz ve O'na tabi olanlar, Ebu Talib gibi bir himayeden
yoksun kalınınca Mekke daha fazla tepki vermeye baş-
402,
Rükane, Mekke fethinden sonra Müslüman olacak ve Hz. Muaviye'nin hilafeti
döneminde vefat edecektir. Bkz. İbn Abdi'l-Berr, İstiab, 2/507
403 Bkz. İbn Hişarn,
Sire, 2/235, 236
413
Efendimiz (sallallalıu
aleylıi ve sellem)
lamıştı
ve bu tepkinin dozu her geçen gün artıyordu. Hedefte sadece Resül-ü Kibriya
Hazretleri yoktu; O'nunla birlikte hareket eden herkesi hedef haline getirmişlerdi
ve sürekli taciz ediyorlardı. Hz. Ebu Bekir de bundan nasibini alıyordu. Belli
ki artık Mekke'de rahat yoktu. Hem, Habeşistan'a önceden gidenlerin hayır
haberleri geliyordu.
Çok
geçmeden Hz. Ebu Bekir de, _hicret için Efendiler Efendisi'nden izin istedi.
Talep rrıaküldü ve izin de verilmişti. Bulundukları yerde şiddet ve baskı artsa
da yeryüzü genişti ve o da, dayısımn oğlu ile birlikte bir gün, Habeşistan'a
doğru hicret için yola çıktı. Tek arzusu, namazıarım baskı altında
kalmadan kılabilmek ve içinden geldiği şekilde gürül gürül Kur'an'ını
okuyabilmekti.
Bir
müddet yol aldıktan sonra karşılarına eski dostu ve Mekkeliler katındaki değeri
büyük insan İbn Düğunne çıkageldi. Onun gibi saygın birisinin yola
revan oluşunu görünce telaşla sordu:
- Nereye gidiyorsun?
- Beni, kavmim
vatammdan çıkmaya zorladı ... İşkence
ettiler ve maddi
mudayaka içine almaya çalıştılar, diye cevapladı Hz. Ebu Bekir (radıyallahu
anlı).
Şaşırmıştı
İbn Dügunne. Onun gibi faziletli, güzel ahlak sahibi ve herkesi kucaklayan,
dürüstlüğüyle meşhur birisi nasılolur da böyle bir sonuca zorlanabilirdi? Bu
şaşkın1ığı kelimelerine de yansıdı:
-
Niçin? Allah'a yemin olsun ki sen, yakınlarına iyilik konusunda hepimizden
önde bulunuyorsun, ihtiyacı olanlara yardım ediyor, iyilik yapıyor ve
yoksulları gözetip kolluyorsun. Hemen geri dön; çünkü artık sen, benim korumam
altındasın, dedi.
Hz.
Ebu Bekir'in gönlü Mekke' de kalmıştı; Efendisi orada bulunurken Habeşistan
hicretine nasıl tahammül edebilecekti!.. Onun gibi birisi, hemen Mekke'ye geri
dönmeli ve bir ihti-
4ı4
Sancılı Süreç
yacı
olduğunda, Efendiler Efendisi'nin yanındaki yerini almalıydı. Zaten, maiyyetin
mümtaz Sıddik'ine yakışan da bu değil miydi? Şimdi ise, tarihi bir fırsat
çıkmıştı karşısına ve severek bu teklifi kabul etti.
Beraberce
geri döndüler. Elinden tuttuğu Ebu Bekir'le birlikte Kabe'ye gelen İbn Dügunne,
Mekke halkına şöyle haykırdı:
-
Ey Kureyş topluluğu! Şüphe yok ki ben, Ebu Kuhafe'nin oğluna eman verdim.
Bundan sonra ona kimse kötü niyet beslemesin.
İbn
Düğunne'nin hatınnı kıramayan Kureyş'in tek şartı vardı: Ebu Bekir, açıkta namaz kılıp Kur'an
okumayacak; insanları da
dine davet etmeyecekti.
Evinin
bir köşesini ibadet yeri olarak ayırmıştı; namazlannı burada kılar, yanık
sesiyle Kur'an okuyup gözyaşlanyla Rabbine burada yalvarırdı. Onun
yönelişlerindeki bu samimiyetin farkına varan bazı insanlar, etrafında
toplanır ve okuduklanna kulak verip hareketlerini seyre dalardı. Bilhassa
çocuklarla kadınlar ve köleler için artık burası, bir buluşma noktası haline
gelmişti.
Tebliğdeki
en etkin yoldu bu aynı zamanda ve Hz. Ebu Bekir de, bu yolu kullanarak farkında
olmadan insanların gönlünü İslam adına kazanmaya başlamıştı.
Ancak
bu durumun farkına çabuk vardı Kureyş. Hemen İbn Dügunne'ye gidip, onu durumdan
haberdar ettiler:
-
Şüphesiz sen Ebu Bekir' e, bize eziyet etsin diye eman vermedin. Halbuki o,
Kur'an okuyup namaz kılarken öyle etkili, öyle güzel bir temsili var ki, çoluk
çocuğumuzun, kadınlanmızın dinini değiştireceğinden korkuyoruz, diyorlardı.
Aslında
bu halleriyle onlar, Hzı'Ebu Bekir'in içinde bulunduğu halin güzelliğini de
kabullenmiş oluyorlardı. Ancak
415
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
inat
ve taassup içindeki insan, bir türlü iyi ve güzelolana ulaşamıyordu. Onlann
esas endişe edip korktukları konu, hakikat karşısındaki zaaflarıydı ve bu
sebeple, realiteyle yüz yüze gelmekten çekiniyor, etraflarındaki insanların da
buna muttali olmasını istemiyorlardı.
Çok geçmeden yeniden
geldiler İbn Dügunne'nin yanına: - Git ona ve evine girmesini söyle. Evinde
dilediği gibi davransın, diyor ve başkalarının görebileceği yerde namaz kılıp
Kur'an okumaktan vazgeçmesini talep ediyorlardı.
İbn
Dügunne'yi de etkilemişlerdi. Geldi Ebu Bekir'in yanına ve şunları söylemeye
başladı:
- Ey Ebu Bekir! Ben sana, kavmine eziyet edesin diye
eman vermedim. Onlar, senin Kur'an okuyup namaz kıldığın mekandan rahatsızlık
duyuyorlar. Bu halinle onlara eziyet ediyorsun. Evine gir ve orada istediğin
gibi ibadetine devam et.
Zaten
Hz. Ebu Bekir için, dini adına tebliğ yapamayıp insanların elinden tutamadığı,
namazını kılıp Kur'an'ını açıktan okuyamadığı yerde, bir müşrikin garantörlüğü altında
yaşamaktansa Allah'ın inayetine sığırırnak daha maküldü. Aslanı zincire vurup
bağlamak gibi bir şeydi bu. Halbuki insanlık ondan hizınet bekliyordu ve Ebu
Bekir de, zincirlerini bir kcna ra bırakıp, ardından meşakkat gelse de hizmet
yolunu tercih edecekti.
Çok düşündü. Belki denileni yapsa, dinini yaşama konusunda
bir problem yaşamayacaktı. Ancak, inandığı değerler, dinin bireysel bir inanç
sistemi olmadığını haykırıyordu. Hem öyle olsaydı, Resülü Ekrem (sallallahu
aleyhi ve sellem) niye bu kadar sıkıntıya katlanacaktı ki?. Ferdi
mükellefiyetler arasında, başkalarının elinden tutup onları gerçekle yüz yüze
getirmek de vardı. Onun gibi birisinin, bu durumda nasıl davranması
gerekiyorsa o da öyle hareket etti. Gitti İbn Diiğunne'ye ve
416
Sancılı Süreç
verdiği emanı iade
edip Allah'ın hıfz ve koruması altına sığındığını ilan ederek geri döndü.404
Ne
var ki, o günün Mekke'sinde böyle bir ilan, bela ve musibetlerin sağanak olup
yeniden yağması anlamına geliyordu.
Artık
dar alandan çıkmıştı ve Rabbine kulluk vazifesine çoğunlukla Kabe'de devam
etmeye çalışıyordu. Ancak bu, belli ki kolayolmayacaktı. Kureyş'in eski
hiddeti yeniden canlanmıştı ve artık güvencesi de kalmayan Ebu Bekir'i yakın
takibe almışlardı.
Bir
gün Kabe'de durmuş namaz kılıyordu. Kureyş'in sefihlerinden birisi yanına
yaklaştı ve yerden avuçladığı toz ve toprağı, hakaret dolu sözlerle secdede
Rabbiyle baş başa olan Ebu Bekir'in üstünden boşaltıverdi.
Bu
arada yanlarından, Kureyş'in ileri gelenlerinden bir başkası geçiyordu.
Üstündeki toz ve toprağı temizlerneye çalışan Hz. Ebu Bekir'in gözleri de,
kendisini istihzai tavırlarla süzen bu adama takıldı.405 Yaptığının
kime ne zararı olabilirdi? Bu zulmü kim tasvip edebilirdi ki? İnsanlık adına
belki bir değer kalmış olabileceği ümidiyle seslendi ona:
- Şu sefihin yapıp
durduğu şeye bir baksan!
Ne
çare ki, hitap ettiği kimse ondan daha az sefih değildi: - Bunu, başkası değil,
sen yaptın kendine, diyordu. Söz-
de,
İbn Dügunne'nin emanını bırakmak suretiyle bu duruma kendisinin davetiye
çıkardığını söylemek istiyordu. Belki de, başka diyebileceği bir şey kalmamıştı
ve bir şeyler demiş olmak için bu kelimeleri söylüyordu.
Rabbi dışında
yöneldiği hiçbir kapıdan fayda yoktu Hz.
Ebu Bekir'in. Ve
kaldırdı ellerini, şöyle yalvarmaya başladı:
- Ne kadar da
merhametlisin ey Rabbim! Ne kadar da
404 Buhari, Sahth, 2/804
(2175)
405 Bu şahsın As İbn van veya Velid İbnü'I-Muğire
olduğu söylenmektedir.
417
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
merhametlisin ey
Rabbim! Ne kadar da merhametlisin ey Rabbimlw"
Bununla
o, beyazı siyah; gündüzü de gece gibi göstermeye alışkın bu sefihlere karşı
gazabıyla muamele etmeyen Rabbinin merhametindeki enginliği ifade etmiş oluyor
ve isyanlanna mukabil yine de engin rahmetiyle insanlan kucaklamasındaki
azamete olan hayranlığını ilan etmiş oluyordu.
Rum Diyarından
Haber Var
Dünyanın hali, o günlerde de sakin değildi; kabileler
arasında süregelen savaşlar, devletler arasında da devam edip durur ve bu
hengamede birçok masum insan canından olurdu. Rümlarla Farslar arasında da
benzeri durum söz konusuydu.
Bir
gün, Mekke'ye yeni bir haber gelmiş ve Rümların Farslılar karşısında yenik
düştüklerini ve neredeyse Şam'a kadar büyük bir toprak kaybettiklerini
söylüyordu. Hatta, bu büyük yenilgi ve Farslılann takibi sonucunda, Bizans
kralı Hirakl, İstanbul'a kadar gelmek zorunda kalmıştı. Olaya şahit olanlar,
artık Rfımların bir daha toparlanıp yeniden savaşamayacaklannı söylüyorlardı.
Mekke müşriklerini sevindiren bir haberdi bu. Çünkü onlar, kendileri gibi
müşrik olduklan için Farslılann tarafını tutuyor ve ehl-i kitap olduklan için
de Müslümanlara daha yakın duran Rümların yenilmesini gönülden arzuluyorIardı.
Bunun için şöyle diyorlardı:
-
Rumlar da kendilerinin kitap ehli olduğunu söylüyor; ama bugün Farslılar onlara
galip geldi. Sizler de, Nebi'nize indirilen kitap sebebiyle bize üstünlük
sağlayacağınızı söylüyorsunuz! Unutmayın; nasıl ki Farslılar, ehl-i kitap olan
Rümlara karşı galip gelmişlerse bizler de sizlere galip gelecek ve her zaman
üstünlük sağlayacağız.v?
406 İbn Hişam, Sire, 2/218
407 Suyüti,
Esbabii'n-Niizül, s. 227; Vahidi, Esbabü Nüzüli'l-Kur'an, s. 354
418
Sancılı Süreç
Bir haber de semalar
ötesinden geliyordu:
-
Elif, lam, mim. Rümlar, Arap topraklanna yakın bir yerde mağlüp oldular. Ama,
bu yenilgilerinden sonra, birkaç yıl içinde yeniden toparlanıp galip
gelecekler. İyi bilin ki, işleri karara bağlama yetkisi, işin başında da sonunda
da Allah'a aittir. Mü'minler de o gün, Allah'ın verdiği zafer sayesinde büyük
bir sevinç yaşayacaklar! Zira Allah, dilediğini muzaffer kılar. Çünkü O, mutlak
galiptir; sınırsız merhamet ve ihsan sahibidir.v'"
Semadan
gelen haber, hiç de öyle müşriklerin sandıklan gibi değildi; bugün Rumlar adına
bir mağlfıbiyet söz konusu olsa bile, yakın gelecekte Rumlar yeniden
toparlanacak ve Farslılara karşı büyük zafer kazanacaklardı. Ve o gün, Müslümanlar
açısından da bir zafer söz konusuydu.
Şimdi
mesele, ayrı bir boyut daha kazanıyordu. Hz. Ebu Bekir'le karşılaşan Mekke
müşrikleri şöyle diyeceklerdi:
-
Ya Ebü Bekir!
Duyduğumuza göre senin arkadaşın, birkaç yıl içinde Rümların, yeniden
Farslılara galip geleceklerini söylüyormuş!
-
Evet, dedi Ebu Bekir. Bunu söylerken de, zerre kadar tereddüdü yoktu. Allah ve
Resülü demişse bu, mutlaka olurdu.
Ancak,
adamlar aynı şeyi düşünmüyorlardı. Bir nebze, kendilerince eğlenmek
istiyorlardı:
-
Bizimle iddiaya girmeye var mısın, dediler. Tereddüdü yoktu ve hemen:
-
Evet, dedi Hz. Ebu Bekir. Henüz bu konuda bir hüküm varid olmamıştı zira.
Derken, altı yıl üzerinde anlaştılar; kimin dediği olacaksa o, karşı tarafa on
deve verecekti.
Hz.
Ebu Bekir, Allah Resülü'nün sadık dostuydu ve bu hadiseyi O'na anlatmamak
olmazdı. Geldi huzura ve her şeyi
408 Bkz. RUm, 30/1-5
419
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
anlattı bir bir.
Konuya muttali olan Efendiler Efendisi'nin de birtavsiyesiolacaktı:
- Süreyi uzat ve
develerin sayısını artır!
Çünkü,
ayette geçen 'birkaç sene' ifadesi, on yıla kadar geçen zamanı ifade ediyordu.
Efendiler
Efendisi'nden bu teminatı da alan Hz. Ebu Bekir, hemen Mekke müşriklerinin
olduğu yere geldi:
-
Sizin için bu sürenin, dokuz yılolarak kabul edilmesinde ve develerin adedinin
de artınlmasında bir problem var mı, diye soruyordu.
O
kadar eminlerdi ki, dokuz değil, on dokuz sene bile olsa, tereddütsüz kabul
ederlerdi ve herkesin katılımıyla dokuz yıl içinde olacaklara karşılık yüz deve
mukabilinde ciddi bir iddiaya giriyorlardı.s''?
Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellemr'in yaşı elliyi geçmişti ve buna rağmen her geçen
gün yükü daha da ağırlaşıyordu. Üstelik, kerim zevcesi Hz. Hatice de vefat
etmiş, kızlanyla yalnız kalakalmıştı. O'nun bu halini uzaktan seyreden ve
yaşadıklarını hesap ederek alternatif çözüm arayan Osman İbn Maz'ün'un
hanıını Hz. Havle Binti Hakim, yanına
gelecek ve hanesinde kendisine destek olacak bir kadınla evlenmesi gerektiği
konusunda ısrar edecekti. Alternatifini de kendisi sunuyordu:
Sevde Binti Zem'a ile Aişe Binti Ebi Bekir.
Teklif
makul gözüküyordu; bir tarafta müşriklerin Onca baskı ve zulümleri, diğer yanda
Hz. Hatice'nin boynu bükük emanetleri duruyordu.
409
Bkz. Taberi, Tefsir, 10/162; İbn Kesir, Tefsir, 3/560; Tirmizi, Sünen, 5/344
(3194). Aradan dokuz yıl geçecek ve gerçekten de Rümlar, yeniden toparlanıp
FarsIılarla savaşacak ve bu savaşın galibi de Rümlar olacaktı. Mü'minlerle
Mekke müşriklerinin arasında yaşanan Bedir Savaşı da aynı günlere denk
gelecekti.
420
Sancılı Süreç
Evet, teklif makul gözüküyordu, Her ikisi de yakından
tanıdığı isimlerdi. Efendiler Efendisi'ni derin bir sükfı.t almıştı ve bu sükütu
'evet' olarak algılayan Hz. Havle, hemen harekete geçecek ve üstüne düşeni
yerine getirebilmek için her iki adayı da ziyarete başlayacaktı. ilk adım
olarak, niyetlerini yoklamayı hedefliyordu.
ilk Önce Sevde Binti Zem'a'nın yanına geldi. Hz.
Sevde, kocası Sekrôn İbn Amr ile birlikte Habeşistan'a hicret etmiş ve Hz.
Sekrôn'ıiı burada vefat etmesiyle birlikte Mekke'ye geri gelmişti. Yaşını
başını almış, ağırbaşlı, olgun, oturaklı ve güvenilir bir kadındı. Çile ve
mihnetlerle dolu bir hayat yaşamış, her şeye rağmen inançlanndan hiç taviz
vermemişti. Ahirete ait meyveleri dünya hayatında tüketmeye talip değildi ve başına
gelebilecek her türlü sıkıntıya karşı sabırla mukabelede bulunup dayanmaya
kararlıydı.
Şimdi ise, hiç beklemediği bir anda, mii'minlerin
annesi konumuna yükselme fırsatı geliyordu ayağına. Aynı zamanda böyle bir
teklif, dul ve kimsesiz kalan Hz. Sevde'ye de sahip çıkılması anlamına
geliyordu. Buna mukabil o da, bu en sıkıntılı günlerinde Efendimiz'in
yalnızlığını paylaşmış olacaktı. Gerçi, kocasının acısı hala yüreğinde
duruyordu; ancak bu teklif, her türlü acıyı dindirecek ve bütün sıkıntılannı
unutturacak mahiyetteydi. Şakası yoktu; her türlü kıymetin uğrunda feda
edildiği Allah Resülii'yle aynı yastığa baş koymanın teklifiydi bu! Böyle bir
teklife 'evet' demernek olur muydu hiç? Ancak, bu karan tek başına
veremezdi. Önce Hz. Havle'yi, olurunu alması için yaşlı babasına gönderdi.
Adamın
yanına gelen Hz. Havle, cahiliyye döneminde yaygın olan selam türüyle yaşlı
babaya selam verdi:
- Kim o, diye tepki
veriyordu ihtiyar.
- Havle Binti Hakim,
diye cevapladı Hz. Havle ve arala-
nnda şu konuşma
geçti:
- N e istiyorsun?
Niye geldin?
421
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
-
Beni, Abdullah'ın oğlu Muhammed gönderdi; Sevde'yi kendisine istiyor.
- Kerem sahibi bir
denklik! Peki, senin arkadaşın buna
ne diyor?
- Olumlu bakıyor!
- Onu bana çağır!
Aynı zamanda bu, babanın da olurunun alındığı anlamına
geliyordu. Hemen Sevde Binti Zem'a'nın yanına gidildi ve babasının huzuruna
gelmesi söylendi. Bir müddet sonra Sevde, babasının huzurundaydı. Babası
sordu:
- Bu kadın, seni Abdullah'ın oğlu Muhammed'in talep
ettiğini söylüyor. Bilirim ki O, kerem sahibi bir denktir. Seni O'nunla
evlendirmemi sen de istiyor musun?
Bu,
cevabı daha baştan belli olan bir soruydu ve Hz. Sevde hiç beklemeden:
-
Evet, diyecek ve böylelikle Efendimiz de aile meclisine davet edilerek bir
nikah gerçekleşmiş olacaktı.
Aradan birkaç gün geçince, evlilik sürecinde Mekke'de
olmayan kardeş Abdullah İbn Zem'a da dönmüş ve hadiseden haberdar olmuştu;
kendi iradesi dışında kız kardeşi Muhammedü'l-Emin'le nikahlanmıştı! Bir türlü
kabullenmek istemiyor, üstüne başına toprak saçarak tepkisini dile
getiriyordu.t'"
Beri tarafta ise, Hz. Sekran'ın kardeşi ve her
defasında bir akrabasını Efendimiz'e kaptıran (l) Süheyl İbn Amr, bu
evliliğe şiddetle karşı çıkıyor; ailesinden bir ferdin daha gidip Allah
Resülü'yle aynı mekanı paylaşması karşısında, her zamanki gibi şiirinin dilini
de kullanarak tepkisini dile getiriyordu. Çünkü bu güne kadar, kardeşleri Selit,
Hôtıb ve Sekrôn'uı yanı sıra; kızı Ümmü Gülsüm ile damadı Ebu
Sebre de gidip
410 Daha sonra Abdullah İbn Zem'a da Müslüman olacak ve
o gün yaptığı bu hareketten dolayı her fırsatta duyduğııüzüntüyü dile
getirecekti. Bkz. Taberani, Mu'cemu'l-Kebir, 24/30 (80)
422
Sancılı Süreç
Resülullah'a
teslim olmuştu. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi bir de oğluAbdullah gidip
Müslüman olmuştu. Tam onu kurtardım (!) derken
bu sefer de küçük oğlu Ebu Cendel'i
elinden kaçırmak
üzereydi. Her geçen gün, etrafındaki dayanak noktalan teker teker kayıp
gidiyor ve bu gidiş de, Süheyl'i fazlasıyla tedirgin ediyordu.
Ancak bu çabalar bir sonuç vermeyecek ve Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), yine
Süheyl'in kardeşi Hôtıb İbn Amr'ın vekaletiyle,
Mekke günlerinin birinde bir Ramazan akşamı Hz. Sevde validemizle evlenecekti.
Böylelikle Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), Hz. Hatice validemizden
sonra ilk defa başka bir kadınla hayatını birleştirmiş oluyordu.s"
Bu
arada Hz. Havle, Hz. Ebu Bekir'in evine de gelmiş ve hanımı Ümmü Rüman'a da
şunlan söylemişti:
-
Ey Ümmü Rümanl Allah'ın sana olan bereket ve ihsanı neden bu kadar bol ki?
- Neden ki o, diye karşılık verecekti Ümmü Rüman, Çünkü
henüz, konudan habersizdi. Hz. Havle de zaten bunu bekliyordu ve ekledi:
-
Beni size Resülullah gönderdi; kızınız Aişe ile nikahlanmak istiyor.
Ümmü
Rüman için bundan daha büyük bir bahtiyarlık olamazdı; ancak, bir tereddüdü
vardı:
-
Bu, O'nun için uygun mu ki? Şüphesiz o, O'nun kardeşinin kızı!
411
İbn Sa'd, Tabakat. 8/53. Yıllar sonra Hz. Sevde, Efendimiz (sallallahu aleyhi
ve sellernl'in kendisini boşayacağı zannıyla, "Ne olur, beni boşama ve
yanından ayırma! Önemli değil, Seninle olan günümü de Aişe'ye tahsis
et." diyecek ve Allah Resülii'nden ayrılmaktansa nikahı baki kalmak
şartıyla, O'nunla birlikte yaşama hakkını tamamen Hz. Aişe validemize devredecek
ve bu evlilik, bundan böyle sadece görünürde; ama ila yevmilkıyame devam
edecekti. Bkz. İbnü'l-Esir, Üsiidü'l-Ğabe, 7/157, 158
423
Efendimiz (sallallalıu
aleylıi ve sellem)
İki
insan birbirine bu kadar yakın olunca demek ki, sanki aralannda bu türlü bir
izdivacın da olmayacağı şeklinde bir anlayış gelişmişti. Böyle bir tepki
karşısında Hz. Havle de tereddüt geçirmiş ve Resülullah'ın yanına dönüp, olup
bitenleri anlatmıştı. Buyurdular ki:
-
Git ve ona, "Ben senin kardeşinim. sen de Benim kardeşimsitı;
ancak bir şartla ki bu, İslôm kardeşliğidir ve senin kızınla benim
nikôhlanmamda bir engel yoktur." de!
Hz.
Havle, yeniden Hz. Ebu Bekir'in evine gelecek ve kendisine denilenleri
yapacaktı. Bunun üzerine Ümmü Rüman:
-
Mut'ım İbn Adiyy, onu oğlu Cübeyr için istiyordu; son durum nedir bilmiyorum!
Vallahi de Ebu Bekir, birisine söz verdiği zaman asla sözünden dönmez, dedi.
Bunun için, Ebu Bekir'in gelişini beklemekten başka çare yoktu.
Nihayet
o da gelmiş ve meseleye muttali olmuştu. Resülullah (sallallalıu aleyhi ve
sellem) ile akraba olmak ne büyük onurdu! Ancak, yanm ağız da olsa, Mut'ım ile
aralannda bir konuşma geçmişti. Önce işin burası netleştirilmeli ve diğer adımlar
bundan sonra atılmalıydı. Hiç vakit geçirmeden doğruca Mut'ım'ın evine geldi.
Ebu Bekir'in geldiğini görünce hanımı Ümmü Sabiy, ileri atıldı:
-
Ey Ebu Kuhafe'nin oğlu! Seninle dünür olunca mutlaka bizim arkadaşı da sen,
kendi dinine davet eder ve kabul ettirirsin herhalde, diyordu.
Açıktan bir alay söz
konusuydu kadının cümlelerinde.
Aynı
zamanda bu, seninle biz, bu dinfarklılığı olduğu sürece asla dünür
olamayız anlamına geliyordu. Hz. Ebu Bekir, Mut'ım'a yöneldi:
- Onun dediklerine
sen de katılıyor musun, diye sordu.
- Hayır, o kendi
fikrini söylüyor, diyordu Mut'ım.
Aralannda
bir müddet daha konuşunca ortaya çıkan sonuç, İbn Adiyy ailesinin Aişe
konusundaki düşüncelerinin he-
424
Sancılı Süreç
nüz netleşmediği
istikametindeydi. Demek ki ortada, ne verilmiş bir söz, ne de bunun için bir
talep vardı.
Efendimiz'le
bu kadar yakınlıktan sonra şimdi, bir de akraba olma imkanı duruyordu önünde.
Hz. Ebu Bekir'in, rüyalannda bile göremeyeceği bir husustu bu; en yakınında
olmayı bir de böyle bir akrabalık bağıyla güçlendirecek ve bundan böyle O'ndan
hiç aynlmayacaktı. çıktı Mut'ım'in yanından ve doğruca evine geldi. Onun
gelişini bekleyen Hz. Havle'ye müjdeli haberi verecekti. Ve böylelikle, Ebu
Bekir ailesi için yeni bir süreç daha başlamış oluyordu.st- Bu, bir sözlenme
manası taşıyordu ve bu evlenme, ancak Medine'ye hicretten yedi ay sonra
gerçekleşecekti.
Bir Alacak
Tahsili
Bütün
olanlara rağmen bir taraftan da, Mekke'deki ticari hayat kendi seyrinde devam
ediyordu. Bir gün, İrôş denilen bölgeden Kehle adında bir adam
gelmiş ve devesini Ebu Cehil' e satmıştı, Aradan uzun zaman geçmiş olmasına
rağmen Ebu Cehil, paranın üstüne yatmış, bir türlü adamın parasını vermiyordu.
Gidip gelmelerden bunalan İraşlı zat, bir gün Kureyş arasında yüksek sesle
bağırmaya başladı;
-
Ey Kureyş topluluğu! Ebu'l-Hakem İbn Hişam'a karşı bana kim yardım edecek?
Ben, hem garip biriyim hem de uzun yoldan geldim; bu adam benim hakkımı gasp
etti ve vermiyor!
Bu
sırada Allah Resülü de, Kabe'de bulunuyordu. Aralanndan birisi O'nu
göstererek:
-
Şu adamı görüyor musun? Onlar, getirip söylediklerinden dolayı O'nunla
aralannda anlaşmazlıkyaşıyorlar. O'na git ve sana O yardım etsin!
Adam, mağdurdu ve
bulduğu her bir dala, yeni bir ümit
412 Bkz. Hakim,
Müstedrek, 2/181 (2704)
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
diye
tutunuyordu. Doğruca denilen adrese geldi ve durumunu arz etti. Kendisinden bir
şey istenilir de Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), hiç 'hayır' der
miydi? İraşlı adamla birlikte ayağa kalktı ve doğruca Ebu Cehil'in evine
yöneldi.
Gelişmeleri seyreden Kureyş, biraz sonra yaşanacaklan
kaçırmak istemiyordu. Zira onlara göre Ebu Cehil, yaş tahtaya basmaz ve
kapısına geldiklerine bin pişman ederdi! Aralann-
dan
birisini görevlendirdiler: /
-
Sen git ve neler olacağını takip edip bize anlat, diyorlardı.
Nihayet, Efendimiz ve İraşlı zat Ebu Cehil'in kapısına
kadar geldiler. Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), kapıyı çalmaya
başladı:
- Kim o, diyordu Ebu
Cehil, öfke ve hiddet tonlu bir sesle.
- Muhammed, diye
cevapladı Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellern). "Dışan
çık da görüşelim!"
Şiddetle kapı açılmıştı; ancak, kapıyı açar açmaz Ebu
Cehil' de büyük bir değişim yaşanmaya başlamıştı. Sanki az önce içeriden yüksek
perdeden bağıran ve hiddetle kapıyı açan o değildi! Bir anda, yelkenleri suya
indirivermişti! Yüzü saranp solmuş, teninde renk kalmamıştı!
Efendiler Efendisi,
olanca sükunet ve teenni ile: - Bu adamın hakkını ver, dedi.
- Tamam, bekleyin
getiriyorum, diyordu Ebu CehiL. San-
ki,
bugüne kadar borcunu bir türlü vermek bilmeyen adam Ebu Cehil değildi. İraşlı
adam da, Kureyş'in gönderdiği şahıs da şaşkınlıktan ne diyeceklerini bilemez
olmuşlardı. Çok geçmeden de, içeri giren Ebu Cehil, elinde devenin parasıyla
birlikte dışan çıktı ve İraşlıya olan borcunu ödedi.
Kureyş'in
gönderdiği adam da geri dönmüştü, bir nebze eğlenip de gülüşmek isteyen
Kureyşliler soruyorlardı:
- Anlat bakalım,
neler oldu?
426
Sancılı Süreç
-
Acaip, çok acaip şeyler gördüm, diye anlatmaya başladı adam.
-
Vallahi de O, gitti ve sadece Ebu'l-Hakem'in kapısını çaldı. Dışan çıkan
Ebu'l-Hakem'e de sadece:
- Bu adama hakkını
ver, dedi. O da:
- Tamam, bekleyin
getiriyorum, diyerek evine girdi. Ve
biraz sonra da
devenin parasını getirip adama verdi!
Kureyş'in
merakı iyiden iyiye artmıştı; nasıl olur da Ebu'lHakem gibi dirayetli ve
şeytan} bir zekaya sahip birisi, sadece bir istemeyle, yıllarca vermediği
parayı getirip bir anda verebilirdi? Duyduklanna bir türlü inanmak
istemiyorlardı.
Nihayet, Ebu Cehil de
yola çıkmış yanlanna geliyordu.
Gelişini görür görmez
sordular:
-
Yazıklar olsun sana! Neler oluyor sana böyle? Vallahi de bugüne kadar senin,
böyle bir şey yaptığına şahit olmamıştık!
Hala,
yaşadıklannın tesirinden kurtulamadığı her halinden belli olan Ebu Cehil
konuşmaya başladı:
-
Yazıklar olsun size! O adam, kapıma öylesine bir şiddetle vuruyordu ki,
çıkardığı gürültü korku olup yiireğime işliyordu. Daha sonra da dışan çıktım.
Bir de ne göreyim; başının üstünde şaha kalkmış bir deve duruyor. Bugüne kadar
ne onun tırnaklan gibi bir deve tırnağı gördüm, ne onun dişleri gibi bir deve
dişine şahit oldum, ne de onun başı kadar büyük bir deve başına rastladım!
Vallahi de, şayet parayı getirip vermemiş olsaydım, oracıkta beni yiyip
bitirecektil-<'
Mekke'de
bir mucize daha yaşanıyordu. Efendimiz'in Hak adına haksızlığa karşı duruşu
elbette yeni değildi; risalet öncesinde Hılfii'l-Fudtil adıyla bir araya gelişleri
hatırlatan bir hareketti buve silinmernek üzere zihinlere nakşedilecekti.
413 Muhammed İbn
Yusuf es-Salihi, Sübülü'l-Hiida ve'r-Reşad, 2/4ı9
427
Efendimiz (sallallalıu
a l e y h i ve sellem)
Habeşistan'dan Gelen Yirmi Kişi
Habeşistan'a
giden mü'minlerin hicretiyle birlikte Efendimiz'in haberi oralara da ulaşınca,
bizzat huzurda bulunma niyetiyle bir grup yola çıkacak ve Mekke'ye kadar
gelecekti.s'<
Efendimiz'i,
Kabe'de ibadetle meşgul buldular ve yanına yaklaşarak huzurunda oturup uzun
uzadıya konuşmaya başladılar. Etraflanna toplanan Kureyşliler de, olup bitenleri
seyrediyorlardı. Maksatlannı arz edip de Efendimiz'den alacaklannı aldıktan
sonra Allah Resülü (sallallalıu aleylıi ve sellem), onlan Allah'a kulluğa
çağırıp Kur'an ayetlerini okumaya başladı. Okunan ayetleri dinlerken,
gözyaşlannı tutamamış, içtenlikle ağlıyorlardı. Allah'a davet olur da onlar
geri durur muydu hiç? Hemen imanlannı ikrar edip davete icabetle Hak'tan gelen
her şeyi tasdik ettiler; kitaplarımızda anlatılanlar da işte buydu, dereesine
bir kabul yaşanıyordu Mekke'de.
Aynlık
vakti gelip de huzurdan kalkınca, bir grup insanla birlikte Ebu Cehil yollannı
kesti ve:
-
Yazıklar olsun size! Ne kötü bir kafilesiniz! Kendi dininizden olan
arkanızdakiler sizi buraya gönderdikleri halde siz, bir adamın sözüne kanarak
dininizden dönüyor ve onlan yüz üstü bırakıyorsunuz! O'nunla ne konuştunuz ki,
iki kelamla dininizi değiştirip O'nun dediklerini kabulleniyorsunuz? İşin
doğrusu, sizden daha ahmak bir kafileyle hiç karşılaşmadık, diyordu.
Ne
garip bir durumdu? Işık kaynağının yanında duruyordu; ama karanlığın en koyu
tonunu tercih etmiş cehalet yudumluyordu. Böyle bir adama, ancak acınırdı.
Aslında, böylesi bir yaklaşımın cevabı, sadece süküttu; ama onlar yine de
şunlan söylediler:
- Allah'ın selamı
üzerinize olsun! Cehalette biz sizinle ya-
414 Bazı rivayetlerde
bu insanlann, Necranlı olduklan söylenmektedir.
428
Sancılı Süreç
rışamayız; bizim
anlayış ve tercihlerimiz bize ait, sizinkiler de size! Kendimiz adına biz,
sadece hayır talep ediyoruz!
Yine,
yeni bir vahiy gelmiş ve bir durumu haber veriyordu:
-
Daha önce kendilerine Kitap verdiğimiz ilim sahipleri, buna da Kur'an'a da
inanırlar. Kendilerine Kur'an okununca, "Ona iman ettik, o, Rabbimizden
gelen gerçeğin ta kendisidir. Biz zaten daha önce de Allah 'a teslim
olmuş kimselerdik" derler. İşte onlar, gösterdikleri sabır ve sebattan
dolayı çifte mükafat alırlar. Onlar, kötülüğü iyilikle mukabele ederek savarlar
ve kendilerine nasip ettiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar. Anlamsız ve
çirkin söz işitince de, yüzlerini çevirip ondan uzak durur ve, "Bizim
işlerimiz bize, sizinkiler de size aittir; selam olsun size, hoşça kalın! Biz,
cahillerle arkadaşlık etmeyi hiç arzulamayzz." derler.s's
İşte
Kur'an, bu kadar toplumun içinde ve insan unsuruyla bütünleşmiş, ihtiyaç
endeksli ve gelişen olaylara paralel nazil oluyor; insanlar da ona bakarak
kendilerine çekidüzen veriyorlardı. Bu insanlar, Hristiyan'dı ve aralarında
bulunan ruhban ve kıssisler sebebiyle olgunluk gösteriyor ve imanı kabullenmede,
diğer insanlara nispetle daha önde görünüyorlardı. Böyle olunca, meveddet ve
muhabbet yönüyle Müslümanları daha çok seviyor ve Kur'an dinlerken de, Hak
adına ortaya konulanıardan dolayı duydukları haşyetle göz yaşı döküyorlardı.416
415 Kasas, 28/52-55. Bu ayetlerin, Necaşi ve arkadaşlan
hakkında indiğine dair de rivayet vardır. Bkz. Muhammed Yusuf es-Salihi,
Sübülü1-Hüdil. ve'rReşad, 2/421
416 Bkz. Maide, 5/82,
83
429
Efendimiz'in ve O'nunla birlikte iman eden sahabenin,
olağanüstü gayretlerine rağmen Mekke'de artık her şey durağanlaşmış ve
Mekkeliler, en azmdan şimdilik yeni açılımlara kaparımıştı. Tebliğ ise,
süreklilik arz eden bir vazifeydi; Allah'ın yarattığı yeryüzü olabildiğince
genişti ve başka yerlerdeki insanların da İslam'a ihtiyaçlan vardı.
Bir de Mekkeliler, her geçen gün çığ gibi büyüyen İslam
karşısında nefret ve kinle oturup kalkıyor ve Müslümanlara rahat adım atma
imkanı tanımıyorlardı. Üstelik her yönden, Ebu Talib'in yokluğunu fırsat bilip
açıktan Allah Resülü'nün bedenini ortadan kaldırmaya niyet eden bahtsızların
diş gıcırtıları geliyordu.
Elbette Allah'm vaadi vardı ve bu dava, gün gelecek
bütün yeryüzüne hakim olacaktı; bunda şüphe yoktu. Ancak bunun, bugünün
Mekke'siyle gerçekleşme imkanı pek mümkün gözükmüyordu. Yeni bir açılıma
ihtiyaç vardı ve işte bu açılımı sağlamak için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellern), Şevval ayının bir gününde, yanına Zeyd İbn Hôrise'yı de alarak
Taif'e yöneldi.
Taif, bağ ve bahçeleriyle meşhur, yeşillikler içinde
bir yerdi. Mekke'ye yaklaşık doksan kilometre mesafede idi ve bura-
431
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
da
Efendimiz'in anne tarafından akrabalan yaşıyordu. Aynı zamanda burası, ömrünün
ilk yıllannda gelip yanında kaldığı Efendimiz'in süt annesi Halime-i
Sa'diye'nin memleketine de yakın bir bölgeydi.
Allah tarafından gönderilen mesajlara hüsn-ü kabul
gösterecek yeni simalara ulaşmak ve böylelikle, Mekke' de bulamadığı sıcak
yüzlerle tanışıp Allah davasına muzahir mü'minlerle birlikte istikbale daha gür
adımlarla yürümek gibi hedeflerle çıktığı Taif yolunda, önce Sekiflilerin
yanına gitti. Çünkü o giin için Sakifliler, Taif'in ileri gelen eşrafı olarak
biliniyor ve çevrelerinde itibar görüyorlardı. ilk muhataplan, Amr İbn
Umeyr'in üç oğlu Abdiydleyl, Mes'fLd ve Habib idi. Hatta, bunlardan
birisi, Kureyş'ten bir kadınla evli bulunuyordu. Yarılanna geldi Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellem); önce selam verdi ve ardından da, bütün içtenliğiyle
konuşmaya başladı; Allah'ı bir bilip davasına sahip çıkmaya davet ediyor ve
risalet vazifesinde kendisine yardımcı olmalarını talep ediyordu. Ancak Taif,
Mekke'yi aratmayacak kadar çetin gözüküyordu.
Allah
Resülü'rıün şefkatle kucakladığı üç kardeşten ilki sözü aldı:
- Şayet, gerçekten de Allah Seni peygamber olarak göndermişse,
Kabe'nin örtüsünü alıp yere çalanm, diyordu. Allah'ın en sevgili kulu, dünya
ve ahiretini kurtarmak için ayağına kadar gelmişti; ama o O'nunla alayedip
hafife alarak kendince gönül eğlendiriyordu. Haya timsali Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellern), böyle bir küstahlık karşısında yine sükütu tercih edecekti.
Ancak küstahlık, bununla sınırlı kalacak gibi görünmüyordu. Diğeri ileri
atıldı ve:
- Allah, Senden başka peygamber olarak gönderecek birisini
bulamadı mı, diye takıldı. Belli ki iş, çığınndan çıkıyordu. Konuşmak için
fırsat kollayan üçüncü kardeş de bir şeyler demeliydi ve o da şunlan söyledi:
- ValIahi de ben,
artık Seninle hiç konuşarnam! Çün-
432
Taif Yolcul uğu
kü,
şayet Sen, söylediğin gibi gerçekten bir peygambersen, Sana söylediklerime beni
bin pişman edersin! Yok, şayet Sen, Allah'a karşı yalan söylüyor isen, o zaman
da zaten, benim Seninle konuşmam uygun olmaz!
Ciğeri beş para etmeyen bu insanlar, kendilerince İnsanlığın
İftihar Tablosu ile alayediyor ve hoşça (l) vakit
geçiriyorlardı. Mahzundu Efendiler Efendisi... Halbuki, onca mesafeyi, belki
bir şeyler anlarlar düşüncesiyle yürüyerek gelmiş; onların önlerinde, cennete
bir kapı aralamak istemişti. Cevap bile verme gereği duymuyordu artık. Cevap
vermeyi içinden bile geçirseydi, O'nun yerine gerekli cevap çoktan verilir ve
işleri biterdi; ancak 0, rahmet peygamberiydi ve sinesi, herkesi kucaklayacak
kadar engin ve genişti. Hatta, en can alıcı düşmanlan için bile bu sinede bir
yer vardı ve onların da günü gelip, hak dava ile buluşmalarını ümit ediyordu.
En azından, kendileri olmasa da, nesilleri arasından bu ufka yükselen birileri
mutlaka olacaktı ve onun için de bugün, her şeye rağmen sabır gerekiyordu.
Sadece bir isteği
vardı Efendiler Efendisi'nin:
- Olabilir, siz kendi tercihinizi yaptınız; en azından
aramızda geçen bu mesele, burada kalsın, diyordu. Zira bu haberin Mekke'ye
ulaşması, Mekkeliler açısından yaşanacak bir bayram havası demekti ve böyle bir
hareket, bugüne kadar sessiz duranlan da cesaretlendirir ve artık Mekke,
Müslümanlar açısından asla yaşanamayacak bir belde haline geliverirdi.s'?
Hüznündeki duruş, yürüyüşüne bile aksetmişti. Zahir
itibariyle eli boş geri dönüyor gibiydi; ancak vazife, neticeyi görme
hedeflenerek yapılmazdı. ° (sallallabu aleyhi ve sellern), kendi üzerine
düşeni yerine getirmiş, tebliğ vazifesini ifa etmişti; neticeyi yaratmak ise
Allah'a aitti. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ise, kendi işini
kusursuz yerine getirmede en önde oldu-
417 Bkz.
İbn Hişam, Sire, 2/266, 267
433
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
ğu gibi Allah
Teala'ya ait kısmına müdahil olmama konusunda da en duyarlı insandı.
Ancak, ayaklanna kadar gelen kısmeti teptiklerinin farkında
bile olmayan bu insanlar, bununla da yetinmeyecekler; ayak takımını
tetikleyerek bu kutlu Misafir'i taş yağmuruna tutacaklardı.
Efendiler Efendisi, Taif'te on gün kalacaktı. Bu süre
içinde birçok insanla görüşmek istedi; ancak, çoğu O'na icabet edecek yürek
taşımıyordu ve korkulanndan uzak durmayı tercih ettiler. Bir de utanmadan:
-
Ey Muhammed! Bizim yurdumuzdan uzak dur da, nereye gidersen git,418
diyorlardı.
Hz. Zeyd, kendini siper etmiş, yağmur gibi başlanna düşen
taşlara karşı Allah Resülü'nü korumaya çalışıyordu. Başlanna yağan taşların
ardı arkası kesilmiyordu. Aslında bu, kendi başlanna taş yağdıracak bir
davranıştı; neredeyse tam üç kilometrelik mesafeyi öylece geçtiler. Allah'ın
Habibi Resül-ü Kibriya'nın da ayaklanndan kan damlıyordu. Zeyd ise, zaten başı
ve gözü yanlmış; kan-revan içinde kalmıştı.
Taifteki İltica ve Bir
Tecelli
Nihayet, bu musibet mekandan uzaklaşmış ve bir ağacın
altında dinlenmek için mola vermişlerdi. Önce, gözümün nuru dediği
namaza durdu Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve burada iki rekat
namaz kıldı. Belli ki, böyle durumlarda güç ve kuvvetin gerçek sahibine
gönülden yönelmek gerekiyordu. Demek ki, beşeri anzalardan kurtulup Rahmani bir
boyaya bürünebilmek için, öncelikle duruşun iyi ayarlanması lazımdı. Belli ki
bütün bunlar, öfkeyle kalkıp zararla oturmamak için ümmetine birer mesajdı.
Çünkü O, her yönüyle takip edi-
418 İbn Sa'd,
Tabakat. 1/211, 212
434
Tfı i f Yolcul uğu
lecek
bir modeldi ve bir beşer olarak öfkelenmesi gereken durumlarla da karşılaşacak
ve böylesi durumlarda da ümmetine, nasıl davranılması gerektiğini bizzat
gösterecekti.
Namazını
tamamlayınca da, ellerini açtı açabildiği kadar ve dua dua yalvarmaya
başladı... Hz. Zeyd, hayranlıkla seyre dalmıştı; karşısında adeta nurdan bir
heykel duruyordu. Biraz daha dikkatlice kulak verdi; Efendiler Efendisi şunlan
söylüyordu:
-
Allah'ım! Güç ve kuvvetimdeki zaafı, çözüm üretmedeki eksikliğimi ve
insanların beni istihkar edip hor görmelerini Sana arz ediyorum.
Ey merhametlilerin en
merhametlisi! Zayıf ve güçsüzlerin Rabbi!
Benim de Rabbim!
Beni, kime
bırakıyorsun?
Bana
karşı kin kusan kötü ve gaddar düşmanlara mı, yoksa işimi kendisine teslim
ettiğin yüzsüz ve acımasız yakınlara mı?
Şayet,
Senin bana hala kızıp gazap etmen söz konusu değilse, hiçbir şeye aldırmam;
Senin afiyet vermen, benim için her şeyden daha önemlidir!
Senin,
Bana gadabınla muamele etmemen ve dolayısıyla da bana celalinle tecelli etmemen
için, dünya ve ahirete ait işleri yoluna koyan ve kendisiyle bütün
karanlıkların aydınlığa kavuştuğu veeh-i nuruna dehalet edip rahmetine iltica
ediyorum.
Rızanı
elde edip hoşnutluğunu kazanana kadar hep Senin kapındayım!
Senden
başka ne bir dayanak ne de itimat edilip güvenilecek bir güç vardırl-'v
419 İbn Hişam, Sire,
2/268; İbn Ebi Şeybe, Musannef, 6/68 (29528); İbn Kay-
435
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Efendiler
Efendisi, daha duasını bitirmemişti ki, birden yanında Cibril-i Emın ve dağlara
müvekkel melek beliriverdi. Belli ki Mahzün Nebi'nin yakarışları Arş-a A'la'yı
titretmiş ve Allah, imdadına iki meleğini göndermişti. Şöyle diyordu:
-
Ya Muhammed! Şüphesiz Allah (celle celaluhü), kavminin Sana söylediklerinden ve
yüz çevirip yapageldiklerinden haberdar oldu. Ve işte, Sana bunları reva
görenlere istediğin her şeyi yapması için dağlara müvekkel meleği gönderdi!
Bu
arada dağlara müvekkel melek de Efendimiz' e selam vermiş ve ardından da:
-
Şayet istersen ya Muhammed! Ben, şu iki dağı bunların üzerine geçirmek için
geldim, diyordu.
Rahmet
Peygamberi'nin farkı ortaya çıkacaktı. Her şeye rağmen edeceği tercih,
kendisinden sonrakiler için de bir metod olarak tescil ediliyordu. Onun için
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), ani bir refleksle hemen tepki
verdi:
-
Hayır, asla! Umuyorum ki ben, Allah (celle celaluhü), bunların da neslinden
kendisine ibadet eden ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayan kullar yaratacak!
Fıtrat
böylesine kritik noktalarda kendini gösterirdi; işte Resül-ü Kibriya Hazretlerinin
tepkileri de, O'nun nasıl bir yapıda olduğunu ortaya koyuyordu. İşin
burasında, talep ettiği takdirde dağları Taiflilerin başına geçirmek üzere
görevli gelen melek şunları söylemeye başladı:
-
Gerçekten de Sen, Rabbi'nin Seni isimlendirdiği gibi ne kadar da Raüf ve
Rahim'sinl-s"
Üzüm Salkımı ve Addas
Efendimiz'in
namaz kılıp dua edişini uzaktan seyreden iki kişi vardı; bunlar, aleyhte komplo
kurmada çoğu zaman ön
yım
el-Cevzi, Zadü'l-Mead, 3/28 420 Halebi, Sire, 2/57, 58
436
Taif Yolculuğu
safta
yer alan Rebia'nın iki oğlu Utbe ve Şeybe idi. Ancak o gün Allah Resülü'ne reva
görülenler karşısında Utbe ve Şeybe bile insafa gelmişlerdi, bu kadarı da
olmaz dercesine, başından bu yana Resül-ü Kibriya'yı seyrediyorlardı.
Nihayet yanlanna, köleleri Addas'ı çağırdı ve:
- Şu üzümlerden bir parça topla ve şu tabağa koy da orada
duran adama götür de yesin, diyerek, salkımlan Efendiler Efendisi'ne
götürmesini söylediler.
Addas, denilenleri yerine getirmek için kalktı ve
topladığı üzüm salkımlannı alıp Efendimiz'in yanına geldi. Daha sonra da:
- Buyurun, yiyin, diye ikram etti. Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellern), çok tabii olarak, üzümlere elini uzatırken, 'Bismillahirrahmanirrahim' demiş ve ardından yemeye başlamıştı.
O'nun bu sözünü duyan Addas, olduğu yerde donakalmıştı; zira bu sözü, buralarda
bilip söyleyen kimseye rastlamamıştı. Önce Allah Resülü'nü iyice süzdü ve
ardından da:
-
Allah'a yemin olsun ki bu sözleri, bu beldelerde söyleyen kimse yoktur, dedi.
Onun bu sözleri ve sıcak yaklaşımı, Efendimiz'in de
dikkatini çekmişti. Belli ki Addas, boş değildi; en azından 'bismillah'ın ne
demek olduğunu biliyor veya bu muhtevadaki bir bilgiye ulaşma arzusu duyuyordu.
Onun için Habib-i Zişan Hazretleri:
-
Sen nerelisin, hangi dine mensupsun ey Addas, diye sordu.
-
Ninovalı ve Hristiyan'ım, diyordu. Bu ismi duyunca Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellern):
-
Salih kardeşim Yunus İbn Metta'rıın memleketi, diye iç geçirdi. Gözleri dört
açılmıştı Addas'nı ve hemen sordu:
- Sen, Yunus İbn
Metta'yı nereden biliyorsun? ValIahi de
437
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
ben
Ninova'dan aynıalı onu bilip tanıyan on adama bile rastlamadım! Sen İbn
Metta'yı nereden öğrendin? Halbuki Sen, gördüğüm kadarıyla okuma-yazma da
bilmiyorsun ve ümmi bir kavmin içinde neş'et etmişsin!
-
O, benim kardeşimdir; o da bir nebi idi, Ben de bir Nebi'yim!
Bunun
ötesinde sorulacak başka bir soru olamazdı ve işin burasında Addas, önce
Efendimiz'in ayaklarına kapandı; belli ki buna muktedir olamayacaktı. Ardından
ellerinden öpmek istedi, doyasıya ... Sonra da, mübarek başından öptü, defalarca
... Günün bütün sıkıntısını unutturacak bir neticeydi bu ... Bir insan daha
gelmişti ya, dünya bomba olup patlasa ne önemi vardı?
Ancak
beri tarafta, köleleri Addas'ın el-ayak öpmesini gören Utbe ve Şeybe yine eski
hüviyetlerine geri dönmüş, bulundukları yerde homurdanmaya başlamışlardı.
Kölelerini, iyilik olsun diye göndermişlerdi; ama şimdi o tutmuş bir de
Muhammed'in el ve ayaklarına kapanıyor; bel büküp huzurunda el pençe divan
duruyordu. Birisi diğerine dönecek ve:
-
Görüyor musun, senin köleni de yoldan çıkardı, diyecekti.
Nihayet, Addas
yanlarına gelince ona da çıkışacaklar ve: - Sana ne oldu da o adamın el ve
ayaklarını öptün, diyeceklerdi. Addas, çok sakindi:
-
Ey efendim! Yeryüzünde bu adamdan daha hayırlı kimse yoktur; O'nun bana
söylediklerini ancak bir Nebi haber verebilir, dedi.
-
Yazıklar olsun sana ey Addasl Sakın ola ki o adam, seni kendi dininden
alıkoyınasın; çünkü senin dinin ondan daha hayırlıdır.w diyorlardı.
421 Bkz. İbnHişam,
Sire, 2/268, 269
Tfi lf Yolcul uğu
Mekke'ye Hareket ve Cinlerin Şehadeti
Acı
bir günün sonunda, tatlı bir hediyeye nail olan Efendimiz (sallallahu aleyhi
ve sellern), hüzünlü bir şekilde oradan ayrılacak ve yeniden Mekke'nin yolunu
tutacaktı. Nahle denilen mevkiye geldiklerinde zaman ilerlemiş ve
Efendiler Efendisi, teheccüd namazını eda edebilmek için mola vermişti. Belli
ki, burada Allah Resnlü (sallallahu aleyhi ve sellern), birkaç gün kalacaktı.
Daha sonra da, namaza durdu ve Cinn süresini
okumaya başladı.
Bu arada yanına, Nusaybin
cinlerinden yedi tanesi gelmiş; O'nun namazını seyrediyor ve okuduğu
Kur'an'ı dinliyordu. Yanına yaklaştıklannda, kendi aralannda işaretleşmiş ve:
- Aman sessiz olun ve dinleyin, diye birbirlerini ikaz ediyorlardı.
Okunan
Kur'an bitince de bunlar, kendi milletlerine geri dönecek ve onlan şöyle uyararak
tebliğde bulunacaklardı:
-
Ey kavmimiz! Şüphesiz ki biz, bugün öyle acib ve harika bir kitaba kulak verdik
ki o, iyi ve güzelolana davet ediyor; biz de ona iman ettik. Çünkü bu kitap,
Musa'dan sonra gelmiş olmakla birlikte, kendisinden önceki hükümleri tasdik
ediyor, Hakka davet mesajlanyla dolu ve bizi, yolun en doğrusuna çağınyor ..
Ey
kavmimiz! Gelin de bu Allah davetçisine müspet cevap verin! Allah'a iman edin
ki, O da sizin günahlannızı bağışlayıp mağfiret buyursun ve sizi, can yakıcı
azabın şiddetinden muhafaza eylesin!
Bundan
böyle biz, Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız; çünkü O, ne bir evlat ne
de bir çocuk edinmiştir. Meğer, bugüne kadar bizim sefihlerimiz O'nun hakkında
ne uygunsuz şeyler söylüyorlarmış! Biz de, insan ve cinlerin Allah hakkında
yalan söylemeyeceklerini sanıp dururduk! Meğer insanlardan
439
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
bir
kısmı, cinlerden böyleleriyle baş başa veriyor ve ortalığı karıştırıyormuş!
Onlar da, sizin gibi düşünerek sanki Allah'ın yeniden varlığı diriltemeyeceğini
sanıyorlar!
Bizler,
semayı da şöyle dolaşıp kontrol ettik; artık her yere görevliler yerleştirilmiş
ve onlar hiçbir haberin sızmasına müsaade etmiyor, hemen üzerine ışıktan
tayflar gönderiyorlar. Bir miktar oturup da bazı şeylere muttali olmak istedik
ve gördük ki, kim benzeri bir teşebbüste bulunsa, hemen üzerine ateş parçalan
salınıyor ve buna müsaade edilmiyor.
Artık
biz, hidayete kulak verdikten sonra ona iman ettik ve biliyoruz ki, kim de
Rabbine iman ederse, artık onun için korkulup endişe duyulacak bir husus
yoktur.P"
Bu
arada yine Cibril-i Emin gelmiş ve durumdan Allah Resülü'nü de haberdar
etmişti. Addas'tan sonra yaşanan ikinci sürprizdi bu ve artık, insanlardan
sonra Efendimiz (sallallabu aleyhi ve sellern), cin taifesiyle de irtibata
geçmiş ve onlardan da Efendimiz'e inananlar olmuştu. Çünkü O (sallallabu aleyhi
ve sellem), insanların yanında cinlere de gönderilen bir Nebi idi.
İki
ayn gaybi destek ardı ardına geliyordu; Cibril-i Emin'le dağlara müvekkel
meleğin emre amade edilmesinden sonra bir de, Allah Resülü'nün önüne, cin
taifesine nüfuz edilebilecek bir yol konulmuştu ...
Gelen
her ayet, aynı zamanda mü'minlerin sa'yini kamçılama anlamına geliyordu. Hele
bu ayetlerin muhtevası, o günün ağır şartlanm yaşayan mü'minler için ilaç
gibiydi. Şöyle diyordu:
-
Her kim, Allah'a davet eden bu samimi çıkışa müspet cevap vermezse bilsin ki,
yeryüzünde onu hiçbir güç etkisiz
422 Ayetlerde geçen ifadelerden hareketle ve birebir
meal kaygısı gütmeden sadece bir özet yapmaya çalıştık. Daha geniş malı1mat
için bkz. Ahkaf, 46/29, 30,31; Cinn, 72/1-15
440
Taif Yolcul uğu
hale getiremez.
Allah'tan başka hiçbir hami ve dost bulamaz. Bu kimseler şüphesiz, açık bir
dalalet içindedirler.w'
Diğer
yanda, iyi bir Hristiyan olan Temimii'd-Dôri, belli başlı ihtiyaçlannı gidermek için Şam taraftannda bulunuyordu. Yolculuk
esnasında akşam karanlığı çökünce kendi kendine şunlan söylemeye başlamıştı:
- Bu gece ben, bu
vadinin aziminin himayesindeyim! Arkasından da uzanıp uyumak istedi. Tam
cümlesini bitirmişti ki, sahibini görüp bilemediği bir sesin kendisine şöyle
seslenip cevap verdiğini duydu:
-Allah'a
sığın ve O'ndan eman dile. Zira cinler, Allah'a karşı hiç kimseyi koruyamazlar.
Şaşırmıştı ve bu
şaşkınlıkla:
-
Vay başıma! Allah hakkı için söyle. Ne diyorsun sen, gerçekten söylediklerin
doğru mu, diye taaccübünü bildiriyordu. Sesin sahibi, hayretini daha da
artıracak şeyler söylüyordu:
-
Ümmilerin Peygamberi Allah Resülü zuhür etti ve bizler de, O'na teslim olup
iman ederek Hacün denilen
yerde O'nun arkasında namaz kıldık. Artık cinlerin tuzaklan tükendi ve sema ile
aralannda ateş toplan var. Bundan böyle onlann hiç kimseye ne bir faydası ne de
herhangi bir zaran söz konusu olabilir. En iyisi sen yürü ve Alemlerin
Rabbi'nin Resülü Muhammed'e giderek Müslüman ol.
Hactın
... Namaz ... Alemlerin Rabbi... Resül., Muhammed ... Bütün bunlar, öyle çok
yabancı olduğu şeyler değildi. Hele, Muhammed'i tanımamak olmazdı; İncil, O'nun
gelişine öncülük etmekte; Hz. İsa da, gelişini gözlemekteydi. Belli ki
423 Bkz. Ahkaf, 46/32. Cin suresindeki
ifade ise, cinlerin ağzından şu şekilde verilmektedir: "Daha önceleri
bizler, sanki Allah'! da aciz zanneder ve kendimizi bir konuma koyardık;
anladık ki yeryüzünde O'nu engelleyip etkisiz kılacak bir güç asla
yoktur." Bkz. Cinn, 72/12
441
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
bu
işin içinde başka bir iş vardı ve sabah olur olmaz, Şam yakınlanndaki Havran'da
bulunan meşhur bir rahibin yanına koşup hadiseyi ona anlattı. Büyük bir
dikkatle anlatılanlan dinleyen Rahip şunlan söyleyecekti:
-
Şüphesiz sana doğruyu söylemişler. O'nun çıkacağı yer Harem'dir ve yine Harem'e
hicret edecektir. O, Nebi'lerin en hayırlısıdır ve asla O'nun önünde kimse
olmayacaktır.s-t
424 Isbahani,
Delailu'n-Niibüvve, 1/155; İbn Seyyidi'n-Nas, Uyünu'l-Eser, 1/145
442
Taif, beklenen semereyi vermese de Addas ve cinlerin İslamiyet'i
seçmeleriyle bir nebze huzura kavuşan Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve
sellern), daha sonra yeniden Mekke'ye yöneldi. Yol Mekke'ye yaklaştığında, yine
eski günlerinde olduğu gibi Nur dağına çıkarak Hira'ya geldi.
Kapılannı yüzüne kapatan Mekke, tam karşısında duruyordu; Beytullah'ın boynu
bükük, mü'minleri de yetimdi! Belli ki aralannda, kelimelerin kullanılmadığı
bir hasbihal yaşanıyordu. Zira, Beytullah'ın ikizi olarak bilinen Allah Resülü
de yetim ve boynu büküktü.
Beri tarafta Hz. Zeyd, yeniden Mekke'ye nasıl gireceklerini
düşünüyor ve bir türlü işin içinden çıkamıyordu. Nihayet dayanamayıp
Efendimiz'e sordu:
-
Onlar Seni dışan çıkanp kovmuşlarken Siz, Mekke'ye nasıl gireceksiniz?
Rahmet Peygamberi, her zamanki gibi temkinliydi; aynı
zamanda temkini içinde, işin nihayetini şimdiden görüyor olmanın mesajlan
gizliydi:
- Ya Zeyd! Gördüğün gibi şüphe yok ki Allah, bir çıkış
yolu nasip edip, yeni bir kapı aralıyor; şüphesiz O, dinini ko-
ruyacak ve
peygamberini de muzaffer kılacaktır! ,.
443
Efendimiz (s a l l a
l l a h u a l e y h
i ve sellem)
Daha
sonra da, sebeplere tevessül etmenin bir gereği olarak Mekke'den bazı eşrafa
haber gönderdi; maksadı, yeniden köyüne dönerken herhangi bir problemle
karşılaşrnamaktı. Hedeflediği ilk isim, Ahnes İbn Şerik idi. Ancak o:
-
Ben anlaşmalıyım ve benim durumumdaki anlaşmalı birisi de eman veremez, diyerek
bu davete icabet etmemişti. Ardından, Kureyş'in söz üstadı Süheyl İbn Amr'a ulaştırdı
aynı mesajı. Ancak o da:
-
.Amiroğullan, asla Ka'boğullanna eman veremez, diyecek ve o gün için henüz,
böyle bir kabullenmeye hazır olmadığını ifade edecekti. Belki de, cesaret edip
cevab-ı sevap veremiyorlardı. Ancak, belli ki Süheyl, Efendimiz'in gündeminde
ve kendisinden çok şey beklediği bir isimdi.
Müspet
cevap, Mut'ını İbn Adiyy'den gelmişti. Efendimiz'in talebi kendisine
ulaşır ulaşmaz hemen çocuklannı toplayan Mut'ım, onlara şunu tembih edecekti:
-
Hemen silahlannızı kuşanın ve Kabe'nin rükünleri arasına gidip beni bekleyin!
Çünkü ben, Muhammed'e eman verdim.
Daha
sonra da Kabe'ye gelecek ve devesinin üzerinden insanlara:
-
Ey Kureyş! İyi bilin ki ben, Muhammed'e eman verdim; sakın O'na kimse
ilişmesin, şeklinde hitap ederek durumu bütün Mekke'ye ilan edecek ve
Muhammedü'l-Emin'e ilişenin, karşısında kendisini bulacağını söyleyecekti.
Ardından
Efendiler Efendisi, Hz. Zeyd ile birlikte yine Mekke'ye geldi. İlk hedef, yine
Kabe idi ve onu selamladıktan sonra orada iki rekat namaz kılarak akabinde de
hane-i saadetlerine yöneldi. Bütün bu aşamalarda Mut'ım İbn Adiyy, çocuklanyla
beraber O'nu koruyup kolluyor ve kimsenin O'na bir kötülük yapmasına müsaade
etmiyordu.s-e
425 Bkz.
İbn Sa'd, Tabakat. 1/212
444
Yeniden Mekke
Diğer
tarafta, kendi davası adına tedirginlik yaşayan Ebu Cehil, Mut'ım'in yanına
yaklaşacak ve:
-
Sen, sadece eman mı verdin yoksa Müslüman mı oldun, diye soracaktı. Mut'ım,
arkadaşı Ebu Cehil'e döndü ve:
- Hayır, Müslüman
olmadım; sadece eman verdim, dedi.
Zaten, onun da
beklediği cevap bu idi ve kendisini rahatlatan bu cevabın arkasından Mut'ım'e şunu
söyledi:
- Öyleyse, senin eman
verdiğine biz de ilişmeyizl-r"
Bu nasıl bir kabullenilme idi ki, can alıcı düşmanlanna
karşı O'nu yine bir başka düşmanı koruma altına alıyor ve bütün aile
fertlerinin hayatı pahasına, kimsenin kendisine ilişmesine izin vermiyordu!
Demek ki toplumda sözün nüfuz edebilmesi ve taleplerin tesirli olabilmesi için,
insanlık ortak paydasında buluşmak ve herkesin imreneceği bir krediye sahip
olmak gerekiyordu. Bu kredinin adı, güvendi ve temeli, duruluktan
kaynaklanıyordu. Ve bu kredi, dünyalık hiçbir değerle karşılanamayacak kadar
bir kıymet ifade ediyordu. Zira o gün Mut'ım'e, dünyanın en pahalı hazineleri
de teklif edilseydi, böyle bir riske girmez ve durup dururken Mekke'yi
karşısına almazdı; ancak Muhammedü'l-Emin'e duyduğu güven ve O'na yapılanlar
karşısında masumane duruşu, Mut'ım gibileri harekete geçiriyor ve yapılanlara
bir yerde 'dur' deme ihtiyacını hissettiriyordu.
Belli ki Mekke, artık kapılarını kapatıyordu. Taif'ten
de beklediği cevabı bulamamıştı. Ancak, can bedende bulunduğu sürece tebliğ,
vazgeçilmez bir vazifeydi; Rabbin nzası burada yatıyordu zira. Onun için
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), yaklaşan hac mevsimini de iyi
değerlendirip daha geniş kitlelere ulaşmak istiyordu. Bu sebeple de kabile
kabile dolaşmaya
".
426 Taberi, Tarih,
1/555; Mübarekfüri, er-Rahiku'l-Mahtüm, s. 127, 128
445 .
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
başladı.
Her gittiği kabileye kendini arz ediyor, Allah'ın emirlerini onlara ulaştınyor
ve imana davet ediyordu. Ne garip ki, sanki bu kabileler de Mekke halkıyla
anlaşmış gibiydi ve Allah Resülü, bunlardan da beklediği cevabı alamıyordu. Her
birinin başka bir talebiyle karşılaşıyor veya bir başka beklenti içinde
olduklannı görüyordu. Orilardan birisi:
-
ValIahi bu genci biz, Kureyş'ten alıp himaye etsek, Araplar bizi yiyip
bitirir, diyor, diğeri de Efendimiz'e hitaben:
-
Biz şimdi Sana söz verip anlaşsak ve Seni korusak, yann Allah Seni,
muhaliflerine karşı üstün kıldığında sonrasında meseleye biz vaziyet edebilir
miyiz, deyip bunu, bir nevi pazarlık meselesi haline getiriyordu. Tabii olarak
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), bu ve benzeri düşüncelere prim
vermeyecekve:
-
İşin neticesi Allah'a aittir; O, bu işi, kimi dilerse ona verir, buyuracaktı.
Bu sefer de adam:
-
Biz, Seni korumak için Arapların önüne başımızı uzataeağız ve sonunda Allah
Seni muzaffer kıldığında da iş gidip başkasına verilecek! Bizim böyle bir işe
girmemizin imkanı yok, diye cevap verecekti.
Bir
de o gün, gönlü Kabe' de olmakla birlikte yaşlılığı sebebiyle Mekke'ye
gelemeyen kabile mensuplan vardı. Hac mevsimi bitip kabilesinden Mekke'ye
gelenler geri döndüklerinde onlan dinleyecek ve neler yaşadıklannı soracaktı.
Onlar da, karşılaştıklan ilginç hadiseleri aktanrken bir de, Muhammed isminde
birisinin, kendilerini Allah'a imana davet ettiğine; ahir zamanda gönderilen
son peygamber olduğuna, mesajlanna kulak vererek kendisine sahip çıkmalan
gerektiğine dair sözlerini naklettiler. Bunun üzerine.yaşlı adam, ellerini başına
koymuş ve büyük bir fırsatı kaçırmış olmanın heyecanıyla şunlan söylemeye
başlamıştı:
-
Ey .Amiroğullan! Siz, nasıl bir fırsatı kaçırdığınızı fark ediyor, elimizden
nasıl bir kuşun kaçtığını anlıyor musunuz?
446
Yeniden Mekke
Nefsim
yed-i kudretinde olana yemin olsun ki bu, İsınaili'nin bize anlattığı haberdir
ve o, gerçektir. Nasıloldu da sizler bunu akıl edemediniz?427
Sonuç
ne olursa olsun, Allah Resnlü (sallallahu aleyhi ve sellern), durdurak bilmeden
tebliğ vazifesine devam ediyordu. Bu süre içinde az dahi olsa, bazı insanlar
gelip Müslüman olacaklardı. Süveyd İbn Sarnit de onlardan birisiydi. Şairdi ve
kendisine kavmi, şiirdeki mahareti sebebiyle kamil diye hitap ediyordu. Efendimiz'le
konuşunca O'na:
- Herhalde Senin
dediklerin de benimkiler gibi olmalı,
demişti. Allah Resnlü (sallallahu aleyhi ve sellem): -
Senin bildiklerin ne, diye sordu.
- Lokman'ın
hikmetleri, diyordu. Bunun üzerine:
- Onlardan bana
söyler misin, dedi. Bildiklerini sıralama-
ya başladı Süveyd.
Bunun üzerine Habib-i Zlşan Hazretleri:
-
Bu sözler çok güzel! Ancak, benim yanımdakiler bunlardan daha faziletli; çünkü
o, Allah'ın Bana indirdiği Kur'an'dır. hidayet ve nur kaynağıdır, buyurdular.
Ardından da, Kur'an ayetlerinden okumaya başladı ve bitirince de Süveyd'i
İslam'a davet ettiler. Çok makül bir insandı ve:
-
Gerçekten de bunlar çok güzel ifadeler, diyerek oracıkta Müslüman
oluverdi.v"
Başka
bir gün, Medine'den Evs kabilesine mensup bazı insanlar gelmiş, başlamak üzere
olan savaş öncesinde Hazreçlilere karşılojistik destek arıyorlardı.P? Bunu
duyan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), bu hey'etin de yanına gelecek
ve:
427 Taberi, Tarih,
1/556; Mübarekfüri, er-Rahiku'l-Mahtüm, s. 129, 130 428 Taberi, Tarih, 1/557;
Miibarekfüri, er-Rahiku'l-Mahtüm, s. 130
429
Bi'setin 11. yılıydı ve Medine'de Evs ve Hazreç kabileleri arasındaki anlaşmazlık
doruk noktaya çıkmış, savaş patlak vermek üzereydi. Sayı itibariyle
Hazreçlilerden az olan Evs kabilesi, dışandan destek alma yolunu tercih etmiş
ve böylelikle güç dengesini kendi lehine çevirmeyi hedeflemişti.
447
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
-
Geldiğiniz niyetten daha hayırlı bir yol size göstereyim mi, diye soracaktı.
- Peki, nedir o, diye
sordular. Efendiler Efendisi:
- Ben, Allah'ın
Resülü'yüm: Beni O, bütün kullanna pey-
gamber
olarak gönderdi. Ben de sizi, sadece O'na ibadet etmeye ve O'ndan başkasını
O'na şerik koşmamaya davet ediyorum. O, Bana Kitap da indirdi, buyurdu ve
arkasından da, İslam'la ilgili temel meseleleri anlatıp Kur'an okudu ve onlardan
da, bütün bunlara iman etmelerini talep etti.
Hey'et
arasında İyas İbn Muaz isminde birisi vardı ve öne çıkarak:
-
Ey cemaat! Bu, gerçekten de bizim peşinde olduğumuz şeyden daha hayırlıdır,
diye seslendi.
Cemaat
içinden hemen itiraz sesleri yükselmiş, hatta aralanndan birisi öne atılarak
avuçladığı toprağı İyas'ın üzerine atarak açıkça tepkisini dile getirmişti.
Şöyle diyordu:
- Bırak şimdi onu!
Biz buraya bunun için mi geldik? Kendi kabile mensuplan arasında büyük bir
tepkiyle karşılaşan İyas'a susmak düşmüştü. Medine'ye geri dönerken ne bir
destek bulabilmiş ne de ayaklanna kadar gelen hakikatten bir mesaj
alabilmişlerdi! Ancak İyas, çok geçmeden hastalanacak ve bu süre içinde,
Müslüman olduğunu ifade sadedinde sürekli tekbir getirip dilinden hamd ve
tesbihi hiç düşürmeyecekti. 430
Tufeyl İbn Amr, Evs kabilesi arasında hatın sayılır ve güvenilen bir
şairdi. Hatta, Yemen taraflarında, kabilesi adına belli başlı faaliyetleri o
yürütüyordu. Günün birinde onun da yolu Mekke'ye düşmüştü. O günün Mekke'sinde
Allah Resülü'ne karşı öylesine organize bir karşı duruş var idi ki daha o,
Mekke'ye yaklaşmadan Mekkeliler yolunu kesmişlerdi ve Efendimiz'le görüşüp
konuşmaması konusunda olabildiğince
43° Bkz. Ahmed İbn
Hanbel, Müsned, 5/427 (23668); İbn Sa'd, Tabakat, 3/438
448
Yeniden Mekke
tahşidat
yapıyorlardı. İzzet ü ikramda
da kusur etmeyen bu insanlar, Tufeyl'i karşılanna almış şöyle diyorlardı:
- Ey Tufeyl! İşte sen, bizim memleketimize geldin, hoş
geldin! Şu bizim aramızdan çıkan adam varya, işte O, bizi çok zor durumda
bıraktı; aramızdaki yapıyı parçalayıp ahengimizi darmadağın etti. Sözünde
sanki bir sihir var; insanı peşine takıp götürüyor! Baba ile oğlun, kan ile
kocanın ve kardeşle kardeşin arasını ayınyor! İşin doğrusu biz, senin ve
kavminin de bize musallat olan bu adamdan etkilenmenizden korkuyoruz. Sakın
ola ki, o adama kulak verme ve gidip de O'nunla konuşayım deme!
Durup dururken, bu kadar konuşma lüzumu hissettiklerine
göre gerçekten bu adam, çok etkiliydi ve onun için Tufeyl, tedbirini alacak ve
bir tek kelimesini bile duyup sözünün tesirinde kalmamak için kulaklannı
tıkayarak Kabe'ye gelecekti. Olacak ya, onun geldiği saatte Efendiler Efendisi
de, Kabe'de durmuş namaz kılıyordu. Uzun uzun seyre daldı Tufeyl., Öyle
derinden Kur'an okuyordu ki! İster istemez bazı ifadeler kulağına gelmiş ve
hem gözüne ilişenlerden hem de kulağına gelip çarpanlardan oldukça
etkilenmişti. Kendi kendine düşünmeye başladı:
- Hay kahrolası! Niye ben kulağımı kapatıyorum ki? Halbuki
ben, şiirin inceliklerini bilen, sözün güzelini çirkininden ayırabilen irade
sahibi bir adamım; öyleyse, niçin bu adamın dediklerini dinlemeyeyim ki! Şayet
söyledikleri güzel ise kabul eder alınm; yok, kötü şeyler söylüyorsa o zaman
da ondan uzak durur kendi işime bakanm, diyordu kendi kendine.
Kulağındaki tıkanıklığı açmasıyla birlikte gönlüne giden
yollar da hareketlenmiş, dinledikleri karşısında kalbindeki buzlar erimeye
başlamıştı. O kadar ki, namazını bitirip Kur'an'ına hatime çektiğinde kendini,
O'nun peşinden gidiyor bulacaktı. Evine kadar Resülullah'ı takip etti ve
arkasından o . da içeri girdi. Bütün kapılar aralanmış, sımsıcak bir dünya-
449
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
ya
doğmuştu Tufeyl, Bu sıcak atmosferi bulunca dilinin bağı çözülecek ve başından
geçenleri anlatacaktı bir bir; buraya kadar gelişindeki hedefi, Mekkelilerin
onu dışanda karşılayıp da kendisine söylediklerini, kelamını işitmernek için
kulağını nasıl tıkadığını ve Kabe'de gördüğü zaman yaşadığı değişimi anlattL ..
Arkasından da:
- Bana, meselenin gerçek yönünü anlat, dedi. Bir yıldız
daha doğuyordu. Onun için Efendiler Efendisi'nin sürüruna diyecek yoktu. Hemen
anlatmaya başladı; İslam'la gelen güzelliklerden bahsetti ve ardından da
Kur'an okudu. Tufeyl'in, hayatında duyduğu en güzel ifadelerdi bunlar ...
Bugüne kadar, bunlardan daha latif ve daha oturaklısına hiç şahit olmamıştı,
.. Ve, hemen oracıkta kelime-i şehadeti söyleyerek Müslüman oluverdi.
Huzura gelip de O'ndan ışık alan her bir sahabede görülen
değişim, onda da kendini gösteriyordu; daha adımını attığı yerde, inandığı
değerlere başka adımların da gelmesi gerektiğini düşünüyor ve bunun için
Efendimiz' e şunu söylüyordu:
- Kavmimin arasında benim konumum gayet iyidir ve ben
ne dersem insanlar kırmaz, dinlerler; şimdi ben onlara gider gitmez, İslam'ı
anlatacak ve İslam'a davet edeceğim. Bana, gördükleri zaman kavmimin
etkileneceği bir alarnet bahşedip ifadelerime kuvvet vermesi için Allah'a dua
eder misiniz?
Bu samirniyete müspet cevap vermemek olmazdı ve Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellem), hemen oracıkta dua etmeye başlamıştı bile ...
Derken Tufeyl, huzurdan aynlmış ve kavmini hidayete davet etmek üzere
memleketine dönüyordu. Yolu, köyüne yaklaştığında birden yüzünde, sabahın
aydın1ığı gibi bir nur beliriverdi. Endişelenmiş ve kendi kendine:
- Allah'ım! Yüzümde bir gariplik oldu; şimdi bana, "Bu müsledir, diyecekler." demiş ve daha işin
başında bir olumsuzlukla karşılaşmaktan çekindiğini ifade etmişti. Bir anda bu
nur, elindeki bastonunun ucuna kayıverdi. Artık o, kavmine
450
Yeniden Mekke
karşı
elini güçlendirecek ve onlann imana gelişlerini kolaylaştıracak bir mucizeydi.
Artık o, önünü aydınlatan bir gece lambası gibiydi.
Eve gelir gelmez, önce anne ve babasına anlattı
yaşadıklarını ve onlan da İslam'a davet etti; oğullanna itirnatlan vardı ve
oracıkta Müslüman oldular. Ancak kavmi, aynı duyarlılıkta değildi; olanca
gayretlerine rağmen kapılannı kapatmışlardı ve asla yumuşama emaresi
göstermiyorlardı.s"
Müşriklerin propagandalanna muhatap olanlardan birisi
de, Dımôd el-Ezdi idi. O da, Yemen'den çıkmış bir işi için Mekke'ye
gelmişti. Rukye tabir edilen bir yöntemle bazı cisimlerin üzerine okuyarak
insanlara faydalı olmaya çalışıyordu. Daha Mekke'ye adımını atar atmaz,
sefahete kurban gidenlerden bazılan yolunu kesmişti ve ona Allah Resülü'nün
yanına yaklaşmaması gerektiğini anlattıktan sonra şunlan söylüyorlardı:
- Şüphesiz ki
Muhammed, mecnündur, Bunu duyunca Dımad, kendi kendine:
- Bu adamın yanına gideyim; belki de Allah, O'na benim
elimle şifa verir, diye düşünmeye başladı. Ve, bir gün yolu, Allah Resülü ile
aynı noktada birleşivermişti.
-
Ya Muhammed! Ben, okuyarak insanlan tedavi ediyorum; Senin de buna ihtiyacın
var mı, diye sordu:
Garip bir karşılaşma ve garip bir teklifti. Okunarak
tedavi olmaya esas kendisinin ihtiyacı vardı ve Restıl-ii Kibriya Hazretleri:
- Şüphe yok ki hamd, Allah'a mahsustur, diye başladı
sözlerine. Biz de yardımı, sadece O'ndan dileniriz. O, kime hidayet murad
etmişse artık kimse ona bir zarar veremez ve kim de dalalet yolunu seçip O'ndan
uzaklaşmışsa onu da hidayete
431
Bkz. İsbahani, Delailu'n-Nübiivve, 1/213-214; İbn Kesir, el-Bidaye ve'nNih3.ye,3/99
451
Efendimiz (sallallahu
a l e y h i ve sellem)
kimse
muktedir olamaz! Ben şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoldur ve yine
ben şehadet ederim ki Muhammed de O'nun kulu ve Resülü'dür. Sözün özüne gelince
...
Belli
ki Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sellern), devam edecekti; . ancak Dımad
araya girdi ve:
-
Şu söylediklerini bir kez daha tekrar edebilir misin, dedi. Bir değil, üç kez
tekrarladı Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve sellern). Bu kadan bile yetmişti
Dımad için ve:
-
Şimdiye kadar ben, ne kahinler gördüm ne sihirbazlara şahit oldum ve nice
şairlere kulak verdim; ancak, şu Senin söylediğin kelimeler kadar güzeline hiç
rastlamadım! Bunlar, bahr-ı hipayan ifadeler! Uzat elini, ben Sana beyat
edeceğim, diyerek, kendisine uzanan bu mübarek eli tutarak kelime-i şehadeti
söyledi ve oracıkta Müslüman oldu.432
Bu
arada, Medine'den gelen altı kişilik bir grup vardı; Efendiler Efendisi son
bir ümit deyip bunlann da yanına uğradı ve önce selam verdikten sonra:
- Sizler kimlersiniz,
diye sordu.
- Hazreç'ten bir
grubuz, diyorlardı. Bildik bir isimdi O'-
nun için Hazreç. Bu
yüzden:
-
Züfer'in dost ve müttefiki olan Hazreç mi, diye yeni bir soru sordu. Hazreç'in
müttefiki Züfer Medine'de, Allah Resülü'nün geleceğini zaman zaman anlatan
önemli bir adamdı.
-
Evet, diye tasdik ettiler. İçten davranıyorlardı. Ardından:
-
Biraz oturup konuşmaya ne dersiniz, dedi Habib-i Zişan Hazretleri.
- Peki, diyorlardı.
Bunun üzerine Allah
Resülii (sallallalıu aleyhi ve sellem), uzun
432 Bkz. İsbahanl,
Delailu'n-Nübiivve, 1/193-194; İbn Sa'd, Tabakat, 4/241
452
Yeniden Mekke
uzadıya
oturup bunlarla da konuştu. Kur'an'dan bazı ayetleri paylaştı onlarla. Es'ad
İbn Zürare, Av! İbn Hôris, Ukbe
İbn Amir, Kutbe İbn Amir, Raft İbn Malik ve Côbir İbn Abdullah'tan oluşan bu genç Ensôr
hey'eti, anlatılanlar karşısında etkilenmişti. Zaman zaman atalannın
konuştuklannı hatırlıyorlardı. Atalan, Fôran dağlarınzn arasında İbrahim soyundan
bir Nebi gelecek,
diyorlardı. Aynı
zamanda komşulan olan Yahudilerle savaşıp onlan yendiklerinde kendilerine, şimdi
yenildik; ama çok geçmeden gelecek bir Nebi ile yeniden güç kazanacak ve işte o zaman sizin işinizi bitireceôiz
manasında tehditler savuruyorlardı. Oysa bu Nebi'ye ilk inanan, kendileri
olacak ve böylelikle, Arap yanmadasının en aziz insanlan olarak tarihe
geçeceklerdi! Beklenen Nebi gelip zuhı1r ettiğine göre beklemenin bir anlamı
olamazdı. Onun için Allah'a iman eden bu samimi ve gönülden uyancıya kulak
veriyor ve içlerinden gele gele iman ediyorlardı.
Mekke'de
adam kıtlığı yaşanırken aylarca süren uğraşlar sonunda, ancak bir veya iki
insan iman safına geçerken, sadece birkaç saatlik konuşmanın neticesinde altı
kişilik Medine cemaatinin İslam'ı seçmesi, Efendiler Efendisi'ni büyük bir
sürüra gark etmişti. Acı olan tek şey, aynlık vaktinin gelmiş olmasıydı.
Herkesin beklediği bu Zat ile oturup konuşmak güzeldi; ama artık Medine'ye
gitme vakti gelmişti. Mekke'yi terk edecek ve yeniden kendi memleketlerine geri
döneceklerdi. 433
Aynlmadan
önce aralannda anlaştılar ve ertesi yıl yeniden gelip burada Allah Resı1lü ile
buluşacak, bu arada Medine'de de yeni arkadaşlar bularak buraya onlan da
getireceklerdi.
Artık Medine,
medeniyete el sallıyordu.
Mekke'ye
geri dönerken Allah Resı1lü, uzun zamandır ilk defa tebessüm ediyordu.
433 Bkz. İbn Hişam, Sire,
2/276 vd.
453
İSRA VE MİRAÇ
Hira'daki vuslattan bu yana on bir yıl geçmişti. Takvimler,
Recep ayının yirmi yedisini gösteriyordu. Bu süre içinde çok gayret edilmiş;
ama Mekke akıl almaz bir tepki gösterip bu gayretlere müspet cevap vermemişti.
Gerçi, müspet cevap verenler de yok değildi; ama, imanla bütünleşmeleri adına
ortaya konulan ölümüne gayretlere karşılık, bırakın müspet cevap vermeyi,
koşarak gelmeleri gerekiyordu! Çünkü Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern), kendi adına yaşamıyor; can alıcı
434
İsra ve miraç, Kur'an ve sahih sünnetle sabit mütevatir bir mucizedir. Bu seyehate
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), ruh ve bedeniyle birlikte gitmiş,
Cibril'i de geride bırakarak nail olduğu olağanüstü iltifatlara rağmen yine
ümmetinin arasına dönerek onlar için de, günde beş vakit eda edilecek bir
miraçla yükselme ufkunu ortaya koyup kapıyı da sonuna kadar aralık bırakmıştır.
Bilhassa
Kur'an açısından bakıldığında konuyla ilgili ayetlerin müphemiyet içinde
meseleyi ele aldıkları göriilmektedir. Zira bu, imanı bir meseledir ve imanın
dürbünüyle hareket edilmeden kavranılması zor bir hadisedir. Belki de, iradenin
elinden ihtiyarı almamak için Yüce Mevla, isra ve miraçla ilgili ayetlerde,
sadece güçlü bir imanla bakanların anlayabileceği bir üslup kullanmış ve
böylelikle, sınırlı alanda bocalayan aklına meseleyi onaylatamayan1ar için de
merhamet kapısını açık bırakmıştır. Aksi halde, sarih ayetiri ifade ettiği
manayı inkar eden, şüphesiz bu rahmetten mahrum kalacak ve bu mahrumiyet ise, o
insanı her şeyden mahrum edecekti.
455
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
düşmanlannın
bile iman şerbetinden kana kana yudumlayabilmeleri için elindeki bütün
imkanlan ortaya koyuyor ve bunun için de hemen her gün kapı kapı dolaşıyordu.
Alkışlanması
gereken bu gayretlerin gördüğü muamele de ortadaydı; bilhassa Ebu Talib ve Hz.
Hatice'nin vefatından sonra Mekkelilerin takındığı tavır, Taif'te yaşadıklan ve
tekrar geri döndüğünde insanlann, mübarek yüzüne ekşimeleri pak ruhunu
sıktıkça sıkmıştı ve bu bunaltan ortamda Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern), kendini ancak ilahi rahmetin sıcak iklimine atarak bir teselli
bulabiliyordu. Zaten, bu rahmet meltemleri de olmasa, Mekke'nin kasveti
kaldınlacak gibi değildi!
Derken
bir akşam Efendiler Efendisi, amcası Ebu Talib'in kızı Ümmü Hani'nin
evinde bulunduğu bir sırada, evin tavanı adeta birden açılmış ve buradan yanına
Cibril-i Ebrnin nüzül etmişti.435 Belli ki bu seferki geliş,
öncekilerden çok farklıydı. Yanında, daha önceki peygamberlerin de üzerine
bindikleri, merkepten biraz büyük, kahrdan da bir miktar küçük boyda 'Burak'
adında bir binek vardı. Belli ki, bir davet vardı ve Cibril de, bu davete
muhatap olan en kutlu misafiri almak için gelmişti; Sultan-ı Resül, Şah-ı
Mümecced, biçôrelere devlet-i sermed, divan-ı ilahide seramed, Ahmed ü Mahmud u
Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem), Hakk'ın özel davetlisi olarak, gökler
velimesine çağnhyordu.
Demek ki bugüne kadar yaşanan mukaddes hüzne, Allah
tarafından lutfedilmiş bir ikram vardı ortada ... Vicdanında duyup hissettiği
gerçekleri, göz ve kulağıyla da müşahede edebilmesi için Allah (celle
celahıhü), kulu Muhammed Musta-
435 Bazı
rivayetlerde bu hadisenin başlangıç yeri, Ümmü Hani'nin evi değil de Kabe
olarak anlatılmaktadır. Muhtemelen, Ümmü Hani'nin evinde bulunduğu o akşam
Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve sellern), ibadet maksadıyla Kabe'ye gelmiş
ve bir müddet ibadet ettikten sonra Hatim denilen yerde bu hadise vuku
bulmuştıı.
456
İs r ü ve Miraç
fa'yı Mekke'den
alacak ve kim bilir ne sırh bir yolculuğa çıkaracaktı.
Ancak, bu yolculuk öncesinde, süt annesi Halime-i Sa'diye'nin
yanında yaşadığı hadiseye benzer bir ameliye gerekiyordu. Onun için Cibril-i
Emin, Efendimiz'in göğsünü yardı ve içini Zemzem suyu ile yıkadı; ardından da,
altın bir kase içinde, elinde tuttuğu iman ve hikmetle göğsünü doldurarak
kapattı. Sonra da, semanın emini Cibril, insanlığın emini Hz. Muhammed
Mustafa'nın elinden tutarak tarifi imkansız bir yolculuğa başladı.
Üzerine
bindiği Burak, öyle hızla hareket ediyordu ki, her defasında adımını,
ufukta gözüken son noktaya atıyor ve şimşek hızıyla mesafe alıyordu. Daha
üzerine binmekle birlikte mekan değişmiş ve bir çırpıda Mescid-i
Aksd'ya gelivermişlerdi.
Tuttu ve daha önceki peygamberlerin bağladığı yere bağladı Burak'ı. Ardından
da, namaz kılmak için mescide yöneldi.
Bugüne kadar risalet vazifesini yerine getiren Allah'ın
en seçkin kullan burada toplanmış, risalete mühür olan Zat'ı bekliyorlardı.
Gelişini görünce selam ve tahiyyelerle sinelere basıldı Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellem) ve ardından da, dünyanın en önemli meselesi için yeniden saf
tutuldu; bütün peygamberler, aynı safta kenetlenmiş; iki rekat namaz kılacaklardı.
Peygamberlik aleminİn imamını bekliyorlardı. Demek ki İbrahimi çizgi, artık
Hz. Muhammad'de noktalanacak ve bundan sonrasını, bütün peygamberler namına
sonuna kadar O yürütecekti. Zaten, başka bir belde yerine buranın tercihinde
de böyle bir mana vardı; belli ki Hakk'ı temsil meselesi, peygamberlere dayelik
yapmış bu mekandan artık alınıyor ve yüzler bundan sonrası için Mekke'ye
çevriliyordu. Meseleye, miraçtaki süreçte karşılaşacağı peygamberler açısından
bakıldığı zaman da aynı konu dikkat çekecek ve ümmetler arasın-
457
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
da yaşanacak bir
birliktelik adına, geleceğe yönelik bir umut olacaktı.
Derken, safların en önündeki yerini aldı Habib-i Zışan
Hazretleri ... Günü gelince insanlığın yeniden, Allah'ın ilk yarattığı bu
çizgide saf tutacağının sembolüydü bu. A.dem'in çocuklannın, yeniden Hz. A.dem
toprağında kaynaşacaklannın resmi, tevbe ederken şefaatini dilediği Zatın da
imametinin tesciliydi aynı zamanda ... Peygamberler O'nun arkasında saf
bağladığına göre demek ki, o peygamberlerin ümmeti de gün gelecek O'nun
arkasında namaza duracaktı!
Namaz sonrası önüne üç kase konulmuştu; birinde süt,
diğerinde su ve bir diğerinde de içki vardı. Bunlardan birisini tercih etmesi
isteniyordu. Tereddütsüz, içinde süt olan kaseyi tercih etti Efendiler
Efendisi! Bu tercih, Cibril-i Emin'i de heyecanlandırmıştı ve:
- Bunu tercih etmekle Sen, hidayeti tercih etmiş oldun
ve Senin ümmetin de hidayet üzere olacak, demişti. Çünkü bu, re aliteyi iyi
okumanın bir neticesiydi ve seçilen tercih de, fıtratı ifade ediyordu. Bu arada
orada yankılanan ses de, aynı şeyleri söylüyordu:
- Şayet su tercih edilmiş olsaydı, ümmeti de kendisi de
boğulurdu. İçki tercih edilmiş olsaydı, ümmeti de kendisi de yoldan çıkar
taşkınlık içine düşerdi. Sütü tercih ettiğine göre, ümmeti de kendisi de hep
hidayet üzere olacak!436
Sürprizler, sadece Mescid-i Aksa'da yaşananlarla sınırlı
değildi; tuttu Cibril, O'nu semalar ötesi alerrılere seyahate davet etti. Bir
anda, mekan başkalaşmış ve iç içe sırlarla dolu doyumsuz bir yolculuk
başlamıştı. Katbekat semaya yükseliyor ve her yükseldikleri semada ayrı bir
merasim yaşıyorlardı.
436 Bkz. İbn Hişam,
Sire, 2/242, 243
458
İs r a ve Miraç
Cibril-i
Emın, ilk semanın kapı tokmağına dokununca içeriden bir ses gelmiş ve semanın
hazini ile aralannda şu konuşmalar geçmişti:
- Sen kimsin?
- Cibril!
- Yanında kim var?
-Muhammed!
- O peygamber mi?
-Evet, O peygamber!
Şifreler tamamdı ve sema kapısı açılmış; dünya seması
geride kalmıştı; Efendiler Efendisi'nin karşısında, insanlığın ilk atası Hz. Adem
duruyordu. Önce selam ve hoşarnedi ile tebrik etti O'nu. Hayır duasında bulunuyordu.
Ancak, duruşunda bir gariplik vardı; sağ tarafına bakıyor ve gülüyor, soluna
baktığında ise ağlıyordu. Daha dikkatli baktı; her iki yanında da büyük bir
kalabalık vardı. Meraklı bakışlan bekletmeden Cibril-i Emin konuşmaya başladı:
- Bu, A.dem'dir; sağ ve solundaki kalabalık karartı
ise, onun neslidir. Sağ tarafındaki insanlar, ehl-i cennettirve onun için
A.dem, onlan gördükçe tebessüm eder. Sol yanındakilere gelince onlar ehl-i
cehennemdir ve onlar gözüne iliştikçe de hüzün kesilip ağlamaya başlar.
Artık her bir sema kapısında aynı merasim ve yine her
bir semada ayn bir peygamberle karşılaşılıyor; hepsinin de duasını alıp
tebriklerine şahit oluyorlardı. İkinci semada teyze çocuklan Hz. Yahya ve
Hz. İsa, üçüncü semada Hz. Yusuf, dördüncü semada Hz. İdris, beşinci semada Hz. Harun, altıncı
semada Hz. Musa ve yedinci semada da Hz. İbrahim ile karşılaşacak
ve bunlann her biri de, nübüvvet semasının mührü olan Allah Resülü'nü
tahiyelerle karşılayıp tebrik edeceklerdi. Bu seyahat esnasında Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellern), Hz.
459
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Musa'nın ağladığını
görmüş ve Cibril'e bunun sebebini sormuştu. Aynı soru kendisine tevcih
edilince:
-
Ağlıyorum; çünkü bu genç, benden sonra peygamber olarak gönderildi; ama O'nun
ümmetinden cennete gireceklerin sayısı, benim ümmetimden cennete girecek
olanlardan daha fazla, diyordu.
Miraç,
sırlada dolu bir yolculuğun adıydı ve bu yolculukta müşahede edilecek daha çok
şey vardı. Hz. İbrahim'in, sırtını dayayarak yanında durduğu Beyt-i Ma'mur,
göz alıcı renk ve desenleriyle ve bütün ihtişamıyla Efendimiz'in karşısında
duruyordu. Öyle ki buraya, her gün yetmiş bin melek giriyor ve bir daha da geri
dönmüyordu. Zira burası, yeryüzünde her daim tavafla serfiraz kılınan Kabe'nin
bir izdüşümüydü.
Bu
yolculuk esnasında Efendiler Efendisi, cennet ve cehenneme ait tablolara da
şahit olacak ve dünyada iken hangi hareketin ne türlü bir karşılık göreceğini
örnekleriyle ümmetine de anlatacaktı.
Bir anda cennet,
olanca güzelliğiyle önüne açılıvermişti.
İnci-mercan
misal her çeşit değerli taşlar ve tasavvur üstü bir renk cümbüşüyle donatılmış,
nice göz alıcı desenlerle tezyin edilmişti! Hiçbir gözün görmediği ve
göremeyeceği, hiçbir kulağa yankısı gelip çarpmayan ve hiçbir faninin de
tahayyül edemeyeceği nice güzellikler sergileniyordu önünde. Ne göz alıcı, ne
gönül yakıcı manzaralardı ... Cennetin zümrüt yamaçlan, önünde perde perde
açılmış ve O da, meltem gibi gelip yüzüne çarpan esintileriyle mest, hayret
makamının hakkını veriyordu.
Bir aralık kulağına
hoş bir ses gelmişti:
- Bu ses de neyin
nesi, diye sordu Cibril'e.
460
İs r ü ve Miraç
-
Cennetin sesi, diyordu rehber-i sadıkı. Biraz dikkatle dinleyince, gelen sesin şunlan
dediği duyuluyordu:
- Ey Rabbim! Bana vadettiğin şeyleri lutfet! İşte,
artık uhdemde bulunan odalanm, ipek ve huIIelerim, sündüs ve inci-mercanlanm,
gümüş ve altınlanm, koltuk ve döşemelerim, kap ve kacaklanm, binek ve
içkilerim, bal, süt ve sulanm çoğaldıkça çoğaldı; artık, vaadettiğin şeyi
yerine getir de bana gelecek olanlan bir an önce buraya gönder!
Onun bu samimi
talebine karşılık bir başka ses yükseldi: - Evet, her mü'min ve mü' mine, erkek
veya kadın Müslüman, Bana iman eden ve Resülümü de tasdik ederek destekleyen,
her daim müspet hareket ederek ortaya salih bir iş koyan ve asla Bana şirk
koşmayan ve Allah'tan başka bir değer önünde bel kınp boyun bükmeyenIer, çok
geçmeden sana gelecektir!
Kim, Benden haşyet duyar ve çizilen ölçü içinde hareket
ederse o emindir; Benden kim ne isterse Ben, onu veririm. Kim de Benden ön
talepte bulunur ve borç gibi isterse onun da isteğini yerine getiririm. Ve kim
de Bana tevekkül edip işini Bana bırakırsa, mutlaka onun işini nihayete erdirir
ve yerine getiririm. Çünkü, şüphe yok ki Ben, kendisinden başka ilah olmayan
Allah'ım! Sözümde hulf edip yerine getirmemezlik yapmam! Şüphesiz, mü'min
olanlar ancak kurtuluşa erer. Allah, ne mükemmel ve mübarek bir yaratıcıdır.
Rabb-i
Rahim'den gelen bu nidayı duyan cennet sükun bulacakve:
- Razı oldum ey
Rabbim, diyecekti.437
Daha dikkatle baktı içeri; altından ırmaklar üzerinde
kurulmuş saraylarda koltuklara yaslanıp muhabbet eden babayiğitler vardı ...
Etraflannda hizmetçiler dört dönüyor; isteyip arzu ettikleri her şey, anında
yerine getiriliyordu. Huri- gıl-
437 Taberi, Tefsir, 8/3
461
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
manlarla
kuşatılmıştı, yüzlerindeki ifadeler bile boşa çıkanlmadan nimetler içinde
yüzüp duruyorlardı. Akla-hayale gelmedik nimetlerden istifade ederken ne bir
bıkkınlık ne de herhangi bir fütur seziliyordu üzerlerinde; çünkü, her yediklerinde
renkler farklı, desenler rengarenk, tatlar değişkendi ve kokular da birbirini
tutmuyor. Böylelikle her seferinde yeni bir telezzüz imkanı doğuyordu.
Cemaat
haline gelmiş insanlar vardı karşısında; her gün yeni bir ekim yapıyorlar ve
ekim yaptıklan aynı gün de hasat işlemine başlayıp semere topluyorlardı.
Cibril'e sordu:
- Bunlar kim?
- Bunlar, Allah
yolunda cehd ü gayret gösteren, Allah'ın
adını
en yücelere ulaştırmak için mal ve canlanyla kendilerini ortaya koyanlardır.
Bunlann yaptığı bir iyiliğin karşılığı, yedi veren başaklar gibi yedi bin
kattır. Allah için infak ettikleri değerlerine karşılık da Allah, hemen
yenisini verir ve yerine onu kaim kılar; çünkü O, nzık verrnede en hayırlı yolu
tercih edendir.v'" diye cevaplıyordu Cibril-i Emin.
Dört
bir yana dal-budak salmış nehirler vardı önünde; su yerine kiminden süt,
kiminden de bal akıyordu. Bunlar arasında daha belirgin olanlara, Nil ve Fırat diyorlardı. Belki de bu, yakın
vadede İslami mesajın ulaşacağı alanı ifade ediyor ve geleceğin fotoğrafını
ortaya koyuyor ve miraçta kendisine bunun muştusu veriliyordu.
Bundan
başka kimbilir nice nimetler müşahede etmiş, ne iltifatlarla karşılanarak
kendisine teşrifatçılık yapılmıştı. Herhangi bir insanın, böylesine bir lütfa
mazhar olduktan sonra yine oradan aynlarak sıkıntıların kucağına dönmesi
imkansız gibiydi. Ancak O'nun hedefi, öncelikle bütün insanlan rahmet ve
şefkatle kucaklayıp, ümmeti arasında da, kelime-i tevhidin
438 Bkz. İbn Kesir,
Tefsir, 3/18; Taberi, Tefsir, 15/7
462
İs r a ve Miraç
ikinci
yansını söylemekten kaçınarak kendisini kabul etmese bile 'la ilahe illaIlah'
diyen herkesi buraya getirmekti. Çünkü O, "Kim, La ilôhe illallah
derse, cennete girer." buyuracaktı.v'? Daha baştan O (sallallahu
aleyhi ve sellem), bunun için yaratılmış ve onun için de, ilk yaratıldığı halde
gelişi sona denk getirilmiş; peygamberlik güftesine kafiye koyacak Son Sultan
olduğu için de, bedeniyle ruhunun buluşması risalet açısından en sona bırakılmıştı.
Elbette
her yer, cennet gibi sımsıcak durmuyordu; oradan aynlıp da bir başka vadiye
geldiğinde, ürperten seslere şahit olacak ve bu seslerin kaynağını da
soracaktı:
- Cehennemin sesi,
diyordu Cibril-i Emın. Dikkat kesildi.
Diyordu ki:
-
Ey Rabbim! Artık bana vaadettiğin şeyleri ver! Baksana, bukağılar ve
halatlanm, alev ve ateşlerim, irin ve kanlanm çoğaldıkça çoğaldı; dibimdeki
derinlik erişilmez noktaya ulaştı ve ateşimin harareti de dayanılacak gibi
değil! Bana vaadettiğin şeyleri çabuk gönder!
Cennete seslenen aynı
sesin yankısı duyuldu:
-
Evet, Bana şirk koşan her müşrik kadın ve erkek, Beni inkar eden her kafir,
hesap ve kitaba inanmayan her zalim sana gelecektir; acele etme!
Ve, aynı sükunet:
- Tamam, razıyım ey
Rab!440
Feryad
ii figanın
yükseldiği yöne bakınca, olanca dehşetiyle cehennem temessül etmiş ve yürek
kaldırmayacak görüntüler gelmişti önüne Allah Resülü'nün. Elbette bu, gör-
439 Buhari, Sahih,
5/2193 (5489) 440 Taberi, Tefsir, 15/1
Efendimiz (sallallalıu
aleylıi ve sellem)
düklerini
ümmetine aktararak sakındırabilmek için sadece bir manzara temaşasından
ibaretti. İnsanlar ve taşların tutuşturduğu ateş tufanları vardı ortada ...
Derinden bir homurdanma duyuluyor ve içine girenleri azımsarcasına ve doyma
bilmeyen bir iştiha ile:
-
Daha yok mu, diye bağırıyordu. Bu dehşetli manzara içinde azaba dilçar kalıp da
tükenenler, öyle bir kenara atılıp da süreçten kurtulamıyorlardı. Her ne zaman
bedenler kül olup vücutlar buharlaşsa, işlem yeniden başlıyor ve belli ki,
azabı tam tatmalan için kemiklere et giydirilerek her defasında bu işkence
yeniden tekrarlanıyordu. Çığlıklar yükseliyordu cehennemin derinliklerinden:
- Keşke yeniden
dünyaya dönme imkanımız olsa!
- Keşke aklımızı
kullanıp anlatılanlara kulak vermiş ol-
saydık da bu duruma
düşmeseydik!
- Ne olur Allah'ım!
Hiç olmazsa bir gün azabımı hafiflet!
- Keşke toprak olup
gitseydim, gibi feryatlar birbirini ta-
kip ediyordu. Grup
grup insan kitleleri belli yerlerde kümelenmiş, benzeri şekilde azaba dilçar
oluyorlardı; başlarında müvekkel zebani-nam melekler vardı ve yüzlerinde
tebessüm adına zerre kadar bir emare gözükmüyordu. Öyle insanlar vardı ki, bir
mızrak boyu yaklaştırılan güneş-misal ateş kütlesi karşısında eriyip tükenmiş,
gırtlağına kadar kanter içinde kalakalmıştı.
Kan
ve irinden nehirler akıp gidiyordu bir taraflara ve içinde, dışarı çıkmak
isteyip de bir türlü buna muvaffak olamayan bahtsızlar yüzüyordu çırpınarak.
Feryat çığlıklarıyla birlikte kenara yaklaşan her bir zavallıya, orada bekleşip
duranlar taş atmaya başlıyor ve yalvanrken açtıklan ağızlan, atılan bu
taşlarla doluyor, yeniden kan ve irin içine dönmek zorunda kalıyorlardı.
Başlanna
demir ve taşlarla vurularak işkence gören kimselere rastlamış ve bunlann
kimler olduğunu sormuştu. Cibril:
İsra ve Miraç
-
Bunlar, farz namazlan kılma konusunda bir türlü sebat edemeyen ve onu
geçiştirenler, buyuruyordu.
Diğer
tarafta ise, dünyada iken mallanmn zekatını vermeyen insanlann, irin ve zakkum
yutkunarak hayvanlar gibi sürüklendiklerine şahit olmuş; Allah'ın emrini yerine
getirmemenin cezasının tecellisini müşahede etmişti. Daha başka göreceği
şeyler de vardı; yetim malı yiyenler bir kenarda, ateşten kütleler yutkunarak,
bunlan ıtrahat gibi dışan çıkararak azap görüyorlar; diğer yanda da, emanete
riayet etmekte kusur gösterenlerin, sürekli ağırlaşan yüklerin altında inim
inim inledikleri nazara çarpıyordu. İnsanlar arasında fitne ateşini
körüklerneyi adet edinenlerin ağızlan yamulmuş, dilleri de perişan; masum
insanlan gammazlayıp da zalimlere teslim edenlerin halleri de yürek yakıyordu.
Beri
tarafta ise, göbekleri kendilerinin birkaç katı insanlar vardı; ne ayağa kalkıp
durabiliyor ne de bulunduklan yerden hareket edip mesafe alabiliyorlardı.
Bunlann kim olduğunu sorduğunda kendisine, paradan para kazanmayı alışkanlık
haline getiren faiz ehli olduğu söyleneoekti.
Bazı
insanlar gözüne takılıyordu; bir yanlanndaki güzel ve taze etler dururken,
diğer taraflarındaki çirkin ve kokuşmuş olan leşlere dadanmış; tertemiz zemini
bırakarak bataklıkta boealayıp duruyorlardı. Merakla baktığı görülünce bunların
da, helal dairesindeki keyifle kifayet etmeyip, haram peşinde koşan zinakarlar
olduğu söyleneoekti.
Ve
buradaki kalabalığın çoğunluğunu, sefahet ve eğlence ağına düşen, düştüğü yere
başkalanm da çekerek fasit dairenin oluşmasına sebebiyet veren ve iffet sahibi
hemcinslerinin de bedduasına hedef olan kadınların oluşturduğunu görmüştü;
insanlan avlamak için öne çıkanp tuzak olarakkullandıkları uzuvlanndan asılmış,
çığlıklar içinde inim inim inliyorlardı.
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Ardından, karşısına Sidretü'1-Münteha44ı gelmişti;
tarifi imkansız bir letafetle karşı karşıyaydı. Her tondan renklerin
oluşturduğu bir merasim alanı gibiydi. Burası, imkanla vücub arası kutsi bir
yerdi aynı zamanda ve artık Efendimiz'in yanında, Cibril-i
Emın de yoktu. Zira
imkan alemi, artık geride kalmıştı. Burası, has daire ve harem odasıydı ve bu
odaya, insanlık var olduğu günden bu yana, alınıp da iltifat görmüş hiçbir mana
kahramanı olmamıştı. Yani, Hazreti Şeref-i Nev-i İnsan ve Ferid-i Kevn ü Zaman
olan Ruh-u Seyyidi'l- Enam, bu has odanın ilk ve tek, aynı zamanda da son
misafiriydi; O'nun bu konuda selefi olmadığı gibi halefi de olmayacaktı. Çünkü
O (sallallalıu aleyhi ve sellern), Hatem-i Divan-ı Nübüvvet idi.
Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve sellern), kader
kaleminin mürekkebine şahit oluyor, takdiri yazarken kalemin çıkardığı sesleri
duyuyordu.s-s Kôbe kavseyni evedna sırnnın tezahürü vardı artık orada!
Yaklaşmış, yaklaşmış ve artık, adımını atacağı bir mahal kalmayınca da mekanı
la mekan olmuştu.ssa
Bütün bunlara rağmen Allah Resülü'nde, zerre kadar bir
bakış kayması, huzurun hakkına muhalif en ufak bir farklılık gözükmüyordu. Bir
anda ortalık nur kesilmiş ve Sidre'yi, sınırlı gözlerle müşahede edilip
kayıtlı ifadelere sıkıştınlamayacak mahiyette bir güzellik kaplamıştı.s«
44ı
Genelolarak Sidretii'l-Müntehô, yedinci semanın üzerinde, Arş'ın sağ tarafında
ve altından, müttakiler için vadedilen cennet ırmaklannın fışkırdığı bir
mübarek şecere şeklinde resmedilmektedir. Burayı anlatırken Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellem) de, "Gölgesinde bir süvari, yetmiş sene at
koştursa, yine de o gölgeyi aşıp kat'edemez; onun yaprağı bir milletin
bütününü kaplayabilir" buyurmaktadır. Bkz. Taberi, Tefsir, 15/1
442 İbn Kesir,
Tefsir, 3/33; Kadi, İyaz, Şifa, 1/147 443 Müslim, Sahih, 1/159 (290)
444
Konuyu anlatırken Kur'an, "O'nun gözü kaymadı, asla şaşmadı/şaşırmadı ve
haddini aşmadı. Orada Rabbinin en büyük bürhanlannı müşahede etti." (Bkz.
Necm, 53/17,18) ifadelerini kullanmaktadır.
466
İs r a ve Miraç
Faniye
ait her şey nur kesilmiş, nurdan bir heykel hüviyetine bürünen Allah Resülü de
Nur-u Rahman'ı temaşa ediyordu. Cennette mü'minler için vadedilen CemaluIlah
burada müşahede edilecek ve Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), mekanın
la mekan olduğu bu ufukta Rabb-i Rahim ile vasıtasız görüşecekti. Kendisinden
önce Hz. İbrahim'i hıllet ve Hz. Musa'yı da kelamla taltif eden Yüce Mevla,
peygamberlik semasının son altın halkası Habib-i Ekrem'ini de rü'yetle
serfiraz kılıyor ve bu iltifatla yine, Allah Resülü'nün Hakk nezdindeki yerini,
kevn ü mekana fiilen göstermiş oluyordu.sss
İşte
burası, vahyin vasıtasız cereyan ettiği yerdi; en önemli vazife, böyle bir
ortamda bildiriliyordu: Namaz. Ve bu namaz, her gün elli vakit kılınacak bir
namazdı. Ümmetin miracı olacak bir formuldü bu aynı zamanda.
Derken
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) için geri dönüş vakti gelmiş ve
yeniden yola koyulmuştu. Hz. Musa'nın yanına geldiğinde o:
-
Rabbin, ümmetin için neyi farz kıldı, diye sordu. Belli ki böyle bir kurbet,
beraberinde mükellefiyet getirirdi.
-
Elli vakit namaz, buyurdular. İsrailoğullanyla çok acı tecrübeler yaşayan Hz.
Musa:
-
Rabbine müracaat et ve bu mükellefiyeti hafifletmesini iste; çünkü Senin
ümmetin buna güç yetiremez! Zira ben, İsrailoğullanyla benzeri çok tecrübeler
yaşadım ve bunu tecrübeyle gördüm, dedi.
Çok geçmeden mübarek
eller kalkmış şöyle yalvanyordu: - Ey Rabbim! Ümmetimden bu mükellefiyeti
tahfif eyle! Bu kadar iltifatat-ı şahaneye mazhar olan bir Nazdar, ta-
lepte bulunur da ona
müspet cevap verilmez miydi hiç! Gelen
445 Bkz. Taben, Tefffir, 27/48
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
mesaj,
beş vaktin indirildiğini söylüyordu. Hz. Musa (aleyhisselam), bunun da
altından kalkılamayacağını ifade ediyordu. Tekrar müracaat etti ve tekrar bir
beş rekat daha indirilmişti. Bundan sonra, her defasında yeni bir müracaat ve
yeniden beş rekatlık bir tenzilat yaşanıyordu. Nihayet mesele, son beş rekata
kadar geldi. Hz. Musa (aleyhisselam), bunu da çok bulacaktı; ama Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellem) rahmet kapısının daha fazla zorlanmaması gerektiği
kanaatindeydi. İşte bu sırada, rahmet televvünlü bir ses yankılandı:
- Ya Muhammed! Bunlar, bir gün ve gecede
beş vakit olarak farzdır; benim katımda artık hüküm değişmez. Ancak, her bir
rekat, on rekat gibidir; böylelikle toplamda elli rekat sevabı hasıl olur. Her
kim, bir iyilik yapmak isteyip de onu yapamazsa, yine de bir sevap alır. Her
kim de, iyiliğe niyet edip de onu yapmaya muvaffak olursa, en az on misli sevap
kazanır. Yine her kim, ayağı kayıp da bir kötülüğe meyleder ve bunu yapamazsa,
kötülüğün karşılığı vizir ona yazılmaz; şayet bu adam, niyet ettiği kötülüğün
içine düşer ve niyetini yerine getirirse, bu durumda da ona, sadece bir
kötülüğün vizri yazılır.446
Bütün
bunlan bırakıp da yeniden çile ve mihnet yurduna hicret, ancak O'nun gibi bir
Nebi'nin yapabileceği bir şeydi; görmüş, gördüklerini ümmetine de göstermek
için geliyor; duymuş, duyduklannı ruhlanmıza duyurmak için aramıza geri
dönüyordu. Rü'yet utkuna kadar bütün maverayı görmüş; gözleri kamaştıran o
güzellik armonilerini arkadan gelenlerle paylaşıp kapıyı da, müstaid ruhlar
için aralık bırakma adına ümmetinin arasına dönüyordu. İşin özü; kendisi gibi
gitmiş, kendisi gibi görüp duymuş ve yine kendisi gibi de geri dönü-
446 Müslim, Sahih, 1/145
(162, 163)
468
İsra ve Miraç
yordu. Gidişi,
herkese açık bir ders olduğu gibi gelişi de, ayrı bir mesaj içeriyordu.
Ve
... Efendimiz (sallallabu aleyhi ve sellern), gecenin bir anında çıktığı bu
kadar uzun yolculuğu tamamlamış; yaşadığı bunca hadiseyi çok kısa bir ana
sığıştırarak yine geri gelmişti. Tabii olarak konuyu ilk anlattığı kişiler de,
en yakınlanydı; sabah namazını kılınca ev halkına dönmüş ve gecenin bir anma sığan
bunca hadiseyi anlatmaya başlamıştı.
Meseleyi
duyunca Ümmü Hani validemiz, büyük bir tedirginlik geçirecek ve bunlan kimseye
anlatmamasını talep edecekti. Hatta, kalkıp giden Efendimiz'in ridasmdan tutup
çekecek ve O'nu engellemeye çalışacaktı. Zira, zaten fırsat kollayan can
düşmanlannın, bu konuyu malzeme yapıp Allah Resülü'ne acımasızca
saldıracaklanndan endişe ediyor ve:
-
Ey Allah'm Nebisi! Sakın bunlan insanlara anlatma; çünkü onlar Seni yalanlar ve
Sana eziyet ederler, diyordu. Efendimiz ise:
-
Allah'a yemin olsun ki, mutlaka bunu da anlatacağım, diyor ve Allah'm açıktan
bir ikramını insanlardan gizlememek gerektiğini, ortaya koyuyordu.
O'nun,
her şeye rağmen konuyu insanlara anlatmak üzere evden çıktığını gören Ümmü
Hani, hizmetçisini çağırarak:
-
Git ve Resülullah'ın peşine takıl; ta ki, konuyu insanlara anlattıklarında
insanların nasıl bir tepki verdiklerini bana haber ver, diye tembihte
bulunacak ve bu hadisenin, Mekke'de nasıl bir yankı meydana getireceğini merak
edecekti.
Derken
Efendiler Efendisi çıktı ve Kabe'ye gelerek orada karşılaştığı insanlara isra
ve mi'raç hadisesini anlatmaya başladı. Duyan herseste büyük bir şaşkınlık
meydana geliyordu; nasıl olabilirdi? Bir insan, hem de gecenin sadece bir
anında Mekke'den yola çıkar, önce Mescid-i Aksa'ya gelir ve buradan da semalar
ötesi sırlı bir yolculuk yaparak yine Mekke'ye nasıl geri dönebilirdi? Bir de
buna, mücerret bir yolculuğun dışm-
Efendimiz (sallallalıu
aIeylıi ve sellem)
da,
her bir durağında karşılaşılan hadiseler eklenince, konu onlar açısından
içinden çıkılmaz bir hale bürünüyordu. Bir beşer olarak, hiçbir insanın
üstesinden gelemeyeceği bir meziyetti bütün bunlar ...
Halbuki
Allah, her şeye kadirdi ve risaletle görevlendirdiği en sevgili kuluna böyle
bir yolculuk yaşatarak, hem bu kudretini insanlara da gösteriyor hem de iç içe
geçmiş alernlerin arasında aslında çok ince bir perdenin olduğunu ortaya
koyuyordu. O istedikten sonra, olmayacak hiçbir mesele yoktu ve Allah (celle
celaluhü), alernlere rahmet olarak gönderdiği Son Nebi'sini, bütün
olumsuzluklara rağmen muzaffer kılmak istiyordu. Böylelikle hem Nebi'sine,
önceki hiçbir peygambere nasip olmayan nice turfanda ve doyumsuz haz yaşatmış
hem de ümmeti için O'nun, Hakk katındaki konumunu anlatmış oluyordu.
- Peki, bunun alameti
ne ey Muhammed, diye sordular.
"Bugüne kadar
biz böyle bir şeyle hiç karşılaşmadık." diyorlardı.
Gerçi
bu, bir ikram-ı ilahi idi ve meseleyi bütünüyle kavrayabilmek için güçlü bir
iman lazımdı; Allah'a olan itimat ve güven tam olmadan bu anlaşılamazdı. Ancak,
gördüğünün dışında bir başka meseleye şüphe ve kuşkuyla bakan kimselerin,
anlayacaklan dilden de konuşmak gerekiyordu. Bunun için Allah Res-mü (sallalIalıu
aleyhi ve sellem):
-
Bunun alameti, falan kabilenin filan vadideki kervanıdır, buyurdu. Arkasından
da şu aynntıyı anlattı onlara:
-
Beni görünce kervandaki devenin birisi ürktü ve kervanı terk ederek kaçmaya
başladı; ben de, gittiği yeri onlara göstererek develerini bulma konusunda
yardımcı oldum. Yönüm, Şam cihetine idi ve sonra döndüm, Dacinan tarafına
yöneldim. Burada, filanlara ait başka bir kervana rastladım; mola vermiş
uyuyorlardı. Hatta, üzerini bir bezle örtlükleri
47°
İs r a ve Mi r a ç
kırbalanndan
SU içtim ve yeniden üstünü kapatarak olduğu yere koydum. Bunun ispatı da, o
kervan. Şu anda Tenım'deki Beudô. denilen
yerden Mekke'ye şu an girmek üzere; en önde de boz bir deve var. Devenin
üzerinde ise, birisi siyah diğeri de alaca iki çuval var.
Gerçekten de bunlar, şaşılacak şeylerdi! Bu kadar
detay, göz alıcı ve bakış bulandıncı bu kadar sırlarla dolu bir yolculukta
nasıl fark edilir ve unutulmadan gelinip muhataplanna anlatılabilirdi? Acaba,
gerçekten bütün bunlar doğru muydu? Yok, yok. .. Bu kadar da olamazdı! Bu sefer
Muhammedü'lEmin'in anlattıklan, kesinlikle doğru çıkmayacak ve mahcup
olacaktı. Kendileri ise, büyük bir fırsat yakalamış ve Muhammed'in
anlattıklanna bir daha muhatap olmamak üzere bu defteri kapatacaklardı!
Heyecanla tarifi verilen yere yönelip beklerneye
durdular; acaba, Beyda tepesinden ilk gelen devenin rengi ne olacaktı ve
üzerindeki yük de gerçekten Muharnmedü'l-Emin'in anlattığı gibi miydi?
Çok geçmeden Ten'im'deki bu tepenin üzerinde, yavaş
yavaş bir kervan beliriverdi; en önde ise, gerçekten anlatıldığı gibi boz bir
deve vardı. Büyük bir şaşkınlık yaşıyorlardı. Ancak, henüz pes etmiş
değillerdi; çünkü, bu bir raslantı olabilirdi. Onun için, kervanın yaklaşmasını
beklediler. Devenin üzerindeki yükle çuvallann rengini de görmek istiyorlardı.
Aman Allah'ıml Gerçekten de, en öndeki boz devenin üzerinde iki tane çuval
vardı ve bunlardan birisinin rengi siyah, diğerinin rengi ise de alaca idi.
Mekkeliler, büyük bir bozgun yaşıyorlardı!
Ancak, yine de pes etme niyetinde değillerdi; ikinci
bir kervandan daha bahsedilmişti ve Muhammedü'l-Emin'in anlattıklanna
inanabilmeleri için bunu da test etmeleri gerekiyordu. Hemen Mekke'ye inip
kervanı bularak, yabancı bir bineğin hızından ürküp de kaçan devenin halini ve
su kırbasının akıbetini sordular:
471
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
- Gerçekten de doğru; biz yolda giderken bir aralık, devenin
birisi ürktü ve kervandan aynlarak uzaklaşıp gözden kayboldu. Sonra da,
devemizin olduğu yeri haber veren bu adamın sesini duyduk ve devemizi bulup
bağladık. Su kırbasına gelince onu, uyumadan önce ağzını kapatıp koymuştuk;
uyandığımızda suyundan içmek istedik. Ancak, üzeri açılmadığı halde kırbamn
içinde su yoktu; gerçekten buna bir anlam veremedik, diyorlardı. 447
Kureyşlilerin
Meseld-i Aksi'yı Tarif Talepleri Kureyş adına, tutunulabilecek en küçük bir dal
kalmamıştı; bir ümit deyip üzerine gittikleri kapılar teker teker yüzlerine
kapanmış ve kabulle inkar arasında bir tercih yapmak zorunda kalmışlardı. Bu
tercihi yapmamak için makül bahaneler bulmalan gerekiyordu. Çünkü, zaten
kabullenmek istemiyorlardı; bu kadar açık emareler varken inkar etmek de makül
değildi. Onun için aralanndan birisi ileri atıldı:
- Mescid-i Aksa'ya gittiğini söylüyorsun; madem onu
bize bir anlatıversen! Mescidin kaç kapısı, ne kadar penceresi var, deyiverdi.
Rahat bir nefes almışlardı. Evet ya, madem gittiğini
söylüyordu, öyleyse pencere ve kapılanm da anlatmalıydı. Kendilerince haklıydı;
zira maneviyata kapalı kalpleri maddenin ötesindeki bir delile itibar
etmiyordu.
Ancak Efendiler Efendisi, işin mekan boyutunu nazara
alan bir seyahat yapmamıştı; onun için de pencere ve kapılanyla ilgili
istatistiki herhangi bir bilgiye sahip değildi. Her türlü delili gördükleri
halde bir türlü inanmayan ve hala yeni yeni deliller talep edip zorluk çıkarma
peşinde koşan bu inatçı insanların tavn karşısında büyük bir sıkıntı yaşamaya
başlamış, mahz-ı küfür kokantavırlanndan da oldukça bunalmıştı.
447 Bkz. İbn Hişam,
Sire, 2/248, 249
472
İs r a ve Miraç
Ancak,
O'nun Rabb-i Rahim'i vardı ve böyle bir durumda da imdadına koşacak ve Mescid-i
Aksa'yı getirip karşısına dikiverecekti. Sanki Kabe'ye dev bir ekran kurulmuş
ve Mescid-i Aksa'nın her bir köşesi de bu ekrana yansıtılıvermişti. O kadar ki
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), müşriklerin sorduklan her bir
soruya Mescid-i Aksa'ya bakarak cevap veriyor ve böylelikle gelebilecek bütün
itiraz noktalannı kapatmış oluyordu.ss"
Küfrün
kin ve nefretini zirveye çıkaran bir manzaraydı bu ... Tam, şimdi işini
bitirdik, dedikleri yerde Efendimiz hiç ihtimal vermedikleri bir hamle
yapıyor ve yine müşrikler işin en gerisinde kalıveriyorlardı! Zaten imana
niyetleri yoktu; bütün bunlan, bir açığını çıkarır da önünü kesebilir miyiz
diye yapıyor ve akla gelmedik entrikalarla etrafındaki insanlan
uzaklaştırmanın planlannı kuruyorlardı.
Bu
sırada, Ebu Cehil'in yolu da Kabe'den geçiyordu. Kalabalığı görünce o da
yaklaştı; kendince bir laf daha sokuşturacak ve Allah'ın Resülü ile
alayedecekti. Yaklaştı ve alayvari bir eda ile:
-
Bu gece yine ne var? Yeni bir şey mi var, diye sordu. Efendiler Efendisi,
yüzünü ona doğru çevirdi ve olanca vakanyla:
- Evet, dedi önce ve
arkasından ilave etti:
- Allah (celle
celaluhü) Beni, gecenin bir anında Beyt-i Mak-
dis'e götürdü.
Ebu Cehil'in de
kafası kanşmıştı ve:
-
Sonra da aramıza geri geldin, öyle mi, diye tepkisini dile getirdi. Zira onlar
bu yolculuğu, aylar süren yorucu ve meşakkatli seferler sonucu
yapabiliyorlardı. Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sellern), tereddütsüz cevap
verdi:
-
Evet, hem de, diğer peygamber kardeşlerimle namaz kıldım.
448 İbn Sa'd,
Tabakat. 1/215
473
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Duyduklan
karşısında önce, sevinçten bir çığlık kopardı Ebu Cehil. Onun için bu, bulunmaz
bir fırsattı. Kendince bu işin sonu gelmişti. Alttan alan bir ses tonuyla
Efendimiz' e yöneldi ve:
-
Kavmini toplasam, bana anlattıklannı onlara da anlatır mısın, dedi.
Bunda
gizlenecek bir durum yoktu ki!.. Zaten, anlatıyordu; zira, Allah'ın lutfettiği
bir ikrarnı, insanlara anlatmamak olmazdı. Bunun için:
- Evet, dedi.
Bu
garantiyi de almıştı ya, Ebu Cehil'in keyfine diyecek yoktu. İnsanlan toplamak
için avazı çıktığı kadar bağınyordu:
- Ey Ka'boğullarıl
Hemen buraya gelin!
Hz. Ebu Bekir
Farkı
Artık bunu, Mekke'de
duymayan kalmamıştı. Nihayet Hz.
Ebu
Bekir'in de yanına geldiler. Kanaatleri kesindi; artık Ebu Bekir'in yolu,
Muhammedii'l-Emin'den ebediyen aynlacaktı. Çünkü bu, O'nun bitip tükenişi (i) anlamına geliyordu. Kapıyı açar
açmaz şöyle diyorlardı:
-
Ey Atik!449 Senin arkadaşının bugüne kadar söyleyip durduğu meseleler, hem
kolay hem de kısmen de olsa olması muhtemel şeylerdi. Ancak, gel de bugün
olanlara bir kulak ver!
Hz.
Ebu Bekir, yufka yürekli bir adamdı ve müşriklerin, Efendisine bir kötülük
yapmış olabilecekleri endişesiyle:
-
Yazıklar olsun size! Ne oldu arkadaşıma? Başına bir şey mi geldi, dedi.
449
Hz. EM Bekir'in, yüzünün güzelliğinden veya kendisine annesi hamileyken
ebeveyninin adaklanndan dolayı yahut da cehennemden kurtulduğunun müjdesi
verildiğinden dolayı kendisine verilen ünvanlanndan birisiydi.
474
İs r a ve Miraç
- O, şu an Kabe'de. İnsanlara, Beytü'l-Makdis'e nasıl
gittiğini anlatıyor, diye cevapladılar, istihzalı bakışlarla. Aralanndan
birisi ileri çıkarak:
-
Gecenin bir anında gitmiş ve yine aynı gece aramıza geri dönmüş, diye ilave
etti.
Mesele şimdi
anlaşılıyordu. Acı acı yüzlerine baktı Hz.
Ebu Bekir. Ardından
da:
-
Ey cemaat, diye seslendi onlara. Duygulanna seslenrnek istiyordu ve şunlan
söyledi teker teker:
- Bunda ne var ki? Sizler, bunun doğru olmadığını mı
söylemek istiyorsunuz? Ben, bundan öte ne meselelere inanmışım bir kere! O'na,
sabah akşam gökler ötesinden haber gelip durduğuna inanıyor ve tasdik ediyorum
ben!
Ne hayallerle kapısına gelmişlerdi ve şimdi ne ile
karşılaşıyorlardı? "Şimdi işini bitirdik." dedikleri bir
hamleleri daha boşa çıkıyordu. Zafer naralan atmaya hazırlanırken yine hezimet
yutkunmak düşmüştü paylanna. Ve, kinlerini gayızla yutkunduracak son hamle
geldi Hz. Ebu Bekir'den (radıyallahu anh):
- Şayet, bunlan O
söylüyorsa, mutlaka doğrudur.s'? Atalanndan tevariis ettiği, yahut da tesadüfen
kendini içinde bulduğu bir gönülden çıkmayacak cümleIerdi bunlar; Hz. Ebu Bekir
söylüyordu. Ona göre, bir şeyin doğru olup olmaması, bütün Hicaz ehlinin
söyledikleriyle değil; gözünün nüru ve gönlünün miman Muhammedii'l-Emin'in
dedikleriyle ölçülürdü. Bunun için, "Ne olmuş?", "Acaba öyle
mi olmuş?", "Sizler yanlzş anlamzş olabilirsiniz" ve
"Bu işte başka bir iş olmalı, siz böyle yorumluyorsunuz." gibi
bir kapıyı asla açmamış ve bir anlık bile olsa tereddüt emaresi gösterip müşrikleri
sevindirmemişti. İşte bu, 'sıddikiuet' makamıydı ve o günden sonra da
Hz. Ebu Bekir'e, 'Szddik' denilmeye başlana-
450 EbU Ca'fer et- Taberi
, er-Riyadu'n-Nadıra, 1/403 (322)
475
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
caktı.
çünkü hemen akabinde Hz. Ebu Bekir, Kabe'ye koşacak ve işin gerçek yönünü
bizzat Allah Resülü'nden dinlemek isteyecekti:
-
Ya Resülallahl Sen bunlara, gecenin birvaktinde Beyt-i Makdis'e gidip geldiğini
söyledin mi?
- Evet, diyordu Allah
Resülü. Bir adım daha attı Hz.
Ebu Bekir; maksadı,
müşriklerin baskısını hafifletmek ve
Efendimiz'e
yardımcı olmaktı: '
-
Onu bana anlatır mısın; çünkü ben oraya daha önce de gittim, biliyorum, dedi.
Efendiler Efendisi
anlattıkça Hz. Ebu Bekir:
-
Evet, aynen dediğin gibi; ben şehadet ederim ki Sen, doğru söylüyorsun ya
Resülallah, diyordu.
Bu
tavrı onu, sıddikiyet mertebesine yükseltecekti; zira Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellem):
-
Sen ya Eba Bekir! Bundan böyle Sıddzk'sin, diyecekti.s» Artık bu nebevi nişan,
Hz. Ebu Bekir'in ayrılmaz bir parçası olacak ve hep, kıyamete kadar onun adıyla
bütünleşecekti.
Miraç
yaşanmış ve namaz farz kılınarak, mü'minlere, aralık bırakılan kapıdan her gün
miraç yapma imkan ve fırsatı sunulmuştu. Çok geçmeden Cibril-i Emin, yine
Efendimiz'in yanındaydı. Çünkü "Namaz kılın!"
denilmişti; ama
namazın nasıl kılınacağı, hangi vakitlerde ve kaç rekat olarak eda edileceği
hususunda pek fazla bir malümat yoktu. Gerçi Hira' daki vuslatın ardından
kılınmaya başlanan iki ayrı vakitte ve ikişer rekat olarak kılınan bir namaz
vardı ve ardından da gece kılınan teheccüd namazı farz kılınmıştı. Ama şimdiki
durum
451 Hakim, Müstedrek, 3/65 (4407);
Heysemi, Mecrneu'z-Zevaid, 9/41; İbn Hişam, Sire, 2/244; EbU Ca'fer et-
Taberi, er-Riyadu'n-Nadıra, 1/403 (322)
476
İsra ve Miraç
belli ki daha
farklıydı. İşte Cibril de, namazla ilgili meçhul gibi duran bu hususlan
açıklamak için gelmişti.
Tam zeval vaktiydi ve güneş meyleder etmez Cebrail namaza
durdu. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de, onun arkasında saf
tutmuştu. Öğle namazı bitmiş ve ikindi vakti gelmişti. Eşyanın gölgesi tam
kendi boyu kadar olduğu bu ilk vakitte tuttu, ikindi namazına başladı. Yine
Efendiler Efendisi, Cibril'in cemaatiydi. Güneş batınca akşam namazına,
şafağın aydınlığı kaybolunca da yatsı namazına durdular ve yine cemaat
halinde namazlannı kılmışlardı. Gecenin karanlığı, yerini aydınlığa bırakmaya
başladığı ilk vakitlerde; yani fecir doğar doğmaz da sabah namazını
kılacaklardı. Böylelikle bir günün namazı tamamlanmış oluyordu.
Ancak mesele burada noktalanmayacaktı. Öğle vakti Cibri!
yine geldi. Bu sefer güneş, bir hayli ilerlemiş ve eşyanın gölgesi kendi boyu
kadar uzamıştı. Yine en hayırlı cemaat teşekkül etti ve namazlannı kıldılar.
İkindi vakti, gölgelerin iki kat uzadığı zaman kılınıyordu. Akşam, güneş
battığı zaman kendi vaktinde; yatsı ise, gecenin üçte ikisi geride kaldıktan
sonra kılınacaktı. Sabaha gelince o, güneş doğmadan biraz öneeye denk gelmişti.
Bu
iki günlük namaz taliminin ardından Cibril-i Emın, Muhammedii'l-Emin'e dönerek
şunlan söyledi:
-
Ya Muhammed! İşte namazlar, dünkü vakitlerle bugünkü vakitlerin arasındaki
zamanlarda kılınacaktır.ss-
İsra ve miraç hadisesi, imanla küfür arasındaki çizgiyi
daha da belirginleştirmişti. İnkar edenler kendi karanlık dünyalanna dönüp daha
kalıcı tuzaklar peşine giderken iman edenler ise, her şeye rağmen en
muannitlere bile hakkı anlatma azmini yenileyecek, imana müheyya yeni simalar
bulma yanşının erleri olmaya devam edeceklerdi.
452 Nesai, Sünen,
1/256 (513); Taberani, Mu'cemu1-Evsat, 2/192 (1689)
477
•
Zaman
durma zamanı değildi ve Efendiler Efendisi, yeniden yüzünü dışarıdan Mekke'ye
gelenlere çevirmiş; başka beldelerde yeni açılımların peşine düşmüştü.
Hira'daki vuslattan bu yana on iki yıl geçmişti. Yine bir hac mevsimiydi.
Zaten, önceki yıl gelip de Müslüman olan altı Erisar'ın olduğu Medine' den yeni
haberler bekliyordu.
Derken
beklenen zaman geldi ve Efendimiz de, yine gelenleri karşılamak ve onlara
İslam'ı anlatmak için Mina'ya gitmişti. Adeta, karargahını buraya kurmuş,
karşılaştığı her insana bir umut deyip yaklaşıyor ve her insanı Allah'a
imana davet ediyordu. Bu kalabalıkta O'nu arayanlar da vardı. Uzaktan görür
görmez koşarak yanına geldiler; bunlar, geçen yıl gelip de burada Müslüman olan
Medineli gençlerdi. Buluştukları yer, Mina' daki Akabe denilen mekandı.
Ancak bu sefer sayıları on ikiyi bulmuştu. Önceki seneden gelemeyen sadece
Cabir İbn Abdullah idi. O zaman gelenlere ilave olarak, bu yıl Mudz İbn Hôris, Zekvan İbn Abdülkays, Ubôde İbn
Sômit, Yezid İbn So'lebe, Abbfis İbn Ubôde, Ebu'l-Heysem et- Tey-
479
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
yihani ve Uveymir İbn Sôide Müslüman
olmuş ve kalıcı bir
vuslat
için Mekke'ye gelmişlerdi. i
Bu
buluşma, İslam adına yeni bir açılım demekti; Mekke' de daralan kıskaç, bundan
böyle Medine'ye doğru kayıp genişleyecek ve belli ki Allah davası, zuhür ettiği
yerden başka bir yerde temekkün edip yerleşecekti. Kısaca takdirde olan,
yürürlüğe konulmuştu ve Varaka İbn Nevfel'in dedikleri çıkıyordu!
Uzun
uzadıya konuşuldu ve arkasından Efendiler Efendisi onları beyata çağırdı.
Şöyle diyordu:
-
Gelin ve Allah'tan başkasını O'na denk tutmamak, hırsızlık yapmamak, zina
etmemek, çocuklarınızı öldürmernek, el ve ayaklarınıza hakim olarak aranızda
iftira tohumları ekmemek, iyi ve güzelolanda Bana itaat etmek konusunda Bana
beyat edin! Bundan sonra sizlerden kim ahdine sadık kalıp da vefalı davranırsa
bilsin ki onun mükafatını bizzat Allah verir. Kim de, bundan dolayı bir
sıkıntıya maruz kalır da takibe uğrarsa, bu da onun için bir kefarettir;
başına geleni setredip de gizli tutanın durumunu Allah takdir edecektir.
Dilerse affeder, dilerse ceza olarak karşılığını verir.
Karşılarında
İnsanlığın Emini durmuş, kendilerini fazilete çağınyordu; zaten bu güne kadar
ne çekmişlerse, davet edildikleri hususları göz ardı edip görmezlikten
geldikleri için çekmişlerdi. Şimdi ise, Allah Resülü'nün fazilet davetine icabet
ederek, arzu ettikleri kaliteyi yakalama fırsatı vardı önlerinde.
Her
mesele konuşulmuş ve artık ayrılık vakti gelmişti; ancak, Medineli Ensar'ı
derinden düşündüren bir husus vardı. Resülullah ile birlikte oldukları süre
içinde İslam adına bazı hükümleri öğrenmişlerdi; fakat o, surekli yenilenen ve
ihtiyaç ortaya çıktıkça her gün yeni bir mesajla gelen bir dindi. Bir de,
Hazreç ve Evs olarak henüz aralarındaki vifak ve ittifak tesis edilebilmiş
değildi; aralarından birisinin önce çıkıp da
Akabe Beyatları
kendilerine
imamlık yapmasını diğerleri kabullenmekte zorlanabilir ve bu konu bile kendi
aralannda yeni bir problem zemini oluşturabilirdi. Zaten, Resülullah ile
birlikte olduklan sınırlı günlerde o güne kadar gelen ayetlerden de haberdar
olamamışlardı; demek ki kendilerine bir mürşid gerekiyordu. Aynlmadan önce
konuyu Allah Resülü'ne açtılar. Mübarek gözler, Ensar'la birlikte Medine'ye
gidecek ve hicret öncesinde burayı, medeni bir şehir haline getirip
hazırlayacak birisini aramaya başladı:
- Mus'ab, diye
seslendi Resül-ü Kibriya Hazretleri.
Belli ki bu mürşid, dün zengin iken, sırf Müslüman olduğu
için evinden kovularak her türlü imkandan mahrum bırakılan Mus'ab İbn Umeyr
olacaktı.
Gerçi,
Mus'ab için bu, acı bir aynlıktı; Habib-i Ekrem'inden ayrı kalacaktı. Ancak,
vazife her şeyden ali idi ve Medine'ye yürüyen heyecan tufanı ile birlikte
tereddütsüz yola koyuldu. Orada Resülüllah'ı o temsil edecek, Medine'nin yeni
tanıştığı dini, ahaliye o öğretecekti. Ne şerefli birvazife idi ki, hicret öncesi
Medine'yi, 'mukaddes göç'e Mus'ab hazır hale getirecek; böylelikle
medeni Medine'nin temellerini atmış olacaktı. Yalnızdı; ama temsil ettiği
davanın gücüyle birlikte gidiyordu.
Es'ad İbn Zürare kapılannı açtı ona Medine'de. Evine aldı ve
gönüllerindeki güzellikleri Medine'ye aktarabilmenin derdine düştüler
beraberce. Beş vakit namazlannı burada kılıyor, her gün yeni bir sima ile
Allah'ın ayetlerini okuyup din adına derinleşmenin mücadelesini veriyorlardı.
Artık Medine'ye, Allah adına bir kor düşmüş ve iman adına yeni bir ocak
tutuşturulmuştu.
Öyle güzel bir temsili vardı ki Mus'ab'ın ... Gören
hayran kalıyordu. İhlası, samimiyeti, alçakgönüllülüğü ve güzel ahlakıyla kısa
sürede dikkatini çekmişti Medine'nin!.. Her gün,
481
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
ileri
gelenlerden birileri yamna uğruyor, o da onlara dinin inceliklerini
anlatıyordu. Himmetini Medine'ye adamış, adeta tek başına bir ümmet haline
gelmişti.
Elbette zorluklarla da karşılaştı bunun için!.. Bunlar,
onun için tanıdık hadiselerdi; Mekke'de en büyük sıkıntıyı bizzat çeken Allah
Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) değil miydi? Kimse kolay kolay teslim
olmak istemiyordu zira! .. Bir farkla ki, yanına gelirken ellerinde kılıçla
karşısına dikilenler, ayrılırken kalbierinde imanla dönüyorlardı. Hışım içinde
gelen bu istikbalin büyük sahabelerine Hz. Mus'ab, öyle yumuşak davranıp alttan
alıyordu ki, en haşin insan bile, onun bu yumuşaklardan yumuşak davranışlanna
uzun süre karşı koyamıyor; çok geçmeden gelip teslim oluyordu:
- Arkadaş, önce beni dinle. Sonra da istersen boynumu
vur. ValIahi sana mukabele edecek değilim, diyordu Mus'ab. Evet, bu kadar
hayatı hafife alan ve bütün gayreti, insanlara hakikati anlatmak olan bir
şahsiyet karşısında yavaş yavaş buzlar eriyor ve Hz. Mus'ab'ın etrafındaki iman
halesi her geçen gün genişliyordu.
Es'ad İbn Zürare, onu akrabalanmn bulunduğu mahalleye
götürdü bir gün. Bir kuyunun başına kadar gelip konakladılar orada. Onlann
geldiğini duyan eşraftan Sa'd İbn Muôz ve Üseyd İbn Hudayr, gelişmelerden
rahatsız olmuş ve aralannda konuşmaya başlamışlardı. Sa'd, Üseyd'i yanına
çekecek ve bir an önce her ikisini de beldelerinden kovmasını isteyecekti.
Mızrağını aldı Üseyd ve doğruca yanlanna geldi. Onun
geldiğini gören Es'ad'la Mus'ab, olacaklan tahmin edebiliyorlardı. Ancak
onlann derdi, daha başkaydı; zira, bir gönle iman otağ kurmuşsa o insan,
kendini öldürmek isteyenlere bile hayat suyu vermeli, imanının farklılığını
ortaya koymalıydı. Kulağına eğildi ve Üseyd'i tanıttı ona. Zira, tebliğde muhatabı
tanımak çok önemliydi. Üseyd, kavmin efendisiydi ve Mus'ab da ona göre
konuşmalıydı.
Akabe Beyatları
Gelir gelmez çıkıştı
Üseyd ... Çok kızgındı:
- Ne diye buraya
gelip zayıflanmızın aklını çeliyorsunuz.
Eğer sağ kalmak
istiyorsanız buradan çekilip gidin, diyordu. Mus'ab alttan aldı:
-
Biraz oturup dinler misin? Şayet hoşuna giderse kabul edersin. Hoşlanmazsan, o
zaman biz senin istediğini yapanz, dedi.
Akıllıca
bir cevaptı ... Buna karşı insaflı davranmak gerekliydi. Zira Üseyd,
muhakemesi yerinde bir insandı. Sonucu belli olan bir durum vardı ortada;
dinlese de değişen bir şey olmayacaktı. Öyleyse ne zarar gelirdi ki? Hoşlanırsa
ne ala .. Hoşlanmazsa zaten bırakıp gideceklerdi. Mızrağını bıraktı ve oturup
Mus'ab'ı dinlemeye başladı.
Hikmet
çağlıyordu Mus'ab'ın dudaklanndan. Çok etkilenmişti. Üseyd de teslim olmak
üzereydi. Gönlündeki feyezana engel olamıyordu. Yüzündeki ifadeler, kalbindeki
değişimin müjdelerini çoktan vermişti. Daha Mus'ab, sözünü bitirmeden araya
girdi ve konuşmaya başladı:
-
Ne müthiş şey bu ... Ne güzel sözler bunlar ... Ardından da ilave etti:
- Bu dine girmek
isteyen ne yapmalı?
Guslü
anlattı Mus'ab. Elbiselerinin temiz olmasından, kelime-i tevhidden, namazdan
bahsetti.
Kayboldu
bir ara ortadan Üseyd!.. Biraz sonra gelirken yeniden meclise, ıslak saçlanndan
damlalar dökülüyordu. İnanmıştı Üseyd ve gönlünden gele gele kelime-i tevhidi
de söyledi orada. İman onu o denli ve hızlı değiştirmişti ki, daha oracıkta
Mus'ab'ın telaşını o da yaşamaya başlamıştı:
-
Birisi var ki, şayet o da iman ederse arkasında inanmayan kimse kalmaz.
Bekleyin ben size onu göndereceğim, dedi.
Efendimiz (sallal1ahu
aleyhi ve sellem)
Doğruca
Sa'd İbn Mudz'ın yanına gitti. Onlar da, toplanmış zaten onun gelmesini
bekliyorlardı. Gelişini görünce:
- Yemin olsun ki, gittiği gibi gelmiyor, dedi Sa'd.
Anlamıştı. Gelir gelmez telaşla, "Ne yaptın" diye sordu. Önce herhangi
bir problem olmadığını vurguladı:
- Vallahi, o iki adamla konuştum. Problem edilecek hiçbir
yanlan yok. Önce onlan kovdum. "İstediqini yaparız, dediler."
diye de ilave etti. Maksadı, Sa'd ile Mus'ab'ı aynı mecliste buluşturmaktı ya,
"İpler bİZİm elimizde, istersen bir de sen dinle." demek
istiyordu. Zira, güzelliği bütün berraklığıyla görebilmek için vasıtasız
vuslata ihtiyaç vardı.
Ortamın bu kadar yumuşaması, elbette herkesin işine gelmiyordu.
Arayı kızıştırmak isteyenler de vardı ortada. Daha oracıkta Sa'd'ın damanna
dokunacak sözler sarf edilmeye başlandı. Sözde iş, çığınndan çıkıyordu ve
olanlara mutlaka müdahale edilmeli, 'dur' denilmeliydi.
Sa' d, kavmin efendisiydi. Böyle bir kargaşaya müsaade
edemezdi. Sinirden damarlan şişmiş, patlayacak gibi olmuştu. Üseyd'e de çok
kızmıştı. Onu, meseleyi kökünden halletmesi için göndermişti; ama o teslim
olup geri dönüyor; bir de gelmiş; dinlediklerinin güzelliğinden bahsediyordu.
Problemi kendisi çözmeliydi. Mızrağını aldı ve doğruca Mus'ab'ın yanına gitti.
Burnundan soluyordu. O kadar kızgındı ki, sözünü esirgemeden ağzına geleni
söylüyordu. Önce Mus'ab'ı aralanna getiren teyzeoğlu Es'ad'a çıkıştı:
- Aramızda akrabalık olmasaydı elimden kurtulamazdın,
diyordu. Mus'ab'a da tehditler yağdırıp etrafına haykırdı bir müddet. Tufanlar
kopan dünyasında dalgalar durulacak gibi değildi.
Muş'ab'ın tavnnda ise, hiçbir değişiklik yoktu ... Yine
aynı olgunluğu sergiliyordu. Zira, ölümün telaşında değildi ol., Kendisini
öldürmeye gelenlere bile hayat vermenin fırsatını yakalamaya çalışıyordu:
Akabe Beyatları
- Ne olur bir dinle!
Şayet hoşuna giderse kabul edersin.
Hoşlanmazsan, işte o
zaman istediğini yaparsın, dedi aynı tatlı1ıkla.
Doğru
ya, değişen bir şeyolmayacaktı. Karar, yine Sa' d'ın kendisine aitti:
-
Haklısın, dedi. Zira istemediği bir şeyi, ona zorla kabul ettirecek insan henüz
dünyaya gelmemişti. Mızrağını bir kenara bırakıp oturdu O da ve Mus'ab'ı
dinlemeye başladı. Daha Mus'ab'ın 'besmele'sine vurulmuş, sözün başında
çarpılmıştı! Yüzünde, nur üstüne nur doğuyordu. Söz bitip nihayete ermeden o
da Üseyd gibi sormaya başlamıştı:
-
Bu dine girip teslim olmak istediğiniz zaman ne yapıyorsunuz?
Aynı
şeyleri ona da anlattı Musab: Gusül, temizlik, kelime-i tevhid ve namaz!..
İşte
hakperestlik buydu. Her şeyortadaydı ve doğruyu bulduğu yerde almak, onun için
de ayrı bir meziyetti. Zira küfrün mazeret üretecek bir mantığı yoktu ...
Kalmamıştı, olamazdı da!.. Artık o da, Mus'ab'ın dizinin dibinde, kavminin
kalbini çözecek anahtan arama peşine düşecekti.
O
da, kavminin arasına dönerken gittiği gibi gelmiyordu ... çoktan anlamışlardı
halinil.. Ardından aynı telaşı o da yaşamaya başlamıştı. O güne kadar farkına
varamadıklan bir kıymeti bulmuşlardı ya, paylaşmalan gerekiyordu onu bütün
pınıdıklanyla! ..
Meraklı
bakışlara bir şeyler denilmeliydi. Kabilesinden bir tek fire bile vermeye
niyeti yoktu. Önce sordu onlara:
- Beni aranızda nasıl
bilirsiniz?
.
Hep bir ağızdan tezkiye ediyorlardı. Konumunu, yeni tanıştığı iman adına bir
krediye çevirecekti Sa'd. Kaynaktan aldıklarını paylaştı onlarla ve ardından
imana davet etti oradakileri, her şeyini koydu ortaya ve arkasından ekledi:
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
-
Şayet Allah ve Resülü'ne inanmazsanız, kadın-erkek hepinizle konuşmak bana
haram olsun.
Üseyd
gibi, Sa'd gibi en öndekiler kabullenir de arkadakiler geri durur muydu hiç?
Zaten Medine ehli birbirine bakıyordu. Bugüne kadar önlerinde rehberlik yapanlar
gidip teslim olmuşlarsa, onlara da arkada kalmak yakışmazdı:
-
Haydi gidelim Mus'ab'a ... Biz de teslim olalım, sesleri yükseliyordu artık
Medine'de!453
Medine
çok bereketliydi. Her günleri bugünkü gibi semereli bir hal almıştı. Mus'ab'm
haberi ışık hızıyla yayılıyordu. Kısa süre içinde, birkaç kabile dışında
Medine'de, içinde Müslüman olmayan ev kalmamıştı. Teker teker ziyaretlere
gidiyor ve gönlünün zenginliklerini onlarla paylaşıp insanlan 'Etısôr' olmaya
hazırlıyordu. Bir, iki derken Medine hızla medeni bir havaya bürünmüştü.
Nur,
artık Medine'nin dışına da taşmaya başlamıştı. Etraftaki kabilelere de gidiyor
ve onlara da aynı güzellikleri taşıyordu. Zira, Efendiler Efendisi de aynısını
yapmış, bir taraftan Mekke'ye hitap ederken diğer yandan da etraftaki
kabilelere açılıp onlara da İslam'ı anlatmayı ihmal etmemişti. O'nu temsil
eden Hz. Mus'ab da farklı davranmamalıydı ve zaten o da bunu yapıyordu.
Allah
Resülü'ne mektup yazdı bir gün Mus'ab ... Ortada bir talep vardı ve nasıl
davranması gerektiğini soruyordu. Cevabında Efendimiz, 'Cuma'yı tarif
etmişti ve onlar da, Sa'd İbn Hayseme'nin hanesinde bir araya gelip ilk
defa cuma namazı kılacaklardı. Medine' de kılınan ilk Cuma idi bu.
Resı1l-ü
Kibriya Hazretlerine Akabe'de söz vermelerinin üzerinden yaklaşık bir yıl
geçmişti. Bir araya geldiklerinde artık kalabalık bir cemaat oluşturuyorlardı.
Gelişmeler gü-
453 Bkz. İbn Hişam,
Sire, 2/283 vd.
486
Akabe Beyatları
zeldi; ama firakın
acısı dayanılacak gibi değildi. Resülullah'ırı Mekke'de çektiklerini de
biliyorlar ve:
-
Mekke dağlan arasında daha ne kadar zulüm içinde bırakacak, ne zamana kadar
sıkıntı çekmesine göz yumacağız, diyorlardı. Halbuki Medine.daha münis, daha
candan ve kucaklayıcı idi. Böyle olmuyordu; ne yapıp edip yollar birleşmeli
ve bu aynlığa artık bir nokta konulmalıydı. Bunun için ortada iki
alternatifvardı; ya kendileri de gidip Mekke'de O'na cemaat olacaklar ya da
O'nu Medine'ye davet edip başlanna taç yapacaklardı. Her ikisi de, kendi içinde
birçok sıkıntıyı banndınyordu. Ancak, her türlü sıkıntı göz önüne alınarak
konuya bir açıklık getirilmeli ve mutlaka bu aynlığa bir son verilmeliydi.
Yine
hac mevsimi gelmiş ve Mekke'ye doğru bir hareket başlamıştı. Hac ibadeti için
Kabe'ye yönelenIerin arasında Medineli Müslümanlar da vardı; bunlar, ikisi
kadın toplam yetmiş beş kişiydi. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Mekke'ye
geldiler. Günler bayrama kaymış teşrik günlerini yaşıyorlardı. Ancak, bu kadar
insanın Kabe'ye gelerek Efendimiz'le buluşmasını, o günün Mekke'sinin
kaldırmasına imkan yoktu. Onun için başka bir formül bulunmalı ve problemsiz
bir görüşme sağlanmalıydı. Bunun için önce, aralanndan Ka'b İbn Môlik ve Berti İbn Ma'rilr'u seçip
Kabe'ye gönderiler. Zaten Hz. Bera, gördüğü bir rüyanın etkisinde kalarak, yol
boyunca namazlannı Kabe'ye doğru kılar olmuştu ve arkadaşlan da, onun bu
hareketini şiddetle kınamışlardı; çünkü bu, Efendimiz'in uygulamalanna
muhalefet anlamına geliyordu. O da, işin gerçek yönünü Allah Resülü'ne sormak
için sabırsızlanıyordu.
İşin
garip olanı, her ikisi de daha önce Efendimiz'i görmemişti; dolayısıyla beden
itibariyle tanımıyorlardı. Yolda gider-
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
ken aralannda
konuşmaya başladılar; O'nu nasıl tanıyacaklannı soruyorlardı. Karşılanna çıkan
bir Mekkeliye sordular:
-
Sizler, O'nun amcası Abbas İbn Abdulmuttalib'i454 tanıyor musunuz?
Evet,
ticaret maksadıyla zaman zaman Medine'ye de gelen Hz. Abbas'ı tanıyorlardı.
Bunun için:
- Evet, dediler.
Adam:
- Öyleyse iş kolay!
Çünkü O, Kabe'de Abbas'ın yanında
oturan şahıs! Oraya
girdiğinizde göreceksiniz, diyordu.
Artık tereddütsüz
yürüyorlardı. Derken Kabe'ye geldiler.
Hz.
Abbas, diz çökmüş oturuyordu; yanında da İnsanlığın Emini vardı. Yanlanna gelip
selam verdiler. Çok sıcak ve candan duruşlannı görünce Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellem) Hz. Abbas'a dönerek:
- Bu adamlan tanıyor
musun ey Eba Fadl, diye sordu.
- Evet, diyordu Hz.
Abbas. "Bu, Bera İbn Ma'rür; kavmi-
nin efendisi! Şu da
Ka'b İbn Malik!"
Efendiler
Efendisi'nin yüzünde, sürür hüzmeleri dolaşıyordu; zira bunlar, sadece
kendilerini temsil etmiyordu. Arkalannda kendileri gibi yetmiş küsur insan
vardı ve onlan temsilen gelmişlerdi. Nasıl buluşacaklannı sordular. Yeni adres
454 Hz. Abbas'ın ne
zaman Müslüman olduğu konusunda ihtilafbulunmaktadır.
Bazılan
onun, Bedir sonrasında Müslüman olduğunu söylerken bir kısım tarihçiler, onun Mekke'de
iken Müslüman olduğunu ve bunu gizleyerek yeğeni Muhammedü'l-Emin'e içeriden
lojistik destek sağladığını ifade etmektedirler. Belli başlı hadiselerdeki
çıkışlanna bakılacak olursa bu göriiş, diğerine nispetle ağırlık kazanmaktadır.
Çünkü, hicret sırasında Hz. Abbas da izin istemiş, "Senin Mekke'de
kalman daha hayırlı" diyerek Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)
ona hicret izni vermemiştir. Hatta, onun hicretiyle birlikte bu
meselenin artık son bulacağının da müjdesini vermiş ve Hz. Abbas, müjdesi
verildiği gibi Mekke'nin fethi öncesinde Medine'ye gelerek bu işe son noktayı
koyınuştur. Müşriklerin zorlama ve baskılanyla Bedir Savaşı'na katıldığını
duyunca da, kimsenin AbMs'a ilişmemesi gerektiğini ilan eden Efendiler
Efendisi'nin, böylelikle onu stratejik bir konumda Mekke'de tuttuğu
anlaşılmaktadır. Bkz. İbnii'l-Esir, Üsüdü'l-Ğabe, 3/ı63, ı64
488
Akabe Beyatları
de,
yine Mina ve önceki yıllarda olduğu şekilde Akabe denilen mevki idi ve
arkadaşlannın yanına gelip durumdan herkesi haberdar ettiler.
Ancak
bunu, Medine'den birlikte geldikleri diğer insanlar bilmiyorlardı. Onun için
ilk gece birlikte konaklayacak ve diğer insanlardan habersiz olarak gecenin
ilerleyen saatlerinde buluşacaklardı.
Nihayet,
gece ilerleyip de vuslat zamanı gelince, kimseye hissettirmeden kalkacak ve
doğruca buluşma yerine geleceklerdi. Efendimiz'in yanında yine amcası Hz. Abbds
vardı. Bir anda karşısında yetmiş beş kişiyi gören Allah Resülü'nün sevincine
diyecek yoktu. On üç senedir Mekke, bu denli kapılarını açıp imana 'buyur' etmemişti.
Belki de Mekke'deki sıkıntılar, Medine'de rahmet olup yağmaya başlamıştı.
Bir
yılın semeresi ortaya konulmuş ve bu noktaya gelinirken yaşanılanlar
konuşulmaya başlanmıştı. O'nu daha da sevindirecek bir başka müjdesi vardı Hz.
Mus'ab'ın!.. Her bir mü'minden beklenen bir müjdeydi bu aynı zamanda!.. Nimeti
tahdis anlamında bunu söylerken, aynı zamanda çok duygu-
. luydu:
-
Medine' de, içinde İslam'ın konuşulmadığı hiçbir ev kalmadı ya Resülallah, dedi
büyük bir mahcubiyetle. Zira, bir beldede inanan bir gönlün olması, dava adına
oranın fethi anlamına geliyordu. Hedef göstermişti Allah Resülü (sallallabu
aleyhi ve sellem) ve almıştı mesajını Mus'ab!.. Dolayısıyla, attığı adımlara
koşarak mukabele edilmişti ve ektiği samimiyetin semeresini devşirip getirmişti
buraya.
Müşterek
bir talepleri vardı; Gönüllerinin Gülü Hz. Muhammed'i Medine'ye davet
ediyorlardı. Zaten, tablo ortadaydı; İslam'ı yaşamak için Medine daha müsait
görünüyordu. Aynı zamanda insanlan daha cana yakın ve dini hayat adına daha
müstaitti.
Evet, bir davet
vardı; ama bu davete icabet etmenin be-
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
raberinde
getireceği çok bedel vardı; sadece Efendimiz'in hicreti meseleyi çözmezdi ve iman
eden herkesin Medine'ye gitmesi gerekirdi. Zira, burada kalanlar için Kureyş,
akla hayale gelmedik oyunlar ortaya koyar, onlara nefes aldırmaz ve hayatı
zehir ederdi. Bu ise, başlı başına bir problem demekti; ev-bark burada
bırakılacak, yakın ve akrabalar geride kalacak, hatta bazılan itibariyle
ana-babadan geçilip evlad ii iyal
terk edilecek, bağ ve bahçelere Kureyş el koyacak ve kısaca, mezara gidercesine
bir terkle dünyaya ait her şey bir kenara bırakılarak gidilecekti. İşin diğer
tarafında ise, elde avuçta imkan olmadan Medine'de yeni yuvalar kurulacak, iş
tutulacak, maişet temin edilecek ve dini hayat adına huzur yaşarken aynı
zamanda da çoluk-çocuk açlık ve sefalet içinde bırakılmayacaktı. Sadece birkaç
aile değildi; yaklaşık ı80 aile vardı ortada ... Bütün bunlar, zamanında çözüme
kavuşturulmazsa çok ciddi sosyal problemler oluşturur ve gelecekte çok insanın
başı ağnyabilirdi.
Belli
ki artık Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), Mekke'yi terk etme kesin
kararlıydı. On üç yıldır sadece imanlan için didinmiş; ama buna karşılık
onlardan hep şiddet görmüştü. Şimdi ise karşısında daha aktif ve bu işe
gönülden destek veren insanlar vardı. Gidişatı görüp seyreden amca Hz. Abbas,
yeğeni Allah Resülü'nü kendi memleketlerine davet edenlere bir şeyler söyleme
lüzumu hissediyordu. Devreye girdi ve:
-
Ey Hazreç cemaati!455 Bildiğiniz gibi Muhammed, her şeye rağmen bizim aramızda
bulunuyor; bütün engellemelere rağmen biz de O'nu koruyoruz. Ancak şu anda O,
sizin aranıza katılmak ve sizinle birlikte sizin beldenize gitmek durumunda.
Şayet, O'nu davet ettiğiniz hususta vefa gösterebilecek-
455 Hazreç kabilesi, diğerlerinden daha güçlü olduğu
için o gün, Medine denilince onlar akla geliyordu ve Hz. Abbas da,
tağlib tarikiyle Hazreç derken bütün Medinelileri kastediyordu.
490
Akabe Beyatları
seniz
bu işe evet deyin; yann O'nun karşısına çıkıp da muhalefet edenlere
karşı O'nu can ve malınızı koruduğunuz gibi koruyacaksanız bir şey demem.
Ancak, eğer buradan aynI dıktan sonra O'nu yalnız bırakacak, düşmanlannın
eline teslim edecek ve O'nu incitecekseniz, şimdiden bu işten vazgeçin ve yine
O'nu bize bırakın. Çünkü O, her şeye rağmen kendi kavmi arasında izzet ve
onuruyla yaşayıp tebliğ görevini yerine getiriyor, dedi.
Bu
çıkışıyla Hz. Abbas, böyle bir daveti n ne anlama geldiğini hatırlatacaktı.
Maksadı, işin gerçek yönünü kavramalannı sağlamak ve her şeye rağmen
iradelerini ortaya koyarak yeğenine sahip çıkmalarını temin etmekti. Zira belli
ki artık, yeğeni Muhammedü'l-Emin ile aynlık gözüküyordu ve elbette ki O'nu,
koruyup kollama konusunda kesin bir kararlılık görmeden başkalanna teslim
etmek olmazdı.
Ancak, Medine' den
gelenlerin gözü pekti ve önce Hz.
Abbas'a döndüler:
- Söylediklerini
dinleyip maksadını anladık, diyorlardı.
Ardından da Efendiler Efendisi'ne
yöneldiler:
-
Ya Resülallahl Konuyla ilgili olarak hem Rabbin için hem de kendi adına bizden
ne istiyorsun?
Derken
sözü, İnsanlığın Emini aldı; önce Allah'a hamdedip Kur'an'dan ayetler okudu.
Ardından da, İslam'la ilgili genel konulara girdi ve dünle bugünün kıyasını
ortaya koydu. Sonrada:
-
Huzurlu olduğunuz zamanlarda da sıkıntıya düçar bulunduğunuz anlarda da mutlak
itaat istiyorum; sıkıntılı anlarda da bolluk durumunda da infakta
bulunacaksınız!
O'na
hiçbir şeyi eş ve ortak koşmadan ibadet edecek; namazınızı kılıp zekatınızı da
vereceksiniz!.
Emr-i
ma'rufyapacak ve kötülüklere karşı da sürekli nehyedici olacaksınız!
491
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve selle m)
Sürekli
Allah için adım atacak ve birilerinin sizi kınamasından endişe
duyınayacaksınız!
Sizin
aranıza geldiğimde, çoluk-çocuğunuzu ve hanımlarınızı koruyup kolladığınız
gibi Beni de koruyacak ve yardım edeceksiniz, buyurdu.
Berti İbn Ma'riir, Efendimiz'in elinden tuttu ve:
-
Evet, Seni Hak ile gönderene yemin olsun ki, kadınlarımızı koruduğumuz gibi
Seni de koruyacağız. Sana söz veriyor ve beyat ediyoruz ya Resülallahl Allah'a
yemin olsun ki bizler, harp nedir bilen, eli silah tutan bir topluIuğuz ve bu,
yüzyıllardır hep harp meydanlannda yaşayan atalanmızdan bize miras kaldı.
Bu
arada Ebu'l-Heysem ileri atıldı. Belli ki onun da diyecekleri vardı:
-
Ya Resülallahl Bizimle orada bir kavim arasında problem var ve onlarla savaşıp
duruyoruz. Biz bu konuda onlarla savaşıp dururken şayet, Allah Size zafer ihsan
etse ve bu iş artık herkes tarafından kabullenilmeye başlansa, o zaman Sen,
bizi bırakıp da yeniden Mekke'ye döner misin?
Efendiler
Efendisi tebessüm etmeye başlamıştı. Arkasından da şunlan söyledi:
-
Hayır, bilakis kana kan, zimmete zimmetle mukabele vardır! Artık Ben, sizden
bir parça, sizler de Benden bir parçasımz; sizin savaştıklanmzla Ben de
savaşır, barış ilan ettiklerinizle Ben de banş içinde yaşanm!
Şimdi
mesele, daha da netleşmişti. Es'ad İbn Zürare de ileri atılıp
Efendimiz'in elinden tutmuş' ve benzeri şeyler söylemişti. Artık, mesele
tamamdı. Hatta, Efendimiz'in elini tutmaya devam eden Hz. Es'ad'ı kendi kavmi
uyanyor ve bırak da beyat edelim temennisinde buliınuyorlardı.
Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), aralanndan on iki
kişilik bir temsilci heyeti seçmelerini istedi. Bunu talep ederken de, Hz. Musa
ve Hz. İsa'ya göndermelerde bulunuyor ve her iki
492
Akabe Beyatları
nebinin
de, kavimleri arasından bazı insanlan seçerek onlarla meselesini yürüttüğünü
anlatıyordu. Her biri bir kabileyi temsil edecek olan bu temsilciler, burada
arkadaşlannı organize edecekleri gibi, aynı zamanda Medine'ye döndüklerinde
kendi kavimleri arasında birer maya olacak ve böylelikle Medine' de İslam'ın
daha hızlı yayılmasını temin edeceklerdi. Onlar da, Es'ad İbn Ziirôre, Sa'd İbn Rebi', Abdullah İbn Reıiôha, Raft' İbn
Malik, Berti İbn
Mo'rür, Abdullah İbn Amr, Ubôde İbn Sômit, Sa'd İbn Ubôde ve Miaızir İbn Amr olmak
üzere dokuzu Hazreçli; Üseyd İbn Hudayr, Sa'd İbn Hayseme ve Rifôa İbn Abdiilmiinzir olmak üzere de üçü Evsli;
kendilerini temsil etmek için on iki kişiyi seçtiler. Mekkeli Müslümanlan
bizzat Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) temsil ediyordu.
Artık meseleye son nokta konulacaktı. İşte tam bu
sırada Abbas İbn Ubôde adındaki birisi öne çıktı ve kendi arkadaşlarına
şöyle seslendi:
-
Ey Hazreç cemaati! Sizler, bu adama beyat ederken ne yaptığınızın farkında
mısınız?
-
Evet, diyorlardı. Maksadı, insanların daha çok sahip çıkmalarını temin etmekti
ve devam etti:
- Sizler, kırmızı ve siyah herkesi karşınıza alıyor ve
böylelikle onlara harp ilan etmiş oluyorsunuz! Şayet sizler, mallarınız heder
olup eşrafınız da musibetlere düçar kaldığında sözünüzün arkasında
durabilecekseniz mesele yok; o zaman, dünya ve ahiret saadeti sizin olacak
demektir. Ancak, yarın ciddi bir sıkıntı içine düştüğünüzde ahdinize vefa
gösteremezseniz işte o zaman dünya ve ahirette hüsrana düçar oldunuz demektir!
- Biz, mallarımızdan mahrumiyet ve eşrafımızın başına
musibetlerin yağması pahasına bu işe giriyor ve ona göre davet ediyoruz.
Daha sonra da
Efendimiz' e döndüler ve:
- Şayet bizler,
ahdimize vefa gösterirsek, bunun karşılı-
493
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve s e l l e m )
ğında ne elde etmiş
olacağız ya Resülallah, diye sordular. Tereddütsüz:
- Cennet, diyordu.
Sıra, son hamleyi yapmaya gelmişti.
Onun için büyük bir
ihtiramla:
-
U zat ya Resülallah ellerini, Sana beyat edeceğiz, diyorlardı.456
Bundan
sonra da teker teker gelip Efendimiz'in elini sıkarak musafaha yaptılar ve
böylelikle beyatlannı tamamlamış oluyorlardı. Sadece, Medineden buraya kadar
gelen iki kadın Ümmü Umôra olarak bilinen Nesibe Binti Ka 'b ve Esmd Binti Amr uzaktan işarette bulunmuş ve
böylelikle Efendimiz'le musafaha yapmadan beyatlannı tamamlamışlardı.e?
Mina'daki Ses ve Efendimiz'in
Tavrı
Artık
iş nihayete ermişti ve Efendimiz'i Medine'ye davet edenler, maksatlanna ulaşmış
olmanın sevinciyle geri dönüyorlardı. Bundan sonrası için onlar,
memleketlerine gelecek; muhacirleri beklerneye koyulacak ve onlara burada nasıl
sahip çıkabileceklerini düşünmeye başlayacaklardı.
Bu sırada Mina'da:
-
Ey Cebacib ahalisi, diye bir ses duyuldu. Mekkelilere sesleniyordu.
"Muhammed ve O'nunla birlikte hareket eden şu mezmum sabiler, sizin için
harp etmek üzere el sıkışıp anlaştılar, diye yüksek sesle bağırıyordu. Bunun
üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem):
-
Şüphesiz bu, .Akabe'nin şeytanı Ezebb'dir, buyurdu. Arkasından da:
-
Vallahi de ey Allah düşmanı! Sana da zaman ayıracak, seninle de meşgulolacağım,
dedi. Sonra da ümmetine döne-
456 Bkz. İbn Hişarn,
Sire, 2/287 vd.
457
Bkz. İbn Hişam, Sire, 2/287 vd. Mahmud el-Mısri, Siratü'r-Resül, Daru'tTakva, 2002,
s. 179 vd.
494
Akabe Beyatları
rek,
herkesin hemen akşam konakladığı yere geri dönmesini emretti. Efendimiz'in bir
nebze de olsa telaşını gören Abbas İbn Ubade, yine öne çıktı ve Ensar görevinin
bu andan itibaren başladığını gösterireesine şunları söyledi:
-
Seni Hak ile gönderen Allah'a yemin olsun ki ya Resülallah! Şayet dilersen,
sabahın ilk ışıklarıyla beraber Mina'ya yönelir ve karşı gelenin işini
bitiririz.
Rahmet
peygamberi, gelişmelerin rüzgarina kapılarak hareket etmiyor ve emr-i ilahı
olmadan adım atmıyordu. Onun için Hz. Abbas'a yöneldi ve önce:
-
Bunun için bize izin yok; buna memur değiliz, dedi. Ardından da hepsine hitap
ederek:
-
Haydi, Allah'ın izni ve bereketiyle kendi beldenize geri dönün,
buyurdu.ss"
Bir
gece içinde bu kadar hadise yaşanmıştı; ama Mekkeliler'in ruhu bile
duymamıştı. Zaten duymamaları da gerekiyordu. Onun için mesele, oldukça
dikkatle gerçekleşmiş ve başkalarının muttali olmaması için azami gayret
gösterilmişti. Aksi halde, zaten saldırmak için bir bahane arayan Kureyş,
yeniden önlerine çıkar ve farkına vardıkları stratejiyi uygulamalarına asla
müsaade etmezdi.
458 İbn Hişam, Sire,
2/296, 297
495
HİCRET
İZNİ VE KUREYŞ'İN TELAŞI ~
Bu arada Cibril-i
Emin gelmiş ve hicret iznini getirmişti.
Zaten,
hicret etmenin gerekliliğine inanan bu topluluk, daha önce de konuyla ilgili
bir vahiyle muhatap olmuştu. Ahirette karşılaşacakları acı durum karşısında
mazeret arayışına girecek olan bazı insanlann, daha dünya hayatında iken, üzerlerindeki
baskıya rağmen hicret gibi bir alternatifi değerlendirmediklerinden dolayı
azaba düçar kalacaklannı ifade eden beyanı, Kur'an ayeti olarak namaz dahil her
zaman okuyorlardı.459
Bir
de Allah Resülü (sallallalıu aleylıi ve sellern), gördüğü bir riiyadan
bahsetmiş ve şunlan söylemişti:
-
Şüphesiz ki kendimi Ben, Mekke' den çıkıp da hurma ağaçlanyla kaplı bir şehre
hicret ediyorken gördüm; önceleri bu şehrin Yername veya Hecer olduğunu
zannettim, ama anladım ki o şehir Yesrib'dir.46o
Demek
ki, Mekke' deki zulüm ve şiddet artık sonbulacak ve hayatın bundan sonrası daha
salim bir beldede devam edecekti. Onun için sahabe, nebevi müjdenin sevinciyle
huzur
459 Bkz.~isa,4/97
460 Buhari, Sahih,
3/1326 (3425); Müslirn, Sahih, 4/1779 (2272)
497
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
bulmuş,
hareket emrini beklerneye başlamıştı. Bunun için zaman zaman huzura geliyor ve
yolculuğun ne zaman gerçekleşeceğini soruyorlardı. Halbuki her şey, bir plan
dahilinde yürüyordu ve ilahi izin olmadan adım atmak olmazdı. Zaten, Cibril'in
getirdiği ayet de aynı şeyleri söylüyor ve bunu ashabıyla da paylaşmasını
istiyordu:
- Dünya hayatında, hem kendi adıma hem de sizin için
başımıza nelerin geleceğini bilernem. Ben, sadece Bana vahyedileni bilir ve
ona uyarım. Zira Ben, açıkça uyaran bir elçiden başkası değiliml-w
Demek ki, rüyası görülse bile oraya hareket edebilmek
için ayrıca bir izin gerekiyordu ve bu izin olmadan adım atılmamalı ve kendi
başına hareket edilip de yalnız başına karar verilmemeliydi. 462
Ancak, büyük oranda adres belli olup da netleştiği
için, hazırlıklar da yapılmaya başlanmıştı. Ne de olsa gidilecek yer artık
kesinlik kazanmıştı.
Derken, bu izin de geldi. Şimdi ise Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellem), ashabına hep Medine'yi anlatacak ve Mekke'de Müslüman olan
herkesin, bundan böyle Medine'yi hedefleyerek bir an önce buraya hicret
etmeleri gerektiğini söyleyecekti. Bunun için, sahabe-i kiram hazretlerine
şöyle hitap ediyordu:
- Şüphesiz ki Allah, sizin için başka arkadaşlar nasip
etti ve başka bir beldeye hicret izni verdi; oraya gidip artık emniyet
soluklayacaksınızls'v
Artık sahabe, peyderpey yola koyulacak ve Efendimiz'in
tarif ettiği şekilde kimseyi ürkütmeden Medine'ye doğru hicrete başlayacaktı.
Çünkü beri tarafta, kendilerini karşılamak için can atan, yürekten bir Erisar
ve kapılarını sonuna kadar
461 Bkz. Ahkaf, 46/9
462 Bkz. Vahidi,
Esbabii Nüzüli'l-Kur'an, s. 395 463
İbn Hişam, Sire, 2/314
498
Hicret İzni ve
Kureyş'in Telaşı
açan
kutlu bir Medine vardı. Diğer tarafta ise Kureyş, ortalıkta bir şeylerin
döndüğünü hissetmiş, ama bir türlü meseleye mutlali olamamıştı. Zaten, önceki
yıllardan tecrübeli idiler; Muharnmedü'l-Emin, dışandan gelenlerin yanına
gidiyor ve sürekli onlan kendi davasına davet ediyordu. Acaba bu yıl neler
yapmış ve kimlerle görüşmüştü? Hem, Medine'den gelen bu kadar kalabalık pek
hayra alarnet gibi gözükmüyordu!
Önlerine
gelen herkese soruyor, ama bir türlü cevap alamıyorlardı. Nihayet, aralanndan
birkaç kişiyi Medine'ye göndermeye karar verdiler. Bu arada bir ekip daha
oluşturmuş, Medine'ye giden yollan kontrol ettiriyorlardı. Nihayet, Medine'ye
kadar gelen heyetin başındaki Mekkeli, onlara şöyle seslenecekti:
-
Ey Hazreç cemaati! Hiç şüphe yok ki sizlerin, şu bizim adamımızın yanına
geldiğinizin, O'nu aramızdan alıp kendi beldenize getirmek isteyişinizin ve
bizimle harbetmek bile olsa bu konuda O'na söz verip beyat ettiğinizin haberini
aldık! Unutmayın ki, şayet bunu yaparsanız Araplar arasında bizden daha şiddetli
ve çetin bir başkasını karşınızda bulmayacak ve en can alıcı düşmanımız
olacaksınız!
Onlann
bu tehditlerine muhatap olan Medineliler, olup bitenleri anlamaya çalışıyor ve:
-
Nedir mesele? Bizim hiçbir şeyden haberimiz yok! Ve biz, kimseyle de anlaşmadık,
diyorlardı. Nihayet, Medine'de riyaset tacını başına takmaya hazırlanan Abdullah
İbn Übeyy İbn Selfıl'ün yanına geldiler. Aynı şaşkınlık, onda da vardı:
-
Bu, asılsız bir haber! Şayet böyle bir şeyolmuş olsaydı, benim mutlaka haberim
olurdu! Ben, Yesrib'de464 olduğum sürece böyle bir şeyolursa,
önce karşısında beni bulur, diyordu.
Aralarında geçen
konuşmalara şahit olan mü'minler ise,
464 Medine'nin
bir diğer ismi.
499
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
siikfıt ediyor ve
birbirlerine bakışarak meselenin hangi boyuta varabileceğini tahmine
çalışıyorlardı.
Diğer
yandan, Medinelilerin peşine takılan atlılar, onlardan geriye kalan Sa'd
İbn Ubôde ve Münzir İbn Amr'a yetişmiş ve muhasara altına alarak
onlan tutuklamışlardı. Ancak Hz. Münzir, onlann bir anlık gafletlerinden
istifade ederek aralanndan sıvışıp kaçacaktı. Bu sefer de, diğer arkadaşı gibi
kaçmaması için Hz. Sa'd'ı tutup bağlayacaklar ve sürükleye sürükleye Mekke'ye
getireceklerdi. Halbuki Hz. Sa'd, Hazreç'in efendisiydi; şimdi ise, el ve
kollan bağlanmış, bir başka bağla da boynundan asılmış olarak sürükleniyordu.
Bir taraftan da hakaret edip vuruyor ve saçından tutup çekiyorlardı.
Çok
geçmeden, hadiseye muttali olan Mut'im İbn Adiyy ve Hôris İbn Harb, Hz.
Sa'd'ın bulunduğu yere gelecek ve onu bu durumdan kurtaracaklardı. Zira Hz.
Sa'd, daha önceleri Mut'im ve Haris'e yardım etmiş ve kervanlanyla birlikte Medine'den
geçerken kendilerine eman vererek emniyet içinde gitmek istedikleri yere
ulaşmalanna yardımcı olmuştu. Yıllar öncesinde yapılan bir iyilik, bugün
kendini gösteriyor ve en çok ihtiyaç duyduğu bir anda Allah, iki müşrikin
eliyle kendisini müşriklerin şerrinden korumuş oluyordu.s'"
Hicret
çok önemliydi, ama o sadece Allah nzası için yapılmalıydı. Böylesine önemli
bir hadisede, niyetteki hulusiyet ayrı bir hususiyet arz ediyordu. Medine'de
daha rahat bir hayat, ticari imkan, saliha bir kadınla evlilik veya daha başka
bir gaye için yola çıkılacaksa, daha işin başındayken herkes bilmeliydi ki,
böyle bir hicretin sevabı olmazdı ve bu yoldaki bir insan, sadece hedeflediği
şeyi elde ederdi.
465
Bkz. İbn Hişam, Sire, 2/298:299; İbnu'l-Kayyim, Zadii'l-Mead, 3/40, 52;
Mübarekfüri, er-Rahiku'l-Mahtüm, s. 142 vd.
500
Hicret İzni ve
Kureyş'in Telaş!
Aynı zamanda sahabe arasından birinin, Ümmü Kays
adındaki bir kadınla evlenmek için Medine'ye gideceğine dair bilgiler
geliyordu.s'" Şüphesiz ki bu zat da mü'mindi; ama böylesine bir yolda
niyeti bozmamak gerekiyordu; kalpteki ibre, sürekli nzayı göstermeli ve onda
asla bir sapmayaşanmamalıydı.
Çünkü bu yol, bundan önceki peygamberler dahil bütün
salih kimselerin yoluydu; cihadın ayrı bir buuduydu ve sevabını da kimsenin
kestirmesine imkan yoktu. Öyleyse, daha işin başındayken herkese iyi bir
tembihte bulunmak gerekiyordu. İşte tam bu sırada Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellern), şöyle buyurdu:
- Şüphesiz ameller, başka değil sadece niyetlere göre
değer kazanır; herkesin niyeti ne ise, eline geçecek de odur. Kimin hicreti,
Allah ve Resülü'nün nza ve hoşnutluğunu elde etmek içinse, onun hicreti, Allah
ve Resülü'ne müteveccih sayılır. Kim de, nail olacağı bir dünya veya
nikahlanacağı bir kadından ötürü hicret ediyorsa, onun hicreti de hedeflediği
şeye göredir.467
Artık, yeni bir süreç yaşanıyordu. Kısa zaman içinde,
gidebilen herkes yola koyulacak ve yeni bir beldeye, dolayısıyla da yeni bir
dünyaya ulaşmış olacaktı. Ancak bu, öyle sanıldığı gibi kolayolmayacaktı.
Elbette Kureyş açısından bu, rahat kabullenilebilecek
bir durum değildi; haberini aldıklan bu meselenin önünü kesmek için her türlü
tedbire başvuracak ve avuçlannın içindeki Müslümanların, başka bir beldeye
yerleşerek kontrolden çıkmalanna müsaade etmeyeceklerdi. Zaten, daha önce
yaşanan iki
466 Kastallfull,
İrş3.dü's-San, ı/55 467 Buhaıi. Sahih, ı/3 (ı)
501
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Habeşistan
hicretinde etkin olamadıklarına yanıyorlar ve her haliıkarda İslam'ın, başka bir
dünyaya yayılmasının önüne geçmek için ellerinden geleni yapmak istiyorlardı.
Bunun
için yolları tutmuş, karşılaştıkları insanları geri çevirmeye çalışıyorlardı.
Kimini yalpalayıp hapsediyor, çeşit çeşit işkenceler karşısında mihnet
yudumlatırken bir yandan da Müslümanlığından vazgeçirmek için baskı
yapıyorlardı. Hatta işi daha da ileri götüren ve Medine'ye adım atmak üzere
olanları bile arkadan takip edip geri getirenler vardı. Kısaca Mekke kafir ve
zalimleri, küfür ve zulümlerinin gereğini kusursuz yerine getiriyor;
böylelikle cehennemin de lüzumsuz olmadığını ortaya koymuş oluyorlardı.
Ebu Selerne
ve Ailesi
Medine'ye
ilk hicret eden, daha önce Habeşistan'a da hicret etmiş olan Ebu Seleme idi; hanımı Üm mü Seleme ve
çocuğu Seleme ile birlikte yola çıkmış ve Medine'ye doğru ilerliyordu.
Ancak Kureyş, bu hicretin farkına varmıştı ve yolda önünü kestiler:
-
Haydi seni anladık; burayı terk edip gidiyorsun! Ancak, hanımın ve çocuğunu
götürmek de neyin nesi, diyor ve onların gitmesine müsaade etmeyeceklerini
söylüyorlardı. Bu arada, bir taraftan da devenin yularını çekip almışlar Ümmü
Selerne ile kucağındaki Selerne'yi aşağıya çoktan indirrnişlerdi. Ortada bir
aile faciası yaşanıyordu. Ebu Selerne'nin akrabaları, çocukları olan
Selerne'ye sahip çıkarken Ümmü Selerne'nin kabilesi ise, çocuğuyla birlikte
onu alıkoymak istiyordu. Derken, aralarında büyük bir niza çıktı; sonuçta
Selerne'yi Abdülesedoğulları alıp götürürken Ümmü Selerne'yi de Muğireoğulları
almış ve mahallelerinin yolunu tutmuşlardı. Ebu Selerne ise, tam huzura adım
atıyorum derken başına gelen bu feci hadisenin şokunu yaşıyordu.
Çaresizdi; geri dönüp gelse de ya-
502
Hicret İzni ve Kureyş
'in Telaşı
pabileceği bir şey
yoktu. Bir anda aile parçalanmış ve her bir ferdi farklı bir sıkıntı içine
düşüvermişti.
Bundan
böyle Ümmü Selerne validemiz, hemen her gün Ebtah denilen yere geliyor
ve ayrı kaldığı çocuğu ve eşine ağıtlar yakarak ağlıyordu. Bu hal, tam bir yıl
devam edecekti. Bir yıl sonra yine böyle ağlaşırken yanından geçen bir
akrabası, onun bu haline acıyacak ve:
-
Şu miskin kadına niye bunu yapıyorsunuz; çocuğuyla kocasına kavuşması için
bırakın da gideceği yere gitsin, diyecekti. Bunun üzerine insafa gelen diğer
akrabalan onu bırakacak, ardından da Abdülesedoğulları oğullan Selerne'yi serbest
bırakacaktı. Sevincine diyecek yoktu; şimdi sıra, kocasına kavuşmak ve
böylelikle, eski günlerdeki huzuru yeniden birlikte yakalanıaktı. Bunun için
hemen bir deveye bindi ve Medine'nin yolunu tuttu. Tehlikelerle dolu bir
yolculukta, yalnız başına bir kadın olarak yola çıkmıştı; karşılaştığı
insanlardan yardım isteyerek yolunu bulmaya çalışıyordu. Günler geceleri
kovaladı ve nihayet Ten'im'e kadar geldi. Burada Osman İbn Talha'yı görmüş ve
ona da gideceği yeri sormuştu. Hz. Osman, tanımıştı Ümmü Seleme'yi ve sordu:
-
Sen, böyle yalnız başına nereye gidiyorsun ey Ümeyyeoğullannın kızı?
- Medine'deki kocamın
yanına, diyordu. Şaşırmıştı Hz.
Osman. Nice er oğlu
erler bu yolda engellenmiş,ne büyük tehlikeler atlatmışlardı. Onun için yine
tekrarladı:
- Yanında kimse
olmadan mı geldin buraya kadar? Temkin ve tevekkül sahibi anamız, yine tevazu
ile cevapladı:
-
Evet, valIahi de, şu çocuk ve Allah'tan başka kimse olmadan!
Gerçekten
de şaşılacak bir durumdu; demek ki, gönülden bir talep ve yürekten bir
teslimiyet, olmaz denilen işlerin 01-
503
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
masını
netice veriyor ve çölortasında bahar meltemleri eserek ender de olsa bazen
nevbaharyaşanabiliyordu. Ancak şimdi iş başa düşmüştü ve Hz. Osman:
- Vallahi de artık, gideceğin yere ulaştırmadan ben
seni bırakmam, diyerek devenin yulanndan tuttu ve Ümmü Selerne ile oğlu
Seleme'yi Ebu Selerne ile buluşturmak için yola koyuldu. Mola vermek
istedikleri zamanlarda, deveyi çöktürüyor ve kendisi de, Ümmü Selerne rahat
hareket edebilsin diye kenara çekiliyordu. Nihayet, Kuba'daki Amr İbn
Avfoğullannın yurduna geldiklerinde, eliyle kocasının kaldığı yeri göstererek:
- İşte, kocan şu köyde bulunuyor; Allah'ın bereketiyle
artık bundan sonrasını sen kendin de gidebilirsin, diyecek ve tekrar gerisin
geriye Ten'im'e doğru yola koyulacaktı.s'f
Suhayb İbn Sinan, ailesiyle birlikte Musul'da, Dicle
kenannda yaşarken Rumlar tarafından küçükken esir alınmış ve daha sonralan
Kelboğullan tarafından satın alınarak Mekke'ye getirilmiş biri idi. Artık
boynuna köle tasması takılmıştı. Daha sonra da onu Abdullah İbn Cüd'an almış ve
hürriyete kavuşturmuştu. Ancak o, Abdullah İbn Ciid'an ölünceye kadar onun
yanında kalacaktı.
Efendimiz'in hitabını duyunca Arnmar İbn Yasir'le aynı
gün İbn Erkam'ın evine gelmiş ve Müslüman olmuştu. Zayıf ve kimsesiz olduğu
için artık o da, en fazla işkenceye muhatap olan mü'minlerden birisiydi.
Nihayet önüne, hicret gibi bir alternatif çıkmış ve o da bütün bu
sıkıntılardan kurtulacaktı.
Günün birinde o da
yola koyulmuş hicret etmek için Me-
468 Bkz. İbn Abdi'l-Berr, Üsüdii'l-Ğabe, 1/1442. Ümrnü
Selerne validemiz, Osman İbn Talha'nın bu fedakarlık ve hassasiyetini hiç
unutamamış ve her fırsatta bir fazilet örneği olarak onu başkalanna da
anlatmıştır.
504
Hicret İzni ve Ku r e
y ş l i n Telaşı
dine'ye doğru gidiyordu.
Bunu duyan Kureyş'in, bu hicrete müsaade etmeye hiç niyeti yoktu; karşısına
dikilmiş ve:
-
Sen, bizim aramıza geldiğinde beş parasız ve perişan bir haldeydin! Ne
kazandıysan burada bizim aramızda kazandın! Şimdi de çıkmış kendi başına malını
alıp öyle gitmeye yelteniyorsun, olacak şey mi? Vallahi de buna müsaade
etmeyiz, diyorlardı.
Önce,
uzun uzun baktı onlara Suheyb! Akıllannca, malına el koyduklarında o da gitmez
sanıyorlardı. Dünyadan başka değeri olmayan insanlar, uğruna dünyanın feda
edilebileceği başka bir alternatif düşünemiyorlardı. Onun için döndü onlara ve
önce:
-
Ey Kureyş topluluğu! Siz de bilirsiniz ki ben, aranızda en iyi ok atanlardanım;
vallahi de, elimdeki oklar tükenineeye kadar asla yanıma yaklaşamazsınız!
Arkasından da, elimde en küçük parçası kaldığı sürece kılıcımın hakkını verir
sizi kendime yaklaştırmam! Şayet beni değil de, elimdeki imkan ve malımı
hedefliyorsanız, isterseniz onun yerini size göstereyim ve dilediğinizi yapın,
dedi.
-
Malının yerini göster, yolunda engelolmayalım, diyorlardı. Adamlan anlamanın
imkanı yoktu; dünya metaına tav olmuşlardı ve büyük bir şaşkınlıkla yeniden
sordu:
-
Şayet size, bütün malımı bıraksam, yolumdan çekilip beni serbest bırakır
mısınız?
-
Evet, bırakınz, diyorlardı, alaycı tavırlanyla. Belki de, böyle bir şeyolmaz
diye düşünüyorlardı. Ancak Suheyb, çok ciddiydi ve:
-
Peki o zaman, malımın tamamını size bırakıyorum, deyiverdi.
Şaşırmışlardı;
nasıl olur da bir adam, bütün mal ve mülkünü bir kenara bırakır ve yine de
Muharnmedii'l-Emin'e koşabilirdi? Kendileri olsa, en küçük bir değerini
kaybetmemek
505
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
uğruna
hayatı pahasına mücadele eder ve gerekirse bunun için canını bile ortaya koyarlardı.
Gerçekten şaşılacak bir durumdu ve bunun, Kureyş mantığıyla anlaşılmasına da
imkan yoktu.
Suheyb'in
bu yiğitliğinin haberi Allah Resülü'ne kendisinden önce ulaşmıştı. Duyar
duymaz da:
-
Suheyb ne büyük kar elde etti! Suheyb ne büyük kar elde etti, buyuracak ve
böyle bir fedakarlığı, karşılaştığı insanlara da anlatacaktı.s'v Cibril-i
Emın'in getirdiği mesaj da, bu ticaretin getirisini haykınr mahiyetteydi:
-
İnsanlardan öylesi var ki o, Allah'ın nzasını kazanma yolunda kendi hayatını
satın almaktadır. Şüphesiz ki Allah, kullan adına çok merhametli ve onlan
kuşatıcıdır.s?"
Hz.
Ömer, gözü pek ve cesur birisiydi. Hicret gibi önemli bir meselede, herkes
gizlice hareket ederken o, Medine'ye hicret edeceğini açıktan ilan etmiş ve
yüreği olanın, falan yerde karşısına çıkması gerektiğini duyurmuştu. Elbette bu
tavır, herkesten beklenecek bir tavır değildi ve üstesinden gelinemezdi; ancak
bu, Ömer gibi bir arslana çok yakışıyordu.
Hicretle
Medine'ye hareket karannı Ayyaş İbn
Ebi Rebia ve Hişôm İbnü'ı-As ile birlikte almışlar ve ertesi gün,
Teniidub denilen yerde buluşarak hareket etmek üzere anlaşmışlardı.
Hatta, herhangi bir sebeple aralanndan birisi buraya gelemese bile,
gelebilenler yola devam edecek ve böylelikle, biri yüzünden diğerleri hicretten
geri kalmayacaklardı, Çünkü Kureyş, elinden kaçırdıklan Müslümanlar için üzülüp
kahroluyor, geride kalanlan da kaçırmamak için her türlü çareye (!)
başvuruyordu.
Derken, vakit gelmiş
ve Hz. Ömer de, evinden hareket et-
469 Bkz. İbn Kesir,
el-Bidaye, 3/173; İbn Sa'd, Tabakat. 3/338 470 Bkz. Bakara, 2/207
506
Hicret İzni ve
Kureyş'in Telaş!
mişti.
Ancak ilk hedefi, anlaştıkları gibi Tenadub değil, Kabe idi. Çok geçmeden Hz.
Ömer, kılıcını kuşanıp yayını omzuna atmış ve mızrağını bir eline, oklarını da
diğerine alarak Kabe'ye doğru yol alıyordu. Onu görüp de hicretinden haberi olmayanlar,
neler olacağını beklerneye durmuşlardı. İnsanlar, Kabe'nin avlusuna dolmuş onu
seyrederken o, önce tavafa başladı ve yedi kez tavaf etti Allah'ın evini.
Ardından, Makam-ı İbrahim'e geldi ve burada iki rekat namaz kıldı. Daha sonra
da, orada bulunan her bir insan halkasının yanına gelerek, Müslümanlara reva
gördükleri bunca eziyet ve işkenceden dolayı önce onlara:
-
Kahrolsun şu kara yüzler! Şu burunları da Allah, sürüm sürüm süründürsün, diye
çıkışıyor ve ardından da:
-
Sizlerden kim, annesini gözyaşına boğmak, çocuklarını yetim ve hanımını da dul
bırakmak istiyorsa, şu vadinin arkasında karşıma çıksın, diyerek, iman
karşısında cephe oluşturanlara açıktan meydan okuyordu.ı"
Elbette
onlar, Hz. Ömer gibi birisinin karşısına öyle kolay çıkılamayacağını çok iyi
biliyorlardı. Onların gücü, sadece zayıf ve korumasızlara yetiyordu ve yola
koyulup da bahsini ettiği vadiye doğru ilerlerken, sadece arkasından
bakakalmışlardı.
Derken
Hz. Ömer, Hişam ve Ayyaş ile anlaştıkları yere geldi; orada kendisini bekleyen
sadece Ayyaş İbn Ebi Rebia idi. Ayrıca, Hz. Ömer'in gelişini bekleyen yaklaşık
yirmi kadar insan vardı; bunlar, yalnız hicret etmektense Hz. Ömer gibi birisine
arkadaş olmayı yeğlemiş, zayıf ve güçsüz insanlardı.s" Anlaştıkları gibi
bir müddet beklediler Hişam İbnü'l-As'ı; ancak, boşunaydı. Çünkü Mekkeliler,
onun da hicret edeceğini anlamış ve yolunu keserek hapsetmişlerdi.
471 İbn
Abdi'l-Berr, Üsildü'l-Ğabe, 1/819 ; Halebi, İnsanü'l-Uyün, 2/183, 184 472 Bkz.
İbn Sa'd, Tabakat. 3/271; Beyhaki, Sünen, 9/13 (17534)
507
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Ayyaş İbn Ebi Rebia
Ayyaş İbn Ebi Rebia, ilk Müslüman olan sahabelerdendi;
henüz İbn Erkam'ın evine yerleşmeden önce Müslüman olmuş, baskı ve zulümler
artınca da Habeşistan'a hicret etmişti. Mekkelilerin Müslüman olduğu haberi
üzerine, yeniden geri gelenler arasında o da vardı; ancak bu geliş, zulüm ve
baskıların bittiği anlamına gelmiyordu. Şimdi ise, Ayyaş da harekete geçmiş,
artık yeni bir hicret için yola düşmüştü.
Yol
arkadaşı Hz. Ömer'le anlaştıklan yerde buluştuktan sonra, uzun ve yorucu; ama
sonucu itibariyle sükün ve itminan vadeden bir yolculuğa çıkmışlardı. Gerçi,
diğer arkadaşlan Hişarn'ın gelemeyişine üzülmüşlerdi; ama bunun için yapabilecekleri
pek bir şey yoktu.
Günlerce
süren bir yolculuktan sonra, nihayet Ku~a'ya kadar
gelmiş ve burada, dinlenmek için mola vermişlerdi. Bu sırada, arkalanndan gelen
iki atlı dikkatlerini çekmiş ve onların da muhacir olabileceklerini düşünerek
beklerneye başlamışlardı. Ne güzel, iki Müslüman daha mihnetlen kurtulmuş ve
kendilerini Medine'nin medeni atmosferine atmak için yolun sonuna
yaklaşmışlardı!
Ancak,
çok geçmeden bu beklentilerinde yanıldıklarım gördüler; zira gelenler, Ebu
Cehil1e kardeşi Hôris İbn Hişôm'dı. Bunların hicretle bir ilgileri
olamazdı! Gerçi Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebu Cehil'in kapısına
defalarca gitmiştl; ama o her defasında farklı bir tepki göstererek Allah Resülü'ne
hakaretler etmiş ve kapısına kadar gelen saadete yüz çevirmişti. On üç yıldır
kin kusan bir firavun, bir günde hizaya gelmiş olamazdı; keşke olsaydı!
Öyleyse, buraya kadar gelmelerinin sebebi neydi? Yoksa, Kabe'deki meydan
okuyuşunu kaldıramayıp da Ömer'le hesaplaşmak için mi geliyordu buraya kadar?
Neyse, mesele az son.ra nasılsa anlaşılacaktı!
Ayyaş'ı
anyordu Ebu Cehil. Şimdi maksadı anlaşılmıştı; zira Ebu Cehil, Hişam ve Ayyaş,
-anneleri birdi- kardeşdiler.
508
Hicret İzni ve
Kureyş'in Telaşı
Aynı
zamanda Hz. Ayyaş, Ebu Cehil'in amca oğluydu. Meğer Ebu Cehil, meseleyi daha
önceden kurgulamış, üvey kardeşini can alıcı yerinden vurarak gerigetirmeyi
planlayarak arkasından koşturup ta buraya kadar gelmişti. Şöyle diyordu:
-
Şüphesiz ki annen, sen bırakıp da gidince, başına tarak vurmamaya ahdetti ve
seni görmeden de güneşin altında bekleyecek ve ölünceye kadar da gölgeye
girmeyecek!
Ayyaş,
yufka yürekli bir insandı ve annesi hakkında Ebu CehiI'in anlattıkları
karşısında da bir hayli duygularımıştı. Zaten Ebu Cehil de, onun için bu
konuyu öne sürüyor ve kardeşini etkilemek istiyordu. Onun bu halini gören yol
arkadaşı Hz. Ömer, basiret ve firasetiyle meseleyi kavramış:
-
Ey Ayyaş! Vallahi de bu insanlar, bahane bulup seni dinin konusunda sıkıntıya sokmak
istiyorlar; aman ha, sakın onlardan! Allah'a yemin olsun ki, annenin başına
bitler musallat olunca mecbur kalır ve tarar onu. Mekke'nin sıcağı başına
vurunca da mecburen bir gölgeye sığınır, diyerek onu uyarmak istiyordu. Çünkü
biliyordu ki, Ebu CehiI'in ipiyle kuyuya inilmezdi; mutlaka kurduğu bir tuzak,
planladığı bir dümen olmalıydı!
Ancak
Ayyaş, öyle düşünmüyor, meseleye safiyane bakıyordu; ona göre ne yapıp edip
annesinin yanına gitmeli ve yemini konusunda onu, içinde bulunduğu zor durumdan
kurtarmalıydı. Zaten, Mekke'de bitiremediği işler de vardı ve bu arada onları
da yoluna koyar, arkadan yine hicretle Medine'nin yolunu tutardı!
Arkadaşının,
tercihini geri dönmekten yana kullandığını gören Hz. Ömer, bir adım daha atacak
ve şu teklifte bulunacaktı:
-
Mekke'de bıraktığın mal ve mülkü düşünüyorsan, hiç dert etme; sen de bilirsin
ki ben, mal yönüyle Kureyş'in en önde bulunanlanndan biriyim. Malımın yarısı
senin olsun; yeter ki onlarla birlikte gitme!
509
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Belli
ki Ayyaş karannı vermişti; artık, ısrann bir faydası olmayacaktı.
Sanki, başına gelecekleri görmüş gibiydi Hz. Ömer.
Belki de, muhatabını iyi tanıyordu; zira, Ebu Cehil gibi bir firavun, sadece
annesinin nezrini haber vermek için günlerce yol almaz ve başkası adına ter
dökmezdi. Onun için Ayyaş'a yardım etmesi gerektiğini düşünüyordu. Bir hamle
daha yaptı; zaten gidecekti, öyleyse yolda başına bir şey geldiğinde elini güçlendirecek
bir formül üretmeliydi. Bunun için de şu teklifte bulundu:
- Madem öyle, o zaman şu benim devemi al ve onunla git;
çünkü o, soylu ve hızlı bir devedir. Şayet yolda bunlardan bir kötülük sezersen
onun üzerine atlar ve hızlı bir şekilde kurtulmuş olursun!
- Peki, dedi Ayyaş ve Hz. Ömer'in devesi üzerine
binerek geri dönmeye başladı. Bir müddet yol aldıktan sonra Ebu Cehil, Hz.
Ayyaş'a şöyle seslendi:
- Eyannemin oğlu! Vallahi de benim şu devem çok yoruldu;
artık zor yürüyor. Bir müddet arkana binmeme ne dersin?
Çok masum bir taleb e
benziyordu ve Ayyaş da safiyane: - Olur, gel ve bin, dedi. Bunun üzerine
develer durduruldu ve Ebu Cehil de Hz. Ayyaş'ın devesinin arkasına, Hz.
Ayyaş'ın yedeğine binmişti. Bir müddet böylece yol almışlardı. İşte, işin tam
burasında, arkadaki Ebu Cehil, ani bir hamle yapacak ve Hz. Ayyaş'ı arkadan
bağlayıverecekti. Bu arada, zaten anlaşmalı olduğu diğer kardeşi Haris de
gelmiş; bir daha ellerinden kurtulup kaçamayacak şekilde Hz. Ayyaş'ın el ve
kolunu tamamen bağlamıştı.
Hz. Ömer'e hak vermediğine yanıyordu Hz. Ayyaş; ama
artık iş işten geçmişti. Hiç, Ebu Cehil gibi ümmetin firavunu olan birisine
güvenip de yola çıkılır mıydı, hüsn-ü zannını, itimatla dengelemediği için bin
pişman olmuştu; ama bu pişmanlığın, bundan sonrasına bir faydası yoktu.
510
Hicret İzni ve Ku r e
y ş t i n Telaşı
Mekke'ye geldiklerinde gündüz vaktiydi ve Ebu Cehil,
Ayyaş'ı da kendi emeli adına kullanacak, Mekkelilere şöyle seslenerek bunu
siyaset malzemesi yapacaktı:
- Ey Mekke halkı! İyi bakın ve biz, kendi sefihimizi
nasıl yakalayıp getirmişsek sizler de kendi sefihlerinize aynı muameleyi yapın
ve sakın elinizden kaçırmayın!473
Ebu Cehil'in küfür adına ortaya koyduğu, gerçekten de
görülmeye değer bir gayretli! Ancak o, Müslümanların aleyhine işliyordu. Onun
bu gayretini lehe çevirmenin yolu ise, iman safında daha fazlasını ortaya
koymakla mümkün olabilirdi!
Hz. Ayyaş'ın başına gelenleri de duyan Allah Resülü, yaşamlanlara
oldukça üzülecek ve mübarek ellerini açarak, Velid İbn Velid ve Selerne
İbn Hişôm'ısı yanında Ayyaş'ın da adım zikrederek, zulüm gören bütün
Müslümanlar için dua dua Rabbine yalvararak nusret talep edecekti.v"
Bütün baskı ve engellemelere rağmen hicret devam ediyordu.
Nihayet, Ebfı Selerne ile başlayan hicret sürecinin üzerinden üç ay
geçmişti ki, geride köle ve işkence altında esir bırakılanların dışında hicret
etmeyen sadece Allah Resitlii, Hz. Ebfı Bekir ve Hz. Ali kalmıştı.
Zaten, Hz. Ebu Bekir'le Hz. Ali'nin hicret arzularını tehir eden de
Efendimiz'den başkası değildi. Demek ki şimdi sıra onlardaydı. Bunlar da gider
ve Medine'ye yerleşirlerse, zaten savaş konusunda tecrübeli olan Evs ve H
azreçlilerle başlan dertten kurtulmaz; Şam ve Yemen istikametinde
yaz ve kış aylannda yapageldikleri ticari hayatlan tehlikeye girer ve bir daha
da asla huzur (l) bulamazlardı.
Halbuki, henüz her şey bitmiş değildi ve işi, daha
baştan çözme imkanlan vardı. Bunun için acil bir önlem alınmalı ve
473 İbn Hişam, Sire, 1/322
474 Bkz. Buhari,
Sahih, 1/277 (771); İbnü'l-Esir, Üsüdü'l-Öabe, 4/308, 309
511
•
Efendimiz (sal1al1ahu
aleyhi ve sellem)
meseleye son nokta
konulmalıydı. Takvimler, sefer ayının yirmi altısı, Pazartesi gününü
gösteriyordu.
Nihayet bir kuşluk vakti, bir araya gelecek ve bir
durum değerlendirmesi yaparak bu konudaki nihai stratejilerini tespit
edeceklerdi. Bunun için, her zamanki istişare meclisleri olan Kusauı; İbn Kİlab'dan
kalma Dôru'n-Nedue'ôe bir
araya gelerek aralannda konuşmaya başladılar. Bu önemli karan almak için bir
araya gelenler, Ebu Cehil, Cübeyr İbn Mut'im, Tuayme İbn Adiy, Hôris İbn
Amir, Utbe ve Şeybe İbn ReMa kardeşler, Ebu Süfyan, Nadr İbn
Hôris, Ebu'l-Balıteri, Zem'a İbn Esved, Hakim İbn Hizôm, Nübeyh ve Münebbih İbnil-Haccôc kardeşler
ile Ümeyye İbn Haleften oluşuyordu. On dört yıldır devam eden bir
meseleyi, temelinden çözmek istiyorlardı; işi o kadar gizli yürütüyorlardı ki,
yaşı kırkı geçmeyen toy kimseleri içeri almıyor; içeride konuşulanların da
dışanya sızmaması için azami gayret gösteriyorlardı.
Bu arada, hiç tanımadıklan, kıyafeti kaba ve Necidli olduğunu
söyleyen sanklı bir ihtiyar da çıkagelmiş; heyetlerine katılmak için kapıda
bekliyordu. Telaşla:
- Bu ihtiyar da kim,
diye sordular.
- Necid'den bir
ihtiyar; sizin dayıoğullannızdanım! Bura-
da,
çok önemli bir iş için bir araya geldiğinizi duydum ve belki benim de size bir
faydam dokunur diye geldim! İstemiyorsanız çıkar giderim, diyordu.
- Dayıoğlu demek bizden demektir! Necid'den gelip de
aramızda casusluk yapacak değil ya! Nasılsa Mekkeli değil, dedi ve onu da içeri
buyur ettiler.
Nihayet,
meşveret başlamıştı. Toplantıyı, Ebu Cehil yönetiyordu. Söze şöyle başladı:
- Şu adammızm halini biliyorsunuz; şayet aranızdan ayrılıp
da bir başka yerde güç toplayıp üzerinize saldınrsa sürekli
512
Hicret İzni ve
Kureyş'in Telaşı
başınız ağrıyacak
demektir. Bu durumdan kurtulmak için fikrinizi söyleyin ve haydi, bir araya
gelmenin hakkını verin!
Ebu'l-Bahteri ileri
atıldı:
-
O'nu demirlere bağlayıp hapsedin; üzerine kapılan kapatarak beklerneye durun.
Nasılolsa bir gün, kendisinden önceki şairlerin başına geldiği gibi O da
ihtiyarlayacak ve ölüp gidecek, diyordu. Necidli ihtiyar devreye girdi:
-
Vallahi de ben aynı görüşte değilim! Çünkü bu, asla çözüm olamaz! Dediğiniz gihi
O'nu hapsetmiş olsanız da bu iş, üzerine kapattığınız kapı ve etrafını
çevirdiğiniz duvarlan aşarak arkadaşlanna ulaşır. Sonra da üzerinize saldınr
ve O'nu sizin elinizden alıp götürür, böylece dışanda güç elde ederek size
yeniden saldınrlar. Bu, asla bir çözüm değil; siz başka bir çözüm üretin!
Esved İbn Rebia ileri
atıldı:
-
O'nu aramızdan söküp atalım ve yurdumuzdan çıkanp sürgün edelim; nereye giderse
gitsin! Böylelikle O'ndan kurtulmuş oluruz! Bizden aynldıktan sonra da
vallahi, O'nun nereye gidip yerleştiği bizi hiç ilgilendirmez, diyordu. Bu
fikir de İhtiyar'ı memnun etmemişti; ileri atıldı ve:
-
Vallahi bu da çözüm değil! Sözündeki güzellik, mantığındaki insicam ve siretindeki
letafeti görmüyor musunuz; bunlar, insanların kalbine nüfüz eder ve yine O, bir
gün karşınızaçıkar. Şayet böyle yaparsanız, gün gelir O, meziyetleriyle
arkasında kitleleri hareket ettirir ve böylelikle siz, kendilerinden söz
aldığı kabileleri karşınızda buluverirsiniz! Gelir ve sizin elinizdekilere göz
dikerler ve o zaman da siz, hiçbir şey yapamazsınız. En iyisi siz, başka bir
çözüm arayın, dedi.
Ortada
gerçekten bir gariplik vardı; Mekke, kendi arasında meseleyi çözmek için bir
araya gelmişti; ama Necidli ihtiyar, Mekkelilerden daha aktif çıkmıştı. İyi ki
onu bu meclise almış, tanımıyoruz diye dışanda bırakmamışlardı!
513
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Toplantıya başkanlık yapan Ebu Cehil de Necidlinin yaklaşımından
hoşlanmıştı. Ona göre de, önceki fikirler kesin çözüm olamazdı. Ancak, başka
da bir çözüm çıkmıyordu. Gözler, ihtiyann yaklaşımını onaylayan Ebu Cehil'e
yöneldi. Zaten o da, sıranın kendisine gelmesini bekliyordu:
-
Şu boealayıp durduğunuz konuda, vanahi benim de bir fikrim var, dedi.
- Nedir o, ey
Eba'l-Hakern, dediler. Şunları söylüyordu:
- Bana kalırsa kesin
çözüm, her bir kabileden eli silah
tutan,
çevik ve atak, attığını vuran ve vurduğunu da deviren gençler seçmek. Hep birlikte
üzerine, keskin kılıçlanyla saldırsınlar ve tek bir vuruşla O'nun işini
bitirip öldürsünler ve siz de, O'ndan kurtulup rahat edin! O'nu bu şekilde
öldürünce de, malum kanı kabileler arasında dağılır ve böylelikle Abdimenafoğulları,
bu kadar kavmi karşısına alıp da onlarla savaşmaya cesaret edemez; önlerinde
sadece diyet alternatifi kalır ki, onu da biz öder ve bu işi, bir diyet
ödemekle bitirmiş oluruz!
Necidli
ihtiyar, yine devreye girdi; ancak bu sefer, aynı zamanda konuşurken, işte
şimdi oldu manasında kafa sanıyordu ve son cümlesi:
-
İşte söz, bu arkadaş ın söylediği sözdür! Ben, başka da bir çözüm bilmiyorum,
şeklinde olmuştu.
Artık,
kararlarını vermişler ve üzerinde ittifak ettikleri planı ortaya koyarak
Muhammed'i öldüreceklerdi. Yine, toplanırken ortaya koydukları hassasiyeti
tatbik ederek Daru'nNedve'den ayrılıp evlerinin yolunu tuttular.vs
475 Halebi,
İnsanü'l-Uyün, 2/189, 190
514
Beri
tarafta Efendiler Efendisi'ne hicret izni gelmişti ve O da, artık Mekke'den
ayrılmak üzereydi. Zira, Cibril-i Emın'in getirdiği vahiy içinde bulunan bir
ayet, dilinde pelesenk olmuş, her fırsatta:
-
Ey Rabbim! Beni doğruluk diyanna ulaştır ve doğru bir zamanda buradan çıkararak
kahndan bana nusret dolu bir ihsan nasip et,476 diye dua ediyordu. İşte şimdi, bu
dualar kabul görmüştü ve Allah'ın Resülü de, mukaddes göç için Medine'ye
hareket etmek üzereydi.
Cibril-i
Emin, önce, Mekkelilerin kurduklan tuzağı haber veriyorve:
-
Sakın, her zaman uzandığın yatağında yatma, diyor; ardından da, Mekke'den çıkış
zamanından Kureyş'in tuzağından nasıl kurtulacağına kadar hicret stratejisini
talim ediyordu. Kısaca mukaddes göç, Kureyş'in tuzaklanyla Alım ü Habir Allah
Teala'nın tedbiri arasında başlamış oluyordu.s"? Kendisine hicret
müjdesini getiren Cibril'e Efendimiz:
476 Bkz. İsra, 17/80
477 Ayni,
Umdetü'l-Kari, 17/46; İbn Kesir, Tefsir, 2/400
515
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
- Hicret yolunda
benim arkadaşım kim olacak, diye sor-
du.
-
Ebu Bekir, cevabını veriyordu.s?" Zaten Ebu Bekir de, hicrette musahebet
fırsatını uzun zamandır bekler olmuştu. Derken, alışılmışın dışında ve herkesin
istirahat ettiği bir öğlen vakti, Resülüllah (sallallahu aleyhi ve sellem) gelip
Hz. Ebu Bekir'in kapısını çaldı; içeri girmek için izin istiyordu. Olacak şey
değildi! Hz. Ebu Bekir'in kapısında durmuş, Allah'ın en sevgili kulu, içeri
girmek için bekliyordu.
-
Anam-babam O'na feda olsun! ValIahi de bu saatte geldiğine göre mutlaka önemli
bir iş var, diye mırıldandı önce. Çok geçmeden de, hemen kapıya koştu ve
Efendiler Efendisi'ni içeri buyur etti. Merakla bekliyordu Hz. Ebu Bekir
(radıyallahu anh). Çünkü, bugüne kadarki gelişler, ya sabahın erken saatlerinde
vaya akşamın serinliklerinde gerçekleşmişti. Çok geçmeden, o an orada bulunan
Hz. Ebu Bekir'in kızlan Esmii ve Aişe'yi kastederek, evin diğer
sakinlerini bulunduklan yerden çıkarmasını talep etti Allah Resülü. O ise:
-
Endişe etme ya Resfılallah! Onlar benim kızlanm; Senin de ehlin sayılır!
Anam-babam sana feda olsun. Bir şey mi var, diyor ve bu saatte teşrifin
sebebini anlamaya çalışıyordu. Cevap gecikmedi:
- Mekke'den çıkıp
hicret etmek için bana da izin verildi. Daha da heyecanlanmıştı Ebu Bekir ve:
-
Birlikte mi ya Resülallah, diye sordu. Merakla bekleyen yüze, müjde dolu şu
cümleler döküldü mübarek dudaklanndan:
- Evet, birlikte.
Dünyalar
onun oluvermişti; zaten Ebu Bekir, bugün için hazırlanmış ve haydi
gidiyoruz, emrini bekliyordu; çünkü o,
478 Bkz. Hakim,
Müstedrek, 3/6 (4266)
516
Mukaddes Göç
diğer arkadaşlan gibi
hicret için izinistediğinde bunun müjdesini daha önce almış ve Efendimiz
kendisine:
-
Acele etme! Umulur ki Allah, yanına bir arkadaş bahşeder, denilmişti. Bundan
sonra da, hemen iki kişilik yol hazırlığı yapmaya başlamıştı. Dört aydır,
besili iki deveyi bu yolculuğa hazırlıyordu. Artık, Habib-i Ekrem'inden
gelecek bu cümleleri bekler olmuştu. İşte şimdi, o cümleleri duyuyordu.
Akışı
değiştirecek bir adımın başlangıcıydı bu. Bu tarihi yolculukta Resülullah'a
arkadaş olmak ... Bundan daha büyük bir lütuf olabilir miydi? Kendini tutamamış
ve sevinçten hıçkıra hıçkıra ağlıyordu Hz. Ebu Bekir (radıyallalıu anh).479
Çok geçmeden
Efendiler Efendisi'ne iki deve getirmiş ve: - Ey Allah'ın Nebisi! Şu iki
bineği, bu iş için hazırlamıştım, dedi. Ancak, Habib-i Ekrem (sallallalıu
aleyhi ve sellem), her haliyle örnek olmalıydı; onun için Hz. Ebu Bekir'e:
-
Ancak, bedelini ödemek şartıyla, diyerek, böylesine önemli bir yolculukta, bedelini
ödemediği bir nimetten istifade edilmemesi gerektiğini ortaya koyacaktı.
Artık
her şey tebeyyün ettiğine göre, yol için adım atmak gerekliydi; Ebu Bekir,
Sıddik olduğunu gösterecek ve hicret yolunu daha güvenli kılma adına kendine
yakışır hamleler yapacaktı. Zira, tedbiri elden bırakmamak gerekiyordu. Çünkü,
develerle birlikte bunca yolu katetmek öyle kolay olmayacaktı. Bunun için
öncelikle, yolu iyi bilen ve delillik konusunda mahir Abdullah İbn Ureykzt adında
bir müşrikle anlaştılar. Abdullah, Kureyşle aynı anlayışa sahipti; ancak Allah
Resülü ve Hz. Ebu Bekir, yol konusunda bu adama güveniyorlardı. Halbuki, Abdullah
İbn Ureykzt başlanna konulan ödüle ta-
479 Taberi, Tarih,
1/569; İbn Hişam, Sire, 3/11
517
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
mah edip de
gidecekleri istikameti söyleyebilir ve koordinatları vererek dünyalık adına
büyük bir servet sahibi olabilirdi!
Demek
ki Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), muhataplarının karakterini çok
iyi biliyordu; Abdullah, müşrik olmasına rağmen, dünyaya tamah etmeyen sözünün
eri bir adamdı. Aynı zamanda bu adam, gitmek istedikleri yolu da iyi bilen bir
rehberdi. Anlaşılan, böyle riskli bir ortamda bile maharet prim yapıyordu. Üç
gün sonra Sevr'de buluşacaklar; buraya gelirken Abdullah, hicret için
Hz. Ebu Bekir'in satın aldığı iki deveyi de getirecek ve böylelikle fiilen
hicret yolu başlamış olacaktı.
Kızı
Esma.'ya da
tembih etmişti Hz. Ebu Bekir; Sevr'de kalacakları günlerde arkadan azık hazırlayıp
gönderecekti. Esma, hassasiyetle yiyecek ve içecek hazırlıyor, hazırladıklarını
da küçük bir torbanın içine koyarak ağzını bağlayıp öyle gönderiyordu. Hatta,
torbanın ağzını bağlayacak ip bulamamış ve annesinin de talimatıyla belindeki
kuşağı çözerek ikiye ayırmış ve her iki torbayı da bu iple bağlamıştı. Ve,
bundan dolayı da kendisine, iki kuşak sahibi manasında 'zünnitakayn' derıilecekti.s''?
Bir
başka tedbiri daha vardı Hz. Ebu Bekir'in; koyunlarını otlatan çobanA.mir'i
yanına çağıracak ve yol alırlarken arkalarından koyunlarını sürüp, böylelikle
geride bıraktıkları izleri yok etmesini söyleyecekti.r" Zira biliyordu ki
Mekkeliler, iz sürmekte mahir idiler ve böyle bir tedbire müracaat edilmediği
yerde, sebepler açısından kendilerini fark ederler ve başlarını zora
sokarlardı.
Hz.
Ebu Bekir'in oğlu Abdullah da, çoban Amir'le münavebeli olarak
yanlarına gelecek ve Esma'mn hazırladığı azıkla
480 Bkz. Sahihu Buhari, 3/1087 (2817) . Bu tavnnı
sonradan duyduğunda Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisine
iltifat edecek ve "Senin o iki kuşağına bedel Allah, cennette
iki kuşak verecektir." buyuracaktı.
481 Buhari, Sahih
3/1419 (3692)
518
Mukaddes Göç
birlikte,
burada kaldıkları süre içinde kendilerine Mekkelilerin haberini getirecekti.
Akşamları mağaraya gelen Abdullah, sabahın erken saatlerinde yine buradan
ayrılacak ve bu süre içinde de Amir, koyunlarıyla birlikte gelip onları Sevr'
de otlatmaya başlayacaktı. Ve bu, orada kaldıkları her gün için yaşanacak bir
hadiseydi. Aynı zamanda bu vesileyle, bu mübarek ve kutlu yoldaki en değerli
yolcularının süt ihtiyaçları da karşılanmış olacaktı.s'"
Alınması
gereken bir tedbir de Efendimiz'e aitti; yeğeni genç Hz. Ali'yi, kendi yerine vekil bırakmış ve hane-
i saadetlerinde kalarak, o güne kadar kendisine emanet edilen emtiayı
sahiplerine verme vazifesi vermişti. Bu ne büyüklüktü ki, canına kastedenlerin
mallarını bile zayi etmiyor; canı gibi sevdiği yeğeninin hayatını tehlikeye
atma pahasına da olsa, emanete riayet etmeyi bir borç biliyor; can
düşmanlarının mallarını kendilerine ulaştırmasım istiyordu.
Elbette
ki bu kadar tedbir, fazla değildi. Onun için Efendiler Efendisi de, bütün bu
olanları tasdik ediyor ve hiçbirini gereksiz bulmuyordu. Zira O (sallallahu
aleyhi ve sellern), ümmetine rahmet olsun diye gönderilmişti. Aksi halde O (sallallahu
aleyhi ve sellern), bunları yerine getirmeden de, Allah'ın kendisini koruyacağını
biliyordu. Zira Allah (celle celaluhü), insanlardan gelebilecek tehlikelere
karşı kendisini koruyacağını bildirmiş ve O da, bunu namazlarında Kur'an ayeti
olarak okuyup duruyordu.483 Demek ki mesele daha farklıydı; işin
özü Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), diğer insanların kendisine
bakarak hizaya girdikleri imam konumunda bir rehber, bir modeldi. Hz. Ömer
gibi çıkıp da hicrete başlamış olsaydı, ümmetinin tamamı aynı yolda yürümek
zorunda kalırdı. Böyle bir hamle ise, insanları, altından kalkamayacakları
imtihanların kucağına atmak anlamına gelirdi. Öyleyse O, ümmetinin en ağır-aks
ak
482 Bkz. İbn Hişam,
Sire, 3/12
483 Bkz. İbn Kesir,
Tefsir, 4/683; Kadı İyaz, şim, 1/258
519
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
yürüyenini
de hesap edecek ve işlerini, kışın şartlanna göre planlayacaktı. Onun için,
tedbirde kusur etmiyor ve sebeplere riayet konusunda ümmetine en tesirli dersi
veriyordu.
Beri tarafta Kureyş, kendilerince kesin sonuca ulaşmak
üzereydi; aralanndan seçtikleri Ebu Cehil, Hakem İbn Ebi'lAs, Ukbe İbn Ebi
Muayt, Nadr İbn Hôris.Ümeıjue İbn Halef, Zem'a İbn Esed, Tuayme İbn Adiy, Ebu
Leheb, Übeyy İbn Halefile Nübeyh ve Miinebbilı İbn Haccôc kardeşler
bir araya gelmiş ve Resul-i Kibriya Hazretlerinin evini sarmışlardı.
Böylelikle her bir kabileden birer temsilci devreye girmiş ve diğerleri de,
bir kenara çekilmiş, zafer naralan atmak için sabırsızlıkla bekliyorlardı. Gözü
dönmüş bu talihsizler, Efendimiz'in evini kuşatmış, son vuruşu yapmak için
artık dakikalan sayıyorlardı. Hatta Ebu Cehil, Allah davasına çağınrken
Efendimiz'in kullandığı kelimeleri diline dolayarak kendince bunlan alay konusu
yapıyor ve istihzai bir tavırla etrafındakilere şunlan söylüyordu:
- Hani Muhammed, kendisine tabi olduğunuzda Arap ve
Acem meliklerine hakim olacağınızı söylüyordu? Hani, O'na uymazsanız, hayatınız
tehlikeye girecek ve kelleleriniz gidecekti? Öldükten sonra da, yeniden ayağa
kalkacak ve cehennemin alevleri içinde cayır cayır yanacaktınızlws
Artık, meseleyi gürültüsüz çözecekleri (!) anı bekliyorlardı. Ancak Allah (celle
celaluhü), her şeye hakimdi ve bütün bu olup bitenleri de biliyordu. Semavat ve
arzın mülkü O'nun yed-i kudretindeydi ve O, istediğini dilediği zaman yapar,
kimse de buna bir şey diyemezdi. Böyle olunca, Kureyş'in kurduğu tuzak ve
hazırladığı ölüm komandosunun hiçbir önemi yoktu ve olamazdı! Sonuç da, öyle
olacaktı.
Normal şartlarda Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern), yatsı namazını kıldıktan sonra bir miktar yatar, Kabe'den el-ayak
484 İbn Hişam, Sire,
3/8; Taberi, Tarih, 1/567
520
Mukaddes Göç
çekilince
de kalkıp buraya gelir ve huzur içinde Rabbine ibadet ederdi. Ancak bu gece
durum farklıydı; durumdan haberdar olur olmaz, Hz. Ali'yi yanına çağırmış ve:
- Şu yeşil örtüye bürün ve gel de yatağımda sen yat!
Hiç endişe etme; yat ve uyu; çünkü sana, zerre kadar zarar veremeyecekler,
diye sesleniyordu.
Derken, Efendiler Efendisi, Ya-Sin suresinin ilk
dokuz ayetini okuyarak evinden dışan adım attı. Kapının önünde, fırsat kollayan
Kureyş nöbet tutuyordu. Bu esnada:
- Onlann hem önlerinden hem de arkalanndan birer engel
koyduk ve gözlerinin önüne de bir perde çektik; artık onlar, hiçbir şey
göremezler, manasındaki ayeti okuyordu.
Bu arada, eline aldığı kum, toprak benzeri malzemeyi,
kendisini öldürmek üzere evini kuşatanIann üzerine saçıverdi. Bu hareketine
paralelolarak da şöyle diyordu:
- Şu yüzler karanp
gözler görmez olsun!
Attığı toprak, orada bulunanların her birine isabet
etmişti ve adeta kör olmuşlardı. Olacak ya, aralanndan yürüyordu; ama hiçbirisi
de Allah Resülü'nü görmüyordu. Evet, onlar, kendilerini imana davet etmekten
başka hiçbir suçu olmayan Allah'ın en sevgili kulunu yakalayıp öldürmek, yurt
ve yuvasından mahrum ederek hayatına son vermek üzere tuzak kurmuşlardı; ama
O'nu peygamber olarak gönderen ve alemlere rahmet vesilesi kılan Allah (celle
celaluhül'Itı da bir planı vardı. Ve yine görülüyordu ki, küfür ne kadar
köpürürse köpürsün, Allah'ın iradesinin önüne asla geçilemeyecek ve her zaman
olduğu gibi yine, O'nun dediği 0lacaktı.485
Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellern), çoktan uzaklaşmıştı.
Bir
müddet sonra, kapısının önünde kendisine tuzak kurup da sessizce bekleyenlerin
yanına bir başkası geldi ve onlan bu halde görünce:
485 Bkz.Enf~,8/30
521
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
-
Sizler burada niye bekliyorsunuz, diye sordu. Tereddütsüz cevap verdiler:
- Muhammed'i.
Adam, hiddetlenmişti. O'nu öldürmek için seçtikleri en
seçkin insanlar, kapısının önünde munis birer kediye dönmüş; üzerlerine
saçılan toprağın bile farkına varamamışlardı. Muhammedii'l-Emin, arkadaşıyla
birlikte yol alırken bunlar, miskin miskin kapısında oturuyor ve kendilerince
O'nu öldürmenin planını yapıyorlardı! Resmen bu, açık bir aptallıktı! Onları
azarlarken:
- Vallahi de yazıklar
olsun size! Sizi gidi beceriksizler!
ValIahi de O,
başınıza toprak saçmış ve aranızdan da sıynlıp çoktan uzaklaşmış durumda,
diyordu.
- Vallahi de biz O'nu görmedik, diyorlardı. Büyük bir
çöküntü içindeydiler! Sanki görme özellikleri alınmış ve etraflarına
baktıkları halde Allah Resülü'nü görememişlerdi. Ellerini başlarına götürüp
birbirlerine bakıştılar; gerçekten de adamın söyledikleri doğruydu. Hemen,
üstlerindeki toz-toprağı silkeleyip temizlerneye başladılar.
Çok geçmeden mesele, Kureyş arasında da duyulmuş, ölüm
müjdesini bekleyen diğer ileri gelenler, Efendimiz'in hicret ettiğininin
haberiyle yıkılmışlardı; bütün ağa takımı birden hane-i saadete hücum etmişti.
Kapıyı aralayıp da içeri girdiklerinde, bir anlık nefes aldılar; zira, yatak
boş değildi! Dışarıda kendilerini ayıplayıp kızan adamlarına inat, fısıltıyla:
- İşte Muhammed, şu örtünün altında, diyerek bunca endişenin
yersiz olduğunu söylemeye başlamışlardı. Ancak bu da uzun sürmedi; çünkü, bu
kadar insanın içeri girmesiyle ayağa fırlayan Hz. Ali, meydan okurcasına
karşılarında duruyordu. İkinci büyük şoktu bu onlar için: .. Hiddet ve hışımla:
- Muhammed nerede,
diye sormaya başladılar.
522
Mukaddes Göç
- O konuda herhangi
bir bilgim yok, cevabını verdi Hz.
Ali.
Yine kaybeden onlar olmuştu; aldıklan cevapla daha da sinirlenmiş, etrafa
tehditler yağdırıyorlardı. Hz. Ali'yi de bırakmak istemiyorlardı; önce bir
miktar itip kakıştırdılar ve ardından da tutup Kabe'ye kadar getirdiler. Belki,
yolcuların yerlerini söyler ve kendilerine bir ip ucu verir, diye bir
müddet onu hapsettiler.s'" Ancak, ne kadar zorlasalar da istedikleri
cevabı alamayacaklarını anlamışlardı. Hem, Hz. Ali'yi serbest bırakmamak kendi
aleyhlerindeydi; çünkü o, kendilerine ait emanet mallan dağıtmak için geride
kalmış ve şimdi de bu emanetleri sahiplerine geri verecekti.
Ümmetin
firavunu Ebu Cehil, bu lakabı ne kadar hak ettiğini gösterircesine şöyle ilan
ediyordu:
-
Muhammed'i, ölü ya da diri getirene yüz deve benden!487
Tam,
yakaladık, derken ellerinden kaçırdıkları Efendimiz ve Hz. Ebu Bekir'i
tamamen kaybetmek üzerelerdi. Belli ki, sadece kendileri bu işin üstesinden
gelemeyeceklerdi; onun için Ebu Cehil'in bu yaklaşımına herkes sahip çıkacak ve
başlanna konulan bedel, her ikisi için de, ölü ya da diri getirene yüzer deve
olarak resmiyet kazanacaktı.s'"
Aynı
zamanda Ebu Cehil, aklını kullanmasını bilmese de zeki bir insandı. Hiç vakit
geçirmeden Hz. Ebu Bekir'in evine geldi. Kapıyı açan, Hz. Ebu Bekir'in kızı Esmii
idi. Babasının nerede olduğunu sordu önce. Bilmediğini söylüyordu Hz.
Esma, Ebu Cehil' e göre, onun bilmemesine imkan yoktu ve aldığı cevapla küplere
binen Ebu Cehil, Hz. Esma'nın yüzüne öyle bir tokat indirdi ki, şiddetinden Hz.
Esma'nın kul ağındaki küpe kopup yere düşecekti. Halbuki, o günkü toplumun
genel teamüllerine göre, onun gibi küçük bir kıza böyle bir ha-
486 Bkz. Taberi,
Tarih, 1/568
487 Bkz. Hindi,
Kenzu'l-Ummal, 12/779 (35744) 488 Bkz. Taberi, Tarih, 1/570
523
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
reket,
normal şartlarda da ayıp karşılanırdı. Ama bu, Ebu Cehil' di. Hz. Esma bu olayın
etkisinden yıllarca kurtulamayacak ve kendisine hatırlatıldığında ise Ebu Cehil
için:
- Pis ve haddi aşmış
bir adam, diyecekti.t''?
Takvimler,
Sefer ayının yirmi yedisini gösteriyordu. Gecenin karanlığında Hz. Ebu
Bekir'in evinden başlamıştı mukaddes göç. Ancak istikamet, ashab-ı kiramın
gittiği yön olan Medine yerine Yemen istikametindeki Sevr dağını gösteriyordu.
Yaklaşık sekiz kilometrelik bu yol alınacak ve emsallerine nispetle daha
yüksek, büyük taşlarla dolu ve yollan engebeli olan Sevr'e tırmanılacaktı.
Aynca bunu yaparken Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), bu kadar
uzun yola, arkasındakilerin kendisine ulaşma isteklerine ve yol şartlannın
aleyhte birleşmesine rağmen ayaklannın ucuna basmaya çalışıyor ve böylelikle
de, arkasında kalıcı bir iz bırakmamayı amaçlıyordu. Demek ki, tedbir adına
bir manevraya daha ihtiyaç vardı; bir müddet burada kalınacak ve Mekke'de olup
bitenler buradan seyredilecekti. Çünkü Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellem), Mekke dışında bile kendisine hayat hakkı tanımak istemeyeceklerini
biliyor ve köyünü terk ettiğini öğrenir öğrenmez de izini takip ederek
maksadına ulaşmasına müsaade etmeyeceklerini tahmin ediyordu. Zira Kureyş,
ashab-ı Muhammed'in Medine'ye gittiklerini biliyor ve sonradan bu tarafa
yönelenleri de yakın takibe alıp geri çevirmek için olmadık yöntemlere baş
vuruyordu.
Hz.
Ebu Bekir'in hassasiyet ve çabalanna diyecek yoktu; başına bir şeyler gelir
diye Efendimiz'in üzerine tir tir titriyor, bazen önüne geçip öyle yürürken
zaman zaman da arkada ka-
489 EbU Nuaym,
Hilyetü'l-Evliya, 2/56; İbn Hişam, Sire, 3/14
524
M ukaddes Göç
larak O'nu takip
ediyordu. Onun bu halini fark eden Efendimiz soracaktı:
-
Ya Eba Bekir! Sana ne oluyor da bazen önümde bazen de arkamda yürüyorsun?
-
Ya Resülallahl Arkadan bir tehlike gelip gelmediğinden emin olmak için
arkanızdan yürüyor, önünde gözcüler olabileceğinin endişesiyle de önünüze
geçiyorum.
Bu hassasiyete karşılık
Efendimiz:
-
Ya Eba Bekir! Senin yanında Benden daha sevimli başka bir şey var mı dersin?
Sıddik-i
Ekber'e yakışır bir cevabın gelmesi gecikmeyecekti:
-
Hayır ya Resülallahl Seni hak ile gönderene yemin olsun ki, Senin başına bir
musibet gelmektense ben, Senin uğrunda canımı verir, o musibetin benim başıma
gelmesini isteriml-?"
Mağarada Ebu Bekir
Hassasiyeti
Zirvedeki mağaraya önce Ebu Bekir girmeliydi. Zira,
karşılaşabilecekleri her türlü olumsuzluğu, önce kendi sinesinde söndürüp
Habibine herhangi bir zarann gelmesine engel olmalıydı. Hz. Ebu Bekir'ce bir
hassasiyetti bu. Bütün telaşı, İnsanlığın Emini'ne bir tozun dahi konmasını
istememesinden kaynaklanıyordu. Bu yüzden, üstündeki libasını parçalamıştı;
zararlı hayvanların Allah Resülü'ne ilişmemeleri için deliklerini kapatıyordu.
Kapatamadığı iki delik kalmıştı; bunlar için de bir çözüm üretmiş, ayağının
biriyle birini, diğeriyle de öbürünü kapatarak Efendisi'ni buyur etmişti.
Hz. Ömer'in yıllar sonra, "Mağaradaki o gecesine bütün amelimi verirdim."
diyerek gıptayla baktığı Hz. Ebu Bekir'i, ayağıyla kapattığı delikten yılan
sokmuş; ama o, Efendimiz'i rahatsız
490
Bkz. Hakim, Müstedrek, 3/7 (4268) .Mişkatü'l-Mesabth, 2/556; Mübarekfüri,
er-Rahiku'l-Mahtüm, s. 155, 156
525
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
etmemek
için dişini sıkıp, bir kez olsun "ah" etmemişti. Nihayet,
gözünden akan yaş ve alnından dökülen soğuk terler, Efendimiz'in dikkatini
çekip de:
-
Sana neler oluyor ya Eba Bekir, diye sebebini sorduğunda:
- Anam-babam Sana feda olsun ya Resülallahl Yılan soktu,
diyebilmişti. Bunu söylerken de, üzerinde olabildiğince bir mahcubiyet hakimdi;
kendisine ait bir durumdan dolayı Efendimiz'in üzülmesini ve kıymetli zamanını
böyle bir meseleyle meşgul etmeyi istemiyordu. Bunun üzerine Efendiler Efendisi,
yaranın üzerine hafifçe tükürüğünü serpecek ve ardından da, şifa bulması için
Rabbine dua edecekti. Bir anda her şey, yeniden normale dönüvermişti; sanki bu
hadise, hiç olmamış gibiydi. Çünkü Ebu Bekir' de, acı adına hiçbir şey
kalrnamıştı.s?'
Bu arada bir örümcek işe koyulmuş, atkılannı örerek mağaranın
önünde ter döküyordu. Bir de, iki tane güvercin gelmiş ve burada yuva
yapmıştı. Aynı zamanda mağara girişinde bir ağaç büyümeye başlamış ve
Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) önünde perdedarlık yapıyordu. Belli
ki Allah (celle eelaluhü), Habib-i Ekrem'ini kimseye bırakmayacak ve bizzat
kendisi koruyup kollayacaktı.
İz sürenler, Sevr'e de tırmanmış; burada olabileceği
endişesiyle mağarayı kontrole gelmişlerdi. Girişteki güvercinlerle büyüyen
ağaçlan ve örümcek ağını görünce aralanndan birisi, gayr-i ihtiyari şunlan
söyleyecekti:
-
Baksana şu örümcek ağına; sanki Muhammed daha dünyaya gelmeden önce örülmüş gibi!
Öbürleri de farklı
düşünmüyordu ve örümcek ağları arada
491 Bkz.
EbU Ca'fer et- Taberi, er-Riyadu'n-Nadıra, ıL 450. Hatta Hz. Ömer (radıyallahu
anh), bu rivayetinde Hz. Ebu Bekir'in (radıyallahu anh) bu sebepten dolayı
öldüğünü de vurgulamaktadır.
526
Mukaddes Göç
incecik bir perde
kalmasına rağmen Allah (celle celaluhü), Resülü'nü korumuş ve onlar da elleri
boş geri dönüyorlardı.w"
Mağaranın içinde ise, müşriklerin bir mızrak boyu mesafeye
yaklaştıklannı görüp seslerini duyan Hz. Ebu Bekir, yine soğuk terler
döküyordu. Deli danalar gibi burnundan soluyan bu gözü dönmüşlerin ayaklannı
gören Ebu Bekir (radıyallahu anh):
- Ya Resülallah! Şayet birisi eğilip de ayağının hizasından
içeriye bakıverse, ayaklannın dibinden bizi rahatlıkla görecekler!
"Sen
benim kardeşimsin." dediği mağara arkadaşını teselli yine Allah Resülü'ne
kalmıştı:
-
Üçüncüleri Allah olan iki kişi hakkında, niye endişe duyuyorsun ki ya Ebü Bekir?493
Bunu diyen Resülullah'tı. Allah'ın en sevgili kuluydu
ve O'nu, insanlardan gelecek zararlara karşı koruyacağını bizzat O (celle
celaluhü) bildirmişti.s?- Kendinden emin konuşuyordu; zira biliyordu ki, Kureyş
anlamayıp O'na yardımcı olmasa da Allah (celle celaluhü), vaktiyle bütün
elçilerine yardım ettiği gibi Son Nebi'sine de yardımcı olacak ve üzerine
indirdiği sekine
492 Bkz. İsbehani, Delail, 1/76,77;
Heysemi, Mecmeu'z-Zevaid, 3/231
493
Aynı husus, Cibril-i Emın'in getirdiği Ebedi Mesaj Kur'an'da da yer alacak ve
bu meseleyi Yüce Mevla, şöyle anlatacaktı: "Eğer siz o (Hak elçisi)ne
yardım etmezseniz, iyi bilin ki, Allah ona yardım etmişti: Hani yalnız iki
kişiden biri olduğu halde, inkar edenler kendisini (Mekke'den) çıkardıklan
sırada ikisi mağarada iken arkadaşına 'Üzülme, Allah bizimle beraberdir!'
diyordu. (İşte o zaman) Allah (ona yardım etti) onun üzerine sekine(huzur ve
güven duygu)sunu indirdi ve onu, sizin görmediğiniz askerlerle destekledi;
inanmayaulann sözünü alçalttı. Yüce olan, yalnız Allah'ın sözüdür. Allah daima
üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir." Tevbe, 9/40
494
Bkz. Maide, 5/67 : "Ey Peygamber! Rabbinden sana indirilen buyruklan tebliğ
et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun. Allah seni, zarar
vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır. Allah kil.firleri emellerine
kavuşturmaz.
527
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern)
ve huzurla
destekleyip gözlerin göremeyeceği ordularla inayette bulunacakh.
Hz. Ebu Bekir de biliyordu; ama bu bilmek, olayın bütün
sıcaklığıyla yaşandığı zamanda karşılaşılan endişeleri gidermeye yetmiyordu.
Bütün endişesi, Efendiler Efendisi'nin başına gelmesi muhtemel sıkıntılar
içindi. Zira o, kendi başına gelebilecek her türlü meselenin, sadece bir
kişiyle sınırlı kalacağını, ancak söz konusu meselenin Efendimiz'i
hedeflernesi durumunda ise, bütün insanlığı hedefleyeceğinin hassasiyetini
ortaya koyuyordu.495
Nihayet, mağara önüne gelenler de geri dönmüşlerdi ve
artık yol, bir nebze olsun emniyet vadediyordu. Üç gün beklediler burada. Bu
süre içinde, Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh) sık sık dışan çıkıp etrafı
gözlüyordu. El-etekçekilince, oğluAbdullah da, yanlanna geliyor ve
Mekke'de olup-bitenlerin haberini getiriyordu. Derken, Amir ile
birlikte rehber Abdullah İbn Uraykıt da gelmiş; kendilerini Medine'ye
taşıyacak olan develeri beraberinde getirmişti.
Develeri teslim alan
Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh), en güzel
ve bakımlı olanını
Efendimiz'e takdim etti ve:
- Anam-babam sana
feda olsun! Bin ya Resülallah, dedi. Beklemediği bir tepkiyle karşılaşacaktı:
- Ben, bana ait
olmayan deveye binmem.
Hz.
Ebu Bekir bu durumda 'Sıddik' vasfına uygun hareket edecek, ve:
-
Anam-babam sana feda olsun! O senindir ya Resülallah, diyecekti.
Fakat,
bu da çözüm olmamıştı. Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), ısrarlıydı:
- Hayır, ancak, satın
aldığın değeri sana ödemek şartıyla.
495
Bkz. İsbahani, Delaihı'n-Nübüvve, 1/62; Necdi, Abdullah, Muhtasaru Sireti'r-
Resül, s. ı68
528
Mukaddes Göç
Mecburen anlattı Ebu
Bekir. Bunun üzerine Habib-i Zişan: - Ben de onu, bu bedele senden aldım,
buyurdu ve böylelikle, hicret gibi önemli bir dönüm noktasında, ümmete kalıcı
bir mesaj daha sunulmuş olunuyordu.
Mekke'den gelen
haberler, arama taleplerinin ilk günkü-
"
ne nispetle kısmen de
olsa şiddetini yitirdiğini söylüyordu.
Demek ki artık,
ayrılık vakti gelmişti.
Rebiülevvel ayının
ilk ışıklanydı. Yine bir pazartesi sabahı erkenden mağaradan ayrılacak; önce
sahil tarafından batıya, ardından da Kızıl Deniz cihetinden asıl hedefleri olan
Medine istikametine doğru yol almaya başlayacaklardı. Mekke-Medine arasında
normalde alışık olunmayan bir yoldu bu. Sevr' den başlayıp da Ufsôn, Emee,
Kudeyd, Harrôr, Seneyye, Mercôh, Ziludayveyn, Zikeşer, Cedôcid, Eered, Abayid, Fôce, Are, Air, Risttı ve Kuba güzergahında-s"
tam bir hafta sürecek bu çileli yolda Allah Resülü'nün yanında, Abdullah İbn
Uraukıt, Amir İbn Füheyre ve bir de sadık yar Hz. EbU Bekir bulunuyordu.
Bu
sırada Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), son kez Mekke'ye doğru
yöneldi; belli ki içine, peygamberlerin uğrak yeri, yeryüzündeki ilk binanın
sahibi ve kendisinin de ikizi sayılan bu beldeden ayrılığın hüznü çökmüştü. Adeta,
yüreğini bırakıp da gidiyordu. Halbuki, vahiy geleceği ana kadar kırk yıl
beklemiş ve bu süre içinde de, sıklıkla Hira'ya çıkıp oradan, Kabe'nin kendine
yakışır bir şekilde ibadet ü taatla bütünleşebilmesi için dualar etmiş,
istikbali seyre dalmıştı. Kolay değildi; Allah'ın en sevgili kulu ve
peygamberlik zincirinin son halkası Habib-i Zişan Hazretleri, Allah'ın evinden
ayrılmak zorunda kalıyor ve başka bir beldeye doğru yol alıyordu.
496 Bkz. İbn Kesir,
el-Bidaye, 3/189
529
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Artık,
Mekke'ye atfedilen son nazarlardı bunlar ve adeta Efendimiz (sallallahu aleyhi
ve sellern), Mekke ile konuşuyordu. Hz. Ebu Bekir de dikkat kesilmiş, bu sessiz
muhavereye şahit oluyordu. Dudaklanndan şu cümleler dökülecekti:
-
ValIahi de ey Mekke! Ben, senden aynımak zorunda kaldım! Şüphe yok ki sen,
yeryüzünde Allah'a en sevimli olan beldesin; Allah'ın sana özellütuftan var!
Allah'a yemin olsun ki, senin ehlin buradan Beni çıkarmaya zorlamasaydı, asla
seni terk edip dışarı adım atrnazdımlw?
Bundan
sonra da, başta Efendiler Efendisi Hz. Muhammed, O'nun sadık yari Hz. Ebu
Bekir ve Mekkeli müşrik rehber Abdullah İbn Ureykıt, yola koyuldu ve sahil
tarafını takip ederek Medine istikametinde mesafe almaya başladılar.
Bunca olayın bir de, baba Ebu Kuhafe'ye bakan yanı vardı;
yaşlı adam, evine geldiğinde oğlunun yokluğunu fark etmiş ve nerede olduğunu
sormuştu. Aldığı cevapların bütünü, oğlunun gittiğini söylüyordu. Bu işin
şakası yoktu; Mekke, ticaret, çoluk-çocuk, akraba ve eski arkadaşlar, anne ve
baba bırakılmış ve bu yaştan sonra, yeni bir mekan vatan olarak seçilmiştİ.
Henüz imanla tanışmamış bir gönlün bunu anlamasına imkan olamazdı. Zira, bir
kalbe iman girmişse, imanının gücü nispetinde sahibine inanılması güç işler
yaptırırdı ve bunları, ondan mahrum olanlar asla anlayamazdı. Gerekirse O'nun
için ana-babadan geçilir, aşılmaz sanılan badireler aşılır ve evlad ii iyalden
de vazgeçilirdi.
Şüphesiz,
Resülü Kibriya ile Medine'ye hicret söz konusu olduğunda, Ebu Bekir'in aklına
ana-baba ve çoluk-çocuk belki de hiç gelmemiş; yıllar sonra Tebiik'« hazırlanırken
diyeceği gibi onları Allah ve Resiilis'ne bırakmıştı.
497 Halebi,
İnsanü'l-Uyün, 2/195, 196
530
Mukaddes Göç
Beri
tarafta Ebu Kuhafe, oğlunun gitmesini aklına sığıştıramıyor ve karşılaştığı
herkese şunu soruyordu:
- Bunu da yaptı mı?
Evlad ü iyalini burada, arkada bırakıp gerçekten de çekip gitti mi?498
Evet,
gitmişti ... Hem de arkasına bile bakmadan!.. Zaten Ebu Kuhafe'nin oğlu Abdullah
İbn Osman'ı Ebii Bekir kılan da, onun bu fedakarlık ve feragatı
değil miydi? ..
Torunu
Esma'yı soru yağmuruna tutan Ebu Kuhafe, oğlunun servetini merak ediyor ve
endişesini dile getirerek soruyordu:
- Allah'a yemin olsun
ki o, büyük ihtimalle servetini de götürdü, değil mi?
Esma, temkinle
cevapladı:
- Hayır ey babacığım!
Şüphesiz o bize, çok büyük imkanlar bıraktı.
Hatta,
Ebu Kuhafe'nin gözleri, yaşlılığın da tesiriyle az görmekteydi ve bu durumu da
değerlendirmek isteyen Esma, küçük küçük taşlan bir araya toplayarak üzerini
bir örtü ile örtecekti. Arkasından da, elinden tuttuğu dedesini, babasının
kendilerine servet bıraktığı konusunda ikna etmeye çalışacak, elini taşların
üzerinde gezdiren Ebu Kuhafe de böylelikle tatmin 0Iacaktl'.4?9
Beri
tarafta, başlarına konulan ödüle nail olabilmek için takibe koyulanların çoğu,
eli boş geri dönse de, inadına peşini bırakmayanlar da yok değildi.
498 İbn Teymiye,
Minhacü's-Sünneti'n-Nebeviyye, 8/542
499
Bkz. Hakim, Müstedrek, 3/6 (4267). Yıllar sonra bu durumu anlatırken Esma,
aslında o gün için babasından geriye kalan malolmadığını, sadece dedesini
teskin etmek için böyle bir yola başvurduğunu ifade edecektir. Bkz. İbn Hişam,
Sire, 3/15
531
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Müdlicoğulları arasından birisi gelmişti ve köy meydanında
oturanlara, Mekkelilerin başına yüzer deve ödül koydukları iki yolcuyu
gördüğünü söylüyordu. Başlarına talih kuşu konmuşçasına gözleri dört açılmış ve
Siiraka İbn Malik'e yönelmişlerdi. Yolcuları gören adam da, meseleyi kime söylemesi
gerektiğini anlamış ve onun yanına gelmişti:
-
Ey Sürükal Biraz önce sahilde yürüyen bir karartı gördüm. Sanırım onlar,
Muhammed ve arkadaşı!
Siiraka da öyle tahmin ediyordu; gelen bu haber, tahminini
güçlendirmiş ve artık tereddüdü kalmamıştı. Ancak, böyle bir mesele, öyle ulu
orta herkesin arasında konuşulmazdı. Onun için renk vermek istemiyordu ve:
- Onlar, sandığın gibi o adamlar olamaz! Senin gördüklerini
ben de az önce gördüm; onlar falan ve filan adamlar, dedi. Onun bu yaklaşımıyla
birlikte, yüzer tane deveyi alıp da bundan sonra zengin yaşama adına kurulan
hayaller bir anda sönüvermişti. Meseleyi çaktırmamak için de, istifini bozmadan
oturmaya devam etti bir müddet daha.
Artık hava değişmiş ve konu bir başka alana kayarak
yolcular unutulmuştu. Süraka yerinden kalktı ve evine geldi. Hizmetçisine,
yolculuk için hemen atını hazırlamasını ve falan vadiye gidip de kendisini
orada atla birlikte beklemesini söyledi. Ardından da, mızrağını alarak evin
arka tarafından çıktı ve hizmetçisini gönderdiği vadiye doğru yöneldi. İşte
şimdi, herkesi atlatmıştı, vadedilen develere tek başına konmak istiyordu. Ve
çok geçmeden hizmetçisiyle atının olduğu yere gelmiş, sessizce bir yolculuğa
başlıyordu.
Öte yandan, Sevr'den aynIalı üç gün olmuştu. Mukaddes
göçün kutlu yolcuları, hiç beklemedikleri bir anda arkalarından bir toz
bulutunun hızla kendilerine yaklaştığını gördüler. Ebu Bekir'de, Sevr'deki
duyduğu telaş vardı. Bu sefer, ne sığınacak bir mağara ne de müdafaa edecek
ellerinde bir imkan vardı:
532
Mukaddes Göç
- Ya Resülallahl Peşimizdeki
adam yetişrnek üzere! Aynı temkin ve tevekkül ile çağlıyordu:
- Mahzun olma! Allah
bizimle beraberdir.
Tabii ki, vazifesini ifa ile gelen birine, kim ne
düşünürse düşünsün kötülük yapamayacaklardı ve onlar için ilahi inayet,
sığınılabilecek en emin yerdi. Ancak, Ebu Bekir' deki telaş artmış ve sebepler
açısından sona geldiklerini düşünerek göz yaşı döküyordu. Onun bu halini
müşahede eden Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve sellem) sordu:
- Niye ağlıyorsun
sen? "
- ValIahi de kendime
değil; Size bir zararı dokunacağın-
dan dolayı ağlıyorum
ya Resülallah, diyordu.
İyice yaklaştığında, gelenin Siirôka olduğu
anlaşılmıştı, Hz. Ebu Bekir'de aynı endişe ve telaş devam ededursun, önce
arkasını dönüp dikkatlice Sürükaya baktı Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern). Belli ki, gözleriyle esir alıp tesirsiz hale getirmek istiyordu;
hasım olarak arkasına düşen Süraka'yı, adeta nazanyla tutacak ve yere çalıp 'tuş'
edecekti.
Bir
de, ilahi dergaha yöneliş vardı ortada. Allah Resülü'nün dudaklan hareket
ediyordu; belli ki, duaya durmuş:
- Allah'ım! Şu gelen konusunda bize, dilediğin gibi destek
olup güç ver, diyor ve bir taraftan da gelen Süraka'ya nazar ediyordu.
Peygamberi nazarın kendisine ilişmesiyle birlikte, hem
de hiç beklenmedik bir anda Süraka'yı taşıyan atın ayaklan kumlara
saplanıverdi. Metrelerce ileriye savrulmuş ve bulunduğu yerden bir toz bulutu
yükselmişti semaya!
O, önce bunun bir kaza olduğunu düşündü. Ancak, öyle
kazaya benzer yanı yoktu. Sebepler açısından, böyle bir sonuçla karşılaşmasını
gerektiren bir husus göremiyordu. Acaba anlatılanlar doğru muydu?
Muhammedü'l-Emin, bir peygamber miydi gerçekten? Ya doğruysa? Bir müddet
zihninde alıp verdi
533
Efendimiz (s a l l a
l la h u a l e y h
i ve sellem)
bütün bunlan. Başka
çıkış yolu gözükmüyordu ve yalvaran bakışlarla süzmeye başladı İnsanlığın
Ernini'ni. Aynı zamanda:
-
Benim için Allah'a dua et de buradan kurtulayım, diyor ve ekliyordu:
-
Söz, kurtulur kurtulmaz da Senin peşini bırakıp, takipten vazgeçeceğim!
O
(sallallahu aleyhi ve sellem), peygamberdi; kendisine bir talep gelir de hiç
boş çevirir miydi? Velev ki talep eden, can düşmanı bile olsa!
Sanki
hiçbir şeyolmamış gibi kurtuldu Siiraka. Başlanna konulan mükafatın büyüklüğü
duygulannı esir almış gibi görünüyordu ve toparlanır toparlanmaz yeniden atına
binip mahmuzlamak istedi. Yine aynı nazarlar vardı üzerinde ve atın ön ayaklan
tekrar saplanmıştı kumlara. Devasa bir toz bulutu yükselmişti düştüğü yerden.
Büyük bir şok geçiriyordu; hiç sebep yokken atın ayaklan, öncekinden daha
derine dalmıştı ve bir türlü çıkaramıyordu!
Olanlara
bir mana veremiyordu ... Bunca yıldır buralarda at koşturuyordu; ama ilk defa
böyle bir olayla karşı karşıya kalmıştı. Yok. .. Yok. .. Ebu Cehil değil, belki de Ebu Bekir haklıydı. Öyleyse, ilam inayet
altında yoluna ram olan bu insanlara kötülük yapmaya çalışmak beyhüdeydi. Bu
sefer, yürekten sesleniyordu:
-
Ya Muhammed! Anladım ki, bu başıma gelenler, Senin duan sebebiyledir. Benim
falan yerde develerim var; onlardan istediğini al, ama ne olur, bir kez daha
dua et ki buradan kurtulayım. Söz, bir daha tövbeler olsun ki, kesinlikle
peşini bırakacağım. Önce:
-
Develerine benim ihtiyacım yok, diye cevapladı Allah Resülü (sallallahu aleyhi
ve sellem), Ardından da, kurtulması için duada bulundu. Süraka, atıyla birlikte
yeniden ayaktaydı.s?"
500 Bkz. İsbahani,
Delail, 1/62
534
Mukaddes Göç
Toz-toprak içinde yerden kalkarken, kim bilir ruh dünyasında
neler alıp verdi ki, ayaklannın üstüne doğrulduğunda halindeki değişikliği
sezmek zor değildi artık. Hz. Ebü Bekir, gelişmeleri hayret ve dehşetle
seyrediyor; Resülü Kibriya'nın bir kez daha korunmasına şahit olmanınhazzıyla
Rabbine hamd ediyordu. Zira, Süraka da, tökezleyen atının ardından Allah
Resülü'nün önünde diz çökmek üzereydi. Üzerine teslimiyetin boyası sinmiş,
usul usul huzura geliyordu. "Sen de mi?" dereesine mana yüklü nebevi
bakışlara:
- Evet, ben de ya Resülallah, diye mukabelede bulundu
önce. Ardından da, söz verdi O'na; geri dönecek ve arkadan gelen bütün
düşmanlannı başka istikamete sevk edecekti.s'" Ne de olsa, herkes, kendi
alanında fedakarlık ve feragatte bulunmalı ve ihtiyaç olduğu yerde Hak adına
maharetini ortaya koymalıydı. Artık O da, Allah yoluna ram olmuş, Resül-i
Kibriya'nın biricik miidafilerindendi. Arkasından şu müjdeyi yetiştirdi
Efendiler Efendisi:
-
Kisra'nın iki bilekliğine malik olacağın gün, nasıl olursun acaba ey
Süraka!S02
Kurtuluşu karşılığında herhangi bir bedel ödemediği
gibi aynı zamanda İslam'la şereflenmiş, şimdi de istikballe ilgili bir müjdeye
nail oluyordu. Bu, o günkü en büyük iki devletten birinin yakın zamanda dize
geleceği ve gücü temsil eden kralın bilekliklerine de, Siirftka'nın sahip
olacağı manasma geliyordu. Önce inanamadı ve:
-
Hürmüz'ün oğlu Kisra mı, diye sordu telaşla. Efendimiz:
- Evet, diyordu.
Aynı zamanda bu, Siiraka başta olmak üzere bütün ümmetine,
yeni bir hedef koyma anlamına geliyordu. Öldürme
SOl Bkz. Sahilıu
Müslim, 4/2309 (2009); Mübarekfüri, er-Rahiku'l-Mahtfim, s. 159 S02 İbn
Abdilberr, el-İstiab, 2/581 (916)
535
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
niyetiyle
takibine başladığı insanın dizinin dibinde İslam'la şereflenen Süraka da, elinde
Efendimiz'in yazdırdığı ferman ve ödevini de almış bir vaziyette artık Mekke'ye
dönüyordu.503 Az öncesine kadar Efendimiz'in ölümüne niyet eden bu
insan, huzurdaki anlık insibağın bir kahramanı olarak öyle bir tavır ortaya
koyacaktı ki artık, Efendimiz'i takip eden diğer insanlan da geri çevirecek ve
geldiği istikamette, yakalanacak kimsenin olmadığını anlatacaktı.
Yol
boyunca Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh), Efendimiz' e en küçük bir
rahatsızlığın ilişmemesi için azami gayret sarfediyor ve O'nun rahat etmesi
için her şeyini ortaya koyuyordu. Mola vermek istediklerinde, Efendimiz'in
altında gölgelenebileceği bir ağaç arayıp buluyor, Efendimiz istirahat ederken
de yiyecek ve içecek tedariki için koşturuyordu.e?!
Bazen,
Hz. Ebu Bekir'in karşısına, ticaretle uğraştığı günlerden bir tanıdığı çıkıyor
ve yanındaki adamın kim olduğunu soruyordu. Tereddütsüz:
-
Bu, bana yolun doğrusunu öğreten adamdır, diyor ve meseleyi, iki türlü de
anlaşılabilecek bir metotla anlatmaya çalışıyordu. Bununla o, hem yalan beyanda
bulunmamış olu-
503
Bkz. İbn Hişarn, Sire, 3/16 vd. Kadı İyaz, Şifa, 1/687. Aradan yıllar geçecek
ve Hz. Ömer'in hilafeti zamanında bu haber de gerçekleşecektir. İran'ı dize getiren
Hz. Ömer, Kisra'nın bilekliklerini alacak ve Siiraka'ya getirerek yüksek sesle
şunlan söyleyecektir:
-
Ellerini kaldır ve şöyle de: "Allahü Ekber! Bunlan, 'Ben, insanların
Rabbiyim.' diye büyüklük taslayan dirayetli Hürmüzoğlu Kisra'dan selbedip
de, Arap çöllerindeki Müdlicoğullanndan Siiraka'ya giydiren Allah'a hamd 01sun!"
Bkz. İbn Esir, Üsiidii'l-Ğabe, 2/414; Sünenü'I-Beyhaki,6/357(ı2812)
504 Bu yolculuk esnasında genelde süt
içmiş ve yiyecek ihtiyaçlannı hep, yanlarına uğradıklan çobanlardan tedarik
ettikleri bu sütlerle gidermişlerdi. Bkz. Buhari, Sahih, 3/1419 (3692)
536
Mukaddes Göç
yor hem de sözün
doğrusunu söyleyerek meselenin içinden kolaylıkla çıkıyordu.s's
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ise, her türlü
ortamı, iman adına değerlendirmek istiyordu ve yolda giderken karşılaştığı
herkesle konuşuyor ve herkese Rabbini anlatıyordu. Yeri geliyor bir çobanla
konuşuyor; bazen de yiyecek istedikleri kişilerle oturup onlara Allah'ı
anlatıyordu. Bu esnada O'na, Allah'm ekstradan lütuflan sağanak olup yağıyor ve
beraberindekiler de, art arda art arda mucizelere şahit oluyordu. Belki de bu
hareketleriyle Allah Resülü (sallallabu aleyhi ve sellern), hangi şartta ve
nerede olursa olsun bir mü'minin, Rabbini anlatma adına mutlaka bir çıkış yolu
bulması gerektiğini gösteriyor; zindanlan bile saraylara çevirecek bir ruhi
dönüşümün örneklerini ortaya koyuyordu.
Bu arada, koyunlannı otlatan bir çoban, Efendimiz'le
birlikte Hz. Ebu Bekir'in Medine'ye doğru gidişIerini görmüş ve gelip de
durumu Mekke halkına haber vermek istemişti. Ancak, bir çırpıda Mekke'ye
geldiği halde, niçin buraya geldiğini bir türlü hatırlayamıyordu. Hatırlamak
için uzun zaman bekledi; ama belli ki olmayacaktı ve o da, yeniden koyunlannın
yanına geri döndü.506
Yol
boyunca giderken yine bir çobana rastlamışlar ve ondan süt istemişlerdi. Adam:
- Benim yanımda, kışın başlangıcında hamile kalan şu
oğlaktan başka sağılacak koyun yok! Onun da düşük yaptığı için sütü kesildi,
cevabını veriyordu. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh),Efendimiz'e
döndü ve:
- Bunun için dua eder
misiniz ya Resülallah, dedi. Allah
505 Bkz. Buhari,
Sahih, 3/1433 (3699) 506 Kadı İyaz, Şifa, 1/688
537
Efendimiz (sallallahu
a l e y h i ve sellem)
Resülü
(sallallalıu aleyhi ve sellern), can yoldaşının gönlünü kırmayacaktı ve dua
etmeye başladı. Bu arada oğlak, Hz. Ebu Bekir'in delaletiyle yakalanmış ve
Efendimiz'in önüne getirilmişti. Mübarek elleriyle memelerini sıvazlamaya
başladı; bir taraftan da dua ediyordu. Memeler, daha oracıkta süt dolmaya
başlayıvermişti.
Hz.
Ebu Bekir (radıyallalıu anh), hemen gitmiş ve bir kap getirmiş; memelere
yürüyen sütü sağmaya durmuştu bile ... Oğlağı sağıp çıkan sütü içmeye başlayınca,
o ana kadar olup bitenleri seyreden çobanın dili çözülecek ve:
-
Allah'a yemin olsun, Sen de kimsin? Vallahi de, bugüne kadar Senin gibisini hiç
görmedim, diyecekti. Efendiler Efendisi, adama yaklaştı ve:
-
Kim olduğumu sana söylersem, başkasına anlatmayacağına söz verir misin, dedi.
Adam:
- Evet, diyordu.
- Ben, Allah'ın
Resülü Muhammed'im, buyurdu. Bir anda
adamın gözleri
büyümüş, yerinden fırlayacak gibi olmuştu:
-
Yani Sen, Kureyş'in sabi sandığı şu adam mısın, diyordu hayretle ...
-
Onlar öyle diyorlar, diye ilave etti Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern). Bu, onlann yakıştırdıklan bir ifadeydi. Kısa süren bu diyaloğun
meyvesi kendini orada göstermeye başlayıverdi:
-
Ben şehadet ederim ki Sen, Nebi'sin; yine şehadet ederim ki Senin getirdiğin
Hak'tır. Çünkü, şu Senin yaptıklanm ancak bir Nebi yapabilir; ben de Sana tabi
oluyorum!
Adamın
bu kadar kısa sürede imanla tamşması ve imanla tamşırken de böyle
heyecanlanması, Efendimiz'in dikkatini çekmiş ve ona nasihat etme lüzumunu
hissetmişti. Çünkü bugün, henüz bu heyecanı kaldıracak bir gün değildi. Onun
için buyurdular ki:
Mukaddes Göç
-
Bugün sen, buna güç yetiremezsin! En iyisi sen, bizim işimizin ne zaman etrafta
yayıldığını duyarsan o zaman Bize gel! 507
Ümmü
Ma'bed, yaşlı ve iri yapılı bir kadındı; Huzaaoğullan yurdunda bulunan
çadınnın önünde oturur ve yoldan geçenlere yemek ikram ederdi. Efendiler
Efendisi ve yol arkadaşlannın yolu da buradan geçiyordu. Yaklaşık yüz otuz
kilometre mesafe aldıktan sonra onun çadınnın bulunduğu yere gelmişlerdi ve
Ümmü Ma'bed'den, satın almak için yiyecek bir şeyler istediler. Ancak, olacak
ya, o gün için kadının yanında satın alınabilecek bir şey yoktu; zira, uzun
zamandır yağmur yağmamış ve bu sebeple de yeşillikler kuruyup yok olmuştu,
büyük bir kıtlık yaşıyorlardı.
Bu
arada Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), çadınn kenannda duran koyunu
göstererek:
-
Ey Ümmü Ma'bed! Şu koyunun hali ne, burada niye duruyor, diye sordu.
-
Açlıktan takati kalmadığı için sürüyle birlikte gidemedi zavallı, diyordu
acıyarak.
-
Onun sütü var mıdır, diye ikinci kez sordu Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern).
-
O, ayakta zor duruyor; sütü nasıl olsun, diye garipsiyordu kadın. Bunun
üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem):
-
Onu sağmama izin verir misin, dedi. İnıkansızı istiyordu. Derisi sırtına
yapışmış ve gününün çoğunu yatarak geçiren bir koyundan hiç süt çıkar mıydı?
Onun için:
-
Anam-babam Sana kurban olsun; şayet onda bir damla süt bulabilirsen sağ tabii
ki, diyordu, gülerek!
507 Hakim, Müstedrek,
3/8, 9 (4273)
539
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Efendimiz
(sallallalıu aleyhi ve sellern), artık koyunun sahibinden de izin de almış;
yanına giderek dua etmeye başlamıştı. Allah'ın adını veriyor ve sütsüz memelere
süt vermesi için Rabbine yalvanyor, bunu yaparken bir taraftan da, büzüşen
memelerini sıvazlıyordu. Bu arada Ümmü Mabed, beyhüde çaba olarak gördüğü bu
hareketlere bir anlam verememesine rağmen olacaklan uzaktan seyrediyordu.
Birdenbire,
koyun canlanmaya başlamış ve ayağa kalkmıştı; o da ne, memeler süt doluyordu!
Bunu gören Efendimiz de, hemen bir kap istemiş ve süt taşan memeleri mübarek elleriyle
tutarak bu kaba sütü sağmaya başlamıştı. Sanki, az önceki o kuru memeler,
bitip tükenme bilmeyen bir süt pınanna bağlanmıştı ve onlardan bol süt
geliyordu.
Kovadaki
sütten, önce şaşkın bakışlarla meseleyi çözmeye çalışan Ü mmü Ma'bed' e takdim
etti Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve sellern). Belki de, gördüklerinin
birer hayal değil, gerçeğin ta kendisi olduğunu göstermek istiyordu. Aldı ve
kana kana içti Ümmü Ma'bed. Ardından, aylardır kannlan doymayan çoluk-çocuğuna
da verdi ve onlar da içtiler doyuncaya kadar. Evdeki en son kişi de içip süte
doyunca Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), sağma işine yeniden döndü ve
kovayı dolduruncaya kadar da devam etti bu işleme.
Artık
herkes doymuş ve üstüne üstlük bir kova süt de artmıştı. Vakit, aynlık
vaktiydi. Aslında onun gibi birisine başka bir şeyanlatmaya gerek yoktu. Kısa
bir davetin ardından Ümmü Ma'bed, oracıkta Müslüman oluverdi.
Akşam
olup da kocası Ebü Ma'bed,
bütün gün otlatmaya çalıştığı halde bir türlü kannlannı doyuramadığı koyunlanyla
birlikte eve gelince, kovadaki sütü görecek ve:
-
Ey Ümmü Ma'bed! Bu süt dolu kova da neyin nesi? Koyunlar burada değildi; kaldı
ki, burada olsalar da hiçbirinde süt yok, diyecekti.
540
•
M ukaddes Göç
Gözü
önünde yaşanılanlara şahit olan büyük kadın, tane tane konuşuyordu ve:
- Allah'a yemin olsun ki bugün, buraya çok mübarek birileri
geldiler, diye başladı ve yaşadıklannı anlattı teker teker ... Ebu Ma'bed de
heyecanlanmıştı:
- Bana biraz tarif edebilir misin, diyordu. Belli ki,
bir yerlerle bağlantı kurmuştu. Efendimiz'in fotoğrafını çekmişçesine
anlatmaya başladı Ümmü Ma'bed:
- Nuryüzlü bir adamdı; güzel ve parlak biryüzü vardı.
Yaratılışı güzel ve şekil itibariyle de vücudu düzdü, Ne göbeği öne çıkmış ve
karnı büyümüştü ne de başı küçük ve kusurluydu; orta büyüklükte, güzel mi güzel
ve mutedil bir vücut yapısı vardı. Gözleri siyah, göz kenarlan da uzundu.
Sesinde kadife gibi bir yumuşaklık vardı. Omuzlan geniş, sakalı da sıktı.
Kaşlan, uzaktan dikkat çekecek kadar belirgin duruyordu. Süküt buyurduğunda
üzerinde bir vakar, konuştuğunda ise meslisinde insibağ hakimdi; Allah'ın adını
anarak konuşmasına başlıyor ve hep O'nu yücelterek devam ediyordu. Uzaktan
bakıldığında, insanlann en güzel ve alımlısıydı; yakınına yaklaşıldığında ise
cemal ve ihsanın kemalini temsil ediyordu. Konuşmalan, tane tane ve kulak
tırmalamayacak şekilde, ne az ne de çoktu. Mantığı, şiir gibi akıp gidiyordu.
Ne, herkesten üstte kalacak kadar çok uzun boylu ne de insanlar arasında
seçilmeyecek kadar kısa idi; görünüş itibariyle sanki O, iki dal arasında
duran üçüncü bir dal gibiydi. Üç kişi arasında altın gibi parlıyordu ve görünüş
itibariyle onlann en güzeli idi. Arkadaşlan, etrafında pervane gibi dönüyorlar;
bir beyanı olduğunda ona kulak veriyor, O'ndan bir emir sudür edince de
koşarak bu emrini yerine getiriyorlardı. Etrafında dört dönüyor ve her arzusunu
yerine getirmek için de, hiçbir isteksizlik emaresi göstermeden ve gönülden
isteyerek koşturuyor, adeta birbirleriyle yanşıyorlardı.
Ebü Ma'bed'in gözleri dört açılmış, sanki yuvasından çıkacak
gibi olmuştu; meğer evde yokken hanesine saadet gü-
541
Efendimiz Csallallahu
aleyhi ve s e l l e m )
neşi
gelip konmuş da haberi yoktu. Sanki oturup Efendimiz'in fotoğrafım çekrnişçesine
bunlan anlatan ve hanesine teşrif eden misafirini bu kadar tafsille ve detaylı
bir tarifle kendisine aktaran hammına heyecanla önce:
-
Vanahi de bu, şu bize bahsedilen Kureyş'in adamı olmasın, dedi ve arkasından
da şunlan söylemeye başladı:
-
Ne kadar isterdim, ben de O'na yetişeyim ve O'nunla arkadaş olayım! Şayet bir
gün buna muktedir olursam, Mekke' de duracak ve avazım çıktığı kadar bağınp
dünyaya O'nun faziletini anlatacağım! Önemli değil; insanlar bu sesin nereden
geldiğini bilmesinler. Çünkü, önemli olan sesin sahibi değil, sesin
anlattıklandır.
Bunu
dedikten sonra Ebu Ma'bed duracak ve duygulanm şiirin kalıplanna dökerek
Efendimiz'i anlatmaya başlayacaktı.
Çok
geçmeden de, Kaba'de yankılanan bir ses duyulacaktı; bu ses, Ümmü Ma'bed'in
çadınna uğrayan iki arkadaştan bahsediyor ve onlann, bu çadıra nasıl bir
bereket getirdiklerini anlatarak Ümmü Ma'bed'in nasıl Müslüman olduğundan
bahsediyordu. Bütün dikkatler, bu iki arkadaşın kimliğine çevrilmişti; adam,
Muhammed ve Ebu Bekir diyor ve memeleri kurumuş koyunlanmn nasıl süt verdiğini
nazara vererek bu iki ismin faziletini öve öve bitirerniyordu.s'"
Hz.
Ebu Bekir'in kızı Hz. Esmii, haberi alır almaz bir çırpı da bu sesin
geldiği yere gitti. Zira, o ana kadar ne Efendimiz'den ne de babası Hz. Ebu
Bekir'den bir haber alabilmişlerdi; sadece Mekke'den çıktıklanm biliyorlar,
ama nereye gittiklerini ve bu yolculuk esnasında başlarına nelerin geldiğini
bilmiyorlardı. Bu adamın sözlerine kulak verdikten sonra anlamışlardı ki,
Efendiler Efendisi ve sadık yari Hz. Ebu Bekir, Medine istikametinde yol
alıyorlardı.s''?
508 Bkz. Hakim,
Müstedrek, 3/10; Mahmüd el-Mısri, Siratii'r-Resül, s. zoz vd, 509 Bkz.
Mübarekfüri, er-Rahiku'l-Mahtüm, s. 159
542
Mukaddes Göç
Yolculuk
sırasında, yaklaşık seksen hanelik bir köyün yakınından geçerken burada, başka
birisiyle daha karşılaşmış-
. \
lardı. Büreyde ıbn Huseyb adındaki
bu zata önce Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve
sellem) sordu:
- Sen kimsin?
- Ben Büreyde'yim,
diye cevaplamıştı. Bunun üzerine te-
bessüm etmeye
başlayan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), Hz. Ebu Bekir'e döndü ve:
-
Ya Eba Bekir! İşimiz berd ii selama
ulaşıp sulha erdi, iltifatında bulundu. Yine sordu:
- Peki, nerelisin?
- Eslem' denim,
diyordu. Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sel-
lem), yeniden sadık
yarine döndü:
- Artık esenlik ve silme ulaştık demektir, dedi. Belli
ki, aldığı cevaplardan tefe'ülde bulunuyor ve kulağına gelen sese paralel
yorumlar yapıyordu. Belki de, bu kadar zorluklarla başlayıp sıkıntılarla devam
eden yolculuğun yorgunluğunu, latifelerin enginliğinde yumuşatmak istiyor;
böylelikle yol arkadaşlanna da tebessüm ettirrnek istiyordu. Yine Büreyde'ye
döndü ve:
- Peki, kimlerdensin,
diye bir kez daha sordu. Büreyde:
- Sehmoğullanndanım,
cevabını vermişti. Mübarek yüz-
lerini yeniden yol
arkadaşına çevirdi ve:
- Artık ok yaydan çıktı ve hedefini buldu, buyurdu.
Anlaşılan, tesadüf e yerin olmadığı bir dünyada Efendimiz (sallallalıu aleyhi
ve sellern), Allah'ın (celle celaluhü) karşısına çıkardığı böyle bir tabloyu
değerlendiriyor, eşyanın perde arkasından kendisine sunulan mesajlan alıyor ve
bu bilgileri de, latife yollu bir üslupla Hz. Ebu Bekir'le paylaşıyordu.e'?
S10 Bkz. İbn
Abdi'I-BeIT, İstidb, ı/ı85, ı86
543
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Sonra
da, oturup uzun uzun konuştular; kendisiyle böyle latifeli şekilde konuşan
kişiyi merak etmişti Büreyde. Onun için sordu:
- Peki, Sen kimsin?
- Abdullah'ın oğlu ve
Allah'ın Resülü Muhammed, bu-
yurdu Efendiler
Efendisi.
Evet,
bu kadar duruluk ve duruştaki ululuk, ancak bir Nebi'de olabilirdi. Bir anda
tavn değişivermişti; meğer, aradığı kısrnet ayağına gelmişti de haberi yoktu.
İçinden gelerek:
-
Eşhedü en la ilôhe iHallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhü ve Resülüh, dedi.
Artık
Büreyde, Müslüman olmuştu; ancak o, bu yolda yalnız değildi. Çok geçmeden
kendi kabilesinden onunla birlikte olan herkes, onun tercih ettiği bu yeni
dini kabullenecek, hiçbir baskı ve zorlukla karşılaşmadan gelip teslim
olacaktı. Hamd makamında şunları söylüyordu:
-
Hiç zorlanmadan ve sadece itaat düşüncesinden hareketle, Sehmoğullarından
gelip de Müslüman olanlardan dolayı Allah'a hamd olsun!
Ve,
kabilesinden Müslüman olanlarla birlikte, Habib-i Zişan Hazretlerinin arkasında
saf tutup yatsı namazını kılacak; böylelikle, Mekke' de yaşanan nedrete inat,
daha Medine yolunda nasıl bir ikramla karşılaştıklarını fiilen göstermiş olacaktı.
Sabah
erkenden koşarak huzura gelen Hz. Büreyde, coşmuş ve bu coşkusunu ifade
sadedinde Habib-i Ekrem'e şunları söylüyordu:
-
Ya Resfılallah! Senin gibi birisi, Medine'ye girerken yanında sancaktarsız
olmamalı!
Daha
bunu söylerken, bir taraftan da sarığını çözmüş ve mızrağına bağlamaya
başlamıştı bile. Böyle, gönülden gelen bir tepkiye karşı Efendimiz (sallallabu
aleyhi ve sellem) de sesini çı-
544
Mukaddes Göç
karmayacak ve artık
Hz. Büreyde, Medine'ye gelinceye kadar Allah Resülü'nün önünde
yürüyecekti.s"
Are denilen
yerden geçen yolları, artık Kuba'ya yaklaşmıştı; meşakkatli yolculuk son
bulmak üzereydi. Ancak, bindikleri develer yorulmuş; adımlan bir hayli
yavaşlamıştı. Bu sebeple, Hz. Ebu Bekir'le Efendimiz aynı deveye binip; yorulan
deveyi dinlendirmek maksadıyla yollanna öylece devam ediyorlardı.
Cuhfe ve
Herşii arasında, Ebu Evs Temim İbn Hacer adında birisiyle
karşılaştılar. Onlann bu halini gören Evs, hemen bir deve tahsis etti. Yanlanna
da Mes'üd adındaki kölesini veriyor ve bu kutlu yolculan sağ-salim Medine'ye
ulaştırması için tembih üstüne tembihlerde bulunuyor ve:
- Bunlarla birlikte
git ve kimsenin bilmediği şu yolu tut!
Ve sakın, Medine'ye
ulaşıncaya kadar onlardan ayrılma, diyordu.512
Ri'm denilen yere geldiklerinde ise,
tanıdık bir sima ile
511
Beyhaki. Delail, 2/221; İbnü'l-Esir, Üsüdü'l-Ğabe, 1/209; Mübarekfüri, erRahiku'l-Mahtüm,
160. Hz. Büreyde, Müslüman olduktan sonra Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellem) onu, Eslem ve Gıfar kabilelerine göndermiş ve o da Uhud sonrasında
Efendimiz'in yanına gelmişti. Çok geçmeden, onun gayretleriyle köy halkının
hepsi de Müslüman olacaktı. Efendimiz'in vefatından sonra bir müddet daha
Medine' de ikarnet eden Hz. Büreyde, daha sonralan Horasan taraflanna gelerek
Yezid İbn Muaviye zamanında Merv'de vefat etmiştir. Bkz. İbn Sa'd, Tabakat.
4/242
512
Daha sonra da Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), köle Mes'üd'u deve ile
birlikte geri gönderecek; bundan böyle de develerine nasıl bir işaret koymalan
gerektiğini tarif edecekti. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine'ye
ulaştıktan sonra Müslüman olan EbU Evs'in, aynı zamanda başka bir görevi daha
vardı; Uhud Savaşı öncesinde Mekke'den kopup gelen müşrik ordusunun gelişini,
yine aynı Mes'üd'u yürüyerek Medine'ye göndererek Efendimiz'e haber verecek ve
böylelikle önemli bir istihbarat görevini yerine getirecekti. Bkz. İbnü'l-Esir,
Usüdii'l-Ğabe, 1/173; İbn Hacer, İsabe, 1/157
545
Efendimiz (sallallalıu
aleylıi ve sellem)
karşılaşacaklardı.
Bunlar, Şam cihetinde ticaret için gidip de geri gelen Zübeyr İbn Avvdm ve
arkadaşlan idi. Her iki taraf da sürür yaşıyordu; zira Hz. Zübeyr, Efendimiz'in
hala oğlu oluyordu. Mukaddes göçün yolculan üzerinde gördükleri yol
yorgunluğunu dindirecek bir hasret giderıneydi bu aynı zamanda. Hz. Zübeyr,
hem Hz. Ebu Bekir hem de Efendimiz için hazırladığı birer beyaz elbise çıkarmış
ve giymeleri için kendilerine takdim etmiştiP3
Bu arada Medine, büyük bir heyecan yaşıyor ve bir an
önce Efendimiz'in gelmesini iştiyakla bekliyordu. Bunun için, ilk karşılama
yeri olan Harra denilen yerde bir araya geliyor ve iştiyak dolu gözlerle
yollan süzüyorlardı. Bu bölgenin genel adı, Kuba'ydı.
Mekke' den çıktıklan günü biliyorlardı ve bu sebeple,
Medine'ye ulaşacaklan günü de tahmin etmişler ve günün ilk ışıklanyla beraber
şehrin dışına çıkıp beklerneye durmuşlardı. Öğle sıcaklan bastınncaya kadar
bekliyor, gelişine şahit olamayınca yeniden gölgeye sığınıp ikindi vakti olunca
tekrar beklerneye duruyorlardı. Sevr'de ne kadar kaldıklannı bilemiyor ve onun
için de gecikmelerinden dolayı hüzün duyuyorlardı. Ve, bu hôl, tam üç gün
devam etti.
Nihayet takvimlerin, Rebiülevvel ayının sekizini
gösterdiği, bir pazartesi günüydü. Beklerneye başladıklan üçüncü günün öğle
vakti geldiğinde insanlar, yeniden gölgeliğe çekilmiş, öylece bekliyorlardı. Bu
arada, uzaktan bir münadinin sesi duyuldu. Sesin geldiği cihete dikkatle
baktılar; bu ses, Medineli bir Yahudi'ye aitti. Erisar ve Muhacirler için
böylesine önemli bir müjdeyi verme işini Allah (celle celaluhü), bir Yahudi'ye
nasip etmişti. Belki de bununla bir mesaj veriyordu; çünkü nüfus
513 Bkz. Buhari,
Salıilı, 3/1421 (3694)
546
Mukaddes Göç
olarak
Yahudiler, Efendimiz'in hicret ettiği Medine şehrinin çoğunluğunu
oluşturuyordu. Şöyle diyordu, heyecanla ve avazı çıktığı kadar bağıran Yahudi:
-
Ey Kayleoğullan! İşte, sizin bekleyip durduğunuz arkadaşınız geliyor!
Medine
'heyecan' olmuş, tek bir yürek gibi atıyordu. Hemen karşılamak için koşturmaya
başladılar; tekbir sesleri tehlillere kanşmış ve neşidelerle Medine, bir anda
bayram havasına bürünüvermişti. Zira, Rebiülevvel ayının ilk günü Sevr' den
başlayan ve bir hafta süren bir yolculuk, Kuba' da son buluyordu.
Bir
taraftan Medineli Ensar, silahlanna sanlmış ve herhangi bir problem
yaşanmaması için almalan gereken tedbiri de ihmal etmiyor, Harre denilen
yerde büyük bir merasimle O'nu karşılıyorlardı.s'<
Kuba'ya
teşrif buyurduklan andan itibaren insanlar, O'nu kendi evinde misafir etmek
için can atıyor; herkes kendi evine buyur ediyordu. Ancak 0, Neccaroğullarının
bulunduğu yeri tercih edecekti. Zira, aynı zamanda Neccaroğullan, Abdulmuttalib'in
akrabalanydı. Yolda giderken insanlar halkalanmış; Mekkelilerin tahammül edip
ölümüne ferman kestikleri Efendiler Efendisi'ni sinelerine basıyor ve gönülden
kucaklıyorlardı! Nur cemalini görebilmek için damlara çıkanlar, göz göze
gelebilmek için pencerelerden sarkanlar vardı!
-
Hangisi O? Hangisi 0, diye sesleniyor, görebilmek için pencerelerden
sarkıyorlardı. Dudaklardan, bir iç geçirmeyle birlikte dökülen kelime ise hep
aynıydı:
- Ya Muhammed!
- Ya Resülallah!
514 Bkz. İbn Sa'd,
Tabakat. 1/233
547
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
- Ya Muhammed!
- Ya Resülallahl
Sanki
Ensar, yılların kavurduğu kıtlıkta susuzluktan tükenmişti; Efendimiz ise
rahmet olup onların üzerine yağıyordu. Adını telaffuz ederken, hücrelerine
kadar hissettikleri, her hallerinden okunuyordu.
İnsanlar
akın etmiş, Restıl-ii Kibriya'yı görmek için oraya geliyorlardı. Yanıbaşlarına
kadar geldiği halde, koşup huzuruna O'nu görmemek olur muydu hiç? Aylarca,
hatta bazıları itibariyle yıllarca O'nun rüyalarını görmüş ve bugünü bir hayal
olarak hep düşlemişler, vuslat dualarıyla coşarak bayram neşideleriyle
coşmuşlardı. Şimdi ise O, hemencecik yanıbaşlarmdaydı.
Misafir
olarak kaldıkları yer, Külsüm İbnü'l-Hedm mahallesiydi. Ancak O (sallallahu
aleyhi ve sellern), Mekke'de olduğu gibi burada da yerinde sabit durmayacak ve
insanlara bir şeyler anlatmak için onların bulunduğu yerlere de gidecekti.
Bunun için Sa' d İbn Hayseme'nin evine gidecek ve orada bir araya gelen
gençlerle uzun uzadıya sohbet edecekti. Zira Sa' d İbn Hayseme'nin evi,
bekarların bir araya geldikleri bir mekan olarak biliniyordu. Hatta bunun için
bazı insanlar, Efendimiz'in Kuba'da kaldığı yer olarak bu şahsın evini zikretmektedirler.ö'f
Ancak,
tabii olarak, Erisar'ın bütünü, henüz Allah Resülü'nü görememişti ve bu
sebeple de hoş geldin demek için yanına gelen insanlar, gelenler
arasından hangisinin O (sallallahu aleyhi ve sellem) olduğunu kestiremiyorlardı.
Onunla ilk defa müşerref olacaklardı! Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh) ayakta
duruyor; Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ise, süküt içinde oturuyordu.
Bulundukları yere doğru yönelen insan selinin hedefi, bir anda ayakta duran Hz.
Ebu Bekir' e yönelivermişti! Fetanet
515 Bkz.
İbn Sa'd, Tabakat. 1/233
548
Mukaddes Göç
sahibi
Ebu Bekir, bu yanılgıdan dolayı büyük bir mahcubiyet yaşayacak ve Efendimiz'i
işaret edebilmek için hemen, cübbesinin bir parçasıyla O'na gölge yaparak
kimin Resülullah olduğunu fiilen işaret edecekti. Mesele şimdi anlaşılmıştı ve
artık herkes, huzur-u risalette durup Efendimiz'e "Hoş geldin ya Resiilallahl" diyordu.s"
Bu
arada, Efendimiz'in emanetlerini yerine iade eden ve her hak sahibinin hakkını
kendisine teslim eden Hz. Ali de, yanında ilklerden Suheyb İbn Sinan olduğu
halde,517 üç gün sonra Mekke'den hicret yoluna girmişti ve yaya
olarak girdiği yol sonucunda bugün Kuba'da, Mekke'de ayrılmak zorunda kaldığı
Efendimiz ve Hz. Ebu Bekir'e yeniden kavuşuyordu.s'" Tehlikelerden
kurtulmak için de geceleri yol almaya gayret gösteren Hz. Ali'nin ayaklan
yara-bere içinde kalmış ve yürümekten şişmişti. O'nun bu halini görünce Allah
Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), önce kollarını açıp onu kucaklayacak ve
kendini tutamayıp merhamet duygularıyla gözyaşı dökecekti. Daha sonra da,
ayağındaki yaraların üzerine hafifçe tükürüğünii sürecek ve ardından dua
ederek tedavisine yönelik tavsiyelerde bulunacaktı. Çok geçmeden Hz. Ali'nin
ayaklanndaki bütün ağrılar geçecek ve bir anda bütün sıkıntılan son buluverecekti.e'?
Efendiler
Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh), Kuba'
da dört gün520 konaklayacaklar ve bu süre içinde burada, bir de
mescid inşa edeceklerdi. Daha sonralan hep 'Kuba Mescidi'diye anılacak
olan bu mescid, aynı zamanda İslam' daki ilk mescid olma özelliğine sahip
olacaktı.
516 Bkz. İbn Hişarn,
Sire, 3/20; Mahmud el-Mısri, Slratü'r-Resül, s. 211 517 Bkz. İbnii'l-Esir,
Üsüdü'l-Öabe, 2/460
518 Bkz. İbn Hişam,
Sire, 3/21, Mübarekfüri, er-Rahiku'l-Mahtüm, s. 161 519 Bkz. Halebi, Sire, 2/233
520
Efendimiz'in Kuba' da kaldığı gün sayısı hakkında, on dört veya on gece şeklinde
farklı rivayetler de bulunmaktadır.
549
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Cuma
günü gelip çatınca da Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), insanlan bu
mescidde bir araya getirecek ve onlara ilk defa Cuma namazını kıldıracaktı.v'
İlk Hutbe
Kuba'ya
kurulan minbere İnsanlığın Hatibi çıkmış, ümmetine seslenmek üzereydi. Aynı
zamanda bu, O'nun Medine' deki ilk hutbesiydi. Önce Rabbine hamdetti; layık
olduğu şekilde O'nu bütün noksanlıklardan tenzih ediyor ve ardından da, övgü
dolu cümlelerle Allah'ı sena ediyordu. Ardından, cemaate yöneldi ve şunlan
söyledi:
-
Ey insanlar! Kendiniz için, ahiretiniz adına istikbalinize yatırım yapın; yann
bunlann hepsini görüp bileceksiniz! Allah'a yemin olsun ki, sizden biri yann
aklı başına gelip de koyunlannı çobansız olarak yalnız bıraktığında, Rabbiyle
baş başa kalacak; arada hiçbir tercüman veya perde olmadan Allah (celle
celaluhü), ona soracak:
- Sana peygamberim
gelip de tebliğde bulunmadı mı?
Ben de sana, bu kadar
mal verip de onlan önünde yığmadım mı? Peki, öyleyse sen, bugün için ne yatırım
yaptın?
Bu
hitaba muhatap olan insan, önce sağ ve soluna bakar; tutunabilecek hiçbir dal
bulamaz! Sonra önüne bakar; bütün dehşetiyle birlikte önünde cehennem
durmaktadır! Sizden her kim, yanm hurma dahi olsa cehennemden kendini sakındırabiliyorsa
bunu mutlaka yapsın! Şayet, bunu da bulamıyorsa, en azından güzel söz söylesin!
Çünkü burada her bir iyilik, en az on kat olarak karşılık görür ki bu, yedi
yüzkata kadar çıkabilmektedir.
Allah'ın rahmet ve
bereketi üzerinize olsun!
52ı Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sellern), hicret
edip de buraya gelinceye kadar Cuma namazlannı, Salim Mevla Ebi Huzeyfe
kıldırmıştı; çünkü o gün, aralannda Kur'an'ı en iyi bilen o idi. Bkz. Kurtubi,
Tefsir, 1/392
550
Mukaddes Göç
Bu
hitabet, hutbenin ilk bölümünü oluşturuyordu ve minbere kısa bir müddet oturup
ayağa kalkanAllah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), şöyle devam etti:
-
Şüphesiz ki hamd, Allah içindir; Ben de O'na hamd eder ve yine yardımı da
O'ndan dilenirim. Nefislerimizin şerrinden O'na sığınır, amellerimizin kötü
olanlarından da yine O'nun rahmetine iltica ederiz. Şüphe yok ki, Allah'ın
hidayet verdiğini dalmete ulaştıracak yoktur; dalalette ısrar edip de artık
kalbine mühür vurulanı da hidayette tutmaya kimse güç yetiremez!
Ben
şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur; O tektir ve şeriki yoktur.
Sözün en güzeli, Allah'ın kitabıdır! Şüphesiz ki her kime Allah (sallallahu
aleyhi ve sellern), küfürden sonra iman iklimini nasip etmiş; kalbini iman
nuruyla tezyin edip de, insanların alımlı sözleri yerine Rabbin kalıcı
ifadelerine ram olmayı nasip etmişse artık o, kurtulmuş demektir. Şüphe yok ki
Allah kelamı, sözün en güzeli, en güzel ve ahenkli olanıdır.
Sizler,
Allah'ın sevdiklerini sevin ve kalplerinize Allah sevgisini yerleştirin! Allah
kelamı karşısında asla usanma konumunda kalıp da zikir-i ilahiden uzak
kalmayın ki, kalbiniz katılıkla baş başa kalmasın! Çünkü Allah (celle
celaluhü), yarattıkları arasından bazılarını tercih edip diğerleri arasından
onları seçer!
Amellerin
en hayırlısını Allah bize bildirmiş ve önümüze koymuş, kulları arasından
bazılarını seçerek rehber yapmış ve sözlerin içinden de en güzel ve salih
olanları açıkça beyan etmiştir. İnsanlara verilen helal ve haram ne varsa
artık bunlar, tebeyyün etmiş, gizli bir şey kalmamıştır.
Gelin,
Allah'a kulluk yarışına girin ve asla O'na, başka bir şeyi şerik koşmayın!
O'ndan, takvanın gerektirdiği gibi bir haşyet duyup rahmetine iltica ümidiyle
şahlanıp azabı karşısında da titreyin! Ağzınızdan çıkanların en salih
olanlarıy-
551
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve s e l l e m )
la
Allah huzurunda sadakatinizi ispat edin! Allah'm rahmet ve bereketiyle
aranızdaki muhabbetinizi artınn! Şüphesiz ki Allah (celle celaluhü), ahdinin
yerine getirilmemesinden hoşnut olmaz ve bunu yapanlara buğzeder.
Allah'm selamı,
hepinizin üzerine olsun!522
Ruh
ve kalbi doyuran bu seslenişten sonra da Cuma namazını kıldırdı Allah Resülii (sallallahu
aleyhi ve sellem). Namaz sonrasında ise, yeni bir yolculuk daha başlayacaktı;
bu yolculuk, öncekine nispetle daha kısa ve hedeflenecek yer de, daha kalıcı
bir yurttu. Neccaroğulları silahlannı kuşanmış ve Efendimiz'i almaya
gelmişlerdi. Önde Efendimiz ve arkasında da Hz. Ebu Bekir'le birlikte yeniden
yola çıktılar. Neccaroğulları, etrafında pervane olmuş; adeta etten bir duvar
örrniişlerdi.e'e
Aradan
dört gün daha geçmiş ve yine bir pazartesi günü Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellem), yanında Sıddik-i Ekber'le birlikte Medine'ye yönelmişti. Artık bu
yöneliş, on yıl devam edecek bir sürecin başlangıcı anlamına geliyordu.v"
Abdullah İbn Selam,
iyi bir Yahudi alimiydi. Nesebi, Hz.
Yüsuf
ve dolayısıyla da Hz. Yakub'a (aleyhlmü's-selam) kadar dayanıyordu.
İsrailoğullan arasında neş' et etmiş ve medeniyete
522 İbn Hişam,
Sire, 3/30, 31
523 Bkz. İbn
Hişam, Sire, 3/22-23
524
Efendimiz'in Kuba'da kaldığı süreyi dört gün şeklinde anlatan rivayetler de
vardır. Buna göre, Pazartesi günü geldiği Kuba'dan, Cuma namazıııı kıldıktan
sonra ayrılmış ve Medine'ye gelmiştir. Başka bir rivayette ise, Efendimiz'in
Medine'ye geliş zamanı, Rebiülevvel ayının son on iki veya son iki günü olarak
karşımıza çıkmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellem), Rebiülevvel ayının ilk pazartesi günü çıktığı hicret yolculuğunda,
Rebiiilevvel ayının sekizinci günü Kuba'ya gelmiştir. Burada dört gün veya bir
hafta kaldıktan sonra yine aynı ayın on ikisi veya on dokuzu olan cuma günü
Medine'ye girdiği söylenebilir. Bkz. İbn Hişam, Sire, 3/22,23; İbn Sa'd,
Tabakat. 1/233
552
Mukaddes Göç
beşiklik
yapmaya hazırlanan Medine civanndaki üç büyük Yahudi kabilesinden birisi olan Beni
Kaıpıukii arasında
dünyaya gelmişti.
Babası Selam da, dedesi Hôris de iyi bir
Yahudi alimiydi; dolayısıyla o da iyi bir din adamı olarak yetişmiş, şan ve
şöhretini Hicaz'da duymayan kalmamıştı. Gelecek son Nebi ile ilgili sohbetlere
o da katılmış, aynı nasihatleri artık, Abdullah İbn Selam da yapar olmuştu.
Zira, elinden düşürmediği Tevrat, aynı konulara parmak basıyor ve O'nun
geleceğinin müjdelerini veriyordu. Bekleyip durduklan ahir zaman Peygamberinin
Mekke'de dünyaya teşrifinden haberleri olmasa da hep Mekke'yi işaret ediyorlar
ve geliş zamanının daraldığını söylüyorlardı. Hatta, Mekke'de neş'et ettikten
sonra O'nun Medine'ye hicret edeceğini söylüyorlardı ve zaman zaman yaşadıklan
mağlubiyetlerde bunu, düşmanlanna karşı bir koz olarak kullanır olmuşlardı.
Şimdi ise Abdullah İbn Selam, kitaplarda özelliklerini
okuyup sohbetlerine konu ettiği Zat'ın muhatabı olmak üzereydi. Belli ki kader
O'nu, diğer arkadaşlarından daha önce İnsanlığın İftihar Vesilesi'yle
karşılaştıracaktı,
Abdullah İbn Selam da, Efendimiz'in geleceğini iştiyakla
gözleyenlerden birisiydi. Aslına bakılacak olursa o, O'nun sıfatlannı, ismini,
genel durumunu ve Medine'ye ne zaman geleceğini de biliyordu.
Resülullah'ın Kuba'ya geliş haberi kendisine ulaştığında,
ağacın tepesine çıkmış hurma topluyor; halası Halide Binti Hôris de, o
ağacın altında oturuyordu. Haberi duyar duymaz, avazı çıktığı kadar tekbir
getirmeye başlamıştı. Kadın, durup dururken bu kadar yüksek sesle tekbir
getirmesine şaşıracak ve:
- Allah cezanı versin! .. Şayet, İmrôn
oğlu Musa'nın geldiğini duymuş olsaydın, valIahi
bundan daha gür bir sesle tekbir getirmezdin, diye çıkışacaktı.
553
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
-
Ey halacığım! A1lah'a yemin olsun ki bu, Musa'nın kardeşidir. O'nun dini
üzerinedir. O, ne ile gönderilmiş se Muhammed de aynı vazifeyle mükelleftir,
diyerek halasına da tanıtmaya çalıştı O'nu. Onun, bu sözlerine karşılık:
-
Ey kardeşimin oğlu! Bu yoksa, bizim geleceği günü beklediğimiz kıyamet öncesi
zuhür edecek son Nebi mi, diye sordu halası. Bunda şüphe olamazdı ve
tereddütsüz:
- Evet, cevabını
yapıştırdı Abdullah İbn Selam. Heyecanlanmıştı halası da!.. Ne diyeceğini
şaşırmış bir hüli vardı ve: - Bu, O öyleyse, diyordu hala. Arkasından da
ekleyecek-
ti:
- Öyleyse niye
duruyoruz?
Zaten,
Abdullah İbn Selam da aynı şeyi düşünüyordu; zira, geçen her an ziyan demekti
ve doğruca Kuba'ya gitti. Huzuruna girdiğinde karşısında, yine o nur yüzlü Nebi
vardı. Gayr-ı ihtiyari dudakları hareket etmişti, şöyle diyordu:
- ValIahi de bu yüzde
yalan yok!
Ashabıyla
oturmuş sohbet ediyordu. Kulağına çarpan ilk cümleleri şunlardı:
-
Aranızda selamı yayın, yemekyedirin, akrabalarınızı ziyarete devam edin,
insanlar gece uykuya daldıklarında namaz kılın ve emniyetle cennete girin!525
Cennet
yolunun buraklarıydı bütün bunlar ... O'nun sözlerindeki büyüye ve
çehresindeki derinliğe vurulmuştu Abdullah İbn Selam. Çünkü O'nda gördüğü sima
ancak bir peygamberde olabilirdi. Ne gizlemeye ne de gizlenmeye ihtiyaç vardı.
Medine, medeni bir şehirdi ve İbn Selam, alen! olarak kelime-i şehadet getirmeye
başladı:
-
Ben şehadet ederim ki Sen, Allah'ın Hak Resülüsün ve şüphesiz ki Sen, Hak ile
geldin!
525
Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 5/451 (23835); İbn Mace, Sünen, 1/423 (1334); Hakim,
Müstedrek, 3/14 (4283)
554
Mukaddes Göç
Müslüman olduktan sonra Allah Resülii (sallallahu
aleylıi ve sellern), daha önceleri Husayn olan adını Abdullah diye
değiştirecek ve bundan böyle de o, hep Abdullah İbn Selam diye anılır
olacaktı. 526
Elbette herkes, Abdullah İbn Selam gibi hakperest değildi.
Medine'de, Huyey İbn Ahtab ve Ebu Yasir adında iki kardeş vardı. Her ikisi de,
Tevrat ilmine vakıf kimselerdi. Gelecek bir Nebi hakkında malümat sahibi olan
bu kardeşler, Efendimiz'in yakınlarına geldiğini duyunca merakla yola düşmüş;
Kuba'ya kadar gelmişlerdi. Henüz sıcakların yeni başladığı kuşluk vaktiydi.
Konakladığı yeri öğrendiler; çok geçmeden Amr İbn Avf
oğullannın yurduna geldiler. İmanla inkar arasında gidip geliyorlardı; ya
gerçekten Beklenen Nebi buysa?. Kendilerinden olmadığını biliyorlardı ve bunun
için de, bildikleri özellikleri taşımayacağını umarak yürüyorlardı.
Nihayet, değişmeyen realite ile karşılaşıverdiler! N e
diyeceklerini şaşırmışlardı. Oturup onlar da sohbetine kulak verdiler;
oturması, kalkışı, konuşması, duruşundaki ululuk ve simasındaki duruluk
çarpmıştı onlan da! Ancak, bir türlü kendilerini ikna edemiyorlardı. Renklerini
belli etmemek için de durumlarını gizliyor ve her şeyi kabullenmiş gibi
duruyorlardı.
Derken güneş dönmüş ve guruba yaklaşmıştı; meclis dağılınca
bunu fırsat bilip onlar da aynldılar Kuba'dan. Yolda konuşarak geliyorlardı.
Küçük Safiyye, babasıyla amcasının gelişini görünce, koşarak onlan karşılamaya
gitmiş ve babasının boynuna sarılmıştı. Sanki, baba eski baba değildi; amca da
başka bir amca oluvermişti! Kol ve kanatlan kırılmış ve
526
Abdullah İbn Selam'ın Efendimiz'e Medine'ye lıicretten önce iman ettiğine dair
rivayet de vardır. Bkz. Buhari, Sahih, 3/1211 (3151)
555
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
bitkin bir halleri
vardı. Konuştuklarına biraz kulak vermeye çalıştı; şöyle diyordu amca Ebu
Yasir:
- Bu, gerçekten O mu?
- Vallahi de O!
- İyi bakıp teşhis
ettin ve tanıdın mı yani?
- Evet!
- Peki, O'nun
hakkında ne düşünüyorsun?
- Vallahi de,
yaşadığım sürece karşısında olacağımle"
Bu
son cümleyi söyleyen, daha sonraları Efendimiz' e zevce olacak olan Safiyye
validemizin babası Huyey İbn Ahtab'dan başkası değildi ve görüldüğü gibi, net
bilgi sahibi olmasına rağmen kuru bir inada kurban gidiyor, bir adım daha atıp
bir türlü teslim olamıyordu.
Medine'de,
O'nun gelişini heyecanla bekleyenlerden biri de, Selman-ı Farisı idi. İran
topraklarından çıkmış; gerçek dini bulma adına önce Şam'a, daha sonra da
sırasıyla Musul, Nusaybin ve Ammuriye'ye gelerek hakikat
arayışını devam ettirmişti. Her uğradığı yer, onu aradığına bir miktar daha
yaklaştırıyordu. En son Ammüriye'de yanında kaldığı papazın:
-
Buralarda, bizim gibi seni emanet edebileeeğim kimse kalmadı; fakat, İbrahim'in
hanif dini üzere gelecek olan bir Nebi'nin gölgesi üzerimize düşmek üzere.
O'nun hicret edeceği yer, hurma ağaçlarıyla doludur. O'nun, gizli kalmayacak
üç alameti vardır; iki kürek kemiği arasında risalet mührü vardır, hediye kabul
edip ondan yer, ama O asla sadaka kabul etmez ve ona el sürmez. Şayet gücün
yetiyorsa sen git ve O'nu bekle, diyerek kendisini yönlendirmesiyle yola
koyulmuş, Medine'ye gelip beklerneye niyet etmişti.
527 İbn Hişam, Sire,
3/52
556
Mukaddes Göç
Bunun
için önce, o tarafa gidecek bir kervan bulmak gerekiyordu. Çok geçmeden bu
kervanı da bulmuştu. Kendisini de götürmeleri karşılığında, bütün mal-mülkünü
vermeyi teklif etti; kabul etmişlerdi.
Derken,
gelecek bir Nebi'nin yolunu gözlernek üzere yeni bir yolculuk başlamıştı. Ancak
yolda, bir ihanetle karşılaşacak ve fazlasıyla bedelini ödediği halde, bir de
esir edilip köle diye bir Yahudi'ye satılacaktı. Gerçi, onun için önemli olan,
tarifi verilen adrese gelebilmekti. Şimdi ise, köle de olsa, hurma ağaçlannın
arasında, Medine' deydi.
İşte,
Efendimiz'in Kuba'ya teşrif ettiği gün Selrnan, her zamanki gibi yine ağacın
tepesinde hurma toplamakla meşguldü. Bir ara, kendilerine doğru koşarak
birisinin geldiğini gördü. Efendisinin amcaoğluydu bu. Gelişindeki telaş,
önemli bir olayı haber veriyordu; belli ki yeni bir gelişme vardı. Bir taraftan
koşup gelirken diğer yandan da:
- Ey falan, ey falan,
diye sesleniyordu.
Efendisi
de telaşlanmıştı. Onu bu kadar koşturan sebep ne olabilirdi ki? ..
Nihayet
yanlanna geldi. Nefes nefese kalmıştı. .. Kendini toparlamaya çalıştı ve
ekledi:
-
Allah, Gayleoğullannı kahretsin. Biraz önce onlara uğramıştım. Herkes Mekke'den
gelen ve Nebi olduğunu söyledikleri bir adamın başında toplanmış, heyecanla
O'na kulak veriyorlar!
İnanılacak
gibi değildi. Allah nelere kadirdil Yıllarca bekleyip yolunda emeklediği Zat,
hürriyetini kaybettiği yerde Selman'ın ayağına geliyordu. Heyecandan
dizlerinin bağı çözülmüştü adeta. O kızgın güneşin altında, buz gibi ter
dökmeye başladı; bir taraftan da kış soğuğunda donmuşçasına titriyordu. O
kadar ki, kendisiyle birlikte sallanan ağaçtan efendisinin üzerine düşecek
gibi olmuştu.
557
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Bekleyemezdi.
Hızla ağaçtan indi ve efendisinin amcaoğluna yöneldi:
-
Ne diyorsun?. Neden bahsediyorsun sen?. Nasıl bir haber bu, diyecekti ki,
yüzüne inen şiddetli bir tokatla sarsıldı. Köleye insan olarak bakmıyorlardı
ki ... Onun bu heyecanı sahibini kızdırmış ve şiddetli bir tokat savurmuştu
Selman'ın yüzüne ... Bir taraftan da:
-
Sana ne bu işten, diye çıkışıyordu Selman'a, "Git işinin başına!"
diye de eklemişti.
Çaresizdi
Selman. çıktı tekrar hurma ağacına ve işini görmeye çalıştı. Elleri hurma
dallannda dolaşırken hayalen Efendiler Efendisi'nin huzurunda, Ammfıriyeli
şeyhinin verdiği alarnetlerin, Kuba'ya gelen Zat'ta olup olmadığını sınamaya
çalışıyordu.
O
gün, akşam olmak bilmiyordu. Nihayet gün batar batmaz bir şeyler toplayıp aldı
eline ve doğruca tarif edilen yere gitti.
Medine'ye
ay doğmuştu; Beklenen Nebi karşısında duruyordu. Yıllarca yanlannda ömür
tükettiği papazlara hiç mi hiç benzemiyordu. Kuba, O'nun nuruyla ışılışıldı. Yanında
bulunanlarla sohbet ediyordu. Elindekileri koydu ortaya:
-
Size sadaka niyetiyle bunlan ben topladım. Bildiğim kadanyla Sen, salih bir
kişisin. Yanında ihtiyaç sahibi arkadaşların da var. Ve bugün sizin, buna daha
çok ihtiyacınız var!
Dikkatle
bakıyordu Selman ... Elini sürmemişti Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern). Ashabına döndü ve:
- Allah'ın adıyla
yiyin, buyurdu.
Selman'ın
derdi başkaydı. Onun aklında Ammüriyyeli şeyhinin sözleri vardı ve adresin
doğruluğunu anlamaya çalışıyordu. Evet, sadaka yemiyordu ... Öyleyse ilk
işaret tamamdı. Dudaklanndan şunlar döküldü:
- ValIahi de bu bir;
sadaka yemiyor!
558
Mukaddes Göç
Ve
geri döndü. Ertesi gün yine bir şeyler toplamıştı. Aldı yanına ve doğruca
huzura geldi. Bu sefer, ne yapacağını çok iyi biliyordu:
-
Gördüğüm kadanyla Sen sadaka yemiyorsun. Senin kerem ve güven veren halin
benim çok hoşuma gitti. Ve, Sana sadaka değil, bu sefer hediye getirdim, dedi.
Eline
aldı Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve kendisi de, ashabı da yedi
ondan.
Vakit
tamam gibiydi... İçindeki heyecanı gizleyemiyordu Selınan. Dudaklarından şunlar
döküldü:
- İşte, bu da iki;
hediye kabul edip ondan yiyor.528
Artık
Selman, sadece zorunlu olarak efendisinin yanında bulunduğu zamanlarda Allah
Resülü'nden aynlacak, onun dışında kalan bütün zamanlarını Efendiler
Efendisi'yle birlikte geçirmeye çahşacaktı.e"?
528
Ahmed b. Hanbel,Müsned, 5/441 (23788); İhnii'l-Eslr, Üsüdii'l-Ğabe, 2/511, 512
529
Bazı rivayetlerde, 40 tanesi Necran'dan, 32 tanesi Habeş'ten, 8 tane de Rum
diyanndan olmak üzere toplam seksen kişilik bir Hristiyan grubunun, Hz.
Muhammed'e iman ederek O'nun gelişini Medine'de bekledikleri anlatılmaktadır. Es'ad
İbn Zürilre, Beril İbn Ma'riir, Muhammed İbn Selerne ve EbU Kays İbn Sırme'nin de aralannda bulunduğu
bu insanlar, cünüplükten kurtulmak için gusül abdesti alıyor ve Hz. İbralıim'
den kalan Harriflik inancı üzere bir hayat süriiyorlardı. Efendimiz
(sallallalıu aleyhi ve sellem) zuhı1r edince, koşup huzura gelmiş, O'nu tasdik
ederek yardımına koşmuşlardı. Bkz. Beğavi, 1/343; İbnü'l-Esir, Üsüdü'l-Ğabe,
6/256.
559
Ve, derken bir ikindi vakti Allah Resülü (sallallalıu
aleyhi ve sellern), Neccaroğullarının bulunduğu mahalleden, dolunay misali
Medine'ye doğuverdi.F" Hz. Ebu Bekir O'nun arkasında; O ise önde
bulunuyordu. Artık Yesrib, Allah Resülü ile özdeşleşecek ve Muhammed'in şehri
manasında 'Meditıetii Muhammed' olarak anılır olacak; daha sonra da adı,
Medine olarak kalacaktı.s"
Artık Medine' de, kemal noktasında bir bayram yaşanıyordu;
birkısımgençlermızraklanylahalkalanmışhalayçekiyor, 532 diğer bir kısmı da neşidelerle
Efendimiz'i istikbal ediyorlardı. Artık, her şey daha bir aydındı ve Medine'de,
daha önce benzerine rastlanmamış bir sevinç vardı; yüzlere tebessüm gel-
530 Bkz. Buhari, Sahih,
3/1421 (3694); İbn Sa'd, Tabakat. 1/236
531
Yesrib yerine Medine adının kullanılmasını Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellem) özellikle istiyordu; çünkü Yesrib,jesat veya günah karşılığında
hesaba çekilip cezalandırılmayı anlatan bir kelime idi. Onun için Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellern), "Medine'ye Yesrib diyen istiğfar etsin!
O, temizdir; O, temizdir. O, temizdir." buyuracaktı.
Bkz. Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 4/285; Salihi, Sübiilii'l-Hiida, 3/296
532 Bkz. Ebu
Davüd, Sünen, 2/699 (4923)
561
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
mişti ve Mekke' de
yaşanılanları unutturmak istercesine Medine ufuklarında çocukların sesleri
yankılanıyordu:
-
İşte, Resfılullah gelmiş, diye bu sevinçlerini ifade ederken şu neşideleri
seslendiriyorlardı:
- Ay doğdu üzerimize;
Sena tepelerinden!
Bizi
nayra davet eden, aramızda kaldığı sürece şükür vacip oldu bize!533
Ey
aramıza gönderilen elçi! Şüphesiz ki Sen, itaat edilecek bir işle bize
geldin,534 diyerek, medeniyetin beşiği Medine Efendimiz'i bağrına basıyordu.
Beri
tarafta ise, elindeki defe vurup ritim tutturan bazı insanlar:
-
Bizler, Neccaroğullanmn komşularıyız; ne mutlu ki Muhammed bize komşu oldu,
şeklinde sürür neşideleri seslendirirken onlara yönelen Efendiler Efendisi
şöyle mukabele edecekti:
- Allah biliyor ki,
Ben de sizi seviyorum!535
Kuba'daki
aynı heyecan, Medine ahalisinde de yaşanıyordu. Herkes, yol kenarlarına
dizilmiş ve Efendimiz'i kendi evinde misafir etme yarışına girişmişti. Kapısına
yaklaşılan her ev halkı "Bizim evde konaklayacak" ümidini
taşıyor ve bu
533 İbn Kesir, el-Bidaye, 3/197. Bazı rivayetlerde bu
neşidelerin, Tebük sorırasında Medine'ye girilirken terennüm edildiği bilgisi
vardır. Bkz. İbn Kesir, Sire, 4/38
534 Ebu Cafer et-Taberi, er-Riyadu'n-Nadıra, 1/480.
Bazı alimler, sözü edilen neşidelerin, hicret sonrasında Medine'ye ilk girişte
değil de, Tebük Savaşı'ndan dönüşte söylendiğini anlatmaktadır. Konuyla ilgili
rivayetler birleştirildiğinde bu beyitlerin her iki zamanda da söylendiği
anlaşılmaktadır. Bkz. İbnii'l-Kayyim, Zadü'l-Mead, 3/10; Mübarekfüri,
er-Rahiku'l-Mahtüm, 162
535 İbn Mace, Sünen,
1/612 (1899)
Ve Kalıcı Yurt:
Medine
iştiyakla Efendimiz'i
evine davet ediyordu. Ancak O (sallallahu aleyhi ve sellern), bütün taleplere
karşılık:
-
Devenin yulannı serbest bırakın; çünkü o memurdur, buyurmuş ve Medine'deki
ikamet işini, tam bir tevekkül içinde kaderin hükmüne bırakmıştı. Aynı zamanda
bu, farklı niyet besleyenlerin de önünü alacak bir çözümdü. Mübarek binek Kasısô;
adım adım Medine'de yürürken, arkasında bir insan seli oluşmuş, onun
gittiği yere doğru akıyordu.
Medine
sokaklannda yürürken sırasıyla Utbôn İbn Malik, Abbas İbn Ubôde, Ziyad İbn
Velid, Ferve İbn Amr, Sa'd İbn Ubôde, Miuızir İbn Amr, Sa'd İbn Rebi', Harice
İbn Zeyd, Abdullah İbn Reıiôha, Adiyy İbn Neccôr, Selit İbn Kays ve onun babası EbU Selit'in evlerinin, önünden geçiyor
ve yanına yaklaştığı her evde aynı heyecan duyuluyor ve Efendimiz'i evine
davet ediyordu. Her davet karşısında Habib-i Ekrem Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern), deveyi kastederek:
-
Onun yolunu serbest bırakın, çünkü o memurdur, ifadesini
tekrarlıyordu.sô"
Neccaroğullarının
kız çocuklan, daha bir coşmuş; mahallelerine konak gelen Efendiler Efendisi'ne
hoşarnedi yapıyorlardı. Bulunduklan yerden:
-
Bizler, Beni Neccar'ın komşu çocuklanyız; ne mutlu ki bize, komşumuz artık
Allah Resülü, sesleri yükseliyordu. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), onlara
döndü ve:
-
Sizler, Beni seviyor musunuz, diye sordu. Sevmek de ne demekti; bir anda
ortalık çınlayıverdi:
- Evet, ya
Resülallahl Evet, ya Resülallahl
Bu
kadar gönülden gelen sevgi seline mukabil Allah Resülü de:
536
Rivayetler göstermektedir ki Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bu ifadeyi,
tam yedi kez tekrarlamıştır.
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
-
Vallahi, Ben de sizi seviyorum! Vallahi, Ben de sizi seviyorum! Vallahi, Ben
de sizi seviyorum, buyurdu.537
Derken
Kasva, bir evin önünde durdu; etrafına bakınıyordu. Sonra, biraz hareket edip
yürüdü. Ardından da, yeniden ilk durduğu yere geri döndü. Anlaşılan o, üzerine
yüklenen tarihi misyonunu eda edebilmek; kaderin kendisine çizdiği rolü yerine
getirmek için çabalıyordu. Bir müddet daha bekledi ve daha sonra da orada durup
çöküverdi.s'"
Erisar
ve Muhacirin, birbirine bakıyordu; artık, Efendimiz'in konaklayacağı ev belli
olmuştu. Ebu Eyyub Halid İbn Zeyd'in yanaklarından sevinç gözyaşları
damlıyordu. Çünkü, devenin çöktüğü yere en yakın olan ev, onun eviydi.
Efendiler Efendisi sordu:
- En yakın ev kimin?
- Benim ev, ya
Resülallah, diye ileri atıldı Eba Eyyüb Haz-
retleri. İşte şu,
benim evim ve işte onun kapısı da şu, dedi.
-
Öyleyse, haydi senin evinde konaklayalım, buyurdu Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellem).
-
Öyleyse, içeri buyurun, dedi Eba Eyyüb ve böylelikle, yedi ay sürecek bir
misafirlik başlamış oluyordu.F"
Bu
evin bir özelliği daha vardı; bu ev, yüzyıllar öncesinden Tubba' meliki
Es'adü'1-Hzmyeri'nin,540 ôhir zaman Ne-
537 İbn Mace, Sünen,
1/612 (1899)
538
Devenin çöktüğü yer, Sehl ve Süheyl adındaki iki yetim
delikanlıya ait bir arsa idi ve koyun ağılı olarak kullanılıyordu.
539 İbn Hişam, Sire,
3/22 vd.
540 Es'adiil-Hımıjeri, güçlü bir kraldı. Önceleri,
Medine'yi kuşatmak için ordusuyla birlikte buraya kadar gelmiş, karşısına
çıkıp da kendisine, "Sen burayı kuşatamazsın; çünkü burası, geleceğini
beklediğimiz Son Nebi'nin hicret edeceği yerdir." diyen iki Yahudi
genci de yanına alarak geri dönmüştü. Artık o, ehl-i imandı. Daha sonra da,
Mekke'ye gelecek ve ilk defa Kabe'ye örtü diktirerek yeni bir gelenek başlatmış
olacaktı. Daha sonra Medine'ye gelen bu kral, burada dört yüz din alimini
kendisini beklerken bulacak ve bunun sebebini sorduğurıda ise, "Bu
beldenin şerefi, burada Muhammed adında
Ve Kalıcı Yurt:
Medine
bi'si buraya
hicret ettiôi gün içinde kalsın diye
yaptırdığı evdi.
Es'adü'l-Hımyeri,
bir gün taç ve saltanatını Yemen'de bırakarak, gelecek Son Nebi'nin hicret
edeceği belde olarak bildiği Yesrib'e gelmişti. Geldiği zaman da, O'nun
geleceğinden sadece kendisinin haberdar olmadığını ve nice samimi gônü-
"-
lün O'nu burada
beklediğini görmüş ve kendisi de burada kal-
maya
karar vermişti. Çok geçmeden, samimi bir niyetle bir ev inşa ettirecek ve bu
evde, gelecek Son Nebi'yi misafir etmek isteyecekti.s-' Niyet güzel, gayret de
samimiydi; buna mukabil ömür kısa ve hayat da sınırlıydı. Ölüm emareleri
belirince, güvendiği en bilge adamı yanına çağınp ona bir mektup bıraktı;
zamanına yetişip de göremediği Son Nebi'ye vermesini istiyordu. Şayet o da
göremezse, görebilecek birisine bu mektubu emanet etmesini istiyor ve bunu bir
vasiyet olarak arkadakilere bırakıyordu. Ve, O'nun gelişini beklerken, bir gün
Tübba' meliki de yola revarı olacaktı.e"
Çocuklan Lemis ve
Vahabı, babalan kadar hassas değildi
ortaya
çıkacak bir Nebi'den dolayıdır; burası da, O'nun hicret edeceği yer"
cevabını alacaktı. Daha sonra bu zat, Medine'de kalacak ve herkesin beklediği
Son Nebi için, buraya hicret ettiği gün içinde kalması için evini inşa edecekti.
Kendisini görerneden Efendimiz'e olan bağlılığını ilan eden bu melik için Allah
Resnlü de, "Tübba' hakkında olumsuz şeyler söylemeyin. Zira o, Müslüman
idi. Kdbe'ye ilk defa örtüsünü giydiren de, Es'adii'l-Hımueri idi."
(Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 4/340; Hindi, Kenzü'l-Ummal, 12/80, 81) diyerek
onun faziletini anlatacak, "Nebi midir, yoksa değil midir
bilmiyorum." (Hindi, Kenzü'l-Ummal, 12/81) diyerek de iltifat
buyuracaktı.
541
Es'adü'l-Hımyeri Medine'ye geldiğinde burada dört yüz kadar din alimi vardı;
bunlann hepsi de, geleceğini bildikleri Son Nebi'yi beklerneye durmuşlardı.
Sebebini sorduğunda kendisine, "Biz, kitaplarımızda görüyoruz ki, Ailah'ın
göndereceği son peygamber Muhammed, buraya hicret edecek. Biz de, O'nu burada
karşılamak için bekliyoruz." diyorlardı. Onlann bu samimi
hilllerini göriince, her birisine birer ev yaptıran Hımyeri, bu şahısların
diğer ihtiyaçlannı da giderecek ve Efendisi'ne hasret gönüllerin böylelikle
gönlünü almaya çalışacaktı. Bkz. SiIlihi, Sübülü'l-Hüda, 3/274
542 Bkz. Halebi,
Sire, 2/278, 279
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
ve
babalarının yaptırdığı bu evi, ellerinden çıkarıp satacaklardı. İşte bu ev,
mirasla el değiştire değiştire şimdi Ebu Eyyub'a intikal etmiş; onun
taht-ı tasarrufunda bulunuyordu. Belki Yemen meliki Es'adü'l-Hımyeri O'nu
misafir edememişti; ama Allah (celle celaluhü), onun samimi ve yürekten bu
gayretini boşa çıkarmamış, hicret ettiği gün içinde kalsın, diye yaptırdığı
bu evde. şimdi Resülü'nü ağırlıyordu. Kainatta tesadüfe yer yoktu ve:
-
Devenin yularını serbest bırakın; çünkü o memurdur, sözünün anlamı, şimdi daha
iyi anlaşılıyordu!
Elbette Hz. Eba Eyyüb, Medine'nin en bahtiyar kişisi
olarak kendisini görüyordu. Bu sevincini ashab-ı kiramla da paylaşmak isteyen
Eba Eyyüb'un, bir şiir terennüm ettiği duyuldu. Şöyle diyordu:
- Ben Ahmed diye
birisini biliyorum ki O,
Allah
tarafından herkese gönderilen bir Resul ve yaratılmışların en şereflisidir.
Şayet
ömrüm, O'nun ömrüne yetişirse, O'na en sadık bir vezir,
Ve yanındaki amcaoğlu
gibi olacağım.
Bugün
ben kılıcımla, O'nun düşmanlarına savaş ilan etmiş bulunuyorum ki,
Böylelikle
O'nun sinesinde meydana gelebilecek sıkıntıları şimdiden bertaraf etmiş
olayırn.v<'
Bu şiir de, yıllar öncesinden, Allah'ın Son Nebi'si
geldiğinde içinde kalsın diye bu evi inşa eden Es'adü'l-Hzmyerl'ye ait
bir şiirdi. 544
543 Bkz. İbn Kesir,
Tefsir, 4/183
544 Hatta,
zayıfbile olsa bazı rivayetlerde Eba Eyyfıb el-Ensari'nin, hanesine teşrif
ettiklerinde bizzat, eline aldığı bu şiirleri Efendimiz'e verdiği (Bkz. Salihi,
Siibiilii'l-Hiida, 3/274); yahut, zuhür ettiğini duyıınca, EbU Leyla adındaki
bir elçi ile bu mektubun Efendimiz'e ulaştırıldığı anlatılmaktadır. Ebu Leyla
ile karşılaşan Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve sellern), "Sen, Tübba'
meli-
566
Ve Kalıcı Yurt:
Medine
Belli
ki; hatıralar canlanmış ve şükür adına tahdis-i nimet olarak Allah'ın
kendilerine olan ikramlan dile getiriliyor ve böylesine önemli bir tevafuk,
bütün ümmete mal edilmek isteniyordu. Belki de, şiddetle tepki veren Mekke'ye
mukabil Medine'nin, O'nu kabulde bu denli aktif olmasının altında, böylesine
bir tarihi arka plan yatıyordu.545
Gerçi
Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem), Eba Eyyüb'un evine misafir
gelmişti; ama Erisar'ın tamamı aynı heyecanı duyuyordu; çünkü O (sallallahu
aleyhi ve sellem), kendilerine misafir 01-
kinin
mektubunu getiren Ebu Leyla mısın?" diye soracak ve o da, "Peki Sen
kimsin?" diye mukabele edecektir. "Ben, Muhammed'im. O mektubu
getir!" dedikten sonra da alıp onu okuyacaktır. Üzerinde şunlar yazılıdır:
- Alemlerin Rabbinin
Resülü ve peygamberlerle nebilerin hatemi, Abdullah'ın oğlu Muhammed'e,
Hımyer'in ilk Tübba'ından.
Daha,
mektubun dışındaki ifadelerde bile Melik'in, Resülullah'a olan saygısını dile
getirmesi ve Allah Resülü'niin adını kendi adından önce yazıyor olması ayrıca
dikkat çekmektedir.
Mektupta ise şunlar
yazmaktadır.
-
Ya Muhammed! Ben, Sana, Senin ve her şeyin Rabbine, Rabbinden getirdiğin her
şeyin iman ve İslam şeairi olduğuna iman ettim. Bunun sebebi ise, bu kitap
vesilesiyle Sana ulaşıp yann ahiret gününde bana şefaat etmen ve beni unutmaman
içindir. Şunu bil ki ben, daha Sen gelmeden ve Allah, daha Seni göndermeden
önce Sana iman etmiş öncüllerdenim. Ben, Senin ve İbrahim'in dini üzereyirn,
Mektubu okuduktan
sonra, başlangıçta da sonuç itibariyle de her iş Allah'a aittir, manasındaki
ayeti okuyan Efendiler Efendisi, üç kere:
- Sana da merhaba ey
Tübba beldesindeki Salih kardeş, diye mukabelede bulunacaktı. Bkz. Halebi,
Sire, 2/278,279
545 Medine
ahalisinin menşei konusunda farklı rivayetler bulunmaktadır; Hz.
Musa
ile birlikte hacca
gelen İsrailoğullanndan bir grup gelecek Son Nebi'nin özelliklerini bildikleri
için burada kalıp O'nu beklemek istemişlerdi. Aynı zamanda, bulunduklan yerde Buhtunnasır
adında zalim bir hükümdar vardı ve orada kendilerini güvende
hissetmiyorlardı. Şam'dan Yemen'e kadar kalacak yer aramış ve Tevrat'ta
anlatılan özelliklere uyan yer olarak en sonunda Medine'yi bulmuşlardı. Bunlann
ilk geldikleri yer, Beni Kaynukô. çarşısının olduğu bölge idi. Daha
sonralan, diğer Arap topluluklar da bunlara katılarak Medine'yi
oluşturmuşlardı. (Diğer bir rivayette ise, bunlardan önce Arnelikalılann
buraya yerleştikleri belirtilmektedir.) Evs ve Hazreç ise, Yemen
tarafından buraya gelmiş ve oradaki sıkıntılardan emin olmak için Medine'ye
yerleşmişti. Bkz. Salihi, Sübülü'l-Hüda, 3/271 vd.
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
muş,
Mekke'nin hiddet soluyan havasına mukabil Medine'nin sıcaklığını tercih
etmişti. Artık Ebu Eyyüb'un evi, Erisar'ın uğrak yeri olmuştu; her akşam
kapıda, en az iki veya üç Ensar yemek getiriyor, Allah Resülü ve yanına gelen
misafirlerini doyurarak Ensar cömertliğini göstermek istiyorlardı.sı"
Kainatın İftiharı, Ebfi Eyyüb el-Ensari'nin evine
yerleşmişti; ama bu yerleşme Eba Eyyüb'un içine hiç sinmemişti; çünkü Allah
Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), alt katı tercih etmişti ve gecelerini
burada geçiriyordu. Hanımı Ümmü Eyyüb'la birlikte, bu halden duydukları
rahatsızlığı dile getiriyorlar ve aralannda şöyle konuşuyorlardı:
-
N asılolur; Efendimiz alt katta ve bizler, O'nun başı üstünde yürüyoruz!
Nihayet,
kendilerini rahatsız eden bu konuyu Efendimiz'e açmaya karar verdiler ve O'nu
üst kata davet etmek için huzuruna girdiler:
- Ey Allah'ın
Nebi'si! Annem-babam Sana feda olsun!
İnan
ki, Senin alt katta, bizim de üst katta olmamız, bize çok ağır geliyor ve bu
bizi çok rahatsız ediyor; Siz yukarı buyursanız da bizler alt kata taşınsak,
diyorlardı. Ancak Efendimiz (sallallahu aleylıi ve sellern), onlar gibi
düşünmüyordu. Kendilerini rahatsız eden bu konuyu defalarca O'nunla da
paylaşmışlardı; ama Allah Resülü (sallallalıu aleylıi ve sellem) hep:
-
Ey Eba Eyyübl Bizim için en uygun olan ve bizi kuşatan nimetler açısından,
bizim alt katta bulunmamızdır, diyerek bir türlü bunu kabul etmiyordu.s-?
Bir
gün Eba Eyyüb, yine aynı teklifte bulunmuş ve yine hüsn-ü kabul görmeyince:
546 Bkz. Salihi,
Sübülü'l-Hüda, 3/275 547 Müslirn, Sahih, 3/1623 (2053)
568
Ve Kalıcı Yurt:
Medine
- Altında Senin bulunduğun üst katta ben, asla yaşayarnam,
demiş ve bir kez daha ısrar etmişti. Yine sonuç değişmiyordu. Nihayet bir gün
Eba Eyyüb, içi su ile dolu bir testiyi üst katta devirmiş ve kınlan testinin
içindeki sular bütünüyle alt kata dökülüvermişti. Daha su alt kata ulaşmadan,
Ümmü Eyyfıb'la birlikte hemen kendileri alt kata ulaşmış ve ellerindeki havlu
benzeri bezlerle suyun yayılmasını engellemeye çalışmışlardı. Efendimiz'in
üzerine döküleceği endişesiyle yürekleri ağızlanna gelmiş ve üzüntüden saranp
solmuşlardı. Belli ki; bu iş böyle yürümeyecekti. Bu sefer daha kararlı bir
şekilde:
-
Ya Resülallahl Bizim artık Senin üstünde olmamızın imkanı yok! Ne olur Sen,
artık yukanya geç! İsteğin ötesinde bir yalvarmaydı bu ve şöyle diyordu:
-
Alt katında Senin olduğun bir yerde ben, üst kata asla çıkmam!
Bu
samirniyet ve bu kadar ısrar karşısında Allah Resülü (sallallalıu aleylıi ve
sellern), artık Eba Eyyüb'u kırmayacak ve o gece üst kata taşınacak.s-"
bundan sonra da, Mescid-i Nebevi inşa edilineeye kadar burada ikamet edecekti.
Dünyanın
en bahtiyar ev sahibi olarak Eba Eyyüb ve ailesi, Efendimiz'i memnun edebilmek
için artık o kadar hassas davranıyor ve gönlünü kırmamak için de o denli
hassasiyet gösteriyorlardı ki, Allah Resülü'ne yiyecek bir şeyler gönderdiklerinde,
geri gelen sofranın üzerine titizlikle bakıp inceliyor ve böylelikle, O'nun
ilgi duyduğu yiyecekleri tespit etmeye çalışıyorlardı. Bir başka
hassasiyetleri de, kendi gıdalarını Efendimiz'in mübarek ellerinin değdiği
yerlerden almaya çalışmaktı O'nun artığıyla kannlannı doyurmayı en büyük bahtiyarlık
sayıyorlardı.
Bir
gün, içinde bol miktarda soğan veya sanmsak olan bir yemek yapmışlar ve yemesi
için bunu göndermişlerdi Al-
548 Müslim,
Sahih, 3/1623 (2053); Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 5/420 (23616)
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve s e l l e m )
lah
Resülü'ne. Yine beklerneye durdular; yemeğini yiyecek ve onlar da, arta kalan
kısımla kannlannı doyurarak bereket talebinde bulunacaklardı. Ancak o gün öyle
olmadı; gönderdikleri yemeğe el sürülmeden yemek geri gelmişti. Ailecek,
Efendimiz'e yanlış bir yiyecek göndermiş olmalannın korkusunu yaşıyorlardı.
Bir çırpıda huzura çıktı Eba Eyyüb:
- Ya Resülallahl
Anam-babam Sana feda olsun; yemeğe el sürmeden onu geri göndermişsiniz! Yoksa
bu haram mıydı, diye sormaya başladı. İçlerine su serpen bir cevap geliyordu: -
Hayır! Anıa Ben, bu yemeği hoş bulmuyorum. Çünkü içinde soğan (veya sanmsak)
kokusu aldım. Biliyorsun ki Ben, Rabbimle miinacat halindeyim, Hemen tepki
verdi Eba Eyyüb:
- Senin
hoşlanmadığından ben de hoşnut olmam, dedi.
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern), bir adım daha atacaktı ve böylelikle, belli ki bir yanlış
anlamanın daha önüne geçmek istiyordu:
- Fakat siz ondan
yeyin!
Her
ne kadar Efendimiz'den böyle bir ifade duymuş olsalar da, bir daha bu yemekten
asla yapmayacaklardı.sw İşte bu, bir sahabe hassasiyetiydi; bırakın emir ve tavsiyelerini,
arzu ve isteklerinde bile O'nu takip ederler, yüzündeki bir hoşnutsuzluktan
bile hüküm çıkararak Allah'ın en sevgili kulunu memnun etmeye çalışırlardı.
Medine'ye
gelinmişti; ama bu gelmeyle birlikte Efendimiz'i, çözülmesi gereken birçok
problem bekliyordu. Gelenlerin adedi, üçle beşle sınırlı değildi; Müslüman
olduğuhalde
549
Söz konusu yemek, içinde bol miktarda soğan veya sanmsak bulunan bir yemeldi ve
Efendimiz (sallallabu aleyhi ve sellern), vahiy meleği Cibril'le buluştuğu
için kokusundan dolayı bu yemeği hoş karşılamamış ve ondan dolayı yememişti.
Bkz. Müslim, Sahih, 3/1623 (2053); İbn Hişam, Sire, 3/27, 28
570
Ve Kalıcı Yurt:
Medine
Mekke'de
kalan ender insan vardı ve diğerleri bütünüyle Medine'ye gelmişti. Üstelik,
her bir insan, ailesiyle birlikte buraya geliyor yahut ailesini sonradan
getiriyordu. Zaten başka da bir alternatif yoktu, olamazdı ... Toplamda yüz
seksen altı aile olmuşlardı. Aileler ise, öyle sanıldığı gibi ikişer kişiden
oluşmuyordu, eş ve çocuklar itibariyle geniş bir aile yapısı söz konusuydu.
Peki, bu kadar insan nerede misafir edilecek ve maişetlerini nereden temin
edeceklerdi? Haydi, birkaç günlük çözümler bulunabilirdi; ama bu hicret, üç-beş
gün sonra sona erecek bir yolculuk değildi.
İşte, bütün bu soruların cevabını bulmak için,
Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sellern)'in ilk yaptığı şeylerden birisi,
Mekke' den gelen Muhacirler ile Medineli Ensar arasında kardeşlik bağlarını
oluşturmak oldu. Bugünkü manada bir nevi kardeş aile benzeri bu uygulama ile,
ilk etapta kırk beş ailenin mesken meselesi ve diğer benzeri sosyal problemleri
çözülmüş oluyordu. Enes İbn Mdlik'in evinde, ashabıyla birlikte bir
araya gelmiş;550 onlara şöyle diyordu:
- Allah için ikişer
ikişer kardeş olun!
Müslüman toplumun birbiriyle kaynaşabilmesi için bugün
ortaya koyduğu kardeşlik anlayışı, sadece hicret sonrasında ortaya çıkan bir
uygulama değildi. Daha Mekke yıllanndayken de O (sallallalıu aleyhi ve
sellern), Zübeyr İbn Avam ile Abdullah İbn Mes'üd gibi kimseleri kardeş ilan
etmiş ve böylelikle, çetin şartların en ağır şekilde yaşandığı bu dönemlerde
kardeşlikten öte bir tesanütle her türlü sıkıntının üstesinden gelmeyi
hedeflemişti.
İlk
uygulamayı da, yine kendisi yapacaktı; bunun için, yeğeni Hz. Ali'nin elini
kaldırdı ve:
- İşte bu, benim kardeşim, buyurdu. Küçüklüğünden bu
yana yanında kalan ve nebevi terbiye ile gelişip boyatan ye-
550 Ahmed İbn Hanbel,
Müsned, 3/111 (12110)
571
Efendimiz (s a l l a
l l a h u a l e y h
i ve sellem)
ğeni
Hz. Ali'yi kimseye bırakmıyor ve onu, kendisine kardeş ilan ediyordu.
Ardından, amcası ve aslan avcısı Hz. Hamzaw ile cahili toplumun yanlış
bir telakkisine kurban giderek köleleştirilen, ancak kaderin yoluna su
serpmesiyle Efendimiz' e hizmet etme şerefine ulaşan azatlı Zeyd İbn
Harise'yi kardeş ilan ediyor ve belli ki bu iki delikanlıyı, özellikle
yakınında tutmak istiyordu.
Bir
anda Medine'yi saran bu heyecanlı kardeşleşmede artık her bir Ensar, kendisi
için zikredilecek bir Muhacir'i gözler olmuştu. Çok geçmeden de, Hz. Ebu
Bekir, Harice İbn Züheyr; Hz. Ömer, Itban İbn Malik; Ebu Ubeyde,
Sa'd İbn Muaz; Abdurrahman İbtı Auf, Sa'd
İbn Rebi': Zübeyr İbn AVVam,552 Selame İbn Selame; Hz. Osman,
Evs İbn Sabit; Talha İbn Ubeydullah, Ka'b İbn Malik; Sa'd İbn
Zeyd, Übeyy İbn Ka'b; Ca'fer İbn Ebi Talib,553 Muaz İbn Cebel; Mus'ab
İbn Umeyr, Ebu Eyyüb Halid İbn Zeyd; Ebu Huzeyfe, Abbad İbn Bişr;
Arnmdr İbn Yasir, Huzeyfe İbnü'l-Yeman ve Bilal-i Habeşi de, Ebu
Ruveyha554 ile kardeş olacak, çok geçmeden bu sayı, önce yüz
elli,555 ardından da yüz seksen altı aileyi kapsayacak ve kardeş bulamayıp da
ortada kalan tek bir Muhacir aile kalmayacaktı.
Şüphe
yok ki bu kardeşlikte, karşılıklı fedakarlıklar öne çıkacak ve Mekke'den gelen
Muhacirler, Medineli Erisar'ın
551 Daha sonra, Uhud gününde Hz. Hamza,
hicretteki kardeşini kendisine mirasçı olarak vasiyet edecekti. Bkz. İbn
Kesir, el-Bidaye, 3/226
552
Zübeyr İbn Avvam'ın kardeşi, bazı kaynaklarda Abdullah İbn Mes'ı1d olarak
da geçmektedir.
553 Bu sırada Hz.
Ca'fer İbn Ebi Talib, hala Habeşistan'da bulunuyordu.
554
Hz. Bilal, Hz. Ömer'in oluşturduğu Divan'da kütüğü tespit edilirken, "Resülullalı'ın
ilan ettiği kardeşlikten asla ayrılmam." diyerek hicretteki kardeşi Ebu.
Reveyha ile adını birleştirecek ve bundan böyle Habeşlilerin adı hep,
Has'amoğullanyla birlikte anılacaktır. zaten mezan da, Şam'da Has'am ma-
·hallesindedir.
Bkz. İbn Sa'd, Tabakat, 3/234 555 Bkz. İbn Sa'd, Tabakat. 1/238
572
Ve Kalıcı Yurt:
Medine
bütün
ısrarına rağmen kendi alın terinin ürününü alma yarışına girecekti. Sa' d İbn
Rebi', kendisine kardeş ilan edilen Abdurrahman İbn Avfı alıp evine
götürmüştü. Evine, Resülullah gelmiş gibi seviniyor ve onun için daha fazlasını
yapmak istiyordu. Bunun için önce onu karşısına aldı:
- Ey kardeşim! Ben, mal ve mülk yönüyle Medine'nin en
zenginlerinden birisiyim; malımın yarısı senin olsun, alonu! Ayrıca benim,
taht-ı nikahımda iki tane eşim var; onlardan hangisini beğenirsen bak, ben onu
boşayayım, iddetini beklesin ve daha sonra da onunla sen evlen!
Abdurrahman İbn Avfın kanını donduracak bir teklifti
bunlar! Bir taraftan, Mekke'de karşılaştıkları muameleyi düşünüyor; diğer
yandan da Medine'nin kucaklamasına bakıyor; daha dün denilebilecek kadar yeni
Müslüman olan Erisar'ın bu fedakarlığı karşısında hicap duyuyordu. Bir aralık,
Muhacirin'e kapılarını açan Ensar'ı anlatan Kur'an ayetleri geçti zihninden!
Elbette Allah (celle celaluhü), onların kalbinde olanlara da muttaliydi ve
olanı anlatıyordu:
- Muhacirlerden önce Medine'yi yurt ve vatan edinip
imana sarılanlar, kendi beldelerine hicret edenlere sevgi beslerler; onlara
verilen maddi paylardan ötürü herhangi bir kıskançlık göstermedikleri gibi tam
aksine, kendileri aşırı ihtiyaç içinde kıvransalar bile hep kardeşlerine
öncelik verir ve onları kendi nefislerine tercih ederler!556
Ancak
onlar, dünyayı elde etmek için gelmemişlerdi ki Medine'ye!
- Malın da hanımların da senin için mübarek olsun, dedi
önce. Ardından da, "Sen bana, çarşı-pazarın yolunu göster!" diye
ilave etti. İnanan insan için istiğna, çok önemli bir prensipti ve kendi
kazaneını kendi alın teriyle kazanmalı, maişetini de bizzat çalışarak temin
etmeliydi.
556 Bkz. Haşir, 59/9
573
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Hz.
Sa' d'ın tekliflerine evet demeyen Hz. Abdurrahman, ertesi gün Beni
Kaımukii pazarındaydı, Bundan sonra da hep çarşı-pazarda olacaktı. Kendi
ifadesiyle, elini değdirdiği her taş adeta altın ve gümüş oluyordu.w? Demek ki
Allah, olayları iyi okuyan ve rızası istikametinde irade beyan edenlerin yoluna
su serpiyordu.
Bir
gün huzur-u risalete gelmişlerdi. Çok geçmeden Efendimiz (sallallalıu aleylıi
ve sellem):
-
Bu ne iş, diye sormuştu. Çünkü Abdurrahman İbn Avf, za'feran kokusu sürmüş ve
meclise öyle gelmişti.
-
Ensar'dan bir kadınla evlendim, ya Resülallah, diye cevapladı Abdurrahman İbn
Avf. Efendiler Efendisi, kısa zamanda geldiği yeri öğrenmek için sordu:
- Mehir bedelini de
verdin mi?
- Evet, beş dirhem
ağırlığında altın verdim, dedi.
Demek
ki Abdurrahman, işlerini yoluna koymuş ve ticari hayatı adına belli bir yere
gelmişti. Aynı zamanda böyle bir başarının, diğer insanlarla da paylaşılması ve
aynı yolda yürüyenıere moralolması gerekiyordu. Öyleyse sıra, bu nikahı ilan
etmeye gelmişti ve Efendimiz (sallallalıu aleylıi ve sellem):
-
Bir koyun bile olsa velime adına yemek ver, buyurdu.ss8
Sa'd
İbn Rebi' ve Abdurrahman İbn Avfta olduğu gibi bazı insanlar, Muhacir ve Ensar
arasında kurulan bu kardeşliğin, miras hakkını da doğuracağı sonucuna
varmışlar; Efendimiz'in huzuruna gelip de:
-
Hurmalıkları da onlarla bizim aramızda bölüştür, teklifinde bulunuyorlardı.
İşin garip tarafı, bu teklifi yapanlar, Medineli Ensar' dı.
SS7 Bkz. Ahmed İbn
Hanbel, Müsned, 3/190, 271; İbn Sa'd, Tabakat. 3/126
SS8
Bkz. Buhari, Sahih, 3/1378 (3569-3571); Müslirn, Sahih, 2/1042 (1428); İbn
Sa'd, Tabakat. 3/126
574
Ve Kalıcı Yurt:
Medine
- Hayır, dedi önce.
Ardından da:
- Çalışıp alın teri
dökmede müşterek hareket edin ve or-
taya
çıkan meyveleri de aranızda payedin, buyurdu.s'? Bunun anlamı açıktı; bundan
böyle herkes, elinden geleni yerine getirmek için alın teri döküp gayret gösterecek
ve Mekkeli Muhacirlerle Medineli Ensar aileler, elde ettikleri ürünü aralannda
paylaşarak bir hayat yaşayacaklardı. Sahabeyi, sahabe yapan cevap gecikmedi:
- İşittik ve itaat
ettik!56o
Bu
arada, Nisf suresi 33. ayet de gelmişti ve zaten, akrabalık bağlannın dışında
böyle bir miras anlayışının olamayacağını anlatıyordu.
Görüldüğü
gibi, Muhacir kendi üzerlerine düşeni yapıyor Ensar da daha fazla ne
yapabileceğinin heyecanını yaşıyordu. Mekke'den kopup gelen kardeşleri istemese
de onlar, mutlaka bir şeyler yapmak istiyor ve bu konuda ısrarcı oluyorlardı.
Bir gün oturmuş
aralannda şunu konuşuyorlardı:
-
Allah Teala, kız kardeşinizin oğlu bu Zat sebebiyle sizi hidayete erdirdi. O
ise, herkesin işlerini omzuna almış, bütün sıkıntılan deruhte ediyor. Halbuki
O'nun, bütün bunlan yapabilmek için elinde imkanlan da yok! Öyleyse siz,
elinizden geldiği kadar aranızda mal-mülk toplayın ve O'na verin ki yapageldiği
bu hayır işlerinde elini güçlendirmiş olursunuz!
Durumu
tam olarak anlatan bir fikirdi. Zira gerçekte durum, bundan farklı değildi.
İşte bu, Ensar farkıydı ve çok geçmeden, meselenin sadece sözde kalmadığını da
gösterecek ve
559 Bkz. Buhari,
Sahih, 3/1378 (3571)
560
Bkz. Hakim, Müstedrek, 2/199 (4833); İbn Teymiye, Mecmüu'l-Fetava, 14/157
575
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
gidip gerekli olan
mal ve mülkü toplayıp huzura geleceklerdi. Şöyle diyorlardı:
- Ya Resülallahl Sen bizim, kardeşimizin oğlusun! Allah
(celle celaluhü) bizi, Senin vesilenle hidayete erdirdi! Sen ise, bütün hayır
işlerini kendi omuzların üstüne almış her türlü sıkıntıyı deruhte ediyorsun.
Halbuki Senin elinde, bunu yapabilmek için imkanların da yok! Bizler, kendi
aramızda oturup konuştuk ve bunlan toplamaya karar verdik; umulur ki böylelikle
Sana bir nebze yardım etmiş, hayır yanşında da elini güçlendirmiş oluruz. İşte,
bunlan bizden kabul buyur!
Bu ne hassasiyet ve bu ne nezaketti? Ancak, hayır adına
mesafe alırken hak yolcusu, aynı zamanda müstağni olmalıydı ve attığı adımlara
mukabil kimseden bir şey istememeliydi. Sahaya inilmiş: bizzat ve fiili bir
terbiye örneği sergileniyordu. Çok geçmeden Cibril geldi:
- Bunun için Ben sizden, ücret talep etmiyorum; Benim
talep ettiğim tek şey, ehl-i beyte muhabbet beslemenizdir.e?' manasındaki ayeti
indiriyordu. Demek ki mesele, karşılık beklemeden yürüme hassasiyeti gerektiren
bir meseleydi. Muhataplar nezdinde önemsenmenin yolu da buradan geçiyordu.
Aynı zamanda bu, açık arayan müşrik ve kafir gruplara, isteklerine
nailolabilecekleri zemini bırakmama manasma geliyordu. Zira istiğna, ne kadar
çok olursa olsun dünya malından daha güçlü bir dinamizim demekti.w"
Medine'ye gelinmişti; ama çözülmeyi bekleyen bazı meseleler
vardı; öncelikle, mü'minleri bir araya getirecek, içinde Kur'an ayetlerinin
paylaşıldığı, namazıarın kılınıp nebevi
561 Bkz. Şura,
42/23
562 Vahidi, Esbabii
Nıizüli'l-Kur'an, s. 389
576
Ve Kalıcı Yurt:
Medine
irşad
ve tebliğe kulak verildiği, günlük meselelerin getirilip çözüme kavuşturulduğu
ve kısaca, içinde cemaat olma şuuruna erilen kucaklayıcı bir mekana ihtiyaç
vardı ve bunun için hemen bir mescid yapılmalıydı. Zira artık, semtine
sığınılabilecek bir Kabe yoktu. Onun için namazlar, vakit nerede girerse orada
kılınmaya çalışılıyordu.
Önce, inşaatın yapılacağı yer tespit edilmişti. Burası,
devenin ilk çöktüğü yerdi ve Neccaroğullarının elçisi Es'ad İbn Zürare'nin himayesinde
bulunan Sehl ve Süheyl adındaki iki delikanlıya aitti; üzerinde
koyun ağılları, eski binalar ve bir kenarında da birkaçmezarın bulunduğu bir
mekandı.ö''"
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), anne
tarafından akrabaları olan Neccaroğullarını yanına çağırarak, para
karşılığında arsalarını talep ediyordu. Onlar ise:
- ValIahi de biz, bunun karşılığında bir ücret
istemiyor; karşılığını sadeceAllah'ın vereceğini düşünüyoruz, diyorlar ve
böylesine hayırlı bir işte bayrağı önde göğüsleyenler arasında olmak
istiyorlardı. Ancak O (sallallahu aleyhi ve sellern), böylesine önemli bir
meselede muhataplarına yük olmak istemiyordu. Bunun için, Hz. Ebu Bekir'e
seslendi ve on dinar karşılığında bu arsayı satın aldı.564
Derken arsa meselesi de çözülmüş sıra, inşaatın yapılmasına
gelmişti. Herkeste büyük bir iştiyak hakimdi; kimi kerpiç yapıyor, kimi taş
taşıyor ve kimi de, önüne getirilen malzemeyi üst üste koyarak yeni bir
medeniyet inşa ediyordu! Taşınan taş ve kerpiçleri Es'ad İbn Zürare üst üste
koyup örüyor, Efendimiz'in mescidinde ustalık yapıyordu.
563
Aynı zamanda burası, Efendimiz ve Muhacirler Medine'ye gelmeden önce de namaz
kılmak için mü'minlerin bir araya geldikleri yerdi. Onlara namazlannı Es'ad
İbn Ziirare kıldınyordu. Bkz. İbn Sa'd, Tabakat. 1/239, 240
564
Bkz. Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 3/211 (13231); İbn Sa 'd, Tabakat, 1/239, 240
577
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Her
halleri farklılık arz ediyordu; meşakkatli inşaat işlerini bile coşkuya
dönüştürmüş:
-
Allah'ım! Senin ahiret yurdundan başka bir hayır bilmiyoruz ve yoktur!
Sen,
Erisar ve Muhacir olarak dinine sahip çıkanlara yardım et,565 diye
dualar ediyor, neşideler şeklinde coşku yüklü sesleri semaya yükseliyor ve
bütün bunlar, ortamı sanki bayram havasına çeviriyordu.
inşaat
işinde çalışanların arasında, bizzat Allah Resülü de vardı; bütün ısrarlara
rağmen taş ve kerpiç taşımaktan vazgeçmeyecek ve böylelikle, her meselede
cemaatinin içinde ve önünde olduğunu gösterecekti. Erisar ve Muhacirin'in coşkusuna
zaman zaman O da katılıyor ve:
- Allah'ım! Mükafat
yurdu olarak sadece ahiret vardır! Sen, Erisar ve Muhacirin'e merhametinle
muamele buyurup onları mağfiret et!
Ey
Rabbimiz! Bunları taşıyanlar Hayber hamalları değil; bunlar, en iyi ve en temiz
insanlar, diye de mukabelede bulunuyordu.s'v
O'nun
bu gayretleri, Erisar ve Muhacirin'i de coşturmuş, şöyle mukabele ediyorlardı:
-
Nebiyy-i Ekrem bizzat çalışıp dururken bizler nasıl oturabiliriz ki?
Öyleyse
bu işte bizden, daha fazla bir gayret ve daha fazla bir amel vardırl'"?
Bu
arada, Efendiler Efendisi'nin gözüne Hz. Arnmar ilişmişti; herkes tek tek
kerpiç ve malzeme taşırken o, sırtında iki adet kerpiç taşıyordu. ilk şehid
olarak bu davaya annesini kurban veren ve müşriklerin akla-hayale gelmedik
işkencele-
565 Tayalisi, Müsned,
1/277 (2085) ; İbn Sa'd, Tabakat. 1/240 566 Buhari, Sahih, 3/1421 (3694); İbn
Sa'd, Tabakat. 1/239, 240 567 Bkz. Mübarekfüri, er-Rahikıı'l-Mahtüm, s. 174
Ve Kalıcı Yurt:
Medine
rine
maruz kalan Hz. Arnmar'ın yanına yaklaştı ve başını sıvazlayarak üzerindeki
toz-toprağı sildi önce. Arnmar durmak bilmiyor, yine çalışmaya devam ediyordu
istifini bozmadan! Ardından şöyle bir nazar atfetti Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellern). Belli ki, gaybın perdeleri açılmış, istikbale ait bazı karelere
şahit oluyordu ve şefkat dolu bakışlarla şunlan söylemeye başladı, çok
geçmeden:
-
Yazık olacak, Siirneyye'nin oğlu Ammar'a! Çünkü onu, azgın ve bağı bir topluluk
şehid edecek!568
Derken,
kısa zaman sonra duvarlan kerpiç, tavanlan hurma lifi, direkleri hurma ağaçlan
ve tabanı da toprak ve kum olan bir mescid inşa edilmiş; artık namazlar da
burada kılınır olmuştu. Bu mescidin üç kapısı vardı ve köşeleri yüz zira'569
mesafede kare görüntüsünde bir mekandı.
Bu
arada, bugüne kadar ikişer rekat kılınan namazlar, bundan böyle dört rekat
olarak tespit edilmiş; sefer durumlannda yine ikişer rekat olarak
kılınabileceği anlatılırken hazar hallerinde dört rekat kılınmasının farziyeti
tebeyyün etmişti.s?"
Minberden Gelen Ses
Mescid-i
Nebevi inşa edilmiş ve Cuma namazlan da burada kılınır olmuştu. Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern), hutbe okumak ve insanlarla konuşurken göz göze gelerek
iletişim
568
Müslim, Sahih, 4/2236 (2916) ; Hakim, Müstedrek, 2/162 (2652); İbn Sa'd,
Tabakat. 1/239, 240.Hz. Ammar, bu hadiseden yaklaşık 37 yıl sonra Sıffin günü
Hz. Ali saflarında şehid edilecekti. Şehid ediğinde Hz. Arnmar. haklılık
meselesinde bir kıstas olmuş ve böylelikle onun ölümü bile, İslam vahdeti adına
hizmet eder olmuştu.
569
Bir zira', insanın dirseği ile parmaklarının ucuna kadar olan mesafenin adı
olup, ortalama 62 santim değerinde bir uzunluk ölçüsüdür. Buna göre Mescid-i
Nebevi'nin her bir köşesinin uzunluğu yaklaşık 62 metre, mescidi sınırlayan
alan da 3.900 metrekare olmaktadır. (Ölçüler, zira-ı Haşimi esas alınarak
çıkarılmıştır.)
570 Bkz. Buhari,
Sahih, 1/137 (343); Müslim, Sahih, 1/478 (685)
579
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
kurabilmek
için bir hurma kütüğünün üzerine çıkıyor ve sahabeye böyle sesleniyordu.
Minberin çok sade bir yapısı vardı. Bir gün, Medine'ye dışarıdan gelen ashabdan
birisi, insanlığın iftiharTablosu'nun bu durumunu görünce, yanındaki Ensar'a
dönmüş ve şöyle diyordu:
-
Şayet Allah'ın Resülü ister ve bunu uygun görürse ben O'na bir minber yaparım
ve dilerse onun üzerine çıkarak hutbe okur, dilerse hutbe okurken yanında
durarak ona yaslanır.
Çok
geçmeden adamın bu teklifi, Efendiler Efendisi'ne de ulaşacak ve bu adamla
konuşacaktı. Benzeri şeyleri söylüyordu:
- Ya Resülallahl
Senin için Cuma günleri üzerine çıkıp da insanlarahutbe okuyacağın, bir minber
yapayım mı? Böylelikle herkes Seni görür ve Sen de hutbeni herkese ulaştırmış
olursun!
Samimi
bir gönülden güzel bir teklifii ve zaten böyle bir minberin yapılmasında
masıahat vardı. Bunun için O da:
- Peki, yap, dedi.
Artık
müsaade de alınmış ve adam da, minberi yapmaya başlamıştı. Bir müddet sonra
da, ortaya üç veya dört basamaklı bir minber çıkmış ve yerine yenisi gelen
eski hurma kütüğü de bir kenara konulmuştu.
Cuma
vakti gelip de tam Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), hutbe okumak için
onun üzerine çıkacaktı ki, eski minberden, devenin inlemesine benzer bir ses
gelmeye başlayıverdi. işin garip tarafı, bu sesi mescidde bulunan herkes
duyuyordu. Adeta kütük, üzüntü ve kederinden ağlıyordu.
Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellern), önce sesin geldiği yöne döndü; belli ki, bir
kenara bırakılıp unutulmaktan, Efendimiz'i bir daha göremeyeceğinden
muzdaripti. Belki de bu haliyle, şuurlu olduğu halde O'ndan ayrı kalanlara,
O'nu gönlüne koyup da Muhammedi mesajla bütünleşemeyenlere kalıcı bir ders
vermek istiyordu.
580
Ve Kalıcı Yurt:
Medine
Belli
ki bu inilti, durmayacaktı. Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellern), hurma kütüğüne doğru yöneldi ve yürümeye başladı. Yanına geldi;
mübarek ellerini üzerine koyup sıvazlamaya başladı. O da ne? İnleme dinmiş ve
kütük süküna kavuşmuştu. Firakın elerni, visalin tatlı huzuruyla unutulmuş ve
hurma kütüğü de sessizliğe bürünmüştü. Derken Efendimiz, bir miktar eğildi ve:
-
Dilersen seni, yine eski yerine koyayım, istersen cennette bir yere dikeyim ve
sen, onun pınarlarından istifade edesin; güzel güzel filizler çıkarasın ve
Allah'ın en sevgili kulları da senin meyvelerinden yiyeler, buyurdu. Belli ki,
ikinci teklife 'evet' diyordu ve bundan sonra ashabına dönen Allah
Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern):
- Onu, cennete
dikrnemi tercih etti, buyuracaktı.s"
Daha
sonra da bu kütüğü mihrap tarafına koyacak ve namazlarını ona yönelerek kılacaktı.v"
Belli ki O da, vefaya vefa ile mukabelede bulunuyor ve ümmetine vefa adına
önemli bir ders veriyordu. Çünkü onu her gören, o gün yaşanan olayı hatırlayacak
ve Nebi'sinin yokluğuna dayanamayıp ağlayan bir hurma kütüğünün vesilesiyle,
yaşanan bu mucizeyi başkalarına da anlatacaktı.
Mekke,
şiddet soluyup kin kusan bir yapıya sahipti ve burada müşterek namaz kılmak,
ancak sessiz ve kuytu yerlerde mümkün olabiliyordu. Ancak Medine, daha münis ve
beraberce cemaat oluşturmaya çok müsaitti. Üstüne üstlük burada, Mescid-i
Nebevi de inşa edilmiş; cemaatle namaz kılınmaya hazır bekliyordu.
571 Bkz.
Darimi, Sünen, 1/29
572
Aradan geçen zaman içinde Mescid-i Nebevi'nin yıkılması ve yeniden yapılması
zamanında bu kütüğü, Übeyy İbn Ka'b alacak ve Efendimiz'e ait önemli bir hatıra
olarak evine götürecekti. Bkz. İbn Sa'd, Tabakat, 1/252, 253
581
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Namaz
vakitleri de belliydi; ancak, bu vakitleri insanlara hatırlatıp onlan namaza
çağıracak, ortada henüz bir yöntem yoktu. Bunun için önce, Yahudilerde olduğu
gibi bir borazan çalma meselesi gündeme getirildi; uygun bulunmadı. Ardından,
Hristiyanlarda olduğu gibi bir çan konuşuldu; bu da uygun değildi ve
reddedildi. Anlaşılan, yeni bir haber bekleniyordu.
Derken,
hem de namaza davetin konuşulduğu bu günlerden birinde Abdullah İbn Zeyd,
Efendimiz'in huzuruna gelmiş rüyasını anlatıyordu:
-
Ya Resülallah! Bu gece rüyamda, üzerinde iki parçadan oluşan yeşil elbiseli bir
adam yanıma geldi; elinde, büyük bir çan vardı. Ben kendisine:
- Ey Allah'ın kulu!
Bunu bana satar mısın, diye sordum.
- Onu ne yapacaksın,
dedi. Ben de:
- Onunla insanları
namaza çağıracağım, cevabını ver-
dim.
- Bundan daha
hayırlısını sana öğreteyim mi, dedi.
- Nedir o, deyince
de, şunları söyleyerek insanları nama-
za çağırmarnı
söyledi:
-
Allahü Ekber, Allahü Ekber, Allahü Ekber, Allahü Ekber
Eşhedü en la ilahe
iHallah, eşhedü en la ilahe iHallah Eşhedü enne Muhammeden Resülullah, eşhedü
enne
Muhammeden
Resfılullah
Hayye ale's-salah,
hayye ale's-salah Hayye ale'l-felah, hayye ale'I-felah Allahü ekber, Allahü
ekber
La ilahe iHallah.
Bunları
dinler dinlemez Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem):
-
Şüphesiz ki bu, doğru ve hak bir rüya, dedi önce. Belli ki, anlatılanlar çok
hoşuna gitmişti.
582
Ve Kalıcı Yurt:
Medine
Derken, birden Cibril'in havası hissedilmeye başlandı
mecliste. Belli ki, yeni bir haber geliyordu. Vahyin emareleri ortadan kalkıp
da meclis sükün bulunca, Hz. Abdullah'ı yanına çağınp ardından da şunlan
söyledi:
-
Kalk ve bunları Bilal'e de öğret! Bunlarla insanlara o seslensin! Çünkü onun
sesi, seninkinden daha gür.
Çok
geçmeden Hz. Bilal, ezanla insanları namaza davet ediyordu.
Beri
tarafta ise Hz. Ömer, Efendimiz'in arkasında namaz kılmak için evinden çıkmak
üzereydi. Gördüğü rüyayı O'nunla paylaşmak için can atıyordu; çünkü bu rüya,
birkaç gündür konuşulup da bir türlü çözüme kavuşturulamayan namaza davet meselesini
çözecek bir rüya idi. Tam, bu duygularla dolu iken kulağına, birden Hz.
Bilal'in yanık sesi geliverdi. Şaşırmıştı; zira bu ses, gördüğü rüyada
kendisine söylenilen cümleleri tekrar ediyordu. Yoksa bütün bunlar, birer riiya
değil de gerçek miydi!? Veya, hala rüya mı görüyordu?
Eteklerini
topladı ve hızlı adımlarla Meseid-i Nebevi'ye doğru koşturmaya başladı. Huzura
geldiğinde soluk soluğa kalmış, Efendimiz'e şöyle diyordu:
-
Ey Allah'ın Nebi'si! Seni Hak ile gönderene yemin olsun ki, bunun aynısını ben
rüyamda görmüştüm!
Senden
daha fazlasına ben şahit oldum dereesine bir duruşu vardı Allah Resülü'nün ve
Hz. Ömer'e dönerek, iltifat yüklü şu cümleyi söyledi:
- Bu konuda vahiy
senin önüne geçti, Ardından da:
- Bundan ve Ömer'in
rüyasından dolayı Allah'a hamd ol-
sun, buyurarak Allah'
a hamd edecekti. 573
573 Bkz.
EbU Davüd, Sünen, 1/189 (499); İbn Hibban, Sahih, 4/573 (1679); Beyhaki,
Sünen, 1/390 (ı704); İbn Hişam, Sire, 3/40-42
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Artık
bundan böyle, mü'minler için namaza çağrı meselesi tebeyyün etmiş ve günde beş
defa semalar, Allah ve Resülü'niin adıyla şenlenmeye başlamıştı. Ve, namazın
alemi haline gelen bu uygulamaya bundan sonra, 'ezan' denilecekti.
Yeni
yurt Medine, yeni bir anlayışa daha sahne oluyordu; Efendiler Efendisi (sallallahu
aleyhi ve sellern), gelen ayetleri kendileriyle paylaşıp onlarla marziyat-ı
ilahiyi müzakere edebileceği kimseleri Mescid-i Nebevi'ye toplamaya başladı.
Diğer
insanlar, çarşı-pazarda ticaret yapıp bağ ve bahçelerinde tarımla uğraşırken
bu insanların tek hedefi, dine ait meselelerin zayi olmasının önüne geçmek ve
Efendimiz'den aldıkları kültürü başka insanlarla da paylaşarak tebliğ sürecini
doğru ve kalıcı bir keyfiyetle hızlandırmaktı. Bunu yaparken, açlığın sancısını
hissetmernek için karınıarına taş bağlıyor; çoğu zaman da açlıktan bayılıp
oldukları yerde kalakalıyorlardı; ama onlar için, dine ait bir meselenin inkişafı,
her şeyden daha önemliydi. Bunun içindir ki Efendiler Efendisi, ashabıyla
konuştuğu zamanlarda bu insanlara göz-kulak olmalarını tavsiye ediyor, bazen
onları diğer ashab arasında taksim ederek ihtiyaçlarını görmeye çalışıyor ve
kendisi de, ailesinden daha çok bu insanları düşünüyordu.v''
Aralannda
Eôü Hureyre gibi önemli sahabelerin de bulunduğu Ashab-ı Suffe'nin
sayısı, değişkenlik arz etmekle birlikte bu sayının otuza kadar çıktığı oluyor
ve bu insanlar, Mescid-i Nebevi'yi aynı zamanda ev olarak kullanıyorlardı.
Çünkü onların, ne başlarını sokabilecekleri bir evleri ne de kendilerine
yardım edecek bir yakınları vardı. Ama bu insanlar, kimseden bir şey isteme
niyeti izhar etmez ve hangi şartlarda olurlarsa
574 Bkz. İbn Sa'd,
Tabakat, 1/255, 256; 2/363; 8/25
Ve Kalıcı Yurt:
Medine
olsunlar,
durumlarına rıza göstererek Efendimiz'le müşterek bir hayat yaşamayı her şeye
tercih ederlerdi. Onların bu halini anlatırken Kur'an. şu ifadeleri
kullanacaktı:
- Kendilerini Allah yoluna vakfedip de yeryüzünde dolaşma
fırsatı bulamayan o yoksullar var ya, işte onlar, insanlardan bir şey isteyip
de hallerini ortaya koymadıklanndan dolayı diğer insanlar onları zengin
zanneder. Ey Resülüml Onları Sen, simalarından tanırsın; onlar, iffetlerinden
dolayı, yüzsüzlük ederek halktan bir şeyler istemezler. Hayır adına her ne
verirseniz, mutlaka Allah onu bilir.575
Tabii olarak bu insanlar, hangi ayetin nerede ve nasıl
indiğini, Efendimiz' den şeref-sudur olan beyanın hangi şartlarda ve nerede
gerçekleştiğini en iyi bilen kimselerdi. Zira, sadece ilimle meşguloluyorlar ve
ibadet ii taatle dolu
bir hayat yaşıyorlardı. Din adına herhangi bir yerden talep geldiğinde, ilk
defa bunlar arasından birisi seçilir ve o insanlara dini öğretmek için muallim
olarak gönderilirdi. Kısaca bu insanlar, ilim yönüyle Efendiler Efendisi'nin
mirasçıları konumundaydı.
Çok hadis rivayet ettiklerine dair şikayetler
çoğalınca, bunlardan biri olan Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) ileri atılacakve:
-
Yatsı namazında Resülullah (sallallalıu aleyhi ve sellem) hangi sureleri
okumuştu, diye soracaktı. Adam:
-
Hatırlamıyorum, cevabını verdi. Bunun üzerine Ebu Hureyre (radıyallahu anh):
- Yoksa sen, namazda
yok muydun, diye tekrarladı. Adam:
- Hayır, vardım,
cevabını verdi. Bunun üzerine Ebu Hu-
reyre:
- Ama ben
hatırlıyorum; şu şu sureleri okudu, diyerek
575 Bkz. Bakara, 2/273
585
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Efendimiz'in okuduğu
sureleri söyleyiverdi.v" Fiili bir ders vermenin adıydı bu ve arkasından
da şunları ilave etti:
- Muhacir kardeşlerimiz çarşı ve pazarda alışverişle
meşgul olup, Erisar kardeşlerimiz de bağ ve bahçeleriyle ilgilenirken Ebu
Hureyre, karın tokluğuna Allah Resülü'nün peşine takılmış; başkalarının
duymadıklarını duyuyor, onların hafızalarına ulaşmayanları da ezberine
alıyordu.ö??
Bu kadar sıkıntı ve meşakkat, elbette herkesin öyle
kolay katlanabileceği bir mesele değildi. Bir tarafta Kureyza ve Nadiroğulları
karşılarında duruyor ve onların din adamlarının ellerindeki imkanlar da
nazarlara çarpıyordu. İnsan olmanın bir gereği olarak Suffe ehlinden de olsa
bazı insanlar, içinde bulundukları bu durumdan daha iyi şartlar elde edip biraz
daha rahat etme arzusu içine girebilir, daha müreffeh bir hayat özlemi
duyabilirlerdi.
Aynı zamanda bu, sadece onları ilgilendiren bir konu da
değildi; Karün'un serveti karşısında gözü kamaşıp benzeri imkanlara sahip
olmayı arzu eden insanlar olduğu gibi578 bugün de benzeri talepler
gelişebilir, sosyal statüde kendi içinde bulunduğu konumdan rahatsız duyan
insanlar zuhür edebilirdi.
İşte, bütün bunlara son noktayı koymak için Cibril-i
Emin yeniden geliyordu. Getirdiği ayette Yüce Mevla, kullarının kulağına küpe
olacak şu ifadeleri sıralıyordu:
- Eğer Allah, kullarına verdiği rızık ve imkanları bol
bol yaysaydı, o zaman bazı kimseler dünya hayatının geçici rengine aldanır ve
dünyaya dalar, ölçüyü kaçırıp azarlardı. Lakin O, bu imkanları dilediği bir
ölçüye göre indirir. Çünkü O, kullarından haberdar olup onların bütün
yaptıklarını ve yapacaklarını görmektedir.V?
576
İbn Sa'd, Tabakat. 2/363 577 İbn Sa'd, Tabakat, 2/363 578 Bkz. Kasas, 28/79
579 Bkz. Şura, 42/27;
Viliidi, Esbabii Niizüli'l-Kur'an, s. 389, 390
586
Ve Kalıcı Yurt:
Medine
Rahmetin Kuşatıcılığı
ve Sonuna Kadar Açılan Kapısı
Bugüne kadar gelen ayetlere ve Efendiler Efendisi'nin
beyanlarına bakıldığında, azab-ı ilahinin dehşeti kadar rahmetinin enginliği
de, mü'minler arasında mütearef bir meseleydi. Ancak bunu, herkes eşit oranda
kavrayamamıştı. Bilhassa Kur'an ve Sünnet gibi iki temel kaynaktan uzak kalanlar
veya henüz yeni Müslüman olanlar, hem geçmiş günlerde işledikleri hataların
baskısıyla mahcubiyet yaşıyor hem de azab-ı ilahiden duydukları endişeyi
iliklerine kadar hissediyorlardı. Gerçi Efendiler Efendisi, Müslümanlığı
tercih etmekle birlikte İslam'ın, geçmişe ait ne kadar cahilce hareketvarise,
bunların bütününü temizlediğini ifade ediyordu.e''? Ancak, vicdan denilen
mekanizma sürekli devreye giriyor ve samimi Müslümanları bile, eskiye ait
kareleri hatırlatarak rahatsız ediyordu. Zaten sahabenin genelinde, önceki hayatına
kefaret olacak yeni atılımlar yapma gayreti hakimdi ve bu sebeple, geçmişte
işledikleri hataları temizleyip affettirme yarışı içine giriyorlardı.
Az
dahi olsa bazı insanlar da, işin gerçek yönünü anlayacak gibi olmuşlar; ama
bir türlü iman safına geçememişlerdi. Bir de, putlara tapmakla adam öldürmenin
ne denli bir günah olduğunu duymuşlardı, kabuklarını kırıp da bir türlü imanın
kuşatıcılimanına sığınıp hatalarından sıyrılamıyorlardı. Açıktan açığa şeytan,
suret-i haktan görünerek sağ taraftan yaklaşmış ve iman adına yumuşayan
kalplerinin önüne, imansız dönemde yaşadıkları kötülükleri çıkararak onların
hayra yönelmelerine engeloluyordu. Mazilerine şöyle bir göz attıklarında,
sabahlara kadar içip eğlendikleri, eğlenirken de nice ırza musallat olup namus
çiğnedikleri akıllarına geliyor, içten içe birer kuruntu halinde şunları
düşünüyorlardı:
580 Bkz. Kurtubi,
Tefsir, 16/168
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
- Muhammed, putlara tapan ve haksız yere bir adamı öldürenin
bağışlanmayacağını söylüyor. Durum böyle iken bizler, nasılolur da iman eder
ve hicretle Medine'ye göçebiliriz? Halbuki biz, Allah'tan başka putlar önünde
serfurü edip kullukta bulunduk ve Allah'ın haram kıldığı bir başkasının hayatına
da kastettik!
Diğer tarafta ise, Ayyaş İbn Ebi Rebia, Hişôm İbnü'l-As ve Velid İbnü'l- Velid gibi
bazı insanların, Müslüman oldukları halde önlerine engeller çıkarılmıştı ve
hicret etmelerine müsaade edilmiyordu. Hatta bunun da ötesinde, ciddi baskı
altında tutuluyorlar ve dinlerinden dönmeleri için işkenceye tabi
tutuluyorlardı. Bu sürece dayanamayıp da müşriklerin dayatmalarına 'evet' deme
durumunda olanlar için mü'minler, üzüntü duyuyor ve artık onların, iflah
olamayacaklarını sanıyorlardı. Hatta diyorlardı ki:
-
Allah (celle celaluhü), asla ve hiçbir zaman bunların tevbelerini kabul edip
bağışlamaz!
İşte böyle bir ortamda yine Cibril-i Emin gelmiş,
rahmet kapısından ümit bekleyenıerin hepsinin de gönüllerine su serpmek için
Efendimiz'e şu ayeti tebliğ ediyordu:
- Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede
ileri giden kullarımı Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin! Allah dilerse
bütün günahları affedip mağfiret eder; çünkü O, çok affedici Gafür, merhamet ve
ihsanı fazla Rahim' dir .581
Bizzat Allah (celle celaluhü), kullarına umut dağıtıyor
ve ne türlü bir günah içinde olurlarsa olsun insanların, yeniden kapısına geldiklerinde
elleri boş dönmeyeceğini anlatıyordu.
Sahabe, vefa insanıydı; nasılolmasın ki onlar, Ehl-i Vefa'nın
dizinin dibinde terbiye görmüş, dünyaya da vefa dersi veriyorlardı. Hz. Ömer de
öyle yapacaktı; bu ayetleri duyunca,
581 Zümer, 39/53
588
Ve Kalıcı Yurt:
Medine
Kuba'ya
kadar kendisine yol arkadaşı olduğu halde Ebu Cehil'in tuzağına düşerek geri
dönen ve Mekke'de işkence altında tutulan Ayyaş İbn Ebi Rebia ile daha Mekke'de
iken yolları tutulup da bir türlü hicret imkanı bulamayan Hişam İbnü'l-As,
Velid İbnü'l-Velid ve onlar gibi aynı durumda olan insanlara bir mektup yazacak
ve bu mektubunda bu ayetten de bahsederek kuvve-i maneviyelerini takviye
etmeye çalışacaktı, Zira, böyle bir imtihan içinde bulunanları, yalnız bırakılmamak
ve beslenme kaynakları itibariyle sürekli yanlarında olmak gerekiyordu.
Hz. Ömer'in yazdığı mektubun kendilerine ulaştığı mihnet
altındaki bu insanlar, yeniden kendilerine gelecek ve her şeye rağmen kapının
kendilerine açık olduğunu görerek Medine'ye hicret yolu araştıracak ve günün
birinde bunada muvaffak olacaklardı. Mektubu okuyunca hemen kalkıp Zituva
denilen yere gelen Hişam, o gün yaşadığı sevinci anlatacak cümle bulmakta
zorlanacak ve devesine atladığı gibi doğruca Medine'nin yolunu tutacaktı.s'"
Es'ad İbn Zürare'nin Vefatı ve Yeşeren Nifak
Ensar arasından Akabe beyatlarına katılan ve Beni N
eccaroğullarının temsilcisi seçilen büyük sahabe Es'ad İbn Ziirôre (Ebu
Ümame), Mescid-i Nebevi yapıldığı sıralarda hastalanmış, evinde yatıyordu. Çok
geçmeden de, onun vefat haberi geldi. Hicret sonrasında yaşanan ilk hadiseydi
bu. Bir anda Medine'ye, büyük bir hüzün çöküvermişti. Hüzünlenenlerin başında,
elbetteki Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) vardı. Ancak bu, bir
kaderdi ve elden bir şey gelemezdi.
Beri
tarafta, bir açık bulup da tenkit etmek için bekleşenlere gün doğmuştu:
- Şayet Muhammed,
gerçekten bir peygamber olmuş 01-
582 Valıidi,
Esbfibü Nüzüli'l-Kur'an, s. 384, 385
589
Efendimiz (sal1al1ahu
aleyhi ve sellem)
saydı;
O'nun ashabı ölmezdi, diyorlardı. Şaşılacak bir durumdu; sanki önceki
peygamberlerin ashabı, ölümsüzlük şarabı içmiş ve ebedi yaşıyordu! Aslında bunu
söyleyenler, Hz. Musa ve Hz. Harun'un da ölümlü birer beşer olduklannı
biliyorlar ve İsrailoğullannın da sonlu olduğunu görüp duruyorlardı. Demek ki
mesele, ölümsüzlüğü talep değildi; asıl maksat, ortalığı bulandırmaktı.
Diğer taraftan ise böyle bir yaklaşım, insanların
gizlemek zorunda kaldıklan gerçek niyetlerini ortaya çıkanyor ve nifak
tohumlannın ortaya çıkmasına neden oluyordu. Üzüntüsünü dile getirirken
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), şöyle buyuracaktı:
- Ebu Ümame'nin ölümü üzerinden Arap münafıklar ve bazı
Yahudiler, ne kötü bir çıkar yanşına giriştiler! "Şayet Muhammed,
gerçek Nebi ise, ashabı ölmezdi." diyorlar. Fesiibhanallah! Allah'ın
iradesi yanında Ben, ne kendime ne de herhangi bir arkadaşıma malik olabilirim!
583
Efendimiz'in cümleleri, bir sahabenin ölümünü bahane
ederek kendini ele veren münafık veya fırsat düşkünlerine sitem doluydu. Zira,
ölümü veren de, hayatı alan da Allah idi ve aslında, bu yakıştırmada bulunanlar
da bunu gayet iyi biliyorlardı.
Cenazeyle
ilgili tekfin ü defin işleri bittikten sonra Neccaroğullan, Efendimiz'in huzuruna
gelerek:
- Ya Resülallah! Biliyorsun ki Ebu Ümame, bizim adımıza
elçimiz idi; o öldüğüne göre Sen, aramızdan birisini onun yerine elçi tayin et!
Efendiler
Efendisi, şefkat ve merhamet bakışlanyla kucakladı onlan önce. Ardından da:
- Sizler, Benim dayı
çocuklanmsınız; Ben, sizden birisi
583
Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 4/138; Hakim, Müstedrek, 4/214; Heysemi,
Mecmaü'z-Zeviiid,5/98
590
Ve Kalıcı Yurt:
Medine
sayılırımı
Bundan böyle, sizin temsilciniz de Benim, buyurdu. Beni N eccar'ın sevincine
diyecek yoktu. Gerçi, aralarındaki en itibarlı elçilerini kaybetmişlerdi; ama
şimdi Allah (celle celaluhü) onlara, insanlığın gelmiş geçmiş en hayırlısını
nakib olarak ihsan etmişti. 584
Ashab arasından Gülsüm İbnü'l-Hedm vefat etmişti. Allah
Resülii, arkadaşlarından birisi için yapması gereken son vazife dolayısıyla
Bayıyyü'l-Gargad denilen mezarlıkta bulunuyordu. Selman-ı Farisi de, O'nun
yanındaydı. Belli ki, fırsat kolluyor ve sadaka yemeyip de hediye kabul
ettiğini gördüğü Efendisi hakkındaki üçüncü emareyi de görüp tatmin olmak
istiyordu.
İki parçadan oluşan bir libas vardı üzerinde, Allah
Resülü'nün ... Birini diğerinin üzerine atmış, omzu da hafif aralanmıştı,
boyııu görünüyordu. Bir ümit belirmişti Selman için ... Son şeyhinin anlattığı
risalet mührünü ... Son emareyi de görebilmek için arkasına yaklaştı. Arkasına
dolandığını görünce, hissetmişti Allah Resülü de. Belli ki bu adam bir şeyler
arıyordu ... Zora koşma niyetinde değildi ve omzundaki örtüyü hafif
aralayıverdi, görsün diye.
Aman
Allah'ım!.. Evet, evet, mühür de tamamdı!.. Hem de Ammüriyyeli şeyhinin ayııen
anlattığı gibi ...
Selman için silinmişti her şey; kaybetmişti kendini.
Evet, risalet mührü de vardı. Tutamadı kendini, üzerine kapandı ve öpmeye
başladı. Kendini tutamıyordu. Bu arada gözyaşları da, seylab olmuş akmaktaydı.
Hıçkırıklarına hakim olamıyordu. Yıllardır aradığı bir vuslattı bu. Kader
yollarına su serpmişti adeta Selman'ın ve 'yürü' demişti. O da yürümüş
ve
584 İbn Hişam, Sire,
3/39
591
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
şimdi, aradığını
bulmanın heyecanıyla iliklerine kadar bir haz duyuyordu.
Yanına
çağırdı Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem) ve önüne oturttu Selman'ı
önce. Başından geçenleri anlattırdı bir bir ... İran'dan nasıl ayrıldığını, Şam'a gelişini, Musul'daki arayışını, Nusaybin'de
kalışını ve Ammuriye'de kimlerle karşılaşıp nasıl maceralar
yaşadığını anlattı sırasıyla. Sonra da, son şeyhinin söylediklerini paylaştı
Allah Resülü'yle, Çok aramıştı; ama şimdi aradığını bulmanın hazzını
yaşıyordu.
Anlattıklan,
Efendimiz'in de hoşuna gitmişti. Ashabına da duyurmak istiyordu ve tekrar
anlatmasını isteyecekti Selrnan'dan, hayat serencamesini.e'"
Kıskançlık ve Haset Rüzgarları
O gün de, sosyal meselelerde bütüncül bir yaklaşımla hareket
edip sonuçlan da öyle değerlendirmenin imkanı yoktu; gerek Medineli müşrikler
ve gerekse ehl-i kitap olarak bilinen Yahudi ve Hristiyanlar arasında;
Efendimiz'i tanıyıp bilen ve O'na karşı muhabbet besleyenler olduğu gibi, bunun
tam tersi, O'nun karşısında yerini alan, düşmanlık adına entrikalar çeviren ve
fırsat bulsa O'nu, bir kaşık suda boğmak isteyen insanlar da vardı. Ancak
bunlar, Efendimiz'in teveccühle karşılandığı Medine'nin ilk yıllarında,
yekpare bir muhalefetten daha ziyade, münferit hadiseler olarak' kendini
gösteriyordu. Zaten, konuyu haber veren Kur'an da bu noktaya dikkat çekerken
şöyle diyecekti:
-
Ehl-i kitabın hepsi bir değildir; onlann içinde öyle dosdoğru bir cemaat
vardır ki, gecenin geç vakitlerinde Allah'ın ayetlerini okuyarak seedelere
kapanır; Allah'ı yegane ilah bilir ve ahiret yurdunu da tasdik eder. Aynı
zamanda bunlar, iyiliği yayar, kötülükleri de önleme yanşına girerler ve her
daim,
585 Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 5/441 (23788); İbnü'l-Esir, Üsiidii'l-Ğabe, 2/512
592
Ve Kalıcı Yurt:
Medine
hayırlı işlerin
peşindedirler; işte bunlar, gerçekten salih kimselerdir.s'"
Abdullah İbn Übeyy, bunların başında geliyordu; Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellem) Medine'ye gelmeden önce reislik için kendini
hazırlamıştı, dağılan vahdet-i ruhiye ve yaşanan kargaşayı düzenlemek için
Medine halkı da buna sıcak bakıyordu. Ancak, Muhacirlerin Medine'ye gelişiyle
birlikte onun, bütün planları suya düşmüş; önünün kesilmesine sebep olan
Efendiler Efendisi'ne kin besler olmuştu. Çünkü, bir anda insanlar, dertlerine
deva olacak Zat'ı görür görmez yön değiştirmiş ve yüzyılların birikmiş
problemlerine çözüm bulacağına inanıp gerçek kurtarıcı olarak gördükleri bu
yeni adrese yönelivermişlerdi.
Abdullah İbn Übeyy için bu, büyük bir kayıptı ve tam, kazandım
derken kendisine bu kaybı yaşatanlara ateş püskürüyordu. Ne var ki o, bu
halini açığa vuramıyor ve genelin kabullendiği yerde bu anlayışı benimser gibi
görünme lüzumunu hissediyordu. Görünüşte ve zahiri sebepler açısından
Müslüman' dı; ancak, içten içe din düşmanlığı yapıyor ve etrafına her fırsatta
yeni yeni nifak tohumları yayıyordu.
Yukarıda zikredilen ayetin ifadelerinden de
anlaşılacağı üzere; bu müspet hareket eden, çoğunluktan ayrı düşen bazı
insanlar, memleketlerine dışarıdan gelen bu anlayışa karşı yavaş yavaş harekete
geçmiş, kendilerince planlar kuruyor ve yandaş bulmaya çalışıyorlardı. Beni
Nadr, Beni Sa'lebe, Beni Kaunukô, Beni Kureyza, Beni Ruzeyk, Beni Hôrise, Beni Amr ve Beni Neccôr kabilelerine
mensup Huyey İbn Ahtab, Ka'b İbn Eşref, Abdullah İbn Sfıriya, Futıhôs,
Ka'b İbn Esed ve Lebid İbn A'sam gibi bu
insanlar, gecenin karanlıklarında bir araya gelmeye başlamış ve Efendimiz'in
aleyhinde propaganda yapmaya çalışıyorlardı. Bunların hepsi de, kıskanç ve din
586 Bkz. Al-i
İrnrarı, 3/113, 114
593
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
adına
Efendimiz'in konumunu çekemeyen Yahudiss7 tipleriydi; Medine'de fitne
üretiyor ve kargaşa pazarlıyorlardı. Zira Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern), bekledikleri gibi kendi aralarından çıkmamış ve buna rağmen
oluşturduğu iman halesi her geçen gün, çığ gibi büyüyordu.
Bir
gün Hz. Ebu Bekir, bunlardan Finhas adındaki bir Yahudi ile karşılaşmış; uzun
konuşmalar sonucunda aralarında bir yakınlık hasıl olmuştu. İşin doğrusu Hz.
Ebu Bekir'i de ümitlendiren bir gelişmeydi bu. Çünkü bu adam, Tevrat ve İncil'i
iyi bilen alim bir zattı; havrada, çocuklara Hz. Musa kıssaları anlatır ve
onlara, geleceğin bilgeleri olmaları konusunda uyarılarda bulunurdu. Bu adam
bir Müslüman oluverse, etrafındaki birçok insan da İslam'la tanışır ve kitleler
halinde İslam'a dehaletler yaşanırdı. Başka bir gün Finhas'ın yanına gitti Ebu
Bekir ve iman hakikatlerinden bahisler açtı uzun
S87
Aslında Medine'de bulunan Yahudiler, yerli halktan sayılmazdı. Asıl itibariyle
İbrani olan bu insanlar, zamanında bilhassa Romalıların baskısından kaÇıP
Medine'ye sığınmış, burada kalmayı başka yerlerde dağılıp kaybolmaya tercih
etmişlerdi. Her kabilenin alt kolları olmakla birlikte ana çatı itibariyle Beni
Kaynukd, Beni Nadr ve Beni Kurayza adında üç kabile altında birleşmişlerdi.
Zaman içinde, Araplarla evlilikler yapmaya başlamışlar; dil olarak Arapça'yı
konuşup çocuklarına da, içinde bulundukları toplumun kullandığı isimleri verir
olmuşlardı. Buna rağmen, kök meselesi gündeme geldiğinde hemen ortaya çıkar ve
kendilerini herkesten üstün görme anlayışlarını öne çıkarıverirlerdi. Bunun
için diğer Araplara üstten bakarlar, herkesi kendilerine hizmet etmekle
sorumlu görürler ve ekonomik hayatın iplerini ellerinde tutarak bulundukları
yerde hakim güç olmayı hedeflerlerdi. Zaman zaman aralarında vuku bulan
savaşların temelinde de, bu hakimiyet anlayışı ve dünya malına gösterdikleri
hırs belirgin roloynuyordu. Sihir, fal, üfürükçülük ve büyü gibi başkalarının
bilmediği alanlarda söz sahibi olan bu insanlar, ellerindeki bu tür bilgileri
de kullanarak üstün oldukları fikrini yaymaya çalışıyor ve karşılarındaki
insanların bilgisizliklerinden de istifade ederek toplumda temeyyüz
ediyorlardı. Bkz. Mübarekfüri, er-Rahiku'l-Mahtüm, s. 171
594
Ve Kalıcı Yurt:
Medine
uzun. Ahiretten
bahsetti defalarca ve bile bile gerçeği gizlemenin vebaline değindi. Ardından
da:
- Yazık sana ey Finhasl Allah'tan kork ve gel de Müslüman
ol. Sen de biliyorsun ki Muhammed, Allah tarafından hak ile gönderilmiş bir
elçidir. Zaten bu, elinizdeki Tevrat ve İncil'de de yazılı, dedi.
Finhas'ın bu tarakta pek bezi yok gibiydi. Tuttu bir
de, en temel meseleleri alaya almaya başladı. Kendisini hakka davet eden Ebu
Bekir'e şunları söylüyordu:
- Vallahi de ey Ebu
Bekir! Bizim Allah'a ihtiyacımız yok!
O bize muhtaç! Onun
bize olan talepleri kadar biz ondan istekte bulunmuyoruz. O bizden değil, biz
ondan daha zenginiz. Baksana, şayet bizden daha zengin olsaydı, sahibinizin de
dediği gibi mallarımızdan borç istemezdi; size faizi yasaklıyor ama bize faiz
veriyor! Şayet bizden daha zengin olsaydı, bize faiz vermezdi.
Ebu Bekir gibi
birisini çileden çıkaracak sözlerdi bunlar.
Şeytanca bir zeka
ile, kömürü elmas gösterme gayreti içine girmiş, yetmiyormuş gibi bir de Zat-ı
Ulühiyet'e karşı hakaret ediyordu. Kendince, 'karz-ı hasen' tahşidatı
yapan ayete telmihte bulunuyor ve "en güzel biçimde Allalı için borç
verme"588 işini, "Allah'a borç verme" şeklinde
çarpıtıp sulandırmak istiyordu.
Daha sözünü bitirmeden, suratına öyle bir tokat inmişti
ki adam, neye uğradığını şaşırdı. Belli ki hiç beklemediği bir tepkiydi bu.
Ardından, şunları söylüyordu Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh):
- Ey Allah düşmanı! Nefsim yed-i kudretinde olana and
olsun ki, şayet sizinle bizim aramızdaki anlaşma olmamış olsaydı, senin
kelleni koparırdım.
Halbuki Hz. Ebu Bekir
(radıyallahu anh), narin yapılı ve yu-
588 Bkz. Bakara,
2/245
595
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
muşak
huylu bir adamdı. Ancak, Allah ve Resülü'nün alaya alındığı yerdeki duruşunu,
en babayiğit adamlann yanında bulmaya da imkan yoktu.
Finhas'ın
sözleri Hz. Ömer'in de kulağına gelmiş ve onu da çileden çıkarmıştı. Kaptığı
gibi kılıcını yola koyulmuş ve Finhas'ın hesabını görmek için geliyordu.
Ömer'in şiddeti Ebu Bekir'inki gibi de olmazdı; Allah ve Resülullah'a dil uzatılan
yerde o, uzanan dili söker ve çizgiyi aşanlara da haddini bildirirdi. Ancak
zemin, o gün için buna müsait değildi.
Cibril-i
Emin huzura gelmiş, durumdan Allah Resülü'nü haberdar ediyordu. Aynı zamanda,
Allah kelamı olarak getirdiği, yanında bir de emanet vardı. Diyordu ki:
-
İman edenlere söyle ki; Allah'ın ceza günlerinin gelip çatacağını bekleyenıerin
ezalanna aldırış etmesin, kusurlannı bağışlasınlar! Çünkü, nasılsa Allah,
yaptıklannın karşılığını herkese verecektir.v'?
Açıkça
bu, seviyenizi koruyup da seviyesizlerle zaman kaybetmeyin; onların
hesabını, büyük mahkemede zaten Allah görecek. Siz, size düşeni size yakışır
şekilde yapın ki; bunun karşılığını da Allah mutlaka verecektir anlamına
geliyordu.
Ancak,
Ömer'in bundan henüz haberi yoktu. Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellern), hemen birisini gönderip onu da haberdar etmek istedi. Çok geçmeden
de, sert adımlarla Finhas'ın hesabını görmeye giden Ömer'in karşısına bir sahabe
çıkmış ve kendisini Resülullah'ın beklediğini söylüyordu. Aynı zamanda
meselenin aciliyeti vardı.
Hak
karşısında konumunu yeniden belirlemekle bilinen Hz. Ömer, soluğu Allah
Resülü'nün huzurunda aldı. Efendiler Efendisi önce:
589 Bkz. Casiye.
45/14
596
Ve Kalıcı Yurt:
Medine
-
Kılıcını kınına koy ya Ömer, dedi. Resfılullah ister de Ömer ona itiraz eder
miydi hiç?
-
Seni hak olanla gönderene yemin olsun ki doğru söylüyorsun ya Resfılallah!
Ardından Sultan-ı
Resfıl.Hazretleri:
-
Rabbin diyor ki, diye başladı ve Cibril'in getirdiği ayeti okudu ona da.
Artık,
kabaran dalgalar durulmuş; Hz. Ömer' de de derin bir sükunet hasıl olmuştu.
Demek ki, sonucu itibariyle umumu ilgilendiren meselelerde, baştaki insanın
bilgisi olmadan münferit bir adım atılmamalıydı. Yoksa, taş taş üstüne konularak
inşa edilen binanın temelinde sarsıntı meydana gelir ve istenilen neticeye
ulaşılamazdı. Şöyle mukabelede bulundu:
-
Seni hak ile gönderene yemin olsun ki, bundan böyle ben yüzümü ekşitmeyecek ve
ötkemi izhar etmeyeceğim!
Huzurdaki
insibağ, nasıl dalga dalga diğer insanlar üzerine de sirayet ediyor ve bu
sahile uğrayan herkesi etkisi altına alryorduls?"
Diğer
tarafta ise, ne böyle bir su kaynağı ne de insibağ söz konusu idi. İşin
doğrusu, herkes kendi karakterinin gereğini yerine getiriyordu. Dil belasından
dolayı Hz. Ebu Bekir'den dayak yiyen Finhas, daha sonra şikayet için
Efendimiz'in yanına geldi. Hırpalandığı her halinden belliydi. Ancak o, olanlardan
ders almışa da benzemiyordu ve kendi yaptıklanndan hiç bahis açmadan Ebu
Bekir'in kendisine saldınp dövdüğünü söyledi Efendiler Efendisi'ne. Bunun
üzerine Allah Resülü (sallalIalıu aleyhi ve sellern), Hz. Ebu Bekir'i yanına
çağırdı ve sordu:
- Niçin böyle bir şey
yaptın?
Ebu
Bekir mahcuptu. Ancak, yanı başında duran bu alçağa haddi bildirilmeliydi.
Söyledikleri yetmiyormuş gibi bir de
590 Bkz. Vahidi, Esbabü
Nüzüli'l-Kıır'an, s. 394
597
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
gelmiş,
aleyhinde konuştuğu yerden imdat dileniyordu. Normal şartlarda kendini müdafaa
etmekten hoşlanmazdı; ama burada meseleyi, olduğu gibi aktarmak gerekiyordu.
Bunun için şunlan söyledi Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh):
- Ya Resülallahl Bu, Allah düşmanı adam, çok büyük bir
günah işledi. Zat-ı Bari hakkında ağza alınmayacak şeyler söyledi; -haşa-
Allah'ın fakir, kendilerinin ise zengin olduğunu sanıyor. Ben de kızdım ve
dediklerinden dolayı Allah için dövdümonu.
Hakikatin ifade edildiğini duyunca Finhas, rahatsız olmuştu;
ama çareyi, Ebu Bekir'in anlattıklarını inkarda buldu ve:
- Ben bunlan demedim,
diye söylenmeye başladı. Konuyu, Allah Resülü'nün de bildiğini nereden
bilebilirdi! Ne yüzsüz adamdı; bunca yaptıklan yetmiyormuş gibi bir de Ebu
Bekir'i yalanla ith am ediyordu! Bir kez perde yırtılınca insanda, demek bütün
bunlar olabiliyordu.
Çok geçmeden, Sıddik-i Ekber'in sadakatini haykıran
Kur'an ayetleri inmeye başladı; sema dile gelmiş ve Cibril-i Emin, İnsanlığın
Emini'ne vahiy indiriyordu:
- Şüphesiz ki Allah, "Allah fakir, bizler ise
zenginiz." diyen o kimselerin sözlerini de işitip bilmektedir. Onlann
söyleyegeldikleri bu sözü de, haksız yere öldürdükleri peygamberlerin
hesabını da yazıyoruz ve onlara, "Tadın bakalım o yakıcı cezayı."
diyeceğiz.e?'
Görüldüğü üzere inen ayetlerde, aynen Finhas'ın söylediklerine
yer veriliyor ve böyle iki yüzlü ve sahtekar kimselerin, ahiret yurdunda
yakıcı bir azaba duçar olacaklan anlatılıyordu.
591 Bkz. N-i İmran,
3/181
Ve Kalıcı Yurt:
Medine
Yeni gelinen hicret yurdunda problemler teker teker ele
alınıyor ve birer birer çözüme kavuşturuluyordu. Çözüme kavuşturulması gereken
bir konu da, Medine'nin nüfus yapısı, etnik dağılımı ve din farklılıkları göz
önünde bulundurularak, bu farklı unsurlarla birlikte müşterek bir hayat
sürebilmenin şartlannı oluşturmaktı. Zira, o gün için on bin civannda bir nüfusa
sahip olan Medine'de, bin beş yüz kadar Müslüman nüfusun yanında, dört bin
civannda Yahudi, dört bin beş yüz kadar da Arap müşrik bulunmaktaydı. Öyleyse,
bu farklı unsurlar arasındaki ortak paydalar öne çıkanImalı ve Medine şehri,
asgari müşterekler üzerinde ittifak edilerek müşterek paylaşılmalıydı.
Aynı zamanda Medine buna, şiddetle ihtiyaç duyuyordu;
zira, yüzyıllarca devam edegelen savaşlarlass- sosyal bağlar zedelenmiş, yeni
atkılarla toplumun yeniden örgülenmesine olan ihtiyaç, diğer yerlere nispetle
daha belirgin bir şekilde açığa çıkmaktaydı.
Farklı unsurların birbirleriyle savaşlan olduğu gibi
aynı unsurlar da kendi aralannda banşık değildi; Evs ve Hazreç arasında
kavgalar yaşandığı gibi Yahudi kabileleri olan Beni Kaynuka, Beni Nadr ve Beni Kurayza
arasında da benzeri problemler kendini gösteriyor ve sosyal hayat, tam bir
güvensizlik içinde yürüyordu.
Bu karmaşık ortam, bazen olmadık ittifaklar doğurabiliyor;
mesela, Evs kabilesiyle, Beni Nadr ve Beni Kurayza kabileleri bir araya gelip
Beni Kaynuka'ya karşı birleşebiliyor; aynı şekilde, Hazreçliler de, Beni Nadr
ve Beni Kaynukalılara karşılık Beni Kurayza ile ittifak kurabiliyorlardı.
Medine' de
görülemeyen bu bütünlük, şehrin yapısında da
592
Evs ve Hazreç arasında cereyan eden Buas Savaşlannın, yüz yirmi yıl devam
ettiği bilinmektedir. Halbuki bu iki kabile, Benü Kayle kökeninde birleşiyor ve
temelde birbirleriyle akraba oluyordu.
599
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
kendisini
hissettirmişti; her bir kabile, kendi güvenliğini sağlayabilmek için kendine
mahsus surlar inşa etmişti ve ancak bu şekilde kendisini güvende
hissedebiliyordu. Bunun için Medine' de o gün, tam on üç muhkem sur vardı.
Bu kadar problemin bir araya gelmesi, güven ortamını
ortadan kaldırmış ve şehirde ticari hayat durma noktasına gelmişti. Bu durum,
dışandan gelen tüccarlan da endişelendiriyor ve mecbur kalmadıkça Medine'ye
uğramıyorlardı.
Hatta denilebilir ki, Medine'de yaşayan unsurlar, bıkkınlık
veren bu savaşlara son verip de kendilerini bir masa etrafında buluşturacak
harici bir gücün gelmesini arzu eder olmuşlardı. İşte bu beklenti, Efendimiz
için iyi bir zemin oluşturuyordu. Bunu ifade ederken Hz . .Aişe validemiz
de, benzeri olaylara dikkat çekecek ve hicret öncesinde Medine'de yaşanan kaos
ortamının, Efendimiz'in gelişine zemin hazırladığını ifade edecekti.593
Ve Allah Resülü (sallallahu aleylıi ve sellem) de, iyi okuduğu bu zemini
değerlendirecek; Medine'de ahenk ve uyumu temin adına taraftan bir araya
getirerek asgari müştereklerde bir anlaşma gerçekleştirecekti.
Bunun için de, öncelikle Medine şehrinin sınırlannı tespit
ettirdi; artık bu sınırlar içinde kalan bölge 'harem' olarak anılacaktı.
Bunun
ardından Medine'de, ilk defa bir nüfus sayımı gerçekleştirildi. Medine,
yeniden yapılanıyordu.
Elbette bu yapılanmadan herkes memnun değildi; bilhassa
müşrikAraplar, olabildiğince tedirginlik yaşıyor ve Mekke' deki müşriklerin, M
uhacir ve Ensar'ı kolladıklan için kendilerine de zarar vereceklerini
düşünüyorlardı. Zaten Mekkelilerin, yakın zamanda Medine'ye bir sefer
düzenleyeceklerine ve ellerinden kaçırdıklan Müslümanlan burada kıstınp bozguna
uğratacaklanna dair haberler de duyulmaya başlanmşıtı.
593 Bkz. Buhari,
Sahih, 3/1377 (3566)
600
Ve Kalıcı Yurt:
Medine
Efendimiz'in
tavrı ise, bütün bu endişeleri ortadan kaldırmaya matuftu; Mekke'de olduğu
gibi, "Sizin dininiz size, bizim dinimiz de bize." anlayışını hakim
kılmaya çalışıyor ve kavga etmeden de Medine'yi müşterek paylaşabileceklerinin
örneklerini ortaya koyuyordu. Buna göre herkes; dili, dini, ırkı ve milliyeti
ne olursa olsun, karşı tarafın inanç ve anlayışlarına saygılı olduğu sürece
aynı havayı teneffüs edebilecek ve Medine'de, problemsiz bir hoşgörü ortamı
kendiliğinden oluşacak; ne kimse din değiştirmek için zorda kalacak ne de dini
anlayışını yaşarken baskı altında bırakılacaktı. Aynı zamanda bu, kendi
düşüncesini özgürce ifade hürriyetini de içeriyor ve düşüncesi ne olursa
olsun, anlayışını tebliğ hakkım da beraberinde getiriyordu. Demek ki,
kendilerine arz edilen mesele, hakimiyet değil; katılımı esas alan bir
paylaşımı öngörüyordu.
Daha,
Medine'ye geldiğinden bu yana sayılı günler geçmesine rağmen Efendiler
Efendisi'nin güven ve huzur ortamı kendini hissettirmişti ve bütün taraflarıyla
Medine sakinleri, aralannda çıkması muhtemel anlaşmazlıklarda, konuyu çözüme
kavuşturma mercii olarak Efendimiz'e müracaat edilmesi gerektiğini müşterek bir
talep olarak ortaya koyuyordu.
İlk Anlaşma, Evs ve Hazreç
Arasında
Medine'deki ilk anlaşma, Evs ve Hazreç kabileleri arasında
yapılacaktı. Bunun için, toplantıya katılanlar, fikirlerini ortaya koyuyor ve
uzun müzakereler sonucunda ortaya çıkan hükme saygılı olacaklarını beyan
ediyorlardı. Böylelikle, yüzyıllar sonra ilk defa, Evs ve Hazreç arasında
kalıcı bir anlaşma yapılıyor ve Ensôr haline gelen iki yapı arasındaki
asırlık savaş ortamına son nokta konulmuş olunuyordu,
Bunun
için Enes İbn Malik'in evinde bir araya gelindi ve yazılı bir anlaşma gerçekleştirildi.
Böylelikle, Müslüman olan
601
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Evs
ve Hazreç'le yapılan bu anlaşmaya, Müslüman olmayan Araplar da 'meoôli' statüsünde dahil olmuş; Evs ve
Hazreç'e tabi olarak anlaşmaya imza koymuş kabul ediliyordu. Hatta bu durum,
daha sonraları ortaya çıkan savaş durumlarında bile göz önünde bulundurulacak
ve bugün anlaşma yapan ve bu anlaşmaya sadık kalanlar, Tevbe suresinde
anlatılan savaş ültimatomundan istisna edileceklerdir. 594
Yazılı bir mutabakat
içeren anlaşmada şöyle deniliyordu: - Bismillahirrahmanirrahim.
Bu
anlaşma, Nebi olan Muhammed tarafından, Kureyş ve Yesrib'deki Müslüman ve
mü'minler; onlara tabi statüdeki diğer insanlarla, daha sonra da gelip aynı
şartları kabul edenler ve ortak savunma konusunda müşterek hareket edenler arasında
gerçekleşen bir anlaşmadır. Bunların hepsi, diğer insanlar karşısında tek bir
ümmettir.
Bu
giriş cümlesinin sonrasında Efendiler Efendisi (sal1al1ahu aleyhi ve sel1em), önce
Muhacirleri zikrettikten sonra Beni Avf, Beni Sôide, Beni Hôris, Beni Cüşem, Beni Neccôr, Beni Amr, Beni Nebit ve Beni Evs kabilelerinin
isimlerini de kayda geçirerek her biri, kendi aralarında adet olduğu vechile,
kan diyetlerini ödemeye iştirak edecekler; harp esirlerinin kurtuluş
fidyelerini de, mü'minler arasındaki maruf, adalet ve makul esaslara
göre ödemeyi kabul edeceklerdir. Yine bütün kabileler, iyi ve güzelolanı
toplumda yaygınlaştırmada, kötü ve çirkin olanı da ortadan kaldırmada gayret
sarfedecek ve böylelikle toplumda,fazilet ve adalet esasına dayalı,
olumsuzlukları gizlemeyen ve suç sahibi hangi anlayıştan olursa olsun cezai
müeyyidenin uygulanmasında müşterek hareket eden bir anlayış gelişecektir. En
nihayetinde, şayet bir anlaşmazlık
·
vukü bulursa, bu durumda da Allah'ın
ve O'nun Resülii Hz.
594 Bkz. Tevbe,9/4
602
Ve Kalıcı Yurt:
Medine
Muhammed'in vereceği
hükme nza gösterilerek mesele çözüme kavuşturulmuş olacaktır.sw
Evs
ve Hazreç arasındaki anlaşma tamamlandıktan sonra sıra, Medine'deki en önemli
yapı olan ve nüfusun % 40 gibi önemli bir bölümünü oluşturan Yahudzlerle de
benzeri bir mutabakatın sağlanmasına gelmişti. Bunun için Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellern), Yahudi kabilelerinin önde gelenleriyle Binti Hôris'uı evinde bir araya geldi. Uzun
görüşmeler sonunda, hemen her konuda mutabakat sağlanmış ve sıra, bunların
madde madde yazıya aktanmına gelmişti. Özetle metinde şunlar yer alıyordu:
Yahudiler
de, savaş tehlikesine karşı, aynen Müslümanlar gibi maddi katkı sağlayacak; Beni
Avf, Beni Neccôr, Beni Sa'lebe ve
onlann bir kolu olan Cefne, Beni Sôide, Beni Cüşem, Beni Evs ve Beni Şutaybe kabilelerinden
her birisi de, kendi dini anlayışlannı rahat bir zeminde yaşayabildikleri gibi
Müslümanlar da aynı özgürlük içinde dini hayatlarını rahatlıkla ifa
edebileceklerdi. Bu durum, her bir yapının alt kolu olan kabilecikler için de
söz konusuydu ve onların tamamı, bu kabilelerin çatısı altında temsil
ediliyorlardı.
Efendimiz'in
(sallallahu aleyhi ve sellem) izni olmadıkça hiçbir Yahudi kabilesi,
Müslümanlarla birlikte savaşa katılamayacak; herhangi bir savaş halinde
yardımlaşma esas olacak ve her bir unsur kendi savaş giderlerini bizzat kendisi
karşılayacaktır. Kimse, karşı tarafa zarar veremeyecek; taraflardan zulme
maruz kalana diğerleri yardımcı olacaktır. Ne Kureyşliler
595 Bkz. İbn Kesir,
el-Bidaye, 3/224: Hamidullah.Tslarn Peygamberi, 1/206 vd.
Aynca,
bu anlaşmanın Türkçe tam metni ve o günkü sosyal şartlar açısından taşıdığı
mana için bkz. Bulaç, Ali, Medine Vesikası, Yeni Ümit, Yıl: 17, Sayı: 68, s. 47
vd.
603
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
ve
ne de onlarla ortaklık kuranlara kapı aralanacak, himaye altına alınacaktır. Medine,
müşterek koruma altına alınacak ve savunmada yardımlaşma bir esas olacaktır.
Herkesin,
kendi payına düşen mıntıkadan sorumlu olduğunun da altı çizilen bu anlaşmaya
göre yine, din konusunda yaşanması muhtemel savaşlar, bu maddelerin haricinde
tutulmuştur.
Anlaşmaya
göre, Yahudilere sığınan kimseler de aynen bu Yahudiler gibi muamele görecek;
ancak bütün bunlar, haksız yere bir adamı öldüren veya yaralayan kimselerin de
saklanıp gizlenmesine sebep olmayacak, suç işleyenler gerekli cezai müeyyideye
çarptınlacaklardır.
Yine
bu anlaşmaya göre, ortaya konulan prensiplere mutlaka riayet edilecek ve aykın
bir davranış içine asla girilmeyecektir. Müslümanlar, Allah kelamı Kur'an
hükümlerine göre meselelerini çözüme kavuşturduğu gibi Yahudiler de, kendi kitaplan
olan Tevrat'ın ahkamına göre aralannda hükmedecek ve kimse, bir diğerinin dini
anlayışına müdahale etmeyecektir. Şayet, buna rağmen uygulamada bir ihtilaf
vuku bulursa yine bu, Allah'ın emirlerine ve O'nun Resülü Hz. Muhammed'in
hakemliğine başvurularak çözüme kavuşturulacaktır. 596
Anlaşma
metninden anlaşıldığına göre o gün Medine' de, irili-ufaklı on bir Yahudi
kabilesi bulunmakta ve bu kabilelerin hemen hepsi de, Efendimiz'le yapılan
anlaşmayı imzalamıştır.
Yeni
geldiği bir şehirde ve nüfusun ancak % ıs'ine sahip olduğu halde Allah
Resülü'nün böylesine bir konum elde etmesi, hiç şüphesiz O'nun fetanetinin bir
buududur. Sosyal şartlan çok iyi değerlendirmiş ve hakimiyet esasını öne çıkarma
yerine, paylaşma ortak paydasında taraftan bir araya getirerek müşterek bir
pakt kurmuştur. O'nun bu gayreti, aynı
•
596 Bkz. İbn Hişam,
Sire, 3/31-35; M. Hamidullah, İslam Peygamberi, 1/206 vd.
604
Ve Kalıcı Yurt:
Medine
zamanda
tarih açısından da büyük önem taşımaktadır; zira, böyle bir anlaşma metninin
ortaya çıkışı ve taraflar arasında bir nevi anayasa statüsünde hükümlerin
konulması, o gün açısından henüz, tarihin şahit olmadığı bir gelişmedir ~
Müslümanların yeni şehri Medine'de yaşanması muhtemel
problemler teker teker çözüme kavuşturulmuş; şimdi sıra, geride kalan aile
fertlerinin de buraya getirilmesine gelmişti. Malum olduğu vechile Muhacirin-i
Kirarn Hazeratı hicret ederken, yanlarında aileleri yoktu ve bunu, asla bir
problem olarak görmüyorlardı. Sadece, kendilerine:
- Hicret edin, denilmiş ve onlar da bu emri yerine
getirme yanşına girmişlerdi. Ev ve barklan Mekke'de kalacakmış, müşrikler
gayrimenkullerine el koyacaklarmış, çoluk-çocukları açlıktan kırılacak, baba
şefkatine muhtaç kalacaklarmış, akşam eve gelmeyince hanımları üzülürmiiş ...
Bu ve benzeri ne kadar gerekçe var idiyse bütün bunlar, onlar adına hiçbir
zaman mazeret oluşturmuyordu. Zira onlar, iman konusunda gözü kara insanlardı
ve emirin olduğu yerde demiri eritir ve mutlaka bu emri yerine
getirirlerdi. Zaten, sahabe olma farkı da buradan kaynaklanıyordu.
Ancak, artık Medine'ye gelinmiş ve emniyetli bir
zeminde ibadetlerini rahat yapar hale gelmişlerdi. Mescid-i Nebevi inşa
edilmiş, Muhacirlerle Ensar arasında kardeşlik bağlan kurulmuş, mesken
meselesi büyük ölçüde çözülmüş, Medine'ye dışarıdan gelenlerle yerli halk
arasında beklenen kaynaşma gerçekleşmiş ve böylelikle muhtemel sosyal
problemler, temel çözümlere kavuşmuştu. Öyleyse, aynı huzur ortamından,
Mekke'de bırakmak zorunda kaldıkları çoluk-çocukları da istifade etmeli ve
onlar da buraya alınarak, böylelikle bir an önce müşriklerin şerrinden de emin
olunup aileler bir araya getirilmeliydi.
605
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
İşte
şimdi, Medine' de yaşanan bu emniyet ve güven havası, Mekke'de kalanların da
getirilmesini netice veriyor, ailecek gelemeyenler de artık yavaş yavaş
Medine'de buluşuyordu.
Efendimiz
(sallallalıu aleyhi ve sellem) ve yol arkadaşı Hz. Ebu Bekir de, ailesini
Mekke'de bırakıp gelenlerdendi. Hz. Hatice'nin emanetleri'v? Hz. Ümmü
Giilsiim ve Hz. Fatıma ile Hz. Sevde validemiz; Zeyd İbn
Harise'nin hanımı Ümmü Eymen ve oğlu Üsôme ve Hz. Ebu Bekir
ailesinden de Hz. Aişe ve Hz. Esmô. ile
oğlu Abdullah da Mekke' de kalanlar arasındaydı.
Geride
kalan aile fertlerini Medine'ye getirmeleri için Efendimiz (sallallahu aleyhi
ve sellern), yanlanna iki deve ve beş yüz dirhem de para vererek Ebfı Raft ile
Zeyd İbn Harise'yi görevlendirdi; gidecek ve geride kalan aile
fertlerini de alarak Medine'ye döneceklerdi,
Zübeyr
İbn Avvam, Hz. Ebu Bekir'in kızı Hz. Esma ile evlenmişti ve Abdullah'a
hamileydi. Hicret emri gelince, doğumu yakın olmasına rağmen yola çıkmış ve
yaklaşık beş yüz kilometrelik yolu katederek Kuba'ya kadar gelmişlerdi. Medine'ye
bir soluk mesafede olmalanna rağmen doğum sancılan artınca, orada mola vermek
zorunda kaldılar. Çok geçmeden de Hz. Esma, nur topu gibi bir erkek çocuk
dünyaya getirmişti. Büyük bir heyecandı; zira bu, Medine'ye geldikleri günden
bu yana Muhacirin'den, dünyaya gelen ilk çocuktu.
Aynı
zamanda bu, Efendimiz için de büyük bir müjde demekti; çünkü bu çocuk, hem
hicret yolculannın Medine'ye sağ salim gelişlerini, hem de Hz. Zübeyr'in oğlunun
dünyaya
597
Bu arada Rukiyye validemiz Hz. Osman ile, Zeyneb validemiz de, Ebu'I-As ile
evliydi. Ümmü Gülsüm validemiz ise, Ebu Leheb'in oğluyla evli iken, Mekkelilerin
baskısına boyun eğen Utbe, sırf Efendimiz ve Hatice validemize azap olsun diye
onu boşamış ve böylelikle bu yuva yıkılmıştı.
606
Ve Kalıcı Yurt:
Medine
gelişini anlatıyordu.
Onun için, hiç vakit kaybetmeden huzura koşup çocuğu Efendimiz'in yanına
getirdiler.
Mübarek yüzlerinde
yeniden bir dolunay doğuvermişti.
Kucağına
aldı küçük yavruyu ve adını Abdullah koydu. Artık o, Abdullah İbn Zübeyr
idi. Ardından da, yanında bulunanlardan bir hurma getirmelerini istedi. Talep
hemen yerine getirilmişti. Hurmayı aldı ve mübarek ağızlannda çiğnedikten sonra,
suyunu küçük yavrunun ağzına koyuverdi. Abdullah İbn Zübeyr'in midesine inen
ilk gıda, Efendiler Efendisi'nin mübarek ağızlarında çiğnediği hurma suyu
oluyordu. Daha sonra da, bereket ve yümün adına onun için dua etti.598
Hz.
Hatice validemizin vefatından sonra bir müddet yalnız yaşayan Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern), Osman İbn Maz'ün'un hanımı Hz. Havle'nin devreye
girmesiyle hicret öncesinde Sevde validemizle evlenmiş; aynı zaman
zarfında Aişe validemizle de nişanlanmıştı. Bu nişanlanmada da baş rolü, yine
Hz. Havle oynuyordu.599
Bu
sıralarda İnsanlığın İftihar Tablosu da, üst üste iki kez rüya görmüş ve her
defasında, ipekler içinde huzuruna getirilen Hz. Aişe validemiz için
kendisine:
-
İşte bu, Senin zevcen olacak, denilmişti. Tam üç yıldır da, bu nişanlılık hali
devam ediyordu. Bu arada, Hz. Aişe validemiz de kardeşi Abdullah'la birlikte
Medine'ye gelmiş, babası Hz. Ebu Bekir'in evinde ikamet etmeye devam ediyordu.
Hicret
sonrasında Efendimiz'in kızlarıyla Sevde validemizi ve Ümmü Eymen ile de Hz.
Üsame'yi almak için Mekke'ye
598 Bkz. İbn Hibban,
Sikat, 3/212 (707)
599
Hem, Mut'ım İbn Adiyy'in, oğlu Cübeyr için Aişe validemize talip olması hem de
Hz. Havle'nin, Efendimizle evlendirmek üzere onun adını zikretmesi, Araplar
arasında yaşanan bu geleneği açıkça göstermektedir.
607
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
gelen
Zeyd İbn Harise ve Ebu Rafi ile birlikte Hz. Ebu Bekir, yol rehberleri Abdullah
İbn Uraykıt'ı göndermiş; yanına iki veya üç deve vererek bunlan oğlu Abdullah'a
teslim etmesini söylemişti. Bir de mektup vardı Hz. Ebu Bekir'in gönderdiği. Bu
mektupta o, oğlu Abdullah'a, annesi ve kardeşleri Aişe ve Hz. Zübeyr'in hanımı
Esma'yı da alarak Medine'ye hicret etmesi gerektiğini yazıyordu.
Çok
zaman geçmeden de denilenler yapılmış ve üç ailenin geride kalan fertleri yola
düşerek hicrete başlamışlardı. Yola çıkıp da Mina'ya geldiklerinde, Talha
İbn Ubeydullah ile karşılaştılar; o da hicret ediyordu ve beraberce yola
koyuldular.
Bir
aralık, Aişe validemizin bindiği deve huysuzluk edip de ekipteri kaçmaya
başlamıştı; anne Üm mü Riunôn, büyük bir telaş içine düşmüş ve
hüzün içinde bağınyor; kızına olan sevgisini dile getirip, aynı zamanda
mürüvvetini göreceğini ümit ederken başına böyle bir şeyin gelmesinden duyduğu
hüznü anlatıyordu. Neyse ki, arkasından gidenler deveye yetişmiş ve o da,
diğerleriyle birlikte yeniden Medine yoluna girmişti.
Medine'ye
geldiklerinde, tabii olarak babası Hz. Ebu Bekir'in evine yerleştiler. Bu
arada, Cibril-i Emin de gelmiş, Hz. Aişe validemizi kastederek:
-
Onunla evlen; çünkü o senin ehlindir, diyordu. Çok geçmeden huzura Hz. Ebu
Bekir de geldi ve:
-
Ya Resülallah! Ehlinle aynı çatı altında olmanıza mani olan bir şey mi var, diye
sordu.
-
Sadakl buyurdu Efendiler Efendisi. Belli ki evlilik gibi önemli bir adımda
kadın tarafının elini güçlendirecek olan bedeli düşünüyordu Allah Resülii (sallallahu
aleyhi ve sellem). Ebu Bekir için bunun ne önemi vardı! Allah Resülü gibi bir
değer, hangi madde ile kıyaslanabilirdi? Onun için Hz. Ebu Bekir, kendi
imkanlarını ortaya koyacak ve Efendimiz için bir odacık evin yapılmasında ön
ayak olacaktı.
608
Ve Kalıcı Yurt:
Medine
Derken, Hz . .Aişe validemiz için Meseld-i Nebevi'nin
hemen bitişiğine bir odacık yapıldı. Aynı zamanda bu, Eba Eyyüb el-Ensari'nin
evinde yedi aydır devam eden misafirliğin de sona ermesi anlamına geliyordu.
Benzeri bir oda da, Sevde validemiz için yapılacaktı; ancak, çok geçmeden Hz.
Sevde, Efendimiz'le birlikte olduğu gün hakkını da Hz . .Aişe validemize
verecek ve kendi hakkından feragat edecekti.
Hicretin üzerinden
sekiz ay geçmişti. Aylardan Şevval idi.
Halbuki
o gün bazı insanlar, iki bayram arasında yaşanan evliliklerde, kan koca arasında
imtizaçsızlığın ortaya çıkacağına inanıyor ve bundan dolayı da bu aylarda
evliliği hoş karşılamıyorlardı.v'"
Artık
saadethanesinde, ümmetin muttali olmadığı zamanlannı da görüp insanlık adına
hükümler çıkaracak olan zeki bir fıtrat daha vardı. Böylelikle Allah (ceııe
celaluhü), bütün insanlığa rehber olarak gönderdiği Habib-i Ekrem'ini, farklı
gözlerle de takibe aldıracak ve ümmet için bilhassa aile hayatıyla ilgili yeni
açılımlara kapı aralayacaktı.
Mekke'den gelen muhacirler, Medine'nin havasına alışmakta
güçlük yaşarken bir de hastalık baş göstermiş ve bazı muhacirler ağır hasta
olmuşlardı. Hatta, hayatlannı ortaya koyarak kılmaya azmettikleri namazlannı
bile oturarak kılmak zorunda kalmış, Mekke müşriklerinin şiddetli baskılanna
rağmen taviz vermedikleri namazlannı, ayakta kılamaz
600
Bu anlayışlannda, daha önce Şevval ayında y,aşanan büyük taun hadisesinin de
etkili olmuş olabileceği de muhtemeldir. Bu anlayışın yanlış olduğunu ortaya
koyabilmek için Aişe validemiz, "Bizden daha mutlu hangi evlilik vardı
ki?" demekte ve kendi hallerinin bu anlayışı fiilen tekzibettiğini ortaya
koymaktadır. Bkz. Müslim, Sahih, 2/1039 (ı423); Tirmizi, Sünen, 3/401 (1093);
Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 6/54 (24317)
609
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
olmuşlardı. Onlan bu
haldeyken gören Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem):
-
Şunu iyi bilin ki, oturarak namaz kılan kimse, ayakta namaz kılanın aldığı
sevabın yansını alır, buyuracak ve yine de ayakta kılmalan yönünde teşvikte
bulunacaktı.'?'
Hasta
olanlar arasında Hz. Ebu Bekir'le Hz. Bilal ve .Amir İbn Füheyre de vardı. Üçü
de aynı mekanı paylaşmış, hastalık süreçlerini beraberce, hasret gidererek
geçirmeye çalışıyorlardı.
Henüz,
hicap ayetleri inmemişti. Hz. Aişe validemiz bir gün, babasını ziyarete gelmiş
ve:
-
Ey babacığım! Kendini nasıl buluyorsun? Nasılsın, diye halini sormuştu. Gerçi,
içinde bulunduklan durum, nasıl olduklannı gayet net anlatıyordu; zira, sıtma
tutmuş gibi ateşler içinde kıvranıyor, Mekke özlemini dile getirerek
sayıklıyorlardı. Biraz dikkat edince, babası Hz. Ebu Bekir'in şunlan söylediğine
şahit oldu:
-
Evinde ve ailesi içinde sabahlayan herkese ölüm, ayakkabısının bağından daha
yakındır!
Babasının
halini soruyordu; ama o ne kendisini tanımış ne de dediklerini duymuştu. Kendi
kendine:
- Vanahi de babam, ne
dediğini bilmiyor, diyerek .Amir İbn Füheyre'ye döndü ve aynı soruyu bu sefer
de ona sordu: - Kendini nasıl hissediyorsun ey Amir, nasılsın?
O
da, kendinde değildi; bağ ve bahçelerden bahisler açıyor, dünya gözüyle
yeniden görerneden ölümle tanıştığından bahsediyordu.
- Vallahi, .Amir de
ne dediğinin farkında değil, dedi. Hem babası Hz. Ebu Bekir'den hem de onun
hizmetçisi
601 Bkz. İbn Kesir,
el-Bidaye, 3/224
610
Ve Kalıcı Yurt:
Medine
.Amir
İbn Füheyre'den cevap alamayan Hz. Aişe, ardından bir ümit deyip Hz. Bilal' e
yöneldi. Ancak, onun hali, daha çetin görünüyordu; hummamn şiddetinden yere uzanmış,
başını zoraki kaldırmaya çalışıyor ve şöyle mınldamyordu:
- Vah bana ve ne yazık ki, acaba ben, etrafımda İzhir
ve Celil otlan olduğu halde bir kez daha falan vadide geceleyebilir miyim?
Acaba yeniden Micenne suyunun başına gelip de pınarlanndan içip, Şame ve Tafil
dağlanm görebilir miyim, diye iç geçiriyordu.
Hüzün dolu bir manzaraydı; belli ki, dağ ve taşında
hatıralan olan bir beldenin, kendi memleketlerinin hasreti kavuruyordu
yüreklerini ... Dağlanndaki hava, çiçeklerindeki koku, pınarlanndaki serinlik
ve hatta otlanndaki sadelik bile burunlannda tüter olmuş; hastalığın da
tesiriyle geldikleri beldeye olan hasretleri bir kat daha artmıştı.
Onlan böyle görüp de
sözlerine şahit olan Aişe validemiz, gelip Resülullah'a durumu haber vermişti.
Her meselenin halli, ancak böylelikle mümkün olabilirdi çünkü ... Şöyle
diyordu: - Sanki onlar, şiddetli ateşten akıllanm kaybetmiş gibiler ve farkında
olmadan konuşuyorlar!
Efendiler Efendisi, çok üzülmüştü. Ellerini semaya
kaldırdı ve önce, Muhacirin'in bu hale gelmesine sebep olanlar için:
- Allah'ım! Utbe İbn Rebia'yı, Şeybe İbn Rebia'yı ve
Ümeyye İbn Halefi Sana havale ediyorum; onlar, nasıl ki bizi, kendi
memleketimizden çıkanp da bu vebalı yere gelmeye zorlamışlarsa Sen de onlann
hakkından gel, diye yalvardı Rabbine.
Bu,
işin bir yamydı. Sonra da döndü; ümmeti için istemeye başladı. Şöyle diyordu:
- Allah'ım! Bize, en az Mekke'yi sevdirdiğin kadar daha
fazlasıyla Medine'yi de sevdir! Bu beldeyi sıhhat yurdu yap ve
611
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
ölçü/tartılarma
bereket ihsan et! Sonra da bu hastalığı al ve Cuhfe taraftanna doğru
savuruver! 602
Allah'ın
en sevgili kulu O'ndan bir şey ister de Allah (celle celaluhü), O'nun bu
isteğini kabul etmez miydi hiç? O gece Allah Resülü (sa11allahu aleyhi ve
sellern), yatağına uzandığında, bir rüya gördü. Saçı-başı dağınık siyah bir
kadın, Medine'den çıkıp Mehey'a da denilen Cuhfe'ye doğru gidiyordu.
Belli ki, Medine' deki bu hastalık, bundan böyle şehri terk edecek ve Cuhfe
taraftannda kendini gösterecekti. Zaten o günden sonra da Muhacirler, şiddetli
ateşten kurtulmuş ve onlann Medine'de kalmayla ilgili herhangi bir problemleri
kalmamıştı.v'"
Ancak,
herkes Hz. Ebu Bekir ve Hz. BiHH gibi irade sahibi değildi. Yine, benzeri bir
hastalığa yakalanan A'rabi geldi huzura:
- Ya Muhammed! Benim
beyatımı kaldırıp geçersiz kıl! Hitabındaki sertlik, sonucun ne olacağını
ortaya koyar mahiyetteydi. Ardından talep ettiği şey ise, aklı başında birisinin,
asla 'evet' demeyeceği bir durumdu. Efendimiz (salla11alıu aleyhi ve sellem), kendi
iradesiyle çıkmaza sürüklenmeyi tercih eden bu insana:
-
Hayır, bunu yapamam, diye cevap verdi. Zira, Efendimiz'le burada bağlannı
koparan, öbür tarafta kurtuluşa eremezdi. O (sa11allahu a1eyhi ve sellem) ise,
ümmetinden bir tek insanın bile zayi olmasını istemiyordu. Ancak adam ısrar ediyordu.
İkinci, üçüncü derken, istediği cevabı Allah Resülü'nden alamayınca, selam ve
sabahsız Medine'yi terk edip geldiği yere gitti. Bunu duyunca Efendiler
Efendisi:
-
Şüphesiz ki Medine, ateşin gümüşteki kir ve pası temizlediği gibi kendi kir ve
pasını temizliyor, buyurdular.s'<
602 Buhari, Sahih,
2/667 (1790)
603 Bkz. Buhari,
SaJıih, 5/2148 (5353)
604 Bkz. Müslirn,
Sahih, 2/1006 (1382-1384)
612
Ve Kalıcı Yurt:
Medine
Abdullah İbn Selam'daki Tebliğ Heyecanı
Abdullah
İbn Selam, Müslüman olmuştu, ama henüz bundan kabilesinin haberi yoktu. Aile
efradına dönüp geldiğinde onların da Müslüman olmalarını istemiş ve bu
isteğine olumlu cevap da bulmuştu. Ancak onun hedefinde, daha geniş kitleler
vardı. Aynı zamanda neş'et ettiği topluluğun genel karakterini de ortaya koyup
rehberini bilgilendirmek istiyordu. Tasarladığı bir planla birlikte huzur-u
risalete geldi:
- Ya Resülallahl
Benim kavmim olan bu İsrailoğulları, inatçı ve dönek
bir millettir. Onlar, henüz benim son halimi bilmiyorlar. İstiyorum ki onlar,
Sana geldiklerinde beni bir kenara gizleyesin ve onlara, benim ve atalanm
hakkında sorular sorasını Şüphesiz, beni de atalarımı da methedeceklerdir. Ve
tam bu esnada ben, ortaya çıkıp Müslümanlığımı ilan edeyim. Göreceksin ki, hem
beni hem de ecdadımı yerden yere vuracak ve çeşit çeşit iftira sıralayarak,
binbir kusur bulma yarışına gireceklerdir, dedi.
Abdullah İbn Selam'ın planına göre, aynı zamanda Efendimiz,
onlardan söz alacaktı; şayet Abdullah iman ederse onlar da inanacak ve
kendilerine daha önce indirilen Tevrat'ta yazılı bulduklan hususlan tasdik
edeceklerdi. Dolayısıyla burada belli bir masıahat gözetiliyordu ve Abdullah'ın
teklifi hüsn-ü kabul gördü. Planlananlar aynen Hz. Abdullah'ın dediği gibi
yapıldı. Bu arada adamlar da gelmişti. Efendiler Efendisi, hoşbeşten sonra sözü
Hz. Abdullah ve ecdadına getirdi:
-
Sizin aranızda Husayn İbn Selam nasıl bir adamdır, diye sordu.
Ne şüpheleri olabilirdi ki? Sadece Husayn'ı değil,
yıllarca bütün aileyi, biricik rehberleri olarak görmüş ve birer otorite olarak
hep onlara müracaat etmişlerdi:
613
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
- Hem efendimiz, hem de efendimizin oğludur ... İçimizdeki
en hayırlı kişi ve en bilgemizdir. Hem fazilet hem de Allah'ın kitabını bilme
konusunda en önde olanımız odur.
Onlann,
kendilerinden emin böyle bir tezkiyelerinin ardından Efendimiz:
-
Şayet Abdullah, benim Allah'ın Resülü olduğuma ve bana indirilen kitaba iman
ve şehadet ederse siz de iman eder misiniz, diye sordu.
İşkillenseler
de, buna imkan yoktu. Husayn gibi bir Yahudi alimi, bunu yapmazdı,
yapmamalıydı!.. Böyle bir sorunun altından ne çıkacağını da merak etmiyor
değillerdi. Fakat bu meclis, daha metin durmalan gereken bir meclisti ve
sözlerinde şüphe eseri görülmemeliydi:
-
Evet, diye cevapladılar. Ancak hallerindeki gariplik ve içlerinde duyduklan
huzursuzluk yüzlerinden okunuyordu. Ne için gelmişlerdi ve şimdi ne ile
karşılaşıyorlardı?.
Bu
sırada Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) Abdullah'ı çağırmış ve o da
gizlendiği yerden çıkıp huzura gelmişti. Onu gören gözlere kin ve nefret
yürümüş, yüzlerde de bir sararma olmuştu. Nasılolabilirdi; Husayn gibi birisi
gelip kendi kabilesinin otoritesine baş kaldırarak bir başkasının arkasında
saf tutar, onu peygamber olarak kabul edebilirdi. Hala inanmak istemiyorlardı.
Bu, ya bir şaka veya uyanılacak bir rüya olmalıydı.
Ancak
her şey gerçekti ve Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) Abdullah'a
sordu:
-
Ey Selam oğlu Abdullah! Sen, benim Tevrat ve İncil'de yazılı olarak
bulduğunuz; bana iman etmeniz hususunda hepinizden sözü alınmış; mesajımın
ulaştığı anda bana tabi olmakla emredildiğiniz Allah'ın Resülü olduğumu bilip
bana inanıyor ve iman ediyor musun?
Ortalık
bir anda buz kesilmişti. Bu arada Abdullah, Resülullah'ın sorusunu:
614
Ve Kalıcı Yurt:
Medine
- Elbette Ya Resülallah,
diye cevaplaınıştı. İmkansızdı bu!.. Bu kadar köşeye sıkışmak olamazdı ...
Buradan da bir çıkış yolu bulunmalıydı ve onlar da, minderin dışını tercih
ettiler. Hep bir ağızdan:
-
Senin Resüllullah olduğunu bilmiyor ve tanımıyoruz, diyorlardı.
Halbuki onlar, O'nun Resülullah olduğunu öz oğullarını
bilmenin ötesinde bir bilgi ile biliyorlardı ve O'na indirilenin hak olduğu
konusunda da yakin derecesinde malumatları vardı. Aynı zamanda, az önce
konuşanlar, Husayn iman ederse biz de inanırız, diyenler de bunlar değil
miydi?. Fazla söze ne hacet; kaypaklık ve dönekliğin fiilen sahnelenmesinden
başka bir şey değildi bu.
Çıkışma sırası şimdi
de Abdullah İbn Selam'a gelmişti:
- Bizim en şerlimiz ve en şerlimizin de oğlusun sen,
deyip onda noksan bulma yarışına girdiler. Güneş balçıkla sıvanamazdı ki! ..
Güneşin ışınlarına karşı gözlerini kapatanlar, sadece kendilerine gece
yaparlardı. ..
O
gün yaşanılanlar, alemlerin Rabbi tarafından da müşahede edilmekteydi ve O şu
ayetleri indirecekti:
- De ki: Söyleyin bakalım; eğer bu Kur'an, Allah tarafından
geldiği halde siz reddetmişseniz, İsrailoğullarından da bir şahid, tevhid,
ahiret gibi bazı iman esasları hakkında Kur'an' da bildirilen hakikatlerin
benzerine şahitlik edip iman ettiği halde, siz büyüklük taslayarak iman
etmezseniz sizden daha şaşkın, daha zalim kimse olabilir mi? Allah, elbette
böyle zalimleri hidayete erdirmez.s'"
Ayette anlatılan İsrailoğullarından iman eden kişi, Abdullah
İbn Selam; irikarı seçenler ise, gerçeği gördüklerinde kaypaklık gösteren elit
tabakaydı.
605 Bkz. Ahkaf,46/1O
615
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Bütün bunlan, daha işin başından tahmin eden ve gelişmeler
de tahmini istikametinde gerçekleşen Abdullah İbn Selam, bir gerçeği ortaya
çıkarmanın hazzıyla Yahudi ileri gelenlerine yöneldi ve şöyle seslendi:
- Ey Yahudi Topluluğu! Allah'tan korkun ve size geleni
kabul edin. Vallahi siz de biliyorsunuz ki, bu, özelliklerini Tevrat'ta okuyup
durduğunuz, adını sanını bildiğiniz Allah'ın beklenen ve müjdelenen Resülü'dür,
Ben şehadetle iman ediyor, biliyor ve tasdik ediyorum ki o Allah'ın
Peygamberidir.
Artık yüzler değişmişti ... Perde bir kez yırtılmış ve
cepheler de netleşmişti. İşin en kolay yolu inkardı ve onlar da bunu seçtiler:
- Yalan söylüyorsun,
dediler.
Artık
Yahudilerden iş çıkmayacağı kesindi ve bu sefer Abdullah, Resül-i Ekrem'e
yöneldi:
- İşte, ya
Resülallah, dedi. Durum gördüğün gibi!..
Ben, bunlann yalancı,
iki yüzlü, dönek ve iftiracı insanlar olduklannı söylemiştim.
Zaten, Cibril de
gelmiş şu mesajı getiriyordu:
- Kendilerine kitap verdiklerimiz, O'nu öz oğullannı tanıdıklan
gibi tanırlar. (Buna rağmen) onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizler.606
Ayette, bizzat Allah Resülü'nün ismi zikredilmeyip de
"O'nu" denmesi işaret ediyor ki, ehl-i kitap bütünüyle, son gelecek
peygamber kastedilerek "O" dendiğinde hep Tevrat ve İncil' de adı
geçen Zat'ı anlıyordu. O da, hiç şüphesiz ki, Hz. Muhammed'di (sallallahu
aleyhi ve sellern). Ve O'nu öz evlatlanndan daha iyi tanıyorlardı.
Hz.
Ömer (radıyallahu anh), bir gün karşısına alacak ve Abdullah b. Selam'a
soracaktı:
- Allah Resülü'nü öz
evladın gibi tanıyor muydun?
606 Bkz. Bakara, 2/146
616
Ve Kalıcı Yurt:
Medine
Tereddütsüz cevap
verdi Abdullah:
- Öz evladımdan daha
iyi tanıyordum.
Nasılolabilirdi?.
Bir insan bu kadar kesin nasıl konuşabilirdi!.. Ama Abdullah, hakkı temsilin
timsaliydi ve onu her yerde söylemekten çekinmezdi. Hz. Ömer ise, onun
kanaatindeki kesinliği ayrıca tescil ettirmek istiyordu ve ikinci defa sordu:
- Nasıl yani?
Yine demir Ieblehi
gibi bir cevap geliyordu:
-
Evladım hakkında şüphe edebilirim. Belki, beni, hanımım kandırmıştır. Fakat
Allah Resülü'nün son peygamber olduğundan zerre kadar şüphem yoktur.
Bu
cevap Hz. Ömer'i öyle sevindirecekti ki, kalkacak ve Abdullah b. Selam'ın
başından öpecekti. 607
Abdullah
İbn Selam, kavminin baskılanndan birtürlü başını kaldıramıyordu. Daha baştan
beri, beraber olduğu Yahudi bilginlerinin tazyikinden kurtulamamışIardı ve her
defasında onun aklını çelebilme adına akla hayale gelmedik oyunlar tezgah1ıyorlardı.
Bilhassa, Huyey İbn Ahtab, Ka'b İbn Esed, Ebu Rafi', Eşya' ve Şemvil İbn Zeyd
gibi ileri gelenler Abdullah İbn Selam'ı köşeye sıkıştırmak için ciddi uğraş
veriyorlardı. Göz göre göre hakikatin üstünü örtmesini istiyorlar ve bunu yapmadığı
takdirde olacaklardan sorumlu olmadıklannı söyleyerek onu imanından
vazgeçirmek istiyorlardı.
Bir
gün yine sıkıştırmışlar, Husayn'ın bildiklerini hatırlatması üzerine de:
-
Nübüvvetin Araplar arasında olması imkansız. Senin sahibin olsa olsa meliktir,
demişlerdi. Aslında bununla Allah Resülü'nün beklenen Nebi olduğunu kabullenmiş
oluyorlardı;
607 sUyUti,
ed-Dürrü'l-Mensür, ı/357
617
Efendimiz (s a l l a
l l a h u a l e y h i ve
sellem)
ama
bir türlü, içinde bulunduklan koyu ve katı kabile taassubunu kınp, O'nun kendi
dışlannda bir yerden neş'et edebileceğini içlerine sindiremiyorlardı.
Uzun
uzadıya konuşmalar netice vermemiş ve ortam iyice alevlenmişti. "Ne
olacaksa olsun" der gibiydiler ve kendileri Allah Resülü ile muhatap olup
Abdullah'a da haklı olduklannı göstereceklerini düşündükleri bir senaryonun
peşine düştüler. Abdullah'ın tereddüdü yoktu. SoluğuAllah Resülü'nün yanında
aldılar.
Önce
Zülkameyn'isordular O'na. Bilemeyeceğinden eminlerdi kendilerince. Böylelikle
Abdullah gibi düşünenlere karşı kendi haklılıklannı (!) ispat etmiş
olacaklardı.
Allah'ın
indirdiği şekliyle anlattı onlara; aynen Kureyş'e anlattığı gibi!.. Zira onlar,
Nadr İbn Haris ve Ukbe İbn Ebi Muayt kendilerinden yardım istemeye
geldiklerinde daha önceleri Kureyş'e akıl vermiş ve davasından vazgeçirmek
için ellerini güçlendirecek ne gibi sorular sorabilecekleri konusunda
rehberlik yapmışlardı! ..
Aynı
cevabı almışlardı ve diyebilecekleri hiçbir husus yoktu. Ancak arkalarını
dönüp gitme niyetinde de değillerdi. "Ben olmadığım yerde, başkası da
yaşamasın" mantığıyla hareket ediyorlardı ve tüyler ürperten şu soruyu
sordular:
-
Ya Muhammed! İşte bu Allah! Bütün malılükatı yarattı, peki Allah'ı kim yarattı?
Allah'ı
bilip kulluk yaptıklannı söyleyen insanların böyle bir soru sorması kadar bir
abesiyet ve aptallık olamazdı. - HaşaAllah'ın yaratılmaya ne ihtiyacı vardı
ki! Hem, sonradan yaratılanın ilah olması düşünülebilir miydi! O'nun
kudretinden hiç mi haberleri yoktu bunlann! Sanki Hz. Musa dahil önceki
peygamberler ve ümmetleri arasında geçenlere muttali olanlar bunlar değildi!
Tevrat'ı da okumuyorlardı anlaşılan bunlar!
Allah
Resülü de çok müteessir olmuştu; yüzünün rengi değişmiş, yerinde duramaz
olmuştu. Nasılolur da Rabb'e
618
Ve Kalıcı Yurt:
Medine
böyle
bir dil uzatılabilirdi? Hem de bildiğini söyleyenler tarafından!.. Alemlerin
Rabbini onlar, ne sanıyorlardı ki, sınırlı akıllarıyla O'na elbise biçmeye
kalkışıyorlar ve kendilerince muhataplarını zor durumda bırakıyorlardı!..
Gönlünü teskin etmek
için Cibril imdada koştu ve:
-
Sükünetle ya Muhammed, diye de yol ve yöntem tavsiye ediyordu. Sorduklarının
cevabını İhlas Suresi veriyordu ve onuokudu:
- De ki, O Allah'tır
ve Bir'dir ...
Gelenler,
sadece kendilerini temsil etmiyorlardı. Yüzyıllar boyu devam edecek olan
imanla irikarın mücadelesinde sonrakilerin karşısına da bu türlü tutarsızlıklar
çıkacaktı ve O'nun hali, sonrakilere de örnek teşkil etmeliydi. Zira O, şöyle
buyuracaktı:
-
Çok geçmez; insanlar kendi aralarında sorgulamalara başlarlar ve işi o dereceye
ulaştırırlar ki, bazıları: "İşte Allah, varlığı yarattı; peki Allah'ı kim
yarattı?" demeye kalkışırlar.
Böyle
bir durumla karşı karşıya kalanlar için de Allah Resülü, İhlas Suresi'ni
okumalarını tavsiye edecek ve Cibril'in o gün kendisini teskinini ümmetine de
tavsiye buyuracaktı. Zira bu, şeytan! bir düşünceydi ve böyle bir durumda
şeytandan Allah'a sığınma adına sağlam bir duruş sergilenmeliydi.
Beni
Kaynukalılar, perdelerini yırtmış küstahlıklarına devam ediyorlardı:
-
Bize anlat bakalım ya Muhammed! Yaratılışı nasıl? Kolları, pazuları nasıl?
Ortalık
buz gibi kesilmişti. Anlaşılan bunlar, kendilerine söylenenlere karşı
kulaklarını kapatmışlar; hiçbir şeyalmak istemiyorlardı. Neden bahsediyorlardı?
Allah'ı, -haşa- kapı komşuları gibi bir şahıs olarak mı görüyorlardı, yoksa
Allah Resülü'nü kızdırmak için mi çığırtkanlık yapıyorlardı?.
Hz. Peygamber (sallallahu
aleyhi ve sellern), artık yerinde dura-
619
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
maz
hale gelmişti ... Gazabından damarları şişmiş yüzünden öfke okunuyordu. Allah'a
hakarete O'nun yüreği dayanamazdı. Cibril yine yanındaydı. Aynı tavsiyelerini
tekrarladı. Arkasından da şu ayetleri indirdi:
-
Ama onlar, Allah'ın kudret ve azametini hakkıyla takdir edemediler. O'na layık
olan tazimi gösteremediler.
Halbuki
bütün bir dünya, kıyamet günü O'nun avucunda, gökler alemi de bükülmüş olarak
kabza-i tasarrufundadır.
Böyle
bir azarnet ve hakimiyet sahibi olan Allah, onların uydurup durdukları
şeriklerden yücedir, münezzehtir.s'"
Her
yeniliğe tepki verip karşı çıkmak, ilk olmadığı gibi son da değildi. Zaman
zaman Abdullah İbn Selam, benzeri münakaşalarda soluğu Efendiler Efendisi'nin
yanında alıyor ve O'nun vereceği cevaplarla muhataplarını iknayı düşünüyordu.
Zira, muhatap olduğu cemaat de biliyordu ki, bu soruların cevabını ancak bir
Nebi bilebilirdi.
Yine
böyle bir grupla birlikte huzur-u risaletteydi. Efendisine soru soracak ve
böylelikle muhataplarını iknaya çalışacaktı. Boynunu büktü ve:
-
Ben sana üç tane soru soracağım ki, onları ancak bir Nebi bilebilir, dedi. Bu
bir istifsardı ve Allah Resülü de cevaplamaya hazırdı:
-
Kıyametin ilk alameti nedir? Cennet ehlinin ilk yiyeceği nedir? Çocuk anne ve
babasına hangi durumda benzer?
Bu
esnada Cibril de gelmiş, Abdullah'ın soracağı soruların cevaplarını
fısıldıyordu. Efendiler Efendisi:
-
Cibril az önce bana bunları haber verdi, buyurarak başladı sözlerine. Huzurda
bir şaşkınlık yaşandı bunun üzerine:
"Cibril?"
diye tekrarlayıp duyduklarının doğruluğunu test etmek istediler önce. Cevap
yine aynıydı:
608 Bkz. Zümer, 39/67
620
Ve Kalıcı Yurt:
Medine
- Evet, CibriL.
Nasırlanna
basılmış gibiydiler. Nasılolur da vahyi, tutup kendilerinin dışında birisine
getirebilirdi?. Cibilli olarak Cebrail'e düşmanlık besliyorlardı. Adını
duyunca:
-
Bu, melekler arasında Yahudilerin düşmanıdır, dediler.
Cebrail'e
düşmanlık etmek, aynı zamanda Allah ve Resülü'ne de kin beslemek anlamına
geliyordu. Zaten Efendiler Efendisi de, bunu ifade eden şu ayetleri okuyarak
cevap verecekti:
-
De ki: Kim Cebrail'e düşman ise iyi bilsin ki, bu Kur'an'ı, daha önceki
kitapları tasdik etmek, inananlar için bir rehber ve müjde olmak üzere,
Allah'ın izniyle senin kalbine o indirmiştir.609
Arkasından
da sorulan sorulan cevaplamaya başladı Allah Resülii (sallallahu aleylıi ve
sellem):
-
Kıyametin ilk alametine gelince o, öyle bir ateştir ki, doğudan batıya kadar
bütün insanlan yakıp kavurur.
Cennet
ehlinin ilk yiyeceğine gelince o, balık ciğerinin artığıdır.
Erkeğin
suyu kadınınkine galip gelirse çocuk erkek, kadının suyu öne geçerse kız olur.
Bekledikleri
cevaplan da almışlardı ... Zaten aksini düşünmek de imkansızdı, Abdullah İbn
Selam, orada kelime-i şehadet getirerek diğerlerinin de önünü açmak istedi:
-
Ben şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur ve sen de O'nun
Resülii'siin.?'?
Ancak
muhataplarda böylesine bir ruh inceliğine rastlamaya imkan ve ihtimal yoktu;
yine evli evine, köylü de köyüne gidiyordu.
609 Bkz.
Bakara, 2/97
610 Bkz. İsfehani,
Delail, 1/152
621
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Ancak herkes de muannit Yahudiler gibi inatçı değildi;
Abdullah İbn Selam gibi doğrunun peşinde olup onu bulduğu yerde almasını bilen
erdemliler de yok değildi. Sırasıyla geldiler Allah Resülü'nün huzuruna ve
Müsa'nın vasiyetini tutarak İslam'ı kabullendiler. Bunlar, Sa'lebe İbn Sa'ye,
Üseyd İbn Sa'ye ve Esed İbn Ubeyd gibi önde gelenlerdi. Ancak bunlara da bir
kulp bulunacak ve bunlar da umursanmayacaktı. Diyorlardı ki:
- Muhammed'e inanıp peşinden gidenler, zaten bizim en
şerlilerimizdi. Şayet hayırlılanmız olmuş olsalardı, atalannın dininin bırakıp
da bir başkasının peşine takılmazlardı.
Başlannı kuma sokmakla kendilerini emniyette sanıyorlardı.
Halbuki dışanda gerçek bir dünya vardı ve buna bigane kalmak, gerçeği asla
yansıtmıyordu.
Esas itibariyle Allah'a gönülden bağlılıklannı ifade
ederek Resülü'nün arkasındaki safta yerini alanlarla ikiyüzlü davranıp
gerçeğe gözünü kapatanlar eşit olamazlardı. Öncekiler fazilet üstüne fazilet
yanşına girişirken diğerleri, bildikleri halde hakkın üzerini kapatmanın
mesuliyetiyle beraber hesap gününe intikal edeceklerdi. İnen bir ayetle bu
çarpık düşünce şöyle nazara verilecekti:
- Ehl-i kitaptan, gece boyunca Allah'ın ayetlerini
okuyan ve O'na secde ile serfürü yaşayan ümmet-i kaime ile onlar asla eşit
olamazlar ...
Medine
nüfusunun çoğunluğunu Yahudiler oluştursa da, belli oranda Hristiyan nüfus da
yok değildi. Her iki zümre ile bir araya gelindiğinde konu, ister istemez dini
meseleler etrafında dönüp duruyor ve karşılıklı bir alışveriş yaşanıyordu.
İşin burasında, diğer din müntesipleriyle ilişkileri düzenleyen ilahi rehberlik
oldukça dikkat çekecektir. Zira Allah (celle eelaluM), öncelikle Habib-i
Ekrem'ini muhatap alarak, onlarla nasıl
622
Ve Kalıcı Yurt:
Medine
bir düzlemde
konuşulup anlaşılması gerektiğini şöyle anlatıyordu:
-
Ey ehl-i kitap! Gelin, sizinle bizim aramızda müşterek tek bir kelimede, asgari
müşterekte birleşelim; Allah'tan başka hiçbir şeye mabud nazanyla bakmayalım
ve O'na hiçbir şeyi şerik tutmayalım. Sizinle bizim aramızda hiç kimseyi,
Allah'tan başkasını Rab yerine ikame edilmiş bir dost olarak olarak
görmeyeliml'?'
Bir
gün, Neoran Yahudi ve Hristiyan alimleri bir araya gelmiş Efendimiz'i ziyaret
ediyorlardı. Tabii olarak konu, Allah'ın arzu ve isteklerine gelince Efendiler
Efendisi, onlara da İslam'ı anlatıp Hakk'a davet etti.
-
Yoksa Sen ey Muhammed! Hristiyanların İsa'ya ibadet ettikleri gibi bizim de
Sana kullukta bulunmamızı mı istiyorsun, diye tepki gösteriyorlardı. Garip bir
anlayıştı; tek olan Allah'a kulluğa davet edildikleri halde sözün mecrasını
değiştiriyor ve kendilerince kelime oyunlan yaparak işin içinden sıynlmaya
çalışıyorlardı. Çünkü onlar, tarihin akışı içinde anlayışlanm değiştirmiş ve
aralanndan temeyyüz edip öne çıkanlara Rab diye ibadet etmeye
başlamışlardı.v"
Bu
arada, 'Reis' diye çağırdıklan bir Hristiyan alimi öne atılacak ve:
-
Sen'in, bizi O'na çağınrken gerçekten böyle bir isteği n de var mı, diyerek,
öncekilerden farklı düşünmediklerini ortaya koyacaktı. Önce:
- Maazallah, dedi
Efendiler Efendisi. Ardından da:
- Allah'tan başka bir
güce ibadet etmekten ve yine O'n-
dan başkasına ibadete
çağırmaktan Allah'a sığınınm! Zira O
611
Al-i İmran, 3/65. Bu ayetin, Hudeybiye'den önce indiği, Mekke fethinden sonra
ise tekrar indirildiği anlatılmaktadır. Bkz. İbn Kesir, 13/143
612 Bir ayette bu husus, "Onlar, ruhban ve
alimlerini Allah konumunda değerlendirmiş ve onlan Rab olarak kabul
etmişlerdi!" denilerek yerilmektedir. Bkz. Tevbe, 9/31
623
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
(celle
celaluhü), ne Beni bunun için gönderdi ne de Ben, bununla emrolundum, buyurdu.
Anlamak biraz zordu; Allah adamı olduklannı söyleyen bu insanlar nasılolur da,
Allah adına kendilerini davet eden birisine bunu söyleyebilirlerdi! Cibril-i
Emin yine görünmüştü, gelen ayetler ağızlannın payını verecekti:
-
Bir beşere Allah, kitap, hüküm ve nübüvvet verdikten sonra o, "Allah'ı
bırakıp da bana ibadet edin" diyecek değildir!613
Müslümanlık
gibi kıymetli bir zemin bulunduktan sonra bir peygamber veya başka bir Hak
dostu, insanlan yeniden küfre davet eder miydi hiç!
Ortamı
bir nebze olsun rahatlatma adına Adiyy İbn Hatem, Efendimiz'e yöneldi ve:
-
Ya Resülallahl Onlar, onlara ibadet etmiyorlar ki! Buna mukabil Allah Resülü
de:
-
Elbette onlara ibadet etmiyorlar! Ancak onlar, helali haram, haramı da helal
olarak telakki ediyor ve insanlara kendi arzulannı söylüyorlar; insanlar da
onlann dediklerini kabullenip sözlerine tabi oluyorlar. İşte bu, onlara ibadet
anlamına gelmektedir, diyecekti.w-
613 Al-i
İmran, 3/81.
614 Bkz. İbn Kesir, Tefsir, 1/378
624
Artık,
Mekke bir mihrap, Medine de bir minber olmuş; Hatib-i Ekmel ü Etemm'ine
kavuşmanın tadını çıkanyor; Hz . .Adem'den bu yana yolların birleştiği yerde
yeni bir medeniyet inşa ediliyordu. Zaten, Mekke'de bir birikim vardı ve o,
bütünüyle buraya akıp gelmişti; şimdi ise, bu temel üzerine her gün yeni yeni
ayetler geliyor, nebevi hitabetle insanlar her geçen gün yeni şeyler
öğreniyorlardı. İman adına önemli bir kıvam yakalanmış, artık fertler, bunun
üzerine bina edilecek kulluk beklentisine girmişlerdi.
Sosyal
ilişkiler baştan aşağıya yeniden gözden geçiriliyor ve insanı bağlar üzerinde
yeniden atkılarla İslam'ın solmaz ve renk atmaz atlası dokunuyordu. Bir gün
yanına bir sahabe yaklaşıyor ve:
-
İslam'da hangi iş daha hayırlı, diye soruyordu. Gelen cevap:
-
Yemek yedirmen ve bildiğin ve bilmediğin herkese selam vermen,615
şeklinde oluyordu. Demek ki bu medeniyet, 'verme, beklentisiz olma ve
insanlar üzerinde güven telkin
615 Buhari, Sahih, 1/13
(12)
625
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
etme'
üzerine inşa
edilecekti. Ancak, bunlann hiçbiri asıl hedef değildi; asıl hedef, Allah'ın da
hoşnut olacağı gerçek bir Müslüman modelini ortaya koyarak rıza ufkunu
yakalamaktı. Cehalet döneminden kalan bütün kınntılan bir kenara atıp yok
edecek bir hamleydi bu.
- Komşusu, şerrinden emin olmayan kimse cennete giremez,616
buyuruyordu. Elbette cennet, bizatihi hedef değildi; ama, cennete götüren yol,
nzayı da kazandıracak yoldu. Demek ki, bu nzaya talip olan insan, büyük bir
aile gibi komşuluk ilişkilerinde, onlan kucaklayıp ihtiyaçlannı gidermede kayıtsız
kalmamalıydı. O'na göre, komşusu açhkla kıvnm kıvnm sancılar içinde ıstırap
çekerken, yanıbaşındaki bir mü'minin, karnını doyurması iman adına büyük bir eksiklikti.s'?
- Müslüman, diğer insanların el ve dilinden emin olduğu
insandır.s'" buyuruyordu Efendiler Efendisi! Zaten, can düşmanlanın
kendisine 'Emın' ünvanını vermesini ve ona sınırsız güvenmesini sağlayan da o
değil miydi? O emniyet ki, hayatına kastedenlerin bile vicdanlannda
rahatsızlık duymalannı; acımasızca üzerine gidildiği dönemlerde sahip çıkma
hissiyle yanına yaklaşmalannı netice veriyordu. Demek ki emniyet, kobralan
ehilleştirecek, kurtlan da kuzu bekçisi haline getirecek önemli bir iksirdi.
Ve şimdi bunu Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), bizzat ashabından
istiyordu.
"Sizden birisi, kendisi için istediğini kardeşi
için de istemedikçe, kemal noktada imana ulaşamazl'P'? cümlesi de O'na aitti.
Demek ki imanda, her bir mü'min için idealolan bir de kemal nokta vardı! Ve bu
kemal noktaya ulaşmanın en kestirme yollanndan birisi, ücrette gerilerin de
gerisine kayarak ganimet paylaşımında arkadaşlannı kendisine tercih etmekten
616 İbn Hibban,
Sahih, 2/264 (510)
617 Bkz. Buhari,
Sahih, 5/2240 (5673); Mişkatü'l-Mesabih, 2/424 618 Buhari, Sahih, 1/12 (10)
619 Buhari, Sahih, 1/14
(13)
626
Yeni Bir Medeniyetin
İnşası
geçiyordu. Bunun adı,
tefôni idi
ve İbrahimvan bir geleneğin ürünüydü.
Aynı
mihraptan yankılanan bir başka ses, bütün mü'minleri tek bir insana benzetiyor
ve dünyanın neresine bir ateş düşerse düşsün bunun, her bir mü'mini yakacağını
anlatıyordu. Öyleyse, dünyanın neresinde olursa olsun, bir Müslüman'ın başına
gelen olumsuzluğa kimse kayıtsız kalmamalı ve onun için, elinden gelen ne
varsa, onu yapma ve yaraya merhem olma yanşına girmeliydi. Binayı oluşturan
tuğlalar gibi bir vahdet görüntüsü olmalıydı ki, neticede ortaya muhkem bir
bina modeli çıksın!620
Bunlar, müspeti ikame
adına ortaya konulan hamlelerdi.
Bir
de bunun, diğer tarafı vardı; artık, düşmanlığın köküne kezzap dökülecek ve en
büyük düşman olarak o telakki edilecekti. Kimseye arka dönülmeyecek ve ihtiyacı
olan herkesin yardımına koşulacak, mü'min kardeşinin elde ettiği güzellikler,
bırakın haset ve kıskançlıkla karşılanmayı, birer iftihar vesilesi olacak ve
insanlar, gerçek manada kardeş olacaklardı. Böylesine sağlam bir kardeşlik de,
sebebi ne olursa olsun, Müslüman kardeşiyle üç günden fazla mükaleme-i kelamı
kabullenmiyor, bütün küskünlükleri muhabbet meşcereliğine dönüştürüyordu. Bunu
ifade ederken Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve sellern), maksadını şu beliğ
mesajın kalıplanna dökmüştü:
-
Sakın, birbirinize buğzetmeyin; hasetten de uzak durun ve birbirinize sırt
dönmeyin! Ey Allah'ın kullan! Kardeş olun. Bir Müslüman'ın. diğer kardeşiyle üç
günden fazla konuşmaması, asla helal değildir.?"
Zaten
Müslüman, diğer Müslüman'ın kardeşiydi; ona ne zulmedebilir ne de onu zulmün
kucağına atabilirdi. Bir kardeş olarak, herhangi bir Müslüman'ın yardımına
koştuğu sürece
620 Bkz. Müslirn,
Sahih, 4/2000 (2586) 621 Bkz. Buhari, Sahih, 5/2253 (5717)
627
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Allah
da onun yardımına koşar, önemli bir ihtiyacını giderirdi. Demek ki böyle bir
hareket, sıkıntıların giderilerek huzur içinde bir hayat yaşayabilmek için
Allah'a sunulmuş en büyük dua anlamına geliyordu. Bir de işin, ahiret yurduna
bakan yönü vardı; burada bir Müslüman kardeşinin ihtiyacını giderip sıkıntısını
izale eden için Allah (celle celaluhü), yannki ahiret yurdunda ve en çok
ihtiyaç hissettiği bir anda sıkıntılannı gidererek sahil-i selamete
ulaştıracak ve insanlann, sıkıntıdan gırtlaklanna kadar ter döktükleri o demde
onlara rahat bir nefes aldıracaktı. Burada affetmek, orada affedilmeyi; burada
setretmek de orada setredilmeyi gerektiriyordu ve bunun için bir mü'min, diğer
kardeşlerinin kusurunu görmezden gelecek ve nazarını hep kendi kusurunun
üzerinde dolaştıracaktı. Başkasına savcı gibi muamele etme yerine, savcılık
gömleğini, kendisini nazara aldığında giyecek; Müslüman kardeşinin hep
avukatlığını yapmayı bir ahlak haline getirecekti. Çünkü Efendiler Efendisi:
-
Müslüman, diğer Müslüman'ın kardeşidir; ne ona zulmeder, ne de ona yapılan zulme
razı olur! Sizlerden kim, kardeşinin ihtiyacını gidermek için yola koyulursa,
Allah da onun ihtiyacını giderir; kim de, bir Müslüman'ın sıkıntısını gidermeye
matuf bir yola girerse, Allah da ahiret gününde onun sıkıntısını giderir;
Müslüman'ın ayıplannı görmezden gelenin de Allah, kıyamet gününde ayıplannı
örter, kimseyi ona muttali kılmaz.v" buyuruyordu.
Yeryüzünde
bulunanlara merhametle yaklaşıp herkesi ve her şeyi şefkatle kucaklamak,
semadan da rahmet meltemlerinin esmesi adına en büyük davetiye demekti. 623 Yanm
bir
622 Bkz.
Buhari,Sahih, 2/862(2310)
623
Bkz. Beled, 90/12-18 "Sarp
yokuş, bilir misin nedir? Sarp yokuş; bir köleyi, bir esiri hürriyetine
kavuşturmaktır. Kıtlık zamanında yemek yedirmektir. Yakınlığı olan bir yetimi
ya da yeri yatak, (göğü yorgan yapan, barınacak hiçbir yeri olmayan) fakiri
doyurmaktır. Hem sarp yokuş; Gönülden iman edip,
628
Yeni Bir Medeniyetin
İnşası
hurma
bile olsa, mü'min kardeşine onu takdim etmek, cehennem ateşinden korunmanın
önemli bir yoluydu. Şayet, yanm hunnayı da bulamayacak kimseler var ise bunlar
da, muhataplannı tatlı dil ve mütebessim bir çehreyle karşılamak suretiyle
aynı kazançtan istifade edebileceklerdi.v-
Diğer yandan, bir beşer olarak insanın
karşı1aşabileceği en küçük meseleler ele alınıyor ve teker teker çözülüyordu:
zira din, insanın her türlü ihtiyacını giderecek mahiyette çözümler
içeriyordu. Yeme ve içmeden oturup kalkmaya, çarşı-pazardan aile içi
münasebetlere ve sosyal hayatta birlikte yaşama kurallannı belirlemeden ferdin
topluma karşı görevlerini uygulanır hale getirmeye kadar hemen her meselede
adımlar atılıyor ve her yönüyle orijinal yepyeni bir medeniyet inşa ediliyordu.
Hatta bu durum, diğer Medinelilerce tenkit edilecek ve:
- Sizin peygamberiniz, tuvaletinizi nasıl yapacağınıza
kadar hemen her şeyi size öğretiyor, diyerek garipsenecekti. Böyle bir tepkiyle
karşılaşan Selman-ı Farisi. dönüşümün de fiili örneğini verireesine bu adama
şöyle cevap verecekti:
- Evet, elbette öğretecek! Hatta bunun ötesinde daha
çok şey öğretecek! ihtiyacımızı giderirken kıbleye dönmememiz gerektiğini, sağ
elimizle istincada bulunmamamızı ve bunu yaparken en azından üç farklı taş
kullanıp, kemik ve kurumuş hayvan dışkısına bulaşmamamız gerektiğini de
öğrctecckl'<
Zira O (sallallahu aleyhi ve sellem), bir peygamberdi;
ümmeti arasında evindeki baba konumundaydı ve yeni yetişen cemaatinin, her
türlü işlerinde onlara rehberlik yapacaktı.
Kısaca mü' min, adım
atıp yürüyen, nefes alıp konuşan ve
birbirlerine
sabır ve şefkat dersi vermek, sabır ve şefkat örneği olmaktır. İşte hesap
defterleri sağ ellerine verilecek olanlar bunlardır." Ayrıca bkz. Ebü Davüd, 4/285 (4941); Tirmizi, Sünen,
4/323 (1924)
624 Buhari, Sahih,
3/1316 (3400) 625 Müslim, Sahih, 1/223 (262)
629
Efendimiz (sallallalıu
a l e y h i ve sellem)
nabız
olup toplumda atan bir Kur'an haline geliyordu. Bundan böyle her bir sahabenin
konuşmaları Kur'ani ve adımları da Muhammedi idi. Zaten mü'min olmak, önemli
bir tercihti ve bu tercihle birlikte insan, onun içeriğini bütünüyle kabullenmiş
oluyor, gereklerini yerine getirme konusunda da Allah ve Resülü'ne söz
veriyordu. Bir mü'min için söz, senetten de öte bir değer ifade ediyordu;
verdikleri sözü yerine getirınede ise, sahabenin önünde yürüyebilecek bir başka
topluluk göstermeye imkan yoktu. Efendiler Efendisi, Medine minberinde
oturmuş, peygamberlerden sonra yeryüzündeki en faziletli cemaati oluşturuyordu.
Belli ki artık, Hira'da başlayan değişim, beklenen mayayı tutmuş ve eskiye ait
cehalet edalı ne kadar problem varsa hepsini değiştirmeye başlamıştı. Ve bu
değişim, sadece belli bir coğrafyaya has değildi; bu değişimle birlikte, ahengini
kaybetmiş bütün evler yeniden şenlenmeli, dünyanın sadece bir yüzüne değil,
bütününe birden huzur gelmeliydi. Çünkü bu değişimin rehberi, bütün alernlere
rahmet olarak gönderilmişti. Öyleyse, damlasının düşmediği en küçük bir nokta
kalmamalı