TAKDİM.. PAGEREF _Toc169190607 \h 2

ÖNSÖZ. PAGEREF _Toc169190608 \h 4

BEKKE VADİSİNDE YANKILANAN SES. PAGEREF _Toc169190609 \h 17

Hz. İbrahim'in Duaları PAGEREF _Toc169190610 \h 17

Yeni Bir Medeniyetin İnşası PAGEREF _Toc169190611 \h 20

HER PEYGAMBERİN MÜŞTEREK TALEBİ.. PAGEREF _Toc169190612 \h 25

BİLGİNLERİN DİLİNDE YANKILANAN SEDA. PAGEREF _Toc169190613 \h 31

1. Yemen. PAGEREF _Toc169190614 \h 31

Ebu Kerb'iiı Medine Çıkartması PAGEREF _Toc169190615 \h 36

Tübba' Meliki Medine'de. PAGEREF _Toc169190616 \h 38

Sonradan Ortaya Çıkan Emareler PAGEREF _Toc169190617 \h 39

2. Şam.. PAGEREF _Toc169190618 \h 40

3. Hicaz PAGEREF _Toc169190619 \h 45

Zeyd İbn Am,. PAGEREF _Toc169190620 \h 45

Kuss İbn Saide. PAGEREF _Toc169190621 \h 49

Varaka İbn Nevfel PAGEREF _Toc169190622 \h 52

Hisalet öncesinde Hicaz ve Dünyanın Genel Durumu. PAGEREF _Toc169190623 \h 54

HZ. İBRAHİM'E UZANAN ŞECERE.. PAGEREF _Toc169190624 \h 59

Abdülmuttalib. PAGEREF _Toc169190625 \h 60

Zemzem.. PAGEREF _Toc169190626 \h 61

Abdulmuttalib'in On çocuğu ve Nezrini Yerine Getirme Gayreti PAGEREF _Toc169190627 \h 65

Kutlu Yuva. PAGEREF _Toc169190628 \h 69

FİL HADİSESİ. PAGEREF _Toc169190629 \h 71

KUTLU DOGUM.. PAGEREF _Toc169190630 \h 79

Dört Bir Yandan Gelen Haberler PAGEREF _Toc169190631 \h 83

Yeni Bir Yıldız PAGEREF _Toc169190632 \h 83

Fars Topraklanndaki Telaş PAGEREF _Toc169190633 \h 86

SÜT ANNEYLE GEÇEN SENELER .. PAGEREF _Toc169190634 \h 89

Şakk-ı Sadr Hadisesi PAGEREF _Toc169190635 \h 93

HZ . AMİNE'NİN VEFATI. PAGEREF _Toc169190636 \h 97

DEDE ABDULMUTTALİB'İN HİMAYESİ. PAGEREF _Toc169190637 \h 101

AMCA EBU T.ALİB'İN HİMAYESİ. PAGEREF _Toc169190638 \h 109

Şam Yolculuğu ve Rahip Bahira. PAGEREF _Toc169190639 \h 111

Korunup Kollanmada İlahi Yönlendirme. PAGEREF _Toc169190640 \h 117

O'nunla Gelen Yağmur Bereketi PAGEREF _Toc169190641 \h 121

Ficar Savaşlan ve Hılfü'l-Fudül PAGEREF _Toc169190642 \h 122

Hılfii'l- Fudül PAGEREF _Toc169190643 \h 123

Şam'a İkinci Yolculuk. PAGEREF _Toc169190644 \h 125

HATİCE İLE İLK RANDEVU. PAGEREF _Toc169190645 \h 127

Çarşıdaki Yemin. PAGEREF _Toc169190646 \h 129

Rahip Nastüra. PAGEREF _Toc169190647 \h 130

Yine Aynı Bulut PAGEREF _Toc169190648 \h 131

Yolculuğun Raporu. PAGEREF _Toc169190649 \h 132

Varaka İbn Nevfel'in Yorumlan. PAGEREF _Toc169190650 \h 133

İzdivaca Giden Yol PAGEREF _Toc169190651 \h 134

Halden Anlayan Bir Arkadaş PAGEREF _Toc169190652 \h 135

Ve Nikah. PAGEREF _Toc169190653 \h 138

Hane-i Saadetin Diğer Sakinleri PAGEREF _Toc169190654 \h 141

Huzur Dolu Bir Yuva. PAGEREF _Toc169190655 \h 143

Bu Yuvanın Semereleri PAGEREF _Toc169190656 \h 144

KABE'NİN TAMİRİ VE SÖZ KESEN HAKEM.. PAGEREF _Toc169190657 \h 146

Ahde Vefa. PAGEREF _Toc169190658 \h 149

GELİŞİNDEN ÖNCE HAZIRLANAN ORTAM.. PAGEREF _Toc169190659 \h 151

Kabe'deki Yankı ve Varaka'nın Yorumlan. PAGEREF _Toc169190660 \h 152

Şam'daki Rüya ve Rahibin Hatırlattıkları PAGEREF _Toc169190661 \h 154

VUSLATA DOGRU.. PAGEREF _Toc169190662 \h 157

Yalnızlık Arayışlan. PAGEREF _Toc169190663 \h 157

Sadık Rüyalar PAGEREF _Toc169190664 \h 158

Varlık Selama Durmuştu. PAGEREF _Toc169190665 \h 160

Hz. Hatice'nin Telaş ve Gayretleri PAGEREF _Toc169190666 \h 161

Cibril'in Sesi PAGEREF _Toc169190667 \h 161

VE VUSLAT. PAGEREF _Toc169190668 \h 163

Mekke'ye Yöneliş PAGEREF _Toc169190669 \h 165

Varaka'nın Rehberliği PAGEREF _Toc169190670 \h 168

Kırk Günlük Ara. PAGEREF _Toc169190671 \h 170

Küsme de Yok Dargınlık da. PAGEREF _Toc169190672 \h 175

Gece İbadeti PAGEREF _Toc169190673 \h 177

EN ÖNDEKİLER. PAGEREF _Toc169190674 \h 182

Abdest ve Namaz PAGEREF _Toc169190675 \h 182

Küçük Ali'nin Büyük Kararı PAGEREF _Toc169190676 \h 183

Kulluk ve SükUnet PAGEREF _Toc169190677 \h 185

Zeyd İbn Harise'nin Gelişi PAGEREF _Toc169190678 \h 187

Ebu Bekir Tesliıniyeti PAGEREF _Toc169190679 \h 188

Zübeyr İbn Avvam.. PAGEREF _Toc169190680 \h 193

Kabe'deki Putlar PAGEREF _Toc169190681 \h 194

ARKADAN GELENLER VE MİHNET YILLARI. PAGEREF _Toc169190682 \h 198

Ebu Zerr'in Gelişi ve Yaşanan İlk Acı Tecrübe. PAGEREF _Toc169190683 \h 202

Huzura Koşuş PAGEREF _Toc169190684 \h 207

Sözüne Sadık Bir Çoban ve Süt Mucizesi PAGEREF _Toc169190685 \h 209

Huzura Koşuş Devam Ediyor PAGEREF _Toc169190686 \h 211

Bilil-ı Habeşi PAGEREF _Toc169190687 \h 216

Habbab'ın Alacağı PAGEREF _Toc169190688 \h 218

Hayallerde Yeşeren Ümit Meşceresi PAGEREF _Toc169190689 \h 221

DAVET VE TEBLİGİN AÇIKTAN BAŞLAMASI.. PAGEREF _Toc169190690 \h 226

Genişleyen Tebliğ Halkası PAGEREF _Toc169190691 \h 234

Etrafa Açılma Dönemi PAGEREF _Toc169190692 \h 239

İnsanların İslam'la Tanışmalarını Engelleme Çabaları PAGEREF _Toc169190693 \h 241

Aleyhteki Kampanya Genişliyor PAGEREF _Toc169190694 \h 245

TOPLUMLA BÜTÜNLEŞEN NÜZUL KEYFİYETİ.. PAGEREF _Toc169190695 \h 252

Allalı'a İman ve Ulühiyet Hakikati PAGEREF _Toc169190696 \h 253

Ölüm Sonrası Hayat PAGEREF _Toc169190697 \h 257

Kader, Takdir, Kudret ve Meşiet-i İlahi PAGEREF _Toc169190698 \h 262

Direnç Eğitimi PAGEREF _Toc169190699 \h 265

Kuvvet, Kesret-İ Etbada Değil; Haktadır PAGEREF _Toc169190700 \h 267

EBU TALİB'İ İKNA ÇABALARI.. PAGEREF _Toc169190701 \h 269

Damatlara Yapılan Baskı PAGEREF _Toc169190702 \h 272

Ter Dökmeden Netice Yok. PAGEREF _Toc169190703 \h 273

'Ebter' Yakıştırması PAGEREF _Toc169190704 \h 275

ŞİDDET MANZARALARI.. PAGEREF _Toc169190705 \h 283

Zayıf ve Kimsesizlerin Hazin Hali PAGEREF _Toc169190706 \h 286

İBN ERKAM'IN EVİNDE. PAGEREF _Toc169190707 \h 290

Amma.. İbn Yasir ve Süheyb İbn Sinan. PAGEREF _Toc169190708 \h 291

Mus'ab İbn Umeyr PAGEREF _Toc169190709 \h 293

Hz. Ebu Bekir'İn Teşebbüsü. PAGEREF _Toc169190710 \h 295

Hz. Hamza'nın Müslüman Oluşu. PAGEREF _Toc169190711 \h 300

Utbe'nin Planı PAGEREF _Toc169190712 \h 305

Heyetin Teklifi PAGEREF _Toc169190713 \h 309

Yeni Bir Teklif Daha. PAGEREF _Toc169190714 \h 317

Can Düşmanlannın Efendimiz'e Bakışlan. PAGEREF _Toc169190715 \h 318

Ayncalık Talepleri PAGEREF _Toc169190716 \h 323

GEÇMİŞE AİT BİR MUHASEBE.. PAGEREF _Toc169190717 \h 326

TEBLİG AYETLERİ. PAGEREF _Toc169190718 \h 329

HZ. ÖMER'İN GELİŞİ VE İBN ERKAM'IN EVİNDEN ÇIKIŞ. PAGEREF _Toc169190719 \h 331

Hira Ziyaretleri PAGEREF _Toc169190720 \h 341

HABEŞİSTAN HİCRETLERİ.. PAGEREF _Toc169190721 \h 342

Birinci Hicret PAGEREF _Toc169190722 \h 343

Geri Dönüş PAGEREF _Toc169190723 \h 344

Mus'ab İbn Umeyr'in Durumu. PAGEREF _Toc169190724 \h 346

Abdullah İbn Süheyl'in Gelişi PAGEREF _Toc169190725 \h 349

İkinci Hicret PAGEREF _Toc169190726 \h 351

Necaşi'ye Giden Mektup ve Necaşi'nin Cevabı PAGEREF _Toc169190727 \h 353

Ebu Talib'in Çabası PAGEREF _Toc169190728 \h 355

Elçiler ve Necaşi PAGEREF _Toc169190729 \h 356

Ca'fer İbn Ebi Talib'in Çıkışı PAGEREF _Toc169190730 \h 359

Habeşistan'dan Mutlu Haberler PAGEREF _Toc169190731 \h 365

VAHİY DEVAM EDİYOR. PAGEREF _Toc169190732 \h 368

Şekki Kamer Mucizesi PAGEREF _Toc169190733 \h 368

Abese Süresinin İnişi PAGEREF _Toc169190734 \h 370

GENEL BOYKOT. PAGEREF _Toc169190735 \h 373

HÜZÜN YILI. PAGEREF _Toc169190736 \h 383

Ebu Talib'e Son Müracaat PAGEREF _Toc169190737 \h 384

Ebu Taıib'in Son Nasihatleri PAGEREF _Toc169190738 \h 386

Son Umut PAGEREF _Toc169190739 \h 388

Ve Hüzünlü Veda. PAGEREF _Toc169190740 \h 389

Hz. Hatice'ye Veda. PAGEREF _Toc169190741 \h 392

Ebu Leheb'i Bile Duygulandıran Manzara. PAGEREF _Toc169190742 \h 395

SANCILI SÜREÇ. PAGEREF _Toc169190743 \h 398

Rukane ve İki Mucize. PAGEREF _Toc169190744 \h 398

Hz. Ebu Bekir'İn Hicret Teşebbüsü. PAGEREF _Toc169190745 \h 400

Rum Diyarından Haber Var PAGEREF _Toc169190746 \h 405

Sevde Validemizle İzdivaç. PAGEREF _Toc169190747 \h 407

Bir Alacak Tahsili PAGEREF _Toc169190748 \h 412

Habeşistan'dan Gelen Yirmi Kişi PAGEREF _Toc169190749 \h 415

TAİF YOLCULUĞU. PAGEREF _Toc169190750 \h 417

Taifteki İltica ve Bir Tecelli PAGEREF _Toc169190751 \h 420

Üzüm Salkımı ve Addas PAGEREF _Toc169190752 \h 422

Mekke'ye Hareket ve Cinlerin Şehadeti PAGEREF _Toc169190753 \h 425

YENİDEN MEKKE. PAGEREF _Toc169190754 \h 429

Çevredeki KabileIere Yöneliş PAGEREF _Toc169190755 \h 431

İSRA VE MİRAÇ. PAGEREF _Toc169190756 \h 440

İsra. PAGEREF _Toc169190757 \h 442

Mi'raç. PAGEREF _Toc169190758 \h 443

Cennet PAGEREF _Toc169190759 \h 445

Cehennem.. PAGEREF _Toc169190760 \h 448

Sidretü'l-Müntehi PAGEREF _Toc169190761 \h 451

Vasıtasız Gelen Emir: Namaz PAGEREF _Toc169190762 \h 452

Dönüşteki Yansımalar PAGEREF _Toc169190763 \h 453

İki Kervanın Şehadeti PAGEREF _Toc169190764 \h 455

Hz. Ebu Bekir Farkı PAGEREF _Toc169190765 \h 459

Namaz Vakitlerinin Tayini PAGEREF _Toc169190766 \h 461

AKABE BEYATLARI. PAGEREF _Toc169190767 \h 463

Birinci Akabe. PAGEREF _Toc169190768 \h 463

Medine'ye Kor Düşmüştü. PAGEREF _Toc169190769 \h 465

Medine'den Davet Var PAGEREF _Toc169190770 \h 471

Mina'daki Ses ve Efendimiz'in Tavrı PAGEREF _Toc169190771 \h 478

HİCRET İZNİ VE KUREYŞ'İN TELAŞI.. PAGEREF _Toc169190772 \h 480

Önemli Bir Tembih. PAGEREF _Toc169190773 \h 483

Hicret Sancılan. PAGEREF _Toc169190774 \h 484

Ebu Selerne ve Ailesi PAGEREF _Toc169190775 \h 485

Subayb İbn Sinan. PAGEREF _Toc169190776 \h 487

Hz. Ömer'in Hicreti PAGEREF _Toc169190777 \h 489

Ayyaş İbn Ebi Rebia. PAGEREF _Toc169190778 \h 491

Daru'n-Nedve'deki Karar PAGEREF _Toc169190779 \h 494

MUKADDES GÖÇ.. PAGEREF _Toc169190780 \h 498

Hicretin Tedbir Boyutu. PAGEREF _Toc169190781 \h 500

Sevr'e Yöneliş PAGEREF _Toc169190782 \h 507

Mağarada Ebu Bekir Hassasiyeti PAGEREF _Toc169190783 \h 508

Mekke'ye Atfedilen Son Nazar PAGEREF _Toc169190784 \h 512

Ebü Kuhafe'nin Tepkileri PAGEREF _Toc169190785 \h 513

Sürfu'nın Takibi PAGEREF _Toc169190786 \h 514

Hicret Yolunun Harikaları PAGEREF _Toc169190787 \h 519

Süt Mucizesi PAGEREF _Toc169190788 \h 520

Ümmü Ma'bed. PAGEREF _Toc169190789 \h 522

Büreyde İbn Huseyb. PAGEREF _Toc169190790 \h 526

Ebu Evs'in Hassasiyeti PAGEREF _Toc169190791 \h 528

İlk Karşılama Heyecanı PAGEREF _Toc169190792 \h 529

Kuba'da Verilen Mola. PAGEREF _Toc169190793 \h 530

Abdullah İbn Selam'ın Gelişi PAGEREF _Toc169190794 \h 535

İki Yahudi ve İlk İntiba. PAGEREF _Toc169190795 \h 538

Selman-ı Farisi PAGEREF _Toc169190796 \h 539

VE KALICI YURT: MEDİNE. PAGEREF _Toc169190797 \h 543

İlk Konak. PAGEREF _Toc169190798 \h 544

Üst Kata Taşınma. PAGEREF _Toc169190799 \h 550

Kardeşlik Bağlan. PAGEREF _Toc169190800 \h 552

Ensar Farkı PAGEREF _Toc169190801 \h 557

Mescid-i Nebevi'nin İnşası PAGEREF _Toc169190802 \h 558

Minberden Gelen Ses PAGEREF _Toc169190803 \h 561

Ezanın Başlangıcı PAGEREF _Toc169190804 \h 563

Ashab-ı Suffe. PAGEREF _Toc169190805 \h 566

Rahmetin Kuşatıcılığı ve Sonuna Kadar Açılan Kapısı PAGEREF _Toc169190806 \h 569

Es'ad İbn Zürare'nin Vefatı ve Yeşeren Nifak. PAGEREF _Toc169190807 \h 571

Mezarlıktaki Muhftvere. PAGEREF _Toc169190808 \h 573

Kıskançlık ve Haset Rüzgarları PAGEREF _Toc169190809 \h 574

Üslupta İlahi Yönlendirme. PAGEREF _Toc169190810 \h 576

Medine Anlaşması PAGEREF _Toc169190811 \h 581

İlk Anlaşma, Evs ve Hazreç Arasında. PAGEREF _Toc169190812 \h 583

İkinci Anlaşma, Yahudilerle. PAGEREF _Toc169190813 \h 585

Aile Fertlerinin Getirilmesi PAGEREF _Toc169190814 \h 587

Kuba'dan Gelen Çocuk. PAGEREF _Toc169190815 \h 588

Hz. Aişe Validemizle İzdivaç. PAGEREF _Toc169190816 \h 589

Medine Vebası PAGEREF _Toc169190817 \h 591

Abdullah İbn Selam'daki Tebliğ Heyecanı PAGEREF _Toc169190818 \h 595

Taassubun Dincesi PAGEREF _Toc169190819 \h 599

Ehl-i Kitaba Hitap. PAGEREF _Toc169190820 \h 604
YENİ BİR MEDENİYETİN İNŞASI .. PAGEREF _Toc169190821 \h 607

 

 

 


TAKDİM

 

Created by Readiris, Copyright IRIS 2005
Created by Readiris, Copyright IRIS 2005

Uzun ve titiz bir çalışma sonunda yayınevimiz, Kainatın iftihar Vesilesi Efendiler Efendisi Hz. Muhammed Mustafa'­nın (sallallahu aleyhi ve sellem) ibret ve mesaj dolu hayatını anlatan bir kitabı daha sizlerle buluşturmanın huzurunu yaşıyor: Gö­nül Tahtımızın Eşsiz Sultanı Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern).

Bu kitap, siyer geleneğinden kopmadan, satır aralann­da kalmış ve geleceğe yön veren aynntılan bugüne taşıyarak Allah Resülü'nün örnek hayatını anlatan, anlatırken insanı çağlar ötesine götüren veya o dünyayı yaşanılan asırla bütün­leştiren yeni ve özgün bir eser; ölmeyen Ebfı Leheb'e dikkat çekip kıtalar dolaşan Ebii Cehil'in farkına vardıran ve bunu yaparken de Ebfı Bekir, Ömer, Osman ve Ali'leri vazifeye da­vet eden mesajlarla dolu bir baş ucu kitabı.

Bugün bizim, sadece savaşlardan ibaret bir siyer gelene­ğinden daha çok bir insan olarak Allah Resülü'nün toplum içindeki misyonunu anlatan kitaplara ihtiyacımız var ve işte elinizdeki bu eser, sözünü ettiğimiz ihtiyacı karşılamayı hedef­leyen farklı bir gayreti ifade ediyor. Onun satırlan arasında okurumuzun, kilometre taşlannı savaşların belirlediği bir ha-

13


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

yat serüveninden ziyade, duygu ve tepkileriyle şefkat kesilmiş bir insan-ı kamil ve toplum içinde her yönüyle rehber ve yol gösterici bir mürşid-i ekmel bulacağı kanaatindeyiz.

Unutmamak gerektir ki, Bedir gibi önemli bir dönüm noktasına gitmek için Efendimiz'in, Medine'den ayrılıp yeni­den buraya dönüşü arasında geçen on günlük bir zaman dili­mi vardır ve Bedir savaşı, bu on günlük zaman dilimi içinde sadece beş-altı saatlik bir meseledir. Şüphe yok ki Allah Resü­lü (sallallahu aleyhi ve sellern), geride kalan zamanını da ashabıyla birlikte ve onlann arasında yaşamıştı. Her anı bir model bu altından kıymetli zaman dilimlerinin, beş altı saatlik bir süre­ce kurban gitmemesi elbette çok önemliydi ve işte elinizdeki bu eserle geride kalan dokuz buçuk günde yaşanılanlar gün yüzüne çıkanlmak istenmiş, detay gibi gözüken ancak bizim için önemli ayrıntıların nazara verilmesi hedeflenerek bütün­cm bir yaklaşım nazara verilmek istenmiştir.

Dil açısından sade, üslup yönüyle akıcı ve olaylan veriş biçimiyle de gerçekçi bir anlatımla kaleme alınan duygu yüklü bu eserle, aradaki mesafelerin bir süreliğine bile olsa kalka­cağını düşünüyor, başkası adına yaşanılan bu hayatla, gaye-i hayal noktasında bugünü yaşayan her bir ümmet-i Muham­med' e bir vazife biçildiğinin farkına vanlacağını ümit ediyor ve sizleri, Saadet Asrı'yla günümüzün iç içe nazara verildiğini düşündüğümüz böyle bir eserle baş başa bırakıyoruz.

Işık Yayınları

14


ÖNSÖZ

 

Created by Readiris, Copyright IRIS 2005
Created by Readiris, Copyright IRIS 2005

Gelişen dünyada geçen her bir gün, İnsanlığın Emini'ne ait mesajların kıymetini ve insanlığın onlara olan ihtiyacını ortaya koyuyor. Bir tarafta maddi terakki ile insanların başı dönerken, diğer yanda huzur adına dünyada iflasın yaşanıp, insanlığın kemal adına tel tel dökülüyor olması, gidilen yolun zaten sağlıklı olmadığını açıkça herkese gösterir mahiyette.

Ortada iki yol var; ya iniş istikametinde hızla süküta koşan insanlık diğer canlılara rahmet okuttururcasına gidi­şatına devam edip dünyayı kendine zindan haline getirecek, ya da insanlık ortak paydasında ve temel değerler etrafında kenetlenerek yeniden kendisini bulacak; bir taraftan dünya­yı marnur ederken, diğer yandan da aradığı huzuru bulmanın mutluluğunu yaşayacak.

İşte yolların aynmında duran ve engin sinesiyle herkesi semtine davet eden Gönül Tahtımızın Müstesna Sultanı Efen­dimiz (sallallalıu aleyhi ve sellem) hayat bahşeden mesajlanyla in­sanlığı, dünyayı inşa ederken ahireti de marnur kılmanın si­hirli iklimine çağınyor.

O'nun (sallaUalıu aleyhi ve sellem) şefkat dolu engin dünyasın-

15


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

da, her fırsatta hayatına suikast eden kin tüccarlanna bile yer var! O'nun (sallallahu aleyhi ve sellem) ikliminde kimsenin üstünü çi­zip defterinden silme gibi bir anlayış yok! Bu yüzden, son ana kadar kendisine kılıç çekip karşısına dikilenleri, huzura gelip hakikate uyandıklan zaman, O'nu (sallallahu aleyhi ve sellem) müda­faa etmenin kahramanlan olarak, önceki hayatlanna keffaret yanşı içinde görüyoruz. Binlerce misal arasından işte İkrime ve Süheyl İbn Amr, işteAmr ibn.As ve Velid ibn Ukbe ibn Ebi Mu­ayt, işte Ebu Süfyan ve Hind, işte Vahşi ve Halid ibn Velid ...

Zaten O (sallallahu aleyhi ve sellem), herkesi kucaklayan ev­rensel mesajın sahibi... Sancağı, bütün insanlığı altında topla­yacak vüs'atte ... Yirmi üç yıllık tebliğ hayatı, bu sancağın altı­na nasıl girileceğinin misalleriyle dolu ... Bunun için, dünyaya veda ederken mihraba geçirip de arkasında namaza durduğu imam ve eline sancağı verip de kumandan tayin ettiği genç serdann şahsında temsil edilenler ayrı bir öneme sahip ... O'na inanıp da gönül veren her bir yüreğin, emaneti taşıyan birer Üsôme olabilmesi için bugün, O'nun safve duru hayatını oku­yup bilmek, bilip de yaşamak ve yaşayıp da yaşatma arzusuyla şahlanmak ayn bir ehemmiyet arz ediyor ...

İşte Gönül Tahtımızın Müstesna Sultanı Efendimiz (sallal­lahu aleyhi ve sellem) böyle bir niyetin ürünü ... Bu eserde, Efendi­miz'i kendi beyanlanmızla tavsif edip anlatma yerine, yaşayıp ortaya koyduklanyla birlikte O'nu (sallallahu aleyhi ve sellem) na­zara vermek hedeflendi ve temel siyer kitaplarında müşahe­de edilmeyen hiçbir metnin, O'nunla bağlantılı olarak nazara verilmemesine de hassasiyet gösterildi... Özetle bize göre bir siyerden ziyade; O'nun ve ashabının hal, tavır, beyan ve ten­sipleriyle bir tarih şuuru verilmek, tek başına yaşanılan bir hayat değil de her bir sahabi ile irtibatlandınlarak birer muci­ze olarak inşa edilen, herkese modelolabilecek bir hayat tarzı verilmek istendi ...

16


Önsöz

Hiç şüphe yok ki O (sallallahu aleyhi ve sellern), herkesi şefkatle kucaklayıp sinesine sarmak istemiş, tuzak kurup da bedenini ortadan kaldırmak isteyenlere bile şiddetle mukabelede bu­lunmak istememiştir. Yirmi üç yıllık tebliğ hayatının ilk on beş yılı sürekli baskı ve işkencelerle geçmesine rağmen O (sal­lallalıu aleyhi ve sellern), asla kuvvete baş vurup sert tavır almayı düşünmemiş, müsamaha yolunu tercih ederek, diş gösterip pençe atanlara bile sabırla mukabelede bulunmayı yeğlemiş­tir. Bir gün savaş kaçınılmaz hale gelince de, her şeye rağmen ilk başlatan O (sallallalıu aleyhi ve sellem) olmamış, bununla birlikte tedbiri de elden bırakmayıp en kötü şartlara göre hesabını ya­parak gerektiğinde bu meydanın da hakkını vermiştir. O'nun (sallallahu aleyhi ve sellem) savaşlarının hepsi birer müdafaa, seriy­ye ve gazvelerinin tamamı da emniyet ve güveni sağlamaya matuf birer gayretten ibarettir. Ne gariptir ki, sekiz yıl süren bu sürecin tamamında, her iki taraf adına dökülen kan, bugü­nün modernü) dünyasında bir günde akıtılanın yanında der­yada katre gibi durmaktadır.

Baskı ve şiddet altında olduğu dönemlerde böyle bir tavır sergilemekle birlikte O (sallallalıu aleyhi ve sellem), ipleri tamamen eline alıp da hakimiyetini ilan ettiğinde farklı bir davranış sergilemeyecekti. Bütünüyle O'nun sesinin yükselip sözünün dinlendiği dönemlerde bile O (sallallahu aleyhi ve sellern), asla kin ve nefret yolunu tutmayacak ve olgun başaklar gibi kellelerini teslim etmeye çoktan razı olanlara bile hürriyet yollarını gös­terip hepsini affedecekti.

Bugün O'nu ne kadar biliyorsak o kadar mutlu; ne kadar yakından tanıyorsak o kadar huzurlu ve yine O'nun hayatına ne kadar muttali olabiliyorsak o kadar da bahtiyarız demek­tir. Bir başka ifadeyle bizler, O'na duyduğumuz ihtiyaç kadar başkalarına muhtaç olmaktan uzak; O'nun engin dünyasına müstağni kalıp uzaklaştığımız kadar da başkalarının kapı-

17


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

sında şahsiyet ve onurumuzu örseleyen birer dilenci olmaya mahkumuz demektir.

Zaten bu gün karşımıza çıkan her bir hadise de bize, O'­nun bu müstesna hayatını yeniden okuma, attığı adımlan günün ihtiyaçlanna göre yeniden yorumlama, söz ve davra­nışlarındaki ayrıntılan nazara alarak hayatımıza yeniden yön verme ve insanların elinden tutarken kullandığı argümanlan iyi okuyup, hayatımızı O'nun arzu ve isteklerine göre yeniden şekillendirme lüzumunu hissettirmiyor mu?

Birkaç Hatırlatma

Sizleri eserle baş başa bırakmadan önce, istifadeyi kolay­laştırma adına birkaç hatırlatmada bulunmak ve eser hakkın­da kısa da olsa bilgi vermek faydalı olacaktır:

Öncelikle bu eser, öncesi ve sonrası itibariyle Saadet As­rı'nda yaşanan olayların bugünlerde oturup yorumlanması yerine İbn Hişam'ın Slre'si, İbn Sa'd'ın Tobakôi'ı; İbn Kesir'in el-Bidiiue ve'n-Nihaye'si, Halebi'nin Slre'si, İbn Hacer'in İsa­be'si, İbnü'l-Esir'in Üsüdü'l-Gabe'si, İbn Abdilberr'in İstiôb': ve Taberi'nin Tarih'ı gibi en temel siyer, meğazi ve tabakat ki­taplan esas alınarak; temel tefsir kaynaklanyla Kütüb-ü Tis'a gibi en belirgin hadis literatürüne dayanılarak hazırlanmıştır. Bunun yanında, Efendimiz'in hayatıyla ilgili bugün hüsn-ü kabul görmüş yeni eserlerin de dikkate alınması ihmal edil­memiş; gerek konuların tasnifi, gerekse bazı yorumlan itiba­riyle bugün kaleme alınan orijinal yaklaşımlara da müracaat edilmiştir. Bu sebeple, ikide bir aynı kaynaklan dipnot olarak verip hacmi şişirmemek için her meselede dipnota inip kay­nak verme yerine sadece dikkat çeken ve her siyer kitabında yer almayan konuların kaynağı verilmeye çalışılmış ve kay­nak vermede esas olarak da, kitapların el-Mekiebetii's-Sira, el-Mektebetü1-Elfiye ve el-Mektebetii'ş-Şômile gibi dijital or­tamdakiverileri nazara alınmıştır.

18


Ö nsöz

Farklı rivayetler, ayrı ayrı verilerek konunun uzatılması yerine, aynı konu etrafında oluşan farklı rivayetler birleştire­rek istifade edilen kaynaklara dipnotta işaret etmek bir yön­tem olarak kabul edilmiş ve bazı durumlarda ise, farklılık arz eden rivayetlerden birisi metin içinde tercih edilerek diğer ri­vayetlerin kritiğini dipnotta yapma yoluna gidilmiştir.

Metin terciimelerinde, aslına sadık kalmak şartıyla, her zaman birebir kelime karşılığını verip mekanik bir aktanm yapmak yerine, bazı durumlarda muhtevayı yansıtma, zaman zaman özetlerne veya bazı durumlarda da ilgili rivayetlerin bütününü birden yansıtma yollanndan birisi tercih edilmiş ve böylelikle tekrarlara girmernek hedeflenmiştir.

Elinizdeki eseri benzerlerinden ayıran en belirgin özellik­lerinden birisi de, her an ayrı bir vahiyle olaylara yön veren ilahi hitabın toplumu nasıl dönüştürdüğüne dair örneklere sıklıkla yer vermesidir. Tefsir ilminde 'Esbab-ı NüzUli'l-Kur'­an' olarak bilinen kültürün mümkün mertebe siyere yedirile­rek anlatılmaya çalışılması, esere ayrı bir veche kazandırmış­tır. Sahabe cemaatini yetiştirmede Kur'an'ın rolünü net bir şe­kilde ortaya çıkaran bu üslup yanında bir de Allah Resülü'nün talim ve terbiyesine yer veriliyor olması, eseri benzerlerinden ayıran belirgin özelliklerindendir. 'Bsbôbii Yiiriidil-Hadis' olarak bilinen bu metotla okurun, Efendimiz'e ait beyanların öncesi ve sonrasında yaşanan gelişmelere muttali kılınması hedeflenmiş ve böylelikle Kur'an'ın yetiştiriciliği yanında sa­habe cemaatini dönüştürmede Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) rolüne de dikkat çekilmek istenmiştir.

Aynı zamanda bu eserin, tebliğe karşı çıkan veya yanında yer alanların ruh hallerini anlamaya matuf bir gayret ve o dö­nem insanlannın psikolojilerini de yansıtmayı amaçlayan bir çalışma olduğunu söyleyebiliriz.

Şu da bir gerçek ki, etrafındaki ashabıyla birlikte O'nun (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatını bugüne taşıma adına daha ya-

19


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

pılması gereken çok şey var. Zira ulaşılan her bir bilgi yeni bilgilerin elde edilmesine vesile oluyor ve bu bilgiler de dün­yaya renk veren mesajların herkese ulaşabilmesi için yeni yeni fırsatlar anlamına geliyor. O'nun (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatına açılan her bir kapı, açılması gereken binlerce kapının müjdecisi ... İstikbale yürürken yanılmamak için bu kapıların açılmasında zaten zaruret var!

Bütün titizlik ve hassasiyetimize rağmen şayet, çapımıza bakmadan cür'et edip de çıktığımız bu yolda Ruh-u Seyyidi'l­Enam'ı rahatsız edip ineitecek bir kusurumuz olmuşsa şim­diden boynumuzu büküp O'nun (sa11a11ahu aleyhi ve sellem) engin affına sığınıyor ve Ebu Cehillerden bile esirgemek istemediği şefkat kanatlannın altına bizler de dehalet etmek istiyoruz.

Kusurumuz görüldüğünde, bunun bize ulaştırılması en büyük kazancımız; takdir hisleriyle dolup medih ihtiyacı his­sedildiğinde ise, gönülden dökülen bir 'Allah razı olsun' ifade­siyle mukabelede bulunmak, bidayetinden nihayetine kadar eserin hazırlanmasında katkısı olan herkes adına ne büyük bahtiyarlıktır.

Reşid Haylamuz İstanbul - Mart 2006

20


BEKKE VADİSİNDE YANKILANAN SES

 

Created by Readiris, Copyright IRIS 2005
Created by Readiris, Copyright IRIS 2005

Asırlar öncesinden Bekke vadisinde bir ses yankılanıyor: - Bizi, bu yalnız ve ıssız vadide bırakıp da nereye gidiyor­sun ey İbrahim?

İtimat ve tevekkül zirvesinin sahibi Hz. İbrahim'de, yan­kılanan sese cevap mahiyetinde hiçbir hareket yok. Zira o, sa­dece kendisine denileni yapıyor ve emre itaatten taviz vermek istemiyordu. Çünkü bu, ilahi bir yönlendirmeydi; asırlar son­ra geleceğinin muştusu verilen Son Nebi'nin şereflendireceği beldenin temeli atılacaktı.

Beri tarafta, teferruata muttali olmayan Hz. Hacer, ko­casını kendisinden uzaklaştıran her adımda ayrı bir korku yaşıyordu. Bunun için, yalnızlığın hicranını iliklerine kadar hisseden telaş dolu bir sesle yeniden seslendi:

- Ey İbrahim! Bizi bu yalnız ve ıssız vadide bırakıp nereye gidiyorsun?

Belli ki, geldiği istikamette gerisin geriye ilerleyen Hz.

İbrahim'den cevap gelmeyecekti. Kucağındaki biricik yav­rusuyla arkasından koşturmak beyhüdeydi. Sanki, yıllarca çocuk hasreti çeken ve dualannda Rabbinden çocuk dileyen Hz. İbrahim gitmiş; yerine bambaşka birisi gelmişti. Şüphesiz

21

 

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

böyle köklü bir değişim, ancak Rabbani bir yönlendirme so­nucu gerçekleşebilirdi. Bunun için Hz. Hacer:

- Sana böyle yapmanı Allah mı emretti, diye sordu.

O ana kadar hiç tepki vermeden ilerleyen Hz. İbrahim'­den, bu soruya mukabil güven dolu bir ses duyuldu:

- Evet!

Emreden O ise, koruyacak da O olacaktı. O'nun koruması altına girdikten sonra, ne bu ürperten yalnız vadilerdeki vah­şet ne korku veren yalnızlık ve ne de bir aile reisinin hima­yesinden mahrumiyet ürkütebilirdi onu. Onun için, arkasını dönüp kucağındaki yavrusuyla birlikte geri gelirken, dudakla­nndan şu kelimeler dökülecekti Hz. Hacer'in:

- Öyleyse O, bizi asla zayi etmez.'

Zaten bu cümle, aile reisiyle diğer fertlerin diyaloğundaki son noktayı oluşturuyordu. Artık Hz. İbrahim uzaklaşmış; Hz. Hacer de, minik yavrusu İsmaiiıe birlikte bırakıldıklan nok­taya geri dönmüştü.

Hz. İbrahim'in Duaları

Hz. İbrahim, ufukta kaybolacağı bir noktaya geldiğinde geri dönecek ve ellerini açarak Rabb-i Rahim'inden şöyle ni­yazda bulunacaktı:

- Ey bizim Rabbimiz! Şüphesiz ben, zürriyetimden bir kısmını Senin kutsal mabedinin yanında, ekin bitmez bir va­dide yerleştirdim.

'Yerleştirdim' ifadesinden açıkça anlaşıldığı üzere; o, he­nüz hiçbir hayat emaresi görülmeyen bu vadinin, büyük bir yerleşim yeri olacağını ifade ediyordu. Aynı zamanda burası, yeryüzündeki ilk binanın inşa edildiği önemli bir yer; ilkle so­nun buluşacağı Bekke vadisiydi.

Hz. İbrahim, niyazına şöyle devam etti:

Taberi, Tefsir, 13/152

22


2

Bekke Va d i s i n d e Yankılanan Ses

- Ey bizim Rabbimiz! Namazı gereğince kılsınlar diye böyle yaptım.

Anlaşılan, buraya gelişteki asıl hedef de, insanı Rabbe yaklaştıran kulluk vazifesiydi. Ve bu vazifeyi doruk noktada temsil edecek olan Zat burada zuhür edecek; dünya, buradan doğan nur ile, külli manada bir kullukla tanışmış olacak ve ubudiyet adına aydın bir hüviyete bürünecekti.

Bir talebi daha vardı Hz. İbrahim'in:

- Ya Rabbi! Artık, insanların bir kısmının gönüllerini on­lara doğru yönelt, onlan her türlü ürünlerden nzıklandır ki Sana şükretsinlcrl-

Yakanşlannda, kendisine ait vazifeyi yerine getirdiğini bil­dirme ve muştusunu verdiği hususların da Rabb-i Rahim tara­fından gerçekleştirilmesini talep vardı. Zira kulaklannda, ömrü­nün kemale erdiği dönemde hamile kalan hanımının sevincini paylaştığı anlardaki duyduğu şu müjdenin yankılan çınlıyordu:

- Şüphesiz ki Hacer, erkek bir çocuk dünyaya getirecek ve onun doğurduğu evladın neslinden gelecek birisinin eli, bü­tün insanlığın üzerinde hakim olacak. Ve herkesin eli de, huşü ve itaatle O'na açılacak.s

Hz. İbrahim için, bundan daha büyük bir saadet olamaz­dı; yıllardır ümidini kesmeden beklemenin mükafatını görü­yordu. Hem de, sadece doğacak oğluyla sınırlı olmayan bir mükafat ... Torunlan arasından çıkacak Son Nebi'nin zuhüru ve insanlığın da O'nun etrafında kenetlenmesi hakikati ...

Dua dua yalvanrken Hz. İbrahim'e şunlar vahyedilecekti: - Senin duanı, İsmail hakkında kabul ettim ve ona bereket ihsan ettim. Ondan sonra nice nesiller gelip geçecek, ama gün gelecek esas itibariyle onun nesIinden on iki yüce karnet zuhür edecek. Ve Ben, onu büyük bir cemm-i gafire reis yapacağımls

İbrahim, 14/37

3 İbn Kesir, el-Bidaye , 1/153 4 İbn Kesir, el-Bidaye, 1/153

23


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

İşte Hz. İbrahim, adımını atarken bu tecrübe üzerinde yürüyor ve ilahi yönlendirmenin gereğini yerine getirmenin mücadelesini veriyordu.

Yeni Bir Medeniyetin İnşası

Beri tarafta Hz. Hacer, kadın başına yalnız kaldığı bu va­dide çocuğunun telaşına düşmüş; içecek bir yudum su bula­bilmek için koşturup duruyordu. Bir anne olarak endişelerini teskin eden tek şey, Rabbine olan itimadıydı. Belki de, kuca­ğındaki çocuğa hamile olduğunda karşılaştığı meleği ve onun söylediklerini hatırlayıp teselli oluyordu. Zira, bunalıp sıkıntı­lannı Rabbine arz ettiği bir gün, yanında beliren melek kendi­sine şunlan söylemişti:

- Endişe edip korkma! Zira şu an, senin hamile olduğun oğlun vesilesiyle Allah, yeryüzünde hayır murad etmektedir.

Meleğin söyledikleri bunlarla da sınırlı değildi; melek ço­cuğunun adını 'İsmail' koymasını fısıldamış ve ardından şun­lan ilave etmişti:

- Doğacak çocuk, emsalsiz birisi olacak ve bütün insanlığın ümidi onda olacak. Onun eli, herkesin üstünde olacak, herke­se hükınedecek ve herkesin eli de onunla olacak. Herkes, onun emir ve direktiflerine göre kendini şekillendirecek. Ve aynı za­manda o, bütün kardeşlerinin beldesine malik olacak.»

Bunlar, kocası Hz. İbrahim'e söylenilenlerle de, tam bir paralellik arz ediyordu.

Müjdeye itimadı tam olsa da, sebeplere riayet bir esastı ve bunun için Hz. Hacer, bir yudum su veya nefes alan bir can bulma arzusuyla iki tepecik, Safd ile Merve, arasında telaşlı bir yanşa başladı. Zira, kırbadaki su tükenmiş, şefkat yüklü anne Hacer'de korku ve telaş başlamıştı. Bu koşturmalan sı­rasında bir taraftan da, göz ucuyla sürekli küçük yavrusunu kolluyor, onun başına bir şeylerin gelmesinden korkuyordu.

s İbn Kesir, el-Bidaye, 1/153

24


Bekke Va d i s i n d e Yankılanan Ses

Artık Safa ile Merve arası, Hacer'in güzergahı olmuştu.

Her iki tepenin eteklerine geldiğinde yürüyüşünü hızlandırı­yor ve ayrı bir telaşla diğer tepeye ulaşmaya çalışıyordu. Bu telaşlı koşuşturma tam yedi kez tekrarlanacaktı.

Tam Merve'nin tepesine gelmişti ki, bir sesle irkildi. Adeta bu ses, kendisini, oğlunun yanına çağırıyordu. Yeniden dikkatli­ce kulak kesildi. Evet, yanılmamıştı; biricik yavrusunun yanında bir melek duruyordu. Daha bir dikkatlice baktı. Gördüklerine inanamıyordu; oğlu İsmail'in ayaklannın dibinde bir de pınar oluşmuştu ve çölün ortasında kaynayıp duruyordu.

Bir çırpıda koşup çocuğunun yanına geldiğinde, meleğin kendisine şunları söylediğini duydu:

- Sakın zayi olacağın endişesine kapılma!.. Çünkü burada Allah'ın evi vardır. Onu, bu çocukla babası inşa edeceklerdir. Allah, onun ehlini asla zayi etmez ... 6

Vazife tamam olunca, melek de ortadan kaybolmuş ve yine Hz. Hacer'le küçük yavrusu Hz. İsmail yalnız kalakalmıştı.

Her dönemde hayat kaynağı olan su, buraya başka insan­lan da çekecek ve böylelikle, kader programının takdir bu­yurduğu bir yapılanma başlayacak, Beklenen Nebi'nin zuhür edeceği şehrin temelleri atılacaktı. Zira, çok geçmeden buraya Cürhümlüler gelecek ve hayat emaresi gördükleri bu yerde, Hz. Hacer'in de iznini alarak, konaklayıp Mekke şehrini mey­dana getirmeye başlayacaklardı.

Böylelikle, insanlığın kendisinde hayat bulacağı Residul­lah'ın neş'et edeceği Fôrôn dağlannın arasında yeni bir ha­yat başlıyordu. Zemzem'in hayat verdiği çöl, artık verimli bir belde haline gelecek ve bereketiyle insanlan kendisine çeke­cek, karalara bürünüp yas tutan bu dağların arasında, Hz. Muhammed'i (sallallahu aleyhi ve sellem) netice verecek bir süreç başlayacaktı.

 

6 Taberi, Tefsir, 13/230


 

25


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Hz. İbrahim'in duası kabul görmüş ve bu ıssız vadi artık, yeşillere bürünerek insanlan kendisine çekmeye başlamıştı. Bu teveccüh, aynı zamanda buraya her türlü nimetin akın et­mesini de sağlayacak ve buradakiler bundan böyle sürekli bir inayet yaşayacaklardı.

Bu arada Hz. İsmail de büyümüştü ve artık delikanlılık dönemini yaşıyordu. Nihayet Hz. İsmail, Cürhümlülerden bir kızla evlenmiş ve Zemzem'le başlayan bu birliktelik, akrabalık bağlannın kurulmasıyla güçlenerek geleceğe yönelik sağlam bir zemin oluşturmuştu.

Geçen süre içinde Hz. İbrahim, zaman zaman Hacer ve İsmail'i ziyarete geliyor, bir müddet kaldıktan sonra tekrar onlan kendi hallerinde bırakıp geri dönüyordu.

Aradan bir süre daha geçmişti. Bu sefer, Hz. İbrahim, hemen geri dönmek için değil, uzun bir müddet orada kalıp Kabe'yi yeniden inşa etmek için geliyordu. Murad-ı ilahi bu istikametteydi ve o da, bu isteği yerine getirebilmek için yola koyulmuş, Mekke'ye geliyordu.

Çok geçmeden de, oğlu Hz. İsmail'le birlikte Kabe'yi inşa etmeye başlamışlar ve bir kez daha insanlığı, asla vazgeçeme­yecekleri bir kaynağa davete durmuşlardı. Bir taraftan inşa iş­lemi devam ederken diğer yandan da ellerini açıp, bu en kut­sal mekanda dua dua Rablerine şöyle yalvanyorlardı:

- Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur. Hiç şüphesiz işiten Sen'sin, bilen de Sen! ..

Ey Rabbimiz! Hem İsmail ve beni, yalnız Senin için boyun eğen Müslümanlardan kıl, hem de soyumuzdan yalnız Senin için boyun eğen Müslüman bir ümmet meydana getir ve bize ibadetimizin yollannı göster. Tevbemize rahmetle icabette bulun. Hiç şüphesiz Tevvab Sensin, Rahim de Sen!..

Şanı yüce iki peygamberin, yeryüzündeki ilk bina ve arşın izdüşümü olan mübarek bir mekanda yaptıklan bu dualara el­bette icabet edilecekti. Duada böylesine bir hill yakaladığını gö-

26


Bekke V a d l s i n d e Yankılanan Ses

ren Hz. İbrahim sözü, temelini atmış olduğu 'hillet' mesleğini; kıyamete kadar ve sadece bir yörede değil, bütün alemde ikame edecek olan Son Nebi'ye getirecek ve şöyle yalvaracaktı:

- Ey Rabbimiz! Bir de onlara içlerinden öyle bir Resul gönder ki, o Resül, onlara Senin ayetlerini tilavet eyleyip oku­sun, kendilerine kitabı ve hikmeti talim edip öğretsin, içleri­ni ve dışlannı tertemiz yapıp onlan pak eylesin. Hiç şüphesiz Aziz Sen 'sin, hikmet sahibi de Senl.."

Bu duasında Hz. İbrahim (aleyhisselamj'ın, gelmesini istedi­ği hikmet sahibi peygamber, kuşkusuz her peygamberin gele­ceğini muştuladığı Son Nebi Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellern)'di. Zira, Hz. İsmail zürriyeti içinde Hz. Muhammed'den başka bir peygamber yoktu ve olmayacaktı da.

Bu samimi duanın, Hakk katındaki değeri de oldukça bü­yüktü. Nitekim, yüzyıllar sonra bir gün Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve sellern), minnet sadedinde şunlan söyleyecekti:

- Ben, atam İbrahim'in duası, kardeşim İsa'nın müjdesi ve annemin de riiyasıyım."

Yine vefayı, vefa ehlinden öğrenmemiz gerektiğini gösteren bir yer ... Yine ahde vefanın silinmez bir örneği ve yine duaya dua ile mukabelede bulunmanın eşsiz misali!.. Hz. İbrahim (aleyhisselaml'Iü, çağlar öncesinden dualanna alarak gelmesini is­tediği Hz. Muhammed'in ümmeti de, bir şükran ifadesi olarak dualanna O'nu alacak, 'Allahümme Salli' ve 'Bariklerinde:

- Allah'ım! Muhammed'e, O'nun al ve ashabına salat ve berekette bulunduğun gibi İbrahim'e de aynı salat ve bereket­ten ihsan eyle, diyerek her gün namazlannda Hakk'a niyaz edecektir!..

Bu vefanın bir de İbrahirncesi vardı. Zira, Hz. Muham­med'in geleceğinin haberi, Hz. İbrahim'in ruhuna o denli işle-

7 Bkz. Bakara, 2/129 vd.

8 İbn Hibban, Sahih, 14/313; Hakim, Müstedrek, 2/453 (3566)

27


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

mişti ki, kendi şahsına yapılan iltifatlarda bile O'nu hatırlayıp öne çıkanyor ve bu iltifatlara layık olanın kendisinden ziyade, Beklenen Sultan olduğunu ifade ediyordu.

Allah (celle celaluhü), Hz. İbrahim'i değişik imtihan süzgeçle­rinden geçirmiş ve her birinde üzerine düşen vazifeyi hakkıyla yerine getiren Hz. İbrahim' e şöyle bir iltifatta bulunmuştu:

- Seni insanlara imam kılacağım.

Bu, büyük bir iltifattı ve karşılığında acziyet içinde şükür­le mukabele gerekiyordu. Aynı zamanda bu, böyle bir nimetin şükrü adına önemli bir göstergeydi. Ancak Hz. İbrahim öyle yapmadı. O'nun verdiği ilk tepki:

- Benim zürriyetimden de!.. şeklindeydi ki bu, üzerinde durulması gereken bir refleksti. Şuuraltının ne türlü bilgilerle beslendiğinin bir göstergesiydi aynı zamanda. Zaten, insanın gerçek niyeti de böylesi sürpriz durumlarda ortaya çıkardı.

Ancak; Allah (celle celaluhü), imarnet gibi önemli bir me se­lenin, zulme dalmış ve ona nza gösteren, bilhassa o günkü İsrailoğulları gibi inhiraf eden kimselere müyesser kılınma­yacağını ifade sadedinde;

- Zalimler, ahdime (nübüvvetime) nail olamazlar." buyu­racaktı.

Böyle bir ifadeyle, nazarlar yakın zamanda bir imam ara­mak yerine, gelecek asırlara ve daha uzun bir zamana yönlerı­dirilmiş oluyordu.

Böylelikle, zulümle nübüvvetin, asla bağdaştınlamayacağı­nın vurgulanmasının yanı sıra, İsrailoğullannın yapageldikleri zulüm ve inhiraflardan hareketle böyle bir şerefi yitirdikleri ve bu şerefin, bundan böyle Hz. İsmail soyuna geçtiği ifade edilmiş olunuyordu. Elbette Hz. İbrahim'in talep ettiği İmam da, ıssız vadide bırakıp geri döndüğü oğlu İsmaifin soyundan olacaktı.

9 Bkz. Bakara, 2/114

28


HER PEYGAMBERİN MÜŞTEREK TALEBİ ~

Gelecek Son Nebi ile ilgili müjdeler, sadece Hz. İbrahim'­le de sınırlı değildi. Hz. Adem' den başlayarak bugüne kadar gelen bütün peygamberler O'ndan bahsettiği gibi Hz. İbrahi­m'den sonra gelecek her bir nebi de, kendi ümmetiyle aynı müjdeyi paylaşacaktı. Zira bu, onlar için bir vazifeydi. Allah (celle celaluhü), onlara şöyle seslenmiş ve ardından her birinden bu hususta şöyle bir söz almıştı:

- Andolsun ki size, kitap ve hikmet verdim. Sonra, yanı­nızda bulunan kitapları doğrulayıcı o Restil geldiğinde, mu­hakkak O'na inanacak ve yardım edeceksiniz. Bunu kabul et­tiniz ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?

Hep beraber cevap verdiler: - Evet, kabul ettik,

Bunun üzerine Yüce Mevla:

- Öyleyse şahit olun; Ben de, sizinle beraber şahit olan­lardanım, dedi ve ilave etti:

- Artık bundan sonra her kim, sözünden dönerse işte on­lar, yoldan çıkmışların ta kendileridir.f

Hz. A.dem, iftar vaktini beklernede bir miktar acele ede-

10 Bkz. AI-i İmran, 3/8ı, 82

29


Efendimiz (s a l l a l l a b uu l ey h i ve sellem)

cek ve akabinde, tevbe için ellerini kaldınp Rabbine yalvanr­ken bir aralık Hz. A.dem'in gözleri, arşın direkleri üzerindeki yazıya takılacak ve duasını şöyle değiştirecekti:

- Allah'ım! Sen' den beni, 'Muhammedün Resiilullah' hakkı için bağışlamanı diliyorum.

Duanın yöneltildiği makamdan gelen ses:

- Henüz yaratmadığım halde sen, Muhammed'i nereden biliyorsun, diyordu.

Bunun üzerine, Hz. Adem, büyük bir ihtiram ve saygı içinde şunlan söyledi:

- Ey Rabbim! Yed-i Kudret'inle beni yarattığın ve Ruh-u Pak'ından bana neflıettiğin zaman, başımı kaldırdığımda, Ar­şın direkleri üzerinde şu yazının nakşedilmiş olduğunu gör­düm:

"La İlahe İllallah, Muhammedün Resülullah."

Biliyorum ki, Sen adının yanına ancak, yaratılmışların en hayırlısının adını yaklaştınr ve adınla onun adını yan yana nakşedersin!

Bu kadar samimi ve yürekten bir talep karşısında şöyle bir nida gelir:

- Doğru söylüyorsun ey Adem! Şüphesiz ki O, Benim için mahlükatın en sevimlisidir. O'nun hakkı için istediğin sürece mutlaka bağışlanm seni de! Zira, Muhammed olmasaydı Ben, seni de yaratmazdım."

Zaten O (sallallahu aleyhi ve sellem), ilk yaratılan ruhun sahibiy­di;12 daha o zamandan, ana kitapta adı 'Abdullah' diye konul-

11     Bkz. İbn Kesir, Bidaye, 1/75; Kurtubi, Cami, 1/324; Kastallani, Mevahib, 1/7, 16. Aslında bu ifadeler, 'Sen olmasaydın ey Habibim,felekleri de yaratmaz­dım.' hakikatinin bir başka şekilde ifadesidir.

12     Bunu ifade sadedinde bir gün Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), 'Al­lah'ın ilkyarattığı şey, benim nürumdu.' (Alusi, Ruhu'l-Meani, 8/71) buyura­caktı.

Başka bir gün de, ilk yaratılanın ne olduğunu soran Cabir İbn Abdullah'a, "Ey

30


Her Peygamberin Müşterek Talebi

muş, 'Hôtemii'tı-Nebiıpfin' diye de anılır olmuştu." Öyleyse, bedeniyle ruhunun buluşması sona denk gelecekti. Varlığın hamurunda O'nun mayası saklı olduğu gibi, sona mührünü vuran da yine O olacaktı. Zira O (sallallahu aleyhi ve sellern), ilk ya­ratılan Son Sultan idi.

Hz . .Adem'den sonra gelen her peygamber de, Allah'a verdikleri sözün gereğini yerine getirecek ve hep O'ndan ba­hisler açarak ümmetlerini O'nun gelişine hazırlama yanşına girecekti. Hz. Niilı (aleyhisselam), vazifesini yaptığına dair üm­met-i Muhammed'i şahid tutacağının sürürunu yaşarken Hz. Dôuüd, inleyen ses tonuyla Zebur okurken hep:

- Allah'ım! Fetret döneminin arkasından bize, 'Mukimii's­Sünne'yi lütfet,14 diye duaya dalıyor ve Hz. Ahmed'in gelmesi için Rabbine yalvanyordu.

Hz. Yahya, aynı güfteyi seslendiriyor, Hz. Musa, avazı çıktığı kadar bu güfteyi İsrailoğullanyla paylaşıyor ve Hz. İsa

Cabir! Allah, celle celalühü, eşyayı yaratmadan önce nur-u Zatisinden senin Nebi'nin nurunu yarattı." cevabını verecek ve daha sonra da bu nurdan, kevn ü mekanın vücut bulduğunu anlatacaktı. Bkz. Kastallani. Mevahib, 1/7 Allah'ın ilk yarattığı şeyin, akıl ve kalem olduğuna dair de rivayetler vardır. Başlangıç itibariyle farklı gibi göriinen bütün bu rivayetler, aslında hep aynı noktaya işaret etmekte ve Efendiler Efendisi'nin eşyaya sebkatini anlatmak­tadır. Zira kainat, sayfa sayfa okunması gereken bir kitap, Allah Resülü de o kitabın silinmez bir kalemidir.

13     Bir gün Efendiler Efendisi, "Daha Adem, çamurla toprak arasında gidip ge­lirken Allah katında Ben, O'nun kulu ve 'Hôtemii'n-Nebiıpfini' idim.' buyn­racaktı. Bkz. İbn Hişam, Sire, 1/175; Taberi, Tarih, 2/128

'Ahmed' ise O'nun, peygamberlerin dilinde dolaşan ismiydi. O'nun için İsa (aleyhisselaml'ın, "Ey İsrailoğullan! Ben size Allah'ın Resüliiyiim. Benden önceki Tevrat'ı tasdik etmek, benden sonra gelip ismi 'Ahmed' olacak bir Resül'ü müjdelemek üzere gönderildim." (Saff, 61/6) dediğini bizzat Kur'an anlatmaktadır. Bir başka hadislerinde Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sel­lem), "Benim Kur'an'daki ismim Muhammed, İncil'de Ahmed ve Tevrat'ta ise Ahyed'dir." buyuracaktı. Bkz. Hindi, Kenzu'l-Ummal, 1:356 (1021)

14 Bkz. Kadı Iyad, Şifa, 1:176 'Mukimü's-Sünne' de, 'sünneti ikame edecek olan' manasında Efendimiz'in isimlerinden birisidir.

31


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

da, bulduğu her fırsatta aynı güftenin bestesini dile getiri­yordu.

Peş pe şe gelen onca mucizeye rağmen yüz çeviren İsrailo­ğullan arasından yetmiş kişiyi seçen Hz. Musa, TIh çöllerinde kırk günlük talimin ardından mikat için Tur dağına yönelecek ve burada, ümmetiyle birlikte doyumsuz bir vuslat yaşayacaktı.

Tur dağında sis ve dumandan göz gözü görmüyordu. Der­ken Allah, bir başka lütuf olarak, keyfiyeti bizce meçhulolan sesini duyurdu onlara. Akıllan gözlerine inmiş bu insanlar, böyle bir lütuf karşısında bile tereddüt izhar edip, ses ile o sesin sahibini bilemeyeceklerini öne sürüp, bizzat kendisini göstermesini talep ettiler.

Halbuki, görme duyusu sınırlı olanın, sınırsız bir varlığı ihatasına imkan yoktu. Bu, bilinen bir gerçekti. Belli ki on­ların maksadı, esas itibariyle Rabbi görmek de değildi; belki görselerdi, yine bir bahane bulur ve yine yan çizerlerdi. Böyle kaypak bir hayat, onlar için alışkanlık olmuştu zira.

Rabbe karşı yapılan böyle bir saygısızlık, 'gayretullah'a dokunacaktı ve öyle de oldu. Bir anda Tur dağı, büyük bir sar­sıntı ile sallanmaya başladı. Dağın üzerindeki yetmiş kişi, 01­duklan yere çakılmış ve baygın yatıyordu.

Gelişmeleri başından beri dikkatle takip eden Hz. Musa'­nın kolu ve kanadı kırılmıştı. Bunca nimete mukabil gösterilen böylesine bir nankörlük karşısında, büyük bir mahcubiyet yaşı­yordu. Halbuki, onlar için kendini ortaya koymuş ve doğru yola gelmeleri için ne emekler vermişti. Doğduğu andan itibaren ilahi bir kundakta büyütülen bir topluluğun, arkasını döndüğü her yerde böyle tepki vermesi onu da çok üzüyordu; ama aynı tepkiyi, huzur-u ilahide vermelerini hiç beklemiyordu.

Yönelebileceği tek bir kapı vardı ve ellerini açarak önce: - Ey Rabbim, dedi titreyen ses tonuyla.

- Dileseydin, beni de bunları da daha önce imha ederdin,

diye devam etti ardından. Sonra da:

32


Her Peygamberin Müşterek Talebi

- Şimdi bizi, aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından do­layı helak mi edersin Allah'ım?

Bu, sırf Senin bir imtihanından ibarettir. Dilediğini bu imtihanla şaşırtır, dilediğine de yol gösterirsin!

Sensin bizim Mevla'mız! Affet bizi! Merhamet eyle! Sen, merhamet edenlerin en hayırlısısın!

Bize, bu dünyada da ahirette de iyilik nasip et. Biz, Sana yöneldik ve Senin yolunu tuttuk.

Bunları, gönlünden gelerek ifade ettikten sonra Hz. Musa, yine de rahmet kapısına yönelecek ve her şeye rağmen:

- Rahmetin, Allah'ım, diyecekti.

Ancak, ilahi takdir daha farklıydı. Rahman' dan gelen ses şöyle diyordu:

- Azabım var; onu dilediğime isabet ettiririm. Rahmetim de var; o, her şeyi kuşatmış ve kaplamıştır. Onu da, özellik­le müttakilere, zekatını verenlere ve ayetlerimize inananlara tahsis edeceğim.

Rahmet kapısından hiçbir zaman ümidini kesmeyen Hz.

Musa, kavmi adına yeni bir kapının daha aralanacağını düşü­nerek büyük bir sevinç yaşıyordu. Ancak, mesele daha farklıy­dı. Devamla şunları söylüyordu gelen ses:

- Onlar ki, o Üm mi Peygamber' e uyarlar, yanlarındaki Tev­rat ve İncil'de yazılmış bulacakları o Peygamber'e uyup, O'nun izinden giderler ki, O, onlara iyiliği emreder ve onları kötülük­ten alıkoyar; temiz ve hoş şeyleri kendilerine helal kılar, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılar; sırtlarından ağır yük­leri indirir; üzerlerindeki bağları ve zincirleri de kırıp atar.

İşte o vakit O'na iman eden, O'na büyük bir saygı gös­teren, O'na yardımcı olan ve O'nun peygamberliği ile birlikte indirilen Niu'ı: izleyen kimseler, işte asıl murada eren kurtul­muşlar onlardır."

IS Bkz.A'raf,7/155vd.

33


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Bunun adı, çağlar öncesinden Tur dağında yankılanan ilahı sesle, gelecek Son Nebi'nin adının dünyaya yeniden ilanı demekti. Gözler, yeniden geleceğe çevriliyor ve muştusu veri­len günlere yeniden dikkatler çekilmiş oluyordu.

Artık, en önemli meseleler anlatılırken sözü O'na getir­mek bir adet olmuştu; kavmiyle konuşurken Hz. Musa O'ndan bahsediyor, havarileriyle hasbihal ederken Hz. İsa da, hep O'na atıfta bulunuyordu. Pôrôn dağlanndan Arafat'a, doğa­cağı muhitten hicret edeceği beldeye ve aile hayatından eda edeceği misyona kadar hemen her mesele nazara veriliyor ve zihinler, gelişine hazır hale getiriliyordu.

Zihinler o derece uyanlmış ve geleceği o kadar bedihi ol­muştu ki, bir dönemde O'nu bekleyenler, gelişini kaçırmamak için, 'misfo' denilen yüksek kuleler inşa etmişler ve üzerlerine de nöbetçi yerleştirerek buralarda 'Mustafa'yı beklerneye dur­muşlardı."

16     Daha O dünyaya gelmeden önce durum böyle olduğu gibi, kıyamet sonrasında da farklı olmayacaktır. Zira, şefaatle ilgili uzun bir hadislerinde Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), haklannda olumsuz karar çıkıp da çare arayan ademoğullanmn, Hz. Adem'den başlayarak uğradıklan her peygamber tarafın­dan arkalara gönderileceklerini ve neticede bu insanların kendisine kadar gele­ceklerini buyunnaktadır. Bu da şefaatin adresinin Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) olduğunun tescilidir. Bkz. Buhari, Sahih, 4:1745 (4435) Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in gelişiyle ilgili müjdeler konusunda daha detay bilgi edinmek isteyenler, yine Işık Yayınlanndan çıkan Dillerdeki Müjde isimli kitaba başvurabilirler.

34


BİLGıNLERİN DİLİNDE YANKILANAN SEDA

 

Created by Readiris, Copyright IRIS 2005
Created by Readiris, Copyright IRIS 2005

O'nunla ilgili bilgiler, sadece kendisinden önce gelip ge­çen peygamberlerin dilinde dolaşmıyor; onların arkasında saf bağlayan bilge kimselerin de müşterek konusunu teşkil ediyordu. ışığını peygamberlerin bıraktıkları mirastan alan bu insanlar da, buldukları her fırsatta sözü bu Zat'a getiriyor­lar ve toplum içindeki misyonları itibariyle, insanları gelecek günler adına bilgilendirme vazifesini eda ediyorlardı. En ya­kından Hindistan gibi en uzak bölgelere kadar birçok beldede benzeri bilgiler dolaşsa da, bu bilgilerin yoğun olarak yaşayıp dolaştığı yerler, Yemen, Şam ve Hicaz bölgeleriydi.

1. Yemen

Yemen, Efendiler Efendisi'nin dedelerinden Adnan'ın iki oğlundan biri olan Akk'ın, akrabalık kurarak yerleştiği bir beldeydi. Artık işlerin yerli yerine oturduğu sonraki bir dö­nemde buraya hükmeden Rab'la İbn Nasr adında bir melik vardı. Bir gece, hiç aklından çıkmayacak bir rüya görmüş ve bundan çok etkilenmişti. Gidip derdini anlatmadığı ne bir ka­hin ne de bir sihirbaz kalmıştı, ama bir türlü rüyasının tevilini yaptırıp gönlündeki endişeyi teskin edemiyordu. Ülkesindeki

35


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

bütün bilgeleri bir araya getirmiş, ama anlatılanlar karşısında bir türlü tatmin olmamıştı. Artık öyle bir noktaya gelmişti ki, kendisinden rüyasını anlatmasını isteyenlere bile güvenmi­yor, "Şayet tevilini bilecek olsa, ben ona rüyamı anlatmadan gördüklerimi de bilmesi gerekir." diye düşünüyordu.

Nihayet bir bilge, melikin bu halini aydınlığa kavuştur­ma adına ona bir tavsiyede bulundu. Buna göre şayet melik, rüyasının tevilini gerçekten istiyorsa Satıh ve Şıkk: denilen iki kahine müracaat etmeliydi. Zira bu iki kahin, hem fiziki durumlarıyla hem de vermiş oldukları haberlerle insanların dikkatlerini çekmiş, bulundukları yerlerde birer merci haline gelmişlerdi. Her ikisi de, meşhur kahin Tarife'nin öldüğü gün dünyaya gelmişlerdi ve adeta, Tarife kehanete ait bütün ma­haretini onlara miras olarak bırakmıştı.

Bu iki kahinin vücut yapıları da bir garipti. Satih'in vü­cudu adeta yekpare idi; yüzü, göğsüne yapışık gibiydi. Hatta denilebilir ki, kemiksiz bir bedene sahipti. Zaten ismini de bu­radan alıyordu. Öfkelenip kızdığı zaman, oturduğu yerde şi­şip kalıyor ve bir daha da hareket edemiyordu. Şıkk'a gelince, onun da vücudunda bir gariplik vardı ve o da, sanki yanm bir insan gibi duruyordu.

Rüyasının tevilinin bu iki kahin tarafından yapılabileceği­ni duyan melik, her ikisine de haber gönderdi. Satıh, Şıkk'tan önce gelmişti. Önce maksadını anlattı melik. Daha sonra da, muhatabının maharetini ölçme adına rüyasından bahsetti:

- Şayet, rüyarnı bilirsen tevilini de bilirsin. Satıh, kendinden çok emin görünüyordu:

- Tevilini yaparım, dedi aynı güvenle. Ve melikin gördü­ğü rüyayı, daha ondan bir şey duymadan anlatmaya başladı:

- Zifiri bir karanlık içinden siyah bir cismin çıktığını gör­dün riiyanda. Daha sonra bu cisim, Tehme denilen yere doğru gitti. Sonra da, kafatası olan her bir canlı ondan yemeye baş­ladı.


Bilginlerin Dilinde Yankılanan Seda

Melik şaşırmıştı. Evet... Evet, aynen Satıh'in anlattıkları gibiydi gördükleri. Şaşkınlığını da gizleyemedi:

- Evet ... Evet, ey Satıh! Hiç hatasız, aynen anlattığın gi­biydi rüyam. Peki, sence bunun tevili nedir?

- İnandığım bütün değerler üstüne yemin ederim ki ey melik, senin topraklarına Habeşliler baskın düzenleyecek ve Ebyen'le Ceraş arasındaki bölgeye hakim olacaklar!

- Bu, bizim için felaket demek ey Satıh! Söyle bana; bu benim zamanımda mı olacak, benden sonra mı?

- Baban üstüne yemin ederim ki, senden az bir zaman, altmış veya yetmiş yıl sonra olacak.

- Onların saltanatı devam edecek mi, yoksa nihayete mi erecek?

- Yetmiş küsur yıl sonra sona erecek. Baskına uğrayacak­lar ve bir kısmı öldürülecek, diğer bir kısmı da kaçarak bura­ları terk edecek.

- Onlar buradan gideceklerine göre arkalarından kimler gelecek?

- zl Yezenler .. Adn taraflarından gelecekler ve Yemen'de hiç kimse bırakmayacaklar.

- Peki, bunların saltanatı devam edecek mi, yoksa onlar

da nihayete erecekler mi?

- Onların da sonu gelecek.

- Peki, onların sonunu kim getirecek?

- Nebiyy-i Zeki. O'na yücelerden vahiy gelecek.

- Söyler misin, o Nebi kimlerden olacak?

- Gôlib İbn Fihr İbn Malikoğullarından. Artık meliklik,

kıyamete kadar O'nun kavminde kalacak.

- Şu hayatın sonu gelecek mi gerçekten?

- Evet, o gün ilkler ve sonradan gelenler bir araya getiri-

lecek. Sağduyulu ve mes'ud yaşayanlar, yükseklere çıkarken eşkıyalık yapanlar ayaklar altında ve zelil olacaklar.

37


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

- Bana anlattıkların doğru mu gerçekten?

- Evet. Şafağın aydınlığına, gecenin karanlığına ve gün

ağardığı zamanki tan yerine yemin olsun ki, sana anlattıkla­rım mutlaka haktır ve olacaktır.

Satıh'le aralannda geçen bu konuşmalann ardından, çok geçmeden melikin huzuruna Şıkk da gelmişti. Bu sefer melik, Şıkk'a döndü ve Satıh'in anlattıklanndan hiç bahsetmeden olayı bir de Şıkk'tan dinlemeyi denedi. Maksadı, birbirlerinden bağım­sız olarak aynı yorumu yapıp yapamayacaklanm test etmekti.

Şıkk da boş değildi:

- Evet, dedi ve gördüğü rüyayı anlattı önce:

- Zifiri bir karanlık içinden siyah bir cismin çıktığını gör-

dün rüyanda. Daha sonra bu cisim, tepelik ve bahçelik bir yere doğru gitti. Daha sonra da ondan her bir canlı yemeye başladı.

Melik'te şüphe kalmamıştı; her ikisi de aynı şeylerden bahsediyordu. Şu kadar ki Satıh, mekan ismini net verirken Şıkk, sadece mekanın tarifini vermişti. Satıh, 'kafatası olan her bir canlı' derken Şık ise, 'her bir canlı' diyerek kestinne­den anlatmıştı.

- Her şey dediğin gibi, hiç hata etmedin ey Şıkk. Peki, sence bunun tevili ne ola ki?

- Şu iki sıcak belde arasındaki her bir insana yemin olsun ki, sizin topraklanmza Sudanlılar gelip her şeyi istila edecek­ler. Sonunda da Elyen ile Necran arasında hakimiyet kurup kalacaklar.

- Baban adına yemin ederim ki ey Şıkk, bu bizim için fe­laket demektir. Ne zaman olacak bunlar; benim zamammda mı, yoksa benden sonra mı?

- Hayır, senden bir müddet sonra olacak. Sonra sizi on­lardan, kadr ii şam yüce birisi kurtaracak, onlara büyük bir acı da tattırarak!..

- Peki, bu yüce kametli şahıs kim?


Bilginlerin Dilinde Yankılanan Seda

- ZZ Yezen evleri arasından gelecek bir delikanlı.

- Onun saltanatı devam edecek mi, yoksa o da mı niha-

yete erecek?

- Onun saltanatı da sona erecek. Hem de din ve fazilet­le gönderilen, adalet ve hakkı temsil eden bir Resul eliyle. Ve bundan sonra, fasıl gününe kadar meliklik de O'nun kavmine ait olacak.

- Fasıl günü ne demek?

- Her doğanın hesabının görüldüğü, semadan ölü ve diri

herkesin işiteceği seslerin duyulduğu ve herkesin bir mikat için bir araya getirildiği gün ki, o gün müttakiler için kurtuluş ve hayır vardır.

- Anlattıkların doğru mu gerçekten?

- Sema ve arzın Rabbine ve bu her ikisinin arasındaki her

şeye yemin olsun ki, sana haber verdiklerimin hepsi de haktır ve şüphesiz hepsi de olacaktır.

Her ikisinden de aynı şeyleri duyan melik, geleceğinin kaygısıyla çoluk çocuğunu Fars taraftannda güvenli bir böl­geye göndermeyi denemiş ve böylelikle kendini garantiye alacağını düşünmüştür. Ancak bütün bu tedbirler de, kaderin hükmünü icra etmesine engel olamayacak ve Yemen toprak­lan, melikin iki kahinden dinlediklerinin zamanı gelince birer birer gerçekleştiğine şahit olacaktır.'?

17     Suyüti, Hasaisu'l-Kübra, 1/60 Bütün bu hadiselerin sonucunu görme açı­sından zikretmek gerekirse, aradan yiizyıllar geçecek ve gerçekten Satih ve Şıkk'ın dedikleri gibi, Seyf İbn zi Yezen diye bir melik ortaya Çıkıp, Bizans ve Farshlarla da iş birliği yaparak bütün Yemen'e hakim olacaktı. Bu hakimi­yetin ardından, etrafta bulunan kabilelerden kendisini tebrik ve tahiyye için gelenler arasında, Kureyş kafilesi de vardı ve Seyf İbn zi Yezen'in dikkatini, bu kafilenin arasında biri çekınekteydi: Abdulmuttalib. Konuşmadan rahat edemeyecekti ve yanına yaklaşıp, önce kim olduğunu soracak, ardından da, onu karşısına alıp beklediği Allah Resülü hakkında bildiklerini bir bir anlat­maya başlayacaktı. Elbette onun anlattıklan, bu kutlu dede adına da kucak dolusu müjde ihtiva ediyordu. Bkz. İbn Kesir, el-Bidaye, 2:328

39


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Ebu Kerb'iiı Medine Çıkartması

Derken, Yemen meliki Rabia dönemi sona ermiş, artık ri­yaseti, Ebft Kerb isminde başka bir melik devralmıştı. Hırslı bir yapıya sahipti ve kendini güçlü gördüğü için de, çevre ülke­lere açılarak çok geçmeden fetihlere başlamıştı. Bu fetihler es­nasında, Medine'ye de yönelmiş; ancak Kureyzaoğullanndan karşılaştığı iki Yahudi bilgenin anlattıklanndan etkilenerek Medine'ye baskın yapmaktan vazgeçmiştir. Zira şehri yıkmak istediğinde bu iki bilgin Yahudi, melikin karşısına dikilmiş ve:

- Ey melik! Sakın böyle bir şey yapma!.. illa da 'İstediği­mi yaparım.' diyorsan bil ki, araya engeller çıkar ve sen buna asla muvaffak olamazsın.

- Niyeymiş o?

- Çünkü burası, ahir zamanda, Kureyş arasından Ha-

rem'de çıkacak olan Nebi'nin hicret edeceği yerdir. Burası O'­nun evi ve karar kılacağı belde olacaktır."

Duyduğu cümleler, elinde bulunan imkanlardan daha güçlü olmalı ki, bu melik Medine ve Medinelilerle savaşmak­tan vazgeçecek ve bilgeliklerine hayran kaldığı bu iki bilge Yahudi'yi de yamna alarak Yemen'e geri dönecektir, hem de onlann dinlerini kabul etmiş olarak. ..

İki samimi yürekten aldığı eneıjiyle yeniden doğan me­lik, artık iç dünyasında fethe çıkmıştır ve ruh dünyasında, bu iki gencin heyecanlarını yaşamaktadır. Onun için, Yemen'e döner dönmez, heyecan ve helecanlanm kendi halkıyla da paylaşmak isteyecek, ancak Hımyer halkı, ilk etapta bu da­vete icabet etmeyecek ve davet edildikleri inançla ilgili delil arayışına girecektir.

Kutsallığına inandıklan bir ateşleri vardır ve melikin söz­lerini test etme adına, onu da bu ateşle imtihana davet ederler. Melikin bir endişesi yoktur ve o da bunu kabul ederek kutsal

18 Taberi, Tarih, ı] 426

40


Bilginlerin Dilinde Yankılanan Seda

saydıkları ateşin yanına gider. Zira; onların inancına göre bir meselenin doğru olup olmadığı, ancak bu ateşe arz edilerek anlaşılır; ateşin zarar verdiği tarafın haksızlığına hükmedile­rek dava ispat edilmiş olunurdu.

Bu arz esnasında, yanındaki iki Yahudi de hazır bulunu­yordu. Boyunlarına mushaflarını asmış; dillerinde Tevrat'ın ayetleri, Rablerine tevekkül içinde sıranın kendilerine gelme­sini bekliyorlardı. Bu arada putlarıyla birlikte ateşin yanına gelenlerin bütün putları yanıp kül olmuş, ancak iki gençle me­likte herhangi bir yanma emaresi görülmemişti. Onlar ateşe yaklaştıkça ateş küçülüyor ve adeta çıktığı yere girip kaybo­lacak gibi oluyordu. Bunu gören Hımyer halkının büyük bir kısmı, bu iki gencin dinine girmeyi tercih etmiş ve böylelikle ilk defa Yemen'e Yahudilik girmişti.'?

Daha sonra, bu iki bilgenin yönlendirmeleriyle Ebu Kerb, Kabe'yi imar adına bir kısım faaliyetlerde bulunmuş ve rüya­sında Kabe'yi kalın örtü ile örtmesi söylenmiş ve böylelikle o, ilk kez örtü diktirip Kabe'yi örten kişi olmuştur. Arkasından iki kez daha benzeri bir rüya görmüş ve her defasında daha kaliteli bir örtü ile onu örtmesi söylendiği için, nihayet döne­mindeki en kaliteli kumaşlarla Kabe'yi örterek kendisinden sonrakilere de bunu bir vasiyet olarak bırakmıştır.

Artık kendisinin baş rehberi sayılan bu iki gencin anlat­tıklarına kendisini o kadar kaptırmıştı ki, geleceğinden bah­settikleri Son Nebi'ye adeta aşık olmuş, onun adını sayıklar hale gelmişti. Şiirlerinden birinde şunları söyleyecekti:

- Ben Ahmed diye birisini biliyorum ki O,

Allah tarafindan gönderilen bir Resul ve yaratılmışlarm en şereflisidir.

Şayet ömrüm, O'nun ömrüne uetişirse, O'na en sadık bir uezir ve amcaoğlu olacağım.

19 Taberi, Tarih, 1/427-428

41


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Bugün ben kılıcımla, O'nun düşmanlarına savaş ilan etmiş bulunuyorum ki,

Böylelikle O'nun sinesinde meydana gelebilecek sıkıntıla­şimdiden bertaraf etmiş olauım/"

Tübba' Meliki Medine'de

O ne derin imandı ki, gün gelecek Tübba' meliki Ebü Kerb, saltanatını bu vezirliğe kurban etmek için yollara düşecek ve Hz. Ali gibi, onun yanında kalabilmek için ülkesini terk ederek, O'nun hicret edeceği günü beklemek amacıyla Medine'ye hicret edecekti. Bu ne hikmetti ki, yıllar öncesinden silahlı ordular­la yıkmak maksadıyla girmek istediği Medine'ye şimdi, tacını ve saltarıatını Yemen'de bırakarak, gelecek Nebi'nin evini inşa etme niyetiyle yalnız gidiyordu. Artık o da sıradan bir insandı.

Derken geldi Medine'ye ve buradan bir arsa satın aldı.

Çok geçmeden malzeme tedarik edip bu arsanın üzerine bir ev inşa ettirmeye başladı.

Medine, küçük bir beldeydi ve herkes birbirini tanıyordu.

Yabancının kim olduğunu çözmek uzun sürmemişti. Yemen taraftanndan gelen bu adam, herkesin elde etmek için canı­nı ortaya koyduğu makam ve saltanatı, elinin tersiyle bırakıp buralara gelmişti.

Henüz aralanna yeni katılan bu şahısla ilgili meraklı göz­ler, bir açıklama bekliyordu. Niçin, bunca debdebe, saltanat ve emri altındaki binlerce insan bir kenara bırakılıp buralara gelinmişti? Ve niçin burada bir arsa satın alınıp ev inşa etti­riyordu?

Elbette, etrafında toplanan meraklı gözlere bir şeyler de­nilmeliydi. Adeta söylemek istemediği bir şeyi, zoraki söyle­mek zorunda kalan bir adamın tavn vardı üstünde Ebü Kerb'­in. "Beni kendi halime bırakın." der gibiydi hali!.. Ancak onun

20 Taberi, Tarih, 1:427-429

42


-

Bilginlerin Dilinde Yankılanan Seda

bildiği hakikate, başkalannın da ihtiyacı vardı ve gizlernesinin bir anlamı yoktu. Hem belki, Yemen ehli gibi Medineliler de imana gelirlerdi.

Belli ki, kalbi de heyecanla çarpıyordu ve titrek dudakla­nndan şu cümleler dökülmeye başladı:

- Ben, kadim kitaplarda gördüm ki, çok geçmeden Faran dağlannın arasından bir Nebi zuhür edecek ve bu peygambere Mekke, kapılannı açıp sahip çıkmadığı gibi, bir de çok haşin davranacak. O peygamber, çok geçmeden bu beldeyi terk et­nek zorunda kalacak. Sonrasında ise, buraya, Medine'ye hic­ret edecek.

İşte ben, oNebi, hicretle buraya geldiğinde, içinde kalsın diye, bugünden O'nun evini inşa ediyorum.

Bu sözlerin ne anlama geldiğini bilen çok az insan vardı ...

Ancak konuşulanların boş olmadığını bilenler de yok değildi ve anlamayanlar da anlamış gibi görünerek dağıldılar etrafın­dan ...

İnşaat tamamlanmış ve ev, oturulmaya hazır hale gelmişti. İstek, masumdu ... Samirniyet dolu bir yürekle ortaya ko­nulmuştu ... Ama henüz vakit tamam değildi. Evet, gelecekti; ama buna daha zaman vardı.

Günler geçti, ama melikin beklediği Son Sultan henüz or­talarda yoktu.

Derken kader, onun için de hükmünü icra edecek ve me­lik de fenaya veda ederek ebedi yolculuğuna yürüyecekti.

Çocuklanna miras kaldı melikin evi ... Onlar da başkalan­na sattılar onul.."

Sonradan Ortaya Çıkan Emareler

Yemen'deki bu müspet gelişmenin delilleri, sonraki yıl­larda da kendini hissettirecek ve kazılarda ortaya çıkan yazılar

21 Ayni, Umdetü'l-Kari, 4:176

43


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

ve diğer belgeler, sonrakiler için o günün insanlannın inancı hakkında net bilgiler sunacaktı. İşte iki örnek:

Yıllar sonra San'a'da ortaya çıkan bir mezarda, iki kar­deşin cesedi ve bu cesetlerin yanında da gümüşten bir levha bulunacaktı. Daha da önemlisi, bu gümüş levhanın üstünde altın harflerle şu yazının olmasıydı:

- Bu, Tübba'ın çocuklan Lemis ve Vahabl'nin kabridir.

Bu iki kardeş de, kendilerinden önceki salih kimseler gibi, 'La ilôhe illallahü vahdehü ıa şerike leh' inancı üzerine vefat et­mişlerdir.P"

Hz. Ömer'in hilafeti zamanında Necranlı bir adam, bağ ve bahçesinde kazı yapıyordu. Bir miktar ilerlemişti ki, hiç bek­lemediği bir sürprizle karşılaştı; karşısında, yıllar önce vefat etmiş bir beden duruyordu. Elini başındaki yaranın üzerine koymuş, adeta öylece bekliyordu. Elinden tutup kaldırmak is­teyince, başından kan fışkırmaya başladı. Şaşılacak şeydi; yıl­lar önce vefat etmiş bir bedenden kan çıkar mıydı!.. Tuttuğu eli hemen eski yerine koyup geri bıraktı; kan durmuştu. Bi­raz daha dikkatle baktı. Adamın parmağında bir yüzük vardı. Üzerindeki yazı dikkatini çekmişti; eğildi ve yazıyı okumaya çalıştı. Yüzükte "RabbimAllah'tır" yazıyordu.v

2. Şam

o günlerde Şam, ticaretin önemli merkezlerinden biri ko­numundaydı ve Kureyş, güçlerini birleştirerek kervanlar ter­tip eder; ticaret için her yıl buralara kadar gelirdi.

Şam beldeleri manasında, 'Bilôdii'ş-Şôm' ile, bugünkü Şam şehrinden ziyade, Filistin ve Ürdun'ü de içine alan geniş bir coğ­rafya kastedilmekteydi. Hakim inanç itibariyle Hristiyan olup

22 Süheyli, Ravdü'l-Ünf, 1/72

    23         Bu adamın, Abdullah İbnü's-Samir olduğu söylenmektedir. Bkz. İbn Hişam, Sire, 1/149

44


Bilginlerin Dilinde Yankılanan Seda

Bizans hakimiyeti altında bulunan, azımsanmayacak miktarda Yahudi ve Hristiyan din bilgini bulunuyordu. İşte; bu bilge zat­lar, zaman zaman konuyu, gelecek günlere getirir ve o günlerde gelecek bir Nebi'den bahsederlerdi.

O gün için önemli merkezlerden birisi sayılan Busrô' da yaşayan Rahib Bahira ve Nastüra, bunlar arasında ilk akla gelenlerdi. Aynı zamanda halef-selef olan her iki papaz da, dünyadan el-etek çekmiş, bir köşesine çekildikleri ibadetha­nelerinde gelecek Son Nebi'yi bekler olmuşlardı. Ağyara ka­palı, ama Hakk'a açık küçük pencerelerinden yolunu gözler ve gecikmesinden duydukları hüznü dile getirirlerdi.ss

Selmôn-ı Fôrisi, İran asıllı ve ateşgahta ibadete düşkün bir genç idi. Şam'a geldiği günlerden birinde, uğradığı kilisede gördükleri, onu daha hayırlı bir ibadet arayışına sevk etmiş; o da, sırf bu sebeple memleketini terk ederek buraya gelmiş ve bir papaza intisap etmişti. Ancak, intisap ettiği bu papaz, bek­lediği gibi çıkmamıştı. Papaz, insanları aldatıyor ve insanların dini duygularını istismar ederek haksız kazanç elde ediyordu. Çok geçmeden de ölmüş ve yerine yeni bir papaz tayin edil­mişti. Artık Selman-ı Farisı, bütün ömrünü, her haliyle takdir edip sevdiği bu papazla geçiriyordu. Ancak, ömür sınırlıydı ve günün birinde bu papaz da hastalanınca, telaşla yanına yak­laştı Selman; kendisini kime emanet edeceğini soruyordu.

- Ey Oğulcuğum! Allah'a yemin olsun ki, buralarda sana tavsiye edebileeeğim birini bugün bilmiyorum. İnsanlar he­lak olup gittiler ... Birçoğu dinini dünya ile değiştirdi ... Kendi değerlerini terk edip gitti çoğu da. Sana Musul'da falanı tavsi­ye ederim. O benim hassasiyetlerimi taşıyan bir adamdır. Git ona ve onun yanında kal, diyordu papaz. Ve, güneş batmıştı. Artık papaz da yaşamıyordu.

24 Bu iki rahiple Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sellem)'in karşılaşmasına ve aralannda geçen konuşmalara, ilerleyen sayfalarda yer verilecektir.

45


Efendimiz (sallallalıu aleylıi ve sellern)

Doğruca Musul' a geldi ve hiç vakit kaybetmeden, verilen adresi bulup yeni rehberiyle gününü geçirmeye başladı. Ola­cak ya, bu adamın da ömrü uzun değildi. Ölüm döşeğindeki papazın yanına yaklaşıp aynı şeyi soran Selman' a gösterilen adres, Nusaybin'di.

Nusaybin'de bir müddet kalmıştı, ama yine kendisine yol görünmüştü. Yanında kaldığı ihtiyar papaz, bu sefer de Am­muriyye'yi gösteriyordu. Derken, vakit geçirmeden buraya geldi. Ammüriyye'de kalışı biraz daha uzun olacaktı; günler ne kadar uzun olsa da, hayatın bir sının vardı ve buradaki pa­paz da vefat etmek üzereydi. Yanına yaklaştı Selman ve:

- Beni kime bırakıp da gidiyorsun, diye yalvardı, hüzün dolu bir sesle.

Papaz da çok düşünceliydi. Zaman zaman gözlerini ufka dikiyor ve öylece kalakalıyordu. Yine aynı hal vardı üstünde ... Hüzün dolu bir sesle şunları söylemeye başladı:

- Bugün, buralarda seni emanet edebileeeğim birisini bilmiyorum. Fakat İbrahim'in Hanif dini üzere gönderilecek Son Nebi'nin gölgesi üzerimizdedir. O, Arap diyarında zuhür edecek. O'nun hicret edeceği yer, iki sıcak mekan arasında, hurma ağaçlarıyla dolu bir yerdir. O'nun gizli kalmayacak bazı alarnet ve işaretleri vardır. İki omuzu arasında nübüvvet müh­rü vardır. O, hediye kabul etmekle birlikte, sadaka asla kabul etmez ve yemez. Şayet bu beldeye gitmeye gücün yeterse git ve onu bekle orada. Gördüğünde tanırsın O'nu.

Ve, hüzünlü Selman, biriktirdiği bütün mal ve mülkünü satarak yeniden yola düşecekti. Bu seferki hedefi, geleceğine iman ettiği Allah'ın Son Peygamberi'ydi.vs

İbn Heyyebfin, Şam taraflannda zengin topraklara sahip zengin bir muhitte yaşıyordu. Dine olan yatkınlığı, kısa sürede onu bir Yahudi bilgini haline getirmişti. Derken, okuyup öğ-

25 Suyüti, Hasaisu'l-Kübra, 1/31-38


Bilginlerin Dilinde Yankılanan Seda

rendiği bilgilere dayanarak bir gün evini terk etti ve beklediği Nebi'nin arayışıyla yollara düştü; hedefi Medine idi. Buraya yerleşecek ve böylelikle, beklediği Son Nebi'nin gelişini kaçır­mamış olacaktı.

Çok geçmeden de, Medinelilerle bütünleşmiş, onlardan biri haline gelmişti. Tam bir gönül adamıydı; namaz kılıyor, insanlara iyilikte bulunuyor, nasihat ediyor ve ibadet ü taat­tan başka bir şey düşünmüyordu. Kıtlık zamanlannda, Medi­neliler onun yanına geliyor ve rahmetin gelişine vesile olması için ettikleri dualarda onu da yanlannda görmek istiyorlardı. O ise, Allah adına gönülden bir sadaka verilmeden, bu istek­lere 'evet' demez ve duaya çıkmadan önce, hayır adına bir fa­aliyetin yürütülmesini isterdi. Daha sonra duaya dururlar ve henüz meclislerine yağmur yüklü bulutların gelip rahmete vesile yağmur indirmeye başladığına şahit olurlardı. Aynı du­rum, birkaç kez tecrübe edilip kesinlik kazanınca artık bu, bir kanaat-i kati haline gelmişti.

Ne var ki, İbn Heyyeban için de yolculuk emareleri zuhür etmişti. Gideceğini anlayınca insanlar etrafında toplanmış, son nasihatlerinden istifade etmek istiyorlardı. Gidici olduğu­nu kendisi de anlamış ve insanlara şöyle seslenmişti:

- Ey Yahudi topluluğu! Gördüğünüz gibi ben, zengin buğ­day ve üzüm toprak1anyla dolu bir beldeden, kıtlık ve yoksul­lukla dolu böyle bir diyara geldim. Bunun sebebi nedir, biliyor musunuz?

Herkesi bir merak almıştı. Ancak onun buraya niçin geldi­ğini kim bilebilirdi ki ... Sessizce gelmiş ve adeta, bir Medineli gibi sıradan bir hayat yaşar olmuştu. Dudaklannı bükerek:

- Sen daha iyi bilirsin, diye cevapladılar.

Tarihe bir not düşmek gerekiyordu ve İbn Heyyeban, tane tane şunlan söylemeye başladı:

- Ben bu beldeye, zuhüru yaklaşmış olan Nebi'yi bekle-

47


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

rnek için geldim. Burası, O'nun hicret edeceği beldedir. Ben ümit ediyordum ki O, buraya gelir ve ben de O'na tabi olurum. Gölgesi başınızın üstündedir; neredeyse gelmek üzere ...

Ancak bir de endişesi vardı. Aralarında kalmış, karakter ve tabiatıarını iyice öğrenmişti. Bu inatçı insanlar, kendileri­nin dışında bir gelişmeye, iyi veya kötü olduğuna bakmaksızın menfi bir tavır takınır ve asla onu bünyelerine almazlardı. Bu Nebi geldiğinde de aynı tavrı gösteriderse ne olurdu!.. Öyley­se, aksi halde başlarına geleceklerden de haberdar edilerek onların şimdiden kulakları çekilmeliydi. Unutamayacakları şu cümleleri aktardı onlara, ruhlarına işlereesine:

- O halde, O'nun önüne geçmeyin ey Yahudi topluluğu!

Çünkü O, cihadla memurdur ve kendisine muhalefet edenleri esaret altına almak üzere gönderilecektir. Sakın bu, sizi O'na tabi olmaktan men etmesin!..

Bunları söyledi ve beklediği Nebi'yi dünya gözüyle göre­meden yoluna devam etti. Artık Medine' de, İbn Heyyeban'ın sadece kulaklara küpe sözleri ve yaşadığı tath hatıralar var­dı.26

26 Beyhaki, Sünen, 9/114 (18042) Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Fa­ran dağlannın arasında zuhür edip peygamberlik vazifesiyle serfiraz kılına­cak ve ardından da Medine'ye hicret edecekti ... Bedir .. Uhud derken gün gel­di, fitnenin baş aktörlerinden Kurayzaoğullan kuşatıldı; işte o zaman, yıllar öncesinden İbn Heyyiban'ı dinleyen bazı gençler bir araya geldiler ve kendi kabilelerine şöyle seslendiler:

- Ey Kurayzaoğullan! Allah'a yemin olsun ki bu, İbn Heyyeban'ın size zama­nında anlatıp söz aldığı Nebi'dir.

Bunun üzerine, o günü yaşayan bazı insanlar ittifakla bir ağızdan:

- Evet, valiahi de doğru söylüyorsunuz. Gelişmeler aynen onun dediği gibi, dediler ve beraberce gelerek huzur-u Resülullah'ta teslim olup İslam'ı tercih ettiler. Böylelikle hem mal ve mülklerini hem de kanlannı koruma altına al­mış oluyorlardı.

Göriildüğü gibi İbn Heyyeban, bekleyip durduğu Zat'ı kendisi görememişti; ama başkalannın gözünün açılmasına vesile olmuştu ve şimdi onlar, onun yerine de Resülullah'a teslim olmuşlardı.


Bilginlerin Dilinde Yankılanan Seda

3. Hicaz

Geleceğinden bahisler açılan bir diğer belde de Hicaz'dı.

Ağırlıklı olarak toplum, cehalete yelken açıp gitse de burada, Varaka İbn Nevfel, Zeyd İbnAmr ve Kuss İbn Sôide gibi ışığa hasret olanlar, yol gözleyenler vardı. Fazilet fişığı bu insan­lar, etraflarında olup bitenlerden rahatsızlık duyuyorlardı; ama çözüm adına ellerinden bir şey gelmiyordu. Tek umutları vardı; Allah'ın Son Nebi'si gelecek ve karanlığa kurban giden kalabalıkları, içinde bulunduklan karanlıktan tutup çıkara­caktı. Tevrat ve İncil başta olmak üzere, belli başlı kaynaklara ulaşmışlar ve buralarda, kendilerini kurtaracak Son Nebi'nin özellikleriyle karşılaşmışlardı.

Zeyd İbn Am,.

Zeyd İbn Amr, aşere-yi mübeşşereden meşhur sahabe Said b. Zeyd'in babası, Zeyneb Binti Cahş'ın ağabeyi ve Hz. Ömer'in de amcasıydı. Hz. İbrahim'den kalma bir inanca sa­hip Haniflerdendi. Bu sebeple, putlardan yüz çeviriyor ve her fırsatta onların, hiçbir fayda ve zarara muktedir olamayacak­larını haykırıyordu. Sadece Allah adına kesileni yiyor, harama el sürmüyordu.

Ka'be'ye sırtını yaslayıp oturduğu bir gün, etrafında biri­ken insanlara şöyle seslendiği duyulmuştu:

- Ey Kureyş topluluğu! Zeyd'in nefsi, yed-i kudretinde olana yemin olsun ki, burada benden başka, İbrahim dini üze­re olanınız yok. Arkasından da, ellerini semaya kaldırmış ve:

- Allah'ım! Şayet Senin katında hangi yüzün daha hayırlı olduğunu bir bilebilseydim, mutlaka ona secde ederdim. Ama bunu bilemiyorum, diyerek çaresizliğini izhar etmiş, daha sonra da, üzerine bindiği hayvanın sırtında secde ederek, 'Bir' bildiği Rabbine şükrünü eda etmişti. 27

27 İbn Hişam, Sire, 2/54

49


Efendimiz (s a l l a l l a h u aleyhi ve s e l l e rn )

Putlarla kuşatılmış çevrelerinin yoğun baskılanndan kurtulma ve inançlan adına yeni yüzler bulmak için bir gün, kendisi gibi bir muvahhid olan Varaka İbn Nevfel, Osman İb­nü'l-Huveyris ve Abdullah İbn Cahşla birlikte yola koyulmuş ve Mevsıl'deki bir rahibin yanına gelmişlerdi. Rahip, Zeyd'e döndü ve:

- Ey deve sahibi! Nerelerden geliyorsun, diye sordu.

- İbrahim'in inşa ettiği binanın olduğu yerden, cevabını

verdi.

- Ne anyorsun? Neyin peşindesin, diye maksadının ne olduğunu sorunca da Zeyd:

- İnancımı yaşayabileceğim sağlam bir din anyorum, ce­vabını verdi.

Rahip, şaşkınlık içindeydi. Gerçekten din arayanların gözlerini diktikleri beldeden birileri geliyor ve buralarda baş­ka bir din anyorlardı. Gerçekten bu, şaşılacak bir durumdu. Derya içre deryada olsalar da bazen suyun kadrini bilemeyen­ler olabiliyordu. Ancak hakperest olmak gerekiyordu ve Rahip Zeyd' e yönelerek:

- Geri dön. Zira, beklediğin, senin geldiğin yerde zuhür etmek üzere.s" deyiverdi.

İnsan eliyle imal edilen sahte putların ilah olamayacaklannı haykırması, birçok kişiyi rahatsız etmiş ve oklann üzerine çev­rilmesine sebep olmuştu. Hatta bu sebeple kardeşi Hz. Ömer'in de babası Hattab'ın, şiddetli tazyikleriyle karşılaştı. Nasılolur da, Hattab ailesinden biri çıkar ve Mekke otoritesine karşı gele­rek, kendisine başka bir yol tercih edebilirdi! Ona göre, putlara kullukta kusur etmenin ve kestiklerini yemerne gibi bir kural tanımazlığın (I) mutlaka bir cezası olmalıydı.

Akıllansın diye (!) onu Mekke'nin kenar tepelerine çıka­nyor ve oralarda işkenceye tabi tutuyordu. Kendisi yorulun-

28 İbn Kesir, el-Bidaye, 2/268

50


Bilginlerin Dilinde Yankılanan Seda

ca, gençlerden yerine vekiller tutuyor ve böylelikle uslanacağı ana kadar (i) işkencenin devam etmesini sağlıyordu. Ne kadar ayak takımı, başıboş serseri varsa, onlara tembih üstüne tem­bihlerde bulunuyor ve öz kardeşinin, Mekke'ye dönmesine izin vermiyordu.

Artık Zeyd, Mekke'ye, ancak gizli gizli gelebiliyordu. Far­kına varır varmaz derdest ediyor ve dinlerini bozacak veya birilerini de arkasına takacak diye hemen Mekke'den uzak­laştınyorlardı. Zira o, her fırsatta secdeye yöneliyor ve şöyle haykınyordu:

- Benim ilahım, İbrahim'in ilahı; dinim de İbrahim'in di­nidir,"?

Cahiliye'nin olumsuzluklanndan o kadar sıkıımıştı ki, yeni yeni arayışlar içine girdi. Önce Yahudilerle oturup onla­rın inançlarını benimsemek istedi; ama onların inançlannın da kendisini tatmin etmeyeceğini görmüştü. Ardından Hristi­yanlığın peşine düştü; ama kısa sürede burada da aradıklarını bulamayacağına karar verdi.

Derken bir gün, kendisi gibi İbrahim'in (aleyhisselam) dini üzerine yaşayan bir Hanifbulabilmek ümidiyle doğduğu bel­deyi terk ederek Şam taraflarına yöneldi. Ehl-i kitap arasında, sora sora aradığını bulabilmek için Mevsil ve Ceziretiil-Arab'ı dolaştı. Ancak gönlünü teskin edebilecek bir merci bulmak­tan yoksundu. Nihayet, Şam'a geldiğinde kendisini bir rahibe yönlendirdiler. Maksadını ona da anlattı Zeyd. Rahip de boş değildi ... Maksadını anlamıştı ve Zeyd'e şöylece nasihat etmeye başladı:

- Sen bana öyle bir dinden bahsediyorsun ki, bugün o dini yaşayan birisini bulmaya imkan yoktur. Sen İbrahim'in Hanif dinini arıyorsun, O, ne bir Yahudi ne de bir Hristiyandı; O, tek olan Allah'a kullukta bulunuyor ve geldiğin beldedeki

29 Taberi, Tefsir, 3/304

51


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Beyt'e yönelerek namaz kılıp secde ediyordu. O dinin tedrisini yapan ve bilgisine sahip olanların hepsi göçüp gittiler. Ancak beklenen bir Nebi var ki, onun gelme vakti çok yakındır. Sen kendi beldene git ve orada bekle. Çünkü Allah, senin kavmin arasından İbrahim'in dini üzere bir Nebi'sini gönderecek ki O, Allah katındaki en mükerrem varlıktır.

Tarifler, Zeyd'in geldiği Mekke'yi gösteriyordu. Ne ilginç­ti ki, aradığını bulabilmek için terk ettiği yere arayıp da bula­mayacağı Müjdelenen Nebi gelecekti. Vakit geçirmeye gerek yoktu ve hemen geri yola koyuldu.

Şam Yahudi ve Hristiyanlan Zeyd'in bu ha'! ve davranışla­nndan hoşlanmamışlardı. Öyle bir noktaya gelmişti ki, yolunu kestiler ve Zeyd'i, aradığını bulamadan hunharca öldürdüler.

O, gelecek Son Nebi'ye inancı tam olmasına rağmen tulüa beş kala gurüb edecek ve beklediği mutlu anı görerneden yola revan olacaktı. Dilinde şunlan tekrar eder dururdu:

- Ben bir din biliyorum ki onun gelmesi çok yakındır; göl­gesi başınızın üzerindedir. Fakat bilemiyorum ki, ben o günle­re yetişebilecek miyim?

Zeyd, bir esintiden müteessir olmuş ve vicdanı hakka karşı tamamen uyanmış biriydi; bir olan Allah (celle celôluhül'a inanıyor ve O'na teslimiyetini arz ediyordu. Ancak ne inandığı Allah'a, 'Allah'ım!' diyebiliyor ne de O'na nasıl ibadet edece­ğini bilebiliyordu.

Sahabe-i Kiram'dan Amir İbn Rebi'a, Zeyd İbn Anır'dan işittiği sözleri bir gün şu ifadelerle anlatacaktı:

- Ben, İsmail'in, sonra Abdülmuttalib'in soyundan gele­cek bir Nebi bekliyorum. O'na yetişebileceğimi zannetmiyo­rum; ama O'na ıman ediyor, tasdik ediyor ve kabul ediyorum ki, O, Hak Nebi'dir. Eğer senin ömrün olur da O'na yetişirsen, benden O'na selam söyle! Sonra da, sana O'nun şemailinden haber vereyim de sakın şaşırma, dedi. Ben de:

- Buyur, anlat, dedim. Devam etti:

52


Bilginlerin Dilinde Yankılanan Seda

- Orta boyludur. Ne çok uzun ne de çok kısadır. Saçları tam düz de, kıvırcık da değildir. İsmiAhmed'dir. Doğum yeri Mekke'dir. Peygamber olarak gönderileceği yer de burasıdır. Ancak daha sonra, O'nun getirdikleri, kavminin hoşlarına git­mediğinden, onlar O'nu Mekke'den çıkaracaklardır. O Yesrib (Medine)'e hicret edecek ve getirdiği din oradan yayılacaktır. Sakın ondan gafil olma! Ben diyar diyar dolaştım ve Hz. İbra­him'in dinini aradım. Bütün konuştuğum Yahudi ve Hristiyan alimleri bana:

- Senin aradığın, daha sonra gelecek, dediler ve hepsi de bana biraz evvel sana anlattığım şeyleri anlattılar ve sözleri­nin sonunu da şöyle bağladılar:

- O, son peygamberdir ve O'ndan sonra da bir daha pey­gamber gelmeyecektir.t"

Kuss İbn Saide

Kuss İbn Sdide'yi, Ukaz panayırında kızıl devesinin üze­rinde halka seslenirken tanıyoruz. Yüz yaşını geçmiş İyad ka­bilesinin reisi bu ihtiyar, gözünü geleceğe dikmiş ve gelecek olan Nebi hakkında insanları bilgilendirmekte ve ruhlarına tesir edecek ifadeleriyle onları imana hazırlamaktadır. Ukaz panayırında kızıl devesinin üzerine çıkmış, insanlara şöyle seslenmektedir:

- Ey İnsanlar!

Hepiniz bir araya gelin.

Giden herkes gitmiştir ... Her gelecek de mutlaka gelecek-

tir.

30 Suyüti, Hasaisu'l-Kübra, ı/43. Amir İbn Rebi'a devamla şunlan anlatacaktır:

Gün geldi, ben de Müslüman oldum ve gelip Allah Resülü'ne, Zeyd'in de­diklerini bir bir anlattım. Selamını söyleyince toparlandı ve Zeyd'in selamını aldı. Ardından da, "kıyamet gününde tek başına bir iimmet" dediği Zeyd için şöyle buyurdu:

- Ben Zeyd'i cennette eteklerini sürüye sürüye yürürken gördüm.

53


Efendimiz Csallallahu aleyhi ve sellem)

Karanlık gece ...

     Burç burç gökyüzü         .

Dalga dalga deniz .

Göz alıcı yıldızlar .

Kameti bala yüce dağlar ... Akıp giden nehirler ...

Hiç şüphe yok ki, semada yeni bir haber var ... Şüphesiz, yerde de ibretlik olaylar ....

İnsanlara şöyle bir bakıyorum da, gidiyorlar, ama hiç geri gelmiyorlar; gittikleri yerde kalmaktan memnunlar da mı ora­da kalıyorlar?. Yahut bırakıp gidiyorlar ve orada uykuya mı dalıyorlar? ..

Allah'a öyle bir kasem ederim ki, bunda hiç şüphe yok. ..

Allah katında öyle bir din var ki, o din, sizin bu dininizden O'na daha sevimli...

Hani ya babalar, dedeler, atalar? .. Nerede soy-sop? .. Hani ya, süslü saraylar ve mermer binalar yükselten Ad ve Semiul mil­letleri? .. Hani ya, dünya varlığından gururlanıp da, "Ben sizin en büyük Rabbiniz değil miyim?" diyen Firavun ve Nemrut?.

Onlar zenginlikçe, kuvvet ve kudretçe sizden çok üstündü­ler. Ne oldular? Toprak onlan değirmeninde öğüttü, toz etti, dağıttı. Kemikleri bile eriyip gitti. Çatılan sökülüp süpürüldü. Şimdi onlann mekanlannı köpekler şenlendiriyor. Sakın on­lar gibi gaflete düşmeyin, onlann yolundan gitmeyin!

Her şey fani; baki olanAllah ... Ortaksızve benzersiz, mut­lak bir Allah ... Tapınılacak ancak O ... Doğmuş ve doğurmuş olmaktan münezzeh Allah ...

Evet, evet ...

Olup bitenlerde, gelip geçenlerde, bize ibret olacak çok şeyvar ...

Ölüm bir ırmak. .. Girecek yeri çok; ama akacak yeri yok. .. Büyük küçük, hep göçüp gidiyoruz.

54


Bilginlerin Dilinde Yankılanan Seda

Herkese olan, size ve bana da olacaktır.

Gerçekten de ölüm, beklediği Nebi'yi görerneden onu da kuşatacak ve onun için de vuslat, bir başka aleme kalacaktı. Ancak, ne büyük tevafuktu ki, onun Ukaz panayınndaki hut­besini dinleyenler arasında, gelmesini beklediği Son Nebi de vardı ve yıllar sonra onu tanıyanlar Allah Resülü'nü ziyarete geldiklerinde konu, İbn Saide'derı açılacak ve onun o gün an­lattıklanyla hatıralar, hep beraber yeniden tazelenecekti."

   31         Halebi, Sire, 1/318-321. Kuss İbn Saide'nin kabilesi ve ileri gelenlerinden Côrüd İbn Ald isminde bir zat, Abd-i Kaysoğullarından bir heyetle birlikte, namını duyduğu şahsın İncil'de anlatılan Zat olup olmadığını teyit maksa­dıyla huzur-u Risalete geldiler. Simasını gördüklerinde ünsiyet yaşadıkları bu Zat'a, ne ile gönderildiğini sorup cevaplannı alınca şüpheleri kalmamıştı; İncil' de geleceği müjdelenen Ahmed, o an karşılannda duran Zat'tı. Artık te­reddüdü kalmayan Carüd, şunlan söyleyecekti:

- Seni hak peygamber olarak gönderen Allah' a yemin ederim ki, senin vasıf­lannı İncil'de görüp zaten biliyorduk. Seni, Meryem'in oğlu müjdelemiştir. Her an senin üzerine selam olsun ve seni gönderenAllah'a hamd olsun. Elini uzat ya Resı1Iallah! Ben şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur ve Sen de Allah'ın Resülü'sün.

ReisIerinin söylediği bu sözlerin arkasından heyet de kelime-i tevhidi getire­rek teslimiyetlerini ilan edecekti.

Kıtlık zamanında, bir anda böylesine bir rahmet altında kalan Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem) sevinmiş ve aynı kabileden olmalan hasebiyle aralannda Kuss İbn Sdide'yi tanıyan birinin olup olmadığını sormuştu:

- Kuss İbn Saide'yi hangimiz tanımaz ki?. Hepimiz onu tanınz ya Resülal­lah, cevabını verdiklerinde:

- Peki, şimdi Kuss İbn Saide el-İyadi ne yapıyor, diye ilave edince:

- Vefat etti ya Resülallah, cevabını alacaktı. Arkasından buyurdular ki:

- Ben onu bir gün, haram aylarda Ukaz çarşısında, kızıl bir devenin üzerinde

görmüştüm; hepsini hatırlarnamakla birlikte, çok güzel ve hoşa gidici bir ke­lamla şöyle konuşuyordu:

- Ey İnsanlar! Bir araya gelip toparlanın, iyi kulak verin ve ezberleyin. Her canlı ölecektir. Her ölen de bir dalıa geri gelmeyecektir. Gelecek, mutlaka günü gelecek; gelecektir.

Bunlan söyledikten sonra, aralannda o gün bulunan birilerinin olup olmadı­ğını sordu. Arkasından da ilave etti:

- Onun o günkü sözlerini hatırlayanınız var mı?

55


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Kendisini dağ başında uzlete vermiş bu ihtiyar bilge, şiir­lerinde de benzeri konulara değiniyor ve her fırsatta, Harem dahilinde Haşimoğullarından bir peygamberin geleceğini söy­leyip duruyordu.

Bir şiirinde şöyle dediği anlatılacaktı:

- Yarattıklarını abes yaratmayan Allah'a hamd olsun. İsa'dan sonra, bizi başıboş bırakmayan ve lütufta bulu-

nan.

Aramızdan Ahmed'i gönderecektir ki, O gönderilen en hayırlı Nebi'dir.

Her bir canlı, nefes alıp hareket ettikçe Allah'ın selamı O'na olsun.32

Varaka İbn Nevfel

Ufukta, ışık bekleyenlerden birisi de Varaka İbn Nevfel'­di. Aynı zamanda Hz. Hatice validemizin amcaoğlu olan Va­raka İbn Nevfel, Cahiliye Mekke'sinde hakkı arama azminde olan ender insanlardan biriydi. Ona göre, Cahiliye'nin selolup arkasından aktığı taş ve ağaçlardan yontularak farklı şekiller

Hey'etin arka saflanndan bir hareketlenme oldu ve bir Arabi öne atılarak:

- Ben hepsini hatırlıyorum ya Resülallah, dedi. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bu duruma çok sevinmişti. Fahr-i Kainat'ın sevincinden de cesaret alan adam, o gün Kuss İbn Saide'den duyduklarını anlattı bir bir ... Hutbe anlatılmıştı; ama belli ki Efendiler Efendisi, onunla ilgili daha fazla şey pay­laşmak istiyordu:

- Kuss İbn Saide'nin o günkü şiirini hatırlayanınız var mı, diye sordu. Hz. Ebu Bekir öne atıldı ve:

- Anam babam sana feda olsun! O günde olanların hepsine ben de şahit­tim. Şöyle diyordu, diye devam etti ve huzur-u risalette Kuss İbn Saide'nin, Ukaz'daki şiirini teker teker okuyuverdi...

32 Halebi, Sire, 1/318-321 Demek önemli olan, yıllar ve yüzyıllar geçse de hatırla­nacak bir hamlede bulunmaktır. Bir yönüyle adres bırakmaktır geleceğe! Cev­herse şayet bunu yapan, cevherfürüşan birileri gelecek ve O'nun kadrini bilip takdir edecektir. Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuracaktı: - Ümit ederim ki, Cenab-ı Hak, kıyamet gününde Kuss İbn Saide'yi ayrı bir ümmet olarak haşreder. İbn Kesir, el-Bidaye, 1/141

56


Bilginlerin Dilinde Yankılanan Se da

verilen putlar ilah olamazdı ve bunu o, her fırsatta dile getir­mekten çekinmiyordu.

Kureyş'in yılda bir bayram olarak kutladıklan günleri vardı. Bu günde bir araya gelir ve putlara kurbanlar adayarak samimiyetlerini göstermeye çalışırlardı. Böylelikle ilahlarına karşı yapmalan gereken vazifeleri yerine getirdiklerini düşü­nür ve kendilerince mutlu olurlardı. Bir yönüyle hesaptan ka­çışın ayrı bir formülüydü bu.

Yine böyle bir günde, bir araya gelmiş ve bir putun önün­de temenna durarak sadakatlerini izhar ediyorlardı. Bu arada aralarında fısıldaşanlar vardı. Bir araya gelmişlerdi ve arala­rında yine o dört insanın olmadığı dedikodusunu yapıyorlar­dı. Şüphesiz bunlar, Varaka İbn Nevfel, Zeyd İbn Amr, Os­man İbnü'l-Huveyris ve Ubeydullah İbn Cahş idi.

Onların dünyasına göre, bütün bu yapılanların hiçbir an­lamı yoktu. Kendi aralannda konuşuyorlardı:

- Nasılolur, diyorlardı. Baksanıza kavminizel Nasılolur da böyle bir şey yapabiliyorlar! İbrahim'in dinini bırakmış, hiçbir faydası olmayan bir taşın etrafında tavaf edip, işitip görmeyen, fayda veya zararı söz konusu olmayan puta temen­na duruyorlar! ..

Baş başa veren bu dört gönüllü, artık uslanmayacaklanna kanaat getirdikleri Mekkelileri kendi hallerine bırakarak, baş­ka beldelerde Hz. İbrahim'e ait Haniflikten eser bulabilmek için yollara koyulacaktı.

İşte, bu yolculuk esnasında Varaka İbn Nevfel, Şam ta­raflanna yönelmişti. Bu yolculukta Varaka, sığındığı bir koy­da Hristiyanlığı kabul etmiş ve bundan sonraki ömrünü, onu tedris maksadıyla geçirmeye başlamıştı. Artık Varaka, işin ehlinden yeni dinini öğreniyor ve böylelikle kendini gelece­ğe hazırlıyordu. Her yeni bilgi, daha yenilerini öğrenme adına sa'yini kamçılıyor ve o güne kadar geçirdiği boş günlerine ya­nıyordu.

57


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Elbette, bu esnada çok şey öğrenmişti. Artık Tevrat ve İncil'i daha iyi biliyor, İbrôni dilini rahatlıkla okuyup yazabi­liyordu.

Okuduklan arasında bir konu vardı ki, ayrıca dikkatini çekiyor ve aklından çıkaramadığı bu hususla birlikte, geleceği günün hayallerini kuruyordu. Zira artık biliyordu ki, çok geç­meden "Alemin Reisi" gelecek ve insanlık yeniden O'nun ar­kasında ilahi anlamda saf tutacaktı.

Ancak zaman, dur durak bilmeden işliyor ve Varaka'yı da mezanna doğru yaklaştınyordu. Manaya açık gözleri, dünya ve dünyalılan zorlukla seçebiliyor, eski günlerdeki gibi etrafı­nı net göremiyordu.

Zaman o kadar hızlı akıyordu ki, aradığını bulamadan göz­lerinin kapanacağını düşürıür olmuştu. Her ne kadar, bulduğu her fırsatta bildiklerini etrafına fısıldasa da; Varaka'yı dünya gözüyle O'nu görerneden gideceğinin endişesi sarmıştı.

Beklemekten başka da bir çaresi yoktu. En azından bu süreyi, etrafına O'nu anlatarak geçirebilirdi ve o da bunu ya­pıyordu. Huveylid'in kızı Hatice de, onun bu nasihatlerine kulak verenler arasındaydı ve bu, risalef sürecinde onun için büyük bir ufuk olacaktı.

Hisalet öncesinde Hicaz ve Dünyanın Genel Durumu

O gün yeryüzü, Bizans ve Fars olmak üzere iki kutuplu bir dünyadan ibaretti. Bunlardan Bizans, ağırlıklı olarak Hris­tiyan, Fars ise ateşperest bir inanışa sahipti. Zaman zaman bu iki ülke arasında savaşlar, ardı arkası kesilmeyen mücadeleler sürüp giderdi.

Bu iki devletin arkasından kendini hissettiren diğer iki devlet ise, Yunan ve Hind olarak biliniyordu.

Fars imparatorluğu, içten içe çalkantılarla mefluçtu. İm­paratorluk içindeki gruplar arasında derin ayrılıklar yaşanıyor ve her bir grubun içinde de, ayrı bir ahlaki çöküntü kendini his-

58


Bilginlerin Dilinde Yankılanan Seda

settiriyordu. Zerdiişt ve Mezdeldyye olarak şekillenen iç yapıda devlet idaresi, ağırlıklı olarak Zerdüştlerin etkisi altındaydı. Bu iki devletin idari manada, konumlannda farklılık göze çarpsa da ahlaki çöküntü açısından aralannda pek fark görünmüyor­du; kadını hor ve hakir görüyorlar; hatta bazılan onu, hava, su veya güneş gibi herkesin istifade etmesi gereken ortak bir emtia olarak telakki ediyordu. Bilhassa Mezdekiyye inanışında hakim olan bu yaklaşım, özel mülkiyet açısından da farklı değildi; on­lara göre özel hayat ve mahremiyetin hiçbir önemi yoktU.33

O gün, Rümôn olarak adlandınlan Bizans'a gelince onlar, tamamen güç ve kuvvetin yönlendirmesiyle hareket ediyor ve önlerine gelen beldeyi, istedikleri zaman istila ederek belde­ye el koyuyorlardı. Hakim inanış Hristiyanlık olsa da, bu din mensuplan arasında da belli başlı kavgalar görülüyor, bilhas­sa mezhep kavgalannın yaşandığı bünye, derin fikir aynlıkla­nna sahne oluyordu.

Yunanlılarda ise, felsefenin etkisiyle, kaba kuvvet yeri­ne daha ziyade fikri tartışmalar kendini gösteriyor, toplumla bilginler arasında büyük bir uçurum yaşanıyordu. Genellik­le meclisler, pratikte bir fayda sağlamayan uzun tartışmalara sahne olur ve her bir ekol, ateşin çıkışlarla kendi görüşünü savunmaya çalışırdı,

Hind« gelince, tarihçilerin de ittifak ettiği gibi, onlarda da külli bir çöküş yaşanıyordu; dini hayat adına bir emare kalmamış, ahlak siiküt içinde ve sosyal hayat da bunalımların pençesinde can çekişiyordu.>'

Kısaca genel durum, karanlığın en koyu tonunun yaşandı­ğı bir dönemi gösteriyordu. Bazılan itibariyle eldeki imkanlar, her ne kadar görünüşte iyi ve güzelolsa da, onu değerlendire­cek beyin ve kalpten mahrum olan fertler için bu, bir şey ifade

33 Bkz. Şehristani, Milel, 2/86, 87; Mn, Fıkhu's-Sire, 44, 45

34 Ebü'l-Hasen en-Nedvi, M!z& Hasira'I-Alem Binhitati'l-Müslimin, 28

59


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

etmiyordu. Hatta denilebilir ki bu değerler, onların daha çok kötülük yapmasını netice veriyor ve bir türlü iyilik düşüncesi­ni geliştirmeyi akıl edemiyorlardı.

Hicaz bölgesi de bu çöküşten nasibini almıştı; tamamen gücün egemen olduğu bir sosyal yapı kendini gösteriyordu. İnsanlar, ellerindeki imkan ve arkalanndaki destekçilerine göre değerlendiriliyor; kimsesizlerin yüzüne bile bakılmıyor­du. Hak ve hukuk, yerini tamamen kaba kuvvete bırakmış ve güçlü olanlar ne derse, uygulama o istikamette cereyan edi­yordu.

Toplum, kendi içinde sınıflara ayrıımıştı ve bu sınıflar arasında ancak, bir hizmet ilişkisi söz konusu olabiliyordu. Kölelere yapılan muamele ise yürek yakan cinstendi.

Hz. Adem'den bu yana her peygamberin uğrak yeri olan Kabe, putlarla doldurulmuş; Allah'a en yakın olunması gere­ken bu beldede, insanı Allah'tan uzaklaştırılmak için adeta her şey yapılmıştı. Hz. İbrahim' den bu yana, yerine getirilme­ye çalışılan hac ibadetinin şekli değişmiş ve insanlar, çıplak bir şekilde ve ellerini çırpıp alkış tutarak Kabe'yi tavaf eder hale gelmişlerdi. Onlara göre, içinde günah işledikleri elbise ile Kabe'ye gelinmezdi. Bunun için, günahsız elbise ise kara­borsaya düşmüş; onu alamayan insanlar için, çözüm olarak çıplak tavaf bir alternatif olmuştu.w

35     (A'raf, 7/31 ) Ey Adem'in evlatlan! Her namaz vaktinde mescide giderken, süsünüz olan elbisenizi giyinin. Yiyin, için fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri asla sevmez. Edep yerlerini örtrnek (setr-i avret) her zaman olduğu gibi, özellikle namaz, tavaf gibi ibadetlerde farzdır. Fakat israf etme­mek şartı ile, her Müslüman'ın ibadet esnasında en güzel ve temiz elbisesini giymesi sünnettir. Cemaat ile olsun, camide oturuşta olsun edep, vakar, ağır­başlılık da bu zinet ve güzel süret cümlesindendir. Nitekim önceki ayetlerde geçen "yüzleri kıbleye döndürme" emrinde de bu intizama işaret vardır. Aynı zamanda, ayetin işaretinden şu da anlaşılır ki cami ve civarlan, bir İslam şeh­rinin teşkilatında, güzellik bakımından, en güzel ve merkezi noktalarda yer almalıdır. Bununla beraber mescidlerin asıl süsü, oralann ibadetle mamür edilip şenlendirilmesi ve ibadet eden müminlerin hal ve davranışlandır.

60


Bilginlerin Dilinde Yankılanan Seda

Kadın, horlanan bir meta haline gelmişti. Bunlardan biri­si için kız çocuğunun olması, hayat boyu üzerinde taşıyacağı bir ar olarak telakki edilir, bu ar ile yaşamayı kaldıramayan­lar, kız çocuklarının hayatına son vermeyi tercih ederlerdl.> Hatta, öfke ve kinlerine hakim olamayan bazı insanlar işi, kız çocuklarını toprağa gömecek kadar ileri götürür ve bununla da iftihar ederlerdi.

Evlilik müessesesi, büyük oranda tahrip edilmiş, sefahete kapılar sonuna kadar açılmıştı. Fuhşun açıktan irtikap edil­diği yerlerde bayraklar asılır ve böylelikle, insanlar buralara açıktan davet edilirdi. Soylu insanlardan çocuk sahibi olmak önemli bir değerdi ve bunun için bazı insanlar, hanımlarını soylu kabul ettikleri kişilere gönderir ve onlardan çocuk sahi­bi olmak isterlerdi. Birçok erkekle birlikte olan kadınlar hami­le kaldıklarında, çocuğun babasını sadece kendileri belirlerdi. Doğurdukları çocuğun kime ait olduğunu söylerlerse bu, bir esas olarak kabul edilir ve itirazsız kabullenilmek zorunda ka­lınırdı.e?

Bilhassa, kadın çok istismar edildiği için insanlar, çözüm olarak kendi çocuklarını daha erken yaşlarda evlendirmeye gayret gösterirler ve böylelikle sorumluluğu, damatlara yük­leyerek işin içinden çıkmaya çalışırlardı.

Kısaca dünya, Efendiler Efendisi'ne susamış, Allah tara­fından yeniden hidayete aç hale gelmişti. Ve, karanlığın iyice koyulaştığı bu demlerde, artık zaman yaklaşmıştı. Her yö-

36 ilgili bir ayette konu şu ifadelerle anlatılmaktadır: (Nahl, 16/ 58 -59) Onlar­dan birine bir kızının dünyaya geldiği müjdelenince, öfkesinden ve üzüntü­sünden, yüzü mosmor kesilir. Müjdelendiği bu kötü haberin etkisiyle utanıp eşinden dostundan saklanmaya çalışır. Şimdi ne yapsın! Hor, hakir, itilip kakılan bir bela olarak hayatta mı bıraksın, yoksa toprağa mı gömsün, ne yapsın, diye kara kara düşünür! Dikkat ediniz, ne fena hükümlerdi verdikleri bu hükümler!

37 Buhari, Sahih, 5: 1970 (4834)

61


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

nüyle dünya, O'nun gelişine hazırlanıyor, gözler ufukta, şafak gözleniyordu.

62


HZ. İBRAHİM'E UZANAN ŞECERE ~

Beklenilen Son Nebi, Hz. İbrahim'in emanetini getirip bıraktığı yerde zuhür edecekti. Ancak, bunun için aradan bir hayli zamanın geçmesi gerekiyordu.

Hz. İbrahim'den sonra burada, yerleşik bir hayat yaşa­yan Hz. İsmail'in, on iki oğlu dünyaya geldi. Oğulları arasında Nabit'in, diğerlerinden farklı olduğu gözlerden kaçmıyordu. Aynı özellik, Nabit'in oğlu Yeşcub'da da kendini hissettiriyor­du. Bu farklılık, sırasıyla Ya'rub, Teyrah, Nôhür, Mukaıniim, Udad ve Adnan'a kadar devam etti. Belli ki bu şecerede ayrı bir asal et ve risalet yükünü taşıyabilecek ayrı bir hususiyet vardı.

Efendiler Efendisi'nin yirminci dedesi Adnan'dan itiba­ren, babası Abdullah'a kadar gelip geçen ataları Maad, Nizôr, Mudar, Malik, Fihr, Gôlib, Lüeyy, Ka'b, Miirre, Kilôb, Kusayy (Zeyd), Abdimenaf(Muğire), Haşim (Amr) ve Abdulmuttalib (Şeybej'des" de benzeri bir faikiyet görülüyor ve alınlarında, Kainatın Efendisi'ne ait bir aydınlık müşahede ediliyordu.

38 Bkz. İbn Sa'd, Tabakat. 1/55,56; Taberi, Tarih, 2/172 vd.


Efendimiz (sallaHahu aleyhi ve sellem)

Abdülmuttalib

Asıl adı Şeybe olan Abdulmuttalib, Haşim'in dört oğlundan biridir. Bilindiği üzere Efendimiz'in ikinci kuşaktan dedesi olan Haşim, Hicaz'ın fazilet yönüyle temeyyüz etmiş en önemli şah­siyetlerinden birisiydi. İlk defa hacılara izzet ü ikram geleneği onunla hayata geçmiş ve yaz - kış Kureyş'in ticaret geleneğini de o başlatmıştı. Kendisi de ticaretle uğraşıyordu.

Yine ticaret için Şam'a giderken Medine'ye uğramış ve burada, bir gün Neccaroğullarından Selma adında birisiyle evlenmiş ve bundan böyle, ikamet için Medine'yi tercih etmiş­ti. Ancak, Medine yılları uzun sürmeyecek ve çıkan bir savaşta o da vefat edecekti. İşte bu sırada hamile olan hanımı Selma, Abdulmuttalib'i dünyaya getirecek ve saçlarındaki beyazlıktan dolayı da kendisine, 'Şeybe' ismini takacaktı. Artık o, annesi­nin yanında ve dayılarının terbiyesi altında kalacaktı.

Babasının vefatından sonra, dünyaya geldiği için Mekke' de­ki akrabaları, Şeybe'nin varlığından haberdar değillerdi. Amca­sı Muttalib'in, Medine'de bir yeğeninin olduğundan haberdar olduğunda Şeybe, yedi veya sekiz yaşlarındaydı.

Hemen Medine'ye gelen Muttalib, yeğeni Şeybe'yi gördü­ğünde, önce kucaklayacak; sarılıp kokladıktan, uzun uzadıya konuşup hasret giderdikten sonra da, terkisine alarak onu Mekke'ye götürmek isteyecekti. İlk başlarda, küçük Şeybe ve anne Selma'nın itirazıyla karşılaşsa da onları ikna ederek yola koyulacak ve Mekke'ye gelecekti.

Henüz varlığından habersiz olan Mekkeliler, Muttalib'in terkisinde bir çocuğun olduğunu görünce, bunun bir köle ol­duğunu sanarak, Muttalib'in kölesi manasında kendisine 'Ab­dulmuttalib' diyecekler ve bu unvan da, artık Şeybe'nin bili­nen adı olacaktı.

Muttalib'in ölümüyle birlikte, Mekke'deki riyaset ma­kamına Abdulmuttalib getirilmiş ve böylelikle, onun için


Hz. İbrahim'e Uzanan Şecere

sorumluluğu ağır bir süreç başlamıştı. Kaderin yollanna su serptiği bir yola girmiş ve belli ki kendisine, muştusu verilen Son Nebi'nin zuhür edeceği zemini hazırlama gibi bir misyon yüklenmişti. Artık o, Mekkelilerin kendisine baktığı, dünyevi işlerinde hakem tayin ettikleri ve ihtilaflı noktalarda çözüm adına kendisine başvurduklan güçlü bir liderdi.

Zemzem

Kabe'nin gölgesinde ve Hıcr adı verilen yerde uyurken gördüğü bir rüya, onun için bir başlangıçtı. Bir zat kendisine sesleniyor ve:

- Kalk! Tayyibe'yi kaz, diyordu. Hemen sordu:

- Tayyibe de ne?

Sorusuna karşılık, herhangi bir cevap alamamıştı. Ertesi gün yine uzanmıştı ki, aynı şahsın geldiğini gördü. Bu sefer: - Madmime'yı kaz, diyordu.

- Madmüne de ne, diye tekrarladı heyecanla. Ancak, so-

rusu yine cevapsız kalmıştı.

Üçüncü gün yine karşısında bulduğu zat, bu sefer kendi­sine:

- Zemzem'i kaz, diyordu. Öncekilerde alamadığı cevabı,

en azından üçüncü gün alabilmek için hemen sordu: -Zemzemne?

Bu sefer cevap geliyordu:

- Zemzem, hiç kesilmeyecek ve derinliğine inilmeyecek bir sudur. Onunla hacı kafilelerinin su ihtiyacım giderirsin. O, Kabe' de kurban kanlanmn döküldüğü yer ile diğer atıkların bırakıldığı yer arasındadır. Alaca kanatlı bir karga gelip orayı gagasıyla işaret edecek. Aynı zamanda orada şimdi, bir kann­ca yuvası da var!

Bütün bunlar onu, derin derin düşünmeye sevketmişti. Zira, Zemzem'in varlığından haberi vardı; çünkü Cürhümlüler, düş-

65


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

man istilasından kaçarken, ellerindeki bütün kıymetli eşyalan buraya atmış ve üzerini örterek gitmişlerdi. Ancak, onun yerini bilen kimse kalmamış ve bu sebeple de o, sadece aralannda an­latılan bir üstüre olarak kalmıştı. Ancak şimdi, olanca netliğiyle burası tarif ediliyor ve kendisine, hiç kesilmeyecek ve debisine de erişilemeyecek bir suyu çıkarması emrediliyordu.

Bu kadar net bir tarif karşısında tepkisiz kalınamazdı ve Abdulmuttalib de, koordinatları verilen yere geldi. Aynen de­nildiği gibi alaca bir karga, bir mekana inip kalkıyor ve ga­gasıyla adeta bu yeri işaret ediyordu. Biraz daha yaklaşınca, karınca yuvasını da görmüştü. Artık, hiç tereddüdü kalma­mıştı. Ertesi gün, oğlu Haris'i de yanına alarak buraya geldi ve Zemzem'i kazmaya başladı.

Çok geçmeden, kuyunun ağzını örten büyük ve yuvarlak taş ortaya çıkmıştı. Kuyunun kapağını kaldırdıklannda, an­latılageldiği şekliyle onun, her türlü zinet eşyası ve kıymetli malzemeyle dolu olduğunu gördüler. Abdulmuttalib ve oğlu Haris, bir taraftan bunları teker teker kuyudan çıkarırken, di­ğer yandan kuyunun altından gelen bir ıslaklık da kendini his­settirmeye başlamıştı. Artık vakit tamamdı ve çok geçmeden Zemzem de ortaya çıkmıştı.

Kimseye nasip olmayan bir lütfa mazhar oluyorlardı. El­bette böyle bir lütuf, onu verene teşekkür etmeyi gerektirirdi ve işin burasında Abdulmuttalib:

- Allahü Ekber! Allahü Ekber, diye tekbir getirmeye baş­ladı.

Bu heyecan, Kureyşlilerin de dikkatini çekmişti ve çok geçmeden Abdulmuttalib'in etrafında büyük bir halka oluştu­ruverdiler,

- Bu, atalarımız İsmail'in mirasıdır; bunda bizim de hak­kımız var, bunlara, bizi de ortak etmen lazım, diyorlar ve ku­yudan çıkan altın ve gümüşleri kendilerine de paylaştırmasını istiyorlardı. Tereddüt göstermeden Abdulmuttalib onlara:

66


Hz. İbrahim'e Uzanan Şecere

- Hayır! Bunu yapamam. Çünkü bu, sadece bana bahşe­dilmiş husus! bir durum, diye cevap verdi. Ancak onlar ısrar ediyorve:

- İnsaflı ol! Gerekirse seninle kavga etme pahasına da olsa peşini bırakmayacağız, diye onu tehdit ediyorlardı. Hatta aralanndan Adiyy İbn Nevjel öne çıkmış ve Abdulmuttalib'e:

- Nasılolur! Sen yalnız bir adamsın. Yanında oğlundan başka kimsen de yok. Nasılolur da bize karşı gelir, istekle­rimizi yerine getirmezsin, diyor ve isteklerine boyun eğmesi konusunda adeta meydan okuyordu.

Adiyy'in bu sözü, Abdulmuttalib'i derinden etkilemişti.

Güç ve kuvveti sadece arkasındaki kişi sayısıyla değerlendiren bu adama, anladığı dilden bir cevap gerekiyordu. Onun için ellerini açtı ve yüzünü de semaya kaldırarak şunlan söyleme­ye başladı:

- Yemin ederim ki, şayet Allah, bana on erkek evlat verir­se, bunlardan birisini Kaba'nin yanında kurban edeceğim!

Bu, içten gelen bir dua olduğu kadar aynı zamanda Bey­tullah'ın gölgesinde Allah'a verilmiş bir sözdü.

Ancak, husumet devam ediyordu. İşin burasında Abdul­muttalib'in bir teklifi oldu:

- Aramızda hüküm vermesi için, istediğiniz birisini ha­kem tayin edelim!

Fena bir teklif değildi. Hem, istedikleri birisini teklif ede­bileceklerdi. Hiç tereddüt etmeden:

- Sa'doğullannın kahini, dediler. Bu şahıs, Şam eşrafın­dan sözü dinlenir birisiydi. Zaten, Abdulmuttalib için değişen bir şeyolmayacaktı ve:

- Olur, diye başını salladı.

Daha sonra, yakın akrabalannı da yanına alan Abdulmut­talib ve ondan hak talep edenler, her kabileden birer temsil-


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

ciyle birlikte yola koyulup Şam cihetine yöneldiler. Yol uzun ve şartlar çetindi. Ağırlıklı olarak yolda, çöl şartlan hakimdi.

Kaderin tecellisi ya, Hicaz'la Şam arasında bir yere gel­diklerinde, Abdulmuttalib ve yanındakilerin suyu bitti. Çöl şartlannda suyun bitmesi, felaketin en büyüğüydü. Dişlerini sıkıp bir müddet daha devam etmeyi denediler, ama çöl bitip tükenme bilmiyordu. Çaresiz, o an için nizalı olsalar da bera­ber yürüdükleri Mekkelilerden su istediler. Ancak onlann, su vermeye hiç niyetleri yoktu:

- Biz de çöldeyiz ve sizin başınıza geldiği gibi biz de susuz kalmadan korkuyoruz, diyorlardı. Onlardan bir fayda gelmeye­ceği anlaşılmıştı. Bu sefer yanındaki akrabalanna döndü ve:

- Siz ne düşünüyorsunuz, diye sordu.

- Biz sana tabiyiz. Sen ne dersen onu yapalım, diyorlardı.

Böyle bir durumda, ya durup ölümü beklemek veya çevreye açı­larak su aramak gerekiyordu ve onlar da, ikincisini tercih ettiler. Su bulma adına son bir gayretle yeni bir hareket karan aldılar. Devesinin yanma varan Abdulmuttalib, ayağa kalkan devenin altından, tatlı bir su kaynağının fışkırdığını görünce, Zemzem'in çıktığını gördüğü zamanki gibi bir heyecana kapılmış ve:

- Allahü Ekber! Allahü Ekber, diye tekbir getirmeye baş­lamıştı. Hemen etrafında bir halka meydana getirdiler. Man­zarayı gören herkes, dehşete kapılıyordu. Susuzluğun bu ka­dar yoğun bir şekilde konuşulduğu ve insanlarla hayvanlann, susuzluktan kınlıp telef olma noktasına geldiği bir yerde, hele böyle kızgın çölün ortasında, aynı zamanda hemen toprağın üstüne kadar çıkan böyle bir suyun varlığı, gerçekten tekbir getirmeyi gerektirecek kadar açık bir inayetti.

Önce, kılıcıyla suyun çıktığı yeri genişleten Abdulmutta­lib, hem arkadaşlannın hem de hayvanlannın susuzluğunu giderdi. Ardından da, beraberlerinde gelen ve susuzluk kor­kusuyla kendilerine su vermeyen Mekkelileri davet etti.

- Gelin de, Allah'ın bize lutfettiği sudan için ve hayvanla-

68


Hz. İbrahim'e Uzanan Şecere

nnızı da sulayın, diyordu. Herkes, birbirine bakıyordu. Göz­lerine inanamıyorlardı. İmkansızdı bu. Ama olmuştu. Önce gelip sudan içtiler kana kana. Ardından da, hayvanlannı ge­tirip onlann ihtiyacını giderdiler. Bu kadar açık lütuf karşı­sında, biraz da mahcuplardı; kendilerinden su istediği halde vermedikleri Abdulmuttalib, tutmuş elindeki imkanı onlarla paylaşıyordu, Hallerinden, vicdanlannın devreye girdiği an­laşılıyordu. Çok geçmeden Abdulmuttalib'e yönelip şunlan söylemeye başladılar:

- Allah'a yemin olsun ki ey Abdulmuttalib, hüküm bizim aleyhimize neticelendi. ValIahi de, Zemzem konusunda senin­le asla husumet yaşamayacak, hak talep etmeyeceğiz. Şüphe­siz ki sana Zemzem'i bahşeden de, bu çöl şartlannda şu suyu nasip eden Allah'tır.

Mesele artık tatlıya bağlanmış ve hakerne gitmeye de ge­rek kalmamıştı. Bir müddet dinlendikten sonra, geri dönüş için yola koyuldular ve katettikleri mesafeleri yeniden yürüye­rek tekrar Mekke'ye geldiler.s?

Abdulmuttalib'in On çocuğu ve Nezrini Yerine Getirme Gayreti

Uzun bir süre riyaset vazifesini hakkıyla yerine getiren Abdulmuttalib'in, aradan geçen süre içinde on tane oğlu dün­yaya gelmişti. On oğlunun da gürbüzleşip boyattığını ve ken­disine arka çıkacak çağa geldiğini görünce, Zemzem'in orta­ya çıkışındaki nezrini hatırladı ve bunu yerine getirmek için onlardan birisini kurban etmek istedi. Zira, Allah'tan samimi bir yürekle talepte bulunmuş ve bu talebine cevap verildiği takdirde oğullanndan birisini Kabe' de kurban edeceğini nez­retmişti. Şimdi ise, kabul görmüş duaya mukabil, bu nezrin yerine getirilmesi gerekiyordu.

39 İbn Hişarn, Sire, 1/278 vd.


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Önce oğullan Haris, Zübeyr, Hacel, Dırar, Mukavvim, Ab­duluzza (Ebu Leheb), Abbas, Hamza, Ebu Talib ve Abdullah'ı huzuruna toplayıp konuyu onlarla istişare etti. Babalan tara­findan yapılmış bir nezir olduğuna göre itiraz etmek olmazdı ve onlar kabul ettiklerini bildirdiler. Ancak, kurban edilecek olanın nasıl belirleneceği henüz belli değildi. İşin burasında Abdulmuttalib, her birinin birer ok almasını ve üzerine kendi ismini yazarak kendisine vermesini talep etti. Çok geçmeden, bu talep de yerine getirilmişti. Ardından, oklan alarak Kabe­'deki Hube140 putunun yanına giren Abdulmuttalib, getirdiği oklardan birisini çekti. Heyecanla okun üzerindeki isme bak­tı; 'Abdullah' yazıyordu. Abdullah onun, en çok sevdiği küçük oğluydu. Ancak, hüküm kesindi ve değiştirmek olmazdı.

Dışan çıktı ve önce sonucu ilan etti merakla bekleyenle­re. Ardından da Abdullah'ın elinden tutarak, elindeki bıçakla birlikte nezrini gerçekleştirmek için İsaf ve Naile putunun ya­nına doğru yöneldi.

İşin şakası yoktu. Zira onda, atası Hz. İbrahim gibi bir teslimiyet hakimdi. Yüzyıllardır yolu gözlenen bir Nebi'nin dedesinden beklenen bir metanetti bu ve gerçekten de Ab­dulmuttalib, ciddi ciddi oğlunu kurban etmek için kollannı sıvamış, sözünü tutma adına kendine düşeni yapıyordu. Oğlu Abdullah'da da, Hz. İsmail gibi bir tevekkül hakim di. Bunu gören Kureyş ileri gelenleri, hızla yanına yaklaştılar ve:

- Sen ne yapmak istiyorsun ey Abdulmuttalib, dediler.

Gayet sakin bir ses tonuyla:

- Onu kurban edeceğim, diyordu. Araya girdiler ve:

- Sakın bunu yapma! Çünkü bu, yapılacak bir şey değil;

mazeretini kullan! Zira, burada bugün senin bunu yapman,

40 Mekkeliler, akıllannın ennediği veya neseple ilgili bir problemle karşılaş­tıklan, yahut işinden çıkamadıklan herhangi bir durumda, Kabe'ye getirilen hediyelerin biriktirildiği mekanda bulunan bu putıın yanına gelirler ve onun yanında kura çekerek çıkan sonuca göre hareket ederlerdi.

70


Hz. İbrahim'e Uzanan Şecere

bundan sonra insanların gelip burada çocuklannı kurban etmeye başlamalan anlamına gelir. İnsanların kökünü mü kesmek istiyorsun, diye çıkıştılar. Fakat bütün bunlar, veri­len sözün yerine getirilip getirilmemesi konusunda bir çözüm önermiyordu. Abdulmuttalib, ikna olmamıştı.

Aralanndan birisi ileri atıldı ve şöyle bir teklifte bulundu: - Kesinlikle onu kurban etme! Çünkü sen bu konuda ma­zursun. Dilersen, onu kurban etmek yerine, mallanmızı orta­ya koyalım ve fidye karşılığında onu kurtaralım.

Bu teklif de Abdulmuttalib'e sıcak gelmemişti. Bir başka­sının sesi yükseldi kalabalıktan:

- Sakın bunu yapma! İstersen onu Hicaz'a götür. Oradaki meşhur bilgeye durumu arz et ve onun göstereceği yolda yü­rür; 'kurban et' derse kurban eder, bir başkayol gösterirse onu yerine getirir ve böylelikle nezrini yerine getirmiş olursun.

Bu teklif, Abdulmuttalib'in aklına yatmıştı. Elindeki bı­çağı bir kenara bıraktı ve yanına aldığı bir heyetle birlikte bu bilge zatın yanına gitti. Onu Hayber' de buldular ve önce, baş­lanndan geçenleri anlattılar bir bir. Ardından da, kendileri için bir çözüm bulması talebinde bulundular. Bilge zat:

- Bugün gidin ve bana haber geldiğinde yeniden gelin, dedi. Mecburen aynldılar yanından. Gece boyunca dualarla sabahladı Abdulmuttalib. Hayırlı bir sonuç çıkması için Rab­bine dua dua yalvanyordu.

Ertesi gün yeniden ve heyecanla bu şahsın kapısını çalı­yorlardı. Açılan kapıdan, çözüm adına bir alternatifin geleceği seziliyordu. Önce:

- Sizin aranızda diyet miktan nedir, diye sordu bilge.

- On deve, cevabını verdiler.

- Öyleyse şimdi memleketinize gidin ve kurban edilecek

şahsı da on deveyi de ortaya koyun. Sonra da her ikisi için kur'a çekmeye başlayın. Şayet kur'a, delikanlının adına çıkar-

71


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

sa bu işlemi tekrarlayın. Ne zaman ki kıır'a, develerin kurban edilmesi istikametinde çıkar, bilin ki Rabbiniz bu işten razı olmuş demektir. işte o zaman siz de, arkadaşınızı kurban edil­mekten kurtarmış olursunuz.

Güzel bir teklifti. Aynı zamanda bu teklifi yapan, herkes tarafından otorite kabul edilen bir makamdı ve hiç vakit ge­çirmeden yeniden Mekke'nin yolunu tuttular.

Bilgenin tavsiye ettiği şekilde işe koyulmadan önce Ab­dulmuttalib, yine Rabbine yöneldi ve atacağı adımların hayırlı sonuçlar doğurması için dua dua yalvardı. Ardından da, oğlu Abdullah ile on deveyi ortaya koyarak kur'a işlemine geçtiler. Abdulmuttalib, yine bir kenara çekilmiş, gönlünden gelen sa­mimi hisleriyle Allah'a yalvanyordu.

ilk kur'a, Abdullah'a çıkmıştı. On deve daha ilave ederek işlemi tekrarladılar; kur'ada çıkan yine Abdullah'tı, Her de­fasında on deve daha ilave ederek bu işlemi dokuz defa tek­rarladılar ve dokuzunda da sonuç Abdullah'ın aleyhine tecelli etti. Nihayet, on deve daha ortaya koyup develerin toplamı 100 rakamına ulaştığında çekilen kur'ada sonuç, develer is­tikametinde tecelli edince, önce sevinçle göz göze geldiler ve ardından da Abdulmuttalib' e dönerek:

- Artık Rabbin nzası kazanılmış oldu ey Abdulmuttalib, dediler. Ancak Abdulmuttalib, daha temkinliydi ve bu işlemi üç kez daha tekrarladılar. Her defasında da kur'a Abdulmut­talib'in lehine çıkmıştı. Bütün bunlar, bir değer ifade ediyordu ve artık, yüz deve karşılığında Abdullah'ın kurban edilmekten kurtulması konusunda kalpler mutmain olmuştu. Nihayet, yüz deveyi orada kurban ederek, samimi bir yürekle Rabbe verilen söz de yerine getirilmiş oluyordu."

Yıllar sonra Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) çıkacak ve kendisine:

41 İbn Hişam, Sire, 1/288-290; Taberi, Tarih, 1/498

72


Hz. İbrahim'e Uzanan Şecere

- Ey iki kurbanlığın oğlu, diye seslenen bir bedeviye dö­necek ve bunu tasdik edercesine:

- Ben, iki kurbanlığın oğluyum," diyecekti. Zira, Hz. İs­mail gibi babası Hz. Abdullah da, bıçak altına yatmış, tevek­külde nasıl zirveleştiklerini fiilen göstermişti.

Kutlu Yuva

Abdulmuttalib'in, on oğlu, altı da kızı dünyaya gelmişti.

Efendimiz'in babasıAbdullah, onun dünyaya gelen son oğluy­du. Bu çocuğun her haliyle diğer oğullanndan farklı olduğu gözlerden kaçmıyordu. İffet abidesi bir insandı. Onun için Abdulmuttalib onu, diğer çocuklarından daha çok seviyor ve adeta yanından hiç ayırmak istemiyordu. Aynı zamanda Ab­dullah, çok güzel bir yüze sahipti.

Kur'a işlemi tamamlanıp da yüz deveyi keserek nezri­ni yerine getirdikten sonra Abdulmuttalib, oğlu Abdullah'ın elinden tutarak Zühreoğullarznın yurduna geldi. Maksadı, Abdullah'ı buradan evlendirmekti. Nihayet, Zühreoğullannın reisi Vehb İbn Abdi Menôf'« gelerek, o gün için en soylu ve şeref sahibi genç bir kız olan kızı .Amine'ye talip olduklannı iletti. O günlerde Hz. Amine, Kureyş arasında fazilet ve ko­num itibariyle, en önde olan bir genç kızdı.

Teklife icabet de olumluydu ve çok geçmeden Abdulmut­talib'in oğlu Abdullah'la, Vehb'in kızı Amine'nin nikahı kıyı­larak yeni bir yuva kurulmuş oldu. Bu yuva, yeryüzündeki ilk insan Hz. Adem'den itibaren her peygamberin muştusunu verdiği, manaya açık her gönül adamının, gelecek diye intizar ettiği Son Nebi'yi netice verecek bir yuvaydı.

Hz. Abdullah da, ticaretle uğraşıyordu ve çok geçmeden, bir kervanla birlikte o da, bu maksatla yola çıktı. Medine ya­kınlarına geldiğinde ağır şekilde hastalandı ve burada konak-

42 Hakim, Müstedrek, 2/604 (4036); Alfrsi, Rühu'l-Meani, 23/134

73


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

lamak zorunda kaldı. Çok geçmeden de, burada vefat etti. Ve­fat ettiğinde 25 yaşındaydı.

Geride miras olarak bıraktığı ise, beş deve, bir miktar ko­yun ve Ümmü Eymen künyesiyle çağnlan Habeşli bir cariye­den ibaretti.

Vefat haberi Mekke'ye gelince, Abdulmuttalib ailesine büyük bir hüzün hakim oldu. Hz . .Amine, üzüntüsünü dile ge­tirirken duygulanm şiirle ifade ediyor ve genç yaşta kaybettiği kocasının arkasından yana yakıla ağıt yakıyordu.s"

Ancak bu, tahammül edilmesi gereken bir durumdu; yüz­yıllar öncesinden Bekke vadisine gelerek burada Kabe'yi inşa eden Hz. İbrahim gibi baba Abdullah da, beklenen Son Sultan Hz. Muhammed'in, hicret edip kalan ömrünü geçireceği ve Allah davasını buradan bütün dünyaya tebliğ edeceği bir mü­barek beldeye gelmiş ve adeta bir öncü kuvvet olarak O'nun adına Medine'ye kalıcı bir imza atmıştı.

Bu arada Hz . .Amine, cihamn doğumunu beklediği Zat'a hamileydi.

43 Bkz. İbn Sa'd, Tabakat. 1/100

74


FİL HADİSESİ

 

Created by Readiris, Copyright IRIS 2005
Created by Readiris, Copyright IRIS 2005

Beri tarafta Abdulmutlalib'in başında bir gaile daha var­dı; Habeş meliki Necaşi'nin Yemen valisi Ebrehe, ordusunu toplamış Kabe'yi yıkmak için geliyordu. Bu şahıs, insanların ibadet maksadıyla Kabe'ye yönelmelerini kıskanarak, alterna­tif olsun diye kendi topraklarında bulunan San'a'da büyük bir mabed yaptırmıştı. Heybet ve ihtişamını tamamlayabilmek için elindeki bütün imkanlan seferber etmiş ve onu, devrinin zirvesindeki her türlü tezyinatla da süslemişti. Bunu yapar­ken, Bizans imparatorundan da destek alıyordu. Maksadı, hac ibadeti için Kabe'ye giden insanlann, yön değiştirip bu kilise­ye gelmelerini temin etmekti. Bunu, Habeş meliki Necaşi'ye yazdığı mektupta açıkça ifade ediyordu:

- Ey melik! Senin için öyle bir kilise yaptırdım ki, onun bir benzeri senden önceki hiçbir melik için inşa edilmemiştir. Hac vazifelerini yerine getirmek için Araplan buraya çekme­dikçe de asla durmayacağırn.ss

Ancak, temeli takva ve samirniyet üzere kurulan bir me­kana, alternatif bir yer oluşturup oradan insanların ayağını

44 İbn Sa'd, Tabakat. 1/91; Taberi, Tarih, 2/109

75


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve s e l l e rn )

kesmenin imkanı yoktu. İşin özü, bu davete kimse icabet et­memişti.

Bir de Ebrehe'nin, hacıların yönünü değiştirmek için bu kiliseyi yaptırdığını duyan Kindneoğullanndan bir adam giz­lice gidip bu kilisenin iç ve dışını, hakaret maksadıyla, tabii ihtiyacını gidererek kirletmiş; üstüne üstlük bulabildiği kadar pisliği getirip kilisenin içine dökmüştü.

Bu hadise, Ebrehe'yi çileden çıkarmıştı ve bardağı taşıran son damla oldu; hemen emir vererek büyük bir ordu hazırlan­masını istedi.

- Şüphesiz bu Araplar bunu, evlerine alternatif olacağı için yaptılar; yemin olsun ki ben de onlann Kabe'sindeki taş­lan teker teker sökerek yerle bir edeceğim.se tehditlerini sa­vuruyordu. Habeş meliki Necaşi'ye de mektup göndermiş, bu savaşta kullanmak üzere Mahmud ismindeki meşhur büyük filini kendisine göndermesini istemişti.

Derken, altmış bin kişilik büyük bir ordu hazırlayıp Mek­ke'ye doğru yürümeye başladı. Ordusu arasında filler de vardı. Melikin gönderdiği Mahmüd'u kendi kontrolünde tutuyordu.

Mekke yakınlanndaki Muğammıs denilen yere geldikle­rinde ordusuna konaklama emri veren Ebrehe, öncü kuvvet olarak Esved İbn Maksud ismindeki bir kumandanıyla birlik­te bir müfrezeyi Mekke'ye gônderdi. Mekke civanna kadar so­kulan bu müfreze, Kureyş Hüzeyl ve Tihôrnelilere ait kıymetli mal ve sürülerin yanında bir de, o gün Mekke'nin reisi olan Abdulmuttalib'e ait iki yüz deveyi gasp ederek geri döndü. Ko­nudan haberdar olan Kureyş, Hüzeyl ve Tihameliler, böylelik­le kapılanna kadar gelen bir tehlikenin varlığından haberdar olmuşlardı. Ancak, gelen ordunun gücünü duyduklannda, ya­pabilecekleri pek bir şeyolmadığını da anlamışlar, çaresizlik içinde bekleşmeye durmuşlardı.

45 İbn Sa'd, Tabakat. 1/91-92


Fil Hadisesi

Daha sonra Ebrehe, gönderdiği Htmata adındaki bir elçi ile Abdulmuttalib'e şu mesajı ulaştırmıştı:

- Ben, sizinle harp etmek için gelmedim; benim geliş maksadım, şu Kabe'yi yıkmaktır. Şayet bu konuda problem çıkarıp bana karşı gelmezseniz, benim sizinle bir işim yok.

Mesajı yerine ulaştıran elçinin Abdulmuttalib'den aldığı cevap, beklenilenden çok farklıydı:

- Vallahi, biz de onunla savaşma niyetinde değiliz; zaten buna gücümüz de yetmez. Bu ev ise, Allah'ın haram evi ve O'nun Halil'i İbrahim'in yadigarıdır. Şayet onu koruyacaksa mutlaka O koruyacaktır; eğer yıkmasına müsaade edecekse de bizim, onu koruma adına bugün yapabileceğimiz bir şey yok.

Hunata, kendisiyle birlikte Abdulmuttalib'in de gelmesi­ni istemiş ve o da yola koyularak Muğammıs'a kadar gelmişti. Ebrehe'nin niyeti belliydi ve bu niyetini gerçekleştirmek için yola koyulduğunda, sebepler açısından önünde duracak bir güç de yoktu. Ancak çıkmayan candan da ümit kesilmezdi. Bu durumda bile, çözüm arayışı içindeydi. Önce, tanıdık dost bir sima aradı ve Zi Nefr adında eski bir dostunun da burada ol­duğunu öğrendi. Sevinmişti; ancak, Zi Nefr denilen bu adam da, Ebrehe'nin esirleri arasındaydı. Yine de Abdulmuttalib, Ebrehe ile görüşüp bu işten onu vazgeçirme konusundaki is­teğini iletti ona.

- Ey Zi Nefr! Başımıza gelen şu işi engelleyecek bir çözüm bulamaz mısın, diyordu.

- Sabah-akşam ne zaman öldürüleceği belli olmayan bir esir ne yapabilir ki? Şu halde, sizin için yapabileceğim hiçbir şey yok, diye cevapladı Zi Nefr. Arkasından da:

- Ancak, :filleri sevkeden seyis benim arkadaşımdı. İster­sen ona haber ulaştınp sizin isteklerinizi melike ulaştırma, hakkınızı koruma ve melikle konuşma ortamı hazırlama hu­suslarında yardım isteyebilirim, dedi.

77


Efendimiz (sallallalıu aleylıi ve sellem)

Böyle bir ortamda, her bir emare büyük bir umuttu ve adama haber gönderilip maksat anlatıldı. Çok geçmeden se­yis, Ebrehe'nin karşısındaydı:

- Ey melik! Bu adam, Kureyş'in efendisidir; huzuruna gelmek için senden izin talep etmektedir. Aynı zamanda o, Mekke kervanlarının sahibi, insanlara bollukla ikramda bu­lunan, hatta dağ başlanndaki yırtıcı hayvanlara bile yiyecek dağıtan şerefli bir zattır. Onunla bir konuşsan da sana halini arz etse, diye de tamamladı.

Talep, kabul görmüştü. İri yapılı, heybet ve cemal sahi­bi Abdulmuttalib'i karşısında görünce Ebrehe, önce izzet ve ikramda bulundu; oturduğu yüksek yerden aşağıya indi ve kendisi de Abdulmuttalib'le birlikte yere oturdu ve tercümanı vasıtasıyla sordu:

- Ne ihtiyacın var, benden ne istiyorsun? Alışılmışın dışında bir cevap geliyordu:

- Benden alınan ve mülküm olan iki yüz devemi geri ver­meni istiyorum.

Ebrehe, büyük bir şok geçirmişti. Bu, nasıl bir reislikti!

Karşı konulmaz bir ordu ile gelmiş, sorumluluğunu uhde­sinde taşıdığı beldeyi yerle bir edeceğini haykınyordu, ama o şahsına ait bir malın peşine düşmüş; olacaklara aldınş bile etmiyordu.

- İşin doğrusu, seni ilk gördüğümde, duruşundan etkilen­miştim, diye tepkisini dile getirdi önce ve arkasından ekledi:

- Fakat, konuştukça anlıyorum ki sen, öyle bir insan değil­mişsin. Senden aldığım iki yüz devenin peşine düşüp onu ben­den istiyorsun da, senin ve atalannın dini olan bir evi yıkmak için gelmiş bir ordu hakkında hiçbir şey konuşmuyorsun!

Abdulmuttalib, vakar ve ciddiyetinden hiç taviz verme­den bütün samimiyetiyle:


Fil Hadisesi

- Ben, sadece develerin sahibiyim; şüphesiz, o evi de ko­ruyacak bir Sahibi var, deyiverdi. "Şu an için istediğin her şeyi yaparım zannediyorsun; ama iş, öyle senin zannettiğin gibi kolay değil." manasma geliyordu. Zira, güç ve kuvvetin ger­çek sahibine sığınıp dehalet eden hiçbir zayıfa, onun dışındaki hiçbir güç zarar veremezdi ve işte, Abdulmuttalib de Ebrehe'­ye bu gücü hatırlatıyordu.

Elbette Ebrehe kızmıştı:

- Onu bana karşı kimse koruyamaz, diye gürledi sinirle ...

Tavrını hiç değiştirmeyen Abdulmuttalib, kendinden emin bir ses tonuyla ve bunu zaman gösterecek dercesine:

- Madem öyle, işte o ve işte sen, deyiverdi. Bunun anlamı, ''Madem öyle, sonucuna da katlanırsın." demekti.

Ortam iyice gerilmişti. Aldığı cevaplar karşısında oldukça sinirlenen Ebrehe, buna rağmen Abdulmuttalib'in develerini geri teslim etti.

Yeniden Mekke'ye dönen Abdulmuttalib, ahaliyi toplayıp işin vahametini haber verdi ve herkesten, gelecek tehlikeler­den canlannı kurtarmalan için, Mekke'yi terk ederek dağlara sığınmalannı istedi. Ardından da, Mekke'nin önde geleniyle birlikte Kabe'ye geldi. Kapının halkasına yapıştı ve Ebrehe or­dusuna karşı kendilerine yardım etmesi ve Hz. İbrahim ema­netine sahip çıkabilmeleri için, beraberce ve saatler süren bir yakanşla Rabb-i Rahim'e yalvarmaya durdular. Daha sonra onlar da Kabe' den aynlıp dağ başlanna çıkarak beklerneye ko­yuldular.

Beri tarafta Ebrehe, ordusunu hazırlamış ve Kabe'yi yık­mak için hareket emri vermişti. Ancak, ordusunun içinde onun emrini dinlemeyenler vardı. Filleri sevk etmekle görevli olan Nüfeyl ibn Habib isminde bir zat, kendisinden çok büyük işler beklenen Necaşi hediyesi Mahmud'un kulağına eğilmiş ve:

79


Efendimiz (s a l l a l l a h u aleyhi ve sellem)

- Olduğun yere çök ve sakın kalkma! Ardından da sağ­salim olarak geldiğin yere geri dön! Çünkü sen, Allah'ın ha­ram bir beldesindesin, demişti. Firavun hanedanı arasındaki mü'min özellikleri taşıyan bu zat da, kendisine düşen görevi yerine getirmenin huzuruyla oradan ayrılmış ve o da dağlara sığınmıştı.

Müsebbibü'l-Esbab olan Allah'ın, kimi ve ne şekilde hay­ra sebep kılacağı belli olmazdı. Gerçekten de Mahmud, oldu­ğu yere çökmüştü ve bütün zorlamalara rağmen ayağa kalkıp bir türlü Mekke'ye doğru yol almıyordu. Bir aralık, yönünü değiştirmeyi denediler; hiç beklemedikleri şekilde Mahmud yerinden fırlamış ve koşarcasına ilerliyordu. Sağ ve sol istika­mete de çevirdiklerinde durum farklı değildi; filin gitmediği tek istikamet, Kabe yönüydü, Zavallı hayvanı, akla hayale gel­medik şekilde dövüp tartakladılar, ama sonuç değişmiyordu. Mahmud, kan revan içinde kalmıştı.

Bu ara, hiç beklemedikleri bir gelişmeye daha şahit olu­yorlardı; sahil cihetinden büyük bir karartı kopmuş kendile­rine doğru geliyordu. Biraz daha yaklaşınca, gelenlerin bü­yük bir kuş sürüsü olduğunu gördüler. Büyük bir gürültüyle üzerlerine doğru gelen bu kuşlar, Allah düşüncesine savaş açan Ebrehe ordusunu hedef seçmişlerdi ve taşıdıkları nohut büyüklüğündeki taşlarla ordunun üzerine yürüyorlardı. Her biri, gagaları ve ayaklarında üçer tane taş taşıyordu. Attıkları her bir taş, mutlaka bir askerin üzerine isabet ediyor ve taşın isabet ettiği asker de olduğu yere yığılıp çöküveriyordu. Ordu­yu, büyük bir korku ve telaş kaplamıştı. Şimdiye kadar böyle bir hadiseyi, ne görmüş ne de duymuşlardı. Çığlıklar arasında koşuşturan her bir asker, hedefi belli olmayan bir yöne doğru kaçmaya çalışıyordu, ama hedefi belli olan bir taşın gelip de kendisini bulmasından kurtulamıyordu. Ebrehe de bundan

80


Fil Hadisesi

nasibini almıştı. Kaçarken isabet eden taşın etkisiyle vücudu pul pul dökülmeye başlamış ve o da, büyük bir inilti, ıstırap ve korkuyla geri dönerken son nefesini vermişti.

Çok geçmeden, kimsenin karşı koymaya cesaret edeme­yeceği ihtişamdaki Ebrehe ordusu, elinde güç olmadığı halde gücün gerçek sahibine yönelmekle kuvvet kazananlar karşı­sında yerle bir olmuş ve yenilmiş ekin taneleri gibi delik deşik hale gelivermişti. Sanki gizli bir el, masanın üstündeki kir ve pası temizlercesine Ebrehe ordusuna yönelmiş, üstlerine bir sünger çekerek Hicaz'ı, kir ve pasıanndan temizleyivermişti.

Temizliği bir başka temizlik takip edecekti; bardaktan bo­şanırcasına bir yağmur yağacak ve bundan hasıl olan seller, önlerine kattıklan cesetleri alıp denize dökecek ve böylelikle, Allah davasına baş kaldıran küfür ordusunun geride bıraktık­ları da dezenfekte edilerek Hicaz, yeniden yaşanılır bir meka­na inkılab edecekti.

Zira, çok geçmeden bu mekanı, Alemlerin Sultanı şeref­lendirecekti.


 


KUTLU DOGUM

 

Created by Readiris, Copyright IRIS 2005
Created by Readiris, Copyright IRIS 2005

Abdulmuttalib'in tevekkül ve teslimiyetiyle birlikte, Ebre­he ve ordusunun başına gelenler dilden dile dolaşır olmuştu. Zihinler bir kez daha silkelenmiş ve Hz. İbrahim'le Hz. İsma­il'in dua dua yalvararak inşa ettikleri Kabe'ye ilişilemeyeceği bir kez daha perçinlenmişti. İşte şimdi dünya, bu duaların ka­bul edilişini yaşamaya hazırlanıyordu.

İnsanlığın beklediği Son Kurtaneı'ya hamile kalan Hz . .Amine, diğer anne adaylan gibi sıkıntılar yaşamıyor ve tatlı bir meltem gibi kendisini kucaklayan rahmet esintileri altında bir hamilelik süreci geçiriyordu. Üstüne üstlük bir de, kulağı­na fısıldanan müjdeler oluyordu. Bir gün şunlan duydu, Hz . .Amine:

- Şüphesiz ki Sen, ümmetin efendisine hamilesin. Onu dünyaya getirdiğin zaman; O'nu, her türlü hasetçinin şerrin­den, Bir olana istiaze ediyor ve O'nun korumasına bırakıyo­rum, de ve ardından, adını da "Muhammed" koy.s"

.Amine, şahit olduğu bu olaydan oldukça etkilenmişti.

Evet, yetim bir çocuk dünyaya getirecekti. Ama bu yetimin, ümmetin efendisi olması ne demekti? Hem, Muhammed diye

46 İbn Kesir, el-Bidaye, 2/263


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

bir isim bilmiyordu. Zira o gün için Muhammed ismi, bilinen bir ad değildi. Bütün Hicaz' da, sadece üç kişiye verilmiş bir isimdi. Bunlann üçünün babası da, kral ve meliklerle birlik­te bulunmuş, ehl-i kitap insanlardı. Her biri de, hanımlannın hamile olduklan dönemde vefat etmişler ve vefat etmeden önce de, şayet doğacak çocuk erkek olursa adını Muhammed koyması konusunda eşlerine vasiyette bulunmuşlardı. Zira bi­liyorlardı ki, ahir zamanda gelecek Son Nebi'nin adı Muham­med olacaktı ve artık O'nun yıldızı doğmak üzereydi.v

Karnında taşıdığı emanet, onun rüyalanna konu oluyor ve böylelikle onun yükü hafifletilmiş oluyordu. Bir gün anne .Amine, rüyasında vücudundan büyük bir nurun çıktığını gö­recek ve bu nurla, Basra ve Şam bölgesinin saraylannın ay­dınlığa kavuştuğuna şahit olacaktı."

Tarihin, 20 nisan 571'i gösterdiği bir gündü. Fil hadisesi üzerinden yaklaşık 50 gün geçmişti. Karneri takvim, Rabiii­levvel ayının ıa'sini gösteriyordu. Günlerden pazartesi idi. Tan yerinin aydınlığa durduğu bu demde, bütün karanlıklan aydınlığa kavuşturacak bir doğum yaşanıyordu. Hz . .Amine­'nin yanında, Abdurrahman İbn Avfın annesi Şifa Hatun ile Osman İbn Ebi'ı-As'ın annesi Fatıma Hatun vardı. Derken, asırlardır dilden dile muştusu dolaşan Son Sultan Hz. Mu­hammed (sallallalıu aleyhi ve sellern), olanca bir sühület içinde dün­yaya teşrif ediverdi. .Amine'nin yetimi dünyaya gelmişti; ama başka çocuklara hiç benzemiyordu. Dudaklan kıpırdıyor ve bir şeyler söylüyordu. Şifa Hatun biraz dikkat edince, "Allah sana merhamet etsin!" dediğini duydu. Odanın içi bir anda aydınlanıvermiş; Doğu ile Batı bu aydınlıkla nura gark olmuş­tu. Hatta bu nurla, Rum diyarının saraylan görülür olmuştu. 49 Fatıma Hatunun da şehadetiyle evin her bir köşesi, adeta nur

47 İbnü Seyyidi'n-Nas, Uyılnu'l-Eser, 1/88

48 Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/127; 5/262; İbn Hişam, Sire, 1/293 49 Kastallani. Mevahib, 1/122


Kutlu Doğum

kesilmiştİ. Sanki gökteki yıldızlar salkım salkım uzanmış ve üzerlerine dökülecek gibi olmuştu.v'

Hemen Abdulmuttalib'e haber gönderildi ve Kabe'de iba­detle meşgulolan dede Abdulmuttalib, heyecanla eve geldi. Alemin beklediği Nfır'u kucağına aldığında sevinçten sakalı, gözyaşlarıyla yıkanıyordu. Oğulları arasında en çok sevdiği Abdullah'ın yetimi, sağ-salim dünyaya gelmiş; manôlı bakış­larla kendini süzüyordu. Kürek kemikleri arasında bulunan işaret, herkesin dikkatini çekrnişti; zira bu, din bilginlerinin tarif ettikleri gibi gelecek Son Nebi'nin 'risôlet mührü' idi.

Sıra adını koymaya gelince Hz. !mine, görüp duydukla­rını anlattı Abdulmuttalib'e ve adını 'Muhammed' koydular. Sonra da Abdulmuttalib, şükrünü eda etmek için torununu kucağına alıp doğruca Kabe'ye geldi. ilk defa Kabe, ikizi ile bu­luşuyordu. Abdulmuttalib'e, Abdullah'ın yetimi biricik toru­nuna niçin bu ismi verdiği sorulunca o şunları söyleyecekti:

- Rüyamda, sanki gümüşten bir silsile gördüm; ortasın­dan bir direk çıkmış, bir tarafı semaya, diğeri yerin derinlikle­rine, bir diğeri doğuya diğer biri de batıya doğru yönelip yük­seliyordu. Daha sonra sanki bu, bir ağaç oluverdi. Her yaprağı nur doluydu. Doğu ve batıdaki herkes, bu ağaca müteveccih olup ona tutunma yarışına girmişlerdi.s'

Zira o, gördüğü bu rüyayı tabircilere sormuş ve onlar da, neslinden dünyaya teşrif edecek birisinin, doğu ve batılılar ta­rafından umde kabul edilerek arkasından gidileceğini, sema ve arz ehlinin de, O'nu takdis ederek başlarına taç yapacak­larını anlatmışlardı. Abdulmuttalib, bunları Hz. !mine'nin anlattıklarıyla birleştirince, tereddüdü kalmamış ve artık, to­rununa Muhammed diye seslenir olmuştu.

Aradan yedi gün geçmişti; Arapların genel adeti olduğu

5° Kadı İyaz, Şifa, 1/267

51 EbU Zehra, Hatemii'n-Nebiyyin, 1/140

85


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

şekilde Abdulnıuttalib de, Abdullah'ın yetimini aldı ve O'nu sünnet ettirdiY

Efendiler Efendisini annesinden sonra henüz bir haf­talık iken emziren, Ebu Leheb'in cariyesi Süveybe'dir. Onu, yeğeninin doğumunu haber verdiğinden dolayı Ebu Leheb, bir sevinç nişanesi olarak hürriyetine kavuşturmuştu. Ancak, İslarn'ı tebliğle birlikte yeğeniyle yollarını sonsuza kadar ayı­ran bu öz amcanın, sırf bu hareketinden dolayı bir nebze de olsa ahiret azabından rahatlık duyacağı bilinmektedir. Zira, vefatından bir yıl sonra kardeşi Hz. Abbas'ın rüyasına giren ve perişan haliyle yürekler yakan Ebu Leheb'e:

- Bu ne hal, nelerle karşılaştın, diye sorulduğunda, iki parmağının arasını işaret edecek ve şu cevabı verecekti:

- Sizden sonra hayır adına hiçbir şey görmedim; sadece Süveybe'yi hürriyete kavuşturduğum için bir yudum su alma imkanım oluyor.P

Süt anne Süveybe, daha önce Abdulmuttalib'in bir diğer

52 Miibürekfüri, Safiyyürrahman, er-Rahiku'l-Mahtüm, Daml-Vefa, el-Men­süra, 2004, s. 61. Efendiler Efendisi'nin sünnetli olarak dünyaya geldiğine, yahut O'nu, süt annesinin yanındayken şakk-ı sadr hadisesinde Cibril'in sün­net ettiğine dair de bazı rivayetler vardır. Ancak, her yönüyle kemali temsil eden ve her haliyle ümmetine örnek olacak olan bir ZAt için sünnet gibi bir meselede böylesine harikulade bir hadise arayışına girmek pek uygun düş­memektedir. Aynı zamanda bu rivayetler, erbabınca tetkik edilmiş ve mevsü­kiyeti konusunda şüpheleriri olduğu tespiti yapılmıştır. (Bkz. İbnii'l-Kayyim, Zadü'l-Mead, 1/81, 82, 233; İbn Kesir, el-Bidaye, 2/265; Suyüti, Hasaisii'l­Kübra, 1/91; Halebi, Sire, 1/87, 88). Onun için biz, doğumunun yedinci gü­nünde sünnet olduğunu ifade eden rivayeti esas aldık. .

53 Buhari, Sahih, 5/1961(4813); İbn Hişam, Sire, 1/110, 111; İbn Sa'd, Tabakat. 1/108. Siiveybe'nin, Efendimiz Mekke'de olduğu sürece kendisini ziyarete gittiği ve bu sebeple Hz. Hatice validemizin kendisini hürriyete kavuşturmak istediği, ancak Ebıl Leheb'in buna yanaşmadığı da gelen rivayetler arasın­dadır. Buna göre o, ancak hicretten sonra hürriyetine kavuşmuştur. Bkz. İbn Sa'd, Tabakat, 1/108. Konuyla ilgili rivayetlere bakıldığında Süveybe'nin Müslüman olma ihtimali çok zayıf gözükmektedir.

86


Kutlu Doğum

oğlu ve Efendimiz'in amcası olan Hz. Hamza'yı da emzirdiği için, Hz. Hamza ile Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) süt kar­deş olmuşlardı.s-

Dört Bir Yandan Gelen Haberler

Çok geçmeden, dört bir yandan farklı haberler gelmeye başladı. İşin ilginç yanı, bu haberlerin hepsinin de, yeni doğan küçük Muhammed'le ilgili olmasıydı. Çünkü O, insanlığın Son Sultanıydı ve kainat ağacının en miitekamil meyvesi idi. Var­lığın vücut bulmasındaki sebep O olduğu gibi; insanlığın ge­leceği de, O'nun getireceği mesajın muhtevasında yatıyordu. Onun için varlık, O'nun gelişiyle ilgili olduğunu gösteriyor ve değişik yansımalarıyla insanların dikkatini, bu kutlu doğuma çekiyordu.

Önce, Kabe'deki putların o gece, baş aşağı yere düştükle­rinin haberiyle çalkalandı Mekke ... Kimin yaptığını ve niçin böyle bir sonuçla karşılaştıklarını kimse anlayamamıştı. Ar­dından da, farklı yerlerden değişik haberler peşi peşine gel­meye başladı. Her bir haberde, beklenen Nebi'nin gelişine karşılık eşya ve hadiselerin, kendi çapında kendilerine mah­sus bir dille 'hoş geldin' mesajları gizliydi.

Yeni Bir Yıldız

Bilhassa Yahudi alimleri arasındaki yaygın anlayışa göre, ahir zaman peygamberinin doğumu yaklaşmıştı ve bu do­ğumu haber verecek olan yıldız da doğmak üzereydi. Zaten, uzun zamandır gökyüzünde, adeta bir maytap şenliği başla­mıştı, yıldız kaymaları semada sürekli kavsiyeler çiziyordu.

54 Hz. Hamza'yı, kısa bir süreliğine de olsa Halime-i Sa'diye de emzirmiş ve böylelikle o, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ile iki ayrı bağla süt kar­deş haline gelmişti. Bkz. Buhari, Sahih, 2/935 (2502)


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Daha önceleri hiç bu kadar yıldız kayınası yaşarırnamıştı; o geceden sonra da yaşanmayacaktı. Zira şeytani düşüncenin haber kaynaklarına yıldızlar kurşun olmuş yağıyor, O'na ve O'nunla gelecek hakikatlere zarar vermesinin önüne geçilmiş olunuyordu. O güne kadar Hicaz'da yaygın olarak yapılagelen kahinlik, bundan sonra vahye karıştırılmamak için son bula­cak ve kahinlere gelen haberlerin de önü kesilecekti. Zira O, kahinleri de kahinliği de ortadan kaldırmak için geliyordu.

O gün Mekke'de, Yahudi bir tüccar vardı. Sabah olunca Kureyş'e şunları soruyordu:

- Ey Kureyş Topluluğu! Bu gece sizin aranızda bir çocuk

dünyaya geldi mi?

Henüz kimsenin haberi yoktu ve:

- Vallahi haberimiz yok, bilmiyoruz, dediler.

Bunun üzerine adam, önce tekbir getirdi ve arkasından da şunları tembihledi onlara:

- Bir yanlışınız var; gidin iyice bakın ve söylediklerimi de iyice hıfzedin: Bu gece, ümmetin Son Nebisi Ahmed dünyaya geldi. İyi bakın; zira o burada değilse Filistin'dedir. İki omuz küreği arasında, siyahla sarı arasında tüylerle örtülü risalet mührü vardır.

Mekkeliler, adamın sözlerinden hayrete düşmüşlerdi. Şaş­kınlıkla birbirlerine bakıyorlardı, ama henüz böyle bir doğum­dan da haberdar değillerdi. Her zaman olduğu gibi bu meclis de dağılmış ve herkes çoluk-çocuğunun arasına gitmişti. Çok geçmeden her biri, o gece Abdulmuttalib'in bir torunu olduğu ve adını da Muhammed koydukları haberini alıyordu. Daha da ilginci, Yahudi bilgenin anlattığı gibi bu çocuğun iki omuz kü­reği arasında tarif edildiği şekilde bir mührün bulunmasıydı.

Durumdan haberdar olan Yahudi bilgenin yanına geliyor­du. Onlar:

88


Kutlu Doğum

- Hani sen, bizim aramızda bir çocuğun dünyaya gelişin­den bahsetmiştin ya, demeden adam:

- Ben size haber verdikten sonra mı doğdu, önce mi, diye sordu telaşla.

- Önce, dediler.

Adam iyice heyecanlanmıştı ve bir an önce kendisini bu çocuğun yanına götürmelerini istedi. Hz. Amine'nin yanı­na gelip de küçük Muhammed'in omuz kürekleri arasındaki . mührü görünce kendinden geçip bayıldı. Kendine geldiğinde:

- Yazıklar olsun! Sana neler oluyor, diye çıkıştıklarında da, teker teker şunlan söylemeye başladı:

- Artık nübüvvet meselesi, İsrailoğullannın elinden çıkıp gitmiştir. Bu, böyle yazılıdır. Artık peygamberliğin bereketi Araplanndır. Sevinin ey Kureyş! Çünkü O, sizinle birlikte öyle bir güce ulaşacak ki O'nun haberi, Doğu ile Batı arasını dol­duracak.v

Benzeri bir durum da Medine' de yaşanıyordu. O gün için henüz sekiz yaşlannda bir çocuk olan meşhur şair Hassan bin Sabit, bu heyecanı yıllar sonra şu cümlelerle anlatacaktı:

- Ben o zaman yedi veya sekiz yaşlannda bir çocuktum ve işittiğim her şeyi anlıyordum: Yesrib kalelerinden birinin üze­rinde Yahudi bir bilgeyi, yüksek sesle şöyle bağınrken gördüm: - EyYesrib halkı! EyYesrib halkı!

Bu telaşa herkes şaşırmıştı. Belli ki, çok önemli bir hadise gerçekleşmişti veya büyük bir tehlike geliyordu. Çok geçme­den:

- Ne bu telaşın? Ne oldu sana, diyerek etrafında toplanı­verdiler. Etrafında birikenIere şöyle sesleniyordu:

- Bu gece, dünyaya gelen Ahmed'in yıldızı doğdu.s"

55 İbn Sa'd, Tabakat. 1/162, 163 56 Kastallani. Mevahib, 1/122


Efendimiz (saHaHahu aleyhi ve sellem)

Fars Topraklanndaki Telaş

o gün için iki büyük devletten birisi olan Fars'tan gelen haberler de oldukça ilginçti. Kisra saraylarının bulunduğu yer şiddetle sarsılmış ve bu sarayın, sağlamlıkta eşine rastlanma­yacak kadar dayanıklı olduğuyla iftihar edilen on dört eyvanı yerle bir olmuştu. Bir gecede, mukaddes olarak bilinen Save gölünün suyu çekilmiş ve kuruyuvermişti. Bir de Fars impara­toru o gece rüyasında, Arap atlannın, semiz ve güçlü develeri arkasına takıp Dicle'yi geçtiklerini görmüş, oradan da ülkesi­nin her bir tarafına yayıldıklarina şahit olmuştu.

Endişe ve telaşla sabahlayan kral, sabah olup da tacını giyer giymez olanlan vezirleriyle paylaştı ve bunun bir anla­mının olduğu üzerinde durarak bütün bunların manasını bi­len birisini bulmalannı istedi. İşte tam bu sırada, İstahrabad denilen yerde bin senedir hiç sönmeden yanan ve insanların etrafında pervane olup döndükleri ateşin de o gece sönüp ta­rih olduğu haberi gelivermişti. Kral, yanındaki birinci adama döndü ve bütün bunlann ne anlama geldiğini sordu. Bilge ve­zir:

- Arapların olduğu yerde büyük bir hadise olduğu anla­şılıyor, diyordu.

Evet, büyük bir hadisenin olduğu anlaşılıyordu; ama bu­nun ne olduğu henüz belli değildi. Hiç vakit geçirmeden Hire valisi Nu'man bin Münzir'e haber göndererek, hem konuyu araştırmasını hem de bütün bunlann ne anlama geldiğini bi­len birisini bulup kendisine getirmesini istiyordu. Durumun nezaket ve ciddiyetini kavrayan vali de, bir başka bilge ve aynı zamanda meşhur kahin Satih'in yeğeni olan Abdulmesih'i, söz konusu bu kahine göndermiş ve bütün bunların yorumunu dayısından teker teker almasını istemişti.

Nihayet Abdulmesih, Dayısı Satıh'in yanına gelip yaşa­nılanları anlattı bir bir. Satih'in ayakta duracak takati yok-

90


Kutlu Doğum

tu; yaşlanmıştı ve artık son demlerini yaşıyordu. Bunun için Abdulmesih, bir an önce bütün bunlann ne anlama geldiğini öğrenmek istiyordu. Olup bitenleri dinledikten sonra, birden ciddileşen ve kendini toparlayan Satih, güçlükle şunlan söyle­meye başladı:

- Ey Abdulmesih! Büyük asanın sahibi gönderildi, artık ilahi vahiy hükmünü icra edecek. Semave vadisi taşıp Save gölü kuruduğuna ve Farslılann da sönmeyen ateşi söndüğüne göre artık, Arap yanmadasında Satih'e yer yok demektir. Mut­lak Hakim böyle murad buyurdu ve risaletIe nübüvvet ipinin iki ucu böylelikle düğümlenmiş oldu. Buralara bundan sonra, çöken eyvanlar sayısınca melikler hakim olacaktır. İnan, bun­ların hepsi de olacaktır.v

Bu cümleler, Satih'in son sözleri olmuştu. Adeta, yıllar­dır bu cümleleri söylemek için zamana direnmişti. Şimdi de, vazifesini yapmış olmanın huzuruyla artık dünyaya veda edi­yordu.

57 Taberi, Tarih, 2/131, 132. Gerçekten de tarih, bu çöküş ve yıkılışa şahit ola­cak, 67 yıl sonra Hz. Osman (radıyallahu anh)'ın hilafeti zamanında on dört melikin idare ettiği Sasaniler, Kadisiyye Savaşıyla islam hakimiyetine teslim olacaktır.

91


 


SÜT ANNEYLE GEÇEN SENELER  ~

Yeni doğan çocuklan, daha gürbüz büyümeleri ve pürüz­süz bir dil öğrenmeleri için süt anneye verme, Mekkelilerin bir adeti haline gelmişti. Çünkü Mekke, sıcak ve yorucu bir iklime sahipti. Bir de, uzaklarda yaşayan bazı kabileler, hem şehir hayatının olumsuzluklarından uzak kalıp kendilerine ait kültürü muhafaza edebiliyor hem de cahiliyeye ait çirkin­liklere bulaşmadan nezih bir hayat yaşıyorlardı. Her yönüyle bunaltan bu atmosferden uzaklaşarak çocukların daha tabii şartlarda büyümesi, genel bir alışkanlık haline gelmiş ve ade­ta Mekke'de, bu işin de bir pazan kurulmuştu. Belli zaman­larda bu pazara gelinir ve yeni doğmuş çocukların ebeveyn­leriyle burada buluşularak yavruları alınır; yeniden badiyeye geri dönülürdü.

Bu maksatla Beni Sa'd yurdundan yola çıkan Haris İbn Abduluzza ve onun hanımı Halime Binti Abdullah İbn Haris, beraberlerindeki on kadınla birlikte Mekke yollarına düşmüş­lerdi. Zira, uzun zamandır devam edegelen kıtlık, her yanı kavurmuş; elde avuçta bir şey bırakmamıştı. Bu yüzden, be­raberlerindeki küçük çocuklar açlıktan kıvranıp ağlaşırlarken, anneleri bunları doyuracak bir yiyecek imkanı bulamıyordu. Kendileri de bir şeyler yiyip içemedikleri için sütleri kurumuş,

93


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

çocuklan teskin edebilecek bir damlaya hasret kalmışlardı. Tek umutlan, serinleten bir yağmurun yağmasıydı. Bu yüzden yol, bir türlü bitmek bilmiyordu.

Bir de, Halime'nin üzerine bindiği cılız merkeple Haris'in ihtiyar devesi, yürümekte zorlanıyor ve bundan dolayı arka­daşlanna yetişemiyorlardı. Mekke'ye ulaştıklannda, yol ar­kadaşlan çoktan işlerini bitirmiş ve her biri, birer süt yavru alarak dönüş hazırlıklanna bile başlamışlardı.

Halime ve Haris de, aynı maksatla kapı kapı dolaşmaya başladılar. Süt anneye verilmeyen sadece, Abdullah'ın yetimi Muhammed kalmıştı. Kapıyı her çalan, O'nun yetim olduğunu öğrenince, hizmetlerine karşılık bir bedel alamayacağı endi­şesiyle geri dönmüş ve bir başka kapıya yönelmişti. Bilmiyor­lardı ki O, herkesin kendisine yöneleceği beklenen şahıstı. Ni­hayet Halime ve Haris de bu kapıya geldiler ve öncekiler gibi onlar da başka süt yavru buluruz ümidiyle aynldılar oradan. Ancak, sonuç olumsuzdu. Bu kadar yol teptikten sonra eli boş dönmek de olmazdı. Kocası Haris' e dönerek:

- Süt yavru almadan arkadaşlannun arasına dönme­yi istemiyorum; gel, o yetimi alalım ve öyle dönelim, dedi Halime.

- İstiyorsan öyle yap; belki de Allah, O'nun vesilesiyle bize bereket ihsan eder, hayır ve yümün verir,s8 diye cevapladı Ha­ris ve böylelikle yeniden Abdulmuttalib'in kapısına geldiler.

Yeniden geldiklerini görünce Hz. Amine, talip olduklan çocuğun herhangi bir çocuk olmadığını anlattı önce onlara. Ardından da, hamile kaldığı zaman yaşadığı kolaylıklardan, gördüğü rüyadan ve bu rüyayı tevil ettirdiğinde anlatılanlar­dan bahsetti bir bir. Zira bu, sadece Hz. Amine'nin değil, kıya­mete kadar gelecek insanlığın emanetiydi ve ona göre hassasi­yet gösterilmeli; kılına bile zarar getirilmemeliydi.

S8 İbn Hişam, Sire, 1/300; İbn Sa'd, Tabakat. 1/110, 111

94


Süt Anneyle Geçen Seneler

Haris ailesi, anne .Amine'den çocuğu aldığında, içlerin­de büyük bir huzur duymuşlardı. Halime-i Sa'diye, kucağına aldığı yavruyu, hemen oracıkta emzirmek istedi. Beklemedi­ği bir sonuçla karşılaşmıştı: Hiç süt olmayan göğüsleri sütle dolup taşmaktaydı! Önce Efendiler Efendisi, ardından da, ay­lardan beri karnı doymadan uyumak zorunda kalan Halime­'nin oğlu Abdullah emdi doyasıya. Her ikisi de uyumuşlardı. Halbuki Abdullah, sürekli huzursuzdu ve bir türlü uyumak bilmiyordu.

İhtiyar devenin yanına geldiklerinde onda da bir hareke­tin olduğunu müşahede edeceklerdi; onun da memeleri süt dolmuştu ve o da ayrı bir berekete mazhar olmuştu. Sağıp kendileri de içtiler doyasıya. Mekke'de geçirdikleri o gece, ha­yatlanmn en mesut gecesiydi. Ertesi sabah Haris, Halime'ye dönmüş şunlan söylüyordu:

- ValIahi şunu iyi bil ki ey Halime, sen ne mübarek bir nesilden süt yavru tercih etmişsin!

Kocası gibi, bu bereketi Halime de fark etmişti. Bunun için:

- Allah'a yemin olsun ki, ben de öyle umuyorum, dedi Haris'e.

Daha sonra da, Mekke'deki işleri biten ve bir süt yavru bulan aile, yurtlanna dönmek için yola koyuldular. Arkadan biricik oğluna şefkatle bakan Hz . .Amine, O'nu uzun uzun sii­zecek, ardından da başına bir şeyler gelmemesi için izzet ve celal sahibi Rabb-i Rahim'ine emanet edecekti.

Merkebine binen ve Efendiler Efendisini de kucağına alan Halime-i Sa' diye, o zayıf ve cılız bineğin birdenbire değiş­tiğini ve ayrı bir çeviklik kazanarak koşarcasına yürüdüğünü görüyordu. Hatta, kendilerinden bir gün önce yola çıkmalan­na rağmen Mekke'ye beraber geldiği arkadaşlanna yetişmiş ve dönüşte yaşadıklan gibi bu sefer arkada kalmayacaklanm fiilen de göstermişlerdi.

95


Efendimiz (s a l l a l l a h u aleyhi ve sellem)

Kendileri yorgun ve bitkin olmalarına rağmen Halime ve Haris'in yol almadaki hızlanna ve üstüne üstlük üzerlerinde yorgunluk emaresi bulunmamasına bakanlar, bütün bu geliş­melere bir mana vermeye çalışıyorlar, ama işin içinden çıka­mıyorlardı. Çok geçmeden Halime'ye dönecek ve şöyle sesle­neceklerdi:

- Ey ZüeyboğuHannın kızı, bu ne hal? Hani sen hep bizim arkamızda kalıp gecikmiyor muydun? Yoksa bu, senin gelir­ken bindiğin merkep değil mi?

Kendinden emin olan ve yaptığı işin bereketiyle coşan Halime:

- Vallahi de evet! Bu, gelirken bindiğim merkebin ta ken­disi, diye seslenecek ve arkasından da:

- Vallahi de ben, bugüne kadar gördüğüm bereket yö­nüyle en hayırlı çocuğu tercih edip almışım, diyecekti. Hemen sordular:

- Yoksa 0, Abdulmuttalib'in oğlu mu?

Evet, bu işte bir hayır vardı ve haynn,peşinde olan Hali­me ve kocası Haris, şimdi bu hayra mazhariyet yaşıyorlardı.ö?

Ancak bu mazhariyet, sadece bunlardan da ibaret değildi; normal şartlarda kurak ve verimsiz olan topraklannda ayrı bir bereket kendini gösterecek ve koyunlan da, kannlannı doyur­muş olarak geri gelip bol miktarda süt verecekti. Hatta diğer sürü sahipleri çobanlannı çağırıp:

- Yazıklar olsun size! Sizler de Halime'nin koyunlannın otladığı yerlerde dolaştırsanız ve bizim koyunlanmızın da kar­nı doymuş olarak gelse, aynı şekilde biz de bol süte kavuşsak, diye azarlıyorlardı. Artık Halime-i Sa'diye, yaşadıklan bereket ve ihsandan dolayı arkadaşlannın kendisine gıpta ve hayran­lıkla baktıklan bir kişiydi.

Altı aylık dilimlerle Mekke'ye gelinip ana yurdun ziyaret

59 İbn Hişam, Sire, 1/ 301; İbn Sa'd, Tabakat. 1/111; Taberi, Tarih, 2/127


t Anneyle Geçen Seneler

edilerek geri dönüldüğü iki yıl, böylece gelip geçivermişti. Ka­inatın Efendisi büyüyüp gelişmişti. Artık, sütten de kesilmiş ve konuşulan süre dolmuş; ayrılık vakti de gelmişti. Gönülleri rıza göstermese de verdikleri bir söz vardı ve küçük Muham­med'i alıp annesine teslim etmek için Mekke'ye getirdiler.

Bir taraftan da, O'nun öz annesi gibi olan Halime-i Sa' di­ye'nin yüreği yerinden kopacak gibi, sinesi daraldıkça daralı­yor; aynlığı düşündükçe vücudundan bir parça koparcasına ıstırap duyuyordu. Kainatın İftihar Vesilesi, bir müddet daha yanında kalsa ne olurdu? Evet, aklında şimşekler gibi çakan bu fikir ve baskın duygular altında bir ümit de olsa .Amine'ye:

- Mekke vebasının O'nu da vurmasından endişe duyu­yorum. Ne olur, müsaade edin de bu oğulcuğum, bir müddet daha bizimle birlikte kalsın, diye candan bir teklifte bulundu.

Öz anne için bu, kabullenilmesi zor bir teklifti. Onun için Hz . .Amine, başlangıçta buna çok sıcak bakmadı. Ancak beri tarafta, gerçekten bir salgın vardı ve biricik yavrusunun da bundan etkilenmemesi için bağrına bir taş daha basmayı uy­gun görüp teklifi istemeyerek de olsa kabul etti. Hep beraber yeniden Sa' doğulları yurduna dönen Haris ailesinde, tarifsiz bir neşe hakim olmuştu.

Şakk-ı Sadr Hadisesi

Aradan bir müddet daha geçmişti. İnsanlığın Efendisi, süt kardeşleri ve Sa'doğullarının çocuklarıyla birlikte oynu­yor; kuzuların yanına gidip onları otlatıyordu. Yine böyle bir gün, evin arka taraflarında kuzularla birlikte oynarlarken süt kardeşi Abdullah, nefes nefese koşarak anne Halime'nin yanı­na geldi. Heyecanla:

- Şu Kureyşli kardeşim var ya, O'nu beyaz elbiseli iki adam aldı ve yere yatırarak karnını yardı; sonra da üst üste

97


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

koyarak kapattılar.P? diyordu. Gelenler, biri Cibril olmak üze­re iki melekten ibaretti ve mesajı bütün insanlığı kucaklaya­cak olan Allah Resülü'nün kalbini açarak onu zemzemle yıka­yacak ve içinde hikmet çağlayanlannın feyezan edip coşacağı bir ameliye gerçekleştireceklerdi.

Anne-babayı ciddi bir endişe kaplamıştı. Koşarak tarif edilen yere geldiler. Gerçekten de küçük Muhammed, yüzü­nün rengi solmuş bir vaziyette ayakta bekliyordu. Yüreği ağzı­na gelmişti Halime ve Haris'in, Önce anne Halime, ardından da Haris kucaklayıp sinesine sardı ve:

- Sana ne oldu ey oğulcuğum, dediler.

- Beyaz elbiseli iki adam geldi. Birisinin elinde içi kar dolu

altından bir tas vardı. Sonra beni alıp yere yatırdılar. Göğsümü açarak kalbimi çıkanp ikiye ayırdılar. İçinden siyah bir nesne çıkanp onu attılar ve kalbirn tertemiz oluncaya kadar karnımı buzlu karla yıkadılar. Sonra onlardan birisi diğerine:

- Bunu, ümmetinden on kişiyle tart, diyordu. On kişiyle beni tarttılar ve ben ağır geldim. Ardından:

- Yüz kişiyle tart, diye tekrarladı. Yüz kişiyle tartıldım ve yine onlara ağır geldim. Bu sefer de:

- O'nu ümmetinden bin kişiyle tart, dedi. Bin kişiyle de tartıldım ve yine ağır geldim. Bunu da görünce adam;

- O'nu kendi haline bırak! Allah'a yemin olsun ki, şayet O'nu bütün ümmetiyle tartsan, yine O hepsine üstün gelir, dedi.?'

Kan koca, bu gelişmelerden çok endişelenmişlerdi. Eve döner dönmez Haris:

60 Enes İbn Malik (radıyallahu anh), Efendimiz'in göğsünün yanıması netice­sinde meydana gelen yara izinin vücudunda kaldığını ve bir çizgi halinde gö­rüldüğünü anlatmaktadır. Bkz. Müslim, Sahih, ı/147 (162)

     İbn Hişam, Sire, 1/301; Taberi, Tarih, 2/128. Bir sahabenin sorusu üzerine, yıllar sonra Efendiler Efendisi'nin verdiği cevapla o gün Halime ve Haris'e anlattıklan ifadeler birleştirilerek verilmiştir.


Süt Anneyle Geçen Seneler

- Ey Halime! Bu çocuğun başına bir şeylerin gelmesinden korkuyorum. İstersen, sağ-salim bunu götürüp ailesine teslim et, dedi. Halime de farklı düşünmüyordu. Evet, belki O'nun vesilesiyle hiç olmadıklan kadar berekete mazhar olmuşlardı; ama şimdi iş beklemedikleri bir seyre girmiş ve tanıyıp gör­medikleri birileri O'nunla ilgilenmeye başlamıştı. İşin nereye varacağını kestirme imkanı yoktu. En iyisi, hiç riske girmeden emaneti sahibine teslim etmekti.

Bunun için hemen yola koyuldular. Kapısını çaldıklann­da Amine, karşısında gördüğü Halime'ye:

- Seni buraya hangi sebep getirmiş ola ki! Daha düne ka­dar O'nu götürüp, 'Yanımda kalsın.' diye ısrar eden sen değil miydin, diyerek gelişmeler karşısındaki taaccübünü dile ge­tirdi.

- Evet, bu oğulcuğum sebebiyle çok şeye mazhariyet ya­şadım ve üzerime düşeni yerine getirmek için çok gayret et­tim. Ancak, O'nunla ilgili olarak bazı korkulanm var; senin de sevineceğini düşünerek O'nu sana geri getirdim, diye cevapla­dı Halime. Ancak bunlar, Amine gibi bir anneyi tatmin edecek cevaplar değildi. Onun için:

- Sana neler oluyor, bana bu konuda doğru söyle! Olup bitenleri anlatmadıkça seni bırakacak değilim. Yoksa O'nun için şeytandan mı korkup endişe duyuyorsun, diyerek önünü açmaya çalıştı.

- Evet, dedi.

- Hayır, bu imkansız, diye tepki verdi önce Amine.

- ValIahi de şeytanın O'na bir zaran dokunamaz. Şüphe-

siz benim oğlumun durumu çok ciddidir. Hem, O'nun haberi­ni ben sana anlatmamış mıydım, diye de ilave etti. Yine:

- Evet, anlatmıştın, dedi sessizce Halime. Bir kez daha anlatma lüzumu duydu Hz. Amine:

- Ben O'na hamile olduğum zaman, bedenimden bir nur

99


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

çıklığını ve bu nurla, Şam beldelerindeki Busra saraylarının aydınlandığını gördüm. Sonra, O'na hamile olduğumda, hiç­bir zaman hamile bir kadının yaşayabileceği zorluklarla kar­şılaşmadım. O'nu doğurduğumda da, ellerini yere koymuş; başını da semaya kaldırmıştı.

Madem öyle, peki bırak O'nu ve güvenle beldene geri dön, dedi. 62 Böylelikle Efendiler Efendisi'nin Sa' doğunanndaki ha­yatı noktalanmış oluyordu.

62 İbn Hişam, Sire, 1/301, 302; İbn Sa'd, Tabakat. 1/112; Taberi, Tarih, 2/128

100


HZ . AMİNE'NİN VEFATI

 

Created by Readiris, Copyright IRIS 2005
Created by Readiris, Copyright IRIS 2005

Bir müddet de annesi Hz . .Amine ile birlikte kaldı Allah'ın en sevgili kulu. Baba yokluğunu hissettirmemeye çalışan bir hali vardı Hz . .Amine'nin. Zaman zaman dedeAbdulmuttalib'le birlikte dolaşıyor, bazen de amcalarıyla birlikte hoş vakitler geçiriyordu.

Hz . .Amine'nin yüreğinde Medine sevgisi yeşermişti; hem akrabalarını ziyaret edip sıla-i rahim yapmak hem de burada vefat eden kocası Abdullah'ın mezarı başında ona dua etmek için koca yadigürı Ümmü Eymen ve biricik oğlu Muhammed'­le birlikte burayı ziyaret için yola düşmüştü. Medine'ye kadar geldiler. Eski hatıralar canlanmış ve bir yandan sevinç neşi­deleri yudumlanırken diğer yandan, gırtlaklarda hüzün bo­ğumları düğümlenmişti. Dünya gözüyle göremediği babasını Efendiler Efendisi, mezarı başında ziyaret ediyor ve gıyabında ona dua ediyordu. Boynu büküktü. Belki de, ilk defa yetim ol­duğunu yüreğinde hissetmişti. Bu durumdan, mahzun anne de çok etkilenmişti.

Çok geçmeden, anne Hz . .Amine de burada hastalandı.

Hastalığı, gittikçe artıyor ve ağırlaşıyordu. Medine'ye geleli, bir ay kadar zaman geçmişti ve ilk fırsatta Mekke'ye dönmele­ri gerekiyordu. Her şeye rağmen yola koyuldular.

101


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Ebvu denilen köyün yakınlanna kadar geldiklerinde, Hz.

Amine'nin hastalığı dayanılmaz boyutlara ulaştı. Dizlerinde derman kalmamıştı ve Hz. Amine artık adım atacak takat bu­lamıyordu. Çaresiz, bir ağacın altında mola verdiler. Belli ki, dünyadaki birliktelik buraya kadardı ve Hz. Amine dünyaya veda etmek üzereydi.

Mahzun annenin gözleri bir aralık, gelecekte kendisinden çok önemli işler beklediği oğlunun üzerine kilitlenmişti. Göz, yaş döküyor; gönül de hüzün yudumluyordu. Zaten yetim olan biricik oğlunu, bu ıssız çöllerde bir de öksüz bırakıp gidecekti. Yanaklanndan süzülen gözyaşlan Ümmü Eymen ve Efendi­ler Efendisi'ni de ağlatmış, adeta Ebva materne biirünmüştü. Anne ile oğul arasında tarifi imkansız bir duygu seli cereyan ediyordu. Nihayet, kadife gibi yumuşak ellerini avuçlan içine alıp biricik kuzusunu uzun uzun süzdükten sonra şunlan söy­lemeye başladı:

- Allah seni mübarek kılsın. Sen ki, Melik-i Mennan olan Allah'ın yardımıyla dehşetli ölüm okunun isabet etmesinden yüz deve karşılığında kurtulan babanın oğlusun! Şayet benim uykuda gördüklerim doğru ise Sen, Celal ve Kerem sahibi Zat tarafından bütün varlığa gönderilecek, beklenen Nebi olacak­sın. Onlara helal ve hararnı bildirecek, atan olan iyilik abidesi İbrahim'in getirdiklerini teslim edip tamamlayacak ve Allah'ın inayetiyle Sen, öteden beri insanların alışkanlık peyda etmiş olduklan putlardan da uzak kalacaksın.

Bunlan söylerken kendinden çok emin bir duruşu vardı.

Sözlerini, biricik ve kimsesiz yavrusunu, her şeyin sahibine emanet ettiğinin bilinciyle söyler gibiydi. Arkasından da şun­lan ilave etti:

- Canlı olan her şey, her an ölümle burun buruna, her yeni de eskimeğe mahkum ve her büyük de fena bulmaya mü­heyyadır. İşte ben, bugün ölüyorum. Ancak, ismim baki ka-

102


Hz. Amine'nin Vefatı

lacaktır. Çünkü ben, tertemiz bir çocuk dünyaya getirdim ve bugün, en hayırlı olanı arkamda bırakıp gidiyorum.ss

Bunları söyledikten sonra da, bir daha açmamak üze­re gözlerini kapayacak ve son nefesini verecekti. Böylece Medine'deki babasından sonra, gelecek Son Nebi adına bir imza da Ebva'da atılmış oluyordu.

Belki de Allah, O'nun peder ve validesini; oğullarına kar­şı minnet altında tutmamak ve anne-babalık mertebesinden manevi evlat konumuna düşürmernek için kendi huzuruna almış, böylelikle onları mesut ettiği gibi Habib-i Ekrem'ini de memnun etmek istemişti. Görünüşte onlar, zahiren ümmet olmamışlardı; ama böylelikle Allah (celle celaluhü) onları da ma­nevi ümmet mertebesine yükseltmiş, diğer ümmetin fazilet, meziyet ve saadetini de onlara ihsan etmiştir. 64

Zira bilinmektedir ki; Efendimiz'in anne ve babaları, Hz.

İbrahim'den kalma 'Hanif anlayışı üzerine bir hayat yaşı­yorlardı. Aynı zamanda onlar, henüz tebliğ döneminin baş­lamadığı 'fetret' döneminin insanlarıydı. Bilhassa anne Hz. Amine'nin sözlerinden de açıkça anlaşılacağı üzere onlar, bu sağlam ve tertemiz anlayışı kabullenmiş ender insanlar ara­sında bulunuyorlardı ki, dünyanın en hayırlı evladını insan­lık alemine emanet etmişlerdi ve ahiret yurduna öyle gidiyor­lardı.

Tarihin, miladı 576'yı gösterdiği bu dönemde Efendiler Efendisi, yapayalnız kalıvermişti. Sadece yanında, Ümmü Ey­men vardı. Bundan böyle, O'na analık ve babalık görevini o üstlenecek ve onların yokluklarını hissettirmemeye çalışacak­tı. Bu sebepten Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), onun için

63 İsfehani, Delailü'n-Nübiıvve, 119, 120

64 Bkz. Bediüzzaman, Mektübat, 28. Mektub, Sekizinci Mesele, Yedinci Nükte, s·375

103


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

'Annemden sonra ikinci bir annem.w ifadesini kullanacak ve onu bir müddet sonra da hürriyetine kavuşturacaktı.

Çok geçmeden Ümmü Eymen'le birlikte Habib-i Zişan Efendilerimiz de Mekke'ye döndüler.

65 El-Hindi, Kenzu'l-Ummal, 12/276 (34417)

104


DEDE ABDULMUTTALİB'İN HİMAYESİ

 

Created by Readiris, Copyright IRIS 2005
Created by Readiris, Copyright IRIS 2005

Hz. Amine'nin vefat edip de Efendiler Efendisi'nin öksüz kalışı, herkes gibi Abdulmuttalib'i de üzmüştü. Artık torunu Muhammed'e, anne ve baba yokluğunu hissettirmeyecek sı­caklıkta bir sevgi gösteriyor ve onun üzerine titriyordu. Kabe'­nin gölgesinde kendisi için kurulan bir sedir vardı ve insanlarla burada buluşup konuşur, Mekke'ye ait işleri buradan deruhte ederdi. Kendi oğullan dahil kimse, saygılanndan dolayı bu se­dirin üzerine oturamaz; insanlar etrafında halka oluşturarak yerde oturmayı tercih ederlerdi. Mekke'de bu prensibi delip uygulamayan, sadece gürbüz bir delikanlı vardı: Abdullah'ın emaneti Muhammed. Gelir ve dedesinin yanına oturur; san­ğının arkasından tutarak onu çekerdi. O'nun bu hareketine mani olmak için yeltenenlere karşılık Abdulmuttalib:

- Benim oğulcuğumu kendi haline bırakın, ilişmeyin O'na.

Allah' a yemin olsun ki, O'nun geleceği çok parlak, durumu çok ciddi, der, sırtını sıvazladıktan sonra da yanı başına oturtur­du.66 Belli ki, O'nun bu türlü davranışlan, Abdulmuttalib'in

66 İbn Sa'd, Tabakat. ı/118

ıos


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

de hoşuna gidiyor ve geleceği adına büyük ümitler beslediği torununa kimsenin ilişmesine gönlü razı olmuyordu.

Bir gün Abdulmuttalib, yanındaki Kureyş heyetiyle bir­likte Yemen' e gitmişti. Bu sırada Habeşistan' da melik olarak, yıllar öncesinden meşhur kahinler Şıkk ve Satıh'in haberini verdikleri Seyf İbn Zi Yezen vardı. Melik, Abdulmuttalib'i kar­şısında görünce, onunla daha yakından ilgilenmeye başlamış­tı. Bu durum, herkesin dikkatini çekmişti ve herkes sebebini anlamaya çalışıyordu. Nihayet Seyf, yalnız kaldıkları bir fırsatı değerlendirerek Abdulmuttalib'i karşısına aldı ve ona şunları söylemeye başladı:

- Ey Abdulmuttalib! Ben sana, bana ait hususi ilmimden bir kısım sırlar vereceğim. Bunu senden başkasına da söyleye­cek değilim. Konunun seninle ilgili olduğunu görüyor ve onun için bunları sana söyleme lüzümunu hissediyorum. Senin şahsında ben, O'nun doğuşunu görüyorum. Allah izin verin­ceye kadar bunlar, senin yanında gizli kalsın ve sakın kimseye açma. Şüphe yok ki, kendi aramızda sır gibi sakladığımız ve kimseyi muttali kılmadığımız derin ilimlerin arasında ve saklı kitapların sayfaları içinde büyük bir hayrın, önemli bir hadi­senin gerçekleşeceğini görüp duruyoruz. Bu hayır ve önemli hadisede, genelolarak bütün insanlığın; özelolarak da senin içinde bulunduğun heyetin, şeref ve fazileti, bilhassa da senin şeref ve faziletin gizli.

Melikin anlattıkları Abdulmuttalib'i de heyecanlandır­mıştı. Ancak adam, henüz söyleyeceklerini söylemiş görün­müyordu. Onun için Abdulmuttalib:

- Peki bu ne, diye sordu. Melik şunları söyledi:

- Tihame' de bir çocuk dünyaya gelecek ve o çocuğun iki

omuz küreği arasında bir alarnet olacak. Bundan böyle imarnet de artık bu çocuğa ait olacak. Kıyamete kadar sizin reisiniz O olacak. İşte bu zaman, O'nun dünyaya gelip de ortaya çıkma zamanı. Adı Muhammed'dir. Baba ve annesi vefat edecek ve

106


Dede Abdulmuttalib'in Himayesi

O'nu himayesine dede ve amcası alacaktır. Vallahi de bizler aramızda, hep O'nun gelişini konuşup duruyoruz. Allah, O'nu açıktan gönderecek ve bizlerden de O'na yardımcılar seçecek­tir. O'nun yanında yerini alanlar O'nunla aziz olacak; karşı çıkıp da düşmanlık edenler zelil olacaklardır. İnsanlardan gelecek tehlikelere karşı Allah O'nu koruyacak ve yeryüzünü O'nun için fethe açık kılacaktır. O, Rahman'a kulluk vazife­siyle dolu, şeytan! düşünceden alabildiğince uzaktır; O'nun gelişiyle ateşperestlik ortadan kalkacak ve putlara tapma da tarih olacaktır. O'nun sözü, son sözdür ... Adaletle hükmeder ... İyiliği emreder ve onu kendisi de yerine getirir; kötülükten in­sanlan uzaklaştınr ve kendisi de kötülüğün kökünü kurutma gayreti içindedir. Şu süsleri içindeki kutsal ev Kabe'ye and ol­sun ki sen, O'nun dedesisin ey Abdulmuttalib! İnan, bunda yalan yok. .. Sana anlattıklanmdan umanm anlarnan gerekeni anlamışsındır ve mesaj yerine ulaşmıştır.

Bu kadar açık tarif, elbette ki Abdulmuttalib tarafından da anlaşılmıştı. Zaten onun, daha önceden de bildikleri var­dı. Bunun için önce başını salladı. Üzerinde yılların ağırlığını taşıyan bir hal vardı. Büyük bir yük ve sorumluluğun altında olduğunu gösteren bir tavırla şunlan söyledi:

- Evet, ey melik! Benim bir oğlum vardı; o benim çok ho­şuma gidiyor ve üzerine de tir tir titriyordum. Onun için onu, kavmim arasındaki en kerim kız olan Vehb'in kızı Amine ile evlendirdim. Amine bir erkek çocuk dünyaya getirdi ve adını Muhammed koydum. Ancak O'nun babası ve ardından da an­nesi vefat etti. O, şimdi benim himayem ve amcasının hima­yesi altında.

İşin burasında Seyf devreye girdi ve:

- İşte, benim de sana demek istediğim buydu. O'nu iyi koru ve O'na düşman olan bazı hasetkar din adamlannın şer­rinden O'nu muhafaza et! Gerçi onlar, asla O'na bir zarar ve­remeyeceklerdir. Şayet bilsem ki ölüm, O'nun gelişine kadar

107


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

bana müsaade edecek, gider bütün asker ve ordumla birlik­te Medine'ye yerleşir ve orada beklerneye dururdum. Çünkü ben, kitab-ı natık ve ilm-i sabıkta Medine'nin, O'nun işinin yerleşeceği yer, yardımcılarının mahalli ve kabrinin de meka­nı olacağını görüyorum.s?

Yemen'deki işlerini de bitirmiş ve Mekke'ye geri dönmüş­lerdi. Seyf İbn Zi Yezen'in anlattıkları, Abdulmuttalib'in zih­nini sürekli meşgul ediyordu. Belki, dışarıdan bakanlar bunun farkında değillerdi; ama onun dünyasında hep, torunuyla ilgili hülyalar, yarını adına karşılaşacağı lütuf ve sıkıntılar tüllenip duruyor ve bunları düşünmekten bir türlü kendini alamıyordu.

Kendi halkı kadar, dışarıdan gelen insanlar için de Ab­dulmuttalib bir çözüm merciiydi. Onun için zaman zaman dı­şarıdan da bazı heyetler gelir ve onun himmetine müracaat ederlerdi. Yine böyle bir gün Müdlicli birkaç bilge Mekke'ye gelmişti. Belli ki, Hz İsa'nın izinden yürüyen bu adamlar da, Seyf İbn Zi Yezen gibi O'nun geleceğinden haberdar idiler. Zira, Kabe'ye doğru ilerlerken karşılarına çıkan bir delikanlıya takılmıştı gözleri ... Hayranlıkla O'nu seyrediyorlar ve şaşkın­lıklarını ifade etmekten de kendilerini alamıyorlardı. Hızlarını alamadılar ve yanına yaklaşıp daha çok tanımak ve kendisiyle de konuşmak istediler. Ümmü Eymen durumu fark etmişti ve bu kadar ilgiden rahatsızlık duyarak müdahale etmek istedi:

- Dokunmayın o çocuğa!

Adamlar, yabancı bir beldede yanlış bir hareket yapmış olmanın hacaletiyle irkildiler önce ve geri adım attılar. Ancak meraklarını giderecek bazı sorular sormadan da edemediler. Aralarından birisi atıldı ve:

- Bu kimin çocuğu, diye sordu. Babanın olmadığı yerde amca ve dede, baba hükmünde değerlendirilirdi. Ümmü Ey­men de bu maksatla cevap verdi:

67 İbn Hacer, İsabe, 2/134, 135; Halebi , İnsanu'l-Uyün, 1/187

108


Dede Abdulmuttalib'in Himayesi

- Abdulmuttalib'in.

Tanıdıkları bir isimdi. Mekke'nin reisiydi. Zaten onlar da Abdulmuttalib'i ziyarete gelmişlerdi. Onu nerede bulabilecek­lerini sordular. Adres Kabe'yi gösteriyordu.

Çok geçmeden Abdulmuttalib'i Kabe'nin avlusunda, sed i­rinin üzerinde buldular. Selam ve muhabbetin ardından sözü, yolda gelirken gördükleri çocuğa getirdiler ve sordular:

- Bugün güzel bir çocukla karşılaştık. Yanındaki kadın,

bu çocuğun sana ait olduğunu söyledi. - Evet, o benim oğlum.

- Hayır, olamaz, dedi biri.

- Olamaz; zira bu çocuğun babası, daha O doğmadan ve-

fat etmiş olmalı, diye de ilave etti.

Adamların bir bildiği vardı ve daha açık konuşmak gere­kiyordu. Yemen'deki melik gibi bunlar da bir şeyler biliyor ol­malıydı. Bu sebeple Abdulmuttalib:

- Evet, o benim oğlumun emaneti; yani torunum, dedi. Şimdi olmuştu. Zihinlerini kemiren şüphe de ortadan kalkmıştı. Gördükleri her şey, bu çocuğun bekledikleri Zat ol­duğunu anlatmaktaydı. İçlerinden birisi atıldı:

- Bu çocuğun ayak izleriyle, Makam-ı İbrahim'deki izler aynı. Yani bu, İbrahim soyundan geliyor. Yüzündeki güzellik. . . gözlerinin rengi... Seeiye ve duruşundaki duruluk. .. Karakte­rindeki ululuk. .. Hele iki omuzu arasındaki işaret, bu çocuğun Beklenen Nebi olduğunu söylüyor.

Bir başkası devam etti:

- Biz, İsmailoğullarından gelecek ve Peygamberlerin so­nuncusu olacak bir Nebi'nin sıfatlarını kitaplarda okuyup du­ruyoruz. Bu malümata göre, o Nebi'nin zuhür edeceği yer de burası, yani Mekke'dir.

Bu sırada yetim Muhammed de dedesinin yanına gelmişti.

Gözler yine O'nun üzerinde yoğunlaşmış, nazarlar İnsanlığın

109


Efendimiz (sallallalıu aleylıi ve sellem)

Emini'ni süzer olmuştu. Aralanndan birisi Abdulmuttalib'in kulağına eğildi ve:

- Ancak bu çocuğu iyi korurnan lazım, dedi ve ilave etti:

- Zira, Beklenen Nebi'nin bu çocuk olduğunu, hasetkar

bazı din bilginleri anlarsa -ki onlar da bu çocuğun geleceğini iyi bilmektedirler- O'na bir kötülük yaparlar. 68

Abdulmuttalib, şimdi daha bir derin düşünüyordu; zira, biraz kitap karıştırıp din adına derinleşen herkes, Abdullah'ın emaneti Muhammed'in Beklenen Nebi olduğunu biliyordu; ama hepsinin de müşterek O'nu bir endişesi vardı: hasetkar din adamlannın şerrinden koruyamamak. Demek ki Abdul­muttalib için, böyle bir mesuliyet daha vardı.

Bu sıralarda İnsanlığın Emini sekiz yaşını biraz geçmiş­ti. Abdulmuttalib de artık yaşlanmış ve dünyaya veda etmek üzereydi. Bir gün yanına, diğer bir oğlu olan Ebu Talib'i ça­ğırdı. Olanca vakar ve ciddiyetle karşısına almış; ona şunları söylüyordu:

- Bu oğlumun şan ve şerefi pek yüce olacaktır ve O, be­nim sana bir emanetimdir. 69

Belli ki, o da yola revan olmuş, ebedi aleme yürüyordu.

Ve çok geçmeden, seksen iki yaşlanndaki Abdulmuttalib de vefat etti. Dedesinin de Hakka yürüdüğü haberini alan İnsan­lığın Emini, cansız bedeninin yanı başında durmuş; şefkat ka­natlarıyla kendisini görüp kollayan dedesinin üzerine gözyaşı dökiiyordu.??

Belli ki kader, baba ve annesinden sonra dedesi Abdul­muttalib'i de yanından alarak, bütün insanlığın beklediği Son Nebi'nin yüzünü, sadece Rabb-i Rahim'in şefkat ve merhamet

68 İbn Kesir, el-Bidaye, 2/272

69 Suyüti, Hasaisu'l-Kiibra, ı/90

70 Bkz. İbn Sa'd, Tabakat. ı/119; Semani, Ensab, ı/S7. Abdulmuttalib vefat etti­ğinde yaşının yüz on olduğunu söyleyenler de vardır. Bkz. Aynı eser.

110


Dede Abdulmuttalib'in Himayesi

kapısına yöneltiyor ve böylelikle, O'ndan gelecek vahyi kendi duruluğu içinde alabilecek bir şuuraltı müktesebatın oluşma­sını murad ediyordu. Madem O, insanlığın halaskan idi, öy­leyse anne ve baba bile olsa bir beşerin yönlendirmesinden ziyade, doğrudan mülk ve melekütun Sahibi tarafından terbi­ye edilmeli idi. Zaten Efendiler Efendisi için hadiseler, hep bu merkezde cereyan ediyordu.

111


 


AMCA EBU T.ALİB'İN HİMAYESİ

 

Created by Readiris, Copyright IRIS 2005
Created by Readiris, Copyright IRIS 2005

Amca Ebü Talib için babası Abdulmuttalib'in söyledi­ği bu sözler, bir baba vasiyeti demekti. Onun için, yeğeni Muhammed'i yanına aldı ve bir baba şetkatiyle kucakladı O'nu. Artık Efendiler Efendisi, baba yerine Ebü Talib'den şef­kat görecek, anne yerine de, Ebü Talib'in hanımı ve Hz. Ali'nin annesi Hz. Fatıma'nın?' sıcaklığını hissedecekti.

Belki Ebü Talib, fakirdi; kendisini iğna edecek servete de sahip değildi. Ama onun, yeğenine açtığı şetkat kucağı, her türlü şartla kendini gösterecek; mal ve mülkle çözülemeyecek meseleler böylelikle çözümlenecekti. Zira evlerine, Muham­medü'l- Emin geldiğinden beri ayrı bir bereket yaşanıyor; aile fertleri arasında da çok farklı bir huzur yayılıyordu. Hatta, O'nun sofrada olmadığı demlerde kannlan doymadan kalk­mak zorunda kalan ev halkı, O'nunla birlikte yedikleri yeme-

   71         Yıllar sonra Hz. Ali'nin annesi Hz. Fatıma vefat ettiğinde Allah Resülü (sal­lallahu aleyhi ve sellem) hanelerine şeref verecek ve üzerindeki cübbeyi Hz. Fatıma'nın üstüne örtecek, kabre de bizzat onu kendisi indirecekti. Başkala­nna yapmadığı böyle bir davranışın sebebini soranlara da; "Ebu Talib'den sonra bana onun kadar iyilik yapan olmadı. Onun üstüne cübbemi, cennet libaslanndan giyinsin diye örttüm ve mezanna da, hesabını kolay versin diye kendim indirdim." cevabını verecekti. Bkz. Süheyli, Ravdu'l-Ünf, 1/112; İbn Abdilberr, İstiab. 1/369, 370

113


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

ğin arttığına şahit oluyorlardı. Onun için Ebu Talib, kendi ço­cuklanndan daha çok sevdiği Mulıarnmedü'l-Emin olmadan sofraya oturmak istemiyor ve otururken de, O'nu yanı başına almaya gayret ediyor, başka kimseye göstermediği şefkat ve alakayı O'na gösteriyordu.

Aynı zamanda Muhammed, yaşıtlannın çok fevkinde bir olgunluk gösteriyor ve asla yokluğu problem etmiyordu. Açlık veya susuzluktan dolayı herhangi bir şikayetini duyan olma­mıştı. Gidip zemzemden içiyor ve birileri ikramda bulunmak istediğinde, arzu etmediğini, zira karnımn tok olduğunu söy­lüyordu.?-

Ebu Talib, kardeş emaneti ve baba vasiyeti olduğu için de, gözünü onun üstünden eksik etmiyor; yatarken yanı başında sabahlıyor ve dışan çıkarken de onunla beraber çıkmayı ter­cih ediyordu. Ona göre her bilge, aynı noktada uyan yaptığına göre mutlaka bunun bir hakikati vardı ve işi ihtimallere bırak­mamak gerekiyordu.P

Kureyş'in gençleri gibi Ebu Talib de ticaretle uğraşıyor­du. Zaman zaman yeğeni Muhammed'i de yanına alıyor ve O'nu da geleceğe hazırlamaya çalışıyordu. Bu sırada O, on iki yaşlanndaydı. Efendiler Efendisi, Mekke'de kaldığı zaman­larda Ecyad taraflanna gidiyor, buralarda koyun otlatıyordu. 74 Böylelikle tecrübe kazanıyor, hayatın her alanında malümat sahibi oluyordu.

Bir gün Ebu Talib, Şam taraflanna gitmek üzere hazır­lıklara başlamıştı. Bunu duyan yeğeni Muhammed, boynunu bükmüş ve kendisinin de amcasıyla beraber gitme arzusunu dile getirmişti. Ebu Talib'i duygulandıran bir tabloydu bu ve:

- Vallahi de O'nu almadan gitmeyeceğim; bundan son-

72 Bkz. Kadı İyaz, Şifa, 1/729,730 73 Bkz. İbn Sa'd, Tabakat. 1/119, 120

74 Bkz. Buhari, Sahih, 2/247, 248; Müs1im, Sahih, 6/125; İbn Mace, Sünen, 2/727; İbn Sa'd, Tabakat. 1/125, 126

114


Amca Ebu T'a l i b t i n Himayesi

ra ne ben O'ndan ayrı kalacağım ne de O'nun benden uzak kalmasına müsaade edeceğim, diye ahdetti. Onun bu ahdini duyan Efendiler Efendisi'nde ayrı bir sürur hakimdi. Ticaret için ilk defa Mekke dışına çıkacak, hangi şehirlerden geçecek, kim bilir kimlerle tanışacak ve yol boyunca kim bilir ne türlü olaylara şahit olacaktı ...

Şam Yolculuğu ve Rahip Bahira

Derken, ayrılık vakti geldi ve hareket eden kervanla bir­likte amca-yeğen de vedalaşıp yola koyuldu. Uzun ve yorucu bir yolculuktu. Zaman zaman dinlenip ihtiyaçlannı gideriyor­lar ve bir müddet sonra yeniden yola revan olup Şam'a doğru ilerliyorlardı. Nihayet, Kudüs'le Şam arasında bulunan Busrô. denilen şehrin yakınlanna geldiklerinde, yeniden mola ver­miş ve dinlenmeye durmuşlardı.

Kervandakiler dinlenmeye başlamışlardı ki, uzaktan he­yecanla birisinin kendilerine doğru geldiği görüldü. Görünüş itibariyle dağınık ve dünyadan kopmuş bir hali vardı gelenin. Bunun için kervandakiler, gelenin kendileriyle ilgisinin ola­bileceğine hiç ihtimal vermemiş ve kendi hallerinde dinlen­meye devam ediyorlardı. Ne zaman ki bu şahıs yaklaşıp ken­dilerine:

- Şu manastırdaki Rahip Babira sizi yemeğe davet edi­yor, dedi. Oradakiler konunun kendileriyle ilgili olduğunu an­ladılar; ama bu davetin sebebi konusunda hala herhangi bir bilgileri yoktu.

Bahira, dünyadan elini-eteğini çekmiş, geri kalan haya­tını manastırda Rabbine kullukla geçiren bir rahipti. İyi bir Hristiyan alimiydi. Hatta, önceden Yahudi iken daha sonrala­n Hristiyanlığı seçmiş ve bununla da kalmayıp din konusun­da derinleşerek zamanının parmakla gösterilen insanlanndan biri haline gelmişti. İçinde bulunduğu kilisede, rahipler ara­sında elden ele dolaşan tarihi bir kitap vardı ve bu kitabı oku-

115


Efendimiz (sallallahn aleyhi ve sellem)

yup anlayabilen birkaç kişiden birisi de şüphesiz o idi. Dünya­dan elini eteğini çekmiş, kilisede ruhban hayatı yaşıyordu.

Onun için, ne ticaret için gidip-gelenlerin, ne de mal ve mülk adına ortaya konulan gayretlerin bir değeri vardı!.. Ancak, ola­cak ya, bir aralık küçük dehlizlerden dışarıya gözü kayıvermişti. Aslında bu kayış da, şüphesiz takdirin bir başka boyutuydu. Her zaman olduğu gibi yine bir kervan geliyordu. Yalnız bu kerva­nı, öncekilerden ayıran bir başka özellik daha vardı; kervanla birlikte bir bulut, yolculan takip ediyor ve kızgın güneşin yakı­cılığından onlan koruyordu. Zihninde şimşekler çakıvermişti ... Bulut... Gölgeler ... Ahir zaman ... Son Nebi... Ahmed ... Tarihi ki­tap ... Bireryıldınm hızıyla hafızasında beliren bu konular, onun kervana olan ilgisini daha da artırmıştı. Yoksa, kısrnet ayağına mı geliyordu? Ya gerçekten öyleyse! O zaman, hala burada mis­kin miskin durmanın ne anlamı olabilirdi ki?

Dünyaya pencerelerini kapatan bu ihtiyar, birden genç­leşmiş ve o güne kadar hiç yapmadığı şeyleri yapmaya başla­mıştı. .. Yıllardır kaybedip de artık bulmaktan ümidini kestiği bir yitiğini bulmanın sevinci vardı gözlerinde. Yoksa, dizinin dibine kadar gelen, Faran dağlannda zuhür edecek olan Fa­raklit miydi?

Kervan üzerinde bulutlar bir noktaya yoğunlaşmış, altın­daki şahsı güneşten koruyorlardı. Hatta kervan mola verince bu şahıs, belli ki bir ağacın altında istirahate çekilmek istemiş ve onunla birlikte bulut da ağacın üzerine gelerek gölgeleme­ye devam etmişti. Ağacın dallan dahi harekelenmiş, aralann­dan güneş ışınlarının geçmemesi için ve alttaki Zat'ı, sıcağın etkisinden koruma adına birbirlerine kenetlenmişlerdi.

Görüp durduklannın okuyup bildikleriyle herhangi bir alakasının olup-olmadığını anlayabilmek için daha yakın ol­mak gerekiyordu ve işte bunun için Bahira, alelacele kervana ulaşmış, onlara şöyle sesleniyordu:

116


Amca Ebu Tfl l i b Tn Himayesi

- Ey Kureyş cemaati! Şüphesiz ki ben size bugün, bir ye­mek tertip ettim ve küçük-büyük, köle-hür hepinizin bu ye­meğe gelmenizi arzu ediyorum.

Şaşırmıştı kervandakiler!.. Zira, buradan çok gelip geç­mişlerdi, ama manastırdaki bir rahibin ... Hele Balıira'nın kendileriyle ilgilendiğine hiç şahit olmamışlardı. Aralarından birisi öne atıldı ve:

- Allah'a yemin olsun ki ey Bahira! Bugün sende ayrı bir gariplik var; daha önceleri sen böyle şeyler yapmazdın, dedi. - Doğru söylüyorsun, diye cevapladı Bahira ve devam etti:

- Aynen dediğin gibi, bugün bir gariplik var. Fakat sizler misafirlersiniz. Size yemekler yapıp ikramda bulunma arzum nüksetti birden. Gelip hep beraber bu sofranın etrafında top­lanın ve yiyin ondan.

Bu kadar samimi bir davete icabet etmemek olur muydu hiç? Hem, haftalardır yol yürümüşler, işin doğrusu böyle bir daveti özlemişlerdi. Bunun için, kervandaki işini toparlayan, kilisenin yolunu tutuyordu.

Beri tarafta da, kilise sakinleri harekete geçmişti ve ker­vana ikram edilmek üzere mükellefbir sofra hazırlanıyordu.

Herkes gelmişti: ama esasen Rahip Bahira'yı ilgilendiren manzara hala kervanın yanında duruyordu. Gelenler arasında da, henüz aradığı simayı görememişti. Merakından çatlayacak gibiydi ve fazla dayanamadı:

- Ey Kureyş topluluğu! Sizden kervanın yanında kalıp ye­meğe gelmeyen birisi kaldı mı? Buraya gelmeyen birisi var mı orada acaba?

- Yemeğine icabet etmesi gerekip de gelmeyen kimse kal­madı. Ancak küçük bir çocuk hariç, dediler. Ve:

- O, yaş itibariyle en küçüğümüzdü ve eşyalanmıza göz­kulak olsun diye bıraktık O'nu, diye de ilave ettiler.

117


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

- Öyle yapmayın, dedi Bahira ve ilave etti:

- O'nu da çağınn ve yemeğe sizinle birlikte O da gelip ka-

tılsın.

Küçük bir çocuk bile olsa o da gelmeliydi ve İnsanlığın Emini de davet edildi. Aralanndan birisi, koşarak kervanın olduğu yere gelmiş ve gözlerin aradığı Zat'ı da yemeğe davet etmişti. Artık O da geliyordu. O'nun yerinden kalkması ve ki­liseye doğru hareket etmesiyle birlikte üzerinde kendisine göl­gelik yapan bulut da hareket etmişti ve davet edilen mekana doğru ilerlemekteydi. Şimdi olmuştu. Bahira'nın kanaati, artık biraz daha belirginleşmiş, çözüm bekleyen sorulanna cevap bulacağı ümidiyle heyecandan kalbi duracak gibi olmuştu.

Hele, yanına gelip de nur cemalini gördüğünde, artık bü­tün tereddüt ve şüphelerinden annmış; meseleyi çözmüştü. Gözleri Muhammed'in üzerinde kilitlenmişti adeta. Uzun uza­dıya süzdü önce. Baştan aşağıya üzerinde gezdirdi gözlerini ve aradığını bulmanın sevinci kapladı bütün bedenini. Hiç şüphe yok ki bu, kadim kitapların müjdesini verdiği Ahmed'den baş­kası değildi!

Beri tarafta yemekler yenmişti ve artık insanlar yavaş ya­vaş hareketlenmekteydi. Ya, konuşamadan giderse?. Ne ya­pıp edip, O'nunla konuşmalı, fiziki şartların ortaya koyduğu sonucu bir de kendisiyle konuşup görüşerek pekiştirmeliydi. Bir fırsatını buldu ve yaklaştı yanına:

- Ey delikanlı, dedi ve ilave etti:

- Sana bazı sorular soracağım. Ancak Lat ve Uzza hakkı.

için sadece sorduklanmın cevabını vereceksin bana.

Ancak İnsanlığın Emini, soruda kullanılan bazı isimler­den rahatsız olmuştu ve:

- Bana Lat ve Uzza ismini vererek soru sorma. Allah'a yemin olsun ki ben, onlara kızdığım kadar başka hiçbir şeye kızmıyorum, diye tepki gösterdi. Zaten Bahira da, Kureyş'in

u8


Amca Ebu Tillib'in Himilyesi

genelde bu iki put üzerine yemin ettiklerini duyup bildiğin­den dolayı öyle söylemiş ve böylelikle belki de, İnsanlığın Emini'nin putperestlik hakkındaki tepkilerini ölçmek iste­mişti. Aradığını buluyordu. Rahip için emarelerin her biri, bir diğerini destekler mahiyetteydi ve daha da rahatlamıştı. Far­kına vardığı farklılık, aşikar ve açıktı.

- Öyleyse, Allah adına bana söz ver ve sadece sorduklan­ma cevap ver, diyerek soracağı sorulara zemin hazırladı. Ge­len cevap Balıira'yı daha da rahatlatacaktı:

- İstediğini sor.

Artık Bahira, uykusundan rüyalanna, gündelik yaşayı­şından isteklerine kadar birçok şey sordu Hz. Muhammed'e (sallallahu aleyhi ve sellern). Bahira soruyor, Allah Resülü de sühü­letle cevaplıyordu. O kadar netti ki; her şey, kitaplarda gördü­ğü gibi cereyan ediyordu. İşin kelam boyutu tamamlanmış ve bütün emareler, muhatabının O olduğunu haykırmıştı. Geri­ye, sadece risalet mührü kalmıştı. Onu da görmek istedi. An­cak, edep insanı Allah Resülü, sebebini bilmeden öyle herkese sırtını açıp omzunu gösterecek değildi. Başka çare olmadığını gören Bahira, çaresiz fısıldadı kulağına. O da, meraklı ihtiyan daha fazla bekletmedi. Belki de tam, 'Görerneden gidiyorum.' derken bu kadar yakınında kendisini O'nunla şereflendiren Rabbine gönlünden gelerek hamd ediyordu.

Artık tereddüt edecek en ufak bir nokta kalmamıştı. Tari­hi bir vazifesi daha vardı ve o da, kendi çapında bu vazifesini yerine getirecekti. Bunun için de, Amca Ebu Talib'e yöneldi: - Bu çocuğun sen nesi oluyorsun?

Araplarda amca ve dede, babanın olmadığı yerde baba ye­rine geçerdi ve buna dayanarak Ebu Talib de:

- Babası, cevabını verdi.

Tam bu ana kadar her istediğini beklediği şekilde bulan . Bahira, bir anda irkilmiş ve Ebu Talib' den beklemediği bir ce­vap almıştı. Bir müddet duraksadı ve beklemediği bu cevap-

119


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

tan dolayı başını, şiddetle iki yana doğru sallamaya başladı. fIallisanıyla sanki, "Hayır, bu olamaz!" diyordu. Zira onun bildiklerine göre, bu çocuğun babası, daha O dünyaya gelme­den vefat etmiş olmalıydı.

- Hayır, bu çocuğun babası sen olamazsın. Zira, bu çocu­ğun babası, bugün yaşıyor olamaz. Daha O dünyaya gelmeden vefat etmiş olmalıdır, dedi.

Zaten Ebu Talib de, amca olması yönüyle ve o an için ve­layetini taşıdığı için bu cevabı vermişti. Dolayısıyla, Ebu Talib için gerçeği söyleme zamanıydı artık ve:

- O, benim kardeşimin oğlu, dedi bütün soğukkanlılığıy­la. Ebu Talib sorulardan endişelenmeye başlasa da, Balıira sormaya devam ediyordu:

- Peki, babası ne yapıyor? Kestirmeden cevapladı Ebu Talib:

- Annesi O'na hamile iken vefat etti.

İşte şimdi olmuştu. Bahira için, inkitaa uğrayan tarihi bil­gilerle karşılaştıklarını kıyaslama işi yeniden rayına girmişti ve:

- İşte şimdi doğruyu söyledin, deyiverdi Ebu Talib' e. Ar­kasından da, amca Ebu Talib'i bir kenara çekecek ve ona, cid­di ciddi şunlan söyleyecekti:

- Kardeşinin oğluyla sen, geldiğiniz yere, memleketinize geri dönün. Bu çocuk konusunda, buradaki hasetkar din bil­ginlerine karşı dikkatli ol. Allah'a yemin olsun ki, şayet benim gördüklerimi onlar da görür ve sıfatlanndan O'nu tanırlarsa, bu delikanlıya bir kötülük yaparlar. Çünkü senin kardeşinin bu oğlu için, dünya çapında büyük bir hadise olacak. Geldiği­niz yere dönmekte acele edip süratli davranmaya bak.75

Yılların tecrübesiyle konuşan rahipten bu nasihati alan Ebu Talib de, babasının kendisine vasiyet ederek emanet bı-

75 İbn Sa'd, Tabakat. 1/153-155; Semani, Ensab, 1/96, 97, Taberi, Tarih, 1/194, 195

120


Amca Ebu Talib'in Himayesi

raktığı yeğeninin başına bir şey gelmemesi için hemen dönüş kararı alacak; önce yanında getirdiği malları Busra'da satacak ve ardından da yeğeninin elinden tutarak Mekke'ye doğru yola koyulacaktı.

Korunup Kollanmada İlahi Yönlendirme

Ebu Talib, yeğeni konusunda artık daha duyarlıydı. Bu­güne kadar dinlediklerinin yanında bir de Balıira'nın anlattık­larını düşündükçe, O'nun üzerine ayn bir hassasiyetle titriyor ve başına bir şey geleceğinin korkusuyla yatıp kalkıyordu.

Zaten yeğeni Muhammed de, gelişip boyatmış, endamıy­la dikkat çeker olmuştu. Üstüne üstlük bir de, bugüne kadar insanların genel alışkanlıkları konusunda farklı düşünüyor ve toplumda uygulanagelen her hareketi, mutlaka kendi kriter­lerine göre değerlendirip bir sonuca gidiyordu. Bunun için, putlarla arası hiç iyi değildi. Akranlarında olduğu gibi O'nda, kötü alışkanlıklara karşı meyil bir tarafa; onlardan olabildi­ğince bir uzaklaşma hakimdi. Kısaca, başkalarının pişirerek önüne koyduğu hayat tarzı yerine, tamamen kendine has bir hayat felsefesi vardı. Çünkü O, insanlığın kurtuluşu adına ilk baştan beri süzülerek seçilmişti ve her haliyle bu seçilmişliği temsil ediyordu.

Buuône denilen yerde Kureyş'in ihtiram gösterdiği büyük bir put vardı ve senenin belli günlerinde buraya gelerek ona kurban keser, etrafında halkalanarak dilekte bulunurlardı. Bir sene yarım; diğer sene de tam günlerini yanında geçirdikle­ri bu putun yanında saçlarını tıraş ettirerek huzurunda uzun uzadıya temenna dururlardı.

Yine böyle bir zaman diliminde Ebu Talib, yanından ayır­mak istemediği yeğeni Muhammed'i de alarak Buvane'nin ya­nına götürmek istedi. Yanına gelip durumu anlattığında aldığı ilk tepki olumsuzdu. Nasıl gidebilirdi ki?. O, bütün bunları ortadan kaldırmak için seçilen bir insandı. Sadece, henüz ri-

121


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

salet vazifesi tebliğ edilmemişti, o gün de, bu risalet vazifesini eda ederken takınacağı tavrın dışına çıkmayacak ve geleneğin akıl kabul etmez anlayışlanna 'evet' demeyecekti.

Yeğeninden beklemediği bir tepki alan Ebu Talib, önce kızdı. Bu duruma sinirlenip tepki gösteren, sadece Ebu Talib de değildi. Efendimizin halalan da devreye girmiş:

- Ya Muhammed! Kavminin bayram gününde onlarla bir­likte olmayı reddetmekle sen ne yapmak istiyorsun? Şüphesiz bizler, ilahlanmızdan bu kadar uzaklaşmandan ve onlara yap­tıklanndan dolayı başına bir şeyler geleceğinden korkuyoruz, diyor ve yeğenIerini itap ediyorlardı.

Evet, onlar büyiikleriydi; saygıda kusur etmemek gereki­yordu. Ancak, tekliflerinin de elle tutulur bir yanı yoktu. Hele bu kadar üstüne gelmelerini ve yanlışlannda bu kadar ısrarcı olmalarını anlamanın imkanı yoktu. o kadar ki, Habib-i Zişan Efendimiz, konuşulanlardan bunalmış ve meclisi terk etmek zorunda kalmıştı. Evden çıkarak bir müddet yalnız kalmayı tercih etmiş, şirk dolu böyle bir atmosferden uzaklaşarak ken- . dini dinlemek istemişti.

Bir müddet sonra İnsanlığın Emini, büyiik bir telaş ve korkuyla geri döndü. O'nun gelişini gören halalan da korkuya kapılmış:

- Senin başına bir şey mi geldi? Ne o, neden korktun, diye teskin etmeye çalışıyorlardı.

- Başıma bir şeylerin gelmesinden korkuyorum, diye ce­vapladı Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern).

- Allah (celle celaluhü), seni şeytanla imtihan edecek de­ğildir. Gördüğüm kadanyla sende hep hayır meziyetleri var, diye de teyit etti aralarından biri: Bütün bunlara son noktayı koymaya, onlann muttali olmadıklan; ama kendisinin sürekli muhatap olduğu farklılığı anlatmaya gelmişti sıra ve Efendiler Efendisi şunlan paylaştı onlarla:

- Sizin putlannızın yanına her yaklaştığımda karşıma, uzun boylu ve beyaz elbiseli bir adam çıkıyor ve:

122


Amca Ebu Tiilib'in H'i m a y e s i

- Sakın ona yaklaşma ve olduğun yerde kal ey Muham­med, diye sesleniyor.

Bu konuşma, konuyla ilgili son konuşmaydı ve bir daha da böyle bir konu hiç gündeme gelmeyecekti.?"

Daha dünyaya gelmeden önce babasını, altı yaşında an­nesini ve nihayet sekiz yaşındayken de dedesini kaybeden İn­sanlığın Emini, belli ki beşer takatinin üstünde bir terbiye ile büyüyor ve her şeyiyle beraber bizzat Alemlerin Rabbi tarafın­dan yönlendiriliyordu. Yıllar sonra bu hakikati ifade sadedin­de Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) şunlan söyleyecekti:

- Beni, bizzat Rabbim terbiye etti; o ne güzel bir terbiye­dirl??

Henüz kendisine risalet vazifesi verilmemiş olsa da O (sal­lallahu aleyhi ve sellern), açıkça bir koruma altında hayatını sürdü­rüyor ve nezih bir hayat sürüyordu. Nerede hayır adına bir hareket varsa oraya gidiyor ve işin bir tarafından da O tutu­yordu. Uzun uzadıya tefekküre dalıyor ve kulağını tırrnalayıp gözünü rahatsız eden manzaralardan kurtulma adına derin derin düşünüyordu. İçki benzeri bütün kötülüklerden uzak duruyor, putlar adına kesilen hayvanlara el sürrnüyordu. Her şey Hakk'ı anlatırken, insanların elleriyle yapageldikleri putlar karşısında temenna durmalanndan ciddi rahatsızlık duyuyor; yanında Lat ve Uzza adına yemin edildiğinde bu rahatsızlığını açıktan belli ediyordu.

Her yönüyle, ilahi bir koruma altındaydı. Mekke dışında koyun güttüğü günlerden birinde, yanındaki arkadaşına rica etmiş ve şehre inmek istemişti. Arkadaşı da bunu kabul etmiş ve geri dönünceye kadar koyunlanna bakacağını söylemişti. Daha Mekke'ye girerken, bir sesin yankılandığını duymuştu. Bu bir düğün ilanıydı. Oracıkta oturup gelişmeleri takip etmek

76 Bkz. İbn Sa'd, Tabakat, 1/158; Halebi, İnsanü'l-Uyün, 1/164 77 Münavı, Feyzu'l-Kadir, 1/91

123


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

istemişti ki, kulağının üstünde büyük bir darbe hissediverdi; oracıkta bayılıp kalmıştı. Aradan bir hayli zaman geçmiş ve ancak güneşin kızgın ışıklarıyla kendine gelip ayağa kalkabil­mişti. Çaresiz kalktı ve koyunlarını emanet ettiği arkadaşının yanına geri döndü."

Kabe'nin tamiri sırasında amcası Abbas ile birlikte Efen­dimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de taş taşıyordu. Genelde omuza alınarak taşınan bu taşlar, Efendimiz'in omzunu tahriş edip acı vermeye başlamıştı. Durumu görüp de kendisine çözüm tavsiye eden amcası Abbas'ın:

- İzarının bir parçasını omzuna koy ki, taşın vereceği eziyetten seni korusun, demesi üzerine Muhammedii'l-Emin de, bunu yapmak istemişti. Daha elini izarına uzatır uzatmaz, gözleri kaymaya başlamış ve olduğu yere yığılıvermişti. Ayılıp kendine geldiğinde, heyecanla:

- İzarım! İzarım, diye yüksek sesle haykırıyor ve üzerin­deki elbisesini sımsıkı tutuyordu. Ne bundan önce ne de sonra, bedeninin yasak olan bölgelerini kimseye açıp gösterecekti. 79

Nasılolmasın ki O (sallallahu aleyhi ve sellern), ismet sıfatlarıy­la mücehhez enbiya ve mürselinin en son halkasıydı. Her bir nebi, O'nun gelişini müjdelemiş ve geleceği gün için insanları hazırlamaya çalışmıştı. Kevn ii mekan ilk hareketi O'nunla al­dığı gibi, varlık ağacının münteha meyvesi de O idi. O'nun da­vası, sadece belli bir bölgeye ve sayılı insanlara da has değildi; kıyamete kadar gelecek bütün insanlar için rehber-i ekmeldi O (sallallahu aleyhi ve sellern). Öyleyse O, sadece risaletle görevli ol­duğu zamanlarda değil, bu görevle serfiraz kılınmadan önce de kötülüklerden korunmalı ve hayır ve yümünden başka bir şeyle asla tanışmamalıydı. Vak'alar da bunu gösteriyordu.

78 Siiheyli, Ravdü'l-Ünf, 1/81

79 Buhari, Sahih, 1/143 (357); Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 3/310 (14371); Ha­lebi, Uyünu'l-Eser, 1/105

124


Amca Ebu Talib'in Himayesi

O'nunla Gelen Yağmur Bereketi

Zaten sıcaklıktan bunalan Mekke'de, uzun süredir devam eden bir kıtlık hakimdi. Sema, rahmet kapılannı kapatmış, yer de susuzluktan gerilip çatlamıştı. Ne yeşillik adına bir şenlik, ne de pınarlarda bir damla su kalmıştı. Hayvanlar kınlıyor, insanlar da hayatlannın en zor günlerini geçiriyorlardı.

Bir ümit, Ebu Talib'in yanına geldiler: - Ey Ebu Talib, diyorlardı.

- Kuraklıktan vadiler kurudu ve artık çoluk-çocuk da, bu

dayanılmaz felaket karşısında kınlıp duruyor. Ne olur, gel de yağmur duasına çıkalım!

Bu durumda zaten yapılabilecek başka bir şey yoktu ve Ebu Talib de, yanına aldığı yeğeniyle birlikte, yağmur duasına kahlmak üzere evinden çıktı. Sadece O'nun üzerinde, adım­lannı takip eden bir bulut vardı. Nihayet Kabe'ye kadar gel­diler.

Sırtını Kabe'nin duvanna yaslayan Ebu Talib, önce yeğe­ninin elinden tuttu ve O'nun eliyle birlikte kendi ellerini de kaldırarak, yağmur yağdırması için Kabe'nin Rabbine yalvar­maya başladı.

Çok geçmeden, ufkun dört bir yanından hareket eden bulutlar, Mekke'nin üstünde kümelenivermişti. Daha dua nihayete ermeden sema, Kabe avlusunu rahmet damlalarıy­la yıkamaya başlamıştı bile ... Arkası kesilmeyen bir rahmet çağlıyordu. Nihayet, vadiler yeniden yeşermeye başlamış; canlılar da eski günlerine dönmenin hareketliliğine yeniden kavuşmuşlardı. Kıtlıktan kırılan Mekkelilerin yüzü artık gü­lüyordu.

Çoğu insanın gözünden kaçsa da Amca Ebu Talib, yapı­lan dua ve duaya karşılık gönderilen rahmet karşısında çok duygulanmış; bütün bunlara yeğeni Muhammed'in sebebiy­le mazhar oldukları konusunda tereddüdü kalmamıştı. Zaten

125


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

O'nun geleceği konusunda çok hassas davranması gerektiğini biliyordu. Bu gelişme, onun kanaatini bir kez daha pekiştir­miş, yeğenine olan saygısını bir kat daha artırmıştı, Onun için, duygularını şiirin kalıplarına dökecek ve o gün yeğeniyle bir­likte Kabe'de yaşadığı bu ilahi mazhariyeti, gelecek nesillere tatlı bir hatıra olarak bırakacaktı. 80

Ficar Savaşlan ve Hılfü'l-Fudül

Hemen her hareketiyle diğer akranlarından aynlan Efen­diler Efendisi, artık yirmi yaşlarına gelmiş ve her haliyle Mek­kelilerin takdirini kazanmıştı. Gelişmeler karşısındaki duruşu ve sonuçlan itibariyle ortaya koyduğu yorumlan dikkatle izle­nir olmuş, kararlanndaki isabet sebebiyle müracaat kaynağı haline gelmiş ve bugüne kadar ortaya koyduğu çizgi vesile­siyle yavaş yavaş kendisine, en güvenilir insan manasında 'el­Emın' denilmeye başlanmıştı,

Bu arada Kureyş'in de içinde bulunduğu Kinane kabile­siyle Kaysoğullan arasında yeni bir savaş" patlak vermişti. Bu iki kabile, teamülde uygulanan kurallan da aradan kaldı­rarak birbirlerine saldırıyordu. Bu savaşta Haşimoğullannm bayraktan, Efendiler Efendisi'nin bir diğer amcası Zübeyr İbn Abdilmuttalib; Kureyş'in komutanı ise, Ebu Süfyan'ın babası Harb İbn Ümeyye idi.

Aslına bakılacak olursa, ağırlıklı olarak ticaretle uğraşan Mekke halkı, en azından ticaretin yoğun olarak yaşandığı belli başlı aylarda, bölgede barış ve huzur ortamının oluşabilmesi için aralannda anlaşmış ve bu aylarda savaş yapmayı haram kabul etmişlerdi. Bu, o kadar yaygın bir uygulama idi ki, en azılı kabileler bile bu prensibe uyar ve bu aylarda kılıçlarını

80 Bkz. Heysemi, Mecmaü'z-Zevaid, 8/222

Bu savaş, eskiden beri yaşanan Ficar savaşlannın sonuncusuydu. Bundan önce de üç kez yaşanmış ve söz konusu kabileler, yüzyıllarca hep savaş orta­mında olağanüstü hal yaşamışlardı.

126


Amca Ebfr Tiilib'in Himiiyesi

kınlanndan çıkarmazlardı. Zaten bu savaşlara, haddi aşma ve günah manasında 'Ficôr' denilmesi de, böyle bir ilkenin çiğ­nenerek yasaklara uyulmamasından kaynaklanıyordu. Çok çetin günlerdi. O kadar ki, savaşın rengi her an değişebiliyor; öğleye kadar galip durumda olan, akşam üstü mağlubiyet ya­şayabiliyordu.

Muhammedü'l-Ernin de, kendisi bizzat savaşa iştirak et­memekle birlikte'" savaş halindeki amcalanna yardım ediyor; cephede göğüs göğüse mücadele eden yakınlanna lojistik des­tek sağlamak maksadıyla ok taşıyorduf'"

Nihayet, bu anlamsız savaşın insanlan yorduğu bir dö­nemde Kureyş arasından birisi ileri atılacak ve iki tarafı sulha davet edecekti. Teklif kabul görmüştü. İki tarafın da ölüleri sayıldı ve hangi taraftaki ölü sayısı daha fazla ise, karşı tara­fın bu fazlalık kadar diyet ödemesi kararlaştınldı. Böylelikle Mekke'ye, yeniden huzur ve sükün hakim olmaya başlamıştı.

Hılfii'l- Fudül

Bu arada Mekke'de, beklenmedik bir gelişme daha yaşa­nıyordu; yine haram aylardan birinde adamın birisi, henüz güneşin yeni doğmaya başladığı bir zaman diliminde Ebfı Ku­beys dağına çıkmış, avazı çıktığı kadar bağınyordu. Belli ki, önemli bir hadise, yine huzuru kaçıracak bir olay vardı. Çok geçmeden etrafında büyük bir kalabalık toplanıvermişti. Ça­resizlik içinde kıvranıp duran ve her şeyini yitirmiş olmanın sancısıyla sinir küpü haline gelen bu adama ilk yaklaşan yine, Efendimiz'in amcası Zübeyr oldu. Yanına yaklaştı ve:

- Sana ne oldu, bu kadar öfkenin sebebi ne, diye sordu.

82 Efendimiz (sallallahu aleyhi ve selIem)'in bu savaşlarda bizzat yer almaması, savaşın haram aylarda gerçekleşiyor olmasından veya taraflar itibariyle biri­ni diğerine üstün tutacak dini bir telakki yahut fazilet açısından bir üstünlük bulunmayışındandır.

83 İbn Hişam, Sire, 1/326 vd.

127


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Adam çok dertliydi. Kendisini dinleyecek birilerini bul­ma ve bu vesileyle derdine çare bulabilme ümidiyle konuşma­ya başladı. Özetle, Kureyş arasından As İbn Vail, bu adamın getirdiği mallan elinden almış ve malların bedelini, aradan yıllar geçmesine rağmen ödemiyordu. Bugün-yarın derken oyalamış ve şimdi de borcunu inkar edip açıktan ödemeye­ceğini ilan etmişti. Birilerinin araya girerek alacağını tahsil konusunda yardım etmelerini talep etmiş, onlar da bu işe bulaşmak istememişlerdi. Anlaşılan, durup dururken kimse başının belaya girmesini istemiyordu. O da, 'bir umut' deyip tek çareyi buraya çıkıp durumdan herkesi haberdar etmekte bulmuştu.

Durumu netlik kazanıp da ortada bir zulüm olduğu tescil edilince, vicdan sahibi olan Mekke ileri gelenleri, yaşının ol­gunluğu ve Mekke'deki konumu itibariyleAbdullah İbn Cüd'­an'ın84 evinde bir araya gelecek ve bu türlü durumlarda maz­lumun hakkını zalimden alarak adaleti tesis edeceklerine dair aralannda kalıcı bir söz vereceklerdi. İnsan haklannın hiçe sayıldığı, güçlünün haklı görülüp zayıfın da sürekli horlandığı cahiliye döneminde bu hadise, deyrim niteliğinde bir adımdı ve İnsanlığın İftihar Vesilesi Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de, bu adımı atanlar arasındaydı.P''

84 Abdullah İbn Cüd'an, cömert bir insandı. Bu toplantıda da mükellef bir sofra tertip etmiş ve Mekke ileri gelenlerine güzel bir ziyafet çekmişti. İyiliğe me­yilli ve olgun bir insandı. Hz. Aişe validemizin amcası, Züheyr'in de babasıy­dı. Bu sebeple Aişe validemiz bir gün, "Ya Resülallahl Şüphesiz İbn Ciid'an yemek yedirir, misafire izzet-i ikramda bulunurdu; bütün bunlann ona, kı­yamet gününde bir faydası olacak mı?" diye sormuş ve Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de, "Hayır. Çünkü o, bütün bunları yaparken bir defa bile, 'Rabbim, ne olur din gününde benim hatalarımı temizleyip affeyle!' diye­medi." cevabını vermişti. Bkz. Müs1im, Sahih, 1/196 (214)

85 Yıllar sonra bu hadise yüdına düştüğünde, "O gün, Abdullah İbn Cüd'an'ın evindeki sözleşmeye ben de şahit olmuştum. Benim için o, vadi dolusu kır­mızı develerden daha hayırlıdır. Vallahi de ben, şimdi de böyle bir gayret için davet alsam, tereddüt etmez, bu davete icabet ederim." buyuracaktı.

128


Amca Ebu Tiilib'in H'i m a y e s i

Toplantı dağılırken artık herkes şunu çok iyi biliyordu:

Bundan böyle Mekke' de, kendi ailesinden veya dışandan bir başkası tarafından zulme maruz kalan herkesin muhatabı bu meclisti. Kabile gücü, şeref ve konumuna bakmadan adil bir değerlendirme yapılacak ve zulmü yapan kim olursa olsun gi­dilip ondan, mazlumun hakkı talep edilecekti.

İlk uygulama da, tabii olarak Ebu Kubeys dağında ortalığı ayağa kaldıran ZebZdli mazluma ait olacaktı. Hep birlikte As İbn Vail'in kapısına dayanmış, adamın hakkını talep ediyor­lardı. Karşısında Mekke ileri gelenlerinin ittifak ederek hak talep ettiklerini gören As İbn Vail, kaçacak bir zemin bulama­yacak ve istemeyerek de olsa Zebidli zatın alacağını geri vere­cekti.86

Artık Efendiler Efendisi Mekke' de, parmakla gösterilen, müracaat kaynağı bir 'Emin'di. Bu sıfat, O'na yakıştığı kadar hiç kimseye yakışmamıştı ve bunu,içinde yaşadığı toplum it­tifakla O'na layık görüyor ve isminden daha çok artık, O'nu bu sıfatla çağınyorlardı. En yaşlı, tecrübeli ve bilge insanların arasında O'nun kapısı da aşındınlmaya başlanmış ve O'na, sosyal statünün kendiliğinden takdir ettiği kalıcı bir statü ve­rilmişti.

Şam'a İkinci Yolculuk

Bu arada, yirmi beş yaşlarına ulaşmıştı. Bir gün amcası Ebu Talib, O'nu karşısına aldı ve şunları söylemeye başladı:

- Ey kardeşimin oğlu, yeğenim! Biliyorsun ki ben, mal ve mülkü olmayan bir adamım. Gün geçtikçe sıkıntılarımız artı­yor ve gelen her yeni sene, hoşumuza gitmeyecek sıkıntılarla birlikte geliyor. Ne malımız kaldı ortada, ne de bir ticaretimiz!

Bu cümlelerin arkasından belli ki bir teklif gelecekti, Zira bunlar, uzun zaman düşünülüp de teker teker seçilerek kulla-

86 Bkz. İbn Sa'd, Tabakat. 1/128; Süheyli, Ravdu'l-Ünf, 1/91

129


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

nılan cümlelerdi. Bunları ifade ederken Ebu Talib'in yüzünde, yanlış bir işe adım atma ihtimalinden kaynaklanan bir endişe de okunuyordu. Belli ki, zor bir karann arefesindeydi.

- Duydum ki kavmin, Şam taraflarına ticaret için bir ker­van tertip etmiş. Huveylid'in kızı Hatice de, bu kervanda gö­revlendireceği, ticaretinde kendisine ortak güvenilir bir adam arıyormuş. Her ne kadar ben Senin, Şam taraflanna gitmen­den hoşlanmasam ve oradaki hasetkar bazı din adamlannın Sana bir kötülük yapmalanndan endişe edip korksam da, ça­resizim. O'na bir gitsen, sanıyorum ki, Sana duyduğu güven, emniyet ve senin temiz fıtratm sebebiyle bu iş için başkalan yerine Seni tercih edecektir ...

Öyle 'git' demek kolaydı; ama işi fiile dönüştürüp gitmek pek kolay görünmüyordu. Onun için bu işin, ihtimallere bı­rakılmaması gerekiyordu. Bu maksatla söze, işin burasmda Efendimiz'in teyzesi Atİke girdi ve "haya abidesi bir insanın, kendini arz gibi bir konumda bırakılmaması" gerektiğini ortaya koydu. Zira Efendimiz'in teyzesi .Atike, Hatice Binti Huveylid'in erkek kardeşi ve Zübeyr İbn Avvam'm da babası olan Avvam İbn Huveylid ile evliydi. İki tarafı da bilen bir insan olarak konuşuyor ve olmasını arzu ettiği bir işte, sonuca götürücü bir rehberlik yapmak istiyordu.

Evet, işin çoğu Ebu Talib' e düşüyordu. Ancak bunun için de, öncelikle Muhammedü'l-Ernin'in onayı alınmalıydı. An­cak bu da zor olmayacaktı; cevap bekleyen yüzlere Efendiler Efendisi:

- N asıl isterseniz öyle olsun, diyor ve meseleye olumlu bakıyordu.

130


HATİCE İLE İLK RANDEVU

 

Created by Readiris, Copyright IRIS 2005
Created by Readiris, Copyright IRIS 2005

Olurunu alır almaz hemen Hatice'nin yanına gitti Ebu Talib, Zira Hz. Hatice'ye, yeğenini bizzat anlatma lüzumunu hissediyordu. Çünkü O, Mekke'nin en güvenilir ve en kalite­li insanıydı. Öyleyse, O'nunla iş yaparken bu nazara alınmalı ve yine O'na verilecek ücret de başkalanndan farklı olmalıy­dı. Böyle bir iş için Hz. Hatice'nin, başkalanna ne kadar ücret verdiğini de biliyordu ve onun için Hz. Hatice'den bunun iki katını isteyecekti.

Çok geçmeden Ebu Talib, Hatice'nin huzurundaydı. Hal ve hatır sorma adına adetten ve alışılagelmiş konuşmalann ar­dından sözü kervana getirdi ve yeğeni Muhammedü'l-Emin'in faziletlerinden söz açtı bir bir ...

Muhammed ... el-Emın ... Bu isim, Hatice için hiç de ya­bancı değildi. Bilhassa amcaoğlu Varaka İbn Nevferin dilin­den düşmeyen bir isimdi. Küçüklüğünden beri kulağına hep O'nun haberleri fısıldanmış; gördüğü rüyalann tevillerinde de hep, O'nun izleri sürülmüştü."

Şimdi bu ne büyük bir lütuftu; O'nu, gökte ararken yer­de bulmanın heyecanı vardı Hz. Hatice'nin üzerinde ... Kader

87 Bkz. Burak, Bekir, Hazreti Hatice, Rehber Yayınlan, İstanbul, 2005, s. 15 vd.

131


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

yoluna su serpmiş ve daha kervanı yola bile vurmadan, en bü­yük kazancı elde etmenin sevincini yaşıyordu, hem de ilikleri­ne kadar. Gelmiş geçmiş en karlı ticaretini yapmak üzereydi. Malının tamamını bile istese, belki vermekte tereddüt etme­yecekti. Ebu Talib'in sözleriyle irkildi; şöyle diyordu ona:

- Ey Hatice! Bu iş için iki deve ücret vereceğinin haberini aldım; yeğenim Muhammed, Emın'dir ve ben O'nun için bu­nun senden iki katını isterim.

Bir müddet bu talebi alıp verdi zihninde ... Böyle bir kazanç için pazarlık yapılır mıydı hiç? Hem, dünya ve ukba saadeti­ne kapı aralamışken, devenin de lafı mı olurdu? Nitekim Ebu Talib'in sözünün hemen akabinde şunları sıraladı teker teker:

- Ey Ebu Talib! Doğrusu sen, çok kolay ve hoşa gidecek bir ücret istemiş bulunuyorsun! Bundan kat be kat daha faz­lasını istemiş olsaydın vallahi de ben, yine kabul eder ve te­reddüt etmeden onu da verirdim. Sen bunu, hiç sevmediğim ve uzak birisi için bile isteseydin yapardım; kaldı ki sen onu, benim çok sevdiğim yakın birisi için talep ediyorsunl'"

Ücrette de anlaşıldığına göre, artık kervanın yola çıkma­sına bir engel kalmamıştı. Önceki Şam yolculuğunda karşılaş­tıklan Rahip Bahira'nın sözlerini hatırlatarak Amca Ebu Ta­lib, dikkatli olması konusunda yeğenini uyarıyor ve dünyalık elde edelim derken yeğeninden mahrum kalmamak endişesi­ni ifade ediyordu.

Derken o gün geldi, Efendiler Efendisi ve kervan Mekke' den hareket etti. Bu yolculukta dikkat çeken bir husus gözler­den kaçmıyordu. Meysere89 adındaki bir şahıs, adım adım Muhammedü'l-Ernin'i izliyor, adeta yanından hiç aynlmadan bütün hareketlerini takip ediyordu. Üç ay sürecek bir yolculuktu

88 İbn Sa'd, Tabakat. 1/156; Süheyli, Ravdu'l-Unf, 1/122

89 Meysere, Efendimiz'in bütün hareketlerini takip edip de kendisine rapor et­mesi için Hz. Hatice validemizin görevlendirdiği özel adamıydı.

132


Hz. Hatice ile ilk Randevu

bu. Bu yolculuk esnasında, yolcular da kaynaşmış ve Efendiler Efendisi'ni, daha yakından tanıma imkanı bulmuşlardı.

Çarşıdaki Yemin

Uzun süren meşakkatli bir yolculuk sonunda nihayet Şam'a geldiler. Getirdiklerini burada değerlendirip yeni yükler almak için kervandaki herkes, çarşı-pazarda hummalı bir gayret gös­teriyordu. Muhammedii'l-Emin de bunun için çarşının yolunu tutmuştu. Derken birisiyle alış-veriş yapmış, ticarete konu olan hususta anlaşmışlar ve mesele artık son noktanın konulmasına gelmişti. İşin burasında adamın inadı tutmuştu. Muhammedü'l­Emin'den yemin etmesini istiyordu. Üstüne üstlük bu yemini de, o gün için en büyük put olarak bilinen Lôt ve Uzzô. üzerine yapmasını talep ediyordu. Hayatının hiçbir karesinde temenna durmadığı el yapımı bu zavallılar adına yemin edilir miydi hiç!.. Tabii olarak, Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), böyle anlamsız bir talebe tepki gösteriyor ve:

- Ben, onlar adına asla yemin etmem; zaten onlar kadar bana sevimsiz gelen bir şey de yok, diyor; kendi şartlan kabul edilmedikçe de böyle bir anlaşmanın mümkün olamayacağını ifade ediyordu.w

Beri tarafta gelişmeleri izleyen Meysere için bunlar önemli bilgilerdi. Efendiler Efendisi yanlarından aynlınca adam, giz­lice Meysere'nin yanına yaklaşacak; Lat ve Uzza adına yemin vermekten çekinen bu adamın kim olduğunu soracaktı:

- Onu tanıyor musun? Kim bu adam?

Daha Meysere'nin cevap bile vermesine fırsat bırakma­dan da hükmünü verecek ve şunlan söyleyecekti:

- Sakın O'nun peşini bırakma; şüphesiz O, Nebi'dir.?'

90 İbn Sa'd, Tabakat. 1/130

   91 Yemanl, Ümmiil-Mii'minin Haticeiii Bintü Huveylid Seyyidetünfi Kalbi'l­Mustajd,119

133


Efendimiz (sallallalıu aleylıi ve sellem)

Rahip Nastüra

Nihayet, Şam' daki işleri de bitmiş ve dönüş için yola ko­yulmuşlardı. Meşakkat ağırlaşıp da yol yürünmez hale gelince bir yerde mola verip dinlenmeye durdular. Herkes bir kenara çekilmiş, bir taraftan hesap ve kitapla meşgül olurken diğer yandan da dinlenmeye çalışıyordu. Efendiler Efendisi de, yaş­lı bir ağacın altında oturmuş gölgeleniyordu.

Çok geçmeden uzaktan koşarak gelen birisini gördü Mey­sere. Bu, kendilerini uzaktan seyreden meşhur Rahip Nastü­ra' dan başkası değildi. Meysere'nin yanına geldi ve:

- Şu ağacın altında oturup gölgelenen de kim, diye sor­du. Meysere için bu, cevaplaması kolay bir soruydu. Tereddüt etmeden:

- O, Muhammed İbn Abdullah. Harem ehlinden bir genç, diye cevapladı.

Aldığı cevap karşısında önce başını salladı Rahip. Belli ki, bu cevap ve üsluptan pek hoşlanmamıştı. Zaten, O'nun kim olduğunu sorarken de, bir şeyler ima eder gibi bir hali var­dı. Siz bilmiyorsunuz dereesine bir taVlr içindeydi ve bir soru daha yöneltti:

- O'nun gözlerinde hiç, bir miktar kırmızılık var mı?

- Evet, var, dedi Meysere.

Rahibin kanaati kesinleşmiş gibiydi ve yemin ederek şun­lan söylemeye başladı:

- Vallahi bu ağacın altında, bu güne kadar Nebi'den başka kimse konaklamamıştır. 92

Belli ki Rahip'in söyleyeceği çok şey vardı ve daha da ko­nuşmak istiyordu:

- Hiç şüphe yok ki O, bu ümmetin beklediği peygamber­dir. Hem de peygamberlerin en sonuncusudur.w

92 İbn Sa'd, Tabakat. 1/130 93 İbn Sa'd, Tabakat. 1/130

134


Hz. Hatice ile ilk Randevu

Meysere'nin şaşkınlığı devam ediyordu. Bütün bu geliş­melere pek bir anlam verememiştİ. Sadece, hanımefendisi Hatice'nin kendisine verdiği görevi hakkıyla yerine getirme­nin hassasiyetiyle kulağını dört açmış; hiçbir ayrıntıyı kaçır­madan kaydetmeye çalışıyordu.

Rahipten öğrenilecek çok şey vardı, Belli ki o da, aradığını bu kadar yakınında bulunca, O'nunla ilgili daha fazla bilgi al­mak istiyordu. Onun için Meysere'ye, ağacın altında dinlenen Allah Resülü'yle ilgili sorular soruyor ve kendisine, yol boyun­ca karşılaştıkları ilginç olaylardan bahsetmesini istiyordu. O da, alışveriş esnasında yaşanan yemin meselesini anlattı Ra­hip'e. Heyecanı bir kat daha artmıştı. Belli ki, içi içini yiyordu. Verdiği hüküm, kesinlik ifade ediyordu ve kendinden emin bir şekilde şunları söylemeye başladı tekrar:

- ValIahi de bu, bizim bekleyip durduğumuz Nebi. Ne olur O'na iyi bak ve göz-kulak 0l!94

Ardından da, heyecanla Muhammedii'l-Emin'in yanına koştu. Önce, ihtimamla mübarek alnından öptü ve ardından da, hızla ayaklarına kapanıp şunları söylemeye başladı:

- Ben şehadet ederim ki Sen, Allah'ın Tevrat'ta zikrettiği o şahıssın.w

Yine Aynı Bulut

Bu molanın ardından yeniden toparlanıp tekrar Mek­ke'nin yollarına koyuldular. Havalar çok sıcaktı ve yolda ge­lirken Meysere, Allah Resülü'nü, bulut şeklinde iki meleğin gölgelediğini görmüş ve hayretle arkasından bakakalmıştı. Bu kadar sıcak bir ortamda iki bulut... Hem de, sürekli birisini takip eden iki bulut ... Gittiği yere giden ve durduğunda da 01­dukları yerde sabit kalan iki bulut ...

94 İbn Sa'd, Tabakat. 1/130

95 Suyüti, el-Hasaisii'l-Kübra, 1/51

135


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

° ise, tavrını hiç bozmadan emniyet ve güven içinde, hiç­bir şey yokmuşçasına yoluna devam etmekteydi. Bütün bun­lar, Meysere'de öylesine bir muhabbet hasıl etmişti ki artık o, varlığını Muhammedii'l-Emin'e adamış; kendini O'nun bir kölesi gibi gôrüyordu.?"

Mekke'ye ulaştıklannda, günün en sıcak zamanıydı ve gü­neş tam tepelerinde bulunuyordu. Kervanının haberini alan Hatice de, yüksek bir mekana çıkmış gelişlerini seyrediyordu. Bir aralık gözüne ilişen manzaraya takılıp gitti; zira, ticaret­teki ortağı Muhammedü'l-Emin'in üzerinde iki melek kanat­lannı germiş, O'nu güneşin yakıcılığından koruyup ona gölge ediyordu. Gördüklerini, yakın arkadaşlanyla da paylaşmak istemişti. Hemen onlan da yanına çağırarak bu manzaradan onların da nasiplerini almalannı arzu etti. Gerçekten de, sey­rine doyum olmayan bir manzaraydı. Gören herkes, şaşkınlık ve taaccübünü gizleyemiyordu.v'

Yolculuğun Raporu

Elbette Meysere için bu yolculuk, öncekilerden çok fark­lıydı; ne bir haksızlığa şahit olmuş ne de yol boyunca bir hu­zursuzluk yaşamıştı. Götürdüklerini Şam' da en iyi şekilde de­ğerlendirmişler ve getirdikleri mallar da, Mekke' de kat be kat değerle satılmıştı. Belli ki Hz. Hatice, aradığı kaliteyi sonunda bulmuştu. Daha önce çok farklı kimselerle ticaret yapmıştı; ama elbette ki 'İnsanlığın Emin'i bir başkaydı.

Aslına bakılacak olursa, Hz. Hatice'nin derdi, kar üstü­ne kar getirecek mallannda değildi. 0, telasla Meysere'nin gelmesini bekliyordu ve gelir gelmez de, yol boyunca şahit ol­duklannı sormaya başladı, teker teker.

Meysere, önce Rahip'in sözlerini nakletti O'na. Gelirken

96 İbn Sa'd, Tabakat. 1/130, 131; Taberi, Tarih, 2/196 97 Taberi, Tarih, 2/197


Hz. Hatice ile ilk Randevu

gördüğü iki melekten bahisler açtı ardından. Şam'daki yemin talebi ve buna mukabil Efendisi'nin tepkisini, ardından da ada­mın anlattıklarını aktardı hassasiyetle. O kadar anlattı ki, yol boyunca yaşadıklarını evirip çevirip yeniden aktarıyor, meta­net ve güvenini öve öve bir türlü bitiremiyordu.

Zaten Hatice'nin aradıkları da bunlardı. İçten içe kendini . yiyip tüketiyor ve ruh dünyasındaki dalgalanmaları saklama­ya çalışıyordu. Nasılolmasın ki, bütün yollar hep O'nu göste­riyordu.

Varaka İbn Nevfel'in Yorumlan

Hemen kalktı ve doğruca, kamil mürşidi Varaka İbn Nevfel'in yanına gitti; Meysere'nin anlattıklarını paylaşacaktı yine amcaoğluyla.

Duydukları karşısında Varaka da heyecanlanmıştı. Artık o da, beklediğini bulduğundan emindi. Yorum bekleyen Hz. Hatice'nin yüzüne:

- Eğer bu anlattıkların doğru ise ey Hatice! Şüphesiz Mu­hammed bu ümmetin peygamberidir. Ben de biliyordum ki, bu ümmetin beklenen bir Peygamberi vardır. İşte, bu zaman da zaten O'nun zamanıdır.?" deyiverdi.

Zira Varaka, Tevrat ve İncil'i İbranice aslından okuyup yazabilen ender insanlardan birisiydi. Kitaplarda gördükleri onu, sürekli bir beklenti içine sokmuş ve sık sık, 'Ne zaman?' diye O'nun geleceği günü intizar eder olmuştu. Bunun için şiirler yazıyor, her fırsatta, gelişinin gecikmesinden duyduğu üzüntüyü dile getiriyordu.

Varaka'nın yorumları çok önemliydi Hatice için. Görül­düğü üzere, her şey O'nu işaret ediyordu; bugüne kadar din­ledikleri, Mekke'nin şehadeti ve Meysere'nin anlattıkları, hep

98 İbn Hişam, Sire, 2/10

137


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

yolların birleştiği yeri ... Muhammedii'l-Emin'i, yani doğru adresi gösteriyordu. Artık hiç tereddüdü kalmamıştı Hz. Hati­ce'nin. Yıllarca beklediği müjdelenen Nebi, artık çok yakının­daydı. Evliliği zihninden silmişti; ama bugün O'na daha yakın olmanın başka da bir yolu görünmüyordu.

İzdivaca Giden Yol

Hz. Hatice, o güne kadar iki evlilik yaşamış ve bütün tek­liflere artık kapılannı kapatmıştı. Zira, onun için yaş kemale ermiş ve ayakta kalabilmek için bir başkasının dayanağına da ihtiyacı kalmamıştı. Bugünkü manada uluslararası bir ticari zemine sahipti ve emrinde çalışanlar, sınırlan aşkın bir coğ­rafyanın insanlanydı. Rum, Fars ve Gassasine beldelerinden adamlar çalıştırdığı gibi, emrinde daha yakın coğrafya sayılan Hire ve Şam bölgelerinden de insanlar vardı.

Zengindi; işini sağlam yapan akıllı, güzel, olgun ve herke­sin rağbet ettiği şerefli bir kadındı. O gün için Kureyş arasında, böylesi bir kıymet ve kadre kurban olmayacak kimse yoktu. Kavminden her erkek, imkanı olsa ve buna gücü yetse, onunla evlenmeye can atardı. O güne kadar kim bilir kaç kişi kapısını aşındırmıştı; ama o bunlann hiçbirini kabul etmemiş; gelen herkese kapılannı, bir daha da açmamak üzere kapatmıştı. 99

Ancak bu sefer durum farklıydı ve böyle sürekli bir bera­berlik için evlilikten başka da bir. yol görünmüyordu. O güne kadar evlenmeyi düşünmeyen, belki de böylesine nezih bir ev-

99 Hatta daha sonralan Ebu Cehil olarak şöhret bulacak olan Amr İbn Hişôm da, ona evlenme teklifinde bulunanlar arasındaydı. Fakat Hz. Hatice, bunu da tereddütsüz reddetmiş, açmamak üzere kapıyı arkadan sürgülemişti. Hat­ta daha sonralan Ebu Cehil'in, Efendimiz'e karşı tavır almasının sebeplerin­den birisinin de bu izdivaç olduğu vurgulanmaktadır. Hatta böyle bir evlilik gerçekleşince Ebu Cehil, kin ve nefretle köpürecek ve kendi kendine, "Evle­necek, Ebu Talib'in evlatlığı ve Kureyş'in yetiminden başkasını bulamamış mı?" diye tepki gösterecekti.


Hz. Hatice ile ilk Randevu

Iiliğin hayaliyle diğer talepleri geri çeviren Hz. Hatice, artık karannı vermişti. Ancak, bunu nasıl açacağını bir türlü kesti­remiyordu.

Halden Anlayan Bir Arkadaş

Hz. Hatice'nin bu düşüneeli halini ve ondaki değişimi fark eden yakın arkadaşı Münye kızı Nefise, bir gün yanına yaklaşacak ve şefkat dolu bir sesle şunlan söyleyecekti:

- Sana ne oluyor, bu halin ne ey Hatice? Bugüne kadar hep seninle birlikte oldum, ama seni hiç bu kadar düşüneeli görmedim!

Önce, meseleyi açıp açmama konusunda tereddüt geçirdi Hz. Hatice. Bir müddet suskun kaldı öylece. Ancak, adım at­madan hayra nail olmanın imkanı yoktu ve neticede, arkada­şına anlattı aklından geçenleri bir bir ...

Önce, şunlan söyledi:

- Ey Nefise! Şüphe yok ki ben, Abdullah oğlu Muham­med'de, başkalanndagörmediğim birüstünlükgörüyorum. O, dosdoğru, sadık ve emin, şeref ve pak bir nesep sahibi, insanın karşısına çıkabilecek en hayırlı insan. Üstüne üstlük O'nun için bir de, sürpriz ve güzel haberler var! Garip bir durum ... Meysere'nin anlattıklanna bakınca ... Rahibin anlattıklannı dinleyip çarşı-pazardaki gelişmelere şahit olunca ... Şam'dan kervanla gelirken üstünde kendisini gölgeleyen bulutu seyre­derken, kalbirn neredeyse yerinden fırlayacak gibi oldu; inan­dım ki, bu ümmetin beklenen Nebi'si O'ndan başkası değil!

Nefise, hala meseleyi anlamaya çalışıyordu:

- İyi de, senin bu kadar saranp solman ve sabahtan bu yana düşüneeli bir hal almanla bunun ne alakası var, diye mu­kabelede bulundu. Anlaşılan daha açık konuşmak, meseleyi biraz daha açmak gerekiyordu. Hz. Hatice arkadaşına yöneldi ve açık bir dille şunlan söyledi:

139


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve s e l l e m )

- O'nunla evlenmek suretiyle yollarımı birleştirmeyi umuyorum; ancak buna da nasıl nail olacağımı bilemiyorum.

Bu sefer mesele anlaşılmıştı. Halden anlayan Nefise şöyle

mukabelede bulundu:

- İzin verirsen, senin için ben, bir nabız tutarım! Hz. Hatice'nin beklediği tepkiydi bu ve heyecanla:

- Eğer bunu yapabilirsen ey Nefise, hiç gecikme, hemen yap, dedi.

Çok geçmeden Münye kızı Nefise, oradan ayrıldı ve Muhammedii'l-Ernirı'in yerini öğrenmek için adres sormaya başladı. Bir müddet sonra da, Allah Resülü'nün yanındaydı. Önce selam verdi ve ardından:

- Ya Muhammed, diye seslendi. Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sellern), bütün vücuduyla yönelmiş, Nefise'nin sözlerine ku­lak veriyordu. Şöyle devam etti:

- Senin evlenmene engelolan ne, Sen niye evlenmiyor­sun?

Efendiler Efendisi'nin beklemediği sürpriz bir soruydu bu, ve:

- Elimde evlenmek için imkanım yok ki, diye mukabelede bulundu. Gerçekten de Resülüllah'ın elinde, evlenecek kadar maddi imkan yoktu. Başkalarının sorumluluğunu üzerine ala­cak olan kimsenin, en azından onları görüp gözetecek kadar bir imkanı olmalıydı.

Ancak bunun, bir problem teşkil etmediğini anlatacaktı Nefise!.. Mal ve mülk kaybolup giden bir meta iken, asalet, şeref, emniyet ve böylesi bir karakter, öyle kolay bulunacak bir kıymet değildi zira. Kapı bu kadar aralanmışken, kapat­mamak gerekiyordu ve ardından:

- Şayet Senin için bu, problem olmaktan çıksa ve karşına, güzellik, mal, şeref ve Sana denklik itibariyle bir kıymet çıksa, müspet cevap vermez misin, diye sordu.

140


Hz. Hatice İle İlk Randevu

Cümleler, böyle bir adayın olduğundan açıkça haber veri-

yordu ve sözden anlayan Söz Sultanı sordu ona: - Peki, kim bu?

- Hatice, diye cevapladı Nefise.

Huveylid'in kızı Hatice'yi tanımamak olmazdı; daha bir­kaç gün önce onun kervanını Şam'a götürmüş ve iyi bir tica­retIe gelip kendisine teslim etmişti. Ancak evlilik, ticaret ka­dar kolay değildi. Onun için;

- Bu nasılolacak ki, diye sordu. Nefise'nin derdi, bu işin nasılolacağı değildi; o, sadece bir' kabul bekliyordu. İşte bu cümle de, o kabulü n bir emaresiydi ve Allah Resülü'nden bun­ları duyar duymaz, rahat bir nefes aldı. Zira bu, "Benim açzm­dan problem değil, ama böyle bir evlilik nasıl mümkün ola­bilir ki?" manasında bir tepkiydi. İşin bundan sonrası, Nefise için daha kolaydı. Onun için de:

- Sen, onu bana bırak. Ben hallederim, deyiverdi.

Tabii olarak süküt, icabetin vuku bulduğunun habercisiy­di ve süratle oradan aynlan Nefise, doğruca Hatice validemizin yanına koştu. Müjdeyi, bizzat kendisi vermek istiyordu. Koştu bir çırpıda ve anlattı bütün konuşmaları bir bir! Nefise'nin ge­tirdiği haber, rahat bir nefes aldırmıştı Hz. Hatice'ye. Konuya sıcak baktığını öğrenir öğrenmez de, O'na rağbet edişinin ve evlilik talebinin gerekçelerini bildiren bir haber gönderdi Öz­lenen Nebi'ye. Şöyle başlıyordu sözlerine:

- Ey amcamın oğlu! Şüphesiz ben, aramızdaki akrabalık bağlarının yakınlığından,'?? Senin, kavmin arasındaki eşsiz konumundan, güzel ahlakın ve emanete riayetinden ve sözün­deki doğruluktan dolayı Sana talip oldum. Amcalarına söyle de, işlerin tedviri için devreye girsinIer!

100 Baba tarafından Soyu, Efendimiz'in dedelerinden Kusay'da birleşmekte; benzeri bir akrabalık bağı da, annesi tarafından Efendimiz'in bir başka dede­si Lüey'de buluşmaktaydı.

141


Efendimiz (sallallalıu aleylıi ve sellem)

Belli ki, Allah Resülü'ne olan hayranlığını, olanca içtenlik ve titizlikle ifade etmenin adıydı bütün bunlar. Ancak, böyle­sine önemli bir meselede, büyükleriyle istişare etmeden karar vermek istemiyordu Allah Resülü de ... Teklifi alır almaz doğ­ruca amcası Ebu Talib'in yanına gitti ve Nefise ile aralarında geçen süreci anlattı tek tek.

Evet, yeğeni Muhammedii'l-Ernin, Ebu Talib için de çok değerliydi ve o kıymette bir başkasını tanımıyordu. Ancak, Hatice de, öyle yabana atılacak bir kadın değildi. İzzet ve onu­ruyla yaşadığı bir hayatı vardı ortada. Şeref ve nesep yönüyle en önde gelenlerden birisiydi. Yeğeninin de bu işe sıcak bak­tığını anlamıştı ve "Niçin olmasın?" diye düşünecek, hayır di­leklerinde bulunacaktı,

Ve Nikah

Artık, yıllara yön verecek mutlu beraberlik vakti gelmiş­ti. Ve çok geçmeden bir gün, Abdulmuttalib'in oğullan Ebu Tôlib, Abbasıoı ve Hamza, Hatice'yi isternek için yola koyula­caktı. Muhataplann oluru olsa bile, aileler arasında geçerli olan merasimler yerine getirilmeli ve konu, bir velimeyle her­kese duyurulmalıydı. Önce Ebu Talib konuşmaya başladı:

- Bizi, İbrahim nesIinden ve İsmail soyundan kılan Al­lah'a hamd olsun! Hasep ve nesep itibariyle bizi, insanların hizmetine adayan, evine hizmetle bizi şereflendiren, Harem'e hizmetle serfiraz kılan; bizim için evini, insanların yönelip emniyet solukladığı bir mekana çeviren ve bizi, insanlar hak­kında hüküm vermekle öne geçiren şüphesiz O'dur.

Konuşmaya başlamadan önce tercih edilen böyle bir hi­tap, işin ciddiyetini açıkça ortaya koyuyordu. İnsanların te­veccühüne mazhariyetin şükrü de, zaten böyle olmalıydı. Ar­dından şunlan söyledi aile meclisinde:

101 Bazı rivayetlerde, bu isteme işinde Hz. Abbas yoktur.

142


Hz. Hatice ile ilk Randevu

- Kardeşimin oğlu Muhammed'e gelince O, Abdullah'ın oğlu Muhammed'dir. Onunla kim boy ölçüşmeye kalkışsa, mutlaka Muhammed, üstün gelir. Mal ve mülk itibariyle pek bir varlığı olmasa da şeref, asalet, şecaat, cesaret, akıl ve fa­zilet yönüyle herkesten üstündür O. Zaten mal ve mülk de, kaybolan bir gölge gibidir; emanettir ve kalıcı olamaz. Ancak şu var ki, gelecek itibariyle O'nun hakkında büyük haberler, herkesi hayran bırakacak yenilikler var! O sizden, kerimeniz olan Hatice'yi talep etmektedir. Mehir olarak da ona, bir kıs­mı peşin ve diğer bir kısmı da sonradan ödenmek üzere on iki ükiyye ve bir neşş'?'' takdir etmektedir .103

Erkek evinin talebine karşılık kız tarafından da söylen­mesi gereken sözler vardı. Ebü Talib'in arkasından Hatice'nin amcasıAmr İbn Esed de104 kalktı ve Hatice'nin faziletini ifade eden benzeri sözler söyledi. Zira o gün Hz. Hatice'nin de ba­bası yoktu; Ficar savaşlannda ölmüş ve Huveylid'in kızı Hz. Hatice de, Resülullah gibi yetim büyümüştü. Şöyle diyordu:

102 Bir neşş, yirmi dirheme; bir Ukiyye de, kırk dirheme tekabül etmektedir. Bu durumda Efendimiz'in Hz. Hatice için takdir edilen mehiri, toplam beş yiiz dirhem etmektedir. Bugünkü şartlarda ise bu, 1600 gram gümüş karşılığı bir değere tekabül etmektedir.

Bir gün Hz. Aişe validemize EbU Selerne İbn Abdurrahman şunu soracaktır: - Resülullah'ırı mehiri ne kadardı?

- O'nun, zevceleri için verdiği mehir, on iki ükiyye ve neşşdir. Peki neşş ne-

dir, biliyor musun? - Hayır.

- Neşş, yanm iikiyyedir. Bu da, beş yiiz dirhemdir. İşte bu, Resülullah'ın ha-

nımları için takdir ettiği mehiridir. Bkz. İbn Kesir, Tefsir, 1/658 ; İbn Mace, Sünen, 1/607 (1886); İbn Hişam, Sire, 6/57

103 Bir kısmı nakit ve geriye kalam sonradan ödenmek üzere borç olarak yakla­şık beş yiiz dirhem ... İşte, Efendiler Efendisi'nin, Hz. Hatice validemiz için takdir ettiği mehirin bedeli ... Bazı rivayetlerde, EbU Talib'in ilan ettiğinin dışında mehir olarak, Allah Resülü'nün de yirmi deve vaat ettiği anlatılmak­tadır ki, büyiik ihtimalle bu, o günün şartlannda beş yiiz dirhemin karşılığına tekabül ediyordu.

104 Bazı rivayetlerde bu ismin, Varaka İbn Nevfel olduğıı anlatılmaktadır.

143


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

- Senin de zikrettiğin gibi, saydığın hususlarda bizi in­sanlara üstün kılan Allah'a hamd olsun! Şüphe yok ki bizler, Arap'ın önde gelenleri ve efendileriyiz. Sizler de öyle ... Arap­lardan hiç kimse, sizin faziletinizi inkar edip şeref ve iftihar noktalarınızı yok sayamaz. Sizinle aynı kökten gelme ve müş­terek şerefimizin adına sizler şahit olun ki ben, -ey Kureyş top­luluğu- Huveylid kızı Hatice'yi, zikredilen mehir mukabilinde Abdullah'ın oğlu Muhammed' e nikahladım.

İşin sorumluluğunu üzerinde hisseden Ebu Talib, meclis­te bulunan diğer akrabalardan da aynı ikran duymak istiyor­du. Bunun için:

- İstiyorum ki bu kabule, diğer amcalar da iştirak etsin, dedi. Bunun üzerine orada bulunan diğer bir amcası sözü aldı ve:

- Sizler de şahid olun ki ey Kureyş, bizler, Abdullah'ın oğlu Muhammed'e Huveylid'in kızı Hatice'yi nikahladık, di­yerek aynı hükmü yeniden seslendirmiş oldular.v"

Genel kabul gören merasimler de tamamlanmış; artık iş velimeye kalmıştı. Çok geçmeden o da yerine getirilecekti. Derken, koyunlar kesilip develer boğazlanmış ve düğün-der­nek için bir de meclis tertip edilmişti. Böylelikle, 25 yıl süre­cek zor; ama huzur dolu bir evlilik hayatı başlamış oluyordu.

Beri tarafta, zamanın ağır şartlan allında zor günler ya­şayan Ebu Talib'in sevincine de diyecek yoktu; bir kenara çe­kilmiş ve yeğenine böyle bir kapı aralayan Allah'a, içtenlikle hamd ediyordu.

Sevinen sadece Ebu Talib değildi elbette; Mekkeliler bu birlikteliği o kadar içtenlikle onaylamışlardı ki, duygulanm şi­irin diliyle ortaya koyacak ve yapılan işteki isabeti birbirlerine haykıracaklardı.

105 Yemani, Ümmü'l-Mü'rninin Haticetti Bintü Huveylid Seyyidetün fi Kalbi'l­Mustafa, s. 65 vd.

144


Hz. Hatice ile ilk Randevu

Ancak o gün, hiç kimsenin sevinci, Hz. Hatice'ninkine denk olamazdı. O'nu o kadar yakından takip ediyordu ki, dü­ğünlerine, artık ayrılmaz bir parçası olan kocası Muhamme­dti'l-Ernin'in süt annesi Halime-İ Sa'dİye'yi de davet etmiş; böylelikle, yetim büyüyen süt yavrusunun mutluluğunu onun­la da paylaşmak istemişti.

Sevinci, cömertliğine gölge düşürmeyecek ve yapması ge­rekeni unutturmayacaktı. Sabah ayrılıp giderken Halime'nin yanında, sütünü verdiği Abdullah'ın oğlu Muhammed'in ke­rim hatırına mukabil, bahtiyar Hatice tarafından hediye edi­len kırk baş koyun da vardı.

Birkaç gün; Amca Ebu Talib'in evinde kaldıktan sonra artık, Hatice validemizin yeğeni olan Hakim İbn Hizam'dan alınan yeni eve yerleşecekler ve böylelikle, vahiy geleceği ana kadar 15 yıl süren, herkese örnek, yeni bir hayat başlayacaktı. Muhammedii'l-Emin, bundan böyle herkese örnek bir aile re­isiydi. Yeri geldiğinde, ev işlerinde hanımına yardım ediyor, çoğu zaman kendi ihtiyaçlarını bizzat kendisi karşılıyor ve böylelikle, karşılıklı saygı ve sevginin esas olduğu mutlu ve ör­nek bir yuva inşa ediliyordu. Bunu yapacak imkanı olmasına rağmen Hz. Hatice, kocasına bizzat kendisi hizmet edebilmek için ev işlerini hizmetçi veya adamlanna bırakmıyor, bütün bunlan kendisi bir ibadet neşvesi içinde yürütüyordu. O'nun hoşnutluğuna kendini öylesine adamış, O'na öylesine kendini vakfetmişti ki, kılının bile ineinmesinden rahatsızlık duyuyor ve O'nu rahatsız edici en küçük bir hareketinin olmaması için azami gayret gösteriyordu.

Hane-i Saadetin Diğer Sakinleri

Efendiler Efendisi, Hz. Hatice validemizle hayatını birleş­tirmiş ve yeni bir yuva daha kurulmuştu kurulmasına; ama bu yuvada onlar, sadece kendilerini düşünüp yalnız kalmaya­caklar; kendileriyle birlikte başkalannın da elinden tutarak

145


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

onlan da hayata hazırlayacaklardı. Anne ve babalan hayatta olsaydı, mutlaka onlar da bu evin içindeki huzurdan solukla­nacak ve evlatlanyla birlikte torunlannı sevme bahtiyarlığına erişeceklerdi.

Öncelikle baba yadigarı Üm Eymen, İnsanlığın Emini ile birlikte bu eve taşınmıştı. Efendisi Abdullah'ın yetimi ve hanımefendisi Amine'nin öksüzünün ihtiyaçlannı gidermeye çalışıyordu.

Habib-i Zişan Hazretleri Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), aynı zamanda bir vefa insanıydı. Hatice validemizle evlenip yeni bir yuva kurar kurmaz diğer amcası Abbas'ın yanına gi­miş ve Ebu Talib ailesinin içinde bulunduğu sıkıntıyı günde­me getirerek bu evin yükünü paylaşmalannı teklif etmişti. Ni­hayet, oğullanndan birisine Amca Abbas sahip çıkacak; diğer oğlu Ali'yi de Efendiler Efendisi kendi himayesine alacaktı. Himayede üçüncü dönem olarak zikredilebilecek bu süreçte artık, Muhammedii'l-Emin, Ali için bir baba, Hatice de; şefkat dolu bir anne idi. Bir taraftan en şerefli insanın rahle-i tedrisin­de terbiye görürken diğer yandan da asil kadın Hz. Hatice'nin şefkat ve merhamet dünyasından doyasıya istifade etmiş olu­yordu.

Bu evde yaşayan bir delikanlı daha vardı: Zeyd İbn Hari­se. Zeyd, aslen hür bir ailenin çocuğu iken, annesiyle birlikte gittikleri ana ocağında baskına uğramış ve köle pazarlannda satılmıştı. Ukaz panayınndan onu, Hz. Hatice validemizin yeğeni Hakim İbn Hizam satın almış ve halasına getirmişti. Kutlu izdivaç gerçekleşinceye kadar, bir müddet öylece hiz­metine devam eden Hz. Zeyd, artık bu yeni hanenin bir üye­siydi. Ancak çok geçmeden statüsünde bir değişiklik olacaktı; zira, Kainatın İftihar Vesilesi'nin hizmetine tahsis edilmiş ve O da, hürriyetin kapılannı sonuna kadar aralayıp onu özgür bırakmıştı.

Bir başka genç de, Hatice validemizin önceki kocası Ebu


Hz. Hatice ile ilk Randevu

Hale'den olan oğlu Hitıd idi. Bir aralık bu kervana, babası Av­vam vefat ettikten sonra küçük Zübeyr de katılacak ve o da, bu kutlu evde büyüme lütfuna erişecekti.

Huzur Dolu Bir Yuva

İşte, böyle bir yuvada huzur olurdu. Başta Efendiler Efen­disi, tek başına bir huzur kaynağıydı. Huzuru rüyasında bile göremeyenlerin, başlanndan aşağıya sağanak sağanak huzur yağmurlan boşaltmak, varlığının gayesiydi O'nun.

Hatice validemizin şefkat dolu çabalan da, bu huzuru besleyen önemli bir dinamikti. Efendisinin her hareketini, daha baştan doğru olarak kabullenmiş ve asla tenkit etmeden aynen uygulama yanşına girmişti. Ne zaman başı sıkışıp hu­zurunu kaçıran bir durumla karşılaşsa, gelir ve Hz. Hatice va­lidemizin karar kıldığı bu hanede sükün bulurdu.

Evin genelinde böyle bir huzur olduğu gibi her ikisi ara­sında da, gıpta edilen bir samirniyet, koşulsuz bir teslimiyet ve şüphe duyulmayan bir emniyet vardı. Hatta, aralannda­ki samirniyet, başkalannın da dikkatini çekiyor ve başkalan rastlamaya imkan bulamadıklan böyle bir hayata hayranlıkla bakıyorlardı. Bir gün, kendisinden Hz. Hatice'nin yanına git­mek için izin isteyen Muhammedü'l-Emin'in arkasına, Neb'a adındaki earlyesini takan Ebu Talib, böylelikle O'nun, yeğeni­ne olan alakasını öğrenmek istemişti. Geri döndüğünde Ne­b'a, Ebu Talib'e şunlan anlatacaktı:

- Gördüklerim çok ilginçti. Gelişini görünce Hatice, he­men kapıya yöneldi, elinden tuttu ve O'na şöyle dedi:

- Anam babam sana feda olsun! Vallahi bunu ben, senden başka hiç kimseye yapmam. Fakat biliyorum ki sen, geleceği beklenen Peygambersin. O gününü yaşarken ne olur beni ve yanındaki konumumu unutma! Ne olur, seni gönderen Allah'a benim için de dua et!

147


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Eşi ve her konudaki destekçisi Hz. Hatice'den bu iltifatla­n duyan Muhammedü'l-Emin:

- Allah'a yemin olsun ki şayet o ben isem, benim için sen, asla zayi etmeyeceğim nice fedakarlıklar yaptın, diyecek'P" ve sonrasında da onu asla unutmayaeaktı.v?

Bu Yuvanın Semereleri

Çok geçmeden bu yuva da semere vermeye başladı. Önce Kasım dünyaya geldi. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellemj'in, Kasım'ın babası manasında 'Ebu'l-Kôsım' diye künyelendiği oğlu idi aynı zamanda. Ancak o, bu fani illernde kalıcı değildi. Henüz emekleyip yürümeye başlamıştı ki, kanatlanarak cen­neteuçuverdi.


 


106 ıo?


 

İbn İshak, Ahbarü Mekke, 5/206

Bazı rivayetlerde bu hadisenin, düğün öncesinde gerçekleştiği izlenimi var­dır. Buna göre Ebu Talib, Hatice'nin yeğenine olan talebinden emin olmak için, evlenmesi için izin verdiği yeğeninin arkasından, Neb'a isminde bir cariyesini göndermiştİ. Böylelikle konuşmalarına muttali olacak ve bunun, kalıcı bir yuvanın başlangıcı olmasından emin olacaktı. Şu tembihte bulunu­yordu:

- Git de dinle bakalım; Hatice O'na neler söylüyor?

Neb'a, Efendiler Efendisi'ni takibe koyuldu. Nihayet Hz. Hatice'nin bulundu­ğu mekana gelince, yanına oturup konuşmaya başladılar. Sözü açan yine Hz. Hatice idi:

- Anam babam Sana feda olsun! Allah'a yemin olsun ki, bütün bunları ben, Senin, gönderilecek Nebi olduğunu umarak yapıyorum. Şayet, gerçekten o Sen isen, ne olur beni ve konumumu unutup aklından çıkarma! Aynı zaman­da, Seni peygamber olarak gönderen Allah'a benim için de dua et!

Bu kadar içten ve sırf Allah için ortaya konulan gayret karşısında Efendiler Efendisi de şunları söyleyecekti:

- Valiahi de, şayet o Ben isem, elimden geleni yapar ve seni zayi etmem. Şayet o, benden başkası ise, bu durumda, kendisi için bütün bunlara katlan­dığın ilah seni asla zayi etmeyecektir! Bkz. Yemani, a.g.e. s. 68

Henüz risalet yoktu; ancak, kıymet, her yerde ayrı bir kıymet ifade ediyordu. Ne zaman gerçekleşirse gerçekleşsin, hak adına bir hakikatin seslendirilme­sinden başka bir şey değildi bütün bunlar ...


Hz. Hatice İle İlk Randevu

Kasım'ın vefatı üzerinden iki yıl geçmişti ve Efendimiz'in kızlanndan Zeynep validemiz dünyaya geldi. Aynı zamanda Zeynep, dünyaya gelen ilk kız çocuğuydu. Ardından, bir yıl sonra Rukiyye ve Rukiyye'den üç yıl sonra da Ümmii Gülsüm dünyaya gelecekti. Fatıma validemiz ise, vahyin gelmeye baş­ladığı yıl dünyayı şereflendirecekti.

Hatice validemizin dünyaya getireceği son çocuğu Abdul­lah olacaktı. Henüz, Hira'daki vuslat başlayalı iki yıl olmuş­tu. Müslüman bir zeminde dünyaya geldiği için Abdullah'a Tayyib ve Tahir de deniliyordu. Kaderin ayn bir cilvesi ki Abdullah da uzun yaşamayacak ve üç ay sonra o da dünyaya veda edecekti. Anlaşılan Allah (celle celaluhü), kendisinden son­ra yaşanması muhtemel kargaşalardan onlan masün kılmak istiyordu.

149


KABE'NİN TAMİRİ VE SÖZ KESEN HAKEM

 

Created by Readiris, Copyright IRIS 2005
Created by Readiris, Copyright IRIS 2005

Aradan on yıl daha geçmiş ve İnsanlığın Emini otuz beş yaşlanna gelmişti. Bugünlerde en çok konuşulan husus, za­manla aşınan Kabe'nin yeniden tamir işiydi. Üstelik, yıkılan duvarlar arasından hırsızın biri içeri girmiş ve orada bulunan bazı kıymetli eşyayı alıp kaçmıştı. Bu arada bir kadın ateş yak­mış ve bu ateşten sıçrayan bir kıvıleımla Kabe'nin örtüsü tutu­şarak yanıvermişti. İşte, bütün bunlan birlikte değerlendiren Kureyş, bir an önce Kabe'yi tamir karan almıştı.

Cidde yakınlannda karaya oturan bir geminin haberi Ku­reyşlileri sevindirmişti; zira bu geminin yükü, tam da aradık­lan malzeme ile doluydu. Üstelik gemide, inşaat işini yapabi­lecek usta da vardı. Hiç vakit kaybetmeden VelId İbn Muğıre başkanlığında bir heyet, tarif edilen yere giderek malzemele­ri satın alıp Rum asıllı usta Baklim'la birlikte Mekke'ye geri döndü.v"

Sıra, işin taksimine gelince ortam birden gerilmiş ve Kabe'ye hizmet gibi bir krediyi her kabile kendi adına kullan­ma yanşına girişmişti. Nihayet, her bir duvan belli başlı kabi­leler arasında taksim edilerek bir anlaşma sağlanmıştı.

ıo8 İbn Sa'd, Tabakat. 1/145

151


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Ancak, yapmak için önce yıkmak gerekiyordu ve bunun için kimsede cesaret yoktu. Başlarına bir musibet gelmesin­den korkuyorlardı. Eline manivela alıp ilk kazmayı vuran, yine Velid İbn Muğire oldu:

- Allah'ım! Bunu yaparken, hayırdan başka bir muradı­mız yok, diyor ve elindeki manivelayı titizlikle kaldınp indiri­yordu. Hatta o gün, kimse cesaret edip yıkma işlemine girişe­medi. En azından aradan bir günün geçmesini bekliyorlardı; şayet ertesi güne kadar başlarına bir olumsuzluk gelmezse Rabbin razı olduğu kanaatine varacaklar ve bu işleme devam edeceklerdi. Aksi halde bu işten vazgeçecek ve bir daha akılla­rına bile getirmeyeceklerdi.

Ertesi gün olmuş ve herkes, dünden farksız olarak sabah­lamıştı. Belli ki, bu işte Rabbin de rızası vardı ve her bir kabi­le, kendi payına düşen yerden başlayarak önce yıkım işlemi tamamlandı.

Nihayet, Hz. İbrahim'den kalma temellere kadar inmiş­lerdi. Aralarından biri, bu temele ilişince, Mekke'nin şiddetle sallandığına şahit oldular ve akıbetlerinden korkarak, yeni in­şaatı bu temellerin üzerinde yükseltme kararı aldılar.ı"?

Taş taş üstünde yükselen Kabe, Rükne kadar geldiğin­de yeni bir tartışma konusu ortaya çıkmış ve ortam yeniden gerilmişti. Zira her bir kabile, kendileri için kutsal saydıkları Hacerii'l-Esıied denilen kara taşı kendilerinin yerleştirmesi gerektiğinde ısrar ediyor ve bunun için de bir türlü aralarında anlaşamıyordu. Gerginlik o kadar artmıştı ki, neredeyse her­kes iş-gücünü bırakmış; birbirlerine saldırmak için fırsat kol­lar hale gelmişti; daha Ficar savaşlarının yaraları yeni kapa­nırken bugün yeniden, yüzyıllarca devam edecek bir savaşın eşiğine gelinmişti.

İşte tam bu sırada, Kureyş'in en yaşlı adamı Ebu Ümeyye,

109 İbn Sa'd, Tabakat, 1/146; Taberi, Tarih, 2/200

152


Ka b e t n i n Tamiri ve Söz Kesen Hakem

ayağa kalkmış vuruşmak için fırsat bekleyen gergin Mekkeli­lere şöyle sesleniyordu:

- Ey Kureyş topluluğu! En iyisi siz, gelin aranızda bir hakem tayin edin ve bu anlaşmazlığa bir son verin! Gelin, Kabe'nin şu kapısından ilk giren insan aranızda hakem olsun ve ne derse onu yapın!

Önce herkes bu teklifi şöyle bir tartmış ve ardından da haklı bularak kabul etmişti. Hayır adına çıktıklan bir yolda, ne de olsa yüzyıllar sürecek bir şerre kapı aralamak istemiyor­lardı. Herkes bu teklifi kabul ettiğine göre şimdi iş, söz konusu kapıdan gelecek ilk insanı beklerneye kalmıştı.

Bir pazartesi günüydü. no Uzun ve sessiz bir bekleyişin ar­dından herkes kulak kesilmiş; gelen ayak seslerinin sahibini merakla beklerneye durmuştu. Nihayet bu kapıdan, bekle­şen Kureyş üzerine doğan ilk sima, İnsanlığın Emini Hz. Mu­hammed'den başkası değildi. O'nu görünce hep bir ağızdan:

- İşte, Emin geliyor! Biz, O'nun vereceği hükme razıyız, demeye başladılar.

N eden herkesin kendisine baktığını ve görür görmez de böyle bağırdıklannı öğrenip, gelişmeleri de teker teker din­ledikten sonra; Muhammedü'l-Emin önce büyük bir bez par­çası getirmelerini talep etti onlardan. Çok geçmeden bu talep yerine gelmiş ve Muhammedü'l-Emin'in ne yapacağı merakla beklenir olmuştu.

Önce, getirilen bezi yere serdi Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern). Ardından da, kendi elleriyle Hacerü'l-Esved'i kucak­layıp bu bezin üzerine koydu. Bu sırada, dikkatle ne yaptığını gözleyen meraklı bakışlara yöneldi ve:

no Efendiler Efendisi'nin hayatında pazartesi gününün ayrı bir yeri vardır; dün­yaya teşrif ettikleri gün pazartesi olduğu gibi Hira'da ilk vahye mazhar 01­duklan gün de pazartesi idi. Medine'ye hicrete başladığı gün de, Medine'ye ulaştığı gün de yine pazartesi idi. Yüce dostluğu tercih edip dünyaya veda ettiği gün de pazartesiden başkası değildi. Bkz. Süheyli, Ravdu1-Ünf, 1/129

153


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

- Her bir kabile, şu bezin bir tarafından tutarak taşı kal­dırsın, buyurdular. Zekice bir çözümdü ve bu hükme, hiç kim­senin itirazı olmadı. Çünkü her bir kabile, taşın konulmasında ortak olmuş, el birliği ile onu yerden kaldınyordu. Nihayet taş, rükun hizasına gelince Muhammedii'l-Emin, taşı orada sabit tutmalarını istedi onlardan. Ardından da, kendisi yaklaştı ve yine mübarek elleriyle taşı kavrayarak yerine yerleştiriverdi. Belli ki Allah (celle celaluhü), ilk insan Hz . .Adem'le birlikte yer­yüzüne inen ve Hz. İbrahim'le Hz. İsmail zamanından bu yana Kabe'yi şenlendiren cennet kaynaklı bu taşın yerleştirilmesi­ni, bizzat Son Nebi'sinin eliyle gerçekleştirıneyi murad etmiş ve zamanlamayı da böyle takdir etmişti. İşin doğrusu her şey, O'nunla yeniden asli haline dönmeye başlamıştı.

Artık mesele, fetanet-i a'zam sahibi Efendiler Efendisi'nin küçük bir müdahalesiyle tatlıya bağlanmıştı ve günlerdir ara verilen tamir işi böylelikle yeniden başladı ve zamanı gelince de nihayet buldu. 111

Ahde Vefa

O (sallallahu aleyhi ve sellern), Cibril-i Emın'le de tanışmadan önce öyle bir hayat yaşamıştı ki, zamanın belli bir anını O'­nunla birlikte yaşama imkanı bulanlar, insanlık adına her tür­lü fazileti ilk defa O'nda tanıyacak ve bunları, unutulmaz birer hatıra olarak zihinlerine nakşedeceklerdi.

Efendimiz, Abdullah İbn Ebi Hamsô. adındaki bir genç ile alışveriş yapmış ve bu zat, Efendimiz' e borçlanmıştı. Bor­cun ne zaman ve nerede ödeneceği konusunda da anlaşmış ve birbirlerinden aynlmışlardı. Gün gelip de sözleştikleri za­man gelince Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), buluşacaklan mekana gelip beklerneye başladı. O gün, akşama kadar orada

111 Bkz. İbn Sa'd, Tabakat. 1/146; Taberi, Tarih, 2/201; Süheyli, Ravdu'l-Ünf, 1/129; Belazuri, Ensab, 1/99

154


Kiibe'nin Tamiri ve Söz Kesen Hakem

bekleyecekti, ama Abdullah verdiği sözü unutmuş ve zikredi­len yere gelmemişti. İkinci gün yeniden beklerneye başladı. Ancak, genç Abdullah, o gün de gelmeyecekti. Derken, üçüncü gün Abdullah'ın aklına, Muhammedü'l-Emin'le olan anlaşma gelecek ve gecikmiş olmanın heyecanıyla sözleşme mahalline koşacaktı. Üzerinde, O'nun gibi bir insana karşı sözünde du­ramamış olmanın mahcubiyeti vardı.

Anlaşma mahalline geldiğinde ise, tahmin ettiği gibi İn­sanlığın Emini orada bekliyordu. Gözünü, genç Abdullah'ın geleceği mekana çevirmiş ve "Belki biraz sonra gelir." diye üç gündür orada beklerneye durmuştu.

Genç Abdullah'ın telaşla kendisine doğru gelişini görünce O da sevinecekti. Ancak, tarihe not düşme adına şunlan da söylemekten kendini alamayacaktı:

- Ey genç! Beni zor durumda bırakıp epeyce meşakkat verdin; üç gündür Ben, burada seni bekliyorum.v"

112 EbU Davüd, Edeb, 90 (4996). Abdullah İbn Ebi Hamsa, yıllar sonra Müslü­man olduğunda Mekke dönemine ait bu olayı, tatlı bir hatırası olarak yM edecek ve böylelikle tarihe önemli bir not düşmüş olacaktı.

155


 

GELİŞİNDEN ÖNCE HAZIRLANAN ORTAM ~

Evet, içinde bulunduğu çağ, cehaletin en yoğun şekilde yaşandığı çağdı; gözünün değdiği her yerde, ruh dünyasını örseleyecek birçok olumsuzluk vardı. Ancak bu, hayır ve yü­mün adına etrafında hiçbir hareketin olmadığı anlamına da gelmiyordu. Beri tarafta, ender de olsa iyilik ve faziletten bah­seden, küfür ve cehalete bayrak açanlar da vardı ve bunlar, O'nun geleceği zemini hazırlama adına önemli bir misyon eda ediyorlardı. Bilhassa, Varaka İbn Nevfel, Zeyd İbn Amr ve Kuss İbn Sdide'nin gözleri, sürekli semaları süzüyor ve ufuklarda, insanlığı yeniden kurtuluşa davet edecek olan Son Nebi'yi arıyor, etraflarında biriken insan kitleleriyle, gelmesi gereken Kutlu Misafir'in gecikmesinden duydukları üzüntüyü paylaşıyorlardı. Hele, bunlardan birkaçı bir araya geldiğinde, aralarındaki sohbetin vazgeçilmez konusu bu oluyordu. Şiirin diliyle O'nu seslendiriyor, buldukları her kalabalığa O'nun vuslat türküleriyle yönelip hitap ediyorlardı.

157


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Kabe'deki Yankı ve Varaka'nın Yorumlan

Bir gün Zeyd İbnAmr113 ile Ü meyye İbnu' s-Salt'ın 114 konuş­malanna şahit olmuştu Mekke. Yine sözü, o Son Kurtarıcı'ya getiren Zeyd, şunlan söylüyordu Ümeyye'ye:

- Allah'ın hükmü ve Haniflik hariç, kıyamet günü bütün dinler boş ve faydasizdır.

Takındığı ciddi tavırla da şunlan ilave edecek ve soracak-

tı:

- Dikkatli ol! Bu beklenen peygamber, bizden mi, sizden mi, yoksa Filistin ehlinden mi?115

Başka bir dünyadan bahsediyorlardı ve konuşulanlar da, öyle yabana atılacak meseleler değildi. Konuşanlar ise, Mekke'nin en bilge insanlarıydı. Onlann bu konuşmalanna muttali olan bir başka Mekkeli Abdullah İbn Osman (Hz. Ebfı Bekir), işin gerçek yönünü öğrenmek için doğruca Varaka İbn Nevfel'in yanına koşacak ve ona bunlann ne anlama geldik­lerini soracaktı. Zira onun da gözleri semadan ayrılmıyor, geleceği ümidiyle sinesi inip kabanyordu. Oturdu yanına ve Kabe'nin avlusunda dinlediklerini anlattı bir bir. Ardından da, meselenin ne olduğunu sordu ona ...

- Evet ey kardeşimin oğlu, diye söze başladı Varaka. Hi­taptaki kucaklayıcılık ses tonuna da yansımış; kıymetini bilen

113 Zeyd İbn Amr, Efendiler Efendisi zuhür etmeden önce, O'nun gelişini müj­deleyenlerden birisidir. Gelişinin geciktiğini göriince, bir başka yerde ortaya çıkmış olabileceği ümidiyle yollara koyulmuş ve bu yolculuğu sırasında, gele­cek Nebi'yi ararken yol kesiciler tarafından öldüriilmüştür. Bkz. İbn Hişam, Sire, 2/58-60

114 Ümeyye, pek yakında bir peygamberin geleceğine kesin gözüyle bakıyor ve bunun kendisi olacağım düşünüyordu. Daha sonra mesele tebeyyiin edip de risalet kendisine verilmeyince, kavmiyet düşüncesinin kurbanı olacak ve bekleyip durduğu Zat'a gelip iman edemeyecekti. Bir gün konuyu Ümeyye'ye getiren Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), "Şiiri iman etti, ama kalbi kafir gitti." buyuracaktır. Bkz. İbn Hacer, İsabe, 1/251

115 Suyüti, Hasaisu'l-Kiibra, 1/42

158


Gelişinden Önce Hazırlanan Ortam

bir insana kıymetli haberler vermenin hassasiyetine bürün­müştü. Şöyle devam etti sözlerine:

- Ehl-i Kitap ve bütün ulema, bu Beklenen Nebi'nin, ne­sep yönüyle Arap'ın ortasından çıkacağında müttefiktirler. Ben nesep ilmini de iyi bilirim. Senin kavmin, nesep yönüyle Arap'ın ortasıdır, diye de ilave etti.

Bu sözleriyle Varaka İbn Nevfel, Ebu Bekir'in dikkatini çekiyor, adres gösteriyor ve kendi kabilesine bu nazarlabak­masını tembihlemiş oluyordu. Bunun üzerine Ebu Bekir:

- Ey amca! Bu Nebi ne ile gelecek? Ne söyleyecek, diye sorunca Varaka:

- O'na söyleneni söyleyecek. Ancak O gelince ne bir zu­lüm ne de zulüm yapılacak bir zemin kalacak,u6 dedi.

Aynı Ebu Bekir, başka bir gün Zeyd İbn Amr'ı şöyle sesle­nirken duyacaktı:

- Ey Kureyş topluluğu! Nefsim, yed-i kudretinde olana and olsun ki aranızda, benden başka İbrahim'in peşinden gi­deniniz yok. Şüphe yok ki ben, İbrahim ve O'nun arkasından da İsmail'in peşinden gidiyorum. Ve ben şimdi, İsmailoğulla­nndan gelecek bir Nebi'yi bekliyorum; sanınm ben O'na da yetişeceğim.

Onun bu sözlerini duyan bir başka ihtiyar Amir İbn Rabia seslendi:

- Şayet O'na yetişip görürsen, benden de selam söylemeyi unutma!"?

Şayet bu bilge ihtiyarların dedikleri doğru ise, dünya nice sürprizlere gebe demekti. O kadar emin konuşuyorlardı ki, inanmamaya imkan yoktu. Aynı zamanda her biri, aynı nok­taya parmak basıyor ve en ince detayına kadar hep, gelecek o Son Nebi'den bahsediyorlardı.

u6 Suyüti, Hasaisu'l-Kübra, 1/42

u7 İbn Sa'd, Tabakat, 1/161; İbn Kesir, el-Bidaye, 6/64

159


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Artık Ebu Bekir, olaylara daha farklı bakıyordu. Zaman zaman Kabe'ye gidiyor ve insanların acınası hallerini garip­seyerek seyrediyordu. Bilgelerden duydukları, ölümün ikizi olan uykularını esir alıyor; rüyalarında bile artık, adım adım gelecek Nebi'nin peşinde gidiyordu. Nasıl gitmesin ki, semti­ne uğradığı her bilge, aynı şarkının sözüne ritim tutuyor, kar­şılaştığı her candan dost da, sürekli aynı nakaratı terennüm ediyordu.

Bir tarafta insanlığın iflasina inat, diğer yanda kurtuluş reçeteleri yazan bilgelerle insanlar, gelecek Nebi'nin adından evsafına, insanlar arasındaki yadından etrafındaki insanların özelliklerine kadar nice hakikatten bahsediyorlardı.

Şam'daki Rüya ve Rahibin Hatırlattıkları

Ticaret maksadıyla bir gün Şam'a gitmişti Ebu Bekir. Bu­rada, bir rüya görmüştü; geceleyin ay parçalanmış ve Mekke'ye inerek buradaki bütün evlere giriyordu. Aynı ay, yeniden do­lunay halini aldıktan sonra da, bir bütün halinde kendi evine gelip orada karar kılmıştı.

Çığlıklarla uyandı uykusundan. Unutamayacağı kadar haz veren bir rüya idi bu ve kendini tutamayıp, güvendiği salihbir rahibin yanına giderek anlattı ona gördüklerini.

Rahibin yüzünde güller açıyordu. Cümlelerini bitirir bi­tirmez de:

- Şüphesiz O'nun günleri geldi, dedi.

Şaşırmıştı. Rüyasını tevil etmesi için yanına geldiği ada­mın neden bahsettiğini anlamamıştı. Bunun için de:

- Ne diyorsun sen, diye tepki gösterdi. Bakışlarındaki sıcaklık, aslında her şeyi anlatıyordu. Bunun için Ebu Bekir, anladığının doğru olup olmadığını tasdik etmesi için:

- Bekleyip durduğumuz Nebi mi, diye sordu.

160


Gelişinden Önce Hazırlanan Ortam

Önce başını salladı rahip ve ardından da, beklenen cevabı verdi:

- Evet. Sen de O'nunla birlikte iman edecek ve insanlar arasında O'na en çok yardımcı da yine sen olacaksınl:"

Ticari işlerini bitirip Şam'dan dönerken zihninde hep O vardı. Zaman zaman ellerini bir bayrak gibi kaldınp şiir teren­nümüne başlardı. Bir aralık, etrafındakilere: '

- Hanginiz Ümeyye İbn Ebi's-Salt'ın şiirinden okuyacak, diye sordu. Birisi ileri atılıp:

- Ümeyye'nin o kadar çok şiiri var ki, hangisini okuma­mızı istiyorsun ey nessabete'l-Arap,"? diye karşılık verdi.

- Dikkat edin! Bizim Nebi'miz var, diye cevapladı. Bunun üzerine kervandan birisi, şunlan terennüme başladı:

- Dikkat edin! Bizim, bizden bir Nebi'miz var ki O bize, ana kaynağımızdan yannımız adına haberler verecek!

Biz biliyoruz ki, şayet ilim fayda veren bir değer olmasay­dı, baştan sona kılıçtan geçirilirdik.

Ey Rabbim! Ne olur beni şirke düşmekten ebediyyen koru ve kalbimi, dünya yaşadığı sürece iman ile doldur.

Zira ben, hacıların kendisi için haccettiği ve dine ait de­ğerleri O'nun için bayraklaştırdıkIan Zat'a sığınırım bütün kötülüklerden! 120

Dönüş yolu, Rahib Bahira'rıın memleketi Busra'dan geçi­yordu. Buraya kadar gelmişken meşhur rahibi ziyaret etmemek olmazdı. Aynı zamanda, gördüğü rüyayı bir de ona anlatmak istiyordu ve doğruca, rahibin yalnız yaşadığı manastıra gitti.

Şam' da gördüğü rüyayı anlattı ona da. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı rahibin ve sordu ona:

118 EbU Ca'fer et-Taberi, er-Rıyadü'n-Nadıra, 1/413 (333)

119 Arapların soyunu en iyi bilen, şecere ilmine vakıf kimse demektir.

120 Ali Muhammed, el-İnşirahu ve Ref'u'd-dikı bi sireti Ebi Bekr es-Sıddik, s. 34

161


Efendimiz (sallallalıu aleylıi ve sellem)

- Sen nerelisin?

- Mekkeliyim, cevabını verdi sükünetle Hz. Ebu Bekir.

Belli ki Rahip, daha fazlasını istiyordu ve:

- Neresinden? Kimlerden, diye sıkıştırdı onu.

- Kureyş'ten, diyordu şaşkın bakışlarla.

Belli ki bu cevap da kesmemişti rahibin hızını. Tekrar sor-

du:

- Sen ne işle meşgulsün?

- Ticaretle, cevabını verdi yine aynı sükı1netle.

İşinburasında Rahip, Ebu Bekir'in de merakını giderecek cümlelerini sıralamaya başladı bir bir:

- Şüphesiz Allah senin rüyanı sadık çıkaracaktır. Çünkü çok geçmeden, senin kavmin arasından bir Nebi gelecek. Sen de, O hayatta olduğu müddetçe veziri, öldükten sonra da ha­lifesi olacaksın!

Ebu Bekir, şaşkınlıktan ne diyeceğini bile unutmuştu. Bu kadar net bir adres gösterme karşısında, utancından ne diye­ceğini bilemez hale gelmişti. Derin derin düşünüyordu; acaba bu kim olabilirdi? Aslında düşünmeye ne hacet; bütün ber­raklığıyla beraber yakın arkadaşı Muhammedii'l-Ernin önün­de duruyordu. Evet, olsa olsa bu, O olabilirdi ... Ancak, henüz O'ndan bunu destekleyecek bir cümle duymamıştı. Evet, belki putlara karşı çıkıyor, insanların elinden tutup yoksullan gö­zetip kolluyordu, ama "SİZİn beklediğinizNebi benim." mana­sına gelen hiçbir sözüne şahit olmamıştı. En iyisi, bir müddet daha izlemek gerekiyordu.v-

Her geçen gün O'na biraz daha yaklaşıyor ve ayn bir ünsi­yet peyda ediyordu. Kendisini o kadar fark ettiriyordu ki, zifiri karanlık bir geceye doğan dolunay misali, yüzüne bakmaya doyum olmuyordu. Mekkeliler de bunun farkındaydı.

121 Ebu Ca'fer et-Taberi, er-Rıyadü'n-Nadıra, 1/413 (333)

162


VUSLATA DOGRU ~

Artık dünya, şafağın sökün etmeye durduğu zamanı gös­teriyordu. Hemen her taraftan, O'nunla ilgili haberler geliyor­du. Sema kapılan kapanmış ve artık kahinler kulak hırsızlığı yapamaz olmuşlardı. Yahudi ve Hristiyan din adamlan, itti­fakla artık vaktin yaklaştığını ve Beklenen Nebi'nin gelmek üzere olduğunu söylüyor ve bütün bunlar, bir nebze hakikate aşina gönüllerde büyük bir beklenti oluşturuyordu.

Yalnızlık Arayışlan

Bu arada Efendiler Efendisi, Hak katındaki hakikatinden uzaklaştınlan Kabe'yi, istemeyerek de olsa terk ediyor ve yanı­na aldığı azığıyla birlikte sessizliğin peşine düşüyordu. Çünkü, cehaletin koyuluğu gittikçe artmış ve Kabe'nin dört bir yanı putlarla doldurulmuştu. Put ve putçuluk düşüncesini yere çal­mış Hz. İbrahim gibi bir peygamberin, ihlas ve samimiyetle tesis ettiği Kabe, Mekkelilerin elinde oyuncak haline gelmiş, Alemlerin Rabbi'ne kulluğu unutan insanlar, sanal ve sahte ilahlara neredeyse kurban olma yanşına girmişlerdi. Belli ki, Ruh-u Pak'ını bu durum, sıktıkça sıkıyordu. Huzur vermek için inşa edilen yeryüzünün ilk binası Kôbe, o gün için ade­ta kasvet merkezi haline getirilmek istenmişti. Bu sebepledir

163


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

ki Allah Resülü, o havadan uzaklaşmaya çalışıyor, bir yandan her adımı O'nu buradan uzaklaştınrken diğer taraftan gönlü­nü orada bırakıyor ve bir türlü de Kabe'den kopamıyordu.

Ayrılıp uzaklaştığında da, yine onu seyredebileceği bir mekanı tercih ediyordu. Bu mekan, Nur adıyla bilinen bir da­ğın zirvesiydi. Bu zirvenin, Kabe'yi kuş bakışı süzen tarafında Hira adında bir mağara bulunuyordu. İşte Efendiler Efendisi, Kabe' den uzaklaştığı demlerde buraya kadar geliyor; günler­ce, hatta aylarca burada kalıp, zamanını kullukla kıymetlen­diriyordu. Belli ki bu, kıyamete kadar hükmü devam edecek evrensel bir mesajı omuzlayabilmek için Cenab-ı Mevla'nın takdir ettiği bir kaderdi.

Mahzun Nebi'nin boynu büküktü; ara sıra, mağaranın deh­lizinden süzdüğü Kabe'nin de boynunu bükük görüyor ve bu manzara karşısında bir kez daha boynunu bükmek zorunda ka­lıyordu. Belki de gelecekteki iman dolu, temiz ve dupduru halini tasavvur ederek o günlerin hayaliyle bir nebze olsun teselli ola­biliyordu. Burada kaldığı sürece, kendine mahsus bir kullukla dolup taşıyor ve belki de, uzaktan süzerek hicranını dile getirdiği Kabe ve ona yapılanlan bir bir zikredip, sıfırlanan insanlık kre­disini yeniden kendilerine bahşetmesi için dua dua yalvanyor­du. Saatlerce yürüyerek ulaştığı Nur Dağı, adeta nurun sahibine davetiye çıkarmış, beraberce semadan gelecek nuru beklerneye durmuşlardı . .Adeta Kabe'ye rüküa durmuş Hirô'ôs: O'nun, ağ­yara kapalı, Hakk'a açık kendine göre bir ibadeti; mübarek elle­riyle yüzünü buluşturduğu anlarda da, başka zamanlarda his­setmediği tarifi imkansız bir gönül ziyafeti vardı.

Sadık Rüyalar

Belli ki vakit, daha da yaklaşmıştı. Şafak sökün etmek üzereydi. Zira, bunu müjdeleyen birçok emareyle karşılaşı­yordu. Başını yastığa koyduğunda mana alemini şenlendiren ve gözlerini açtığında da orada gördüğü gibi neticelenen 'sa-

164


Vuslata Doğru

dık rüyalar' sıklaşmış; ötelerden sürekli mesajlar getiriyordu. Vahyin öncüleriydi bunlar ve bilhassa vuslatın altı ay öncesin­de, birbirini takip eden muştulara dönüşmüş ve daha bir ken­dini hissettirir olmuştu. Bugünlerde Resül-ü Ekrem Efendi­miz, akşam gördüğü bir rüyanın ertesi gün karşısında cereyan eden bir hadise olduğuna tanık olur122 ve iki alem arasındaki irtibatıtefekküre dalarak uzun uzun düşünürdü. Belki de bun­lar, yaklaşan vahiy ortamına bir hazırlık manasını taşıyordu.

Görülen rüyalar genelde Hz. Hatice validemizle paylaşılır ve O da, dimağına yerleşmiş ve kesin kanaat haline gelmiş bek­lentileri istikametinde yorumlar yapar, bu süreçte Efendisine destek olmaya çalışırdı. Bir defasında Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), evinin üstünden bir tahta çekilerek buraya büyük bir delik açıldığını; sonra buraya gümüşten bir merdiven konuldu­ğunu ve oradan iki adamın içeri girdiğini görmüştü. Bu manza­ra karşısında birilerini yardıma çağırmak istiyor, ama bir türlü konuşamıyor; yardım için fırsat bulamıyordu. Sonra bu adam­ların her biri gelip O'nun iki yanına oturdu. Sonra tuttu birisi, elini vücuduna sokup buradan iki kaburga kemiği çıkardı. Sonra da göğsüne yönelerek buradan kalbini çıkanp eline koyuverdi. O kadar gerçekçiydi ki elinin izini iliklerine kadar hissediyordu. Bu arada yanındaki arkadaşına şunu söylüyordu:

- Bu salih adamın kalbi ne kadar da güzel bir kalp.

Sonra da kalbini yıkayıp temizledi ve tekrar alıp onu yeri­ne yerleştirdi. Çok geçmeden kaburga kemiklerini de olduğu yere iade etti. Ardından da, geldikleri yere yönelerek merdi­venden çıkarak gözden kayboldular. Giderken merdiveni de alıp götürmüşlerdi. Artık tavan, yeniden eski haline getirilmiş ve her şey normale dönmüştü.

Beklenen Nebi, tabii olarak bu rüyasını da önce Hatice

122 Bkz. Buhari, Sahih, 1/6; Miislim.Sahih, 1/97; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 2/153

165


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

validemize anlattı. Böylesine kritik günlerinde en büyük des­tekçisi Hz. Hatice, yine kendisinden beklenilen tavn ortaya koyuyordu:

- Müjdeler olsun sana, dedi önce. Ardından da, metin bir ses tonuyla şunlan söyledi:

- Şüphesiz ki Allah, Senin için sadece hayır murad etmek­tedir. Bunda da bir hayır vardır; müjdeler olsun Sana! 123

Evet, önlerine bir yol takdir edilmişti ve onlar da, takdir edilen bu yolda adım adım ilerliyorlardı. Hz. Hatice validemiz de bu yolun farkındaydı ve onun için, kendinden emin konu­şuyor ve Efendisine destek olmaya çalışıyordu.

Varlık Selama Durmuştu

Bütün bunlara ilave olarak bir de, karşılaşılan her bir ağaç, her bir taş ve her bir canlı, Efendiler Efendisi'ni görür görmez tavır değiştiriyor; O'na selama duruyor ve Gelecek Nebi'ye vuslat öncesinde temennada bulunuyordu. ilk insanla başlayan süreçte, bütün peygamberler ve onlann zemininde yetişen evliyaullahın, müjdesini vererek 'geliyor' diye dikkat çektikleri bir Zat'ın teşrifinde, elbette varlık da üzerine düşeni yapacak ve yanına yaklaştığında selama duracaktı. Zira gelen, varlığın yaratılışındaki yegane sebepti. Çünkü, şayet O olma­saydı varlık da olmayacaktı.

Benzeri hadiselerle sıklıkla karşılaştığı bir günün ardın­dan yine hane-i saadetlerine gelmiş ve Hatice validemize en­dişelerini aktarmıştı. Yine ortada, O'nun metanet dolu destek­leri vardı:

- Şüphesiz ki Allah, seni asla zayi etmez ve sana bir kö­tülük dokundurmaz. Çünkü Sen, sözün en doğrusunu söyler; emanete sadık kalır ve yakınlannı görüp gözetirsin.w-

123 Buhari, Sahih, 4/1894 (4670) 124 Buharl, Sahih, 6/2561 (6581)

166


Vuslata Doğru

Hz. Hatice'nin Telaş ve Gayretleri

Her aynlışı, Hz. Hatice için ayn bir hüzün ifade ediyor­du. Belli ki Allah Resülü, Hira' da ayn bir huzur solukluyordu; ama beri tarafta, her aynlışında Hz. Hatice'nin yüreği ağzına geliyor; Efendisinin başına bir şeylerin gelmesinden endişe duyuyordu. Bunun için arkasından adamlarını gönderiyor ve emniyette olup olmadığını görmek istiyor; koruyup kolI ama­ları için tembih üstüne tembihte bulunuyordu.Pö

Hatice validemizin hazırladığı azığını alıp gittiği demIer­de, bazen kendisi geri gelip yeni bir azıkla geriye dönse de, zaman zaman Hatice validemiz, hasretine dayanamadığı evi­nin direği ve gelişini gözlediği efendisi için kendisi yollara düşüyor ve kilometrelerce yürüyüp saatler süren gayretleri neticesinde, Efendiler Efendisi'ne kendi elleriyle azık taşıyor­du.126 Bazen de Hira'nın sırlı atmosferini Efendisiyle birlikte solukluyor, bin bir güçlükle ulaştığı Hira'da, O'nunla kalarak zamanını paylaşmayı en büyük bahtiyarlık sayıyordu. Zaman zaman da yolları, bugün İcôbe Mescidi olarak anılan yerde birleşiyor ve buluştukları bu mekanı mesken tutarak geceli­yorlardı. Daha sonra da Efendimiz, yeniden aynlarak mağara­ya çıkıyor, Hatice validemiz de evinin yolunu tutuyordu.

Bir kadın için, kocasının evinden bu kadar ayrı kalması, dayanılacak bir durum değildi; ancak Hz. Hatice, uzayan ay­rılıklar karşısında en küçük bir tepki göstermiyor, hatta tepki vermek bir yana Efendisi'nin yalnızlığını paylaşarak O'nu, ge­lecek günleri adına hazırlayıp teşvik ediyordu.

Cibril'in Sesi

Yine böyle ayn kaldığı demIerden birisinde Efendimiz (sal­lallalıu aleyhi ve sellern), kendisini görmediği halde birisinin şöyle seslendiğini duymuştu:

125 İbn Kesir, el-Bidaye, 3/n

126 Buhari, Sahih, 3/1389 (3609)

167


Efendimiz (sallallalıu aleylıi ve sellem)

- Ya Muhammed! Ben Cibril'im.

Belki bu da, vahiy öncesinde bir hazırlık anlamına geli­yordu. Endişeyle irkilen Efendiler Efendisi, yine Hatice'nin teselli ve temkin dolu dünyasına yöneldi ve teker teker anlattı sesi ve sesin geldiği ciheti. Ardından da, yüreğine işleyen bir ses tonuyla:

- Allah'a yemin olsun ki, büyük işlerin olacağından endi­şe duyuyorum, dedi.

Metanet insanının tavrı, öncekilerden farklı değildi; ola­mazdı. Istırap ve sıkıntılannı dindirecek şu cümleleri sıraladı teker teker:

- O ne söz! Allah'a sığınınz ondan! Allah (celle celaluhü) hiç seni zayi eder mi? Sen ki, emaneti yerine getirir ve zayi etmez, akrabalannı görüp gözetir ve ellerinden tutarsın; Sen hep, sö­zün en doğrusunu söylersin."?

Yine bir gün, akşam karanlığı basmış ve herkes evine çe­kilmişti. Etrafı derin bir sessizliğin aldığı böylesine yalnız bir akşam, Cibril' e ait aynı sesi duymuştu. Kendisine:

- Selam, diyordu. Yine, hızlı adımlarla teselligahına yö­neldi Allah'ın Resülü (sallallalıu aleylıi ve sellern). O'nun bu telaşını gören Hz. Hatice:

- Bu ne hal? Bir şey mi oldu, diye sordu. Yine tuttu, ba­şından geçenleri anlattı kerim eşine. Sözünü bitirir bitirmez de:

- Müjdeler olsun sana. Çünkü selam, sadece hayırdır, dedi heyecanla.v" Heyecanında metanet ve durduğu yerin resarıeti hissediliyordu. Bununla belki de o, "Selamla sana hitap eden kim olursa olsun, neticede mutlaka hayırla kar­şılaşılacak demektir. Çünkü selam, esenlik yüklüdür." demek istiyordu.

127 Buhari, Sahih, ı/4 (3)

128 İbn Hammad, ez-Zürriyyetü't-Tahira, ı/33

168


VE VUSLAT

 

Created by Readiris, Copyright IRIS 2005
Created by Readiris, Copyright IRIS 2005

Ve derken bir gün ... Takvimlerin miladı 6ıo'u gösterdi­ği bir Pazartesi günü ... Ramazan'ın on yedisi... Nur Dağı'nda nurlar buluşmuş, sema ile yer arasında kopmaz bir bağ kurul­muştu. Vahiy meleği Cibril-i Emın gelmiş ve rahmet peygam­beri Muhammedii'l-Emin'e risalet vazifesini açıktan tebliğ ediyordu. İki emniyet, Nur dağında birbirine kavuşmuştu ve böylelikle insanlığa yeni bir emanet geliyordu. Artık Nür'un, Nür'u karşılama mevsimi gelmiş; yeryüzünde nurlu bir süreç başlıyordu. Semavi olanı, arzi olanını kucaklayacak ve "Oku!" diyecekti. Dağ ve taşın, taşımaktan aciz kaldıklan bir mesuli­yetin konulmasıydı bu omuzlara ... Vazifenin azameti karşısın­da hissedilen ağırlık, dayanılacak gibi değildi.

Aynı zamanda neyi okuyacaktı? Okuma-yazma bilmi­yordu ki! Herhangi birisinin dizinin dibinde oturup da tahsil görmemişti. Rabbinden başka ufkunu dolduracak ikinci bir mercii olmamıştı O'nun.

- Ben okuma bilmem ki, diye mukabelede bulundu. Cib­ril, yaklaşmış ve yeniden.kucaklamıştı. Takatini zorlayıncaya kadar sıkıyor ve ardından bırakarak yine:

- Oku, diyordu. Resul-i Kibriya, yine aynı cümleyi tekrar­layacaktı:

169


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve s e l l e m )

- Ben okuma bilmem ki!

Belli ki bu işin arkasında başka bir mesele vardı. Çünkü Cibril yeniden yaklaşmış ve Muhammedü'l-Emin'i belinden kavrayarak, olanca kuvvetiyle sıkıyordu. Bir müddet sonra bı­rakırken aynı şeyi söyledi:

-Oku!

- Ben okuma bilmem ki! Ne okuyayım, diye tekrarladı

Allah Resülü. Aynı işlem yeniden başlamıştı. Nihayet, mesele çözülecek gibiydi. Kucakladığı Habib-i Zişan'ı bırakan Cibril şunlan söylüyordu:

- Yaratan Rabbinin adıyla oku! O ki, insanı yapışkan bir hücreden yarattı. Oku ki, o Rabbin, sonsuz kerem sahibidir. Kalemle yazmayı ve insana bilmediği şeyleri öğretendir 0.129

Mesele şimdi anlaşılmıştı; çünkü Rabb-i Rahim'in adıyla olunca, her şey okunurdu. Gerçi, henüz okunması gerekenin ne olduğu anlatılmamıştı. Ama, göze çarpan ve kulağa gelen her şey, okunmak için yaratılmıştı. İnsanın önünde duran her bir varlık, yaratıcısını anlatan birer ayet olarak arz-ı endam ediyordu ve şuurlu varlık olan insanın, bu dili çözebilmesi için de, varlığı iyi okuması gerekiyordu. 130

Aynı zamanda bu emirde, bugüne kadarki birikimini, bundan sonra geleceklerle aynı paralellikte değerlendirme telkini de vardı. .. Bundan sonra ceste ceste inecek olan Kur'an ayetlerini, her defasında yeniden başa dönerek tekrar okuma­nın tahşidatı da gizliydi burada ... Zira bu kitap, öyle bir kena­ra konularak terk edilecek veya hürmet için bile olsa kaliteli malzemeye sanlarak duvarlara hapsedilecek bir kitap değildi; her yönüyle o, mü'minle birlikte yaşayan bir mesaj olmalıydı.

129 Bkz. Alak, 96/1-5

130 Kur'an'da geçen 'ayet' kavramlannın belki % 90'1, bu türlü bir okumadan bahsetmekte ve insanı Allah'a ulaştıran delillerin, sadece sureleri meydana getiren cümleler değil, aynı zamanda en küçüğünden en büyüğüne kadar varlığı meydana getiren unsurlar olduğunu anlatmaktadır.

170


Ve Vuslat

Bunun içinse, öncelikle iyi okunması ve anlamak maksadıy­la ve ciddi bir teveccühle kendisine yönelinmesi gerekiyordu. Çünkü o, teveccüh nispetinde kapılannı aralar ve taliplerine hazinelerinden en nadide inciler takdim ederdi.

Bir de bu emir, bundan sonraki vazife adına yeni bir baş­langıcı ifade ediyordu; bu vesileyle insanlara gidecek ve onlan da hak dine davet edecekti. İşte bu vazifeyi yerine getirirken Allah Resülü'ne, muhatabı olduğu insan karakterini iyi oku­ması telkin ediliyor ve muhatabını iyi tanıdıktan, ruh haletine ait şifreleri çözdükten sonra onunla, kendi anlayacağı dilden konuşması gerektiği anlatılıyordu.

Bu arada, Hira'daki ilk vazifesini yerine getiren Cibril, ay­nlıp gitmiş ve bir anda gözden kaybolmuştu. Yaşadıklannın tesiri bütün ihtişamıyla üzerinde duruyordu. Bir müddet son­ra anladı ki, dilinde terennüm ettikleri, Cibril'in az önce ge­tirdiklerinden başkası değildi; Onun getirdikleri harfi harfine kalbine yerleşmişti ve O da, bunlan tekrarlayıp duruyordu.

Artık mesele daha netti; bugüne kadar yanlışlıklanna şahit olduğu insanlığın, bundan sonra doğruyu bulması konusunda rehberlik vazifesi kendisine verilmişti. İş başa düşmüştü; ine­cek ve Mekke'deki ilk muhataplanndan başlayarak dünyayı, Rabbin arzuladığı istikamette yeni bir boya ile tanıştınp her­kesi Rahmani bir kıvama davet edecekti. Zira, öncekiler gibi; ama öncekilerden farklı olarak bütün insanlan kucaklayacak bir vazife, risalet vazifesi O'na verilmişti ve O da, bu vazifeyi yerine getirmek için artık Mekke'ye iniyordu.

Mekke'ye Yöneliş

Artık, Nur dağında buluşan iki Nur, bundan sonra sık­lıkla bir araya gelme vaadiyle birbirinden aynImış ve Allah'ın Resülü (sallallabu aleyhi ve sellern), karşılaştığı yeni haberle birlik­te hızla Mekke'ye yönelmişti. Kendisine yüklenen misyonun ağırlığıyla iki büklüm ve Hira'da yaşadığı vuslatın hazzıyla

171


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

kalbi duracak gibi oluyordu. Zira bütün bedenini, vahyin ağır­lığı kaplamıştı. Bu esnada, semada bir sesin yankılandığına şahit oldu:

- Ya Muhammed! Sen, Allah'ın Resülü'sün, ben de Cibril! Mübarek başını semaya kaldırdığında. bütün ihtişamıyla karşısında Cebrail duruyor ve aynı şeyi tekrar ediyordu:

- Ya Muhammed! Sen, Allah'ın Resülü'sün, ben de Cibril! Adeta, olduğu yere çakılıp kalmıştı Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem); ne bir adım ileri atabiliyor ne de geri dönüp gi­debiliyordu. Öylece bir müddet bekledikten sonra nihayet ba­şını hareket ettirmeye başlamıştı. O da ne? Yöneldiği her bir yanda aynı manzara vardı! Her bir cihetteki ufku bütünüyle Cibril-i Emin kaplamış öylece duruyordu.

Beri tarafta Hz. Hatice, geri dönüşü gecikince endişelen­miş ve bir haber getirmeleri için yine arkasından adamlarını göndermişti. Hira'ya gittiğini bildikleri için onlar da, tabii ola­rak buraya yönelmiş, ama bir sonuç elde edememişlerdi.

Derken, hayret ve dehşet anları sona ermiş ve Efendiler Efendisi, yeniden Mekke'ye yönelmişti. O ne gariplik ki, yolda yürürken dört bir yandan:

- Allah'ın selamı Senin üzerine olsun ya Resülallah, diye sesler geliyordu. Bu seslerin geldiği cihete yöneliyordu, ama hiç kimseyi göremiyordu. Çok geçmeden anladı ki, karşılaştığı her bir ağaç ve taş, O'nun önünde temenna duruyor ve kendi­sine selam verip açıkça risaletini tasdik ediyordu. 131

Heyecanla evine döndü ve:

- Beni örtün! Beni örtün, diye vefalı eşinden üstünü ört­me sini istedi.l32 Daha sonra da mübarek başını Hatice valide­mizin dizine koydu. Dikkatlice gelişmeleri izleyen metanetli kadın, şefkat dolu sesle:

131 İbn Hacer, İsabe, 7/601; Miinavi, Feyzü'l-Kadir, 3/19 132 Buhari, Sahih, 4/1874 (4638)

172


Ve Vuslat

- Ey Eba Kasım! Nerelerdeydin? Allah'a yemin olsun ki, ardından adamlanmı gönderdim, Mekke'de bakmadık yer bı­rakmadılar; ama Senden bir haberle geri dönemediler, diye Efendisi'ne olan muhabbetini dile getiriyordu.

Bir aralık Efendiler Efendisi:

- Kendimden korkuyorum ey Hatice! Bir zarann gelme­sinden endişeleniyorum, deyince, yine aynı teselli kaynağı olan kerim eş devreye girdi:

- Asla endişe edip korkma! Allah, Seni asla zayi etmez, muhafaza eder, dedi önce. Ardından da:

- Çünkü Sen, akrabalannı görüp gözetir, düşkünlerin elinden tutar ve ihtiyacı olanlan da giydirirsin. Aynı zamanda Senin misafirin hiç eksik olmaz, her hareketinle Sen, sürek­li Hakk'ın peşindesin ve yine Sen, bütünüyle hayır yollanna kendini adamış birisin.P''

Toplumda oluşabilecek bu türlü boşlukları doldurup ek­siklikleri gidermeyi kendine vazife edinmiş Birini, işin Sahibi yalnız bırakır mıydı hiç!.. Aslında bu haliyle Hz. Hatice, her bir Müslüman kadın için örnek alınacak bir tavır sergiliyor ve dünya adına hayırda en öne geçmenin bir modelini koyuyor­du ortaya. Tabii ya, Allah için en sıkıntılı günlerde rüştünü ispat edenleri O, hiç yalnız bırakır mıydı?

Ve çok geçmeden Allah Resülü, başından geçenleri anlattı O'na, ilk olarak. Tecrübe, metanet ve sabır insanı Hz. Hatice, tevekkülü tam bir insandı ve gayet metindi, Başkalarının ken­disinden emniyet dilendiği bir Emin'in sahipsiz olmadığını za­ten biliyordu. Kendisinden beklenen metaneti ortaya koyacak ve destek olması gereken bir zamanda, Minatın iftihar ettiği Yüce Kamet'i yalnız bırakmayıp O'na destek olacaktı:

- Müjdeler olsun sana ey amcamın oğlu, diye başladı söz­lerine. Ardından da:

133 Buhôri, Sahih, ı/4 (3)

173


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

- Bulunduğun yerde sebat et ve kararlı ol! Hatice'nin nefsi elinde olana yemin olsun ki Sen, bu ümmetin beklenen Nebi'sisin, dedi. Zira ona göre zaten bu, beklenen bir sonuç­tu ve hiç tereddütsüz hemen oracıkta, imanla tasdik etti O'nu ve O'na birlikte gelenleri!..134 Ardından da, üzerini örtlüğü Resülullah'ı hanelerinde Rabb-i Ranimiyle birlikte yalnız bı­rakıp bir başka kapıya yöneldi.

Varaka'nın Rehberliği

Mekke'de bu haberle sevinecek birisi daha vardı ve Hatice de, hiç vakit kaybetmeden amca oğlu Varaka İbn Nevfel'in ya­nına koştu. Kerim zevcesinin anlattıklannı anlattı bir bir Va­raka'ya!.. Her bir ifadesi, Varaka'nın dünyasında fırtınaların kopmasına sebep oluyordu. Bir noktaya gelince dayanamadı ve:

- Kııddüsl., Kuddus,ı35 diye haykırmaya başladı yaşlı bil­ge. Ardından da ilave etti:

- Varaka'nın nefsi yed-i kudretinde olana yemin olsun ki, şayet bana anlattıkların doğruysa ey Hatice! Bu gelen, Musa ve İsa'ya gelen Namus-u Ekber'dir. Ve şüphesiz ki O da, bu ümmetin Nebi'sidir. Git ve bunu O'na söyle, olduğu yerde se­bat etsin.136

Demek ki, toprağın altındaki tohum çatlamış ve artık fi­liz verme yoluna girmişti. Beklenen an gelmişti ve insanlığın maküs talihi değişmeye başlamıştı: İnsanlığın yönünü de­ğiştirecek bu olayı, bir de vasıtasız dinlemek gerekiyordu ve yine Hz. Hatice'nin delaletiyle, Kabe'nin avlusunda buluştu­lar çok geçmeden. Yaş farkı, itaate engel değildi ve önce Allah Resülü'nün alnından öptü yaşlı Varaka ...

134 Maverdi, A1fimü'n-Nübüvve, 1/275

135 Varaka İbn Nevfel'in taaccüp dolu sözleri, başka bir rivayette, 'Subbı1h! Sub­bı1h!' şeklindedir. Bkz. İbn Hişam, Siretiı'n-Nebeviyye, 2/73

136 Maverdi, A1fimü'n-Nübüvve, 1/275

174


Ve Vuslat

- Ey kardeşimin oğlu! İşitip gördüğün şeyleri bir de bana anlat, dedi merhamet dilenircesine ...

Allah'ın son Nebisi, başından geçenleri anlatmaya başladı bir bir Varaka'ya, vasıtasız ve perdesiz olarak. .. Duyduğu her bir söz, kulağına ilişen her bir kelime, ruh dünyasında fırtı­nalar koparıyor ve halden hale giren Varaka, ayrı bir heyecan yaşıyordu. Zira yıllardan beri, kavuşma hasretiyle yandığı ve sadece satırlarda okuyarak geleceği günü can u gönülden beklediği Müjde, o an yanında duran şahıstan başkası değildi. Allah Resülü'niin sözleri bitince, bu sefer Varaka'nın dili çö­zülecek, aradığını bulmuş bir gönlün heyecan ve titreyen bir ses tonuyla şu tarihi cümleleri söyleyecekti:

- Nefsim, yed-i kudretinde olana and olsun ki Sen, bu ümmetin Nebisi'sin. Daha önce Musa'ya gelen Namus gelmiş Sana. Unutma ki Sen, bu sebeple yalancılıkla itham edilecek, eziyet ve işkencelere maruz kalacak ve akla gelmedik düşman­lıklarla karşılaşacaksın. Keşke ben o gün genç olsaydım, yaşı­yor olsaydım da, kavminin Seni çıkarıp yurdundan kovacakla­n güne yetişip, o gün Sana destek verseydim.

Teselli için gidilen kapıda duyulan sözler gerçekten dik­kat çekiciydi; evet, gelecek umut doluydu. Ancak bu umut, öyle kolayelde edilecek gibi de görünmüyordu; işin ucunda O'nu, mihnet, sıkıntı ve çile dolu günlerbekliyordu.

Resül-ü Kibriya da, şaşırmıştı. Belli ki, bu ihtiyarın da­ha bildiği çok şey vardı. Merak dolu bir ses tonuyla sordu Varaka'ya:

- Kavmim beni çıkaracak mı?

Gelen cevap, sadece sorunun cevabını ihtiva etmiyordu; daha genel ifadelerle hem O'nun başına gelecekleri sıralıyor hem de adeta O'ndan sonra aynı çizgide yürüyeceklerin yaşa­yacağı bütün mukaddes göçlerin sebebini açıklıyordu:

- Evet.. Seni de çıkaracaklar. Zira Senin getirdiğin haki-

175


Efendimiz (sallallalıu aleylıi ve sellem)

katle gelen hiçbir insan yoktur ki, yurdundan çıkarılmış, vata­nından ayrı bırakılmış olmasınl.ı'ö?

Kırk Günlük Ara

Hira' da vuslat başlamıştı, ama günler geçmesine rağmen bu vuslatın arkası gelmiyordu. Yıllardır bu anı bekleyen Allah Resülü, tam 'Artık buldum.' dediği böyle bir zamanda, Cibril'in hayat-bahş soluklanna hasret kalmanın sancısını yaşıyordu.

Bu süre içinde yine kendini yalnızlığa terk etmişti, zaman zaman Sebir dağına giderken çoğunlukla yine Hira'nın yolu­nu tutuyordu. O kadar sıkılmıştı ki, bütün genişliğine rağmen O'nun için yeryüzü daraldıkça daralmıştı ve bir türlü zaman geçmek bilmiyordu.

Kırk yaşına kadar beklediği vahyin inkıtaı üzerinden kırk gün daha geçmişti ki,ı38 semada Cibril-i Emın'in sesi duyuldu:

- Ben Cibril'im, diyordu. Efendiler Efendisi, sesin geldi­ği yöne dönüp ve başını semaya doğru kaldırdı. Karşısındaki, Hira'da gördüğü Cibril'den başkası değildi; sema ile arz ara­sında bir kürsü üzerine kurulmuş:

__ Ya Muhammed! Sen, Allah'ın hak peygamberisin, di­yordu.

Evet, sema ile yeniden bir ittisal kurulmuş, iki Emın ye­niden buluşmuştu. Gözü aydın, gönlü de huzurlu kılan bir ge­lişmeydi bu. Zaten bugüne kadar Allah Resülü, yeni bir vuslat için iştiyaktan yanıp tutuşmuş, Cibril'le yeniden buluşmayı aşın derecede arzular olmuştu. Aynı zamanda böyle bir fetret, bundan sonra gelecek vahyin de peyderpey ineceğinin bir işa­retiydi. Çünkü Kur'an. insanlan bir hedefe doğru götürmek,

137 Bkz. Buhari, Sahih, 1/4 (3); Müslim, Sahih, 1/97, 98

138 Bazılan bu süreyi üç yıla kadar çıkanrlar ki, 23 yıllık vahiy sürecinde bu süre, oldukça büyük bir zaman dilimi demektir. Halbuki, neredeyse Kur'an'ın ya­nsı Mekke'de inmiştir ve Efendimiz'in Mekke hayatında, içinde Kur'an'ın inmediği bir yılı bulunmamaktadır.


Ve Vuslat

asırlardır insanların şuuraltlanna işlemiş yanlış telakkileri söküp yerine kendi otağını kurmak için geliyordu. Öyleyse, yeni gelen her vahiy, toplum tarafından özümsenerek sosyal hayatta yaşanır hale gelmeliydi.

Bu, kendi cinsinden şükür isteyen bir nimetti ve Allah Re­sülü de (sallallahu aleyhi ve sellern), önce yere kapandı ve şükür see­desinde bulundu. Ardından da, hiç vakit kaybetmeden hane-i saadetlerinin yolunu tuttu. Üzerine yeniden vahyin ağırlığı çökmüştü. Sıcak yaz günü olmasına rağmen tir tir titriyor, aynı zamanda buram buram ter döküyordu. Hatice valide­mize yöneldi ve yeniden üzerini örtmesini talep etti. Kalbine nakşedilen vahiyle yeni bir süreç başlıyordu. Zira Allah (celle celaluhü), O'nu muhatap alarak ona şunlan söylüyordu:

- Ey örtüye bürünüp duran Nebi! Ayağa kalk ve insanlan uyar! Rabbinin büyüklüğünü tazim ile haykır. Elbiseni terte­miz tut, maddi-manevi kirlerden ann. Pis ve murdar olan her şeyden de kaçınl'<?

Yine beş ayet gelmişti; ancak bu sefer arkası kesilmeye­cek ve peşi peşine diğer ayetler de sıralanacak, Cibril'in soluk­lanyla insanlık, külli bir aydınlanma yaşamaya başlayacaktı. Kısmı bir inkıtadan sonra yeniden gerçekleşen vuslatta dikkat çeken husus, tebliğ vazifesinin açıkça kendisine bildirilmesi, Rabbin büyüklüğünü tazim edip etrafına da bu azameti du­yurması, son olarak da, maddi-manevi bütün olumsuzluklar­dan annarak tertemiz bir dünya hayatı yaşayıp başkalanna da bunu teşrnil etmesinin istenmesiydi.

Müddessir suresi, aynı zamanda bütün halinde inen ilk sure oluyordu. Zira, Aluk suresinin ilk beşayeti Hira'da gel­mişti; ama geri kalan diğer ayetleri daha sonra inecekti. Bu­nun için bir kısım ulema, nübüvvet adına ilk gelen surenin

139 Müddessir. 74/1-5

177


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Alak, risa1et adına gelenin ise Müddessir olduğu şeklinde bir ayınm yapmaktadır. 140

Bir de, bu sefer gelen ayetler, Son Nebi'nin misyonunu belirginleştiriyor, O'ndan diğer insanların da elinden tutma­sını ve Rabbinin adını herkese duyurmasını istiyordu. Zaten nübüvvet vazifesiyle birlikte, böyle bir sorumluluk O'na daha baştan yüklenmiş bulunuyordu. Artık O (salla1lahu aleyhi ve sel­lem), Allah'ın varlığını ve bir olduğunu anlatacak, ahiret gü­nüne inanmanın gerekliliği üzerinde ısrarla duracak ve iman hakikatlerinin bütününü toplumda ikameye çalışacaktı. Bunu gerçekleştirmek için ilk muhataplanndan da benzeri şeyleri istiyor, kendini Hakk'a adamışların şahsi hazlardan uzakla­şarak varlıklannı toplumun salahına vakfetmeleri gerektiğini ifade ediyor ve sebeplere tevessülde kusur etmemekle birlikte, sonucun nasıl cereyan edeceğini Allah'a havale etmenin lüzu­muna dikkat çekiyordu.

Anlaşılan artık, ferdi manada gelişme dönemine, sosyal inkişaf dönemi ilave edilmiştı. Bundan sonra her iki yönde de faaliyet yürütülmesi gerekiyordu. Açıkça bu, selim vicdan sahibi her insanı rahatsız eden olumsuzluklardan uzaklaşma­lan ve Hakkın nzasını kazandıracak davranışlarla hemhal 01­malan için insanlan uyarmak gerektiği anlamına geliyordu. Bundan sonrası, öncesinden çok farklı olmalıydı. Zira, bu ayet Efendiler Efendisine, 'kalk' diyerek, her şeyiyle farklı yeni bir toplum inşa etme sorumluluğu yüklüyor; kalp ve kafadan vize almayan her şeye karşı da bir karşı duruş çizgisi belirliyordu.'!'

140 Bazı müfessirler ise, ilk inen surenin Fôiiha olduğunu söylemekte, diğer bir kısım ulema da, Fatiha suresinin Alak ve Müddessir'den sonra indiğini ifade etmektedir. Sonuç ne olursa olsun, ilk inen ayetin 'Bismillahirrahmanirrahim' olduğunda şüphe yoktur. Bkz. Muhammed İbn Muhammed, İtkan, 1/75-77

141 Bu ne hassasiyettir ki Allah Resülü (sallallahu a1eyhi ve sellem), yüce dostlu­ğa pervaz edeceği güne kadar bu gömleği hiç çıkarmayacak; ötelere giderken bile bu emri yerine getirme adına teşkil ettiği Üsame ordusuyla Hak düşün­ceyi, daha da ötelere götiirmenin sancısını taşıyacaktı.


Ve Vuslat

Gelen bu ayetlerde dikkat çeken bir diğer husus da, sa­bır üzerine yapılan vurguydu. Henüz her şey yeni başlamıştı. Alınacak mesafe çoktu ve bu işe gönül veren insanların sayısı belliydi. Mekke şiddetle karşı çıkıyor ve Mekkelilerin tavırlan, daha sonrasında olabilecekler adına ip uçlan veriyordu. Yol uzun, sular derin ve azık da sınırlıydı; öyleyse, bu sıkıntılı sü­reçten sağ ve salim sahil-i selamete erebilmek için, sabır de­nilen sihirli kuvvete çok sağlam yapışmak gerekiyordu. Zira o, gücü elinde bulunduranlara karşı kullanılabilecek en etkili cevap anlamına geliyordu. İbadet ü taat mükellefiyetini yeri­ne getirirken, günahların cazibesine karşı dişini sıkıp harama tenezzül etmeden ve din düşmanlannın estirdiği havada başa gelebilecek her türlü sıkıntıyı daha baştan göğüslemeyi kabul­lenerek sabretme ... Bütün bunlan yaparken de, asla yerinde durmama ve mutlaka her dakikayı, Hakk'ı razı edecek bir ak­tivite ile dolu geçirme ... İşte, Kur'an çizgisinde karşılığını bu­lan sabır bu demekti ve Kur'an. daha işin başında mü' minI ere, 'sabır' tavsiye ediyordu.

Çok geçmeden, insanlardan gelebilecek tehlikelere karşı bizzat Allah'ın, kendisini koruyacağı da anlatılacak ve:

- Ey Resul! Sen, Rabbinden Sana indirilen buyruklan teb­liğ et; şayet bunu yapmazsan, risalet vazifesini yerine getirmiş olamazsın! Allah Seni, zarar vermek isteyen insanların şerle­rinden koruyacaknr.w denilecekti. Bundan sonra da, tebliğ va­zifesinin Efendimiz' e ait bir görevolduğu sıklıkla hatırlatılacak ve hesap görme işinin ise Allah' a ait olduğu vurgulanacaktı.ve

O'nu peygamber olarak görevlendiren Allah (celle celaluhü), bizzat teminat veriyor ve O'na Allah'ın adını herkese duyura­bilmek için koşturması gerektiğini söylüyordu.>« Elbette böy-

142 Bkz. Mdide, 5/67

143 Bkz. Ra'd, 13/40; Bakara, 2/272

144 Konuyla ilgili 'olarak bkz. Mdide, 5/55, 56; Nur, 24/55; SMIat, 37/171-173; Mü'min, 40/51, 52; Mücadele, 58/20, 21

179


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

le bir yolda, birileri rahatsızlık duyacak ve Hak katından gelen hükümleri, ağızlarıyla söndürmeye çalışacaklardı; ancak, in­karda başı çeken ve şirk bataklığına saplanmış küfür fanatik­leri istemese de, Allah'ın teminatı vardı; kim ne yaparsa yap­sın O (celle celaluhü) mutlaka nurunu tamamlayacaktı.w Bunun için O'nun istediği ise, güçlü ve sarsılmaz bir iman, takva öl­çüleri içinde birhayat ve esbaba tevessülü ifade eden salih bir amel ortaya koymaktı.w" Öyleyse, başkalarının ne dediğine bakmadan Rahmani çağrıya kulak verip, yeryüzünde O'nun adına yürümek gerekiyordu.

Sıklıkla tarihten örnekler veriliyor; risalet vazifesinin nev-zuhur bir yapı olmadığı ifade edilerek, hak düşüncenin karşısında yer alanların her zaman kaybetmeye mahkum ol­dukları, misalleriyle ve defalarca anlatılıyordu. Hz. A.dem' den Hz. Nuh'a, Hz. İbrahim'den de Hz. İsa'ya kadar insanlık se­masının ay ve güneşleri olan rehber şahsiyetlerden örnekler veriliyor, onların risalet vazifesini yerine getirirken nelerle karşılaştıkları ortaya konulup bundan sonra olabileceklere karşı hazırlıklı olunması isteniyordu.

Ölüm sonrası hayatla ilgili konular gündeme getiriliyor ve yaşanılan hayatın hesabının verileceği yeni bir dünyanın kapıları aralanarak, hayatı, hesabı verilecek tarzda yaşamanın gerekliliği ortaya konuluyordu.

Velhasıl, artık vahiy, süreklilik arz eden ve rıza ufkunun yeni toplumunu irişada en etkin bir unsurdu. Anlaşıldığı üzere bu süreç, vahyin sağanak olup yağmaya başladığı süreçti. Böy­lelikle, Müzzemmil'i Müddessir; Tebbet'i Tekisir takip edecek; A'ıa'dan, Leyl'e, Fecr'den de Mutaffifin'e kadar neredeyse Kur'an'ın yarıya yakın kısmı Mekke'de inmiş olacaktı.v'?

145 Bkz. AI-i İmran, 3/139; Tevbe, 9/32, 33; Sad, 38/8, 9; Saff, 61/9

146 Bkz. Bakara, 2/212; A'raf, 7/128; Hud, 11/49; Kasas, 28/83; Mümin, 40/51; Enbiya, 21/105

147 İniş sırasına göre zikretmek gerekirse, Mekke'de şu sureler nazil olmuştu:

180


Ve Vu s l a t

Küsme de Yok Dargınlık da

Beri tarafta bu süreç, Mekke müşrikleri tarafından da ta­kip ediliyor ve müşrikler vahyin kesintiye uğramasından do­layı içten içe bir sevinç duyuyorlardı. Onlara göre Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), adım attığı bu yolda toplumdan tecrit edilip yalnız kaldığı gibi sema ile de bağlan kesilmişti ve O her yönüyle bir gurbet C!) yaşıyordu. Hatta, Mekkelilerden bir kadın Efendimiz'in yolu üstüne çıkmış:

- Ya Muhammed! Görüyorum ki şeytanın Seni terk etmiş, diyordu. Bununla o, kendince Allah Resülü'yle alayettiğini sa­nıyordu. Ancak bu, Efendiler Efendisi'ni üzdüğü gibi semanın kapılannı da harekete getirecek bir davranıştı. Neyse ki, zor durumda kalınan her zaman imdada koşan bir Cibril vardı. Yine gelmiş, şu ayetleri getiriyordu:

- Güneş'in yükselip de en parlak halini aldığı kuşluk vak­tine ve sükünetle erdiği dem geceye yemin olsun ki, ey Resü­lüm! Rabbin Seni ne terk etti ne de sana darıldı! Elbette Se­nin için, gelecek her yeni gün, bir öncekinden, her zaman işin

Alak (Bazı rivayetlerde Alak suresinden sonra Nun suresinin indiği anlatıl­maktadır), Müzzemmil, Müddessir (Bazı rivayetler, Müddessir suresinin Kalem'den sonra inzal olduğu yönündedir), Tebbet, Tekvir, A 1a, Leyl, Fecr, Duha, İrışirah, Asr, Adiyat (Bazı rivayetlerde Asr ile Adiyat suresinin inişi yer değiştirilerek anlatılmaktadır), Kevser, Tekasür, Maün, Kafirün. Fil, Felak, Nas, İhlas, Necm, Abese, Kadr, Şems, Bürüc, Tın, Kureyş, Karia, Kıyame, Hümeze, Mürselat (Bazı rivayetlerde Mürselat suresi Kıyame suresinden sonra inmiş görünmektedir), Kaf, Beled, Tank, Kamer (Bazı rivayetlerde Ka­mer, Kaf suresinden sonra inmiş olduğu belirtilmektedir.), Sad, A'raf, Cinn, Ya-Sin, Fürkan, Melaike/Fatır, Meryem, Ta-Ha, Vakıa, Şuara, Ta-Sin/Neml, Kasas, Beni İsrail/Saf, Yunus, Hud, Yusuf, Hıcr, En'am, Saffat, Lokman, Sebe', Zümer, Mii'min, Secde, Ha-Mirn-Ayn-Sin-Kaf/Şüra, Zuhruf, Duhan, Casiye, Ahkiif, Ziiriyat, Gaşiye, Kehf, Nahl, Nuh, İbrahim, Enbiya, Miı'mi­nun, Secde, Tur, Mülk, Hakka, Seele/Mearic, Amme, Naziat, İnfitar, İnşikak, Rum, Ankebüt ve Mutaffifln. Bunlann dışında kalan diğer sureler ise Me­dine'de nazil olacaktır. Uzun surelerin arasında bazı ayetlerin de Mekke'de iken indiği bir gerçektir. Bkz. Muhammed İbn Muhammed, İtkan, 1/38, 39; Kurtubi, el-Cami', 20/117, 118; Ziihri, Tenzilü'l-Kur'an, 1/23-29

ı8ı


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

sonu başından daha hayırlıdır. Elbette Rabbin, Sana ileride öyle şeyler ihsan edecek ki, neticede Sen, hem O'ndan hem de vereceklerinden razı olacaksınl'-"

Ne güzel iltifatlardı bunlar! Rahmet-i Rahman, Habib-i Zişan'ın elinden tutuyor ve adeta basamak basamak O'nu ge­leceğe taşıyordu. Öyleyse, durup beklemenin ne anlamı ola­bilirdi ki?

Her gelecek günün, bir önceki güne göre daha hayırlı ola­cağı bildirildiğine göre, öyleyse bugün yapılması gereken, hiç durmadan hayrı tavsiye edip Rahmani güzellikleri Allah'ın di­ğer kullanyla da paylaşmak, çirkin ve kötü olandan da onlan uzaklaştırma gayreti içinde bulunmaktı. Zaten, çok geçmeden ilahı mesaj da:

- Sizin aranızda öyle bir grup olsun ki onlar, her daim insanlan hayra davet etsinler ve ma'rüf olanı emredip münker olandan da insanlan uzaklaştırsınlar.v'? diyerek aynı şeyleri söyleyecekti. Zira, bundan böyle yeniden şekillenecek olan ümmet, orta yolun temsilcisi olacak ve Allah'a imanda derin­likle, hayır konusundaki hayırhahlığıyla ve şer karşısında da takındığı tavırla doğruluğun şian olacaktı. 150

Aynı zamanda bu, toplumu kaynaştınp birbirine kenet­leyen en önemli dinamikti. Zira, sosyalolmanın bir sonu­cuydu bu. Yanlışlıkların görmezden gelindiği, güzelliklerin de paylaşılmadığı toplumlarda iç çöküntü kendini hissettirir ve bu toplumlar asla hayatiyetlerini uzun soluklu devam et­tiremezlerdi. Kur'an'ın, bir ibret vesilesi olarak nazarlara arz ettiği İsrailoğullan, bu vazifeyi hakkıyla yapamadıklan için, aralannda iftiraklar zuhür etmiş ve paramparça olmuşlardı.v' Demek ki, müşahede edilen şerre karşı umursamazlık tavn,

148 Bkz. DuM, 93/1-6

149 Bkz . .Al-i İmran, 104 150 Bkz . .Al-i İmran, 3/110 151 Bkz. Maide, 5/78, 79

182


Ve Vuslat

musibetlere davetiye anlamına geliyor ve bu durumda, yaşın yanında kuru da yanıyordu. Öyleyse, topyekun kurtuluş, ha­yırda cansiparane bir yarışa; kullarını Allah'a, Allah'ı da kul­larına sevdinneye bağlıydı.'>

Ümmet-i Muhammed, sonu temsil edecekti ve bu temsil, öncekilerden de ders alınarak iyi yerine getirilmeliydi. Zira, güneş guruba kaymış ve insanlık adına zaman, gurüb öncesi bir yerde duruyordu. Onun için, 'ikindi vakti'ne yemin edile­cek, muhtemel kaymalann yaşanmaması için imanın ne ka­dar gerekli olduğu anlatılarak bu yolun yolcularına sabır ve hak çizgide sebat tavsiye edilecekti.w

Gece İbadeti

Her ne kadar Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), Hira' da yaşadığı vuslat ve sonrasını Mekke müşrikleriyle paylaşmamış olsa da onlar, birer söylenti halinde bunları duymuşlardı ve kendi aralannda konuşuyorlardı. Kendileri açısından ortada yeni bir durum vardı; kendi iradeleri dışında Mekke'de yeni bir gelişme yaşanıyor ve bu gelişme, dünya adına herkesten bağımsız yürüyordu. Daha ilk günden Mekkeliler, bu gelişme­ye bir kulp takıp da önünü almak için planlar kurmaya başla­mış; düne kadar 'Emin' diye tavsif ettikleri Efendiler Efendisi­'ne, 'mecniuı', 'kôhin', 'sihirbaz' gibi lakaplar takmışlardı.

Elbette bu konuşmalar, Efendimiz'in de kulağına gelmiş ve daha ilk günden karşılaştığı bu karalama kampanyasına çok üzülmüştü. Hane-i saadetlerine döndüğünde üzerini örtmüş ve derin bir tefekküre dalmıştı ki, yanında Cibril-i Emın'in ha­zır olduğunu görüverdi.'> Yeni bir vahiy geliyordu:

152 Konuyla ilgili olarak bkz. Buhari, Sahih, 2/520 (1368), 3/1314 (3393); Müs­Jim, Sahih, 1/69 (78), 1/69 (80)

153 Bkz. Asr, 103/1-3

154 Bazı rivayetlerde aynı hadisenin, Müddessir suresinin iniş sebebi olarak ele alındığı görülmektedir. Bkz. İbn Kesir, Tefsir, 4/441, 442

183


Efendimiz (s a l l a l l a h u aleyhi ve sellem)

- Ey örtüsüne bürünen Resülüml Geceleyin kalk da, az bir kısmı hariç geceyi ibadetle geçir! Duruma göre gecenin ya­nsında veya bundan biraz daha azında veya fazlasında ibadet etmen de yeterlidir.

Allah (celle celaluhü), Resülü'ne bir mesaj iletir de O (sallallahu aleyhi ve sellem), bu mesaja bigane kalır mıydı hiç? Artık bundan böyle O'nun geceleri, gündüzleri kadar aydın; gündüzleri de geceleri kadar fazilet doluydu. Gece kalkıp ibadet etmek Al­lah'ın emri olduğuna göre, O'na ilk gönül veren herkes aynı yolu meslek edinecek ve gecelerini gündüzleri gibi aydın kıl­ma adına, adeta birbirleriyle yarışacaklardı. Çünkü bu emir, farz olarak algılanmıştı ve emr-i ilahiyi yerine getirmernek olmazdı. Gece ibadeti, mü'min için bir şerefti artık; gündelik meşgalelelerden sıyrılıp ruh ve kalbin kendini dinlediği bu sessiz dakikalarda kalkılarak sıcak yataklar terk edilecek, havf ve haşyet duyguları içinde hep Rabbe iltica ile eller kalkıp, iç­ten yönelişle bir tazarru ve niyazda bulunulacaktı.vs Çünkü rahmet-i Rahman, gecenin kuytularında fazilet avına çıkan insanların üzerine sağanak olup yağar ve Rabb-i Rahim de, bu dakikalarda kendisine kalkan elleri boş, geri çevirmezdi.v"

Nihayet, aradan bir müddet daha geçecek ve Allah Resü­lü'nün, Cibril-i Emın'le buluştuğu bir gün şu mesaj gelecekti:

- Sana mahsus bir namaz olmak üzere, gecenin bir kıs­mında kalkıp Kur'an okuyarak teheccüd namazı kıL. Böylece Rabbinin Seni, Makam-ı Mahmüd'a eriştireceğini umabilir­sin! 157

Artık teheccüd, bir kavramdı ve gece kalkılarak kılınan namazı ifade ediyordu. Ancak, önemli bir ayrıntı olarak bu namaz, sadece Allah Resülii için farziyet ifade ediyor; üm-

155 Bkz. EbU Nuaym el-İsbahani, Hilyetü'l-Evliya, 6/267; İbn Hacer, Fethu'l­Bari, 1/466

156 Bkz. İbn Hibban, Sahih, 1/444 (212); İbn Mace, Sünen, 1/435 (1366) 157 Bkz. İsra, 17/79


Ve Vuslat

meti için ise, kabir ve berzah yolunu aydınlatmaya matuf, teşvik edilen bir namaz olarak kalıyordu. Çünkü teheccüd, Makam-ı Mahmüd'a ulaşmanın da en büyük vesilelerinden birisiydi.

Aynı surenin devam eden ayetlerinde, Kur'an'ın tane tane tertil üzere okunması teşvik ediliyordu. Bunun için Efendiler Efendisi, hem namazlarında hem de namaz dışında Kur'an okurken sesini yükseltiyor ve üzerinde dura dura, tane tane okuyordu. 'Bismillah' dedikten sonra duruyor, ardından 'er­Rahmiuı diyor ve sonrasında da, 'er-Rahim' diye devam edi­yordu.v" Aynı dikkat ve hassasiyeti ümmetinden de isteyen Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), bunu yaparken şu kelimeleri kullanacaktı:

- Oku ve yüksel! Aynı zamanda, dünya işlerinde düzen ve tertibe hassasiyet gösterdiğin gibi, onu da tertil ile oku! Çünkü senin menzilin, okuduğun son ayet kadardır.v?

Demek ki, Kur'an'ın ihtiva ettiği gerçeklerin yaşanması kadar toplumdaki yansıma ve temsili de önemliydi. Ses, Al­lah tarafından verilmiş büyük bir nimetti ve bu nimet, Kur'an okunurken kendini göstermeli, ortaya güzel bir ses ahenk ve armonisi çıkmalıydı.

- Kur'an'ı seslerinizle tezyin ediniz,160 manasındaki emir de zaten bunu ifade etmekteydi. Ashabı arasında, güzel sesiyle Kur'an okuyan birisini gördüğünde başını sıvazlayacak ve:

- Davud (aleyhlsselarnj'ın sesindeki ahenge benzer bir kabi­liyet verilmiş.>' diyerek takdir edecekti. Çünkü O (sallallahu aley-

158 Bkz. İbn Kesir, Tefsir, 4/558; İbn Sa'd, Tabakat, 1/376

159 Bkz. İbn Kesir, Tefsir, 4/558; İbn Hibban, Sahih, 3/43 (766); Tirmizi, Sünen, 5/177 (2914)

160 Buhari, Sahih, 6/2742 (4653); Ebu Davud, Sünen, 1/464 (1468)

161 Söz konusu sahabe, EbU Musa el-Eş'ari idi. Efendimiz'in bu iltifatina karşı­lık o da, "Şayet Sizin dinlediğinizi bilmiş olsaydım, biraz daha temrin yapar, daha iyi okumaya çalışırdım." diyecekti. Bkz. Buhari, Sahih, 4/1925 (4761); İbn Mace, Sünen, 1/425 (1341)

185


Efendimiz (sallallalıu aleylıi ve sellem)

hi ve sellern), etrafa saçılan kum taneleri gibi Kur'an harflerinin ağızdan ahenksiz çıkmasından hoşlanmıyor ve:

- Okurken onun, mana derinliklerine dalıp ilgili yerlerde durarak tefekkür edin; onunla kalplerinizi harekete geçirin ve bir an önce bitirip de elimden bırakayım gibi bir endişe içinde olmayın.t'< buyuruyordu.

İşte, başta Efendiler Efendisi olmak üzere her bir mü' min, artık geceleri kalkıyor ve Rabbi adına namaz kılarak Kur'an okuyordu.

Gece ibadetiyle ilgili olarak inen ayetlerdeki sıralama da çok ilginçti. Önce, kalkılıp gecenin azı müstesna, geceyi kul­lukla geçirerek ayakta kalmanın gerekliliği anlatılmış; ardın­dan da bu iş için, gecenin yarısını ayırmanın yeterli olduğu ifade edilmişti. Bundan dolayı, bazı insanlar, ayakta durma­nın zor olduğu uzun gecelerde direkler arasına ipler geriyor ve kendilerini bu iplere bağlayarak kullukta bulunmaya çalı­şıyordu.163 Daha sonraları da, teheccüdün farz olarak sadece Efendiler Efendisi'ne has bir ibadet olduğu vurgulanarak di­ğer insanlar için, nafile olmak kaydıyla gece, belli bir zaman diliminde ibadet etmenin yeterli olabileceği anlatılıyordu. İlk emirle, sonradan gelen hafifletme çizgisi' arasında geçen za­man, yaklaşık bir seneyi bulmuştu. Bu müddet içinde sahabe, ayakları şişinceye kadar gece ibadetine yönelecek, sabahlara kadar kullukla zamanlarını taçlandırmış olacaktı.

Anlaşılan, işin başında ve en öndekiler için, gecenin ka­ranlıklarında yapılacak böylesine bir kulluk Allah katında ayrı bir mana ifade ediyordu. Demek ki; herkesin, ölümün küçük kardeşi olarak bilinen uykuya kendini salıp da rahat döşek­lerine uzandığı demlerde mü'minler, gelecek günlerde karşı­laşacakları sıkıntıları göğiisleyip onlar karşısında yılmadan

162 Heysemi, Mecmeu'z-Zevaid, 7/167; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/428 163 Bkz. İbn Hibban, Sahih, 6/239 (2492) ; Müslim, Sahih, 1/541 (784)

186


Ve Vuslat

mesafe alabilmek için böyle bir ibadete çok ihtiyaç duyuyor­lardı. Zira, uzun soluklu ve meşakkatlerle dolu olan bu kulluk yolunda, yılmadan ve hız kesmeden yürüyebilmenin zemini, Hak karşısındaki duruşla doğru orantılıydı.

Bununla birlikte, Allah (celle celaluhü), yine merhamet gös­teriyor, kullannın arasındaki dayanıklılığı esas alıyor ve her­kesin kendine göre bulahileceği bir zeminde kullukla dolması gerektiğini ifade ediyordu.vs

ı64 Bilindiği üzere Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), dine ait meseleleri kendi adına en ağır biçimde yaşıyor, ama ümmeti adına sürekli tahfiften yana tavır sergiliyordu. Başlangıçta farz olan gece ibadeti (teheccüd) için daha sonralan, ümmetinin de kendisini beklediğini göriince, yeniden farz olaca­ğını ve buna da insanların güç yetiremeyeceklerini düşünerek karşı çıkacak ve:

- Ey insanlar! Amellerden, gücünüzün yettiğinin peşinde olun; çünkü Allah, sizler amelden usanmadığınız sürece size sevap vermekten bıkıp usanmaz. Ve amellerin en faziletli olanı da, az dalıi olsa devamlı olanıdır, diyecekti. Bkz. İbn Hibban, Sahih, 6/309 (2571); Beyhaki, Sünen, 3/109 (5020)

ı87


 

EN ÖNDEKİLER

 

Created by Readiris, Copyright IRIS 2005
Created by Readiris, Copyright IRIS 2005

Efendiler Efendisi, bir pazartesi günü namaza durmuş ve kullukla Rabbine yönelmişti. Aynı günün akşamında Efendi­ler Efendisi'nin arkasında safbağlayan kişi ise, Hz. Hatice' den başkası değildi.165 Efendiler Efendisi, Cibril'in öğrettiği abdest ve namazı ilk olarak O'na aktarmış ve O da, ilk dersini bizzat Allah Resülü'nden almış olarak, O'nunla birlikte ilk namazını kılıyordu. Böylelikle, dünyanın cehalete kurban gittiği bu dö­nemde, alemin yüzünü güldürecek bir 'ilk hareket' başlıyordu.

Artık Hz. Hatice, Efendimiz'in yanında sadık bir vezir gibiydi; ne zaman bir olumsuzlukla karşılaşsa, O'nun yanına gelecek ve O'nun teskin edici cümleleriyle sükunet bulacaktı. İnıkan nispetinde hep yanında bulunmaya çalışacak ve yo­luna çıkacak bütün maniaları teker teker kaldırmaya gayret edecekti.

Abdest ve Namaz

Çok geçmeden Cibril-i Emın gelmiş, Allah Resülii'ne ab­dest ve namazı talim ediyordu. Habib-i Ekrem Efendimiz

165 İbn Abdi'l- BeIT, İstiab. 3/1096


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

(sallallabu aleyhi ve sellern), Mekke'nin üst taraflanna gittiği bir sı­rada vahyin emin elçisi Cibril yanında belirivermişti. Vadinin bir kenannda ayağıyla yeri eşeliyordu. Çok geçmeden buradan bir pınar fışkınverdi. Çıkan sudan, önce Cibril abdest aldı. Bu sırada Allah Resülü (sallallabu aleyhi ve sellern), abdestin nasıl alın­dığını öğrenmek için Cibril'i seyrediyordu. Arkasından O da, Cibril'in gösterdiği şekilde abdest aldı. Sıra namaza gelmişti; önce Cibril, ardından da Efendiler Efendisi namaz kıldı.

Efendiler Efendisi, hane-i saadetlerine dönerek abdest ve namazı ilk olarak Hz. Hatice validemize öğretti. Aynen Cibril'in gösterdiği gibi önce kendisi abdest alıyor ve ardından da onun almasını istiyordu. Abdest işi tamamlandıktan sonra da, yine talim edildiği şekilde namazı anlatmaya başladı. Na­mazın da nasıl kılınacağı tebeyyün edince, birlikte ilk namaz­lannı kıldılar.

Küçük Ali'nin Büyük Kararı

Muhammedü'l-Emin'in hanesinde yaşanan telaş ve Vara­ka İbn Nevfel'e gidip gelmeler, Hira'dan indikten sonraki telaş ve Hz. Hatice'nin çırpınışlan, yeni bir şeylerin olduğunu gös­teriyordu. Küçük Ali de bu değişimin hemen farkına varmıştı. Meraklı bakışlarla namaz kılışlannı seyrediyordu. Bu sırada, henüz on yaşlanndaydı. Önce:

- Ne yapıyorsun, yaptığın da ne senin, diye sordu. Allah'ın Resülü cevapladı:

- Alemlerin Rabbi için namaz kılıyorum.

Hz. Ali, bunu ilk defa duyuyor du ve pürdikkat yine sor­du:

- Alemlerin Rabbi de kim?

Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sen~rn), müşfik bir baba eda­sıyla dizine oturttu O'nu, Hira'da başından geçenleri ve pey-

190


En Öndekiler

gamberlikle vazifelendirilişini anlatmaya başladı bir bir. Ar­dından tane tane şunlan söyledi:

- O, bir ve tek olan Allah'tır. O'nun ortağı olamaz. Varlı­ğı O yaratmış, nzkını da O vermektedir. Her şey O'nun yed-i kudretindedir; öldüren de yaşatan da O'dur. Ve O, her şeye kadirdir .166

Şefkat dolu bir babanın yürek yakan nasihatleri gibiydi bunlar ve doğrudan küçük Ali'nin ruhuna hitap ediyordu.

Hz. Ali'nin, O'na o kadar itimadı vardı ki, gittiği her yere ölümüne gider; bunda zerre kadar tereddüt göstermezdi. An­cak böylesi önemli bir meselede, babasına danışmadan da ka­rar vermemeliydi. Ne de olsa babanın yeri farklıydı. Ancak, Hz. Peygamber'in (sallallalıu aleyhi ve sellem) de O'ndan bir isteği olacaktı;tembihte bulunacak ve aralannda geçenlerden kim­senin haberdar olmamasını isteyecekti.

O gece Ali, uzun uzun düşündü; Allah'a iman gibi önemli bir meselede, anne ve babaya sormaya ne lüzum vardı!.. Artık kesin karannı vermişti. Sabah olur olmaz da, Allah Resülü'nün yanına geldi ve:

- Dün sen bana neler anlatmış ve neye davet etmiştin, diye sordu. Belli ki, küçük Ali, yaşının üstünde bir olgunluk gösteriyor ve babasına danışma lüzumu bile hissetmeden ilk­lerin arasına giriyordu. O'nu Allah Resfılü yanına oturttu ve şehadete davet etti. Böylelikle, on yaşlanndaki küçük Ali, Hz. Hatice'den sonra kelime-i tevhidi söyleyen ilk kişi oluyor ve nice büyüklerden önce İslam'ı tercih ederek, gönlünden gele gele Rabb-i Rahim'ine teslim olup iman ediyordu."? Artık kü­çük Ali, Allah'ın Resülü ve amcaoğlu Muhammed'in yanından hiç aynlmıyor ve gelen ayetleri, Resiıl-ii Kibriya'nın dudakla­nndan ilk duyan olmak istiyordu.

166 İbn İshak, Sire, 2/118 167 İbn Hibban, Sire, 1/63

191


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Kulluk ve SükUnet

İlk günlerde namaz, sabah ve akşam vakitlerinde ikişer rekat olarak kılınıyordu. Efendiler Efendisi, belli ki namazla­nnı kılmak için sakin bir yer anyordu ve bunun için de, genel­likle Mekke dışına çıkıyor ve hurma ağaçhklannın arasında sükunet içinde Rabb-i Rahim'ine içini döküyordu. Yine bu maksatla Mekke dışına çıkmışlar ve yeğeni Hz. Ali ile birlik­te namaza durmuşlardı. Halbuki, Hz. Ali'nin Müslüman ol­duğundan daha ne amcalannın ne de babasının haberi vardı. Olacak ya, babası ve düne kadar Efendimiz'in hamisi Ebu Ta­lib'in de yolu o gün oradan geçiyordu. Yeğeni ile oğlunun ha­reketleri Ebu Talib'in dikkatini çekmişti. Akşam olup da geri geldiklerinde, gözüne ilişen manzaranın ne olduğunu sordu:

- Ey kardeşimin oğlu! Şu senin din olarak kabullendiğin şeyin mahiyeti de ne?

- Ey amcacığım, diye söze başladı Allah Resülii. Gönlüne işleyen bir ton vardı seslenişinde. Ardından da:

- Bu, Allah ve meleklerinin dini, peygamberlerinin ve atamız İbrahim'in dinidir. Allah, onunla beni bütün kullanna vazifeli olarak gönderdi. Sen ise -ey amcacığım!- bu davet ve nasihate en çok layık olan, hidayet güneşinden istifade edecek ve bu mayanın tutmasında bana yardımcı olacak en liyakatli insansın, dedi. Ebu Talib öyle düşünmüyordu:

- Ey kardeşimin oğlu, diye söze başladı ve şöyle devam etti:

- Ben, atalanmın dinini ve üzerinde karar kıldıklan gele­neği terk edemem. Ancak, Allah'a yemin olsun ki Sen bu işini yaparken ne zaman hoşlanmadığın bir şeyle karşılaşsan Sana yardımcı olurum.'

Bir taraftan bunlan söylüyordu; ama diğer yandan da ila­ve etmeden geçemiyordu:

- Dediklerin konusunda söylenecek bir şey yok. Ancak

192


En Öndekiler

valIahi de ben, bundan sonra toplum içinde yüzü m yerde do­laşamam.

Daha sonra da oğluna döndü:

- Ey oğulcuğum! Sana ne oldu, bu yeni halin de ne böy-

le?

- Ey babacığım! Ben, Allah ve Resülü'ne iman ettim.

Aynı zamanda O'nunla gelen her şeyi gönülden tasdik ettim. O'nunla namaz kılıyorum ve artık, hiç ayrılmamak üzere hep O'nun peşindeyim.

Ebu Talib'in buna itirazı olamazdı. Yüzünü çevirip gider­ken, dudaklanndan şunlann döküldüğü duyuldu:

- O'na gelince O, seni sadece hayra davet eder; ayrılma peşinden! Çünkü bu, güzeldir. Ben de biliyorum ki, kardeşi­min oğlunun dedikleri doğru ve haktır. Şayet Kureyş kadın­larının beni ayıplamasından endişe etmeseydim ben de gelir O'na tabi olurdum.v"

Bu ne saadetti! Daha kimseciklerin olmadığı bu zaman dilimlerinde bile O'nunla birlikte zamanlanm paylaşmak ve daha ilk günden itibaren kullukta O'nunla omuz omuza, Hak kapısında yalvanşa geçmek ne büyük bir bahtiyarlıktı! Ama kaderin bir cilvesi ki, en yakınlanndan olan birisi ve küçüklü­ğünden bu yana gözünü kendisinin üzerinden eksik etmeyen öz amcası bu saadetten mahrum kalıyordu. Böyle bir manza­raya şahit olup da yıllar sonra kaçırdığını telafi yanşına giren Mf İbn Ömer ismindeki bir sahabe, yıllar sonra üzüntü ve hicran içinde şunları anlatacaktı:

- Ben, ticaretle uğraşan bir adamdım. Bir hac mevsimin­de Mekke'ye gelmiştim. Abbas İbn Abdulmuttalib, kadim dos-

ı68 Halebi, Sire, 1/436. Aradan bir müddet daha zaman geçecek ve EbU Talib'in diğer oğlu Cafer de Müslüman olacaktı. Bir gün, onun da namaz kıldığına muttali olunca, "Arncaoğlunun yanında, sol yanında kıl!" diye onu teşvik edecek ve diğer çocuğunun da Müslüman olmasını hiç garipsemeyecekti.

193


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

tumdu; ben ondan mal alırdım, o da benden alışveriş yapardı. Onu sordum ve Mina'da olduğunu öğrenince de doğruca bu­raya geldim. Nihayet arayıp bulmuştum. Oturup bir müddet muhabbete daldık. Biz, kendi halimizde vakit geçirirken oraya birisi geldi. Önce şöyle güneşe bir baktı ve ardından da bekle­rneye durdu. Tam güneş zevale kaymıştı ki, kalktı ve namaza durdu. Ardından da bir kadın geldi ve o da namaza durdu. Sonra bir çocuk yetişti onlara ve o da onlarla birlikte namaza durdu. Abbas'a sordum:

- Bu da ne ey Abbas? Yeni bir din mi?

- Bu, Abdullah'ın oğlu Muhammed; Allah'ın kendisini pey-

gamber olarak gönderdiğini söylüyor ve Kisra ile Kayser sa­raylannın kendisine açılacağını sanıyor. Kadın ise, O'na ilk inanan insan Hatice Binti Huveylid. çocuğa gelince o da, Ali İbn Ebi Talib'dir; O'nun amcasının oğlu ve o da O'na ilk ina­nanlardan.t'?

Zeyd İbn Harise'nin Gelişi

Çok geçmeden bir gün, bu hanenin bir başka mukimi Zeyd İbn Harise. Efendisi'nin yanına girmişti. Evet, yeni bir şeylerin olduğunu seziyordu; ama bunun muhtevasına henüz muttali olamamıştı. Ne Muhammedü'l- Emin'i ne de hanıme­fendisi Hatice'yi, daha önce böyle görmüştü; önde Efendiler Efendisi ve arkasında da kerim zevcesi Hz. Hatice ayakta du­ruyor ve o güne kadar hiç duymadığı şeyler söylüyorlardı. Bir müddet bekledi öylece. Namaz kılıyorlardı. Rüku ve secdeleri­ni seyre daldı bir süre, şaşkın bakışlar arasında ... ı7o

ı69 Bunlan anlattıktan sonra Afif İbn Ömer, "Keşke o gün onlann dördüncüsü ben olsaydım!" diyecek ve ilk günlerde iman etme fırsatını kaçırmış olmanın üzüntüsüyle iç geçirecektir. Bkz. İbn Sa'd, Tabakat. 8/ı8

ı70 İlk günlerde namaz, ikişer rekatlı idi ve güneş doğmadan önce ve akşam güneş battıktan sonra kılınıyordu. Müşriklerin hedefi haline gelmernek için çoğunlukla gizli ve tenha yerler seçiliyor ve ku1luğun kadrinin bilinmediği bu dönemde ibadetler, gizlice eda ediliyordu.

194


En Öndekiler

Namazlannı bitirir bitirmez de, yaptıklarının ne olduğu­nu sordu Allah'ın Resülü'ne ... Artık vakit gelmişti; karşısına aldı Zeyd'i ve şefkat dolu bir baba sıcaklığıyla anlattı ona da olanlan bir bir ... Ardından, Kur'an ayetlerinden bazılannı okudu Zeyd'e ve imana davet etti açıkça ...

Efendisi bir talepte bulunur da Zeyd onu yapmaz mıydı hiç? O'nun için, anne ve babayla birlikte mesut yaşamayı bir kenara koymuş, vahiy öncesindeki haline imrenerek adeta O' ­nun sevdalısı olmuştu. Şimdi ise, hayatına yeni bir yön veren ve dünyanın yanı sıra ölüm sonrasını da saadete götüren bir davetle karşı karşıyaydı. En önemlisi de, bu daveti yapan, gön­lünün gülü, Allah'ın da Resülü'ydü ... Hemen oracıkta, içinden gele gele kelime-i tevhidi söyledi ve Hz. Hatice ile Hz. Ali'nin ardından katılıverdi iman kervanına ... Artık O, insanlan Allah davasına çağırmada Hz. Ali ile birlikte Efendiler Efendisi'nin en sadık yaranlarırıdaıı olacaktı.

Ebu Bekir Tesliıniyeti

İşte tam bu sıralarda Ebu Bekir, ticaret maksadıyla Yeme­n'e gitmiş ve uzun süren bir yolculuktan sonra Mekke'ye dön­müştü. O dönemin Mekke'sinde Ebu Bekir, zengin ve itibarlı biriydi. Mekkeliler, diyet ve mirasla ilgili işlerini onun fikrini almadan çözmez, bir dediğini de iki etmezlerdi. Mekke'ye yak­laştığında, Ukbe İbn Ebı Muayt, Şeybe, Rabia, Ebu Cehil ve Ebu'i-Balıteri gibi Kureyş'in ileri gelenlerinin kendisini bekle­diklerini gördü. Duruşlan hayra alarnet değildi. Belli ki, yok­luğunda önemli gelişmeler yaşanmıştı Mekke'de ve telaşla:

- Ben yokken buralarda neler oldu? Yeni bir şey mi var, diye sordu.

Onlar da zaten bunu anlatmak için fırsat kolluyorlardı.

Kin ve nefretle sıralamaya başladılar:

- Hem de ne olay ya Eba Bekir! Ebu Talib'in yetimi, ken-

195


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

disinin nebi olduğunu sanıyor. Sen olmasaydın hiç beklemez, işini bitirirdik. Ancak sen geldin ya, artık meseleyi çözersin.

Onlar bunu diyedursunlar, Ebu Bekir'in zihninde mazi, sinema şeridi gibi kayıp gidiyordu. Saniyelere seneler sığmış­tı. Kabe'nin avlusunda kulak verdiği Zeyd İbn Anır'ın sözleri ... Panayırların yaşlı mürşidi Kuss İbn Saide'nin nasihatlerini ve Şam' da gördüğü rüya ile tevilini yapan rahibin yorumlarını geçirdi bu kısa sürede aklından bir bir ... Yoksa zaman O'nun zamanı mıydı?.

Hele, Yemen'deki ihtiyann sözleri ... Yemen'e girerken zi­yaret ettiği Ezdli İhtiyar'ın dedikleri çıkıyordu. Daha kendisi­ni ilk gördüğünde soru üstüne soru sormuş, Harem' de ortaya çıkacak Son Nebi'den bahsetmiş ve O'nun yanında yer alacak ilklerin özelliklerinden bahisler açmıştı. Ebu Bekir'i daha ya­kından tanıyınca da, tereddütsüz:

- Kabe'nin Rabbi'ne yemin olsun ki sen, ilklerdensin, di­yerek ilk gününden itibaren O'na sadık bir yardımcı olacağı­nın müjdesini vermişti. Tutmuş bir de, O'nunla ilgili şiirlerini terennüm etmiş ve Hz. Ebu Bekir'in eline tutuşturmuştu.

Yemen'e ticaret için giden Ebu Bekir, zaten yüklü bir malü­matla geri dönüyordu. Zihni, sürekli İhtiyar'ın söyledikleriy­le meşguldü. Bunlan da Varaka İbn Nevfel'le paylaşmak için can atıyor, yolun bir an önce bitmesi için olabildiğince, sürat­le yürümeye çalışıyordu. Şimdi ise karşısında, Kureyş ululan duruyor ve İhtiyar'ı tasdik edercesine yeni gelişmelerden bah­sediyorlardı.

Kırk yıldır, insanlara zerre kadar hilaf-ı vaki beyanda bu­lunmayan bir Emin, tutup da Allah adına yalan söyleyecek de­ğil di ya ... Şüphesiz beklenen an gelmişti.

Hiçbir şey hissettirmeden onlan, gönüllerini hoş ederek, tatlılıkla yanından gönderdi. Ne de olsa kudretli adamdı ve onlann, Ebu Bekir'in meseleyi çözeceğine inançlan tamdı.

196


En Öndekiler

Bunun için onlar da problem çıkarmadılar. Belki de, zihinle­rinde iz bırakacak ve düşünmelerini netice verecek böylesine bir işe bulaşmak istemiyorlardı.

Varaka İbn Nevfel'e gidip de zaman kaybedecek durumda bile değildi artık. Beklentisi gerçekleşiyor gibiydi; rüyalannda fısıldanan, Zat'a'?' vazifesini tebliğ emri yapılmış, gerçeği açık­lama zamanı da gelmiş olmalıydı. Ve doğruca Hz. Hatice'nin evine yöneldi. Kader onu bir yola koymuştu; o da bu yolda emin adımlarla yürüyecekti.

Çok geçmeden Ebu Bekir, Hz. Hatice'nin kapısını çaldı.

Kapıyı açan, aradığı insandı. Bu yüzde yalan olabilir miydi hiç?. Meraktan çatlayacak gibiydi, ama emin olmak için önce mesafeli durdu:

- Ya Muhammed! Sen, ehlinin geleneklerini bırakıp, ata­lannın dininden vaz mı geçtin?.

Yılların dostuna Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), nasıl davranacağını çok iyi biliyordu. Arkadaşını tanıyordu zira:

- Ben Allah'ın Resülü'yüm ya Eba Bekr, dedi önce ve ilave etti:

- Risaletini tebliğ etmem için beni, Sana ve bütün insan­lara Nebi olarak Allah gönderdi. Seni de Hak ile O'na davet ediyorum. ValIahi ya Eba Bekr; seni kendisine davet ettiğim Allah, Hak'tır. O, benzeri olmayan yegane Tek'tir. Biz O'ndan başkasına kul olamayız ... Gel ve sen de iman et Allah'a ...

ı7ı Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh) bir gün rüyasında, Mekke üzerine inen bir ay görmüş ve bu aydan bir parçanın, daha sonra bütün Mekke evlerine girdi­ğine şahit olmuştu; her eve, o aydan bir parça ışık giriyordu. Daha sonra da sanki EbU Bekir, bütün bu ışık hüzmelerini kendi kucağında toplayıvermişti. Uyandığında, etkisinden kurtulamadığı bu rüyayı bilgelerle paylaşmış ve ta­birlerinden, yine gelecek bir Nebi'den bahisler dinlemiş, O'nun zamanının çok yaklaştığı anlatılmış, bugünlerde de en çok kendisinin O'na yardımcı ola­rak en bahtiyar insan olacağı şeklinde yorumlara şahit olmuştu. Bkz. Süheyli, Ravdu'l-Unf, 1/165

197


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Ebu Bekir, hala ihtiyatı elden bırakmıyor, kanaatinin pe­kişmesini istiyordu. Bunun için:

- Peki, bu konuda delilin ne, diye sordu.

Risaletle serfiraz kılınan Habib-i Ekrem de, onun halini anlamıştı ve belli ki anladığı dilden konuşmak gerekiyordu. Şok edici bir çıkış yapmak gerekiyordu. Bunun için:

- Yemen'de karşılaştığın ihtiyar, cevabını verdi.

Onun Yemen'e gittiğini duymuş olabilirdi, ama Yemen'de­ki ihtiyar da nereden çıkmıştı? Yoksa, aralannda geçen ge­lişmelere muttali miydi? Bu kadanm bilen, elbette kendi ko­numundan da haberdar demekti. Yine de temkinli olmalıydı. Kendini toparladı ve ekledi:

- Yemen'de o kadar ihtiyarla karşılaştım ki!.. "Hangisinden bahsediyorsun?" manasında, bir zaman kazanma hamlesiydi bu onun için. Ancak karşısında, nabız­lanndaki atışa muttali bir Mürşid-i Ekmel duruyordu ve sözü eğip bükmeden neticeye götürecek; son vuruşunu yapacaktı. Dudaklanndan şu kelimeler döküldü:

- Sana o beyitleri veren ihtiyar.

Bundan daha büyük bir emare olamazdı. Artık, Ebu Bekir bitip tükenmiş; bir başka söz söylemeye de mecali kalmamış­tı. Sadece:

- Bunu sana kim haber verdi ey Habibim, diyebildi. Gelen cevap:

- Benden öncekilere de gelen o büyük melek, şeklindeydi.

Hz. Ebu Bekir için yapılacak tek şey kalmıştı. Ellerini uzata­rak:

- Uzat ellerini, Sana bey'at edeceğim, dedi bütün sami­miyetiyle. Ardından da, rikkat dolu bir ses tonuyla, gönlünün feyezamm haykınyordu:


En Öndekiler

- Ben şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur ve Sen de şüphesiz, O'nun Resülü'sün.'>

Evet ... Ebu Bekir de teslim olmuştu!.. Hem de bir daha hiç kopmamak üzere bir teslimiyetti bu ve yitiğini bulmanın sevinciyle gözlerine yaş yürümüştü, göz pınarlarından da kat­re katre huzur damlıyordu.

Sevinçten ağlayan, elbette sadece Ebu Bekir değildi. Evi­nin gülü Hz. Hatice, azatlı delikanlı Zeyd ve amcasının oğlu Ali'den sonra, huzuruna gelip bir gönül daha Müslüman ol­muştu ya; Mekke'nin dağları arasında Resülullah'tan daha fazla sürür içinde olan kimse yoktu; olamazdı da!..

O güne kadar imana zaten hazır hale gelen Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh), o kadar hızlı karar vermiş ve o denli kolay iman etmişti ki Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), bunu ifade sa­dedinde bir gün, şunları söyleyecekti:

- Ebu Bekir dışında kimi İslam' adavet etmişsem, bir müddet çekinme, duraksama ve tereddüt yaşadı. O ise, kendi­sine arz eder etmez hiç tereddüt göstermeden kabul etti.'?"

Şüphesiz O'nun Müslüman oluş haberi hemen yayılmış ve tam anlamıyla Mekke'de bir şok etkisi meydana getirmişti. Nasılolabilirdi; meseleyi çözmek için kendisine iş havale et­tikleri bir insan gidiyor ve saf değiştiriyordu? Demek ki mese­le, sanıldığıridan da önemliydi.

Artık Mekke' de, şahsını başkasının imanına adamış bir Resül ve yine, O'nunla ölüme bile gitmeye gözünü kırpmadan and içmiş bir de ashabı vardı. O, etrafında halelenmeye baş­layan cemaatine Allah'ın ayetlerini okuyor, hakikate susamış

172 Bkz. Taberi, er-Riyadu'n-Nadıra, 1/415. Hz. EbU Bekir'in Müslüman oluşu anlatılırken, zikrettiğimiz bu olayanlatılmadan yalın bir şekilde mescide geldiği, insanların konuştuklannın doğru olup olmadığını sorduğu ve aldığı cevaplar karşısında hiç tereddüt etıneden davete icabet ettiği şeklinde de ri­vayetler vardır. Bkz. İbn Sa'd, Tabakat. 3/171

173 İbn Hişam, Sire, 2/91; Taberi, er-Riyadu'n-Nadıra, 1/415

199


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

gönüllere hikmet ve kitabı öğretiyordu.vs Onlar ise, en derüni hisleriyle O'na yönelmiş hikmet çağlayanlan gibi akıp gelen beyanlarına kalplerini açarak imanda derinleştikçe derinleşi­yor, insan-ı kamil olma yolunda her daim mesafe katediyor­lardı.175

Zübeyr İbn Avvam

Hz. Ebu Bekir'in gelip huzurda teslim olmasının üzerin­den daha birkaç gün geçmişti ki, Efendiler Efendisi'nin huzu­runa on beş yaşlarında,'> genç bir delikanlı girecekti. Bu deli­kanlı, Allah Resülü'nün halası Safiyye Binti Abdulmuttalib'in oğlu Zübeyr İbn Avvam'dan başkası değildi. Bu geliş, onun için geri dönüşü olmayan bir gelişti ve Allah Resülü'ne o kadar yakınlık tesis edecekti ki, günün birinde onun için Efendiler Efendisi:

- Her peygamberin bir havarisi vardır; benim havarini de Zübeyr İbn Avvam'dır, buyuracaktı.

Mekke'nin sıkıntılı günlerinde, tek bir cephe haline gel­miş azılı müşriklere karşı Allah yolunda ilk kez kılıç çeken de o olacaktı. Bir gün Mekke'de, Efendimiz'in müşrikler tarafın­dan yakalanıp hapsedildiği haberi çıkarılmış ve kısa sürede bu haber herkese ulaştırılıvermişti. Psikolojik bir harp yaşa­nıyordu ve o gün de, topluma hükmeden mühendisler belli başlı söylentiler üretip insanlara kendilerince yön vermeye çalışıyorlardı.

Haberi alır almaz beyninden vurulmuşçasına yerinden fırlayan genç Zübeyr, kılıcını çektiği gibi zikredilen yere doğ­ru yönelecekti. Resülullah'a ilişmek kimin haddineydi! O'na

174 Bkz. Cumua, 62/2 175 Bkz. Enfal, 8/2

176 Müslüman olduğunda Hz. Zübeyr'in yaşının on iki veya on altı, yahut da sekiz olduğuna dair rivayetler de vardır. Bkz. İbnü'l-Esir, Üsüdü'l-Ğabe, 2/307

200


En Öndekiler

ilişen eller kırılmalı ve O'na uzanan diller de kökünden kesil­meliydi. Kalabalıkları yara yara Mekke'nin üst mahallelerine kadar gelmiş ve yıldınm hızıyla hedefine doğru gidiyordu. Bir ara:

- Bu halin de ne? Sana ne oluyor ey Zübeyr, nidasıyla ir­kildi. Bu sesin sahibi, başına bir şey geldi diye heyecanlanıp da yola düştüğü Allah Resülü'nden başkası değildi. Telaşla sesin geldiği tarafa baktı; Resül-ü Kibriya Hazretleri, olanca heybetiyle karşısında duruyordu. Sesin sahibi Resülullah ol­duğuna göre yine müşrikler yalan söylemiş ve yine mü'minle­rin moralini bozmaya matuf bir adım atmışlardı. Önce, derin bir nefes aldı ve ardından da:

- Senin yakalanıp hapsedildiğini duymuştum, diyebildi. Bu hassasiyet, tasvip edilip takdir görecek bir hassasiyet­ti ve Efendiler Efendisi, önce onu sena edip ortaya koyduğu bu hassasiyetin önemini yanındakilerle paylaşacak; ardından, hem Hz. Zübeyr hem de elinde taşıdığı kılıç için mübarek elle­rini kaldınp dua edecekti.v?

Kabe'deki Putlar

Allah için yeryüzünde inşa edilen ilk bina olan Kabe, za­manla gerçek mahiyetinden uzaklaştınlmış ve putlarla doldu­rulmuştu. İnsanlar, içlerinden bir türlü atamadıkları kulluk duygusunu, elleriyle yapıp inşa ettikleri tahta ve taş parçaları­nın karşısında durarak tatmin etmeye çalışıyor; önemli karar­ları öncesinde bunların yanına gelip kur'a çekiyor, şükürlerini bunlara kurban keserek yerine getirdiklerini düşünüyor ve korktukları zaman da yine bunların yanına giderek rahatla­maya çalışıyorlardı.

177 Bkz. Beyhaki, es-Sünenü'l-Kübra, 6/367; İbn Ebi Şeybe, Musannef, 5/344

201


Efendimiz (sallallahu a l e y h i ve sellem)

Çoğunluğu itibariyle bu putlar, ataları arasındaki itibarlı insanların heykellerinden ibaretti. Hubel, Naile, İsaf, Lat gibi meşhur putlar, önceleri sadece saygı duymak için resimleri yapılan, ancak zamanla heykelleşen ve neticede karşısına ge­çilip de ilah diye iç dökülen sahte birer ilaha dönüşmüştü!

Allah Resülü Muhammedü'l-Emin ise, putçuluk düşünce­sini ortadan kaldınp hakiki tevhid inancını ikame için gelmiş­ti. Daha, kendisine risalet verilmeden önce de, bunlara karşı tepki duyuyor ve asla gidip önlerinde temenna durmuyordu. Gençlik yıllarında bile, amca ve halalarının ısrarına rağmen onların dediklerini hiç yapmamış ve onlara da, yaptıklarınını kötü olduğunu söylemekten çekinmemişti.

Şimdi ise O (sallallahu aleyhi ve sellern), artık vazifeli bir pey­gamberdi; hem de, herkesin gelişini gözlediği Son Peygam­ber! Kabe'yi, ilk günkü safvetine O kavuşturacak; ilah yerine konulan sahte mabudları ortadan kaldıracak ve insanların mi­desine inen haram maddelerden onları uzaklaştıracaktı.

Ancak, bütün bunların gerçekleşebilmesi için zamana ihtiyaç vardı. Zira, sinekleri öldürmekle bataklığı kurutmak arasındaki tercihini, meseleyi temelinden çözme istikametin­de kullanıyordu. O'nunla gelen mesaj, sadece Kabe'deki değil; bütün dünyadaki bataklığı kurutma hedefini haizdi. Öyleyse, hissi davranıp meseleyi çıkmaza sürüklemenin bir anlamı ola­mazdı.

Gerçi, Hz. Ali ve Hz. Zeyd gibi yakınlarıyla birlikte Kabe'ye girdiğinde, orada bulunan putlara karşı gösterdiği tavır, za­manın çıldırtıcılığına rağmen sabrın ne kadar zor olduğunu anlatıyordu.

Zeyd İbn Harise ile Kabe'ye geldiklerinde, gözüne ilişen putlardan rahatsız olan Allah Resülü, eline aldığı bez parçası­nı ıslatıp onlar üzerine vuracak ve:

- Allah, o insanları kahretsin! Nasılolup da, yaratma ko-

202


En Öndekiler

nusunda adeta Allah'la yarışırcasına bir teşebbüste bulunuyor ve bunları yapıyorlar, diye sitemde bulunacaktı.v"

O'nun bu konudaki yaklaşımı, iki delikanlı Hz. Ali ve Hz.

Zeyd'in de gözünden kaçmıyor ve fırsat bulduklarında onlar da, kendilerine ne bir fayda ne de zararı söz konusu olan bu taş ve tahtalara karşı tavır alıyorlardı.

Bir gün, ikisi birlikte Kabe'ye gelmişlerdi. Ne garip ki et­rafta, ikisinden başka kimse görünmüyordu. İbrahimvari bir

hareket gelmişti akıllarına Aslında, onları çöp yığınlarının

arasına gömmekti en güzeli Ama onlar, henüz bunu yapa-

cak konumda değillerdi. Bununla birlikte, içlerinde duydukla­rı derin heyecanı bir şekilde dışa vurmaları gerekiyordu. De­mek ki henüz, yön bulmamış bir heyecandı bunlar ... Derken, gittiler ve Mekke müşriklerinin kıymet verdikleri bu putlara, getirdikleri toz-toprak ve pisliği bulaştırıverdilerl

Sabah olup da putlarını toz-toprak ve pislik içinde bulan Mekke müşrikleri, başlarına kaynar sular dökülmüşçesine bir telaşa kapılmışlardı. Bunu yapanlar hakkında en ağır itham­larda bulunuyorlar; bir yandan:

- Bunları bizim ilahlarımıza kim yaptı, diye dövünürken diğer yandan da, süt ve su ile onları yıkıyor ve konuşacak dili ve düşünecek bir beyni bile olmayan bu şuursuz taş ve tahta parçalarından özür diliyorlardı.v?

O güne kadar belki de bunu hiç yapmamışlardı; demek ki tahrik oluyor ve köhneleşmiş düşüncelerine daha çok ya­pışıp sahip çıkıyorlardı. Öyleyse bu yol, tasvip görecek bir yol değildi! Dört bir tarafı kristalden müteşekkil binaya sahip olanların, başkalarının camına taş atması, sahip olduklarının da tehlikeye girmesi anlamına geliyordu. Farkına varıldığı za-

ı78 Efendimiz'in, Hz. Ali ile birlikte buraya geldiği bir sırada yeğeninin, Kabe'nin damındaki bir putu kınşına seslenmediği şeklinde de bir rivayet vardır. Bkz. Heysemi, Mecmaü'z-Zevaid, 6/23

ı79 Hindi, Kenzii'l-Ummal, 14/107 (38084)

203


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

man bu, onları da tahrik eder ve -haşa- Allah'a karşı uygunsuz tavır ve davranış içine girmeye sevkederdi. Zaten, müşrikler de söylenmeye başlamıştı ve açıkça tehdit ediyorlardı:

- Ya Muhammed! Ya Sen, bizim ilahlarımız hakkında kötü söz söylemekten vazgeçersin ya da bizler, Senin Rabbin hakkında ağzımıza geleni söyleriz!

Ortalık, yeni bir gerginliğe doğru gidiyordu ki, dillerde, Cibril'in yeni bir mesajla geldiğinin müjdesi dolaşmaya başla­dı. Gelen ayet, açıkça şunu ifade ediyordu:

- Onların, Allah'tan başka arkasına düşüp de 'ilah' diye yalvardıkları tanrılarına hakaret etmeyin ki, onlar da cahillik ederek hadlerini aşıp Allah'a hakaret etmesin ve kötü söz sar­fetmesinler! ı80

Artık bu ayet, putlar konusundaki kavl-i fasıldı ve bundan sonra, mesele temelinden çözülene kadar bir daha bu çapta gündeme gelmeyecekti. Çünkü Allah, herkes için kendi ya­pageldiklerinin, kendilerine süslü gösterildiğini anlatıyor ve başkalarının putlarıyla uğraşarak vakit kaybetmemenin üze­rinde duruyordu.

ı80 Bkz. En'am, 6/108; Vahidi, Esbabii Nüzüli'l-Kur'an, 224, 225. Bu ayetin, Mekke ileri gelenlerinin, vefat etmeden önce Ebu Talib'in yanına gelip de aracı olmasını dilerneleri üzerine indiği şeklinde de rivayet vardır. Bkz. Vahi­di, a.g.e. s. 225

204


ARKADAN GELENLER VE MİHNET YILLARI

 

Created by Readiris, Copyright IRIS 2005
Created by Readiris, Copyright IRIS 2005

Efendiler Efendisi'nin dizinin dibinde huzuru yakalayan herkes, bu huzuru paylaşacağı başka kişilerin peşine düşüyor­du. Davetin gizliden gizliye yürütüldüğü bu dönemde Hz. Ebu Bekir gibi insanlar, önceki konumlannın sağladığı imkanları kullanarak eski dostlanyla Resül-ü Kibriya'yı tanıştırma ya­nşına girmişlerdi. Onu, Efendimiz'in hala oğlu genç Zübeyr İbn Avvam181 takip etti. Bir başka gün Osman İbn Affan ve Talha İbn Ubeydullah'ı tanıştırdı O'nunla ... Hz. Zübeyr'in gelişinden hemen sonra idi; Osman İbn Afvan ve Talha İbn Ubeydullah, beraberce çıkmış huzura geliyorlardı. Kapıdan girip de gül cemali müşahede edince, zaten eriyip mum gibi yumuşamışlardı. Ebu Bekir'in kendilerine anlattığından daha çok şey görmüş ve çarpılmışlardı adeta ...

İslam' dan bahsetti onlara Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sel­lem) ... Ardından da gelen ayetlerden parçalar okudu ... İslam'ın tanıdığı haklardan bahisler açtı ve bir Müslüman'ı, dünya ve ahirette diğerlerinden ayıran hususlan dile getirdi bir bir ...

Erken davranıp fırsatlan iyi değerlendirenler için Allah

181 Hz. Zübeyr, Efendimiz'in halası Safiyye Binti Abdulmuttalib'in oğluydu. Ha­tice validemizin de, kardeşinin oğlu oluyordu. Müslüman olduğunda henüz on beş yaşlanndaydı. Bkz. İbnii'l-Esir, Üsüdü'l-Ğabe, 2/209

205


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

(celle celôluhü), kimbilir öbür alemde ne sürpriz nimetler hazır­lıyordu! Meclis, yekpare nur kesilmişti sanki ve her ikisi de oracıkta içlerini seslendirecek ve Müslüman olacaktı.

Bu manzara, Yüceler Yücesi'nden de takdir görecekti.

Cibril-i Emin gelmiş, şu ayetleri tebliğ ediyordu:

- Tağuta ibadet etmekten kaçınıp gönülden Allah'a yö­nelenlere nice müjdeler vardır! O halde, sözü dinleyip sonra da en güzeline tabi olup tatbik eden o kullanmı müjdele! İşte, onlardır Allah'ın hidayetine mazhar olanlar! Ve yine, işte on­lardır, akl-ı selim sahibi olanlarl'f"

Hz. Ebu Bekir'in, kendisi Müslüman olduktan sonra, aynı güzellikleri etrafındaki dostlanyla da paylaşıp onlann da bun­larla bezenmesi adına gösterdiği gayret gözden kaçmamıştı. Hz. Ebu Bekir, bu yüzden semalar ötesinden alkış alıyordu. Zira bunlar, Hakk'ı razı edecek hamlelerdi ve Allah da, ken­di adına gayret gösterenlere, akla-hayale gelmedik sürprizler vadediyordu.P-

Hz. Osman Müslüman olmuştu olmasına; ama laf dinle­meyen Hakem İbn Ebi'l-As isminde bir amcası vardı. Amca­sı, onun da Müslüman olduğunu öğrenince küplere binmişti. Tuttu, tüccar Osman'ı bağlayıp hapsetti. Belli ki gözünü kor­kutmak istiyordu. Hakaretler ediyor ve:

- Sen nasılolur da, atalannın dinini bırakır ve yeni yet­me bir dinin peşinden gidebilirsin? Bu dinle bütün bağlannı koparmadığın sürece seni bu bağlardan çözmeyeceğim, diye tehditler savuruyordu. Hz. Osman ise, bütün tehditlere kulak­lannı tıkamış, kararlılığından zerre kadar taviz vermiyor:

- Allah'a yemin olsun ki ben, asla geri dönüp de bu dini terk edecek değilim, diyordu. Bununla o, "Boşuna kendini yo­rup da hırpalama, benden istediğin tavizi ebediyen ala ma-

182 Bkz. Zümer, 39/17, 18

183 Bkz. Vahidi, Esbabü Nüzüli'l-Kur'an, s. 382, 383

206


Arkadan Gelenler ve Mihnet Yılları

yacaksın." mesajını veriyordu. Nihayet bu kararlı tutum, neti­ce verecek ve Hz. Osman'ın, ucunda ölüm bile olsa karanndan vazgeçmeyeceğini anlayınca onu serbest bırakacaktı.w'

Huzurun havasına kendini kaptıran Hz. Talha, içindeki tufanlardan bahsetmek için fırsat kollar gibiydi. Halden an­layan Allah Resülü de, ona bu fırsatı verecek ve gözyaşlan içinde Şam'daki ticaretinden, Busra'daki panayır ve rahibin müjdelerinden bahisler açacak ve orada duyduklannı burada görüp yaşamanın sevincini paylaşacaktı Allah'ın Resülü'yle ...

- Aranızda Ahmed ortaya çıktı mı, diye sorduğunu an­lattı O'na. Rahibe:

- Ahmed de kim, dediğinde:

- O, Abdülmuttalib'in torunu, Abdullah'ın da oğludur.

Bu günler, O'nun ortaya çıkacağı günler. O, peygamberler­den bir peygamber ve beklenen Son Nebi'dir. Harem'den çı­kacak ve hurma ağaçları bol, etrafı siyah taşlarla dolu çorak bir beldeye hicret edecektir. Dikkat et ve sakın gecikme; O'na ilk iman edip sahip çıkan sen ol, dediğini paylaştı. İşte şim­di kendisi, papazın açıktan verdiği adreste idi. Meğer buraya gelmeden önce o da, Ebü Bekir'in yanına uğramış, bu değişim öncesi ruhen bir rehabilite süreci yaşamış ve:

- Sen de zaman kaybetme, hemen git, O'na tabi ol; çün­kü O, sadece Hakk'a davet ediyor, diye teşvik görmüştü. İşte şimdi de gelmiş ve teslim olmuştu. Bunlan dikkatle dinleyen Efendiler Efendisi'nin yüzünde sürür belirtileri hakimdi.185

Ancak, her şey planlandığı gibi yolunda gitmeyecekti. Ta­bii ki, bu yol uzundu ve derin sular vardı. İman gibi bir huzu­run, zaman zaman bedeli de olacaktı ve o gün Hz. Talha ile Hz. Ebü Bekir'i de böyle bir mihnetbekliyordu.

184 İbn Sa'd, Tabakat, 3/55

185 Bkz. İbn Hacer, İsabe, 2/229

207


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Hz. Talha'nın, Efendiler Efendisi'nin huzurunda keli­me-i tevhidi haykırdığının haberi başkalarına da ulaşmıştı. Hz. Ebu Bekir'le birlikte yürüdükleri bir sırada, adım adım kin tüccarlığı yapan Kureyş'in hışmına uğradılar. 'Kureyş'in aslam' denilen Nevfel İbn Huveylid adında bir adam, karşıla­nna dikiliverdi yolortasında. Gözünü budaktan sakınmayan bir adamdı bu. Karşı çıksalar bile sonuç, daha baştan belliy­di. Duruşundan, adamın niyetinin kötü olduğu anlaşılıyordu. Daha ilk günden kavga ve gürültü çıkarmama adına temkini tercih ettiler ikisi de ... Sözle iknayı denedilerse de, adamın bundan anlayacağı yoktu ve her ikisini de bir iple bağlayıverdi orada.

Azman yapılı bu adamın maksadı, namaz kılıp Kur'an okumalannı önlemekti. Ancak ne el ve kollannın bağlanması ne de başlannda tehdit yağmurlannın sağanak halinde yağma­sı, onlan namaz kılıp Kur'an okumaktan alıkoyacaktı.

Adamın ünü o denli yayılmıştı ki, Teymoğulları bile arka çıkamadılar, iki adamlan Hz. Ebu Bekir ve Hz. Talha'ya. Or­talık duruluncaya kadar bir müddet öylece kalakaldılar bera­berce.

Bu olay sebebiyle daha sonralan Talha ile Ebu Bekir kar­deş gibi algılanacak ve kendilerine, 'ayrılmaz iki arkadaş' manasında' Karineun' denilecekti.v"

Bu bir ilkti, ama arkası da gelecekti. Artık Hz. Talha da, diğer Müslümanlar gibi Kureyş'in eza ve cefasına maruz ka­lanlardan biri haline gelmişti. Hatta, Hz. Ebu Bekir tarafından dine davet edildiği halde kabul etmeyen öz kardeşi Osman İbn Ubeydullah, Hz. Talha'ya düşman kesilmişti ve kendi kardeşi­ne yapmadığı eziyet kalmamıştı.v"

186 İbnü'l-Esir, Üsüdü'l-Gabe, 3/85 ı87 İbnü'l-Esir, Üsüdii'l-Ğabe, 3/59

208


Arkadan Gelenler ve Mihnet Yılları

Ebu Zerr'in Gelişi ve Yaşanan İlk Acı Tecrübe

İçten içe bir heyecan dalgası yayılıyordu Mekke'de ...

Yüzyılların kuraklığını dindirecek bir menba bulunmuştu ve bunun farkına varan herkeste, susuzluğunu gidermenin te­laşı vardı. Hatta insanlarda, sadece kendi susuzluğunu değil, kendisi gibi susuzluk çeken herkesi bu pınarla buluşturmanın gayreti görülüyordu. Yıllardır bugünü bekleyen insanlar, ara­dığını bulmanın heyecanını yaşıyorlardı. Gıfar kabilesinin dil üstadı Ebfı Zerr de bunlardan birisiydi. Mekke' deki farklılığı duymuştu ve bir an önce buluşmak için can atıyordu. Önce, kendisi gibi şair olan ağabeyi Üneys'i gönderdi Mekke'ye ... Müşahedelerini anlatırken:

- Mekke'de senin dininin benzeri bir dinle gelen bir adamla karşılaştım. Allah O'nu peygamber olarak göndermiş, insanlar ise O'na, 'sôbi' diyorlar. Ben sadece insanların O'na dediklerini aktarıyorum. O'na 'kahin', 'sihirbaz' ve 'yalancı' diyorlar. Ama ben, O'nun bazı sözlerini duydum; eminim ki O, bunlardan hiçbiri değil; Allah'a yemin olsun ki ben, O'nun doğru söylediğine inanıyorum, dedi.ı88

Ebu Zerr için o gün bayramdı; ağabeyi gitmiş ve gelişi­ni gözlediği Zat'tan haber getirmişti. Onun da içine bir kor düşmüştü. Bunca yıl bekledikten sonra yerinde durmak olur muydu? Hemen yola koyuldu ve doğruca Mekke'ye geldi.

Geldi gelmesine; ama beklediği Zat'ı tanımıyordu. O gün­lerde tebliğ açıktan yapılmadığı için ortalıkta da kimseyi gö­rememişti. Çaresiz, sorarak bulacaktı. Karşılaştığı bir adama döndü ve:

- Hani, şu sizin sabi dediğiniz adam nerede, diye sordu.

Adamın bakışları, sorduğuna pişman edici mahiyetteydi. Bu

ı88 İbn Hacer, İsabe, 1/136. Ebu Zerr, Müslüman olmadan önce de namaz kılan bir insandı. O günlerini anlatırken sonralan, Efendimiz'le buluşmadan üç yıl öncesinden namaz kılmaya başladığından bahsedecek ve akşamlan başladığı bu ibadetini gecenin geç vakitlerine kadar devam ettirdiğini ifade edecekti.

209


Efendimiz (s a l l a l l a h u aleylıi ve s e l l e m )

kadar çekingen olmalarına bir anlam veremiyordu. Derken akşam olmuştu; çaresiz Kabe'nin avlusuna geldi ve o geceyi orada geçirdi.

Ertesi gün Allah (celle celaluhü), karşısına Hz. Ali'yi çıkar­dı. Mekke'ye uzaklardan gelmiş bu yabancıya yardım etmek istiyordu Hz. Ali. Ancak, o günün Mekke'sinde Müslümanlar üzerinde o denli bir sosyal baskı kurulmuştu ki, kimse inan­cını açıktan ifade edemez olmuştu. İkisi de içten içe maksat­larını açamamanın ıstırabını duyuyorlardı; Hz. Ali, "Şayet söylersem ve inanmayıp tepki gösterirse!" diye düşünürken Ebu Zerr, "Ya bu da bana lazar ve benden uzaklaşzrsa!" diye endişe duyuyor ve böylelikle ikisi de, gerçek niyetlerini orta­ya koyamıyordu. Ne de olsa, birbirlerini tanımıyorlardı. Me­seleyi ana konuya hiç getirmeden akşamı birlikte geçirdiler. Ebu Zerr Mekke'ye geleli üç gün üç gece geçmişti; ama hiUa aradığına ulaşamadan yine Kabe'ye gelmiş vuslatı bekliyordu. Nihayet Hz. Ali yanına yaklaştı ve her türlü riski göze alarak Ebu Zerr'in gerçek niyetini sordu. Onu rahatlatmak için de Efendiler Efendisi'nden bahisler açtı. Evet, şimdi aynı dili ko­nuşmaya başlamışlardı. Bu kadar yakınına gelmişken, niçin O'ndan üç gün daha ayn kaldığına yanıyordu Ebu Zer. Niyet ve hedef belli olduğuna göre şimdi sırada, problemsiz bir şe­kilde buluşma mekanına ulaşmak vardı. Muhammed'iil-Emi­n'in yanına bir başka insanın daha geldiğini görürlerse, engel olmaya çalışır veya olur-olmadık sözlerle aklını çelrnek, hatta bir kötülük yapmak isteyebilirlerdi. Yani, sonucunun tatlıya bağlanabilmesi için belli ölçüde tedbire riayet edilmesi gere­kiyordu. Onun için Hz. Ali:

- Ben önden gideceğim ve sen de beni, arkadan takip edeceksin. Şayet ben, senin için sıkıntılı olabilecek bir durum sezersem bir kenara çekilir ve ihtiyacımı giderir gibi yaparım; işte o zaman sen, beni hiç düşünmeden yoluna devam eder­sin. Nasılsa, sonra ben seni yine bulurum. Şayet bir tehlike

210


Arkadan Gelenler ve Mihnet Yılları

sezmezsem, sen de benimle birlikte gelirsin ve o zaman is­tediğimiz yere birlikte gideriz, dedi. O gün için Mekkelilerin Müslümanlar üzerinde nasıl bir baskı kurduklarını anlatan sözlerdi bunlar aynı zamanda ...

Derken bir yolculuk başladı. Aslında gidilecek yer, öyle çok da uzak değildi; ancak bu kısa yol bile Ebu Zerr için, uzak­lardan da uzak olmuş, bir türlü bitmek bilmiyordu.

Ve çok geçmeden kapı aralanmış, yıllardır gelişini gözle­diği ay yüzle göz göze gelmişti Ebu Zerr. Yüreğini ısıtan bakış­lardı bunlar ...

- Allah'ın selamı senin üzerine olsun ey Allah'ın Resülü, diye seslendi önce. Selamından da anlaşılacağı üzere çoktan eriyip teslim olmuştu Ebu Zerr. Daha sonra da, beklentileri­ni, yaşadıklarını ve Mekke'ye gelip bekleyişini anlattı bir bir ... Ardından da:

- Ey Allah'ın Nebisi! Bana ne emreder, neye davet eder­sin, diye sordu. Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem):

- Seni Allah'a ibadet etmeye, O'na hiçbir şeyi şerik koş­mamaya ve bütün putlan bir kenara koyup terk etmeye çağı­rırım, buyurdu. Hemen oracıkta Ebu Zerr:

- Ben şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur ve yine ben.şehadet ederim ki, Sen de O'nun Resülü'sün, deyiver­di. Halinden, daha diyeceği başka şeylerin de olduğu seziliyor­du. Bir müddet daha bekledi ve dayanamayıp şunları söyledi:

- Ya Resülallahl Şimdi ben memleketime, ailemin yanına geri dönecek ve orada, savaş emrinin geleceği günü iştiyakla bekleyeceğim! O zaman Senin yanına gelecek ve Sana destek olacağım; çünkü şu an kavmini, Senin aleyhinde birleşmiş olarak görüyorum.

Onun bu tespiti karşısında Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sel­lern) önce:

211


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

- Doğru sôyliiyorsun.P? dedi ve arkasından da, ruh dün­yasında kopan fırtınalan görüreesine şunlan ilave etti:

- Bu mesele açığa çıkıp da güzel haberlerimiz size ula­şıncaya kadar kavminin yanına geri dön ve güzel bildiklerini onlarla paylaş!

Bu, olacaklan önceden sezen bir Mürşid-i Kamil'in, fıt­ratlanna göre müritlerini yönlendirmesi demekti. Ancak Ebu Zerr, heyecandan yerinde duramıyor ve:

- Nefsim, yed-i kudretinde olana and olsun ki, gidip Ka­be'de İslam'ı haykırmadıkça dönecek değilim, diyordu.

Gerçekten de Ebu Zerr, huzur-u risalette söylediği gibi çok geçmeden bir çırpıda Kabe'ye gelecek ve avazı çıktığı ka­dar şunlan haykıracaktı:

- Ben şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur ve yine ben şehadet ederim ki Muhammed, O'nun hem kulu hem de Resülii' dür.

Bir anda bütün nazarlar, onun üzerinde toplanıvermişti: - Adama bak! Bu da sabi oldu, diyor ve onu alaya alıyor­lardı. Bir adamın daha karşı tarafa geçtiğini duyan herkes top­lanmış, Ebu Zerr' e hakaret yanşına girmişti. Nihayet işi daha da ileri götürdüler ve sırtlanların üşüşmesi gibi üşüşüverdiler Ebu Zerr'in üzerine. Gözü dönmüş kör kalabalığın tekme-to­katlanna hedef olmuştu Gıfarlı Ebu Zerr.

Konunun nezaketini bilen ve zekasıyla meseleye yaklaşan Efendimiz'in bir diğer amcası Hz. Abbas'?" olmasaydı o gün, belki de Ebu Zerr öldürülecekti. Hz. Abbas önce Ebu Zerr'in üzerine eğilip kollanyla korumaya çalışacak ve arkasından da öfkeli kalabalığa şöyle seslenecekti:

- Ey Kureyş topluluğu! Siz ne yapıyorsunuz? Gıfar kabi­lesi sizin ticaret yolunuzun üzerindedir; onu öldürmekle siz, ticaretinizi tüketrnek mi istiyorsunuz? Bırakın onu!

189 İbn Sa'd, Tabakat, 4/222

190 Hz. Abbas, o gün henüz Müslüman olmamıştı.

212


Arkadan Gelenler ve Mihnet Yılları

Evet, Abbas doğru söylüyordu. Savunmasız bir adamı öl­dürüp de tek geçim kaynakları olan ticaretIerini riske atmanın bir manası olamazdı ve ağza alınmadık küfürler ederek teker teker uzaklaşmaya başladılar Ebu Zerr'den.

Kabe'de tek başına ve kanlar içinde kalakalan Ebu Zerr, önce Zemzem'in yanına gitti. Elini-yüzünü yıkayıp kendine gelmeye, üzerindeki kanları da Zemzem'le temizlerneye çalı­şıyordu. İçinde öylesine tufanlar kopuyor, öylesine fırtınalar esiyordu ki, bedenine gelen onca darbenin acısını belki de hiç duymamıştı. O gününü, böylesine gelgitlerle geçirdikten son­ra ertesi sabah karar vermiş ve yine Kabe'nin avlusuna gel­mişti; çıktı yüksek bir yere ve yine aynı şeyleri haykırdı. Sanki gün, dünün bir tekrarı gibiydi. Yine üzerine çullandılar ve yine Hz. Abbas koştu imdada.'?'

İkinci defa aynı sonuçla karşılaşınca Efendiler Efendi­si'nin sözleri geldi hatırına. Demek ki gün, bu hareketi kal­dıracak keyfiyete henüz ulaşmamıştı. Demek ki her dönemin şartları hesaba katılmalı ve ona göre bir hareket stratejisi or­taya konulmalıydı. Yeni dünyaya gelen bir çocuktan, yirmi ya­şındaki bir delikanlının hareketi beklenmemeli ve gelişimine paralel bir muamele de bulunulmalıydı.

Ve Ebu Zerr, yaşadığı bu acı tecrübenin ardından yeni­den köyünün yolunu tutacaktı. Onun bu acı tecrübesi, bütün mü'minler için de bir ders olmuştu. Zaten o gün, bilhassa zayıf ve kimsesiz olanlar hedef haline getirilmiş; her fırsatta hakarete maruz kalıyorlardı. Efendiler Efendisi, amcası Ebu Talib'in himayesinde olduğu için ve Hz. Ebu Bekir de, kavmi­nin arasındaki konumu gereği, kendisine sahip çıkıldığından dolayı bu duruma maruz kalmıyordu. Diğer Müslümanlara gelince, onlar adeta Kureyş için birer eğlenme vesilesi haline getirilmeye çalışılıyordu. Ağza alınmadık hakaretlere maruz

191 Bkz. İbn Sa'd, Tabakat. 3/165; 4/224, 225, 255

213


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

kalıyorlar, köşe başlannda sıkıştırılarak taciz ediliyor ve her fırsatta sıkıştırılıp şiddete maruz bırakılıyorlardı.w"

Huzura Koşuş

Bütün bunlar, neyi değiştirirdi ki? İman gibi bir değer­le buluştuktan sonra, hangi güç ve kuvvet insanın karşısına çıkar ve onu değerlerinden vazgeçirebilirdi? Kureyş'in kinine inat, iman dairesi çığ gibi büyümeye durmuş; hemen her gün huzur-u risalet, yeni katılımlarla şenleniyordu.

Ardı ardına bir yanş başlamıştı; bütün acılan unutturur­casına, yeni doğumlar yaşanıyordu. Başka gün de, bir başka genç ve dinamik insan Sa'd İbn Ebi Vakkasla193 şenlendi hu­zur-i risalet ... Bunlann hepsi de, can ciğer arkadaşıydı Hz. Ebu Bekir'in; o, kendini ortaya koymuş ve ellerinden tutarak huzura getirmişti teker teker ...

Sa'd İbn Ebi Vakkas, henüz İslam'la tanışmadan önce bir gün rüyasında kendisini, zifiri karanlık bir gecede görmüştü. Göz gözü görmeyen bir geceydi. Bu hal devam ederken ansızın bu karanlık geceye bir dolunay doğuverdi. Önünde ışıktan bir yol beliren Sa' d, ışığı takip ederek yürümeye başladı. Bir de baktı ki, önünde Zeyd İbn Harise, Ali İbn Ebi Talib ve Ebu Bekir vardı. Onlara döndü ve sordu:

- Sizler buraya ne zaman geldiniz?

- Yeni geldik, diye cevapladılar. Bunun üzerine uykudan

uyanan Hz. Sa'd, aradan günler geçmesine rağmen ne zifiri karanlık geceyi ne bu dolunayı ne de önünde yürüyen isimleri unutabildi. Nihayet bir gün, Allah Resülü'niin gizlice insanlan İslam'a davet ettiğini duymuştu. Gidip, Ecyad denilen mev­kide buldu O'nu. İkindi namazını kılıyordu. Namazını bitirir

192 Bkz. İbn Sa'd, Tabakat. 3/165

193 Müslüman olduğunda Hz. Sa'd'ın yaşı, on altı veya on yedi idi. Bkz. İbn Sa'd, Tabakat, 3/139

214


Arkadan Gelenler ve Mihnet Yılları

bitirmez de yanına yaklaştı ve hemen oracıkta Müslüman olu­verdi. Bu sırada o, henüz on dokuz yaşlarındaydı.w- Efendiler Efendisi ile anne tarafından akraba oluyordu. Bunun için ken­disine, 'dayım' der ve, "Böyle dayısı olan varsa gelsin beriye!" diye de iltifat ederdi.195

Hz. Sa'd, Müslüman olmuştu olmasına, ama annesi prob­lem çıkarıyordu, Sa'd ise, anne ve babası konusunda çok has­sas bir yapıya sahipti; gönüllerini kırmamak için üzerlerine titrer ve bir dediklerini iki etmemeye çalışırdı. Onun bu tavrı­nı iyi bilen annesi, önce:

- Ey Sa'd! Bu yeni ortaya çıkardığın din de ne, diye tepki göstermiş; ardından da:

- Ya sen bu dinini terk edersin ya da ben, ölünceye kadar ne yer ne de içerim. O zaman da senin halk nezdindeki ko­numunu sen düşün, diyerek üzerinde manevi baskı kurmaya çalışıyordu. Annesini kırmamak için elinden gelen her şeyi ya­pıyordu; ama annesinde zerre miktar bir yumuşama emaresi görülmüyordu:

- Ey anneciğim! Ne olur böyle davranma! Çünkü ben, di­nimi terk edecek değilim, diye cevap verdi.

Böylece aradan bir gece bir de gündüz geçmişti; ama Sa­'d'ın annesi ne bir yudum su ne de bir lokma ekmek almıştı. En az Sa'd kadar, annesi de ciddi görünüyordu. Ertesi sabah olmuştu ve annesinde hala değişen bir şey yoktu. Ancak, beri tarafta bir değişiklik vardı; sema dile gelmişti ve Cibril-i Emin, "Anne ve babaya itaatin bir esas olduğunu, ancak bunun, Al­lah' a isyan anlamına asla gelmemesi gerektiğini, bu kerteye geldiği yerde ise, itaatin söz konusu olamayacağını'w" anlatı-

194 Bkz. İbn Hişam, Sire, 1/266; İbn Sa'd, Tabakat, 3/139; Taberi. Tarih, 2/216; İbnii'l-Esir, Üsüdü'l-Öabe, 2/292

195 Bkz. İbnü'l-Esir, Üsüdü'l-Ğabe, 2/216 196 Bkz. Lokrnan, 31/15

215


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

yordu. Şimdi rahatlamıştı Sa' d. Artık ne yapacağını biliyordu ve annesinin yanına gelerek bütün kararlılığıyla:

- Vallahi de eyanneciğim! Şayet senin bin tane canın olsa ve sen, her gün bunlardan bir tanesiyle ölüp gitsen bundan dolayı ben dinimi terk edecek değilim, deyiverdi.

Normal şartlarda onun gibi yufka yürekli birisinin asla söyleyemeyeceği sözlerdi bunlar. İşin burasında hiç beklen­medik bir şeyoldu ve oğlunun kendisinden daha kararlı oldu­ğunu gören Hz. Sa' d'ın annesi, yeme ve içmeye karşı başlattığı orucunu bozup yemek yemeye başladı.v? Hz. Sa'd, vahyin ay­dınlatan tayfları altında adım atmanın semeresini toplamaya hemen oracıkta başlamıştı bile.

Sözüne Sadık Bir Çoban ve Süt Mucizesi

Hz. Ebu Bekir'le birlikte Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sel­lem), Mekke dışına çıkmış ve huzur arıyordu. Karşılarına, Ab­dullah İbn Mes'adl98 adında bir çoban çıktı; Ukbe İbn Ebi Mu­ayt'ın koyunlarını otlatıyordu. Muhammedü'l-Emin'i de Ebu Bekir'i de biliyordu; kim ne derse desin bunlar, Mekke'nin göz dolduran iki insanıydı. Gerçi bundan, koyunlarını güttü­ğii Ukbe İbn Ebi Muayt hiç hoşlanmıyor ve her fırsatta sözü bu iki zata getirip sürekli onların aleyhlerinde konuşuyordu; ama İbn Mes'üd, kendi kararını verebilecek kadar muhakeme sahibi bir insandı.

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) için her karşılaşılan kişi, tebliğ adına yeni bir sayfa demekti ve karşısında düşüneeli ha­liyle duran çobana sordu:

- Ey delikanlı! Yanında süt var mı?

197 Bkz. İbn Hacer, İsabe, 2/31; Halebi, İnsanü'l-Uyün, 1/280.

198 Abdullah İbn Mes'üd, Zühreoğullarınm anlaşmah elemanıydı. Cahiliyye dö­neminde babası EbU Mes'üd, Abdullah İbn Haris ile anlaşmış ve onun işleri­ni görmeye başlamıştı. O günkü telakkilere göre oğlu Abdullah da aynı kaderi paylaşmak zorundaydı.

216


Arkadan Gelenler ve Mihnet Yılları

- Evet, dedi İbn Mes'üd. Arkasından da ilave etti:

- Süt var, ama ben emanetçiyim; onu size veremem!

Cehaletin kol gezdiği toplumda böylesine güven veren bir harekete ender rastlanılırdı. Öyleyse, bu kadar olumsuzluklar içinde bile büyüklüğünü gösteren bir insan, İslam adına çok uygun bir muhataptı. Zira o, fıtratı temsil ediyordu ve fıtrat da asla yalan söylemezdi.

Aynı zamanda tebliğde, muhatabı iyi tanımak ve onun dilinden konuşmak çok önemliydi. Belli ki Efendiler Efendisi de, İbn Mes'üd'un anlayacağı bir dille ona hitap etmek istiyor­du. Onun için İbn Mes'üd'a ikinci kez yöneldi ve:

- Öyleyse bana, hiç doğurmamış bir keçi veya kuzu geti­rebilir misin, dedi.

Talebi şaşkınlıkla karşılasa da İbn Mes'üd, isteklerini ye­rine getireceğini ifade ediyordu. Bir taraftan sürünün arasına doğru ilerlerken diğer yandan da neler olacağını merak edi­yordu. Gitti ve sürü içinden hiç doğum yapmamış bir oğlağı tutup getirdi.

Önce onu tutup bağladı Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sel­lem). Ardından da, elini göğsünün üzerinde sıvazlayarak dua etmeye başladı. Talep eden Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) olunca Allah da veriyordu. Çünkü O (sallallahu aleyhi ve sellern), neyi, kimden ve nasıl isteyeceğini de en iyi bilendi.

Gördüğü manzara karşısında İbn Mes'fıd'un gözleri ye­rinden fırlayacak gibi olmuştu; zira, kuru memelere süt yürü­müş ve oğlağın göğsü sütle doluvermişti! Olacak şey değildi; bunca yıldır böyle bir şey ne duymuş ne de görmüştü!

Aynı gelişmeleri seyreden Hz. Ebu Bekir, hemen koşup bir kase bulmuş ve bir mucize sonucu ikram edilen sütü sağ­maya başlamıştı bile. Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve sellern), sa­dık yarine döndü önce:

- İç, dedi.

217


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Süt dolu kaseyi dudaklanna götüren Hz. Ebu Bekir, do­yasıya içti. Ardından, aynı kaseyi Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) aldı ve O da içti.

Artık, maksat hasıl olmuş ve ortada bir ihtiyaç kalmamış­tı. Şimdi sıra, her şeyin eski haline dönmesini temin etmeye gelmişti. Onun için Efendimiz, süt dolu göğse seslendi:

- Eski haline geri dön!

Az öncesine kadar hiç sütü olmadığı halde, taşacakmış­çasına bir süt tulumbacığı haline gelen göğüs, yeniden büzüş­meye başladı ve hemen oracıkta eski haline dönüverdi.

Bu sefer İbn Mes'üd konuşmaya başladı:

- Okuduğun o kelimeleri bana da öğretir misin ya Resü­lallah!

Artık, maksat hasıl olmuş, mesaj da yerini bulmuştu. Belli ki İbn Mes'üd da artık mü'mindi. Biraz daha yanına yaklaştı Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem). Mübarek ellerini başına gö­türdü ve sıvazlamaya başladı. Bu esnada şunları söylüyordu:

, - Sen çok bilge bir delikanhsınl'v?

Artık İbn Mes'fıd, ümmetin alimi manasında 'hıbriil­ümme' olma yoluna girmişti ve gönlünden gele gele kelime-i tevhidi söylüyordu. Onun Müslüman olduğu aynı gün, Hattab ailesinin damadı Said İbn Zeyd ve hanımı, Ömer İbn Hattab'ın da kız kardeşi Fatıma İslam'la şerefleneceklerdi.

Huzura Koşuş Devam Ediyor

Bu arada, Amir İbn Rabia, Utbe İbn Rabia'nın oğlu Ebu Huzeyfe, Ebu Ubeyde İbn Cerrôh, Osman İbn Maz'un ve iki kardeşi Kudôme ve Abdullah, Esmô. Binti Ümeys, Üm Ey­men, Efendimiz'in amcası Hz. Abbas'ın hanımı Ümmü'l-Fadl

199 Bkz. İbnül-Esir, Üsüdül-Gabe, 2/589

218


Arkadan Gelenler ve Mihnet Yılları

ve Hz. Ali'nin ağabeyi Cafer İbn Ebi Tôlib de gelmiş ve Müs­lüman olmuşlardı.s?" Fazilet aşığı insanların arasında bu din, hızla yayılıyor ve insanca yaşama arzusuyla yanıp tutuşan her­kes bu kaynağa koşuyordu. Üç yıl sürecek bir dönerndi bu.

Henüz tebliğ dar alanda gerçekleşiyor ve daha çok da, münferit gayretler semere veriyordu. Bir taraftan yeni yeni ayetler geliyor; Allah Resülü de bu ayetleri, etrafındaki bu ilk halka ile paylaşıyordu. Ancak bunun için, genellikle tenha yerler seçiliyor; çoğu zaman bu sohbetler için hane-i saadetle­ri tercih ediliyor ve böylelikle Kureyş'in tepkisi çekilmemeye çalışılıyordu. Dönem, iman adına kıvama erme dönemiydi ve bu dönemde inen ayetlerin genel temasını da bu husus oluş­turuyordu. Çünkü sancağı omuzlarda uzun soluklu taşıyıp dalgalandırabilmek için güçlü ve sarsılmaz bir imana sahip olmak gerekiyordu.

Bu süreçte Kureyş, genellikle gelişmelere seyirci kalma­yı tercih ediyordu. Zannediyorlardı ki; bu yeni gelişme, daha önceleri Zeyd İbn Amr, Kuss İbn Sôide ve Ümeyye İbn Ebi Salt gibi insanların anlayış seyrinde yürüyecek ve münferit bir hadise olarak sadece Muhammedü'l- Emin ile sınırlı kalacaktı. Ancak durum, hiç de zannettikleri istikamette gelişmiyordu. Kendilerini açıktan zorlayan bir gayret göze çarpmasa da, en yakınlanndan birer ikişer kopan insanlar, gidip Muhammed'in huzurunda diz çöküyor; yollannı değiştirip bambaşka birer insan oluveriyorlardı.

Çok geçmeden Bilal-i Habeşi, Ebfı Selemer'" Erkam İbn Ebi'l-Erkam, Ubeyde İbn Hôris, Hz. Ebu Bekir'in iki kızı Esmô.

200 Ca'fer İbn Ebi T31ib, ahlak ve siret itibariyle Efendimiz'e en çok benzeyen insandı. Bkz. Taberi, Tarih, ı/539

201 Asıl adı, Abdullah İbn Abdilesed olan EbU Seleme, Efendimiz'in halası Ber­. re Binti Abdulmuttalib'in oğluydu. Aynı zamanda Hz. Hamza ile birlikte Efendimiz'in süt kardeşi oluyordu. Bkz. İbnii'l-Esir, Üsiidii'l-Ğabe, 2/567

219


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

ve .Aişe, Habbôb İbn Erett, Umeyr İbn Eoi Vakkas, Mes'lid İbnii'l-Kôriın], Seli: İbn Amr, Ayyaş İbn Ebi Rabia ve hanı­mı Esmô. Binti Selôme, Huneys İbn Huzôfe, .Amir İbn Rabia, Abdullah İbn Cahş ve kardeşi Ebii Ahnıed, Hôtıb İbn Hôris ve hanımı Fatıma Binti Miicellel ile Hatıb'ın kardeşi Hattab ve onun hanımı Fükeyhe Binti Yesar, Ma'mar İbn Hôris, Osman İbn Maz'ün'un oğlu Sôib, Muttalib İbn Ezher ve hanımı Ram­le Binti Ebi AvI, Nuaym İbn Abdullah, .Amir İbn Fiiheure'?" ile Halid İbn Said İbni'l-.As ve hanımı Ümeyne Binti Halef de bu nura koşanlar arasındaydı.

Halid İbn Said, rüyasında kendisini cehennem benzeri bir ateşin kenarında ve onun içine doğru sürüklenirken görmüş­tü; babası arkasında durmuş, kendini ateşe doğru itiyordu. Tam alevlerin arasına düşeceği sırada Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) imdadına koşmuş ve belinden kavrayarak onu kenara çıkarıp, cehennemde yanmaktan kurtarmıştı. Ürper­tiyle uykusundan fırladı ve uzun bir düşünme sürecinden son­ra, etkisi hala devam eden bu rüyanın hak ve doğru olduğu konusunda tereddüdü kalmamıştı. Kendi kendine, "Cehen­nemden kurtulmanın tek yolu, Resiilullah'la birlikte hareket etmektir." diyordu. Önce gidip Hz. Ebu Bekir'le istişare etti; o da farklı düşünmüyordu ve:

- Bununla ben, senin hakkında hayır murad edildiğini düşünüyorum. İşte, Resülullah orada duruyor; git ve tabi ol O'na! Çünkü, seni cehennemden kurtaracak odur. Ne yazık ki, babanın durumu pek iç açıcı değil, dedi. Vakit kaybetmeden huzura gelen Halid İbn Said, Efendimiz'i Ecyad denilen yerde bulmuşve:

- Ya Muhammed! Senin davetin nedir,. diye sesleniyor-

du .:

202 Amir İbn Füheyre, Hz. Aişe validemizle anne bir kardeş idi. Bkz. İbnü'l-Esir, Üsüdül-Gabe,2/254

220


Arkadan Gelenler ve Mihnet Yılları

- Ben, sadece Allah'a davet ediyorum; O'na hiçbir şeyi eş ve ortak koşmayacak, Muhammed'in de O'nun kulu ve Resü­Iii olduğunu kabulleneceksin. Aynı zamanda, işitip görmeyen, kendine bile fayda veya zaran dokunmayan, hatta kimin ken­disine kullukta bulunduğunu kimin de önünde temenna dur­madığını bile bilmeyen şu taşlara kulluktan vazgeçip sadece O'na ibadet edeceksin, diyordu Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern). Hiç tereddüt etmedi Hz. Halid ve:

- Eşhedü en la ilahe illaIlah ve eşhedü enneke Resülüllah, diyerek hemen oracıkta Müslüman oluverdi.v"

Halid İbn Said, hür iradesiyle gelip teslim olmuştu; ama inatçı mı inatçı bir babası vardı. Oğlunun gidip Müslüman ol­duğu haberini alır almaz hemen onu bulacak ve:

- Atalannın gelenekleri ve ilahlannı ayıplayıp yerdiği ve senin anlayışına muhalif olduğu halde sen, nasılolur da Muhammed'e tabi olursun, diye sıkıştıracak ve eline geçirdiği bir odunla başını yanp kanlar içinde bırakacaktı. Babaya itaat farz olsa da, Allah'a isyan konusunda gözü kapalı tehditlerine 'euet' denemezdi ve Halid de:

- Allah'a yemin olsun ki ben, O'na tabi oldum ve bir daha da asla dönmem, diyecekti. Babasının tepkisi yine çok sertti. Önce, ağza alınmayacak kötü sözler sarfetti ve ardından da:

- İstediğin yere git! Yemin olsun ki, artık ben sana zırnık koklatmam, dedi. O'nu bulan neyi kaybederdi ki! O'nun huzu­rundayken dünyalar zaten onun oluyordu. Bu sebeple de:

- Beni her şeyden mahrum etsen de ben, bu yoldan dön­meyeceğim. Şüphesiz Allah (celle celaluhü), yaşadığım sürece be­nim nzkımı da verir, diyen Hz. Halid, kimin yanında yer al­ması gerektiğini net bir şekilde ortaya koyacaktı. Ancak öfkeli baba, burada duracak gibi gözükmüyordu; kendisi gibi düşü­nen diğer çocuklarını da bir araya toplayacak ve hiçbirisinin

203 İbn Sa'd, Tabakat. 4/94; İbn Hacer, İsabe, 1/406

221


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Hz. Halid ile konuşmaması gerektiğini söyleyecekti. Çaresiz Hz. Halid, Allah Resülü'nün yanına gelecek ve bir daha da bu kapıdan asla ayrılmayacaktı.w-

Çok geçmeden Hôtıb İbn Amr, Vakıd İbn Abdullah, Bii­keyr İbn Abdiyaleyl'in dört oğlu Halid, Amir, Akı1205 ve İyas da gelip huzur-u risalette kelime-i tevhidi söyleyip imana tes­lim oldular.

O gün için Mekke' de fazilete aşık ne kadar insan varsa, toplanıvermişti Allah Resülü'nun yanında. Artık namaz kılar­ken, yanında sadece Ali yoktu; bundan böyle namazlar, güçlü omuzların destek verdiği bir cemaatle birlikte kılınıyordu.s'"

Ancak, bu kadan bile Mekkelileri çileden çıkarmaya yet­mişti. Otorite, kendi iradesinin dışında bir başka yapıyı kal­dırmıyor ve yeni gelişmelere tepkiyle karşılık veriyordu. Sa'd İbn Ebi Vakkas ve arkadaşlan yine beraberce bir kenara çe­kilmiş, Mekke dışında bir yerde namaz kılıyorlardı. Olacak ya, Kureyş'ten bir grup insanın yolu da o gün, namaza durduklan yerden geçiyordu. Onlan bu halde görünce garipsemiş ve alaylı tavırlarla laf atmaya başlamışlardı. İşi o kadar ileri götürdüler ki, artık mesele, sadece sözle sınırlı kalmamış ve Müslümanla­rın üzerine saldırmışlar, kısa bir müddet de olsa aralannda bir arbede yaşanıvermişti. Bu ne tahammülsüzlüktü ki, insanların kendi başlanna ibadet etmelerine bile müsamaha gösterilmi­yor ve engelolmak için de şiddet kullanılıyordu. 207

204 Bkz. İbnü'l-Esir, Üsüdü'l-Ğabe, 2/87; İbn Sa'd, Tabakat, 4/95; Halebi, İnsanü'l-Uyün, 2/421

205 Akıı İbn Bükeyr'in adı, Gafil idi. Efendimiz'in huzuruna gelip de adını söyle­yince Allah Resülü (sallalla1ıu aleyhi ve sellern), onun adını Akıı olarak değiş­tirmişti. Bkz. İbn Hacer, İsôbe, 3/575

206 İbn Hişam, Sire, 2/98

207 Bu hengürnede Sa'd İbn Ebi Vakkas, kendini ve arkadaşlannı koruma adına eline geçirdiği bir deve çene kemiğini, müşriklerden birisinin kafasına indir­miş ve bu darbeyle adamın kafasını kanatIDıştı. Yeryüzünde bir Müslüman'ın akıttığı ilk kan da bu idi. Bkz İbn Hişam, Sire, 2/98.

222


Arkadan Gelenler ve Mihnet Yılları

Bilil-ı Habeşi

Hz. Ebu Bekir'le birlikte Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) bir gün Mekke dışında bir yere gitmiş; gelen ayetleri müzakere edip namaz kılıyordu. Bu arada, yakınlannda ko­yun otlatmakta olan Bilal-i Habeşi yaklaştı yanlanna. Ayla güneş gibiydiler; göz kamaştıran bu manzaraya meftun olma­mak mümkün değildi. Önce, yanlanna gitmesi için bir vesile bulması gerekiyordu, bir kase süt aldı eline ve takdim etti iki sadık yare, Herkesin gönlüne Allah sevgisini koyma gayreti, onu da cezp edecek ve böylece, nice hürlerden önce Bilal de İslam'la tanışacaktı.

Bir ... İki ... Üç derken ondaki hızlı değişimin farkına van­lacak ve arkasından amansız bir takip başlatılacaktı. Bir gün, Kabe'deki putlara karşı haşin davrandığı ve onlann aleyhine söz saydığını duymuşlardı. Nasıl olur da bir köle, efendileri­nin kullukta bulunduğu bu taş ve ağaç parçalan hakkında ile­ri-geri konuşabilirdi. Sahabe Ümeyye İbn Halefi sıkıştırdılar; bir köle için riske girmeye hiç niyeti yoktu onun. Zaten Bilal de, kölelerinden bir köleydi. Minnetsizdi ve:

- Alın sizin olsun. Ne yaparsanız yapın, deyiverdi. Artık Bilal, Ümeyye İbn Halerin ellerinde, Ebu Cehil'in insafına (!) kalmıştı. Ve, aldıl~r Bilal'i sahraya götürdüler. Çölün kızgın kumlan üzerinde yatınyor, dayanılmaz işkencelere maruz bı­rakıyorlardı. Üzerine kilolarca ağırlıkta taşlar koyup inim inim inlettikleri yetmiyormuş gibi bir de, düşüncesini ipotek altına almaya çalışıyorlar ve ondan gönlünün gülü Muhammed'i ve dinini inkar etmesini istiyorlardı.

Bilhassa Ebu Cehil'de, bitip tükenme bilmeyen bir kin vardı ve bu kinini, salyalar dökülen ağzından her fırsatta ku­suyordu. Bir efendi olarak aklı almıyordu: Kendi iradesi dı­şında bir başka güç nasıl kabul edilebilirdi! Hele bir köle ... Konumuna bakmadan böyle bir kabule nasıl ciir'et edebilir­di? Yüz üstü kızgın kumlara yatınyor ve güneşte kızanneaya

223


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern)

kadar işkence yapıyordu. Zaten takati tükenen Bilal'in, söz söylemeye mecali kalmıyor; dudaklanndan sadece bir kelime dökülüyordu:

- Ehad .. Ehad . .!208

Bilal, o dünyayı da bilen birisiydi. Hayatı boyunca işkence altında yaşamaktansa, bugün katlanıp ebedi huzuru yakala­mak vardı işin ucunda. Onun için dişini sıkmış ve 'zilletle ya­şamaktansa izzetle ölümü' çoktan göze almıştı. O gün Bilal'e, kimse güç yetirip isteklerini kabul ettiremedi. Bulduğu yolda sabit kadem kalmaya kararlıydı ve her türlü işkenceye rağ­men bu kararlılığından zerre kadar taviz vermedi.

Ancak o ne kin ki, boynuna ipler bağlıyor ve onu çocuk­ların eline verip sokaklarda, Mekke dağlannın arasında sürük­letiyorlardı. Allah'ın, 'kulum'; Resülii'niin de, 'ümmetim' dediği Bilal'i, çoluk çocuğun oyuncağı haline getirmişlerdi. Çölde yalınayak yürüyüp yanmadan Bilal'i anlamaya, çilesini görüp bilmeden mihnetlerin ortaya çıkardığı kadr u kıymetini idrake imkan olabilir mi!.,

Bilal'in yanık sesiyle 'Ehad!' diye inleyişini duymayan kalmamıştı artık Mekke' de. İnim inim inlemesine rağmen, ne Ümeyye'nin ne de Ebu Cehil'in insafa geleceği vardı! Yine iş başa düşüyordu. Bir çırpıda yanlarında bitiverdi Hz. Ebu Be­kir. Elindeki mal, zaten bir gün tükenip gidecekti; hiç olmaz­sa onu, ahireti adına büyük bir yatınma çevirme fırsatı vardı önünde. Bununla hem, Bilal'i işkenceden kurtaracak hem de Resul-ii Kibriya'yı memnun edecekti. Geldi yanlarına ve:

- Bu insana bu kadar işkenceyi niye yapıyorsunuz, diye tepki gösterdi önce. Ardından da onu satın alarak, önce işken­ceden kurtardı; ardından da hürriyete giden yollan gösterdi.

208 Onun bu haline yaşlı Varaka İbn Nevfel'in de şahit olduğu, "Ehad Ehad" seslerini duyunca da, "Ey Bilôl! Vallahi de sen, eğer bu halde iken ölürsen ben, senin mezarının üzerine türbe yaparım." dediği anlatılmaktadır. Bkz. İbnii'l-Esir, Üsiidii'l-Ğabe, 1/236

224


Arkadan Gelenler ve Mihnet Yılları

Hz. Bilal, sabnnın semeresini alıyordu. Ümeyye'nin ya­nında sessiz kalmış olsaydı, hayatı boyunca belki bir köle ola­rak kalacak ve öylece son nefesini verecekti. Ama şimdi, hem bütün sıkıntılan sona ermiş hem de Habib-i Zişan'ın yanında bir efendi gibi muamele görme fırsatını bulmuştu.

Habbab'ın Alacağı

Görüldüğü gibi, bu günlerde bir insanın Müslüman oldu­ğunu açıklaması, başına gelecek kötülüklere açıktan davetiye çıkarması anlamına geliyordu. Onun için birçok sahabenin Müslüman olduğunu Kureyş henüz bilmiyordu. Yedi kişi hariç, diğer Müslümanlar kendilerini gizlemek zorunda hissetmişler­di. Bunlar, Allah Resülii Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellern), Hz. Ebfı Bekir, Ammar İbn Yasir ve onun annesi Sümeyye, Su­heyb İbn Sinan, Bilill-i H .abeşi ve Mikdiid İbn Esved idi. 209

Habbab İbnü'l-Erett, aslen hür bir insandı; henüz küçük yaşlarda iken bulunduğu yerde bir saldırı gerçekleşmiş ve o da, akrabalanyla birlikte esir alınmış, daha sonra da Mekke'ye getirilerek köle diye satılmıştı. Ümmü Enmôr adında Huzaa kabilesinden bir kadının kölesi olarak hayatını devam ettirir­ken Efendiler Efendisi ile tanışmış ve daha ilk günlerde Müs­lüman olmuştu.

Sahipsiz olduğu için, başta efendileri olmak üzere müş­riklerin hiddetine muhatap olacak ve her daim şiddet soluk­layacaktı. Kızgın güneş altında işkenceye tabi tutuluyor, akla hayale gelmedik hakaretlere maruz bırakıhyordu.v"

Habbab İbnü'l-Erett'in, As İbn Vüil'den alacağı vardı ve As ibn Vail bir türlü vermeye yanaşmıyordu. Borcunu tahsil etmek için yanına her gittiğinde:

209 İbn Hibban, Sahih, ı5/558 (7083); Ahmed b. Hanbel, Müsned, ı/404 (3832) 210 Bkz. İbnii'l-Esir, Üsüdü'l-Ğabe, 2/102; İbn Sa'd, Tabakat. 3/ı64, ı65; İbn Hacer, İsabe, 2/258

225


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

- Muhammed'i ve dinini inkar etmediğin sürece sana bor­cunu ödemem, diyor ve hakkı olanı talep ettiğinde bile bunu, dinsizliği adına malzeme olarak kullanıyordu. Yine böyle bir gün Hz. Habbab:

- Sen ölüp gitsen de, haşir meydanında haşrolacağın za­mana kadar asla O'nu inkar edecek değilim, demiş ve nasılsa alacağını tahsil edeceği bir günü hatırlatmıştı ona. Ancak bu inceliği anlamak için insanda akıl ve vicdan olmalıydı. Belki zekalan vardı; ama şeytan gibi tek taraflı çalışıyordu. Onun için Habbab'a döndü ve:

- Hani ben, öldükten sonra dirileceğim ya, sana olan bor­cumu o gün öderim; çünkü o gün benim, birçok çocuğum ve malım olacak, diye alayetmeye başladı.'?'

Bu, semayı titretecek bir hadiseydi ve çok geçmeden hu­zur-u risalette yine Cibril beliriverdi. Getirdiği ayetle Allah (celle celaluhü), mü'minlerin kuvve-i maneviyesini takviye ediyor ve As gibi küstahların akıbetlerinden haber veriyordu.s>

Belki Habbab İbnü'l-Erett, o gün bir nebze rahat nefes al­mıştı; ama toplumda başka bir dayanağı olmadığı için başka bir gün yine Efendiler Efendisi'nin huzuruna gelecek ve halini yine O'na arz edecekti. Zira, canını dişine takarak çalışıyordu; toplumda artı bir katma değere sahipti; ama yalnızlığını bilen Kureyş'in hedefi olmaktan bir türlü kurtulamıyordu. Küçücük bir kulübesi vardı; ateşin karşısında sabahtan akşama kadar demir döver, kılıç ve kalkan yapardı. Akşam olup da kulübe­sinin kapısından adımını atar atmaz karşısında Kureyş'ten bir başka ateşle karşılaşır ve hep ıstırap yudumlardı. Hele bir gün, Müslüman olduğunu duyan efendisi çıkıp gelmiş ve iyice hırpaladıktan sonra el ve kolunu bağlayarak kızgın demirleri vücuduna basmış, bayılıncaya kadar işkence etmişti. Canını

211 İbn Sa'd, Tabakat. 3/164, 165 212 Bkz. Meryem, 18/77, 78

226


Arkadan Gelenler ve Mihnet Yılları

zor kurtarmıştı; çaresiz huzura gelmiş ve Allah Resülü'ne şun­lan söylüyordu:

- Bizim için nusret talebinde bulunmaz mısın ya Resülal­lah! Ellerini açıp da bize dua etmez misin ey Allah'ın Resülü?

Onlann acınacak bu halini Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) de zaten görüp duruyordu, ama elde başka bir çare bulunmuyordu. Ancak biliyordu ki, böylesine çetin şartlar içinden geçerken metin durmak gerekiyordu. Hem, benzeri sıkıntılan yaşayanlar, sadece kendilerinden ibaret de değildi. Cibril-i Emın'in getirdiği ayetlerde de konu dile getiriliyor ve öncekilerin başına gelenler başa gelip de yaşanmadan cenne­tin kolayolmadığı anlatılıyordu.vs Belki de Allah, uzun soluk­lu bir davayı ilk temsil edenlerde, sabır ve sebat ağırlıklı bir duruşu talep ediyor ve davasına ilk sahip çıkanlan da, yannın daha büyük sıkıntılannı tereddütsüz ve kolayca göğüsleyebil­meleri için şimdiden hazırlıyor, imtihan üstüne imtihandan geçiriyordu. Bunun için Efendiler Efendisi:

- Sizden öncekiler arasında öyleleri vardı ki, diye başla­dı sözlerine. Yüzünün rengi değişmiş ve adeta pembeleşmişti. Ardından da şöyle devam etti:

- Sırf iman ettiğinden dolayı alınır ve demir testere ile ba­şından ikiye biçilirdi, ama bu bile onun dininden taviz vermesi­ne sebep olamazdı. Sonra demir taraklarla etleri kemiklerinden parça parça aynlırdı; yine de yerinde sebat eder ve dininden ta­viz vermezdi. Aynı şekilde yere hendekler kazılır ve içine ateşler yakılırdı; ardından da diri diri içine atılır ve cayır cayır yakılır­dı. Bütün bunlar, onu dininden döndürmeye yetmezdi.

Bunlan anlatırken Restıl-ii Kibriya, adeta zaman ve me­kan üstü bir konuma gelmişti ve öncekilerin halini adeta mü­şahede ederek anlatıyordu. Bunlar, geçmişten bir tabloydu. Kıymetli ve büyük olan nimetler, öyle küçük gayretlerle elde

213 Bkz. İbn Hibban, Sahih, 7/156 (2897)

227


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

edilemezdi. Ne cennet ucuzdu ne de cehennem liizumsuz ... Birileri, lüzumsuz olmayan için, burada yatınm yaparken mü'minler, kıymeti bipaha olan cennet ve cemaluUah için bazı zorluklara tahammül etmeliydi. Ancak bu, sürekli karşılaşılan bir husus da değildi. Onun için işin burasında Allah Resnlü (sallallahu aleyhi ve sellem), yüzünü istikbale çevirecek ve teselli bekleyen yüzlere şunları söyleyecekti:

- Vallahi de Allah, bu işi hitama erdirecek ve nurunu ta­mamlayacaktır. Ta ki bir kadın, tek başına San'(i'dan yola çı­kacak ve Hadremevt'e kadar gidecek ve bu yolculuğu boyunca Allah'tan başka hiç kimseden korkmayacaktır. Ancak sizler, acele ediyorsunuz.v-

San'a? Hadremevt?. O gün için, bırakın bir kadını; ker­vanlarla giden nice güçlü erkeğin bile yolu kesilir ve elinde­avucunda ne varsa alınırdı. Ama bunları, Allah'ın Resülü söy­lüyorsa mutlaka gerçekleşir ve böylesine huzurlu bir dünya yeniden kurulurdu. Dolayısıyla Hz. Habbab gibi sahabeler, sıkıntılı günlerinde dişlerini sıkmaları gerektiğini öğrenmiş; böylesine bir dünyayı inşa için daha fazla gayret göstermenin gerekliliğine bir kez daha azmetmişlerdi.

Hayallerde Yeşeren Ümit Meşceresi

Evet, belki bugün sıkıntı vardı, ama gelecek her gün de, matem içinde geçecek değildi. Günün birinde kar ve buzlar eriyecek, insanlık semasında yeniden bir nevbahar yaşanacak, etrafa nurlar yağacak ve Rabb-i Rahim'in arzu ettiği istika­mette bir bayram yaşanacaktı.

Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Habbab' a söyle­diği cümlelere benzer ifadeleri, bizzat Kur'an'da Allah (celle

214 Bkz. Buhari, Sahih, 3/1322 (3416). O gün Efendiler Efendisi'nden bunlan dinleyen bir sahabe, yıllar sonra yemin edecek ve gerçekten de böylesine hu­zur tüten bir iklimi yaşadığını ifade ederek Rabbine hamd edecektir.

228


Arkadan Gelenler ve Mihnet Yılları

celaluhü) da söylüyordu. Birileri bugün, ellerindeki imkanlan da kullanarak Allah davasının nurunu söndürmek istiyordu; ancak Allah (celle celaluhü), Cibril-i Emin'i vasıtasıyla:

- Kafirler istemese de Allah nurunu tamamlayacak.vs müjdesini gönderiyor ve bu müjde, bugün sıkıntı yaşayan herkes tarafından paylaşılıp şiddete karşı birer azık oluyor­du. Bunu vadeden Allah'tı .. Resülullah'tı, .. Allah ve Resülü bir şey demişse o, mutlaka olurdu ve sahabenin bu konuda zerre kadar tereddüdü yoktu ve olamazdı. Zira onlar, gözle­rinden gayba ait perdeler kalksa ve fizik ötesindeki alemleri bütün netliğiyle müşahedeye başlasalar bile, önceki hallerine nispetle yakinlerinde bir farklılık olmayacak kadar iman ko­nusunda metin insanlardı. Resülullah'ın dizinde, Allah'ın da korumasında yetişmişlerdi. Hemen her gün, yeni bir semavi sofra önlerine koyuluyor ve onlar da, eltaf-ı sübhaniyetin ön­lerine koyduğu bu sofralardan doyasıya istifade ediyorlardı. Sohbet-i nebeviyenin boyasıyla mest, huzurda bulunuyor 01­mamn insibağıyla da rengarenk bir halleri vardı.

Cibril-i Emin'in ulaştırdığı haberde onlar için Allah (celle celaluhü), bitip tükenme bilmeyen bir ukbô vadediyordu; içinde ırmakların aktığı, pınarların kaynayıp çeşmelerin çağıldadığı bu dünyada, mahz-ılezzet bir hayat bekliyordu onlan. Ve bü­tün bunlar, onlar için birer gaye de değildi; Allah'ın hoşnutlu­ğu doldurmuştu bütün ufuklanm ve onun dışında başka bir beklentiye girmeyecek kadar da iffet sahibiydiler.

Kuvve-i maneviyelerini takviye için gelen ayetlerde Allah (celle celaluhü), önceki peygamberlerinden misaller veriyor ve:

215 Bkz. Tevbe, 9/32,33. Benzeri başka ayetlerde. Allah davasından hoşlanma­yan insanlara vurgu yapılırken müşrik, mücrim ve fasık tanımları üzerinde de durulmakta ve böylelikle, hemen her dönemde karşılaşılabilecek engelle­meler arasında, mü'min olduğu halde mücrim veya fasık olabilen bu insan­ların engelleme arzularıyla karşılaşılabileceği hatırlatilmak istenmektedir. Bkz. Enfal, 8/8; Yunus, 10/82

229


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

- Şüphe yok ki Biz, o Resüllerimiz ve onlarla birlikte iman edenlere, daha dünyada iken nusret edip yardım gönderdik; her şeyin ortaya döküleceği o gün de yardımımız, şüphesiz onların üzerinde olacak.v" diyerek, benzeri sıkıntılara onlar­la birlikte hareket eden havarilerin de düçar olduklarından bahsediyor, ama sonuçta gülen tarafın kimler olduğunu açık­ça gösteriyordu. Hz. Nuh'tan ... Hz. İbrahim'den ... Hz. Şuay­b'dan ... Hz. Eyyub'dan ... Hz. Salih'ten .. Hz. Musa'dan ... Hz. İsa' dan misaller veriyor ve bütün bunlardan sonra:

- Onlar, sabır gösterip bu yolda nusrete mazhar olup ga­lip geldiler; sizler de biraz dişinizi sıkın ki, yarınki bayramı yaşayabilesiniz, mesajları veriliyor ve yeni muhataplardan da, aynı yolda sebat ve sabır bekleniyordu. Bu şartlarda sabır, mü'rnin için en büyük silahtı ve her türlü tezvir ve karalamaya rağmen bu tavırdan asla vazgeçmernek gerekiyordu. Çünkü gelen ayetlerde Yüce Mevla, Habib-i Ekrem'inin kuvve-i ma­neviyesini takviye etmek ve mü'minlere de moralolmak için açıktan şöyle diyordu:

- O halde Sen, sabır kuvvetine dayan! Şüphe yok ki Alla­h'ın vadettikleri kesin ve gerçektir. Ve, sakın Seni, O'na inan­mayıp da bu işe şaşı bakanların tutum ve davranışları paniğe düşürüp endişeye sevk etmesinl'"?

Neden endişe duyulacaktı ki? Yeryüzü Allah'm tasarru­fundaydı ve onu, dilediğine verme işi de O'nun olacaktı. Ve Allah, bugün başa gelen bu türlü musibetlerden dolayı endi­şeye kapılıp üzülmernek gerektiğini, mahzun olup da keder yudumlamamak için güçlü bir imana sahip olmak lazım geldi­ğini anlatıyordu. Zira, mutlak manada üstünlük, ancak güçlü bir imanla elde edilebilirdi.v" Yine Yüce Mevla, işin ta başın­dan beri, yeryüzünün anahtarlarını ancak salih kullarına ve-

216 Bkz. Mü'min, 40/51 217 Bkz. Rum, 30/60

218 Bkz. AI-i İrnran, 3/139

230


Arkadan Gelenler ve Mihnet Yılları

receğini vadediyordu."? Takva, her dönemde geçerli olan bir akçe idi ve bugün hangi sıkıntı ile karşılaşılırsa karşılaşılsın yarınlar, mutlaka müttakilerin tasarrufuyla şekillenecekti.v? Öyleyse, iman, salih amel ve takva, Allah'ın nusret ve yardımı için O'na sunulmuş en büyük davetiye demekti. Onun için bir araya geldiklerinde:

- Gel, bir miktar oturalım ve imanda derinleşme adına bir kapı daha aralayalım, diyorlardı.v"

Ukdz'da ... Mecenne'de ... Zilmecc1z'da insanların pe­şinden koşup onlara da Rabbini anlatma gayreti ortaya koyar­ken Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), benzeri şeyler söylü­yorve:

- Ey insanlar! Gelin, sizler de 'la ilahe illallah' deyin ve siz de kurtulun! Bu kelime ile bütün Araplara hakim olun! Bu vesileyle Acem yurdu size serfurü etsin! Şayet o günleri gör­meden ölüp giderseniz, zaten cennetin melikleri sizler olacak­sınız, müjdesini veriyordu.v'"

O kadar ki, müşrikler bunları da dillerine dolamış kendi­lerince alayediyorlardı. Bir gün, Esved İbn Abdulmuttalib ve arkadaşları oturmuş, kendi aralarında bunu konuşuyorlardı. O sırada ashapdan bazıları yanlarından geçiyordu. Onları gö­rünce laf atmaya başladılar, şöyle diyorlardı:

- Bakın, Kisra ve Kayser saraylarına mirasçı olacak yer­yüzü kralları geliyor!

Daha sonra da ellerini çırparak meseleyi gürültüyle ka­patmaya ve hakaretlerle kendilerini haklı çıkarmaya çalışıyor­lardı.223

Ashab-ı Muhammed için, onların ne dediği değil, Allah ve

219 Bkz. Enbiya, 21/105 220 Bkz. Kasas,28/83

221 Suyüti, ed-Dürrü'l-Mensür, 1/365 222 İbn Sa'd, Tabakat. 1/216

223 Bkz. Halebi, Sire, 1/511,512; Mübarekfüri, er-Rahiku'l-Mahtüm, s. 123

231


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Resülü'nün buyurduklan önemliydi ve yine, tebessüm ederek yanlarından geçiyor, acınası hallerine bakıp, sadece ellerin­den tutamadıklanna yanıyorlardı.

Dünya ve dünyevilik, onlar için çok basit şeylerdi; bugün burada ayaklanna batacak bir dikenin bile öbür tarafta kar­şılığını alacaklannda şüpheleri yoktu. Aynı zamanda onlar, işlerini bu karşılığa da bağlamıyorlardı. Onlar için bu, içinde bulunduklan sıkıntılan aşma adına sadece bir dayanak oluyor­du. Biliyorlardı ki, şayet dünyanın, Allah katında zerre kadar bir değeri olmuş olsaydı, kafir bu dünyadan bir yudum bile su içemez; her türlü nimetten mahrumiyet yaşardı. Halbuki Ebu Cehilıer ... Ebu Lehebler ... Utbe ve Şeybeler, nimetler içinde yüzüyorlardı! Demek ki Allah (celle celaluhü), çok merhametliydi ve bu rahmet hazinesinden asla ümit kesilmezdi.

İşte, iman adına böyle bir noktaya ulaşan mii'min için, Allah ve Resülü'nün yarın adına vadettikleri şeyler, çok ayn bir môrıa ifade ediyordu. O demişse bunlar, mutlaka olacak ve nasılsa bir gün sıkıntılar bütünüyle bitecekti. Baykuşların her daim bayram yaşamalan mümkün olmadığı gibi geceler de sü­rekli zifiri karanlık değildi; bu dünyada bülbüllere de yer vardı ve vakt-i merhunu gelince şafak söker, sabahın meltem esinti­lerinde ne can alıcı, gönül ferahlatıcı hatıralar yaşanırdı!

Evet, bir gün bu zulümler mutlaka bitecek ve etraf, laleza­ra dönecekti, Ama bunun için bugün, günün şartlanna göre hareket edilmesi ve her çeşidiyle sabır gücünden iyi istifade edilmesi gerekiyordu.

Öyleyse, bugünü yaşayanlar için, müspeti ikame adına gayretten başka bir vazife gözükmüyordu. Her şeye rağmen koşturup insanların elinden tutulacak ve neticeye karışılma­yacaktı; zira, sonucu yaratma işi, Allah'a aitti. Onlar ise, sa­dece kendi vazifelerini yerine getiriyor ve başkasının vazifesi­ne asla kanşmıyorlardı. Zira, nusretin geleceğinde kimsenin şüphesi yoktu; önemli olan, nusrete ehil hale gelebilmektil

232


DAVET VE TEBLİGİN AÇIKTAN BAŞLAMASI ~

Aradan üç koca yıl geçmiş, münferit gayretlerle iman hal­kası ancak bu kadar genişleyebilmişti. Bir yakınının daha İs­lam'ı tercih edişine şahit olan, yahut kendi kapısı çalınıp da imana davet edilen veya Kureyş'in nefret dolu tepkisiyle kar­şılaşan birçok insan, Mekke'deki bu değişimin farkına varmış; artık mesele çoğu insan tarafından konuşulur hale gelmişti. Muhataplar nezdinde mesajın dikkat çekebilmesi için yeni bir açılıma ihtiyaç vardı ve çok geçmeden yine Cibril-i Emin gel­miş, Rabb-i Rahim'den yeni mesajlar getirmişti. Vahyin ağır­lığı üzerinden kalkıp da Cibril gidince, kalb-i Resul'de nakşo­lunan ayet şunları söylüyordu:

- Önce en yakın akrabalarını uyar! Mü'minlerden sana tabi olanların üzerine şefkat ve merhametle eğil! Ve de ki; si­zin için ben, apaçık bir uyancıyırn.w-

Belli ki yeni bir durum vardı; artık tebliğ, münferit ve giz­liden gizliye değil; bundan sonra aleni ve açıktan, büyük kit­leler hedeflenerek, yapılacaktı. İlk olarak Efendiler Efendisi, yanına Hz. Ali'yi çağırdı şöyle dertleşti onunla:

224 Bkz. Şuara, 26/214

233


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

- Ey Ali! Allah (celle celaluhfı) bana, en yakın akrabalarım­dan başlayarak kendilerini uyarmarnı emrediyor. Zaten ben de, demir bukağıların arasında sıkışmışçasına sıkışmış ve on­ların da bu işe sahip çıkacakları günü suskunlukla bekleyip duruyordum. Nitekim, bu günlerirnde Cibril geldi ve bana:

"Ey Muhammed! Sen, sadece Rabbinin Sana emrettiğini yerine getir; çünkü Sen, bunlarıyerine getirmekle mükellef­sin." diyordu. Ancak şimdi yeni bir durum var. Hemen bir ye­mek tertip edelim; içinde koyun budu ve süt dolu kaseler de olsun. Sonra da bu yemeğe, Abdulmuttalib ailesini çağır ki on­larla konuşup bana tebliğ olunan hususları onlara aktarayım.

Hz. Ali, denilenleri yapmış ve nihayet, o günün şartlarında mükellef bir sofra tertip edilmişti. Gelenler arasında, genelde amcaları başta olmak üzere yaklaşık kırk kişilik bir davetli var­dı. Efendiler Efendisi, sofraya Hz. Ali'nin koyduğu etleri kendi elleriyle parçalayıp paylaştırıyor ve insanlara ikram ediyordu. Yemeğin ardından içecek faslına geçildi ve bu fasıl da, yemek­te olduğu gibi hiç görmedikleri şekilde bir izzet ve ikramla ta­mamlanmıştı. Gelenler, böyle biryemeğin niçin tertip edildiği­ni ve sonunda nasıl bir sürprizle karşılaşacaklarını düşünmeye başlamışlardı. İşte tam bu sırada Efendimiz, sözü alıp maksa­dını ifade edecekti ki, öz amcası Ebu Leheb ileri atılarak:

- Görüyorum da, adamınız sizi iyi büyülemiş, deyiverdi.

O kadar kin doluydu ki, söyledikleri bu kadarla da sınırlı kal­mayacak, şunları da ilave edecekti:

- İşte bunlar, senin amcaların ve amcalarının çocukları; ne konuşacaksan konuş! Sabiliği de bir kenara bırak! Bil ki artık, kavminin sabrı taşmak üzere. Seni durdurmak da bana düşüyor! Sen sadece babanın oğullarıyla yetin! Şayet, üze­rinde bulunduğun halde devam etmekte ısrar edersen, bil ki, Kureyş'in gençleri üzerine üşüşecek; Araplar da onlara destek verecektir. Akrabalarına Senden daha kötü bir bela musallat eden kimse görmedim ben!

234


Davet ve Tebliğin Açıktan Başlaması

Bir anda ortalık buz gibi oluvermişti. Onca gayret boşa gitmiş ve Efendiler Efendisi'ne birkaç kelime konuşma fırsatı bile verilmemişti. Ebu Leheb, üstüne üstelik bir de, hakaret üstüne hakaret etmiş, herkesin içinde Allah'ın en sevgili kulu Son N ebi'ye ağza alınmadık sözler sarfetmişti. Öz amcaydı; ama gayretullaha dokunacak bir çıkıştı bu.

Derken, ortamın gerilen havasından bunalan davetliler birer ikişer dağılmaya başlamış ve evlerinin yolunu tutmuş­lardı. Ertesi gün Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve sellern), yeniden Hz. Ali'yi karşısına aldı ve:

- Ey Ali! Dün şu adamın dediklerini sen de duydun; daha ben bir şey konuşmadan insanlar dağıldılar. Sen, bugün ye­niden bir yemek hazırla da insanlan yine bu yemeğe davet et, dedi. Bunun üzerine aynı işlem yeniden başlayıp, daha akşam olmadan yine mükellefbir sofra kuruldu. Yemek nihayete er­diğinde, bu sefer Habib-i Zişan Hazretleri ayağa kalktı; önce Allah'a hamd ü sena ettikten sonra onlara döndü ve yakın ak­rabalarına şöyle seslendi:

- Ey Abdulmuttalib oğullan! Allah'a yemin olsun ki ben, Araplar arasında sizin genciniz kadar hayırlı bir davetle ge­lenini bilmiyorum. Ben size, dünya ve ahiret hayrını birlikte getirdim. Allah (celle celaluhü) bana, sizi kendisine davet etmemi emretti. Böyle önemli bir yolda, şimdi sizden hanginiz bana destek çıkar ve yardımcı olur da, benimle sıcak bir dost ve ya­kın bir kardeş olur?

Efendimiz'in talebine cemaat içinden hiçbir mukabele yoktu. Huzuru, derin bir sessizlik bürümüştü. Kimseden çıt çıkmıyordu. Bu derin sessizliği, çocuk denebilecek bir şahsın gürlemesi bozdu:

- Ben ya Resülallahl Bu konuda Senin en büyük destek­çin ben olurum.

Bütün yüzler bir anda sesin geldiği tarafa yönelmişti. Bu sesin sahibi, Ali'den başkası değildi. Halbuki o gün o, yaş iti-

235


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

bariyle onların en küçüğüydü. Onun, büyüklerden daha önde ve büyükçe bu tavrı karşısında Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), önce başını okşadı, ardından da:

- İşte bu, benim kardeşim ve en yakın destekçim. Bunu dinleyin ve dediklerine kulak verin, dedi. Kendilerinden ka­bul beklediği o kalabalık, Resülullah'ın bu sözleri karşısında aralarında gülüşmeye başladı; Ebu Talib'e dönmüş şöyle ta­kılıyorlardı:

- Eh, artık sen de çocuğunu dinler ve ona itaat edersin! Bir gün daha geçmiş, bu olağanüstü gayretlere rağmen herhangi bir semere vermemiş; yeniden herkes kendi evinin yolunu tutmuştu.

Yalnız bu gün, dünküne göre daha farklıydı; zira artık Ku­reyş, Efendiler Efendisi ve getirdiklerine açıktan cephe almış; düne kadar münferit çıkışlarla engellemeye çalıştıklan hak davaya mani olmayı, bundan böyle kurumsal bir vazife olarak görmeye başlamıştı. Neyse ki, Efendiler Efendisi'nin az dahi olsa sahip çıkanı, arkasında saf bağlamasa da destek olanı vardı. O gün de amcası Ebu Talib devreye girecek, şefkat ve merhamet yüklü bir ses tonuyla yeğenini teselli ederek:

- İşte, Senin amcalannın hali! Ben de onlardan biriyim; ancak ben, Senin hoşuna gideni yapmakta onlardan daha ile­riyim. Emrolunduğun şekilde yoluna devam et! Vallahi de ben, Seni görüp kollamaya devam edeceğim. Ancak nefsim, Abdulmuttalib'in dini dışında bir başka anlayışı kabullenmek istemiyor, diyecek ve yeğeninin getirdiklerini kabullenmese bile O'na sahip çıkacaktı. Onun bu tavn, ateş sevdalısı Ebu Leheb'i daha çok çileden çıkaracak ve:

- İşte bu, vallahi daha da kötü! Başkalan O'nun hakkın­dan gelmeden sizler engelleyip O'na mani olun, diyecekti. İş gittikçe inada biniyordu; o karşı çıktıkça Ebu Talib sahip çı­kıyor ve yeğenine olan bağlılığı daha da perçinleniyordu. Son sözü yine o söyledi:


Davet ve Tebliğin Açıktan Başlaması

- Vallahi de biz, sağ kaldığımız sürece O'nu koruyacak ve başkalanndan gelebilecek olumsuzluklara karşı da hep müda­faa edeceğiz!225

Aralannda itibar gören birisinin, O'na sahip çıktığına laf söylenemezdi; ancak, Ebu Tülib'in bu tavn da hiç iyi değildi! Yeğenine sahip çıkma adına herkesi karşısına almıştı ve her şeye rağmen bu kararında da ısrar ediyordu. Onun bu tavnm gördüklerinde daha çok sinirlenen Kureyş'ten bir grup, çok geçmeden Ebu Talib'in kapısını çaldı:

- Ey Ebu Talib, diyorlardı. Her hallerinden rahatsızlık dökiilüyordu. Daha adım söylerken bile, cümlelerinin sonun­da telaffuz edecekleri kelimeleri okumak mümkündü:

- Şu senin kardeşinin oğlu var ya, işte O, bizim ilahları­mız konusunda hoşumuza gitmeyen şeyler söyleyip duruyor. Üstelik dini anlayışımızı ayıplıyor ve önderlerimizi sefihlikle suçlayıp atalanmızın da dalaletre olduğunu söylüyor. Şimdi sen, ya O'nun bu işten vazgeçmesini sağlarsın, ya da meseleyi kendi aramızda halledebilmek için O'nu bize bırakırsın!

Baba yadigftrı bir yetim, böylesine gözü dönmüş aç kurt­lara teslim edilir miydi hiç? Alttan alarak önce ortamı yumu­şatmaya çalıştı Ebu Talib ... Ardından da, gönüllerini hoş tut­maya çalışacak ve öfkelerini teskin edip geri gönderecekti.v"

Ancak bu, Kureyş rahatsız oldu diye peşi bırakılacak bir iş değildi; Allah'ın emri vardı ve mutlaka bu emir yerine getiril­meliydi. Her geçen gün, imanla küfrün arası daha da açılıyor ve saflar daha bir belirginleşiyordu. Aradan birkaç gün daha geçince Habib-i Kibriya'da yeniden vahyin ağırlığı kendini göstermeye başladı. Yeniden Cibril-i Emin gelmişti ve bu emri yerine getirmesini söylüyordu. Çok geçmeden yeni bir ziya-

225 İbnü'l-Esir, el-Kamil, 1/584, 585; Mübarakfüri, er-Rahiku'l-Mahtüm, s. 83, 84

226 Bkz. İbn Hişam, Sire, 2/100-101

237


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

fet daha yapılmıştı. Zengin sofralarla midelere seslenildikten sonra Allah Resülü çıktı ve bu sefer de gönüllere hitap etmeye başladı. Şöyle diyordu:

- Şüphesiz ki gerçek bir rehber, kendi halkına karşı ya­lan söylemez. Allah'a yemin olsun ki, -farz-ı muhal- şayet ben, bütün insanlara yalan söylesem bile size karşı bunu asla yap­mam; bütün insanları aldatsam bile sizi asla aldatmam. Val­lahi de, O Allah ki, kendisinden başka ilah yoktur; şüphesiz ki ben, hususi olarak sizin, genel manada da bütün insanların peygamberiyim. Allah' a yemin olsun ki, tatlı uykuya daldığınız gibi ölecek ve uykudan uyandığınız gibi de yeniden diriltilecek ve bugün yaptıklarımzdan hesaba çekileceksiniz; iyilikleriniz neticesinde ihsana nailolurken, kötülüklerinizin sonucu ola­rak da hoşlanmayacağınız manzaralada karşılaşacaksınız. Ne yazık ,ki bu sonuç da, ya ebedi cennet veya ebedi cehennem olacak! ValIahi de ey Abdulmuttalib oğulları! Benim size ge­tirdiklerimden daha hayırlı ve faziletlisini kendi kavmine ge­tiren bir başka genç bilmiyor ve tammıyorum; ben size, dünya ve ahireti beraber takdim ediyorum."?

Bu kadar gayret gösterilmiş, ama yine de herhangi bir sonuç elde edilememişti. Ancak, sonucun istenilen seviyede olup olmaması, atılacak adımları belirlemede bir esas değil­di; Allah istediği için bir işe teşebbüs edilir ve adımlar bunun için atılırdı. Onun için, bu ve benzeri yemeklerin ardı arkası kesilmeyecek; midelerle açılmaya çalışılan kapıdan Allah da­vası adına girilmeye çalışılacaktı. Artık, Hz. Hatice validemiz sürekli yemekler tertip ediyor, Hz. Ali ve Hz. Zeyd de bu ye­meğe insanları davet edip onların hizmetlerine koşturuyordu. Öyle ki, bir zamanların dudak uçurtan servetine sahip Hz. Hatice'nin mal varlığı, bu ve benzeri ziyafetlerle eriyecekti.

227 Bkz, Taberi, Tarih, ı/542


Davet ve Tebliğin Açıktan Başlaması

Yine böyle bir yemeğin ardından, olanca mülayemetle ve alttan alarak kendilerine hitap eden Resül-ü Kibriya'ya, öz amcası Ebu Leheb karşı çıkacak ve Abdulmuttalib ailesine dö­nerek şunları söyleyecekti:

- Ey Abdulmuttalib oğullan! Allah'a yemin olsun ki bu, çok kötü bir durum! Başkalan O'nun hakkından gelmeden sizler bir çözüm bulmalısınız. İşlerinizi şayet buna bırakırsa­nız, zelil ve rusva olursunuz. O'nu koruyup müdafaa etmeye kalkarsanız, bu sefer de başınız beladan asla kurtulmaz.

Yeğeninin teklifleri karşısında, diğer insanları korkutarak O'ndan uzaklaştırmanın bir yoluydu bu onun için ve ne ya­zık ki bunda etkili de oluyordu. Yalnız, aralarında insaf sahibi olanlar da yok değildi; Efendimiz'in halası ve Ebu Leheb'in de kız kardeşi Safiyye Binti Abdulmuttalib ayağa kalkacak ve Ebu Leheb'e şu cevabı verecekti:

- Kardeşinin oğlunun başına gelecek herhangi bir kötü­lük, hiç senin hoşuna gider mi? Allah'a yemin olsun ki, uzun zamandır alimler, Abdulmuttalib soyundan bir Nebi'nin çıka­cağını söyleyip duruyorlardı; işte bu odur!

Daha Safiyye validemiz sözünü bitirmemişti ki, Ebu Le­heb tekrar sözü aldı:

- Hayır, hayır! Bu, kuru bir beklentiden başka bir şey de­ğil! Kadınların sözünü dinlemek zaten hep utanç getirir. Hem sonra, Kureyş ve Araplar birleşip de karşımıza çıktıklarında onlara karşı hangi kuvvetle cevap veririz? ValIahi de o zaman biz, olgun başaklar gibi toplanır, onlar karşısında tükenip gi­deriz, dedi.

Yine oyun bozulmuş ve yine bu oyunu bozmadaki baş ak­tör Ebu Leheb olmuştu. Aynlıp giderlerken, kendi yeğenine karşı bu kadar sert çıkmasını bir türlü hazmedemeyen Ebu Talib'in yine o bildik sesi duyuldu:

- Allah'a yemin olsun ki, hayatta olduğumuz sürece O'nu

239


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

mutlaka koruyacak ve gelebilecek zararlara karşı müdafaa edeceğiz. 228

Artık Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) için her yeni bir araya gelme yeni bir umut, her yeni davet de kalpleri yumu­şatma adına yeni bir hedefti. Yine böyle bir davetin ardından onlara şöyle seslenecekti:

- Ey Abdulmuttalib oğulları! Şüphesiz ki Allah beni, genel olarak bütün insanlara, özelde de size peygamber olarak gön­derdi ve bana, "Önce yakın akrabalarını uyar." diye emretti. Ben de sizi, söylemesi dile kolay; ama mizanda çok ağır basa­cak iki kelimeye davet ediyorum; gelin, Allah'tan başka ilah ol­madığına ve benim de O'nun Resülü olduğuma şehadet edin.229

Bütün bunlar, en yakınındaki insanların da elinden tu­tarak onları cehennem azabından korumanın gayretleriydi. Kendisine karşı cephe alsalar ve her fırsatta karşı çıksalar da O, bir ümit deyip yine kapılarını çalıyor ve her fırsatı değer­lendirerek kalplerinin yumuşayacağı zamanları kollamaya ça­lışıyordu. Çünkü O, tebliğ aşkını zirvede yaşıyordu; günlerce bir şey yemeyip ağzına bir damla su almasa problem etmezdi; ama Allah'ın adını bir muhtaç gönüle daha ulaştırmada en kü­çük bir kusuru, kendisi için çok büyük bir kabahat sayardı. İman etmiyorlar diye üzüntüden kendini kahredecek noktaya gelmişti. O'nun bu halini farklı yerlerde dile getiren Kur'an, her defasında kapılarını çaldığı halde icabet etmeyen ve bu­nunla da kalmayıp karşı çıkan insanlar için nasıl bir üzüntü duyduğunu anlatacak, kendisinden sonrakiler için de alınma­sı gereken bir modelolarak sonrakilere takdirle sunacaktı. 230

228 Bkz. Halebi. İnsanii'l-Uyün, 1/459 229 Bkz. Taberi, Tarih, 1/542

230 Bkz. Hüd, 11/12 (Herhalde sen: "Ona bir hazine indirilmeli veya beraberinde bir melek gelmeli değil miydi?" demelerinden ötürü, sana vahyolunanın bir kısmını bırakacaksın ve bununla göğsün sıkılacak; ama sen sadece bir uyancısın (böyle sözlere aldırma), her şeye vekil olan Allah'tır); Kehf, 18/6 (Herhalde sen, onlar bu söze inanmıyorlar diye, peşlerinde üzüntüden kendini helak edeceksin!)

240


Davet ve Tebliğin Açıktan Başlaması

Genişleyen Tebliğ Halkası

Bu arada her geçen gün yeni yeni ayetler geliyor ve mü­'minleri, iman adına sürekli besleyip onların dirençlerini ar­tırıyordu, Çok geçmeden: "Emrolunduğun şeyleri, başları çatlatırcasına bir gayretle tebliğ et ve müşriklerden de yüz çevir."231 mealindeki ayet gelmişti. Anlaşılan bu sefer hüküm daha geneIdi ve ilk planda bütün Mekke'yi, ardından da bütün insanlığı hedefliyordu. Böyle bir emri yerine getirmernek olur muyduhiç?

Hemen Safa tepesinin üzerine çıktı ve:

- Ya sabahah! Ya sabahah, diye bütün Mekke ahalisine seslendi. Normal şartlarda bu sesleniş, büyük bir düşman teh­likesi karşısında insanları uyarıp toparlanmalarını temin için yapılırdı. Böyle bir ses duyulur duyulmaz herkes, kendince tedbirini alır ve düşmana karşı hazır hale gelerek beklerneye başlardı. İşte bugün Allah Resülü de, yarın başlarına gelecek­lerden onları korumak için bir de bu yolu deniyordu. Onun için hiç kimse bu sese seyirci kalamazdı. Gelebilen kendisi geliyor, gelemeyenler ise kendisinin yerine mutlaka birisini gönderiyordu. Artık Safa tepesinde büyük bir kalabalık top­lanmıştı. Önce kabile kabile dikkatlerini çekti Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve sellem):

- Ey Fihroğulları! Ey Adiyyoğulları! Ey Abdimenafoğulla­rı ve ey Abdulmuttalib oğulları!..

Herkes dikkat kesilmiş, arkasından gelecek haberi intizar ediyordu. Bu arada kendi aralarında:

- İnsanları buraya çağırıp duran adam da kim, diyenler vardı ve cevabını yine kendileri vereceklerdi:

-Muhammed!

231 Bkz. Hicr, ı5/94

241


Efendimiz (s a l l a l l a h u aleyhi ve sellem)

Ebu Leheb, bizzat gelenler arasındaydı. Söyleyeceklerini büyük bir merakla bekleyen yüzlere önce şunu sordu Allah Resülü (sa1lallahu aleyhi ve sellem):

- Şayet ben size desem ki, şu dağın ardında üstünüze doğ­ru gelen bir düşman var; beni yalanla itham eder misiniz?

- Hayır, vallahi de biz Seni, hiç yalan söylerken görmedik; bugüne kadar Senden, doğrudan başka bir şeye şahit olmadık, diyorlardı. Zaten O'nun beklediği de buydu. Zira bu cevaba bir hüküm bina edecekti:

- Ey Kureyş topluluğu, diye seslendi yeniden ve ilave etti:

- Sizin için ben, hızla yaklaşan elim bir azap öncesinde aşikar bir uyarıcıyım. Gelin de, kendinizi cehennem ateşinden koruyun! Aksi halde ben, sizin için Allah katında hiçbir şey yapamam. Benimle sizin misaliniz şu adama benzer ki o, düş­manı görmüş ve kendi ehline koşarak gelip haber vermiştir. Çünkü o, ansızın düşmanın gelip de ehline zarar vereceği gör­müş, bunun için de yakınlarını uyarmıştır. Bunun için yüksek bir yere çıkmış ve:

- Ya sabahahl Ya sabahah, diye bağırmaya başlamıştır.s> Daha ne yapabilirdi ki! Ellerinden tutmak için her türlü yolu deniyordu; ama bir türlü istediği sonucu alamıyordu. Ama ne önemi vardı ki! O (salla1lalıu aleyhi ve sellern), bütün bunla­rı yaparken gayretlerini, sonunda elde edeceği semereye asla bağlamamış ve her seferinde, emr-i ilahiyi yerine getirmek su­retiyle rıza-yı ilahiyi kazanmayı hedeflemişti.

Resül-ü Ekrem Efendimiz'in bu kadar ısrarının temelin­de, elbette vazifesinin hakkını verme şuuru yatıyordu. Aynı zamanda O, bir insanın bile göz göre göre cehenneme gitmesi­ne razı değildi. Muhataplarından her ne kadar hakaret ve tez-

232 Bkz. Buhari, Sahih, 4/1804 (4523); Taberi, Tarih, 1/541

242


Davet ve Tebliğin Açıktan Başlaması

yif görse de O, bir gün gelip de gönüllerinin yumuşayacağına inanıyordu. Bizzat kendileri olmasa da, en azından bu insan­ların nesIinden gelenler, bir gün İslam'ın kıymetini anlayacak ve gelip ona tesIim olacaklardı. Bir de yannki hesap günün­de Allah (celle celaluhü), herkese yaptığının hesabını soracaktı; hesap gününde, "Bizim haberimiz yoktu." gibi, bir mazerete sığınmak isteyenlere karşı şimdiden o kapının kapanması ge­rekiyordu. İşte, işin burasında Habib-i Zişan Hazretleri, top­luluk içinde bulunan her bir akrabasını özelolarak hedefleyip şunlan söylemeye başladı:

- Ey Kureyş topluluğu! Nefsinizi ipotek olmaktan kurta­np Allah'tan satın alın ve cehennemden koruyun; çünkü yarın sizin hakkınızda ne bir zarar, ne de bir faydaya malik olabili­rim. Yoksa yann, Allah katında size hiçbir yaranm olamaz!

Genelden başladığı hitabını daraltarak özele, daha da öze­le doğru getirecek ve orada bulunanlara, isim isim zikrederek benzeri şekilde hitap edecekti:

- Ey Ka'b İbn Lüeyyoğullan! Ey Mürre İbn Ka'boğullan! Ey Kusayyoğullan!

Ey Abdimenafoğullarıl . Ey Abdişemsoğullan!

Ey Haşimoğulları!

Ey Abdulmuttaliboğullan cemaati! Cehennem ateşinden kendinizi kurtarmaya bakın! Çünkü, aksi halde ben, sizin için ne bir zarara muktedir olabilir ne de bir faydaya malik bu­lunabilirim; benim size hiçbir faydam dokunamaz! Şu anda benden ve elimdeki imkandan, istediğinizi talep edin vereyim; ama yann Allah katında sizin için hiçbir şey yapamam!

Ey Abbas İbn Abdulmuttalib! Aksi halde yann Allah ka­tında, senin için de hiçbir şey yapamam!

243


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Ey Resülullah'ın halası Safiyye Binti Abdulmuttalib! Aksi halde aynı şekilde senin için de elimden bir şey gelmez!

Ey Resülullah'ın kızı Fatıma Binti Muhammed! Benden ve elimdeki imkanlardan ne isteyeceksen şimdi iste! Ve sen de kendini cehennem ateşinden korumaya bak! Aksi halde senin için de o gün, Allah katında herhangi bir zarar veya faydaya malik olamam; Allah huzurunda senin için de bir şey yapa­mam!

Sizin için tek yapabileceğim şey bugün, aramızdaki ak­rabalık bağı hatırına ziyaretlerinize gelip gönlünüzü hoş tut­maktır!

Bunların hepsi de doğruydu ve kimseden aksi istikame­tinde ses çıkmadı. Efendiler Efendisi, üzerine düşeni yapmış, bütün benliğiyle kendini ortaya koyarak akrabalarına karşı olan vazifesini yerine getiriyordu. O'ndan bu nasihatleri alan­lar, teker teker evlerinin yolunu tutmuş, herhangi bir tepki vermeden geri gidiyorlardı. Aralarından yine bildik bir yüz ileri atılıp Efendimiz'e yaklaştı. Duydukları karşısında sinir­den küplere bindiği ve gelecek günlerin hatırlatılmasından hiç hoşlanmadığı her halinden belliydi.

- Yazıklar olsun Sana! Bizi bunun için mi çağırdın; ellerin kurusun Senin, diyor ve yeğenine hakaret ediyordu. Çok geç­medi; yine Cibril imdada yetişmiş; Habib-i Zişan'ı şu ifadeler­le teskin ediyordu:

- Kurusun Ebu Leheb'in elleri! Zaten kurudu da! Ona, ne malı ne de yapageldiği işler fayda verdi! Yarın da o, alevalev yükselen cehenneme girecek! Eşi de, boynunda bükülmüş ur­gan olarak o cehenneme odun taşıyacakJ233

Aynı zamanda bu, en yakında bile olsa bir insanın, Allah ve Resülü'nün davetine icabet etmemişse kurtuluş imkanı

233 Bkz. Tebbet, ın/ı-5. EbU Leheb'in kansı, EbU Süfyan'ın kız kardeşi olan Ümmü Cemil idi.

244


Davet ve Tebliğin Açıktan Başlaması

bulamayacağının bir tesciliydi. Bu ayetlerden haberdar olan Mekke, bu sefer gerçekten sarsılacak, hele açıktan gideceği adres kendilerine gösterilen Ebu Leheb ailesi, dışa vurmamak için kendilerini tutmaya çalışsa da, içten içe büyük bir yıkım yaşayacaktı: Ya denilenler gerçekten doğruysa! .. Ya gerçekten cehennem varsa!.. Ya Muhammed, beklenilen o Nebi ise!.. Ancak bir kere hayır demişti ya, bu sözünün arkasında dura­caktı ve günü gelince, Ebu Leheb'in ölümü Kur'an'ın ve Resü­lullah'ın kendisi hakkındaki hükmünü tasdik eder bir şekilde gerçekleşecekti.

Allah düşmanı Ebu Leheb'in hanımı Üm mü Cemil de, Resülullah'a düşmanlık konusunda kocasından geri kalmıyor ve insanlığın bekleyip durduğu Son Nebi'nin geçeceği yollara diken döşüyor, geceleri gelip kapısının önüne pislik döküyor­du. Zaten dili uzun ve ağzı bozuk bir kadın olan Ümmü Cemil, başkalarını da tahrik ederek insanları, Allah Resülü'ne kar­şı örgütlüyor ve düşmanlığı kitlesel bir tepkiye dönüştürme­ye çalışıyordu. Onun için ondan bahsederken Kur'an. 'odun taşıyıcısı' tabirini kullanacak ve cehennemdeki acınası halini ibretle sonrakilere arz edecekti.

Bu olayın ardından, kocasının aleyhindeki konuşmalar­dan rahatsızlık duyup çılgına dönen Ümmü Cemil, büyük bir gürültü koparmış ve avuçladığı taşlarla Efendiler Efendisi'nin bulunduğu yere yönelmişti. Sinir krizleri geçiriyordu; nasılolur da Muhammed, kendilerini konu edinir ve gelecek dünyalarını böylesine kötü ve çirkin bir manzara ile tasvir edebilirdi! ..

O sırada Efendimiz'in yanında yine sadık yar Ebu Bekir vardı. Ümmü Cemil'in hiddetle geldiğini görünce:

- Ya Resülallahl Bu kadının ağzı bozuktur; şayet Seni bu­rada bulursa kötü şeyler söyleyip Size eziyet eder, demek iste­di. Ancak Resfıl-ii Kibriya aynı kanaatte değildi:

- O beni hiç görmeyecek ki, buyurdu. Ebu Bekir, bu cüm-

245


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

leden başta pek bir şey anlamamıştı; ancak bunu, Resülullah söylemişse mutlaka bir hikmeti vardı. Öyleyse bekleyip göre­cekti.

Bu arada Ümmü Cemil de hışımla gelmiş, hiddetle:

- Ey Ebu Bekir! O şiir söyleyen arkadaşın da nerede, di­yordu. Ebu Bekir hemen cevapladı:

- Şu beytin Rabbine yemin olsun ki, benim Sahibim asla şair değildir ve O, şiirin de ne olduğunu bilmez! Bunu sen de bilip duruyorsun!

Belli ki; onun esas konusu şiir değildi ve boşuna konu­şarak vakit geçirmek istemiyordu. "Senin gözlerin görmüyor mu?" manasma gelecek bir cevap verdi Hz. Ebu Bekir:

- Sen hiç benim yanımda birisini görüyor musun?

- Benimle dalga mı geçiyorsun? Vallahi de yanında kim-

seyi göremiyorum, dedi başından savarcasına. Zaten kaybe­decek zamanı yok gibiydi ve oradan ayrılıp giderken de:

- Kureyş de bilir ki ben, onlann efendisinin kızıyım. Ba­bası Abdimenaf olanın aleyhinde konuşacak adam ise, cesaret edip de asla onun aleyhinde olamaz, diye söyleniyordu. Ken­dince bu, bir nevi meydan okumaydı. Gelmişti; esasında ise, geldiği gibi de gidiyordu.

Meraklı bakışlar arasında gelişmelere şahit olan Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh), Efendiler Efendisi'ne döndü:

- Ya Resülallahl O kadın Seni niye göremedi?

- Burada beni, kanatlanyla ondan koruyan bir melek var

idi, buyurdu.w

Etrafa Açılma Dönemi

Abdulmuttalip oğullanyla bu kadar yakından ilgilenen ve her fırsatta onlan Hakk'a davet eden Allah Resülü (sallallalıu

234 Halebi, Sire, ı/466


Davet ve Tebliğin Açıktan Başlaması

aleyhi ve sellern), yavaş yavaş tebliğ halkasım daha da genişleti­yordu. Artık, açıktan Kabe'ye gidip namaz kılıyor; insanlan dine davet edip Kur'an okuyordu. Kendisinden önceki pey­gamberlerin dedikleri gibi O da:

- Ey kavmim! Gelin siz de, kendisinden başka ilah olma­yan tek Allah'a kulolun, diyor ve böylelikle, insanlarla Rableri arasındaki sun'} engelleri kaldırmak istiyordu.

ilk olarak, yakın çevredeki kabilelerle görüşmeye başla­yacaktı. Her türlü yola başvuruyordu Allah'ın Resülü; yeri ge­liyor kapı kapı dolaşıp gönlürıün zenginliklerini paylaşıyordu onlarla ... Bu meseleleri neden kendi kabilesiyle paylaşmadığı şeklinde akla gelebilecek sorulara karşılık da:

- Kureyş, Rabbimin kelamını tebliğ etmeme engeloluyor, cevabını veriyor ve tereddütsüz bir zeminde tebliğ vazifesini yerine getirmek istiyordu. Zaman zaman da kitleleri hedefli­yor, belli vesilelerle insanlan bir araya getirip umumuna bir­den sesleniyordu. Bunun için de, insanların kalabalık olarak bulunduklan zamanlan kolluyordu. işte böyle bir zaman di­liminde Efendiler Efendisi, Mina'da durmuş, insanlara şöyle hitap ediyordu:

- Ey insanlar! Şüphe yok ki Allah size, atalanmzın din diye ortaya koyduklan anlayışlardan vazgeçmenizi emredi­yor.

Daha O, ilk cümlesini tamamlamadan kalabalık arasında nefret yüklü bir ses duyuldu. Yüzler sesin geldiği tarafa dön­müştü, gözler de bu sesin sahibinin kim olduğunu anyordu; bulmakta gecikmediler. Bu, iş ve gücünü bırakıp kendini, öz yeğeninin taş üstüne taş koyarak inşa etmeye çalıştığı müspeti ikame işini bozmaya adamış Ebü Leheb'den başkası değildi. Bir anda hava, yine gerilmiş ve semayı yine kasvet bağlamıştı.

O (sallallahu aleyhi ve sellern), Resül-ü Kibriya idi ve ne Ebü Le­heb ne de Ebü Cehil'in inadı O'nu durdurabilirdi. Karşısına çıkan her engel, her defasında O'nun hızını bir kat daha artı-

247


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

rıyor, onu eski muhataplarını ihmal etmeme yanında sürekli yeni yüzler arayışına sevkediyordu. Nihayet başka bir gün de, Zilmecaz denilen panayırda insanlara seslenecek ve:

- Ey insanlar! Gelin, "La ilôhe illallah" deyin ve siz de kurtuluşa erin, diyecekti. Ancak, bunları söylerken bile ra­hat görünmüyordu; zira, arkasında adım adım kendisini ta­kip eden, takip etmek bir tarafa avuçladığı taşlarla Efendiler Efendisi'ni taş yağmuruna tutan yine o tanıdık yüz; öz amca Ebu Leheb vardı. Bir fırsat bulup da insanlara bir cümle ha­kikat söylerim diye çıktığı yolda, mübarek ayakları kan içinde kalmış, ama O yine de yoluna devam edip vazifesini yerine ge­tirmek istiyordu. Henüz ilk cümlesini telaffuz etmişti ki, hızı­nı alamayan Ebu Leheb'in sesiyle bozuldu Zilmecaz'ın havası. Belli ki, can çıkmadan huy çıkmayacaktı. Şöyle sesleniyordu Efendiler Efendisi'nin muhataplarına:

- Ey insanlar! Sakın bu adama kulak vermeyin; çünkü o, yalancıdır! 235

İşte yalan buna denirdi; daha düne kadar 'Emin' diye baş üstünde taşıdıkları, en kıymetli eşyalarını götürüp de kendisi­ne teslim ettikleri bir şahsı, - hem de bu şahıs, Ebu Leheb'in öz yeğeniydi- sadece kendileri gibi düşünmediği için karalama kampanyası başlatmışlardı ve semtine uğraması bile düşünü­lemeyen eğreti etiketlerle etkisini azaltmaya çalışıyorlardı. Elbette bunlar tutmayacaktı; ama olan, o gün için muhatap olarak seçilen insanlara oluyor ve imanla tanışmaları bir gün daha gecikmiş bulunuyordu.

İnsanların İslam'la Tanışmalarını Engelleme Çabaları

Bu arada hac mevsimi yaklaşmış, Kureyş'i ayrı bir te­laş almıştı. Şüphesiz en çok endişe ettikleri konu, dışarıdan

235 Bkz. Halebi, Sire, 2/154


Davet ve Tebliğin Açıktan Başlaması

Kabe'ye gelenlerle Efendiler Efendisi'nin görüşmesi ve gelen ayetleri onlara da anlatıp tebliğ etmesiydi. Ne yapıp edip, mutlaka buna bir çözüm bulunmalı ve hac için O'nun gelen­lerle konuşması engellenmeli; en azından konuşsa bile konuş­tuklarına itibar edilmeyecek kadar aleyhinde propaganda ya­pılmalıydı. Bu meseleyi çözmek için, tek gündemle Velid İbn Muğire'nin evinde bir araya geldiler. Maksatları, insanlarla Efendiler Efendisi'nin arasına girip tebliğ yapmasına engel olmak ve yeni mesajların kalplerde neşv ii ne ma bulmasının önüne geçmekti.

Yaşlı ve tecrübeli Velid söze başladı:

- Ey Kureyş cemaati! Biliyorsunuz ki hac mevsimi gelip çattı; gruplar halinde Arap toplulukları buralara gelecekler! Şu adamınızın durumunu da biliyorsunuz! O'nunla ilgili ola­rak, bir fikir üzerinde ittifak edin de; yarın aranızda farklı gö­rüş ve uygulamaya mahal verilmesin! Yoksa, biriniz diğerinizi yalanlar, arkadaşını nakzeden bir hareket yaparsa, güvenirli­liğiniz ortadan kalkar.

- Önce sen ey Abdişems'in babası! Sen bize bir şeyler söy­le ve yol göster ki, onun etrafında konuşalım, dediler. Velid onlardan bu cevabı bekliyordu ve:

- Bilakis, önce siz bir şeyler söyleyin de ben dinleyeyim, diye ısrar etti.

- O'na, 'Kôhin' diyelim.

- Hayır! ValIahi de bu asla tutmaz! Çünkü O, kahin de-

ğil; biz ne kahinler gördük! O'nunki asla, kahirılerin yaptıkları gibi öyle işitilmeyecek, gizli veya kafiyeli söz değil ki!

- O zaman, 'mecniuı' diyelim.

- O, mecnün da değil! Biz ne mecnünlar, ne deliler görüp

tanıdık; bu hiçbirine benzemiyor! O'nda ne boğulacak gibi bir hal, ne aklının karışıklığı nedeniyle sağa sola yalpalayarak yü­rüme ne de bir vesvese görebiliyoruz!

249


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

- Öyleyse, 'şair' diyelim.

- O, şair de değil ki! Şiirin kafiyesini, ahengini, rengini ve

musikisini biz iyi biliriz; O'nun söyledikleri şiir de değil! - Peki, öyleyse 'sihirbaz' diyelim.

- İşin garibi O, sihirbaz da değil! Bizler, ne sihirbazlar

gördük, ne sihirlere tanıklık yaptık. Bunda, ne onlann üfleyip okumalan ne de düğüm düğüm üstüne bağladıklan var!

Akıllanna gelen bütün alternatifleri sıralamış, ama bir türlü mesafe katedememişlerdi. Anlaşılan bu ihtiyara da bir şey beğendirmek mümkün değildi. Bu kadar lafı uzatıp kendi­lerini uğraştıracağına, kestirmeden kendi kafasındakini söy­leyiverseydi sanki ne olurdu. Onun için aralanndan bazılan:

- Peki, senin fikrin ne ey Ebu Abdişems, diyerek meseleyi kısa tutmak istiyordu. Ancak, onun da diyebileceği pek bir şey yoktu:

- Bana biraz mühlet verin de düşüneyim, dedi ve uzun uzun düşünmeye durdu. Bir türlü aklına çözüm gelmiyordu. Biraz önce konuşulanlar arasındaki alternatifleri geçirdi zih­ninden bir bir. Evet, bunlardan birisi tutabilirdi! Döndü ce­maate ve şunlan söyledi:

- Yemin olsun ki, O'nun sözlerinde ayn bir tat, bir cazibe var; kökü sağlam ve bol ve bereketli meyveye gebe! Bu konu­da siz ne söylerseniz söyleyin, doğru olmadığı çabuk anlaşılır. Söyledikleriniz arasında O'nun için en yakın olanı, 'sihirbaz' kelimesidir; öyle bir söz söylüyor ki, onunla baba ile oğulun; adam ile karısının ve insanlarla kabilelerinin arasını açıyor.

Yaşanılan bu olayı da, bütün yönleriyle anlatıp gelecek­tekilere örnek olabilmesi için yine Cibril-i Emın gelecek ve şu mealdeki ayetleri getirecekti:

- O düşündü, ölçtü ve biçti. Kahrolası, nasıl da ölçtü biçtil

250


Davet ve Tebliğin Açıktan Başlaması

Hay kahrolası! Nasıl, nasıl da ölçtü biçti?

Sonra baktı. Derken, suratını astı ve kaşlannı çattı. Ar­kasından da sırtını döndü ve kibirinden kabardıkça kabardı. Daha sonra da arkasına bakmadan çekip gitti ve:

- Bu, dedi. Büyücülerden nakledilen büyüden başka bir şey değildir! Bu, beş er sözünden başka bir şey değildir!236

Velid'in dediği gibi başka denilebilecek bir şey yoktu ve bu kavil üzerinde ittifak ederek meclisten aynldılar. Artık, genel politika belli olmuş ve Efendiler Efendisi'ni toplumdan tecrit etmek için başvurulacak müşterek bir yöntem üzerinde ittifak edilmişti. Bundan sonra her biri, aynı dili konuşacak ve yalan­da ittifak ederek bile bile Allah Resülü'nü karalama yanşına girişeceklerdi. Bugünkü anlamda bu, aynı yalan haberi bütün medyaya aynı anda servis yapma gibi bir hadiseydi.

Günler gelip de hacılar akın akın Mekke'ye yöneldiğinde, her köşeyi tutan bir Kureyşli, misafirleri karşılıyor ve her biri de konuyu Efendimiz'e getirerek -inanmasalar bile- O'nun sihirbaz olduğunu söylüyordu. Böylelikle insanlann, O'nun yanına gelmelerini engellemiş ve semavi mesajın kendilerine ulaşmasının da önüne geçmiş olduklannı sanıyorlardı.v'?

Beri tarafta ise, Allah Resülü'nün üzerine yine vahyin ağırlığı çökmüş; Cibril-i Emin yine yeni bir mesaj getiriyordu. Gelen ayetlerde Cenab-ı Mevla, bu sinsi plandan haber ver­mişti. Allah Resülü'nün aleyhinde komplo kurarken onlann içinde bulunduklan ruh haletini teker teker ortaya dökerek, bu işi tezgahlayanlar ve bilhassa Velid İbn Muğire hakkında şunlan söylüyordu:

- Sen onu bana bırak! Tek olarak yarattığım, sonra çok çok mal, servet ve etrafında dolaşan oğullar verdiğim, her tür-

236 Bkz. Müddessir, 74/18-25 237 Bkz. İbn Hişam, Sire, 2/105

251


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

lii imkanı önüne serdiğim o adamın hakkından ben gelece­ğimF38

Doğru ya, bir de bu işin yanm vardı. Ancak bugünden yapılması gerekenler, atılması gereken adımlar olacaktı. Her­kes, kendince bir gayretin içindeydi ve bütün bu gayretlerin sonunda, Allah adına adım atanların sonuca gitmesi gerekliy­di. Onun için Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), hac mevsimi gelip de insanlar akın akın Mekke'ye yönelince, Ukôz, Mecetı­ne ve Zilmecôz panayırlarını daha bir hızla dolaşacak ve kar­şılaştığı herkese:

- Ey insanlar! Gelin, siz de 'ld ilôhe illallah' deyin ve siz de kurtulun, diyerek Rabbinin adını duyurmaya çalışacaktı.

Kureyş'in bütün çabalanna ve Ebu Leheb'in adım adım takip ederek yaptıklanm yıkmaya çalışmasına rağmen hac mevsimi gelip gidecek ve geri dönenlerin zihninde sadece Al­lah Resülü'nün mesajı ve gökler ötesinden getirdiği haberleri canlı kalacaktı. Zira, Mekke'de görüp duyduklan tek yenilik buydu ve bu, sadece Mekke'yi değil, bütün dünyayı değiştire­cek çapta bir yenilikti.

Aleyhteki Kampanya Genişliyor

Artık Kureyş, işin dozunu her geçen gün daha da artın­yor ve insanlan Allah Resülü'nden uzaklaştırabilmek için her türlü yola başvuruyordu. Ağza alınmadık sözler sarfediyor­lar, gün yüzü görmemiş yalanlara tevessü1 ediyorlardı! Bütün bunlarla onlar, Müslümanların kuvve-i maneviyelerini sars­mak; hakaret ve karalamalarla küçük düşürmek ve Müslüman olmayanlan da korkutarak O'na ulaşmalanm engellemek isti­yorlardı.

238 Bkz. Müddessir, 74/11-30. Velid İbn Muğire'nin on oğlu vardı. Hudeybiye'den sonra Müslüman olacak olan Halid bin Velid de bunlardan birisiydi.

252


Davet ve Tebliğin Açıktan Başlaması

Velid İbn Muğire'nin evindeki plan, istedikleri gibi netice vermeyince artık akıllarına geleni yakıştınr olmuşlardı. Önle­rine gelene istedikleri cümleleri savuruyorlardı. Topyekün bir karalama kampanyasıydı bu. Ağzılafyapan hemen her Mek­keli, etrafına topladığı kalabalıklara hitap ediyor ve böylelikle aleyhte bir kamuoyu oluşturmaya çalışıyordu.

Bunun için de, öncelikle Allah Resülü'nün şahsını hedef al­mışlardı; bir gün 'mecniin', başka bir zaman 'sihirbaz', bir baş­ka gün 'yalancı' ve akıllanna estiği diğer bir gün de 'şair' diyor ve kendilerince Efendiler Efendisi'ni alaya alıyorlardı. Bazen:

- Bu nasıl peygamber ki, çarşı-pazarda yürüyüp yemek yiyor,239 diyerek burun kıvınyor, zaman zaman da:

- Bu Kur'an, şu iki beldede bulunan büyük şahsa gelme­li değil miydi,240 gibi kuruntulanyla, sanki Allah'ın rahmeti­ni kendileri taksim ediyormuşçasına bu konudaki tercihi de kendileri yapmak istiyorlardı. Halbuki, bu işin yegane sahibi de Allah'tı ve O (celle celaluhü), risalet vazifesiyle kimi serfiraz kılacağını da çok iyi bilirdi.r"

- Siz de bizim gibi bir beşersiniz, diye de Resülün, kendi cinslerinden bir varlık olmasını garipsiyorlardı. Halbuki risa­letin kemali için, gelen peygamberin de muhataplar cinsinden olması gerekiyordu ve Allah (celle celaluhü) da, risalet vazifesini kullan arasından dilediğine verir ve böylelikle ona ihsanda bulunurdu.v"

Gün geliyor, hevalarına tabi akıllanna başka bir düşünce hakim oluyor ve peygamberin yalnızlığını gündeme getirerek: - O'nunla birlikte bir melek indirilseydi de yanında ken­disine yardımcı olsaydı ya! Yahut büyük bir servete konsaydı

239 Bkz. Purkan, 25/7 240 Bkz. Zuhruf, 43/31 241 Bkz. En'am, 6/124

242 Bkz. İbrahim, 14/10, 11

253


Efendimiz (sal1al1ahu aleyhi ve sellem)

da içinde her türlü yiyeceğin olduğu cennet gibi bir bahçesi olsaydı,243 diyorlardı.

Bütün bunlann temelinde, risalet gibi önemli bir vazife için Allah Resülü'nün tercih edilişini kabullenememe, top­lumsal baskı, taassup, haset, inat, korku, gurur ve kibir gibi şahsi problemleri yatıyordu.

Küfrün kuralı yoktu ve çok geçmeden yönlerini Kur'an'a çevirdiler. Kimi zaman 'eskilerin masalları', bazen 'faydasız ve süslü söz', akıllanna estiğinde 'şeytan veya cin sözü' ve zaman zaman da 'beşer sözü' yakıştırmasında bulunuyor ve böylelikle, Allah kelamının insanlar üzerindeki tesirini kır­mak istiyorlardı. 244

Mekke'de kılıçlar çekilmeden önce, kelimelerin savaşı olan­ca hızıyla devam ediyordu. Bir taraftan kendi yandaşlanna:

- Şu Kur'an'a kulak asmayın! Onun karşısında bir üstün­lük sağlayabilmeniz için sürekli kanşıklık meydana getirin, 245 diyerek anarşiyi körüklüyor, diğer yandan da suret-i haktan gözükebilmek için akla gelmedik hilelere tevessül ediyorlar­dı. Kelime oyunlannın her türlüsüne başvuruyor ve karşıla­nndakileri devre dışı bırakabilmek için akla hayale gelmedik oyunlar oynuyorlardı. O kadar ki, belli bir dönem iman etmiş gibi görünmeyi yeğliyor, ancak aradan biraz zaman geçtikten sonra yeniden küfrünü ilan ederek, sanki aradığını bulama­mış bir insan rolü oynamaya çalışıyor; kendi saflanndakilere moralolmaya çalışırken Efendiler Efendisi ve O'nunla birlikte olanların kuvve-i maneviyelerini çökertmek istiyorlardı. 246 Bu ne gariplik ki, üstlerinde dalalet ve küfrün en koyu tonunu ta-

243 Bkz. Furkan, 25/8

244 Konuyla ilgili detay bilgi için bkz. Haylamaz, Reşit, Güller ve Dikenler, 1/206 vd.

245 Bkz. Fussılet, 41/26

246 Zerkani. Menahilu'l-İrfan, 2/296

254


Davet ve Tebliğin Açıktan Başlaması

şıdıkları halde Müslümanlara aynı sıfatları yakıştırmaya çalı­şıyor, en masum insanlan dalaletle itham etmek istiyorlardı.

İşi daha da ileri götürenler vardı; Kureyş'in şeytanı olarak da bilinen Nadr İbn Haris, Hire'den yeni gelmişti. Bu adam, zaman zaman uzak ülkelere gider, melik ve krallarla aynı mec­lisleri paylaşır ve böylelikle farklı kültürlere ait bazı bilgilere sahip olurdu. O günkü Mekke düşünüldüğünde kısaca Nadr, genel kültürün çok üzerinde bir bilgiye sahipti. Onun için, Restıl-ii Ekrem Efendimiz ne zaman İslam'ı anlatmak için bir meclise gelse, hemen arkasından o da gelir ve insanlara:

- Vallahi de ey Kureyş topluluğu! Ben, O'ndan daha güzel konuşuyorum! Hem, hangi özelliği var ki Muhammed, benden daha iyi konuşsun, diyerek böylelikle, Efendiler Efendisi'nin etkinliğini kırmaya çalışırdı.w

Aynı Nadr bir gün, bir cariye satın almış ve bu cariyeyi, İslam'ı tercih etme kertesine gelenleri yolundan çevirme mak­satlı kullanıyordu. Allah Resülü'nün hanesine yönelen herke­sin yolunu kesip bu cariyesine teslim ediyor ve izzet ü ikramın en güzeliyle kendisine iltifatta bulunmasını tenbihleyerek İn­sanlığın İftiharı ile görüşmesine engelolmaya çalışıyordu.s-"

Küfür bu ya, akla hayale gelmedik ve kapağı açılmadık yeni yeni yöntemlerle, her gün yeni bir yüzle kendini göste­riyor ve bütün bunlar, o günün gündemini oluşturuyordu. Efendiler Efendisi'yle karşılaştıklarında olmadık isteklerde bulunuyor ve sanki iman edeceklermiş gibi rol yaparak kafa kanştırmak istiyorlardı. Peygamberliğini ispat edebilmesi için bazen merdiven dayayıp gökyüzüne tırmanması gerekti­ğini ileri sürüyor, bazen de cennete uzanıp da onun meyve­lerinden kendilerine mükellef bir sofra kurması gerektiğini söylüyorlardı. Hoş, bütün bunları yerine getirse de inanacak

247 Kıırtubi, Tefsir, ı4/47

248 Şevkani. Fethu'l-Kadir, 4/335

255


Efendimiz (sallallalıu a l ey h i ve sellem)

değillerdi; bütün bunlan, sadece diyalektik malzemesi olarak kullanıyor, kendilerince gönül eğlendiriyorlardı!

İnançlan sarsık, varlığa bakışlan miyop, karekterleri kay­pak, ufuklan çıkmaz ve akıllan da nefislerinde tutsaktı. Bile bile imandan kaçıyorlardı! Büyük çoğunlukla, kendilerini ilah görüyor, yaptıklan her yanlışı birer fazilet eseri olarak gös­termeye çalışıyorlardı. Velhasıl, bugüne kadar içinde bulun­duklan durumun yanlışlığını bir türlü kabullenemiyor ve "Biz yanlış yapıyormuşuz!" deme faziletini gösteremiyorlardı. Ta­bii ki bu, büyük bir fazilet nişanesiydi ve o gün için onların çoğu, bu fazileti ortaya koyacak konumda değillerdi. Onun için de, yanlışlıklannı dile getirenleri en büyükdüşmanlan olarak niteliyor ve kendilerine topyekun savaş ilan ediyorlardı.

Neyse ki, mü'minlerin Allah'ı, inananların yanında Re­sülullah vardı. .. Müşriklerin olabildiğince yaygın ve kuralsız yüklenmelerine karşılık Kur'an, gelen her yeni ayetiyle mü'­minleri kuşatıyor ve hakkı temsil eden duruşlarında sebat et­meleri gerektiğini hatırlatıyor; Resül-ü Kibriya da, her fırsatta ashabıyla bunlan paylaşıp imanlannı takviye ediyordu. Hayır­lı işlerin çok muzır manilerinin bulunduğu, şeytan ve şeytani düşüncenin, hayır yolunu tercih edenlerle sürekli uğraşacağı haber veriliyor ve böylelikle, daha onlar planlannı ortaya koy­madan mü' minl erin mevzi almalan temin ediliyordu. Sıklıkla, önceki ümmetlerden misaller veriliyor ve Hak adına yol alma­nın kolayolmadığı vurgulandıktan sonra neticenin, mutlaka inanan ve hayatını takva ölçülerine göre şekillendirenler lehi­ne gelişeceği ortaya konuluyordu.

Bazen de gelen ayetler, öncelikleve bizzatAllah Resülii'nii teselli ediyor ve:

- Onların iddia olarak ortaya koyup söyleyegeldiklerin­den dolayı Senin sadr u sinenin daralıp canının sıkıldığını biliyoruz; ama Sen, Rabbini hamd ile tenzih etmekten geri


Davet ve Tebliğin Açıktan Başlaması

durma ve hep, yüzünü yere koyup secde edenlerle beraber ol! Sana ölüm gelip çatıncaya kadar da, Rabbine ibadetten ayrıl­ma,249 şeklindeki emirlerle sükunet telkininde bulunuyordu. Başka bir zaman:

- Seninle alayedip duran o kiistahların hakkından Biz geliriz! Onlar ki, Allah yanında başka ilahların peşinden git­meyi tercih ediyorlar; halbuki yann, her şeyi ayan-beyan gö­rüp bilecekler/So diyor ve son gülenin, kendileri olacağının müjdesini veriyordu. Muştuyu veren Allah olduktan sonra O'na güvenmemek olur muydu! Zaten yaşadıklan her hadi­se, kendilerini bir adım daha Allah'a yaklaştırıyordu. O da, adeta başlarını okşayıp sırtlannı sıvazlarcasına merhametini hissettiriyor ve:

- Senden önce de nice peygamberler böyle alaya alındı­lar; ama unutma ki çok geçmeden, o alayedip durduklan hu­suslar, birer re alite olarak kendi başlanna gelip dört bir yan­dan kuşatıverdi de perişan oldular.s" diyerek bunu, okunan Kur'an ayeti olarak önlerine koyuyordu. Zira bu türlü karşı çıkmalar, aslında şahıslara değildi; müşrik ve kafirlerin asıl derdi, Allah davasını etkisiz hale getirmek ve yeryüzünden Al­lah'ın adını silmekti, Sebep planında önde göründükleri için onlann hışmından mü'minler nasibini alıyorlardı; ama O'nun için çekilen bu sıkıntıların mükafatı da büyük olacaktı. Ha­bib-i Ekrem'ini teselli ederken Yüce Mevla:

- Onlann, Senin hakkında ileri geri konuşup da Seni ya­lanlamalannın Seni ne kadar üzdüğünü elbette biliyoruz; as­lında onlann hedefi Sen değilsin; onlar Seni yalanlamıyorlar; o zalimler, bile bile Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlar. Senden önce de nice peygambere aynı yaftalar takılmak istendi de

249 Bkz. Hicr, 15/97, 98, 99 250 Bkz. Hicr, 15/95, 96

251 Bkz. En'am, 6/10

257


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

onlann hepsi, aleyhlerinde çevrilen bütün tuzaklara rağmen Allah'ın inayeti yetişip onlan kucaklayacağı ana kadar dişi­ni sıkıp sabretti,252 ifadelerini kullanacak ve bütün bunlann ardında, nusret-i ilahi olduğunu ortaya kayacaktı. Ne büyük şefkat! Ne büyük iltifat! Ve ne büyük teselli!

252 Bkz. En'am, 6/33, 34


TOPLUMLA BÜTÜNLEŞEN NÜZUL KEYFİYETİ ~

Artık Mekke'de, her yönüyle yeni, taze ve orijinal bir sü­reç yaşanıyordu. İnsan fıtratını hesaba katarak ceste ceste ve ihtiyaç endeksli gelen ayetlerle toplum yeniden inşa ediliyor ve böylelikle, gelen ayetleriri insanlar tarafından özümsene­rek temiz fıtratlarda yaşanan birer Kur'an haline gelmesi he­defleniyordu. Adeta o günkü toplum, sema ile içli-dışlı olmuş ve -tabiri caizse- insanların üzerlerine ilahi bir mercek konu­larak yakından izlemeye alınmıştı. Attıklan her adımın ceva­bı geliyor ve işin doğrusu ortaya konularak insanlık geleceğe yönlendiriliyordu.

Huzura gelip de:

- Bize güzel şeyler anlat, diyenlere karşılık Cibril geliyor ve şu mesajı ulaştırıyordu:

- Allah, sözlerin en güzelini indirmektedir; Allah'ın, va­hiy yoluyla indirdiği bu söz, ayet ve sureleri arasında tutarlı ve gerçekleri, muhatap olduğu toplum tarafından iyi anlaşılabil­mesi için farklı üsluplarla ve tekrar be tekrar beyan eden bir kitaptır. Rablerini ta'zim edip de O'ndan haşyet duyanların deri ve vücutlan, onu okuyup dinlerken ürperti duyar, sonra derileri ve kalpleri Allah'ı anmakla ısınıp yumuşar ve sükunet

259


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

bulur. İşte bu, Allah'ın hidayetidir ki, onunla O, dilediğine yol gösterir. Allah yolunu terk eden kimseye gelince, onu hiç kim­se doğru yola koyamazl-P

Allalı'a İman ve Ulühiyet Hakikati

İman, insan için en önemli ve vazgeçilmez bir dinamikti.

Hakiki imanı elde eden kimse, ne Kureyş'in tehditlerine boyun eğer ne de bir başka gücün savurmalarından endişe duyardı. Aynı zamanda gelecek hükümler, iman zemini üzerinde yeşe­rirse bir mana ifade ederdi. Öyleyse bugün, en temel mesele, iman meselesiydi; istikbale yürüyen adımlar onunla atılır, başa gelen sıkıntılar onun vesilesiyle çabuk atlatılırdı. Onun için öncelikle insanların, iman adına polat gibi sağlam bir yapıya ulaşmaları gerekiyordu. Aksi halde, iman adına istenilen key­fiyeti yakalayamayan bir mü'min, önüne çıkan engellere takı­labilir ve bir kenarda kalabilirdi. Halbukimü'minden, sadece kendi adına istikbale yürümek değil, aynı zamanda başkaları­nı da sırtlayıp geleceğe taşımak gibi bir vazife bekleniyordu. İşte bu sebeple, Mekke'nin bu yıllarında gelen ayetlerin geneli hep bu mevzuları ele alıyor ve o ayetleri tebliğ eden Efendiler Efendisi'nin elinde, yeni bir nesil yetiştiriyordu.

Allah'a iman konusunda inen ayetlerin iki hedefi vardı:

ı. Eski ve köhneleşmiş, yanlış ilah telakkilerine son ver­mek.

2. Ulfıhiyet hakikatini, şanına layık ve olması gerektiği şe­kilde anlatmak.

Halbuki Mekkeliler, putçuluk düşüncesine o kadar dal­mışlardı ki, Allah'ın tek ve yekta oluşunu bir türlü akılları al­mıyor ve hatta bu konuyu kendi aralarında konuşarak bir na­kise gibi dile getiriyorlardı. Ebu Cehil ve Velid İbn Muğire'nin de içinde bulunduğu bir grup, Ebu Talib'in yanına geldiğinde

253 Bkz. Zümer, 39/23; Vahidi, Esbabü Nüzüli'l-Kur'an, 383

260


Toplumla Bütünleşen Nü z ü l Keyfiyeti

aynı konuyu şikayet vesilesi yapacak ve bundan duydukları taaccübü dile getirecekti. Bunun üzerine Kur'an inmeye baş­layacak ve onların iç dünyalarını ortaya koyma adına şunları söyleyecekti:

- İçlerinden kendilerini uyarıp irşad edecek birisinin gel­mesinden her nedense gocundular ve o kafirler, "Bu bir sihir­baz! İşte tutmuş, bunca ilahi bir tek ilaha indirmeye kalkı­yor! Bu, gerçekten çok tuhafve şaşılacak bir şey!" dediler.w

Kureyş ileri gelenleri bir araya gelmiş, Husayn İbn Ubeyd'le255 konuşmak üzere yanına doğru ilerliyorlardı. Mak­satları, büyük olarak görüp saydıkları Husayn'ı araya koyup Efendimiz'in yolunu kesmekti.

- Bizim için şu adamla konuş ki, ilahlarımız konusunda konuşmaktan vazgeçsin, diyorlardı. Zaten Husayn'ın kendisi de rahatsızdı ve tekliflerini kabul edip hemen yola koyuldu. Diğerleri de arkadan onu takip ediyorlardı. Nihayet, Efendi­miz'in kapısına kadar geldiler. ilk konuşan Husayn'dı:

- Ya Muhammed! Sana ne oluyor ki, atalarımız aleyhinde konuşmaların kulağımıza kadar gelip duruyor? Halbuki Senin baban, çok iyi ve hayırlı birisiydi!

Ancak, Habib-i Kibriya Hazretleri muhatabını tanımada eşsiz bir örnekti ve Husayn'ı nasıl dize getireceğini çok iyi bi­liyordu. Önce:

- Ya Husayn! Sen, kaç ilaha kulluk ediyorsun, diye sor-

du.

- Yedisi yerde, biri de gökte olmak üzere sekiz!

- Başına bir sıkıntı geldiğinde hangisinden yardım isti-

yorsun?

- Göktekinden!

- Malın kaybolduğunda hangisine yalvarıyorsun?

254 Bkz. Sad, 38/4, 5; Vilhidi, Esbabii Niizüli'l-Kur'an, s. 380, 381 255 İmran İbn Husayn'ın babasıdır.

261


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

- Göktekine!

- Peki, sıkışıp da ihtiyacını gidermesi için kendisine yal-

vardığın Allah, tek başına senin bütün ihtiyaçlannı giderdiği halde sen, nasıloluyor da O'na başkalannı ortak koşup başka ilahlan O'na denk görebiliyor, isteklerinde kimseyi kendisine ortak etmediğin o Allah'a, iş bitip de şükretmeye gelince başka ortaklar üretiyorsun?

Ey Husayn! Gel, sen de bir olan o Allah'a teslim 0l!256 Davet bu kadar samimi ve ifadeler de bu kadar duru ve mantıklı olunca, alternatif olarak söylenebilecek hangi cümle olabilirdi ki! Mesele, Allah hakikatinin kendine has özellik ve güzellikleriyle birlikte insanlarla doğru bir zeminde paylaşılma­sıydı ve Resülullah da o gün, Mekke' de işte bunu yapıyordu.

Başka bir gün gelmiş, Efendimiz' den Rabbini tarif etme­sini istiyorlardı. Aslında maksatlan, Allah'ı Resülü'nden tanı­mak değil; kuru gürültü çıkararak anlatılanlan alaya almaktı. Yani Kureyş'in, her zamanki alışkanlığı depreşmiş; Kureyşli­ler kendilerince gönül eğlendirmek istiyorlardı.

Ancak, Efendimiz için her buluşma, Allah'ı anlatmak için yeni bir fırsat demekti. Meclis, O'nun adıyla açılmışken en azından yine O'nun adıyla devam etmeli ve bu vesileyle O, daha geniş kitlelere anlatılmalıydı.

Elbette, O'nu en güzel yine O anlatırdı. Efendimiz de, Cib­ril-i Emın'in getirdiği ayetleri paylaştı onlarla:

- De ki O, ikincisi olma ihtimali bile olmayan TekAllah'tır.

Aynı zamanda O, doğma ve doğurma gibi bir arazIa muhat ol­mayan bir Samed'dir. Şüphe yok ki O'nun, ne bir dengi ne de misli vardır! 257

Her şeye rağmen müşrikler, o gün de yüzlerini çevirip gitmeyi tercih edecek ve bu ifadeleri de, hiç duymamış gibi

256 İbn Hacer, İsabe, 1/337; İbnü'l-Esir, Üsiidü'l-Ğabe, 2/34, 35 257 Bkz. İhlas, 112/1-4; Vahidi, Esbabii Nüzüli'l-Kur'an, s. 501

262


Toplumla Bütünleşen Nti z ü l Keyfiyeti

davranıp yok sayacaklardı. Zira, o kadar şartlanmışlık için­deydiler ki, altın ve zebercetten merdivenler dayamış ve ken­dilerini cennete buyur etmiş olsaydı bile yine iltifat etmeyecek ve gözlerini kapatarak kendilerini gecenin karanlığına teslim edeceklerdi.

Mekke, zaman zaman tartışmalara da sahne oluyordu.

Bir gün Hz. Ebu Bekir, ileri gelenlerle oturmuş Zat-ı Bari hak­kındaki yanlış düşünceleri düzeltmeye çalışıyordu. Anlayışlar sakat ve telakkiler dökülüyordu. Müşrikler:

- Rabbimiz Allah'tır ve melekler de O'nun kızlandır; aynı zamanda onlar, bizi Allah'a yaklaştıran vesilelerdir, diyorlar ve bir türlü istikamet bulamıyorlardı. Yahudiler ise:

- Rabbimiz Allah'tır ve Uzeyr de O'nun oğludur, dayat­masında bulunuyor, Hz. Muhammed'in de Allah'ın Resülü ol­duğunu kabul etmiyorlardı. Dolayısıyla, onlar da hak çizgiden inhiraf etmiş; istikamet çizgisini bulamamışlardı. Bunlarla muhatap olan Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh):

- Rabbimiz Allah'tır; O, ikincisi olmayan Tek'tir ve O'nun ortağı da yoktur. Muhammed'e gelince O da (sallallahu aleyhi ve sellern), Allah'ın kulu ve Resülii'diir, diyor ve iki üç düşünce arasındaki istikamet çizgisini belirlemiş oluyordu. Derken, Efendiler Efendisi, Cibril-i Emın'in getirdiği bir ayetin müj­desini veriyordu. Bu ayette, açıkça Hz. Ebu Bekir çizgisinini istikameti temsil ettiği anlatılıyor ve şöyle deniliyordu:

- Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra da istikamet üzere doğ­ru yolda yürüyenler yok mu, işte onlann üzerine melekler inip, "Hiç endişe edip de asla üzülmeyin ve size vaad edilen cennetle sevinin!" derler.258

Diğer bir gün adamın birisi huzura gelecek ve:

- Ya Eba'l-Kasım! Sana ulaşan bilgilere göre Allah, bütün mahlukatıbir parmağında, semayı diğer parmağında; ağaçla-

258 Bkz. Fussılet, 41/30; Vahidi, Esbabü Nüzüli'l-Kur'an, s. 388


Efendimiz (sallallalıu aleylıi ve sellem)

n başka bir parmağının üzerinde serayı da öbürünün üstünde tutuyormuş! Sonra da diyormuş ki: "Ben, Melik'im ... "

Daha adam sözünü bitirmeden Allah Resülü acı bir tebes­süm edecekti. Zira, Zat-ı Bari'yi, heva ve hevese göre konuş­turmak kimsenin haddi olamaz; O falan yerdeki bir melikten bahsedercesine bir basitlik içinde, asla anlatılamazdı. Zaten çok geçmeden hemen Cibril belirdi:

- Onlar asla, Allah'ın kudret ve azametini hakkıyla tak­dir edemedi, O'na layık olan ta'zimi gösteremediler. Halbuki, bütün bir dünya kıyamet günü O'nun yed-i kudretinde, gök­ler alemi de büzülmüş bir şekilde avucunda olacaktır. Elbette böyle bir azarnet ve hakimiyet sahibi olan Allah, onların uy­durduklan şeriklerden yüce ve münezzehtirv"? mealindeki ayeti getiriyordu."?

Ölüm Sonrası Hayat

Adiyy İbn Rebia, Kevn ü Mekanın Sultanı'nın yanına gel­miş, kıyamet gününün ne zaman gerçekleşeceğini soruyor, kıyametin keyfiyeti ve oluş şeklini merak ettiğini söylüyordu. Tabii olarak Allah Resülü de, Rabbinin bildirmesiyle sorula­ra cevap veriyordu. Ancak adamın maksadı, sorusuna cevap bulmak değil, Efendimiz'i kendince zor durumda bırakmaktı. Onun için şunlan söyledi:

- Bugünü, gözümle müşahede etsem de ben, Sana inana­cak ve Seni tasdik edecek değilim, ya Muhammed!

Bu arada, elinde duran çürümüş bir kemiği parça parça haline getiriyor ve:

- Allah, şu darmadağınık kemikleri de mi birleştirip can­landıracak yani, diye kendince istihza ediyordu.

259 Bkz. Zümer, 39/67

260 Bkz. Vahidi, Esbabü Niizüli'l-Kur'an, s. 386


Toplumla Bütünleşen Nü z ü l Keyfiyeti

Hemen oracıkta sema kapılan harekete geçmiş ve Cibril yetişmişti imdada:

- İnsan zanneder mi ki ölümünden sonra Biz kemiklerini toplayıp onu diriltmeyeceğizjs'?

Bunu duyan Übeyy İbn Halef, eline aldığı döküntü bir ke­mikle Efendimiz'in yanına geldi ve eliyle de ufalayarak:

- Ya Muhammed! Sen Allah'ın, çürüyüp dağıldıktan son­ra şu kemiği yeniden dirilteceğini mi söylemek istiyorsun, diye sordu. Efendimiz:

- Evet, Allah (celle celaluhü), bunu da yeniden diriltecek.

Önce senin camm alıp arkasından da yeniden diriltecek ve so­nunda da seni, cehennem ateşine atacak, diye cevap verdi.

Bu fotoğrafı çeken Kur'an. şu ifadelerle meseleyi özetle­yecekti:

- Biz, kendisini bir nutfeden yaratmışken, yaman bir ha­sım kesilip, nasıl yaratıldığını da unutarak ve bir de misal ge­tirerek Bize, 'çürümüş vaziyetteki o kemikleri kim diriltecek' diyen insan, şunu hiç görüp düşünmedi mi? De ki:

"Onları ilk defa inşa eden kim ise; yeniden diriltecek de O'dur!"262

Başka bir gün, Abdullah adında bir sahabe, Kabe'ye gel­miş ibadet ii taatta bulunmak istemişti. Tavafım yapıp da bir kenarda oturup Kur'an okumak isterken, uzaktan birkaç ki­şinin geldiğini gördü. Bunlar, Sakif kabilesiyle Kureyş'ten, göbekleri büyük, ama anlayışlan kıt bazı sırdaş insanlardı; belli ki, gizlice konuşacak bir mekan anyorlardı. Belli ki gün­demlerinde, İnsanlığın Emini ve O'nun ashabı aleyhinde ne türlü kötülük yapacakları vardı. Bir kenara çömelip uzun uza­dıya konuşmuşlardı. Bir aralık, aralanndan birisi, fısıldaşarak şunları söyledi:

261 Bkz. Kıyamet, 75/3; Bkz. Vahidi, Esbabü Nüzüli'I-Kur'an, s. 469 262 Bkz. Ya-Sin, 36/77; Bkz. Vahidi, Esbabiı Niızüli'l-Kur'an, s. 379

265


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

- Ne diyorsunuz; acaba şimdi Allah, bizim bu konuşma­lanmızı da duyuyor mu?

- Belki bir kısmını duymuştur, dedi birisi. Diğeri ileri atıldı ve:

- Yüksek sesle konuştuklanmızı duymuştur belki! Sessiz konuştuklanmızı duyduğunu sanmıyorum, diye ilave etti. Bu­nun üzerine bir diğeri ileri atıldı:

- Bir kısmını duyan, tamamını da duyar; öyleyse hepsini duymuştur!

Daha sonra da, ayrılıp her biri bir başka yöne giderek da­ğıldı. Derken, Hz. Abdullah da oradan aynlıp Efendimiz'in huzuruna gelmiş, görüp duyduklannı anlatıyordu. Çok geç­meden yine Cibril geldi. Şu mesajı getiriyordu:

- Siz, kulaklannızın, gözlerinizin ve derilerinizin, aleyhi­nizde şehadet getireceği bir günün geleceğine inanmıyor ve ondan sakınmıyorsunuz! Ne garip siz, yaptıklarınızın çoğunu, Allah'ın bilmeyeceğini sanıyorsunuz! Halbuki bu, Rabbiniz hakkında sizin beslediğiniz kötü zandan başka bir şey değil­dir! Zaten, sizi mahvedip hüsran yudumlamanız da bu yüzden değil mi?263

Bundan sonra da ayetler gelmeye devam edecekti. Gele­cek ayetlerde, özetle şunlara vurgu yapılıyordu:

- Göklerin ve yerin hakimiyeti Allah'a aittir ve Allah da, her şeye kadirdir.s'< Ne göklerde ne de yerde, Allah'ı aciz bı­rakacak ve icraatını engelleyecek bir kuvvet vardır. O, Alim'­dir ve her şeye gücü yeten bir Kadir'dir.265 Kıyametin mey­dana gelmesi, bir göz açıp kapama süresinde veya daha kısa bir anda gerçekleşecektir; şüphesiz Allah, her şeye kadirdir. 266 Allah, hakkın ta kendisidir; ölüleri diriltecek de işte O'dur ve

263 Bkz. Fussılet, 41/22, 23 264 Bkz. Al-i İrrıran, 3/189 265 Bkz. Fahr, 3S/44

266 Bkz.~ahl,16/77

266


Toplumla Bütünleşen Nü z ü l Keyfiyeti

O, her şeye kadir olandır.s'" Allah, öldükten sonra diriItmeyi gerçekleştirecektir; zira O, her şeye kadirdir.w"

Görüldüğü gibi, bugünün insanı için mümkün gözükme­yen her rneselenin sonunda, Allah'ın güç ve kudretine vurgu yapılmakta ve O'nun, mülkün tamamına sahip olduğu anlatı­larak, bugün mümkün gibi gözükrneyen her meselenin, O'nun için çok asan olduğu vurgulanmaktaydı.s'" Hiçbir şey yokken kainatı var etmek; havasıyla suyunu ayarlayıp ışığıyla ısısını tanzim etmek ve böylelikle, onun içinde canlıların yaşamalan için gerekli olan imkanlan yaratmak. .. Sonra da her bir canlı, bitki ve cemadatı ihya ederek mükemmel bir sistem kurmak. .. Bunlann hiçbiri, ilk başta olmayan hususlardı. Dün bunu ya­ratan kudret, bugün veya yann benzerini yapmaktan nasıl aciz görülebilir ki? Halbuki, biraz düşünen herkes bilir ki, sistemli ordulan oluşturmadaki zorlukların aynısı, verilen molalardan sonra yeniden toparlanmalarda yaşanmadığı gibi ikinci yara­tılış da, ilkine göre daha kolaydı! Zaten, Cibril-i Emin'in getir­diği mesaj da aynı şeyleri söyleyecekti:

- Varlığı ilk yaratan da, öldükten sonra onlan diriltecek olan da O'dur. Ve bu diriItme işi, O'na göre daha kolaydır.f"?

Aynı zamanda O (celle celaluhü), öyle bir kudret sahibidir ki, O'nun için en küçük bir zerreyi yaratmakla bütün sistemleri yaratmanın arasında zorluk bakımından hiçbir fark yoktur. Bunun da insanlar tarafından bilinmesinde zaruret olacak ki, ölüm sonrasındaki yeniden dirilmeyi anlatırken Kur'an. şu ifadeleri kullanacaktı:

- Ey insanlar! Allah için, sizin hepinizi yaratmak veya hepinizi öldükten sonra diriltmek, tek bir kişiyi diriltmek ko-

267 Bkz. Hacc, 22/6

268 Bkz.llnkebut,29/20 269 Bkz. Mülk, 67/1

270 Bkz. Rum, 30/27


Efendimiz (s a l l a l l a h u aleyhi ve sellem)

laylığında bir iştir! Şüphe yok ki Allah, her şeyi hakkıyla işitip gôrendir.""

Aynı zamanda mesele, sadece teorilere dayandınlarak anlatılmıyordu. Aslında bu, Kur'ani metodun bir parçasıydı; teoriyle birlikte pratikten örnekler de ortaya konuluyor ve in­sanların görüp duyarak ikna olmaları isteniyordu. Öldükten sonra yeniden diriItme gerçeğini anlatırken Kur'an. düşünen herkese şöyle seslenecekti:

- İşte, Allah'ın rahmet eserlerine bir bak! Ölmüş toprağa nasıl da hayat veriyor? İşte, bunu yapan aynı kudret, ölüleri diriltecek olan aynı kudrettir. Zira 0, her şeye kadirdir."?"

Öyle ya, hemen her an etrafta yeni yeni ölümler ve ar­dından da yeniden dirilmeler yaşanıyor ve bunları da, biraz ibretle bakan herkes görüyordu. Kışın yağan karın ardından, beyaz kefenini üzerinden atıp ayağa kalkarak yeniden baharın gelmesi, bir-iki hafta içinde bütün bitkilerin, yeniden haşrolu­yor gibi yeni elbiselerini giyip yaprak ve çiçeklerle bezenme­leri ve sinekler gibi bazı canlıların, uzun süre gözden kaybol­duktan sonra aynı çoklukla yeniden yaratılmaları gibi insan gözü önünde, cereyan eden nice haşir örnekleri durmaktaydı. Önemli olan bunları, gözdeki ülfet perdesini kaldırarak gö­rebilmek, sonra da bu işin arkasındaki kudreti görerek O'na iman edebilmekti!

Ancak, bunun için bakmak değil, aynı zamanda baktığı­nı görmek gerekiyordu. Cemaatini şuurlu görme zemininde yetiştiren Kur'an. elinden tuttuğu insanı farklı zeminlerde do­laştırmakta; her defasında ona, nelere bakıp da neler görmesi gerektiğini hatırlatmakta ve bütün bunların neticesinde de konuyu getirip haşir meselesine bağlamaktadır:

271 Bkz. Lokman, 31/28 272 Bkz. Ruın,30/So

268


Toplumla Bütünleşen Nü z ü l Keyfiyeti

- Hiç, üzerlerindeki gökyüzüne bakmazlar mı? Bakıp da, Bizim onu nasıl sağlarnca bina ettiğimizi, onda en ufak bir çat­laklık ve dengesizlik olmadığını düşünmezler mi?

Yeryüzünü de döşedik! Orada dengeyi sağlayacak ağır baskılar, sabit ulu dağlar yerleştirdik. Ve orada, gönül ve göz açan her çeşit bitkiden çiftler bitirdik!

Bütün bunları, Allah'a yönelecek her kula, Yaradan'ın kudretini hatırlatması, dersler veren birer basiret nişanesi ve ibret nümünesi olması için yaptık!

Gökten bereketli bir su indirdik! Onunla bahçeler ve bi­çilen ekinler, salkım salkım meyveleriyle ulu hurma ağaçları yetiştirdik!

Bütün bunlar, kullarımıza olan rızkımızı tamamlamak içindir.

İşte, ölmüş insanların, mezarlarından çıkışı da böyle ola­caktır.273

Evet, bütün bunlar, Rahmani eğitimden birer kesitti. Bu eğitim, hayatın her alanında artık kendini gösteriyor ve böyle­likle, yaşanılan olaylara paralel gündeme getirilen konuların, insanlar tarafından özümsenmesi temin ediliyordu.

Artık onlar, havfve recanın yoğurduğu bir terbiye altında mum gibi yumuşamış, iştiyak1a rahmet-i Rahman'ı bekler ol­muşlardı. Rablerine döneceklerine olan imanlarından dolayı kalpleri tir tir titriyor, geçici dünya yerine gelecek, ebedi gün­ler adına kalıcı yatırımlar yapıyor ve ellerinde bulunan her şeyi bu istikamette kullanmaktan da geri durmuyorlardı.v-

Kader, Takdir, Kudret ve Meşiet-i İlahi

Mekke müşrikleri, zaman zaman oturur ve kendi araların­da dini meseleleri de tartışırlardı. Halbuki onların, bu tarakta

273 Bkz. KM, 50/6-11

274 Bkz. Mü'minün, 23/60

269


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

hiç bezleri yoktu. Yine bir gün oturmuş, Necran'dan gelen din adamlanyla birlikte kader konusunu tartışıyorlardı. Derunu­na muttali olmadıklan halde her birinden bir ses çıkıyor ve kendilerince kaderi yorumlamaya çalışıyorlardı. İçinden çı­kamayınca meseleyi Muhammedü'l-Emin'e götürmeye karar verdiler. Konuşmaya Neoran bilginleri başlayacaktı:

- Ya Muhammed! Sana kalırsa günahlar da bir kader dahilinde gerçekleşiyor, denizlerle semavatta olan şeyler de; "Daha doğrusu olup biten her şef', aynı kader çerçevesinde gelişiyor! Haydi, diğerlerini anladık da, günahların da bir ka­der dahilinde olmasına imkan yok!

Konuya bütüncül bir nazarla bakamayan bu adamlara önce:

- Sizler, yoksa Allah'ın hasımlan mısınız, dedi. Arkasın­dan da, Cibril'in getirdiği şu ayetleri okudu:

- Şüphe yok ki mücrimler, tam bir şaşkınlık ve çılgınlık içinde bocalayıp durmaktadır; o gün de onlar, yüzleri üstü­ne cehenneme sürüleceklerdir. Ve onlara, "Haydi, cehennem ateşini tadzn bakalım!" denilecektir. Şüphe yok ki Biz, her şeyi bir kader ve ölçü dahilinde yarattık. 275

Her şeyi yaratan ve nzkını verip hayatını idame ettiren Allah, bunu söyledikten sonra, Mekke müşrikleriyle Neoran ahalisine ne oluyordu ki! Dolayısıyla bu ayet, o gün haddi aşanların sesini kestiği gibi sonrasında ortaya çıkacak her haddini bilmezin de ağzının payını verecek ve Kudret-i İlahi­'nin gücünün, her şeye yettiğini her daim gösteren bir kıble­nüma olacaktı.v"

Başka bir gün, kendince kader konusunu alaya almak is­teyen birisi gelmiş Resülullah'a şöyle diyordu:

275 Bkz.Karner,54/47,48,49

276 Bkz. Vahidi, Esbabii Nüzüli'l-Kur'an, s. 419, 420

270


Toplumla Bütünleşen Nüzfrl Keyfiyeti

- Ben, kendirnce kalkıp kullukta bulunuyor ve namaz kı­lıyorum!

Maksadı, ne namaz kılmak ne de geceler boyu ayakta ka­lıp da Allah'a karşı olan kulluk vazifesini yerine getirmekti! Bunu ve bundan sonra söyleyeceği şeyleri, kendi iradesiyle gerçekleştirdiğini söylemeye çalışıyor ve bunlann, bir takdir neticesinde olmayacağım söylemek istiyordu. Niyet anlaşıl­mıştı ve cevaplar da ona göre olacaktı:

- Demek ki Allah, senin namaz kılmam takdir etmiş!

- Ben oturuyorum da!

- Oturmam da O takdir etmiş!

- Şu ağaca doğru yürüyor ve onu kesiyorum, o zaman?

- Senin o ağacı keseceğini de Allah takdir etmiş ki bunu

yapabiliyorsun!

Ne garip bir yaklaşımdı! Bir çekirdek kadar beyinle, Kud­ret-i İlahi'yi tartmaya çalışıyor ve bu kadar sıkleti kaldırama­yan terazisiyle Meşiet-i İlahi'yi sorgulamak istiyordu!

Neyse ki, sema ile irtibat aralıksız devam ediyordu ve Cib­ril'in getirdiği ayetler imdada yetişerek, işin gerçek yönünü or­taya koyacaktı."? Zira, O dilemeden bir yaprağın bile kımılda­ması söz konusu olamazdı; Allah neyi dilerse o olur, olmasını dilemediği de olmazdı.v" Göklerin ve yerin hakimiyeti O'na aitti ve O, dilediğini yaratır; dilediğine kız evlat verirken dile­diğine de erkek çocuk nasip ederdi.f"? Cezalandırmak istediği veya zarar murad ettiği zamanlarda da, O'nun önüne geçip de engelolacak herhangi bir güç yoktur.280 O'nun verdiği felake­ti engelleyip geri çevirmek kimin haddine! Diğer yandan, yine O'nun rahmet vermeyi murad ettiği kimse için de, bu rahmetin

277 Bkz. Haşir, 59/5; Yiliidi, Esbabü Nüzüli'l-Kur'an, s. 438 278 Bkz. Ebü Davfıd, Edeb, ıoı

279 Bkz.Şftra,42/49

280 Bkz. Ra'd, 13/11; Fetih, 48/11

271


Efendimiz (sallal1ahu aleyhi ve sellem)

ulaşmasına engelolmaya kim güç yetirebilir ki?281 Allah (celle celaluhü), bir şeyin olmasını istediğinde, sadece 'ol' deyiverir ve O'nun 'ol' dediği şey de hemen oluverir.t'"

"Sizden, istikamet sahibi olmak isteyenler onu dinleyip kulak verirler" mealindeki ayeti duyunca Ebu Cehil, kendi ça­pında bir diyalektik geliştirecek ve şöyle diyecekti:

- Bak, görüyor musun; nasılolsa iş bize bırakılmış! İster­sek istikameti tercih eder istemezsek etmeyiz!

Ancak mesele, öyle keyfe bırakılacak bir mesele değildi.

Zira, hemen arkasından gelen ayet, şu izahatta bulunacaktı: - Ama bu iş, sizin istemenize göre değil, ancak, alemlerin Rabbi olan Allah'ın dilernesiyle tamam 01ur!283

Kısaca, Ebu Cehiller ne derse desin, bütün mülk O'na aitti ve O da, bu mülkünü dilediğine verir ve dilediğini de bundan mahrum bırakır; dilediğini aziz kılıp dilediğini de zelil ederdi! Zira O (celle celaluhü), bunların hepsine kadirdi. 284

Direnç Eğitimi

İnsanlann, sadece imanda zirveyi yakalamalan yeter­li değildi; aynı zamanda onlann, iman adına yürürken kar­şılanna çıkabilecek engelleri aşabilmek için gösterecekleri direnç de çok önemliydi. Bunun için Kur'an, sıklıkla önceki peygamberler ve onlann iimmetlerinden örnekler verecek ve bu istikamette ne türlü sıkıntılara maruz kaldıklanm anlata­rak ümmet-i Muhammed'i de, gelecek günlerde yaşanabilecek muhtemel problemlere karşı hazırlayacaktı. Şöyle diyordu:

- Elif, lam, mim! Mü'minler, sadece "iman ettik" demek­le, öyle hiç imtihana tabi tutulmadan kendi hallerine bırakılı-

281 BKz. Ahzab, 33/17 282 Bkz. Yasin, 36/ 82

283 Bkz. Tekvir, 81/27-29; Vahidi, Esbabü Nüzüli'l-Kur'an, s. 473 284 Bkz. Al-i İmran, 3/26

272


Toplumla Bütünleşen Nü z ü l Keyfiyeti

vereceklerini mi sanıyorlar? Elbette Biz, onlardan önce yaşa­mış nice mü'minleri de imtihanlara tabi tutup denedik. Şüphe yok ki Allah, elbette şimdiki mü'minleri de imtihan edip, iman iddiasında sadık olanlarla bu konuda samimi olmayanlan bir­birinden ayıracaktırl-'"

Demek ki, geleceğin sürpriz sıkıntılannı göğüsleyebilmek için sadece "iman ettik" demek yetmiyordu. Elbetteki iman, çok önemli bir meseleydi; ama imanın da kendi içinde dere­celeri vardı ve bu yolun saliki olan bir mü'min, imanda kemal noktayı yakalamalıydı ki, Allah'ın kendisi için takdir ettiği ipi anzasız göğüsleyebilsin ve necat bulduğu yurtta, 'rıza' ufkunu yakalamanın semereleriyle baş başa kalabilsin!

Evet, mü'minleri gelecekte cennet ü cinan, rahmet-i Rah­man bekliyordu; amabunun için hiç durmadan çalışmak ge­rekiyordu. Dünya, ücret yeri olmadığı için bu çalışmalann semeresi, çoğunlukla ölüm sonrası ebedi hayatta kendini gös­terecek, buna mukabil acıları burada yaşanacaktı. Cehennem lüzumsuz olmadığı gibi cennet de ucuz değildi! Böyle bir ni­mete ulaşabilmek için, çile ve mihnet imbiklerinden geçmek, sabır deryalannda reftare at koşturmak ve her şeye rağmen yerinde sabit kadem kalabildiğini göstermek gerekiyordu. Zira Cibril'in getirdiği mesaj, şunlan söyleyecekti:

- Yoksa siz, daha önce yaşayıp da misyonlarını eda et­miş ümmetIerin başlanna gelen o sıkıntılı durumlara maruz kalmadan, öyle kolayca cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Onlar, öyle ezici mihnetlere, öyle katlanılmaz zorluklara düçôr oldular, öyle şiddetle sarsıldılar ki, peygamber ile onun yanın­daki mü'minler bile, "Allah'zn vaad ettiği nusret ve yardım ne zaman gelecek?" diye yalvanp bekleyecek duruma geldiler. İyi bilin ki, Allah'ın yardımı pek yakındırl-'"

285 Bkz.Juıkebut,29/1,2,3 286 Bkz. Bakara, 2/214

273


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Sabahın aydınlık fecri çok yakındı ve doğmak üzereydi; ufukta bahar vardı. .. Günler şafağa durmuş bahar solukla­yacak olmanın heyecanını yaşıyordu ... Ancak, bunun için bir Ebu Bekir, bir Hatice, bir Ali olmak gerekiyordu ... Tarihte yaşanan her yeni şafak, hep böyle bir imana sahip olanların üzerinde bayraklaşmıştı. 287 Bu keyfiyet yakalandıktan sonra, dünya bomba olup patlasa ne değişirdi ki! Zaten zaman da, değişmediğini gösterecekti.

Kuvvet, Kesret-İ Etbada Değil; Haktadır

O günün Mekke'sinde her mesele, kaba kuvvete göre şekil­lendiği için insanlar, etraflarındaki insan sayısına göre kendi­sini güçlü görüyor ve karşısında yer alanlara da bu gücü göster­mek istiyordu. Hatta, bazı durumlarda eski defterler gündeme getiriliyor ve ataları arasındaki etkin kimseler öne sürülerek geçmiş üzerinden psikolojik savaş yürütülüyordu.

Abdimenafoğullarıyla Sehmoğulları arasında ciddi an­laşmazlıklar ve bir rekabet yaşanmaktaydı. Birbirlerini ge­ride bırakabilmek için her iki taraf da, akla hayale gelmedik yöntemlere başvuruyor ve neticede kendi kabilesinin daha güçlü olduğunu ispat etmek istiyordu. İşi o noktaya kadar gö­türmüşlerdi ki, kabirlerde yatan atalarının adlarıyla, onların ün salmış menkıbelerini dile getirip hararetle anlatıyorlardı. Derken, bu kesret yarışında Abdimenafoğulları geride kalacak ve psikolojik savaşı, cahi1iye döneminde nüfusu daha kalaba­lık olan Sehmoğulları kazanacaktı.

Mekke' de yeni bir gelişme daha vardı ve bu gelişmenin üzerine de bina edilecek bir hüküm olmalıydı. Çok geçmeden Cibril geldi ve şu ayetleri getirdi:

- Dünyalıklarla böbürlenmek, oyalayıp durdu sizleri!

287 Bkz. Saffih, 37, 171-177; Kamer, 54/45; Sad, 38/110; Nahl, 16/41; Yusuf, 12/7; İbrahim, 14/14; Rum, 30/4

274


Toplumla Bütünleşen Nü z ü l Keyfiyeti

Ta, boylayıncaya kadar kabirleri!

Hayır! (Geçici dünya zevklerine bağlanmak doğru değil ve sizler de sakının bundan!) Hayır! Bileceksiniz ileride!

Evet, evet! Bileceksiniz ilerideF88

Başka bir gün, Efendimiz'i namaz kılarken gören Ebu Ce­hil hışımla yanına gelmişti ve:

- Ben Seni bunu yapmaktan nehyetmemiş miydim, diye­rek şirretlik yapmıştı. Böyle bir adama verilecek en güzel ce­vap süküttu ve Efendiler Efendisi de, namazını bitirir bitirmez oradan ayrılıp uzaklaştı. O'nun gidişini arkadan seyrederken Ebu Cehil, yanındakilere şöyle diyordu:

- Vallahi de, Sen de biliyorsun ki, buralarda benden daha fazla adamı olan yoktur!

Bununla o, "Senin etrafında ne kadar insan toplanırsa toplansın ben, hepsinin hakkından gelirim." demek istiyor­du. Kudret-i İlahi'yi hesaba katmadan konuşuyordu.

Halbuki güç ve kuvvet, kesret-i etbada değil; haktaydı.

Mekke müşriklerinin kimsesiz gördükleri Allah Resülü'nün kimsesi, doğrudan Allah Teala idi ve Habib-i Ekrem'ini teselli için şu ayetleri indirip Resülü'nün gönlünü alıyordu:

- O bilmiyor mu ki Allah, olan biten her şeyi görüyor? Hayır, hayır! Olmaz böyle şey! Eğer bu tutumundan vaz­geçmezse onu perçeminden tutup cehenneme sürükleriz. Evet, o yalancı ve suçlu perçeminden tutup sürükleriz!

İstediği kadar grubunu yardıma çağırsın! Biz de, Zebanileri çağınnz!

Hayır, hayır! Ona boyun eğme! Sen, Rabbine secde et, O'na yaklaşF89

288 Bkz. Tekasür, 102/1-5; Vahidi, Esbôbü Nüzüli'l-Kur'an, s. 490 289 Bkz. Alak, 96/14-19

275


 

EBU TALİB'İ İKNA ÇABALARI ~

Beri tarafta Kureyş, her geçen gün artarak devam eden bu gayretlerden duyduğu rahatsızlığı dile getirmek için yeniden Ebu Talib'in kapısına dayanmıştı:

- Bak, Ebu Talib! Şüphesiz ki sen, yaş ve tecrübe itibariy­le büyüğümüzsün; konumun itibariyle hepimizden iistiirısiin! Sana daha önce de gelmiş ve yeğeninin yaptıklanna bir son vermeni istemiştik; ama sen, buna yanaşmadın! Allah' a yemin olsun ki, ilahlanmıza dil uzatılması, önderlerimizin dalaletle suçlanması ve atalanmız hakkında iyi şeyler söylenmemesi, artık sabnmızı taşırmak üzere! Ne zaman O'na engel olacak­sın! İstersen, O'nu bize bırak da, iki taraftan birisi helak olana kadar, aramızdaki meseleyi kendimiz çözelim.

İkide bir yanına gelip bozuk çalanların baskılarından bu­nalan Ebu Talib, yeğeni Muhammedii'l-Emin'e haber gönder­di:

- Ey kardeşimin oğlu, dedi ve gelen Kureyşlilerin dedik­lerini anlattı. Sözlerinin sonunda, mahcubiyet içinde şunlan ilave etti:

- Ne olur, hem kendini hem de beni düşün; bana, altın­dan kalkamayacağım yük yiikleme!"?

290 İbn İshak, Sire, 2/135

277


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Amcası Ebu Talib'in bu mesajıyla endişelenen Allah Resü­lü (sallallahu aleyhi ve sellern), bir aralık amcasının fikir değiştirdiği, müdafaa etmekten yorulup çekindiği ve bundan sonra ken­disini yalmz bırakacağı endişesine kapıldı. Kalbi kırılmış ve mahzun olmuştu, içten içe gözyaşı döküyordu. Yalnızlığı zir­vede hissetmenin tezahürüydü bütün bunlar ... Belki de Allah (celle celaluhü), kendisinden başka açık kapı bırakmak istemiyor­du önünde. Onun için şöyle seslendi amcası Ebu Talib'e:

- Ey amcacığım! Allah'a yemin olsun ki, şayet onlar, bu işten vazgeçmem karşılığında güneşi bir elirne; ayı da diğeri­ne verseler, Allah beni muzaffer kılıncaya veya bu yolda yok oluncaya kadar bu işte sabit kalır, asla terk etmem.

Çok duygulanmıştı Kainatın İftiharı ... Ayağa kalkıp gider­ken gözyaşı döküyor, içten içe ağlıyordu. Ancak, o kadar yü­rekten ve içtenlikle konuşmuştu ki, titreyen ses tonunda bile, sonuna kadar devam edeceğinin kararlılığı hakimdi. Bu tavır, Ebu Talib'i çok etkilemişti. Babası Abdulmuttalib'in emaneti, kardeşi Abdullah'ın yetimi, aç kurtlara teslim edilir miydi hiç? Arkasından:

- Gel, ey kardeşimin oğlu gel, diye seslendi. Kucaklayan bir ton vardı sesinin renginde. Mahzun Nebi, sesin geldiği ci­hete yönelmişti, yaş döken gözlerini silerek. .. Gözler, dilden önce anlaşmıştı sanki ve Ebu Talib, yeğenine şunları söyledi:

- Git ey kardeşimin oğlu git! Git ve dilediğini yap! Vallahi ben, hiçbir zaman Seni teslim edecek değilim!"?'

Ardından da, şiirleriyle O'nu destekledi ve toprağa gömü­lünceye kadar yeğeninin arkasında duracağım ilan etti.

Ebu Talib'in, yeğenini teslim etme niyetinde olmadığını ve koruma kararında ısrar ettiğini görenler, bu sefer yöntem değiştirdiler ve huzuruna gelip başka bir teklifte bulundular.

291 İbn Hişam, Bire, 2/101


Ebu Talib'i l k rı a Çabaları

Aralannda, Uruara İbn Velid adında dikkat çeken yakışıklı ve güçlü bir delikanlı da vardı. Bu genci yanlanna katıp onun ya­nına geldiler ve şunlan söylemeye başladılar:

- Ey Ebu Talib! İşte bu, Umiire İbn Muğzre' dir. Kureyş'in en güçlü ve en güzel gencidir. Bu genç senin yardımcın olsun; onu evlat olarak edin, senin olsun. Onun yerine bize sen, şu senin ve atalannın dinini değiştiren, kavmine muhalefet edip karşı çıkan ve önde gelenlerimiz hakkında iyi düşünmeyen kardeşinin oğlunu ver -de O'nu öldürelim. Madem kısasta, sizden bir adamın bedeli bizden bir adamdır; işte bu genç de O'nun diyeti olsun.

Ne çirkin ve ahlaksız bir tekliftil Bir tarafta, asırlardır ge­lişi gözlenen Son Nebi, diğer yanda ise, sadece fiziki yönüyle dikkat çeken bir genç! Kaldı ki, kim kimin yerini doldurabilir­di! Onun için, tereddütsüz Ebu Talib:

- Vallahi siz, ne kötü bir teklifte bulunuyorsunuz! Kendi çocuğunuzu büyük görüp evime almamı, buna mukabil olarak da kendi oğlumu size teslim edip öldürmenize göz yummamı bekliyorsunuz ha! ValIahi bu, asla olmayacaktır, cevabını verdi onlara.

Yine Ebu Talib'in taviz vermediğini gören Mut'im İbn Adiyy, biraz da tavır değiştirerek şunlan söyledi:

- Vallahi ya Ebô Talibl Kavmin sana bugüne kadar çok in­·safh davrandı ve senin hoşuna gitmeyecek şeyleri sana dayat­madı. Ancak görüyorum ki bugün sen, onların hiçbir teklifine 'evet' demiyorsun!

Adamlar göz göre göre Allah Resülü'nü öldürmek istiyor­lardı ve buna 'evet' demeyince de bunun adı insafsızlık oluyor­du! Bundan daha büyük küstahlık olamazdı ve kendi anladıkla­n dilden bir cevap gerekiyordu. Ebu Talib de, bu cevabı verdi:

- Allah'a yemin olsun ki hiçbir zaman insaflı olmadınız!

Baksana sen şimdi, benim perişan olmarnı ve aleyhimde in-

279


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

sanıann çirkin işler çevirmelerini teklif ediyorsun! Elini ardı­na koyma ve istediğini yap!

Bu konuşma, zaten yarıya kadar çekilmiş olan kılıçlann, bundan böyle kınından çıkması anlamına geliyordu. Bugüne kadar münferit ve lokal olan düşmanlık, bundan sonra kurum­salolacak ve Mekke'nin her yerinde kendini gösterecekti, Bu düşmanlıktaki hedef, sadece Resülullah da değildi; her bir ka­bile, o güne kadar kendi içinde İslam'ı tercih eden kim varsa onu düşman biliyor ve topyekun bir savaş ilan ediyordu. Onla­n, binbir türlü işkenceye maruz bırakıp dinlerinden döndüre­bilmek için, akla hayale gelmedik yöntemlere başvuruyorlardı.

Konunun, insaf boyutunu da aşıp aklı devre dışı bıraktı­ğını gören Ebu Talib, çok geçmeden diğer kardeşlerine me­seleyi taşıyacak ve yeğenlerini koruma konusunda onların da desteğini almaya çalışacaktı. Abdulmuttalib ve Haşimoğulla­rının hemen hepsi, onun davetine olumlu cevap verirken sa­dece Ebu Leheb buna karşı çıkacak ve yeğeninin karşısında yer alanlarla beraber olmayı tercih edecekti. Kabilesinden beklediği desteği bulan Ebu Talib'in keyfine diyecek yoktu; bu kadar sıkıntılı bir sürecin akabinde yeniden bir araya gelip de fikir birliği etmelerine karşılık şiirin diliyle onları medhede­cek ve yeğeni Muhammed'e de övgüler yağdırarak üzerine toz kondurmayacaktı, 292

Damatlara Yapılan Baskı

Kureyş o kadar sinsi yaklaşıyordu ki, başta Allah Resülii olmakla birlikte Hz. Hatice'ye de acı yaşatmak için üzerlerin­de toplumsal baskı kurmaya çalışıyordu. Bu sebeple, risalet öncesinde evlendirdikleri üç kızlannı boşarnaları hususunda Efendimiz'in damatlarına baskı yapıyorlar ve Muhammed'in (sallallahu aleyhi ve sellem) kızlannı boşadıkları takdirde, istedik-

292 Bkz. İbn Hişam, Sire, 2/104

280


Ebu Tfi l i b"! ikna Çabaları

leri kızlarla evlendirecekleri konusunda garanti veriyorlardı. Efendimiz'in kızlan Rukiyye ve Ümmü Gillsiim, Ebu Leheb'in iki oğlu Utbe ve Uteybe ile evli idiler. Utbe ve Uteybe, baskı­lar karşısında direnecek fıtratta değillerdi ve istedikleri kız­larla evlenme garantisini alır almaz da bırakıverdiler Rukiyye ve Ümmü Giilsiim'ii ... Yıkılan yuvalar, ayrı bir hicrana sebep oluyordu Allah Resülü ve kerim eşi Hz. Hatice için ...

Normal şartlarda bir anne ve baba için, sadece bir çocuk­lanmn bozulan yuvası bile acı kaynağı olurken burada Efen­diler Efendisi ve kerim zevcesi Hz. Hatice, bir anda iki kızının yıkılan yuvasıyla karşı karşıya kalıvermişlerdi. Hem de ortada, bunu gerektiren hiçbir sebep yokken ... Tek sebep, her ikisinin de Allah Resülü'nün kızı olmasıydı.

Yalmz Zeyneb validemizin kocası Ebft'[-As, bu baskıla­ra boyun eğmemiş ve Efendimiz'in kızını terk ederek akıntı­ya kürek çekmemişti. Zira o, karanm kendisi verecek kadar onurlu, aile işlerine başkasının burnunu sokturmayacak ka­dar da izzetli bir hayat yaşıyordu. Ortada bir mesel e var ise, bunun karanm kendisi verir ve sonraki hayatını da kendi ira­desiyle yönlendirirdi. Onun için bir ailede huzur var ise, bunu dışandan hiçbir güç yıkmaya yeltenmemeliydi. Huzurlu bir ailesi vardı ve hammının farklı düşünmesi de bu huzuru hiç etkilemiyor; aksine bu huzurun artması istikametinde katkıda bulunuyordu. Bunun için, bütün baskılara karşı kulağını tıka­mış, sadece yapması gerekeni yapıyor, kuru gürültüye pabuç bırakmıyordu.

Ter Dökmeden Netice Yok

Beri tarafta Kur'an. toplum içinde gelişen yanlış anlayış ve telakkileri tashih etmeye devam ediyor, insanlar arasında konuşulan konuların doğrusunu ortaya koyarak düşünce kay­malanmn önüne geçiyordu.

281


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Zira, tarihte olduğu gibi o gün de, küfür cephesini temsil edenler hep kendilerini farklı görüyor ve mü'minleri alay ko­nusu yapmaya çalışıyordu. Gelen ayetler, önceki peygamber­lerin hayatından örnekler vererek, yaşadıklan hayatı örnek­leriyle gözler önüne seriyor ve böylelikle mü'minlere, 'sabırlı olun' mesajı veriyordu. Gelen bir ayet, Nuh (aleyhisselüml'ın ya­şadığı sıkıntılardan bahsettikten sonra, insanlığın ikinci atası olarak anlatılan Hz. Nuh ve ona inananlara, kendi kavminin söylediklerini şu ibret verici cümlelerle aktanyordu:

- Bize göre sen, sadece bizim gibi bir insansını Bizden ne farkın var ki! Hem, sonra senin peşinden gidenler, toplumu­muzun en düşük kimseleri! Bu da gözler önünde! Aynca, sizin bize karşı bir meziyetiniz olduğunu da sanmıyoruz! Bilakis, sizin yalancı olduğunuzu düşünüyoruzl'va

Zaman değişip asır başkalaşsa da küfrün mantığı hep ay­nıydı; dün nasıl tepki veriyorsa bugün de aynı tepkiyi veriyor­du. O günün Mekke'sinde, "Bugün hangi şartlarda yaşıyor olursak olalım, yarın mutlaka bizler de affa mazhar olur ve kurtuiuruz.wn düşüncesinin sakat ürünü olan bu anlayış, referanslannı dine dayandırmak isteyen farklı anlayışların elinde yön değiştirecek ve onlan, "Sayılı günler dışında bize cehennem ateşi dokunmaz."295 sonucuna götürecekti. Hatta bunlar, meseleyi daha da ileri götürecek ve cennete, kendileri dışında kimsenin giremeyeceğini iddia edeceklerdi.w"

Sırf fakir olduklan için ve kendi statülerinde olmadıkla­nndan dolayı kimsesizleri huzurdan kovmak istemeye kadar giden bu saygısız tavır,297 şimdi boyut değiştirmiş; alın teri dökmeden nimetlere konma planlan yapıyordu.

293 Bkz. Hud, 11/27 294 Bkz. A'raf, 7/169 295 Bkz. Bakara, 2/80

296 Bkz. Bakara, 2/111; Maide, 5/18 297 Bkz. En'am, 6/52; Kehf, 18/28

282


·Created by Readiris, Copyright IRIS 2005
Created by Readiris, Copyright IRIS 2005

Ebu Talib'İ ikna Çabaları

Mekke müşrikleri, zaman zaman gelip Efendimiz'in soh­betini dinliyor; okuduğu Kur'an'a kulak veriyor ve iman adına oluşturduğu halkalara katılarak olup bitenleri anlamak isti­yordu. Ancak, bütün bunlara rağmen onlar, iman adına bir mesafe almayı asla düşünmüyor ve zaten bunlan da, iman adına ulaşılan noktalan tespit edip, imansızlıklannda tutu­nabilmek için yapıyorlardı. Dolayısıyla görüp dinlediklerinin kendilerine bir faydası olmuyor, yine yalanlamalarına devam edip alayvari tavırlannda ısrar ediyorlardı. Zira onlar, Allah düşüncesinde yolda kaldıklan yetmiyormuş gibi bir de, asıl hidayette olanın kendileri olduğunu söylüyor ve:

- Şayet bunlar cennete gireceklerse, şüphesiz orada bizim için aynlan yer daha fazla olacak, diyor; cennette kendilerine şimdiden yer ayınyorlardı. Çok geçmeden, bu konudaki kavl-i faslı da Cibril getirecekti:

- O kafirlere ne oluyor ki, Seninle alayetmek maksadıyla sağdan-soldan dağınık gruplar halinde boyunlannı uzatarak Sana doğru koşuyorlar!

Onlardan her biri, iman etmeden Naim Cenneti'ne yerleş­tirilmeye mi hevesleniyor?

Hiç heveslenmesin! Hiç kimsenin, öteki insanlar üzerin­de böbürlenmeye hakkı olamaz! Çünkü Biz, öbür insanlar gibi onlan da, o bildikleri nesneden, meniden yarattıkls?"

'Ebter' Yakıştırması

Efendimiz'in ilk çocuğu Kasım vefat edeli yıllar olmuştu.

Ondan sonra kızlan dünyaya gelmiş ve onlar da boyatıp ge­lişmiş; Fatıma hariç, diğerleri evlenip dünya evine girmişler­di. Hira'da.ki vuslattan sonra dünyaya gelen ve bundan dolayı kendisine Tayyib ve Tahir de denilen ikinci oğluAbdullah, he­nüz emeklemeye başlamıştı ki kader, onu da babasından ayır-


Efendimiz (s a l l a l l a h u aleyhi ve sellem)

mış ve ebedi çocuk olarak kalmak üzere cennete davet etmişti. Efendiler Efendisi, anne-baba ve dede gibi dayanakların teker teker yok olmasının ardından bir de, ardı ardına iki evladının acısını tadıyordu.

Küfür bu ya, böyle acı bir günü bile değerlendirecek; Efendimiz'in aleyhinde kullanmak için atağa geçecekti. Yine başı çeken, öz amcası Ebu Leheb'di. Ukbe İbn Ebi Muayt, Ka'b İbn Eşref ve As İbn Vail de bu kervana katılmışlar, Efendiler Efendisi'nin artık erkek çocuğunun kalmadığını ileri sürüyor ve soyunun böylelikle kuruyacağının reklamını yapıyorlardı. Abdullah'ın vefat ettiği gecenin sabahında Kureyş içinde ko­şan Ebu Leheb:

- Bu gece Muhammed'in soyu kesildi, diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Zira onlara göre soy ve sop, sadece erkek çocuktan devam ederse bir anlam ifade ediyordu. Soyu devam etmeyen bir adamın da, çok geçmeden adının dünyadan si1i­neceğine inanıyor ve bu sebeple erkek çocuk sahibi olabilmek için her türlü yola başvuruyorlardı. Kız çocukları insan yerine bile koymayan bir zihniyetten zaten başka ne beklenebilirdi ki! Ölünün üzerinden bile siyaset yapıyor, her hareketi kendi lehlerine değerlendirip karşı tarafa hücum vesilesi olarak gö­rüyorlardı.

Çok geçmeden, Resul-ii Kibriya'ya Kevser Suresi inecek ve yine Mekke müşriklerinin oyunları boşa çıkacaktı. Zira gelen ayette, esas soyu kesilecek ve yeryüzünde adı unutulup gidecek birisi varsa bunların, Habib-i Zişan'a karşı çıkıp düş­manlık besleyenler olduğu anlatılıyor ve Efendiler Efendisi'ne Kevser müjdesi verilerek O'ndan namaz kılıp kurban kesmeye devam etmesi isteniyordu.ws

299 Bkz. Kevser, 108/1-3


Ebu Talib'i ikna Çabaları

Kötü Komşular ve Tehdit Halkası

Kaderin ayrı bir cilvesi ki, Efendiler Efendisi'nin en can alıcı düşmanlan kapı komşulanndan ibaretti. Ebu Leheb'in evi, zaten O'nun evine bitişikti. Evi evine bitişik olan diğer komşulan da Ebu Leheb'ten farklı değildi; Hakem İbn Ebi'l­As, Ukbe İbn Ebi Muayt, Adiyy İbn Hamrfı ve İbnü'l-Esda el­Hüzeli de Ebu Leheb'i aratmayacak kadar düşmanlık duyuyor ve O'nu üzebilmek için fırsat kolluyorlardı.s?"

Bir gün onlardan birisi, Efendimiz namaz kılarken üzeri­ne koyun pisliği atmış; bir başkası da onu alıp, içinde Efendi­miz'in abdest suyunun olduğu çömleğin içine dolduruvermiş­ti. Bir müddet sonra Efendiler Efendisi, onlann şerrinden emin olabilmek için araya duvar ôrmüştü, Buna rağmen aynı huylarında ısrar etmelerine karşılık bir gün, attıklan pisliği bir sopanın ucuyla tutup kapının önüne çıkacak ve onlara gös­tererek şöyle seslenecekti:

- Ey Abdimenafoğullan! Bu nasıl komşulukö'?'

Ukbe İbn Ebi Muayt, işi daha da ileri götürecek ve Ebu Cehil'in de kendilerinde olduğu bir akşam vakti oturup, Muharnmedii'l-Ernin'e kötülük yapma konusunda onunla an­laşacaklardı.s'" Aralannda konuşurken Efendimiz'i gösterip:

- Hanginiz falanların kestiği devenin işkembesini pisli­ğiyle birlikte getirip de secdeye gittiğinde Muhammed'in üze­rine koyma kahramanlığında bulunabilir, diyorlardı.

Aralanndaki en şaki olanı ayağa kalktı. Bu, Ukbe'den baş­kası değildi. Sözü edilen işkembeyi getirtti ve beklerneye baş­ladı. Tam Efendiler Efendisi secdeye gittiğinde yanına yak-

300 Bunlar arasında, sadece Hakem İbn Ebi'l-As Müslüman olacaktır. 301 Halebi, Sire, 1/474

302 Başka bir rivayette bu hadise Kabe'de cereyan etmektedir ve başrolde Ebu CehiI vardır. Bkz. Maverdi. A'lamu'n-Nübüvve, 1/142

285


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

laşıp iki omuz küreğinin ortasına, elindekileri koyup kenara çekiliverdi. Allah'ın en sevgili kulu, Allah'a en yakın olduğu yerde kapı komşulan tarafından işte böyle zor bir durumda bırakılıvermişti.

Beri yanda Ukbe ve misafirleri, yaptıklan işin keyfini çıkarmaya çalışıyor; bir yandan göbeklerini kaşırken diğer yandan kahkaha ile gülüyorlardı. O gün o kadar gülmüşlerdi ki, düşmernek için birbirlerine yaslanıyor ve öylece ayakta durmaya çalışıyorlardı.

Uzun zaman Efendiler Efendisi secdeden başını kaldıra­madı. Nihayet kızı Fatıma validemiz manzaraya şahit olmuş ve koşarak babasının yanına gelmişti. Bir taraftan bu işi yapan­lara çıkışıyor; diğer yandan da babasının üstündeki pislikleri temizlerneye çalışıyordu. Allah'ın en sevgili kuluydu; dileseydi orada düşmanlan yerle bir olur; hak ettikleri cehennemi boy­larlardı, Ama O, hep mülayemet yolunu tercih etmişti, bugün olmasa da bir gün mutlaka anlayıp geleceklerini umuyordu. Ancak bu, belli ki rikkatine çok dokunmuştu; dokunmayacak gibi değildi ki! Başıyla birlikte ellerini kaldırdı semaya:

- Allah'ım! Kureyş'i Sana havale ediyorum.303

O kadar ki bu duayı ardı ardına üç kez tekrarladı. Ardın­dan da, isim isim zikrederek hepsini sıraladı teker teker:

- Allah'ım! Ebu Cehil'i de, Utbe İbn Ebi Rebia'yı da, Şeybe İbn Ebi Rebia'yı da, Velid İbn Utbe'yi de, Ümeyye İbn Halefi de, Ukbe İbn Ebi Muayt'ı da Sana havale ediyorum; onlann hakkından Sen gelirsin ey Allah'ım!

O kadar içten ve samimi idi ki, işlerini Allah'a havale et­mesi oradakileri bir hayli korkutmuştu. Zira biliyorlardı ki, bu beldede yapılan dualar kabul görür ve başlanna mutlaka bir

303 Başka bir rivayette, "Mudar'a Yusuf yıllan gibi kıtlık sal ve çetin azabım gön­der." şeklinde bir ilave vardır. Bkz. Ayni, Umdetü'l-Kari, 7/26

286


Ebu Talib'i ikna Çabaları

şeyler gelirdi. Hele bu duayı yapan Allah'ın en sevgili ku1uy­sa!3°4

Ümeyye İbn Halefin başka bir adeti daha vardı; Resülul­lah (sallalIahu aleyhi ve sellem) ile karşılaştığında el kol hareketle­riyle Efendimiz'e hakaret eder, göz kırparak veya ağız ve yü­zünü oynatarak her fırsatta O'nu küçük düşürmeye çalışırdı. 305 Çok geçmeden onun bu foyasını da meydana çıkaran ayetler geldi. Gelen ayetler:

- Yazıklar olsun! Vay haline o kaş ve göz hareketleriyle, el ve kol oynatmakla küçük düşürmeye çalışanların, diyor ve böyle bir hareketin nasıl bir sonuca davetiye çıkardığını açık­ça ortaya koyuyordu.a?"

Ümeyye'nin diğer kardeşi Übeyy ve Ukbe İbn Ebi Muayt, bu konuda omuz omuza vermiş, müşterek hareket ediyorlar­dı. Bir gün Allah Resülü (sallalIahu aleyhi ve sellem) namaz kılarken Allah Resülü'nün yanına yaklaşıp okuduklanna kulak verdi­ler. Tam bu sırada aralannda anlaştılar ve toz-toprağı kaldı­rarak Efendimiz'in üzerine doğru savurdular. Bu insanlar, bu eziyetleri yapmaktan zevk alıyorlardı. Bir keresinde de, çürü­müş bir kemik bulmuş; onu öğüttükten sonra da parçalannı rüzgara tutarak Allah Resülü'nün üzerine gelecek şekilde sa­vuruvermişlerdi. 307

Ebu CehiI, düşmanlık konusunda en profesyonelolanlan idi; zaman zaman gelip Efendimiz'den Kur'an dinler; sonra da giderek arkadaşlannın yanında dinlediklerini diline dola­yarak alay konusu ederdi. Habib-i Ekrem'e sıkıntı vermeyi va-

304 o gün bu olaya şahit olan ve elinden bir şey gelmeyen Abdullah İbn Mes'üd (radıyalIahu anh), Efendimiz'in beddua ettiği yedinci ismi hatırlayamadığını ifade eder ve yemin vererek bu isimlerin tamamının da, harp meydanındaki ilk karşılaşma olan Bedir Savaşında teker teker öldüğünü anlatır. Bkz. Hale­bi, Sire, 1/470

305 Ayni, Umdetii'l-Kari, 2/175 306 Bkz. Hümeze, 104/1-9

307 Bkz. İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 2/51


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

zife haline getiren bu adam, tutar bir de bunları iftihar vesilesi olarak başka meclislere taşır; sonra da kasıla kasıla gülerdi.

O'nu namaz kılarken ilk gördüğü günden beri ona hep en­gelolmaya çalışıyor ve Allah' a kurbet ifadesi olan bu ibadeti ye­rine getirmesine mani olmak istiyordu. Bir gün yine O'nu, Ma­kam-ı İbrahim'de namaz kılarken görünce yamna yaklaşmış:

- Ya Muhammed! Ben Seni namaz kılmaktan men etme­miş miydim, diye tehdit ediyordu. Ebu Cehil gibi bir adam bu kadar sözle yetinmezdi. Ardından, nice hakaretler etmişti. Habib-i Zişan Hazretlerine ... Sonra da: .

- Ya Muhammed! Senin neyin var ki beni tehdit ediyorsun?

ValIahi de ben, şu ahali arasında arkası en kuvvetli olan insa­mm, diyordu. Belli ki, O'nun Hak karşısındaki metin duruşunu bile kendisine karşı bir meydan okuma olarak telakki ediyordu. Bir de, onun bu halini tasvir eden ayetler geliyordu. Ayetler, bu haliyle kendine yazık ettiğini anlatıyordu.ö'" Bundan da alın­mış, inatla işi bir düelloya doğru götürmek istiyordu:

- Ya Muhammed! Öyle boşuna uğraşma! Ne Sen ne de Rabbin bana karşı güç yetirebilir ve herhangi bir zarara muk­tedir olabilir! Çünkü ben, şu dağların arasında, arkası en güç­lü ve yandaşı en çok olan insamm.

İşte burası, küstahlığın zirveye çıktığı yerdi ve yine Cibril imdada yetişmişti. Diyordu ki:

- Haydi bakalım o çağırsın bütün yandaşlarım ... Biz de çağıracağız Zebanilerilt"?

Ebu Cehil, kendini Allah davasına düşmanlık işine o ka­dar kaptırmıştı ki, bu ikazlardan pek bir şey anlayacak halde değildi. Hatta denilebilirdi ki, her gün bu istikametteki kin ve adaveti artıyor, iman halkası genişledikçe engelleme adına bir şey yapamadığı için çileden çıkıyordu. Bir gün arkadaşlarına:

308 Bkz. KJyarne,75/33, 34, 35 309 Bkz.AJak,96j17,18

288


Ebô Talib'i ikna Çabaları

- Sizin aranızda Muhammed, yüzünü toprağa koyup du­ruyor mu, diye sordu.

- Evet, dediler. Bunun üzerine:

- Lat ve Uzza'ya yemin olsun ki, şayet O'nu bu şekilde

görürsem boynuna çöreklenecek ve başını toprağa gömerek elimdeki koca taşla kafasını ezeceğim, diye ahdetti. Cinnetin kuralı olmazdı ki! Bir kere kafaya koymuştu:

- Ey Kureyş topluluğu! Gördüğünüz gibi Muhammed, dinimizi ayıplayıp atalanmızı dalaletle itham etmeye devam ediyor. ilahlanmıza söz söyleyip büyüklerimiz hakkında uy­gunsuz sözler sarfediyor. Ahdediyorum; yann O'nun yanına gidecek ve taşıyabileceğim kadar büyüklükte bir taş alarak, secdeye gittiğinde onunla başına vurup işini bitireceğim. Ben bu işi yaptıktan sonra onu ister bana teslim edin isterseniz elimden tutup engelolmaya çalışın fark etmez! Ondan sonra da Abdimenafoğulları ne yaparsa yapsın, ellerinden geleni ar­kalanna koymasınlar, hiç önemli değil!

O günün sosyal yapısında böyle bir hareket düpedüz de­lilik demekti; sonrasında kabileler arasında bitip tükenmeyen kan davalan başlar ve binlerce insan bu savaşlarda telef olup giderdi. Ficar savaşlan herkesin zihninde hala yerini koruyor­du. Onun için Ebu Cehil'e:

- ValIahi de biz, sana hiçbir şeyi teslim etmeyiz. Ne halin varsa kendin gör, dediler. Bunun üzerine Ebu Cehil, onlara da kızarak oradan ayrıldı.

Ertesi sabah, aynen ahdettiği gibi eline büyük bir taş al­mış, Kabe'ye doğru gidiyordu. Geldi ve burada O'nu beklerne­ye başladı.

Çok geçmeden, olup bitenlerden habersiz olan Allah Re­sülü de Kabe'ye çıkageldi ve hiç vakit geçirmeden orada na­maza durdu. Etrafta durumdan haberdar olanlar halkalanmış, Ebu Cehil'in yapacaklannı merakla bekler olmuşlardı.

Bu arada Ebu Cehil, herkesi şahit tutarak verdiği ahdini


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

yerine getirmek için fırsat kolluyordu. Nihayet, hareketlendi ve Allah Resülü'ne doğru ilerlemeye başladı. Ancak, bir anda hiç kimsenin beklemediği şekilde Ebu Cehil, gerisin geriye dönmüş ve eliyle kendini bir şeylerden korurcasına, korku içinde geldiği istikamette kaçıyordu. Bu arada elinde avucun­da ne varsa hepsini bir kenara fırlatmış, korkudan yüzünde renk kalmamıştı. Dikkatle bakıyorlardı; ama onun kaçışını gerektirecek herhangi bir durum da göremiyorlardı. Çünkü, namazına devam eden Muhammedü'l-Emin hiç istifini boz­mamış, sanki olanlardan habersiz ve huşu içinde kendi kul­luğuyla meşguldü. Meselenin gerçek boyutunu anlamak için sordular:

- Sana neler oluyor ey Eba1-Hakem? Niye kaçıyorsun? Korkudan yüzünün rengi solmuş Ebu Cehil, yaptığından o an için bin pişman cevap verdi:

- Aynen dün size söylediğim şeyi yapmak üzere O'nun ya­nına yaklaştığımda, bir anda karşıma büyük bir deve çıkıver­di. Onun gibi büyük, onun gibi hırsla üzerime gelen ve onun gibi tırnaklanyla beni parçalamak isteyenini bugüne kadar hiç görmedim; şayet geri kaçmasaydım, beni yiyip bitirecekti.

Daha sonra bu işin gerçek yönünü Allah Resülü'ne sordu­lar. Buyurdular ki:

- Bu Cibril'di; şayet daha yaklaşmış olsaydı onun işini bi­tirirdi. 310

310 Bkz. İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 3/43 ; Kadı Iyaz, Şifa, 1/688 vd. Baş­ka bir rivayette Ebu Cehil, "Benimle O'nun arasında bir anda, içinde devasa alevlerin olduğu büyük bir hendek meydana geliverdi. Sanki kollarını açmış beni yutacak gibiydi!" demektedir. Buna mukabil Efendimiz de, "Şayet bana biraz daha yaklaşsaydı, melekler onu parça parça edeceklerdi!" buyuracak ve mü'minlerin kuvve-i maneviyelerini takviye etmiş olacaktı. EbU Cehil'in Efendimiz'i öldürmek kastıyla üzerine gelişi hakkında farklı rivayetler bu­lunmaktadır. Bunlar, farklı zamanlarda olabileceği gibi bir kere cereyan et­miş olayı gören herkes, kendi müşahede ettiği kadannı aktarmış da olabilir. Bunun için biz, mümkün mertebe rivayetleri birleştirerek vermeye çalıştık.

290


ŞİDDET MANZARALARI ~

Bugüne kadar her türlü yönteme başvurmuş; ama bir tür­lü netice alamamışlardı. Belli ki bu savaşta, Müslümanların üstesinden gelmek için Söz'e sözle karşılık vermek yeterli de­ğildi ve daha farklı yöntemlere müracaat edilmesi gerekiyor­du. zaten kaba kuvvet, fikir planında yenik düşenlerin baş­vuracaklan bir yoldu ve o günün Mekke'si de, bu yolu tercih etmeye başlayacaktı.

Gerçi, o güne kadar münferit olarak bu metodu uygula­yanlar da yok değildi; amcasının Hz. Osman'ı bir hasınn içi­ne bağlayıp mahzende hapsetmesi, annesinin Sa'd İbn Ebi Vakkds'a manevi baskı kurarak dininden döndürmeye çalış­ması, annesinin Mus'ab İbn Umeyr'i hapsederek dövmesi, günlerce aç ve susuz bırakarak evden kovup neticede mirastan mahrum etmesi ve Ümeyye İbn Halef ile Ebu Cehil'in Bilôl-i Habeşive yaptıkları zihinlerde hala canlılığını koruyordu.

Ancak mesele, böyle münferit olaylarla çözülecek gibi değildi; daha köklü tedbirler alınmalıydı ve gelişen İslam'ın önünü alabilmek için daha kurumsal bir karşı hamle başlatıl­malıydı. Bunun için ilk hedef, Allah'ın Resülü'ydü.

Bir gün Kureyş ileri gelenleri, Kabe'nin Hıcr denilen mev-

291


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

kiinde bir araya gelmiş; Mekke'deki gelişmeleri konuşuyorlar­dı. Tabii olarak konu, o günün en önemli meselesine geldi:

- Şu adama sabrettiğimiz kadar bir başkasına sabrettiği­mizi hiç hatırlamıyorum, dedi aralanndan birisi ve ilave etti: - Büyüklerimizi sefahetle suçluyor ve ilahlanmız hakkın­da olumsuz şeyler konuşuyor da biz, h3.la O'na sabrediyoruz; gerçekten de bu, büyük bir iş!

Tam bu esnada, üzerinde konuştuklan Allah Resülü de, Kabe'ye gelmekteydi. Yaklaştı ve önce Hacerü'l- Esved'i selam­ladı. Ardından da Kabe'yi tavafa başladı. Hıcr'da bulunan kin tüccarlanna yaklaştığında O'na sözle sataşmaya başladılar. Duyduklan karşısında belli ki çok rahatsız olmuştu; Kabe gibi kutsal bir mekanda ağza alınmayacak sözler sarfediyorlar, Al­lah'ın en sevgili kuluna olmadık hareketlerde bulunuyorlardı. İkinci tavafta aynı manzara ... Üçüncü tavafta da aynı manzara karşılayacaktı O'nu ... Derken işi o kadar ileri götürmüşlerdi ki, Resül-ü Kibriya'yı celallendirmişlerdi, kin kusan bu insan­lara döndü ve Allah Resfılü:

- İşitiyor musunuz ey Kureyş! Nefsim, yed-i kudretinde olana and olsun ki, akıbetiniz perişan olur, diye seslendi.

Bakışı ve yönelişindeki heybeti o kadar ruhlanna işlemiş­ti ki, bir anda ortalık buz kesilivermişti. Çok etkilenmişlerdi; başlannda kuş varmışçasına bir hassasiyet kesbetmiş, olduk­lan yerde kalakalmışlardı. Bir anda tavırlannı değiştirmiş, en katı olanı bile mülayemet kesbetmişti. Şöyle diyorlardı:

- Sen yoluna git ey Eba Kasım! Zira, Sen cahil birisi de­ğilsin!

Bunun anlamı, "Biz Seni yine kendi haline bırakalım da ne olur Sen bize beddua etme. Sen kendi yoluna, biz de kendi yolumuza devam edelim." demekti. Resül-ü Kibriya da, ora­dan aynlıp yine bir başka muhtaç gönüle İslam'ı anlatmak üzere yola koyuldu.

292


Şiddet Manzaraları

Ertesi gün yine aynı mekanda bir araya gelmişler, yine benzeri konulan görüşüyorlardı:

- O'nun size yaptıklannı ve sizin de O'nun için yaptıklan­nızı bir hatırlayın! Adam, sizin için hoşunuza gitmeyecek her şeyi söylediği halde siz, korkup O'nu kendi haline bırakıyor­sunuz!

Olacak ya, yine tam bu sırada Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Kabe'ye çıkageldi. Göz göze gelmişlerdi. Belli ki bir dümen çeviriyorlardı. Tam, istilamla tavafa başlayacaktı ki, birden etrafında halkalanıverdiler:

- Sen miydin bizim ilahlanmız hakkında olumsuz beyan­da bulunan, atalanmızı da dalaletle itham eden, diyor ve diş biliyorlardı. Bu durumda bile Efendiler Efendisi:

- Evet, bütün bunlan söyleyen bendim, diyor ve tavnnı bile değiştirmeden doğruyu olduğu gibi söylüyordu. Ancak adamların niyeti kötüydü. Hep birden üzerine üşüşüverdiler Habib-i Zişôn'ın. Kimi cübbesinden tutmuş çekiştiriyor, kimi kolundan asılıyor, kimi de kınlası elleriyle vurmaya çalışıyor­du. Bir anda hepsi, gözü dönmüş kurt sürüsüne inkılab edi­vermişti. Hatta, Ukbe İbn Ebi Muayt, İnsanlığın Emini'nin boynuna sanğını dolamış; sıkıştırdıkça sıkıştınyor ve böyle­likle O'nu boğmak istiyordu.

Bu esnada, hiç beklenmeyen bir şeyoldu; bütün kargaşa­ya inat Kabe'nin avlusunda, kulaklan yırtarcasına gür bir ses yükseliyordu:

- Sadece, "Rabbim Allah'tır. " dediği için bir adamı öldü­recek misiniz?

Bu ses, yüzyıllar öncesinde Mısır'da yankılanan Mü'min-i AI-i Firavun'un sesi gibi gür bir sesti. Ve yine bu ses, hak dava­nın üstüne üşüşüldüğü her dönemde tekrarlanması gereken mukaddes bir sesti.

Bütün yüzler birden sesin geldiği cihete dönüverdi. Bu ses, Ebu Bekir'in sesiydi. Mekke'yi titreten bu ses, misyonu-

293


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

nu eda edecekti etmesine; ama bu sefer de Mekkeliler onun üzerine saldıracak ve hınçlanm ondan çıkarma yanşına gire­ceklerdi. Bu, o ana kadar Mekke'de yaşanan en çetin gündü. Akşam olup da Hz. Ebü Bekir (radıyallahu anh), kolu kanadı-kınk evine döndüğünde vücudunda ezilmedik yer kalmamıştı ve kıyafetleri de kanlar içindeydi. 311

Zayıf ve Kimsesizlerin Hazin Hali

Bundan böyle Mekke, Müslümanlann üzerine daha planlı geliyordu. ilk olarak, zayıf ve güçsüzleri, üzerlerine gittiklerin­de kendilerine zorluk çıkaracak dayanaklan olmayan masum kimseleri tercih ediyorlardı. Aralannda anlaşmışlardı. Her kabilenin reisi kendi uhdesinde bulunan bu türlü insanlan tespit edecek ve dinlerinden dönünceye veya başlanna belaü) olmaktan kurtuluncaya kadar işkenceye maruz bırakacaktı. Bilhassa Ebü Cehil, nerede birisinin 'La ilôhe illallah' dediğini duyarsa hemen oraya koşuyor ve -hele bir de bu şahıs zayıf ve kimsesizlerden biri ise- dininden döndürmek için ona işkence etmekten zevk duyuyordu.

Bu sıkıntılı süreçte Suheyb İbn Sinan, hafızasını yitirmiş, ne dediğini bilemez hale gelmişti.

Ebü Fükeyhe'nin ayaklanna demir zincirler bağlanmış, günün en sıcak saatlerinde sahraya çıkanlıp üzerine koca koca taşlar konuyor ve bu yükün altında akşama kadar inim inim inletiliyordu. O da hafızasım yitirmiş, akli melekelerini bu çöl­lerde kaybetmişti.

311 İbn Hibbı1n, Sahih, 14/526. Kur'an-ı Kerim, Firavun hanesinde yaşanan Ebu Bekir benzeri çıkışı şu ifadelerle anlatmaktadır: Firavun ailesinden imanını gizleyen mü'min bir adam çıkıp da şöyle dedi: 'Rabbim Allah'tır dediği için bir adamı öldürüyor musunuz? Oysa o size Rabbinizden kanıtlar getirmiş­tir. Eğer yalancı ise yalanı kendi zarannadır. Ve eğer doğru söylüyorsa, size va'dettiklerinin bir kısmı başınıza gelir. Şüphesiz Allah aşın giden, ya­lancı kimseyi doğru yola iletmez.' Bkz. Mü'min, 40/28

294


Şiddet Manzaraları

Habbab İbn Erett'in vücudunda hep yanık izleri vardı; dinini inkar etmesi için efendisi sürekli işkence ediyor, yanı­na geldikçe kızgın demirleri alıp vücuduna basıyordu. Hatta bir gün, saçlanndan yakaladıklan Habbab'ı, boynundan da sıkarak dükkanındaki ateşin üzerine yatırmış; kendilerince terbiye ediyorlardı. Dayanılmaz bir tabloydu; hatta onu bu­rada o kadar uzun tutuyorlardı ki, sırtından akan yağlar ateşi söndürüyor; böylelikle kısmen de olsa bir rahatlama imkanı buluyordu.

İşkence altında bu mihneti yaşarken Zinnire adındaki bir cariye gözünü kaybedecek.s's Zühreoğullannın eariyesi Ümmü Ubeys de Esved İbn Ebi Yeğfts'un kırbaçlan altında inim inim inleyecekti.

Henüz Müslüman olmayan Ömer'in eariyesi de bu süreç­ten nasibini alacak ve efendisi yoruluneaya kadar dayak yiye­cekti.

- Yorulmamış olsaydım; sana gösterirdim, diyerek, iş­kenceye ara verdiği dönemlerde bu kadın:

- Yann da Rabbin, aynısını sana yapacak, diye Hattaboğ­luna söylenecek, ama o gün için bunun bir faydasını göreme­yecekti.

Abdüddaroğullannda anne-kız hizmet eden iki eariye vardı ve her ikisi de işkence altına alınmış; bilhassa anne, ne dediğini bilemeyecek kadar hafızasını yitirmişti.

İşte bu sıkıntılı dönemde, ilk hedef halindeki bu zayıf ve güçsüzlerin imdadına, yine Ebu Bekir (radıyallahu anh) koşacak; onlan efendilerinden satın alarak hürriyetlerine kavuştura­caktı. Hatta, onun bu haline şahit olan baba Ebu Kııhafe:

312 EbU Ca'fer et-Taberi, er-Rıyadü'n-Nadıra, 2/22 (424). Gerçi onun gözünü Allah (celle celaluhü) ertesi gün yeniden açmış ve görme duyusunu kendisine iade etmişti. Hatta bu bile Kureyş arasında mevzu edilmiş, "Bu da Muham­med'in bir sihridir. " demeye başlamışlardı.

295


Ef e n d im i z (sallallahu aleyhi ve sellem)

- Görüyorum ki hep zayıf ve güçsüzleri satın alıp hürri­yete kavuşturuyorsun. Daha güçlülerini bulup onlan tercih etsen, hiç olmazsa bunlar seni de destekler ve arkanda güç olurlar, diye onu yönlendirmek isteyecek, ancak o:

- Bununla ben, sadece Allah'ın nzasını hedefliyorum, di­yerek yaptığı işe, kendine ait bir beklentinin girmesine asla kapı aralamayacaktı.

Zaten, çok geçmeden gelen ayetler de, Ebu Bekir'in ne kadar isabetli olduğunu tescil etmiş ve nza ufkuna ulaşmada ihraz ettiği konumu insanlara örnek olarak göstermiştl.sv

Anne ve babasıyla birlikte Müslüman olan Amrnar İbn Ya­sir, Beni Mahzüm'un kölesi idi. Başta Ebu Cehil olmak üzere kabilenin önde gelenleri onlan, gündüzün en sıcak zamanla­nnda açık araziye çıkanr ve yoruluncaya kadar işkence yapar­larm. Bir gün onlan, acınacak bu hallerinde gören şefkat pey­gamberi Allah Resülü (sallallabu aleyhi ve sellem) çok üzülmüş ve:

- Biraz daha sabır ey Yasir ailesi! Şüphe yok ki sonunuz cennettir, müjdesini vermişti.

Gerçekten de yaşlı baba Yasir, bu işkenceler sırasında cennete yürümüştü. Yaşlı ve güçsüz anne Sümeyye ise, bü­tün baskılara rağmen Rabbini inkar etmekten, Resülullah'ın aleyhinde söz sarfetmekten kaçınınca Ebu Cehil'in mızrağına hedef olmuş ve şehadet mertebesine ulaşmıştı. İslam'ın ilk şe­hidiydi Hz. Sümeyye.314

İşin kötü tarafı, bütün olanların.Arnmar'ın gözünün önün­de gerçekleşmesiydi. Üstüne, kızgın taşların biri inip diğeri kalkıyordu. Maddi ve manevi o kadar baskı altında tutmuşlar­dı ki, Arnmar şuurunu kaybetmiş ve ne dediğini bilemez hale gelmişti.

- Muhammed'e küfretmedikçe ya da Ut ve Uzza'yı ha-

313 Bkz. Ala, 87/14-21

314 Bkz. İbn Hişam, Sire, 2/162


Şiddet Manzaraları

yırla ya.d etmedikçe asla seni bırakacak değiliz, diyorlardı. Nitekim o da, Lat ve Uzza'nın adını söyleyince ancak serbest bırakılacaktı.

Arnmar serbest bırakılmıştı bırakılmasına; ama hayatının en büyük ıstırabını duyııyordu. Zira, canından çok sevdiği ve her şeyden aziz tuttuğu Allah ve Resülü yerine sahte ve beşer ürünü ilah yakıştırmalarının adını anmış ve dilini kirletmişti. Bitip tükenmişti adeta ... Kolu kanadı kınk halde huzur-u risa­lete geldi. Çok mahcuptu. Allah Resülü'nün nur cemaline baka­mıyordu. Çok geçmeden yine Allah Resülü'nde vahiy emareleri görülmeye başlandı. Bu sırada Cibril-i Emın gelmiş ve şiddete maruz kalanlann, kalbi tasdik etmedikçe dilleriyle söylemek zorunda kaldıklan kötü kelimelerin küfür olmayacağını anla­tıyordu.315 Arnmar da rahat bir nefes almış, huzur-u risalette sükün bularak adeta bütün acılannı unutuvermişti.e'"

315 Bkz. Nahl, 16/106

316 İbn Abdi'l-Berr, Üsüdü1-Gabe, 1/809 .

297


 

İBN ERKAM'IN EVİNDE

 

Created by Readiris, Copyright IRIS 2005
Created by Readiris, Copyright IRIS 2005

Namaz kılıp Kur'an okurken müşrikler, gelip alayediyor ve inananlara rahatsızlık veriyorlardı. Onun için Efendimiz ve ashab-ı kirarn hazretleri, ibadetlerini yerine getirebilmek için daha tenha yerleri tercih ediyorlar ve namazlannı buralarda kılıp Kur'an'larını sessiz zeminde okumayı masıahat olarak görüyorlardı. Ancak müşrikler, onlann bu haline de muttali olmuşlardı; buralara kadar gelip rahatsızlık verme alışkanlık­lannı devam ettirmek istiyorlardı.

Risalet vazifesiyle serfiraz kılınalı iki yılolmuştu. Yine bir gün ashab, bir araya gelmiş; Mekke dışında tenha bir yerde namaz kılıyorlardı. Yanlanna, Mekkeli bir grup geldi ve onlar­la alayetmeye, namazıanna dil uzatmaya başladı. Hareketle­rinde de ciddi bir tahrik vardı. Nihayet işi o kadar ileri götür­müşlerdi ki, aralannda başlayan ağız kavgası, çok geçmeden yerini şiddete bırakıvermişti. Bir anlık hislerine mağlup olan Sa'd İbn Ebi Vakkas, müşriklerden birisiyle yaka-paça olur­ken onunkafasını yarmış ve adam, kanlar içinde kalmıştı. Za­ten, bir bahane anyorlardı ve onlar açısından bu hadise, kendi lehlerinde kullanılacak büyük bir koz idi.

299


Efendimiz (s a l l a l l a h u a l e y h i ve sellem)

Gidişat, iyi görünmüyordu. Bu olaydan haberdar olan ve uzun zamandır meseleye bir çözüm arayan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), ibadetlerin daha rahat yapılabileceği ve gelen ayetlerin müşterek paylaşılarak herkesle Rahmani bir insibağın yaşanabileceği bir mekan arayışına girmişti. Kardelenlerin ve yumurtaların zarar görmemesi için zamana ihtiyaç vardı ve daha tenha bir yerde bu zamanın kazanılması gerekiyordu. Böylece bulunduklan yerde hedef haline gel­mekten kurtulabilir ve müşriklerle karşı karşıya gelip şiddet soluklayarak zaman kaybetmemiş olurlardı.

Erkam İbn Ebi'l-Erkam, elindeki imkanlan Hak adına kullanmanın fırsatını yakalamıştı. Safa tepesinde bir evi vardı ve Resül-ü Kibriya ile ashabı buraya davet etmişti. Burada ra­hatlıkla namaz kılabilir, Kur'an okuyup gelen ayetleri ashab-ı kiram ile problemsiz bir şekilde paylaşabilirlerdi.

Teklif makuldü ve Efendimiz tarafından da hüsn-ü kabul görecekti. Yeni bir süreç başlıyordu ve Efendiler Efendisi, İbn Erkam'ın teklifini kabul ederek Safa tepesindeki bu eve taşın­mıştı. Bunun anlamı, üç yıl sürecek yeni bir hayat demekti.s'?

Artık kötü komşular geride kalmıştı ve mekanla birlikte İslami gelişmeye de yeni bir renk gelmiş, yeni bir ivme ka­zandınlmıştı. Müslümanlar buraya gizlice geliyor ve Resül-ü Kibriya ile yeni gelen ayetleri burada paylaşıyor, iman ve tak­va adına derin sohbetlere dalıyor ve başkalannın da elinden tutma adına fikir sancısı çekiyorlardı.

Amma.. İbn Yasir ve Süheyb İbn Sinan

Arnmar'ın babası Ydsir İbn .Amir, kardeşleri Hôris ve Môlik ile birlikte Yemen'den çıkıp Mekke'ye gelmiş; kaybolan dördüncü kardeşlerini anyorlardı. Uzun uzadıya beklemiş­lerdi, ama bir türlü kardeşlerinden haber alamamışlardı. Bir

317 Bkz. İbn Aşıır, Tefsiru't-Terıvir ve't-Tahrir, 1/2321

300


İbn Erkam'ın Evinde

müddet sonra Malik ve Haris, Yemen'e dönecek; fakat Yasir Mekke'de kalmaya devam edecekti. Bu esnada Yasir, Ebu Hu­zeyfe ile anlaşmış; onun işlerini deruhte ediyordu. Kısa za­manda göz dolduran Yasir'i Ebu Huzeyfe, kölelerinden birisi olan Sümeyye ile evlendirecek ve çok geçmeden bu evlilikten, Anımar adında bir oğullan olacaktı.

Yasir ailesine olan ihsan devam ediyordu; işin bu nokta­sında Ebu Huzeyfe, Yasir'i hürriyetine kavuşturmuş ve bun­dan sonra Yasir, Mahzümoğullarının mevlası olarak hayatına devam etmişti.

Şimdi ise, Arnmar da büyümüştü ve risalet davetine ica­bet ediyordu. Rum diyanndan kopup gelen Suheyb İbn Sinan ile aynı gün İbn Erkam'ın evinin önünde karşılaşmışlardı.

Süheyb İbn Sinan, Rum diyannda esir edilmiş ve onu, Mekke'den Kelb isminde birisi satın alarak buraya getirmişti. Bir müddet sonra Kelb onu, Abdullah İbn Cüd'an'a satmış ve artık o, İbn Cüd'an'ın yanında bulunuyordu. O da, Hira'daki vuslatı duymuş ve şahsı adına da bir vuslat yaşamak arzusuyla İbn Erkam'ın evine doğru yönelmişti. Şimdi kader onu, kendi­si gibi bir delikanlı olan Arnmar İbn Yasir'le karşılaştırıyordu,

Önce Arnmür sordu: - Nereye gidiyorsun?

Suheyb, soruya soru ile karşılık veriyordu: - Peki sen nereye gidiyorsun?

Ammar:

- Muhammed'in yanına gidip O'nun sözlerine kulak ver­mek istiyorum, diye cevaplayınca Suheyb:

- Ben de aynı şeyin peşindeyim, diyecek ve beraberce eve gireceklerdi. Bu huzura erip de iman soluklamamak olur muy­du hiç? Huzura gelip de hizaya girmernek olur muydu? Hikmet çağlayanlan coşmuş; ashabıyla bütünleşip sohbet-i canan yu­dumluyordu. Böyle bir tatlı su kaynağına ulaşılır da pınarla-

301


Efendimiz (sallallalıu aleylıi ve sellem)

nndan içmernek olur muydu hiç? İki arkadaş aynı anda keli­me-i tevhidi haykıracak ve birlikte Müslüman olacaklardı.s'"

Oğullannın yeni halini hemen fark eden Arnmar'ın babası Ydsir ve annesi Sümeyye de, Muhammedü'l-Emin'e duyduk­lan güvenin de saikiyle, Müslüman olacak ve iman kervanına katılacaklardı.

Mus'ab İbn Umeyr

Mus'ab İbn Umeyr, zengin ve aristokrat bir ailenin çocu­ğuydu. Anne-babası, üzerinde tir tir titriyor bir dediğini iki etmiyorlardı. Bilhassa annesi Hiuıôs, oğluna gözü gibi bakı­yor, dizinin dibinden ayırmak istemiyordu.

Gençlik yıllanna geldiğinde Mus'ab, artık yakışıklı bir delikanlıydı. Bakımlıydı; bir giydiğini ikinci kez giymez, gü­zel kokular kullanırdı. Hayranlıkla takip edilen biri haline gelmişti. Geçtiği sokaklarda pencereler aralanır, onu görüp seyredebilmek için perdeler hareket eder ve arkasından uzun uzun süzülürdü, İtibarlıydı; meclislerde bulunması şeref ka­bul edilir ve hep hürmet görürdü, Kapılar da, kalpler de ken­disine sonuna kadar açıktı.

Derken bir gün, onun da kulağına bir şeyler gelmiş ve içini önlenemez bir merak almıştı. Tarif edemediği bir meraktı bu. Sürpriz bir şekilde bir akşam, kendini İbn Erkam'ın evinde bu­luverdi. İnsanlığın Emini orada Kur'an okuyup sohbet ediyor, dua ve ilticada bulunuyordu. Kulak verdi bir müddet ... İnsa­nın bu sese vurulmaması mümkün değildi. Çok tatlı bir hikmet çağlayanıyla karşı karşıyaydı. Kulağından girenlerin, hücrele­rine kadar işlediğini hissediyordu. Kalbinde tatlı bir sızı başla­mış, dimağı görüp dinledikleriyle hüşyar hale gelmişti.

,..

Onun bu durumu, Hz. Peygamber'in (sallallalıu aleyhi ve sellem)

gözünden kaçmadı. Yaklaştı yanına ve elini göğsüne koyup sı-

318 Bkz. İbnii'l-Esir, Üsüdii'l-Ğabe, 3/307; 2/460

302


İbn Erkam'ın Evinde

vazlamaya başladı. Mübarek ellerin hareketiyle iliklerine kadar imanın işlediğini hissediyordu. Daha oracıkta, yaşının fevkinde bir olgunlukta bir kabul yaşadı Hz. Mus'ab! Akışı değiştirecek bir olgunluktu bu! Kabına sığmıyordu; nur kesilmiş, sevinç­ten uçuyordu. İnsanların hayranlıkla baktıkları o lüks hayatın kendisine huzur vermediğini, veremeyeceğini şimdi daha iyi anlıyordu. Çünkü, burada her şey yeni ve çok orijinaldi.

Artık Mus'ab da, Bildner gibi İbn Erkam'ın evinden ne­bean eden bu tatlı su kaynağına kendini kaptırmış; oraya uğramadan edemiyordu. Bir taraftan Allah Resülü'nün söz­lerindeki letafetle iliklerine kadar huzur soluklarken, diğer yandan da böylesine bir kıymetin farkına varamadıklan -hat­ta O'na karşı tavır aldıkları- için Mekkelilere kızıyordu. Böyle bir kıymetin kadri bilinmez miydi hiç?

Müslüman olmuştu olmasına, ama bunu ailesine -hele an­nesine- nasıl anlatacaktı? Zira, ondan çekindiği kadar hiçbir güçten çekinmiyordu. Bütün gücüyle Mekke üstüne gelse en­dişe duymazdı; ama annesinin vereceği tepki, aklını başından alıyordu. Bu sebeple imanını gizlemeye karar verdi; kimseye bir şey söylemeyecek ve böylelikle annesiyle de karşı karşıya gelmemiş olacaktı.

Ancak o gün için Mekke' de, herhangi bir şeyi gizlemeye imkan yoktu; adeta herkes Kureyş'in casusu haline gelmiş; birbirine haber taşıyordu.

Bir gün, İbn Erkam'ın evine girerken Osman İbn Talha görmüştü onu. İkinci defa gördüğünde, Mus'ab namaz kılı­yordu. Mus'ab'ın da yeni akıntıya kapıldığında şüphesi kal­mamıştı Osman'ın. İnanamıyordu; onun gibi zengin birisi, nasılolur da Arnmar gibi, Biıaı gibi, Habbab gibi fakirlerle be­raber oturup kalkabilir; onlann arasına katılıp da atalannın geleneğinden, putlardan kopabilirdi? Hemen Muş'ab'ın anne­sine koştu ve vakit geçirmeden durumu haber verdi. Zira bu gidişe bir çare bulunmalı, akışa 'dur' denmeliydi!

303


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Mus'ab'ın yeniden doğduğunu duymayan kalmamıştı artık Mekke'de! Beklediği gibi, annesinin şiddetli tepkisiy­le karşılaştı. Bir zamanlar, el üstünden inmeyen Mekke'nin delikanlısı Mus'ab, artık "Allah" deyip, "Peygamber"e hayran­lığını ifade ettiği için her gün dayak yiyordu. 'Onlarla irtibat kurmasın.' diye kuytu bir yere hapsetmiş ve başına da bir bek­çi dikmişlerdi. Aklıyla gönlü Allah Resülü'nün yanında, ama bedeniyle kendi evinde hapis yaşıyordu artık!..

Evet, annenin istekleri çok önemliydi, ama bir anne de, göz göre göre oğlunun kalbine kilit vurmamalıydı. İncitemez­di onu da ... Hakkı vardı üstünde!.. Ancak gönlünun gülüyle irtibatının kesilmesini bir türlü hazmedemiyordu. Tam, "bul­dum" derken mahrumiyetin ne anlamı vardı?

Hz. Ebu Bekir'İn Teşebbüsü

Aradan bir müddet daha geçmişti. Efendimiz'in etrafında henüz otuz sekiz mü'min bulunuyordu. Gelen vahyin aydın­lığında gönül zenginliği zirve yapan Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh) ruhundaki fırtınalan dindirememiş ve Ebu Zerr gibi o da, Allah'ın adını Kabe' de haykırmak istemişti. Önce Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), güç dengesinin olmadığını vurgulayıp:

- Biz, adet itibariyle çok azız, dese de Hz. Ebu Bekir'i kı­ramadı. Ardından da, onu yalnız bırakmamak için beraberce Kabe'ye geldiler. Herkes bir köşeye çekilmiş, insanlan açıktan İslam'a davet eden Hz. Ebu Bekir'i dinliyordu. Böylelikle o, aynı zamanda ilk hatip olma vasfını da ihraz etmiş oluyordu.

Ancak, kendi iradesinin dışında bir başka gelişmeye asla tahammülü olmayan Kureyş, dört bir yandan üzerlerine çulla­nıverdi. Oradaki herkesi hedef almışlar ve ellerine ne geçirmiş­lerse önlerine gelene acımasızca vuruyorlardı. Bu arada, Hz. Ebu Bekir'i de ayaklan altına almış çiğniyorlardı. Bilhassa Utbe İbn Rebzu'nın, tükenme bilmeyen bir hıncı vardı ve Hz. Ebu Bekir'i ölümüne dövüyordu. O kadar ki, Hz. Ebu Bekir'in yüzü

304


İbn Erkam 'ın Evinde

kanlar içinde kalmış, burnu adeta yüzüne yapışmıştı. Takati tükenen Hz. Ebu Bekir'in bedeni, hareketsiz bir şekilde yerde yatıyordu. Nihayet, 'öldü' diye bir kenara bırakıp çekip gittiler.

Derken, konudan haberdar olan akrabalan gelip aldılar ve hareketsiz yatan Ebu Bekir'i ve evine götürdüler. Durumun ciddiyetini görünce de, yeniden Kaba'ye dönerek, yemin bil­lah edip, oradakilere şunlan söylediler:

- ValIahi şayet Ebu Bekir ölürse, Utbe'yi de biz öldürü­rüz.

Ardından tekrar Hz. Ebu Bekir'in evine döndüler. Bü­tün akrabalar toplanmış, yaşadığına dair bir tepki vermesini bekliyorlardı. Cevap versin diye de sürekli konuşturmaya zor­luyorlardı.

Akşama doğru bir ara kendine gelir gibi oldu .. Ebu Be­kir hareket etmişti. Evet, yaşıyordu!.. Etrafındaki akrabalan, böylelikle rahat bir nefes almışlar, yıllar boyu devam etmesi muhtemel bir kan davasını hafif atlatmışlardı.

Ebu Bekir, niçin yaşadığını çok iyi bilen bir insandı ve ufkunu hep O'nun sevgisi doldurmuştu. Malını da canını da, daha baştan feda ederken, bugünlere zaten hazırdı. Güçlük­le kendini toplamaya çalıştı; zorlasa da kendini, ayağa kalka­mıyordu. Bir şeyler demeye çalışıyordu. Titrek dudaklanndan dökülen ilk cümle şu oldu:

- Resfılüllah ne durumda?

Etrafındakilerin bu heyecanı anlamalarına imkan yoktu ve ölüme ramak kala geri dönen bir adamın, ayılır ayılmaz ilk tepki olarak başkasını düşünüp O'nun halini sorması, onlar için anlaşılır bir durum değildi. Hiç önemsemediler bile ve ar­dından ona yiyecek ve içecek vermeye çalıştılar.

Onun gıdasının, yeme ve içmeyle alakah olmadığını bile­mezlerdi. Beraber yola çıktıklan yerde Habibi'nin başına bir şey gelmişse Ebu Bekir, nasıl yemek düşünebilir; hayır haber­lerini almadığı sürece soğuk suyla nasıl serinleyebilirdi!


Efendimiz (sallallalıu aleylıi ve sellem)

Yaşadığını görmüşlerdi ya, artık akrabalan da ayrılmış; Ebu Bekir de annesiyle baş başa kalmıştı. Gözlerini yeniden açtığında, annesi başında elinde bir kase çorbayla bekliyordu. O, yine güçlükle hareket ettirdiği dudaklanyla aynı cümleleri tekrarladı:

- Resülüllah nasıl? O ne durumda?

- Vallahi, sahibin hakkında bir bilgim yok, diye cevapladı

annesi, şaşkın bakışlarla. Bir anne olarak yüreği yanıyordu; yıllardır özlemini çektiği ve nice yalvarmalardan sonra Rab­binin kendisine ihsan ettiği biricik oğlunun, kolu kanadı kırıl­mış; kanlar içinde yatıyordu.

Çaresizdi... Ayağa kalkmak için kendini zorladıysa da buna imkan yoktu. Kendi başına çözemeyeceği bir problemle karşı karşıyaydı ve yalvardı adeta annesine:

- Ne olur, Hattab'ın kızı Ümmü Cernil'es'? bir gitsen de O'nun durumunu soruversen!

Anne yüreği, daha bir şefkatle atıyordu. Oğlunun bu is­teğini yerine getirmek için Ümmü Cemil'in yanına gitti, çare­siz. Önce:

- Ebu Bekir, senden Abdullah'ın oğlu Muhammed'in du­rumunu soruyor, dedi.

Ancak o gün, iman ettiğini açıklamak bir insan için, bela ve musibetlere kapılannı açmak anlamına geliyordu. Evet, Ümmü Cemil de iman etmişti; ama Kureyş'in şerrinden bir nebze emin olabilmek için imanını açıklamıyordu. Önce, ne Ebu Bekir'i ne de Abdullah'ın oğlu Muhammed'i tanıdığını söyledi. Ancak Ümmü1-Hayr buraya kadar gelmiş se mutlaka önemli bir durum söz konusuydu.

319 Ümmü Cemil, Hz. Ömer'in kendisinden önce Müslüman olan ve Said İbn Zeyd ile evli bulunan Fatıma Binti Hattab idi. Bkz. İbrıü'l-Esir, Üsüdü'l-Ğabe, 7/215,297

306


İbn Erkam 'ın Evinde

- Bu işte bir gariplik var, deyip birlikte eve geldiler. Hz.

Ebu Bekir, evde baygın ve hareketsiz yatıyordu. Yanına yakla­şıp halini görünce kendini tutarnadı Ümmü Cemil, Ümmü'l­Hayr'a hissettirmemeye çalıştığı durumu da göz ardı ederek:

- Sana bunu reva görenler, şüphesiz ki ehl-i fısktır. Umu­yorum ki Allah, çok geçmeden senin intikamını alır, deyiverdi farkına varmadan. Ebu Bekir'in tepkisi yine farklı değildi:

- Resülüllah ne yaptı? O nerede?

Ümmü Cemil kendini toparlamış ve yeniden temkinli ha­line avdet etmişti:

- Annen burada, konuştuklannı duyuyor, dedi sessizce.

Ebu Bekir, annesini tanıyordu ve:

- Ondan sana bir zarar gelmez. Ondan sır çıkmaz, diye teminat verince, Ebu Bekir'i rahatlatacak müjdeyi verdi:

- Sağ ve salim.

Ancak o, bununla yetinecek gibi görünmüyordu. Zaten

sadakat de bunu gerektiriyordu. Tekrar sordu: -NeredeO?

- Erkaın'ın evinde, diye cevapladı Ümmü Cemil,

Dünya gözüyle görmeden acılan dinecek gibi değildi ve son bir gayretle kendini toparlayıp:

- Allah'a andım olsun ki, Resülüllah'ın yanına gidip O'nu görüneeye kadar ne bir şey içer ne de bir lokma yerim, dedi etrafındakilere.

Ortalığın sakinleşmesini beklemekten başka çare yoktu.

Akşam olup ortalık süküna erince, yatalak Ebu Bekir'in iki ko­luna girerek İbn Erkam'ın evine getirdiler.

Kapıdan girip Habib-i Ekrem'inin nur cemalini görür gör­mez üzerine kapandı Sıddik-i Ekber ve yüzünü gözünü öpme­ye başladı Habib-i Zişan'ın, Dünyalılar açısından çok acınacak durumda olsa da onun için dünyalar kendisine bahşedilmiş gibiydi. Tarifi imkansız bir haz yaşıyordu. Aynı zamanda bu,

307


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Allah'ın en sevgili kulunu, anne-babadan, yar ve yarandan öte sevmenin; imanın kemal noktasına ulaşmanın bir neticesiydi. Zaten Resfılullah da öyle buyurmamış mıydı?320

Bu arada huzurdaki diğer sahabeler de, bedeninin her bir

i

yerine darbe alan Hz. Ebu Bekir'in haline bakıp bakıp ağlaşı-

yorlardı. Gelişmeler karşısında Allah Resülü de çok duygulan­mıştı. O'nun bu halini de fark etmişti İbn Ebi Kuhafe. Zaten, çok hassas bir yapısı vardı ve Habibi'nin, kendi durumunu görüp üzülmesine de gönlü razı değildi ... Olamazdı!.. Bir ara kendini toparlayıp hıçkınldanna hakim olan Ebu Bekir'in (ra­dıyallahu anh) dudaklanndan şunlar döküldü:

- Anam-babam sana feda olsun ya Resülallahl Bende önemli bir şey yok. Sadece o fasıkın yüzüme basıp ezmesi bi­raz acı veriyor.

Bu ne sevgi ki, sevdiğinin kendi yaşadıldanna üzülmesine de aynca üzülüyor ve O'nu üzmemek için iyi olduğunu söyle­meye çalışıyordu.

Resülüllah'a bu derece yakınlaşmıştı ya, bunu da imanı adına değerlendirmeli; fırsatı kaçırmamalıydı. Üzerinde tit­reyen annesini göstererek, içten yalvaran bir sesle, şu talepte bulundu:

- İşte bu annemdir ya Resülallahl Bana karşı sevgisi çok derin, anne-babasına karşı da çok iyidir. Sen mübareksin. Onu, bir de Sen Allah'a davet etsen. Onun için Allah'a dua et­sen de Allah, Senin vesilenle onu cehennemden korusa!

Bu, ne samirniyet ... Ve yine bu, ne fedakarlıktı. Ve böy­lesine samimi talebe Allah Resülii de hayır demeyecekti. El­lerini açtı ve Ebu Bekir'in (radıyallahu anh) annesine iman nasip etmesi için yalvardı Rabb-i Rahim'ine.

Demek ki vakit gelmişti ve bu ne lütuftu ki, Hz. Ebu Be-

320 Müslim, Sahih, 1/67 (44)

308


İbn Erkam'ın Evinde

kir'in annesi Ümmü'l-Hayr daha oracıkta Müslüman oluver­mişti,321

Ölümle burun buruna geldiği anlarda bile başkalannın dünya-ahiret saadetini düşünen Hz. Ebu Bekir'in sevincine diyecek yoktu. Annesinin Müslüman oluşu, bütün ıstırapla­nnı unutturmuştu. Resülullah'la birlikte İbn Erkarn'ın evinde bir ay kadar kaldılar.

Bu üzücü hadise, mü'minleri sevindirecek bir başka se­mereye gebeydi ve o gün, Efendimiz'in amcası ve süt kardeşi Hz. Hamza gelip Müslüman 01acaktı.322

Hz. Hamza'nın Müslüman Oluşu

Hz. Hamza, yeğeni Muhammedii'l-Emin'den iki yaş büyüktü ve aynı zamanda O'nunla süt kardeş oluyordu. Annesi Hale, Efendimiz'in annesi Amine'nin halasının kızıy­dı. Uzun zamandır olup bitenleri uzaktan seyrediyor, yeğeniy­le ilgili söylenilenleri dinleyip kafasında ölçüp biçiyor; ama bir türlü son karan verip de huzuruna gelemiyordu.

Nübüvvetin başladığı günden bu yana henüz iki yıl geç­mişti.323 Yine bir hac mevsimiydi. Zilhicce ayının bir gününde Ebu Cehil, Safa tepesinde bulunan Allah Resülü'nün yanına gelmiş ve ağza alınmayacak sözler sarfederek O'na sataşmış, her zamanki gibi Habib-i Zişan'ın gönlünü kınp ruhunu in­citecek birçok harekette bulunmuştu. Bütün bunlara rağmen Allah Resülü susuyor ve cevap vermeye bile tenezzül etmiyor­du. İstediği karşılığı bulamayınca da Ebu Cehil, oradan aynl­mış ve Kabe'ye, kendisi gibi düşünen Kureyşlilerin bulunduğu

321 İbn Hacer, el-İsabe, 8/200 (12006); Halebi, Sire, 1/456 322 Heysemi, Mecmeu'z-Zevaid, 9/267

323 Bazı rivayetlerde Hz. Hamza'nın, risaletten altı yıl sonra Müslüman olduğu da yazılıdır. Bkz. İbn Sa'd, Tabakat, 3/9

309


Efendimiz (sallallahu a l e y h i ve sellem)

yere gelmişti. Abdullah İbn Cüd'an'ın hizmetçisi de, bulundu­ğu mekandan bütün bu olanlara şahit olmuştu.

Çok geçmeden Efendimiz de oradan ayrılıp hane-i saa­detlerine gelmişti.

Bu arada Efendimiz'in bir diğer amcası Hamza İbn Ab­dulmuttalib, ok ve yayını kuşanmış vaziyette avdan dönüyor­du. Hamza, heybetli ve güçlü bir delikanlıydı; Kureyş arasın­da herkes ondan çekinir ve cesareti karşısında hayranlığını gizleyemez, karşısında olmaktansa her zaman onunla birlikte hareket etmeyi tercih ederdi. Avcılık işini de, sanki bir iba­det neşvesi içinde yapar; tam tekmil kuşandıktan sonra çıktığı avından dönerken herkesle selamlaşır ve o günkü işini, evine gelmeden önce Kabe'ye uğrayarak noktalamak isterdi. O gün de Hamza, her zaman olduğu gibi avdan dönerken, karşılaştığı insanlara selam veriyor; onlann hal ve hatırını sorup gönülle­rini almaya çalışıyordu. Nihayet, Abdullah İbn Cüd'an'ın hiz­metçisiyle karşılaştı. Zulme seyirci kalmak da ayrı bir zulüm­dü ve bugün, yeğeninin yaşadıklannı mutlakaAmca Hamza'ya anlatması gerektiğini düşünüyordu. Onun için önce:

- Ey Eba Umaral Biraz önce yeğenin Muhammed'e, Ebu'l­Hakem İbn Hişam'ın (Ebu Cehil) yaptıklanndan hiç haberin var mı? İşte, şurada görünce O'nun, üzerine yürüdü, ağza alınmadık kötü sözler sarfederek Muhammed'e çok eziyet etti. Karşı koyması için de tahrik etmişti; ama Muhammed, ona iltifat bile etmedi, hiç konuşmadı onunla, dedi.

Hamza, bir anda hiddetlenmiş; sinirden damarlan dışan fırlayacak gibi olmuştu. Evet, yeğeni yeni bir dinle gelmişti; ama O'nu çok seviyordu. Bugüne kadar O'na yapılanlar kar­şısında pek sesini çıkarmamıştı; belki de henüz yapılanların boyutundan habersizdi. Savunmasız bir adama, hiç suçu yok­ken bu kadar zulüm yapılır mıydı hiç! Ok ve yayını kaptığı gibi dışan çıktı; belli ki hedefinde sadece Ebu Cehil vardı. Ar­tık insanlara selam vermeyi bile unutmuştu. Belli ki, Hamza

310


İbn Er k a m u n Evinde

yeni bir ava çıkmıştı! Yolda giderken karşılaştığı herkes, onun hiddet dolu gelişini görünce telaşlanmış, olacaklan merakla beklerneye durmuştu. Kimsenin yanında durmuyor, alışkın olduklan şekilde kimseye selam bile vermiyor ve belli bir he­defe kilitlenmiş, mütemadiyen hızlı adımlarla yürüyordu.

Nihayet, Kabe'ye geldi. 'Gözleri birisini anyordu ve aradı­ğı şahsı, insanlar arasında otururken gördü. Hızla yanına gel­di. Oturanların ağızlan yüreklerine gelmişti. Daha onun geli­şini görür görmez Ebu Cehil, bugün yaptıklanna bin pişman olmuştu, ama artık iş işten geçmişti. Doğruca Ebu Cehil'in yanına geldi, yayını kaldırdı ve şiddetle vurmaya başladı. Bir taraftan da:

- Sen nasıl olur da O'na sataşır, kötü sözler söylersin?

Ben de O'nun dinindenim; O'nun dediklerini diyorum. Haydi, gücün yetiyorsa benim karşıma çık da göreyim seni, diyordu.

Ebu Cehil, kanlar içinde kalmıştı. Onu bu halde gören Mahzümoğulları Hz. Hamza'ya engelolmaya yeltenmişlerdi. Ancak Ebu Cehil buna mani oldu:

- Ebu Ilmara'yı bırakın! Gerçekten bugün ben, O'nunyeğe­nine ağır küfürler ettim,324 diyordu. Belki de maksadı, elinden kaçan Hz. Hamza'yı yeniden geri getirmekti. Belki de henüz, testinin kırıldığından haberi yoktu. Ama artık çok geç kalmıştı.

Bu arada bazılan laf atmayı ihmal etmeyecekti:

- Ne o Hamza! Yoksa sen de mi sabi oldun, Hz. Hamza'nın cevabı gecikmedi:

- Benim için her şeyaçığa çıkıp da netleştikten sonra, O'nun Resülullah olduğunu ve söylediklerinin de hak olduğu­nu söylememe hangi şey mani olabilir ki! Allah'a yemin olsun ki ben, O'ndan vazgeçmeyeceğim; sözünüzde sadık iseniz hay­di bana engelolun da göreyim!

Hamza kararlıydı ve doğruca yeğeni Muhammedü'l-

324 İbn Hişam, Sire, 2/128-129

311


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Emin'in yanına geldi. İçinde bulunduğu ruh haletini anlattı O'na ... Düşüncelerini paylaştı uzun uzun ve bundan böyle hep yanında olacağının müjdesini verdi. Aslında zor bir seçimdi; zira bir amca için, kendisinden iki yaş küçükbir yeğenin di­zinin dibine çöküp her şeyiyle O'nu kabullenmek; kırk dört yıllık geçmişin üzerine bir sünger çekip yeniden doğmak ve bugüne kadarki birikimi bir kenara itip hayata sıfırdan baş­lamak; ciddi bir irade gerektiriyordu ve bu iradeyi o gün Hz. Hamza ortaya koymuştu.

Ancak bu iradeyi ortaya koymak, öyle sanıldığı gibi ko­lay değildi; akşam olup evine döndüğünde nefis ve şeytan onu kıskaca almak için zihnine soru üstüne soru atmaya çalışıyor­du. Hamza gibi birisi iman safındaki yerini alıyordu ya, şeytan hiç boş durur muydu! Hemen yanında belirmiş ve:

- Hani sen, Kureyş'in efendisi değil miydin? Atalannın dinini bırakıp da gidiyor ve bir sabiye tabi oluyorsun? Senin yaptığını yapmaktansa ölüp gitmek daha hayırlıdır, diyerek içine kor atmaya çalışıyordu.

Tam şeytanca bir yaklaşım ve şeytani düşünce ... Suret-i haktan gözüküp de muhatabının aklını çelrnek için takınılan riyakarca bir tavır ve tam bir fırsat avcılığı! Ancak, aslan avcısı Hamza, artık Hz. Hamza olmuştu ve onun gibi bir irade, öyle kolay teslim olmazdı. Ancak, vesvese hMa devam ediyordu; tabii, Hamza gibi bir adamın peşi bırakılır mıydı hiç!

Gözüne uyku girmeyen Hz. Hamza, halini Rabbine arz et­mek için doğruca Kabe'nin yolunu tutacak ve orada dua dua yalvararak kalbine düşen şüphe ve vesveselerden kurtarması için Allah'a yalvaracaktı. Artık bir yola girmişti ve o yolun ge­reğini de yerine getirmeliydi. Gerçekten de Allah (celle celaluhü), bu samimi yönelişin ardından Hz. Hamza'ya musallat olan hali ondan kaldırmış ve Hz. Hamza huzur içinde yeniden evi­ne dönmüştü.

Sabahın ilk ışıklanyla birlikte Hz. Hamza, doğruca yeğeni

312


İbn Erkam 'ın Evinde

Muhammedü'l-Emin'in yanına geldi ve dünden bu yana ba­şından geçenleri anlattı. Allah Resülü (sa1Ia1lahu a1eyhi ve sellem), şefkatle amcasına yöneldi ve uzun uzun konuştu onunla; polat gibi bir imanın, üstesinden gelemeyeceği hiçbir mesele ola­mazdı ve Hz. Hamza da, bu imanı ortaya koyacak, şeytana pa­buç bırakmayacaktı. O gün yeğeninin yanından ayrılırken son sözü şunlar olmuştu:

- İçten gelen en sadık duygularla söylüyorum ki Sen, iyi ve doğruyu temsil ediyorsun, ey kardeşimin oğlu! Hiç endişe duymadan Sen, dinini tebliğe devam et! Allah' a yemin olsun ki, artık benim için güneşin bile aydınlığının hiç önemi yok! Çünkü ben artık ilk dinime kavuştumlf"

Hz. Hamza'nın gelişi, Müslümanlar için ayrı bir önem arz ediyordu. Gülmeye hasret yüzler, bir nebze de olsa tebessümle tanışmış; örselenmiş duygular sürürla barışmaya başlamıştı, Ne büyük bir rahmetli bu; başlangıcı kötü gibi görünen bir gü­nün sonunda Hamza gibi bir aslan avcısı gelmiş, Efendimizle birlikte saf tutuyordu. Ve, artık hep O'nunla birlikte hareket edecek ve yükünü kaldırmasına yardımcı olacaktı. Bundan son­ra da Kureyş, aleyhte komplo kurarken Hz. Hamza'nın varlığını mutlaka hesap edecek; en azından yapageldiği bazı alışkanlık­lanndan vazgeçecek ve adımlarını da ona göre ayarlayacaktı.

Böylelikle Muttalib ailesi bir annma yaşıyor; Ali ve Ham­za gibi sinesi İslam'a teşne olanlar gelip huzurda hayat bulur­ken, Ebu Leheb ve oğullan Utbe ile Uteybe gibi kah kalpliler, Allah'ın zikrinden gafil ve mühürlenmiş kalpleriyle imana sırt çeviriyorlardı. Gelecek bir ayet, konuyu şöyle özetleyecekti:

- Allah'ın, göğsünü İslam'a açması sebebiyle, Rabbi ta­rafından nüra kavuşan kimse, kötü tercihi sebebiyle fıtratını değiştiren, kalbi kahlaşan ve göğsü daralan kimse gibi olur mu hiç?

325 Bkz. İbn Hişam, Sire, 2/129


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Kalpleri, Allah'ı anma hususunda katılaşmış olanlara ya­zıklar olsun! İşte onlar, besbelli bir sapıklık içindedirlerlsw

Utbe'nin Planı

Mekke'de her an yeni bir sürpriz vardı; bir yandan Cibril-i Emin'in getirdikleri dalga dalga yayılıyor; diğer taraftan da Ku­reyş, her an yeni bir tuzakla inananların karşısına çıkıyordu. Bugüne kadar envai çeşit kılığa girmişlerdi; ama hiçbirisinden bekledikleri sonucu alamamışlardı. Şimdi bir de, Hamza gibi bir adamlannı kaybetmenin sancısını yaşıyorlardı! Üstüne üst­lük, her geçen gün karşı tarafın kemiyet ve keyfiyetinde bir artış gözlenmesine rağmen kendileri sürekli kayıp yaşıyorlardı.

Önderleri ve fikir babalan konumundaki Utbe, bir gün kalkacak ve arkadaşlanna bir teklifte bulunacaktı. Bu sırada Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Kabe'de oturmuş, tek ba­şına Rabbine kul1ukta bulunuyordu. Utbe, yanındaki arkadaş­lanna Efendimiz'i göstererek şöyle diyordu:

- Ey Kureyş! Ne dersiniz; ben gidip Muhammed'le konu­şayım ve O'na bazı tekliflerde bulunayım. Belli mi olur, belki bazılannı kabul eder.

- Olur, ya Ebe'l-Velid, Git ve konuş O'nunla!

Kavminin düşüncesini de alan Utbe, ayağa kalktı ve doğ­ruca Efendimiz'in yanına geldi. Hayret, gelişinde bile bir mülayemet vardı; sanki o güne kadar köpürüp duran Utbe de­ğildi gelen! Yanına sokuldu ve:

- Ey kardeşimin oğlu, diye başladı söze. Üzerinde imana dair bir emare de görünmüyordu; ama bu kadar alttan alma­sının, bu kadar yumuşak davranmasının sebebi ne idi acaba? Sözlerine şöyle devam etti:

- Sen de biliyorsun ki, aramızdaki konumun ve kavmin nezdindeki yerin çok farklıdır. Ancak Sen, kavmine öyle tek-

326 Bkz. Zürner, 39/22; Vahidi, Esbiibü Nüzüli'l-Kur'an, s. 383

314


İbn Erkam'ın Evinde

liflerle geldin ki onunla, onlann aralannı açtın, büyüklerini dalaletle suçladın; dini anlayış ve ilahlannı ayıplar oldun; kısaca, atalannın bıraktığı ne varsa hepsini yok saydın! Bak, şimdi iyi dinle! Sana bazı tekliflerde bulunacağım; belki kabul edersin de bir noktada anlaşınz!

Bir anda Efendiler Efendisi de dikkat kesilmişti; acaba ne türlü bir teklifle bulunacaktı da aralanndaki husumet bite­cekti ve bundan böyle sulh imkanı doğacaktı?

- Söyle ya Ebe'l-Velid, seni dinliyorum, buyurdular.

- Ey kardeşimin oğlu, şu bize teklif edip durduğun işle Sen,

şayet mal elde etmeyi düşünüyorsan, aramızda istediğin kadar mal toplayalım ve Seni en zenginimiz yapalım. Şayet bununla şerefli bir konum arzun varsa, Seni başımıza reis yapalım ve Senden habersiz hiçbir adım atmayalım. Bununla şayet Sen, bir taht peşinde isen, Seni başımıza kral tayin edelim. Ancak şayet bu sana gelenler, altından kalkıp üstesinden gelemedi­ğin bir cin tasallutu veya rüya ise, Seni bu durumdan kurtar­mak için mallanmızla seferber olalım ve bu durumdan Seni kurtaralım. Çünkü, şayet tedavi olunmazsa musallat olan cin o adamı etkisi altına alır.

Kureyş'in yeni planı belli olmuştu. Efendimiz (sallallahu aley­hi ve sellern), derin bir süküt içindeydi; bu adamlar neyin peşin­deydi! Utbe, bir adım daha attı ve şunlan söyledi:

- Ya Muhammed! Sen mi hayırlısın, yoksa baban Abdul­lah mı?

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), bu soruya da cevap ver­medi. Hayır, belki de cevabın en güzeli olan süküt ile karşılık veriyordu. Beklediği cevabı alamayan Utbe, devamla şu şey­tanı cümleleri söylemeye başladı:

- Eğer, onun Senden daha hayırlı olduğunu kabul ediyor­san, muhakkak o, Senin şu anda tahkir ettiğin ilahlara taptı. Yok, eğer kendini ondan daha hayırlı görüyorsan, o zaman ko­nuş da anlattıklannı ben de dinleyeyim.

315


Efendimiz (sallallalıu a l e y h i ve sellem)

Sıra Hz. Peygamber' e gelmişti ve o ana kadar dinleyen Al-

lah Resülü sordu:

- Diyeceklerin bitti mi ya Ebe'l-Velid? Başka ne diyebilirdi ki!

- Evet, dedi sessizce. Ardından sözü, Söz Sultam aldı.

önce:

- O zaman, biraz da sen Beni dinle, dedi. Utbe:

- Tamam, diyordu.

Büyük bir ihtiramla diz çöktü ve:

- Bismillahirrahmanirrahim! Ha-mim! Bu Kur'an. Rah­man ve Rahim Allah'tan gelen bir mesajdır. Ne yaptığını bi­lenler için onun ayetleri, Arapça bir Kur'an olarak teker teker açıklanmıştır. Onda, hem gelecekle ilgili müjdeler, hem de ku­lak tıkayanlar için başlanna geleceklerin haberi vardır. Buna rağmen inkar edenlerin çoğu ona kulak verip inanmaz ve on­dan yüz çevirir ve der ki, "Senin bizi çağırdığın hususların kalbirnize nüfuz etmesini engelleyen bazı perdeler var. ~27

Efendiler Efendisi okuyor, Utbe de kenara çekilmiş sesini çıkarmadan dinliyordu. On üçüncü ayetine gelince, Utbe daya­namadı. Sıtma tutmuş gibi titriyordu. Ellerini Allah Resülü'nün mübarek dudaklanna götürdü. Takati kalmamıştı:

- Sus ya Muhammed! İnandığın Allah aşkına sus, dedi. Efendimiz de ona:

- İşte ey Utbe! Duyduklanm duydun, bundan sonrası se­nin bileceğin iş, buyurdu.

Utbe, büyük bir şok yaşıyordu; dinledikleri karşısında de­lik deşik olmuştu adeta. Belki de, böylesine büyük bir kamete karşı, az önce yaptığı tekliflerin basitliği karşısında hicap du­yuyordu. Büyük bir darbe yemiş olmanın ağırlığıyla yerinden

327 Bkz. Fussılet, 41/1 vd.

316


İbn Erkam 'ın Evinde

kalktı ve yavaş yavaş arkadaşlannın bulunduğu yere doğru yöneldi.

Beri tarafta onun gelişini gözleyenler, Utbe'nin bitkin ge­lişini görünce aralannda konuşmaya başlamışlardı. Ebu Cehil dayanamadı ve:

~ Allah'a yemin ederim ki Ebu'l-Velid, gittiğinden çok farklı bir yüzle geri geliyor, diyerek ondaki değişimi paylaştı kendi arkadaşlanyla. Bu arada Utbe de gelmişti:

- Neler oldu, hele bir anlat ey Ebe'l-Velid, dediler. Üze­rinde hala yediği şokun etkisi vardı. Gözleri bir noktaya kilit­lenmiş, tane tane şunlan söylüyordu:

- Valiahi, öyle sözler işittim ki, daha önce bir benzerini asla duymamıştım. ValIahi de o, ne bir şiir, ne bir sihir ve ne de bir kehanet! Ey Kureyş topluluğu! Gelin siz benim dedik­lerime kulak verin de, şu adamla yapmak istediklerinin ara­sındaki engelleri kaldıralım! O'nu, kendi işiyle yalnız bırakın! Allah'a yemin olsun ki, O'ndan duyduğum bu sözlerde büyük bir haber var! Böylelikle, şayet Araplar O'na üstün gelirse, si­zin dışınızdaki birileri bu meseleyi halletmiş olur; ancak gün gelir de O, Araplara üstünlük sağlarsa, o zaman, O'nun mülkü sizin mülkünüz, izzeti de sizin izzetiniz olur ve siz o zaman, insanların en mutlusu haline gelirsiniz.

Dinleyenlerin suratı asılmıştı, duyduklanndan hoşlan­madıklan her hallerinden belliydi. Zaten bu kadarını bile, bu­runlanndan soluyarak dinlemişlerdi.

- ValIahi de ya Ebe'l-Velidl Diliyle O, seni de sihirlemiş, deyip işin içinden çıkıverdiler veya en azından çıktıklannı sandılar. Arkalarını dönüp giderken Utbe, sadece:

- Benim O'nun hakkındaki görüşüm bu; siz ne yaparsa­nız yapın, diyebildi.P''

328 Bkz. İbn Hişam, Sire, 2/130 vd.

317


Efendimiz (sallallalıu aleylıi ve sellem)

Ardından Utbe, doğruca evine gitti. Belli ki yalnız kalmak istiyordu; zira, dinlediği ayetler, onu yıldınm çarpar gibi çarp­mıştı ...

Biraz sonra da, şeytana akıl öğreten adam Ebu Cehil gelip kapısına dayanıverdi. Utbe'nin ıman etmesinden korkuyor ve hemen hadisenin üzerine gitme lüzumu duyuyordu ... Ayrıca, Utbe'nin zayıf tarafını da çok iyi biliyordu; onu gururundan vuracaktı. Harekete geçti ve şöyle dedi:

- Ya Utbe! Duydum ki Muhammed sana fazla iltifat et­miş. Orada sana ziyafet vermiş, yedirip içirmiş. Sen de bu ilti­fata dayanamayıp O'na iman etmişsin! Halk arasında bunlar konuşuluyor!

Utbe öfkelenmişti. Belli ki Ebu Cehil, yine isabet etmiş, damanndan yakalamıştı. Yerinden kalkarak şunlan söyledi:

-Benim O'nun yemeğine ihtiyacımın olmadığını he­piniz biliyorsunuz. Aranızda en zengininiz benim. Fakat Muhammed'in söyledikleri, işin doğrusu beni sarstı, Çünkü okuduğu şiir değildi. Kahin sözüne ise hiç benzemiyordu. Ne diyeceğimi bilemiyorum. O, sözü doğru bir insandır. O'nun okuduklannı dinlerken Ad ve SemCıd'un başına gelenlerin bi­zim de başımıza geleceğinden korktum ... 329

Heyetin Teklifi

Utbe'nin planı da bir işe yaramamıştı. Çok geçmeden Mekke ileri gelenleri, Kabe'de bir araya gelecek ve gelişmeler konusunda yeni bir strateji üretebilme adına fikir teatisinde bulunacaktı. Zira, Muhammed ve taraftarlan, başlannı almış gidiyorlardı. Her geçen gün kontrolden çıkan iman seli, böyle giderse kendilerini de önüne katacaktı ve onlar bunun karşı­sında tutunacak bir dal bulamayacaklardı.

329 İsbahani, Delailu'n-Nübüvve, 1/221

318


İbn Erkam'ın Evinde

Neredeyse her ses oradaydı: Utbe, Şeybe, Ebu Süfyan, Nadr İbn Hôris, Ebul-Bahteri, Esved İbnü1-Muttalib, Zem'a İbniil­Esed, Yelid İbn Muğire, Ebu Cehil, Abdullah İbn Ebi Ümeyye, As İbn Vail, Ümeyye İbn Hale! gibi kudretli isimler, güneşin batışıyla birlikte, bir araya gelmişlerdi ve Kabe' de durum değer­lendirmesi yapıyorlardı. Nihayet aralarından birisi ileri atılıp:

- Muhammed'e haber gönderin ve konuşun bakalım!

Eteğinizdeki her şeyi O'nunla paylaşın ki yarın bize bir maze­ret sunmasın, dedi. Bunun üzerine haber gönderip:

- Kavminin ileri gelenleri bir araya gelmiş konuşmak için Seni çağınyorlar; hemen gel, dediler.

Efendiler Efendisi de, onlann imanlan adına ümitlenip bir çırpıda Kabe'ye geldi. İman etmelerini o kadar arzu ediyor­du ki! İnatlarından sıkılmıştı artık. Bu davetle yeni bir kapı­nın aralanacağını düşünerek ümitlenmişti. Geldi ve yanlanna oturdu. Dediler ki:

- Ya Muhammed! Biz Seni, oturup iyice konuşmak için çağırdık. Vallahi de biz, Araplar arasında Senin kadar kavmi arasında ikilik çıkaran, atalan hakkında olumsuz konuşan, onlann dini inanışları ve ilahlarını kötüleyen, hiç kimse gör­medik. Bütün olumsuzluklar, Sen ortaya çıktıktan sonra mey­danageldi.

Daha cümlelerine başlarken gösterdikleri tavır, ümitlerin yine bir başka bahara kaldığını gösteriyordu. Üstüne üstlük, her zamanki hakaretlerini yine sıralamışlardı. Kendi yapa­geldiklerini yine Efendiler Efendisi'ne fatura edip bir kenara çekilivermişlerdi. Sanki, sütten çıkmış ak kaşıklardı! Bundan sonra sözü, Utbe'nin teklifine getirip benzeri şeyleri söyledi­ler. Şöyle diyorlardı:

- Şayet Sen, bu sözlerinle aramızda mal sahibi olmak is­tiyorsan, aramızda el birliği yapıp mal toplayalım ve Seni, mal yönüyle en zenginimiz yapalım! Aramızda şeref sahibi bir İn­san olma arzun varsa, Seni başımıza reis tayin edelim! Şayet

319


Efendimiz (sallallahu a l e y h i ve sellem)

mülk peşinde isen, başına taç giydirip, Seni başımıza melik yapalım! Şayet Sana cin musaIlat olmuşsa veya gördüklerin üstesinden gelemediğin birer hayal ise, o zaman da mal ve mülkümüzü ortaya döküp Seni tedavi ettirelim; hiç olmazsa sonunda ya Sen iyileşip bu işten kurtulursun yahut biz, kendi­mize düşeni yapmış oluruz.

Bu kadan da fazlaydı ... Aslında bu, iki dünyanın arasın­daki farkı ortaya koyan bir manzaraydı. Dünya ve dünyalık peşinde koşanlar, yine onunla ukbaya ait açılımların önünü alacaklannı sanmış; ama yine baltayı taşa vurmuşlardı. Söyle­nilenleri sabırla dinleyen Efendiler Efendisi sözü aldı: .

- Söylediklerinizin hiçbiri de bende yok! Benim niyetim, ne mallarınızı almak ne de üzerinizde saltanat kurup meliklik yapmak! Allah beni, size peygamber olarak gönderdi ve bana, kendi katından bir kitap verdi; ardından da sizi, gelecek gün­leriniz adına uyarmamı istedi. Ben de, üzerimdeki tebliğ vazi­fesini yerine getiriyor ve size nasihat ediyorum. Şayet, benim size arz ettiğim hususlan kabul edip benimserseniz, bu, dünya ve ukbadaki en büyük kazancınız olur. Şayet kabul etmeyip kulak ardı ederseniz, ben de Allah'ın emri gelip de sizinle be­nim aramdaki hükmünü verinceye kadar bana düşeni yapar ve sabrederim.

Bundan daha net bir ifade nasılolabilirdi ki? "Sizin dün­yanız sizin olsun, ben sizin ahiretinizi kurtarmak için uğraşı­yorum." demekti bu. Onlar da anlamışlardı: "Evet, ne yapar­sak yapalım, Muhammed kendi yolundan taviz vermeyecek ve biz, bir gram mesafe alamayacağız." Onun için meseleyi farklı bir boyuta çekmeye başladılar. Birisi ileri atılmış şunlan söylüyordu:

- Ya Muhammed! Şayet bir hususu Sana arz etmemize müsaade edersen, onu arz edelim. Biliyorsun ki buralarda, bizden daha fakir, daha muhtaç, mal ve mülkü daha az, vel­hasıl maddi mudayaka içinde olan kimse yoktur. Seni, elin-

320


İbn Erkam'ın Evinde

deki mesajlarla gönderen Rabbinden istesen de, şu bizi sı­kıştırıp duran dağlan bizim için düzleyiverse ve oradan Şam ve Irak pınarlan gibi su fışkırtıversel Aynı zamanda, bugüne kadar ölüp giden atalanmızı yeniden diriltip, onlar arasından Kusayy İbn Kilab'ı huzurumuza getirse ve biz de, dedikleri­nin doğru olup olmadığını ona sorsak. Çünkü biliyoruz ki o, doğru sözlü bir insandır. Şayet Senin doğru söylediğini tas­dik eder ve yaptıklannı tasvip ederse biz de Seni tasdik edip kabul etmiş; Allah kahndaki konumunu anlamış ve Senin de söylediğin gibi, işte o zaman O'nun, Seni peygamber olarak gönderdiğini kabul etmiş oluruz.'

Fe sübhanallah! Adamlar, göz göre göre kendilerince Al­lah Resülü'nü alaya alıyorlardı. Küstahlıktı bunun anlamı! Allah'ın en sevgili kuluna saygısızlıktı ... Hatta bu üsluplanyla onlar, sadece Efendiler Efendisi'ni hedef almıyorlar, kendile­rince Allah'a da hakaret ediyorlardı. Hangi birisine cevap ve­rilebilirdi ki? Hem, cevap verilse bile, Efendimiz'in karşısında bu cevaptan anlayacak kim vardı! Bunlara verilecek en güzel cevap, şüphesiz süküttu,

Ortalık buz gibi olmuştu. Her şeye rağmen Efendiler Efen­disi, onlann da iman edeceklerini umuyor ve aradaki kapıyı tamamen kapatmıyordu. Zira, böyle durumlarda, zamanın çıldırtıcılığına, muhataplann hamakatine ve ortamın kasave­tine rağmen sabretmek gerekiyordu. En azından, her iki ce­nahtaki tavn müşahede edenler bir gün bunlan değerlendirir ve Hak cihetteki yerini alırdı. Kendileri gelip teslim olmasalar da, günü gelince bu adamların ailelerinden gelip iman edenler mutlaka olabilirdi... Yine büyüğe, büyüklük düşüyordu. Onun için bir kez daha konuştu Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem):

- Beni Allah size, bunlan yapayım diye göndermedi ki, dedi ve ilave etti:

- Ben, size getireceğimi getirdim ve Allah'tan almış oldu­ğum tebliğ vazifesini de yerine getirdim. Bundan sonra şayet

321


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

kabul ederseniz, sizin için bu dünya ve ahiret mutluluğu de­mektir. Şayet, kabul etmeyip de reddederseniz, aramızda Al­lah (celle celaluhfı) hükmünü verinceye kadar ben de dişimi sıkar, sabreder ve beklerim.

Belli ki Efendiler Efendisi'nin ruh-u pakleri çok sıkılmıştı.

Sıkıntı duyulmayacak bir manzara değildi ki! Onun için konu­yu kısa tutmaya çalışıyor ve bir an önce bu kasvet ortamından ayrılmak istiyordu.

Ancak, adamlann niyeti işi daha da uzatmaktı; kendile­rince eğleniyorlardı. Aralanndan birisi ileri atıldı ve yine aynı üslupla şunlan söylemeye başladı:

- Madem bizim için bunlan yapmayacaksın; öyleyse, Rab­binden kendin için iste! Mesela, şu söyleyip durduğun şeyleri tasdik eden bir melek gönderse de, o melek Senin hakkında bize de malümat verse! Aynı zamanda yine O'ndan istesen de Senin için cennet gibi bağ ve bahçeler, altın ve gümüşten saray ve malikaneler ihsan etse de Seni bir anda zenginler sınıfına ulaştırsa! Çünkü Sen, aynen bizim gibi çarşı-pazarda yürüyüp duruyor, biz nasıl kazanç peşinde emekliyorsak Sen de maişet peşinde koşuyorsun! Böylelikle biz, Senin Allah katındaki kıy­metini anlar ve zannettiğin gibi gerçekten de Sen O'nun pey­gamberi isen, böylelikle biz de Senin, O'nun nezdindeki yerini görmüş oluruz!

Belli ki adamların ar daman çatlamıştı. Onlar öylesine gönül eğlendiriyorlardı. Ortam, tam anlamıyla bir köy kahve­sine dönmüştü. Önüne gelen, ileri atılıyor ve kendince bir şey­ler söylüyordu. Rahmet Peygamberi Efendimiz (salla11ahu a1eyhi ve sellem) ise, her şeye rağmen dişini sıkıyor ve sabrediyordu. Hisler tepki gösterse de burada mantık öne geçmeli ve sabre­dilmeliydi. Onun için:

- Sübhanallah, dedi Allah Resülü (sallallahu a1eyhi ve sellern).

Ben sadece bir peygamberim! Benim gibi birinin, Rabbinden

322


İbn Erkam'ın Evinde

böyle bir talepte bulunması uygun olmaz ki! Ben de zaten size bunun için gönderilmedim ki! Allah beni, uyancı ve müjdele­yici olarak gönderdi. Kabul ederseniz; dünyayı ve ahireti, siz kazanırsınız. Şayet kabul etmezseniz, o zaman da Allah (celle celaluhü), hakkınızdaki hükmünü verinceye kadar sabrederim.

Artık her kafadan bir ses çıkıyordu:

- Şu semayı ayaklanmızın altına ser ki Sana inanalım!

- Ya Muhammed! Rabbin de, şu anda bizim Seninle otur-

duğumuzu, Senden bunlan istediğimizi biliyor mu? Haydi bütün bunlann haberini Sana bildirse ve işin doğrusunu bize öğretseya!

- Duyduğumuza göre, Sana bütün bunlan Yemame'deki Rahmôn denilen bir adam öğretiyormuş! Halbuki, Sen de bi­liyorsun ki biz, Rahman'a asla inanmayız!

- Ya Muhammed! Sen bizi mazur gör; ama biz Seni, ya Sen bizi yok edip tüketineeye kadar ya da biz Senin hakkından gelinceye kadar öyle başıboş bırakmayız!

- Biz, meleklere kullukta bulunuyoruz; halbuki onlar Allah'ın kızlandır!

- Allah ve melekleri gözümüzün önüne getirip bize gös­termediğin sürece Sana inanmayız!

Söyleyen söyleyene, bir gürültü kopmuştu ve konuşma bir türlü de nihayete ermiyordu. Artık meclis, meclis olmaktan çıkmıştı; dayanılacak gibi gözükmüyordu. Bu yüzden Allah Resülü, orayı terk etmek için kalkmak istedi. O'nunla birlikte Abdullah İbn Ebi Ümeyye de ayağa kalktı ve Allah'ın en sevgili kuluna şunlan söyledi:

- Ya Muhammed! Sana kavmin, gördüğün gibi bazı şeyler sundu; ama Sen hiçbirini kabul etmedin! Sonra, Senin Allah katındaki konumunu öğrenmek, sonra Sana tabi olmak ve Seni tasdik etmek için bazı şeyler istediler, onu da yapmadın!

323


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Hatta, kendi konumunu sağlamlaştırma adına bazı taleple­ri oldu, onlara da 'evet' demedin! Korkutup durduğun azabı çabuklaştırıp başlanna getirmeni söylediler, onu da yapma­dın! Vallahi de ben, semaya merdiven dayayıp kat kat semaya yükselmedikçe ve ben de, oradan getirdiklerini çıplak gözle müşahede edip seyretmedikçe, bir de bütün bunlara dört tane melek getirip şahit tutmadıkça Sana asla inanmam. Gerçi, and olsun ki, bütün bunlan yapmış olsan bile ben, Seni tasdik ede­ceğimi sanrnıyorumlsa''

Bunlan söyleyen, Efendimiz'in halası .Atike'nin oğluydu.

En yakındakinden bile, çok uzaktakilere yakışmayan şeyler duyuyordu. Bunlan söylerken de ayağa kalkmış, az sonra da meclisi terk etmişti. Resül-ü Kibriya da ayağa kalkmış, hane­i saadetlerine doğru yola koyulmuştu. Ne ümitlerle gelmişti, ama şimdi kim bilir ne hicranla geri dönüyordu? Yalnız ba­şına kalakalmıştı. Rabbinden başka kendini müdafaa edecek kimse yoktu. Nihayet imdadına Cibril-i Emin yetişti. Gelen ayetlerde Yüce Mevla şunlan söylüyordu:

- Onlar, "Sen bize, yerden suyu kesilmeyen bir pınar fış­kırtmadıkça Sana asla inanmayacağız." diyorlar.

Yahut Senin hurma ve üzüm bağların olsun da aralann­dan gürül gürül ırmaklar akıtasınl

Yahut, iddia ettiğin gibi gökyüzünü parçalayıp üzerimize kısım kısım düşüresin ya da Allah'ı ve melekleri karşımıza ge­tiresin de onlar, Senin söylediklerine şahitlik etsinler!

Yok, yok! Bu da yetmez; Senin, altından bir evin olmalı yahut göğe çıkmalısın!

Ama unutma! Sen bize oradan dönerken okuyacağımız bir kitap indirmedikçe, yine de Senin oraya çıktığına inanma­yızha!

330 Bkz. İbn Hişam, Sire, 2/132-136

324


İbn Erkam'ın Evinde

De ki: "Fe sübhanallahl Ben, Resül olan bir peygamber­den başka bir şey miyim?"331

İşte, yeni bir toplum inşa ederken Kur'an. bu kadar olay­ların içinde ve inayet-i ilahiye de bu denli Habib-i Zişan'ın yanındaydı. Allah Resülü (saIlallahu aleyhi ve sellem), kasvet dolu bir akşam yudumlamıştı; ama şimdi Cibril gelmiş, bulunduğu yerin sağlamlığını ilanın yanında, bu türlü insanlara karşı ta­kınması gereken tavn da talim ediyordu.

Aslına bakılırsa Hz. Peygamber'in, ahir zaman Nebi'si olduğunu, O'nun hayatına kasteden bu can düşmanlan da biliyor; O'nun beklenen Nebi olduğuna inanıyorlardı. Ancak bu bilmenin ötesinde, firavun misal kibirleri, koyu karanlık içinde bir kabile taassuplan ve öyle büyük bir inatlan vardı ki, bir türlü gelip teslim olamıyorlardı.

Muğzre İbn Şu'be, insafa geldiği bir sırada şunlan anla­tacaktı:

"Ebu Cehil'le beraber oturuyorduk. Bulunduğumuz yere yine Muhammedii'l-Emin geldi ve bazı şeyler anlatarak teb­liğde bulundu. Ebu CehiI, küstahça:

- Ya Muhammed! Eğer bunlan, öbür tarafta tebliğ etti­ğine dair şahit aramak için yapıyorsan, hiç yorulma ben sana şehadet ederim, şimdi beni rahatsız etme!

Yine üzüntü içinde Muhammed yanımızdan ayrıldı, Ben

Ebu Cehil'e sordum:

- Hakikaten O'na inanmıyor musun? Cevap verdi:

- Aslında biliyorum ki, O peygamberdir. Fakat, Haşimi­lerle eskiden beri aramızda bir rekabet var. Onlar, hacziara hizmet edip Kôbe'nitı örtüsüne sahip çzkma işiyle gelenlere Zemzem ikram etme işleri bizde diye övünüp duruyorlar.

331 Bkz. İsra, 17/90-93

325


Efendimiz (sallallalıu aleylıi ve sellem)

Bir de peygamber de bizden, derlerse işte ben buna dayana­mam."332

Yeni Bir Teklif Daha

Yine günlerden bir gün, Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sellern), Kabe'ye gelmiş Allah'ın evini tavaf ediyordu. O sırada karşı­sına, Esved İbnü1-Muttalib, Velid İbn Muğire, Ümeyye İbn Halef ve As İbn Vail gibi kişilerden oluşan Kureyş'in ihtiyar heyeti çıkageldi. Belli ki, yine sinsi bir plan kurmuş ve bu planlannı teklif etmek istiyorlardı. Dediler ki:

- Ya Muhammed! Hele gel, biz Senin ilahına kulluk ede­lim; Sen de bizim ilahlanmıza kulluk et. Böylelikle Sen ve biz, bir konuda ittifak etmiş oluruz! Bu durumda, şayet Senin iba­det ettiğin ilah hayırlı ise, hepimiz bundan nasibirnizi almış oluruz. Ama şayet bizim ibadet ettiğimiz ilahlar hayırlı ise o zaman da Sen bundan nasiplenmiş olursun!

Bununla onlar, neyi hedeflemişlerdi? Acaba Allah Resfılü (sallallalıu aleylıi ve sellern), böyle bir şeyi -faraza- kabul etmiş ol­saydı, gerçekten bir olan Allah'a ibadet edecekler miydi? Hem, ibadet süreklilik isteyen bir kulluktu; öyle bir sene başka bir kıbleye, öbür sene bir başka yöne dönmek, döneklikten başka neyle izah edilebilirdi? Belli ki, belki de onlar gibi düşünebi­lecek bütün ehl-i küfrün ağzını kapatmak için yine imdada Cibril yetişti. Getirdiği ayetler, şunlan söylüyordu:

- De ki: Ey kafirlerl

Ben, sizin ibadet ettiklerinize ibadet etmem.

Zaten siz de Benim ibadet ettiğime ibadet etmiyorsunuz! Ve Ben, sizin ibadet ettiklerinize asla ibadet edecek deği-

lim.

332 Siiheyli, Ravdu'l-Unuf, 1/280

326


İbn Erkam'ın Evinde

Anlaşılan siz de, Benim ibadet ettiğime ibadet edecek de­ğilsiniz!

O halde, sizin dininiz size, Benim dinim de bana.333

Can Düşmanlannın Efendimiz'e Bakışlan

Her ne kadar Efendimiz'e karşı böylesine olumsuz kam­panyalar yürütüIse ve bu kampanyalar, O'nun hayatına kas­tetme kertesine gelse bile, yine de düşmanlannın O'nun hak­kındaki fikirleri olumsuz değildi; zira, Efendimiz'in 'Emın' denilecek kadar dürüst bir hayatı vardı ve onlar, bir türlü bu güveni yok sayamıyorlardı.

Aynı zamanda, söyleyip durduğu şeyler, öyle yabana atı­lacak cinsten şeyler de değildi; adam öldürmernek, zina et­memek, hırsızlık yapmamak; başkasının malınına göz dikme­mek. .. Velhasıl bütün bunlar, toplum salahını isteyen herkesin sahip çıkması gereken değerlerdi.

Bunun yanında anne babaya ihsanda bulunup onlan hiç incitmemek, akrabalar arasındaki kaynaşmayı artırıcı ziyaret­ler yapmak, insanlara iyilikte bulunmak, bencilce davranışlar­dan uzak durup ihtiyaç sahiplerine yardım etmek gibi güzel­likler de, öyle yabana atılacak şeyler değildi.

Ancak, Allah'a iman ... Kur'an ... Ahiret hayatında karşıla­şılacak hesap ve kitap ve atılan her adımı kaydeden melekle­rin varlığı gibi konular, onlan rahatsız ediyordu. Canlannın istediği gibi yaşarnalarına engelolacak her türlü duruşa kar­şı çıkıyorlardı. Kolay değildi; bir ömür yaşadıklan hayatı bir kenarda bırakacak ve o güne kadarki her şeyi yalanlarcasına bugün yeni bir yola gireceklerdi! Bunu yapabilmek, fazilet is­terdi!

O gün için karşı cephenin en önde gelenlerinden Ebu Ce­hil, Ebu Süfyan ve Ahnes İbn Şerik, birbirlerinden gizlice ve

333 Bkz. Kafirfuı, 109/1-6. Bkz. İbn Hişdm, Sire, 2/208

327


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

bağımsız olarak gelmiş; namaz kılarken Kur'an okuyan Allah Resülü'nü daha yakından görüp okuduklannı dinlemek iste­mişlerdi. Merak ediyorlardı; ancak, yaptıklan bu işten bir baş­kasının haberdar olmasını da istemiyor ve bunun için gecenin karanlığından istifade etmeyi tercih ediyorlardı. Ne müthiş bir buluşmaydı; Allah'ın en sevgili kulu, Cenab-ı Hakk'la mülaki olmuş, seyrine doyum olmayan bir vuslat yaşıyordu. Hayran­lıkla ve uzun uzun dinlediler; yaz sıcağında inen rahmet dam­lalan gibiydi, kulaklanna çarpıp gelen nağmeler ... Kendilerini o kadar kaptırmışlardı ki, o geeeki son kelamını duyuncaya kadar vaktin nasıl geçtiğini fark edememişlerdi bile ...

Kur'an sesi kesilince, her biri evine dönmek için yola ko­yulmuştu; çok geçmeden yol, üçünü de bir noktada birleştiri­verdi. Mahcup olmuşlardı:

- Bir daha böyle bir şey yapmayalım! Zira, aramızda zayıf karakterli olanlanmız bizi bu halde görürlerse, onlann kalple­rine şüphe düşer ve onlar da gelip teslim olurlar, diyerek bir­birlerinden aynldılar.

Bunu demek kolaydı, ama akşam yaşadıklan o manzarayı unutmanın ve duyduklannı yok saymanın imkanı yoktu. Sü­rekli beyinlerini meşgul ediyordu. Bir defa daha gidip dinle­selerdi ne çıkardı? Hem, artık diğer arkadaşlan da gelmez ve yalnız başlanna bir kez daha Kur'an dinlemiş olurlardı!

İşin doğrusu bunu; sadece biri değil, her biri düşünmüş­tü. Ertesi akşam da gelmişlerdi; yine sonuna kadar dinlediler ve aynlık vakti gelince, yol yine aynı noktada birleştiriverdi üçünü de. Bu kadar da olmazdı! Hani dün söz vermişlerdi? Gecenin karanlığında kızaran yüzler gözükmese de ses tonla­n, mahcubiyetlerini ele veriyordu. Yine ilk geeeki gibi sözleşip ayrıldılar; artık bir daha gelip dinlemeyecek ve böyle bir şeyle, bir daha asla karşılaşmayacaklardı.

Nihayet üçüncü gece olmuş ve etraftan el-etek çekilin­ce, aynı üç şahıs yine yola koyulmuştu; Efendiler Efendisi'ni

328


İbn Erkam 'ın Evinde

dinlemeye geliyorlardı. Her biri de, bu sefer diğerlerinin gel­meyeceğinden emindi. Fecir vakti tulü' edince yine ayrılmış, evlerine doğru gidiyorlardı ki, yollan aynı noktada üçüncü kez birleşiverdi! Bu kadar olurdu! Hem, bayrak açıp karşı koya­caklar hem dinlemernek için aralannda anlaşıp söz verecekler hem de bütiin bunlara rağmen gelip yine O'nu dinlemek için can atacaklardı! Birbirlerini kınayarak konuşmaya başladılar ve artık, ne pahasına olursa olsun bir daha böyle bir hadise yaşamamak için ölümüne söz verdiler.

Ertesi sabah Ahnes İbn Şerik, asasını kaptığı gibi soluğu Ebu Süfyan'ın yanandı aldı:

- Söyle bana, ey Eba Hanzele! Muhammed'den dinledik­lerin konusundaki fikrin ne, diye sordu.

Ebu Süfyan, muhatabının niyetiniöğrenmeden renk ver­mek istemiyordu ve:

- Peki, sen ne düşünüyorsun, diye sorusuna soruyla mu­kabele etti. Kendini gizleme lüzumu hissetmeyen Ahnes:

- Ben O'nun hak üzere olduğunu sanıyorum, diye cevap­ladı Ebu Süfyan'ın sorusunu. O da rahatlamıştı;

- Allah'a yemin olsun ki ey Eba Sa'lebe! Bugüne kadar ben, çok şey işittim ve onlarla nelerin kastedildiği konusunda çok muarefe sahibi oldum; hangi kelamla neyin kastedildiğini iyi bilirim yani!

Daha cümlesini bitirmemişti ki, Ahnes araya girdi:

- Aynen, vallahi de ben de öyle, deyiverdi. Bununla onlar, hakikat nazannda Efendiler Efendisi'ni tasdik ediyor ve ge­tirdiklerinin de hak olduğunu ikrar etmiş oluyorlardı. Ancak, bunu dışan vurup ilan etmek öyle kolay değildi!

Bundan sonra Ahnes İbn Şerik, Ebu Süfyan'ın evinden ay­rıldı ve doğruca Ebu Cehil'in yanına geldi; aynı şeyleri onunla da konuşmak istiyordu:

- Ey Eba'l- Hakem, diye başladı sözlerine ve devam etti:

329


Efendimiz (sallallalıu aleylıi ve sellem)

- Muhammed'den dinlediğin şeyler konusundaki fikrin ne?

- Ne duymuşum ki, diyerek pişkinliğe vurmak istiyordu Ebu CehiI. Ancak, Ahnes kararlı görünüyordu:

- Ey Eba'l-Hakeml Muhammed konusundaki gerçek fik­rin ne; o doğru birisi mi yoksa yalan mı söylüyor? Bak, burada seni duyacak benden başka da kimse yok!

Kaçamak bir cevapla başından savamayacağını anlamıştı Ebu CehiI. Kitabın ortasından konuşmak gerekiyordu. Önce derin bir iç geçirdi ve ardından, yelkenleri suya indirip şunlan söylemeye başladı:

- Allah'a yemin olsun ki, Muhammed doğru söylüyor; za­ten O, asla yalan söylemez! Fakat, Kusayoğullannın sancak­tarlık, zemzem suyundaki hizmetleri, perdedarlık ve dışandan gelen hacı adaylanna yemek verme hizmetlerine ilave olarak bir de peygamberlik meselesine sahip çıkmalannı düşününce kahroluyorum; onlar bütün bunlan tek ellerine alırken, Ku­reyş'in hali nice olur, bir düşünsene? Halbuki bizler ve Me­nafoğulları, bugüne kadar şeref konusunda hep, birbirimizle yanşıp durduk; onlar yemek ziyafetleri verdiler, biz de verdik! Onlar, bazı yüklerin altına girip insanlara hizmet ettiler, biz­ler de benzeri şeyler yaptık! Ellerindeki imkanlan başkalanna da açtılar, biz de malımızdan başkalanna vermeye başladık! N eticede, artık onlarla at başı gitmeye başlamıştık ki, şimdi onlar:

- Bizim aramızda, semadan haber getiren bir Nebi var, diyorlar. Söyler misin; bunun üstesinden biz nasıl gelebiliriz? Vallahi de, biz O'na asla inanmayacak ve hiçbir zaman da O'nu tasdik etmeyeceğiz!334

Kalplerini küfrün kalın perdeleri kaplamış olsa da, vic-

334 İbn Hişarn, Sire, 1/269; Süheyli, Ravdu1-Unuf, 1/280

330


İbn Erkam 'ın Evinde

danlanyla yalnız kaldıklannda, kendi yaptıklanndan rahatsız­lık duyuyor ve insafın kalıplanyla konuşmaya başlıyorlardı.

Belki de Ebu Cehil'in sağ tarafından kalktığı bir gündü; yürürken Efendimiz'le karşılaşmıştı. Mahzun Nebi'yi yine hü­zün içinde görünce insafa geldi ve O'nu teselli edebilmek için şunlan söylüyordu:

- Ey Muhammed! Biz, Seni yalanlamıyoruz; biz, Senin bize getirdiğin şeyleri tekzip edip onlann yalan olduğunu söy­lüyoruz!

Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sellern), durumdan zaten haber­dardı; adamların bugüne kadar verdikleri tepkiler bunu gös­terirken bir de Cibril gelmiş ve O'na:

- Ey Habibim! Onlann ileri sürüp de Sana söyleyegel­dikleri şeylerin Seni üzüp hüznünü artırdığını biliyoruz! Ama sakın endişe edip üzülme; çünkü şüpheyok ki onlar, asla Seni yalanlamıyorlar; fakat o zalimler, sadece Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlar,335 mealindeki ayeti getirmişti. Çünkü bu ka­naatte olanlar, sadece Ebu Cehil'le sınırlı değildi; Haris İbn .Amir gibi bazı insanlar, açıktan Efendimiz'e karşı bayrak aç­tıklan halde, akşam evlerine girip yalnızlığın sessizliğinde vic­danıanna döndüklerinde:

- Muhammed, asla yalan söyleyecek biri değil; ben de O'nun, sadece doğru sözlü olduğu kanaatindeyim, demek zo­runda kalıyorlardı.s"

İşte, gerçek fazilet de zaten bu idi; öyle bir hayat yaşan­ması gerekiyordu ki, can düşmanlan bile faziletini kabullenip başkalanna anlatma lüzumu hissetsinler!

Zaten O'nun canına kasteden bu kişiler, hislerine kapıl­dıklannda ölümüne ferman kesseler bile vicdanlan devreye

335 Bkz. En'am, 6/33

336 Bkz. Vahidi, Esbabü Niizüli'l-Kur'arı, 218, 219

331


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

girdiğinde, asla O'nu gücendirrnek istemiyorlar; aleyhlerinde beddua etmesinden de şiddetle kaçınıyorlardı. Üzerine deve işkembesi atıp da karşısında gülerlerken, O'nun duaya dur­duğunu görünce bütün neşeleri kaçmıştı ve beddua eder diye ödleri kopmuştu. Onun için, O'na karşı savaşa giderken tit­reyerek adım atıyorlar; karşı karşıya geldiklerinde de, baştan aşağıya kendilerini ölüm korkusu sanyordu. Hatta, Ümeyye İbn Halef, sırf Efendimiz aleyhinde çevirdiği dolapların kendi başına dolanacağı korkusuyla Mekke dışına çıkamıyor; çıktı­ğı zamanlarda da Efendimiz' den olabildiğince uzak durmaya çalışıyordu. Yine Ebu Cehil'in baskısıyla Bedir'e gideceği gün hanımı karşısına dikilecek ve ona:

- Ey Eba Safvanl Medineli kardeşinin senin için söyledik­lerini337 unuttun herhalde, diyerek Efendimiz'in verdiği habe­ri hatırlattığında o:

- Hayır, asla unutmadım! Ben, Mekkelilerle birlikte gide­rek sadece vaziyeti kurtarmak istiyorum, cevabını verecekti. Zira onlar, Allah'ın matmah-ı nazan olan bir kalbi kırdıkla­nndan dolayı başlanna nelerin gelebileceğini biliyor ve helak olacaklanndan korkup tir tir titriyorlardı.w

Ayncalık Talepleri

Efendimiz'in etrafında, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Sa'd İbn Ebi Vakkas ve Hz. Talha gibi zengin sahabeler olduğu gibi, Biiiil-i Habeşi, Ammar İbn Yasir, Zeyd İbn Harise ve Habbôb İbn Erett gibi fakir ve kimsesiz insanlar da vardı. Aynı zaman­da bu insanlar, büyük çoğunluk itibariyle köle statüsünde, ya­hut köle iken hürriyete kavuşturulan kimselerdi. Elbette bu

337 Efendimiz (sallallahu aleylıi ve sellern), onun da Bedir'de öldürüleceğini ha­berverm~ti.Buhari,Sahih,4/1453(3734)

338 Bkz. Buhari, Sahih, 4/1453 (3734); Halebi, Sire, 2/378; Mübarekffiri, er-Ra­lıUku1-MahtUnı,s.119,120

332


İbn Erkam 'ın Evinde

farklılık, Allah Resülü ve ashab arasında bir problem teşkil et­miyordu; insanlar, Allah katında bir tarağın dişleri gibi eşitti. Ne Arap olanın Acem'e ne de siyahi olanın beyaz tenliye bir üstünlüğü olabilirdi!

Ancak Kureyş öyle düşünmüyordu; cehaletin en koyu tonunun hakim olduğu bu anlayışa göre, statü itibariyle alt tabakayı temsil edenlerle sürekli üstte bulunması gerekenler aynı mekanı paylaşamaz ve birlikte oturamazlardı. İşin esa­sına bakılacak olursa onlar, bu insanlan 'insan' olarak bile görmüyorlardı; onlara göre bu insanlar, sadece kendilerine hizmet için var olan yaratıklardı!

Efendiler Efendisi'nin bu insanlara değer verip de kendi huzurunda oturtmasından hiç haz almayan ve arzu ettikleri bu sistemin yavaş yavaş kontrollerinden çıktığını gören bu adam­lar, hiç akla gelmeyecek bir teklifte bulundular. Diyorlardı ki:

- Bizler, Senin kavminin efendileriyiz; şayet Sen, bizi de yanına çekip meclisinde görmek istiyorsan, yanında bizden başka kimse olmasın!

İnsanlara tepeden bakanların teklifiydi bu. Ancak bu tek­lif, Allah tarafından da Resülullah tarafından da kabul görme­yecekti.339 Çünkü insanlar, imanlanna imanlanndaki derin­liklerine göre değer kazanırdı. Allah bilmeyen bir kafir veya müşrik, dünyanın en zengini veya en zekisi de olsa Allah ka­tında bir değer ifade etmezdi. Zaten akıllı olmak, açıktan iman etmeyi gerektirirdi; iman sahibi olamadıklanna göre, bunla­rın akıllı olduğunu söylemenin de imkanı yoktıı. İşin doğru­su,akıllannı kullanıp iman etme gibi de bir niyetleri yoktıı; sadece, kendilerini rahatsız eden (l) bir mesele karşısındaki tepkilerini dile getirmek istemiş ve kendilerince, uygun bir

339 Onlann imanım ümit ederek Efendirtıiz'in de bu teklife meylettiğine dair yorumlar, 'ismet: vasfım haiz peygamberler için düşünülmemesi gereken hususlardandır. Hele söz konusu olan zat, Efendiler Efendisi olursa!

333


Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sellem)

meclis hakkı verilmediği için iman etmedikleri konusundaki haklılıklannı (l) ortaya koymaya çalışmışlardı.

Çok geçmeden Cibril-i Emın gelmişti ve bu kanaati pekiş­tirme adına şu ifadeleri getirmişti:

- Sabah-akşam, sadece onun nzasını düşünerek Rableri­ne ram olmuş olanlan sakın huzurundan uzaklaştırmaleı''

Anlaşılan bu iş, elini sıcak sudan soğuk suya sokmamış çilesiz insanlarla yürüyecek bir iş değildi; bu iş, yokluğun ne anlama geldiğini bilen ve elindekini başkalanyla da paylaşabi­len insanların omzunda yükselmeliydi. Varlık içinde yüzenler, yokluğun ne anlama geldiğini bilemez ve onlann elinden tut­ma adına da istenilen gayreti gösteremezlerdi.

Demek ki, yüce insanlar için, gönülden davaya inanmış hasbileri uzaklaştınp da müşriklerin hidayetini umarak müş­rikleri kendilerine yaklaştırmak gibi bir uygulama asla düşü­nülemezdi. Zira bu, küçük hesapıann ve büyük düşünememe­nin bir sonucu olurdu. Açıkça bir zulümdü ve Allah Resülü de böyle bir zulümü irtikab etmekten fersah fersah uzaktı. Üç­beş müşrikin, sırf kendilerini tatmin adına ortaya attıklan bu türlü hezeyanlara kulak asmayacak ve sabah-akşam, davada, düşüncede, duyguda 'Allah' deyip inleyenlerle beraber olacak; gözünü onlardan ayırmayacak ve asla başkalanna kaydırma­yacaktı. Çünkü biliyordu ki, Allah'ın rahmeti onlarla beraber­dir. Nasılolabilirdi ki O (sallallahu aleyhi ve sellem):

- Cennet şu üç insana kavuşmak için iştiyak içindedir:

Ali, Selman ve Ammar,341 buyuracaktı. Kendini bilmeyen üç­beş sergerdanın sahte taleplerine karşılık, kendilerine cenne­tin müştak olduğu bu samimi ve yürekten insanlar huzurdan

                                    kovulur muydu hiç? .

340 Bkz. En'am, 6/52; Kelıf, 18/28

341 Tirmizi, Sünen, 5/667 (3797); Hakim, Müstedrek, 3/148 (4666)

334


GEÇMİŞE AİT BİR MUHASEBE ~

Dünle bugün arasında, mü'minler açısından Batı ile Doğu arasındaki mesafe kadar açık bir fark vardı. Bu farkı tescil adı­na Cibril-i Emın gelmişti ve geçmişte kalan bir konuyu hikaye ediyordu:

- Onlardan birisine, "Kız çocuğun oldu." müjdesi verildi­ğinde, öfke ve üzüntüsünden yüzü kaskah ve mosmor kesilir. Müjdelendiği bu kötü haberin etkisiyle utanıp, eş ve dostun­dan saklanmaya çalışır. Başına bu hal geldiğine göre şimdi ne yapacağını düşünmektedir; hor, hakir ve itilip kakılan bir bela olarak hayatta mı bıraksın, yoksa toprağa mı gömsün! Dikkat ediniz; ne kötü hükmediyor ve yanlış karar veriyorlardılss-

Cehalet, insanı ne hallere koyuyordu! Konu, henüz zihin­lerde tazeydi; hatta, cehalet batağından kurtulamayan bazı in­sanlar itibariyle, hala benzeri uygulamalar devam edip duru­yordu. Kimi, açlık endişesinden, kimisi kız yerine erkek çocuğu tercih ettiğinden kimisi de kız çocuğunun olmasını kendisine yediremediği için onlara karşı cephe alıyor; bazılan itibariyle de onlan öldürmeye varan canavarlıklar sergileniyordu.343

342 ~alll,16/58,59

343 Bkz. Enam, 6/101; İsra, 17/31

335


Efendimiz (s a l l a l l ah u a l e y h i ve sellem)

Ayet ise, o güne ait bir uygulamayı, tarihe mal ediyor ve çizgisini kaybettikten sonra bir insanın, vahşet adına gelebile­ceği noktayı ibret-i alem olması için kıyamete kadar herkesle paylaşmayı hedefliyordu.

Çok geçmeden, iman suyundan kanasıya tadanlardan biri, Habib-i Zışan Hazretlerinin yanına gelmişti. Belli ki, için­de çözemediği bir sıkıntı vardı. Bir şeyler söylemek istiyordu; ama bir türlü cesaretini toplayıp da başlayamıyordu. Şefkat dolu bakışlannı yakaladığı bir sırada:

- Ya Resülallah, diye söze başladı. Bu arada Efendiler Efendisi de, bedeniyle birlikte yüzünü bu zata doğru yönelt­miş; onu dinlemeye durmuştu.

- Bizler, cahiliye döneminin insanlanyız; kendi elimizle yapageldiğimiz putlara tapan ve kızlanmızı öldüren kişileriz biz, diyordu. Ancak, belli ki anlatacağı şeyin onda bıraktığı te­sir çok büyüktü. Kesik kesik konuşuyordu.

- Benim de bir kızım vardı. Ben de bir gün, cehalete ait bu baskılara dayanamayıp kızımı yanıma çağırdım. Koşarak gel­di; çağınp onunla ilgilenmemden o kadar mutlu olmuştu ki! Elinden tuttum ve uzaklarda bildiğim bir kuyunun yanına gö­türdüm onu. Eli avuçlanmın içinde kuyunun kenannda otu­rurken, birden itip onu kuyuya atıverdim. Aşağıya düşerken,

"Babacığım! Babacığım!" diye çığlıklan yükseliyordu. Huzur-u alileri birden hüzne bürünmüştü. Restıl-ii Kib­riya ağlıyordu. O kadar ağladı ki, gözyaşlanyla sakal-ı şerifleri ıslanmıştı. O'nun bu kadar hüzünlendiğini gören bir başka sa­habe kalktı ve adama dönüp:

- Ne yaptın sen! Resülullah'ı hüzne boğdun, diye tepki gösterdi. Efendiler Efendisi aynı kanaatte değildi. Eliyle de işaret ederek:

- Bırak onu! Çünkü o, geçmişinde yaşadığı önemli bir yanlışı sorguluyor, dedi. Ardından da adama dönerek:

336


Geçmişe Ait Muhasebe

- Yaşadıklannı bana birkez daha anlatır mısın, dedi. Adam yeniden anlatmaya başladı. Hüzün, artarak devam ediyordu. Efendiler Efendisi'nin gözlerinde ağlamaktan yaş kalmamış, göz pınarlan kurumuştu. Ardından herkese şunlan söyledi:

- Şüphesiz ki Allah (celle celaluhü), bugününüzün hakkını vererek O'na kul olduğunuz sürece, cahiliye döneminde yap­tıklannızı orada bırakır.

Adam da, içini dökmüş ve en yetkili merciden içini rahat­lataeak bir cevap almıştı. Eski hatalarını affettirebilmek için kim bilir neler yapacağının sözlerini veriyordu kendi kendine. İşte burada Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), yine adama dön­düve:

- Haydi şimdi, her şeye yeniden başla,344 dedi.

344 A1fisi, RtThu'l-Meani, 14/169, Darimi. Sünen, 1/14 (2)

337


 

TEBLİG AYETLERİ

 

Created by Readiris, Copyright IRIS 2005
Created by Readiris, Copyright IRIS 2005

Bir taraftan İbn Erkam'ın evindeki faaliyet, sırran tenev­verat345 devam ediyor; diğer yandan da insanlar, teker teker İslam'a davet ediliyordu. Buna rağmen müşrikler, bulduk­lan her fırsatı mü'minlerin aleyhinde değerlendirmeyi şiar edinmiş; onlan sürekli taciz etmeye çalışıyorlardı. Gerçi, ge­len ayetlerde hem onlann durumu ortaya konuluyor hem de mü'minleri yann adına bekleyen sürprizlerden bahisler açı­lıyordu. Mü'minler için tek dayanak O idi ve O (sallallahu aleyhi ve sellem) da, her gün yeni bir mesajla insanlan besliyor, yol ve yöntem öğretiyordu.

Hira'daki buluşmadan bu yana, beş yıla yakın bir süre geçmişti. Allah'ın ayetlerini, Allah'ın Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) insanlara tebliğ ediyor ve bizzat talimini de yerine ge­tiriyordu. İbn Erkarn'ın evinde, tam anlamıyla Rahmani bir sofra kurulmuş; sahabe de bu sofradan doyasıya istifade edi­yordu. Bu sofranın müdavimleri, Nebevi sohbetteki insibağla boyanmış, buradan aldıklan boyayı başkalanna da taşımaya başlamışlardı. Artık sofra, dar geliyordu.

345 Başkalannı tahrik etmeden ve tedbiri elden bırakmadan gizlice nurlanma demektir.

339


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Derken, bir anda ortamın havası değişmiş ve vahyin geli­şini haber veren bir görüntü hasıl olmuştu. Gelen ayet, şunlan söylüyordu:

- Emrolunduğun şeyi, onlann başlannı ağntırcasına teb­liğ et ve müşriklerden de yüz çevir! Bunu yaparken alaycı bir tavır sergileyenlere karşı Biz Senin arkandayız ve yeteriz. On­lar ki, Allah'a başka ilahlan da ortak koşarlar; işin gerçek yö­nünü yann onlar da bilecekler.ss"

Üç yıllık süreci sona erdirecek bir emirdi bunlar aynı zamanda. Anlaşılan, ilk defa muhatap olunan bir toplumda, tebliğ adına bazı devreler vardı ve şimdi, bu devrelerden biri geride kalıyor, irşad ve tebliğ adına yeni bir sayfa daha açılı­yordu. Zira artık, iman cephesindeki maya tutmuş ve kemiyet itibariyle kırka baliğ olan Müslümanlar, keyfiyet olarak da zir­vede bir temsil yaşamaya başlamıştı.

Demek ki bundan sonra, müşriklerin alaycı tavırlanyla onlardan gelebilecek tepkilerin çok önemi yoktu. Beri tarafta Hakk'a aşina binlerce insan dururken, üç-beş kendini bilme­zin tepkilerine mesele kurban edilmemeli; imana ait hakikat­ler her bir insana ulaştırılarak dileyenin onlan kabullenme süreci hızlandırılmalıydı.

346 Bkz.Hıcr, 15/94-96

340


HZ. ÖMER'İN GELİŞİ VE İBN ERKAM'IN EVİNDEN ÇIKIŞ

~

Bir Çarşamba akşamıydı. Efendiler Efendisi, İbn Erkanı'ın evinde bir akşam ellerini kaldırmış; dua dua yalvanyordu. O kadar içten ve ısrarcıydı ki, bu durum yanındakilerin gözün­den kaçmadı. Kanncalanmış avuçlannı semaya kaldınp göz­lerini semaya dikmiş, içtenlikle şöyle dua ediyordu:

- Allah'ım! Şu, iki adamda dinini aziz kıl: Ömer İbn Hat­tab ve Amr İbn Hişam!347

Ömer İbn Hattab. sert yapılı bir adamdı; gözü pekti ve kimseden çekinmezdi. Bu tavır, adeta ona babasından kalan bir mirastı. Onun için eniştesiyle kız kardeşi, Müslüman ol­duklannı Ömer'den gizlemişlerdi, kimseye fark ettirmeden namaz kılıp Kur'an okuyor; gizliden gizliye de tebliğde bulu­nuyorlardı.

Aslına bakılırsa Hz. Ömer, gelişmeleri uzaktan izliyor; üzerindeki baskılan bir türlü atıp da Müslüman olamasa da, en azından bu dini tercih edenlerdeki fazileti görüp takdir edi­yordu. Bir akşam, Kabe'ye gelmiş ve orada geeelemeye karar vermişti. Bu sırada Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) buraya

347 Hakim, Müstedrek, 3/574 (6129)

341


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

geldi ve Kur'an okumaya başladı; Hakka suresini okuyordu. Hz. Ömer, ilk defa duyuyordu ve sözdeki cezbe çok hoşuna gitmişti. Etkisinden kurtulmak için bir kulp takması gereki­yordu ve tepki olarak Kureyş'in dediği gibi:

- Şair, deyiverdi. Ancak gelen ses devam ediyordu:

- Şüphesiz ki o, kerim bir elçi olan Cibril'in sözüdür; asla

bir şairin kavli değildir. İnanmamak için ne kadar da ayak di­retiyorsunuz!

Olacak şey değildi! Aklından geçirdiği yakıştırmaya he­men cevap gelmişti. Bu sefer:

- Kahin, diye geçiştirmeye çalıştı. Ses gelmeye devam ediyordu:

- O, bir kahin sözü de değil; siz ne kadar da az zikredi­yorsunuz! O, alemlerin Rabbi tarafından indirilen ulvi bir ke­lamdır.348

Bu şekilde Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), sureyi so­nuna kadar okumuş ve Ömer de bunu, büyük bir şaşkınlık ve merak içinde dinlemişti. O gece bir hayli ve uzun uzun dü­şündü. Zihnen gelgitler yaşıyordu. Ama bunlar, henüz Ömer'i harekete geçirip saf değiştirecek güçte değildi. Onun için er­tesi sabah, yeniden eski arkadaşlannın arasına dalmış, eski alışkanlıklanna geri dönmüştü.

Amr İbn Hişam (Ebu Cehil) ise, her fırsatta Allah Resü­lü'ne karşı çıkan ve din adına her gelişmeyi engelleme yanşı­na girişen ve bundan da haz duyan bir adamdı. Bugüne kadar Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), onun da Müslüman olması için çok uğraşmış, ama ona bu, bir türlü nasip olmamıştı. De­falarca kapısına kadar gitmiş; fakat her defasında hakaretle karşılaşıp mübarek yüzünde tükürükle geri dönmüştü. Buna rağmen Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Ebu Cehil'in pe­şini bırakmıyor ve bir de dualanna alarak, her şeye rağmen

348 Bkz. Hakka, 69/42

342


Hz. Ömer'in Gelişi

onun da kalbine iman koyması için Allah'a dua ediyordu. An­cak bu dua, Ömer için kabul görecek ve kaybeden Ebu Cehil olacaktı.

Efendimiz'in dua ettiği günün ertesi sabahında Ömer, Safa tepesine yönelmiş; İbn Erkam'ın evinde buluşan mü'minlere kötülük yapma niyetiyle yola düşmüş; kılıcı belinde, tam tek­mil yürüyordu. Yolda giderken karşısına, Müslüman olduğu halde imanını giZıeyen bir başka sahabe Nuaym İbn Abdullah çıkıverdi. Gördüğü manzara Nuaym'ı endişelendirmişti; zira Ömer, o kadar öfkeliydi ki, burnundan soluyordu. Ne yapıp edip onu yolundan çevirmeli ve böylelikle şerrinden emin ol­malıydı. Onun için:

- Nereye gidiyorsun ey Ömer, diye sordu.

- Şu Kureyş'in arasına iftirak salan, atalan ve ilahlan hak-

kında kötü sözler söyleyen ve onlan ayıplayan sabi Muham­med'i öldürmeye gidiyorum, cevabını verdi.

Zannında isabet etmişti; Ömer gerçekten çok kötü bir ni­yet taşıyor ve bu niyetini icra etmek için de yola koyulmuş, İbn Erkam'ın evine gidiyordu. Ne yapıp edip onu bu yolda çevir­.meliydi. Aklına ilk gelen şey, Ömer'in eniştesiyle kız kardeşi oldu.

- Vallahi de nefsin seni aldatmış ey Ömer! Abdimenafo­ğullannı kendi halinde bırakıp da gidiyor; Muhammed'i öl­dürmek için yol alıyorsun? Bari, kendi evine dön de, önce on­ların işini hallet!

Ömer, büyük bir şok geçirmişti. Olamazdı; onun haberi olmadan kendi ailesinden birisi gidip de Müslüman olamazdı! Onun için hemen sordu:

- Kendi evimde ne var ki? Yoksa? ..

Evet... Kendi ailesinden de bu tatlı su kaynağına uğra­yan ve o pınardan doya doya içmeye başlayanlar vardı. Ancak Ömer bunlardan habersizdi ve çabuk söylemesi için Nuaym'ı sıkıştınyordu. Nihayet Nuaym, en azından hedef değiştirmiş

343


Efendimiz (sallallalıu a l e y h i ve sellem)

ve bir müddetliğine de olsa zaman kazanmıştı. Şimdi ise, ger­çeği söylemek durumundaydı:

- Enişten ve amcaoğlun Said İbn Zeyd349 ile kız karde­şin Fatıma Binti Hattab. ValIahi onlar da Müslüman olup Muhammed'e tabi oldu, O'nun dinine girdiler; sen önce kendi meseleni hallet, dedi Ömer'e.

Ömer'in beyninde ardı ardına şimşekler çakmıştı. Nasıl olur da, haberi olmadan kendi hanesinden birileri gider ve bu akıntıya kapılabilirdi? Meseleye hemen müdahil olmalı ve el koymalıydı. Onun için, anında yön değiştirdi. Adeta uçarak gidiyordu. Ancak, bu seferki hedefi, Allah Resülü değil; eniş­tesiyle kız kardeşiydi.

Tam kapıya yaklaşmıştı ki, içeriden yürek yakan bir ses duydu. Kabe'de geçirdiği geceyi hatırlatan bir sesti bu. Her ne kadar bu sesin sahibi farklı olsa da, kaynağı aynıydı. Habbab İbn Erett'in sesiydi bu:

- Ta-ha. Biz Sana bu Kur'an'ı sana güçlük çekesin diye indirmedik. ..

Henüz farkında olmasa da koca Ömer erimeye başlamıştı.

Ancak o, bir anda teslim olacak gibi gözükmüyordu. Kendini toparlayıp şiddetle kapının tokmağını dövmeye başladı. Bir taraftan da gür sesiyle bağınyor, bir an önce kapıyı açmalarını istiyordu.

Ömer'in sesini kapıda duyan ev halkında büyük bir telaş başlamıştı. Zira niçin geldiği belli olmuştu. Evde kendileri­ne Kur'an öğreten Habbab'ı bir kenara gizlediler ilk olarak. Ardından da, ellerindeki Kur'an ayetlerini dizinin altına aldı kardeşi Fatıma. Evin hali, Ömer'in gelişine müsait hale gelir gelmez de kapıyı açtılar, ürpererek.

Ömer çok zeki bir insandı; kapının geç açılması da onu iyice işkillendirmişti. Hemen sordu:

349 Said İbn Zeyd, aynı zamanda Hz. Ömer'in amcaoğlu oluyordu.

344


Hz. Ömer'in Gelişi

- Biraz önce duyduğum o ses ne idi? "Sesfalan duymadzn Id" manasında: - Ne sesi duydun ki, demeye çalıştılar.

- Hayır, duydum, dedi ve ardından; hiddetle üzerlerine

yöneldi. Bir taraftan söyleniyor, diğer yandan da ateş püskü­rüyordu:

- Duydum ki, sizler de Muhammed'in dinine girmiş, O'na tabi olmuşsunuz, dedi ve hızını alamayıp eniştesi Said İbn Zeyd'e şiddetle vurdu. Kız kardeşi Fatıma, Ömer'e engel olmak isteyince bir darbe de ona indirdi. Ömer gibi birinin sillesine dayanmak zordu ve Hz. Fatıma, kanlar içinde kala­kalmıştı. Ancak bu, onun için yeni bir hamlenin başlangıcıydı. Zira, artık kaybedeceği bir şeyi kalmamıştı. Nasılolsa ağabeyi her şeyden haberdardı. Hem, Hz. Fatıma da aynı toprağın se­meresi, Hattab ailesinin bir kızıydı. Öyleyse hala gizlemenin bir anlamı olamazdı ve yiğitçe bir tavırla dikildi ağabeyinin karşısına:

- Evet, biz de Müslüman olduk! Ne var bunda! Allah ve Resülü'ne iman ettik biz. Haydi şimdi istediğini yap bakalım!

Ömer, üçüncü vurgununu yemişti. Normal şartlarda bir insanın kendisine böyle tavır takınmasının imkanı olamazdı. Hele bir kadın çıkacak ve Ömer'e karşı koyacakh! Nasılolu­yordu da kız kardeşi, Ömer'e cevap yetiştiriyor ve meydan okurcasına bir tavır sergileyebiliyordu? Ortalığı derin bir ses­sizlik bürümüştü. Uzun uzun kardeşinebaktı Ömer; kanlar içinde kalmıştı; ama duruşunda ayn bir asalet vardı. Yaralı aslan gibi bir duruşu vardı; her şeye rağmen onurunun peşin­deydi. Bakışlannda, hayatı istihkar vardı: "Öldürsen ne çıkar, biz, gerçek huzuru Muhammed'in yanında bulduk." mesaj­lan gizliydi. Belli ki bu vurgun, koca Ömer'i dize getirmişti. Demek ki bunun için, enişte ve kız kardeşin Ömer' den şiddet görmesi gerekiyordu. Anlaşılan kader, o güne kadar karşı cep­he adına kök söktüren bir gücü, enişte evinde eritrneyi takdir

345


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

buyurmuştu. Yaptıklanna bin pişman olmuştu. Ömer'deki de­ğişim, gün yüzüne çıkmak üzereydi; ses tonunu kontrol altına almış bir şekilde kız kardeşine seslendi:

- Ben buraya gelirken okuduğunuz şu sayfayı bana ver de, Muhammed'e gelen şey ne imiş bir bakayım.

Onlar da şaşırmışlardı. Bir aralık, vermekle vermemek arasında tereddüt yaşadılar. Çünkü Ömer, sayfayı alıp yırta­bilir, ağzını bozup Kur'an ve Efendileri hakkında uygunsuz sözler sarfedebilirdi. Onun için Hz. Fatıma:

- Ona bir kötülük yapmandan endişe ediyoruz, diye ce­vapladı.

- Korkma, diyordu Ömer, alttan alarak. Ardından da, hiç­bir zarar vermeden, okuduktan sonra geri vereceği hususunda yemin ederek güvence verecekti.

Biraz önce kanlar içinde kalan kız kardeşin sevincine di­yecek yoktu; ağabeyinin gelişini sezmişti artık. Tanıyordu onu zira ... Ömer çözülmüştü. Onun için bir adım daha attı:

- Ey kardeşim! Sen, hma şirkin kirliliği içindesin; halbuki bu Kur'an'a necis olanlar el süremez!

Peki, o zaman ne yapmak gerekiyordu?

Hemen guslü anlattı Hz. Fatıma ... Zira bu, Allah kelamıy­dı ve Allah'ın razı olacağı şekilde ele alınmalıydı.

Ömer için bu, büyük bir imtihandı. Ancak, bu büyük vur­gunun ardından o, kesin karannı vermiş ve son tercihini yap­mıştı. Gitti ve kardeşinin anlattığı şekilde abdest aldı. Biraz önceki kasvet, yerini cennet bağlanndaki huzura bırakmış, yüzlerden mutluluk akıyordu.

Bu arada Hz. Fatıma, Ta-ha suresinin yazılı olduğu say­falan Hz. Ömer'e vermiş; o da okuyordu. Bir noktaya gelince kendini tutamadı ve:

- Ne güzel kelam ... Ne tatlı ifadeler bunlar, dedi.

346


Hz. Ömer'in Gelişi

Beri tarafta; gizlendiği yerden Hz. Ömer'in Kur'an okuyu­şunu dinleyen ve okuduktan sonra da kanaatini izhar eden, yo­rumuna şahit olan Habbab İbn Erett, tekbir getirip haykırma­mak için kendini zor tutuyordu. Daha dün akşam İbn Erkam'ın evinden yükselen dua, bütün canlılığıyla zihninde duruyordu. Bir dua, bu kadar kısa sürede icabet görür ve iki Ömer' den biri bu kadar kısa sürede huzura gelir miydi! İşte şimdi Habbab, gizlendiği yerden buna şahit oluyordu. Çok geçmeden de, he­yecanını yenemeyip saklandığı yerden çıktı ve Hz. Ömer'e:

- Ey Ömer! ValIahi de ben senin, Allah'ın Nebisi'nin dua­sına mazhar olduğunu umuyorum! Daha ben dün, O'nu, "Al­lah'ım! Ne olur, dinini şu iki Ömer'den birisiyle te'yid buyur. Ömer İbn Hattab ve Amr İbn Hişam!" diye dua ederken duy­dum. Allah'a yemin olsun ki işte bu o, ya Ömer, diye seslendi.

Hz. Ömer, iki sürprizi birden yaşıyordu; öncelikle Hab­bab'ın burada ne işi vardı ve şimdiye kadar neredeydi? Niye saklanmış ve şimdi niçin gelip de kendisine bunlan söylüyor­du?

Onun için ikinci sürpriz, öldürmek için kılıcını kuşanıp da yanına gitmeye çalıştığı Allah Resülü'nün büyüklüğüydü.

Arada ancak bu kadar fark olabilirdi. Sen O'nu öldürmek is­teyecek ve yola koyulacaksın, O ise, senin imanını kurtarmak için vakit ayıracak ve dua dua Rabbine yalvaracak! Aman Al­lah'ım, bu ne azamet ... Bu ne büyüklüktü!

Artık o heybetli Ömer'i büyük bir mahcubiyet bürümüştü.

Habbab'a döndü ve:

- Ey Habbabl Bana Muhammed'in yerini gösterebilir mi­sin? Hemen yanına gitmek istiyorum, dedi.

- Şimdi 0, Safa tepesinde arkadaşlanyla beraber bir evde bulunuyor.

Artık Hz. Ömer'in hedefi belliydi. Gerçi bu hedef, sabah

347


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

evinden çıktığı zamanki hedefle aynıydı; ama bu sefer niyet farklıydı.

Çok geçmeden İbn Erkam'ın kapısını çalıyordu Hz. Ömer.

Delikten dışarıya bakan sahabe, kapıdakinin Ömer olduğunu görünce heyecan ve korku ile hemen Resül-ü Kibriya'nın ya­nına koşmuştu:

- Ya Resülallah! Kapıdaki Ömer! Kılıcını da kuşanmış ka­pıda bekliyor, diyordu. Hz. Hamza ileri atıldı:

- İzin ver, gelsin ya Resülallahl Şayet, gelişiyle hayır mu­rad ediyorsa biz de onu alır bağnmıza basanz. Ancak kötü bir niyet besliyorsa işte o zaman biz, kılıcını alır ve kendi kılıcıyla onu öldürürüz!

Zaten, Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da farklı düşün­müyordu. Duanın ne büyük bir silah olduğunu söyleyen de, ellerini açıp Ömer için dua eden de zaten O değil miydi? El­bette bu sıkıntılar içinde Allah (celle celaluhü), Habibi'ni yalnız bırakmayacak ve isteklerine cevap verecekti. Talebinin kabul görmesinin şükrü içindeki Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem):

- İzin verin gelsin, buyurdu. Kendileri de, oturduklan yerden kalktı. Belli ki, Ömer'in gelişini ayakta karşılamak is­tiyordu.

Kapı açılmış ve dev cüsseli Ömer de içeri girmişti. Kar­şısında, şefkatle kendisine kucak açan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) duruyordu. Bu sıcaklığın bir benzeri, ancak cen­netlerde bulunabilirdi. Allah Resülü önce, şiddetle kavrayıp sinesine sardı Hz. Ömer'i ve ardından da:

- Şimdiye kadar neredeydin ey Hattaboğlul Allah'a ye­min olsun ki neredeyse, Allah başına bir musibet getirinceye kadar gelmeyeceğini düşünür olmuştum, buyurdu.

- İşte; geldim ya Resülallah! Allah'a, Resülü'ne ve O'nun katından gelenlere iman etmek için geldim!

İbn Erkam'ın evinden Safa tepesine doğru coşkulu bir

348


Hz. Ömer'in Gelişi

tekbir yankılanıyordu; zira, Hz. Ömer'in gelişini duyan ve ak­şamki duaya muttali olan -Resülullah dahil- herkes, heyecan­dan kendini tutamamış ve bir ağızdan tekbir getirmeye dur­muştu. Zaten, Ömer'in gelişi de ancak böyle karşılanırdı!

Hz. Ömer'in gelişi, artık yeni bir dönemin başladığını gösteriyordu. Hz. Hamza'dan sonra Ömer gibi bir gücü daha yanlannda gören ashab-ı Resülullah, birer ikişer İbn Erkarn'ın evinden çıkmış; Safa tepesindeki tekbiri Mekke'ye yaymanın yanşına girişmişlerdi.s'? Zira Hz. Ömer'in gelişi, herkese ayn bir güç vermiş; o Müslüman olduktan sonra daha bir izzetle dolaşır olmuşlardı; namaz kılarken daha rahat hareket ediyor, Kur'an okurken de başkalannın musallat olmasından o kadar endişe duymuyorlardı. İbn Mes'üd hazretlerinin dediği gibi Hz. Ömer'in Müslüman oluşu, din adınabir fetih anlamına geliyordu.s"

Hz. Ömer Müslüman olmuştu olmasına, ama içinde yaşa­dığı değişimi herkese haykırmadan rahat edecek gibi görün­müyordu. Onun için Efendimiz'e döndü ve:

- Ya Resülallahl Biz hak üzere olduğumuz halde neden dinimizi gizliyoruz ki? Halbuki onlar, batıl üzere olduklan halde anlayışlannı açıktan dile getiriyorlar, dedi. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), sabır ve temkin insanıydı. Daha önce Ebu Bekir'e seslendiği gibi seslendi ona da:

- Ey Ömer! Zaten yaşadıklanmızı görüyorsun ... Bizler henüz bunu yapacak sayıda değiliz.

- Seni hak ile gönderen Allah' a yemin olsun ki, daha önce hangi meclislerde dolaşmışsam gidip hepsinde imanımı hay­kıracağım, dedi ve İbn Erkam'ın evinden çıktı. ilk uğradığı yer, Kabe idi. Önce, yılların yanlışlığına inat göstere göstere

350 Bkz. İbn Hişam, Sire, 2/187 vd. 351 Bkz. İbn Sa'd, Tabakat. 3/270

349


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

tavaf etti onu. Sonra da Kureyş'in yanına gitti. Anlaşılan, za­ten onlar da bu gelişi bekliyorlardı. Ebu Cehil öne atıldı:

- Herhalde sen de sabi olmuşsun.w dedi alaylı bir üslup­la. Ömer, kendince kükredi:

- Ben şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur ve Muhammed de, O'nun hem kulu hem de Resülü'dür.

Bunu söyleyen dünkü arkadaşlan Ömer bile olsa, müşrik­lerin buna tahammülleri yoktu ve hep birden üzerine üşüşü­verdiler. Ancak, ortada bir Ömer gerçeği vardı. Üzerine ilk ge­len Utbe'yi kaptığı gibi altına almış, güzelce hırpalayıvermişti. Parmağı gözüne batan Utbe, feryad ü figan içinde çırpınıyor ve ıstıraptan Mekke'yi inletiyordu. Kolay lokma olmadığı zaten belliydi; ama Ömer sanki eski Ömer' den daha güçlü ve çevik çıkmıştı. Etrafındaki kalabalık bir anda dağılıverdi. İslam'ın iz­zetini Mekke sokaklannda temsil ederek yürüyen Ömer' e artık kimse karşı koyamıyordu. O da, Resühıllah'ın yanmda verdiği sözü yerine getirmek için bütün meclisleri dolaştı ve duyma­yan sağırlara da duyurdu adını ve İslam'ın güzelliklerini.

Yine de Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) endişelenmiş­ti. Nihayet gelişini görünce de, üzerine titrercesine neler oldu­ğunu sordu. Vazifesini kusursuz yerine getirmenin huzuroyla Hz. Ömer anlatmaya başladı:

- Anam-babam Sana feda olsun ya Resülallahl Endişe edeceğiniz hiçbir şey yok! Allah'a yemin olsun ki, İslam'la şereflenmeden önce uğradığım her bir meclise uğradım ve içimden geldiği gibi kimseden korkup çekinmeden imanımı haykırdım.353

352 Yıldızlara kutsiyet atfederek onlara ibadet eden bir düşünce biçimi. Semadan vahiy geldiği için Kureyş ileri gelenleri Müslümanlık hakkında bu ifadeyi kul­lanarak onu hafife almaya çalışıyorlardı.

353 İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 1/439

350


Hz. Ömer'in Gelişi

Hira Ziyaretleri

Risalet vazifesiyle serfiraz kılındıktan sonra da Efendimiz (sallallabu aleyhi ve sellern), vahiy öncesinde mesken tuttuğu Nur dağına zaman zaman gider ve Hira'da huzur soluklamak is­terdi. Bu ziyaretleri sırasında bazen, her an O'nunla birlikte olmak isteyen ashabı da yanına takılır ve böylelikle müşterek bir ziyaret gerçekleştirirlerdi.

Yine böyle bir gün Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Talha, Hz. Zübeyr, Hz. Abdurrahman, Hz. Sa'd ve Hz. Said İbn Zeyd'le birlikte Hira'ya çıkmışlardı. Tam bu sırada Nur dağı, şiddetle sarsılmaya başladı. Belli ki, O'nunla birlikte bu davayı geleceğe taşıyacağına inandığı bu insan­lar için endişe duymaya başlamıştı. Bunun üzerine Efendiler Efendisi (sallallabu aleyhi ve sellem):

- Yerinde dur Hira, diye seslendi. Zira senin üzerinde bu­lunanlar, bir Nebi, bir sıddik ve şehitten başkası değil!354 Bunu söylerken, keskin nazarlannı geleceğe yöneltmiş ve yanındaki arkadaşlarının son demlerinde başlarına gelecekle­ri teker teker haber veriyordu.355

354 Müslim, Fezailü's-Sahabe, 44 (50/2417); Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 1/188; Nesai, Sünen, Vakfü1-Mesicid, 4 (3609)

355 Bu bir mucizeydi ve aradan geçen yıllar, tarihe Sıddik olarak adım yazdıran Hz. Ebubekir'in dışındakilerin tamamının şehid olarak dünyaya veda etti­ğine şahitlikte bulunacaktı. Hatta Cemel günü Hz. Zübeyr, Hz. Ali'nin haklı olduğunu anlayıp savaşmaktan vazgeçip geri dönüp, Sibi' vadisinde namaz kılarken kendisini arkadan vuran İbn Cürmüz, Hz. Ali'den iltifat almak için bir çırpıda Halife'nin huzuruna gelmiş ve kendince müjde(!) vermek istemiş­ti. Hz. Ali, onun müjde olarak getirdiği bu meş'üm haberle beyninden vurul­muştu. Dünyası yıkılmış gibiydi ve önce:

- İşte bu kılıç, Resülullah'tan o günkü sıkınbyı uzaklaştırmak için çekilen kı­lıçtı, dedi. Ardından da:

- Safiyye'nin oğlunu öldüren, cehennemdeki yerini hazırlasın, dedi. Bkz. İbn Kesrr,Bidiye,7/250;Kurtubi,T~k,16/321

351


HABEŞİSTAN HİCRETLERİ ~

Vahiy geleli beş yılolmuştu. Aylardan Recep idi. İbn Er­kanı'ın evi, kısmen de olsa problemi çözmüş, imana ait mese­leIerin daha sakin bir atmosferde görüşülmesine zemin hazır­lamıştı. Ancak bu, sadece söz konusu evle sınırlı bir durumdu; buradan ayrılan insanlar, yeniden takibe alınıyor ve bilhassa zayıf ve korumasız olanlar, giderek artan bir şiddete maruz kalıyorlardı. Her geçen gün Mekkeliler, daha bir acımasız olu­yor ve inananlara, Müslümanca yaşama hakkı tanımıyorlardı. Onun için daha kalıcı bir çözüm gerekliydi.

Bu arada Allah (celle celaluhü), Cibril-i Emin vasıtasıyla mü­'minIere yeni bir yol göstermişti:

- Bu dünya hayatında ihsan şuuruyla hareket edenle­re Allah da ihsanla muamele eder. Ve şüpheniz olmasın ki, Allah'ın yarattığı yeryüzü çok geniştir; bununla birlikte sabre­dip de dişini sıkanların mükafatı, sayısız bir şekilde kendileri­ne verilecektir.s"

Ayet, herkese açıktan hicret emri vermemekle birlikte böyle bir yolculuğun, dini hayatı yaşayabilmek adına getire­ceği rahatlıktan bahsediyordu. Madem ki yeryüzü genişti; o zaman bu genişlikten istifade edilmesi gerekiyordu. Bunun

356 Bkz. Zümer, 39/10

353


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

için de Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve sellem), şöyle bir yönlen­dirmede bulunacaktı:

- Keşke Habeşistan'a gidebilseniz. Zira orası güvenli bir yerdir; hem, orada bir melik var ki, yanında kimseye zulme­dilmez!

Habeşistan, Mekke için tanıdık bir yerdi; zira ticaret mak­sadıyla sıklıkla buraya gelirler ve belli başlı ihtiyaçlannı bu­radan giderirlerdi. Bu gidiş-gelişlerde, ülkenin genel yapısı hakkında bir hayli malümat sahibi olunmuştu. Buna binaen de mü'minler, Necaşi'nin ülkesine sevkediliyordu.

Birinci Hicret

Efendimiz'in bir işareti bile kitleleri harekete geçirirdi.

Kaldı ki, açıktan Habeşistan'a gitmenin bugün için daha gü­venli olduğunu söylüyor ve inananlan o istikamette yönlendi­riyordu. Onun için, hemen hazırlıklar başladı ve Mekke' deki şiddete hedef olmaktan kurtulup dinlerini daha iyi yaşayabil­mek için dördü kadın toplam on beş357 kişilik bir ekip yola ko­yuldu. Başlannda, Efendimiz'in damadı Hz. Osman da vardı. Elbette bu yolculuk, fırsat kollayan Kureyş'ten gizli yapılacak­tı. Gecenin karanlığında ve kimseye haber etmeden Mekke'­den yeni bir dünyaya hicret yaşanıyordu. İlk hicretti bu; son­rasının nelere gebe olduğu belli değildi; ama ne önemi vardı! Yönlendiren O olduktan sonra buna ne gamdı!

Kimisi yürüyerek kimisi de binek üzerinde sahile kadar gelmişlerdi. İnayet-i ilahiye yollanna su serpmişti bir kere; kendilerini sahilde bekleyen iki gemiyle karşılaştılar ve yanm dinar karşılığında bu gemilere binerek Habeşistan'ın yolunu tuttular.

357 Bu sayının, on iki erkek ve dört kadın olmak üzere on altı olduğuna dair de rivayet vardır. Bkz. Taberi, Tarih 1/547.

354


Habeşistan Hicretleri

Beri tarafta Mekke'de, Hz. Osman ve hanımı Rukiye vali­demiz, Mus'ab İbn Umeyr, Abdurrahman İbnAvf, Ebu Selerne ve hanımı Ümmü Selerne validemiz358 ve Osman İbn Maz'ün gibi önde gelen isimlerin de aralarında bulunduğu bu insanla­rın yokluğu kısa süre içinde anlaşılmıştı ve arayıp bulmak için arkalanndan Kureyş'in elçileri gitmişlerdi. Ancak, artık çok geç kalmışlardı; zira, sahile geldiklerinde gemiler çoktan ha­reket etmiş ve mü'minler, sahil-i selamete yelken açmışlardı.

Nihayet, Habeşistan'a ulaştılar; artık ne Ebu Cehil'le Ebu Leheb'in tahakkümleri, ne Utbe ve Şeybe'nin hakaretleri ve ne de Ukbe ile Ümeyye'nin sataşmalan vardı! Mekke'de iken, sadece dinlerini yaşama adına attıkları her adımda karşılarına dikilen bütün engeller bir anda yok olmuş, namazlarını huzur içinde kılıp huşu ile Kur'an okuma fırsatı bulmuşlardı.sc?

Efendiler Efendisi, Habeşistan'a gidenlerden uzun zaman haber alamamıştı, başlarına neler geldiğini merakla bekliyor­du. Nihayet o cihetlerden gelen bir kadın, huzura gelip Hz. Osman ve Hz. Rukiye'yi gördüğünü anlatacaktı. Bu haber kar­şısında sevinen Habib-i Zişan:

- Şüphesiz Osman ve hanımı, İbrahim ve Lut'tan sonra ailecek hicret eden ilk evin sahibidir.a'? buyuracaktı.

Geri Dönüş

Bu ilk yolculuk, Recep ayında gerçekleşmişti. Aradan iki ay daha geçmişti. Ramazan ayının bir gününde Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), yine Kabe'ye gelmiş, Rabbine ibadet ü taatle meşguldü. Yine etrafında bir kalabalık birikmiş, ne ya-

358 Bkz. Müslim, Sahih, 2/631 (918) Ebü Seleme'nin vefatından sonra Efendi­miz'e eş olma balıtiyarlığına erecek ve 'mii'minlerin annesi' sıfatını alacaktır. 359 Bkz. Taberi, Tarih, 1/547

360 Hakim, Müstedrek, 4/50 (6849). Başka bir rivayet ise, "Şüphesiz Osman, bu ümmet içinde ailesiyle birlikte hicret edenlerin ilkidir." şeklindedir. Bkz. İbn Sa'd, Tabakat, 1/203 vd. Taberi, Tarih, 2/222

355


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

pacağını seyre dalmışlardı. Bir ara Efendiler Efendisi, bütün hücreleriyle birlikte Kur'an okumaya başladı; Necm suresini okuyordu. Kulaklanna gelen bu kelam, oradakilerin daha da dikkatini çekmiş ve pürdikkat O'nu dinliyorlardı. Zira, o güne kadar hep işin şamatasını yapmış ve yanlannda Kur'an okun­duğunda kuru gürültü yaparak, kelam-ı ilahiden insanların is­tifade etmelerine engelolmak isternişlerdi.a'" Belki de ilk defa bu kadar net işitmiş, ilahi kelamın ağırlığını ilk defa engelsiz dinleme fırsatı bulmuşlardı.

Herkes, gerçek niyetini unutmuş, kendini Kur'an'ın sihir­li dünyasına kaptınvermişti. Yürekleri okşayan o ilahi beyan, adeta zihinlerindeki bütün kir ve pası silip süpürmüş; onlan da bambaşka insanlar haline getirivermişti. Nihayet Efendiler Efendisi, surenin sonundaki secde ayetini okuyunca hemen secdeye gitti. O da ne; dinleyen herkes, yaptıklarını hiç sorgu­lamadan Allah Resülü'nü taklit edip O'nunla birlikte secdeye gidiyordu! Sanki bu kelama ve onu tebliğ eden Resülullah'a savaş ilan edenler onlar değildi! Kabe'nin Rabbi, sanki gelecek günlerin perdesini aralamış, onlardan birini Mekke sakinleri­ne gösteriyordu.

Tabii olarak bu manzarayı seyreden başkalan da vardı; o kadar yakında olmadıklan için gördükleri bu manzaraya bir anlam verememiş ve Efendimiz'le birlikte secdeye giden Mek­kelileri kınıyorlardı. Onlan yeniden küfür çizgisine çağıran bir kınamaydı bu ve çok geçmeden hemen, kendilerinin büyülerı­diğini iddia ederek gerisin geriye dönüvereceklerdi.

Bu hadise, Habeşistan'a ulaşıncaya kadar şekil değiştir­miş ve sadece zahiri görüntüsüyle birlikte anlatılır olmuştu. Habere göre, artık Mekkeliler Müslüman olmuştu. Öyleyse Resülullah'tan ayn kalmaya ne hacet vardı! Mekkeliler Müs­lüman olmuşsa, orada işkence ve sıkıntı da kalmamış demek-

361 Bkz. Fussılet, 39/26

356


Habeşistan Hicretleri

til Gerçekten de çok sevinmişlerdi. Bir taraftan da, hayret et­miyor değillerdi; bu kadar kin ve inat, iki ay içinde nasılolur da değişebilir, katı kalpler bir anda nasıl da yumuşayıp Hak karşısında secdeye gidebilirdi! Demek ki Allah dileyince her şeyolabiliyordu ve hemen geri dönme karan aldılar.

Yine gemiye binmiş ve karşı sahile ulaşmışlardı. Artık, Efendimiz'e, Mekke'ye, Kabe'ye, diğer mü'min kardeşlerine, çoluk-çocuklanna ve mal-mülklerine kavuşacak olmanın heye­canıyla yürüyorlardı. Nihayet, Mekke'ye bir saatlik bir mesa­feye geldiklerinde işin gerçek yüzünü anlamışlardı. Bir yanlış anlamanın kurbanı olmuşlardı! Gerçekten de zor bir durum­du; geri dönüp yeniden Habeşistan'a gitmekle Mekke'ye gir­mek arasında gidip geldiler bir müddet! Daha sonra da, bir kısmı geri dönüp Habeşistan'a gitmeyi; diğer bir kısmı da, ge­cenin karanlığını bekleyip Mekke'ye girmeyi tercih edecekti.

Evet, Habeşistan'a geri dönenler yine kurtulmuştu; belki, yakınlanna kadar geldikleri halde Resülullah'la görüşernemiş, Kabe'yi ziyaret edip arkadaşlanyla hasbihal de edememişler­di. Ancak, en azından Mekke'nin kin ve nefretinden korun­muş; huzur içinde ibadetlerini yapabilecekleri bir zemine yeniden kavuşmuşlardı. Mekke'ye geri gelenler ise, kendile­rine sahip çıkacak bir hami bulabilenler, bir müddetliğine de olsa işkenceden kurtulmuşlardı. Ancak diğerleri, yeniden eski günlere geri dönmüş ve kendilerini, eskisinden de beter bir sıkıntının içinde buluvermişlerdi. Bu sefer, müşrikler önceki gidişi de bildiklerinden dolayı işi ihtimale bırakmıyor ve kar­şılaştıklan her yerde söz ve tiille mukabelede bulunup işkence yapıyorlardı.

Mus'ab İbn Umeyr'in Durumu

Mekke'de bunalanların Habeşistan'a hicret haberini alın­ca Mus'ab İbn Umeyr de, ümitlenmiş ve bir yolunu bularak, hapsedildiği yerden kurtulup Habeşistan'a hicret etmişti. Al-

357


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern)

lah yolunda hicret eden ilk muhacirler arasında artık o da var­dı; ne anne şiddeti ne de babasının başında ekşimesi kalmıştı! Şimdi ise, zemherirde açan güneş gibi Habeşistan dönemi bit­miş; yeniden Mekke'ye dönmüşlerdi.

Annesi için bu, bulunmaz bir fırsattı ve döner dönmez tekrar hapsetmek istedi Mus'ab'ı! İkisi de kararlıydı ve ikisi de gözyaşı döküyordu; annesi, öz evladını kendince bir hayal uğruna kaybetmenin üzüntüsüyle ağlıyor, oğul ise, Hakk'a kalbinin kapılannı kapatıp üstüne gelen annesinin gereksiz inadına yanıyordu! Yüreği imanla dolup taşan bir delikanlı­nın, imana ateş püsküren bir anneyle imtihanı, küfürde inatla imanda ısrann bir mücadelesiydi!

Bu durum, kendi öz evladı Mus'ab'ı evinden kovacağı ana kadar da devam edecekti. Kendini dinlemeyen birine, 'oğlu' na­zanyla bakmayı düşünmüyordu Hiinôs Binti Malik. Yine böyle bir gün, iyice sinirlenmişti. Israr etmişti; ama Mus'ab, Allah'ı inkar edip bir türlü putlara temenna durmuyordu. Duyduğu kin, evlat sevgisini gölgede bırakacak mahiyetteydi ve:

- Ne halin varsa gör. Artık ben senin annen değilim, de­yiverdi. Her şeyden mahrum etmişti Mus'ab'ı ... Öz oğlunu kovup, evinin kapılannı sürgülerken, aynı zamanda imana da kalbini tamamen kapatmış oluyordu.

Bir annenin oğlundan kopması ne kadar zor ise, imana uyanmış bir evladın, annesini 'ebedi yokluk' içinde kendi ha­line bırakması da o derece dayanılmazdı. Ancak, dünya adına vazifesinde kusur etme niyetinde değildi Mus'ab! Mal-mülk de ne laf; gözünde ne dünya nimetleri ne de gelecek kaygısı vardı. Başta annesi olmak üzere bütün insanlığın imanı dol­durmuştu gözlerini ve bir sevda olmuştu onun için bu! Adeta yalvardı annesine:

- Ey anneciğim! Ne olur bir de beni dinle! Gel, sen de, yegane ilahın Allah ve Muhammed'in de O'nun kulu ve Resülü olduğuna bir inanıver.


Habeşistan Hicretleri

Davet ne kadar tatlı ve yumuşak ise, ona gelen cevap da o derece sert ve tavizsizdi:

- Yıldızlara yemin olsun ki, asla! Senin dinine girecek ka­dar ne aklımı kaybettim ne de şuurumu yitirdim!

Uğraşlar netice vermiyordu ve çaresiz vedalaşıp koptu ha­nesinden! Sıcak bir yuvadan kovulmuştu kovulmasına; ama dünyanın en sıcak bir gönlüne kuracaktı otağını! Geldi Resülal­lah'ın huzuruna, teslim oldu ona ve ayrılmadı bir daha!

Artık Mus'ab da, diğer sahabeler gibi, bulabildiği haşin li­baslar içinde, bazen karnı doyan, zaman zaman da açlıktan kıvranan bir insandı. O da artık, Habbabların, Bilallerin ara­sına girmişti. Güzel kokular sürmeye alışkın mübarek cildi, açlık ve sıkıntıdan, baharda kabuk değiştiren yılan derisi gibi kabarmış; pul pul dôkülüyordu.

Uzaktan meclise geliyordu bir gün! Yaklaşırken etrafın­daki sahabeletle birlikte gelişini seyrediyordu Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve sellem) de. Mus'ab'ın yorgun; ama huzurlu ha­lini süzen gözlere çoktan yaş yürümüştü; başlar öne eğildi... Hüzünlenmişlerdi beraberce!.. Zira Mus'ab, eski ve yıpran­mış, köhne bir elbise içindeydi. İslam'dan önceki durumunu bilenlere, onun bu hali çok dokunmuştu. Bilal, zaten fakirdi. Habbab ve Arnmar'ın da imkanlan iyi değildi; alışkındı onlar yokluğa! Ama Mus'ab öyle miydi? Gördükleri karşısında Re­smallah da dayanamadı ve şunlan söylemeye başladı:

- Bu gelen Mus'ab'ı ben, daha önce de görüyordum.

Anne-babası yanında Mekke'de ondan daha kıymetli biri yok­tu. O, bunlann hepsini Allah ve Resülü için terk etti ve geldi buraya!

O ise, bütün bu olup bitenlere aldınş etmiyordu. Zira, in­sana huzuru, elbise vermiyordu ki! Bir kalpte iman yoksa ka­lıp, bedeni sıkan sürekli bir işkenceydi. O'nun bir hedefi vardı; iman adına gökler ötesine uzanan bir vesileye tutunmuş, gün­den güne derinleşiyor ve sürekli mesafe alıyordu. Günbegün

359


Efendimiz (sallallahu a l e y h i ve sellem)

gelen ayetleri ezberliyor, Mürşid-i Ekmel'inden, dininin ince­liklerini öğrenip, hakkını vererek yaşamaya çalışıyordu.

Abdullah İbn Süheyl'in Gelişi

Hz. Abdullah, Kureyş üzerinde söz ve şiirleriyle etkinli­ğiyle bilinen, hitabeti dillere destan ve her meselede Kureyş'e akıl hocalığı yapan Süheyl İbn Amr'ın oğluydu. Efendimiz'i, ilk defa amcası Selıt İbn Amr'dan duymuş; Hz. Selit'in gay­retleri neticesinde Müslüman olan diğer amcalan Hôtıb ve Sekrôn'ıs: övgü dolu ifadelerine kulak vermiş ve çok geçme­den Efendiler Efendisi'ne gidip teslim olan eniştesi Ebu Sebre ve ablası Ümmü Gülsüm'deki değişimi de fark ederek İslami­yet hakkında kendisinde ciddi bir merak uyanmıştı.

Anlaşılan, Mekke'de yeni bir tatlı su kaynağı vardı ve de­mek ki, bunun farkına varan herkes, teker teker bu kaynağa koşuyor ve kana kana pınarlanndan ab-ı hayat yudumluyor­du. Her ne kadar babası Süheyl, bu gelişmelerden rahatsızlık duyup diliyle gelişmeleri hicvedse de amcalanna olan itimat ve güveni kendisini; babasının bu konuda haklı olmadığı so­nucuna götürüyor ve bu vesileyle de, gelenek olarak tevarüs ettiği bütün anlayışlannı teker teker sorguluyordu.

Derken bir gün, o da bu kaynağa koşmaya ve hayat bahşe­den pınarlanndan doya doya içip suya doymaya karar vermiş­ti; amcalannın şefkatle kucaklayan bakışlan arasında geldi huzura ve babasına inat, kelime-i tevhidi haykırarak Müslü­manoldu.

Ancak baba Süheyl, öyle kolay pes edecek birisine ben­zemiyordu; oğlu Abdullah'ın da gidip Müslüman olduğunu duyunca küplere binmişti ve geri döndürmek için her türlü vesileyi mübah göreceğini haykınyordu. Gerçekten de, dedi­ğini yaptı ve ilk karşılaşmalannda oğlu Abdullah'ı yakalayıp zincirlere bağladı. Günün her saatinde yediği dayaklar, ar­tık onun gıdası haline gelmiş; binbir hakaret ve tahkirler de

360


Habeşistan Hicretleri

bunun sos ve biberi gibi olmuştu. Hz. Abdullah için bunlar, tahammül edilemez sancılardı. O kadar hiddet ve kararlılıkla üzerine geliyordu ki, iman adına bir kelime bile duymak is­temiyor, her defasında sözü, oğlu Abdullah'ın ağzına tıkarak tek kelime bile etmesine müsaade etmiyordu. Hali, Arnmar'ın haline çok benziyordu; şu kadar ki, Arnmar'ın başında ekşiyip ona işkence edenler yabancılar iken Abdullah'ı inim inim in­leten, bizzat öz babasıydı.

Zincirlere bağlı bulunduğu yerden, Habeşistan'a hicret haberini almıştı. Amcası Sekran da Habeşistan'a gidenler arasındaydı. Bir ömür böyle bağlı kalıp da her an babasından dayak yiyecek hali yoktu ve kafasına koymuştu, bir fırsatını bulup kaçacak ve Habeşistan'a gidecekti.

Dediğini de yaptı Hz. Abdullah. Beri tarafta ise, öfkeli baba Süheyl, oğlunun da elinden kurtularak Habeşistan'a git­tiğini duyunca çılgına dönmüştü; etrafına tehditler savuruyor ve bir gün yeniden eline geçirdiği zaman, ona yapacaklannı sıralıyordu bir bir.

İşte bu sırada, Mekkelilerin Müslüman olduğu haberiyle sevinen ve babasının da yumuşamış olabileceğini tahmin eden oğul Abdullah da, Habeşistan' dan dönüyordu. Haberi alır al­maz Süheyl, oğlu için düşündüklerini hayata geçirmek için sa­bırsızlanmış, büyük bir hırsla oğlunun yolunu gözler olmuştu. Nihayet, Mekke'ye gelir gelmez de hemen üzerine çullanmış ve onu bir daha da çözülmernek üzere bağlamıştı. Artık Hz. Ab­dullah için, mütemadi işkence vardı. Tek başına bir mahzende, açlıktan kıvnm kıvnm ve her daim üzerinde ekşiyen bir baba­nın hakaret ve şiddetine karşı artık dayanamaz olmuştu.

Hz. Arnmar'ın yaşadıklannı o da duymuştu ve böyle bir durumda Allah'ın kendisine tanıdığı ruhsatın da farkındaydı; işkenceler dayanılmaz bir hal alınca da bu ruhsatı kullanmaya karar verdi. Böylelikle, babasının dediklerine 'evet' diyecek ve böylelikle bir nebze rahat nefes alacaktı.

361


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Gerçekten de öyle oldu; oğlunun uslanıp terbiye olduğu­nu gören Süheyl, Hz. Abdullah üzerindeki baskılannı yavaş yavaş kaldırmaya başladı. Ancak, bu süre içinde yine de ihti­yatı elden bırakmıyor; uzaktan tepkilerini ölçüp, baba sözüne yeniden gelişindeki samimiyeti kontrol etmeye çalışıyordu. Bir noktadan sonra, artık hiç tereddüdü kalmamış ve oğlu Abdullah'a yeniden güven duymaya başlamıştı. Bu hal, Bedir Savaşına kadar devam edecekti.

İkinci Hicret

Sıkıntı, her geçen gün katlanarak büyüyordu ve nihayet Resül-ü Kibriya Hazretleri, çözümün yine Habeşistan'a git­mekle mümkün olabileceğini söyleyecekti. Zira önce giden­lerin orada hangi şartlarda olduklannın da haberi alınmıştı ve bu sebeple Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), Mekke'de henüz bulunmayan bir rahatlığı daha fazla insanın elde ede­bilmesi için ümmetine Habeşistan'a gitmeleri hususunda tah­şidatta bulunuyordu. Ancak gönül, Resül-ü Kibriya'yı da ara­lannda görmek istiyordu. Onun için Hz. Osman, Efendimiz'e şunlan söyleyecek ve aralannda şu diyalog geçecekti:

- Ya Resülallahl İlkinde biz gittik ve şimdi ikincisinde yeniden Necaşi'ye gideceğiz! Keşke Sen de bizimle beraber olsan!

- Sizler, hem Allah'a hem de bana hicret etmiş oluyorsu­nuz; dolayısıyla size iki hicret sevabı var!

- Bize bu yeter ya Resülallahl

Artık zaman, yola çıkma zamanıydı. Ancak bu, müşrikle­rin de bildiği bir yoldu; kendilerince tedbir almışlardı ve yeni­den ellerinden kaçırmamak için daha dikkatli davranıyorlar­dı. Bir de bu sefer, daha kalabalık bir grup gidecekti. Öyleyse, olduğundan daha çok dikkat ve kimseye hissettirmerne adına daha çok tedbir ve işi ihtimale bırakmadan daha kontrollü ha­reket etmek gerekiyordu.


Habeşistan Hicretleri

Derken bir gece vakti yeniden yola düşülmüş ve peyder­pey sahile doğru bir yolculuk başlamıştı. On sekizi kadın top­lam yüz bir kişi idiler.362

Bütün tedbirlere rağmen yine de Müslümanların ayn­lıp gittiklerini duyan Kureyş'te büyük bir telaş yaşanıyordu. Önceki gidişin neticesini ve Necaşi'nin Müslümanlara yaptığı muameleyi de biliyorlardı. Şimdi gidenlerin sayısı ise, önce­kine nispetle daha fazlaydı. Çok büyük bir problemle karşı karşıyaydılar; kendi avuçlannın içindeyken çözemedikleri bu meselenin, ülkeler arası bir konuma sıçrayıp da genele mal olduğunda üstesinden nasıl gelebilirlerdi ki! Yok, yok; mese­le, kendi kontrollerinden çıkmak üzereydi! Zaten Hamza ve Ömer'i kaybetmiş olmanın hüznü bellerini bükmüş, bu düş­man belledikleri cepheye büyük bir güç katmıştı. Şimdi ise mesele, kontrollerinin tamamen dışında bir zemin bulmuştu.

Hemen bir araya gelip kalıcı ve kesin bir çözüm üzerinde derin derin konuştular. Neticede ittifak ettikleri husus, ne ya­pıp edip Necaşi'yi ikna etmek ve ellerinden kaçırdıklan Müs­lümanlan kendilerine teslim etmesini sağlamaktı. Bunun için aralanndan, bu işin üstesinden gelebilecek iki adam seçtiler; bunlar, Amr İbniil-As ve Abdullah İbn Ebi Rebia idi.363 Her ikisi de, kralların huzurunda nasıl konuşulacağını bilen ve aynı zamanda Necaşi ile muarefesi olan kimselerdi.

Kureyş, işi şansa bırakmak istemiyordu; bunun için her iki elçilerine de tembih üstüne tembihlerde bulunuyor ve na­sıl hareket etmeleri konusunda yol gösteriyorlardı. Bir de, başta Necaşi olmak üzere kralın etrafındaki etkin isimlere çok özel hediyeler hazırlamışlardı. Hatta bu hediyeleri nasıl vere­cekleri konusunu bile bütün detayına kadar elçilere anlatıyor,

362 Bu rakamı, on dokuz kadın toplam yüz iki olarak bildiren rivayetler de vardır.

Bkz. İbn Sa'd, Tabakat. 1/207

363 Bazı rivayetlerde bu elçilerin ikincisi, Abdullah İbn Ebi Rebia değil de, Uma­ra İbniı'l-Velid olarak geçmektedir. Bkz. İsfehani, Delail, 100 vd.


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

kraldan önce kralın adamlanna hediyelerini vererek önce on­lan ikna etmeleri, arkasından da Necaşi'ye hediyesini takdim ederek gidenleri geri verme talebinde bulunmalan gerektiğini söylüyorlardı. Planlanna göre, önceden hediyelere boğularak. ikna edilen, yakın markaja alınarak kulislerde yönlendirilen vezir ve din adamlan da, kendi elçilerini destekleyecek ve böy­lelikle Necaşi de, herkesin 'olur' dediği bir meselede aksi isti­kamette beyanda bulunmayacak ve Müslümanlan kendilerine teslim edecekti!

Necaşi'ye Giden Mektup ve Necaşi'nin Cevabı

Bu arada Allah Resülü (sallallabu aleyhi ve sellern), Amr İbn Ümeyye ile bir mektup göndererek Necaşi'den, kendi ülkesi­ne gelen Ca'fer İbn Ebi Talib ve arkadaşlanna sahip çıkmasını talep ediyordu. Demek ki mesele, sadece kulaktan duyma bil­gilere dayanmıyor ve ilişkiler, derin bir bilginin üzerinde yü­rütülüyordu. Hatta, sadece bu bilgilere de dayanılmıyor, aynı zamanda gelişmeler konusunda haberleşilerek gidişatın riske girmesinin önüne geçilmek isteniyordu. Mektubunda şunlan söylüyordu:

- Bismillahirrahmanirrahim.

Allah'ın Resülü Muhammed'den, Necaşiyyi'l-Esham'a, Allah'ın selamı senin üzerine olsun! Seni vesile ederek

Ben; Melik, Kuddüs, Mü'min ve Müheymin olan Allah'a hamd ederim. Ben şehadet ederim ki Meryem oğlu İsa, Allah'ın, Betül, Tayyibe ve iffetli Meryem'e ilka ettiği bir ruh ve keli­mesidir; O (celle celaluhü), Adem'i kendi yed-i kudreti ve neflıa-i sübhaniyesi ile yarattığı gibi Meryem'in hamile olduğu İsa'yı da kendi ruh ve neflıasından yaratmıştır.

Ve Ben seni, yekta ve eşi-benzeri olmayan Allah'a ve O'nun dostluğuna; Bana tabi olup, Hak tarafından getirdikle­rimle Bana iman etmeye davet ediyorum. Çünkü Ben, Allah'ın Resülü'yüm.


Habeşistan Hicretleri

Ben sana, amcaoğlum olan Ca'fer İbn Ebi Talib ve onunla birlikte Müslümanlardan bir grup gönderdim. Yanına geldik­lerinde onlara, misafirperverliğini gösterip ülkende kalma im­kanı ver ve onlara zorluk çıkarma!

Şüphe yok ki Ben, seni ve ordunu Allah'a davet ediyorum.

Ben, Bana düşen tebliğ vazifemi yerine getirip nasihatimi yap­tım; sizler de bunu Benden kabul edin!

Selam, hidayet yolunu tercih edip ona tabi olanların üze­rine olsun!

Efendiler Efendisi'nin mektubunu alıp okuduktan son­ra Necaşi, hislerini de ifade eden bir mektup yazıp Mekke'ye gönderecekti. Bu mektubunda şu ifadeler yer alıyordu:

- Allah'ın Resülü Muhammed'e, Necaşiyyi'l-Esham İbni­'l-Ebcer'den ...

Allah'ın selam, bereket ve rahmesi Senin üzerine olsun ey Allah'ın Nebisi! O ki, O'ndan başka ilah yoktur ve beni de O, İslam'la hidayete erdirmiştir!

Senin mektubun ve İsa hakkında zikrettiğin şeyler bana ulaştı ey Allah'ın Resülül Sema ve arzın Rabbine and olsun ki İsa, Senin zikrettiklerinden fazla bir şey söylememiştir. Se­nin bize gönderdiklerinden ve amcaoğlunla arkadaşlannın anlattıklanndan çok şey öğrenip marifet sahibi olduk. Ben şehadet ediyorum ki Sen, Sadık ve Musaddak olarak Allah'ın Resülü'sün. Ben de, Sana tabi oldum ve amcaoğluna beyat edip huzurunda illernlerin Rabbi için iman edip teslim oldum. Sana, oğlum Eriha İbn Esham İbn Ebcer'i gönderiyorum. Ve ben, sadece kendime malik bulunuyorum; şayet huzuruna gelmemi emredersen, onu da yapanm ya Resülallahl Çünkü ben biliyorum ki, Senin söylediklerinin hepsi de haktır.364

Necaşi'nin mektubundan da anlaşılacağı üzere o, Efendi­ler Efendisi'nin davetine icabet ediyor ve kendi ülkesine gelen

364 İbn Kesir, el-Bidaye, 3/83-84


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Müslümanlara sahip çıkacağını söylüyordu. Hatta, bunun da ötesinde, arzu ettiği taktirde saltanat ve melikliği de bırakıp huzuruna geleceğini peşinen söylüyor ve bunun için de, bir işaretinin kifayet edeceğini ortaya koyuyordu.

Başlı başına bu haberleşme bile, bugün aynı yolda yürü­meye çalışanlara çok yönlü bir strateji olarak kaynaklık et­mektedir.

Ebu Talib'in Çabası

Gerçekten de bu, kendi lehlerine kamuoyunu oluştura­bilmek için Kureyş'in kurguladığı, bugünkü manada medya­tik bir plandı ve bu planla sonuç almak, o günkü şartlardada kuvvetle muhtemel gözüküyordu. Onlann bu planını duyar duymaz, yine amca şefkati -hem de bu sefer, sadece yeğeni için değil; içinde kendi oğlu Ca'fer'in de bulunduğu, yeğeni­nin Habeşistan'daki emanetleri adına- devreye girecek ve Mekke'deki Ebu Talib, şiirin gücünü kullanarak deniz aşın Habeşistan'daki Necaşi'ye şöyle seslenecekti:

- Keşke bilseydim; uzakta Ca'fer, Amr ve akraba olduğu halde düşmanlıkta ilk sırayı alan insanlar neler yapmaktalar?

Acaba Necaşi, Ca'fer ve arkadaşlannı ihsanla kucaklaya­cak mı yoksa buna, şerri tahrik eden bir şeyengel mi olacak?

Ey Melik! Bil ki sen, kötülük karşısında müteyakkız, onur­lu ve kerim bir zatsın; senin yanına sığınan insanlar, senin ha­riminde huzur bulurlar.

Bil ki Allah sana, maddi-manevi büyük bir imkan vermiş; aynı zamanda sen, iyilik ve hayır yollannın hepsine de malik­sin.

Ve sen, cömert ve ihsan sahibi birisisin; sakın ha bu ihsan ve cömertlikten o düşman olan akrabalar da faydalanıp sana bir kötülük yaptırmasınlar!

Görüldüğü gibi Ebu Talib, sadece yeğeni Muhammedü'l­Emin'i koruyup kollamakla kalmıyor; aynı zamanda O'nun

366


Habeşistan Hicretleri

emanetlerine de sahip çıkarak deniz ötesi ülkelere sesini du­yurmaya çalışıyordu. Sahip çıktıklannın arasında, kendi oğlu Ca'fer de vardı. Mekke, gidenleri geri getirme telaşına kapıldı­ğı halde o, kendi oğlu bile olsa onun, Habeşistan'da daha gü­venli olduğunu düşünüyor ve bir baba şefkat ve merhametini bir kenara bırakarak oğlunun da orada kalmasını istiyordu. Bu talebini de, o günün en etkin iletişim vasıtası olan şiirle dile getiriyor; karannı vermeden önce Necaşi'nin kulağına kar suyu akıtıyordu.

Elçiler ve Necaşi

Nihayet Müslümanlar, yeniden Habeşistan'a gelmiş ve yine burada, namazlannı rahat kılıp Kur'an'lannı da gürül gürülokumaya başlamışlardı. Çok geçmeden arkalanndan, Kureyş'in iki elçisi de, kucak dolusu hediyeleriyle birlikte Habeşistan'a çıkageldi. Mekke önderlerinin kendilerine anlat­tıklan şekilde önce, fert fert bütün din adamlarının ve sarayda etkin olabilecek her bir görevlinin yanına giderek hediyelerini takdim etmeye başladılar. Yanına uğradıklan her insandan, kralın yanında kendilerini desteklemeleri ve bu ülkeye gelen Müslümanlan geri göndermeleri konusunda yardımlannı ta­lep ediyorlardı. Bunun için de şöyle diyorlardı:

- Şu anda Melik'in ülkesine, bizim aramızdan kaçkın ve sefih gençlerimiz gelip sığınmışlardır; bunlar, kendi dinlerini bırakan; ama sizin dininizi de tercih etmeyen, bizim de sizin de bilmediğiniz yeni yetme bir dinle ortaya çıkan insanlardır. Nihayet biz, Melik'in yanına da girip onlan bize teslim etmesi­ni isteyeceğiz. Sizden ricamız, onun huzurunda mevzu günde­me geldiğinde bizi destekleyip, onlarla konuşmadan hepsini bize teslim etmesini sağlamaya yardımcı olmanızdır. Çünkü, arkada bıraktığımız Mekke'nin göz ve kulağı, burada gelişecek işin üzerinde!


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Yaklaşım çok sinsice ve talep de, kendilerince çok masum idi. Hatta, "Kendi ülkelerini karıştırıp ikilik çıkardıkları yet­mediği gibi bir de gelmişler, sizin ülkenizde de anarşi çıkara­caklar, çoluk-çocuğunuzu aldatıp dininizi ifsat edecekler ve neticede sizin de otoritenizi sarsacaklar." gibi ifadelerle asıl­sız yakıştırmaları peşi peşine sıralıyorlar, kendilerini de, açık birer uyarıcı olarak tarif ediyorlardı. Bunun için uğradıklan her bir insan da:

- Peki, tamam; yardımcı oluruz, diyordu.

Nihayet, herkesin yanına uğranmış ve sıra, Necaşi'nin he­diyelerini takdim edip konuyu huzurda açmaya gelmişti. Ran­devular alındı ve günün birinde, Necaşi Mekke temsilcilerini kabul etti.

Selam ve temennilerden sonra Amr İbnü'l-As ve Abdullah İbn Ebi Rebia, sözü ana konuya getirdiler. Diyorlardı ki:

- Ey Melik! Duyduk ki bizim aramızdan bazı sefih ve ne yaptığını bilmez gençlerimiz, kendi kavimlerinin dinini bıra­kıp sizin ü1kenize sığınmışlar. Halbuki onlar, sizin dininizi de kabullenmiş değiller; bizim de sizin de bilmediğiniz yeni bir din ortaya çıkarmışlar! Geçmiş dedelerimiz ve şeref sahibi atalarımız hürmetine onları bize teslim etmeni talep ediyoruz. Çünkü onların gözü bu gençlerin üzerinde; ne yaptıklannın da farkındalar ve bu işin nereye gittiğini de görüyorlar!

Bunu Necaşi'ye söylerken Amr ve Abdullah'ın gözleri, bir taraftan da yüzlerdeki ifadeleri süzüyor ve onlar gidişatı tah­min etmeye çalışıyorlardı. Necaşi'nin yüz ifadeleri pek de hoş­larına gitmemişti; kendilerini yeterince dinlemediğini ve me­seleye şartlı baktığını düşünüyorlardı. Ancak, konuyu buraya kadar taşımışken netice almadan geri dönmek de istemiyor­lardı. Bu sebeple, etrafta halkalanmış din adamlan ve vezir­lerle göz göze gelmeye çalışıyor ve onların da desteğini alarak, daha kral 'hayır' demeden ağzından Çıkacak. sözü 'evet'e çevir­meye gayret ediyorlardı. Bu arada, huzuruna çağırma ihtima-

368


Habeşistan Hicretleri

line binaen, Müslümanlar hakkında bazı ön bilgiler vermeyi ve meliki onlar hakkında şartlandırmayı da ihmal etmeye­ceklerdi; herkes gibi selam vermediklerinden ve melikin oto­ritesini kabul etmeyerek ona secdeye yanaşmayacaklanndan bahisler açıyorlardı.

İşin burası, içeriden bir desteğin gelmesi gereken yerdi ve nihayet, aralanndan bir papaz ileri atılıp:

.•..

- Ey Melik! Bunlar doğru söylüyorlar! Kavimlerinin göz

ve kulağı bunlann üzerinde; en iyisi, kendi hesaplannı kendi­lerinin görebilmeleri için bu adamlan teslim edelim gitsin!

O ana kadar sesini çıkarmayan Necaşi kızmıştı. Devlet işi, ciddiyet isterdi. Öyle, iki dudak arasından çıkan birkaç cüm­le ile ve muhataplan dinlemeden kimsenin hakkında hüküm vermek, adalet ölçüleriyle bağdaşmazdı. Zaten öyle olsaydı, masum insanlar kendi ülkesini tercih etmez; bir başka belde­ye sığınırlardı. Ani bir refleksle şunlan söylemeye başladı:

- Hayır, vallahi de olmaz! Bunlan, onlara asla teslim edemem! Bazı insanlar, başka ülkeler yerine gelip benim ül­kemde kalmayı ve benim adaletimi tercih edecek ve ben de, şu iki adamın sözlerine dayanarak onlan kendi ellerimle teslim edeceğim; olacak şey değil! Onlan dinlemem lazım; şayet ger­çekten bu iki adamın dedikleri gibi bir durum varsa o zaman teslim ederim. Ancak durum, sanıldığından farklı ise, işte o zaman ben, asla onlan teslim etmem ve ülkernde huzur içinde kalmalan için kendilerine daha çok imkan tanır; inançlannı yaşamalan konusunda elimden gelen yardımı yapanm.

Bir anda ortalık buz kesilivermişti! Mekke temsilcileri ne niyetle gelmiş ve Necaşi üzerinde baskı kurabilmek için ne oyunlar oynamışlardı; ama bunlann hiçbiri netice vermiyor ve yine kral, kendi bildiği gibi hareket ediyordu. Ancak, öyle hemen pes etmemek gerekiyordu.

Bu arada Necaşi, ülkesine sığınan Müslümanlan da huzu­runa davet etmiş ve bir de onlan dinlemek istemişti. Kendile-


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

rine Necaşi'nin daveti gelince, zaten gelişmelerden haberdar olan mü'minler kendi aralannda konuşmaya başladılar:

- Huzuruna gittiğimizde bu adama neler söyleyeceğiz?

- Allah'a yemin olsun ki bildiklerimizi ve Resülullah'ın,

neler olup biteceğini görüp de bize daha önceden söyledikle­rini söyleyeceğiz!

Derken huzura gelinmiş ve olup bitecekler beklenmeye başlanmıştı. Gelişlerinde bile ayrı bir farklılık vardı ve bu, huzurdakilerin de dikkatinden kaçmamıştı; selam veriyorlar ve diğerleri gibi kralın huzurunda secde etmiyorlardı! Döndü onlara Necaşi ve ardı ardına şunlan sormaya başladı:

- Söyleyin bakalım ey cemaat! Buraya niye geldiniz, ha­liniz nicedir ve niye beni tercih ettiniz? Halbuki siz, ne ticaret ehlisiniz, ne de ülkeniz adına benden bir talepte bulunuyorsu­nuz! Zuhür eden Nebi'niz kim ve bu işin aslı nedir? Hem, niye sizler bana diğer insanlar gibi selam vermediniz? Bir de, Mer­yem oğlu İsa hakkında neler düşünüyorsunuz? Hem, söyleyin bakalım; şu sizin, kavminizin dinini bırakarak benim dinime de buralardaki herhangi bir topluluğun dinine de girmeyen dini anlayışınız nedir?

Ca'fer İbn Ebi Talib'in Çıkışı

Bu arada Necaşi, din adamlannı huzuruna çağırmış ve temel kitaplannı da önüne açıp serdirmişti. Belli ki, din adı­na İslam'ın getirdiği yeniliklerle kendi anlayışlannı muka­yese edecek ve bir sonuca gitmeye çalışacaklardı. Onun için, efradını cami, ağyanna mani bir cevap verilmeliydi. Kısa bir duraksamanın ardından, aralanndan Ca'fer İbn Ebi Talib öne atıldı ve önce:

- Ey Melik! Bizler seni, Resülullah'ın selamıyla selamladık ki bu selam, aynı zamanda cennet ehlinin selamıdır; onunla biz, iç dünyamızda yeni bir hayat buluruz. Secdeye gelince biz, sadece Allah'a secde eder, O'ndan başkasına secde etmekten

370


Habeşistan Hicretleri

yine O'na sığınınz, diyerek iki temel meseleye açıklık getirdi. Ardından, sözün mecrasını değiştirerek Melik'ten:

- Şu elçilere üç soru sormanızı talep ediyorum, ricasında bulundu.

- Sor öyleyse, diyordu Necaşi,

- Bizler, efendilerinin elinden kaçmış köleler miyiz ki bun-

lar, bizi efendilerimize teslim etmek için gelmişler?

Hiç beklenmedik bir çıkıştı ve Necaşi elçilere yönelerek: - Bunlar, köleler miydi ya Amr, diye sordu. Öldürmek isteseler de yiğidin hakkını vermek gerekiyordu. istemeseler de:

- Hayır, bilakis onlar kerem sahibi insanlar, dediler. ilk raund tamamdı. ikinci soruyu yöneltti Hz. Ca'fer:

- Ona sorar mısın ey melik! Bizler, haksız yere kan akıtıp da kısastan kaçmış kimseler miyiz ki bunlar, adaleti temin için bizi geri istiyorlar?

Belli ki Hz. Ca'fer, er meydanında kelimelerin silaha dö­nüştüğü bir cenk ateşini tutuşturmuştu. Ne de olsa, sözün bü­yülü bir gücü vardı ve bundan istifade etmek istiyordu. Keli­meler, üstesinden gelinemez silaha dönüşüyor ve küfür adına dikilrnek istenilen kaleleri düşürüyordu teker teker! Necaşi yine elçilere dönüp sordu:

- Bunlar, haksız yere bir cana mı kıydılar?

- Hayır, bir damla bile kan akıtmadılar, diyordu Amr. Za-

ten, gerçek fazilet, düşmanın bile takdir etmek zorunda kaldı­ğı fazilet değil miydi? Şimdi sıra son sorudaydı:

- Bunlara söyler misin ey melik! Bizler, insanların malla­nnı batıl yolla almış insanlar mıyız ki bunlar, gelip de bizden bunların hesabını soruyor, gaspettiğimiz mal1an geri istiyor­lar?

Melikin gözü yine elçilere yönelmişti; kimseyi öldürme­miş, ırz ve namusa göz dikmemiş ve efendilerine isyan ederek

371


Efendimiz (s a l l a l l a h u aleyhi ve sellem)

isyan etmemiş olan bu insanlardan o zaman ne istenebilirdi ki? Onun için Necaşi, Ca'fer'in son sorusunu Amr'a yöneltir­ken üslubunu değiştirecek ve şöyle diyecekti:

- Şayet bunların size bir borcu varsa onu ben tekeffiil edi­yorum!

Elçiler açısından iş, daha başlarken kontrolden çıkıyordu.

Onun için sadakatten ayrılmamak gerekliydi ve Amr:

- Bir kırat bile borçlu değiller, cevabını verdi. Bu sefer, soru sorma sırası melikteydi:

- Peki, öyleyse bu adamlardan siz ne istiyorsunuz? Huzurdaki sessizliği, daha da derinleştiren bir soruydu bu. Söyleyebileceği tek bir şey vardı ve onu ileri sürdü:

- Daha önceleri biz, aynı dine inanır ve bir inanç etrafın­da bütünleşirdik; şimdi ise bunlar, o birliği terk ettiler ve biz de onlann peşine takıldık!

Anlaşılan, esas meseleye sıra şimdi gelmişti. Kral, Hz.

Ca'fer' e döndü:

- Bugüne kadar üzerinde olduğunuz anlayış ne idi, şimdi nasıl bir din üzeresiniz, diye sordu. Hz. Cafer:

- Ey Melik! Daha önce biz, cahil ve şeytanın elinde oyuncak haline gelmiş bir topluluk idik; putlara tapar ve ölü eti yerdik! Fuhşiyatın her türlüsünü yapar, akrabalık bağlannı gözetmez ve komşuluk haklannı da hiçe sayardık. Doğrusu, aramızda kim güçlü ise o, zayıf ve güçsüz olanımızı ezer ve iflah etmezdi. Derken Allah, aramızdan nesebini, doğruluk ve güvenirliliğini bildiğimiz, emanete riayetteki hassasiyetini müşahede ettiği­miz ve iffeti dillere destan bir peygamber gönderdi; bizi Alla­h'a, O'nu tek ve yekta kabul edip bilmeye, O'ndan başkasına ibadet etmemeye ve atalanmızdan kalma bir alışkanlığı devam ettirerek taş ve toprak cinsinden kendi elimizle yapıp sonra da karşısına geçerek taptığımız putlara ibadetten vazgeçmeye ça­ğırdı. Aynı zamanda O bizi, sözün en doğru olanını söylemeye,

372


Habeşistan Hicretleri

emanete riayet ederek verilen sözü yerine getirmeye, akraba­lar arasındaki bağları güçlü tutup birbirimizi ziyaret etmeye ve komşulanmızla iyi geçinip yakınlık kurmaya davet edip bun­ları emretti. Buna mukabil de, her türlü haramdan kaçınma­mızı, kan akıtmamızı, her türlü fuhşiyata bulaşmayı, dedikodu yapıp yalan söylemeyi, yetim malı yemeyi, namus ve iffetiyle yaşayan kadınlara iftira etmeyi de bize yasakladı. Ayrıca, tek ve yekta olan Allah'a ibadet etmemizi, O'na hiçbir şeyi şerik koşmamamızı, namaz kılıp oruç tutmamızı ve zekat vermemizi emretti. Bizler de, O'nun dediklerini kabul ederek O'na iman edip tasdikte bulunduk. O'nun Allah'tan bize getirdiklerinin peşinde olup bir olan Allah'a ibadet etmeye ve O'na hiçbir şeyi denk tutmamaya başladık. Artık, O'nun haram kıldığını haram görüyor, helal olarak ilan ettiğini de helal biliyorduk. Ta ki, işte bu kavmimiz, bize karşı büyük bir mücadele, arkası kesilmez bir düşmanlık başlattı; işkencenin her türlüsüne maruz bıra­kıp, bizi dinimizden döndürerek Allah'a yönelmemizi engel­leyip, her türlü harama yeniden bulaşmamızı istedi. Yeniden el yapımı putların peşinde sürükleyebilmek için de ellerinden gelen her türlü kötülüğü reva gördüler. Bunun için de üzerimi­ze gelip işkenceyi yoğunlaştırdıklannda, zulümle üzerimizde baskı kurup işin dozajını artırdıklarında ve dinimizle aramı­za girmeye çalıştıklannda biz de, senin memleketine sığındık. Seni, diğer ülkelere tercih ederek buraya geldik; senin iklimin­de kalmayı yeğledik ve senin huzurunda zulüm görmeyeceği­mizi umarak adaletinesığındık, ey Melik, dedi.

Hz. Ca'fer'in, süreci bir çırpıda özetleyen bu veciz beya­nından hemen sonra Necaşi:

- O'nun Allah'tan getirdiklerinden sizin yanınızda var mı, diye sordu. Anlaşılan maya tutmuş ve Necaşi ilk sinyali ver­mişti. Heyecanla Hz. Ca'fer, yeniden ileriye atılıp:

- Evet, var, dedi.

373


Efendimiz (s a l l a l l a h u a l e y h i ve sellem)

- Onu bana okur musun, deyince de, Meryem suresi­nin başından başlayarak okumaya başladı. Hücrelere kadar işleyen lahüti bir sesti bunlar ... O kadar ki, çok geçmeden Necaşi'nin yanaklarından süzülen damlalar çarptı gözlere ... Mecliste bulunan diğer insanlan taradı gözler; din adamlan da, Necaşi'yle birlikte gözyaşı döküyorlardı! Sakallar gözyaş­lanyla ıslanmış, önlerine açılan kitapların sayfalanna göz pı­narlanndan kutsi damlalar düşmeye başlamıştı. Bir noktaya gelince Necaşi müdahale etti:

- Vallahi de, İsa'ya gelenlerle bunlar, aynı aydınlıktan kaynaklanan nurun birer parçası ve belli ki aynı kandilden kaynaklanıyor! Söylediklerinizin hepsi de doğru; sizler de doğru söylüyorsunuz Nebi'niz de Sadıkıı'l-Emin.

Sonra da, Kureyş'in iki elçisine döndü ve:

- Haydi, sizler de geldiğiniz yere gidin; vallahi de bunla­n size, asla teslim edecek değilim, diye çıkıştı. Elçiler, büyük bir şok yaşıyorlardı; tabii ki, huzurdaki kıssis u ruhban, vezir ü viizera da! Çaresiz, boyunlarını bükerek çıktılar huzurdan. Ancak, öyle kolay pes edecek gibi gözükmüyorlardı. Kendile­rini destekleyecek gayr-i memnunlan bulmak da zor görün­müyordu. Ortamın havasını değerlendiren Amr İbnü'l-As, arkadaşına yöneldi ve:

- ValIahi de yarın ben, öyle şeyler ortaya koyacağım ki, onunla buradakilerin kökünü temizleyeceğim, dedi. Abdullah İbn Ebi Rebia, daha ihtiyatlıydı:

- Gerek yok! Öyle bir şey yapma! Her ne kadar bize muha­lefet etmişlerse de onlar, yine de bizim akrabalarımız, diye kar­şılık verdi. Bir miktar daha aralannda konuştular ve neticede, ertesi gün yeniden kralın huzuruna çıkmaya karar verdiler.

Ertesi sabah yine merasim başlamış ve iki elçi de huzura gelmişti. İlk fırsatta Amr İbnü'l-As ileri atıldı ve:

- Ey Melik! Şüphesiz onlar, Meryem oğlu İsa hakkında çok büyük laflar ediyorlar!

374


Habeşistan Hicretleri

Ortaya atıları her şüphe yeni bir ümitti onlar için ... Hz. İsa, onlar için her şeydi. Bir anda zihinlerde sorular peş peşe sıra­lanıverdi; acaba ne diyorlardı? Herkesin huzurunda umuma mal edilen böyle bir bilgi, yine herkesin huzurunda tebeyyün etmeliydi. Onun için Necaşi, haber gönderip Müslümanlan da huzuruna davet etti ve gelir gelmez de hemen sordu:

- Sizler, Meryem oğlu İsa hakkında ne diyorsunuz? İş, yine Ca'fer İbn Ebi Talib'e düşmüştü. Öne çıktı ve:

- Resülullah'ın bize anlattıklannı söylüyoruz; şüphesiz O, Allah'ın kulu ve insanlara gönderdiği elçisi, kendi ruhun­dan bir parça, iffet ve haya sahibi Hz. Meryem'e ilka ettiği bir kelimesiydi, dedi. Zaten bu, Necaşi'nin de beklediği bir cevap­tı. Heyecanla yerinden kalktı; eline bir baston aldı ve onunla yerde bir çizgi çizdi. Ardından da:

- ValIahi de, Meryem oğlu İsa hakkında senin dedikle­rinle bizim bildiklerimiz arasında, bastonun çizdiği şu çizgi kadar bile fark yok, dedi. Bu sözü krallanndan duyan bazı din adamlan homurdanmaya ve rahatsızlıklannı dile getirmeye başlamışlardı. Buna rağmen Necaşi, Hz. Ca'fer ve arkadaşla­nna dönerek şunlan söyledi:

- Allah'a yemin olsun ki sizler, aleyhinizde tuzak kurup da size kötü muamele edenlerin şerrinden emin olarak ü1kem­de kalın. Size yan bakan, karşısında beni bulacaktır! Size yan bakan, karşısında beni bulacaktır! Size yan bakan, karşısında beni bulacaktır! Yemin olsun ki, sizden birisinin başı ağnya­caksa, dağlar dolusu altına bile malik olsam onu istemem!

Bunlan söyledikten sonra N ecaşi, etrafındaki vezirlerine döndü. Belli ki, daha diyeceği şeyler vardı. İstiğna duygulan içinde, "Bunlar burada olduğu sürece üzerimde baskz oluştu­rur ve adil karar veremem." dereesine şunlan söyledi:

- Şu adamlann getirdiği hediyeleri de kendilerine geri verin, onlara benim ihtiyacım yok! Vallahi de Allah, bana bu

375


Efendimiz (sallallalıu a l e y h i ve sellem)

saltanatı verirken rüşvet almadı ki, ben onlardan bu rüşveti kabul edeyim!

Bu, Kureyş adına büyük bir yıkımdı; huzurdan çıkarken elçilerin perişan hali yürüyüşlerine de yansımış; karşılaştıkla­n muamele adeta bellerini bükmüştü, Ne beklemişlerdi; şim­di ise ne ile karşılaşıyorlardı!

Bundan böyle, Müslümanlar için Habeşistan; namazların rahat kılındığı, Kur'an'ın açıktan okunduğıı ve İslam adına gelen yeni mesajların kendi aralannda rahatlıkla paylaşıla­bildiği emin bir beldeydi. Hatta, bir müddet sonra Necaşi'nin ülkesine bir saldın vukü bulacak ve bu hadise münasebetiyle Müslümanlarda büyük bir endişe baş gösterecekti. Bu süre içinde, dua adına eller Necaşi için kalkacak ve Necaşi'nin ye­niden galip gelip de huzur ortamını devam ettirebilmesi için manevi destek sağlanacaktı. Nihayetinde, savaşın galibinin de Necaşi olduğu haberini alan Habeşistan muhacirleri, büyük bir sevinç yaşayacak ve kendilerine bu imkanı yeniden nasip eden Allah' a hamd edeceklerdi. 365

Habeşistan'dan Mutlu Haberler

Beşer yolculuğu Habeşistan'da da devam ediyordu; bu­rada ölüp de ebedi aleme göçenler olduğıı gibi yeni dünyaya gelen talihli insanlar da vardı. Hemen her gün, orada da yeni gelişmeler oluyor ve bunlar, peyderpey Mekke'ye de intikal ediyordu.

Hatıb İbn Haris'in burada, Muhammed ve Hôris adında iki çocuğu olmuş; çok geçmeden de, Hatıb'ın Habeşistan'da

365 Bkz. İbn Hişam, Sire, 2/176 vd. İbn Sa'd, Tabakat. 1/207 vd. İsfehiini, Delail, 100 vd. Hatta bu kargaşa ortamında, kendilerini koruyamayacağı zannıyla Necaşi, Müslümanlara iki gemi tahsis edecek ve kendilerine, 'galip geldiği takdirde yeniden ülkesine gelebileceklerini, ancak şayet mağlup olursa o zaman kendilerinin Medine'ye dönmelerinf söyleyecekti. Bkz. Hakim, Müs­tedrek, 2/329 (3175)


Habeşistan Hicretleri

vefat ettiği haberi gelmişti.366 Bir ölüm haberi de, Muttalib İbn Ezher ve Tuleyb İbn Ezher kardeşlerden gelecekti; Ab­durrahman İbn Avfın amca oğullan olan her iki sahabe de, Habeşistan'da vefat edecek ve Müslümanlık adına birer alem olarak burada kalacaklardı.s''?

Aynı zamanda Habeşistan, Müslüman bir ailede dün­yaya gelen yeni bir nesiin doğumuna da şahit oluyordu. Hatıb'dan sonra Selit İbn Amr'ın da burada, hanımı Fatıma Binti Alkame'den, kendi adını koyduğu Selit adında bir oğlu dünyaya gelmişti.368 İbn Amr ailesine ikinci müjde, Selit'in kız kardeşi Sehle' den geldi. Çok geçmeden o da, Ebu H uzeyfe' den bir erkek çocuk dünyaya getirmişti ve adını da Muhammed koymuşlardı. 369

Doğumlar devam ediyordu; Ayyaş İbn Ebi Rebia ile Esma Binti Selerne'nin de bir oğullan olmuş, adını Abdullah koy­muşlardı.s" Ne hikmetse burada doğan çocukların hemen hepsi de erkekti. Çok geçmeden, Efendimiz'in hem süt kardeşi hem de halası Berre'nin oğlu olan Ebu Selerne'nin de, Ümmü Selerne'den Habeşistan'da bir oğlu dünyaya gelecekti ve onun adını da Ömer koyacaklardı.v'

Kız çocuğu müjdesi, Ubeydullah İbn Cahş ile Ramle Binti Ebi Süfyan ailesinden geldi. Hz. Ramle bundan sonra, Ümmü Habibe diye anılacak ve isminden daha ziyade hep bu künye­siyle çağnlır olacaktı. Zira, kızlannın adını Habibe koymuş­lardı.

İbn Cahş ailesi buraya kalabalık bir nüfusla gelmişti; Ab­dullah, Ebu Ahmed ve Ubeydullah kardeşler, kız kardeşleri

366 Bkz. İbnü'l-Esir, Üsüdü'l-Ğabe, 1/410 367 Bkz. İbnü'l-Esir, Üsüdü'l-Ğabe, 4/129 368 İbnii'l-Esir, Üsüdü'l-Ğabe, 2/365

369 Bkz. İbn AbdiIberr, İstiab. 4/1431

370 Bkz. İbrıü'l-Esir, Üsüdü'l-Ğabe, 3/434 371 Bkz. İbnü'l-Esir, Üsüdü'l-Öabe, 2/567

377


Efendimiz (sallallahu aIeyhi ve sellem)

Zeyneb ve Ubeydullah İbn Cahş'ın hanımı ve Ebu Süfyan'ın da kızı Ümmü Habibe ile Hamne Binti Cahş, Habeşistan'a hicret edenler arasındaydı. Dünya, imtihan dünyasıydı ve İbn Cahş ailesinden Ubeydullah İbn Cahş, muhatap olduğu yeni kül­türün cazibesine kapılarak burada Hristiyan olacak ve hicret maksadıyla geldiği Habeşistan' da saf değiştirecekti. Ancak, Ubeydullah'ın ömrü kısa olacaktı; çok geçmeden de Hristiyan olarak Habeşistan' da vefat etti. Hatta Ubeydullah İbn Cahş, hanımı Ümmü Habibe'yi de Hristiyan olması için zorlamış; ancak o, bu talebe müspet cevap vermemişti.P"

Üzücü bir durumdu; ancak, her şeyde bir hayır vardı. Bel­ki de Allah (celle celaluhü), Ubeydullah İbn Cahş'ın şahsında, akı­bet itibariyle kimsenin kendisini emniyette görmemesi gerek­tiğini anlatıyordu. Aynı zamanda bu, dış dünya ile muhatap

~ olunurken, kendi öz kültürüne sımsıkı tutunmanın lüzumunu da ortaya koyan ve ibret alınması gereken bir misaldi.

Elbette, her yeni muhatap olunan kültür, belli başlı risk­ler de içerirdi; böyle bir zeminde, kimin ayaklan daha çok yere basıyorsa o kazanırdı ve Müslümanlar adına Ubeydullah İbn Cahş gibi bir zayiat olsa da, zaman içinde burada İslam'ı ter­cih eden yüzlerce insan hakka uyanacak ve gelip Müslüman olacaktı.:m

372 Bkz. Hakim, Müstedrek, 4/21-24; Taberi, Tarih, 2/213; İbn Hacer, İsabe, 7/651-653; İbn AbdiIberr, İsnab, 4/1929-1931; İbn Asakir. Tarihi Dımeşk, 45/430; Zübeyr İbn Bekkar, eI-Müntehab min Ezvaci'n-Nebi, 1/50/53

373 Bkz. Taberi, Tarih, 1/547

378


VAHİY DEVAM EDİYOR

 

Created by Readiris, Copyright IRIS 2005
Created by Readiris, Copyright IRIS 2005

 

Şekki Kamer Mucizesi

Beri tarafta Kureyş, her fırsatta Allah Resülü'nü zor durumda bırakma gayretlerine devam ediyordu. Bir gün, Mekke ileri gelenleri, Mina' da bir araya gelmiş ve ashabıyla beraber burada bulunan Efendimiz' den yine bir mucize talep etmişlerdi. Hatta, görmeyi arzu ettikleri mucizeyi de tarif etmişler ve şayet bunu yapabilirse iman edeceklerini beyan etmişlerdi. Onlann da iman etmeleri konusunda olabildi­ğince arzulu olan ve kendilerince sürekli alayetseler bile her taleplerini ciddiye alan Habib-i Zişôrı Hazretleri, bu istekleri karşısında da ümitlenmiş ve bu ümitle, ayı iki parçaya ayırdı­ğı zaman iman edeceklerinin teyidini almıştı:

- Evet, şayet ayı iki parçaya ayınrsan o zaman Sana iman ederiz, diyorlardı. Efendimiz (sallalIahu aleyhi ve sellem) de, müba­rek elini semaya kaldırdı ve işaret parmağıyla ayı göstererek bir hamle yaptı. Etrafında bulunan herkes, mübarek parmağı­nın işaret ettiği yere bakıyordu. Bu arada birden olan oldu ve ay, gerçekten de iki parçaya aynlıverdi. O kadar ki, bir parçası

379


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Ebu Kubeys dağının üzerine; diğeri de Kuay1aô.n denilen di­ğer bir dağın üstüne kadar aynlıp sanki üzerine düşüvermişti. Bunun üzerine Efendiler Efendisi, etrafındakilere döndü ve:

- Şahid olun, buyurdu. İstediklerine bin pişman olan müşrikler, büyük bir şaşkınlık yaşıyorlardı. Nasılolur da, ya­nıbaşlannda duran birisinini işaretiyle koskoca ay ikiye ayn­lır ve daha sonra da tekrar eski haline gelebilirdi? Hem, ver­dikleri söz vardı; iman etme niyetinde olmadıklanna göre bu işin içinden nasıl sıyınp da kendilerini temize çıkaracaklardı? Aralannda, şeytana papucunu tersten giydirecek kimseler de yok değildi ve birisi ileri atılıp:

- Bu, İbn Ebi Kebşe'rıins> sihrinden başka bir şey de­ğildir! Bununla O, sizin gözünüzü boyamıştır. Hem, etraftan gelen insanlara bir sorun bakalım; onlar da bunu görmüşler mi? Şayet, sizin gördüklerinizi onlar da görmüşlerse o zaman Muhammed doğru söylüyor demektir. Ancak, bütün bu olan­lan başka kimse görmemişse, o zaman Muhammed size sihir yaptı demektir, deyiverdi. En azından bu, o an için bir çıkış yoluydu. Her tarafa haber salınıp o an için dışanda olan kim­seler tespit edilmeye çalışıldı ve karşılaştıklan insanlara da bu hadise soruldu. Aldıklan cevap, müşriklerin hiç de hoşlanna gidecek cinsten değildi; adeta ağız birliği yapmışçasına her­kes, garip bir hadiseye şahit olduğunu ve ayın ikiye ayrılarak iki farklı dağın üstüne kadar gidip arkasından da tekrar eski haline geri geldiğini anlatıyordu. Umduklan her kapı yüzleri­ne kapatılıyordu. Gözleriyle de gördükleri, başkalan da şahit olduğu için inkar da edemiyorlardı. Geriye tek bir alternatif kalıyordu; önceki iftiralanna yapışacak ve inatlanna kurban olmaya devam edeceklerdi:

374 İbn Ebi Kebşe, Efendimiz'in süt annesi Halime-i Sa'diye'nin kocasının künye­siydi ve Mekke müşrikleri, O'nu küçümsemek için bu tabiri kullanıyorlardı.

380


Vahiy Devam Ediyor

- Bu, İbn Ebi Kebşe'nin sihrinden başka bir şey değil!375 Güneş, balçıkla sıvanmazdı ki! Gözünü kapayan, sadece kendine gece yapardı. Çok geçmeden yine Cibril-i Emin gel­miş ve müşriklerin, inkar edememekle birlikte bir kulp taka­rak çarptırmaya çalıştıklan hakikati ebediyen tescil eden ayet­leri getiriyordu:

- Kıyamet saati yaklaştı ve ay ikiye aynIdı. Ama o müşrik­ler, her ne zaman bir mucize görseler sırtlannı döner ve "Bu, kuvvetli ve devamlı bir sihirdir," derler.376

Abese Süresinin İnişi

Müşriklerin her türlü mucizeyi görüp bildikleri halde ha­kikati inkar etmelerine rağmen, Kainatın İftihar Vesilesi'ndeki tebliğ aşkı, hiç eksilmeden devam ediyor ve insanların elinden tutma adına bütün imkanlarını seferber ediyordu. Bunun için, her defasında yüz çevirip karşı çıkmalanna rağmen küfrün ele başlanyla konuşmayı da ihmal etmiyor ve onların da kalbinin yumuşayacağını umut ederek hep müspet hareket ediyordu. Bunun için de, şahsi hayatını bir kenara bırakmış; bütünüyle ümmeti için yaşıyordu. Rab tanımaz bir sergerdenle karşılaş­tığında yüreğinin yağı eriyor ve iman etmeden gidecek diye neredeyse kendini helak edecek kadar hüzne boğuluyordu. Çok geçmeden Kur'an, O'nun bu halini de anlatacak ve üm­meti için yaptıklannı tarihe mal edecekti.v?

Yine böyle bir gün, Utbe İbn Rebia, Ümeyye İbn Halef, Ebfı Cehil, Velid İbn Muğ'ire gibi insanlar oturmuş.s?" kendi aralarında boş boş konuşuyorlardı. İmanlan adına bir kapı

375 Bkz. Taberi, Tefsir, 11/543 376 Bkz. Kamer, 54/1, 2

377 Bkz. Kehf, 18/6; Şuara, 26/3

378 Bazı rivayetlerde bu isimler arasında Abbas İbn Abdulmuttalib'in de oldu­ğu zikredilmektedir ki, benzeri bir meselenin, birbirine bu kadar yakın bir amca-yeğen arasında cereyan etmesi çok makul göriinmemektedir.


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

aralayabilmek ümidiyle Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), bulunduklan meclisi şereflendirdi; ancak, şereften nasibi ol­mayan bu kıymet bilmezler hiç oralı değillerdi. Oralı olmadık­lan gibi birdenbire tavır değiştirmişler, her halleriyle rahat­sızlıklannı dile getiriyorlardı. Halbuki yine O (sallallahu aleyhi ve sellern), dünya ve ukbalannı ihya edecek tekliflerde bulunacak; ebedi hayatlannı kurtarma adına ısrar edecekti. Dinlemeye bile tahammülleri yoktu. Belki de, o esnada aleyhinde konu­şuyorlardı; zira meclis, buz kesilmişti. İmandan bu denli ra­hatsızlık duyulur muydu hiç? Söz konusu olanlar, Utbe, Ebu Cehil ve Velid olunca bu da mümkündü! Ellerinden gelse, kendileri için huzurunu terk eden Allah Resülü'nü bir kaşık suda boğarlardı! Zira, O'nun olduğu yerde bunlara yer yok­tu. Nefretle bakıyor ve kin solukluyorlardı. Kan davasından çekinip korkmasalar, hemen oracıkta icabına bakar ve hayatı­nı ortadan kaldınrlardı; ama ne yaparsın ki, gelenekler buna engeloluyordu. Onun için, arkalarını dönüp suratlannı asmış ve çareyi, orayı terk etmekte bulmuşlardı. Aslında bu, huzura gelen iman nurunun, karanlığı boğup yok edeceğinin bir gös­tergesiydi; hak gelmiş ve yokluğa mahkum olan batıl da, ait olduğu yere doğru yönelmişti.

Çok geçmeden Cibril belirdi; yeni bir vahiy vardı. Abese suresini okuyordu:

- O, kalp gözü hakikate kapalı ve kör olan kimse,379 hak

379 Genellikle bu sı1renin iniş sebebi olarak da anlatılan bu şahsın, Amr İbn Ümmi Mektı1m olarak bilinen ve Hz. Hatice validemizin dayıoğlu Abdullah İbn Mektı1m olduğu şeklindeki rivayet, hadis kriterleri açısından sağlıklı olmadığı gibi, aynı zamanda Efendimiz'in İsmet sıfatıyla da bağdaştırıla­mayacak yanlışlıklar doğurmaktadır. Gerçi, konuyla ilgili rivayetlerde bu şahıs olma ihtimali olan diğer yedi kişiden daha bahsedilmektedir; ancak, peygamberlerin ismeti nokta-i nazanndan bakıldığında buradaki şahsın, 'sa­habe' olma ihtimali oldukça zayıftır. Öyleyse burada kastedilen kişi, küfiirde inat edip ısrarla hakka karşı körlüğünü devam ettiren Velid, Utbe ve Ebı1 Cehil gibi mana gözü kör olan kimselerden biridir.


Vahiy Devam Ediyor

beyanla gelen Habib-i Zişan geldiği için yüzünü ekşitip, arka­sını da dönerek nasıl gidiverdile''"

Onlann, bu zalimce tavırlannı anlattıktan sonra ayet, bu dönek insanlan muhatap alarak şöyle devam etmekteydi:

- Ey kalbi hakka kapalı olan mana körü! O gelen hak beya­nın, O'nu (sallallahu aleyhi ve sellem) tezkiye edip hatırlatmalarının da kendisine fayda verdiğini sen nereden bilebileceksin ki? On­dan müstağni kalana gelince sen, hep onunla oturup kalkar ve ona itibar edersin! Halbuki, hak din ile sana gelen, Rabbinden haşyet duyarak sana ve insanlara gerçeğin ta kendisini anlatana gelince sen, O'ndan yüz çeviriyor; açık kapı bırakıp da muhab­bet göstermiyorsun! Hayır, hayır! Sakın öyle yapma! Çünkü bu davet, Hak adına yapılmış bir öğüttür; sizden isteyen o öğüde kulak verir ve size her şeyi açıklayan o Nebi'ye tabi olur.38ı

Demek ki; inat, kibir, taassup ve küfür, konuştuğu her meseleyi Hak katından onayalarak ifade eden Allah Resülü'ne karşı çıkıyor; söylediklerine kulak vermek istemiyordu. Zaten, en büyük körlük de, gözler önüne gelen perdeler değil; kal­bin kasvetle kaplanması ve hakkı göremez hale gelmesiydi.ö'" Öyleyse anlaşılan, yüzünü ekşitip de meclisi terk edip giden; kibrini ortaya koyup da büyüklük taslayanlar, yine Mekke ön­derleriydi ve bunlar, Kur'an tarafından körlük vasfı kullanıla­rak anlatılıyordu.e'v

380 Aynı hususu, yüzünü ekşitti ve arkasını dönüp gitti marıalanna gelen 'abese' ve 'tevella' kelimelerinin Kur'an'da kullanılış tarzı da teyit etmektedir. Zira bu kelimelerin her biri, küfriinde sabit kalmayı tercih eden kafir ve firavunlar için kullanılagelmiştir. Bkz. Müddessir, 74/22; Ta-Ha, 20/48, 60; Bakara, 2/205; Necm, 53/33; Meme, 70/17; Gaşiye, 88/23; Leyl, 92/16; Alak, 96)13

38ı Bkz. Abese, 1-12. Ayetlere, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) özelinde ve genel manada bütün peygamberler için 'ismet' kavramını düşünerek mana verilmeye çalışılmış ve maksadın iyi anlaşılabilmesi için de bu mana, tefsirle zenginleştirilerek verilmiştir. Bkz. Ahmed et-Tacı, Vahyii's-Sire, s. 240

382 Bkz. Hacc, 22/46

383 Konuyla ilgili daha geniş malümat için bkz. Ahmed et-Taci, Vahyü's-Sire, Merkezü Mektebe ve Matbabati Mustafa, Mısır, 1981, s. 222 vd.


 

GENEL BOYKOT

 

Created by Readiris, Copyright IRIS 2005
Created by Readiris, Copyright IRIS 2005

Hz. Hamza'dan sonra Hz. Ömer de Müslüman olmuş ve Kureyş açısından, ardı ardına çok büyük iki kayıp yaşanmıştı. Ardından bir de Habeşistan elçilerinin eli boş ve götürdükleri kucak dolusu hediyelerle gerisin geriye dönüşlerini gören Mek­ke, öfkeden kabardıkça kabarmış ve kılıçlannı yeniden gayzla bilerneye başlamıştı. Üstüne üstlük bir de, Habeşistan'a hicret edenlerin haberlerini alıyor ve her geçen gün ayn bir hüzün ya­şıyorlardı. Böyle giderse iş, tamamen kontrollerinden çıkacak ve bir daha önü alınmaz bir arenaya taşınmış olacaktı.

Beri tarafta, Hişam ve Abdulmuttaliboğullannın himaye­si vardı ve bu himayeyi aşarak Allah Resülü'ne karşı kalıcı bir hamle yapamıyor; önüne çıkıp da yolunu kesemiyorlardı. Bu durumda, sadece belli başlı şahıslan hedeflemenin de imkanı yoktu; Müslüman olsun veya olmasın, -Ebü Leheb dışında­herkes ittifak etmiş; Muhammedü'l-Emin'i, hayatı pahasına koruma yanşına girmişti.

Bir taraftan da, her geçen gün kendi saflanndan birileri gidip karşı tarafa iltihak ediyor ve teker teker çözülme yaşa­nıyordu. Öyleyse, çığ gibi büyüyen bu düşüneeye karşı daha etkin ve kalıcı bir çözüm bulunmalıydı.


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve s e l l e m )

Nihayet bir akşam, ittifak ettikleri bir mecliste toplanarak ölümden beter bir karar aldılar. Buna göre, Muhammed'i ken­dilerine teslim edecekleri ana kadar, Hişôm ve Abdulmutta­liboğulları ile bütün ilişkiler kesilecek; onları Mekke'den ko­vacak; bütün yolları kesecek; onlardan kız alıp vermeyecek; yiyecek ve içecek temin edebilecekleri bütün kaynaklarını da kurutacaklardı. Madem öyle, kurunun yanında yaş da ya­nacaktı! O günün şartlannda bu, sadece iman ettiklerinden dolayı insanlan, göz göre göre ölümle baş başa bırakma de­mekti. Böylelikle, çölün çetin şartlannda kendiliğinden ölüp gitmelerini bekleyecekler; asırlarca devam etmesi muhtemel kan davalarına sebebiyet vermeden başlanndaki bu problemi çözmüş olacaklardı. Bugünkü toplama kamplanndan beter bir adımdı bu ... Bunun adı boykottu ve açık arazide, gündüz­lerin sessizliği ve gecelerin de yalnızlığı içinde, kızgın güneşin altında ve kavurucu çölün dayanılmaz kasveti içinde ve tabii olarak birer birer yok olmalarını bekleyeceklerdi.

Yaptıklan işe bir de kutsiyet kazandırmak istiyorlardı; bunun için, madde madde yazdılar bir sayfanın üstüne ve alıp bunu Kabe'nin duvanna astılar ittifakla! Bu maddeleri kağıda geçiren, aralanndan Mansur İbn İkrime adındaki bir zattı.384

Varaka'nın dedikleri çıkmaya başlamıştı. Kin ve nefretin bu kadan da olmazdı; ama o günün Mekke'sinde bunlar olu­yordu. Karşı koymaya da imkan yoktu. Vahyin gelişinden yedi yıl sonra bir Muharrem akşamı, yaşadıklan bu büyük mahru­miyetle mecburen aynldılar Mekke'den ve Mekkelilerden!..

Yine Ebu Talib'in himaye kanatlan vardı ortada. Mekke'nin dışında Şi'b-i Ebi Talib'in mekanında çadır kurdular kıt kana­at imkanlarıyla ... Çadır denilenler de çoğu zaman, yamalı kırk bohçanın çubuklar üzerinde emaneten durmasından ibaretti.

384 Sıkıntıların selolup yağdığı bu süre içinde, bir gün Efendiler Efendisi bu şah­sa beddua edecek ve çok geçmeden Mansfır'un, boykot maddelerini yazdığı eli tutmaz olacaktı.


Genel Boykot

Müslüman olmamasına rağmen, amca Ebü Talib'in gayretleri görülmeğe değerdi. Hatta, yeğeninin başına gelebilecek olum­suzluklarla karşılaşmamak için, türlü türlü sebeplere tevessül ediyor ve tedbir olarak çoğu zaman, O'nun yatağına kendi oğullarından birini yatırıyordu.

Şehrin dışında çıplak bir arazi idi Şi'b-i Ebi Talib. Üç yıl sürecek bir mihnet dönemiydi bu. Sıkıntılar, katlanarak geli­yordu; hemen her gün, bir çadırdan feryad ü figün sesleri yük­seliyordu. Salgın hastalıkların sökün ettiği Şi'bi Ebi Talib'den, keyif çatan Mekkelilerin üstüne, sıklıkla ağıtlar yankılanıyor­du, göçüp gidenlerin ardından!

Çok sıkıntılı günlerdi. Sıkıntıyı zirvede yaşayan da, yine Allah'ın en sevgili kulu, Allah'ın da Resiiıü'ydü.385 Ancak, şart­lar ne olursa olsun tebliğ vazifesi devam etmeli ve ilahi mesaj­la insanlar sürekli beslenmeliydi. Zaten, böylesine bir sıkıntı girdabı, ancak güçlü bir imanla aşılabilirdi ve bu iman, Efen­dimiz'in etrafında halkalanan cemaate alem olmuştu. Kendisi Müslüman olmadığı halde, yine de O'nu tercih edenlerde bile bunun eseri görülüyor, her şeye rağmen olup bitenlere karşı mukavemet gösteriyorlardı.

Tebliğin diğer insanlara ulaştırılacak yanı da vardı. Onun için Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), fırsat buldukça dı­şarıdan gelenlerle görüşmeye çalışıyor ve bilhassa haram aylarda muhatap olduğu kitlelere Allah'ın emirlerini ulaş­tırma gayreti gösteriyordu. Aynı gayretler, iman heyecanını sinesinde taşıyan her bir mü' min için de söz konusuydu ve her şeye rağmen durup tükenme bilmeden bir iman aksiyonu ortaya konuluyordu.

Açlık, susuzluk ve hastalıkların iniltisinde geçen koskoca

385 Yıllar sonra ve hac farizasını yerine getirmek için yeniden Mekke'ye geldik­lerinde, kurban kesme öncesinde bu mekana gelen Habib-i Zlşan Hazretleri, burada yaşadığı acı dolu üç yılı hatırlayacak ve etrafındaki arkadaşlanna da o günlerden bazı kareler sunacaktı. Bkz. Buhari, 2/576 (1513)


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

üç yıl!.. Bu ne zulümdü ki, kadın-ihtiyar, çocuk-hasta deme­den herkesi aynı konumda değerlendiriyor ve asla taviz ver­miyorlardı. Açlıktan, çığlıklan yükseliyordu çocukların Faran dağlannda ...

Efendiler Efendisi, geceleri Rabbiyle baş başa, namaza durduğunda, kulağına hep, çocukların ağlaşan sesleri gelip çarpıyor, annelerin yürek yakan hıçkınklannı duyuyor ve bir mızrap gibi kanayan yüreğine, birer inilti halinde vurup duruyordu, bütün bunlar tükenme bilmeden! Düşmanlık ve kinleri o dereceye ulaşmıştı ki, artık varlıklan bile rahatsızlık vermeye başlamış, onlarla birlikte aynı şehirde yaşamaya bile tahammülleri kalmamıştı. Mekke, olanca şiddetiyle hücum ediyor ve inananlara nefes bile almayı çok görüyordu. Bütün bu planlan hazırlayıp çirkinliklerin altına imza atanlar arasın­da başı çeken yine, ümmetin firavunu Ebu Cehil idi.

Artık, sadece haram aylarda Mekke'ye inebiliyorlar; kıt kanaat imkanlanyla sadece sınırlı sayıda malzeme tedarik edebiliyorlardı. Hatta Kureyş, Müslümanlar satın alamasın diye dışandan gelen kervanlan Mekke dışında karşılıyor ve getirdiklerini Müslümanlara satmamalan konusunda onlan ikna etmeye çalışıyorlardı. Çoğu zaman da, ihtiyaçlan olmasa bile Kureyş, dışandan gelen kervanlarda bulunan malın tama­nını satın alıyor ve beri tarafta, sıkıntıların cenderesinde inim inim inleyenlere alternatif bile bırakmıyordu. Elde-avuçta bir şey kalmamış, var gibi görünenler de tükenip yok olmuştu.

O kadar açlık ve sıkıntı çekmişlerdi ki, Sa'd İbn Ebi Vak­kas gibi, gecenin karanlığında bir kenara gidip bevlederken, farkına vardığı bir deri parçasını yıkayıp temizleyen, temiz­leyip de ateşe tutup yiyen ve neticede üç gün belinin doğrul­masına sebep olduğu için Rabbine hamdeden baş yüceler var­dı.386 çoğu ağaç yaprak ve kabuklannı yiyerek ayakta kalmaya

386 EbU Nuaym el-İsbahani, Hılyetü'l-Evliya, 1/93


Genel Boykot

çalışıyor ve bu sebeple de ihtiyaçlannı giderirken, koyunlar

gibi ıtrahatta bulunuyorlardı.s'"     .

Bu sıkıntılı günlerde Hz. Hatice, bir nebze de olsa nefes alma imkanı verenlerden birisiydi. Zira o, öyle eli kolu bağlı kalacak bir fıtrat değildi. Elindeki imkanlar, boykotun değir­meninde öğütülse de piyasayı biliyordu ve çoğu zaman yeğeni Hakim İbn Hizôm'ı devreye sokup, elinde kalan ne varsa onla­n gizlice Şi 'b-i Ebi Talib'e ulaştınyorve böylelikle, açlara çare; açıklara da sütre oluyordu. Yine böyle bir gün, gecenin karan­lığı çökünce yola koyulmuş; tedarik ettiği bir avuç buğdayı gizlice halasına götürmeye çalışıyordu. Ebu Cehil'in gözünden kaçmadı bu ve kesti yollarını. Cehaletin mekanize otoritesine, kendi başına bir fert nasıl karşı koyabilirdi? Kardeşi bile olsa, farklı sesin çıkmasına tahammülü yoktu Ebu Cehil'in:

- Haşimoğullanna yiyecek götürmek ha, diye sert bir ta­vır koydu önce ...

- Yemin olsun ki, ne sen elimden kurtulabilirsin ne de onlara yiyecek götürmene müsaade ederim. Göreceksin, seni Mekke'ye rezil edeceğim, diye de ilave etti.

Onlar bu haldeyken yanlanna Ebu'l-Bahteri geldi. O da Haşimoğullarz'ndandı. İman etmemişti; ama insaf1ıydı. Önce, olayın sebebini öğrenmek istedi ve:

- Aranızda ne oluyor öyle, diye sordu. Ebu Cehil:

- Haşimoğulları'na yiyecek götürmeye yeltenmiş, diye ce-

vap verdi. Bunun üzerine Ebu'l-Bahteri:

- Yanında, halasına götürmek istediği yiyecek var ve sen onu götürmesine engeloluyorsun, öyle mi, diye tepki gösterdi önce. Ardından da:

- Çekil bu adamın yolundan, diyerek zulme son vermek isteyince, inadında direnen Ebu Cehil'le aralannda kavga baş­ladı. Hatta Ebu'l-Bahteri, eline geçirdiği bir çene kemiğiyle

387 EbU Nuaym el-İsbahanl, Hılyetü'l-Evliya, 1/93


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Ebu Cehil'in kafasına vurup başını yaracaktı, Hz. Hamza da, uzaktan bu manzarayı seyrediyordu. Derken bu hamle, Ebu'l­Balıteri gibi düşünen başkalannı da cesaretlendirecek ve Kabe duvanna asılan anlaşma metnini aşağıya indirip boykotu kal­dıracak süreci hazırlayacaktı, 388

Bu arada Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), amcası Ebu Talib'e gelerek:

- Ey amca! Şüphesiz ki Rabbim Allah (celle celaluhü), Ku­reyş'in O Kabe'ye astığı sayfaya bir kurtçuğu musallat etti ve o da, kendi adının dışındaki bütün zulüm, boykot ve iftira adına ne varsa hepsini yiyip bitirdi, diye haber vermişti. Ebu Talib, şaşkınlık yaşıyordu. Yeğeninin Kabe'ye gidip de bu sayfayı göremeyeceğini biliyordu. Kureyş'in kin ve nefreti, bırakın sayfaya ilişmeyi; sayfanın yanına bile yaklaşmaya müsaade etmezdi. Geriye tek bir alternatif kalıyordu. Onun için:

- Bunu Sana Rabbin mi haber verdi, dedi.

- Evet, diyordu Allah'ın Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern).

Bugüne kadar zaten yeğeninde, yalan adına en küçük bir emare bile görmemişti Ebu Talib. O yüzden, sadece O da ha­ber verseydi, buna inanacaktı, Ancak, bu sefer başka bir planı vardı. Hemen gidip durumdan diğer kardeşlerini de haberdar etti. Bir zulüm devri sona ermek üzereydi. Büyük bir heyecan yaşıyorlardı. Bu heyecan, sadece Şi'b-i Ebi Talib'le sınırlı kal­mamalıydı ve hiç vakit geçirmeden, hep birlikte Kabe'ye yö­neldiler. Onlann gelişini gören herkes, Kabe'nin yeni bir hadi­seye gebe olduğunu görüp olacaklan seyre dalıyordu. Nihayet,

388 Bkz. İbn Hişam, Sire, 2/195 vd. Taberi, Tarih, 1/550. Ebu'l-Bahteri, Müslü­man değildi ve Müslüman olmadan da vefat etti. Ancak Efendimiz'in vefa­sından o da nasibini alacaktı. Zira, Bedir Savaşı'nda karşı cephede Miislii­manlarla savaşmak için gelenler arasında o da vardı. Onun geldiğini görünce Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), ashabına şöyle ilan etti:

- Ebul-Bahteri, size ilişırıediği sürece dokunmayın ona. (İbn Ebi Şeybe, Mu­sannef, 7/357 (36682))

390


Genel Boykot

Mekkelilere seslenen Ebu Talib, yeğeninin anlattıklanna iti­madının ve Rabb-i Rahim'in verdiği habere güvenin bir gereği olarak şunlan söylemeye başladı:

- Şüphesiz ki benim kardeşim oğlu Muhammed, sizin sayfanıza Allah'ın bir kurtçuğu musallat kıldığını ve bu kurt­çuğun da onu yediğini söylüyor ki, O asla yalan söylemez! O'nun anlattığına göre, o sayfada bulunan zulüm, taşkınlık, akrabalık bağlannı kesme ve haddi aşma gibi bütün olumsuz­luklar yök olup gitmiş; sadece Allah'ın adı kalmıştır. İşte size bir fırsat, şayet yeğenimin söyledikleri doğru çıkarsa, şu kötü tavır ve davranışlannızı bırakırsınız; yok, denilenler doğru çıkmazsa işte o zaman ben de size yeğenimi teslim ederim ve siz de O'nu öldürür veya yaşatırsınız!

İşin gerçek boyutundan habersiz olan Kureyş'in, zil takıp da oynayacağı bir fırsattı bu; zira Ebu Talib, tam da kontrol­den çıktı, dedikleri bir sırada yeğenini getirip kendi eliyle tes­lim ediyordu! Demek ki korkulacak bir durum yoktu. Onun için hemen:

- Tamam, gerçekten de sen insafın gereğini yaptın, de­mişlerdi.

Derken, hemen Kabe'nin duvanna yönelmişlerdi ve du­rumu öğrenmek için adeta birbirleriyle yanşıyorlardı. Elleri­ne alıp da, üç mühür vurarak kapattıklan, mahfazayı açtıkla­nnda, gerçekten de durumun, ayne Ebu Talib'in anlattığı gibi olduğunu gördüler. Bu kadar olurdu! Donakalmışlardı. Öne düşen başlanyla birlikte, ellerindeki mahfaza da, yenilmiş yazı parçası da yere düşmüştü. Büyük bir yıkım daha yaşıyorlardı. Bu durumda konuşma sırası ve hakkı Ebu Talib'e aitti:

- Her şeyortada olduğuna göre öyleyse bu hapis ve ku­şatmanın da bir anlamı kalmadı, dedi ve yanındakilerle birlik­te örtüsünü kaldırarak Kabe'ye girdi. Şöyle dua ediyorlardı:

- Allah'ım! Bize zulmedenlere, bizi insanlarla görüşmek-

391


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

ten mahrum kılanlara ve haklan olmadığı halde bize saldınp haksızlık yapanlara karşı Sen bize yardım eyle!

Daha sonra da, hep birlikte çıkıp yeniden, üç yıl çile üs­tüne çile çekip kesintisiz ıstırap yudumladıklan mekana geri döndüler. Ancak, bundan sonra hiçbir şey, eskisi gibi olmaya­caktı; zira, Kabe' de yapılan dua kabul görmüş ve eh1-i hamiyet bazı insanlar harekete geçmişti. Artık bardak taşmıştı ve neti­ceye ulaşmadan sular durulacak gibi görünmüyordu.

Beri tarafta, Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) de halası A.tike Binti Abdulmuttalib'in oğlu Hişam, Züheyr'i karşısına almış şunlan söylüyordu:

- Ey Züheyr! Dayılannın halini bilip duyduğun halde senin burada rahat rahat yiyip içmen, çoluk-çocuğunla şen­şakrak dolaşman ve güzel elbiseler içinde salınmana gönlün ne kadar razı oluyor? Halbuki onlar, ne alışveriş yapabiliyor­lar, ne de aileleriyle birlikte bir yudum huzura nailoluyorlar! Allah'a yemin ederim ki, şayet onlar Ebu'l-Hakem'in dayılan olsaydı ve ben de onu bunun için çağırmış olsaydım, mutlaka o bana kulak verir ve dayılanna yardıma koşardı!

Züheyr, bu cümlelerle neyin kastedildiğini anlamıştı; ama yine de sordu:

- Ey Hişaml Peki sen ne demek istiyorsun? Tek başıma bir adam iken ben ne yapabilirim ki? ValIahi de, benimle be­raber bir adam daha olsa kalkıp gider ve o metni yırtıp atanm, dedi.

- Yalnız değilsin ki! Yanında birisi daha var, dedi Hişam,

- Peki kim o?

-Ben.

- Öyleyse gel, üçüncü birisini daha bulalım!

Hiç vakit kaybetmeden hep birlikte Mut'ım İbn Adiyy'in yanına geldiler. Benzeri sözleri söylediler ona da. Kartopu gibi büyümeye başlamışlardı. Bu sefer de dördüncü şahsı aramaya

392


Genel Boykot

çıktılar. Ebu'l-Bahteri de zaten onları bekliyordu ... Çok geçme­den Zem'a İbn Esved onlara, beşinci isim olarak katılacaktı ...

Derken beş kafadar, yılların kin ve nefretine karşı silahla­nnı kuşanmış, arkalarına taktıklan Haşim ve Abdulmuttalib oğullanyla birlikte, meseleye son noktayı koymak için Kabe'ye geliyorlardı. Onlann gelişini gören Kureyş'in ise, pek yapabi­leceği bir şey kalmamıştı.

Kabe'ye gelir gelmez, Kabe'yi yedi defa tavaf ettiler ve ar­dından, anlaştıklan şekilde önce Züheyr sözü aldı:

- Ey Mekke ahalisi, bizler, rahatça yemek yiyip güzel el­biseler içinde salınıp dururken Hdşimoğullarırnn, herkesle ir­tibatlan kesilmiş vaziyette alışveriş bile yapamadan göz göre göre helak olmasına göz yumamayız! Vallahi de, şu zulüm içe­ren boykotun yazılı olduğu sayfayı alıp yırtmadıkça bir adım geri gitmeyeceğim!

Ebu Cehil, horozunu dikmiş bir kenarda olup bitenleri seyrediyordu. Önce:

- Vallahi de hayır, yalan söylüyorsun ve bu sayfaya bir şey yapamazsın, diye itiraz etti. Onun bu çıkışına mukabil, bu sefer Zem'a ileri atıldı:

- ValIahi de esas yalancı sensin! Zaten biz, onun yazıl­masına da razı değildik; sen yazdırdın, dedi. Ebu'l- Bahteri'nin desteğine şahit oldu Kabe:

- Zem'a doğru söylüyor; orada yazılanlara ve bu uygula­malara seyirci kalamayız!

Mut'ım İbn Adiyy ve Hişam da arkadaşlannı destekliyor­lardı:

- Elbette bunlar doğruyu söylüyor; sen yalancısın! Bura­da yazılanlardan da yapılan muamelelerden de Allah'a sığını­nz!

Bir anda Kabe, insanlık namına Mekkelilerin özlenen çı­kışına kavuşmuş, gecikmiş bir hamleyle siirüra gark olmuştu.

393


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Küfrün yıkım yaşadığı bir zamandı bu. İçten içe kendini yiyen Ebu Cehil:

- Şüphe yok ki bu, geceden planlanmış bir komplo, diye tepki verdi.

Bu sırada, yeniden Kabe'ye gelmiş olan Ebu Talib ve arka­daşlan, olup bitenleri merakla seyrediyorlardı. Onlar açısın­dan, sonunda karşılaşacaklan şeyler gerçi sürpriz sayılmaya­caktı. Ama, yaşanılanlan çıplak gözle müşahede etmenin ayn bir hazzı vardı.

Tel telolmuş küfür düşüncesi dökülüyordu! Derken, Mu­t'ım İbn Adiyy, son noktayı koyup yırtmak ve böylelikle üç yıldır devam eden insanlık dışı muameleyi nihayete erdirmek için sayfaya doğru yöneldi. Aman Allah'ım! Bir de ne görsün; sayfadan geriye sadece, 'Allah'ın adıyla' ifadesinin yer aldığı küçük bir parça kalmıştı ve yanında da bu fiili gerçekleştiren küçük bir kurtçuk duruyordu!

Böylelikle, üç yıl süren bir zulüm devri kapanıyor, ortada yazılı bir metin de kalmadığına göre genel boykot da son bul­muş oluyordu.e''?

389 Bkz. İbn Hişam, Sire, 2/219 vd. İbn Sa'd, Tabakat. 1/208 vd.

394


HÜZÜN YILI

 

Created by Readiris, Copyright IRIS 2005
Created by Readiris, Copyright IRIS 2005

Her ne kadar, insanlık dışı muamele kaldınlmış ve boy­kot sona ermiş olsa da, yine seneler hüzün yudumluyordu. Belli ki Allah (celle celaluhü), sevgili kullarını tamamen ahirete yöneltiyor ve yönlerini başlarına gelen binbir türlü sıkıntıyla gerçek vatana çeviriyordu. Zira boykotun kaldınlmasıyla ye­niden Mekke'ye girebilir hale gelmeleri, işkence ve baskıların ortadan kalkacağı anlamına gelmiyordu. Dünkü cephede kay­beden ve burçlarından birisinde hazan yaşayan Mekke müş­rikleri, Müslümanlara karşı her gün yeni bir cephe açıyor ve böylelikle kayıplannı telafi (!) etme yanşına giriyorlardı.

Geride kalan üç yıllık sürgün hayatı, Müslümanlar üzerin­de kalıcı izler bırakmış ve açlıktan kıvranıp ağlaşan çocukların semaya yükselen feryatlan, anne ve babaların korkulu rüyası haline gelmişti. Hastalıklar, birer salgın halini almış, toplumu kınp geçiriyordu. EbU Tôlib ve Hz. Hatice gibi önemli daya­nakl ar da bu furyadan nasibini almış, ağır hastalıklarla bo­ğuşuyorlardı. Bugün, her şeyi sıfırlayarak Mekke'de yeniden hayata başlamak, onun için öyle kolay görünmüyordu. Üstelik Mekke, eski şen-şakrak günleri yaşatmamaya kararlıydı.

395


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Ebu Talib'e Son Müracaat

Yılların yorgunluğu, artık Ebu Talib'in belini bükmüş; adımlannı bile atarken zorlanacak hale getirmişti. Artık, ayağı­nın biri mezarda sayılırdı. Sadece kendisinin değil, aynı zaman­da kabilesinin yükünü de bugüne kadar omuzlannda taşımış; herkesin karşı çıkmasına rağmen, bir de yeğeninin sorumlulu­ğunu üstlenerek mihnet koylannda iniltili bir hayat sürmüştü. Belli ki artık, yeni bir yük daha kaldıracak durumda değildi.

Bir Ramazan ayıydı. Artık Ebu Talib de hastaydı ve öyle görünüyordu ki, bu hastalıkla birlikte ebedi 3.leme göç edecek­ti. Kısa zamanda hastalık haberi Mekke'ye de yayılmış, ziyaret için yanına gelenlerin sayısı her geçen gün artıyordu.

Beri tarafta ise, her şeye rağmen küfür cephesi boş dur­muyordu. Onun bu halini de bildikleri için, çok geçmeden Utbe ve Şeybe İbn Rebia, Ebu Cehil, Ümeyye İbn Hale! ve Ebu Süfyan gibi Kureyş'in ileri gelenlerinden yaklaşık yirmi beş kişi, bir araya gelmiş ve Ebu Talib'le son kez konuşmak üzere anlaşmışlardı. İçinde bulunduklan hali arz ederken kendi aralannda şöyle konuşuyorlardı:

- Hamza ve Ömer de Müslüman oldu; onlan da kaybet­tik. Muhammed'in işi, kabileler arasında da yayılıp gidiyor. Gelin, Ebu Talib'e gidelim de kardeşinin oğlunu bize teslim edip, O'nu bize versin! Başka türlü biz, vallahi de bu işin üste­sinden gelebilecek gibi görünmüyoruz.

- Bu ihtiyardan da korkuyorum işin doğrusu; ölüp gider­ken Muhammed'in dediklerini diyecek ve sonra da biz, Arap­ların dilinden kurtulamayacağız!

- En iyisi siz, şimdi beklernede kalın; yann amcası vefat ettiğinde ortaya çıkar ve işini bitirirsiniz!

Bu ve benzeri fikirler ileri sürseler de, üzerinde ittifak et­tikleri konu, vakit geç olmadan artık son demlerini yaşayan

396


Hüzün Yılı

Ebu Talib'e son bir çıkarma yapmanın gerekliliğiydi. Yanına gidecek ve şu teklifte bulunacaklardı:

- Ey Ebu Talih! Şüphesiz ki sen, bizim durumumuzu da senin başına gelenleri de biliyorsun! Endişe edip durduğumuz hususlar da zaten belli! Yeğeninle aramızda yaşadıklanmız, kimseye gizli değil; her şeyortada! O'na söyle de; biz O'ndan, O da bizden uzak dursun! Bizim dinimizle ve anlayışımızIa uğraşmayı bıraksın ki, biz de O'nun yakasını bırakıp dinine karışmayalıml

Ebu Talib açısından mesele, sanki yumuşamış gibiydi.

Herkes kendi halinde bir hayatı yaşayınca, kimse rahatsız edilmez, yeğeni de güvende olurdu. Bu mülahazalar içinde Al­lah Resülü'nü çağırdı yanına:

- Ey kardeşimin oğlu! İşte şunlar, kavminin ileri gelenle­ri! Bir araya gelmiş ve Sana güvence veriyor, bir daha ilişme­yeceklerini söylüyorlar, dedi.

- Ben onlardan tek bir kelime istiyorum ki onunla onlar, Arapların bütününe hakim olacaklar ve bu kelimeyle Acemler de, gün gelecek onlar gibi yaşamaya başlayacaklar.

Bu cümleden, Muhammed'in kendi tekliflerini kabul etti­ği sonucunu çıkaran Ebu Cehil, hemen ileri atıldı ve:

- Bir tek kelime mi? Ne demek, istediğin kelime olsun; babanın hatırına yemin olsun ki, Sana bir değil; on kelime ve­ririz, dedi. Artık, son nokta konulmalıydı ve Efendiler Efen­disi:

La ilahe illallah diyeceksiniz ve O'ndan başka ibadet etti­ğiniz her şeyi bırakacaksınız, dedi. Bu, O'nun her fırsatta talep ettiği meseleydi. Ve her zaman olduğu gibi yine onlann hoşuna gitmeyecekti. Ellerini birbirine çarpıp alkış tutmaya başladılar ve bir taraftan da, burun bükerek şöyle söyleniyorlardı:

- Yoksa, Sen ey Muhammed! Bütün ilahlan tek bir ilah haline mi getirmek istiyorsun?

397


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve s e l l e m )

Bir başkası ileri atıldı ve ilave etti:

- Vallahi de bu adam, istediğiniz hiçbir şeyi size verme­yecek! Yine de siz, istediğinizi yapmaya devam edin ve sizinle onun arasındaki mesele çözülünceye kadar asla atalannızın dinini bırakmayın!

Yine vahyin emareleri görülmüştü, Cibril-i Emin yeni bir mesaj daha getiriyordu:

- İçlerinden kendilerini uyanp irşad edecek birinin gel­mesinden her nedense şaşırdılar ve o kafirler, "Bu bir sihir­baz, bir yalancı! İşte tutmuş, bunca ilahı bir tek ilah yapmış! Bu gerçekten şaşılacak, çok tuhafbir şey." diyorlar.

Bu ifade, onlann adım adım takip edildiklerinin açık bir yansımasıydı. Attıklan her adım takip ediliyor ve iç dünyalann­da gizledikleri her şey, ummadıklan bir zamanda önlerine konu­lup açığa vuruluyordu. Zira, devamındaki ayet şöyle diyordu:

- İçlerinden önde gelen eşraf takımı derhal harekete geçip, "Hala mı duruyorsunuz?" dediler. "Kalkın, yürüyüp gösteri ya­pın ve ilahlannız konusunda direnip dayanacağınızı ilan edin. Bu, cidden yapılması gereken bir şeydir. Doğrusu biz, bu tevhid inancını son dinde de göremedik. Bu, sırfbir uydurma! Biz, bu kadar eşraf dururken, kitap gönderilecek bir O mu kalmış?"

Elbette, herkesin bir hesabı vardı; ama hesabı en son tu­tan, mutlaka her şeyin sahibi Allah (celle celaluhü) olacaktı:

- Hayır, hayır! Onlar benim buyruklanm hakkında tam bir şüphe içindedirler. Doğrusu onlar, henüz azabımı tatma­dılar!390

Ebu Taıib'in Son Nasihatleri

Tadacaklardı. .. Ama, her şeyin bir zamanı vardı. İşin bu­rasında yaşlı amca Ebu Talib, Kureyş'in temsilcilerine döndü ve şunlan söyledi:

390 Bkz. Sad, 38/4-8; Bkz. İbn Hişam, Sire, 2/264 vd.


Hüzün Yılı

- Ey Kureyş cemaati! Sizler, Allah'ın, yarattıklannın için­den seçtiği ve Arapların kalbi konumundaki kimselersiniz; itaat edilmesi gereken seyyidler hep sizin aranızda, gözünü budaktan sakınmadan tehlikelerin üzerine giden kahraman­lar, cömertlik ve civanmertlikte viis'at yaşayanlar da hep öyle! İyi bilin ki, Araplar arasında sizler, kendi haline bırakılmamış ve tercihte bir konuma getirilmişsiniz! Şerefinize gelince, za­ten onunla birlikte yaşıyorsunuz! Öyleyse sizlerden insanlara bunu cömertçe dağıtmak; insanlardan da buna ulaşmak için değişik vesileler bulmak düşer.

Şu anda insanlar, sizin karşınızda yer alıyorlar ve aranız­da savaş var. Ben size, bu bünyeye saygı duymanızı tavsiye ediyorum; çünkü onda, Rabbin hoşnutluğu, geçim kolaylığı ve bulunduğunuz konumu sağlamlaştırma var!

Akrabalannızı görüp kollayın ve sakın ola ki sıla-i rahimi kesmeyin; çünkü sıla-i rahim, ecel anındaki üzüntüyü kesip hüzün ve kederi azalttığı gibi kemiyet planında güç demektir ve gözünüz arkada kalmaz!

Taşkınlık ve baş kaldırmadan da uzak durun; çünkü bu ikisinde, asırların yok oluşu gizlidir ki, sizden öncekilerin ha­lini biliyorsunuz.

Sizden yardım isteyene yardımcı olun ve elini açıp da sizden bir şey isteyeni de, eli boş göndermeyin; çünkü bu iki konu, hayat ve ölümün şerefini içinde banndırır.

Bir de, sözün doğru olanını söyleyin ve emanette kusur etmeyin; çünkü bu ikisinde özel manada bir muhabbet, genel olarak da yücelik vardır.

Sizden son olarak da, Muhammed' e hayır tavsiye ediyo­rum; çünkü O, Kureyş içindeki en güvenilir insan, Araplar arasındaki en doğru kişi ve şu saydıklanmın tamamını bünye­sinde bulunduran en faziletli insandır. O, öyle bir işle ortaya çıktı ki onu, gönül kabul etmekle birlikte ayıplanmak endişe­siyle dil inkar ediyor! Andım olsun ki, ben Arapların koşturup

399


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

geldiğini; iyi insanların etraftan akın ettiğini ve güçsüz zayıf insanların da, genel manada O'na icabet edip huzur bulduk­lannı; getirdiklerini tasdik edip bu işi yücelttiklerini şimdiden görüyor gibiyim. Böyle giderse, ölüm sonrasında onlar feyiz ve bereketle coşarken Kureyş reisleri ve ileri gelenleri arkada kalacak ve yıldızlan sönüp etkisiz hale düşecek; bugünkü za­yıflannız baş tacı olacak; en azametliniz, en muhtaç hale ge­lecek ve bugün O'na en uzak olanınız yann O'nun yanında en iyi konumda olacak! Baksanıza, Araplar daha şimdiden O'na kucak açtı ve yardımına koştu, gönüllerini açıp başlanna taç yaptılar.

Aranızdaki değere sahip çıkmayı bilin ey Kureyş! O'nun için yardımcılar ve davası için de koruyucular olun! Allah'a yemin olsun ki, sizden kim O'nun yoluna girse, rüşde ulaşıyor ve getirdiğini rehber edinen de hep saadet yudumluyor! Keşke benim için hayat biraz daha uzun olsaydı ve ecelim bir miktar gecikseydi de ben, şu sıkıntılannı giderebilmiş ve başındaki bela ve musibetleri de savabilmiş olsaydıml-?'

Herkesin kulağına küpe yapması gereken bu nasihatler, erbabının yanında bir kıymet ifade ederdi. Anlaşılan, miiş­rikler bunlardan hiç de hoşlanmamışlardı. Şüphesiz onlann da, küfür adına daha başka planları vardı ve onlan da devreye koyarak her geçen gün daha derin bir çukura doğru gitmeleri gerekiyordu. Yine homurdanmışlar ve yine burunlannı büke­rek meclisi terk etmeye başlamışlardı.

Son Umut

Kureyş'in önde gelenleri yanından aynhnca Ebu Talib, yeğenine döndü ve yılların tecrübesiyle şunlan söyledi O'na: - Vallahi de ey kardeşimin oğlu! Onlardan imkansız bir şey istemedin!

391 Bkz. Halebi, Sire, 2/49-50

400


Hüzün Yılı

Efendiler Efendisi'ni ümitlendiren bir cümleydi bu. Ni­hayet, yıllar sonra amcası da İslam'a geliş emaresi göstermiş; iman adına bir kapı aralamıştı. Her fırsatı değerlendirmek isteyen müşfik Nebi, büyük bir ümitle ona yöneldi; bunca za­man kendisine kol ve kanat geren biricik amcasının, iman adı­na mesafe alamadan gitmesine gönlü bir türlü razı değildi:

- Ey amca! Peki, onu sen söyle ki, kıyamet gününde ben de onunla sana şefaat edebileyim, dedi.

Kendini, insanların imanını kurtarmaya adamış bir ruh için bu, elbetteki çok önemli bir fırsattı; amcasının, gelip de iman etmesini o kadar gönülden arzuluyordu ki! Ancak iman işi, bir nasip meselesiydi; peygamber bile olsa insan, Allah di­lemedikçe kimseyi hidayet üzere sabit tutamaz ve dilediğine bu yolu ayncalıklı hale getiremezdi. Zira, vahiy de aynı şeyleri söylüyordu:

- Şüphe yok ki Sen, dilediğin kimseyi doğru yola eriştire­mezsin; lakin ancakAllah dilediğini doğruya hidayet eder.392

Ve Hüzünlü Veda

Evet, bu bir muhabbetin eseriydi; ama bir türlü olmuyor, neticeye gidilemiyordu. İşte bu son hamle de, yeni ve son bir ümitti. Yeğeninin bu kadar içten ümit beslemesini görünce Ebu Talib:

- Ey kardeşimin oğlu, diye seslendi. Daha sesinin tonun­da, "O kadar da iimitli olma!" mesajı gizliydi. Bir anlık dur­gunluktan sonra da:

- Vallahi de, şayet benden sonra atalannın oğluna bu­naklık atfetmelerinden ve Kureyş'in de, ölümden korktuğum için bu kelimeyi söylediğimi zannedeceklerinden endişe edip korkmasaydım mutlaka onu söylerdim. Ancak onu, sadece Seni sevindirmek için söylerim, dedi.

392 Bkz. Kasas, 28/56

401


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Ancak Efendimiz, yine de her anı değerlendirmek isteye­cek ve bulduğu her fırsatta amcasının, kalıcı bir adres bırak­masını isteyecekti.

Küfrün önderleri yine amcasının yanına gelmişlerdi. Bu arada Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), hasta yatağındaki Ebu Talib'in yanına doğru ilerlemeye başladı. Bir başka öz amca, hemen ileri atıldı ve Resülullah'ın hedeflediği boşluğa oturuverdi. Maksadı, Efendiler Efendisi'nin, son demlerinde Ebu Talib'e tesir edip de onu; İslam'a davet etmesinin önüne geçmekti. Ebu Talib'in can derdine düştüğü bu demlerde bile küfür, yine küfrünü eda ediyor; iman adına en küçük bir ham­leye müsaade etmek istemiyordu. Göz göze gelip de şefkatle amcasına bakışlanna bile tahammülleri yoktu. Bir de Efen­dimiz, bulduğu her fırsatta iman talebinde bulunuyordu. İşin özü, Ebu Talib'in son demlerinde bile, imanla küfrün mücade­lesi zirvede yaşanıyordu:

- Ey Ebu Talib! Yoksa, Abdulmuttalib'in dininden vaz mı geçiyorsun, diye sordular.

- Hayır. Ben, Abdulmuttalib'in dini üzere kalıyorum, diye cevap verdi Ebu T5.lib.393

Artık, ölüme daha yakındı. En yakınında ise, bir diğer kardeşi Abbas vardı. Dudaklanndaki hareketi izlemeye çalışı­yordu. Derken, en büyük hami ve müşfik amca, hayata gözle­rini yumuyordu.

Küfrün baskısı altında ve bir türlü imana giden yola gi­remeyen amca Ebu Talib için Allah Resülü, bundan sonra da dua ve istiğfardan vazgeçmeyecek ve şöyle diyecekti:

- Bana gelince vallahi de Ben, bundan nehyedilmediğim sürece senin için istiğfar edeceğim.394

393 Abdulmutta/ib'in dini üzerinde kalma meselesi, EbU Talib'in imanı konu­sunda önemli bir merkezi tutmaktadır.

394 Bkz. Buhari, 1/457 (1294)

402


Hüzün Yılı

Yaşayan Kur'an'ın bu ifadesi, çok geçmeden Cibril'in müj­deleriyle teyid edilecekti. Gelen ayet de, önce mevcut durumu rapor edip sonrakiler için adeta bu tabloyu ebedileştiriyor; ardından da, ataları arasından bir örnek vererek bu konuda ortaya konulması gereken tavrın ne olduğunu bir modelle an­latmış oluyordu:

- Cehennem ehli oldukları kendilerince belli olduktan sonra -akraba bile olsalar- müşrikler hakkında istiğfarda bu­lunup onların affedilmelerini istemek, ne peygamberin ne de mü'minlerin yapacağı bir iştir. İbrahim'in, babası için istiğfar dilernesi ise, sırf ona yaptığı vaadi yerine getirmek için olmuş­tu. Fakat onun Allah düşmanı olduğu kendine belli olunca, onunla ilgisini kesmişti. Gerçekten İbrahim, çok yumuşak huylu ve sabırlı idi.395

Techiz ü tekvin işlerini de gördükten sonra Abbas İbn Ab­dü1muttalib, Allah Resülü'nün yanına yaklaştı ve hüzün kesil­miş yeğenine:

- Ey kardeşimin oğlu! Allah'a yemin olsun ki kardeşim Ebü Talib, Senin ondan istediğin o kelimeyi son anında söy­ledi, dedi.

Resül-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellern), aynı şekilde düşün­müyordu ve amcasına dönerek:

- Ben duymadım, dedi.396 Bunun üzerine Abbas, yeğe­nine yaklaşacak ve amcasıyla ilgili daha yumuşak ve dengeli olmasını talep edecekti. Ancak O, zaten bir denge insanıydı; sırat-ı müstakimin zirve temsilcisiydi O (sallallahu aleyhi ve sellem) ve herkes, dengede O'nu örnek almalıydı. Onun için amca Ab­bas'a şunları söyledi:

- Umarım ki kıyamet gününde, benim şefaatim ona fayda

395 Bkz. Tevbe, 9/113, 114

396 Bkz. İbn Hişam, Sire, 2/265, 266

403


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

verir de, cehennemdeki azabı kısmen de olsa hafifler, o süreci daha hafif atlatır.397

Hz. Hatice'ye Veda

Ebü Talib'in vefatı üzerinden henüz üç gün geçmişti. En azından dünyaya veda ederken bir adres bırakması için çok uğraşmıştı, ama dudaklanndan bu adresi ifade eden bir cümle duyamamıştı Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern). Üstüne üst­lük, onun yokluğunu fırsat bilen Kureyş, artık daha acımasız­ca yüklenecek ve bu yüklenmelerde onun yokluğunu acı acı hissedecekti. Çok üzüntülüydü; en büyük destekçi ve hami­si, amcası Ebü Talib'in imanına şahit olamadan, dünyadaki sıcaklığına mukabil ebedi huzuru kazanma yoluna girdiğini ifade edecek bir kelime duyamadan onu toprağa vermenin hüznü içindeydi.

Karanlığın koyulaştığı en zifiri demlerdi, Hasta yatağın­da bıraktığı kerim zevcesinin durumunu merak ediyordu ve çadınna yöneldi telaşla ... Çünkü, bir diğer destekçi Hz. Hati­ce de hastalıktan kıvranıyordu. Son yolculuk öncesinde Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), ateşler içinde kıvranan kerim zevcini ziyaret için yola koyuldu. Ebü Talib gibi bir dayanak­tan mahrumiyetin yanında, can dostu ve en sadık yaranından da mahrum kalmak vardı işin ucunda ...

Yaklaştı ve çadınn perdesini araladı yavaşçal.. Hastalıkla inleyen Hz. Hatice'nin hali yürek yakıyordu; altında firak çığ­lıklan sezilen iniltilerdi bunlar ... Hatice, Mekke'nin en zengin kadınıyken bugün, açlık ve sıkıntı içinde iki büklüm; sürgün

397 Bkz. Buhari, Sahih, 3/1409 (3672) EbU Talib'le ilgili olarak Efendimiz (sallal­lahu aleyhi ve sellem)'den şeref sudur olmuş, "Rabbimden onun için çok bü­yük hayır umuyorum." (İbn Sa'd, Tabakat. 1/124, 125), "Şayet Ben olmasay­dım o, şimdi cehennemin en altında azap görüyor olacaktı", (Müslim, Sahih, 1/195 (209) ve "Onun cehennemdeki azabı, topuk kemiklerine kadar ulaşır." (Müslim, Sahih, 1/195 (210) gibi rivayetler de vardır.

404


Hüzün Yılı

hayatının tüketen şartlanyla boğuşarak gidiyor; geride kalan­lara el sallayıp veda ediyordu.

Derinleşmiş hüznünde, Allah Resülü'nü, kızlanyla bir­likte yalnız bırakacak olmanın endişeleri gizliydi. Gidiyordu; ama gönlü, himayesiz kalan Efendisi'nde mahpus, geride ka­lan Sultanlar Sultam ve Rabb-i Rahim'ine emanet ettiği ye­timlerinde esir kalmıştı. Erken doğmuş, Hakk'a erken uyan­mış ve şimdi de, kendi elleriyle emanet ettiği iki yavrusundan sonra, onlara kavuşmak için önden gidiyordu.

Yüzünde, gidişi öncesinde tatlı bir tebessüm belirdi; belli ki artık, Cibril'in muştusunu getirdiği cennet yamaçlan açıl­ınıştı gözlerine ... Ancak bu tatlı tebessüm bile, şefkat ve mer­hamet yüklü bulutlar gibi çadınn kapısında kendisini gözle­yen Efendisi'ni görünce acılaşmış ve derin bir hüzün şekline dönüşmüştü. Her ikisi de, birbirlerinin halini düşünerek hü­zün yaşıyordu.

Şefkat ve Merhamet Sultanı'nı derinden yaralayacak bir manzaraydı bu!.. Göz pınarlan harekete geçmiş, yanaklann­dan süzülen damlalar mübarek sakalım ıslatmıştı; ardı ardına hıçkınklar düğümlendi defalarca boğazında! ..

Bir minnet duygusuyla yanına yaklaştı Allah Resnlü ve ifadede kelimelerin kısır kaldığı mana yüklü şu cümleleri sıra­lamaya başladı, titreyen dudaklanndan tane tane:

- Benden dolayı, ey Hatice! Sen de, bu sıkıntılara katlan­mak zorunda kaldın ve karnetine göre bir hayattan mahrum yaşadın.

Aslında sen bunlara layık bir kadın değildin. Keremine karşılık kerem le mukabele bulmak varken sen, çile üstüne çile ve mihnetle mukabele gördün, demek istiyordu ve ilave etti:

- Ancak unutma ki Allah, her sıkıntı ve zorluğun arkasın­dan, mutlaka hayr-ı kesir murad etmiştir ... 398

398 Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, 9/218

4°5


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Ve Ebu Talib'den sonra ikinci önemli dayanak da artık yaşamıyordu. Atmış beş yaşlanndayken dünya ve dünyadaki bütün sıkıntılara veda ederek, içinde ne bir gürültü ne de bir yorgunluk olan, incilerle örülmüş ebedi mekanına intikal et­mişti Hz. Hatice (radıyallahü anha),

Böylelikle o, Hira' da doğan güneşin ardından bir Kadir Gecesi başladığı yeni hayatını, yine bir Kadir Gecesi'nde nok­talamış oluyordu. Mezanna inip ebedi yurdun ilk kapısı olan Hacim Kabristanı'ndaki rnekanına onu, bizzat Allah Resülü yerleştirecek; yine toprakla üzerini de O kapatıp tesviye ede­cekti.399

Artık musibetler, sağanak olup yağmaya başlamıştı; çün­kü yanında, yaşadığı her sıkıntıda semtine sığınıp da sükün bulduğu bir destek; musibet olup üzerine gelen meteorlann atmosferine çarparak parçalandığı bir dayanak ve yılların tec­rübesiyle gelişmeleri sabırla karşılamada emin bir yardımcısı yoktu Allah Resülü'niin.

Allah Resülü için miişfik bir babadan, güvenli bir koruma ve gönlü zengin bir amcadan sonra; sadık bir yar, kerim bir zevce ve müşfik bir dayanak da artık yaşamıyordu. Bu sebeple Kureyş, daha bir cesaretlenmişti; Efendimiz'in üzerine daha çok geliyordu. Bir gün, sefahete kendini kaptırmışlardan biri, yolda yürüyen Efendiler Efendisi'nin üzerine toz-toprak atmış ve O da üst-başı bu halde iken, başını öne eğerek hane-i saadet­lerine gelmişti. Kızlanndan birisi, babasını bu halde görünce çok üzülmüş ve bir taraftan Efendimiz'in üzerini temizlerken diğer yandan da bu üzüntüsünü ağlayarak gösteriyordu. Ufku süzen gözlerin ardından şöyle buyurdular:

- Ağlama kızım ve sakın üzülme! Allah, senin babanı zayi edecek değildirl-"?

399 İbn Sa'd, Tabakat, 8/18 400 İbn Hişam, Sire, 2/264

406


Hüzün Yılı

Ardı ardına yaşanan bu üzücü olaylarla dolu bu yıla, hü­zün yılı denilecekti. Zira onda, bir yandan müşriklerin ortaya koyduklan haksız başkaldın ve tepkiler çığınndan çıkmış ve kontrol edilemez bir konuma gelmiş, diğer yandan da Efendi­miz'in yanındaki iki temel dayanak da ebedi aleme göç etmişti. Mahzun Nebi'yi hüzne boğan gelişmelerdi bunlar ve bundan sonra bu isim, geride kalan bir yıla alem olacaktı.

Ebu Leheb'i Bile Duygulandıran Manzara

Ebu Talib ve Hatice validemizin vefatıyla birlikte Efendi­ler Efendisi derin bir hüzne dalmış, çoğu zamanlannı evinde yalnız geçirmeye başlamıştı. Yetimleriyle birlikte baş başa ve­rip müşterek bir hüzün yudumluyordu. Annesiz kalmanın ne anlama geldiğini en iyi bilen de yine O idi. Onun için, kızlanna ayn bir şefkat gösteriyor ve böylesine önemli bir zaman dili­minde onlara daha çok vakit ayınyordu.

Ebu Leheb olsa da Abduluzza, öz amca idi; kardeşinin yokluğunda Kureyş'in yeğeninin üzerine daha fazla gittiğini de zaten görüp duruyordu. Bu manzara, onun cehenneme ya­kıt olacak taş misal kalbini bile yumuşatmış ve yanına gelerek şu teklifte bulunmuştu:

- Ya Muhammed! Dilediğin gibi rahat hareket et; Ebu Ta­lib hayattayken neler yapıyor idiysen şimdi de aynısını yap! Lat'a yemin olsun ki, ben ölene kadar Sana kimse ilişemeye­cek!

Gerçekten de bu, hiç beklenmedik sürpriz bir gelişmeydi, demek ki Allah dileyince, nice olmaz gibi görünenler oluyor, taş kesilmiş vicdanlar bile şefkatle harekete geçebiliyordu.

Derken bir gün, İbnü'l-Gaytala adında birisi, Efendimiz'e hakaret edip kötü sözler sarfetmiş; bunu duyan Ebu Leheb de, hemen gidip İbnül-Gaytala'nın haddini bildirmişti. O da şaşırmıştı; daha düne kadar kendileriyle birlikte yeğeninin

407


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

ölümüne imza atan ve onları, birhiç uğruna üç yıl sürgüne gönderen adam, karşısında duran Ebu Leheb değildi!

Koşarak bir çırpıda Kureyş'in yanına geldi:

- Ey Kureyş topluluğu! Ebu Utbe de sabi olmuş!

O gün için bu, en flaş haberdi. Ebu Leheb de gidip Muham­med'e iman etmişse, artık dünya kendilerine zindan demekti. Hemen yanına koştular ve durumu tetkik etmek istediler:

- Hayır! Ben, Abdulmutlalib'in dinini terk etmedim. Sa­dece ben, kardeşimin oğluna sahip çıkıyor ve O'nu korumaya çalışıyorum, diyordu. Gönüllerine su serpen cümlelerdi bun­larve:

- İyi ediyorsun; hem böylelikle akraba olmanın gereğini yerine getirip ihsanda bulunuyorsun, diyerek oradan aynldılar.

Aradan birkaç gün daha geçmişti. Kureyş'in intikam ses­leri bir nebze kesilmişti, kısmen de olsa Mekke'de bir rahat­lama hissediyordu. Ancak bu, süreklilik arz etmeyecek sun'i bir rahatlamaydı. Çünkü Ebu Cehil ve Ukbe İbn Ebi Muayt bir araya gelmiş ve Ebu Leheb'i ziyaret ediyorlardı. Belli ki Ebu Cehil, yine Ebu Cehilliğini yapacak, Ukbe de Ukbeliğini gösterecekti. Küfür adına hava oluşturmada, insanlar üzerin­de baskı kurup kararlarını etkilemede ve kamuoyunu istedik­leri istikamete yönlendirmede üzerlerine diyecek yoktu. Ebu Leheb'e de yaklaşmış, şöyle diyorlardı:

- Senin kardeşinin oğlu, babanın nerede olduğunun ha­berini sana da verdi mi?

- Peki neredeymiş o, diye soruyordu.

- Babanın cehennemde olduğunu söylüyor, diye dama-

nna basarak konuşuyor, böylelikle onun inat damarını tahrik etmeye çalışıyorlardı. Ve, ne yazık ki bu tahrik de tutacaktı.

Zira, Ebu Leheb'i can evinden vuran bir durumdu bu. Za­ten, kendisi ve hanımı hakkında söylenilenlerden haberdar

408


Hüzün Yılı

olmuştu; ama o her şeye rağmen (!) çığınndan çıkan zulümler karşısında mağdur olan yeğenine sahip çıkma adına, bir neb­ze O'nun elinden tutmak istemişti. Babasına toz kondurmak istemezdi ve hemen gidip, yeğeniyle olan bütün alakasım kes­meliydi. Koşarak geldi ve şunlan söylemeye başladı:

- Vallahi de ben, Abdulmuttalib'in cehennemde olduğu­nu söylediğin sürece, ebedi olarak Sana düşman kalacağım!

Yolların yeniden aynldığım gösteren bir cümleydi bu. Za­ten, Ebu Leheb gibi birinden de ancak bu beklenirdi. Bundan sonra yeniden Kureyş hiddetlenip köpürecek, Mekke'de yaşa­nan geçici bir nefes alma dönemi de artık, bir nostalji olarak kalacaktı.s?'

401 Bkz. İbn Sa'd, Tabakat. 1/211

409


 

SANCILI SÜREÇ

~

 

Rukane ve İki Mucize

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), insanların hidayete er­mesi için her türlü yolu deniyordu. Bunu yaparken, kimin hangi konuda ilgisi varsa o alanı tercih ederek İslam'ı günde­me getiriyor ve böylelikle insanlan, Rabbıeriyle tanımak ça­lışıyordu. Ancak bunun için, muhataplan iyi tanımak gereki­yordu; zaten, tebliğin en önemli şartlanndan birisi de, duygu ve düşüncesi, istek ve beklentileri, zevk ve hobileri açısından muhatabı çok iyi tanımaktı ve bunu en iyi yapan kişi, hiç şüp­hesiz Efendiler Efendisi idi.

Rukane İbn Yezid adında, sırtı yere gelmez bir pehlivan vardı ve Efendiler Efendisi bu adamla daha sık görüşür olmuş­tu. Yine bir gün, Mekke'nin kenar mahallelelerinden birinde buluşmuş konuşuyorlardı. Resül-ü Kibriya Hazretleri:

- Ey Riikane, diye başladı sözlerine.

- Sen de takva libasını giysen ve gelip davetime icabet et-

sen, diye ilave ediyordu. Rııkane:

- Bilsem ki Senin beni davet ettiğin şey hak ve doğrudur; gelir Sana tabi olurum, diyordu. Bu sözlerde, samimiyet giz­liydi ve iş buraya kadar gelmişken mesele, olduğu yerde bıra-

411


Efendimiz (s a l l a l l a h ıı aleyhi ve sellem)

kılmamalı ve son nokta konulmalıydı. Bunun için de, Rııkane­'nin anlayacağı dilden konuşmak gerekiyordu:

- Şayet ben seni burada yensem, getirdiklerimin hak ol­duğuna inanır mısın, diye sordu Allah Resülü (sallallabu aleyhi ve sellern).

Fiziki şartlar açısından imkansız bir teklifii bu. Kendi ala­nında rüşdünü ispat etmiş bir pehlivana karşı, hayatında hiç güreş tutmamış ve tecrübesiz birisinin, öyle kolayca galip gel­mesi düşünülemezdi! Onun için tereddütsüz cevap veriyordu Rııkane:

- Evet, kabul ederim!

Elbette maksat, sadece kuru bir güreş değildi; esas olan, Rukane'yi düşündürecek bir mucize ortaya koymaktı. Kendi anladığı dilden konuşacak ve güç ve kuvvetini, Allah'ın havl ve kuvvetine bağlayan bir peygamber olduğunu anlatacaktı Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem):

- Öyleyse, gel güreşelim, dedi vakit geçirmeden. Kendinden emin Rııkane de ayağa kalkmış ve gerçekten bir güreş başlamıştı. Ancak, o da ne, daha ilk hamlede Rııkane kendini yerde buluvermişti! Sanki, karşısında Muhammedül­Emin değil de bir ordu var gibiydi. Ne bir oyun ortaya koyahil­miş, ne de bunu düşünecek vakit bulabilmişti! Sanki, eli-ayağı bağlanmış gibiydi. Bu işten bir şey anlamamıştı. Onun için:

- Tekrar güreşelim, teklifinde bulundu. Bu teklif de ka­bul görmüştü ve yeniden ayağa kalktılar. Öncekinden farklı bir sonuç yoktu ortada. Daha ilk hamlede sırtı yere gelen, yine Rukane olmuştu. Şaşkınlığını gizlerneye gerek yoktu ve:

- Ey Muhammed! Allah'a yemin olsun ki bu, imkansız ve acayip bir şey! Nasılolur da Sen beni yenebilirsin, dedi.

Rtıkane çözülmeye başlamıştı. Habib-i Zişan Hazretleri, işi burada bırakmak istemiyordu. Onun için, ikinci bir muci­zeye ihtiyaç vardı ve şunlan söyledi:

412


Sancılı Süreç

- Şayet istersen, bundan daha acayibini de sana göste­reyim! Ancak bunun sonrasında, Allah'tan korkmanı ve bana tabi olmanı isterim!

- Peki, nedir o, dedi Rtıkane.

- Şu gördüğün ağaç var ya, onu çağıracağım ve o da yanı-

ma gelecek, dedi Allah Resülü (sallallabu aleyhi ve sellem). - Peki, çağır öyleyse!

Büyük bir titizlikle Efendimiz (sallallabu aleyhi ve sellem) dur­muş, ağacı yanına çağınyordu. Büyük bir dikkatle olacaklan izlemeye durmuş Rııkane'nin gözleri yerinden çıkacak gibi ol­muştu. Zira, Efendiler Efendisi'nin yanına çağırdığı ağaç, ye­rinden hareket etmiş; salına salına yanına geliyordu. Nihayet ağaç, Allah Resülü'nün önüne kadar gelince:

- Haydi, geldiğin yere geri dön, buyurdular ve bu sefer de aynı ağaç, geldiği yere geri döndü.

Zihni, darmadağın olmuştu Rükane'nin, Üstesinden gele­meyeceği bir gücün karşısında bulunduğunu fark etmişti; ama henüz son hamleyi yapabilecek iradeye sahip değildi.s?" Onun için, kendi kavminin arasına geri dönmeyi tercih edecekti.

Kavminin arasına gelmişti; ama hala yaşadıklannın tesiri altındaydı. Önce, başından geçenleri anlattı bir bir. Ardından da, halindeki garipliği soranlara şöyle diyordu:

-. Ey Abdimenafoğullan! Sizin şu arkadaşınızla bütün dünyayı büyüleyebilirsiniz; Allah'a yemin olsun ki ben, O'n­dan daha büyük bir sihirbaz görmedimlwa

Hz. Ebu Bekir'İn Hicret Teşebbüsü

Efendimiz ve O'na tabi olanlar, Ebu Talib gibi bir hima­yeden yoksun kalınınca Mekke daha fazla tepki vermeye baş-

402, Rükane, Mekke fethinden sonra Müslüman olacak ve Hz. Muaviye'nin hila­feti döneminde vefat edecektir. Bkz. İbn Abdi'l-Berr, İstiab, 2/507

403 Bkz. İbn Hişarn, Sire, 2/235, 236

413


Efendimiz (sallallalıu aleylıi ve sellem)

lamıştı ve bu tepkinin dozu her geçen gün artıyordu. Hedefte sadece Resül-ü Kibriya Hazretleri yoktu; O'nunla birlikte ha­reket eden herkesi hedef haline getirmişlerdi ve sürekli taciz ediyorlardı. Hz. Ebu Bekir de bundan nasibini alıyordu. Belli ki artık Mekke'de rahat yoktu. Hem, Habeşistan'a önceden gi­denlerin hayır haberleri geliyordu.

Çok geçmeden Hz. Ebu Bekir de, _hicret için Efendiler Efendisi'nden izin istedi. Talep rrıaküldü ve izin de verilmişti. Bulundukları yerde şiddet ve baskı artsa da yeryüzü genişti ve o da, dayısımn oğlu ile birlikte bir gün, Habeşistan'a doğ­ru hicret için yola çıktı. Tek arzusu, namazıarım baskı altında kalmadan kılabilmek ve içinden geldiği şekilde gürül gürül Kur'an'ını okuyabilmekti.

Bir müddet yol aldıktan sonra karşılarına eski dostu ve Mekkeliler katındaki değeri büyük insan İbn Düğunne çıka­geldi. Onun gibi saygın birisinin yola revan oluşunu görünce telaşla sordu:

- Nereye gidiyorsun?

- Beni, kavmim vatammdan çıkmaya zorladı ... İşkence

ettiler ve maddi mudayaka içine almaya çalıştılar, diye cevap­ladı Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anlı).

Şaşırmıştı İbn Dügunne. Onun gibi faziletli, güzel ahlak sahibi ve herkesi kucaklayan, dürüstlüğüyle meşhur birisi na­sılolur da böyle bir sonuca zorlanabilirdi? Bu şaşkın1ığı keli­melerine de yansıdı:

- Niçin? Allah'a yemin olsun ki sen, yakınlarına iyilik ko­nusunda hepimizden önde bulunuyorsun, ihtiyacı olanlara yardım ediyor, iyilik yapıyor ve yoksulları gözetip kolluyor­sun. Hemen geri dön; çünkü artık sen, benim korumam altın­dasın, dedi.

Hz. Ebu Bekir'in gönlü Mekke' de kalmıştı; Efendisi orada bulunurken Habeşistan hicretine nasıl tahammül edebilecek­ti!.. Onun gibi birisi, hemen Mekke'ye geri dönmeli ve bir ihti-

4ı4


Sancılı Süreç

yacı olduğunda, Efendiler Efendisi'nin yanındaki yerini alma­lıydı. Zaten, maiyyetin mümtaz Sıddik'ine yakışan da bu değil miydi? Şimdi ise, tarihi bir fırsat çıkmıştı karşısına ve severek bu teklifi kabul etti.

Beraberce geri döndüler. Elinden tuttuğu Ebu Bekir'le birlikte Kabe'ye gelen İbn Dügunne, Mekke halkına şöyle hay­kırdı:

- Ey Kureyş topluluğu! Şüphe yok ki ben, Ebu Kuhafe'­nin oğluna eman verdim. Bundan sonra ona kimse kötü niyet beslemesin.

İbn Düğunne'nin hatınnı kıramayan Kureyş'in tek şartı vardı: Ebu Bekir, açıkta namaz kılıp Kur'an okumayacak; in­sanları da dine davet etmeyecekti.

Evinin bir köşesini ibadet yeri olarak ayırmıştı; namaz­lannı burada kılar, yanık sesiyle Kur'an okuyup gözyaşlany­la Rabbine burada yalvarırdı. Onun yönelişlerindeki bu sa­mimiyetin farkına varan bazı insanlar, etrafında toplanır ve okuduklanna kulak verip hareketlerini seyre dalardı. Bilhassa çocuklarla kadınlar ve köleler için artık burası, bir buluşma noktası haline gelmişti.

Tebliğdeki en etkin yoldu bu aynı zamanda ve Hz. Ebu Bekir de, bu yolu kullanarak farkında olmadan insanların gönlünü İslam adına kazanmaya başlamıştı.

Ancak bu durumun farkına çabuk vardı Kureyş. Hemen İbn Dügunne'ye gidip, onu durumdan haberdar ettiler:

- Şüphesiz sen Ebu Bekir' e, bize eziyet etsin diye eman vermedin. Halbuki o, Kur'an okuyup namaz kılarken öyle et­kili, öyle güzel bir temsili var ki, çoluk çocuğumuzun, kadınla­nmızın dinini değiştireceğinden korkuyoruz, diyorlardı.

Aslında bu halleriyle onlar, Hzı'Ebu Bekir'in içinde bu­lunduğu halin güzelliğini de kabullenmiş oluyorlardı. Ancak

415


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

inat ve taassup içindeki insan, bir türlü iyi ve güzelolana ula­şamıyordu. Onlann esas endişe edip korktukları konu, haki­kat karşısındaki zaaflarıydı ve bu sebeple, realiteyle yüz yüze gelmekten çekiniyor, etraflarındaki insanların da buna mutta­li olmasını istemiyorlardı.

Çok geçmeden yeniden geldiler İbn Dügunne'nin yanına: - Git ona ve evine girmesini söyle. Evinde dilediği gibi davransın, diyor ve başkalarının görebileceği yerde namaz kı­lıp Kur'an okumaktan vazgeçmesini talep ediyorlardı.

İbn Dügunne'yi de etkilemişlerdi. Geldi Ebu Bekir'in ya­nına ve şunları söylemeye başladı:

- Ey Ebu Bekir! Ben sana, kavmine eziyet edesin diye eman vermedim. Onlar, senin Kur'an okuyup namaz kıldığın mekan­dan rahatsızlık duyuyorlar. Bu halinle onlara eziyet ediyorsun. Evine gir ve orada istediğin gibi ibadetine devam et.

Zaten Hz. Ebu Bekir için, dini adına tebliğ yapamayıp in­sanların elinden tutamadığı, namazını kılıp Kur'an'ını açıktan okuyamadığı yerde, bir müşrikin garantörlüğü altında yaşa­maktansa Allah'ın inayetine sığırırnak daha maküldü. Aslanı zincire vurup bağlamak gibi bir şeydi bu. Halbuki insanlık on­dan hizınet bekliyordu ve Ebu Bekir de, zincirlerini bir kcna ra bırakıp, ardından meşakkat gelse de hizmet yolunu tercih edecekti.

Çok düşündü. Belki denileni yapsa, dinini yaşama konu­sunda bir problem yaşamayacaktı. Ancak, inandığı değerler, dinin bireysel bir inanç sistemi olmadığını haykırıyordu. Hem öyle olsaydı, Resülü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) niye bu ka­dar sıkıntıya katlanacaktı ki?. Ferdi mükellefiyetler arasında, başkalarının elinden tutup onları gerçekle yüz yüze getirmek de vardı. Onun gibi birisinin, bu durumda nasıl davranma­sı gerekiyorsa o da öyle hareket etti. Gitti İbn Diiğunne'ye ve

416


Sancılı Süreç

verdiği emanı iade edip Allah'ın hıfz ve koruması altına sığın­dığını ilan ederek geri döndü.404

Ne var ki, o günün Mekke'sinde böyle bir ilan, bela ve mu­sibetlerin sağanak olup yeniden yağması anlamına geliyordu.

Artık dar alandan çıkmıştı ve Rabbine kulluk vazifesine çoğunlukla Kabe'de devam etmeye çalışıyordu. Ancak bu, bel­li ki kolayolmayacaktı. Kureyş'in eski hiddeti yeniden canlan­mıştı ve artık güvencesi de kalmayan Ebu Bekir'i yakın takibe almışlardı.

Bir gün Kabe'de durmuş namaz kılıyordu. Kureyş'in se­fihlerinden birisi yanına yaklaştı ve yerden avuçladığı toz ve toprağı, hakaret dolu sözlerle secdede Rabbiyle baş başa olan Ebu Bekir'in üstünden boşaltıverdi.

Bu arada yanlarından, Kureyş'in ileri gelenlerinden bir başkası geçiyordu. Üstündeki toz ve toprağı temizlerneye ça­lışan Hz. Ebu Bekir'in gözleri de, kendisini istihzai tavırlarla süzen bu adama takıldı.405 Yaptığının kime ne zararı olabilir­di? Bu zulmü kim tasvip edebilirdi ki? İnsanlık adına belki bir değer kalmış olabileceği ümidiyle seslendi ona:

- Şu sefihin yapıp durduğu şeye bir baksan!

Ne çare ki, hitap ettiği kimse ondan daha az sefih değildi: - Bunu, başkası değil, sen yaptın kendine, diyordu. Söz-

de, İbn Dügunne'nin emanını bırakmak suretiyle bu duruma kendisinin davetiye çıkardığını söylemek istiyordu. Belki de, başka diyebileceği bir şey kalmamıştı ve bir şeyler demiş ol­mak için bu kelimeleri söylüyordu.

Rabbi dışında yöneldiği hiçbir kapıdan fayda yoktu Hz.

Ebu Bekir'in. Ve kaldırdı ellerini, şöyle yalvarmaya başladı:

- Ne kadar da merhametlisin ey Rabbim! Ne kadar da

404 Buhari, Sahth, 2/804 (2175)

405 Bu şahsın As İbn van veya Velid İbnü'I-Muğire olduğu söylenmektedir.

417


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

merhametlisin ey Rabbim! Ne kadar da merhametlisin ey Rabbimlw"

Bununla o, beyazı siyah; gündüzü de gece gibi göstermeye alışkın bu sefihlere karşı gazabıyla muamele etmeyen Rabbi­nin merhametindeki enginliği ifade etmiş oluyor ve isyanlan­na mukabil yine de engin rahmetiyle insanlan kucaklamasın­daki azamete olan hayranlığını ilan etmiş oluyordu.

Rum Diyarından Haber Var

Dünyanın hali, o günlerde de sakin değildi; kabileler ara­sında süregelen savaşlar, devletler arasında da devam edip du­rur ve bu hengamede birçok masum insan canından olurdu. Rümlarla Farslar arasında da benzeri durum söz konusuydu.

Bir gün, Mekke'ye yeni bir haber gelmiş ve Rümların Fars­lılar karşısında yenik düştüklerini ve neredeyse Şam'a kadar büyük bir toprak kaybettiklerini söylüyordu. Hatta, bu büyük yenilgi ve Farslılann takibi sonucunda, Bizans kralı Hirakl, İs­tanbul'a kadar gelmek zorunda kalmıştı. Olaya şahit olanlar, artık Rfımların bir daha toparlanıp yeniden savaşamayacakla­nnı söylüyorlardı. Mekke müşriklerini sevindiren bir haberdi bu. Çünkü onlar, kendileri gibi müşrik olduklan için Farslılann tarafını tutuyor ve ehl-i kitap olduklan için de Müslümanlara daha yakın duran Rümların yenilmesini gönülden arzuluyor­Iardı. Bunun için şöyle diyorlardı:

- Rumlar da kendilerinin kitap ehli olduğunu söylüyor; ama bugün Farslılar onlara galip geldi. Sizler de, Nebi'nize in­dirilen kitap sebebiyle bize üstünlük sağlayacağınızı söylüyor­sunuz! Unutmayın; nasıl ki Farslılar, ehl-i kitap olan Rümlara karşı galip gelmişlerse bizler de sizlere galip gelecek ve her zaman üstünlük sağlayacağız.v?

406 İbn Hişam, Sire, 2/218

407 Suyüti, Esbabii'n-Niizül, s. 227; Vahidi, Esbabü Nüzüli'l-Kur'an, s. 354

418


Sancılı Süreç

Bir haber de semalar ötesinden geliyordu:

- Elif, lam, mim. Rümlar, Arap topraklanna yakın bir yerde mağlüp oldular. Ama, bu yenilgilerinden sonra, birkaç yıl içinde yeniden toparlanıp galip gelecekler. İyi bilin ki, iş­leri karara bağlama yetkisi, işin başında da sonunda da Alla­h'a aittir. Mü'minler de o gün, Allah'ın verdiği zafer sayesinde büyük bir sevinç yaşayacaklar! Zira Allah, dilediğini muzaffer kılar. Çünkü O, mutlak galiptir; sınırsız merhamet ve ihsan sahibidir.v'"

Semadan gelen haber, hiç de öyle müşriklerin sandıklan gibi değildi; bugün Rumlar adına bir mağlfıbiyet söz konusu olsa bile, yakın gelecekte Rumlar yeniden toparlanacak ve Farslılara karşı büyük zafer kazanacaklardı. Ve o gün, Müslü­manlar açısından da bir zafer söz konusuydu.

Şimdi mesele, ayrı bir boyut daha kazanıyordu. Hz. Ebu Bekir'le karşılaşan Mekke müşrikleri şöyle diyeceklerdi:

- Ya Ebü Bekir! Duyduğumuza göre senin arkadaşın, bir­kaç yıl içinde Rümların, yeniden Farslılara galip geleceklerini söylüyormuş!

- Evet, dedi Ebu Bekir. Bunu söylerken de, zerre kadar te­reddüdü yoktu. Allah ve Resülü demişse bu, mutlaka olurdu.

Ancak, adamlar aynı şeyi düşünmüyorlardı. Bir nebze, kendilerince eğlenmek istiyorlardı:

- Bizimle iddiaya girmeye var mısın, dediler. Tereddüdü yoktu ve hemen:

- Evet, dedi Hz. Ebu Bekir. Henüz bu konuda bir hüküm varid olmamıştı zira. Derken, altı yıl üzerinde anlaştılar; ki­min dediği olacaksa o, karşı tarafa on deve verecekti.

Hz. Ebu Bekir, Allah Resülü'nün sadık dostuydu ve bu hadiseyi O'na anlatmamak olmazdı. Geldi huzura ve her şeyi

408 Bkz. RUm, 30/1-5

419


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

anlattı bir bir. Konuya muttali olan Efendiler Efendisi'nin de birtavsiyesiolacaktı:

- Süreyi uzat ve develerin sayısını artır!

Çünkü, ayette geçen 'birkaç sene' ifadesi, on yıla kadar ge­çen zamanı ifade ediyordu.

Efendiler Efendisi'nden bu teminatı da alan Hz. Ebu Be­kir, hemen Mekke müşriklerinin olduğu yere geldi:

- Sizin için bu sürenin, dokuz yılolarak kabul edilmesin­de ve develerin adedinin de artınlmasında bir problem var mı, diye soruyordu.

O kadar eminlerdi ki, dokuz değil, on dokuz sene bile olsa, tereddütsüz kabul ederlerdi ve herkesin katılımıyla dokuz yıl içinde olacaklara karşılık yüz deve mukabilinde ciddi bir iddi­aya giriyorlardı.s''?

Sevde Validemizle İzdivaç

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellemr'in yaşı elliyi geçmişti ve buna rağmen her geçen gün yükü daha da ağırlaşıyordu. Üs­telik, kerim zevcesi Hz. Hatice de vefat etmiş, kızlanyla yalnız kalakalmıştı. O'nun bu halini uzaktan seyreden ve yaşadıkla­rını hesap ederek alternatif çözüm arayan Osman İbn Maz'ü­n'un hanıını Hz. Havle Binti Hakim, yanına gelecek ve hane­sinde kendisine destek olacak bir kadınla evlenmesi gerektiği konusunda ısrar edecekti. Alternatifini de kendisi sunuyordu:

Sevde Binti Zem'a ile Aişe Binti Ebi Bekir.

Teklif makul gözüküyordu; bir tarafta müşriklerin Onca baskı ve zulümleri, diğer yanda Hz. Hatice'nin boynu bükük emanetleri duruyordu.

409 Bkz. Taberi, Tefsir, 10/162; İbn Kesir, Tefsir, 3/560; Tirmizi, Sünen, 5/344 (3194). Aradan dokuz yıl geçecek ve gerçekten de Rümlar, yeniden toparlanıp FarsIılarla savaşacak ve bu savaşın galibi de Rümlar olacaktı. Mü'minlerle Mekke müşriklerinin arasında yaşanan Bedir Savaşı da aynı günlere denk gelecekti.

420


Sancılı Süreç

Evet, teklif makul gözüküyordu, Her ikisi de yakından ta­nıdığı isimlerdi. Efendiler Efendisi'ni derin bir sükfı.t almıştı ve bu sükütu 'evet' olarak algılayan Hz. Havle, hemen hare­kete geçecek ve üstüne düşeni yerine getirebilmek için her iki adayı da ziyarete başlayacaktı. ilk adım olarak, niyetlerini yoklamayı hedefliyordu.

ilk Önce Sevde Binti Zem'a'nın yanına geldi. Hz. Sevde, kocası Sekrôn İbn Amr ile birlikte Habeşistan'a hicret etmiş ve Hz. Sekrôn'ıiı burada vefat etmesiyle birlikte Mekke'ye geri gelmişti. Yaşını başını almış, ağırbaşlı, olgun, oturaklı ve gü­venilir bir kadındı. Çile ve mihnetlerle dolu bir hayat yaşamış, her şeye rağmen inançlanndan hiç taviz vermemişti. Ahirete ait meyveleri dünya hayatında tüketmeye talip değildi ve ba­şına gelebilecek her türlü sıkıntıya karşı sabırla mukabelede bulunup dayanmaya kararlıydı.

Şimdi ise, hiç beklemediği bir anda, mii'minlerin annesi konumuna yükselme fırsatı geliyordu ayağına. Aynı zamanda böyle bir teklif, dul ve kimsesiz kalan Hz. Sevde'ye de sahip çı­kılması anlamına geliyordu. Buna mukabil o da, bu en sıkıntılı günlerinde Efendimiz'in yalnızlığını paylaşmış olacaktı. Ger­çi, kocasının acısı hala yüreğinde duruyordu; ancak bu teklif, her türlü acıyı dindirecek ve bütün sıkıntılannı unutturacak mahiyetteydi. Şakası yoktu; her türlü kıymetin uğrunda feda edildiği Allah Resülii'yle aynı yastığa baş koymanın teklifiydi bu! Böyle bir teklife 'evet' demernek olur muydu hiç? Ancak, bu karan tek başına veremezdi. Önce Hz. Havle'yi, olurunu alması için yaşlı babasına gönderdi.

Adamın yanına gelen Hz. Havle, cahiliyye döneminde yaygın olan selam türüyle yaşlı babaya selam verdi:

- Kim o, diye tepki veriyordu ihtiyar.

- Havle Binti Hakim, diye cevapladı Hz. Havle ve arala-

nnda şu konuşma geçti:

- N e istiyorsun? Niye geldin?

421


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

- Beni, Abdullah'ın oğlu Muhammed gönderdi; Sevde'yi kendisine istiyor.

- Kerem sahibi bir denklik! Peki, senin arkadaşın buna

ne diyor?

- Olumlu bakıyor!

- Onu bana çağır!

Aynı zamanda bu, babanın da olurunun alındığı anlamı­na geliyordu. Hemen Sevde Binti Zem'a'nın yanına gidildi ve babasının huzuruna gelmesi söylendi. Bir müddet sonra Sev­de, babasının huzurundaydı. Babası sordu:

- Bu kadın, seni Abdullah'ın oğlu Muhammed'in talep ettiğini söylüyor. Bilirim ki O, kerem sahibi bir denktir. Seni O'nunla evlendirmemi sen de istiyor musun?

Bu, cevabı daha baştan belli olan bir soruydu ve Hz. Sev­de hiç beklemeden:

- Evet, diyecek ve böylelikle Efendimiz de aile meclisine davet edilerek bir nikah gerçekleşmiş olacaktı.

Aradan birkaç gün geçince, evlilik sürecinde Mekke'de ol­mayan kardeş Abdullah İbn Zem'a da dönmüş ve hadiseden haberdar olmuştu; kendi iradesi dışında kız kardeşi Muham­medü'l-Emin'le nikahlanmıştı! Bir türlü kabullenmek istemi­yor, üstüne başına toprak saçarak tepkisini dile getiriyordu.t'"

Beri tarafta ise, Hz. Sekran'ın kardeşi ve her defasında bir akrabasını Efendimiz'e kaptıran (l) Süheyl İbn Amr, bu evliliğe şiddetle karşı çıkıyor; ailesinden bir ferdin daha gidip Allah Resülü'yle aynı mekanı paylaşması karşısında, her za­manki gibi şiirinin dilini de kullanarak tepkisini dile getiriyor­du. Çünkü bu güne kadar, kardeşleri Selit, Hôtıb ve Sekrôn'uı yanı sıra; kızı Ümmü Gülsüm ile damadı Ebu Sebre de gidip

410 Daha sonra Abdullah İbn Zem'a da Müslüman olacak ve o gün yaptığı bu ha­reketten dolayı her fırsatta duyduğııüzüntüyü dile getirecekti. Bkz. Taberani, Mu'cemu'l-Kebir, 24/30 (80)

422


Sancılı Süreç

Resülullah'a teslim olmuştu. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi bir de oğluAbdullah gidip Müslüman olmuştu. Tam onu kur­tardım (!) derken bu sefer de küçük oğlu Ebu Cendel'i elinden kaçırmak üzereydi. Her geçen gün, etrafındaki dayanak nok­talan teker teker kayıp gidiyor ve bu gidiş de, Süheyl'i fazla­sıyla tedirgin ediyordu.

Ancak bu çabalar bir sonuç vermeyecek ve Allah Resü­lü (sallallahu aleyhi ve sellern), yine Süheyl'in kardeşi Hôtıb İbn Amr'ın vekaletiyle, Mekke günlerinin birinde bir Ramazan akşamı Hz. Sevde validemizle evlenecekti. Böylelikle Efendi­miz (sallallahu aleyhi ve sellern), Hz. Hatice validemizden sonra ilk defa başka bir kadınla hayatını birleştirmiş oluyordu.s"

Bu arada Hz. Havle, Hz. Ebu Bekir'in evine de gelmiş ve hanımı Ümmü Rüman'a da şunlan söylemişti:

- Ey Ümmü Rümanl Allah'ın sana olan bereket ve ihsanı neden bu kadar bol ki?

- Neden ki o, diye karşılık verecekti Ümmü Rüman, Çün­kü henüz, konudan habersizdi. Hz. Havle de zaten bunu bek­liyordu ve ekledi:

- Beni size Resülullah gönderdi; kızınız Aişe ile nikahlan­mak istiyor.

Ümmü Rüman için bundan daha büyük bir bahtiyarlık olamazdı; ancak, bir tereddüdü vardı:

- Bu, O'nun için uygun mu ki? Şüphesiz o, O'nun karde­şinin kızı!

411 İbn Sa'd, Tabakat. 8/53. Yıllar sonra Hz. Sevde, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellernl'in kendisini boşayacağı zannıyla, "Ne olur, beni boşama ve ya­nından ayırma! Önemli değil, Seninle olan günümü de Aişe'ye tahsis et." diyecek ve Allah Resülii'nden ayrılmaktansa nikahı baki kalmak şartıyla, O'nunla birlikte yaşama hakkını tamamen Hz. Aişe validemize devredecek ve bu evlilik, bundan böyle sadece görünürde; ama ila yevmilkıyame devam edecekti. Bkz. İbnü'l-Esir, Üsiidü'l-Ğabe, 7/157, 158

423


Efendimiz (sallallalıu aleylıi ve sellem)

İki insan birbirine bu kadar yakın olunca demek ki, sanki aralannda bu türlü bir izdivacın da olmayacağı şeklinde bir anlayış gelişmişti. Böyle bir tepki karşısında Hz. Havle de te­reddüt geçirmiş ve Resülullah'ın yanına dönüp, olup bitenleri anlatmıştı. Buyurdular ki:

- Git ve ona, "Ben senin kardeşinim. sen de Benim kar­deşimsitı; ancak bir şartla ki bu, İslôm kardeşliğidir ve senin kızınla benim nikôhlanmamda bir engel yoktur." de!

Hz. Havle, yeniden Hz. Ebu Bekir'in evine gelecek ve ken­disine denilenleri yapacaktı. Bunun üzerine Ümmü Rüman:

- Mut'ım İbn Adiyy, onu oğlu Cübeyr için istiyordu; son durum nedir bilmiyorum! Vallahi de Ebu Bekir, birisine söz verdiği zaman asla sözünden dönmez, dedi. Bunun için, Ebu Bekir'in gelişini beklemekten başka çare yoktu.

Nihayet o da gelmiş ve meseleye muttali olmuştu. Resülul­lah (sallallalıu aleyhi ve sellem) ile akraba olmak ne büyük onurdu! Ancak, yanm ağız da olsa, Mut'ım ile aralannda bir konuş­ma geçmişti. Önce işin burası netleştirilmeli ve diğer adım­lar bundan sonra atılmalıydı. Hiç vakit geçirmeden doğruca Mut'ım'ın evine geldi. Ebu Bekir'in geldiğini görünce hanımı Ümmü Sabiy, ileri atıldı:

- Ey Ebu Kuhafe'nin oğlu! Seninle dünür olunca mutlaka bizim arkadaşı da sen, kendi dinine davet eder ve kabul etti­rirsin herhalde, diyordu.

Açıktan bir alay söz konusuydu kadının cümlelerinde.

Aynı zamanda bu, seninle biz, bu dinfarklılığı olduğu süre­ce asla dünür olamayız anlamına geliyordu. Hz. Ebu Bekir, Mut'ım'a yöneldi:

- Onun dediklerine sen de katılıyor musun, diye sordu.

- Hayır, o kendi fikrini söylüyor, diyordu Mut'ım.

Aralannda bir müddet daha konuşunca ortaya çıkan so­nuç, İbn Adiyy ailesinin Aişe konusundaki düşüncelerinin he-

424


Sancılı Süreç

nüz netleşmediği istikametindeydi. Demek ki ortada, ne veril­miş bir söz, ne de bunun için bir talep vardı.

Efendimiz'le bu kadar yakınlıktan sonra şimdi, bir de ak­raba olma imkanı duruyordu önünde. Hz. Ebu Bekir'in, rüya­lannda bile göremeyeceği bir husustu bu; en yakınında olma­yı bir de böyle bir akrabalık bağıyla güçlendirecek ve bundan böyle O'ndan hiç aynlmayacaktı. çıktı Mut'ım'in yanından ve doğruca evine geldi. Onun gelişini bekleyen Hz. Havle'ye müj­deli haberi verecekti. Ve böylelikle, Ebu Bekir ailesi için yeni bir süreç daha başlamış oluyordu.st- Bu, bir sözlenme manası taşıyordu ve bu evlenme, ancak Medine'ye hicretten yedi ay sonra gerçekleşecekti.

Bir Alacak Tahsili

Bütün olanlara rağmen bir taraftan da, Mekke'deki ticari hayat kendi seyrinde devam ediyordu. Bir gün, İrôş denilen bölgeden Kehle adında bir adam gelmiş ve devesini Ebu Ce­hil' e satmıştı, Aradan uzun zaman geçmiş olmasına rağmen Ebu Cehil, paranın üstüne yatmış, bir türlü adamın parasını vermiyordu. Gidip gelmelerden bunalan İraşlı zat, bir gün Ku­reyş arasında yüksek sesle bağırmaya başladı;

- Ey Kureyş topluluğu! Ebu'l-Hakem İbn Hişam'a kar­şı bana kim yardım edecek? Ben, hem garip biriyim hem de uzun yoldan geldim; bu adam benim hakkımı gasp etti ve ver­miyor!

Bu sırada Allah Resülü de, Kabe'de bulunuyordu. Arala­nndan birisi O'nu göstererek:

- Şu adamı görüyor musun? Onlar, getirip söylediklerin­den dolayı O'nunla aralannda anlaşmazlıkyaşıyorlar. O'na git ve sana O yardım etsin!

Adam, mağdurdu ve bulduğu her bir dala, yeni bir ümit

412 Bkz. Hakim, Müstedrek, 2/181 (2704)


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

diye tutunuyordu. Doğruca denilen adrese geldi ve durumunu arz etti. Kendisinden bir şey istenilir de Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), hiç 'hayır' der miydi? İraşlı adamla birlikte aya­ğa kalktı ve doğruca Ebu Cehil'in evine yöneldi.

Gelişmeleri seyreden Kureyş, biraz sonra yaşanacaklan kaçırmak istemiyordu. Zira onlara göre Ebu Cehil, yaş tahtaya basmaz ve kapısına geldiklerine bin pişman ederdi! Aralann-

dan birisini görevlendirdiler:                   /

- Sen git ve neler olacağını takip edip bize anlat, diyor­lardı.

Nihayet, Efendimiz ve İraşlı zat Ebu Cehil'in kapısına ka­dar geldiler. Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), kapıyı çalma­ya başladı:

- Kim o, diyordu Ebu Cehil, öfke ve hiddet tonlu bir sesle.

- Muhammed, diye cevapladı Efendimiz (sallallahu aleyhi ve

sellern). "Dışan çık da görüşelim!"

Şiddetle kapı açılmıştı; ancak, kapıyı açar açmaz Ebu Cehil' de büyük bir değişim yaşanmaya başlamıştı. Sanki az önce içeriden yüksek perdeden bağıran ve hiddetle kapıyı açan o değildi! Bir anda, yelkenleri suya indirivermişti! Yüzü saranp solmuş, teninde renk kalmamıştı!

Efendiler Efendisi, olanca sükunet ve teenni ile: - Bu adamın hakkını ver, dedi.

- Tamam, bekleyin getiriyorum, diyordu Ebu CehiL. San-

ki, bugüne kadar borcunu bir türlü vermek bilmeyen adam Ebu Cehil değildi. İraşlı adam da, Kureyş'in gönderdiği şahıs da şaşkınlıktan ne diyeceklerini bilemez olmuşlardı. Çok geç­meden de, içeri giren Ebu Cehil, elinde devenin parasıyla bir­likte dışan çıktı ve İraşlıya olan borcunu ödedi.

Kureyş'in gönderdiği adam da geri dönmüştü, bir nebze eğlenip de gülüşmek isteyen Kureyşliler soruyorlardı:

- Anlat bakalım, neler oldu?

426


Sancılı Süreç

- Acaip, çok acaip şeyler gördüm, diye anlatmaya başladı adam.

- Vallahi de O, gitti ve sadece Ebu'l-Hakem'in kapısını çaldı. Dışan çıkan Ebu'l-Hakem'e de sadece:

- Bu adama hakkını ver, dedi. O da:

- Tamam, bekleyin getiriyorum, diyerek evine girdi. Ve

biraz sonra da devenin parasını getirip adama verdi!

Kureyş'in merakı iyiden iyiye artmıştı; nasıl olur da Ebu'l­Hakem gibi dirayetli ve şeytan} bir zekaya sahip birisi, sadece bir istemeyle, yıllarca vermediği parayı getirip bir anda vere­bilirdi? Duyduklanna bir türlü inanmak istemiyorlardı.

Nihayet, Ebu Cehil de yola çıkmış yanlanna geliyordu.

Gelişini görür görmez sordular:

- Yazıklar olsun sana! Neler oluyor sana böyle? Vallahi de bugüne kadar senin, böyle bir şey yaptığına şahit olmamıştık!

Hala, yaşadıklannın tesirinden kurtulamadığı her halin­den belli olan Ebu Cehil konuşmaya başladı:

- Yazıklar olsun size! O adam, kapıma öylesine bir şid­detle vuruyordu ki, çıkardığı gürültü korku olup yiireğime iş­liyordu. Daha sonra da dışan çıktım. Bir de ne göreyim; başı­nın üstünde şaha kalkmış bir deve duruyor. Bugüne kadar ne onun tırnaklan gibi bir deve tırnağı gördüm, ne onun dişleri gibi bir deve dişine şahit oldum, ne de onun başı kadar büyük bir deve başına rastladım! Vallahi de, şayet parayı getirip ver­memiş olsaydım, oracıkta beni yiyip bitirecektil-<'

Mekke'de bir mucize daha yaşanıyordu. Efendimiz'in Hak adına haksızlığa karşı duruşu elbette yeni değildi; risalet öncesinde Hılfii'l-Fudtil adıyla bir araya gelişleri hatırlatan bir hareketti buve silinmernek üzere zihinlere nakşedilecekti.

413 Muhammed İbn Yusuf es-Salihi, Sübülü'l-Hiida ve'r-Reşad, 2/4ı9

427


Efendimiz (sallallalıu a l e y h i ve sellem)

Habeşistan'dan Gelen Yirmi Kişi

Habeşistan'a giden mü'minlerin hicretiyle birlikte Efen­dimiz'in haberi oralara da ulaşınca, bizzat huzurda bulunma niyetiyle bir grup yola çıkacak ve Mekke'ye kadar gelecekti.s'<

Efendimiz'i, Kabe'de ibadetle meşgul buldular ve yanı­na yaklaşarak huzurunda oturup uzun uzadıya konuşmaya başladılar. Etraflanna toplanan Kureyşliler de, olup biten­leri seyrediyorlardı. Maksatlannı arz edip de Efendimiz'den alacaklannı aldıktan sonra Allah Resülü (sallallalıu aleylıi ve sel­lem), onlan Allah'a kulluğa çağırıp Kur'an ayetlerini okumaya başladı. Okunan ayetleri dinlerken, gözyaşlannı tutamamış, içtenlikle ağlıyorlardı. Allah'a davet olur da onlar geri durur muydu hiç? Hemen imanlannı ikrar edip davete icabetle Ha­k'tan gelen her şeyi tasdik ettiler; kitaplarımızda anlatılanlar da işte buydu, dereesine bir kabul yaşanıyordu Mekke'de.

Aynlık vakti gelip de huzurdan kalkınca, bir grup insanla birlikte Ebu Cehil yollannı kesti ve:

- Yazıklar olsun size! Ne kötü bir kafilesiniz! Kendi di­ninizden olan arkanızdakiler sizi buraya gönderdikleri halde siz, bir adamın sözüne kanarak dininizden dönüyor ve on­lan yüz üstü bırakıyorsunuz! O'nunla ne konuştunuz ki, iki kelamla dininizi değiştirip O'nun dediklerini kabulleniyorsu­nuz? İşin doğrusu, sizden daha ahmak bir kafileyle hiç karşı­laşmadık, diyordu.

Ne garip bir durumdu? Işık kaynağının yanında duruyor­du; ama karanlığın en koyu tonunu tercih etmiş cehalet yu­dumluyordu. Böyle bir adama, ancak acınırdı. Aslında, böy­lesi bir yaklaşımın cevabı, sadece süküttu; ama onlar yine de şunlan söylediler:

- Allah'ın selamı üzerinize olsun! Cehalette biz sizinle ya-

414 Bazı rivayetlerde bu insanlann, Necranlı olduklan söylenmektedir.

428


Sancılı Süreç

rışamayız; bizim anlayış ve tercihlerimiz bize ait, sizinkiler de size! Kendimiz adına biz, sadece hayır talep ediyoruz!

Yine, yeni bir vahiy gelmiş ve bir durumu haber veriyor­du:

- Daha önce kendilerine Kitap verdiğimiz ilim sahipleri, buna da Kur'an'a da inanırlar. Kendilerine Kur'an okununca, "Ona iman ettik, o, Rabbimizden gelen gerçeğin ta kendisi­dir. Biz zaten daha önce de Allah 'a teslim olmuş kimselerdik" derler. İşte onlar, gösterdikleri sabır ve sebattan dolayı çifte mükafat alırlar. Onlar, kötülüğü iyilikle mukabele ederek sa­varlar ve kendilerine nasip ettiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar. Anlamsız ve çirkin söz işitince de, yüzlerini çevirip ondan uzak durur ve, "Bizim işlerimiz bize, sizinkiler de size aittir; selam olsun size, hoşça kalın! Biz, cahillerle arkadaş­lık etmeyi hiç arzulamayzz." derler.s's

İşte Kur'an, bu kadar toplumun içinde ve insan unsuruyla bütünleşmiş, ihtiyaç endeksli ve gelişen olaylara paralel nazil oluyor; insanlar da ona bakarak kendilerine çekidüzen veri­yorlardı. Bu insanlar, Hristiyan'dı ve aralarında bulunan ruh­ban ve kıssisler sebebiyle olgunluk gösteriyor ve imanı kabul­lenmede, diğer insanlara nispetle daha önde görünüyorlardı. Böyle olunca, meveddet ve muhabbet yönüyle Müslümanları daha çok seviyor ve Kur'an dinlerken de, Hak adına ortaya konulanıardan dolayı duydukları haşyetle göz yaşı döküyor­lardı.416

415 Kasas, 28/52-55. Bu ayetlerin, Necaşi ve arkadaşlan hakkında indiğine dair de rivayet vardır. Bkz. Muhammed Yusuf es-Salihi, Sübülü1-Hüdil. ve'r­Reşad, 2/421

416 Bkz. Maide, 5/82, 83

429


 

TAİF YOLCULUĞU

 

Created by Readiris, Copyright IRIS 2005
Created by Readiris, Copyright IRIS 2005

Efendimiz'in ve O'nunla birlikte iman eden sahabenin, olağanüstü gayretlerine rağmen Mekke'de artık her şey dura­ğanlaşmış ve Mekkeliler, en azmdan şimdilik yeni açılımlara kaparımıştı. Tebliğ ise, süreklilik arz eden bir vazifeydi; Alla­h'ın yarattığı yeryüzü olabildiğince genişti ve başka yerlerdeki insanların da İslam'a ihtiyaçlan vardı.

Bir de Mekkeliler, her geçen gün çığ gibi büyüyen İslam karşısında nefret ve kinle oturup kalkıyor ve Müslümanlara rahat adım atma imkanı tanımıyorlardı. Üstelik her yönden, Ebu Talib'in yokluğunu fırsat bilip açıktan Allah Resülü'nün bedenini ortadan kaldırmaya niyet eden bahtsızların diş gıcır­tıları geliyordu.

Elbette Allah'm vaadi vardı ve bu dava, gün gelecek bütün yeryüzüne hakim olacaktı; bunda şüphe yoktu. Ancak bunun, bugünün Mekke'siyle gerçekleşme imkanı pek mümkün gö­zükmüyordu. Yeni bir açılıma ihtiyaç vardı ve işte bu açılımı sağlamak için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), Şevval ayının bir gününde, yanına Zeyd İbn Hôrise'yı de alarak Taif'e yö­neldi.

Taif, bağ ve bahçeleriyle meşhur, yeşillikler içinde bir yer­di. Mekke'ye yaklaşık doksan kilometre mesafede idi ve bura-

431


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

da Efendimiz'in anne tarafından akrabalan yaşıyordu. Aynı zamanda burası, ömrünün ilk yıllannda gelip yanında kaldığı Efendimiz'in süt annesi Halime-i Sa'diye'nin memleketine de yakın bir bölgeydi.

Allah tarafından gönderilen mesajlara hüsn-ü kabul göste­recek yeni simalara ulaşmak ve böylelikle, Mekke' de bulama­dığı sıcak yüzlerle tanışıp Allah davasına muzahir mü'minlerle birlikte istikbale daha gür adımlarla yürümek gibi hedefler­le çıktığı Taif yolunda, önce Sekiflilerin yanına gitti. Çünkü o giin için Sakifliler, Taif'in ileri gelen eşrafı olarak biliniyor ve çevrelerinde itibar görüyorlardı. ilk muhataplan, Amr İbn Umeyr'in üç oğlu Abdiydleyl, Mes'fLd ve Habib idi. Hatta, bun­lardan birisi, Kureyş'ten bir kadınla evli bulunuyordu. Yarıla­nna geldi Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem); önce selam verdi ve ardından da, bütün içtenliğiyle konuşmaya başladı; Allah'ı bir bilip davasına sahip çıkmaya davet ediyor ve risalet vazi­fesinde kendisine yardımcı olmalarını talep ediyordu. Ancak Taif, Mekke'yi aratmayacak kadar çetin gözüküyordu.

Allah Resülü'rıün şefkatle kucakladığı üç kardeşten ilki sözü aldı:

- Şayet, gerçekten de Allah Seni peygamber olarak gön­dermişse, Kabe'nin örtüsünü alıp yere çalanm, diyordu. Alla­h'ın en sevgili kulu, dünya ve ahiretini kurtarmak için ayağına kadar gelmişti; ama o O'nunla alayedip hafife alarak kendince gönül eğlendiriyordu. Haya timsali Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), böyle bir küstahlık karşısında yine sükütu tercih ede­cekti. Ancak küstahlık, bununla sınırlı kalacak gibi görünmü­yordu. Diğeri ileri atıldı ve:

- Allah, Senden başka peygamber olarak gönderecek biri­sini bulamadı mı, diye takıldı. Belli ki iş, çığınndan çıkıyordu. Konuşmak için fırsat kollayan üçüncü kardeş de bir şeyler de­meliydi ve o da şunlan söyledi:

- ValIahi de ben, artık Seninle hiç konuşarnam! Çün-

432


Taif Yolcul uğu

kü, şayet Sen, söylediğin gibi gerçekten bir peygambersen, Sana söylediklerime beni bin pişman edersin! Yok, şayet Sen, Allah'a karşı yalan söylüyor isen, o zaman da zaten, benim Se­ninle konuşmam uygun olmaz!

Ciğeri beş para etmeyen bu insanlar, kendilerince İnsan­lığın İftihar Tablosu ile alayediyor ve hoşça (l) vakit geçiri­yorlardı. Mahzundu Efendiler Efendisi... Halbuki, onca mesa­feyi, belki bir şeyler anlarlar düşüncesiyle yürüyerek gelmiş; onların önlerinde, cennete bir kapı aralamak istemişti. Cevap bile verme gereği duymuyordu artık. Cevap vermeyi içinden bile geçirseydi, O'nun yerine gerekli cevap çoktan verilir ve işleri biterdi; ancak 0, rahmet peygamberiydi ve sinesi, her­kesi kucaklayacak kadar engin ve genişti. Hatta, en can alıcı düşmanlan için bile bu sinede bir yer vardı ve onların da günü gelip, hak dava ile buluşmalarını ümit ediyordu. En azından, kendileri olmasa da, nesilleri arasından bu ufka yükselen biri­leri mutlaka olacaktı ve onun için de bugün, her şeye rağmen sabır gerekiyordu.

Sadece bir isteği vardı Efendiler Efendisi'nin:

- Olabilir, siz kendi tercihinizi yaptınız; en azından ara­mızda geçen bu mesele, burada kalsın, diyordu. Zira bu ha­berin Mekke'ye ulaşması, Mekkeliler açısından yaşanacak bir bayram havası demekti ve böyle bir hareket, bugüne kadar ses­siz duranlan da cesaretlendirir ve artık Mekke, Müslümanlar açısından asla yaşanamayacak bir belde haline geliverirdi.s'?

Hüznündeki duruş, yürüyüşüne bile aksetmişti. Zahir itibariyle eli boş geri dönüyor gibiydi; ancak vazife, neticeyi görme hedeflenerek yapılmazdı. ° (sallallabu aleyhi ve sellern), ken­di üzerine düşeni yerine getirmiş, tebliğ vazifesini ifa etmişti; neticeyi yaratmak ise Allah'a aitti. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ise, kendi işini kusursuz yerine getirmede en önde oldu-

417 Bkz. İbn Hişam, Sire, 2/266, 267

433


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

ğu gibi Allah Teala'ya ait kısmına müdahil olmama konusun­da da en duyarlı insandı.

Ancak, ayaklanna kadar gelen kısmeti teptiklerinin far­kında bile olmayan bu insanlar, bununla da yetinmeyecekler; ayak takımını tetikleyerek bu kutlu Misafir'i taş yağmuruna tutacaklardı.

Efendiler Efendisi, Taif'te on gün kalacaktı. Bu süre içinde birçok insanla görüşmek istedi; ancak, çoğu O'na icabet ede­cek yürek taşımıyordu ve korkulanndan uzak durmayı tercih ettiler. Bir de utanmadan:

- Ey Muhammed! Bizim yurdumuzdan uzak dur da, ne­reye gidersen git,418 diyorlardı.

Hz. Zeyd, kendini siper etmiş, yağmur gibi başlanna dü­şen taşlara karşı Allah Resülü'nü korumaya çalışıyordu. Baş­lanna yağan taşların ardı arkası kesilmiyordu. Aslında bu, kendi başlanna taş yağdıracak bir davranıştı; neredeyse tam üç kilometrelik mesafeyi öylece geçtiler. Allah'ın Habibi Re­sül-ü Kibriya'nın da ayaklanndan kan damlıyordu. Zeyd ise, zaten başı ve gözü yanlmış; kan-revan içinde kalmıştı.

Taifteki İltica ve Bir Tecelli

Nihayet, bu musibet mekandan uzaklaşmış ve bir ağa­cın altında dinlenmek için mola vermişlerdi. Önce, gözümün nuru dediği namaza durdu Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve burada iki rekat namaz kıldı. Belli ki, böyle durumlarda güç ve kuvvetin gerçek sahibine gönülden yönelmek gerekiyordu. Demek ki, beşeri anzalardan kurtulup Rahmani bir boyaya bürünebilmek için, öncelikle duruşun iyi ayarlanması lazım­dı. Belli ki bütün bunlar, öfkeyle kalkıp zararla oturmamak için ümmetine birer mesajdı. Çünkü O, her yönüyle takip edi-

418 İbn Sa'd, Tabakat. 1/211, 212

434


Tfı i f Yolcul uğu

lecek bir modeldi ve bir beşer olarak öfkelenmesi gereken du­rumlarla da karşılaşacak ve böylesi durumlarda da ümmetine, nasıl davranılması gerektiğini bizzat gösterecekti.

Namazını tamamlayınca da, ellerini açtı açabildiği kadar ve dua dua yalvarmaya başladı... Hz. Zeyd, hayranlıkla seyre dalmıştı; karşısında adeta nurdan bir heykel duruyordu. Biraz daha dikkatlice kulak verdi; Efendiler Efendisi şunlan söylü­yordu:

- Allah'ım! Güç ve kuvvetimdeki zaafı, çözüm üretmede­ki eksikliğimi ve insanların beni istihkar edip hor görmelerini Sana arz ediyorum.

Ey merhametlilerin en merhametlisi! Zayıf ve güçsüzlerin Rabbi!

Benim de Rabbim!

Beni, kime bırakıyorsun?

Bana karşı kin kusan kötü ve gaddar düşmanlara mı, yok­sa işimi kendisine teslim ettiğin yüzsüz ve acımasız yakınlara mı?

Şayet, Senin bana hala kızıp gazap etmen söz konusu de­ğilse, hiçbir şeye aldırmam; Senin afiyet vermen, benim için her şeyden daha önemlidir!

Senin, Bana gadabınla muamele etmemen ve dolayısıyla da bana celalinle tecelli etmemen için, dünya ve ahirete ait iş­leri yoluna koyan ve kendisiyle bütün karanlıkların aydınlığa kavuştuğu veeh-i nuruna dehalet edip rahmetine iltica ediyo­rum.

Rızanı elde edip hoşnutluğunu kazanana kadar hep Senin kapındayım!

Senden başka ne bir dayanak ne de itimat edilip güveni­lecek bir güç vardırl-'v

419 İbn Hişam, Sire, 2/268; İbn Ebi Şeybe, Musannef, 6/68 (29528); İbn Kay-

435


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Efendiler Efendisi, daha duasını bitirmemişti ki, birden yanında Cibril-i Emın ve dağlara müvekkel melek beliriverdi. Belli ki Mahzün Nebi'nin yakarışları Arş-a A'la'yı titretmiş ve Allah, imdadına iki meleğini göndermişti. Şöyle diyordu:

- Ya Muhammed! Şüphesiz Allah (celle celaluhü), kavminin Sana söylediklerinden ve yüz çevirip yapageldiklerinden ha­berdar oldu. Ve işte, Sana bunları reva görenlere istediğin her şeyi yapması için dağlara müvekkel meleği gönderdi!

Bu arada dağlara müvekkel melek de Efendimiz' e selam vermiş ve ardından da:

- Şayet istersen ya Muhammed! Ben, şu iki dağı bunların üzerine geçirmek için geldim, diyordu.

Rahmet Peygamberi'nin farkı ortaya çıkacaktı. Her şeye rağmen edeceği tercih, kendisinden sonrakiler için de bir me­tod olarak tescil ediliyordu. Onun için Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), ani bir refleksle hemen tepki verdi:

- Hayır, asla! Umuyorum ki ben, Allah (celle celaluhü), bun­ların da neslinden kendisine ibadet eden ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayan kullar yaratacak!

Fıtrat böylesine kritik noktalarda kendini gösterirdi; işte Resül-ü Kibriya Hazretlerinin tepkileri de, O'nun nasıl bir ya­pıda olduğunu ortaya koyuyordu. İşin burasında, talep ettiği takdirde dağları Taiflilerin başına geçirmek üzere görevli ge­len melek şunları söylemeye başladı:

- Gerçekten de Sen, Rabbi'nin Seni isimlendirdiği gibi ne kadar da Raüf ve Rahim'sinl-s"

Üzüm Salkımı ve Addas

Efendimiz'in namaz kılıp dua edişini uzaktan seyreden iki kişi vardı; bunlar, aleyhte komplo kurmada çoğu zaman ön

yım el-Cevzi, Zadü'l-Mead, 3/28 420 Halebi, Sire, 2/57, 58

436


Taif Yolculuğu

safta yer alan Rebia'nın iki oğlu Utbe ve Şeybe idi. Ancak o gün Allah Resülü'ne reva görülenler karşısında Utbe ve Şeybe bile insafa gelmişlerdi, bu kadarı da olmaz dercesine, başın­dan bu yana Resül-ü Kibriya'yı seyrediyorlardı. Nihayet yan­lanna, köleleri Addas'ı çağırdı ve:

- Şu üzümlerden bir parça topla ve şu tabağa koy da ora­da duran adama götür de yesin, diyerek, salkımlan Efendiler Efendisi'ne götürmesini söylediler.

Addas, denilenleri yerine getirmek için kalktı ve topladığı üzüm salkımlannı alıp Efendimiz'in yanına geldi. Daha sonra da:

- Buyurun, yiyin, diye ikram etti. Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), çok tabii olarak, üzümlere elini uzatırken, 'Bis­millahirrahmanirrahim' demiş ve ardından yemeye başlamış­tı. O'nun bu sözünü duyan Addas, olduğu yerde donakalmıştı; zira bu sözü, buralarda bilip söyleyen kimseye rastlamamıştı. Önce Allah Resülü'nü iyice süzdü ve ardından da:

- Allah'a yemin olsun ki bu sözleri, bu beldelerde söyle­yen kimse yoktur, dedi.

Onun bu sözleri ve sıcak yaklaşımı, Efendimiz'in de dikkatini çekmişti. Belli ki Addas, boş değildi; en azından 'bismillah'ın ne demek olduğunu biliyor veya bu muhtevadaki bir bilgiye ulaşma arzusu duyuyordu. Onun için Habib-i Zişan Hazretleri:

- Sen nerelisin, hangi dine mensupsun ey Addas, diye sordu.

- Ninovalı ve Hristiyan'ım, diyordu. Bu ismi duyunca Al­lah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern):

- Salih kardeşim Yunus İbn Metta'rıın memleketi, diye iç geçirdi. Gözleri dört açılmıştı Addas'nı ve hemen sordu:

- Sen, Yunus İbn Metta'yı nereden biliyorsun? ValIahi de

437


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

ben Ninova'dan aynıalı onu bilip tanıyan on adama bile rast­lamadım! Sen İbn Metta'yı nereden öğrendin? Halbuki Sen, gördüğüm kadarıyla okuma-yazma da bilmiyorsun ve ümmi bir kavmin içinde neş'et etmişsin!

- O, benim kardeşimdir; o da bir nebi idi, Ben de bir Nebi'yim!

Bunun ötesinde sorulacak başka bir soru olamazdı ve işin burasında Addas, önce Efendimiz'in ayaklarına kapandı; belli ki buna muktedir olamayacaktı. Ardından ellerinden öpmek istedi, doyasıya ... Sonra da, mübarek başından öptü, defalar­ca ... Günün bütün sıkıntısını unutturacak bir neticeydi bu ... Bir insan daha gelmişti ya, dünya bomba olup patlasa ne öne­mi vardı?

Ancak beri tarafta, köleleri Addas'ın el-ayak öpmesini gö­ren Utbe ve Şeybe yine eski hüviyetlerine geri dönmüş, bu­lundukları yerde homurdanmaya başlamışlardı. Kölelerini, iyilik olsun diye göndermişlerdi; ama şimdi o tutmuş bir de Muhammed'in el ve ayaklarına kapanıyor; bel büküp huzu­runda el pençe divan duruyordu. Birisi diğerine dönecek ve:

- Görüyor musun, senin köleni de yoldan çıkardı, diye­cekti.

Nihayet, Addas yanlarına gelince ona da çıkışacaklar ve: - Sana ne oldu da o adamın el ve ayaklarını öptün, diye­ceklerdi. Addas, çok sakindi:

- Ey efendim! Yeryüzünde bu adamdan daha hayırlı kim­se yoktur; O'nun bana söylediklerini ancak bir Nebi haber ve­rebilir, dedi.

- Yazıklar olsun sana ey Addasl Sakın ola ki o adam, seni kendi dininden alıkoyınasın; çünkü senin dinin ondan daha hayırlıdır.w diyorlardı.

421 Bkz. İbnHişam, Sire, 2/268, 269


Tfi lf Yolcul uğu

Mekke'ye Hareket ve Cinlerin Şehadeti

Acı bir günün sonunda, tatlı bir hediyeye nail olan Efen­dimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), hüzünlü bir şekilde oradan ayrı­lacak ve yeniden Mekke'nin yolunu tutacaktı. Nahle denilen mevkiye geldiklerinde zaman ilerlemiş ve Efendiler Efendisi, teheccüd namazını eda edebilmek için mola vermişti. Belli ki, burada Allah Resnlü (sallallahu aleyhi ve sellern), birkaç gün kala­caktı. Daha sonra da, namaza durdu ve Cinn süresini okuma­ya başladı.

Bu arada yanına, Nusaybin cinlerinden yedi tanesi gel­miş; O'nun namazını seyrediyor ve okuduğu Kur'an'ı dinliyor­du. Yanına yaklaştıklannda, kendi aralannda işaretleşmiş ve: - Aman sessiz olun ve dinleyin, diye birbirlerini ikaz edi­yorlardı.

Okunan Kur'an bitince de bunlar, kendi milletlerine geri dönecek ve onlan şöyle uyararak tebliğde bulunacaklardı:

- Ey kavmimiz! Şüphesiz ki biz, bugün öyle acib ve harika bir kitaba kulak verdik ki o, iyi ve güzelolana davet ediyor; biz de ona iman ettik. Çünkü bu kitap, Musa'dan sonra gelmiş olmakla birlikte, kendisinden önceki hükümleri tasdik ediyor, Hakka davet mesajlanyla dolu ve bizi, yolun en doğrusuna ça­ğınyor ..

Ey kavmimiz! Gelin de bu Allah davetçisine müspet cevap verin! Allah'a iman edin ki, O da sizin günahlannızı bağışlayıp mağfiret buyursun ve sizi, can yakıcı azabın şiddetinden mu­hafaza eylesin!

Bundan böyle biz, Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmaya­cağız; çünkü O, ne bir evlat ne de bir çocuk edinmiştir. Meğer, bugüne kadar bizim sefihlerimiz O'nun hakkında ne uygunsuz şeyler söylüyorlarmış! Biz de, insan ve cinlerin Allah hakkında yalan söylemeyeceklerini sanıp dururduk! Meğer insanlardan

439


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

bir kısmı, cinlerden böyleleriyle baş başa veriyor ve ortalığı karıştırıyormuş! Onlar da, sizin gibi düşünerek sanki Allah'ın yeniden varlığı diriltemeyeceğini sanıyorlar!

Bizler, semayı da şöyle dolaşıp kontrol ettik; artık her yere görevliler yerleştirilmiş ve onlar hiçbir haberin sızmasına müsaade etmiyor, hemen üzerine ışıktan tayflar gönderiyor­lar. Bir miktar oturup da bazı şeylere muttali olmak istedik ve gördük ki, kim benzeri bir teşebbüste bulunsa, hemen üzerine ateş parçalan salınıyor ve buna müsaade edilmiyor.

Artık biz, hidayete kulak verdikten sonra ona iman ettik ve biliyoruz ki, kim de Rabbine iman ederse, artık onun için korkulup endişe duyulacak bir husus yoktur.P"

Bu arada yine Cibril-i Emin gelmiş ve durumdan Allah Resülü'nü de haberdar etmişti. Addas'tan sonra yaşanan ikin­ci sürprizdi bu ve artık, insanlardan sonra Efendimiz (sallallabu aleyhi ve sellern), cin taifesiyle de irtibata geçmiş ve onlardan da Efendimiz'e inananlar olmuştu. Çünkü O (sallallabu aleyhi ve sel­lem), insanların yanında cinlere de gönderilen bir Nebi idi.

İki ayn gaybi destek ardı ardına geliyordu; Cibril-i Emin'­le dağlara müvekkel meleğin emre amade edilmesinden sonra bir de, Allah Resülü'nün önüne, cin taifesine nüfuz edilebile­cek bir yol konulmuştu ...

Gelen her ayet, aynı zamanda mü'minlerin sa'yini kamçı­lama anlamına geliyordu. Hele bu ayetlerin muhtevası, o gü­nün ağır şartlanm yaşayan mü'minler için ilaç gibiydi. Şöyle diyordu:

- Her kim, Allah'a davet eden bu samimi çıkışa müspet cevap vermezse bilsin ki, yeryüzünde onu hiçbir güç etkisiz

422 Ayetlerde geçen ifadelerden hareketle ve birebir meal kaygısı gütmeden sa­dece bir özet yapmaya çalıştık. Daha geniş malı1mat için bkz. Ahkaf, 46/29, 30,31; Cinn, 72/1-15

440


Taif Yolcul uğu

hale getiremez. Allah'tan başka hiçbir hami ve dost bulamaz. Bu kimseler şüphesiz, açık bir dalalet içindedirler.w'

Diğer yanda, iyi bir Hristiyan olan Temimii'd-Dôri, belli başlı ihtiyaçlannı gidermek için Şam taraftannda bulunuyor­du. Yolculuk esnasında akşam karanlığı çökünce kendi kendi­ne şunlan söylemeye başlamıştı:

- Bu gece ben, bu vadinin aziminin himayesindeyim! Arkasından da uzanıp uyumak istedi. Tam cümlesini bi­tirmişti ki, sahibini görüp bilemediği bir sesin kendisine şöyle seslenip cevap verdiğini duydu:

-Allah'a sığın ve O'ndan eman dile. Zira cinler, Allah'a karşı hiç kimseyi koruyamazlar.

Şaşırmıştı ve bu şaşkınlıkla:

- Vay başıma! Allah hakkı için söyle. Ne diyorsun sen, gerçekten söylediklerin doğru mu, diye taaccübünü bildiriyor­du. Sesin sahibi, hayretini daha da artıracak şeyler söylüyor­du:

- Ümmilerin Peygamberi Allah Resülü zuhür etti ve bizler de, O'na teslim olup iman ederek Hacün denilen yerde O'nun arkasında namaz kıldık. Artık cinlerin tuzaklan tükendi ve sema ile aralannda ateş toplan var. Bundan böyle onlann hiç kimseye ne bir faydası ne de herhangi bir zaran söz konu­su olabilir. En iyisi sen yürü ve Alemlerin Rabbi'nin Resülü Muhammed'e giderek Müslüman ol.

Hactın ... Namaz ... Alemlerin Rabbi... Resül., Muham­med ... Bütün bunlar, öyle çok yabancı olduğu şeyler değildi. Hele, Muhammed'i tanımamak olmazdı; İncil, O'nun gelişine öncülük etmekte; Hz. İsa da, gelişini gözlemekteydi. Belli ki

423 Bkz. Ahkaf, 46/32. Cin suresindeki ifade ise, cinlerin ağzından şu şekilde verilmektedir: "Daha önceleri bizler, sanki Allah'! da aciz zanneder ve ken­dimizi bir konuma koyardık; anladık ki yeryüzünde O'nu engelleyip etkisiz kılacak bir güç asla yoktur." Bkz. Cinn, 72/12

441


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

bu işin içinde başka bir iş vardı ve sabah olur olmaz, Şam ya­kınlanndaki Havran'da bulunan meşhur bir rahibin yanına koşup hadiseyi ona anlattı. Büyük bir dikkatle anlatılanlan dinleyen Rahip şunlan söyleyecekti:

- Şüphesiz sana doğruyu söylemişler. O'nun çıkacağı yer Harem'dir ve yine Harem'e hicret edecektir. O, Nebi'lerin en hayırlısıdır ve asla O'nun önünde kimse olmayacaktır.s-t

424 Isbahani, Delailu'n-Niibüvve, 1/155; İbn Seyyidi'n-Nas, Uyünu'l-Eser, 1/145

442


YENİDEN MEKKE

 

Created by Readiris, Copyright IRIS 2005
Created by Readiris, Copyright IRIS 2005

Taif, beklenen semereyi vermese de Addas ve cinlerin İs­lamiyet'i seçmeleriyle bir nebze huzura kavuşan Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve sellern), daha sonra yeniden Mekke'ye yöneldi. Yol Mekke'ye yaklaştığında, yine eski günlerinde olduğu gibi Nur dağına çıkarak Hira'ya geldi. Kapılannı yüzüne kapatan Mekke, tam karşısında duruyordu; Beytullah'ın boynu bükük, mü'minleri de yetimdi! Belli ki aralannda, kelimelerin kul­lanılmadığı bir hasbihal yaşanıyordu. Zira, Beytullah'ın ikizi olarak bilinen Allah Resülü de yetim ve boynu büküktü.

Beri tarafta Hz. Zeyd, yeniden Mekke'ye nasıl girecekle­rini düşünüyor ve bir türlü işin içinden çıkamıyordu. Nihayet dayanamayıp Efendimiz'e sordu:

- Onlar Seni dışan çıkanp kovmuşlarken Siz, Mekke'ye nasıl gireceksiniz?

Rahmet Peygamberi, her zamanki gibi temkinliydi; aynı zamanda temkini içinde, işin nihayetini şimdiden görüyor ol­manın mesajlan gizliydi:

- Ya Zeyd! Gördüğün gibi şüphe yok ki Allah, bir çıkış yolu nasip edip, yeni bir kapı aralıyor; şüphesiz O, dinini ko-

ruyacak ve peygamberini de muzaffer kılacaktır! ,.

443


Efendimiz (s a l l a l l a h u a l e y h i ve sellem)

Daha sonra da, sebeplere tevessül etmenin bir gereği ola­rak Mekke'den bazı eşrafa haber gönderdi; maksadı, yeniden köyüne dönerken herhangi bir problemle karşılaşrnamaktı. Hedeflediği ilk isim, Ahnes İbn Şerik idi. Ancak o:

- Ben anlaşmalıyım ve benim durumumdaki anlaşmalı birisi de eman veremez, diyerek bu davete icabet etmemişti. Ardından, Kureyş'in söz üstadı Süheyl İbn Amr'a ulaştırdı aynı mesajı. Ancak o da:

- .Amiroğullan, asla Ka'boğullanna eman veremez, diye­cek ve o gün için henüz, böyle bir kabullenmeye hazır olmadı­ğını ifade edecekti. Belki de, cesaret edip cevab-ı sevap vere­miyorlardı. Ancak, belli ki Süheyl, Efendimiz'in gündeminde ve kendisinden çok şey beklediği bir isimdi.

Müspet cevap, Mut'ını İbn Adiyy'den gelmişti. Efendi­miz'in talebi kendisine ulaşır ulaşmaz hemen çocuklannı top­layan Mut'ım, onlara şunu tembih edecekti:

- Hemen silahlannızı kuşanın ve Kabe'nin rükünleri ara­sına gidip beni bekleyin! Çünkü ben, Muhammed'e eman ver­dim.

Daha sonra da Kabe'ye gelecek ve devesinin üzerinden insanlara:

- Ey Kureyş! İyi bilin ki ben, Muhammed'e eman verdim; sakın O'na kimse ilişmesin, şeklinde hitap ederek durumu bü­tün Mekke'ye ilan edecek ve Muhammedü'l-Emin'e ilişenin, karşısında kendisini bulacağını söyleyecekti.

Ardından Efendiler Efendisi, Hz. Zeyd ile birlikte yine Mekke'ye geldi. İlk hedef, yine Kabe idi ve onu selamladıktan sonra orada iki rekat namaz kılarak akabinde de hane-i sa­adetlerine yöneldi. Bütün bu aşamalarda Mut'ım İbn Adiyy, çocuklanyla beraber O'nu koruyup kolluyor ve kimsenin O'na bir kötülük yapmasına müsaade etmiyordu.s-e

425 Bkz. İbn Sa'd, Tabakat. 1/212

444


Yeniden Mekke

Diğer tarafta, kendi davası adına tedirginlik yaşayan Ebu Cehil, Mut'ım'in yanına yaklaşacak ve:

- Sen, sadece eman mı verdin yoksa Müslüman mı oldun, diye soracaktı. Mut'ım, arkadaşı Ebu Cehil'e döndü ve:

- Hayır, Müslüman olmadım; sadece eman verdim, dedi.

Zaten, onun da beklediği cevap bu idi ve kendisini rahatlatan bu cevabın arkasından Mut'ım'e şunu söyledi:

- Öyleyse, senin eman verdiğine biz de ilişmeyizl-r"

Bu nasıl bir kabullenilme idi ki, can alıcı düşmanlanna karşı O'nu yine bir başka düşmanı koruma altına alıyor ve bütün aile fertlerinin hayatı pahasına, kimsenin kendisine ilişmesine izin vermiyordu! Demek ki toplumda sözün nüfuz edebilmesi ve taleplerin tesirli olabilmesi için, insanlık ortak paydasında buluşmak ve herkesin imreneceği bir krediye sa­hip olmak gerekiyordu. Bu kredinin adı, güvendi ve temeli, duruluktan kaynaklanıyordu. Ve bu kredi, dünyalık hiçbir değerle karşılanamayacak kadar bir kıymet ifade ediyordu. Zira o gün Mut'ım'e, dünyanın en pahalı hazineleri de teklif edilseydi, böyle bir riske girmez ve durup dururken Mekke'yi karşısına almazdı; ancak Muhammedü'l-Emin'e duyduğu gü­ven ve O'na yapılanlar karşısında masumane duruşu, Mut'ım gibileri harekete geçiriyor ve yapılanlara bir yerde 'dur' deme ihtiyacını hissettiriyordu.

Çevredeki KabileIere Yöneliş

Belli ki Mekke, artık kapılarını kapatıyordu. Taif'ten de beklediği cevabı bulamamıştı. Ancak, can bedende bulunduğu sürece tebliğ, vazgeçilmez bir vazifeydi; Rabbin nzası bura­da yatıyordu zira. Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), yaklaşan hac mevsimini de iyi değerlendirip daha geniş kitle­lere ulaşmak istiyordu. Bu sebeple de kabile kabile dolaşmaya

".

426 Taberi, Tarih, 1/555; Mübarekfüri, er-Rahiku'l-Mahtüm, s. 127, 128

445 .


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

başladı. Her gittiği kabileye kendini arz ediyor, Allah'ın emir­lerini onlara ulaştınyor ve imana davet ediyordu. Ne garip ki, sanki bu kabileler de Mekke halkıyla anlaşmış gibiydi ve Allah Resülü, bunlardan da beklediği cevabı alamıyordu. Her birinin başka bir talebiyle karşılaşıyor veya bir başka beklenti içinde olduklannı görüyordu. Orilardan birisi:

- ValIahi bu genci biz, Kureyş'ten alıp himaye etsek, Arap­lar bizi yiyip bitirir, diyor, diğeri de Efendimiz'e hitaben:

- Biz şimdi Sana söz verip anlaşsak ve Seni korusak, yann Allah Seni, muhaliflerine karşı üstün kıldığında sonrasında meseleye biz vaziyet edebilir miyiz, deyip bunu, bir nevi pa­zarlık meselesi haline getiriyordu. Tabii olarak Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), bu ve benzeri düşüncelere prim verme­yecekve:

- İşin neticesi Allah'a aittir; O, bu işi, kimi dilerse ona verir, buyuracaktı. Bu sefer de adam:

- Biz, Seni korumak için Arapların önüne başımızı uza­taeağız ve sonunda Allah Seni muzaffer kıldığında da iş gidip başkasına verilecek! Bizim böyle bir işe girmemizin imkanı yok, diye cevap verecekti.

Bir de o gün, gönlü Kabe' de olmakla birlikte yaşlılığı sebe­biyle Mekke'ye gelemeyen kabile mensuplan vardı. Hac mev­simi bitip kabilesinden Mekke'ye gelenler geri döndüklerinde onlan dinleyecek ve neler yaşadıklannı soracaktı. Onlar da, karşılaştıklan ilginç hadiseleri aktanrken bir de, Muhammed isminde birisinin, kendilerini Allah'a imana davet ettiğine; ahir zamanda gönderilen son peygamber olduğuna, mesajla­nna kulak vererek kendisine sahip çıkmalan gerektiğine dair sözlerini naklettiler. Bunun üzerine.yaşlı adam, ellerini başı­na koymuş ve büyük bir fırsatı kaçırmış olmanın heyecanıyla şunlan söylemeye başlamıştı:

- Ey .Amiroğullan! Siz, nasıl bir fırsatı kaçırdığınızı fark ediyor, elimizden nasıl bir kuşun kaçtığını anlıyor musunuz?

446


Yeniden Mekke

Nefsim yed-i kudretinde olana yemin olsun ki bu, İsınaili'nin bize anlattığı haberdir ve o, gerçektir. Nasıloldu da sizler bunu akıl edemediniz?427

Sonuç ne olursa olsun, Allah Resnlü (sallallahu aleyhi ve sellern), durdurak bilmeden tebliğ vazifesine devam ediyordu. Bu süre içinde az dahi olsa, bazı insanlar gelip Müslüman olacaklardı. Süveyd İbn Sarnit de onlardan birisiydi. Şairdi ve kendisine kavmi, şiirdeki mahareti sebebiyle kamil diye hitap ediyordu. Efendimiz'le konuşunca O'na:

- Herhalde Senin dediklerin de benimkiler gibi olmalı,

demişti. Allah Resnlü (sallallahu aleyhi ve sellem): - Senin bildiklerin ne, diye sordu.

- Lokman'ın hikmetleri, diyordu. Bunun üzerine:

- Onlardan bana söyler misin, dedi. Bildiklerini sıralama-

ya başladı Süveyd. Bunun üzerine Habib-i Zlşan Hazretleri:

- Bu sözler çok güzel! Ancak, benim yanımdakiler bunlar­dan daha faziletli; çünkü o, Allah'ın Bana indirdiği Kur'an'dır. hidayet ve nur kaynağıdır, buyurdular. Ardından da, Kur'an ayetlerinden okumaya başladı ve bitirince de Süveyd'i İslam'a davet ettiler. Çok makül bir insandı ve:

- Gerçekten de bunlar çok güzel ifadeler, diyerek oracıkta Müslüman oluverdi.v"

Başka bir gün, Medine'den Evs kabilesine mensup bazı insanlar gelmiş, başlamak üzere olan savaş öncesinde Hazreç­lilere karşılojistik destek arıyorlardı.P? Bunu duyan Allah Re­sülü (sallallahu aleyhi ve sellern), bu hey'etin de yanına gelecek ve:

427 Taberi, Tarih, 1/556; Mübarekfüri, er-Rahiku'l-Mahtüm, s. 129, 130 428 Taberi, Tarih, 1/557; Miibarekfüri, er-Rahiku'l-Mahtüm, s. 130

429 Bi'setin 11. yılıydı ve Medine'de Evs ve Hazreç kabileleri arasındaki anlaş­mazlık doruk noktaya çıkmış, savaş patlak vermek üzereydi. Sayı itibariyle Hazreçlilerden az olan Evs kabilesi, dışandan destek alma yolunu tercih et­miş ve böylelikle güç dengesini kendi lehine çevirmeyi hedeflemişti.

447


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

- Geldiğiniz niyetten daha hayırlı bir yol size göstereyim mi, diye soracaktı.

- Peki, nedir o, diye sordular. Efendiler Efendisi:

- Ben, Allah'ın Resülü'yüm: Beni O, bütün kullanna pey-

gamber olarak gönderdi. Ben de sizi, sadece O'na ibadet et­meye ve O'ndan başkasını O'na şerik koşmamaya davet edi­yorum. O, Bana Kitap da indirdi, buyurdu ve arkasından da, İslam'la ilgili temel meseleleri anlatıp Kur'an okudu ve onlar­dan da, bütün bunlara iman etmelerini talep etti.

Hey'et arasında İyas İbn Muaz isminde birisi vardı ve öne çıkarak:

- Ey cemaat! Bu, gerçekten de bizim peşinde olduğumuz şeyden daha hayırlıdır, diye seslendi.

Cemaat içinden hemen itiraz sesleri yükselmiş, hatta ara­lanndan birisi öne atılarak avuçladığı toprağı İyas'ın üzerine atarak açıkça tepkisini dile getirmişti. Şöyle diyordu:

- Bırak şimdi onu! Biz buraya bunun için mi geldik? Kendi kabile mensuplan arasında büyük bir tepkiyle kar­şılaşan İyas'a susmak düşmüştü. Medine'ye geri dönerken ne bir destek bulabilmiş ne de ayaklanna kadar gelen hakikatten bir mesaj alabilmişlerdi! Ancak İyas, çok geçmeden hastala­nacak ve bu süre içinde, Müslüman olduğunu ifade sadedinde sürekli tekbir getirip dilinden hamd ve tesbihi hiç düşürme­yecekti. 430

Tufeyl İbn Amr, Evs kabilesi arasında hatın sayılır ve gü­venilen bir şairdi. Hatta, Yemen taraflarında, kabilesi adına belli başlı faaliyetleri o yürütüyordu. Günün birinde onun da yolu Mekke'ye düşmüştü. O günün Mekke'sinde Allah Resü­lü'ne karşı öylesine organize bir karşı duruş var idi ki daha o, Mekke'ye yaklaşmadan Mekkeliler yolunu kesmişlerdi ve Efendimiz'le görüşüp konuşmaması konusunda olabildiğince

43° Bkz. Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 5/427 (23668); İbn Sa'd, Tabakat, 3/438

448


Yeniden Mekke

tahşidat yapıyorlardı. İzzet ü ikramda da kusur etmeyen bu insanlar, Tufeyl'i karşılanna almış şöyle diyorlardı:

- Ey Tufeyl! İşte sen, bizim memleketimize geldin, hoş geldin! Şu bizim aramızdan çıkan adam varya, işte O, bizi çok zor durumda bıraktı; aramızdaki yapıyı parçalayıp ahengimi­zi darmadağın etti. Sözünde sanki bir sihir var; insanı peşine takıp götürüyor! Baba ile oğlun, kan ile kocanın ve kardeşle kardeşin arasını ayınyor! İşin doğrusu biz, senin ve kavminin de bize musallat olan bu adamdan etkilenmenizden korkuyo­ruz. Sakın ola ki, o adama kulak verme ve gidip de O'nunla konuşayım deme!

Durup dururken, bu kadar konuşma lüzumu hissettikleri­ne göre gerçekten bu adam, çok etkiliydi ve onun için Tufeyl, tedbirini alacak ve bir tek kelimesini bile duyup sözünün tesi­rinde kalmamak için kulaklannı tıkayarak Kabe'ye gelecekti. Olacak ya, onun geldiği saatte Efendiler Efendisi de, Kabe'de durmuş namaz kılıyordu. Uzun uzun seyre daldı Tufeyl., Öyle derinden Kur'an okuyordu ki! İster istemez bazı ifadeler kula­ğına gelmiş ve hem gözüne ilişenlerden hem de kulağına gelip çarpanlardan oldukça etkilenmişti. Kendi kendine düşünme­ye başladı:

- Hay kahrolası! Niye ben kulağımı kapatıyorum ki? Hal­buki ben, şiirin inceliklerini bilen, sözün güzelini çirkininden ayırabilen irade sahibi bir adamım; öyleyse, niçin bu adamın dediklerini dinlemeyeyim ki! Şayet söyledikleri güzel ise ka­bul eder alınm; yok, kötü şeyler söylüyorsa o zaman da ondan uzak durur kendi işime bakanm, diyordu kendi kendine.

Kulağındaki tıkanıklığı açmasıyla birlikte gönlüne gi­den yollar da hareketlenmiş, dinledikleri karşısında kalbin­deki buzlar erimeye başlamıştı. O kadar ki, namazını bitirip Kur'an'ına hatime çektiğinde kendini, O'nun peşinden gidiyor bulacaktı. Evine kadar Resülullah'ı takip etti ve arkasından o . da içeri girdi. Bütün kapılar aralanmış, sımsıcak bir dünya-

449


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

ya doğmuştu Tufeyl, Bu sıcak atmosferi bulunca dilinin bağı çözülecek ve başından geçenleri anlatacaktı bir bir; buraya kadar gelişindeki hedefi, Mekkelilerin onu dışanda karşılayıp da kendisine söylediklerini, kelamını işitmernek için kulağını nasıl tıkadığını ve Kabe'de gördüğü zaman yaşadığı değişimi anlattL .. Arkasından da:

- Bana, meselenin gerçek yönünü anlat, dedi. Bir yıldız daha doğuyordu. Onun için Efendiler Efendisi'nin sürüruna diyecek yoktu. Hemen anlatmaya başladı; İslam'la gelen gü­zelliklerden bahsetti ve ardından da Kur'an okudu. Tufeyl'in, hayatında duyduğu en güzel ifadelerdi bunlar ... Bugüne ka­dar, bunlardan daha latif ve daha oturaklısına hiç şahit olma­mıştı, .. Ve, hemen oracıkta kelime-i şehadeti söyleyerek Müs­lüman oluverdi.

Huzura gelip de O'ndan ışık alan her bir sahabede görü­len değişim, onda da kendini gösteriyordu; daha adımını attı­ğı yerde, inandığı değerlere başka adımların da gelmesi gerek­tiğini düşünüyor ve bunun için Efendimiz' e şunu söylüyordu:

- Kavmimin arasında benim konumum gayet iyidir ve ben ne dersem insanlar kırmaz, dinlerler; şimdi ben onlara gi­der gitmez, İslam'ı anlatacak ve İslam'a davet edeceğim. Bana, gördükleri zaman kavmimin etkileneceği bir alarnet bahşedip ifadelerime kuvvet vermesi için Allah'a dua eder misiniz?

Bu samirniyete müspet cevap vermemek olmazdı ve Efen­dimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), hemen oracıkta dua etmeye baş­lamıştı bile ... Derken Tufeyl, huzurdan aynlmış ve kavmini hidayete davet etmek üzere memleketine dönüyordu. Yolu, köyüne yaklaştığında birden yüzünde, sabahın aydın1ığı gibi bir nur beliriverdi. Endişelenmiş ve kendi kendine:

- Allah'ım! Yüzümde bir gariplik oldu; şimdi bana, "Bu müsledir, diyecekler." demiş ve daha işin başında bir olum­suzlukla karşılaşmaktan çekindiğini ifade etmişti. Bir anda bu nur, elindeki bastonunun ucuna kayıverdi. Artık o, kavmine

450


Yeniden Mekke

karşı elini güçlendirecek ve onlann imana gelişlerini kolay­laştıracak bir mucizeydi. Artık o, önünü aydınlatan bir gece lambası gibiydi.

Eve gelir gelmez, önce anne ve babasına anlattı yaşadıkla­rını ve onlan da İslam'a davet etti; oğullanna itirnatlan vardı ve oracıkta Müslüman oldular. Ancak kavmi, aynı duyarlılıkta değildi; olanca gayretlerine rağmen kapılannı kapatmışlardı ve asla yumuşama emaresi göstermiyorlardı.s"

Müşriklerin propagandalanna muhatap olanlardan birisi de, Dımôd el-Ezdi idi. O da, Yemen'den çıkmış bir işi için Mekke'ye gelmişti. Rukye tabir edilen bir yöntemle bazı cisimlerin üzerine okuyarak insanlara faydalı olmaya çalışı­yordu. Daha Mekke'ye adımını atar atmaz, sefahete kurban gidenlerden bazılan yolunu kesmişti ve ona Allah Resülü'nün yanına yaklaşmaması gerektiğini anlattıktan sonra şunlan söylüyorlardı:

- Şüphesiz ki Muhammed, mecnündur, Bunu duyunca Dımad, kendi kendine:

- Bu adamın yanına gideyim; belki de Allah, O'na benim elimle şifa verir, diye düşünmeye başladı. Ve, bir gün yolu, Al­lah Resülü ile aynı noktada birleşivermişti.

- Ya Muhammed! Ben, okuyarak insanlan tedavi ediyo­rum; Senin de buna ihtiyacın var mı, diye sordu:

Garip bir karşılaşma ve garip bir teklifti. Okunarak tedavi olmaya esas kendisinin ihtiyacı vardı ve Restıl-ii Kibriya Haz­retleri:

- Şüphe yok ki hamd, Allah'a mahsustur, diye başladı sözlerine. Biz de yardımı, sadece O'ndan dileniriz. O, kime hi­dayet murad etmişse artık kimse ona bir zarar veremez ve kim de dalalet yolunu seçip O'ndan uzaklaşmışsa onu da hidayete

431 Bkz. İsbahani, Delailu'n-Nübiivve, 1/213-214; İbn Kesir, el-Bidaye ve'n­Nih3.ye,3/99

451


Efendimiz (sallallahu a l e y h i ve sellem)

kimse muktedir olamaz! Ben şehadet ederim ki, Allah'tan baş­ka ilah yoldur ve yine ben şehadet ederim ki Muhammed de O'nun kulu ve Resülü'dür. Sözün özüne gelince ...

Belli ki Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sellern), devam edecekti; . ancak Dımad araya girdi ve:

- Şu söylediklerini bir kez daha tekrar edebilir misin, dedi. Bir değil, üç kez tekrarladı Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve sellern). Bu kadan bile yetmişti Dımad için ve:

- Şimdiye kadar ben, ne kahinler gördüm ne sihirbazla­ra şahit oldum ve nice şairlere kulak verdim; ancak, şu Senin söylediğin kelimeler kadar güzeline hiç rastlamadım! Bunlar, bahr-ı hipayan ifadeler! Uzat elini, ben Sana beyat edeceğim, diyerek, kendisine uzanan bu mübarek eli tutarak kelime-i şe­hadeti söyledi ve oracıkta Müslüman oldu.432

Bu arada, Medine'den gelen altı kişilik bir grup vardı; Efendiler Efendisi son bir ümit deyip bunlann da yanına uğ­radı ve önce selam verdikten sonra:

- Sizler kimlersiniz, diye sordu.

- Hazreç'ten bir grubuz, diyorlardı. Bildik bir isimdi O'-

nun için Hazreç. Bu yüzden:

- Züfer'in dost ve müttefiki olan Hazreç mi, diye yeni bir soru sordu. Hazreç'in müttefiki Züfer Medine'de, Al­lah Resülü'nün geleceğini zaman zaman anlatan önemli bir adamdı.

- Evet, diye tasdik ettiler. İçten davranıyorlardı. Ardın­dan:

- Biraz oturup konuşmaya ne dersiniz, dedi Habib-i Zi­şan Hazretleri.

- Peki, diyorlardı.

Bunun üzerine Allah Resülii (sallallalıu aleyhi ve sellem), uzun

432 Bkz. İsbahanl, Delailu'n-Nübiivve, 1/193-194; İbn Sa'd, Tabakat, 4/241

452


Yeniden Mekke

uzadıya oturup bunlarla da konuştu. Kur'an'dan bazı ayetleri paylaştı onlarla. Es'ad İbn Zürare, Av! İbn Hôris, Ukbe İbn Amir, Kutbe İbn Amir, Raft İbn Malik ve Côbir İbn Abdul­lah'tan oluşan bu genç Ensôr hey'eti, anlatılanlar karşısında etkilenmişti. Zaman zaman atalannın konuştuklannı hatırlı­yorlardı. Atalan, Fôran dağlarınzn arasında İbrahim soyun­dan bir Nebi gelecek, diyorlardı. Aynı zamanda komşulan olan Yahudilerle savaşıp onlan yendiklerinde kendilerine, şimdi yenildik; ama çok geçmeden gelecek bir Nebi ile yeniden güç kazanacak ve işte o zaman sizin işinizi bitireceôiz manasında tehditler savuruyorlardı. Oysa bu Nebi'ye ilk inanan, kendile­ri olacak ve böylelikle, Arap yanmadasının en aziz insanlan olarak tarihe geçeceklerdi! Beklenen Nebi gelip zuhı1r ettiğine göre beklemenin bir anlamı olamazdı. Onun için Allah'a iman eden bu samimi ve gönülden uyancıya kulak veriyor ve içle­rinden gele gele iman ediyorlardı.

Mekke'de adam kıtlığı yaşanırken aylarca süren uğraşlar sonunda, ancak bir veya iki insan iman safına geçerken, sade­ce birkaç saatlik konuşmanın neticesinde altı kişilik Medine cemaatinin İslam'ı seçmesi, Efendiler Efendisi'ni büyük bir sürüra gark etmişti. Acı olan tek şey, aynlık vaktinin gelmiş olmasıydı. Herkesin beklediği bu Zat ile oturup konuşmak gü­zeldi; ama artık Medine'ye gitme vakti gelmişti. Mekke'yi terk edecek ve yeniden kendi memleketlerine geri döneceklerdi. 433

Aynlmadan önce aralannda anlaştılar ve ertesi yıl yeniden gelip burada Allah Resı1lü ile buluşacak, bu arada Medine'de de yeni arkadaşlar bularak buraya onlan da getireceklerdi.

Artık Medine, medeniyete el sallıyordu.

Mekke'ye geri dönerken Allah Resı1lü, uzun zamandır ilk defa tebessüm ediyordu.

433 Bkz. İbn Hişam, Sire, 2/276 vd.

453


 

İSRA VE MİRAÇ

 

Created by Readiris, Copyright IRIS 2005
Created by Readiris, Copyright IRIS 2005

Hira'daki vuslattan bu yana on bir yıl geçmişti. Takvim­ler, Recep ayının yirmi yedisini gösteriyordu. Bu süre içinde çok gayret edilmiş; ama Mekke akıl almaz bir tepki gösterip bu gayretlere müspet cevap vermemişti. Gerçi, müspet cevap verenler de yok değildi; ama, imanla bütünleşmeleri adına ortaya konulan ölümüne gayretlere karşılık, bırakın müspet cevap vermeyi, koşarak gelmeleri gerekiyordu! Çünkü Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), kendi adına yaşamıyor; can alıcı

434 İsra ve miraç, Kur'an ve sahih sünnetle sabit mütevatir bir mucizedir. Bu se­yehate Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), ruh ve bedeniyle birlikte gitmiş, Cibril'i de geride bırakarak nail olduğu olağanüstü iltifatlara rağmen yine ümmetinin arasına dönerek onlar için de, günde beş vakit eda edilecek bir miraçla yükselme ufkunu ortaya koyup kapıyı da sonuna kadar aralık bırakmıştır.

Bilhassa Kur'an açısından bakıldığında konuyla ilgili ayetlerin müphemiyet içinde meseleyi ele aldıkları göriilmektedir. Zira bu, imanı bir meseledir ve imanın dürbünüyle hareket edilmeden kavranılması zor bir hadisedir. Belki de, iradenin elinden ihtiyarı almamak için Yüce Mevla, isra ve miraçla ilgili ayetlerde, sadece güçlü bir imanla bakanların anlayabileceği bir üslup kul­lanmış ve böylelikle, sınırlı alanda bocalayan aklına meseleyi onaylatama­yan1ar için de merhamet kapısını açık bırakmıştır. Aksi halde, sarih ayetiri ifade ettiği manayı inkar eden, şüphesiz bu rahmetten mahrum kalacak ve bu mahrumiyet ise, o insanı her şeyden mahrum edecekti.

455


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

düşmanlannın bile iman şerbetinden kana kana yudumlaya­bilmeleri için elindeki bütün imkanlan ortaya koyuyor ve bu­nun için de hemen her gün kapı kapı dolaşıyordu.

Alkışlanması gereken bu gayretlerin gördüğü muamele de ortadaydı; bilhassa Ebu Talib ve Hz. Hatice'nin vefatından sonra Mekkelilerin takındığı tavır, Taif'te yaşadıklan ve tek­rar geri döndüğünde insanlann, mübarek yüzüne ekşimeleri pak ruhunu sıktıkça sıkmıştı ve bu bunaltan ortamda Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), kendini ancak ilahi rahmetin sıcak iklimine atarak bir teselli bulabiliyordu. Zaten, bu rah­met meltemleri de olmasa, Mekke'nin kasveti kaldınlacak gibi değildi!

Derken bir akşam Efendiler Efendisi, amcası Ebu Talib'in kızı Ümmü Hani'nin evinde bulunduğu bir sırada, evin tavanı adeta birden açılmış ve buradan yanına Cibril-i Ebrnin nüzül etmişti.435 Belli ki bu seferki geliş, öncekilerden çok farklıydı. Yanında, daha önceki peygamberlerin de üzerine bindikleri, merkepten biraz büyük, kahrdan da bir miktar küçük boyda 'Burak' adında bir binek vardı. Belli ki, bir davet vardı ve Cib­ril de, bu davete muhatap olan en kutlu misafiri almak için gelmişti; Sultan-ı Resül, Şah-ı Mümecced, biçôrelere devlet-i sermed, divan-ı ilahide seramed, Ahmed ü Mahmud u Mu­hammed (sallallahu aleyhi vesellem), Hakk'ın özel davetlisi olarak, gökler velimesine çağnhyordu.

Demek ki bugüne kadar yaşanan mukaddes hüzne, Al­lah tarafından lutfedilmiş bir ikram vardı ortada ... Vicdanın­da duyup hissettiği gerçekleri, göz ve kulağıyla da müşahede edebilmesi için Allah (celle celahıhü), kulu Muhammed Musta-

435 Bazı rivayetlerde bu hadisenin başlangıç yeri, Ümmü Hani'nin evi değil de Kabe olarak anlatılmaktadır. Muhtemelen, Ümmü Hani'nin evinde bulun­duğu o akşam Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve sellern), ibadet maksadıyla Kabe'ye gelmiş ve bir müddet ibadet ettikten sonra Hatim denilen yerde bu hadise vuku bulmuştıı.

456


İs r ü ve Miraç

fa'yı Mekke'den alacak ve kim bilir ne sırh bir yolculuğa çı­karacaktı.

Ancak, bu yolculuk öncesinde, süt annesi Halime-i Sa'di­ye'nin yanında yaşadığı hadiseye benzer bir ameliye gereki­yordu. Onun için Cibril-i Emin, Efendimiz'in göğsünü yardı ve içini Zemzem suyu ile yıkadı; ardından da, altın bir kase içinde, elinde tuttuğu iman ve hikmetle göğsünü doldurarak kapattı. Sonra da, semanın emini Cibril, insanlığın emini Hz. Muhammed Mustafa'nın elinden tutarak tarifi imkansız bir yolculuğa başladı.

İsra

Üzerine bindiği Burak, öyle hızla hareket ediyordu ki, her defasında adımını, ufukta gözüken son noktaya atıyor ve şim­şek hızıyla mesafe alıyordu. Daha üzerine binmekle birlikte mekan değişmiş ve bir çırpıda Mescid-i Aksd'ya gelivermişler­di. Tuttu ve daha önceki peygamberlerin bağladığı yere bağla­dı Burak'ı. Ardından da, namaz kılmak için mescide yöneldi.

Bugüne kadar risalet vazifesini yerine getiren Allah'ın en seçkin kullan burada toplanmış, risalete mühür olan Zat'ı bekliyorlardı. Gelişini görünce selam ve tahiyyelerle sinelere basıldı Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ardından da, dünyanın en önemli meselesi için yeniden saf tutuldu; bütün peygamberler, aynı safta kenetlenmiş; iki rekat namaz kıla­caklardı. Peygamberlik aleminİn imamını bekliyorlardı. De­mek ki İbrahimi çizgi, artık Hz. Muhammad'de noktalanacak ve bundan sonrasını, bütün peygamberler namına sonuna ka­dar O yürütecekti. Zaten, başka bir belde yerine buranın terci­hinde de böyle bir mana vardı; belli ki Hakk'ı temsil meselesi, peygamberlere dayelik yapmış bu mekandan artık alınıyor ve yüzler bundan sonrası için Mekke'ye çevriliyordu. Meseleye, miraçtaki süreçte karşılaşacağı peygamberler açısından bakıl­dığı zaman da aynı konu dikkat çekecek ve ümmetler arasın-

457


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

da yaşanacak bir birliktelik adına, geleceğe yönelik bir umut olacaktı.

Derken, safların en önündeki yerini aldı Habib-i Zışan Hazretleri ... Günü gelince insanlığın yeniden, Allah'ın ilk ya­rattığı bu çizgide saf tutacağının sembolüydü bu. A.dem'in ço­cuklannın, yeniden Hz. A.dem toprağında kaynaşacaklannın resmi, tevbe ederken şefaatini dilediği Zatın da imametinin tesciliydi aynı zamanda ... Peygamberler O'nun arkasında saf bağladığına göre demek ki, o peygamberlerin ümmeti de gün gelecek O'nun arkasında namaza duracaktı!

Namaz sonrası önüne üç kase konulmuştu; birinde süt, diğerinde su ve bir diğerinde de içki vardı. Bunlardan birisini tercih etmesi isteniyordu. Tereddütsüz, içinde süt olan kaseyi tercih etti Efendiler Efendisi! Bu tercih, Cibril-i Emin'i de he­yecanlandırmıştı ve:

- Bunu tercih etmekle Sen, hidayeti tercih etmiş oldun ve Senin ümmetin de hidayet üzere olacak, demişti. Çünkü bu, re aliteyi iyi okumanın bir neticesiydi ve seçilen tercih de, fıtratı ifade ediyordu. Bu arada orada yankılanan ses de, aynı şeyleri söylüyordu:

- Şayet su tercih edilmiş olsaydı, ümmeti de kendisi de boğulurdu. İçki tercih edilmiş olsaydı, ümmeti de kendisi de yoldan çıkar taşkınlık içine düşerdi. Sütü tercih ettiğine göre, ümmeti de kendisi de hep hidayet üzere olacak!436

Mi'raç

Sürprizler, sadece Mescid-i Aksa'da yaşananlarla sınır­lı değildi; tuttu Cibril, O'nu semalar ötesi alerrılere seyahate davet etti. Bir anda, mekan başkalaşmış ve iç içe sırlarla dolu doyumsuz bir yolculuk başlamıştı. Katbekat semaya yükseli­yor ve her yükseldikleri semada ayrı bir merasim yaşıyorlardı.

436 Bkz. İbn Hişam, Sire, 2/242, 243

458


İs r a ve Miraç

Cibril-i Emın, ilk semanın kapı tokmağına dokununca içeri­den bir ses gelmiş ve semanın hazini ile aralannda şu konuş­malar geçmişti:

- Sen kimsin?

- Cibril!

- Yanında kim var?

-Muhammed!

- O peygamber mi?

-Evet, O peygamber!

Şifreler tamamdı ve sema kapısı açılmış; dünya seması ge­ride kalmıştı; Efendiler Efendisi'nin karşısında, insanlığın ilk atası Hz. Adem duruyordu. Önce selam ve hoşarnedi ile tebrik etti O'nu. Hayır duasında bulunuyordu. Ancak, duruşunda bir gariplik vardı; sağ tarafına bakıyor ve gülüyor, soluna baktı­ğında ise ağlıyordu. Daha dikkatli baktı; her iki yanında da büyük bir kalabalık vardı. Meraklı bakışlan bekletmeden Cib­ril-i Emin konuşmaya başladı:

- Bu, A.dem'dir; sağ ve solundaki kalabalık karartı ise, onun neslidir. Sağ tarafındaki insanlar, ehl-i cennettirve onun için A.dem, onlan gördükçe tebessüm eder. Sol yanındakilere gelince onlar ehl-i cehennemdir ve onlar gözüne iliştikçe de hüzün kesilip ağlamaya başlar.

Artık her bir sema kapısında aynı merasim ve yine her bir semada ayn bir peygamberle karşılaşılıyor; hepsinin de duasını alıp tebriklerine şahit oluyorlardı. İkinci semada tey­ze çocuklan Hz. Yahya ve Hz. İsa, üçüncü semada Hz. Yusuf, dördüncü semada Hz. İdris, beşinci semada Hz. Harun, altın­cı semada Hz. Musa ve yedinci semada da Hz. İbrahim ile kar­şılaşacak ve bunlann her biri de, nübüvvet semasının mührü olan Allah Resülü'nü tahiyelerle karşılayıp tebrik edeceklerdi. Bu seyahat esnasında Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Hz.

459


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Musa'nın ağladığını görmüş ve Cibril'e bunun sebebini sor­muştu. Aynı soru kendisine tevcih edilince:

- Ağlıyorum; çünkü bu genç, benden sonra peygamber olarak gönderildi; ama O'nun ümmetinden cennete girecek­lerin sayısı, benim ümmetimden cennete girecek olanlardan daha fazla, diyordu.

Miraç, sırlada dolu bir yolculuğun adıydı ve bu yolculukta müşahede edilecek daha çok şey vardı. Hz. İbrahim'in, sırtı­nı dayayarak yanında durduğu Beyt-i Ma'mur, göz alıcı renk ve desenleriyle ve bütün ihtişamıyla Efendimiz'in karşısında duruyordu. Öyle ki buraya, her gün yetmiş bin melek giriyor ve bir daha da geri dönmüyordu. Zira burası, yeryüzünde her daim tavafla serfiraz kılınan Kabe'nin bir izdüşümüydü.

Cennet

Bu yolculuk esnasında Efendiler Efendisi, cennet ve ce­henneme ait tablolara da şahit olacak ve dünyada iken hangi hareketin ne türlü bir karşılık göreceğini örnekleriyle ümme­tine de anlatacaktı.

Bir anda cennet, olanca güzelliğiyle önüne açılıvermişti.

İnci-mercan misal her çeşit değerli taşlar ve tasavvur üstü bir renk cümbüşüyle donatılmış, nice göz alıcı desenlerle tezyin edilmişti! Hiçbir gözün görmediği ve göremeyeceği, hiçbir kulağa yankısı gelip çarpmayan ve hiçbir faninin de tahayyül edemeyeceği nice güzellikler sergileniyordu önünde. Ne göz alıcı, ne gönül yakıcı manzaralardı ... Cennetin zümrüt yamaç­lan, önünde perde perde açılmış ve O da, meltem gibi gelip yüzüne çarpan esintileriyle mest, hayret makamının hakkını veriyordu.

Bir aralık kulağına hoş bir ses gelmişti:

- Bu ses de neyin nesi, diye sordu Cibril'e.

460


İs r ü ve Miraç

- Cennetin sesi, diyordu rehber-i sadıkı. Biraz dikkatle dinleyince, gelen sesin şunlan dediği duyuluyordu:

- Ey Rabbim! Bana vadettiğin şeyleri lutfet! İşte, artık uhdemde bulunan odalanm, ipek ve huIIelerim, sündüs ve inci-mercanlanm, gümüş ve altınlanm, koltuk ve döşemele­rim, kap ve kacaklanm, binek ve içkilerim, bal, süt ve sulanm çoğaldıkça çoğaldı; artık, vaadettiğin şeyi yerine getir de bana gelecek olanlan bir an önce buraya gönder!

Onun bu samimi talebine karşılık bir başka ses yükseldi: - Evet, her mü'min ve mü' mine, erkek veya kadın Müs­lüman, Bana iman eden ve Resülümü de tasdik ederek des­tekleyen, her daim müspet hareket ederek ortaya salih bir iş koyan ve asla Bana şirk koşmayan ve Allah'tan başka bir değer önünde bel kınp boyun bükmeyenIer, çok geçmeden sana ge­lecektir!

Kim, Benden haşyet duyar ve çizilen ölçü içinde hareket ederse o emindir; Benden kim ne isterse Ben, onu veririm. Kim de Benden ön talepte bulunur ve borç gibi isterse onun da isteğini yerine getiririm. Ve kim de Bana tevekkül edip işini Bana bırakırsa, mutlaka onun işini nihayete erdirir ve yerine getiririm. Çünkü, şüphe yok ki Ben, kendisinden başka ilah olmayan Allah'ım! Sözümde hulf edip yerine getirmemezlik yapmam! Şüphesiz, mü'min olanlar ancak kurtuluşa erer. Al­lah, ne mükemmel ve mübarek bir yaratıcıdır.

Rabb-i Rahim'den gelen bu nidayı duyan cennet sükun bulacakve:

- Razı oldum ey Rabbim, diyecekti.437

Daha dikkatle baktı içeri; altından ırmaklar üzerinde ku­rulmuş saraylarda koltuklara yaslanıp muhabbet eden baba­yiğitler vardı ... Etraflannda hizmetçiler dört dönüyor; isteyip arzu ettikleri her şey, anında yerine getiriliyordu. Huri- gıl-

437 Taberi, Tefsir, 8/3

461


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

manlarla kuşatılmıştı, yüzlerindeki ifadeler bile boşa çıkanl­madan nimetler içinde yüzüp duruyorlardı. Akla-hayale gel­medik nimetlerden istifade ederken ne bir bıkkınlık ne de herhangi bir fütur seziliyordu üzerlerinde; çünkü, her yedik­lerinde renkler farklı, desenler rengarenk, tatlar değişkendi ve kokular da birbirini tutmuyor. Böylelikle her seferinde yeni bir telezzüz imkanı doğuyordu.

Cemaat haline gelmiş insanlar vardı karşısında; her gün yeni bir ekim yapıyorlar ve ekim yaptıklan aynı gün de hasat işlemine başlayıp semere topluyorlardı. Cibril'e sordu:

- Bunlar kim?

- Bunlar, Allah yolunda cehd ü gayret gösteren, Allah'ın

adını en yücelere ulaştırmak için mal ve canlanyla kendilerini ortaya koyanlardır. Bunlann yaptığı bir iyiliğin karşılığı, yedi veren başaklar gibi yedi bin kattır. Allah için infak ettikleri değerlerine karşılık da Allah, hemen yenisini verir ve yerine onu kaim kılar; çünkü O, nzık verrnede en hayırlı yolu tercih edendir.v'" diye cevaplıyordu Cibril-i Emin.

Dört bir yana dal-budak salmış nehirler vardı önünde; su yerine kiminden süt, kiminden de bal akıyordu. Bunlar ara­sında daha belirgin olanlara, Nil ve Fırat diyorlardı. Belki de bu, yakın vadede İslami mesajın ulaşacağı alanı ifade ediyor ve geleceğin fotoğrafını ortaya koyuyor ve miraçta kendisine bunun muştusu veriliyordu.

Bundan başka kimbilir nice nimetler müşahede etmiş, ne iltifatlarla karşılanarak kendisine teşrifatçılık yapılmıştı. Her­hangi bir insanın, böylesine bir lütfa mazhar olduktan sonra yine oradan aynlarak sıkıntıların kucağına dönmesi imkansız gibiydi. Ancak O'nun hedefi, öncelikle bütün insanlan rahmet ve şefkatle kucaklayıp, ümmeti arasında da, kelime-i tevhidin

438 Bkz. İbn Kesir, Tefsir, 3/18; Taberi, Tefsir, 15/7

462


İs r a ve Miraç

ikinci yansını söylemekten kaçınarak kendisini kabul etmese bile 'la ilahe illaIlah' diyen herkesi buraya getirmekti. Çünkü O, "Kim, La ilôhe illallah derse, cennete girer." buyuracaktı.v'? Daha baştan O (sallallahu aleyhi ve sellem), bunun için yaratılmış ve onun için de, ilk yaratıldığı halde gelişi sona denk getirilmiş; peygamberlik güftesine kafiye koyacak Son Sultan olduğu için de, bedeniyle ruhunun buluşması risalet açısından en sona bı­rakılmıştı.

Cehennem

Elbette her yer, cennet gibi sımsıcak durmuyordu; oradan aynlıp da bir başka vadiye geldiğinde, ürperten seslere şahit olacak ve bu seslerin kaynağını da soracaktı:

- Cehennemin sesi, diyordu Cibril-i Emın. Dikkat kesildi.

Diyordu ki:

- Ey Rabbim! Artık bana vaadettiğin şeyleri ver! Baksa­na, bukağılar ve halatlanm, alev ve ateşlerim, irin ve kanlanm çoğaldıkça çoğaldı; dibimdeki derinlik erişilmez noktaya ulaş­tı ve ateşimin harareti de dayanılacak gibi değil! Bana vaadet­tiğin şeyleri çabuk gönder!

Cennete seslenen aynı sesin yankısı duyuldu:

- Evet, Bana şirk koşan her müşrik kadın ve erkek, Beni inkar eden her kafir, hesap ve kitaba inanmayan her zalim sana gelecektir; acele etme!

Ve, aynı sükunet:

- Tamam, razıyım ey Rab!440

Feryad ii figanın yükseldiği yöne bakınca, olanca dehşe­tiyle cehennem temessül etmiş ve yürek kaldırmayacak gö­rüntüler gelmişti önüne Allah Resülü'nün. Elbette bu, gör-

439 Buhari, Sahih, 5/2193 (5489) 440 Taberi, Tefsir, 15/1


Efendimiz (sallallalıu aleylıi ve sellem)

düklerini ümmetine aktararak sakındırabilmek için sadece bir manzara temaşasından ibaretti. İnsanlar ve taşların tu­tuşturduğu ateş tufanları vardı ortada ... Derinden bir homur­danma duyuluyor ve içine girenleri azımsarcasına ve doyma bilmeyen bir iştiha ile:

- Daha yok mu, diye bağırıyordu. Bu dehşetli manzara içinde azaba dilçar kalıp da tükenenler, öyle bir kenara atı­lıp da süreçten kurtulamıyorlardı. Her ne zaman bedenler kül olup vücutlar buharlaşsa, işlem yeniden başlıyor ve belli ki, azabı tam tatmalan için kemiklere et giydirilerek her defasın­da bu işkence yeniden tekrarlanıyordu. Çığlıklar yükseliyordu cehennemin derinliklerinden:

- Keşke yeniden dünyaya dönme imkanımız olsa!

- Keşke aklımızı kullanıp anlatılanlara kulak vermiş ol-

saydık da bu duruma düşmeseydik!

- Ne olur Allah'ım! Hiç olmazsa bir gün azabımı hafiflet!

- Keşke toprak olup gitseydim, gibi feryatlar birbirini ta-

kip ediyordu. Grup grup insan kitleleri belli yerlerde küme­lenmiş, benzeri şekilde azaba dilçar oluyorlardı; başlarında müvekkel zebani-nam melekler vardı ve yüzlerinde tebessüm adına zerre kadar bir emare gözükmüyordu. Öyle insanlar vardı ki, bir mızrak boyu yaklaştırılan güneş-misal ateş küt­lesi karşısında eriyip tükenmiş, gırtlağına kadar kanter içinde kalakalmıştı.

Kan ve irinden nehirler akıp gidiyordu bir taraflara ve içinde, dışarı çıkmak isteyip de bir türlü buna muvaffak ola­mayan bahtsızlar yüzüyordu çırpınarak. Feryat çığlıklarıyla birlikte kenara yaklaşan her bir zavallıya, orada bekleşip du­ranlar taş atmaya başlıyor ve yalvanrken açtıklan ağızlan, atılan bu taşlarla doluyor, yeniden kan ve irin içine dönmek zorunda kalıyorlardı.

Başlanna demir ve taşlarla vurularak işkence gören kimse­lere rastlamış ve bunlann kimler olduğunu sormuştu. Cibril:


İsra ve Miraç

- Bunlar, farz namazlan kılma konusunda bir türlü sebat edemeyen ve onu geçiştirenler, buyuruyordu.

Diğer tarafta ise, dünyada iken mallanmn zekatını ver­meyen insanlann, irin ve zakkum yutkunarak hayvanlar gibi sürüklendiklerine şahit olmuş; Allah'ın emrini yerine getir­memenin cezasının tecellisini müşahede etmişti. Daha başka göreceği şeyler de vardı; yetim malı yiyenler bir kenarda, ateş­ten kütleler yutkunarak, bunlan ıtrahat gibi dışan çıkararak azap görüyorlar; diğer yanda da, emanete riayet etmekte ku­sur gösterenlerin, sürekli ağırlaşan yüklerin altında inim inim inledikleri nazara çarpıyordu. İnsanlar arasında fitne ateşini körüklerneyi adet edinenlerin ağızlan yamulmuş, dilleri de perişan; masum insanlan gammazlayıp da zalimlere teslim edenlerin halleri de yürek yakıyordu.

Beri tarafta ise, göbekleri kendilerinin birkaç katı insanlar vardı; ne ayağa kalkıp durabiliyor ne de bulunduklan yerden hareket edip mesafe alabiliyorlardı. Bunlann kim olduğunu sorduğunda kendisine, paradan para kazanmayı alışkanlık haline getiren faiz ehli olduğu söyleneoekti.

Bazı insanlar gözüne takılıyordu; bir yanlanndaki güzel ve taze etler dururken, diğer taraflarındaki çirkin ve kokuşmuş olan leşlere dadanmış; tertemiz zemini bırakarak bataklıkta boealayıp duruyorlardı. Merakla baktığı görülünce bunların da, helal dairesindeki keyifle kifayet etmeyip, haram peşinde koşan zinakarlar olduğu söyleneoekti.

Ve buradaki kalabalığın çoğunluğunu, sefahet ve eğlence ağına düşen, düştüğü yere başkalanm da çekerek fasit dairenin oluşmasına sebebiyet veren ve iffet sahibi hemcinslerinin de bedduasına hedef olan kadınların oluşturduğunu görmüştü; insanlan avlamak için öne çıkanp tuzak olarakkullandıkları uzuvlanndan asılmış, çığlıklar içinde inim inim inliyorlardı.


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Sidretü'l-Müntehi

Ardından, karşısına Sidretü'1-Münteha44ı gelmişti; tarifi imkansız bir letafetle karşı karşıyaydı. Her tondan renklerin oluşturduğu bir merasim alanı gibiydi. Burası, imkanla vücub arası kutsi bir yerdi aynı zamanda ve artık Efendimiz'in ya­nında, Cibril-i Emın de yoktu. Zira imkan alemi, artık geri­de kalmıştı. Burası, has daire ve harem odasıydı ve bu odaya, insanlık var olduğu günden bu yana, alınıp da iltifat görmüş hiçbir mana kahramanı olmamıştı. Yani, Hazreti Şeref-i Nev-i İnsan ve Ferid-i Kevn ü Zaman olan Ruh-u Seyyidi'l- Enam, bu has odanın ilk ve tek, aynı zamanda da son misafiriydi; O'nun bu konuda selefi olmadığı gibi halefi de olmayacaktı. Çünkü O (sallallalıu aleyhi ve sellern), Hatem-i Divan-ı Nübüvvet idi.

Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve sellern), kader kaleminin mü­rekkebine şahit oluyor, takdiri yazarken kalemin çıkardığı ses­leri duyuyordu.s-s Kôbe kavseyni evedna sırnnın tezahürü vardı artık orada! Yaklaşmış, yaklaşmış ve artık, adımını ata­cağı bir mahal kalmayınca da mekanı la mekan olmuştu.ssa

Bütün bunlara rağmen Allah Resülü'nde, zerre kadar bir bakış kayması, huzurun hakkına muhalif en ufak bir farklılık gözükmüyordu. Bir anda ortalık nur kesilmiş ve Sidre'yi, sı­nırlı gözlerle müşahede edilip kayıtlı ifadelere sıkıştınlama­yacak mahiyette bir güzellik kaplamıştı.s«

44ı Genelolarak Sidretii'l-Müntehô, yedinci semanın üzerinde, Arş'ın sağ tara­fında ve altından, müttakiler için vadedilen cennet ırmaklannın fışkırdığı bir mübarek şecere şeklinde resmedilmektedir. Burayı anlatırken Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de, "Gölgesinde bir süvari, yetmiş sene at koş­tursa, yine de o gölgeyi aşıp kat'edemez; onun yaprağı bir milletin bütününü kaplayabilir" buyurmaktadır. Bkz. Taberi, Tefsir, 15/1

442 İbn Kesir, Tefsir, 3/33; Kadi, İyaz, Şifa, 1/147 443 Müslim, Sahih, 1/159 (290)

444 Konuyu anlatırken Kur'an, "O'nun gözü kaymadı, asla şaşmadı/şaşırmadı ve haddini aşmadı. Orada Rabbinin en büyük bürhanlannı müşahede etti." (Bkz. Necm, 53/17,18) ifadelerini kullanmaktadır.

466


İs r a ve Miraç

Faniye ait her şey nur kesilmiş, nurdan bir heykel hüvi­yetine bürünen Allah Resülü de Nur-u Rahman'ı temaşa edi­yordu. Cennette mü'minler için vadedilen CemaluIlah burada müşahede edilecek ve Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), me­kanın la mekan olduğu bu ufukta Rabb-i Rahim ile vasıtasız görüşecekti. Kendisinden önce Hz. İbrahim'i hıllet ve Hz. Mu­sa'yı da kelamla taltif eden Yüce Mevla, peygamberlik sema­sının son altın halkası Habib-i Ekrem'ini de rü'yetle serfiraz kılıyor ve bu iltifatla yine, Allah Resülü'nün Hakk nezdindeki yerini, kevn ü mekana fiilen göstermiş oluyordu.sss

Vasıtasız Gelen Emir: Namaz

İşte burası, vahyin vasıtasız cereyan ettiği yerdi; en önemli vazife, böyle bir ortamda bildiriliyordu: Namaz. Ve bu namaz, her gün elli vakit kılınacak bir namazdı. Ümmetin miracı ola­cak bir formuldü bu aynı zamanda.

Derken Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) için geri dönüş vakti gelmiş ve yeniden yola koyulmuştu. Hz. Musa'nın yanı­na geldiğinde o:

- Rabbin, ümmetin için neyi farz kıldı, diye sordu. Belli ki böyle bir kurbet, beraberinde mükellefiyet getirirdi.

- Elli vakit namaz, buyurdular. İsrailoğullanyla çok acı tecrübeler yaşayan Hz. Musa:

- Rabbine müracaat et ve bu mükellefiyeti hafifletmesini iste; çünkü Senin ümmetin buna güç yetiremez! Zira ben, İs­railoğullanyla benzeri çok tecrübeler yaşadım ve bunu tecrü­beyle gördüm, dedi.

Çok geçmeden mübarek eller kalkmış şöyle yalvanyordu: - Ey Rabbim! Ümmetimden bu mükellefiyeti tahfif eyle! Bu kadar iltifatat-ı şahaneye mazhar olan bir Nazdar, ta-

lepte bulunur da ona müspet cevap verilmez miydi hiç! Gelen

445 Bkz. Taben, Tefffir, 27/48


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

mesaj, beş vaktin indirildiğini söylüyordu. Hz. Musa (aleyhis­selam), bunun da altından kalkılamayacağını ifade ediyordu. Tekrar müracaat etti ve tekrar bir beş rekat daha indirilmişti. Bundan sonra, her defasında yeni bir müracaat ve yeniden beş rekatlık bir tenzilat yaşanıyordu. Nihayet mesele, son beş rekata kadar geldi. Hz. Musa (aleyhisselam), bunu da çok bula­caktı; ama Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) rahmet kapısı­nın daha fazla zorlanmaması gerektiği kanaatindeydi. İşte bu sırada, rahmet televvünlü bir ses yankılandı:

- Ya Muhammed! Bunlar, bir gün ve gecede beş vakit ola­rak farzdır; benim katımda artık hüküm değişmez. Ancak, her bir rekat, on rekat gibidir; böylelikle toplamda elli rekat sevabı hasıl olur. Her kim, bir iyilik yapmak isteyip de onu yapamaz­sa, yine de bir sevap alır. Her kim de, iyiliğe niyet edip de onu yapmaya muvaffak olursa, en az on misli sevap kazanır. Yine her kim, ayağı kayıp da bir kötülüğe meyleder ve bunu yapa­mazsa, kötülüğün karşılığı vizir ona yazılmaz; şayet bu adam, niyet ettiği kötülüğün içine düşer ve niyetini yerine getirirse, bu durumda da ona, sadece bir kötülüğün vizri yazılır.446

Dönüşteki Yansımalar

Bütün bunlan bırakıp da yeniden çile ve mihnet yurduna hicret, ancak O'nun gibi bir Nebi'nin yapabileceği bir şeydi; görmüş, gördüklerini ümmetine de göstermek için geliyor; duymuş, duyduklannı ruhlanmıza duyurmak için aramıza geri dönüyordu. Rü'yet utkuna kadar bütün maverayı görmüş; gözleri kamaştıran o güzellik armonilerini arkadan gelenlerle paylaşıp kapıyı da, müstaid ruhlar için aralık bırakma adına ümmetinin arasına dönüyordu. İşin özü; kendisi gibi gitmiş, kendisi gibi görüp duymuş ve yine kendisi gibi de geri dönü-

446 Müslim, Sahih, 1/145 (162, 163)

468


İsra ve Miraç

yordu. Gidişi, herkese açık bir ders olduğu gibi gelişi de, ayrı bir mesaj içeriyordu.

Ve ... Efendimiz (sallallabu aleyhi ve sellern), gecenin bir anında çıktığı bu kadar uzun yolculuğu tamamlamış; yaşadığı bunca hadiseyi çok kısa bir ana sığıştırarak yine geri gelmişti. Tabii olarak konuyu ilk anlattığı kişiler de, en yakınlanydı; sabah namazını kılınca ev halkına dönmüş ve gecenin bir anma sı­ğan bunca hadiseyi anlatmaya başlamıştı.

Meseleyi duyunca Ümmü Hani validemiz, büyük bir te­dirginlik geçirecek ve bunlan kimseye anlatmamasını talep edecekti. Hatta, kalkıp giden Efendimiz'in ridasmdan tutup çekecek ve O'nu engellemeye çalışacaktı. Zira, zaten fırsat kollayan can düşmanlannın, bu konuyu malzeme yapıp Allah Resülü'ne acımasızca saldıracaklanndan endişe ediyor ve:

- Ey Allah'm Nebisi! Sakın bunlan insanlara anlatma; çünkü onlar Seni yalanlar ve Sana eziyet ederler, diyordu. Efendimiz ise:

- Allah'a yemin olsun ki, mutlaka bunu da anlatacağım, diyor ve Allah'm açıktan bir ikramını insanlardan gizlememek gerektiğini, ortaya koyuyordu.

O'nun, her şeye rağmen konuyu insanlara anlatmak üzere evden çıktığını gören Ümmü Hani, hizmetçisini çağırarak:

- Git ve Resülullah'ın peşine takıl; ta ki, konuyu insanlara anlattıklarında insanların nasıl bir tepki verdiklerini bana ha­ber ver, diye tembihte bulunacak ve bu hadisenin, Mekke'de nasıl bir yankı meydana getireceğini merak edecekti.

Derken Efendiler Efendisi çıktı ve Kabe'ye gelerek orada karşılaştığı insanlara isra ve mi'raç hadisesini anlatmaya baş­ladı. Duyan herseste büyük bir şaşkınlık meydana geliyordu; nasıl olabilirdi? Bir insan, hem de gecenin sadece bir anında Mekke'den yola çıkar, önce Mescid-i Aksa'ya gelir ve buradan da semalar ötesi sırlı bir yolculuk yaparak yine Mekke'ye nasıl geri dönebilirdi? Bir de buna, mücerret bir yolculuğun dışm-


Efendimiz (sallallalıu aIeylıi ve sellem)

da, her bir durağında karşılaşılan hadiseler eklenince, konu onlar açısından içinden çıkılmaz bir hale bürünüyordu. Bir beşer olarak, hiçbir insanın üstesinden gelemeyeceği bir me­ziyetti bütün bunlar ...

İki Kervanın Şehadeti

Halbuki Allah, her şeye kadirdi ve risaletle görevlendirdiği en sevgili kuluna böyle bir yolculuk yaşatarak, hem bu kudre­tini insanlara da gösteriyor hem de iç içe geçmiş alernlerin ara­sında aslında çok ince bir perdenin olduğunu ortaya koyuyor­du. O istedikten sonra, olmayacak hiçbir mesele yoktu ve Allah (celle celaluhü), alernlere rahmet olarak gönderdiği Son Nebi'sini, bütün olumsuzluklara rağmen muzaffer kılmak istiyordu. Böy­lelikle hem Nebi'sine, önceki hiçbir peygambere nasip olma­yan nice turfanda ve doyumsuz haz yaşatmış hem de ümmeti için O'nun, Hakk katındaki konumunu anlatmış oluyordu.

- Peki, bunun alameti ne ey Muhammed, diye sordular.

"Bugüne kadar biz böyle bir şeyle hiç karşılaşmadık." diyor­lardı.

Gerçi bu, bir ikram-ı ilahi idi ve meseleyi bütünüyle kav­rayabilmek için güçlü bir iman lazımdı; Allah'a olan itimat ve güven tam olmadan bu anlaşılamazdı. Ancak, gördüğünün dışında bir başka meseleye şüphe ve kuşkuyla bakan kimse­lerin, anlayacaklan dilden de konuşmak gerekiyordu. Bunun için Allah Res-mü (sallalIalıu aleyhi ve sellem):

- Bunun alameti, falan kabilenin filan vadideki kervanı­dır, buyurdu. Arkasından da şu aynntıyı anlattı onlara:

- Beni görünce kervandaki devenin birisi ürktü ve ker­vanı terk ederek kaçmaya başladı; ben de, gittiği yeri onla­ra göstererek develerini bulma konusunda yardımcı oldum. Yönüm, Şam cihetine idi ve sonra döndüm, Dacinan tarafına yöneldim. Burada, filanlara ait başka bir kervana rastladım; mola vermiş uyuyorlardı. Hatta, üzerini bir bezle örtlükleri

47°


İs r a ve Mi r a ç

kırbalanndan SU içtim ve yeniden üstünü kapatarak olduğu yere koydum. Bunun ispatı da, o kervan. Şu anda Tenım'deki Beudô. denilen yerden Mekke'ye şu an girmek üzere; en önde de boz bir deve var. Devenin üzerinde ise, birisi siyah diğeri de alaca iki çuval var.

Gerçekten de bunlar, şaşılacak şeylerdi! Bu kadar detay, göz alıcı ve bakış bulandıncı bu kadar sırlarla dolu bir yolcu­lukta nasıl fark edilir ve unutulmadan gelinip muhataplanna anlatılabilirdi? Acaba, gerçekten bütün bunlar doğru muydu? Yok, yok. .. Bu kadar da olamazdı! Bu sefer Muhammedü'l­Emin'in anlattıklan, kesinlikle doğru çıkmayacak ve mahcup olacaktı. Kendileri ise, büyük bir fırsat yakalamış ve Muham­med'in anlattıklanna bir daha muhatap olmamak üzere bu defteri kapatacaklardı!

Heyecanla tarifi verilen yere yönelip beklerneye durdular; acaba, Beyda tepesinden ilk gelen devenin rengi ne olacaktı ve üzerindeki yük de gerçekten Muharnmedü'l-Emin'in anlattığı gibi miydi?

Çok geçmeden Ten'im'deki bu tepenin üzerinde, yavaş yavaş bir kervan beliriverdi; en önde ise, gerçekten anlatıldığı gibi boz bir deve vardı. Büyük bir şaşkınlık yaşıyorlardı. Ancak, henüz pes etmiş değillerdi; çünkü, bu bir raslantı olabilirdi. Onun için, kervanın yaklaşmasını beklediler. Devenin üzerin­deki yükle çuvallann rengini de görmek istiyorlardı. Aman Al­lah'ıml Gerçekten de, en öndeki boz devenin üzerinde iki tane çuval vardı ve bunlardan birisinin rengi siyah, diğerinin rengi ise de alaca idi. Mekkeliler, büyük bir bozgun yaşıyorlardı!

Ancak, yine de pes etme niyetinde değillerdi; ikinci bir kervandan daha bahsedilmişti ve Muhammedü'l-Emin'in an­lattıklanna inanabilmeleri için bunu da test etmeleri gereki­yordu. Hemen Mekke'ye inip kervanı bularak, yabancı bir bi­neğin hızından ürküp de kaçan devenin halini ve su kırbasının akıbetini sordular:

471


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

- Gerçekten de doğru; biz yolda giderken bir aralık, de­venin birisi ürktü ve kervandan aynlarak uzaklaşıp gözden kayboldu. Sonra da, devemizin olduğu yeri haber veren bu adamın sesini duyduk ve devemizi bulup bağladık. Su kırba­sına gelince onu, uyumadan önce ağzını kapatıp koymuştuk; uyandığımızda suyundan içmek istedik. Ancak, üzeri açılma­dığı halde kırbamn içinde su yoktu; gerçekten buna bir anlam veremedik, diyorlardı. 447

Kureyşlilerin Meseld-i Aksi'yı Tarif Talepleri Kureyş adına, tutunulabilecek en küçük bir dal kalma­mıştı; bir ümit deyip üzerine gittikleri kapılar teker teker yüz­lerine kapanmış ve kabulle inkar arasında bir tercih yapmak zorunda kalmışlardı. Bu tercihi yapmamak için makül baha­neler bulmalan gerekiyordu. Çünkü, zaten kabullenmek is­temiyorlardı; bu kadar açık emareler varken inkar etmek de makül değildi. Onun için aralanndan birisi ileri atıldı:

- Mescid-i Aksa'ya gittiğini söylüyorsun; madem onu bize bir anlatıversen! Mescidin kaç kapısı, ne kadar penceresi var, deyiverdi.

Rahat bir nefes almışlardı. Evet ya, madem gittiğini söy­lüyordu, öyleyse pencere ve kapılanm da anlatmalıydı. Ken­dilerince haklıydı; zira maneviyata kapalı kalpleri maddenin ötesindeki bir delile itibar etmiyordu.

Ancak Efendiler Efendisi, işin mekan boyutunu nazara alan bir seyahat yapmamıştı; onun için de pencere ve kapıla­nyla ilgili istatistiki herhangi bir bilgiye sahip değildi. Her tür­lü delili gördükleri halde bir türlü inanmayan ve hala yeni yeni deliller talep edip zorluk çıkarma peşinde koşan bu inatçı in­sanların tavn karşısında büyük bir sıkıntı yaşamaya başlamış, mahz-ı küfür kokantavırlanndan da oldukça bunalmıştı.

447 Bkz. İbn Hişam, Sire, 2/248, 249

472


İs r a ve Miraç

Ancak, O'nun Rabb-i Rahim'i vardı ve böyle bir durumda da imdadına koşacak ve Mescid-i Aksa'yı getirip karşısına di­kiverecekti. Sanki Kabe'ye dev bir ekran kurulmuş ve Mescid-i Aksa'nın her bir köşesi de bu ekrana yansıtılıvermişti. O kadar ki Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), müşriklerin sordukla­n her bir soruya Mescid-i Aksa'ya bakarak cevap veriyor ve böylelikle gelebilecek bütün itiraz noktalannı kapatmış olu­yordu.ss"

Küfrün kin ve nefretini zirveye çıkaran bir manzaraydı bu ... Tam, şimdi işini bitirdik, dedikleri yerde Efendimiz hiç ihtimal vermedikleri bir hamle yapıyor ve yine müşrikler işin en gerisinde kalıveriyorlardı! Zaten imana niyetleri yoktu; bü­tün bunlan, bir açığını çıkarır da önünü kesebilir miyiz diye yapıyor ve akla gelmedik entrikalarla etrafındaki insanlan uzaklaştırmanın planlannı kuruyorlardı.

Bu sırada, Ebu Cehil'in yolu da Kabe'den geçiyordu. Ka­labalığı görünce o da yaklaştı; kendince bir laf daha sokuştu­racak ve Allah'ın Resülü ile alayedecekti. Yaklaştı ve alayvari bir eda ile:

- Bu gece yine ne var? Yeni bir şey mi var, diye sordu. Efen­diler Efendisi, yüzünü ona doğru çevirdi ve olanca vakanyla:

- Evet, dedi önce ve arkasından ilave etti:

- Allah (celle celaluhü) Beni, gecenin bir anında Beyt-i Mak-

dis'e götürdü.

Ebu Cehil'in de kafası kanşmıştı ve:

- Sonra da aramıza geri geldin, öyle mi, diye tepkisini dile getirdi. Zira onlar bu yolculuğu, aylar süren yorucu ve meşak­katli seferler sonucu yapabiliyorlardı. Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sellern), tereddütsüz cevap verdi:

- Evet, hem de, diğer peygamber kardeşlerimle namaz kıldım.

448 İbn Sa'd, Tabakat. 1/215

473


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Duyduklan karşısında önce, sevinçten bir çığlık kopardı Ebu Cehil. Onun için bu, bulunmaz bir fırsattı. Kendince bu işin sonu gelmişti. Alttan alan bir ses tonuyla Efendimiz' e yö­neldi ve:

- Kavmini toplasam, bana anlattıklannı onlara da anlatır mısın, dedi.

Bunda gizlenecek bir durum yoktu ki!.. Zaten, anlatıyor­du; zira, Allah'ın lutfettiği bir ikrarnı, insanlara anlatmamak olmazdı. Bunun için:

- Evet, dedi.

Bu garantiyi de almıştı ya, Ebu Cehil'in keyfine diyecek yoktu. İnsanlan toplamak için avazı çıktığı kadar bağınyor­du:

- Ey Ka'boğullarıl Hemen buraya gelin!

Hz. Ebu Bekir Farkı

Artık bunu, Mekke'de duymayan kalmamıştı. Nihayet Hz.

Ebu Bekir'in de yanına geldiler. Kanaatleri kesindi; artık Ebu Bekir'in yolu, Muhammedii'l-Emin'den ebediyen aynlacaktı. Çünkü bu, O'nun bitip tükenişi (i) anlamına geliyordu. Kapıyı açar açmaz şöyle diyorlardı:

- Ey Atik!449 Senin arkadaşının bugüne kadar söyleyip durduğu meseleler, hem kolay hem de kısmen de olsa olma­sı muhtemel şeylerdi. Ancak, gel de bugün olanlara bir kulak ver!

Hz. Ebu Bekir, yufka yürekli bir adamdı ve müşriklerin, Efendisine bir kötülük yapmış olabilecekleri endişesiyle:

- Yazıklar olsun size! Ne oldu arkadaşıma? Başına bir şey mi geldi, dedi.

449 Hz. EM Bekir'in, yüzünün güzelliğinden veya kendisine annesi hamileyken ebeveyninin adaklanndan dolayı yahut da cehennemden kurtulduğunun müjdesi verildiğinden dolayı kendisine verilen ünvanlanndan birisiydi.

474


İs r a ve Miraç

- O, şu an Kabe'de. İnsanlara, Beytü'l-Makdis'e nasıl git­tiğini anlatıyor, diye cevapladılar, istihzalı bakışlarla. Arala­nndan birisi ileri çıkarak:

- Gecenin bir anında gitmiş ve yine aynı gece aramıza geri dönmüş, diye ilave etti.

Mesele şimdi anlaşılıyordu. Acı acı yüzlerine baktı Hz.

Ebu Bekir. Ardından da:

- Ey cemaat, diye seslendi onlara. Duygulanna seslen­rnek istiyordu ve şunlan söyledi teker teker:

- Bunda ne var ki? Sizler, bunun doğru olmadığını mı söylemek istiyorsunuz? Ben, bundan öte ne meselelere inan­mışım bir kere! O'na, sabah akşam gökler ötesinden haber ge­lip durduğuna inanıyor ve tasdik ediyorum ben!

Ne hayallerle kapısına gelmişlerdi ve şimdi ne ile karşıla­şıyorlardı? "Şimdi işini bitirdik." dedikleri bir hamleleri daha boşa çıkıyordu. Zafer naralan atmaya hazırlanırken yine he­zimet yutkunmak düşmüştü paylanna. Ve, kinlerini gayızla yutkunduracak son hamle geldi Hz. Ebu Bekir'den (radıyallahu anh):

- Şayet, bunlan O söylüyorsa, mutlaka doğrudur.s'? Atalanndan tevariis ettiği, yahut da tesadüfen kendini içinde bulduğu bir gönülden çıkmayacak cümleIerdi bunlar; Hz. Ebu Bekir söylüyordu. Ona göre, bir şeyin doğru olup ol­maması, bütün Hicaz ehlinin söyledikleriyle değil; gözünün nüru ve gönlünün miman Muhammedii'l-Emin'in dedikle­riyle ölçülürdü. Bunun için, "Ne olmuş?", "Acaba öyle mi ol­muş?", "Sizler yanlzş anlamzş olabilirsiniz" ve "Bu işte başka bir olmalı, siz böyle yorumluyorsunuz." gibi bir kapıyı asla açmamış ve bir anlık bile olsa tereddüt emaresi gösterip müş­rikleri sevindirmemişti. İşte bu, 'sıddikiuet' makamıydı ve o günden sonra da Hz. Ebu Bekir'e, 'Szddik' denilmeye başlana-

450 EbU Ca'fer et- Taberi , er-Riyadu'n-Nadıra, 1/403 (322)

475


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

caktı. çünkü hemen akabinde Hz. Ebu Bekir, Kabe'ye koşacak ve işin gerçek yönünü bizzat Allah Resülü'nden dinlemek is­teyecekti:

- Ya Resülallahl Sen bunlara, gecenin birvaktinde Beyt-i Makdis'e gidip geldiğini söyledin mi?

- Evet, diyordu Allah Resülü. Bir adım daha attı Hz.

Ebu Bekir; maksadı, müşriklerin baskısını hafifletmek ve

Efendimiz'e yardımcı olmaktı:      '

- Onu bana anlatır mısın; çünkü ben oraya daha önce de gittim, biliyorum, dedi.

Efendiler Efendisi anlattıkça Hz. Ebu Bekir:

- Evet, aynen dediğin gibi; ben şehadet ederim ki Sen, doğru söylüyorsun ya Resülallah, diyordu.

Bu tavrı onu, sıddikiyet mertebesine yükseltecekti; zira Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem):

- Sen ya Eba Bekir! Bundan böyle Sıddzk'sin, diyecekti.s» Artık bu nebevi nişan, Hz. Ebu Bekir'in ayrılmaz bir parçası olacak ve hep, kıyamete kadar onun adıyla bütünleşecekti.

Namaz Vakitlerinin Tayini

Miraç yaşanmış ve namaz farz kılınarak, mü'minlere, ara­lık bırakılan kapıdan her gün miraç yapma imkan ve fırsatı sunulmuştu. Çok geçmeden Cibril-i Emin, yine Efendimiz'in yanındaydı. Çünkü "Namaz kılın!" denilmişti; ama namazın nasıl kılınacağı, hangi vakitlerde ve kaç rekat olarak eda edile­ceği hususunda pek fazla bir malümat yoktu. Gerçi Hira' daki vuslatın ardından kılınmaya başlanan iki ayrı vakitte ve iki­şer rekat olarak kılınan bir namaz vardı ve ardından da gece kılınan teheccüd namazı farz kılınmıştı. Ama şimdiki durum

451 Hakim, Müstedrek, 3/65 (4407); Heysemi, Mecrneu'z-Zevaid, 9/41; İbn Hi­şam, Sire, 2/244; EbU Ca'fer et- Taberi, er-Riyadu'n-Nadıra, 1/403 (322)

476


İsra ve Miraç

belli ki daha farklıydı. İşte Cibril de, namazla ilgili meçhul gibi duran bu hususlan açıklamak için gelmişti.

Tam zeval vaktiydi ve güneş meyleder etmez Cebrail na­maza durdu. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de, onun arka­sında saf tutmuştu. Öğle namazı bitmiş ve ikindi vakti gelmiş­ti. Eşyanın gölgesi tam kendi boyu kadar olduğu bu ilk vakitte tuttu, ikindi namazına başladı. Yine Efendiler Efendisi, Cib­ril'in cemaatiydi. Güneş batınca akşam namazına, şafağın ay­dınlığı kaybolunca da yatsı namazına durdular ve yine cema­at halinde namazlannı kılmışlardı. Gecenin karanlığı, yerini aydınlığa bırakmaya başladığı ilk vakitlerde; yani fecir doğar doğmaz da sabah namazını kılacaklardı. Böylelikle bir günün namazı tamamlanmış oluyordu.

Ancak mesele burada noktalanmayacaktı. Öğle vakti Cib­ri! yine geldi. Bu sefer güneş, bir hayli ilerlemiş ve eşyanın göl­gesi kendi boyu kadar uzamıştı. Yine en hayırlı cemaat teşek­kül etti ve namazlannı kıldılar. İkindi vakti, gölgelerin iki kat uzadığı zaman kılınıyordu. Akşam, güneş battığı zaman kendi vaktinde; yatsı ise, gecenin üçte ikisi geride kaldıktan sonra kılınacaktı. Sabaha gelince o, güneş doğmadan biraz öneeye denk gelmişti.

Bu iki günlük namaz taliminin ardından Cibril-i Emın, Muhammedii'l-Emin'e dönerek şunlan söyledi:

- Ya Muhammed! İşte namazlar, dünkü vakitlerle bugün­kü vakitlerin arasındaki zamanlarda kılınacaktır.ss-

İsra ve miraç hadisesi, imanla küfür arasındaki çizgi­yi daha da belirginleştirmişti. İnkar edenler kendi karanlık dünyalanna dönüp daha kalıcı tuzaklar peşine giderken iman edenler ise, her şeye rağmen en muannitlere bile hakkı anlat­ma azmini yenileyecek, imana müheyya yeni simalar bulma yanşının erleri olmaya devam edeceklerdi.

452 Nesai, Sünen, 1/256 (513); Taberani, Mu'cemu1-Evsat, 2/192 (1689)

477


 


 

AKABE BEYATLARI

 

Created by Readiris, Copyright IRIS 2005
Created by Readiris, Copyright IRIS 2005

Zaman durma zamanı değildi ve Efendiler Efendisi, yeni­den yüzünü dışarıdan Mekke'ye gelenlere çevirmiş; başka beldelerde yeni açılımların peşine düşmüştü. Hira'daki vus­lattan bu yana on iki yıl geçmişti. Yine bir hac mevsimiydi. Zaten, önceki yıl gelip de Müslüman olan altı Erisar'ın olduğu Medine' den yeni haberler bekliyordu.

Birinci Akabe

Derken beklenen zaman geldi ve Efendimiz de, yine ge­lenleri karşılamak ve onlara İslam'ı anlatmak için Mina'ya gitmişti. Adeta, karargahını buraya kurmuş, karşılaştığı her insana bir umut deyip yaklaşıyor ve her insanı Allah'a imana davet ediyordu. Bu kalabalıkta O'nu arayanlar da vardı. Uzak­tan görür görmez koşarak yanına geldiler; bunlar, geçen yıl gelip de burada Müslüman olan Medineli gençlerdi. Buluş­tukları yer, Mina' daki Akabe denilen mekandı. Ancak bu sefer sayıları on ikiyi bulmuştu. Önceki seneden gelemeyen sadece Cabir İbn Abdullah idi. O zaman gelenlere ilave olarak, bu yıl Mudz İbn Hôris, Zekvan İbn Abdülkays, Ubôde İbn Sômit, Yezid İbn So'lebe, Abbfis İbn Ubôde, Ebu'l-Heysem et- Tey-

479


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

yihani ve Uveymir İbn Sôide Müslüman olmuş ve kalıcı bir

vuslat için Mekke'ye gelmişlerdi.              i

Bu buluşma, İslam adına yeni bir açılım demekti; Mek­ke' de daralan kıskaç, bundan böyle Medine'ye doğru kayıp genişleyecek ve belli ki Allah davası, zuhür ettiği yerden başka bir yerde temekkün edip yerleşecekti. Kısaca takdirde olan, yürürlüğe konulmuştu ve Varaka İbn Nevfel'in dedikleri çı­kıyordu!

Uzun uzadıya konuşuldu ve arkasından Efendiler Efendi­si onları beyata çağırdı. Şöyle diyordu:

- Gelin ve Allah'tan başkasını O'na denk tutmamak, hır­sızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarınızı öldürmernek, el ve ayaklarınıza hakim olarak aranızda iftira tohumları ek­memek, iyi ve güzelolanda Bana itaat etmek konusunda Bana beyat edin! Bundan sonra sizlerden kim ahdine sadık kalıp da vefalı davranırsa bilsin ki onun mükafatını bizzat Allah verir. Kim de, bundan dolayı bir sıkıntıya maruz kalır da takibe uğ­rarsa, bu da onun için bir kefarettir; başına geleni setredip de gizli tutanın durumunu Allah takdir edecektir. Dilerse affe­der, dilerse ceza olarak karşılığını verir.

Karşılarında İnsanlığın Emini durmuş, kendilerini fazi­lete çağınyordu; zaten bu güne kadar ne çekmişlerse, davet edildikleri hususları göz ardı edip görmezlikten geldikleri için çekmişlerdi. Şimdi ise, Allah Resülü'nün fazilet davetine ica­bet ederek, arzu ettikleri kaliteyi yakalama fırsatı vardı önle­rinde.

Her mesele konuşulmuş ve artık ayrılık vakti gelmişti; an­cak, Medineli Ensar'ı derinden düşündüren bir husus vardı. Resülullah ile birlikte oldukları süre içinde İslam adına bazı hükümleri öğrenmişlerdi; fakat o, surekli yenilenen ve ihtiyaç ortaya çıktıkça her gün yeni bir mesajla gelen bir dindi. Bir de, Hazreç ve Evs olarak henüz aralarındaki vifak ve ittifak tesis edilebilmiş değildi; aralarından birisinin önce çıkıp da


Akabe Beyatları

kendilerine imamlık yapmasını diğerleri kabullenmekte zor­lanabilir ve bu konu bile kendi aralannda yeni bir problem zemini oluşturabilirdi. Zaten, Resülullah ile birlikte oldukla­n sınırlı günlerde o güne kadar gelen ayetlerden de haberdar olamamışlardı; demek ki kendilerine bir mürşid gerekiyordu. Aynlmadan önce konuyu Allah Resülü'ne açtılar. Mübarek gözler, Ensar'la birlikte Medine'ye gidecek ve hicret öncesin­de burayı, medeni bir şehir haline getirip hazırlayacak birisini aramaya başladı:

- Mus'ab, diye seslendi Resül-ü Kibriya Hazretleri.

Belli ki bu mürşid, dün zengin iken, sırf Müslüman oldu­ğu için evinden kovularak her türlü imkandan mahrum bıra­kılan Mus'ab İbn Umeyr olacaktı.

Medine'ye Kor Düşmüştü

Gerçi, Mus'ab için bu, acı bir aynlıktı; Habib-i Ekrem'inden ayrı kalacaktı. Ancak, vazife her şeyden ali idi ve Medine'ye yürüyen heyecan tufanı ile birlikte tereddütsüz yola koyuldu. Orada Resülüllah'ı o temsil edecek, Medine'nin yeni tanıştığı dini, ahaliye o öğretecekti. Ne şerefli birvazife idi ki, hicret önce­si Medine'yi, 'mukaddes göç'e Mus'ab hazır hale getirecek; böy­lelikle medeni Medine'nin temellerini atmış olacaktı. Yalnızdı; ama temsil ettiği davanın gücüyle birlikte gidiyordu.

Es'ad İbn Zürare kapılannı açtı ona Medine'de. Evine aldı ve gönüllerindeki güzellikleri Medine'ye aktarabilmenin derdine düştüler beraberce. Beş vakit namazlannı burada kı­lıyor, her gün yeni bir sima ile Allah'ın ayetlerini okuyup din adına derinleşmenin mücadelesini veriyorlardı. Artık Medi­ne'ye, Allah adına bir kor düşmüş ve iman adına yeni bir ocak tutuşturulmuştu.

Öyle güzel bir temsili vardı ki Mus'ab'ın ... Gören hayran kalıyordu. İhlası, samimiyeti, alçakgönüllülüğü ve güzel ah­lakıyla kısa sürede dikkatini çekmişti Medine'nin!.. Her gün,

481


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

ileri gelenlerden birileri yamna uğruyor, o da onlara dinin in­celiklerini anlatıyordu. Himmetini Medine'ye adamış, adeta tek başına bir ümmet haline gelmişti.

Elbette zorluklarla da karşılaştı bunun için!.. Bunlar, onun için tanıdık hadiselerdi; Mekke'de en büyük sıkıntıyı bizzat çeken Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) değil miydi? Kimse kolay kolay teslim olmak istemiyordu zira! .. Bir farkla ki, yanına gelirken ellerinde kılıçla karşısına dikilenler, ayrı­lırken kalbierinde imanla dönüyorlardı. Hışım içinde gelen bu istikbalin büyük sahabelerine Hz. Mus'ab, öyle yumuşak davranıp alttan alıyordu ki, en haşin insan bile, onun bu yu­muşaklardan yumuşak davranışlanna uzun süre karşı koya­mıyor; çok geçmeden gelip teslim oluyordu:

- Arkadaş, önce beni dinle. Sonra da istersen boynumu vur. ValIahi sana mukabele edecek değilim, diyordu Mus'ab. Evet, bu kadar hayatı hafife alan ve bütün gayreti, insanlara hakikati anlatmak olan bir şahsiyet karşısında yavaş yavaş buzlar eriyor ve Hz. Mus'ab'ın etrafındaki iman halesi her ge­çen gün genişliyordu.

Es'ad İbn Zürare, onu akrabalanmn bulunduğu mahalleye götürdü bir gün. Bir kuyunun başına kadar gelip konakladı­lar orada. Onlann geldiğini duyan eşraftan Sa'd İbn Muôz ve Üseyd İbn Hudayr, gelişmelerden rahatsız olmuş ve aralannda konuşmaya başlamışlardı. Sa'd, Üseyd'i yanına çekecek ve bir an önce her ikisini de beldelerinden kovmasını isteyecekti.

Mızrağını aldı Üseyd ve doğruca yanlanna geldi. Onun geldiğini gören Es'ad'la Mus'ab, olacaklan tahmin edebili­yorlardı. Ancak onlann derdi, daha başkaydı; zira, bir gönle iman otağ kurmuşsa o insan, kendini öldürmek isteyenlere bile hayat suyu vermeli, imanının farklılığını ortaya koyma­lıydı. Kulağına eğildi ve Üseyd'i tanıttı ona. Zira, tebliğde mu­hatabı tanımak çok önemliydi. Üseyd, kavmin efendisiydi ve Mus'ab da ona göre konuşmalıydı.


Akabe Beyatları

Gelir gelmez çıkıştı Üseyd ... Çok kızgındı:

- Ne diye buraya gelip zayıflanmızın aklını çeliyorsunuz.

Eğer sağ kalmak istiyorsanız buradan çekilip gidin, diyordu. Mus'ab alttan aldı:

- Biraz oturup dinler misin? Şayet hoşuna giderse kabul edersin. Hoşlanmazsan, o zaman biz senin istediğini yapanz, dedi.

Akıllıca bir cevaptı ... Buna karşı insaflı davranmak gerek­liydi. Zira Üseyd, muhakemesi yerinde bir insandı. Sonucu belli olan bir durum vardı ortada; dinlese de değişen bir şey olmayacaktı. Öyleyse ne zarar gelirdi ki? Hoşlanırsa ne ala .. Hoşlanmazsa zaten bırakıp gideceklerdi. Mızrağını bıraktı ve oturup Mus'ab'ı dinlemeye başladı.

Hikmet çağlıyordu Mus'ab'ın dudaklanndan. Çok etkilen­mişti. Üseyd de teslim olmak üzereydi. Gönlündeki feyezana engel olamıyordu. Yüzündeki ifadeler, kalbindeki değişimin müjdelerini çoktan vermişti. Daha Mus'ab, sözünü bitirme­den araya girdi ve konuşmaya başladı:

- Ne müthiş şey bu ... Ne güzel sözler bunlar ... Ardından da ilave etti:

- Bu dine girmek isteyen ne yapmalı?

Guslü anlattı Mus'ab. Elbiselerinin temiz olmasından, ke­lime-i tevhidden, namazdan bahsetti.

Kayboldu bir ara ortadan Üseyd!.. Biraz sonra gelirken yeniden meclise, ıslak saçlanndan damlalar dökülüyordu. İnanmıştı Üseyd ve gönlünden gele gele kelime-i tevhidi de söyledi orada. İman onu o denli ve hızlı değiştirmişti ki, daha oracıkta Mus'ab'ın telaşını o da yaşamaya başlamıştı:

- Birisi var ki, şayet o da iman ederse arkasında inan­mayan kimse kalmaz. Bekleyin ben size onu göndereceğim, dedi.


Efendimiz (sallal1ahu aleyhi ve sellem)

Doğruca Sa'd İbn Mudz'ın yanına gitti. Onlar da, toplan­mış zaten onun gelmesini bekliyorlardı. Gelişini görünce:

- Yemin olsun ki, gittiği gibi gelmiyor, dedi Sa'd. Anla­mıştı. Gelir gelmez telaşla, "Ne yaptın" diye sordu. Önce her­hangi bir problem olmadığını vurguladı:

- Vallahi, o iki adamla konuştum. Problem edilecek hiç­bir yanlan yok. Önce onlan kovdum. "İstediqini yaparız, de­diler." diye de ilave etti. Maksadı, Sa'd ile Mus'ab'ı aynı mec­liste buluşturmaktı ya, "İpler bİZİm elimizde, istersen bir de sen dinle." demek istiyordu. Zira, güzelliği bütün berraklığıyla görebilmek için vasıtasız vuslata ihtiyaç vardı.

Ortamın bu kadar yumuşaması, elbette herkesin işine gel­miyordu. Arayı kızıştırmak isteyenler de vardı ortada. Daha oracıkta Sa'd'ın damanna dokunacak sözler sarf edilmeye başlandı. Sözde iş, çığınndan çıkıyordu ve olanlara mutlaka müdahale edilmeli, 'dur' denilmeliydi.

Sa' d, kavmin efendisiydi. Böyle bir kargaşaya müsaade edemezdi. Sinirden damarlan şişmiş, patlayacak gibi olmuş­tu. Üseyd'e de çok kızmıştı. Onu, meseleyi kökünden hallet­mesi için göndermişti; ama o teslim olup geri dönüyor; bir de gelmiş; dinlediklerinin güzelliğinden bahsediyordu. Problemi kendisi çözmeliydi. Mızrağını aldı ve doğruca Mus'ab'ın ya­nına gitti. Burnundan soluyordu. O kadar kızgındı ki, sözü­nü esirgemeden ağzına geleni söylüyordu. Önce Mus'ab'ı ara­lanna getiren teyzeoğlu Es'ad'a çıkıştı:

- Aramızda akrabalık olmasaydı elimden kurtulamazdın, diyordu. Mus'ab'a da tehditler yağdırıp etrafına haykırdı bir müddet. Tufanlar kopan dünyasında dalgalar durulacak gibi değildi.

Muş'ab'ın tavnnda ise, hiçbir değişiklik yoktu ... Yine aynı olgunluğu sergiliyordu. Zira, ölümün telaşında değildi ol., Kendisini öldürmeye gelenlere bile hayat vermenin fırsatını yakalamaya çalışıyordu:


Akabe Beyatları

- Ne olur bir dinle! Şayet hoşuna giderse kabul edersin.

Hoşlanmazsan, işte o zaman istediğini yaparsın, dedi aynı tat­lı1ıkla.

Doğru ya, değişen bir şeyolmayacaktı. Karar, yine Sa' d'ın kendisine aitti:

- Haklısın, dedi. Zira istemediği bir şeyi, ona zorla kabul ettirecek insan henüz dünyaya gelmemişti. Mızrağını bir ke­nara bırakıp oturdu O da ve Mus'ab'ı dinlemeye başladı. Daha Mus'ab'ın 'besmele'sine vurulmuş, sözün başında çarpılmıştı! Yüzünde, nur üstüne nur doğuyordu. Söz bitip nihayete erme­den o da Üseyd gibi sormaya başlamıştı:

- Bu dine girip teslim olmak istediğiniz zaman ne yapı­yorsunuz?

Aynı şeyleri ona da anlattı Musab: Gusül, temizlik, ke­lime-i tevhid ve namaz!..

İşte hakperestlik buydu. Her şeyortadaydı ve doğruyu bulduğu yerde almak, onun için de ayrı bir meziyetti. Zira küfrün mazeret üretecek bir mantığı yoktu ... Kalmamıştı, ola­mazdı da!.. Artık o da, Mus'ab'ın dizinin dibinde, kavminin kalbini çözecek anahtan arama peşine düşecekti.

O da, kavminin arasına dönerken gittiği gibi gelmiyor­du ... çoktan anlamışlardı halinil.. Ardından aynı telaşı o da yaşamaya başlamıştı. O güne kadar farkına varamadıklan bir kıymeti bulmuşlardı ya, paylaşmalan gerekiyordu onu bütün pınıdıklanyla! ..

Meraklı bakışlara bir şeyler denilmeliydi. Kabilesinden bir tek fire bile vermeye niyeti yoktu. Önce sordu onlara:

- Beni aranızda nasıl bilirsiniz?

. Hep bir ağızdan tezkiye ediyorlardı. Konumunu, yeni tanıştığı iman adına bir krediye çevirecekti Sa'd. Kaynaktan aldıklarını paylaştı onlarla ve ardından imana davet etti ora­dakileri, her şeyini koydu ortaya ve arkasından ekledi:


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

- Şayet Allah ve Resülü'ne inanmazsanız, kadın-erkek hepinizle konuşmak bana haram olsun.

Üseyd gibi, Sa'd gibi en öndekiler kabullenir de arkada­kiler geri durur muydu hiç? Zaten Medine ehli birbirine bakı­yordu. Bugüne kadar önlerinde rehberlik yapanlar gidip tes­lim olmuşlarsa, onlara da arkada kalmak yakışmazdı:

- Haydi gidelim Mus'ab'a ... Biz de teslim olalım, sesleri yükseliyordu artık Medine'de!453

Medine çok bereketliydi. Her günleri bugünkü gibi seme­reli bir hal almıştı. Mus'ab'm haberi ışık hızıyla yayılıyordu. Kısa süre içinde, birkaç kabile dışında Medine'de, içinde Müs­lüman olmayan ev kalmamıştı. Teker teker ziyaretlere gidiyor ve gönlünün zenginliklerini onlarla paylaşıp insanlan 'Etısôr' olmaya hazırlıyordu. Bir, iki derken Medine hızla medeni bir havaya bürünmüştü.

Nur, artık Medine'nin dışına da taşmaya başlamıştı. Et­raftaki kabilelere de gidiyor ve onlara da aynı güzellikleri taşı­yordu. Zira, Efendiler Efendisi de aynısını yapmış, bir taraftan Mekke'ye hitap ederken diğer yandan da etraftaki kabilelere açılıp onlara da İslam'ı anlatmayı ihmal etmemişti. O'nu tem­sil eden Hz. Mus'ab da farklı davranmamalıydı ve zaten o da bunu yapıyordu.

Allah Resülü'ne mektup yazdı bir gün Mus'ab ... Ortada bir talep vardı ve nasıl davranması gerektiğini soruyordu. Cevabında Efendimiz, 'Cuma'yı tarif etmişti ve onlar da, Sa'd İbn Hayseme'nin hanesinde bir araya gelip ilk defa cuma na­mazı kılacaklardı. Medine' de kılınan ilk Cuma idi bu.

Resı1l-ü Kibriya Hazretlerine Akabe'de söz vermelerinin üzerinden yaklaşık bir yıl geçmişti. Bir araya geldiklerinde artık kalabalık bir cemaat oluşturuyorlardı. Gelişmeler gü-

453 Bkz. İbn Hişam, Sire, 2/283 vd.

486


Akabe Beyatları

zeldi; ama firakın acısı dayanılacak gibi değildi. Resülullah'ırı Mekke'de çektiklerini de biliyorlar ve:

- Mekke dağlan arasında daha ne kadar zulüm içinde bı­rakacak, ne zamana kadar sıkıntı çekmesine göz yumacağız, diyorlardı. Halbuki Medine.daha münis, daha candan ve ku­caklayıcı idi. Böyle olmuyordu; ne yapıp edip yollar birleşme­li ve bu aynlığa artık bir nokta konulmalıydı. Bunun için or­tada iki alternatifvardı; ya kendileri de gidip Mekke'de O'na cemaat olacaklar ya da O'nu Medine'ye davet edip başlanna taç yapacaklardı. Her ikisi de, kendi içinde birçok sıkıntıyı banndınyordu. Ancak, her türlü sıkıntı göz önüne alınarak konuya bir açıklık getirilmeli ve mutlaka bu aynlığa bir son verilmeliydi.

Medine'den Davet Var

Yine hac mevsimi gelmiş ve Mekke'ye doğru bir hareket başlamıştı. Hac ibadeti için Kabe'ye yönelenIerin arasında Medineli Müslümanlar da vardı; bunlar, ikisi kadın toplam yetmiş beş kişiydi. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Mekke'ye geldiler. Günler bayrama kaymış teşrik günlerini yaşıyorlardı. Ancak, bu kadar insanın Kabe'ye gelerek Efendi­miz'le buluşmasını, o günün Mekke'sinin kaldırmasına imkan yoktu. Onun için başka bir formül bulunmalı ve problemsiz bir görüşme sağlanmalıydı. Bunun için önce, aralanndan Ka'b İbn Môlik ve Berti İbn Ma'rilr'u seçip Kabe'ye gönderi­ler. Zaten Hz. Bera, gördüğü bir rüyanın etkisinde kalarak, yol boyunca namazlannı Kabe'ye doğru kılar olmuştu ve arkadaş­lan da, onun bu hareketini şiddetle kınamışlardı; çünkü bu, Efendimiz'in uygulamalanna muhalefet anlamına geliyordu. O da, işin gerçek yönünü Allah Resülü'ne sormak için sabır­sızlanıyordu.

İşin garip olanı, her ikisi de daha önce Efendimiz'i görme­mişti; dolayısıyla beden itibariyle tanımıyorlardı. Yolda gider-


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

ken aralannda konuşmaya başladılar; O'nu nasıl tanıyacaklan­nı soruyorlardı. Karşılanna çıkan bir Mekkeliye sordular:

- Sizler, O'nun amcası Abbas İbn Abdulmuttalib'i454 ta­nıyor musunuz?

Evet, ticaret maksadıyla zaman zaman Medine'ye de ge­len Hz. Abbas'ı tanıyorlardı. Bunun için:

- Evet, dediler. Adam:

- Öyleyse iş kolay! Çünkü O, Kabe'de Abbas'ın yanında

oturan şahıs! Oraya girdiğinizde göreceksiniz, diyordu.

Artık tereddütsüz yürüyorlardı. Derken Kabe'ye geldiler.

Hz. Abbas, diz çökmüş oturuyordu; yanında da İnsanlığın Emini vardı. Yanlanna gelip selam verdiler. Çok sıcak ve can­dan duruşlannı görünce Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Abbas'a dönerek:

- Bu adamlan tanıyor musun ey Eba Fadl, diye sordu.

- Evet, diyordu Hz. Abbas. "Bu, Bera İbn Ma'rür; kavmi-

nin efendisi! Şu da Ka'b İbn Malik!"

Efendiler Efendisi'nin yüzünde, sürür hüzmeleri dolaşı­yordu; zira bunlar, sadece kendilerini temsil etmiyordu. Arka­lannda kendileri gibi yetmiş küsur insan vardı ve onlan tem­silen gelmişlerdi. Nasıl buluşacaklannı sordular. Yeni adres

454 Hz. Abbas'ın ne zaman Müslüman olduğu konusunda ihtilafbulunmaktadır.

Bazılan onun, Bedir sonrasında Müslüman olduğunu söylerken bir kısım ta­rihçiler, onun Mekke'de iken Müslüman olduğunu ve bunu gizleyerek yeğeni Muhammedü'l-Emin'e içeriden lojistik destek sağladığını ifade etmektedir­ler. Belli başlı hadiselerdeki çıkışlanna bakılacak olursa bu göriiş, diğerine nispetle ağırlık kazanmaktadır. Çünkü, hicret sırasında Hz. Abbas da izin is­temiş, "Senin Mekke'de kalman daha hayırlı" diyerek Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ona hicret izni vermemiştir. Hatta, onun hicretiyle birlik­te bu meselenin artık son bulacağının da müjdesini vermiş ve Hz. Abbas, müjdesi verildiği gibi Mekke'nin fethi öncesinde Medine'ye gelerek bu işe son noktayı koyınuştur. Müşriklerin zorlama ve baskılanyla Bedir Savaşı'na katıldığını duyunca da, kimsenin AbMs'a ilişmemesi gerektiğini ilan eden Efendiler Efendisi'nin, böylelikle onu stratejik bir konumda Mekke'de tuttu­ğu anlaşılmaktadır. Bkz. İbnii'l-Esir, Üsüdü'l-Ğabe, 3/ı63, ı64

488


Akabe Beyatları

de, yine Mina ve önceki yıllarda olduğu şekilde Akabe denilen mevki idi ve arkadaşlannın yanına gelip durumdan herkesi haberdar ettiler.

Ancak bunu, Medine'den birlikte geldikleri diğer insanlar bilmiyorlardı. Onun için ilk gece birlikte konaklayacak ve di­ğer insanlardan habersiz olarak gecenin ilerleyen saatlerinde buluşacaklardı.

Nihayet, gece ilerleyip de vuslat zamanı gelince, kimseye hissettirmeden kalkacak ve doğruca buluşma yerine gelecek­lerdi. Efendimiz'in yanında yine amcası Hz. Abbds vardı. Bir anda karşısında yetmiş beş kişiyi gören Allah Resülü'nün se­vincine diyecek yoktu. On üç senedir Mekke, bu denli kapıla­rını açıp imana 'buyur' etmemişti. Belki de Mekke'deki sıkın­tılar, Medine'de rahmet olup yağmaya başlamıştı.

Bir yılın semeresi ortaya konulmuş ve bu noktaya geli­nirken yaşanılanlar konuşulmaya başlanmıştı. O'nu daha da sevindirecek bir başka müjdesi vardı Hz. Mus'ab'ın!.. Her bir mü'minden beklenen bir müjdeydi bu aynı zamanda!.. Nimeti tahdis anlamında bunu söylerken, aynı zamanda çok duygu-

. luydu:

- Medine' de, içinde İslam'ın konuşulmadığı hiçbir ev kalmadı ya Resülallah, dedi büyük bir mahcubiyetle. Zira, bir beldede inanan bir gönlün olması, dava adına oranın fethi anlamına geliyordu. Hedef göstermişti Allah Resülü (sallallabu aleyhi ve sellem) ve almıştı mesajını Mus'ab!.. Dolayısıyla, attığı adımlara koşarak mukabele edilmişti ve ektiği samimiyetin semeresini devşirip getirmişti buraya.

Müşterek bir talepleri vardı; Gönüllerinin Gülü Hz. Mu­hammed'i Medine'ye davet ediyorlardı. Zaten, tablo ortaday­dı; İslam'ı yaşamak için Medine daha müsait görünüyordu. Aynı zamanda insanlan daha cana yakın ve dini hayat adına daha müstaitti.

Evet, bir davet vardı; ama bu davete icabet etmenin be-


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

raberinde getireceği çok bedel vardı; sadece Efendimiz'in hicreti meseleyi çözmezdi ve iman eden herkesin Medine'ye gitmesi gerekirdi. Zira, burada kalanlar için Kureyş, akla ha­yale gelmedik oyunlar ortaya koyar, onlara nefes aldırmaz ve hayatı zehir ederdi. Bu ise, başlı başına bir problem demekti; ev-bark burada bırakılacak, yakın ve akrabalar geride kala­cak, hatta bazılan itibariyle ana-babadan geçilip evlad ii iyal terk edilecek, bağ ve bahçelere Kureyş el koyacak ve kısaca, mezara gidercesine bir terkle dünyaya ait her şey bir kena­ra bırakılarak gidilecekti. İşin diğer tarafında ise, elde avuçta imkan olmadan Medine'de yeni yuvalar kurulacak, iş tutula­cak, maişet temin edilecek ve dini hayat adına huzur yaşarken aynı zamanda da çoluk-çocuk açlık ve sefalet içinde bırakıl­mayacaktı. Sadece birkaç aile değildi; yaklaşık ı80 aile vardı ortada ... Bütün bunlar, zamanında çözüme kavuşturulmazsa çok ciddi sosyal problemler oluşturur ve gelecekte çok insanın başı ağnyabilirdi.

Belli ki artık Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), Mekke'yi terk etme kesin kararlıydı. On üç yıldır sadece imanlan için didinmiş; ama buna karşılık onlardan hep şiddet görmüştü. Şimdi ise karşısında daha aktif ve bu işe gönülden destek ve­ren insanlar vardı. Gidişatı görüp seyreden amca Hz. Abbas, yeğeni Allah Resülü'nü kendi memleketlerine davet edenlere bir şeyler söyleme lüzumu hissediyordu. Devreye girdi ve:

- Ey Hazreç cemaati!455 Bildiğiniz gibi Muhammed, her şeye rağmen bizim aramızda bulunuyor; bütün engellemelere rağmen biz de O'nu koruyoruz. Ancak şu anda O, sizin aranıza katılmak ve sizinle birlikte sizin beldenize gitmek durumun­da. Şayet, O'nu davet ettiğiniz hususta vefa gösterebilecek-

455 Hazreç kabilesi, diğerlerinden daha güçlü olduğu için o gün, Medine denilin­ce onlar akla geliyordu ve Hz. Abbas da, tağlib tarikiyle Hazreç derken bütün Medinelileri kastediyordu.

490


Akabe Beyatları

seniz bu işe evet deyin; yann O'nun karşısına çıkıp da mu­halefet edenlere karşı O'nu can ve malınızı koruduğunuz gibi koruyacaksanız bir şey demem. Ancak, eğer buradan aynI dık­tan sonra O'nu yalnız bırakacak, düşmanlannın eline teslim edecek ve O'nu incitecekseniz, şimdiden bu işten vazgeçin ve yine O'nu bize bırakın. Çünkü O, her şeye rağmen kendi kav­mi arasında izzet ve onuruyla yaşayıp tebliğ görevini yerine getiriyor, dedi.

Bu çıkışıyla Hz. Abbas, böyle bir daveti n ne anlama gel­diğini hatırlatacaktı. Maksadı, işin gerçek yönünü kavramala­nnı sağlamak ve her şeye rağmen iradelerini ortaya koyarak yeğenine sahip çıkmalarını temin etmekti. Zira belli ki artık, yeğeni Muhammedü'l-Emin ile aynlık gözüküyordu ve elbette ki O'nu, koruyup kollama konusunda kesin bir kararlılık gör­meden başkalanna teslim etmek olmazdı.

Ancak, Medine' den gelenlerin gözü pekti ve önce Hz.

Abbas'a döndüler:

- Söylediklerini dinleyip maksadını anladık, diyorlardı.

Ardından da Efendiler Efendisi'ne yöneldiler:

- Ya Resülallahl Konuyla ilgili olarak hem Rabbin için hem de kendi adına bizden ne istiyorsun?

Derken sözü, İnsanlığın Emini aldı; önce Allah'a ham­dedip Kur'an'dan ayetler okudu. Ardından da, İslam'la ilgili genel konulara girdi ve dünle bugünün kıyasını ortaya koydu. Sonrada:

- Huzurlu olduğunuz zamanlarda da sıkıntıya düçar bu­lunduğunuz anlarda da mutlak itaat istiyorum; sıkıntılı anlar­da da bolluk durumunda da infakta bulunacaksınız!

O'na hiçbir şeyi eş ve ortak koşmadan ibadet edecek; na­mazınızı kılıp zekatınızı da vereceksiniz!.

Emr-i ma'rufyapacak ve kötülüklere karşı da sürekli neh­yedici olacaksınız!

491


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve selle m)

Sürekli Allah için adım atacak ve birilerinin sizi kınama­sından endişe duyınayacaksınız!

Sizin aranıza geldiğimde, çoluk-çocuğunuzu ve hanımla­rınızı koruyup kolladığınız gibi Beni de koruyacak ve yardım edeceksiniz, buyurdu.

Berti İbn Ma'riir, Efendimiz'in elinden tuttu ve:

- Evet, Seni Hak ile gönderene yemin olsun ki, kadınları­mızı koruduğumuz gibi Seni de koruyacağız. Sana söz veriyor ve beyat ediyoruz ya Resülallahl Allah'a yemin olsun ki bizler, harp nedir bilen, eli silah tutan bir topluIuğuz ve bu, yüzyıllar­dır hep harp meydanlannda yaşayan atalanmızdan bize miras kaldı.

Bu arada Ebu'l-Heysem ileri atıldı. Belli ki onun da diye­cekleri vardı:

- Ya Resülallahl Bizimle orada bir kavim arasında prob­lem var ve onlarla savaşıp duruyoruz. Biz bu konuda onlarla savaşıp dururken şayet, Allah Size zafer ihsan etse ve bu iş ar­tık herkes tarafından kabullenilmeye başlansa, o zaman Sen, bizi bırakıp da yeniden Mekke'ye döner misin?

Efendiler Efendisi tebessüm etmeye başlamıştı. Arkasın­dan da şunlan söyledi:

- Hayır, bilakis kana kan, zimmete zimmetle mukabele vardır! Artık Ben, sizden bir parça, sizler de Benden bir parça­sımz; sizin savaştıklanmzla Ben de savaşır, barış ilan ettikle­rinizle Ben de banş içinde yaşanm!

Şimdi mesele, daha da netleşmişti. Es'ad İbn Zürare de ileri atılıp Efendimiz'in elinden tutmuş' ve benzeri şeyler söy­lemişti. Artık, mesele tamamdı. Hatta, Efendimiz'in elini tut­maya devam eden Hz. Es'ad'ı kendi kavmi uyanyor ve bırak da beyat edelim temennisinde buliınuyorlardı. Bunun üzeri­ne Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), aralanndan on iki kişilik bir temsilci heyeti seçmelerini istedi. Bunu talep ederken de, Hz. Musa ve Hz. İsa'ya göndermelerde bulunuyor ve her iki

492


Akabe Beyatları

nebinin de, kavimleri arasından bazı insanlan seçerek onlarla meselesini yürüttüğünü anlatıyordu. Her biri bir kabileyi tem­sil edecek olan bu temsilciler, burada arkadaşlannı organize edecekleri gibi, aynı zamanda Medine'ye döndüklerinde kendi kavimleri arasında birer maya olacak ve böylelikle Medine' de İslam'ın daha hızlı yayılmasını temin edeceklerdi. Onlar da, Es'ad İbn Ziirôre, Sa'd İbn Rebi', Abdullah İbn Reıiôha, Raft' İbn Malik, Berti İbn Mo'rür, Abdullah İbn Amr, Ubôde İbn Sômit, Sa'd İbn Ubôde ve Miaızir İbn Amr olmak üzere doku­zu Hazreçli; Üseyd İbn Hudayr, Sa'd İbn Hayseme ve Rifôa İbn Abdiilmiinzir olmak üzere de üçü Evsli; kendilerini temsil etmek için on iki kişiyi seçtiler. Mekkeli Müslümanlan bizzat Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) temsil ediyordu.

Artık meseleye son nokta konulacaktı. İşte tam bu sırada Abbas İbn Ubôde adındaki birisi öne çıktı ve kendi arkadaşla­rına şöyle seslendi:

- Ey Hazreç cemaati! Sizler, bu adama beyat ederken ne yaptığınızın farkında mısınız?

- Evet, diyorlardı. Maksadı, insanların daha çok sahip çıkmalarını temin etmekti ve devam etti:

- Sizler, kırmızı ve siyah herkesi karşınıza alıyor ve böy­lelikle onlara harp ilan etmiş oluyorsunuz! Şayet sizler, mal­larınız heder olup eşrafınız da musibetlere düçar kaldığında sözünüzün arkasında durabilecekseniz mesele yok; o zaman, dünya ve ahiret saadeti sizin olacak demektir. Ancak, yarın ciddi bir sıkıntı içine düştüğünüzde ahdinize vefa gösteremez­seniz işte o zaman dünya ve ahirette hüsrana düçar oldunuz demektir!

- Biz, mallarımızdan mahrumiyet ve eşrafımızın başına musibetlerin yağması pahasına bu işe giriyor ve ona göre da­vet ediyoruz.

Daha sonra da Efendimiz' e döndüler ve:

- Şayet bizler, ahdimize vefa gösterirsek, bunun karşılı-

493


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve s e l l e m )

ğında ne elde etmiş olacağız ya Resülallah, diye sordular. Te­reddütsüz:

- Cennet, diyordu. Sıra, son hamleyi yapmaya gelmişti.

Onun için büyük bir ihtiramla:

- U zat ya Resülallah ellerini, Sana beyat edeceğiz, diyor­lardı.456

Bundan sonra da teker teker gelip Efendimiz'in elini sı­karak musafaha yaptılar ve böylelikle beyatlannı tamamlamış oluyorlardı. Sadece, Medineden buraya kadar gelen iki kadın Ümmü Umôra olarak bilinen Nesibe Binti Ka 'b ve Esmd Bin­ti Amr uzaktan işarette bulunmuş ve böylelikle Efendimiz'le musafaha yapmadan beyatlannı tamamlamışlardı.e?

Mina'daki Ses ve Efendimiz'in Tavrı

Artık iş nihayete ermişti ve Efendimiz'i Medine'ye davet edenler, maksatlanna ulaşmış olmanın sevinciyle geri dönü­yorlardı. Bundan sonrası için onlar, memleketlerine gelecek; muhacirleri beklerneye koyulacak ve onlara burada nasıl sa­hip çıkabileceklerini düşünmeye başlayacaklardı.

Bu sırada Mina'da:

- Ey Cebacib ahalisi, diye bir ses duyuldu. Mekkelilere sesleniyordu. "Muhammed ve O'nunla birlikte hareket eden şu mezmum sabiler, sizin için harp etmek üzere el sıkışıp an­laştılar, diye yüksek sesle bağırıyordu. Bunun üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem):

- Şüphesiz bu, .Akabe'nin şeytanı Ezebb'dir, buyurdu. Ar­kasından da:

- Vallahi de ey Allah düşmanı! Sana da zaman ayıracak, seninle de meşgulolacağım, dedi. Sonra da ümmetine döne-

456 Bkz. İbn Hişarn, Sire, 2/287 vd.

457 Bkz. İbn Hişam, Sire, 2/287 vd. Mahmud el-Mısri, Siratü'r-Resül, Daru't­Takva, 2002, s. 179 vd.

494


Akabe Beyatları

rek, herkesin hemen akşam konakladığı yere geri dönmesini emretti. Efendimiz'in bir nebze de olsa telaşını gören Abbas İbn Ubade, yine öne çıktı ve Ensar görevinin bu andan itiba­ren başladığını gösterireesine şunları söyledi:

- Seni Hak ile gönderen Allah'a yemin olsun ki ya Resü­lallah! Şayet dilersen, sabahın ilk ışıklarıyla beraber Mina'ya yönelir ve karşı gelenin işini bitiririz.

Rahmet peygamberi, gelişmelerin rüzgarina kapılarak ha­reket etmiyor ve emr-i ilahı olmadan adım atmıyordu. Onun için Hz. Abbas'a yöneldi ve önce:

- Bunun için bize izin yok; buna memur değiliz, dedi. Ar­dından da hepsine hitap ederek:

- Haydi, Allah'ın izni ve bereketiyle kendi beldenize geri dönün, buyurdu.ss"

Bir gece içinde bu kadar hadise yaşanmıştı; ama Mekke­liler'in ruhu bile duymamıştı. Zaten duymamaları da gereki­yordu. Onun için mesele, oldukça dikkatle gerçekleşmiş ve başkalarının muttali olmaması için azami gayret gösterilmiş­ti. Aksi halde, zaten saldırmak için bir bahane arayan Kureyş, yeniden önlerine çıkar ve farkına vardıkları stratejiyi uygula­malarına asla müsaade etmezdi.

458 İbn Hişam, Sire, 2/296, 297

495


 

HİCRET İZNİ VE KUREYŞ'İN TELAŞI ~

Bu arada Cibril-i Emin gelmiş ve hicret iznini getirmişti.

Zaten, hicret etmenin gerekliliğine inanan bu topluluk, daha önce de konuyla ilgili bir vahiyle muhatap olmuştu. Ahirette karşılaşacakları acı durum karşısında mazeret arayışına gi­recek olan bazı insanlann, daha dünya hayatında iken, üzer­lerindeki baskıya rağmen hicret gibi bir alternatifi değerlen­dirmediklerinden dolayı azaba düçar kalacaklannı ifade eden beyanı, Kur'an ayeti olarak namaz dahil her zaman okuyor­lardı.459

Bir de Allah Resülü (sallallalıu aleylıi ve sellern), gördüğü bir rii­yadan bahsetmiş ve şunlan söylemişti:

- Şüphesiz ki kendimi Ben, Mekke' den çıkıp da hurma ağaçlanyla kaplı bir şehre hicret ediyorken gördüm; önceleri bu şehrin Yername veya Hecer olduğunu zannettim, ama an­ladım ki o şehir Yesrib'dir.46o

Demek ki, Mekke' deki zulüm ve şiddet artık sonbulacak ve hayatın bundan sonrası daha salim bir beldede devam ede­cekti. Onun için sahabe, nebevi müjdenin sevinciyle huzur

459 Bkz.~isa,4/97

460 Buhari, Sahih, 3/1326 (3425); Müslirn, Sahih, 4/1779 (2272)

497


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

bulmuş, hareket emrini beklerneye başlamıştı. Bunun için za­man zaman huzura geliyor ve yolculuğun ne zaman gerçek­leşeceğini soruyorlardı. Halbuki her şey, bir plan dahilinde yürüyordu ve ilahi izin olmadan adım atmak olmazdı. Zaten, Cibril'in getirdiği ayet de aynı şeyleri söylüyor ve bunu asha­bıyla da paylaşmasını istiyordu:

- Dünya hayatında, hem kendi adıma hem de sizin için başımıza nelerin geleceğini bilernem. Ben, sadece Bana vah­yedileni bilir ve ona uyarım. Zira Ben, açıkça uyaran bir elçi­den başkası değiliml-w

Demek ki, rüyası görülse bile oraya hareket edebilmek için ayrıca bir izin gerekiyordu ve bu izin olmadan adım atıl­mamalı ve kendi başına hareket edilip de yalnız başına karar verilmemeliydi. 462

Ancak, büyük oranda adres belli olup da netleştiği için, hazırlıklar da yapılmaya başlanmıştı. Ne de olsa gidilecek yer artık kesinlik kazanmıştı.

Derken, bu izin de geldi. Şimdi ise Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), ashabına hep Medine'yi anlatacak ve Mekke'de Müslüman olan herkesin, bundan böyle Medine'yi hedefleye­rek bir an önce buraya hicret etmeleri gerektiğini söyleyecekti. Bunun için, sahabe-i kiram hazretlerine şöyle hitap ediyordu:

- Şüphesiz ki Allah, sizin için başka arkadaşlar nasip etti ve başka bir beldeye hicret izni verdi; oraya gidip artık emni­yet soluklayacaksınızls'v

Artık sahabe, peyderpey yola koyulacak ve Efendimiz'in tarif ettiği şekilde kimseyi ürkütmeden Medine'ye doğru hic­rete başlayacaktı. Çünkü beri tarafta, kendilerini karşılamak için can atan, yürekten bir Erisar ve kapılarını sonuna kadar

461 Bkz. Ahkaf, 46/9

462 Bkz. Vahidi, Esbabii Nüzüli'l-Kur'an, s. 395 463 İbn Hişam, Sire, 2/314

498


Hicret İzni ve Kureyş'in Telaşı

açan kutlu bir Medine vardı. Diğer tarafta ise Kureyş, ortalık­ta bir şeylerin döndüğünü hissetmiş, ama bir türlü meseleye mutlali olamamıştı. Zaten, önceki yıllardan tecrübeli idiler; Muharnmedü'l-Emin, dışandan gelenlerin yanına gidiyor ve sürekli onlan kendi davasına davet ediyordu. Acaba bu yıl ne­ler yapmış ve kimlerle görüşmüştü? Hem, Medine'den gelen bu kadar kalabalık pek hayra alarnet gibi gözükmüyordu!

Önlerine gelen herkese soruyor, ama bir türlü cevap alamıyorlardı. Nihayet, aralanndan birkaç kişiyi Medine'ye göndermeye karar verdiler. Bu arada bir ekip daha oluştur­muş, Medine'ye giden yollan kontrol ettiriyorlardı. Nihayet, Medine'ye kadar gelen heyetin başındaki Mekkeli, onlara şöy­le seslenecekti:

- Ey Hazreç cemaati! Hiç şüphe yok ki sizlerin, şu bizim adamımızın yanına geldiğinizin, O'nu aramızdan alıp kendi beldenize getirmek isteyişinizin ve bizimle harbetmek bile olsa bu konuda O'na söz verip beyat ettiğinizin haberini aldık! Unutmayın ki, şayet bunu yaparsanız Araplar arasında bizden daha şiddetli ve çetin bir başkasını karşınızda bulmayacak ve en can alıcı düşmanımız olacaksınız!

Onlann bu tehditlerine muhatap olan Medineliler, olup bitenleri anlamaya çalışıyor ve:

- Nedir mesele? Bizim hiçbir şeyden haberimiz yok! Ve biz, kimseyle de anlaşmadık, diyorlardı. Nihayet, Medine'de riyaset tacını başına takmaya hazırlanan Abdullah İbn Übeyy İbn Selfıl'ün yanına geldiler. Aynı şaşkınlık, onda da vardı:

- Bu, asılsız bir haber! Şayet böyle bir şeyolmuş olsaydı, benim mutlaka haberim olurdu! Ben, Yesrib'de464 olduğum sürece böyle bir şeyolursa, önce karşısında beni bulur, diyor­du.

Aralarında geçen konuşmalara şahit olan mü'minler ise,

464 Medine'nin bir diğer ismi.

499


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

siikfıt ediyor ve birbirlerine bakışarak meselenin hangi boyuta varabileceğini tahmine çalışıyorlardı.

Diğer yandan, Medinelilerin peşine takılan atlılar, onlar­dan geriye kalan Sa'd İbn Ubôde ve Münzir İbn Amr'a yetiş­miş ve muhasara altına alarak onlan tutuklamışlardı. Ancak Hz. Münzir, onlann bir anlık gafletlerinden istifade ederek aralanndan sıvışıp kaçacaktı. Bu sefer de, diğer arkadaşı gibi kaçmaması için Hz. Sa'd'ı tutup bağlayacaklar ve sürükleye sürükleye Mekke'ye getireceklerdi. Halbuki Hz. Sa'd, Hazre­ç'in efendisiydi; şimdi ise, el ve kollan bağlanmış, bir başka bağla da boynundan asılmış olarak sürükleniyordu. Bir taraf­tan da hakaret edip vuruyor ve saçından tutup çekiyorlardı.

Çok geçmeden, hadiseye muttali olan Mut'im İbn Adiyy ve Hôris İbn Harb, Hz. Sa'd'ın bulunduğu yere gelecek ve onu bu durumdan kurtaracaklardı. Zira Hz. Sa'd, daha önceleri Mut'im ve Haris'e yardım etmiş ve kervanlanyla birlikte Me­dine'den geçerken kendilerine eman vererek emniyet içinde gitmek istedikleri yere ulaşmalanna yardımcı olmuştu. Yıllar öncesinde yapılan bir iyilik, bugün kendini gösteriyor ve en çok ihtiyaç duyduğu bir anda Allah, iki müşrikin eliyle kendi­sini müşriklerin şerrinden korumuş oluyordu.s'"

Önemli Bir Tembih

Hicret çok önemliydi, ama o sadece Allah nzası için ya­pılmalıydı. Böylesine önemli bir hadisede, niyetteki hulusiyet ayrı bir hususiyet arz ediyordu. Medine'de daha rahat bir ha­yat, ticari imkan, saliha bir kadınla evlilik veya daha başka bir gaye için yola çıkılacaksa, daha işin başındayken herkes bil­meliydi ki, böyle bir hicretin sevabı olmazdı ve bu yoldaki bir insan, sadece hedeflediği şeyi elde ederdi.

465 Bkz. İbn Hişam, Sire, 2/298:299; İbnu'l-Kayyim, Zadii'l-Mead, 3/40, 52; Mübarekfüri, er-Rahiku'l-Mahtüm, s. 142 vd.

500


Hicret İzni ve Kureyş'in Telaş!

Aynı zamanda sahabe arasından birinin, Ümmü Kays adındaki bir kadınla evlenmek için Medine'ye gideceğine dair bilgiler geliyordu.s'" Şüphesiz ki bu zat da mü'mindi; ama böylesine bir yolda niyeti bozmamak gerekiyordu; kalpteki ibre, sürekli nzayı göstermeli ve onda asla bir sapmayaşan­mamalıydı.

Çünkü bu yol, bundan önceki peygamberler dahil bütün salih kimselerin yoluydu; cihadın ayrı bir buuduydu ve seva­bını da kimsenin kestirmesine imkan yoktu. Öyleyse, daha işin başındayken herkese iyi bir tembihte bulunmak gereki­yordu. İşte tam bu sırada Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), şöyle buyurdu:

- Şüphesiz ameller, başka değil sadece niyetlere göre değer kazanır; herkesin niyeti ne ise, eline geçecek de odur. Kimin hicreti, Allah ve Resülü'nün nza ve hoşnutluğunu elde etmek içinse, onun hicreti, Allah ve Resülü'ne müteveccih sa­yılır. Kim de, nail olacağı bir dünya veya nikahlanacağı bir ka­dından ötürü hicret ediyorsa, onun hicreti de hedeflediği şeye göredir.467

Hicret Sancılan

Artık, yeni bir süreç yaşanıyordu. Kısa zaman içinde, gi­debilen herkes yola koyulacak ve yeni bir beldeye, dolayısıyla da yeni bir dünyaya ulaşmış olacaktı. Ancak bu, öyle sanıldığı gibi kolayolmayacaktı.

Elbette Kureyş açısından bu, rahat kabullenilebilecek bir durum değildi; haberini aldıklan bu meselenin önünü kesmek için her türlü tedbire başvuracak ve avuçlannın içindeki Müs­lümanların, başka bir beldeye yerleşerek kontrolden çıkmala­nna müsaade etmeyeceklerdi. Zaten, daha önce yaşanan iki

466 Kastallfull, İrş3.dü's-San, ı/55 467 Buhaıi. Sahih, ı/3 (ı)

501


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Habeşistan hicretinde etkin olamadıklarına yanıyorlar ve her haliıkarda İslam'ın, başka bir dünyaya yayılmasının önüne geçmek için ellerinden geleni yapmak istiyorlardı.

Bunun için yolları tutmuş, karşılaştıkları insanları geri çevirmeye çalışıyorlardı. Kimini yalpalayıp hapsediyor, çeşit çeşit işkenceler karşısında mihnet yudumlatırken bir yandan da Müslümanlığından vazgeçirmek için baskı yapıyorlardı. Hatta işi daha da ileri götüren ve Medine'ye adım atmak üzere olanları bile arkadan takip edip geri getirenler vardı. Kısaca Mekke kafir ve zalimleri, küfür ve zulümlerinin gereğini ku­sursuz yerine getiriyor; böylelikle cehennemin de lüzumsuz olmadığını ortaya koymuş oluyorlardı.

Ebu Selerne ve Ailesi

Medine'ye ilk hicret eden, daha önce Habeşistan'a da hicret etmiş olan Ebu Seleme idi; hanımı Üm Seleme ve çocuğu Seleme ile birlikte yola çıkmış ve Medine'ye doğru iler­liyordu. Ancak Kureyş, bu hicretin farkına varmıştı ve yolda önünü kestiler:

- Haydi seni anladık; burayı terk edip gidiyorsun! Ancak, hanımın ve çocuğunu götürmek de neyin nesi, diyor ve onların gitmesine müsaade etmeyeceklerini söylüyorlardı. Bu arada, bir taraftan da devenin yularını çekip almışlar Ümmü Selerne ile kucağındaki Selerne'yi aşağıya çoktan indirrnişlerdi. Orta­da bir aile faciası yaşanıyordu. Ebu Selerne'nin akrabaları, ço­cukları olan Selerne'ye sahip çıkarken Ümmü Selerne'nin ka­bilesi ise, çocuğuyla birlikte onu alıkoymak istiyordu. Derken, aralarında büyük bir niza çıktı; sonuçta Selerne'yi Abdülese­doğulları alıp götürürken Ümmü Selerne'yi de Muğireoğulları almış ve mahallelerinin yolunu tutmuşlardı. Ebu Selerne ise, tam huzura adım atıyorum derken başına gelen bu feci ha­disenin şokunu yaşıyordu. Çaresizdi; geri dönüp gelse de ya-

502


Hicret İzni ve Kureyş 'in Telaşı

pabileceği bir şey yoktu. Bir anda aile parçalanmış ve her bir ferdi farklı bir sıkıntı içine düşüvermişti.

Bundan böyle Ümmü Selerne validemiz, hemen her gün Ebtah denilen yere geliyor ve ayrı kaldığı çocuğu ve eşine ağıt­lar yakarak ağlıyordu. Bu hal, tam bir yıl devam edecekti. Bir yıl sonra yine böyle ağlaşırken yanından geçen bir akrabası, onun bu haline acıyacak ve:

- Şu miskin kadına niye bunu yapıyorsunuz; çocuğuyla kocasına kavuşması için bırakın da gideceği yere gitsin, diye­cekti. Bunun üzerine insafa gelen diğer akrabalan onu bıra­kacak, ardından da Abdülesedoğulları oğullan Selerne'yi ser­best bırakacaktı. Sevincine diyecek yoktu; şimdi sıra, kocasına kavuşmak ve böylelikle, eski günlerdeki huzuru yeniden bir­likte yakalanıaktı. Bunun için hemen bir deveye bindi ve Me­dine'nin yolunu tuttu. Tehlikelerle dolu bir yolculukta, yalnız başına bir kadın olarak yola çıkmıştı; karşılaştığı insanlardan yardım isteyerek yolunu bulmaya çalışıyordu. Günler geceleri kovaladı ve nihayet Ten'im'e kadar geldi. Burada Osman İbn Talha'yı görmüş ve ona da gideceği yeri sormuştu. Hz. Osman, tanımıştı Ümmü Seleme'yi ve sordu:

- Sen, böyle yalnız başına nereye gidiyorsun ey Ümeyye­oğullannın kızı?

- Medine'deki kocamın yanına, diyordu. Şaşırmıştı Hz.

Osman. Nice er oğlu erler bu yolda engellenmiş,ne büyük teh­likeler atlatmışlardı. Onun için yine tekrarladı:

- Yanında kimse olmadan mı geldin buraya kadar? Temkin ve tevekkül sahibi anamız, yine tevazu ile cevap­ladı:

- Evet, valIahi de, şu çocuk ve Allah'tan başka kimse ol­madan!

Gerçekten de şaşılacak bir durumdu; demek ki, gönülden bir talep ve yürekten bir teslimiyet, olmaz denilen işlerin 01-

503


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

masını netice veriyor ve çölortasında bahar meltemleri eserek ender de olsa bazen nevbaharyaşanabiliyordu. Ancak şimdi iş başa düşmüştü ve Hz. Osman:

- Vallahi de artık, gideceğin yere ulaştırmadan ben seni bırakmam, diyerek devenin yulanndan tuttu ve Ümmü Selerne ile oğlu Seleme'yi Ebu Selerne ile buluşturmak için yola koyul­du. Mola vermek istedikleri zamanlarda, deveyi çöktürüyor ve kendisi de, Ümmü Selerne rahat hareket edebilsin diye kenara çekiliyordu. Nihayet, Kuba'daki Amr İbn Avfoğullannın yur­duna geldiklerinde, eliyle kocasının kaldığı yeri göstererek:

- İşte, kocan şu köyde bulunuyor; Allah'ın bereketiyle artık bundan sonrasını sen kendin de gidebilirsin, diyecek ve tekrar gerisin geriye Ten'im'e doğru yola koyulacaktı.s'f

Subayb İbn Sinan

Suhayb İbn Sinan, ailesiyle birlikte Musul'da, Dicle kena­nnda yaşarken Rumlar tarafından küçükken esir alınmış ve daha sonralan Kelboğullan tarafından satın alınarak Mekke­'ye getirilmiş biri idi. Artık boynuna köle tasması takılmıştı. Daha sonra da onu Abdullah İbn Cüd'an almış ve hürriyete kavuşturmuştu. Ancak o, Abdullah İbn Ciid'an ölünceye kadar onun yanında kalacaktı.

Efendimiz'in hitabını duyunca Arnmar İbn Yasir'le aynı gün İbn Erkam'ın evine gelmiş ve Müslüman olmuştu. Zayıf ve kimsesiz olduğu için artık o da, en fazla işkenceye muhatap olan mü'minlerden birisiydi. Nihayet önüne, hicret gibi bir al­ternatif çıkmış ve o da bütün bu sıkıntılardan kurtulacaktı.

Günün birinde o da yola koyulmuş hicret etmek için Me-

468 Bkz. İbn Abdi'l-Berr, Üsüdii'l-Ğabe, 1/1442. Ümrnü Selerne validemiz, Os­man İbn Talha'nın bu fedakarlık ve hassasiyetini hiç unutamamış ve her fır­satta bir fazilet örneği olarak onu başkalanna da anlatmıştır.

504


Hicret İzni ve Ku r e y ş l i n Telaşı

dine'ye doğru gidiyordu. Bunu duyan Kureyş'in, bu hicrete müsaade etmeye hiç niyeti yoktu; karşısına dikilmiş ve:

- Sen, bizim aramıza geldiğinde beş parasız ve perişan bir haldeydin! Ne kazandıysan burada bizim aramızda kazandın! Şimdi de çıkmış kendi başına malını alıp öyle gitmeye yelte­niyorsun, olacak şey mi? Vallahi de buna müsaade etmeyiz, diyorlardı.

Önce, uzun uzun baktı onlara Suheyb! Akıllannca, malına el koyduklarında o da gitmez sanıyorlardı. Dünyadan başka değeri olmayan insanlar, uğruna dünyanın feda edilebileceği başka bir alternatif düşünemiyorlardı. Onun için döndü onla­ra ve önce:

- Ey Kureyş topluluğu! Siz de bilirsiniz ki ben, aranızda en iyi ok atanlardanım; vallahi de, elimdeki oklar tükenineeye kadar asla yanıma yaklaşamazsınız! Arkasından da, elimde en küçük parçası kaldığı sürece kılıcımın hakkını verir sizi ken­dime yaklaştırmam! Şayet beni değil de, elimdeki imkan ve malımı hedefliyorsanız, isterseniz onun yerini size göstereyim ve dilediğinizi yapın, dedi.

- Malının yerini göster, yolunda engelolmayalım, diyor­lardı. Adamlan anlamanın imkanı yoktu; dünya metaına tav olmuşlardı ve büyük bir şaşkınlıkla yeniden sordu:

- Şayet size, bütün malımı bıraksam, yolumdan çekilip beni serbest bırakır mısınız?

- Evet, bırakınz, diyorlardı, alaycı tavırlanyla. Belki de, böyle bir şeyolmaz diye düşünüyorlardı. Ancak Suheyb, çok ciddiydi ve:

- Peki o zaman, malımın tamamını size bırakıyorum, de­yiverdi.

Şaşırmışlardı; nasıl olur da bir adam, bütün mal ve mül­künü bir kenara bırakır ve yine de Muharnmedii'l-Emin'e ko­şabilirdi? Kendileri olsa, en küçük bir değerini kaybetmemek

505


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

uğruna hayatı pahasına mücadele eder ve gerekirse bunun için canını bile ortaya koyarlardı. Gerçekten şaşılacak bir durumdu ve bunun, Kureyş mantığıyla anlaşılmasına da imkan yoktu.

Suheyb'in bu yiğitliğinin haberi Allah Resülü'ne kendi­sinden önce ulaşmıştı. Duyar duymaz da:

- Suheyb ne büyük kar elde etti! Suheyb ne büyük kar elde etti, buyuracak ve böyle bir fedakarlığı, karşılaştığı insan­lara da anlatacaktı.s'v Cibril-i Emın'in getirdiği mesaj da, bu ticaretin getirisini haykınr mahiyetteydi:

- İnsanlardan öylesi var ki o, Allah'ın nzasını kazanma yolunda kendi hayatını satın almaktadır. Şüphesiz ki Allah, kullan adına çok merhametli ve onlan kuşatıcıdır.s?"

Hz. Ömer'in Hicreti

Hz. Ömer, gözü pek ve cesur birisiydi. Hicret gibi önemli bir meselede, herkes gizlice hareket ederken o, Medine'ye hic­ret edeceğini açıktan ilan etmiş ve yüreği olanın, falan yerde karşısına çıkması gerektiğini duyurmuştu. Elbette bu tavır, herkesten beklenecek bir tavır değildi ve üstesinden geline­mezdi; ancak bu, Ömer gibi bir arslana çok yakışıyordu.

Hicretle Medine'ye hareket karannı Ayyaş İbn Ebi Rebia ve Hişôm İbnü'ı-As ile birlikte almışlar ve ertesi gün, Teniidub denilen yerde buluşarak hareket etmek üzere anlaşmışlardı. Hatta, herhangi bir sebeple aralanndan birisi buraya gele­mese bile, gelebilenler yola devam edecek ve böylelikle, biri yüzünden diğerleri hicretten geri kalmayacaklardı, Çünkü Kureyş, elinden kaçırdıklan Müslümanlar için üzülüp kahro­luyor, geride kalanlan da kaçırmamak için her türlü çareye (!) başvuruyordu.

Derken, vakit gelmiş ve Hz. Ömer de, evinden hareket et-

469 Bkz. İbn Kesir, el-Bidaye, 3/173; İbn Sa'd, Tabakat. 3/338 470 Bkz. Bakara, 2/207

506


Hicret İzni ve Kureyş'in Telaş!

mişti. Ancak ilk hedefi, anlaştıkları gibi Tenadub değil, Kabe idi. Çok geçmeden Hz. Ömer, kılıcını kuşanıp yayını omzuna atmış ve mızrağını bir eline, oklarını da diğerine alarak Ka­be'ye doğru yol alıyordu. Onu görüp de hicretinden haberi ol­mayanlar, neler olacağını beklerneye durmuşlardı. İnsanlar, Kabe'nin avlusuna dolmuş onu seyrederken o, önce tavafa başladı ve yedi kez tavaf etti Allah'ın evini. Ardından, Ma­kam-ı İbrahim'e geldi ve burada iki rekat namaz kıldı. Daha sonra da, orada bulunan her bir insan halkasının yanına ge­lerek, Müslümanlara reva gördükleri bunca eziyet ve işkence­den dolayı önce onlara:

- Kahrolsun şu kara yüzler! Şu burunları da Allah, sürüm sürüm süründürsün, diye çıkışıyor ve ardından da:

- Sizlerden kim, annesini gözyaşına boğmak, çocuklarını yetim ve hanımını da dul bırakmak istiyorsa, şu vadinin arka­sında karşıma çıksın, diyerek, iman karşısında cephe oluştu­ranlara açıktan meydan okuyordu.ı"

Elbette onlar, Hz. Ömer gibi birisinin karşısına öyle kolay çıkılamayacağını çok iyi biliyorlardı. Onların gücü, sadece za­yıf ve korumasızlara yetiyordu ve yola koyulup da bahsini ettiği vadiye doğru ilerlerken, sadece arkasından bakakalmışlardı.

Derken Hz. Ömer, Hişam ve Ayyaş ile anlaştıkları yere geldi; orada kendisini bekleyen sadece Ayyaş İbn Ebi Rebia idi. Ayrıca, Hz. Ömer'in gelişini bekleyen yaklaşık yirmi kadar insan vardı; bunlar, yalnız hicret etmektense Hz. Ömer gibi bi­risine arkadaş olmayı yeğlemiş, zayıf ve güçsüz insanlardı.s" Anlaştıkları gibi bir müddet beklediler Hişam İbnü'l-As'ı; an­cak, boşunaydı. Çünkü Mekkeliler, onun da hicret edeceğini anlamış ve yolunu keserek hapsetmişlerdi.

471 İbn Abdi'l-Berr, Üsildü'l-Ğabe, 1/819 ; Halebi, İnsanü'l-Uyün, 2/183, 184 472 Bkz. İbn Sa'd, Tabakat. 3/271; Beyhaki, Sünen, 9/13 (17534)

507


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Ayyaş İbn Ebi Rebia

Ayyaş İbn Ebi Rebia, ilk Müslüman olan sahabeler­dendi; henüz İbn Erkam'ın evine yerleşmeden önce Müslü­man olmuş, baskı ve zulümler artınca da Habeşistan'a hicret etmişti. Mekkelilerin Müslüman olduğu haberi üzerine, yeni­den geri gelenler arasında o da vardı; ancak bu geliş, zulüm ve baskıların bittiği anlamına gelmiyordu. Şimdi ise, Ayyaş da harekete geçmiş, artık yeni bir hicret için yola düşmüştü.

Yol arkadaşı Hz. Ömer'le anlaştıklan yerde buluştuktan sonra, uzun ve yorucu; ama sonucu itibariyle sükün ve itmi­nan vadeden bir yolculuğa çıkmışlardı. Gerçi, diğer arkadaş­lan Hişarn'ın gelemeyişine üzülmüşlerdi; ama bunun için ya­pabilecekleri pek bir şey yoktu.

Günlerce süren bir yolculuktan sonra, nihayet Ku~a'ya kadar gelmiş ve burada, dinlenmek için mola vermişlerdi. Bu sırada, arkalanndan gelen iki atlı dikkatlerini çekmiş ve onla­rın da muhacir olabileceklerini düşünerek beklerneye başla­mışlardı. Ne güzel, iki Müslüman daha mihnetlen kurtulmuş ve kendilerini Medine'nin medeni atmosferine atmak için yo­lun sonuna yaklaşmışlardı!

Ancak, çok geçmeden bu beklentilerinde yanıldıklarım gördüler; zira gelenler, Ebu Cehil1e kardeşi Hôris İbn Hişô­m'dı. Bunların hicretle bir ilgileri olamazdı! Gerçi Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebu Cehil'in kapısına defalarca gitmiş­tl; ama o her defasında farklı bir tepki göstererek Allah Re­sülü'ne hakaretler etmiş ve kapısına kadar gelen saadete yüz çevirmişti. On üç yıldır kin kusan bir firavun, bir günde hizaya gelmiş olamazdı; keşke olsaydı! Öyleyse, buraya kadar gelme­lerinin sebebi neydi? Yoksa, Kabe'deki meydan okuyuşunu kaldıramayıp da Ömer'le hesaplaşmak için mi geliyordu bura­ya kadar? Neyse, mesele az son.ra nasılsa anlaşılacaktı!

Ayyaş'ı anyordu Ebu Cehil. Şimdi maksadı anlaşılmıştı; zira Ebu Cehil, Hişam ve Ayyaş, -anneleri birdi- kardeşdiler.

508


Hicret İzni ve Kureyş'in Telaşı

Aynı zamanda Hz. Ayyaş, Ebu Cehil'in amca oğluydu. Meğer Ebu Cehil, meseleyi daha önceden kurgulamış, üvey kardeşini can alıcı yerinden vurarak gerigetirmeyi planlayarak arkasın­dan koşturup ta buraya kadar gelmişti. Şöyle diyordu:

- Şüphesiz ki annen, sen bırakıp da gidince, başına tarak vurmamaya ahdetti ve seni görmeden de güneşin altında bek­leyecek ve ölünceye kadar da gölgeye girmeyecek!

Ayyaş, yufka yürekli bir insandı ve annesi hakkında Ebu CehiI'in anlattıkları karşısında da bir hayli duygularımıştı. Za­ten Ebu Cehil de, onun için bu konuyu öne sürüyor ve kardeşi­ni etkilemek istiyordu. Onun bu halini gören yol arkadaşı Hz. Ömer, basiret ve firasetiyle meseleyi kavramış:

- Ey Ayyaş! Vallahi de bu insanlar, bahane bulup seni dinin konusunda sıkıntıya sokmak istiyorlar; aman ha, sa­kın onlardan! Allah'a yemin olsun ki, annenin başına bitler musallat olunca mecbur kalır ve tarar onu. Mekke'nin sıcağı başına vurunca da mecburen bir gölgeye sığınır, diyerek onu uyarmak istiyordu. Çünkü biliyordu ki, Ebu CehiI'in ipiyle kuyuya inilmezdi; mutlaka kurduğu bir tuzak, planladığı bir dümen olmalıydı!

Ancak Ayyaş, öyle düşünmüyor, meseleye safiyane ba­kıyordu; ona göre ne yapıp edip annesinin yanına gitmeli ve yemini konusunda onu, içinde bulunduğu zor durumdan kur­tarmalıydı. Zaten, Mekke'de bitiremediği işler de vardı ve bu arada onları da yoluna koyar, arkadan yine hicretle Medine'­nin yolunu tutardı!

Arkadaşının, tercihini geri dönmekten yana kullandığını gören Hz. Ömer, bir adım daha atacak ve şu teklifte buluna­caktı:

- Mekke'de bıraktığın mal ve mülkü düşünüyorsan, hiç dert etme; sen de bilirsin ki ben, mal yönüyle Kureyş'in en önde bulunanlanndan biriyim. Malımın yarısı senin olsun; yeter ki onlarla birlikte gitme!

509


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Belli ki Ayyaş karannı vermişti; artık, ısrann bir faydası olmayacaktı.

Sanki, başına gelecekleri görmüş gibiydi Hz. Ömer. Belki de, muhatabını iyi tanıyordu; zira, Ebu Cehil gibi bir firavun, sadece annesinin nezrini haber vermek için günlerce yol al­maz ve başkası adına ter dökmezdi. Onun için Ayyaş'a yardım etmesi gerektiğini düşünüyordu. Bir hamle daha yaptı; zaten gidecekti, öyleyse yolda başına bir şey geldiğinde elini güç­lendirecek bir formül üretmeliydi. Bunun için de şu teklifte bulundu:

- Madem öyle, o zaman şu benim devemi al ve onunla git; çünkü o, soylu ve hızlı bir devedir. Şayet yolda bunlardan bir kötülük sezersen onun üzerine atlar ve hızlı bir şekilde kurtul­muş olursun!

- Peki, dedi Ayyaş ve Hz. Ömer'in devesi üzerine binerek geri dönmeye başladı. Bir müddet yol aldıktan sonra Ebu Ce­hil, Hz. Ayyaş'a şöyle seslendi:

- Eyannemin oğlu! Vallahi de benim şu devem çok yorul­du; artık zor yürüyor. Bir müddet arkana binmeme ne dersin?

Çok masum bir taleb e benziyordu ve Ayyaş da safiyane: - Olur, gel ve bin, dedi. Bunun üzerine develer durdu­ruldu ve Ebu Cehil de Hz. Ayyaş'ın devesinin arkasına, Hz. Ayyaş'ın yedeğine binmişti. Bir müddet böylece yol almışlar­dı. İşte, işin tam burasında, arkadaki Ebu Cehil, ani bir ham­le yapacak ve Hz. Ayyaş'ı arkadan bağlayıverecekti. Bu ara­da, zaten anlaşmalı olduğu diğer kardeşi Haris de gelmiş; bir daha ellerinden kurtulup kaçamayacak şekilde Hz. Ayyaş'ın el ve kolunu tamamen bağlamıştı.

Hz. Ömer'e hak vermediğine yanıyordu Hz. Ayyaş; ama artık iş işten geçmişti. Hiç, Ebu Cehil gibi ümmetin firavunu olan birisine güvenip de yola çıkılır mıydı, hüsn-ü zannını, itimatla dengelemediği için bin pişman olmuştu; ama bu piş­manlığın, bundan sonrasına bir faydası yoktu.

510


Hicret İzni ve Ku r e y ş t i n Telaşı

Mekke'ye geldiklerinde gündüz vaktiydi ve Ebu Cehil, Ayyaş'ı da kendi emeli adına kullanacak, Mekkelilere şöyle seslenerek bunu siyaset malzemesi yapacaktı:

- Ey Mekke halkı! İyi bakın ve biz, kendi sefihimizi nasıl yakalayıp getirmişsek sizler de kendi sefihlerinize aynı mua­meleyi yapın ve sakın elinizden kaçırmayın!473

Ebu Cehil'in küfür adına ortaya koyduğu, gerçekten de görülmeye değer bir gayretli! Ancak o, Müslümanların aleyhi­ne işliyordu. Onun bu gayretini lehe çevirmenin yolu ise, iman safında daha fazlasını ortaya koymakla mümkün olabilirdi!

Hz. Ayyaş'ın başına gelenleri de duyan Allah Resülü, ya­şamlanlara oldukça üzülecek ve mübarek ellerini açarak, Ve­lid İbn Velid ve Selerne İbn Hişôm'ısı yanında Ayyaş'ın da adı­m zikrederek, zulüm gören bütün Müslümanlar için dua dua Rabbine yalvararak nusret talep edecekti.v"

Daru'n-Nedve'deki Karar

Bütün baskı ve engellemelere rağmen hicret devam edi­yordu. Nihayet, Ebfı Selerne ile başlayan hicret sürecinin üze­rinden üç ay geçmişti ki, geride köle ve işkence altında esir bırakılanların dışında hicret etmeyen sadece Allah Resitlii, Hz. Ebfı Bekir ve Hz. Ali kalmıştı. Zaten, Hz. Ebu Bekir'le Hz. Ali'nin hicret arzularını tehir eden de Efendimiz'den başkası değildi. Demek ki şimdi sıra onlardaydı. Bunlar da gider ve Medine'ye yerleşirlerse, zaten savaş konusunda tecrübeli olan Evs ve H azreçlilerle başlan dertten kurtulmaz; Şam ve Yemen istikametinde yaz ve kış aylannda yapageldikleri ticari hayat­lan tehlikeye girer ve bir daha da asla huzur (l) bulamazlardı.

Halbuki, henüz her şey bitmiş değildi ve işi, daha baştan çözme imkanlan vardı. Bunun için acil bir önlem alınmalı ve

473 İbn Hişam, Sire, 1/322

474 Bkz. Buhari, Sahih, 1/277 (771); İbnü'l-Esir, Üsüdü'l-Öabe, 4/308, 309

511



 

Efendimiz (sal1al1ahu aleyhi ve sellem)

meseleye son nokta konulmalıydı. Takvimler, sefer ayının yir­mi altısı, Pazartesi gününü gösteriyordu.

Nihayet bir kuşluk vakti, bir araya gelecek ve bir durum değerlendirmesi yaparak bu konudaki nihai stratejilerini tes­pit edeceklerdi. Bunun için, her zamanki istişare meclisleri olan Kusauı; İbn Kİlab'dan kalma Dôru'n-Nedue'ôe bir araya gelerek aralannda konuşmaya başladılar. Bu önemli karan almak için bir araya gelenler, Ebu Cehil, Cübeyr İbn Mut'im, Tuayme İbn Adiy, Hôris İbn Amir, Utbe ve Şeybe İbn Re­Ma kardeşler, Ebu Süfyan, Nadr İbn Hôris, Ebu'l-Balıteri, Zem'a İbn Esved, Hakim İbn Hizôm, Nübeyh ve Münebbih İbnil-Haccôc kardeşler ile Ümeyye İbn Haleften oluşuyordu. On dört yıldır devam eden bir meseleyi, temelinden çözmek istiyorlardı; işi o kadar gizli yürütüyorlardı ki, yaşı kırkı geçmeyen toy kimseleri içeri almıyor; içeride konuşulanların da dışanya sızmaması için azami gayret gösteriyorlardı.

Bu arada, hiç tanımadıklan, kıyafeti kaba ve Necidli ol­duğunu söyleyen sanklı bir ihtiyar da çıkagelmiş; heyetlerine katılmak için kapıda bekliyordu. Telaşla:

- Bu ihtiyar da kim, diye sordular.

- Necid'den bir ihtiyar; sizin dayıoğullannızdanım! Bura-

da, çok önemli bir iş için bir araya geldiğinizi duydum ve belki benim de size bir faydam dokunur diye geldim! İstemiyorsa­nız çıkar giderim, diyordu.

- Dayıoğlu demek bizden demektir! Necid'den gelip de aramızda casusluk yapacak değil ya! Nasılsa Mekkeli değil, dedi ve onu da içeri buyur ettiler.

Nihayet, meşveret başlamıştı. Toplantıyı, Ebu Cehil yöne­tiyordu. Söze şöyle başladı:

- Şu adammızm halini biliyorsunuz; şayet aranızdan ayrı­lıp da bir başka yerde güç toplayıp üzerinize saldınrsa sürekli

512


Hicret İzni ve Kureyş'in Telaşı

başınız ağrıyacak demektir. Bu durumdan kurtulmak için fik­rinizi söyleyin ve haydi, bir araya gelmenin hakkını verin!

Ebu'l-Bahteri ileri atıldı:

- O'nu demirlere bağlayıp hapsedin; üzerine kapılan ka­patarak beklerneye durun. Nasılolsa bir gün, kendisinden ön­ceki şairlerin başına geldiği gibi O da ihtiyarlayacak ve ölüp gidecek, diyordu. Necidli ihtiyar devreye girdi:

- Vallahi de ben aynı görüşte değilim! Çünkü bu, asla çö­züm olamaz! Dediğiniz gihi O'nu hapsetmiş olsanız da bu iş, üzerine kapattığınız kapı ve etrafını çevirdiğiniz duvarlan aşa­rak arkadaşlanna ulaşır. Sonra da üzerinize saldınr ve O'nu sizin elinizden alıp götürür, böylece dışanda güç elde ederek size yeniden saldınrlar. Bu, asla bir çözüm değil; siz başka bir çözüm üretin!

Esved İbn Rebia ileri atıldı:

- O'nu aramızdan söküp atalım ve yurdumuzdan çıkanp sürgün edelim; nereye giderse gitsin! Böylelikle O'ndan kur­tulmuş oluruz! Bizden aynldıktan sonra da vallahi, O'nun ne­reye gidip yerleştiği bizi hiç ilgilendirmez, diyordu. Bu fikir de İhtiyar'ı memnun etmemişti; ileri atıldı ve:

- Vallahi bu da çözüm değil! Sözündeki güzellik, man­tığındaki insicam ve siretindeki letafeti görmüyor musunuz; bunlar, insanların kalbine nüfüz eder ve yine O, bir gün karşı­nızaçıkar. Şayet böyle yaparsanız, gün gelir O, meziyetleriyle arkasında kitleleri hareket ettirir ve böylelikle siz, kendilerin­den söz aldığı kabileleri karşınızda buluverirsiniz! Gelir ve si­zin elinizdekilere göz dikerler ve o zaman da siz, hiçbir şey yapamazsınız. En iyisi siz, başka bir çözüm arayın, dedi.

Ortada gerçekten bir gariplik vardı; Mekke, kendi arasın­da meseleyi çözmek için bir araya gelmişti; ama Necidli ihti­yar, Mekkelilerden daha aktif çıkmıştı. İyi ki onu bu meclise almış, tanımıyoruz diye dışanda bırakmamışlardı!

513


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Toplantıya başkanlık yapan Ebu Cehil de Necidlinin yak­laşımından hoşlanmıştı. Ona göre de, önceki fikirler kesin çö­züm olamazdı. Ancak, başka da bir çözüm çıkmıyordu. Gözler, ihtiyann yaklaşımını onaylayan Ebu Cehil'e yöneldi. Zaten o da, sıranın kendisine gelmesini bekliyordu:

- Şu boealayıp durduğunuz konuda, vanahi benim de bir fikrim var, dedi.

- Nedir o, ey Eba'l-Hakern, dediler. Şunları söylüyordu:

- Bana kalırsa kesin çözüm, her bir kabileden eli silah

tutan, çevik ve atak, attığını vuran ve vurduğunu da deviren gençler seçmek. Hep birlikte üzerine, keskin kılıçlanyla sal­dırsınlar ve tek bir vuruşla O'nun işini bitirip öldürsünler ve siz de, O'ndan kurtulup rahat edin! O'nu bu şekilde öldürünce de, malum kanı kabileler arasında dağılır ve böylelikle Abdi­menafoğulları, bu kadar kavmi karşısına alıp da onlarla sa­vaşmaya cesaret edemez; önlerinde sadece diyet alternatifi kalır ki, onu da biz öder ve bu işi, bir diyet ödemekle bitirmiş oluruz!

Necidli ihtiyar, yine devreye girdi; ancak bu sefer, aynı zamanda konuşurken, işte şimdi oldu manasında kafa sanı­yordu ve son cümlesi:

- İşte söz, bu arkadaş ın söylediği sözdür! Ben, başka da bir çözüm bilmiyorum, şeklinde olmuştu.

Artık, kararlarını vermişler ve üzerinde ittifak ettikleri planı ortaya koyarak Muhammed'i öldüreceklerdi. Yine, top­lanırken ortaya koydukları hassasiyeti tatbik ederek Daru'n­Nedve'den ayrılıp evlerinin yolunu tuttular.vs

475 Halebi, İnsanü'l-Uyün, 2/189, 190

514


MUKADDES GÖÇ ~

Beri tarafta Efendiler Efendisi'ne hicret izni gelmişti ve O da, artık Mekke'den ayrılmak üzereydi. Zira, Cibril-i Emın'in getirdiği vahiy içinde bulunan bir ayet, dilinde pelesenk ol­muş, her fırsatta:

- Ey Rabbim! Beni doğruluk diyanna ulaştır ve doğru bir zamanda buradan çıkararak kahndan bana nusret dolu bir ih­san nasip et,476 diye dua ediyordu. İşte şimdi, bu dualar kabul görmüştü ve Allah'ın Resülü de, mukaddes göç için Medine'ye hareket etmek üzereydi.

Cibril-i Emin, önce, Mekkelilerin kurduklan tuzağı haber veriyorve:

- Sakın, her zaman uzandığın yatağında yatma, diyor; ardından da, Mekke'den çıkış zamanından Kureyş'in tuzağın­dan nasıl kurtulacağına kadar hicret stratejisini talim ediyor­du. Kısaca mukaddes göç, Kureyş'in tuzaklanyla Alım ü Habir Allah Teala'nın tedbiri arasında başlamış oluyordu.s"? Kendi­sine hicret müjdesini getiren Cibril'e Efendimiz:

476 Bkz. İsra, 17/80

477 Ayni, Umdetü'l-Kari, 17/46; İbn Kesir, Tefsir, 2/400

515


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

- Hicret yolunda benim arkadaşım kim olacak, diye sor-

du.

- Ebu Bekir, cevabını veriyordu.s?" Zaten Ebu Bekir de, hicrette musahebet fırsatını uzun zamandır bekler olmuştu. Derken, alışılmışın dışında ve herkesin istirahat ettiği bir öğ­len vakti, Resülüllah (sallallahu aleyhi ve sellem) gelip Hz. Ebu Beki­r'in kapısını çaldı; içeri girmek için izin istiyordu. Olacak şey değildi! Hz. Ebu Bekir'in kapısında durmuş, Allah'ın en sevgi­li kulu, içeri girmek için bekliyordu.

- Anam-babam O'na feda olsun! ValIahi de bu saatte gel­diğine göre mutlaka önemli bir iş var, diye mırıldandı önce. Çok geçmeden de, hemen kapıya koştu ve Efendiler Efendisi'ni içeri buyur etti. Merakla bekliyordu Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh). Çünkü, bugüne kadarki gelişler, ya sabahın erken saat­lerinde vaya akşamın serinliklerinde gerçekleşmişti. Çok geç­meden, o an orada bulunan Hz. Ebu Bekir'in kızlan Esmii ve Aişe'yi kastederek, evin diğer sakinlerini bulunduklan yerden çıkarmasını talep etti Allah Resülü. O ise:

- Endişe etme ya Resfılallah! Onlar benim kızlanm; Se­nin de ehlin sayılır! Anam-babam sana feda olsun. Bir şey mi var, diyor ve bu saatte teşrifin sebebini anlamaya çalışıyordu. Cevap gecikmedi:

- Mekke'den çıkıp hicret etmek için bana da izin verildi. Daha da heyecanlanmıştı Ebu Bekir ve:

- Birlikte mi ya Resülallah, diye sordu. Merakla bekleyen yüze, müjde dolu şu cümleler döküldü mübarek dudaklann­dan:

- Evet, birlikte.

Dünyalar onun oluvermişti; zaten Ebu Bekir, bugün için hazırlanmış ve haydi gidiyoruz, emrini bekliyordu; çünkü o,

478 Bkz. Hakim, Müstedrek, 3/6 (4266)

516


Mukaddes Göç

diğer arkadaşlan gibi hicret için izinistediğinde bunun müj­desini daha önce almış ve Efendimiz kendisine:

- Acele etme! Umulur ki Allah, yanına bir arkadaş bah­şeder, denilmişti. Bundan sonra da, hemen iki kişilik yol ha­zırlığı yapmaya başlamıştı. Dört aydır, besili iki deveyi bu yol­culuğa hazırlıyordu. Artık, Habib-i Ekrem'inden gelecek bu cümleleri bekler olmuştu. İşte şimdi, o cümleleri duyuyordu.

Akışı değiştirecek bir adımın başlangıcıydı bu. Bu tarihi yolculukta Resülullah'a arkadaş olmak ... Bundan daha büyük bir lütuf olabilir miydi? Kendini tutamamış ve sevinçten hıç­kıra hıçkıra ağlıyordu Hz. Ebu Bekir (radıyallalıu anh).479

Çok geçmeden Efendiler Efendisi'ne iki deve getirmiş ve: - Ey Allah'ın Nebisi! Şu iki bineği, bu iş için hazırlamış­tım, dedi. Ancak, Habib-i Ekrem (sallallalıu aleyhi ve sellem), her haliyle örnek olmalıydı; onun için Hz. Ebu Bekir'e:

- Ancak, bedelini ödemek şartıyla, diyerek, böylesine önemli bir yolculukta, bedelini ödemediği bir nimetten istifa­de edilmemesi gerektiğini ortaya koyacaktı.

Hicretin Tedbir Boyutu

Artık her şey tebeyyün ettiğine göre, yol için adım atmak gerekliydi; Ebu Bekir, Sıddik olduğunu gösterecek ve hicret yolunu daha güvenli kılma adına kendine yakışır hamleler ya­pacaktı. Zira, tedbiri elden bırakmamak gerekiyordu. Çünkü, develerle birlikte bunca yolu katetmek öyle kolay olmayacak­tı. Bunun için öncelikle, yolu iyi bilen ve delillik konusunda mahir Abdullah İbn Ureykzt adında bir müşrikle anlaştılar. Abdullah, Kureyşle aynı anlayışa sahipti; ancak Allah Resülü ve Hz. Ebu Bekir, yol konusunda bu adama güveniyorlardı. Halbuki, Abdullah İbn Ureykzt başlanna konulan ödüle ta-

479 Taberi, Tarih, 1/569; İbn Hişam, Sire, 3/11

517


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

mah edip de gidecekleri istikameti söyleyebilir ve koordinat­ları vererek dünyalık adına büyük bir servet sahibi olabilirdi!

Demek ki Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), muhatapları­nın karakterini çok iyi biliyordu; Abdullah, müşrik olmasına rağmen, dünyaya tamah etmeyen sözünün eri bir adamdı. Aynı zamanda bu adam, gitmek istedikleri yolu da iyi bilen bir rehberdi. Anlaşılan, böyle riskli bir ortamda bile maharet prim yapıyordu. Üç gün sonra Sevr'de buluşacaklar; buraya gelirken Abdullah, hicret için Hz. Ebu Bekir'in satın aldığı iki deveyi de getirecek ve böylelikle fiilen hicret yolu başlamış olacaktı.

Kızı Esma.'ya da tembih etmişti Hz. Ebu Bekir; Sevr'de kalacakları günlerde arkadan azık hazırlayıp gönderecekti. Esma, hassasiyetle yiyecek ve içecek hazırlıyor, hazırladıkla­rını da küçük bir torbanın içine koyarak ağzını bağlayıp öyle gönderiyordu. Hatta, torbanın ağzını bağlayacak ip bulama­mış ve annesinin de talimatıyla belindeki kuşağı çözerek ikiye ayırmış ve her iki torbayı da bu iple bağlamıştı. Ve, bundan dolayı da kendisine, iki kuşak sahibi manasında 'zünnitakayn' derıilecekti.s''?

Bir başka tedbiri daha vardı Hz. Ebu Bekir'in; koyunlarını otlatan çobanA.mir'i yanına çağıracak ve yol alırlarken arkala­rından koyunlarını sürüp, böylelikle geride bıraktıkları izleri yok etmesini söyleyecekti.r" Zira biliyordu ki Mekkeliler, iz sürmekte mahir idiler ve böyle bir tedbire müracaat edilmedi­ği yerde, sebepler açısından kendilerini fark ederler ve başla­rını zora sokarlardı.

Hz. Ebu Bekir'in oğlu Abdullah da, çoban Amir'le müna­vebeli olarak yanlarına gelecek ve Esma'mn hazırladığı azıkla

480 Bkz. Sahihu Buhari, 3/1087 (2817) . Bu tavnnı sonradan duyduğunda Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisine iltifat edecek ve "Senin o iki kuşağına bedel Allah, cennette iki kuşak verecektir." buyuracaktı.

481 Buhari, Sahih 3/1419 (3692)

518


Mukaddes Göç

birlikte, burada kaldıkları süre içinde kendilerine Mekkelile­rin haberini getirecekti. Akşamları mağaraya gelen Abdullah, sabahın erken saatlerinde yine buradan ayrılacak ve bu süre içinde de Amir, koyunlarıyla birlikte gelip onları Sevr' de otlat­maya başlayacaktı. Ve bu, orada kaldıkları her gün için yaşa­nacak bir hadiseydi. Aynı zamanda bu vesileyle, bu mübarek ve kutlu yoldaki en değerli yolcularının süt ihtiyaçları da kar­şılanmış olacaktı.s'"

Alınması gereken bir tedbir de Efendimiz'e aitti; yeğeni genç Hz. Ali'yi, kendi yerine vekil bırakmış ve hane- i saadetle­rinde kalarak, o güne kadar kendisine emanet edilen emtiayı sahiplerine verme vazifesi vermişti. Bu ne büyüklüktü ki, ca­nına kastedenlerin mallarını bile zayi etmiyor; canı gibi sevdi­ği yeğeninin hayatını tehlikeye atma pahasına da olsa, emane­te riayet etmeyi bir borç biliyor; can düşmanlarının mallarını kendilerine ulaştırmasım istiyordu.

Elbette ki bu kadar tedbir, fazla değildi. Onun için Efen­diler Efendisi de, bütün bu olanları tasdik ediyor ve hiçbirini gereksiz bulmuyordu. Zira O (sallallahu aleyhi ve sellern), ümmetine rahmet olsun diye gönderilmişti. Aksi halde O (sallallahu aleyhi ve sellern), bunları yerine getirmeden de, Allah'ın kendisini koru­yacağını biliyordu. Zira Allah (celle celaluhü), insanlardan gelebi­lecek tehlikelere karşı kendisini koruyacağını bildirmiş ve O da, bunu namazlarında Kur'an ayeti olarak okuyup duruyor­du.483 Demek ki mesele daha farklıydı; işin özü Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), diğer insanların kendisine bakarak hi­zaya girdikleri imam konumunda bir rehber, bir modeldi. Hz. Ömer gibi çıkıp da hicrete başlamış olsaydı, ümmetinin tama­mı aynı yolda yürümek zorunda kalırdı. Böyle bir hamle ise, insanları, altından kalkamayacakları imtihanların kucağına atmak anlamına gelirdi. Öyleyse O, ümmetinin en ağır-aks ak

482 Bkz. İbn Hişam, Sire, 3/12

483 Bkz. İbn Kesir, Tefsir, 4/683; Kadı İyaz, şim, 1/258

519


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

yürüyenini de hesap edecek ve işlerini, kışın şartlanna göre planlayacaktı. Onun için, tedbirde kusur etmiyor ve sebeplere riayet konusunda ümmetine en tesirli dersi veriyordu.

Beri tarafta Kureyş, kendilerince kesin sonuca ulaşmak üzereydi; aralanndan seçtikleri Ebu Cehil, Hakem İbn Ebi'l­As, Ukbe İbn Ebi Muayt, Nadr İbn Hôris.Ümeıjue İbn Ha­lef, Zem'a İbn Esed, Tuayme İbn Adiy, Ebu Leheb, Übeyy İbn Halefile Nübeyh ve Miinebbilı İbn Haccôc kardeşler bir araya gelmiş ve Resul-i Kibriya Hazretlerinin evini sarmış­lardı. Böylelikle her bir kabileden birer temsilci devreye gir­miş ve diğerleri de, bir kenara çekilmiş, zafer naralan atmak için sabırsızlıkla bekliyorlardı. Gözü dönmüş bu talihsizler, Efendimiz'in evini kuşatmış, son vuruşu yapmak için artık dakikalan sayıyorlardı. Hatta Ebu Cehil, Allah davasına ça­ğınrken Efendimiz'in kullandığı kelimeleri diline dolayarak kendince bunlan alay konusu yapıyor ve istihzai bir tavırla etrafındakilere şunlan söylüyordu:

- Hani Muhammed, kendisine tabi olduğunuzda Arap ve Acem meliklerine hakim olacağınızı söylüyordu? Hani, O'na uymazsanız, hayatınız tehlikeye girecek ve kelleleriniz gide­cekti? Öldükten sonra da, yeniden ayağa kalkacak ve cehen­nemin alevleri içinde cayır cayır yanacaktınızlws

Artık, meseleyi gürültüsüz çözecekleri (!) anı bekliyor­lardı. Ancak Allah (celle celaluhü), her şeye hakimdi ve bütün bu olup bitenleri de biliyordu. Semavat ve arzın mülkü O'nun yed-i kudretindeydi ve O, istediğini dilediği zaman yapar, kimse de buna bir şey diyemezdi. Böyle olunca, Kureyş'in kur­duğu tuzak ve hazırladığı ölüm komandosunun hiçbir önemi yoktu ve olamazdı! Sonuç da, öyle olacaktı.

Normal şartlarda Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), yat­sı namazını kıldıktan sonra bir miktar yatar, Kabe'den el-ayak

484 İbn Hişam, Sire, 3/8; Taberi, Tarih, 1/567

520


Mukaddes Göç

çekilince de kalkıp buraya gelir ve huzur içinde Rabbine iba­det ederdi. Ancak bu gece durum farklıydı; durumdan haber­dar olur olmaz, Hz. Ali'yi yanına çağırmış ve:

- Şu yeşil örtüye bürün ve gel de yatağımda sen yat! Hiç endişe etme; yat ve uyu; çünkü sana, zerre kadar zarar vere­meyecekler, diye sesleniyordu.

Derken, Efendiler Efendisi, Ya-Sin suresinin ilk dokuz ayetini okuyarak evinden dışan adım attı. Kapının önünde, fırsat kollayan Kureyş nöbet tutuyordu. Bu esnada:

- Onlann hem önlerinden hem de arkalanndan birer en­gel koyduk ve gözlerinin önüne de bir perde çektik; artık on­lar, hiçbir şey göremezler, manasındaki ayeti okuyordu.

Bu arada, eline aldığı kum, toprak benzeri malzemeyi, kendisini öldürmek üzere evini kuşatanIann üzerine saçıver­di. Bu hareketine paralelolarak da şöyle diyordu:

- Şu yüzler karanp gözler görmez olsun!

Attığı toprak, orada bulunanların her birine isabet etmişti ve adeta kör olmuşlardı. Olacak ya, aralanndan yürüyordu; ama hiçbirisi de Allah Resülü'nü görmüyordu. Evet, onlar, kendilerini imana davet etmekten başka hiçbir suçu olmayan Allah'ın en sevgili kulunu yakalayıp öldürmek, yurt ve yuva­sından mahrum ederek hayatına son vermek üzere tuzak kur­muşlardı; ama O'nu peygamber olarak gönderen ve alemlere rahmet vesilesi kılan Allah (celle celaluhül'Itı da bir planı vardı. Ve yine görülüyordu ki, küfür ne kadar köpürürse köpürsün, Allah'ın iradesinin önüne asla geçilemeyecek ve her zaman ol­duğu gibi yine, O'nun dediği 0lacaktı.485

Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), çoktan uzaklaşmıştı.

Bir müddet sonra, kapısının önünde kendisine tuzak kurup da sessizce bekleyenlerin yanına bir başkası geldi ve onlan bu halde görünce:

485 Bkz.Enf~,8/30

521


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

- Sizler burada niye bekliyorsunuz, diye sordu. Tereddüt­süz cevap verdiler:

- Muhammed'i.

Adam, hiddetlenmişti. O'nu öldürmek için seçtikleri en seçkin insanlar, kapısının önünde munis birer kediye dön­müş; üzerlerine saçılan toprağın bile farkına varamamışlardı. Muhammedii'l-Emin, arkadaşıyla birlikte yol alırken bunlar, miskin miskin kapısında oturuyor ve kendilerince O'nu öl­dürmenin planını yapıyorlardı! Resmen bu, açık bir aptallıktı! Onları azarlarken:

- Vallahi de yazıklar olsun size! Sizi gidi beceriksizler!

ValIahi de O, başınıza toprak saçmış ve aranızdan da sıynlıp çoktan uzaklaşmış durumda, diyordu.

- Vallahi de biz O'nu görmedik, diyorlardı. Büyük bir çö­küntü içindeydiler! Sanki görme özellikleri alınmış ve etrafla­rına baktıkları halde Allah Resülü'nü görememişlerdi. Ellerini başlarına götürüp birbirlerine bakıştılar; gerçekten de adamın söyledikleri doğruydu. Hemen, üstlerindeki toz-toprağı silke­leyip temizlerneye başladılar.

Çok geçmeden mesele, Kureyş arasında da duyulmuş, ölüm müjdesini bekleyen diğer ileri gelenler, Efendimiz'in hic­ret ettiğininin haberiyle yıkılmışlardı; bütün ağa takımı birden hane-i saadete hücum etmişti. Kapıyı aralayıp da içeri girdik­lerinde, bir anlık nefes aldılar; zira, yatak boş değildi! Dışarıda kendilerini ayıplayıp kızan adamlarına inat, fısıltıyla:

- İşte Muhammed, şu örtünün altında, diyerek bunca en­dişenin yersiz olduğunu söylemeye başlamışlardı. Ancak bu da uzun sürmedi; çünkü, bu kadar insanın içeri girmesiyle ayağa fırlayan Hz. Ali, meydan okurcasına karşılarında duruyordu. İkinci büyük şoktu bu onlar için: .. Hiddet ve hışımla:

- Muhammed nerede, diye sormaya başladılar.

522


Mukaddes Göç

- O konuda herhangi bir bilgim yok, cevabını verdi Hz.

Ali. Yine kaybeden onlar olmuştu; aldıklan cevapla daha da sinirlenmiş, etrafa tehditler yağdırıyorlardı. Hz. Ali'yi de bı­rakmak istemiyorlardı; önce bir miktar itip kakıştırdılar ve ardından da tutup Kabe'ye kadar getirdiler. Belki, yolcuların yerlerini söyler ve kendilerine bir ip ucu verir, diye bir müd­det onu hapsettiler.s'" Ancak, ne kadar zorlasalar da istedik­leri cevabı alamayacaklarını anlamışlardı. Hem, Hz. Ali'yi ser­best bırakmamak kendi aleyhlerindeydi; çünkü o, kendilerine ait emanet mallan dağıtmak için geride kalmış ve şimdi de bu emanetleri sahiplerine geri verecekti.

Ümmetin firavunu Ebu Cehil, bu lakabı ne kadar hak etti­ğini gösterircesine şöyle ilan ediyordu:

- Muhammed'i, ölü ya da diri getirene yüz deve ben­den!487

Tam, yakaladık, derken ellerinden kaçırdıkları Efendimiz ve Hz. Ebu Bekir'i tamamen kaybetmek üzerelerdi. Belli ki, sadece kendileri bu işin üstesinden gelemeyeceklerdi; onun için Ebu Cehil'in bu yaklaşımına herkes sahip çıkacak ve baş­lanna konulan bedel, her ikisi için de, ölü ya da diri getirene yüzer deve olarak resmiyet kazanacaktı.s'"

Aynı zamanda Ebu Cehil, aklını kullanmasını bilmese de zeki bir insandı. Hiç vakit geçirmeden Hz. Ebu Bekir'in evi­ne geldi. Kapıyı açan, Hz. Ebu Bekir'in kızı Esmii idi. Babası­nın nerede olduğunu sordu önce. Bilmediğini söylüyordu Hz. Esma, Ebu Cehil' e göre, onun bilmemesine imkan yoktu ve aldığı cevapla küplere binen Ebu Cehil, Hz. Esma'nın yüzüne öyle bir tokat indirdi ki, şiddetinden Hz. Esma'nın kul ağın­daki küpe kopup yere düşecekti. Halbuki, o günkü toplumun genel teamüllerine göre, onun gibi küçük bir kıza böyle bir ha-

486 Bkz. Taberi, Tarih, 1/568

487 Bkz. Hindi, Kenzu'l-Ummal, 12/779 (35744) 488 Bkz. Taberi, Tarih, 1/570

523


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

reket, normal şartlarda da ayıp karşılanırdı. Ama bu, Ebu Ce­hil' di. Hz. Esma bu olayın etkisinden yıllarca kurtulamayacak ve kendisine hatırlatıldığında ise Ebu Cehil için:

- Pis ve haddi aşmış bir adam, diyecekti.t''?

Sevr'e Yöneliş

Takvimler, Sefer ayının yirmi yedisini gösteriyordu. Ge­cenin karanlığında Hz. Ebu Bekir'in evinden başlamıştı mu­kaddes göç. Ancak istikamet, ashab-ı kiramın gittiği yön olan Medine yerine Yemen istikametindeki Sevr dağını gösteriyor­du. Yaklaşık sekiz kilometrelik bu yol alınacak ve emsallerine nispetle daha yüksek, büyük taşlarla dolu ve yollan engebeli olan Sevr'e tırmanılacaktı. Aynca bunu yaparken Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), bu kadar uzun yola, arkasında­kilerin kendisine ulaşma isteklerine ve yol şartlannın aleyhte birleşmesine rağmen ayaklannın ucuna basmaya çalışıyor ve böylelikle de, arkasında kalıcı bir iz bırakmamayı amaçlıyor­du. Demek ki, tedbir adına bir manevraya daha ihtiyaç vardı; bir müddet burada kalınacak ve Mekke'de olup bitenler bura­dan seyredilecekti. Çünkü Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), Mekke dışında bile kendisine hayat hakkı tanımak istemeye­ceklerini biliyor ve köyünü terk ettiğini öğrenir öğrenmez de izini takip ederek maksadına ulaşmasına müsaade etmeyecek­lerini tahmin ediyordu. Zira Kureyş, ashab-ı Muhammed'in Medine'ye gittiklerini biliyor ve sonradan bu tarafa yönelenle­ri de yakın takibe alıp geri çevirmek için olmadık yöntemlere baş vuruyordu.

Hz. Ebu Bekir'in hassasiyet ve çabalanna diyecek yoktu; başına bir şeyler gelir diye Efendimiz'in üzerine tir tir titriyor, bazen önüne geçip öyle yürürken zaman zaman da arkada ka-

489 EbU Nuaym, Hilyetü'l-Evliya, 2/56; İbn Hişam, Sire, 3/14

524


M ukaddes Göç

larak O'nu takip ediyordu. Onun bu halini fark eden Efendi­miz soracaktı:

- Ya Eba Bekir! Sana ne oluyor da bazen önümde bazen de arkamda yürüyorsun?

- Ya Resülallahl Arkadan bir tehlike gelip gelmediğinden emin olmak için arkanızdan yürüyor, önünde gözcüler olabi­leceğinin endişesiyle de önünüze geçiyorum.

Bu hassasiyete karşılık Efendimiz:

- Ya Eba Bekir! Senin yanında Benden daha sevimli baş­ka bir şey var mı dersin?

Sıddik-i Ekber'e yakışır bir cevabın gelmesi gecikmeye­cekti:

- Hayır ya Resülallahl Seni hak ile gönderene yemin olsun ki, Senin başına bir musibet gelmektense ben, Senin uğrunda canımı verir, o musibetin benim başıma gelmesini isteriml-?"

Mağarada Ebu Bekir Hassasiyeti

Zirvedeki mağaraya önce Ebu Bekir girmeliydi. Zira, karşı­laşabilecekleri her türlü olumsuzluğu, önce kendi sinesinde söndürüp Habibine herhangi bir zarann gelmesine engel olmalıydı. Hz. Ebu Bekir'ce bir hassasiyetti bu. Bütün tela­şı, İnsanlığın Emini'ne bir tozun dahi konmasını istememe­sinden kaynaklanıyordu. Bu yüzden, üstündeki libasını par­çalamıştı; zararlı hayvanların Allah Resülü'ne ilişmemeleri için deliklerini kapatıyordu. Kapatamadığı iki delik kalmıştı; bunlar için de bir çözüm üretmiş, ayağının biriyle birini, di­ğeriyle de öbürünü kapatarak Efendisi'ni buyur etmişti. Hz. Ömer'in yıllar sonra, "Mağaradaki o gecesine bütün amelimi verirdim." diyerek gıptayla baktığı Hz. Ebu Bekir'i, ayağıyla kapattığı delikten yılan sokmuş; ama o, Efendimiz'i rahatsız

490 Bkz. Hakim, Müstedrek, 3/7 (4268) .Mişkatü'l-Mesabth, 2/556; Mübarekfü­ri, er-Rahiku'l-Mahtüm, s. 155, 156

525


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

etmemek için dişini sıkıp, bir kez olsun "ah" etmemişti. Ni­hayet, gözünden akan yaş ve alnından dökülen soğuk terler, Efendimiz'in dikkatini çekip de:

- Sana neler oluyor ya Eba Bekir, diye sebebini sordu­ğunda:

- Anam-babam Sana feda olsun ya Resülallahl Yılan sok­tu, diyebilmişti. Bunu söylerken de, üzerinde olabildiğince bir mahcubiyet hakimdi; kendisine ait bir durumdan dolayı Efen­dimiz'in üzülmesini ve kıymetli zamanını böyle bir meseleyle meşgul etmeyi istemiyordu. Bunun üzerine Efendiler Efendi­si, yaranın üzerine hafifçe tükürüğünü serpecek ve ardından da, şifa bulması için Rabbine dua edecekti. Bir anda her şey, yeniden normale dönüvermişti; sanki bu hadise, hiç olmamış gibiydi. Çünkü Ebu Bekir' de, acı adına hiçbir şey kalrnamıştı.s?'

Bu arada bir örümcek işe koyulmuş, atkılannı örerek ma­ğaranın önünde ter döküyordu. Bir de, iki tane güvercin gel­miş ve burada yuva yapmıştı. Aynı zamanda mağara girişinde bir ağaç büyümeye başlamış ve Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) önünde perdedarlık yapıyordu. Belli ki Allah (celle eelalu­hü), Habib-i Ekrem'ini kimseye bırakmayacak ve bizzat kendi­si koruyup kollayacaktı.

İz sürenler, Sevr'e de tırmanmış; burada olabileceği endi­şesiyle mağarayı kontrole gelmişlerdi. Girişteki güvercinlerle büyüyen ağaçlan ve örümcek ağını görünce aralanndan birisi, gayr-i ihtiyari şunlan söyleyecekti:

- Baksana şu örümcek ağına; sanki Muhammed daha dünyaya gelmeden önce örülmüş gibi!

Öbürleri de farklı düşünmüyordu ve örümcek ağları arada

491 Bkz. EbU Ca'fer et- Taberi, er-Riyadu'n-Nadıra, ıL 450. Hatta Hz. Ömer (radı­yallahu anh), bu rivayetinde Hz. Ebu Bekir'in (radıyallahu anh) bu sebepten dolayı öldüğünü de vurgulamaktadır.

526


Mukaddes Göç

incecik bir perde kalmasına rağmen Allah (celle celaluhü), Resü­lü'nü korumuş ve onlar da elleri boş geri dönüyorlardı.w"

Mağaranın içinde ise, müşriklerin bir mızrak boyu mesa­feye yaklaştıklannı görüp seslerini duyan Hz. Ebu Bekir, yine soğuk terler döküyordu. Deli danalar gibi burnundan soluyan bu gözü dönmüşlerin ayaklannı gören Ebu Bekir (radıyallahu anh):

- Ya Resülallah! Şayet birisi eğilip de ayağının hizasın­dan içeriye bakıverse, ayaklannın dibinden bizi rahatlıkla gö­recekler!

"Sen benim kardeşimsin." dediği mağara arkadaşını te­selli yine Allah Resülü'ne kalmıştı:

- Üçüncüleri Allah olan iki kişi hakkında, niye endişe du­yuyorsun ki ya Ebü Bekir?493

Bunu diyen Resülullah'tı. Allah'ın en sevgili kuluydu ve O'nu, insanlardan gelecek zararlara karşı koruyacağını bizzat O (celle celaluhü) bildirmişti.s?- Kendinden emin konuşuyordu; zira biliyordu ki, Kureyş anlamayıp O'na yardımcı olmasa da Allah (celle celaluhü), vaktiyle bütün elçilerine yardım ettiği gibi Son Nebi'sine de yardımcı olacak ve üzerine indirdiği sekine

492 Bkz. İsbehani, Delail, 1/76,77; Heysemi, Mecmeu'z-Zevaid, 3/231

493 Aynı husus, Cibril-i Emın'in getirdiği Ebedi Mesaj Kur'an'da da yer alacak ve bu meseleyi Yüce Mevla, şöyle anlatacaktı: "Eğer siz o (Hak elçisi)ne yardım etmezseniz, iyi bilin ki, Allah ona yardım etmişti: Hani yalnız iki kişiden biri olduğu halde, inkar edenler kendisini (Mekke'den) çıkardıklan sırada ikisi mağarada iken arkadaşına 'Üzülme, Allah bizimle beraberdir!' diyordu. (İşte o zaman) Allah (ona yardım etti) onun üzerine sekine(huzur ve güven duygu­)sunu indirdi ve onu, sizin görmediğiniz askerlerle destekledi; inanmayaula­nn sözünü alçalttı. Yüce olan, yalnız Allah'ın sözüdür. Allah daima üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir." Tevbe, 9/40

494 Bkz. Maide, 5/67 : "Ey Peygamber! Rabbinden sana indirilen buyruklan teb­liğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun. Allah seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır. Allah kil.firleri emelleri­ne kavuşturmaz.

527


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern)

ve huzurla destekleyip gözlerin göremeyeceği ordularla ina­yette bulunacakh.

Hz. Ebu Bekir de biliyordu; ama bu bilmek, olayın bütün sıcaklığıyla yaşandığı zamanda karşılaşılan endişeleri gider­meye yetmiyordu. Bütün endişesi, Efendiler Efendisi'nin ba­şına gelmesi muhtemel sıkıntılar içindi. Zira o, kendi başına gelebilecek her türlü meselenin, sadece bir kişiyle sınırlı kala­cağını, ancak söz konusu meselenin Efendimiz'i hedeflernesi durumunda ise, bütün insanlığı hedefleyeceğinin hassasiyeti­ni ortaya koyuyordu.495

Nihayet, mağara önüne gelenler de geri dönmüşlerdi ve artık yol, bir nebze olsun emniyet vadediyordu. Üç gün bekle­diler burada. Bu süre içinde, Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh) sık sık dışan çıkıp etrafı gözlüyordu. El-etekçekilince, oğluAbdul­lah da, yanlanna geliyor ve Mekke'de olup-bitenlerin haberi­ni getiriyordu. Derken, Amir ile birlikte rehber Abdullah İbn Uraykıt da gelmiş; kendilerini Medine'ye taşıyacak olan deve­leri beraberinde getirmişti.

Develeri teslim alan Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh), en güzel

ve bakımlı olanını Efendimiz'e takdim etti ve:

- Anam-babam sana feda olsun! Bin ya Resülallah, dedi. Beklemediği bir tepkiyle karşılaşacaktı:

- Ben, bana ait olmayan deveye binmem.

Hz. Ebu Bekir bu durumda 'Sıddik' vasfına uygun hareket edecek, ve:

- Anam-babam sana feda olsun! O senindir ya Resülal­lah, diyecekti.

Fakat, bu da çözüm olmamıştı. Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), ısrarlıydı:

- Hayır, ancak, satın aldığın değeri sana ödemek şartıyla.

495 Bkz. İsbahani, Delaihı'n-Nübüvve, 1/62; Necdi, Abdullah, Muhtasaru Sireti­'r- Resül, s. ı68

528


Mukaddes Göç

Mecburen anlattı Ebu Bekir. Bunun üzerine Habib-i Zişan: - Ben de onu, bu bedele senden aldım, buyurdu ve böyle­likle, hicret gibi önemli bir dönüm noktasında, ümmete kalıcı bir mesaj daha sunulmuş olunuyordu.

Mekke'den gelen haberler, arama taleplerinin ilk günkü-

"

ne nispetle kısmen de olsa şiddetini yitirdiğini söylüyordu.

Demek ki artık, ayrılık vakti gelmişti.

Rebiülevvel ayının ilk ışıklanydı. Yine bir pazartesi sabahı erkenden mağaradan ayrılacak; önce sahil tarafından batıya, ardından da Kızıl Deniz cihetinden asıl hedefleri olan Medine istikametine doğru yol almaya başlayacaklardı. Mekke-Medi­ne arasında normalde alışık olunmayan bir yoldu bu. Sevr' den başlayıp da Ufsôn, Emee, Kudeyd, Harrôr, Seneyye, Mercôh, Ziludayveyn, Zikeşer, Cedôcid, Eered, Abayid, Fôce, Are, Air, Risttı ve Kuba güzergahında-s" tam bir hafta sürecek bu çileli yolda Allah Resülü'nün yanında, Abdullah İbn Uraukıt, Amir İbn Füheyre ve bir de sadık yar Hz. EbU Bekir bulunuyordu.

Mekke'ye Atfedilen Son Nazar

Bu sırada Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), son kez Mek­ke'ye doğru yöneldi; belli ki içine, peygamberlerin uğrak yeri, yeryüzündeki ilk binanın sahibi ve kendisinin de ikizi sayılan bu beldeden ayrılığın hüznü çökmüştü. Adeta, yüreğini bırakıp da gidiyordu. Halbuki, vahiy geleceği ana kadar kırk yıl beklemiş ve bu süre içinde de, sıklıkla Hira'ya çıkıp oradan, Kabe'nin kendine yakışır bir şekilde ibadet ü taatla bütünleşebilmesi için dualar etmiş, istikbali seyre dalmıştı. Kolay değildi; Allah'ın en sevgili kulu ve peygamberlik zincirinin son halkası Habib-i Zişan Hazretleri, Allah'ın evinden ayrılmak zorunda kalıyor ve başka bir beldeye doğru yol alıyordu.

496 Bkz. İbn Kesir, el-Bidaye, 3/189

529


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Artık, Mekke'ye atfedilen son nazarlardı bunlar ve ade­ta Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), Mekke ile konuşuyordu. Hz. Ebu Bekir de dikkat kesilmiş, bu sessiz muhavereye şahit oluyordu. Dudaklanndan şu cümleler dökülecekti:

- ValIahi de ey Mekke! Ben, senden aynımak zorunda kaldım! Şüphe yok ki sen, yeryüzünde Allah'a en sevimli olan beldesin; Allah'ın sana özellütuftan var! Allah'a yemin olsun ki, senin ehlin buradan Beni çıkarmaya zorlamasaydı, asla seni terk edip dışarı adım atrnazdımlw?

Bundan sonra da, başta Efendiler Efendisi Hz. Muham­med, O'nun sadık yari Hz. Ebu Bekir ve Mekkeli müşrik reh­ber Abdullah İbn Ureykıt, yola koyuldu ve sahil tarafını takip ederek Medine istikametinde mesafe almaya başladılar.

Ebü Kuhafe'nin Tepkileri

Bunca olayın bir de, baba Ebu Kuhafe'ye bakan yanı var­dı; yaşlı adam, evine geldiğinde oğlunun yokluğunu fark et­miş ve nerede olduğunu sormuştu. Aldığı cevapların bütünü, oğlunun gittiğini söylüyordu. Bu işin şakası yoktu; Mekke, ti­caret, çoluk-çocuk, akraba ve eski arkadaşlar, anne ve baba bırakılmış ve bu yaştan sonra, yeni bir mekan vatan olarak seçilmiştİ. Henüz imanla tanışmamış bir gönlün bunu anla­masına imkan olamazdı. Zira, bir kalbe iman girmişse, imanı­nın gücü nispetinde sahibine inanılması güç işler yaptırırdı ve bunları, ondan mahrum olanlar asla anlayamazdı. Gerekirse O'nun için ana-babadan geçilir, aşılmaz sanılan badireler aşı­lır ve evlad ii iyalden de vazgeçilirdi.

Şüphesiz, Resülü Kibriya ile Medine'ye hicret söz konusu olduğunda, Ebu Bekir'in aklına ana-baba ve çoluk-çocuk belki de hiç gelmemiş; yıllar sonra Tebiik'« hazırlanırken diyeceği gibi onları Allah ve Resiilis'ne bırakmıştı.

497 Halebi, İnsanü'l-Uyün, 2/195, 196

530


Mukaddes Göç

Beri tarafta Ebu Kuhafe, oğlunun gitmesini aklına sığıştı­ramıyor ve karşılaştığı herkese şunu soruyordu:

- Bunu da yaptı mı? Evlad ü iyalini burada, arkada bıra­kıp gerçekten de çekip gitti mi?498

Evet, gitmişti ... Hem de arkasına bile bakmadan!.. Zaten Ebu Kuhafe'nin oğlu Abdullah İbn Osman'ı Ebii Bekir kılan da, onun bu fedakarlık ve feragatı değil miydi? ..

Torunu Esma'yı soru yağmuruna tutan Ebu Kuhafe, oğ­lunun servetini merak ediyor ve endişesini dile getirerek so­ruyordu:

- Allah'a yemin olsun ki o, büyük ihtimalle servetini de götürdü, değil mi?

Esma, temkinle cevapladı:

- Hayır ey babacığım! Şüphesiz o bize, çok büyük imkan­lar bıraktı.

Hatta, Ebu Kuhafe'nin gözleri, yaşlılığın da tesiriyle az görmekteydi ve bu durumu da değerlendirmek isteyen Esma, küçük küçük taşlan bir araya toplayarak üzerini bir örtü ile örtecekti. Arkasından da, elinden tuttuğu dedesini, babasının kendilerine servet bıraktığı konusunda ikna etmeye çalışacak, elini taşların üzerinde gezdiren Ebu Kuhafe de böylelikle tat­min 0Iacaktl'.4?9

Sürfu'nın Takibi

Beri tarafta, başlarına konulan ödüle nail olabilmek için takibe koyulanların çoğu, eli boş geri dönse de, inadına peşini bırakmayanlar da yok değildi.

498 İbn Teymiye, Minhacü's-Sünneti'n-Nebeviyye, 8/542

499 Bkz. Hakim, Müstedrek, 3/6 (4267). Yıllar sonra bu durumu anlatırken Esma, aslında o gün için babasından geriye kalan malolmadığını, sadece dedesini teskin etmek için böyle bir yola başvurduğunu ifade edecektir. Bkz. İbn Hişam, Sire, 3/15

531


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Müdlicoğulları arasından birisi gelmişti ve köy meyda­nında oturanlara, Mekkelilerin başına yüzer deve ödül koy­dukları iki yolcuyu gördüğünü söylüyordu. Başlarına talih kuşu konmuşçasına gözleri dört açılmış ve Siiraka İbn Malik'e yönelmişlerdi. Yolcuları gören adam da, meseleyi kime söyle­mesi gerektiğini anlamış ve onun yanına gelmişti:

- Ey Sürükal Biraz önce sahilde yürüyen bir karartı gör­düm. Sanırım onlar, Muhammed ve arkadaşı!

Siiraka da öyle tahmin ediyordu; gelen bu haber, tahmi­nini güçlendirmiş ve artık tereddüdü kalmamıştı. Ancak, böy­le bir mesele, öyle ulu orta herkesin arasında konuşulmazdı. Onun için renk vermek istemiyordu ve:

- Onlar, sandığın gibi o adamlar olamaz! Senin gördük­lerini ben de az önce gördüm; onlar falan ve filan adamlar, dedi. Onun bu yaklaşımıyla birlikte, yüzer tane deveyi alıp da bundan sonra zengin yaşama adına kurulan hayaller bir anda sönüvermişti. Meseleyi çaktırmamak için de, istifini bozma­dan oturmaya devam etti bir müddet daha.

Artık hava değişmiş ve konu bir başka alana kayarak yolcular unutulmuştu. Süraka yerinden kalktı ve evine geldi. Hizmetçisine, yolculuk için hemen atını hazırlamasını ve fa­lan vadiye gidip de kendisini orada atla birlikte beklemesini söyledi. Ardından da, mızrağını alarak evin arka tarafından çıktı ve hizmetçisini gönderdiği vadiye doğru yöneldi. İşte şimdi, herkesi atlatmıştı, vadedilen develere tek başına kon­mak istiyordu. Ve çok geçmeden hizmetçisiyle atının olduğu yere gelmiş, sessizce bir yolculuğa başlıyordu.

Öte yandan, Sevr'den aynIalı üç gün olmuştu. Mukaddes göçün kutlu yolcuları, hiç beklemedikleri bir anda arkaların­dan bir toz bulutunun hızla kendilerine yaklaştığını gördüler. Ebu Bekir'de, Sevr'deki duyduğu telaş vardı. Bu sefer, ne sığı­nacak bir mağara ne de müdafaa edecek ellerinde bir imkan vardı:

532


Mukaddes Göç

- Ya Resülallahl Peşimizdeki adam yetişrnek üzere! Aynı temkin ve tevekkül ile çağlıyordu:

- Mahzun olma! Allah bizimle beraberdir.

Tabii ki, vazifesini ifa ile gelen birine, kim ne düşünürse düşünsün kötülük yapamayacaklardı ve onlar için ilahi ina­yet, sığınılabilecek en emin yerdi. Ancak, Ebu Bekir' deki telaş artmış ve sebepler açısından sona geldiklerini düşünerek göz yaşı döküyordu. Onun bu halini müşahede eden Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve sellem) sordu:

- Niye ağlıyorsun sen? "

- ValIahi de kendime değil; Size bir zararı dokunacağın-

dan dolayı ağlıyorum ya Resülallah, diyordu.

İyice yaklaştığında, gelenin Siirôka olduğu anlaşılmıştı, Hz. Ebu Bekir'de aynı endişe ve telaş devam ededursun, önce arkasını dönüp dikkatlice Sürükaya baktı Allah Resülü (sallalla­hu aleyhi ve sellern). Belli ki, gözleriyle esir alıp tesirsiz hale getir­mek istiyordu; hasım olarak arkasına düşen Süraka'yı, adeta nazanyla tutacak ve yere çalıp 'tuş' edecekti.

Bir de, ilahi dergaha yöneliş vardı ortada. Allah Resülü'nün dudaklan hareket ediyordu; belli ki, duaya durmuş:

- Allah'ım! Şu gelen konusunda bize, dilediğin gibi des­tek olup güç ver, diyor ve bir taraftan da gelen Süraka'ya nazar ediyordu.

Peygamberi nazarın kendisine ilişmesiyle birlikte, hem de hiç beklenmedik bir anda Süraka'yı taşıyan atın ayaklan kum­lara saplanıverdi. Metrelerce ileriye savrulmuş ve bulunduğu yerden bir toz bulutu yükselmişti semaya!

O, önce bunun bir kaza olduğunu düşündü. Ancak, öyle kazaya benzer yanı yoktu. Sebepler açısından, böyle bir sonuç­la karşılaşmasını gerektiren bir husus göremiyordu. Acaba an­latılanlar doğru muydu? Muhammedü'l-Emin, bir peygamber miydi gerçekten? Ya doğruysa? Bir müddet zihninde alıp verdi

533


Efendimiz (s a l l a l la h u a l e y h i ve sellem)

bütün bunlan. Başka çıkış yolu gözükmüyordu ve yalvaran ba­kışlarla süzmeye başladı İnsanlığın Ernini'ni. Aynı zamanda:

- Benim için Allah'a dua et de buradan kurtulayım, diyor ve ekliyordu:

- Söz, kurtulur kurtulmaz da Senin peşini bırakıp, takip­ten vazgeçeceğim!

O (sallallahu aleyhi ve sellem), peygamberdi; kendisine bir talep gelir de hiç boş çevirir miydi? Velev ki talep eden, can düşmanı bile olsa!

Sanki hiçbir şeyolmamış gibi kurtuldu Siiraka. Başlan­na konulan mükafatın büyüklüğü duygulannı esir almış gibi görünüyordu ve toparlanır toparlanmaz yeniden atına binip mahmuzlamak istedi. Yine aynı nazarlar vardı üzerinde ve atın ön ayaklan tekrar saplanmıştı kumlara. Devasa bir toz bulutu yükselmişti düştüğü yerden. Büyük bir şok geçiriyordu; hiç se­bep yokken atın ayaklan, öncekinden daha derine dalmıştı ve bir türlü çıkaramıyordu!

Olanlara bir mana veremiyordu ... Bunca yıldır buralarda at koşturuyordu; ama ilk defa böyle bir olayla karşı karşıya kalmıştı. Yok. .. Yok. .. Ebu Cehil değil, belki de Ebu Bekir hak­lıydı. Öyleyse, ilam inayet altında yoluna ram olan bu insanla­ra kötülük yapmaya çalışmak beyhüdeydi. Bu sefer, yürekten sesleniyordu:

- Ya Muhammed! Anladım ki, bu başıma gelenler, Senin duan sebebiyledir. Benim falan yerde develerim var; onlar­dan istediğini al, ama ne olur, bir kez daha dua et ki buradan kurtulayım. Söz, bir daha tövbeler olsun ki, kesinlikle peşini bırakacağım. Önce:

- Develerine benim ihtiyacım yok, diye cevapladı Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), Ardından da, kurtulması için duada bulundu. Süraka, atıyla birlikte yeniden ayaktaydı.s?"

500 Bkz. İsbahani, Delail, 1/62

534


Mukaddes Göç

Toz-toprak içinde yerden kalkarken, kim bilir ruh dünya­sında neler alıp verdi ki, ayaklannın üstüne doğrulduğunda halindeki değişikliği sezmek zor değildi artık. Hz. Ebü Bekir, gelişmeleri hayret ve dehşetle seyrediyor; Resülü Kibriya'nın bir kez daha korunmasına şahit olmanınhazzıyla Rabbine hamd ediyordu. Zira, Süraka da, tökezleyen atının ardından Allah Resülü'nün önünde diz çökmek üzereydi. Üzerine tes­limiyetin boyası sinmiş, usul usul huzura geliyordu. "Sen de mi?" dereesine mana yüklü nebevi bakışlara:

- Evet, ben de ya Resülallah, diye mukabelede bulundu önce. Ardından da, söz verdi O'na; geri dönecek ve arkadan gelen bütün düşmanlannı başka istikamete sevk edecekti.s'" Ne de olsa, herkes, kendi alanında fedakarlık ve feragatte bu­lunmalı ve ihtiyaç olduğu yerde Hak adına maharetini orta­ya koymalıydı. Artık O da, Allah yoluna ram olmuş, Resül-i Kibriya'nın biricik miidafilerindendi. Arkasından şu müjdeyi yetiştirdi Efendiler Efendisi:

- Kisra'nın iki bilekliğine malik olacağın gün, nasıl olur­sun acaba ey Süraka!S02

Kurtuluşu karşılığında herhangi bir bedel ödemediği gibi aynı zamanda İslam'la şereflenmiş, şimdi de istikballe ilgili bir müjdeye nail oluyordu. Bu, o günkü en büyük iki devletten birinin yakın zamanda dize geleceği ve gücü temsil eden kra­lın bilekliklerine de, Siirftka'nın sahip olacağı manasma geli­yordu. Önce inanamadı ve:

- Hürmüz'ün oğlu Kisra mı, diye sordu telaşla. Efendi­miz:

- Evet, diyordu.

Aynı zamanda bu, Siiraka başta olmak üzere bütün üm­metine, yeni bir hedef koyma anlamına geliyordu. Öldürme

SOl Bkz. Sahilıu Müslim, 4/2309 (2009); Mübarekfüri, er-Rahiku'l-Mahtfim, s. 159 S02 İbn Abdilberr, el-İstiab, 2/581 (916)

535


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

niyetiyle takibine başladığı insanın dizinin dibinde İslam'la şereflenen Süraka da, elinde Efendimiz'in yazdırdığı ferman ve ödevini de almış bir vaziyette artık Mekke'ye dönüyordu.503 Az öncesine kadar Efendimiz'in ölümüne niyet eden bu insan, huzurdaki anlık insibağın bir kahramanı olarak öyle bir tavır ortaya koyacaktı ki artık, Efendimiz'i takip eden diğer insan­lan da geri çevirecek ve geldiği istikamette, yakalanacak kim­senin olmadığını anlatacaktı.

Hicret Yolunun Harikaları

Yol boyunca Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh), Efendimiz' e en küçük bir rahatsızlığın ilişmemesi için azami gayret sarfediyor ve O'nun rahat etmesi için her şeyini ortaya koyuyordu. Mola vermek istediklerinde, Efendimiz'in altında gölgelenebileceği bir ağaç arayıp buluyor, Efendimiz istirahat ederken de yiye­cek ve içecek tedariki için koşturuyordu.e?!

Bazen, Hz. Ebu Bekir'in karşısına, ticaretle uğraştığı gün­lerden bir tanıdığı çıkıyor ve yanındaki adamın kim olduğunu soruyordu. Tereddütsüz:

- Bu, bana yolun doğrusunu öğreten adamdır, diyor ve meseleyi, iki türlü de anlaşılabilecek bir metotla anlatmaya çalışıyordu. Bununla o, hem yalan beyanda bulunmamış olu-

503 Bkz. İbn Hişarn, Sire, 3/16 vd. Kadı İyaz, Şifa, 1/687. Aradan yıllar geçecek ve Hz. Ömer'in hilafeti zamanında bu haber de gerçekleşecektir. İran'ı dize ge­tiren Hz. Ömer, Kisra'nın bilekliklerini alacak ve Siiraka'ya getirerek yüksek sesle şunlan söyleyecektir:

- Ellerini kaldır ve şöyle de: "Allahü Ekber! Bunlan, 'Ben, insanların Rab­biyim.' diye büyüklük taslayan dirayetli Hürmüzoğlu Kisra'dan selbedip de, Arap çöllerindeki Müdlicoğullanndan Siiraka'ya giydiren Allah'a hamd 01­sun!" Bkz. İbn Esir, Üsiidii'l-Ğabe, 2/414; Sünenü'I-Beyhaki,6/357(ı2812)

504 Bu yolculuk esnasında genelde süt içmiş ve yiyecek ihtiyaçlannı hep, yanla­rına uğradıklan çobanlardan tedarik ettikleri bu sütlerle gidermişlerdi. Bkz. Buhari, Sahih, 3/1419 (3692)

536


Mukaddes Göç

yor hem de sözün doğrusunu söyleyerek meselenin içinden kolaylıkla çıkıyordu.s's

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ise, her türlü ortamı, iman adına değerlendirmek istiyordu ve yolda giderken kar­şılaştığı herkesle konuşuyor ve herkese Rabbini anlatıyordu. Yeri geliyor bir çobanla konuşuyor; bazen de yiyecek iste­dikleri kişilerle oturup onlara Allah'ı anlatıyordu. Bu esnada O'na, Allah'm ekstradan lütuflan sağanak olup yağıyor ve be­raberindekiler de, art arda art arda mucizelere şahit oluyordu. Belki de bu hareketleriyle Allah Resülü (sallallabu aleyhi ve sellern), hangi şartta ve nerede olursa olsun bir mü'minin, Rabbini an­latma adına mutlaka bir çıkış yolu bulması gerektiğini göste­riyor; zindanlan bile saraylara çevirecek bir ruhi dönüşümün örneklerini ortaya koyuyordu.

Bu arada, koyunlannı otlatan bir çoban, Efendimiz'le bir­likte Hz. Ebu Bekir'in Medine'ye doğru gidişIerini görmüş ve gelip de durumu Mekke halkına haber vermek istemişti. An­cak, bir çırpıda Mekke'ye geldiği halde, niçin buraya geldiğini bir türlü hatırlayamıyordu. Hatırlamak için uzun zaman bek­ledi; ama belli ki olmayacaktı ve o da, yeniden koyunlannın yanına geri döndü.506

Süt Mucizesi

Yol boyunca giderken yine bir çobana rastlamışlar ve on­dan süt istemişlerdi. Adam:

- Benim yanımda, kışın başlangıcında hamile kalan şu oğlaktan başka sağılacak koyun yok! Onun da düşük yaptığı için sütü kesildi, cevabını veriyordu. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh),Efendimiz'e döndü ve:

- Bunun için dua eder misiniz ya Resülallah, dedi. Allah

505 Bkz. Buhari, Sahih, 3/1433 (3699) 506 Kadı İyaz, Şifa, 1/688

537


Efendimiz (sallallahu a l e y h i ve sellem)

Resülü (sallallalıu aleyhi ve sellern), can yoldaşının gönlünü kırma­yacaktı ve dua etmeye başladı. Bu arada oğlak, Hz. Ebu Beki­r'in delaletiyle yakalanmış ve Efendimiz'in önüne getirilmişti. Mübarek elleriyle memelerini sıvazlamaya başladı; bir taraf­tan da dua ediyordu. Memeler, daha oracıkta süt dolmaya başlayıvermişti.

Hz. Ebu Bekir (radıyallalıu anh), hemen gitmiş ve bir kap getirmiş; memelere yürüyen sütü sağmaya durmuştu bile ... Oğlağı sağıp çıkan sütü içmeye başlayınca, o ana kadar olup bitenleri seyreden çobanın dili çözülecek ve:

- Allah'a yemin olsun, Sen de kimsin? Vallahi de, bugüne kadar Senin gibisini hiç görmedim, diyecekti. Efendiler Efen­disi, adama yaklaştı ve:

- Kim olduğumu sana söylersem, başkasına anlatmaya­cağına söz verir misin, dedi. Adam:

- Evet, diyordu.

- Ben, Allah'ın Resülü Muhammed'im, buyurdu. Bir anda

adamın gözleri büyümüş, yerinden fırlayacak gibi olmuştu:

- Yani Sen, Kureyş'in sabi sandığı şu adam mısın, diyor­du hayretle ...

- Onlar öyle diyorlar, diye ilave etti Allah Resülü (sallalla­hu aleyhi ve sellern). Bu, onlann yakıştırdıklan bir ifadeydi. Kısa süren bu diyaloğun meyvesi kendini orada göstermeye baş­layıverdi:

- Ben şehadet ederim ki Sen, Nebi'sin; yine şehadet ede­rim ki Senin getirdiğin Hak'tır. Çünkü, şu Senin yaptıklanm ancak bir Nebi yapabilir; ben de Sana tabi oluyorum!

Adamın bu kadar kısa sürede imanla tamşması ve imanla tamşırken de böyle heyecanlanması, Efendimiz'in dikkatini çekmiş ve ona nasihat etme lüzumunu hissetmişti. Çünkü bu­gün, henüz bu heyecanı kaldıracak bir gün değildi. Onun için buyurdular ki:


Mukaddes Göç

- Bugün sen, buna güç yetiremezsin! En iyisi sen, bizim işimizin ne zaman etrafta yayıldığını duyarsan o zaman Bize gel! 507

Ümmü Ma'bed

Ümmü Ma'bed, yaşlı ve iri yapılı bir kadındı; Huzaao­ğullan yurdunda bulunan çadınnın önünde oturur ve yoldan geçenlere yemek ikram ederdi. Efendiler Efendisi ve yol arka­daşlannın yolu da buradan geçiyordu. Yaklaşık yüz otuz kilo­metre mesafe aldıktan sonra onun çadınnın bulunduğu yere gelmişlerdi ve Ümmü Ma'bed'den, satın almak için yiyecek bir şeyler istediler. Ancak, olacak ya, o gün için kadının yanında satın alınabilecek bir şey yoktu; zira, uzun zamandır yağmur yağmamış ve bu sebeple de yeşillikler kuruyup yok olmuştu, büyük bir kıtlık yaşıyorlardı.

Bu arada Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), çadınn kena­nnda duran koyunu göstererek:

- Ey Ümmü Ma'bed! Şu koyunun hali ne, burada niye du­ruyor, diye sordu.

- Açlıktan takati kalmadığı için sürüyle birlikte gidemedi zavallı, diyordu acıyarak.

- Onun sütü var mıdır, diye ikinci kez sordu Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern).

- O, ayakta zor duruyor; sütü nasıl olsun, diye garipsiyor­du kadın. Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem):

- Onu sağmama izin verir misin, dedi. İnıkansızı istiyor­du. Derisi sırtına yapışmış ve gününün çoğunu yatarak geçi­ren bir koyundan hiç süt çıkar mıydı? Onun için:

- Anam-babam Sana kurban olsun; şayet onda bir damla süt bulabilirsen sağ tabii ki, diyordu, gülerek!

507 Hakim, Müstedrek, 3/8, 9 (4273)

539


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sellern), artık koyunun sahibin­den de izin de almış; yanına giderek dua etmeye başlamıştı. Allah'ın adını veriyor ve sütsüz memelere süt vermesi için Rabbine yalvanyor, bunu yaparken bir taraftan da, büzüşen memelerini sıvazlıyordu. Bu arada Ümmü Mabed, beyhüde çaba olarak gördüğü bu hareketlere bir anlam verememesine rağmen olacaklan uzaktan seyrediyordu.

Birdenbire, koyun canlanmaya başlamış ve ayağa kalk­mıştı; o da ne, memeler süt doluyordu! Bunu gören Efendimiz de, hemen bir kap istemiş ve süt taşan memeleri mübarek el­leriyle tutarak bu kaba sütü sağmaya başlamıştı. Sanki, az ön­ceki o kuru memeler, bitip tükenme bilmeyen bir süt pınanna bağlanmıştı ve onlardan bol süt geliyordu.

Kovadaki sütten, önce şaşkın bakışlarla meseleyi çözmeye çalışan Ü mmü Ma'bed' e takdim etti Allah Resülü (sallallalıu aley­hi ve sellern). Belki de, gördüklerinin birer hayal değil, gerçeğin ta kendisi olduğunu göstermek istiyordu. Aldı ve kana kana içti Ümmü Ma'bed. Ardından, aylardır kannlan doymayan çoluk-çocuğuna da verdi ve onlar da içtiler doyuncaya kadar. Evdeki en son kişi de içip süte doyunca Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), sağma işine yeniden döndü ve kovayı doldurun­caya kadar da devam etti bu işleme.

Artık herkes doymuş ve üstüne üstlük bir kova süt de art­mıştı. Vakit, aynlık vaktiydi. Aslında onun gibi birisine baş­ka bir şeyanlatmaya gerek yoktu. Kısa bir davetin ardından Ümmü Ma'bed, oracıkta Müslüman oluverdi.

Akşam olup da kocası Ebü Ma'bed, bütün gün otlatmaya çalıştığı halde bir türlü kannlannı doyuramadığı koyunlanyla birlikte eve gelince, kovadaki sütü görecek ve:

- Ey Ümmü Ma'bed! Bu süt dolu kova da neyin nesi? Ko­yunlar burada değildi; kaldı ki, burada olsalar da hiçbirinde süt yok, diyecekti.

540


M ukaddes Göç

Gözü önünde yaşanılanlara şahit olan büyük kadın, tane tane konuşuyordu ve:

- Allah'a yemin olsun ki bugün, buraya çok mübarek biri­leri geldiler, diye başladı ve yaşadıklannı anlattı teker teker ... Ebu Ma'bed de heyecanlanmıştı:

- Bana biraz tarif edebilir misin, diyordu. Belli ki, bir yer­lerle bağlantı kurmuştu. Efendimiz'in fotoğrafını çekmişçesi­ne anlatmaya başladı Ümmü Ma'bed:

- Nuryüzlü bir adamdı; güzel ve parlak biryüzü vardı. Ya­ratılışı güzel ve şekil itibariyle de vücudu düzdü, Ne göbeği öne çıkmış ve karnı büyümüştü ne de başı küçük ve kusurluydu; orta büyüklükte, güzel mi güzel ve mutedil bir vücut yapısı var­dı. Gözleri siyah, göz kenarlan da uzundu. Sesinde kadife gibi bir yumuşaklık vardı. Omuzlan geniş, sakalı da sıktı. Kaşlan, uzaktan dikkat çekecek kadar belirgin duruyordu. Süküt bu­yurduğunda üzerinde bir vakar, konuştuğunda ise meslisinde insibağ hakimdi; Allah'ın adını anarak konuşmasına başlıyor ve hep O'nu yücelterek devam ediyordu. Uzaktan bakıldığın­da, insanlann en güzel ve alımlısıydı; yakınına yaklaşıldığında ise cemal ve ihsanın kemalini temsil ediyordu. Konuşmalan, tane tane ve kulak tırmalamayacak şekilde, ne az ne de çoktu. Mantığı, şiir gibi akıp gidiyordu. Ne, herkesten üstte kalacak kadar çok uzun boylu ne de insanlar arasında seçilmeyecek ka­dar kısa idi; görünüş itibariyle sanki O, iki dal arasında duran üçüncü bir dal gibiydi. Üç kişi arasında altın gibi parlıyordu ve görünüş itibariyle onlann en güzeli idi. Arkadaşlan, etrafında pervane gibi dönüyorlar; bir beyanı olduğunda ona kulak veri­yor, O'ndan bir emir sudür edince de koşarak bu emrini yerine getiriyorlardı. Etrafında dört dönüyor ve her arzusunu yerine getirmek için de, hiçbir isteksizlik emaresi göstermeden ve gö­nülden isteyerek koşturuyor, adeta birbirleriyle yanşıyorlardı.

Ebü Ma'bed'in gözleri dört açılmış, sanki yuvasından çı­kacak gibi olmuştu; meğer evde yokken hanesine saadet gü-

541


Efendimiz Csallallahu aleyhi ve s e l l e m )

neşi gelip konmuş da haberi yoktu. Sanki oturup Efendimiz'in fotoğrafım çekrnişçesine bunlan anlatan ve hanesine teşrif eden misafirini bu kadar tafsille ve detaylı bir tarifle kendisine aktaran hammına heyecanla önce:

- Vanahi de bu, şu bize bahsedilen Kureyş'in adamı olma­sın, dedi ve arkasından da şunlan söylemeye başladı:

- Ne kadar isterdim, ben de O'na yetişeyim ve O'nunla ar­kadaş olayım! Şayet bir gün buna muktedir olursam, Mekke' de duracak ve avazım çıktığı kadar bağınp dünyaya O'nun fazi­letini anlatacağım! Önemli değil; insanlar bu sesin nereden geldiğini bilmesinler. Çünkü, önemli olan sesin sahibi değil, sesin anlattıklandır.

Bunu dedikten sonra Ebu Ma'bed duracak ve duygulanm şiirin kalıplanna dökerek Efendimiz'i anlatmaya başlayacaktı.

Çok geçmeden de, Kaba'de yankılanan bir ses duyulacak­tı; bu ses, Ümmü Ma'bed'in çadınna uğrayan iki arkadaştan bahsediyor ve onlann, bu çadıra nasıl bir bereket getirdikle­rini anlatarak Ümmü Ma'bed'in nasıl Müslüman olduğundan bahsediyordu. Bütün dikkatler, bu iki arkadaşın kimliğine çevrilmişti; adam, Muhammed ve Ebu Bekir diyor ve meme­leri kurumuş koyunlanmn nasıl süt verdiğini nazara vererek bu iki ismin faziletini öve öve bitirerniyordu.s'"

Hz. Ebu Bekir'in kızı Hz. Esmii, haberi alır almaz bir çırpı da bu sesin geldiği yere gitti. Zira, o ana kadar ne Efen­dimiz'den ne de babası Hz. Ebu Bekir'den bir haber alabil­mişlerdi; sadece Mekke'den çıktıklanm biliyorlar, ama nereye gittiklerini ve bu yolculuk esnasında başlarına nelerin geldiği­ni bilmiyorlardı. Bu adamın sözlerine kulak verdikten sonra anlamışlardı ki, Efendiler Efendisi ve sadık yari Hz. Ebu Be­kir, Medine istikametinde yol alıyorlardı.s''?

508 Bkz. Hakim, Müstedrek, 3/10; Mahmüd el-Mısri, Siratii'r-Resül, s. zoz vd, 509 Bkz. Mübarekfüri, er-Rahiku'l-Mahtüm, s. 159

542


Mukaddes Göç

Büreyde İbn Huseyb

Yolculuk sırasında, yaklaşık seksen hanelik bir köyün ya­kınından geçerken burada, başka birisiyle daha karşılaşmış-

                .                              \

lardı. Büreyde ıbn Huseyb adındaki bu zata önce Efendimiz

(sallallahu aleyhi ve sellem) sordu:

- Sen kimsin?

- Ben Büreyde'yim, diye cevaplamıştı. Bunun üzerine te-

bessüm etmeye başlayan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), Hz. Ebu Bekir'e döndü ve:

- Ya Eba Bekir! İşimiz berd ii selama ulaşıp sulha erdi, iltifatında bulundu. Yine sordu:

- Peki, nerelisin?

- Eslem' denim, diyordu. Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sel-

lem), yeniden sadık yarine döndü:

- Artık esenlik ve silme ulaştık demektir, dedi. Belli ki, aldığı cevaplardan tefe'ülde bulunuyor ve kulağına gelen sese paralel yorumlar yapıyordu. Belki de, bu kadar zorluklarla başlayıp sıkıntılarla devam eden yolculuğun yorgunluğunu, latifelerin enginliğinde yumuşatmak istiyor; böylelikle yol ar­kadaşlanna da tebessüm ettirrnek istiyordu. Yine Büreyde'ye döndü ve:

- Peki, kimlerdensin, diye bir kez daha sordu. Büreyde:

- Sehmoğullanndanım, cevabını vermişti. Mübarek yüz-

lerini yeniden yol arkadaşına çevirdi ve:

- Artık ok yaydan çıktı ve hedefini buldu, buyurdu. Anla­şılan, tesadüf e yerin olmadığı bir dünyada Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sellern), Allah'ın (celle celaluhü) karşısına çıkardığı böyle bir tabloyu değerlendiriyor, eşyanın perde arkasından kendisine sunulan mesajlan alıyor ve bu bilgileri de, latife yollu bir üs­lupla Hz. Ebu Bekir'le paylaşıyordu.e'?

S10 Bkz. İbn Abdi'I-BeIT, İstidb, ı/ı85, ı86

543


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Sonra da, oturup uzun uzun konuştular; kendisiyle böyle latifeli şekilde konuşan kişiyi merak etmişti Büreyde. Onun için sordu:

- Peki, Sen kimsin?

- Abdullah'ın oğlu ve Allah'ın Resülü Muhammed, bu-

yurdu Efendiler Efendisi.

Evet, bu kadar duruluk ve duruştaki ululuk, ancak bir Nebi'de olabilirdi. Bir anda tavn değişivermişti; meğer, aradı­ğı kısrnet ayağına gelmişti de haberi yoktu. İçinden gelerek:

- Eşhedü en la ilôhe iHallah ve eşhedü enne Muhamme­den abduhü ve Resülüh, dedi.

Artık Büreyde, Müslüman olmuştu; ancak o, bu yolda yal­nız değildi. Çok geçmeden kendi kabilesinden onunla birlik­te olan herkes, onun tercih ettiği bu yeni dini kabullenecek, hiçbir baskı ve zorlukla karşılaşmadan gelip teslim olacaktı. Hamd makamında şunları söylüyordu:

- Hiç zorlanmadan ve sadece itaat düşüncesinden hare­ketle, Sehmoğullarından gelip de Müslüman olanlardan dola­yı Allah'a hamd olsun!

Ve, kabilesinden Müslüman olanlarla birlikte, Habib-i Zişan Hazretlerinin arkasında saf tutup yatsı namazını kıla­cak; böylelikle, Mekke' de yaşanan nedrete inat, daha Medine yolunda nasıl bir ikramla karşılaştıklarını fiilen göstermiş ola­caktı.

Sabah erkenden koşarak huzura gelen Hz. Büreyde, coş­muş ve bu coşkusunu ifade sadedinde Habib-i Ekrem'e şun­ları söylüyordu:

- Ya Resfılallah! Senin gibi birisi, Medine'ye girerken ya­nında sancaktarsız olmamalı!

Daha bunu söylerken, bir taraftan da sarığını çözmüş ve mızrağına bağlamaya başlamıştı bile. Böyle, gönülden gelen bir tepkiye karşı Efendimiz (sallallabu aleyhi ve sellem) de sesini çı-

544


Mukaddes Göç

karmayacak ve artık Hz. Büreyde, Medine'ye gelinceye kadar Allah Resülü'nün önünde yürüyecekti.s"

Ebu Evs'in Hassasiyeti

Are denilen yerden geçen yolları, artık Kuba'ya yaklaş­mıştı; meşakkatli yolculuk son bulmak üzereydi. Ancak, bin­dikleri develer yorulmuş; adımlan bir hayli yavaşlamıştı. Bu sebeple, Hz. Ebu Bekir'le Efendimiz aynı deveye binip; yoru­lan deveyi dinlendirmek maksadıyla yollanna öylece devam ediyorlardı.

Cuhfe ve Herşii arasında, Ebu Evs Temim İbn Hacer adın­da birisiyle karşılaştılar. Onlann bu halini gören Evs, hemen bir deve tahsis etti. Yanlanna da Mes'üd adındaki kölesini veriyor ve bu kutlu yolculan sağ-salim Medine'ye ulaştırması için tembih üstüne tembihlerde bulunuyor ve:

- Bunlarla birlikte git ve kimsenin bilmediği şu yolu tut!

Ve sakın, Medine'ye ulaşıncaya kadar onlardan ayrılma, di­yordu.512

Ri'm denilen yere geldiklerinde ise, tanıdık bir sima ile

511 Beyhaki. Delail, 2/221; İbnü'l-Esir, Üsüdü'l-Ğabe, 1/209; Mübarekfüri, er­Rahiku'l-Mahtüm, 160. Hz. Büreyde, Müslüman olduktan sonra Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) onu, Eslem ve Gıfar kabilelerine göndermiş ve o da Uhud sonrasında Efendimiz'in yanına gelmişti. Çok geçmeden, onun gay­retleriyle köy halkının hepsi de Müslüman olacaktı. Efendimiz'in vefatından sonra bir müddet daha Medine' de ikarnet eden Hz. Büreyde, daha sonralan Horasan taraflanna gelerek Yezid İbn Muaviye zamanında Merv'de vefat et­miştir. Bkz. İbn Sa'd, Tabakat. 4/242

512 Daha sonra da Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), köle Mes'üd'u deve ile birlikte geri gönderecek; bundan böyle de develerine nasıl bir işaret koyma­lan gerektiğini tarif edecekti. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Medi­ne'ye ulaştıktan sonra Müslüman olan EbU Evs'in, aynı zamanda başka bir görevi daha vardı; Uhud Savaşı öncesinde Mekke'den kopup gelen müşrik ordusunun gelişini, yine aynı Mes'üd'u yürüyerek Medine'ye göndererek Efendimiz'e haber verecek ve böylelikle önemli bir istihbarat görevini yerine getirecekti. Bkz. İbnü'l-Esir, Usüdii'l-Ğabe, 1/173; İbn Hacer, İsabe, 1/157

545


Efendimiz (sallallalıu aleylıi ve sellem)

karşılaşacaklardı. Bunlar, Şam cihetinde ticaret için gidip de geri gelen Zübeyr İbn Avvdm ve arkadaşlan idi. Her iki taraf da sürür yaşıyordu; zira Hz. Zübeyr, Efendimiz'in hala oğlu oluyordu. Mukaddes göçün yolculan üzerinde gördükleri yol yorgunluğunu dindirecek bir hasret giderıneydi bu aynı za­manda. Hz. Zübeyr, hem Hz. Ebu Bekir hem de Efendimiz için hazırladığı birer beyaz elbise çıkarmış ve giymeleri için kendilerine takdim etmiştiP3

İlk Karşılama Heyecanı

Bu arada Medine, büyük bir heyecan yaşıyor ve bir an önce Efendimiz'in gelmesini iştiyakla bekliyordu. Bunun için, ilk karşılama yeri olan Harra denilen yerde bir araya geliyor ve iştiyak dolu gözlerle yollan süzüyorlardı. Bu bölgenin genel adı, Kuba'ydı.

Mekke' den çıktıklan günü biliyorlardı ve bu sebeple, Medine'ye ulaşacaklan günü de tahmin etmişler ve günün ilk ışıklanyla beraber şehrin dışına çıkıp beklerneye durmuşlar­dı. Öğle sıcaklan bastınncaya kadar bekliyor, gelişine şahit olamayınca yeniden gölgeye sığınıp ikindi vakti olunca tekrar beklerneye duruyorlardı. Sevr'de ne kadar kaldıklannı bilemi­yor ve onun için de gecikmelerinden dolayı hüzün duyuyorlar­dı. Ve, bu hôl, tam üç gün devam etti.

Nihayet takvimlerin, Rebiülevvel ayının sekizini gösterdi­ği, bir pazartesi günüydü. Beklerneye başladıklan üçüncü gü­nün öğle vakti geldiğinde insanlar, yeniden gölgeliğe çekilmiş, öylece bekliyorlardı. Bu arada, uzaktan bir münadinin sesi du­yuldu. Sesin geldiği cihete dikkatle baktılar; bu ses, Medineli bir Yahudi'ye aitti. Erisar ve Muhacirler için böylesine önemli bir müjdeyi verme işini Allah (celle celaluhü), bir Yahudi'ye nasip etmişti. Belki de bununla bir mesaj veriyordu; çünkü nüfus

513 Bkz. Buhari, Salıilı, 3/1421 (3694)

546


Mukaddes Göç

olarak Yahudiler, Efendimiz'in hicret ettiği Medine şehrinin çoğunluğunu oluşturuyordu. Şöyle diyordu, heyecanla ve ava­zı çıktığı kadar bağıran Yahudi:

- Ey Kayleoğullan! İşte, sizin bekleyip durduğunuz arka­daşınız geliyor!

Medine 'heyecan' olmuş, tek bir yürek gibi atıyordu. He­men karşılamak için koşturmaya başladılar; tekbir sesleri tehlillere kanşmış ve neşidelerle Medine, bir anda bayram havasına bürünüvermişti. Zira, Rebiülevvel ayının ilk günü Sevr' den başlayan ve bir hafta süren bir yolculuk, Kuba' da son buluyordu.

Bir taraftan Medineli Ensar, silahlanna sanlmış ve her­hangi bir problem yaşanmaması için almalan gereken tedbiri de ihmal etmiyor, Harre denilen yerde büyük bir merasimle O'nu karşılıyorlardı.s'<

Kuba'da Verilen Mola

Kuba'ya teşrif buyurduklan andan itibaren insanlar, O'nu kendi evinde misafir etmek için can atıyor; herkes ken­di evine buyur ediyordu. Ancak 0, Neccaroğullarının bulun­duğu yeri tercih edecekti. Zira, aynı zamanda Neccaroğulla­n, Abdulmuttalib'in akrabalanydı. Yolda giderken insanlar halkalanmış; Mekkelilerin tahammül edip ölümüne ferman kestikleri Efendiler Efendisi'ni sinelerine basıyor ve gönülden kucaklıyorlardı! Nur cemalini görebilmek için damlara çıkan­lar, göz göze gelebilmek için pencerelerden sarkanlar vardı!

- Hangisi O? Hangisi 0, diye sesleniyor, görebilmek için pencerelerden sarkıyorlardı. Dudaklardan, bir iç geçirmeyle birlikte dökülen kelime ise hep aynıydı:

- Ya Muhammed!

- Ya Resülallah!

514 Bkz. İbn Sa'd, Tabakat. 1/233

547


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

- Ya Muhammed!

- Ya Resülallahl

Sanki Ensar, yılların kavurduğu kıtlıkta susuzluktan tü­kenmişti; Efendimiz ise rahmet olup onların üzerine yağıyor­du. Adını telaffuz ederken, hücrelerine kadar hissettikleri, her hallerinden okunuyordu.

İnsanlar akın etmiş, Restıl-ii Kibriya'yı görmek için oraya geliyorlardı. Yanıbaşlarına kadar geldiği halde, koşup huzuru­na O'nu görmemek olur muydu hiç? Aylarca, hatta bazıları iti­bariyle yıllarca O'nun rüyalarını görmüş ve bugünü bir hayal olarak hep düşlemişler, vuslat dualarıyla coşarak bayram ne­şideleriyle coşmuşlardı. Şimdi ise O, hemencecik yanıbaşla­rmdaydı.

Misafir olarak kaldıkları yer, Külsüm İbnü'l-Hedm ma­hallesiydi. Ancak O (sallallahu aleyhi ve sellern), Mekke'de olduğu gibi burada da yerinde sabit durmayacak ve insanlara bir şeyler anlatmak için onların bulunduğu yerlere de gidecek­ti. Bunun için Sa' d İbn Hayseme'nin evine gidecek ve orada bir araya gelen gençlerle uzun uzadıya sohbet edecekti. Zira Sa' d İbn Hayseme'nin evi, bekarların bir araya geldikleri bir mekan olarak biliniyordu. Hatta bunun için bazı insanlar, Efendimiz'in Kuba'da kaldığı yer olarak bu şahsın evini zik­retmektedirler.ö'f

Ancak, tabii olarak, Erisar'ın bütünü, henüz Allah Resü­lü'nü görememişti ve bu sebeple de hoş geldin demek için ya­nına gelen insanlar, gelenler arasından hangisinin O (sallallahu aleyhi ve sellem) olduğunu kestiremiyorlardı. Onunla ilk defa mü­şerref olacaklardı! Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh) ayakta duru­yor; Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ise, süküt içinde oturu­yordu. Bulundukları yere doğru yönelen insan selinin hedefi, bir anda ayakta duran Hz. Ebu Bekir' e yönelivermişti! Fetanet

515 Bkz. İbn Sa'd, Tabakat. 1/233

548


Mukaddes Göç

sahibi Ebu Bekir, bu yanılgıdan dolayı büyük bir mahcubiyet yaşayacak ve Efendimiz'i işaret edebilmek için hemen, cüb­besinin bir parçasıyla O'na gölge yaparak kimin Resülullah olduğunu fiilen işaret edecekti. Mesele şimdi anlaşılmıştı ve artık herkes, huzur-u risalette durup Efendimiz'e "Hoş geldin ya Resiilallahl" diyordu.s"

Bu arada, Efendimiz'in emanetlerini yerine iade eden ve her hak sahibinin hakkını kendisine teslim eden Hz. Ali de, yanında ilklerden Suheyb İbn Sinan olduğu halde,517 üç gün sonra Mekke'den hicret yoluna girmişti ve yaya olarak girdiği yol sonucunda bugün Kuba'da, Mekke'de ayrılmak zorunda kaldığı Efendimiz ve Hz. Ebu Bekir'e yeniden kavuşuyordu.s'" Tehlikelerden kurtulmak için de geceleri yol almaya gayret gösteren Hz. Ali'nin ayaklan yara-bere içinde kalmış ve yü­rümekten şişmişti. O'nun bu halini görünce Allah Resülü (sal­lallahu aleyhi ve sellern), önce kollarını açıp onu kucaklayacak ve kendini tutamayıp merhamet duygularıyla gözyaşı dökecekti. Daha sonra da, ayağındaki yaraların üzerine hafifçe tükürüğü­nii sürecek ve ardından dua ederek tedavisine yönelik tavsi­yelerde bulunacaktı. Çok geçmeden Hz. Ali'nin ayaklanndaki bütün ağrılar geçecek ve bir anda bütün sıkıntılan son bulu­verecekti.e'?

Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh), Kuba' da dört gün520 konaklayacaklar ve bu süre içinde burada, bir de mescid inşa edeceklerdi. Daha sonralan hep 'Kuba Mescidi'diye anılacak olan bu mescid, aynı zaman­da İslam' daki ilk mescid olma özelliğine sahip olacaktı.

516 Bkz. İbn Hişarn, Sire, 3/20; Mahmud el-Mısri, Slratü'r-Resül, s. 211 517 Bkz. İbnii'l-Esir, Üsüdü'l-Öabe, 2/460

518 Bkz. İbn Hişam, Sire, 3/21, Mübarekfüri, er-Rahiku'l-Mahtüm, s. 161 519 Bkz. Halebi, Sire, 2/233

520 Efendimiz'in Kuba' da kaldığı gün sayısı hakkında, on dört veya on gece şek­linde farklı rivayetler de bulunmaktadır.

549


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Cuma günü gelip çatınca da Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sel­lem), insanlan bu mescidde bir araya getirecek ve onlara ilk defa Cuma namazını kıldıracaktı.v'

İlk Hutbe

Kuba'ya kurulan minbere İnsanlığın Hatibi çıkmış, üm­metine seslenmek üzereydi. Aynı zamanda bu, O'nun Medi­ne' deki ilk hutbesiydi. Önce Rabbine hamdetti; layık olduğu şekilde O'nu bütün noksanlıklardan tenzih ediyor ve ardından da, övgü dolu cümlelerle Allah'ı sena ediyordu. Ardından, ce­maate yöneldi ve şunlan söyledi:

- Ey insanlar! Kendiniz için, ahiretiniz adına istikbalini­ze yatırım yapın; yann bunlann hepsini görüp bileceksiniz! Allah'a yemin olsun ki, sizden biri yann aklı başına gelip de koyunlannı çobansız olarak yalnız bıraktığında, Rabbiyle baş başa kalacak; arada hiçbir tercüman veya perde olmadan Al­lah (celle celaluhü), ona soracak:

- Sana peygamberim gelip de tebliğde bulunmadı mı?

Ben de sana, bu kadar mal verip de onlan önünde yığmadım mı? Peki, öyleyse sen, bugün için ne yatırım yaptın?

Bu hitaba muhatap olan insan, önce sağ ve soluna bakar; tutunabilecek hiçbir dal bulamaz! Sonra önüne bakar; bütün dehşetiyle birlikte önünde cehennem durmaktadır! Sizden her kim, yanm hurma dahi olsa cehennemden kendini sakındıra­biliyorsa bunu mutlaka yapsın! Şayet, bunu da bulamıyorsa, en azından güzel söz söylesin! Çünkü burada her bir iyilik, en az on kat olarak karşılık görür ki bu, yedi yüzkata kadar çıka­bilmektedir.

Allah'ın rahmet ve bereketi üzerinize olsun!

52ı Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sellern), hicret edip de buraya gelinceye kadar Cuma namazlannı, Salim Mevla Ebi Huzeyfe kıldırmıştı; çünkü o gün, arala­nnda Kur'an'ı en iyi bilen o idi. Bkz. Kurtubi, Tefsir, 1/392

550


Mukaddes Göç

Bu hitabet, hutbenin ilk bölümünü oluşturuyordu ve min­bere kısa bir müddet oturup ayağa kalkanAllah Resülü (sallalla­hu aleyhi ve sellern), şöyle devam etti:

- Şüphesiz ki hamd, Allah içindir; Ben de O'na hamd eder ve yine yardımı da O'ndan dilenirim. Nefislerimizin şerrinden O'na sığınır, amellerimizin kötü olanlarından da yine O'nun rahmetine iltica ederiz. Şüphe yok ki, Allah'ın hidayet verdi­ğini dalmete ulaştıracak yoktur; dalalette ısrar edip de artık kalbine mühür vurulanı da hidayette tutmaya kimse güç ye­tiremez!

Ben şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur; O tek­tir ve şeriki yoktur. Sözün en güzeli, Allah'ın kitabıdır! Şüp­hesiz ki her kime Allah (sallallahu aleyhi ve sellern), küfürden sonra iman iklimini nasip etmiş; kalbini iman nuruyla tezyin edip de, insanların alımlı sözleri yerine Rabbin kalıcı ifadelerine ram olmayı nasip etmişse artık o, kurtulmuş demektir. Şüphe yok ki Allah kelamı, sözün en güzeli, en güzel ve ahenkli ola­nıdır.

Sizler, Allah'ın sevdiklerini sevin ve kalplerinize Allah sevgisini yerleştirin! Allah kelamı karşısında asla usanma ko­numunda kalıp da zikir-i ilahiden uzak kalmayın ki, kalbiniz katılıkla baş başa kalmasın! Çünkü Allah (celle celaluhü), yarat­tıkları arasından bazılarını tercih edip diğerleri arasından on­ları seçer!

Amellerin en hayırlısını Allah bize bildirmiş ve önümüze koymuş, kulları arasından bazılarını seçerek rehber yapmış ve sözlerin içinden de en güzel ve salih olanları açıkça beyan et­miştir. İnsanlara verilen helal ve haram ne varsa artık bunlar, tebeyyün etmiş, gizli bir şey kalmamıştır.

Gelin, Allah'a kulluk yarışına girin ve asla O'na, başka bir şeyi şerik koşmayın! O'ndan, takvanın gerektirdiği gibi bir haşyet duyup rahmetine iltica ümidiyle şahlanıp azabı kar­şısında da titreyin! Ağzınızdan çıkanların en salih olanlarıy-

551


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve s e l l e m )

la Allah huzurunda sadakatinizi ispat edin! Allah'm rahmet ve bereketiyle aranızdaki muhabbetinizi artınn! Şüphesiz ki Allah (celle celaluhü), ahdinin yerine getirilmemesinden hoşnut olmaz ve bunu yapanlara buğzeder.

Allah'm selamı, hepinizin üzerine olsun!522

Ruh ve kalbi doyuran bu seslenişten sonra da Cuma na­mazını kıldırdı Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem). Namaz son­rasında ise, yeni bir yolculuk daha başlayacaktı; bu yolculuk, öncekine nispetle daha kısa ve hedeflenecek yer de, daha kalıcı bir yurttu. Neccaroğulları silahlannı kuşanmış ve Efendimiz'i almaya gelmişlerdi. Önde Efendimiz ve arkasında da Hz. Ebu Bekir'le birlikte yeniden yola çıktılar. Neccaroğulları, etrafında pervane olmuş; adeta etten bir duvar örrniişlerdi.e'e

Aradan dört gün daha geçmiş ve yine bir pazartesi günü Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), yanında Sıddik-i Ekber'le birlikte Medine'ye yönelmişti. Artık bu yöneliş, on yıl devam edecek bir sürecin başlangıcı anlamına geliyordu.v"

Abdullah İbn Selam'ın Gelişi

Abdullah İbn Selam, iyi bir Yahudi alimiydi. Nesebi, Hz.

Yüsuf ve dolayısıyla da Hz. Yakub'a (aleyhlmü's-selam) kadar da­yanıyordu. İsrailoğullan arasında neş' et etmiş ve medeniyete

522 İbn Hişam, Sire, 3/30, 31

523 Bkz. İbn Hişam, Sire, 3/22-23

524 Efendimiz'in Kuba'da kaldığı süreyi dört gün şeklinde anlatan rivayetler de vardır. Buna göre, Pazartesi günü geldiği Kuba'dan, Cuma namazıııı kıldık­tan sonra ayrılmış ve Medine'ye gelmiştir. Başka bir rivayette ise, Efendimi­z'in Medine'ye geliş zamanı, Rebiülevvel ayının son on iki veya son iki günü olarak karşımıza çıkmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Rebiülevvel ayının ilk pazartesi günü çıktığı hicret yolculuğunda, Rebiiilevvel ayının sekizinci günü Kuba'ya gelmiştir. Burada dört gün veya bir hafta kaldıktan sonra yine aynı ayın on ikisi veya on dokuzu olan cuma günü Medine'ye girdiği söylenebilir. Bkz. İbn Hişam, Sire, 3/22,23; İbn Sa'd, Tabakat. 1/233

552


Mukaddes Göç

beşiklik yapmaya hazırlanan Medine civanndaki üç büyük Ya­hudi kabilesinden birisi olan Beni Kaıpıukii arasında dünyaya gelmişti.

Babası Selam da, dedesi Hôris de iyi bir Yahudi alimiydi; dolayısıyla o da iyi bir din adamı olarak yetişmiş, şan ve şöhre­tini Hicaz'da duymayan kalmamıştı. Gelecek son Nebi ile ilgili sohbetlere o da katılmış, aynı nasihatleri artık, Abdullah İbn Selam da yapar olmuştu. Zira, elinden düşürmediği Tevrat, ay­nı konulara parmak basıyor ve O'nun geleceğinin müjdelerini veriyordu. Bekleyip durduklan ahir zaman Peygamberinin Mekke'de dünyaya teşrifinden haberleri olmasa da hep Mekke­'yi işaret ediyorlar ve geliş zamanının daraldığını söylüyorlardı. Hatta, Mekke'de neş'et ettikten sonra O'nun Medine'ye hicret edeceğini söylüyorlardı ve zaman zaman yaşadıklan mağlubi­yetlerde bunu, düşmanlanna karşı bir koz olarak kullanır ol­muşlardı.

Şimdi ise Abdullah İbn Selam, kitaplarda özelliklerini okuyup sohbetlerine konu ettiği Zat'ın muhatabı olmak üze­reydi. Belli ki kader O'nu, diğer arkadaşlarından daha önce İnsanlığın İftihar Vesilesi'yle karşılaştıracaktı,

Abdullah İbn Selam da, Efendimiz'in geleceğini iştiyak­la gözleyenlerden birisiydi. Aslına bakılacak olursa o, O'nun sıfatlannı, ismini, genel durumunu ve Medine'ye ne zaman geleceğini de biliyordu.

Resülullah'ın Kuba'ya geliş haberi kendisine ulaştığın­da, ağacın tepesine çıkmış hurma topluyor; halası Halide Binti Hôris de, o ağacın altında oturuyordu. Haberi duyar duymaz, avazı çıktığı kadar tekbir getirmeye başlamıştı. Ka­dın, durup dururken bu kadar yüksek sesle tekbir getirme­sine şaşıracak ve:

- Allah cezanı versin! .. Şayet, İmrôn oğlu Musa'nın geldi­ğini duymuş olsaydın, valIahi bundan daha gür bir sesle tekbir getirmezdin, diye çıkışacaktı.

553


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

- Ey halacığım! A1lah'a yemin olsun ki bu, Musa'nın kar­deşidir. O'nun dini üzerinedir. O, ne ile gönderilmiş se Mu­hammed de aynı vazifeyle mükelleftir, diyerek halasına da tanıtmaya çalıştı O'nu. Onun, bu sözlerine karşılık:

- Ey kardeşimin oğlu! Bu yoksa, bizim geleceği günü bek­lediğimiz kıyamet öncesi zuhür edecek son Nebi mi, diye sor­du halası. Bunda şüphe olamazdı ve tereddütsüz:

- Evet, cevabını yapıştırdı Abdullah İbn Selam. Heyecan­lanmıştı halası da!.. Ne diyeceğini şaşırmış bir hüli vardı ve: - Bu, O öyleyse, diyordu hala. Arkasından da ekleyecek-

ti:

- Öyleyse niye duruyoruz?

Zaten, Abdullah İbn Selam da aynı şeyi düşünüyordu; zira, geçen her an ziyan demekti ve doğruca Kuba'ya gitti. Huzuruna girdiğinde karşısında, yine o nur yüzlü Nebi vardı. Gayr-ı ihtiyari dudakları hareket etmişti, şöyle diyordu:

- ValIahi de bu yüzde yalan yok!

Ashabıyla oturmuş sohbet ediyordu. Kulağına çarpan ilk cümleleri şunlardı:

- Aranızda selamı yayın, yemekyedirin, akrabalarınızı zi­yarete devam edin, insanlar gece uykuya daldıklarında namaz kılın ve emniyetle cennete girin!525

Cennet yolunun buraklarıydı bütün bunlar ... O'nun sözle­rindeki büyüye ve çehresindeki derinliğe vurulmuştu Abdul­lah İbn Selam. Çünkü O'nda gördüğü sima ancak bir peygam­berde olabilirdi. Ne gizlemeye ne de gizlenmeye ihtiyaç vardı. Medine, medeni bir şehirdi ve İbn Selam, alen! olarak kelime-i şehadet getirmeye başladı:

- Ben şehadet ederim ki Sen, Allah'ın Hak Resülüsün ve şüphesiz ki Sen, Hak ile geldin!

525 Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 5/451 (23835); İbn Mace, Sünen, 1/423 (1334); Hakim, Müstedrek, 3/14 (4283)

554


Mukaddes Göç

Müslüman olduktan sonra Allah Resülii (sallallahu aleylıi ve sellern), daha önceleri Husayn olan adını Abdullah diye değiş­tirecek ve bundan böyle de o, hep Abdullah İbn Selam diye anılır olacaktı. 526

İki Yahudi ve İlk İntiba

Elbette herkes, Abdullah İbn Selam gibi hakperest de­ğildi. Medine'de, Huyey İbn Ahtab ve Ebu Yasir adında iki kardeş vardı. Her ikisi de, Tevrat ilmine vakıf kimselerdi. Ge­lecek bir Nebi hakkında malümat sahibi olan bu kardeşler, Efendimiz'in yakınlarına geldiğini duyunca merakla yola düş­müş; Kuba'ya kadar gelmişlerdi. Henüz sıcakların yeni başla­dığı kuşluk vaktiydi.

Konakladığı yeri öğrendiler; çok geçmeden Amr İbn Avf oğullannın yurduna geldiler. İmanla inkar arasında gidip ge­liyorlardı; ya gerçekten Beklenen Nebi buysa?. Kendilerinden olmadığını biliyorlardı ve bunun için de, bildikleri özellikleri taşımayacağını umarak yürüyorlardı.

Nihayet, değişmeyen realite ile karşılaşıverdiler! N e diye­ceklerini şaşırmışlardı. Oturup onlar da sohbetine kulak verdi­ler; oturması, kalkışı, konuşması, duruşundaki ululuk ve sima­sındaki duruluk çarpmıştı onlan da! Ancak, bir türlü kendilerini ikna edemiyorlardı. Renklerini belli etmemek için de durumla­rını gizliyor ve her şeyi kabullenmiş gibi duruyorlardı.

Derken güneş dönmüş ve guruba yaklaşmıştı; meclis da­ğılınca bunu fırsat bilip onlar da aynldılar Kuba'dan. Yolda konuşarak geliyorlardı. Küçük Safiyye, babasıyla amcasının gelişini görünce, koşarak onlan karşılamaya gitmiş ve baba­sının boynuna sarılmıştı. Sanki, baba eski baba değildi; amca da başka bir amca oluvermişti! Kol ve kanatlan kırılmış ve

526 Abdullah İbn Selam'ın Efendimiz'e Medine'ye lıicretten önce iman ettiğine dair rivayet de vardır. Bkz. Buhari, Sahih, 3/1211 (3151)

555


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

bitkin bir halleri vardı. Konuştuklarına biraz kulak vermeye çalıştı; şöyle diyordu amca Ebu Yasir:

- Bu, gerçekten O mu?

- Vallahi de O!

- İyi bakıp teşhis ettin ve tanıdın mı yani?

- Evet!

- Peki, O'nun hakkında ne düşünüyorsun?

- Vallahi de, yaşadığım sürece karşısında olacağımle"

Bu son cümleyi söyleyen, daha sonraları Efendimiz' e zevce olacak olan Safiyye validemizin babası Huyey İbn Ahtab'dan başkası değildi ve görüldüğü gibi, net bilgi sahibi olmasına rağmen kuru bir inada kurban gidiyor, bir adım daha atıp bir türlü teslim olamıyordu.

Selman-ı Farisi

Medine'de, O'nun gelişini heyecanla bekleyenlerden biri de, Selman-ı Farisı idi. İran topraklarından çıkmış; gerçek dini bulma adına önce Şam'a, daha sonra da sırasıyla Musul, Nu­saybin ve Ammuriye'ye gelerek hakikat arayışını devam ettir­mişti. Her uğradığı yer, onu aradığına bir miktar daha yaklaş­tırıyordu. En son Ammüriye'de yanında kaldığı papazın:

- Buralarda, bizim gibi seni emanet edebileeeğim kimse kalmadı; fakat, İbrahim'in hanif dini üzere gelecek olan bir Nebi'nin gölgesi üzerimize düşmek üzere. O'nun hicret edece­ği yer, hurma ağaçlarıyla doludur. O'nun, gizli kalmayacak üç alameti vardır; iki kürek kemiği arasında risalet mührü vardır, hediye kabul edip ondan yer, ama O asla sadaka kabul etmez ve ona el sürmez. Şayet gücün yetiyorsa sen git ve O'nu bekle, diyerek kendisini yönlendirmesiyle yola koyulmuş, Medine'ye gelip beklerneye niyet etmişti.

527 İbn Hişam, Sire, 3/52

556


Mukaddes Göç

Bunun için önce, o tarafa gidecek bir kervan bulmak gere­kiyordu. Çok geçmeden bu kervanı da bulmuştu. Kendisini de götürmeleri karşılığında, bütün mal-mülkünü vermeyi teklif etti; kabul etmişlerdi.

Derken, gelecek bir Nebi'nin yolunu gözlernek üzere yeni bir yolculuk başlamıştı. Ancak yolda, bir ihanetle karşılaşacak ve fazlasıyla bedelini ödediği halde, bir de esir edilip köle diye bir Yahudi'ye satılacaktı. Gerçi, onun için önemli olan, tari­fi verilen adrese gelebilmekti. Şimdi ise, köle de olsa, hurma ağaçlannın arasında, Medine' deydi.

İşte, Efendimiz'in Kuba'ya teşrif ettiği gün Selrnan, her zamanki gibi yine ağacın tepesinde hurma toplamakla meş­guldü. Bir ara, kendilerine doğru koşarak birisinin geldiğini gördü. Efendisinin amcaoğluydu bu. Gelişindeki telaş, önemli bir olayı haber veriyordu; belli ki yeni bir gelişme vardı. Bir taraftan koşup gelirken diğer yandan da:

- Ey falan, ey falan, diye sesleniyordu.

Efendisi de telaşlanmıştı. Onu bu kadar koşturan sebep ne olabilirdi ki? ..

Nihayet yanlanna geldi. Nefes nefese kalmıştı. .. Kendini toparlamaya çalıştı ve ekledi:

- Allah, Gayleoğullannı kahretsin. Biraz önce onlara uğ­ramıştım. Herkes Mekke'den gelen ve Nebi olduğunu söy­ledikleri bir adamın başında toplanmış, heyecanla O'na kulak veriyorlar!

İnanılacak gibi değildi. Allah nelere kadirdil Yıllarca bek­leyip yolunda emeklediği Zat, hürriyetini kaybettiği yerde Sel­man'ın ayağına geliyordu. Heyecandan dizlerinin bağı çözül­müştü adeta. O kızgın güneşin altında, buz gibi ter dökmeye başladı; bir taraftan da kış soğuğunda donmuşçasına titriyor­du. O kadar ki, kendisiyle birlikte sallanan ağaçtan efendisi­nin üzerine düşecek gibi olmuştu.

557


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Bekleyemezdi. Hızla ağaçtan indi ve efendisinin amcaoğ­luna yöneldi:

- Ne diyorsun?. Neden bahsediyorsun sen?. Nasıl bir haber bu, diyecekti ki, yüzüne inen şiddetli bir tokatla sarsıl­dı. Köleye insan olarak bakmıyorlardı ki ... Onun bu heyecanı sahibini kızdırmış ve şiddetli bir tokat savurmuştu Selman'ın yüzüne ... Bir taraftan da:

- Sana ne bu işten, diye çıkışıyordu Selman'a, "Git işinin başına!" diye de eklemişti.

Çaresizdi Selman. çıktı tekrar hurma ağacına ve işini gör­meye çalıştı. Elleri hurma dallannda dolaşırken hayalen Efen­diler Efendisi'nin huzurunda, Ammfıriyeli şeyhinin verdiği alarnetlerin, Kuba'ya gelen Zat'ta olup olmadığını sınamaya çalışıyordu.

O gün, akşam olmak bilmiyordu. Nihayet gün batar bat­maz bir şeyler toplayıp aldı eline ve doğruca tarif edilen yere gitti.

Medine'ye ay doğmuştu; Beklenen Nebi karşısında duru­yordu. Yıllarca yanlannda ömür tükettiği papazlara hiç mi hiç benzemiyordu. Kuba, O'nun nuruyla ışılışıldı. Yanında bulu­nanlarla sohbet ediyordu. Elindekileri koydu ortaya:

- Size sadaka niyetiyle bunlan ben topladım. Bildiğim ka­danyla Sen, salih bir kişisin. Yanında ihtiyaç sahibi arkadaşla­rın da var. Ve bugün sizin, buna daha çok ihtiyacınız var!

Dikkatle bakıyordu Selman ... Elini sürmemişti Allah Resü­lü (sallallahu aleyhi ve sellern). Ashabına döndü ve:

- Allah'ın adıyla yiyin, buyurdu.

Selman'ın derdi başkaydı. Onun aklında Ammüriyyeli şeyhinin sözleri vardı ve adresin doğruluğunu anlamaya çalı­şıyordu. Evet, sadaka yemiyordu ... Öyleyse ilk işaret tamam­dı. Dudaklanndan şunlar döküldü:

- ValIahi de bu bir; sadaka yemiyor!

558


Mukaddes Göç

Ve geri döndü. Ertesi gün yine bir şeyler toplamıştı. Aldı yanına ve doğruca huzura geldi. Bu sefer, ne yapacağını çok iyi biliyordu:

- Gördüğüm kadanyla Sen sadaka yemiyorsun. Senin ke­rem ve güven veren halin benim çok hoşuma gitti. Ve, Sana sadaka değil, bu sefer hediye getirdim, dedi.

Eline aldı Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve kendisi de, ashabı da yedi ondan.

Vakit tamam gibiydi... İçindeki heyecanı gizleyemiyordu Selınan. Dudaklarından şunlar döküldü:

- İşte, bu da iki; hediye kabul edip ondan yiyor.528

Artık Selman, sadece zorunlu olarak efendisinin yanında bulunduğu zamanlarda Allah Resülü'nden aynlacak, onun dı­şında kalan bütün zamanlarını Efendiler Efendisi'yle birlikte geçirmeye çahşacaktı.e"?

528 Ahmed b. Hanbel,Müsned, 5/441 (23788); İhnii'l-Eslr, Üsüdii'l-Ğabe, 2/511, 512

529 Bazı rivayetlerde, 40 tanesi Necran'dan, 32 tanesi Habeş'ten, 8 tane de Rum diyanndan olmak üzere toplam seksen kişilik bir Hristiyan grubunun, Hz. Muhammed'e iman ederek O'nun gelişini Medine'de bekledikleri anlatıl­maktadır. Es'ad İbn Zürilre, Beril İbn Ma'riir, Muhammed İbn Selerne ve EbU Kays İbn Sırme'nin de aralannda bulunduğu bu insanlar, cünüplükten kurtulmak için gusül abdesti alıyor ve Hz. İbralıim' den kalan Harriflik inancı üzere bir hayat süriiyorlardı. Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sellem) zuhı1r edince, koşup huzura gelmiş, O'nu tasdik ederek yardımına koşmuşlardı. Bkz. Beğavi, 1/343; İbnü'l-Esir, Üsüdü'l-Ğabe, 6/256.

559


 

VE KALICI YURT: MEDİNE

 

Created by Readiris, Copyright IRIS 2005
Created by Readiris, Copyright IRIS 2005

Ve, derken bir ikindi vakti Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve sellern), Neccaroğullarının bulunduğu mahalleden, dolunay misali Medine'ye doğuverdi.F" Hz. Ebu Bekir O'nun arka­sında; O ise önde bulunuyordu. Artık Yesrib, Allah Resülü ile özdeşleşecek ve Muhammed'in şehri manasında 'Meditıetii Muhammed' olarak anılır olacak; daha sonra da adı, Medine olarak kalacaktı.s"

Artık Medine' de, kemal noktasında bir bayram yaşanıyor­du; birkısımgençlermızraklanylahalkalanmışhalayçekiyor, 532 diğer bir kısmı da neşidelerle Efendimiz'i istikbal ediyorlardı. Artık, her şey daha bir aydındı ve Medine'de, daha önce ben­zerine rastlanmamış bir sevinç vardı; yüzlere tebessüm gel-

530 Bkz. Buhari, Sahih, 3/1421 (3694); İbn Sa'd, Tabakat. 1/236

531 Yesrib yerine Medine adının kullanılmasını Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) özellikle istiyordu; çünkü Yesrib,jesat veya günah karşılığında hesaba çekilip cezalandırılmayı anlatan bir kelime idi. Onun için Efendi­miz (sallallahu aleyhi ve sellern), "Medine'ye Yesrib diyen istiğfar etsin! O, temizdir; O, temizdir. O, temizdir." buyuracaktı. Bkz. Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 4/285; Salihi, Sübiilii'l-Hiida, 3/296

532 Bkz. Ebu Davüd, Sünen, 2/699 (4923)

561


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

mişti ve Mekke' de yaşanılanları unutturmak istercesine Me­dine ufuklarında çocukların sesleri yankılanıyordu:

- İşte, Resfılullah gelmiş, diye bu sevinçlerini ifade eder­ken şu neşideleri seslendiriyorlardı:

- Ay doğdu üzerimize; Sena tepelerinden!

Bizi nayra davet eden, aramızda kaldığı sürece şükür va­cip oldu bize!533

Ey aramıza gönderilen elçi! Şüphesiz ki Sen, itaat edile­cek bir işle bize geldin,534 diyerek, medeniyetin beşiği Medine Efendimiz'i bağrına basıyordu.

Beri tarafta ise, elindeki defe vurup ritim tutturan bazı insanlar:

- Bizler, Neccaroğullanmn komşularıyız; ne mutlu ki Muhammed bize komşu oldu, şeklinde sürür neşideleri ses­lendirirken onlara yönelen Efendiler Efendisi şöyle mukabele edecekti:

- Allah biliyor ki, Ben de sizi seviyorum!535

İlk Konak

Kuba'daki aynı heyecan, Medine ahalisinde de yaşanı­yordu. Herkes, yol kenarlarına dizilmiş ve Efendimiz'i kendi evinde misafir etme yarışına girişmişti. Kapısına yaklaşılan her ev halkı "Bizim evde konaklayacak" ümidini taşıyor ve bu

533 İbn Kesir, el-Bidaye, 3/197. Bazı rivayetlerde bu neşidelerin, Tebük sorırasın­da Medine'ye girilirken terennüm edildiği bilgisi vardır. Bkz. İbn Kesir, Sire, 4/38

534 Ebu Cafer et-Taberi, er-Riyadu'n-Nadıra, 1/480. Bazı alimler, sözü edilen neşidelerin, hicret sonrasında Medine'ye ilk girişte değil de, Tebük Savaşı­'ndan dönüşte söylendiğini anlatmaktadır. Konuyla ilgili rivayetler birleşti­rildiğinde bu beyitlerin her iki zamanda da söylendiği anlaşılmaktadır. Bkz. İbnii'l-Kayyim, Zadü'l-Mead, 3/10; Mübarekfüri, er-Rahiku'l-Mahtüm, 162

535 İbn Mace, Sünen, 1/612 (1899)


Ve Kalıcı Yurt: Medine

iştiyakla Efendimiz'i evine davet ediyordu. Ancak O (sallallahu aleyhi ve sellern), bütün taleplere karşılık:

- Devenin yulannı serbest bırakın; çünkü o memurdur, buyurmuş ve Medine'deki ikamet işini, tam bir tevekkül için­de kaderin hükmüne bırakmıştı. Aynı zamanda bu, farklı niyet besleyenlerin de önünü alacak bir çözümdü. Mübarek binek Kasısô; adım adım Medine'de yürürken, arkasında bir insan seli oluşmuş, onun gittiği yere doğru akıyordu.

Medine sokaklannda yürürken sırasıyla Utbôn İbn Ma­lik, Abbas İbn Ubôde, Ziyad İbn Velid, Ferve İbn Amr, Sa'd İbn Ubôde, Miuızir İbn Amr, Sa'd İbn Rebi', Harice İbn Zeyd, Abdullah İbn Reıiôha, Adiyy İbn Neccôr, Selit İbn Kays ve onun babası EbU Selit'in evlerinin, önünden geçiyor ve yanına yaklaştığı her evde aynı heyecan duyuluyor ve Efendimiz'i evi­ne davet ediyordu. Her davet karşısında Habib-i Ekrem Efen­dimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), deveyi kastederek:

- Onun yolunu serbest bırakın, çünkü o memurdur, ifa­desini tekrarlıyordu.sô"

Neccaroğullarının kız çocuklan, daha bir coşmuş; mahal­lelerine konak gelen Efendiler Efendisi'ne hoşarnedi yapıyor­lardı. Bulunduklan yerden:

- Bizler, Beni Neccar'ın komşu çocuklanyız; ne mutlu ki bize, komşumuz artık Allah Resülü, sesleri yükseliyordu. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), onlara döndü ve:

- Sizler, Beni seviyor musunuz, diye sordu. Sevmek de ne demekti; bir anda ortalık çınlayıverdi:

- Evet, ya Resülallahl Evet, ya Resülallahl

Bu kadar gönülden gelen sevgi seline mukabil Allah Re­sülü de:

536 Rivayetler göstermektedir ki Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bu ifade­yi, tam yedi kez tekrarlamıştır.


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

- Vallahi, Ben de sizi seviyorum! Vallahi, Ben de sizi sevi­yorum! Vallahi, Ben de sizi seviyorum, buyurdu.537

Derken Kasva, bir evin önünde durdu; etrafına bakınıyor­du. Sonra, biraz hareket edip yürüdü. Ardından da, yeniden ilk durduğu yere geri döndü. Anlaşılan o, üzerine yüklenen ta­rihi misyonunu eda edebilmek; kaderin kendisine çizdiği rolü yerine getirmek için çabalıyordu. Bir müddet daha bekledi ve daha sonra da orada durup çöküverdi.s'"

Erisar ve Muhacirin, birbirine bakıyordu; artık, Efendi­miz'in konaklayacağı ev belli olmuştu. Ebu Eyyub Halid İbn Zeyd'in yanaklarından sevinç gözyaşları damlıyordu. Çünkü, devenin çöktüğü yere en yakın olan ev, onun eviydi. Efendiler Efendisi sordu:

- En yakın ev kimin?

- Benim ev, ya Resülallah, diye ileri atıldı Eba Eyyüb Haz-

retleri. İşte şu, benim evim ve işte onun kapısı da şu, dedi.

- Öyleyse, haydi senin evinde konaklayalım, buyurdu Al­lah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem).

- Öyleyse, içeri buyurun, dedi Eba Eyyüb ve böylelikle, yedi ay sürecek bir misafirlik başlamış oluyordu.F"

Bu evin bir özelliği daha vardı; bu ev, yüzyıllar öncesin­den Tubba' meliki Es'adü'1-Hzmyeri'nin,540 ôhir zaman Ne-

537 İbn Mace, Sünen, 1/612 (1899)

538 Devenin çöktüğü yer, Sehl ve Süheyl adındaki iki yetim delikanlıya ait bir arsa idi ve koyun ağılı olarak kullanılıyordu.

539 İbn Hişam, Sire, 3/22 vd.

540 Es'adiil-Hımıjeri, güçlü bir kraldı. Önceleri, Medine'yi kuşatmak için ordu­suyla birlikte buraya kadar gelmiş, karşısına çıkıp da kendisine, "Sen burayı kuşatamazsın; çünkü burası, geleceğini beklediğimiz Son Nebi'nin hicret edeceği yerdir." diyen iki Yahudi genci de yanına alarak geri dönmüştü. Ar­tık o, ehl-i imandı. Daha sonra da, Mekke'ye gelecek ve ilk defa Kabe'ye örtü diktirerek yeni bir gelenek başlatmış olacaktı. Daha sonra Medine'ye gelen bu kral, burada dört yüz din alimini kendisini beklerken bulacak ve bunun sebebini sorduğurıda ise, "Bu beldenin şerefi, burada Muhammed adında


Ve Kalıcı Yurt: Medine

bi'si buraya hicret ettiôi gün içinde kalsın diye yaptırdığı evdi.

Es'adü'l-Hımyeri, bir gün taç ve saltanatını Yemen'de bı­rakarak, gelecek Son Nebi'nin hicret edeceği belde olarak bil­diği Yesrib'e gelmişti. Geldiği zaman da, O'nun geleceğinden sadece kendisinin haberdar olmadığını ve nice samimi gônü-

"-

lün O'nu burada beklediğini görmüş ve kendisi de burada kal-

maya karar vermişti. Çok geçmeden, samimi bir niyetle bir ev inşa ettirecek ve bu evde, gelecek Son Nebi'yi misafir etmek isteyecekti.s-' Niyet güzel, gayret de samimiydi; buna mukabil ömür kısa ve hayat da sınırlıydı. Ölüm emareleri belirince, gü­vendiği en bilge adamı yanına çağınp ona bir mektup bıraktı; zamanına yetişip de göremediği Son Nebi'ye vermesini isti­yordu. Şayet o da göremezse, görebilecek birisine bu mektubu emanet etmesini istiyor ve bunu bir vasiyet olarak arkadaki­lere bırakıyordu. Ve, O'nun gelişini beklerken, bir gün Tübba' meliki de yola revarı olacaktı.e"

Çocuklan Lemis ve Vahabı, babalan kadar hassas değildi

ortaya çıkacak bir Nebi'den dolayıdır; burası da, O'nun hicret edeceği yer" cevabını alacaktı. Daha sonra bu zat, Medine'de kalacak ve herkesin bekledi­ği Son Nebi için, buraya hicret ettiği gün içinde kalması için evini inşa ede­cekti. Kendisini görerneden Efendimiz'e olan bağlılığını ilan eden bu melik için Allah Resnlü de, "Tübba' hakkında olumsuz şeyler söylemeyin. Zira o, Müslüman idi. Kdbe'ye ilk defa örtüsünü giydiren de, Es'adii'l-Hımueri idi." (Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 4/340; Hindi, Kenzü'l-Ummal, 12/80, 81) di­yerek onun faziletini anlatacak, "Nebi midir, yoksa değil midir bilmiyorum." (Hindi, Kenzü'l-Ummal, 12/81) diyerek de iltifat buyuracaktı.

541 Es'adü'l-Hımyeri Medine'ye geldiğinde burada dört yüz kadar din alimi var­dı; bunlann hepsi de, geleceğini bildikleri Son Nebi'yi beklerneye durmuşlar­dı. Sebebini sorduğunda kendisine, "Biz, kitaplarımızda görüyoruz ki, Ai­lah'ın göndereceği son peygamber Muhammed, buraya hicret edecek. Biz de, O'nu burada karşılamak için bekliyoruz." diyorlardı. Onlann bu samimi hilllerini göriince, her birisine birer ev yaptıran Hımyeri, bu şahısların diğer ihtiyaçlannı da giderecek ve Efendisi'ne hasret gönüllerin böylelikle gönlünü almaya çalışacaktı. Bkz. SiIlihi, Sübülü'l-Hüda, 3/274

542 Bkz. Halebi, Sire, 2/278, 279


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

ve babalarının yaptırdığı bu evi, ellerinden çıkarıp satacaklar­dı. İşte bu ev, mirasla el değiştire değiştire şimdi Ebu Eyyu­b'a intikal etmiş; onun taht-ı tasarrufunda bulunuyordu. Bel­ki Yemen meliki Es'adü'l-Hımyeri O'nu misafir edememişti; ama Allah (celle celaluhü), onun samimi ve yürekten bu gayretini boşa çıkarmamış, hicret ettiği gün içinde kalsın, diye yaptır­dığı bu evde. şimdi Resülü'nü ağırlıyordu. Kainatta tesadüfe yer yoktu ve:

- Devenin yularını serbest bırakın; çünkü o memurdur, sözünün anlamı, şimdi daha iyi anlaşılıyordu!

Elbette Hz. Eba Eyyüb, Medine'nin en bahtiyar kişisi olarak kendisini görüyordu. Bu sevincini ashab-ı kiramla da paylaşmak isteyen Eba Eyyüb'un, bir şiir terennüm ettiği du­yuldu. Şöyle diyordu:

- Ben Ahmed diye birisini biliyorum ki O,

Allah tarafından herkese gönderilen bir Resul ve yaratıl­mışların en şereflisidir.

Şayet ömrüm, O'nun ömrüne yetişirse, O'na en sadık bir vezir,

Ve yanındaki amcaoğlu gibi olacağım.

Bugün ben kılıcımla, O'nun düşmanlarına savaş ilan et­miş bulunuyorum ki,

Böylelikle O'nun sinesinde meydana gelebilecek sıkıntıla­rı şimdiden bertaraf etmiş olayırn.v<'

Bu şiir de, yıllar öncesinden, Allah'ın Son Nebi'si geldi­ğinde içinde kalsın diye bu evi inşa eden Es'adü'l-Hzmyerl'ye ait bir şiirdi. 544

543 Bkz. İbn Kesir, Tefsir, 4/183

544 Hatta, zayıfbile olsa bazı rivayetlerde Eba Eyyfıb el-Ensari'nin, hanesine teş­rif ettiklerinde bizzat, eline aldığı bu şiirleri Efendimiz'e verdiği (Bkz. Salihi, Siibiilii'l-Hiida, 3/274); yahut, zuhür ettiğini duyıınca, EbU Leyla adındaki bir elçi ile bu mektubun Efendimiz'e ulaştırıldığı anlatılmaktadır. Ebu Leyla ile karşılaşan Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve sellern), "Sen, Tübba' meli-

566


Ve Kalıcı Yurt: Medine

Belli ki; hatıralar canlanmış ve şükür adına tahdis-i ni­met olarak Allah'ın kendilerine olan ikramlan dile getiriliyor ve böylesine önemli bir tevafuk, bütün ümmete mal edilmek isteniyordu. Belki de, şiddetle tepki veren Mekke'ye mukabil Medine'nin, O'nu kabulde bu denli aktif olmasının altında, böylesine bir tarihi arka plan yatıyordu.545

Gerçi Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem), Eba Eyyüb'un evine misafir gelmişti; ama Erisar'ın tamamı aynı heyecanı du­yuyordu; çünkü O (sallallahu aleyhi ve sellem), kendilerine misafir 01-

kinin mektubunu getiren Ebu Leyla mısın?" diye soracak ve o da, "Peki Sen kimsin?" diye mukabele edecektir. "Ben, Muhammed'im. O mektubu getir!" dedikten sonra da alıp onu okuyacaktır. Üzerinde şunlar yazılıdır:

- Alemlerin Rabbinin Resülü ve peygamberlerle nebilerin hatemi, Abdul­lah'ın oğlu Muhammed'e, Hımyer'in ilk Tübba'ından.

Daha, mektubun dışındaki ifadelerde bile Melik'in, Resülullah'a olan say­gısını dile getirmesi ve Allah Resülü'niin adını kendi adından önce yazıyor olması ayrıca dikkat çekmektedir.

Mektupta ise şunlar yazmaktadır.

- Ya Muhammed! Ben, Sana, Senin ve her şeyin Rabbine, Rabbinden getirdi­ğin her şeyin iman ve İslam şeairi olduğuna iman ettim. Bunun sebebi ise, bu kitap vesilesiyle Sana ulaşıp yann ahiret gününde bana şefaat etmen ve beni unutmaman içindir. Şunu bil ki ben, daha Sen gelmeden ve Allah, daha Seni göndermeden önce Sana iman etmiş öncüllerdenim. Ben, Senin ve İbrahim'­in dini üzereyirn,

Mektubu okuduktan sonra, başlangıçta da sonuç itibariyle de her iş Allah'a aittir, manasındaki ayeti okuyan Efendiler Efendisi, üç kere:

- Sana da merhaba ey Tübba beldesindeki Salih kardeş, diye mukabelede bulunacaktı. Bkz. Halebi, Sire, 2/278,279

545 Medine ahalisinin menşei konusunda farklı rivayetler bulunmaktadır; Hz.

Musa ile birlikte hacca gelen İsrailoğullanndan bir grup gelecek Son Nebi'­nin özelliklerini bildikleri için burada kalıp O'nu beklemek istemişlerdi. Aynı zamanda, bulunduklan yerde Buhtunnasır adında zalim bir hükümdar vardı ve orada kendilerini güvende hissetmiyorlardı. Şam'dan Yemen'e kadar ka­lacak yer aramış ve Tevrat'ta anlatılan özelliklere uyan yer olarak en sonunda Medine'yi bulmuşlardı. Bunlann ilk geldikleri yer, Beni Kaynukô. çarşısının olduğu bölge idi. Daha sonralan, diğer Arap topluluklar da bunlara katılarak Medine'yi oluşturmuşlardı. (Diğer bir rivayette ise, bunlardan önce Arneli­kalılann buraya yerleştikleri belirtilmektedir.) Evs ve Hazreç ise, Yemen ta­rafından buraya gelmiş ve oradaki sıkıntılardan emin olmak için Medine'ye yerleşmişti. Bkz. Salihi, Sübülü'l-Hüda, 3/271 vd.


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

muş, Mekke'nin hiddet soluyan havasına mukabil Medine'nin sıcaklığını tercih etmişti. Artık Ebu Eyyüb'un evi, Erisar'ın uğ­rak yeri olmuştu; her akşam kapıda, en az iki veya üç Ensar yemek getiriyor, Allah Resülü ve yanına gelen misafirlerini do­yurarak Ensar cömertliğini göstermek istiyorlardı.sı"

Üst Kata Taşınma

Kainatın İftiharı, Ebfi Eyyüb el-Ensari'nin evine yerleş­mişti; ama bu yerleşme Eba Eyyüb'un içine hiç sinmemişti; çünkü Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), alt katı tercih etmiş­ti ve gecelerini burada geçiriyordu. Hanımı Ümmü Eyyüb'la birlikte, bu halden duydukları rahatsızlığı dile getiriyorlar ve aralannda şöyle konuşuyorlardı:

- N asılolur; Efendimiz alt katta ve bizler, O'nun başı üs­tünde yürüyoruz!

Nihayet, kendilerini rahatsız eden bu konuyu Efendimiz'e açmaya karar verdiler ve O'nu üst kata davet etmek için huzu­runa girdiler:

- Ey Allah'ın Nebi'si! Annem-babam Sana feda olsun!

İnan ki, Senin alt katta, bizim de üst katta olmamız, bize çok ağır geliyor ve bu bizi çok rahatsız ediyor; Siz yukarı buyur­sanız da bizler alt kata taşınsak, diyorlardı. Ancak Efendimiz (sallallahu aleylıi ve sellern), onlar gibi düşünmüyordu. Kendilerini rahatsız eden bu konuyu defalarca O'nunla da paylaşmışlardı; ama Allah Resülü (sallallalıu aleylıi ve sellem) hep:

- Ey Eba Eyyübl Bizim için en uygun olan ve bizi kuşatan nimetler açısından, bizim alt katta bulunmamızdır, diyerek bir türlü bunu kabul etmiyordu.s-?

Bir gün Eba Eyyüb, yine aynı teklifte bulunmuş ve yine hüsn-ü kabul görmeyince:

546 Bkz. Salihi, Sübülü'l-Hüda, 3/275 547 Müslirn, Sahih, 3/1623 (2053)

568


Ve Kalıcı Yurt: Medine

- Altında Senin bulunduğun üst katta ben, asla yaşaya­rnam, demiş ve bir kez daha ısrar etmişti. Yine sonuç değiş­miyordu. Nihayet bir gün Eba Eyyüb, içi su ile dolu bir testiyi üst katta devirmiş ve kınlan testinin içindeki sular bütünüyle alt kata dökülüvermişti. Daha su alt kata ulaşmadan, Ümmü Eyyfıb'la birlikte hemen kendileri alt kata ulaşmış ve ellerinde­ki havlu benzeri bezlerle suyun yayılmasını engellemeye çalış­mışlardı. Efendimiz'in üzerine döküleceği endişesiyle yürekle­ri ağızlanna gelmiş ve üzüntüden saranp solmuşlardı. Belli ki; bu iş böyle yürümeyecekti. Bu sefer daha kararlı bir şekilde:

- Ya Resülallahl Bizim artık Senin üstünde olmamızın imkanı yok! Ne olur Sen, artık yukanya geç! İsteğin ötesinde bir yalvarmaydı bu ve şöyle diyordu:

- Alt katında Senin olduğun bir yerde ben, üst kata asla çıkmam!

Bu samirniyet ve bu kadar ısrar karşısında Allah Resülü (sallallalıu aleylıi ve sellern), artık Eba Eyyüb'u kırmayacak ve o gece üst kata taşınacak.s-" bundan sonra da, Mescid-i Nebevi inşa edilineeye kadar burada ikamet edecekti.

Dünyanın en bahtiyar ev sahibi olarak Eba Eyyüb ve ai­lesi, Efendimiz'i memnun edebilmek için artık o kadar hassas davranıyor ve gönlünü kırmamak için de o denli hassasiyet gösteriyorlardı ki, Allah Resülü'ne yiyecek bir şeyler gönder­diklerinde, geri gelen sofranın üzerine titizlikle bakıp inceli­yor ve böylelikle, O'nun ilgi duyduğu yiyecekleri tespit etme­ye çalışıyorlardı. Bir başka hassasiyetleri de, kendi gıdalarını Efendimiz'in mübarek ellerinin değdiği yerlerden almaya ça­lışmaktı O'nun artığıyla kannlannı doyurmayı en büyük bah­tiyarlık sayıyorlardı.

Bir gün, içinde bol miktarda soğan veya sanmsak olan bir yemek yapmışlar ve yemesi için bunu göndermişlerdi Al-

548 Müslim, Sahih, 3/1623 (2053); Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 5/420 (23616)


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve s e l l e m )

lah Resülü'ne. Yine beklerneye durdular; yemeğini yiyecek ve onlar da, arta kalan kısımla kannlannı doyurarak bereket talebinde bulunacaklardı. Ancak o gün öyle olmadı; gönder­dikleri yemeğe el sürülmeden yemek geri gelmişti. Ailecek, Efendimiz'e yanlış bir yiyecek göndermiş olmalannın korku­sunu yaşıyorlardı. Bir çırpıda huzura çıktı Eba Eyyüb:

- Ya Resülallahl Anam-babam Sana feda olsun; yemeğe el sürmeden onu geri göndermişsiniz! Yoksa bu haram mıydı, diye sormaya başladı. İçlerine su serpen bir cevap geliyordu: - Hayır! Anıa Ben, bu yemeği hoş bulmuyorum. Çünkü içinde soğan (veya sanmsak) kokusu aldım. Biliyorsun ki Ben, Rabbimle miinacat halindeyim, Hemen tepki verdi Eba Eyyüb:

- Senin hoşlanmadığından ben de hoşnut olmam, dedi.

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), bir adım daha atacaktı ve böylelikle, belli ki bir yanlış anlamanın daha önüne geçmek istiyordu:

- Fakat siz ondan yeyin!

Her ne kadar Efendimiz'den böyle bir ifade duymuş olsa­lar da, bir daha bu yemekten asla yapmayacaklardı.sw İşte bu, bir sahabe hassasiyetiydi; bırakın emir ve tavsiyelerini, arzu ve isteklerinde bile O'nu takip ederler, yüzündeki bir hoşnut­suzluktan bile hüküm çıkararak Allah'ın en sevgili kulunu memnun etmeye çalışırlardı.

Kardeşlik Bağlan

Medine'ye gelinmişti; ama bu gelmeyle birlikte Efendi­miz'i, çözülmesi gereken birçok problem bekliyordu. Gelen­lerin adedi, üçle beşle sınırlı değildi; Müslüman olduğuhalde

549 Söz konusu yemek, içinde bol miktarda soğan veya sanmsak bulunan bir yemeldi ve Efendimiz (sallallabu aleyhi ve sellern), vahiy meleği Cibril'le bu­luştuğu için kokusundan dolayı bu yemeği hoş karşılamamış ve ondan dolayı yememişti. Bkz. Müslim, Sahih, 3/1623 (2053); İbn Hişam, Sire, 3/27, 28

570


Ve Kalıcı Yurt: Medine

Mekke'de kalan ender insan vardı ve diğerleri bütünüyle Me­dine'ye gelmişti. Üstelik, her bir insan, ailesiyle birlikte bu­raya geliyor yahut ailesini sonradan getiriyordu. Zaten başka da bir alternatif yoktu, olamazdı ... Toplamda yüz seksen altı aile olmuşlardı. Aileler ise, öyle sanıldığı gibi ikişer kişiden oluşmuyordu, eş ve çocuklar itibariyle geniş bir aile yapısı söz konusuydu. Peki, bu kadar insan nerede misafir edilecek ve maişetlerini nereden temin edeceklerdi? Haydi, birkaç günlük çözümler bulunabilirdi; ama bu hicret, üç-beş gün sonra sona erecek bir yolculuk değildi.

İşte, bütün bu soruların cevabını bulmak için, Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sellern)'in ilk yaptığı şeylerden birisi, Mekke' den gelen Muhacirler ile Medineli Ensar arasında kardeşlik bağla­rını oluşturmak oldu. Bugünkü manada bir nevi kardeş aile benzeri bu uygulama ile, ilk etapta kırk beş ailenin mesken meselesi ve diğer benzeri sosyal problemleri çözülmüş olu­yordu. Enes İbn Mdlik'in evinde, ashabıyla birlikte bir araya gelmiş;550 onlara şöyle diyordu:

- Allah için ikişer ikişer kardeş olun!

Müslüman toplumun birbiriyle kaynaşabilmesi için bu­gün ortaya koyduğu kardeşlik anlayışı, sadece hicret sonra­sında ortaya çıkan bir uygulama değildi. Daha Mekke yılla­nndayken de O (sallallalıu aleyhi ve sellern), Zübeyr İbn Avam ile Abdullah İbn Mes'üd gibi kimseleri kardeş ilan etmiş ve böy­lelikle, çetin şartların en ağır şekilde yaşandığı bu dönemlerde kardeşlikten öte bir tesanütle her türlü sıkıntının üstesinden gelmeyi hedeflemişti.

İlk uygulamayı da, yine kendisi yapacaktı; bunun için, ye­ğeni Hz. Ali'nin elini kaldırdı ve:

- İşte bu, benim kardeşim, buyurdu. Küçüklüğünden bu yana yanında kalan ve nebevi terbiye ile gelişip boyatan ye-

550 Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 3/111 (12110)

571


Efendimiz (s a l l a l l a h u a l e y h i ve sellem)

ğeni Hz. Ali'yi kimseye bırakmıyor ve onu, kendisine kardeş ilan ediyordu. Ardından, amcası ve aslan avcısı Hz. Hamzaw ile cahili toplumun yanlış bir telakkisine kurban giderek kö­leleştirilen, ancak kaderin yoluna su serpmesiyle Efendimiz' e hizmet etme şerefine ulaşan azatlı Zeyd İbn Harise'yi kardeş ilan ediyor ve belli ki bu iki delikanlıyı, özellikle yakınında tut­mak istiyordu.

Bir anda Medine'yi saran bu heyecanlı kardeşleşmede ar­tık her bir Ensar, kendisi için zikredilecek bir Muhacir'i gözler olmuştu. Çok geçmeden de, Hz. Ebu Bekir, Harice İbn Zü­heyr; Hz. Ömer, Itban İbn Malik; Ebu Ubeyde, Sa'd İbn Muaz; Abdurrahman İbtı Auf, Sa'd İbn Rebi': Zübeyr İbn AVVam,552 Selame İbn Selame; Hz. Osman, Evs İbn Sabit; Talha İbn Ubeydullah, Ka'b İbn Malik; Sa'd İbn Zeyd, Übeyy İbn Ka'b; Ca'fer İbn Ebi Talib,553 Muaz İbn Cebel; Mus'ab İbn Umeyr, Ebu Eyyüb Halid İbn Zeyd; Ebu Huzeyfe, Abbad İbn Bişr; Arnmdr İbn Yasir, Huzeyfe İbnü'l-Yeman ve Bilal-i Habeşi de, Ebu Ruveyha554 ile kardeş olacak, çok geçmeden bu sayı, önce yüz elli,555 ardından da yüz seksen altı aileyi kapsayacak ve kardeş bulamayıp da ortada kalan tek bir Muhacir aile kal­mayacaktı.

Şüphe yok ki bu kardeşlikte, karşılıklı fedakarlıklar öne çıkacak ve Mekke'den gelen Muhacirler, Medineli Erisar'ın

551 Daha sonra, Uhud gününde Hz. Hamza, hicretteki kardeşini kendisine mi­rasçı olarak vasiyet edecekti. Bkz. İbn Kesir, el-Bidaye, 3/226

552 Zübeyr İbn Avvam'ın kardeşi, bazı kaynaklarda Abdullah İbn Mes'ı1d olarak da geçmektedir.

553 Bu sırada Hz. Ca'fer İbn Ebi Talib, hala Habeşistan'da bulunuyordu.

554 Hz. Bilal, Hz. Ömer'in oluşturduğu Divan'da kütüğü tespit edilirken, "Resü­lullalı'ın ilan ettiği kardeşlikten asla ayrılmam." diyerek hicretteki kardeşi Ebu. Reveyha ile adını birleştirecek ve bundan böyle Habeşlilerin adı hep, Has'amoğullanyla birlikte anılacaktır. zaten mezan da, Şam'da Has'am ma-

·hallesindedir. Bkz. İbn Sa'd, Tabakat, 3/234 555 Bkz. İbn Sa'd, Tabakat. 1/238

572


Ve Kalıcı Yurt: Medine

bütün ısrarına rağmen kendi alın terinin ürününü alma yarı­şına girecekti. Sa' d İbn Rebi', kendisine kardeş ilan edilen Ab­durrahman İbn Avfı alıp evine götürmüştü. Evine, Resülullah gelmiş gibi seviniyor ve onun için daha fazlasını yapmak isti­yordu. Bunun için önce onu karşısına aldı:

- Ey kardeşim! Ben, mal ve mülk yönüyle Medine'nin en zenginlerinden birisiyim; malımın yarısı senin olsun, alonu! Ayrıca benim, taht-ı nikahımda iki tane eşim var; onlardan hangisini beğenirsen bak, ben onu boşayayım, iddetini bekle­sin ve daha sonra da onunla sen evlen!

Abdurrahman İbn Avfın kanını donduracak bir teklifti bunlar! Bir taraftan, Mekke'de karşılaştıkları muameleyi dü­şünüyor; diğer yandan da Medine'nin kucaklamasına bakıyor; daha dün denilebilecek kadar yeni Müslüman olan Erisar'ın bu fedakarlığı karşısında hicap duyuyordu. Bir aralık, Mu­hacirin'e kapılarını açan Ensar'ı anlatan Kur'an ayetleri geçti zihninden! Elbette Allah (celle celaluhü), onların kalbinde olanla­ra da muttaliydi ve olanı anlatıyordu:

- Muhacirlerden önce Medine'yi yurt ve vatan edinip imana sarılanlar, kendi beldelerine hicret edenlere sevgi bes­lerler; onlara verilen maddi paylardan ötürü herhangi bir kıs­kançlık göstermedikleri gibi tam aksine, kendileri aşırı ihtiyaç içinde kıvransalar bile hep kardeşlerine öncelik verir ve onları kendi nefislerine tercih ederler!556

Ancak onlar, dünyayı elde etmek için gelmemişlerdi ki Medine'ye!

- Malın da hanımların da senin için mübarek olsun, dedi önce. Ardından da, "Sen bana, çarşı-pazarın yolunu göster!" diye ilave etti. İnanan insan için istiğna, çok önemli bir pren­sipti ve kendi kazaneını kendi alın teriyle kazanmalı, maişeti­ni de bizzat çalışarak temin etmeliydi.

556 Bkz. Haşir, 59/9

573


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Hz. Sa' d'ın tekliflerine evet demeyen Hz. Abdurrahman, ertesi gün Beni Kaımukii pazarındaydı, Bundan sonra da hep çarşı-pazarda olacaktı. Kendi ifadesiyle, elini değdirdiği her taş adeta altın ve gümüş oluyordu.w? Demek ki Allah, olayları iyi okuyan ve rızası istikametinde irade beyan edenlerin yolu­na su serpiyordu.

Bir gün huzur-u risalete gelmişlerdi. Çok geçmeden Efen­dimiz (sallallalıu aleylıi ve sellem):

- Bu ne iş, diye sormuştu. Çünkü Abdurrahman İbn Avf, za'feran kokusu sürmüş ve meclise öyle gelmişti.

- Ensar'dan bir kadınla evlendim, ya Resülallah, diye cevapladı Abdurrahman İbn Avf. Efendiler Efendisi, kısa za­manda geldiği yeri öğrenmek için sordu:

- Mehir bedelini de verdin mi?

- Evet, beş dirhem ağırlığında altın verdim, dedi.

Demek ki Abdurrahman, işlerini yoluna koymuş ve ticari hayatı adına belli bir yere gelmişti. Aynı zamanda böyle bir başarının, diğer insanlarla da paylaşılması ve aynı yolda yürü­yenıere moralolması gerekiyordu. Öyleyse sıra, bu nikahı ilan etmeye gelmişti ve Efendimiz (sallallalıu aleylıi ve sellem):

- Bir koyun bile olsa velime adına yemek ver, buyur­du.ss8

Sa'd İbn Rebi' ve Abdurrahman İbn Avfta olduğu gibi bazı insanlar, Muhacir ve Ensar arasında kurulan bu kar­deşliğin, miras hakkını da doğuracağı sonucuna varmışlar; Efendimiz'in huzuruna gelip de:

- Hurmalıkları da onlarla bizim aramızda bölüştür, tek­lifinde bulunuyorlardı. İşin garip tarafı, bu teklifi yapanlar, Medineli Ensar' dı.

SS7 Bkz. Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 3/190, 271; İbn Sa'd, Tabakat. 3/126

SS8 Bkz. Buhari, Sahih, 3/1378 (3569-3571); Müslirn, Sahih, 2/1042 (1428); İbn Sa'd, Tabakat. 3/126

574


Ve Kalıcı Yurt: Medine

- Hayır, dedi önce. Ardından da:

- Çalışıp alın teri dökmede müşterek hareket edin ve or-

taya çıkan meyveleri de aranızda payedin, buyurdu.s'? Bunun anlamı açıktı; bundan böyle herkes, elinden geleni yerine ge­tirmek için alın teri döküp gayret gösterecek ve Mekkeli Mu­hacirlerle Medineli Ensar aileler, elde ettikleri ürünü arala­nnda paylaşarak bir hayat yaşayacaklardı. Sahabeyi, sahabe yapan cevap gecikmedi:

- İşittik ve itaat ettik!56o

Bu arada, Nisf suresi 33. ayet de gelmişti ve zaten, akra­balık bağlannın dışında böyle bir miras anlayışının olamaya­cağını anlatıyordu.

Ensar Farkı

Görüldüğü gibi, Muhacir kendi üzerlerine düşeni yapıyor Ensar da daha fazla ne yapabileceğinin heyecanını yaşıyordu. Mekke'den kopup gelen kardeşleri istemese de onlar, mutlaka bir şeyler yapmak istiyor ve bu konuda ısrarcı oluyorlardı.

Bir gün oturmuş aralannda şunu konuşuyorlardı:

- Allah Teala, kız kardeşinizin oğlu bu Zat sebebiyle sizi hidayete erdirdi. O ise, herkesin işlerini omzuna almış, bütün sıkıntılan deruhte ediyor. Halbuki O'nun, bütün bunlan ya­pabilmek için elinde imkanlan da yok! Öyleyse siz, elinizden geldiği kadar aranızda mal-mülk toplayın ve O'na verin ki ya­pageldiği bu hayır işlerinde elini güçlendirmiş olursunuz!

Durumu tam olarak anlatan bir fikirdi. Zira gerçekte du­rum, bundan farklı değildi. İşte bu, Ensar farkıydı ve çok geç­meden, meselenin sadece sözde kalmadığını da gösterecek ve

559 Bkz. Buhari, Sahih, 3/1378 (3571)

560 Bkz. Hakim, Müstedrek, 2/199 (4833); İbn Teymiye, Mecmüu'l-Fetava, 14/157

575


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

gidip gerekli olan mal ve mülkü toplayıp huzura geleceklerdi. Şöyle diyorlardı:

- Ya Resülallahl Sen bizim, kardeşimizin oğlusun! Allah (celle celaluhü) bizi, Senin vesilenle hidayete erdirdi! Sen ise, bütün hayır işlerini kendi omuzların üstüne almış her türlü sıkıntıyı deruhte ediyorsun. Halbuki Senin elinde, bunu yapa­bilmek için imkanların da yok! Bizler, kendi aramızda oturup konuştuk ve bunlan toplamaya karar verdik; umulur ki böy­lelikle Sana bir nebze yardım etmiş, hayır yanşında da elini güçlendirmiş oluruz. İşte, bunlan bizden kabul buyur!

Bu ne hassasiyet ve bu ne nezaketti? Ancak, hayır adına mesafe alırken hak yolcusu, aynı zamanda müstağni olmalıy­dı ve attığı adımlara mukabil kimseden bir şey istememeliydi. Sahaya inilmiş: bizzat ve fiili bir terbiye örneği sergileniyordu. Çok geçmeden Cibril geldi:

- Bunun için Ben sizden, ücret talep etmiyorum; Benim talep ettiğim tek şey, ehl-i beyte muhabbet beslemenizdir.e?' manasındaki ayeti indiriyordu. Demek ki mesele, karşılık beklemeden yürüme hassasiyeti gerektiren bir meseleydi. Muhataplar nezdinde önemsenmenin yolu da buradan geçi­yordu. Aynı zamanda bu, açık arayan müşrik ve kafir grupla­ra, isteklerine nailolabilecekleri zemini bırakmama manasma geliyordu. Zira istiğna, ne kadar çok olursa olsun dünya ma­lından daha güçlü bir dinamizim demekti.w"

Mescid-i Nebevi'nin İnşası

Medine'ye gelinmişti; ama çözülmeyi bekleyen bazı me­seleler vardı; öncelikle, mü'minleri bir araya getirecek, için­de Kur'an ayetlerinin paylaşıldığı, namazıarın kılınıp nebevi

561 Bkz. Şura, 42/23

562 Vahidi, Esbabii Nıizüli'l-Kur'an, s. 389

576


Ve Kalıcı Yurt: Medine

irşad ve tebliğe kulak verildiği, günlük meselelerin getirilip çözüme kavuşturulduğu ve kısaca, içinde cemaat olma şuuru­na erilen kucaklayıcı bir mekana ihtiyaç vardı ve bunun için hemen bir mescid yapılmalıydı. Zira artık, semtine sığınılabi­lecek bir Kabe yoktu. Onun için namazlar, vakit nerede girerse orada kılınmaya çalışılıyordu.

Önce, inşaatın yapılacağı yer tespit edilmişti. Burası, de­venin ilk çöktüğü yerdi ve Neccaroğullarının elçisi Es'ad İbn Zürare'nin himayesinde bulunan Sehl ve Süheyl adındaki iki delikanlıya aitti; üzerinde koyun ağılları, eski binalar ve bir kenarında da birkaçmezarın bulunduğu bir mekandı.ö''"

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), anne tarafından akraba­ları olan Neccaroğullarını yanına çağırarak, para karşılığında arsalarını talep ediyordu. Onlar ise:

- ValIahi de biz, bunun karşılığında bir ücret istemiyor; karşılığını sadeceAllah'ın vereceğini düşünüyoruz, diyorlar ve böylesine hayırlı bir işte bayrağı önde göğüsleyenler arasında olmak istiyorlardı. Ancak O (sallallahu aleyhi ve sellern), böylesine önemli bir meselede muhataplarına yük olmak istemiyordu. Bunun için, Hz. Ebu Bekir'e seslendi ve on dinar karşılığında bu arsayı satın aldı.564

Derken arsa meselesi de çözülmüş sıra, inşaatın yapılma­sına gelmişti. Herkeste büyük bir iştiyak hakimdi; kimi kerpiç yapıyor, kimi taş taşıyor ve kimi de, önüne getirilen malzeme­yi üst üste koyarak yeni bir medeniyet inşa ediyordu! Taşınan taş ve kerpiçleri Es'ad İbn Zürare üst üste koyup örüyor, Efen­dimiz'in mescidinde ustalık yapıyordu.

563 Aynı zamanda burası, Efendimiz ve Muhacirler Medine'ye gelmeden önce de namaz kılmak için mü'minlerin bir araya geldikleri yerdi. Onlara namazlan­nı Es'ad İbn Ziirare kıldınyordu. Bkz. İbn Sa'd, Tabakat. 1/239, 240

564 Bkz. Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 3/211 (13231); İbn Sa 'd, Tabakat, 1/239, 240

577


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Her halleri farklılık arz ediyordu; meşakkatli inşaat işleri­ni bile coşkuya dönüştürmüş:

- Allah'ım! Senin ahiret yurdundan başka bir hayır bilmi­yoruz ve yoktur!

Sen, Erisar ve Muhacir olarak dinine sahip çıkanlara yar­dım et,565 diye dualar ediyor, neşideler şeklinde coşku yüklü sesleri semaya yükseliyor ve bütün bunlar, ortamı sanki bay­ram havasına çeviriyordu.

inşaat işinde çalışanların arasında, bizzat Allah Resülü de vardı; bütün ısrarlara rağmen taş ve kerpiç taşımaktan vaz­geçmeyecek ve böylelikle, her meselede cemaatinin içinde ve önünde olduğunu gösterecekti. Erisar ve Muhacirin'in coşku­suna zaman zaman O da katılıyor ve:

- Allah'ım! Mükafat yurdu olarak sadece ahiret vardır! Sen, Erisar ve Muhacirin'e merhametinle muamele buyu­rup onları mağfiret et!

Ey Rabbimiz! Bunları taşıyanlar Hayber hamalları değil; bunlar, en iyi ve en temiz insanlar, diye de mukabelede bulu­nuyordu.s'v

O'nun bu gayretleri, Erisar ve Muhacirin'i de coşturmuş, şöyle mukabele ediyorlardı:

- Nebiyy-i Ekrem bizzat çalışıp dururken bizler nasıl otu­rabiliriz ki?

Öyleyse bu işte bizden, daha fazla bir gayret ve daha fazla bir amel vardırl'"?

Bu arada, Efendiler Efendisi'nin gözüne Hz. Arnmar iliş­mişti; herkes tek tek kerpiç ve malzeme taşırken o, sırtında iki adet kerpiç taşıyordu. ilk şehid olarak bu davaya annesini kurban veren ve müşriklerin akla-hayale gelmedik işkencele-

565 Tayalisi, Müsned, 1/277 (2085) ; İbn Sa'd, Tabakat. 1/240 566 Buhari, Sahih, 3/1421 (3694); İbn Sa'd, Tabakat. 1/239, 240 567 Bkz. Mübarekfüri, er-Rahikıı'l-Mahtüm, s. 174


Ve Kalıcı Yurt: Medine

rine maruz kalan Hz. Arnmar'ın yanına yaklaştı ve başını sı­vazlayarak üzerindeki toz-toprağı sildi önce. Arnmar durmak bilmiyor, yine çalışmaya devam ediyordu istifini bozmadan! Ardından şöyle bir nazar atfetti Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern). Belli ki, gaybın perdeleri açılmış, istikbale ait bazı kare­lere şahit oluyordu ve şefkat dolu bakışlarla şunlan söylemeye başladı, çok geçmeden:

- Yazık olacak, Siirneyye'nin oğlu Ammar'a! Çünkü onu, azgın ve bağı bir topluluk şehid edecek!568

Derken, kısa zaman sonra duvarlan kerpiç, tavanlan hur­ma lifi, direkleri hurma ağaçlan ve tabanı da toprak ve kum olan bir mescid inşa edilmiş; artık namazlar da burada kılınır olmuştu. Bu mescidin üç kapısı vardı ve köşeleri yüz zira'569 mesafede kare görüntüsünde bir mekandı.

Bu arada, bugüne kadar ikişer rekat kılınan namazlar, bun­dan böyle dört rekat olarak tespit edilmiş; sefer durumlannda yine ikişer rekat olarak kılınabileceği anlatılırken hazar halle­rinde dört rekat kılınmasının farziyeti tebeyyün etmişti.s?"

Minberden Gelen Ses

Mescid-i Nebevi inşa edilmiş ve Cuma namazlan da bu­rada kılınır olmuştu. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), hutbe okumak ve insanlarla konuşurken göz göze gelerek iletişim

568 Müslim, Sahih, 4/2236 (2916) ; Hakim, Müstedrek, 2/162 (2652); İbn Sa'd, Tabakat. 1/239, 240.Hz. Ammar, bu hadiseden yaklaşık 37 yıl sonra Sıffin günü Hz. Ali saflarında şehid edilecekti. Şehid ediğinde Hz. Arnmar. haklılık meselesinde bir kıstas olmuş ve böylelikle onun ölümü bile, İslam vahdeti adına hizmet eder olmuştu.

569 Bir zira', insanın dirseği ile parmaklarının ucuna kadar olan mesafenin adı olup, ortalama 62 santim değerinde bir uzunluk ölçüsüdür. Buna göre Mes­cid-i Nebevi'nin her bir köşesinin uzunluğu yaklaşık 62 metre, mescidi sı­nırlayan alan da 3.900 metrekare olmaktadır. (Ölçüler, zira-ı Haşimi esas alınarak çıkarılmıştır.)

570 Bkz. Buhari, Sahih, 1/137 (343); Müslim, Sahih, 1/478 (685)

579


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

kurabilmek için bir hurma kütüğünün üzerine çıkıyor ve sa­habeye böyle sesleniyordu. Minberin çok sade bir yapısı vardı. Bir gün, Medine'ye dışarıdan gelen ashabdan birisi, insanlığın iftiharTablosu'nun bu durumunu görünce, yanındaki Ensar'a dönmüş ve şöyle diyordu:

- Şayet Allah'ın Resülü ister ve bunu uygun görürse ben O'na bir minber yaparım ve dilerse onun üzerine çıkarak hut­be okur, dilerse hutbe okurken yanında durarak ona yaslanır.

Çok geçmeden adamın bu teklifi, Efendiler Efendisi'ne de ulaşacak ve bu adamla konuşacaktı. Benzeri şeyleri söylüyor­du:

- Ya Resülallahl Senin için Cuma günleri üzerine çıkıp da insanlarahutbe okuyacağın, bir minber yapayım mı? Böyle­likle herkes Seni görür ve Sen de hutbeni herkese ulaştırmış olursun!

Samimi bir gönülden güzel bir teklifii ve zaten böyle bir minberin yapılmasında masıahat vardı. Bunun için O da:

- Peki, yap, dedi.

Artık müsaade de alınmış ve adam da, minberi yapma­ya başlamıştı. Bir müddet sonra da, ortaya üç veya dört ba­samaklı bir minber çıkmış ve yerine yenisi gelen eski hurma kütüğü de bir kenara konulmuştu.

Cuma vakti gelip de tam Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), hutbe okumak için onun üzerine çıkacaktı ki, eski minberden, devenin inlemesine benzer bir ses gelmeye başlayıverdi. işin garip tarafı, bu sesi mescidde bulunan herkes duyuyordu. Adeta kütük, üzüntü ve kederinden ağlıyordu.

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), önce sesin geldiği yöne döndü; belli ki, bir kenara bırakılıp unutulmaktan, Efendimiz'i bir daha göremeyeceğinden muzdaripti. Belki de bu haliyle, şuurlu olduğu halde O'ndan ayrı kalanlara, O'nu gönlüne ko­yup da Muhammedi mesajla bütünleşemeyenlere kalıcı bir ders vermek istiyordu.

580


Ve Kalıcı Yurt: Medine

Belli ki bu inilti, durmayacaktı. Onun için Efendimiz (sal­lallahu aleyhi ve sellern), hurma kütüğüne doğru yöneldi ve yürü­meye başladı. Yanına geldi; mübarek ellerini üzerine koyup sıvazlamaya başladı. O da ne? İnleme dinmiş ve kütük süküna kavuşmuştu. Firakın elerni, visalin tatlı huzuruyla unutulmuş ve hurma kütüğü de sessizliğe bürünmüştü. Derken Efendi­miz, bir miktar eğildi ve:

- Dilersen seni, yine eski yerine koyayım, istersen cennet­te bir yere dikeyim ve sen, onun pınarlarından istifade edesin; güzel güzel filizler çıkarasın ve Allah'ın en sevgili kulları da senin meyvelerinden yiyeler, buyurdu. Belli ki, ikinci teklife 'evet' diyordu ve bundan sonra ashabına dönen Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern):

- Onu, cennete dikrnemi tercih etti, buyuracaktı.s"

Daha sonra da bu kütüğü mihrap tarafına koyacak ve na­mazlarını ona yönelerek kılacaktı.v" Belli ki O da, vefaya vefa ile mukabelede bulunuyor ve ümmetine vefa adına önemli bir ders veriyordu. Çünkü onu her gören, o gün yaşanan olayı ha­tırlayacak ve Nebi'sinin yokluğuna dayanamayıp ağlayan bir hurma kütüğünün vesilesiyle, yaşanan bu mucizeyi başkala­rına da anlatacaktı.

Ezanın Başlangıcı

Mekke, şiddet soluyup kin kusan bir yapıya sahipti ve bu­rada müşterek namaz kılmak, ancak sessiz ve kuytu yerlerde mümkün olabiliyordu. Ancak Medine, daha münis ve beraber­ce cemaat oluşturmaya çok müsaitti. Üstüne üstlük burada, Mescid-i Nebevi de inşa edilmiş; cemaatle namaz kılınmaya hazır bekliyordu.

571 Bkz. Darimi, Sünen, 1/29

572 Aradan geçen zaman içinde Mescid-i Nebevi'nin yıkılması ve yeniden yapıl­ması zamanında bu kütüğü, Übeyy İbn Ka'b alacak ve Efendimiz'e ait önemli bir hatıra olarak evine götürecekti. Bkz. İbn Sa'd, Tabakat, 1/252, 253

581


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Namaz vakitleri de belliydi; ancak, bu vakitleri insanlara hatırlatıp onlan namaza çağıracak, ortada henüz bir yöntem yoktu. Bunun için önce, Yahudilerde olduğu gibi bir borazan çalma meselesi gündeme getirildi; uygun bulunmadı. Ardın­dan, Hristiyanlarda olduğu gibi bir çan konuşuldu; bu da uygun değildi ve reddedildi. Anlaşılan, yeni bir haber bekleniyordu.

Derken, hem de namaza davetin konuşulduğu bu günler­den birinde Abdullah İbn Zeyd, Efendimiz'in huzuruna gelmiş rüyasını anlatıyordu:

- Ya Resülallah! Bu gece rüyamda, üzerinde iki parçadan oluşan yeşil elbiseli bir adam yanıma geldi; elinde, büyük bir çan vardı. Ben kendisine:

- Ey Allah'ın kulu! Bunu bana satar mısın, diye sordum.

- Onu ne yapacaksın, dedi. Ben de:

- Onunla insanları namaza çağıracağım, cevabını ver-

dim.

- Bundan daha hayırlısını sana öğreteyim mi, dedi.

- Nedir o, deyince de, şunları söyleyerek insanları nama-

za çağırmarnı söyledi:

- Allahü Ekber, Allahü Ekber, Allahü Ekber, Allahü Ek­ber

Eşhedü en la ilahe iHallah, eşhedü en la ilahe iHallah Eşhedü enne Muhammeden Resülullah, eşhedü enne

Muhammeden Resfılullah

Hayye ale's-salah, hayye ale's-salah Hayye ale'l-felah, hayye ale'I-felah Allahü ekber, Allahü ekber

La ilahe iHallah.

Bunları dinler dinlemez Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sel­lem):

- Şüphesiz ki bu, doğru ve hak bir rüya, dedi önce. Belli ki, anlatılanlar çok hoşuna gitmişti.

582


Ve Kalıcı Yurt: Medine

Derken, birden Cibril'in havası hissedilmeye başlandı mecliste. Belli ki, yeni bir haber geliyordu. Vahyin emareleri ortadan kalkıp da meclis sükün bulunca, Hz. Abdullah'ı yanı­na çağınp ardından da şunlan söyledi:

- Kalk ve bunları Bilal'e de öğret! Bunlarla insanlara o seslensin! Çünkü onun sesi, seninkinden daha gür.

Çok geçmeden Hz. Bilal, ezanla insanları namaza davet ediyordu.

Beri tarafta ise Hz. Ömer, Efendimiz'in arkasında namaz kılmak için evinden çıkmak üzereydi. Gördüğü rüyayı O'nunla paylaşmak için can atıyordu; çünkü bu rüya, birkaç gündür konuşulup da bir türlü çözüme kavuşturulamayan namaza davet meselesini çözecek bir rüya idi. Tam, bu duygularla dolu iken kulağına, birden Hz. Bilal'in yanık sesi geliverdi. Şaşırmıştı; zira bu ses, gördüğü rüyada kendisine söylenilen cümleleri tekrar ediyordu. Yoksa bütün bunlar, birer riiya de­ğil de gerçek miydi!? Veya, hala rüya mı görüyordu?

Eteklerini topladı ve hızlı adımlarla Meseid-i Nebevi'ye doğru koşturmaya başladı. Huzura geldiğinde soluk soluğa kalmış, Efendimiz'e şöyle diyordu:

- Ey Allah'ın Nebi'si! Seni Hak ile gönderene yemin olsun ki, bunun aynısını ben rüyamda görmüştüm!

Senden daha fazlasına ben şahit oldum dereesine bir du­ruşu vardı Allah Resülü'nün ve Hz. Ömer'e dönerek, iltifat yüklü şu cümleyi söyledi:

- Bu konuda vahiy senin önüne geçti, Ardından da:

- Bundan ve Ömer'in rüyasından dolayı Allah'a hamd ol-

sun, buyurarak Allah' a hamd edecekti. 573

573 Bkz. EbU Davüd, Sünen, 1/189 (499); İbn Hibban, Sahih, 4/573 (1679); Bey­haki, Sünen, 1/390 (ı704); İbn Hişam, Sire, 3/40-42


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Artık bundan böyle, mü'minler için namaza çağrı mesele­si tebeyyün etmiş ve günde beş defa semalar, Allah ve Resülü­'niin adıyla şenlenmeye başlamıştı. Ve, namazın alemi haline gelen bu uygulamaya bundan sonra, 'ezan' denilecekti.

Ashab-ı Suffe

Yeni yurt Medine, yeni bir anlayışa daha sahne oluyor­du; Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), gelen ayetleri kendileriyle paylaşıp onlarla marziyat-ı ilahiyi müzakere edebileceği kimseleri Mescid-i Nebevi'ye toplamaya başladı.

Diğer insanlar, çarşı-pazarda ticaret yapıp bağ ve bahçe­lerinde tarımla uğraşırken bu insanların tek hedefi, dine ait meselelerin zayi olmasının önüne geçmek ve Efendimiz'den aldıkları kültürü başka insanlarla da paylaşarak tebliğ sürecini doğru ve kalıcı bir keyfiyetle hızlandırmaktı. Bunu yaparken, açlığın sancısını hissetmernek için karınıarına taş bağlıyor; çoğu zaman da açlıktan bayılıp oldukları yerde kalakalıyorlar­dı; ama onlar için, dine ait bir meselenin inkişafı, her şeyden daha önemliydi. Bunun içindir ki Efendiler Efendisi, ashabıy­la konuştuğu zamanlarda bu insanlara göz-kulak olmalarını tavsiye ediyor, bazen onları diğer ashab arasında taksim ede­rek ihtiyaçlarını görmeye çalışıyor ve kendisi de, ailesinden daha çok bu insanları düşünüyordu.v''

Aralannda Eôü Hureyre gibi önemli sahabelerin de bulun­duğu Ashab-ı Suffe'nin sayısı, değişkenlik arz etmekle birlikte bu sayının otuza kadar çıktığı oluyor ve bu insanlar, Mescid-i Nebevi'yi aynı zamanda ev olarak kullanıyorlardı. Çünkü on­ların, ne başlarını sokabilecekleri bir evleri ne de kendilerine yardım edecek bir yakınları vardı. Ama bu insanlar, kimseden bir şey isteme niyeti izhar etmez ve hangi şartlarda olurlarsa

574 Bkz. İbn Sa'd, Tabakat, 1/255, 256; 2/363; 8/25


Ve Kalıcı Yurt: Medine

olsunlar, durumlarına rıza göstererek Efendimiz'le müşterek bir hayat yaşamayı her şeye tercih ederlerdi. Onların bu halini anlatırken Kur'an. şu ifadeleri kullanacaktı:

- Kendilerini Allah yoluna vakfedip de yeryüzünde do­laşma fırsatı bulamayan o yoksullar var ya, işte onlar, insan­lardan bir şey isteyip de hallerini ortaya koymadıklanndan dolayı diğer insanlar onları zengin zanneder. Ey Resülüml Onları Sen, simalarından tanırsın; onlar, iffetlerinden dolayı, yüzsüzlük ederek halktan bir şeyler istemezler. Hayır adına her ne verirseniz, mutlaka Allah onu bilir.575

Tabii olarak bu insanlar, hangi ayetin nerede ve nasıl indi­ğini, Efendimiz' den şeref-sudur olan beyanın hangi şartlarda ve nerede gerçekleştiğini en iyi bilen kimselerdi. Zira, sadece ilimle meşguloluyorlar ve ibadet ii taatle dolu bir hayat yaşı­yorlardı. Din adına herhangi bir yerden talep geldiğinde, ilk defa bunlar arasından birisi seçilir ve o insanlara dini öğret­mek için muallim olarak gönderilirdi. Kısaca bu insanlar, ilim yönüyle Efendiler Efendisi'nin mirasçıları konumundaydı.

Çok hadis rivayet ettiklerine dair şikayetler çoğalınca, bunlardan biri olan Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) ileri atı­lacakve:

- Yatsı namazında Resülullah (sallallalıu aleyhi ve sellem) hangi sureleri okumuştu, diye soracaktı. Adam:

- Hatırlamıyorum, cevabını verdi. Bunun üzerine Ebu Hureyre (radıyallahu anh):

- Yoksa sen, namazda yok muydun, diye tekrarladı. Adam:

- Hayır, vardım, cevabını verdi. Bunun üzerine Ebu Hu-

reyre:

- Ama ben hatırlıyorum; şu şu sureleri okudu, diyerek

575 Bkz. Bakara, 2/273

585


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Efendimiz'in okuduğu sureleri söyleyiverdi.v" Fiili bir ders vermenin adıydı bu ve arkasından da şunları ilave etti:

- Muhacir kardeşlerimiz çarşı ve pazarda alışverişle meş­gul olup, Erisar kardeşlerimiz de bağ ve bahçeleriyle ilgilenir­ken Ebu Hureyre, karın tokluğuna Allah Resülü'nün peşine takılmış; başkalarının duymadıklarını duyuyor, onların hafı­zalarına ulaşmayanları da ezberine alıyordu.ö??

Bu kadar sıkıntı ve meşakkat, elbette herkesin öyle kolay katlanabileceği bir mesele değildi. Bir tarafta Kureyza ve Na­diroğulları karşılarında duruyor ve onların din adamlarının ellerindeki imkanlar da nazarlara çarpıyordu. İnsan olmanın bir gereği olarak Suffe ehlinden de olsa bazı insanlar, içinde bulundukları bu durumdan daha iyi şartlar elde edip biraz daha rahat etme arzusu içine girebilir, daha müreffeh bir ha­yat özlemi duyabilirlerdi.

Aynı zamanda bu, sadece onları ilgilendiren bir konu da değildi; Karün'un serveti karşısında gözü kamaşıp benzeri im­kanlara sahip olmayı arzu eden insanlar olduğu gibi578 bugün de benzeri talepler gelişebilir, sosyal statüde kendi içinde bu­lunduğu konumdan rahatsız duyan insanlar zuhür edebilirdi.

İşte, bütün bunlara son noktayı koymak için Cibril-i Emin yeniden geliyordu. Getirdiği ayette Yüce Mevla, kullarının ku­lağına küpe olacak şu ifadeleri sıralıyordu:

- Eğer Allah, kullarına verdiği rızık ve imkanları bol bol yaysaydı, o zaman bazı kimseler dünya hayatının geçici rengi­ne aldanır ve dünyaya dalar, ölçüyü kaçırıp azarlardı. Lakin O, bu imkanları dilediği bir ölçüye göre indirir. Çünkü O, kulla­rından haberdar olup onların bütün yaptıklarını ve yapacak­larını görmektedir.V?

576 İbn Sa'd, Tabakat. 2/363 577 İbn Sa'd, Tabakat, 2/363 578 Bkz. Kasas, 28/79

579 Bkz. Şura, 42/27; Viliidi, Esbabii Niizüli'l-Kur'an, s. 389, 390

586


Ve Kalıcı Yurt: Medine

Rahmetin Kuşatıcılığı ve Sonuna Kadar Açılan Kapısı

Bugüne kadar gelen ayetlere ve Efendiler Efendisi'nin beyanlarına bakıldığında, azab-ı ilahinin dehşeti kadar rah­metinin enginliği de, mü'minler arasında mütearef bir me­seleydi. Ancak bunu, herkes eşit oranda kavrayamamıştı. Bilhassa Kur'an ve Sünnet gibi iki temel kaynaktan uzak ka­lanlar veya henüz yeni Müslüman olanlar, hem geçmiş gün­lerde işledikleri hataların baskısıyla mahcubiyet yaşıyor hem de azab-ı ilahiden duydukları endişeyi iliklerine kadar his­sediyorlardı. Gerçi Efendiler Efendisi, Müslümanlığı tercih etmekle birlikte İslam'ın, geçmişe ait ne kadar cahilce hare­ketvarise, bunların bütününü temizlediğini ifade ediyordu.e''? Ancak, vicdan denilen mekanizma sürekli devreye giriyor ve samimi Müslümanları bile, eskiye ait kareleri hatırlatarak rahatsız ediyordu. Zaten sahabenin genelinde, önceki haya­tına kefaret olacak yeni atılımlar yapma gayreti hakimdi ve bu sebeple, geçmişte işledikleri hataları temizleyip affettirme yarışı içine giriyorlardı.

Az dahi olsa bazı insanlar da, işin gerçek yönünü anlaya­cak gibi olmuşlar; ama bir türlü iman safına geçememişlerdi. Bir de, putlara tapmakla adam öldürmenin ne denli bir günah olduğunu duymuşlardı, kabuklarını kırıp da bir türlü imanın kuşatıcılimanına sığınıp hatalarından sıyrılamıyorlardı. Açık­tan açığa şeytan, suret-i haktan görünerek sağ taraftan yak­laşmış ve iman adına yumuşayan kalplerinin önüne, imansız dönemde yaşadıkları kötülükleri çıkararak onların hayra yö­nelmelerine engeloluyordu. Mazilerine şöyle bir göz attıkla­rında, sabahlara kadar içip eğlendikleri, eğlenirken de nice ırza musallat olup namus çiğnedikleri akıllarına geliyor, içten içe birer kuruntu halinde şunları düşünüyorlardı:

580 Bkz. Kurtubi, Tefsir, 16/168


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

- Muhammed, putlara tapan ve haksız yere bir adamı öl­dürenin bağışlanmayacağını söylüyor. Durum böyle iken biz­ler, nasılolur da iman eder ve hicretle Medine'ye göçebiliriz? Halbuki biz, Allah'tan başka putlar önünde serfurü edip kul­lukta bulunduk ve Allah'ın haram kıldığı bir başkasının haya­tına da kastettik!

Diğer tarafta ise, Ayyaş İbn Ebi Rebia, Hişôm İbnü'l-As ve Velid İbnü'l- Velid gibi bazı insanların, Müslüman olduk­ları halde önlerine engeller çıkarılmıştı ve hicret etmelerine müsaade edilmiyordu. Hatta bunun da ötesinde, ciddi baskı altında tutuluyorlar ve dinlerinden dönmeleri için işkenceye tabi tutuluyorlardı. Bu sürece dayanamayıp da müşriklerin dayatmalarına 'evet' deme durumunda olanlar için mü'min­ler, üzüntü duyuyor ve artık onların, iflah olamayacaklarını sanıyorlardı. Hatta diyorlardı ki:

- Allah (celle celaluhü), asla ve hiçbir zaman bunların tevbe­lerini kabul edip bağışlamaz!

İşte böyle bir ortamda yine Cibril-i Emin gelmiş, rahmet kapısından ümit bekleyenıerin hepsinin de gönüllerine su serpmek için Efendimiz'e şu ayeti tebliğ ediyordu:

- Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük et­mede ileri giden kullarımı Allah'ın rahmetinden ümidini­zi kesmeyin! Allah dilerse bütün günahları affedip mağfiret eder; çünkü O, çok affedici Gafür, merhamet ve ihsanı fazla Rahim' dir .581

Bizzat Allah (celle celaluhü), kullarına umut dağıtıyor ve ne türlü bir günah içinde olurlarsa olsun insanların, yeniden ka­pısına geldiklerinde elleri boş dönmeyeceğini anlatıyordu.

Sahabe, vefa insanıydı; nasılolmasın ki onlar, Ehl-i Ve­fa'nın dizinin dibinde terbiye görmüş, dünyaya da vefa dersi veriyorlardı. Hz. Ömer de öyle yapacaktı; bu ayetleri duyunca,

581 Zümer, 39/53

588


Ve Kalıcı Yurt: Medine

Kuba'ya kadar kendisine yol arkadaşı olduğu halde Ebu Cehi­l'in tuzağına düşerek geri dönen ve Mekke'de işkence altında tutulan Ayyaş İbn Ebi Rebia ile daha Mekke'de iken yolları tu­tulup da bir türlü hicret imkanı bulamayan Hişam İbnü'l-As, Velid İbnü'l-Velid ve onlar gibi aynı durumda olan insanlara bir mektup yazacak ve bu mektubunda bu ayetten de bahse­derek kuvve-i maneviyelerini takviye etmeye çalışacaktı, Zira, böyle bir imtihan içinde bulunanları, yalnız bırakılmamak ve beslenme kaynakları itibariyle sürekli yanlarında olmak gere­kiyordu.

Hz. Ömer'in yazdığı mektubun kendilerine ulaştığı mih­net altındaki bu insanlar, yeniden kendilerine gelecek ve her şeye rağmen kapının kendilerine açık olduğunu görerek Me­dine'ye hicret yolu araştıracak ve günün birinde bunada mu­vaffak olacaklardı. Mektubu okuyunca hemen kalkıp Zituva denilen yere gelen Hişam, o gün yaşadığı sevinci anlatacak cümle bulmakta zorlanacak ve devesine atladığı gibi doğruca Medine'nin yolunu tutacaktı.s'"

Es'ad İbn Zürare'nin Vefatı ve Yeşeren Nifak

Ensar arasından Akabe beyatlarına katılan ve Beni N ecca­roğullarının temsilcisi seçilen büyük sahabe Es'ad İbn Ziirôre (Ebu Ümame), Mescid-i Nebevi yapıldığı sıralarda hastalan­mış, evinde yatıyordu. Çok geçmeden de, onun vefat haberi geldi. Hicret sonrasında yaşanan ilk hadiseydi bu. Bir anda Medine'ye, büyük bir hüzün çöküvermişti. Hüzünlenenlerin başında, elbetteki Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) vardı. Ancak bu, bir kaderdi ve elden bir şey gelemezdi.

Beri tarafta, bir açık bulup da tenkit etmek için bekleşen­lere gün doğmuştu:

- Şayet Muhammed, gerçekten bir peygamber olmuş 01-

582 Valıidi, Esbfibü Nüzüli'l-Kur'an, s. 384, 385

589


Efendimiz (sal1al1ahu aleyhi ve sellem)

saydı; O'nun ashabı ölmezdi, diyorlardı. Şaşılacak bir durum­du; sanki önceki peygamberlerin ashabı, ölümsüzlük şarabı içmiş ve ebedi yaşıyordu! Aslında bunu söyleyenler, Hz. Musa ve Hz. Harun'un da ölümlü birer beşer olduklannı biliyorlar ve İsrailoğullannın da sonlu olduğunu görüp duruyorlardı. Demek ki mesele, ölümsüzlüğü talep değildi; asıl maksat, or­talığı bulandırmaktı.

Diğer taraftan ise böyle bir yaklaşım, insanların gizlemek zorunda kaldıklan gerçek niyetlerini ortaya çıkanyor ve nifak tohumlannın ortaya çıkmasına neden oluyordu. Üzüntüsünü dile getirirken Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), şöyle buyura­caktı:

- Ebu Ümame'nin ölümü üzerinden Arap münafıklar ve bazı Yahudiler, ne kötü bir çıkar yanşına giriştiler! "Şayet Muhammed, gerçek Nebi ise, ashabı ölmezdi." diyorlar. Fe­siibhanallah! Allah'ın iradesi yanında Ben, ne kendime ne de herhangi bir arkadaşıma malik olabilirim! 583

Efendimiz'in cümleleri, bir sahabenin ölümünü bahane ederek kendini ele veren münafık veya fırsat düşkünlerine si­tem doluydu. Zira, ölümü veren de, hayatı alan da Allah idi ve aslında, bu yakıştırmada bulunanlar da bunu gayet iyi bi­liyorlardı.

Cenazeyle ilgili tekfin ü defin işleri bittikten sonra Nec­caroğullan, Efendimiz'in huzuruna gelerek:

- Ya Resülallah! Biliyorsun ki Ebu Ümame, bizim adımı­za elçimiz idi; o öldüğüne göre Sen, aramızdan birisini onun yerine elçi tayin et!

Efendiler Efendisi, şefkat ve merhamet bakışlanyla ku­cakladı onlan önce. Ardından da:

- Sizler, Benim dayı çocuklanmsınız; Ben, sizden birisi

583 Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 4/138; Hakim, Müstedrek, 4/214; Heysemi, Mecmaü'z-Zeviiid,5/98

590


Ve Kalıcı Yurt: Medine

sayılırımı Bundan böyle, sizin temsilciniz de Benim, buyurdu. Beni N eccar'ın sevincine diyecek yoktu. Gerçi, aralarındaki en itibarlı elçilerini kaybetmişlerdi; ama şimdi Allah (celle celaluhü) onlara, insanlığın gelmiş geçmiş en hayırlısını nakib olarak ihsan etmişti. 584

Mezarlıktaki Muhftvere

Ashab arasından Gülsüm İbnü'l-Hedm vefat etmişti. Al­lah Resülii, arkadaşlarından birisi için yapması gereken son vazife dolayısıyla Bayıyyü'l-Gargad denilen mezarlıkta bulu­nuyordu. Selman-ı Farisi de, O'nun yanındaydı. Belli ki, fırsat kolluyor ve sadaka yemeyip de hediye kabul ettiğini gördüğü Efendisi hakkındaki üçüncü emareyi de görüp tatmin olmak istiyordu.

İki parçadan oluşan bir libas vardı üzerinde, Allah Resü­lü'nün ... Birini diğerinin üzerine atmış, omzu da hafif aralan­mıştı, boyııu görünüyordu. Bir ümit belirmişti Selman için ... Son şeyhinin anlattığı risalet mührünü ... Son emareyi de gö­rebilmek için arkasına yaklaştı. Arkasına dolandığını görünce, hissetmişti Allah Resülü de. Belli ki bu adam bir şeyler arıyor­du ... Zora koşma niyetinde değildi ve omzundaki örtüyü hafif aralayıverdi, görsün diye.

Aman Allah'ım!.. Evet, evet, mühür de tamamdı!.. Hem de Ammüriyyeli şeyhinin ayııen anlattığı gibi ...

Selman için silinmişti her şey; kaybetmişti kendini. Evet, risalet mührü de vardı. Tutamadı kendini, üzerine kapandı ve öpmeye başladı. Kendini tutamıyordu. Bu arada gözyaş­ları da, seylab olmuş akmaktaydı. Hıçkırıklarına hakim ola­mıyordu. Yıllardır aradığı bir vuslattı bu. Kader yollarına su serpmişti adeta Selman'ın ve 'yürü' demişti. O da yürümüş ve

584 İbn Hişam, Sire, 3/39

591


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

şimdi, aradığını bulmanın heyecanıyla iliklerine kadar bir haz duyuyordu.

Yanına çağırdı Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem) ve önü­ne oturttu Selman'ı önce. Başından geçenleri anlattırdı bir bir ... İran'dan nasıl ayrıldığını, Şam'a gelişini, Musul'daki arayışını, Nusaybin'de kalışını ve Ammuriye'de kimlerle kar­şılaşıp nasıl maceralar yaşadığını anlattı sırasıyla. Sonra da, son şeyhinin söylediklerini paylaştı Allah Resülü'yle, Çok ara­mıştı; ama şimdi aradığını bulmanın hazzını yaşıyordu.

Anlattıklan, Efendimiz'in de hoşuna gitmişti. Ashabına da duyurmak istiyordu ve tekrar anlatmasını isteyecekti Selrnan'dan, hayat serencamesini.e'"

Kıskançlık ve Haset Rüzgarları

O gün de, sosyal meselelerde bütüncül bir yaklaşımla ha­reket edip sonuçlan da öyle değerlendirmenin imkanı yoktu; gerek Medineli müşrikler ve gerekse ehl-i kitap olarak bilinen Yahudi ve Hristiyanlar arasında; Efendimiz'i tanıyıp bilen ve O'na karşı muhabbet besleyenler olduğu gibi, bunun tam ter­si, O'nun karşısında yerini alan, düşmanlık adına entrikalar çeviren ve fırsat bulsa O'nu, bir kaşık suda boğmak isteyen insanlar da vardı. Ancak bunlar, Efendimiz'in teveccühle kar­şılandığı Medine'nin ilk yıllarında, yekpare bir muhalefetten daha ziyade, münferit hadiseler olarak' kendini gösteriyordu. Zaten, konuyu haber veren Kur'an da bu noktaya dikkat çe­kerken şöyle diyecekti:

- Ehl-i kitabın hepsi bir değildir; onlann içinde öyle dos­doğru bir cemaat vardır ki, gecenin geç vakitlerinde Allah'ın ayetlerini okuyarak seedelere kapanır; Allah'ı yegane ilah bilir ve ahiret yurdunu da tasdik eder. Aynı zamanda bunlar, iyili­ği yayar, kötülükleri de önleme yanşına girerler ve her daim,

585 Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/441 (23788); İbnü'l-Esir, Üsiidii'l-Ğabe, 2/512

592


Ve Kalıcı Yurt: Medine

hayırlı işlerin peşindedirler; işte bunlar, gerçekten salih kim­selerdir.s'"

Abdullah İbn Übeyy, bunların başında geliyordu; Efen­dimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine'ye gelmeden önce reislik için kendini hazırlamıştı, dağılan vahdet-i ruhiye ve yaşanan kargaşayı düzenlemek için Medine halkı da buna sıcak bakı­yordu. Ancak, Muhacirlerin Medine'ye gelişiyle birlikte onun, bütün planları suya düşmüş; önünün kesilmesine sebep olan Efendiler Efendisi'ne kin besler olmuştu. Çünkü, bir anda in­sanlar, dertlerine deva olacak Zat'ı görür görmez yön değiştir­miş ve yüzyılların birikmiş problemlerine çözüm bulacağına inanıp gerçek kurtarıcı olarak gördükleri bu yeni adrese yö­nelivermişlerdi.

Abdullah İbn Übeyy için bu, büyük bir kayıptı ve tam, kazandım derken kendisine bu kaybı yaşatanlara ateş püs­kürüyordu. Ne var ki o, bu halini açığa vuramıyor ve genelin kabullendiği yerde bu anlayışı benimser gibi görünme lüzu­munu hissediyordu. Görünüşte ve zahiri sebepler açısından Müslüman' dı; ancak, içten içe din düşmanlığı yapıyor ve etra­fına her fırsatta yeni yeni nifak tohumları yayıyordu.

Yukarıda zikredilen ayetin ifadelerinden de anlaşılacağı üzere; bu müspet hareket eden, çoğunluktan ayrı düşen bazı insanlar, memleketlerine dışarıdan gelen bu anlayışa karşı yavaş yavaş harekete geçmiş, kendilerince planlar kuruyor ve yandaş bulmaya çalışıyorlardı. Beni Nadr, Beni Sa'lebe, Beni Kaunukô, Beni Kureyza, Beni Ruzeyk, Beni Hôrise, Beni Amr ve Beni Neccôr kabilelerine mensup Huyey İbn Ahtab, Ka'b İbn Eşref, Abdullah İbn Sfıriya, Futıhôs, Ka'b İbn Esed ve Lebid İbn A'sam gibi bu insanlar, gecenin karanlıklarında bir araya gelmeye başlamış ve Efendimiz'in aleyhinde propagan­da yapmaya çalışıyorlardı. Bunların hepsi de, kıskanç ve din

586 Bkz. Al-i İrnrarı, 3/113, 114

593


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

adına Efendimiz'in konumunu çekemeyen Yahudiss7 tipleriy­di; Medine'de fitne üretiyor ve kargaşa pazarlıyorlardı. Zira Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), bekledikleri gibi kendi aralarından çıkmamış ve buna rağmen oluşturduğu iman ha­lesi her geçen gün, çığ gibi büyüyordu.

Üslupta İlahi Yönlendirme

Bir gün Hz. Ebu Bekir, bunlardan Finhas adındaki bir Yahudi ile karşılaşmış; uzun konuşmalar sonucunda arala­rında bir yakınlık hasıl olmuştu. İşin doğrusu Hz. Ebu Bekir'i de ümitlendiren bir gelişmeydi bu. Çünkü bu adam, Tevrat ve İncil'i iyi bilen alim bir zattı; havrada, çocuklara Hz. Musa kıs­saları anlatır ve onlara, geleceğin bilgeleri olmaları konusun­da uyarılarda bulunurdu. Bu adam bir Müslüman oluverse, etrafındaki birçok insan da İslam'la tanışır ve kitleler halinde İslam'a dehaletler yaşanırdı. Başka bir gün Finhas'ın yanına gitti Ebu Bekir ve iman hakikatlerinden bahisler açtı uzun

S87 Aslında Medine'de bulunan Yahudiler, yerli halktan sayılmazdı. Asıl itibariy­le İbrani olan bu insanlar, zamanında bilhassa Romalıların baskısından ka­ÇıP Medine'ye sığınmış, burada kalmayı başka yerlerde dağılıp kaybolmaya tercih etmişlerdi. Her kabilenin alt kolları olmakla birlikte ana çatı itibariyle Beni Kaynukd, Beni Nadr ve Beni Kurayza adında üç kabile altında birleş­mişlerdi. Zaman içinde, Araplarla evlilikler yapmaya başlamışlar; dil olarak Arapça'yı konuşup çocuklarına da, içinde bulundukları toplumun kullandığı isimleri verir olmuşlardı. Buna rağmen, kök meselesi gündeme geldiğinde hemen ortaya çıkar ve kendilerini herkesten üstün görme anlayışlarını öne çıkarıverirlerdi. Bunun için diğer Araplara üstten bakarlar, herkesi kendile­rine hizmet etmekle sorumlu görürler ve ekonomik hayatın iplerini ellerinde tutarak bulundukları yerde hakim güç olmayı hedeflerlerdi. Zaman zaman aralarında vuku bulan savaşların temelinde de, bu hakimiyet anlayışı ve dün­ya malına gösterdikleri hırs belirgin roloynuyordu. Sihir, fal, üfürükçülük ve büyü gibi başkalarının bilmediği alanlarda söz sahibi olan bu insanlar, ellerindeki bu tür bilgileri de kullanarak üstün oldukları fikrini yaymaya ça­lışıyor ve karşılarındaki insanların bilgisizliklerinden de istifade ederek top­lumda temeyyüz ediyorlardı. Bkz. Mübarekfüri, er-Rahiku'l-Mahtüm, s. 171

594


Ve Kalıcı Yurt: Medine

uzun. Ahiretten bahsetti defalarca ve bile bile gerçeği gizle­menin vebaline değindi. Ardından da:

- Yazık sana ey Finhasl Allah'tan kork ve gel de Müslü­man ol. Sen de biliyorsun ki Muhammed, Allah tarafından hak ile gönderilmiş bir elçidir. Zaten bu, elinizdeki Tevrat ve İncil'de de yazılı, dedi.

Finhas'ın bu tarakta pek bezi yok gibiydi. Tuttu bir de, en temel meseleleri alaya almaya başladı. Kendisini hakka davet eden Ebu Bekir'e şunları söylüyordu:

- Vallahi de ey Ebu Bekir! Bizim Allah'a ihtiyacımız yok!

O bize muhtaç! Onun bize olan talepleri kadar biz ondan is­tekte bulunmuyoruz. O bizden değil, biz ondan daha zengi­niz. Baksana, şayet bizden daha zengin olsaydı, sahibinizin de dediği gibi mallarımızdan borç istemezdi; size faizi yasaklıyor ama bize faiz veriyor! Şayet bizden daha zengin olsaydı, bize faiz vermezdi.

Ebu Bekir gibi birisini çileden çıkaracak sözlerdi bunlar.

Şeytanca bir zeka ile, kömürü elmas gösterme gayreti içine girmiş, yetmiyormuş gibi bir de Zat-ı Ulühiyet'e karşı hakaret ediyordu. Kendince, 'karz-ı hasen' tahşidatı yapan ayete tel­mihte bulunuyor ve "en güzel biçimde Allalı için borç verme"588 işini, "Allah'a borç verme" şeklinde çarpıtıp sulandırmak is­tiyordu.

Daha sözünü bitirmeden, suratına öyle bir tokat inmişti ki adam, neye uğradığını şaşırdı. Belli ki hiç beklemediği bir tepkiydi bu. Ardından, şunları söylüyordu Hz. Ebu Bekir (ra­dıyallahu anh):

- Ey Allah düşmanı! Nefsim yed-i kudretinde olana and olsun ki, şayet sizinle bizim aramızdaki anlaşma olmamış ol­saydı, senin kelleni koparırdım.

Halbuki Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh), narin yapılı ve yu-

588 Bkz. Bakara, 2/245

595


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

muşak huylu bir adamdı. Ancak, Allah ve Resülü'nün alaya alındığı yerdeki duruşunu, en babayiğit adamlann yanında bulmaya da imkan yoktu.

Finhas'ın sözleri Hz. Ömer'in de kulağına gelmiş ve onu da çileden çıkarmıştı. Kaptığı gibi kılıcını yola koyulmuş ve Finhas'ın hesabını görmek için geliyordu. Ömer'in şiddeti Ebu Bekir'inki gibi de olmazdı; Allah ve Resülullah'a dil uza­tılan yerde o, uzanan dili söker ve çizgiyi aşanlara da haddini bildirirdi. Ancak zemin, o gün için buna müsait değildi.

Cibril-i Emin huzura gelmiş, durumdan Allah Resülü'nü haberdar ediyordu. Aynı zamanda, Allah kelamı olarak getir­diği, yanında bir de emanet vardı. Diyordu ki:

- İman edenlere söyle ki; Allah'ın ceza günlerinin gelip çatacağını bekleyenıerin ezalanna aldırış etmesin, kusurlannı bağışlasınlar! Çünkü, nasılsa Allah, yaptıklannın karşılığını herkese verecektir.v'?

Açıkça bu, seviyenizi koruyup da seviyesizlerle zaman kaybetmeyin; onların hesabını, büyük mahkemede zaten Allah görecek. Siz, size düşeni size yakışır şekilde yapın ki; bunun karşılığını da Allah mutlaka verecektir anlamına ge­liyordu.

Ancak, Ömer'in bundan henüz haberi yoktu. Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), hemen birisini gönderip onu da haberdar etmek istedi. Çok geçmeden de, sert adımlarla Finhas'ın hesabını görmeye giden Ömer'in karşısına bir saha­be çıkmış ve kendisini Resülullah'ın beklediğini söylüyordu. Aynı zamanda meselenin aciliyeti vardı.

Hak karşısında konumunu yeniden belirlemekle bilinen Hz. Ömer, soluğu Allah Resülü'nün huzurunda aldı. Efendiler Efendisi önce:

589 Bkz. Casiye. 45/14

596


Ve Kalıcı Yurt: Medine

- Kılıcını kınına koy ya Ömer, dedi. Resfılullah ister de Ömer ona itiraz eder miydi hiç?

- Seni hak olanla gönderene yemin olsun ki doğru söylü­yorsun ya Resfılallah!

Ardından Sultan-ı Resfıl.Hazretleri:

- Rabbin diyor ki, diye başladı ve Cibril'in getirdiği ayeti okudu ona da.

Artık, kabaran dalgalar durulmuş; Hz. Ömer' de de derin bir sükunet hasıl olmuştu. Demek ki, sonucu itibariyle umu­mu ilgilendiren meselelerde, baştaki insanın bilgisi olmadan münferit bir adım atılmamalıydı. Yoksa, taş taş üstüne konu­larak inşa edilen binanın temelinde sarsıntı meydana gelir ve istenilen neticeye ulaşılamazdı. Şöyle mukabelede bulundu:

- Seni hak ile gönderene yemin olsun ki, bundan böyle ben yüzümü ekşitmeyecek ve ötkemi izhar etmeyeceğim!

Huzurdaki insibağ, nasıl dalga dalga diğer insanlar üzeri­ne de sirayet ediyor ve bu sahile uğrayan herkesi etkisi altına alryorduls?"

Diğer tarafta ise, ne böyle bir su kaynağı ne de insibağ söz konusu idi. İşin doğrusu, herkes kendi karakterinin gereğini yerine getiriyordu. Dil belasından dolayı Hz. Ebu Bekir'den dayak yiyen Finhas, daha sonra şikayet için Efendimiz'in ya­nına geldi. Hırpalandığı her halinden belliydi. Ancak o, olan­lardan ders almışa da benzemiyordu ve kendi yaptıklanndan hiç bahis açmadan Ebu Bekir'in kendisine saldınp dövdüğünü söyledi Efendiler Efendisi'ne. Bunun üzerine Allah Resülü (sal­lalIalıu aleyhi ve sellern), Hz. Ebu Bekir'i yanına çağırdı ve sordu:

- Niçin böyle bir şey yaptın?

Ebu Bekir mahcuptu. Ancak, yanı başında duran bu alça­ğa haddi bildirilmeliydi. Söyledikleri yetmiyormuş gibi bir de

590 Bkz. Vahidi, Esbabü Nüzüli'l-Kıır'an, s. 394

597


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

gelmiş, aleyhinde konuştuğu yerden imdat dileniyordu. Nor­mal şartlarda kendini müdafaa etmekten hoşlanmazdı; ama burada meseleyi, olduğu gibi aktarmak gerekiyordu. Bunun için şunlan söyledi Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh):

- Ya Resülallahl Bu, Allah düşmanı adam, çok büyük bir günah işledi. Zat-ı Bari hakkında ağza alınmayacak şeyler söyledi; -haşa- Allah'ın fakir, kendilerinin ise zengin olduğu­nu sanıyor. Ben de kızdım ve dediklerinden dolayı Allah için dövdümonu.

Hakikatin ifade edildiğini duyunca Finhas, rahatsız ol­muştu; ama çareyi, Ebu Bekir'in anlattıklarını inkarda buldu ve:

- Ben bunlan demedim, diye söylenmeye başladı. Konuyu, Allah Resülü'nün de bildiğini nereden bilebilir­di! Ne yüzsüz adamdı; bunca yaptıklan yetmiyormuş gibi bir de Ebu Bekir'i yalanla ith am ediyordu! Bir kez perde yırtılınca insanda, demek bütün bunlar olabiliyordu.

Çok geçmeden, Sıddik-i Ekber'in sadakatini haykıran Kur'an ayetleri inmeye başladı; sema dile gelmiş ve Cibril-i Emin, İnsanlığın Emini'ne vahiy indiriyordu:

- Şüphesiz ki Allah, "Allah fakir, bizler ise zenginiz." di­yen o kimselerin sözlerini de işitip bilmektedir. Onlann söyle­yegeldikleri bu sözü de, haksız yere öldürdükleri peygamber­lerin hesabını da yazıyoruz ve onlara, "Tadın bakalım o yakıcı cezayı." diyeceğiz.e?'

Görüldüğü üzere inen ayetlerde, aynen Finhas'ın söyle­diklerine yer veriliyor ve böyle iki yüzlü ve sahtekar kimsele­rin, ahiret yurdunda yakıcı bir azaba duçar olacaklan anlatı­lıyordu.

591 Bkz. N-i İmran, 3/181


Ve Kalıcı Yurt: Medine

Medine Anlaşması

Yeni gelinen hicret yurdunda problemler teker teker ele alınıyor ve birer birer çözüme kavuşturuluyordu. Çözüme ka­vuşturulması gereken bir konu da, Medine'nin nüfus yapısı, et­nik dağılımı ve din farklılıkları göz önünde bulundurularak, bu farklı unsurlarla birlikte müşterek bir hayat sürebilmenin şart­lannı oluşturmaktı. Zira, o gün için on bin civannda bir nüfusa sahip olan Medine'de, bin beş yüz kadar Müslüman nüfusun yanında, dört bin civannda Yahudi, dört bin beş yüz kadar da Arap müşrik bulunmaktaydı. Öyleyse, bu farklı unsurlar ara­sındaki ortak paydalar öne çıkanImalı ve Medine şehri, asgari müşterekler üzerinde ittifak edilerek müşterek paylaşılmalıydı.

Aynı zamanda Medine buna, şiddetle ihtiyaç duyuyordu; zira, yüzyıllarca devam edegelen savaşlarlass- sosyal bağlar zedelenmiş, yeni atkılarla toplumun yeniden örgülenmesine olan ihtiyaç, diğer yerlere nispetle daha belirgin bir şekilde açığa çıkmaktaydı.

Farklı unsurların birbirleriyle savaşlan olduğu gibi aynı unsurlar da kendi aralannda banşık değildi; Evs ve Hazreç arasında kavgalar yaşandığı gibi Yahudi kabileleri olan Beni Kaynuka, Beni Nadr ve Beni Kurayza arasında da benzeri problemler kendini gösteriyor ve sosyal hayat, tam bir güven­sizlik içinde yürüyordu.

Bu karmaşık ortam, bazen olmadık ittifaklar doğurabili­yor; mesela, Evs kabilesiyle, Beni Nadr ve Beni Kurayza ka­bileleri bir araya gelip Beni Kaynuka'ya karşı birleşebiliyor; aynı şekilde, Hazreçliler de, Beni Nadr ve Beni Kaynukalılara karşılık Beni Kurayza ile ittifak kurabiliyorlardı.

Medine' de görülemeyen bu bütünlük, şehrin yapısında da

592 Evs ve Hazreç arasında cereyan eden Buas Savaşlannın, yüz yirmi yıl devam ettiği bilinmektedir. Halbuki bu iki kabile, Benü Kayle kökeninde birleşiyor ve temelde birbirleriyle akraba oluyordu.

599


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

kendisini hissettirmişti; her bir kabile, kendi güvenliğini sağ­layabilmek için kendine mahsus surlar inşa etmişti ve ancak bu şekilde kendisini güvende hissedebiliyordu. Bunun için Medine' de o gün, tam on üç muhkem sur vardı.

Bu kadar problemin bir araya gelmesi, güven ortamını ortadan kaldırmış ve şehirde ticari hayat durma noktasına gelmişti. Bu durum, dışandan gelen tüccarlan da endişelen­diriyor ve mecbur kalmadıkça Medine'ye uğramıyorlardı.

Hatta denilebilir ki, Medine'de yaşayan unsurlar, bık­kınlık veren bu savaşlara son verip de kendilerini bir masa etrafında buluşturacak harici bir gücün gelmesini arzu eder olmuşlardı. İşte bu beklenti, Efendimiz için iyi bir zemin oluş­turuyordu. Bunu ifade ederken Hz . .Aişe validemiz de, benzeri olaylara dikkat çekecek ve hicret öncesinde Medine'de yaşa­nan kaos ortamının, Efendimiz'in gelişine zemin hazırladığını ifade edecekti.593 Ve Allah Resülü (sallallahu aleylıi ve sellem) de, iyi okuduğu bu zemini değerlendirecek; Medine'de ahenk ve uyumu temin adına taraftan bir araya getirerek asgari müşte­reklerde bir anlaşma gerçekleştirecekti.

Bunun için de, öncelikle Medine şehrinin sınırlannı tes­pit ettirdi; artık bu sınırlar içinde kalan bölge 'harem' olarak anılacaktı.

Bunun ardından Medine'de, ilk defa bir nüfus sayımı ger­çekleştirildi. Medine, yeniden yapılanıyordu.

Elbette bu yapılanmadan herkes memnun değildi; bilhassa müşrikAraplar, olabildiğince tedirginlik yaşıyor ve Mekke' deki müşriklerin, M uhacir ve Ensar'ı kolladıklan için kendilerine de zarar vereceklerini düşünüyorlardı. Zaten Mekkelilerin, yakın zamanda Medine'ye bir sefer düzenleyeceklerine ve ellerinden kaçırdıklan Müslümanlan burada kıstınp bozguna uğratacak­lanna dair haberler de duyulmaya başlanmşıtı.

593 Bkz. Buhari, Sahih, 3/1377 (3566)

600


Ve Kalıcı Yurt: Medine

Efendimiz'in tavrı ise, bütün bu endişeleri ortadan kal­dırmaya matuftu; Mekke'de olduğu gibi, "Sizin dininiz size, bizim dinimiz de bize." anlayışını hakim kılmaya çalışıyor ve kavga etmeden de Medine'yi müşterek paylaşabileceklerinin örneklerini ortaya koyuyordu. Buna göre herkes; dili, dini, ırkı ve milliyeti ne olursa olsun, karşı tarafın inanç ve anla­yışlarına saygılı olduğu sürece aynı havayı teneffüs edebilecek ve Medine'de, problemsiz bir hoşgörü ortamı kendiliğinden oluşacak; ne kimse din değiştirmek için zorda kalacak ne de dini anlayışını yaşarken baskı altında bırakılacaktı. Aynı za­manda bu, kendi düşüncesini özgürce ifade hürriyetini de içe­riyor ve düşüncesi ne olursa olsun, anlayışını tebliğ hakkım da beraberinde getiriyordu. Demek ki, kendilerine arz edilen mesele, hakimiyet değil; katılımı esas alan bir paylaşımı ön­görüyordu.

Daha, Medine'ye geldiğinden bu yana sayılı günler geç­mesine rağmen Efendiler Efendisi'nin güven ve huzur ortamı kendini hissettirmişti ve bütün taraflarıyla Medine sakinleri, aralannda çıkması muhtemel anlaşmazlıklarda, konuyu çözü­me kavuşturma mercii olarak Efendimiz'e müracaat edilmesi gerektiğini müşterek bir talep olarak ortaya koyuyordu.

İlk Anlaşma, Evs ve Hazreç Arasında

Medine'deki ilk anlaşma, Evs ve Hazreç kabileleri ara­sında yapılacaktı. Bunun için, toplantıya katılanlar, fikirlerini ortaya koyuyor ve uzun müzakereler sonucunda ortaya çıkan hükme saygılı olacaklarını beyan ediyorlardı. Böylelikle, yüz­yıllar sonra ilk defa, Evs ve Hazreç arasında kalıcı bir anlaşma yapılıyor ve Ensôr haline gelen iki yapı arasındaki asırlık sa­vaş ortamına son nokta konulmuş olunuyordu,

Bunun için Enes İbn Malik'in evinde bir araya gelindi ve yazılı bir anlaşma gerçekleştirildi. Böylelikle, Müslüman olan

601


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Evs ve Hazreç'le yapılan bu anlaşmaya, Müslüman olmayan Araplar da 'meoôli' statüsünde dahil olmuş; Evs ve Hazreç'e tabi olarak anlaşmaya imza koymuş kabul ediliyordu. Hatta bu durum, daha sonraları ortaya çıkan savaş durumlarında bile göz önünde bulundurulacak ve bugün anlaşma yapan ve bu anlaşmaya sadık kalanlar, Tevbe suresinde anlatılan savaş ültimatomundan istisna edileceklerdir. 594

Yazılı bir mutabakat içeren anlaşmada şöyle deniliyordu: - Bismillahirrahmanirrahim.

Bu anlaşma, Nebi olan Muhammed tarafından, Kureyş ve Yesrib'deki Müslüman ve mü'minler; onlara tabi statüdeki di­ğer insanlarla, daha sonra da gelip aynı şartları kabul edenler ve ortak savunma konusunda müşterek hareket edenler ara­sında gerçekleşen bir anlaşmadır. Bunların hepsi, diğer insan­lar karşısında tek bir ümmettir.

Bu giriş cümlesinin sonrasında Efendiler Efendisi (sal1al1a­hu aleyhi ve sel1em), önce Muhacirleri zikrettikten sonra Beni Avf, Beni Sôide, Beni Hôris, Beni Cüşem, Beni Neccôr, Beni Amr, Beni Nebit ve Beni Evs kabilelerinin isimlerini de kayda geçi­rerek her biri, kendi aralarında adet olduğu vechile, kan di­yetlerini ödemeye iştirak edecekler; harp esirlerinin kurtuluş fidyelerini de, mü'minler arasındaki maruf, adalet ve makul esaslara göre ödemeyi kabul edeceklerdir. Yine bütün kabi­leler, iyi ve güzelolanı toplumda yaygınlaştırmada, kötü ve çirkin olanı da ortadan kaldırmada gayret sarfedecek ve böy­lelikle toplumda,fazilet ve adalet esasına dayalı, olumsuzluk­ları gizlemeyen ve suç sahibi hangi anlayıştan olursa olsun cezai müeyyidenin uygulanmasında müşterek hareket eden bir anlayış gelişecektir. En nihayetinde, şayet bir anlaşmazlık

· vukü bulursa, bu durumda da Allah'ın ve O'nun Resülii Hz.

594 Bkz. Tevbe,9/4

602


Ve Kalıcı Yurt: Medine

Muhammed'in vereceği hükme nza gösterilerek mesele çözü­me kavuşturulmuş olacaktır.sw

İkinci Anlaşma, Yahudilerle

Evs ve Hazreç arasındaki anlaşma tamamlandıktan sonra sıra, Medine'deki en önemli yapı olan ve nüfusun % 40 gibi önemli bir bölümünü oluşturan Yahudzlerle de benzeri bir mutabakatın sağlanmasına gelmişti. Bunun için Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Yahudi kabilelerinin önde gelenleriyle Binti Hôris'uı evinde bir araya geldi. Uzun görüşmeler sonun­da, hemen her konuda mutabakat sağlanmış ve sıra, bunla­rın madde madde yazıya aktanmına gelmişti. Özetle metinde şunlar yer alıyordu:

Yahudiler de, savaş tehlikesine karşı, aynen Müslümanlar gibi maddi katkı sağlayacak; Beni Avf, Beni Neccôr, Beni Sa­'lebe ve onlann bir kolu olan Cefne, Beni Sôide, Beni Cüşem, Beni Evs ve Beni Şutaybe kabilelerinden her birisi de, kendi dini anlayışlannı rahat bir zeminde yaşayabildikleri gibi Müs­lümanlar da aynı özgürlük içinde dini hayatlarını rahatlıkla ifa edebileceklerdi. Bu durum, her bir yapının alt kolu olan kabilecikler için de söz konusuydu ve onların tamamı, bu ka­bilelerin çatısı altında temsil ediliyorlardı.

Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) izni olmadıkça hiçbir Yahudi kabilesi, Müslümanlarla birlikte savaşa katılamaya­cak; herhangi bir savaş halinde yardımlaşma esas olacak ve her bir unsur kendi savaş giderlerini bizzat kendisi karşılaya­caktır. Kimse, karşı tarafa zarar veremeyecek; taraflardan zul­me maruz kalana diğerleri yardımcı olacaktır. Ne Kureyşliler

595 Bkz. İbn Kesir, el-Bidaye, 3/224: Hamidullah.Tslarn Peygamberi, 1/206 vd.

Aynca, bu anlaşmanın Türkçe tam metni ve o günkü sosyal şartlar açısından taşıdığı mana için bkz. Bulaç, Ali, Medine Vesikası, Yeni Ümit, Yıl: 17, Sayı: 68, s. 47 vd.

603


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

ve ne de onlarla ortaklık kuranlara kapı aralanacak, himaye altına alınacaktır. Medine, müşterek koruma altına alınacak ve savunmada yardımlaşma bir esas olacaktır.

Herkesin, kendi payına düşen mıntıkadan sorumlu oldu­ğunun da altı çizilen bu anlaşmaya göre yine, din konusunda yaşanması muhtemel savaşlar, bu maddelerin haricinde tu­tulmuştur.

Anlaşmaya göre, Yahudilere sığınan kimseler de aynen bu Yahudiler gibi muamele görecek; ancak bütün bunlar, haksız yere bir adamı öldüren veya yaralayan kimselerin de sakla­nıp gizlenmesine sebep olmayacak, suç işleyenler gerekli cezai müeyyideye çarptınlacaklardır.

Yine bu anlaşmaya göre, ortaya konulan prensiplere mut­laka riayet edilecek ve aykın bir davranış içine asla girilmeye­cektir. Müslümanlar, Allah kelamı Kur'an hükümlerine göre meselelerini çözüme kavuşturduğu gibi Yahudiler de, kendi ki­taplan olan Tevrat'ın ahkamına göre aralannda hükmedecek ve kimse, bir diğerinin dini anlayışına müdahale etmeyecektir. Şayet, buna rağmen uygulamada bir ihtilaf vuku bulursa yine bu, Allah'ın emirlerine ve O'nun Resülü Hz. Muhammed'in hakemliğine başvurularak çözüme kavuşturulacaktır. 596

Anlaşma metninden anlaşıldığına göre o gün Medine' de, irili-ufaklı on bir Yahudi kabilesi bulunmakta ve bu kabilele­rin hemen hepsi de, Efendimiz'le yapılan anlaşmayı imzala­mıştır.

Yeni geldiği bir şehirde ve nüfusun ancak % ıs'ine sahip olduğu halde Allah Resülü'nün böylesine bir konum elde et­mesi, hiç şüphesiz O'nun fetanetinin bir buududur. Sosyal şartlan çok iyi değerlendirmiş ve hakimiyet esasını öne çıkar­ma yerine, paylaşma ortak paydasında taraftan bir araya ge­tirerek müşterek bir pakt kurmuştur. O'nun bu gayreti, aynı

596 Bkz. İbn Hişam, Sire, 3/31-35; M. Hamidullah, İslam Peygamberi, 1/206 vd.

604


Ve Kalıcı Yurt: Medine

zamanda tarih açısından da büyük önem taşımaktadır; zira, böyle bir anlaşma metninin ortaya çıkışı ve taraflar arasında bir nevi anayasa statüsünde hükümlerin konulması, o gün açısından henüz, tarihin şahit olmadığı bir gelişmedir ~

Aile Fertlerinin Getirilmesi

Müslümanların yeni şehri Medine'de yaşanması muh­temel problemler teker teker çözüme kavuşturulmuş; şimdi sıra, geride kalan aile fertlerinin de buraya getirilmesine gel­mişti. Malum olduğu vechile Muhacirin-i Kirarn Hazeratı hic­ret ederken, yanlarında aileleri yoktu ve bunu, asla bir prob­lem olarak görmüyorlardı. Sadece, kendilerine:

- Hicret edin, denilmiş ve onlar da bu emri yerine getir­me yanşına girmişlerdi. Ev ve barklan Mekke'de kalacakmış, müşrikler gayrimenkullerine el koyacaklarmış, çoluk-çocuk­ları açlıktan kırılacak, baba şefkatine muhtaç kalacaklarmış, akşam eve gelmeyince hanımları üzülürmiiş ... Bu ve benzeri ne kadar gerekçe var idiyse bütün bunlar, onlar adına hiçbir zaman mazeret oluşturmuyordu. Zira onlar, iman konusunda gözü kara insanlardı ve emirin olduğu yerde demiri eritir ve mutlaka bu emri yerine getirirlerdi. Zaten, sahabe olma farkı da buradan kaynaklanıyordu.

Ancak, artık Medine'ye gelinmiş ve emniyetli bir zeminde ibadetlerini rahat yapar hale gelmişlerdi. Mescid-i Nebevi inşa edilmiş, Muhacirlerle Ensar arasında kardeşlik bağlan kurul­muş, mesken meselesi büyük ölçüde çözülmüş, Medine'ye dışarıdan gelenlerle yerli halk arasında beklenen kaynaşma gerçekleşmiş ve böylelikle muhtemel sosyal problemler, te­mel çözümlere kavuşmuştu. Öyleyse, aynı huzur ortamından, Mekke'de bırakmak zorunda kaldıkları çoluk-çocukları da istifade etmeli ve onlar da buraya alınarak, böylelikle bir an önce müşriklerin şerrinden de emin olunup aileler bir araya getirilmeliydi.

605


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

İşte şimdi, Medine' de yaşanan bu emniyet ve güven hava­sı, Mekke'de kalanların da getirilmesini netice veriyor, ailecek gelemeyenler de artık yavaş yavaş Medine'de buluşuyordu.

Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sellem) ve yol arkadaşı Hz. Ebu Bekir de, ailesini Mekke'de bırakıp gelenlerdendi. Hz. Hati­ce'nin emanetleri'v? Hz. Ümmü Giilsiim ve Hz. Fatıma ile Hz. Sevde validemiz; Zeyd İbn Harise'nin hanımı Ümmü Eymen ve oğlu Üsôme ve Hz. Ebu Bekir ailesinden de Hz. Aişe ve Hz. Esmô. ile oğlu Abdullah da Mekke' de kalanlar arasındaydı.

Geride kalan aile fertlerini Medine'ye getirmeleri için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), yanlanna iki deve ve beş yüz dirhem de para vererek Ebfı Raft ile Zeyd İbn Harise'yi gö­revlendirdi; gidecek ve geride kalan aile fertlerini de alarak Medine'ye döneceklerdi,

Kuba'dan Gelen Çocuk

Zübeyr İbn Avvam, Hz. Ebu Bekir'in kızı Hz. Esma ile evlenmişti ve Abdullah'a hamileydi. Hicret emri gelince, do­ğumu yakın olmasına rağmen yola çıkmış ve yaklaşık beş yüz kilometrelik yolu katederek Kuba'ya kadar gelmişlerdi. Medi­ne'ye bir soluk mesafede olmalanna rağmen doğum sancılan artınca, orada mola vermek zorunda kaldılar. Çok geçmeden de Hz. Esma, nur topu gibi bir erkek çocuk dünyaya getirmiş­ti. Büyük bir heyecandı; zira bu, Medine'ye geldikleri günden bu yana Muhacirin'den, dünyaya gelen ilk çocuktu.

Aynı zamanda bu, Efendimiz için de büyük bir müjde demekti; çünkü bu çocuk, hem hicret yolculannın Medine'ye sağ salim gelişlerini, hem de Hz. Zübeyr'in oğlunun dünyaya

597 Bu arada Rukiyye validemiz Hz. Osman ile, Zeyneb validemiz de, Ebu'I-As ile evliydi. Ümmü Gülsüm validemiz ise, Ebu Leheb'in oğluyla evli iken, Mekke­lilerin baskısına boyun eğen Utbe, sırf Efendimiz ve Hatice validemize azap olsun diye onu boşamış ve böylelikle bu yuva yıkılmıştı.

606


Ve Kalıcı Yurt: Medine

gelişini anlatıyordu. Onun için, hiç vakit kaybetmeden huzura koşup çocuğu Efendimiz'in yanına getirdiler.

Mübarek yüzlerinde yeniden bir dolunay doğuvermişti.

Kucağına aldı küçük yavruyu ve adını Abdullah koydu. Artık o, Abdullah İbn Zübeyr idi. Ardından da, yanında bulunan­lardan bir hurma getirmelerini istedi. Talep hemen yerine ge­tirilmişti. Hurmayı aldı ve mübarek ağızlannda çiğnedikten sonra, suyunu küçük yavrunun ağzına koyuverdi. Abdullah İbn Zübeyr'in midesine inen ilk gıda, Efendiler Efendisi'nin mübarek ağızlarında çiğnediği hurma suyu oluyordu. Daha sonra da, bereket ve yümün adına onun için dua etti.598

Hz. Aişe Validemizle İzdivaç

Hz. Hatice validemizin vefatından sonra bir müddet yal­nız yaşayan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), Osman İbn Ma­z'ün'un hanımı Hz. Havle'nin devreye girmesiyle hicret önce­sinde Sevde validemizle evlenmiş; aynı zaman zarfında Aişe validemizle de nişanlanmıştı. Bu nişanlanmada da baş rolü, yine Hz. Havle oynuyordu.599

Bu sıralarda İnsanlığın İftihar Tablosu da, üst üste iki kez rüya görmüş ve her defasında, ipekler içinde huzuruna getiri­len Hz. Aişe validemiz için kendisine:

- İşte bu, Senin zevcen olacak, denilmişti. Tam üç yıldır da, bu nişanlılık hali devam ediyordu. Bu arada, Hz. Aişe vali­demiz de kardeşi Abdullah'la birlikte Medine'ye gelmiş, baba­sı Hz. Ebu Bekir'in evinde ikamet etmeye devam ediyordu.

Hicret sonrasında Efendimiz'in kızlarıyla Sevde validemi­zi ve Ümmü Eymen ile de Hz. Üsame'yi almak için Mekke'ye

598 Bkz. İbn Hibban, Sikat, 3/212 (707)

599 Hem, Mut'ım İbn Adiyy'in, oğlu Cübeyr için Aişe validemize talip olması hem de Hz. Havle'nin, Efendimizle evlendirmek üzere onun adını zikretmesi, Araplar arasında yaşanan bu geleneği açıkça göstermektedir.

607


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

gelen Zeyd İbn Harise ve Ebu Rafi ile birlikte Hz. Ebu Bekir, yol rehberleri Abdullah İbn Uraykıt'ı göndermiş; yanına iki veya üç deve vererek bunlan oğlu Abdullah'a teslim etmesini söylemişti. Bir de mektup vardı Hz. Ebu Bekir'in gönderdiği. Bu mektupta o, oğlu Abdullah'a, annesi ve kardeşleri Aişe ve Hz. Zübeyr'in hanımı Esma'yı da alarak Medine'ye hicret et­mesi gerektiğini yazıyordu.

Çok zaman geçmeden de denilenler yapılmış ve üç ailenin geride kalan fertleri yola düşerek hicrete başlamışlardı. Yola çıkıp da Mina'ya geldiklerinde, Talha İbn Ubeydullah ile kar­şılaştılar; o da hicret ediyordu ve beraberce yola koyuldular.

Bir aralık, Aişe validemizin bindiği deve huysuzluk edip de ekipteri kaçmaya başlamıştı; anne Üm Riunôn, büyük bir telaş içine düşmüş ve hüzün içinde bağınyor; kızına olan sev­gisini dile getirip, aynı zamanda mürüvvetini göreceğini ümit ederken başına böyle bir şeyin gelmesinden duyduğu hüznü anlatıyordu. Neyse ki, arkasından gidenler deveye yetişmiş ve o da, diğerleriyle birlikte yeniden Medine yoluna girmişti.

Medine'ye geldiklerinde, tabii olarak babası Hz. Ebu Be­kir'in evine yerleştiler. Bu arada, Cibril-i Emin de gelmiş, Hz. Aişe validemizi kastederek:

- Onunla evlen; çünkü o senin ehlindir, diyordu. Çok geçmeden huzura Hz. Ebu Bekir de geldi ve:

- Ya Resülallah! Ehlinle aynı çatı altında olmanıza mani olan bir şey mi var, diye sordu.

- Sadakl buyurdu Efendiler Efendisi. Belli ki evlilik gibi önemli bir adımda kadın tarafının elini güçlendirecek olan bedeli düşünüyordu Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem). Ebu Bekir için bunun ne önemi vardı! Allah Resülü gibi bir değer, hangi madde ile kıyaslanabilirdi? Onun için Hz. Ebu Bekir, kendi imkanlarını ortaya koyacak ve Efendimiz için bir odacık evin yapılmasında ön ayak olacaktı.

608


Ve Kalıcı Yurt: Medine

Derken, Hz . .Aişe validemiz için Meseld-i Nebevi'nin he­men bitişiğine bir odacık yapıldı. Aynı zamanda bu, Eba Ey­yüb el-Ensari'nin evinde yedi aydır devam eden misafirliğin de sona ermesi anlamına geliyordu. Benzeri bir oda da, Sevde validemiz için yapılacaktı; ancak, çok geçmeden Hz. Sevde, Efendimiz'le birlikte olduğu gün hakkını da Hz . .Aişe valide­mize verecek ve kendi hakkından feragat edecekti.

Hicretin üzerinden sekiz ay geçmişti. Aylardan Şevval idi.

Halbuki o gün bazı insanlar, iki bayram arasında yaşanan ev­liliklerde, kan koca arasında imtizaçsızlığın ortaya çıkacağına inanıyor ve bundan dolayı da bu aylarda evliliği hoş karşıla­mıyorlardı.v'"

Artık saadethanesinde, ümmetin muttali olmadığı za­manlannı da görüp insanlık adına hükümler çıkaracak olan zeki bir fıtrat daha vardı. Böylelikle Allah (ceııe celaluhü), bütün insanlığa rehber olarak gönderdiği Habib-i Ekrem'ini, farklı gözlerle de takibe aldıracak ve ümmet için bilhassa aile haya­tıyla ilgili yeni açılımlara kapı aralayacaktı.

Medine Vebası

Mekke'den gelen muhacirler, Medine'nin havasına alış­makta güçlük yaşarken bir de hastalık baş göstermiş ve bazı muhacirler ağır hasta olmuşlardı. Hatta, hayatlannı ortaya koyarak kılmaya azmettikleri namazlannı bile oturarak kıl­mak zorunda kalmış, Mekke müşriklerinin şiddetli baskıla­nna rağmen taviz vermedikleri namazlannı, ayakta kılamaz

600 Bu anlayışlannda, daha önce Şevval ayında y,aşanan büyük taun hadisesinin de etkili olmuş olabileceği de muhtemeldir. Bu anlayışın yanlış olduğunu or­taya koyabilmek için Aişe validemiz, "Bizden daha mutlu hangi evlilik vardı ki?" demekte ve kendi hallerinin bu anlayışı fiilen tekzibettiğini ortaya koy­maktadır. Bkz. Müslim, Sahih, 2/1039 (ı423); Tirmizi, Sünen, 3/401 (1093); Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 6/54 (24317)

609


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

olmuşlardı. Onlan bu haldeyken gören Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem):

- Şunu iyi bilin ki, oturarak namaz kılan kimse, ayakta namaz kılanın aldığı sevabın yansını alır, buyuracak ve yine de ayakta kılmalan yönünde teşvikte bulunacaktı.'?'

Hasta olanlar arasında Hz. Ebu Bekir'le Hz. Bilal ve .Amir İbn Füheyre de vardı. Üçü de aynı mekanı paylaşmış, hastalık süreçlerini beraberce, hasret gidererek geçirmeye çalışıyor­lardı.

Henüz, hicap ayetleri inmemişti. Hz. Aişe validemiz bir gün, babasını ziyarete gelmiş ve:

- Ey babacığım! Kendini nasıl buluyorsun? Nasılsın, diye halini sormuştu. Gerçi, içinde bulunduklan durum, nasıl ol­duklannı gayet net anlatıyordu; zira, sıtma tutmuş gibi ateşler içinde kıvranıyor, Mekke özlemini dile getirerek sayıklıyorlar­dı. Biraz dikkat edince, babası Hz. Ebu Bekir'in şunlan söyle­diğine şahit oldu:

- Evinde ve ailesi içinde sabahlayan herkese ölüm, ayak­kabısının bağından daha yakındır!

Babasının halini soruyordu; ama o ne kendisini tanımış ne de dediklerini duymuştu. Kendi kendine:

- Vanahi de babam, ne dediğini bilmiyor, diyerek .Amir İbn Füheyre'ye döndü ve aynı soruyu bu sefer de ona sordu: - Kendini nasıl hissediyorsun ey Amir, nasılsın?

O da, kendinde değildi; bağ ve bahçelerden bahisler açı­yor, dünya gözüyle yeniden görerneden ölümle tanıştığından bahsediyordu.

- Vallahi, .Amir de ne dediğinin farkında değil, dedi. Hem babası Hz. Ebu Bekir'den hem de onun hizmetçisi

601 Bkz. İbn Kesir, el-Bidaye, 3/224

610


Ve Kalıcı Yurt: Medine

.Amir İbn Füheyre'den cevap alamayan Hz. Aişe, ardından bir ümit deyip Hz. Bilal' e yöneldi. Ancak, onun hali, daha çetin görünüyordu; hummamn şiddetinden yere uzanmış, başını zoraki kaldırmaya çalışıyor ve şöyle mınldamyordu:

- Vah bana ve ne yazık ki, acaba ben, etrafımda İzhir ve Celil otlan olduğu halde bir kez daha falan vadide geceleyebi­lir miyim? Acaba yeniden Micenne suyunun başına gelip de pınarlanndan içip, Şame ve Tafil dağlanm görebilir miyim, diye iç geçiriyordu.

Hüzün dolu bir manzaraydı; belli ki, dağ ve taşında hatı­ralan olan bir beldenin, kendi memleketlerinin hasreti kavu­ruyordu yüreklerini ... Dağlanndaki hava, çiçeklerindeki koku, pınarlanndaki serinlik ve hatta otlanndaki sadelik bile burun­lannda tüter olmuş; hastalığın da tesiriyle geldikleri beldeye olan hasretleri bir kat daha artmıştı.

Onlan böyle görüp de sözlerine şahit olan Aişe validemiz, gelip Resülullah'a durumu haber vermişti. Her meselenin hal­li, ancak böylelikle mümkün olabilirdi çünkü ... Şöyle diyordu: - Sanki onlar, şiddetli ateşten akıllanm kaybetmiş gibiler ve farkında olmadan konuşuyorlar!

Efendiler Efendisi, çok üzülmüştü. Ellerini semaya kaldır­dı ve önce, Muhacirin'in bu hale gelmesine sebep olanlar için:

- Allah'ım! Utbe İbn Rebia'yı, Şeybe İbn Rebia'yı ve Ümeyye İbn Halefi Sana havale ediyorum; onlar, nasıl ki bizi, kendi memleketimizden çıkanp da bu vebalı yere gelme­ye zorlamışlarsa Sen de onlann hakkından gel, diye yalvardı Rabbine.

Bu, işin bir yamydı. Sonra da döndü; ümmeti için isteme­ye başladı. Şöyle diyordu:

- Allah'ım! Bize, en az Mekke'yi sevdirdiğin kadar daha fazlasıyla Medine'yi de sevdir! Bu beldeyi sıhhat yurdu yap ve

611


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

ölçü/tartılarma bereket ihsan et! Sonra da bu hastalığı al ve Cuhfe taraftanna doğru savuruver! 602

Allah'ın en sevgili kulu O'ndan bir şey ister de Allah (celle celaluhü), O'nun bu isteğini kabul etmez miydi hiç? O gece Allah Resülü (sa11allahu aleyhi ve sellern), yatağına uzandığında, bir rüya gördü. Saçı-başı dağınık siyah bir kadın, Medine'den çıkıp Mehey'a da denilen Cuhfe'ye doğru gidiyordu. Belli ki, Medi­ne' deki bu hastalık, bundan böyle şehri terk edecek ve Cuhfe taraftannda kendini gösterecekti. Zaten o günden sonra da Muhacirler, şiddetli ateşten kurtulmuş ve onlann Medine'de kalmayla ilgili herhangi bir problemleri kalmamıştı.v'"

Ancak, herkes Hz. Ebu Bekir ve Hz. BiHH gibi irade sahi­bi değildi. Yine, benzeri bir hastalığa yakalanan A'rabi geldi huzura:

- Ya Muhammed! Benim beyatımı kaldırıp geçersiz kıl! Hitabındaki sertlik, sonucun ne olacağını ortaya koyar mahiyetteydi. Ardından talep ettiği şey ise, aklı başında biri­sinin, asla 'evet' demeyeceği bir durumdu. Efendimiz (salla11alıu aleyhi ve sellem), kendi iradesiyle çıkmaza sürüklenmeyi tercih eden bu insana:

- Hayır, bunu yapamam, diye cevap verdi. Zira, Efendi­miz'le burada bağlannı koparan, öbür tarafta kurtuluşa eremezdi. O (sa11allahu a1eyhi ve sellem) ise, ümmetinden bir tek insanın bile zayi olmasını istemiyordu. Ancak adam ısrar edi­yordu. İkinci, üçüncü derken, istediği cevabı Allah Resülü'n­den alamayınca, selam ve sabahsız Medine'yi terk edip geldiği yere gitti. Bunu duyunca Efendiler Efendisi:

- Şüphesiz ki Medine, ateşin gümüşteki kir ve pası temiz­lediği gibi kendi kir ve pasını temizliyor, buyurdular.s'<

602 Buhari, Sahih, 2/667 (1790)

603 Bkz. Buhari, SaJıih, 5/2148 (5353)

604 Bkz. Müslirn, Sahih, 2/1006 (1382-1384)

612


Ve Kalıcı Yurt: Medine

Abdullah İbn Selam'daki Tebliğ Heyecanı

Abdullah İbn Selam, Müslüman olmuştu, ama henüz bundan kabilesinin haberi yoktu. Aile efradına dönüp geldi­ğinde onların da Müslüman olmalarını istemiş ve bu isteğine olumlu cevap da bulmuştu. Ancak onun hedefinde, daha geniş kitleler vardı. Aynı zamanda neş'et ettiği topluluğun genel ka­rakterini de ortaya koyup rehberini bilgilendirmek istiyordu. Tasarladığı bir planla birlikte huzur-u risalete geldi:

- Ya Resülallahl

Benim kavmim olan bu İsrailoğulları, inatçı ve dönek bir millettir. Onlar, henüz benim son halimi bilmiyorlar. İsti­yorum ki onlar, Sana geldiklerinde beni bir kenara gizleyesin ve onlara, benim ve atalanm hakkında sorular sorasını Şüp­hesiz, beni de atalarımı da methedeceklerdir. Ve tam bu esna­da ben, ortaya çıkıp Müslümanlığımı ilan edeyim. Göreceksin ki, hem beni hem de ecdadımı yerden yere vuracak ve çeşit çeşit iftira sıralayarak, binbir kusur bulma yarışına girecek­lerdir, dedi.

Abdullah İbn Selam'ın planına göre, aynı zamanda Efen­dimiz, onlardan söz alacaktı; şayet Abdullah iman ederse onlar da inanacak ve kendilerine daha önce indirilen Tevrat'ta yazılı bulduklan hususlan tasdik edeceklerdi. Dolayısıyla burada belli bir masıahat gözetiliyordu ve Abdullah'ın teklifi hüsn-ü kabul gördü. Planlananlar aynen Hz. Abdullah'ın dediği gibi yapıldı. Bu arada adamlar da gelmişti. Efendiler Efendisi, hoşbeşten sonra sözü Hz. Abdullah ve ecdadına getirdi:

- Sizin aranızda Husayn İbn Selam nasıl bir adamdır, diye sordu.

Ne şüpheleri olabilirdi ki? Sadece Husayn'ı değil, yıllarca bütün aileyi, biricik rehberleri olarak görmüş ve birer otorite olarak hep onlara müracaat etmişlerdi:

613


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

- Hem efendimiz, hem de efendimizin oğludur ... İçimiz­deki en hayırlı kişi ve en bilgemizdir. Hem fazilet hem de Allah'ın kitabını bilme konusunda en önde olanımız odur.

Onlann, kendilerinden emin böyle bir tezkiyelerinin ar­dından Efendimiz:

- Şayet Abdullah, benim Allah'ın Resülü olduğuma ve ba­na indirilen kitaba iman ve şehadet ederse siz de iman eder misiniz, diye sordu.

İşkillenseler de, buna imkan yoktu. Husayn gibi bir Yahu­di alimi, bunu yapmazdı, yapmamalıydı!.. Böyle bir sorunun altından ne çıkacağını da merak etmiyor değillerdi. Fakat bu meclis, daha metin durmalan gereken bir meclisti ve sözlerin­de şüphe eseri görülmemeliydi:

- Evet, diye cevapladılar. Ancak hallerindeki gariplik ve içlerinde duyduklan huzursuzluk yüzlerinden okunuyordu. Ne için gelmişlerdi ve şimdi ne ile karşılaşıyorlardı?.

Bu sırada Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) Abdullah'ı çağırmış ve o da gizlendiği yerden çıkıp huzura gelmişti. Onu gören gözlere kin ve nefret yürümüş, yüzlerde de bir sararma olmuştu. Nasılolabilirdi; Husayn gibi birisi gelip kendi kabile­sinin otoritesine baş kaldırarak bir başkasının arkasında saf tu­tar, onu peygamber olarak kabul edebilirdi. Hala inanmak iste­miyorlardı. Bu, ya bir şaka veya uyanılacak bir rüya olmalıydı.

Ancak her şey gerçekti ve Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sel­lem) Abdullah'a sordu:

- Ey Selam oğlu Abdullah! Sen, benim Tevrat ve İncil'­de yazılı olarak bulduğunuz; bana iman etmeniz hususunda hepinizden sözü alınmış; mesajımın ulaştığı anda bana tabi olmakla emredildiğiniz Allah'ın Resülü olduğumu bilip bana inanıyor ve iman ediyor musun?

Ortalık bir anda buz kesilmişti. Bu arada Abdullah, Resü­lullah'ın sorusunu:

614


Ve Kalıcı Yurt: Medine

- Elbette Ya Resülallah, diye cevaplaınıştı. İmkansızdı bu!.. Bu kadar köşeye sıkışmak olamazdı ... Buradan da bir çı­kış yolu bulunmalıydı ve onlar da, minderin dışını tercih etti­ler. Hep bir ağızdan:

- Senin Resüllullah olduğunu bilmiyor ve tanımıyoruz, diyorlardı.

Halbuki onlar, O'nun Resülullah olduğunu öz oğullarını bilmenin ötesinde bir bilgi ile biliyorlardı ve O'na indirilenin hak olduğu konusunda da yakin derecesinde malumatları var­dı. Aynı zamanda, az önce konuşanlar, Husayn iman ederse biz de inanırız, diyenler de bunlar değil miydi?. Fazla söze ne hacet; kaypaklık ve dönekliğin fiilen sahnelenmesinden başka bir şey değildi bu.

Çıkışma sırası şimdi de Abdullah İbn Selam'a gelmişti:

- Bizim en şerlimiz ve en şerlimizin de oğlusun sen, deyip onda noksan bulma yarışına girdiler. Güneş balçıkla sıvana­mazdı ki! .. Güneşin ışınlarına karşı gözlerini kapatanlar, sa­dece kendilerine gece yaparlardı. ..

O gün yaşanılanlar, alemlerin Rabbi tarafından da müşa­hede edilmekteydi ve O şu ayetleri indirecekti:

- De ki: Söyleyin bakalım; eğer bu Kur'an, Allah tara­fından geldiği halde siz reddetmişseniz, İsrailoğullarından da bir şahid, tevhid, ahiret gibi bazı iman esasları hakkında Kur'an' da bildirilen hakikatlerin benzerine şahitlik edip iman ettiği halde, siz büyüklük taslayarak iman etmezseniz sizden daha şaşkın, daha zalim kimse olabilir mi? Allah, elbette böyle zalimleri hidayete erdirmez.s'"

Ayette anlatılan İsrailoğullarından iman eden kişi, Ab­dullah İbn Selam; irikarı seçenler ise, gerçeği gördüklerinde kaypaklık gösteren elit tabakaydı.

605 Bkz. Ahkaf,46/1O

615


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Bütün bunlan, daha işin başından tahmin eden ve ge­lişmeler de tahmini istikametinde gerçekleşen Abdullah İbn Selam, bir gerçeği ortaya çıkarmanın hazzıyla Yahudi ileri ge­lenlerine yöneldi ve şöyle seslendi:

- Ey Yahudi Topluluğu! Allah'tan korkun ve size gele­ni kabul edin. Vallahi siz de biliyorsunuz ki, bu, özelliklerini Tevrat'ta okuyup durduğunuz, adını sanını bildiğiniz Allah'ın beklenen ve müjdelenen Resülü'dür, Ben şehadetle iman edi­yor, biliyor ve tasdik ediyorum ki o Allah'ın Peygamberidir.

Artık yüzler değişmişti ... Perde bir kez yırtılmış ve cephe­ler de netleşmişti. İşin en kolay yolu inkardı ve onlar da bunu seçtiler:

- Yalan söylüyorsun, dediler.

Artık Yahudilerden iş çıkmayacağı kesindi ve bu sefer Ab­dullah, Resül-i Ekrem'e yöneldi:

- İşte, ya Resülallah, dedi. Durum gördüğün gibi!..

Ben, bunlann yalancı, iki yüzlü, dönek ve iftiracı insanlar ol­duklannı söylemiştim.

Zaten, Cibril de gelmiş şu mesajı getiriyordu:

- Kendilerine kitap verdiklerimiz, O'nu öz oğullannı ta­nıdıklan gibi tanırlar. (Buna rağmen) onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizler.606

Ayette, bizzat Allah Resülü'nün ismi zikredilmeyip de "O'nu" denmesi işaret ediyor ki, ehl-i kitap bütünüyle, son ge­lecek peygamber kastedilerek "O" dendiğinde hep Tevrat ve İncil' de adı geçen Zat'ı anlıyordu. O da, hiç şüphesiz ki, Hz. Muhammed'di (sallallahu aleyhi ve sellern). Ve O'nu öz evlatlann­dan daha iyi tanıyorlardı.

Hz. Ömer (radıyallahu anh), bir gün karşısına alacak ve Abdul­lah b. Selam'a soracaktı:

- Allah Resülü'nü öz evladın gibi tanıyor muydun?

606 Bkz. Bakara, 2/146

616


Ve Kalıcı Yurt: Medine

Tereddütsüz cevap verdi Abdullah:

- Öz evladımdan daha iyi tanıyordum.

Nasılolabilirdi?. Bir insan bu kadar kesin nasıl konuşabi­lirdi!.. Ama Abdullah, hakkı temsilin timsaliydi ve onu her yer­de söylemekten çekinmezdi. Hz. Ömer ise, onun kanaatindeki kesinliği ayrıca tescil ettirmek istiyordu ve ikinci defa sordu:

- Nasıl yani?

Yine demir Ieblehi gibi bir cevap geliyordu:

- Evladım hakkında şüphe edebilirim. Belki, beni, hanı­mım kandırmıştır. Fakat Allah Resülü'nün son peygamber ol­duğundan zerre kadar şüphem yoktur.

Bu cevap Hz. Ömer'i öyle sevindirecekti ki, kalkacak ve Abdullah b. Selam'ın başından öpecekti. 607

Taassubun Dincesi

Abdullah İbn Selam, kavminin baskılanndan birtürlü ba­şını kaldıramıyordu. Daha baştan beri, beraber olduğu Yahudi bilginlerinin tazyikinden kurtulamamışIardı ve her defasında onun aklını çelebilme adına akla hayale gelmedik oyunlar tez­gah1ıyorlardı. Bilhassa, Huyey İbn Ahtab, Ka'b İbn Esed, Ebu Rafi', Eşya' ve Şemvil İbn Zeyd gibi ileri gelenler Abdullah İbn Selam'ı köşeye sıkıştırmak için ciddi uğraş veriyorlardı. Göz göre göre hakikatin üstünü örtmesini istiyorlar ve bunu yap­madığı takdirde olacaklardan sorumlu olmadıklannı söyleye­rek onu imanından vazgeçirmek istiyorlardı.

Bir gün yine sıkıştırmışlar, Husayn'ın bildiklerini hatır­latması üzerine de:

- Nübüvvetin Araplar arasında olması imkansız. Senin sahibin olsa olsa meliktir, demişlerdi. Aslında bununla Allah Resülü'nün beklenen Nebi olduğunu kabullenmiş oluyorlardı;

607 sUyUti, ed-Dürrü'l-Mensür, ı/357

617


Efendimiz (s a l l a l l a h u a l e y h i ve sellem)

ama bir türlü, içinde bulunduklan koyu ve katı kabile taassu­bunu kınp, O'nun kendi dışlannda bir yerden neş'et edebile­ceğini içlerine sindiremiyorlardı.

Uzun uzadıya konuşmalar netice vermemiş ve ortam iyice alevlenmişti. "Ne olacaksa olsun" der gibiydiler ve kendileri Allah Resülü ile muhatap olup Abdullah'a da haklı olduklannı göstereceklerini düşündükleri bir senaryonun peşine düştü­ler. Abdullah'ın tereddüdü yoktu. SoluğuAllah Resülü'nün ya­nında aldılar.

Önce Zülkameyn'isordular O'na. Bilemeyeceğinden emin­lerdi kendilerince. Böylelikle Abdullah gibi düşünenlere karşı kendi haklılıklannı (!) ispat etmiş olacaklardı.

Allah'ın indirdiği şekliyle anlattı onlara; aynen Kureyş'e anlattığı gibi!.. Zira onlar, Nadr İbn Haris ve Ukbe İbn Ebi Muayt kendilerinden yardım istemeye geldiklerinde daha ön­celeri Kureyş'e akıl vermiş ve davasından vazgeçirmek için el­lerini güçlendirecek ne gibi sorular sorabilecekleri konusunda rehberlik yapmışlardı! ..

Aynı cevabı almışlardı ve diyebilecekleri hiçbir husus yok­tu. Ancak arkalarını dönüp gitme niyetinde de değillerdi. "Ben olmadığım yerde, başkası da yaşamasın" mantığıyla hareket ediyorlardı ve tüyler ürperten şu soruyu sordular:

- Ya Muhammed! İşte bu Allah! Bütün malılükatı yarattı, peki Allah'ı kim yarattı?

Allah'ı bilip kulluk yaptıklannı söyleyen insanların böyle bir soru sorması kadar bir abesiyet ve aptallık olamazdı. - Haşa­Allah'ın yaratılmaya ne ihtiyacı vardı ki! Hem, sonradan ya­ratılanın ilah olması düşünülebilir miydi! O'nun kudretinden hiç mi haberleri yoktu bunlann! Sanki Hz. Musa dahil önceki peygamberler ve ümmetleri arasında geçenlere muttali olanlar bunlar değildi! Tevrat'ı da okumuyorlardı anlaşılan bunlar!

Allah Resülü de çok müteessir olmuştu; yüzünün ren­gi değişmiş, yerinde duramaz olmuştu. Nasılolur da Rabb'e

618


Ve Kalıcı Yurt: Medine

böyle bir dil uzatılabilirdi? Hem de bildiğini söyleyenler ta­rafından!.. Alemlerin Rabbini onlar, ne sanıyorlardı ki, sınırlı akıllarıyla O'na elbise biçmeye kalkışıyorlar ve kendilerince muhataplarını zor durumda bırakıyorlardı!..

Gönlünü teskin etmek için Cibril imdada koştu ve:

- Sükünetle ya Muhammed, diye de yol ve yöntem tavsi­ye ediyordu. Sorduklarının cevabını İhlas Suresi veriyordu ve onuokudu:

- De ki, O Allah'tır ve Bir'dir ...

Gelenler, sadece kendilerini temsil etmiyorlardı. Yüzyıl­lar boyu devam edecek olan imanla irikarın mücadelesinde sonrakilerin karşısına da bu türlü tutarsızlıklar çıkacaktı ve O'nun hali, sonrakilere de örnek teşkil etmeliydi. Zira O, şöyle buyuracaktı:

- Çok geçmez; insanlar kendi aralarında sorgulamalara başlarlar ve işi o dereceye ulaştırırlar ki, bazıları: "İşte Allah, varlığı yarattı; peki Allah'ı kim yarattı?" demeye kalkışırlar.

Böyle bir durumla karşı karşıya kalanlar için de Allah Re­sülü, İhlas Suresi'ni okumalarını tavsiye edecek ve Cibril'in o gün kendisini teskinini ümmetine de tavsiye buyuracaktı. Zira bu, şeytan! bir düşünceydi ve böyle bir durumda şeytandan Allah'a sığınma adına sağlam bir duruş sergilenmeliydi.

Beni Kaynukalılar, perdelerini yırtmış küstahlıklarına de­vam ediyorlardı:

- Bize anlat bakalım ya Muhammed! Yaratılışı nasıl? Kol­ları, pazuları nasıl?

Ortalık buz gibi kesilmişti. Anlaşılan bunlar, kendilerine söylenenlere karşı kulaklarını kapatmışlar; hiçbir şeyalmak istemiyorlardı. Neden bahsediyorlardı? Allah'ı, -haşa- kapı komşuları gibi bir şahıs olarak mı görüyorlardı, yoksa Allah Resülü'nü kızdırmak için mi çığırtkanlık yapıyorlardı?.

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellern), artık yerinde dura-

619


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

maz hale gelmişti ... Gazabından damarları şişmiş yüzünden öfke okunuyordu. Allah'a hakarete O'nun yüreği dayanamaz­dı. Cibril yine yanındaydı. Aynı tavsiyelerini tekrarladı. Arka­sından da şu ayetleri indirdi:

- Ama onlar, Allah'ın kudret ve azametini hakkıyla takdir edemediler. O'na layık olan tazimi gösteremediler.

Halbuki bütün bir dünya, kıyamet günü O'nun avucunda, gökler alemi de bükülmüş olarak kabza-i tasarrufundadır.

Böyle bir azarnet ve hakimiyet sahibi olan Allah, onların uydurup durdukları şeriklerden yücedir, münezzehtir.s'"

Her yeniliğe tepki verip karşı çıkmak, ilk olmadığı gibi son da değildi. Zaman zaman Abdullah İbn Selam, benzeri münakaşalarda soluğu Efendiler Efendisi'nin yanında alıyor ve O'nun vereceği cevaplarla muhataplarını iknayı düşünü­yordu. Zira, muhatap olduğu cemaat de biliyordu ki, bu soru­ların cevabını ancak bir Nebi bilebilirdi.

Yine böyle bir grupla birlikte huzur-u risaletteydi. Efendi­sine soru soracak ve böylelikle muhataplarını iknaya çalışa­caktı. Boynunu büktü ve:

- Ben sana üç tane soru soracağım ki, onları ancak bir Nebi bilebilir, dedi. Bu bir istifsardı ve Allah Resülü de cevap­lamaya hazırdı:

- Kıyametin ilk alameti nedir? Cennet ehlinin ilk yiyeceği nedir? Çocuk anne ve babasına hangi durumda benzer?

Bu esnada Cibril de gelmiş, Abdullah'ın soracağı sorula­rın cevaplarını fısıldıyordu. Efendiler Efendisi:

- Cibril az önce bana bunları haber verdi, buyurarak baş­ladı sözlerine. Huzurda bir şaşkınlık yaşandı bunun üzerine:

"Cibril?" diye tekrarlayıp duyduklarının doğruluğunu test etmek istediler önce. Cevap yine aynıydı:

608 Bkz. Zümer, 39/67

620


Ve Kalıcı Yurt: Medine

- Evet, CibriL.

Nasırlanna basılmış gibiydiler. Nasılolur da vahyi, tu­tup kendilerinin dışında birisine getirebilirdi?. Cibilli olarak Cebrail'e düşmanlık besliyorlardı. Adını duyunca:

- Bu, melekler arasında Yahudilerin düşmanıdır, dedi­ler.

Cebrail'e düşmanlık etmek, aynı zamanda Allah ve Resülü'ne de kin beslemek anlamına geliyordu. Zaten Efen­diler Efendisi de, bunu ifade eden şu ayetleri okuyarak cevap verecekti:

- De ki: Kim Cebrail'e düşman ise iyi bilsin ki, bu Kur'an'ı, daha önceki kitapları tasdik etmek, inananlar için bir rehber ve müjde olmak üzere, Allah'ın izniyle senin kalbine o indir­miştir.609

Arkasından da sorulan sorulan cevaplamaya başladı Al­lah Resülii (sallallahu aleylıi ve sellem):

- Kıyametin ilk alametine gelince o, öyle bir ateştir ki, do­ğudan batıya kadar bütün insanlan yakıp kavurur.

Cennet ehlinin ilk yiyeceğine gelince o, balık ciğerinin ar­tığıdır.

Erkeğin suyu kadınınkine galip gelirse çocuk erkek, kadı­nın suyu öne geçerse kız olur.

Bekledikleri cevaplan da almışlardı ... Zaten aksini dü­şünmek de imkansızdı, Abdullah İbn Selam, orada kelime-i şehadet getirerek diğerlerinin de önünü açmak istedi:

- Ben şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur ve sen de O'nun Resülii'siin.?'?

Ancak muhataplarda böylesine bir ruh inceliğine rastla­maya imkan ve ihtimal yoktu; yine evli evine, köylü de köyüne gidiyordu.

609 Bkz. Bakara, 2/97

610 Bkz. İsfehani, Delail, 1/152

621


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Ancak herkes de muannit Yahudiler gibi inatçı değildi; Abdullah İbn Selam gibi doğrunun peşinde olup onu bulduğu yerde almasını bilen erdemliler de yok değildi. Sırasıyla gel­diler Allah Resülü'nün huzuruna ve Müsa'nın vasiyetini tu­tarak İslam'ı kabullendiler. Bunlar, Sa'lebe İbn Sa'ye, Üseyd İbn Sa'ye ve Esed İbn Ubeyd gibi önde gelenlerdi. Ancak bun­lara da bir kulp bulunacak ve bunlar da umursanmayacaktı. Diyorlardı ki:

- Muhammed'e inanıp peşinden gidenler, zaten bizim en şerlilerimizdi. Şayet hayırlılanmız olmuş olsalardı, atalannın dininin bırakıp da bir başkasının peşine takılmazlardı.

Başlannı kuma sokmakla kendilerini emniyette sanıyor­lardı. Halbuki dışanda gerçek bir dünya vardı ve buna bigane kalmak, gerçeği asla yansıtmıyordu.

Esas itibariyle Allah'a gönülden bağlılıklannı ifade ede­rek Resülü'nün arkasındaki safta yerini alanlarla ikiyüzlü dav­ranıp gerçeğe gözünü kapatanlar eşit olamazlardı. Öncekiler fazilet üstüne fazilet yanşına girişirken diğerleri, bildikleri halde hakkın üzerini kapatmanın mesuliyetiyle beraber hesap gününe intikal edeceklerdi. İnen bir ayetle bu çarpık düşünce şöyle nazara verilecekti:

- Ehl-i kitaptan, gece boyunca Allah'ın ayetlerini okuyan ve O'na secde ile serfürü yaşayan ümmet-i kaime ile onlar asla eşit olamazlar ...

Ehl-i Kitaba Hitap

Medine nüfusunun çoğunluğunu Yahudiler oluştursa da, belli oranda Hristiyan nüfus da yok değildi. Her iki zümre ile bir araya gelindiğinde konu, ister istemez dini meseleler et­rafında dönüp duruyor ve karşılıklı bir alışveriş yaşanıyordu. İşin burasında, diğer din müntesipleriyle ilişkileri düzenleyen ilahi rehberlik oldukça dikkat çekecektir. Zira Allah (celle eelalu­M), öncelikle Habib-i Ekrem'ini muhatap alarak, onlarla nasıl

622


Ve Kalıcı Yurt: Medine

bir düzlemde konuşulup anlaşılması gerektiğini şöyle anlatı­yordu:

- Ey ehl-i kitap! Gelin, sizinle bizim aramızda müşterek tek bir kelimede, asgari müşterekte birleşelim; Allah'tan baş­ka hiçbir şeye mabud nazanyla bakmayalım ve O'na hiçbir şeyi şerik tutmayalım. Sizinle bizim aramızda hiç kimseyi, Allah'tan başkasını Rab yerine ikame edilmiş bir dost olarak olarak görmeyeliml'?'

Bir gün, Neoran Yahudi ve Hristiyan alimleri bir ara­ya gelmiş Efendimiz'i ziyaret ediyorlardı. Tabii olarak konu, Allah'ın arzu ve isteklerine gelince Efendiler Efendisi, onlara da İslam'ı anlatıp Hakk'a davet etti.

- Yoksa Sen ey Muhammed! Hristiyanların İsa'ya ibadet ettikleri gibi bizim de Sana kullukta bulunmamızı mı istiyor­sun, diye tepki gösteriyorlardı. Garip bir anlayıştı; tek olan Allah'a kulluğa davet edildikleri halde sözün mecrasını değiş­tiriyor ve kendilerince kelime oyunlan yaparak işin içinden sıynlmaya çalışıyorlardı. Çünkü onlar, tarihin akışı içinde an­layışlanm değiştirmiş ve aralanndan temeyyüz edip öne çı­kanlara Rab diye ibadet etmeye başlamışlardı.v"

Bu arada, 'Reis' diye çağırdıklan bir Hristiyan alimi öne atılacak ve:

- Sen'in, bizi O'na çağınrken gerçekten böyle bir isteği n de var mı, diyerek, öncekilerden farklı düşünmediklerini orta­ya koyacaktı. Önce:

- Maazallah, dedi Efendiler Efendisi. Ardından da:

- Allah'tan başka bir güce ibadet etmekten ve yine O'n-

dan başkasına ibadete çağırmaktan Allah'a sığınınm! Zira O

611 Al-i İmran, 3/65. Bu ayetin, Hudeybiye'den önce indiği, Mekke fethinden sonra ise tekrar indirildiği anlatılmaktadır. Bkz. İbn Kesir, 13/143

612 Bir ayette bu husus, "Onlar, ruhban ve alimlerini Allah konumunda değer­lendirmiş ve onlan Rab olarak kabul etmişlerdi!" denilerek yerilmektedir. Bkz. Tevbe, 9/31

623


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

(celle celaluhü), ne Beni bunun için gönderdi ne de Ben, bunun­la emrolundum, buyurdu. Anlamak biraz zordu; Allah adamı olduklannı söyleyen bu insanlar nasılolur da, Allah adına kendilerini davet eden birisine bunu söyleyebilirlerdi! Cibril-i Emin yine görünmüştü, gelen ayetler ağızlannın payını vere­cekti:

- Bir beşere Allah, kitap, hüküm ve nübüvvet verdikten sonra o, "Allah'ı bırakıp da bana ibadet edin" diyecek değil­dir!613

Müslümanlık gibi kıymetli bir zemin bulunduktan sonra bir peygamber veya başka bir Hak dostu, insanlan yeniden küfre davet eder miydi hiç!

Ortamı bir nebze olsun rahatlatma adına Adiyy İbn Ha­tem, Efendimiz'e yöneldi ve:

- Ya Resülallahl Onlar, onlara ibadet etmiyorlar ki! Buna mukabil Allah Resülü de:

- Elbette onlara ibadet etmiyorlar! Ancak onlar, hela­li haram, haramı da helal olarak telakki ediyor ve insanlara kendi arzulannı söylüyorlar; insanlar da onlann dediklerini kabullenip sözlerine tabi oluyorlar. İşte bu, onlara ibadet an­lamına gelmektedir, diyecekti.w-

613 Al-i İmran, 3/81.

614 Bkz. İbn Kesir, Tefsir, 1/378

624


YENİ BİR MEDENİYETİN İNŞASI ~

Artık, Mekke bir mihrap, Medine de bir minber olmuş; Hatib-i Ekmel ü Etemm'ine kavuşmanın tadını çıkanyor; Hz . .Adem'den bu yana yolların birleştiği yerde yeni bir medeni­yet inşa ediliyordu. Zaten, Mekke'de bir birikim vardı ve o, bütünüyle buraya akıp gelmişti; şimdi ise, bu temel üzerine her gün yeni yeni ayetler geliyor, nebevi hitabetle insanlar her geçen gün yeni şeyler öğreniyorlardı. İman adına önemli bir kıvam yakalanmış, artık fertler, bunun üzerine bina edilecek kulluk beklentisine girmişlerdi.

Sosyal ilişkiler baştan aşağıya yeniden gözden geçiriliyor ve insanı bağlar üzerinde yeniden atkılarla İslam'ın solmaz ve renk atmaz atlası dokunuyordu. Bir gün yanına bir sahabe yaklaşıyor ve:

- İslam'da hangi iş daha hayırlı, diye soruyordu. Gelen cevap:

- Yemek yedirmen ve bildiğin ve bilmediğin herkese se­lam vermen,615 şeklinde oluyordu. Demek ki bu medeniyet, 'verme, beklentisiz olma ve insanlar üzerinde güven telkin

615 Buhari, Sahih, 1/13 (12)

625


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

etme' üzerine inşa edilecekti. Ancak, bunlann hiçbiri asıl he­def değildi; asıl hedef, Allah'ın da hoşnut olacağı gerçek bir Müslüman modelini ortaya koyarak rıza ufkunu yakalamaktı. Cehalet döneminden kalan bütün kınntılan bir kenara atıp yok edecek bir hamleydi bu.

- Komşusu, şerrinden emin olmayan kimse cennete gi­remez,616 buyuruyordu. Elbette cennet, bizatihi hedef değildi; ama, cennete götüren yol, nzayı da kazandıracak yoldu. De­mek ki, bu nzaya talip olan insan, büyük bir aile gibi komşu­luk ilişkilerinde, onlan kucaklayıp ihtiyaçlannı gidermede ka­yıtsız kalmamalıydı. O'na göre, komşusu açhkla kıvnm kıvnm sancılar içinde ıstırap çekerken, yanıbaşındaki bir mü'minin, karnını doyurması iman adına büyük bir eksiklikti.s'?

- Müslüman, diğer insanların el ve dilinden emin olduğu insandır.s'" buyuruyordu Efendiler Efendisi! Zaten, can düş­manlanın kendisine 'Emın' ünvanını vermesini ve ona sınırsız güvenmesini sağlayan da o değil miydi? O emniyet ki, hayatı­na kastedenlerin bile vicdanlannda rahatsızlık duymalannı; acımasızca üzerine gidildiği dönemlerde sahip çıkma hissiyle yanına yaklaşmalannı netice veriyordu. Demek ki emniyet, kobralan ehilleştirecek, kurtlan da kuzu bekçisi haline geti­recek önemli bir iksirdi. Ve şimdi bunu Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), bizzat ashabından istiyordu.

"Sizden birisi, kendisi için istediğini kardeşi için de iste­medikçe, kemal noktada imana ulaşamazl'P'? cümlesi de O'na aitti. Demek ki imanda, her bir mü'min için idealolan bir de kemal nokta vardı! Ve bu kemal noktaya ulaşmanın en kestir­me yollanndan birisi, ücrette gerilerin de gerisine kayarak ga­nimet paylaşımında arkadaşlannı kendisine tercih etmekten

616 İbn Hibban, Sahih, 2/264 (510)

617 Bkz. Buhari, Sahih, 5/2240 (5673); Mişkatü'l-Mesabih, 2/424 618 Buhari, Sahih, 1/12 (10)

619 Buhari, Sahih, 1/14 (13)

626


Yeni Bir Medeniyetin İnşası

geçiyordu. Bunun adı, tefôni idi ve İbrahimvan bir geleneğin ürünüydü.

Aynı mihraptan yankılanan bir başka ses, bütün mü'min­leri tek bir insana benzetiyor ve dünyanın neresine bir ateş dü­şerse düşsün bunun, her bir mü'mini yakacağını anlatıyordu. Öyleyse, dünyanın neresinde olursa olsun, bir Müslüman'ın başına gelen olumsuzluğa kimse kayıtsız kalmamalı ve onun için, elinden gelen ne varsa, onu yapma ve yaraya merhem olma yanşına girmeliydi. Binayı oluşturan tuğlalar gibi bir vahdet görüntüsü olmalıydı ki, neticede ortaya muhkem bir bina modeli çıksın!620

Bunlar, müspeti ikame adına ortaya konulan hamlelerdi.

Bir de bunun, diğer tarafı vardı; artık, düşmanlığın köküne kez­zap dökülecek ve en büyük düşman olarak o telakki edilecekti. Kimseye arka dönülmeyecek ve ihtiyacı olan herkesin yardı­mına koşulacak, mü'min kardeşinin elde ettiği güzellikler, bı­rakın haset ve kıskançlıkla karşılanmayı, birer iftihar vesilesi olacak ve insanlar, gerçek manada kardeş olacaklardı. Böylesi­ne sağlam bir kardeşlik de, sebebi ne olursa olsun, Müslüman kardeşiyle üç günden fazla mükaleme-i kelamı kabullenmiyor, bütün küskünlükleri muhabbet meşcereliğine dönüştürüyor­du. Bunu ifade ederken Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve sellern), maksadını şu beliğ mesajın kalıplanna dökmüştü:

- Sakın, birbirinize buğzetmeyin; hasetten de uzak durun ve birbirinize sırt dönmeyin! Ey Allah'ın kullan! Kardeş olun. Bir Müslüman'ın. diğer kardeşiyle üç günden fazla konuşma­ması, asla helal değildir.?"

Zaten Müslüman, diğer Müslüman'ın kardeşiydi; ona ne zulmedebilir ne de onu zulmün kucağına atabilirdi. Bir kardeş olarak, herhangi bir Müslüman'ın yardımına koştuğu sürece

620 Bkz. Müslirn, Sahih, 4/2000 (2586) 621 Bkz. Buhari, Sahih, 5/2253 (5717)

627


Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)

Allah da onun yardımına koşar, önemli bir ihtiyacını giderir­di. Demek ki böyle bir hareket, sıkıntıların giderilerek huzur içinde bir hayat yaşayabilmek için Allah'a sunulmuş en bü­yük dua anlamına geliyordu. Bir de işin, ahiret yurduna bakan yönü vardı; burada bir Müslüman kardeşinin ihtiyacını gide­rip sıkıntısını izale eden için Allah (celle celaluhü), yannki ahiret yurdunda ve en çok ihtiyaç hissettiği bir anda sıkıntılannı gi­dererek sahil-i selamete ulaştıracak ve insanlann, sıkıntıdan gırtlaklanna kadar ter döktükleri o demde onlara rahat bir nefes aldıracaktı. Burada affetmek, orada affedilmeyi; burada setretmek de orada setredilmeyi gerektiriyordu ve bunun için bir mü'min, diğer kardeşlerinin kusurunu görmezden gele­cek ve nazarını hep kendi kusurunun üzerinde dolaştıracaktı. Başkasına savcı gibi muamele etme yerine, savcılık gömleği­ni, kendisini nazara aldığında giyecek; Müslüman kardeşinin hep avukatlığını yapmayı bir ahlak haline getirecekti. Çünkü Efendiler Efendisi:

- Müslüman, diğer Müslüman'ın kardeşidir; ne ona zul­meder, ne de ona yapılan zulme razı olur! Sizlerden kim, kar­deşinin ihtiyacını gidermek için yola koyulursa, Allah da onun ihtiyacını giderir; kim de, bir Müslüman'ın sıkıntısını gider­meye matuf bir yola girerse, Allah da ahiret gününde onun sıkıntısını giderir; Müslüman'ın ayıplannı görmezden gelenin de Allah, kıyamet gününde ayıplannı örter, kimseyi ona mut­tali kılmaz.v" buyuruyordu.

Yeryüzünde bulunanlara merhametle yaklaşıp herkesi ve her şeyi şefkatle kucaklamak, semadan da rahmet meltemle­rinin esmesi adına en büyük davetiye demekti. 623 Yanm bir

622 Bkz. Buhari,Sahih, 2/862(2310)

623 Bkz. Beled, 90/12-18 "Sarp yokuş, bilir misin nedir? Sarp yokuş; bir köleyi, bir esiri hürriyetine kavuşturmaktır. Kıtlık zamanında yemek yedirmektir. Yakınlığı olan bir yetimi ya da yeri yatak, (göğü yorgan yapan, barınacak hiç­bir yeri olmayan) fakiri doyurmaktır. Hem sarp yokuş; Gönülden iman edip,

628


Yeni Bir Medeniyetin İnşası

hurma bile olsa, mü'min kardeşine onu takdim etmek, cehen­nem ateşinden korunmanın önemli bir yoluydu. Şayet, yanm hunnayı da bulamayacak kimseler var ise bunlar da, muha­taplannı tatlı dil ve mütebessim bir çehreyle karşılamak sure­tiyle aynı kazançtan istifade edebileceklerdi.v-

Diğer yandan, bir beşer olarak insanın karşı1aşabileceği en küçük meseleler ele alınıyor ve teker teker çözülüyordu: zira din, insanın her türlü ihtiyacını giderecek mahiyette çö­zümler içeriyordu. Yeme ve içmeden oturup kalkmaya, çar­şı-pazardan aile içi münasebetlere ve sosyal hayatta birlikte yaşama kurallannı belirlemeden ferdin topluma karşı görev­lerini uygulanır hale getirmeye kadar hemen her meselede adımlar atılıyor ve her yönüyle orijinal yepyeni bir medeniyet inşa ediliyordu. Hatta bu durum, diğer Medinelilerce tenkit edilecek ve:

- Sizin peygamberiniz, tuvaletinizi nasıl yapacağınıza kadar hemen her şeyi size öğretiyor, diyerek garipsenecekti. Böyle bir tepkiyle karşılaşan Selman-ı Farisi. dönüşümün de fiili örneğini verireesine bu adama şöyle cevap verecekti:

- Evet, elbette öğretecek! Hatta bunun ötesinde daha çok şey öğretecek! ihtiyacımızı giderirken kıbleye dönmememiz gerektiğini, sağ elimizle istincada bulunmamamızı ve bunu yaparken en azından üç farklı taş kullanıp, kemik ve kurumuş hayvan dışkısına bulaşmamamız gerektiğini de öğrctecckl'<

Zira O (sallallahu aleyhi ve sellem), bir peygamberdi; ümmeti arasında evindeki baba konumundaydı ve yeni yetişen cema­atinin, her türlü işlerinde onlara rehberlik yapacaktı.

Kısaca mü' min, adım atıp yürüyen, nefes alıp konuşan ve

birbirlerine sabır ve şefkat dersi vermek, sabır ve şefkat örneği olmaktır. İşte hesap defterleri sağ ellerine verilecek olanlar bunlardır." Ayrıca bkz. Ebü Da­vüd, 4/285 (4941); Tirmizi, Sünen, 4/323 (1924)

624 Buhari, Sahih, 3/1316 (3400) 625 Müslim, Sahih, 1/223 (262)

629


Efendimiz (sallallalıu a l e y h i ve sellem)

nabız olup toplumda atan bir Kur'an haline geliyordu. Bun­dan böyle her bir sahabenin konuşmaları Kur'ani ve adımları da Muhammedi idi. Zaten mü'min olmak, önemli bir tercihti ve bu tercihle birlikte insan, onun içeriğini bütünüyle kabul­lenmiş oluyor, gereklerini yerine getirme konusunda da Allah ve Resülü'ne söz veriyordu. Bir mü'min için söz, senetten de öte bir değer ifade ediyordu; verdikleri sözü yerine getirınede ise, sahabenin önünde yürüyebilecek bir başka topluluk gös­termeye imkan yoktu. Efendiler Efendisi, Medine minberinde oturmuş, peygamberlerden sonra yeryüzündeki en faziletli cemaati oluşturuyordu. Belli ki artık, Hira'da başlayan de­ğişim, beklenen mayayı tutmuş ve eskiye ait cehalet edalı ne kadar problem varsa hepsini değiştirmeye başlamıştı. Ve bu değişim, sadece belli bir coğrafyaya has değildi; bu değişimle birlikte, ahengini kaybetmiş bütün evler yeniden şenlenmeli, dünyanın sadece bir yüzüne değil, bütününe birden huzur gel­meliydi. Çünkü bu değişimin rehberi, bütün alernlere rahmet olarak gönderilmişti. Öyleyse, damlasının düşmediği en kü­çük bir nokta kalmamalı