Kolluk
Kuvvetlerinin Oluşturulması
Hedefteki
Kervan ve Takip Gerekçeleri
Ebu Süfyan Feraseti
ve Kureyş'in Tavrı
Atike Binti Abdulmuttalib'in Rüyası
Ebfı Süfyan'ın Geri
Dönüş çağrısı
Bedir'den Ayrılış ve Ganimetler
Esirler Konusundaki Hassasiyet ve İstişare
Esirler Konusunda Gelen İlahi İkaz
Rum
Diyarından Gelen Zafer Haberi
Gatafan Gazvesi ve Bir Suikast Girişimi
Bedir'den
Kısa Bir Süre Sonra Yaşanan Diğer Gelişmeler
Üçüncü
Yılda Yaşanan Diğer Gelişmeler
Mekke
Ordusunun Durumu ve İlk Kıvılcım
İlahi Yardım ve Yeniden Toparlanma
Kahramanlar Geçidi ve Yeniden Toparlanma
Şehitlerin Uhud'a
Emanet Edilmesi
Yetirn
Hakkı ve Çok Eşliliğe Gelen Sınır
İki Acı
Tecrübe: Raci' ve Bi'r-i Maüne
Abdullah İbn Übeyy İbn Selfıl'ün Adamları
Beni Nadir'in Arkada Bıraktıkları
Bu Dönemde
Yaşanan Diğer Gelişmeler
Efendimiz'in
İffet Eğitimi ve Ensar Mantığı
Hz. Öntel"in Teklifi ve Yola Çıkış
Nifakta Doruk Nokta: İfk Hadisesi
Fark
Edilen Tehlike ve Ashabla İstişare
Sert Kaya
ve İstikbale Açılan Pencereler
İhanette
Son Perde: Beni Kurayza
İhanetin
Doğruluğunu Tetkik Girişimi
Beni Kurayza'dan Gelen Lojistik Destek
Ölümlerine Kendileri Ferman Kesmişlerdi
Affedilenler ile Esirlerin Akıbeti
Hicretin
Beşinci Yılında Cereyan Eden Diğer Önemli Hadiseler
Yeniden İstişare ve Salatü'l-Havf
Hudeybiye
ve Su ile Gelen Bereket
Kurbanlıkların
Hali ve İhramdan Çıkış
Ebu Basir'in
Gelişi ve Sonrasında Yaşanan Gelişmeler
Efendimiz'İn
(s.a.s.) Hastalığı
Düşman
Güçlerini Dağıtma Girişimleri
Efendimiz'i Zehirleme Teşebbüsü
Güvenlik
Çemberi Genişletiliyor
Keyfiyet
Eğitimi ve Gelinen Nokta
ANLAŞMANIN
İHLALİ VE FETİH MÜJDESİ
Haber
Hakimiyeti ve Efendimiz'in İstişareleri
Süheyl İbn Amr'dan Gelen Haber
HEVAZİN
TARAFINDAN GELEN HABERLER
Yeniden Ci'rüne ve Hevazin Hey'eti
Has Dairenin Gözü Yaşlı Müdavimleri
Bir
Ziyaret ve Geleceğe Açılan Yeni Bir Kapı
AYDINLIK
DÜNYANIN HOŞGÖRÜ ZEMİNİ
Vazife
Şuuru Adına Önemli Bir Hatırlatma
Semüd Kavminin Kalıntıları ve Hıcr
Gidip
Gelen Elçiler ve Tebük'teki İstişare
Mazerete Sarılanlar ve Bir Tevbe Kahramanı
Dokuzuncu
Yılın Önemli Olayları
YENİ BİR DÖNEM
Bütün hadiseler, artık yeni bir dönemin başladığının
habercisiydi. Yesrib, medeni bir hüviyete bürünmüş, semtine uğrayanlara huzur
ziyafetleri çekiyordu. Ancak Mekke, işin peşini bırakma niyetinde değildi;
öfke ile oturup kinle kalkıyor, Medine'ye hicret edenleri orada yakalayıp
öldürmenin planlarını yapıyordu. Bunun için Mekkeliler sık sık bir araya
geliyor ve müşterek kararlar alarak kesin neticeye gitmeyi planlıyor, kendilerine
yakışanı ortaya koymaya çalışıyorlardı!
Bu anlamsız tavırlar, Medine için başlı başına bir
tehdit oluşturuyordu. Kendileri Müslümanların hicretini kabul etmemekle kalmıyor,
iletişimin farklı argümanlarını kullanarak başkalarının da kabulünü önleyecek
girişimlerde bulunmak istiyorlardı! Zira Mekkeliler için bu, bir onur meselesi
haline gelmişti!
Bu şartlar altında ortaya konulacak strateji de,
öncekilerden farklı olmalıydı ve öyle de oldu. Zira bundan sonra Medine'de,
risalet görevini tebliğ yanında devlet işlerini organize edip riyaset
vazifesini de deruhte eden bir Nebi vardı. Asayiş ve güvenliği temin etmek için
bundan sonra yeni müfrezeler meydana getirilecek ve başta Medine olmak üzere
her geçen gün genişleyen bir alanda asayişe el konacaktı. Hicaz'da haber
ağları oluşturulacak ve bundan böyle uçan kuştan haberdar olunacak adımlar
atılacak ve eldeki imkanlar en faydalı biçimde kullanılmış olacaktı.
Mekkeliler, hiddetle köpürüp şiddet solukluyorlardı;
her türlü gücü ellerinde bulundurdukları halde zayıf gördükleri insanlar ka-
13
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
zanmıştı.
İşin şaka götürür yanı yoktu; ne yapıp etmeli Yesrib'i onlann başına
yıkmalıydı! Bunun için gerekli olan her türlü yola başvuracak ve mutlak
neticeye ulaşma adına her türlü yaptırımı uygulayacaklardı.
İlk
olarak, Medine'de reislik hülyalan kuran Abdullah İbn Übeyy İbn SeZUl ile
irtibat kuracaklardı. Zira o, Mekke müşrikleri nazarında hala Yesribli
Arapların lideri konumundaydı. Gönderdikleri mektupta şunlan söylüyorlardı:
-
Şüphesiz ki sizler, bizim adamımızı içinizde banndırıyorsunuz. Allah'a yemin
olsun ki, ya sizler de O'nunla savaşarak yurdunuzdan çıkarır, ya da bizler,
kadın ve mallannızı elde edip hepinizi esir alıncaya kadar sizinle savaşırız!
Allah
Resülü (s.a.s.) Mekke'yi geride bırakıp hicret etmiş olsa bile, gelişmeleri
yakından takip ediyor ve Mekke müşriklerinin neler çevirdiklerinden haberdar
oluyordu. Zira O, mana yanında maddeye de hükmeden bir liderdi. Öyleyse,
kıyamete kadar gelecek bütün liderlere rehberlik yapacak stratejileri
olmalıydı. Dolayısıyla, mektuptan Efendimiz'in de haberi olmuştu.
Bu
mektup kendilerine geldiğinde Abdullah İbn Übeyy ve arkadaşlan, durum
değerlendirmesi için bir araya gelip meseleyi görüşüyorlardı. Efendimiz, tam
bu görüşmenin üzerine gelmişti. Demek ki, Medine'nin nabzını iyi tutuyordu.
Şöyle diyordu:
-
Kureyş'in size olan tehdit haberi Bana da ulaştı. Onların size hazırladıklan
hile ve tuzak, sizin kendi kendinize hazırladığınızdan daha büyük değildir!
Sizler, kendi çocuklannız ve kardeşlerinizle mi savaşacaksınız!
Efendimiz'in
bu etkileyici sözleri üzerine, yapmayı planladıkları hususları bir kenara
bırakarak dağılıverdiler!
Gerçi
Abdullah İbn Selül, böyle bir hamleyle geri durup her şeyden vazgeçecek bir
adam değildi; zira, göz göre göre riyaset makamı elinden giderken Mekke'den
gelen bu teklifler iştahını iyice kabartmış, kendisini büyük bir hırs
bürümüştü. Ne derlerse yapacak bir ruh haleti vardı. Mekke için de bu, iyi bir
seçimdi; onunla, Müslümanlar arasında fitne kazanları kaynatacak,
Müslümanların morallerini bozacak, içten yıkmaya çalışacak ve psikolojik harp
adına akla gelebilecek her türlü hileye başvuracaklardı.
14
Yeni Bir Dönem
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de, anbean
meseleyi takip ediyor ve müşriklerin baş başa vererek kuracakları tuzaklara
karşı hazırlıksız yakalanmamak için gelişmelerden günü gününe haberdar olmak
istiyordu.
Başka bir gün, Abdullah İbn Übeyy ve arkadaşları
oturmuş konuşurlarken, Efendimiz yine üzerlerine gelivermişti; meclis buz kesi1mişti.
Abdullah İbn Übeyy, bu gelişten de rahatsızlık duyacak ve bunu dillendirmekten
geri durmayacaktı. Onun bu çiğ davranışına mukabil, orada bulunan Abdullah İbn
Revaha ayağa kalkıp Efendimiz'i müdafaa edince ortalık karışacak ve kısa
süreliğine de olsa bir kargaşa yaşanacaktı. Efendimiz yine bu; cehalete kurban
giden bu insanlara sükütla cevap verecek ve Sa' d İbn Ubade'nin de kanaatini
alarak her şeye rağmen af yolunu seçecekti.
Artık mesele, farklı bir boyut kazanmıştı; Efendiler
Efendisi, aynı zamanda yeni devletin başındaki devlet reisiydi. Mekke'den
hicret edenlerle birlikte Medine' de kendisine güvenip de etrafında birleşen
insanları koruyup kollamak gibi bir görevi vardı. Üstelik Mekke, Medine'ye
hicret edip yerleşen Muhacirlerle onlara yardım eden Ensarı sürekli rahatsız
ediyor ve yarın başlarına gelecekler konusunda tehditler yağdırıyordu:
- Öyle, elimizden kaçıp kurtulduğunuzu sanmayın!
Evlerinizin arasına kadar gelecek ve işinizi bitireceğiz, şeklindeki mesajlar,
artık sıradan hale gelmişti.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ise, kimsenin
burnunun kanamasını istemiyor ve adeta ashabının üzerine titriyordu. En küçük
bir hareketlilik O'nu endişelendiriyor ve meseleyi anlayıncaya kadar rahat yüzü
görmüyordu. Bunun için, geceleri uyumadığı oluyordu. Bir gece, sessizce Aişe
Validemize,
- Keşke bu gece, ashabımdan salih birisi çıksa da Beni
korusa, demişti. Daha bu cümlesinin üzinden zaman geçmemişti ki, dışarıda bir
ayak sesi duyuldu:
- Kim o, diye
seslendi.
- Sa' d İbn Ebi
Vakkas, diye bir ses yükseldi. Demek ki, aynı endi-
şeleri paylaşan
başkaları da vardı. Bunun üzerine Efendiler Efendisi:
15
Efendimiz
(sallallalıu a l e y h i ve
sellem)
-
Bu saatte seni buraya getiren de ne, diye sordu. Şöyle cevap veriyordu Sa'd İbn
Vakkas:
-
Resülullah'ın güvenliği konusunda bu gece içime bir korku düştü ve O'nu korumak
için geldim!
İmamıyla
bütünleşmiş bir cemaatin hassasiyetiydi bu! Resülullah önce, Sa'd İbn Ebi Vakkas'a
dua etti, ardından da hücrelerine çekilerek istirahat buyurdu.
Endişe dayanılmaz
boyuta gelince de,
-
İnsanlardan gelebilecek tehlikelere karşı şüphe yok ki Allah, Seni
koruyacaktır, ı mealindeki
ayet gelmişti. Mübarek başlarını dışarı çıkardı ve:
-
Ey insanlar, diye seslendi. Artık dağılabilirsiniz; zira Allah (celle
celaluhü), Beni koruyacaktır!
Ancak,
tehlike devam ediyordu. Karşı taraf, adeta bir yaydan çıkan ok gibi birleşmiş,
Müslümanların üzerine birlikte saldırma planları yapıyordu. Aslında, bölük
pörçük ve dağınık bir yapıya sahip olan Araplar, ortak düşman olarak gördükleri
İslam karşısında bütünleşmiş, birbirlerine dayanıp destek alarak Efendimiz'e
saldırıyorlardı. Her an gelmesi muhtemel bir tehlikeye karşı sahabe artık,
yanlarında silahlarıyla birlikte yastığa baş koyuyor ve en küçük bir
hareketlenmeye karşı daha duyarlı hareket ediyordu.
Bir
gece Medine'de, büyük bir gürültü duyulmuştu. Herkes, kendince hazırlık yapmış
ve sesin geldiği yöne doğru hareket etmişti ki, karşılarından gelen birini fark
ettiler. Şüphesiz bu, Resülullah'» tan başkası değildi:
- Ben baktım; önemli
bir şey yok, diyordu. 2
Anlaşılan,
yüzyıllardır huzur ve güven ortamına hasret olan Medine'de Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellem) sadece mü'minlerin değil aynı zamanda çoğunluğunu
Yahudi ve müşrik Arapların oluşturduğu yerli halkın güvenliğini düşünüyor ve
adımlarını buna göre atıyordu. Zira onlar, böyle bir güven ortamını temin
etmesi için O'na yetki vermiş ve kendi adlarına hareket etme salahiyeti tanımışlardı.
2
Bkz. Maide, 5767
Zaten onlar, Enes İbn Malik gibi
aslıabın da şelıadetiyle ne zaman Medine'de bir feryat kapsa, Resülullah'ı
oraya yetişmiş bulur ve bu, onlara güven verirdi.
ı6
Yeni Bir Dönem
Medine
vesikası bunun en açık deliliydi. Öyleyse iş, sadece din merkezli bir hareket
değil, içinde farklı unsurlan barındıran devlet yapısının aktif hale gelme
meselesiydi. Ve bu görev, birinci derecede Efendiler Efendisi'nin üzerinde
bulunuyordu.
Mekke müşrikleri her türlü şiddete başvursa da, bugüne
kadar Müslümanların, buna karşı şiddet kullanma izni yoktu. Belki de bu
dönemde, yapılan her türlü haksızlığa rağmen sükı1t edip sessiz kalmak en
büyük güçtü ve bunun için de, defalarca Efendimiz'e müracaat edip izin
isteyenler, bir türlü taleplerine müspet cevap alamamışlar ve üstüne üstlük
müşriklerden yüz çevirmekle yetinmeleri emrolunmuştu.t Bir müddet sonra bu
yasak, temelinde yumuşaklık ve mülayemet olan tatlı bir münakaşa ile insanlara
hitap etmeye verilen izinle hafifletilmiş, yine de şiddete karşı şiddet izni
verilmemişti."
Şimdi ise durum değişmiş ve artık meselenin hüviyeti
farklılaşmıştı. Bundan sonra konu, ferdi çabalardan öte uluslararası bir
hassasiyet gerektiriyordu. Göz göre göre büyük bir tehlike geliyordu. Yer ve
yurtlarına el koyup kendilerini ana vatanıarından çıkmak zorunda bıraktıklan
yetmiyormuş gibi bir de tutmuş, Medine'ye yerleşenlere tehditler yağdırıyor,
canlanna okuyacaklarını ilan ediyorlardı. Üstelik bu tehdit, sadece
Muhacirleri de kapsamıyordu; onlara imkan hazırlayan Ensarı da içine alan bir
tehditti bu. Öyleyse, böyle bir zeminde, ihtiyaç duyulduğunda vatanı müdafaa,
yapılması gereken önemli bir vazifeydi.
Bu arada yeni bir vahiy daha gelmişti. Ayette haksız
yere kendilerine zulmedilip de yurtlarından çıkanlanlara savaşma izninin verildiğini
anlatıyordu:
- Kendilerine savaş açılan mü'minlere, savaşmalan için
izin verildi. Çünkü onlar, zulme maruz kaldılar, Allah onlara zafer vermeye
elbette kadirdir.s
Evet, bu bir emir
değildi; ancak, Mekkelilerin şiddetinden bu-
3
4 S
Bkz. Hıcr, 15/94 Bkz.
Nahl, 16/125 Bkz. Hac, 22/39
17
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
nalan
mü'minler için önemli bir çıkış yolunu ifade ediyordu. Demek ki bundan böyle,
ihtiyaç duyulduğunda savaşa da başvurulacak ve bu dilden anlayanlara
anladıkları dilden cevap verilmiş olacaktı. 6
Kolluk Kuvvetlerinin Oluşturulması
İşte, beklenen bu güvenli ortamı oluşturma adına
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), Medine dışına da yönelmiş, Arap
Yarımadasını kontrol altına almaya çalışıyordu. Bunun için de, sayıları değişen
müfrezeler tertip edip asayişi temin edecek kolluk kuvvetleri oluşturma yoluna
gidecekti.
Bu
tür güvenlik tedbirlerinde, Medine etrafındaki asayiş ve güvenliği sağlamak,
istihbarat toplayıp yeni gelişmelerden Efendimiz'i haberdar etmek, yolu
Medine'den geçen Kureyş'in iştahını köreltip bu sırada Medinelilere zarar verme
ihtimalini ortadan kaldırmak, Medine yakınlarına kadar gelmeye başlayan Mekke
güçlerini geri püskürtmek, Müslümanların da güç sahibi olduğunu ilan ederek
düşmana gözdağı vermek, etraftaki kabilelerle anlaşma zemini araştırıp sulh
yapmak, herhangi bir olumsuzluk karşısında meseleye acil müdahalede bulunmak ve
irşad ve tebliğ vazifesini Medine dışına da taşımak gibi faydalar
hedefleniyordu. Savaş izni de geldiğine göre insanların, böyle bir zemine hazır
olmaları gerekiyordu ki, bu türlü hareketlenmeler, aynı zamanda muhtemel
savaşlar için fiili bir eğitim manası da taşıyordu.
Bu maksatla gönderilen ilk seriyye, otuz kişilik bir
güce kumanda eden Hz. Hamza seriyyesiydi. Hicretin üzerinden henüz yedi ay
geçmişti. Kureyş'in, Müslümanlara karşı güç oluşturmak için meydana getirdiği
kervanı kontrol altında tutmak üzere bir heyet hazırlanmış ve başlarına da,
komutan olarak Hz. Hamza tayin edilmişti. Amaç, söz konusu kervanın karşısına
çıkıp Medine'nin medeni bir
6
Daha
sonra gelecek ayetlerde bu iznin kapsamı daha da genişletilecek ve düşman için
caydıncı güç haline gelmekten, Allah yolunda mal ve canla cihad etmeye kadar
geniş bir alanı kapsayacaktı. Bkz. Enfal, 8/60; Maide, 5/35, Tevbe, 9/41;
Hacc,22/78
ı8
Yeni Bir Dönem
yapıya
kavuştuğunu, güvenliği temin adına her türlü önlemin alındığını göstermekti.
Aynı zamanda bu, Medinelilerin Mekkelilere bir güç gösterisiydi.
Söz konusu kervanda, Ebu Cehil'in de aralarında
bulunduğu üç yüz kişi bulunuyordu. Seıfii'l-Bahr denilen yere kadar
geldiklerinde kervanla karşılaşmışlar, onların gelişinden rahatsızlık duyan Mekkelilerle
kısa süreliğine bir gerginlik yaşanmış ve araya giren ve iki tarafın da ortak
dostu olan Mecdi İbn
Amr'ın gayretleriyle
ortalık yatıştırılarak geri dönülmüştü.
Şevval ayıydı; Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellem) Ramazan ayında gerçekleşen Hz. Hamza seriyyesinin hemen arkasından bu
sefer, amcaoğlu Ubeyde İbn Hôris'ı görevlendirerek
atmış kişilik bir ekibi, başlarında Ebu Süfyan'ın olduğu iki yüz kişilik Kureyş
gücüne karşı gönderdi. Rabiğ denilen yerde karşılaşan iki birlik,
karşılıklı ok atışları olsa da sıcak temas olmadan ayrılıp geri geldiler.
Bu seriyyenin en büyük kazancı; Mekkelilerle birlikte Rabiğ'e
kadar gelen ve baskı altında Müslümanlıklarını açıklayamayan iki sahabe
Utbe İbn Gazvan ve Mikdad İbn Amr'ın Müslümanların safına katılmaları olmuştu.
Bu seriyyeden yaklaşık bir ay sonra, Zilkade ayında
ise, Sa'd İbn
Ebi Vakkas komutasında
yirmi kişilik bir ekip oluşturulacak ve o da Kureyş kervanını takip etmek için Harôr
denilen mevkiye kadar gidip geri dönecekti.
Bu arada Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de bu
birliklere katılıyor ve bazılarında bizzat bulunuyordu? Seriyyelerde
hedeflenen maksatlar, bunlar için de geçerliydi. Tek farkla ki, bunlarda komuta
doğrudan Resülullah'a aitti.
Hicretin üzerinden bir yıl geçmişti. Safer ayı
girdiğinde Resülii Kibriya
Hazretleri, Medine'de yerine Sa'd İbn Ubôde'yı bırakarak yetmiş kişilik
bir müfreze ile birlikte bizzat kendileri yola çıktılar. Sancağı, Hz. Hamza
taşıyordu. Hedefte yine Kureyş'in kervanı vardı. Zira bu kervan, Muhacirlerin
Mekke'de bırakmak zorunda kaldıkları
7
Efendimiz'in
ashabından birisini komutan olarak görevlendirip tayin ettiği güvenlik
güçlerine 'Seriyye'; kendisinin içinde bulunup da bizzat komuta ettiği
bu türlü hareketlere de 'Gasre' denilmektedir.
19
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
mallarını
taşıyordu; Mekke müşrikleri, el koydukları bu malları Şam'da satmak için
develere yüklemiş, karşılığında yine onları vuracak savaş malzemesi tedarik
etmeye çalışıyordu.
Nihayet,
Veddan denilen yere kadar ulaşmışlardı. Ancak, mü'minlerin gelişini haber alan
kervan çoktan uzaklaşmıştı. Bir müddet burada bekleyen ordu yeniden Medine
istikametinde yol almaya başlayacak ve on beş gün sonra yeniden Medine'ye
ulaşacaktı.
Bu
gazve sebebiyle Efendiler Efendisi, Ebva'da emanet ettiği annesi Amine
validemizin mezarını da ziyaret etme fırsatı bulmuştu.
Bu
gazvede dikkat çeken en önemli konu ise Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve
sellem), Müslüman olmamalarına rağmen Damraoğulları'mn reisi Amr İbn Mahşiyy
ile dostluk anlaşması yapmış olmasıydı. Buna göre, din adına yapılan savaşlar
dışında düşmana karşı Damraoğulları'na yardım edilecek, onlar da Müslümanların
yardımcısı olacaklardı. Böylelikle, Medine çevresindeki güvenlik çemberi genişletilmiş
oluyordu.
Rebiülevvel
ayında iki yüz kişilik yeni bir birlik daha tertip edilmiş, Ümeyye İbn Halefin
başkanlığındaki Kureyş kervamm takip için Buotit denilen yere kadar
gelinmişti. Yüz kişinin bulunduğu kervan, iki bin beş yüz deveden meydana
geliyordu. Anlaşılan Kureyş, büyük bir hazırlık içindeydi.
Bu
birliğin başında da, bizzat Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem) vardı;
Medine' de yine Sa' d İbn Muaz'ı vekil bırakmış, sancağı da Sa'd
İbn Ebi Vakkas'a vermişti.
Yine
aynı ay içinde (Rebiülevvel) Kureyş'ten Kürz İbn Côbir'uı komuta ettiği
bir birlik, Medine yakınlarına kadar gelmiş ve Müslümanlara ait bazı koyunları
alarak geri kaçmıştı.
Yerine
Zeyd İbn Harise'yi vekil bırakan Efendiler Efendisi, yanına aldığı
yetmiş kişilik bir birlikle hemen yola çıktı ve hadisenin olduğu yere doğru
yöneldi. Sancağı Hz. Ali taşıyordu. Bedir yakınlarındaki Safevan vadisine
geldiklerinde Kureyş'in çoktan uzaklaşıp gittiği anlaşılmış ve onlar da buradan
geri dönmüşlerdi.
Cemaziyelevvel
ayının son günleriydi; Medine'de EbU Selerne'yi vekil bırakan Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellem), sancağı da Hz. Hamza'ya vererek Medine' den hareket
etti. Zira Kureyş'in, otuz develik yeni bir kervanla yola çıktığı, Şam'a gidecek olan bu kervanla savaş
20
Yeni Bir Dönem
malzemesi
tedarik edilerek Medine'ye saldınlacağı haberleri Medine'ye ulaşmıştı. İş, her
geçen gün biraz daha ciddiyet kazanıyordu. Belli ki Kureyş, büyük bir plan
içindeydi.
Durumdan
haberdar olan Efendimiz de, yüz elli kişilik bir grupIaB birlikte yola çıktı. Zü'l-Uşeyre
denilen yere kadar geldiklerinde kervanın, birkaç gün önce Şam cihetine
doğru ilerleyip gittiği bilgisine ulaştılar ve buradan geri döndüler.
Bu
seriyye dolayısıyla, bu güzergahta bulunan ve Damraoğullarının müttefiki olan
Müdlieoğullarıyla da bir anlaşma yapıldı ve böylelikle, Medine civarında yeni
bir güvenlik koridoru daha oluşturuldu.
Hicretin
üzerinden henüz on yedi ay geçmişti. Receb ayıydı. Kureyş'in Şam'a
gönderdiği kervanın dönüş zamanıydı. Efendiler Efendisi, hala oğlu Abdullah
İbn Cahş'ı yanına çağırıp eline bir mektup verdi. Abdullah İbn Cahş
yanındaki on iki kişiyle? birlikte Efendimiz'in tarif ettiği istikamette iki
gün gidecek ve iki gün sonra mektubu açıp okuyarak gereğini yapacaktı.
Denilen
istikamette iki gün gidip de mektup açıldığında, Efendimiz'in Hz. Abdullah'a
şu talimatı verdiği görülmüştü:
-
Taif ve Mekke arasında kalan Nahle'ye doğru yürü ve burada Kureyş'i
bekleyip bize gelişmeleri haber ver.
Nahle, Mekke'nin
dibi sayılırdı ve böyle bir hamleyi, ancak çelik gibi güçlü bir imana sahip
insanlar yapabilirdi. Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), hem
gidecekleri istikameti gizli tutmuş hem de bu iş için kimsenin zorlanmaması
talimatını vermişti.
Efendiler Efendisi
talep eder de sahabe durur muydu hiç!
Hemen
hedef belirlenmiş ve talep edilen yere doğru yol alınmaya başlanmıştı. Ancak
Hz. Abdullah, bu yolda kendisiyle birlikte yürüme ya da geri dönme konusunda
arkadaşlarını serbest bırakıyordu. Ne de olsa Allah Resülü'nün (sallallahu
aleyhi ve sellem) talimatı vardı.
B
9
Bu sayının iki yüz
olduğu şeklinde de rivayet vardır. Bkz. İbn Seyyidinnas, Uyünu'I-Eser, 1/298;
İbn Kayyım, Zadu'l-Mead, 3/146
Bu sayının sekiz kişi
olduğu şeklinde de rivayet vardır. Bkz. İbn Hişarn, Sire, 3/146
21
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Ancak
onlar, tereddütsüz yürüyen bir cemaatti ve aralarından geri dönme arzusunda
olan bir tek sahabi bile çıkmayacak ve hedeflerine eksiksiz yürüyeceklerdi.
Geri kalan iki kişinin de mazereti vardı; zira yol ilerleyip giderken, devenin
birisi kervandan ayrılıp uzaklaşmış, Sa'd İbn Ebi Vakkas ve Utbe İbn
Gazvan da, kaçan develerinin peşinden gitmiş ve bu sebeple kervandan geri
kalmışlardı.
Abdullah İbn Cahş ve arkadaşları, Nahle'de beklerken
yakından geçen bir kervanla karşılaşmışlardı. Bu kervan da Kureyş'e aitti ve
belli ki savaş için malzeme taşıyordu.
Kervanı gören mü'minler, ne yapmaları gerektiği
konusunda istişare etmeye başladılar; zira Receb ayının son günüydü ve bu ayda
savaş yapmak yasak sayılıyordu.'? Ayın çıkmasını bekleseler, bu sefer de kervan
Harem sınırları içine girecek ve yine ellerinden bir şey gelmeyecekti. Göz göre
göre kervan kaçıyordu.
Nihayet, kervanı durdurmaya karar verdiler. Aralarından
birisi ok ve yayını eline alıp kervana doğru fırlattı, ük, Amr İbn Hadrami'ye
isabet etti ve adam oracıkta ölüverdi. Bir anda ortam gerilivermişti. Çıkan
arbedede, Osman İbn Abdullah ve Hakem İbn Keusôn esir alınmış, Nevjel İbn Abdullah
ise kaçınıştı.
Yeni bir dönemin başladığını gösteren hadiselerdi
bunlar. İlk defa bir müşrik öldürülmüş, iki kişi de esir alınarak mallarına el
konulmuştu. Hem de bu hadise, haram aylarda gerçekleşiyordu.
Medine'ye
geri gelen Abdullah İbn Cahş ve arkadaşlarına Allah Resülü (sallallahu aleyhi
ve sellem) çıkışacak ve:
- Ben sizlere, haram aylarda savaşmayı emretmedim,
diyerek tepki gösterecek, iki esir ve kervandaki mallar konusunda ise beklemeyi
tercih edecekti.
Abdullah İbn Cahş ve
arkadaşlarının moralleri çok bozulmuştu!
Allah için çıktıkları
yolda, Allah ve Resülü'nün hoşuna gitmeyecek bir adım atmışlardı. Bütün
genişliğine rağmen dünya kendilerine
10 Haram aylarda
savaşmak, cahiliye döneminde de haram kabul edilmekteydi.
Hatta
Kureyş, savaşmak durumunda kaldığı zamanlarda zamanla oynuyor ve ayların
yerini değiştirdiğini ilan ettikten sonra ancak savaşı başlatabiliyordu. Daha
sonra gelecek ayetlerde Kur'an'ın, 'nesi' olarak isimlendirdiği bu hadiseyle
onlar, sözde haram işlemediklerini sanıyor ve kendilerini kandınyorlardı. Bkz.
Tevbe, 9/37; İbn Kesir, Tefsir, 2/358; İbn Hişam, Sire, 1/161
22
Yeni Bir Dönem
dar
geliyor ve karşılaştıkları her sima karşısında mahcubiyet duyuyorlardı. Ne var
ki artık, ok yaydan çıkmış ve pişmanlığın fayda vermediği bir süreç
başlamıştı.
Öbür tarafta ise, kervandan canını zor kurtarıp da
kaçan Nevfel İbn Abdullah Mekke'ye ulaşmış ve başlarına gelenleri anlatmıştı.
Kureyş'i güçlendiren bir hadiseydi bu ve hemen konuyu propaganda malzemesi
yapmaya başladılar. Müslümanların haram aylarda adam öldürdüklerini anlatıyor
ve törelerini hiçe saydığım ileri sürerek Efendimiz'e dil uzatıyorlardı.
Çok geçmeden Cibril-i
Emın çıkageldi; yine vahiy getiriyordu.
Gelen ayet, me alen
şunları söylüyordu:
"Sana, haram aylarda savaşmayı soruyorlar; de ki, "Bu
aylarda savaşmak büyük bir günahtır. Ancak, Allah yolundan ve Mescid-i
Haram'dan insanları alıkoymak, Allah'ı inkar etmek ve Mescid-i Haram'ın ehlini
oradan çıkarıp sürmek, Allah katında daha büyük bir günahtır. Fitne,
öldürmekten daha büyük bir fitnedirt":
Evet, haram aylarda savaşmak haramdı; ancak bu ilahı
yasak, sadece bundan ibaret değildi. Kendi vatanıarından insanları zorla
çıkarmak, ellerindeki mal ve mü1ke el koyarak insanlara işkence etmek, Mescid-i
Haram olmasına rağmen burada insanları öldürmeye kalkmak ve Allah'ın en
sevgili kulunu öldürmek maksadıyla evine baskın düzenlemek de Allah katında, en
az bu hadise kadar büyük bir günahı ifade ediyordu.
Efendiler Efendisi, bu süre içinde esirlerle görüşüp
onları da İslam'a davet ediyordu. Hatta, bunu gören bazı sahabiler, O'nun bu
gayretlerini sonuç alınamayacak uğraşlar olarak değerlendirecek ve kendilerine
bırakıp da başlarım vurmalarım talep edeceklerdi. Fakat, çok geçmeden Hakem İbn
Keysan Müslüman oluverdi. Şefkat peygamberi Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve
sellern), bu durum karşısında ashabına döndü ve şunları söyledi:
-
Şayet, az önce size uyarak onu öldürmüş olsaydım, cehenneme gidecekti!"
11 Bakara.a/aıô
12 Vfikıdi,
Megazi, ı/ıs; İbn Sa'd, Tabakat, 4/137; Hakem İbn Keysan, bugünden sonra iyi
bir Müslüman olarak hayatına devam edecek ve Bi'r-i Maüne hadise-
23
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Adalet
ve güvenin temsilcisi Allah Resülü, henüz gelmeyen iki ashabının öldürülmüş
olabileceğin endişesiyle bir müddet beklemeyi tercih etti ve bu ayet inip de
Sa'd İbn Ebi Vakkas'la Utbe İbn Gazvan da geri gelince, öldürülen Amr İbn
Hadrami için diyet bedelini Kureyş'e gönderdi ve İslam'ı tercih etmeyen Osman
İbn Abdullah'ı da Mekke'ye geri gönderdi.
Artık
mesele, biraz daha aydınlanmıştı; o ana kadar büyük bir manevi baskı altında
kalan Abdullah İbn Cahş, Efendimiz'in huzuruna geldi. Boynu büküktü; yüzüne
bakmaya çekiniyordu:
-
Ya Resülullah, dedi, şimdi biz de, bu gazveden dolayı mücahidlere vadedilen
sevaptan hissedar olur muyuz?
Resülullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) sessizliği tercih etmişti; zira, onun bu kadar
içten ve muhasebe duygusuyla yoğrulmuş sorusuna cevap, konuyla ilgili olarak
gelen ayetin içinde gizliydi. Şöyle diyordu:
"Hiç
kuşkusuz iman eden, imanını hicretle taçlandıran ve arkasından da Allah yolunda
cihad edenler, Allah'ın rahmetini beklemektedir; Allah ise, mağfireti bol ve
rahmeti engin olandır."13
Ancak mesele, henüz
durulmuş değildi; Kureyş'in niyeti açıktı.
Bugün
olmasa da yarın mutlaka Medine'ye saldıracak, Ve Efendimiz, bir adım daha atacak,
savaş hazırlığı yapmak ve malzeme tedarik etmek için Kureyş'in gönderdiği
kervanın arkasından Talha İbn Ubeydullah ve Said İbn Zeyd'i de
Şam'a göndererek, kervan hakkında bilgi toplayıp Medine'ye ulaştırmalarını
talep edecekti.
İşte,
buraya kadar yaşanan seriyye ve gazvelerle Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellem), artık Hicaz'ın sahipsiz olmadığını ve Müslümanların da kolay lokma
olmadıklarını gösteriyor, dört bir tarafa gönderdiği vurucu timlerle on dört
yıldır ölümüne ferman hazırlayanların faaliyetlerini izleyip önlem alıyordu.
Aynı zamanda O, kılıç sahibi bir peygamber olarak gönderilmişti. Dolayısıyla,
bunun gereğini yerine getiriyor, İslam'ın izzetini ortaya koyma adına kimsenin
beklemediği manevralar yapıyordu. Bu türlü yıldınm hareketleriyle
sinde şehit olarak
ebedi aleme gidecektir. Bkz. İbn Hişarn, Sire, 3/150; Vakıdi, Megazi, 1/15; İbn
Sa'd, Tabakat, 4/137
13 Bakara, 2/218
24
Yeni Bir Dönem
çöldeki başıbozukluk
sona eriyor ve insanlar arasında adalete dayalı bir güven ortamı tesis edilmiş
oluyordu.
Gerek
ilk günden itibaren kılınan nafile namazıarda gerekse İsra ve Miraç sonrasında farz kılınan
namazıarda hep Kudüs tarafına dönülüyordu.v Elbette burası da, içinde Beyt-i
Makdis'i barındıran ve Allah'ın mübarek kıldığı bir mekandı; ancakAllah
Resülii'nün gönlü Kabe'deydi ve bugüne kadar hep bir beklenti içindeydi. Mübarek
başlarını semaya kaldırıyor ve yüzünü Kabe'ye çevireceği zamanı hasretle
bekliyordu. Hatta bu beklenti, sadece O'na has bir şey de değildi; Hz. Ömer
gibi feraset sahibi bazı sahabiler de aynı duyarlılığı gösteriyor ve
namazlarında Kabe'ye yönelmek istiyorlardı.
Zira
kıble, ilk insan Hz. A.dem'den bu yana Kabe istikametindeydi. Hz. İbrahim ve
Hz. İsmail de Kabe'ye dönerek namazlannı kılmış, Hz. Musa'dan Hz. Salih'e kadar
birçok peygamber oraya yönelerek namaza durmuşlardı. Öyleyse Kabe, Son
Nebi'nin de kıblesi olacaktı. Ancak takdir, belli bir müddet kıblenin, Kudüs
cihetine doğru olmasını murad etmişti ve artık bu süreç yaşanıyordu. Belki de
bu, Medine'deki en etkin nüfusla çok önemli bir ortak paydada buluşma zemini
oluşturuyordu. Ancak, ne var ki Medine Yahudileri, bunu bile dillerine dolamış,
kendi kıblelerine dönülüyor olmayı bile bir üstünlük vesilesi olarak görmeye
başlamışlardı. Bu da yetmiyormuş gibi bir de işi ilerletmiş ve konuyu hakaret
boyutuna kadar taşımışlardı.
Nitekim,
Cibril'le buluştuğu bir gün Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern):
-
Ya Cibril, diyordu. Rabbimin, yüzümü İsrailoğullarının kıblesinden Kabe'ye
çevirmesini arzu ediyorum!
-
Şüphe yok ki Ben de bir kulum; Sen bunu Rabbinden iste, diyordu Cibril de.
Allah (celle celaluhü), elbetteki Habib-i Ekremi'nin
14
Efendimiz'in, hicretten önce
Mekke'de kıldığı namazlannda Kudüs'e dönerken Kabe'yi de karşısına aldığı,
Medine'ye hicretten sonra fiziki şartlar buna müsaade etmediği için arayışının
arttığı şeklinde de bir yorum bulunmaktadır. Bkz. İbn Kesir, Tefsir, 3/158-160;
Salihi, Sübülii'l-Hüda ve'r-Reşad, 3/370
25
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
talebine cevap
verecek ve arzu ettiği kıbleyi kendisine müyesser kılacaktı.
Yine
bir pazartesi günüydü. Hicretin üzerinden on altı ay geçmişti ki Cibril-i
Emin, namazıarda Beyt-i Makdis yerine Kabe'ye dönülmesi gerektiğini bildiren
ayetler getirdi:
"Yüzünün,
sürekli semayı süzdüğünü görüp duruyoruz; öyleyse Seni, razı olacağın bir
kıbleye çevireceğiz. Bundan böyle Sen, yüzünü Mescid-i Haram cihetine çevir.
Sizler de yüzünüzü o tarafa çevirinl'l"
Artık,
beklentiye cevap gelmiş ve söylentilerin de önü alınmıştı. Bundan böyle kalıcı
kıble tayin edilmişti. Artık namazlar da, hep Kabe'ye dönülerek
kılınacaktı.ı" Ancak, fitnenin arkası kesilmiyordu sefer de bazı Yahudiler
ileri atılmış ve bu değişikliği dillerine dolamışlardı. Allah'tan, sema ile
irtibat sürekli idi ve yine Cibril-i Emin yetişti imdada: "Bu
Müslümanları, daha önce yöneldikleri kıbleden çeviren sebep de nedir?"
diyerek ortalığı bulandırmak isteyen akılsızlara cevap olacak şu ayetleri
getiriyordu:
"De
ki; doğu da batı da Allah'ındır. O, dilediği kimseyi doğru yola yöneltir. Ve
işte böylece Biz sizi, başkalarına da örnek olacak orta bir ümmet yaptık ki
insanlar nezdinde Hakkın şahitleri olasınız! Ve Resül de sizin hakkınızda
şahit olsun! Senin arzulayıp da şu anda yöneldiğin Kabe'yi kıble yapmamızın
sebebi, sırf Peygamberin izinden gidenlerle ondan ayrılıp gerisin geriye
dönecekleri meydana çıkarmaktır. Gerçi bu, oldukça ağır bir iştir; ancak,
Allah'ın doğru yola erdirdiği kimseler için mesele teşkil etmez. Allah,
imanınızı zayi edecek değildir. Çünkü Allah, insanlara karşı pek şefkatlidir,
çok merhametlidir."?
15 Bakara,2/ı44
16 Bu
ayet geldiğinde Efendimiz'in ashabıyla birlikte öğle namazı kıldığı ve üçüncü
rekattarı sonra yönünü Kabe istikametine çevirerek namazını tamamladığı; Beni
Seleme yurduna gelip burada Bişr İbn Bera'nın annesi Ümmü Bişr'i ziyareti
sonrasında öğle namazını kılarken bu ayetin indiği (ki burada, iki kıbleli
mescid manasında 'Mescid-i Kıbleteyn' adında bir mescid bulunmaktadır);
hadisenin gerçekleştiği namazın ikindi namazı olduğu veya Efendimiz'le birlikte
ikindi veya sabah namazını Kabe'ye karşı kılıp da kendi mahallelerine dönen
insanların haber vermesiyle birlikte sahabenin, namaz esnasında Kabe'ye doğru
yöneldikleri şeklinde değişik rivayetler vardır. Bkz. İbn Sa' d, Tabakat.
ı/24ı, 242
17 Bakara, 2/142, ı43
26
Yeni Bir Dönem
Bu hadise, Medine'de bulunan her kesim için önem arz
etmeye başlamış ve herkes, kendi baktığı yerden konuyu yorumlamaya çalışıyordu.
Yahudiler, Efendimiz'in kendisinden önceki peygamberlerin kıblesine muhalefet
ettiğini ifade ederek, "Gerçekten peygamber olsaydı kendisinden önceki
nebilerin kıblesitıdetı aurılmazdı:" diye rahatsızlıklarını dile
getirirken müşrikler, "O'nun geri adım atıp da değiştirdiği
kararlar isabetli; baksanzza, kıblesini değiştirip bizim kıblemize yöneldiği
gibi mutlaka dinini de değiştirip bizim safımıza gelecek!' diyorlardı. Bu
arada, yavaş yavaş kendini hissettirmeye başlayan yeni bir grup olan münafıklar
da, 'Muhammed de nereye döneceğini bilmiyor!" Önceki hak idiyse
niye ondan vazgeçti veya ikincisi doğru ise bugüne kadar batılın peşindeydi
demektir!' diye dil uzatmaya başlamışlardı.
Bütün bunlara rağmen gelen ayetler, kıblenitı
değiştirilmesi gibi önemli bir olayın, mutlaka Allah katından gelen bir emirle
cereyan ettiğini bildikleri halde konuyu çarpıtmak isteyenlerin olabileceğine
de dikkat çekiyor ve şunları söylüyordu:
"Kendilerine kitap verilmiş olanlara her türlü
delili de getirsen onlar, Senin kıblene yönelmezler; Sen de onların kıblesine
yönelecek değilsin! Zaten, onların bazısı da diğer bazısının kıblesine dönmezler!
Faraza, Sana gelen bunca ilimden sonra onların keyiflerine uyacak olursan,
bilmiş ol ki, o takdirde Sen de zalimlerden olursunl't'"
Zaten Allah (celle celaluhü), daha işin başında bütün
bunların olacağını haber vermiş ve sefihlerin böyle davranacaklarından bahsetmişti.
Öyleyse, bu türlü insanların tavırlarına aldırış etmeden yola devam edilmeli ve
söylentilere aldırış edilmeden mesafe alma yolu tercih edilmeliydi.
Mii'minler açısından yaşanan problem daha farklıydı;
onlar, kıble değişmeden önce vefat edip de Kabe cihetine dönerek namaz kılma
imkanı bulamayan arkadaşlarının durumunu merak ediyorlardı. İşin içinden
çıkamayınca meseleyi Efendimiz'e taşıdılar. O da, konuyla ilgili ayetlere
yöneltti dikkatlerini. Evet, bu ayetlerde Allah (celle celaluhü), önceden bu
sorunun cevabını açıkça veriyor ve kimsenin imanını zayi etmeyeceğini
anlatıyordu.
18 Bakara, 2/144, 145
27
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Oruç ve Zekahn Farz Kılmışı
Aradan
bir ay daha geçmişti. Cibril-i Emin, yeni bir müjdeyle geliyordu. Efendimiz,
vahiy hali sona erip de ashabıyla gelenleri paylaşmaya başladığında, ashab
Ramazan ayı boyunca gündüzleri oruç tutma emrinin geldiğini öğrenmişti.
Gönderdiği ayetle Yüce Mevla, mü'minlere şöyle sesleniyordu:
"
Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi oruç tutmak, size de
farz kılındı."?
Onlar
için oruç, yabancı oldukları bir ibadet değildi; bugüne kadar ayın belli
günlerinde oruç tutmaya başlamışlar, önceki peygamberlerin de oruç
tuttuklarının haberini alarak kendilerinin de oruç tutacakları zamanı bekler
olmuşlardı. İşte bugün, bu emir geliyordu. Sayılı günler kalmış olan Ramazan
ayında, hep birlikte oruç tutacaklardı.
Çok
geçmeden zekat verme mükellefiyeti de, farz bir ibadet olarak devreye
girecekti. Gelen ayetlerde, namaz kılmak gibi zekat vermenin de farz olduğu
ifade ediliyor, zekatın verileceği alanlar da teker teker sayılıyordu.
Anlaşılan, mali durumu disiplin altına almak için bundan böyle yeni bir
organizasyona ihtiyaç vardı ve bu ihtiyaç, zekat memurlarının devreye
girmesiyle karşılanmış oluyordu.
Namaz,
oruç ve zekat, dinin üzerinde bina edildiği en temel ibadetlerdi ve zekat,
namaz ve oruçtan farklı olarak mali yönü öne çıkan bir ibadetti. Gerçi
sahabiler, ihtiyaç olduğu yerde ellerindeki her türlü imkanı ortaya koyuyor ve
hiçbir meseleyi ortada bırakmıyorlardı. Şimdi ise, yaptıkları bu işi,
çerçevesi belirlenmiş ölçüler içinde yerine getirecek ve buna mukabil de, farz
bir ibadeti yerine getirmenin huzurunu yaşayacaklardı.
19 Bakara, 2/183
28
Bütün gelişmeler, Kureyş'in Mekke'de büyük bir yığınak
yaptığım gösteriyordu. Üstelik Kureyş, Muhacirlerin Mekke'de bırakmak zorunda
kaldıkları mal ve mülklerine el koymuştu. Bunlar arasında ticaret açısından
kıymetli gördüklerini de satmak için Şam'a götürüp değerlendirmek istiyordu.
Kısaca, Müslümanların malıyla yine Müslümanları vurma planları yapıyordu.
Kervan, bin deveden oluşan büyük bir servet demekti ve
yaklaşık kırk kişinin görevlendirildiği bu kervanda,"? elli bin dinarlık
bir servet bulunmaktaydı. Bu servet, savaş için yığmak yapan Mekke için karşı
konulmaz bir güç demekti. Ve bu güç, doğrudan Medine'ye karşı kullamlacaktı.
Göz göre göre bir tehlike geliyordu ve işin garip tarafı, gelen bu tehlike,
Medine yakınlarından geçerek Mekke'ye ulaşacaktı. Yani, kendilerine yönelen bu
tehlikeyi Müslümanların, daha erken bir hamle ile önceden engelleme imkanları
vardı.
Hedefteki Kervan ve Takip Gerekçeleri
Öyleyse,
Ebu Süfyan başkanlığında Şam'a giden Kureyş kervam, mutlaka engellenmeli ve
böylelikle onlara, sinsi planlarını rahat uygulama imkanı verilmemeliydi.
20
Bu sayının yetmiş olduğu da söylenmektedir. Bkz. İbn Seyyidinnas, Uyünu'lEser,
1/321; Salihi, Siibiilii'l-Hiida ve'r-Reşad, 4/18
29
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Bütün dikkatler, Şam'dan gelecek haberler üzerinde
yoğunlaşmıştı. Kervan hakkında bilgi toplamak ve onları yakın takibe almak
için Talha İbn Ubeydullah ile Said İbn Zeyd'i göndereli on gün olmuştu.
Şimdi Medine, bu kervanın Şam' dan aynlıp geri dönmek üzere yola koyulduğu
haberleriyle çalkalanıyordu.
Diğer taraftan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellern), bütün insanlara Allah'ın adını duyurmak için gönderilmiş bir
peygamberdi. Herkesle konuşup mesajını ulaştırmak, O'nun bir vazifesi idi.
Halbuki Mekke, o gün bu davete icabet etmeyip karşı
çıktığı gibi bugün de aynı huyunu devam ettiriyordu. Bütün bunlara ilave
olarak, Medine'de karar kılan Muhacirlerle artık devlet haline gelen Efendimiz'i
tehdit ediyor ve burada tutunmalarının önüne geçmek istiyorlardı. Bütün
hazırlıkları, bu hedeflerini gerçekleştirmeye matuftu. Kendilerince, son bir
defa ve karşı konulamayacak güçte bir darbe ile Müslümanların işini bitirme
planları içindeydiler!
Bunun için bir kervan tertip etmişler ve herkesin
katkısıyla ortaklık kurup savaş malzemesi tedarik etmek için yola koyulmuşlardı.
Zü'l-Uşeyre gazvesinde arkasından gidilen ve kendilerini takibe geldiklerini
duyunca da hareket edip kaçan kervan, işte bu kervandı. Ebu Süfyan'ın
sorumluluğundaki yaklaşık bin beş yüz deveden meydana gelen bu kervanı,
yaklaşık kırk kişilik bir Mekkeli organize ediyordu.
Hayır yolunda engeloluşturan bu dikenli yollar
temizlenmeli ve Allah adının etrafta yayılmasının önündeki paslı engeller de
kaldırılmalıydı. Çünkü onlar, Allah'ın davetine icabet etmek isteyen güçsüz
insanların üzerinde de baskı kuruyor ve bir türlü imanlarını açıklamalarına
fırsat vermiyorlardı. Güçlünün yanında yer almayı tercih eden bazı insanlar da,
gelişmeleri takip ediyor ve imanlarını bu takibe göre şekillendirmek
istiyorlardı.
İslam'ın da bir izzeti vardı ve sürekli küfrün sultası
altında varlığını devam ettirmesi düşünülemezdi. Hakk'ın gücünün hakim olduğunun
gösterilme sırası gelmişti.
İşte, bütün bunlar düşünüldüğünde bu kervan Mekke'ye
ulaşmamalıydı. İşin ucunda ne olursa olsun artık, küfür adına tek taraflı
hamlelere son verilmeli ve Allah'ın Nebi'si, Müslüman varlığının ağırlığını
Hicaz'da hissettirmeliydi. Yollar, Bedir'i gösteriyordu. Ve
30
Bedir'e Doğru
Allah
Resülü de, Ramazan ayının on ikisinde, hedefini açıklamış ve söz konusu kervanı
durduracak kadar ashabının EbU Inebe kuyusunun başında toplanması
emrini vermişti. 21
Kureyş kervanının Şam'dan ayrıldığı haberi üzerine
ordunun toplanması emrini veren Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern),
böylesine kritik bir noktada ashabını bizzat teftiş edecek ve kendisiyle birlikte
yola çıkacaklar konusunda daha titiz davranacaktı.
,
Gerçi, gidilen istikamet neresi olursa olsun ashab-ı kira m O'nunla birlikte
olmaya can atıyordu. Zira birlikte oldukları her an yeni bir şeyler öğreniyor,
Efendimiz'in Cibril'le olan münasebetine şahit oluyor ve kendilerindeki
eksikliklerin daha farkına varıp onu fazilete dônüştüriiyorlardı.
Yetişkinlerdeki bu heyecan gençleri de sarmış; onlar da maiyet şerefinden
mahrum kalmamak için hep O'nun izini takip yarışına girişmişlerdi. Hatta çocuk
denebilecek yaştaki insanlar bile aynı hassasiyetle ileri atılıyor ve hiçbir
hamlelerinde O'ndan geri kalmak istemiyorlardı.
Kureyş'in içinde bulunduğu hazırlıklar ve Şam'a
gönderdiği kervan düşünüldüğünde, ortalığın bir hayli gergin olduğu anlaşılıyordu.
Şimdi ise, bu gergin ortamda kervanı takip için yola çıkılıyordu. Bu şartlarda
Ebu Süfyan kervanını takip etmek ise, neticesi itibarıyla her türlü
olumsuzlukla karşılaşma ihtimalini güçlendiriyordu. Onun için Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellem); Abdullah İbn Ömer, Üsôme İbn Zeyd, Rôfi' İbn Hadic, Berô. İbn Azib, Üseyd İbn Hudayr,
Zeyd İbn Erkam, Zeyd İbn Sabit ve
Umeyr İbn Ebi Vakkas gibi yaşı küçük olduğu halde kendisiyle birlikte
gelmek isteyenlere seslenecek ve onlardan geri dönmelerini talep edecekti. Yaşı
küçük olduğu için arkadaşlarının geri çevrildiğini görenler, adeta parmak
uçları üzerinde yükselerek boylarını uzun göstermeye uğraşıyor ve
birlikteliklerine son vermemek için büyükler sınıfında oldukları izlenimi
vermeye çalışıyorlardı.
Geride büyük bir
burukluk, derin bir hüzün yaşıyorlardı. O'nun-
21 Bu emrin, Ramazan ayının sekizinci günü
verildiğine dair de bir rivayet bulunmaktadır. Bkz. İbn Hişam, Sire, 3/159;
İbn Seyyidinnas, Uyünu'l-Eser, 1/325
31
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
la
birlikte gidemedikleri için gözyaşı döküyor ve haklarında verilen kararı
feshedebilmek için adeta yalvarıyorlardı. Bunu gören Umeyr İbn Ebi Vakkas, hıçkırıklara
boğulmuş; bir kenarda ağlıyordu. Onun bu halini gören ağabeyi Sa'd İbn Ebi
Vakkas yanına yaklaştı ve:
- Sana ne oldu, neyin
var ey kardeşim, diye sordu. Umeyr İbn Ebi Vakkas:
-
Resülullah'ın, beni de küçük görüp bu kutlu yoldan alıkoyacağından korkuyorum,
dedi önce. O (sallallahu aleyhi ve sellem), giderken geride kalmayı kendine
yediremiyordu. Esas niyeti ise, Resülullah'la birlikte savaşırken şehit
olmaktı. Onun için:
-
Halbuki ben, Allah'ın bana şehadet nasip edeceğini umuyor ve onun için de yola
devam etmek istiyorum, diye ilave etti.
Çabaları
netice vermişti; diğerlerine nispetle yaşı biraz daha olgun olan Umeyr İbn Ebi
Vakkas'a izin verilmişti. Elinde, uzunca bir kılıç vardı ve onu kuşanmakta
zorlanıyordu. Ağabeyi geldi ve sevincinden uçacak gibi olan kardeşine yardım
etti. Onu kuşanıp da giderken, kılıcın bir tarafı yerde sürükleniyordu.v'
Hedefte
kervan olduğu için, henüz yola çıkmaya hazır olmayıp da mazeret beyan edenler,
bu yolculuktan istisna tutulmaktaydı. Bundan dolayı da kimse kınanmayacaktı.
İlk günlerden bu yana Efendimiz'den hiç ayrılmayan damat Hz. Osman da,
mazeret beyan edip bu harekette yer alamayanlar arasındaydı; zira hanımı,
Efendimiz'in de kızı Rukiyye Validemizi şiddetli bir hastalık tutmuştu.
Bakımı için Hz. Osman'ın yanında kalması gerekiyordu.
İbadetler
ve Rabbe kulluk konusunda son derece duyarlı olan Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellem), bu süre içinde Medine'de bulunamayacağı için namazıarı Abdullah
İbn Ümmü MektUm'un kıldırmasını talep etmişti.
Önceki
seriyye ve gazvelerde Erisar yer almazken bu çıkışta Muhacir ve Ensar ayrımı
yapılmaması dikkat çekiyordu.F' Zira, bu sefer
22
Buhari, Sahih, 4/ı456 (3739); İbnü'l-Esir, Usiidii'l-Ğabe, 4/287. o gün Umeyr,
on altı yaşındaydı.
23 Bu hadise,
Efendimiz'in insanlara muamelede muhatapların hislerine dikkat
32
Bedir'e Doğru
durum
çok nazik görünüyordu. Mesele, sadece M uhacirleri değil, Ensar başta olmak
üzere bütün Medine'yi ilgilendiriyordu. Çünkü, Ebu Süfyan'ın kervanı, Medine'ye
saIdıracak Mekke ordusunun alt yapısını oluşturuyordu.
Bu arada, henüz Müslüman olmadığı halde Efendimiz'le
birlikte olmak isteyenler de vardı. Hubeyb İbn İsôf, bunlardan birisiydi; güçlü ve savaş
tekniğini iyi bilen bir adamdı. Ancak bu, öncelikle Kureyş ile Efendimiz
arasındaki bir meseleydi. Gerçi, Medineli müşriklerle de bir güvenlik
anlaşması yapılmış ve şehri birlikte savunma sözü verilmişti. Ancak,
müşriklerin de katılmasını gerektirecek böyle bir tehlike henüz yoktu. Bir de, muharebede
muhaberenin çok ayrı bir önemi vardı; elde edilecek önemli bir haber,
savaşların seyrini değiştirecek bir güç demekti. Öyleyse, gelişmelerden
başkalarını da haberdar edebilme ihtimali olanların, böylesine kritik bir
kervanı takip için çıkılan yolda İslam ordusu içinde yer alması uygun değildi.
Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bu tür insanları geri
çevirecek ve kendisiyle birlikte yola, sadece Muhacir ve Erisar çıkacaktı.s-
Bu arada Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem),
yayaların başına Kays İbn Ebi Sa'sa'a'yı görevlendirip ona Sükya denilen
mevkiden ayrılır ayrılmaz askerleri saymasını emredecekti. O da, emri yerine
getirecek ve EbU Inebe kuyusunun başında saydığı ashabın sayısını üç yüz
on üç olarak Efendimiz'e rapor edecekti. Bu haber, Efendimiz'i çok sevindirmiş
ve beşaşet ifade eden bir ses tonuyla şunları söyleyecekti:
ettiğinin
bir göstergesidir. Şöyle ki; Ensar, Akabe'de söz verirken, O'nu koruyacağını
ifade etmişti etmesine ama bu korumanın, Medine dışında da geçerli olup
olmadığına dair sarih bir beyan olmamıştı. Onun için, Bedir'e kadar gerçekleşen
yirmi civanndaki yıldınm hareketlerinde Ensar'dan herhangi bir talepte bulunulmamıştı.
Ancak, şimdiki durum çok farklıydı; zira Kureyş, sadece Efendimiz ve
Muhacirleri değil bütün Medine'yi tehdit etmeye başlamış ve bu tehditlerini
fiilen icra için de, düğmeye basmıştı. Öyleyse mesele, hicret sonrasında
gerçekleşen anlaşma çerçevesinde ele alınması gereken bir durum arz ediyordu.
24
Hubeyb İbn İsaf, geri gelecek ve Müslüman olduğunu ikrar edip yine de bu savaşta
Efendimiz'den ayrılmayacaktı. Bkz. İbn Abdilberr, İstiab. 2/443; Salihi,
Sübülü'l-Hüda ve'r-Reşad, 4/23; Süheyli, Ravdü'l-Ünf, 2/300
33
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
- Talfit'un ashabı
kadarl'"
Derken,
bir pazar akşamı Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), Sükya denilen
yerden yola çıktı. Yanlannda sadece iki tane at, yetmiş tane de deve vardı.
Nöbetleşe binerek yol alıyorlardı. Efendiler Efendisi de ashabından farklı
değildi; aynı deveye Hz. Ali ve Ebu Lübôbe ile nöbetleşe
biniyordu. Hz. Ali ve Ebu Lübabe:
-
Sen bin ya Resülullahl Biz, Seninle birlikte yürürüz, diyerek kendi sıralarını
vermek için ısrar etmişlerdi ama O (sallallahu aleyhi ve sellern):
-
Ne sizler yürüme konusunda benden daha güçlüsünüz, ne de Ben, vadedilen
miikafata sizlerden daha az ihtiyaç duyuyorum, diyerek bu teklifi geri
çevirmişti.
Reonô. denilen
yere geldiklerinede Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), EbU Liibôbe
İbn Abdülmünzir'i Medine'ye geri gönderecek ve herhangi bir boşluğa meydan
vermemek için onu Medine'de, yerine vekil tayin edecekti. Ebu Lübabe, Medine'ye
geri dönerken boynu bükük aynlacaktı; ayrılmadan önce de, üzerindeki zırhı
Efendiler Efendisi'ne bırakacak ve hüzün dolu adımlarla geri dönecekti.
Yola
çıkmadaki ana hedef Kureyş'in kervanını takip olsa da, atılan her adımda
ashab, yeni ve orijinal stratejilerle karşılaşıyordu. Zira kervanın geçeceği
güzergaha doğru yürürken Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), Besbes
İbn Amr ve Adiyy İbn Ebi'z-Zağbô.'yı öncü kuvvet olarak gönderecek
ve onlar da, tarif edelen mekana ulaşıp gelişmelerden Efendimiz ve ashabım
haberdar edeceklerdi.
Aynı
zamanda, kendisiyle beraber bu sefere çıkanlara şöyle dua ediyordu:
25
Taberi. Tarih, 2/26; Salihi,
Siibiilii'l-Hüda ve'r-Reşad, 4/2S Bedir'de bulunup bulunmadıkları ihtilaflı
olanlarla birlikte bu sayı değişkenlik göstermekte ve on dört, on beş ve on
yedi olarak da telaffuz edilmektedir. Orduyu sayma işinin iki defa yapıldığı da
gelen bilgiler arasındadır. Bkz. İbn Hişam, Sire, 2/333; İbn Kesir, elBidaye
ve'n-Nihaye, 3/383. Bedir'de bulunan ashabın, takriben 3/S'i Ensar, 2/S'i ise
Muhacirlerden oluşmaktaydı. Aynı zamanda bu sayı, Efendimiz'in (s.a.s.) de
buyurduğu gibi Hz. Davüd'un Talüt ordusuna karşı savaşan ordusuna denk bir
sayıdır. O gün de, emr-i ilahiye boyun eğip de nehirden sadece bir avuç su
almakla yetinen insanlar, sayı ve teçhizat bakımından düşmanlarından az
olmalarına rağmen küfrün ordularına karşı galip geldikleri gibi bugünün
mü'minleri de, EbU Cehil'in tetiklediği aynı küfür ordusuna galip geleceklerdi.
34
Bedir'e Doğru
- Allah'ım! Bu insanlar, yalın ayak; Sen onlara dayanma
ve yol meşakkatlerine karşı tahammül gücü ver! Bunların üzerinde elbise yok;
Sen onları giydir! Bunların elinde yiyecek imkanlan da yok; Sen onları doyur!
Ve bu insanlar yoksul; Sen onları fazl u kereminle zengin kıJ!26
Tiirbôn
denilen yere
geldiklerinde Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Sa'd İbn Ebi Vakkas'a
yönelecek ve:
- Ey Sa'd, diye seslenecekti. Bu arada, mübarek
parmaklarıyla ilerideki bir ceylanı işaret ediyor ve Sa'd'a, ok ve yayını
hazırlamasını söylüyordu. Hz. Sa'd denilenleri yapmış ve yayını germeye başlamıştı.
Tuttu, onun omuzlarına mübarek çenesini koyarak:
- Şimdi at, diye
emretti. Bu arada ona:
- Allah'ım! Onun
atışına isabet lütfet, diye dua ediyordu. Ger-
çekten
de ok gitmiş ve ceylanın boynuna saplanmıştı. Efendimiz'in yüzünde hemen bir
tebessüm belirdi. Zira bu, yokluk çekilen bir ortamda, ashab-ı kirama sunulmuş
ilahi bir ikram demekti.
Peygamberi duaya mazhar olan Hz. Sa'd hemen gidecek ve
ceylanı yakalayıp kestikten sonra huzura getirecek, Efendimiz de, etinin
pişirilip ashab arasında dağrtılmasını emir buyuracaktı.
Irku'z-Zabue denilen
yere geldiklerinde karşılarına bir bedevi çıkmıştı. Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern), karşılaştığı her olayı değerlendirip bilgi toplamaya
çalışıyordu ve bu adama da kervanla ilgili bilgisinin olup olmadığını sordu.
Çok geçmeden de, bu konuda adamın herhangi bir bilgisinin olmadığı
anlaşılmıştı.
Bu
arada ashabdan bazıları, adamı zorlayıp Resı1lullah'a selam vermesini
istiyorlardı. O da:
- Aranızda gerçekten Resı1lullah var mı, diye taaccüp
etmiş ve sonra da gelip Efendimiz'e selam vermişti. Bedevi idi; peygamber
rahle-i tedrisine oturup terbiye görmemişti. Selamın arkasından:
- Şayet Sen gerçekten bir peygambersen, benim şu
devemin karnında olanı bana haber verebilir misin, diye soruverdi. Ashab-ı
26
Bkz. İbn Sa'd, Tabakat. 2/20 Savaş olup da ortalık durulunca, Efendimiz'in duasına
mazhar olan ashab-ı kirarn hazretlerinin hepsi de, açlık endişesinden uzak, aç
kalma korkusunu üzerlerinden atmış ve tahammülleri de zirvede olarak geri
dönüyorlardı.
35
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
kirarnı eelallendiren
bir soruydu bu. Onun için Seleme İbn Selame ileri atıldı ve adama:
-
Bunu Resülullah'a sorup da O'nu incitme! Soracaksan bana sor; onu ben sana
haber vereyim, diye çıkıştı. Arkasından da, adamı mahcup edecek bazı şeyler
söyledi. Bunu duyan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), çok üzülmüştü
ve yeniden olaya müdahale etme lüzumu hissetti ve:
-
Bırak onu ve yavaş ol. Adama kaba davranıp üzerine çok gittin, dedi.
Bu
arada, Hz. Seleme'den de yüzünü çevirmişti. Belli ki, her haliyle ashabına
ders veriyor ve kıyamete kadar gelecek olan insanlığa muallim olacak bir toplum
yetiştiriyordu. Onun için, yeri geliyor diliyle ashabını uyarıyor, yeri
gelince de haliyle onları yönlendirip duruşlarında isabet kaydetmelerini temin
etmek istiyordu.
Ebu Süfyan
Feraseti ve Kureyş'in Tavrı
Diğer
tarafta ise, Şam'dan dönen Ebu Süfyan, Medine'deki bu hareketlilikten haberdar
olmuş ve yolunu değiştirerek Mekke'ye ulaşmayı tercih etmiş; bu arada da, yol
güzergahında olup bitenlerden Mekke' dekileri haberdar etmek için, yirmi
miskal ücret vererek Damdam İbn Amr'ı ulak olarak göndermeyi ihmal etmemişti.
Damdam gidecek ve devesinin burnuyla kulağını kesip semer ve eğerini de
parçalayarak Mekkelileri tahrik edecek, bunu yaparken, aynı zamanda kendi
gömleğini de parçalamayı ihmal etmeyecekti. Zira o gün için bu, durumun
vahametini anlatan önemli bir göstergeydi.
Medine'ye
yaklaştıkça Ebu Süfyan'ın korkulan büyüyordu. Bedir'den geçerken, orada
karşılaştığı Mecdi İbn Amr'a sordu:
-
Buralarda birisine rastladın mı? Herhangi bir farklılık görüyormusun?
-
Öyle endişe edecek bir şey göremiyorum; sadece iki atlıyla karşılaştım.'? Şu
tepede bir miktar durdular ve kuyudan biraz su alıp gittiler, diye cevapladı
Mecdi.
27
Bu iki atlı, Besbes İbn Amr ve
Adiyy İbn Ebi'z-Zeğba idi. Onlar da, kervan hakkında bilgi toplamak için
gelmişlerdi. Mecdi ile karşılaştıklarında bir tahminde bulunmuş ve kervanın,
bir veya iki gün sonra buradan geçeceğini söylemişlerdi. Mecdi de aynı
kanaatteydi ve "Doğru söylüyorsunuz" demişti. Onlar da, oradan
Bedir'e Doğru
Ebu Süfyan'ı bu haber daha da telaşlandırmıştı. Hemen
işaret edilen yere geldi; buraya gelip de bekleyen ve su alıp sonra da geri
gidenlerin kim olduğunu öğrenmek istiyordu. Tepeye geldiğinde, önüne çıkan deve
tersi dikkatini çekmiş ve elindeki sopayla onu karıştırmaya başlamıştı.
Ardından etrafındakilere:
- Bunlar, vallahi de Yesrib yemleri! Buradan
Muhammed'in casusları geçmiş, dedi. Çok zeki bir insandı ve dışkıdaki yem
tanelerinden hareketle bu iki insanın, Medine'den geldiğini anlaması zor
olmamıştı.
Kervanın sorumluluğunu üzerinde hisseden Ebu Süfyan,
telaşlanmıştı. Hemen arkadaşlarının yanına geldi ve Bedir'i sol tarafına alıp
sahil cihetine yönelerek yolunu bir kez daha değiştirdi. Şimdi kervan, daha
emin bir güzergahta ilerliyordu. Bunun için Ebu Süfyan, Kays İbn İmriülkays
adındaki birisini daha Mekke'ye göndermiş, endişelenmelerine gerek kalmadığını
ve kervanın da artık emniyette olduğunu anlatmak istemişti.
Atike Binti Abdulmuttalib'in
Rüyası
Bu arada Mekke'de, Efendimiz'in halası Atike Binti
Abdulmuttalib'in gördüğü riiya konuşulmaya başlanmıştı. Gerçi o, gördüğü
rüyayı kardeşi Abbas'a anlatırken:
- Ey kardeşim! Bu gece öyle bir rüya gördüm ki,
kavminin başına büyük bir musibet geleceğinden korkuyorum, diyecek ve endişesini
dile getirecekti. Onun, rüyadan bahsederken bile renginin solduğunu gören
Abbas:
- Ne ola ki, nedir o,
diye sorunca da:
- Bana, kimseye
anlatmayacağına dair söz verinceye kadar sana
onu
anlatarnam; zira bu, insanlar arasında duyulursa o zaman bize eziyet eder ve
hoşumuza gitmeyecek şeyler konuşmaya başlarlar, diye de kardeşini uyarmıştı.
Amca Abbas da aynı kanaatleydi; ancak, başlarına
gelecek musibet öncesinde önemli bir uyarı mesajı olduğuna inandığı bu rüyayı,
yakın arkadaşı Velid İbn Utbe'ye anlatmaktan kendini alamayacaktı.
ayrılıp Efendimiz'in
yanına gelmiş, görüp duyduklarını Allah Resülü'ne anlatmışlardı. Bkz. İbn
Hişam, Sire, 3/163-164
37
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
o da babası Utbe'ye
aktaracak ve böylelikle rüya, kısa zaman içinde Kureyş'in dilinde pelesenk
haline geliverecekti.
Ebu
Süfyan'ın ulak olarak gönderdiği Damdam'ın Mekke'ye gelişinden üç gün önceydi.
O akşam rüyasında .Atike Binti Abdulmuttalib, devesinin üzerinde Mekke'ye
gelen ve Ebtah'ta durup da insanlan yüksek sesle savaşa çağıran bir adam
görmüştü. Adam:
-
Haydi savaş için hazırlanıp hemen yola çıkın! Çıkın ki, başınıza gelecek gadri
ve devrileceğiniz yeri kendiniz görün, diyordu. Bir anda, etrafında büyük bir
kalabalık toplanıvermişti. Ardından aynı adam, Kabe'ye geldi; insanlar da onu
takip ediyorlardı. Ne gariplik ki, adamın devesi Kabe kadar büyümüştü ve adam
da, gür sesiyle yine devesinin üzerinde aynı cümlesini tekrar ediyordu. Bir
müddet sonra deve, Ebu Kubeys dağı kadar oluverdi; adam yine devenin üstündeydi ve aynı cümleyi
tekrarlıyordu:
-
Haydi savaş için hazırlanıp hemen yola çıkın! Çıkın ki, başınıza gelecek gadri
ve devrileceğiniz yeri kendiniz görün!
Sonra,
yerden büyükçe bir kayayı söküp aldı ve onu, Ebu Kubeys dağından aşağı doğru
fırlatıverdi. Kaya, bir anda paramparça oluvermişti. Sonra da, bu kayadan
ayrılan her bir parça, Mekke evlerinden mutlaka birine isabet etmiş ve içine
girmişti.
Korkuyla
uyanan .Atike Binti Abdulmuttalib, uzun zaman gördüğü rüyanın tesirinden
kurtulamamış ve onu, kardeşi Abbas ile paylaşma lüzumunu hissetmişti. İşte,
Mekke'de dile dolanan rüya bu idi.
Kabe'yi
tavaf maksadıyla evinden çıkan Abbas, Ebu Cehil'le karşılaşacaktı. Yanında bir
grup insanla .Atike'nin gördüğü rüyayı konuşuyorlardı. Abbas İbn
Abdulmuttalib'in gelişini görünce:
-
Ya Eba Fadl! Tavafını bitir de gel; seninle konuşacaklarım var, dedi Ebu Cehil.
Tavaf bitip de yanlarına geldiğinde, alayvan bir tavırla döndü ve:
-
Ey Muttaliboğulları! Aranızdaki bu kadın peygamber de ne zaman türedi, dedi.
-
Sen, neden bahsediyorsun? N e peygamberi, diye karşılık verdi Abbas.
-
.Atike'nin gördüğü rüya, dedi Ebu Cehil. Tavırlarıyla Abbas, olaydan haberinin
olmadığını söylemeye çalışıyordu. Bu soruyu da:
Bedir'e Doğru
-
Ne görmüş ki, diye cevaplayınca, Ebu Cehil ciddileşmeye başlamıştı:
-
Ey Muttaliboğullan, diyordu. Erkeklerinizin, peygamberlik iddiasında bulunduğu
yetmiyormuş gibi şimdi bir de kadınlannız mı peygamberliğe başladı! Tutmuş
Atike, üç gün içinde başımıza büyük bir bela geleceğini söyleyip duruyor!
Şayet, gerçekten söylediği doğru ise, üç gün geçtikten sonra bunu göreceğiz.
Ancak, söyledikleri gerçekleşmezse işte o zaman biz, Araplar arasındaki en
yalancı aile diye üzerinize öyle bir hüküm veririz ki, ömür boyu bu
hükümden kurtulamazsınız!
Oradan
aynlan Abbas, gerçeği bildiği halde bilmiyormuş gibi davrandığı için kendini
ayıplıyordu. Akşam olup da Muttaliboğullan başına toplandığında, bu
davranışının ne kadar tepki topladığını daha net görecekti. Ebu Cehil'le
arasında geçen konuşmalan duyan yanına geliyor ve:
-
Şu pis ve fasık adamın, erkeklerinize dil uzattığı yetmiyormuş gibi şimdi de
kadınlara söz söyleyip hakaret ediyor ve bunun karşısında sen, sesini
çıkarmıyorsun ha, diyorlardı. Bilhassa Atike Binti Abdulmuttalib'in, sırnnı
serişte eden kardeşine olan kızgınlığına diyecek yoktu. O kadar üstüne
gelmişlerdi ki, Abbas söz verdi; gidip Ebu Cehil'in karşısına dikilecek ve
ağzının payını verecekti.
Üçüncü
gündü. Her şeyi göze alan Abbas, kendince tedbirini almış ve doğruca Kabe'ye
gelmişti. Tam tahmin ettiği gibiydi; Ebu Cehil de oradaydı. Keskin nazarlarla
Abbas süzüyordu. Tam, yanına yaklaşıp da Ebu Cehil'e hak ettiği cevabı
verecekti ki, devesinin üzerinde Batn-ı Vadi tarafından bağırarak gelen Damdam
İbn Amr'in sesi araya giriverdi. Belli ki, çok önemli gelişmeler vardı. Dikkat
çekebilmek için, Ebu Süfyan'ın kendisine öğrettiği gibi devesinin kulak ve
burnunu kesmiş, üzerindeki palan ve eğeri parçalamış ve kendi gömleğini de
parçalamayı ihmal etmemişti. Beklendiği gibi herkesin dikkati bir anda ona
yönelivermişti; artık Mekke, dikkat kesilmiş ve Damdam'ın anlatacağı şeyleri
merakla beklerneye durmuştu:
-
Ey Kureyş topluluğu, diyordu. Felaket var, felaket! Ebu Süfyan'la birlikte
Şam'a gönderdiğiniz mallannıza Muhammed ve ashabı el koydu! Ona
yetişebileceğinizi de sanmıyorum. İmdat! İmdat!
39
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Damdam'ın
sözleri, Ebu Cehil'e de Abbas'a da her şeyi unutturmuştu:
-
Muhammed ve ashabı, bu kervanın da İbn Hadrami'nin kervanı gibi olacağını mı
sanıyor, diyorlardı. Ortalık, bir anda gerilmiş, zaten günlerden beri tedirgin
bekleyen Kureyş, bir anda savaşa kilitlenivermişti.
Bu
haber, zaten patlamak üzere olan Mekke'ye düşen bir kıvılcım gibiydi ve
bilhassa Ebu Cehil gibilere gün doğmuştu! Fırsat bu fırsattı ve hemen savaş
için toplanmaya başladılar. Savaşmak için elinde imkarı olmayanlara zenginler
imkan sağlıyor ve bu savaşa herkesin katılması gerektiğini söylüyorlardı. Süheyl
İbn Amr, Zem'a İbn
Esved, Tuayme İbn Adiyy ve
Hanzala İbn Ebi Süfyan gibi insanlar:
-
Muhammed'i ve toylukları sebebiyle aranızdan kaçıp giden ve şimdi O'nunla
birlikte olan sahileri görmezden mi geleceksiniz? Yesrib halkının, kervana ve bu
kervandaki mallarınıza el koyduğunu görmüyor musunuz? Bu savaşta yer almak için
mal almak isteyene işte malımız; güç ve kuvvet isteyenlere de işte güç ve
kuvvetimiz, diyorlar; şiir ve hitabetleriyle insanları savaşa teşvik edip
coşturmaya çalışıyorlardı. Nevfel İbn Muaviye de, Kureyş'in zenginleri
arasında dolaşıyor ve onlardan, imkanı olmayanlara yardımcı olmalarını
istiyordu. Onun bu isteğine müspet cevap veren Abdullah İbn Ebi Rebia:
-
Şu beş yüz dinarı al ve istediğin gibi harca, diyecekti. Aynı Nevfel, Huveytıb
İbn Abdüluzza'dan üç yüz dinar almış.s" Tuayme İbn Adiyy de ona
yirmi deve vermiş, bu develerin üzerinde savaşacak olanların geçim
masraflarını da üstüne almıştı.
Müslüman
olduklarından şüphelendikleri veya Müslüman olacağından endişe duydukları bazı
insanları, özellikle bu savaşta cepheye sürmek istiyorlardı. Hz. Abbas, Hz.
Ali'nin kardeşi Akll ve Tôlib ile Efendimiz'in bir başka yeğeni Nevfel
İbn Hôris bunlar arasınday-
28
Bu miktann, 200 dinar olduğu da söylenmektedir. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/33; Belazuri,
Ensabü'l-Eşraf, 1/127
40
Bedir'e Doğru
dı.
EbU Lelıeb'ur? kendi saflarında olduğundan hiç şüpheleri yoktu; katıksız
bir kafirdi. Gelemeyeceğini ancak yerine, kendisine dört bin dirhem borçlu olan
As İbn Hişôm'ı (Ebu Leheb, bu borcu sileceğini söyleyerek As ibn Hişam'ı ikna etmişti.)
gönderince kabul ettiler ve bunu problem etmediler.
A.tike
Binti Abdulmuttalib'in rüyasından bahsedip endişelerini dile getiren Ümeyye
İbn Halej, Utbe ve Şeybe kardeşler, Zem'a İbn Esved, Umeyr İbn Vehb
ve Hakim İbn Hizôm gibi
kimseler, Hubel putunun yanına gelecek ve burada ok çekeceklerdi. İşin garip
tarafı, ilk çektikleri ok, savaşa katılmalarına 'hayır' diyordu. Onlar
da, sonuçları açısından bu işin uğursuz olacağı kanaatinde birleştiler ve Ebu
Cehil'le birlikte savaşa gitmeme kararı aldılar. Ancak, çok geçmeden bu
kararlarından vazgeçmek zorunda kaldılar; zira meseleyi duyan Ebu Cehil olaya
el koymuş ve onları korkaklıkla itham ederek tahrik etmiş ve yeniden savaşa
çıkma kararı aldırmıştı.
Bu
şahısları korkaklıkla suçlayıp savaşa çıkmaya zorlayan Ebu Cehil, kendisini
savaşa şartlandırsa da Ümeyye İbn Halefin endişeleri her geçen gün artarak
devam ediyordu. Aynı zamanda o, hem yaşlı hem de ağır bir adamdı; kiloları
sebebiyle hareket etmekte bile zorlanıyordu. Onun için, savaşa gitme yerine
Mekke'de bekleyip oturmayı tercih ettiğini söylemişti. Çok geçmeden, Kabe'de
insanlar arasında oturduğu sırada yanına Ukbe İbn Ebi Muayt çıkageldi.
İnsanların zayıf yönlerini çok iyi biliyor ve bunu kullanmaktan da
çekinmiyorlardı. Elinde, kandil ve yağdanlık vardı. Getirdi ve onları,
Ümeyye'nin önüne koydu. Herkes dikkat kesilmiş, olacakları beklemeye durmuştu.
Şöyle dedi:
- Ya EM
Ali! Al da şu kandili yakıver; ne de olsa artık sen de bir kadın sayılırsın!
Ümeyye gibi bir adama
yapılabilecek en büyük hakaretti bu.
Onun için önce:
- Allah, seni de,
getirdiğin şeyleri de kahretsin, dedi ve hemen
29
Onun bu savaşa katılmak istemeyişinin altında, Atike Binti Abdulmuttalib'in
gördüğü rüyanın yattığı da ifade edilmektedir. Bkz. Taberi, Tarih, 2/24;
Vakıdi, Megazi, 1/29
41
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
oradan aynlıp evine
gitti. Çok geçmeden o da, savaş için hazırlanmış elinde kılıcıyla orduya
katılıyordu.
Ebu
Cehil'in planı, aksamadan işliyordu. Zira, başlangıçta Ukbe de savaşa gitmemek
için ısrar etmişti ama Ebu Cehil, onu da dize getirmesini bilmişti. Bunu,
Ümeyye de biliyordu. Şimdi ise, "Öldiiriileceğinden korkan Ukbe bile
gidiyorsa sana ne oluyor?"30 mesajını bizzat Ukbe'nin eliyle
Ümeyye'ye ulaştırmış oluyordu.
Aynı zamanda kendisi
de gelmiş ve ona şunlan söylemişti:
-
Ya Ebô Safvan! Sen ne zamandır insanların arkasında kalıyorsun? Halbuki sen,
bu vadinin efendisisin ve bu insanların hep önünde hareket ederdin!
Ebu
Cehil, yine üste çıkmış ve Ümeyye'yi dize getirmişti. Diyebileceği bir şey
kalmamıştı Ümeyye'nin ve artık:
-
En azından, Mekke' deki en iyi deveyi satın alıp onunla giderim, diye
düşünüyordu.
Çaresiz, evine geldi
ve hanımına:
- Ey Ümmü Safvan.
diye seslendi, haydi, beni de savaşa hazır-
la!
Hanımı
da şaşırmıştı. Öldürülmekten korktuğunu çok iyi biliyordu. Sa' d İbn Muaz'ın
sözlerini kendisine naklederken yaşadığı korkuyu hatırlıyor ve bir anda bu
kadar değişip de savaşa gitmek isteyişine bir mana veremiyordu. Onun için:
-
Ya Eba Safvan. diye seslendi. Bir taraftan da, burnundan soluyan kocasını
süzüyordu. Çok geçmeden şunu sordu ona:
- Yesribli
arkadaşının sana söylediklerini ne çabuk unuttunv>'
- Unutmadım, diye
cevapladı Ümeyye. Her halinden çaresizlik
30
Ukbe İbn Ebi Muayt'ın, her zaman yapageldiği, bardağı taşıran bu çirkin
hareketi karşısında Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) de celaIlenmiş
ve ona:
- Bir gün seninle
Mekke dışında karşılaşırsak, bilmiş ol ki mutlaka seni öldüreceğim, demişti.
İnsanlara
hayat vermek üzere gönderilen bir Nebi'yi bile, bunu söylemek zorunda bırakan
Ukbe, o gün bugündür korkudan iki büklümdü. Zira, Muhammedü'l-Emin'in yalan
söylemeyeceğinden emindi; bir şeyi O söylüyorsa bu, mutlaka olurdu. Onun için,
Mekke dışına çıkmaktan çekiniyor ve çoğunlukla zamanlarını evinde geçirmeye
çalışıyordu.
3ı Daha birkaç ay
önce, umre yapmak için Mekke'ye gelen eski dostu Sa'd İbn Mu-
42
Bedir'e Doğru
okunuyordu.
Göz göre göreölüme gittiğinin o da farkındaydı. Unutmamıştı ama kendince,
riskli ortamlardan uzak kalarak ölümden kurtulmayı planlıyordu. Onun için,
müşrik ordusunun mola verdiği her yerde Ümeyye, devesini kenardaki bir ağaca
bağlayacak ve kendini emniyete almaya çalışacaktı.
Kervandan haber getiren Damdam'ın Mekke'ye
gelişi üzerinden iki gün geçmişti ve artık Kureyş ordusu tam tekmil savaşa hazırdı.
Kendilerine güvenleri tam, galip geleceklerine dair inançları da doruk
noktadaydı. Onun için alımlı alımlı yürüyor ve adeta boy gösterisi
yapıyorlardı.
Çok geçmeden de, düğüne giden gelin alayları gibi şen
ve şakrak yola koyuldular. Kendilerinden o kadar emin idiler ki, savaş sonrasında
alem yapmak için, yanlarına içki, kadın ve çalgı malzemeleri de almayı ihmal
etmemişlerdi.
Başlangıç itibarıyla bin üç yüz kadar insamn bulunduğu
ve Ebu Cehil'in komuta ettiği Mekke ordusunda, yüz at ve yedi yüz de deve
vardı. Onlar için kervan, artık ikinci plandaki bir işti; Muhammed ve ashabım
şehir dışında bir yerde yakalayıp, bir daha karşılarına çıkmamak üzere ve
kesin olarak işlerini bitireceklerini düşünüyorlardı.
Ordunun yiyecek meselesini de kendi aralarında
paylaşmış ve bu yükü, belli başlı kimselere ihale etmişlerdi. Mekke'den
çıktıkları ilk gün, EbU Cehil on deve kesmiş ve ordunun karnını
doyurmuştu. Usfan'a geldiklerinde Ümeyye İbn Hale! devreye girecek ve
dokuz deve de o kesecekti. Kudeyd'e ulaştıklarında, meşhur şair Süheyl İbn
Amr kolları sıvayacak ve on deve de o boğazlayacaktı. Daha sonraki günlerde
ise, on deve Utbe İbn Rebia ve on deve de, Haccac'ın oğulları Miinebbilı
ve Nübeyh kesecek ve böylelikle ordunun karnını ortaklaşa doyurmuş
olacaklardı.
az'la
konuşurken, Efendimiz'in kendisini öldüreceğine dair bir beyanı kulağına gelmiş
ve o da bunu, lıayat arkadaşıyla paylaşmıştı. Bunu duyan Ümmü Safvan. - Mekke'de
mi, diye tepkisini dile getirmiş ve buna karşılık o da:
- Bilmiyorum,
cevabını vermişti. O günden bu yana, Mekke dışına çıkmamaya
yemin etmiş ve
yeminini bozmama konusunda da kararlılığını devam ettiriyordu. Bkz. Buhari,
Sahih, 4/1453 (3734); İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 3/316
43
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Cuhfe
denilen yere
geldiklerinde, Cüheym İbn Salt arkadaşlarına dönecek ve:
-
Biraz önce benim yanımda duran süvariyi gördünüz mü, diye soracaktı. Kimsenin
bir şey gördüğü yoktu ve:
- Hayır, dediler.
Ardından da:
- Şüphesiz sen de
delirmiş olmalısın! Anlaşılan, seninle şeytan
oyun
oynuyor, demeyi ihmal etmediler. Meğer, Cüheym de, uyku ile uyanıklık arasında
bir rüya görmüş ve bir türlü bunun tesirinden kurtulamamıştı. Rüyasında,
yedeğinde bir deve olduğu halde karşısından kendisine doğru bir atlı geliyor
ve Rebia'nın iki oğlu Utbe ve Şeybe, Ebu'l-Hakem İbn Hişam (Ebu Cehil), Ümeyye
İbn Halef, Ebu'l- Balıteri ve Kureyş'in eşrafından sayılan daha birçok ismi
zikredip bunların öldürüldüğünü söylüyordu. Sonra da, devesinin boynuna
kılıçla vurup, onu askerlerin arasına doğru gönderiyor; boynundan fışkıran
kanlar da, orada bulunan çadırların hepsinin üzerine bulaşıyordu.
Bu
riiya da konuşulmaya başlanıp Ebu Cehil'in kulağına geldiğinde Ebu Cehil:
- İşte, Muttaliboğullarından yeni bir peygamber daha,
diye tepki verdi. Ona göre, Haşimoğullarının yalanlarına şimdi bir de
Muttaliboğullarının yalanları ilave ediliyordu. Halbuki, öldürülecekler
arasında kendi adı da zikredilmişti ama o, söylenilenleri alaya alıyor ve
böylelikle bunların, boş şeyler olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Arkasından da
şunu ilave etti:
-
Eğer onlarla karşılaşırsak, yarın kimin öldiiriileceğini göreceksiniz!
Ebfı Süfyan'ın
Geri Dönüş
çağrısı
Ebu
Süfyan'ın gönderdiği Kays İbn İmriülkays da, Cuhfe denilen yerde Kureyş
ordusuna ulaşmış ve:
- Şüphesiz ki sizler, kervandaki mallarınızı ve onunla
birlikte olan adamlarınızı düşünerek yola çıkmıştınız; şimdi ise hem mallarınızı,
hem de canlarınızı Allah tehlikelerden kurtardı; öyleyse geri dönün, diyerek
onlara, savaşın gereksiz olduğu mesajını iletiyordu.
Bu haberi duyan ve zaten savaşmak istemeyen Hôris
İbn Amir, Ümeyye İbn Halef, Rebia'nın oğulları Utbe ve Şeybe kardeşler,
44
Bedir'e Doğru
Hakim
İbn Hizôm, Ebu'l-Bahteri, Ali
İbn Ümeyye ve As
İbn Mütıebbiiı gibi bazı insanlar, geri dönüş için belli başlı girişimlere
bile başlamışlardı.
Ebu
Cehil, bu girişimi ve geri dönmek isteyen herkesi korkaklıkla itham ediyor ve
onlar insanlar önünde zor durumda bırakıyor; ayrıca Ukbe İbn Ebi Muayt ve Nadr
İbn Haris de ona destek verip yol gösteriyorlardı. Küfür adına kinni kusuyor ve
göz göre göre insanları ölüme sürüklüyordu. Son hükmü de yine o verecekti:
-
Vallahi de, Bedir'e ulaşıncaya kadar asla geri dönmeyiz! Sonra da orada üç gün
kalır; develer keser, yemek yeyip içki içer ve çalgıcı kadınlarla alem yaparız!
Böylelikle Araplar, bizim toplanıp da buraya kadar geldiğimizi duyar ve bundan
sonra da asla bize karşı laf üretemezler! Haydi, yolunuza devam edin!
Ancak,
herkes aynı kanaatte değildi; Ahnes İbn Şerik, Zühreoğullarına seslenerek
artık kervanın emniyette olduğunu ve dolayısıyla da savaşmalarına gerek
kalmadığını söyleyip onlarla birlikte geri dönecekti. Zühreoğullarını,
Adiyyoğulları da takip edecek ve bu iki kabileden, savaş için yola devam eden
kimse kalmayacaktı.
Her
türlü çabaya rağmen Ebu Cehil'in, inatla Kureyş'i savaşa sürüklediğini duyan
Ebu Süfyan şunları söyleyecekti:
-
Vah kavmimin başına gelenlere! Hiç şüphe yok ki bu, Amr İbn Hişam'a (Ebu Cehil)
ait bir hırstan başka bir şey değil!
Hatta,
Kureyş'in habercisi gelip de, kendisine her şeye rağmen ordunun, Ebu CehiI'in
teşvikiyle Bedir'e doğru ilerlediğini söylediğinde çok üzülmüştü. Üstüne
üstlük bir de bu adamlar, kendisini de arkadan çağırıyor ve kervanı Mekke'de
bırakarak orduya yetişmesini istiyorlardı. Şaşılacak bir işti; göz göre göre
ölüme gidiyorlardı ve o, bunların hiçbirine iltifat etmeyecek ve böylelikle,
Ebu Cehil'in hırsına kendisini de kurban etmeyeceğini beyan etmiş olacaktı.
Çok
geçmeden Mekke'de, Kureyş'in kervanından ayrılan Zühre ve Adiyyoğullarıyla
karşılaşacak olan Ebu Süfyan, diğerleri gittiği halde kendilerinin neden
döndüklerini soracak ve karşılık olarak da, onlar, Ebu Süfyan'ın gönderdiği
haber sebebiyle döndüklerini söyleyeceklerdi.
45
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern)
Yola çıktıkları günden bu yana oruç tutan Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellern), daha önce ifade ettiği halde orucunu açmak istemeyen
ashabına seslenecek ve:
-
Ben orucumu açtım, sizler de açın, diyerek bugünden sonra oruca niyet
etmemelerini emir buyuracaktı. Böylelikle ashab-ı kirarn hazretleri, yolculuk
ve savaş gibi durumlarda oruç tutmama ruhsatını da öğrenmiş oluyorlardı. Zira
Cibril-i Emin'in getirdiği ayetlerde bu konu ele alınmış ve Resülullah da
bunları ashabına tebliğ etmişti.
Safra denilen yere geldiklerinde, Resülullah
karşılarına çıkan iki dağın adını so rup burada yaşayan ahalinin hangi kabileye
mensup olduklarını öğrenmek istedi. Aldığı cevaplar pek hoşuna gitmemişti ve
yolunu değiştirip Safra'yı sol tarafına alarak Zefirarı denilen vadi
istikametinde sağ tarafı tercih edip yoluna devam etti. Zira, kainatta tesadüf
yoktu ve olumsuzluğu ifade eden bu isimler O'na, eşyanın perde arkasından belli
mesajlar fısıldamıştı. İçinde yaşadığı varlıkla bu denli bütünleşen Allah Resülü
(sallallahu aleyhi ve sellem) de, başka kaynaklardan elde ettiği bilgiler
yanında bu isimlerin kendisine ilham ettiği şeyleri de esas alıyor ve
stratejisini ona göre belirliyordu.
İşte
bu sıralarda, Kureyş'in yola çıkıp da savaşmak için geldiği haberini almıştı.
İşin rengi bir anda değişivermişti. Savaş niyetiyle yola çıkmadıkları için, ne
malzeme ne de ruhi olarak hazırlardı. Aldığı kararlarda beraber yürüdüğü
insanların katılımına özen gösteren Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern),
böylesine kritik bir noktada ashabının görüşüne başvurdu. Önce Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer gibi ileri
gelenler fikir beyan ettiler. Mikdôd İbnAmr söz aldı:
-
Ya Resülullah, dedi. Allah'ın Sana emrettiği istikamette yoluna devam et;
bizler hep Seninle beraberiz! Allah'a yemin olsun ki bizler, İsrailoğullarının
Hz. Musa'ya dedikleri gibi:
-
Sen ve Rabbin gidip savaşın; işte bizler burada oturup hiçbir yere
gitmiyoruz.> diyecek değiliz! Bizler şunu diyoruz:
32 Bkz. Maide, 5/24
Bedir'e Doğru
-
Sen ve Rabbin gidip savaşın ama bizler de Sizinle birlikte ve Senin sağ ve
solunda, ön ve arkanda ölümüne beraber savaşınz. Seni hak ile gönderene yemin
olsun ki, Berk-i Gımad'a kadar yürümeyi murad buyursan, vallahi biz hepimiz,
hiç usanmadan Seninle birlikte oraya kadar geliriz!
Başındaki
peygamberle birlikte ölüme koşarak gidiyor olmanın heyecanıydı bu ifadeler ve
Efendimiz'i çok memnun etmişti. Nur cemali ay ışığı gibi parlıyordu. Önce
Mikdad'a hayır duada bulundu ve arkasından genele dönerek ashabına şunları
söyledi:
- Ey insanlar! Bana
fikrinizi söyleyip yol gösterin!
Demek
ki O (sallallahu aleyhi ve sellern), bu kabulün sadece belli kimselerle
sınırlı olmasını istemiyordu ve bunu söylerken de, özellikle Ensar'ı
kastediyordu. Çünkü Ensar, Akabe'de söz verirken Medine'yi kasdetmişlerdi.
Şimdi ise mesele, Medine dışına kaymış ve sıcak bir çatışmaya doğru gidiyordu.
Aynı zamanda ordunun büyük çoğunluğunu da onlar oluşturuyordu. Onun için çok
geçmeden Efendimiz:
-
Bana fikrinizi beyan edip yol gösterin, deyip talebini tekrarlayacaktı.
-
Ensar adına ben konuşayım, diyerek Sa'd İbn Muiiz ayağa kalktı:
- Sanki, bizi
kasteder gibisin ya Resülullah, diyordu. Efendimiz
de:
-
Evet, buyurdu. Bunun üzerine Hz. Sa'd, şunları söylemeye başladı:
-
Sanki, Ensar'ın sadece kendi yurtlarında Sizi koruyacaklarına dair bir
endişeniz var gibi ya Resülullahl Şüphesiz ki ben, şu an Ensar adına konuşup
Size cevap veriyorum; dilediğin yere kadar yürü ... İstediğin kimselerle
irtibat kur ve istediklerinle de alakanı kes ...
Mallarımızdan
istediğini al ve dilediğin kadarını da bize bırak; bil ki, mallarımızdan
aldığın miktar, bizim için geride bıraktığından daha çok bizi memnun eder.
Senin emrin başımızın üstüne ve bizler emrini bekliyoruz ve hep Seninle
birlikte olacağız!
Bizler,
Sana iman edip tasdik ettik; getirdiklerinin hak olduğunu beyan edip her
haliıkarda Sana söz ve ahid verdik. Öyleyse şimdi Sen, istediğin yere yönel ya
Nebiyyallah! Biz, hep Seninle beraber
47
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
olacağız!
Seni hak ile gönderene yemin olsun ki, şayet şu denize atını sürüp dalsan,
istisnasız bizler de gelip oraya at sürer ve denize dalarız! Ve bu konuda
inan, bizden bir tek adam bile geride kalmaz! Yarın, bizimle birlikte düşmanla
karşılaşman, bizi asla bu yoldan çeviremez. Çünkü bizler, savaş konusunda
sabırlı, düşmanla karşılaştığımızda da, sözümüzün eriyizdir. Göreceksin;
umulur ki Allah, bizim vesilerniz ve Resülü'nün de bereketiyle Sana, gözünü
aydın kılacak lütuflar gösterecek!
Sanırım şimdi Senin karşına Allah (celle celaluhü),
hesap etmediğin bir iş çıkardı. Bizimle birlikte Sen, Allah'ın bereketiyle
yürü! Şüphe n olmasın ki bizler, sürekli Senin sağ ve solunda, ön ve arkanda
bulunacak ve Seninle birlikte ölümüne savaşacağız!
Anlaşılan, kıvam tamdı ve bu kıvamda, dünyayı dize
getirecek bir potansiyel gizliydi. Zaten, manada yakalanan bu güç, aynı zamanda
maddi olanın da üstesinden gelmeye yetecek bir potansiyel demekti. Zira, gözünü
budaktan sakınmadan ve Allah ve ResUlü'nün yoluna karşılık beklemeden baş
koyanlara Allah'ın nusret vaadi vardı.
Zaten, Cibril-i Emin de gelmiş, bu vaadin
gerçekleşeceği müjdesini getirmişti. Gelen ayetlerde Yüce Mevla, iki
topluluktan birisini Müslümanlara vadettiğini söylüyordu. Elbette burada,
riski daha az olan kervanı tercih etmek insan fıtratının bir gereğiydi ve belli
ki ashab da, başlangıçta böyle düşünmüştü. Ancak Allah (celle celaluhü),
emirleriyle hakkı üstün tutmak ve şirkin kuvvetini yok ederek kafirlerin
ardını kesrnek istiyordu. Zira bu, bir fırsat demekti ve böylelikle hak olan
İslam'ın adı yükselecek ve batıl olan şirk ise hezimet yaşayacaktı.P
Bunun
üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabına döndü ve şöyle
buyurdu:
- Allah'ın bereketiyle haydi yürüyün bakalım! Çünkü
Allah (celle celaluhü), iki taifeden birisini Bana vadediyor. Vallahi, şu anda
da Ben, onların teker teker devri1ip düştükleri yeri görüyor gibiyim!
Artık, kararlılıkla
yola koyulmuş, Bedir'e doğru ilerliyorlardı.
33 Bkz. Enfal, 8/7, 8
Bedir'e Doğru
o
gün için Bedir, yolların kesiştiği bir yerdi ve burada Araplar, belli
mevsimlerde bir araya gelip panayır kurarlardı. Kısaca Bedir, Mekke'nin de
Medine'nin de yabancısı olmadığı bir yerdi.
Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashab-ı kirarn Bedir'e geldiklerinde
günlerden cuma idi. O akşamı burada geçirecekler ve savaş da, ertesi gün burada
cereyan edecekti. 34
Savaş,
istihbarat demekti ve Efendimiz de, karşı tarafın durumuyla ilgili bilgi
toplamaya azami dikkat ediyordu. Bu sebeple o günün akşamında, Hz. Ali, Hz.
Zübeyr İbn Avvam, Besbes İbn Amr ve Sa'd İbn Ebi Vakkôs'ı yeniden
Bedir'e göndererek keşif yapmalarını istedi. Akşamın karanlığında yola çıkan
grup, Bedir kuyularının başına geldiğinde, burada müşriklerin gönderdiği Eslem
ve Arid adında iki kişiyle karşılaştı.
Aslında
onlar da, haber ve bilgi avına çıkmışlardı. ilk sıcak temastı bu ve aralarında
geçen hafif bir tartışmanın ardından mü'minIer, onları esir alarak
Efendimiz'in huzuruna getirdiler. Huzura getirildiklerinde, Efendiler Efendisi
namaz kılıyordu. Namazını bitirinceye kadar ashab, etrafında toplandıkları
adamları sıkıştırdı. Adamlar:
-
Bizler, Kureyş için su almaya gelmiştik, diyorlardı, fakat ashab tatmin
olmamıştı. Onların, Ebu Süfyan'ın kervanından ayrılıp da geldiklerini
düşünüyorlardı. Onun için, şiddet ve tazyikin dozunu artırarak sıkıştırmaya
devam ediyorlardı. Nihayet, adamlar da kurtuluşu, talep edilen istikamette
konuşmakta görmüş ve Ebu Süfyan' ın ulakları olduklarını söylemişlerdi.
Bu
arada Efendimiz, rükü ve seedesini tamamlayıp selam vermişti. Ashabına döndü
ve şunları söyledi:
-
Adamlar size doğruyu söyleyince sıkıştırıp dövüyor, yalan beyanda bulununca da
onları bırakıyorsunuz! Adamlar doğru söylüyor; vallahi de onlar, Kureyş'in
adamları.
Ardından da, Eslem ve
Arid'ı karşısına alarak sordu:
34
Bugünün, cuma olduğuna dair de rivayet vardır. Bkz. İbn Sa'd, Tabakat, 2/21;
İbn Abdilberr, İstiab, 1/43. Her ne kadar Bedir'in pazartesi günü cereyan
ettiğine dair bir rivayet olsa da buna pek itibar edilmemiştir. Bkz. İbn Sa'd,
Tabakat. 2/21
49
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
- Kureyş nerede?
- Şu gördüğün tepenin
arkasında, diye cevapladılar.
- Peki, onlar ne
kadar?
- çok.
- Sayıları kaç?
- Bilmiyoruz.
- Günde kaç deve
kesiyorlar?
- Bir gün dokuz, bir
gün on.
Bunun üzerine
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabına
döndü ve:
- Onlar, dokuz yüz
ile bin kişi arasında, buyurdu.sf Bir sorusu daha vardı:
-
Peki, onlar arasında Kureyş'in ileri gelenlerinden kimler var? Eslem ve Arid;
gelenler arasında, Rebia'nın oğulları Utbe ve
Şeybe,
Ebu'l-Bahteri, Hakim İbn Hizôm, Nevjel
İbn Huveylid, Amr İbn Hişôm (Ebu
Cehil), Ümeyye İbn HaleJ, Hacoac'ın iki oğlu Nebilı ve Münebbih, Süheyl İbn Amr ve
Amr İbn Abdivüd gibi isimleri sayacaklardı.
Bunları
dinledikten sonra Allah Resülii'nün dudaklarından şu cümle dökülüverdi:
-
İşte, şüphesiz ki Mekke, bugün sizin önünüze ciğerparelerini sunmuş bulunuyor!
İki
ordu, birbirine çok yaklaşmış ve buluşacakları yer, Bedir olarak kesinlik
kazanmıştı. Öyleyse, bir an önce oraya gidip karargah kurarak yerleşmek
gerekiyordu. Ve Ramazan ayının on yedinci günü bir cuma akşamı Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellern), ashabıyla birlikte Bedir' e gelip konaklama
emri verdi.
Bu arada yanına
yaklaşan Hiibôb İbn Münzir: - Ya Resülullah,
dedi.
Hübab,
henüz gençti ve Allah Resülü'ne muhalefet etme endişesi taşıyordu. Onun için
sesini olabildiğince kısmış, endişe dolu bir
35 Gerçekten de müşrik ordusu, Efendimiz'in
söylediği rakamın ortası olan dokuz yüz elli kişiden oluşuyordu. Bkz. İbn Sa'd,
Tabakat. 2/ı5
50
Bedir'e Doğru
sesle
hitap ediyordu. Ancak zaman ve mekan açısından ortada, istişarenin hakkını
vermeyi ve bildiğini ortaya koyup tecrübeyi paylaşmayı gerektiren bir durum
vardı. Şöyle devam etti ve sordu:
-
Bu mekanı tercihiniz; bizim herhangi bir değişiklik yapıp da takdim veya tehir
tercihimiz olmayan ve Allah'ın Size bildirdiği bir vahiy neticesi mi yoksa bu,
harp ortamını göz önüne alarak Zatınızın yaptığı bir tercih mi?
-
Bilakis, savaş şartları düşünülerek yapılmış bir tercih, diyordu Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellern). Bunun üzerine şunları söyledi:
-
Ya Resülullah! Şu anda bulunduğumuz yer, savaş açısından uygun bir mekan değil;
en iyisi insanlara emret ve bizler, onlara yakın olan aşağı taraftaki kuyunun
yanına gidelim! Çünkü ben, burayı ve buradaki kuyuları iyi biliyorum. Orada,
benim bildiğim, suyu tatlı ve kesilmeyen bir kuyu var. Oraya bir havuz yapıp
daha fazla su toplar ve ihtiyacımızı buradan karşılar, diğer kuyuları da
kapatırız.
Ortam,
savaş ortamıydı ve yürekten gelen bu samimi teklif, makul görünüyordu. Bu
arada, Cibril-i Emin de gelmiş, Hubab'ın teklifinin isabetli olduğu müjdesini
getirmişti.
Bunun üzerine
Efendimiz:
-
Doğru olan, Hubab'ın işaret ettiğidir, dedi ve tarif edilen yere doğru yola
koyuldu ve sözü edilen kuyunun yanına gelerek burada karargah kurdu. Bu arada,
diğer kuyular da kapatılmıştı.
Dikkat
çeken bir husus da, Şam cihetindeki mevkiyi tutan Müslümanların güneşi
arkalarına almış olmalarıydı. Tabii olarak müşrikler de, Yemen tarafını tutmuş
ve güneşe karşı savaşmak zorunda kalmışlardı.
Bu
kadar gelişmeden sonra bir sahabinin gelip rüzgarı da arkalarına almalarının
kendi lehlerine olacağını, çünkü rüzgarın vadinin yukarısından bu tarafa doğru
estiğini ve bunun da bir nusret emaresi olduğunu bildirmesi üzerine Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellern):
-
Ben artık saflarımı düzenledim ve sancağımı da buraya diktim; bir daha onu
değiştiremem, buyuracak ve böylesine kritik anlarda bir liderde olması gereken
kararlılığı gösterecekti.
Bu
arada, Efendimiz'in de içinde kalacağı çadır kurulmuş, akışı değiştirecek hamle
için merkez de tayin edilmişti. Bu sırada, savaşın
51
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
cereyan
edeceği alanı teftiş etmek istedi. yanında bir grup ashabıyla birlikte Bedir
kuyuları arasında dolaşırken Kureyş ulularının isimlerini saydı ve bizzat
mübarek elleriyle onların teker teker ölüp de düşecekleri yerleri gösterdi.
Çok geçmeden Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)
de, Hz. Ebu Bekir'le birlikte bu çadıra girdi. Sebeplere riayet edip savaşın
hakkını verecek tedbirler yanı sıra Mevla-yı Müteal ile olan irtibatını da
ihmal etmiyordu. Zira, atılan her adımda O'nun rızası olmalıydı; O razı
olduktan sonra inayeri de zahir olur ve her türlü sıkıntının üstesinden
gelirlerdi. Evet, şimdi de sohbet-i canarı zamanıydı.
Bir aralık, dışarıda bekleyen birinin varlığını
hissetti; dışarı çıkıp da baktığında oradaki insanın Sa'd İbn Muaz olduğunu
gördü. Yüzünde, endişe dolu bir bekleyiş hakimdi. Belli ki, müşriklerin Efendimiz'e
bir kötülük yapabileceklerinden endişe etmiş ve kılıcını kuşanarak O'nu
korumak için buraya kadar gelmişti. Bu endişe, onun yüzüne de yansımıştı.
Düşmandan gelebilecek tehlikelere karşı tedirgin bir hali vardı. Efendiler
Efendisi ona döndü ve:
-
Sanki sen ey Sa'd, bu insanlardan gelecek tehlikelere karşı endişe duyuyorsun,
diye seslendi.
- ValIahi de, evet ya Resülullahl Zira bu, bizim
müşriklerle yapacağımız ilk savaş, diyordu. İşi ihtimale bırakmayan bu tedbir
insanı, ancak takdir görürdü ve Efendimiz de, onun bu hassasiyetini takdirle
karşılayacaktı. O gece sabaha kadar dua dua Rabbine yalvaracak ve Allah
davasını ikame etmek isteyen bu bir avuç insanı, inayet edip muzaffer
kılmasını talep edecekti. Dua ederken:
- Allah'ım, diyordu, işte Kureyş, bütün benliği ve
şatafatıyla birlikte buraya kadar geldi; onlar Sana meydan okuyor ve
Resülii'ne yalancı isnadında bulunuyorlar. Allah'ım! Onlara karşı Senden, Bana
vaadettiğin nusretini talep ediyorum! Allah'ım! Yarın sabah erkenden, onların
burnunu yere sürt!
Yağmur ve Sekine
Bu arada, Bedir' de tatlı bir yağmur başlamıştı. Bu,
gelecek zafer öncesinde adeta, tatlı bir rahmet müjdesi gibiydi. Mii'rninler
için, rahmetin sağanak olup yağacağının müjdesiydi. Elbette aynı yağmurdan
karşı tarafın olduğu yer de etkilenmişti; bir farkla ki onlar,
52
Bedir'e Doğru
giderek şiddetlenen
bu yağmur sebebiyle perişan olmuş ve bulundukları yerde çamurdan hareket
edemez hale gelmişlerdi.
Bir
de o akşam, üzerlerine sekine inmiş ve ashab, sanki rahmet banyosu yapmışçasına
tatlı bir huzura gark olmuş, iliklerine kadar huzur soluklamıştı. Zaten sekine
de, böyle bir huzurun adıydı. Öyle tatlı bir uykuya daImışlardı ki, bu tatlı
uyku adeta buraya kadar yaşanan onca sıkıntı ve acıyı tamamen unutturmuştu.
Belli ki, ertesi gün için zinde olmaları gerekiyordu ve bu telaşla uykusuz
kalıp da dirençlerini düşürmernek için Allah (celle celaluhü) onlara böyle bir
nimet bahşetmişti. Hatta mü'minler, üzerlerine sine n bu sekinenin tesiriyle,
ayakta kalabilmek için kılıçlarına dayanmak istiyorlar ama bu vaziyette bile
uyuyakalıyorlardı.
Karşı
tarafta savaş hazırlığı yapan müşrikler ise, artan yağmurun şiddeti altında
kalacak ve çamur içinde yürümekte zorlanacaklar, üstesinden gelmekte
zorlandıkları türlü türlü meşakkat yaşayacaklardı.
O
gecenin sabahında Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), daha müşrik ordusu
gelip yerleşmeden önce, Bedir'de ashabını toplamış ve savaş için saflara
ayırarak hizaya sokınuştu. Belli ki, görünüşe de önem veriyordu. Zira, bu da
bir mesajdı; hafif öne veya arkaya kaymış olanları bizzat uyarıyor ve
saflardaki düzgünlüğü sağlayıp nizami bir görünüm temin ediyordu. Efendimiz,
bu esnada saflar arasından birinin hafifçe öne çıktığını görmüş ve yanına
gelerek, biraz geri çekelerek hizaya gelmesi için elindeki okla bu sahabinin
göbeğine hafifçe dokunmuş ve:
-
Sen de hizaya gir ey Sevad, buyurmuştu. Sevad İbn Ğaziyye hizaya girmişti
girmesine ama arkadan:
-
Ya Resülullah, diye seslenmişti. Bana eziyet verdin; Seni hak ile gönderene
yemin olsun ki, aynı şekilde kısas istiyorum!
Sesin
geldiği cihete yönelen Efendimiz (sallallalıu aIeyhi ve sellern), hiç tereddüt
etmeden karnını açtı ve:
-
Haydi, öyleyse kısas yap, diyerek Sevad'ırı vurması için yanına yaklaştı.
Ashab-ı Bedir, taaccüp içinde gelişmeleri takip ediyordu. Efendimiz'in bu
davranışı, kul hakkı adına herkese büyük bir ders veriyordu.
Herkesin dikkat
kesildiği Sevad, önce eğilip Efendimiz'in kar-
53
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
nından öptü ve
arkasından da boynuna atlayıp O'na sarıldı. Niyeti anlaşılmıştı ve Efendimiz de
sordu:
- Peki, niye böyle
bir şey yaptın ey Sevad?
- Ya Resülullah! Gördüğün
gibi savaş gelip çattı ve ben, öldü-
rülmeyeceğimden
emin değilim! İstedim ki, tenimin mübarek teninize değmesi dünyadan son
nasibim olsun ve huzur-u ilahiye ben bununla gideyim!
Resülullah ile bütünleşmenin, O'nun sevgisiyle yanıp
tutuşmanın ve aynı zamanda O'nun sevgisine karşılık ashabından taşan sevginin
adıydı bu. Bu hareket de karşılıksız kalmayacak ve yaşanan bu hadise üzerine
Allah Resfılii (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Sevad'a iltifat edip hayır
duada bulunacaktı.
Bu arada, şiddetli bir rüzgar esmiş ve bir müddet sonra
arkası kesilmişti. Çok geçmeden ikinci bir rüzgar ve bunun ardından da üçüncü
bir rüzgar estikten sonra ortalık durulmuştu. Meğer birinci rüzgarla birlikte
Cibril-i Emin, ikinci rüzgarla Mikail ve üçüncü rüzgarla da İsrafil
(aleyhimüsselam) gelmişlerdi ve beraberlerinde bulunan biner adet melekle
mii'minleri takviye ediyorlardı. Demek ki, Rabbi razı edecek keyfiyeti elde
edip O'nun adını bayraklaştırma adına yerdekiler kendilerine düşeni kusursuz
yerine getirip yapınca, sema ehli de buna kayıtsız kalmıyor ve hayır
müdavimlerinin yardımına koşuyordu. Mikail ve beraberindeki bin melek,
Efendimiz'in sağ tarafına, İsrafil'le birlikte olan diğer bin melek de sol
tarafına geçip saf tutacaklardı. Kendilerine mahsus bir görüntü arz
ediyorlardı; yeşil, sarı ve kırmızı sarıklarını başlarına sarmış, bir ucunu da
bellerinden aşağıya doğru sarkıtmışlardı. Atlarının alnında, yünden bir nişane
bulunuyordu. 36
Büyük ve beyaz sancak, Muhacirler adına Mus'ab İbn
Umeyr'e verilmişti. Bunun yanında, Ensar'ı temsilen iki tane daha sancak
vardı; Hazrec'in sancağını Hubôb İbn Miuızir ve Evs'in sancağını
36
o gün Bedir'e katılan meleklerin sima ve giysileriyle ilgili farklı rivayetler
bulunmaktadır. Sarıkların renkleri daha çok kırmızı, siyah, sarı ve beyazdır.
Belli başlı insanların şekline büriinüp de gelen meleklerin giysi farklılığı,
muhtemelen o insanların giydiği giysileri taşıyor olmalarındandı. Mesela
Cibril-i Emin, Zübeyr İbn Avvam suretinde gelmişti ve o da, başında sarı bir
sarıkla savaşıyordu. Bkz. Salihi, Sübülü1-Hüdii ve'r-Reşad, 4/43, 44
54
Bedir'e Doğru
da
Sa'd İbn Muôz taşımaktaydı.s? Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem),
Muhacirlerin parolasını 'Ya Beni
Abdirrahmôn', Hazrecinkini
'Ya Beni
Abdillah' ve Evs'in
parolasını da 'Ya Beni
Vbeydillah' olarak
tayin etmişti. Genelde herkesin kullandığı parola ise, 'Ya
Mensur. Öldür!,38 şeklindeydi.
Savaş
başlamadan önce Efendiler Efendisi'nin, ashabına diyecekleri vardı. Ashabını
toplamış ve şöyle seslenmişti:
- Ben biliyorum ki Haşirnoğullanndarı ve diğerlerinden
bazı insanlar, zorla savaşa gelmek zorunda bırakıldılar; zaten bizim, onlan
öldürmeye ihtiyacımız da yok! Sizden kim, Haşimoğullarından birisiyle
karşılaşırsa, sakın onu öldürmesin!
Bu listenin başında şüphesiz, Efendimiz'in öz amcası
Abbas İbn Abdulmuttalib bulunuyordu. Müslüman olmuştu ama İslam'ı tercih
ettiğini Kureyş'ten gizliyordu. Hatta, hanımı Ümmü Fadl ile birlikte onun da Müslüman
olduğu haberini kendisine ilk ulaştıran EbU Rôfi'ı Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellem), bu müjdesine mukabil hiirriyete kavuşturmuştu.s? İşte bugün Hz. Abbas
dahil Haşimoğullan, bilhassa Ebu Cehil'in zorlamasıyla Bedir'e gelmek ve
ailelerinden birilerine karşı kılıç kuşanmak mecburiyetinde kalmışlardı. O'nun
dokunulmaz ilan ettiği başkalan da vardı ve ashabına şunlan söyledi:
- Dikkat edin! Ebu'l-Bahteri'den başka bunlar
arasında kimsenin Bana karşı minnet hakkı yoktur. Sizlerden hanginiz onunla
karşılaşırsa, yolunu serbest bıraksın ve o size ilişmediği sürece sizler de
ona dokunmayın!
Zira o, yine Ebu Cehil'in tahrikiyle Kabe'de, üzerine
deve işkembesi atıldığı zaman Efendimiz'e sahip çıkmış, hatta mahzun haline
şahit olunca da O'nu yoldan geri çevirip Ebu Cehil'in kafasına sopa-
37
o gün, müşriklerde de üç sancak bulunmaktaydı ve bunlan, Ebü Aziz İbn Umeyr, Nadr İbn Haris ve
Talha İbn Ebi Talha taşıyordu.
38 O günkü genel
parolanın, 'Ehad, Ehad' şeklinde olduğu da söylenmektedir. Bkz.
İbn Hişam, Sire,
3/182
39
Zaten Ebu Rafi', Hz. Abbas'ın kölesiydi; onu yeğeni Efendiler Efendisi'ne daha
önce hediye etmişti. Efendisinin Müslüman olması, Ebu Rafi' için aynı zamanda
hürriyete giden yol anlamına geliyordu. Bkz. İbn Sa'd, Tabakat. 4/73, 74
55
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
sını
indirerek başını yarmıştı. Üç yıl süren boykotun delinmesinde de, önemli ölçüde
onun rolü vardı. İnanmamıştı ama bu kadarcık iyiliğini bile Efendimiz
unutmamıştı. Kendisiyle savaşmak için geldiği Bedir'de Ebu'l-Bahteri'ye de
merhamet ediyordu. Ancak, bu durumdan hoşnut olmayanlar da vardı:
-
Bizler, babalarımızı, kardeşlerimizi ve aşiretimizi öldürüp dururken Abbas'ı
terk mi edeceğiz, diyorlardı. Bu sözler, Efendimiz'in kulağına kadar gelince
yanına Hz. Ömer'i çağırdı:
- Ya Eba Hafs, dedi.
Bu künyesiyle Hz. Ömer'e ilk seslenişiydi.
Gönül eritip yürek
yakan bu seslenişin ardından da, içini açarak ona şunu söyledi:
- Hiç, Resülullah'ın
amcasını kılıçla vurmak uygun düşer mi? Hz. Ömer, kim olursa olsun Resülullah'ı
üzeni, oracıkta defterinden siliverdi ve hemen:
-
Onu bana bırak ya Resülullahl Bırak ki onun boynunu vurayım, diye kükredi.
Çünkü, ona göre böyle bir itiraz da bulunan, ancak bir münafık olabilirdi.
Ancak
Efendiler Efendisi, ashabından kimseyi dışarıda bırakacak değildi; O'na göre,
insanlar ne kadar farklı düşünürlerse düşünsünler, İslam'ın eritici
atmosferine girdikten sonra bu farklılıklar ittifak çizgisinde izale edilecek
ve herkes, gün gelip mutlak doğrunun etrafında kenetlenecekti.
O
gün de öyle olacaktı. Hz. Ömer'İn nifak alameti taşıdığını düşündüğü o
insanlar, gün gelecek, Hz. Ömer'in de gıpta ile baktığı ve Resülullah'a sırdaş
birer can yoldaşı olacaklardı.e?
Buraya
kadar her şey kontrol altındaydı. Müşriklerin sayı ve teçhizat açısından üstün
olmalarının ne önemi olabilirdi ki! Nice
40 Bkz. İbn Ebi
Şeybe, Musannef, 7/481 (37390); Taberani, Mu'cemu'l-Kebir, 3/165.
Hz.
Ömer'in hiddetlendiği bu sahabe, EbU Huzeyfe idi ve babası Utbe İbn Rebia,
Efendimiz'in can düşmanlanndan birisiydi. Zaten Bedir günü, ilk ölenlerden biri
de o olacaktı. O gün, Efendimiz'in amcası Hz. Abbas için söylediklerinden dolayı
o kadar üzülmüştü ki, "Bunu ancak şehadet temizler." demiş ve
korkusundan tir tir titremişti. Nihayet, arzuladığı şehadeti Yername günü
bulacaktı. Bkz. İbn Hişam, Sire, 3/177; Taberi, Tarih, 2/34
56
Bedir'e Doğru
sayıca
az topluluğun, kendilerinden kim bilir kaç kat orduların üstesinden geldiğini
bizzat Allah ifade ediyordu. Onların da, rıza-yı ilahiden başka gayeleri yoktu
ve işin burasında Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabına savaş
öncesinde bir hutbe irad edecekti. Önce Allah'a hamdedip O'nu sena ile
başladığı hutbesinde şunları söyleyecekti:
- Şüphesiz ki Ben, Allah'ın sizi teşvik ettiği hususta
sizi teşvik ediyor; O'nun yasakladığı konularda da dikkatinizi çekip sizi nehyediyorum!
O Allah ki, şanı yücedir; hak ile emreder ve doğruluğu sever. Hayır ehline onu,
katındaki mertebelerine göre verir ki onlar, O'nun verdiği bu hayırla yad
edilip onunla birbirlerine üstün olurlar. Şu anda sizler de, hak üzere bir
menzilde bulunuyorsunuz. Böyle bir yolda Allah, ancak kendi rızası için yapılan
amelleri kabul eder ve yine şüphe yok ki gerçek manada sabır, böylesine zor
anlarda gösterilen sabırdır; onunla Allah, bütün sıkıntıları bertaraf eder ve
onunla sıkıntıları unutturur. Unutmayın ki sizler de yarın, gerçek kurtuluşu
ancak onunla elde edebileceksiniz.
İşte, sizin aranızda Allah'ın Resülü var ve sizi bazı
şeylerden sakındırıp belli başlı taleplerde bulunuyor; bugün siz, gazab-ı
ilahiyi eelbedecek bir davranışınıza Allah'ın muttali olmasından sakınıp haya
edin! Çünkü Allah (celle celaluhü), "Allah'zn gazabı, sizin kendinize
olan kötülüğünüzden daha büyüktür."41 buyurmaktadır. O'nun,
size gönderdiği kitabında emrettiklerini, ayetlerini size beyan edip gösterişini
ve zillet içindeyken sizi kurtarıp aziz kılışını iyi düşünün ve ona sımsıkı
sarılın ki, onunla Rabbiniz sizden razı olsun! Bu mevkilerde Rabbinizin hiçbir
emrini çiğnemeyin ki, size vadettiği rahmet ve mağfiretine nail olun! Zira
O'nun vaadi hak, kavli sıdk ve ikabı da şedittir.
Artık, Ben de sizler de, Hayy ve Kayyüm olan Allah'a
emanetiz! Sırtımızı sadece O'na dayar, sadece O'na tutunup O'ndan yardım
diler ve yine sadece O'na tevekkül ederiz! Zaten, dönüşümüz de O'nadır. Allah
(celle celaluhü), bizi ve bütün Müslümanları mağfiret buyursun!
41 Ğafir, 40/10
57
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Bu arada müşrikler, Umeyr İbn Vehb'i göndermiş
mü'minler hakkında daha kesin ve net bilgi toplamak istemişlerdi. Tepeye çıkıp
da manzarayı gören Umeyr, geri döndüğünde sevinerek onlara şunları
söyleyecekti:
-
Onlar, üç yüz kişi kadarlar. Olsa olsa üç beş fazladır. Yetmiş develeri iki
tane de atları var! Ancak siz bana, biraz daha zaman verin ve bundan başka bir
destek kuvvetleri olup olmadığına da bir bakayım!
Atma
atlayacak ve vadiyi de dolaşıp geldikten sonra yine onlara dönecek ve şunları
söyleyecekti:
-
Hiçbir şey görernedim. Fakat, Ey Kureyş topluluğu! Sahipsiz develerin ölüm
taşıdıklarını ... Yesrib develerinin kaçınılmaz sonu hazırladıklarını
görüyorum! Gerçi onların, kılıçtan başka kendilerini koruyacak ne bir sığınak
ne de bir koruyucuları var! Görmüyor musunuz, sanki konuşma kabiliyetlerini
yitirmiş çıt çıkarmıyorlar! Ancak, ejderhalar gibi, avlarını yakalamak için
fırsat kolluyorlar! Allah'a yemin olsun ki, onlardan öldürülecek her bir
nefere karşılık mutlaka sizden de birileri öldürülecektir. Sizin aranızdan bu
kadar adam öldükten sonra da, artık yaşamanın ne hayrı var? Ama esas görüş,
sizin ortaya koyacağınız görüştür ve bu şartlar altında kendi kararınızı
kendiniz verin!
Kureyş
adına yaşanan en kritik andı bu. Bazı insanlar, zaten savaşmak istemiyor ve
geri dönme planları yapıp duruyordu. Umeyr'in sözleri de böyle düşünenlerin
harekete geçmesini netice verecekti. Buna karşı olanlar ise, Umeyr'in yanlış
istihbarat topladığını ileri sürüyor ve yeni bir adam daha göndermeleri
gerektiğinde ısrar ediyorlardı. Derken, EbU Seleme el-Cüşemi'yi göndermeyi
kararlaştırdılar. Ebu Selerne gidip geldikten sonra şunları söyleyecekti:
-
ValIahi ben de, o kadar büyük güç ve kuvvet, silah ve teçhizat veya önemsenecek
bir süvari birliği görmedim; fakat çoluk çocuklarına geri dönmeyi akıllarından
silmiş ve gözleri arkada olmayan bir topluluk gördüm! Kılıçlarından başka ne
sığınabilecekleri bir merci ne de kendilerini koruyacak bir yardımcıları
olmasına rağmen kendilerini ölümüne adamış bir topluluk! Sanki zırhlarının
58
Bedir'e Doğru
altında saklı çakıl
taşları gibi gök mavisi gözler! Artık kararınızı kendiniz verin!
Ebu
Seleme'nin kanaati de Umeyr'inkinden farklı değildi. Bunları dinleyen Hakim
İbn Hizam, hemen Utbe İbn Rebia'nın yanına gidecekve:
-
Ya Eba'l-Velid! Şüphesiz ki sen, Kureyş'in büyüğü ve efendisisin; bu konuda
senin sözün dinlenir. Dünya durdukça hayırla yad edileceğin bir iş yapmak
istemez misin?
Böylesine
önemli bir işi kim yapmak istemezdi ki! Bunu duyan Utbe, hemen Hakim İbn
Hizam'a dönecek ve:
- Ne demek istiyorsun
ey Hakim, diyecekti.
- Müttefikin olan Amr
İbn Hadrami'nin işini üstüne al ve in-
sanları yollarından
geri çevir!
-
Tamam, yaparım ama sen de bana yardımcı ol! Doğru, o benim müttefikim; onun
diyetini ödemek ve yağmalanan mallarını iade etmek benim üzerime borç olsun!
Sen de İbnü'l- Hanzaliyye'ye'"
git; çünkü ben, insanların geri dönme fikrine ondan başkasının karşı çıkacağını
sanmıyorum!
Aralarında
geçen bu konuşmanın ardından Utbe, insanlara seslenecek ve şöyle diyecekti:
-
Ey Kureyş topluluğu! Allah'a yemin olsun ki sizler, Muhammed ve ashabına karşı
gelmekle iyi bir iş yapmış olmuyorsunuz. Vallahi de, şayet O'nunla savaşıp
O'nu mağlup etmiş olsanız bile yarın, amca veya dayıoğlunu veya akrabalarından
birini öldüren hangi adam insanlar arasına çıkabilir ve bir diğerinin yüzüne
bakabilir! En iyisi siz, hemen bu işten vazgeçip geri dönün ve Muhammed'le
Araplar arasına girmeyin! Şayet onlar O'nu mağlup ederlerse, zaten bu sizin de
istediğiniz bir şey! Yok, öyle değil de bunun aksi olacak olursa, o zaman da
siz, O'na ilişmediğiniz için O'ndan size bir zarar gelmez! Şüphesiz şu anda ben,
ölüm için can atan insanlar görüyorum; sizlerin onları alt etmesi mümkün
değildir! Hala iş işten geçmiş değil; bu hayırlı karar size ait!
Ey kavmim! Bugün bu
işi isterseniz benim başıma sarın ve 'Utbe
42
Bununla 0, Ebu Cehil'i kastediyordu. Çünkü Harızaliyye, EbU Cehi!'in annesi
için kullanılan bir ifadeydi. Bkz. İbn Hişarn, Sire, 3/170; Taberi, Tarih,
2/30-31
59
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
korktu!' deyin; gerçi
siz de biliyorsunuz ki ben, asla sizin en korkağınız değilinı!
Atının
üzerinde Kureyş ordusuna seslenip de geri dönme çağrısı yapan Utbe'yi uzaktan
gören Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabına dönecek ve şunları
söyleyecekti:
-
Şayet şu topluluk içinde birisinde hayır varsa o da şu kızıl devenin üzerindeki
adamdadır; şayet onun dediğini yaparlarsa en doğru olanı yapmış olurlar!
Ümitlenmişti;
demek ki müşrikler, her şeye rağmen kendi aralarında tam ittifak etmiş
değillerdi. Sonra da, yanında bulunan Hz. Ali'ye seslenerek:
- Bana Hamza'yı
çağır, dedi.
O
sırada Hz. Hamza, düşmana yakın bir yerdeydi ve haber kendisine ulaşır ulaşmaz
soluğu huzurda aldı. Efendiler Efendisi ona, karşı taraftaki kızıl devenin
üzerinde insanları geri çevirmeye çalışan adamın kim olduğunu soruyordu.
Bu
arada Hakim İbn Hizam da, zırhını hazırlayıp kılıcını bilemekle meşgulolan Ebu
Cehil'in yanına gitmiş ve ona Utbe'nin de selamını söyleyerek gelinen son
noktayı aktarmaya başlamıştı. Ebu Cehil'i çileden çıkaran bir gelişmeydi bu ve
şiddetle karşı çıkacaktı:
-
Anlaşılan o ki, Muhammed ve arkadaşlarını görünce iyice büyülenmiş, dedi önce.
Arkasından da, yemin billah ederek şunları söylemeye başladı:
-
Vanahi de Allah, Muhammed'le aramızdaki hükmü verinceye kadar asla bu yoldan
dönmeyeceğiz! Aslında Utbe, bunu söyleyecek bir insan değildir; fakat o,
Muhammed ve ashabının, bir deve etiyle doyacak kadar az olduklarını görünce,
onların arasında bulunan kendi oğlunun başına bir şey gelmesinden korktu!
Geri
dönme ihtimalinin gündeme geldiği bir yerde Ebu Cehil, elbette bununla
yetinmeyecek ve yine Ebu Cehilliğini gösterecektil Büyük bir hışımla yerinden
kalktı ve Abdullah İbn Cahş seriyyesinde kardeşi öldürülen Amir İbn
Hadrami'yi yanına çağırdı. Herkes, olup bitecekleri merakla beklerneye
durmuştu. Burnundan soluyan Ebu Cehil, yanına gelen Amir'e, Nahle'de öldürülen
kardeşi Amr'ı hatırlatıyor ve:
- İşte bu senin
müttefikin Utbe, tutmuş insanları savaştan geri
60
Bedir'e Doğru
çevirmek istiyor! Gel
de başımıza gelenleri kendi gözlerinle gör, diyerek yüksek sesle ağıt
yakmasını istiyordu.
Ebu Cehil'in arka çıkıp imkan verdiği Amir, hemen
oracıkta yakasını paçasını yırtıp dövünmeye başlayıverdi! Kendini yere atmış,
üstüne toz ve toprak saçarak:
- Vah benim kardeşim Amr'ın başına gelenlere, diye
dövünüp duruyordu. Aslında bu, doğrudan Utbe İbn Rebia'ya bir mesajdı; zira o,
Kureyş arasında Amr'ın can yoldaşıydı.
Ebu Cehil'in planı yine işe yaramıştı. Amir'in yürek
yakan çırpınışları müşrikleri cesaretlendirmiş ve intikam hırsıyla savaşma arzularını
kamçılamıştı. Olup bitenlerden haberdar olan Utbe, önce Ebu Cehil'e küfredip
ona hakaret dolu sözler söyledi. Ardından da ilave etti:
-
Yarın, herkes kimin gözünün boyandığını daha iyi görüp bilecek; benim mi onun
mu?
Zaten
bu arada Ebu Cehil de, atının sırtına kılıcıyla vurmuş ve onu mahmuzlayıp
orduyu toplamaya başlamıştı bile ...
Allah'a inanmadığı halde başı sıkışınca Ebu Cehil de
O'nu hatırlayacak ve o da Rabb-i Rahim'den bir şeyler talep edecekti. Şöyle
dediği duyuluyordu:
- Allah'ım! Yakınlarımızla akrabalık bağlarını kesip
başımıza bilmediğimiz şeyler geldi; yarın bizi üstün kıl! Allah'ım! Aramızdan
Sana en sevgili kim ise ve Sen daha çok kimden razı isen, yarınki zaferi Sen
ona nasip et!
Ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkaran Allah (celle
celaluhü), kimi nerede ve nasıl istihdam ediyordu! Şirretliğin başı bir adam,
tutmuş Bedir meydanında hayır adına dua ediyordu ve bu, EbU Cehil'in, hiçbir
zorlamaya maruz kalmadan kendi aleyhine yaptığı bir dua idi. Daha sonraları
Cibril-i Emin gelecek ve fetih öncesinde işe ilk başlayanın da o olduğunu ilan
edecekti.s''
Her şeye rağmen Rahmet Peygamberi (sallallalıu aleylıi
ve sellern), son kez bir hamle daha yapıp Hz. Örner'i müşriklerin bulunduğu
yere
43 Bkz. Enfal, 8/19
61
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
gönderecek
ve onları, kılıçlarm çekildiği en kritik anlarda bile savaştan vazgeçirmeye
çalışacaktı. Belki de, biraz önce Utbe'yi, kızıl devesinin üzerinde insanları
geri çevirmek için gayret gösterirken miişahede etmesi O'nu ümitlendirmişti.
Gönderdiği mesajda onlara:
-
Geri dönün, diye hitap ediyor ve olacaklar konusunda onları ikaz ediyordu.
Bütün bu gayretlerden de anlaşılacağı üzere Allah Resülü'nün
şahıslarla alıp veremediği bir mesele yoktu; O'nun hedefinde, Allah'ın rızası
vardı. Mekke' den kopup da Bedir' e kadar gelenler ise, bu rızanın tahakkukunun
önünde engeloluşturuyorlardı. Şu anda bile bırakıp geri gitselerdi, kıllarına
bile dokunulmayacak ve bu rızayı kazanmaya matuf medeni hamleler artarak devam
edecekti.
Onların ise, ne rızadan anlayacak akılları ne de
kendilerini tehlikeye atmaktan kurtaracak liderleri vardı. Ebu Cehil gibi
gözünü kin bürümüş bir firavuna teslim olan milletin başı elbette beladan kurtulmazdı
ve o gün de öyle olacaktı!
Hz. Hatice
Validemizin kuzeni olan Hakim İbn Hizam, Hz.
Ömer'in getirdiği
mesajı duyar duymaz hemen ileri atılacak ve:
- Samimi davranıp size nasihat ediyor; onu kabul edin!
Zira sizler, bu nasihate rağmen O'na karşı savaşa devam ederseniz asla muzaffer
olamazsınız, diyecekti. Bu havayı bozma işi yine Ebu Cehil' e aitti; hemen
ileri atıldı ve:
-
Vallahi, Allah onlar karşısında bize bu imkanı vermiş ve onları avucumuzun
içine almışken asla geri dönmeyiz, deyiverdi.
Artık anlaşılmıştı; başında Ebu Cehil'in olduğu bu
ordu, ne yapıp edecek ve ne pahasına olursa olsun savaşacaktı. Bütün ordu karşı
çıksa bile, sadece Ebu Cehil'in şirretliği bu orduyu savaşa sürüklemeye
yeterdi! Öyleyse, karşı çıkmanın hiçbir anlamı yoktu; kuzu kuzu gidip
silahlarına sarılacak ve Ebu Cehil'in emrini yerine getirmeye çalışacaklardı.
Sebepler açısmdan yerine getirilmesi gereken her şey
tamamdı ve artık zaman, Müsebbibü'l-Esbab'a yönelme zamanıydı. Karşı tarafta
biriken insanların sayısı Müslümanların üç katıydı ve o günkü
62
Bedir'e Doğru
savaşlar,
doğrudan insan gücü üzerinden cereyan ediyordu. Sayıca az oldukları halde
çokların üstesinden gelebilmek için Efendimiz (sal1allahu aleyhi ve sellern),
önce kıbleye yönelip iki rekat namaz kıldı ve ardından da, mübarek ellerini
açarak Rabb-i Rahim'ine şöyle yalvardı:
-
Allah'ım! Beni kendi halime terk edip yalnız bırakma! Allah'ım! Bana vaat
ettiğin şeyleri gerçekleştirip lütfunla bizi kucakla! Allah'ım! Şayet İslam
adına şu bir avuç insan bugün burada helak olursa, artık yeryüzünde Sana ibadet
edecek kimse kalmaz!
O
anda muhatabı olan insanlar Kureyş uluları olsa bile aslında bu, imanla şirkin
karşı karşıya gelmesinin bir adıydı. Öyleyse, burada bugün şirk adına bir
üstünlük söz konusu olacaksa, bundan sonra dünyada iman adına bir emare
kalmayacak demekti. Zira Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sellem) ve ashab-ı
kirarn hazretleri, iman adına canlarını vermeden Bedir meydanından geri dönmeyi
düşünmüyorlardı.
Bunları
söylerken o kadar içten ve adeta bütün hücreleriyle bu taleple öylesine
bütünleşmiş ve semaya doğru mübarek ellerini o kadar kaldırmıştı ki üzerindeki
ridası yere düşüyordu. Onu alıp da yeniden omuzlarına koyan Hz. Ebu Bekir,
ridasının bir kenarından tutarak şefkat ve merhamet peygamberi Efendiler
Efendisi'ne şöyle deyip O'nu teselli etmek isteyecekti:
-
Ya Resülullah! Rabbinden talepte bulunurken bu kadar kendini yorup helak etme!
Hem, yeter ya Resülullah! Rabbine karşı bu kadar ısrarlı olma! Şüphe yok ki
Allah (celle celaluhü), Sana olan vaadini mutlaka yerine getirecektir!
Doğruydu;
Allah (celle celaluhü) vaadinde hulfetmez ve mutlaka yerine getirirdi.
Bedir'de zafer O'nun vaadettikleri arasındaydı. Ancak bu, Allah'a ait bir
hususiyetti ve insanları gevşekliğe sevketmemeliydi. O (sallallahu aleyhi ve
sellern), sadece beyanlarıyla değil, aynı zamanda hal ve hareketleriyle de
ümmetine ders veriyordu. Anlaşılan, böylesi durumlarda bile rehavete
girilmemeli ve sohbet-i canan konusundaki duyarlılık asla yitirilmemeliydi!
Ümmeti
için Efendimiz her şeyini ortaya koymuş öyle dua ediyordu. O kadar ki, İbn
Mes'üd gibi sahabiler, Bedir günü Efendimiz'in Rabbiyle münasebetini yakından
müşahede etmiş ve böyle bir
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
kurbiyet anma bu
zamana kadar rastlayamadıklarmı ifade etmişlerdi.vi
Allah'ın
vaadi vardı ve Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Abdullah İbn Revdha'ya
dönerek:
- Ey İbn Revahal Şüphesiz ki Ben, vaadini talep
konusunda Allah'a niyazda bulunacağımı Çünkü O (celle celaluhü), asla
vaadinden dönüp hulfetmez!
Çok geçmemişti ki, mübarek yüzlerinde beliren beşaşetle
etrafındakilere yöneldi; veeh-i nebevi, sürurdan ay parçası gibi parlıyordu
ve
- Müjdeler olsun ey Eba Bekir, dedi. İşte şu Cibril!
Başında sarı bir sarıkla sema ile arz arasında atını mahmuzlamış bekliyor! Yeryüzüne
inince bir aralık onu nazarımdan kaybetmiştim; daha sonra yeniden Bedir
tepelerinde göründü ve Bana, "Senin dua ve tazarrularına
mukabilAllah'ın nusreti geldi" deyip duruyor!
Aynı
zamanda Cibril, kıyamete kadar geleceklere rehberlik adına:
- Hatırlayın o günü ki, hani sizler Rabbinize dua ve
tazarru ile yardım istiyordunuz. O da, "Ben size, peşi peşine gelen bin
melek ile yardım edeceğim" diyerek dua ve tazarrunuzu kabul
buyurmuştu.v' mealindeki ayeti getirecek ve böylelikle, Bedir' deki ilahi
inayeti herkese duyurmuş olacaktı.
Çadınndan
çıkarken, sevinçten zırhı içinde durmakta zorlanıyor ve bir taraftan da
etrafındakilerle şu ayeti paylaşıyordu:
- Bu topluluk şüphe yok ki bozguna uğrayacak ve
arkalarını dönüp kaçacaklar! Esas hesaba çekilerek buluşacakları hesap günü ise
kıyamet anındadır ve onlar için O zaman, daha çok acı verici ve perişan
edicidir.e"
Artık Bedir ovasında, olduğundan fazla at kişnemesi ve
kılıç şakırtısı duyulmaya başlanmıştı. Kuvve-i maneviye takviye görmüş artık
Müslümanlar, yere daha sağlam basıyorlardı. Bu hava içinde
44 Taberani,
Mu'cemu'l-Kebir, 10/147 (10270); Beyhaki, Delail, 3/32
45
Enfal, 8/9; Miislim, Sahih, 3/1384 (1763); Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 1/30 46
Kamer, 54/45, 46; Taberi, el-Carniu'l-Beyan, 27/109; İbn Kesir, Tefsir, 4/267
Bedir'e Doğru
karşı tarafın gücü
azaldıkça azalmış ve onlar açısından da Efendimiz ve ashab-ı kiramın gücü,
arttıkça artmıştı.t?
Kısa
zamanda ashab arasında duyulan bu haberler, herkesin yüzünü güldürmüştü.
Efendimiz'in bir müjdesi daha vardı; ashabına döndü ve şunlan söyledi:
-
Sanki, şu anda Ben, bugünün akşamında hangi müşrikin nerede öldürüleceğini
görüyor gibiyim!
O
gün Efendimiz (saIlallahu aleyhi ve sellern), sadece müspeti talep etmiyordu;
aynı zamanda menfiyi dayatanlar konusunda da dua ediyor ve dualarında, Kureyş'i
kışkırtıp da kendi üzerlerine yürüten ktifrün elebaşıarını zikrederek onlan
Allah'a havale ediyordu. Bunlar, EbU Cehil, Ümeyye İbn Halef, Rebia'nın
oğlu Utbe ve Şeybe kardeşler ve Ukbe İbn Ebi Muayt olmak
üzere yedi kişi idi.
O
kadar içtenlikle dua edip yalvarmıştı ki, sadece O'nun bu duası bile Bedir'i
Müslümanların lehine çevirebilirdi. O kadar ki, aleyhinde beddua ettiği bu yedi
kişinin, Bedir'de cansız yere düşecekleri yerleri bile ashabına gösteriyor ve
böylelikle onlara, daha savaş başlamadan önce sonucu gösterip moral veriyordu.
Bizzat
kendileri de kılıcını kuşanmış ve düşmanla savaş vaziyeti almıştı. Düşmanla
ilk randevu başlamak üzereydi. Bu arada, mübarek ellerine aldığı bir avuç
toprağı düşman kuvvetlerin üzerine doğru savurmuş ve:
-
Yüzler kara olsun, buyurmuştu. Bunu yaparken de, avucunda kalan toz ve toprağı
onlara karşı üflüyordu. Ardından da, ellerini açıp:
-
Allah'ım! Onların kalplerine korku sal ve ayaklarını kaydır, diye dua edecekti.
Sonra da, son kez ashabına yönelecek ve:
-
Haydi, saflannızı daha sağlam tutup birbirinizle kenetlenin, diye emredecekti.
Müşrikler
arasında Esved İbn Esed adında densiz ve kötü huylu bir adam vardı ve bu
adam ileri atılarak şunlan söylemeye başladı:
47 Bkz. Enfal, 8/44
65
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
-
Allah adına sözüm olsun ki, ya sizin şu havuzunuzdan su içeceğim yahut da o
havuzu yerle bir edecek veya bu uğurda öleceğim!
Bunu
söylerken bir taraftan da havuza doğru koşmaya başlamıştı. Hızla yaklaşıyordu.
Eller kılıçlara gitmiş ve bir anda savaşın soğuk yüzü herkesi tesiri altına
alıvermişti. Zira bu, başlayacak bir savaşın ilk kıvılcımı demekti.
Meydan
okuyarak kendilerine doğru koşturup gelen bu adama haddi bildirilmeliydi ve Hz.
Hamza ileri atılarak, daha havuza yaklaşmadan adamın işini bitirmek istedi.
İlk hamlede adamın ayağı kopmuş ve sırt üstü yere düşmüştü. Bu halde bile
havuza doğru sürünmeye
çalışıyor ve onu yıkmak için gayret gösteriyordu. Hatta ayağından akan kanlarla
suyu kirletmiş ve sağlam ayağıyla da onu belli ölçüde yıkmış ve suyundan da
içmişti. Kendince, herkesin huzurunda verdiği sözü yerine getiriyordu! Derken
Hz. Hamza, ikinci bir hamle yaptı ve tarafları tahrik edip vuruşturmak için
kendini kılıç darbelerine teslim eden bu adamı öldürdü.
Kuyularının
kapandığını gören bazı müşrikler de suyun olduğu tarafa doğru gelmeye
başlamışlardı. Onların gelişini gören bazı sahabiler, oklarını hazırlayıp
gelenlerin işlerini bitirmek isteyince Efendiler Efendisi:
- Onları bırakın,
buyuracaktı.s"
Bu
sırada, müşrikler arasından Umeyr İbn Vehb bir ok atmış ve bu ok, Hz. Ömer'in
azatlısıMihce İbn Aiş'e isabet ederek onu şehit etmişti.
Savaşta
fertlerin gayretleri elbette çok önemliydi; ancak, bu gayretlerin birleştirilerek
kullanılması çok daha ehemmiyet arz ediyordu. Onun için Efendiler Efendisi
ashabına şöyle seslendi:
-
Ben sizlere izin vermedikçe asla savaşa başlamayın! Ancak size yaklaştıklarında
onlara ok atın! Onlar size iyice yaklaşıp saldırmadan kılıçlarınıza sarılmayın
ve onları, öncelikle oklarınızla karşılayın!
Aynı zamanda bu,
eldeki kıt kanaat imkanları en verimli şekilde
48
o gün kuyuya
koşup da gelenlerin arasından sadece Hakim İbn Hizarn ayakta kalabilmiştir.
Bkz. İbn Hişam, Sire, 3/169; Beyhaki, Delail, 3/56
66
Bedir'e Doğru
kullanmak demekti.
Bir müddet sonra Hz. Ebu Bekir, Efendimiz'e şöyle seslenecekti:
- Ya Resülullahl
Artık onlar bize iyice yaklaştı ve hatta bize zarar bile vermeye başladılar!
Hz.
Ebu Bekir'in de söylediği gibi iki ordu, burun buruna gelmiş ve Rebia'nın
oğulları Utbe ve Şeybe kardeşlerle Velid İbn Utbe öne çıkıp, mü'minlerden
kendileriyle vuruşup mübareze edecek yiğit istemeye başladılar.s? Bir meydan
okumaydı aynı zamanda bu! Babası Utbe'nin, öne çıkıp da Efendimiz'e meydan
okurcasına haykırdığım gören oğul Ebu Huzeyfe, kılıcına sarılıp da ileri
atılmak isteyince Efendiler Efendisi müdahale edip onu geri çekti. Zira, müşrik
bile olsa, böyle bir ortamda babaya kılıç kaldırılmamalıydı.
Bunun
üzerine Ensar'dan, Mra Binti Ubeyd'in oğulları Avfve MuCız kardeşlerle Abdullah
İbn Revaha ileri çıktı. Ancak Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern),
müşriklerle ilk buluşma noktası olan Bedir'de Ensar'ı öne sürmek istemiyordu.
Çünkü, Kureyş'in asıl hedefinde Ensar bulunmuyordu. Onun için, onların geri
çekilmelerini talep etti.
Müşrikler, bunu da
kendi lehlerine yorumlamışlardı ve:
- Ya Muhammed!
Bizim karşımıza, kavmimiz arasından denk insanlar çıkar, diye bağırıyorlardı.
Bunun üzerine Efendimiz:
- Ey Haşimoğulları, diye seslendi. Kalkın ve Allah'ın
nurunu söndürmek isteyen bu batı! güruha, Nebinizi hak ile gönderen Allah hakkı
için vuruşup savaşmamn ne olduğunu gösterin!
Adres
netleşmişti; zaten mübarek gözler de onlar üzerinde yoğunlaşmıştı ve Hz. Hamza,
Hz. Ali ve Efendimiz'in amcaoğlu Hz. Ubeyde İbn Hôris, gergin
yaydan fırlayan ok gibi hemen öne çıktılar. Üzerlerinde kar gibi beyaz urbalar
vardı. Onun için, kendileriyle savaşmak için bekleşen müşrik mübarizler onları
tamyamamıştı. Utbesordu:
49
o gün için genel adet, şöyleydi: Daha savaşa başlamadan önce ordunun içindeki
en kahrama kişiler öne çıkar ve herkesin önünde önce bunlar dövüşürdü. Hangi
tarafın galip geleceği de, bir ölçüde bu insanların performanslanyla ölçülür ve
bu bir iftihar vesilesi sayılırdı ve buna mübdreze denilmekteydi.
67
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
- Sizler de
kimlersiniz? Konuşun ve kendinizi tanıtm bize!
- Ben,
Abdulmuttalib'in oğlu, Allah ve Resülullah'ın da asla-
nı Hamza, dedi Hz.
Hamza, yüreklere korku salan bir ses tonuyla. Utbe, altta kalmak istemiyordu:
-
Ben de, bu dostlarımın aslanıyım, dedi önce ve arkasından da, onun kendisine
denk bir mübariz olduğunu söyleyip ilave etti:
- Peki, bu yanındaki
iki kişi kim?
- Ali İbn Ebi Talib
ve Ubeyde İbn Haris İbn Abdilmutta1ib, diye
cevapladı Hz. Hamza.
Bunlar
da denk insanlardı ve bunun üzerine Utbe, Velid' e seslenerek ilk vuruşmayı
onun yapmasını istedi.
Velid'in
karşısına Hz. Ali çıkmıştı. Şimşek hızıyla inen iki kılıç darbesi, işini
bitirmeye yetmişti Velid'in! Herkes, birbirine bakıyordu; zira, daha
başlamadan mübareze bitivermiş, Velid'in cansız bedeni yere serilivermişti.
Büyük bir şok yaşıyorlardı.
İş
başa düşmüştü. En azından ikinci hamleyi kendileri kazanmalı ve ordunun
bozulan moralini yerine getirmeliydiler. Bunun için Utbe, bu sefer kendisi
ileri atıldı. Karşısında Hz. Hamza duruyordu. Kılıçların çekilmesiyle birlikte
Utbe'nin de yere yığılışı bir olmuştu. O da, yerde cansız yatıyordu artık.
Derken
sıra, Utbe'nin kardeşi Şeybe'ye gelmişti. Her ne kadar morali bozulsa da,
ağabeyinin intikam hırsı bürümüştü gözlerini. Kılıcını çekti ve bu hırsla
üzerine yürümek istedi Hz. Ubeyde'nin, O gün, ashab arasındaki en yaşlı insandı
Ubeyde İbn Haris. Onun için, mübareze biraz uzadı. Hatta Hz. Ubeyd de yaralanmıştı;
ayağına gelen bir kılıç darbesiyle sarsılınca Hz. Hamza ve Hz. Ali devreye
girmiş ve Şeybe'nin de hakkından gelmişlerdi.
Ayağı
kopan Hz. Ubeyde'yi Hz. Hamza ve Hz. Ali omuzlayacak ve Efendimiz'in huzuruna
getireceklerdi. Kan kaybediyordu. Ayağını yere uzattırdı ve Hz. Ubeyde'yi
teselli etmeye başladı. Ancak ne kopan ayağı ne de kaybettiği kan sebebiyle
halsiz düşmesi, onun umurundaydı:
-
Ya Resülullah, dedi. Şayet bugün Ebu Talib yaşıyor olsaydı, bugün benim
kendisini haklı çıkardığımı görecektil
Amcası Ebu Talib'in,
daha o günlerdeyken söylediği bir şiiri ha-
68
Bedir'e Doğru
tırlatıyor ve kendi
üstüne düşeni yerine getirdiğini söylemek istiyordu.So
Efendimiz
(sallallalıu aleyhi ve sellern), yeğeni Ubeyde İbn Haris'i ne ile teselli
edeceğini iyi biliyordu ve ona şu müjdeyi verdi:
- Ben şehadet ederim
ki sen şehitsin!
Derken,
savaş başlamıştı. Mekke, son bir hamle ile Müslümanların işlerini bitirmek
için olabildiğince yükleniyor; Müslümanlar ise, on beş yıldır çektikleri eza ve
cefanın son bulması adına ve küfrün sesini kesip imanın yenilmezliğini
göstererek Allah'ın adını cihanda hakim kılabilmek için vuruşuyordu.
Mekkelilerin
hesap etmedikleri şeyler vardı; her şeyden önce Muhacirler, onların tahmin
ettikleri insanlar değildi. Savaşın gereğini de yerine getiren bu insanlar,
aynı zamanda karşı konulmaz bir iman gücüne sahiptiler ve bu gücün önünde
durmaya imkan yoktu. Savaş sonrasında ayakta kalabilenlerin anlatacakları gibi,
o gün hangi kafayı kimin kılıcının indirdiğini, hangi kola da kimin kılıç
vurduğu nu takip edemeyecek kadar hızlı bir gündü. 51
Şüphesiz savaşta en
önde çarpışan, Efendiler Efendisi olacaktı.
Daha sonra, bunu
ifade ederken Hz. Ali şunları söyleyecekti:
-
Bedir gelip çatınca biz, Resülullah'a sığınarak kendimizi emniyette
hissediyorduk.
O
gün O (sallallahu aleyhi ve sellern), müşriklere en yakın yerde savaşıyor ve
insanlar arasında savaşın hakkını da en fazla O veriyordu. Demek ki, dua ve
tazarru ile cihad yanında bedenin de hakkı verilecek ve bir taraftan insanlar
teşvik edilirken diğer yandan da nasıl savaşılması gerektiği ümmete
gösterilerek iki makam cemedilmiş olacaktı.
50 Şiirinde Ebu Talib
şöyle demişti:
-
Siz Muhammed'i bugün yalanlıyorsunuz, ama Beytullah'a yemin olsun ki bugün
sesimizi çıkarmayız! Gün gelince biz de O'nun etrafında çarpışıp kahramanca
mücadele ederiz. O'nun etrafında kütükte doğranmış etler gibi kalmadıkça ve
oğullarımızdan ve canlanrnızdan olmadıkça O'nu asla size teslim etmeyiz! Bkz.
İbn Hişarn, Sire, 2/111; Taberani, Mu'cernu'l-Kebir, 10/158 (10312)
51 Bkz. İbn Sa'd,
Tabakat. 2/26
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Bir aralık
Efendimiz'in:
- Genişliği dünya ve semalar kadar olan cenneti
kazanmak için yarışın! Nefsim yed-i kudretinde olana and olsun ki, bugün burada
sadece Allah rızasını hedefleyerek, sabırla ve geri dönmeyi düşünmeden hep
hücum ederek savaşıp da şehit düşeni Allah (celle celaluhü), mutlaka cennetine
koyacaktır, dediği duyulmuştu. Bu sırada Umeyr İbn Humiim, bir kenara
çekilmiş, açlığını bastırmak için hurma yiyordu. Efendimiz'in sesini duyar
duymaz,
-
Bak. .. Bak. .. Ya Resülullahl Genişliği dünya ve semalar kadar mı, diye sordu.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern):
- Evet, dedi.
- Yani şimdi, benimle
cennet arasında, sadece şunların beni öl-
dürmesi mi var!
Sonra da elindeki
hurmalara bakarak:
- Sizler benim,
Rabbime kavuşmama engeloluyorsunuz, dedi ve arkasından da, elindeki hurmayı bir
kenara savurarak kılıcına yöneldi. Onu kaptığı gibi düşmanın içine daldı ve
gözlerden kayboldu.P Bir aralık Efendimiz'in yanına yaklaşan Hz. Ömer, zırhları
için-
de çevik hareketler
yapıp düşmana korku salarken O'nun:
- Şüphesiz bunlar, hezimete uğrayacak ve gerisin geriye
kaçıp gidecekler.x mealindeki ayeti okuduğunu duymuştu. Kendi kendine düşündü;
şayet Allah ve Resfılii bunu söylüyorsa, mutlaka Mekke müşrikleri bugün mağlup
olacak ve kaçıp gerisin geriye gideceklerdi!
Savaş esnasında ashabdan Miicezzer İbn Ziyad, Efendimiz'in
eman verdiği isimlerden birisi olan Ebu'l-Bahteri ile karşılaşmıştl. Verilen
talimatları çiğnernernek için o kadar duyarlı idiler ki Hz. Mücezzer, savaşın
bu en kızgın anında bile Ebu'l-Bahteri'ye şöyle seslenecekti:
-
Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), bizim seni öldürmemizi yasakladı!
52 Bkz.
Müslirn, Sahih, 3/1510 (1901); Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 3/136; Beyhaki,
Sünen, 9/43
53 Karner,54/45
70
Bedir'e Doğru
Bunu duyan Ebu'l-Bahteri, bir miktar rahatlamıştı.
Ancak o yalnız değildi; Mekke'den bu yana birlikte yol arkadaşlığı yaptığı dostu
Cünade İbn Müleyhe de onunla birlikteydi ve:
-
Peki, arkadaşımın durumu ne olacak, diye sordu. Hz. Mücezzer:
- Arkadaşın için böyle bir eman yok! ValIahi de biz,
arkadaşının peşini bırakmayız! Resülullah, bize sadece seninle ilgili talimat
verdi, şeklinde cevaplayınca Ebu'l-Bahteri:
- Öyleyse, ben de arkadaşımı kendi haline bırakamam!
ValIahi, öleceksem, ben de onunla birlikte ölürürn! Hem sonra, benim için Mekke
kadınları, "Hayatta kalabilmek için arkadaşını yalnız bıraktı." diye
söylenirler, dedi ve kılıç sallamaya devam etti. Bir taraftan da şunları
söylüyordu:
-
İbn Hurre, sağ salim yoluna devam edecek veya ölünceye kadar arkadaşını asla
teslim etmeyecektir!
Derken, aralarında yeniden mücadele başladı. Asabiyet
damarı yine öne geçmiş Ebu'l-Bahteri, bütün hırsıyla kılıç sallıyordu. Nihayet,
Hz. Mücezzer'in yaptığı bir hamle neticesinde isabet eden bir kılıç darbesiyle
yere yığılıverdi.
Mücezzer İbn Ziyad, ne yapacağını şaşırmıştı. Bir
taraftan sevinrnek istiyordu; çünkü küfür adına bir çam daha devrilmişti.
Ancak, üzüntüsünü de üzerinden atamıyordu; zira Efendimiz'in uyardığı bir adamı
öldürmüştü!
Nihayet, boynu bükük huzura geldi; her halinden
mahcubiyet okunuyordu. Kısık sesiyle, durumdan Efendiler Efendisi'ni haberdar
ederken şunları söylüyordu:
- Ya Resülullah, dedi. Seni hak ile gönderene yemin
olsun ki, onu esir edip Sana getirmek için çok uğraştım; ancak o, buna yanaşmadı
ve savaşarak ölmeyi tercih etti. Ben de onu öldürmek zorunda kaldım.
Ebu Cehil'in
Sonu
Ön saflarda savaşan Abdurrahman İbn Avfın yanına bir
aralık Erisar'dan iki delikanlı geldi. Bunlar, Muôz İbn Amr İbn Cemidi ve
Muôz İbn Afrô. adındaki iki Ensar idi. Bıyıkları yeni terlemiş bu
gençler, kervanı takip için Medine'den yola çıkarken, belli ki geri dönmekten
son anda kurtulmuş ve buraya kadar gelebilmişlerdi.
71
Efendimiz (sal1allahu
aleyhi ve sellem)
Hatta
sağ ve sol tarafına gelen bu iki delikanlıyı gören Hz. Abdurrahman, bunlar
yerine yanında daha tecrübeli insanların olması temennisinde bulunacaktı. Ancak
onların derdi, kendisiyle birlikte savaşmak değildi; birisi usulca yanına
yaklaşacak ve yanındaki arkadaşına da duyurmamak için sesini biraz da kısarak
fısıltı halinde ona şunu soracaktı:
- Ey amca! Sen Ebu
Cehil'i tanıyor musun?
- Evet, tanıyorum,
dedi Abdurrahman İbn Avfve sordu:
- Peki, senin Ebu
Cehil'le ne işin var ey kardeşimin oğlu?
- Resülullah'a
küfrettiğini duydum; nefsim yed-i kudretinde
olana and olsun ki,
şayet onu görürsem, gölgem gölgesinden ayrılmadan önce mutlaka onu
öldüreceğim!
O,
Abdurrahman İbn Avfa bunları söylerken diğer delikanlı da arkadan eteğinden
çekiyor ve o da, benzeri şeyler söyleyip gizlice Ebu Cehil'i soruyordu.
Abdurrahman İbn Avf, bu iki delikanlıların hal ve istekleri karşısında
şaşkınlığını gizleyememişti ama yine de:
-
İşte, sizin bana sorduğunuz adam şu, diyecek ve karşısında şiir mınldanarak
savaşan Ebu Cehil'i gösterecekti.
Daha
o, parmağını kaldınp da işaret eder etmez her iki genç, yaydan fırlayan ok
misali Ebu Cehil'in olduğu yere doğru koşmaya başlamışlardı. Abdurrahman İbn
Avi, arkadan gençleri hayranlıkla seyre dalrmştı. İnsanlar:
-
Bugün Ebu Cehil'in yanına kimse yaklaşamaz, diyorlardı ama gençler çoktan Ebu
Cehil'in yanına sokulmuşlardı bile onların gitmesiyle Ebu Cehil'in yere
serilmesi arasında çok az bir zaman geçmişti; Her ikisi birden saldırmış ve
inen kılıç darbeleriyle Ebu Cehil yere serilmiş can çekişiyordu.
Sevinçle
huzura geldiler; onlar için bir Allah düşmanı daha devrilmişti ya, bundan daha
büyük bir müjde olamazdı. Şimdi bu müjdeyi Allah Resülü ile de paylaşma
zamanıydı ve ümmetin firavunu Ebu Cehil'i öldürdüklerini söylüyorlardı. Onların
heyecanlarına ayrı bir değer veren Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve
sellem):
- Peki, onu hanginiz
öldürdü, diye sordu. Her ikisi de:
- Onu ben öldürdüm,
diyordu. Bu sefer de onlara:
- Kılıçlarınızdaki
kanı sildiniz mi, diye sordu.
72
Bedir'e Doğru
- Hayır, ya Resülullah, dediler. Bu arada kılıçlarını
da çıkarmış, her birisi de, Ebu Cehil'i kendisinin öldürdüğünü ispat için
onları Efendimiz'e göstermeye çalışıyorlardı. Allah Resülü (sallallahu aleyhi
ve sellern), her iki kılıca da dikkatlice baktı ve:
- Onu ikiniz
öldürmüşsünüz, buyurdu.
Muaz İbn Afra küfür ordusunu İslam' a karşı kışkırtıp
da Bedir' e kadar getiren böylesine önemli bir adamı öldürmüş olmanın hazzıyla
huzurdan aynlırken, kolundaki kılıç darbesini fark etmişti. Kan kaybediyordu.
Meğer, Ebu Cehil'e kılıç sallarken onun oğlu İkrime de, Muaz'ı hedeflemiş ve
koluna bir kılıç darbesi indirmişti.
Ebu Cehil devrilmişti ama hala yaşıyordu. Artık savaş
bitmişti Efendimiz'in talimatıyla sahabe, savaş meydanında dolaşıp da neticeyi
görmek istiyordu. Hatta Ebü Cehil'in de ölüler arasında olup olmadığını
Efendimiz özellikle sormuş ve tanıyamazlarsa bacağındaki bir yarayı tarif
ederek ona bakmalarını tembih etmişti. Zira Hira'daki vuslat öncesinde,
Abdullah İbn Cüd'an'ın hanesinde bulundukları bir sırada Ebü Cehil oyunbozanlık yapmış ve
Efendimiz de onu yere çalıvermişti. İşte bu hadise sonrasında Ebü Cehil'in dizinde yara oluşmuştu. Bugün
Allah Resülü aynı yaranın izini hatırlatıyordu.
Abdullah İbn Mes'üd, Ebü Cehil'i fark ettiğinde Ebü
Cehil'in ölümüne ramak kalmıştı. Yüzünü demir miğferle kapatmış, kılıcını da
dizi üzerine koymuştu. Hareket edecek hali yoktu ve yüzü yere bakıyordu. Ancak,
hala yaşıyordu. Önce, kılıcını kaldırıp işini bitirmek istedi; ancak bu, onun
için kolay bir ölümdü. Ebü Cehil, hezimeti iliklerine kadar yaşamalıydı. Bir
de, yıllar önce kendisine karşı savurduğu tehditleri hatırladı. Mekke'nin o
sıkıntılı günlerinde:
- Seni mutlaka öldüreceğim, diye İbn Mes'üd'u tehdit
etmişti. Hatta o zamanlar İbn Mes'üd bir rüya görmüş ve bu rüyasını da, Ebu
Cehil'i kendisinin öldüreceği şeklinde yorumlamıştı. Onun için iyice yanına
yaklaştı ve ayağını Ebu Cehil'in başına hafifçe dokundurarak:
- Seni rezil ve rüsva
eden Allah'a hamd olsun ey Allah düşmanı!
Şimdi aklın başına
geldi mi, diye seslendi.
Ebü Cehil, hala eski Ebü Cehil'di. Ne yenilgiyi bir türlü
kabullenmek istiyor ne de küfründen taviz veriyordu. İbn Mes'üd'un bu
sözlerine karşılık şunları söyleyecekti:
73
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
-
Niye rezil ve rüsva olayım ki! Neticede bir adamı öldürmüş oluyorsunuz! Beni
öldüren bir baldırı çıplaktan dolayı mı rezil olayım!
Ebü
Cehil'in derdi başkaydı; çünkü aklı, hala savaştaydı. Bir macera uğruna Bedir'e
kadar getirdiği ordunun durumunu öğrenmek istiyordu ve güçlükle sordu:
- Sen esas bana
söyle; kim galip geldi?
- Zafer, Allah ve
Resülü'nün, diye haykırdı İbn Mes'üd,
Ebü
Cehil'i öldüren bu haberdi. Kin ve nefretinden zerre kadar taviz vermeyen bu
adam, İbn Mes'üd'a acı acı baktı. Küfrün tükenişiydi bu bakışlar aynı zamanda.
Ancak kibir ve gururundan da taviz vermek istemiyordu. Bu haldeyken bile İbn
Mes'üd'u küçümsüyor ve içinde bulunduğu konumu kabullenmek istemiyordu. Onu
hala koyun çobanı olarak görüyordu; halbuki koyun gütmenin ayıplanacak bir
yanı olamazdı. Hem, her peygamberin koyun güttüğünü bizzat Efendiler Efendisi
beyan buyurmuştu. Evet, İbn Mes'üd da koyun gütmüştü ama esasında Ebü Cehil'in
maksadı, giderayak İbn Mes'üd'a hakaret etmekti. Bu bardağı taşıran son damla
olmuş ve kaçınılmaz sonunu kendisi hazırlamıştı.
Ve
... Yılların vebalini üzerinde taşıyan Ebü Cehil'e son darbeyi indirdi İbn
Mes'üd, Küfür adına önemli bir kale daha yıkılmıştı. Onun ölümü, aynı zamanda
Bedir'in dönüm noktasını ifade ediyordu. Zira zaten onun zorlamasıyla Bedir'e
gelen müşrikler, onun da öldüğünü duyar duymaz kaçmaya başlamışlardı.
Efendimiz'e bu
müjdeyle gelen İbn Mes'fıd:
- Ya Resfılullah,
diye seslenecek ve Ebfı Cehil'in ölüm haberini
verecekti.
Haberi duyar duymaz Efendimiz, önce: - La ilahe illallah, dedi. Arkasından da
sordu:
- Gerçekten
öldürülmüş mü?
- Evet, deyince, önce
secdeye kapandı ve ardından da, iki rekat
namaz kılıp:
-
İslam'ı ve Müslümanlan aziz kılan Allah'a hamd olsun, buyurdu.
Artık, hakla batılın
arası iyice belirginleşip müşrikler kaçmaya
74
Bedir'e Doğru
başlayınca Allah Resülü
(sallallahu aleyhi ve sellern), kılıcını çekecek ve onları arkadan takip etmeye
başlayacaktı. Bu takip sırasında yine:
- Onların toplu kuvvetleri bozguna uğrayacak ve
arkalarını dönüp kaçacaklar.w mealindeki ayet i tekrar edip duruyordu. Bu ayet,
bundan beş yıl önce Mekke'de inmişti ve o gün bugündür sahabe, müşrik
ordusunun hezimet yaşayıp da kaçacağı günü bekliyordu. Bedir günü olup da
müşrikleri kaçarken gören ve bu kaçışı takip ederken de Allah Resülü'nün bu
ayeti okuduğuna şahit olan sahabenin, söz konusu ayetin daha o günden Bedir
müjdesini verdiğinde şüphesi kalmamıştı.
Artık Bedir meydanında, bir kenarda bağlanıp bekleyen
esirlerle cansız yatan müşrik bedenlerden başka Kureyş ordusundan herhangi
bir unsur kalmamış. Bir grup sahabe, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)
ile birlikte esirleri teftiş ediyor. Bu esnada sahabe arasından birisi ileri
atılacak ve sıranın, şimdi de kaçan kervana geldiğini söyleyecekti. Bunu,
Efendimiz'in amcası Hz. Abbas da duymuştu ve hemen sesini yükseltti:
- Hayır, bu Sana
helal olmaz!
Herkes şaşırmıştı. Olacak şey değildi; bir adam hem
esir olacak hem de kendilerini esir alanlara akıl öğretecektil Efendiler
Efendisi de sordu:
- Peki, niye?
- Çünkü, Allah (celle
celaluhü) Sana, iki topluluktan birisini vaa-
dediyor şimdi de
onlardan birisini Sana vermiş bulunuyor!
Gerçekten doğruydu; Allah (celle celaluhü), Bedir
zaferini bir ihsan olarak lütfettiğine göre bir de kervanın peşine düşerek hırs
göstermek olmazdı ve Hz. Abbas'a dönen Efendimiz:
- Doğru söylüyorsun,
buyurdu.
Bu arada, Allah'ın kendilerine balışettiği zaferi,
şiirin kalıplarına döküyor ve Hz. Ebu Bekir ile karşılıklı olarak sevincini
paylaşıyordu. Bir aralık yanına, Taif dönüşünde kendisine eman veren Mut'im
İbn Adiyy'in oğlu Cübeyr gelecek ve onları affetmesi için talepte bulunacaktı.
Resülullah'ı düşündürüp maziye götüren bir talepti bu ve bir müddet sonra
şunları söylemeye başladı:
54 Kamer, 54/45
75
Efendimiz (sallallahu
aIeyhi ve sellem)
-
Şayet, Mut'im İbn Adiyy bugün yaşıyor olsaydı ve şu esirler konusunda Benimle
konuşmuş olsaydı, sırf onun hatırı için bunları serbest bırakırdım!
Vefa
insanıydı ve O'nunla birlikte o günleri yaşayanlar, Mut'im İbn Adiyy'in üç yıl
süren boykotun kaldırılmasındaki rolünü düşünüyor, Taif dönüşünde ortaya
koyduğu kahramanlığı hatırlamaya çalışıyorlardı; zira Mut'im, her iki kritik
noktada da önemli roller üstlenmiş ve Allah Resülü ve mü'minler yanında yer
alarak zulüm adına karanlık bir dönemin daha kapanmasına vesile
olrnuştul-"
Savaşın en kızgın olduğu demlerde Efendimiz'i merak
edip de yanına gelen Hz. Ali, O'nu secdeye kapanmış halde dua ederken bulmuştu.
Yeri gelince ve ihtiyaç hissettiğinde en önde savaşmaktan geri durmayan Allah Resülü
(sallallahu aIeyhi ve sellern), vadedilen zaferin gelebilmesi için en azından
onun kadar önemli olan Rable irtibat konusunda da taviz vermek istemiyordu.
Resülullah emniyetteydi ve Hz. Ali yeniden saflar arasına dalıp savaşmaya
başladı. Ancak, aklı sürekli Efendimiz'deydi ve yeniden O'nun yanına geldi.
Gördüğü manzara değişmemiş yine secdede duaya devam ediyordu.
Nihayet,
savaş bitmiş ve ortalık da durulmuştu. Hz. Ali, yeniden Efendimiz'in
yanındaydı. Ne garip ki O (sallallahu aIeyhi ve sellern), hala secde halini
devam ettiriyor ve:
-
Ey Hayy ve Kayyüm olan Allah'ım, diye tazarru ve niyazda bulunuyordu. Ve bu
hal, Kureyşliler Bedir'i bırakıp gidene kadar da devam edecekti.
O günü anlatırken Hz.
Cabir, şu hatırasını paylaşacaktı:
-
Bedir savaşı sırasında Resülullah ile birlikte namaz kılıyorduk. Bir aralık
namazında tebessüm ettiği dikkatimizi çekmişti. Namazını bitirince de:
-
Ya Resülullahl Sizi namazda tebessüm ederken gördük; sebebi ne ola ki, diye
sorduk. Cevap olarak O (sallallahu aIeyhi ve sellem) bize şunları söyledi:
55
Yaşlı Mut'irn, Bedir'den yedi ay kadar önce vefat etmişti. Bkz. İbn Sa'd, Tabakat,I/233;
İbn AbdiIberr, İstiab, 1/69
Bedir'e Doğru
-
Yanımdan, birilerinin peşinden gidip de geri dönerken üzerine bulaşmış toz ve
toprakla birlikte Mikail geçiyordu. O Bana tebessüm edince Ben de ona tebessüm
ettim!56
Bedir, her yönüyle olağanüstü idi. Kureyş, ne umutlarla
Mekke' den kopup buralara kadar gelmişti ama şimdi kolu ve kanadı kırık olarak
geri dönmek zorunda kalıyordu. Hem de, neredeyse lider konumundaki bütün
değerlerini Bedir'de bırakmış olarak! Onlar için Bedir, başlamadan biten bir
savaştı! Zira ne olduğunu anlayamadan kelleleri vücutlarından ayrılmış ve hasat
mevsiminde olgunlaşan başaklar gibi kolayca derilivermişlerdi. Sanki
görmedikleri birileri geliyor ve teker teker işlerini bitiriyordu. O gün
yaşama imkanı bulup da geri dönebilenler veya bunlar arasından daha sonra
İslam'la şerefyab olanların anlattıkları hep aynı noktaya vurgu yapıyordu: O
gün Kureyş ordusunu, gaybi bir el perişan etmişti!
Sayılarını
azımsadıkları İslam ordusuna hücum ederken birden bir bulut belirmiş ve bu,
müşrikleri endişeye sevketmişti. Zira, Ebrehe ordusunun başına gelenler o
kadar anlatılmıştı ki, bir anda zihinlerde yeniden şimşekler çakmaya
başlamıştı. Gördükleri, sadece mücerret bir bulut da değildi; bulutun içinden
hücum sesleri geliyor ve at kişnemeleri kılıç şakırtılarına karışıp Bedir'in
her yerinde yankılanıyordu. O kadar ki, az önce kendilerinin dörtte biri olarak
gördükleri İslam ordusunu artık daha farklı değerlendiriyor ve kendilerinden en
az iki kat daha fazla olduğunu düşünüyorlardı. Bir anda her şey değişmiş ve bu
değişiklik onları, ölüme biraz daha yaklaştırmıştı.
Bedir'de
esir alınıp da, bedelini ödedikten sonra Mekke'ye dönecek olan Süheyl İbn
Aınr, o gün yaşanan olağanüstülükleri aktarırken:
-
Bedir günü ben, sema ile arz arasında öyle küheylanlar ve bunlar üzerinde beyaz
elbiseli öyle süvariler gördüm ki, sanki bunlar önlerine geleni esir alıyor ve
öldürüyorlardı, ifadelerini kullanacaktı.
56 EbU Ya'la, Müsned,
4/49; Heyserni, Mecmaü'z-Zevaid, 6/283
77
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
o
günü anlatırken Abdurrahman İbn Avf, önce Efendimiz'in sağ ve sol tarafında iki
kişinin savaştığını gördüğünü, ardından da ön ve arkasına birer kişinin daha
gelerek O'nu tehlikelerden koruduğunu müşahede ettiğini anlatacaktı.
O
gün de Dıhyetü'l- Kelbi suretinde gelen Cibril-i Emin'le hoş sohbet ettiği
günlerden birinde Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ona:
-
Bedir günü meleklerden 'Ukdum, hayzüm' diyen hangisiydi, diye soracak ve buna
mukabil:
-
Sema ehli arasında bilip tanıdıklarımın hepsi, cevabını alacaktı.
O
gün esir alınanlardan Saib İbn Ebi Hubeyş, yemin billah ederek kendisini
insanlardan hiç kimsenin esir almadığını söyleyecekti. Ona:
- Peki, öyleyse seni
kim esir aldı, diye sorunca da:
- Kureyş hezimet
yaşamaya başlayınca ben de büyük bir şok ya-
şamıştım.
Sema ve yeryüzünü dolduran alnı ve ayaklan sekili bir at üzerinde uzun boylu,
beyaz giysili ve sarıklı bir adam bana yetişti ve gelip beni iple sıkıca
bağladı. Bu sırada Abdurrahman İbn A vf yanıma geldi ve beni bu halde görünce:
-
Bu adamı kim esir aldı, diye askerlere bağırdı. Kimseden ses çıkmamıştı. O da,
beni yanına alarak Resülullah'ın yanına kadar getirdi. Allah Resülü bana:
- Ey İbn Ebi Hubeyş!
Seni kim esir aldı, diye sordu.
- Bilmiyorum, diye
cevapladım. Bunun üzerine O (sallallahu aley-
hi ve sellem):
- Seni, meleklerden
bir melek esir aldı, buyurdu.
Efendimiz'in
amcası Hz. Abbas'ı da Ebu'l- Yeser adında zayıf yapılı bir sahabi esir
almıştı. Halbuki Hz. Abbas, güçlü ve iri yapılı bir adamdı. Daha sonralan
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebu'l-Yeser'i karşısına alacak ve:
-
Ya Eba'l-Yeser! Söyler misin, Abbas'ı sen nasıl esir aldın, diye amcasını nasıl
etkisiz hale getirdiğini soracaktı. Mahcubiyet içinde şunları söyledi:
-
Ya Resülullah! Onu esir alırken bana, ne daha önce ne de daha sonralan gördüğüm
şöyle şöyle görünümlü bir adam yardım etti.
Bedir'e Doğru
Ebu'l-
Yeser'in bu samimi ve içten cevabına mukabil Allah ResüIii (sallallahu aleyhi ve sellern):
- Sana, kerem sahibi
bir melek yardım etmiş, buyurdular.
O
gün her şey bittikten sonra Cibril-i Emin Efendiler Efendisi'nin huzuruna
gelecek ve şöyle seslenecekti:
-
Ya Muhammed! Allah (celle celaluhü) beni Sana gönderdi ve Sen razı oluncaya
kadar yanında kalmamı emir buyurdu; Sen şimdi razı mısın?
Bunun üzerine
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Cibril' e:
-
Evet, razıyım, dedi ve arkasından da artık Bedir'den ayrılıp gidebileceğini
söyledi.
O
gün mü'minlerden on dört şehit vardı. Bunların altı tanesi Muhacir; ikisi Evs
ve altısı da Hazrec olmak üzere sekiz tanesi de Ensar'dı.e? Şehitler arasında,
mübarezeye çıkıp da ayağı kopan Efendimiz'in amcaoğlu Vbeyde İbn Hôris, Sa'd
İbn Ebi Vakkas'ın küçük kardeşi Umeyr İbn Ebl Vakkas, üç kardeşiyle birlikte
Bedir'e gelen Akı! İbn Ebi Bükeyr, Afra Validemizin oğulları Av! ve
Muaoviz, Umeyr
İbniil-Hiımôm, Sa'd
İbn Hayseme, Züşşima!eyn İbn Abdiamr, Miıbeşşir İbn Abdilmiuızir, Hz. Ömer'in azatlı kölesi Mihce',
Sajvan İbn Beıjdô, Yezid İbn Hôris, Rôfi' İbn Muallii ve Enes İbn Malik'in halaoğlu Harise
İbn Siirôka gibi isimler vardı.
Evet,
ortada bir zafer vardı ve her halükarda buna sevinmek gerekiyordu. Ancak sonuç
zafer de olsa, Bedir'e bir hüzün çökmüştü. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellem) için, her bir insan bir alem demekti ve çok önemliydi. Şimdi ise,
ashabından on dört kişiyi Bedir'de bırakıp geri dönmek zorundaydı. Gerçi
Cibril'in getirdiği haber, kendilerine isabet edenin en az iki katının karşı
taraf için söz konusu olduğunu anlatacak ve başlarına gelen bu kadar meşakkete
rağmen üzülmemeleri gerektiğini ifade edip mü'minleri teselli edecekti.58
57
Şehitlerin sayısı bazı rivayetlerde on
sekiz olarak geçmektedir. Bkz. Taberani, Mu'ceınu'l-Kebiıvıo/zoa
58 Bkz. Al-i İmran,
3/165
79
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Bu şartlar altında Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellern), Bedir' den hemen dönmeyecek ve burada üç gün beklemeyi tercih
edecekti. Bu süre içinde Efendiler Efendisi, kendisiyle birlikte Bedir'e gelen
ve herkesten önce şehadet şerbetini yudumlayan ashabının namazıarını
kıldıracak, onlar için dua edip Rabb-i Rahim'ine yalvaracak ve ashabıyla
birlikte son yolculuklarına bizzat iştirak edecekti.
Müşrikler ise, Bedir'i terk edip kaçarken arkada yetmiş
tane ölü bırakmışlardı.e? Savaş başlamadan önce Efendimiz'in yaptığı duada
isimlerini zikredip de beddua ettiği Ebu Cehil, Ümeyye İbn Halej, Rebia'mn
oğlu Utbe ve Şeybe kardeşler ve Ukbe İbn Ebi Muayt da,
Bedir'de ölenler arasındaydı. Hem de bunlar, Efendiler Efendisi'nin daha savaş
başlamadan önce gösterdiği yerlerde cansız uzanmış yatıyorlardı. Kısa zaman
sonra, kızgın güneşin altında kokmaya başlayacak ve etrafa dayanılmaz bir koku
yayacaklardı.
Velid
İbn Utbe, Ebu
Süfyan'ın oğlu Hanzala, Ümeyye İbn Halefin oğlu Ali, Ukbe İbn Ebi
Muayt, Hz. Talha'nın amcası Umeyr İbn Osman, Ümmü Selerne Validemizin kardeşi Mes'iıd
İbn Ebi Ümeyye ve Ebu'I-Balıteri gibi isimler de Mekke müşrikleri
arasından öldürülen önemli kişilerdi.
Bir
de, Müslüman oldukları halde baskı altında tutulan ve zorla savaşa getirilen
gençler vardı; boyunlarında bukağı, ayaklarında da pranga olduğu için bu
insanlar,diğer Müslümanlar gibi hicret de edememiş ve Bedir konusunda da
efendilerine boyun eğmek zorunda kalmışlardı. Bunlar, Hôris İbn Zem'a, Ebu
Kays İbn Fôkihe, EbU Kays İbn Velid, Ali İbn Ümeyye ve As İbn Münebbih gibi
isimlerdi. Daha Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Mekke'de iken Müslüman
olmuşlar; ancak babalarının şiddetli baskıları altında pek varlık gösterememişlerdi.
Bugün ise hepsi, Bedir'de can vermiş bulunuyordu. Acı bir tecrübeydi; benzeri
bir durumla karşılaşmamak için Cibril-i Emin gelecek ve arkada kalanların
kulağına küpe olacak şu mesajları getirecekti:
59 Müşriklerin geride
bıraktığı ölü sayısının elli olduğu şeklinde bir rivayet vardır.
Bkz. İbn Hişam, Sire,
3/270; Süheyli, Ravdu'l-Unf, 3/167
80
Bedir'e Doğru
- İman edip de hicret etmeyerek kendi öz nefislerine
zulmeder vaziyette olanların canlarını alırken melekler onlara diyorlardı ki:
"Ne
işte idiniz?" Onlar
da: "Biz bu ülkede, dinin emirlerini uygulayamayan, baskı altında
yaşayan kimselerdik" deyince, melekler bu sefer şöyle diyorlardı: "Peki,
Allah'ın dünyası geniş değil miydi; siz de oradan hicret etseydiniz
ya?" İşte onların durağı cehennemdir. Ne fena bir dönüş yeridir
orası!"?
Savaş biteli üç gün olmuştu; Efendimiz, atını
hazırlayıp yola koyulmadan önce, müşriklerin elebaşlarının olduğu yere geldi
ve her birinin künyesini sayarak onlara şöyle seslenmeye başladı:
- Ey filan oğlu falan! Ey Ebu Cehil İbn Hişaml Ey Utbe
İbn Rebia! Ey Şeybe İbn Rebia! Ey Ümeyye İbn Halef! Allah ve Resülü'ne
itaatsizlik etmenin ne demek olduğunu şimdi gördünüz mü? Rabbinizin, sizin için
vadettiklerinin de hak olduğunu gördünüz mü? Ben, gerçekten Rabbimin Bana
vaadettiklerinin hak olduğunu yakinen görmüş bulunuyorum! Sizin kadar
peygamberine kötülük yapan yoktur! İnsanlar Beni tasdik ederken sizler Beni
yalanladınız! Onlar Beni sinelerine sararken sizler Beni memleketimden çıkarıp
kovdunuz! Başkaları Bana yardım ederken sizler, Bana karşı savaş ilan ettiniz!
Ve Allah da, Bana yaptığınız bütün bunlardan dolayı sizi çok kötü şekilde
cezalandırdı. Halbuki sizler, emin olduğum halde Beni yalanla itham ediyor,
sadık ve doğru olduğum halde Bana yalancı diyordunuz!
Efendiler
Efendisi'nin bu ifadelerine şahit olan Hz. Ömer devreye girecek ve:
- Ya Resülullahl Üç gün sonra onlara böyle
sesleniyorsun; içlerinde ruh olmayan, kokuşmuş ve cansız bedenlerle nasıl
konuşuyor, cevap vermeleri için de sesini duyurmaya çalışıyorsun, diye soracaktı.
Efendimiz:
- Onlara söylediklerimi siz, onlardan daha iyi duyuyor
değilsiniz. çünkü onlar, şimdi kendilerine söylediğim her şeyi duyuyor ama
bunlara cevap vermeye güç yetiremiyorlar, diyecekti.
60
Nisa, 4/97; Ayrıca bkz. Vahidi, Esbabü Niızüli'l-Kur'an, s. ı80; Salihi,
Siıbülü'lHüdil ve'r-Reşad, 4/77
8ı
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
o ne büyük merhametti ki, Efendimiz (sallallahu aleyhi
ve sellem) kendi lider ve önderlerini Bedir'de bırakıp da kaçan Kureyş adına,
savaş meydanında bulunan cansız bedenlerin gömülmesini emredecek ve kendileri
de, bizzat bu işe mübaşeret edecekti. Kureyş efendilerinden yirmi dört kişinin
gömülmesini bizzat Efendimiz emretmişti.
Utbe İbn Rebia'yı gömerken, yanında bulunan ve Utbe'nin
de oğlu olan Ebu Huzeyfe'ye bakıyor ve yüzündeki ifadelerden ruhunda kopan
fırtınaları anlamaya çalışıyordu. Yüzünün rengi gitmiş, ve mahzun Ebu Huzeyfe,
belli ki imansız giden babasına yanıyordu. Onun mahzun halini görünce
dayanamayıp yanına yaklaştı ve üzgün Ebu Huzeyfe'nin başını şefkatle
sıvazlayıp:
-
Herhalde, babanın içinde bulunduğu durum sebebiyle gam ve keder içindesin,
buyurdular.
- Hayır, diye tepki verdi Ebu Huzeyfe. ValIahi de ne
babam ne de onun yerde serilip uzanması beni üzüyor; beni esas üzen şey, babamın
bu duruma düşmeyecek kadar yumuşak tabiatlı, akıl sahibi ve faziletli
oluşuydu. Onun bu hali bana umut veriyor ve ben de, gün gelip İslam'a
yakınlaşacağını umuyordum. Tam, onun için bunları umup teslim olacağı günün
hayalleriyle düşüp kalkarken onu bu halde ölmüş görünce içime bir hüzün çöktü
ve ben de mahzun oldum!
Gerçekten de, üzüntü duyulacak bir durumdu ve onu bu
üzüntüden kurtarması için Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), ellerini
açıp Rabbine dua edecek, böylelikle Ebu Huzeyfe'nin acısını paylaşmış
olacaktı.
Bugüne kadar adım adım kendisini takip edip de hep
küfür kusan can düşmanı Ebu Cehil'i bile toprağa O (sallallahu aleyhi ve
sellem) gömecekti. Hatta onu gömerken:
- Şayet Ebu Talib bugün yaşıyor olsaydı, kılıçlarımızın
onların başlarına nasıl indiğini de görüyor olacaktı, buyurdu. Çünkü Ebu Talib,
Ebu Cehil ve avanesinin gemi azıya alıp da Efendimiz'e saldırdıkları o Mekke
yıllarında uzun bir şiir okumuş ve bu şiirinde, "bugünkü zalimler
yarın, başlarına ne türlü kılıçların indiğini görecekler" diye
temennide bulunmuştu.
82
Bedir'e Doğru
Artık sonuç belli olmuş ve sayılan az olmasına rağmen
Müslümanlar Bedir'de büyük bir zafer kazanmışlardı. Bu durum, bazı insanlar
açısından ölçünün kaçınlmasına sebep olup dengeyi tutturmada zaaf izhar
etmelerini netice verebilirdi. Zira gelişmeleri şahıslara bağlama, hemen her
zafer döneminin belirgin yanılgısı olmaya aday kayma noktalarının başında
geliyordu. İşte, böyle bir yanlışlığa meydan vermemek için yine Cibril gelmiş,
Efendimiz' e şu beyanlan ulaştırıyordu:
- Onları Siz değil, gerçekte öldüren Allah'tır; elinde
tutup da attıklarını attığın zaman da onlan Sen değil Allah atmıştı. Bütün bunları,
mü'minleri güzel bir şekilde imtihan etmek için yaptı. Çünkü O, her şeyi işitip
bilen bir Semi' ve bilgisiyle her şeyi kuşatan bir Alim'dir.?'
Çok
geçmeden Cibril-i Emin yine gelecek ve şu beyanlarla mü'minlere işin gerçek
yönünü anlatacaktı:
- Sizler, azınlıkta olduğunuz bir sırada Allah,
Bedir'de size yardım etti. Öyleyse sizler, O'nun çizdiği takva sınırları
içinden şaşmayın ki şükrünüzü eda edebilesiniz. Hani o vakit Sen mii'minlere:
"Rabbinizin
indirdiqi üç bin
melek ile size imdad edip yardım göndertnesi yetmez mi?" diyordun.
Evet, eğer sabreder ve itaatsizlikten sakınırsanız, düşmanlarınız hemen
üzerinize geliverse bile Rabbiniz, formalı formalı tam beş bin melek
göndererek size yardım edecektir. Şüphesiz ki Allah bu imdadı, sırf size müjde
olsun ve kalpleriniz bununla müsterih olsun diye yaptı. Zaten nusret ve zafer,
ancak mutlak galib, tam hüküm ve hikmet sahibi, Aziz ve Hakim olan Allah
tarafından gelir.62
Bedir'den Ayrılış ve
Ganimetler
Derken Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern),
ganimet olarak elde edilen yüz elli deve, on at ve diğer ticaret eşyalarını
derleyip toparlama işini Habbôb İbn Erett'e vererek Bedir'den aynldı.
Ebu Cehil'in geride bıraktığı deveye'v de kendisi binmiş; Medine'ye doğru hare-
6ı Bkz. Enfal, 8/17
62 Ai-i İmran, 3/123-126
63 Daha sonraki
gazvelerinde bu devenin üzerinde savaşacak ve nihayet Hudeybiye
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
ket etmişti. Esirler
konusunda ise, azatlısı Şükran'ı görevlendirmişti.
Onları da birlikte Medine'ye getiriyorlardı.
Esirler
ve elde edilen ganimetler konusunda henüz net bir hüküm yoktu. Onun için
Efendimiz, önce:
-
Savaş sırasında sizlerden her kim, müşriklerden kimi öldürmüşse, onun kıymetli
eşyaları ona aittir; kim de kimi esir almışsa, o da onun esiridir, buyurmuştu.
Ancak, savaş bir noktaya gelip de kaçan müşriklerin peşinden gidenler, ganimet
toplama konusunda pek bir şeyelde edememişlerdi. Bunun için aralarında
konuşuyor ve bir türlü ittifak edemiyorlardı. Savaş meydanında kalıp da ganimet
toplayanlar, bu hakkın kendilerine ait olduğunu söylerken, kaçan müşrikleri
takip edip de nihai zaferin ilanını temin edenler ise, toplanan bu mallarda
kendi haklarının da olduğunu iddia ediyorlar ve tabii olarak bu haklarının
kendilerine verilmesini talep ediyorlardı.
İşin içinden
çıkılamayınca durum Allah Resülü'ne arz edildi.
Zaten
bu sırada Cibril-i Emin konunun çözümünü getirmiş ve ganimetlerin dağılımında
dikkat edilecek hususları Efendimiz'e bildirerek bu konudaki belirsizliği
ortadan kaldırmıştı. Buna göre Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), ayetle
tespit edilen beşte bir payı ayırdıktan sonra geride kalanları ashab-ı kirarn
arasında eşit şekilde paylaştıracaktı.
Bedir
savaşına gelemeyen bazı sahabilere de ganimetten pay verilmesi dikkat
çekiyordu. Bunlar, ayrılırken Medine'ye vali olarak tayin ettiği Ebu Liibôbe
İbn Abdülmünzir, Ebu Süfyan'ın kervanını takip için Şam taraflarına
gönderdiği Talha İbn Ubeydullah ve Said İbn Zeyd, Rukiyye
Validemizin hastalığı sebebiyle gelemeyen Hz. Osman, Kuba'da vekil
bıraktığı Aszm İbn Adiyy, Hôris İbn Hôtıb, Havvdt İbn Cübeyr ve Hôris İbn Szmme gibi
isimlerdi.
Bu
arada, Bedir' de şehit olan on dört kişi için de pay ayrılmıştı Bunlar da
onların yakınlarına verilmek üzere bir kenarda tutuluyordu.
günü
bu deve, kurban edilenler arasında yer alacaktır. Bkz. Ahmed İbn Hanbel, Müsned,
1/261, 314; İbn Sa'd, Tabakat. 2/95, 103; Taberani, Mu'cemu'l-Kebir, 11/92
Bedir'e Doğru
Ganimetler
taksim edilirken, daha fazla gayret gösterip de kendilerini riske atanlara
farklı muamele beklentisi olanlar da vardı. Zira ganimet, hükmü ayetle sabit
bir helaldi ve bununla ilgili akla gelebilecek her meseleyi o gün gündeme
getirip doğrusunu bizzat Resülullah'tan öğrenme imkanı vardı. Onun için Sa'd
İbn Muaz sordu:
-
Ya Resülullah! Savaşta süvari olarak önemli vazifeler yapanlara da zayıf ve güçsüzlere
verdiğin kadar mı vereceksin?
Resülullah
önce, Sa'd İbn Muaz'a döndü ve ardından da, tatlı bir ses tonuyla:
-
Hayannesi evlatsız kalasıca, dedi. Sizler, zayıf ve güçsüzleriniz vesilesiyle
nusrete mazhar olmuyor musunuz?
Safrii denilen yere geldiklerinde,
Efendimiz'in işaretiyle mübarezeye çıkan ve ayağına aldığı kılıç darbesiyle
yaralanan atmış üç yaşındaki yeğen Ubeyde İbn Hôris'uı takati
kalmamıştı. Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellcm) şefkat dolu
bakışlarıyla teselli ediyordu ama belli ki Ubeyd İbn Haris çok acı çekiyordu.
Gerçi o, şehit olarak gideceği için çok huzurluydu; zira mübarezenin hemen sonrasında
bu müjdeyi bizzat amcasından almıştı. Şimdi ise, bu müjdenin tahakkuk vaktiydi
ve başı Efendimiz'in dizinde olduğu halde orada vefat edecekti.
Reıihii denilen
yere geldiklerinde, kendilerini karşılamak için Medine'den çıkıp gelen
kalabalıkla karşılaştılar. O gün Revha, adeta bayram yerini andırıyordu, Mekke
ordusuna karşı kazanılan zaferi kutluyor ve çoluk çocuk bu mutluluğu
birbirleriyle paylaşryordu.v'
Aynı
zamanda bu, kendilerini öne çıkarıp da inayet-i ilahiyeyi görmezden gelmemek
için gösterilmiş önemli bir hassasiyetti ve bunu duyan Efendiler Efendisi
(sallallahu aleyhi ve sellern), önce tebessüm edecek ve ardından da şunları
söyleyecekti:
-
Ey kardeşimin oğlu! Aslında onlar, seçkin kimselerdi; onları uzaktan gördüğünde
heybetten irkilir, sana bir şey emrettiklerinde
64
Onlann bu kadar içtenlikle kendilerini yücelttiklerini gören Selerne İbn Selame
şunlan söyleyecekti:
-
Neden bunu bu kadar büyültüp bizi böyle kutluyorsunuz ki? Allah'a yemin olsun
ki biz, sanki saçlan dökülüp beli bükülmüş ihtiyarlar veya ayaklan bağlanmış
kurbanlık develerle karşılaştıkl Bize sadece boyunlanna vurmak kalmıştı; biz de
onu yaptık! Bkz. İbn Hişam, Sire, 3/193; Taberi, Tarih, 2/38
85
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
de
onu hemen yerine getirirdin! Onların ortaya koydukları gayretlerle kendine ait
fiillerini kıyasladığında kendi yaptıklarını azımsar ve onları gözünde büyültürdün!
Ancak onlar, Nebilerine karşı olmadık kötülük içine girdiler!
Bunlar,
aynı zamanda Kureyş'in başına gelenlerin gerçek sebebini de ortaya koyan net
ifadelerdi.
Efendimiz,
esirlerden bir gün önce bir çarşamba günü Medine'ye gelmişti. Veda tepesinde
toplanan insanlar, dolunay misali üzerlerine doğuveren Allah Resülü'ne
neşideler okuyar ve sinelerine basıyorlardı.
O'nun,
muzaffer ve mansur bir şekilde Bedir'den döndüğünü gören birçok insan, gelip
Müslüman olduğunu ilan ediyordu. Çünkü küfür adına tutunabilecekleri bir dal
kalmamış ve içinde nifak taşıyanların umutları da tükenmişti. Abdullah İbn
Übeyy İbn Seliil de bunlar arasındaydı.
O'nun gelişini gören
Yahudiler ise:
-
İşte, Tevrat'ta vasıflarını gördüğümüz peygamber bu peygamber, diyor ve
teslimiyetlerini ifade ediyorlardı.
Esirler Konusundaki Hassasiyet ve
İstişare
Bu
arada ashabına, esirler konusunda duyarlı olmalarını söylemiş ve onlara
hayırla muamele edilmesini istemişti. Hatta bu emri yerine getirmek için o gün
sahabe, yemek vakti gelince kendileri hurma ile yetinirken esirlerine
ellerindeki en güzel yemeklerini verdiler. Daha sonra Müslüman olacak olan Ebu
Zeyd, konuyla ilgili bir hatırasını anlatırken bu noktaya işaret edecek ve:
-
O gün ben de, Erisar'la birlikte Medine'ye getirilenler arasındaydım. Yemek
vakti gelip de bir şeyler yemek istediklerinde onlar, Resülullah'ın tavsiyesini
yerine getirmek için ellerindeki ekmeği en önce bana veriyorlar, kendileri ise
hurma yiyerek açlıklarını gidermeye çalışıyorlardı. Hatta onlardan birisi o
gün, elinde bulunan ekmeği uzatıp da bana verince, onu alıp da yemekten haya
eder ve bu ekmeği yanımdaki bir başkasına verirdim ve çoğu zaman da bu ekmek,
yeniden bana geri gelirdi.
Esirlerin
Medine'ye getirildikleri ilk gece Efendimiz'in gözüne uyku girmemiş, sabaha
kadar uyuyamamıştı. Bunun farkına varan
86
Bedir'e Doğru
bazı sahabiler, uyku
tutmamasının sebebini sorduklarında Efendimiz onlara şu cevabı verecekti:
- Abbas'ın inlemesi
beni uyutmadı!
Bunu
duyan bir sahabi hemen yerinden kalkacak ve doğruca Hz. Abbas'ın yamna gelerek
onun bağlarını çözecekti. Bir müddet sonra Efendimiz sordu:
- Abbas'ın
iniltilerini niye duymuyorum?
Hz. Abbas'ın
bağlarını çözen sahabi ileri atıldı ve:
-
Ben onun bağlarını çözdüm ya Resülullah, dedi. Bunu duyan şefkat peygamberinin
yüzünde güller açmaya başlamıştı. Belli ki yapılan bu muameleden çok memnun
olmuştu. Ancak O (sallallahu aleyhi ve sellern), aynı zamanda adaleti temsil
eden bir peygamberdi ve Hz. Abbas'ın bağlarını çözen sahabiye:
- Git ve esirlerin
hepsinin bağlarını çöz, buyurdu.
Bu,
işin bir tarafım oluşturuyordu; diğer yandan yeni karşılaşılan bu duruma bir
çözüm bulunmalıydı. Zira savaş ilk olduğu gibi esirler konusu da bir ilkti ve
ne yapılacağı konusunda önlerinde misal teşkil edebilecek herhangi bir uygulama
yoktu. Henüz ilahi bir emir de gelmemişti. Hüküm yok diye esirleri geri de
gönderemezlerdi; çünkü bu, geri döner dönmez yeniden savaş hazırlıklarına
başlayacaklan açıktan belli olan müşrik cephenin ekmeğine yağ sürmek anlamına gelirdi.
Onun
için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), önce ashabım topladı ve
onlarla, esirler konusunda atılacak adımları istişare etmeye başladı. Her şey,
bir ilkti ve bugün atılacak adımlar, daha sonraları da kullamlacak birer metod
olacaktı.vs
-
Şu esirler konusunda ne düşünüyorsunuz, diye soruyor; "Onların çoğu dünkü
kardeşleriniz olsa da Allah (celle celaluhü), bugün onlan sizin vereceğiniz
karara muhtaç bıraktı." diye ilave ediyordu. Hz. Ebu Bekir öne çıktı:
- Ya Resülullah,
dedi. Onlara karşı Allah (celle celaluhü) Sana yar-
65
Bu arada Cebrail'in gelerek, Efendimiz'in esirler konusunda dilediğini yapma
konusunda serbest olduğunu bildirdiği de rivayetlerde yer almaktadır. Bkz. Abdurrezzak,
Musannef, 5/209; Nesai, Sünenü'l-Kiıbra, 5/200; İbn Sa'd, Tabakat, 2/22
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
dım
edip Seni üstün kılsa da onlar, yine de Senin ehlin ve akrabaların! Bunların
kimi amcaoğlu, kimi aynı kabilenin miintesibi ve kimi de kardeşler! En iyisi
bunları Sen, kendilerinden fidye almak suretiyle serbest bırak. Böylelikle,
onlardan alınanlar bizim küfre karşı elimizi güçlendirir. Belki de Allah (celle
celaluhü), böylelikle onların kalbini Sana karşı yumuşatır ve onlar da bir gün
Sana gelir ve destek olurlar!
Sadık
Yari' nin kanaatini aldıktan sonra bir diğer arkadaşına dönerek:
- Peki, sen ne
diyorsun ey Hattaboğlu. diye sordu.
- Ya Resülullah, diye
başladı Hz. Ömer. Bunlar, Seni yurdun-
dan çıkarıp kovan,
Seni yalancı ilan eden ve Seni öldürmek için yola çıkıp Seninle savaşan
insanlar! Ben, Ebu Bekir gibi düşünmüyorum; bana kalırsa, falanı bana teslim
edin ve onun boynunu ben vurayım! Ali'ye Ukayl'i bırakın; o da onun işini
bitirsin! Hamza'ya da kardeşi filanı bırakın; o da onun kellesini alsın! Ta ki
Allah (celle celaluhü), bizim kalbimizde müşriklere ait zerre kadar bir sevgi
olmadığını görsün! Çünkü bunlar, Kureyş'in en önde gelen imamları ve onları
sevk eden akıl babaları; bunların boyunlarını vurdur! Senin elinde bunları esir
olarak kalmasına benim gönlüm razı değil!
Bu arada, Abdullah
İbn Revaha ileri atılarak:
-
Ya Resülullah, dedi. Gördüğüm kadarıyla bu vadide, bir hayli çalı, çırpı ve
odun var; onlar içindeyken bu vadiyi ateşe veriver!
İbn
Revaha'nın bu teklifi üzerine, onun sesini duyan amca Abbas:
-
Akrabalık bağlarını kökünden kestin, diyerek tepki gösterecekti.
Ashabının fikrini
aldıktan sonra Efendiler Efendisi, içeri girdi.
Dışarıda bekleyen
ashab, kendi aralarında konuşuyordu; bir kısmı, Ebu Bekir'in fikrine göre
hareket edip onları fidye karşılığında serbest bırakacak; diğer bir kısmı,
Ömer'in kanaatine göre hüküm verip hepsini öldürecek; bir diğer grup da,
Abdullah İbn Revaha'nın düşüncesini hayata geçirip onları yakacak, diye yorum
yapıyordu. Bir müddet sonra Efendimiz yeniden dışarı çıktı:
-
Şüphesiz ki Allah (celle celaluhü), bazı insanların kalbini öyle yumuşatmış
ki, sanki onlar en yumuşaktan daha yumuşak! Bazılarının
88
Bedir'e Doğru
kalbini de öyle
katılaştırmış öyle katı1aştırmış ki, taştan daha sert, dedi ve ilave etti:
-
Sen, ey Eba Bekir! Melekler arasında, rahmetle yere inen Mikail'e, Peygamberler
arasında da, "Onlardan her kim bana tabi olursa o bendendir; kim
de bana isyan edip yüz çeıiirirse Sen, merhametinle muamele edip affinla
onlarz mağfiret edersin"66 diyen İbrahim'e ve 'Şayet onlara azap
edersen; onlar Senin kulların; şayet onlara affinla muamele edip günahlarınz
bağzşlarsan, bu da Senin şanzndzr; çünkü Sen, Aziz ve Hakim'sitı'v? diyen
İsa'ya benziyorsun!
Arkasından Hz. Ömer'e
döndü:
-
Sen de ey Ömer, dedi. Melekler arasında, şiddet, katılık ve Allah düşmanlarını
cezalandırma düşüncesiyle inen Cibril'e, peygamberler arasında da, "Allah'zm!
Yeryüzünde kôfirlerden bir tane bile bırakma's" diyen Nuh ile, "Allah'zm!
Onların mallarznz akim, kalplerini de perişan eyle ki, azôb-ı elimi gözleriyle
görunceye kadar iman edemesinler.v" diyen Musa'ya benziyorsun!
Sonra da ikisine
birden seslendi:
-
Şayet siz, bir konuda ittifak etseniz, Ben size muhalefet etmem!
Daha
cümlelerini bitirmemişti ki, Abdullah İbn Mes'üd'un sesi duyuldu:
-
Ya Resülullah, diyordu. Süheyl İbn Beyda istisna olsun! Çünkü ben, ondan
İslam'la ilgili güzel şeyler duydum; neredeyse Müslüman olmak üzere!
Gönüllere
inşirah veren bir haberdi bu ve hemen oracıkta Resulii Kibriya Hazretleri
durdu. Bunu duyan Abdullah İbn Revaha. daha sonra şunlan söyleyecekti:
-
O gün, "Süheyl İbn Beyda istisna olsun" sözünü ResUlullah'tan
duyduğumda korktuğum kadar, üzerime semadan taş yağacağından endişe ettiğim
bir başka gün hatırlamıyorum.
66 Bkz. İbrahim,
14/36 67 Bkz. Maide, s/n8 68 Nı1h,71/36
69 YUnus, ıo/88
89
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Genel
kanaat belli olmuştu. Efendimiz'in kanaati de bu istikametteydi. Zira, bugüne
kadar gelen ayetler, insanları affederek hikmet ve mev'ize-i hasene ile davet
üzerinde duruyordu. Kur'an'la bütünleşmiş bir ruh olarak herkesi affetmek,
O'nun karakteri haline gelmişti ve O da, genelin kanaatine uyarak esirlerin,
fidye karşılığında serbest bırakılmaları gerektiğini söylüyordu.
Fidye miktarı olarak
o gün, dört bin ükiyye tespit edilmişti,"?
Yine
de, esnek bir uygulama ortaya konuluyor ve bu miktarı bulamayanlara da
müsamaha ile bakılarak bu rakam, daha aşağılara kadar çekilebiliyordu.
Bir
de, hiçbir şeyleri olmayan fakir insanlar vardı; gönül, bunların da hürriyetlerini
kazanmalarını istiyordu ve çok geçmeden buna da bir çare bulundu. Tespit edilen
fidye bedelini ödeyecek gücü olmayanlar, Müslümanlardan on delikanlıya okuma
yazma öğretecek ve buna karşılık hürriyetlerini elde edeceklerdi.?'
Buna
rağmen, hem malı olmayan hem de okuma yazma öğretme imkanı bulunmayanları da
zorda bırakmayacak ve onları da, bundan sonra Müslümanlığın aleyhinde
konuşmamak ve aleyhte olanlara da yardım etmemek şartıyla serbest
bırakacaktı. Ebu Izze olarak bilinenAmr İbnAbdullah bunlardan
biriydi.?"
Esirlere Muamelede
Gösterilen Titizlik
Savaş bitip netice meydana çıkınca, esirler arasında
bazı garipliklerin yaşandığı göriilecekti. Zira bu insanlar, bilhassa Muhacirlerin
açısından daha düne kadar aynı şehri paylaştıkları akrabaları veya komşuları
idi. Birbirlerinden kız alıp vermiş, yaz ve kış aylarında Şam ve Yemen
tarafına beraber gidip ticaret yapmış ve acı tatlı anlarını birlikte
paylaşmışlardı.
İslam
gelip de Efendimiz risalet vazifesini tebliğ etmeye başlayınca, bir kısmı bunu
kabullenmek istememiş, hatta sadece kabullenmemekle de kalmayıp bu daveti
durdurmak için ölüm tuzakla-
70 Bir ükiyye, 1283
grama tekabül eden eski bir ağırlık ölçüsüdür.
71
İslam'dan önce de Mekke ehli,
okuyup yazma açısından Medinelilere göre daha önde bulunuyordu. Bkz. İbn Sa'd,
Tabakat. 2/22; Beyhaki, Siinen, 6/322; İbn Seyyidinnnas, Uyünu'l-Eser, 1/373
72 Bkz. Buhari,
Sahih, 4/1474 (3793); İbn Hişam, Sire, 3/211
90
Bedir'e Doğru
n
kurmaya varıncaya kadar olmadık yollara başvurmuşlardı. Şimdi ise, düne kadar
kendilerini güçlü sanan ve Muhacirleri yurtlanndan kovup da mallanna el koyan
bu insanlar, esir olmuş ve haklannda verilecek karan merakla bekliyorlardı.
Bunlar arasında,
bizzat Efendimiz'in yakın akrabalan da vardı.
Amcası Abbas İbn Abdilmuttalib.P
Hz. Ali'nin kardeşi Aklı, bir diğer yeğeni Nevfel ve damadı Ebu'I-As da,
Efendimiz'e karşı savaşmak için gelmiş Bedir esirleri arasında bulunuyordu.
Efendiler Efendisi, kendi akrabalan olduğu için onlara özel muamele de
bulunmayacak ve herkes gibi onlardan da esaret bedellerini aldıktan sonra onlan
serbest bırakacaktı. Hatta amcası Hz. Abbas'tan, kendi bedeli yanında
yeğenlerinin kurtuluş akçelerini de alacak ve Hz. Abbas'ı ondan sonra serbest
bırakacaktı.?'
Savaş sonrasında Allah Resülü'ne gelenler arasında
Ebu'I-As'ın kardeşi Ömer İbni'r-Rabi' de vardı. Kardeşini esaretten kurtarmak
için elindeki keseyi uzatmış:
- İşte bu da, esiri
için Zeyneb'in gönderdiği fidye bedeli, diyor-
du.
Önce, keseyi açtı Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve
sellern). Gönlünün gülü Hz. Hatice Validemizin hatırası duruyordu karşısında.
Bu gerdanlığı düğün günü boynundan çıkarmış ve kızı Zeyneb'in boynuna bizzat
kendisi takmıştı Hatice Validemiz. Gözüne takılan bu gerdanlık dolayısıyle,
maziye gitmiş ve canlanan hatıraların meydana getirdiği bir duygu seli
kaplayıvermişti Efendiler Efendisi'ni.
Bir
müddet sonra da, etrafında bekleyip de gelişmeleri merakla bekleyen sahabeye
döndü ve şunlan söyledi:
-
Dilerseniz Zeyneb'in esirini serbest bırakın ve malını da kendisine iade edin!
Resülullah bir şey
ister de sahabe O'nun isteğini yerine getirmez
73 Kureyş,
o gün savaşa çıkarken ordunun hazırlanması için zenginlere müracaat etmiş ve
Bedir'e katılarıların bütün ihtiyaçlannı on kişinin üstüne yıkmıştı. Onlardan
biri de, Efendimiz'in amcası Hz. Abbas idi. EbU Cehil başta olmak üzere Mekke
müşriklerinin kurduğu baskıya dayanamayıp, Kureyş ordusuyla birlikte Bedir' e
gelmişti. Gelmişti ve şimdi de, esir olarak hakkında verilecek hükmü bekliyordu.
74 Bkz. Beyhaki,
Sünen, 6/322; Delailü'n-Niıbiivve, 3/150
91
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
miydi?
Zaten, bu arada gelen ayetler de, böyle bir durumda esirleri serbest bırakırken
fidye almayı veya onlan karşılıksız serbest bırakmayı mü'minlerin meşietine
havale etmiyor muydu?75 Çok geçmeden her birinden:
-
Peki, ya Resülullah, diyerek Efendimiz'in ricasını gönülden kabul ettiklerini
bildiren tasdik sesleri yükseldi.
Ancak,
Efendiler Efendisi'nin bir şartı vardı; Ebu'l-As'ı yanına çağırmış ve kulağına
bir şeyler fısıldamıştı. Herkesi merak içinde bırakan bir şeydi bu. Kulağını
kayınpederinin ağzına dayayan Ebu'l.As, bir
müddet sonra başını sallamaya başlamıştı. Belli ki, şart olarak ileri sürülen
konuyu kabullenmiş ve böylelikle mesele kapanrrnştı.Z"
Günün
erken saatlerinde yanından ayrılıp da İslam saflarına katılan oğlu Abdullah'a
kin kusan ve şiirleriyle Mekke ordusunu savaşa teşvik edip de coşturan Süheyl
İbn Amr da, esirler arasındaydı. Onu esirler arasında gören Hz. Ömer, ileri
atılacak ve Efendimiz'e şunlan söyleyecekti:
-
Onu bana bırak ya Resülullah! Bırak da onun dişlerini sökeyim ki, dili sarksın
ve bir daha da hiçbir yerde, ebediyen Senin aleyhinde konuşamasın!
Hz.
Ömer, kendi tabiatının gerektiirdiği şekilde konuşturuyor ve Efendiler Efendisi'ne
uzanan her el ve dili kesmenin gerektiğine inanıyordu. Ancak Allah Resülü'nün beklentisi
daha farklıydı. Zira O, Ömer'in de görmediklerini görüyor ve ona göre
konuşuyordu. Hattaboğlu Ömer'e döndü ve şunlan söyledi:
- Peygamber bile
olsam Ben, insanlara böyle işkence yapmam!
Sonra Allah da Bana
müsle yapar! Bırak onu ey Ömer! Bırak ki, gün gelir o da, senin hoşuna giden
işler yapar!"?
75 Bkz. Muhammed,
48/4
76 Bkz. Akademi
Araştırma Heyeti, En Öndekiler, s. 90 vd.
77
Aynı zamanda Efendiler Efendisi,
savaş esiri bile olsa kimseye işkence yapmayı düşünmüyor ve bunu da şiddetle
yasaklıyordu. Çünkü 0, beklenen ve gözlenen ahir zaman peygamberiydi. Hem gün
gelecek Süheyl de teslim olacak ve Hz. Ömer gibilerini de sevindirecek işler
yapacaktı; Allah Resülü'nürı dünya ve dünyadakilere veda ettiği gün
Mekkelilere seslenecek ve henüz kalbinde imanın oturaklaşmadığı insanların
yeniden küfre geri dönmelerine mani olacaktı. Bkz. İbn Hişarn, Sire, 3/200,
6/89; Vakıdi, Megazi, 1/107; Taberi,
Tarih, 2/41
92
Bedir'e Doğru
Esirler Konusunda Gelen İlahi İkaz
Aradan
bir gün daha geçmiş; Hz. Ömer, Efendimiz'in huzuruna gelmişti. Efendimiz Hz.
Ebu Bekir'le baş başa vermiş, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Ömer'i endişelendiren
bir manzaraydı bu ve:
- Ya Resülullah, dedi.
Sizi ağlatan da nedir? Niye ağlıyorsunuz?
Ağlanacak bir durum
varsa, ben de sizlerle birlikte ağlar, en azından ağlayamasam da sizinle
birlikte kendimi ağlamak için zorlarımı Olanlardan haberi yoktu ve içinden
geldiği gibi konuşup samimiyetini ortaya koyuyordu. Resül-ii Kibriya
Hazretleri, onun saf ve duru simasına baktı ve şunları söylemeye başladı:
-
İbn Hattab'ın sözüne muhalefetten dolayı neredeyse biz, büyük bir azaba düçar
olacaktık! Ve şayet o azap gelmiş olsaydı, o azaptan sadece Hattaboğlu Ömer
kurtulmuş olacaktı! O azap, işte şu ağacın yanında Bana arz edildi.
Meğer,
bu arada Cibril-i Emin gelmiş ve bahsi edilen ağacın yanındayken Yüce Mevla'
dan vahiy getirmişti. Gelen vahiyde Allah (celle celaluhü), Bedir'de esir
alınan insanlar hakkında şunları söylüyordu:
-
Bir peygamberin, dünyada zafer kazanıp küfrü zelil kılmadıkça, esirler edinip
onları fidye karşılığında serbest bırakması uygun düşmez. Siz, dünya metaını
istiyorsunuz; Allah ise, ahireti kazanmanızı diliyor. Allah, Aziz ve Hakim'dir;
üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir.
Eğer,
yanılma neticesi verilen hükümlerden ötürü azap etmeyeceğine dair Allah'ın
Levh-i Mahfüz'da yazdığı daha önceki hüküm olmasaydı, aldığınız fidyeden
dolayı size büyük bir azap dokunurdu.
Şu
kadar var ki, bundan böyle fidye ve ganimet size mübah kılındı. Artık,
aldığınız ganimetleri helal ve hoş olarak yeyin. Allah'a karşı gelmekten
sakının; gerçekten Allah, Gafür ve Rahirn'dir; affı bol, ihsanı da
geniştir.t"
Savaşın
neticesinden Medine'de bulunanları haberdar etmek için Efendiler Efendisi,
azatlı kölesi Zeyd İbn Hôrise ile Abdullah
78 Enfal, 8/67,
68, 69
93
Efendimiz Csallallahu
aleyhi ve sellem)
İbn
Revô.ha'yı önden
Medine'ye gönderdi. Savaştan bir gün sonraki pazar günü öğleye doğru Akik
denilen yere kadar gelecekler ve burada ikisi birbirinden ayrılacak ve her
biri bir başka cihetten Medine'ye girip müjdeyi farklı yerlerden ulaştırmayı
deneyeceklerdi. Çok geçmeden Abdullah İbn Revaha'nın şöyle seslendiği duyuldu:
-
Ey Erisar topluluğu! Müjdeler olsun size! Artık Resülullah selamettedir.
Müşrikler ise, hem öldürüldü hem de esir alındılar! Rebia ve Haccac'ın ikişer
oğluyla Ebü Cehil, Zem'a
İbn Esved ve Ümeyye İbn Halef öldürüldü. Süheyl İbn Amr ise esirler arasında!
Onun
söylediklerine dikkatle kulak veren .Asım İbn Adiyy, heyecanla soracaktı:
- Söylediklerin
gerçekten doğru mu ey İbn Revahal
- Elbette ki doğru,
diye cevapladı Hz. Abdullah. ValIahi de
doğru. Hem, yarın
Resülullah da gelecek. .. Hem de bukağılara bağlı esirlerle birlikte!
Medine'yi
büyük bir sevinç kaplamıştı. Abdullah İbn Revaha. bu sevinci herkesle
paylaşabilmek için kapı kapı dolaşıyor ve karşılaştığı herkese aynı müjdeyi
veriyordu. O kadar ki, çoluk çocuk onun etrafında toplanmış, Abdullah İbn Revaha
ile birlikte koşturup dururlarken bir taraftan da:
-
Fasık Ebü Cehil
öldürülmüş! Ümeyye ibn Zeyd'e varıncaya kadar herkes de, hak ettiği dersini
almış, diye neşideler söylüyorlardı.
Zeyd
İbn Harise ise, Efendimiz'in devesi Kasva'nın üzerinde Medine'ye gelmiş ve
girişi de alt mahalleden yapmıştı. O da, Abdullah İbn Revaha benzeri müjdeler
veriyor ve Bedir'de kazanılan zaferi Medine ehliyle şöyle paylaşıyordu:
-
Rebia'nın oğulları Utbe ve Şeybe, Haccac'ın iki oğlu, Ebü Cehil, Ebu'l-Bahteri, Zem'a İbn
Esved ve Ümeyye İbn Halef öldürüldü. Başka pek çok esirle birlikte onların en
azılılarından olan Süheyl İbn Amr da esir alındı!
Bir
tarafta Efendimiz'in devesi Kasva ile Medine'ye yalnız dönen Zeyd İbn Harise'yi
izleyen bazı insanlar, bir ara tereddüt geçireceklerdi; bazıları onun,
yaşadığı şokla cinnet geçirdiğini sanıyorlardı. Yürekleri ağızlarına gelmişti;
zira onlara göre, Resülullah'ın devesi
94
Bedir'e Doğru
boş geldiğine göre O
(sallallahu aleyhi ve sellern), Bedir'de öldürülmüş olmalıydı!
Bu sırada
münafıklardan birisi Ebu Lübabe'ye yaklaşmış:
- Arkadaşlarınız öyle paramparça olmuşlar ki, artık
bugünden sonra bir daha asla bir araya gelemezler! Baksana, ashabın ileri gelenleri
ve Muhammed öldürülmüş! İşte bu, O'nun devesi; hepimiz onu tanınz! Bu Zeyd de,
korkudan ne dediğini bilmiyor zaten, diyordu. Ebu Lübabe hazretleri, kendisine
bunları söyleyen adama acı acı baktı önce ve arkasından da şunu söyledi:
- Pek yakında Allah
(celle celaluhü), senin sözlerinin doğru olma-
dığını gösterecektir!
Bunu fırsat bilen
Yahudiler de şöyle söyleniyorlardı: - Şüphe yok ki Zeyd, cepheden kaçıp gelmiş!
Babasının sesini duyar duymaz koşturup gelen ve
etraftan uzanan dillere şahit olan genç Üsame, babası Zeyd İbn Harise'yi bir
kenara çekecek ve soracaktı:
- Ey babacığım!
Söylediklerin gerçekten doğru mu?
- Ey oğulcuğum!
Söylediklerimin hepsi de elbette doğru, diye
mukabelede
bulundu Hz. Zeyd. Bunun üzerine genç Üsame, biraz önce Resülullah'ın
öldürüldüğü şayiasını çıkaran münafığın yanına geldi ve adama şunları söyledi:
- Şüphe yok ki sen, Resülullah ve Müslümanlar hakkında
iftira atıp fitne çıkarıyorsun; göreceksin, Resülullah gelir gelmez seni O'na
şikayet edecek ve boynunu vurduracağım!
Ertesi gün olunca zaten, esirlerin başında Efendimiz'in
azatlısı Şükran olduğu halde Medine'ye gelecekler ve işin gerçek yönü bütün
netliğiyle ortaya çıkacaktı.
Rukiyye Validemizin Vefatı
Ramazan ayının yirmi üçiiydü. Kervanı takip için yola
çıkalı on gün olmuştu. Ancak bu on gün, her anı yeni sürprizlerle geçen bir on
gündü. Bu on gün içinde ashab, sıkıştırılmış bir program gibi bir ömürde
öğrenilip çözülemeyecek meselelerle karşılaşmış ve derslerini Muallim-i
Ekmel'lerinden alarak benzeri problemlerle karşılaştıklarında nasıl
davranmaları gerektiğini de yine O'ndan öğrenmişlerdi.
95
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Lütuf
üstüne lütuflara mazhar olmuşlar ve üzerlerine ilahi rahmetin sağanak olup
yağdığını görmüşlerdi. Medine'den çıkarken kervana niyet ettikleri halde Allah
(celle celaluhü), karşılarına Kureyş ordusunu çıkarmış ve cebri olarak onlar da
savaşın hakkını vermişler, şimdi de herkesin alkışladığı bir zaferle Medine'ye
dönüyorlardı.
Ancak Medine'nin havasında bir burukluk vardı. Gerçi
kendilerini karşılayıp Bedir'de elde edilen zaferi paylaşmak için yollara
dökülrnüşlerdi ama içlerinde Efendimiz'in kızı Rukiyye Validemizin yokluğundan
duyduklan hüzün hakimdi.
Meğer Rukiyye Validemiz, Bedir'de zafer yazılırken
Medine'de son nefesini vermiş, ashab da, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)
gelinceye kadar onu toprağa emanet etmişti. Zeyd İbn Harise'nin Medine'ye
geldiği gün onlar, Cennetü'l- Baki' de onun için son görevlerini yerine
getirmekle meşgullerdi. Çünkü kervanı takip için yola çıkarken ağır hasta olan
ve bu sebeple Efendimiz'in, yanında kalması için Hz. Osman' a izin verdiği
Rukiyyi Validemiz hayata veda etmişti.
Cennetü'l-Baki'ye
doğru yaklaşan bir tekbir sesi duymuşlardı.
Hz.
Osman, miijdeli bir haber getirdiği belli olan bu sesin ne anlama geldiğini
sordu. Daha sorusuna cevap almaya zaman kalmadan sesin sahibi çoktan yanlarına
yaklaşmış ardı ardına tekbir getiriyordu.
Resülullah'ın, devesi Kasva üzerinde gelişini görünce
bir anda yüzler O'na dönmüş ve vereceği haberi beklerneye başlamışlardı. Bir
zaferden bahsediyordu. Allah (celle celaluhü), müşriklerin ileri gelenlerini
Bedir'de yere sermiş ve Resülü'ne de zafer ihsan etmişti. Ne yapacaklarını
şaşırmışlardı; Bedir'deki zafere sevinrnek mi, Resülullah'm yokluğunda toprağa
verdikleri Rukiyye Validemize üzülrnek mi lazım!
Hem, Bedir'de zafer yazıldığına göre Resülullah da çok
yakında gelecekti. Peki, şimdi bu haberi Allah Resülü'ne nasıl verecekler ve "Senin
yokluğunda onu biz toprağa gömdük." diye nasıl söyleyeceklerdi!
Medine'de ayrı bir acı yaşanıyordu; daha önce erkek
çocuklannın üçünü de kendi eliyle toprağa veren Efendiler Efendisi, kızlarını
da kaybetmeye başlamıştı. Anlaşılan O, her fırsatta ebedi dostluğa yöneltiliyor
ve zafer anlarında bile Allah (celle celaluhü) O'nun önüne,
Bedir'e Doğru
hüznünü artıracak
yeni hüzün alanlan çıkarıyor ve dünyada elde edilen hiçbir zaferden dolayı
sevinmemesi gerektiğini söylüyordu.
Nihayet
O da haberi almıştı; takdirin önüne geçilmezdi. Veren de O idi alan da. Rukiyye
şimdi, dünya adına sıkıntılanndan kurtulmuş ve annesi Hz. Hatice ile daha
küçük yaşta vefat eden erkek kardeşlerinin yanına gitmişti. N asıl olsa
yolculuk devam ediyordu ve bugün geçici bir firak olsa da bir gün yine
buluşacaklardı. Onun için kalktı ve Cennetü'l-Baki'nin yolunu tuttu. Kızı
Rukiyye Validemizin mezanna gelmişti. Kalp mahzun olmuş, gözlere de yaş
yürümüştü ve o gün Cennetü'l- Baki' de Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellern), mübarek ellerini açıp uzun uzun dua edecekti.
Beri
tarafta Mekke'ye acı haberi ilk ulaştıran kişi, Haysiiman İbn İyas olmuştu. Bu sırada Mekkeliler,
Hıcr'da oturmuş muhabbet ediyorlardı. Onun, üstü başı dağılmış, korku dolu ve
bitkin halde geldiğini görenler zaten gelişinden mesajı almışlardı:
-
Ne o? Ne haber getirdin, diye soruyorlardı. Nereden başlayacağını şaşırmıştı
Haysüman, Önce şunları sıralamaya başladı:
- Öldürüldü, diyordu.
Utbe İbn Rebia, Şeybe İbn Rebia, Ebu'lHakem İbn Hişam (Ebu Cehil), Ümeyye İbn
Halef, Zem'a İbn Esved, Hacoac'ın iki oğlu Nebih ve Münebbeh, Ebu'l-Bahteri İbn
Hişam, Neredeyse herkesin ölüm haberini verecek gibi saymaya devam eden
Haysürnan'ın sözünü, meraktan çatlayacak seviyeye gelen Safvan İbn Ümeyye
kesti ve:
-
ValIahi de, bu adamın aklı yerinden uçup gitmiş! Kalbi de kalmamış! İsterseniz
ona, bir de beni sorun bakalım; bana ne olmuş!
Etrafındaki
adamlar gerçekten onu ciddiye almış ve Haysüman'a Safvan'a ne olduğunu sormaya
başlamışlardı. O da, bir taraftan Hıcr'i göstererek:
- Aha, işte o şurada
oturuyor, dedi ve ilave etti:
- ValIahi, onun
babası da kardeşi de öldürüldü!
Bir
anlık, sanki Mekke'de hayat duruverdi! Anlaşılan Haysürnan'ın aklı da kalbi de
yerindeydi. Safvan'ı tanımış, üstüne üstlük onun babasının da kardeşinin de
Bedir'de öldürüldüğünün haberini vermişti. Tam manasıyla Mekke buz kesilmiştil
97
Efendimiz
(sallallalıu a l e y h i ve
sellern)
Getirdiği
haberin doğruluk testini başarıyla veren Haysiiman'ın etrafını sarmış, teker
teker Bedir'de olup bitenlerin haberini almaya çalışıyorlardı. Aldıkları her
haber, onlar için bir yıkım demekti. Mekke, gerçekten de ciğerparelerini feda
etmişti, Lider konumundaki adamlarının neredeyse tamamı artık yaşamıyordu.
Kolay değildi; önde
gelenlerin hemen hepsi burada ölmüştü.
Dokuz
yüz elli kişi arasından yetmiş tane askerini Bedir' de cansız bırakan Kureyş
ordusu, yetmiş tanesini de Müslümanlara esir vererek hem de kaçarak geri
dönmekteydi. Üstelik, ordu içinde birçok da yaralı bulunmaktaydı.
Yıllar
Önce Mekke'de ektiklerinin neticesini bugün görüyorlardı. Belki onların
akıllarına bile gelmiyor du ama Efendiler Efendisi'nin (sallallalıu aleylıi ve
sellern), namaz kılarken üzerine atılan deve işkembesi sonrasında ellerini açıp
da yaptığı şu dua unutulacak gibi değildi:
-
Allah'ım! Kureyş'i Sana havale ediyorum. Allah'ım! Kureyş'i Sana havale ediyorum.
Allah'ım! Kureyş'i Sana havale ediyorum.
Allah'ım!
EbU Cehil'i de ... Utbe İbn Ebi Rebia'yı da ... Şeybe İbn Ebi
Rebia'yı da ... Velid İbn Utbe'yi de ... Ümeyye İbn Halefi de ... Ukbe
İbn Ebi Muayt'ı da Sana havale ediyorum; onların hakkından Sen gelirsin ey
Allah'ım!"?
Ve
... Peygamberini bu hale getirip de hayatına kasteden, üzerine deve işkembesi
atıp da karşısında katıla katıla gülen ve O'nun boynuna sarık sarıp da yerde
sürüklemek isteyen bu adamların hepsi de Bedir'de takılıp kalmış, Allah Resülü'nün
Allah'a havale ettiği bu adamlardan geriye dönen bir kişi olmamıştı.
Bu
sırada Ebu Leheb, elbisesini sürükleyerek Kabe'ye doğru gelmekteydi.
Geldi ve sırtını dayayarak bir kenara oturdu. Neredeyse sırtı, o sırada Zemzem
kuyusunda çalışmakta olan Abbas İbn Abdülmuttalib'in kölesi EbU Rafi'in sırtına
değmişti. Hz. Abbas'ın hanımı Ümmü Fadl da orada bulunmaktaydı.
Aradan çok zaman
geçmemişti ki, Bedir bozgununun haberini
79 Bkz. Müslirn,
Sahih, 3/1418-1419 (1794)
Bedir'e Doğru
getiren Ebu Süfyan
İbn Haris'in geldiği görüldü. Onun gelişini görenler:
-
İşte bakın, EbU Süfyan İbn Hôris geliyor,
diyerek ona işaret etmeye başlamışlardı.
Ortalıkta
bir gariplik vardı; , sanki herkes bir şeyler biliyormuş da
söyleyemiyormuşçasına bir hava hakimdi. Bu arada Ebu Leheb, gelen şahsa
seslendi:
-
Hele şöyle yanıma bir gel bakalım yeğenim! Hayatıma yemin olsun ki, sende yeni
haberler var gibi duruyorsun! İnsanların hali nice oldu, gel de bana anlat!
O
da, Ebu Leheb'in yanına yaklaşmış ve bir kenara çömelmişti. Meraklı nazarlar
da onlann etrafında toplanmış, konuşulacaklan dikkatle bekliyordu.
Evet,
Ebu Süfyan İbn Haris çok şey anlatacaktı. Her tarafından hüzün dökülüyordu.
Şunlan sıraladı teker teker:
-
Bizler, onlarla karşılaştığımızda, sanki boyunlanmızı kendi ellerimizle onlara
uzattık ve onlar da, diledikleri gibi bizi öldürmeye, bizden istediklerini de
esir almaya başladılar! Bunun yanında, ben kimseyi de kınamıyorum; çünkü bir de
yeryüzü ile sema arasını dolduran devasa atlar üzerinde ve bembeyaz urbalar
içinde öyle insanlarla karşılaştık ki, vallahi ne onlara karşı koymaya imkan
vardı ne de hızlanna yetişmeye!
Daha
İbn Haris sözünü bitirmemişti ki, orada anlatılanlara kulak veren Ebu Raft'
heyecanına hakim
olamayıp kaldırdığı perdenin altından:
- Hiç şüphe yok ki
onlar, valIahi de meleklerdir diye bağınver-
di.
Sözünü bitirir
bitirmez de, şiddetli bir tokatla sarsılacaktı.
Çünkü,
zaten öfkeden nefret kiipii haline gelen Ebu Leheb, çileden çıkmış ve elinin
tersiyle EbU Rafi'e şiddetli bir tokat savurmuştu. Bununla da hırsına mani
olamayan Ebu Leheb, tokatla birlikte yere yuvarlanan Ebu Rafi'in üzerine
çullanacak ve ardı ardına darbelerine devam edecekti.
Halbuki
Ebu Rafi', zayıfyapılı bir adamdı; Ebu Leheb gibi azgın bir din düşmanının bu
kadar öfkesine muhatap olmak, onu oldukça hırpalamıştı. Artık o, yerde perişan
vaziyette yatıyordu.
99
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Bu
durum, o ana kadar olanlara seyirci kalan Ümmü Fadl'ı harekete geçirecekti.
Gitti ve eline geçirdiği bir çadır kazığını kaptığı gibi Ebu Leheb'in karşısına
dikildi:
-
Efendisi burada yok diye bir köleyi nasıl böyle dövebilirsin, diyordu. O da çok
öfkelenmişti. Ebu Leheb'in öz kardeşi Abbas'ın hanımıydı ve hızını alamayıp
elindeki kazıkla birlikte Ebu Leheb'in kafasına şiddetle vurmaya başladı.
Kafasından kanlar akıyordu. O da şaşırmıştı; akan kanları eliyle temizlerken
neye uğradığını bilememenin şaşkınlığı her halinden okunuyordu.
Ancak
bu darbeler, aynı zamanda onun sonunu hazırlayan ölüm darbeleriydi. Küfür adına
beraber yürüyüp müşterek adım attığı arkadaşlarının yokluğunun üzerine bir de
aldığı bu darbeler, onu hayattan bir hayli koparmıştı. Üzüntüden karalar
bağlamıştı. Yedi gece sonra da Mekke halkı, Ebu Leheb'in ölüm haberini alacaktı.
Küfür adına bir kale daha tarihe karışıyordu.
Mekke'de
tam bir matem havası hakimdi; kime gidip sorulsa mutlaka ağlıyor ve ölülerinin
arkasından ağıtlar yakıyordu. Zira hemen her evden bir veya birkaç kişi o gün
orada ya ölmüştü ya da esir olarak hala Müslümanların elinde bulunuyordu.
Küfrün kasvet havasına bir de matemin yası sinmiş, sineler, intikam
yeminleriyle inip kalkıyordu. Bedir'de öldürülenlerin arkada bıraktıkları
eşyaları ortaya dökülüyor, başta kadınlar olmak üzere bunların etrafına
toplanan insanlar günlerce ağıt yakıyorlardı. Bu durum tam bir ay sürecekti.
Nihayet,
her gün matem havasıyla ruhu daralan bir Mekkeli ileri atıldı ve:
-
Bunu böyle yapmayın, dedi. Çünkü sizin bu haliniz Muhammed ve arkadaşlarına
ulaşır ve bu davranışlarınız onları hoşnut eder!
Başlangıç
itibarıyla bu fikre pek sıcak bakmasalar da daha sonraları adamın haklı
olduğunu iyice anlayacak ve aralarında ağlaşarak ağıtlar yakmayı, yaka paça
yırtarak dövünmeyi ve buna benzer daha birçok garip davranışlarını bir kenara
bırakacaklardı.
100
Bedir'e Doğru
Esirler
konusunda da aceleci davranmamayı kararlaştırmışlardı. Onlara göre fidye
ödernede acele etmemek, ödenecek fidyenin miktarını düşürecek bir adımdı. Çünkü
onlar, fidye ödemekte acele edildiğini gören Müslümanların, esirlerin bedelini
yükselteceklerine inanıyor ve sırf daha az bedel ödemek için kendi adamlarıyla
ilgilerımiyor görüntüsü vermeyi planlıyorlardı.
Müşriklerden
Esved İbn Muttalib'in Bedir'de, Zem'a, Aklı ve Haris adında üç oğlu öldürülmüştü
ve bu kişi, içinden geldiği gibi oğullarına ağıt yakıp ağlamak istiyordu. Ancak
o da, müşriklerin ağlama yasağına takılmış ve hüznünü içine atmak zorunda
kalmıştı. Bir gece dışarıda ağlama sesi duymuş ve kölesini çağırarak bu sesin
nereden geldiğini kendisine haber vermesini istemişti. Gidip de durumu öğrenen
köle, ağlayan kişinin devesini kaybeden bir kadın olduğunu söylemişti. Bunun
üzerine Esved, devesi kaybolan bir kadının ağlayabildiği Mekke'de, öldürülen üç
oğluna ağıt yakamamaktan kaynaklanan hüznünü şiirin diliyle insanlara duyurmaya
çalışacaktı.
Rum Diyarından Gelen Zafer Haberi
Bedir
sonrasında Medine'ye dönen Müslümanlar, Allah'ın kendilerine lütfettiği
inayerle sevinip İslam'ın izzet ve onurunun gerektiği şekilde temsil edilmesinden
duydukları hazzı birbirleriyle paylaşırken onları sevindiren bir haber de Rum
diyarından gelmişti.
Rum
süresi inip de Rumların Farslılara mağlubiyetini bildiren ayetler Mekke'de
yayılınca Hz. EbU Bekir'le Mekke müşriklerinden Übeyy İbn Halefkarşılaşmış
ve aralarında geçen uzun konuşmalar sonrasında dokuz yıl ve yüz deve üzerinden
bir iddiaya girmişlerdi. Çünkü Kur'an. üç yıl ile dokuz yıl arasındaki bir
zaman diliminde Rumların yeniden toparlanıp Farslılara galip geleceklerinin
haberini veriyordu. Aynı zamanda bu haberde, Rumların galip geldiği gün
Müslümanların da büyük bir sevinç yaşayacaklarının müjdesi veriliyordu.
Şimdi
aradan dokuz yıl geçmişti. Bedir'den zafer sevinciyle dönen sahabe, çok
geçmeden Medine'de Rum diyarından gelen zafer haberinin yankılandığına şahit
oluyordu. Ne büyük mutluluk, ne büyük lütuftu. Hz. Ebü Bekir gibi fıtratlar, Allah'ın
verdiği habe-
lOı
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
rin
aynen haber verildiği gibi tahakkuk edişi karşısında O'na hamdle yöneliyor ve minnet
duygulanyla kendilerini şükrün engin vadilerine salıyorlardı.
Meğer
Rumlar, dokuz yıl önce işgal edilen topraklarını geri almışlar ve Farslıları
da Dicle ve Fırat'ın gerilerine kadar püskürtmüşlerdi. Daha dokuz yıl önce, "Artık
Rumlar bir daha zafer yüzü göremez." diye düşünenler yine yanılmış ve
ölüden diriyi çıkaran Allah (celle celaluhü), bugün 'olmaz' denilenlerin
nasılolduğunu herkese göstermişti. Zaten Bedir de, böyle bir' olmaz' değil
miydi? Mekkeliler, Müslümanları Bedir'de yok ettikten sonra eğlence tertip
etme hülyalarıyla gelmiş ve yenilgiyi akıllarının ucundan bile geçirmemişlerdi!
Demek ki, küfür hesabına yapılan ince hesaplar her zaman tutmuyordu ve hep,
Rahmani hesap galip geliyor, Allah'ın dediği oluyordu. Bugün de öyle olmuştu
ve Kur'an'ın verdiği bir haberin daha aynen tahakkuk ettiğini gören birçok
insan gelip Müslüman olmaya başlamıştı. 80
Bu
arada Hz. Ebu Bekir de, söz konusu yüz deveyi alacak, ancak Efendimiz'in
yönlendirmesiyle hepsini tasadduk edecekti.
80
Bkz. Tirmizi, el-Camiu's-Sahih, 5/189 (2935), 343 (3192, 3193); Hakim, Müstedrek,
2/445 (3540)
102
BEDİR
SONRASINDAKİ GELİŞMELER
~
Bedir'de
bir zafer kazanılmıştı ama bu işin Bedir'de nihayet bulmayacağı her halinden
belliydi. Zira geri dönüp de kaçarken Mekkelilerin kini, gelirken
duyduklarından daha az değildi. O günkü nüfus düşünüldüğünde yetmiş ölü ve bir
o kadar da esir, hemen hemen her evde bir acının yaşandığını gösteriyordu.
Bedir' e gelirken geri dönme eğilimi gösterenler bile şimdi İslam ve Müslümanlara
kin kusuyor ve en kısa zamanda intikamlarını alacaklarını söylüyorlardı.
Bugünü görüp de acısını dindirineeye kadar rahat döşeği kendisine haram
kılanlar, intikam alıncaya kadar ağıt yakıp mersiye söyleyeceğini ilan edenler
ve bugünü yaşamadan yeni hiçbir şeye el sürmeyeceğine dair yemin edenler
vardı.
Kısaca,
daha Bedir'den dönerken yeniden gelmenin hesapları yapılmaya başlanmış ve bu
işin burada kalmayacağına dair yeminler edilmişti.
Medine'de
ise, Müslümanların Bedir'de kazandığı zaferden rahatsızlık duyanlar yok
değildi; bunlar, Kureyş ordusunun galip gelmesini içten içe isteyen müşriklerle
kendileri dışında bir başka gücün öne çıkmasını istemeyen hasetkar Yahudilerdi.
Aynı zamanda etraftaki kabileler de bu durumdan endişelenmeye, Medine'de kurulacak
güçlü bir devletin yarın kendilerini de tehdit edeceğini düşünmeye başlamıştı.
Müslümanlar cihetinde
ise durum tamamen farklıydı; onlar,
103
Efendimiz (s a l l a
l l a h u aleyhi ve sellem)
Allah
tarafından kendilerine bahşedilen bu zaferle, çeyrek asırdır yaşadıkları
sıkıntılara bir nebze olsun son verildiğini görmüş ve bundan sonrası adına daha
fazla kenetlenmişlerdi. Öyleyse bütün strateji, bu şartlar hesaba katılarak
geliştirilmeliydi ve Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) de öyle yapacaktı.
ilk istihbarat, Benü Kataian ve Benü Süleym'in
Medine'ye saldırmak için toplanmaya başladıkları istikametindeydi ve Efendimiz
de, Medine'de vekaleten SiM' İbn Urfuta'yı görevlendirerek'" iki
yüz süvariyi toplayıp Necid yolu üzerindeki Küdr kuyularına doğru
yöneldi. O'nun iki yüz süvari ile geldiğini duyan ve henüz toparlanmaya
başlayan Süleymoğulları kaçmaya başlayacaklar ve arkalarında beş yüz deve
bırakacaklardı. 82
Burada
üç gün kalan ve hakimiyetini ilan eden Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellem) yeniden Medine'ye dönecekti.
Sevik Gazvesi
Bu arada Mekke'den yeni haberler gelmeye başlamıştı.
Bedir'deki yenilgi karşısında Ebu Süfyan, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)
ve ashab-ı kiram hazretlerinden intikam almadığı sürece başına yağ sürmeyip
hanımlarına da yaklaşmayacağına ve dolayısıyla da yıkanmayacağına dair
ahdetmişti. Çok geçmeden de iki yüz kişilik bir güçle Necdiyye tarafına doğru
ilerlemeye başlayacaktı. Onlar için bu, ilk defa denedikleri bir stratejiydi ve
bunu, Bedir öncesinde kullanan Allah Resülii'nden öğrenmişlerdi. Ancak
Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), sürekli strateji değiştiren
bir rehber-i ekmel idi ve her defasında yeni bir strateji ile Mekkelilere
sürpriz yapacaktı!
Derken Ebu Süfyan, Medine'ye bir veya iki konaklı bir
mesafeye kadar geldi. Geceleyin gizlice Medine'ye girip Benü N adir'in reisi
olan Huyay İbn Ahtab'ın kapısını çaldı. Onun, endişelenip de kapıyı
8ı
Bu gazvede Medine'de görevlendirilen
sahabinin Abdullah İbn Ümmü Mektürn olduğu da rivayet edilmektedir. Bkz. İbn
Sa'd, Tabakat. 4/209; Taberi, Tarih, 2/50; Siiheyli, Ravdu'l-Unf, 3/219
82
Beşte bir pay aynldıktan sonra geriye kalan dört yüz deve süvariler arasında
paylaşılacak ve kişi başına iki deve düşecekti. Yesar adında bir de esir
alınmıştı ki onu da Allah Resülü (s.a.s.) hürriyete kavuşturmuştu. Bkz. İbn
Sa'd, Tabakat,2/31; İbn Seyyidinnas, Uyünu'l-Eser, 1/391
104
Bedir Sonrasındaki
Gelişmeler
açmadığını görünce de
bir başka büyük olan Bellum İbn Mişkem'in kapısına gitti.
Ebu
Siıfyan'a izzet ii ikramda bulunan Sellam. istediği bilgileri ona verdi. Bir
müddet oturduktan sonra oradan ayrılan Ebu Süfyan, arkadaşlarının yanına
döndüğünde hareket edecek ve karşılaştıkları iki Ensar'ı öldürdükten sonra
oradaki bir hurma bahçesini de ateşe verecekti.
Mekke'nin
kin ve nefretinin nerede ve nasıl tecelli edeceğini kestirmek mümkün değildi;
bu yüzden güvenlik tedbirlerini daha da artırmak gerekiyordu. Çünkü, er
meydanında yiğitçe vuruşmaktan çekinen her zayıfın yaptığını yapıyorlar ve
gizlice yaklaşıp masum insanların kanına girerek kendilerince intikam
alıyorlardı!
Bunun
üzerine, ashabından sekseni atlı olmak üzere iki yüz kişilik bir müfreze ile
yola çıkan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), Ebu Süfyan ve
arkadaşlarının peşine düşecekti.se
Efendimiz'in
Medine'den çıkıp da geldiğini duyan Ebu Süfyan ise hiç vakit kaybetmeden
buradan uzaklaşma emri vermiş ve hızla Mekke istikametine doğru yol almaya
başlanmıştı. Bu hızla giderlerse Efendimiz'in kendilerine yetişeceğinden korkan
Ebu Süfyan, bir hamle daha yapacak ve arkadaşlarına, develerin üzerindeki bütün
yükü bırakmalarını söyledi. Önce arkadaşları buna bir anlam verememişlerdi;
ancak arkadan hızla kendilerine yaklaşan İslam askerlerinin geldiğini duyunca
hepsi de yüklerini boşaltıp hızla Mekke istikametine doğru kaçmaya
başladılar.v
Beş
günlük bir takibin ardından yeniden Medine'ye dönen Allah Resülü'ne, yaptıkları
işin sevap boyutunu da düşünen ashab-ı kirarn soracaktı:
-
Ya Resülullahl Bunun bizim için bir gazve olduğunu umuyor musun?
Belli ki onları
tereddüde sevk eden şey, düşmanın peşinden git-
83
Medine'den çıkış, Zilhicce ayının beşine denk gelen bir pazar günüydü. Hicretin
üzerinden yirmi iki ay geçmişti ve bu gazvede, yerine vekil olarak Medine'de
Beşir İbn Abdilmünzir'i bırakınıştı. Bkz. İbn Sa'd, Tabakat. 2/30
84
Yüklerinin çoğunluğu un çuvallanndan oluşuyordu. Bu sebeple gazveye de, un
manasına 'Sevtk' ismi verilecekti. Bkz. İbn Hişarn, Sire, 3/311; Taberi.
Tarih, 2/5ı
lOS
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern)
tikleri halde
herhangi bir problemle karşılaşmadan geri dönmeleriydi. Bunun üzerine Allah Resülü
(sallallahu aleyhi ve sellern):
- Evet, buyurdu.
Gatafan Gazvesi ve Bir Suikast Girişimi
Bir başka bilgi de Betıii Sa'lebe ve Muhôrib yurdundan
geliyordu; sözde Efendimiz'i etrafından kuşatıp da tüketmeyi planlamışlardı.
Bunun üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), yerine Hz:
Osman'ı
vekil bırakarak dört yüz elli kişiyle birlikte Rebiülevvel ayının on ikisinde
yola çıktı. O'nun ashabıyla birlikte gelişini duyunca Benü Sa'lebe ve Muharib
orduları dağılıp kaçmış ve dağlara sığınmışlardı. Belirlenen hedefe
gelindiğinde, sadece bir adamla karşılaştılar. Oturup bu adamla bir müddet
konuşunca o da Müslüman oldu ve Müslümanlar gelinceye kadar orada yaşanılanları
teker teker anlattı.
Bu
sırada şiddetli bir yağmur yağmış ve bu rahmetle ıslanmışlardı. Yağmur dinip
de giysilerini kurutmak için kenara çekildikleri sırada Du'sür İbn Haris8s adında bir adam Efendimiz'in
arkasından yaklaşacak ve kılıcını kaldırıp soracaktı:
- Bugün Seni benden
kim kurtaracak?
Meğer
adam, çok önceden planını kurmuş ve planlı bir şekilde gizlenerek Efendimiz' e
yaklaşıp O'nu öldürmek istemişti. Buraya gelmeden önce de kavmi arasında
ahdetmiş ve Muhammedü'l-Emin'i öldürmeden geri gelmeyeceğini söylemişti.
Onun
bu halini gören Efendiler Efendisi, gözleriyle esir almaya çalıştığı adama
dönecek ve:
-
Allah, buyuracaktı. Tevekkülü tamdı ve Allah'ın da, O'nu koruyacağına dair
teminatı vardı. Zira adam tam kılıcını kaldırdığı anda karşısında Cibril-i Emin
temessü1 etmiş ve göğsüne indirdiği bir darbe ile adamı yere yuvarlayıvermişti.
Şaşkınlıktan
neye uğradığını şaşıran adam, sağına soluna bakıyor ve bu darbenin nereden
geldiğini anlamaya çalışıyordu. Bu sı-
85 Bazı
kaynaklarda bu şahsın adı Gavres İbn Haris veya Avf İbn Haris; kabilesinin adı
da Benü Muharib olarak geçmektedir. Bkz. İbn Hişam, Sire, 4/159; İbn Hıbhan,
Sahih, 7/138 (2883)
106
Bedir Sonrasındaki
Gelişmeler
rada Allah Resülü
(sallallahu aleyhi ve sellem) de, adamın düşen kılıcını almış ve üzerine
yürümüş; anladığı dilden sesleniyordu:
- Peki, seni Benim
elimden kim kurtaracak?
Çaresizdi;
elinden tutacak kimsesi yoktu. Sadece kendi bilek gücüne güveniyordu ama o da
bu durumda bir işe yaramazdı. Teslim olmaktan başka çare gözükmüyordu ve önce:
-
Hiç kimse, diye cevapladı. Çünkü etrafında, kılıcını kaldınp da tam indirecek
kadar meseleye hakim iken kendisini yere çalıp da başkasına mahkum edebilecek
başka bir güç görünmüyordu. Olsa olsa bu güç, inayet-i ilahiyeye sırtını
dayamış bir Nebi'ye ait olabilirdi ve şunları söyledi:
-
Bundan sonra ben, ne Senin karşına çıkıp kılıç çekerim ne de Sana kılıç çeken
bir topluluğun içinde yer alırım. Ve ben şehadet ederim ki Allah'tan başka ilah
yoktur ve yine ben şehadet ederim ki Muhammed de O'nun Resülü'dür.
Birileri
yine O'nun bedenini ortadan kaldırma niyetiyle koşup gelmişti ama şimdi kendisi
hayat bularak geri gidiyordu; hem de başka 'ölü'lere de hayat olmak niyetiyle!
Zira Du'sür İbn Haris de kavrnine dönecek ve hemen onlara Allah ve Resülullah'ı
anlatma gayreti içine girecekti. Onlara şöyle diyordu:
- Şu anda ben,
insanların en hayırlısının yanından geliyorum. Minnet sadedinde gelen mesajda
bu duruma da telmihte bulunulacak ve şöyle denilecekti:
-
Ey iman edenler! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın; hani bir topluluk size
ellerini uzatmışken Allah da onların ellerini sizin üzerinizden savrnıştı.
Öyleyse sizler, Allah'ın takva sınırları içinde bir hayatyaşayın ve mü'minler,
topyekünAllah'a tevekkül etsinler.f'"
Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellem), on bir gün burada kaldıktan sonra herhangi bir
problemle karşılaşmadan yeniden Medine'ye dönecekti.
Bu
ve benzeri gazvelerle Medine'deki yapının gücü ortaya çıkıyor ve Hicaz'daki
hakimiyet artık İslam adına pekiştirilmiş oluyordu.
86 Bkz. Maide, s/n
107
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve s e l l e m )
Bedir'den Kısa Bir Süre Sonra Yaşanan Diğer Gelişmeler
ilk defa Ramazan orucu tutuluyordu ve birkaç gün sonra
da bayramdı, Bu da bir ilk olacaktı. Derken Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve
sellern), ashab arasında oturmuş; onlara fıtır sadakasıyla ilgili hükümleri
bildiriyordu. Bundan sonra küçük büyük, hür köle, erkek kadın hali vakti
yerinde olan her bir Müslüman için Ramazan bayramı öncesinde fıtır sadakası
vermek vacipti.
Bu
arada, zekatla ilgili tamamlayıcı hükümler de gelmişti. Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern), onları da ashabıyla paylaşıp gereğini yapmalarını
istiyordu.
Ardından
da bayram müjdesini paylaşacaktı onlarla. Sevinç ve huzur günleriydi ve yine
ilk defa, Allah Resülii'niin arkasında saf tutacak ve bayram namazını
kılacaklardı.
Yine
bugünlerde, genç yeğen Hz. Ali ile Efendimiz'in son kızı Hz. Fatıma'nın
nikahları kıyılmış ve sade bir velimeyle dünya evine girmişlerdi.s"
Bu arada, Ensar'dan
Ebu'd-Derda gelip Müslüman olmuştu. Efendimiz'in damadı Ebu'ı-As'ı serbest
bırakırken kulağına eğilip de söylediği sözü herkes merak ediyordu. Bundan
sonra bir miişrikle Allah Resülü'niin kızı Zeyneb aynı yastığa baş koyamazdı
ve o günden itibaren Ebu'-As, Zeyneb Validemizi Medine'ye gönderme
hazırlıklarına başladı.
Bedir
üzerinden yaklaşık bir ay geçmişti ki Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve
sellern), Mekke'de hazır bekleyen kızı Zeyneb'i Medine'ye getirmek için Erisar'dan
bir arkadaşıyla birlikte Zeyd İbn Harise'yi Mekke'ye gönderdi.
Arkadaşıyla
birlikte Hz. Zeyd, çıkıp gidecek ve uzun uğraşlar, engelleme çabaları, günlerce
devam eden bekleyişler ve maceralı bir yolculuk sonrasında Hz. Zeyneb'i alıp
Medine'ye getirecekti. 88
87 Konuyla ilgili detaylı bilgi için bkz.
Akademi Araştırma Heyeti, En Öndekiler, s. 125 vd
88
Olayla ilgili detaylı bilgi için bkz. Akademi Araştırma Heyeti, En Öndekiler,
s. 93 vd
108
Bedir Sonrasındaki
Gelişmeler
Bedir
Savaşı'ndan oğlu Vehb İbn Umeyr Müslümanların elinde esir olan Umeyr İbn
Vehb, Kabe'de karşılaştığı Sa.fvô.n İbn Ümeyye'ye dert yanacak ve Bedir'de aldıkları
mağlubiyetin acısını dile getirecekti. O da dertliydi ve bunun üzerine Umeyr,
Safvan'a şunları söyleyecekti:
-
Allah'a yemin olsun ki, ödeme imkanı bulamadığım şu üzerimdeki borçlar ve
benden sonra perişan olacaklarından endişe ettiğim çoluk çocuk olmasaydı
vallahi de deverne biner ve Muhammed'i öldürmek için Medine'ye giderdim! Çünkü
benim başıma ne gelmişse onlardan geldi; hala oğlum onların elinde esir!
Safvan
için böyle bir adam, bulunmaz fırsat demekti ve hemen ileri atıldı:
-
Borçların benim borcum; onları ben öderim! Çoluk çocuğun da benim ailem
sayılır; hayatta kaldıkları sürece onları kimseye muhtaç etmem ve elimde olan
hiçbir şeyden onları mahrum kılmam!
Bir
tarafta, bu işi yapmak isteyen ancak bunu yaparken hayatından olma durumunda
arkada bırakacağı borçlarıyla ailesinin geçim sıkıntısına düşüreceğinden endişe
duyan bir adam, diğer yanda ise onun bu endişelerini tamamen göğüsleyecek
fedakar bir destekçi! Anlaşmış görünüyorlardı. Göz göze gelecek ve birbirlerine
bakacaklardı uzun uzun. Bu bakışlar, planlanan işin her ikisi tarafından da
kabul gördüğünün göstergesiydi. Sonunda Umeyr, Safvan'a şunu tembih edecekti:
-
Bu, aramızda kalsın! Ne senin yapacaklarını ne de benim halimi kimseye söyle!
-
Tamam, söylemem, diye cevapladı Safvan. Mesele tamamdı ve işe koyulmak üzere
oradan ayrıldılar.
Evine
gelir gelmez yol hazırlıklarına başlayan Umeyr İbn Vehb, kılıcını
keskinleştirecek ve zehirleyerek düşündüğü suikasta hazır hale getirecekti.
Görünürde ise, esir olan oğlu Vehb'i kurtarmaya gidiyordu.
Derken
yola koyuldu ve günler sonra Medine'ye geldi. Mescid-i Nebevi'nin önünde devesini
çökertirken onun gelişini görüp de telaşlanan feraset sahibi Hz. Ömer, o
sırada etrafında toplanıp da kendisinden Bedir zaferini dinleyenlere şunu
söyleyecekti:
ıo9
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
-
Allah düşmanı köpek Umeyrl Mutlaka kötü bir şey için gelmiştir!
Bunu
söylemesiyle ayağa kalkıp Mescid-i Nebevi'ye girmesi de bir olacaktı.
Efendimiz'in huzuruna koşmuş ve O'na şöyle seslenmişti:
-
Ya Resfılullah! Şu Allah düşmanı Urneyr, kılıcını kuşanıp buraya gelmiş!
-
Onun yanıma gelmesine izin ver, diye mukabelede bulundu Allah Resülü
(sallallahu aleyhi ve sellern).
Hz.
Ömer'in hiç beklemediği bir izindi bu. Adam resmen kötü bir niyetle gelmişti;
her halinden bu anlaşılıyordu ama Resül-ü Kibriya Hazretleri bu adamın
huzuruna girmesine izin vermişti. Yapılacak bir şey yoktu; sadece daha
ihtiyatlı davranmalan gerekiyordu.
Umeyr'e
doğru yöneldi. Bu arada kılıcının askısından tutup kavramış ve etrafındaki
Ensar'a da:
-Bu pis adamın huzura girmesine müsaade edin; ancak gözünüzü
de üzerinden ayırmayın. Çünkü bu, emin bir adam değildir, demeyi ihmal
etmemişti.
Nihayet mescide
girmişlerdi. Onların bu halini görünce Efendi-
ler Efendisi:
- Onu bırak ya Ömer,
diye seslendi. Bu arada Umeyr'e de:
- Yaklaş, ey Umeyr,
diyordu.
Bu arada Umeyr de,
Efendimiz'e yaklaşmış ve:
-
Hayırlı sabahlar, demişti. İçinde gizlediği niyetini aşikar kılmamak için
kendini zorluyordu.
Şefkat
ve merhamet insanı Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), önce:
-
Allah (celle celaluhü) bizi, senin selamından daha hayırlı bir selamla
serfiraz kıldı ey Umeyrl Şüphesiz 'selam', cennet ehlinin tahıyyesidir,
buyurdu. Ardından da sordu:
- Seni buraya getiren
şey de nedir ey Umeyr?
- Elinizin altındaki
esir için geldim. Onun için ihsanınızı esirge-
meyin,
diye cevapladı Umeyr, Soruların ardı arkası kesilmiyordu ve Resül-ii Kibriya
Hazretleri, izhar ettiği niyetiyle gizlediğinin arasındaki çelişkiyi ortaya
koyan silahı sordu:
- Peki öyleyse
boynunda asılı duran kılıcın hali nedir?
110
Bedir Sonrasındaki
Gelişmeler
Bu soru üzerine Umeyr
- Allah kahretsin bu kılıcı da! Bundan başka elimizde
ne kaldı ki, diyebildi. Bunu söylerken, ikna edici bir şey söyleyemediğinin
farkındaydı. Her gelen soru, foyasını meydana çıkarmaya matuftu. Sanki
Efendimiz'in olup bitenlerin hepsinden haberi var gibiydi. Geldiğinden beri
Eendimiz'den kaçırmaya çalıştığı gözlerini kaldırıp da yüzüne bakmak istedi
Umeyr. O (sallallahu aleyhi ve sellem) da kendisine bakıyordu. Bir aralık göz
göze geldiler ve "Bütün bunları bir kenara koy ve Ben sana söylemeden
önce sen Bana esas niyetini söyle." dereesine yine sordu:
- Bana doğruyu söyle!
Sen buraya hangi niyetle geldin?
- Bundan başka bir
niyetim yok; bunun için geldim, diyebildi.
Kendi
kendini ele veremezdi ya! Ancak köşeye sıkıştığını hissediyordu. Bu sırada
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), olanca heybetiyle konuşmaya
başlamıştı:
- Hayır! Sen ve Safvan İbn Ümeyye, Hıcr'da oturdunuz ve
Bedir kuyularında ölen Kureyş hakkında konuştunuz. Sonra sen: "Şayet
benim borçlarını ve çoluk çocuğum olmasaydı gider ve Muhammed'i
öldürürdüm." dedin ve bunun üzerine de Safvan. Beni öldürmen
karşılığında, borçlarınla ailenin geçimini üstüne aldı. Ancak unutma ki Allah
(celle celaluhü), seninle bunun arasına engel koyacak ve sana bunu yaptırmayacak!
Dizlerinin bağı çözülüvermişti Umeyre'nin. Renkten
renge giriyordu. Nasıl olur da bir adam, beş yüz kilometrelik bir mesafede ve
başka kimsenin olmadığı bir yerde konuşulanları aynen duyup aktarabilir ve
içinde gizlediği her şeyden haberdar olabilirdi! Bunu söyle se söylese Safvan
söyleyebilirdi; çünkü ondan başka bu konuşmaya şahit olan kimse yoktu. O ise,
bu konuda kendisinden daha hırslıydı. Zaten yapacağı bu iş karşılığında
borçlarını üstlenip ailesinin hayat boyu geçimini tekeffiil etmesi de bunu
gösteriyordu. Yok ... Yok ... Bunu bir beşerin yapma imkan ve ihtimali yoktu!
Öyleyse tek bir seçenek kalıyordu. Yelkenlerini indiren Umeyr, malıcup bir eda
ile Allah Resülü'ne döndü ve şunları söylemeye başladı:
- Ben şehadet ederim ki Sen, Resülullah'sın! Biz Sana,
semadan getirdiğin haberler ve Sana gelen vahiyler konusunda hep yalan
söyledik ya Resülullahl Bu, sadece benimle Safvan'ın bildiği bir işti;
111
Efendimiz (sallal1ahu
aleyhi ve sellem)
vallahi
de bunu Sana, Allah'tan başkasının bildirmesine imkan yoktur! Beni İslam'a
hidayet eden ve bu yolla da olsa beni kendisine sevk eden O Allah'a hamd olsun!
Eşhedü en la ilahe iHallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resülüh,
Başta
Hz. Ömer olmak üzere etrafta toplanıp da olup bitenleri seyreden ashab
şaşkınlık içindeydi. Gelirken her halinden şer akan bir adam nasılolmuştu da,
güneş görmüş buz gibi eriyip bal mumu haline gelivermişti! Resülullah farkıydı
bu ve Resülullah bu haliyle de ders veriyordu. Demek ki, insanları öldürüp bir
kenara atmak çok kolaydı; önemli olan, Umeyr gibi en katı olanlarını İslam'ın
engin atmosferinde eritip topluma yeni bir fert olarak kazandırabilmekti. Öyle
bir hayat ortaya konulmalıydı ki, bedenini ortadan kaldırmak için bütün
hazırlıklarını tamamlayıp da huzura gelenler, bu huzurdan nasipsiz geri
dönmemeli ve dönerken de, gelişlerinden çok farklı olabilmeliydi!
Bu
sırada Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabına dönmüş, Umeyr için
şunları söylüyordu:
-
Kardeşinize dinini öğrenme konusunda yardım edin! Ona Kur'an öğretin ve esirini
de serbest bırakın!
Bütün
bunlar Medine'de olup biterken Safvan. Mekke'de durmuş insanlara şunları
söylüyordu:
-
Çok yakında size, Bedir gününden bu yana yaşadığınız acılı günleri unutturacak
kadar önemli ve büyük bir müjde gelecek!
Bir
taraftan da, Medine'den gelen herkese Umeyr'i soruyor ve bu müjdeli haberi
Mekke'de paylaşabilmek için can atıyordu. Derken, birisi gelmiş ve Umeyr'in
Medine'de Müslüman olduğu haberini vermişti Safvan'a. Hayatının şokunu
yaşıyordu; nasılolur da bir adam, öldürmek için bu kadar riske girdiği
birisinin dizinin dibinde teslim olur ve bütün ideallerinden vazgeçebilirdi!
Şayet bu haber doğruysa, insanlar arasına hangi yüzle çıkıp, "Size
vereceğim müjde şu idi." diyebilirdi!
Yemin
billah edip etrafındakilerle Umeyr'e olan kızgınlığını paylaşıyordu. Onunla bir
daha asla konuşmayacak ve bundan sonra ona, malından zırnık bile
koklatmayacaktıl''?
89 Daha sonra
Mekke'ye gelen Umeyr İbn Vehb, Müslüman olduğunu açıklayacak
112
Bedir Sonrasındaki
Gelişmeler
Benü Kaynuka, Medine'de yerleşik üç ana Yahudi
kabilesinden birisini oluşturuyordu ve hicret sonrasında yapılan anlaşmada bu
kabilenin de imzası vardı. Abdullah İbn Selam'ın kabilesiydi bu. Müslüman
olduktan sonra Abdullah İbn Selam'ı da çok sıkıştımuş ve bu tercihini bir türlü
hazmedememişlerdi. Son gelişmeler, onların bu anlaşmaya sadık kalmadıklarını
gösteriyordu. Zira Bedir' de kazanılan zafer, ciddi manada onları rahatsız
etmişti; çünkü Müslümanlar, bir daha önü alınamayacak bir güce ulaşıyorlardı.
Aralarında kendilerini tahrik edip de Müslümanlar
aleyhine kışkırtan elebaşları vardı. Şôs İbn Kays adındaki ihtiyar bir
adam, yanına çağırdığı bir delikanlıya tembih etmiş ve Buas savaşlarında
aralarında yaşanan sıkıntıları anlatıp insanlara bu konuyla ilgili şiideri
hatırlatmasını söylemişti. Düne ait ne varsa unutmaya başladıkları bir dönemde
yeniden bunların hatırlatılması, o günün toplumu adına en duyarlı oldukları
yumuşak karın manasına geliyordu. Zaten hedef de, Evs ve Hazreci birbirine
düşürmekti.
İhtiyardan dersini alan delikanlı, kalabalıkların
arasında dolaşıp kendisine denileni yapmaya başlamıştı bile. Çok geçmeden, yeniden
eski ihtilaflar ortaya çıkmıştı. Evs ile Hazreç birbirlerine yürümek üzereydi.
Hatta sözlü sataşmalar tarafları tatınin etmeyince filan yerde buluşup
kozlarını paylaşmak üzere anlaşmışlardı bile!
Durumdan haberdar olan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellern), yanına aldığı ashabıyla birlikte hemen olay mahalline geldi. Onlara şöyle
seslendi:
- Ey Müslüman topluluğu! Sizi Allah'a davet ediyorum!
Sizi Allah'a davet ediyorum! Ben sizlerin arasında olduğum halde ve Allah da
sizi İslam'la şerefyab etmiş, onunla size keremini nasip etmişken yeniden
cahiliye anlayışlarına geri dönmek ki istiyorsunuz? İslam'la Allah (celle
celaluhü), cahiliye işlerini kesip ortadan kaldırmış, sizi de küfrün
karanlıklarından kurtarmış ve kalpleriniz arasını da telif etmişken bu
nasılolabilir!
ve
nasıl Müslüman olduğunu insanlarla paylaşacaktı. Bunun üzerine gelip de
Müslüman olan bir hayli insan olacaktı. Bkz. İbn Hişam, Sire, 3/213-215;
Taberi, Tarih, 2/45-46
113
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Efendimiz'in kendilerine hitabı, Evs ve Hazreçlileri
intibaha sevk etmiş, nasıl böyle bir şey yapabildiklerini düşünmeye başlamışlardı.
Evet ya, durup dururken bu noktaya gelmek bir Müslüman'a hiç yakışır mıydı?
Yakışmazdı ama diğer tarafta kendilerini tahrik edip de kavgaya zorlayan gerçek
sebebi de bulmalan gerekiyordu ve bunu bulmak da uzun sürmedi. Gerçi bu, Benü Kaynuka'nın ilk kabahati değildi;
Bedir öncesinde de ortalığı çok kanştırmak istemişlerdi ama Müslümanlar,
bunların da bir gün gelip gerçeği anlayacaklarını umut ederek hep af yolunu
tercih etmişlerdi.
Başlarını eğmiş ağlıyorlardı ve hemen birbirlerine
dönüp kucaklaşmaya başladılar. Bundan böyle, arada dolaşıp da kitleleri tahrik
edenlerin süslü sözlerine kanmayacaklarına dair söz verdiler.
Kaymikaoğullarıyla ilgili bilgiler bunlarla da sınırlı
değildi; bilhassa kışkırtıcılıkta önceliği kimseye kaptırmayan bir başka
Yahudi olan Ka'b İbn Eşrefle irtibata geçmişler ve ondan da destek
alarak sınırlan çoktan zorlamaya başlamışlardı bile.
Elindeki malı Kaynuka çarşısına götürüp de satmak ve
sonrasında buradan ihtiyaçlarını karşılamak için gelen bir kadına yaptıklan
ise, bardağı taşıran son damla olmuştu. Elindekini orada satan kadın, bir
sarrafa girmiş ve kendisine bir altın almak istemişti. Onu bu halde ve yalnız
bulan Benü Kaynuka tüccarları, kadına sataşmışlar ve örtülü olan yüzünü açıp
kadından kam alarak eğlenmek istemişlerdi.
Bu arada sarraf olan diikkan sahibi, taleplerine
şiddetle karşı çıkan kadının arkasından dolaşmış ve ona hissettirmeden eteğini
bir iğneyle beline iliştirivermişti. Gördüğü muamele karşısında öfkelenerek
oradan ayrılmak isteyen kadın ayağa kalkınca, beline iliştirilen eteği de
yukarı kalkmış ve tabii olarak görülmemesi gereken yerleri de açığa
çıkıvermişti. Bu durum, Benü Kaynukalılan oldukça sevindirmiş ve ne olduğunu
anlamaya çalışan kadına bakıp kahkahalarla gülmeye başlamışlardı. Eteğinin
beline iliştirildiğini, bundan dolayı da Yahudilerin kendisine güldüğünü
anlayan kadın, olduğu yerde feryadı basmıştı. Namusuna uzanmak istenen bu
muamele karşısında 'imdat' diye bağırıyordu.
Onların bu hali, dışandaki bir Müslünıan'ın da
dikkatini çekmişti; dikkatli nazarlarla içeri bakınca durumu anlamış ve bunu
114
Bedir Sonrasındaki
Gelişmeler
yapan
Yahudinin üzerine atlayarak haddini bildirmek istemişti. Aralarında ciddi
ciddi kavga başlamıştı ve çok geçmeden Müslüman, söz konusu Yahudi'yi yere
serivermişti. Bu sefer de orada bulununan diğer Yahudiler Müslüman'ın üzerine
saldırmış ve onu oracaktı şehit etmişlerdi.
Orada
şehit edilen Müslüman'ın yakınları çok kızgındı ve çok geçmeden Efendimiz'e
gelerek yardım talep ettiler. Burunlarından soluyorlar ve yakınlarına bunu reva
görenlere bir an önce hadlerini bildirmek istiyorlardı.
Gerçekten
yapılan iş çirkindi ve mutlaka hak ettiği cezayı bulmahydı. Halbuki hicret
sonrasındaki anlaşmaya bunlar da imza atmış ve bırakın Müslüman'a saldırmayı,
saldırıya maruz kaldıklarında Medine'de müşterek bir savunma yapacaklarına
dair söz vermişlerdi.
Bunun
üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), "Anlaşmayı
ihlal
ettiniz." deyip
hemen üzerlerine yürümedi ve önce Benı1 Kaynuka Yahudilerini toplayarak onlarla
konuşmayı denedi. Onları, daha mutedil davranmaya, yapageldikleri
kötülüklerden vazgeçmeye, insani değerlerden taviz vermeden Müslümanca
yaşamaya ve Kureyş'in başına gelenler kendi başlarına gelmeden önce akıllarını
başlarına almaya davet ediyordu. Ancak onlar, şefkat ve merhametten anlayacak
durumda değillerdi; bu Nebevi davete alayla cevap vermeyi deneyecek ve şunları
söyleyeceklerdi:
-
Ya Muhammed! Henüz toy ve savaş nedir bilmeyen delikanhlarla savaşıp da onları
yenmiş olman sakın Seni aldatmasın! Şayet bizimle savaşacak olursan esas
savaşın ne demek olduğunu o zaman görürsün! Çünkü Sen, henüz bizim gibi
birileriyle hiç karşılaşmadınl??
Bu,
bir meydan okumaydı ve bunca yaptıklarının yanında bir de böyle tavır takınıp
Efendiler Efendisi'ne küstahça cevap vermeye kalkışmaları, açıkça savaş ilanı
demekti. Anlaşılan, bunların sözden anlayacak halleri yoktu; öyleyse çizgiyi
aşan ve aralarındaki anlaşma maddelerine sadık kalmadıkları yetmiyormuş gibi bir
de dün kabullendikleri otoriteyi bugün hiçe sayan tavırlar içine giren bu
insanlarla anladıkları dilden konuşmak gerekiyordu.
90 İbn Hişam, Sire,
3/313, 314
US
Efendimiz
(sallallalıu a l e y h i ve
sellem)
Bu
arada Cibril-i Emin de gelmişti. Önce Bedir'i hatırlatarak kafirlere şu mesajı
ulaştırmasını söylüyordu:
- Siz mağlup olacak, haşredilip toplanacak ve cehenneme
sürükleneceksiniz! Orası, ne fena bir yataktır! Birbiriyle karşılaşan iki
toplulukta size büyük bir ibret vardı: bunlardan biri Allah yolunda
vuruşuyordu. Diğeri ise kafir idi. O kafirler Müslümanları, bizzat gözleriyle
kendilerinin iki misli görüyorlardı. Allah, dilediği kimseleri nusretiyle
destekler. Elbette bunda, görecek gözleri olanlar için alınacak ibret vardır.?'
Arkadan gelen mesaj,
daha netti:
- Seninle sözleşme yapan bir millette sözleşmeye aykırı
bir hainlik tespit edersen, savaş açmadan önce antlaşmanın artık geçersiz
olduğunu ilan et ki, bunu bilme hususunda iki taraf eşit olsun! Çünkü Allah,
hainleri asla sevmez. 92
İşte bu, Rahmani olan bir uygulamaydı. Halbuki
anlaşmayı ihlal edenler zaten onlardı. Buna rağmen Allah (celle celaluhü),
yaptıkları bu küstahlık neticesinde aralarında bulunan anlaşmanın artık
geçersiz olduğunu bildirmesini istiyor ve savaşa girmeden önce karşı tarafın da
bilgisinin olmasını talep ediyordu. Efendimiz (sallallalıu aleylıi ve sellem)
de, öyle yapacaktı.
Hicretin üzerinden yirmi ay kadar bir zaman geçmişti.
Şevval ayının ortalarıydı ve Medine' de yine Ebu Lübdbe'yi vekil bırakan
Allah Resülü, bir cumartesi günü beyaz sancağı Hz. Hamza'ya vererek Berıü
Kaynuka üzerine yürüdü.
Sağlam bir kaleleri vardı ve Müslümanların kendi
üzerlerine geldiğini görünce hemen bunun içine girip kapılarını da sıkıca kapatmışlardı.
Kuşatma tam on beş gün sürecekti. Bu süre içinde Allah (celle celaluhü),
kalplerine büyük bir korku düşürmüş ve Benü Kaynukahlar Efendimiz'in vereceği
hükmü kabul ettiklerini bildirerek on beş günün sonunda da teslim olmuşlardı.
Artık, Benü Kaynuka Yahudilerinin eli silah tutan erkekleri
esir alınmış ve elleri de bağlanmıştı. Şimdi ise, haklarında verilecek hükmü
bekliyorlardı. Haklarında verilecek her türlü hükme razı idi-
91 Al-i İmran, 3/12,13 92 Enfal,8/S8
116
Bedir Sonrasındaki
Gelişmeler
ler. Artık
tükendiklerini düşünüyorlardı. Hayatlarını ortaya koyarak büyük bir kumar
oynamış ve kaybetmişlerdi.
Bu sırada, Benü Kaynukaoğullarının müttefiki olan ve
Bedir sonrasında Müslüman olduğunu açıklayan Abdullah İbn Übeyy çıkageldi.
Aralarındaki ittifakı nazara vererek Efendimiz'den, Benü Kaynuka Yahudilerine
iyi davranmasını ve onları affetmesini istiyordu. Hatta bunun için o kadar
ısrar ediyordu ki, Efendimiz'in cevap vermeyişi karşısında küplere biniyor ve
istediğini koparabilmek için olmadık yollara başvuruyordu.
Nihayet elini, Efendimiz'in zırhının cebine sokmuş ve
kendine doğru çekmişti. Bunun üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern), ellerini çekmesini söyleyecek-ti. Ancak o, bundan anlayacak gibi gözükmüyordu.
İkinci kez seslendi:
- Yazıklar olsun
sana! Bırak Beni!
- Vallahi de
bırakmam, diyordu. Benim müttefiklerime iyi dav-
ranma
sözü almadığım sürece bırakmam! Çünkü onlar, üç yüzü zırhlı olmak üzere yedi
yüz kişiyle birlikte beni Arap ve Acemlere karşı koruyup onların bir günde
işlerini bitirdiler. Artık ben, arkası kesil ... meyecek savaşların sökün
etmesinden korkuyorum!
Onun bu halini görüp de gerçek niyetinin ne olduğunu
bilen bir başka müttefik Ubôde İbn sabit, Efendimiz' e gelecek ve Benü
Kaynuka ile bütün anlaşmalarına son verdiğini açıklayarak:
- Ya Resülullah, diyecekti. Ben artık, sadece Allah ve
Resulu ile mii'minleri dost kabul ediyor ve onun dışındaki her türlü anlaşmayı
-bu kafirler ve anlaşmaları dahil ... bir kenara koyuyorum!
Zaten Cibril-i Emın'in getirdiği haber de aynı şeyleri
tavsiye edecekti. Gelen ayetlerde, mü'minlerin dostunun, ancak mü'minler
olabileceğini anlatıyor, başkalarıyla olan münasebetlerde daha duyarlı
davranılması gerektiğinin üzerinde duruluyor ve iman adına tavrını
belirleyenlerin de bu hareketlerinin karşılığını mutlaka alacakları ifade
ediliyordu.v"
Bunun üzerine Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve
sellern), Benü Kaynukô Yahudilerine üç gün süre verdi ve bu üç günün sonunda
Medine'yi terk etmelerini istedi. Bu kadar isyan ve karşı koyuşa rağmen
93 Bkz. Maide, 5/51,
52, 53
117
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
ne
birisinin burnu kanamış ne de esir alınmışlardı. Halbuki onlar, bu çıkışlarıyla
benzeri sonuçları çoktan hak etmiş ve zaten haklarında böyle bir kararın
verileceğini bekliyorlardı.
Dünyalar
onların olmuştu; ölüm beklerken hayatlarının yeniden kendilerine bahşedilmiş
olmasını büyük bir lütuf olarak değerlendirip hükme itiraz bile etmeden hemen
yol hazırlıklarına başladılar. Onların Medine'den ayrılışlarını ashab adına Ubôde
İbn Sômit deruhte ediyordu.
Arkalarında
bol miktarda silah bırakmışlardı ve bunlar da ashab arasında ganimet malı
olarak dağıtıldı. Benü kaynukahların geride kalan mallarıyla ilgili olarak da
Muhammed İbn Mesleme görevlerıdirilmiştİ.
Benü
Kaynuka kuşatmasından dönüş kurban bayramına denk gelmiş ve imkanı olanların
kurban kesmeleri bildirilmişti. Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellern), bayram namazının kılındığı Beni Selime yurdunda o gün, bizzat
kendisi kurban olarak iki koyun kesmişti; hali vakti yerinde olanlar da O'nunla
birlikte kurbanlarını kesmişlerdi.
Müslümanların
ilk kez yaşadıkları bayramdı. Gerçi, daha önceleri de Medine'de bazı günler
bayram olarak kutlanırdı. Medineliler, uzun zamandır devam eden bu geleneğe
göre o günlerde bir araya gelir ve değişik oyunlar oynayarak eğlenmeye
çalışırlardı. Şimdi ise Allah (celle celaluhü), cahiliye döneminde onların
yaşadıkları bu iki güne bedel, Ramazan ve Kurban olmak üzere iki bayram
lütfetmişti. Aynı zamanda bu, mü'minler için yılda iki kez yaşayacakları umumi
sevinç günü anlamına geliyordu.
Üçüncü Yılda Yaşanan Diğer Gelişmeler
Allah Resülü Medine'ye hicret edeli otuz ay olmuştu.
Hz. Ömer, kocası ölen kızı Hafsa'yı (radıyallahu anha)94 önce Bedir
günlerinde hanımı Rukiyye Validemizi kaybeden Hz. Osman'la nikahlamak iste-
94
Hafsa Validemiz, risaletten beş yıl önce Kureyş'in Kabe'yi tamir ettiği sene
dünyaya gelmişti. Daha önce Huneys İbn Huzafe ile evlenmiş ve birlikte
Medine'ye
118
Bedir Sonrasındaki
Gelişmeler
miş
ve gidip ona konuyu bizzat kendisi açmıştı. Ancak Hz. Osman, böyle bir evlilik
için henüz hazır değildi ve dava arkadaşı Hz. Ömer'e beklediği cevabı
verememişti. Gerçi Hz. Ömer, aldığı bu cevap karşısında bir nebze üzülmüştü
ama yine de meseleyi anlamaya çalışıyordu. Ondan ümidini kesince bir başka
yakın arkadaşına konuyu açacaktı; ancak Hz. Ebu Bekir de evlilik düşünmüyordu.
Bunun üzerine o (radıyallahu anh), durumu gelip bir de Resül-ü Kibriya
Hazretlerine anlatmayı denedi. Beklediği cevap, hem de fazlasıyla Efendimiz'den
gelecekti:
- Ben sana, Osman'dan daha hayırlı bir damat ve Osman'a
da senden daha hayırlı bir kayınpeder söyleyeyim mi, diye sordu. Bunu kim
istemezdi ki! Hz. Ömer hemen:
-
Söyleyin ya Resülullah, dedi. Bunun üzerine Allah Resülii (sallallahu aleyhi
ve sellem), şunları söyledi:
-
Sen, kızın Hafsa'yı Bana nikahlarsın; Ben de, kızım Ümmü Gülsüm'ü Osman'a!
Hz. Ömer'in sevinçten
neredeyse ayakları yerden kesilecekti.
Resülullah ile akraba
olmak onun için en büyük bahtiyarlıktı.
Ve derken Medine'de iki evlilik birden gerçekleşiyordu.
Mekke'nin ilk günlerinden beri yanında olan haya insanı Hz. Osman'a, bundan
sonra iki nur sahibi manasında 'Zii'n-Nureım' denilecekti.
Çok geçmeden, Hz. Ali ile Hz. Fatıma'nın
evliliklerinden bir çocukları dünyaya gelecek ve adını Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem) 'Hasan' koyacaktı.
Hicretin üzerinden otuz bir ay geçmiş ve yine, gufranla
tüllenen Ramazan ayının bereketi üzerlerine rahmet olup yağmaya başlamıştı.
Ümmetine merhamet ve şefkat kanatlarını gererek ihtiyaçlarını gidermek isteyen
Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), Bedir günü ilk mübarezede
yaralandıktan sonra dönüşte şehit olan Ubeyde İbn Haris'in hanımı Zeyneb
Binti Huzeyme'nin içinde bulunduğu şartların zorluğunu görmüş ve
yoksulların elinden tutan bu dul ve yalnız kadının elinden tutmak istemişti.
Bunun en kestirme yolu, onu nikahı altına almaktı ve O da öyle yaptı.
hicret ettiği kocası
Bedir sonrasında vefat edince de dul kalmıştı. Bkz. İbn Seyyidinnas, Uyürıu'l-Eser,
2/384; Zehebi, Tarihu'l-İslam, ı/soo
119
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Hz.
Zeyneb (radıyaUahu anha), cahiliye döneminden bu yana muhtaçların annesi
olarak bilinen saliha bir kadındı. Tam, "Bu yaşlı hôlimle kimsesiz
kaldım." diye endişelerle boğuşup dururken Allah Resülü'ne zevce olma
bahtiyarlığıyla serfiraz kılınan Hz. Zeyneb (radıyallahu anha), artık dünyanın en
balıtiyar kadınıydı. Ancak yaşlı validemiz Hz. Zeyneb Binti Huzeyme, aradan
sekiz ay kadar bir zaman geçince vefat edecek ve mü'minlerin annesi manasında
'Ümmü'lMü'minin' olarak ebedi aleme göç edecek, bizzat Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem) tarafından Cennetü'l-Baki'deki mekanırıa tevdi edilecekti.95
Artık
Cemaziyelevvel ayına gelinmişti. Yaz ayları da yaklaşmış ve Kureyş, Şam
taraflarına göndereceği kervanı düşünmeye başlamıştı. Bir taraftan Bedir'in
acısıyla kıvranırken diğer yandan da:
-
Şayet burada böyle bekleyip durursak elimizdeki bütün imkanlar tükenip bitecek
ve açlıktan kırılacağız, diyorlardı.
Nihayet
uzun da olsa yeni bir yol bularak Şam'a gitmek üzere Safotm İbn Ümeyye başkanlığında bir kervan tertip
etmişler ve Furfıt İbn Hayyfın adında bir delil tutarak yola
koyulmuşlardı.
Efendimiz
bu durumdan da haberdar oldu ve hemen Zeyd İbn Hôrise'yı
görevlendirerek yüz
kişilik bir kuvvetle yola çıktı. Onların gelişini duyan Safvan da, Ebu Süfyan
gibi hızla kaçmaya başladı.
Zeyd
İbn Harise, hedeflenen yere geldiğinde kervanın çoktan kaçıp uzaklaştığını
görecek ve Furat İbn Hayyan'ı esir alarak geri dörıecekti.?"
Bu
da bir işti; zira bundan böyle Mekke, kendi başına ve istediği gibi Hicaz' da
dolaşamayacağını anlamış oluyor ve kendisine çekidüzen vermek zorunda
kalıyordu.
95
İbn Sa'd, Tabakat. 8/115. Zeyneb Validemizin, Efendimiz'le izdivacından üç ay sonra
vefat ettiğine dair de bir rivayet vardır. Bkz. İbn Esir, Üsüdü'l-Ğabe, 1/19,
3/359; İbn Seyyidinnas, Uyünu'l-Eser, 2/385
96
Furat İbn Hayyan da gelecek ve Efendimiz'in huzurunda Müslüman olacaktır. Bkz.
İbn Sa'd, Tabakat, 2/36; Taberi, Tarih, 2/55; İbn Esir, Üsiidii'l-Ğabe, 2/393
ı20
Hicretin üzerinden üç yıl geçmişti ve Şevval ayının bir
Perşembe günüydü. Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellern), Kuba'da
bulunduğu bir sırada Hz. Abbas'ın gönderdiği mektup eline ulaşrnış''? ve
mektubu kendisine okuyan Übeyy İbn Ka'b'ı dinledikten sonra bunu gizli
tutmalarını söyleyerek Sa'd İbn Rebi'in yanına gitmişti.
Meğer etraftaki kabilelerden de destek alan Kureyş,
Bedir'de aldığı ağır yarayı sarıp Müslümanlardan intikam alabilmek için hazırlığını
yaptığı orduyla Mekke'den hareket etmiş, son bir hamleyle kesin çözüm alabilmek
için Medine'ye doğru ilerliyordu. Hatta bu ordu için Kureyş, Bedir öncesinde
Şam'a gidip de gelen Ebu Süfyan kervanındaki mallarını himmet edip hazırlanacak
ordu için vermiş ve Medine'den intikam alabilmek için bu orduya daha başka
katkılarda da bulunmuştu. Konuyu haber veren Cibril'in getirdiği ayette şu
bilgi verilecekti:
- Şüphesiz ki o kafirler, Allah yolundan insanları geri
çevirmek için mallarını infak ediyorlar. Gerçi onu infak edecekler ama bu, yine
de onların aleyhine cereyan edip yürek yakan bir hicrana dönüşecek ve mağlup
olacaklar.v"
97 Mektubun
aciliyetinden dolayı Hz. Abbas'ın Ğıfaroğullanndan seçtiği elçi, Mekke-Medine
arasındaki yolu üç günde alacaktır. Bkz. Vakıdi, Meğazi, 1/204 98 Enfal, 8/36;
ibn Sa'd, Tabakat. 2/38; Vahidi, Esbabu Nüzüli'l-Kur'arı, 1/84 vd.
121
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Bu haber üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern), önce farkh yönlere ashabından bazılarını göndererek üzerlerine gelen
Mekke ordusuna ait haberlerin hiç atlamadan kendisine ulaştırılmasını istemişti.
Durumun
nezaketine binaen Sa'd İbn Muôz, Üseyd
İbn Hudayr ve Sa'd
İbn Ubôde gibi sahabiler, Efendimiz'in etrafında silahlarını almış, namaz
kılarken bile silahlarını yanlarından ayırmadan nöbet tutuyorlardı.
Mekke ordusunun üç bin kişilik bir kuvvetten oluştuğu
ve bu kuvvetin içinde etraftaki kabilelerin de katkılarının bulunduğu haberleri
gelmişti. Hatta Hz. Hanzala'nın babası Amir gibi Medine'den bile gidip bu
orduya katılan birçok insan vardı.s? Üç bin deve ve iki yüz at üzerinde
geliyorlardı. Orduya Ebu Süfyan kumanda ediyordu. Athların komutanı ise Halid
İbn Velid idi; Ebu Cehil'in oğlu İkrime de ona yardımcı oluyordu.
Savaşta
kendilerini coşturup cesaretlendirmek için yanlarına kadınlarını da almışlardı.
Bilhassa ileri gelenlerin kendi hanımları da beraberlerinde geliyorlardı.
Maksatları da, iffet ve namuslarına halel gelmemesi için savaşta geri dönüp
askerin kaçmasını önlemekti. Zira her ne kadar kendilerinden emin olsalar da
işin olumsuz taraflarını da akıllarından çıkaramıyorlardı.
Kısaca
Mekke ordusu, savaş için gerekli olan bütün imkanları bir araya getirmiş,
öylece Medine'ye yürüyordu.
Ebva'ya
geldiklerinde, babası dahil en yakınlarını Bedir'de kaybeden Ebu Süfyan'ın
hanımı Hind Binti Utbe, Efendimiz'in annesinin kabrini açıp parçalamak
istemiş ancak bunun bir adet olacağı ve
99 Hz.
Hanzala'mn babası Ebu .Amir de Medine anlaşmasına imza koyanlardan birisiydi.
Ancak zamanla o, içinde büyüyen düşmanlık duygulanm bastıramayacak ve açıktan
Allah Resülü'ne düşmanlığını ilan edecekti. Halbuki bu sıralarda kendisiyle
aynı duygulan paylaşan Abdullah İbn Übeyy İbn Selül, göriinüşte Müslüman olduğu
izlenimi vererek kendini gizlerneyi tercih etmişti. Uhud için Mekkelilerin
hazırlık yaptıklarını duyunca da, yamna aldığı elli kadar adamıyla Mekke
ordusuna katılacak ve savaşmak için Uhud'a gelecekti. Bkz. Vakıdi, Meğazi,
ı/205 vd.; Belazuri, Erısabu'l-Eşraf, 1/ı36
122
Beklenen Gelişme
bundan sonra kendi
mezarlarına da böyle şeyler yapılacağı korkusuyla Kureyş buna izin vermemişti.
Bilhassa Hind gibi Bedir'de canı yananlar, askerleri
coşturmak için şiirler okuyor ve Medine'ye doğru yaklaşırken orduyu zinde tutmak
istiyorlardı.
Mekke ordusu Uhud yakınlarına kadar gelmişti. Uhud
demek Medine demekti; büyük bir debdebe ve ihtişamla buraya gelen Mekke ordusu
Medine'yi yerle bir etme hırsıyla Uhud' da bekliyordu.
Ashabdan ileri gelenler bir araya gelmişti. Allah
Resnlü (sallallahu aleyhi ve sellem) onlarla istişare ediyordu. Zira bu,
Bedir'den daha farklı bir gelişmeydi. Gerçi Bedir'e giderken de benzeri bir
istişare gerçekleşmiş ve, herkesin kabullendiği müşterek bir karar çıkmıştı.
Bugün de öyle olmalıydı. Çünkü Cibril'in getirdiği ayet, Efendimiz'in ashabıyla
istişare yapması gerektiğini emrediyor ve meseleyi topluma mal etmenin en
etkin yolunun bu olduğunu söylüyordu.
Önce Mekke ordusunun haberleri konuldu ortaya. Bir realiteydi
ve üç binlik bir kuvvet geliyordu üzerlerine. Ancak bilhassa Bedir'e katılıp da
orada zafer yaşayamayan veya Bedir'den sonra Müslüman olan heyecan dolu sahabe,
onlarla yeniden çarpışıp haklanndan geleceklerini söylüyorlardı.
O (sallallahu aleyhi ve sellern), ise, Medine dışına
çıkmamak gerektiğini ve şehri, içeride kalarak korumanın daha uygun olduğunu düşürüyordu.
Zira bir rüya görmüş ve gördüğü bu rüyayı da cuma sabahı ashabıyla şöyle
paylaşmıştı:
- Vallahi Ben, bazı şeyler gördüm ki, inşallah hayırlı
olur; bazı hayvanların boğazlandığını, kılıcımın kabzasında bir gedik ve elimi
sağlam bir zırhın içine soktuğumu gördüm!
O'nun her halini hayatına rehber yapmak isteyenler bu
rüyanın tevilini sorduklarında da Efendimiz, boğazlanan hayvanların ashabından
bazılannın şehit olacakları: kılıcının kabzasındaki gediğin, kendi başına
gelecek bir musibet ve en yakınlanndan birisinin şehadeti; sağlam zırhı da
Medine'ye sığırırnak gerektiği şeklinde yorum-
123
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
lamıştı.
Onun için reyini de, Medine'de kalıp müdafaa yapmaları gerektiği şeklinde izhar
etmişti. Belki de, düşman şehre girdiğinde onları sokak aralarında düşmanı
yakalar, kuvvetlerini sokaklar arasında bölerek daha kolay teslim alırız ve
kadınlar da en azından çatılardan bize yardım ederler, diye
düşünüyordu. Sahabe ise;
- Ya Resülullah! Bizler zaten böyle bir günü bekliyor
ve Allah'a dua ediyorduk. Şimdi O bize, böyle bir fırsat verdi ve kendimizi
ortaya koyma imkanını ayağımıza getirdi. Düşmanla vuruşmak için dışarı çıkalım
ya Resülullah! Dışarı çıkıp vuruşalım ki, bizim kendilerinden korktuğumuzu
sanıp da cesaretlenmesinler, diyordu.
Erisar ve Muhacirlerin ileri gelenleri bu heyecanlı
çıkışa katılmadıklarını ve Resülullah ne derse onun yapılmasının daha iyi olacağını
söylüyorlardı. Ancak galip düşünce, gençlerle Bedir'de savaşma fırsatını
kaçıranların oluşturduğu hava üzerinde yoğunlaşıyordu. Bilhassa Abdullah İbn
Übeyy, gidişattan oldukça rahatsızdı ve her haliıkarda savaşılmaması gerektiği
konusunda ısrar ediyordu.
Bu bir istişareydi ve Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellem) de, Allah'ın emri olan istişareyi ashabı arasında yerleştirmek
istiyordu. İnsanlar arasında istişare gibi temel bir meselenin yerleşmesi bugün
için her şeyden önemliydi ve bunun için herkes fikrini açıkça söyleyebiliyordu.
O (sallallahu aleyhi ve sellem) bir peygamberdi ama ağırlıklı görüş, savaşı
Medine dışında yapma şeklinde tecelli edince ashabın genelinin fikrine riayet
ederek Mekke ordusunu şehrin dışında karşılama kararı aldı.
Artık Medine'de hummalı bir süreç başlamış oluyordu.
Zira cuma günü sabah namazı kılındığı andan itibaren Medine'deki tek konu,
nefeslerini bile duymaya başladıkları Mekke ordusu karşısında nasıl bir
mukabelede bulunulacağı idi. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de her
fırsatı değerlendiriyor ve ashabı Medine'yi savunma konusunda teşvik ediyordu.
Tabii olarak cuma
namazının da konusu bu karşılaşmaydı.
Efendimiz,
hutbelerinde iman konusu üzerinde duruyor, sabır ve temkinle hareket ettikleri
takdirde Allah'ın nusretinin yine kendileriyle birlikte olacağını anlatıp
ashabını, vicdanlarına seslenerek vatanlarını koruma konusunda teşvik
ediyordu.
Bir taraftan da
hazırlıklar devam ediyordu. Ashabda bayram
124
Beklenen Gelişme
havası
vardı; Uhud'da düğüne gidercesine bir heyecan içine girmişler ve Allah
davasına isyan bayrağı çekip de Uhud'a kadar gelen kin tüccarlarına hadlerini
bildirmek için can atıyorlardı.
İkindi
namazını kıldırtan sonra Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), yanında
Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer olduğu halde hücre-i saadetlerine girdi. Belli ki,
zırhını giyip kılıcını da alarak ashabı arasına çıkacak ve Uhud'a gidecek
ordunun önündeki yerini alacaktı. İnsanlar, hücre-i saadetleri ile minber-i şerifleri
arasında toplanmış bekleşiyorlardı.
O'nun
ifadelerindeki teenniyi, mübarek yüzlerindeki manzarayı, gördüğü rüyayı ve
ashabın ısrarını değerlendiren Sa'd İbn Muôz ve Üseyd İbn Hudayr gibi
sahabiler:
- O'nun üzerine semadan vahiy inip durduğu halde
sizler, Resülullah'ı savaşı dışarıya çıkarak yapma konusunda zorladınız!
Gelin, bu ısrarınızdan vazgeçin ve işi O'na bırakın; O size ne emrederse onu
yapın, diyorlardı.
Onlar
dışarıda bunları konuşurken üzerine zırh üstüne zırh giymiş, sarığını sarmış
ve bir eline kalkanını alıp kılıcını da kuşanmış olarak Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellem) kapıda beliriverdi. Sa'd İbn Muaz ve Üseyd İbn Hudayr'ın
ikazları neticesinde meseleyi yeniden düşünmeye başlayan sahabede büyük bir
pişmanlık hakimdi. Başlarındaki peygamberin dediklerine muhalefet etmek, O'na
bu kadar yakın olanlar açısından arkası gelmez başka sıkıntıları da beraberinde
getirirdi. Zira 'mukarrabin' konumundaki şahısların atacağı her bir yanlış
adım, başka yanlışlara davetiye çıkarmak anlamına gelmekteydi. Boyunlarını
bükmüş şöyle diyorlardı:
-
Ya Resülullah! Seni bizler zorladık; halbuki Sana muhalefet edip bunu yapmak
bize yakışmazdı. Medine'de kalmak dahil Sen dilediğini yap ya Resülullahl
Ashabının
pişmanlığını gören Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), bekledikleri
gibi geri dönme yerine onlara şunu söyleyecekti:
-
Daha önce bunu Ben isterken sizler 'hayır' diyordunuz. Zırhını
giydikten sonra artık, düşmanıyla arasındaki hükmü Allah verinceye kadar bir
Nebi'ye onu çıkarmak yakışmaz! Artık Allah'ın sizin
125
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
için
takdir ettiği şeye bakın ve O'nun buyruklanna tabi olun. Haydi, Allah'ın adıyla
düşün yola! Sabrettiğiniz sürece zafer sizin olacaktır!'?"
Anlaşılan,
işin başında bulunanların böylesine kritik noktalarda kararlı olması, bu
noktadan sonra elde edilmesi muhtemel faydalardan daha önemliydi ve Efendimiz
de ashabına bunu fiilen göstermek istiyordu. Çünkü Allah (celle celaluhü)
O'na:
-
İstişare ile karar verip azmettiğinde, Allah'a güven ve O'na tevekkül et,
buyurmuştu.'?' Aynı zamanda istişare kararını yine istişare meclisinde almak
gerekiyordu. Şimdi ise, kararlılığın gösterilmesi gerektiği bir zeminde
bulunuyorlardı.
Geri Çevirilen Gençler
Allah
Resülü, Bedir'e çıkarken yaptığı gibi bu arada gozune küçük gözüken gençleri
geri çevirmek istemişti. Abdullah İbn Ömer, Üsôme İbn Zeyd, Üseyd İbn Zuheyr, Zeyd İbn
Sabit, Zeyd İbn Erkam, Arôbe İbn Evs, Amr İbn Hazm ve Ebii Saidi'l-Hudri
gibi gençler o gün
geri çevrilenlerdendi. Mekke müşrikleriyle vuruşmayı candan isteyen bu gençler
büyük bir hüzün yudumluyorlardı.
Geri
çevrilenler sadece bu gençler değildi; Medine'yi birlikte müdafaa etme sözü
aldığı halde Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Medine'nin diğer sakinleri
Yahudi ve Arap müşriklerinden kendileriyle birlikte savaşma talebinde
bulunmayacak, hatta gönüllü olarak yola çıkanlan da geri çevirecekti. Zira bu,
küfürle imanın bir mücadelesiydi ve böylesine bir savaşta, dinamizmini imandan
alan gönül insanlan muzaffer olabilirdi. Bunun için Şeyheyn denilen yere
geldiklerinde, iyi giyimli ve nizami bir grubun kendilerine doğru geldiğini
görünce bunların kimler olduğunu soracak ve henüz Müslüman olmayan bir grup
olduklarını öğrenince de:
-
Ehl-i şirke karşı ehl-i şirkten yardım almak olmaz, buyurarak iman davasında
sadece mii'rninlerle birlikte mücadele etmek gerektiğini söyleyecekti.
ıoo
Buhari, Salıih, 6/2682; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 3/351; Hakim, Müstedrek,
2/141 (2588)
ıoı Al-i İmran, 3/159
126
Beklenen Gelişme
Bunun
yanında Resülullah ile birlikte savaşa gidebilmek için büyük bir gayret ortaya
koyanlar vardı. Yaşı küçük olduğu halde görünümü büyük gösterdiği için Rôfi'
İbn Hadie'in gelmesine izin verince Semüre İbn Cündeb ileri çıkacak
ve Efendimiz'e:
-
Ya Resülullah, diye seslenecekti. "Ben Rafi'den daha güçlüyüm; güreşirsem
onu yenerim!"
Onun
savaşa gitmek için gösterdiği bu gayreti gören Allah Resülü (sallallahu aleyhi
ve sellern), ashab önünde iki delikanlının güreşmesini istedi. Gerçekten sonuç,
Semüre'nin dediği gibi tecelli etmişti. Belki de Rafi' İbn Hadic, arkadaşını da
yanında götürebilınek için bilerek yenilmişti. Derken Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern), her ikisinin de savaşa gelebileceğini söyleyerek onlara
izin verecekti.
Ashabını
üç gruba ayırmıştı; Muhacirlerin sancağını Hz. Ali, Evs'in sancağını Üseyd İbn Hudayr
ve Hazreç'in sancağını ise Hubôb İbn
Münzir taşıyordu.
Medine'de
vekil olarak yine Abdullah İbn Ümmi Mektiim bırakılmıştı. Yaklaşık bin
kişilerdi. Bunlardan sadece yüz tanesi zırhlı idi. Süvarilerin başında Zübeyr
İbn Avvam, zırhsız olduğu halde Uhud'a koşanların başında ise Hz. Hamza vardı.
Bedir'de olduğu gibi yine düşmanın üçte biri kadar bir güce sahiplerdi. Ancak
onlar, ne bu güçten ne de ölümden korkuyorlardı! Şehadet onlar için ulaşılmaz
bir hedefti.
Akşam
vakti olduğunda Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabıyla birlikte
Uhud'a gelmişti. Bilal'in ezanıyla birlikte akşam ve yatsı namazıarını cemaatle
burada kılacaklardı.
Efendimiz, her
savaşında farklı bir taktik ortaya koyuyordu.
Çünkü
Mekke ordusu, Bedir'deki taktiği de kendince çözmeye çalışmış ve
hazırlıklarını bu minval üzere yapmıştı. Onun için Uhud, strateji açısından
Bedir'den daha farklı olacaktı. Bununla Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve
sellern), düşmanlarının sürekli önünde yürüdüğünü gösteriyor ve böylelikle
gündemi belirleyen, sürekli O oluyordu. İnsanların gönüllerine hitap ediyor ve
belli ki ashabının, her yönüyle işin içinde olmasını hedefliyordu.
ı27
Efendimiz (sallallahu
a l e y h i ve sellem)
Ashab arasından elli süvariyi seçerek bunlardan,
başlarındaki komutan Muhammed İbn Mesleme ile birlikte etrafta dolaşarak
gecenin karanlığında karşılaşılabilecek tehlikelere karşı Efendimiz'in
güvenliği sağlamalarını istedi.
- Bu gece Bizi kim
koruyacak, sorusuna mukabil Zekoôsı İbn Abdikays öne çıkacak ve
Efendimiz'in güvenliğiyle bizzat ilgilenip mübaşeret edecekti. Bu arada Allah
Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern): - Bizim öncü ve rehberlerimiz nerede? Şu
tepelerin arkasını dolaşıp da onlara hissettirmeden bizi onlara kim götürecek,
diye sorunca Ebu Heyseme ileri atıldı:
- Ben ya Resfılullah!
Bunun üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern), Ebu Heyseme' nin rehberliğinde beraberindekilerle birlikteyola çıkıp
arka taraflarda olanlardan haberdar olmak için teftişe çıkacaktı. Yolda giderken,
münafıklardan gözleri görmeyen bir adamın bağından geçmek zorunda kalmışlardı.
Bahçesine Resülullah ile birlikte ashabın girdiğini anlayan Mirba' İbn Kayzi,
anlaşılmaz bir tepki gösteriyor ve:
- Şayet Sen Resülullah isen ben, bahçeme girdiğin için
Sana hakkımı helal etmiyorum. Hem bu, Sen değil de bir başkası olsaydı onu ben
mutlaka tartaklardım, diyor, diğer taraftan da üstüne başına toprak saçıyordu.
Adamın bu tavrı ashaba çok dokunmuş ve adamın üzerine
yürümüşlerdi. Hatta ashabdan birisi elindeki yayla adamın kafasına bir darbe
indirmişti bile ... Olacak şey değildi; bir tarafta Resfılullah'a hakaret
ediliyor; diğeryanda ise bu hakareti yapanların yakınları müdaafaya geçmiş
adama yardım için hazır bekliyorlardı. Ortam bir anda elektriklenivermişti.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) hemen müdahale etti:
- Adama dokunmayın!
Bu amanın hem kalbi hem de gözü kör!
Günlerden yine cumartesiydi. Uhud meydanında güneş doğmadan
önce yine Bilal'in yanık sesi duyuldu; Allah Resülü'nün arkasında sabah
namazını kılacaklardı. Ordu içinde bir hareketlilik göze çarpıyordu. Çok
geçmeden bu hareketliliğin sebebi de anlaşılacaktı. Abdullah İbn Übeyy İbn
SelUl ile birlikte yaklaşık üç yüz kişi geri
ı28
Beklenen Gelişme
dönüyordu.v"
Buna göre, karşı tarafın üç bin tekmil askerle geldiği Uhud'da ashabın her biri
en az beş kişiyle mücadele edecek demekti. Müslümanları içeriden vurmanın ayn bir
adıydı bu ve mü'minler arasındaki kuvve-i maneviyeyi sarsmayı hedefliyordu.
Aynlırken de:
-
Beni hiç dinlemeden ve çoluk çocuğun aklına uyarak savaşa çıkıyor! Kendimizi
niçin öldürdüğümüzü bilmeden nereye sevk edildiğimizi bilmiyoruz, diye sözde
tepki gösteriyorlardı.
Belli
ki Allah (celle celaluhü), alemlere rahmet olarak gönderdiği ahir zaman
Nebi'sinin yanında böylesine ikiyüzlü insanların olmasını murad etmiyor ve
daha büyük sıkıntılara kapı aralamamak için daha işin başında onlarla yolunu
ayırıyordu. Zira O'nun atıyyelerini ancak matıyyeleri taşıyabilir ve böylesine
önemli bir dönemeçte ancak O'na samimi yönelen kullar bu yükün altına
girebilirdi.
Abdullah
İbn Haram, onların
arkasından gidecek ve şöyle seslenecekti:
-
Ey kavmim! Allah için sizi uyarıyorum; tam düşmanla karşılaşmışken, Nebi'nizi
yalnız bırakmak suretiyle kendinizi ve kavminizi rezil ve rüsva etmeyin. Ey
kavmim! Gelin; ya Allah yolunda savaşın ya da müdafaada bulunun!
Ancak
onların, ne bu mesaja kulak verecek halleri ne de muhtevadaki derinlikten
anlayacak idrakleri vardı. Arkalarını dönüp hak beyana kulak vermek bir tarafa,
kendilerine seslenen Abdullah İbn Haram'a:
-
Eğer bizler savaşmayı bilseydik, sizi onlara teslim etmezdik; zaten savaş
olacağını da sanmıyoruz! Sen de bizi dinlersen mutlaka bizimle birlikte geri
dönersin, diyor ve kendilerince akıl veriyorlardı. Onların bu akıl almaz
tavırlarını ve ıslah olmaz niyetlerini gören Hz. Abdullah ise şöyle
seslenecekti:
-
Sizi gidi Allah düşmanları! Bundan öte daha ben ne yapabilirim ki? Hiç Allah,
Nebi'sini size muhtaç bırakır mı?
102 Nifaka reislik yapan Abdullah İbn Übeyy'in oğlu
Abdullah (Adı 'Hübdb' iken Müslüman olunca Efendimiz (s.a.s.) 'Abdullah'
olarak değiştirmiştir) ise, başlangıçtan beri Efendimiz'le birlikteydi.
Bedir'de sebat ettiği gibi Uhud'un da hakkını verecek ve babasına rağmen Allah
Resülü'nderı aynlmayacaktı. Bkz. İbn Esir, Üsüdü'l-Ğabe, 2/133; İbn Abdilberr,
İstiab. 3/940 (1590); İbn Hacer, el-İsabe, 4/155 (4787)
129
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Evet,
Allah (celle celaluhü) Nebi'sini hiç kimseye muhtaç bırakmayacaktı. Cibril'in
getirdiği haber de benzeri şeyler söylüyordu:
- Şüphesiz ki Allah (celle celaluhü) mü'minleri, iyiyi
kötüden ayınncaya, pis olanla temizi tefrik edinceye kadar bulunduğunuz konum
ve halde bırakacak değildirt'<'
Geri giderken arkalanndan seslenen Hz. Abdullah'a
söylediklerini de haber verecek olan Kur'an. içlerinde gizlediklerini de
açıkça anlatacak ve sonrakiler için bir ibret vesilesi olarak o günkü yan çizmeyi
tarihe mal edecekti:
- İki birliğin karşılaştığı gün başınıza gelenler, hem
mü'minleri hem de nifak üzere bulunanları ayırt etmek için ancak Allah'ın dilemesiyle
olmuştur. Onlara, "Gelin de Allah yolunda savaşın yahut müdafaada
bulunun." denildiği zaman, "Biz savaşmayı bilseydik elbette sizinle
birlikte gelir ve savaşırdık." derler. Onlar o gün, imandan daha ziyade
kiifre daha yakın idiler ve ağızlarıyla onlar, aslında kalplerinde olmayanı
söylüyorlardı. Allah ise, onların içlerinde gizlediklerini de bilmektedir. 104
Onların böyle kritik bir noktada ayrılıp gitmeleri
ashab arasında da farklı görüşlerin ortaya çıkmasını netice vermişti. Bir kısmı
onları, 'öldürülmesi gereken insanlar' olarak görürken diğer bir kısmı
ise buna katılmıyordu. Bilhassa Benü Selime ve Benü Harise kabileleri
neredeyse birbirine girecekri.l'"
Meseleye
son noktayı yine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) koyuyordu:
- Uhud'a gelme meselesi, iyi ve güzelolduğu kadar aynı
zamanda bir eleme meselesidir; altın ve gümüşteki tortunun ateşle bir kenara
atıldığı gibi o da kalıntı ve tortuyu arındınp temizler.
Hatta Ensar' dan bazıları, Abdullah İbn Übey İbn
Selül'ün üç yiiz kişiyle birlikte Uhud' dan ayrılmasının ardından huzura
gelerek Efendimiz'e, Medine Yahudileri arasında müttefik olanlardan yardım
isteme arzusu izhar etmeleri üzerine Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve
sellern):
103
Al-i İmran, 3/179 104 Al-i İmran, 3/167
105 Konuyla ilgili
ayetler için bkz. Al-i İmran, 3/122; Nisa, 4/88
130
Beklenen Gelişme
-
Bizim onlara ihtiyacımız yok, diyerek tepki gösterecek ve gelirken gösterdiği
tavrı burada da sürdürerek, Uhud gibi bir er meydanında sadece müminlerden
oluşan bir ordunun daha uygun olacağını ifade edecekti.
Bundan
sonra da yüzü Medine'ye gelecek şekilde konuşlanacak ve sırtını da Uhud dağına
verecekti. Neredeyse sabah vakti çıkmak üzereydi ve orada ashabıyla birlikte
sabah namazını kıldılar.
Sonra
da ashabına döndü ve uzun uzun konuştu onlarla. Savaş başlamadan önceki son
hutbesiydi bu. Allah'ın kitabına uyarak helali helal, haramı da haram bilmeyi
tavsiye ediyor, sabır ve temkine vurgu yapıyordu. Birlik ve beraberlik konusuna
da ayrıca değinen Allah Resülü (sallalIalıu aIeyhi ve sellern), hayatta iken
dikkat edilmesi gereken hususlardan ölüm sonrasında karşılaşılacak manzaralara
kadar birçok konuyu ashabıyla paylaşıyor ve onları düşman konusunda daha
dikkatli olmaya davet ediyordu. Ashabından savaş vaziyeti almalarını istiyor
ve sağa-sola yürüyerek safları bizzat kendisi hizaya sokuyordu. Artık ordu, her
yönüyle hazırdı ve Allah Resülü'nden son bir uyarı daha geldi:
- Ben savaşma izni
vermedikçe hiç kimse savaşa başlamasın! Bu arada elli kadar okçu seçmiş ve
başlarına Abdullah İbn CÜbeyr'i komutan tayin ederek sıkı sıkı şunları
tembih etmişti:
-
Şu atlıları bizden uzak tutun; arkamızdan gelip bizi kuşatamasınlar! Zafer
bizim lehimize tecelli etmiş olsa bile sizler yerinizde kalın! Sakın sizin
taraftan bir saldırıya maruz kalmayalım; yerinize gidin ve oradan asla
ayrılmayın! Onları tamamen bozguna uğrattığımızı ve askerlerinin arasına kadar
girdiğimizi bile görseniz yerinizden kıpırdamayın! Başımıza kuşların
üşüştüğünü ve etlerimizi parçalamaya başladıklarını bile görseniz, Ben size
haber gönderinceye kadar sakın yerinizden ayrılmayın! Öldürüldüğümüzü görseniz;
gelip bize yardım etmeye, müdafaa edip destek olmaya kalkışmayın! Aksine
onlara ok atın; çünkü atlar, kendilerine ok atılırken ilerleyemez! Ve unutmayın
ki sizler yerinizde kaldığınız sürece galip olan taraf mutlaka biz
olacağız.'?"
106 Vakıdi, Meğazi,
1/224; Said İbn Mansür, Sünen, 2/356 (2853)
ı3ı
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Bu
arada müşriklerin sancağını kimlerin taşıdığını sorarak öğrenmiş ve:
-
Vefa konusunda bizler, onlardan daha öndeyiz, demiş ve ardından da:
- Mus'ab İbn Umeyr
nerede, diye sormuştu.
- Buradayım, diyerek
hemen huzurda beliriveren Mus'ab İbn
Umeyr'e iltifat edecek ve:
- Sancağı sen al,
diyerek ana sancağı ona verecekti.
O
gün Müslümanların şiarı, öldür manasında 'Emit.. Emit' şeklindeydi.
Mekke Ordusunun Durumu ve İlk Kıvılcım
Mekke
ordusu zaten hazırlıklıydı ve kendilerine duydukları aşırı güvenle Uhud'a kadar
gelmişlerdi. İki yüz atlıyla birlikte Halid İbn Velid sağ tarafı tutmuş
bekliyordu. Zaten Efendimiz'in de okçulara seslenirken dikkat çektiği atlılar
işte bunlardı. Ordunun sol tarafı ise, Ebu Cehil'in oğlu İkrime'ye emanetti,
Piyadelerin başında 8afvan İbn Ümeyye, okçuların önünde de Abdulah
İbn Ebi Rebia bulunuyordu."? Sancağı ise Talha İbn Ebi Talha taşıyordu.
Uhud'daki
gerginliğin had safhada olduğu bir sırada, Medine'den elli adamıyla birlikte
Mekke'ye kadar giden ve oradan müşrik ordusuna katılarak Medine'ye saldırmak
için gelen Hz. Hanzala'nın babası Ebu Amir, adamlarından elli kişiyle
birlikte saldırmaya başladı. Bu esnada kendisini de tanıtıyor ve:
-
Ey Evs topluluğu, diye bağırıyordu. Kendilerine saldıranın Ebu Amir olduğunu
görenler de:
-
Hay Allah gözlerini kör edesice fasık, diye tepki verecekler ve böylelikle
savaş da başlamış olacaktı.
Bu
ilk kıvıleımla birlikte savaş ateşi de tutuşmuş ve artık Kureyş ordusunda
bulunan kadınların sesleri de duyulmaya başlamıştı; şiir ve neşideler okuyarak
askerleri Müslümanlara karşı teşvik ediyor, def çalıp dümbelek vurarak
çığırtkanlık yapıyorlardı! Bilhassa o
107
Piyadelerin komutanının, Amr ibnü'l-As olduğu da anlatılmaktadır. Uhud
gününün en etkin isimlerinin daha sonralan Müslüman olmalan kaderin ayn bir
cilvesidir.
Beklenen Gelişme
gün,
Ebü Süfyan'ın hanımı Hind'in süslü sözlerine kapılıp heyecanlanıyordu. Hind;
galip geldikleri takdirde askerlere olmadık şeyler vadediyor ve belli ki
onların her birini, gözünü budaktan sakınmayan bir insan azmanı haline
getirmek istiyordu!
Onların
bu durumlarına muttali olan Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle dua edecekti:
-
Allah'ım! Ancak Senin adınla hamle yapıp hücum eder ve yine ancak Senin adınla
düşmanın üzerine yürürüm; Benim düşmanla yaka paça olmam ancak Senin içindir!
Benim yegane dayanağım Sen 'sin ve Sen ne güzel vekilsin!
Miişrikler
arasından biri çıkmış, kendisiyle mübareze yapacak bir yiğit istiyordu.
İnsanlar onun heybetli duruşunu görünce, belli ki biraz çekinmişlerdi. Boz
devesinin üzerinde bekleyen adam sözünü ikinci, arkasından da üçüncü kez
tekrarladı. Nihayet bir anlık geçici tevakkuftan sonra Hz. Zübeyr ileri atıldı.
O kadar hızlı hareket ediyordu ki, arkasından bakanlar onun hareketlerini takip
edemez olmuşlardı.
Devesinin
üzerinde meydan okuyan müşrikin yanına gelir gelmez, avına atlayan aslanlar
gibi devenin üzerine sıçrayıverdi. Görülmedik bir manzaraydı; mübareze devenin
üzerinde devam ediyordu. Adamı öylesine yakalamıştı ki, elindeki kılıcı
sallamasına bile müsaade etmiyordu. Onların bu durumunu uzaktan seyreden Allah
ResüIii (sallallahu
aleyhi ve sellern):
-
Sırtı yere yakın olan öldürülecek, buyurdu. Nazarlar yeniden devenin üzerine
yöneldi. Sırtı yere yakın olan adam müşrikti. Rahat bir nefes almışlardı. Çok
geçmeden Hz. Zübeyr, devesinden aşağıya indirdiği müşrike son darbeyi de
indirdi ve adamı cansız yere seriverdi. işini bitirip de huzura gelirken Allah
Resülii (sallallahu a!eyhi ve sellern), şefkat dolu gözlerle onu süzecek ve:
-
Her nebinin bir havarisi vardır; Benim havarim de Zübeyr'dir, buyurdu.
Ardından da ashab-ı kirarn hazretlerine döndü. Bakışlarında, dikkat etmeleri
gereken bir noktayı hatırlatma hassasiyeti gizliydi ve onlara şunu söyledi:
133
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
-
Şayet bu mübarezeye Zübeyr çıkmasaydı, adamın davetine icabet edip mübarezeye
Ben çıkacaktım.
Karşı tarafın
sancağını taşıyan Talha İbn Ebi Talha:
-
Benim karşıma kim çıkacak, diye sesleniyordu. Savaş meydanında bir anlık
durgunluk yaşanınca Talha İbn Ebi Talha, sözünü ikinci kez tekrarlayacaktı.
Olmaması gereken bir tevakkuftu; zira er meydanında küfür adına söz söyleme
imkanı veriliyordu. Çünkü Talha:
- Ey Muhammed ashabı,
diye seslenecek ve ilave edecekti:
- Hani sizler,
ölülerinizin cennete bizimkilerin de cehenneme
gideceğine
inanıyordunuz; yalan söylüyorsunuz! Lat'a yemin olsun ki şayet buna gerçekten
inanmış olsaydınız karşıma bir adam çıkanrdınız!
Adamın
daha fazla konuşmasına fırsat verilmemeliydi. Bunun üzerine hemen Hz. Ali, bir
anda Talha'nın yanında bitiverdi. Kılıçlar çekildi ve safların önünde kıyasıya bir
mücadele başladı. Çok geçmeden de Hz. Ali, Talha İbn Ebi Talha'yı altına
alıverdi. Tam kılıcını kaldırmış son hamleyi yapacakken Hz. Ali'nin birden
geri çekildiği görüldü. Garip bir durum du bu; normalde bu gidiş, Talha'nın
ölümüyle noktalanmalıydı. Bunun sebebi; savaş bitip de Hz. Ali'ye niçin o gün
Talha'yı öldürmeyip geri çekildiği sorulunca anlaşılacaktı. Meğer bu sırada
Talha'nın avret mahalli açılmış ve haya insanı Hz. Ali bu sebeple o gün geri
çekilmişti.v'"
Hakkı Verilen Kılıç
O
gün Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), eline aldığı bir kılıcı
ashabına arz etmiş ve:
- Bu kılıcın hakkını
kim verecek, diye sormuştu. Hz. Ömer, Hz.
Ali,
Hz. Zübeyr gibi sahabiler, bu kılıca talip olmuşlar; ancak onu Efendimiz'in
elinden almaya bir türlü muvaffak olamamışlardı. Kılıç hala Allah Resülü'nün
elinde duruyor ve O da, üst üste sorusunu
108
zaten Talha İbn Ebi Talha, o gün Hz. Ali'nin son darbesine ihtiyaç olmadan ölecekti.
134
Beklenen Gelişme
tekrarlıyordu. Belli
ki maksat, zahirde anlaşılandan daha farklıydı. Nihayet Ebu Dücane ileri atıldı
ve:
-
Bu kılıcın hakkı nedir ya Resülullah, diye sordu. Bunun üzerine Efendiler
Efendisi:
- Düşmanın arasına dalıp eğilip bükülünceye kadar
vuruşmandır, buyurdu. Ebu Dücane bu işin üstesinden geleceğini düşünüyorduve:
- Bu kılıcı ben, hakkını vermek için alıyorum ya
Resülullah, dedi. Büyük bir sorumluluktu bu ve böyle bir sorumluluk, Uhud
meydanını dolduran nice dev kametin arasından ona nasip oluyordu. Halbuki o
(radıyallahu anh), zayıf yapılı bir adamdı. Ancak savaşın hakkını vermesini
bilirdi. Bilhassa böyle durumlarda başına kırmızı bir sarık sarardı. Onun bu
kırmızı sarığı başına sardığını görenler, ortalığın kızışacağını ve Ebu
Dücane'nin de, ya kendisi ya da karşısındaki ölünceye kadar savaştan geri
durmayacağını anlarlardı. O sarığı Ebu Dücane Uhud meydanında da başına
sarmıştı. Hatta Ensar, onun bu halini görünce kendi aralarında:
-
Ebu Dücane, ölüm sarığını sarmış, diye konuşmaya başlamışlardı bile.
Onun bu heyecanını gören ve ortaya koyduğu
hassasiyetten memnun olan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), Ebu
Dileane'ye bir hedef daha gösterecek:
-
Bunu sana verince umarım ki sen, düşmanın önünden girip arkasına kadar
gidersin, buyurduktan sonra kılıcı ona verecekti.
Kılıcı alan Ebu Diicane, düşman saflarına doğru
ilerlerken öyle bir alım ve çalımla yürüyordu ki, onun bu yürüyüşünü arkadan
seyreden Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabına şunları söyleyecekti:
- Bu yürüyüş, sadece bu gibi durumlarda olabilecek bir yürüyüştür;
yoksa normalde bu, Allah'ın hoşnut olmadığı bir yürüyüş-
t |
o.
i ur.
Sevinçten uçacak hale gelen Ebu Dücane, şiirler
söyleyerek düşman saflarına dalmış, artık gözlerden kaybolmak üzereydi.
Kılıcın, kendisine değil de Ebu Dücane'ye verilme sebebini merak eden Hz.
Zübeyr de peşinden gidip düşman saflarına karışmıştı. Gözünün bir ucuyla da Ebu
Dücane'yi takip ediyordu. Önüne gelen kafirin kelle-
ı35
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
sini
alıyor ve safları yara yara arkaya doğru ilerliyordu. Kılıç körelip de kesmez
hale gelince onu taşa çalıp yeniden biliyor ve yeniden yoluna devam ediyordu.
Müşrikler arasında, Müslümanlara çok zayiat verdiren bir adam vardı ve Ebü Diicane onunla da karşılaşmış, onun
da işini bitirmişti.
Artık
Ebü Dücane, Efendimiz'in hedef gösterdiği nihai noktaya ulaşmak üzereydi. Zira
safların en arkasındaki kadınların yanına kadar gelmişti. Karşısına, onlar
arasında kafirleri savaşa kışkırtan bir kadın dikilivermişti. Kılıcını
kaldırdığı gibi başından aşağıya doğru indireeekti ki Uhud meydanı, Ebü Süfyan'ın hanımı Hind'in:
-
İmdat, diye bağırmasıyla yankılandı. Ancak onun imdadına koşacak kimse yoktu ve
bir anda Ebü Dücane, kaldırdığı kılıcı geri çekti ve:
-
Allah Resülii'niin kılıcını bir kadının kanıyla kirletmeyeyim, düşüncesiyle
geri çekildi ve elinde imkanı olduğu halde son darbeyi vurup da orada Hind'i
öldiirmedi.l''?
Mekke Ordusunun Hezimeti
Uhud'daki
ilk mübariz ve Müslümanlara meydan okuyan Talha İbn Ebi Talha yere düşüp de
ölünce, Kureyş'in sancağını aynı aileden diğer akrabaları kaldırıp taşımaya
başlamışlardı. Sırayla bunlar, Osman İbn Ebi Talha, Ebu Sa'd İbn Ebi Talha,
Miisôfi' İbn Talha, Hôris İbn Talha, Kilôb İbn Talha İbn Ebi Talha, Ciilôs İbn
Talha İbn Ebi Talha idi. Bunların hemen hepsi ya Talha'nın kardeşi ya oğlu
ya da amca oğluydu. Aynı aileden yedi kişi müşriklerin sancağı altında can
vermişti.
Elbette
bu, bir anda olup biten bir olay değildi; ancak sonuç değişmiyordu, Cülas'ın
da öldürülmesinden sonra bu sancağı Ertôt İbn Şurahbil kaldıracak, çok
geçmeden o da öldürülünee bu sefer EbU Zeyd İbn Umeyr, o da öldürülünee Kôsıt
İbn Şurahbil, Mekke müşriklerine ait sancağı eline alacak ve Uhud'da
dalgalandırmaya çalışacaktı.
109
Savaş sonrasında bunun sebebini soran Hz. Zübeyr'e Ebu Diicane: "İmdat,
diye bağıran bir kadının kanıyla Resülullah'ın kılıcını kirletmek
istemedim" cevabını verecekti. Bkz. İbn Hişarn, Sire, 4/16; İbn
Seyyidinnas, Uyünu'l-Eser, 1/414
Beklenen Gelişme
Nihayet o da
öldürülünce sancağı taşıma işi kadınlara kalmıştı.
Ardı
ardına sarıcağın yere düştüğünü gören müşrik ordusu, peş peşe bozgun yaşıyordu.
Sancağı her eline alıp kaldıranın boynu yere düşünce, artık aralarında onu
kaldıracak yüreği taşıyan bir adam kalmamıştı. Bunu gören arka saflardaki
kadınlardan Amra Binti Alkame yerdeki sancağı alıp dalgalandırmak
istemişti.
Ancak çoktan iş işten geçmişti. O sancağın kalkmasının
artık bir anlamı kalmamıştı. Büyük bir hezimet yaşanıyordu. Kaçan müşrik
askerleri durdurmak için müşrik kadınlar kendilerini parçalıyorlardı ama bunun
bir faydası olmayacaktı. Bilhassa Ebu Süfyan'ın hanımı Hind, kadınlar gibi korkarak kaçan
müşriklere çıkışıyor ve onları durdurmak için kendini siper ediyordu.
İkide bir yere düşen sadece sancak da değildi; Amra
Binti Alkame' nin onu alıp kaldıracağı ana kadar müşriklerin arasında birçok
insan yere cansız düşmüş ve bir daha da kalkamamıştı. Her taraftan kan kokusu
geliyordu.
Artık Müslümanlara, kaçan müşrikleri takip edip
kovalamak kalmıştı. Allah (celle celaluhü), İslam adına yeni bir zafer daha
nasip ediyordu.
Emre İtaatteki
İnceliğin Korunamadığı An
O
gün Mekke ordusunun süvarileri, ardı ardına üç kez saldırmış ve her birinde de
okçuların hücumuyla geri püskürtülmüştü, Gerçekten atlar, üzerlerine yağan ok
yağmuruna karşı yürüyemiyordu. Efendimiz'in hassasiyetle ve ısrarla üzerinde
durup elli okçuyu uyarmasının hikmeti şimdi daha iyi anlaşılıyordu.
Ancak müşriklerin hezimet yaşayıp da kaçmaya
başlamaları, okçular tepesinde fikir ayrılıklarına sebebiyet vermeye
başlamıştı. Gidişatı gören bir kısım okçu, arkadaşlarına şöyle sesleniyordu:
- Ey cemaat! Haydi ganimet ... Ganimet! Allah (celle
celaluhü), düşmanı hezimete uğratmışken sizler, hiçbir şey yapmadan burada niye
duruyorsunuz ki? İşte bakın, kardeşleriniz üstün geldi ve müşrikleri hezimete
uğrattı! Öyleyse sizler de müşriklerin peşine takılın ve kardeşlerinizle
birlikte ganimet toplamaya başlayın!
Bu sözler, Uhud'un ilk perdesindeki kırılma noktasını
ifade ediyordu. Emr-i Nebevinin sonundaki espriyi unutmuş gözüküyorlardı.
137
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve selle m)
Belli
ki onu, savaşın sonuna kadar burada sebat edin şeklinde yorumlamışlardı. Halbuki Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellern), kendisinden talimat gelinceye kadar
ayrılmamalan gerektiğini ısrarla söylemiş ve daha işin başındayken
dikkatlerini bu noktaya çekmişti.
Açıkça
bu, cephede bir gedik açmaktı ve Abdullah İbn Cübeyr ile kendisi gibi düşünen
bazı arkadaşları, bu sözler karşısında irkilmiş, onlara şöyle tepki
vermişlerdi:
-
Resülullah'ın, "Arkamızdan gelebilecek tehlikelere karşı bizi koruyun
ve bizi öldürülüyor görseniz bile bulunduğunuz mekanı asla terk edip bize
yardım etmeye kalkışmayın! Ganimet topladığımızı görseniz, gelip bize iştirak
etmeyin; sizler, arkamızdan gelebilecek tehlikelere karşı sadece bizi
koruyun." şeklindeki sözlerini ne çabuk unuttunuz?
Onlara
göre bu tembihler, kendilerini uyaran arkadaşlarının ifade ettikleri gibi
anlaşılmamalıydı. Bir de, kendilerince gerekçeleri vardı:
-
Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), bu sözlerle onu kastetmemişti,
diyor ve bu ifadeleri farklı yorumluyorlardı. Bu yorum da onları, kaçan müşrik
ordunun arkasından ganimet toplaınaya yönlerıdiriyordu."? O kadar ki
Abdullah İbn Cübeyr'in yanında sadece bir avuç okçu kalmıştı.
Beri
tarafta zaten böyle bir fırsat bekleyen Halid İbn Velid kumandasındaki iki yüz
kişilik süvari birliği meselenin farkına varmış; bu bir avuç insanı da devre
dışı bırakarak arkadan saldırmaya hazırlanıyordu. Halid İbn Velid' e İkrime
İbn Ebi Cehil de destek veriyordu.
Küçük
gibi gözüken bir ihmal, her şeyi değiştirmek üzereydi. Acı bir tecrübeydi ve
sonrakilere ders olması adına belli ki Allah (celle ce-
110
Şüphesiz ganimet helaldi; ancak burada söz konusu olan cemaat, Allah Resülü'ne muhatap olan sahabe cemaatiydi
ve ortada O'na ait bir tembih vardı. Biraz daha dişlerini sıkıp O'ndan gelecek
emri bekleselerdi zaten onu yine elde edeceklerdi. Diğer insanlar açısından
normal bir davranış, böylesine bir makamı ihraz etmiş 'mukarrabiııler' açısından
'zel/e' anlamına geliyordu. Dolayısıyla da davranışlannın karşılığını
görecek ve helale vaktinden önce el uzatmanm bedelini Uhud'da şehadetle
ödeyeceklerdi. Bkz. İbn Sa'd, Tabakat. 2/41, 47, 4/476; Taberi, Tarih, 2/62
Beklenen Gelişme
laluhü),
okçuların şahsında sonrakilere bir ders veriyordu. Demek ki, baştaki liderden
gelen emirleri yorum ve tevile tabi tutmadan aynen uygulamak gerekiyordu.
Farklı bir uygulama durumu söz konusu olduğunda en azından meseleyi yine
baştaki insana ulaştırmak eslem biryoldu.
Süvari birlikleri, kendilerini karşılayacak ok
yağmurunun olmadığı bu zeminde rahat bir saldın gerçekleştiriyorlardı. Öncelikle,
emirleri Abdullah İbn Cübeyr başta olmak üzere zaten bir avuç kalan okçuları
şehit edeceklerdi. Ardından da bütün güçleriyle, kaçan müşrik ordusunu arkadan
kovalayan ve onların arkada bıraktığı ganimetleri toplamakla meşgulolan İslam
ordusuna ansızın saldınvermişlerdi. Kulaklarda:
- Uzza hakkı için!
Hubel adına, gibi naralar yankılanıyordu.
Anlaşılan, sabahki
rüzgar yön değiştirmişti ve şimdi zaman, mü'rninlerin aleyhine işliyordu.
Uhud dağında o güne kadar görülmeyen bir toz bulutu
kalkıyordu. Zira arkadan gelen düşmanla yaka paça olmak için geri dönen
mü'minlerin karşısına, biraz önce, önlerinde kaçmakta olan müşrik ordusu da
çıkmış ve onlar da saldınya geçmişti; Müslümanlar tam manasıyla iki ateş
arasında kalıvermişlerdi.
Büyük bir panik vardı; zira Müslümanlar arasında,
savaşın bittiğini düşünerek bir kenara çekilenler, ganimet toplamak için
kılıcını bırakanlar vardı. Bu, cephede olması gereken gerilimi de ortadan
kaldıran bir psikolojiydi. Uhud'a gelirken Resülullah'ın arzularına ram
olarnamanın beraberinde getirdiği yükün altında omuzlar iki büklümdü. Belli ki
başlangıçta atılan bu adım, arkasından başka yanlışlıkları da beraberinde getirecek
ve böylelikle Allah (celle celaluhü), daha sonrakilere, acı da olsa fiili bir
ders vermiş olacaktı.!"
Bedir'de olduğu gibi
burada da şöyle bir ses duyulmuştu:
-
Ey Allah kulları! Kardeşlerinize bakın ve sizler de onlara katılın!
l1l
Bu
durumu anlatırken Kur'an,
"Yaptıkları bazı şeylerden dolayı feytan onların ayağını
kaydırdı." ifadesini kullanacak ve bir mü'minin iki kez aynı noktadan
ısınlmaması için sonrakilere dikkatli olma uyarısı yapılacaktı, Bkz. M-i İmran,
3/155
139
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Bu ses, önde kaçmakta olan müşrikleri yeniden
cesaretlendirmiş ve müşrikler Halid İbn Velid ile İkrime İbn Ebi Cehl'in
arkadan saldırdığını görünce yeniden kendilerine gelerek saldırmaya başlamışlardı.
Cibril-i
Emin'in getirdiği mesaj bu hadiseyi şu ifadelerle anlatacaktı:
- Allah, size yaptığı yardım vaadini gerçekleştirdi:
O'nun izniyle sizler, o düşmanlannızı kınp geçiriyordunuz. Allah'ın, size
arzuladığınız galibiyeti göstermesine kadar, böylece bu vaad yerine geldi. Ama
sonra siz isyan ettiniz, verilen emir hakkında çekiştiniz, yılgınlık
gösterdiniz. O esnada kiminiz dünya menfaatini, kiminiz de ahiret mükafatını
istiyordu. Sonra Allah, sizi denemek için onlara karşı size verdiği desteği
geri çekti ve siz de bozguna uğradınız. Bununla beraber Allah, sizin
kusurlannızı da bağışladı! Zaten Allah miiminlere bollütuf ve inayet
sahibidir.l'"
Ayneyn
adı verilen tepenin
üstünde Cuôl İbn Siırôka şeklinde temessül eden şeytansa, ardı ardına
şöyle sesleniyordu:
- Muhammed öldürüldü!
Mü'minleri can
damanndan yakalayıp yıkacak bir seslenişti bu.
Her
yeni musibet, öncekileri unutturacak tarzda gelişiyor ve katlanarak geliyordu.
Kol ve kanat kınlmış, dizlerin dermanı bir anda kesilivermişti. Gerçi bunu
duyar duymaz:
- Şayet Resülullah ölmüşse, sizler de O'nun dini için
savaşın, O'nun uğruna kendinizi ortaya koyun ve Allah'a şehit olarak ulaşacağınız
ana kadar cansiperane vuruşun, diyenler de yok değildi. Ancak iki ateş arasında
kalan ashabın bu hamlesi karşı tarafı durdurmaya yetmeyecekti.
İşte bütün bunlar, nebevi emirdeki inceliği göz ardı
etmenin bir neticesiydi. Halbuki Sultanlar Sultanı Efendimiz'in (sallallahu
aleyhi ve sellem) kumandanlık otağından göndereceği emir beklenip de okçular
tepesindeki bu gedik açılmamış olsaydı, Bedir'de olduğu gibi ve bu kadar zayiat
verilmeden mutlak bir zafere daha ulaşılmış olacaktı. Şimdi ise, ortada yeni
bir durum vardı ve bu duruma göre yeni bir strateji geliştirilmesi gerekiyordu.
112 Al-i İmran, 3/152
140
Beklenen Gelişme
Efendimiz'in Sebatı
Ortalığın
mahşer meydanına döndüğü bu sırada Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern), yerinden bir adım oynamamış, düşmana karşı olduğu yerde sabit
kalmıştı. Mekke müşriklerine en yakın yerde O (sallallahu aleyhi ve sellem)
duruyor ve üzerine doğru gelenlere ok atıyordu, Hatta bu esnada yayının kirişi
kırılmıştı. Yanında, çok az insan kalmıştı.F' O gün Efendimiz'in yanından
ayrılmayan bu insanlar, yüzlerini yüzüne siper edeceklerini söylüyor ve canlarını
Efendimiz' e kurban edeceklerini haykınyorlardı.
Allah
Resülü telaştan sağa sola koşturmakta olanları görünce onlara:
- Ey filan! Bana doğru gel; Ben Resülullah'ım, diye
sesleniyor ve böylelikle, dağılmaya yüz tutan askerleri yeniden toplamak istiyordu.
Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ortada
kalakalmıştı; etrafındaki yeni toparlanmayı sezen müşrikler, bulunduğu yeri ok
yağmuruna tutmuşlardı.
Bir aralıkAbdullah
İbn Şihôb'u: sesi duyuldu:
-
Bana Muhammed'i gösterin, diyordu. Şayet bugün O kurtulursa beni ölmüş bilin!
Bunu söylerken hemen yanı başındaydı; Allah Resülü'ne
olan kinini kusup O'nu öldürmek istiyordu ama bir türlü göremiyordu. Onun bu
halini gören Sofoiuı İbn Ümeyye, yanı
başındaki insanı göremediği için Abdullah İbn Şihab'ı azarlayıp
tartaklayacaktı.
Aslında bu, sadece
Abdullah İbn Şihab'a has bir drum değildi.
Onunla
birlikte dört arkadaşı da aynı durumdan muzdaripti; Efendimiz'i mutlaka
öldürme konusunda ittifak edip sözleşmişler, buna rağmen o gün hiçbiri buna
muvaffak olamamıştı.
O gün, Hz. Ali, Zübeyr İbn Avvam, Talha İbn
Vbeydullah, EbU Diicône, Hôris İbn Samme, Hubôb İbn Miaızir, Asım İbn sabit ve
Sehl İbn Huneyf gibi insanlar vardı ve takdir-i ilahi olarak bunların
hepsi de Uhud'dan sağ salim geri dönmüşlerdi. Ölümü istihkar ederek Uhud'un
kaderini değiştiren bu insanlar, kendilerinden sonra gelenlere "En
olmadık problemlerinizi çözmeyi düşünüyorsamz,
113 Bu sayı, bazı
rivayetlerde on beş, bazılannda ise otuzdur.
141
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve s e l l e m )
bizim
gibi bir niyet ve faaliyet içinde olmalısınzz." mesajı veriyorlardı. Zaten ecel,
insanlara gizli olsa da kader planında belliydi ve onda herhangi bir değişiklik
söz konusu olmazdı. "Öleceğim" endişesiyle savaş gibi riskli
ortamlardan kaçan nice insanın, hiç beklenmedik şekilde öldüğünü veya cephenin
en önünde olduğu halde, başına herhangi bir şey gelmeden sağ salim evine geri döndüğünün
örnekleri hiç de az değildi.
Ebu Talha, çok iyi ok atanlardan biriydi ve o gün de bu
işi yaparken elinde üç tane yay parçalanacaktı. Bir taraftan düşmanların
üzerine ok atarken diğer yandan Resfılullah'ı korumaya çalışıyordu. Hatta bir
aralık Efendimiz'in meydana çıktığını görmüş ve alttan alarak:
- Ey Allah'ın Nebi'si, demişti. Anam babam Sana feda
olsun! Bu kadar açığa çıkma; çünkü bunlar, Seni hedefleyip ok atarlar. Canım
Sana kurban olsun!
Bir aralık Hz. Ali, Efendimiz'den ayrı kalmış ve O'nun
hayatından endişelenmeye başlamıştı. Bu arada gözden kaybolan Allah Resülü'nii
bulabilmek için Uhud meydanında koşturup duruyor ve bir türlü bulamıyordu.
Binbir endişeyle ölülerin arasına bakmayı da ihmal etmemiş ama orada da
bulamamıştı. Kendi kendine şöyle söyleniyordu:
- Vallahi de Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
savaş meydanından gitmiş olamaz; ama ben şimdi O'nu burada da göremiyorum.
Belli ki Allah (celle celaluhü), yapmamız gerekenlerden dolayı bize gadabıyla
tecelli ediyor ve demek ki N ebi-yi Ekrem'ini aramızdan çekip aldı. Öyleyse
bugün bana düşen, O'nun davası uğrunda savaşıp şehit olmak ve böylelikle yine
O'na kavuşmak!
Arkasından da kılıcının kınını kırdı ve müşriklerin
arasına dalıverdi. Onun geldiğini gören müşrikler, korkulanndan geliş yollarından
kaçıyor ve kenara çekiliyorlardı. İki tarafa kaçışan kalabalıklann arasından
açılan yolda ilerleyen Hz. Ali, safların arka tarafında Allah Resülü'yle karşı
karşıya geliverdi.
Düşman saflanndan gelen ok yağmurlanna bedenlerini
siper edip de oklann Resülullah'a ulaşmasına engelolanlar vardı; adeta
etrafında etten bir kale oluşturmuşlardı. Efendimiz'in üzerine gelen bir oka
elini uzatan Hz. Talha İbn Ubeydullah'ın iki parmağı ko-
142
Beklenen Gelişme
pacaktı.
Resülullah için iki parmağı feda etmenin ne önemi vardı? Onlar, dünya ve
ukbalarını bütünüyle O'nun için ortaya koyma yarışına girmişlerdi. İki parmak
gitmiş olsa bile Allah Resülü'nü hedefleyen okun yön değiştirmiş olması onlar
için her şeyden önemliydi.
Müşriklerin
yaklaştığı bir sırada Efendimiz: - Bunlara kim karşı koyacak, diye seslendi.
Yükselen ses, Hz. Talha'nın sesiydi:
- Ben ya Resülullahl
Belli
ki O'nun bulunduğu yerin stratejik önemi vardı ve Resül-ü Kibriya Efendimiz:
-
Sen olduğun yerde kal, buyurdu. Hemen oracıkta Ensar'dan bir başka
sahabi seslendi:
- Ben ya Resülullah!
- Peki sen gel, dedi
Allah Resüliı (sallallahu aleyhi ve sellem) ve hak-
kını
vererek savaştı Ensar. .. Nihayet çok geçmeden de şehit düştü. Çok geçmemişti
ki, yeniden bir müşrik grup çoraklanmıştı. Efendimiz'in etrafına Nebevi ses
yine yankılandı Uhud meydanında:
- Bunlara kim karşı
koyacak?
- Ben ya Resülullah,
diyen yine Hz. Talha idi. Yine aynı ses yan-
kılanıyordu:
- Sen yerinde kaL.
Bu sefer bir başka
Ensar'ın sesi yükseldi: - Ben ya Resülullah!
- Peki sen gel, dedi
Allah'ın Resülü,
Hemen
arkasından savaşa dalan Ensar da, önceki arkadaşı gibi savaşın hakkını
veriyordu ki çok geçmeden şehit düştü.
Aynı durum, Efendimiz'in (sallallahu aIeyhi ve sellem)
yanında sadece Talha İbn Ubeydullah kalıncaya kadar devam etti. Benzeri bir
durum tekrar zuhur edince Efendiler Efendisi yeniden seslendi:
- Bunlara kim karşı
koyacak?
Herkesten önce:
- Ben ya Resülulah, diyen yine Hz. Talha idi. Bu arada
elinden yara almış ve parmakları da kopmuştu. Üzerinde ayrı bir telaş vardı;
çok sinirlenmişti; şayet bir kusuru olur da Allah'ın Resülü'ne bir şeyolursa
nasıl dayanırdı? Onun için bir taraftan kendini topar-
ı43
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
layıp Efendimiz'i
müdafaaya koşuyor, diğer yandan da müşriklere söz yetiştiriyordul'vt
Elbette Efendimiz'in
etrafında etten kale olanlar, sadece Hz.
Talha'dan
ibaret değildi. O gün, Resülullah'ın ashabından bir kısmı şehit düşmüş ve
neredeyse yara almayan da kalmamıştı. EbU Diicôiıe, bedenini
Resülullah'a karşı siper etmiş ve gelen oklara bizzat kendisi hedef olmuştu. Abdurrahman
İbn Avf da o gün, yirmiden fazla kılıç yarası almıştı ve o günden sonraki
hayatını aksayarak devam ettirecekti.
Sa'
d İbn Ebi Vakkas, şehadet arzusuyla müşriklerin arasına dalmış savaşırken bir
aralık gözü, müşriklerin hücum üstüne hücum ettikleri yüzü kırmızımtırak birine
takılmış, ancak uzaktan kim olduğunu görememişti. Yakınında bulunan Mikdad İbn
Esved'e bu şahsın kim olduğunu sordu.
-
Ey Sa'd, dedi Hz. Mikdad, O, Resülullah ve seni yanına çağırıyor!
Resülullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) çağırır da sahabe yanına gitmez miydi? Hemen bir
çırpı da huzura koşuverdi. Onun gelişini görünce Allah Resülii, Hz. Sa'd'ı
yanına oturttu ve müşriklere ok atmasını söyledi. Eline yayını alan ve düşman
üzerine ok atmaya başlayan Hz. Sa'd, bir taraftan da:
-
Allah'ım, diyordu. Bunlar Senin okların ve bunlarla Sen, düşmanını perişan et!
Bunu duyan Allah
Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem), bir taraftan sadağından ok alıp onları
düşmana atması için Hz. Sa'd'a veriyor, diğer yandan da onun bu duyarlılığı
karşısında şöyle dua ediyordu: - Allah'ım! Sen Sa'd'ın duasını kabul et!
Allah'ım! Sen Sa'd'ın atışlarına isabet ihsan eyle! At ki, anam-babam sana feda
olsun ey Sa'd!
O kadar ki Hz. Sa' d,
düşmana attığı okun aynısının biraz sonra
114
O'nun
bu telaşını görüp sözlerini duyan Efendimiz (s.a.s.), böyle bir durumda bile
dengenin bozulmaması gerektiğini ima edecek ve şunları söyleyecekti:
-
Şayet, 'Bismıllah' demiş olsaydın; seni melekler semaya kaldıracak ve
insanlar da öylece bakakalacaklar; sen de, daha dünyada iken, Allah'ın senin
için hazırladığı köşkünü görecektin. Bkz. İbn Sa'd, Tabakatü'l-Kübra, 3/217;
Taberani, Mu'cemu'l-Kebir, 1/116 (214)
144
Beklenen Gelişme
Resülullah'ırı
eliyle yine kendisine verildiğini görüyor ve böylelikle sadağındaki sayılı
okların nasıl bir berekete mazhar olduğuna şahit oluyordu. LLS
Esas Hedefve Hazin Netice
Müşriklerin
esas hedefleri kuşkusuz Allah Resülü idi ve bu kargaşada O'nu hedef haline
getirmişlerdi. Utbe İbn Ebi Vakkdsıý6 adındaki bir müşrik, ardı ardına
dört tane taş atmış ve bunlardan biri Efendimiz'in mübarek yüzüne isabet
etmişti. Bu sebeple alt sağ dişi kırılmış ve mübarek dudakları da yaralanmıştı.
Müşrikler, bu bir anlık dağınıklığı fırsat bilmiş, üst üste saldırıyorlardı.
Resülullah'ın üzerine ok ve taşlar, adeta yağmur olmuş yağıyordu. Bir aralık
İbn Kamie'nin sesi duyuldu:
- Al bunu! Ben İbn Kamie'yim, diyor ve Resülullah'ın
üzerine hamle üstüne hamle yapıyordu. Bunun üzerine Allah Resülii (sallallahu
aleyhi ve sellern), ona doğru dönecek ve:
- Senin hakkından
Allah gelsin, diye mukabelede bulunacaktı. ll7 Bir aralık üzerine gelen tehlike
karşısında:
-
Bunlara karşı kim çıkacak, diye seslenince, tiz ama gür bir ses duyulmuştu:
- Ben ya Resülullah.
Gözler
sesin geldiği tarafa yönelince, elindeki sargı bezleriyle matarayı bir kenara
atıp kaptığı kılıçla huzura koşan bir kadının geldiği görülüyordu. Bu kadın,
işin başa düştüğünü görüp de atına
LLS o
gün Hz. Sa'd'ın, bin tane ok attığı anlatılmaktadır. Bkz. Hakim, Müstedrek,
3/28 (4314); Bezzar, Müsned, 4/50 (1213); İbn Esir, Üsiidii'l-Ğabe, 1/439
ıı6
Allah Resülii (s.a.s.) dişini kınp yüzünü yaralayan Utbe için, "Allah'ırn!
Onun üzerinden bir yıl geçmesin." diye dua ettiği ve çok geçmeden
Utbe'nin, yok olup gittiği de gelen rivayetler arasındadır. Bkz. İbn Kesir,
el-Bidaye, 4/30. Bu hareketinin bir cezası olarak, Resülullah'ırı dişi yeniden
çıktığı halde Utbe'nin nesIinin devam etmediğine ve ergenlik çağına gelen her
çocuğunun ölüp gittiğine dair de rivayetler vardır. Bkz. Süheyli, Ravdu'I-Unf,
3/263; İbn Esir, Üsüdü'l-Gabe, 2/124
117
Gerçekten de çok geçmeden Allah (celle celaluhü), İbn Kamie'ye bir dağ keçisi
veya vahşi bir hayvanı musallat edecek ve o da, boynuzlarıyla dağ başında onu
paramparça edip öldürecekti, Bkz. Taberani, Mu'cemu'I-Kebir, 8/130 (7596); İbn
Seyyidinnas, Uyünu'l-Eser, 1/418
145
Efendimiz
(sallallalıu aleyhi ve sellem)
atladığı
gibi Uhud'a gelen Nesibe Binti Ka'b'dan başkası değildi. Efendimiz'in
yanına kadar gelmiş, bizzat savaşarak O'nu korumaya çalışıyordu. Kılıç sallayıp
ok atıyor ve er meydanında kadın başına aslanlar gibi savaşmanın hakkını
vermeye çalışıyordu. Allah Resülii'ne meydan okurcasına seslenen İbn Kamie'yi
duyunca, Mus'ab İbn Umeyr ile birlikte ona doğru yürüyecek ve birkaç
kılıç darbesiyle işini bitirmek isteyecekti. Ancak İbn Kamie, o gün iki zırh
giymişti ve Nesibe Binti Ka'b'ın bu kılıçları ona işlemeyecekti.
O
gün, Allah Resülii'niin sancağını taşıyan Mus'ab İbn Umeyr, arslanlar
gibi çarpışıyordu. Hatta ne acı ki, intikam için Uhud'a kadar gelenler arasında
Mus'ab'ın annesi Hiiniis ve Bedir'de esir iken fidye karşılığı serbest
kalan kardeşi EbU Aziz İbn Umeyr de vardı!
Mus'ab'ın
polat gibi bir imanı vardı ve önünde durmaya imkan yoktu! Bir anlık bu dağılma
onu deli divane etmişti! Bir elinde sancak, diğerinde kılıç, cansiperane
çarpışıyordu.
İbn
Kamie ise, Resülulah'ı öldürmeye yemin etmişti Zırhları içindeki Hz. Mus'ab da,
Hz. Peygamber'e (sallallalıu aleylıi ve sellem) çok benziyordu. Bu yüzden,
Mekke'nin hedefi olmuştu Hz. Mus'ab! Derken İbn Kamie, Mus'ab'ın karşısına
dikiliverdi. Önce karşılıklı kılıçlar çekilecek ve darbeler darbeleri
kovalayacaktı. Artık kıyasıya bir mücadele vardı Uhud'da ve bu mücadele sonunda
Hz. Mus'ab şehit düşecekti. Cansız bedeni Uhud'a 'alem' olurken muazzez
ruhu, şehitlerin arasında çoktan pervaza başlamıştı. ..
Ancak,
Hz. Mus'ab gitse de sancak yerde kalmayacaktı! Şimdi onu, Hz. Mus'ab'ın
suretinde bir melek taşıyordu!
İbn
Kamie, Resülullah'ı öldürdüğünü sanıyordu. Kureyş' e döndü ve "Muhammed'i
öldürdüm." diye sevinç naraları atmaya başladı. Bu söz, Uhud'un her
yerinde yankılanacaktı. Bu yankının ulaştığı yerde kılıcını bırakanlar ...
Üzüntüden delicesine yakınanlar vardı.
Bu sözü duyunca
beyninden vurulmuşa dönen Hz. Ömer:
-
Kimseyi "Muhammed öldürüldü." derken duymayayım; yoksa, hiç
tereddüt etmez kellesini alırırn, diyor ve böyle bir sonucu aklına bile
getirmiyordu. u8
Bir aralık Malik
İbn Duhşum, Harice İbn Zeyd'in yanına uğra-
u8 o gün Hz. Ömer,
Resfıl-ü Kibriya'yı bir kenarda görüp de ashabın O'nun etra-
146
Beklenen Gelişme
mış ve Efendimiz'in
öldüğünü duyduğunu söyleyerek teyit almak istemişti. Bunu duyan Hz. Harice ona
şöyle mukabelede bulundu:
-
Resülullah öldürülmüş olsa bile Allah Hayy'dır ve O asla ölmez! Zaten
Resı11ullah da, Rabbinden aldığı risalet vazifesini tebliğ etti; öyleyse kalk
ve sen de O'nun dini için kıyasıya savaş!
Benzeri
bir tavır da Sa'd İbn Rebi'den geliyordu. Onun da yanına uğranılmış ve
benzeri bir haber verilmişti. Ashabın en çok duyarlı olduklan konuydu bu ve o
da beyninden vurulmuşçasına bir sarsıntı yaşayacaktı. Ancak toparlanması uzun
sürmedi ve Allah davasının sürekliliğini nazara vererek, Resı11ullah'ın
hayatını koyduğu istikamette ölümüne koşturmanın gerekliliğini söyleyerek
etrafındakilere yeniden cephenin yolunu gösterdi.
Uhud'un
tufan haline dönüştüğü bu hengamede Efendimiz'in hayatta olduğunu ilk görüp de
ashaba ilan eden, Ka'b İbn Môlik idi. Karşılaştığı herkese:
-
Resı11ullah'ı şu gözlerimle gördüm; miğferinin altından kan sızıyor ama
yaşıyor! Ey Müslüman cemaati! Müjdeler olsun! İşte Resülullah şurada, diyor ve
yüksek sesle Efendimiz'in yaşadığını ilan ediyordu. Uhud bu sesle yeniden hayat
bulacaktı; herkes bu sesin geldiği yere yönelecek ve Uhud'a yeniden can
gelecekti.
Ancak
onun bu heyecanını gören Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve sellern), Hz.
Ka'b'ı uyaracak ve uzaktan eliyle işaret ederek sessiz olmasını söyleyecekti.
Zira böyle bir davranış, aynı zamanda düşmana da adres gösterme anlamına
geliyordu.
Her Şeye Rağmen
Merhamet
Bu
arada Allah Resülü'nün miğferi de parçalanmış ve miğferin halkalarından iki
tanesi yanaklanna saplanmıştı. Bununla da kalmamış ve Allah Resı11ü
(sallallahu aleyhi ve sellern), Medine'den gidip de Mekke ordusuna katılan EbU Amir'in tuzak kurmak için kazdığı kuyulardan
birisine düşmüş ve bayılacak gibi olmuştu.
Ashab-ı
kirarn hazretlerini çileden çıkaran manzaralardı bunlar. Hemen Hz. Ali koştu
ve mübarek ellerinden tuttu. Bu arada
fında toplanmaya
başladığına şahit olunca ancak sakinleşebilrnişti. Bkz. Taberi,
el-Carniu'l-Beyan, 4/144; Salihi, Sübiilü'l-Hüda ve'r-Reşad, 4/206
147
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Talha
İbn Ubeydullah da çukura inmiş, elindeki mızrağıyla yere dayanıp ondan güç
alıyor ve omzuyla destek vererek üzerindeki iki zırhın ağırlığıyla
toparlanmakta zorlanan Resülullah'ın çıkmasına yardım ediyordu. Çok geçmeden
iltifat dolu bir söz gelmişti kulağına:
- Bugün Talha, her
şeyi hak etti.
O'nun
için artık, Uhud'un bütün yorgunluğu gitmiş ve yaşadığı sıkıntıları da
unutmuştu. Sürurundan uçacak gibi olan Hz. Talha, bütün hayatı boyunca yaşamadığı
kadar huzurlu bir an yaşıyordu.
Her
şeye rağmen Kainatın İftihar Vesilesi çok mahzun olmuştu; ellerinden tutup
onları da sahil-i selamete ulaştırabilmek için hayatını ortaya koyan bir
Nebi'ye böyle davranılır mıydı hiç? Bir taraftan yüzünden akıp sakal-ı
şeriflerini ıslatan kanları siliyor diğer yandan da:
-
Kendilerini sadece Allah'a davet ettiği halde peygamberlerinin dişini kırıp
başını yaran bir topluluk nasıl iflah olabilir ki, diyordu. Halbuki O, onları
Allah'a imana davet ediyor, onlarsa O'nu şeytanı yola çağırıyorlardı. .. O,
onları hidayete davet ediyor, onlar ise O'nu dalalete davet ediyorlar ... O,
onları cennete, onlarsa O'nu cehenneme çağırıyorlardı.
Ashab-ı
kirarn açısından dayanılmayacak manzaraydı bu; yoluna başlarını koydukları Allah
Resülii'nün yüzünden kanlar süzülüyordu. Yanına yaklaşıp da acısını
paylaşanlar, ellerini açıp da O'na bunu reva görenlere beddua etmesini
isteyenler vardı:
-
Ellerini kaldır da onlar için beddua et ya Resülullah, diyorlardı. Rahmet ve
şefkat peygamberi Allah Resfılii (sallallahu aleyhi ve sellern), bu durumda
bile ellerini açıp da kendisinden beddua isteyenlere iltifat etmeyecekti. Bir
taraftan sakal-ı şerifine doğru süzülen kanları mübarek elleriyle siliyor,
diğer yandan da:
-
Ben, insanlara lanet etmek için değil, onları rahmete davet için gönderildim,
diyordu.
Bu
arada, her önemli dönemeçte imdada yetişen Cibril-i Emın yine gelmiş, insanları
iman nimetiyle serfiraz kılıp günahlarını bağışlama veya onlara azabıyla
mukabelede bulunma işinin Allah'a ait olduğunun haberini getirmişti. 119 Aynı
zamanda bu, bugün karşı cep-
119 Gelen ayette,
"Bu hususta sana ait bir iş yoktur: Allah ister onlara tövbe nasip
Beklenen Gelişme
hede
bile olsalar yarın birçoğunun imanla tanışacaklarının müjdesi anlamına
geliyordu. Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) de zaten bunu istiyordu
ve hemen ellerini açtı, başını yarıp dişini kıranlara şöyle dua etmeye başladı:
- Allah'ım! Sen
kavmimi bağışla; çünkü onlar bilmiyorlar!
Bu
kadar alicenaplık karşısında Hz. Ömer gibi eelaliyle tecelli edenler:
- Anam babam Sana
feda olsun ya Resülullah, diyeceklerdi.
Nuh (aleyhisselarn),
"Rabbim! Yeryüzünde kôfirlere rahat yaşama hakkı verme ve onların
kökünü kurutl" diye kavmi için beddua etmişken Sen, belin iki büklüm,
yüzünden kanlar akıyor ve dişin de kırılmışken yine de onlara hayır duada
bulunuyor ve "Allah'ım! Sen kaumitni bağışla; çünkü onlar
bilmiyorlar." buyuruyorsun! Halbuki Sen, elini açıp da bir dua
ediversen, hiç şüphem yok ki hepimizin kökü kurur ve bir daha da asla iflah
olmayız!
Resülullah farkıydı bu! İnsanlığın elinden tutup onları
eve-i kemalata ulaştırmak için gelen Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern), hislerin zirve yaptığı böylesine zorlu dönemeçlerde bile taviz vermiyor,
her şeye rağmen sulh ve sükunun yanında yerini alıyordu.
Resülullah'ın tavrı bu olsa da, ashab yine kendi
üzerine düşeni yerine getirecek ve Allah Resülii'nün kanını yerde
koymayacaktı. O'nu bu halde gören ve küplere binen ashabdan Hôtıb İbn Ebi
Beltea:
- Sana bunu kim yaptı
ya Resülullah, diye soruyordu ısrarla.
Yüzünü yarıp dişini
kıran kişinin ismini söyledi Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem)
sessizce:
- Utbe İbn Ebi
Vakkas!
Hatıb İbn Ebi Beltea
kararlıydı ve:
- Peki şimdi o ne tarafa gitti, diye ikinci kez döndü
Habib-i Ekrem'e. O da, Utbe'nin gittiği yeri işaret etti ona. Bunun üzerine,
kılıcını kaptığı gibi Utbe'nin peşine düşen Hatıb İbn Ebi Beltea, çok
edip
bağışlar, ister nefislerine zulmettikleri için onları cezalandırır." (N-i
İmran, 3/128), deniliyor ve Allah Resülü'nün dişini kırıp da yüzünü
yaralayanların da tevbe edeceklerinin müjdesi veriliyordu. Bkz. Taberi,
el-Camiu'l-Beyan, 7/194; İbn Kesir, Tefsir, 2/114
ı49
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
geçmeden
Utbe'nin işini bitirecek ve atıyla birlikte huzura gelecekti. Belki de bu,
Resfılullah'a el kaldıran bir şakiden toplumun temizlenmesi ve muhtemel bir
felaketten masun kalması anlamına geliyordu. Onun için Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellern), memnuniyetini ifade sadedinde iki kez ona:
-
Allah senden razı olsun, diyecek ve ardından da hayır duada bulunacaktı.
Her Halkaya Bir Diş Feda
Mübarek yüzlerinden sakal-ı şeriflerine doğru süzülen
kanları görünce Hz. Ebu Bekir ileri atılmak istedi. Zira onun için, Resülullah'ın
vücudundaki bir tele zarar gelmesindense binlerce Ebu Bekir feda edilmeliydi.
Ancak aynı fedakarlığı yapacak olan, sadece o değildi. Hz. Ebu Ubeyde ileri
atıldı ve:
- Allah için o işi
bana bırak, ben çıkarayım, dedi ve ısrar etti.
Yaklaştıkça daha çok
duygulanıyorlardı; zira Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), yanağına
batan halkaların acısıyla kıvranıyordu.
Ebu
Ubeyde, büyük bir titizlikle Allah Resülii'ne yaklaştı. Önce eliyle tutup
onları çıkarmak istedi; ancak bunun, Resülullah'a acı vereceği muhakkaktı ve o
da, Efendimiz'in yüzüne yaklaşıp yanağına batan halkaları dişleriyle kavrayıp
çıkarmayı denedi. Önce birisini ısırdı ve bütün gücünü toplayarak bir hamlede
kendine doğru çekti. Halkalardan birisi çıkmıştı; ancak, onunla birlikte çıkan
başka bir şey daha vardı. Ebu Ubeyde'nin dişi de halkayla beraber düşüvermiştil
Onun bu halini gören Hz. Ebu Bekir, en azından diğer
halkayı da ben çıkarayım diye yeltenecek ve ileri atılacaktı. Ancak
Ebu Ubeyde, buna da müsaade etme niyetinde değildi ve Allah'a yemin vererek bu
işi de kendisine bırakmasını istedi. Yine önceki gibi dişleriyle halkayı
ısırdı ve hızla çekti; halkayla birlikte bir dişi daha düşmüştii."?
Artık Efendimiz'in
yüzündeki halkalar çıkarılmıştı. Bu arada
120 Hz. Ebu Bekir, ön dişleri olmayan insanlar arasında en
sevimli olan kişinin, Ebu Ubeyde olduğunu söylemektedir. Bkz. Tayalisi, Müsned,
1/3 (6); İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 4/34, Sire, 3/59
150
Beklenen Gelişme
Malik
İbn Sinan, halkalann çıktığı yerden sökün eden kanların yere düşmemesi için
dudaklarını Efendimiz'in yüzüne götürdü ve kırbadan su içereesine akan kanı
emmeye başladı. Bunu gören Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern),
taaccüb içinde Hz. Malik'e sordu:
- Yoksa sen, kan mı
içiyorsun?
- Evet, ya Resülullah,
dedi. Bunun üzerine:
- Kanı kanımla temas
eden kimseye cehennem ateşi dokunmaz,
buyurdu.
Hz. Hamza'nın Şehadeti
Uhud günü düşmanla yaka paça olurken Efendimiz'in önünde
sadece amcası ve sütkardeşi Hz. Hamza vardı. 'Allah'zn aslam' diye
anılan Hz. Hamza'nın eliyle o gün Allah (celle celaluhü), düşman arasından otuz
bir kişiyi öldürmüştü. Düşman sancaktarlarından bazılarını da o öldürmüş ve
böylelikle bidayette yaşanan hezimette önemli bir roloynamıştı. Elbette böyle
bir aslanın çok düşmanı olurdu. Aynı zamanda Hz. Hamza, Bedir'de Cübeyr İbn
Mut'im'in!" amcası Tuayme İbn Adiyy'i öldürmüştü. Bunun üzerine Cübeyr, kölesi
Vahşi'yi yanına çağırmış ve:
-
Şayet sen, benim amcama mukabil Muhammed'in amcası Hamza'yı öldürürsen hürsün,
demişti. Bir köle için hürriyet, en önemli meseleydi ve Vahşi de ümitlenmiş,
hürriyetine kavuşacağı güne ulaşabilmek için Hz. Hamza'yı öldürmenin
hayalleriyle yatıp kalkıyordu. Mızrak atmakta mahir olduğu için artık kendini
bileğine adamış, sürekli atış talimleri yapıyordu.
Onun
için Uhud, çok önemli bir fırsattı ve o, savaş devam ederken Uhud meydanında
sürekli Hz. Hamza'yı kolluyordu. Ancak onun yanına yaklaşmaya imkan ve ihtimal
yoktu; önüne gelenin kellesini yere indiriveriyordu. Onu hedefleyip de
karşısına dikilen herkes, daha ne olduğunu anlayamadan kendini cansız yerde
buluyordu.
Onu
uzaktan gördüğünde Vahşi, hedefinden emin olmak için yanındakilere sordu:
121
Neseb ilmini çok iyi bilen ve bu ilmi Hz. Ebü Bekir 'den aldığını söyleyen
Cübeyr İbn Mut'im, Hudeybiye sonrasında gelip Müslüman olacaktır. Bkz.
İbnii'l-Esir, Üsiidü'l-Gabe, 1/515, 516
151
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
- Şu adam kim?
- Hamza!
- Aradığım adam, dedi
kendi kendine ve ağaçların veya taşların
arkasına
saklana saklana ona yaklaşmaya başladı. Her adımı, onu hedefine biraz daha
yaklaştınyordu. Tam o sırada Hz. Hamza'nın karşısına Siba' İbn Abdiluzza
çıkmıştı:
-
Gel bakalım, diyor ve onun da işini bitirmek için yanına çağırıyordu. Derken
birkaç darbede onu da altına almış, işini bitirivermişti. Bu sırada Vahşi
yaklaşabileceği en yakın mesafeye kadar gelmiş ve bir taşın arkasında
gizlenmiş fırsat kolluyordu. Bir aralık Hz. Hamza'nın zırhı açılıvermişti;
Vahşi için tam zamanıydı ve elindeki mızrağı fırlatıverdi!
Mızrak,
sinesine saplanmıştı. O haldeyken bile Vahşi'nin üstüne yürümek istedi; ancak
buna imkan yoktu. Vahşi, hala yaklaşmaktan çekiniyor ve tamamen hareketsiz
kalmasını bekliyordu.
Derken Hz. Hamza,
şehitlerin piri olarak ruhunu teslim etti.
Artık
Vahşi, hürriyetini elde etmiş bir insandı. Zaten başka da bir gayesi yoktu ve
yanına gelip mızrağını Hz. Hamza'nın sinesinden çıkardı; karnını yardı ve
ciğerini söküp önce Hind'in yanına gitti. Onun da Hz. Hamza'ya diş bilediğini
biliyordu; zira Bedir'de babası dahil yakınlarını Hz. Hamza öldürmüştü. Belli
ki, yaptığı iş karşılığında takdir de görmek istiyordu. Geldi ve:
-
Bu Hamza'nın ciğeri, dedi. Gözleri dört açılmıştı Hind'in; riiyalarına girip
hayallerini süsleyen bir konuda finali yakalamış olmanın heyecanı vardı üzerinde!
Ve
Vahşi, gerçekten de beklediği takdiri görecekti; tuttu Hind, önce Hz. Hamza'nın
ciğerini ağzına alarak çiğnemeye başladı ve sonra da onu ağzından çıkararak
dışarı attı. Kin ve nefretin zirveye çıktığı demlerdi. Ardından da Vahşi'ye
döndü ve gösterdiği bu başarıdan dolayı boynundaki kolyelerle üzerindeki
kaftanını ona hediye etti. Aynı zamanda, Mekke'ye döndüklerinde kendisine on
dinar da para vereceğini vaadediyordu.
Bu
da kesmemişti Hind'in nefret hislerini. Ardından elinden tuttu Vahşi'nin ve kendisine
Hz. Hamza'nın yerini göstermesini söyledi.
Derken yanına kadar
geldiler. Tuttu, bu sefer de mübarek vü-
152
Beklenen Gelişme
cudunu
parçalamaya başladı; burun ve kulaklarını kesmiş, onları süs diye boynuna
asarak dolaşmaya başlamış, Mekke'ye dönünceye kadar da onları boynundan
çıkarmamıştı.
Aynı zamanda Hind, yüksek bir taşın üstüne çıkmış avazı
çıktığı kadar bağırarak yaptıklarını insanlara ilan ediyor, Bedir'in intikamını
almış olmanın verdiği zafer sarhoşluğuyla kendilerini yüceltip göklere
çıkarırken Müslümanları yerden yere vurmaya çalışıyordu.
Onun o gün ağzının payını verecek de yine bir başka
Hind olacaktı; Hind Binti Üsase de, beri taraftan mukabelede bulunuyor ve daha
nice Bedirler geleceğini ilan ederek Utbe'nin kızı Hind'in sesini kesmeye
çalışıyordu.
Durumdan
efendisini de haberdar eden Vahşi, Mekke'ye döner dönmez de hürriyetine
kavuşacaktı.
İlahi Yardım ve Yeniden Toparlanma
Küçük gibi görünen büyük bir ihmalin nelere malolduğunu
herkes görüyordu. Belki de daha büyüklerini gelecekte yaşamamak için Allah
(celle celaluhü), Resülü'nün etrafında böyle bir örneği bütün ümmet-i
Muhammed'e gösteriyor ve can alıcı bir noktaya dikkat çekiyordu. Zira
muvaffakiyet, Allah ve Resülü'ne mutlak itaatten geçiyordu.
Şimdi ise herkes, canını dişine takmış, Allah ve Resülü
için her şeyini feda yarışına girmişti. Bir taraftan dağın eteklerine doğru
çekilirken diğer yandan da savaşın hakkını veren bu insanlar, her yönüyle
samimi olduklarını fiilen göstermişlerdi. Bir kere daha ölümüne söz vermiş ve
sonucu ne olursa olsun artık O'ndan (sallallahu aleyhi ve sellem) ayrılmamaya
ant içmişlerdi. Aynı zamanda bu, Allah Resülü'nün yeniden zimamı eline alması
anlamına geliyordu. Okçular konusunda yaşanan acı tecrübe ve bazı insanların
yaşadığı muvakkat kılıç bırakmanın beraberinde getirdiği sıkıntılar bertaraf
edilmiş ve İnsanlığın Emini Efendimiz (sallallahu aleyhi ve selle m) Uhud'a
yeniden hükmetmeye başlamıştı. Hezimet gibi görünen tabloyu zafere
dönüştürmenin adıydı bu ve nebevi ferasetin sahibi Allah Resülü de Uhud'da,
muvaffakiyetle neticelenecek olan son tabloyu hazırlıyordu.
153
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Böyle
bir samimiyete Allah'ın da ihsanlan olacaktı ve sabahın erken saatlerinden bu
yana kılıç sallayıp hayatını harp meydanına vakfeden bu insanlar üzerine Allah
(celle celaluhü), Bedir' de olduğu gibi yine sekine indirecekti. Üzerlerine
öyle tatlı bir uyku çöküvermişti ki; neredeyse ellerindeki kılıç yere düşüyordu
ama onlar bunun farkına bile varamıyorlardı. EbU Talha gibi insanlar, eğilip düşen kılıçlannı
tekrar alıyorlardı ama bu sekinenin tesiriyle kılıçların yeniden ellerinden
düşmesine mani olamıyorlardı. Mesela, düşman askerleri alt taraftannda
olmasına rağmen Bişr İbn Bera'nın kılıcı elinden düşmüştü ama o, üzerine
çöken bu uyku halinden dolayı elindeki kılıcın yokluğunu bile fark edemiyordu .
.Adeta bu, onca sıkıntının üzerine çekilen bir sünger gibiydi. Belli ki bir
inayet söz konusuydu ve bu sıkıntılar da pek yakında son bulacaktı.
Uhud
meydanında imdada gelen melekler de vardı. Gerçi onlar, savaşın başından bu
yana burada bulunuyorlardı; zira Allah (celle celaluhü), beş bin melekle ehl-i
imanı destekleyeceğini vadetmişti. Ancak bu, Allah ve Resülü'rıiin
hassasiyetine bağlı bir husustu ve okçular tepesinde yaşananlar sonrasında emre
itaatte istenilen ve beklenen tavır ortaya konulamayınca melekler geri çekilmiş
ve onları kendi başlarına bırakrnışlardı.v"
Sa'd İbn Ebi Vakkas'ın şehadetiyle Uhud dağının eteklerine
doğru çekilen Allah Resülıi'niin sağ ve sol tarafında beyaz elbiseli iki melek -Cibril ve Mikail- savaşıyor ve düşmanlardan
gelebilecek tehlikelere karşı O'nu koruyordu. Zaten biraz önce Allah
Resülü'niin verdiği okları atarken, tanımadığı temiz simalı ve beyaz giysili
bir gencin bu okları toplayıp geri getirdiğine de şahit olmuştu. O, bu akları
getirip sonra da:
-
At ey EM İshak, diye seslenen bu genci bir daha da görememişti.
İbn
Kamie'nin hamleleri sonucu şehit olan sancaktar Mus'ab İbn Umeyr'in görevini de bir melek üstlenmiş, Hz.
Mus'ab'ın suretine girip Uhud'da Allah Resülü'nün sancağını dalgalandınyordu.
Bir aralık Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern):
122
Bkz. Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 1/287 (2609); Taberani, Mu'cemu'l-Kebir, 10/301
(10731); Taberi, el-Carniu'l-Beyan, 4/81; İbn Kesir, Tefsir, 1/412
154
Beklenen Gelişme
-
İleri hücum et ey Mus'ab, diye seslenince Efendimiz'e doğru yönelen melek:
-
Ben Mus'ab değilim, diyecekti. Efendimiz'in seslenişine şahit olan Abdurrahman
İbn Avf, büyük bir taaccüb içinde:
- Ya Resı.1lullah,
diyecekti. Mus'ab daha önce öldürülüp şehit olmadı mı?
-
Evet, dedi Allah Resı.1lü (sallallahu aleyhi ve sellern). 'Onun yerine bir
melek, onun adıyla Mus'ab'ın vazifesini ifa ediyor!,123
Bir aralık Allah Resı.1lü, yanında bulunan Hôris İbn
Szmme'ye Abdurrahman İbn Avfı sormuş, o da Hz. Abdurrahman'ın bir
tarafta düşmanla yaka paça olduğunun haberini vermişti. Bunun üzerine
Efendimiz:
- Şüphe yok ki
melekler onunla beraber savaşıyor, buyurdu.
Efendimiz'in
müjdesini alan Hz. Haris, doğruca Abdurrahman İbn Avfın yanına koştu; etrafında
yere serilmiş yedi tane müşrik yatıyordu.
-
Bileğine kuvvet! Bunların hepsini de sen mi öldürdün, diye sordu. O da
şaşkındı:
- Şu ve şunları ben
öldürdüm, dedi önce ve arkasından da:
- Şunları ise, kimin
öldürdüğünü ben de görmedim, diye ilave
etti.
Bunun üzerine Hz. Haris, Allah ve Resı.1lü'nün verdiği haberin doğruluğu
karşısında hayretini gizleyemeyip, "Allah ve Resiilis şüphesiz doğru
söylüyor." manasında:
- Sadakallahu ve
Resı.1lüh, buyuracaktı.
Bedir'de
Allah Resı.1lü'yle birlikte olarnamanın hüzün ve mahcubiyetini yaşayan Enes
İbn N adr:
- Resı.1lullah'ın ilk karşılaşması olan Bedir'de
bulunamadım; şayet Allah (celle celaluhü), bana müşriklerle yeniden bir
karşılaşma imkanı verirse Allah için neler yapacağımı ben bilirim, diyor ve
Allah için savaşma aşkıyla yanıp tutuşuyordu. Şimdi ise Allah (celle celaluhü),
onun arzu ettiği fırsatı önüne getirmiş, o da savaşın hakkını vermek için
Uhud'a gelmişti.
123
İbn Sa'd, Tabakat. 3/121; İbn Ebi Şeybe, Musannef, 7/369 (36770); Salih], SübüIiı'l-Hiıda
ve'r-Reşad, 4/205, 206
155
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Savaş
başlayıp da ikinci safhada kısmi bir çözülme yaşanınca ellerini açacak ve içini
şöyle dökecekti:
-
Allah'ım! Şu arkadaşlarımın yaptıklarından dolayı Senden özür diliyor, affını
talep ediyorum. Şunların yaptıklarından da -müşrikleri kastediyordu- Sana
dehalet edip affına sığınıyorum.
Belli
ki bu çözülme karşısında çok üzülmiiş, ortaya çıkan neticeyi bir türlü
hazmedememişti. Bunun üzerine, kılıcını alıp düşman saflarının arasına dalmayı
düşündü. Önüne, Erisar ve Muhacirlerden oluşan bir grup çıktı; Efendimiz'in
öldürüldüğü haberi üzerine kılıçlarını yere bırakmış, kara kara düşünüyorlardı.
Büyük bir telaşla:
- Niye burada
oturuyorsunuz, diye sordu.
- Resülullah
öldürüldü, dediler. Beyninden vurulmuştu adeta.
Zemin
savaş meydanı bile olsa bir mü'min dengesini kaybetmemeliydi. Onun inandığı
İslam, peygamber bile olsa şahısların hayatlarıyla sınırlı bir sistem değildi
ve her halükarda yaşanması gereken bir yapıyı ifade ediyordu. Onun için Uhud'da
çaresiz bekleşenlere şöyle haykırdı:
-
O'nun olmadığı bir dünyada yaşamanın ne anlamı var; neyinize yarar ki? Haydi
sizler de kalkın ve Resülullah'ın öldüğü istikamette hayatınızı ortaya koyun
ve ölün!
Ardından da yoluna
devam ederek gözden kayboluverdi.
Uhud'un arka
taraflarında onunla Sa'd İbn Muaz karşılaşacak ve:
-
Ben de seninle beraberim, diyecekti. Ancak o, Enes İbn Nadr'ı takip etmekte
zorlanıyor ve yaptığını yapamıyordu. Arkasını döndü ve Hz. Sa'd'a:
-
Ey Sa'd, diye seslendi. 'Cennetin kokusu ne güzel! Nadr'ın Rabbine yemin olsun
ki ben, Uhud'un arkasından onun kokusunu duyuyorum!
Derken,
düşman safları arasında reftare yürüyen Enes İbn Nadr'e hayranlıkla arkadan
bakan Sa'd İbn Muaz'ın gözlerinden de kayboluverdi. Düşman safları arasına
dalmış ve yiğitçe vuruşurken şehit düşmüştü.
Akşam
olup da cansız bedenine ulaştıklarında vücudunda, seksen küsur kılıç, mızrak
ve ok yarası vardı. Yüzü parçalanmış, burun ve kulakları da müsle yapılarak
kesilmişti. O kadar dikkatle baktık-
ı56
Beklenen Gelişme
ları
halde onu kimse tanıyamayacaktı. Nihayet kız kardeşi gelecek ve onu, ancak
parmağındaki bir işaretten tanıyabilecekti. Er oğlu erdi ve Kur'an. onun
gibileri bayraklaştırırken üzerlerine düşen vazifeyi harfiyen yerine getiren
babayiğitler olarak anlatacaktı. ı24
Niyet Farkı ve Kuzman
Yapılan
ameller ve ortaya konulan gayretler farksız olsa da, sonuçları itibarıyla
insanlar aynı kefede değerlendirilmiyordu. Niyet, berrak bir suyun konulduğu
bardağa benziyordu ve bu bardağın rengine göre bir görüntü veriyordu. O gün
Uhud'da da aynı şeyler olacaktı.
O gün Uhud meydanında ortalığı kasıp kavuran Kuzmôn adında birisi vardı. Hz. Hamza'ya
benzer kahramanlıklar sergiliyor, düşman safları arasında önüne gelenin
kellesini alıyor ve etrafındaki insanları kendisine gıpta ile bakacak hale
getiriyordu.
Aslında o, savaşa gelme niyetinde değildi; ne zaman ki
Beni Zafer kadınları kendisini ayıplamaya başlamış, silahını aldığı gibi Uhud'a
gelmişti. Bu sırada Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) Uhud meydanında
safları düzeltip savaşa hazırlıyordu. Kuzman da geldi ve en ön safa yerleşti.
Savaş başlayınca da Kuzman'ın önünde durmaya imkan
kalmadı. ilk oku da o atmıştı. Kahraman mı kahramandı; müşriklerin en az üç
tane sancaktarını o yere indirmiş ve karşı taraf adına yaşanan ilk hezimette
büyük bir rol üstlenmişti. Hatta onun bu kahramanlığı diğer ashabın da
dikkatini çekmiş ve gelip onu Allah Resülü'ne gıptayla anlatmışlardı.
Ancak
buna rağmen Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), onun cehennem ehlinden
birisi olduğunu söylüyordu. Ortalıkta şaşılacak bir durum vardı. Onun
yaptıkları ve ile Efendimiz'in beyanı karşısında tereddüte düşenler,
söylenilenlere şüpheyle bakanlar bile vardı. Nasıl olabilirdi? Kuzman, eline
aldığı okları bile mızrak gibi fırlatıp hedefini vuruyor, süvarilerin üzerine
tek başına saldırıp önüne ge-
ı24
Enes İbn Nadr, Enes İbn Malik'in amcasıydı ve ona lıürmetten dolayı kendisine
de amcasının adı konulmuştu. Bkz. Ahzab, 33/23. Konuyla ilgili olarak bkz. Buhan, Sahih, 3/1032 (2651), 4/1487 (3822);
Tirmizi, 5/349 (3201); İbn Ebi Şeybe, Musannef. a/aıa
157
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern)
leni öldürüyordu.
Yine böyle bir grubun içine dalmış ve dokuz tane adam öldürmüş, ancak kendisi
de yaralanmıştı.
Onu yaralı halde
gören Katade İbn Numan:
- Ya Ebf Ğaydak,
dedi. Ne mutlu sana; şehit olacaksın! Bu arada başkalan da yanına gelmiş:
-
Allah'a yemin olsun ki bugün sen, çok çetin imtihan yaşadın ey Kuzman! Müjdeler
olsun, diyorlardı. Bunlan duyunca Kuzman:
-
Beni niye müjdeliyorsunuz ki! Vallahi de ben, sadece kavmimin hesabına ve
onlann şerefini yüceltmek için savaştım. Zaten bu da olmasaydı ben asla
savaşmazdım, diye tepki verdi. Sonra da, eline aldığı kılıcının kabzasını yere
koyup ucunu karnına yerleştirdi ve kendisini üzerine bırakarak intihar etti.
Kuzman, kendini öldürmüştü!
Duruma
muttali olup da taaccüplerini gizleyemeyenler gelip durumdan Allah Resülü'nü
haberdar ettiklerinde Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), önce tekbir
getirdi ve:
-
Şehadet ederim ki Ben, Allah'ın kulu ve Resülü'yüm, buyurdu. Ardından da Hz.
Bilal'i yanına çağırdı ve insanlara şunlan tebliğ etmesini emretti:
-
Şüphesiz ki cennete sadece Müslüman olanlar girebilir. Ve Allah (celle
celaluhü), facir bir adamla da olsa dinini teyid eder, buyurdu.
Kahramanlar Geçidi ve Yeniden
Toparlanma
Efendimiz'in
öldüğü şayiasının çıktığı andan itibaren Uhud, O'nun dizinin dibinde
yetişenlerin kahramanlıklarını sergileyecekleri bir alan haline
dönüşüvermişti. Abdullah İbn Cahş ile Sa' d İbn Ebi Vakkas'ın ölümüne dua
yanşına girdikleri bu demlerde Hayseme İbn Hayseme gibi daha nice yiğitler
ölüme koşuyor, Hanzala İbn Ebi .Amir misali fütüvvet ruhlu insanların zifafa
gidercesine şehadete uzandıklan bu akıl almaz badirede Amr İbn Cemüh gibi
insanlar cennette reftare yürüyüşe çıkarcasına ön saflara doğru hücum
ediyorlardı. Amr İbn Sabit gibi daha o gün gelip çok az bir gayretle ebedi
kurtuluşun reçetesine ulaşanlara sahne oluyordu Uhud. Huseyl ve Sabit İbn Vakş gibi
Medine'de ölümü beklemektense Uhud'a gidip son demde ebedi gençliğe talip olan
pir-i fanilerin koşuştur-
158
Beklenen Gelişme
masına
şahit oluyordu dağ taş. Bir kahramanlar geçidi vardı er meydanında ve aynı
zamanda o gün Uhud, Nesibe Binti Malik'in aslanlar gibi kükreyip Efendimiz'i
müdafaa yarışına giriştiğine, kadın erkek ashab arasından daha nice meçhul
kahramanın da çıkıp Mekke ordusunun yüreğine korku saldığına şahitlik
ediyordu.
Neyse
ki bu durum çok uzun sürmeyecekti; O'nun yeniden ashabı arasında olduğuna
şahit olan Kays İbn Muharris'in125 kararan dünyası bir anda
değişivermişti. Onun için bu ayrı bir moralolmuş ve kendisini yeniden düşman
saflarının arasına bırakmıştı; artık ölse de gam yemezdi. Artık o, önünde durulmaz
bir küheylandı. Önüne çıkanın kellesini alıyordu. Nihayet onu, uzaktan
attıkları bir mızrakla durdurabileceklerdi.
Çok
geçmeden Uhud meydanında Hubôb İbn
Münzir'in gür sesi
duyulacaktı; insanları yeniden toparlanmaya çağırıyordu. Bu çağrının geldiği
mekan yeniden toparlanmanın adresi olmuş ve Uhud'dan yükselen bu ses de, adeta
Hakk'ın sesini ali kılmanın yeni hamlesi haline gelmişti.
Mü'minlere
yeniden hayat veren bir müjdeydi bu aynı zamanda ve bu sözü duyan herkes, bunu
diğer arkadaşlarına da duyurmanın gayreti içine girmişti. Abbas İbn Ubôde,
Harice İbn Zeyd ve Evs İbn Erkam'ın dilinde bu pelesenk haline
gelmişti ve sürekli tekrar ediyorlardı. Şöyle diyordu Abbas İbn Ubade:
-
Ey Müslüman cemaati! Haydi, Allah'a ve Nebi'nize koşup gelin! Sizin başınıza
gelen musibet elbette Nebi'nize de isabet etmiştir. Ancak O size, sabır
kuvvetine istinad edip mukavemet gösterdiğiniz sürece nusret vadediyor.
Hz.
Abbas bir taraftan bunları söylerken diğer yandan da üzerindeki zırhını
çıkarıp miğferini bir kenara atıyordu. Derken, yanındaki Hz. Harice İbn Zeyd'e
döndü ve:
- Bunlara senin
ihtiyacın var mı, diye sordu. Anlaşılan birbirlerini çok iyi tanıyorlardı ve
daha soruyu duyar duymaz Harice de ona: - Hayır, diye mukabelede bulundu.
Ardından da, dünyayı istihkar eden bir mii'minin neler yapabileceğini gösteren
niyetini şu cümlelerle ilan etti:
125 Bu sahabinin,
Kays İbnü'l-Haris olduğu da söylenmektedir.
159
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
- Ben de senin
düşündüğünü düşünüyorum!
Artık
üçü de düşman saflarının içine dalmış kıyasıya savaşıyorlardı. Bir aralık
Abbas İbn Ubade'nin şunları söylediği duyuldu:
-
Neler olup bittiğini gören bu gözler bizdeyken, Resülullah'a bir zarar gelirse
yarın Rabbimizin huzurunda bizim elimizde hangi mazeret olabilir?
Bir
taraftan kılıç sallayan Hz. Harice yine mukabelede bulunuyordu:
-
Rabbimiz katında o zaman, ne bir delilirniz ne de bir özrümüz olabilir!
Resul-ii
Kibriya'yı sağ salim gören herkes derin bir nefes alıyor ve o ana kadar yaşanan
sıkıntıları bütünüyle unutup sevince gark oluyordu. Belli ki artık Uhud'da yeni
bir maya tutmuş ve Resülullah'ın etrafında yeniden bir toparlanma yaşanmaya
başlanmıştı. Moraller yeniden yerine gelmişti ve dünyayı ayaklar altına alıp da
istihkar edenlerin omuzlarında yeni bir zafer daha kazanmanın temelleri
atılıyordu.
Bedir
sonrasında esir alınan Übeyy İbn Halej, savaş sonrasında fidye verip de
esaretten kurtulurken kendi kendine ahdetmiş ve Mekke'ye döner dönmez en
iyisinden bir at alıp en kaliteli yemlerle onu besleyeceğine dair sözler
vermişti. Gerçekten dediğini de yapmış ve Resülullah'ı öldürme planlarıyla
yatıp kalkarak Uhud'a hazırlanmıştı. Onun bu niyetini Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellem) de biliyordu ve Uhud eteklerine çekildiği bu sıralarda
ashabına şöyle dedi:
-
Ben, Übeyy İbn Halefin arkadan saldıracağından endişe ediyorum; şayet onun
geldiğini görürseniz mutlaka Bana haber verin!
Gerçekten
de çok geçmeden Übeyy, yanında bir grup adamla birlikte ve demir zırhları
içinde atına binmiş olarak arkada beliriverdi:
-
Muhammed nerede? Bugün O kurtulacaksa ben yaşamayayım, diyor ve açıktan meydan
okuyordu. Ashabdan biri hemen ileri atılıp onun hakkından gelmek istedi; ancak
buna güç yetirmeye takati yetmemişti. Onun arkasından başkaları da gitmek
isteyince Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem):
-
Bırakın onu! Yolunu açın da gelsin, buyurdu. Hayasız bir adamdı ve ağzını da
bozarak Efendimiz'i yalanla itham ediyor ve
160
Beklenen Gelişme
sözde,
savaş meydanından kaçtığını söylüyordu. Haddini çoktan aşmıştı; bizzat
mübaşeret etmek gerekiyordu ve Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) de, Hôris
İbn Szmme'nin elindeki mızrağı alarak ona karşılık vermek istedi.
Efendimiz'in bütün heybetiyle üzerlerine geldiğini gören Übeyy'in yanındakiler,
çoktan sağa-sola kaçışmaya başlamışlardı! Her işi zirvede temsil eden Allah Resülü
(sallallahu aleyhi ve sellem), belli ki iş başa düşünce savaşın hakkını
vermenin en zirve örneğini ortaya koyacaktı.
Bir mızrak darbesi yetmişti; atından düşen Übeyy, daha
ne olduğunu anlamadan yerde yuvarlanmaya başlamış, feryad ü figanı basmıştı:
- ValIahi de beni
Muhammed öldürdü, diye bağırıyordu. Resülullah'ın bir darbesi, Übeyy'in ödünü
koparmış, yıllar öncesinde Mekke'de duyduğu sözler aklında şimşeklerin
çakmasına sebep olmuştu. Halini ayıplayıp da bu kadar bir hamleyle pes edip
geri durmasını ayıplayanlara karşılık şöyle diyordu:
- Lat ve Uzza'ya yemin olsun ki benim başıma gelen bu
hadise Zü'l-Mecaz ehlinin tamamına bile isabet etmiş olsaydı, mutlaka onların
hepsini de öldürmeye yeterdi! Çünkü O Mekke'de iken bana, "Seni Ben
öldüreceğim." demişti. ValIahi de O, şayet benim üzerime tükürse bile
mutlaka beni öldürür!
Haksız da sayılmazdı; zira müşrik ordusuyla birlikte
geri dönerken Serif denilen yerde Übeyy ruhunu teslim edecek ve bir daha
Mekke'ye dönmek ona nasip olmayacaktı.
Efendimiz'i öldürme rüyaları gören bir diğer müşrik de Osman
İbn Abdullah idi. O da Bedir esirleri arasındaydı ve fidye verip de
Mekke'ye dönünce, Mekke'nin en iyi bineğini bu iş için hazırlamış ve tam tekmil
zırhları içinde Resülullah'ı öldürmek için fırsat kollamaya başlamıştı. Şimdi
bu fırsatı yakaladığını düşünüyordu. Übeyy gibi o da:
- Şayet bugün Sen kurtulursan bana yaşamak haram olsun,
diyor ve atını mahmuzlamış Resülullah'ın üzerine doğru geliyordu. Osman'ın
karşısına da Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem) dikilecekti. Herkes,
bu gelişin sonunu merak ediyordu.
Atıyla birlikte doludizgin gelen Osman, hiç beklenmedik
bir anda gözden kayboluverdi. Herkes şaşırmıştı; sanki yer yarılmış
ı6ı
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
da
Osman içine girmişti. Meğer Osman'ın atı bir çukura düşmüştü. Bunu gören Hôris
İbn Sımme, kılıcını kaptığı gibi Osman'ın karşısına dikildi ve bir müddet
çarpıştıktan sonra da Osman'ın işini bitiriverdi. Onun da yıkılışını haber
alan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), hamd makamında şunları
söyleyecekti:
- Onun şerrini de
bertaraf eden Allah'a hamd olsun!
Sa'd
İbn Ebi Vakkas'a seslenen Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem):
- Onları geri çevir, diyerek az da olsa Uhud'un
eteklerine doğru tırmanarak üzerlerine gelmek isteyen müşriklere karşı onun ok
atmasını söylüyordu. Bunun üzerine önce Hz. Sa' d:
- Tek başıma onları nasıl geri çevirebilirim ki,
diyecekti. Hatta bu sözünü üç kere tekrarladı; zahir itibarıyla bir insanın
üstesinden gelemeyeceği büyüklükte bir güç vardı karşısında. Ancak bunu söyleyen
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) olunca iş değişirdi. Hemen sadağına
yöneldi ve eline aldığı bir oku yayına koyarak hedeflediği bir müşrikin üstüne
doğru attı. Ok hedeflenen noktaya tam isabet kaydetmiş ve adam oracıkta düşüp
ölüvermişti! Arkasından bir diğerini fırlattı; o da isabet etmiş ve bir
müşriki de o ok öldürmüştü. Üçüncüsünü de atıp bir adamı daha yere devirince,
Allah Resülünün bulunduğu yere doğru gelmek isteyenler bu manzaradan ürkmüş
ve geri çekilmek zorunda kalmışlardı. Demek ki geri durmamak, yaşanılan
olumsuzluklar karşısında yılmadan daima iman ve azimle hamle üstüne hamle
yapmak gerekiyordu. Zaten gelen ayette Cenab-ı Mevla, bu durumu nazara verecek
ve şunları söyleyecekti:
- Sakın yılmayın, üzüntüye kapılmayın, eğer iman
ediyorsanız mutlaka üstün gelirsiniz. Şayet siz yara aldı iseniz, karşınızdaki
düşman topluluğu da benzeri bir yara aldı. İşte Biz, Allah'ın gerçek mürninleri
meydana çıkarması, sizden şehitler edinmesi, miiminleri tertemiz yapıp
kafirleri imha etmesi için, zafer günlerini insanlar arasında nöbetleşe
döndürür dururuz. Allah zalimleri sevrnez.F"
Demek ki, hakiki manada imanı elde eden mii'min, dünya
bomba olup patlasa bile endişeye kapılmaz ve yapılması gerekenler konusunda
asla geri durmazdı, durmamalıydı. Mii'min olanın hedefi
126 Al-i İmran,
3/139, 140
ı62
Beklenen Gelişme
hep
ilerisi olmalıydı. Elde iman gibi bir hakikat var iken başkalarının yaptıkları
karşısında endişeye kapılmak hiçbir mü'mine yakışmazdı. Çünkü o, Allah rızası
gibi yüce bir gaye ile ve O'nun dinini yüceltmek için mücadele veriyordu. Karşı
cephede yerini alanlar ise şeytan yolunda savaşıyordu. Kendi benliklerini
konuşturarak dünya menfaati adına şahsi çıkar peşinde idiler.
Demek ki gerçek mü'rnin, ancak böylesine çetin
imtihanlardan geçerken belli olurdu. Rıza mertebesini hedefleyip de yoluna
devam ederken mü'minin önüne çıkması muhtemel bu türlü engeller, aynı zamanda
onun temizlenip arınmasını netice verir ve dünyada adım atıp yürürken Allah'ı
hatırlatan beliğ birer lisan haline getirirdi.
Anlaşılan, Uhud günündeki bu gidiş geliş de, böyle bir
faydayı temin içindi. Daha sonraki zafer günlerinde ayakların yere daha sağlam
basabilmesi için bugün, mutlak bir zaferin arkasından geçici de olsa bir
sarsılma yaşanmış ve gelecek günlerde daha büyüklerinin yaşanmamısı için Allah
(celle celaluhü), ashab-ı kirarn arasından bazılarını şehit olarak huzuruna
almıştı.
Meselenin dikkat çekici bir tarafı da, gelecekte huzura
gelip de teslim olacak olan Ebu Süfyan, Halid İbn Velid ve İkrime İbn
Ebi Cehil gibi istikbalin sahabilerine, Allah'ın Uhud'da avans veriyor olmasıydı.
Zira bunlar bugün, Mekke ordusunun en üst komuta kademesini oluşturuyordu.
Böylelikle onların, onurlarını kırmıyor ve mağlubiyet psikolojisi altında
ürettikleri komplikasyonlarla geleceklerini karartmalarına da müsaade
etmiyordu.
Bu arada Hz. Ali, Resı1lullah'a su getirmişti. Önce
suyu aldı ve içmek istedi; ancak belli ki kokusundan hoşlanmamıştı. Suyu mübarek
yüzlerine döküp kanlarını yıkamaya başladı. Bir taraftan da:
-
Nebi'sinin yüzünden kan akıtanlara karşı Allah'ın gazabı şiddetlendi, diyordu.
O'nu bu halde gören ve çok duygulanan kızı Fatıma
Validemiz, bir taraftan babasının yüzünü siliyor, diğer yandan da sarılıp O'nu
teselli etmeye çalışıyordu. Akan kanı durdurmak için bir hasır yakacak ve
küllerini yaranın üzerine koyup kanı durdurmaya çalışacaktı.
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Getirilen suyu içmediğini gören Muhammed İbn Mesleme
hemen kadınların yanına koşmuş, onlardan su istiyordu. Ancak onlarda da su
kalmamıştı. Ancak o, Resülullah'a su getirmeden geri dönmeyi düşünmüyordu ve
gidip bir kuyudan bulduğu suyu Allah Resülii'ne getirerek takdim etti. Belli ki
çok susamış olan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), önce bu sudan içti
ve ardından da, onun bu hassasiyeti karşısında Muhammed İbn Mesleme'ye dua
etti.
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), ortalığın
biraz olsun durulduğu bu saatlerde tuttu Uhud'da öğle namazını kıldı. Belli ki
namazını ayakta kılacak takati bulamıyordu; oturmuş, namazını öyle kılıyordu.
Biraz yüksek bir yere çıkıp da olup bitenleri görmek
isteyen Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), yukarıda bulunan bir
taşın üstüne çıkmak istemiş, ancak üzerindeki zırhların ağırlığıyla buna imkan
bulamamıştı. Durumu müşahede eden Talha İbn Ubeydullah yine devreye
girecek ve Allah Resülü'nün bu isteğini yerine getirmesine yardım edecekti.
Bunun üzerine Resül-ü Kibriya Hazretleri, aynı zamanda başından bu yana
yaptıklarından dolayı Hz. Talha için şunları söyleyecekti:
-
Resülullah için yaptığı bu işlerden dolayı Talha'ya cennet vacip oldu!
Halid
İbn Velid'le birlikte bir grup süvarinin geldiğini görünce de ellerini açacak
ve şöyle dua edecekti:
- Allah'ım! Senin kuvvetinden başka hiçbir kuvvetin
hükmü yoktur. Şu beldede bu bir avuç insandan başka Sana kullukta bulunacak
kimse yoktur; Sen onları helak etme! Allah'ım! Onların bize karşı bir üstünlük
sağlamalarına imkan yoktur; Sen onlara bu fırsatı verme!
Bu sırada Hz. Ömer gibi Muhacirlerden bir grup okçu
ileri atılmış ve gelen atlılara karşı ok yağdırmaya başlamıştı. Savaş öncesinde
tepeye yerleştirdiği okçulara dediği gibi, süvariler üzerlerine yağan ok
yağmuruna karşı duramayıp kısa zamanda geri dönmek zorunda kalacaklar ve
böylelikle Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashab-ı kirarn
hazeratı bir beladan daha masun kalacaktı.
Ziyôd İbn Seken'in ağır yaralı olduğu haberi
verilmişti; hemen
ı64
Beklenen Gelişme
onu yanına
getirmelerini emir buyurdu. Zira Ziyad, geçici bir kargaşa anında insanlar
dağılıp da Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellern):
-
Şunlara karşı kim göğüs gerip de bizi koruyabilir, şeklindeki talebine
karşılık:
-
Ben ya Resülullah, diye haykırmış ve yanındaki beş arkadaşıyla birlikte
ölümüne Allah Resülü'nü korumaya başlamıştı. Gayretleri gözden kaçmıyor ve
yaptıkları herkesi hayran bırakıyordu. Nihayet onunla birlikte savaşan dört
arkadaşı sırasıyla şehit olmuş, onu da müşriklerin elinden zor kurtarmışlardı.
Kanlar içindeydi ve her an şehit olması kuvvetle muhtemeldi.
Efendimiz,
mübarek ayaklarını başının altına koydu Ziyad'ın; gönlünü almaya çalışıyordu. Ebedi
aleme şehit olarak giderken Resülullah'ın ayağına başını koymanın huzuru vardı
yüzünde. Gördüğü şefkat ve içine nüfuz eden merhamet nazarları, yaşadığı bütün
sıkıntıları unutturmuş, huzur-u kalb ile veriyordu son nefeslerini. Derken,
yanağı Allah Resülii'nün ayağının üzerinde olduğu halde son nefesini de verip
ebedi vuslata pervaz ediverdi.
İşin
bu noktasında adeta Uhud'da zaman durmuştu; iki tarafın da büyük kayıpları
vardı ve Mekke ordusunun kumandanı Ebu Süfyan, yeniden Müslümanlara saldırmayı
tehlikeli buluyordu. Zira Uhud'un eteklerine çekilen ashab-ı Resülullah yeniden
toparlanmaya başlamış ve bu toparlanma onu bir hayli ürkütmüştü. Bir de, savaş
başlamadan önce ayrılan üç yüz kişilik grubun niçin ayrıldığından haberdar
değillerdi; bunların da yeniden gelme ihtimalleri vardı. Bu durumda yeniden
tehlike var demekti. Zaten Uhud'un bidayetinde yaşadıklarını da unutmuş
değildi; aynı zamanda mü'minlerin, ölümün üzerine koşarak gittiklerini en iyi
bilenlerden biri de o idi.
Onun
için o, en azından zahir itibarıyla böyle bir sonuç almışken elde ettikleri
başarıyı zedelememe adına ordusunu Mekke'ye geri dönmeye çağıracaktı. Ancak,
hala emin olamadığı bir konu vardı ve bunu tetkik için atına atlayıp önce
Uhud'un eteğine kadar geldi. Yüksek sesle:
ı65
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
- Bu topluluk
arasında Muhammed var mı, diye sordu. Efendiler Efendisi ashabını uyarmış ve:
-
Ona cevap vermeyin, buyurmuştu. Onun için kimseden ses çıkmadı. Beklediği
cevabı alamayınca aynı sorusunu üç kez tekrar1adı. Belli ki hala emin değildi.
Ardından, Hz. Ebu Bekir'i kastederek: - Peki, bu topluluğun arasında İbn Ebi
Kuhafe var mı, diye
sordu. Resül-ü Kibriya
Hazretleri yine cevap verilmesini istemiyordu. Ebu Süfyan tekrar seslenecekti:
- Peki, aranızda Ömer
İbn Hattab var mı?
Belli
ki bu cepheyi çok iyi tanıyor ve meselenin kimlerin omzunda bayraklaştığını
çok iyi biliyordu. Anlaşılan, aldığı cevaba bina edeceği bazı hükümler vardı.
Ancak Allah Resfılii, tavrını değiştirmemişti. Yine cevap verilmemesi
gerektiğini söylüyordu. Hz. Ömer, ağzının payını vermek için yerinde zor
duruyordu. Her defasında izin istemiş ama Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellem) cevap vermesine müsaade etmemişti. Yeniden Allah Resfılii'ne yöneldi ve:
- Ya Resülullahl Ona
cevap vereyim mi, diyerek izin istedi.
Adeta Uhud'da
psikolojik bir savaş cereyan ediyordu. Bu sefer Efendimiz:
- Peki, cevap ver,
buyurdu.
Bu arada Ebu Süfyan,
kavmine dönmüş şöyle bağırıyordu:
-
Demek ki bunlar öldürülmüşler! Şayet sağ olsalardı mutlaka cevap verirlerdi!
Daha o cümlesini
tamamlamamıştı ki, Uhud meydanında Hz.
Ömer'in gür sesi
yankılanmaya başladı:
-
Yalan söylüyorsun ey Allah düşmanı! Onların hepsini Allah, seni rezil ve rüsva
kılmak için sağ bıraktı! Öyle boşuna sevinme; az önce senin adlarını
saydıklarının hepsi sağ ve salim!
Ebu
Süfyan büyük bir şok yaşıyordu. Demek ki İbn Kamie yanılmıştı; demek ki onun
öldürdüğü kişi Muhammed değildi! Muhammed .. Ebu Bekir .. Ömer ... Bütün
bunlar yaşıyorsa işleri daha da zor demekti. Az önce zihninden geçirdiği geri dönme
işi aklına yatmıştı. Bu haldeyken vaziyeti idare edip işi yeniden riske atmamalıydı.
Önce:
-
Yüce Hubel, diye bağırarak zaman kazanmak istedi. Uhud'un zahirine bakıp da bizim
inançlarımiz sizinkinden üstün demeye ge-
166
Beklenen Gelişme
tiriyordu. Ancak beri
tarafta, yerinde durmakta zorlanan Hz. Ömer'e bu sefer Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellem) seslenmiş ve:
-
Kalk ya Ömer! Ona cevap ver, demişti. Artık onu kim tutabilirdi ki? Hemen
kalktı ve:
- En büyük ve yüce
olan şüphesiz ki Allah'tır, dedi.
- Bugün Bedir'e bedel
bir gündür; o gün sizler bize üstün gelip
bizi
üzüntüye boğdunuz, bugün de bizim yüzümüze güldü ve sevinenler bizler olduk,
diyordu Ebu Süfyan. Bunun üzerine Hz. Ömer, tekrar:
- İkisi asla bir olamaz; bizim ölülerimiz cennete uçup
giderken sizinkiler ise çoktan cehennemi boyladı, diye seslendi. Bu sözün de
altında kalmak istemiyordu Ebu Süfyan:
-
Bunu sizler söylüyorsunuz; şayet dediğiniz gibiyse vay bizim halimize! Halbuki
bizim Uzza'mız var, ama sizin Uzza'nız yok!
Hz. Ömer hangi sözün
altında kalırdı ki? Hemen:
-
Bizim Mevlamız Allah'tır; sizin koruyup kolIayanınız yok ki, diye haykırdı.
Ancak Ebu Süfyan'ın
tereddütleri hala geçmiş değildi; Hz.
Ömer'
e bir kez daha seslenerek yakınına gelmesini söylüyordu. Efendimiz de müsaade
edince Hz. Ömer bulunduğu yerden kalktı ve Ebu Süfyan'a daha yakın bir yere
geldi. Ebu Süfyan soruyordu:
-
Allah için sana soruyorum ey Ömer! Doğru söyle; biz Muhammed'i öldürdük mü?
- Allah'a yemin olsun ki hayır! Hatta şu anda O
(sallallalıu aleyhi ve sellem) senin sesini de duyuyor, diye cevapladı Hz.
Ömer. Bunun üzerine Ebu Süfyan:
- Sen, İbn Kamie'den
daha doğru sözlü ve iyi bir insansın, dedi.
İşte
bu, inandığı değerleri Müslümanca temsil etmenin adıydı. Uhud bile olsa Ebu
Süfyan, yanı başındaki kendi adamına değil karşı cephede kendisine kılıç çeken
düşmanına güveniyordu. Hükmünü de onun üzerine bina edecek ve:
- Sizler, ölülerinizin arasında bazılarına işkence
yapılıp da vücutları parçalanan, burun ve kulaklan kesilerek etrafa dağıtılan
insanlar göreceksiniz. ValIahi de ben buna rıza göstermedim; ne böyle
yapmalarını emrettim ne de yapanlara engeloldum! Dikkat edin!
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Gelecek seferki randevumuz,
önümüzdeki senenin başında yine Bedir olsun, diyerek son cümlesini söyleyip
geri dönecekti.
Askerleri
arasına döner dönmez de yol için hareket emrini verdi ve böylelikle Mekke
ordusu hareket etmiş oldu.
Ebu Süfyan ve askerleri geri dönüp giderken Allah Resülü
(sallallahu aleyhi ve sellern), herhangi bir kötülük düşünüp düşünmediklerinden
emin olmak istiyordu. Zira dönerken Medine'ye girip kadın ve çocuklara kötülük
yapacaklarından endişe duyuyordu. Onun için ashabının önde gelenlerini yanına
çağırarak arkadan düşmanı takip etmelerini söyledi:
- Şayet onlar giderken develere binip gidiyorlarsa
zarar vermeden ayrılacaklar demektir; ancak develeri bırakıp da atlara biniyorlarsa
o zaman Medine'yi hedetleyeceklerdir! Bu ise, açıktan bir talan demektir ve
şayet böyle bir niyetlerini hissederseniz o zaman hepimiz bir olur ve nefsim
yed-i kudretinde olana and olsun ki, vallahi de üzerlerine yürürüz, diyor ve
ashabının dikkatini bu noktaya çekiyordu.
Allah Resülü'nden talimatı alan ashab-ı kirarn
hazretleri, Akik vadisine kadar düşmanın peşinden gidecek ve aralarındaki konuşmalara
bile şahit olacak kadar onlara yaklaşacaklardı. Bir grup müşrik, fırsat
ellerindeyken Medine'yi talan edip öyle dönmelerini söylerken Safvan İbn
Ümeyye gibi bazı insanlar:
- Bunu aklınızdan bile geçirmeyin! Onların yeniden
toparlandığım ve ölümün üzerine nasıl yürüdüklerini görmüyor musunuz! Onlann
hepsini öldürmeden Muhammed'e ulaşmamıza imkan yok. Şimdi kazandığımız zaferi
hezimete çevirmeden buradan hemen gidelim, diyerek başta Ebu Süfyan olmak
üzere müşrikleri savaştan vazgeçirme konusunda ısrar ediyorlardı. Derken Mekke
ordusu, uzun yol için kullanılan develere binecek ve yeniden yola koyulup
Mekke'ye dönecekti,
Mağlubiyetten zafer çıkarma stratejisi işe yaramış ve
hezimet görüntüsünden yeni bir zafer daha ortaya çıkmıştı. Bu görüntü, Mekke
ordusunu yıldırmış ve onlan alelacele Uhud'u terk etmekle karşı karşıya
getirmişti. Arada muvakkat bir sarsıntı yaşanmış olsa bile Uhud'a imzasını atan
yine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) oluyordu.
168
Beklenen Gelişme
Müşrikler savaşa devam etmeyi göze alamayıp da Uhud'dan
çekilince ashab-ı kirilm hazretleri savaş meydanına inerek ölü ve yaralılann
arasında dolaşmaya başladılar. Ayakta kalanlan zaten herkes görüp biliyordu;
ancak kimlerin şehit olup kimlerin de yaralı halde yardım beklediği henüz belli
değildi. Tüyler ürperten manzara vardı karşılarında; zira, karşılaştıklan her
bir beden paramparça edilmiş, burun ve kulaklan kesilerek tanınmaz hale
getirilmiştil'<'
Şehit olup uçan uçup gitmiş, geride kalanlar da kan
seylapları içinde iki büklümdül Uhud, kan ağlıyordu! Ashabıyla birlikte aynı
kaderi paylaşan ve ashabının başına gelenlere çok üzülen Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem) bir aralık:
- Sa'd İbn Rebi'e kim bakıp da gelebilir; acaba o sağ
mı yoksa ölüler arasında mı? Onu Ben, üzerinde on iki ok yarası varken görmüştüm,
buyurun ca Ensar'dan birisj128 kalkacak ve onu aramaya başlayacaktı. Meydanı
dolaşarak üç kez adını telaffuz ederek yüksek sesle bağırmasına rağmen
herhangi bir cevap alamamıştı. En sonunda:
- Senin haberini Resülullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) merak ediyor; beni de zaten O gönderdi, diye seslenince cılız bir ses
hissetti ve o sesin yanına geldi. Belli ki son nefeslerini alıp veriyordu;
üzerinde yetmişten fazla ok, mızrak ve kılıç yarası vardı. Hafifçe bedenine
dokundu ve:
- Yaşayıp yaşamadığını merak edip "Saa'd İbn
Rebi Hayatta mı ölüler arasında mı?" diye bakmam için beni sana
Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) gönderdi, diye konuşmaya çalıştı.
Sa'd, kendini toplayarak ve zorlana zorlana önce:
- Beni artık ölmüş
bilin, dedi. Ardından da şunlan ilave etti:
127
O gün,
müsle yapılmayıp da vücudu parçalanmadan bırakılan Uhud'da bir Hanzala
kalmıştı; zira onun babası EbU Amir, Evs kabilesine mensup olduğu halde
MekkeIilere iltihak ederek onlarla birlikte savaşmak için Uhud'a gelmişti.
Babasının hatırına Mekke müşrikleri Hanzala'ya dokunmamışlar ve diğer
Müslümanlar için reva gördüklerini Hz. Hanzala için yapmamışlardı. Bkz. Vakıdi,
Megazi, ı/275; İbn Abdilberr, İstiab, 1/372
128
Bu
şahsın, Muhammed İbn Mesleme veya Übeyy İbn Ka'b olduğu söylenmektedir. Bkz.
Siıheyli, Ravdiı'l-Ünf, 3/281; İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 4/44
169
Efendimiz (sallallahu
a l e y h i ve sellem)
- Resülullah'a benden selam söyle ve O'na, "Şu
anda cennetin kokusunu aldığımı" söyle! Kavmine de benden selam söyle
ve onlara de ki: "Eliniz tutup gözünüz gördüğü halde şayet
Resiilullah'a bir şeyolursa Allah katında iki elim yakanızda olur ve Allah
katında asla bir mazeret bulamazsıruzl"
Bunlar
onun son cümleleriydi ve son kelimeyle birlikte mübarek ruhları da pervaz edip
Uhud meydanından uçuverdi.
Hz. Hamza'nın Durumu
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem) çıkmış:
-
Amcamın başına neler gelmiş, diye tekrarlayarak Allah'ın aslanı Hz. Hamza'yı
arıyordu. Derken onu Hz. Ali, Battıı'l- Vadi denilen yerde buldu ve doğruca
Allah Resülü'nün yanına gelerek haber verdi. Resülullah, hızlı adımlarla onun
olduğu yere geldi. Hz. Hamza'nın karnı yarılıp ciğeri çıkarılmış, burun ve
kulakları da kesilerek vücudundan koparılmıştı. Bir insanın görülebileceği en
acıklı manzaraydı ve yürek yakan bir görüntü vardı. Kalp mahzun olmuş, gözler
de yaş döküyordu. Üstünü örtecek bir şey aradı Resülullah, Ensar'> dan bir
sahabi öne çıktı ve üzerindeki elbiseyi çıkarıp Hz. Hamza'nın üstüne örttü:
ancak bu, bedeninin tamamını örtmeye yetmemişti. Bunun üzerine aynı işi bir
başkası daha yapacak ve böylelikle yürek yakan manzaraları kapatmaya
çalışacaktı.
Ancak
açıkta kalan sadece Hz. Hamza değildi; Uhud meydanında atmış dördü Erisar
yetmiş tane açıkta kalmış Hamza vardı. Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi
ve sellern), örtülerden birisini Hz. Cabir'e verecek ve onu babasının üstüne örtmesini
söyleyecekti.
Halası Safiyye
Binti Abdilmuttalib'in geldiğini görünce:
-
Aman ona dikkat edin, diye seslendi. Belli ki bu haliyle kardeşi Hamza'yı
görmesini istemiyordu. Bunu duyan Hz. Zübeyr, annesinin önüne geçip de
dayısını görmesine engelolmak isteyecekti. Ancak Hz. Safiyye, elinin tersiyle
oğlunu bir kenara çekecek ve:
-
Git başımdan! Şu anda seni gözüm görmüyor, diyecekti. O ise ısrarla:
-
Ey anneciğim! Resülullah senin geri dönmeni istiyor, diye söylemeye
çalışıyordu.
- Niye ki? Benim
kardeşime Allah yolunda müsle yapıldığını
170
Beklenen Gelişme
duydum;
her ne kadar buna gönlüm razı olmasa da inşallah ben, Allah için dişimi sıkar
ve sabrederim, diye mukabele edip ısrar edince Hz. Zübeyr, hemen koşup
durumdan Efendimiz'i haberdar etti. Bunun üzerine Allah Resülii (sallallahu
aleyhi ve sellerrı):
-
Yolundan çekilin, buyurdu. Metanet insanı Hz. Safiyye, kardeşi Hz. Hamza'nın
yanına gelip uzun uzun ona dua etti; istircada'"? ve onun için istiğfarda
bulunuyordu.
Gördüğü
manzara karşısında kendini tutamayıp da Kureyş'e sayıp döken Ebu Katade'ye
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) şunları söyleyecekti:
-
Ey EM Katade! Aslında Kureyş emanete ehil insanlardan müteşekkildir; onlar
hakkında kim haddini aşarsa Allah onun ağzının payını verir. Şayet Allah sana
uzun ömür verirse, onların ortaya koydukları fiil ve kulluk karşısında kendi
amelini hafif görecek, daha fazlasını yapamadığın için üzüntü duyacaksın!
Ebu
Katade gibi diğer insanların da benzeri mukabelede bulunma isteklerine
karşılık Cibril-i Emin gelip, düşmana mukabelede bulunmak istendiğinde
sadece karşı taraftn yaptığı kadar bir karşılık vermek gerektiğini; ancak her
hôliikôrda sabredip işi Allah'a havale etmenin daha hayırlı olduğunu
bildirecekti.v'"
Şehitlerin Uhud'a
Emanet Edilmesi
Allah
Resülü (sallallalıu aleyhi ve sellern), şehitlerin üzerlerindeki zırhları
çıkarmalarını ve:
-
Onları, kanları ve elbiseleriyle birlikte gömün, diyerek olduğu gibi hepsini
Uhud meydanına gömmelerini emretti. Böylelikle Uhud şehitleri, yıkanmadan ve
üzerlerindekilerle birlikte Uhud'a gömülmüş oluyordu.
Cansız bedenini
gördüğü zaman dört defa tekbir getirdiği Hz.
Hamza'nın
bulunduğu yerde duran Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), önüne
getirilen her bir şehidi onun yanına koyduracak ve
129 İstirca, ölüm haberi alınınca, hepimiz
Allah'a aitiz
ve vakti geldiğinde yine hepimiz de O'na döneceğiz manasında 'İnna liltdh ve inna
ileyhi rdeian' demektir.
130
Bkz.
Nahl, 16/126. Bu hadise için bkz. Tirmizi, Sünen, 5/299 (3129); Ahmed İbn
Hanbel, Müsned, 5/135 (21267); Hakim, Müstedrek, 2/391 (3368), 2/484 (3667);
Nesai, Sünenü'l-Kiıbra, 6/376 (11279)
ı71
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
namaz kılıp dua
edecekti. Böylelikle amca ve süt kardeş Hz. Hamza için Uhud' da yetmiş defa
namaz kılınmış oluyordu.
Hemen
mezarlar kazılmaya başlanmıştı; ancak o kadar insanın her birisine müstakil
bir mezar kazacak durumları da yoktu. Gelip Efendimiz'e durumu arz edince Allah
Resülü, iki veya üç kişiyi bir mezara koymalarını emredecekti. Denilenler
aynen karşılık buluyor ve hiçbir yoruma tabi tutulmadan uygulanıyordu. Sıra,
kazılan mezarlara şehitleri koymaya gelince bu sefer de hangisini önce mezara
yerleştirecekleri konusunda kararsız kalmışlardı. Efendimiz, bunun üzerine,
Kur'an'ı en çok bilenlere öncelik tanınmasını emretti.
Abdullah İbn Amr İbn Haram ile Amr İbn Cemiih, Harice İbn
Zeyd ile Sa'd İbn Rebi', Nu'môrı İbn Malik ile
Abdullah İbn Hashas ve Abdullah İbn Cahş ile de Hz. Hamza aynı
kabre konulanlar arasındaydı. O gün üç kişi bir arada Uhud'a emanet edilenler
de vardı.
Efendiler
Efendisi, babası gömülmeden önce ona sarılıp da ağlamaya başlayan Hz. Cabir'e
bakacak ve:
-
Onun için ister ağla ister ağlama; siz onu mezarına koyacağınız ana kadar
melekler kanatlarını açmış ona gölgelik yapıyorlar, buyuracaktı.v'
Hz. Mus'abım Son Hali
Allah
Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem) O gün, kendisinden önce Medine'ye elçi
olarak gönderdiği Mus'ab İbn
Umeyr'in yanına da
gelecekti. Mus'ab, Allah davası uğruna kol ve kanadını feda etmiş olmasına
rağmen, arkada Resülullah'ı yalnız bırakıp da gidiyor veya O'na uzanacak bir
elin önüne geçip de engelleyemeyecek olmanın hacaletiyle yüzünü saklamaya
çalışmış Uhud'da yatıyordu. Şefkat ve merhametle uzun uzun süzdü onu. Ardından:
-
Müminlerden öyle yiğitler vardır ki Allah'a verdikleri sözü yerine getirip
sadakatlerini ispat ettiler. Onlardan kimi, üzerine düşeni eda edip yiğitçe
gitti, kimi de o anı intizar etmekteler. Onlar, ver-
131 Hz. Cabir ve babası Hz. Abdullah için Efendimiz'in ifade
buyurduğu müjdeler için bkz . .Al-i İmran, 3/169; İbn Kesir, el-Bidaye
ve'n-Nihaye, 4/47,48; Vôhidi, Esbabü Nüzüli'l-Kur'an, 132, 133
172
Beklenen Gelişme
dikleri sözde zerre
miktar inhiraf yaşamadılar.P" mealindeki ayeti okudu.
Uhud'un sancaktarı
Hz. Mus'ab'ı örtecek kefen bulunamıyordu.
Meşakkatli
günlerin yükünü omzunda buraya kadar taşımıştı ama bugün, nimetlerinden
istifade etmeden ukbaya yürüyordu. Durumdan Allah Resülü'nü haberdar
ettiklerinde:
- Üzerindekilerle baş kısmını örtün ve ayaklarına da
izhir otundan koyun, buyurdu. Denilenler yerine getirilince onun başucunda
durarak Hz. Mus'ab'ın yarı ot yarı hırka kefenine uzun uzadıya baktı ve
dudaklarından şu cümleler döküldü:
- Seni Mekke'de ilk gördüğümde, üzerinde ne paha
biçilmez kıymetli elbiseler vardı. Senden daha güzel giyin en yoktu Mekke'de!..
Şimdi ise sen, saçların dağılmış ve sadece eski bir hırkanın içinde, başın
bile dışarıda, açıkta yatıyorsun!
Sonra da Uhud meydanına döndü. Bu seferki hitabı,
Mus'ab dahil bütün şehitlere idi. Allah için bedenini ortaya koyanlara Allah'ın
Resülü şehadette bulunuyordu:
-
Allah'ın Resülü şehadet ediyor ki, kıyamet gününde sizler, Allah katında da
şehitlersiniz.
Herkesin üzerine düşen bir şeyler vardı ve Allah Resülü'nün,
arkada kalanlara da diyecekleri olacaktı. Döndü ve herkesin kulağına küpe
olacak şu cümleleri söylemeye başladı:
- Ey insanlar! Onları ziyaret edin ve gelin buralara!..
Onlara selam verin. Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin olsun ki bunlar,
kıyamet gününe kadar kendilerine selam veren her bir Müslüman'ın selamını alır
ve onlara bu selamı iade ederler.
Belli ki ashabdan bazıları mahcubiyet yaşıyordu; zira
Uhud'a çıkıp savaşmayı onlar istemiş ve bu sebeple Uhud'da yetmiş tane arkadaşlarını
bırakmışlardı. O, Resülullah'tı ve diyeceği her şeyi daha baştan kabullenmiş
görünüyorlardı. Ancak Allah Resülii, onlara en küçük bir ima da bile bulunmadı
ve asla öncesine dönüp de, "Ben size dememiş miydim?" manasına
gelebilecek bir tek kelime bile etmedi. Çünkü O (sallallahu aleyhi ve
sellern), insanlar arasında yerleştirmek istediği istişareyi, sonucu ne olursa
olsun her şeyden daha önemli
132 Ahzab,33/23
173
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
görüyordu. Bunun için
Müsebbibii'l-Esbab'a yönelecek ve ashabım Uhud'a emanet ettikten sonra:
- Hep beraber saf tutun; Rabbime senada bulunacağım,
diyecekti. Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ister de ashab onu yapmaz
mıydı hiç? Daha bu kelimeler dudaklarından dökülür dökülmez, önde erkekler ve
arkada da kadınlar-s" olduğu halde Uhud'da saf tutuvermişlerdi. İşte bu
sırada Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), yönünü kıbleye çevirecek ve
uzun uzadıya dua edecekti.P"
Senelerin işinin bir güne sığdığı yoğun bir mesainin
ardından, Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) atına binip Uhud'dan
ayrıldı; Medine'ye geliyordu. Yolda, Mus'ab İbn Umeyr'in hanımı Hamne Binti
Cahş ile karşılaştı:
-
Ey Hamne! Dişini sık ve karşılığını Allah'tan bekleyerek sabret, buyurdu. Acı
bir haber alacağını anlayan Hz. Hamne:
- Kimin için ya
Resülullah, diyordu.
- Dayın Hamza İbn
Abdulmuttalib için, buyurdu. Bunun üzeri-
ne Hz. Hamne:
- İnna lillah ve inna ileyhi raciün! Allah (celle
celaluhü) onu mağfiretiyle kucaklasın! Onun için şehadet ne güzel, dedi.
Arkasından Resül-ii Ekrem Hazretleri:
- Dişini sık ve karşılığını sadece Allah'tan bekleyerek
sabret, diye ikinci kez seslendi. Yüreğine bir kor daha düşmüştü Hz. Hamne'nin:
- Kimin için ya
Resülullahl
- Kardeşin Abdullah
İbn Cahş için!
- İnna lillah ve inna
ileyhi raciünl Allah (celle celaluhü) onu mağ-
firetiyle kucaklasın!
Onun için de şehadet ne güzel!
- Dişini sık ve
karşılığını sadece Allah'tan bekleyerek sabret!
- Kimin için
sabredeyim ya Resülullahl
133
o an için yanında on dört kadın sahabe olduğu söylenmektedir. Bkz. Vakıdi, Megazi,
1/314
134
Bkz. Buhari, Edebü'l-Müfred, 1/243 (699); Ahmet b. Hanbel, Müsned, 3/424;
Taberarıi, Mu'cemu'l-Kebir, 5/47 (4549)
174
Beklenen Gelişme
- Kocan Mus'ab İbn
Umeyr için!
İşte
bu söz, bardağı taşıran son damla olmuştu Hz. Hamne için. Dayı ve kardeşten
sonra kocasının da Uhud'da kaldığını duyan Hamne, kendinden geçecek ve bir
çığlık koparacaktı:
- Vah başıma
gelenlere!
Başından
bu yana Hz. Hamne'nin tepkilerini takip eden Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern), bu sefer de ashabına dönüp şöyle diyecekti:
- Ne de olsa kadın
için, kocasının yeri bir başka!
Bütün
bu olup bitenlere rağmen Medine, beklenmedik bir metanet ortaya koyuyor ve
Uhud'a emanet edilen yakınlarını öne sürerek asla Uhud'dan dönenleri baskı
altında tutmayı düşünmüyordu. Hatta bunun da ötesinde, sanki hiçbir şeyolmamış
gibi davranıyor ve Resülullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sağ salim dönmüş
olmasının sevincini duyuyordu.
Gün
ortasında Resülullah'ın öldürüldüğü haberini duyan Ensar' dan bir kadın,
Uhud'dan dönüşü duyunca heyecanla ashab-ı Resülullah'ı karşılamaya çıkmıştı.
Onun gelişini gören biri, kardeşiyle babasının; diğeri de oğluyla kocasının
şehit olduğunu söylüyordu. Ancak o, bunları sanki duyınamış gibi yine
koşturmaya devam ediyor ve önüne gelene:
- Resülullah nerede?
O'nun durumu nasıl, diye soruyordu.
Onun haline Uhud' dan
dönenler de şaşırmıştı:
-
Allah'a hamdü senalar olsun
ki hayır üzerinde ey filanın annesi, diye cevapladılar. Bunun üzerine o:
-
Bana O'nu gösterin; mübarek yüzlerine bakıp da O'nu görmek istiyorum, diye
mukabelede bulundu. Efendiler Efendisi'nin yanına gelip de O'nun nur cemalini
temaşa edince, tarihe tanıklık edecek şu cümleyi söyledi:
-
Anam babam Sana feda olsun ya Resülullah! Seni sağ salim gördükten sonra artık
bana bütün musibetler hafif gelir!
Efendimiz'in
bindiği atın yularından tutan Sa'd İbn Muaz'ın annesi, Uhud'dan gelenleri
istikbal için koşmuş geliyordu. Onu görünce Hz. Sa'd:
175
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
- Annem, ya Resülullah, dedi. Resülullah (sallallahu
aleyhi ve sellern) de, Sa'd'ın annesini teselli etmek için hatırını soracak ve
gönlünü almaya çalışacaktı. Bu sırada kadın Allah Resülü'ne daha da yaklaşmıştı;
mahzun ve düşüneeli duruyordu. Zira bir diğer oğlu Amr İbn Muaz Uhud'da kalmıştı. Onu teselli etmek
için alttan alarak konuşmak ve oğlu Amr'ın şehadet haberini onunla paylaşmak
istemişti. Ancak o metin insan, Uhud'u baştan sona kadar yaşayan ve yetmiş
tane ashabını orada bırakıp da gelen Habib-i Zişan Hazretlerine dönecek ve
şunları söyleyecekti:
-
Seni sağ ve salim olarak gördüm ya, bundan sonra hangi musibet bizi sarsabilir
ki!
O gün bu hadiseler, yaşanılan sıkıntılar karşısında
yılmayıp metanetle duruşun ifadesiydi. Hadiselerin şokunun hala devam ettiği
bu ilk anlarda böyle davranmak, ancak mert insanların yapabileceği bir şeydi.
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), böyle davranıp olgunluk gösteren
bir kadını yine de teselli etmek istiyordu. Onun için şunları söyledi:
- Ya Ümme Sa'd! Hem sana hem de şehitlerin ailelerine
müjdeler olsun! Çünkü onların şehitleri cennette, omuz omuza birlikte arkadaş
olacak ve kendi ailelerine de şefaat edecekler!
- Biz Senden razıyız
ya Resülullah, diyordu Hz. Sa' d'ın annesi.
Aramızda Sen olduktan
sonra onlara kim ağlar ki! Sadece Senden, arkada kalanlar için dua istiyorum.
Onun
bu talebini de kırmayacaktı Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem);
ellerini kaldırdı ve şöyle dua etti:
- Allah'ım! Onların kalplerindeki hüznü silip kaldır,
başlarına gelen musibet yarasını sarmalarını kolaylaştır ve arkada kalanların
bundan sonraki günlerini de ihsanınla tezyin et!
Sonra da Hz. Sa'd'a
döndü:
- Ya Eba Amr, diyordu. Senin ev halkının yarası açık!
Unutma ki onlardan bugün yara alan her bir fert kıyamet gününde, bu hallerinden
daha güzel bir durumda haşrolacak; renk, kan rengi ama koku, misk kokusu gibi!
Haydi, aranızdan kimler yaralı ise gitsin ve evinde yaralarını tedavi etsin!
Beni düşünerek kimse evime kadar gelme zahmetinde bulunmasın!
Bunun üzerine herkes
evlerine çekilmiş ve yaralarını tedavi
Beklenen Gelişme
ile
meşgulolmaya başlamıştı. Resül-ii Kibriya Hazretleri de artık, hane-i
saadetlerine gelmişti. Çok geçmeden de Hz. Bilal, akşam namazı için ezan okudu
ve bunun üzerine mescide gelerek akşam namazını kıldılar.
Akşam
namazından sonra Abdieşheloğulları yurduna giden Sa'd İb Muaz, kendi hanımı
başta olmak üzere Abdieşheloğullarının kadınlarını toplamış, Hz. Hamza'ya
ağlamak için Mescid-i Nebevi'ye geliyordu. Çünkü o, Medine'ye girerken
Abdieşheloğullarının kadınlarını toplanmış ve kendi şehitlerinin arkasından
ağladıklarını gördüğünde Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellern):
- Hamza'ya gelince
onun hiç ağlayanı yok, dediğini duymuştu.
Sahabe
hassasiyetiydi ve o andan itibaren herkes, önce Hz. Hamza için ağlamaya duracak
ve sonra da kendi şehitlerinin üzerine ağlayacaktı.
Yatsı
namazına çıktığı sırada Mescid-i Nebevi'den gelen ağlama seslerini duyan Allah Resülü
(sallallahu aleyhi ve sellern), bunun sebebini soracak ve Hz. Hamza için
ağlayan Ensar kadınları olduğunu duyunca da önce onlara dua edecek ve ardından
da evlerine dönmelerini emir buyuracaktı.
Yatsı
namazını da kıldıran Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern),
istirahat etmek için hücre-i saadetlerine yöneldi. Bu sırada ashab-ı kirarn
hazretleri, Mescid-i Nebevi ile hücre-i saadetleri arasında saf tutmuş O'nu
teşyi' ediyorlardı. Bilhassa Evs ve Hazreç'ingözü, muhtemel tehlikelere karşı
sürekli bu kapının üzerindeydi: Mescid-i Nebevi'ye otağlarını kurmuş nöbetleşe
Allah Resülü'nü bekliyorlardı.
İşte,
başlangıçtan buraya kadar ifade edilen bütün hadiseler, hicretten otuz iki ay
sonra, Şevval ayının bir cumartesi günü başlamış ve aynı gün nihayete ermişti.
Demek ki zaman, bir güne bu kadar gelişmeyi sığdırabilecek kadar genişti ve
dilerse insan, zamanını bu kadar bereketli kılabilirdi!
Uhud'a
giderken yoldan dönen ve ashab arasında nıoral bozukluğuna sebep olan
münafıklar, yaptıklarından dolayı üzülüp pişmanlık duyacaklarına bir de tutmuş
yapılanların yanlış olduğunu söyle-
177
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
yip
Medine'de yeni bir kazan daha kaynatıyorlardı. Bilhassa reisIeri konumundaki
Übeyy İbn Selül, Uhud'da aldığı yarayı tedavi etmeye çalışan oğlu Abdullah'ı
karşısına almış:
- Senin O'nunla birlikte savaşa gitmen benim fikrim
değildi; zaten Muhammed de beni dinlemedi ve çoluk çocuğun aklına uydu. Bütün
bunların olacağını zaten ben görüyordum, diyordu. Babasına söz geçiremeyeceğini
bile bile Hz. Abdullah:
- Allah'ın, Resfılullah ve ashabı hakkındaki takdiri
her zaman daha hayırlıdır, diye mukabelede bulunmak istiyor ve babasının da
kadere rıza göstermesi gerektiğini hatırlatıyordu. Ancak bütün bunlar fayda
vermeyecekti.
Bu arada bir kısım
Yahudiler de boş durmuyor:
- Muhammed mülk peşinde; zira bir Nebi bu türlü şeye
düçar olmazdı! Baksanıza, bedenine yara bile almış! Zaten ashabı da perişan,
diyerek Efendimiz'in haşa Nebi olmadığını söylemeye çalışıyorlardı.
übeyy İbn Selfıl'ün
yanında yer alan bir kısım münafıklar da:
- O öldürülenler de bizimle beraber dönmüş olsalardı
öldürülmezlerdi, diyerek ashab arasındaki vahdet-i ruhiyeyi sarsmak istiyorlardı.
Onların bu sözünü duyan Hz. Ömer, doğruca Efendimiz'in huzuruna gelecek ve
duyduklarını O'nunla paylaşacaktı. Elbette onun gibi müteheyyiç bir fıtrat,
sadece paylaşmakla kalmayacak, bu adamların kellesini almak için ısrarla izin
isteyecekti.
- Ya Ömer, dedi Efendimiz! Şüphen olmasın ki Allah
(celle celaluhü), mutlaka dinini izhar edip Nebi'sini de aziz kılacaktır. Yahudilerle
anlaşmamız var; onları öldürmek olmaz, buyurdu İnsanlığın Emini. Yerinde
durmakta zorlanan Hz. Ömer:
-
Ya şu münafıkları, diye ileri atıldı. Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem):
- Onlar da, 'ld ilôhe illallah, Muhammedün
Resiilullah' diye şehadet getirmiyorlar mı, mukabelesinde bulundu. Boyuunu
büken ama hala talebinde ısrar eden Hz. Ömer şunları söyleyecekti:
- Evet ya Resfılullah! Ama onlar bunu, kılıçtan
korktukları için yapıyorlar. Şimdi ise durumlan daha da netleşti; bu sıkıntılı
süreçte Allah (celle celaluhü), nasılsa içlerinde gizleyip durdukları şeyleri
ortaya çıkardı.
Beklenen Gelişme
Doğruydu; ancak din,
zahire göre hükmetmeyi emrediyordu.
Onun için Efendiler
Efendisi, meseleye şu cümlelerle son noktayı koyacaktı:
- Ben, 'Eşhedü en
la ilôhe illaIlah ve en ne Muhammeden Resti-
Iullah' diyen bir insanı öldürmekten
menedildim.
Hz. Ömer'e bir de
müjdesi vardı Allah Resülü'nün:
- Ey Ömer, diye
başladı cümlesine. Ardından ilave etti:
- Bizler rüknü
selamlayacağımız ana kadar bir daha Kureyş'terı
böyle bir mukabele
görmeyeceğiz!
Aradan
birkaç gün daha geçip de ortalık yeniden durulmaya başlayınca Übeyy İbn SeIUl,
rengini değiştirmeye başlayacak ve mii'min görüntüsü sergileme gayreti içine
girecekti. Hatta cuma günü Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) hutbeye
çıkıp da insanlara hitap etmek istediğinde o da ayağa kalkacak ve insanları
Resülullah'ı dinleme konusunda teşvik eden sözler söyleyecekti.w
Cumartesi
akşamından itibaren yaralarını sarıp da evinde dinlenmeye çekilen ashab, pazar
sabahı Hz. Bilal'in ezanıyla birlikte Mescid-i Nebevi'ye gelmişti.
İnsanlığın
Emini Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), dünden bu yana düşünüp duruyor
ve bir türlü emin olamıyordu. Sonuç itibarıyla Mekke açısından iş ortada
kalmıştı; savaşmış ama bir şeyelde edemeden geri gitmişlerdi. Yolda giderken
kanaatlerini değiştirip yeniden Medine'ye saldırmayı düşünebilirlerdi. Onlara
böyle bir fırsatı vermemek gerekiyordu. Aynı zamanda Uhud sonrasında otori-
135
Onun bu şekilde söz söylemeye hakkı olmadığını söyleyen bazı sahabiler, Abdullah
İbn Übeyy İbn Selül'ii eteklerinden çekecek ve haddini bilmesi gerektiğini
söyleyeceklerdi. Gelgitleri o kadar açıktı ki, belli bir duruş sergileyemiyor
ve sürekli zikzak yaşıyordu. Nihayet Mescid-i Nebevi'derı dışan çıkmak zorunda
kalmıştı. Onu kapıda gören bir başka sahabi, dışan çıkışının sebebini soracak
ve o da, iyilik yapmak istediği halde kötiilük gördüğünü ifade ederek oradan
uzaklaşacaktı. Arkasından kendisini tevbe ve istiğfara çağıranıara da kapısını
kapayacak ve Resiilullah (s.a.s.) dahil kimsenin, kendisi hakkında istiğfarda
bulunmasını istemediğini söyleyecekti. Bkz. İbn Hişarn, Sire, 4/56; Siiheyli,
Ravdu'I-Dnf,3/293
179
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
tenin yine Medine'de
olduğunu herkese ilan etmek lazımdı.
Bu arada Allah Resülü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem)
yamna Abdullah İbn Amr İbn Av! gelmiş ve Kureyş ordusunun, endişe
edilen hususlarla ilgili haberlerini getirmişti. Gerçekten de Kureyş, Melel
denilen yere geldiğinde aralannda bir durum değerlendirmesi yapmış ve elleri
boş olarak geri dönmenin yanlış olduğunu, yeniden Medine'ye saldırarak
Müslümanlan kökten temizlemek gerektiğini konuşur olmuştu. Onlara göre Mekke'ye
dönerken ne ellerinde bir ganimet ne de köle ve cariye bulunuyordu.
Savaşmışlardı ama ellerinde bu savaşı kazandıklarını ifade eden herhangi bir
unsur da yoktu. "Savaşı biz kazandık." deseler bile bunu ispat
edebilecekleri hiçbir şey yoktu ellerinde:
- Ne yaptınız ki, diyorlardı. Onların gücünü kırdınız
ve ağır bir darbe vurdunuz ama yine de onları kendi hallerine bıraktınız! Esas
hedef olması gerekenlerin hepsi de yaşıyor ve bu yarınımız adına büyük bir
tehlike demektir. En iyisi mi gelin geri dönelim ve hepsinin kökünü kazıyalım!
Ancak
herkes aynı kanaatte değildi. Safvan İbn Ümeyye ileri atılacak ve şunları
söyleyecekti:
- Ey kavmim! Sakın bunu denemeyin! Şu anda onlar, her
zamankinden daha fazla öfkeliler ve ben, Uhud'da bulunmayanlan da yanlarına
alarak üzerimize geleceklerinden korkuyorum. En iyisi mi siz, elde ettiğinizle
yetinip hemen geri dönün. Çünkü ben, yeniden onlara saldırdığınızda bu halinizi
de kaybedeceğinizden korkuyorum!
Hz. Abdullah'tan bunları dinleyen Efendimiz, yanına
çağırdığı Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'le önce meseleyi istişare edecek ve ardından
da Hz. Bilal'e seslenerek insanlara şöyle tebliğde bulunmasını talep edecekti:
- Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), sizin
düşmanınızı takip etmenizi emrediyor! Yalnız, bizimle birlikte sadece, dün
Uhud'da olanlar gelsinler!
Zaten
Cibril-i Emin de gelmiş, Rabb-i Rahim'inden şu mesajları getirmişti:
- Düşman birliklerini takip edip arkadan sıkıştırmada
gevşeklik göstermeyin! Eğer siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da tıpkı
ı80
Beklenen Gelişme
sizin
gibi acı çekiyorlar. Kaldı ki Siz Allah'tan, onların ümit edemeyecekleri
birçok şeyleri umuyorsunuz. Allah her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet
sahibidir.P"
Davet eden Efendimiz olur da sahabe bu davete icabet etmez
miydi hiç! Onca yaraları, yakınlarından şehit olanların acısı, arkada kalan
yetimlerin gözyaşı ve tükenen takatlerine rağmen onların hepsi yeniden
kılıçlarına sarılacak ve bir çırpıda, Resülullah'ın sancağının altında
toplanıvereceklerdi. Onların bu halini Kur'an da bayraklaştıracak ve Allah
(celle cclaluhü), Resülullah davet ettiği zaman bir Müslüman'ın alması gereken
tavrı belirleme adına ebedi kelamında bu gayreti şu ifadelerle takdir edecek,
ahirette alacakları mükafatı ortaya koyacaktı:
- Hele o yara aldıktan sonra Allah'ın ve Resülii'niin
çağrısına uyup gönül verenlere, hele onlar gibi ihsan ve takva sahiplerine pek
büyük mükafatlar vardır.v?
Efendimiz'in
mesajını aldığı sırada Üseyd İbn Hudayr138 gibi yaralarını
tedavi etmekle meşgulolanlar da vardı. Duyar duymaz:
- Allah ve Resülü için işittik ve itaat ediyoruz; baş
üstüne, diyecekler ve üzerlerindeki yaralara, henüz dinmeyen kana rağmen kılıçlarını
alıp meydana çıkacaklardı. Sadece Beni Selime kabilesinden yaralarıyla birlikte
emre itaat edip Efendimiz'le birlikte yeniden yola düşen kırk yaralı vardı.
Übeyy İbn Seltil de bu takibe katılmak istemiş, ancak
Efendimiz tarafından onun bu talebine olumlu cevap verilmemişti. Zaten Hz.
Bilal'in nidasındaki ayrıntı, onun gibi Uhud'un yolundan geri dönenlerin bu
takibe gelemeyeceklerini açıkça ifade ediyordu.
Medine'de
yine İbn Ümmi Mektitm vekil tayin edilmiş, sancak da Hz. Ali'ye verilmişti.v?
136 Nisa, 4/104
137 Ai-i İmran, 3/172
138
O gün Hz. Üseyd'in dokuz yarası vardı. Onun gibi emre itaatle Resı1lullah'ın yanına
koşan Tufeyl İbn Nu'man'ın on üç, Ka'b İbn Malik ve Hıraş İbn Sımme'nin onar,
Kutbe İbn Amir'in dokuz yarası vardı. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/335; Salihi,
Sübiılii'l-Hiida ve'r-Reşad, 4/308-309
139
Sancağın Hz. Ebü Bekir'e verildiği de bildirilmektedir. Bkz. Vftkıdi, Megazi,
1/335; Salihi, Sübülii'l-Hüda ve'r-Reşad, 4/309
ı8ı
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Medine'den
ayrılmadan önce Mescid-i Nebevi"ye girecek ve burada iki rekat namaz
kılarak öyle yola çıkacaktı. Bu sefer Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellem), 'Sekb' adındaki atına binmişti ve orduda O'ndan başka da ata
binen yoktu. Üzerinde yine zırh ve başında da miğfer vardı; hatta o kadar ki,
dışandan bakıldığında sadece mübarek gözleri görülebiliyordu. Hz. Talha'yı
gördüğünde:
- Silahın nerede,
diye sordu.
- Yakında ya
Resülullah, diye cevapladı ve hemen gidip silahı-
nı kuşandı Hz. Talha.
O da ağır yaralıydı ve o gün, sadece göğsünde dokuz yara bulunuyordu. Buna
rağmen o:
-
Resülullah'ın bedeninde bu kadar yara varken benimkilerin ne önemi var, diyor
ve Allah Resülü'nün duyduğu acıyı da ruhunda hissederek yoluna devam ediyordu.
Efendimiz ona:
- Şu anda onlar
nerede olabilirler, diye sordu.
- Seyyale'de diyordu
Hz. Talha.
- Ben de öyle tahmin
etmiştim! Ama unutma ki ey Talha, Allah
(celle celaluhü) bize
Mekke'ye girmeyi nasip edeceği ana kadar asla böyle bir Uhud yaşatamayacaklar,
buyurdu.
Bu
arada Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), ashab arasından üç kişiyi
seçerek onlan Harnraü'l-Esed cihetine öncü kuvvet olarak gönderdi. Bunlar,
Eslem kabilesinden Süfyan İbn Talk'ın iki oğlu Selit ve Nu'tııatı ile
Uveyroğullarından bir başka sahabi idi. Önceden gidecek ve gelişmelerden Allah
Resülü'nü haberdar edeceklerdi.v'?
Uhud'un
yorgunluğu ve yaralan sebebiyle Hamraü'l-Esed'e kadar soluğu yetmeyen
Uveyroğullarının bu isimsiz sahabisi dışındaki Selit ve Nu'man kardeşler
hedefe ulaşacaklar ve Mekke ordusu hakkında bilgi toplamaya başlayacaklardı.
Ancak geri dönüp yeniden Medine'ye saldırma planlan yapan Mekke ordusu
tarafından fark edilmeleri uzun sürmedi ve bunun üzerine her ikisi de oracıkta
şehit edildi.H'
140
Bu
sahabinin adını ashab, büyük ihtimalle Uhud'un yorgunluğu sebebiyle Hamraü'l-Esed'e
kadar ulaşamadığı için vermemiştir. Bkz. Vakıdi, Megazı, 1/335; Salihi,
Sübulü'l-Hiida ve'r-Reşad, 4/310
141
Resül-ü Kibriya HazretIeri Harrıraü'l-Esed'e gelince, derin bir üzüntii içinde
182
Beklenen Gelişme
Ashab
arasında, bir gün önce Uhud'da olup da Resülullah ile birlikte Hamraü'l-Esed'e
doğru yola koyulmayan neredeyse bir tek sahabi bile kalmamıştı. Hiç yola
çıkamayacak olanlar bile bir yolunu buluyor ve Efendimiz'in emrine itaatten
taviz vermek istemiyordu. Abdieşheloğullanndan Raft' ve Abdullah İbn Sehl kardeşler
de bunlardandı, İkisi de ağır yaralıydı; Abdullah'ın yaralan Rafi'e nispetle
daha derindi ve miinadinin sesini duyar duymaz aralannda konuşup sürüne sürüne
yola çıkacaklardı.
O
gün Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabına emrederek odun
toplattıracak ve akşam olunca da ateş yakmalarını isteyecekti. Gecenin
karanlığı basınca Hamraü'l-Esed, beş yüz ateşle kendini gösterir olmuştu.
Gecenin karanlığında yakılan bu beş yüz ateşin hem görüntüsü hem de haberi
hızla yayılıyordu ve belli ki bu, keyfiyet itibariyle yakalanılan konumun
kemiyet planında da elde edildiğinin bir göstergesiydi. Tabii olarak bu
manzara, Mekke ordusu açısından ayrı bir baskı oluşturuyordu.
Bu
arada Efendimiz'in yanına, daha önce aralarında istihbarat anlaşması bulunan
ve Tihôme' de142 olup bitenlerden Allah Resülii'nii haberdar
edeceğinin sözünü veren Ma'bed İbn Ebi Ma'bed geldi:
-
Ya Muhammed, diyordu. Allah'a yemin olsun ki Senin ve ashabının başına
gelenler bizi de üzdü. Allah'ın Seni yüceltmesini ve bu musibeti başkalarına
vermesini ne kadar da isterdik!
Oturup
bir müddet konuştular. Daha sonra ayrılmak için izin isteyen Ma'bed'e Efendimiz
de eşlik edip bir müddet beraber yürüdüler ve nihayet Hamraii'l-Esed'derı
ayrılan Ma'bed, doğruca Mekke ordusunun bulunduğu yere geldi.
Bu
sırada Mekke ordusu, Safvan İbn Ümeyye gibi bazıları Mekke'ye dönme fikrinde
ısrar etmiş olsalar da çoğunluk yeniden Medine'ye saldırma fikrinde birleştiği
için toparlanmış, hareket etmek
onlan buraya görnecek
ve onlar için dua edecekti. Bk2. Vfıkıdi, Megazi, 1/335; Salihi, Sübülü'l-Hüda
ve'r-Reşad, 4/310
142
Tihame, Necid'in alt taraflannda kalan ve Mekke'yi de içine alan Hicaz bölgesinin
genel adıdır. Bk2. Hamevi, Mu'cemu'l-Büldan, 1/440
ı83
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
üzereydi. Ma'bed'in
gelişi, işte tam böylesine kritik bir zamana denk gelmişti. Onu görünce Ebu
Süfyan, yanındakilere dönerek:
- İşte bu Ma'bed'dir!
Onda mutlaka yeni haberler vardır, dedi.
Arkasından da:
-
Ne haber ey Ma'bed? Oralardan ne haberler getirdin, diye sordu. Bunun üzerine
Ma'bed, şunları söylemeye başladı:
-
İşin doğrusu ben, Muhammed ve ashabını, daha önce görmediğim kadar büyük bir
kuvvetle peşinizden gelirken gördüm. Size karşı öfkeden yanıp tutuşuyorlar. Evs
ve Hazreç halkından dün onlarla beraber olmayanlar da gelip aralarına
katılmışlar! Size ulaşıp da intikam almadan geri dönmeyi de düşünmüyorlar!
Başlarına gelenler konusunda çok öfkeliler ve dün yaptıklarına da bin
pişmanlar! İşin özü, size karşı öyle bir kin ve nefretleri var ki bu zamana
kadar ben, öylesini hiç görmedim!
Söylenilenler
karşısında şaşkınlığını gizleyemeyen Ebu Süfyan, önce:
- Yazıklar olsun
sana! Nelerden bahsediyorsun sen, diye çıkıştı.
İstifini bozmadan
devam eden Ma'bed:
-
ValIahi de sen buradan ayrılmadan atlarının alınlarını görürsün, diyerek bir
adım daha attı. Onun sözleri, Ebu Süfyan'ı daha da endişelendirmişti.
Tereddütlü bir ses tonuyla:
-
Halbuki biz, tekrar onlara saldırıp köklerini temizleme kararı almıştık, dedi.
Bir taraftan başını iki yana sallayan Ma'bed diğer yandan şunları söylüyordu:
-
Bunu yapmanızı hiç tavsiye etmem! Onların görünüşü o kadar mehib idi ki ben,
gördüğüm bu manzara karşısında onlar için şiir bile yazdım!
Ebu
Süfyan daha da meraklanmıştı ve yazdığı şiirleri de okumasını istedi
Ma'bed'den. O da, uzun uzun şiirini okumaya başladı. Şiirinde, Medine
ordusunun heybet ve gücü karşısında yaşadığı endişeyi dile getiriyor ve bu
ordunun hedefindeki Mekke ordusuna yazık olacağı şeklindeki endişelerine yer
veriyordu. Dil oturaklı, ifadeler de oldukça etkiliydi. Sözün gücü karşısında
Ebu Süfyan'ın nutku tutulmuş, tasvirler karşısında adeta yüreği parçalanmıştı.
Derin derin düşünüyordu. Medine'ye yeniden saldırmama konusunda demek ki Safvan
haklıydı. Zihninde olup bitenleri ölçüp biçiyor ve belli ki
ı84
Beklenen Gelişme
nihai bir karara
varmak istiyordu. Her halinden endişe okunuyordu ve nihayet geri dönüp Mekke'ye
hareket için orduya emir verdi.
Ortaya
konulan stratejiler netice vermiş ve Mekke ordusu, söz ve görüntünün gücüne
yenik düşerek korkmuş, seri adımlarla ve kestirmeden Mekke'ye dönüyordu. Yolda
giderken bir kervanla karşılaşacak ve bu kervanla Allah Resülü'ne:
-
Biz yeniden toparlanıp saldıracak ve Seninle ashabının kökünü kazıyacağız,
diye haber göndermeye çalışacaktı. Belli ki kaçarken bile gururundan taviz
vermek istemiyor, korkudan iki büklümken bile meydan okumaya devam ediyordu.
Haber kendisine ulaşınca Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) sadece:
- Allah bize yeter ve
bizim için O, ne güzel vekildir, diyecekti.
Zira
onların bu sözleri, inanan insanlara güç ve kuvvet veriyordu. Zaten çok
geçmeden Cibril-i Emin de gelecek ve onların sarf ettiği sözlerden de
bahsederek sadece Allah'a güvenip tevekkül etmenin isabetli olduğunun haberini
getirecekti.w'
Efendiler
Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), pazartesi, salı ve çarşamba günlerini
Hamraü'l-Esed'de geçirdikten sonra, düşmanını sindirip Uhud'un yaralarını da
sarmış olarak yeniden Medine'ye geri dönecekti. Çünkü Hamraü'l-Esed, tek başına
müstakil bir gazve değildi. Uhud'la başlayan sürecin bir parçasını
oluşturuyordu.
143
Bkz. N-i İmran, 3/173, 174; Taberi, el-Camiu'l-Beyan, 4/180; İbn Kesir, Tefsir,
1/431; Vahidi, Esbabü Niizüli'l- Kur'an, 135
185
~
Bir
badire daha atlatılmış ve müşrikler yeniden geri püskürtülmüştü. Ancak bundan
emin olmak gerekiyordu. Bu arada etraftan gelen haberler de iç açıcı değildi;
Uhud'un yaralarını sarıp Hamraii'l-Esed'den de zaferlerini tescil ettirerek
dönen Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashab-ı kiram, yoğun geçen iki
günün ardından yaralarını sarma fırsatı bulmuşlardı. Ancak gelen haberler,
buna ayıracak zamanın bile olmadığını gösterir mahiyetteydi. Zira Uhud' da
yetmiş sahabenin şehit oluşu ve Mekke ordusunun kendince bir zaferle (!) geri dönüşü, fırsat bekleyen başkalarının
da iştahını kab artmış ve Medine'ye saIdırma duygularını tetiklemişti.
Kendilerince, Müslümanların kökünü kazımak için Medine'ye saldırınanın tam
zamanıydı ve bunun için ittifaklar kurulmaya, anlaşılan mekanlarda asker
toplanmaya çoktan başlanmıştı! Tabii olarak bu haberler, Resül-ü Ekrem'in
kulağına da geliyordu.
Elbette
bunlar da çözülecekti; ancak Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern),
stratejilerini düşmanın atacağı adımları bekleyerek ortaya koyma yerine daha
aktifbir yol izleyerek kendisinin belirleyeceği düzlemde yürümeyi tercih
ediyordu. Bu dönemde de aynı tavrı sergileyecek ve daha birileri Medine'ye
saldırı hazırlığı yürütürken karşılarında Müslümanları buluvereceklerdi. Aynı
zamanda bu, savaşla zaman kaybetmemenin bir başka adıydı; zira henüz yola
koyulmadan dağıtılan şer odaklarının bir daha toplanmasına imkan yoktu ve en
azından bu, savaşarak açılması muhtemel yaraların, daha işin ba-
187
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
şındayken önüne
geçilmesi anlamına geliyordu. Çünkü zaman, müspet hareket adına yapılması
gerekenleri yapma zamanıydı.
Allah Resülü de sırasıyla bu adımları atacak ve bir
taraftan Ceziretii'l- Arab' da güvenliği sağlayıp adını nakşederken diğer
yandan da etrafa muallimler göndererek Kur'ani düşüncenin yaygınlaşmasını
hedefleyecekti. Bunun için etrafa keşifkolları gönderiyor, seriyye ve
gazvelerle Hicaz'daki hakimiyetini tescil ediyordu. Etrafa muallimler yolluyar
ve ilahi mesajın muhtevasına muttali olmak için Medine'ye gelenlere de
rehberlik yapıyordu.
Mekke müşriklerinin yine gelecekleri, gidişlerinden
belliydi. En azından onlar yeniden toparlanıp gelecekleri ana kadar Kur'ani düşünce,
toplumun geneline mal edilmeli ve kitleler tarafından hüsn-ü kabulle
karşılanmalıydı. Bunun için zaman, yarın ne olacağını bekleyerek vakit geçirme
değil, yarını inşa adına sabırla aktiviteyi birleştirerek istikbale yürüme
zamanıydı.
Beri tarafta her şeye rağmen devam eden bir hayat vardı
ve hayatın bu akışı içinde yaşanan olaylara paralelolarak Cibril-i Emin'le
olan münasebet bütün canlılığıyla devam ediyordu. Uhud'da kocası Sa'd İbn
Rebi'i şehit veren Hz. Amre Binti
Hazm,144 karnı burnunda ve yanında Hz. Sa'd'ın emanetleriyle
birlikte huzura gelecek ve şunları söyleyecekti:
- Ya Resülullahl İşte şunlar, Seninle birlikte Uhud'da
savaşırken şehit olan Sa'd'ın kızlarıdır! Bunların amcaları ise gelip bütün
mallarına el koydu ve yeğenlerine hiçbir şey bırakmadı. Bu konuda bize nasıl
bir yol gösterirsin ya Resülullah? Halbuki bunlar, ellerinde imkan olmadığı
halde yarınları adına hiçbir mesafe alamaz ve kendi yuvalarını da kuramazlar!
Gerçekten acı bir
durumdu; bir tarafta kocasını kaybetmiş bir
144 Hz. Sa'd'ın
hanımının adı, Amre Binti Haram olarak da zikredilmektedir. Hz.
Sa'd'ın
mirasına el koyma işi, Efendimiz (s.a.s.) Hamraii'l-Esed'e gittiği sırada
yaşanmış ve Hz. Amre de Efendimiz (s.a.s.) döndükten sonra huzura gelerek durumunu
arz etmiştir. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/330; İbn Esir, Üsiidü'l-Ğabe, 3/388; İbn
Hacer, el-İsabe, 8/30 (11495)
188
Uhud Sonrası
Gelişmeler
kadın
ve diğer tarafta da, o güne kadarki genel teamüle uyarak şehit olan kardeşinin
mallarına el koyan bir anlayış.v'? Huzurunda bulunan iki yetim masuma bakarak
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern):
-
Umulur ki Allah (celle celaluhü), bu hususta da son hükmü verir, buyurdu.
Anlaşılan Cibril-i Emin'den gelecek cevabı bekliyordu ve bu cevabın gelmesi de
gecikmeyecekti,
Çok
geçmeden mirasla ilgili hükümleri getiren Cibril-i Emin, vefat edip de arkada
yakınlarını bırakanlar için Allah'ın nihai hükümlerini bildiren mesajları
birer vahiy olarak Resülullah'a arz ediyordu.t-"
Bunun
üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Cabir İbn Abdillah'ı
göndererek Sa' d İbn Rebi'in hanımıyla kardeşini huzuruna çağırttı. O sırada
Belliaris İbn Hazreçliler arasında bulunan ve emr-i nebevi karşısında koşarak
icabet eden yorgun kardeşe döndü ve:
-
Sa' d'ın iki kızına malın üçte ikisini, kızların annesine de sekizde birini
ver; geri kalanı da senindir, buyurdu. İlk defa bir miras taksiminde
bulunuluyordu ve bunu duyan Sa'd'ın hanımı Amre, bulunduğu yerden kendini
tutamayıp:
-
Allahu Ekber, diye tekbir getirmeye başladı. Zira ilahi adalet tecelli
ediyordu. Demek ki kadına da mirastan pay verilebiliyordu! Demek ki miras
konusunda da artık, gücü elinde bulunduranların dedikleri değil, Allah'ın
adaleti tecelli edecek ve insanlar mağdur olmaktan kurtulacaklardı! O kadar
sevinçliydi ki onun bu tekbiri mescidin diğer köşelerinden de duyulacaktı.ts?
Aynı
zamanda bu, ilahi hükümlere göre yapılan ilk miras taksimi anlamına geliyordu.
Medine için bu yeni bir haber demekti ve
145
o gün için mirastan kız çocuklara pay verilmez, erkek çocuklardan da, sadece
eli kılıç tutabilecek olanlara pay ayrılırdı, Konuyla ilgili İslami hükümler
henüz ortaya konulmadığı için, insanlar eski anlayışlarına göre muamele ediyor
ve aralanndaki malı da bu anlayışa göre taksim ediyorlardı. Bkz. Taberi,
el-Camiu'I-Beyan, 4/275; İbn Esir, Üsiidü'l-Ğabe, 2/96; Vakıdi, Megazi, 1/330
146 Bkz. Nisa, 4/11;
Vahıdi, Esbabu Niizüli'l-Kur'an, 1/50
147
Hz. Amre'nin, kocası Hz. Sa'd şehit olduğunda karnında taşıdığı çocuğuna bu mirastan
pay verilmemişti. Bkz. Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 3/374 (15062); EbU Davüd,
Sünen, 3/121 (2892); Tirmizi, el-Camiu's-Sahih, 4/414 (2092); İbn Mace,
Sünen,2/908(2720)
189
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
bazı insanlar, o güne
kadarki uygulamalarına son veren bu hükümleri duyar duymaz huzura gelerek
önce:
- Ya Resülullah! Senden bize ulaşan haberin aslı nedir,
diye tetkik edip işin aslını öğrendikten sonra da şu tepkide bulunacaklardı:
- Ya Resülullah! Yani şimdi biz, babasının bıraktığı
mirastan kızlara hisse mi vereceğiz! Halbuki onlar, ne ata binebilir ne de cephede
cenk yapabilirler. Aynı zamanda onlar, elde ettikleri bu mallarla evlenip
başkalarına gidecek kızlardır! Hem biz, henüz eli kılıç tutmayan küçük
çocuklara da mirastan pay mı vereceğiz! Halbuki onların bize bir faydası
yoktur!
Bunun üzerine Efendimiz de, huzuruna gelip de yeni
uygulamayı garipseyen bu insanlara gelen Kur'an ayetlerini okuyacak ve
Allah'ın bu husustaki son hükümlerini onlara tebliğ edecekti.t-" Emreden
O olduktan sonra ne denebilirdi ki! Hükmün kesinleştiği anlaşıldıktan sonra da
sahabe olmanın gereği hemen yerine getirilecek ve bundan sonra kimse, kendi
arzu ve isteklerine göre mal taksimine girişmeyecekti.
Yetirn Hakkı ve Çok Eşliliğe Gelen Sınır
İnsanlar
arasında adalet, genel anlamda güçlünün tayin ettiği esaslar üzerinde yürüyen
bir sistemdi. Bu sistemin içinde bir insanın, sırtını dayayacağı güçlü bir
dayanağı yoksa işi bitik demekti. Yetim çocuklar da aynı durumdaydı. Sıklıkla
yaşanan savaş ve nereden çıktığı bile belli olmayan kavgalarda bir hiç uğruna
ölenlerin geride bıraktıklan çocuklan, genellikle yakınlan tarafından himaye
altına alınır ve onlara miras kalan malların da himaye edenlerin tasarrufuna
geçtiğine inanılırdı. Bu çocuğun kız olması durumunda mesele daha da vahimdi.
Zira bu malın başkalanna dağılmasını önlemek ve bir başkasının bunlarda hak
iddia etmesine zemin hazırlamamak için kız çocuklar evlendirilmez, yahut da
onlarla hamisi bulunduklan yakınlan evlenir; bütün mallanna el koyduklan yetmiyormuş
gibi aynı zamanda bu evlilik karşılığında onlara mehir anlamında hiçbir bedel
de ödemezlerdi.
Zaten cahiliye
döneminde Araplar, diledikleri kadar kadınla ev-
148
Bkz. Taberi, el-Camiu'l-Beyarı, 4/275; İbnü'l-Esir, Üsüdü'l-Ğabe, 2/96, 97;
Vakıdi, Meğazi, 1/330 vd
190
Uhud Sonrası
Gelişmeler
lenebilir
ve diledikleri zaman da onlarla yollarını ayırabilirlerdi. Tamamen erkeğin
egemen olduğu bu toplumda evlilik veya boşanma, kimsenin karışmadığı adiyattan
bir mesele haline gelmişti. Bir yönüyle bu, tabii karşılanan bir hadiseydi;
çünkü bitip tükenme bilmeyen savaşlarda erkeklerin ölüm oranı üst noktalara
kadar ulaşmıştı. Ortalıkta dul kalan birçok kadın ve buna bağlı olarak da yetim
kızlar bulunmaktaydı. Dolayısıyla bu, kendi haklarını savunamayan yalnız bir
kadının toplum içinde heder olmasının önüne geçebilmek için tabii ve olağan
karşılanan bir durumdu. Bugüne kadar herhangi bir hüküm gelmediği için aynı
uygulama hala devam ediyordu.
Nihayet
Cibril-i Emin Allah Resülü'ne, bu meseleye de neşter vuran uygulamayı
getiriyordu. Önce:
-
Ey insanlar, diye başlanmış ve muhatabın sadece Müslümanlar olmadığının vurgusu
yapılmıştı. Çünkü bu beyanlar, herkese hitap ediyordu. Bu genellemenin ardından
gelen uyarı şu şekildeydi:
-
Sizi bir tek kişiden yaratan ve ondan da eşini yaratıp o ikisinden birçok
erkekler ve kadınlar türeten Rabbinize karşı gelmekten sakının. Adını anıp
kendisini vesile ederek birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'a saygısızlık
etmekten ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakınınız. Allah sizin üzerinizde
tam bir gözeticidir.
Bütün
insanlığın aynı baba ve annede birleşen bir tek aile oluşturduğunu,
dolayısıyla insanların bu hukuka uygun davranmaları gerektiğini bildiren bu
ifade, bundan sonra anlatılacaklar için mükemmel bir girişti. Böyle bir
ifadenin ardından herkes dikkat kesilecek ve bundan sonra gelecek hükmü
dinlemeye duracaktı. İşte şimdi o hüküm geliyordu:
-
Yetimlere mallarını verin, temizi verip murdarı almayın, onların mallarını
kendi mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü böyle yapmanız gerçekten büyük bir
günahtır.
Demek
ki artık, himayeye alman yetim kızlar konusunda insanlar diledikleri gibi
davranamayacak, mal ve mülklerinde istedikleri tasarrufta bulunamayacak ve
onları kendi iradelerinin dışında bir hayat yaşamaya mahkum edemeyeceklerdi.
Hz. Aişe Validemizin de dediği gibi bu ayet, farklı gerekçelerle hakları
elinden alman yetim kızlar için insanları adalete davet eden çok önemli bir
mesajdı. Çünkü ayet devamla şunları söyleyecekti:
191
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
- Himayeniz altındaki yetim kızlarla evlenince
haklarını gözetemeyeceğinizden, adaleti sağlayamayacağınızdan endişe
ederseniz, onlarla değil, size helal olup arzu ettiğiniz diğer kadınlarla iki,
aç veya dört hanım olmak üzere evlenin.
Bu
beyanlar, o günkü uygulamalar açısından başlı başına bir devrimi ifade
ediyordu. Meselenin iki yönü vardı:
Öncelikle
yetim hakkı ne kadar önemliydi ki Allah (celle celaluhü), onlar arasında
adaleti gözetemerne endişesinin olduğu yerde, onlan evlere hapsedip diledikleri
kimselerle evlenmelerine müsaade etmeme, kendilerine hiçbir bedel ödemeden
kendi nikahları altına alma, mal ve mülklerine el koyma şöyle dursun, onlar
konusunda adil olunamaması durumunda yetimleri kendi iradeleriyle baş başa
bırakıp başka kadınlarla evlenmenin tercih edilmesi gerektiğini söylüyordu.
Buna
bağlı ve dolaylı olarak da, kimsenin kanşmadığı ve bir yönüyle de zımnen
takdir ettiği sayısız evliliğe sınır getiriyor ve bu durumda adaleti
vazgeçilmez bir şart olarak ileri sürüp:
-
Eğer bu takdirde de aralannda adaleti gerçekleştirmekten endişe ederseniz, bir
kadınla veya elinizin altında olan cariyelerle yetinin. Bu durum, adaletten
aynlmamanız için en uygun olanıdır, diyerek bu rakamın en fazla dört
olabileceğini ifade ediyordu. Ancak, dikkatlerden kaçmayan bir ifade daha
olacaktı; Kur'an şöyle diyordu:
-
Olanca gücünüzü kullanarak çaba sarfetseniz de kadınlar arasında adaleti temin
etmeye güç yetiremezsiniz.v'?
Anlayan
anlamıştı; Allah (celle celaluhü) insanların bir kadınla evIiliklerini birer
esas olarak alıyor ve istisnai durumlarda ve zaruretler söz konusu olduğu
yerde, 'adalet' şartını ileri sürerek vicdanlara hitap ediyor ve o güne
kadar sınırsız olarak kullanılan rakamı dörtle sınırlandınyordu.
O
gün ashab arasından Nevfel İbn Muaviye beş'>", Hôris İbn Kays
sekiz's' ve Gaulôr: İbn Seleme de152 on kadınla evliydi.
Bunların
149 Nisa, 4/129
150 Beyhaki, Sünen,
7/184 (13835); İbn Kesir, Tefsir, 1/452
151
Ebu Davüd, Sünen, 2/272 (2241); İbn Mace, Sünen, 1/628 (1952); Darekutni,
Sünen, 3/270 (100)
152
Gaylan İbn Selerne Müslüman olduğunda nikahı altında on tane kadın bulunuyordu
ve onun Müslüman olmasıyla birlikte onlar da birlikte Müslüman olmuşlar,
192
Uhud Sonrası
Gelişmeler
her
birisi de Efendimiz'in huzuruna gelecek ve durumlarını arz edeceklerdi. Allah
Resülii, her birine de dört tanesini yanlarında tutmalarını ve geride
kalanlarla da yollarını ayırmalarını tavsiye ediyordu.
Kadınlara tanınan hak
ve özgürlükler bunlarla da sınırlı değildi.
Zaten bu ifadeleri
bünyesinde bulunduran sureye de, 'kadın' manasında
'Nisô' denilmişti. Şöyle devam ediyordu:
- Evleneceğiniz
kadınlara mehirlerini gönül hoşluğu ile verin.
Eğer mehrin bir
kısmını gönül rızasıyla size bağışlarlarsa onu içinize sine sine afiyetle
yeyin.
Allah'ın
sizin maişetinizin başlıca vesilesi kıldığı mallarınızı, aklı ermeyen
kimselerin ellerine vermeyin. Bu malları işleterek elde edeceğiniz gelirle
onların ihtiyaçlarını sağlayın, giyeceklerini temin edin ve onlara tatlı sözler
söyleyin, güzel tavsiyelerde bulunun.
Yetimleri
evlenme çağına varıncaya kadar gözetip deneyin. Akılca olgunlaştıklarını
görürseniz mallarını kendilerine teslim edin. Büyüyünce ellerine alacakları
düşüncesiyle o malları israfla tüketmeyin. İhtiyacı olmayan veli, yetim malına
tenezzül etmesin. Muhtaç olan ise meşru surette, ihtiyaç ve emeğine uygun
olarak yararlansın. Onlara mallarını teslim ettiğinizde bunu şahitlerle tesbit
ettirin. Allah hesap sorandır ve O'nun hesap sorması kafidir .153
Görüldüğü
gibi ayetler, yetim kızlarla kadınlara ait hakları birer birer sıralamakta ve
bu haklarını tespitte o güne kadar hiç olmayan bir irade beyanında bulunarak bu
tercihi kadınlara vermekteydi. Öyleyse bundan sonra toplumda kadın, irade
beyanında bulunabilen, söylediği zaman sözü dinlenen, hakkını elde etmek için
bunun peşine düşebilen ve talep ettiği hakkı da bizzat Allah tarafından tespit
edilen reel bir varlıktı.
Uhud
sonrası ilk seriyye, EbU Seleme'nin yüz elli kişilik Benü Esed İbn Huzeyme seriyyesiydi.
Henüz aradan iki ay geçmiş, Muhar-
söz
konusu ayet geldiğinde de sadece dördü onunla birlikte nikahlı kalarak diğerleri
yollarını ayırmışlardı. Bkz. Tirmizi, el-Camiu's-Sahih, 3/435 (1128); Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 2/83 (5558); Beyhaki. Sünen, 7/183 (13827)
153 Nisa,4/1-6
193
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
rem
ayının hilali daha yeni görülmüştü. Huveylid'in iki oğlu Tuleyha ve Selerne, Benü
Esed arasında eli kılıç tutan herkesi savaşa teşvik etmiş ve Medine'ye
saldırmak için büyük bir ordu hazırlamıştı.
Bu
haberi alır almaz Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), henüz Uhud'un
yaralı aslanı Ebu Seleme'yi yanına çağırdı ve hemen bir seriyye ile Benü
Esed'e gidip meseleyi yerinde çözmesi gerektiği emrini verdi. Bunun üzerine
harekete geçen Ebu Selerne, yanındaki yüz elli kişilik kuvvetle birlikte Benü Esed
yurduna geldi.
Beri
tarafta, Efendimiz'in bir seriyye ile üzerlerine geldiğinin haberini alan Benü Esed,
büyük bir panik yaşamış ve savaştan vazgeçtiği gibi aynı zamanda çil yavrusu
gibi dağılıvermişti. Ordudan arta kalan, onlarla birlikte kaçamayan develer ve
koyunlardı.
Bir
problem daha, problem olmadan fark edilmiş ve yerinde bastırılarak düşmanların
hevesleri kursaklarında bırakılmıştı. Hedef yerini bulmuş ve Ebu Selerne ve
arkadaşlan da, bir müddet orada bekledikten sonra deve ve koyunlan da alarak
Medine'ye dönmüşlerdi.v-
Yine
Muharrem ayının bir perşembe günü Allah Resülü'ne, Halid İbn Süfyan
el-Hüzelf'nin Medine'ye karşı bir ordu topladığının haberi gelmişti. Bunun
üzerine Habib-i Zişan Hazretleri, Abdullah İbn Üneys'i, konuyu tahkik
için haberin geldiği bölgeye gönderdi.
Abdullah
İbn Üneys'in geri dönüşü bir hayli uzamış ve Abdullah İbn Üneys tam on sekiz
gün sonra Medine'ye gelebilmişti. Halid İbn Süfyan'ın yanına kadar sokulmayı
başarmış ve durumun ciddiyetini görünce fırsatını bulduğu bir sırada onu
öldürerek şer şebekesinin daha toplanmadan dağılmalarını netice verecek bir
adım atmıştı. Tek başına gidip de problemsiz bir şekilde meseleyi halledip
gelen Hz. Abdullah'a Resül-ü Ekrem Hazretleri, elindeki asayı ona verecekve:
-
Seninle Benim ararnda bu, kıyamet gününde en büyük delil olacak, buyuracaktı.w
154
Bu seriyyenin üzerinden çok geçmeden Ebu Selerne vefat edecektir. Bkz. Vakıdi,
Megôzi, 1/343
155 Abdullah İbn
Üneys vefat etmeden önce, Efendimiz'in o gün kendisine verdiği
194
Uhud Sonrası
Gelişmeler
Hala
Bedir'in intikamını alamadığını ve Uhud gibi bir fırsatı değerlendiremediğini
düşünen Mekke, inadından vazgeçmiş değildi; kin ve nefretle oturuyor, intikam
yeminleri edip şiddetle kalkıyorlardı! Bir aralık Ebu Süfyan, etrafına topladığı
bir grup delikanlıya şunlan söyleyecekti:
-
Aranızda Muhammed'in işini bitirecek bir yiğit yok mu? Baksanıza, biz bu kadar
acı içinde kıvranırken O, çarşı-pazarda rahat dolaşabiliyor!
Topluluk
içinden buna cesaret edecek birisi çıkmamıştı; zira bu, öncelikle ölümü göze
almak demekti ve Medine'ye kadar tek başına gelip Muhammed'i öldürmek öyle her
babayiğidin yapacağı bir iş değildi. Ebu Süfyan, yine eli boş evinin yolunu
tutmuştu.
Bir
müddet sonra Ebu Süfyan'ın kapısı çalmaya başladı. Açtığında, karşısında
bedevi bir delikanlı duruyor ve:
-
Şayet bana söz verir ve taleplerim konusunda cömert davranırsan, ben gider ve
O'nu öldürürüm! Çünkü ben, bu işleri iyi bilirim; bak, işte kuş tüyünden hafif
hançerim bu işi yapmak için hazır bekliyor, diyordu.
Ümitleri
tam kesildiği noktada yeniden yeşermişti Ebu Süfyan'ın. Gözlerinin içi
parlıyordu. Bu iş, ancak böylesine fedailerle gerçekleştirilebilirdi ve
kapıdan içeri aldığı adama önce:
-
Sen, tam aradığımız adamsın, dedi Ebu Süfyan. Keyfine diyecek yoktu.
Delikanlıya yağız bir deve ve onu memnun edecek kadar mal mülk verdi. Artık
anlaşmışlardı. Ardından da:
- Sakın bunu kimseye
söyleme ve sadece seninle benim ararnda kalsın! Çünkü ben, bunu birilerinin
duymasından ve hemen gidip Muhammed'e yetiştirmesinden endişe ediyorum, diye
tembih etti. - Bunu kimse bilmeyecek, diye teminat verdi delikanlı da. Derken,
gecenin karanlığında devesine binen genç, altı günlük bir yolculuğun sonunda
Medine'ye gelmişti. Dikkat çekmemeye ça-
lışıyor ve
karşılaştığı insanlara Efendimiz'i soruyordu. Mescid-i Ne-
bu
asayı, kefeninin yanma koymalannı vasiyet edecek ve böylelikle peygamberi
müjdeye nail olacağını düşünecektir. Bkz. İbn Hişarn, Sire, 6/31; Taberani, Mu'cemu1-Kebir,
18/406 (101); İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 4/160
195
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
bevi'ye
kadar gelmişti. O sırada Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) orada
bulunmuyordu; Abdieşheloğullarının diyarına gitmişti. Delikanlı da doğruca
buraya geldi. Devesini bir yere bağlayarak ashab arasında oturup onlarla
konuşan Allah Resülii'niin yanına kadar yaklaştı.
Delikanlının
gelişini görünce Efendiler Efendisi, yanındakilere dönmüşve:
-
Şu delikanlı var ya, niyeti hiç iyi değil; bir kötülük düşünüyor! Ama endişe
etmeyin; Allah'a yemin olsun ki Allah (celle celaluhü), onunla planladığı
şeylerin arasına girecek ve onun maksadını gerçekleştirmesine müsaade
etmeyecektir, buyurmuştu.
Derken bu sırada genç
de yanlarına gelmiş:
-
Hanginiz Abdulmuttalib'in oğlu, diye soruyordu. Efendiler Efendisi ses verdi:
- Abdulmuttalib'in
oğlu benim!
Bunun
üzerine bedevi genç, sanki O'na gizli bir şey söyleyecekmiş gibi yanına
yaklaşmak istedi. Onun bu niyetini sezen ve az önce Efendimiz'den duyduğu
cümleleri de düşünen Üseyd İbn Hudayr:
-
Resülullah'ın yanından uzak dur, diyor ve elbisesinden tutmuş çekiyordu. O
kadar çekmişti ki, adamın belinde sakladığı hançeri ortaya çıkıvermişti. Bunun
üzerine Hz. Üseyd:
-
Ya Resülullah! İşte niyeti kötü olan adam bu, diye seslenmeye başladı.
Delikanlının kolu
kanadı kırılıvermişti! Canından korkuyordu!
Üseyd
İbn Hudayr, delikanlının yakasından tutmuş, herhangi bir zararı dokunmasın diye
iyice çekiyordu. İyice sıkıştığını gören genç, bir taraftan:
-
Kanım .. kanım ya Muhammed, diye seslenip canını kurtarmak için Efendimiz'in
şefkatine sığınırken diğer yandan da içinde bulunduğu zor durumdan
kurtulabilmek için eman diliyordu. Efendiler Efendisi, delikanlıya döndü ve
şunları söyledi:
-
Doğruyu söyle! Sen kimsin ve buraya niçin geldin; şayet doğruyu söylersen bu
sana fayda verir. Zaten yalan beyanda bulunsan da Ben, senin gizlediklerine
muttali olurum!
-
Ben emniyette miyim? Güvenebilir miyim, diyordu. Resül-ü Kibriya Hazretleri:
196
Uhud Sonrası
Gelişmeler
-
Evet, güvendesin, diye teminat verdi. Bunun üzerine genç, Mekke' den itibaren
yaşadıklarını anlatmaya başladı teker teker; Ebu Süfyan'ın gençlerden yardım
dilernesini, Medine'ye ve Medinelilere duyduğu öfke ve kini, Resülullah'tan
intikam almak için nelere tevessül ettiklerini ve evine gittiği zaman
kendisine vadettiği dünya nimetlerini anlattı bir bir ...
Adam
çôziilmüştü ama ashab-ı kirarn açısından mesele haUı tehlike arz etmeye devam
ediyordu. Hala emin olamıyorlardı; Üseyd İbn Hudayr, genci yakın takibe almış
ve o akşam da evine götürüp hapsetmişti.
Ertesi gün, Allah
Resülü, genci yeniden yanına çağırdı ve:
-
Ben sana em an vermiştim; şimdi istediğin yere gidebilir yahut senin için
bundan daha hayırlı olan başka bir işi tercih edebilirsin, dedi. Belli ki,
kendisine tuzak kuran bu genci de yanına almak istiyordu. Bakışlarındaki
sıcaklık, ses tonundaki kucaklama zaten genci eritmişti ve hemen sordu:
- Daha hayırlı olan
şey de ne?
- Allah'tan başka
ilah olmadığına ve Beninı de O'nun Resülü
olduğuma
şehadet etmen, buyurdu Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem). Bu kadar
sıcak ve içten bir davete icabet etmemek olur muydu hiç! iliklerine kadar huzur
yudumlayan genç önce:
-
Ben şehadet ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur ve Sen de Allah'ın
Resülii'sün, dedi. Ardından da şunları söyledi Allah Resülü'ne:
-
ValIahi de ya Muhammed! Sen ne kadar da şefkat dolu bir insansını Seni görür
görmez adeta aklı m başımdan gidiverdi ve elimkolum bağlanıp ne yapacağımı
şaşınverdim! Sonra Sen, benim esas maksadımı ne çabuk da anlayıverdin; halbuki
onu hiç kimse bilmiyordu ve zaten bilse de bunun haberini Sana getirecek kimse
olmamıştı! işte o zaman ben anladım ki Sen, olumsuzluklar karşısında muhafaza
altındasın. Doğruyu temsil eden de Sensin; Ebu Süfyan'ın peşinden gidenler ise,
şeytanın askerleri!
Efendiler
Efendisine tebessüm ettiren cümlelerdi bunlar! Bir badire daha problemsiz
atlatılmıştı. .. Yine öldürmek için gelen bir insan, Resülullah'ın iklimine
girince hayat bulmuş ve heybelerini huzurla doldurmuş öylece geri dönüyordu.
197
Efendimiz (salIallahu
aleyhi ve sellem)
İki Acı Tecrübe: Raci' ve Bi'r-i Maüne
Hayır yolunda koşmak, öyle kolay değildi ve ağır bedel
istiyordu. Zira bunu yaparken acı tecrübeler de yaşanacak, masum görünümlü
tuzaklara hedef olunacak ve bu yolda din adına belli başlı kurbanlar da
verilecekti.
Hicretin dördüncü yılı Safer ayıydı. Uhud sonrasında
zafiyet yaşadığını düşündükleri Medine, Hamraü'l-Esed'le müşriklerin yanıldığını
göstermiş ve hemen arkasından müşriklerin iki ayrı yerde gösterdikleri teşebbüs
de, daha başlamadan yerinde müdahaleyle akim bırakılmıştı. Bunu gören kin
tüccarları, bu sefer farklı bir yol deneme kararı alıp Medine'ye geldiler.
Bunlar, Adal ve Kare halkına mensup insanlardı; Müslüman
olduklarını ve kendilerine dinin ahkamını öğretecek mürşide ihtiyaçları
olduğunu söylüyor ve Resülullah'tan, kendilerine Kur'an'ı öğretecek muallim
talebinde bulunuyorlardı. Hükümler, dışa yansıyan niyetlere göre verilirdi ve
zahirde hayırlı bir gelişme vardı. Öyleyse taleplerine olumlu cevap verilmeli
ve kendi iradeleriyle dini tercih eden bu insanlar, rıza utkuna ulaşmalarını
kolaylaştıracak rehberlerden mahrum bırakılmamalıydı.
Bir
insanın Müslüman olmasını, dünya dolusu nimetten daha büyük bir sermaye olarak
değerlendiren Allah Resülü'nü sevindiren bir husustu bu ve Suffe ashabından on
kişiyi seçerek söz konusu kabilelere gidip onlara din adına rehberlik
yapmalarını emir buyurdu. Başlarında emir olarak Asım İbn Ömer İbn Hattab bulunuyordu.v"
Derken
yola çıkılmış ve Hicaz tarafında bulunan Hüzeyl kabilesinin kullandığı Raci'
denilen kuyunun başına kadar gelinmişti ki, önceden hazırlanan senaryo devreye
konularak ashab-ı kirarn hazretleri ateş çemberinin içine alınıverdi!
Lihyanoğullarından yüz kadar okçu, saklandıkları yerden çıkmış, etraftarını
kuşattıkları ashaba saldırıyorlardı.
Önce, kendilerini
sağlam bir zemine atabilmek için yüksekçe bir
156 Bazı rivayetlerde. bu heyetin emiri olarak Mersed
İbn Ebi JI,{ersed'in adı geçmektedir. Bkz. İbn Hişam, Sire, 4/123, 136,
6/19; Taberi, Tarih, 2/207; İbn Sa'd, Tabakat. 2/55
198
Uhud Sonrası
Gelişmeler
dağa çıkmak isteyen
ve sayıca diğerlerinin onda biri kadar olan ashabın etrafındaki çember giderek
daralıyordu:
-
Şayet teslim olursanız söz veriyoruz, sizden kimseyi öldürmeyeceğiz, diyorlar
ve böylelikle hepsini esir almak istiyorlardı. Hamraü'l-Esed'de Efendimiz'in
söylediği sözler kulaklarına küpe olmuştu ve aynı delikten iki defa ısınlmayı
düşünmüyorlardı. Çünkü, Müslüman olduklarını söyleyerek kendilerini Medine'den
buralara kadar getiren adamlar bir anda kayboluvermiş ve onları ölümle baş başa
bırakarak bir kenara çekilivermişlerdi. Kim bilir, teslim olsalar ne oyunlar
oynayacak ve başlarına ne gaileler açacaklardı! Onun için kanlarının son
damlasına kadar savaşmayı tercih etmişlerdi. Şehadetin kaçınılmaz olduğunu
gören .Asım İbn Ömer, bir taraftan ok atıyor, diğer yandan da:
-
Allah'ım! İçine düştüğümüz MIden Resülü'nü haberdar et, diye Allah'a niyazda
bulunuyordu. Elinde yedi tane oku vardı ve bunların her biriyle bir kafiri yere
devirmişti. akları bitince mızrağına sarılmış ve onunla da yanına yaklaşanları
delik deşik etmişti. Elindeki mızrak da kırılınca kılıcının kınını kırmış ve
bir taraftan onu sallarken diğer yandan da şöyle niyazda bulunmuştu:
-
Allah'ım! Hayatta olduğum sürece ben, Senin dinini korumak için savaştım; Sen
de şehit olduktan sonra benim bedenime müşrik eli değdirmel's?
Eldeki
kıt imkanlarla hazırlıklı bir kitleye karşı uzun zaman savaşmanın imkanı yoktu
ve çok geçmeden yedi sahabe oracıkta şehit
157
Onlar için Asım'ı öldürmek yetmiyordu; cansız bedenini parçalamak ve kafasını
Mekkelilere götürme niyetindelerdi. Zira o, Bedir günü Ukbe İbn Ebi Muayt gibi
önemli adamlarını öldürmüştii. Onun kafasını gören Mekkelilerin kendilerine ne
kadar iltifat edeceklerini biliyorlardı. Bu maksatla cesedinin yanına vardıklarında,
üzerine üşüşen anlardan fırsat bulup yanına yaklaşamadılar. Allah (celle
celaluhü), duasını kabul etmiş, müşrik elinin bedenine ilişmesine müsaade etmiyordu.
Ertesi sabah erkenden gelir ve maksadımıza ulafl1'1z düşüncesiyle
yanından ayrıldılar. Sabah olup da geldiklerinde bu sefer de Hz. Asım'ı
bulamayacaklardı. Zira o gece şiddetli bir yağmur yağmış ve Asım'ın cesedini
de gelen seller bir meçhule doğru götürüvermişti. Hz. Asım'ın duası kabul görmüş
ve öldükten sonra bedenine müşrik elinin değmesine Allah müsaade etmemişti.
Bkz. Buhari, Sahih., 3/1108 (2880); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/294 (7915),
2/310 (8082); İbn Hişam, Sire, 4/124
ı99
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
olmuştu. Geride Hubeyb
İbn Adiyy, Zeyd İbn Desitme ve Abdullah İbn Tarık olmak üzere üç
kişi kalakalmışlardı.
Lihyanoğullan, teslim oldukları takdirde kendilerine
bir şey yapmayacaklarını tekrarlıyor ve işi daha fazla uzatmadan ok atıp kılıç
sallamayı bırakmalarını istiyorlardı. Bunun üzerine üç sahabe teslim olmuştu.
Önce, yaylarındaki sicimleri çözerek üçünün de ellerini
bağladılar. Bu durumdan rahatsız olan ve bir şey yapmayacaklarına dair
verdikleri sözü hatırlatan Abdullah İbn Tarık:
- İşte bu ilk hıyanet, diyerek itiraz edince üzerine
üşüşüp oracıkta onu da öldürdiiler.v'' Gerçekten de niyetleri kötüydü! İşin
ucunda diğerleri için de ölüm gözüküyordu.
Ellerini bağladıkları Hz. Hubeyb ve Hz. Zeyd'i ise
yanlarına aldılar ve doğruca Mekke'nin yolunu tuttular, ikisini de Mekkelilere
para karşılığında teslim ettiler.
Bedir'de büyük yara alan, onun intikamı için gittikleri
Uhud'dan da istedikleri neticeyi alamadan geri dönen Mekkelilerin keyfine
diyecek yoktu; en azından intikamlarını bu iki sahabeden alacak ve böylelikle
bir nebze olsun kinlerini teskin etme imkanı bulacaklardı! , Herkesin bu
bayrama (!) iştirak
etmesini istiyorlardı. Onun için ikisini de önce hapsettiler ve birkaç gün
sonra da Ten'im denilen mevkiye getirip hunharca şehit ettiler.v?
158 Bu sırada Hz. Abdullah, ellerindeki bağı bir
şekilde çözmeyi başarmış ve aynı zamanda kaçmaya başlamıştı. Ancak bu da onun
kurtulmasını netice vermeyecek ve onu da yakalayıp öldüreceklerdi. Bkz. Vakıdi,
Megazi, 1/354; İbn Sa'd, Tabakat, 2/56,3/454; Beyhaki, Delail, 3/402 (1226)
159
Mekkeliler onlan öldürme hazırlıklan yapadursunlar beri tarafta Allah Resülü
bir anda nazarlannı Mekke cihetine çevirmiş ve:
-
Ve aleyhisselam, buyurmuştu. Resülullah'ın içini bir anda hüzün kaplamıştı.
O'nun bu halini hayret ve merakla izleyenler, bir şey anlamamış ve sormuşlardı:
- Ya Resülullahl Bu selam, kimin selamına karşılıktı; kimin selamını aldınız?
- Hubeyb'in selamına
karşılık, buyurdu ve Hubeyb'in Mekke'de şehit edildiğinin
haberini
verdi onlara. Aynı zamanda bu selam, Hubeyb'in Mekke'deki son ciimleleri
olacaktı. Hz. Hubeyb, Allah yolunda darağacına konularak ilk idam edilen
Müslüman'dı. Onun şehadet haberi üzerine Allah Resülü (s.a.s.), Amr İbn Ümeyye
ve Selerne İbn Eslem'i Mekke'ye gönderecek ve onlar da, yaşadıklan birçok
200
Uhud Sonrası
Gelişmeler
Yine Sefer ayının içindeAmir İbn Malik adında bir şahıs Efendimiz'i
ziyarete gelmişti. Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) onu İslam'a
davet ediyordu ama adam, henüz bu kabul edecek değildi; ne Müslüman oluyor ne
de karşı koyduğunu söylüyordu. Müteredditti. Belli ki zamana ihtiyacı vardı ve
kendisi 'evet' diyemese de yakınlarının bu dinle buluşmasını arzu
ediyordu. Bunun için:
- Ya Resülullah, dedi. Ashabından bazılarını Necid
halkına göndersen de onlara İslam'ı anlatsalar; onların bu davete müspet cevap
vereceklerini sanıyorum.
- Necid halkının onlara bir kötülük yapmalarından
endişe ediyorum, diye karşılık verdi Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve
sellern). Bunun üzerine:
- Onlara ben kefilim,
diye teminat veriyordu Amir İbn Malik.
Dönemin
kültürü itibarıyla böyle bir söz senet sayılırdı; cehalet başını alıp gitmiş
olsa da sözünden dönmek er meydanlarından silinmek anlamına gelirdi. Zaten
Habib-i Zişan Efendimiz'in genel tavrı, her fırsatı değerlendirip insanlara bir
şeyler anlatmanın gayretini ortaya koymaktı. Aynı zamanda o bölgeden
Medine'ye, bugüne kadar Müslüman olanların emniyet ve güven açısından problem
yaşadıklarının haberi geliyordu. Hatta Rtl, Zekoôn, Usayye ve Lihyan gibi bazı kabileler haber göndermiş
ve bu güvenliği tesis adına Allah Resülü'nden yardım istemişlerdi.
Şartlar böyle bir talebe 'evet' demeyi
gerektiriyordu ve bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), ashab
arasından yetmiş kişi seçerek'?" onlardan Amir İbn. Malik'le birlikte
gitmelerini ve Necid halkına İslam'ı anlatmalarını istedi. Ellerine de,
gittikleri yerlerde bulunan liderlere verilmek üzere yazılan mektupları
vermişti. Emir olarak başlarında, Miuızir İbnAmr tayin edilmişti.'?'
Bunların
sıkıntıdan sonra Hz.
Hubeyb'in bedenini müşriklerin elinden kurtaracaklardı Bkz. İbn Hişarn, Sire,
4/126-127; Taberi, Tarih, 2/79-80
160
Bu sayının kırk olduğu da söylenmektedir. Bkz. Taberi, el-Camiu'l-Beyan, 4/173;
Taberi, Tarih, 2/82; İbn Kesir, Tefsir, 1/427
161 Hz. Münzir, şehadet arzusuyla yanıp tutuşan biri
olduğu için o gün kendisine, ölüme gönüllü boyun uzat an manasında 'el·MünJiku
li Yemtae' deniliyordu. Bkz.
201
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
hepsi, Allah
tarafından gönderilen mesajlarla Allah Resülü'nün beyanlarını çok iyi bilen 'suffe'
ashabından 'kurra' sahabelerdi.
Yola çıkıp da Maüne denilen kuyunun başına
geldiklerinde burada konakladılar. Bir taraftan develerini dinlendirip
otlatırlarken diğer yandan da Resülullah'ın gönderdiği mektupları ilgili
kişilere ulaştırmayı hedefliyorlardı. Bunun için aralarından üç kişi seçerek Amir
İbn Tufeyl'e162 gönderdiler.
Yola çıkıp da hedeflerine iyice yaklaşan bu üç kişiden Haram
İbn MilMn,163 diğer iki arkadaşını bir noktada bırakarak .Amir
İbn Tufeyl'in yanına yalnız gitmeyi deneyecekti:
- Ben onların yanına varıncaya kadar sizler yakınlarda
bulunun! Şayet bana eman verirlerse zaten bunu siz de görürsünüz; ancak beni
öldürmeye kalkışırlarsa hemen gider ve durumdan arkadaşlarınızı haberdar
edersiniz, diyordu.
Dediği gibi de yapacaktı. Geldi ve .Amir İbn Tufeyl'in
huzuruna girip Resülullah'ın mektubunu takdim ederek onları hak dine davet
etti.
Kendisine Resülullah'dan mektup gelen Amir, onu açıp
okumaya bile tenezzül etmeyip Hz. Haram'ı öldürme talimatı verdi. Bu talimat
üzerine Cebbôr İbn Siilmô; eline aldığı bir mızrağı Hz. Haram'a
arkasından saplayıverdi. Allah Resülü'nün elçisi kanlar içinde kalakalmış,
sırtından giren mızrak göğsünden çıkmıştı. Ölürken de nasihate devam
edilmeliydi ve Hz. Haram da, bir taraftan dünya meşakketlerinden kurtulmanın,
diğer yandan da Allah ve Resülü adına şehadet mertebesine ulaşmış olmanın
sevinciyle dopdoluydu. Eline bulaşan kanlarla yüzünü sıvazlayan Hz. Haram'ın
sinesine mızrak işlerken büyük bir haz içinde dudaklarından dökülen şu sözler
dikkatlerden kaçmamıştı:
İbn Hişam, Sire,
4/138; Taberani, Mu'cemu'l-Kebir, 20/357 (841); Taberi, Tarih, 2/81; İbn Hacer,
el-İsabe, 6/217 (8230)
162 Amir İbn Tufeyl, Efendimiz'e eman verip de Suffe
ashabından yetmiş kişiyi talep eden Amir İbn Malik'in yeğeniydi. Bkz. İbn Esir,
Üsüdii'l-Ğabe, 2/65; İbn Hacer, el-İsabe,3/600
163
Haram İbn Milhan. Ümmü Süleym Validemizin kardeşidir. Bkz. Beyhaki, Sünen,
9/225; İbn Abdilberr, İstiab. 1/337
202
Uhud Sonrası Gelişmeler
- Allahu Ekber!
Kabe'nin Rabbine yemin olsun ki kurtulduml'sDerken, mektup hedefine ulaşamadan
Haram İbn Milhan şehit olmuştu. Ancak Amir İbn Tufeyl'in kin ve nefreti bununla
teskin olacak gibi değildi ve Amiroğullarına seslenerek geride kalanların üzerine
yürüme talimatı verdi. Amiroğulları bu talimata uymayacaktı. Şaşılacak bir
durumdu; onları davet ediyordu ama amcası Amir İbn Malik'in Allah Resülü'ne
verdiği sözü nazara alarak Amiroğulları bu davete icabet etmiyordu.
Bir lider olarak Amir İbn Tufeyl'i cinnete sevk eden
bir husustu bu. Yerinde durmaya niyeti yoktu ve yakınındakiler kendisine 'evet'
demese bile etrafındakilerden destek alarak Resülullah'ın elçileri üzerine
yürüyecekti.
Çok geçmeden Usayye, Ri'l, Kare ve Zekvan kabilelerinden
oluşan büyük bir kalabalığın üzerlerine geldiğini gören gönül elçileri
kendilerini önce:
- ValIahi de bizim sizinle bir alıp veremediğimiz yok!
Biz sadece Resfılullah'ın verdiği bir iş için yolumuza gidiyoruz. Biz Allah ResüIü'nün elçileriyiz, dedilerse de
gözü dönmüş bu insanlara sözlerini dinletemediler. Bunun üzerine onlar da
kendilerini müdafaa etmek isteyecek, ancak güç dengesinin olmadığı yerde bu
müdafaa onlar adına istenilen neticeyi vermeyecekti. Anlaşılmaz bir husustu;
Allah ve Resülü'nün hayat veren mesajlarını ulaştırmak için yola çıkan ve
muhtaç gönüllere Allah'ın adını taşımaktan başka bir hedefleri olmayan bu
insanları kılıçtan geçiriyorlardı!
ı64
Hz. Haram'ın bu cümlesi, o gün kendisini öldüren şahsın hidayetine vesile olacaktı.
Çünkü bu, Cebbar için anlaşılmaz bir çıkıştı. Şaşırmıştı; elindeki mızrağı
saplayıp da öldürdüğü adam nasılolup da ölüme giderken 'kurtuldum' diye
haykırabiliyor, dünyadan giderken sürur izhar edip ölümü bu kadar aşkın bir
sevinçle karşılayabiliyordu! O an için anlam veremediği bu çıkış Cebbar'ın
zihnini hep meşgul edecek ve karşılaştığı insanlardan hep, Hz. Haram'ın son
sözlerinin manasını soracaktı. Kendi kendine:
-
Nasıl kurtuluş bu? Ben o adamı öldürmedim mi, diye soruyor ve bir türlü
cevabını bulamıyordu. Nihayet bir gün bunun, şehadet arzusuyla dünya sıkıntılanndan
kurtuluşu ifade eden bir sevinç belirtisi olduğunu anlayacak ve duyduğu dehşet
karşısında:
- Allah'a yemin olsun
ki gerçekten de kurtulmuş, diyerek gelip Müslüman olacaktı. Bkz. Vakıdi,
Megazı, 1/348; İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 4/83
203
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
o
an için orada bulunmayanların da sırasıyla şehit edildiği bu yolculuktan geriye
kalan sadece Amr İbn Ümeyye idi. Bu sürecin içinde o da çok sıkıntı yaşamış olmasına
rağmen ayakta kalabilmiş ve hızlı adımlarla Medine'ye gelebilmişti. Yolda
karşılaştığı iki kişinin, arkadaşlarını şehit eden kabileye mensup olduğunu
öğrenince bir fırsatını bulup onlan orada öldürmeyi, arkadaşlanna karşı eda
etmesi gereken bir vefa borcu olarak telakki etmiş ve .Amiroğullarından bu iki
kişinin işini oracıkta bitirivermişti.
Doğruca
gidip Resülullah'a olup bitenleri anlattı. Medine hüzün yudumluyordu. Zira aynı
gün içinde gelen ikinci acı haberdi bu. Yalan beyan üzerine yola çıkan ve
Raci'de şehit olan on samimi gönülden sonra atmış dokuz arkadaşının daha
sebepsiz yere öldürüldüğünün haberini almak kadar acı bir olayolamazdı:
- Bu Ebu Bera'nın
işi, dedi ve ilave etti:
- Halbuki Ben, bunu
istemiyor ve böyle bir hadiseyle karşılaşa-
cağımızdan endişe
duyuyordumlvf
Ardından
da öldürdüğü iki .Amiriden bahsetti Hz. Amr Allah Resülü'ne. Ortam bir anda
elektriklenivermişti. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern):
- Sen ne kötü bir iş
yaptın, diye seslendi önce. Ardından da:
- Onlara Ben, eman
vermiş ve himaye taahhüdünde bulunmuş-
tum. Vanahi de
onların diyetlerini ödeyeceğim, buyurdu.
O
ana kadar iyi bir iş yaptığını sanan ve belki de bu haberi verirken iltifat
bekleyen Hz. Amr şaşırıp kalmıştı! Hüzn-ü nebevi onu da kedere boğmuş,
yaptıklarına bin pişman olmuştu. Ancak bu noktadan sonraki pişmanlığın bir
faydası yoktu.
165
Hüzün peygamberininin üzüntüsünü anlatmaya imkan yoktu. Medine karalara
bürünmüştü adeta ... Üst üste gelen bu iki üzücü olayın etkisi Medine'de
aylarca hissedilecek ve Efendiler Efendisi, hiçbir sebep yokken yanında bulunan
yetmiş dokuz ashabının tuzak kurulmak suretiyle şehit edildiği bu iki olaya
sebep olanlar için, sabah namazlanndan sonra kalkacak ve bir ay boyunca kunutta
bulunarak ilgilileri Allah'a havale edecekti. Maüne kuyusu başında yetmiş
ashabına tuzak kuran bilhassa Usayye kabilesi için "Usayye Allah
ve Resülü'ne isyan etti," buyuracak ve "Bizim htilimizi
arkada bırakt!ifımız kavmimize ulaştınn; zira biz O'ndan O da bizden
razı olduğu hdlde Rabbimize kavuftuk.» bilgisi kendisine ulaşacağı ana
kadar da bu haline devam edecekti. Bkz. Buhari, Sahih, 3/1031 (2647), 4/1503
(3868),5/2349 (6031); Müslim, Sahih, 1/468 (677); Ahmed İbn Hanbel, Müsned,
3/215 (13278)
204
Uhud Sonrası
Gelişmeler
Ortada
peygamberi bir şefkat vardı ve insanlığın gözü önünde nebevi adalet tecelli
ediyordu. Bir tarafta hiçbir sebep yokken altmışdokuz masumun canına kıyan
insanlar, diğer yanda yanlışlıkla öldürülen iki kişi vardı ve Allah Resülü
(sallallahu aleyhi ve sellern), kendi arkadaşlannın diyetlerini gündeme bile
getirmediği yerde, eman verdiği iki kişinin ashabından birisi tarafından
yanlışlıkla öldürülmesi karşısında diyetlerini ödeyeceğinden bahsediyor ve bu
konudaki ısrannı dile getiriyordu!
Medine'de
yerleşik bir Yahudi kabilesi olan Beni Nadir, Efendimiz'in eman
verdiğini bilmeden Amr İbn Ümeyye'nin öldürdüğü iki şahsın kabilesi olan
Beni Amir ile müttefikti. Hicret sonrası gerçekleşen Medine anlaşmasına
onlar da katılıp imza atmış, temelleri atılıp esaslan tebeyyün eden yeni
devlete inkıyatlarını ifade etmiş ve Medine'yi birlikte savunup burada müşterek
bir hayat yaşama konusunda Resülullah'a da söz vermişlerdi.
Buna
rağmen Mekkelilerle olan irtibatlan devam ediyor ve içten içe Allah Resülü'ne
düşmanlık besliyorlardı. Bu arada Mekkelilerden bir mektup almışlar ve
lojistik destek bulacaklarına dair sözlerine kanmışlardı; bunun için önce
Efendimiz'e haber gönderip ashabından otuz kişiyi alarak açık alanda müzakere
yapmak istediklerini söylemişlerdi. Maksatları ansızın saldırıp Efendimiz ve
önde bulunan ashabına suikast kurup hepsini öldürmekti. Ancak Allah Resülii'nün
etrafındaki ashabın gözüpek tavırları karşısında ürkerek bundan vazgeçmiş ve
karşılıklı üçer kişiyle bu müzakerenin devam etmesinin daha iyi olacağının
haberini göndermişlerdi. Bu üç kişinin hazırlığından haberdar olan Efendiler
Efendisi, yola çıktığı halde geri dönecek ve onların bu tuzağına düşmeyecekti.
Bir
cumartesi günü Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), yanında bulunan
bir grup ashabıyla birlikte Kuba'ya gelecek ve burada ikindi namazını kıldıktan
sonra Beni Nadir'in bulunduğu mahalleyi ziyaret edecekti. Maksadı, yanlışlıkla
öldürülen iki Amiroğlunun diyetini ödeme konusunda, onların müttefik olan Beni
Nadir'in devreye girmesi ve bu iki şahsın diyetini, kendileri adına onlara
ulaştırmalannı talep etmekti. Aynı zamanda bu, Bedir'den bu yana farklı
205
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
tepkiler veren Beni N
adir'in, gelişmeler karşısındaki nihai tavrını anlamakadına bir teftiş manası
taşıyordu.
Allah'ın
Resülıi olmanın farkıydı bu; hiçbir gerekçe yokken altmış dokuz Kur'an
muallimi arkadaşını öldüren ve üstüne üstlük hala kendisine meydan okumaya
devam eden Amir İbn Tufeyl ve arkadaşlarının dünyasında diyet adına herhangi
bir hareket olmamasına rağmen Allah Resülü kendi üstüne düşeni yerine getiriyor
ve yapması gerekenleri, başkalarının hareketleri üzerine bina etmiyordu.
Efendiler
Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabından dokuz166 kişiyle
birlikte Beni Nadir yurduna geldiğinde onları, kendi aralarında toplantı
yaparken bulmuştu. Aralarına girip de, Amr İbn Ümeyye'nin bilmeden öldürdüğü
iki şahsın diyetini ödeme talebini sununca, olabildiğince civanmert davranıp
alttan alarak O'na şöyle mukabelede bulunacaklardı:
-
İstediğin gibi yaparız ey Ebe'l-Kasım! Artık aramıza gelip bizi ziyaret etmen
için bir sebebin de var! Ama önce otur ve bir miktar soluklan; sonra da
ihtiyacını halledersin! Biz de bu arada oturup, o konuyu da istişare edelim ve
aramızda, Seni buraya kadar getiren hususu da çözmeye çalışalım!
Tepkiler
olumluydu; yanlışlığın yeni yanlışlıklar doğurmasının önüne geçilecek ve mesele
çözülecek gibi duruyordu. Bunun üzerine Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi
ve sellem) de, sırtını bir evin duvarına vererek yanında bulunan ashabıyla
birlikte bulunduğu yerde oturup beklerneye başladı.
Diğer
tarafta ise, Resülullah'a gerçek yüzlerini göstermeyip O'nu oyalama taktiği
güden bu insanlar, arayıp da bulamadıkları fırsatın ayaklarına kadar geldiğini
düşünerek aralarında konuşmaya başlamışlardı. Başlarını Huyey İbn Ahtab
çekiyordu:
-
Ey Yahudi topluluğu, diye başladı konuşmasına. 'Görüyorsunuz ki Muhammed,
yanında on kişi bile olmadığı halde aranıza
166 Bunlar, Hz.
EbU Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osmdn, Hz. Ali, Hz. Talha, Hz. Zübeyr, Hz.
Sa'd İbn Muae, Hz.
Üseyd İbn Hudayr ve
Sa/d İbn Ubdde idi. Bkz. Salihi, Sübülü'lHiida ve'r-Reşad, 4/318
206
Uhud Sonrası
Gelişmeler
gelmiş
durumda. Duvarının dibinde oturduğu evin üzerine çıkın da O'nun üzerine bir
kaya parçası atıp O'nu öldürüverin! Bunun için şu andan başka asla uygun bir
zaman bulamazsınız! Şayet O öldürülürse, arkadaşları da etrafından dağılıp
giderler; Kureyş'den gelenler kendi beldelerine, Evs ve Hazreç'ten O'na
dahilolanlar da kendi işlerine dönerler! Eğer bunu yapmayı arzu ediyorsanız,
bu iş için bugünden daha müsait bir zamanı asla bulamayacaksınız! Bugün yapmayıp
da ne zaman yapacaksınız!
Onun
bu hararetli konuşması üzerine Amr İbn Cehhaş adındaki bir adam ayağa kalkarak:
- Öyleyse ben, o evin üzerine çıkıp üzerine bir kaya
parçası atıvereyim, diyerek yerinden kalkıp Efendimiz'in gölgesinde oturduğu
eve doğru yöneldi.
Elbette hepsi aynı kanaatte değildi ve durumun
vahametini görüp de onları uyarma lüzumu hisseden Sellam İbn Mişkem, işin
burasında ileri atıldı:
_. Ey cemaat, dedi. Hayatınız boyunca bana muhalefet
etseniz de gelin, bari bugün bana tabi olun! Allah'a yemin olsun ki, şayet siz
bunu yapmaya kalkışırsanız, mutlaka O bundan da haberdar edilir ve hıyanet
içinde olduğunuz O'nun tarafından hemen fark edilir. Aynı zamanda bu, O'nunla
bizim aramızdaki anlaşmayı ihlal etmek demektir; sakın böyle bir şey yapmayın!
Sellam bunları söyleyedursun, Amr İbn Cehhaş çoktan
kayayı hazırlamış ve evin damına çıkarmaya başlamıştı. Derken Allah Resülii'ne
de Cibril-i Emin gelmiş ve durumdan haberdar etmişti.
Açıkça bir ihanetti bu. Anlaşılan, huylu huyundan
vazgeçmeyecekti. Demek ki, kin ve nefretleri artarak devam ediyor, Allah ve Resülii
aleyhindeki tavırları onları, iflah olmaz bir noktaya doğru götürüyordu. Bunun
üzerine Efendiler Efendisi, sanki bir ihtiyacını giderecekmiş gibi bulunduğu
yerden kalkıp hızlı adımlarla Medine istikametinde yürümeye başladı. Gelişmeler
konusunda yanındaki ashabın bilgisi olmadığı için onlar, ihtiyacını giderip de
geriye dönecek zannıyla bulundukları yerde oturmaya devam ediyorlardı.
Aradan bir hayli zaman geçmiş, evin üzerinde tuzak
kurup da bekleşen Beni Nadir Yahudileri, mutlu sona (!) ulaşmak için sabırsızlanıyorlardı.
Bir aralık, uzaktan birisinin gelişini fark ettiler; se-
207
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
vinmişlerdi.
Ancak bu sevinçleri kursaklarında kalacaktı. Zira gelen, aynı kabileye mensup
bir başka Yahudi idi. Onların telaşlı bir şekilde ve gözlerini bir evin
çatısına dikerek bekleşmekte olduklarını görünce aralarında konuşmaya
başladılar:
- Ne yapmaya
çalışıyorsunuz?
- Muhammed'i öldürüp
ashabını esir almak istiyoruz.
- Peki, Muhammed
nerede?
- Şurada, yakındadır!
- Vallahi de ben,
biraz önce Muhammed'i Medine'de gördüm.
Son
cümle, bütün ümitlerini kıran bir cümleydi. Adeta kol ve kanatları
kırılıvermişti! Sellam haklı çıkmıştı; mutlaka Muhammed'e haber ulaşmış ve O
da, hakkında kurulan tuzağı haber alır almaz bu mekanı terk edip Medine'nin
yolunu tutmuştu.
Allah
Resülii'rıiin geri gelişi gecikince O'nun ashabı da endişelenmiş ve burada
beklemektense O'nun peşinden gidip aramanın daha makulolacağını düşünmeye
başlamışlardı. Hz. Ebu Bekir de:
-
Burada beklememizin bir anlamı yok; Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
mutlaka önemli bir iş için gitmiştir, deyince hep birlikte kalkıp yürümeye
başladılar. Onların da ayrılıp gittiğini gören ve içyüzlerinin anlaşıldığından
şüphesi kalmayan Huyey İbn Ahtab:
-
Ebu'I-Kasım acele etti; halbuki biz, O'nun dileğini yerine getirmek ve O'nu
aramızda misafir etmek istiyorduk, diyerek vaziyeti kurtarmaya çalışıyordu.
Ancak, olan olmuştu. Kinane İbn Suveyra ileri atıldı ve onlara:
-
Muhammed'in buradan niye kalkıp da gittiğini biliyor musunuz, diye sordu.
-
Hayır, vallahi de bilmiyoruz; peki senin bildiğin bir şey var mı, diyorlardı.
Önce:
- Elbette, dedi.
Ardından da:
- 'Tevrat' a yemin
olsun ki ben, bunun sebebini kesinlikle biliyo-
rum;
Muhammed'in buradan ayrılıp gitmesinin sebebi, sizin O'nun için hazırladığınız
tuzağın kendisine haber verilmesidir. Kendi kendinizi aldatmayın; Allah'a
yemin olsun ki O, şüphesiz Allah'ın Re-
208
Uhud Sonrası
Gelişmeler
sülii'diir,
Zaten buradan ayrılışının sebebi de, O'nun için yapmayı planladığınız ihanetin
haberini alışıdır. Şüphe yok ki O, peygamberlerin sonuncusudur. Sizler O'nu,
Harun neslinden bekliyordunuz ama Allah (celle celaluhü) O'nu kendi dilediği
yere nasip etti. Gerek bizim kitaplarımızın bildirdiğine gerekse değişip
bozulmamış Tevrat'ta okuduklarımıza göre O'nun doğum yeri Mekke, hicret
edeceği yer ise Yesrib'dir. Özelliklerine gelince, bir hamnin bile tutmaması
söz konusu değil, aynen kitabımızda anlatıldığı gibi.
Bunları
söyledikten sonra Kinane. sözü bu hareketleri sonrasında başlarına gelmesi
muhtemel işlere getirdi ve şunları söyledi:
-
O'nun size teklif edeceği şey, sizin O'nunla savaşmanızdan daha hayırlıdır.
Fakat ben sizin, mal, mülk ve yurdunuzu geride bırakarak, çoluk çocuklarınızın
feryatları altında buradan ayrılıp gittiğinizi görür gibiyim. Bu, sizin
onurunuzdur; gelin şu iki hususta bana itaat edin, zaten üçüncüsünde hiç hayır
yoktur.
- Peki, o iki şey
nedir?
- Müslüman olup
Muhammed'le aynı dine girmek. Bunu yap-
tığınızda,
mal ve ıyalinizi kurtarmış, O'nun ashabıyla aynı yüceliğe ermiş olursunuz. Hem
mallarınız sizde kalmış olur hem de yurtlarınızdan sürülmekten kurtulursunuz.
- Biz, Tevrat'ı
bırakıp da Musa'nın ahdine muhalefet edeme-
yiz.
-
O zaman bekleyin; şüphe yok ki O, 'Ülkemdeiı çıkıp gidin' diye size
haber gönderecektir; bu talebine 'Evet' deyin.
Çünkü O, sizin mal ve canlarınızı kendisine helal görmez; bu durumda mallarınız
kendi elinizde kalır. Onları dilerseniz satarsınız, dilerseniz elinizde tutup
istediğiniz gibi tasarrufta bulunursunuz.
-
İşte bu olur, diyorlardı. İşin burasında Sellam yine söze girdi:
-
Ben, yaptıklarınızın doğru olmadığını söylemiş ve hoş karşılamadığımı ifade
etmiştim; O şimdi bize, 'Yurdumdan çıkıp gidin' diye haber gönderecek.
Genele
bunları söylerken birdenbire, başlarındaki reise döndü ve ona da şöyle
seslendi:
-
Ey Huyey! Sakın sen, O'nun bu sözüne herhangi bir karşılık verme! Ne diyorsa
onu yap ve ülkesinden çık!
209
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Çaresiz Huyey, büyük
bir bitkinlik içinde:
-
Peki, diyordu. Peki, karşılık vermez ve çıkmayı kabul ederim. Onların yanından
ayrılıp da Efendimiz'i aramaya koyulan dokuz
sahabe,
yolda Medine'den gelmekte olan birisiyle karşılaşacak ve ona Resülullah'ı görüp
görmediğini soracaktı. Adam da, Allah Resülii'nü Medine'nin bir mahallesinde
gördüğünü söyleyince adımlarını hızlandırıp koşar adımlarla verilen adrese
doğru ilerleyeceklerdi.
Allalı Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellern), önemli bir misyonu eda etmesi için yanına Muhammed İbn Mesleme'yi
çağırdığı bir sırada Efendiler Efendisi'ni buldular. Merak ediyorlardı; yanına
gelip de: - Ya Resülullah! Niçin kalktığı nı bile anlayamadık, diye ayrılışının
sebebini sorduklarında, Resülullah'tan şu cevabı alacaklardı:
- Yahudiler, Bana
karşı bir suikast planı içinde idiler. Bunu Bana Allah haber verince, Ben de
derhaloradan ayrılıp uzaklaştım. 167 Mesele şimdi anlaşılmıştı.
Demek ki o kadar oyalama, kendilerine arz edilen meselelerin halli için değil
de kuracakları komployu hazırlayabilmeleri için zaman kazanmaya matuf bir
taktikti.
Derken,
Muhammed İbn Mesleme de gelmiş ve Resfılullah'ın kendisine vereceği vazifeyi
bekler olmuştu. Yanına çağırıp Beni Nadir Yahudilerine gitmesini ve onlara:
-
Resülullah beni size yurdumdan çıkıp gidin diye gönderdi, şeklinde
tebliğatta bulunmasını istedi. Bunun üzerine Muhammed İbn Mesleme, seri
adımlarla Beni Nadir yurdunun yolunu tuttu.
Gelişini gören Beni Nadir'in önde gelenleri,
kendilerini ilgilendiren bir haberin de geldiğinin farkındalardı ve hemen
etrafında bir halka oluşturuverdiler. Önce Muhammed İbn Mesleme başladı söze:
- Beni Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) size
bir mektupla birlikte gönderdi. Ancak o mektubu size, şu meclisinizde yaşanan
ve hepinizin de bildiği konuyu hatırlatmadan önce verecek değilim.
- Peki, nedir o?
- Musa'ya indirilen
Tevrat hakkı için söyleyin; henüz Muham-
167 Bkz. Môide, 5/11
210
Uhud Sonrası
Gelişmeler
med'e risalet
verilmeden önce de ben buraya gelmiş ve sizin meclisinize katılmıştım.
Yanınızda Tevrat vardı ve o gün siz bana:
- Ey İbn Mesleme! Sana yemek verip de karnını
doyurmamızı istersen gel de karnını doyuralım; ancak, Yahudi olmayı dilersen,
gel de seni Yahudi yapalım, demiştiniz. Ben de:
- Hayır, siz sadece bana yiyecek bir şeyler veriniz;
ben Yahudi olmak istemiyorum ve asla da Yahudi olmayacağım, demiştim. Bunun
üzerine siz bana, bir kap içinde yiyecek getirmiş ve demiştiniz ki:
- Seni bizim dinimize girmekten alıkoyan sebep, onun
Yahudilerin dini olmasından başka bir şey değildir. Sanki, birilerinden duyduğun
Haniflik dinini arzu eder gibisin! Ancak Ebu Amir er-Rahib onun sahibi
değildir; onun esas sahibi olan, mütebessim olmakla birlikte gözleri hafif
kırmızımtırak savaş sahibidir ki, Yemen taraflarından gelecektir. Deveye
binecek, şemle denilen libas giyecek, az bir yemekle yetinecek, kılıcı hep
omzunda olacak, hikmetle konuşacak ve sanki o, sizin aranıza gelip sizinle
bütünleşecek. Vallahi de O, sizin beldenizde gelip aram eyleyecek! Bu da,
birilerinin mahrumiyeti, öldürülmesi ve yaptıklarının hesabının sorulması
anlamına gelmektedir.
Kendilerine
ait bu sözleri nakledince, sözün nereye geleceğini anlamış olmanın tepkisiyle
homurdanmaya başladılar:
-
Gerçekten de doğru; bunları biz sana söylemiştik; ancak O, bizim bahsini
ettiğimiz Nebi değil!
Ancak Muhammed İbn Mesleme, beklediği cevabı almış olmanın
huzuru içindeydi. Şimdi ise sıra, Resülullah'ın mesajını ulaştırmaya gelmişti:
- Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) beni size
gönderdi ve 'Bizler,
Benim sizinle yapmış olduğum anlaşmaya sadık kalmayıp, Bana suikast tertip
etmek suretiyle onu bozdunuz." şeklindeki
sözlerini size iletmemi söyledi, dedi ve ardından da, Amr İbn Cehhaş'ın, kaya
parçasını evin damına nasıl çıkarıp da fırsat kolladığını anlattı onlara.
Ağızlarını bıçak açmıyordu. Foyalarının meydana çıkmış olmasının beraberinde
getirdiği bir ağırlık vardı üzerlerinde ve birden gerginleşen atmosferde
kimseden çıt çıkmaz olmuştu. Fakat iş bununla da sınırlı değildi ve mesajın
arkası da vardı. Sessizliği, Efendi-
211
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
miz'e ait mesajı
seslendiren Muhammed İbn Mesleme'nin şu cümlesi bozdu:
-
Size on gün mühlet veriyorum; bu süre içinde yurdumdan çıkıp gidin! On gün
sonrasında buralarda sizden her kim görülürse boynu vurulur!
Kİnane ile
Sellam'ın dedikleri
çıkmıştı. Şok üstüne şok yaşıyorlardı:
-
Ya Muhammed, diye seslendiler ve İbn Mesleme'ye, "Bu haberi bize, Evs'ten
birisinin getireceğini hiç ummazdık." diye de serzenişte bulunmaya
başladılar. Ancak, serzenişte bulunmaya hiç hakları yoktu; anlaşmayı bozanlar
da, Resülullah'a suikast planı kuranlar da kendileriydi. Muhammed İbn
Mesleme'nin kabilesi olan Evs ile ittifak halinde olmaları, Resülullah'a ait
bir meseleyi icra etmeye asla mani olamazdı ve Muhammed İbn Mesleme de onlara:
- Köprünün altından
çok sular aktı, şeklinde cevap verdi.ı68 Efendiler Efendisi'nin
mesajını aldıktan sonra başka çıkar yol bulamayan Beni Nadir, hemen yol
hazırlıklarına başlamış, bir taraftan yük develerini getirtip taşıyacakları
emtiayı istif ederken diğer yandan da, yüklerini taşıma konusunda kendilerine
yardımcı olması muhtemel kimselerden yardım talebinde bulunuyorlardı. Gitmek istemeseler
de artık burada duramazlardı. Kendileri etmişlerdi; şimdi de sonucuna kendileri
katlanacaklardı.
Abdullah İbn Übeyy İbn Selfıl'ün
Adamları
Medine'yi
terk etme hazırlıkları sürüp giderken bir aralık Beni Nadir yurduna iki adam
çıkageldi. Bunlar, Uhud'dan bu yana münafıklığın başını çeken Abdullah İbn
Übeyy İbn Selül'ün elçileri Süveyd ve Dô'ıs idi. Abdullah İbn
Übeyy İbn Selül'iin mesajını getirmiş, onun yol hazırlıkları içindeki Beni
Nadir'e şöyle dediğini naklediyorlardı:
-
Sakın, mallarınızı ve yurdunuzu bırakıp da buradan çıkmayın; kalenize girin ve
burada oturun. Zira benim yanımda, kendi kavmi m
ı68
Bkz. Taberi, Tarih, 2/84; Vakıdi, Megazi, 1/367 Kelime karşılığı olarak, 'Artık
kalpler değifti' manasına gelen ifadeyi biz, maksadı anlatmaya daha uygun
olduğu için, "Köprünün altından çok sular akt" şeklinde
vermeyi uygun bulduk.
212
Uhud Sonrası
Gelişmeler
ve
diğer Araplardan müteşekkil iki bin kişilik bir kuvvet var; bunlar da sizinle
birlikte kalelerinize girip size dışarıdan bir el ulaşmaması için ölümüne ve
son neferine kadar sizi savunurlar. Ayrıca Kurayza da size destek verir; çünkü
onlar, asla sizi yalnız bırakmayacaklardır. Ayrıca Gatafan'lı
müttefiklerinizin de size destek olacaklarını unutmayın.
Bu
arada, Beni Kurayza'ya da haber göndermiş ve onların reisi Ka'b İbn Esed'den de
yardım talebinde bulunmuştu. Ancak Ka'b:
-
Bizden bir tek kişi bile aramızdaki anlaşmayı ihlal edip bozamaz, diyerek onun
bu teklifini geri çevirmişti.
Onun
için bu, üzücü bir durum teşkil etse de Beni Nadir'in reisi Huyey İbn Ahtab'ın
hırsını kullanmaktan vazgeçmeyecekti. Dolayısıyla, Beni Kurayza'dan aldığı
üzücü haberi onlarla paylaşmadan Resülullah aleyhine kışkırtmayı sürdürdü ve
gönderdiği haberlerle hep arkalarında olduğunun mesajlarını verip onları
ümitlendirdi. Nihayet Huyey İbn Ahtab, şunu dillendirmeye başladı:
-
Ben, Muhammed'e haber göndereceğim. Biz, yurdumuzu ve mallarımızı burada
bırakıp da gitmiyoruz; elinden geleni ardına koymasın!
Bu,
göz göre göre tükenişi tercih etmenin adıydı ve işin burasında Sellam İbn
Mişkem yine devreye girdi:
-
ValIahi de ey Huyey! Şüphe yok ki seni, batıl nefsin iimitlendirmiş. Eğer
senin bu tercihin uygun bulunmayıp da reddedilmezse ben, beni dinleyen
Yahudilerle birlikte senden ayrılacak, seni dinlemeyeceğim. Böyle yapma ey
Huyey! Allah'a yemin olsun ki, O'nun Resülullah olduğunu sen de biliyorsun!
Özellikleri, kitaplarımızdaki bilgilerle aynıdır. Sadece biz, "Nübüvvet
Harun neslinden çıkmadı." diye
inat edip O'na hasetle yaklaşıyor ve gidip de O'na tabi 01muyoruz. En iyisi
sen gel ve O'nun bize verdiği emana sadık kalıp da yurdundan çıkıp gidelim!
Biliyorsun ki sen, O'na kurulan tuzak konusunda da bana muhalefet etmiştin;
işte sonuçları ortada! Yarın meyveler olgunlaşınca gelir ve onları toplar veya
aramızdan birisini gönderir ve ister onları satıp değerlendirir istersek
mallarımız konusunda dilediğimizi yaptırırız. Mal ve mülkümüz elimizde olduktan
sonra sanki biz, yurdumuzdan hiç sürülmemiş gibi oluruz. Zaten bizim şerefimiz
de, elimizdeki mal ve mülkümüz sebebiyle
213
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
değil
midir! Elimizdeki mallar yok olup gittikten sonra bizim, zillet ve yokluk
açısından diğer Yahudilerden ne farkımız kalır ki! Şayet biz, bugün O'nun
teklifini kabullenmeyip de Muhammed üzerimize yürür ve şu kalelerimizde bizi
bir gün bile muhasara ederse iş değişir ve o gün biz O'na, daha önceki
teklifini kabul ettiğimizi bildirsek bile O bunu kabul etmez, geç kalmış bu
öneriyi reddeder.
Onun
bu kadar samimi ve içten uyanlanna karşılık Huyey, şu tepkiyi verdi:
- Muhammed, fırsat bulup da bizi asla kuşatamayacak;
kuşatsa da eli boş dönmek zorunda kalacak! Abdullah İbn Übeyy İbn Selftl'ün
bana vaadettiklerini görmüyor musun?
Hırs, gözünü iyice bürümüş görünüyordu. Burnunun dikine
giden bir hali vardı. Ancak yine de yanlışlan ortaya konulmalı ve sonucu belli
olan yolda çoluk çocuğu sıkıntıya sokacak bir karar alınmasına
engelolunmalıydı. Onun için Sellam devam etti:
- İbn Übeyy'in sözünün ne önemi var ki! İbn Übeyy'in
bütün isteği, seni Muhammed'le karşı karşıya getirip de tehlikeye atmak. Hiç
şüphe n olmasın ki, bu durumda gidip evinde oturacak ve asla sana yardım da
etmeyecek! Senden istediklerini Ka'b İbn Esed' den de talep etmiş ama o,
"Ben sağ olduğum sürece Beni Kurayza'dan bir tek kişi bile aramızdaki
anlaşmayı ihlal edemez." diye onu reddetmiş. Hem İbn Übeyy, daha önce
müttefiki olan Beni Kaynuka'ya da benzeri vaadlerde bulunmamış mıydı ki onlar
da gidip O'nunla aralarındaki anlaşmayı bozup savaştılar! Peki sonra?
Kalelerine girip kendilerini koruma altına aldılar ve ardından da İbn Übeyy'in
yardımını beklemeye başladılar! Halbuki o, evinde oturuyordu! Çok geçmeden de
Muhammed geldi ve onlan kuşatıverdi! Ta ki, O'nun hükmüne boyun eğip teslime
mecbur oldular. Anlayacağın, İbn Übeyy asla müttefiklerine yardım etmez. Daha
önce de biz, bu olağanüstü durum nihayet buluncaya kadar bütün savaşlarında
Evslilerle birlikte olup hep ona karşı mücadele veriyorduk. Ne zaman ki
Muhammed geldi ve aralarına girdi, bu durumdan biz de ancak o zaman
kurtulabildik. İbn Übeyy'e gelince o, ne Yahudi milletinden, ne Muhammed'in
dininden, ne de kendi kavminin inançlarından bir anlayışa sahiptir. Peki, biz
ona nasıl güvenebileceğiz ki?
214
Uhud Sonrası
Gelişmeler
Huyey'in
fikri sabitti ve Sellam'ın ifadeleri onun üzerinde herhangi bir tesir
bırakmamıştı. Şöyle mukabelede bulundu:
-
Benim nefsim, sadece Muhammed'le savaşıp O'nunla vuruşmayı talep ediyor!
Buna
mukabil Sellam, son bir kez daha ileri atılıp olacakları hatırlatmakla
yetindi:
-
O zaman valIahi de sonuç, yurdumuzdan sürülme şeklinde tecelli edecek; sonunda
da mal ve şerefimiz elimizden gidecek ve savaşçılarımız ölüp giderken çoluk
çocuğumuz da esir olacak!
Huyey
İbn Ahtab, bütün ısrarlara rağmen savaştan başka bir seçeneğe kapalı durunca,
yanlarında bulunan ve mecnun olarak bilinen Samük İbn Ebi'l-Hukayk ileri
atılarak şunları söyledi:
-
Ey Huyey! Sen ne uğursuz bir adamsın! Neredeyse Beni Nadir'i helak edeceksin.
-
Şu mecnuna varıncaya kadar bütün Beni Nadir, benimle konuşup itiraz etmekte
anlaştılar mı, diye sinirli bir şekilde tepki verdi Huyey İbn Ahtab. Ortam, hiç
olmadığı kadar gerilmişti. Bunun üzerine Samük'un kardeşleri onu dövmeye
başladılar. Bir taraftan da, Huyey'e dönüp:
-
Bizim hepimiz de Senin sözünden çıkmaz ve asla sana muhalefet etmeyiz,
diyorlardı.
Bütün
bunlardan sonra Huyey, kardeşi Cüdeyy İbn Ahtab'ı yanına çağırıp Efendimiz'e
gitmesini ve O'na:
-
Biz, yurdumuzu ve ınallarımızı bırakıp da bir yere gitmiyoruz; elinden geleni
ardına koyma, diye bildirmesini söyledi. Ayrıca kardeşine, Abdullah İbn
Übeyy'e de gitmesini ve sonuçtan onu da haberdar ederek vadettiği desteğini
bir an önce göndermesini istedi.
Cüdeyy
gelip de Huyey'in mesajını ulaştırınca, ashabı arasında oturmakta olan Allah Resülü
(sallallahu aleyhi ve sellem) yüksek sesle tekbir getirmeye başladı. O'nun
tekbirini duyan diğer Müslümanlar da tekbir getiriyorlardı. Ardından:
-
Yahudiler savaşı tercih etti; harp ilan etmişler, buyurdu. Anlaşılmıştı;
günlerdir bir karara bağlanması için beklenilen meselede Yahudiler, zor olanı
tercih etmiş ve sonlarını kendi elleriyle hazırlamışlardı.
2ı5
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Resülullah'a ağabeyi Huyey'in mesajını ulaştırır
ulaştırmaz Cüdeyy, soluğu Abdullah İbn Übeyy'in yanında almıştı. Münafıklann
reisi, bir grup dostuyla birlikte evde oturuyordu. Tam içeri girip konuşmaya
başlamıştı ki, sokakta yükselen bir münadinin sesiyle irkildi; Resülullah
(sallallahu aleyhi ve sellern), ashabını Beni Nadir'e karşı savaşa çağırıyordu.
Daha söze başlayıp maksadını ifade etmeye yeni
başlamıştı ki, İbn Übeyy'in kapısının şiddetle açıldığı ve içeriye onun oğlu
Abdullah'ın koşarak girdiği görüldü. Resülullah'ın münadisini duyar duymaz
oğul Abdullah, bir çırpı da gelmişti ve zırhıyla kılıcını kaptığı gibi davet
edildiği yere doğru koşturuyordu.
Münafıkların başını çeken bir evde bile, Resülullah'ın
emrine bu kadar sadık birisinin varlığı Cüdeyy'i ciddi ciddi endişelendirmişti.
Babası bir kenarda oturuyor ve oğlunun bu çıkışına 'dur' bile diyemiyordu!
Aslında bu, İbn Übeyy'den fayda gelmeyeceğinin somut bir göstergesiydi. Gözü
iyice korkmuş olarak hızlı adımlarla yeniden Beni Nadir yurduna yöneldi.
Onun
heyecanla gelişini görünce Huyey'i de heyecan basmıştı ve hemen sordu:
- Ne oldu? Ne
haberler getirdin?
- Haberler kötü, diye
mukabelede bulundu Cüdeyy. Ardından
da:
- Gönderdiğin mesajı iletir iletmez Muhammed, tekbir
getirdi ve ardından da, "Yahudiler savaş ilan etmişler." diye
seslenmeye başladı. Ardından hemen İbn Übeyy'e gittim ve durumu ona da haber
verdim; ancak bu sırada, Beni Nadir'e karşı savaşmaya davet için seslenen
Muhammed'in münadisinin sesi duyulmaya başlamıştı bile.
- Peki, İbn Übeyy'in
cevabı ne oldu, diye merakla sordu Huyey.
- Ondan bir hayır
geleceğini sanmıyorum, dedi kardeş Cüdeyy.
Tavırlarıyla, sözünde
durmayacağını ifade etmişti zira. Bir de İbn Übeyy'in:
-
Ben, Oatafanlı dostlarıma haber salayım ki gelip sizinle birlikte kalelerinize
girsin ve size yardımcı olsunlar, dediğini anlattı ona.
Mesele açıklığa kavuşmuştu; yine Sellam haklı çıkmıştı.
Yıllar geçse de karekter değişmlyordu ve İbn Übeyy de, yine kendi karekte-
216
Uhud Sonrası
Gelişmeler
rinin gereğini
sergilemiş, ümit verdiği insanları yine kendi hallerine bırakıvermişti.
Artık
zaman, haddi aşıp anlaşmayı ihlal eden ve üstüne üstlük otoriteye karşı isyan
edip meydan okuyan Beni Nadir'e karşı hareket etme zamanıydı. Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellem) de, Medine'de Abdullah İbn Ümmi Mektüm'u vekil
bırakarak ashabıyla birlikte Beni Nadir yurduna yürüdü. İkindi namazını Beni
Nadir yurdunda kılacaktı.
Ashabıyla
birlikte Resülullah'ın üzerlerine doğru gelmekte olduğunu görünce telaşlanan
Beni Nadir, bir taraftan taş ve oklarla mukabelede bulunmaya çalışırken diğer
yandan da kalelerine doğru kaçışıyordu. O günün sonuna kadar da bu halleri
devam edecekti.
Resülullah
için ağaçtan bir çadır kurulmuş, üzerine de Sa'd İbn Ubade'nin gönderdiği
çullar örtülmüştü. Müslümanlara hurma taşıma işini de Hz. Sa'd üstlenmişti.
Beni
Nadir'in, kendilerinden yardım bekledikleri bir başka Yahudi kabilesi olan
Beni Kurayza, olup bitenleri seyrediyor ve meselenin dışında kalmayı tercih
ediyordu. Ka'b İbn Esed sözünde durmuş ve Allah Resülü'yle yaptıkları anlaşmaya
sadık kalarak Huyey İbn Ahtab'ın taleplerine 'evet' dememişti. Ümit
ettikleri gibi ne asker ne de silah yardımı yapmaya yanaştılar.
Artık
muhasara başlamıştı; ancakgün de sona ermişti. Yatsı namazının ardından Allah Resülü
(sallallahu aleyhi ve sellern), ordunun başına Hz. Ali'yi bırakıp169
yanındaki on kadar ashabıyla birlikte, atına binmiş olarak Medine'ye geldi.
Üzerindeki zırh duruyordu.
Sabah
namazını yeniden Beni Nadir yurdunda kılan Allah ResüIii (sallallahu aleyhi ve sellern),
çadırını namaz kıldırdığı yer olan Hatme mevkiine aldırdı ve kendisi de
çadırın içine girdi. Çok zaman geçmemişti ki çadırın üstüne bir ok isabet
ediverdi.'?" Demek ki çadır, atış
169
Hz. EbU Bekir olduğu da ifade edilmektedir. Bkz. Vakıdi, Megazi, ı/367; Salihi,
Sübiilii'l-Hüda ve'r-Reşad, 4/322
170
Yahudiler arasında Azvek adında giiçlü bir adam vardı ve bu adamın attığı ok,
Efendimiz'in çadırına kadar ulaşmıştı. Bkz. Vakıdj, Megaz], ı/372; Sôlihi, Sübülü'l-Hüda
ve'r-Reşad, 4/322
217
Efendimiz (sallailahu
aleyhi ve sellem)
alanı içinde
bulunuyordu ve bunun üzerine yeri yeniden değiştirilip Fadilı denilen yere alındı.
O gün de akşam olmuştu ama iki bin kişilik kuvvetle
kendilerine destek sözü veren ne Abdullah İbn Übeyy'den ne de onun müttefiki
olan diğer insanlardan bir ses vardı. Beni Nadir riske girmiş ve savaşla yüz
yüze gelmişti ama İbn Übeyy, her zamanki gibi yine evinde oturmayı tercih
etmişti. Ümitler giderek azalıyordu. Durumu değerlendiren Sellam İbn Mişkem ve
Kinane İbn Suveyra, Huyey İbn Ahtab'a yaklaşarak:
- Geleceğini sandığın İbn Übeyy'in yardımı nerede, diye
onu sıkıştırmaya başladılar. O da durumun farkındaydı; çaresizdi. Bir hırs
uğruna maceraya girmiş ve güvenilmeyecek kimselerin boş vaatlerine kanarak
insanlan da aynı çıkmaza sürüklemişti. Boynunu bükerek:
-
Ben ne yapayım, dedi önce. Bir lider olarak tükenmişliğin ifadesiydi bu cümle.
Ardından da:
- Demek ki başımıza
bir musibet yazılmış; çekeceğiz, diyordu.
Belli
ki, bilerek tercih ettiği yolda karşılaştığı olumsuz sonucu, kadere havale
edip kendince teselli olmaya çalışıyordu. Ancak bu, bilinçli bir tercihti ve
faturayı kadere kesmekle işin içinden sıynlamayıp bedelini de ödeyecekti.
Kuşatma günlerce devam etti.'?' Tamamen içlerine
kapanmışlardı ve sadece kalelerinin içinden dışanya ok atıp taş fırlatıyorlardı.
Bir akşam vakti Hz. Ali gözlerden kaybolmuştu. Gelişi
gecikince ashab endişelenmiş ve durumdan Resülullah'ı da haberdar etmek
istemişlerdi:
- Ya Resı1lullah,
diyorlardı. Uzun zamandır Ali'yi göremiyoruz!
Resı1l ullah:
-
Onu merak etmeyin; o size ait bir işle ilgileniyor, buyurdular. Bu konuşmanın
üzerinden çok zaman geçmemişti ki Hz. Ali çıkageldi. Meğer Hz. Ali,
Efendimiz'in çadınnı hedef alarak ok atan
171 Kuşatmanın altı gece, on beş gün, yirmi gece, yirmi
üç gece ve yirmi beş gece sürdüğüne dair farklı bilgiler vardır. Farklı
rivayetler için bkz. Salihi, Sübülü'l-Hüda ve'r-Reşad,4/323
218
Uhud Sonrası
Gelişmeler
ve
bu okunu da isabet ettiren Azvek adındaki gözüpek Yahudi'nin, yanındaki
arkadaşlarıyla birlikte ve gecenin karanlığından istifade ederek Müslümanlara
zarar vermek için kale dışına çıktığını görmüş, ava çıkan Azvek'i avlamak için
gidip pusuya yatmıştı. Şimdi ise o, Azvek'i öldürüp geliyordu.
Efendiler Efendisi onun ifadelerine dayanarak, Hz.
Ali'den kaçan Azvek'in arkadaşlarının peşinden EbU Diicône ve Sehl
İbn Huney.fi gönderdi. Onlar da gitmiş ve o gece, diğer fırsatçıları da
bulup öldürerek geri gelmişlerdi.
Genel karakter itibarıyla Yahudiler, dünya malına karşı
aşırı düşkün idiler ve onların bu zaafını bilen Allah Resülü (sallallahu aleyhi
ve sellem) de, muhasaranın uzaması üzerine hurma ağaçlarının kesilmesini ve
yaptıklarına mukabil onların da evlerinin ateşe verilmesini emir buyurdular.
Halbuki O, savaş esnasında bile ağaçlara dokunulmamasını emrediyor ve tabii
hayata müdahale edilmemesini istiyordu. Demek ki buradaki maksadı farklıydı;
anlaşılan Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), Yahudilerin hurma
ağaçları ve evleri konusundaki zaaflarından istifade ederek direnişten
vazgeçmelerini hedeflemişti.
Kesim işiyle ilgili olarak görevlendirdiği isimler EbU
Leulii elMtizini ve Abdullah İbn Selôm, gözde hurmalıklarına girip
de onları kesmeye başlayınca kale içinden feryad ii figan yükselmeye başlayıverdi.
Maksat hasıl oluyordu. Kadınlar çığlığı basıp çoktan elbiselerini parçalamaya
başlamış, kendilerini yere atıp dövünerek çığlıklar koparıyor ve etraflarına
lanet yağdırıyorlardı.
Onlar da şaşırmışlardı; Muhammedü'l-Emin'den böyle bir
davranışı onlar da beklemiyorlardı. Ancak durum değişmiş ve şimdi göz göre
göre hurmalıkları kesilmeye başlanmıştı. Gidişattan rahatsız olanların başında
Sellam İbn Mişkem geliyordu ve bir çırpıda soluğu Huyey İbn Ahtab'ın yanında
alacaktı:
- Ey Huyey, diyordu.
Salkım salkım acve hurmaları kesiliyor!
Halbuki bunlar,
dikimden itibaren ancak otuz yılda meyve vermeye başlayan ağaçlar!
Huyey de şaşkındı;
gözleriyle görmese inanmazdı ama her şey
219
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
gözü önünde cereyan
ediyordu. Onun için önce Resülullah'a haber gönderdi:
-
Ya Muhammed, diyordu. Yeryüzünde bozgunculuk yapmayı Sen yasaklıyordun; peki bu
hurmalıklan niye kesiyorsun?
Onun bu sözleri, ashab arasında da farklı anlayışların
gelişmesine sebep olacaktı. Bir kısmı, bu hareketin bir yanlışlık ihtiva
ettiğini düşünüp "Ağaçları kesmeyelim." derken diğer bir
kısmı ise, mala düşkün olan Yahudilerin bu manzarayı görüp de çılgına dönmeleri
ve neticede muhasaradan vazgeçmeleri için böyle bir fiile tevessül etmenin
daha sağlıklı olacağını düşünüyorlardı. Neyse ki Cibril-i Emin'in soluğu
imdatlarına yetişecek, gelen ayette şöyle denilecekti:
- O kafirleri kızdırmak için herhangi bir hurma ağacı
kesmiş iseniz veya kökleri üzerinde bırakmışsanız bu, hep Allah'ın izniyle ve o
yoldan çıkmışları cezalandırmak için olmuştur.v"
Demek ki meselenin iç yüzü çok farklıydı ve bütününe
muttali olamadığı yerdebir mü' min, konuyu bütünüyle gören liderin söylediklerine
itaat etmeliydi. Demek ki mesele, sadece Beni Nadir'in zayıf noktasından hamle
yapıp onları teslime mecbur etmek değildi. Aynı zamanda ümmet-i Muhammed adına
bir itaat dersi hüviyeti de taşıyordu. Zaten sonuçları da alınmaya başlanmıştı.
Çünkü çok geçmeden Huyey'den ikinci bir mesaj daha gelecekti:
- istediğini Sana
verecek ve yurdundan da çıkıp gideceğiz! Ancak, şartlar değişmişti ve elbette
artık, günlerdir devam edegelen olağanüstü ortamın beraberinde getirdiği
hükümler geçerli olacaktı. Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern):
- Bugün için o şartları kabullenmek imkansız; yalnız,
silahlar dışında develerinizin yüklenebileceği kadar eşyanızı alıp gidebilirsiniz,
buyurdu.
Huyey ağırdan alıyor ve Resülullah'tan, kendileri adına
savaş öncesindeki şartları kabullenmesini bekliyordu. Onun bu kadar ağırdan
aldığını gören ve daha büyük bir musibete maruz kalacaklarından endişelenen
Sellam İbn Mişkem yine devreye girdi:
-
Yazıklar olsun sana Ey Huyey! Bari, daha kötüsü başına gelip çatmadan bu
şartları kabul et, dedi.
172 Haşr,59/5
220
Uhud Sonrası
Gelişmeler
-
Bundan daha kötüsü nasılolabilir ki, diye mukabelede bulundu Huyey.
- Eli kılıç tutanlann hepsi öldürülür; mal ve mülke el
konulur ve çoluk çocuk da esir alınır! Halbuki bugün malımızın gitmesi bizim
için daha ehvendir, diyordu Sellam.
Ancak,
Huyey yine bildiğini okuma taraftanydı ve iki gün boyunca teklifi kabul etmeye
bir türlü yanaşmadı.
Bu arada Beni N adir arasında ihtilaflar çoğalmış ve
fikir ayrılıklan baş göstermişti. Aralanndan Yamin İbn Umeyr ve EbU
Said İbn Vehb bir araya gelmiş, şunlan konuşuyorlardı:
- Allah'a yemin olsun ki, O'nun beklediğimiz peygamber
olduğunu sen de biliyorsun. Hiç olmazsa gel, Müslüman olalım da canımızla
malımızı kurtaralım!
Kör bir inat uğruna hem ahireti hem de dünyayı
kaybetmektense ikisini birden kazanmak kadar akıllıca bir hareket olamazdı ve
arkadaşının teklifine diğeri de katılarak o gece gelip Müslüman oldular.
Her geçen gün durumlan daha da kötüye giden Beni
Nadir'in baskılarına Huyey de dayanacak gibi değildi ve Allah Resülü'ne yeni
bir haber göndererek, silahlar hariç develerin taşıyabilecekleri kadar yükle
yurtlarını terk etme teklifini kabul ettiğini açıkladı. Aynı zamanda bu,
muhasaranın da sona erdiğini gösteriyordu.
Sürülme işlemine Muhammed İbn Mesleme mübaşeret
ediyordu. Aralarında hala ağır davrananlar vardı ve kendilerinin, Medineli
bazı kimselerden alacaklan olduğunu ileri sürüp ayak diremek istiyorlardı. Durumdan
haberdar olan Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve sellem):
-
Öyleyse indirim yapıp peşin alın, buyurarak bu kapıyı da kapatmış oluyordu.V'
173
Henüz faiz hakkında yasaklayıcı hüküm gelmediği için tefecilik yapan Beni Nadir'e
borçlanan sahabiler vardı. Üseyd İbn Hudayr da onlardan birisiydi; Ebü Rafi' Sellam İbn Ebi Hukayk'tan, bir
yıllığına seksen dinar borç almış ve bunun karşılığında yüz yirmi dinar
borçlanmıştı. Henüz bir yıl dolmadan bu hadise patlak verip de Resülullah'dan
bu sözler şeref-sudur olunca Hz. Üseyd, ana para olan seksen dinan ödemek
suretiyle borcunu kapatacak ve Ebu Rafi' de parasını
221
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Derken,
istemeye istemeye ve arkalarında sağlam bina bırakmamak için evlerini de yakıp
yıkarak Beni Nadir yurdunu terk etmeye başladılar. Kapı kollarına kadar
evlerini yıkmışlardı. Çoluk çocuklarını da alarak yurtlarından öyle
ayrılıyorlardı. Ancak dış görünüşleri itibarıyla hiç de sürülmüşe
benzemiyorlardı; kadınlar en güzel elbiselerini giymiş, düğüne gidiyor gibi
süslenmiş ve hevdeçlere kurularak güle oynaya bir yolculuğa çıkmışlardı. Belli
ki, başlarına gelenler karşısında üzüntülerini belli edip de düşmanlarını (!) sevindirmek istemiyorlardı.
Müslümanların yoğun oldukları bir mıntıkadan geçerken Ebu Rafi' Sellam İbn Ebi
Hukayk, devenin üzerindeki çulu kaldırarak:
-
Biz bunu, dünyanın iniş çıkışı olarak algılıyoruz; her ne kadar
hurmalıklarımızı burada bırakıp gidiyor olsak da biz, Hayber hurmalıklarının
arasına gidiyoruz, diye aba altından sopa göstermeyi de ihmal etmiyordu.
Eşyalarını,
tam altı yüz deveye yüklemişlerdi, Kafile kafile geçip giderken def sesleri
davullara karışmış, Medine semalarını neşidelerle şenlendirmeye
çalışıyorlardı. Arkada bıraktıklan manzara, tam bir ibret vesilesiydi; Allah'ın
Resülü'rıü bilip tanımalarına, risalet vazifesiyle serfiraz kılındığını
yakinen görmelerine rağmen gerçeği göz ardı ediyor ve yok yere yurtlarını terk
edip gidiyorlardı. Medine'yi, görünürde güle oynaya, ancak içleri kan ağlayarak
terk eden Beni Nadir Yahudilerinin ekserisi, Hayber'e gidip oraya yerleşecek ve
bundan böyle, Huyey İbn Ahtab, Sellam İbn Eb'i'l-Hukayk ve Kİnane
İbn Suveurô. gibi önde gelenlerinin de aralarında bulunduğu Beni N adir,
Hayber Yahudilerinin baş konuğu olarak ihtiram görecekti.
Her
ne kadar onlar giderken böyle bir tavır sergilese de, beri tarafta Medine' de
gizlenmeye devam eden münafıklar bu duruma çok iizülrnüşlerdi.
Onlar
bırakıp gittikten sonra gelen Cibril-i Emin, çoğunlukla Beni N adir
Yahudilerinin ikili davranışlarından, dünya malına karşı tutumlarından,
kendilerini güçlü görüp de kalelerinin kendilerini
alıp Medine'yi terk
edecekti. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/372; Salihi, Sübülü'l-Hüda ve'r-Reşad.u/gzq
222
Uhud Sonrası
Gelişmeler
koruyacağı
zannıyla karşı çıkışlanndan, münafıklann vaadine aldanıp da nasıl bir yanılgı
içine düştüklerinden, dışandan bakıldığında birlik içinde yaşadıklan zannı
veren bu insanların, aslında korku içinde geçen azap dolu yaşantılanndan,
kendilerini akıllı sanarak çıktıklan yolda akılsızlıklannın altında
kalışıanndan .. Hasılı dünya adına dünyevi her şeyden mahrumiyet yaşadıklanndan
bahseden Haşir süresini getirecek ve bundan sonra söz konusu süre, aynı zamanda
Beni Nadir süresi diye de anılacak.
Beni Nadir'in Arkada Bıraktıkları
Ektiğini biçen Beni Nadir, her ne kadar tahrip olmuş
olsa da büyük bir arazi, yanıp yıkılmış evler ve kılıç, kalkan ve zırh
cinsinden savaş malzemesi bırakmıştı. Ancak bunlar, göğüs göğüse savaş cereyan
edip de elde edilen ganimet cinsinden olmadığı için Resülullah (sallallahu
aleyhi ve sellern), Allah'ın talim ettiği şekliyle hepsini Allah için ayırmış
ve tasarruf yetkisinin sadece kendisinde olduğunu bildirmişti.v! Ortalık
durulup da insanlar yeniden Medine'ye dönünce Efendimiz, yanına Sabit İbn Kays
İbn Şemmas'ı çağırdı ve:
- Bana kavmini çağır,
dedi. Hz. Sabit:
- Sadece Hazreç'i mi
ya Resülullah, diye mukabelede bulunun-
cada:
-
Hayır, Erisar'ın tamamını, buyurdu Allah'ın Resülii (sallallahu aleyhi ve
sellern).
Bunun üzerine Hz. Sabit, Ensar'ı Resülullah'ın yanına
davet etti. Niye çağnldıklannı merak ediyorlardı. Çok geçmeden Allah'ın Resülii
(sallallahu aleyhi ve sellern), Ensar'a seslenmeye başladı. Hamd ü sena ile başladı sözlerine, her
zamanki gibi. Ardından da, içindekilerle birlikte yurtlarını bırakıp da buraya
göç eden Muhacirler konusunda bugüne kadar yapageldiklerinden dolayı
takdirlerini ifade etti onlara. Daha sonra da şunlan söylemeye başladı:
- Dilerseniz, Allah'ın Bana verdiği Beni Nadir mülkünü
Muhacirlerle sizin aranızda da bölüştürebilirim! Ancak Muhacir kardeşlerinizin
elinde ne mal ve mülk ne de oturabilecekleri bir evleri var; onlar, bildiğiniz
gibi sizin evlerinizde kalıp imkanlannızdan istifade
174 Bkz. Haşr, 59/7
223
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
etmektedirler!
İsterseniz, bunları sadece onlara veririm ve böylelikle de onlar, sizin
evlerinizden çıkar ve bundan sonra kendi imkanlarıyla baş başa kalırlar!
Her ne kadar ifadeler yumuşak ve teklif makul gözükse
de Resülullah'ın bu sözleri Ensar'ı endişelendirmişti. Acaba, kardeşlerini
ağırlama konusunda kendilerinde bir kusur mu görülmüştü! Bir aralık göz göze
geldiler ve hiç vakit geçirmeden Evs ve Hazreç adına Sa'd İbn Muaz ile Sa'd İbn
Ubade öne çıkarak şunları sıralamaya başladı:
- Ya Resülullah! Bilakis onların hepsini
Muhacir kardeşlerimizin arasında taksim et! Hatta dilersen, bizim
mallarımızdan da alıp onlar arasında paylaştır; ancak, onları bizden ayırma ve
yine onlar bizimle birlikte kalmaya devam etsinler!
Daha
dudaklarından bu cümleler dökülmemişti ki Erisar'ın bulunduğu yerden şu sesler
yükselmeye başladı:
-
Evet, biz de aynı şekilde düşünüyoruz; razı olduk ve kabul ettik ya
Resı1lullah!
Göz dolduran bir manzaraydı bu; demek ki cemiyet kıvam
tutmuş ve davanın istikbale taşınması adına gerekli olan kıvam da yakalanmıştı.
Allah ve Resülü'nü razı edecek bir davranıştı aynı zamanda bunlar. Hizmette en
önde koşturanlar ücret söz konusu olduğunda gerilerin de gerisine çekiliyor ve
kendi nefislerine başkalarını tercih ediyorlardı. Zaten bu, Allah ve
Resı1lü'nün istediği bir keyfiyet değil miydi?
İşte bu keyfiyet, semalar ötesini de harekete geçirecek
ve Cibrili Emın'in getirdiği mesajda Allah (celle celaluhü), onlar için şu
ifadeleri kullanacaktı:
- Bunlardan önce Medine'yi yurt edinip imana sarılanlar
ise, kendi beldelerine hicret edenlere sevgi besler, onlara verilen ganimetlerden
ötürü içlerinde bir kıskanma veya istek duymazlar. Hatta kendileri ihtiyaç
duysalar bile o kardeşlerine öncelik verir, onlara verilmesini tercih ederler.
Her kim nefsinin hırsından ve mala düşkünlüğünden kendini kurtarırsa, işte
felah ve mutluluğa erenler onlar olacaklardır.v"
175 Haşr,59/9
224
Uhud Sonrası
Gelişmeler
Diller
gönülden geçenlere tercüman olmuş; yapılanlar Allah'ı memnun etmiş ve olup
bitenlere Resülullah da sevinmişti. Ellerini açtı ve daha oracıkta:
-
Allah'ım! Ensar'a da, onlann çocuklarına da merhamet et, diye dua etmeye
başladı.
Bundan
sonra da, Beni Nadir'den arta kalan ve savaşsız elde edildiği için 'fey' denilen
malları Muhacirler arasında paylaştırmaya başladı. İstisna olarak Ensar'dan,
imkanları olmadığı için sadece Sehl İbn Huneyf ve EbU. Dücane'ye taksimde
pay verilmişti. İbn Ebi'l-Hukayk'ın meşhur kılıcını da Sa'd İbn Muaz'a
vermişti.
Uhud'dan ayrılırken
Ebu Süfyan:
-
Sizinle bizim aramızda yeni buluşma nokta ve zamanımız, gelecek yılın başında
ve Bedir'de olacaktır; orada buluşur ve orada kozlarımızı paylaşınz, diye
seslenmişti. Onun bu çıkışına mukabil Allah Resülü de (sallallahu aleyhi ve sellern),
Ebu Süfyarı'a cevap vermekte olan Hz. Ömer'e seslenerek:
-
Allah'ın izniyle olur, de diye tembihlemiş, o da Resülullah'ın mesajını gür
sesiyle EbU Süfyan'a ulaştırmıştı.
Söz
senet demekti ve konuşulan zaman geldiğinde yerine getirilmesi gereken bir
vazifeyi ifade ediyordu. Verdiği sözü yerine getirmemek, büyük bir zaaf
demekti. Hele böylesine gergin bir zeminde, Uhud gibi önemli bir dönemecin
rövanşını alma adına geri adım atmanın imkanı olamazdı. Şimdi ise zaman
yaklaşmış ve Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de, ashabını bu meydana
hazırlamaya başlamıştı; yeniden Bedir' e gidilecekti.
Beri
tarafta Ebu Süfyan, teklif kendisinden gelmiş olmasına rağmen sözünün altında
eziliyor ve vakit yaklaştıkça gitmemek için nasıl bir bahane bulabileceğini
düşünüyordu. Açıktan 'gitmeyelim' de diyemediği için görünürde Bedir'e gitme
temayülü gösteriyor; ancak içten içe de bu yoldan nasıl dönebileceğinin
planlannı yapıyordu. Etraftaki kabilelerin de desteğini alarak Mekke'de büyük
bir ordu hazırladığının haberini yaymak istiyordu ama içten içe, Efendimiz ve
Müslümanların da bu işten vazgeçmelerini gönülden arzu
225
Efendimiz (s a l l a
l l a h u aleyhi ve sellem)
ediyor;
bunun için de kendisinin daha güçlü bir ordu ile üzerlerine geleceğini ima edip
vazgeçen tarafın, kendisi değil de Müslümanlar olmasını istiyordu. Aynı
zamanda o gün için rahmetten mahrum kalan Mekke, kıtlıktan kıvranıyordu ve bu
durumda savaşa çıkmak yeni bir yıkım anlamına geliyordu.
Bu arada Nuaym İbn Mes'iid Mekke'ye gelmiş ve
Ebu Süfyan ve arkadaşlarına, Medine'deki hareketlenmenin haberini getirmişti.
Onun gelişini fırsat olarak gören Ebu Süfyan, Medine ordusunu bu niyetlerinden
vazgeçirme karşılığında kendisine yirmi deve vereceğini vadetmiş ve bu
develeri de, Süheyl İbn Amr'ın kontrolüne vereceğini söylemişti.
Kaliteli bir deveyi de peşin olarak ona tahsis etmiş ve Medine'ye giderek
Müslümanların gözünü korkutmasını istemişti.
Nuaym'ın
yapacaklarından o kadar emindi ki Kureyş'e dönen Ebu Süfyan Kureyşlilere şöyle
seslenecekti:
- Ashab-ı Muhammed'i Bedir'e çıkmaktan alıkoymak için
Nuaym İbn Mes'üd'u gönderdik; o bunun için gayret gösterecek! Ancak yine de biz
yola çıkalım ve bir-iki gece yürüdükten sonra durur, geri döneriz. Böylelikle
yoldan dönen biz değil de onlar olmuş olur ve gelişmeleri kendi lehimize
çevirmiş oluruz. Şayet her şeye rağmen onlar gelirse, bu yılın kıtlık yılı
olduğunu ifade eder ve bu buluşmayı bereketli başka yıllara atanz.
- Ne kadar güzel düşünmüşsün, diyorlardı Ebu Süfyan' a.
Demek ki bu, herkesin kabulüydü ve Kureş'in bu tepkisi, Ebu Siifyan'ı tasdik
anlamına geliyor.
Beri tarafta, peşin olarak aldığı devenin üzerinde
Medine'ye dönen Nuaym İbn Mes'üd, hemen faaliyetlere girişmiş ve Ebu Süfyan'ın
büyük bir ordu toplayarak Bedir'e çıkmak üzere olduğunun haberlerini çoktan
yaymaya başlamıştı. Bunu duyan Yahudi ve münafıkların keyfine diyecek yoktu:
- Muhammed, bu ordunun elinden kurtulamaz, diyor ve
kuvvei maneviyeyi bozmaya çalışıyorlardı. O kadar ki, onların bu faaliyetleri
Allah Resülü'nii de endişelendirmişti. Huzura gelen Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer:
- Ya Resülullah, diyorlardı. Şüphe yok ki Allah, din-i
mübinine sahip çıkacak ve onun müntesiplerini galip getirecek; Nebisini de
226
Uhud Sonrası
Gelişmeler
aziz
kılacaktır. Halbuki biz, Kureyş ile bir hususta randevuleştik ve asla
verdiğimiz sözden vazgeçmek istemeyiz. Hem sonra bunu korkaklık olarak
algılarlar. En iyisi Sen, randevu yerine yürü. Allah'a yemin olsun ki bunda bir
hayır vardır.
Allah'ın Resı1lü'nü
sevindiren manzaraydı bu ve şunları söyle-
di:
-
Nefsim yed-i kudretinde olana and olsun ki, benimle birlikte kimse gelmese bile
Ben, yola çıkacak ve randevu yerine mutlaka gideceğim!
Derken
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), bin beş yüz kişilik bir ordu ile
Medine'den yola çıktı. Yerine Medine'de Abdullah İbn Revaha'yı bırakmıştı.
Ordu içinde on tane at vardı. Sancağı Hz. Ali taşıyordu.
Ayakları
geri gitse de Ebı1 Süfyan da çıkmıştı yola. Yanında iki bin kişilik bir ordu
vardı. Aralarında elli tane de atlı süvari bulunuyordu. Yürüyordu ama içinde
kendisini yiyip bitiren bir korku vardı. Yoldan geri dönmek genel kabulolsa da,
bu kadar kalabalıkla yola konulunca şartlar değişir ve insanlar dönmekten
vazgeçerlerse ne yapacaktı. Onun için Merr-i Zahrôn denilen yere gelip de
Mecenne suyunun başında konakladıklarında, ne yapıp edip bu orduyu geri
çevirmenin gerekliliğini düşünüyordu Ebı1 Süfyan. Göz göre göre ve sonucu belli
olan bir zemine gitmek intihar olurdu. Zira Bedir ve Uhud'daki manzaralar
zihinlerinde hala canlıydı. Dinlenme işi bitip de ordu ayaklandığında:
-
Ey Kureyş topluluğu! Haydi, geri dönün, diye bir ses duyuldu Ebı1 Süfyan'ın
bulunduğu yerden. Görmüyor musunuz, bu yıl her tarafı kıtlık kasıp kavuruyor;
en iyisi bugün geri dönüp bolluk ve yeşilliğin olduğu, hayvanlarımızın da
yeşilliklerden yiyip bize bol süt verdikleri gelecek yıllarda savaşırız. Bu
kıtlıkta savaş mı olur! Ben dönüyorum; haydi, sizler de dönün!
Mekke
ordusunun zaten beklediği bir sesti bu ve hiç kimseden itiraz gelmeden Mekke'ye
geri dönüldü. Bu kısa yolculukları sırasında 'seoik' adını verdikleri
undan yapılan bir çeşit çorba tükettikleri için yoldan dönen bu orduya
kendileri, sevik içen ordu manasında 'ceuşiil-seoik' demişlerdi.
Medine'deki durum çok
farklıydı. Ashabıyla birlikte çoktan yola
227
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
çıkan
Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), birkaç günlük yolculuktan sonra
ve Zilkade ayının ilk hilaliyle birlikte Bedir'e kadar gelmişti. Her yılolduğu
gibi Bedir'de yine panayır kurulmuş ve büyük gruplar halinde insanlar,
ellerindeki emtiayı kaptığı gibi ticaret maksadıyla buraya kadar gelmişti.
Mekke
ordusu ise gelmemişti. Buna rağmen Efendimiz, ashabıyla birlikte burada tam
sekiz gün onları bekleyecekti.':"
Panayırın çoğunluğunu Efendimiz ve ashabı
oluşturuyordu. Bir aralık Allah Resülü'niin yanına, Veddan gazvesinde O'nunla
anlaşma yapan M ohşi İbn Amr geldi; her halinden şaşkınlık okunuyordu.
Nihayet:
- Yil Muhammed, dedi. Sen bu kuyuların başına Kureyş
ile karşılaşmak için mi geldin? Halbuki bize anlatılanlara göre sizin, hepiniz
öldürülmüştü ve işiniz de bitmişti! Halbuki panayırın çoğunluğu sizlerden
oluşuyor!
Demek ki Hicaz'da sürekli bir propaganda yürütülüyordu.
Anlaşılan açıktan cepheye gelemeyenler, yine perde arkasına geçmiş ve
psikolojik bir savaş yürüterek akılları bulandırmak istiyorlardı. Mahşi'nin
tepkileri böylesine yoğun bir bilgilendirmenin etkisinde kaldığını
gösteriyordu. Öyleyse düşmanın silahıyla silahlanmak gerekiyordu ve Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellem) şunları söyledi ona:
-
Buna rağmen şayet istersen, sizinle aramızdaki anlaşmayı da feshedebiliriz!
Hiç beklemediği bir tepkiydi bu, Malışi'nin. Zaten
zihnen bir çatışma yaşıyordu; nasılolmuştu da, 'bitti' denilen insanlar
bu kadar zinde olabilmiş, Ebu Süfyan'ın bile gözünü korkutarak ona geri adım
attırabilmişti! Bitmek bir yana her geçen gün güçlenerek yürüyen bir kervan
vardı ortada. Zaman, neyin yalan neyin hakikat olduğunu ortaya çıkarmıştı.
Öyleyse göz göre göre maceraya kapılmanın anlamı olamazdı ve:
ı76
Bir taraftan da panayırın hakkı veriliyor ve alışveriş yapılıyordu. Çünkü ashabı
kiram, böyle bir sonuçla karşılaşacaklarım tahmin etmiş ve yoıCuluklarım bu
şekilde de değerlendirerek iki türlü kazanç elde etmeyi hedeflemişlerdi.
Ticaret adına o kadar uygun bir zemin bulunmuştu ki Hz. Osman gibi sahabiler, o
gün bir dinar karşılığı olarak bir dinar kazanmış ve böylelikle yüzde yüz bir
kazanç elde etmişlerdi. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/384; İbn Sa'd, Tabakat. 2/60
228
Uhud Sonrası
Gelişmeler
- Hayır, bizim böyle bir derdimiz yok! Bilakis biz,
Sana el uzatmaktan içtinab eder ve aramızdaki anlaşmaya sadık kalır, onu asla
bozmayız, dedi Mahşi,
Malışi'nin tepkisi, Bedir'e gelmenin ne kadar önemli
olduğunu gösteriyordu. Aleyhte kurulan tuzaklardan haberdar olunmuş ve Ml
diliyle karşı tarafbilgilendirilirken yanında bir yanda da yüreklerine korku
salınmıştı. İnsanlar, duyduklarından ziyade görüp duyduklanna itibar ederlerdi
ve Bedir'de, gözlerle kulaklara aradıklan bu mesajlar verilmişti.
Şimdi sıra, sağ salim olarak Medine'ye dönmeye
gelmişti. Derken Resül-ü Ekrem (sallallalıu aleylıi ve sellern), ashabıyla
birlikte Bedir'den ayrılıp Medine'nin yolunu tuttu.
Bu Dönemde Yaşanan Diğer Gelişmeler
Diğer taraftan tebliğ ve irşad alanı her geçen gün daha
da genişliyor ve yeni yeni muhataplara ulaşılıyordu. Bunun için dil öğrenmek
gerektiğinde dil öğreniliyor, bir yere elçi olarak gitmek gerektiğinde de 'vazife'
deyip yola düşüliiyordu. Başkalarının yapacaklan tercümelere itimat
edemediği için Zeyd İbn Sabit kısa sürede İbranice öğrenecek ve
istenildiği zaman neler yapılabileceğini fiilen göstermiş olacaktı.
Bu sıralarda Medine'de doğum ve ölümler de vardı;
Efendimiz (sallallalıu aleylıi ve sellem) ve ashab, Hz. Ali ile Fatıma
Validemizin oğullan Hz. Hüseyin'in doğumuyla sevinirken, Hz. Osman ile
evlenen Rukiye Validemizin emaneti küçük Abdullah ile Ümmü Seleme
Validemizin kocası Ebu Seleme de bu sıralarda vefat etmişlerdi.
Yolculuk hallerinde dört rekatlı farz namazıann ikişer
rekat olarak kılınabileceği ruhsatı yine bu zaman zarfında ve uygulanmaya
başlanmıştı.
Zina
ve recm hükümlerinin Yahudilerle konuşulması da bu sıralarda gerçekleşmişti.
Arazi
paylaşımı ve fey hükümlerinin tanzimi de bu tarihlere rastlayacaktı.
229
Efendimiz (sallallalıu
a l e y h i ve sellem)
Efendimiz'in İffet Eğitimi ve Ensar Mantığı
Allah Resülii'rıün
yanına bir delikanlı gelmişti:
- Ya Resülullah, diyordu. Mahcuptu; duygularının
baskısı altında olduğu her halinden belliydi. Bir şeyler demek istiyorduama
bir türlü cesaretini toplayıp da maksadını söyleyemiyordu. Ancak Rahmet
Nebisinin şefkat dolu bakışlarına muhatap olunca kendini toparlayabilmişti;
yüzü kızarmış, şunları söylüyordu:
- Zina konusunda bana
izin verir misin!
Onun
bu sözünü duyanlar üzerine yürümüş ve çoktan sıkıştırmaya başlamışlardı:
- Şunun yaptığına bak! Olacak şey değil, türünden
sözler sarfediyorlardı! Bir anda sesler yükselmeye başlamış ve ortalık buz
kesilivermişti! Buzları çözen sesin sahibi yine Resülullah'tı:
- Onu yanıma yaklaştırın, buyurdu ve bunun üzerine
delikanlı Cüleybib, Allah Resülü'nün yanına kadar geldi. Şefkatle başını sıvazladığı
bu delikanlıyı Efendiler Efendisi (sallallalıu aleylıi ve sellem) dizinin
dibine oturtacak ve soracaktı:
- Böyle bir işin,
annenle yapılmasını ister misin?
Tüyleri
diken eden bir soruydu ve yerinden fırlarcasına Hz. CÜleybib:
- Allah (celle celaluhü) beni Senin yoluna kurban
etsin; vallahi de, hayır ya Resülullah, dedi. Zaten Resülullah da böyle bir
cevap bekliyordu:
-
İşte, diğer insanlar da anneleriyle böyle bir fiilin yapılmasını istemezler,
diye mukabelede bulundu ve arkasından yine sordu:
-
Peki, böyle bir şeyi senin kızınla yapmalarından hoşlanır mısın?
Hiç
beklemediği bir soruydu; utancından yerin dibine girecek gibiydi ve başını
kaldırıp:
- Yoluna kurban olayım; vallahi de hayır ya Resülullah,
diyebildi. Şefkat nazarlarını üzerinden ayırmayan Resül-ü Kibriya Hazretleri:
-
İşte, hiç kimse kızlarıyla böyle bir işin yapılmasından hoşlanmaz, diyordu.
Yeniden sordu:
- Kız kardeşinle
böyle bir işin yapılmasını hoş karşılar mısın?
230
Uhud Sonrası
Gelişmeler
Her
bir soru, yüreğine ok gibi saplanıyordu; bin pişman olmuştu ve hemen:
-
Kurbanın olayım; valIahi bundan da hoşlanmam ya Resülullah, diye mukabelede
bulundu. Tekrar aynı şeyi söylüyordu Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve
sellern):
- Hiç kimse, kız
kardeşiyle böyle bir fiilin yapılmasını hoş kar-
şılamaz!
Soruların arkası
geliyordu:
- Birisinin, senin
halanla böyle bir işi yapmasını ister misin? Belli ki aklını ve kalbini tatmin
etmeden kendisini yanından
ayırmayacaktı; onun
şahsında aynı zamanda koskoca bir ümmeti eğitiyordu! Hz. Cüleybib aynı tepkiyi
verecekti:
- Canım yoluna kurban
olsun; hayır istemem ya Resfılullah! Resülullah'ın hükmü yine aynı istikametteydi:
-
İşte diğer insanlar da, kendi halasıyla böyle bir günahın irtikabını istemez!
Sıra son soruya
gelmişti:
-
Peki, böyle bir günahın senin teyzenle yapılmasına ne dersin?
Cüleybib kalıptan
kalıba giriyordu; içinde fırtınalar kopuyordu!
İyi
ki gelip durumu Allah Resülü'ne intikal ettirmişti; mahcubiyetinin yerini
artık huzur dolu bir duruş alıyordu! Veeh-i mübareklerine baktı ve:
-
Hayır, ya Resülullahl Yoluna kurban olayım; böyle bir işi hiç ister miyim,
dedi. Yine son noktayı Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve sellern) koyuyordu:
-
İşte, insanların hiçbiri de, teyzeleriyle böyle bir günahın işlenmesine nza
göstermez!
Bundan
sonra onu daha da yanına yaklaştıracak olan Efendiler Efendisi (sallallalıu
aleyhi ve sellern), mübarek ellerini omuzlanna koyacak ve Hz. Cüleybib için
şöyle dua edecekti:
-
Allah'ım! Onun günahlannı Sen affet! Kalbini tertemiz kıl ve iffetini de masün
eyle!
Bu
kadar yakınına gelip de nebevi duaya mazhar olan Hz. CÜleybib, o andan
itibaren insanların en iffetlileri arasındaki yerini alacaktı.
231
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Ancak Sultan-ı Resul Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellern), bir adım daha atacak ve gidip Hz. Cüleybib için Erisar'dan birinin kapısını
çalacaktı:
- Kerimen filanı talep ediyorum, diyordu. Sevincinden
Erisar'ın ayakları yerden kesilmişti; kapısına kadar gelen Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellem) kızını istiyordu! Hemen:
- Elbette, ya Resülullah, diye mukabelede bulundu.
Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) durumu tashih etmek zorunda kalmıştı;
döndü ona ve:
- Ben onu kendim için
istemiyorum, dedi. Bu sefer Ensar:
- Peki, kimin için ya
Resülullah, diye sordu. Efendimiz:
- Cüleybib için,
buyurdu. Cüleybib'i tanıyordu Ensar; ancak o,
beklediği
gibi bir soylu aile geleneğine sahip olmadığı gibi aynı zamanda o güne kadar
sıra dışı hareketleriyle bilinen birisiydi. Onun için tereddüt geçirdi Ensar
ve:
-
Bir de annesiyle istişare edeyim, ya Resülullah, diyerek müsaade istedi.
Efendimiz'in
de oluruyla birlikte doğruca evine gelen Ensar, hanımına yaklaşıp:
-
Resülullah, senin kızına talip; onu istiyor, dedi. Kadının sevincine diyecek
yoktu ve hemen:
-
Bu ne büyük lütuf; elbette olur, diye karşılık verdi. Buraya kadar her şey
normaldi; ne zaman ki Ensar:
- Ancak O (sallallahu aleyhi ve sellern), kendisi için
istemiyor; onu Cüleybib için istiyor, dediğinde işler bir anda değişiverdi.
Kadın şöyle cevap verdi:
- Ne? Cüleybib mi dedin? Bula bula Resülullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) onu mu bulmuş; halbuki biz onu, filan ve falana
bile vermedik! Hayır! Allah'a yemin olsun ki onu Cüleybib'le nikahlayarnazsın!
Bunlar, zaten Ensar'ın da beklediği tepkilerdi ve
Resülullah'a durumu haber vermek üzere ayağa kalkıp tam kapıdan dışarı çıkmak
üzereydi ki, içeriden:
- Beni sizden kim istiyor, diye bir ses geldi. Bu sesin
sahibi, Resülullah'ın Hz. Cüleybib için talep ettiği kızlarından başkası değildi!
Döndü ve durumu ona da haber verdiler. Kızlarının mantığı çok farklıydı; önce
onlara şu soruyu sordu:
232
Uhud Sonrası Gelişmeler
-
Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) sizden bir talepte bulunuyor da siz
onu geri çeviriyorsunuz, öyle mi?
Zihinlerde
şimşek çaktıran bir soruydu bu; ancak o, bununla da yetinmeyecek ve onlara:
-
Allah ve Resülü herhangi bir meselede hüküm bildirdikten sonra, hiçbir erkek
veya kadın müminin, o konuda başka bir tercihte bulunma haklan yoktur. Kim
Allah'a ve elçisine isyan ederse, besbelli bir sapıklığa düşmüş olur,"?
mealindeki ayeti okuyacak, arkasından da:
-
Şayet O (sallallahu aleyhi ve sellem) bunu uygun görmüşse, bu nikaha siz de
'olur' deyin ve beni ona verin; çünkü Allah (celle celaluhü) asla beni zayi
etmeyecektir, diyecekti.
Şimdi
onlar, daha önce bu inceliği düşünemediklerine yanıyorlardı:
-
Doğru söylüyorsun; dediler. Kızlan kendilerini irşad etmişti ve fikirlerini
anında değiştiren Ensar, durumu Allah Resülü'ne bildirmek için hemen yola
çıkacaktı; huzura gelir gelmez, kızını kastederek:
-
Senin nza gösterdiğin konuda bizler de razıyız; o, sizindir; dilediğinizle
evlendirin, diyordu. Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) de:
-
Ben bu işten razıyım, diyecek ve böylelikle Cüleybib'i evlendirecekti. Onun
için şöyle dua ediyordu:
-
Allah'ım! Onların üzerine sağanak sağanak hayır yağdır ve geçimlerini de geniş
eyle!
Artık Hz. Cüleybib,
Medine'nin en iffetli insanıydıl'?"
İkinci
Bedir'in üzerinden çok zaman geçmemişti ki, bu sefer de Şam taraflanndan farklı
haberler geliyordu. Diunetii'l-Ceııdel deni-
177 Ahzab,33/36
178
Hz. Cüleybib'in şehadeti ve sonrasında Allah Resülü'rıiin hassasiyeti konusunda
bkz. Müslim, Sahih, 4/1918 (2472); Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 3/136, 4/421,
422,425,5/256; Ahmed el-Benna, el-Fethu'r-Rabbani, 22/219 vd.; Abdurrezzak,
Musannef, 6/155-156 (10333); İbn Kesir, Tefsir, 3/490 vd.
233
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern)
len
mekanda bazı kabileler bir araya gelmeye başlamıştı ve çetelerdenmüfrezeler
kurarak Medine'ye saldın hazırlıklan içinde bulunuyorlardı. İslam aleyhinde
yeni bir kıpırdanma daha söz konusuydu ve bu, Medine'yi tehdit ediyordu. Hatta
yakınlarından geçen kervanlara saldınp mallarına el koyuyor ve mallarını
yağmalayarak masum insanlara zulmediyorlardı.
Hayırlı
işlerin ne kadar da muzır manileri vardı; dahili ve harici bütün huysuz ruhlar
peş pe şe takılmış, adeta aralannda anlaşmışçasına hayırlı işlerin önüne engel
çıkarmaya çalışıyorlardı. Halbuki İslam, insanların insanca yaşayabilecekleri
bir zemini vadediyor ve bu zemini tehdit eden unsurları toplumdan temizlerneyi
hedefliyordu. Bugün çözüm bulunmadığı takdirde yarın önü alınmaz problemleri
beraberinde getirir ve daha büyük tahriplere kapı aralanırdı. Onun için her
şeye rağmen Dümetü'l-Cendel'e gidilmeli ve mesele yerinde çözülmeliydi.
Ancak
Dümetii'l-Cendel, o gün için iki önemli devletten birisi olan Rum diyarına
yakın bir bölgede bulunuyordu. Onun için bazı insanlar, Resülullah'a gelip de
böyle bir yolculuğun, Rum meliki Kayser'i tahrik ederek büyük bir
tehlike oluşturabileceğini ifade etme lüzumu duymuşlardı.
Asayiş
ve sulhu temin etmek her şeyden önemliydi. Onun için Efendiler Efendisi
(sallallahu aleyhi ve sellern), Medine'de Sibô' İbn Urfuta'yı bırakarak
bin kişilik bir ordu ile Medine'den yola çıktı. Durumun nezaketine binaen
yanına, Uzreoğullarından Mezkiir adında
bir delil almıştı; zira Mezkür, dar geçitleri ve gizli yollan bilen bir
insandı. Aynı zamanda bu yolculukta geceleri yol alıyor, gündüzleri ise
dinlenmeyi tercih ediyorlardı.
Nihayet
kimsenin haberi olmadan bin kişilik ordu Dümetü'lCendel denilen yere kadar
geldi. Mezkür:
-
Ya Resülullahl Onların hayvanlan şuralarda yayılıyor; Sen burada bekle, ben
etrafa bir göz atayım, diyerek izin isteyince Efendiler Efendisi (sallallahu
aleyhi ve sellern):
-
Olur, beklerim, buyurdu. Bunun üzerine Mezkür, deve ve koyunların izini takip
ederek etrafı kolaçan etti. Şer adına bir araya gelen bu insanlar batıya doğru
ilerliyorlardı; hemen gelip Mezkür, durumu Allah Resülü'ne bildirdi.
234
U'h ud Sonrası
Gelişmeler
Bunun üzerine Efendimiz, onlann bulunduğu yere doğru
hareket etti. Bin kişilik bir ordunun ansızın üzerlerine doğru geldiğini anlar
anlamaz kaçışmaya başlayan çete, ne yapacağını şaşırmış, Dumetü'l-Cendel'e çil
yavrusu gibi dağılıvermişti. Sırra kadem basmışlardı. Daha içlere, hatta
arazilerine kadar gidilmişti ama cesaret edip de karşılanna çıkan olmamıştı.
Efendiler
Efendisi, Dümetü'l-Cendel'de birkaç gün kaldı; etrafa müfrezeler gönderiyor,
etrafı kolaçan edip duruma hakim olmayı hedefliyordu. Her bir cihete giden
müfrezeler, onların arkada bıraktığı deve sürüleriyle dönüyordu ama ortalıkta
çeteden eser yoktu! Sadece Muhammed İbn Mesleme'nin gittiği tarafta bir adama
rastlanmış ve o da yakalanarak huzura getirilmişti. Resiıl-ii Kibriya Hazretleri
ona, arkadaşlannın nereye gittiklerini sordu:
-
Senin gelip de develerine el koyduğunun haberini alınca hepsi de kaçıp
dağıldılar, diyordu adam. Fıtraten temiz birisine benziyordu ve Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellem) de ona, İslam'ın güzelliklerini anlatıp imana
davet etti. Nihayet o da, bu davete icabet ederek Müslüman oldu.
İslam'ın
ağırlığı hissettirilmiş ve üç beş çeteyle tehdit edilemeyeceği Şam cihetinde
de gösterilmişti. Daha ilk adımla birlikte aleyhteki oluşumlardan haberdar
olunuyor ve yerinde bastırma adına ansızın gelinip müdahale ediliyordu! Bu,
daha sonraki çeteleşmeler adına büyük bir korku meydana getirecekti ve Allah
ResUlü'nün, Şam'a beş günlük mesafedeki bu yere kadar bin kişilik bir ordu ile
sessizce gelmiş olması, caydıncılık açısından oldukça önemliydi. Şimdi maksat
hasıl olduğuna göre geri dönme zamanıydı ve Efendimiz de (sallallalıu aleyhi
ve sellern), ordusuna hareket emri vererek yeniden Medine'ye yöneldi.
Her
adımını değerlendiriyordu; yolda gelirken de Uyeyne İbn Hzsn el-Fezôri ile
anlaşma yaparak bir taşla çok kuş vurmayı hedefleyecekti. Zira bu, bir
taraftan bölgeyi güvenlik çemberi içina almayı ifade ederken diğer yandan da bu
taraftan gelmesi muhtemel tehlikelere karşı sağlam bir baraj anlamına
geliyordu. Uyeyne'nin bulunduğu bölge, kıtlığın tesiriyle kuraklıkla KARŞI KARŞIYA
olduğundan Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sellern), hayvanlannı
otlatabilmesi için Medine yakınlanna kadar gelmelerine müsaade edecek ve böy-
235
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
lelikle
O ve kabilesini İslam'a daha da yakın hale getirecekti. Zaten böyle bir dönemde
birileriyle oturup anlaşma yapmak, aynı zamanda onların İslam'a daha yakın
durmalarını sağlayacak ve gittikçe etkinliğini artıran bu yeni oluşuma olan
ilgilerini daha da artırıp Müslüman olmalarını kolaylaştıracaktı.
Bir haber de
Mustalikoğullarının bulunduğu yerden geliyordu.
Beni
Mustalık'inlideri Hôris İbn Ebi Dırôr, civarın
kabileleri de işin içine çekerek bir ordu meydana getirmiş, Medine üzerine
saldırı hazırlığı yapıyordu. Öncelikle haberin doğru olup olmadığı teyit edilmeliydi
ve bunun için Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabından Büreyde
İbn Husayb'i görevlendirdi.
İstihbarat
göreviyle yola çıkan Hz. Büreyde, sözü edilen yere geldiğinde büyük bir
kalabalıkla karşılaştı; kendilerinden emin ve gururlu bir duruşları vardı. Onun
gelişini görünce:
-
Sen de kimsin, diye tepki verdiler. Endişelenmişlerdi. Ancak Hz. Büreyde:
-
Sizlerden birisi, diye cevapladı önce. Zira bu görev için tayin edildiğinde o,
gerektiğinde sözdeki esnekliği kullanma konusunda Resülullah'tan izin istemiş
ve O da, ümmetin selameti adına ona bu izni vermişti. Ardından şunları
sıraladı:
-
Şu adamın üzerine yürümek için bir araya geldiğinizi duyunca ben de çıkıp
yanınıza geldim. Şayet bu niyetinizde halis iseniz ben de gidip kavmimi ve bana
itaat edenleri toplarım, hep birlikte tek bir yumruk olarak O'na saldırır ve
kökünü keseriz!
Rahatlamışlardı.
Tanımadıkları bir adamdı ama bunun ne önemi olabilirdi ki! Aynı düşmanı hedef
almış bir adamdan ne zarar gelebilirdi! Onun için:
-
Zaten bizler de bunun için bir araya geldik; o zaman elini biraz çabuk tut,
dedi Haris İbn Ebi Dırar.
Maksat
anlaşılmıştı; demek ki Resülullah'a gelen haber doğruydu. Gerçekten de bu
adamlar, Medine'ye saldırmak için bir araya gelmiş ve ciddi ciddi savaş
hazırlığı yapıyorlardı. Ancak yine de ihtiyatlı davranmak gerekiyordu. Onun
için Hz. Büreyde:
Uhud Sonrası
Gelişmeler
-
Hemen şimdi gidiyorum; çok geçmeden kavmimden büyük bir grup ile birlikte
buraya gelirim, diye seslendi onlara.
Sevinmişlerdi; hiç hesapta yokken bir adam gelmiş ve
adamlarını da toplayarak kendilerine gönüllü katılma vaadinde bulunuyordu!
Beri tarafta Hz. Büreyde, en seri şekilde Medine'nin
yolunu tutmuştu ve gerçekten de büyük bir grupla üzerlerine gelecek olan mü'minlere
haberin doğruluğunu ulaştıracaktı. Haberi alır almaz Allah Resı1lü (sallallahu
aleyhi ve sellern), hemen hazırlık emri verdi ve bir çıbanın daha başını ezmek
için ordunun toplanmasını istedi.
Takvimler, hicretin altıncı senesinin Şa'ban ayını gösteriyordu.
Derken Allah Resı1lü, otuzu süvari olmak üzere ashabıyla birlikte
Mustalıkoğullannın bulunduğu tarafa yürüdü. Yerine Medine'de, Zeyd İbn Hôrise'vı
bırakmıştı.v?
Gidilecek yerin yakınlığı dolayısıyla ve elde edilecek
ganimetten pay koparabilmek için münafıklar, daha önceki savaşlardan farklı
olarak bu ordunun içine katılmışlardı.
Halôik; denilen
yere gelindiğinde mola verilmişti. Bu sırada yanlanna, Abdülkaysoğullarından
bir adam çıkageldi. Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) ona:
- Kavmin nerede, diye
sordu.
- Ravha'da diye
cevapladı adam. Efendimiz tekrar sordu:
- Nereye gidiyorsun?
- Başka değil, sadece
Sana gelip Sana iman etmek, getirdikle-
rinin hak olduğuna
şehadet edip Seninle birlikte düşmana karşı savaşmak istiyordum, dedi adam.
Resı1lullah'ın sevincine diyecek yoktu; yine mürde bir
gönül Rabbiyle buluşmuş, Allah'a kulolma yoluna girmişti. Dudaklarından, hamd
dolu şu cümle döküldü:
- Seni İslam'la
şerefyab kılan Allah'a hamd olsun! Adam:
- Allah için hangi
amel daha sevimlidir, diye soruyordu. Elbette
ı79
Medine'de bırakılan kişinin EbU Zerr veya Nümeyle İbn Abdullah el-Leysi olduğuna
dair de rivayet vardır. Bkz. İbn Hişam, Sire, 4/252; Kurtubi, el-Cami' li
ahkürni'l-Kur'an.x/aıg
237
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
bu
iş, sadece kelime-i tevhidi söylemekle sınırlı olamazdı ve bu bahtiyar gönül
de, diliyle ikrar ettiği bu cünılelerin ardından yapması gerekli olan ilk işin
ne olduğunu soruyordu.
- ilk vaktinde kılınan namaz, buyurdu Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellern). Demek ki, imandan sonra en önemli mesele namazdı ve imanı
tercih ettikten sonra bir mü'min, hep namazı kollamalı, vakit girer girmez de
onu en kamil manada eda etmeliydi.
Halaık'ın semeresi olan sahabi de alınarak yeniden yola
çıkılmıştı. Karşılanna, düşman adına gözcülük yapan bir casus çıkmış ve ashab
da, yakalayarak onu huzura getirmişti. Resülullah, düşman ordulannın yerini ve
ne türlü teçhizata sahip olduklannı sormuş, ancak bir cevap alamamıştı. Onun da
Müslüman olmasını istiyordu; bunun için kendisine İslam'ı anlatıp Allah'a
kulolduğunu kabul etmesini istedi. Ancak adamın inadı tutmuştu ve ayağına
kadar gelen bu teklifi kabule yanaşmıyordu.
Derken Miireusi denilen yere kadar gelinmişti
ki, Medine'ye saldırmak için bir araya gelen düşman ordusu Allah Resülü'niin
üzerlerine doğru geldiğinin haberini aldılar. Büyük bir telaş içine
düşmüşlerdi. Üstelik, gözcü olarak gönderdikleri adamları da yakayı ele
vermişti! Şakası yoktu; göz göre göre üzerlerine büyük bir ordu geliyordu ve
çok geçmeden savaşı göze alamayan bu kabileler kaçmaya başlamış, Haris'i kendi
adamlanyla birlikte yapayalnız bırakıvermişlerdi!
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Müreysi'de
konaklayıp hemen savaş hazırlıklanna başladı. Çok geçmeden ordu, saf düzenine
geçmiş ve gelecek emri beklerneye durmuştu. Muhacirlerin sancağını Hz. EbU
Bekir, ı80 Ensar'ınkini ise Sa'd İbn Ubôde taşıyordu.
Her zaman olduğu gibi Allah Resülü (sallallahu aleyhi
ve sellern), savaşı tercih edenin kendisi olmadığını fiilen gösterecek ve bu
insanların üzerine yürümeden önce onlarla konuşmayı deneyecekti. Bunun için
yine Hz. Ömer' i seçmişti.
Derken
Müreysi vadisi, Hz. Ömer'in gür sesiyle çalkalanmaya başladı:
ı80
Muhacirlerin sancağını Arnmar İbn Yasir'e verdiği de söylenmektedir. Bkz. Vakıdi,
Megazi, 1/405; İbn Kesir, Sire, 3/297; el-Bidaye ve'n-Nihaye, 4/178
Uhud Sonrası
Gelişmeler
-
Gelin; siz de 'Lô. ilôhe illallah' deyin ve böylelikle mal ve canınızı
koruma altına almış olun!
Sesin yankısı dağlara vurup ümitsizce geri dönerken,
düşmanın bulunduğu yerden Resı1lullah ve ashab üzerine ok yağmaya başlayıverdi.
Haris'in niyeti belli olmuştu; savaş kaçınılmazdı. Gelen oklara karşılık
Müslümanlar da ok atmaya başlamışlardı.
O günkü parola da:
- Yd Mensiir! Emit idi. Cüveyriye Validemizin
şehadetiyle o gün düşman askerleri, İslam ordusunu olduğundan daha büyük görürken
Müslümanlar, düşmanı olduğundan daha az görüyorlardı. Aynı zamanda bu savaşta
da kendini gösteriyordu; ne daha önce ne de daha sonradan kimsenin göremeyeceği
insanlar yağız atların üzerinde buraya gelmiş Müslümanlara yardım ediyorlardı.
Karşılıklı ok atışları bir müddet devam ettikten sonra
Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabına emir vererek, hep birlikte
düşmanın üzerine taarruz emri verdi. Adeta İslam ordusu tek vücut olmuş Beni
Mustalık üzerine yürüyordu. Böylesine bir duruşun önünde hangi güç durabilirdi
ki! Çok geçmeden Beni Mustalık tamamen etkisiz hale getirilmiş, savaşçıları
esir alınarak yanlarında bulunan mallarına da el konulmuştu. Düşman ordusundan
on kişi öldürülürken Ashab arasından sadece Hişôm İbn Subôbe şehit
olmuştu; onu da Erisar'dan birisi yanlışlıkla öldürmüştü. Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellern), Hz. Hişam'ın diyetinin ödenmesini emrederek
onu, Hz. Hişam'ın kardeşi Mikyes İbn Subabe'ye teslim etti.ı8ı
Elde edilen esirler, iki yüz aileden oluşuyordu ve
bunların üzerine Biireyde İbn Husayb; deve, koyun ve sığır cinsinden
ganimet mallarının organizesi için de, Efendimiz'in azatlısı Hz. Şukrôn görevlendirilmişti.
Ganimetlerin dağıtılması işini ise Mahmiye İbn Cez' yürütüyordu.
ı8ı
Resülullah'ın verdiği hükme ve kardeşinin diyeti kendisine verilmesine rağmen
Mikyes'in, kardeşini yanlışlıkla öldüren Ensar'ın üzerine yürüyüp onu öldürdüğü,
sonra da kaçıp Kureyş'e sığındığı ve Mekke'nin fethi gününde de mürted olarak
öldürüldüğü ifade edilmektedir. Bkz. Vakıdi, Megazi, ı/859; İbn Seyyidinnas,
Uyünu-Eser, 2/196; İbn Kesir, Sire, 3/298; İbn Hacer, el-İsabe, 3/203; İbn
Esir, Usudu'l-Ğabe, 3/78
239
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Derken
taksimat yapılmış ve ortada kalan bir kısım eşya da, talep edenlere ücret
mukabilinde satılmıştı.
Reisleri olan Haris'in kızı Cüveyriye Binti
Hô.ris,ı82 Sabit İbn Kays İbn Şemmas ve onun amcaoğlunun hissesine düşmüş
ve o da, dokuz okka altın karşılığında serbest bırakılma konusunda onlarla
anlaşmıştı.v'"
Ne bu savaş ne de bu esaret, diğer savaşlarla
esaretlere benziyordu. Ellerindeki imkanı kullanıp herkesi öldürebilirlerdi
ama onlar, öldürmeyip esir almayı tercih etmiş, şimdi ise esirlerine yediklerinden
yediriyor, giydiklerinden de giydiriyorlardı. Muhataplarındaki bu farkı görüp
de bunun arkasında yatan sebebi öğrenen Haris'in kızı Cüveyriye, üç gün önce
gördüğü o unutulmaz rüyayı hatırladı ve çok geçmeden kelime-i tevhidi
söyleyerek Müslüman oluverdi. Çünkü üç gün önce gördüğü rüyada, Medine' den
doğan bir ay onun yanına kadar gelmiş ve sanki kucağına konuvermişti. Etkisinde
kalmıştı kalmasına ama kimseye de anlatma cesareti bulamıyordu. Şimdi ise bu
rüyanın gerçek olmasını umuyor, gelişmeleri merakla izliyordu.
Babasına rağmen Müslüman olan Hz. Cüveyriye, bütün
cesaretini toplayarak Allah Resülii'nün huzuruna girdi. Şefkat peygamberinden
merhamet dileyecekti. Şöyle diyordu:
- Ya Resülullah! Ben, Allah'tan başka ilah olmadığına
ve Senin de O'nun Resülü olduğuna şehadet eden Müslüman bir kadınım! Ben, bu
insanların reisi Haris'in kızı Cüveyriye Binti Haris İbn Ebi Dırar'ım. Başımıza
ne hallerin geldiğini biliyorsun! Ben, Sabit İbn Kays İbn Şemmas ile onun amcaoğlunun
payına düştüm. Ancak Sabit, Medine'deki hurma bağlarından bir kısmını
amcaoğluna vererek beni aldı. Sonra da, esaretten kurtulabilmem için asla
altın-
182 Hz. Cüveyriye'nin adının Berre olduğu ve ona
Cüveyriye ismini Allah Resülü'niin verdiği de rivayet edilmektedir. Bkz.
Müslim, Sahih, 3/1687 (2140); Ebü Davud, Sünen, 2/81 (1503); Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 1/258 (2334), 1/316 (2902), 6/429 (27461)
183 Hz. Sabit, Medine'deki hurma bağlanndan birisine
karşılık amcaoğlunun hissesini de kendi üzerine almış ve Haris'in kızı Hz.
Cüveyriye üzerindeki tasarrufu tamamiyle elde etmişti. Bkz. Vakıdi, Megazi,
1/409; Salihi, Sübülü'l-Hüda ve'rReşad,4/347
240
Uhud Sonrası
Gelişmeler
dan
kalkamayacağım bir bedelle benimle anlaştı. Aslında buna beni o zorlamadı; bunu
ben kabul ettim. Çünkü ben, bu konuda Senin bana yardımcı olacağını umuyordum;
hürriyetimi elde edebilmem için bana yardımcı ol!
Büyük
bir dikkatle Haris'in kızı Hz. Cüveyriye'yi dinleyen Efendiler Efendisi ona:
-
Bundan daha hayırlısım ister misin, diye sordu. O da şaşırmıştı; heyecanla:
-
O da nedir ya Resülullah, diye sordu. Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve
sellern):
-
Senin hürriyet bedelini Ben öder ve seni de nikahım altına alınm, buyurdu.
Bundan
daha büyük saadet olabilir miydi? Elinde avucunda ne varsa hepsini kaybeden ve
üstelik hürriyetini de yitiren bir insanın önüne, dünya ve ukbamn saadet
saraylanna giden kapılar açılmış ve o da, bizzat bu sarayın sultam tarafından
içeriye 'buyur' ediliyordu; hem de beş kuruş bedel ödemeden! Evet ya,
rüyası gerçek oluyordu. Hz. Cüveyriye de, böyle bir saadeti kaçırmayacak kadar
iman dolu bir gönüle sahipti ve:
- Peki ya Resülullahl
Kabul ediyorum, dedi.
Teklif
kabul gördüğüne göre şimdi sıra, Sabit İbn Kays ile görüşmeye gelmişti. Derken
ona da haber gönderilmiş ve çok geçmeden Hz. Sabit de huzura gelmişti.
Efendimiz de, Hz. Cüveyriye'nin bedelini kendisine ödeyerek onu nikahı altına
almak istediğini bildirdi.
Hz.
Sabit'in gözlerindeki sevince diyecek yoktu. Belki de Allah Resülii'niin
maksadını anlamıştı. Tabii ya, Hz.Cüveyriye Beni Mustalık'ın reisi Haris'in
kızıydı ve elbette o, Resülullah'a yakışırdı. Hemen:
-
Annem babam Sana feda olsun ya Resülullah! Hiç karşılıksız O Senindir, dedi.
AncakAllah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), yine de bu bedeli Hz. Sabit'e
ödeyecek ve önce Hz. Cüveyriye'yi hürriyete kavuşturacak sonra da onunla nikah
kıyacaktı.
Efendimiz'in
bu evliliğinin haberi çok geçmeden ashab arasında yayılmaya başladı. Haberi
duyan her bir sahabi, elinin altındaki esire bakıyor ve:
241
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
- Resı11ullah'ın akrabası, diyordu. Hiç beklemedikleri
ve ummadıkları bir anda Beni Mustalık, Allah Resülü'nün akrabası oluvermişti!
Öyleyse Allah Resülii'nürı akrabaları nasıl esir olarak tutulabilirdi! Teker
teker esirler serbest bırakılmaya başlanmış ve yine tarihte bir benzeri
görülmeyen civanmertlik ortaya konulmuştu. O gün, sadece bu akrabalığın
hatırına yüz aile hürriyete kavuşturulmuş ve bu kutlu yuvanın bereketinden
istifade etmişlerdi. Amca kızı gelip de durumu kendisine anlatınca Hz.
Cüveyriye Rabbine hamd edecek ve kendisi vesilesiyle kavmini esaretten kurtaran
Allah' a şükredecekti.v't
Esirlerin
geri kalanları ise, yakınları tarafından bedelleri ödenmek suretiyle hürriyetlerine
kavuşacaklar ve böylelikle Beni Mustalık esirlerinin tamamı serbest
bırakılacaktı.
Bir tarafta bu gelişmeler olurken diğer yanda ashabdan
bir grup, su getirmek üzere Müreysi kuyusunun başına gitmişti. Müreysi, sığ
bir kuyu idi ve ihtiyaçları olan suyu almak için kovalarını suyun içine salan
Ensardan Sinan İbn Veber ile Muhacirinden Cehcôlı İbn Mes'ı1d'un ipleri
birbirine dolanmış ve aralarında anlaşmazlık baş göstermişti. Kendini
tutamayan Hz. Cehcah, o öfkeyle arkadaşına bir darbe indirmiş ve bunun üzerine
başı yarılan Hz. Sinan da:
- Yetişin ey Ensar topluluğu, diyerek arkadaşlarını
yardıma çağırmıştı. Durumun iyice gerildiğini gören Hz. Cehcah da, aynı çağrıyla
Muhacirin'e seslenecek ve o da arkadaşlarının kendi yardımına gelmelerini
isteyecekti.
Önemli bir hadisenin gerçekleştiğini düşünen Erisar ve
Muhacir, pür telaş sesin geldiği yere yöneldiler. Ortam çok gergindi; yok yere
çıkan küçük bir kıvılcım, büyük bir fitneyi ateşlernek üzereydi. Kılıçlar
çekilmiş, saflar da belirginleşmişti. Bunca gelişmeden sonra
184
Yıllar sonra Hz. Aişe Validemiz, Hz. Cüveyriye'nin ne kadar hayırlı bir insan
olduğunu anlatırken, "Onun kadar kavmine faydalı birisini
bilmiyorum." diyecek ve Efendimiz'le nikahının hatırına kavminden yüz
ailenin hürriyete kavuşturulduğunu söyleyecektir. Bkz. Ebü Davud, Sünen, 4/22
(3931); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/277 (26408); Hakim, Müstedrek, 4/28 (6781);
Beyhaki, Sünen, 9/74
242
Uhud Sonrası
Gelişmeler
sanki yeniden eski
günlere dönülmüş, yüzyıllar süren savaşları hatırlatan bir uçurumun kenarına
gelinmişti.
Durumdan
haberdar olan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) derhalolay mahalline
geldi. Celallenmişti ve:
-
Cahiliyeden kalan bu çağrının anlamı da ne, diye sordu. Anlatılanları dinleyince,
yine küçük bir yanlışın büyük bir olaya kapı aralamak üzere olduğunu gördü.
Belki de Allah (celle celaluhü), aralarında Resülullah var iken, uhuvvet adına
saflarını perçinlemeyi murat buyurmuştu. Böyle durumlar patlak verecekti ki
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) olaya müdahale edecek ve benzeri durumda
Müslüman'ın nasıl davranması gerektiğini fiilen gösterecekti. Şöyle seslendi:
-
Artık böyle davranmayı bir kenara bırakın! Çünkü o, kokuşmuş ve köhne bir
çağrıdır. Aksine kişi, zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım etsin!
Eğer zalim ise, onu zulmünden vazgeçirir; mazlum ise, bu durumda onun
yardımcısı olur!
Demek
ki her iki tarafın da yardıma ihtiyacı vardı. Onun için Ensar ve Muhacirin
gidip kendi adamlarıyla konuşmaya başladılar. Aralarında Resülullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) dururken hislerle hareket etmek doğru değildi. Din
nasihatten ibaretti ve şimdi de bu nasihate ihtiyaç vardı. Görüşmeler semere
vermiş ve Hz. Sinan da Hz. Cehcah da yaptıklarına bin pişman olmuşlardı. Hatta
başı yarılan Hz. Sinan, hakkından feragat etmiş ve Hz. Cehcah'ı affettiğini
söylemişti. Her şey durulmuş ve mesele yeniden tatlıya bağlanmıştı.
Müreysi
kuyusunun başında bunlar olup biterken diğer yanda Abdullah İbn Übeyy İbn
SeZuZ, kendisi gibi on tane yakın arkadaşıyla birlikte oturmuş durum
değerlendirmesi yapıyordu. Aralarında, o gün için yaşı henüz küçük olan Zeyd
İbn Erkam da bulunuyordu. Öfkeden damarları çıkmış, burnundan soluyordu. O
güne kadar biriktirdiği muzmeratını döküyor ve şöyle diyordu:
-
ValIahi, ömrümde böyle bir gün görmedim. ValIahi de bunların bir gün başıma
geleceğini biliyordum! Ancak kavmim bana baskın geldi; beni başlarına kral
yapsalardı ya! Şimdi baksanıza, kendi ülkemizde bize üstünlük sağlayıp,
üstünliiğümüzü de yok sayarak bizi hor ve hakir görüyorlar! ValIahi, bizimle şu
Kureyş çapulcula-
243
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
nmn
durumu ancak, "Besle kargayz oysun gözünü"185 veeizesinde
anlatılan gibidir. ValIahi, Cehcah'ın çağnsını duyacağım ana kadar, böyle bir
karşı duruşun olacağından ümidimi kesmiş ve bunu duyamadan öleceğimi düşünmeye
başlamıştım. Ne yazık ki, şimdi ben yaşıyorum; ancak bu çağnya cevap verecek
güç bulamıyorum. Şu da bir gerçek ki, hele bir Medine'ye dönelim; işte o zaman
aziz olan, zelil olam oradan çıkaracaktır!
Bunlan
söyledikten sonra yamndaki arkadaşlanna dönecek ve onlara da şöyle
seslenecekti:
-
Aslında bunu siz kendiniz yaptınız; onlan siz kendi ülkenize kabul ettiniz ve
onlar da gelip ülkenize yerleştiler. Mallanmzdan onlara pay ayırdımz ve artık
onlar imkan sahibi oldular! ValIahi de, onlara kucak açıp da mallarınızla onlan
desteklemiş olmasaydınız onlar, bugün burada değil başka yerlerde olacaklardı.
Bakın şimdi, yaptıklanmza da nza göstermiyor ve sizleri oklanna hedef haline
getiriyorlar. Halbuki sizler, O'nun için savaştıniz ve çocuklanmzı O'nun
uğrunda yetim bıraktınız! Bu durumda sizler sürekli azalırken onlar hep
çoğaldılar!
İbn
Selül, ortamı müsait bulmuş fırsat avcılığı yapıyordu. Onun tüyler ürperten bu
sözlerini duyan Zeyd İbn Erkam, koşar adımlarla Efendimiz'in huzuruna geldi ve
duyduklanm teker teker anlatmaya başladı. Allah Resülü, dinlediklerinden
hoşlanmamıştı; yüzünün rengi değişti. Belki de, nifak adına mayalanan yaranın
erken patlamasından endişeleniyor ve ashabı arasında yeni bir tatsızlık çıkmasım
da istemiyordu. Önce:
-
Ey delikanlı! Ona olan kızgınlığınla böyle duyduğunu sanmış olmayasın, diye Hz.
Zeyd'e seslendi. Hz. Zeyd kendinden emindi ve:
-
Hayır ya Resülullah! ValIahi de bunlan ondan duydum, diye tekrarlıyordu. Resül-ü
Kibriya Hazretleri tekrar Zeyd'e döndü:
- Yanlış duymuş
olmayasın, dedi.
185
Türkçemizde, "Besle ka1JJayı oysun gözünü" şeklinde kullanılan
bu deyim Araplar arasında, "Besle köpeğini yesin seni" şeklindedir
ve İbn Übey de, Efendimiz'i kastederek bu deyimi kullanmıştır. Daha
kolayanlaşılması için biz, metin içinde bu ifadeyi Türkçe mantığıyla ifade
etmeyi uygun bulduk.
244
Uhud Sonrası
Gelişmeler
- Vallahi de hayır ya
Resülullah, diyordu. Bu sefer de:
- Belki bunu söyleyen
o değil de bir başkasıdır; sen karıştır-
mış olmayasın, dedi.
Metanetinden zerre kadar şaşmayan Hz. Zeyd yine:
-
Vallahi de hayır ya Resülullah, diye tekrarlıyordu. Hz. Zeyd'in duydukları
demek ki doğruydu.
Zeyd İbn Erkam'ın anlattıklarını duyan ve anlatılanlara
Resülullah'ın üzüldüğünü gören ashab da duruma müdahale etmek istemiş,
bilhassa Ensar:
- Nasıloluyor da sen, kavminin efendisi aleyhinde
oluyor ve bile bile onun söylemediği şeyi ona isnat etmek suretiyle haksızlık
edebiliyorsunl Bu hareketinle sen, hem zulmetmiş hem de akrabalık haklarını
hiçe saymış oluyorsun, diyerek Hz. Zeyd'i kınayıp tevbih ediyordu. Çaresiz
Zeyd:
- ValIahi de ben, bunların hepsini ondan duydum, diyor
ve kendini savunmaya çalışıyordu. Kendisini sıkıştıranları ikna için de şunları
söyleyecekti:
- Vallahi de benim için Hazreç arasında, Abdullah İbn
übeyy İbn Selül kadar sevimli bir adam yoktu. Ancak ben, bu sözleri babamdan
bile işitmiş olsaydım, hiç tereddüt etmez ve doğruca Resülullah'a gelip
anlatırdım. Ümit ediyorum ki Allah (celle celaluhü), çok geçmeden Nebisine,
söylediklerimi doğrulayacak bir vahiy indirir!
Efendimiz'in beyanlarını işitip de Zeyd İbn Erkam'ın
anlattıklarını duyan bir grup Ensar, soluğu Abdullah İbn übeyy İbn Selül'ün
yanında aldılar. Aralarından Evs İbn Havli:
- Ey EM Hubab, diye seslendi. Şayet bunları gerçekten
söylemiş isen, boşuna inkar etme; git ve olup bitenleri Resülullah'a anlat ki
sana istiğfarda bulunsun! Yoksa, hakkında vahiy gelir ve senin yalanını ortaya
çıkarıverir! Eğer gerçekten bunları söylememişsen, o zaman yine O'na git ve
özür dileyip bunları söylemediğine dair yemin et!'
Daha Evs sözünü
bitirmemişti ki İbn Selül:
--: Vallahi'l-Azim, bunları asla ben söylemedim
diyerekyerinden kalktı ve hızlı adımlarla Allah Resülü'nün yanına geldi.
Açığını kapa-
245
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
tacak ve hakkında
oluşan menfi havayı düzeltmeye çalışacaktı. Onun gelişini görünce Efendiler
Efendisi daha erken davrandı ve:
- Ey İbn Übeyy! Şayet
bu sözler sana aitse tevbe et, buyurdu. Perdeyi yırtmıştı bir kere ve Allah
adına yeminler vererek:
-
Zeyd'in söylediklerini ben söylemedim; hatta böyle bir mevzuyu hiç konuşmadım,
diyerek yeminler etmeye başladı.
Allah'ın
sevgili kulu Efendimiz (sallallabu aleyhi ve sellem), her fırsatta aleyhte bir
kumpas kuran böyle bir fıtrata bile sert davranmayacak ve aradaki perdeyi
zedelemeyecekti. Bu sırada Efendimiz'in yanında bulunan ashabdan birisi, İbn Selül'ü
de rahatIatacak şu cümleyi söyleyiverdi:
-
Belki de o çocuk yanılmış ve adamın söylediklerini zihnin de tam tutamamış
olabilir!
Her
şeye rağmen Allah Resülü, insanlara şefkatle muamele ediyor, ne türlü dümenler
çevirdiklerini bile bile hatalarını yüzlerine vurmuyordu.
Hz. Öntel"in
Teklifi ve Yola Çıkış
Duydukları
karşısında deli divane olan Hz. Ömer, olup bitenleri hala hazmedememişti;
hazmedilecek gibi de değildi! Ortalıkta bir dolabın döndüğü kesindi ve bu
tezgah, Hz. Ömer gibi insanları derinden yaralamıştı. Onun için, çizgiyi
aşanlara hadleri bildirilmeli ve bir daha böyle bir boşboğazlık yapmalarına
imkan tanınmamalıydı. Kılıcını kaptığı gibi Allah Resülü'nün yanına geldi. Bu
sırada Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bir ağacın gölgesinde oturmuş,
sırtına masaj yaptırıyordu. Daha önce görmediği bir manzaraydı bu endişeyle
sordu:
- Ya Resülullahl
Yoksa sırtınızda bir ağrı mı var?
- Dün gece deve, Beni
sırtından attı, buyurdu.
- Ya Resülullah, diye
söze başladı Hz. Ömer. Bana müsaade et-
seniz de şu İbn
Übeyy'in boyuunu vursam!
- Bunu gerçekten
yapar mısın, diye mukabele etti Allah Resü-
ıü.
-
Evet, diyordu Hz. Ömer. Seni hak beyanla gönderene and olsun ki yaparım!
246
Uhud Sonrası
Gelişmeler
Onun neyi yapıp neyi yapamayacağını Allah Resülü de
biliyordu. Allah Resulünde hafif bir temayülü hissetseydi, daha sormadan İbn
Übeyy'in işini bitiriverirdi. Ancak mesele, kılıçla çözülecek cinsten değildi.
İbn Übeyy'i lider gören ve onun arkasından giden çok insan vardı. Uhud'dan
ayrıldıkları günü herkes hatırlıyordu. Aynı zamanda bu adamlar, perde
arkasından ne türlü entrika çevirirlerse çevirsinler dış görünüş itibarıyla
Müslüman olduklarını söylüyor ve Allah Resülü'nün arkasında namaza
duruyorlardı. Öyleyse başkalarını da etkileyecek fevri bir adımdan kaçınmak
gerekiyordu. Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), Hz. Ömer'e
şunu söyledi:
- O zaman Yesrib'de, şu anda kendilerine emretsem onu
öldürecek birçok kimse bu işe karşı çıkar ve burun kırıp kazan kaldırırlar!
İbn Übeyy'in
kellesine gözünü diken Hz. Ömer:
-
Ya Resülullah, diye bir kez daha seslendi. O zaman Abbôd İbn Bİşr'el86
emretseniz de şu
adamın başını bari o getiriverse!
Şefkat peygamberi (sallallahu aleyhi ve sellern),
bundan da hoşlanmamıştı. Zira O, inhiraf ettiklerinde insanlara büyük cezalar
veren değil, her zaman onlara hayat bahşetmek için gönderilmiş bir peygamberdi.
Onun için döndü Hz. Ömer' e ve:
-
Hayır, dedi. O zaman da insanlar, Muhammed arkadaşlarını öldürüyor diye
dedikodu ederler!
Efendimiz'in getirdiği din, dengeyi telkin ediyordu ve
anlaşılan Allah Resülü, İbn übeyy konusunda da re'yini dengeden yana kullanıyordu.
Öyleyse Hz. Ömer' e geri adım atmak düşerdi.
Hz. Ömer geri adım atmıştı ama İbn Übeyy'in
söyledikleri, insanların ağzına pelesenk olmuş dolaşıp duruyordu. Buna bir
çözüm bulunmalıydı ve Hz. Ömer,
- Öyleyse insanlara emretsen de yola çıksalar,
teklifinde bulundu. O ana kadar bütün tekliflerine olumsuz cevap veren
Efendiler Efendisi bu sefer:
- İşte bak bu olur,
buyurdu.
186
Başka bir rivayette, "Muhtunmed İbn Mesleme'ye emretseniz de' şeklindedir.
Bkz. Vakıdi, Megazi,
1/415, 421; Salihi, Sıibülü'l-Hüda ve'r-Reşad, 4/349
247
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Bunun üzerine Müreysi kuyusunun başından Hz. Ömer'in
gür sesi yankılanmaya başladı. Hz. Ömer'in bu çıkışı, ashabı bir anlık tereddüde
sevketmişti; zira günün orta vakti ve bu kadar güneş altında yola çıkmak
Resfılullah'ın adeti değildi. Çok geçmeden Allah Resfılii (sallallahu aleyhi ve
sellem) de, Kasva'nın üzerinde görülüverdi; demek gerçekten de yola revan
olunuyordu!
Efendiler
Efendisi'nin yanına yaklaşan Evs'in efendisi Sa'd İbn Ubade,ı87 Allah
Resülü'ne selam verdikten sonra:
- Ya Resülullah, diye seslendi. Bugün öyle bir saatte
yola çıktınız ki daha önceleri hiç bu vakitte hareket etmezdiniz; bunun sebebi
nedir?
Efendimiz ona döndü
ve:
- Arkadaşınızın
söyledikleri sana ulaşmadı sanırım, buyurdu.
Gerçekten de
duymamıştı ve Hz. Sa'd:
- Hangi arkadaşımızın
ya Resülullah, diye sordu.
- İbn Übeyy, dedi
Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern). Medine-
'ye dönünce, aziz
olanın zelil olanı oradan çıkaracağını sanıyorl
Hz.
Sa'd, feraset sahibi bir liderdi. Kıvrak zekasıyla hemen şunları söyledi Allah
Resülü'ne:
- Sen ya Resülullahl İstersen onu çıkarırsın; çünkü
Aziz olan Sensin, zelil ise şüphesiz o! Zaten izzet, Allah, Resülullah ve mü'minler
için söz konusudur. Ancak ya Resülullahl Sen yine de ona yumuşak davran! Çünkü
Allah Seni buraya getirdiğinde kavmi onu, inci boncuk giysilerle, taç giydirip
başlarına lider yapmaya hazırlanıyordu. Tacındaki kıymetli taşların hepsi
tamamlanmış, sadece Yuşa' adındaki
bir Yahudi 'hayır' diyerek
elindeki taşı vermemişti; lider olabilmesi için elindeki kıymetli taşa olan
ihtiyaçlarını biliyor ve yüksek bir bedel istiyordu. İşte tam bu sırada Allah
(celle celaluhü) Seni gönderdi ve o da, bu sebeple Senin, ona ait mülkü
gasbettiğini düşünüyor!
Hz. Ömer'in
Efendimiz'e gelerek söylediklerini duyan İbn
ı87
Bu sahabinin, Üseyd İbn Hudayr olduğu da söylenmektedir. Bkz. Vakıdi,
Megazi, 1/415; Salihi, Sübülü'l-Hüda ve'r-Reşad, 4/350
248
Uhud Sonrası
Gelişmeler
Übeyy'in
oğlu Abdullah, ı88 Allah Resülü'nün yanına gelmişti; her halinden hüzün
damlıyordu. Babasının küstahlıkları karşısında eriyip mum olmuştu ama elinden
bir şey gelmiyordu. Rengi atmıştı. Çaresizdi; mahcup bir eda ile:
- Ya Resı1lullah, diye seslendi. Her halinden niyeti ve
hayati bir karar verdiği anlaşılıyordu.Bir müddet yutkunduktan sonra, kendini
topladı ve insanın kanını donduracak şu cümleleri sıralamaya başladı:
- Senin hakkında söylediklerinden dolayı şayet babamı
öldürecek olursan, o işi bana bırak; valIahi de ben, daha Sen şu oturduğun
yerden kalkmadan onun başım buraya getiriveririm! Gerçi, Hazreç de bilir ki,
anne babasına iyilik konusunda onlar arasında benden daha ileri olan kimse
yoktur; şu zamandan bu yana onun yemeklerini hep ben hazırlar, içeceğini de
hep ben takdim ederim! Ben şundan korkuyorum ya Resülullah; şayet onu benden
başkasına emrederek öldürtürsen, babamın katili gözümün önünde ve insanlar
arasında dolaşırken nefsim buna dayanamaz ve ben de belki bir gün kendimi
kaybedip onu öldürür ve cehenneme girerim! Elbetteki Senin affın daha değerli,
lütfun da daha büyüktür!
Onun bu teklifine
karşılık Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve sellern): - Ey Abdullah, dedi.
Ben, ne senin babam öldürmeyi murad ettim, ne de bunu emrettim; bilakis o bizim
aramızda olduğu sürece biz ona hep ihsanla muamele edip iyilik düşünürüz!
Rahat bir nefes almıştı Hz. Abdullah. Aksi halde, anne
ve babasına bu kadar düşkün olmasına rağmen neredeyse baba katili olacaktı.
Şimdi ise, Şefkat Nebisinin engin rahmetine şahit olmuş ve peş peşe gelebilecek
zincirleme endişelerinden sıyrılmıştı. Babası bu kadar gündeme gelmişken
Efendimiz'i de bilgilendirmek istedi:
- Ya Resülullah, diye başladı söze. Şu Medine ahalisi
babamı, başlanna lider yapmak için omuz omuza verip anlaşmışlardı. İşte tam bu
sırada Allah (celle celaluhü), Seni buraya getirdi; bu sebeple
ı88
Hz. Abdullah'ın adı Hübdb idi; Müslüman olunca onun ismini Allah Resülii
(s.a.s.), 'Abdullah' diye
değiştirmiş ve bundan sonra hep bu ad ile anılır olmuştu. Evin büyüğü Hz.
Abdullah olduğu için baba İbn Selı1l hep, EbU Hübdb lakabıyla
çağnlırdı. Bkz .. İbn Sa'd, Tabakat. 3/54ı; İbn Abdilberr, İstiab, 3/940; İbn
Hacer, el-İsabe, 4/155 (4787)
249
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Allah
onu alçaltırken Senin vesilenle bizi kıymetler üstüne çıkardı. İşte şu anda
onun etrafında öyle insanlar dolaşıyor ve daha önce gerçekleştiremedikleri
işleri elde edebilmek için onu tahrik edip duruyorlar!
Sa'
d İbn Ubade'nirı ifadelerinden farksızdı Hz. Abdullah'ın sözleri. Ortada, tam 'buldum'
derken umduğunu kaybeden bir adamın psikolojisi vardı ve böylesine
zeminlerde, bu psikolojiyi kullanmak isteyen insanların türemesi olağandı.
Demek ki bazı meseleleri zaman çözecekti.
Atık
vadisine gelindiğinde Hz. Abdullah, ordunun önüne geçecek ve babası gelinceye
kadar yolunu bekleyecekti. Nihayet onu gördüğünde devesinin yularından tutup
çöktürecek ve ayağa kalkmaması için de ön ayaklarına basarak babasının
karşısında dikilecekti. Beklemediği bir hareketle karşılaşan İbn Selül:
-
Ne yapmak istiyorsun eye .... oğlu, diye kendisine hakaret edince de ona
şunları söyleyecekti:
-
Allah'a yemin olsun ki, Resülullah sana izin vermedikçe Medine'ye giremezsin!
Böylece, kimin en aziz, kimin de zelil olduğunu anlayıp görmüş olursun!
Onu ilk defa bu halde
görüp de halini garipseyen, garipseyip
de:
-
Babana karşı bunları nasıl yapabiliyorsun, diyerek engel olmak isteyenlere
cevap bile verme ihtiyacını hissetmiyordu. Çünkü ona göre baba İbn Selül, daha
fazlasını hak etmişti.
Nihayet onun bu tavn,
Resülullah'a da aktarıldı:
-
Abdullah İbn Abdullah İbn Übeyy İbn Selül, Sen izin vermedikçe babasının
Medine'ye girmesine izin vermiyor, diyorlardı. Babayla oğulun karşı karşıya
gelmesine gönlü razı olmayan Allah Resülü, haberi alır almaz hemen yanlarına
geldi. Hala Hz. Abdullah'ın ayağı, devenin ön ayaklarının üzerindeydi ve
babasına karşı dimdik duruyor, onun bu çıkışına mukabil de baba İbn Selül:
-
Şüphe yok ki ben, çocuklardan bile zelilim; hatta kadınlardan bile alçağım,
deyip duruyordu.
Onları bu halde bulan
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Hz.
Abdullah'a döndü ve:
250
Uhud Sonrası
Gelişmeler
- Babanı serbest
bırak, buyurdu ve ancak bu emir üzerine Hz.
Abdullah, baba İbn
Seltil'ün devesini serbest bırakacak ve babasının Medine'ye girmesine izin
verecekti.
Cibril-i Emin'in Haberi
Efendiler Efendisi çoktan yola revan olmuş, devesini
hızlandırmak için de 'hal hal' diye seslenerek yol alıyordu. İbn
Übeyy'in söylediklerini kendisine aktaran genç Zeyd de, O'na yetişerek jest ve
mimiklerindeki manayı okumak için sürekli veeh-i mübareklerini temaşa ediyor,
bir vahiy gelip de kendisini Allah'ın doğrulamasını murad ediyordu.
Derken Zeyd İbn Erkam'ın arzuladığı an gelmişti;
Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) boncuk boncuk ter döküyordu. Daha
dikkatlice Allah Resülü'rıün yüzüne baktı; vahyin ağırlığından iki büklüm hale
gelen Efendimiz'e vahiy hali anz olmuş, uzerine çöken ağırlığın altında buram
buram terliyordu. Üzerine bindiği deve neredeyse yere çökecek gibiydi. İçini
bir inşirah kaplamıştı Zeyd İbn Erkam'ın; vahiy geliyordu! Gelen bu vahyin,
kendisini doğrulayacak olan beyanı ihtiva edeceğini umuyor ve sonucunu merak
ederek heyecan duyuyordu.
Vahiy hali geçmiş ve Resülullah biraz önceki sıklet
halinden kurtulmuştu. O da ne, yanına doğru geliyordu; yaklaştı ve devesinin
üzerindeki Zeyd'in kulaklarından tutarak yukan doğru çekti. O kadar ki,
oturduğu yerden yukanya doğru kalkmak zorunda kalmıştı. Ardından da:
-
Kulaklann seni yanıltmamış ey delikanlı, dedi. Çünkü Allah (celle celaluhü),
senin sözünü doğrulayacak vahyi indirdi!
Abdullah İbn Übeyy İbn Seltil'ün bu çıkışının ardından,
miinafikların iç yapılarını ortaya koyup da nifak düşüncesinin tezahürlerini
teker teker deşifre eden Münafikün süresi gelmişti. Bundan böyle Abdullah İbn
Übeyy İbn Seltil'den bir söz sadır olunca ilk önce kendi kavmi onu kınar ve
yaptığının yanlış olduğunu söyleyerek azarlardı. Gelişmeleri yakından takip
eden Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), kendi kavminin bile İbn
Übeyy'e karşı olan tutumlarını görünce Hz. Ömer' e şöyle seslenecekti:
- Gelişmeleri nasıl
buluyorsun ey Ömer? Ne dersin; şayet sen
251
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Bana, 'Onu öldür.'
dediğinde o gün eğer onu öldürmüş olsaydım, kim bilir bugün kaç kişi
gürültü koparıyor olacaktı!
Hz. Ömer teslimiyet
insanıydı ve hiç tereddüt etmeden:
-
Bir kez daha anladım ki, yiimün ve bereket yönüyle Resülullah'ın her işi
benimkinden büyüktür!
Vahiy
gelmiş ve işin iç yüzünü ortaya koyarak İbn Selül'ün muzmeratını ortaya
döküvermişti. Buna rağmen dur durak bilmeden bir taraftan yolculuk devam
ediyordu. O günün akşamı olmuştu ama Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem)
durmaya niyeti yoktu. Gecenin karanlığında da yol alınıyor ve dinlenmek için
bir türlü mola verilmiyordu. Ertesi günün sabahı olmasına rağmen yine yola
devam ediliyordu. Nihayet ertesi günün öğle güneşi dayanılmaz noktaya ulaşınca
istirahat emri verilecekti. Böylelikle Allah Resülii, nifak adına ortaya çıkan
bir problemin insanlar arasında konuşularak derinleşmesini önlemiş ve
yolculukla insanları meşgul etmiş oluyordu. Anlaşılan, çözümü zamana bağlı bir
meselede gereksiz yere konuşularak zaman kaybı yaşamaktansa bitevi yol
alınarak zaman kazanmayı tercih ediyordu. O kadar bitkin düşmüşlerdi ki
yorgunluktan birbirlerini göremez hale gelmişlerdi. Mola verilir verilmez de,
her biri bir kenara uzanacak ve olduğu yerde istirahate çekilecekti.
Bu
yolculuk sırasında Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), atlarla
develer arasında müsabaka yapılmasını istemiş, kendisi de bu yarışa bizzat
katılmıştı. Belki de bu, uzun ve yorucu olacak bir yolculuğu böylesine farklı
aktivitelerle zevkli hale getirmek içindi. Efendimiz'in üzerinde bulunduğu
deve Kasva diğer develeri geride bırakmış, atı da bu müsabakada Kasva ile
atbaşı gelmişti.v'?
Kasva'nın
Kaybolması ve Yeniden Ortaya Çıkan Nifak Dinlenmek için mola verdikleri bu yerde konuşma fırsatı
yakalayan münafıklar, her türlü malzemeyi kendi lehlerine değerlendir-
ı89
O gün Efendimiz'in yanında, Lizdz ve Zarib olmak üzere iki tane
at bulunuyordu. O gün, Ebu Üseyd es-Saidi'nin bindiği Zarib, atlar arasında
ipi ilk göğüsIeyen olmuş, Hz. Bilal'irı bindiği deve de ilk önce hedefe
ulaşmıştı. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/426; Salihi, Sübülü'l-Hüda ve'r-Reşad, 4/353
252
Uhud Sonrası
Gelişmeler
meyi
deniyorlardı ve o ana kadar kesintisiz yolculuğun ne kadar isabetli olduğunu
gösteren gelişmelerdi bunlar. Zira Allah Resülü'nün devesi Kasoti bu
sırada kaybolmuş ve fırsat avına yatan bu adamlar, devenin kaybolmasını da
dillerine dolayarak Allah Resülü'ne dil uzatma yarışına girişmişlerdi. Kasva'yı
aramak için etrafa dağılan ashab-ı kirarnı gören Zeyd İbnü'l-Lusayt:
- Bu adamlar öyle
dört bir yana niye gidiyorlar, diye soruyordu.
Yanında bulunanlar:
-
Resülullah'ın devesi Kasva kayboldu, diye cevapladılar. Bunun üzerine istihzai
bir tavırla:
-
Onun şu anda nerede olduğunu da Allah haber verse ya, diye sordu. Duruşunda
bile tahrik vardı; adam fırsat bulmuş, bulduğu ilk fırsatta fitne kazanını
ateşlerneye çalışıyordu. Bunun üzerine yanındakiler:
-
Allah senin canını alsın ey Allah düşmanı! Senin yaptığın açıkça nifaktır,
diye sert çıktılar. Üseyd İbn Hudayr, bir adım daha öne çıkacak ve elindeki
mızrağı da göstererek şunları söyleyecekti:
-
Ey Allah düşmanı! Allah'a yemin olsun ki şayet ben, Allah Resülü'nün uygun
göreceği ni biraz sezebilseydim, şuracıkta senin husyelerini mızrakla çıkarıp
parçalar ve işini bitiriverirdim. Madem içinde bu nifak var; öyleyse bizimle
birlikte ne işin var?
-
Dünya malını elde etmek için geldim, diye cevapladı. Perdeyi yırtmış
gözüküyordu ve pervasızca hareket ettiği her halinden belliydi. Çenesi
düşmüştü bir kere ve sıkılmadan şöyle devam etti:
-
Hayatıma yemin ederim ki Muhammed, devenin halinden daha büyük konularda bize
haberler veriyor; O bize semanın haberlerini getirip duruyor!
Ağzından
çıkanları kulağı duymuyordu sanki ve etrafında bulunan ashab-ı kirarn
hazretleri, adamın üzerine doğru hiddetle yürümeye başladılar:
-
Artık senin kurtuluşun imkansız; seninle biz aynı gölgelikte bulunamayız! Zaten
içindeki bu nifakı daha önceden bilmiş olsaydık, bizimle bir an bile oturup
duramazdın, diyorlardı.
Söylediklerinin
pahalıya malolacağını anlayan Zeyd, ok gibi yerinden fırlayıp kaçmaya başladı.
Kendini ele vermiş ve hayatını riske atmıştı. Kaçmanın fayda vermeyeceğini de
biliyordu; nereye gidebi-
253
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
lirdi? Geldi ve
Resülullah'ın şefkat kollarına sığınınayı denedi; Allah Resülü'nün ashabından
kaçmış, Resülullah'a sığınıyordul
İşte bu sırada Cibril-i Emin gelmiş ve olup bitenlerin
haberini Allah Resülü'ne getirmişti. Münafık Zeyd de huzurunda olduğu halde
Efendiler Efendisi insanlara şöyle seslenmeye başladı:
- Münafıklardan bir adam, Resülullah'ın devesi kayboldu
diye alaya alıyor ve "Onun şu anda nerede olduğunu Allah haber verse ya!
Hayatıma yemin ederim ki Muhammed, devenin halinden daha büyük konularda bize
haberler veriyor; O bize semanın haberlerini getirip duruyor" deyip
duruyor. Gaybı, Allah'tan başka kimse bilemez! Ancak şu anda Allah (celle
celaluhü), devenin nerede olduğunu Bana haber veriyor; şu anda o, şu vadideki
bir ağaca yuları bağlanmış vaziyette duruyor. O tarafa gidip onu bulun!
Fırsatları kendi lehine çevirme gayreti içine giren
Zeyd'e ağzının payını vermek için ashab, bir çırpıda Resülullah'ın işaret
ettiği vadiye doğru koşmaya başladı. Çok geçmeden, aynen tarif edildiği gibi
deveyi, bir ağaca yularıyla dolanmış vaziyette bulup geri getirdiler.
Yularından tutup da kendilerine doğru deveyle birlikte geldiklerini görünce
münafık Zeyd'in kolu kanadı kırılmış, yüzünde renk kalmamıştı. Açıktan kendi
adıyla hitap edilip de perde yırtılmamış olsa bile o, Resülullah nezdindeki
konumunun sıfırlandığının farkındaydı ve çok geçmeden oradan ayrılarak daha
önce birlikte oturduğu arkadaşlarının yanına gitti. Eşyaları dağınık vaziyette
sağa sola savrulmuştu. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu; belli ki kendisine çok
kızgınlardı. Aralarına katılıp da oturmak istediğinde:
-
Bize yaklaşma, diye tepki verdiler. Şimdi arkadaşlarını da kaybetmişti. Ancak
öğrenmek istediği bir şey vardı ve:
- Sizinle mutlaka konuşmam gerek, diye başladı söze.
Allah adına bana doğruyu söyleyin; sizden birisi gidip de Muhammed'e benim
söylediklerimi anlattı mı?
-
Hayır, diye cevapladılar güçlükle. 'ValIahi de hayır! Biz yerimizden bile
kalkmadık!
Zeyd'in şaşkınlığı
bir kat daha artmıştı ve:
- Ben burada ne konuşmuşsam o topluluk arasında
hepsinin bilindiğini gördüm; aynısını Resülullah da söyledi, diye taaccübünü
254
Uhud Sonrası
Gelişmeler
bildirdi. Daha sonra
da Allah Resülü'yle aralarında geçen hadiseyi anlattı onlara bir bir ...
Ardından da:
- Muhammed konusunda ben hep şüphe içindeydim; şimdi şehadet
ediyorum ki Muhammed, Allah'ın Resülü'dür. Sanki ilk defa bugün Müslüman olmuş
gibiyim!
Efendimiz'in şefkat kucağı, bir insana daha kemal
manada imanın kapılarını açtırmıştı. Perdeyi yırtmamış ve insanlar içinde
Zeyd'in hatalarını açıktan yüzüne vurmamıştı. Şimdi ise bu davranışın semeresi
alınıyordu.
Onun bu değişimine
şahit olanlardan bazıları:
- Git de
Resfılullah'a durumu anlat; sana istiğfar etsin, dediler.
O
da kalktı ve huzura gelerek durumu Allah Resülü'ne anlattı; biraz önce hakkında
olumsuz beyanlarda bulunduğu Resülullah'tan eman diliyor, hatasını itiraf edip
istiğfar talep ediyordu.
Nifakta Doruk Nokta:
İfk Hadisesi
Medine dışına yapılan uzun soluklu yolculuklarda Allah
Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), ezvac-ı tahirat arasında kura çeker ve
kendisine kuranın çıktığı annemizle birlikte yola revan olur, yol boyunca
ihtiyaçlarını görmesini arzu ederdi. Beni Mustalık için Medine'den hareket
etmeden önce de kura çekmiş ve bu kura, Hz. Aişe Validemize çıkmıştı.
Aişe Validemizin zayıf bir bünyesi vardı; deve üzerinde
insanların rahat yolculuk yapabilmeleri için hazırlanan ve hevdeç denilen üstü
kapalı rnekana bindirilir, daha sonra da üç beş kişinin yardımıyla hevdeç
yukarı kaldırılarak devenin üzerine bağlanır ve mola yerine kadar Hz. aişe
burada yoluna devam ederdi. Ordu konakladığında, içinde onun bulunduğu hevdeç
de çözülerek devenin sırtından indirilir ve bundan sonra Aişe Validemiz dışarı
çıkarak Efendimiz'in ihtiyaçlarını gidermek için hazırlık yapardı. O gün de
öyle olmuştu.
Neredeyse bir aya yakındır devam eden Beni Mustalık
Hadisesi sonuçlanmıştı. Ordu da, nifakın estirdiği kasırgayla birlikte geri dönüyordu.
Bir kere perde yırtılmıştı ve yüzden sıyrılan haya perdesinin altında yatan
esas görüntüler ortaya çıkmış; o güne kadar fırsat kollayan münafıklar, sanki
Allah Resülü'ne dil uzatma yarışına girmişlerdi.
255
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Medine'ye bir hayli yaklaşmışlardı; bir miktar dinlenmesi
için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), yeniden orduya istirahat emri
verdi. Tabii olarak Aişe Validemizin bindiği deve de durdurulmuş, hevdeci
çözülerek yere indirilmişti. Buraya kadar her şey normaldi.
İnsanlar yeteri kadar dinlenip de hareket için
seslenildiği sırada Aişe Annemiz, ihtiyacını gidermek için uzaklaştığı yerde,
kız kardeşinden emaneten aldığı gerdanlığı aramakla meşguldü. Beri tarafta ise
ashab, Hz. Aişe'yi içinde zannederek hevdeci kaldırmış ve devenin üzerine
bağlayarak çoktan yola çıkınışlardı.
Aişe Validemiz geri geldiğinde orada kimse kalmamıştı;
etrafına seslenmeye başladı ama ortada, ne sesini duyacak birisi ne de cevap
veren bir ses vardı. İşin garip tarafı da, kaybettiği gerdanlık oracıkta
duruyordu.
Başka bir alternatifi yoktu; sıkıca örtüsüne bürünerek
olduğu yere çömeldi ve farkına vardıkları zaman kendisini almaya gelecek olan
ashab-ı kirarnı beklerneye başladı.
Çok geçmemişti ki, Safıiôn İbnii'l-Muattal çıkageldi; o da askerden geri
kalmış ve Efendimiz'le birlikte hareket etme fırsatını kaçırmıştı. Kendisi
gibi geride kalan bir karartının varlığını hissedince yanına doğru ilerlemeye
başladı; örtüsü ne bürünüp de olduğu yerde çömelip bekleyen, mü'minlerin annesi
Aişe Validemizden başkası değildi. Görür görmez:
-
İrma lillah ve inna ileyhi raciün, diye seslenmeye başladı. 'Resülullah'ın
ailesi de burada kalmış!
Kendisinin geride kalmış olmasını anlıyordu ama
nasılolur da Allah Resülü'nün hanımı ve mü'minlerin de annesi Aişe Validemiz
arkada yalnız bırakılabilirdi! Aklı bir türlü almıyordu. Onun için:
- Allah sana merhamet
etsin, dedi önce ve ardından da:
- Seni buralarda kim
bırakıp da gitti ki, diyerek devesini yaklaş-
tırdı. Ashab-ı kirarn
hazretleri için mü'minlerin annesi, kendi annelerinden de öte bir anneydi;'??
Aişe Validemiz, onun da annesiydi.
Safvan İbnü'l-Muattal'ın gelişi, Aişe Validemiz için de
sevinç vesilesi olmuştu; zira yalnız ve tek başına buralarda uzun uzun beklemek
zorunda kalmayacak ve henüz hareket etmiş olan orduya kısa sürede yetişerek bu
sıkıntıdan kurtulmuş olacaktı.
190 Bkz. Ahzab, 33/6
256
Uhud Sonrası
Gelişmeler
Hz.
Safvan. deve üzerine Aişe Annemizin rahatça binebilmesi için kendisi de geri
çekilmiş:
- Buyurun! Deveye
binin, diyordu.
Derken Hz. Safvan devenin yularını tuttuğu, Aişe
Validemiz de devenin üzerinde olduğu halde yol almaya başladılar. Bir an önce
orduya yetişebilmek için oldukça hızlı ilerliyorlardı.
Asker ilerliyordu; onlar da ilerliyordu! Henüz mola
verip de hevdecin içine muttali olamadıklan için hala Aişe validemizin yokluğundan
haberdar değillerdi. Tam mola vermişlerdi ki, yedeğinde bir deve ve devenin
üzerinde de Hz. Aişe Validemiz olduğu halde Hz. Safvan çıkageldi.
İşte bu, içinde nifak barındıran fırsat avcılannın
arayıp da bulamadığı bir manzaraydı; göz göze geldiler ve mü'minlerin annesi
Aişe validemize iftira atmaya başladılar. İffet abidesi Aişe Validemize zina
isnad ediyor ve böylelikle Resülullah'a dolaylı yoldan saldırmayı
planlıyorlar; fiskos yaparak bunu gizliden gizliye yaygınlaştırmaya çalışıyor,
böylelikle mü'minler arasında yeni bir iftirak daha çıkarmak istiyorlardı.
Herkes kendi karakterinin gereğini yerine getiriyordu. Sistemli bir iftiraydı
bu ve Medine'ye gelinceye kadar münafıklardan duymayan kalmamalı, her tarafta
aynı anda konuşularak Müslümanlar şüpheye düşürülmeliydi!
Beni
Mustalık için yola çıkalı tam yirmi sekiz gün olmuştu. Yorucu ve problemlerle
dolu bir yolculuk olsa da, neticede şer adına ortaya çıkan bir çıban daha
ortadan kaldırılmış, insanlığın emniyeti adına önemli adımlar atılarak geri
dönülmüştü.
Medine'ye dönüp de sefer hali sona erince, bir aylık
meşakkate zayıfbedeni tahammül edemeyen Aişe Validemiz rahatsızlanmış ve
istirahate çekilmişti. Olup bitenlerden ve hakkında çıkanlan söylentilerden
haberi yoktu. Halbuki beri tarafta münafıklar, sistemli kampanyalarını olanca
hızıyla devam ettirip duruyorlardı. İftiralarının haberini Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellem) ve Ebu Bekir ailesi de duymuş, derin bir hüzne bürünmüşlerdi.
Resülullah'ın namusuna dil uzatılıyor ve insanlığın iffet timsali Aişe
Annemize iftira atılıyordu!
257
Efendimiz (sallal1ahu
aleyhi ve sellem)
Gerçi ne Allah Resülü, ne de Ebu Bekir ailesi, böyle
bir iftiranın varlığından Aişe Validemize bir kelime de olsa bahsetti. Ancak
basiret ve feraset sahibi Hz. Aişe, ortada bir sıkıntının varlığını hissetmişti.
Allah Resülii'niin hareketlerindeki farklılığı anlamaya çalışıyordu. Zira
hastaydı ama daha önceki hastalıklarında olduğu gibi Resülullah kendisine o
kadar yakın durmuyordu.
Nihayet
Aişe Validemiz izin alarak anne ve babasının yanına gidecek, yirmi gün boyunca
burada tedavi görecekti. Hakkında koparılan fırtınaları da bir vesileyle bu
sırada duymuştu.
Konuyu annesine
açacaktı; meğer o da haberdardı olanlardan!
Gelişmelerden
haberi vardı ama onun gibi birisinin benzeri iftiralara maruz kalabileceğini
bilen bir kadındı ve kızını teselli etmeye çalıştı. Ancak iftiranın boyutu,
teselli ile meselenin geçiştirilemeyeceği kadar büyüktü; gözüne uyku girmez
olmuştu Aişe Validemizin!
Her
ne kadar söylenilenlere inanmasa da, Efendiler Efendisi ıneseleyi ashabıyla
istişare ederek onların da fikrini almak istiyor, böylelikle toplumun nabzını
tutmayı arzu ediyordu. Her şeye rağmen çıkarılmak istenen fırtınalara ashab da
inanmamış, iftira toplumda tutmamıştı.
Buna
rağmen sıkıntılı günler yaşanıyor, herkesi tatmin edecek kesin hüküm için
Allah'u Teala'mn vahyi bekleniyordu. Gözlerin Efendiler Efendisinde olduğu,
kulakların O'nun Rabb'inden gelecek haberi beklediği birgün, Efendiler Efendisi
yüzünde hüznün yerini alan tebessüm, müjdeli haberi vermek üzere Ebu Bekir
ailesinin yanına gitti. Önce Aişe Validemize seslendi:
-
Müjdeler olsun ey Aişe! Allah (celle celaluhü), senin temiz ve beri olduğunu
bildiren bir ayet indirdi!
Bütün
sıkıntılar geride kalmış ve Aişe Validemizin beraati bizzat Alemlerin Rabbi
tarafından verilmişti! Nur suresinin bir kısım ayetleri gelmişti; çıktı
dışarıya ve gelen ayetleri ashabıyla da paylaştı Allah Resfılii (sallallahu aleyhi
ve sellem). Ayetler, bu iftirayı çıkaranların küçük bir grup olduğunu ortaya
koyuyor ve aslında bu türlü olumsuzlukların da netice itibariyle hayırlara
vesile olacağını anlatıyordu. Aynı zamanda ayetler, böyle bir durumla karşı
karşıya kalınca mü'minIerin:
258
Uhud Sonrası
Gelişmeler
- Haşa, bu besbelli bir iftiradan başka bir
şey değildir, demeleri gerektiğini söylüyor ve olumsuzluklar karşısında tavır
belirlemek gerektiğini emrediuordu.r"
.Ayetler gelip de safları netleştirince ve aynı zamanda
hangi gruba nasıl muamele yapılması gerektiğini bütün açıklığıyla ortaya
koyunca Allah Resülii, münafıkların propagandasına kapılarak aynı şeyleri
söyleyen ashabdan bazılarını cezalandırdı. Zira mü'min, elde geçerli bir delil
ve olaya şahit olan insanların olmadığı yerde önüne konulan bu türlü tuzaklara
kapılmamalı ve iffetli kimselere dil uzatmamalıydı. Zaten konuyla ilgili olarak
gelen ayetlerde bu husus zikredilmiş, böyle yanlış bir rüzgüra kapılanların,
yaptıklarının yanlarına kalmaması ve mutlaka cezalandırılmaları gerektiğini
ifade etmişti. Resülullah da bu emri uyguluyordu. Aksi halde herkes, bir
diğeri hakkında bir şeyler üretir ve toplum içindeki ahenk bozulurdu.
Fitnenin merkezinde bulunan ve durumu ahirete bırakılan
Abdullah İbn Übeyy İbn Selül ise, bütün olup bitenlere rağmen aynı pişkinlikle
yoluna devam ediyordu. Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), fitneyi
çıkaranları çok iyi bildiği halde o gün bunları cezalandırmamış, onlara
.Adil-i Mutlak olana havale etmişti. Çünkü gelen ayette onlar için Allah (celle
celaluhü), ahirette büyük bir azap hazırladığını anlatıyor, o işin Zatina
bırakılması gerektiğini ifade ediyordu.
Haris İbn Ebi Dırar'ın Gelişi
Medine'ye saldırıp da Efendimiz ve Müslümanların kökünü
kesme hayalleri kurarken aniden karşısında Allah Resülü ve İslam askerlerini
görerek perişan olan ve itibarını kaybettiği yetmiyormuş gibi bir de mamelek
adına varlığını yitiren Haris İbn Ebi Dırar, kızı Hz. Cüveyriye'yi esaretten
kurtarmak için yedeğine aldığı develeriyle birlikte Medine'nin yolunu tutmuştu.
Maksadı, ne kadar deve isteniyorsa onları vermek ve kızını alıp geri dönmekti.
Nihayet Akik vadisine geldiğinde, bunun için yanına aldığı develerine yeniden
bakma-
191 Bkz. Nur, 24/11
vd.
259
Efendimiz
(sallallalıu a l e y h
i ve sellem)
ya
başladı; içi gidiyordu ve onlardan ikisini bir kenara ayırarak Akik vadisinde
bir yere gizledi. Yanında götürdüğü diğer develeri verip de kızını geri almayı,
dönerken de bu develerine tekrar kavuşup memleketine onlar üzerinde dönmeyi
planlıyordu.
Nihayet Allah
Resülii'nün yanına kadar geldi ve:
-
Ya Muhammed, diye seslendi. Sizler benim kızımı esir aldınız; işte onun
fidyesi!
Efendiler
Efendisi (sallallalıu aleylıi ve sellern), bir ay öncesine kadar ne hayaller
kuran Haris'in bu halde gelişine acıdı ve kızını hürriyete kavuşturmaya mukabil
kendisine takdim ettiği develere baktı önce ve ardından da:
-
Peki, Akik vadisinde falan kuytu yere gizleyip de sakladığın iki deve nerede,
diye sordu.
Nutku
tutulmuştu Haris'in. Onları saklarken yanında kimsecikler yoktu. Peki, öyleyse
bu develerin varlığını Muhammedü'l-Emin nasıl bilebiliyordu? Yok, yok. .. Bu,
bir beşerin bilebileceği bir mesele değildi; demek ki Muhammedii'l-Emin,
gerçekten vahiyle hareket ediyordu ve kısacık zamana sığıştırdığı birçok
sorunun ardından:
-
Ben de şehadet ediyorum ki Sen, Resülullah'sın, dedi. Garip şeyler oluyordu;
daha düne kadar Allah Resülii'ne meydan okuyan Haris, şimdi gelmiş Efendimiz'in
Resülullah olduğunu ikrar ediyordu! Zaman ne büyük müfessirdi; demek ki, dün
problem gibi duran nice mesele zamanı gelince çözülecek ve dişler sıkılıp da
sabır kuvvetine dayanınca nice problemler kendiliğinden hallediliverecekti!
Haris'in ikrarı
bununla sınırlı değildi ve daha sonra da:
-
O iki deveye karşı içimde bir istek doğmuştu; ancak buna, Allah'tan başka
kimse muttali olmamıştı, deyip huzur-u risalette Müslüman oldu. Ukbasını
kaybetmek üzereyken dünyası da zindan olmuştu neredeyse ama şimdi, çok yönlü
bir kazanç elde ederek geri dönüyordu.
Kur'an
öğretmek için yola çıktıkları sırada kendilerine tuzak kurularak şehit edilen .Asım
İbn Sôbit ve Hubeyb İbn Adiy gibi ashabı kirama duyulan üzüntü hala
canlı duruyordu; Allah'ın adını anlatmaktan başka hedefleri olmayan bu
insanlara tuzak kurulmuş ve
260
Uhud Sonrası
Gelişmeler
hunharca
hayatlarına kastedilmişti. Hak ve adaletin yerini bulması gerekiyordu; zira
Resülullah (sal1al1ahu aleyhi ve sellern), sadece insanların kalbine hitap
eden bir lider değil, aynı zamanda dünyevi işleri de organize eden bir
otoriteyti. Zulme 'dur' denilmezse başka zalimlerin de ortaya çıkması
muhtemeldi ve Raci'de onları katleden Beni Lihyô.n ve Beni
Hüzeyl kabilelerinin yaptıkları bu zulmün yerde kalmaması için Allah
Resülii, ashabından iki yüz kişiyle birlikte Usfôn tarafına sefer
düzenleyecekti. Gidilecek ve Beni Lihyarı'ın durumuna bakılacaktı; şayet hala
kin ve nefretleriyle birlikte hareket ediyorlarsa hadleri bildirilecek, karşı
çıkma cesareti bulamazlarsa da en azından İslam'ın otoritesi kabullendirilerek
geri dönülecekti.
Medine' de yine Abdullah İbn Ümmi Mektiim bırakılmıştı, Efendimiz, yine
hedefini gizli tutuyordu; onun için Cürüjtarafına yöneldi ve sırasıyla Gurôb,
Mahis, Betrii, Yeyn, Suhayrô.tü's-Sümô.m, Seıjyô.le giizergahını takip
ederek, ashab-ı kiramın şehit edildiği Usjô.n'a beş mil mesafedeki Gurô.n
vadisine geldi.
Resülullah'ın ashabıyla birlikte yam başlarına kadar
geldiğini gören Beni Lihyô.n'ın yapabileceği hiçbir şey yoktu; başlarına
nelerin geleceğini anlamış ve bundan sonra Hicaz' da tek otoritenin Allah
Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) olduğunu anlamakta gecikmemişlerdi.
Yapabilecekleri tek şey vardı ve onlar da çareyi, dağ başlarına kaçmakta
buldular.
Burada iki gün kalan Allah Resfılü (sallal1ahu aleyhi
ve sellern), ortalıkta kimsenin olmaması üzerine ashabım gruplara ayırdı ve
onları farklı istikametlere doğru göndermeye başladı. Seriyyelerin de karşısına
çıkan olmamıştı. Ashabına döndü ve:
- Şayet biz Usfan'a inersek, Mekkeliler bizim Mekke'ye
geldiğimizi samrlar, buyurdu. Belli ki, buraya kadar gelmişken bir mesaj da
Kureyş'e vermek istiyordu.
Daha sonra da, hareket emri vererek ashabıyla birlikte,
ashabının şehit edildiği Usjô.n'a yöneldi. Vefa insamydı ve Usfan'a
gelir gelmez, burada şehit edilen ashabı için dua etmeye başladı; Allah'a
yönelmiş, onlar için O'ndan rahmet diliyordu.
Sonra da, Hz. Ebu Bekir'in başkanlığında on
kişilik bir süvari birliğini Mekke tarafına gönderdi; durumlarım kontrol
ettirecek ve aynı zamanda bu hareketiyle Kureyş üzerindeki baskısım da artır-
261
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
mış olacaktı. Kurôiil-Gamime
kadar gelmişler ve onlar da kimseyle karşılaşmadan geri dönüyorlardı.
Artık
maksat hasıl olmuştu; suçlular, yaptıklarının ağırlık ve pişmanlığı içinde dağlara
kaçmak zorunda kalmış, Hicaz'daki hakimiyetin mü'minlere ait olduğu kesin
olarak tescil edilmiş, Allah Resülü'nün otoritesi de herkes tarafından
kabullenilmişti. Artık geri dönülebilirdi ve Resülullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) de:
-
Bizler, Allah'a dönmeyi ana hedefhaline getirmiş kimseleriz; inşallah Rabbimize
tevbe ile teveccüh eder ve sürekli hamd ile iki büklüm olur, kulluğumuzda
sadece O'na yöneliriz. Sefer yorgunluğundarı, dönüş üzüntüsünden ve mal mülk
ile aile içindeki kötü akıbetten Allah'a sığınınz. Allah'ım! Bizi, mağfiret ve
rızana ulaştıracak şekilde selamete ulaştır, diyerek, on dört gündür ayrı
kaldığı Medine istikametine doğru hareket etti.
262
Yaklaşık bir yıldır Hicaz' da sulh ve sükün hakimdi;
etrafta küçük çapta birileri hareketlenmeye başlamış olsa bile Allah Resülü'nün
feraset ve basiretiyle bunlar zamanında sezilmiş, kolluk kuvvetlerinin yerinde
müdahalesi sonucu hepsi de etkisiz hale getirilmişti. Ancak bu, aynı ortamın
devam edeceği anlamına gelmiyordu.
Selam İbn Ebi'l-Hukayk, Huyeyy İbn Ahtab, Kinane İbn
Ebi'lHukayk, Hevze İbn Kays ve
EbU Amir gibi ileri gelen yirmi kadar Yahudi, kendi aralarında oturmuş
yine kazan kaynatıyorlardı. Çok geçmeden bu ekip, soluğu Mekke'de almış ve
Resülullah'a karşı Kureyş'i kışkırtmaya başlamıştı. Şöyle diyorlardı:
-
Muhammedle savaşta biz sizinle birlikteyiz ve omuz omuza verip O'nun kökünü
kazıyalım!
Teklif Kureyş'in hoşuna gitmişti; zaten böyle bir
tepkiyi yıllardır onlardan bekliyorlardı. Hatta kaç defa mektup yazmışlardı
ama bir türlü taleplerine cevap bulamamışlardı. Şimdi kendileri gelmiş,
yıllardır arzu ettikleri teklifi bizzat kendileri talep ediyorlardı. Ebu
Süfyan:
- Merhaba dostlarım! Hoş geldiniz! Bizim için en
sevimli kişi, Muhammed'e düşmanlık konusunda bizimle birlikte hareket edip bize
yardımcı olandır, diyordu. İçlerinden bir türlü atamadıkları Bedir'in
intikamını almak için zaten fırsat kolluyorlardı.
Kureyş, Uhud sonrası
meydan okuyarak "Buluşalım" dediği
263
Efendimiz (sallallahu
a l e y h i ve sellem)
ikinci
Bedir' e de gelememiş ve bu korkak tavrıyla dostları tarafından büyük tepkiyle
karşılanmıştı. Şecaat ve kahramanlıklarındaki zaaf dilden dile konuşuluyor,
gösterdikleri zaaf sebebiyle haklarında ileri geri laflar ediliyordu. En
azından şimdi, sarsılan itibarlarını yeniden elde etme imkanları vardı; üstelik
şimdi, Medine'deki Yahudiler de kendileriyle birlikte hareket etme sözü
veriyorlardı. Birlikte hareket etmek iki taraf için de bulunmaz fırsattı,
toplanacakları zamanı da aralarında anlaşarak ayrıldılar.
Bunun
üzerine Ebu Süfyan, Kureyş'in her bir kolundan belli başlı kişileri seçerek
toplam elli kişiyle birlikte Kabe'ye geldi ve Kabe örtüsünün altına girerek,
kanlarının son damlasına kadar savaşacaklarına dair yemin üzerine yeminler
etti.
Kureyş'ten
ayrılan Yahudi topluluğu, bu sefer de soluğu Gatajan'da almış aynı
teklifi onlara da yapıyordu. Hayber'in yıllık gelirinin yarısını kendilerine
vereceklerini söylüyor ve Medine'ye saldırmaları durumunda kendilerini dünya
malıyla zengin edeceklerini vadediyorlardı. Aynı zamanda Kureyş'in de
kendileriyle birlikte savaşacağını haber verip, herkesin birlikte olduğu
yerde sizler de bulunmalısınız mesajını iletiyorlardı; onlar da kabul
etmişti.
Dur
durak bilmeden bir tezgah kuruluyordu. Kısa sürede Beni Süleym'e de
gitmiş ve onları da ikna etmişlerdi. Bu gidiş, dikiş tutacak gibiydi ve
sırasıyla bütün Arap kabilelerini dolaşmaya başladılar. Anlaştıkları her
kabileye tarih veriyorlar ve o zamana kadar hazır olmalarını istiyorlardı.
Neredeyse bütün kabileleri Allah ResüIii ve mü' mirıl ere karşı savaşmaya ikna
etmişlerdi. Bunun için Hendek Savaşı'na, kabilelerden toplama bir ordu olması
yönüyle aynı zamanda Ahzô.b da denilecekti.
Derken
zaman gelmişti ve son vuruş için ilk hamle yapılmak üzereydi.
Takvimler beşinci yılın Şevval ayını gösteriyordu. Daru'nnedve denilen
istişare meclislerinde sancak bağlayıp onu Osmô.n İbn Talha'ya verdiler.
Artık her şey tamamdı ve Ebu Süfyan kumandasındaki dört bin kişilik Mekke
ordusu hareket etmiş, Medine'ye doğru yol alıyordu. Ordu içinde üç yüz at, bin
beş yüz de deve vardı.
Bunu
duyan kabileler de harekete geçmiş ve akın akın gelip Ebu Süfyan ordusuna
katılmaya başlamıştı; Beni Süleym yedi yüz, Beni
264
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
Fezôro. bin,
Eşca' kabilesi
dört yüz, Beni Miirre de dört yüz kişilik bir destek ile Ebu Siifyan'a
destek çıkıyor ve Medine istikametinde yürüyen orduya katılıyordu. Çok geçmeden
bu sayı, on bini bulacaktı. Neredeyse Medine'de bulunan ihtiyar, kadın ve
çocuklar da dahil herkese bir asker düşüyordu.
Yine
geliyorlardı; kendilerini şerre kilitlemiş bu adamların uslanmaya niyetleri
yoktu. Halbuki Medine ve Medenilerin onlara ne zararı vardı? Ancak küfrün
mantığı yoktu ki! Öldürmeye kilitlenmiş ve beyinleri de kin ve nefretin esiri
olmuştu. Ufukları sığ, dimağları da donuktu; kendi karakterlerinin gereğini
yerine getiriyorlardı.
Fark Edilen Tehlike ve Ashabla İstişare
Beri
tarafta Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Mekke'ye giden Yahudi
cemaatinin, kabile kabile dolaşarak herkesi kendi aleyhine nasıl
kışkırttırttığını yakından takip ediyordu. Mekke'deki her hareket O'nun
istihbarat ağına düşüyor ve O da, atacağı adımları bu bilgilere bina ediyordu.
Daha Ebu Süfyan Mekke'den çıkmadan dört gün önce yola onun çıkacağının haberini
almış ve konuyu ashabıyla istişareye açmıştı. Her ne kadar savaşmayı istemese
de, Kureyş toplanmış yine savaşmak için geliyordu; bu musibeti de hafif
atlatmanın bir yolu bulunmalıydı.
Nasıl
bir strateji ortaya konulması gerektiğini sordu ashabına teker teker. Medine'de
kalıp düşmanı sokaklar arasında dağıtarak zayıf düşürmenin mi, yoksa Medine
dışına çıkıp göğüs göğüse çarpışarak geri püskürtmenin mi daha uygun olacağını
soruyordu onlara. Zihinlerde Uhud öncesi yapılan istişare hala canlılığını
muhafaza ettiği için meseleye ihtiyatla yaklaşıyorlardı.
Herkes,
eteğindekini döktü ortaya; konuşulanların hepsi de risk içeriyordu. Nihayet Selmatı-ı
Ftlrİsi'nin sesi
duyuldu mecliste:
-
Ya Resülullah, dedi. Fars topraklarında biz, atlılar tarafından baskın endişesi
yaşadığımızda etrafımıza hendek kazar ve öylece korunurduk!
Allah
Resülü'nün beklediği bir teklifti bu; ashab da bu tekliften hoşlanmıştı ve bir
müddet üzerinde konuşulduktan sonra bu teklif kabuledildi.
265
Efendimiz (sal1allahu
aleyhi ve sellem)
Karar verilmişti ama meselenin ciddiyeti iyi
anlaşılmazsa istenilen netice alınamazdı. Bunun için Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellern), sabırla işe koyulup takva ile şahlanıldığında nusret ve inayetin
kendileriyle birlikte olacağının müjdesini verdi onlara. Şimdi sıra, Medine'yi
koruyacak hendeği kazmaya gelmişti. Şakası yoktu; Mekke, çevresindeki bütün
kabilelerle birlikte Medine'yi hedef almış geliyordu.
Ashabıyla birlikte Sel' dağının bulunduğu yere geldi ve
otağını kuracağı yeri tespit etti. Ardından da hendeğin yeri tespit edildi;
Medine'nin etrafı dağlarla çevrili olduğu için düşman, ancak kuzey taraftan
gelebilirdi ve hendek de buraya kazılacaktı. Önce, Şeyheyn kalelerinden Mezad'a
kadar olan bölgeye bir hat çizildi. Sel' dağı arkaya alınıyordu.
Daha sonra Mezad'dan başlayarakZübô.b ve Rôtic'e kadar olan mekan, ashab
arasında paylaştırıldı; ashabını onar kişilik gruplara ayırmış ve kazılacak
alan olarak herkese kırk zira' mesafe diişmüştii. Küçük gruplar da kendi
arasında organizeli çalışacaktı; çünkü Muhacirlere, Rôtic ile Zübô.b arası;
Erisar da Ziibôb ile Ebu. Ubeyde dağının arası paylaştırılmıştı.
Erisar
ile Muhacirin, Selman-ı Farisi konusunda anlaşamamıştl; her iki grup da:
- Selman bizdendir, deyip onun kendilerinden olması
gerektiğini savunuyor ve kazma işinde de kendilerine yardımcı olmasını talep
ediyordu. Çünkü o, güçlü bir yapıya sahipti. Durumun farkına varan Allah Resülü
(sallallahu aleyhi ve sellern):
-
Selman, Ehl-i Beyttendir, buyuracak ve böylelikle meseleyi tatlıya
bağlayacaktı.
Zamana karşı yarışıyorIardı; herkes kendi payına düşen
yeri kazacak ve Mekke ordusu gelmeden bu iş bitirilmiş olacaktı. Hiç vakit
kaybetmeden kazma işine koyulmuşlar ve Resülullah da aynı gün kazma sallamaya
başlamıştı. Sırtında toprak taşıyordu. Öyle ki üzeri toz toprak içinde
kalmıştı. Hatta bu iş için emanet olarak Beni Kurayza Yahudilerinden kazma,
kürek ve kazı işinde kullanılabilecek başka malzemeler de alınmıştı.
Belli başlı kişiler, o gün de yan çizmişlerdi. İkna
edici olmasa da kendilerince bahaneler uyduruyorlardı. Şu bir gerçek ki ashab-ı
kiram, zaten bu adamları yok sayıyor ve böylesine hayırlı bir işe el
266
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
atmalarını
da beklemiyordu. Onların sıvışıp gitmeleri de gerçi gözden kaçmayacak ve
kıyamete kadar okunan birer ayet olarak Allah Resülü'ne bildirilecekti.v"
Onlar yan çizedursun, daha ergenlik çağına bile
gelmeyen çocuklar, gelip Allah Resı1lü'yle birlikte hendek kazma işine
kendilerini vermiş, birbirleriyle yarışır olrnuşlardı.w'
Bizzat kazma sallayıp kürek kullanan Allah Resı1lü
(sallallahu aleyhi ve sellern), yeri geldiğinde ashabına eliyle süt dağıtıyor,
zaman zaman da onların morallerini yüksek tutmak için yüksek sesle seci
tutturuyordu. Kendisi de hendek kazma işinde çalışan Cuayl İbn SÜrôka isminde
birisinin şiirini okuyan ashaba Allah Resı1lü de katılıyordu; önce Cuayl'in
ismini Amr diye
değiştirecek ve ardından da ashabın:
- Bundan böyle
Cuayl'i değiştirdi Anır ile,
Bugün o, düşkünler
için yegane destektir, şeklindeki ifadeleri-
ne:
-
Yegane destektir, diyerek kendisi de katılacak, redif tutturacaktı,
Sanki üzerlerine gelen on bin kişilik bir ordu
yokmuşçasına bir neşe içinde kazım işlemine devam ediyorlardı. Bir aralık durup
da ashabının iştiyakla çalışmalarını seyre dalan Allah Resı1lü, duygulanacakve:
- Allah'ım! Ahiret yurdundan başka yaşanılacak mekan
yoktur; Sen, Ensar ve Muhacirini affınla kucaklayıp onlara mağfiret et, diye
dua edecekti. İşlerine o kadar kilitlenmişlerdi ki, yorulmak nedir bilmiyorlardı.
Bir taraftan da:
- Bizler ki, hayatta kaldığırniz sürece cihad sözü
vererek Muhammed'e biat etmişiz, diyor ve böylelikle ana hedeflerinden zerre
kadar şaşmadıklarını sözleriyle de ifade ediyorlardı.
Var güçleriyle çalışıyorlardı ama hendek, öyle birkaç
günde bitecek gibi de gözükmüyordu. Elde avuçta da bir şey kalmamıştı; ço-
192 Bkz. Nur, 24/63
193 Abdullah İbn Ömer, Zeyd İbn Sabit, EbU Said
el-Hudri ve Berd
İbn Azib, o gün Allah Resülü'yle birlikte hendekte kazma sallayan
çocuklardı ve her biri de on beş yaşında idiler. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/454;
Salihi, Sübülü'l-Hüdii ve'r-Reşad, 4/37ı
267
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
ğunlukla
arpa unu yağla karıştınlır ve insanlar, karınıarını doyurmak için boğazdan geçerken
gırtlakta düğümlenen bu karışımı yerlerdi. Ortaya çıkan ağır kokuya rağmen
hallerinde şikayet emaresi görünmüyor ve büyük bir iştiyakla kazma sallıyor,
adeta bu halleriyle. başarıya ulaşmak için her zaman eldeki imkanların
mükemmel olmasını beklemek gerekınediğini fiilen göstermiş oluyorlardı.
Gönüller
müşterek atıyordu; başlarında imamları, işe o kadar kilitlenmişlerdi ki, zaruri
ihtiyaçlarını gidermek için bile gelip Resülullah'tan izin istiyor;
ihtiyaçlarını giderdikten sonra da gelip tekrnil vererek yeniden işe
koyuluyorlardı.
Sabah
namazıyla başladıkları kazı işine akşam vaktine kadar devam ediyor ve geceleri
istirahat için evlerine gidiyorlardı. Belli ki, hendek bitineeye kadar Medine,
sabah ve akşam Sel' dağı çevresine her gün gidip gelecekti.
Her
günün neşesi bir öncekinden daha farklıydı; dillerinde terennüm ettikleri
ifadeleri her defasında değiştiriyor ve değiştirdikçe de ayrı bir iştiyakla
kazma ve küreklere sarılıyorlardı. Mübarek alınlarında biriken terleri
silerken İbn Revaha'nın şu şiirini terennüm ettiği duyuluyordu:
-
Allah'a yemin olsun ki şayet O olmasaydı bizler, ne hidayetle şereflenebilir,
ne tasadduktan haberdar olur, ne de namaz kılabilirdik.
Allah'ım!
Ne olur Sen, üzerimize sekine ve iç huzuru indir; düşmanla da karşılaştığımızda
ayaklarımızı sabit kıl ve kaydırma onları ...
Müşrikler,
birlik olmuş azgınlık ve taşkınlıkla üzerimize doğru geliyor; eğer bununla bir
fitne çıkarmayı planlıyorlarsa karşılarında bizi bulurlar ...
Bunları söyledikten
sonra, sesini de yükselterek:
- Karşılarında bizi
bulurlar, cümlesini tekrarlayıp duruyordu. Sanki karınca yuvasını andıran bir
manzara vardı Sel' dağının
dört
bir yanında ... Bir farkla ki, her bir gruptan neşideler yükseliyor ve
koşuşturmalara karışan bu neşidelerle meydan bayram yerini andınyordu. Bir
başka seferinde de Allah Resülii'niin, bir taraftan hendeğe kazma vururken
diğer yandan da şu beyitleri terennüm ettiği duyulacaktı:
268
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
-
Allah'ın adıyla başlarım ki, hep birlikte biz, O'nunla doğru yolu bulduk,
Zaten,
O'ndan başkasının peşinden gitmiş olsaydık, bugün halimiz perişandı...
Rabbimiz
olarak O, ne güzeldir ve din olarak da dinimiz ne muhteşemdir!
Cemaatine
imam olarak Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), kendini o kadar
bu işe vermişti ki, zaman oluyor kazma ile hendek kazıyor, yeri geliyor
sırtıyla toprak taşıyor ve bazen de eline aldığı kürekle toprak atıyordu. Bir
aralık o kadar yoıulmuştu ki, bir kenara çekilip azıcık oturup dinlenmeyi
denedi. Üzerine oturup da dinleneceği bir minder bile yoktu ve yanağını bir
taşın üstüne koymuştu; taşı kendine yastık yapmıştı! O kadar yorgundu ki,
yastığı taş olsa da başını koyar koymaz uyuyuverecekti! Bu durum, Hz. Ebu
Bekir'le Hz. Ömer'in gözünden kaçmamıştı; hemen baş ucuna geldiler ve insanları
uzaklaştırarak bir miktar dinlenebilmesi için etrafın sessiz olması için
gürültü yapılmamasını istediler. AncakAllah Resülü'nün uykusu uzun değildi ve
çok geçmeden yerinden sıçrayarak uyanıverdi:
-
Beni niye uyandırmadınız? Daha önce uyandırsaydınız ya, dedi ve yeniden kazmayı
eline alarak hendek kazma işine başladı. Bir taraftan da ashabı için dua
ediyor, başlarına bu sıkıntıları açanları da Allah'a havale ediyordu:
- Allah'ım! Ahiret
yurdundan başka yaşanılacak mekan yok-
tur.
Sen, Erisar ve
Muhacirin'e rahmet edip affınla muamele et. Allah'ım! Adal ve Kare'nin
hakkından Sen gel;
Çünkü bu taşları
taşımaya Beni onlar zorladılar!
O
günlerde Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer, ortaya çıkan toprağı dışarı
boşaltmak için kum torbası bulamadıklarından zaman zaman elbiselerinin içini
toprakla dolduruyor ve Mekke' den bu yana hep beraber yürüyen iki arkadaş
olarak burada da omuz omuza çalışıyorlardı.
Belli
başlı hanım sahabilerle birlikte ezvac-ı tahirat arasından Hz. Aişe, Ümmü Seleme
ve Zeyneb Binti Cahş gibi annelerimiz de aralarında nöbetleşe
hendeğin bulunduğu yere geliyor ve insanlara su taşıyıp Resülullah'a hizmet
ediyorlardı.
269
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern)
Sert Kaya ve
İstikbale Açılan Pencereler
Bir,
iki, üç derken her geçen gün zorlaşan şartlara rağmen kazım işi devam ediyordu.
Derine indikçe büyük kayalarla karşılaşılıyor ve bunları kırmak büyük maharet
gerektiriyordu. Hz. Selman ile Hz. Ömer'in karşısına da böyle bir kaya
çıkmıştı; var güçleriyle vurmalanna rağmen ellerindeki malzeme parçalanmıştı
ama kayalar olduğu gibi yerinde duruyordu! Üstesinden gelemeyeceklerini
anlayınca durumdan Allah Resülü'nü haberdar ettiler. Bu sırada Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellern), Türk yapımı bir çadırda dinlenmekteydi:
-
Hemen geliyorum, dedi ve kayanın olduğu yere doğru ilerlemeye başladı. Biraz
dikkatle O'na bakanlar, açlığını hissettirmernesi için karrıına taş bağladığını
görebiliyorlardı; çünkü üç gündür ağızlanndan bir lokma geçmemişti. Geldi
kayanın yanına ve önce bir kap su istedi; eline aldığı kabın içine hafifçe
tükürdü ve ardından da ellerini açıp dua etmeye başladı. Duasını bitirir
bitirmez de, elindeki kabı kayanın üzerine boşaltmaya başladı; sanki o sert
kaya, yumuşak bir toprağa dönüşüyordu! Sonra da Hz. Selman'dan balyozu
aldı ve:
-
Bismillah, diyerek vurmaya başladı. Daha ilk vuruşta kayanın üçte biri kopmuş,
koparken de darbenin indiği yerden büyük bir kıvılcım çıkmıştı. Ancak bu
kıvılcım, sıradan bir kıvılcım değildi; sanki Yemen tarafından büyük bir
ateş çıkmış ve gecenin karanlığında etrafını aydınlatan güçlü bir lamba gibi
Medine'nin bütününü aydınlatıyordu. Herkes pürdikkat gelişmeleri seyre
durmuştu. Bunun üzerine önce, 'Allah u Ekber' diyerek tekbir getiren
Allah Resülü, ardından şunları söyledi:
-
Bana Yemen tarafının anahtarları verildi; şu anda bulunduğum yerden Ben, köpek
dişleri gibi sıralanmış San'an'ın kapılarını görmekteyim.
Ardından
elindeki balyozu ikinci kez kayanın üzerine indirdi; yine üçte biri kopmuş ve
balyozun indiği yerden büyük bir ışık çıkmıştı. Bu seferki aydınlık Rum diyarından geliyordu; Medine'yi
aydınlatan büyük bir ışıktı. Bunun üzerine bir tekbir daha getiren Allah Resülü
(sallallahu aleyhi ve sellern):
-
Şam taraflarının anahtarlan Bana verildi; valIahi şu anda Ben, bulunduğum şu
yerden Şam'ın kızıl saraylarını görmekteyim, buyurdu.
270
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
Ashab-ı kirarn hazretlerinin merakı bir kat daha
artmıştı; sanki Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), kapılarına kadar
dayanan Ahzab ordusunu bir kenara koymuş ve gelecekten araladığı perdeler arasından
kendilerine, yarın olacaklarla ilgili yeni haberler veriyordu. Belli ki bu
haberlerin arkası gelecekti.
Sonra Allah Resülü, elindeki balyozla kayanın kalan
parçasına bir darbe daha indirdi; bu sefer kaya bütünüyle parçalanmış ve tuz
gibi olmuştu. Balyozun indiği yerden yine kıvılcım çıkmış ve bu darbenin
etkisiyle Fars taraflarında
kendini gösteren büyük bir aydınlık belirivermişti; gecenin zifiri
karanlığında Medine'yi aydınlatan büyük bir lamba gibiydi. Bunun üzerine
Efendiler Efendisi:
- Bana, Fars diyarının anahtarları da verildi, buyurdu.
Vallahi de şu anda Ben, bulunduğum şu yerden Hire'nin saraylarıyla Kisrd'nın
şehirlerini köpek dişleri gibi sıralanmış olarak görmekteyim! Bana Cibril haber
veriyor ki ümmetim, buralara hakim olacaktır; öyleyse sizler, yarınki zaferin
müjdesiyle bugünden sevinin!
Resülullah'ın
verdiği müjdeler, kazım işinin bütün yorgunluğunu unutturmuştu. Hep birden:
- Elhamdülillah, diyorlardı. Allah'a hamd olsun ki
bunlar, gerçekleşeceğinde şüphe olmayan doğru vaatlerdir; Resülullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) bize, bu kadar baskı altında bulunduktan sonra nusret
vadediyor!
Bu sırada Allah Resülü, Fars diyarından gelip Medine'ye
yerleşen Hz. Selman'a dönmüş, Kisra'nın saraylarını anlatıp özelliklerini
vasfederek tarif ediyordu. Şaşılacak şeydi; Hz. Selman hayretler içinde
kalmıştı. Nasıloluyor da Allah'ın Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem) hiç
görmediği halde bunları söyleyebiliyor ve söyledikleri de sadece gerçeği ifade
edebiliyordu! Dudaklarından şunlar döküldü:
- Evet! Doğru söylüyorsunuz; onların sıfatları aynen
ifade ettiğiniz gibi ya Resülullahl Ben şehadet ederim ki Sen, Allah'ın Resülü'sünl
Resul-ii Kibriya
Hazretlerinin bir müjdesi daha vardı ve Hz.
Selman'a dönerek
şunları söylemeye başladı:
- Bunlar, Benden sonra Allah'ın nasip edeceği
fetihlerdir, ey Selman! Şam, mutlaka fethedilecektir; Hirakl da,
krallığının en uç noktasına kadar kaçacaktır! Sizler Şam'a hakim olurken karşınıza
271
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
çıkan bir başka güç
olmayacak! Ve doğu da fethedilecek; Kisrô. öldürülecek ve bundan sonra
artık yeni bir Kisra da olmayacak! 194
Her birisi, başlı başına bir ufuktu bunların ve o
günden bu sonuçları görmenin imkanı yoktu. Allah'ın Resı1lü (sallallahu aleyhi
ve sellem), hendeğin başında durup ufkunu istikbale yöneltmiş, kışın ortasında
bahar muştuları veriyordu. Ufukta böyle bir fütı1hat varken üç beş kin
tüccarının, bir araya gelip de yaptığı kulislerle toplanan çapulcu birliklerin
ne önemi olabilirdi ki!
Bu ifadeler, üzerlerine on bin kişilik bir güçle
gelenleri gözünde büyütenler için ayrı bir moral kaynağı olmuştu. Şimdi ayaklar
daha bir sağlam yere basıyor, sineler daha bir gür inip kalkıyordu.
Herkesin yaklaşımı aynı değildi; münafıklar yine iş
başına geçmiş, Efendimiz'in verdiği müjdeleri dillerine dolamaya çoktan başlamışlardı.
Şöyle diyorlardı:
- Muhammed, Yesrib'de durmuş, Hire saraylarıyla Kisra
şehirlerinin sizin için fethedildiğini gördüğünü söylüyor; halbuki şu anda
sizler, açıktan düşmanın karşısına çıkamadığınız için hendek kazıyor ve
kendinizi gizlemek zorunda kalıyorsunuz!
Çok
geçmeden Cibril-i Emin yine gelecek ve onların bu ifadelerini deşifre
edecekti. 195
Bu kadar samimi gayrete mukabil hendek ehli, ilahi
inayerle mukabele görüyordu. O gün Hz. Cabir'in hazırlayıp pişirdiği keçi
yavrusuyla ekmek, onar kişilik gruplarla gelen askerlerin hepsine yetecek,
Abdullah İbn Revaha için getirilen birkaç hurma bereketlenip herkesi
doyuracaktı. Benzeri bir bereketi Ümmü Amir'in getirdiği hurma ezmesi ve Ebı1
Rafi'irı pişirdiği koyunda göreceklerdi.
Derken, neşide ve kafiyeli sözlerle başlayıp devam eden
ve zaman zaman gelen bu türlü ikramlarla şenlenen hendek kazımı ta-
194
o gün bunlan
Allah Resülü'nden dinleyen Selman-ı Farisi, Efendimiz'in o gün müjdesini
verdiği bu hususların hepsini daha sonra bizzat gördüğünü anlatacaktır. Bir
kısmı Hz. Ömer, diğer bir kısmı da Hz. Osman zamanında fethedilmişti. Bu
hadislerden hareketle EbU Hureyre de, kıyamete kadar fethedilecek olan yerlerin
tamamının, daha o günden Allah Resülii'ne bildirildiğini söylemektedir. Bkz.
İbn Hişarn, Sire, 4/176; İbn Seyyidinnas, Uyünu'l-Eser, 3/419
195 Bkz. Ahzab, 33/12
272
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
mamlanmak
üzereydi. İşini erken bitirenler, geride kalanlara yardım ediyor ve böylelikle
düşman önünde yekvücut olduklarını fiilen de göstermiş oluyorlardı. Kazma
işlemi tam altı gün sürmüştü ve artık ortada, müşriklerin gelip de önünde
duracaklan geniş ve uzun bir engel vardı! Hendeğin kazım işi bittiğinde Mekke
ordusu da Medine'ye yaklaşmış, neredeyse Uhud'a dayanmıştı.
Artık
savaş kapıya dayanmıştı ve Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve sellem) de, o
ana kadar kazım işinde kendilerine yardımcı olan çocuklarla kadınların geri
çekilerek muhkem yerlere dönmeleri emrini verdi.
Medine'ye
yine Abdullah İbn Ümmi MektUm'u vekil bırakmıştl. Kadınlarla çocuklan
daha güvenli olan bölgelere yerleştirmişler, dışandan gelmesi muhtemel saldırılara
karşı da etraflanna engeller koyarak tedbir almışlardı.
Yanında
üç bin kişilik bir ordu vardı; Muhacirinin sancağını Zeyd İbn Hôrise, Ensarınkini
ise Sa'd İbn Ubtide taşıyordu. Hendek'in parolası, "Onlar asla
yardım görmeyecekler." manasında 'Ha Mim; La Yunsarun' idi.
Sırtını
Sel' dağına verecek, hendeği de önüne alarak burada teyakkuzda
bekleyecekti. Hedeflenen yere gelindiğinde buraya Resı1lullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) için bir çadır kuruldu; ashabını buradan yönlendirecekti.
İlk İntiba
Bütün
hazırlıklar bitmiş ve artık düşmanın geleceği an beklenmeye başlanmıştı. Çok
geçmedi; on bin kişilik Ahzab ordusu, hendeği önüne alarak Sel' dağına sırtını
veren ashab-ı kiramın karşısına çıkıverdi; sanki yer gök asker doluydu!
Aslında
bu manzara, yüreklere korku salması gereken bir görüntü arz ediyordu; ancak
mü'minler, kendilerine daha önceden haberi verilip de ruhen hazır hale
geldiklerinden böyle bir endişeye kapılmayacak, bilakis Allah ve Resı1lü'nün
daha önce vadettiği bir hususun yaşanıyor olmasından dolayı imanlan
kuvvetlenecekti. Resı1lullah'ın dedikleri yine aynen çıkıyordu! Öyleyse,
hendeği ka-
273
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
zarken
indirdiği balyozun akabinde verdiği müjdeler de tahakkuk edecek ve inananlar,
her defasında ayrı bir zafere imza atarak geri döneceklerdi. Aralarında
Resülullah olduktan sonra gam ve kederin ne manası olabilirdi ki!
Zihinlerinde,
daha önce Cibril-i Emın'in getirdiği mesajlar canlanmıştı; getirdiği ayetlerde
Yüce Mevla şöyle diyordu:
-
Yoksa sizler, sizden öncekilerin başlan na gelen sıkıntı ve çetin badireler
sizin de başınıza gelmeden öyle kolayca cennete gideceğinizi mi sanıyorsunuz!
Bela ve musibetler onların başından sağanak gibi öylesine yağmış, imtihanlarla
öyle sarsılmışlardı ki, nihayet başlarındaki Resül ve O'nunla birlikte olan
mü'minler, 'Allah'ıml Yardımın ne zaman?' diyorlardı. Dikkat edin;
Allah'ın yardımı çok yakındırl'?"
İşte
şimdi böylesine çetin bir koridora giriyorlar ve başlannda Resülullah'la
birlikte, "Allah'ım! Yardımın ne zaman?" diyecekleri bir
zemine doğru ilerliyorlardı; ancak ne gamdı ki, içinde bulunduklan geminin
kaptanı bizzat Allah Resülü'ydii. Şöyle diyorlardı:
-
İşte bunlar, Allah'ın bize vaadettiği hususlardır; Allah ve Resülü ne doğru
sözlüdür!'??
Müşriklere
gelince onlar, kendilerinden emin ve önceki yenilgilerinin de intikamını
alacak olmanın hırsıyla gelmiş ve hendeğin kazıldığı yere kadar ulaşmışlardı. O
da ne? Önlerinde büyük bir hendek vardı! Şimdiye kadar hiç karşılaşmadıklan bir
durumdu bu; ne duymuş ne de görmüşlerdi! Birbirlerine bakıp:
-
Bu, daha evvel Arapların başvurmadığı bir hile ve tuzaktır, diyorlardı.
Aralanndan birisi ileri atıldı ve:
-
O'nun arkadaşları arasında Farslı birisi var; bu mutlaka onun başının altından çıkmıştır,
dedi.
Ne
umutlarla gelmişlerdi ama şimdi önlerinde, Medine'ye girmelerini engelleyen
bir hendek vardı. Bunun sadece kendi önlerine gelen kısımda olabileceği
düşüncesiyle sağa sola koşturmaya başla-
196 Bakaraa/aıa
197 Bkz. Ahzab, 33/22
274
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
dılar; sonucu olmayan
bir gayretli bu. Çünkü Medine'ye yürüyebilecekleri her yer hendekle
çevrilmişti.
Daha kılıç bile kullanmadan büyük bir şok yaşıyorlardı;
halbuki onlar, hiçbir şey yapmadan on bin insanla Medine'nin bir yanından girip
diğer tarafından çıkmayı, Resülullah dahil bütün mü'minleri yok eder edip
yeryüzünde bir tane bile mü'min bırakmamayı düşünüyorlardı! Zaten buraya da
bunun için gelmişlerdi; gelip Medine'yi istila edecek ve kısa sürede burada taş
üstünde taş bırakmamak suretiyle ellerini sallayarak geri döneceklerdi. Şimdi
ise hevesleri kursaklannda kalmış, ummadıklan bir sonuçla karşılaşmışlardı!
Peki, şimdi ne yapacaklardı?
Uzaktan ok atarak karşı tarafa zayiat verdirmekten ve
fırsat kollayıp hendeğin zayıf noktalanndan karşı tarafa geçerek ani baskınlarla
maksatlarına ulaşmaktan başka bir seçenekleri kalmamıştı. Hemen yaylarını
kaptıkları gibi Müslümanlara ok atmaya başladılar. Böylelikle uzun süreceği
belli olan yeni bir süreç daha başlamış oluyordu.
İhanette Son Perde: Beni Kurayza
Mekke'ye kadar gidip de Kureyş'i kışkırtan, sonra da
etraftaki kabileleri dolaşarak onlan da işin içine çekmeyi başaran şer şebeke
hala iş başındaydı. Bir tarafta bunlar olup biterken diğer yanda sürgün Beni
Nadir'in sürgün reisi Huyeyy İbn Ahtab, Medine'deki son Yahudi
cemaati Beni Kurayza'mn lideri Ka'b İbn Esed'in kapısını
çalıyordu.t?" Ka'b, hicret sonrasında gerçekleşen Medine vesikasına imza
atmakla birlikte, Beni Kaunukô. ve
Beni Nadir'in başına gelenlerden sonra kavmi adına Resülullah'la yeni
bir anlaşma daha yapmış ve güven tazeleyerek sadakatini bildirmişti. Onun için
başlangıçta kapıdaki sesin Huyeyy İbn Ahtab'a ait olduğunu anlar anlamaz
tepkisini ortaya koyacak ve kapıyı açmayacaktı. Ancak Huyeyy netice almadan
gidecek gibi görünmüyordu:
- Yazıklar olsun sana
ey Ka'b! Kapıyı aç, diyor ve ısrar ediyordu.
ı98
Beni Nadir ve Beni Kurayza, Harun (aleyhisselamj'ın neslinden gelen iki kabilenin
adıdır ve Kurayza ve Nadir isminde iki kardeşin neslinden gelmektedir. Bkz.
Salihi, Siibülü'l-Hüda ve'r-Reşad, 5/18
275
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Gelişindeki
niyeti anlamıştı Ka'b. Hırsının peşine takılıp da kavminin başına
getirdiklerini şimdi de kendi kavmi için sahneye koymaya çalışıyordu. Onun
için:
-
Esas sana yazıklar olsun, diye mukabelede bulundu içeriden Ka'b. Çünkü sen,
uğursuz bir adamsın! Ben, Muhammed ile anlaşma yapıp O'na söz verdim; onu asla
bozamam! Çünkü ben O'nda, sadakat ve vefadan başka bir şey görmedim!
Bütün
bunlar, Huyeyy'in umurunda değildi! Gözünü hırs bürümüş ve kötülükten başka bir şey
düşünemiyordu. Şer adına bu kadar büyük bir birlikteliği elde etmişken Beni
Kurayza'yı da işin içine katıp kaleyi içeriden fethetmeyi hedefliyordu. Çünkü
Muhammedii'l-Emin ile anlaşmalı olan Beni Kurayza da kendilerine katılır ve
içeriden lojistik destek verirse, bu durumda hendeğin oluşturduğu engeli de
aşmak kolayolur ve böylelikle işi şansa bırakmamış olurlardı. Onun için kapıyı
dövmeye devam ediyordu:
- Yazıklar olsun
sana; aç şu kapıyı da seninle konuşalım!
İş
inada binmişti; Ka'b da en az Huyeyy kadar inatçıydı; onun için:
-
Vallahi de ben bunu yapamam, diye seslendi içeriden. Bunun üzerine Huyeyy,
konunun mecrasını değiştirerek Ka'b'ı zayıf yerinden vurmayı hedefledi:
-
Tabii ki bana kapıyı açmazsın; çünkü sen, sofrandaki Ceşişe yemeğine
ortak olup da ondan yedirmemek için bunu yapıyorsun!
Huyeyy'in
bu sözüne fena bozulmuştu; bir insan, -hele bir lidersofrasındaki yemeğe ortak
olacağı endişesinden dolayı misafirine kapıyı açmaz mıydı! Burnundan soluyarak
gitti ve kapıyı açarak Huyeyy'i içeri aldı.
İşlerin
yoluna girdiğinden emindi Huyeyy ve hemen söze başladı:
-
Yazıklar olsun sana ey Ka'b! Ben sana, zamanın izzet ve şerefini, denizler
gibi dalgalanan orduları getirdim; başlarında kumandanları ve liderleriyle
birlikte Kureyş'i, Rume tarafındaki Mecmaü'l-Esyal'de; yine
lider ve kumandanlarıyla birlikte Gatajanlıları da Zeneb-i Nakamii ile
Uhud'un yanı başında konuşlandırdım! Onların hepsi de, hep beraber
Muhammed ve arkadaşlarının köklerini ka-
276
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
zıyıncaya kadar
buradan ayrılmayacaklarına dair söz verip benimle anlaşma yaptılar!
Bu sözler, Ka'b'ın hoşuna gitse de hala sonuçtan emin
değildi ve endişeleri vardı. Daha önce de benzeri şeyler söylenip karşı karşıya
gelinmişti ama bütün bunlarda gülen taraf Muhammedü'l-Emin olmuştu. Acaba
bütün bunlar yeni bir macera mıydı? Onun için ihtiyatını devam ettiriyordu.
Şunları söyledi Huyeyy'e:
- Vallahi de sen bana, sonucu zillet olandan başka bir
şey getirmemişsin; şimşek çakıp gürleyen ancak bir damla yağmur yağdırmayan
suyu boşalmış bir bulut gibisin! Yazıklar olsun sana ey Huyeyy! Beni kendi
halime bırak; çünkü ben Muhammed'den sadakat ve vefa dışında bir şey görmedim!
İkisi de birbirinden inatçıydı ve taviz vermeye hiç
niyetleri yoktu; onun için de aralarındaki konuşma uzayıp gidiyordu. Nihayet
yıllardır bugünün rüyasını görüp duran Huyeyy, akla hayale gelmedik
entrikalarla Ka'b'ı ikna etmeyi başardı.' İşin sonunda hep birlikte kurtulmuş
(1) olacaklardı! Ancak Ka'b'ın Huyeyy'e bir şartı vardı; şayet plan başarılı
olmaz ve yok etmek için gelen Ahzab ordusu yok olarak geri dönmek zorunda
kalırsa, bu durumda kendisini de kalelerine alarak kanlarının son damlasına
kadar koruyacaklardı! Huyeyy için bu, ihtimal bile değildi ve seve seve kabul
ederek Allah Resülü'ne düşmanlık çizgisinde yeniden yolları birleşivermişti.
Artık Ka'b İbn Esed, Allah Resülii ile olan anlaşmalarını feshettiğini açıktan
beyan ediyor ve O'na düşmanlık konusunda Ahzab'la birlikte hareket edeceğini
ikrar ediyordu.
Bir anda Medine, Ka'b'ın da Allah Resülü'ne düşmanlık
konusunda Huyeyy'le müşterek hareket ettiğinin haberiyle çalkalanmaya
başlayıvermişti. Bunu duyan Arnr İbn Su' da, attıkları adımın kötü sonuçlarını
hatırlatıp Beni Kurayza'nın ileri gelenlerine vaaz ederek:
- Bari O'na yardım etmeyeceksiniz; hiç olmazsa O'nu,
düşmanlarıyla baş başa bırakın, şeklinde nasihatte bulunduysa da adamların
geri adım atmaları mümkün gözükmüyordu.
Ka'b İbn Esed, kendini garanti altına almak için Kureyş
ve Gatafan' dan bazı kimseleri savaş boyunca kendi yanına rehin olarak
getirmesini isteyecek ve Huyayy İbn Ahtab da bunu gerçekleştirmek üzere yola
çıkacaktı.
277
Efendimiz
(sallallalıu aleylıi ve sellem)
Beni
Kurayza'nın bu çıkışı, Müslümanlar için Medine'de yeni ve daha tehlikeli bir
cephenin daha açıldığı anlamına geliyordu; altı yıldır anlaşmaya sadık kalan
Beni Kurayza da ihanet etmiş, Allah Resülü'nii arkadan hançerlemek istiyordu!
Medine'ye, tam anlamıyla bir gerginlik hakimdi!
Yalnız,
aralannda insaflı olanlar da yok değildi; o gün Beni Kurayza'nın arasında
Sa'neoğullanndan Esed, Esid ve
Sa'lebe kardeşler, liderleri Ka'b İbn Esed'in dümen suyundan gitmeyerek
huzura gelip Müslüman olduklannı açıklayacaklardı.
İhanetin Doğruluğunu Tetkik Girişimi
Beni
Kurayza yurdunda bunlar olup biterken Allah Resülü (sallallalıu aleylıi ve
sellern), ashabıyla birlikte hendeğin beri tarafında rnevzilenmiş Mekke
ordusunun gelmesini bekliyordu. İhanet haberini ilk duyan Hz. Ömer olmuştu;
doğruca Allah Resülü'nün yanına koştu ve durumdan Resül-ü Kibriya Hazretlerini
de haberdar etti. Efendiler Efendisi de üzülmüştü, Olayın gerçeklik ve boyutunu
tetkik etmeleri için ashabından Sa'd İbn Ubôde, Sa'd İbn Muôz, Abdullah İbn Reoôha, Haooôt İbn
Cübeyr ve Üseyd
İbn Hudayr'den oluşan bir heyeti Beni Kurayza yurduna gönderdi. Gönderirken
de şunlan tembihliyordu:
-
Gidin ve şu kavim hakkında bize ulaşan haberlerin doğru olup olmadığına bir
bakın; şayet anlatılanlar doğru ise, bu durumda haberi getirirken sadece Benim
anlayabileceğim imalı bir yolla Bana bildirin ki, insanların kalbine korku
salmayasınız! Şayet onlar, bizimle onlar arasındaki anlaşmaya sadık kalmaya
devam ediyorlarsa o zaman açıktan söylemenizde bir beis yoktur!
Belli
ki Allah Resülü (sallallahu aleylıi ve sellem) bu ihanetin, adet ve savaş
malzemesi itibanyla kıt imkanlara sahip olsa da moral açısından önemli bir
konumu elde eden ashabı arasında duyulmasını arzu etmiyor ve böylelikle
cephedekilerin olumsuz etkilenmesinin önüne geçmek istiyordu.
Vazifeyi
alır almaz tetkik heyeti yola çıkarak soluğu Beni Kurayza yurdunda aldı;
gerçekten de anlatılanlar doğruydu. Beni Kurayza,
278
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
sadece
anlaşmayı ihlal etmekle kalmamış, aynı zamanda dışarıdan sökün edip de gelen
Ahzab ordusuna lojistik destekte bulunmaya başlamıştı; pazarlarını onların
bulunduğu yere taşıyor ve böylelikle yiyecek ihtiyaçlarını giderıneyi
hedefliyorlardı. Aynı zamanda onlara at, deve ve daha başka savaş malzemesi
tedarik ediyor ve böylelikle Mekke ordusunun açıklarını kapatmaya çalışıyordu.
Aralarındaki anlaşmayı hatırlatarak, işler kızışıp iyice yolundan çıkmadan
önceki hallerine geri dönmeleri ve Huyayy İbn Ahtab'ı dinlememeleri gerektiğini
söyleyip Allah adına söz vermek isteseler de adamlar çoktan kararlarını vermiş
geri adım atmıyorlardı. Çok net bir şekilde onlara:
- Eskiye asla
dönmeyeceğiz; Resülullah da kim oluyormuş!
Ayakkabımın şu bağını
çözüp attığım gibi o anlaşmayı da bozdum ve kesip attım; bundan böyle O'nunla
aramızda hiçbir anlaşma yoktur, diyordu Ka'b İbn Esed.
Altında
kalınmaması gereken sözlerdi bunlar; adam ağzını bozmuş Allah Resülii'rıe
hakaret ediyordu! Üseyd İbn Hudayr çileden çıkmıştı; sesi hepsinden daha gür
çıkıyordu. Ka'b İbn Esed'e dönmüş meydan okurcasına şunları söylüyordu:
-
Ey Allah düşmanı! Haddini bil! Nasılolur da sen O'nun hakkında olumsuz şeyler
söyleyebilirsin! Ayağını denk al! Göreceksin; Allah'ın izniyle Kureyş, arkasını
dönüp perişan bir şekilde geri gidecek ve sen yine evinin kenarında yapayalnız
kalacaksın; o zaman gelir ve görüşüriiz, şu sığındığın delikten çıkarıp bak
nasıl hizaya getireceğiz!
Ortam
iyice alevlenmiş, Resülullah'ın elçileriyle Beni Kurayza'nın ileri gelenleri
arasında iyiden iyiye bir söz düellosu başlamıştı; her iki taraf da, ağzına
geleni söylüyordu.
Ne
kadar konuşulursa konuşulsun bu adamların laftan anlayacakları yoktu; öyleyse
ısrarın da anlamı olamazdı! Arbedeye son noktayı koyan Sa'd İbn Muaz199
oldu:
-
Bırak şu adamı, diyordu arkadaşına. Bırak; çünkü bu andan itibaren onunla
mıinakaşa etmenin hiçbir faydası yok!
199
Bu şahsın Sa'd İbn Ubade olduğu da söylenmektedir. Bkz. İbn Hişam, Sire, 4/179;
Taberi, Tarih, 2/93; İbn Seyyidinnas, Uyünu'l-Eser, 2/38
279
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Gerçekten de konuşmanın bir faydası yoktu;
Resülullah'ın durumu tetkik için gönderdiği heyet çaresiz ve ihanetin de
doğruluğunu teyit etmiş olarak geri dönüyordu. Hendeğin olduğu yere gelir
gelmez Sa'd İbn Ubôde, Allah Resülü'ne yöneldi; yürüyüşünden anlamıştı;
ancak yine de meraklı gözlerle sonucu onlardan duymak istiyordu. Sonra da,
bekleyen Efendiler Efendisi'ne:
- Adel ve Kare, diye seslendi. Anlaşılmıştı; Red'de
Hubeyb ve arkadaşlanna ihanet eden Adel ve Kare kabileleri
gibi Beni Kurayza da ihanet içindeydi!
Allah'ın Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), her
türlü olumsuzluktan zafer çıkarmayı öğretiyordu ashabına; tipi ve boranın hakim
olduğu, etrafı kar ve buzun kapladığı en olmadık yerde bile nice baharlara kapı
aralıyor ve ümmeti için açtığı menfezlerden bahar meltemleri sunarak huzur
soluklamalarını istiyordu. Burada da aynısını yapacaktı:
- Müjdeler olsun size ey mü'minlerl Allah'ın nusret ve
yardımı var; sevinin, buyurdu. Muhakkak ki Ben, Beyt-i Atık'in (Kabe)
anahtarlarını alıp onu tavaf edeceğim günleri görüyorum; Kisrti ve Kayser
de helak olacaklar ve onların bütün mal varlıklan da, Allah yolunda infak
edilecektir!
Kısa sürede, bu ihanet haberi mü'minler arasında
yayılmış ve büyük bir endişe içine düşmüşlerdi; çoluk çocuk ve aileleri, Beni
Kurayza'mn içeriden ihanetine karşı korumasızlardı! Gözler yılmış, yürekler
ağızlara gelmiş ve akıllara türlü türlü şüpheler gelmeye başlamıştı. 200
Beri tarafta fırsat avcıları yine iş başındaydı;
içlerindeki nifağın yeniden depreştiği münafıklar, durumdan vazife çıkarmış ve
yeniden moral bozma faaliyetlerine başlamışlardı. Şöyle söyleniyorlardı:
- Muhammed, Kisra ve Kayser'in hazinelerine malik
olacağımızı ve onların mallarının Allah yolunda infak edileceğini bize vadediyor
ama baksanıza bugün biz, başımıza nelerin geleceğinden bile emin değiliz;
ihtiyacımızı gidermek için tuvalete bile giderniyoruz!"?'
200
Bkz. Ahzab, 33/10
201 Bkz. Ahzab, 33/12
280
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
Sadece
bunları söylemekle yetinmiyor ve etraflarındaki mü'minleri de:
-
Ey Yesrib halkı! Artık burada tutunamazsınız; durup beklemenizin de bir anlamı
yok; haydi geri dönün, demek suretiyle Allah Resülü'nden ayırmaya
çalışıyorlardı.
Onlardan
bir grup da, Medine'de bulunan ailelerinin savunmasız olduklarını ileri
sürerek onları korumak için Resülullah'a gelmiş, izin istiyorlardı. Her
seferinde yan çizmeyi alışkanlık haline getiren Beni Harise'nin bu tavrını
gören Sa'd İbn Muaz, Allah Resülü'nün yanına gelecek ve bu yüzsüzlere
izin vermemesi gerektiğini söyleyecekti.
O
günün şartlarında savaşlar da sadece gündüzleri cereyan eder ve her iki tarafın
askerleri geceyi istirahat ederek geçirirlerdi. Ancak Hendek'te durum
farklıydı; kimin nereden nasıl bir taarruzda bulunacağını kestirmenin imkanı
yoktu. Bir tarafta Ahzab ordusu hen deği geçmek için fırsat kollayıp zayıp
noktaları zorlarken diğer yanda Beni Kurayza entrika üstüne entrika
geliştiriyordu.
Bu
arada Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Beni Kurayza'nın Medine'ye
gece baskını yapacağı haberini almış, ayrı bir hüzün yaşıyordu. Tevrat'ta
özelliklerini görüp de gelişini beklemek için Medine'ye yerleşen Harun
(aleyhisselamj'ın nesli, atalarına inat bugün, kendi evlatlarından daha iyi
tanıdıkları Allah Resülü'ne ihanet ediyor, bununla da kalmayıp yalnız ve
savunmasız çoluk çocuğa saldırı planları yapıyordu!
Efendiler
Efendisi hiç vakit geçirmeden, Seleme İbn Eslem kumandasında iki yüz; Zeyd
İbn Harise'nin riyasetinde de üç yüz kişilik bir gücü Medine'ye gönderdi;
bunların her biri farklı kollardan Medine'ye gidecek ve arkada kalan masum
insanları gözetip kollayarak kötülük düşünen insanlar için de caydırıcı bir
güç oluşturacaklardı.
Sabaha
kadar devriye görevini yerine getiren her iki grup da, vazifelerini yerine
getirirken tekbir sesleriyle Medine'nin savunmasız olmadığını ilan edecek ve
böylelikle gözü korkan Beni Kurayza, Medine'ye saldırı fikrinden vazgeçecekti.
281
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Düşmanın
omuz omuza vererek üzerlerine geldiği bu zeminde bir de açlık, yorgunluk ve
soğukla mücadele ediyorlardı. Bilhassa geceleri şiddetli soğuk oluyordu.
Efendiler Efendisi de bu soğuktan etkileniyor, ısınmak için zaman zaman çadınna
gidip Aişe Validemizden destek alıyordu. Bu arada aklı, sürekli hendekteydi;
zayıf noktaların iyi kollanması gerektiğini ifade ediyor ve kendisinin olmadığı
zamanlarda buralarda bir zaafın yaşanmaması için ashabını ikaz ediyordu.
Sürekli
müteyakkızdı; geceleri gözüne uyku girmiyordu. çünkü Mekke ordusunun, EbU.
Süfyan, Halid İbn Velid, İkrime İbn Ebi Cehil ve Dırôr İbn Hattab'ın kumandasındaki
müfrezelerle geceleri nöbetleşe devriye dolaştığını biliyor ve hendekten
geçebilmek için zayıf noktaları tespit etmeye çalıştıklarını görüyordu. Gecenin
bir yarısında:
-
Keşke salih bir adam çıksa da şu gediği bu gece kontrolü altına alıp nöbet
tutsa, buyurmuştu. Daha sözünü bitirmemişti ki dışarıda kılıç kalkan sesi
duyuldu; gerçekten de ashabından salih birisi gelmişti:
- Kim o, diye
seslendi ona:
- Sa' d ya Resülullah,
diye cevapladı Sa' d İbn Ebi Vakkas. Bunun
üzerine ona:
-
Şu gedik sana aittir; orayı koru, buyurdu ve kendileri de istirahate çekildi.
Endişelendiği yeri emin ellere emanet etmiş olmanın rahatlığı vardı üzerinde ve
başını koyup bir müddet uyudu.
Geceleri
nöbet tutup da Allah Resülü'nü koruma işinde Sa'd İbn Ebi Vakkas'a zaman
zaman AbMd İbn Bişr ve Zübeyr İbn Avvam da yardım ediyor,
münavebeyle güvenliği sağlamaya çalışıyorlardı. Bir başka akşam kalkmış
çadınnın içinde namaz kılıyordu. Yanında Ümmü Selerne Validemiz vardı. Bir
aralık dışarı çıktı ve:
-
Şunlar müşriklerin süvarileri; hendeği geçmeye çalışıyorlar, buyurdu. Ardından
Abbad İbn Bişr'i yanına çağırarak:
- Yanında birileri
var mı, diye sordu.
- Evet; çadınnızın
etrafında ashabından bir grupla birlikteyim,
diye
cevapladı Hz. Abbad. Bunun üzerine Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve
sellern), müşriklerin bulunduğu yeri göstererek şunları söyledi:
282
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
-
Arkadaşlannla birlikte çıkıp hendeğin etrafını dolaş! Şuradaki müşrik
süvarileri hendeği geçip size ulaşmak için orada zayıf nokta anyorlar;
maksatlan, gecenin sessizliğinde ansızın size saldırmak!
Ardından da ellerini
açarak:
-
Allah'ıml Onların şerrinden bizi muhafaza buyur, onlara karşı bize nusretini
gönder ve onlan mağlup et; çünkü onlan Senden başkası mağlup edemez, diye dua
etmeye başladı.
Bu
arada Abbad İbn Bişr, arkadaşlanyla birlikte istenilen yere gitmiş ve gerçekten
de orada, bir grup süvariyle birlikte Ebu Süfyan'ı görmüşlerdi. Ebu Süfyan arşı
tarafa geçmek için hendeğin zayıf noktalarını tespit etmeye çalışıyorlardı.
İki taraf da birbirini görünce hemen oklara sanlacak ve bu atışmalar bir müddet
karşılıklı olarak devam edecekti. O kadar ki müşrikler, beklemedikleri bu çıkış
sonucunda perişan olmuş ve geri çekilmek zorunda kalmışlardı.
Durumdan
haberdar etmek için Efendimiz'in çadırına gelen Abbad İbn Bişr, O'nu yine namaz
kılarken buldu; Allah'ın Resülü, onca yorgunluk ve olumsuzluğa rağmen Allah ile
olan irtibatta kusur gösterilmemesi gerektiğini fiilen gösteriyor ve böylesi
durumlarda bile insanın, sorumluluk olarak üzerine aldığı nafile ibadetlerden
taviz vermemesi gerektiğini anlatıyordu.
Gataflm'la Sulh Girişimi
Beni Kurayza'nın anlaşmayı bozarak ihanet edişi, Allah
Resülii'nii ciddi ciddi düşündürüyordu; zira aynı anda birçok cephede savaşmak
zorunda kalmışlardı. İçerideki düşmanın vereceği zarar dışandan gelen Ahzab
ordusundan daha büyük ve çetin olurdu. Onun için Efendiler Efendisi (sallallahu
aleyhi ve sellem), önce Ahzab ordusunu problemsiz geri gönderip bir an önce
içerideki düşmanın zaranndan emin olmak istiyordu. Bu sebeple Gatafan'ın iki
lideri Uyeyne İbn Hısn ve Hôris İbn Avfa haber gönderdi;
yanlannda on kişilik bir grupla huzura gelmişlerdi; Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellem) onlara, bu sevdadan vazgeçmelerini söylüyordu.">
Aralannda uzun
görüşmeler oldu. En sonunda Uyeyne ve Haris,
202
Her ikisi şahıs da, daha sonra Müslüman olarak 'sahdbe' olma şerefini
elde edecektir.
283
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Mekke
ordusunu bırakıp da geri gideceklerini vadettiler. Ancak buna karşılık, Medine
hurmalarının yarısının kendilerine verilmesi teklifinde bulundular. Bir belayı
defetmek için onlara mal da verilebilirdi; ancak talep ettikleri miktar çoktu.
Onun için Efendiler Efendisi, üçte birini vadetti. Onlarsa kabul etmiyor ve
yarısında ısrar ediyorlardı. Bütün ısrarlarına rağmen Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern), üçte birden daha fazlasını kabul etmeyince de bunu
kabullendiklerini bildirmişler ve sıra, anlaşmanın kağıda dökülerek
imzalanmasına gelmişti.
Abbtid İbn Bişr de, demir zırhları içinde Resülullah'ın başında nöbet
bekliyordu. Bu sırada yanlarına, elinde mızrağıyla birlikte Üseyd İbn Hudayr
girdi; olup bitenlerden habersizdi. Önce gözü, Resülullah'ın huzurunda
ayaklarını uzatıp da kaykılan Uyeyne'ye takıldı ve şöyle çıkıştı ona:
-
Çek ayaklarını! ... Resülullah'ın huzurunda sen, ne hakla onları uzatıyorsun?
ValIahi de, şu anda Resülullah burada olmamış olsaydı, mızrakla senin
husyelerini parçalar ve şuracıkta işini bitiriverirdim!
Meselenin iç yüzünü
öğrenince de Allah Resülü'ne yöneldi:
- Ya Resülullah,
diyordu. Şayet bu, Sana semadan gelen bir emirse dilediğini yap; ancak bu böyle
değilse, valIahi de bizim bu adamlara kılıçtan başka vereceğimiz bir şeyimiz
olamaz; onlar ne zaman bizden böyle bir taviz aldılar ki şimdi bunu
koparabilsinler!
Yürekli
bir çıkıştı; bunun da üzerinde düşünülmesi gerekiyordu. Herkesteki keyfiyet
böyleyse endişelenilecek bir durum olamazdı; onun için Allah Resülü, Sa'd
İbn Muôz ve Sa'd
İbn Ubade'yi çağırarak-'" konuyu bir de onlarla istişare etmek istedi.
Bu sırada Gatafan heyeti, bir kenarda oturmuş bekliyordu. Gelir gelmez de,
mübarek ellerini her ikisinin omzuna koyarak ve kimsenin duymayacağı bir
sessizlikle önce gelişmeleri anlattı onlara. Ardından da fikirlerini sordu;
diyorlardı ki:
203
Bunun üzerine Allah Resülü'rıün, "Sa'd'leri çağırıp onlarla meseleyi ıstişare
edeyim." dediği ve sonra da Sa'd İbn Mudz, Sa'd İbn Ubdde, Sa'd İbn
Rebt', Sa'd İbn Hayseme ve Sa'd İbn Mes'fufu çağırdığı şeklinde de
rivayet vardır. Bkz. Taberani, Mu'cernu'l-Keblr, 6/28 (5409); Heyserni,
Mecmau'z-Zevaid, 6/132
284
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
- Ya Resülullahl Şayet bu, semadan gelmiş bir emirse
onu uygula; eğer bu, semadan gelmemiş, ancak yine de Senin arzu ettiğin bir iş
ise yine uygula; bize sadece dinlemek ve itaat etmek düşer! Ancak bu, ortada
bir mesele ise, bizim onlara kılıçtan başka verecek bir şeyimiz olamaz!
Üseyd'in sözünden farklı değildi bu cümleler. Ancak
konunun iyice anlaşılması gerekiyordu. Aynı zamanda Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellern), şefkat peygamberiydi ve her haliikarda sulhun peşindeydi.
O'nun için savaş, en son müracaat edilecek bir yoldu; bu yolla karşılaşacağı
ana kadar sulh adına bütün alternatifleri değerlendirecek ve bir tek insanın
bile burnu kanamadan meselenin içinden çıkmayı hedefleyecekti. Bunun için
Efendiler Efendisi:
- Şüphesiz ki Ben, Arapların sizin aleyhinize ittifak
ederek yekvücut saldırdıklarını görüyorum; dört bir yandan hücum edip saldınyorlar.
Böyle bir durumda Ben, onların güçlerini dağıtıp bir süreliğine zaman
kazanmanın uygun olabileceğini murad ediyorum, buyurdu.
Bu sefer Sa'd İbn
Muaz söz aldı:
- Ya Resülullah, diyordu. "Daha önce bizler de bu
adamlar gibi Allah'a şirk koşar ve putlara temenna durur; bildiğimiz Allah'a
ibadet etmezdik! O günlerde bile bunlar, satın alma veya misafirlik dışında
Medine' den bir tek hurma bile alıp yemeyi ummazlarken, Allah (celle celaluhü)
bizi İslam'la şereflendirmiş ve hidayete erdirmiş; Seninle ve İslam'la da bizi
aziz kılmışken mi bunlara mallanmızı vereceğiz! Bizim böyle bir anlaşmaya
ihtiyacımız yok; vallahi de Allah (celle celaluhü), onlarla bizim aramızdaki
hükmünü verinceye kadar onlara kılıçtan başka bir şey vermeyiz!
Ashabının duruşu daha kesindi ve böyle bir zeminde
içteki vahdet her şeyin önünde gelirdi; Gatafanlılarla yapılacak anlaşma, bu
vahdeti reneide edecek gibi duruyordu. Onun için Efendiler Efendisi (sallallahu
aleyhi ve sellem) geri adım attı ve Hz. Sa' d' e dönerek:
-
Öyleyse iş sana kaldı; dilediğini yapabilirsin, buyurdu. Bunun üzerine Sa'd İbn
Muaz da:
- Ellerinden geleni ardına koymasınlar, diyerek böyle
bir anlaşmanın olamayacağını ifade etti ve meseleye son noktayı koymuş oldu.
285
Efendimiz (sallallahu
a l e y h i ve sellem)
Hendek önündeki
gergin bekleyiş günlerdir devam ediyordu.
Gece
ve gündüz nöbetleşe hamleler yapılıyor ama bir türlü Medine tarafına
geçilemiyordu. Hendeğin iki tarafındaki ordu arasında bugüne kadar ok atma,
mızrak fırlatma ve taş atma dışında herhangi bir sıcak çatışma olmamıştı.
Bir türlü neticeye gidemiyorlardı; EbU Süfyan,
İkribe İbn Ebi Cehil, Dırôr İbn Hattôb, Halid İbn Velid, Amr İbnu'l-As, Nevfel
İbn Muaviye, Nevfel İbn Abdullah, Amr İbn Abdivüdd, Uyeyne İbn Hıstı, Hôris İbn
Avfve Mes'ud İbn Ruhayl ile Beni Esed'in reisleri anlaşmışlardı;
tespit ettikleri zayıf noktadan hep birlikte saldıracak ve her şeye rağmen
karşı tarafa geçeceklerdi.
Dediklerini
yapmışlardı; dar bir geçit bulmuş ve İkrime İbn Ebi Cehil, Dırôr İbn Hattôb,
Nevfel İbnAbdullah, Hübeyre İbn Ebi Vehb ve Amr İbn Abdivüdd, atlarını
mahmuzlayarak mü'minlerin bulunduğu tarafa geçmişti. Diğerleri arkadan onlara
bakıyorlardı; hendeği geçenler, geride kalan Ebü Süfyan'a:
- Sen geçmiyor musun,
diye sesleniyorlar, o da:
- Siz geçtiniz ya;
şayet ihtiyaç olursa biz de geçeriz, diye cevap
veriyordu.
Hendeği
geçip de kendileri adına kahramanlık yapma fırsatı yakalayan bu insanlar, Sel'
dağına doğru at koşturmaya başladılar; günlerdir kılıç sallamadan beklemenin
acısını çıkaracak ve arkalarından gelecek destekle de, kendilerince mü'minlere
büyük bir zayiat verdireceklerdi. Ancak mesele bekledikleri gibi olmadı;
onların hendeği geçtiğini gören mü'minler, bir çırpı da koşmuş ve orayı tutarak
arkadan geleceklerin önünü kesmişlerdi.
Belki
de bu, Allah Resülü'nün bir stratejisiydi; belli başlı yerleri 'aşılabilir'
bırakmış ve böylelikle karşı tarafın gücünü zayıflatıp dağıtmak istemişti.
Zira bu hücum sırasında Amr İbn Abdivüdd gibi gözüpek bir müşrik Hz. Ali'nin
kılıç darbeleri karşısında yerle bir olmuş,204 onun hazin halini
görenlere de arkasına bakmadan kaçmak diişmüştü. O gün İkrime, mızrağını
bile almaya vakit bulamamıştı! Hz. Ömer ve Zübeyr İbn Avvam gibi
sahabiler de, peşlerine
204 Bkz. Akademi
Araştırma Heyeti, En Öndekiler, s. 134 vd
286
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
takılmış,
kaçanlan takip ediyorlardı. Hatta Hz. Zübeyr, Nevjel İbn Abdullah'a yetişmiş
ve indirdiği kılıç darbesiyle onu başından ikiye biçmişti. Öyle ki, darbenin
şiddetinden kılıç, eğeriri ucunu da koparmış ve atın boynuna kadar
ilerlemişti. Bunu görenler Hz. Zübeyr'e:
-
Ey Eba Abdillah! Senin kılıcın gibisini de görmedik, diyecekler, o da şu
cevabı verecekti:
- Vallahi de onu kesen
kılıç değil, bilektir!
Hz. Zübeyr, kaçmakta olan Hübeyre İbn Ebi Vehb'e de bir
darbe indirmişti; atının arka tarafına gelen bu darbenin şiddetiyle Hübeyre'
nin zırhı yere düşmüş, o da çareyi kaçmakta bulmuştu. 205
İş
bitirmek için karşı tarafa geçtikleri halde işleri bitmiş olarak geri dönenler,
Ebu Süfyan'ın yanına kadar gelecek ve:
-
Bugün öyle bir gün ki, bizim yapabilecek hiçbir şeyimiz yok; en iyisi geri
dönelim, diyeceklerdi.
Daha sonra da Allah Resülü'ne haber göndererek on bin
dirhem karşılığında Amr İbn Abdivüdd'ün cansız bedenini almak istediklerini
bildirdiler. Bunun üzerine Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şu tepkiyi
verdi:
- O sizin olsun; biz,
ölü parası yemeyizlw"
On gün geride
kalmıştı ve gergin bekleyiş haliı devam ediyordu.
Atını
mahmuzlayıp duran Ahzab ordusu açık yakalamaya çalışıyor, mü'minler de böyle
bir açık vermemek veya onların buldukları açıkları kapatmak için var
güçleriyle mücadele ediyorlardı. Bir hiç uğruna buralara kadar gelip de kendilerine
bu sıkıntıları yaşatan Mekke ordusu için Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern), ashabını uyarmış ve şunlan tembih etmişti:
205
Vakıdi, Meğazi, 1/472
206 o gün, "Mutlaka Muhamnıed'i
bldüreceğim." deyip de atını mahınuzlayan, ancak hendeğe düşüp de
boynu kınlan bir başkası için de Kureyş, bedenini geri almak için bin iki yüz
dirhem teklif etmişti. Bu olay üzerine de Allah Resülü (s.a.s.), "Onun
ne leşinde ne de leşini« parasında hayır vardır; onu onlara gönderin; zira onun
parası da leşi de necistir:" buyuracak, aynı tepkiyi verecekti. Bkz.
Ahmed b. Hanbel, Müsned, ı/248 (2230), 1/272 (2442); İbn Ebi Şeybe, Musannef,
6/496 (33256); Beyhaki, Sünen, 9/133
287
Efendimiz (saIlaIlahu
aleyhi ve sellem)
-
Ey insanlar! Sakın düşmanla karşılaşmayı kendi arzunuzla talep etmeyin;
Allah'tan afiyet dileyin! Ancak ne zaman da düşmanla karşı karşıya gelirseniz,
işte o zaman da dişinizi sıkın ve sabr usebat gösterin; şüphesiz ki cennet,
kılıçlarm gölgesi altındadır!
Şimdi
düşmanla karşılaşma gerçekleşmiş ve sıra sabr u sebata gelmişti; ancak günler
geçmesine rağmen düşmanda geri dönme niyeti sezilmiyor ve her defasında farklı
bir taktikle karşılanna çıkmaya çalışıyorlardı.
Bir
pazartesi günüydü; öğle ile ikindi namazı arasında Allah Resülü (salIalIahu aleyhi
ve selIem), Ahzab mescidine geldi ve mübarek ellerini kaldırarak şöyle dua
etmeye başladı:
-
Ey kitabı indiren ve hesabı seri gören Allah'ım! Şu Ahzab ordusunun ahengini
boz ve onları paramparça eyle; onlara karşı bize nusret lütfedip inayerini müyesser
kıl!
Şefkat
ve merhamet peygamberi Allah Resülü'ne bu şekilde dua yaptıracak kadar ileri
gitmiş ve sıkıntı üstüne sıkıntı vermek istemişlerdi. Canların dudaklara
geldiği noktada O da, esbaba tevessülde kusuru olmadığı gibi halini Rabb-i
Rahirn'ine arz ediyor ve nusret talebinde bulunuyordu.
Aynı
duayı salı ve çarşamba günü de tekrarlayacaktı; hatta tazyiklerden bunalan
ashab-ı kirarn hazretleri Efendiler Efendisi'ne dönecekve:
-
Ya Resülullah, diyecekti. Artık canlanmız gırtlağımıza geldi; bu durumdan
kurtulmak için söyleyip de yapabileceğimiz bir şey yokmu?
- Evet; var, buyurdu Allah Resülü (saIIallahu aleyhi ve
selIem). Allah'ıml Ayıp ve
kusurlarımizı ört; korku ve endişelerimizi de nihôyete erdir diye dua edin!
Ashabına
dua tavsiye eden Habib-i Kibriya Hazretleri'nin dilinde o gün de sürekli dua
vardı; bir defasında şöyle dua ettiğini duymuşlardı:
-
Allah'ım! Senden, vadettiğin iriayet ve yardımını gerçekleştirmeni diliyorum;
aksi halde, Allah'ım! Yeryüzünde Sana ibadet edecek gönül kalmayacak!
Duanın
akabinde büyük bir inşirahla ümmetine dönen Allah Resülü'rıün, mübarek
yüzlerine akseden beşaşet hemen fark edilmiş
288
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
ve ashab-ı kirarn da,
yakında gelip gerçekleşecek beşaret ve inayerin sevinciyle mesrur olmuşlardı.
Anır
İbn Abdivüdd öldürülüp de onunla birlikte hendeği geçenler geri kaçmak zorunda
kalınca müşrikler, geride hiç kimse kalmamak üzere hep birlikte saldırı
fikrinde birleşti ve bunun hazırlığını yapmaya başladılar; herkes birbirini son
hamle için teşvik ediyordu.
Ve ertesi sabah güneşin ilk ışıklarıyla birlikte
topyekun saldın için harekete geçtiler. Resülullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) de, ashabım karşı taarruz için hazırlamış ve O da hendeğin beri
tarafında saf tutmuş, onları bekliyordu; müşriklerin saldırı hazırlıklarının
haberini alır almaz ashabım toplamış ve onlara, sebat edip de kararlılıkla
kendilerini müdafaa ettikleri takdirde zafer müjdesi vermişti.
Hamle üstüne hamle yapıyorlardı; büyük bir telaş baş göstermişti!
Zira kimin nereden saldıracağını kestirmenin imkanı yoktu. Her bir yanda mantar
gibi müşrik bitiyordu; birisi geri püskürtülse diğeri, bir grubun hakkından
gelinse diğer bir grup devreye giriyor ve hendeğin etrafı, ardı arkası
gelmeyen bir mücadeleye sahne oluyordu.
Bu arada Halid İbn Velid kumandasındaki iki yüz kişilik
bir grup Allah Resülü'nün çadırımn bulunduğu yeri hedeflemiş geliyordu;
gözleri dönmüştü ve ölümüne ilerliyorlardı!
O günün geç saatlerine kadar da bu manzara devam
edecekti; Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashabı, bu telaş ve
kargaşa içinde namazlarım bile kılarnamış, Allah adına hareket edilen yerde
Allah'a kulluk vazifesi yerine getirilernernişti.
O kadar uğraşmış ve ölümüne gelmişlerdi ama yine netice
alamamışlardı; derken yavaş yavaş geri çekilmeye başladılar; çok geçmeden
herkes kendi yerine gelmişti. Bu sırada Üseyd İbn Hudayr, iki yüz
kişiyle birlikte hendeğin müşrikler tarafında nöbet tutmak için ayrılmıştı.
Bir aralık geri dönen Halid İbn Velid, süvarileriyle
birlikte tekrar saldıracak ve yaşanan arbedede ashab arasında Tufeyl İbn
Nu'man şehit olacaktı.
Bu arada Sa'd İbn Muô» da, bir okun isabet etmesi
neticesin-
289
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
de
kolundan yaralanmıştı. Feraset sahibi Aişe Validemizin korktuğu başına
gelmişti; zira zırhın dışında kalan kolu oklara hedef olmuş ve kan
kaybediyordu. Kendisini Resülullah davasına kilitlemiş büyük sahabi, bu sırada
derin bir muhasebe örneği sergiliyor ve ellerini açmış Rabbine şöyle yalvarıyordu:
-
Allah'ım! Şayet bundan sonra da Kureyş'le savaş ihtimali varsa beni bu savaşın
hatırına sağ bırak; çünkü ben, Senin Resı1lü'nü kendi yurdundan çıkaran, O'nu
yalanla itham eden ve her fırsatta O'na işkence etmeye çalışan bir topluluğa
karşı savaşmayı gönülden ister ve severim!
Allah'ım!
Şayet onlarla bizim aramızda artık savaş olmayacaksa, ne olur benim için
şehadet nasip et; ancak, Beni Kurayza konusunda gözüm aydın oluncaya kadar da
bana müsaade et!
Bugün
yaşanan bir anlık kargaşa içinde iki Müslüman grup karşı karşıya gelmiş ve
yüzleri kapalı olduğu için birbirlerini tanıyamayıp savaşmaya başlamışlardı;
aralarında yaralananlar da, şehit olanlar da vardı. Nihayet aralarından birisi,
Hendek'in parolası olan 'Ha Mittı La Yunsaru'u telaffuz edince hakikati
anlayacak ve kılıçları bir kenara bırakarak kucaklaşacaklardı. Daha sonra da
durumu Allah Resnlü'ne bildirip yaralı ve ölülerinin durumunu sordular.
Efendiler Efendisi onlara:
-
Yaralanmanız Allah yolunda olmuştur; sizden kim de öldürülmüşse bilin ki o da
şehittir, cevabını verdi. İçlerindeki bir tereddüt daha ortadan kalkmış ve
artık parolasız kılıç sallamamak üzere huzurdan ayrılmışlardı.
Bu
sırada Allah Resnlü (sallallahu aleyhi ve sellern), kılamadığı namazlarını eda
ediyordu. Buthôn denilen yere kadar gelmişti; burada abdest alarak önce
eda edemediği namazını kılacak, hemen ardından da akşam namazını eda edecekti.
Namazını tamamladıktan sonra da:
-
Güneş batıncaya kadar onlar bizi meşgul edip de orta namazını kılma imkanı vermedikleri
gibi Allah da, onların evleriyle kabirlerini ateşle doldursun, diye dua etti.
Bir mü'min için namaz her şey demekti ve demek ki, Efendiler Efendisi
(sallallahu aleyhi ve sellern), ellerini açmış, bu kadar önemli bir vazifeyi
edaya engelolanların cezalandırılmalarını Rabbinden talep ediyordu.
290
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
Beni Kurayza'dan Gelen Lojistik
Destek
Aralanndaki anlaşmayı feshetmekle açıktan savaş ilan
eden Beni Kurayza, hendeğin diğer tarafındaki müşriklere destek sağlamaya devam
ediyordu. Zira yiyecekleri tükenme noktasına gelen, at ve develeri de açlıktan
zafiyet yaşayan Ahzab ordusunun kumandam Ebu Süfyan, Huyeyy İbn Ahtab'ı
karşısına almış ve:
-
Hayvanlanmızın yiyeceği tükendi; sizde yem var mı, diye sorarak bu ihtiyaçlanm
gidermesini istemişti.
- Evet var, diyordu Huyeyy. Ebu Süfyan'ın yamndan
aynlır ayrılmaz da, Beni Kurayza'mn lideri Ka'b İbn Esed'in yamna gelecek ve
ordunun ihtiyaçlanm karşılamasım ondan isteyecekti:
-
Bizim malımız senin malındır; dilediğini al, istediğini yap; birisini gönder
de yük develerini getirsinler ve diledikleri kadar yiyecek alıp götürsünler,
diyordu Ka'b.
Bunun üzerine müşrikler, yirmi tane yük devesi
göndermişlerdi; çok geçmeden Beni Kurayza, yirmi deveye hurma, arpa ve saman
yükleyip müşriklere geri gönderiyordu.
Bu sırada Amr İbn Avfoğullarından yirmi kişi, o
bölgelerdeki gelişmeleri takip etmek ve vefat eden yakınlanm gömmek üzere
hendekten aynlmış, Medine'ye doğru ilerlemekteydi. Akik vadisine
geldiklerinde karşılarına, yükünü almış yirmi deveyle müşrikler müşrik
ordusunun adamlan çıkıverdi; ortada bir dolap daha dönüyordu ve ihanete ayrı
bir boyut kazandıran bu faaliyetin üzerine gidilmeliydi. Onlar da bunu
yaptılar ve duruma el koymak istediler; yeni bir kargaşa daha çıkmıştı. Ancak
mü'minlerin sayısı daha fazlaydı ve neticede hiç zayiat vermeden yirmi deveyi
de yüküyle birlikte ele geçirmişlerdi.
Yanlannda yüküyle birlikte yirmi deve olduğu halde
gidip adamlanm gömdüler ve ardından da Allah Resülü'nün yanına gelip durumdan
O'nu haberdar ettiler. Hendekte büyük bir sevinç vardı; develer müşrikler için
niyet edilmişti ama Allah (celle celaluhü), yüküyle birlikte yirmi deveyi
Müslümanlara nasip ediyordu. Ortada bir savaş devam ediyordu ve savaşta elde
edilen şeyler de ganimetti; yükler indirilecek ve daha sonra da develerin bir
kısmı kesilerek mü'minlere kuvvet olacaktı. Daha sonra bir kısmını da Medine'ye
getireceklerdi.
291
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Bu, müşrikler için önemli bir zayiat demekti; hem bekledikleri
desteği elde edememiş hem de desteği kendilerine taşımak için gönderdikleri
yirmi deveden olmuşlardı. Müşrik birliklerinin başında bulunan ve canını zor
kurtarıp da ordunun yanına dönen Dırtir İbn Hattôb, Ebu Süfyan'ın yanına
gelmiş, başlarına geleni ona anlatıyordu. Dinledikleri karşısında küplere
binen Ebu Süfyan ise, kendisine söz verdiği halde bu sözü yerine getiremeyen
Huyeyy İbn Ahtab'a kızıyor ve şunları söylüyordu:
- Şu Huyeyy, ne uğursuz adarnmış! Zaten onu bildim
bileli hep bizi yalnız bırakmıştır! Şimdi biz, geri dönerken yüklerimizi hangi
develere yükleyeceğiz?
Bir İhanet
Örneği
Daha
Resülullah'ın yokluğunu fırsat bilen on kişilik bir
Yahudi grubu, Allah Resülü'nün ailesiyle halalarının bulunduğu yere gelmiş ve
burayı ok yağmuruna tutmaya başlamışlardı. İçeriden bir ihanetti bu; yiğitçe
er meydanında çarpışmak yerine, kalelere gizlenmiş korumasız, masum kadın ve
çocuklara saldırmayı denemiş ve böylelikle hendek önünde savaşan Müslümanlara
büyük bir telaş yaşatmayı hedeflemişlerdi. Beni Kurayza da, kendi sonunu
hazırlıyordu. Hatta onlardan birisi, sığındıkları yerin kapısına kadar gelmiş,
içeriye girmek üzereydi. Bunu fark eden Sajiyye Validemiz, yanlarında
bulunan yaşlı Hassan İbn Sôbit'e seslenerek:
- Ey Hassarıl Git ve şu adama haddini bildir, diye
seslendi. Düşmanla yaka paça olan Allah Resülü gelip de kendilerini koruyamayacağına
göre meseleyi kendi aralarında halletmeleri gerektiğini düşünüyordu
Efendimiz'in halası Hz. Safiyye. Ancak Hz. Hassarı. yaşlı idi ve kendisinde
bunu yapacak gücü bulamıyordu. Onun için:
- Allah sana merhamet etsin ey Abdulmuttalib'in kızı!
Sen de biliyorsun ki ben, bu işin adamı değilim; zaten bunu yapabilecek
olsaydım, şu anda ben de Resülullah'la birlikte çıkar ve düşmanın önünde
olurdum, diye cevapladı onu.
İş başa düşmüştü;Hz. Safiyye örtüsünü üzerine alıp
kılıcını da kaptığı gibi adamın yanına geldi. O ana kadar fırsat kollayıp da kapının
önünde meydan okuyan Yahudi'nin karşısına şimdi, iri yapılı bir kadın
dikilivermiş ve başına indirdiği darbe ile adamın işini
292
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
oracıkta
bitirivermişti. Aşağıdan Hz. Hassan'a sesleniyordu Safiyye Validemiz:
-
Ey Hassarıl Aşağıya gel de şu adamın ağırlıklarını topla; onu da ben yapardım
ama yabancı bir adama el sürmek istemiyorum!
Yine Hz. Hassan:
-
Onun ağırlıklarına benim ihtiyacım yok ey Abdulmuttalib'in kızı, diye
sesleniyordu.
Adamlarının öldürüldüğünü gören grubun diğer üyeleri,
Allah Resülii'nün geride de asker bıraktığını zannederek oradan hızlıca
uzaklaşmaya başladı. 207
Nuaym İbn Mes'iid, Beni Kurayza'nın dostu idi; o gün o da rüzgara
kapılmış ve kabilesiyle birlikte Ahzab ordusuna katılıp Allah Resülü'yle
savaşmak için buralara kadar gelmişti. Cin fikirli bir adamdı; insanları
dilediği istikamete yönlendirebilir ve çok rahatlıkla onları birbirine
düşürebilirdi. Ancak her geçen gün, içinde tarif edemediği bir sıkıntı duyuyor
ve yaptığı işin doğru olup olmadığının muhasebesini yapıyordu.
Bir müddet sonra kendini gösteren kıtlık iyiden iyiye
ortalığı kasıp kavurmaya; askeri üzerinde taşıyan at ve develer de telef olmaya
başlamıştı! Böyle olmayacaktı; belki de bütün bunlar, haksız yere Medine'nin
üzerine yüründüğü için başlarına geliyordu. Nuaym İbn Mes'üd, kararını
vermişti; Müslüman oluyordu! Bir kabul ve ikrar her şeyi değiştirmiş gibiydi;
şimdi kendisini daha hafif hissediyor ve içindeki sıkıntıların tamamen
gittiğine şahit oluyordu.
Müslüman olmuştu olmasına ama ondaki bu değişimi henüz
kimse bilmiyordu; akşamla yatsı arasında gizlice Resülullah'ın yanına geldi;
Resülullah yine namaz kılıyordu! Selam verip de Nuaym'ı karşısında görünce
olduğu yere oturdu; ondaki değişimi hissetmişti ve ona dönerek:
207
Halası Safiyye Validemizin,
üzerlerine gelen adamı öldürdüğü haberini alan Allah Resülü (s.a.s.), Hendek
sonu ona da ganimetten payayıracak ve onu da mücahitler arasında
değerlendirecekti. Bkz. Ebü Ya'la,
Müsned, 2/43 (683); Heysemi, Mecmau'z-Zevôid.ô/rga
293
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
- Seni bu saatte
buraya getiren de ne, ey Nuaym, diye sordu.
Nuaym'ın
yüreğini eriten bir kucaklayıcılık vardı ses tonunda. İyi ki gelmişti;
günlerdir içten içe kendini yiyip de bitiren sıkıntılar şimdi yerini,
ayaklarını yerden kesecek kadar engin bir huzura terk etmiş, uçacak gibi
oluyordu. Büyük bir edeple veeh-i paklarına bakarak:
-
Seni tasdik etmek ve getirdiklerinin de hepsinin hak olduğunu ikrar için
geldim, dedi ve Müslüman oldu. Bir insan daha Rabbini tanıyıp O'na kulolmuştu
ya, Resı1lullah'ın sevincine diyecek yoktu; o ana kadar yaşadığı sıkıntıların
bütününü unutmuş, gecenin karanlığına inat ayrı bir huzur yaşıyordu!
Bir
de bilgi getirmişti Allah Resülü'ne (sallallahu aleyhi ve sellem) Nuaym. Uzun
zamandır bekleyip duran müşriklerin, Beni Kurayza'ya haber gönderip:
-
Biz buraya Muhammed ve ashabıyla savaşmak için geldik; halbuki şimdi bu işten
el etek çekmekten başka çaremiz yok, dediklerini; buna mukabil de Beni
Kurayza'nın, başlangıçta yaptıklan anlaşmaya atıfta bulunarak:
-
Bu, sizin bileceğiniz bir iştir; istediğinizi yapabilirsiniz. Ancak bizim
rehinlerimizi göndermeyi ihmal etmeyin; sonra da canınız ne isterse onu yapın,
şeklinde kendilerine sert bir cevap verdiklerinin haberini verdi.
Ahzab
ordusunda çatlak başlamıştı ve böyle bir zeminde karşı tarafın ihtilafa düşmesi
hayra alametti; sanki zaman ve zemin, Hz. Nuaym'a kendini gösterme fırsatı
veriyordu! Daha önce karşı tarafta kullandığı zekasını İslam adına sarf edecek
ve henüz iki rekat namaz bile kılmadan cephede dine hizmete başlayacaktı!
Durumu Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de fark etmişti. Onun için önce
Hz. Nuaym'a:
-
Onlar Bana bir elçi gönderip Beni Nadir'in, yurtlarına geri gelmeleri ve
mallannı da kendilerine iade etmem karşılığında sulh teklif etmekteler,
buyurdu. Sanki aynı şeyleri düşünüyorlardı. Nuaym:
-
Ya Resülullah, diye başladı söze. Bana istediğini emret; yerine getireyim!
ValIahi de bana bugün ne emredersen hepsini de yerine getiririm! Çünkü ne benim
kavmim ne de bir başkası henüz Müslüman olduğumu biliyor!
294
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
Bunun üzerine
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ona:
-
Sen aramızda sadece bir tek adamsın; gücünün yettiğince insanlan bizden
uzaklaştırmaya çalış, unutma ki savaş hiledir!
- Peki, yaparım, diyordu Hz. Nuaym. Ancak, ya
Resülullah! Gerektiğinde bazı şeyler de söyleme durumunda kalabilirim; bunun
için bana izin verir misin?
Niyet halis ve zemin de savaş zeminiydi; dolayısıyla
böyle zeminlerde sözün gücü, kılıç ve kalkandan daha etkiliydi. Onun için
istediği izni de vermişti Efendiler Efendisi.
Efendimiz'le
görüşmesinin hemen akabinde yola çıkan Hz.
Nuaym,
doğruca Beni Kurayza'nın yanına geldi; kimse onun Müslüman olduğunu bilmediği
için büyük bir itibar görüyor, müttefikleri Nuaym'a yiyecek ve içecek takdim
edip saygı gösteriyorlardı. Önce onlara:
- Ben size, yemek yiyip bir şeyler içmek için gelmedim;
sizi ne kadar sevdiğimi ve aramızdaki dostluğu bilirsiniz; benim esas geliş
gayem, size olan sevgim ve sizin hakkınızda korktuğum bazı şeyleri sizinle
paylaşıp fikrimi söyleyerek erkenden sizi uyarmaktır!
Önemli
şeyler anlatacak gibi duruyordu; dikkat kesilmiş ve bundan sonra
söyleyeceklerini dinlemeye durmuşlardı. Önce:
- Bunu biliyoruz; sen, aramızda herhangi bir konuda
ithama uğramış sabıkalı birisi asla değilsin; iyilik ve sadakat yönüyle sen,
bizim katımızda en sevimlilerden birisin, dediler. Hz. Nuaym:
-
Ancak, söyleyeceklerimi gizli tutmanız lazım, dedi. Meraklan bir kat daha
artmıştı; çatlayacak gibiydiler ve söz verdiler:
- Peki, söz; kimseyle
paylaşmayacağız!
Konuşmak için zemini hazırlamış, dikkatleri de üzerine
çekmişti; artık rahat konuşabilir ve söyledikleri karşı tarafta yerini bularak
maksadına ulaşabilirdi. Şunları söylemeye başladı onlara:
- Şu adamın işi gerçekten bir musibettir; Beni Kaynuka
ve Beni Nadir Yahudilerine yaptıklarını görüp duruyorsunuz; mallarına el
koyduktan sonra onları yurtlarından da sürdü! İbn Ebi Hubeyk de bize sığınmak
zorunda kalmıştı; şimdi biz, onunla birlikte toplanıp size yardım etmeye
geldik!
Ancak sizin de
gördüğünüz gibi bu iş bir hayli uzadı; vallahi de
295
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
ne
Kureyş, ne de Gatafan, Muhammed konusunda sizinle aynı konumdalar; Kureyş ve
Gatafan, konar geçer birer kavim olarak buraya geldi ve sizin de gördüğünüz
yerlere gelip yerleşti. İmkan ve fırsat bulurlarsa bunu değerlendirirler! Ancak
savaşta beklemedikleri gelişmelerle karşılaşıp da büyük yara alırlarsa, o
zaman kendi yurtlarına dönüverirler! Size gelince, sizin böyle bir lüksünüz yok;
burası sizin yurdunuz! MallarınızIa çoluk çocuğunuz ve kadınlarınız dahil sizin
her şeyiniz burada!
Dün
gece O'na karşı toplanıp mücadele etmiş olsalar da gördüğünüz gibi şu anda
Muhammed ve arkadaşları, Ahzab ordusuna karşı ağır basmaya başladı; başları
olan Amr İbn Abdivüdd'ü bile öldürdüler! Diğerleri de yaralı olarak geri
kaçtılar!
Onlar,
sizin imkanlarınızla konumunuzu bildikleri için sizi göz ardı edemezler; size
muhtaçlar! Sakın ola sizler, Kureyş ve Gatafan'« ın eşrafından bazı kimseleri
yanınıza alıp da rehin olarak kendinizi garanti altına almadan onlarla birlikte
savaşmayın; böylelikle onları sizler, azıcık bir sıkışmada Muhammed'le savaştan
vazgeçme fikrinden caydırmış ve yanınızdaki rehinelerini de almadıkça geri
dönmeme konusunda zorlamış olursunuz!
Hz.
Nuaym'ın anlattıkları gerçekten de makuldü; Kureyş ve Gatafan buradan ayrılsa
bile kendilerinin öyle bir şansları yoktu; bir kere de anlaşmayı bozmuş ve
Muhammedü'l-Emin'e karşı savaş ilan etmişlerdi! Geri dönemezlerdi; dönseler de
artık çok geçti! Bu savaşın başarılı olmasından başka kendilerini kurtaracak
bir şey yoktu; onun için işi garanti altına almak gerekiyordu ve:
-
Gerçekten de sen bize, yapılması gereken işi ve alınması gereken tedbiri
gösterdin; dediğini yaparız, diyor ve teşekkür ediyor; akıllarına gelmeyen bu
aynntıyı kendilerine hatırlattığı için Hz. Nuaym'a dua ediyorlardı! Nuaym, bir
kez daha hatırlattı onlara:
- Fakat bu, sizinle
benim ararnda kalacak!
Kendilerine
bu kadar yakın davranıp da hayati bir konumda kendilerini ikaz eden birisini mi
deşifre edeceklerdi! İyilik ancak iyilikle mukabele görürdü ve onlar da:
-
Endişen olmasın; kimseyle paylaşmayız, deyip güvence verdiler.
296
Ye n i Bİr Saldırı ve Hendek
ilk adım semeresini vermiş, dikiş tutmuştu. Bunun
üzerine oradan ayrılan Hz. Nuaym, hızlı adımlarla soluğu Ebu Süfyan'ın yanında
aldı. Ahzab ordusunun umumi kumandanı Ebu Süfyan, bu sırada bir grup
arkadaşıyla birlikte oturuyordu. Selam ve hal hatır sormaların akabinde Ebu
Süfyan'a yaklaşan Nuaym İbn Mes'üd, şunları söyleyeceki:
-
Ey Eba Süfyan! Sana bir şey söylemek için geldim; ancak bunu taş etmeyecek,
gizli tutacaksın!
Ebu
Süfyan irkilmişti; aynı zamanda büyük bir merak almıştı kendisini! Hemen:
- Tamam, dedi.
Seninle benim ararnda kalır!
Ebu
Süfyan'dan da bu garantiyi alan Nuaym İbn Mes'üd, şunları söylemeye başladı
ona:
-
Sen de biliyorsun ki Beni Kurayza, Muhammed'le aralarındaki anlaşmayı ihlal
edip de böyle bir yola girdiklerine çoktan pişman oldu ve anlaşmayı yenileyip
eski hallerine geri dönmek istediler! Ben onların yanındayken, bunun için O'na
adam gönderdiler; "Biz, Kureyş ve Gataftin'uı ileri gelenlerinden
yetmiş kişiyi alıp boyunlarım vurman için Sana teslim edeceğiz ama Sen de
buna karşılık, kırmiş . olduğun kanadımiz Beni Nadir'i yurtlarına geri kabul
edeceksin! Şayet bunu yaparsan, o zaman biz, Kureuşlileri başından
savacağın ana kadar Seninle birlikte olur ve saoaşırız" dediler.
Eğer onlar, sizlerden rehin almak için haber
gönderirlerse haberiniz olsun; sakın onlara adamlarınızı teslim etmeyin ve
önde gelenleriniz konusunda daha duyarlı olun!
Söylediklerimi
de kimseyle paylaşmayın; bir tek kelimesini bile kimseye söylemeyin!
Dinledikleri
karşısında şaşkına dönen Ebu Süfyan:
- Peki, kimseye söylemeyiz, diyecek ve bundan sonraki
gelişmeleri tahmin etmeye çalışacak, bu durumda atacağı adımlar konusunda
daha derin düşüncelere dalacaktı.
Hz.
Nuaym'ın bir işi daha kalmıştı; hemen Gatafanlıların bulunduğu yere gitti ve
bu sefer de onlara:
- Ey Gatafanlılar, diye seslendi. Biliyorsunuz ki ben,
sizlerden biriyim; ancak konuşacaklarımız aramızda kalsın! Haberiniz olsun;
297
Efendimiz (sallallahu
a l e y h i ve sellem)
Beni Kurayza,
Muhammed'e adam göndermiş, dedi ve Ebu Süfyan'a söylediklerini onlara da
anlattı. Ardından da:
-
Sakın ola onlara adamlarınızı teslim etmeyin, diye tembihte bulundu. Öncekiler
gibi onlar da, bu haberden dolayı Hz. Nuaym'ı tebrik ediyor, kendilerini erken
uyardığı için teşekkürle mukabelede bulunuyorlardı.
Rolünü
kusursuz oynamıştı Hz. Nuaym; her üç grup da anlatılanları önemsemiş ve bundan
sonraki gelişmeleri beklerneye durmuştu. Çok geçmeden Beni Kurayza, Azzôl
İbn Bemuel vasıtasıyla Kureyş'e şu haberi göndereceklerdi:
-
Uzun zamandır buradasınız ama henüz bir şey yapabilmiş değilsiniz; zaten
yaptıklarınız da makul değil! Şayet, Muhammed'in üzerine ne zaman
yürüyeceğinizi belirleyip de siz bir taraftan, biz bu taraftan ve Oatafarı da
başka bir yönden saldırsaydık, bu durumda Muhammed de elimizden kaçamaz, en
azından birimiz O'nu kıstırırdık!
Bundan
sonra ise, savaş boyunca yanımızda kalmak üzere önde gelenlerinizden bazılarını
bize rehin olarak vermedikçe biz, sizin yanınızda savaşa çıkmayacağız! Çünkü
biz; eğer savaşı kaybeder ve yara alırsanız, bizi burada yalnız ve korumasız
bırakıp da, düşmarılığımızı ilan ettiğimiz Muhammed'le baş başa bırakarak
kendi yurdunuza gidivereceğinizden endişeleniyoruz!
Elçi
Azzal gelip de Beni Kurayza'nın mesajını getirdiğinde renk vermeyen Ebu Süfyan,
arkasını dönüp de giderken yanındakilere dönecekve:
- İşte bu, Nuaym'ın
söylediği meseledir, diyecekti.
Hz.
Nuaym, mekik dokumaya devam ediyordu; Ebu Süfyan'ın yanından çıkacak ve bu
sefer de Beni Kurayza'nın bulunduğu yere gelerek onlara:
-
Ey Beni Kurayza topluluğu, diye seslenecekti. 'Ben Ebu Süfyan'ın yanındayken
sizin elçiniz onun yanına geldi; rehinler istiyordu. Ona hiçbir cevap
vermediler. Ayrılıp da giderken Ebu Süfyan, yanındakilere şunları söylüyordu:
-
Bizden bir oğlak bile isteseniz onu size rehin olarak vermeyiz; arkadaşlarımın
ileri gelenlerini onlara rehin vereyim de, onları
398
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
öldürsün diye
Muhammed'e teslim mi etsinler! Olmaz öyle şey; ben kimseyi rehin veremem!
Ona göre iyi düşünün; size rehinleri vermedikçe Ebu
Süfyan ve arkadaşlarıyla birlikte savaşmayı kabul etmeyin! Çünkü şayet sizler,
Muhammed'le savaşmaz da Ebu Süfyan bırakıp giderse, bu durumda ilk anlaşmanız
geçerli olacaktır.
Hz.
Nuaym'ın sözleri hoşlarına gitmişti ama neticenin, onun dediği gibi olacağından
çok ümitli değillerdi. Onun için:
-
Biz de böyle olmasını dileriz, ey Nuaym, dediler. Bu sırada Ka'b İbn Esed ileri
atıldı ve:
- Vallahi de ben, Muhammed'le savaşmayacağım, dedi.
Zaten bunu ben, baştan beri de istemiyordum; şu uğursuz adam Huyeyy beni
zorladı!'
Onu Zebir İbn Bôui takip etti. Daha radikal bir
adamdı ve her şeye rağmen müşterek düşman ilan ettikleri Resülullah'a karşı birlikte
hareket etmekten yanaydı; şöyle diyordu:
- Şayet Kureyş ve Gatafan, Muhammed'le savaşmayı
bırakıp da giderse, o zaman bizim için kılıçtan başka bir seçenek kalmaz;
gelin, hep birlikte Muhammed'in üzerine yürüyelim! Kureyş'ten rehin isteme
sevdanızdan da vazgeçin; çünkü Kureyş size asla rehin vermeyecektir! Hem,
sayıları bizim sayımızdan daha fazla olduğu; onların elindeki atlar bizim
elimizde olmadığı halde ne diye bize rehin versinler ki! Aynı zamanda onlar,
şayet kaçmak isteselerdi kaçabilirlerdi; bizim ise böyle bir tercih hakkımız
yok! Gatafan'a gelince onlar, Medine'nin bir kısım meyvelerini kendilerine
verme konusunda Muhammed'le anlaşmak istediler; ama Muhammed bunu reddedip
kılıçtan başka bir seçeneği kabul etmedi; elleri boş döndüler!
Zebir bunları
söylüyordu ama yalnız kalacaktı; zira Beni Kurayza arasından kimse, rehin
almaksızın Kureyş'le savaşma fikrine katılmayacak ve böylece kendilerini
garanti altına almayı hedefleyeceklerdi.
Cumartesi akşamıydı; Ebu Süfyan ve Gatofôn'ıs: ileri gelenleri, İkrime İbn Ebi
Cehil başkanlığında bir heyet göndererek Beni Kurayza'ya şu mesajı
ulaştırıyorlardı:
- Bizler, burada sürekli kalıcı değiliz; zaten atlar ve
develer de telef olmaya başladı! Son vuruş için hazırlıklı olun ki, hep
birlikte
299
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
saldınp meseleyi
nihayete erdirelim ve O'nunla bizim aramızdaki meseleye son noktayı koyalım!
Gelen
mesajla birlikte Beni Kurayza ileri gelenleri, yeniden birbirlerine bakmaya
başladılar; Nuaym İbn Mes'üd'un anlattıklan zihinlerinde canlılığını hala
koruyordu. Onun için:
-
Bugün, cumartesi; bizler bugünde hiçbir şey yapmayız! Nitekim, daha önceleri
bizden birileri, cumartesi günü bir şeyler yapmışlardı da, başlanna sizin de
bildiğiniz musibetler gelmişti! Aynı zamanda bizler, adamlarınızdan bazılannı
bize rehin olarak vermedikçe ve onlar da, güvence olarak elimizin altında
olmadıkça Muhamrned'e karşı sizinle birlikte asla savaşacak değiliz! Çünkü bizler,
savaş başlayıp da gelişmeler sizin aleyhinize dönmeye başlayınca, bizi yalnız
bırakıp da memleketinize kaçacağınızdan endişeleniyoruz; halbuki bizler
buradayız; eğer böyle bir sonuçla karşılaşırsak, O'na karşı koyacak gücümüz
yoktur ve işte o zaman işimiz bitmiş demektir!
İkrime
ile giden elçiler gelip de Beni Kurayza'nın anlattıklarını nakledince Ebu
Süfyan ve arkadaşlan:
-
Demek ki Nuaym'ın anlattıklan doğru imiş, dedi ve yeniden Beni Kurayza'ya haber
gönderdiler:
-
Vallahi de biz, size bir tek adam bile veremeyiz; şayet savaşmak istiyorsanız
çıkın ve savaşın, diyorlardı. Bu haberi alan Beni Kurayza da:
-
Anlaşılan, Nuaym'ın bize naklettikleri doğru imiş; baksanıza adamlann, savaştan
başka hedefleri yokmuş! İmkan ve
fırsat bulduklan takdirde bunu en iyi şekilde değerlendirecekler; ancak işler
yolunda gitmeyip de hezimet yaşarlarsa demek ki bırakıp kaçacaklar ve adamla
sizi kendi halinize baş başa bırakıverecekler, diyecekti.
Hz.
Nuaym'ırı gayretleri netice vermiş ve Ahzab ordusunda, bir daha aynı çizgide
buluşmamak üzere bir iftirak baş göstermişti; kimsenin bir diğerine güveni
kalmamıştı. Arada defalarca elçiler gidip gelecekti ama bunlann artık hiçbir
faydası olmayacaktı.
İlahi
iriayet yeniden kendini göstermişti; Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern),
Cibril-i Emin'i görmüş ve ashabına dönerek üç kere:
300
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
- Dikkat edin;
Allah'tan gelen müjde ile sevinin, buyurmuştu.
Cümlelerini
bitirir bitirmez Hendek'te göz gözü görmez hale gelmişti; çadırlar yerinden
kopup uçuyor, göz gözü görmüyordu. Zira fikren büyük bir darbe alıp da kendi
aralarında ihtilafa düşen Ahzab ordusunun bulunduğu yerde o gece büyük bir
fırtına kopmuştu; kazanlarını ters yüz ediyor, kaplarını da sağa sola
savuruyordu; ateşleri sönmüş ve yuvaları da dağılmıştı! Birden ortalık
kararmış ve hendeğin bulunduğu yerde, yürekleri ağza getiren bir gürültü hakim
olmuştu! Hava o kadar kararmıştı ki, parmaklarının ucunu bile göremez
olmuşlardı. Zaten soğuktan titremekte olan müşrikler, fırtınanın da tesiriyle
iyice üşümüş ve perişan olmuşlardı.v'"
O
ana kadar görmedikleri ordularla karşı karşıya kalmışlardı; büyük bir telaş
yaşıyorlardı! Toz dumana karışmış, kimin ne yaptığı anlaşılmaz hale gelmişti!
Kopan çadır iplerini bağlamaya çalışıyor, direkleri yeniden yere çakmak
istiyorlardı ama her defasında yeni bir fırtınaya tutuluyor ve bir türlü buna
imkan bulamıyorlardı.
Korkudan
titremeye başlamışlardı; her kabilenin lideri, kendi adamlarını yanına
çağırıyordu ama bu da onları tatmin etmiyor, sürekli baskın yaşayacakları
endişesiyle:
-
İmdat! İmdat! Kuşatılıp saldırıya uğradınız, diyerek yanlarında toplananları
da paniğe sevkediyorlardı.
Artık
hendeğin hakimi, Allah'ın iriayet olarak gönderdiği riizgardı; Allah Resülii
ile mü'minleri yok etmek üzere gözü dönüp de Medine'ye saldırmak isteyen
müşriklerin gözlerini kumla doldurmuş ve Allah düşmanlarını dayanılmaz acılar
içinde bırakmıştı!
Korkudan
yürekleri ağzına gelen münafıklar da, ailelerinin yalnızlığını bahane ederek
izin istiyor, birer ikişer sıvışıp ortadan kayboluyorlardı.
Ancak
mü'minler, Allah'ın inayetinin kendilerini kuşatacağı ümidiyle kendilerini
daha güçlü hissediyorlardı. Çünkü fırtına,
208
Bkz. Ahzab, 33/9. Bu olayın akabinde Allalı Resülii de, "Ben, SaM rüzgdrıyla
yardım gördüm; Ad kavmi ise Debür rüzgdrıyla helak edilmiştir," buyuracaktı.
Bkz. Buhari, Sahih, 1/350 (988), 3/1l72 (3033), 3/1219 (3165); Müslim, Sahih,
2/617 (900); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/223 (1955), 1/228 (2013), 1/324 (2984)
301
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
mü' minl erin kuvve-i
maneviyesini takviye ederken müşriklerde korku has ıl etmişti!
Gecenin
bir vakti Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), teker teker ashabını
yokladı ve:
-
İçinizde şu topluluğun haberini getirecek kimse yok mu, diye sordu, bunu
yapacak kimseye de, cennette kendisine komşuluk liitfedileceğinin müjdesini
verdi. Bunun üzerine Hz. Ebü Bekir ileri atıldı ve belki de gözüne ilişen Hz.
Huzeyfe'yi göstererek:
- Huzeyfe'yi
göndersen, diye Resülullah'a teklifte bulundu.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellem) de, yanında oturmakta olan şahsa dönerek:
-
Sen kimsin, diye sordu. Allah Resülii'nün dönüp de kim olduğunu sorduğu kişi:
-
Ben Huzeyfe'yim, diye cevap verdi. Tam da aranan insandı; bunun üzerine ona:
-
Kalk ve şu sağa sola koşturup duran insanların haberini getir, buyurdu. O ana
kadar utancından ayağa kalkamayan Hz. H uzeyfe, mahcup bir eda ile:
-
Seni hak ile gönderene yemin olsun ki ben, Senden haya ettiğim ve soğuktan
korktuğum için ayağa kalkmadım, diyebildi. Zira üzerinde, hanımına ait bir
entari vardı ve bu, ancak dizlerine kadar üzerini örtebiliyordu."? Bunun
üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), ona:
-
Bana geri dönünceye kadar sana ne soğuk ne de sıcak bir zarar verecektir,
müjdesini verdi. Hz. Huzeyfe, öldürülüp şehit olmaktan değil de esir alınmaktan
çekiniyordu ve bunun için de Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ona:
- Sen, esir de
alınmayacaksın, diye ikinci bir müjde daha verdi.
Ardından da belli başlı talimatlar
vererek gönderdi.
Bu müjdelerle Allah
Resülii'nün talimatlannı alıp da yola koyu-
209 Hz. Huzeyfe, o gün üzerinde ne bir zırh
ne de kalkan olduğunu, sadece dizlerine kadar bedenini örtebilen hanımının
entarisi ile oraya geldiğini anlatacaktır. Belki de, Efendimiz'in ilk
seslenişinde bunun için ayağa kalkmak istememiş ve soğuktan da çekindiği için
bu haliyle düşman içine kadar gitmeyi uygun bulmamıştı. Bkz. Hakim,
Miistedrek, 3/33 (4325); Bezzar, Müsned, 7/317 (2916), 7/346 (2943)
302
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
lan Hz. Huzeyfe'nin
arkasından bakarken Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), ayrıca
ellerini açacak ve:
-
Allah'ım! Onu, önünden, arkasından, sağından, solundan, üstünden ve altından
gelebilecek tehlikeler karşısında Sen muhafaza eyle, diye dua edecekti.
Artık
Hz. Huzeyfe, içindeki bütün endişeleri bir kenara bırakmış, sanki kırlarda
yürürcesine bir rahatlıkla düşmanın bulunduğu tarafa doğru ilerliyordu.
Arkasından Efendimiz seslendi:
- Ey Huzeyfe!
Huzeyfe,
hemen olduğu yerde durup geri döndü ve Allah Resülii'niin diyeceklerini dinlemeye
durdu; sulh insanı, şunu tembihliyordu:
-
Bana geri dönünceye kadar sakın onların arasında bir problem çıkarma!
Resülullah'ın
son talimatını da alan Hz. Huzeyfe, bir çırpıda karşı tarafa geçecek ve ortada
yanan ateşin yanındaki kalabalığa yaklaşacaktı. Ateşin etrafında iri yarı bir
adam durmuş (Ebu Süfyan), etrafındakilere telaşla:
- Haydi yola çıkalım!
Haydi yola çıkalım, diye sesleniyordu.
Belli
ki önemli bir adamdı ve Huzeyfe sadağından bir ok alarak yayına yerleştirdi.
Nişan alıp tam atacaktı ki, Allah Resülü'nün son ikazı aklına geldi; eli kolu
bağlanmıştı; bir problem çıkarmadan geri dönmeliydi ve okunu yeniden sadağına
koydu.
Bu
sırada, karartının olduğu yerden gelen ses Ebu Siifyan'ı işkillendirmiş ve Ebu
Süfyan aralarına bir casusun girmiş olabileceğinden endişelenmişti. Bunun için
yanındakilere:
-
Herkes yanındakinin elinden tutsun ve onun kim olduğuna bir baksın, diye
seslendi. Akıllıca bir yaklaşımdı bu ve neredeyse Hz. Huzeyfe, kendisini ele
vermek üzereydi! Hemen sağ ve sol tarafında bulunan iki adamın ellerinden
tuttu; önce sağındakine sordu:
- Sen kimsin?
- Muaviye İbn Ebi
Süfyan.
Sonra
solundakine döndü ve ona da aynı soruyu sordu; aldığı cevap:
-
Amr İbn As, şeklindeydi.
Herkesten önce davranmış ve böylelikle kendisini ele vermekten kurtulmuştu!
303
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Rüzgar, ortalığı kasıp kavuruyordu. Artık Ahzüb ordusu,
geri dönmekten başka kurtuluşun olmadığına inanmış, alelacele yüklerini
toplama yarışına girişmişlerdi. Ebu Süfyan, devesine binmiş onu kaldırmaya
çalışıyor; ancak fırtınanın şiddetiyle deve ayağa kalkamıyordu.
O kadar korkmuşlardı ki, arkalarına bile bakmadan
kaçacaklardı; ne umutlarla geldikleri Medine'den dönerken üç günlük mesafeyi
bir günde alacak ve yorgunluktan pul pul döküleceklerdi!
Müşriklerin içine kadar sızıp da haberlerini toparlayan
Hz. Huzeyfe, gördüklerini anlatmak için yeniden yola çıkmış, Resülullah'ın
huzuruna geliyordu. Yolda gelirken, yaklaşık yirmi kişilik bir süvari grubuna
denk geldi; ona şöyle diyorlardı:
-
Arkadaşına haber ver; Allah (celle celaluhü), rüzgar ve ordularla o topluluğun
hakkından gelmiştir!
Tanımadığı kimselerdi bunlar. Hz. Huzeyfe hayretler
içinde kalmıştı. Huzura geldiğinde Allah Resülii'nü yine namaz kılarken buldu.
Vazifesini tekmil eden Hz. Huzeyfe yeniden üşümeye
başlamıştı; soğuktan tir tir titriyordu! Uzaktan mübarek elleriyle işaret
etti; yanına çağırıyordu. Daha sonra da, üzerine giydiği elbisenin bir
parçasını Hz. Huzeyfe'nin üzerine atıp sardı onu. Ardından da neler görüp
duyduğunu dinlemeye başladı!"?
Ahzab
ordusuna yine, geldikleri gibi gitmek düşmüştü! Uhud ve Hamrôiil-Esed'ı
unutamayan müşrikler, arkadan takip ederler korkusuyla Halid İbn Velid ve Amr İbn As kumandasındaki
iki yüz kişilik bir süvariyi orada bırakmış ve böylelikle kendilerini bir nebze
garanti altına almak istemişlerdi. Sabah olduğunda, karşı tarafta bir tek
düşman askeri bile kalmamıştı!
210
Verilen vazifeyi tamamlayıp da olup bitenleri Allah Resülü'ne anlattıktan sonra
Hz. Huzeyfe, oracıkta uyuya kaldığını ve o halde sabahladığını anlatmıştır.
Sabalı olunca Allalı Resülü (s.a.s.) yanına gelmiş ve ona: "Ey uykucu!
Kalk!" diye seslenmiş ve onu namaza kaldırınıştır! Bkz. Müslim,
Sahih, 3/1414 (1788); İbn Hibban, Sahih, 16/76 (7125); Bezzar, Müsned,
7/317-318 (2916)
304
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
Arkalarından
bakarken Resı1lullah (sallallahu aleyhi ve sellem), hamd makamında şunları
söyleyecekti:
-
O ki, O'ndan başka ilah yoktur; askerlerini aziz kılmış, kuluna inayeriyle
mukabelede bulunup yardım etmiş ve düşmanlarını hezimete uğratıp Ahzab'ın da
hakkından gelmiştir! Bundan sonra böyle bir şeyolmayacaktır; bundan böyle
artık, savaş için üstümüze gelenler onlar olmayacak, savaş meydanlarında
belirleyici biz olacağız!
Hendekten
ayrılırken Ebu Süfyan, EbU Üsôme el-Ciişemi
eliyle Efendimiz'e
bir mektup bırakmıştı; şöyle diyordu:
- Lat ve Uzza'ya
yemin ederek ve Allah'ın adıyla başlarım!
Büyük
ve kalabalık bir ordu ile üzerine yürüdüm; bir daha Seninle karşılaşmamak
üzere ve kökünü kesrnek için gelmiştim! Görüyorum ki, bizimle karşılaşmayı
istemiyorsun; hendeğin arkasına sığınmışsınl Ancak benimle Senin aranda,
kadınların bile boğazlanacağı Uhud gibi bir gün mutlaka olacaktır!
Er
meydanında yenilgiye uğrayanın güreşe doymayacağı aşikardı; bunca hezimete
rağmen Ebu Süfyan da, erliğine halel getirmemek için uzaktan meydan okumaya
devam ediyor ve kaçarken bile tehdit savurmayı ihmal etmiyordu.
Mektubu
Allah Resülii'ne Übeyy İbn Ka'b okumuştu; sonuna kadar dinledikten sonra
cevaben şunları yazdırdı Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem):
-
Sadede gelince; senin mektubun Bana ulaştı. Çokluğuna güvenerek hala gururunun
esiri olmaya devam ediyorsun; halbuki sözünü ettiğin gibi sen, üzerimize
yürürken kökümüzü kazımaktan başka bir şey düşünmüyordun! Oysa ki bu, seninle
bizim aramızda Allah'ın takdir edeceği bir meseledir ve Allah (celle celaluhü),
afiyeti bizim için takdir etmiştir! Unutma ki Allah, Lat, Uzza, İsaf, Naile ve
Hübel'i yerle bir edeceğim günü sana gösterecektir! Bugünden Ben, bunu sana
hatırlatıyorum, ey Beni Galib'in sefihi!
Demek
ki, er meydanlarında kılıcın hakkını vermek gerektiği gibi sair zamanlarda da
kalemi konuşturma lüzumu vardı ve Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem)
de, bunca gelişmeye rağmen haia horozlanan Ebu Süfyarı'a ağzının payını
veriyor ve bundan sonra başına gelecekleri hatırlatarak aklını başına almasını
istiyordu!
305
Efendimiz (sallallahu
a l e y h i ve sellem)
Müşrikler
geri çekildiğine göre artık Hendek'te kalmanın da bir manası kalmamıştı; bunun
için Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), Medine'ye dönüş emri
verdi. Ancak Beni Kurayza'yı düşündüğü için henüz ashabının yüzünde geri dönüş
sevincinin tezahür etmesini istemiyordu; zira onlarla görülecek bir hesap
vardı!
Aslı
astan olmayan bahanelerle savaştan kaçan münafıklar ise, hala Ahzüb ordusunun
geri çekilmesinden habersizlerdi ve:
-
Hala yok olup gitmediler, diyerek mü'minlerin hezimete uğrayacağı haberini
almak için sabırsızlıkla bekleşiyorlardı! Efendimiz ve ashabının, sağ salim
olarak geri dönüş haberine en çok üzüleceklerin başında yine onlar, bir de
yaptıklan ihanetin neticesi olarak Efendimiz'in üzerlerine yürüyeceğinden şüpheleri
olmayan Beni Kurauza vardı.
Kendilerine çok umut bağladıklan Ahzôb ordusu da eli boş gittiğine göre şimdi
meydanda tek başlarına yapayalnız kalakalmışlardı!
Neredeyse
bir aya yakın bir zamandır devam eden bu savaşın bilançosu olarak sadece üç tane
müşrik öldürülmüş ve ashab-ı kiramdan da sekiz kişi şehit verilmişti. Bu arada
Cibril-i Emin de gelmiş, adeta Hendek'i özetler mahiyette her bir grubun iç
yüzlerini de deşifre ederek baştan beri yaşanılanlan anlatıyordu.?"
Efendiler
Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabıyla birlikte Medine'ye dönmüştü;
silahlannı bırakmış ve oturup istirahate çekilmişlerdi . .Aişe Validemizin
hücresine çekilen Allah Resülü, bir miktar su istemiş, bununla eliyle yüzünü ve
başını yıkadıktan sonra da Meseld-i Nebevi'ye yönelmiş ashabıyla birlikte öğle
namazını kılmıştı!
Ardından
yeniden hane-i saadetlerine dönmüştü. Bu sırada kapıda, bineğinin üzerinde
sanklı bir adam belirdi; zırhlan içinde kapıda durmuş, üzerindeki toz ve
toprağı silkeleyerek Allah Resülü'ne sesleniyordu.
Sesi
duyar duymaz yerinden fırlayan Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve
sellern), adamın yanına koştu! Efendimiz'in telaşını gören
211 Bkz. Ahzab, 33/9
vd.
306
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
Aişe
Validemiz de meraklanmıştı; kapının kenarına kadar gelip olup bitenleri görmek
istedi. Dışarı çıkan Efendimiz, heyecanlanmıştı; zira gelen, Dıhyetü'l-Kelbi
suretindeki Cibril-i Emin'den başkası değildi!
- Ya Resülullah,
diyordu. Silahlarınızı bırakma konusunda ne kadar da acele ediyorsunuz! Düşman
geldiğinden beri melekler olarak bizler, silahlarımızı bir kenara koymadık! Şu
anda da, Hamrtıü'l-Esed'e
kadar onları takip
ettikten sonra şerlerinden emin olarak geri dönmekteyiz; Allah (celle celaluhü)
onlara büyük bir hezimet yaşattı! A:ff-ı ilahiye mazhar olasın; biz işin
peşini bırakmadan sizler niye bir kenara çekildiniz? Haydi gidiyoruz; çünkü
Allah'ın Sana, Beni Kurayza ile savaş emri var; şimdi ben, yanımdaki
meleklerle birlikte onların kalelerini sarsmak için onların yurduna gidiyorum;
ashabını al ve Sen de gel!
Ashabına
karşı merhametle yaklaşan Efendiler Efendisi, Cibril-i Emin'in getirdiği haber
karşısında ümmetini düşünerek açık bir kapı olup olmadığını soracaktı:
-
Ashabım oldukça yorgun; en azından dinlenmeleri için birkaç gün müsaade etsen!
-
Hiç bekleme ve yürü onların üstüne! Allah'a yemin olsun ki ben, üzerlerine
balyoz gibi inecek ve yurtlarıyla birlikte onların hepsini sarsacağım, diyordu
Cibril. Demek ki işin beklerneye tahammülü yoktu. Zaten Cibril de, bunu söyler
söylemez geri dönmüş ve yanındakilerle birlikte çoktan ilerlemeye başlamıştı.
O
ana kadar gelişmeleri kapı aralığından takip eden Aişe validemiz, yeniden
hane-i saadetlerine dönen Allah Resülii'ne:
- Ya Resülullah,
dedi. Şu konuşup durduğun da kimdi?
- Sen onu gördün mü,
diye sordu Allah Resülü ve sonrasında
aralarında
şu konuşma geçti: - Evet.
- Peki kime
benzettin?
- Dıhye İbn Halife
el-Kelbi'ye.
- O Cibril'di; Beni
Kurayza üzerine yürürnemi emrediyor!
Çok
geçmeden Medine sokaklarında Allah Resülü'nün münadisi dolaşacak ve:
307
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
-
Her kim, Allah ve Resülü'nü dinler ve itaat ederse, ikindi namazını Beni
Kurayza' da kılsın,212 diyerek ihanet yurduna yürüyüş için Resı1lullah'ın
emrini tebliğ edecekti.
Takvimler,
Zilkade ayının yirmi üçünü gösteriyordu. Medine'de yine Abdullah İbn Ümmi
Mektı1m vekil bırakılmış, Hendek dönüşü henüz toplanmayan sancak da Hz. Ali'ye
verilmişti! Kendileri de zırh ve miğferini giymiş, silahlarını kuşanmıştı. Derken,
kuyruğunun uzunluğundan dolayı Luhayf adını verdiği atına bindi ve üç
bin ashabıyla birlikte Beni Kurayza yurduna hareket etti.
Yola
koyulup da Beni N eccar'ın olduğu yere kadar geldiklerinde, silahlarıyla
birlikte saftutup da kendilerini bekleyen iki grup müfreze ile karşılaştılar.
Düşündürücüydü; Beni Kurayza üzerine yürüme haberi buralara kadar ancak gelmiş
olmalıydı; peki bu adamlar ne zaman hazırlanıp da yola düşmüşlerdi! Onun için:
- Buralara uğrayan
birileri oldu mu, diye sordu Allah Resı1lü.
- Evet, diyorlardı.
Semerinin üzerine kadifeden bir örtü örtmüş
olarak buradan geçen
Dıhyetü'l-Kelbi, bize:
-
İşte Resı1lullah! Çok geçmeden burada olur, dedi ve silahlarımızı alıp da
hemen yola çıkmamızı emretti; biz de bunun üzerine silahlarımızı alıp saf
düzenine geçtik.
Anlatılanlar
Cibril-i Emin'i işaret ediyordu ve bunun üzerine Efendiler Efendisi (sallaIlahu
aIeyhi ve sellem):
-
O Cibril idi; kalplerine korku salmak ve kalelerini kökünden sarsmak için
onları Allah (celle celaluhü), Beni Kurayza'ya gönderdi, buyurdu.
İçlerinde
Ebı1 Katade'nin de bulunduğu ashabdan bir grupla birlikte öncü kuvvet olarak
ilerleyen Hz. Ali, herkesten önce varmıştı Beni Kurayza'ya. Onun gelip de
Resülullah'ın sancağını karşılarına dikmesine öfkelenen Beni Kurayzalılar,
ağızlarını iyice bozmuş,
212
Hatta bu emirden dolayı ashab, yolda giderken namazı kılıp kılmama konusunda
ihtilaf etmiş; bir kısmı vaktin daraldığını ileri sürerek ikindi namazını yolda
kılarken, diğer bir kısmı, Efendimiz'in bu beyanına istinaden Beni Kurayza
yurduna ulaşmadan namazını kılmamıştı. Hatta gecikenlerden bazılan ikindi
namazlarını, güneş batmak üzereyken burada kılmıştı! Ancak Allah Resülii
(s.a.s.), her iki tercih sahiplerine de o gün bir şey söylememişti. Bkz.
Buhari, Sahih, 1/321 (904); 4/1510 (3893); Taberani, Mu'cemu'l-Kebir, 19/79
(160)
308
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
Allah'ın Resülü ile
mü'minlerin anneleri, annelerimiz, Efendimiz'in hanınılan ezvac-ı tahirata
alenen küfrediyorlardı!
Gelişmeler,
artık tuzun da koktuğunu gösteriyordu; yüz kızartan ifadelerdi bunlar. Ashab,
duydukları karşısında, donakalmıştı; kendilerine yakışanı yapıyor ve yine de
sükütu tercih ediyorlardı. Sadece:
-
Aramızdaki meseleyi ancak kılıç çözer, diyorlardı. Utancından Hz. Ali, Ebu
Katade'ye sancağın başında beklemesini söyleyerek hemen geri döndü ve
Resülullah'ın yanına geldi:
-
Ne olur, şu çirkef insanlara o kadar yaklaşma; her halukarda Allah (celle
celaluhü), onlara karşılık Sana yardım edecektir, dedi. mnden anlayan İnsan
Sarrafı meseleyi çözmüştü; önce:
-
Niye sen Benim geri dönmemi istiyorsun ki, buyurdu. Hz. Ali, duyduklarını
hatırladıkça kulaklarına kadar kızarıyordu; süküt etti. Resülullah'ın sorusuna
cevap veremiyordu. Bunun üzerine Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem):
-
Sanırım sen, Benim hakkımda onlardan çirkin sözler işittin, dedi.
-
Evet, ya Resülullah, diyebildi Hz. Ali. O kadar utanmıştı ki bunları söylerken
Allah Resülii'niin yüzüne bile bakamıyordu. Teselli yine Efendiler Efendisi'ne
kaldı; şöyle diyordu:
-
Şayet onlar Beni görmüş olsalardı, bunların hiçbirisini söyleyemezlerdi!
Aynı
zamanda bu, gördüklerinde de bir şey diyemeyecekler anlamına
geliyordu ve Allah Resülii, Hz. Ali'nin endişelerine rağmen Beni Kurayza
kalelerine doğru yürümeye başladı. Kaleye yaklaştıkları sırada Üseyd İbn
Hudayr, ileri çıkmış ve daha erken varmıştı; şöyle sesleniyordu onlara:
-
Ey Allah düşmanları! Burada açlıktan ölünceye kadar kalelerinizden
ayrılmayacağız; şu anda sizin durumunuz, ininde kıstırılmış tilkiden farksız!
Beni
Kurayzalıların yürekleri ağızlarına gelmişti; adım adım ölüme doğru
yaklaştıklarını görüyor, attıkları her adımda bir basamak daha çamurun içine
batıyorlardı! Büyük bir korku ve tarif edilemez bir telaş içindelerdi:
309
Efendimiz (s a l l a
l l a h u aleyhi ve s e l l e m )
-
Ey İbn Hudayr, diye cevapladılar. Biz, Hazreçlilerin değil, senin
müttefikleriniziz!
Bu
kadar şenaatten sonra ittifakın ne anlamı olabilirdi ki! Onun için Hz. Üseyd
onlara:
-
Sizinle benim ararnda ne bir anlaşma ne bir sözleşme ne de bir ahit vardır,
diye seslendi. Bu sırada Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) de
yaklaşmıştı; O'nun gelişini gören ashab-ı kiram, Beni Kurayza'nın muhtemel bir
tuzağına karşılık, hemen etrafım alarak kalkan gibi çevresini sarıverdiler! Biraz
daha onlara yaklaşan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), önce Beni
Kurayza'mn ileri gelenlerine onların anladıkları dilden şöyle seslenmeye
başladı:
-
Allah (celle celaluhü), gazabını indirip de sizi rezil rüsva etti ve siz, hala
Bana söz sayıp küfredersiniz ha!
Daha
o anda değişivermişlerdi; sanki az önce Allah Resülii'ne küfredip de hammlarına
dil uzatanlar onlar değildi!
-
Ya Eba'I-Kasım, diye sesleniyor ve "Biz böyle bir şey yapmadık." diye
de ısrar ediyorlardı. "Senin eehaletle bir ilgin olamaz ve Sen, böyle
ağır sözler de söylemezdin!" diye de ilave ediyorlardı. Böylelikle
onlar, böyle bir şeyi yapmış olamayacaklarım anlatmaya çalışıyor ve
kendilerince inandırıcı olabilmek için Efendimiz'in faziletine sığınıyorlardı.
Artık
kuşatma başlamıştı; o günün akşam vaktinde Sa'd İbn Ubôde, büyük bir
incelik göstererek mü'minlerin yiyecek ihtiyaçlarını karşılamak için yük yük
hurma gönderecekti. Bunun üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem):
-
Hurma, ne güzel bir yiyecektir, buyuracak ve böyle kritik noktalarda ashabına
sahip çıkanları takdir edecekti.
Ertesi
sabahın ilk saatlerinden itibaren de Beni Kurayza'ya hücum başlamıştı; okçuları
belli yerlere yerleştirmiş ve kuşatma için de ashabım saflara ayırmıştı. Artık
karşılıklı ok atışları, o günün akşamına kadar devam edecekti.
Günler
günleri kovalıyordu; kaleleri içinde yiyecek ve içecek stokları bulunduğu için
kendilerini güvende hissediyor ve bir türlü teslim olmak istemiyorlardı.
310
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
Bir
noktadan sonra ise artık ümitleri kesilmiş ve tükenme noktasına gelmişlerdi;
direnseler de yapabilecekleri bir şey kalmamıştı. Bu gidişle tükenip
gideceklerdi; onun için içeriden seslenmeye başladılar:
- Bırakın bizi,
sizinle konuşmak istiyoruz!
Bunun
üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de olumlu cevap verdi:
-
Çok geçmeden aralarından Nebbôş İbn Kays dışarı çıktı ve Efendimiz'e
doğru yürümeye başladı:
-
Beni Nadir'e yaptığın gibi bize de, mal ve mülkümüzü alarak çoluk çocuğumuzla
birlikte buraları terk edip gitme imkanı ver; buna karşılık olarak da,
kanlarımızı bize bağışla ve kadınlarımızla çocuklarımızı da alıp buralardan
gitmemize müsaade et; silahlar dışında develerin taşıyabileceği kadar yükü alıp
da gidelim, diyorlardı.
Beni
Nadir'den sonra köprünün altından çok sular akmıştı; önceki iki kabilenin
başına gelenler gözlerinin önünde cereyan ettiği halde ikinci kez anlaşmayı
ihlal etmiş, otorite olarak kabullendikleri mercie savaş ilan ederek
düşmanlarıyla ittifaka girişmişlerdi! Halbuki onlar, Beni Nadir'le aynı cürmü
işlemelerine rağmen ikinci kez affedilerek Medine'yi müşterek savunma konusunda
Efendimiz'le yeni bir anlaşma yapmışlardı. Efendimiz'in onlara yaptığı iyilik
bunlarla da sınırlı değildi; O Medine'ye gelinceye kadar bir Beni Kurayzalı,
asla bir Beni Nadirliye denk kabul edilmiyordu. Öyle ki; Beni Nadir'den
birisini öldüren Beni Kurayzalıya kısas uygulanırken aynı durumdaki Beni
Nadirli, sadece maddi müeyyide ödeyerek öldürülmekten kurtulmuş oluyordu. İşte
Allah Resülii (sallallalıu aleyhi ve sellem), asırlardan beri devam eden
anlayış gereği sosyal statülerindeki düşüklük sebebiyle sürekli ezilen bir
topluluk iken onların elinden tutmuş ve Beni Kurayza'nın da diğerleriyle eş
statüde olduğunu ilan etmişti.
Şimdi
tutmuş onlar, pazarlarını düşmanın olduğu yere taşıyarak ve atlarıyla
askerlerine yiyecek temin ederek Ahzab ordusuna lojistik destek veriyorlardı!
İçeriden ve en kritik anda ortaya çıkan bir ihanetti bu! Huyeyy İbn Ahtab'a
kucak açmış ve savaş suçlusu bir insanı aralarına alarak hep beraber meşru
yönetime meydan okuma yarışına girişmişlerdi. Ayrıca, hendeğin öbür tarafında
bekleyenle-
311
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
re
mektup yazıyor ve son kez vurucu bir darbeyle yüklenip neticeye gitme konusunda
Ahzab ordusunu cesaretlendiriyorlardı. Bu arada bir kısmı, zaten arkadan
mü'minlere saldırmış, hatta kadınlarla çoluk çocuğun üzerine yürüyüp Hendek'te
mücadele verenleri, aileleri açısından zaafa uğratmak istemişlerdi.
Kılıçlarını çekmiş, sadaklarına yönelerek mü'minleri de arkadan ok yağmuruna
tutmuşlardı. Bu arada ağızlarını da açmış, hakaretin her türlüsüne başvurur olmuşlardı.
Bunların hepsi, açıktan meşru yönetime isyan ettiklerini gösteren hareketlerdi
ve onlar, bütün bunları hür iradeleriyle yapıyorlardı.
Onun
için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), bu teklifi kabul etmedi. Kendi
aralarmda meseleyi iyice kararlaştırdıklan anlaşılıyordu ve hemen ikinci
teklifi devreye soktular:
-
Öyleyse, kanlarımıza dokunma; kadınlarımızIa çoluk çocuğumuzu bize bırak ve
develerin taşıyabileceği mallan almadan gidelim!
Bu
da kabul görmemişti. Resülullah'ın vereceği hükme razı olmaktan başka çareleri
kalmamıştı. Başka bir çıkış yolu kalmadığını gören Nebbaş, kaleye çaresiz geri
döndü.
Nebbaş
gelip de aralarında geçen konuşmaları kendilerine anlatınca Ka'b İbn Esed,
kavmine şöyle seslenmeye başladı:
-
Ey Beni Kurayza cemaati! Valiahi de, başımıza nelerin geldiğini hepiniz
görüyorsunuz; ben size üç tane seçenek sunacağım; siz bunlardan dilediğinizi
kabul etmekte hürsünüz.
-
Peki onlar nedir, diye sordular. Şunlan söylemeye başladı tecrübeli lider:
-
Bu adama tabi olup O'nu tasdik edelim; Allah'a yemin olsun ki, zaten O'nun
Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğu açığa çıktı; kitabınızda
özelliklerini gördüğünüz nebi O. Böylelikle sizler, kanlarınızı, mallannızı ve
kadınlannızı koruma altına almış olursunuz! Allah'a yemin olsun ki sizler,
Muhammed'in peygamber olduğunu bilip duruyorsunuz; O'na tabi olmaktan bizi
alıkoyan şey, O'nun Beni İsrail'den değil de Allah'ın dilediği yerden,
Arap'lardan gönderilmiş olmasına olan hasetten başkası değildir. Şüphesiz ki
ben, O'nunla aramızdaki anlaşma ve ahitleşmeyi de ihlal etme taraftan
değildim: bütün bela, musibet ve uğursuzluğu başımıza, şurada
312
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
oturan
uğursuz adam (Huyeyy İbn Ahtab) getirdiJ213 Hem sizler, buraya
geldiği zaman İbn Cevvas'ın size söylediklerini hatırlıyor musunuz? o:
-
Ben, Şam gibi envaiçeşit içki, mayalı ekmek ve hurma ürünlerini bırakıp da su,
hurma ve arpadan başka bir şeyi olmayan bu beldeye niye geldim, biliyor
musunuz, diye sormuştu. O zaman ona:
- Peki niye geldin,
diye sormuşlardı. Şöyle cevaplamıştı:
- Şüphesiz bu şehirde
bir Nebi çıkacaktır; şayet o çıkar da ben
de
O'na sağ yetişirsem, O'na tabi olur ve yardımcısı olurum! Ancak O benden sonra
ortaya çıkarsa, sakın ola ki sizler O'ndan bigane kalmayın; gidin ve O'na tabi
olup dostlarıyla yardımcıları olun; işte o zaman sizler, öncekiyle sonrakine
birden ve iki kitaba inanan bahtiyarlardan olursunuz! Benden de O'na selam
söyleyin ve benim O'nu tasdik ettiğimin haberini verin O'na.
Haydi gelin, şimdi
bizler de O'na tabi olup o'nu tasdik edelim! İşlerine gelmemişti ve:
-
Bizler, asla Tevrat'ın hükümlerini terk edemeyiz; onu bir başkasıyla
değiştiremeyiz, diye homurdanmaya başladılar. Bunun üzerine Ka'b, ikinci
teklifini dillendirmeye başladı:
-
Madem bu teklifi kabullenmiyorsunuz, öyleyse gelin çocuklarımızla hanımlanmızı
öldürelim ve kılıçlarımızı çekmiş yiğitler olarak Muhammed'le ashabının
karşısına çıkalım; böylelikle Allah (celle celaluhü), Muhammed'le aramızda
hükmünü verinceye kadar biz, arkamızda endişe edecek bir husus bırakmamış
oluruz; helak olursak birlikte helak olur ve arkamızda üzü1eceğimiz bir nesil bırakmayız.
Şayet düzlüğe çıkıp da galip gelirsek, o zaman nasılolsa başka kadınlar bulur,
onlardan daha çok çoluk çocuk sahibi oluruz!
Ka'b'ın
çıkmazda olduğunu onlar da görüyorlardı. Normal şartlarda bunları söyleyecek
adam değildi o. Belli ki gidişat, tahmin ettiklerinin de ötesinde idi.
Anlaşılan, yaptıkları ihanetin karşılığı olarak ölümden başka seçenekleri
yoktu ve Ka'b da, gelecek musibetien
213 Onları savaşa tahrik edip de anlaşmayı
bozmalan için ısrar eden Huyeyy İbn Ahtab, Ka'b İbn Esed'e verdiği sözünün
altında kalmamak için aynlıp gidememiş ve Beni Kurayza'nın kalelerinde
kalmıştı. Bkz. İbn Hişam, Sire, 4/195; Taberi, Tarih, 2/99
313
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
azıyla atlatabilmek
için alternatifler üretiyordu. Ancak ne ilk ne de ikinci alternatif,
kabullenebilecekleri cinsten değildi. Onun için:
- Şu zavallılan nasıl öldürürüz! Hem, onların olmadığı
yerde yaşamanın ne anlamı var, diye itiraz ettiler. İkinci öneri de kabul
görmemişti. Bu sefer Ka'b, son teklifini açmaya başladı:
- Madem önceki teklifleri kabul etmediniz, bari bunu
dinleyin; bu gece cumartesi gecesi ve Muhammed'le arkadaşları, kendilerini
güvende hissedeceklerdir; gelin, Muhammed ve arkadaşlanna bu gece ansızın
saldırıverelirnl
Yine
homurdanmaya başladılar; bulunduklan yerden şu sesler yükseliyordu:
- Cumartesi günümüze saygısızlık ederek bizden
öncekilerin bugünde yapmadıkları fiilleri mi yapacağız yani? Daha önce buna
teşebbüs edenlerin başına nelerin geldiğini, şekillerinin değişerek maymuna
döndüklerini sen bizden daha iyi bilirsin!
Sanki her türlü teklife kapalı gözüküyorlardı. Ka'b da
şaşkındı; ne diyeceğini bilemiyordu. İşin doğrusu ilk defa hepsini aynı konuda
ısrarlı ve kararlı görüyordu; onun için şu tepkiyi verdi:
- Sanırım içinizden hiçbiriniz, anasından doğduğu
günden bu yana hiçbir zaman bu kadar kararlı olmamış ve bu denli de ihtiyatlı
davranmamıştır!
Meclisteki
kasvet havası artarak devam ediyordu; akla gelebilecek her türlü ihtimal
mantık dışı bulunuyor ve bir türlü çıkış yolu bulunamıyordu. Derken Beni
Kurayza ve Beni Nadir'e mensup olmayan ve onlardan daha yerleşik bulunan Hüzeyl
kabilesinden Sa'ye'nin oğullan Üseyd ve Sa'lebe kardeşlerle
bunların amcaoğlu Esed İbn Ubeyd ileri atılarak şunları söylemeye
başladılar:
- Ey Beni Kurayza cemaati! Allah'a yemin olsun ki.O'nun
Resülullah olduğunu sizler de biliyorsunuz; O'nun sıfatı elimizdeki kitaplarımızda
vardır! O'ndan, hem bizim hem de Beni Nadir'in alimleri hep
bahsedegelmişlerdir! (Huyeyy İbn Ahtab'ı göstererek) İşte bu da, Cübeyr İbn
Heyyebô.n ile birlikte onların başında gelir! Bizim aramızdaki en doğru
adamdır o ve vefat etmeden önce bize, O'nun sıfatlannı bütün açıklığıyla
bahsedip anlatmıştı.
314
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
Bu sözler de
hoşlarına gitmemişti:
-
Biz, Tevrat'ı bırakamayız, diyorlardı. İş iyice inada binmişti; her şeye rağmen
adamlar, göz göre göre ve iradi olarak ölümü tercih ediyor, sonuçlarını bilerek
her şeyleri olarak gördükleri dünyaları adına son adımlarını atıyorlardı. 214
Bu
sırada devreye Amr İbn Su'dd girdi; şöyle sesleniyordu onlara:
-
Ey Yahudi topluluğu! Sizler, hiç yok yere Muhammed'le aranızdaki anlaşmayı
feshettiniz ve böylelikle aranızda sözleşme adına bir şey kalmadı! Ancak ben,
daha önce de buna katılmadığını gibi bundan sonra da sizin bu anlamsız
zulmünüzde size ortak olmayacağım! Şayet siz, Muhammed'e tabi olmayacaksanız,
en azından Yahudi olarak kalın ve O'na cizye vermeyi kabul edin; gerçi bunu
O'nun kabul edip etmeyeceğinden de emin değilim!
-
Bizler, Arapların kelle başı bizden cizye almalarına razı olamayız; bizim için
ölüm bundan daha hayırlıdır, diyorlardı. Bu teklif de kabul görmemişti; Beni
Kurayza üzerine öyle bir inat hakim olmuştu ki, önlerine cennete uzanan bir
merdiven bile konulsa bu inatlarının tesiriyle o merdiveni bile kullanmaktan
uzak duracak, merdiveni de onu oraya yerleştireni de istiskal edeceklerdi. Bunu
gören ve Beni Kurayza' dan ümidini kesen Anır:
-
Öyleyse ben sizlerden beriyim, diyecek ve meclisi terk ederek kendi yolunu
kendi iradesine göre belirleyecek bir adım atacaktı. Sa'ye'nin iki oğlu ve Esed
İbn Ubeyd ile birlikte kaleden dışarı çıkarken, orada nöbet bekleyen Muhammed
İbn Mesleme:
- Kim o, diye
seslenecek, o da:
- Anır İbn Su'da,
diye cevap verecekti. Tanıdığı bir isimdi ve
faziletiyle
düşüncelerindeki enginliği biliyordu. Aynı zamanda bu saatte aralarından çıkıp
da gelebildiklerine göre bu adamlar, hayır istikametinde irade beyanında
bulunmuş ve imana birer kapı ara-
214
O gece, muhataplannın her türlü teklife kapalı, katı tutumunu gören Üseyd ve
Sa'lebe kardeşlerle Esed İbn Ubeyd, onlardan aynlacak ve Efendimiz'in huzunına
gelerek Müslüman olduklannı ikrar edeceklerdi, Böylelikle onlar, Beni
Kurayza'nın başına gelenlerden kendileriyle çoluk çocuklarını da korumuş olacaklardı.
Bkz. İbn Abdilberr, İstiab, 1/96; İbn Hacer, el-İsabe, 1/52 (100)
315
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
lamışlardı. Bunu
üzerine Muhammed İbn Mesleme, önce ona geç, dedi ve ardından da ellerini açarak
şöyle dua etmeye başladı:
-
Allah'ım! Kerem sahibi insanların yoluna çıkan engelleri ortadan kaldırma
erdeminden beni mahrum etme!
İbn
Su'da'nırı hedefinde Mescid-i Nebevi vardı; geldi oraya ve sabaha kadar burada
kaldı. Ertesi sabah herkes onu, yine burada bulacağını düşünüyordu; ancak o,
çoktan oradan çıkmış ve bir meçhule doğru yelken açmıştı. Durum gelip de Allah
Resülü'ne anlatılınca:
-
O öyle bir adam ki Allah (celle celaluhü), vefasından dolayı onu kurtardı,
buyuracaktı.
Ölümlerine Kendileri Ferman Kesmişlerdi
Konuşmalarındaki ana
muhteva, haklarında verilecek hükmün idam olacağını gösterir mahiyetteydi; her
fırsatta sözü ölüme getiriyor ve bir türlü kurtuluş ümidi göremiyorlardı.
Meseleyi alıp veriyor, vicdanlarında tartıyor ve o ana kadar yaptıklarını
ortaya döküp bir sonuca gitmeye çalışıyorlardı ama bunların sonunda, ölümden
başka bir seçenek göremiyorlardı. Zira ölümü fazlasıyla hak edecek işlere imza
atmışlardı.
Aralannda
Hakem adında birisi vardı; hem hanımı onu hem de o hanımını çok
seviyordu. Muhasaranın devam ettiği saatlerde yan yana gelirler ve uzun uzadıya
oturup ağlaşırlardı! Hanımı Niibôie ona:
-
Yazık olacak; beni bırakıp da gideceksin, diyor ve hicranla kocasının yüzüne
bakıp feryat ediyordu. Bunu gören ve bu işin sonunun ölümden başka bir
şeyolmadığına kesin kanaat getiren Hakem'in aklına, hanımını da beraberinde
götüreceği bir plan geldi. Hanımının esir olarak arkada kalmasına gönlü razı
olmuyordu; kendisi öldürüleceğine göre hanım ı da ölmeliydi! Bunun, durup
dururken olmayacağını da bildiği için bir senaryo üretmişti. Bunu uygulamak
için girişimlerde bulunuyorlardı. Yanına çağırdığı Nübate'ye şunları
tembihliyordu:
-
Tevrat'a yemin olsun ki, dediğin gibi olacak! Ne diyorsun; sen bir kadınsın! En
iyisi mi sen, şu değirmen taşını onların üzerine doğru yuvarlayıver! Zaten
bundan sonra biz, onlardan hiç kimse-
316
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
yi öldüremeyiz! Sen
bir kadınsın ve şayet Muhammed, bize bugün galip gelirse, kadınlara dokunmaz ve
onları öldürmez!
Kocasının
sözünden çıkmayan bir kadındı Nübate; kocasının olmadığı yerde onun için de
hayatın bir anlamı yoktu ve Zebir İbn Bôtô'mn kalesinin üzerine çıkarak
orada bulunan bir değirmen taşım, kalenin gölgesinde dinlenen mü'rninlerin
bulunduğu yere doğru yuvarlayıverdi.
Yukarıdan
üzerlerine büyük bir taşın yuvarlamp geldiğini gören ashab-ı kiram, sağa sola
kaçışmak istese de taş, aralarından Hall/ıd İbn Süveyd'in
başına çarpacak ve
onu şehit edecekti!
Muhasara
daha da şiddetlenince Allah Resülii'ne haber ulaştırarak, istişare edebilmeleri
için kendilerine Ebu Lübabe'yi göndermesini talep ettiler. Efendiler Efendisi
(sallallahu aleyhi ve sellem), bunu da kabul etti.
Çok
geçmeden Ebu Lübabe İbn Abdilmiinzir, Beni Kurayza yurduna gitti; çoluk çocuk
yollara dökülmüş, perişan hallerini arz edip ağlaşıyor ve şefaat
dileniyorlardı. Yürek yakan bir halleri vardı; bunu gören Ebu Lübabe de çok
duygulanmıştı. Reisleri Ka'b İbn Esed öne çıktı ve:
-
Ey Eba Liibabe, diye seslendi. Biz seni, özellikle tercih ettik; Muhammed
bizim, sadece kendisinin vereceği hükme razı olmamızdan başka bir seçenek
kabul etmiyor; ne dersin, O'nun hükmüne rıza gösterelim mi?
-
Evet, diye cevapladı Ebu Liibabe, Boş bulunmuş ve bunu yaparken de, eliyle
boğazını işaret etmiş, bu hareketiyle de, Allah Resfılii'niin vereceği
hiikmiin idam olacağım ilan edivermişti. Bu hareket, onun için büyük bir ihanet
anlamına geliyordu; kendisini affedemiyordu. Bin pişman olmuştu; dizlerinin
bağı çözülmüş ve gözüne yaşlar yürümüştüt Resülullah'ın çizdiği çizginin
dışına çıktığını ve üzerine vazife olmadığı halde boş bir harekette bulunarak
affedilmez bir hata işlediğini düşünüyordu!
Herkes
Ebu Lübabe'nin getireceği haberi merak ederken o, Beni Kurayza yurdunda yaptığı
bu hareketinin hemen sonrasında, kalenin arkasından çıkarak doğruca Mescid-i
Nebevi'ye gelecek ve di-
317
Efendimiz (s a l l a
l l a h u aleyhi ve s e l l e m )
reklerden
birisine kendisini bağlayarak, ölüp gideceği veya yaptığı bu hareketten
dolayı affa mazhar olacağı ana kadar da buradan kendisini çözmeyeceğine dair
ahdedecekti. Aynı zamanda, Allah ve Resülii'ne ihanet ettiğini düşündüğü Beni
Kurayza yurduna bir daha hiç ayak basmayacağına, oraları bir daha dünya gözüyle
görmeyeceğine dair yeminler ediyordu.
Çok
geçmeden Ebu Lübabe'nin haberi mü'minler arasında yayılmış ve Resülullah'a da
ulaşmıştı; şöyle buyurdu Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern):
-
Allah'ın (celle celaluhü) hakkındaki hükmü vereceği ana kadar onu kendi haline
bırakın; şayet Bana gelip de durumunu arz etmiş olsaydı ona istiğfarda bulunurdum;
ancak o, Bana gelip de durumunu arz etmediğine göre onu kendi haline bırakın!
İşte
tam da bu sırada Cibril-i Emın gelmiş ve semalar ötesinden Yüce Mevla'nın:
-
Ey iman edenler! Allah ve Resülü'ne ihanet etmeyin; bile bile aranızdaki
emanetlerinize de ihanet etmeyin.s" şeklindeki mesajını getirmişti. Ebu
Lübabe, ayetteki ifadenin doğrudan kendisine hitap olduğunu düşünüyor ve bunun
ezikliğiyle kimsenin yüzüne bakamıyordu.
Artık
Ebu Lübabe yiyip içmiyor ve aff-ı ilahinin geleceği anı iştiyakla bekliyordu.
Altı gün sürecek bu dönemde hanımıyla kızı nöbetleşe yanına geliyor ve sadece
abdest alıp da namaz kılabilmesi için iplerini çözüyordu. Ebu Lübabe, kulluk
vazifesini yerine getirir getirmez de yeniden kendisini bağlatıyordu.v"
Dünyaya küsmüştü; işitme kaybı başlamış ve gözleri de görmez olmuştu.
Efendimiz'in
(sallallahu aleyhi ve sellem) Ümmü Selerne Validemizin hücresinde bulunduğu bir
seher vakti yine Cibril-i Emin gelmiş ve Ebu Lübabe gibi kadirşinas insanların
Allah katındaki konumlarını bildiren ayeti getirmişti. Şefkat ve merhamet
insanı tebessüm ediyordu! O'nun bu halini gören Ümmü Selerne Validemiz:
215 Enf'al,8/27
216
EbU Lübabe'rıin bağlı kaldığı süre bazı rivayetlerde on küsur gün, başka bir
rivayette yirmi güne yakın, diğer bir rivayette ise yirmi beş gün olarak ifade
edilmektedir. Bkz. Salih!, Sübülü'l-Hüda ve'r-Reşad, 5/9
318
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
-
Ya Resülullah, diyecekti. Allah ömrünü uzun etsin; tebessiimünüzün sebebi
nedir, niçin gülüyorsunuz?
- Ebu Lübabe'nin tevbesi kabul edildi, buyurdu Allah
Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern). Zira gelen ayette, sürekli iyilik
zemininde dolaştıkları halde boş bulunduğu sırada iyi olmayanla da buluşan,
ancak hemen akabinde hatasını anlayarak tevbe ve istiğfara yönelen kimseler
takdir ediliyor ve bunların, gönülden yaptıkları tevbelere Allah'ın, gufran ve
merhametle karşılık vereceği anlatılıyordu. 217
Samimi bir mii'minin, gönülden Rabbine yönelişi
neticesinde affına ferman geldiğine şahit olan Ümmü Selerne validemiz de heyecanlanmıştı:
-
Ona bunu hemen haber verelim mi ya Resülullah, diye sordu.
-
İstiyorsan, evet, diye cevapladı Resülullah, Bunun üzerine Ümmü Selerne
Validemiz, hücresinin dışına çıktı ve:
- Ey Eba Liibabe,
diye seslenmeye başladı. Müjdeler olsun sana!
Allah (celle
celaluhü) senin tevbeni kabul etti.
Bu müjdeli haberi duyan herkes Ebu Lühabe'nin bağlı
olduğu direğe doğru koşuyordu; gelecek ve onu direkten çözerek mutluluğunu
paylaşacaklardı.
Belli ki o da çok sevinmişti; derin bir murakabe ile Rabbine
yönelmiş, samirniyetine lütfedilen bu fermandan dolayı derinden şükran
hisleriyle dopdoluydu. Nasılolmasın ki Allah (celle celaluhü), kendisine 'kulum' demiş ve kendisiyle ilgili olarak
Resülü'ne Cibril-i Emin'i göndermişti. İplerini çözmek isteyenleri görünce:
- Hayır, hayır, diye mukabelede bulundu. Benim yeminim
var; Resülullah (sallallahu a1eyhi ve sellem) gelinceye kadar beni sakın çözmeyin!
Bu sırada, sabah namazını kıldırmak için Allah Resülü
de mescide gelmişti; önce Ebu Lübabe'nin bulunduğu yere geldi ve selam verdi
ona; şefkat nazarlarıyla süzüyordu ashabını! Sözün sukut ettiği yerde gönülden
gönüle bir muhabbet vardı seherin aydınlığında ve bir müddet bu hal devam
ettikten sonra Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), bizzat
kendisi çözdü Ebu Liibabe'nin iplerini.
217 Bkz. Tevbe, 9/102
319
Efendimiz (s a l l a
l l a h u aleyhi ve sellem)
Gelen fermanla birlikte iplerinden de kurtulan Ebu
Lübabe, derin bir iç huzuruyla Nur Cemali süzüyordu; sonra şunları söylemeye
başladı:
- Ya Resülullahl Benim bu tevbemin tamam olabilmesi
için önce, bu günaha bulaştığım kavmimin bulunduğu yeri terk edeceğim ve
ardından da, malımın tamamını Allah ve Resülü'ne sadaka olarak verip dünya
adına malik olduğum her şeyden kurtulacağım!
N ebiler Serveri,
burada da ölçüyü belirleyen olacaktı ve ona: - Ey EM Lübabe! Üçte biri yeter,
diye seslenecekti.
Beni Kurayza açısından her geçen süre kendi aleyhlerine
işliyordu; atalarının, emredilen buzağıyı kurban etmemek için akla hayale
gelmedik bahaneler üretmeleri gibi bunlar da değişik vesilelere tevessül
etmişlerdi ama bunların her birisinin, şartları daha da ağırlaştırmaktan başka
bir faydası olmamıştı. Bütün yollar kapalıydı ve sonunda, Resülullah'ın
vereceği hükme razı olduklarını bildirerek teslime mecbur oldular.
Esirlerin derlenip toparlanması için Muhammed İbn
Mesleme görevlendirilmiş, kadınlarla çoluk çocuğun başına ise, Yahudi alimi
iken Müslüman olan Abdullah İbn Selam tayin edilmişti.
Kalelerine girilip de mal varlıkları ortaya çıkınca,
bin beş yüz kılıç, üç yüz zırh; iki bin mızrak, bin beş yüz kalkan ve daha
birçok savaş manzarasıyla karşılaşacaklardı! Bütün bunlar, Allah davasına karşı
duruşlarının bir göstergesiydi ve bunların hepsi de, Resülullah'a karşı
kullanılmak için stoklanmıştı! Ayrıca az sayıda deve ve bir miktar da koyun
vardı; bunların hepsine el konuldu.
Bunun yanında kalede, çok miktarda kap kacak, sıra sıra
küplere doldurulmuş çok miktarda ve her çeşidinden içki de vardı; Resülullah'ın
emriyle bunların hepsi dökülecek ve kimse onlara el sürmeyecekti.
Henüz ortada verilmiş bir hüküm yoktu; ancak herkes,
Beni Kurayza'nın ölümü çoktan hak ettiğini düşünüyor ve Resülullah'ın da
benzeri bir hüküm vermesini bekliyordu. Onun için eskiden beri Beni Kurayza'nın
müttefiki olan Evsliler, büyük bir telaş içinde Allah Resülü'nün yanına
geldiler:
320
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
- Ya Resülullah,
diyorlardı. Bunlar, Hazreç'in değil, bizim müttefiklerimizdir; daha dün
denecek kadar yakın bir zamanda İbn Übeyy'in müttefiki olan Beni Kaynuka'ya
yaptığın muameleyi de biliyoruz; onlann, dört yüzü zırhlı olmak üzere yedi yüz
adamını bağışlamıştın! Şimdi bizim bu müttefiklerimiz, anlaşmayı bozduklarına
bin pişman olmuşlardır; onları da bizim hatırımıza bağışla!
Resül-ii
Kibriya Hazretleri süküt ediyordu; neredeyse Evs'in tamamı bir araya gelmiş ve
ısrarla, Beni Kurayza'ya da öncekilerin hükmünün verilmesini istiyorlardı.
Dünyaya fazilet taşıyacak bir cemaatte bu türlü iltimasların olmaması lazımdı!
Ancak bunun için de, benzeri hadiselerle karşılaşılması ve böylesi durumlarda Resülullah'ın ortaya koyacağı tavrın
görülerek arkadan gelenlere örnek olunması gerekiyordu. Onun için Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellem), onlara döndü ve:
-
Onlar hakkında verilecek hükmün, aranızdan birisine havale edilmesini ister
misiniz, buyurdu. Rahat bir nefes almışlardı; demek ki bu kadar endişe
taşımaları beyhüdeydil Allah'ın Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern),
dostluklarının temeli mazinin derinliklerine dayanan Beni Kurayza hakkında
verilecek hükmü bizzat kendilerine vermişti; onun için hemen:
- Evet, diye
cevapladılar. Bunun üzerine Efendiler Efendisi:
- Öyleyse, ashabım
arasından dilediğinizi seçin, buyurdu.v" Se-
vinçten
gözlerinin için parlamış, birbirlerine bakıyorlardı. Gözleriyle anlaşmışlardı;
çok geçmeden de, reisleri olan Sa'd İbn Muaz'ı seçtiklerini bildireceklerdi ve
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de, söz verdiği vechile bu tercihe rıza
gösterecekti.
Bu
sırada Sa'd İbn Muaz, Hendek'te aldığı yara sebebiyle Kuaybe Binti Süayd'in çadırında"? tedavi
görmekteydi. Bu kararın üze-
2ı8 Başka bir
rivayette Efendimiz'in Sa 'd İbn Muaz'ı seçtiği ifade edilmektedir. Bkz.
İbn Hişam, Sire,
4/198; Taberi, Tarih, 2/100
2ı9
Hz. Kuaybe (r.anha), dağılan aileleri bir araya toplayan, kimsesizlere yardım
eden ve muhtaçlan gözetip kollayan hayırsever bir hanım sahabi idi; yaralılada
da ilgilenirdi. Allah Resülü (s.a.s.), mescitte onun için bir çadır kurdurmuş
ve yaralılan burada tedavi etmesini istemişti; bunun yanında aynı zamanda O
(s.a.s.), Sa'd İbn Muaz gibi Allah yolunda yara alan ashabını sık sık ziyaret
etmeyi murad
321
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
rine
Evsliler, alelacele mescide koştular. Hz. Sa'd'ın, ayakta duracak hali yoktu;
dünya ile ukba arasındaki ince çizginin üzerinde durduğu her halinden belliydi!
Buna rağmen Evsliler, liderleri Sa'd İbn Muaz'ı bir merkebin üzerine
bindirdiler; Efendimiz'in bulunduğu yere getirmek için ellerinden geleni
yapıyorlardı! Yolda ilerlerken ona dönüyorve:
- Ey Eba Amr! Resülullah (sallallahu aleyhi ve
sellern), müttefiklerin hakkında iyi davranasın diye onlar hakkındaki hükmü
sana havale etti; İbn Übeyy'in kendi müttefiklerine karşı nasıl davrandığını
sen de biliyorsun. Ne olur, onlara karşı sen de insaflı ol, diye telkinde
bulunuyorlardı. Sanki adalet anlayışını bir kenara bırakmış, yüzyıllardır
karşı karşıya gelip de savaştıklan Hazreçlilerin müttefiklerine yapılanlarla
kıyaslara giriyor ve şartlannı nazara almadan başkasının üzerinden kıyaslar
yaparak sonuca gitmeye çalışıyorlardı. Halbuki Beni Kurayza'nın durumu, ne
Beni Kaynuka ne de Beni Nadir'e benziyordu; mesele sadece bir karşı duruştan da
ibaret değildi! Hala bir kenara bırakılamayan kavmiyet düşüncesinin baskısıyla
hareket ediliyordu ve bu baskı altında hükümde isabet kaydetmenin imkanı da
yoktu.
Bütün bunlara karşılık Hz. Sa' d, siikütu tercih ediyor
ve fikrini bir türlü beyan etmiyordu. Onun bu tavrı Evslileri iyiden iyiye
endişelendirmeye başlamıştı. Bütün ısrarlarına rağmen liderleri Hz. Sa' d,
oldukça kararlı gözüküyordu. Çok üzerine geldikleri bir sırada Hz. Sa'd:
- İşte şimdi Sa'd için, kınayanın kınamasından endişe
edip yılmama vakti geldi, deyivermişti! Daha bu sözü duyar duymaz Dahhak İbn
Halife:
- Vah o kavmin başına gelenlere, diye feryad ü figana
başlayıverdi! Anlamıştı; ısrarlar netice vermeyecek ve Hz. Sa'd, doğru bildiği
yoldan asla taviz vermeyecekti! Aynı zamanda Dahhak, bir çırpıda koşarak
kavminin arasına dönmüş ve Beni Kurayza'nın başına geleceklerden dolayı çoktan
taziyelere başlamıştı!
Nihayet Sa'd İbn
Muaz, yanındakilerle birlikte Efendimiz'in bu-
ediyordu. Bkz. İbn
Sa'd, Tabakat. 8/291; Vakıdı, Megazı, 1/510, 525; İbn Hacer, el-İsabe, 8/94
(11682)
322
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
lunduğu yere
yaklaşınca Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), yanında bulunan
ashabına seslenerek:
- Haydi, efendinizi
karşılamak için ayağa kalkın, buyurdu.
Bunun
üzerine ashab, iki saf halinde ayağa kalkmıştı ve Sa'd İbn Muaz, Efendimiz'in
yanına geleceği ana kadar herkes ona 'hoş geldin' deyip selamlıyordu.
Huzura gelip de bir
miktar soluklanınca Allah Resülü ona:
-
Onlar hakkındaki hükmünü ver, ey Sa'd, buyuracaktı. Buna mukabil edep insanı
Hz. Sa' d:
-
Hüküm verme konusunda gerçek hak sahibi, Allah ve Resülü'dür, dedi. Resülullah
(sallallahu aleyhi ve sellern), ona:
- Onlar hakkında
senin hüküm vermeni Allah emretti, buyurdu.
Demek
ki bu hüküm, aynı zamanda Zat-ı Bari tarafından da kabul görmüştü. Öyleyse bu,
şahsi bir teşebbüs değil, Allah rızası kazanılarak gerçekleştirilecek bir
vazifeydi ve bu durumda, sadece O'na tevekkül edilmeli ve O'nun için en doğru
olan hüküm verilmeliydi.
Yine etrafını
Evsliler almış:
-
Ey Eba Amr! Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), müttefiklerin hakkında
hüküm verme işini sana havale etti; onlar konusunda insaflı ol ve onların, bir
zamanlar senin için nasıl mücadele ettiklerini hatırla, diye baskı kurmaya
devam ediyorlardı. Bunun üzerine onlara döndü ve:
-
Bem Kurayza hakkında vereceğim hükme rıza gösterecek misiniz, diye sordu.
Belli ki, hükmünü verdikten sonra farklı seslerin çıkmasını engellemek, olası
ihtilafların da önüne geçmek istiyordu. Bunun için bir kez daha teyit etmek
istemişti. Hep birlikte:
-
Evet, diyorlardı. Hükmüne razıyız! Zaten sen burada yokken de seni, Beni
Kaynuka'ın müttefiklerinin, kendi dostlan hakkındaki davranışlan gibi senin de
bizim müttefiklerimiz hakkında iyilik tarafını tercih etmen için seçtik; bugün
senin himmetine muhtacız ve iyiliğini bekliyoruz; çünkü biz, ortaya koyacağın
iyi muameleye her zamankinden daha çok muhtacız!
Kıvam
tamdı ve vereceği hüküm konusunda kavmi arasında çatlak bir ses gözükmüyordu.
Ancak Hz. Sa'd çok ihtiyatlıydı ve yeniden onlara dönerek:
323
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
- Sizin için elimden geleni yapacağım, buyurdu.
Anlamamışlardı; bu sözle vereceği hüküm arasında nasıl bir bağlantı vardı ve
niye bu kadar ısrarcı davranıyordu? Merakla:
-
Bu sözünle neyi kastediyorsun, diye sordular. Hz. Sa' d, şunları söyledi
onlara:
-
Onlar hakkında vereceğim hükmün, benim vereceğim hüküm olacağı hususunda sizden
Allah adına ahid ve söz almak istiyorum!
- Evet, Allah için söz veriyoruz, diyorlardı. Bu kadarı
yeterliydi; bu kadar söz verip de yeminle kararlılık gösterdikten sonra geri dönemezler,
dönseler de onları kimse dinlemezdi. Ardından, içlerinde Allah Resülü'niin de
bulunduğu topluluğa doğru yöneldi; hayasından dolayı Allah Resülü'rıün yüzüne
bakamıyordu. Şöyle seslendi:
-
Burada bulunanların da, aynı şekilde vereceğim hükme rıza göstermeleri gerekir!
Oradan da:
- Evet, vereceğin
hükme hepimiz razıyız, sesleri yükseliyordu.
Öyleyse şimdi sıra,
herkesin beklediği hükmü ilan etmeye gelmişti; kelimelerin üstüne basa basa
şunları söylemeye başladı Hz. Sa'd:
- Ben, onlardan ergenlik çağına gelen erkeklerin
öldürülmesine, kadınlarıyla çocuklarının da esir alınmasına, yurtlarının,
Ensar hariç sadece Muhacirler arasında paylaştırılmasına ve mallarının da
ganimet olarak mü'minler arasında taksim edilmesine hükmediyorum!
Hz. Sa'd, kitabın ortasından konuşuyor ve kimseden
çekinmeden verilmesi gereken hükmü veriyordu. Onun için Efendiler Efendisi
(sallallahu aleyhi ve sellem) ona yöneldi ve:
- Onlar hakkında sen, yedi kat yücelerden Allah'ın
verdiği hükm-ü ilahi ile hükmettin, buyurdu. Çünkü o günün seher vaktinde melek
gelmiş ve Beni Kurayza hakkında verilmesi gereken hükmün mahiyetini
bildirmişti.
Aynı zamanda bu, Hz. Sa'd'ın duasına Allah'ın (celle
celaluhü) bir teveccühü mahiyetindeydi; zira yaralarının derinleştiği ve
acılarının da tahammül edilmez noktalara ulaştığı o gece ellerini kaldırıp da,
Beni Kurayza hakkında gözü aydın oluncaya kadar canını almaması için Rabbine
yalvarmıştı.
324
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
Artık
hüküm verilmiş ve sıra uygulamaya gelmişti. Zilhicce ayının sonlarına doğru
bir perşembe günüydü. Esirler bir araya toplanarak Medine'ye getirildi; eli
silah tutan erkekler Üsôme İbn Zeyd'in, kadınlarla çocuklar da Ramle
Binti Hôris'uı kontrolüne
verilmişti. Kalelerindeki silahlarla diğer eşyaların Binti Haris'in evine
gönderilmesi, koyunlarla develerin de o bölgedeki ağaçlıklarda otlatılması
emredilmişti.
Bu manzara, şefkat ve merhamet nebisi Efendimiz'in
(sallallahu aleyhi ve sellem) rikkatine dokunmuştu; esirleri bu halde görünce,
önce onlara iyi muamele edilmesini emretti ve ardından da yük yük hurma
getirtip esirler arasında dağırtırdı. Havanın sıcaklığının da etkisiyle perişan
bir görüntüleri vardı ve Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), daha
önceleri olduğu gibi yine ashabını uyaracak, esirlere iyi davranmaları
gerektiğini bir kez daha hatırlatacaktı.
İş, sadece kendi şahsına bırakılmış olsaydı, onların
hepsini de affeder ve yollarını serbest bırakırdı; ancak mesele artık çoktan kamuya
mal olmuştu. Kamuya min olan meselede Allah hakkı söz konusuydu ve hakkullahın
olduğu yerde şahsi tasarrufta bulunmanın imkanı olmazdı. Toplum içinde
huzursuzluk çıkarmayı alışkanlık haline getiren insanlar, zamanında ve hak
ettikleri karşılıkla cezalandınlmazlarsa bu, daha sonrakiler için de bir örnek
olur ve böylelikle sosyal hayatta sökün eden yeni problemlerle insanlarda
huzur kalmaz, her tarafta yeni eşkıyalar türerdi. Öyleyse toplumun selameti
adına, toplumda problem çıkarmayı itiyat haline getirenler cezalandınlmalı ve
böylelikle masum insanların hukuku, koruma altına alınmalıydı.
Daha sonra da, Beni Kurayza' dan haklarında hüküm
verilenler teker teker çıkarılıp idam mahalline getirilmeye başlandı. Aralarından
teker teker alınıp da giden arkadaşlarını gören esirler, liderleri olan Ka'b
İbn Esed'e:
- Ya Ka'b,
diyorlardı. Muhammed bize ne yapacak?
Derdi
başından aşkın Kab, derin bir nefes çektikten sonra şu cevabı verdi onlara:
- Hiç hoşunuza
gitmeyecek bir şey; yazıklar olsun size! Ne
325
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
kadar
da ahmak adamlarsınız! Görmüyor musunuz; giden bir daha geri gelmiyor! Vallahi
de bunun sonucu kılıçtan başkası değil! Daha önce ben sizi uyarmış ve içinde
bulunduğunuz tavırdan vazgeçirmeye çalışmıştım; ama dinlemediniz!
-
Şimdi yüze vurup da azarlama sırası değil, diyorlardı. Zaten bizler, senin
görüşüne muhalefet etmiş olmaktan çekinmeseydik, Muhammed'le aramızdaki
anlaşmayı asla ihlal etmezdik!
Beri
yanda bu konuşmalara şahit olan Huyeyy İbn Ahtab, durumu sezmiş, onlara şöyle
sesleniyordu:
-
Birbirinizi suçlamayı bir kenara bırakın; çünkü bu durumda hiçbir fayda
getirmeyecektir! En iyisi siz, dişinizi sıkın ve kılıca karşı direnç kazanmaya
çalışın!
Şefkat
Nebisine ait bir uygulama daha dikkat çekiyordu; öğle sıcağı bastırınca
esirlerin dinlenmesi için ashabını uyaran Allah Resnlü (sallallalıu aleyhi ve
sellern), sadece hükmün uygulanmasını, bunun dışında bir zararın verilmemesini
tembihleyerek:
-
Onları aynı anda, hem güneşin harareti hem de kılıcın sıcaklığıyla
cezalandırmayın, buyuracaktı.
Efendimiz'in
talimatı hemen yerine getirilecek ve ashab- ı kiram, esirleri istirahat etmeleri
için uygun bir yere alıp su ikram edecek ve dinlenmelerine imkan vereceklerdi.
Bir
aralık Efendiler Efendisi, Ka'b İbn Esed'le göz göze gelmişti; ona:
-
Ka'b, diye seslendi. Hukukullahı ihlalden hüküm giymiş birisine, eşyayı
şefkatle kucaklayan enginliğin yürekten gelen sesiydi bu. Allah'a ve Resnlü'ne
karşı gelişin bedeli ödenecekti ama Allah Resnlü (sallallahu aleyhi ve
sellern), üzerinde hüküm icra edilecek olan şahsa şefkat nazarlarıyla bakıp,
hiç olmazsa öbür aleme giderken ebedi yok oluşla tükenmemeleri adına fırsat
veriyordu. Kab da bunu hissetmişti; döndü ve:
-
Buyur, ya Eba'l-Kasım, dedi. Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellern):
- İbn Cevvas'ın size olan nasihatini niye dinlemediniz, buyurdu. Çünkü
o, Beni tasdik edip muhataplarına Bana ittiba etmeyi emrediyor, Beni
gördüğünüz zaman da onun selamını Bana söylemenizi talep ediyordu!
326
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
Ka'b'ın
kaçabileceği bir yer kalmamıştı; gerçekten de söylediği gibiydi! Zaten, daha
birkaç gün önce İbn Cevvas'ın söylediklerini kavmine o hatırlatmıştı ama onlar
buna şiddetle karşı çıkınışlardı. O gün olduğu gibi şimdi de, üzerinde kavminin
ağır baskısı vardı ve son cümleleri olarak şunlan söyleyecekti:
- Tevrat'a yemin
olsun ki, doğru söylüyorsun ey Eba'l-Kasım!
Şayet
Yahudilerin, benim kılıçtan korktuğum için sana tabi olduğumu dillerine
dolayıp ayıplayacaklan endişem olmasaydı, ben de Sana tabi olurdum; ancak ben,
Yahudi dini üzereyim!
İhanetin
sembolü haline gelen bu insanların cezalandınlma işi, o günün akşam vaktine
kadar devam etti. Sa'd İbn Muaz, bütün aşamalannda bizzat başlannda bekliyor,
olası bir kargaşaya müdahil olup herhangi bir problemin zuhuruna engelolmak
istiyordu.
Suçu
sabit olanlarırı cezalandınlması sona erince sıra, kalenin üzerinden değirmen
taşı yuvarlayıp da Hall/id İbn Süveyd'i şehit eden Hakem'in hanımı
NüMte'nin cezalandınlmasına gelmişti. Niibate, esirler arasında aranmaya
başlanmış ama bir türlü bulunamamıştı.
Bu
sırada Niibate, olaylardan habersiz olan Hz. Aişe Validemizin yanında
bulunuyordu. O kadar neşeli duruyordu ki, bir taraftan katıla katıla gülüyor
diğer yandan da:
-
Beni Kurayza esirleri öldürülüyor, diyordu. Nihayet, dışandaki miinadinin sesi
duyuldu:
- Ey Nübate, diye
bağırıyor ve bizzat kendisini çağınyordu.
- Vallahi de beni
çağınyorlar, dedi. Aişe Validemiz de şaşırmış-
tı; bu kadar şen ve
şakrak, gülüp oynayan bir kadına ne yapacaklardı! Önce ona, bunun sebebini
sordu. Kadın:
-
Beni kocam öldürdü, diyordu. Aişe Validemizin şaşkınlığı bir kat daha artmıştı;
hemen:
-
Seni kocan nasıl öldürdü, diye sordu. Bunun üzerine Nübate anlatmaya başladı:
-
Zebir İbn Bata'nın kalesinde bulunduğumuz sırada kocam bana, ashab-ı Muhammed
üzerine değirmen taşı yuvarlamarnı em-
327
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
retti; ben de bunu
yaptım ve taş gidip birisinin başına çarpıp onu öLdürdü. İşte ben şimdi, o
şahsa kısas olarak öldürüleceğiml'"?
Nübate'nin
dedikleri doğruydu ve Hallad İbn Süveyd'i öldürdüğü için o gün o da idam
edilecekti. O gün Beni Kurayza kadınlan arasında ölümüne hükmedilen de sadece
Nübate idi.
Affedilenler ile Esirlerin Akıbeti
Sa'
d İbn Muaz'ın verdiği hüküm, elbette Beni Kurayza'nın bütününü kapsamıyordu;
zira o gün Beni Kurayza arasında, Atzyyeru'l-Kurazi ve Rifôe İbn Şemvaf.221 gibi gençlerle Amr İbn Su'dô, İbn Sa'ye'nin oğullan Sa'lebe ve
Üseyd ile onların amcaoğullan Esed İbn Ubeyd gibi sağduyulu
kişilere aynı hüküm uygulanmayacak ve onlar affedileceklerdi.
Zebir İbn Bôta, Buas savaşlannın devam ettiği
günlerde sabit İbn Kays İbn Şemmôs'e çok büyük bir iyilik yapmıştı. Vefa
hissiyle hareket eden Hz. Sabit, bir çırpıda esirlerin bulunduğu yere gelmiş ve
Zebir'i bulmuştu. Ona:
- Ya EM Abdirrahman!
Beni tanıdın mı, diye sordu.
- Benim gibi birisi
hiç seni tanımaz mı, diye mukabele ediyordu
Zebir. Bunun üzerine
Hz. Sabit, şunu söyledi ona:
- Senin benim
üzerimde hakkın var; büyük bir iyilik yapmıştın!
Şimdi ise ben, o
iyiliğin karşılığını verebilecek bir konumdayım!
İçine
inşirah veren cümlelerdi bunlar; bir anda gözlerinin içi parlayıvermişti ve
ümitle şunlan söyledi:
-
Şüphe yok ki kerim bir insan, kendisi gibi kerem sahibi olan birisini
kereminden mahrum etmez; benim sana en çok muhtaç olduğum gün de zaten bugün!
220 Hz. Aişe Validemiz, öldürüleceğini
bildiği halde Niibate'nin o günkü şen ve şakrak halini hiç unutamadığını
anlatacaktır. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/517; İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 4/144;
Salihi, Siibiilii'l-Hiida ve'r-Reşad, 5/14
221 O gün, Efendimiz'in baba tarafından
teyzesi olan Se/md
Binti Kays, huzura gelmiş ve "Ya Nebiyyallalı! Anam babam Sana feda
olsun; Rime'yi bana bağışla! Çünkü o, namaz kılmaya çok müsait; hem deve eti de
yiyor!" demişti. Bunun üzerine Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve
sellern), Rime'yi onun hahnna bağışlaınıştı. Bu kadar lütfu gözleriyle gören
Rifae de gün gelecek Müslüman olacaktı. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/515; Taberi,
Tarih, 2/103; Süheyli, Ravdu'I-Unf, 3/444
328
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
Bunları
söyleyip de kendisinden Zehir'in kerem dilendiğini gören Hz. Sabit, bir çırpıda
Allah Resülü'nün yanına geldi:
-
Ya Resülullah, diyordu. Zebir'e için benim, Buas gününden kalma bir iyilik
borcum vardı; o gün elimden tutup beni kurtarmıştı! Bu iyiliği Senin huzurunda
dillendirip de o sebeple Zebir'i bana bırakmanı istiyorum; onu benim hatırıma
bağışla!
Vefaya
karşı gösterilen vefa, güzel bir hasletti ve Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern), Hz. Sabit'e:
-
O senindir, buyuruverdi. Bunun üzerine Hz. Sabit, büyük bir heyecanla Zebir'in
yanına gelip durumdan onu haberdar etti. Ancak Zebir, oralı olmuyor:
-
Yesrib'de, yanında ne mal ve miilkü ne de ailesi olan yaşlı bir adam bundan
sonra yaşasa ne olacak ki, diyordu. Hz. Sabit de şaşırmıştı; Adam'ın kendi
kurtulduğu yetmiyormuş gibi bir de ailesiyle malını ve mülkünü yanında
istiyordu. Garip bir durumdu ama bir defa bu yola girilmişti; gidecek ve
Resülullah'tan, Zehir'in ailesiyle mal ve mülkünü de talep edecekti. Geldi ve:
-
Ya Resülullah, dedi. Onun ailesiyle mal ve mülkünü de bana bağışla!
-
Onlar da senin olsun, diyordu Allah Resülü. Zehir'in ailesiyle birlikte mal ve
mülkünü de kurtarmış olmanın sevinciyle tekrar yanına gelen Hz. Sabit:
-
Şüphesiz Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), senin çocuklarını, aileni
ve mallarını da bana bağışladı, diye müjde vermeye başladı. Ancak Zebir'de hala
sevinme belirtisi göremiyordu; içine kapanmış bir hali vardı. Biraz sonra da:
-
Ey Sabit, diye başladı sözlerine. Hakikaten sen, sana yapmış olduğum iyiliğin
karşılığını tam olarak bana ödedin; böylece borcunu ödemiş oldun! Ancak ey
Sabit! O yüzü Çin aynası gibi parlayan ve genç kızların da hayranlıkla
kendisini gözlediği Ka'b İbn Esed'e neyapıldı?
-
Öldürüldü, cevabını verdi Hz. Sabit. Zaten sorusunun cevabını Zebir'in kendisi
de biliyordu; belli ki anlatacağı başka şeyler vardı. Bu sefer de, Beni Ka'b ve
Beni Amr'ı kastederek:
- Peki, o iki ünlü
meclise ne oldu, diye sordu. Hz. Sabit:
329
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
-
Onlar da öldürüldü, diye cevapladı. Belli ki adam çok içerlemişti; şunları
söylemeye başladı:
- Ey Sabit! Bunların
olmadığı yerde yaşamanın ne manası var?
Ben
de onların gittiği yere gider ve orada onlarla beraber ebedi kalırım! Benim
buna ihtiyacım yok. Fakat ey Sabit, çocuğumla hanımıma gidip bir bak; çünkü
onlar, ölümden çok korkmuşlardır. Adamına söyle de onları serbest bıraksın ve
mallarını da onlara iade etsin!
Hz. Sabit de derin düşüncelere dalmıştı; elinden tutmak
istediği adam, gerçekten de garip biri çıkmıştı. Huzura gelip de durumdan
Resülullah'ı haberdar etmek isteyecek ve bunun üzerine Allah Resülü
(sallallahu aleyhi ve sellern), Zebir'in çocuğuyla hanımını serbest bırakıp,
silahı dışındaki mallarını da kendilerine iade edecekti.
Zebir'in
bu talebi de yerine getirilmişti; şimdi sıra son isteğindeydi. Bir an önce
kendisini öldürmesini istiyor ve şöyle diyordu:
- Ey Sabit! Senin yanındaki hatırım için senden beni,
bir an önce kavmimin yanına göndermeni istiyorum; dostlarıma kavuşmak için o
kadar sabırsızlanıyorum ki, kovanın kuyudan çıkacağı an kadar bile sabredemem!
Olacak şey değildi; adamı kurtarmak için elinden geleni
yapmış ve bunda da muvaffak olmuştu ama o, şimdi bizzat kendisinin onu öldürmesini
istiyordu; onun için:
- Ben seni öldüremem,
diye tepki gösterdi. Ancak Zebir, kendini ölüme şartlamış, başka bir şey
düşünmüyor ve şunu söylüyordu: - Beni kimin öldürdüğü çok da umurumda değil!
Çoluk çocuk ve kadınlardan müteşekkil bin kadar esir vardı;
önce bir vakit tayin edilerek o zamana kadar bedelini getirenlerin hiçbir şey
sorulmaksızın hürriyete kavuşturulacakları ilan edildi. Ebu'ş-Şahm gibi zengin
Yahudiler, bu arada gelmiş ve belli başlı yakınlarını, bedellerini ödeyerek
esaretten kurtarmışlardı.v'"
Resülullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) onları beş parçaya böldü.
A.yetle
tespit edilen beşte biri kendisine ayırdıktan sonra kalanları ashab arasında
paylaştırmaya başladı. Kendi payına düşenleri de,
222 Ebu'ş-Şahm'ırı
yüz elli dinara kurtardıklan arasında, her birinin yanında üçer çocuk bulunan
Yahudi inancına gönülden bağlı iki kadın da vardı. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/523;
Salihi, Sübüliı'l-Hiida ve'r-Reşad, 5/16
330
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
ya
hürriyete kavuşturuyor ya da bir başkasına hediye ediyordu. Bu arada hizmet
görmeleri için ashabından bazılarına verdikleri de oluyordu.f<'
Bu
arada ashabına bazı tembihlerde bulundu; esir bile olsa insanlara iyi muamele
edilmesi gerektiğini tekrarlıyor ve taksimat yapılırken de esirlerin satışa
arzı sırasında da çocuklann, annelerinden ayrılmaması gerektiğini söylüyordu;
bunun için:
-
Çocuk biiluğ çağına erişinceye kadar annesiyle arasına girilmez, buyuruyordu.
Ashab-ı kirarn hazretleri:
- Büluğ nedir ya
Resülullah, diye sorunca da:
- Biiluğ, kız
çocukların hayız görmesi, erkeklerin ise ihtilam ol-
masıdır, buyuracaktı.
Bunun üzerine çocuklu olan kadınlar, Yahudi veya müşriklere de satılabilirken
küçük yaştaki annesiz çocukların, sadece mii'minlere satışına izin veriliyordu.
O
gün Hz. Osman ile Abdurrahman İbn Avi, Beni Kurayza'dan birçok esiri müşterek
satın almış, daha sonra da aralarında taksim etmişlerdi.v'"
Reyhfıne Binti
Zeyd
Esirler
arasında, Zeyd İbn Amr'ın kızı Reyhane de vardı; Beni Kurayza'dan birisiyle
evliydi. Onun için, esirlerin paylaşımı sırasında o, Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellernj'İrı payına düşmüştü. Ancak O, önce ona İslam'ı arz etti;
kabul etmiyor ve Yahudilikten başka bir yol bilmediğini ifade ediyordu.
Efendiler Efendisi üzülmüştü; Reyhane ayağına kadar gelen fırsatı kaybetmek
üzereydi. Daha sonra da Reyhane Binti Zeyd'i kendi haline bırakarak İbn
Sa'ye'ye gelmesi için haber gönderdi. Huzuruna gelince ona, Reyhane'nin
konumuy-
223 Efendimiz'in,
esirlerin bir kısmını Sa'd İbn Ubdde ile Şam'a, diğer bir kısmını
da Sa'd İbn Zeyd ile Necid'e gönderdiği ve bunlann karşılığında
at ve silah olarak savaş malzemesi tedarik ettiği ifade edilmektedir. Bkz.
Salihi, Sübiilü'l-Hüda ve'r-Reşad.jç/rô
224 Bu taksimde, Abdurrahman İbn Avfın
muhayyer bırakınası sonucu, Hz. Osman ihtiyarlan tercih edecek ve başlangıçta
kendi aleyhine gibi duran bu durum, neticede onun lehine cereyan edecekti.
Zira o gün yaşlıların yanında, sağa sola sokuşturup gizledikleri emtia ortaya
çıkacak ve Hz. Osman yaşlılarla birlikte onlara da malik olacaktı. Bkz. Vakıdi,
Megazi, 1/524; Salihi, Sübülü'l-Hüda ve'rReşad.jj/rô
331
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
la durumunu anlattı;
Müslüman olmasını istiyordu. İbn Sa'ye, meseleyi anlamıştı:
-
Anam babam Sana feda olsun, o Müslüman mı olacak, diye taaccübünü ifade etti.
Bununla o, Efendimiz'in kendisini üzmemesi gerektiğini ve Reyhane'nin mutlaka
Müslüman olacağını anlatmak istiyordu. Daha sonra da, hiç vakit kaybetmeden
esirlerin arasına gelip Reyhane'yi buldu ve ona şunları söylemeye başladı:
-
Sen kavminin peşinden gitme, görmüyor musun, Huyeyy İbn Ahtab onların başına
neler getirdi? En iyisi sen, gel ve Müslüman ol; görmüyor musun ki sen,
Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in payına düşme gibi bir bahtiyarlıkla
karşı karşıyasın!
Kalpler
Allah'ın elindeydi ve Reyhane, İbn Sa'ye'nin davetine icabet ediyordu!
Resülullah'ın telkininden sonra iyiden iyiye düşünmüş ve beri tarafa gelmek
için küçük bir kıvılcım bekliyordu!
İbn
Sa'ye müjdeli haberi getirmek için geldiğinde Allah Resülü (sallallahu aleyhi
ve sellem), ashabının arasında bulunuyordu. Ayak seslerinin kendisine doğru
ilerlediğini duyunca:
-
Şu ayak sesleri İbn Sa'ye'ye ait olmalı; bana Reyhane'nin M üslüman olduğunun müjdesini getiriyor,
buyurdu. Gerçekten de öyleydi; huzura gelen İbn Sa'ye:
- Ya Resülullah,
diye başladı sözlerine. Reyhane Müslüman oldu!
Dünyalar
O'nun olmuştu; çünkü bir insan daha gelmiş ve Allah 'ı, kendisine yakışır bir
ululukla tanımaya başlamıştı.
Ganimetierin
Paylaşımı
Beni
Kurayza yurdundan birçok ganimet elde edilmişti ve bunlar, üç bin kişilik
ashab arasında taksim edilecekti. Elde edilenlerin hepsi bir araya getirilip de
beşe bölündükten sonra her birinin üzerine bir ok konuldu; oklardan birisinde 'Allah
için' yazıyordu. Üzerinde bu ifadenin çıktığı beşte birlik kısım bir
kenara ayrıldı; bunlar, tamamen Allah Resülü'nün tasarrufunda bulunuyordu.
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), Allah için ayrılan beşte birlik
kısmı Mahmiyye İbn Cez'e teslim ettikten sonra geri kalan hisselerin
taksimat işine başlandı.
Sahibine bir hisse
verilirken bir ata iki pay taksim ediliyordu.
332
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
Sadece
üç ata birer hisse takdir edilmişti. Atlılarla piyadelerin toplam hissesi üç
bin yetmiş iki idi. Kalenin altında bulunduğu sırada Niibate'nin yuvarladığı
değirmen taşının çarpması sonucu şehit olan Hallad İbn Süveyd ile o gün vefat
eden Ebu Sinan İbn Mihsan'a da pay ayrılmıştı.
O gün savaşa katıldığı halde Resülullah (sallallahu
aleyhi ve sellern), Saftyye Binti Abdilmuttalib, Ümmü Ümôre Nesibe, Üm mü Selit, Ümmii'l-Alô el-Ensôriuıje,
Siimeurii Binti Kays, Ümmü Sa'd İbn Muôz ve Kebşe Binti Raft' gibi hanım sahabilere,
ganimet mallanndan hisse yerine hediye veriyordu.
Sa'd
İbn Muaz, uzun boylu, iri yapılı, ak benizli, güzel yüzlü, güzel gözlü ve güzel
sakallı bir kişi idi. Yaralanışının üzerinden bir ay geçmişti ki; yarası
yeniden nüksetmiş ve kan kaybetmeye başlamıştı. Bu süre içinde Allah Resülü,
yanına Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer gibi ashabım da alarak onu ziyarete gelmişti;
bütün emareler, Hz. Sa'd'ın dünya hayatının sonuna yaklaştığını gösteriyordu.
Önce yanına yaklaştı Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Hz. Sa'd'ın
başını mübarek dizlerine koydu; derinleşen yaradan Allah Resülü'nün üzerine de
kan sıçramıştı. Önce mübarek ellerini açtı ve:
- Allah'ım, dedi. Sa'd, Resülii'nü tasdik edip Senin
yolunda cihad etti; bu yolda yapılması gereken vazifeyi hakkıyla yaptı. Onu,
huzuruna alırken, ruhlarını kolayca alıp manevi huzuruna aldığın kulların gibi
huzuruna kabul buyur!
Allah'ın Resülü, ashab-ı Resülillah için dua ediyordu.
Baş ucunda, böylesine önemli bir şehadetine şahit olan Hz. Sa'd, göz kapaklarını
aralayacak ve Resul-ii Kibriya Hazretlerine nazar ederek:
- Allah'ın selamı
Senin üzerine olsun ya Resülullah, diyecekti.
Ben Senin Resülullah
olduğuna gönülden şehadet ederim!
Hz. Sa'd'ın vefat ettiği gecenin sabahında Allah
Resülü'nün yanına yine Cibril-i Emin gelmişti; başına kar gibi beyaz bir
ipekten sank sarmış ve inkisar dolu bir ses tonuyla:
-
Ya Nebiyyallah, diyordu. Bu gece kendisine sema kapılan açılıp da kendisi için
arşın sarsıldığı şahıs da kim?
Anlayan anlamıştı;
Cibril'in sesini duyar duymaz Allah Resülii
333
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
(sallallahualeyhi
vesellem), Sa' d İbn Muaz'ın evine doğru koşmaya başladı. O kadar hızlı
koşuyordu ki, arkasından kendisiyle birlikte gelmek isteyen ashabı geride
kalmış ve yetişmekte bir hayli zorlanmıştı:
-
Ya Resülullah, diye arkadan sesleniyorlardı. Yürümekten dizlerimiz koptu! Bu
acelenizin sebebi ne ola ki!
- Hanzala'yı yıkamakta geciktiğimiz gibi Sa'd için de
gecikip, onu da meleklerin yıkayıvermesinden endişe ettim, diyordu Habib-i
Kibriya Hazretleri.
Nihayet eve gelmişlerdi; tahmin edildiği gibiydi. Sa' d
İbn Muaz, ebedi aleme göç etmiş, içinde bulunduğu odayı da melekler doldurmuştu.
Önce Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz.
Sa'd'ın annesini teselli etti. Bedeni yıkanıp da omuzlara alındığında, Hz.
Sa'd'ı bir müddet Allah Resülü de omuzlanna alıp taşıdı. Daha sonra da bu
vazifeyi, ashabına bırakarak kendisi cenazenin önünde yürümeye başladı. Onu
taşımak için tabutunun altına omzunu koyanlar, hayretler içinde kalıyordu;
zira Hz. Sa'd'ın bedeni kuş gibi hafifti:
- Ya Resülullah, dediler. İri yapılı olduğu halde
bundan daha hafif bir cenazeyi hiç taşımadık; acaba Beni Kurayza hakkında verdiği
hükümden dolayı mı bu kadar hafif oldu ki!
-
Hayır, buyurduAllah Resülü. Varlığımyed-i kudretinde olana and olsun ki, onu
melekler taşıyor!
Namazını bizzat Allah
Resülü (sallalIalıu aleyhi ve sellem) kıldırdı.
Medine sanki Baki
kabristanına yürümüştü; mezan kazılırken de başında bekliyordu. Hz. Sa'd'ın
bedeni kabre konuluncaAllah Resülü'nün yüzündeki renk değişmiş ve solmuştu:
- Sübhanallah, diyordu ve bunu üç kere tekrarladı.
O'nun bu tesbihini ashabı da tekrarlıyordu; Baki kabristanı tekbir ve tesbih
sesleriyle yankılanıyordu. Yine gözlere yaş yürümüş, kalb-i mübarekleri de
hüzün dolmuştu. Mübarek yanaklanna süzülen gözyaşlanyla sakal-ı şerifleri
ıslanmış, avucunun içiyle onlan sıvazlayıp eliyle yüzünü siliyordu.
Hz. Sa'd'ın annesi de mezarlığa gelmişti; önce ashab-ı
kiram, onu uzaklaştırmak istedi. Ancak Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem):
- Onu bırakın,
buyurdu. Oğlunun birini Uhud'da emanet eden
334
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
Ü
mmü Sa' d, bir yandan dünya adına geçici ayrılığın verdiği hüzünle iki büklüm
gözyaşı döküyor diğer yandan ikinci oğlunu da Allah yolunda şehit vermenin
huzurunu duyuyordu! Onun için:
- Miikafatının Allah katında bololmasını dilerim,
diyordu. Mezara konulup da üzeri toprakla kapatılıncaya kadar başında bekleyen
Efendiler Efendisi (sal1al1ahu aleyhi ve sellern), burada bir müddet dua
ettikten sonra yeniden Ümmü Sa'd'ı teselli ederek mezarlıktan ayrılacaktı.
Hicretin Beşinci Yılında Cereyan Eden Diğer Önemli
Hadiseler
Bir taraftan yeni hükümler gelmeye devam ediyordu.
Suyun bulunmadığı durumlarda namaz kılabilmek için toprakla abdest alma
manasında teyemmüm alternatifi gelmiş ve bu hüküm, abdest alacak su
bulamayanlar için büyük bir rahatlamaya vesile olmuştu.
Aynı zamanda içki ile ilgili yeni bir durum daha söz
konusu oluyordu; zira henüz kesin hüküm gelmediği için zaman zaman üzüm veya
hurma şırası içen ashabdan biri, cemaate imam olmuş ve bu imamette, okuduğu
ayetleri karıştırmıştı. Bunun üzerine gelen ayette, sarhoşken namaza
yaklaşılmaması emrediliyor ve bu vesileyle toplum, büyük ölçüde içkiden
uzaklaştırılmış oluyordu.
Elde kesin delil olmadığı sürece başkalarına iftira
atmanın vebali hakkında gelen ayetlerde mesele ciddi ciddi ele alınıyor ve toplumu
temelinden sarsan ve insanlar arasında güvensizliği beraberinde getiren bu
çirkin davranış, büyük bir günah olarak inananların önüne konuluyordu.
Evlat edinme ile ilgili hükümler gelmiş ve bundan böyle
herkesin kendi öz babasına isnad edilmesi gerektiği ifade edilmişti. Zira o
güne kadar insanlar, evlatlık olarak yanlarına aldıkları kimseleri kendi
oğulları gibi telakki ediyor ve diğer insanlar da onu, 'filanuı
oğlu' diyerek evlat
edinen kimseye isnat ediyorlardı!
Cibril-i Emin'in getirdiği bir başka ayette ise, Allah
Resülü'nün Zeyneb Binti Cahş ile nikahının semalar ötesinde kıyıldığı anlatılıyor
ve böylelikle, Hz. Zeyd' den boşanan Zeyneb Validemiz de Ezvacı Tahirat
arasındaki yerini alıyordu.
335
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern)
Bu
yıl içinde gelen bir diğer hüküm de, tesettürün farziyetiydi; bilhassa kadınlar
için daha fazla bir dikkat isteniyor, dışarı çıkarken üzerlerine örtülerini
almalan emrediliyordu!
Boşanmalarla
ilgili yeni hükümler gelmiş ve Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern)
tarafından bu, Allah'ın hoşnut olmadığı en son çare olarak insanlara
aktarılmıştı.
Gelen
ayetlerde, adab-ı muaşeret dediğimiz görgü kurallarına da yer veriliyor ve
böylelikle insanlar, herkese örnek olabilecek bir model hayata davet
ediliyordu. Bunun için başkasının evine girerken izin isteme zorunluluğu
getirilmiş, böyle bir iznin gelmediği kapıdan ayrılıp geri dönmenin önemine
dikkat çekilmişti.
Bunlar,
bütünüyle, sosyal hayatın İslami çizgide yeniden inşası anlamına geliyordu.
Yine
bu yılın içinde Medine'de, ikinci kez nüfus sayımı yapılmıştı.
İnsanlar
güneş tutulmasına şahit olmuş, depremle sarsılmışlardı; benzeri olağanüstü
durumlarda kaçış ıp dağılma yerine onlar, namaz kılıp duaya duracak ve
böylelikle ilk defa, güneş veya ay tutulduğunda kılınan 'kiisuf ve 'hüsuj namazlarıyla
tanışacaklardı. Yine bu yıl içinde insanlar, kıtlık vesilesiyle yağmur duasına
çıkmış ve namaz kılmışlardı. Aynı kıtlığın Mekke'de de yaşanıyor olması nazara
alınarak orada bulunan bazı kabileIere yardım gönderilmişti. Böylelikle
mii'minler, kendileri ihtiyaç duyuyor olsalar bile başkalarını kendilerine
tercih edeceklerini de göstermiş oluyorlardı.
Bu
arada Medine'ye Müzeyne hey'eti gelmiş ve Selman-ı Farisı de kölelikten
kurtarılmıştı,
Peşi
peşine sökün eden olaylarla hızlı bir süreç yaşanmış ve artık, Mekke'den
ayrılış ın altıncı yılına girilmişti. Daha dün gibiydi; peygamberler diyarı ve
Hz. İbrahim'le yeniden inşa edilen Mekke herkesin burnunda tütüyordu. Herkesin
gönlü günde beş vakit yöneldikleri Kabe ile birlikte orada kalmıştı, bir
rnü'min olarak gidip de Allah'ın Evi'ni ziyaret etmenin özlemiyle yanıp
tutuşuyorlardı.
336
Yeni Bir Saldırı ve
Hendek
Daüssıla, herkesin içini yakan bir husustu; yerin
göbeğiyle göbek bağı olanlar, Kabe'ye seyahat yapacakları günün rüyasını görür
hale gelmişlerdi. Zira Kabe, ilk günden bu yana ibadet maksadıyla inşa
edilmişti. Bugüne kadar orada ibadet adına ortaya konulanlar, maskaralıktan
ibaretti; tavaf diye etrafında dönerken ıslık çalıyor ve alkış tutuyorlardı.
Günah işlerken üzerlerine taktıkları elbiselerini buraya gelince çıkarıp bir
kenara koyuyor ve Allah'ın Evi'ni, hem de ibadet maksadıyla uryan olarak tavaf
ettiklerini sanıyorlardı.
Allah
Resülii de aynı duygular içindeydi; O'nun nazarında Kabe, minberinden ayrılmış
bir mihrab gibi duruyordu. Öyleyse Medine'de kurulan minber, Mekke'deki
mihrabın yanına çekilmeli ve Hak adına bir vuslat yaşanmalıydı. Ancak, bunun
için zeminin de müsait hale getirilmesine ihtiyaç vardı.
Bedir,
Uhud ve Hendek gibi önemli dönüm noktalarında istediklerini alamamış olsalar
da, müşriklerden gelebilecek herhangi bir tehlikeye karşı tedbiri elden bırakmamak
gerekiyordu. Onun için Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), etrafa
gönderdiği keşif kollarıyla önce bölgenin güvenliğini garanti altına almak
istemişti. Altıncı yılın Şa'ban ayında Abdurrahman İbn Avfı yanına
çağırıp sarığını bizzat kendisi saran Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern), karşılaştıkları insanlara iyilikle muamele etmelerini tembihleyerek
onları Beni Kelb diyarına göndermiş; yine aynı ayın içinde iki yüz
ashabıyla birlikte Hz. Ali'yi de, Medine'ye saldırı hazırlığında olduklarının
haberi gelen ve Hayber ehliyle ittifak kurmaya çalıştıkları anlaşılan Fedek
yönüne göndermişti. Anlaşılan Beni Kaynuka, Beni Nadir ve Beni Kurayza'dan
sonra Fedek ve Hayber, İsrailoğulları için yeni bir fitne merkezi haline
getirilmek isteniyordu. Onun için Allah Resülü'nün gözü de bunların üzerindeydi
ve onları yakın takibe almıştı.
Yine
Efendimiz aynı yılın Ramazan ayında Hz. Ebu Bekir veya Zeyd İbn
Hôrise'yi, kendisini öldürme planlarının yapıldığı Vadi'lKura yönüne
uğurlamış, Şevval ayında da yirmi kişilik bir müfreze ile Kiirz İbn Côbir'ı, şifa bulmak için Medine'ye
geldikleri halde kendilerine tahsis edilen develeri kaçırıp başındaki
çobanlarını da öldüren mürted Uranllerin peşinden göndermişti. Zira Uranililer,
Müslüman olduklarını söylemekle birlikte açık bir ihanet içindeydi-
337
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
ler;
hastalıklanm bahane ederek Resülullah'a müracaat etmişler ve O da, kendilerine
bir bölgede develer tahsis etmiş ve bunlann sütüyle bevillerinden içmelerini
tavsiye etmişti. Tavsiyelere uyup da iyileşince, Allah Resülü'nün çobanını
öldürmüş ve develeri de alarak kaçmışlardı. Aynı zamanda dine baş kaldıran bu
insanların yaptıklarına muttali olunca, Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve
sellem) mübarek ellerini kaldıracak ve:
-
Allah'ım! Onların gözlerini görmez, yollarım da çıkmaz eyle, diyecekti.
Bütün
bunlarda ana hedef, Hicaz'ın güvenliğini temin etmek ve böylelikle, bölgede
artık sadece İslam'ın hükmünün geçerli olduğunu tescil etmekti. Diğer yandan
bütün bunlar, Mekke'ye gidip de Kabe'yi
tavaf edebilmek için bölgenin güvenliğini garanti altına almayı da
sağlayacaktı.
338
Gündüzler Mekke'nin hayaliyle tüllenirken geceler de
Kabe'de ibadet rüyalanyla geçiyordu. Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve
sellem) de bir rüya görmüş ve bu rüyasında, ashabının bir kısmının saçlarını
tıraş ettirmiş, diğer bir kısmımn da kısaltmış olarak emniyet ve güven içinde
Kabe'yi tavaf ettiklerine şahit olmuştu; Kabe'nin anahtarlanm almış ve onu
tavaf ederek umre vazifesini gerçekleştirmişti!
Resülullah, sabah olup da bu rüyasım ashabıyla
paylaşınca Medine' de büyük bir sevinç yaşanmış ve ashab uzaktan kendilerine
el sallayan Kabe'ye gideceklerinin müjdesini almış olmamn huzurunu yaşamaya
başlamışlardı; gidecek ve umrelerini yapıp Kabe ile hasret gidereceklerdi.
Resülullah da zaten aynı şeyleri söylüyordu!
Hemen hazırlıklar yapılmaya başlandı. Zira Kabe,
kimsenin tekelinde olamazdı; onu atalan Hz. İbrahim inşa etmiş ve Allah'a kulluk
etsinler diye kendisinden sonrakilere emanet etmişti. Şimdi bu emanet, ehil
olmayanların elinde heba ediliyordu; onun şan ve şerefini yeniden iade edecek
olan da yine, Allah Resülü'ydü. Gidecek ve orada, Allah'a kulluk vazifesinin
nasıl eda edilebileceğini bizzat gösterecekti.
Bu sırada Medine'ye, Biisr İbn Süfyan gelmiş ve
Müslüman olmuştu. Geri dönmek istediğinde Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellem) ona:
-
Ey Büsr, diye seslendi. 'Gitmekte acele etme; belki hep birlikte gideriz!
Çünkü biz, inşallah umre için yola çıkmak üzereyiz.'
339
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Maksat, savaş değil
ibadetti; onun için yanlarına sadece vahşi
, hayvanlardan kendilerini koruyacak
çapta küçük kılıçlar almışlardı.
Bu
yolculukta kendilerine, kurban edilmek üzere bir kısım koyun ve develer de
eşlik ediyordu. Resülullah da bunun için yanına bir deve almıştı.
Yine
bir pazartesi günüydü; takvimler, altıncı yılın Zilkade ayını gösteriyordu.
Hücre-i saadetlerine girerek abdest alan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern),
iki kat elbise giyerek dışarı çıktı ve kapısının önündeki Kasvd'ya binerek
yola çıktı. Artık yeryüzünün merkezine doğru yolculuk başlamıştı. Bu sefer
yanında Ümmü Seleme validemiz vardı.
Medine'de
yine İbn Ümmi Mektüm bırakılmıştı. 225 O'nunla birlikte, iki yüzü atlı
olmak üzere Erisar ve Muhacirin bin dört yüz kişi bulunuyordu.v" Az dahi
olsa etraftaki Arap kabilelerinden gelenler de bu kutlu kervana katılmıştı.
Aralarında Ümmü Ümôra, Ümmü
Men!' Esmii Binti Amr ve
Ümmü .Amir el-Eşheliyye gibi hanım sahabiler de vardı. Rüyası
görülmüştü ya, Kabe'ye girip de onu tavaf edeceklerinden şüphe etmiyorlardı.
Zü'l-Huleyfe'ye gelindiğinde burada öğle namazı kılındı. Ardından
Efendiler Efendisi, kurbanlık olarak aynlan yetmiş kadar deveye işaret koymaya
başlamıştı; kurbanlıkları kıbleye çeviriyor ve sağ yanına işaret koyuyordu. Bir
kısmını kendileri yapmış, geride kalanları da Ndciye İbn Cündeb' e
bırakarak onun yapmasını istemişti.
Bu
sırada yeni Müslüman Biisr İbn Süfydn'ı yanına çağırarak gözcü olarak
önden gitmesini söyledi. Aynı zamanda Abbôd İbn Bişr
225
Hudeybiye'ye gidilirken Medine'de Nümeyle İbn Abdullah el-Leysf'yi veya EbU
Ruhm Gülsüm İbn Husayn'ı bıraktığı da ifade edilmekte, üçünü birden
bırakarak İbn ÜmmiMektum'u namaz kılmakla görevlendirdiği de
anlatılmaktadır. Bkz. Belazuri, Ensabu'l-Eşraf, 1/154; Salihi, Sübülü'l-Hüda
ve'r-Reşad, 5/33
226 Umre
için yola çıkanların sayısı bin üç yüz, bin dört yüz, bin dört yüzden biraz
fazla, bin beş yüz, bin beş yüz yirmi beş, bin altı yüz, bin yedi yüz ve bin
sekiz yüz şeklinde de ifade edilmektedir. Büyük ihtimalle rakamlardaki
farklılık ve bin dört yüzden sonraki rakamlar, yola çıkıldıktan sonra etraftaki
kabilelerden kahlan mü'minler sebebiyledir. Aynı zamanda burada, o gün genel
manzaraya bakanların mü'minlerin adedini tahminen söylemeleri veya kadın,
çocuk ve savaşma durumunda olmayanlan bu rakama dahil etmeyişleri de etkili
olmuştur. Bkz. Salihi, Siıbülü'l-Hiida ve'r-Reşad, 5/70-71
340
Um re Seferi ve
Hudeybiye
komutasında yirmi
kişilik bir müfrezeyi de,227 herhangi bir gelişmeye karşılık öncü
kuvvet olarak gönderiyordu.
Bu arada Hz. Ömer ve Sa'd İbn Ubôde Allah
Resülü'rıün yanına gelmiş, yanlanna daha fazla silah alma konusunda O'nunla
konuşmak istiyorlardı. Endişeleri vardı; Kureyş'in ne yapacağı belli olmazdı.
Her ne kadar ibadet maksadıyla yola çıkmış olsalar bile onların kural tanıyacak
halleri yoktu. Onun için ihtiyatlı olmak istiyorlardı. Ancak bütün ısralarına
rağmen Habib-i Kibriya Hazretleri, yolcu silahından başka silahlanmayı arzu
etmeyecek ve her haliıkarda ibadet niyetinden taviz verilmesini uygun
bulmayacaktı.
Burada iki rekat namaz daha kıldı; her halinde ibadet
neşvesi nümayandı. Esas niyet Kabe'yi tavaftı ve Allah Resülü de ihrama girdi.
Niyetteki netliği ashabıyla da paylaşmak istiyordu; onun için devesinin üzerine
çıkarak:
- Lebbeyk Allahümme lebbeyk. Lebbeyke la şerike leke
lebbeyk. İnne'l-Hamde ve'n-Ni'mete lek; ve'l-miilke la şerike lek, diye
telbiye getirmeye başladı. Ümmü Selerne Validemiz de ihram için niyet etmişti.
İlk defa karşılaşıyorlardı; ihramla da ilk defa
tanışacaklardı. Resülullah'ın adımlan yakın takibe alınmış ve yaptığı her şey
ashabı tarafından tekrarlanır olmuştu. Adım adım O'nu takip eden ashab-ı
kiramın çoğu burada ihrama girmişti. Burada giremeyenler de Cuhfe'ye gelince
girecek ve tam tekrnil ibadet neşvesine bürüneceklerdi; zira Cuhfe'ye kadar
kendilerine bir kolaylığın sağlandığını biliyorlardı.
Yolculuk devam ediyordu; Beydd denilen mevkiden Beni
Bekir, Cüheyne ve Müzeyne kabilelerinin yanına doğru yönelen Efendimiz'in
maksadı, onları da bu yolculukta yanında görmekti, Ancak onlar, mal ve
mülkleriyle meşguliyetlerini ileri sürerek umre kervanına katılmayacaklardı.
Kabe'ye doğru ilerleyen mü' minl eri arkadan süzerken müminler kendi aralarında
şöyle konuşuyorlardı:
227
Bu müfrezenin komutanının, Sa'd İbn Zeyd olduğu da söylenmektedir. Bkz.
Vakıdi, Megazi, 1/574; Salihi, Sübülü'l-Hüda ve'r-Reşad, 5/34
341
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
-
Muhammed bizi, silah ve mühimmat bakımından son derece hazırlıklı bir kavimle
savaşmaya çağırıyor; halbuki O ve ashabı bugün, bir oturumda yenilecek deve
gibiler. Muhammed ve arkadaşları bu seferden asla sağ olarak dönemezler;
baksanıza yanlarında ne silah var ne de savaşmak için bir hazırlıkları!
Her
halinde tebliğ ve irşad nümôyan olan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)
yolda ilerlerken Beni Nehd kabilesine mensup bir kısım insanlarla
karşılaşmıştı. Konuyu hemen sohbet-i canana getirdi ve onları Allah'a iman
etmeye çağırdı; müspet cevap vermiyorlardı. Kısrnet ayaklarına kadar gelmişti
ama kıymet bilememişlerdi. Ancak gelip Allah Resülü'ne süt ikram etmek
istediler. Allah Resülü:
- Bir müşrikin
hediyesini kabul edemem, diyerek geri çevirdi.
Ancak,
ashabına dönerek bunların satın alınmasını talep etti; denilen hemen yapıldı.
Bugüne kadar ellerinde ne varsa yanlarına uğrayanlar tarafından gasbedilen
Beni Nehd, karşılaştıkları bu civanmertlik ve inceliği hayranlık ve şaşkınlık
içinde seyrediyorlardı.
Ashab-ı
kiram, daha da ileri giderek Beni Nehd'in avladığı üç tane keleri onlardan
satın almış ve oturup aralarında yemek istemişlerdi. Daha önceden ihrama
girenlerin aklına hemen, ihramdayken avlanmanın yasak olduğu hükmü geldi ve
kendilerinin bizzat avlamadıkları bu hayvanların etinden istifade edip
edemeyeceklerini sordular:
-
Yiyin, diyordu. Kendiniz için bizzat avladıklarınız veya özellikle sizin için
avlananlar dışında her türlü kara hayvanı size helaldir; ihramlı olarak
bunları yiyebilirsiniz!
Her
adımda din adına yeni bir şey öğreniyorlardı; Ebva'ya geldiklerinde,
kurbanlıkların başında görevli olan Hz. Naciye Allah Resülü'nün huzuruna
gelmiş ve:
-
Ya Resülullah, diyordu. Develerden birisi yolda kaldı; yürüyemiyor. Ne
yapalım?
-
Onu kes ve boynundaki ipini de kanına batır, buyurdu. Ancak onun etinden ne sen
ne de arkadaşlarından herhangi biriniz yemesin; onun etini sizin dışınızdaki
insanlara bırakın!
Ashab arasında EbU
Katade henüz ihrama girmeyenlerdendi.
Yirmi kişilik öncü
birlikle hareket etmiş ve bir hayli mesafe katet-
342
Umre Seferi ve
Hudeybiye
mişlerdi.
Mola verdikleri bir sırada o da oturmuş bir kenarda ayakkabısının bağını
bağlamakla meşguldü. Bu sırada karşılarına bir zebra çıkıvermişti; onunla
birlikte olan birliğin diğer elemanları, ihrama girdikleri için zebraya bir şey
yapamıyor, bir an önce Ebu Katade'nin görerek onu avlamasını istiyorlardı.
Etinin hel al olabilmesi için kendileri de ikaz edemiyor ve Ebu Katade
görmeden önce zebra kaçacak diye büyük üzüntü duyuyorlardı. Nihayet zebrayı Ebu
Katade de görmüştü; görür görmez hemen yayına koşup onu kaptığı gibi atının
üstüne atladı. Bu sırada ok ve mızrağını almayı unutmuştu; arkadaşlarına
seslenerek kendisine onları vermelerini istedi. Ancak hiçbiri buna yanaşmıyordu;
zira biliyorlardı ki, zebrayı avlama konusunda ona yardım etseler, etini
hiçbiri yiyemeyecekti:
- Vallahi de biz,
bunun için sana yardım edemeyiz, diyorlardı.
Ebu Katade
sinirlenmişti; atından aşağıya atladı ve istediği malzemeleri kendisi alarak
yeniden atına bindi.
Çok
geçmeden Ebu Katade, avladığı zebrayı yüklenmiş olarak ashabın yanına geldi.
Sevinmişlerdi; yolculuk sırasında yine bir ikram-ı ilahi ile karşı karşıya
idiler. Bir taraftan da, ihramda oldukları halde avlanmış bir kara hayvanının
etini yeme konusunda şüphe duyuyorlardı; buna rağmen oturmuş ve zebra ile bir
güzel karınıarını doyurmuşlardı.
Ebu
Katade, ön budu Allah Resülii'ne saklamıştı. Huzura gelip de durumu kendisine
anlatınca:
-
Sizden herhangi biri onu gösterip de avlamasını istedi mi, diye sordu.
-
Hayır, dediler. Bunun üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem):
-
Onun geride kalan kısmını da yiyin; zira o, Allah'ın size olan helal bir
ikramıdır, buyurdu. Daha sonra da Ebu Katade'ye döndü ve:
-
Yanında ondan bir şey kaldı mı, diye sordu. Bunun üzerine Ebu Katade, zaten
Efendimiz için sakladığı ön budu kendilerine takdim etti; ihramlı olduğu halde
Allah Resülü de avın etinden yedi.
Hudeybiye'ye
geldiklerinde ashab arasından Ka'b İbn Ucre'nin başındaki yara üzerine
haşerat üşüşmüş ve onu ciddi manada rahat-
343
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
sız etmeye
başlamıştı. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) yanına gelip de durumuna
şahit olunca ona:
-
Başında üşüşüp duran bu haşerat sana eziyet veriyor mu, diye sordu.
- Evet, cevabını
alınca da:
- Senin bu kadar
bitkin düşeceğini hiç düşünmemiştim, buyur-
du ve başını traş
etmesine izin verdi. Ardından da şunlan tembih etti:
-
Bunun için sen, üç gün oruç tut; altı fakirin karnını doyur veya kolayına
geldiği gibi bir kurban kes!228
Bütün
bunlar, ihramlı iken bir mü'minin nasıl davranması gerektiğini gösteren
örneklerdi ve ashab-ı kiram da bunlarla ilk defa karşılaşıyordu. Her
adımlarında din adına yeni bir şey daha öğreniyor ve Allah' a daha yakın bir
kulolabilmek için adeta birbirleriyle yarışıyorlardı.
Yolculuk
devam ediyordu; bin dört yüz kişilik bir insan kitlesi Mekke'ye doğru
yürüyordu ama kimsenin burnunun kanamasına müsaade edilmiyordu. Ne uğranılan
yerlerdeki insanlar rahatsız ediliyor ne de uğranılan bağ ve bahçelerde
herhangi bir talana meydan veriliyordu. Sanki yürüyenler, yeryüzüne inmiş
meleklerdi. İnsanlık Hicaz'da ilk defa, hak ve adalete hassasiyetle riayet
eden bir anlayışla karşı karşıya idi.
Onlar
kimsenin malına göz dikmiyorlardı. Onlan uzaktan gözleyenler, bu farklılığı
görüp de kendileri geliyor ve Allah Resülü'ne hediyeler takdim etmek
istiyorlardı. Oğluyla birlikte ima İbn Rahda gelmiş ve Efendimiz'e iki
yüz koyunla süt yüklü iki deve hediye etmişti. O da (sallallahu aleyhi ve
sellern), önce:
-
Allah size bereket ihsan etsin, diyerek onlara dua edecek ve ardından da bu
ikrarnı ashabı arasında paylaştıracaktı.
228
Hz. Ka'b, "Sizden her kim hasta olur veya bayındaıı bir rahatsız/ık
hali zuhur ederse bu durumda oruç, sadaka veya kurban olmak üzere ona fidye
gerekir." (Bakara, 2/196) mealindeki ayetin kendisi hakkında naziI
olduğunu söyleyecektir. Bkz. Buhari, Sahih, 4/1535 (3955); Müslim, Sahih, 2/861
(1201); Tirmizi, el-Camiu's-Sahih, 5/212 (2973); Taberi, el-Camiu'l-Beyan,
2/232
344
Umre Seferi ve
Hudeybiye
Yeryüzünde
hüsn-ü kabul görmenin bir emaresiydi bu ve sadece bununla da sınırlı
kalmayacaktı. Her karşılarina gelen kabile bu nezih davranışı hayranlıkla
temaşa ediyor ve gönlünden koparak elinde bulunan ekmek, acur ve ıtr gibi en
değerli mamullerle, melek yürüyiışlü bu insanlara ikramda bulunmak istiyordu.
Hatta Allah Resülii Csallallahu aleyhi ve sellern), bu yolculuk esnasında
kendisine ikram edilen güzel kokulu ve içi sütlü bir bitkiyi yiyince çok hoşlanmış,
aynı bitkiden tatması için onu Ümmü Selerne Validemize de göndermişti.
Allah
Resnlü'nün ashabıyla birlikte umre yapmak üzere Mekke'ye doğru geldiğinin
haberi Mekke'ye de ulaşmış ve Mekkeliler büyük bir telaş içine düşmüşlerdi;
korkuyorlardı. Hiç ummadıklan bir sırada Hz. Muhammed üzerlerine geliyordu.
işin ucunda savaş gözükmese de bu, psikolojik olarak acziyetlerini ortaya
koyacak bir davranıştı. Onun için hemen istişare meclislerini toplayıp durumu
müzakere etmeye başladılar:
-
Muhammed, ordusuyla birlikte üzerimize gelip de umre yapmak istiyor; halbuki
bunu duyan Araplar, daha düne kadar aramızda yaşanan savaşlara bakıp da O'nun
ansızın üzerimize gelişini nasıl değerlendirirler! Vallahi de biz, can bu tende
kaldığı sürece onlann Mekke'ye girmelerine asla müsaade etmeyiz, diyorlardı.
Bunun yanında, 'umre yapma görüntüsüyle Mekke'ye girip askerleriyle kendilerine
saldıracaklarını' ileri sürenler de yok değildi.
Konuşmalar,
ne pahasına olursa olsun mii'minleri Mekke'ye sokmama istikametindeydi ve
neticede bu işin organizasyonunu Safvan İbn Ümeyye, İkrime İbn Ebi Cehil ve Süheyl İbn Amr'a havale
ettiler. Onlar da, kendilerine danışmadan hiçbir adım atmayacaklan konusunda
Kureyş'e teminat verdi. ilk danıştıklan konu, iki yüz kişilik bir öncü kuvveti
Kiiraii'l-Ganim'e gönderip başına da yavuz bir kişiyi kumandan tayin etmekti ve
bu teklifkarşısında Kureyş:
- Ne güzel görüşünüz var,
diye mukabele etti.
Bu
karann üzerine hemen Halid İbn Velid kumandasında iki yüz atlıyı yola
vurdular; bunlar, Kiirôii'l-Ganittı denilen yere uğrayacak ve Himoqulları,
Beni Hôris, Beni
Abdimetıôh, Beni Musta-
345
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern)
lık
olarak bilinen ve
kendilerine, bölgelerinde bulunan dağ sebebiyle AMbiş denilen
kabilelerle ve Sakif gibi
kendileriyle paralel hareket eden kabileleri savaş için hazırlıklı olmaya davet
edeceklerdi. Gidilecek yer de belirlenmişti: Beldah.
Bu
arada Kureyş, bilhassa Ahabiş kabilelerine izzet ii ikramda bulunmayı da ihmal
etmiyordu; aralarında görev dağılımı yapmış ve başta Dôru'n-Nedue olmak
üzere Safvan İbn Ümeyye, Süheyl İbn Amr, İkrime İbn Ebi Cehil ve Huuautıb
İbn Abdiluzzô'tası evinde ziyafetler tertip ediyorlardı.
Adres
belliydi; artık hazırlığını yapıp da yola koyulan herkes Beldah'a geliyordu.
Çok geçmeden çadırlar kurulmuş ve ne pahasına olursa olsun mü'minleri buradan
ileriye geçirmemeye and içmişlerdi. Kureyş kadınlarıyla çocuklar da buraya
akın etmişti. Dağ başlarına da, belli aralıklarla gözcüler yerleştirmiş ve
sadece kendileri duyacak kadar bir ses tonuyla gelişlerini kendilerine haber
vermelerini istemişlerdi.
Onların
bu hamlelerine şahit olan yeni mü' min Büsr İbn Süfyan, olup bitenlerin
haberiyle birlikte Resülullah'ın huzuruna geldi. Bu sırada rnii'mirıler, Usfôn
yakınlarındaki Gadiru'l-Eştôt denilen yerde bulunuyorlardı:
-
Ya Resı1lullah, dedi. Şu Kureyş, Senin geliş haberini almış ve sağmal
develerleçoluk çocuklarını da yanlarına alarak zırhlarını giymiş vaziyette 2ı1
Tuva'da karargah kurmuş. Seni Mekke'ye sokmamak için Allah adına yeminler edip
ahitleşiyorlar. Halid İbn Velid de, iki yüz atlıyla birlikte Küraü'l-Canirrı
denilen yerde bekliyor!
Onların
içinde bulundukları ruh halini ve karşı koymak için daha ne gibi yollara
tevessül ettiklerini olduğu gibi anlatan Hz. Büsr'ü büyük bir dikkatle
dinleyen Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Allah adına yola
çıkanların bu anlaşılmaz tavırlarını hayretle karşılayacak ve her defasında
kılıca sarılıp şiddet ve kavgadan yana olan Kureyş'e her halukarda galip
geleceğini ifade edecektir.
Yeniden İstişare
ve Salatü'l-Havf
Haberler,
yeni bir krizin daha sinyalini veriyordu ve Allah Resülü (saIlallahu aleyhi ve
sellern), önce yolun değiştirilmesini emir buyurdu;
346
Umre Seferi ve Hudeybiye
ardından da ashabına
dönerek, Allah'a hamd edip layık olduğu vechile O'nu tazim ettikten sonra
şunları söylemeye başladı:
- Ey Müslümanlar topluluğu! Fikrinizi söyleyerek Bana
yol gösterin; ne diyorsunuz? Kureyş, Ahabiş kabilelerine yemekler yedirerek
Beytullah'ı tavaftan bizi alıkoymak istiyor; ne yapalım? Doğruca Beytullah'a
yönelip ilerlernemizi ve bizi ondan alıkoymak isteyenlerle çarpışmamızı mı
uygun görüyorsunuz? Yoksa şunlara yardım eden etraftaki kabilelere yönelip
onların hakkından mı gelelim ki, bu durumda bizimle uğraşacak vakit bulamazlar
ve Allah da, onları rezil ve rüsva eder, haklarından gelir.
- Doğrusunu, Allah ve
Resülii bilir, diyordu Hz. Ebu Bekir.
Ancak
ya Resülullahl Bizler savaş niyetiyle gelmedik; kimseyle savaşmak gibi bir
düşüncemiz yok! Dolayısıyla biz, yolumuza devam edelim; bizi Beytullah'ı
tavaftan engelleyenler olursa onlarla savaşırız.
Üseyd İbn Hudayr da benzeri şeyler söylemişti; ashabın
genel olarak niyeti buydu ve hep birlikte Hz. Ebu Bekir'in söylediklerini
tekrarlıyorlardı. Bu arada Mikdad İbn Esved ileri atılmış ve:
- Allah'a yemin olsun
ki bizler, ya Resülullahl Beni İsrail'in Hz.
Musa'ya
söyledikleri gibi Sana, 'Sen ve Rabbin git, bizler burada oturuyoruz' demeyiz;
bilakis bizler, 'Sen ve Rabbin dilediğin gibi hükmünü verip yürü, bizler de
Seninle birlikte savaşmaya hazırız' deriz, diyordu.
Kıvam, yerindeydi ve
Allah Resülii de:
- Haydi, Allah'ın adıyla yürüyün, buyurdu. Yeniden
hareket edilmişti. Nihayet Usfan'la Decnan arasındaki Gamitıı denilen
vadiye kadar gelip burada konakladılar.
Diğer tarafta Halid İbn Velid, Efendimiz ve ashabımn
yürürken çıkardıkları tozdan onların yerini anlamış ve Mekkelilere haber
vermiş, daha sonra da atlılarıyla birlikte Gamim'e gelmişti. Mü'minlerle kıble
arasında durmuş ve uzun uzadıya Resülullah ile ashabım seyretmeye başlamıştı.
Onun gelişini gören Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellem), önce ashabım saflara ayırarak hizaya soktu. Abbad İbn Bişr'e de
emretmiş, atlı birliklerle tetikte durmalarını söylemişti. Zira bundan sonra
her an yeni bir gelişmeye gebeydi!
347
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Uzun
bir bekleyiş süreci başlamıştı; iki taraf da birbirini siiziiyor ama yine iki
taraf da hamle yapmıyordu. Bu arada öğle namazının vakti girmişti; Habib-i
Kibriya Hazretleri, Hz. Bilal'e seslenerek ezan okumasını emretti. Herkes
susmuş, Garrıim'de artık Hz. Bilal'» in yanık sesi yankılanıyordu. Ezanın hemen
ardından Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), kıbleye dönerek namaza
durdu; ashab da arkasında saf bağlamış namaz kılıyordu. Derken namazlarını
tamamlamış ve herkes yine eski tabyasına geri çekilmişti.
Bütün
bunları karşılarından seyreden Halid İbn Velid, pişmanlık içinde:
-
Onların üzerine saldırıp da işlerini bitirmenin tam sırasıydı; neyse ki
onların, çocuklarıyla kendi nefislerinden bile kendilerine daha sevimli gelecek
bir namazları daha mutlaka olacak; o zaman üzerlerine yürür ve işlerini
bitiririm, diye düşünüyordu. Anlaşılan, ikindi vakti girip de namaza durdukları
sırada saldıracak ve önüne geleni kılıçtan geçirecektil
Hiç
de öyle olmadı; zira bu arada Cibril-i Emin gelmiş ve Resı1lullah'a semalar
ötesinden yeni mesajlar getirmişti. Gelen ayette O'na:
-
Ey Resülüm, diyordu Yüce Mevla, Sen müminlerin içinde olup da onlara namaz
kıldıracak olursan, onlardan bir kısmı sana tabi olarak namaza dursun ve
silahlarını yanlarına alsınlar. Bunlar secdeye vardıklarında, diğer kısım
arkanızda beklesinler. Sonra o namaz kılmamış olan diğer kısım gelsin, sana
tabi olarak namaz kılsınlar, hem ihtiyatlı bulunsun ve silahlarını da yanlarına
alsınlar. Kafirler sizi silahsız ve teçhizatsız vaziyette iken kıstırıp, birden
baskın yaparak işinizi bitirmek isterler.
Eğer
yağmur sebebiyle zahmet çekerseniz yahut hasta düşmüş iseniz, silahlarınızı bırakmanızda
bir mahzur yoktur. Bununla beraber yine de tedbiri elden bırakmayın. Muhakkak
ki Allah kafirler için, zelil ve perişan eden bir azap hazırlamıştır.
Namazı
tamamladıktan sonra, gerek ayakta durarak gerek oturarak, gerek yanlarınız
üzerinde uzanarak hep Allah'ı zikredin. Derken, korkudan güvene kavuştunuz mu,
o vakit namazı tam erkaniyle eda edin. Çünkü namaz belirli vakitlerde müminlere
farz kılınmıştır.
Düşman birliklerini
takip edip arkadan sıkıştırmada gevşeklik
348
Umre Seferi ve Hudeybiye
göstermeyin.
Eğer siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da tıpkı sizin gibi acı çekiyorlar.
Kaldı ki Siz Allah'tan, onların ümid edemeyecekleri birçok şeyleri
umuyorsunuz. Allah her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet
sahibidir."?
Her hadise yeni bir hükmün yerleşmesine vesile
oluyordu. Peşlerinde sürekli bir iriayet eli dolaşıyor ve her adımlarında
onları hayır adına yönlendiriyordu. Halid İbn Velid diğer yanda, saldırıp da
işlerini bitirmek için ikindi namazını bekleye dursun Allah (celle celaluhü),
mü'minleri önceden uyarmış ve nasıl hareket etmeleri gerektiğini bildirmişti.
Vakit girip de ezan okunmaya başladığında saldırı için
son hazırlıklarını yapan Halid İbn Velid, kıbleye dönüp de namaza duran
Resülullah'ın arkasında ashabın diğer yarısının saf tutmadığını görünce
şaşırıp kalmıştı; zira ayetle anlatılan namaz hemen tatbike konulmuştu ve
Resül-ü Kibriya Hazretleri, ashabıyla birlikte korku namazı kılıyordu. Buna
göre ashabını ikiye ayırmıştı. Her bir tekatı bir grup ashabıyla kılarken, bir
rekatlık zaman bile olsa diğer tarafta bekleyen ashab, cephede bulunmanın
hakkını veriyordu.
Akşam olunca Allah
Resülii:
- Sağ yöne dönerek şu ağaçlıklara doğru yürüyün,
buyurmuş ve "Zatii'l-Hanzal tepesini sizden kim biliyor?" diye
sormuştu. Maksadı, Halid İbn Velid'in haberi olmadan yola koyulmak ve onlara
olan merhametinin bir tezahürü olarak Mekkelilerle karşı karşıya gelmemekti. Büreyde
İbn Husayb:
-
Ben biliyorum ya Resülullah, diye seslendi. Bunun üzerine Hz. Büreyde'ye dönen
Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern):
- Öyleyse düş önümüze, buyurdu. Gecenin karanlığından
istifade ile yeni bir yolculuk başlamıştı; önde Hz. Büreyde, arkada İslam
ordusu ilerliyordu.
Batıya doğru ilerliyorlardı; Serôui' dağlarından
Asal tarafını tutmuştu Hz. Büreyde. Halid İbn Velid ise, arkadaşlarıyla
birlikte gelişmelerden habersizce hala orada bekliyordu. Çok karışık ve zor
229 Nisa, 4/102-104
349
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
şartlarda
ilerliyorlardı; hatta bir yere geldiklerinde Hz. Büreyde'nin ayakları yara bere
içinde kalmış ve artık yürüyemez olmuştu. Bunun üzerine Allah Resülü, onun
deveye binmesini ve kendilerine yolu bilen bir başkasının rehberlik etmesini
söyleyecekti. Bu sefer öne çıkan Hamza İbn Amr idi; o da bir noktaya
kadar gelmiş ve daha ilerisi için yolu şaşırmıştı. İstenilen yere ulaşabilmek
için şimdi yeni bir rehber daha gerekiyordu. Şimdi öne çıkan isim, Amr İbn
Abdinühm el-Eslemi idi; Allah Resülü'nün önüne düşmüş ilerliyordu. Şartlar
çetin ve yol da karmaşıktı; çalılara takılmamak için herkes boyunlarını eğerek
yürümek zorunda kalıyordu. Niyet samimi olunca, iriayet de kendini
gösteriyordu. Gecenin karanlığında dolunayın ışığı önlerini aydınlatmış, en
sıkıntılı anlarında yine meltem esintilerine mazhar olmuşlardı.
Bir
noktaya geldiklerinde Efendiler Efendisi, ilerideki bir tepeyi göstererek:
- Şu tepe
Zatiı'l-Hanzal Tepesi olmasın, diye seslendi. Hz. Amr:
- Evet ya Resülullahl
Orası Zatii'l-Hanzal Tepesidir, dedi. Efen-
dimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem):
-
Mirar Tepesine kim çıkarsa, Beni İsrail'in günahlarının bağışlandığı gibi onun
da günahları bağışlanır, buyurdu. Böyle bir hedef gösterilir de ashab koşmaz
mıydı; herkes tepeye yönelmiş yarışırcasına koşuyordu! Bu manzarayı gören Allah
Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem)'nün dudaklarından şu cümleler döküldü:
-
Bu gece bu tepenin misali, Beni İsrail hakkında Allah (celle celaluhüj'ırı, "Şehrin
kapısından eğilerek geçin ve girerken de, 'Affet ya Rabbi!' deyin ki
hatalarınızı bağzşlayalzm!" buyurduğu kapının misali gibidir.
Zorluklar
geride kalmış ve daha selametli bir yere gelinmişti. Bu sırada Efendiler
Efendisi:
-
Allah'tan istiğfar diler ve yine O'na tevbe ile gönülden yöneliriz, deyin
tembihinde bulundu. Her adımını titizlikle takip eden ashab, hep bir ağızdan
istiğfar edip tevbeye durmuştu. Sonra da Resülullah:
-
Şüphesiz ki bu, İsrailoğullanna teklif edilip de onların söylemekten
kaçındıkları istiğfar ve tevbe şeklidir, buyurdu. Bir müjdesi daha vardı Allah Resülü'nün:
ashabına döndü ve:
350
Umre Seferi ve
Hudeybiye
-
Bu geceyi bu tepede geçiren herkes, mutlaka aff-ı ilahiye mazhar olacak ve
bağışlanacaktır!
Hedeflenen
yere gelinmişti; bir süre dinlenecek ve karınlarını doyuracaklardı. Ancak,
yanan ateşleri Kureyş'in görüp de üzerlerine gelmesinden çekiniyorlardı. Gelip
de bu endişelerini Allah Resı1lü'ne açtıklarında Resı1lullah:
- Onlar sizi asla
göremeyecekler, buyurdu.
Sabahın
ilk ışıklarıyla birlikte Allah Resı1lü (sal1al1ahu aleyhi ve sellem), burada
ashabına sabah namazını kıldırdı. Aynı zamanda, kızıl develi bir kişi hariç bu
tepede geeeleyen herkesin aff-ı ilahiye mazhar olup affedildiklerinin
müjdesini verdi. Ashab arasında büyük bir sevinç yaşanıyordu. Ancak akıllara,
affedilmeyen kızıl develi bu talihsiz adam takılmıştı. Bu adam, ashab arasına
katılan ve devesini kaybetmiş Damreoğullarından biriydi. Kendisine durum
anlatılıp da Allah Resülü'nün huzuruna gelmesi teklif edildiğinde bunu da reddedecek
ve devesini bulmasının her şeyden daha önemli olduğunu söyleyecekti. 230
Hudeybiye ve Su ile Gelen Bereket
Yolculuk
yine devam ediyordu. Nihayet, Hudeybiye denilen mevkiye yaklaştıklarında, hiç
beklemedikleri bir durumla karşı karşıya kaldılar. Kasva çökmüş, her türlü
çabaya rağmen bir türlü ayağa kalkıp yürümüyordu. Kasva'nın çökmesine ve
ashab-ı kiramın onca gayretlerine rağmen bir türlü hareket etmemesine Allah
Resı1lü de bir anlam verememişti. Ashab-ı kiram:
- Kasva inat etti,
dediklerinde hemen:
- Hayır! Kasva inat
etmedi; onun böyle bir adeti yoktur; ancak
onu,
vaktiyle til ashabını Mekke'ye girmekten alıkoyan aynı Zat alıkoydu, buyurdu.
Zira kainatta tesadüfe yer yoktu ve O'nun için her hareket, Allah tarafından
kendisine bir mesaj anlamına geliyordu. Aynı zamanda bu durum, Mekke'ye yürüyüp
de sonucu belli olmayan hadiseler zinciriyle karşılaşmaktan daha iyiydi. Zira
iyice ger-
230 o gün
bu adamın, devesini ararken bir uçurumdan düştüğü ve bedeninin de, yırtıcı
hayvanlar tarafından parçalanıp yenildiği anlatılmaktadır. Bkz. Vakıdi, Megôzi,
1/585; Salihi, Siibülü'l-Hüda ve'r-Reşad, 5/40
351
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
ginleşen
bu atmosferde, çok fazla kan dökülme ihtimali vardı; bir de o güne kadar
Müslüman olduğu halde kendilerini Mekke'de gizleyerı ve bu sebeple
durumlarını, Medine'deki ashabın da bilmediği mü'minler vardı. Bu durumda
kılıçlara sarılıp da savaşla karşı karşıya kalındığında ashab-ı kiramın,
farkına varmadan başka bir mii'mini öldürme ihtimali vardı. Aynı zamanda
Mekke'de, yarın İslam'la tanışacak potansiyel mü'minler bulunuyordu; onların ya
kendileri ya da nesillerinden pek çok insan Allah Resülü'ne sadakatlerini
bildirecek ve O'nun yolunda ölümüne mücadele edeceklerdi. Öyleyse zemin, her
haliıkarda sulhun aranması gereken bir zemindi ve Allah Resülü de:
-
Muhammed'in nefsi, yed-i kudretinde olana and olsun ki bugün Benden, içinde
Allah'ı tazim olan ne türlü bir plan istenirse istensin onu mutlaka kabul
edeceğim, buyurdu. Sulh peygamberi, yine sulhu tercih ediyordu.
Mesajı
alan Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve sellern), Kasva'nın yönünü
değiştirerek onu kaldırmak istedi. Aynen tahmin edildiği gibiydi; Kasva
kalkmış ve yürüyordu! Bu hareket, anlaşılan mesajın doğruluğunu da tasdik eder
mahiyetteydi.
Artık
Hudeybiye'nin en uzak noktasına kadar gelinmişti; hava oldukça sıcaktı ve
insanların suya ihtiyacı vardı. Aynı zamanda gelişmeler, bir müddet burada
kalmacağını gösteriyordu. Bu sebeple Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern), içinde bir miktar su bulunan bir kuyunun yanına gelip burada
konakladı. Zaten yakında başka bir kuyu da yoktu!
Resı1lullah'ın
konakladığı yer, Harem'in dışında kalıyordu; ancak Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellern), Mekke Haremi'nin içine giren yere kadar geliyor ve
namazlarını hep burada kılıyordu. O günün ikindi vakti girmiş ve Resülullah da,
bir aralık abdest almak için eline ibrik almıştı; abdest alıyordu! Ancak O
abdest alırken ashab-ı kiram etrafında toplanmış O'na bakıyorlardı. Ortada bir
gariplik vardı ve sordu:
- Size böyle ne
oluyor?
- Mahvolduk ya
Resülullah, diyorlardı. Allah Resülii (sallallalıu
aleyhi ve sellem)
onlara döndü ve:
- Ben, sizin aranızda
olduğum sürece sizler mahvolmazsınız,
352
Umre Seferi ve
Hudeybiye
buyurdu. Gönülde
Resülullah olduğu sürece kim mahvolurdu ki! Ancak meseleyi olduğu gibi ortaya
koymak gerekiyordu; onun için: - Ya Resülullah, diyorlardı. Yanımızda, Senin
elindekinden başka ne abdest alacak ne de içecek bir yudum suyumuz var!
Susuzluk son kerteye gelmişti ve anlaşılan ashab,
ResUlullah'tan bir mucize bekliyordu. O da (sallallalıu aleylıi ve sellern),
önce ibrikteki suyu bir kabın içine boşaltmalarını söyledi; ardından da
mübarek parmaklarını bu kabın içine sokup dua etmeye başladı. Sonra da:
- Haydi alınız;
buyurun! Bismillah, dedi.
Ashab-ı kiram hazretleri, büyük bir dikkatle olacakları
beklemeye durmuştu, Aman Allah'ıml Bir de ne görsünler; Resfılullah'ın
parmaklarından su akıyordu!
Eline kırbasını alan koşuyordu! Kana kana bu sudan
içmiş, abdest almış ve hayvanlarını da sularnışlardı.F" Hudeybiye'de
yüzler yeniden gülmeye başlamıştı; kırbalar da dolmuş, bir süreliğine de olsa
su ihtiyaçlarını gidermişlerdi. Gelişmeler karşısında tebessüm eden Resfıl-ii
Kibriya Hazretleri de ellerini açmış:
-
Allah'tan başka ilah olmadığına ve Benim de O'nun Resülii olduğuma şehadet
ederim, diyor ve Rabbine hamd ediyordu.f>
Yağmur Bereketi ve Bir Uyarı
O gece Hudeybiye'de gönülleri ferahlatan bir rahmet
yağmış, böylelikle kuruyan otlara can gelmiş, susuzluktan bitkin düşen haşerata
da ümit olmuştu. Mü'minler için de bu, rahmet-i ilahiyenin bir tezahürü
anlamına geliyordu. Ancak herkes aynı ölçüde hassasiyet gösteremiyor ve tam
zamanında gelen bu bereketi, sebeplere izafe ederek onu gerçek manada gönderen
Kudreti göremiyorlardı. Bilhassa Abdullah İbn Übeyy İbn Seliıl gibi duruşu
netleşmemiş olanlar:
231 Hadiseyi rivayet eden Hz. Cahir'e, "O
gün kaç kijiydiniz?" diye sorulduğunda önce, "Yüz bin dahi
olsaydık o Sıl hepimize yeterdi!" diyecek ve o günkü sayılannın bin
beş yüz olduğunu söyleyecekti. Bkz. Buhari, Sahih, 4/1526 (3921); Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 3/329 (ı4562); Darimi, Sünen, 1/27 (27)
232 O gün Hudeybiye'de,
su ile ilgili başka mucizeler de gerçekleşecektir. Bkz. Buhan, Sahih,
3/1311 (3384), 4/1525 (3919); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/290; İbn Hibban,
Sahih, 11/126 (4801); Salihi, Sübülü'l-Hüda ve'r-Reşad, 5/73
353
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
-
Bu, sonbahar aylannda olagelen tabii bir hadisedir; onu bize Şi'ra yıldızı
indirmiştir, diyorlardı. Üst üste bu kadar ihsanla serfiraz olup dururken, her
şeyi kendilerine bahşeden Yüce Kudreti görmemezlik olamazdı.
Allah
Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), sabah namazım kıldırdıktan sonra
ashabına döndü ve onlara:
-
Biliyor musunuz, Rabbiniz size ne söylüyor, diye sordu. Nebevi terbiyenin
yoğurduğu mümtaz insanların, böyle bir soruya nasıl cevap verecekleri belliydi:
- Allah ve Resülii en
iyisini bilir!
Söz
yine kendisine gelmişti ve O da, meseleyi yine genelleyecek ve kimseyi
ineitmeden esas maksadını anlatacaktı. Önce:
-
Allah (celle celaluhü) buyurdu ki, diye başladı sözlerine. Belli ki yine
Cibril-i Emin gelmiş ve gökler ötesinden yeni haberler getirmişti. Her yeni
hadise karşısında ilahi talimata göre hareket etmeyi itiyat edinen sahabe
cemaati pür-dikkat Resülullah'ı dinlemeye durmuştu. Resülullah sözlerine şöyle
devam etti:
-
Kullarım arasında kimi mü' min kimi de kafir olarak sabaha çıkmıştır; mü'min
olarak sabahlayanlar, "Allah'znfazlı ve rahmeti vesilesiyle üzerimize
yağmur yağdırıldı" diyenlerdir ki Bana inanmış ve yıldızları da inkar
etmişlerdir! "Şu yıldızlar sebebiyle bize yağmur yağdı" diyenler
ise onlar, Beni inkar edip yıldızlara mü'min olan talihsizlerdir!
Böylelikle
kimseyi rencide edip perdeyi yırtmadan bir yanlışı daha tashih ediyor ve
sebeplere takılıp da Müsebbibü'l-Esbab'ı görememe gibi bir yanlışlığa
düşmemeleri için ashabım uyarmış oluyordu.
Bu
arada ashab arasından Amr İbn Salim ve Büsr İbn Süfyan, Allah Resülü'ne koyun
ve deve hediye etmişlerdi. Daha sonra Hz. Amr, benzeri bir hediyeyi yakın
arkadaşı olan Sa'd İbn Ubade'ye de ulaştıracak ve o da, gelip bunu Allah
Resülü'ne takdim edecekti. Bunun üzerine Efendiler Efendisi:
-
Amr, şu sürüleri de bize hediye etti; Allah Amr'ın bereketini artırsın, diye
dua etti. Ardından da gelen hediyelerin kesilerek etlerinin ashab arasında
taksim edilmesini emretti; bizzat kendisine hediye edilen koyun ve develerin
etinden kendisi de diğerleri kadar
354
Umre Seferi ve
Hudeybiye
bir
payalıyor ve böylelikle sıkıntılı zamanlarda birlikte olduklan gibi aynı
zamanda bolluk anlarında da yüreklerinin birlikte attığının mesajını
veriyordu.
Derken Allah Resülii'nün bulunduğu yere, aralarında Amr
İbn salim, Hırôş İbn Ümeyye, Harice İbn Kiirz ve Yezid İbn Ümeyye gibi
isimlerin bulunduğu bir heyetle birlikte Büdeyl İbn Verka çıkageldi;
hepsi de Huzôa kabilesine
mensuptu. Huzaa ise, Müslüman olsun veya olmasın her zaman Allah Resülii'ne
sırdaş olan bir kabileydi; insanlık ortak paydasında aralarında bir diyalog
söz konusu idi. Tihame bölgesinde olup biten her şeyi Allah Resülü'ne bildirir,
böylelikle bir nevi istihbarat görevini yerine getirirlerdi. Şimdi ise, en
kritik bir noktada bu diyalog semere vermiş, durumdan vazife çıkaran Huzaa
hey' eti Allah Resülü'nün imdadına koşmuştu.
Selam verdikten sonra
Büdeyl söze başladı:
- Biz, Senin kavmin olan Ka'b İbn Lüeyy ve .Amir İbn
Lüeyy kabilelerinin yanından geliyoruz, diyordu. Onlar, Ahabiş olarak bilinen
çevre kabileleriyle kendilerine bağlı bulunan daha başka kabileleri Sana karşı
harekete geçirmişler; beraberlerine yavrulu develerle çoluk ve çocuklannı da
alarak Hudeybiye sularının olduğu yere gelip yerleşmişler! Allah adına yeminler
vererek, önde gelenlerini kurban vermedikçe Seninle Beytullah arasından
çekilmeyeceklerini söylüyorlar!
Büyük bir dikkat ve sabırla Büdeyl'in sözlerini dinledi
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern). Gelenler, Kureyş'in haberini
getirdikleri gibi aynı zamanda Resülullah'ın bilgilerini de onlara
taşıyacaklardı. Aynı zamanda bu, sulh çizgisinde Kureyş'le ilk defa bir araya
gelmenin bir işaretiydi. Onun için esas maksat, olanca netliğiyle ortaya konulmalı
ve Müslüman olmanın onurunu da koruyarak bir anlaşma zemini bulunmalıydı:
- Biz kimseyle savaşmak için gelmedik, diye başladı
sözlerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern). Biz, sadece Beytullah'ı
tavaf etmek için yola çıktık; kim bizi ona yürümekten alıkoymak isterse onunla
savaşınz! Zaten her fırsatta kılıca sanlıp savaşmak Kureyş'i büyük bir zarara
uğratmış, onlan perişan etmiştir! Şayet dilerler-
355
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
se
onlara, kendilerini emniyette görebilecekleri bir süre veririm ve onlar da
insanlarla aramıza girmekten -ki diğer insanlar onlardan daha çoktur- geri
dururlar; şayet o insanlar Bana galip gelirlerse -ki zaten onlann da istediği
budur- ne ala. Eğer Benim davam o insanlara üstünlük sağlarsa o zaman da
onlar, dilerlerse diğer insanların da tercih ettiği dini seçerek İslam'a
girerler, isterlerse kılıca sanlıp Benimle savaşırlar; hem bu süre içinde
dinlenmiş de olurlar! Şayet bütün bunlara olumsuz yaklaşırlarsa, işte o zaman
şu başım gövdemden ayn1mcaya kadar bu davam uğruna bütün cehdimi ortaya koyacağım;
muhakkak ki Allah (celle celaluhü) da, hükmünü İCra edecektir!
Resül-ü Kibriya'yı
büyük bir dikkatle dinledikten sonra:
-
Söylediklerini aynen Kureyş'e ileteceğim, diyen Büdeyl ve arkadaşları Allah Resülü'nün
yanından ayrılıp doğruca Kureyş'in yanma gittiler. Onlarm kendilerine doğru
geldiklerini görenler:
-
Büdeyl ve arkadaşları geliyor; büyük ihtimalle ağzınızı yoklayıp sizden
istihbarat toplamak maksadıyla aranıza geliyorlar! Sakın ola onlara bir tek
kelime bile sormayın, diyorlardı. Bir anda ortalık buz gibi oluvermiştil
Durumun nezaketini fark eden Büdeyl, onların suskunluğuna karşılık çaresiz söze
başladı:
-
Bizler, Muhammed'in yanından geliyoruz, dedi. Onların haberlerini size
vermemizi istemez misiniz?
Buz
gibi hava hala dağılmamıştı; üstüne üstlük İkrime İbn Ebi Cehil ve Hakem
İbn As ileri atılmış ve burunlanndan soluyarak:
-
O'nun hakkında bize vereceğin herhangi bir bilgiye hiç ihtiyacımız yok,
demişlerdi. Ancak O'na, aramızda tek bir adam bile kalmayıncaya kadar mücadele
edip bu yıl O'nun Mekke'ye girmesine izin vermeyeceğimizin haberini
verebilirsin!
Böylelikle
onlar, çıktıkları yolda sonuna kadar kararlı olduklarını göstermek istiyor ve
her türlü alternatife kapalı olduklarını göstermiş oluyorlardı. Ancak hepsi
aynı düşüneeye sahip değildi; Urve İbn Mes'iid ileri atıldı:
-
Büdeyl'in anlatacaklannı dinlemek lazım; şayet hoşunuza giderse kabul eder,
hoşlanmazsanız reddedersiniz, diyordu. Bunun üzerine Safvô.n İbn Ümeyye ve
Hôris İbn Hişôm Büdeyl'
e dönerek: - Anlat bakalım; görüp de işittiğiniz şeyler nelerdi, diye sordu-
lar.
356
Umre Seferi ve
Hudeybiye
Nihayet
konuşma fırsatı vermişlerdi; öyleyse bu fırsatı en iyi şekilde kullanmak
gerekiyordu:
- Sizler Muhammed konusunda acele edip fevri karar
veriyorsunuz, diye söze başladı Büdeyl. Çünkü O, savaşmak maksadıyla değil,
umre yapmak için yola çıkmıştır!
Büdeyl, Resülullah'tan duyduklarını teker teker
anlatınca meclisin havasında yeniden bir değişiklik meydana gelmişti; Bedir,
Uhud ve Hendek'in acıları hala zihinlerdeki tazeliğini korurken çıkılan bu yeni
yolda sanki, savaştan başka bir alternatif daha kendini gösterir olmuştu! Onun
için tecrübeli Urve yeniden ileri atıldı:
-
Ey Kureyş, diyordu. Sizler hiç benden kuşkulanıp şüphelenir misiniz?
- Hayır, diyorlardı.
Belli ki bu sözüne bir hüküm bina edecekti
Urve.
Ardından, aralarında şöyle bir konuşma geçti: - Sizler benim babam yerinde
değil misiniz?
- Evet, öyle!
- Ben de sizin
oğlunuz gibi değil miyim?
- Evet, bu da doğru!
- Hani bir gün benim,
bizzat kendim, çocuklarım ve bana itaat
edenlerle birlikte
size yardım etmek için koşup da Ukaz'daki insanları sizden nasıl
uzaklaştırdığımı hatırhyor olrnalısınızl-s"
-
Evet, doğru; öyle yapmıştın! Aramızda kimse senin samimiyetinden asla şüphe
duymaz!
- Öyleyse bugün ben size bir tavsiyede bulunayım;
bilirsiniz, sizi çok severim; iyiliğinize olacak hiçbir şeyi sizden gizlernem!
Biideyl size, aslında çok isabetli ve akıllıca bir planla gelmiştir; bunu
ancak, aklı başında olmayan cahiller gözardı eder! Onları kabul edin! Beni de,
bütün bunların doğru olup olmadığını araştırmak için gönderin ki size işin
gerçek yüzünü bildireyim. O'nun yanında neler olup bittiğine bir bakayım ve
sizin bir casusunuz olarak gidip O'ndan size yepyeni haberler getireyim!
233
Urve İbn Mes'üd'un annesi, Kureyş'li Sübey'a Binti Abdişems'in kızıydı
ve "Benim annem sizlerdendir ve bu yönüyle ben de sizin bir nevi
oğlunuzum" manasında bunu söylüyordu. Bkz .. İbn Hişam, Sire, 4/280;
Taberi, Tarih, 2/118
357
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Kaybedilecek
bir şey yoktu ve Kureyş, Urve'nin teklifini olumlu bularak Allah Resülü'ne göndermişti.
Gelir gelmez:
- Ya Muhammed, diye seslendi. Ben, Ka'b İbn Lüeyy ve
Amir İbn Lüeyy'i, yanlarında sağmal develeri ve çoluk çocuklarıyla birlikte
Hudeybiye sularının başında bırakıp da geldim; Ahabiş kabileleriyle onlara
itaat eden diğer insanlar da onlarla birlikte Sana karşı birleşmiş durumdalar!
Aslan postu giymiş ve Sen onları ezip geçmedikçe, Beytullah'la aranızdan
çekilmemeye Allah adına and içmekteler! Bu durumda siz, şu iki şeyden birisini
tercih etme durumundasınız: Ya kavmini çiğneyip geçecek, onları yok edeceksin
ki -Senden önce kendi kavmini ve ailesini çiğneyip de yok eden kimse duyulmamıştır!-
ya da şu etrafında gördüğün insanlar Seni tek başına bırakıp Seni hüsrana
uğratacaklardırl Vanahi de ben, Senin etrafında şerefli kimseler göremiyorum:
onların çoğu, nereden geldikleri belli olmayan toplama insanlar! Onların ne
yüzlerini tanıyorum ne de nesepleri hakkında bir bilgiye sahip olabiliyorum!
Şayet savaşacak olursan, bunların hepsi Senin etrafından dağılıp gidiverirler
ve Sen de, onların eline esir düşersin; Senin için bundan daha ağır ve şiddetli
ne olabilir ki!
Urve'nin sözleri yenilir yutulur cinsten değildi ve o
ana kadar Allah Resülü'nün arkasında büyük bir edeple gelişmeleri takip eden
Hz. Ebü Bekir'in
sabrını taşırmıştı; kaçmak da ne kelimeydi! Orada bulunanların hepsi kütükte
doğranır gibi lime lime olmadan hiç kimse, Allah Resülü'nün tek bir kılına bile
dokunamazdı. Öyleyse Urve'nin ağzının payı verilmeliydi; hem de anladığı
dilden! Sair zamanlarda Allah Resülü'nün yanında ağzını bile açmaktan haya
eden edep insanı Hz. Ebu Bekir
(radıyallahu anh)
bulunduğu yerden:
-
Sen, Lar'ın eteklerinde sürünmene bak, diye gürleyiverdi. 'O'nu yalnız bırakıp
da kaçacak olanlar bizler miyiz!
Onun
bu çıkışı, aynı zamana ashab-ı kiramın da yüreğine su serpmişti; zira
duygularına tercüman oluyordu!
Urve beklemediği bu çıkış karşısında şaşkına dönmüştü!
Ancak sesin sahibini tanımamıştı; zira ashab-ı kiram hazretleri yüzlerini de
kapatmışlardı. Sesin geldiği yöne doğru döndü ve:
358
Um re Seferi ve Hudeybiye
- Bu da kim, diye
sordu. Etraftakiler:
- Ebü Bekir,
diyorlardı. Ebü Bekir adını
duyunca Urve durak-
sadı;
aklına, öldürdüğü bir adama karşılık onun diyetini ödeyeceği sırada Hz. Ebü Bekir'den istediği yardım geldi.
Zira o gün, en yakın dostları bile kendisine ancak iki veya üç deve yardımda
bulunurken Hz. Ebü Bekir,
on deve ile elinden tutmuş ve onu büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştı. Onun için
döndü ve:
- Allah'a yemin olsun ki, dedi. Şayet bana olan o henüz
karşılığını ödeyemediğim iyiliğin olmasaydı mutlaka sana cevap verirdim!
Ashab-ı kiramın dikkatlerinden kaçmayan bir husus da,
Urve' nin her konuşmaya yeltenişinde, Allah Resi'ılü'nün sakal-ı şeriflerine
el uzatıp onu sıvazlamak istemesiydi. Onun bu halini gören ve Hendek günü gelip
de Müslüman olan Muiiire İbn Şu'be,z34 eli
kılıcının kabzasında olduğu halde Allah Resülü'nün yanı başında bekliyor,
Urve'nin her el uzatmak isteyişinde kılıcının kabzasıyla eline vurarak:
- Şu kılıç karnına işlemeden önce elini Resülullah'ın
sakalına uzatıp dokunmaktan vazgeç; zira O'na, asla bir müşrik eli dokunamaz,
diyordu.
Her
hareketine mukabil Hz. Muğire'nin aynı hamleyi yapması Urve'yi öfkelendirmişti;
ona döndü ve:
-
Yazıklar olsun sana; ne kadar da katı ve kaba bir adarnmışsm, diye çıkıştı.
Sonra da Allah Resülü'ne dönerek:
-
Şu başıma gelenlere bak! Ashabın arasında bana bu eziyeti veren de kim, diye
sordu. Ve ekledi.
-
Vanahi de aranızda ondan daha kötü ve daha şerir birisi olduğunu sanmıyorum!
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) tebessüm
ediyordu; sanki Urve'ye, dünkü arkadaşınm bugün hangi seviyeye ulaştığını
göstermek istercesine:
234
Muğire İbn Şu'be, Arapların dahi olarak saydıklan dört isimden birisi ve en
meşhurlanydı. Hendek savaşı devam ederken Müslüman olup Medine'ye hicret etmişti.
Urve'nin geldiğini görür görmez kılıcını kuşanmış ve yüzünü de kapatarak Allah
Resülii'nün yanı başında nöbet tutmaya başlamıştı. Bkz. İbn Esir, Usudu'l-Ğabe,
3/39-40; İbn Hacer, Bidaye, 8/53
359
Efendimiz (sal1allahu
aleyhi ve sellem)
- Bu, kardeşinin oğlu
Muğire İbn Şu'be'dir, buyurdu.
Muğire'yi tanımamak olur muydu? Zeka ve kiyaset
açısından Arap yarımadasında ondan daha etkili kimse yoktu. Bir insan, ancak bu
kadar değişebilirdi! Şaşkınlık ve hayranlıkla süzdü önce; ardından da:
-
Sakif kabilesinin düşmanlığını sonsuza kadar aramızda yeşerten sen değil
miydin, dedi.
Bunu o, altta kalmamak ve ona da bir şey demiş olmak
için konuşuyordu. Yoksa, bu kadar seri ve etkili değişim, Urve'yi can evinden
vurmuştu. Sadece Hz. Muğire değil, ashab-ı kiramın hal ve tavırlarını süzüyor
ve insanlık adına gelinen noktayı hayranlıkla seyrediyordu. Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellem)'in fem-i mübareklerinden çıkan tükiirüğü bile
yere düşürmüyorlardı! Bir işin yapılmasını işaret buyurduğunda hep birlikte
onun için koşturup birbirleriyle yarışa girişiyor, abdest almak istediğinde her
biri, eline su dökmek için azami gayret gösteriyordu. Mübarek saç tellerini
bile yere düşürmemek için itina gösteriyor, azametinden dolayı cemal-i vechiyesine
keskin nazarlarla bakamadıkları Allah Resülü'nün huzurunda edep ve hayadan,
ihtiyaç olmadıkça sükütu tercih ediyor, ihtiyaç olduğunda ise en alt perdeden
konuşuyorlardı.
Nihayet konuşmalar uzayıp gitmiş ve Allah Resülü
(sallallahu aleyhi ve sellern), Urve'ye de Büdeyl'e söylediklerini
tekrarlamıştı; maksadı, kimseyle savaşıp da kan dökmek değil, sulh zeminini
bulup ashabıyla birlikte umre yapmaktı!
Ashab-ı
kiramın hal diliyle gönül şivesi Urve'yi on ikiden vurmuştu, Kureyş'in yanına
döner dönmez:
- Ey kavmim, diye başladı sözlerine. Manzarayı iyi
okuduğu, havayı isabetle teneffüs ettiği her halinden belliydi. Sözün büyüsünden
çok halin yanıltmaz mesajı eritmişti onu. Sonra şöyle devam etti:
- Bugüne kadar ben, Kisra, Kayser ve Necaşi gibi nice
krallara elçi olarak gittim; ancak valIahi de ben, halkı arasında kendisine
itaat konusunda ashab-ı Muhammed gibi bu kadar duyarlı olan
360
Umre Seferi ve
Hudeybiye
bir başkasını
görmedim! Vallahi de ben, hiçbir melikin, Muhammed kadar tazim gördüğüne şahit
olmadım; halbuki o melik
de değil!
Allah'a yemin olsun ki, ne zaman yere tükürecek olsa,
tiikiiriiğü yere düşmeden önce ashabından birileri avuçlarını açıyor ve onu
yüzlerine gözlerine sürüyorlar; bir şeyin yapılmasını ernrettiğinde, onu yerine
getirmek için birbirlerini ezercesine koşturuyorlar; abdest almak istediğinde,
O'nun abdest suyundan bir damla alabilmek için neredeyse birbirleriyle kavga
edecek kadar gayret gösteriyorlar; saçının bir tek telini bile yere düşürmemek
için azami dikkat sarf ediyorlar; O konuştuğu zaman, bulunduğu ortamda kimse
ses çıkarmıyor; O'na olan hürmetlerinden dolayı yüzüne bile bakamıyorlar; izin
almadan hiç kimse O'nun yanında konuşmuyor; O, izin verirse konuşuyor, vermezse
sesini bile çıkarmıyor!
Size gerçekten makul
bir plan sunuyor; gelin onu kabul edin!
Ben
onları iyi tetkik ettim; şunu bilin ki, şayet kılıçtan başka bir seçenek
sunmazsanız, bu konuda ölümüne size karşı koyarlar! Ben öyle bir topluluk
gördüm ki, liderlerini Beytullah'ı ziyaretten engellemeniz durumunda başlarına
nelerin geleceğini hiç umursamazlar; O'nun yanında gördüğüm kadınlar bile,
uğrunda canlarını vermedikçe size O'nu asla teslim etmezler! Ona göre iyi
düşünün ve kararınızı verin!
Ey kavmim! Ben sizi uyarıp sadece hatırlatıyorum;
gelin, size yapılan bu teklifi kabul edin! Yoksa ben, yanında kurbanlıklarıyla
gelip de şanına yakışır yücelikte Kabe'yi tazim edip ziyarete gelen ve bunu
yaptıktan sonra da ayrılıp gideceğini ifade eden bir adamı yolundan
çevirdiğinizde, başkalarının da desteğini kaybedeceğinizden korkuyorum.
Anlaşıldığı üzere, Urve gerçekten de etkilenmişti ve
kavmine karşı konuşması da bir o kadar etkiliydi; ikilem içinde kalmışlardı!
Önce derin bir sessizlik hakim oldu meclise. Sonra bu sessizliği bozan şu ses
yükseldi aralarından:
- Böyle konuşma ey EM Ya'fürl Hem, senden başkası hiç böyle
konuşuyor mu? Ancak biz, her halükarda bu yıl O'nu kabul edemeyiz; belki
gelecek yıl için gelebilir!
Urve'yi tatmin edecek
sözler değildi bunlar ve:
- Bu durumda başınıza
bir musibet geleceğinden endişe ederim,
361
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
dedi
ve adamlarını da alarak Tôif'« geri döndü. Kureyş adına beklenmedik bir
kayıptı bu; surda bir delik açılmış, cephede ilk muhtemel bozguna kapı
aralanmıştı!
Zihinler iyice
karışmış ve Kureyş arasında tam bir belirsizlik hüküm sürmeye başlamıştı. Her
giden, aynı duygularla geri dönüyordu ve bunu gören Ahabiş kabilelerinin reisi
Huleys İbn Alkame: - Bana müsaade edin; bir de ben gidip bakayım,
diyerek Ku-
reyş'ten müsaade
istedi.
-
Olur, bir de sen git, diyorlardı. O da kalktı ve Resülullah'ın bulunduğu yere
doğru ilerlemeye başladı.
Allah Resülii
(sallallahu aleyhi ve sellern), muhataplarını çok iyi tanıyordu ve ufkuna
Huleys'in doğduğunu görünce ashabına dönerek: - Şu gelen, filan kavimden
falandır ve o, Allah'a saygılı ve kurbanlık develeri de önemseyen biridir;
onun için kurbanlıkları öne çıkarın, buyurdu.
Yine
denilenler yapılmış ve anında kurbanlık develer, telbiye ve tekbirlerle
Huleys'in geldiği tarafa doğru sürülmüştü.
Yanlarına
yaklaşıp da boyunlarında kurbanlık olduklarını gösteren işaretleri ve on beş
gün gibi uzun bir süredir bağlanıp da hapsedilmekten dolayı tüylerinin
döküldüğünü, inleyerek perişan ve dağınık halde develerin kendilerine doğru
geldiğini gören Huleys, farkına bile varmadan:
--
Sübhanallah, diye çığlık kopardı. Bu insanların Beytullah'a gitmelerine
engelolmak hiç de doğru değil; Lahm, Cüzam, Kinde ve Hımyer halkı gelip de
haccedebildikleri halde Abdulmuttalib'in oğluna engelolmaya Allah razı olmaz!
Bu insanların, Beytullah'a girmelerine engelolunamaz! Kabe'nin Rabbi'ne yemin
olsun ki Kureyş helak olmuştur; baksanıza, adamlar sadece umre için geliyorlar!
Gördükleri
karşısında kendini tutamayıp da heyecanlarını böyle dile getiren Huleys'i
uzaktan takip eden Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) de:
-
Evet, aynen dediğin gibi ey Kinaneoğullarının kardeşi, diye mukabelede
bulunuyordu.
Umre Seferi ve
Hudeybiye
Huleys,
ilerleyip Resfılullah ile konuşmaya bile gerek duymadan geri dönüyordu.
Kureyş'in yanına gelir gelmez de:
- Ey Kureyş, diye seslendi onlara. Sesinin tonunda,
"Bu kadarı da olmaz" dereesine bir tını vardı. İnsaflı ve kadirşinas
bir tutumla şöyle devam etti:
- Ben öyle şeyler gördüm ki, onları yolundan
alıkoymanın imkanı yoktur; kurbanlık develer, uzun zamandır bağlanıp hapsedildiği
için tüylerini yemişler ve uzun zamandır Beytullah'ı tavaf için ihrama girmiş
oldukları için de insanlara haşerat musallat olmuş! Vallahi de sizinle biz, ne
hakkını verip de ona olan hürmetlerini sunmak için Kabe'ye gelenleri
Beytullah'ı tavaftan alıkoymak ne de kurbanlıkların yerine ulaştırılıp da
orada salınmasına engel çıkarmak maksadıyla anlaşma yapmıştık!
Allah'a yemin olsun ki, ya O'nunla geliş gayesi arasına
girmekten vazgeçersiniz ya da ben Ahabiş kabilelerinin tamamını da yanıma
alarak dağıtır ve geri dönerim!
Huleys'in
söyledikleri de Kureyş1ilerin hoşlarına gitmemişti:
- Hele bir dur, diyorlardı. Kendi aramızda, bizim de
hoşumuza gidecek bir konuda ittifak edeceğimiz ana kadar biraz bekle! Hem sen,
badiyede yaşayan bir adamsın; bu türlü şeylerden anlamazsın! Muhammed
tarafından gördüklerinin hepsi de bir tuzaktır!
Küfür aynı küfürdü; onun zemininde mantık ve muhakeme
olmadığı gibi muhatabını mesnetsiz karalama da, onun için her zaman başvurulan
bir yoldu ve Kureyş bugün onu yapıyordu. Ancak, ardı ardına yaşanan bu
gelişmeler de, adım adım takip ediliyordu. Bu sefer, insanların anlatılanlardan
etkilendiğini gören ve daha farklı bir sonuç bekleyen Mikrez İbn Hafs ileri
atıldı ve:
- Bırakın, bir de ben
gideyim, dedi. Ona da 'olur' demişlerdi.
Bu sefer de Mikrez'in
gelişini gören Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern):
- Bu adam hain ve facir birisidir, diyerek ashabını
uyaracak ve benzeri konumda bulunanların muhataplarını ne kadar yakından
tanımaları gerektiği hususunda fiilen ashabına ders verecekti. Zira Mikrez,
Bedir Savaşı'nın devam ettiği sıralarda Beni Bekir kabilesinin efendisi Amir
İbn Yezid'in üzerine ani bir baskın yapıp onu öldürmüş ve ondan sonra da hep bu
türlü hıyanetleriyle tanınır olmuştu.
Efendimiz
(sallallalıu aleylıi ve sellem)
Hadise
hala belirsizliğini koruyordu ve Allah Resülü (sallallalıu aleylıi ve sellem)
bir adım atarak ashabı arasından Hırôş İbn Ümeyye'yi, Sa'leb adındaki
kendi devesini vererek Kureyş'e gönderdi; maksadı, savaş niyetinde olmadığını
ve sadece umre maksadıyla geldiğini bir daha anlatmaktı.
Hz.
Hıraş gelir gelmez İkrime İbn Ebi Cehil, kılıcını çektiği gibi devenin
ayaklarına indiriverdi; o kadar kin ve nefretle doluydu ki neredeyse Hz.
Hıraş'ı da öldürecekti. Onun bu kadar öfkeli olduğunu gören Ahabiş kabileleri
hemen müdahale ederek Allah Resülü'niin elçisini öldürmesine müsaade etmediler
ve Hz. Hıraş'ı serbest bırakarak geri gönderdiler. Bunun üzerine Hz. Hıraş da,
hemen Allah Resülü'nün yanına gelerek onlardan gördüğü muameleyi anlattı.
Hadisenin
nezaketi her geçen gün daha da artıyordu ve böyle bir zeminde atılacak her adım
çok önemliydi. Kureyş çok tedirgindi, düşünmeden hareket ediyor ve fevri
hareketleriyle önü alınmaz sıkıntılara neden oluyordu.
Allah
Resülü (sallallalıu aleyhi ve sellem) ise, Kureyş'in ileri gelenlerine
mesajının net bir şekilde ulaştırılması konusunda kararlıydı; akıl ve vicdanlanna
hitap edecek ve Allah rızasından başka hedefi olmayan bu insanlarla
BeytuIlah'ın arasından çekilmelerini söyleyecekti. Bu sefer yanına, Kureyş'e
elçi olarak göndermek üzere Hz. Ömer'i çağırdı. Huzura gelip de Efendimiz'in
niyetini öğrenen Hz. Ömer:
-
Ya Resülullah, diyecekti. Kureyşlilerin canıma kastedeceklerinden endişe
ederim; çünkü onlar, benim onlara olan düşmanlığımı iyi bilirler. Hem
aralarında beni koruyacak Adiyy oğullarından da kimse yoktur! Ancak buna
rağmen, ya Resülullah, onlara benim gitmemi istiyorsan, tereddütsüz giderim!
Elbette
ki Hz. Ömer'in endişesi, sadece kendi canıyla ilgili de değildi; o gün orada
Hz. Ömer gibi bir elçinin öldürülmesi, tereddütsüz savaş sebebiydi ve
şartların olgunlaşmadığı bir yerde böyle bir savaşın ne getireceğini
kestirmenin de imkanı yoktu. Hz. Ömer'i dinlerken Allah Resülü de düşünmeye
dalmıştı:
-
Ya Resülullah, diye devam etti Hz. Ömer. 'Fakat ben Sana, Kureyş nezdinde
benden daha kıymetli ve hatırı sayılır, koruyup kol-
Umre Seferi ve
Hudeybiye
layacak insanları
açısından daha avantajlı ve bağlantıları daha sağlam birisini tavsiye ederim:
Osman İbn Afvan.
Mii'minin feraseti çok önemliydi ve Hz. Ömer'in bu
ifadeleri de, serapa feraset ve basiret doluydu. Bunun üzerine Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellem), Hz. Osman'ı huzuruna çağırdı:
- Kureyş'e git ve bizim, onlarla savaşmak için değil,
sadece umre yapmak için geldiğimizi haber ver! Aynı zamanda onları İslam'a
davet et, diyordu. Hz. Osman'a yüklenen misyon sadece bunlardan ibaret de değildi;
yanına yaklaşan Hz. Osman'a, o güne kadar iman edip de bir türlü hicret
edemeyen veya hicret sonrasında Mekke'de Müslüman olanların yanına da
gitmesini ve onlara, çok yakın bir zamanda yaşanacak fethin haberini vermesini,
Allah'ın pek yakında Mekke' de de dinini hakim kılacağını ve bundan böyle
kendilerini saklayıp da imanlarını gizleme ihtiyacı hissetmeden ve açıktan
dinlerinin gereğini yaşayabileceklerinin müjdesini vermesini söyleyecekti.
Derken
Hz. Osman yola çıktı; Beldah'a geldiğinde Kureyşliler karşısına çıktı
ve:
- Nereye gidiyorsun,
diye sordular. Temkinliydi ve:
- Beni size
Resülullah gönderdi, diye başladı sözlerine. Sizi İs-
Iam'a
ve Allah'a iman etmeye davet ediyorum; ya hepiniz toptan O'nun dinine
girersiniz -ki Allah (celle celaluhü), mutlaka dinini üstün kılıp peygamberini
de galip getirecektir- ya da O'nun yolundan çekilirsiniz ki, bu durumda O'na
karşı koyanlar, siz değil de başkaları olur! Buna göre şayet Resülullah mağlup
olursa, zaten sizin istediğiniz de budur! Galip gelmesi durumunda ise, tercih
size kalmış; ya sizler de diğer insanlar gibi gelir ve İslam'ı tercih
edersiniz, ya da O'na karşı koyarak hep birlikte savaşırsınız! Savaşın sizi ne
hale getirdiğini çok iyi biliyorsunuz; iyice bitkin ve yorgun düştünüz ve önde gelen
adamlarınızı da kaybettiniz! Ayrıca Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem),
savaşmak için değil, yanında işaretlenmiş kurbanlıklarla birlikte sadece umre
niyetiyle geldiğini ve onları kurban edince de geri dönüp gideceğini size haber
vermemi istedi!
- Söylediklerini duyduk, diyorlardı. Ancak bu, asla
olmayacak bir husustur; O böyle ansızın üzerimize gelemez! Git ve arkadaşına
söyle; asla üzerimize gelemeyecek!
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Kureyş'in
kapısını aralamak mümkün gözükmüyordu; daha Kureyş'in ileri gelenlerinden
kimseyle görüşerneden ayak takımının tepkileriyle karşılaşmış ve kendisinden
beklenilen vazifeyi icra edememişti. Adamlan aşmanın imkanı yok gibi
görünüyordu ve neredeyse Hz. Osman da geri dönmek üzereydi. Tam bu sırada
karşısına Ebôn İbn Said çıkıverdi; onu görünce önce yanına geldi ve bir
müddet hal hatır sorduktan sonra Hz. Osman'a:
-
Ne ihtiyacın varsa çekinmeden söyle, diyordu. Hatta kendi atından inmiş ve onun
üzerine Hz. Osman'ın binmesini istiyor, kendisi de onun arkasına biniyordu.
Hz. Ömer haklı çıkmıştı; yolların kapanıp da kapıların sürgülendiği yerde eski
dostluklar işe yanyor ve açılmaz gibi duran nice kapılar birden açılıveriyordu!
Zira bir taraftan Eban:
- Sağ ve sola
istediğin tarafa git ve sakın kimseden korkma! Çünkü Saidoğulları Harem'in en
aziz ve şereflileridir, diyor ve Hz. Osman'a eman verdiğini şiirinin diliyle
herkese ilan ediyordu.
Öylece
Kabe'ye kadar geldiler ve Hz. Osman, hemen Kureyş'in ileri gelenlerini ziyarete
başladı. Teker teker her birine gidiyor ve Resı1lullah'ın mesajını
ulaştırıyordu, Hepsi de:
- Muhammed, asla
üzerimize böyle gelemez, diyor ve kapıları
bütünüyle
kapatıyorlardı.
Ancak Hz. Osman'ı da
dışlayamıyorlardı; ona:
- İstersen sen, gel
ve Beytullah'ı tavaf et, diyorlardı. Ancak o:
- Resı1lullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) tavaf etmedikçe ben de Bey-
tullah'ı tavaf etmem,
diyecek ve bu teklifi de geri çevirecekti.
Kureyş'in
niyeti anlaşılmıştı ve vakit kaybetmeden Hz. Osman, diğer vazifesini de yerine
getirmek için, o güne kadar sıkıntıların cenderesinde inim inim inleyip duran
mü' min erkek ve kadınların kapısını çalmaya başladı:
-
Resı1lullah buyuruyor ki, diye başlıyordu sözlerine. Kapılannda Hz. Osman gibi
bir sahabiyi görenlerin ve kendilerine Allah Resı1lü'nden haber geldiğini
duyanların sevincine diyecek yoktu. Bunun için altı yıldır bekleyenler vardı;
zira O'nu bulduktan sonra bu kadar aynlığın hicranı dayanılır gibi değildi!
Ancak Hz. Osman, onlara selam getirip kapılanna sadece mücerred ziyaret için gelmemişti.
O:
366
Umre Seferi ve
Hudeybiye
- Sizleri pek yakında kanatlannuri altına alıp
koruyacağım ve artık bundan sonra Mekke' de kimse imanını gizleme lüzumu hissetmeyecek,
şeklinde Resülullah'ın müjdesini getirmişti. Zemherir içinde bahar meltemleri
gibi bir müjdeydi bu! Açıktan kendilerini ifade edebilmeyi o kadar
arzuluyorlardı ki! Bugün kapılarına Hz. Osman gibi bir elçi geldiğine göre pek
yakında bu müjde de elbette gerçekleşirdi; ayrılırken kapılarından:
-
Resülullah'a bizden de selam söyle, diye el sallıyor ve arkasından gözyaşı
döküyorlardı.
Hz. Osman'ın bu
gayretleri tam üç gün sürecekti.
Hz.
Osman Mekke'de ziyaretlerine devam ededursun beri tarafta Allah Resülü ve
ashabın endişeli bekleyişi devam ediyordu. Her ne kadar Kureyş karşı çıkıp
meydan okuma gibi bir durum sergilese de, onca tecrübeden sonra yeni bir savaşa
hazırlıksız girmeyi göze alamıyordu. Onun için gelişmeler karşısında öfkeden
burunlarından solusalar da fiili olarak bir yanlışlık yapacaklarından da
çekinmiyor değillerdi; her hadiseyi değerlendiriyor ve isabetli bir sonuca ulaşmaya
çalışıyorlardı.
Beri
tarafta ashab-ı kiram hazretleri, elçi olarak giden Hz. Osınan'ı merak etmeye
başlamışlardı; aralanndan bazıları:
- Aramızdan Osman gitti ve Beytullah'a varıp tavafım da
yapmıştır, deyince Resül-ii Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellern), onlara dönmüşve:
-
Bizler burada bekleyip dururken Ben, onun Beytullah'ı tavaf edeceğini
sanmıyorum, buyurmuştu. Ashab:
- Oraya kadar varmışken buna engelolan ne ki, diye
sormaya devam ediyordu. Arkadaşını iyi tamyan Allah Resülü onlara döndü ve:
- Bu, benim onun hakkındaki zanmm; bu durumda bir sene
bile orada kalacak olsa yine de biz tavaf etmeden o Kabe'yi tavaf etmez, dedi.
Ortamın gerginliği sabebiyle Allah Resülü Csallallahu
aleyhi ve sellern), geceleri ashabının nöbet tutmasını istemiş ve Evs İbn
Haoli, Abbdd İbn Bişr ile Muhammed İbn Mesleme aralannda münavebeli
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
olarak
bu vazifeyi deruhte etmeye başlamışlardı. Efendiler Efendisi'ne ait bir
hassasiyetti bu ve çok geçmeden bunun ne kadar isabetli olduğunu herkes
görecekti. Zira Muhammed İbn Mesleme'nin nöbette olduğu sırada, başlarında Mikrez
İbn Hafs olduğu halde Kureyş'ten elli kadar adam gelmişti ve ashab-ı
kiramın olduğu yerde tur atıyordu. Zira Kureyş onları, mü'minlerin üzerinde
baskı kurmak ve fırsat buldukları takdirde ani bir baskınla onlara büyük bir
zarar vermek için göndermişti.
Durumu
fark eden Muhammed İbn Mesleme, hemen harekete geçmiş ve Kureyş'in adamlarını
esir almıştı; yalnız Mikrez kaçmıştı! Adamları alıp Allah Resülü'nün yanına
getirirken Mikrez de koşar adımlarla Mekke'ye gidip durumdan Kureyş'i haberdar
etmişti.
Diğer
yandan Kiirz İbn
Côbir, Abdullah İbn Süheyl, Abdullah İbn Hüzô.fe, Umeyr İbn Vehb, Ebu'-Rum İbn
Umeyr, Hişô.m İbn As, EbU Hôtıb İbn Amr, Abdullah İbn Ebi Ümeyye, Ayyô.ş İbn
Ebi Rebia ve Hôtıb
İbn Ebi Beltea gibi ashabdan bazıları Allah Resfilü'ne gelerek gizlice
Kabe'ye gitmek istediklerini bildirmiş ve Resülullah da, ısrarlı talepler
karşısında onlara izin vermişti. Ancak Kureyş, onların aralarına geldiğini
görünce bundan ciddi rahatsızlık duymuş ve adı geçen ashab-ı kirarnı esir
almıştı.
Muhammed
İbn Mesleme'nin kendi adamlarını da esir aldığını öğrenince ortam daha da
gerginleşiverdi. Hemen bir grup Kureyşli Hudeybiye'ye koşarak Allah Resülü ve
ashab-ı kiramın üzerine taş ve ok yağdırmaya başladı. Ashab-ı kiram sürekli
tetikte bekliyordu. Bu kargaşa sırasında Kureyş'ten on iki atlı daha esir
alınmış, yüksek bir yere çıktığı sırada kendisine ok isabet eden İbn Zenim de
şehit olmuştu.
İki
tarafın da savaşmak gibi bir niyeti olmadığı halde yeniden savaş kapıya
dayanmış görünüyordu; bu durumda çok küçük bir kıvılcım bile büyük yangınları
körükleyebilir ve önü alınmaz sonuçlar doğurabilirdi. Onun için Kureyş, oturup
aralarında yeni bir durum değerlendirmesi daha yapmaya başladı. Sonuç
itibariyle Süheyl İbn Amr, Huveytzb İbn Abdiluzzô. ve Mikrez İbn
Hafs'ı Allah Resülü'ne elçi olarak gönderme kararı aldılar; gelecek ve tansiyonu
aşağıya düşürmeye çalışacaklardı.
Süheyl'in
uzaktan gelişini gören Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabına
döndü ve:
368
Um re Seferi ve
Hudeybiye
-
işiniz kolaylaştı, buyurdu. isminden tefe'ül etmişti; zira kelime olarak süheyl,
'kolaycık' anlamına geliyordu.
Bu
sırada Kureyş'in elçileri de gelmişti, Allah Resnlü'ne yaklaşan Süheyl İbn Amr:
-
Ya Muhammed, diye sesleniyordu. Sesindeki tereddüt, Kureyş'in ruh haletini
yansıtır mahiyetteydi. Anlaşılan Kureyş de anlaşmaktan yanaydı. Üstten bakan
hakim tavır son bulmuştu. Şimdi daha makul seviyede bir görüşme zemini
aranıyordu. Şöyle devam etti Süheyl:
-
Gerek arkadaşlarının hapsedilmesi, gerekse Seninle savaşa girişenlerin
yaptıkları taşkınlık bizim görüşümüzün bir sonucu değil; zaten böyle bir şeyin
olacağını bilmiyorduk ve öğrenince de bunları hoş karşılamayıp yapılanların
doğru olmadığını söyledik. Onlar, içimizdeki beyinsizlerin ve bir kısım ayak
takımının yaptıkları şeyler! Öncelikle Sen, daha önce esir aldığın arkadaşlarımızIa
sonradan esir alınan yandaşlarımızı serbest bırakıp bize teslim et!
Süheyl'i dinleyen
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern):
-
Sizler Benim ashabımı bırakınadıkça Ben de, sizin adamlarınızı size teslim
edecek değilim, buyurdu. Zira bundan daha tabii bir şeyolamazdı; üstelik,
Kaba'ye gidip de Kureyş'in esir aldığı ashab-ı kiram, onların adamları gibi
taşkınlık da yapmamıştı! Onun için:
-
Gerçekten de insaflı davrandın, diyorlardı. Bunun üzerine Süheyl İbn Amr ve
yanındakiler, Şüyeym İbn Abdimendfı Kureyş'e gönderip on kişilik ashab-ı
kiramın serbest bırakılarak geri gönderilmesini istediler. Sulh için yeni bir
umut daha doğmuştu; Allah Resülü de ashabına haber salmış, Kureyş'in
adamlarını serbest bırakmalarını istemişti.
Denilenler yapılmış
ve Kureyş'in adanıları da serbest kalmıştı.
Ancak, yola çıkıp da
gelirken on sahabeyle birlikte Hz. Osman'ın da şehit edildiği şeklinde gelen
son haber, her şeyi bir anda değiştiriverdi; şimdi ortada yeni bir durum vardı
ve bütün hesaplar ona göre yapılmalıydı!
Hz.
Osman ve on sahabenin şehit ediliş haberi ulaşır ulaşmaz Allah Resnlü
(sallallahu aleyhi ve sellern):
369
Efendimiz (sallallahu
a l e y h i ve sellem)
-
Herhalde Kureyş'le savaşmadan buradan ayrılmayacağız, diyerek ashabını beyata
çağırdı. Kendileri de, Beni Mazin İbn Neccarların evlerinin bulunduğu yere
doğru gelmiş ve buradaki bir ağacın altında durup oturmuştu:
- Allah (celle
celaluhü) Bana, beyat yapmayı emrediyor, diyordu.
Efendiler
Efendisi'nin talebini bir an önce yerine getirebilmek için münadiler etrafa
dönmüş:
-
Ey insanlar! Haydi beyata, haydi beyata, diye nida ediyorlardı.
"Ruhu'l-Kudüs gelmiş; Allah'ın adıyla çabuk olmaya bakın!"
Bunun
üzerine ashab-ı kiram hazretleri, birbirleriyle yarışırcasına Allah Resülü'nün
yanına gelip teker teker Resülullah'a beyat etmeye başladılar; hayatlarını
ortaya koyuyor ve ne pahasına olursa olsun savaş meydanından geri
durmayacaklarını söyleyip müşriklerin de hakkından geleceklerine dair söz
veriyorlardı. Beyat devam ederken ashabdan Nu'môn İbn Mukarrin Allah Resülü'nün başında durmuş,
üzerine gelen dalları aralayarak insanların rahat hareket etmeleri için
yardımcı oluyordu.
Elini ilk uzatan, Ebu
Sinan el-Esedi:
-
Elini uzat ya Resülullah, Sana beyat edeceğim, demişti. Bunun üzerine
Resı1lullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ona:
-
Bana ne üzerine beyat edeceksin, diye sordu. Büyük bir teslimiyetle Ebu Sinan:
-
Sen neyi istiyorsan, onun üzerine, diye cevapladı. Bir adım daha atarak
Resül-ii Kibriya Hazretleri:
-
Peki, Ben neyi istiyorum, diye tekrar sordu. Ebu Sinan şunları söyledi:
-
Kılıcımla Senin önünde dikilecek ve Allah (celle celaluhü) bize üstünlük
vereceği veya O'nun uğruna şehit olacağım ana kadar vuruşacağım!
Bundan
sonra herkes geliyor ve Ebu Sinan gibi elini uzatıp Allah Resülü'ne beyat
ediyordu. Bir noktaya gelince Efendiler Efendisi, elinin birisini yukarıya
doğru kaldırdı ve onu diğer eliyle tutarak:
-
Allah'ım! Şüphesiz ki Osman, Senin ve Resülü'nün bir işini takip için gitmişti,
diye Allah'a niyazda bulundu. Ardından da, elinin birini Hz. Osman'ın eli,
diğerini de kendi eli olarak kabul edip gıya-
370
Umre Seferi ve
Hudeybiye
bında onun adına
beyatını kabul ettiğini ifade etti. Aynı zamanda ashabına dönmüş ve onları:
- Sizler, yeryüzünün en hayırlılarısınız, diye
müjdeliyor, ağacın altında Resülullah'a beyat edenlere cehennem ateşinin
dokunınayacağını söylüyordu.
Hudeybiye'ye kadar gelenler arasından sadece Cedd
İbn Kays beyat etmemişti; içindeki nifakı atamamış ve devesinin altına adeta
yapışırcasına gizlenerek, beyat etmemek için kimseye gözükmerneye çalışıyordu.
Allah Resülü dahil herkes, güç bela bulabildikleri
silahlarını da kuşanmışlardı. Ortada güç dengesi yoktu ama ashab-ı kiramın, her
şeyin üstesinden gelebilecek bir imanı vardı. Hatta Ümmü
Ümôra, çadır direği
olarak kullanılan bir sınğın ucuna bıçak bağlamış ve herhangi bir tehlike
anında bununla kendisini korumayı hedeflemişti.
O ana kadar geceleri ateş yakmayı uygun bulmayan Allalı
Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), iş bu noktaya geldikten sonra ateş
yakmak isteyenlere müsaade edecek ve:
- Ateş yakın ve yiyecek hazırlayın; çünkü bundan sonra
hiç kimse, sevap yönüyle sizin yaptıklarınızın zerresine bile ulaşamaz,
buyuracaktı.v"
Süheyl İbn Amr, Huveytıb İbn Abdiluzza, Mikrez İbn Hafs
ve etrafta bulunan Kureyşliler, olup bitenleri büyük bir dikkatle seyrediyorlardı.
Açıkçası gözleri korkmuştu; ölüme bu kadar açık yüreklilikle ve koşarak giden
insanlarla baş etmenin imkanı olamazdı! Onlar için bu insanların bir benzerini
görmenin imkanı yoktu; zira mücerret kan bağı veya kabile taassubuyla ifade
edilebilecek cinsten bir bağlılık değildi bu! .Adeta ashab, birbirleriyle
anlaşmışçasına ve lisan-ı halleriyle Mekke müşriklerine, bir lidere nasıl saygı
gösterilmesi gerektiğini, O'nun emirlerini yerine getirme konusunda nasıl
duyarlı olunabileceğini ve iş ciddiye bindiği zaman da maddi manevi nasıl bir
fedakarlıkta bulunulabileceğini fiilen gösterme yarışına
235 Hadisteki ifade, "Sizden sonra hiçbir kavim,
sizin ne sa'yinize ne de müddünüze ulaşabilir." şeklindedir ki biz, daha
kolayanlaşılması için yukandaki ifadeyi tercih ettik. Bkz. Ahmed b. Hanbel,
Miisned, 3/26 (11224); Hakim, Müstedrek, 3/38 (4336); İbn Ebi Şeybe, Musannef,
7/386 (36853)
371
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
girmişlerdi!
Kureyş'in o güne kadar ne gördüğü ne de duyduğu faziletlerdi bunlar! Onun için
elçiler, ne yapıp edip mutlaka bir anlaşma yolunun bulunması gerektiğini
düşünüyor ve kendi aralarında, en az zayiada bu işin içinden nasıl sıynlacaklarının
hesabını yapmaya çoktan başlamış bulunuyorlardı.
Çok geçmeden yeni bir haber gelecek ve mü'minler, Hz.
Osman'la diğer sahabelerin şehit edildiği haberinin mesnedsiz olduğu
müjdesiyle sevineceklerdi.
Süheyl
İbn Aınr ve arkadaşları yeniden Mekke'ye dönmüş ve Hudeybiye'de gördükleri
manzarayı olanca açıklığıyla Kureyş'e anlatmaya başlamışlardı. Arkadaşlarının
öldürüldüğü haberi gelir gelmez her bir sahabinin aldığı tavırdan ve Allah
Resülü'nürı beyat davetine icabet etmedeki süratlerinden oldukça etkilenmiş,
bütün imkansızlıklara rağmen savaşma konusundaki kararlılıklarından da ciddi
manada çekinmişler ve gördüklerini arkadaşlarına anlatmışlardı. Müslümanların
savaş için kolları sıvadığının haberini alan sağduyu sahibi Kureyşliler, durumun
nezaketi karşısında şu görüş birliğine vardılar:
- Bizim için, diyorlardı. Bu yıl Beytullah'ı tavaf
etmeden vazgeçip geri dönmeleri şartıyla Muhammed'le bir barış anlaşması yapmaktan
daha hayırlı bir iş yoktur. Böylelikle Araplar ve O'nun buraya doğru geliş
haberini duyanlar, bizim O'nu engellediğimizi de duymuş olurlar! Gelecek yıl da
gelir ve Mekke'de üç gün kalarak kurbanlarını kesip geri dönerler. Böylece
zorla yurdumuza girmemiş, burada sadece birkaç gün ikamet etmiş olurlar!
Bunun
üzerine yine Süheyl İbn Aınr başkanlığında Huveytıb ve Mikrez'i yeniden Allah
Resülü'ne gönderdiler. Süheyl'e:
- Muhammed'e git ve O'nunla bir anlaşma yap! Fakat o
anlaşmada, bu yıl Mekke'ye girmeme şartı mutlaka olsun; valIahi de biz,
Arapların yarın sağda solda, O'nun zorla yurdumuza girdiğini konuşmalarına
müsaade edemeyiz, diye tembihte bulunmuşlardı.
Kararlaştırıldığı şekliyle Süheyl ve arkadaşları yola
çıkıp yeniden Hudeybiye'ye geldiler. Onların yeniden gelişlerini uzaktan gören
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem):
372
Umre Seferi ve
Hudeybiye
-
Bunları tekrar gönderdiklerine göre Kureyş sulh istiyor, buyurdu.
Ümitlenmişti; zira O'nun istediği de buydu. Çünkü Mekke müşrikleriyle Hayber'de
bir araya gelip de odak oluşturan Yahudilerin, aralarında oturup da Medine'ye
karşı ortak tavır belirleme konusunda anlaştıklarını biliyordu. En azından
şimdi, bu ittifakın taraflarından birisiyle anlaşıp düşmanın gücünü parçalama
fırsatı doğmuştu ve bu fırsat, tebliğini yapmakla mükellef olduğu İslam adına
iyi değerlendirilmeliydi.
Bağdaş
kurarak yere oturan Allah Resülü'nün yanına gelen Süheyl de yaklaşmış ve yere
diz çökmüştü. Abbô.d İbn Bişr ve Selerne İbn Eslem İbn Hariş, zırh
ve miğferlerini giymiş olarak Efendiler Efendisi'nin başında nöbet tutuyorlardı.
Ashab-ı kiram da etraflannda halkalanmış, olup bitenleri takip etmeye
çalışıyorlardı.
Uzun
uzun konuştular. Kıyasıya bir pazarlık cereyan ediyor; ses tonları da bir
yükselip bir alçalıyordu. Bir ara Süheyl'in ses tonunun daha da yükselmesi
karşısında buna dayanamayıp sinirlenen Abbad İbn Bişr ona:
-
Resülullah'ın yanında sesini kıs, diye tembihte bulunacak ve Resülullah'ın
huzurunda bulunma hassasiyetinin ihlal edilmemesi gerektiğini hatırlatacaktı.
Bu uzun konuşmaların neticesinde prensipte birtakım maddeler-s" kabul
görmüş ve sıra bunların yazıya geçirilmesine gelmişti:
236 Üzerinde
anlaşılan maddeler şunlardı: ı. Taraflar arasında on yıl süreyle savaş
yapılmayacaktı. 2. İnsanlar, birbirlerinden gelebilecek tehlikelere karşı güvende
olacaklardı. 3. Allah Resülii ve ashab-ı kiram hazretleri, bu yıl geri dönecek
ve ancak gelecek yıl Beytullah'ı ziyaret edebilecekti. Mekke'de üç gün kalabilecekleri
bu gelişlerinde yanlarında sadece yolculuk silahları olacak ve kılıçlarım da
kınlarından çıkarmayacaklardı. 4. Velisinin izni olmadan Kureyş'ten gelip de
Efendimiz'e sığınanlar. İslarn'ı kabul etmiş bile olsalar velisine iade edilecek;
diğer yanda mii'minlerden birisi gidip de Kureyş'e sığırursa onlar onu iade
etmeyeceklerdi. 5. Karşılıklı ayıplamalar ortadan kalkacak; ne hıyanet ne de
hırsızlık gibi olaylara mahal verilecekti. 6. İki tarafın dışındaki kabile ve
topluluklar, diledikleri zaman diledikleri tarafla ittifak kurup anlaşma yapabileceklerdi.
Bilhassa bu son madde kabul edilir edilmez Huzd'a kabilesi, "Bizler,
Muhammed'le ittifak edip anlaşmayı kabul ettik." derken, Beni Bekir
kabilesi de, "Bizler de, Kureyş ilc ittifak kurup anlaşma
yaptık." diyerek saflarını netleştirmiş oldular. Bkz .. Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 4/325; İbn Sa' d, Tabakat. 2/97; Vakıdi, Megfızi, ı/608
373
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Hz. ömer'in Feneranları
Ancak
bu madde ve ortaya konulan şartlar, mü'minlere çok ağır gelmişti; bir yandan
ayak ayak diretip de hiç taviz vermeyen Süheyl, diğer yanda ise bunları karşı
tarafa verilmiş tavizler olarak değerlendiren mü'minler vardı; maksatları
Allah Resülü'ne tepki değil, meselenin bütün yönleriyle vuzuha
kavuşturulmasıydı. Çünkü bugüne kadar Allah ve Resülü'nden öğrendikleri
arasında, inanan bir mü'minin imansız bir kafir veya müşrikten üstün olduğu da
vardı ve şu anda karşılaştıkları husus, sanki bu bilgiyle çelişir gibi
duruyordu. Bilhassa Hz. Ömer hızını alamayıp huzur-u risalete gelmiş:
- Ya Resülullah,
diye sesleniyordu. Sen, gerçekten Allah'ın peygamberi değil misin?
-
Evet; Ben Allah'ın Resülü'yüm, diye cevapladı Allah Resülii Hz. Ömer'i. Ancak
o, bu cevapla teskin olacak gibi değildi ve sorularına devam etti:
- Bizler hak üzere
iken onlar ise batılı temsil etmiyorlar mı?
- Evet!
- Bizim ölülerimiz
cennette, onlarınki ise cehennemde değiller
mi?
- Evet!
- Öyleyse biz,
dinimiz konusunda bu tavizi onlara niye veriyor;
onlarla aramızdaki
hükmü Allah vereceği ana kadar mücadele etmeden niye geri dönüyoruz?
-
Ben Allah'ın kulu ve Resülü'yüm; O'na asla isyan etmem! O da Beni asla zorda
bırakmaz; zira her durumda Bana yardım eden O'dur!
-
Beytullah'a gidip de onu gerçekten tavaf edeceğimizi Sen söylememiş miydin?
-
Evet; Ben söylemiştim! Ancak Ben sana hiç, "Bu yıl gideceksin" dedim
mi?
- Hayır!
- Unutma ki bir gün
sen, mutlaka oraya girecek ve Beytullah'ı
da tavaf edeceksin!
Fıtrat
itibariyle müteheyyiç bir yapıya sahip olan Hz. Ömer, sadece o günü düşünüyor
ve savaşın olmadığı zeminlerin, istikbalde karşılarına ne türlü fırsatlar
çıkaracağını hesap etmeden fevri tepki
374
Um re Seferi ve
Hudeybiye
veriyordu.
Hatta hızım alamayacak ve Hz. Ebu Bekir'in yanına giderek benzeri şeyleri ona
da söyleyecekti. Sadakatin zirve insam Hz. Ebu Bekir, kendisine sorulan her
soruyu büyük bir temkinle yaklaşıp cevaplıyor ve her cevabında da
Resülullah'ın sözlerine paralel bir netice ortaya koyuyordu. Nihayet Hz. Ömer'e
döndü ve:
-
Beheyadam, dedi. Şüphe yok ki O, Resülullah'tır: Allah'a isyan edecek değil ya!
-
O'nun Allah'ın Resnlü olduğunu ben de biliyorum, diye cevaplamak istedi Hz.
Ömer. Ancak Hz. Ebü Bekir
devam ediyordu:
- Hem O'nun yardımcısı Allah'tır; ölünceye kadar sen,
O'nun peşinden bir milim ayrılma! Allah'a yemin olsun ki O, her zaman hak
üzeredir.
Belli ki bugün Hz. Ömer'in şahsında Allah (celle
celaluhü), ümmet-i Muhammed için benzeri olaylar karşısında nasıl bir tavır
takınılması gerektiğinin örneğini gösteriyor ve sadece o günü düşünerek tepki
verilmeyip sonuç itibariyle elde edileceklerin nazara alınarak itidal içinde
olunması gerektiğini fiilen gösteriyordu. Zira yıllar sonrasında Hz. Ömer,
bugün attığı bu adımlar ve yaptığı bu konuşmalardan dolayı bin pişman olacak ve
kendini affettirmek için de sürekli nafile namaz kılıp oruç tutacağım, sadaka
verip köle azat edeceğini söyleyecekti.
Zaten
o gün Hz. Ömer'in bu kadar ısrarına şahit olan bir başka sahabi Ebu Ubeyde
İbn Cerrôh, ona dönecek ve:
- Ey Hattaboğlu. diye seslenecekti. Resülullah'ın ne
dediğini duymuyor musun? En iyisi mi sen, şeytamn şerrinden Allah'a sığın ve
eleştireceksen kendi düşüneeni eleştir!
Bunun üzerine Hz.
Ömer:
- Huzur-u ilahiden kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a
sığınırım, diyerek tekrarlamaya başlayacak; duyguları itibariyle sükunet
bulamamış olsa da, mantık ve akıl yönüyle teslim olup bundan sonrası için de
duygularını bastırmaya çalışacaktı.
Artık
ortalık durulmuş ve maddelerin yazıya geçirilerek tasdik edilmesi kalmıştı.
Efendiler Efendisi'ne dönen Süheyl İbn Anır:
375
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
-
Haydi şimdi bunlan bir kağıda yaz, dedi. Bunun üzerine Allah Resı1lü
(sallallahu aleyhi ve sellern), yanına Hz. Ali'yi çağırdı ve:
- Yaz, dedi.
'Bismillahirrahmanirrahirn!'
- Ralıman ve Rahim de
ne demek, diye tepki gösterdi Süheyl.
Duraksamıştı;
bunu söylerken içinde ince bir sızı duysa da, burada Kureyş'i temsilen
bulunuyordu ve üzerindeki bu elbise onu, olduğundan da katı gösteriyordu.
Aslında Rahman'ı da Rahim'i de bilmeyen insan değildi Süheyl İbn Amr. Daha ilk
günlerden itibaren üç kardeşiyle damadı ve kızından sonra iki oğlu da Müslüman
olmuş ve Efendiler Efendisi'ni tercih etmişlerdi. Kendisine rağmen İslam'ı
tercih eden küçük oğlu Ebı1 Cendel'e de yapmadığını bırakmamış, onu dininden
döndürmek için akla hayale gelmedik işkenceler yaparak hapsettiği yerde aç ve
susuz bırakarak buraya gelmişti. Onun için ısrar etti:
-
Onların ne demek olduğun ben bilmiyorum; vallahi de Sen, daha önceleri yaptığın
gibi, 'Bismikallahiunmel' diye yaz!
Onun bu gereksiz
ısranna şahit olan mü'minler:
-
Vanahi de biz, 'Bisıııillahirrahnıônirrabim'ôesx başka bir şey yazmayız,
diyorlardı. Yine iki ateş arasında kalınmıştı. Yine sadece yaşanılan an
düşünülüyor ve yarın adına elde edilecekler hesaplanmadan fevri hareket
ediliyordu. Meselenin detaylanna ve şekline takılarak yanm kalmasını arzu
etmeyen Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve sellern), büyük bir temkin ve
sabırla damadı Hz. Ali'ye döndü ve 'Bismillahirraluııônirrahim'ı
silmesini söyleyip:
-
Bismikaliahiunme, diye
yaz, buyurdu.
Bir
badire daha atlatılmış ve Allah Resı1lü'nün bu kadar kararlı duruşu karşısında
sahabe de sükı1tu tercih etmişti. Resı1l-ü Kibriya Hazretleri:
-
Bu, Allah'ın Resı1lü Muhammed ile Amr'ın oğlu Süheyl'in arasında yapılan
anlaşmadır, diyecekti ki, Süheyl'den yeni bir itiraz daha yükseldi:
-
Vallahi, diyordu. Senin Allah'ın Resı1lü olduğunu bilip buna inanmış olsaydık,
Beytullah'ı tavaf etmekten Seni alıkoymaz ve Seninle bu kadar savaşmazdık!
Anlaşmaya bildiğimiz şeyleri; Abdullah'zn oğlu Muhammed, diye yaz!
Ancak bu kadar
tahammülsüzlük olabilirdi! O gün için küfrü
376
Umre Seferi ve
Hudeybiye
temsil
eden Süheyl'in inadı tutmuş, davası adına en ince detayları bile kaçırmıyor,
atılan her adımı kendi lehine çevirmeyi hedefliyordu. Süheyl sildirmek istese
de O (sallallahu aleyhi ve sellern), Allah'ın Resülü'ydü ve Efendiler
Efendisi, yeniden Hz. Ali'ye dönerek:
- Sil onu, dedi.
Demişti demesine ama bir anda ortalık buz kesiverdi.
Çünkü orada bulunan Sa'd İbn Ubôde ve Üseyd İbn Hudayr gibi
sahabiler, Hz. Ali'nin elinden tutmuş ve:
- Ya, 'Allah'ın ResuZü' diye yazarsın, ya da
onlarla aramızdaki meseleyi ancak kılıç çözer, diyor ve başkasını yazmaması
gerektiğini söylüyorlardı. Zaten Hz. Ali de farklı düşünmüyordu; az önce, 'Bismillahirroluııônirrahim'ı silip de 'Bismikallahümme' diye
yazan Hz. Ali, Resülullah'ın adını silmek istemiyor ve 'Allah'ın Resiılii' ifadesinin
bir mühür gibi anlaşmada kalmasını arzuluyor, Resülullah'> ın bu emrini
yerine getirmeyi o da istemiyordu.
Bu arada, huzur-i risaletteki sesler gittikçe yükselmiş
ve ortalığı bir uğultu almıştı. Allah Resülü, mübarek elleriyle işaret ederek
önce ashabının sükunet içinde olmalarını talep etti. Ardından da, kendine
yakışır bir nezaketle damadına döndü; belli ki ona da bir çift sözü olacaktı:
-
Yarın senin başına da benzeri bir olay gelecek ve o gün sen de taviz vermek
zorunda kalacaksın!
Gaybdan yine bir perde aralanmış ve belli ki bununla,
Hz. Osman'ın şehadetiyle başlayıp kendi şehadetiyle noktalanacak olan zaman
diliminde; özellikle de 'Tahkim' hadisesinde Hz. Ali'nin, yapmak
zorunda kalacağı zorunlu tercihleri hatırlatmıştı.
Sonra da:
- Bana onu göster, buyurdu ve bunun üzerine gösterilen
yerdeki 'Allah'ın Residiı' ibaresini mübarek elleriyle silerek yerine, 'Abdullah'ın
oğlu Muhammed' yazılmasını istedi.
Bu talep de gerçekleştirilmiş ve bir badire daha
atlatılmıştı. Sıra, Velisinin izni olmadan Mekke'den çıkıp Medine'ye sığınan
birinin, Müslüman bile olsa, Mekke'ye geri iade edilmesi maddesine gelince
ashab arasından yine sesler yükselmeye başlamıştı:
-
Sübhanallah, diyorlardı. Bu da yazılır mı? Müslüman olarak geldiği halde böyle
bir insan, hiç müşriklere teslim edilir mi?
377
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
-
Evet, buyurdu Allah Resülü, Demek ki Resülullah'ın bir bildiği vardı;
Kur'an'ın ifadesiyle, konuştukları vahiyden başka bir şey olmayan Allah Resülü
(sallallahu aleyhi ve sellem), yine gaybın perdelerini aralamış ve ümmetiyle
öyle konuşuyordu. Şöyle devam etti sözlerine:
-
Bizden gidip de onlara sığınan kimseyi Allah (celle celaluhü) rahmetinden de
uzaklaştınr; ancak onlardan bize gelip de sığınanlara gelince Allah (celle
celaluhü), onlar için de mutlaka bir çıkış yolu ve esenlik bahşedecektir.
Bir
taraftan anlaşma maddeleri yazıya geçirilmeye çalışılırken diğer yandan otuz
kişilik bir grubun'<? saldınsıyla sarsılmışlardı. İki taraf da şaşırmıştı;
zira bunlar hiç hesapta yoktu ve kimse de bunlara böyle bir vazife vermemişti.
Onların uzaktan gelişlerini görünce Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem),
ellerini açtı ve hayır adına yürünen yolda onu baltalamaya matuf böyle bir yola
tevessü1 edenler aleyhine dua etti. İsteyen Allah'ın Resülü olunca elbette
Allah (celle celaluhü) da müspet cevap verecekti; o kadar ki, sanki adamların
gözleri görmez ve kulakları da duymaz oluvermişti. Artık ashab-ı kirarn için
onları etkisiz hale getirip de yakalamak çok kolaydı; gittiler ve hepsini de
esir alarak huzura getirdiler. Efendimiz onlara sordu:
-
Sizler, birinin taahhüdü altında mı geldiniz, hiç kimse size bir güvence verdi
mi?
-
Hayır, diye cevapladılar. Belli ki hadise münferitti ve bunun üzerine Allah Resülü
de, büyük bir centilmenlik örneği göstererek onları oracıkta serbest
bırakıverdi. Hakimane bir hareketti bu hareket ve semalar ötesinden de
onayalmıştı; zira yine Cibril-i Emin gelmiş:
-
Onların ellerini, sizin üzerinizden çekip alan da O'dur238 mealindeki
ayeti getiriyordu.
237 Başka bir rivayette bu sayı seksen olarak ifade
edilmektedir. Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/122 (12249); Nesai,
Siinerıii'l-Kiibra, 5/202 (8667); İbn Kesir, Tefsir,4/193
238 Fetih, 48/24
378
Um re Seferi ve
Hudeybiye
Her
şey bitmişti ve maddelerin yazıldığı malzemenin mühürlenmesinden sonra
tarafların birbirlerinden ayrılma vakti gelmişti. Tam da herkes, bu son noktayı
da koyup geri dönüş hülyaları kurarken uzaklardan bir karartının kendilerine
doğru geldiğini fark ettiler. Gelenin yürümekte zorlanan bir hali vardı ve
ardında, normal bir insanın yürüyüşünden daha fazla toz kaldırıyordu. Bütün
gözler onun üzerine odaklanmıştı. İnsanlar gelenin kim olduğunu anlamaya
çalışıyorlardı. Gelişindeki yavaşlık bu merakı daha da artırmıştı; çünkü
gelenin adımları, herhangi bir insanın yürümesi gibi değildi; belli ki ağır
yaralı veya ölümle pençeleşen çaresizin birisiydi!
Gözlerin
kendisini seçebileceği noktaya kadar geldiğinde onun, biraz önce anlaşmaya imza
koyan Kureyş'in temsilcisi Süheyl İbn Amr'ın, Müslüman olduğu için hapsedip
işkence ettiği ve Hudeybiye'ye gelirken de sıkıca bağladığı küçük oğlu EM Cendel
olduğu anlaşıldı. Babasının yokluğunu fırsat bilip hapisten kurtulduktan
sonra, yakalanacağım endişesinden dolayı patika yollara girip dağ başlarından
aşarak kendini, ashabıyla birlikte Resülullah'ın da geldiğini duyduğu
Hudeybiye'ye zor atmıştı. Bedir'de safını değiştirip de Allah Resülii'nü tercih
eden ağabeyi Abdullah dahil bütün mü'minleri sevince gark eden manzaraydı bu;
belki çok sıkıntı çekmişti ama şimdi bunlar, elemi geride kalan buruk birer
hatıraya dönüşrnek üzereydi. Kollarını açıp da yoluna koşup hoşarnedi edenler,
sevinçten gözyaşı dökenler vardı.
Beri
tarafta ise Süheyl, Abdullah'tan sonra diğer oğlunun da gelişini görünce
küplere binmiş burnundan soluyordu. Öfkeden damarları çatlayacak gibiydi ve
yakasından tuttuğu gibi oğlu Ebu Cendel'i silkelemeye başladı; bir taraftan da
elindeki dikenli sopayla ona vuruyordu. Bir müddet oğlunu hırpalayan Süheyl,
yeniden Resül-ü Kibriya'ya döndü:
- Ya Muhammed,
diyordu. Anlaşma gereğince Senden iadesini istediğim ilk kişi budur!
Hudeybiye'nin havası,
bir kez daha buz kesivermişti; Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), bir
kişi bile olsa onu küfrün dünyasına yeniden gidip işkence altında çileyle
inlernekten kurtar-
379
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
mak için şartları
sonuna kadar zorlamaya çalışıyordu. Ancak Siiheyl, işi zorlaştırmakta
kararlıydı:
-
Öyleyse, vanahi de aramızdaki anlaşma ebedi olarak biter ve ben, artık Seninle
hiçbir anlaşma yapmam, diyordu. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern),
mağdur durumdaki bir insanı daha kurtarabilmek için bir hamle daha yaptı ve
Süheyl'e:
-
Onu Bana bağışla ve anlaşmanın dışında tut, teklifinde bulundu. Süheyl bunu da
kabul etmiyor ve:
-
Onu ne Sana bağışlar ne de anlaşmanın dışında tutarım, diye ısrar ediyordu. Bir
Ebu Cendel'e bir de baba Süheyl'e nazar eden Allah Resülü:
-
Evet, bunu yapabilirsin ve yap, diye şahsi kredisini kullanma arzusunu bir kez
daha tekrarlayacaktı.
- Bunu asla yapamam,
diyordu Süheyl.
Onun
bu kadar katı tutumuna ve Resülullah'ırı da aşırı ısrarına şahit olan Kureyş'in
diğer elçileri Huveytzb ve Mikrez, insafa
gelecek ve Ebu Cendel'in anlaşma dışında değerlendirilmesi konusunda ısrarcı
olacak, ancak bu da Süheyl'i iknaya yetmeyecekti.
O ana kadarki
gelişmeleri ümit ve endişe arasında titizlikle takip eden Ebu Cendel, iki
koluna giren Huveytıb ile Mikrez tarafından alınıp da bir çadıra doğru
götüriilmek istenince feryadı basacak ve: - Ey Müslümanlar, diye Hudeybiye'yi
inletecekti. Aranıza Müslüman olarak gelmişken sizler beni müşriklere mi
teslim ediyorsunuz; nelerle karşılaştığımı görmüyor musunuz?
Gerçekten
de yürek yakan bir manzaraydı; Ebu Cendel, hakkında takdir edilenleri
bilememiş olmanın çaresizliği içinde feryat ediyor, Cenab-ı Mevla'nırı ikram
edeği berdü selamı
görerneden göz göre göre yeniden ateşe atıldığını düşünüyordu! Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellem), sesini yükselterek arkasından:
-
Ey Ebd Cendel, diye seslendi. Sabret ve mükafatını da yalnız Allah'tan bekle!
Çünkü Allah (celle celaluhü), hem senin hem de seninle birlikte aynı kaderi
yaşayan diğer mağdur mü'minler için mutlaka bir çıkış yolu ve genişlik ihsan
edecektir. Ne var ki biz, şu anda bu kavimle, maddelerine bağlı kalma sözü
vererek bir anlaşma yapmış, onlara bu konuda bazı sözler de vermiş olduk;
sözümüzden dönüp cayamayız!
380
Umre Seferi ve
Hudeybiye
Resülullah'ın
mutlaka bir bildiği vardı ve şüphe yok ki Allah (celle celaluhü), Ebu Cendel ve
arkadaşları için de bir çıkış yolu ihsan edecekti. Allah Resülü'ne itimadı
sonsuzdu; ancak bildiği bir şey vardı ki babası Süheyl, geri döner dönmez
kaldığı yerden yeniden başlayacak ve akla hayale gelmedik yöntemlerle canına
okuyacaktil
Arkasından
koşarak yanına yaklaşan Hz. Ömer, kılıcının kabzasını da gösterecek ve:
-
Ya EM Cendel, diyecekti. Maksadı, gösterdiği kabzadan tutup babasının işini
orada bitirerek Ebu Cendel'i bu sıkıntıdan kurtarmaktı. Şöyle devam ediyordu:
-
Dişini sık ve mükafatını Allah'tan bekleyerek sabret! Şüphe yok ki onlar
müşrikler ve Allah katında onların kanı da, köpeğin kanından daha kıymetli
değildir!
Ancak
Ebu Cendel'in, o gün Hz. Ömer'i dinleyecek hali yoktu ve Kureyş'in elçilerinin
kollarında yeniden geldiği yere geri dönecekti. Artık anlaşma da her yönüyle
tamamlanmış ve ashabdan Muhammed İbn Mesleme, Efendimiz'in talimatıyla ondan
bir nüsha daha çoğaltarak onu, Mekke'nin temsilcisi Süheyl İbn Amr'a vermişti.
Kurbanlıkların Hali ve
İhramdan Çıkış
Buraya
kadar ashab-ı kiramın, Efendiler Efendisi'nin gördüğü rüyanın tahakkuk
edeceğinde zerre kadar tereddüdü yoktu; bunun için Hudeybiye'ye kadar gelmiş ve
hep, yıllar sonra yeniden Kabe'yi tavaf etmenin hayallerini kurmuşlardı. Yirmi
gündür burada yaşadıkları, şartları ağır bir anlaşma yapılarak geri dönüş
hazırlıklarının başlamış olması ve son olarak da Ebu Cendel'in durumu onları
ciddi manada sarsmıştı. Şimdi büyük bir tereddüt yaşıyorlardı. Öyle ki, İbn
Abbas gibi sahabilerin şehadetiyle, ashab Beytullah'a gidip de tavaf
edemedikleri için üzülmüş, oraya gitmekten alıkanan develer bile o gün
inlerneye başlamış, yavrularına olan şefkatlerinden dolayı çıkardıkları sesi
çıkarıyorlardı.
Şimdi
ise her şey bitmiş ve anlaşma mühürlenmişti; artık Hudeybiye'den itibaren yeni
bir dönem başlıyordu; bundan böyle savaşsız bir zeminde İslam'ın
güzelliklerini daha çok insanla paylaşma fırsatı vardı. Ancak ashab-ı kiram,
henüz bunu kavrayamamış
381
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
ve
Beytullah'ı tavaf edemeden geri dönüyor olmayı bir türlü hazmedememişti; onun
için Resül-ü Kibriya Hazretleri, geri dönüş için ashabına:
-
Kalkın ve kurbanlıldannızı kesip traş olun, diye emredince hiç kimse yerinden
kalkmadı. Ne Beytullah'tan vazgeçebiliyorlar ne de Resülullah'a itaatsizlik
gibi bir durumla karşı karşıya kalmak istiyorlardı; ancak şartlar onları,
ikisinden birini tercih konumuna kadar getirmişti! Bir de, Allah Resülü'niin
bu beyanlannın, bir emir mi yoksa teşvik mi olduğu konusunda tereddüt yaşamış
ve muhtemel ki, Cibril-i Emın'in gelerek bu sulhu iptal edeceğine dair
beklenti içine girmişlerdi; çünkü hala vahiy devam ediyordu ve bu zeminde her
zaman hükümlerde bir değişim söz konusu olabilir ve onlar da bu durumda yeniden
Kabe'ye giderek Beytullah'ı bu sene tavaf edebilirlerdi.
Derin
düşüncelere daImışlardı; sair zamanlarda gösterdikleri hassasiyeti şimdi
göstermekte ve emr-i Nebevi karşısındaki duyarlılıklannda bir miktar gecikme
söz konusu olmuştu. Onun için Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern),
talebini üç kez tekrarladı; yine kimse kalkıp da kurbanını kesmiyor, ihramdan
çıkmak için de saçını traşa yeltenmiyordu.
Bu
durum Allah Resülü'nün de ağnna gitmişti; mahzun bir şekilde Ümmü Seleme Validemizin
yanına geldi ve:
-
Müslümanlar helak oldu; Ben onlara kurbanlannı kesip traş olmalarını
emrediyorum ama onlar bunu yapmıyorlar, diye dert yandı. 239 Belli ki can
dostuyla meseleyi istişare edecek ve meselenin çözümü adına onun da fikrine
müracaat edecekti:
-
Ya Resülullah, diye başladı sözlerine Ümmü Selerne Validemiz. 'Onlan levmetme;
çünkü şu anda onlar, büyük bir şok yaşıyorlar! Anlaşma konusunda yaşadığın
sıkıntılar ve bekledikleri gibi bir fetih yaşamadan geriye dönmek durumunda
kalmak gibi hususlar onlara çok ağır geldi. Ey Allah'ın Nebi'si! En iyisi mi
Sen, çık ve kimseye bir şey söylemeden kurbanını kes; sonra da birisini çağınp
başını traş ettir!
239
Başka bir rivayette bu ifade, "İnsanlann yaptıklannı görüyor musun; Ben
onlara bir şey emrediyorum; onlar ise, emrimi duyup yüzüme baktıklan halde
bunu yapmıyorlar!" şeklindedir. Bkz. Vfıkıdl, Megazi, 1/613; Salihi, Sübülü'l-Hüdü
ve'r-Reşfıd,5/56
382
Umre Seferi ve
Hudeybiye
Onlardan birisi olarak konuşuyordu Ümmü Selerne
Validemiz; herkesin bir misyonu vardı ve O da, bu yolculuğa çıkışta Resülullah
ile birlikte olmanın gereğini yerine getiriyor ve istişaredeki açılımıyla
tarihi bir misyona imza atıyordu. Demek ki böylesi durumlarda, toplumun önünde
olan insanların fiilen adım atmaları, sözle insanları sevk etmekten daha
etkili bir yoldu.
Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) çadırından
dışarı çıkmıştı; ihramını omzunun birisi açık kalacak şekilde diğerinin
üzerine atmış ve kurbanını kesmede kullanacağı bıçağı da eline almış, develerin
bulunduğu yere doğru ilerliyordu. Gözler O'na kilitlenmişti. Çok geçmeden
Resülullah'ın yüksek sesle:
- Bismillahi Allahü Ekber, diyerek seslendiği duyuldu;
belli ki Allah'ın Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem), kurbanlarını
kesıyordu.vt" Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) kurbanını keser de
ashab durur muydu; yerinden fırlayan bıçağını kaptığı gibi kurbanlığının yanına
koşmaya başladı! Ümmü Seleme Validemizin delaleti işe yaramıştı; artık Hudeybiye'de,
birbirleriyle yarışırcasına bir koşuşturma başlamış ve herkes, Resülullah'ın
peşinden kurbanını kesmenin telaşına düşmüştü.
Kurbanlarını da kesen Efendiler Efendisi artık ihramdan
çıkmak üzereydi; yanına Hırôş İbn Ümeyye'yi çağırdı ve ona saçlarını
traş ettirdi. Ashab-ı kiram hazretleri, Allah Resülii'niin mübarek saç tellerini
yere düşürmemek için birbirleriyle yarışıyor ve bir telini bile zayi etmemeye
çalışıyorlardı; bir tutamını da Ümmü Ümôra almıştı.
Ashab-ı kiramın bazısı saçlarını kökünden kestirmiş,
diğer bir kısmı da sadece kısaltrnakla yetinmişti. Efendimiz, çadırından mübarek
başlarını çıkardı ve:
-
Allah (celle celaluhü), saçını kökünden kesenlere merhamet etsin, diye dua
etti. Ashabın içine bir korku düşmüştü:
- Peki ya Resülullah,
diyorlardı. Ya kısaltanlar?
Zira ashabın içine
kurt düşmüş ve saçını kısaltanların ihramdan
240 Efendimiz (s.a.s.) Hudeybiye günü
yetmiş tane deve kurban etmiş; bunlardan birini de yedi kişiyle ortak kesmişti.
Aynı zamanda O'nun, Eslem kabilesine mensup biriyle Mekke'ye yirmi deve
gönderdiği ve Merve'de bunlan kurban ettirdiğine dair de bilgi vardır. Bkz.
Vakıdi, Megazi, 1/614; Salihi, Siibülii'l-Hiida ve'r-Reşad,S/S7
383
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
çıkıp çıkmadığından
şüphe etmeye başlamışlardı. İşin garibi, Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve
sellem) tekrar:
- Kökünden kesenler, buyurmuş ve bunu da üç kez de
tekrar etmişti. Ashabın şüphesi giderek artıyor ve sadece saçını kısaltmakla
yetinenlerin hükmü konusunda Efendimiz'den bir açıklama bekliyorlardı. Bunun
üzerine o:
-
Kısaltanlara da, buyurdu ve böylelikle bir mesele daha netleşmiş oldu.
Daha
sonra Hudeybiye'de bir rüzgar kendini gösterecek ve ashab-ı kiramın saç
tellerini Mekke'ye doğru alıp götürecekti.
Şimdi sıra, Beytullah'ı tavaf işi bir yıl sonrasına
tehir edilmiş olarak Hudeybiye'den ayrılmaya gelmişti. Buraya geleli tam yirmi
gün olmuştu-" ve Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da, gelecek yıl
emniyet ve güven içinde Kabe'ye gelip de ibadetlerini gerçekleştirme niyetiyle
ashabına emretmiş, yeniden Medine yoluna düşmüşlerdi.
Artık Hudeybiye'den ayrılmışlar ve Medine'ye doğru
ilerliyorlardı; önce Mehrii'z-Zehrôn, ardından da Usfan'da konakladılar. Yiyecekleri
kalmamıştı ve Allah Resülü'ne gelerek, bineklik develerini kesmeleri konusunda
kendilerine izin vermesini talep ettiler; Allah Resnlü de onlara bu izni verdi.
Sevinmişlerdi;
ancak bu sevinçlerini yaşayamadan konuyu duyan Hz. Ömer olaya müdahale edecek
ve Efendimiz'e gelerek:
- Ya Resülullah, diyecekti. Böyle yapma; insanların
yanında ihtiyaten fazla devenin olması daha uygun olur. Aksi halde yarın, aç
ve yaya olarak düşmanla karşılaşırsak ne yaparız! Fakat, şayet uygun görürsen
insanların elinde yiyecek olarak ne varsa onları getirmelerini emir buyur;
onları bir araya toplasınlar ve Sen de onlar üzerine bereket duasmda bulun;
muhakkak ki Allah (celle celaluhü), Senin duan vesilesiyle bizi yurdumuza
ulaştıracaktır!
241
Hudeybiye'de kalınan gün sayısının on dokuz olduğu da ifade edilmektedir. Medine'den
Çıkılıp da yeniden Medine'ye dönüleceği ana kadar geçen sürenin ise, bir buçuk
ay olduğu anlatılmaktadır. Bkz. İbn Seyyidinnas, Uyünu'l-Eser, 2/125; Salihı, Sübülü'l-Hüda
ve'r-Reşad, 5/57
384
Umre Seferi ve
Hudeybiye
Allah
Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Hz. Ömer'in teklifine müspet cevap
vermiş ve insanlara seslenerek ellerinde bulunan yiyecekleri getirmelerini
istemişti. Bu arada yere, deriden bir sergi sermiş ve getirilen yiyeceklerin bu
serginin üzerinde biriktirilmesini murad etmişti.
Ashab-ı
kiram hazretleri, azık adına yanlarında ne kalmışsa koşar adım hepsini
getirmeye başlamışlardı; getirilenlerin en çoğu bir ölçek hurma idi. Herkes
getireceğini getirip de ortaya koyduktan sonra serginin üzerinde biriken
yiyecek miktarı, ancak zayıf bir keçi yavrusu kadardı.
Allah'ın
Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), mübarek ellerini açarak bu yiyeceklerin
yanında dua etmeye başladı; bir müddet böyle devam ettikten sonra da ashabına
döndü ve onlara, 'Allah'ın adıyla' bu sofradan yiyip karınıarını
doyurmalarını söyledi.
Bin
dört yüz insan sırayla bu sofraya geliyor ve karnını doyurup geri çekiliyordu.
Hatta sadece karınıarını doyurmak1a kalmıyor, yanlarındaki kaplarını da oradan
yiyecekle doldurup öyle dönüyorlardı. Derken kafiledekilerin tamamı gelip
oradan karnını doyurmuş ve yanında bulunan kaplarını da doldurmuştu; ancak keçi
yavrusu büyüklüğündeki yiyecek hala ortada duruyordu!
Hz.
Ömer'in vesile olduğu bir mucize daha gerçekleşmişti; ihtiyaç hissettikleri
böylesine hassas bir zeminde, kendilerine böyle bir lütufta bulunan Rabb-i
Rahimi'ne şükran hisleriyle dolu olan Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve
sellern), siirürundan tebessüm ediyordu; o kadar ki ashab, inci misal dişlerini
görmüştü. Sonra da, hamd makamında şunları söyledi:
-
Allah'dan başka ilah olmadığına ve Benim de O'nun Resülii olduğuma şehadet
ederim; Allah' a yemin olsun ki, bu iki şeye iman ettiği halde Allah'a mü1aki
olan birisi, şüphe yok ki cehennem ateşinden kurtulup masün kalır!
Bu
ne büyük lütuftu ki ashab, başlarında Allah'ın Resülü, sürekli ihsan kuşağında
lütufla ra mazhar oluyorlardı. O'nunla birlikte attıkları her adım,
karşılaştıkları her mesele ve çözüm adına ortaya konulan her hamle, imanları
açısından onları ulaşılmaz kılıyor ve böylece sürekli harikuladelikler
kuşağında bir seyr-i sülük yaşıyorlardı.
385
Efendimiz (sallallahn
aleyhi ve sellem)
Derken
Resül-ü Kibriya Hazretleri yol için hareket emri verdi; bu sefer de semamn dili
çözülmüş ve üzerlerine rahmet indiriyordu. Ashabın sevincine diyecek yoktu;
kuraklığın etrafı kavurduğu dönemlerde bunun anlamı çok büyüktü; avuçlarını
açıyor ve semadan üzerlerine inen rahmetten kana kana içiyorlardı. Üst üste
gelen bunca ikram karşısında Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern),
ashabına döndü ve onlara hitap etmeye başladı.
Nasihat-ı
Nebevi devam ettiği sırada dışarıdan üç kişi gelmiş ve onlardan biri ashabın
arasına girerek halkaya dahil olmuş, diğeri halkamn arkasına oturmuş, bir
diğeri de yüzünü çevirerek oradan uzaklaşmıştı. Gördüğü her şeyi değerlendiren
Allah Resfılii (sallallahu aleyhi ve sellern), bu üç şahsın durumunu da
hutbesine taşıdı:
-
Şu üç kişiııin halini size haber vereyim mi, diyordu. Elbette ashab:
-
Evet, ya Resülullah, diyecekti. Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellern):
-
Onlardan birisi haya etmiş ve onun için arka safta kalmış; Allah da onun
hayasım takdir etmiştir. Diğeri tevbede samimi olduğunu göstermiş ve Allah da,
onun tevbesini kabul etmiştir. Üçüncüsüne gelince o, yüz çevirmiştir; Allah da
rahmetini kesip cemal-i vechiyesini ondan uzaklaştırrnıştır!
Büyük
bir kazammla geriye dönüyorlardı; ancak Resül-ü Ekrem Hazretlerinin kulağına
bir kısım konuşmalar gelmişti. Bazıları, Hudeybiye'nin bir fetih olmadığını
söylüyordu. Kurbanlarını kesemeden ve Beytullah'ı da tavaf edemeden geri
dönüyor olmalarının da bunun bir göstergesi olduğunu düşünüyorlardı. Onlara
göre, mü'min olduğu halde kendilerine sığınan insanların müşriklere iade
edilmesi de bu düşüncelerini doğruluyordu.
Her
söylenti, din adına yeni bilgilerin ortaya çıkmasını netice veriyordu ve
bunları duyan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), yeniden ashabına
dönecek ve şunları söyleyecekti:
-
Bunlar ne kötü sözler! Bilakis bu, fetihlerin en büyüğüdür; zira müşrikler,
kılıçlanm kınlarına koymuş ve beldelerinden sizi,
386
Umre Seferi ve
Hudeybiye
ancak
ellerinin ayasıyla uzaklaştırmaya razı olmuşlardır! Sizinle oturup anlaşma
yapmayı istiyorlar ve güvenlikleri için de artık size müracaat etme lüzumu
hissediyorlar! Çünkü onlar, sizleri temaşa edip süzünce hoşlarına gitmeyecek
manzaralarla karşılaştılar ve Allalı (celle celaluhü) sizi, onlara karşı
muzaffer kıldı. Şimdi sizler, emniyet ve güven içinde ve sevap kazanmış olarak
yurdunuza dönüyorsunuz ki bu, fetihlerin en büyüğüdür:
Uhud'u ne çabuk unuttunuz! Hani o gün sizler, Ben
arkanızdan size seslendiğim halde arkanıza bile bakmadan yukarılara tırmanıyordunuz!
Hepsinin birden üzerinize yüklendiği Ahzab gününü bir
hatırlayın; hani onlar, alt ve üst taraflardan üzerinize hücüm edince gözler
yuvasından çıkacak gibi olmuş ve canlar da gırtlaklara gelmişti; o zaman
sizler, Allah (celle celaluhü) hakkında bile birtakım zanlara kapılmıştınız!
Resül-ii
Kibriya'nın minnet dolu bu sözleri ashab-ı kirama çok ağır gelmiş ve hep bir
ağızdan:
- Allah ve Resfılü doğruyu söylüyor; gerçekten de bu,
fetihlerin en büyüğüdiir, diyorlardı. Meseleye daha geniş perspektiften bakmak
gerekiyordu; bu durumda daha geniş düşünüp yarın elde edileceklerin hesabını
yapmak en sağlıklı olanıydı. Aynı zamanda Hudeybiye, Efendiler Efendisi'nin de
ifade ettiği gibi, daha düne kadar kendilerini insan yerine bile koymak
istemeyen ve kılıçtan başka bir çözüm görmeyen müşriklerle aynı masaya oturup
uluslararası arenada Müslüman varlığını resmen kabullendiklerinin tescili anlamına
geliyordu. Biraz im'an-ı nazar edip derin düşününce mesele bütün aydınlığıyla
ortaya çıkıyordu; onun için ashab, boyunlarını bükmüş ve Resülullah'a şunları
da söyleme lüzumu hissetmişti:
- Vallahi ya Resühıllahl Bizler, Senin düşündüklerini
düşünememiştik; gerçekten de Sen, Allah'ı ve bize ait işleri en iyi bilenimizsin!
Kiirôiil-Gomim'e gelindiğinde Allah Resülü'nün devesinin yürüyüşü
değişmiş ve sanki deve, yükü olabildiğince ağırlaşmışçasına zorlanmaya
başlamıştı. Ferasetle uzaktan Kasva'yı süzenler, Resülullah'a yeni bir vahyin
geldiğini çoktan anlamıştı. Israrla Resfılullah'a soru sorduğu halde bir türlü
cevap alamayan Hz. Ömer, durumun
387
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
farkına
varınca kendi hakkında bir ayetin inmesinden endişelenmiş ve devesini
mahmuzladığı gibi en öne gelerek yürümeye başlamıştı. Çok geçmeden Allah Resülü
(saIlaIlahu aleyhi ve sellern), vahyin devam ettiği sırada sorusunu
cevaplayamadığı Hz. Ömer'e seslendi. Nebevi sadayı duyan Hz. Ömer'de renk
kalmamıştı; gelen ayetlerirı kendisiyle ilgili olmasından endişe ediyordu.
Belli ki gelen ayetlerin muhtevasındaki sürür yüzüne aksetmiş, öyle
konuşuyordu. Önce:
-
Bu gece Bana öyle bir süre indirildi ki, dünya ve içindekilerden Bana daha
sevimlidir, buyurdu. Herkes gelen ayetleri merak ediyordu ve Allah Resülü'nün
etrafında halkalanıp gelen sürenin ne olduğunu öğrenmek için sabırsızlıkla
bekleşiyorlardı. Resülullah onlara Fetih suresini okumaya başladı:
-
Doğrusu Biz Sana, aşikar bir fetih ve zafer ihsan ettik, diye başlıyordu süre,
Şüphesiz ki bu, daha birkaç saat öncesinde Allah Resülü'nün söylediklerinin bir
tasdiki demekti. Aralarından birisi, bütün bunlann bir kez daha Allah Resülü
tarafından perçinlenmesini istercesine:
- Bu bir fetih midir,
diye tekrar soracak ve bunun üzerine O
da:
-
Nefsim yed-i kudretinde olana yemin olsun ki mutlaka bu bir fetihtir,
buyuracaktı. Böylelikle mesele bir kez daha perçinlenmiş oluyordu; artık
Hudeybiye'nin bir fetih olduğunda hiç kimsenin tereddüdü kalmamıştı.
Zaten
süreyi indiren Cibril-İ Emin de, böyle bir fethe imza attığı için Allah
Resülii'nü kutlamış ve O da, Hz. Cibril'in kutlamasına mukabelede bulunmuştu.
Bunu gören ashab-ı kiram da Efendiler Efendisi'ne geliyor ve Allah'ın ihsan
ettiği böylesine önemli bir fethin sevincini hep birlikte paylaşıyorlardı. 242
242
Devam eden ayette Allah (celle celaluhü), Resülü'ne bahşedeceği maddi-manevi
nimetleri sıralayıp da bunlan:
-
Bu da Allah'ın. Senin geçmişte ve gelecekte kusurlannı bağışlaması, Sana yaptığı
ihsan ve in'amı tamamlaması, Seni dosdoğru yola hidayet etmesi ve Sana şanlı ve
şerefli bir zafer vermesi içindir, şeklinde okunan ayetler olarak ümmetine
bildirince ashab-ı kiram, Resül-ü Kibriya'ya dönmüş ve:
-
Sana mübarek ve kutlu olsun ya Resülullah, demişler ve ardından da, "Allah
(celle celaluhü), Sana nasıl bir lütufta bulunacağını olanca açıklığıyla beyan
388
Umre Seferi ve
Hudeybiye
Şimdi ashab da rahat bir nefes almıştı. Zaman zaman
seslerini yükselterek yaptıklan itirazların affedildiğini öğrenmiş ve bir nebze
de olsa rahatlamışlardı. Bundan sonrası için çok iyi anlamışlardı ki,
Resülullah'ın bir noktadaki tercihi Allah (celle celaluhüj'tn iradesinin
dışında bir tercih değildi ve bu tercih karşısında alternatif arayışları içine
girmek de bir mü'mine yakışmayan davranışlardı.
Artık Efendimiz, ashabıyla birlikte gece gündüz demeden
yürüyor ve bir an önce Medine'ye ulaşmak istiyordu. Allah Resülii'yle ashabın
Medine' den umre maksadıyla çıktıkları günden bu yana geçen zaman tam bir buçuk
aydı; bu sürenin yaklaşık yarısı Hudeybiye'de, geri kalan kısmı ise gidiş dönüş
yolunda geçmişti.
Ebu Basir'in Gelişi ve Sonrasında Yaşanan Gelişmeler
Ashabıyla birlikte Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellern), artık Medine'ye gelmişti. Çok geçmeden Ebu Cendel'den sonra bu sefer
de, Mekke müşriklerinin eza ve cefalarından kurtulup kendini Resülullah'ın
güven veren semtine atmak isteyen Ebu Basir243
çıkagelmişti;
Zühreoğullarının müttefikiydi. Ancak o da, Mekke'de Müslüman olunca Ebu Cendel
gibi hapisler, işkenceler, envaiçeşit hakaretlere maruz kalmıştı. Şimdi ise,
bir fırsatını bulmuş ve bütün sıkıntılarından kurtulma ümidiyle kendini
Medine'ye atıyordu. Ayakları şişmiş ve yara-bere içindeydi; zira Mekke'den
yaya olarak kaçabilmiş ve izini kaybettirmek için patika yolları tercih ederek
buraya kadar gelebilmişti.
Onun aralarından
kaçıp da Medine'ye sığındığını haber alır
buyurdu;
ancak yarın bizim başımıza nelerin geleceğini bilmiyoruz!" diyerek endişelerini
dile getirmişlerdi. Bunun üzerine Restıl-ii Kibriya Hazretleri onlara, arkadan
gelen şu ayetleri okumaya başladı:
-
İmandaki yakinlerini iyice artırsınlar diye müminlerin kalplerine sekine indiren
O'dur. Göklerin ve yerin ordulan Allah'ındır. Allah her şeyi hakkıyla bilir,
tam hüküm ve hikmet sahibidir. Bu da, Allah'ın mü'min erkekleri ve rnü'min kadınlan
içinde ebedi kalacaklan, içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştirmesi, onlann
günahlanm bağışlaması içindir. Bu, Allah katında büyük bir nailiyettir, büyük
bir başandır. Fetih, 48/1-6
243
İsminden daha ziyade Ebu Basir künyesiyle meşhur olan bu sahabinin adı, Utbe
İbn Esid'dir. Bkz. İbn Hişam, Sire, 4/291; Beyhaki, Sünenü'l-Kübra, 9/227;
İbn Hacer, el-İsabe, 4/433 (5401)
389
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
almaz
Mekke müşrikleri bir araya geldi ve Hudeybiye Anlaşması gereği Efendimiz'den
Ebu Basir'i geri isteme kararı aldılar. Buna göre Ahnes İbn Şerik ile Ezher
İbn Abdiavf, bir mektup yazacak onu, Huneys İbn Côbir ile
Resülullah'a göndereceklerdi.
Huneys, yolda rehberlik yapması için yanına Kevser adındaki
kölesini de alarak, Ebu Bash'den üç gün sonra Medine'ye geldi, mektubu Allah
Resülü'ne ulaştırınca Efendimiz (sallallabu aleyhi ve sellemj'e, onu Übeyy
İbn Ka'b okudu:
- Seninle birlikte yaptığımız anlaşmanın şartlarını
biliyorsun, diyorlardı. Arkadaşlarımızdan her kim Sana gelirse onu bize iade
etme konusunda aramızda şahitler tutmuştuk; öyleyse şimdi Sen bize arkadaşımızı
gönder!
Zor bir karardı. Ama benzeri zorluklar yaşanmadan umumi
sulhun temini de mümkün gözükmiiyordu.wt Onun için Allah Resülü (sallallabu
aleyhi ve sellem) Ebu Basir'i yanına çağırarak, kendisini almak için Mekke'den
gelen iki kişiyle birlikte geri dönmesini emretti.
Ebu Basir de şoktaydı:
- Ya Resülullah, diyordu. Onlar, dinim
konusunda bana baskı yapıp da dinimden geri döndürmek için fırsat kollarlarken
Sen beni müşriklere mi gönderiyorsun?
Anlatılması zor bir işti ve Habib-i Kibriya Hazretleri
Ebu Basir'i karşısına alarak, şefkat dolu bir ses tonuyla şunları söylemeye
başladı:
- Ey Ebi!. Basir! Senin de bildiğin gibi biz, o kavimle
bir anlaşma yapıp bazı sözler verdik; dinimize göre bu anlaşmayı yok sayıp da
gadreden biz olamayız! Ancak şu kadar var ki Allah (celle celaluhü), hem senin
hem de senin konumundaki diğer Müslümanlar için mutlaka bir çıkış yolu ve
çözüm ihsan edecektir!
Resül-ü Kibriya'dan
duydukları karşısında endişelerini yeniden dile getiren EbU Bash, çaresizlik
içinde kalmış birisinin yalvarışıyla: - Ya Resülullah,
diyordu. Beni gerçekten müşriklere teslim mi ediyorsun?
244
Daha sonra gelecek olan ayetle bu hiikiimden, sadece Mekke'deki işkenceden
kaçan Ümmü Gülsüm gibi hanım sahabiler istisna tutulmuştu. Bkz. Mümtehıne,
Mümtehıne, 60/10
390
Umre Seferi ve Hudeybiye
İki alternatif vardı ve Efendiler Efendisi de ikisinden
birisini tercih etmek durumunda kalmıştı. Umumun selameti ve insanların
İslam'la daha yakından tanışıp imana gelmeleri adına bugün çekilen sıkıntılar
yann yok olup gidecek ve tatlı birer hatıraya dönüşecekti; onun için:
- Geri dön, ya Eba Basir, dedi Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellern). Çünkü Allah (celle celaluhü), senin için de bir çıkış yolu
ve çözüm ihsan edecektir!
Bütün kapılar kapanmış ve Ebü Basir de, Kureyş'in
elçisi Huneys ve onun kölesi Kevser ile Mekke'ye doğru yola çıkmıştı. Yeniden
işkence, baskın, takip ve benzeri sıkıntıların içine dönüyordu! Bu arada yanına
yaklaşanlar vardı ve:
- Ey Eba Basir, diyorlardı. 'Allah'ın, senin için de
bir çıkış yolu ve çözüm ihsan edeceğinde şüphen olmasın; Resülulah'ın bu müjdesiyle
şimdiden sevinmene bak! Bazen bir adam, bin adamdan daha üstün olabilir; sen
şöyle şöyle yap!
Bunları söylerken onların maksadı belliydi. Ebu
Basir'in geri giderken Kureyş'in elçilerini öldürdüğü takdirde bir çıkış yolu
bulabileceğini düşünmüşler ve ürettikleri bu çözümün mümkün olduğunu görerek
bunu Ebü Basir'e hatırlatmışlardı. Hatta Hz. Ömer (radıyallahu anh) ona:
-
Sen adam gibi adamsın ve yanında da kılıcın var, diyerek aynı konuyu daha açık
bir şekilde dile getirmiş oluyordu.
Zü'l-Huleyfe denilen yere geldiklerinde Ebu Basir, bir
yolunu bulup Huneys'i öldürecek ve yeniden Medine'ye gelecekti. Kevser'in de
üzerine yürümiiştii ama yetişememişti. Can havliyle Kevser, Resülullah'ın
şefkat kollanna kendini atacaktı. Medine'ye girdiğinde Allah Resülii
(sallallahu aleyhi ve sellern), ashabıyla ikindi namazını kılmış oturuyordu;
onun bu şekilde gelişini görünce:
- Bu adam çok
korkmuş, buyurdu. Yanına gelir gelmez de:
- Sana ne oldu? Bu
halin de ne, diye sordu. Soluk soluğa kalan
Kevser, kesik
cümlelerle şunları söylemeye başladı:
-
Öldürdü! Vallahi de sizin arkadaşınız, benim arkadaşımı öldürdü! Az kalsın beni de öldürecekti; yakamı
ondan zor kurtardım!
Allah
Resülii'nden yardım isteyip kendisini korumasını talep ediyordu ve Resülullah
de ona eman verdi.
391
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Çok
geçmeden Ebu Basir de gelmişti; Huneys'in devesine binmiş ve kılıcını da
kuşanmış halde huzura geldi ve:
- Ya Resülullah, dedi. Sen üzerine düşeni yaptın ve
böylelikle Allah da Senden sorumluluğu kaldırmış oldu; Sen, anlaşmaya sadık
kalarak beni düşmanın eline teslim ettin. Ben ise, dini m konusunda fitneye
düşürülüp şiddete maruz kalmamak için kendimi savundum!
Efendimiz (sallallahu aIeyhi ve sellern), bir taraftan
Ebu Basir'in kurtuluşuna seviniyordu ama diğer taraftan böyle bir hareketin
beraberinde getireceği krizleri de hesap etmek durumundaydı. Bu, yeni bir
durumdu ve bundan sonra ne türlü gelişmelerin olacağı da henüz meçhuldü. Onun
için önce:
- Vah onun haline, dedi. ifadelerinde hem Ebu Basir'in
yaptığını kınama hem de ortaya çıkan sonuçtan duyduğu endişe gizliydi.
Arkasından şunu ilave etti:
- Şayet yanında
birileri daha olsaydı bu, yeni bir savaş demek-
ti!
ı.
Ebu Basir, ferasetli bir insandı ve Resülullah'ın bu
ciimlelerinden, kendisini yeniden Kureyş'e teslim edeceği sonucunu çıkarmıştı.
Anlaşılan, onun için şimdilik Medine'de Resülullah'la birlikte ömür sürmenin
imkanı yoktu; başını alıp gitmeli ve kendi yolunu kendisi belirlemeliydi. O da,
kavuşmak için can attığı Resülullah'a veda edip büyük bir hüzün içinde Medine'
den ayrılacaktı.w
245 Bundan sonra Ebu
Basir, sahil yolunu takip ederek İs denilen yere yerleşecekti.
Onun
burada karargah kurduğunu duyan diğer mü'minler de, sırasıyla buraya gelecek ve
Mekke müşrikleri için büyük bir tehlike oluşturacaklardı. EbU Cendel de
gelmişti. Hatta kendilerine, etraftaki kabilelerden de katılanlar olacak ve bir
gün Mekkeliler, Ebu Süfyan'ı Medine'ye göndererek adeta yalvanrcasına Hudeybiye
Anlaşma'sının ilgili maddesini geçersiz saydıklanm ifade edeceklerdi. Bunun
üzerine Allah Resülü (s.a.s.) Ebu Basir'e mektup yazacak, ancak bu sırada
hasta olan EbU Basir, Efendimiz'in mektubunu okurken orada vefat edecekti. Bkz.
Vakıdi, Megazi, 1/625-629; İbn Abdilberr, İstiab. 4/1614 (2875); İbn Esir,
Usudu'l-Ğabe, 3/146
392
Artık Medine'de, çok daha farklı ve yeni bir dönem
başlıyordu; Hudeybiye ile birlikte Mekke'den gelmesi muhtemel tehlikeler
garanti altına alınmış ve böylelikle dinden habersiz yaşayanlara İslam'ın
aydınlık yönünün ilan edilme fırsatı elde edilmişti. Zaten bugüne kadar
yaşanılan bütün savaşları Mekkeliler başlatmış, her türlü kargaşanın altındaki
imzayı da onlar atmışlardı. Her defasında müdafaa konumunda kalınmış ve hava-su
kadar önemli olan ilahi mesajın, bir hiç uğruna yaşanan bunca sıkıntı arasında
daha geniş kitlelere ulaştırma imkanı bulunamamıştı. Halbuki bir mü'minin esas
gayesi, Allah'ın adını muhtaç gönüllere ulaştırmak ve onların da Rablerini
tanımalarını temin etmekti.
Aslında Hudeybiye ile birlikte Mekke'nin fethi de
başlamış oluyordu; zira bundan böyle insanlar, sulhun oluşturduğu emniyet içinde
Müslümanlığı daha yakından tanıma imkanı bulacak ve İslam'ın ruhundaki
güzellikleri görme fırsatı elde edecekti. Mekke'den Medine'ye ve Medine' den
de Mekke'ye yeni yollar bulunacak ve bu yollarda her defasında din adına yeni
seferler tertip edilecekti.
Efendimiz İslam'ı muhtaç gönüllere duyurabilmek için bu
zemini en iyi şekilde değerlendirecek ve ashabını da bu istikamette
yönlendirecekti. Artık zaman, içte ve dışta gönülleri fethetme zamanıydı.
Çünkü O (sallallahu aleylıi ve sellern), sadece muhatap olduğu insanlar için
değil, bütün insanlığa peygamber olarak gönderilmişti; herkesin kabullenmesi
gereken bir Nebi idi ve bunun için de, diğer insanlara ulaşılması gerekiyordu.
İşte şimdi Allah (celle celaluhü), Hudeybiye'nin zemininde mü'minlere bu
fırsatı veriyordu.
393
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Hicretin
üzerinden altı yıl geçmiş, yedinci yıla girilmek üzereydp46
Resülullah, Hudeybiye sonrasında bir gün ashabını karşısına aldı ve önce
Allah'a ham d edip O'nu övgü dolu cümlelerle ta'zim ettikten sonra onlara:
-
Ey insanlar, diye hitap etti. Şüphe yok ki Allah (celle celaluhü) Beni, rahmet
olarak ve herkese gönderdi. Bana karşı vazifenizi yerine getiresiniz ki Allah
(celle celaluhü) da size rahmetiyle muamele etsin! Çünkü Ben, sizlerden bir
kısmını meliklere elçi olarak göndereceğim; sakın ola ki sizler, İsrailoğullarının
İsa İbn Meryem'e yaptıkları gibi Bana davranıp da muhalefet etmeyin!
Ashab da şaşırmıştı
ve:
-
Ya Resülullah, dediler. Havariler nasıl muhalefette bulunmuşlardı?
Bunun
üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) şunları söyledi:
-
Benim sizden, yerine getirip gereğini yapmanızı istediğim vazifeye O da
havarileri davet etmiş, 'Yeryüzü meliklerine adamlarını gönder" diyerek
kendisine Allah tarafından vahiy geldiği zaman da onları belli başlı yerlere
yönlendirmişti. Ancak Havarilerden yakın yere gönderilmek istenilenler buna
rıza göstermekle birlikte uzak yerlere gitmesi istenilenler bu işe karşı
çıkmışlardı. Bunun üzerine İsa, ellerini açmış ve:
-
Allah'ım, diye yalvarmıştı. Ben, Senin Bana vahyettiklerini Havarilere
bildirdim; ancak onlar bu konuda ihtilafa düştüler!
Bunun üzerine Allah
(celle celaluhü) de:
-
Onların hakkından Ben gelirim, diye O'na vahyetti. Daha sonra ise onlardan her
biri, gönderilecekleri beldenin dilini konuşur halde sabahladılar. Bunun
üzerine İsa da onlara:
-
İşte bu, Allah'ın sizin için takdir edip de kesinleştirdiği bir iştir; haydi
hiç vakit kaybetmeden yürüyünüz, diye emretti.
Efendiler
Efendisi, bu hadiseyle ashabını bir şeye hazırlıyordu; zira O'nun risaleti, Hz.
İsa gibi belli bir bölgeyi kapsayıp sadece belli
246
Mektupların gönderiliş zamanı, altıncı yılın sonu olabileceği gibi yedinci
yılın Muharrem ayı olabileceği de ifade edilmektedir. Bkz. Salihi,
Siibiilii'l-Hüda ve'rReşad, 11/344,372
394
Elçiler ve Açılım
Dönemi
insanlara
hitap etmiyor, herkesi içine alıyordu. Öyleyse O'nun ashabı, havarilerden daha
fazla gayret göstermeli ve Resfıllerine itaatte kusur göstermemeliydi.
Gerçekten de öyle olacaktı! O'nun bu ifadelerine muhatap olan ashab:
-
Ya Resülullah, diyorlardı. Allah'a yemin olsun ki bizler, hiçbir konuda Sana
muhalefet etmeyiz; Sen nereye istersen bizi oraya gönder; şüphesiz bizler,
Senin emrini tereddütsüz yerine getiririz!
Zihinler
bu derece meseleye hazır hale gelip de ashabından böylesine kesin bir cevap
alan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabından bazılarını
seçerek onları etraftaki kabile reisleri, devlet başkanları ve krallara
göndermeye başladı; mektup yazıyor ve mektubu eline tutuşturduğu sahabisiyle
birlikte arzu edilen yere gönderiyordu. Bunu duyan ashabda da ayrı bir heyecan
hasıl olmuştu; yalnız Bizans, Fars ve Habeşistan'a mektup göndereceğini
duyduklarında içlerinde bir endişe belirmiş ve bunu da Resfılullah'la
paylaşmışlardı:
-
Ya Resülullah, diyorlardı. Onlar, üzerinde mühür olmadıkça kendilerine gelen
mektupları okumazlar!
Doğruyu
söylüyorlardı; tebliğde muhatabı tanımak bu açıdan çok önemliydi ve daha baştan
olumsuz bir sonuçla karşılaşmamak için de, onun isteklerini göz ardı etmemek
gerekiyordu ve Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) de hemen kendisine
gümüşten bir yiizük yaptırdı. Yüzüğün kaşında, üç satır halinde, 'Muhammed
.. Resill.. Allah' yazıyordu. Bundan böyle gönderilecek bütün mektupların
altında bu imza olacaktı!
Aynı
gün içinde altı ashabını yanına çağırmış ve altısını da farklı yerlere
göndermişti.
ilk çağrılan kişi Amr İbn Ümeyye idi; Allah
Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem) onu, Habeşistatı meliki Necaşi'ye
gönderiyordu. Şunları söylüyordu:
-
Ralıman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Bu, Allah'ın Resülü Muhammed'den
Habeşistan'ın ulusu Necaşi'ye yazılmış bir mektuptur. Emniyet ve esenlik,
İslam'a tabi olanların, Allah'a ve Resfılü'-
395
Efendimiz (salialiahu
aleyhi ve sellem)
ne
iman edenlerin üzerine; Allah'tan başka ilah olmadığına, O'nun tek ve yekta
olup şerikinin de bulunmadığına, ne bir yardımcı ne de çocuk edindiğine şehadet
edenlerin, Muhammed'in de O'nun kulu ve Resülü olduğunu ikrar edenlerin üzerine
olsun!
Şüphesiz ki Ben seni, İslam'ın enginlik ve esenliğine
davet ediyorum; çünkü Ben, Allah'ın Resülü'yüm! Sen de Müslüman ol ve onun
güven veren dünyasına dahil 01.247
Ey
Ehl-i kitap! Bizimle sizin aramızda birleşeceğimiz, müşterek ve adil, "Allah'tan
başkasına ibadet etmeyelim. O'na hiçbir şeyi şerik koşmayalzm, kimimiz kimim izi
Allah'ın yanında rab edinmesin" çizgisinde ittifak edip bu sözde
karar kılalım.v'"
Allah Resülü'nün mektubunu alıp da okuyan yeni Necaşi,
önce onu alıp öpecek ve yüzüne gözüne sürecek, sonra da Resı11ullah'a olan
saygısını göstermek için tahtından inerek Müslüman olduğunu ilan edecekti.
Şehadet getirdikten sonra şöyle diyordu:
- Eğer yanına kadar gitmeye imkan bulabilseydim mutlaka
giderdim. Zira Allah'ı şahit tutarak söylerim ki O, kitap ehli olan Yahudilerle
Hristiyanların, geleceğini bekleyip durdukları Ürnmi Peygamberdir! Mı1sa, "Merkebe
biner" diyerek İsa'nın geleceğini müjdelediği gibi şüphesiz İsa da, "Deveye
biner" diyerek Muhammed'in geleceğini müjdelemiştir. Elbette bu
müjdeli haberden ziyade O'nu gözle görmek çok daha önemli ve tatmin edicidir!
Fakat ne yapayım ki, Habeşlilerden pek az yardımcılarım vardır; ben de on-
247
Necaşi, kral veya padişah sözcükleri gibi Habeşistan devlet idaresindeki en üst
kişiyi ifade için kullanılan bir kelimeydi. İfadelerden anlaşıldığına göre
Allah Resı1Iü'nün buraya gönderdiği mektuplarda iki farklı Necaşi'den söz etmek
mümkündür. Zira ilk Necaşi olanAsham İbn Ebcer, Hz. Ca'fer ve onunla
birlikte buraya hicret eden ashab vesilesiyle Müslüman olduğunu ikrar etmiş ve
Efendiler Efendisi'ne tazim dolu bir mektup göndermişti. Öyleyse Hz. Enes'in
de dediği gibi Allah Resülü (s.a.s.), Amr İbn Ümeyye ile gönderdiği bu mektupla
yeni Necaşi'yi de İslam'a davet ediyordu. Bkz. Müslim, Sahih, 3/1397 (1774);
İbn Kayyım, Zadu'l-Mead, 3/603; Salihi, Sübülü'l-Hüda ve'r-Reşad, 11/344,366
248
Bkz. AI-i İmran, 3/64. Allah Resı1lü (s.a.s.), ayetin sonundaki "Eğer bu
daveti reddederlerse, 'Bizim, Allah'ın emirlerine itaat eden müminler
olduğumuza ıahid olun' deyin" ifadesini de yazmış ve Necaşi'ye,
"ayet yiiz çevirirsen o zaman kavmin arasındaki Hristiyanlarırı günahı da
senin üzerine olur" diyerek uyanda bulunmuştu. Bkz. İbn Kesir, Sire,
2/41, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 3/104
396
Elçiler ve Açılım
Dönemi
ların sayısının
artmasını ve kalplerinin de İslam'a ısınmasını bekliyorum.
Bunları söyleyen Necaşi, Allah Resülü'nün mektubunu fil
kemiğinden yapılmış bir kutunun içine yerleştirecek ve saygısındaki derinliği
herkese gösterircesine:
-
Bu mektuplar burada kaldığı müddetçe, Habeşlerde hayır ve bereket devam
edecektir, diyecekti.
Aynı zamanda Necaşi, o gün Habeşistan muhacirleri
arasında bulunan ve kocası Ubeydullah İbn Cahş'ın ölümünden sonra yalnız kalan
Ebu Süfyan'ın kızı Ümmü Habibe Validemiz ile Efendimiz için bir nikah merasimi
düzenleyecekti.
Bu sıralarda Habeşistan' da bulunan Amr İbn As'ın
teşebbüsleri yine sonuçsuz kalacak ve kraldan gördüğü sert tepkiler sonunda o
gün o da insafa gelecekti.
Hazırlıklar tamamlanır tamamlanmaz Necaşi, yanlarına
kucaklar dolusu hediyeler de katarak ülkesindeki muhacirleri gemiye bindirecek
ve Medine'ye yolcu edecekti. On beş yıllık hicran son bulmak üzereydi; kulağı
sürekli Medine'de olan ashab-ı kiram, artık yılların hicranına nokta koyacak ve
hicretlerini ikinci bir yolculukla pekiştirmiş olacaktı.
Onlar sevinirken üzülen Necaşi olmuştu; bunca yıldır
kendilerinden biri haline gelen aziz dostları Habeşistan'ı terk ediyordu! Tek
dileği, hepsinin sağ salim Medine'ye ulaşmasıydı. Bunun için ekstra tedbirler
alacak ve ashabın burnunu kanatmadan emanetleri yerine ulaştırmak isteyecekti.
Önce Amr İbn Ümeyye'nin eline iki mektup tutuşturdu;
bunlardan birisinde Ümmü Habibe'nin nikah işini gerçekleştirdiğini, diğerinde
ise ashab-ı kirarnı Medine'ye yolcu ettiğini anlatıyordu. Hatta arzu ettiği
takdirde kendisinin de gelmeye hazır olduğunu bildirip içten gelen samimi
dileklerle Allah Resülü'ne olan bağlılığını dile getiriyordu.
Ancak onları, yalnız göndermek istemiyordu; yanlarına
kendi oğlu Erha'yı da katarak yetmiş kişilik gözü yaşlı bir grupla birlikte onu
da göndermek istemişti. Bu yolculuk için iki gemi tahsis etmişti;
397
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
bunlardan birisine
Allah Resülü'nün emanetleri, diğerine de kendi adamları binerek ashab-ı kirama
eşlik edeceklerdi.v'?
o gün için Bizans, dünyaya egemen iki büyük devletten
birisiydi ve Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabından
Dıhyetü'l-Kelbl'yi yanına çağırıp onu da Bizans kralı Hirakl'e gönderdi; eline
verdiği mektubunu Busra emirine vermesini söylüyordu.
Bu sıralarda Hirakl, Kudüs'te bulunuyordu. Şayet
Farslılara galip gelirlerse Hıms'tan Kudüs'e kadar yaya yürüyeceğine dair
yemin edip, kendine söz vermiş, böyle bir netice alınca da sözünü yerine
getirmek için yaya olarak Kudüs'e kadar gelmişti.
Efendimiz'in mektubunu alan Hz. Dıhye, doğruca
Busra'nın yolunu tuttu; burada Bizans'ın Busra valisi Haris'i bulacak ve bu
mektupla birlikte kendisini, Rum meliki Hirakl'e ulaştırmasını isteyecekti.
Mektubu alan Haris, Efendimiz'in elçisi Hz. Dıhye'nin
yanına, yakın adamlarından Adiyy İbn Hôtem'ı katarak onu, o esnada Kudüs'te
bulunmakta olan Hirakl'in yanına götürmesini istedi ve böylelikle Hz. Dıhye
için yeni bir yolculuk daha başlamış oldu. Bu sırada bazı kimseler onun yanına
yaklaşıyor ve kralın huzuruna girerken yüzünü yere kapayıp secde etmesini ve
kral izin vermedikçe de başını yerden kaldırmamasını söylüyorlardı. Allah'tan
başkasına secde etmeyeceğini söylediğinde ise, kralın kendisini kabul
etmeyeceği ve huzurundan kovacağına dair tehditler savurmaktan geri durmuyorlardı.
Hirakl, yıldızlara bakıp da onlardaki hareketlerden
farklı anlamlar çıkaran mahir bir adamdı ve bu sıralarda Kudüs'te mağmum bir
hava hakimdi. Üzüntüsünün sebebini soranlara Hirakl:
- Bu gece yıldızlara baktığımda ben, bu ümmetin
sünnetlileri arasında hıtan melikinin zuhür ettiğini gördüm, diyor ve soruyordu:
249 Ancak ikinci gemi denizin ortasında batacak ve
kendi oğlu dahil altmış kişi boğularak ölecektir. Bkz. Taberi, Tarih, 2/132;
İbn Hacer, el-İsôbe, 1/65; İbn Esir, Usudu'I-Gabe,1/38
398
Elçiler ve Açılım
Dönemi
- Bu ahali içinde
sünnet olanlar kimlerdir?
- Yahudilerden başka
sünnet olan yoktur, diye cevapladılar.
'Onlardan
da endişelenmene hiç gerek yok; emrin altındaki şehirlere yazarsın ve ne kadar
Yahudi varsa hepsini öldürürler ve sen de böylelikle endişelerinden kurtulmuş
olursun!
İşte
böylesine kederli bir dönemde Hz. Dıhye gelmiş Efendimiz'in mektubunu Rum
Kayseri Hirakl'e ulaştırmıştı:
- Ey kral, diyorlardı. Bu adam, Araplardan Şamlı
biridir; kendi beldesinde gerçekleşen önemli bir işi sana anlatmak üzere gelmiştir!
Hirakl, bir yandan Hz. Dıhye'ye diğer tarafta da elinde
duran mektuba bakıyordu; mektup Arapça olduğu için hemen bir tercüman çağırdı
ve ardından da onu okutmaya başladı:
- Ralıman ve Rahim
olan Allah'ın adıyla ...
Allah'ın Resülü Muhammed'den,
Rumların büyüğü Hirakl'e ... Daha tercüman bu kelimeleri söyler söylemez,
Hirakl'in yeğeni-
nin göğsüne indirdiği
yumrukla yere yığılıverdi:
- Adamın mektubunu görmüyor musun, diyordu. Senin isminden
önce kendi adıyla başlamış ve üstelik senin hükümdar olduğunu söylemeyip
sadece Rumların büyüğü olduğunu zikretmekle yetinmiş! Bugün bu mektup burada
okunamaz!
- Vallahi de sen, ya küçük bir akılsız ya da büyük bir
delisin, diye karşılık verdi Hirakl. Ben senin böyle olduğunu bilmiyordum. Daha
mektubun içine bakıp onu okumadan onu yırtmak mı istiyorsun? Hayatıma yemin
olsun ki, şayet O, söylediği gibi gerçekten Allah'ın Resülü ise, mektubuna
benim ismimden önce kendi adıyla başlamakta, beni de Rumların büyüğü diye
anmakta haklıdır. Çünkü ben, onların hükümdarları değil, sadece sahibiyim; hem
benden başka da sahipleri yok ya! Hem şayet Allah dileseydi, Farslıların
kralları Kisra üzerine yürüyüp de onu öldürdükleri gibi onları da benim üzerime
yürütürdül
Bunları
söyledikten sonra Hirakl, tercümana emretmiş ve mektubun kalan kısmını da
okutmuştu:
- Selam ve esenlik, hidayete tabi olanların üzerine
olsun! Sözün özüne gelince; Ben seni, İslam'ın engin dünyasına davet ediyorum;
399
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Müslüman
ol ve selameti bul ki Allah da sana, iki katıyla mükafat versin! Eğer bu
davetimi kabul etmezsen bil ki, yoksul çiftçiler dahil bütün halkının günahı da
senin boynunadır.
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) mektubuna
bir de ayet yazmıştı; bu ayette Yüce Mevla, Hirakl gibi ehl-i kitap olanlara
hitap ediyor ve onlara Allah Resülü'nün şunları söylemesini emrediyordu:
- De ki, "Ey Ehl-i kitap! Bizimle sizin aramızda
birleşeceğimiz, müşterek ve adil şu sözde karar kılalım: 'Allah'tan başkasına
ibadet etmeyelim .. O'na hiçbir şeyi şerik koşmayalım .. kimimiz kimimizi
Allah'ın yanında rab edinmesin." Eğer bu daveti reddederlerse, o zaman
onlara, "Bizim, Allah'ın emirlerine itaat eden müminler olduğumuza şahid
olun" deyin.25o
Mektubun
tamamını dinleyen Rum meliki Hirakl'ın dudaklarından şu cümleler dökülecekti:
- Vallahi de ben, Davüd oğlu Süleyman'dan sonra 'Bistnillahirrahmônirrahim'
diye başlayan böyle bir mektubu hiç duymamıştım!
Ardından da yanında bulunanları dışarı çıkarıp
huzuruna, Hristiyanlık adına en büyük otoriteye sahip din adamlarını çağırdı;
fikirlerini soruyordu. Rahiplerin başı olan Uskuf:
- Kendisinden başka ilah olmayana and olsun ki, diye
yeminle başladı sözlerine. Şüphe yok ki O, Musa ve İsa'nın bize geleceğini
müjdelediği; bizim de gelişini gözleyip durduğumuz peygamberdir!
Önemli
bir yol ayrımına gelinmiş görünüyordu ve Hirakl, Uskura sordu:
-
Peki sen bu durumda bana ne yapmamı tavsiye eder, nasıl davranmarnı uygun
görürsün?
- O'na tabi olmanı
uygun görürüm, diyordu gözü yaşlı papaz.
Ancak Hirakl'in
endişeleri vardı:
- Ben, senin dediğin şeyi çok iyi biliyorum, dedi önce.
Fakat O'na tabi olmaya gücüm yetmez; çünkü bu durumda hem hükümdarlığını
elimden gider hem de Rumlar beni öldürürler!
Bu sırada yıldızlara
bakıp da gördüğü şeyaklına geldi ve Hz.
250 Bkz. N-i İmran,
3/64
400
Elçiler ve Açılım
Dönemi
Dıhye'yi
çağırıp sünnetli olup olmadığını öğrenmek istedi. Sonuç, beklediği gibiydi ve
Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), sünneti emrediyor ve ashabı da
sünnet oluyordu.
Kayser için zaman daralıyordu; önce Allah Resülü'niin
mektubunu alıp başının üzerine koydu ve sonra da alıp öpmeye başladı; ardından
da onu, ipek ve kadife kumaşlar arasına sarıp itina ile koruma altına aldı.
Çok geçmeden bir de mektup yazıp Roma'dan görüş almak
istedi; orada Dağatır adında
kendine denk bir dostu vardı ve onun da fikrini almak istiyordu. Ancak bu
mektubun cevabı gelinceye kadar bir hayli zaman geçecekti ve bu cevap geleceği
ana kadar konuya açıklık getirecek başka bir delil daha bulmalıydı ve
yanındakilere sordu:
-
Peygamber olduğunu söyleyen şu adamın kavminden, buralarda birileri var mı?
Bu bir arayıştı ve kısa zamanda Gazze yakınlarında
Kureyş'e ait bir kervan bulunacaktı. O gün bu kervanda Ebu Süfyan bulunuyordu
ve kralın huzuruna getirilen Ebu Süfyan'a, kral sorular soracak, aldığı
cevaplar karşısında Efendimiz'in risaleti ile önceki peygamberlerin
vazifelerini kıyaslayarak O'nun beklenen Nebi olduğunu söylemekten çekinmeyecekti.
Ardından, etrafındaki Rum büyüklerine emrederek ileri
gelenlerin kendi köşkünde toplamalarını istedi. Herkes gelip de vakit tamam
olunca köşkün kapılarını da kapattırmıştı. Kendisi de yüksek bir yere yerleşip
herkese hakim bir noktada duruyor, konuşacakları karşısında ne türlü tepki
verecekleri konusunda endişe duyuyordu. Sözlerine:
- Ey Rum cemaati, diyerek başladı. Şüphesiz ki bana,
Ahmed'in mektubu geldi; şüphe yok ki vanahi de O, İsa'nın kendisini müjdelediğinde
şüphe olmayan ve hepimizin de beklediği peygamberdir! Kitaplarımızda
özelliklerini bulup da geleceği günü gözlediğimiz, özelliklerini bilip de
geleceği zamanı tahmin ettiğimiz Nebi'dir O. Öyleyse gelin sizler de O'na iman
edip teslim olun, O'na tabi olup arkasında saf bağlayın ki dünya ve ahiretiniz
de sizin adınıza selametli olsun!
Hirakl'in bu sözleri Rum ileri gelenlerini kızdırmıştı;
köşkün içinde büyük bir gürültü kopmuş, herkes homurdanarak Hirakl'e
401
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
itiraz
ediyordu. Krallarına kin ve nefretle bakıyorlar, onun davetine icabet etmemek
için de dışarı çıkıp kaçmak istiyorlardı; vahşi hayvanlar gibi kaçışıyorlardı!
Ancak kapılara yöneldiklerinde bunun mümkün olmadığını görecek ve ayrıca
hiddetleneceklerdi.
Manzara)'!
bulunduğu yüksek yerden seyreden Hirakl'in, iman konusundaki endişeleri giderek
artmış ve üzerine büyük bir korku hakim olmuştu. Bu insanlarla ilişkilerini
düzeltmediği takdirde saltanatını da canını da tehlikede görmeye başlamıştı.
Onun için:
-
Buraya gelin, diye arkalarından seslenmeye başladı; adamlarına da emrediyor,
kaçanların geri getirilmesini istiyordu. Zaten dışarı çıkma imkanı bulamayan
önde gelenler, kralın bu telaşlı davetini de merak ederek yeniden geri
dönmüşler, neler söyleyeceğini merak ediyorlardı: Yine:
-
Ey Rum cemaati, diye başladı sözlerine. Biraz önce size söylediklerimi, sizin
dininize olan bağlılığınızı ölçmek için söyledim; şimdi görüyorum ki sizler,
beni memnun edecek bir tavır içindesiniz!
Bu
tavır, Rum önde gelenlerini oldukça memnun etmişti; bu sefer de büyük bir tazim
ve saygı ile önünde secdeye kapanıp temenna durmaya başladılar.
İşlerin
sarpa sardığını görür görmez kralın yan çizdiğini müşahede eden Uskuf,
bildikleri halde insanların bunu kabullenmek istememeleri karşısında dayanamayacak
ve:
-
Ben şehadet ederim ki O, Allah'ın Resülii'diir, diye haykıracaktı. Bir anda
bütün gözler onun üzerinde odaklanıvermişti; nefretle bakıp şiddetli tepki
gösteriyorlardı! O kadar ki, kin ve nefretlerine hakim olamayacak ve üzerine
üşüşüp Uskufu oracıkta linç edip öldüreceklerdi. 251
Aradan
birkaç gün geçtikten sonra kral, yanına bol miktarda hediyeler vererek
gönderdiği bir mektupla birlikte Hz. Dıhye'yi yolcu etti. Mektubunda şunları
yazmıştı:
251 Bunu haber alan Allah Resülü (s.a.s.),
bu Uskufu kastederek, "O, tek başına bir ümmet olarak haşrolacaktır."
müjdesini verecekti. Bkz. Salihi, Sübülü'l-Hüda ve'r-Reşad,11/355
402
Elçiler ve Açılım
Dönemi
-
İsa'nın müjdelemiş olduğu Allah'ın Resülii Muhammed'e, Rum hükümdarı Hirakl
tarafından ...
Senin
elçin, göndermiş olduğun mektubunla birlikte bana geldi; şehadet ederim ki Sen,
Allah'ın Resülü'sün. Zaten bizler Seni, elimizde bulunan İncil'de yazılı
olarak buluyorduk; Meryem oğlu İsa da Seni müjdelemişti!
Rumları,
Sana iman etmeleri için davet etmişsem de onlar bundan kaçındı ve
yanaşmadılar; onlar beni dinlemiş olsalardı şüphesiz bu, kendileri için daha
iyi olurdu.
Ben,
Senin yanına gelip de huzurunda bulunmayı ve ayaklarını yıkamayı ne kadar arzu
ederdim!
Ancak
Hz. Dıhye, yola düşüp de Hımsti denilen
yere geldiğinde Cüzam' dan
bir grup insan yolunu keserek üzerinde bulunan her şeyi alacak ve bu sebeple
Allah Resülü'nün elçisi, Medine'ye, sadece üzerindeki eski püskü elbisesiyle
geri dönebilecekti.
Medine'ye
girer girmez doğruca Efendimiz'in huzuruna girdi Hz. Dıhye. Hirakl'in mektubunu
uzattı Allah Resülü'ne ve başından geçenleri anlattı bir bir. Efendiler
Efendisi mektubu okuyup da Hirakl ile yaşananları dinledikten sonra
Dıhyetü'l-Kelbi'ye döndü ve:
-
Mektubum yanlarında bulundukça onların saltanatı devam edecektir, buyurdu.
Allah
Resülü'nün mektubunu Mısır ve İskenderiye kralı Mukavkıs'a götüren sahabe Hônb İbn Ebi Beltea idi. Ona gönderdiği mektupta da
benzeri ifadelere yer veriyor ve Mısır kıptisini de İslam'a davet ediyordu.
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), bu mektubunda da ehl-i kitabı
tevhide çağıran ayeti yazmayı ihmal etmemiş ve muhatabın önemsediği konuları
dile getirerek dikkatlerini çekmeyi hedeflemişti.
Mukavkıs'ı
İskenderiye'de bulan Hz. Hatıb, Efendimiz'in mektubunu ona verip Allah
Resülü'nün mektubunu okuduktan sonra aralarında şu şekilde bir konuşma geçti:
Mukavkıs:
-
Ben, anlamak istediğim bazı şeyleri sana soracak ve seninle konuşacağım.
403
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
- Buyurunuz;
konuşalım!
- Senin Efendin, bir
peygamber değil midir?
- Evet; O, Allah'ın Resülü'dür!
- Şayet O, gerçekten
de Allah'ın bir peygamberi idiyse, niçin
kendisini yurdundan
çıkarıp da başkabir yurda sığınmak zorunda bırakan insanlara beddua etmedi?
-
Sen, Meryem oğlu İsa'nın Resülullah olduğuna şehadet edersin, değil mi? O
halde ve O gerçekten bir peygamber olduğuna göre, O'nun kavmi kendisini
yakalayıp da asmak istedikleri zaman, Allah (celle celaluhü) O'nu kaldırıp
dünya semasına yükselteceğine Hz. İsa, kendi kavminin helak edilmesi için
Allah'a dua etseydi olmaz mıydı?
Bu
cümlelere Mukavkıs'ın diyebileceği bir şey yoktu ve susmayı tercih etti. Bir
müddet durduktan sonra yeniden Hz. Hatıb'a yöneldi ve:
-
Sözünü bir kez daha tekrarlayabilir misin, dedi. Hatıb'ın sözlerine yeniden
kulak verdikten sonra yeniden süküt etmeye başladı; derin derin düşünüyordu.
Daha sonra da ona dönüp şunları söyledi:
-
Gerçekten güzel söylüyorsun; sen, yerli yerince konuşan iyi bir hakimsin; belli
ki hem Hakim hem de yerli yerince konuşan birisinin yanından geliyorsun!
Onun bu kadar
yumuşadığını gören Efendimiz'in elçisi Hz.
Hatıb devam etti:
-
Senden önce de buralarda, "Ben sizin en büyük rabbiniz değil miyim?"
diyen insanlar vardı! Ancak Allah (celle celaluhü), onun hem dünya hem de
ukbada cezasını verdi. Sen de bunlardan ibret al ki başkaları da senden ibret
almak durumunda kalmasın!
-
Bizler, dinimizden daha hayırlısını bulmadıkça din değiştirecek değiliz, diye
cevapladı Mukavkıs. Bunun üzerine ona şunları söyledi:
-
Ben seni, Allah'ın gönderdiği ve ondan başkasına ihtiyaç hissettirmeyecek
kadar mükemmel kıldığı İslam dinine davet ediyorum; şüphesiz ki o Nebi de,
insanları aynı şeye davet ediyor. Şu da bir gerçek ki, O'na en fazla karşı
çıkanlar Kureyşliler, en çok düşmanlık edenler Yahudiler ve en yakın duranlar
da Hristiyanlardır.
404
Elçiler ve Açılım
Dönemi
Ömrüme
yemin olsun ki, İsa'nın Muhammed'i müjdelemesi, Musa'nın İsa'yı müjdelemesinden
farksız; bizim seni Kur'an'a davet etmemiz de senin, ehl-i Tevrat'ı İncil'e
çağırman gibidir! Her peygamber, o gün hangi toplulukla muhatap olmuşsa o
topluluk O'nun ümmeti olmuştur; O'na itaat etmek, onlar üzerinde bir haktır;
öyleyse sen de bu peygamberi idrak etmiş bulunuyorsun! Hem bizler seni, İslam
dinine davet etmekle İsa peygamberin dininden uzaklaşmaya da davet ediyor
değiliz; aksine O'na tabi olmaya ve O'nun tebliğ ettiği gerçeklere göre amel
edip yaşamaya davet ediyoruz!
Allah
Resı1lü'nün elçisi, Hristiyanlık adına olması gerekenleri söylüyordu ve bunları
dinledikten sonra Mukavkıs:
-
Bu peygamberin işini ben bir hayli düşündüm, diye başladı sözlerine. Ne
dünyadan el etek çekmeyi emrediyor ne de herkesçe güzelolan ve talep edilenleri
yasaklıyor! Aynı zamanda O'nu, insanları yanıltan bir sihirbaz veya yalancı
bir kahin olarak da görmüyorum! Bilakis O'nda ben, toprağın altındaki taneleri
haber verip gizli konuşmaları açığa vurma gibi peygamberliğe ait bazı alametler
görüyorum; ancak yine de düşüneceğim!
Garip
bir durumdu; adam, ne iman ettiğini söylüyor ne de karşı çıkıyordu! Daha sonra
Allah Resı1lü'nün mektubunu işlemeli fil dişi bir kutunun içine koyacak ve
üzerini de mühürleyip hizmetçilerinden birisine verecekti. Arkasından yanına
katibini çağırdı ve Arapça olarak şunları yazdırmaya başladı:
-
Bismillahirrahmanirrahim. Abdullah'ın oğlu Muhammed'e Kıptilerin büyüğü
Mukavkıs'tan ...
Sözün
özüne gelince; mektubunu okudum ve onda zikrettiğin hususlarla davet ettiğin
şeyi anladım! Ben de biliyorum ki, gelecek bir Nebi vardır; ancak ben onun,
Şam'da ortaya çıkacağını sanıyordum!
Şüphesiz
ki ben, Senin elçine ihsanda bulundum ve onunla Sana, Kıptiler nezdinde
konumları çok yüksek olan Mariye ve Sirttı adında iki tane cariye
ile üzerine binmen için bir katır gönderiyorum! Selam Senin üzerine 01sun!252
252 Daha sonralan Efendimiz (s.a.s.), Mukavkıs'ın
hediye ettiği bu cariyelerden Sirin'e Hassan İbn Sabit'e hediye edecek; Hz.
Mariye ile de kendileri evlenecek
405
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Daha sonra da bu
mektubu Hz. Hatıb'a vererek:
- Şimdi git; ancak sakın Kıptiler senin ağzından bir
kelime bile işitmesinler, diye tembih etti ve ardından da, Allah Resülü'nün elçisini
hediyelerle birlikte Medine'ye yolcu etti.
Hatıb İbn Ebi Beltea, Medine'ye gelip de Mısır'da
geçirdiği beş günü Allah Resülü'ne anlatınca Efendile Efendisi (sallallahu
aleyhi ve sellern):
-
Ne talihsiz adam! Saltanatına kıyamadı; esirgediği saltanatı da zaten kendisine
kalmayacak, buyuracaktı.ss'
Fars topraklanna giderek Allah Resülü'nün mektubunu
Kisra'ya götürecek olan sahabi, Abdullah İbn Hiizôfetii's-Sehmi idi;
mektubu alacak ve Bahreyn valisi Miuızir İbn Sava'yı vesile
ederek Kisra'ya ulaştıracaktı. Bu mektup da da Allah Resülü (sallallahu aleyhi
ve sellern), Allah'ın adıyla başlayıp O'nu tazim ettikten sonra, kendisinin de
Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu söylüyor ve Farslıların
büyüğü Kisra'yı da imana davet ediyordu. Ancak Kisra, daha mektubun ilk cümlesine
takılmış ve mektubu okuyan şahsın elinden çekip:
- Nasılolur da, benim adımdan önce kendi ismiyle
başlar, diyerek mektubu yırtıp yere atmıştı. Resülullah'ın daveti karşısında
kibrininaltında kaldığı yetmiyormuş gibi bir de mektubunu yırtma cür'etini
gösteriyordu!
Vazifesini yerine getirdiğini düşünen ve dili
döndüğünce onlan ikaz etmeye çalışan Hz. Huzafe de artık oradan ayrılmış ve
Medine'nin yolunu tutmuştu. Bu sırada Kisra, arkasından adamlarını gönderip
onu yeniden huzuruna getirmelerini istemiş olsa da, o çok-
ve
bu birliktelikten de İbrahim adını koyacağı bir oğlu dünyaya gelecekti. Mukavkıs'ın
hediye ettiği katıra 'DüIdül' ismi verilmişti. Bkz. İbn Sa'd, Tahakat.
1/134-135; Taberi, Tarih, 2/141, 218
253
Mukavkıs'ırı gönderdiği hediyeler arasında bir de doktor vardı. Onunla görüşüp
konuşan Allah Resülii (s.a.s.), bu doktoru karşısına alacak ve:
-
Ev halkının yaııına dönebilirsin; çünkü biz, acıkınadıkça yemek yemeyen, yemek
yediğimiz zaman da doymadan sofradan kalkan bir topluluğuz, buyuracaktı. Bkz.
Halebi, Sire, 3/251
406
Elçiler ve Açılım
Dönemi
tan
yolu yarılamış ve nihayet Medine'ye gelmişti. Yaşayıp gördüklerini Efendiler
Efendisi'ne anlattı bir bir. Büyük bir teessürle Hz. Huzafe'yi dinledikten
sonra Allalı Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem) O gün:
-
Allah da, onun saltanatını parça parça edecek, buyuracak ve Allah'a davetten
başka hiçbir maksadı olmayan bir mektuba karşı gösterilen bu tavır karşısında:
-
Allah'ım! Benim mektubumu parçaladığı gibi Sen de, onun saltanatını parça parça
et, diyecekti.
Gerçekten
de öyle olacaktı; zira Kisra, Allah Resülii'niin mektubunu yırtıp da yere
attıktan sonra Yemen valisi Bazan'a mektup yazacak ve adamlarından güçlü ve
becerikli iki tanesini göndererek Allah Resülii'nii yanına getirmelerini
isteyecek, hatta yeniden kendi kavminin dinine geri dönmeyi kabullenmediği
taktirde Resulullalı'ın kellesini istediğini söyleme cür'etini izhar edecekti!
Ancak
durum, hiç de onun beklediği gibi olmadı; bu sırada Fars topraklarında iç isyan
baş gösterecek ve bunu fırsat bilen Bizans da onlara saldıracaktı. Bu kaos
ortamında, Kisra'nın oğlu Şiraveyh de babasını öldürüp tahta geçecek ve
böylelikle Allah Resülü'nün mektubunu parçalayan Kisra'nm ülkesinde tam bir
kaos ortamı hakim olacaktı.
Artık
sulh ortamı yakalanmıştı. Allah Resülü, tebliğ vazifesini daha geniş
coğrafyalara ulaştırmak için ilgili herkese mektup yazıp dört bir yana elçiler
yolluyordu. Herkesin elinden tutmak için o kadar duyarlı davranıyordu ki sanki
bir dakikanın bile zayi olmasına gönlü razı gelmiyordu. İnsanlarla Rablerinin
arasına giren bütün engelleri bertaraf edip herkesi Allah'a kulolma kıvamına
getirmek istiyordu. Zaten ahir zamanda beklenen bir peygamber olarak vazifesi
de bu idi ve Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), vazifesini en üst
seviyede eda ediyordu.
Yername
hükümdarıHevze İbn Ali'ye Süheyl İbn Anır'ın kardeşi Selit İbn
Amr'ı, Dımeşk hükümdan Hôris İbn Ebi Şemir'e Şucô' İbn Vehb'i ve
Bahreyn ulusu Miuızir İbn Sava'ya da
Ald İbn Hadrami'yi göndermişti.
407
Efendimiz (saIlaIlahu
aleyhi ve sellem)
Tebliğin mektupla yapılan kısmı, sadece belli bir
zamanı içine alan bir husus değildi; tebliğin her çeşidine müracaat ediliyor ve
insanların imanla tanışabilmeleri için eldeki bütün imkanlar seferber
ediliyordu.s-'
Risalet vazifesini, Allah Resülü'nün mektubunu
taşıyarak ilgili yerlere ulaştırma göreviyle seçilen isimlerden ve bunların,
gittikleri yerlerde ortaya koydukları tavırlarından da anlaşılacağı gibi Allah Resülü'nün
elçileri de, tebliğ açısından en az mektupları kadar önem arz ediyordu.
Kendilerine sorulan sorulara cevaplar veriyor, muhataplarının düşünce
dünyalarını sezip onların anlayacağı dille onlarla konuşuyor ve o güne kadar
öğrendikleri bilgileri muhataplarıyla gerektiği gibi paylaşıyorlardı.
Artık zaman, Hira'da doğan nurun farklı coğrafyalara
ulaştırılma zamanıydı. Bunun için Efendiler Efendisi, çok farklı zamanlarda
ve farklı konuları nazara alarak mektuplar yazıp onları elçileriyle muhatapları
na ulaştırmayı hedefleyecekti. Mesela, Amr İbn As gelip de Müslüman olduktan sonra
Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve sellern), onu da Umman meliki Ceyfer ve
kardeşi Abd'e gönderecek ve düne kadar uzaktan bakıp karşı çıktığı dini,
bugün savunup başkalarına da tebliğ etmek için görevlendirecek ve Hz. Amr'ın
siyası dehasından tebliğ adına istifade etmeyi tercih edecekti.
Elbette bu mektuplaşmalarda muhatapların hepsi gelip
Müslüman olmamıştı. Onlardan bazıları Allah Resülü'nün davetine icabet edip
İslarn'ı kabul ederken bir kısmı da küfründe inat edip olduğu yerde kalacak ve
ayağına kadar gelen Muhammedü'l-Emin'in kaptanı olduğu gemiye binme şansını
kaçıracaktı. Ancak bir farkla ki, artık Ceziratii'l-Arap'ta sözü geçip hükmü
nafiz olan sadece Resülullah'tı ve kabul etmeyenler de bu gerçeği görüp
duruyorlardı. Bundan böyle en küçük bir harekette, Allah Resülü de hesap edilir
olacak ve atılacak adımlarda O'nun re'yini öğrenmek kaçınılmaz bir strateji
haline gelecekti. Zira insanların gönlüne hitap eden Allah Resülü (sallallahu aleyhi
ve sellern), artık dünya adına da en önemli otorite sayılmaya başlamıştı.
254
Efendimiz'in hangi zaman diliminde kime ve kiminle mektup gönderdiğini görmek
için bkz. Salihi, Sübülü'l-Hüda ve'r-Reşad, 11/344 vd.
408
Elçiler ve Açılım
Dönemi
İslam'dan önce de Hicaz'da bazı kimseler, sonuçlarına
bakarak içki içmeyi kendilerine haram kılmış ve ısrarlara rağmen onu kullanmaya
hiç yanaşmamışlardı. Bunlar arasında, ilk defa bu yönünü nazara alarak içkiyi
kendisine yasaklayan Amir İbn Zarib veya Afif İbn Ma 'dikerib ile
Efendimiz'in dedesi Abdulmuttalib ve Abdullah İbn Cüd'an sayılırken,
daha sonraki dönem de Hz. EbU Bekir, Osman İbn Maz'un, Osman İbn Aftan,
Abdurrahman İbn AvI, Abbas İbn Mirdôs ve Kays İbn Asım gibi isimler
başı çekmekteydi. Hatta Abbas İbn Mirdas'a:
-
Şu içkiden bir kadeh almaz mısın; zira o sana güç ve zindelik verir,
dediklerinde o:
- Ben, sabahleyin kavmimim efendisi olarak kalkıp da
akşama onların en sefihi haline gelmeyi asla istemem! Vallahi de hayır!
Benimle aklımın arasına giren bu şeyi ben, asla mideme indirmem, diye tepki
vermiş ve açıkça insanı başkaları nezdinde oyuncak haline getiren içkiye elini
sürmeye yanaşmamıştı. 255
Hicretten önce Mekke'de inen bir ayette üzüm ve
hurmadan, insan aklını uyuşturan içki gibi insana zarar veren şeylerle birlikte
doğru yerinde kullanıldığında güzel sonuçların da elde edilebildiği anlatılmış,
ancak açıktan herhangi bir yasaklayıcı beyana yer verilmemişti. Buna rağmen
ayette, hurma ve üzümden elde edilen rızkın 'güzel' olarak tavsif
edilirken içecek tarafının yalın ifade edilmesi ve ayrıca sonunda akla vurgu
yapılıyor olması insanları düşündürmeye başlamıştı.v''' Ashab, tereddüt
ettikleri içki konusunda da Allah Resülü'ne soru soruyor ve bir açıklama
bekliyorlardı. Çok geçmeden gelecek olan ayette onun, hem fayda hem de zarar
yönünün olduğu, ancak faydasından daha çok zararının söz konusu olduğu ortaya
konuluyordu."? Ancak bu ayet de kesin hüküm ihtiva etmiyordu ve Hz. Ömer
gibi insanlar, yine beklemeyi tercih edecek ve:
- Allah'ım! İçki konusunda bize sağlıklı ve kesin bir
hüküm ver, diyerek gözlerini Cibril-i Emın'in getireceği habere dikeceklerdi.
255 Bkz. İbnü'l-Esir,
Üsüdü'l-Gabe, 3/168 256 Bkz. Nahl, ı6/67
257 Bkz.
Bakara, 2/2ı9
409
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Bunların
arkasından gelen, 'sarhoşken namaza yaklaşmama' emri de,258 onlar
için kesin bir çözüm değildi; zira henüz kesin bir yasak olmadığı için ashabdan
bazıları, farklı problemleri beraberinde getiriyor olsa bile namaz aralarında
içki içmeye devam ediyordu!
Gerçi içkiyle ilgili olarak gelişen bütün bu
safhalarda, gidişatın nereye varacağını tahmin ederek ondan uzaklaşan insanlar
da vardı; ancak hüküm net ve umumi olmadığı için zorlayıcı bir durum da söz
konusu değildi!
Derken
bir gün Cibril-i Emin, içki konusundaki nihai hükmü Allah Resülü'ne
getirecekti:
- Ey iman edenler, diye sesleniyordu. Şarap, kumar,
putlara kurban kesilen sunaklar ve fal okları şeytana ait murdar işlerden
başka bir şey değildir. Bunlardan geri durun ki felah bulasınız! Zira şarap ve
kumarla şeytanın yapmak istediği tek şey, sizin aranıza düşmanlık ve kin
salmak, sizi Allah'ı zikretmekten ve namazdan alıkoymaktır!
Ashab arasında şok tesir yapacak ifadelerdi bunlar;
zira gelen ayet, içki konusundaki bütün ihtilafları kaldıracak bir netlikle konuyu
ele alıyordu. Bundan böyle kimse tereddüt yaşamayacak ve artık Hicaz'da içkiye
yer kalmayacaktı. Ayrıca ayetin sonunda Yüce Mevla, kendisine inanıp yönelmiş
olan kullarına:
-
Artık bu habis şeylerden vazgeçtiniz değil mi,259 diye soruyor ve
imanla içkinin aynı yerde olamayacağını beyan ediyordu.
Bu sırada Ebü Talha'nın evinde toplananlar vardı. Bir
aralık dışarıda Allah Resülii'nün münadisinin sesi duyuldu; gelen ayeti okuyor
ve içkinin bundan böyle yasak olduğunu ilan ediyordu! Münadinin sesini duyar
duymaz Hz. Enes'e seslenen Ebü Talha:
- Haydi çık da bu sesin ne dediğine bir bakıver,
diyecekti. Dışarı çıkıp da rniirıadiye kulak veren Hz. Enes, bir çırpıda eve
geri gelecek ve:
- Dikkat edin; içki haram kılınmış, diyerek durumu
onlara haber verecekti. Herkes buz kesilmiş, olduğu yerde kalakalmıştı! Elinde
kadehi olanın kadehi yere düşecek, onu du dağına götüren de
258 Nisa, 4/4/43
259 Maide, 5/90, 91
410
Elçiler ve Açılım
Dönemi
bardağı
yere çalıp fıçıyı yere dökecektil Allah Resülii'nün miinadisinin sesi duyulur
duyulmaz kapı ve pencerelerden sokaklara içki dökülmeye başlamış, Medine
sokaklarında içkiden seller akar olmuştu! Her kapıdan:
- Vazgeçtik ey
Rabbimiz, sesleri yükseliyordu.
Ashab
hassasiyetiydi bunlar ve hemen sorular sormaya başladılar. Daha önce içki
içtiği halde gerek cephede şehit olanların gerekse yatağında ölenlerin halini
merak ediyorlardı! Zira Bedir'de, Uhud'da, Hendek'te savaşıp da bugün
aralarında olmayan arkadaşlarını düşünmeye başlamışlardı; ayetirı sonu bu
sorularına da netlik kazandınyordu:
-
İman edip iyi ve yararlı işler yapanlara, bundan böyle Allah'a karşı gelmekten
sakındıklan ve imanlarında sebat ile iyi ve yararlı işlerine devam ettikleri,
sonra takvalan ve imanlan tam sağlanılaşıp kökleştiği, daha sonra da bu takva
ile beraber, başkalanna iyilik eden ve her yaptığını güzel yapan ihsan
mertebesine erdikleri takdirde, daha önce yiyip içtiklerinden dolayı
kendilerine bir vebal yoktur. Allah da böyle güzel davrananlan sever.i"?
260 Milide,5/93
411
Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellem) Hudeybiye' den döneli yirmi gün olmuştu; bu
anlaşmayla Mekke'den gelebilecek tehlikeler bir nebze kontrol altına alınmış,
büyük bir endişe bertaraf edilmişti. Zira Hudeybiye ile birlikte, Mekke
müşrikleriyle Hayber Yahudilerinin birbirlerini destekleyerek Medine'ye
saldırma konusunda yapmış oldukları ittifak askıya alınmış oluyordu. Ancak yine
de Beni Kurayza, Beni Kaynuka ve Beni Nadr yurtlarından sürgün edilerek
Hayber'e yerleşen ve burada sürekli tehlike oluşturan Yahudilerin ne zaman ne
türlü bir tepki vereceklerini kestirmenin imkanı yoktu. Özellikle Sellam İbn
Ebi H ukayk, Kinane İbn Rabi' ve Huyeyy İbn Ahtab gibi önde gelenler buraya
gelip yerleşmiş, Hayber'deki yandaşlarından destek bularak intikam
alacaklarının tehditlerini savurup durmaya başlamışlardı. Zaten etraftaki
kabileleri de kışkırtarak Mekke ordusunun Hendek önlerine kadar gelmesinde,
önemli rol oynamışlardı. Mekke'ye kadar gelip de müşrikleri Efendimiz ve
mü'minlere karşı kışkırtan heyetten on dokuz kişi Hayber'in ileri gelenleriydi;
etraftaki kabilelere de gitmişler, Medine'ye saldırma karşılığında onlara
Hayber'in ürünlerinden yüklü miktarda vermeyi vadetmişlerdi! İntikam duygusuyla
hareket ediyor ve fırsat kolluyorlardı. Bilhassa ümit bağladıkları Hendek'ten
de eli boş dönüldüğünü gördüklerinde çok telaşlanmışlar ve yaptıklarının
karşılığı olarak kendilerinden hesap sorulacağını tahmin edip önce davranmak
istemişlerdi. Resülullah (sallallahu aleyhi ve
4ı3
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
sellem)
ve ashabı üzerlerine gelmeden acele davranmayı ve Teyma, Fedek ve Vadi'I-Kura
Yahudilerini de yanlarına alarak Medine'ye ani baskın yapmayı planlamışlardı.
Bilhassa EbU Rafi'den sonra başlarına geçen Üseyr İbn
Zarim, gözünü budaktan sakınmayan ve intikam yeminleri ederek cemaatini
kışkırtan bir tavır sergiliyordu. Gatafanlılarla da görüşmüş ve Medine'ye
saIdırma konusunda onları da ikna etmeyi başarmıştı. Onun bu gayretleri, cemaati
tarafından da takdir görüyor, yandaşlannın intikamını alacak bir lider olarak
onu destekleyip alkışlıyorlardı. Kısaca Hayber, fitnenin odağı haline gelmiş
ve her an patlamaya hazır bir çıban başı olarak çözüm bekliyordu!
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), bütün bu
olup bitenleri yakından takip ediyordu. Gelişmelerden emin olmak için bir de
ashabından üç kişiyi görevlendirip durumlarını rapor etmeleri için Hayber'e
göndermeyi denedi; sonuç, duyduklarını teyit eder mahiyetteydi. Onlar arasından
Medine'ye kadar gelen Harice İbn Huseyl gibilerin nabzı da aynı
istikamette atıyordu. Sanki Hudeybiye dönüşünde inen ayetlerle vaadedilen
bolluk ve fetih öncesinde elde edilecek ganimetin"'" ne olacağı
belli olmaya başlamış gibiydi.
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabına
ilan ederek hazırlık yapılmasını emretti; ancak hiç kimsenin, Hayber'in dünya
nimetleri açısından bolluğu gerekçesiyle hareket etmemesi gerektiğini ifade
ediyor ve bu niyetle yola çıkanlara da ganimet verilmeyeceğini açıkça
söylüyordu.
Efendimiz'in Hayber üzerine yürüme niyetini sezen ve
aralanndaki anlaşma sebebiyle birlikte yaşamaya devam eden Medine
Yahudilerinde büyük bir telaş baş göstermiş ve mü'minleri zor durumda
bırakabilmek için vadesi gelmemiş borçlarını bile tahsil etme yarışına
girişmişlerdi; hatta Abdullah İbn Ebi Hadred gibi insanlar, Hayber öncesinde
borçlarını ödeyebilmek için üzerlerindeki elbiseleri bile satmak zorunda
kalmış, savaşa da emanet bir elbiseyle çıkmışlardır Elinde yola çıkmak için
hiç imkanı olmayan Ebu Abs İbn Cebr' e de, bizzat Allah Resülü yardım etmişti.
Hayber'in fethini
mümkün görmeyen Medine'deki Yahudiler,
261 Bkz. Fetih, 48/20, 21
414
Çıban Başı Hayber
orada
bulunan kaleleri, bol akarsuları, meyvelerindeki çeşitliliği ve savaşçılarının
cesaretini anlatıyor ve mü'minleri moral açısından zayıf düşürmeye
çalışıyorlardı.
Her şeye rağmen bir gün Allah Resülii ve iki yüzü atlı
bin altı yüz kişilik ashab Medine'den hareket etti; hedefte, çıban başı Haybel'
vardı! Resülullah, yerine SiM' İbn Urfuta'yı tayin etmiştp62
Bu yolculuk sırasında Allah Resülü'yle birlikte on tane
de Medineli Yahudi bulunuyordu. Yaraları sarmak, ip eğirmek, yemek yapıp su
taşımak ve gerektiğinde de savaşta Müslümanlara yardımcı olmak için yirmi kadar
da hanım sahabi vardı.
Yola çıkmadan önce Allah Restiltı (sallallahu aleyhi ve
sellern), savaş hazırlığı yapamamış olanlarla binekleri huysuz olup da yolda
kendilerine problem çıkaracak olanların gelmemeleri talimatını verdi. Bu
kararı insanlara, Bilal-i Habeşi ilan ediyordu! Hatta bu sırada birisinin atı,
gecenin karanlığında serkeşlik yapmış ve atın sahibi de attan düşerek ayağını
kırmıştı; kan kaybediyordu ve çok geçmeden de oracıkta ölüverdi! Durumdan
haberdar olunca Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Bilal-i Habeşi'ye
döndü ve:
-
Ey nusı, diye seslendi. Sen halka, 'Bineği uysalolmayanlar da savaşa
gelmesinler.' diye bildirmedin mi?
- Evet; bildirdim, diye cevap verdi Hz. Bilal, Zira o,
vazifesini yapmış ama attan düşen şahıs bunu dinlememişti. Belli ki Allah Resülü,
cemaati arasında disiplini sağlamak istiyordu. Söz konusu kişinin cenaze
namazını da kıldırmayacak ve Hz. Bilal'e dönerek üç kez:
- Söz dinlemeyen
kimseye cennet helal olmaz, buyuracaktı. Ukkô.şe İbn Mihsan ve Abbô.d
İbn Bişr, farklı kollardan öncü kuvvet olarak gönderilmiş, yolculuk
esnasında ücretle, Huseyl İbn Hô.rice263 ve Abdullah İbn
Nuaym adında iki tane de kılavuz tutulmuştu. Yolda ilerlerken Efendimiz,
her yol ayırımında karşılarına gelen mekanın ismini soruyor ve aldığı cevaba
göre tefe'ül edip onlardan birisini tercih ediyordu. Genellikle geceleri yol
alıyorlardı,
262
Bu sahabinin Nümeyle İbn Abdullah el-Leysi olduğu da rivayet edilmektedir.
Bkz.
İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 4/207, Sire, 3/345
263 İş neticeye vanp da
anlaştıkları ücreti alınca, Huseyl Müslüman olduğunu ilan edecek ve Allah
Resüliı'nün ashabı arasındaki yerini alacaktı. Bkz. İbn Esir, Usudu'l-Ğabe,
1/258, 263
415
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Resülullah,
ashabının, yüksek sesle tekbir getirmesini istemiyordu; onlara:
- Sizin dua ettiğiniz Allah (celle celaluhü), ne
sağırdır ne de gaibdir; şüphesiz ki sizler, en çok işiten ve en yakın olan
Allah'a dua ediyorsunuz, diyor ve sessiz yol almalarını talep ediyordu. Belli
ki Hayber'e, Hayberlilerin hiç beklemedikleri bir anda ulaşmak ve onları da
hazırlıksız yakalamak istiyordu. Dudaklarından şu dua sıklıkla duyulur olmuştu:
- Allah'ım! Geçmişe tasalanıp gelecek kaygısıyla endişe
duymaktan, güçsüzlükten, gevşeklikten, pintilikten, korkaklıktan, bel büken
borç ile zalim ve haksız kimselerin tasallutundan Sana sığınırımı
Abbad İbn Bişr, çoban kılığında Hayber Yahudileri adına
casusluk yapan bir adamla karşılaşmış ve yakalayıp onunla konuşmak istemişti;
önce adam, Yahudilerin bu savaş için ne kadar hazırlık yaptıklarını ve hiçbir
gücün onları yenemeyeceğini söylemeye çalışmış; ancak Hz. Abbad'ın
sıkıştırması neticesinde doğruyu söylemek zorunda kalmıştı; gerçekten de
Gatafanlılar, dört bin kadar askerle destek için Hayber' e kadar gelmiş ve
çoktan savaş hazırlıklarına başlamışlardı! Casus Efendimiz'in huzurunda da
bildiklerini anlatınca, yanlarında bulunan Hz. Ömer adamın başını vurmak
istemiş; ancak Hz. Abbad'ın emanı sebebiyle Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellem) buna müsaade etmemişti.s'<
Bu arada münafıkların reisi yine iş başındaydı; Allah Resülü
ve ashabının Hayber'e doğru hareket ettiklerinin haberini ulaştırma gayreti
içine girmiş, kendince Yahudileri tedbir almaya yönlendirmişti.
Yolculuk devam ederken Allah Resülü (sallallahu aleyhi
ve sellern), Hayber kalelerinden Şzkk ile Natat arasındaki bir
bölgeye gelince konaklama emri verdi; çalılık bir yerdi ve buna rağmen burada
durup namaz kılacaklardı!
Yeniden
hareket edip ve Hayber'i karşıdan gören bir yere geldiklerinde ashabına:
264
Yine de Allah Resülü (s.a.s.), tedbir olarak iş neticeleneceği ana kadar adamın
bağlı tutulması gerektiğini söylüyordu. Zaten sonunda adam da Müslüman olacaktı.
Bkz. Vakıdi, Meğazi, 1/641
416
Çıban Başı Hayber
- Durun, diye nida etmişti. Emre itaatte zirve
insanların hepsi de oldukları yerde durmuş, Resülullah'ın ne yapacağını merakla
beklerneye koyulmuşlardı. Belli ki yine, olanca ciddiyet ve vakarla Rabb-i
Rahimine yönelecek ve her zaman olduğu gibi halini yine O'na arz edecekti.
Ellerini kaldırdı ve şöyle dua etmeye başladı:
- Allah'ım! Ey yedi kat sema ve onun gölgelediği her
şeyin; yerlerin ve onların yüklenip de taşıdıklarının da Rabbi! Ey şeytanların
ve onların idlal ettiklerinin; rüzgarlarla onların savurup durduklarının da
Rabbi! Bizler Senden, bu beldenin ve bu belde insanlarının hayır ve iyiliğini
talep ediyor; buradan ve burada bulunanlardan gelebilecek şerlerden de Sana
sığınıyoruz!
Her şeye rağmen Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern), odak haline gelip de iman aleyhine kumpas kuranlar hakkında bile
hayır adına dua ediyor, böylesine kritik bir noktada bile içtenlikle Rabbine
teveccüh edip onların iyiliğini talep ediyordu; duasını bitirince, yine
ashabına dönecek ve:
- Haydi! Şimdi
Allah'ın adıyla yürüyün, buyuracaktı. Hayber'in önüne gelindiğinde gecenin
yarısıydı ve Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), bir mekan tercihinde
bulunarak orada karargahını kurdu ve ertesi günün hazırlıkları yapılmaya
başlandı. Gece olduğu için Allah Resülü, teheccüd namazını da burada kılmış,
şafağın aydınlığıyla birlikte sabah namazına durmuştu; ashabı da O'nun
arkasındaydı! Yine eller duaya durmuş, Yüce Mevla'dan nusret talebinde
bulunuluyordu!
Bir aralık yanına Hiibôb İbn Miınzir yaklaştı;
belli ki, en doğru olanı yakalama konusundaki duyarlıhğıyla arkadakilere örnek
olacak bir adım atıyordu:
- Ya Resülullah, dedi. Karargah kıldığın bu yer şayet
Sana Allah'ın bir emri ise buna diyecek bir şeyimiz olamaz; ancak bu, harp
gereği olarak bir tercih ise biz de düşündüklerimizi söyleyelim!
Sonrakilere
de örnek olacak bu çıkış karşısında Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern):
- Hayır, bu şahsi bir
tercihten ibarettir, buyurdu.
Bu
sözler, Hz. Hiibab'ın önünü açmaya matuftu ve bunun üzerine İbn Münzir şunları
söyledi:
- Öyleyse ya
Resülullahl Burası onların kalelerine çokyakın bir
417
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
yerdir
ve onların hepsi de Natat kalesinde mevzilenmiş durumdalar. Aynı zamanda onlar,
ok atmada mahir insanlardır ve attıkları oklar da, yukarıdan aşağıya doğru daha
hızlı ilerleyip bize ulaşır; bu durumda bizler, onlara ok atmakta oldukça
zorlanırız! Hiç değilse şu kara taşlık ve kayalık yeri arkamıza alalım da
Yahudilerin atacakları oklar bize kadar ulaşmasın!
Resülullah'ırı da bir
bildiği vardı ve önce:
-
İşin doğrusu da, senin işaret ettiğin gibidir, dedi. Ardından da şöyle devam
etti:
- Ancak bugün yine de biz burada mevzilenelim; yerimizi
inşaallah akşam değiştiririz. Bu arada yanına Muhammed İbn Mesleme'yi
çağırmış, karargah kurmak için daha elverişli bir mekan bulması için ona
talimat veriyordu.
Şimdi sıra, namazIa birlikte yapılan duayı fiile dökme
zamanıydı. Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), ordusunu savaş
düzenine sokmuş Hayber kalelerinin önünde bekliyordu! Bineğinin üzerinde
durmuş:
- Allahü ekber; harap oldu Hayber! Bizler, düşman bir
kavmin yurduna baskın yapıp girdik mi, kendilerine elçiler gelerek önceden
uyarılmış olan o kafirlerin hali yaman olur, diyordu.t'f
Parola yine, 'ya Mansiirt Emit' şeklindeydi.
Her
zaman olduğu gibi o gün de Hayberliler, bağ ve bahçelerine gitmek üzere
evlerinden çıkmışlardı; bir anda karşılarında kendilerini bekleyen bir ordu
ile karşılaşınca, büyük bir şok geçirmiş ve:
- Eyvah; işte Muhammed ve O'nun dört başı mamur düzenli
ordusu, diyerek gerisin geriye kaçmaya başlamışlardı! Bir taraftan kaçıyorlardı
ama diğer yandan da, gerek düşman gördükleri iman ordusunu küçümsemek gerekse
yandaşlarına moral vermek için:
- Muhammed mi bizimle savaşacak! Ne tuhaf şey, demekten
de geri durmuyorlar ve her şeye rağmen üstün geleceklerini düşü-
265 Allah Resülü'nün bunu üç kez
tekrarladığı ifade edilmektedir. Bkz. MüsIim, Sahih, 2/1044 (1365); 3/1426
(1365); Alımed b. Hanbel, Müsned, 3/101 (12011); Nesai, Sünenü'l-Ktibra, 3/335
(5576)
418
Çıban Başı Hayber
nüyorlardı.
İşin bu kadar ciddiye binmiş olması bir taraftan onları da ikiye bölmüş, bir
kısmı kaleler içinde kalıp müdafaa konumunda kalmayı tercih ederken diğer bir
kısmı ise, meydana çıkıp göğüs göğüse çarpışmanın hararetli savunucusu haline
gelmişti. Yüksek ve sağlam kalelerine çok güveniyarlardı; zira içleri erzak
doluydu ve üstelik bu kalelerin içinde, ihtiyaçlarını giderebilecekleri
akarsuları da vardı.
Bilhassa Sellam İbn
Mişkem gibi önde gelen ve ağzı laf yapan-
lar:
-
Burada O'nunla savaşma konusunda kusur etmeyiniz; O'nunla çarpışa çarpışa
ölmeniz, tek başınıza kalmamzdan sizin için daha hayırlıdır, diyorlardı.
Kıymetli
eşyalarıyla çoluk çocuklarını Ketibe kalesine götürmüşler, erzak ve yiyeceklerini
de Naim denilen kalelerine yerleştirmişlerdi. Eli silah tutan herkes Natat
kalesinde bir araya gelmiş, kanlarının son damlasına kadar savaşacaklarına dair
birbirlerine söz veriyorlardı!
İlk
kıvılcım yine onlardandı; güneşin ilk ışıklarıyla birlikte Allah Resülü ve
ashabın bulunduğu yere Natat kalesinden ok yağmaya başladı; o kadar seri ve
hızlı atıyorlardı ki, günün sonuna kadar elli kadar ashab yaralanacaktı.
Onların
attığı oklar, aynı zamanda mü'minlere silah olmuştu; yere düşer düşmez onları ashab
topluyor ve yeniden Natat kalesine doğru fırlatıyordu.
Artık
günlerce sürecek olan kuşatma başlamıştı; akşam olunca yeni tespit edilen
karargaha geçilecek ve bu mekan, Hayber kalelerinin266 birer birer
düşeceği ana kadar sürecek bir mücadeleye sahne olacaktı.
Beri
tarafta ise Mekkeliler, Efendimiz'in Hayber'e sefer düzenlediğinin haberini
almış ve kimin galip geleceği konusunda birbirleriyle iddiaya girmişlerdi; Huveytıb
İbn Abdiluzzô; Sofuôrı İbn
Ümey-
266
Hayber, sağlam kalelerden oluşan büyük bir kale mahiyetinde geniş bir alanın
adıydı; Natat, Şıkk ve Ketibe diye üç ana bölgeye ayrılan
Hayber'de o gün, Ndim, Sa'b İbn Muaz, Zübeyr (Kule), Übeyy (Sümran),
Nizar (Beri), Kamıts, Vatih ve Sülalim olmak üzere farklı
büyüklükte kaleler vardı; bunların hepsi de yüksek yerlerde ve çok sağlam bir
yapıya sahiptiler. Bkz. Hamevi, Mu'cemu'l-Biildan, 2/409 vd
419
Efendimiz (sallalIahu
aleyhi ve sellem)
ye,
Abbas İbn Mirdôs ve
Nevjel İbn Muaviye gibi isimler Mekke'de oturmuş, yüz deve karşılığında
Hayher'in galibinin kim olacağı konusunda bahse girmişlerdi."?
Efendimiz'İn (s.a.s.) Hastalığı
Bir
taraftan Hayber kuşatması devam ediyordu etmesine ama Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellem) hastalanmış, ashabımn arasına çıkamaz olmuştu. Belli ki kader,
ashabım zor şartlara hazırlıyordu. Resülullah, yanına Hz. EbU Bekir'i çağırarak
ak sancağı ona verdi; artık Hayber önündeki ordunun kumandam Hz. Ebu Bekir'di.
O
gün de akşam olmuş, ancak bir netice alınamamıştı; sanki her yeni günün bir
öncekinden farkı yok gibiydi. Sabahın erken saatlerinden itibaren başlayan ok
yağmuru akşam saatlerinde kesiliyor ve ertesi gün aynı olay tekrar ediyordu.
O
günün sabahında Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), bu sefer yanına
Hz. Ömer'i çağıracak ve sancağı bu sefer de ona verecekti. Bir sonraki gün de
Erisar'dan birisine verilen sancak, artık her gün el değiştirir olmuştu!
Bu
arada zaman zaman göğüs göğüse çarpışmalar da oluyordu; fırsat bulunca kaleden
çıkan bazı gruplarla ashab karşı karşıya geliyor ve bir grup diğerini geri
püskürtünceye kadar bu mücadele devam ediyordu.
Havaların
çok sıcak olması sebebiyle ashabdan, zaman zaman gölgeliklere çekilip de
dinlenenler oluyordu. İşte böyle bir zaman diliminde Mahmud İbn Mesleme de,
Naim kalesinin gölgesine çekilip dinlenmek istemişti. Durumu fark eden Yahudi
Merhab, onun üzerine bir değirmen taşı yuvarlayacak ve miğferini de ezerek
kafasından ağır şekilde yaralanmasına sebep olacaktı. Şefkat insam Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellern), yine ashabının yardımına koşmuş ve yüzünden
kalkan deriyi yerine yapıştınp bezle bağlamıştı.w"
267 Efendimiz'in galibiyet haberini alınca, Allah
Resüliı'nün galip geleceğini savunanlardan Huveytıb İbn Abdiluzza ve onun gibi
düşünenler, yüz deveyi karşı tarafı temsil edenlerden alacaklardı. Bkz. Vakıdi,
Megazi, 1/701 vd.; Salihi, SübiiIü'l-Hüda ve'r-Reşad, 5/139
268 Ancak Mahmud İbn Mesleme, üç giin sonra şehit
olacaktı; işin ilginç yanı, onu yaralayan Merhab da Hz. Mahmud'un vefat ettiği
gün öldürülmüştü. Mahmud
420
Çıban Başı Hayber
Bir aralık Hayber'in ünlü kumandam Merhab, kılıcını
sallayarak Naim kalesinden çıkmış ve kendisiyle mübareze edecek bir yiğit
talep etmişti. Karşısına Amir İbn Ekva' çıktı. Ancak Merhab, daha önce
davranmış ve üst üste indirdiği kılıç darbesiyle onu şehit etmişti.269
O günlerden birisinde Hz. Amir'in kardeşi Selerne İbn
Ekva' da bacağından yaralanmıştı. Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem),
ona üç kez nefes edip okuyacak ve bundan sonra Hz. Selerne bir daha bacak
ağrısı duymayacaktı.
Bu arada ashab arasından birçok kişi hastalanmıştı;
açlık dayanılmaz kerteye gelmiş ve çaresiz henüz olgunlaşmamış hurma çağlalarından
yemişlerdi! Durumlarını görüp de müşahede eden Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellem), onlara şu tavsiyede bulundu:
- Bir miktar suyu kırba içinde soğutun ve daha sonra da
onu, ezanla kamet arasında Allah'ın adını amp besmele çekerek başınızdan
aşağıya dökün!
Yine ortada bir ikram vardı; zira O'nun işaretlerini
bile emir telakki eden ashab, suyu alıp söylenilen şekilde tatbik etmiş ve
bunun neticesinde de, söz konusu olan hastalıktan kurtuluvermişlerdi!
Düşman Güçlerini Dağıtma Girişimleri
Bir aralık Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem),
Hayberlilere dışarıdan gelerek destek veren Gatafanlıları ikna edip savaştan
vazgeçirmeyi deneyecekti. Bunun için ashabından Sa'd İbn Ubade'yi, daha önce
aralarında anlaşma bulunan Gatafanlıların kumandanı Uyeyne İbn Hısn'a gönderdi.
Kalenin yakınına kadar yaklaşan Hz. Sa'd:
- Uyeyne İbn Hısn'la konuşmak istiyorum, diye seslendi.
Belli ki bir mesaj getirmişti. Ancak bu sesleniş, kale içinde yeni bir ihtilafın
ortaya çıkmasını netice verecekti; zira Uyeyne kapıları açma niyetini izhar
edince ona itiraz eden kumandan Merhab:
İbn
Mesleme'yi değirmen taşıyla yaralayıp da ölümüne sebep olan kişinin, Kinane
İbn Ebi'l-Hukayk olduğu da söylenmektedir. Bkz. Vakıdi, Megazi, ı/658; İbn
Hacer, el-İsabe, 3/70; İbn Kayyım, Zadu'l-Mead, 3/283
269
Allah Resı1lü (s.a.s.) Hz . .Amir'i, Mahmud İbn Mesleme ile birlikte Red'deki
bir mağaraya gömecekti. Bkz. Vakıdi, Megazi, ı/658
42ı
Efendimiz (s a l l a
l l a h u aleyhi ve s e l l e m )
-
Kalemizin bozuk ve zayıf yerlerini görür; onu içeri alma, sen onun yanına git,
diyor ve Allah Resülü'nün elçisini içeri almamakta ısrar ediyordu. Halbuki
Uyeyne, tam tersini düşünüyordu. Ona göre elçi içeri girmeli ve kalelerin ne
kadar sağlam ve sarp olduğunu, kaledeki askerlerin sayısının da çokluğunu
görüp gitmeliydi!
Sonuçta
Merhab'ın dediği oldu ve Uyeyne İbn Hısn, kale dışına çıkarak Hz. Sa'd'ın
bulunduğu yere geldi:
-
Resülullah (sal1allahu aleyhi ve sellem) beni sana gönderdi, diye başladı
sözlerine Hz. Sa'd. Ardından da, Allah Resülü'nün şu mesajını iletti ona:
-
Yüce Allah Bana, müjdesini verip Hayber fethini vaadetti; sizler geri dönüp
gidiniz. Şayet bunu yaparsanız, Hayberlilere galebe çaldığımızda buranın bir
yıllık hurma geliri sizin olsun!
Uyeyne'nin
sulha yanaşma niyeti yoktu; Hendek günü de aynı şeyi yapmıştı. Herhangi bir şey
karşılığında müttefiklerini yalnız bırakmayacaklarını ifade ediyor ve
Hayberlilerin güçlerinden bahisler açarak kendilerinin zaten galip gelerek
benzeri nimetleri elde edeceklerini söylüyordu. Uzun uzadıya konuştular ama
sonuç alınamadı. Sonucun olmadığı yerde ısrarın da bir manası yoktu ve Hz.
Sa'd ayrılırken ona dönüp şu ihtarda bulunacaktı:
-
Şüphesiz ki ben bilir ve sana da bildiririm ki sen, bugün sana teklif ettiğimiz
şu şeyleri bir gün dilenmek zorunda kalacaksın; ancak o gün de biz sana,
kılıçtan başka bir şekilde karşılık vermeyeceğiz!
Beni
Nadir ve Beni Kurayzahlarla yaşanılan hadiseleri hatırlattı ona; şayet ilk
teklifleri kabul etmiş olsalardı bugün başlarına gelenlerden masün
kalacaklardı! Ancak onlar da şiddeti tercih etmişlerdi ve bunun neticesinde
ise kaybedenler hep, şiddeti tercih edenler olmuştu!
Bu
bir talepti ve kabul görmeyince Hz. Sa'd, doğruca Allah Resülü'nün yanına
gelecek, Uyeyne'nin verdiği tepkileri anlatacak ve kanaatini ortaya koyacaktı:
-
Ya Resülullahl Şüphe yok ki Yüce Allah, Sana olan vaadini yerine getirip
inayetini ulaştıracaktır; öyleyse Sen, şu çöl Arap'ına bir tek hurma bile
verme! Zaten ya Resülullahl Onlar, kendilerine kılıç-
422
Çıban Başı Hayber
ların yöneldiğini
görünce, daha önce Hendek'te olduğu gibi arkalarını dönecek ve yurtlarına
kaçacaklardırl-??
Güneş
bir miktar zevale kaymıştı; Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem),
ashabına dönüp:
-
Sancağınızı alıp Gatafanlıların bulundukları Naim kalesinin yanında
sabahlayacaksınız, diyerek, teklifi kabul etmeyen Gatafanlıların bulunduğu
kalelerin üzerine yürümeleri talimatını verdi.
Stratejideki
bu değişikliği onlar da görüyorlardı; kalelerin dışında yeni bir hareketlilik
başlamış ve bu hareketlilik, çok geçmeden Naim kalesine doğru akar olmuştu.
Hele karşılarına kadar gelip de sancağı oraya diktiklerinde yüreklerinin yağı
erimiş ve geceyi büyük bir korku ve panik içinde geçirmişlerdi. Üstelik sabaha
karşı ve gecenin karanlığında tanımadıkları bir ses kendilerine:
-
Ey Gatafan cemaati, diye sesleniyordu. Etraflarına bakınsalar da bu sesin sahibini
bulamayacaklardı; pürtelaş:
- Hayfa'da bulunan ev
halkınız! Ev halkınız perişan oldu!
İmdat! İmdat!
Arkanızda ne dere kaldı ne de mal; imdat, diye bağırıp sürekli aynı şeyleri
tekrar ediyordu.
Yarın
karşılaşmaları muhtemel sıkıntı ve acılara şimdi bir de aile ve mal korkusu
ilave edilmiş, dünya nimetlerini elde edebilmek için geldikleri Hayber'de
canlarını tehlikeye attıkları gibi şimdi bir de evlad ü iyallerini
yitirmişlerdi! Kol ve kanatları kırılıvermişti! Ne savaşacak cesaretleri, ne de
ayakta duracak mecalleri kalmıştı ve hemen yurtlarına geri dönme kararı alıp
kalelerini terk etmeye başladılar.
Elbette
o gece, yüreğine kor düşenler sadece Gatafanlılar değildi; Hayberliler de
perişan ve bin pişman olmuşlardı. Onların bırakıp gittiklerinin haberi Ketibe
kalesinde bulunan Kinane İbn Ebi'l-Hukayk'a ulaştığında o, yanında bulunanlara
şunları söyleyecekti:
-
Biz, şu çöl Araplarıyla ne zaman bir araya geldik de fayda gördük ki! Ne zaman
onların yanına gidip de yardım talep etmişsek, her defasında bizi aldatıp
vaadettikleri yardımı yapmadılar!
270
o gün
Gatafanlılara yapılan benzeri bir teklifin, Beni Fezarelere de yapıldığı, ancak
onlann da buna sıcak bakmadıklan anlatılmaktadır, Bkz, İbn Kayyım, Zadu'l-Mead,
3/29ı; Salihi, Siibülii'l-Hiida ve'r-Reşad, 5/ı37
423
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Vanahi
de şayet onlar, işin başından bize yardım edeceklerine dair vaatte bulunmuş
olmasalardı, Muhammed'le savaş yolunu tercih etmezdik! Keşke Sellam'ı dinleyip
de şu çöl Araplarını yardıma çağırmasaydık! Çünkü o bize, onları çok
denediğini ve her defasında yalnız bırakıldığını söyleyerek bu işten
vazgeçirmek istemişti de biz onu dinlemedik!
Hayber'de çözülme başlamıştı; artık her Hayberlinin
dilinde hep, Gatafanlıların geri dönüş ve ihanetleri vardı. Arkalanndan
ağızlanna geleni söyleyip dinliyorlardı!
Beri tarafta ise, Allah Resülü ile ashab-ı kiram,
kalenin önünde gelişmeleri takip ediyordu. Her ihtimale karşı geceleri de
aralannda anlaşmış nöbet tutuyorlardı; Hz. Ömer'in nöbetine denk gelen bir
geceydi ve bir aralık kalelerden birisinden bir karartının kendilerine doğru
geldiğini ve:
-
Eğer bana eman verirseniz, yanınıza geleyim, diyerek eman dilediğini gördüler.
- Sen kimsin, diye
seslendiler.
- Yahudilerden bir
adamım, diyordu gelen şahıs. Eman isteye-
ne
eman verilirdi ve gelen Yahudi'ye kucak açılmıştı. Adının Simôk olduğunu
söyleyen bu adam, kendisinin ısrarla Allah Resülii'ne götürülmesini istiyordu.
Belli ki O'na diyeceği bir şeyler vardı ve alıp onu Efendimiz'in yanına
getirdiler. Bu esnada Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), namaz
kılıyordu; namazını bitirip de duruma muttali olunca Simak'e döndü:
- Sen kimsin ve
geride ne haberler var, diye sordu. O da:
- Ya Eba'l-Kasım,
dedi önce. Ardından da:
- Sana kalelerde olan
gizli ve önemli bilgileri vermem şartıyla
bana ve aileme eman
verir misin, diye sordu.
- Evet, diye cevap
verdi Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern).
Zaten
bu bilgileri vermese de genel uygulaması, kendisinden eman dileyen herkese
kucak açma şeklindeydi. Bunun üzerine Simak, kimin nereden nereye gittiğine,
içinde bulunduklan korku ve panik halini, silah ve erzaklarını nerelerde
sakladıklarıne, yer altına gizledikleri sığınaklarına, mancınık ve debbabe-?'
denilen aletlerinin
271 Debbabe, kalelerin
duvarlanyla surlan delip içeri girebilmek için duvarın dibine
424
Çıban Başı Hayber
kalenin
nerelerinde gizlendiğine ve sağlam kalelerin nasıl elde edilebileceğine dair
daha birçok bilgi verdi. Tek derdi, çocuklarıyla hanımını da alarak hayatta
kalabilmekti. ikide bir konuyu buraya getiriyor ve Efendimiz'in sözünde
durmasını istiyordu. Allah Resülü de, kendisine bu kadar önemli bilgileri
getirip veren Simak'i, ebedi hayatını da kazanması için İslam'a davet etti.
Ancak o henüz buna hazır değildi ve:
-
Bana birkaç gün mühlet ver, diyerek süre talebinde bulunacak ve Resülullah de
ona, mühlet verecekti.v"
Nihayet
bir gün Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabına dönecekve:
- Yarın sancağı öyle birisine vereceğim ki, o Allah'ı
Allah da onu sever, buyurarak Hayber'in bir gün sonra fethedileceğinin müjdesini
verecekti. ifadelerindeki ayrıntı, her sahabinin dikkatini çekmişti;
Resülullah'ın şehadeti vardı ve buna göre Hayber'i fethedecek olan kumandan,
Allah'ı seven ve Allah'ın da kendisini sevdiği önemli bir isimdi. Rıza-yı
ilahiden başka makam arzusu olmayan ashab için bu, elde edilmesi gereken en
önemli makamdı ve her biri de, ertesi günkü sancağın kendisine verilmesini
bekler olmuştu. Bir gün sonra gerçekleşecek fetihten dolayı gönüllerde ayrı bir
huzur vardı ve geceyi yine evrad ü ezkar ile geçirmişlerdi.
Yine sabah olmuş ve namazın ardından Efendiler Efendisi
ashabına dönmüş, ashabına vaaz ü nasihatte bulunduktan sonra sancağın
kendisine getirilmesini istemişti. Ashab-ı kiram ise, huzurda saf tutmuş
getirilecek sancağın kime verileceğini merak ediyordu!
Derken Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellern): - Ali nerede, diye sordu.
- Ya Resülullah!
Ali'nin gözleri ağrıyar!
yaklaştırılan
büyük bir aracın adıydı. Yukandan gelebilecek ok, mızrak ve kızgın yağlara
karşı üstü kapalı olan bu aracın içine yerleştirilen askerler, ellerindeki
malzemelerle kale duvarlanndaki taşlan söker ve diğer arkadaşlanyla birlikte
içeri girebilmek için burada delikler açarlardı.
272
Vatih ve Stilalim kaleleri de fethedilince, Hayber kaleleri hakkında bilgi
verip de işi kolaylaştıran bu şahsa hanımı Nüfeyle teslim edilecek ve o da,
Müslüman olup Hayber'i terk edecekti. Bir daha da ondan haber alınamamıştı.
Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/648
425
Efendimiz (saIlaIlahu
aleyhi ve sellem)
-
Onu Bana çağınnız, buyurdu ve bunun üzerine Selerne İbn Ekva' kalkıp Hz. Ali'yi
çağırmaya gitti. Çok geçmeden Hz. Selerne, Hz. Ali'nin elinden tutmuş vaziyette
huzura çıkageldiler! Kaç gündür gözlerindeki şiddetli ağndan dolayı gelebileceğini
bile tahmin etmeyen ashab, Hz. Ali'nin uzaktan gelişini görünce:
-
İşte, Ali geliyor, diyerek onu göstermeye başlamıştı! Efendiler Efendisi de:
-
İşte bununla, işte bunun vesilesiyle fetih gerçekleşecek, diye damadı Hz.
Ali'yi gösteriyordu. Derken ona:
- Yanıma yaklaş, diye
seslendi. Hz. Ali:
- Ya Resülullah!
Bastığım yeri bile göremeyecek kadar gözle-
rimden rahatsızımı
Bunun
üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Hz. Ali'nin gözlerine
doğru nefes edip dua etmeye başladı. Aynı zamanda mübarek tükürüğünden bir
miktar eline almış, damadının gözlerine sürüyor ve şifa vermesi için Allah'tan
niyazda bulunuyordu. Yeni bir mucize daha yaşanıyordu; sanki onlar, Hz. Ali'nin
o ana kadar ağrıyan gözleri değildi. Zira ortada ne ağrı kalmış, ne de Hz.
Ali'nin görememe gibi bir durumu. Sanki hiç hastalanmamış gibiydi!
Daha
sonra da Allah Resülü, Haydar-ı Kerrar'a kılıcını kuşatıp üzerine zırhını
giydirdi; ardından ak sancağı ona uzatarak:
-
Al bu sancağı ve ilerle! Allah'ın sana fethi müyesser kılacağı ana kadar da
çarpış ve sakın arkana dönme, buyurdu.
-
Peki, insanlarla ne üzerine savaşayım, diye sordu Hz. Ali, arkasını bile
dönmeden. Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern):
-
Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in de O'nun kulu ve elçisi olduğuna
şehadet edinceye kadar. 'Bunu kabullendikleri takdirde zaten, mallanyla
canlarını senden kurtarmış olacaklardır; hesapları ise Allah'a aittir!
Onlann
yurtlarına kadar ilerle ve bir müddet bekle; onları İslam'a davet et ve Allah
ile Resülullah'ın hakkı olarak üzerlerine düşen veeibeleri bildir onlara.
Allah'a yemin olsun ki, senin vesilenle bir adamın bile Müslüman olması, senin
için vadiler dolusu kızıl develerden daha hayırlıdır!
Bu
ne büyük şefkatti ki kaç gündür kendilerine ok yağdınp mancınıkla taş fırlatan,
zaman zaman da ani baskınlarla göğüs gö-
426
Çıban Başı Hayber
ğüse
çarpıştıklan insanlara bile giderken belli başlı prensipler ortaya koyuyor;
onlann da Allah' a kulolabilmelerini kolaylaştıracak tekliflerde bulunuyordu.
Bunun ardından da, Hz. Ali ve arkadaşlarına inayeriyle muamele etmesi için
Allah'a yalvarmaya başladı.
Resülullah'ın
sancağını alan Hz. Ali, reftare yürüyerek doğruca Hayber kalelerinin önüne
geldi; ashab-ı kiram da onunla birlikte yürüyordu. Daha sonra sancağı kale
önüne dikti.
Gelişmeler
kale içinden de takip ediliyordu; onun gelip de sancağı kale önüne dikmiş
olması, içeridekileri telaşlandırmış ve akıbetlerinden endişe etmeye
başlamışlardı:
- Sen kimsin, diye
seslendiler.
- Ben, Ebu Talib'in
oğlu Ali'yim, diye cevapladı Hz. Ali.
'Ali'
ismi onlar için hiç de yabancı değildi; anlaşılan, ellerindeki kitaplarda
kalelerini onun fethedeceğine dair bilgiler vardı ve daha onun adını duyar
duymaz telaşlanacaklardı. 'Ali' ismini duyanlardan birisi:
-
Ey Yahudi cemaati, diye bağırmaya başladı. Musa'ya indirilene and olsun ki,
artık sonunuz geldi ve bugün sizler mağlup olacaksınız!
Kaleden
ilk çıkan, Merhab'ın kardeşi Haris'di; meydan okuyordu. Ancak karşısında bir
Haydar-ı Kerrar vardı ve az önce meydan okuyan o adamın, çok geçmeden cansız
yere serildiği görülüyordu. Haris'i Üseyr; Üseyr'i de Yasir takip etmişti ve
bunlann hepsini de, Haris'in akıbeti bekliyordu; Üseyr'i Muhammed İbn Mesleme,
Yasir'i Zübeyr İbn Avvam öldürmüştü!
Bu
sefer kaleden, üzerindeki iki kat zırhla birlikte Amir çıktı; o da meydan
okuyordu! Onun işini de o gün Zülfikar bitiriverecekti! Şimdi sırada Merhab
vardı; kardeşi Haris'in de öldürülmüş olması onu çileden çıkarmış ve
askerleriyle birlikte er meydanına inmiştil Üzerinde iki kat zırh, başında üst
üste iki miğfer ve iki elinde de birer kılıç vardı! Önce:
- Hayber halkı iyi
bilir ki, diye başladı bağırmaya.
- Ben, kapıya kadar
gelip de dayanan savaşların kızışıp da orta-
lığın
kasıp kavrulduğu demlerde, tepeden tırnağa kadar silahlanmış olarak denenip de
savaşın hakkını verdiğim konusunda şüphe bulunmayan Merhab'ım!
427
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Cenk,
yine kılıçlardan önce başlamıştı. Hayber kalelerinin önünde kelimelerle
ruhlara işleyen bir savaş yaşanıyordu. Öyleyse düşmanla, anladığı dilden
konuşmak gerekiyordu. Onun için Hz. Ali:
-
Ben de o kimseyim ki, annem bana, 'Aslan' adını takmıştır; zaten ben de,
ormanıann heybetli görünüşlü aslanı gibiyimdir! Sizi de çarçabuk tepeleyecek,
hakkınızdan gelecek er kişiyim, diye seslendi.
'Aslan'
ifadesini duyunca Merhab'ın yüzünde renk kalmamıştı; zira o gece rüyasında,
kendisini bir aslanın parçaladığını görmüş ve büyük bir korkuyla uyanmıştı!
Belki de Allah (eelle celaluhü), Merhab'a rüyasını hatırlatması için Hz. Ali'yi
bu şekilde konuşturuyordu!
Resülullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) de o gün iki kat zırh giymiş, başına da miğferini
takmıştı. Zarib isimli atının üstünde ve elinde de ok ile yayı duruyordu! Bir
aralık yanına, Yesar adında siyahi birisi geldi. Kendisinin Amir'in çobanı
olduğunu söylüyor:
- Ya Muhammed,
diye sesleniyordu. Meğer efendisi Amir ve arkadaşları savaşa hazırlanırken o
da kulak misafiri olmuş; "Şu peygamber olduğunu iddia eden kişi ile
çarpışacağız." ifadelerini duyunca Efendimiz' e karşı kalbinde bir alaka
meydana gelmişti. Bunun üzerine koyunlanyla birlikte buraya kadar gelmişti ve
işin gerçek boyutunu bizzat öğrenmek istiyordu:
- Sen, neler söylüyor
ve nelere davet ediyorsun, diye soruyordu.
Efendimiz de:
-
İslamiyet'e; Allah'tan başka ilah bulunmadığına inanıp O'na kullukta bulunmaya
ve benim de O'nun Resülü olduğuma şehadete davet ediyorum, buyurdu.
Yesar sordu:
-
Peki, ben böyle bir şehadette bulunur ve Allah'a iman edersem, bana ne var?
- Bu iman ve şehadet
üzerine ölürsen sana cennet var, diye cevapladı Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellern). Bunun üzerine Yesar: - Ya Resülullah,
dedi. 'Bana İslamiyet'i ve nasıl Müslüman olunacağını anlat! Samimi bir
yönelişti ve bu yönelişteki samirniyete
428
Çıban Başı Hayber
Allah
Resülii de karşılık veriyordu. Netice itibariyle, üzerine güneşin doğup battığı
her şeyden daha hayırlı bir iş gerçekleşmek üzereydi; bir insan daha Müslüman
oluyordu! Hayber önünde kıyasıya bir mücadele yaşanırken Yesar gelmiş şimdi de,
gönlünden gele gele kelime-i tevhidi söylüyordu.
Ardmdan yeniden
Efendimiz'e döndü:
-
Ya Resülullah! Ben, siyah tenli, çirkin yüzlü, kokusu hoş olmayan ve varlıksız
bir adamım; bugün şu Yahudilerle çarpışır ve öldürülürsem cennete girer miyim,
diye sordu.
-
Evet, diye cevapladı Allah Resülü. Anlaşılan Yesar, gözünü cennete dikmiş,
oraya ulaştıracak bir vesile arıyordu! Efendimiz'e bir kez daha döndü; yeniden:
-
Ya Resülullahl Şu koyun ve davarlar, benim yanımda emanettir; ben onların
sahibinin işçisiyim. Şimdi bunları ben ne yapayım?
Maksadmı anlamıştı
Allah Resfıliı (sallallahu aleyhi ve sellem) ve:
-
Onları önce karargahtan çıkar! Sonra da onlara bağır ve küçük taşlar at; Yüce
Allah (celle celaluhü), sana emanetini eda ettirecek ve onlar da sahiplerinin
yanma döneceklerdir, buyurdu.
Efendimiz'in
tarif ettiği şekilde hemen yerden küçük taşlar toplamaya başlayan Yesar,
onları koyun ve davarlarm üzerine atıyor ve:
-
Ben artık sizinle ilgilenmeyeceğim; hemen sahibinizin yanına geri dönün, diye
bağırıyordu. Gerçekten de koyun ve davarlar, sahiplerine doğru gitmeye
başladılar. Artık Yesar, sadece kendisinden sorumlu bir kuldu ve Hz. Ali'nin
askerleri arasma katılarak savaşmaya başladı.
Çok geçmeden, kaleden
mancmıkla atılan taşlardan birisi Hz.
Yesar'a
isabet etmiş ve o da şehit olmuştu; bir vakit namaz bile kılamadan huzur-u
ilahiye gidiyordu! Sonra, onun bedeni Efendimiz'in huzuruna getirildi;
Hayberlilerin adam yerine bile koymadıkları siyahi köle, Resülullah'ın huzurunda
uzanmış olanca heybetiyle yatıyordu. Uzun uzun baktı ona Allah Resülü
(sallallahu aleyhi ve sellern). Belki de bu bakışlarda, Hakka kulluk adma
hanesinde hiç sevabı olmadığı halde vuslata önceden eren garip bir kula duyulan
sevgi vardı! Resülullah'ın bakışları ashabm da dikkatini çekmiş, onlar da
429
E f e II d i ın i z (s alla il a h u a i e yh i ve s e
il e m )
Yesar'a
bakıyorlardı.v" Onun için Resfı.lullah'ın şöyle dua ettiği duyuldu:
-
Allah (celle celaluhü) senin kokunu ve yüzünü güzelleştirsin; varlığını da
çoğaltsın!
Beri
tarafta ise kıyasıya bir cenk devam ediyordu. Kılıçlarını çeken Merhab'la Hz.
Ali, pür-dikkat birbirlerini süzüyor ve hamle üstüne hamle yapıyorlardı. Hayber
önlerinde sadece kılıç şakırtılanyla karşılıklı meydan okumalar
duyulabiliyordu. Bir aralık büyük bir gürültü koptu; öldürücü darbenin indiğini
herkes anlamıştı. Sonucu merak ediyorlardı. Toz duman dağılıp da ayakta
duranın Hz. Ali olduğu görülünce mü'minler tekbir getirmeye başladılar. Meğer
çift kat zırhlar içindeki Merhab'ın başına Zülfikar inmiş ve işini oracıkta
bitirivermişti!
Yasir'den
sonra Merhab'ın da öldürüldüğünü görünce Resülullah (sallallahu aleyhi ve
sellern), ashabına şu müjdeyi verdi:
- Sevininiz;
Hayber'in işi artık daha kolay!
Gerçekten
de öyle olacaktı. Merhab'ın da ölümüyle ortalık tam bir savaş alanına dönmüştü.
Hayberliler, düşmek üzere olan kalelerini teslim etmemek için var güçleriyle
karşılık veriyorlar, ölümüne saldınyorlardı! Onlar için her fethedilen kale,
içi boşaltılarak kaçılması gereken bir mekan demekti. Arkada kalan kalelere
doğru kaçıyor ve kendilerini buralarda koruma altına almaya çalışıyorlardı.
273 Bir
aralık yüzünü şiddetle Hz. Yesar' dan çevirdiği görüldü; normal bir yüz çevirme
değildi bu ve hemen:
- Ya Resülullah!
Ondan niye yüzünüzü çevirdiniz, diyerek sebebini sordular. Buyurdular ki:
-
Şimdi onun yanında, cennet hurilerinden iki zevcesi bulunuyor! Şehid, vurulup
da yere düştüğü zaman, cennet hurilerinden iki zevcesi gelip de yüzünden tozlan
silerken, 'Senin yüzünü toz ve toprağa bulayanların da Allah, yüzlerini toprağa
bulasın; seni öldüreni de öldürsün" diye dua ederler. Allah (celle
celaluhü), bu kuluna ikram edip onu hayra sevk etti; Allah'a hiç secde etmediği
halde cennet hurilerinden ikisini onun baş ucunda gördüm! Bkz. İbn Hişam, Sire,
4/316; Vakıdi, Megazi,
1/650; İbn Hacer, el-İsabe, 1/19; Süheyli, Ravdu'I-Unf, 4/87; İbn Esir,
Üsüdü'l-Ğabe, 1/47,3/129
430
Çıban Başı Hayber
Bu fütuhat sırasında bir gün Hz. Ali'nin kalkanı
elinden düşmüş ve kendine siper edecek bir dayanağı kalmamıştı. İki tarafına
bakınıp dururken gözü, kalenin kapısına ilişti. Kaptığı gibi kapıyı eline
aldı. Artık, kale fethedilip de içeri girileceği ana kadar kalenin kapısı,
kalkan olarak Hz. Ali'nin elindeydi!
Dirençleri
kırılıp da arka taraflardaki kalelere doğru kaçan Hayberlileri, Hz. Ali ve
ashab da arkalarından takip ediyorlardı. Hayber'de hakim olan artık, 'Allahü
Ekber!' sedalarıydı. Tekbir sesleriyle iyice ürperen Hayberlilerin artık
kol ve kanatları kırılmış, yapabilecekleri hiçbir şeyleri kalmamıştı! Her ne
kadar diğer kalelere doğru sığınmaya çalışsalar da sonlarının geldiğini
görebiliyorlardı.
Her bir kalenin fethiyle birlikte elde edilen
ganimetler ve yakalanan esirler vardı. Ancak hala savaşçılar teslim
olmuyorlardı. Zaman zaman savaşın devam ettiği bir sırada, Gazzal adında birisi
kalelerin birisinden çıkıp Efendimiz'in yanına geldi. Bazı bilgiler
karşılığında kendisi ve ailesi adına em an istiyordu:
-
Ya Eba'l-Kasım! Sen, bir ay bile bu kaleyi kuşatacak olsan, orayı elde edemez,
fethedip de içine giremezsin! Onların yer altında su kanalları var ve geceleri
gidip oradan su alır; ihtiyaçlarını giderirler. Sonra da gelir ve kalelerine
sığınarak Senden korunurlar; eğer Sen, onların bu su yollarını kesersen, işte o
zaman susuzluktan bağıra bağıra helak olurlar!
Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellern), daha öncekilerde olduğu gibi Gazzal'e de eman
vermiş, onun verdiği bilgiler ışığında ashabım yönlerıdirerek Hayberlilerin su
yolunu da kesmişti. Gerçekten de sonuç, Gazzal'in dediği gibiydi; su ile
irtibatlarının kesildiğini görünce çılgına döndüler. Zira bu, onların hayatla
bağlantılarının kesilmesi anlamına geliyordu.
Bu
arada Resülullah'ın emriyle mancınık da kullanılmaya başlanmıştı.
Hayberlilerin kendi yapımı olan bu alet şimdi, onlara taş yağdırıyordu. Bu
hengamede Efendimiz'in üzerine de bir ok isabet etmiş, elbisesine takılmıştı. O
da, yerden bir avuç kum alıp Hayberliler tarafına savurdu. Hayberliler deprem
olmuş da yere yığılmışçasına sarsılıp yere serilmeye başladılar.
431
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Vatih
ve Sülalim kaleleri de kuşatılıp Hayberliler tamamen kıskaca alınınca, artık
yok olacaklarını anlamış ve teslim olma kararı almışlardı. Kinane İbn Ebi'l-Hukayk,
Şemmah adında bir adamını göndererek Efendimiz'le konuşmak istediğini bildirdi.
Efendimiz de onun dileğine:
-
Olur, şeklinde karşılık verdi. Bunun üzerine Kinane, yanına aldığı adamlarıyla
birlikte Efendimiz'in huzuruna geldiler; perişan bir halleri vardı. Sanki işin
başından beri yaptıklarının farkına varmış gibiydiler. Verilecek her hükme
rıza göstermekle birlikte canlarını kurtarmanın peşine düşmüşlerdi; onun için
Efendimiz'e bir anlaşma teklif ediyorlardı.
Bunca
meşakkat ve sıkıntıdan sonra kalelerini fethettiği halde Allah Resfılii
(saIlallahu aleyhi ve sellern), yine de bu tekliflere sıcak bakmış ve mağlup
ettiği adamlarla bir anlaşma yapmıştı. Bu anlaşmaya göre:
ı. Kalelerde çarpışan
Yahudilerin kanları dökülmeyecek,
2. Yahudilerin çoluk çocukları kendilerine
bırakılacak; Hayber'den ve Hayber arazilerinden, çocuklarıyla birlikte
gitmelerine müsaade edilecek,
3.
Giderken yanlarında, bir hayvan yükünden fazla eşya götürmeyecekler; menkul ve
gayr-i menkul bütün mallarıyla askeri araç ve gereçleriyle, -üzerlerindekiler
hariç- kalelerde stokladıkları kumaşları Efendimiz'e bırakılacaklar,
4.
Resülullah' a bırakılması gereken herhangi bir şey gizlenip saklanmayacak;
gizleme teşebbüsünde bulunanlar da, sözü edilen em an ve himaye taahhüdünden
hariç tutulacaktı.
Bilhassa
liderleri konumundaki Kinane İbn Ebi'l-Hukayk, bu maddelere sadık kalacaklarına
dair yeminler ediyordu. Onların genel yapılarını çok iyi bilen Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellern):
-
Eğer sizler, ganimet mallarından Bana teslim etmeniz gerektiği halde
bazılarını gizleyip de Bana teslime yanaşmayacak olursanız, o zaman Allah ve Resülü'nün
himaye ve taahhüdünden uzak kalırsınız, diye yeniden uyarma lüzumu
hissediyordu. Tabii ki buna, sonucunu gördüğü halde muhataplarını kurtarmak
için hatırlatma da denilebilirdi.
432
Çıban Başı Hayber
Aynı zamanda o gün, belli başlı konularda yeni hükümler
geliyordu; buna göre artık ehli eşeklerin eti yenmeyecek, taksim edilmeden
önce ganimet mallarına el uzatılmayacak, kesici dişi olan her yırtıcı hayvanın
eti haram kabul edilecek ve aynı zamanda esir alınan kadınlara da
dokunulmayacaktı.
Gerçekten de Hayber, sayılamayacak kadar yiyecek ve
içecek, kurutulmuş et her çeşit meyve, koyun ve deve, kumaş ve elbise, silah ve
askeri teçhizatla doluydu! Bunların hepsine şimdi el konulmuştu ve Hayber'de
elde edilen her türlü ganimet, artık Müslümanlar arasında paylaşılmayı
bekliyordu. Elde edilen mallar arasında Tevrat nüshaları da vardı; kitaplarının
kendilerine geri verilmesini istiyorlardı. Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve
sellem) de ashabına emredecek ve Tevrat niıshaları sahiplerine iade edilecekti.
Elde edilen ganimetler arasında küpler dolusu içkiler
de vardı; meseleden haberi olur olmaz Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern), içki küplerinin kırılmasını emredecek ve yıllanmış içkiler selolup
Hayber sokaklarında akacaktı. Bu sırada Abdullah İbn Hammar, dayanamayıp da bu
içkilerden içivermişti. Onun bu davranışı ilk değildi ve Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellern), nefsine hakim olamayıp da açıktan bir hararnı irtikab eden
bu sahabiye ceza verdi. Önce kendileri pabuçlarını alıp ona vurdular ve
ardından da ashab-ı kiram, pabuçlarıyla Hz. Abdullah'a vurmaya başladı.
Bu sıradan Hz.
Ömer'in:
- Allah'ım! Ona lanet et; zira o, içki içmeyi de, içki
içtikten sonra dayak yemeyi de alışkanlık hilline getirdi, dediği duyuldu. Onun
bu sözlerini Allah Resı11ü de duymuştu ve hemen:
-
Ey Ömer! Öyle söyleme; şüphesiz ki o, Allah ve Resı1lü'nü sever, buyurdu.
Her meseleye hassasiyetle yaklaşan ashab, içinde içki
içilen ve helal olmayan daha nice yiyecek konulan bakır ve demir kaplar konusunda
ne yapmaları gerektiğini sormaya başladılar. Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi
ve sellern):
-
Onları yıkayıp yemeklerinizi öyle pişiriniz, buyurdu. O'nunla birlikte
attıkları her adımlarında yeni bir şeyler öğreniyorlardı.
433
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Ferve
İbn Amr'ı ganimet
memuru olarak tayin eden Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem):
-
Paylaşımı yapılmadan ganimet mallarından aldığınız bir iğne veya iplik bile
olsa onu geri veriniz; çünkü ganimet mallanna ihanet etmek, çok büyük vebaldir
ve kıyamet gününde ateş demektir, diye ilan ettirerek taksimatı yapılmadan
ganimet mallarından kimsenin almaması gerektiğini ilan ettirmişti. Sadece
hayvanlarıyla ashabın kendilerinin yiyebilecekleri kadar bir miktara cevaz
verilmişti. Mesele o kadar hassastı ki, bu malların başında görevlendirilen
Hz. Ferve bir aralık, güneşten korunmak için başına bir bez parçası almış ve
Efendimiz'in:
-
Cehennem ateşinden bir parçayı başına bağlamışsın, şeklindeki uyarısından
sonra bin pişman olarak getirip onu da iade etmişti. Efendimiz'den ganimet
talebinde bulunan birisine:
-
Ganimet eşyası bölüşülmeden Bana, ne bir iğne ne de bir iplik helaldir! Ondan
ne kendim bir şeyalabilir ne de başkasına bir şey verebilirim, diye karşılık
verecek, o gün devesini bağlamak için kendisinden ip isteyen birine de, ancak
mallar paylaşıldıktan sonra bunu verebileceğini söyleyecekti.
Hatta
o gün şehit düşen birinin haberini Allah Resülü'ne getirmişler:
-
Filan da şehit olmuş, diye müjdelemek istiyorlardı. Allah Resülii:
-
Hayır! Öyle söylemeyin, diye ikaz etti onları. Çünkü Ben onu, ganimet malları
arasından aşırdığı bir aba yüzünden cehennem ateşinin içinde gördüm!
Mesele
çok ciddiydi ve Hz. Ömer' e dönen Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern):
-
Ey Hattaboğlu! Git de insanlara, "Cennet'e mü 'min lerden başkası
giremez" diye seslen, talimatı verecekti. Ardından da şunları
söyledi:
-
Bir topluluk arasında, ganimet mallanna karşı hıyanet yaygmlaşınca muhakkak ki
onların kalplerine korku salınır!
Sıra
o şahsın namazını kılmaya gelince, şehit olan şahsın kabilesine döndü ve:
434
Çıban Başı Hayber
- Adamınızın namazını kendiniz kılın, buyurdu. Çok ağır
bir durumdu; demek ki kamuya ait bir değerin şahıslar tarafından alınıp da
kullanılması, sonuç itibariyle Allah ve Resülullah'ın gazabını eelbeden bir
husustu. Arkadaşlannın şehadetinden bile endişe duymaya başlamışlardı. Çünkü
Allah Resülıi:
- Adamınız, Allah yolunda bir emanete hıyanet etti,
buyuruyordu. Bunun üzerine kabile mensuplan, şehit olan şahsın eşyalarını
aramaya başladılar; bulduklan, iki dirhem ağırlığında bile olmayan bir kısım
boncuklardı!
Oturup düşünmeye başladılar; bu kadarcıktan bir
şeyolmaz deyip aynı boneuklardan alan başkalan da vardı ve her biri teker teker
Efendimiz'in yanına gelerek onlan teslim etmeye başladı. Ashabının hassasiyeti
Allah Resülü'nü memnun etmiş görünüyordu; onlara döndü ve bir kez daha sordu:
-
Hepiniz, aldığınız her şeyi teslim ettiğiniz konusunda Allah'a yemin edebilir
misiniz?
- Evet, diyorlardı ve hiçbir şey unutmadan aldıklarının
hepsini de getirdiklerine dairyemin etmeye başladılar. Bunun üzerine Efendiler
Efendisi, şehit olan şahıs için bir sedir getirtti; onu bir örtüye sardırdı ve
arkasından da namazını kıldırdı.
Öte yandan ashab arasında, dağıtılan ganimetten
kendisine pay düştüğü için üzülenler de vardı. Allah yolunda döktükleri terden
dolayı ganimetten payalmayı onurlanna yediremiyorlar, bunu utanılacak bir iş
olarak görüyorlardı. Daha Hayher başlamadan önce Ebu Dayyah adında birisi, badiyeden gelip
huzurun şerefiyle serfiraz olmuştu; kelime-i tevhidi söylemiş ve Efendimiz'e:
- Senin yanına hicret edeceğim, diyerek bundan sonra
birlikte yaşamayı arzu ettiğini belirtmişti. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellem) de bunu kabul etmiş ve ilgilenmeleri için onu, ashabından bazılarına
emanet etmişti. Hayber'e gelenler arasında Ebu Dayyalı da bulunuyordu.
İlk kaleler fethedilip de elde edilen ganimetlerden bir
miktan paylaşılınca, bu şahsa da pay aynlmış ve kendisine verilmek istenmişti:
- Bunlar da ne, diye
sordu.
- Resülullah'ın senin
için ganimetten ayırdığı hissedir, diye
435
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
cevap verdiler.
Kendisine verilen bu maldan dolayı bir hayli üzülen sahabi, soluğu Efendimiz'in
huzurunda aldı:
- Ya Resülullahl
Bu da ne?
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern):
- Bu, sana bölüştürdüğüm ganimetten sonra düşen
hissedir, diye cevapladı. Bunun üzerine Ebü Dayyah, işaret parmağıyla boğazını
göstererek:
- Ben Sana, bunun için gelip de iman ve ittiba etmedim;
şuramdan bir ok yiyip de cennete gireyim diye geldim ve iman edip Sana tabi
oldum, dedi. İçinden gelenleri seslendiriyordu ve onun bu onurlu çıkışı
karşısında Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem):
-
Şayet sen sözünde doğru isen, Allah da seni doğrular, diye mukabelede bulundu.
Anlaşılan bu şahsın dünya malında hiç gözü yoktu ve
kılıcını kaptığı gibi yine devam etmekte olan kuşatmanın arasına katıldı. Nihayet,
boğazına ok isabet edip de şehit olan biri Allah Resülii'nün huzuruna
getirilince:
- Bu, o mu, diye sordu. Sahabiyi şehit eden ok, Ebü
Dayyah'< ın sözünü ettiği ve eliyle gösterdiği yere saplanmıştı. Meseleye
daha önceden muttali olanlar:
-
Evet, diye cevapladılar. Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellern):
- Bu doğruyu söylüyordu. Allah da onun söylediklerini
doğruladı, buyurdu. Daha sonra da onu, kendi cübbesine sararak cenaze
namazının kılınması için insanların önüne yerleştirdi ve namazını da kendisi
kıldırdı. Namaz sonrasında, onun için şöyle niyazda bulunduğu duyuluyordu:
- Allah'ım! Bu Senin kulun ve Senin başka bir kulunun
oğluydu. Senin yoluna muhacir olarak çıkmıştı ve şehit olarak son nefesini
verdi! Onun şahidi Benim!
Aynı zamanda burada, Huyeyy İbn Ahtab'ın dillere destan
hazinesinin olduğu da biliniyordu; halbuki ele geçirilen ganimetler arasında
ne altın ne de gümüş cinsinden benzeri bir hazineye rastlanmıştı. Halbuki Beni
Nadir Yahudileri, yurtlannı terk edip de
436
Çıban Başı Hayber
Hayber'e
doğru giderlerken Ebu Rafi Sellam İbn Ebi'l-Hukayk, içinde altın, gümüş ve
diğer kıymetli madenlerden mamul değişik ziynet eşyalarının saklandığı deve
tulumunu göstererek:
- Bu, bizim dünyayı alçaltıp yükseltmek için
hazırladığımız şeydir, demiş ve bunlar sayesinde bir gün yeniden eski
kazanımlarına döneceklerine dair umut taşıdığını ifade etmişti. Zira bu hazine,
sadece Ebu Rafi'e ait bir değer değil, ataları Ebu'l-Hukayk hanedanından bu
yana birikmiş bir emeğin neticesiydi. İlk zamanlarda koyun postuna sığabilen bu
değerler, zamanla gelişmiş ve önce inek, ardından da deve postuna bile girmez
hale gelmişti.
Düğün zamanları geldiğinde Mekke eşrafı, bu hazineye
müracaat eder ve rehin karşılığında bir aylığına buradan dilediği kadar
mücevherat alır, işini bitirdikten sonra da yine gelip onları teslim ederlerdi.
Bir defasında bu eşyalardan bir kısmı kaybedilmiş ve onu kaybeden şahıs bunun
bedelini, on bin altın olarak ödemek zorunda kalmıştı. Kısaca dillere destan
bir hazineydi.
Şimdi ise Hayberliler, bununla ilgili olarak anlaşma
metninde ağır müeyyideler yer almasına ve bunu kabul etmelerine rağmen bu
hazineyi ortaya çıkarmak istemiyorlardı. Bunun üzerine, o gün için Ebu'l-Hukayk
hanedanını temsil eden Kinane İbn Rebi ve kardeşiyle amcasının oğlu
Efendimiz'in huzuruna getirildi; ortada açık bir söz ihlali vardı ve Allah
Resülii onlara:
- Ey Ebu'l-Hukayk oğulları, diye seslendi. Ben sizin,
Allah ve Resülü'ne karşı duyduğunuz düşmanlığı biliyorum; bununla birlikte
sizin bu düşmanlığınız, adamlarınıza verdiğim eman ve himayeyi size de vermeme
engelolmamış, ganimet mallarından herhangi bir şeyi Benden gizlememek ve
kaçırmamak şartıyla bu emanı sizlere de vermişimdir! Sizler de bilirsiniz ki,
Benden bir şey gizleyecek olursanız, bizim için kanlarınızı dökmek helal olur,
Allah ve Resülü'niin eman ve himaye taahhüdünden uzak kalırsınız!
Şimdi söyleyin bakalım; sizi Medine'den sürüp
çıkardığımız zaman yanınızda getirdiğiniz, zaman zaman Mekkelilere emanet
olarak veregeldiğiniz ziynet eşyası ile nakit paralarınızı içinde sakladığınız
tulumlarınız nerede?
Mesele, altın ve gümüşlere ulaşmak değil; her şeye
rağmen adamların iki yüzlülüğünü ortaya çıkarıp daha sonraki şirretlikle-
437
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
rine
engelolmak, yeniden güç oluşturarak Müslümanlara zarar vermelerinin önüne
geçmekti. Ancak adamlar, yalancılıkta da mahir idilerve:
-
Ey Eba'l-Kasım, diyorlardı. Biz onları, savaşlarımızda harcadık; vallahi de
onlardan elimizde hiçbir şey kalmadı! Bizi Medine'den sürüp çıkardığın
zamandan beri hep onlarla geçindik; savaşlar ve maişet ihtiyacı, onların
hepsini eritip tüketti; onlardan geriye hiçbir şey kalmadı!
Göz
göre göre yalan söylüyorlardı ve Allah Resülü de, bu yalanlarının üzerine
gidecek ve bu tercihlerinin kendilerine çok pahalıya min olabileceğini
hatırlatacaktı. Bunun için önce:
-
Söylediklerinize dikkat ediniz, buyurdu. ° günden
bu yana geçen zaman az, ancak gizlenen mal ise ondan daha fazla; az zamanda bu
kadar mal nasıl tükenir! Ne dersiniz; bu hazineyi sizin yanınızda bulursam, o
zaman Allah ve Resülü'nün size verdiği himaye ve eman sözü ortadan kalksın mı?
- Evet, ortadan
kalksını
Kinane
bunları söylerken aralarından bir Yahudi ona yaklaşacak ve şunları
söyleyecekti:
-
Muhammed'in senden istediği şey şayet sende bulunuyorsa veya sen onun hakkında
bir şeyler biliyorsan onu bildir de canını da kanını da kurtar! Aksi takdirde
0, vallahi de bunu elde etmeye muvaffak olacaktır; çünkü Allah, O'nu bundan
başka bizim bilmediğimiz şeylere de muttali kılmaktadır!
Daha
cümlelerini bile bitirmeden adam, Kİnane'nin şiddetli te'dibiyle karşılaşacak
ve geri çekilip de bir köşeye sıkışıp kalacaktı. Kİnane'nin otoritesi
karşısında diğerleri de sesini kısmış, bildiklerini de söyleyemiyorlardı.
Derken
Allah Resülü'nün yanına, Sa'lebe adında aklı kıt bir Yahudi getirildi; adam,
Kİnane'yi her sabah mezbelelik bir mekanda dolaşırken gördüğünü söylüyordu.
Bunun üzerine Efendiler Efendisi yeniden Kinane'ye döndü ve:
-
Ne diyorsun; şayet burada hazineyi bulursak seni öldürmek zorunda kalacağız,
dedi. Yine o:
- Öldürün, diyor ve
sır vermiyordu.
438
Çıban Başı Hayber
Ashabından birisini yanına çağırdı Allah Resülii ve
Sa'lebe'nin tarif ettiği yeri kazmasını, çıkan eşyayı da alıp huzura
getirmesini emretti. Adamın aklı kıttı ama dedikleri doğruydu; zira işaret
edilen yere giden sahabi, çok geçmeden hazinenin bir bölümünü çıkanp Allah
Resülü'nün huzuruna getiriyordu. Ancak bu, sözü edilen hazinenin tamamı
değildi; anlaşılan iki parçaya ayırmış ve her ikisini de farklı yerlere
gömmüşlerdi. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellero), bir kez daha Kinane'ye
dönüp sordu; ancak adamda hala ses yoktu. Kinane'yi konuşturmak için devreye Zübeyr
İbn Avvam da girmişti ama yine netice yoktu. Adamın malı canından
kıymetliydi ve bütün uğraşlara rağmen canını vermeye razıydı, malı konusunda
tek bir kelime bile etmiyordu.
Hazinenin kalan kısmıyla ilgili mesele kilitlenmiş gibi
gözüküyordu; ortada bir hazinenin olduğu biliniyordu ama kimse onun yerini
söylemeye yanaşmıyordu. İşte tam bu sırada Allah Resülii'niin yanına Cibril-i
Emin geldi ve Efendimiz'e hazinenin yerini haber verdi. Bunun üzerine Allah
Resülii (sallallahu aleyhi ve sellero), Ensar'dan bir sahabiyi yanına
çağırarak Cibril'in tarif ettiği yeri gösterip orasını kazmasını ve
bulduklarını da alıp getirmesini talep etti. Bu arada Kinane'ye dönen Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellem):
- Sen artık semalar
ötesinden tescilli bir dolandıncısın, diyor-
du.
Bir adım daha attı Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve
sellero) ve önce bu işe ashabından Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali ve Hz.
Zübeyr gibi önde gelenlerle Yahudilerden de on kişiyi şahit tuttu. Nelerle
karşı karşıya olduğunun farkındaydı ve kararın ittifakla alınmasını
arzuluyordu.
Bu arada tarif edilen yere gidip de çıkardığı deve
postunu getiren Ensar'ın elinde şimdi, on bin dinar değerinde bir hazine duruyordu.
Ağzı açılıp da ortaya döküldüğünde meydana, çil çil altınlar, bilezik ve
halhallar, küpe ve gerdanlıklar, pazubent ve yüzüklerle inci, mercan ve zümrüt
gibi değerli taşlardan yapılmış envai çeşit mücevherat saçılıvermişti.
Her şeyortaya çıkmıştı; şimdi insanlar, Kinane'nin ne
zaman öldürüleceğini merak ediyordu. çünkü Kinane, kullanamayacağı malına
bedel, ihlal ettiği anlaşma gereği göz göre göre ve iradi olarak
439
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
ölümü
tercih etmişti. Daha önce şehit ettikleri kardeşi Mahmfıd'a bedel Muhammed
İbn Mesleme'ye teslim etti Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) onu
ve kardeşi Rebi'i.
Hayber'den
gitmeyi gönüllü olarak isteyip teklif eden Yahudiler, Efendimiz'in yanına
gelmiş:
- Ya Muhammed! 'Bizi burada bırak; tarım işlerinde
çalışalım ve bunun karşılığında elde ettiğimiz gelirin yarısını Sana verelim,
diyorlardı.
Sanki her defasında karşı çıkıp da bedenini ortadan
kaldırmak isteyenler onlar değildi! MekkeIilerle dirsek temasına giren ve etraftaki
kabileleri de ayartarak Medine üzerine yürüme planları yapan bu insanlar,
üstesinden gelemedikleri gücün karşısında bal mumu gibi erimiş ve şimdi hiçbir
şeyolmamış gibi Allah Resülü'nden merhamet dileniyorlardı!
Meselenin iki boyutu vardı; öncelikle bunu onların
talep etmesi önemliydi ve zemin, ortaya konulacak şartları kabul adına her şeye
hazır olduklarını gösteriyordu. Nihai hüküm zaten Efendimiz'e aitti; şimdi buna
izin vermiş olsa bile dilediği zaman ve arzu ettiği anda bu anlaşmayı ihlal
etme hakkına sahipti. Ayrıca Hayber, Medine'ye uzak bir yerdi ve buraların
bakımı, taşıma suyla dönecek kadar kolay değildi! Hem Hayberliler, arazilerini
daha iyi biliyorlardı ve nereye hangi ürün ekildiğinde nasıl bir mahsul elde
edeceklerinin de şuurundaydılar.
Meselenin önemli bir yanı da, bu vesileyle
Hayberlilerin sürekli kontrol altında tutulacak olmasıydı. Ekim biçim ve hasat
işlemleri vesilesiyle ashabla görüşüp konuşma imkanı bulacak ve belki de bu
vesileyle İslam'ın güzellikleriyle de tanışma fırsatını elde edeceklerdi.
Öyleyse tekliflerine müspet bakmanın kaybettireceği bir şey yoktu ve Efendiler
Efendisi onlara, şimdi bir kucak daha açıyordu:
- Allah (celle celaluhü) müsaade ettiği sürece sizi
Hayber topraklarında bırakıyoruz, diyerek tekliflerini kabul etti ve
fethettiği araziyi yine onlara, eski sahiplerine teslim etti. Bunun
karşılığında onlar, elde ettikleri mahsülün yarısını her yıl Allah Resülü'ne
teslim edeceklerdi.
440
Çıban Başı Hayber
Bu görevi ifa için Abdullah İbn Revaha seçilmişti;
her yıl geliyor; Hayberlilerin ürünlerini sayıp ikiye ayırıyor ve yarısını
alıp Medine'ye dönüyordu. 274
Hayber'
de esir alınanlar arasında, amcasının kızıyla birlikte Hz. Harün'un'<"
soyundan gelen Huyeyy İbn Ahtab'ın kızı Safiyye276 Validemiz de vardı. Kinane İbn Ebi'l-Hukayk ile Hayber
öncesinde evlenmiş ve onun öldürülmesiyle de dul kalmış bulunuyordu.
Efendimiz'in elçi olarak etrafa gönderdiği ve çoğu
zaman da Cibril-i Emin'in onun suretinde geldiği Dıhışetis'l-Kelbi Allah
Resülü'nün yanına gelerek kendisine esirler arasından birisinin verilmesi talebinde
bulundu. Kendisine müsaade edilince de gidip Safiyye
274
Bu arada Uyeyne İbn Hısn ile Beni Fezareler ganimetten payalmak için yeniden
gelmiş ve Efendimiz'i ikna etmeye çalışıyorlardı. İkna edemeyeceklerini anlayınca
ağız değiştirecek ve bu sefer de tehdit etme yolunu deneyeceklerdi. Ancak bu da
sonuçsuzdu; zira Resülullah (s.a.s.) onlara, buluşma yerlerini bile gösteriyor,
meydan okumalarına kulak bile vermiyordu. Elleri boş geri giderken aralarından
Haris İbn Avf şunları söyleyecekti onlara:
-
Ben size dememiş miydim? Muhammed'in doğu ve batıya malik olacağını ben size
söylememiş miydim! Bunu bize Yahudiler haber verip duruyorlardı! Yemin ederim
ki ben, Ebü Rafi' Sellam İbn Mişkem'in, "Nubiivvet konusunda biz Muhammed'i
kıskanıyoruz; halbuki O, Harün neslinden çıkmalıydı! Ancak ne yapalım ki
O, gönderilmiş bir peygamberdir! Ancak bu konuda Yahudiler beni dinlemezler;
bdlbuki biz O'na iki kurban vereceğiz; birisi Yesrib'de, diğeri de Hayher
kalelerinde." dediğini dün gibi hatırlıyorum. Bkz. Vadıdi, Megôzi,
1/676 vd.; İbn Kesir, Sire, 3/401
275
Bir gün diğer Ezvac-a Tahirat, kendilerinin Allah Resülü'ne akrabalık yönüyle
de daha yakın olduklarını ileri sürerek Safiyye Validimizi rencide etmişlerdi.
Hane-i saadetlerine girip de onu hüzünlü gören Efendimiz (s.a.s.), duruma
muttali olunca onu karşısına alacak ve, "Sen de onlara, benim kocam
Muhammed, babam Hdrün ve
amcan: da Musa deseydin
ya" diyerek onu teselli edecekti. Bkz. İbn Sa'd, Tabakat, 8/127; Kurtubi,
el-Cami' H ahkami'l-Kur'an, 16/326; İbn Hacer, el-İsabe, 8/101; İbn Esir,
Usudu'l-Ğabe, 3/375
276
Hz. Safiyye Validemizin esas adının Zeyneb olduğu ve Allah Resülü'nün seçiminden
dolayı kendisine bu ismin verildiği de söylenmektedir. Zira o gün için
savaşlarda orduyu sevk ve idare eden şahsın hakkı olarak ya bir at, ya bir köle
ya da bir cariyenin başkumandana tahsisi adettendi ve buna, 'Seçme' manasında
'Safif deniliyordu ve Allah Resülü de o gün, Huyeyy İbn Ahtab'ın kızını
kendisi için seçmişti ve bu seçimle birlikte Huyeyy'in kızı Zeyneb'e artık Safiyye
denilecekti. Bkz. İbn Hacer, Fethu'l-Bari, 7/480
441
Efendimiz (s a l l a
l l a h u aleyhi ve sellem)
Validemizi aldı. Bunu
gören ashabdan biri, hemen Allah Resülü'nün yanına gelerek:
- Ya Resı1lullah! Beni Kurayza ve Beni Nadirleriri hanımefendisi
ve onların reisi Huyeyy İbn Alıtab'ın kızını Dıhye'ye vermen valIahi de uygun
olmaz; onu ancak Sen almalısın, dedi.
Allah Resülii'nün sahabisi doğru söylüyordu; böyle bir
tercih aynı zamanda Hayber'i içeriden fethetmek demekti ve bunun üzerine
Efendiler Efendisi, Hz. Dıhye'yi yanına çağırarak Hz. Safiyye'nin yerine bir
başkasını almasını istedi. Daha sonra da Hz. Bilal'e seslenerek onları
huzuruna getirmelerini emir buyurdu.
Beri tarafta ise Safiyye Validemiz, gelişmeleri
dikkatle takip ediyordu; içinden bir his, sanki zifaf gecesi gördüğü rüyanın
tahakkuk edeceğini söylüyordu. Zira Kinane İbn Ebi'l-Hukayk ile evlendiği gece
rüyasında, Medine tarafından bir ayın gelip kucağına düştüğünü görmüştü. Hatta
sabah olup da bunu Kinane'ye anlatınca o, bu işe fena şekilde öfkelenmiş ve:
- Yoksa senin niyetin, Hicaz hükümdarı Muhammed'e
varmak mı, diyerek tepki göstermiş; sadece tepki göstermekle de kalmamış ve
okkalı bir sil1e indirerek yüzünü gözünü morartmıştı. 277
İşte tam bu hislerle dolu olduğu sırada yanlarına Hz.
Bilal gelmiş kendilerini Resı1lullah'a götüreceğini söylüyordu. Peygamberler
torunu olan Safiyye Validemiz, babasından duyup durduğu ahir zaman
peygamberinin has harimine girmek üzereydi!
Bu sırada ashab, Allah Resülü'nün bir inceliğine daha
şahit olacaktı; zira huzura getirirken Hz. Bilal onları iki Hayberlinin
cesetlerinin yanından geçirmiş ve ölüleri görür görmez de Safiyye validemizin
amca kızı, çığlığı basıp bağırmaya, üstüne başına toprak saçmaya başlamıştı.
Bunları Allah Resı1lü de duyuyordu; insanlara gereksiz yere acı çektirmenin
doğru olmadığını söyleyecekti ve gelir gelmez Hz. Bilal'e dönerek:
-
Ey Bilal! Sende hiç merhamet duygusu yok mu ki, bu kadıncağızları ölülerinin
yanından geçiriyorsun, diyecekti.
277 Efendimiz'in yanına getirildiği gün hala bu
sillenin morartısı yüzünde duruyordu; sebebini sorunca bu olayı Allah Resül
ii'rıe O anlatacaktı. Bkz. Vakıdi, Megaz], 1/674; İbn Kesir, Sire, 3/374; İbn
Kayyım, Zadu'l-Mead, 3/290
442
Çıban Başı Hayber
Huzuruna gelince Safiyye Validemizi karşısına alan
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), ona İslam'ı anlattı ve kabullenip
kabullenmemede muhayyer bıraktı; şayet kabullenirse, kendisiyle izdivaç
yapacağını; kabullenmediği takdirde ise, hürriyete kavuşturup kavminin arasına
göndereceğini söylüyordu. Safiyye Validemiz:
-
Ya Resülullah, diye başladı sözlerine. Zaten bu, bir kabulün neticesiydi ve
şöyle devam etti:
- Şu konak yerine gelip de Sen beni İslam' a davet
etmeden önce zaten ben, Müslüman olmayı arzulamış ve Seni de tasdik etmek istemiştim.
Artık benim, ne Yahudilikte bir emelim, ne de orada bir yakınım var! Yani şimdi
Sen, küfürle İslam'dan birini seçme konusunda serbest bırakıyorsun ve ben de,
Allah ve Resülü'nü seçiyorum. Allah ve Resülü bana, hürriyete kavuşmamdan da
kavmimin arasına geri dönmemden de daha hayırlıdır!
Bunun üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern), Hz. Safiyye Validemizi hürriyete kavuşturup zevceliğe kabul etti.
Onun için artık, gördüğü rüyanın gerçekleşmiş olmasından duyduğu huzur, o güne
kadar yaşadığı bütün sıkıntılarını unutturacak güzellikteydi! Onu, Enes İbn
Malik'in annesi Ümmü Süleym validemiz hazırlıyordu; akşam olup da çadırına
girdiklerinde dışarıda birinin ayak sesleri duyulmuştu. Hayber'de kocası ve
babasıyla kavminden birçok insanın öldürüldüğü bir kadının, Efendimiz'le baş
başa kaldığında O'na bir kötülük yapacağından endişe duyan Ebu Eyyüb el-Ensari,
kılıcını kuşanmış ve her ihtimale karşı Allah Resülü'nün çadırı başında nöbet
tutmak istemişti. Dışarı çıkıp da onu kılıcını kuşanmış vaziyette görünce Allah
Resfılii (sallallahu aleyhi ve sellem) ona:
- Bu ne iş, ya Eba
Eyyüb, diye seslendi.
- Ya Resülullahl Bu
kadının Sana bir şey yapacağından endişe
duydum;
çünkü o, babası, kocası ve kavmi Hayber'de öldürülen bir kadındır; hem daha
küfürden yeni çıkmıştır! Onun Sana bir şey yapacağından endişe duydum, dedi.
Takdir
edilmesi gereken bir duyarlılıktı ve Allah Resülü de, ellerini açıp Hz.
Halid'e şöyle dua edecekti:
-
Allah'ım! Gecenin bir vaktinde gelip de Ebu Eyyüb Beni nasıl korumak istemişse
Sen de onu muhafaza eyle!
443
Efendimiz (s a l l a
l l a h u aleyhi ve sellem)
Efendimiz'i Zehirleme Teşebbüsü
Fetih
sonrası, Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) henüz Hayber'den
ayrılmamıştı; muhtemel problemlerin önünü almak ve yeni duruma göre gereken
adımları atıp başka bir problemle karşılaşmamak için bir müddet daha burada
kalmayı tercih etmişti. Bu süre, Hayberlilerin de iştahını kabartmış, kolay
yoldan Efendimiz'in vücudunu ortadan kaldırmanın planını yapmışlardı; er
meydanında üstesinden gelemedikleri düşmanlarını (I), şeytanca bir planla ve
masum ca bir yaklaşımla arkadan hançerlemek istiyorlardı! Çok sinsi şekilde
hazırlanan bu planla, sadece Allah Resülü'nü değil, aynı zamanda O'nun en
yakınındakileri de öldürerek büyük bir işe imza atmış olacaklardı!
Bunun
için de, Safiyye Validimizin Efendimiz'e olan yakınlığını kullanmak
istemişlerdi. Aralarında oturup konuşmuşlar ve bu işi Zeyneb Binti Hôris'e havale
etmişlerdi! Zira Bellum İbn Mişkem'in de hanımı olan Zeyneb Binti Hôris, Hayber' de öldürülen kocası Bellum,
babası Hôris, kardeşi
Merhab ve amcası Yesur'ın intikamını almak için can atan bir
kişiydi.
Aralarında
anlaştıkları şekliyle hemen bir keçi kestirmiş ve onu zehirleyerek bu planını
gerçekleştirmek için Allah Resülü'ne göndermişti. Hatta O'nun, koyunun ön
kolunu daha çok tercih ettiğini öğrendiği için bilhassa onun üzerinde
yoğunlaşmış ve böylelikle Efendimiz'i, kısa yoldan öldürmeyi planlamıştı.
Efendimiz
(sallaIIahu aleyhi ve sellern), akşam namazını kılmış konak yerinde oturuyordu.
Tepsinin içinde kızartılıp kebap yapılmış zehirli keçiyle gelen Zeyneb Binti
Haris, elindeki tepsiyi göstererek:
- Ya Eba'l-Kasım,
diye seslendi. Sana bunu hediye ediyorum! Bu kadar yorgunluğun üstüne böyle bir
ziyafet, ashabın da hoşuna gitmişti! Derken kızarmış keçi ashabın önüne
konuldu. Ona ilk uzanan, elbette Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
olacaktı ve öyle de oldu; kızarmış keçinin ön koluna uzanan Allah Resülü, onu
mübarek ağzına götürür götürmez ortada bir garipliğin döndüğünü hissetti.
Belki de O'na bunu Cibril-i Emin bildirmişti ve hemen elini çekerek:
- Sakın buna el sürmeyin; elinizdekileri de kaldırıp
atın, buyurdu. Ortalık birden buz kesilmişti. Herkes bu kadar ani değişikliğin
444
Çıhan Başı Hayher
sebebini merak
ediyordu. Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) buna da açıklık
getirecekti:
-
Şüphesiz ki bu keçinin ön kolu Bana, kendisinin zehirlendiğini söylüyor,
buyurdu. Büyük bir felaketin kenarından dönmüşlerdi; ancak herkes aynı durumda
değildi. Zira ashabdan Bişr İbn Bera, Efendimiz'in kendilerini uyardığı sırada
ondan bir lokma almış ve çiğneyip yutmuştu. Allah Resülü'nün uyarısı üzerine
onu dışarı çıkarmak istese de zehir tesirini göstermiş ve çoktan Hz. Bişr'in
vücudu morarmaya başlamıştı. Zehir o kadar kuvvetliydi ki Hz. Bişr oracıkta ve
herkesin gözü önünde can verecektil'<"
Bunun
üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), kendilerine bu ziyafeti
çekmek isteyen kadını çağırttı ve:
-
Bu keçiyi sen mi zehirledin, diye sordu. Zehirin farkına varılmıştı ama zehir
işe yaramamış gözüküyordu. Kendi aralarından birisi gelip haber vermiş
olamazdı ve kadın:
- Bunu Sana kim haber
verdi, diye sordu. Resülullah:
- Şu elimdeki ön
kolu, diye cevapladı. Ancak hala ilk sorusunun
cevabını alamamıştı
ve bekliyordu. Başkaca bir kaçış yolunun olmadığını gören kadın:
-
Evet! Ben yaptım, diye cevapladı. Fail bulunmuştu; ama bunu niçin yaptığı da
öğrenilmeliydi: Allah Resülü (sallallalıu aleyhi ve sellem) sordu:
- Sana bunu yaptıran
sebep ne idi; bunu niye yaptın?
Ortada
yine sinsi bir Yahudi zekası vardı ve kadın şunları söylemeye başladı:
-
Kavmimin başına gelenleri biliyorsun; onlara yapacağını yaptın! Kendi kendime
dedim ki, "Şayet O bir melik ise böylelikle O'ndan kurtulmuş
oluruz; ancak gerçekten bir Nebi ise
zaten bundan haberi olur ve kurtulur!"
Efendimiz, her şeye
rağmen kadını affetmişti; zira O (sallallahu
278 Daha
sonra Allah Resülii'nün, "Bismillah deyiniz ve ondan sonra da yiyiniz"
dediği ve böylelikle o zehirli etin hiç kimseye zarar vermediği; aynı
zamanda o kızartılmış eti Allah Resülü'nün yaktırdığı da rivayet edilmektedir.
Bu sırada onun kolundan bir parça alan köpeğin, anında orada öldüğü de gelen
bilgiler arasındadır. Bkz. Salihi, Sübülü'l-Hüda ve'r-Reşad, 5/ı34-135
445
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
aleyhi ve sellern),
şahsına karşı işlenilen suçtan dolayı intikam duygusu içine girmezdi. Hatta
sahabe:
- Onu öldürelim mi,
diye soracak ve Restıl-ii Kibriya da:
- Hayır, cevabını
verecekti.
- Ona ne dokunulacak,
ne de işkence yapılacaktır!
Ancak
Bişr İbn Bera'rıın şehit olması her şeyi değiştirecekti; bunun üzerine Allah
Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), onun kanına bedel kadını Hz. Bişr'in
yakınlarına verecek ve onlar da o menhüse kadını kısas olarak
öldiireceklerdi.s??
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Hayber
kalelerini fethetmiş ve Medine'yi sürekli tehdit eden bir çıban başı daha
ezilmişti. Elbette mesele sadece Hayber'den ibaret değildi; etrafta tehdit
oluşturan diğer unsurların üzerine de gidilecek ve bu cihetten gelebilecek
muhtemel tehlikeler de bertaraf edilecekti.
İşte
tam bu sırada Allah Resülü'nün huzuruna, Mekke'nin şiddetle oturup hiddetle
ortalığı kavurduğu dönemlerde Habeşistan'a hicret eden Hz. Ca'fer ve
arkadaşları çıkageldi. Yılların özleminin son bulduğu bu noktada yoğun bir
duygu seli hakim olmuştu. Kolay değil, yaklaşık on beş yıldır dünya gözüyle
birbirlerini görememişlerdi! Bir anda Hayber'in havası değişivermiş. ortalık
bayram yerine dönmüştü! Allah Resülii'ne doğru yürürken Hz. Ca'fer'in ayakları,
O'na duyduğu saygı ve hürmetten dolayı neredeyse yere basmıyordu.
Allah
Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem) de ona kucağını açmış bekliyordu; nihayet
kucak kucağa sarılmış ve yılların hasretine son noktayı koymuşlardı. Yeğeninin
alnından, iki gözünün ortasından öpen Allah Resülü:
- Vallahi, hangisine
sevineceğimi bilemiyorum; Hayber'in fet-
279 Efendimiz'i zehirlerneye kalkışan bu kadının Müslüman
olduğu şeklinde de rivayet vardır; buna göre o, yaptığı çirkin işin gerekçesi
kendisine sorulduğunda:
-
Şimdi mesele tebeyyün etti ki Sen, gerçekten de Allah'ın Resülü'siin, diye cevaplamış
ve kelime-i tevhidi söyleyerek Müslüman olmuştur. Bkz. Süheyli, Ravdu'l-Unfa/St
446
Çıhan Başı Hayher
hine mi, Ca'fer'in
gelişine mi, diyor ve bu sevinciıli ashabıyla da paylaşıyordu.
Onlarla birlikte gelenler arasında EbU Musa
el-Eş'ari'uuı de aralarında bulunduğu elli küsur mü'min vardı. Yemen'den
yola çıkmışlar ve gemileri kendilerini Habeşistan'a götürmüştü. Burada Hz.
Ca'fer'le karşılaşınca da, Medine'ye birlikte dönmeyi kararlaştırmışlar,
Habeşistan kralı Necaşi'nin tahsis ettiği gemilerle Arap yarı madasına
geçmişlerdi. 280
O gün Hayber'e gelenler arasında, Devs kabilesinden
seksen ev halkı da vardı; Müslüman olup Medine'ye kadar gelmişler ve SiM'
İbn Ur.futa'nın arkasında sabah namazını kıldıktan sonra da, Resülullah'ın burada olduğunu öğrenmiş,
O'na bir an önce kavuşacak olmanın heyecanıyla Hayber'e yönelmişlerdi. O gün
aralarında, daha sonraları 'EbU Hureyre' diye meşhur olacak olan Abdiişşems
de vardı.s'"
Hayber yeni misafirlerini ağırlıyordu ve Resülullah
(sallallahu aleyhi ve sellern), Hayber'e kadar gelen bu insanlara da ganimetten
pay ayıracak, taksimattan onları da mahrum etmeyecekti.
Güvenlik Çemberi Genişletiliyor
Diğer taraftan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern), Muhayyısa İbn Mes'fıd'u Fedek halkına göndermiş ve onları da İslam'a
davet etmesini istemişti; zira zaman zaman onlardan da farklı haberler geli-
280
o gün
Habeşistan'dan gelenler, on altı kişiydi; geri kalan otuz dört kişi ise Habeşistan'da
kalmayı tercih etmişlerdi.
Ashabdan
bazıları, kendileriyle Habeşistan muhacirlerini kıyaslamış ve kendilerinin
daha hayırlı konumda olduklarını söylemeye başlamışlardı. Bu husus Allah
Resülü'nün kulağına gidince Resülullah meseleye açıklık getirmiş ve Habeşistan
muhacirlerinin iki kat hicret sevabı kazandıklarını beyan ederek yüreklerine su
serpmişti. Bkz. İbn Esir, Usudu'l-Ğabe, 2/491; Salihi, Sübülü'l-Hüda
ve'r-Reşad, 5/136
281 Adını öğrenir öğrenmez, "Güneşin
kulu olmaz" diyerek ona 'Abdurrahman' adını takan Allah Resülü
(s.a.s.), daha sonraki yıllarda ona, kucağına aldığı kedi yavrularını
göriince, 'EM Hirr' diye hitap edecek ve bundan sonra Hz.
Abdurrahman, kediciğin babası manasında hep Ebu Hureyre diye anılacaktır. Bkz.
Hakim, Müstedrek, 3/579 (614ı); İbn Hacer, el-İsabe, 7/426 vd.: İbn Esir,
Usudu'l-Ğabe, 3/258
447
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
yol'
ve Medine üzerine yürüme planları yaptıkları söyleniyordu. Hz. Muhayyısa
Fedek'e geldiğinde onları İslam'a davet etti ve burada iki gün kaldı; ancak
Fedek ehli, buna pek yanaşmak istemiyorlar; Hayberlilerin Müslümanları
yenecekleri günü bekliyorlardı, Hatta onlardan biri ileri atılmış ve:
- Natat'da Amir, Yasir, Haris ve Yahudilerin efendisi
Merhab gibi adamlar var; Muhammed'in, onların taşlıklarına yaklaşabileceğini
bile sanmıyoruz! Kaldı ki orada on bin de asker var, diyordu. Anlaşılan bunlar,
Hayberlilerin galip gelecekleri zamana kadar muhatapıarını oyalama taktiği
uyguluyor ve Muhayyısa'yı boşuna meşgul ediyorlardı. Bunu gören Hz. Muhayyısa,
tam da geri dönmeye karar vermişti ki, bu sefer de:
- Seninle birlikte biz, anlaşma yapmak üzere
adamlarımızdan bazılarını göndereceğiz, diyor ve bir miktar daha beklemesini
söylüyorlardı. Taktik devam ediyordu!
Derken Hayber'den hiç beklemedikleri haberler gelmeye
başlamıştı; kaleler teker teker düşmüş ve güvendikleri kahramanlar da birer
birer yere serilmişlerdi! Kol ve kanatlarını kıran bir haberdi bu ve anında
fikir değiştiriverdiler, Eski durum muhal olduğuna göre şimdi yeni hale göre
bir tavır belirleme yolunu seçmişler, en az zararla bu işin içinden nasıl
kurtulabileceklerinin hesabını yapmaya başlamışlardı. Bu sefer liderleri Nun
İbn Yüşa' başkanlığında bir ekiple birlikte yola çıktılar ve Resülullah'la
barış akdi imzalamak üzere Hayber'e geldiler. Can güvenliklerinin sağlanması
karşılığında, geride bir tek çöp bile bırakmadan mallarıyla birlikte yurtlarından
ayrılıp gitmeyi teklif ediyorlardı. Ancak Resül-ü Ekrem Efendimiz (sallal1ahu
aleyhi ve sellem) bunu kabul etmeyecekti. Hatta onların bu tavrını gören Hz.
Muhayyısa:
- Elinizde ne savaşacak adamınız ne sığınacak sağlam
kaleleriniz ne de sizi koruyacak bir gücünüz olduğu halde size ne oluyor.
Şayet Resülullah size, yüz adam bile gönderse, hepiniz önünde sıraya girer,
teslim olursunuz, diyor ve onların bu üstten tavırlarını hoş karşılamadığını
belirterek burunlarını kırmak istiyordu.
Önceki yandaşlarının başına geldiği gibi fazla ısrarın
kendilerine daha pahalıya patlayacağını anlayan Fedekliler, mallarının yarısını
Müslümanlara vermek şartıyla anlaşmak zorunda kaldılar.
448
Çıban Başı Hayber
Buna
göre Fedek arazisinin yarısı Allah Resülü'nün tasarrufu altında olacak ve bu
araziyi işlemelerine karşılık da Fedekliler, Efendimiz'e mahsulün yarısını
teslim edeceklerdi.s'"
Artık Hayber'in işi bitmişti; yaklaşık iki ay283 süren
kuşatma ve savaşın ardından yirmi sekiz284 kişi şehit olmuş, buna
karşılık Hayber savaşçılarından doksan üç kişi öldürülmüşü. Takvimler, Cemaziyelahir
ayını gösteriyordu. Hayber'deki işler yoluna koyulduğuna göre artık vakit,
ayrılık vaktiydi ve Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve sellem) de, ashabıyla
birlikte Hayber'den hareket etti. Yiidi'l-Kurô'y« doğru ilerliyordu;
zira burada bulunan Vadi'I-Kura ve Teyma Yahudileri, Hayberliler gibi Beni
Kurayzalıların cezalandırılmaları üzerine ittifak etmiş ve Medine'ye bir
saldırı durumunda birlikte hareket kararı almışlardı.
Güneşin batımına yakın Vadi'I-Kura'ya gelinmişti ve
Allah Resı1lü, ilk olarak onları İslam'a davet etti. Ancak onlar, bu dilden anlamaya
pek niyetli değillerdi ve davete ok yağmuruyla cevap verdiler. Bunun üzerine
Efendiler Efendisi de, onlarla anladıkları dilden konuşmak için ashabını savaşa
hazırladı; sancak Sa'd İbn Ubade'< ye verilmiş ve ashab-ı kiram savaş
düzenine girmişti. Buna rağmen Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve sellem), bir
kez daha onlara seslenecek ve yeniden İslam'a davet edecekti. Bu daveti
kabullendikleri taktirde mal ve canlarını güvenlik içine almış olacaklarını
bildiriyor, kalplerinde taşıyıp durduklarının hesabını ise Allah'a
vereceklerini hatırlatıyordu.
Yine kabullenmemişlerdi ve sırasıyla kahramanlarını çıkarmaya
başladılar; onları Zübeyr İbn Avvarn, Ebı1 Dücane ve Hz. Ali gibi
282
Hz. Ömer zamanına kadar da bu uygulama devam edecekti; o gün Hz. Ömer, Hayher
Yahudileriyle birlikte Fedek ehlini de sürmüş ve ellerindeki toprağın yan
fiyatı olan elli bin dirhemi de, Irak'tan elde ettiği bir bedelle kendilerine
ödemişti. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/707; Salihi, Siıbülü'l-Hüda ve'r-Reşad, 5/139
283 Hz. Enes'den
gelen bir rivayette, bu sürenin altı ay olduğu ifade edilmektedir.
Bkz. Taberani,
Mu'cemu'l-Kebir, 6/256 (6337); Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, 2/160
284 Bu sayının yirmi
dokuz olması da muhtemeldir.
449
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
sahabiler
karşılıyordu! Ortaya çıkıp da meydan okuyan her bir kahramanın ölümünden sonra
Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve sellem) davetini yeniliyor ve daha fazla
kan dökülmeden teslim olmaya çağırıyordu. O gün tam on bir adamları
öldürülmüştü ama Vadi'I-Kııra ehli bir türlü teslime yanaşmıyordu. Namaz
vakitleri geldiğinde Efendimiz ashabıyla birlikte vazifelerini eda ediyor ve
yeniden onları İslam'a davet ediyordu.
Bugünlerden birinde, Rifaa İbn Zeyd'in Efendimiz'e
hediye ettiği Mid'am ismindeki siyahi bir köleye de ok isabet ederek onu öldürmüştü, Bunun üzerine ashab, gıpta ile:
-
Ne mutlu ona; cennete gitti, diyorlardı. Bunu duyan Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellern), tepki verdi:
- Hayır, diyordu. Nefsim, yed-i kudretinde olana yemin
olsun ki şu anda o, henüz taksimat yapılmadan önce Hayber'den aldığı geniş bir
örtünün içinde alevalev yanmaktadır!
Yürekleri ağza getiren ifadelerdi bunlar; Resülullah'ın
develerine bakım yapıp ihtiyaçlarını gideren ve Allah Resülii'ne hizmet eden
bir şahsın, er meydanında şehit oluşu bile, onun cehennem alevlerinden
kurtuluşuna yetmiyordu! Demek ki İslam'ı yaşamak, kıldan ince bir hassasiyet
gerektiriyordu ve Allah Resfılii'niin bu ifadelerinden sonra bir başka sahabi,
yüzünün rengi solmuş vaziyette huzura geldi; sanki kolu ve kanadı kırılmıştı.
Elinde, bir ucundan tuttuğu ayakkabı derisi vardı; o da bunu, henüz ganimetler
taksim edilmeden önce Hayber'den almıştı. Önce onu Resülullah'a uzattı; korkudan
rengi atmış, Allah Resı1lü'nün vereceği tepkiyi bekliyordu. Nihayet Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellern):
- Cehennemden bir veya iki ayakkabılık bir deri, buyurdu.
Hayber' e sefer başladığı günden bu yana gelişmeleri takip eden ashabı kiram,
örneklerinden hareketle Allah Resı1lü'nün verdiği tepkileri müşahede ediyor
olmanın hassasiyetiyle birbirlerine bakıyor ve aralarında, din adına bundan
böyle çok daha titiz davranılması gerektiğini konuşuyorlardı. Zira bugünün
yarını da vardı ve yarın Hak divanında bunların teker teker hesabı
verilecekti!
Artık sona yaklaşılmıştı; yine bir cumartesi günüydü.
Vadi'l- Kura'ya gelişlerinin dördüncü günüydü ve Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellern), kuşatmayı daha da daraltarak yeni bir hücum başlatacaktı.
450
Çıban Başı Hayber
Güneş ışıklarının
yükselişiyle birlikte başlayan bu kuşatma, Vôdi'lKura için son kuşatmaydı ve
çaresiz teslim oldular.
O
gün, Vadi'I-Kura'dan elde edilen ganimetl er de beşe bölündü ve bunların beşte
dördü ashab arasında paylaştınldı. Hayberlilerle olduğu gibi Vadi'I-Kura ehline
da aynı haklar tanınmış ve toprakları işleme ve elde ettikleri gelirin
yarısını Medine'ye gönderme karşılığında yurtlarında kalmalarına müsaade
edilmişti. Vali olarak da başlarınaAmr İbn Said tayin edilmişti.
Artık
Allah Resülii, uzun zamandır ayrı kaldığı Medine'ye yönelmiş, gece gündüz
demeden yol alıyordu. O kadar ki geceleri de yola devam ediyor ve çok az mola
veriyordu. Ashab da çok yorulmuştu; derken gece yarısının geride kaldığı bir
sırada mola verilmişti. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabına
döndü ve:
-
Bizi sabah namazına kaldıracak gözü, uyumayacak salih bir adam yok mu? Belki
uyuyakalırız, diye seslenmeye başladı. Bu yorgunlukla yatıldığı zaman kalkmak
zor olabilirdi ve Efendiler Efendisi, namazlarının geçmemesi için ekstradan
tedbir almak istiyordu. Bunun üzerine Hz. Bilal:
- Ya Resülullah, diye
seslendi. Ben, Seni namaza kaldınrım! Artık herkes rahatlıkla dinlenebilirdi ve
öyle de yaptılar.
Allah
Resülii'nün ordusunu sabah namazına kaldırma görevini gönüllü üstlenen Hz.
Bilal ise, gecenin karanlığını daha aydın kılabilmek için namaza durdu.
Rabbine yönelmiş nafile namaz kılıyordu! Bir müddet böylece devam etti. Ancak
ilerleyen zaman, onun üzerinde de yorgunluğu n ağırlığını artınyordu. Derken
biraz dinlenrnek maksadıyla devesine yaslanıp oturmayı denedi; oturduğu yerden
sabah namazının vaktinin girmesini bekliyordu!
Resülullah
yerinden fırlayıp da kalktığında, ashabının hepsini uyurken gördü. Güneşin
ışıkları yüzlerini ısıtmaya başlamıştı ama onlar, yorgunluktan hala uyanacak
gibi gözükmüyordu. Gözleri, Hz. Bilal'i aradı; o da devesine yaslanmış ve
oturduğu yerde uyuyakalmıştı!
451
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
-
Sen bize ne yaptın ey Bilal, diye seslendi. Efendiler Efendisi'nin kadifeden
daha yumuşak ses tonuyla yerinden fırlayan Bilal-i Habeşi, zaten bin pişmandı;
ne olursa olsun yere oturmayacaktıl Ancak olan olmuştu ve olmuşu geri
getirmenin imkanı yoktu.
Bu
arada ashab-ı kiram da uyanınıştı ve her birisinin üzerinde, farz bir namazı
geçirmiş olmanın üzüntüsii vardı. Nasılolur da bir mü'min, Allah'ın kendisine
farz kıldığı bir namazı kılmadan zamanını geçirebilirdi! Hepsi bir olmuş,
nöbete gönüllü rıza gösterdiği halde uyuyakalan Hz. Bilal'i
çekiştiriyorlardılt''ö
Onlar
üzüntü içinde düşünedursun kader hükmünü İcra ediyordu; Allah (celle
celaluhü), namazıarını kaçırmada bile ümmet-i Muhammed'e olan rahmetinden bir
kapı aralıyor ve bundan sonra aynı konumda kalanların nasıl davranacaklarına
dair Resı1lullah'ın şahsında her bir mü'mine yol gösteriyordu. Önce:
-
Burası, şeytanların eğleştiği bir vadidir, buyurarak hareket emri verdi ve o bölgeyi
terk etti Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve sellem), Ardından yeni
konakladığı yerde abdest alıp Hz. Bilal'e ezan okumasını emretti. Ashab-ı kiram
da abdest almış, namaza hazırlanmışlardı. Ashabına, sabah namazıarının
sünnetini de kılmalarını söylüyordu.
Derken
yine cemaat yapıldı ve Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve sellem) önlerinde
imam olarak sabah namazıarını kılmaya başladılar. Namaz bittikten sonra
ashabına dönen Efendiler Efendisi, şunları söyledi:
-
Hepimizin ruhu, Allah'ın yed-i kudretindedir; isterse onu tutar ve alıkoyar!
Buna en çok layık olan da, şüphesiz O'dur. Öyleyse sizler, namazı
unuttuğunuzda, hatırlar hatırlamaz onu hemen kılın! Çünkü Allah (celle
celaluhü), "Beni anmak için namaz eda et" diye buyurmakta ve
bunu ernretmektedir.w"
Ashabın
üzerinde, Hayber'de elde edilen zaferin neşesi ve aylardır ayrı kaldıkları
Medine'ye kavuşmanın da sevinci vardı. Medi-
285 Hz.
Bilal, o gün kendisini en az kınayanın Allah Resülii (s.a.s.) olduğunu söyleyecektir.
286 Bu
hadisenin, Huneyn Savaşı sırasında gerçekleştiğine dair de rivayet vardır.
Bkz. Salihi,
Sübülü'l-Hüda ve'r-Reşad, 5/155
452
Çıban Başı Hayber
ne'ye
yaklaştıklarında dağ taş tekbir sesleriyle inliyordu; Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern), bu him de değerlendirecek ve:
- Sessiz olun, buyuracaktı. Zira sizler, ne sizden uzak
olana ne de sesinizi duymayana dua edip sesleniyorsunuz; sizin dua edip de
kendisine yöneldiğiniz Allah (celle celaluhü), her şeyi duyan ve hepinize en
yakın olandır; zira O (celle celôluhü), her an sizinle beraberdir!
Bunlan
söyledikten sonra Allah Resülü, arkasında oturan Ebu Musa el-Eş'ari'ye dönecek
ve:
-
Ey Abdullah İbn Kays, diye seslenecekti. Belli ki bir şeyler söyleyecekti ve
Ebu Musa:
-
Annem-babam Sana feda olsun; buyur ya Resülullah, diye mukabelede bulundu Allah
Resülü'ne, Bunun üzerine:
- Sana, cennetin hazinesi olan kelimenin ne olduğunu
söyleyeyim mi, diye sordu. Belli ki, dikkatlerin iyice yoğunlaşmasını istiyordu.
Ebu Musa:
- Elbette söyle;
anam-babam Sana feda olsun, deyince de:
- La havle vela
kuvvete illa billah, dedi.
Allah Resülü'nden bunu duyan ashab-ı kiram da, artık
tekbir getirmeyi bırakmış cennetin hazinesi olarak öğrendikleri bu cümleyi
tekrar ediyordu.
Gecenin bir vaktinde Ciirf denilen yere kadar
gelmişlerdi; ashabına döndü ve acele edip de gecenin karanlığında evlerine
gitmemelerini söyledi.
Medine'ye girmeden
önce onlan, uzaktan Uhud selamlamıştı; o gün Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern), ashabından yetmiş tanesine ev sahipliği yapan Uhud'a nazar ederek
ashabına şunlan söyledi: - Bu, öyle bir dağ ki, biz onu severiz, o da bizi!
Uhud'u, ashab-ı Uhud'a anlatıyordu; belli ki insanların
gönlünde Uhud'a karşı en küçük bir olumsuzluğun olmasını istemiyordu; zaten
olumsuzluklar çoktan geride kalmıştı ve bundan böyle, yürek yakan acılar yerine
mahz-ı lezzet olan hatıralar yad edilmeliydi! Sonra da mübarek ellerini kaldınp
Rabbine yönelmişti:
-
Allah'ım, diyordu. Ben, Medine'nin şu iki taşlığı arasındaki şeyleri haram ve
dokunulmaz kıldım!
453
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Medine'ye girerken
de:
-
Bizler, günahlarımızdan tevbe edip Rabbimize kullukta bulunarak, secde ve hamd
edip Rabbimize yönelerek geri geliyoruz, diyordu. O'nun bu ifadelerini duyan
ashab da, aynı şeyleri tekrar etmeye başlamış ve Medine'ye ulaşıncaya kadar da
bunları dillerinden düşürmemişti.
454
Hayber
ganimetleriyle Medine'ye dönen Efendiler Efendisi, bu imkanlarla iki önemli
icraat yapacaktı: Öncelikle, mal ve mülklerini Mekke'de bırakarak Medine'ye
hicret eden Muhacirlere, kapılarını açıp da mallannı onlarla bölüşen Ensar'a bu
ma1lannı geri vermeleri talimatı verecek ve kendisi de bunu bizzat
uygulayacaktı. Zira Hz. Enes'in annesi Ümmü Süleym'in, hicret sonrasında
kendisine hediye ettiği bir hurmalık vardı ve o gün bu hurmalığı Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellern), kullanmaları için kendilerine tahsis ettiği Ümmü Eymen'den
alarak sahibine geri iade edecekti.
İkinci
icraat de yine Mekke ile ilgiliydi. O gün Mekke'de büyük bir kuraklık baş
göstermiş ve insanlarla hayvanlar büyük bir kıtlıkla karşı karşıya kalmışlardı.
Bunu duyan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), O güne kadar her
fırsatta kendisine kılıç kaldırıp hayatına kasteden bu insanların bile elinden tutma
adına bir adım atacak ve Hayber'den elde ettiği ganimetlerle Mekkelilere yardım
gönderecekti! Resülullah'ın hareketi, mü'minin şefkat ve duyarlılığını gösteriyordu.
Allah'ın kulu olduklan için onların da ellerinden tutmayı hedefliyor ve
icraatindeki mesajla O (sallallahu aleyhi ve sellern), onları da Allah'a
kulolma zeminine çağırıyordu.
Yardımı
götüren sahabi, Amr İbn Ümeyye idi. Yardım gönderdiği isimler yine Ebu Süfyan,
Süheyl İbn Amr ve Safvan İbn Ümeyye idi; lider konumundaki insanlardı ve bu
vesileyle düşünceleri yoklanmış ve böylelikle, İslam adına bulunduklan konum
yeniden
455
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
kontrol
edilmiş oluyordu. Zira bunların üçü de, yarın gelip huzurda teslim olacak ve
Allah Resülii'niin sahabisi olma şeretine nail olacaklardı.
Ancak
o gün Süheyl İbn Amr ile Safvan İbn Ümeyye, bu yardımı kabule
yanaşmayacaklardı. Etraflarındaki insanların ihtiyaçlarını görüp durmakla
birlikte, düne kadaryapmadık kötülük bırakmadıklan bir kapıdan böyle bir
yardımın gelmesini gururlanna yedirememişlerdi! Ancak bu, yüreklerine kadar
işleyen bir mesajdı; zira geçmişi gözlerinin önünden geçirdiklerinde herhangi
bir insanın dönüp de kendilerine bu yardımı yapmayacaklarını çok iyi
biliyorlardı; böylece Resülullah'ın farkını bir kez daha görmüş oluyorlardı.
Ebu
Süfyan, daha temkinliydi; her ne kadar arkadaşları müspet bakmasa da ortada
insanı çizgide bir cemile vardı ve bu iyiliğin görülmemesi şık kaçmazdı. Onun
için o gün:
-
Allah, kardeşimin oğlunu hayırla miikafatlandırsm; çünkü O, akrabalığın gereği
olanı yerine getirip bizi gözetti, demiş ve bunların hepsini alarak Mekke' deki
fakirlere dağıtımştı. 287 Mekke'nin
kıymetini bilemediği Muhammedii'l-Emin, sıkıntılarının farkına varmış ve
ellerinden tutmak için kendilerine yiyecek ve altın göndermişti; gönüIlerde,
yarını adına umumiyet kesbedecek bir fetih yaşanıyordu!
Bu
arada, Devslilerle birlikte Medine'ye gelen Ebu Hureyre, Mescid-i Nebeviye'ye
yerleşmiş ve Ashab-ı Suffe arasına katılmıştı. Aradığını bulmanın huzuruyla
doluydu ama kendisiyle birlikte Medine'ye kadar gelen annesinin bir türlü
Müslüman olmayışı karşısında duyduğu üzüntü sevincini kursağında bırakıyordu.
Nihayet meseleyi Allah Resülü'ne açmayı denedi ve annesi için dua talebinde
bulundu:
-
Ya Resülullah, diyordu. Ben, annemi her defasında İslam'a davet ediyorum ama o,
bana karşı koyup hakaret ediyor. Bugün de aynı teklifte bulundum; ancak yine o,
Senin hakkında hoşlanmayacağını ve asla kabul edemeyeceğim sözler söyledi. Ebu
Hureyre'nin annesinin de hidayete ermesi için Allah'a dua buyuruverseniz!
287 Hatta
Efendimiz, EbU Süfyan'dan kendisine deri göndermesini talep etmişti.
Belki
de bu, gönderilen emtiayı kabullenmemeleri ihtimaline karşı, ihtiyat akçesi
olarak düşünülmiıştü. Yardımlan alan EbU Süfyan, Efendimiz'in bu isteğini de
yerine getirecek ve talep edilen deriyi Medine'ye gönderecekti.
456
Hayber Sonrası
Gelişmeler
Çok
samimi ve içten gelen bir talepti ve Resül-ü Kibriya Hazretleri de, ellerini
açıp Ebı1 Hureyre'nin annesi için dua etmeye başladı.
Ebı1
Hureyre'nin sevinçten ayakları yerden kesilmişti! Şüphesi yoktu; Resı1lullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) dua etmişse mutlaka bu duaya icabet olunur ve
annesi de dünya ve ukbasını kurtarma yoluna girerdi. Bir çırpıda huzurdan
çıkarak evlerine yöneldi; yaşadıklarını annesiyle paylaşacaktı! Kapının önüne
geldiğinde kapalı olduğunu gördü; içeriden de su sesi geliyordu. Kapıyı açmak
için zorladığında annesi ona:
-
Olduğun yerde kal, diye seslendi. Nihayet annesi üzerine örtüsünü takmış halde
kapıyı açıp ona:
-
Gir içeri, diyecekti. Bir şeylerin değiştiği muhakkaktı; ancak Ebı1 Hureyre
henüz olanların farkında değildi. Nihayet Ebı1 Hureyre' nin annesi Meymfıne
Binti Subeyh:
-
Ben şehadet ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur ve Muhammed de, O'nun kulu
ve Resı1lü'dür, deyiverdi. Dünyalar onun olmuştu; Devs'in aslanı Ebı1 Hureyre
(radıyallahu anh), sevincinden ağlıyordu. İman dolu bir gönül için dünyadaki
en büyük bahtiyarlıktı bu ve müjdeli haberi, Allah Resı1lü'yle de paylaşmak
istiyordu; koşarak mescide geldi:
- Ya Resı1lullah!
Müjde, diye seslenmeye başladı. Allah (celle celaluhi'ı), Senin duanı kabul
etti ve Ebı1 Hureyre'nin annesini de İslamiyet'e hidayet etti!
Efendiler
Efendisini de sevindiren haberdi bu ve önce, Allah'a hamd ü sena ettikten sonra, sonucunun da
hayırlı olması için dua etmeye devam etti:
-
Allah'ım, diyordu. "Şu kulun ve annesi hakkında, mü'min kullarınının
kalbinde muhabbet hasıl eyle ve mü'min kullarını da onlara sevdir!"
Allah Resı1lü
(sallallahu aleyhi ve sellern), habeşistan'dan dönen Hz.
Ca'fer
için Hayber dönüşünde Mescid-i Nebevi'nin yakınında bir ev yaptırıp ona,
kendisine Rum hükümdarının hediye ettiği atlastan cübbeyi hediye etti.288
Habeşistan muhacirlerine kucak açan Neca-
288 Ertesi günü bu
cübbeyi Hz. Ca'fer'in üzerinde göriince, "Ben sana, onu giyesin diye
457
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
şi'nin,
Müslümanları koruyup kollama adına yaptıklarını duyunca da, önce gidip abdest
alacak ve sonra da, onun için ellerini kaldınp Rabbine dua dua yalvaracaktı.
Bu arada güvenlik adına atılması gereken adımlardan da
taviz verilmiyor; hala içlerinde Medine'ye baskın düşüncesini barındıranları
ve bu konuda müşahhas adımlar atanları sindirmek ve artık Hicaz'da İslam'ın
hakimiyetini tescil etmek adına etrafa güvenlik güçleri gönderilmeye devam
ediliyordu. Bu maksatla Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), Hz. Ömer
başkanlığında otuz kişilik bir birliği Türebe'ye, Hz. Ebu Bekir kumandasındaki
bir müfrezeyi de Necid bölgesindeki Hevazinlilere göndermişti. Bunun dışında
Beni Mürre, Meyfaa ve Cin ab gibi bölgelere de seferler düzenlenmiş ve
böylelikle Hicaz'daki umumi sulhun temini hedeflenmişti.
Gatafanlıların bulunduğu bölgeye yapılan bu sefer,
Medine'den ayrılıp da yeniden geri dönülünceye kadar geçen on beş günlük süre
içinde yaşanan barikulade hadiselerden dolayı ashab arasında, olağanüstü
haller seferi olarak da289 isimlendirilecektir.
Her zaman olduğu gibi o gün de Medine'ye bir tüccar
gelmiş ve elinde bulunanları burada ashab-ı kirama satınıştı. Bir müddet oturup
konuşunca da:
göndennemi{tim"
diyecek ve daha
sonra da, onu Necaşi'ye göndermesini söyleyecekti. Bkz. Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 3/229 (13424); Salihi, Sübiilü'l-Hüda ve'r-Reşad,7/298
289 Bu
sefer sırasında ağaçların Efendimiz'e siper olması ve Efendimiz, ihtiyacını giderdikten
sonra da yeniden eski haline gelmesi; mezarında azap görmekte olan birisi için
Efendimiz'in. ağaçtan koparttırdığı iki dalı bu mezarların başına dikerek bu
vesileyle azaplarının hafifleyeceğini söylemesi; Efendimiz'in duasıyla sar'a
hastası olan bir çocuğun şifa bulması; Efendimiz'e suikast girişiminde bulunan
Gavres'in Müslüman olarak hidayete ermesi; efendisinden şikayette bulunan bir
devenin Allah Resülii tarafından teskin edilmesi; Hz. Cabir'in kaybolan devesinin
yerini haber vermesi; su ve yiyeceklerde bereket yaşayarak bir kova su ile
ordunun tamamının ihtiyacım gidermesi; yolda giderken bulunan üç tane deve
kuşunun bütün orduya yetmesi ve yine acıktıkları bir sırada sahile vuran dev bir
balıkla karınlarım doyurmaları gibi mucizeler gerçekleşmişti. Bkz. Heysemi,
Mecmau'z-Zevaid, 9/8; Salihi, Siıbiılii'l-Hiida ve'r-Reşad, 5/175
458
Hayher Sonrası
Gelişmeler
-
Enmar İbn Beğiz ve Beni Sa' doğul1arı size karşı savaşmak için toplanıp durdukları
halde onlara karşı sizin sessiz kaldığınızı görüyorum, demişti. Önemli bir
haberdi; zaten sözü edilenler, daha önce de benzeri fırsatları kollayıp
Medine'ye baskın yapmaya yeltenen tescilli insanlardı ve bu haber Allah
Resülü'ne ulaşır ulaşmaz, yerine Ebü Zerr'i
vekil bırakarak-?" dört yüz291 kişilik bir kuvvetle Muharrem
ayının bir cumartesi günü sözü edilen yere doğru yola çıktı. Medik yolunu
takip ediyordu ve Şukra vadisine gelince burada bir gün konaklayacak ve
ashabını belli gruplara bölerek etrafı kontrol etmeleri için gönderecekti.
Gecenin
ilerleyen saatlerinde geri dönen ashab-ı kiram, etrafta hiç kimseye
rastlayamadıklarını, sadece bazı izler bulduklarını rapor etmişlerdi. Bunun
üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), yeniden hareket emri
verdi; hedefe doğru hızla ilerliyorlardı. Yoruldukça ve sıcaklar bastırınca
mola veriyorlar, yürümeleri için şartlar uygun hale gelince de yine yola
koyuluyorlardı.
Nihayet
Medine'ye iki günlük mesafede bulunan bir hurmalığa kadar gelmişlerdi; burası,
tüccarın sözünü ettiği kabileIerin yerleşim yerleriydi. Ancak, ortalıkta
kadınlardan başka kimse yoktu. Resülullah'ın üzerlerine geldiğini haber alır
almaz dağlara çıkmış ve gelişmeleri gizlendikleri yerlerden takip ediyorlardı.
Ortalıkta
gergin bir hava oluşmuştu; dağ başına kaçıp da sığınan Gatafanlılar, artık
sonlarının geldiğini düşünüyor ve köklerinin kazınacaklarından endişe
duyuyordu; Efendimiz'le birlikte bulunan ashab ise, dağ başlarına çekilen
insanların kendilerine aniden baskın yapıp yapmayacaklarından emin olmak
istiyorlardı. Sessiz bir bekleyiş başlamıştı!
Derken
öğle namazının vakti girdi ve Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem),
ashabıyla birlikte namaz kılmak için hazırlık yapmaya başladı; ezan okunmuş ve
saflar tutulmuştu! Bunu gören Gatafanlılar, büyük bir fırsat yakaladıklarını
düşünüyorlardı; önce, hemen saldı-
290
Yerine vekil bıraktığı sahablnin, Hz. Osman olduğu da ifade edilmektedir. Bkz
..
İbn
Hişam, Sire, 4/157; Vakıdi, Megazi, ı/8
291 Bu rakamın yedi yüz veya sekiz yüz olduğuna dair de
bilgiler vardır. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/396; Salihi, Sübülü'l-Hüda ve'r-Reşad,
5/ı75
459
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern)
np Müslümanlara büyük
zayiat vermeyi planlamışlarsa da aralarından bir kısmının:
-
Onları şimdi kendi hallerine bırakın; nasılolsa bundan sonra da namaz
kılacaklar ve o namaz onlar için kendi evlatlarından bile daha sevimlidir,
demesi üzerine bu saldırı planlarını bir sonraki namaza bırakmışlardı. Ancak
hesap edemedikleri bir durum vardı; zira bu sırada Cibril-i Emin gelmiş ve
onların bu sinsi planından Allah Resı1lü'nü haberdar etmişti. Bunun üzerine
Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), ikindi namazının vakti
girer girmez ashabını ikiye ayıracak ve yine cemaatle eda ettiği namazını
Kur'an'ın kendisine tarif ettiği şekilde kılacaktı. Buna göre ilk tekatta
kendisiyle birlikte namaza duran ashab, ikinci tekata kalktığında ayrılıp
düşmandan gelebilecek tehlikelere karşı nöbete duracak ve bu sırada diğer ashab
gelerek ikinci tekatı O'nunla birlikte tamamlayacaktı. Daha sonra her iki grup
da, kılamadıkları bir rekatı kendi başlarına tamamlayacak ve böylelikle,
fırsat bekleyen düşmanın emellerine ulaşmasının önüne geçilmiş olacaktı. Dağ
başlanna çekilenler için bir umut ışığı daha sönmüş oluyordu ve bundan sonra da
bu umut ışığı bir daha hiç canlanmayacaktı.
Yaklaşık
on gün bu bölgede kalan Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve sellern), düşmanın
karşısına çıkma ihtimali ortadan kalkınca ashabına Medine'ye dönme emri verdi;
hatta öncü kuvvet olarak ashabından Cuôl İbn Süraka'yı Medine'ye
gönderecek ve selamette olduklarının haberini ulaştırmasını isteyecekti.
Bu
arada ashabdan biri, bir kuş yuvası bulmuş burada bulunan yavrulardan birini
alarak karargaha doğru geliyordu. Sahabinin davranışlannda bir farklılık
olduğunu sezen ashab, merakla sahabinin elindekine bakmaya başlamıştı. Her
hadiseyi birer lisan olarak değerlendiren Allah Resı1lü de ona bakıyordu ve
gelişmeleri ashabıyla paylaşacağı anı bekliyordu.
Derken
bir kuşun bu sahabinin üzerine doğru sürekli inip kalktığı görüldü; yavrusunu
o sahabinin elinden kurtarmak isteyen bir annenin çırpınışlanydı bu! Mesele
şimdi anlaşılmıştı; yavrusuna olan şefkatinden dolayı kuş, yuvasını yıkan bu
insana hücum ediyor ve yavrusunu ondan kurtarmak istiyordu. Gerçekten de garip
senecek bir durumdu; yavrusunun hayatını kurtarmak için kendi hayatı-
460
Hayber Sonrası
Gelişmeler
nı tehlikeye atıyor
ve ne pahasına olursa olsun neticeye gitmek istiyordu. Resülullah (sallallahu
aleyhi ve sellem):
-
Şu kuşun halini görüp de garipsiyorsunuz, değil mi, diye sordu onlara. Sizler
onun yavrusunu aldınız ve o da, yavrusuna olan merhametinden dolayı kendisini
tehlikeye atıyor! Unutmayın ki Allah (celle celaluhü), kullarına karşı şu kuşun
yavrusuna olandan daha merhametlidir!
Yine
yola koyulmuş ve Medine'ye iyice yaklaşmışlardı. Nihayet gecenin karanlığı
çökünceye kadar yol alıp Sırôr denilen yerde konakladılar. Efendiler
Efendisi burada bir deve kesilmesini emredecekti. Fark etmemişlerdi; düşman
saflarından biri ahdetmiş, bir Müslüman kanı dökmeden geri dönmernek üzere
onları takip ediyordu. Rüzgarlı bir geceydi ve Resülullah (sallallahu aleyhi
ve sellem), ashabına dönerek:
-
Bu gece bizi kim korur, diye sordu. Ayağa kalkanlar Abbad İbn Bişr ile Arnmar
İbn Yasir idi:
-
Biz koruruz ya Resülullah, diyorlardı ve Allah Resnlü de bunu tahsin ederek
istirahate çekildi. 292
Yedinci
yılın Zi'l-Kade ayıydı; Cibril-i Emin de gelmiş, "Hiirmetli ay,
hiirmetli aya bedeldir ve hürmetler karşzlzklzdzr."293 mealindeki
ayeti getirmişti. Geçen yıl yapılamayan umrenin, artık gerçekleşme vaktinin
geldiğini hatırlatıyordu.w- Efendiler Efendisi de, bir yıl önce anlaşıldığı
gibi ashabına umre için hazırlanmalan emrini verdi; bu süre içinde şehit
olanların veya kendi eceliyle ölenlerin dışında Hudeybiye'de bulunanlardan hiç
kimsenin geri kalmaması gerektiğini ilan ediyordu.
292 Bu nöbet sırasında Abbiid İbn Bişr'e
ardı ardına ok isabet edecek, ancak o, namazında okuduğu Kehf suresinden
aldığı hazzı zedelememek için yanındaki arkadaşı Hz. Ammar'a bunu haber
vermeyecekti. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/396; Salihi, Sübillü'l-Hüdii ve'r-Reşad,
5/180
293 Bakara, 2/194
294 Bu
umreye, 'Kaza Umresi' denildiği gibi bir önceki teşebbüste anlaşmaya vesile
olduğu için 'Kazıyye', yapılamayan önceki umreye bedelolduğu için 'Kısas' ve
anlaşmaya vesile olduğu için de 'Sulh' umresi de denilebilmektedir. Bkz.
Siilihi, Siibülıi'l-Hiida ve'r-Reşad, 5/196
461
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Bu
arada umre için hali vakti yerinde olmayan insanlar da yola çıkmak
istiyorlardı; ne üzerlerine binebilecekleri bir binekleri ne de gidip gelinceye
kadar kendilerine yetebilecek yiyecekleri vardı:
-
Ya Resülullah, diyorlardı. Allah'a yemin olsun ki, bizim elimizde yol azığımız
hiç olmadığı gibi bizim elimizden tutup da bize yardım edecek birileri de yok!
Gönülden
talepte bulunuyorlardı ama gerçekten de imkanları yoktu; aralarında, bilhassa
Medine dışından buraya gelip hicret etmiş insanlar vardı! Öyleyse bu insanların
da elinden tutulmalı ve birlikte yola çıkabilmek için gerekli olan yardım
yapılmalıydı.
Bunun
için Fahr-i Kainat Efendimiz, ashabım infaka teşvik etti; Allah için verene,
Allah'ın da bol miktarda vereceğinden şüphe yoktu. Böylelikle fani olan dünya
malının, ahiret adına ebedi bir servete dönüşme fırsatı elde edilebiliyordu:
-
Tasaddukta bulunun ve sakın elinizi çekmeyin; yoksa helak olursunuz, diyordu.
Ancak bu sıkıntı, sadece belli insanlarda değil, ashab-ı kiramın genelinde
vardı ve:
-
Ya Resülullah, dediler. Elimizde hiçbir şey yokken ne infak edebiliriz ki!
-
Bir hurmanın yarısı bile olsa elinizde olanlardan, buyurdu Allah Resülii
(sallallahu aleyhi ve sellern). Zaten, Cibril-i Emin'in getirdiği, "Allah
yolunda infakta bulunun ve sakın ola ki kendi elinizle kendinizi tehlikeye
atmayın"295 mealindeki ayet de bunu anlatıyordu. Demek ki
esas tehlike, insanın er meydanlarında cepheden cepheye koşması değil,
muhtaçları görüp de onlara infakta bulunmamak suretiyle kendi kendisini helak
etmesiydi! Mesele şimdi anlaşılmıştı; vermek için illa da zengin olmayı
beklemek gerekmiyordu ve ashab-ı güzin hazretleri, bulabildiği kadarıyla
elindeki imkanları ortaya döküyor ve Beytullah'a yolcu olan kardeşlerine destek
olmaya çalışıyordu.
Derken
Medine'den Kabe'ye, kadınlarla çocuklar hariç iki bin kişilik bir yolculuk
başlıyordu. Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sellem) Medine' de yerine, Ebii
Ruhm ei-Gıfôri'yı bırakmıştı.s?"
Bir yıl önce gö-
295 Bakara,2/195
296
Bu sahabinin, Uveyf İbn Edbat veya Ebu Zerr el-Gıfiiri olduğuna dair de rivayetler
vardır. Bkz. İbn Hişam, Sire, 5/17; Belazuri, Ensabu'l-Eşraf, 1/155
Hayber Sonrası
Gelişmeler
rülen
riiya ve geri dönüşte inen ayetlerde anlatılan müjde tahakkuk etmek üzereydi;
emniyet ve güven içinde Kabe'ye gidecek ve asırlardan beri ilk defa burada
ibadetin nasıl yapılması gerektiğini bütün aleme göstereceklerdi! Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellern), Mescid-i Nebevi'nin kapısında ihrama girdi ve
telbiye getirmeye başladı; O'nu duyan herkes, aynı telbiyeyi söylemeye başlamıştı.
Medine:
- Lebbeyk Allahümme
lebbeyk; lebbeyke la şerike leke lebbeyk.
İnne'l-hamde
ve'n-Ni'mete leke ve'l-mülke la şerike lek, ifadeleriyle sarsılıyordu.
Yanlarına,
kurbanlık olarak atmış deve almışlardı. Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem)
kendi kurbanını bizzat hazırlamış ve boynuna nişan olarak bir işaret koymuştu.
Kurbanlıklarının başına yine Nôciue İbn Cündeb'i tayin etmiş ve yanına
kattığı beş kişiyle birlikte onları, yeşilliklerde otlatarak sağ salim Mekke'ye
ulaştırmakla görevlendirmişti.
Her
ne kadar bu yolculukta esas maksat, Allah'a kulluk vazifesini ifa ise de Allah
Resülü, tedbiri elden bırakmıyor ve yanına silahlarını da almak istiyordu.
Hatta ashab arasından Muhammed İbn Mesleme başkanlığında yüz kişilik bir
grubu seçmiş ve bunları atlı birlikler olarak önceden göndermişti! Kılıç,
kalkan, miğfer ve mızrak gibi silahların başına da Beşir İbn Sa'd'ı görevlendirmiş
ve onları da Muhammed İbn Meslemelerle birlikte göndermişti. Gelişmeleri ashab
da dikkatle takip ediyordu; Bir anlam verememişlerdi ve:
-
Ya Resülullah, diyorlardı. Bizler Mekke'ye girerken onlar, yanımızda sadece
yolcu kılıcı olması ve bunun da kınında bulunmasını şart koştukları halde Seni
bu kadar silah almaya sevk eden de nedir?
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem) bu soruya:
-
Biz, onlarla Harem' e girecek değiliz; ancak onların, bize yakın bir yerde
durmasında fayda var! Şayet onlardan, olur da bize karşı bir saldırı söz konusu
olursa, bunlar elimizin altında olur, diyerek cevap verdi. Anlaşılan, Kureyş'in
sözünde durup durmayacağından hala emin değildi; belki de ashabına, her
halilkarda tedbire riayet etmenin lüzumunu anlatmak istiyordu.
Zü'l-Huleyfe'de
ayrılıp da önden giden Muhammed İbn Mesleme ve arkadaşları Merrü'z-Zahran
denilen yere geldiklerinde Ku-
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
reyş'ten
bir grup insanla karşılaştılar; endişelenmişlerdi ve onlara, bu hareketliliğin
sebebini soruyorlardı. Muhammed İbn Mesleme ve arkadaşları onlara,
Resülullah'ın da arkadan gelmekte olduğunun haberini verdiler. Hele Beşir İbn
Sa'd ve beraberindeki silahlara muttali olduklarında yürekleri ağızlarına
gelmiş ve yüzlerinde de renk kalmamıştı! Koşarak Mekke'ye geldiler ve durumdan
ileri gelenleri haberdar ettiler. Kureyş'i büyük bir telaş almıştı:
-
Nasılolur, diyorlardı. Bizler, sözleşmeyi ihlal eden yanlış bir şey yapmadık;
anlaşmamıza da sözleşmemize de bağlıyız! Öyleyse Muhammed ve arkadaşları,
ellerinde silahlarıyla birlikte bizim üstümüze niye geliyor ki!
Durumu
daha yakından takip etmek ve gelişmelere muttali olabilmek için de, Mikrez
İbn Hafs başkanlığında bir heyet tertip edip Ye'cec denilen yere
gönderdiler. Bu sırada Kainatın İftiharı da buraya gelmiş bulunuyordu.
-
Vallahi de ya Muhammed, diyorlardı. Senin, ne küçükken ne de daha sonraları
insanlara gadrettiğin görülmemiştir; şimdi ise bu silahlarla birlikte kavminin
üzerine Harem'e girmek istiyorsun! Halbuki Sen, kavminle yaptığın anlaşmada
sadece yolcu kılıçları ve onların da kınlarında olması şartını kabul
etmiştin!'
Rahatlatan cevap
Allah Resülü'nden geliyordu:
- Ben onların üzerine
silahlarla birlikte girmeyeceğim ki! Mikrez ve arkadaşları rahat bir nefes
aldılar; rahatlamışlardı!
Efendimiz'e dönerek:
-
Zaten Sana yakışan da budur; zira Sen, hep iyilik ve vefa ile tanındın, dediler
ve doğruca Mekke'nin yolunu tuttular. Şöyle diyorlardı:
-
Şüphe yok ki Muhammed, sizinle yapmış olduğu anlaşmaya sadık ve buraya da
silahlı olarak girmeyecek!
Bu
arada Kureyş, ashabın zayıflıktan yürüyemeyecek kadar güçsüzleştiklerinin
dedikodusunu yapmaya başlamış ve bu ifadeler ashabın kulağına da gelmişti.
Medine hummasından kol ve kanatlarının kırıldığını ileri sürüyor ve onları
küçümsüyorlardı! Bunu duyan ashab-ı kiram hazretleri, Resülullah'ın huzuruna
gelip şunları söyleyeceklerdi:
-
Şu develerimizi kesip etlerinden yiyip çorbalarından içsek de yarın onların
yanına giderken daha zinde ve daha güçlü olsak!
Hayber Sonrası
Gelişmeler
Ancak bu, Allah
Resülii tarafından makul görülmeyecekti.
Önce:.
- Sakın böyle
yapmayın, dedi ve ardından da:
- Biz, elinizde
bulunan azıklarınızın tamamını Bana getirin,
diyerek onlara yeni
bir kapı daha aralanacağının müjdesini vermiş oldu.
Herkes,
elinde avucunda ne varsa alıp huzura getiriyordu; ortaya bir sergi sermişler
ve getirilen her şey bu serginin üzerine dökülmüştü. Çok geçmeden ortada
büyükçe bir tepecik meydana gelivermişti! Sayıları iki binin üstündeki bu
insanlar gelip buradan karnını doyurup geri gidiyordu ama ortadaki tepecik hala
olduğu gibi duruyordu. Demek ki, yeni bir ikrama daha mazhar oluyorlardı.
Artık her biri, develerini de kesme ihtiyacı hissetmeden doya doya bu ikramdan
istifade etmiş ve azıklarını da doldurarak geri çekilmişti.
Zilhicce
ayının dördüncü günüydü. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellem) Merrii'z-Zehran denilen mevkiden hareket etmiş, Mekke'ye
giriyordu; yıllar sonra Kabe, ilk defa ikiziyle buluşacaktı! Yedi yıl önce
arkasını dönerek vedalaştığı bu yere şimdi, sürekli problem çıkaran insanlarıyla
anlaşma yapmış olarak giriyordu. Kurbanlıkları öne geçirmiş, onların arkasından
Kabe'ye doğru ilerliyordu. Zi Tuva denilen yere geldiklerinde tekbir seslerini
yükseltmiş, telbiye getirmeye devam ediyorlardı. Kabe'ye saygıyı ilk defa Allah
Resülü'nden (sallallahu aleyhi ve sellem) öğreneceklerdi! Abdullah İbn Revaha.
Kasva'nın yularını tutmuş Allah Resülii'nün önünde yürüyor ve dünden bu yana
gelinen noktayı ifade eden şiirler söylüyordu. Onun bu halini garipseyen ve
yaptığının ne kadar doğru olduğunu kendisine hatırlatan Hz. Ömer' e yine Allah
Resülii cevap verecek ve Hz. Örner'e:
-
Ben de duyuyorum ey Ömer! Ses etme, diyecek ve Abdullah İbn Revaha'yı kendi
haline bırakmasını isteyecekti. Sözün ayrı bir gücü vardı ve "Bırak ya Ömer! Şüphesiz ki o, okların işlemesinden daha
tesirlidir," diyerek bu güce işaret edecekti. Bu arada Hz. Abdullah'a
da dönecek ve Mekke'ye girerken şunları söylemesini emredecekti:
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
-
O (celle celaluhü), öyle bir ilah ki kendisinden başka ilah yoktur; kuluna
nusretiyle yardım eder, ordusunu galip kılar ve karşısında yer alan yığınları
da tek başına yok eder!
ArtıkAbdullah
İbn Revaha. Allah Resülü'nden öğrendiği bu sözleri tekrar ediyor ve onun bu
cümlelerini duyan ashab da aynı şeyleri seslendiriyordu! Yıllardır matem tutan
Mekke, ilk defa bayram neşvesine bürünmüştü! Bilhassa muhacirlerin sevincine
diyecek yoktu; onlar için her köşede bir hatıra gizliydi. Bilhassa
Haşimoğullarının çocukları Efendimiz'in etrafında halkalanmış sevgi gösterisinde
bulunuyorlardı.
Derken
Kabe'ye gelinmişti; Resfılullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile Kabe aynı
noktada buluşmuş ve mihrabla minber yan yana gelmişti! Resülullah'a bir kötülük
yapılma ihtimaline binaen ashab-ı kiram, O'nun etrafında etten duvar örmüş
pervane gibi dönüyorlardı. Anlaşma gereği üç gün burada kalınacak ve dolu dolu
Rabbe iltica ile kullukta bulunulacaktıl
Teveccüh
tam ve kulluk adına kıvam da zirvedeydi; artık tavaf başlamak üzereydi ve
Hacer-i Esved'i istilam etmeden önce Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern), ihramının bir ucunu koltuğunun altına alıp sağ omzunu açmış ve diğer
ucunu da sol oınzunun üzerine atmıştı. Ashabına bir de tembihi vardı:
-
Bugün kendisini daha güçlü gösterenlere Allah merhamet etsin, diye dua ediyor
ve 'Onlara, hoşlanmayacakları şekilde görünün." diye
tembihliyordu. Maksadı, kendilerini zayıf gören ve bunu dillerine dolayan
müşriklere, mii'rninin izzet ve azametini göstermekti. Bunun için de, bilhassa
ilk üç şavtta sert adımlarla ve başlar dik, göğüsler de ileri çıkmış olarak
Kabe'yi tavaf etmelerini isteyecek ve kendisi de bunu tatbik ederek ashabına
örnek olacaktı. Sayıları iki binin üzerinde olan gözü yaşlı, sesi gür ve
adımları sert bu insanların oluşturduğu manzara gerçekten de seyre değerdi ve
dağ başlarına çekilen müşrikler de zaten onu yapıyorlardı. Tekbir ve telbiye
sesleri, Faran dağlarına kadar çarpıp geri geliyor, Bekke vadisinde tarifi
imkansız bir yankı oluşturuyordu! Bütün bunların bir dili vardı ve Mekke
müşrikleri, bu dilin ne anlama geldiğini çok iyi biliyorlardı.
Öğle vakti girdiğinde
Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), Hz.
Bilal'e seslendi ve
ezan okumasını istedi; Bilal-i Habeşi, Kabe'de ilk
466
Hayher Sonrası
Gelişmeler
defa
Allah'ın adını haykıracaktı! Onun için bu, en büyük idealdi; zira içinden
geldiği gibi burada Allah'ın adım haykırma fırsatı bulamamış, hep işkenceler
altında inim inim bir hayat yaşamıştı! Hemen çıktı Kabe'nin üstüne ve sesinin
olanca gücü ve güzelliğiyle ezan okumaya başladı.
Kuaukı'ôn dağının
Hıcr tarafına bakan yamna oturup da Kabe'yi tavaf edenleri seyreden
müşrikler, ilk defa kulaklarına gelen bu sesle irkilmiş, hayretten hayrete
düşerek kendi aralarında konuşuyorlardı. Ebu Cehil'in oğlu İkrime:
- İyi ki Allah, Ebu'l-Hakem'e ikramda bulundu da şu
kölenin söylediklerini duyurmadı, diyor ve babası Ebu Cehil'in böyle bir
manzaraya tahammül edemeyeceğinin altı m çiziyordu. Ona Safvan İbn Ümeyye
katıldı:
-
Şu am görmeden önce babamı alan Allah'a hamd olsun, diyordu. Onlara Halid İbn
Esid de katılacaktı; o da:
- Bilal'in, Kabe'nin üzerine çıkıp da çığırtkanlık
yaptığı şu günleri görmeden önce babamı öldüren Allah'a şükürler olsun, diyordu.
Süheyl İbn Amr ve onunla birlikte olan bir grup ise, Hz. Bilal'in ezan sesini
duymamak için kulaklarını tıkayıp yüzlerini de kapatmış, Allah kelamını duymak
bile istemiyorlardı. Kin, nefret ve kıskançlıktan köpürüp duruyorlardı; ama
yapabilecekleri hiçbir şey yoktu. Her şey anlaşmamn kurallarına göre yerine
getiriliyordu!
Gözlerine ilişip de kulaklarına kadar gelen her
manzara, Kabe'ye ayrı bir canlılığın geldiğini gösteriyordu. Düne kadar haklarında
ileri geri konuşulan ve halsizlikten adım atacak mecallerİ kalmadığı söylenen
insanlar bunlar olamazdı; öyleyse ya bugüne kadar kendilerine anlatılanlar
yalandı, ya da Allah Resülü ve ashab-ı kiramı zinde tutan başka güçler vardı!
Kendi kendilerine:
- Sizin, sıtmadan dolayı halsiz düştüklerini iddia
ettiğiniz İnsanlar bunlar mı, diye soruyor ve "Bunlar, filan ve
falanlardan daha güçlüler; baksanıza, tavafederken normal yürümekle bile iktifa
etmiyor, adeta ceylanlarm sekmesi gibi koşturuıjorlar" deyip
şaşkınlıklarını gizleyemiyorlardı.
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Bir
aralık Fahr-i Kainat Efendimiz, onlara Kabe'nin içine girme isteğini ulaştırdı;
burunlarından soluyorlardı ve:
-
Anlaşmada böyle bir madde yoktu, diyerek hemen bu talebi geri çevireceklerdi.
Nihayet
Efendiler Efendisi tavaf namazını da kılmış, Safa ile Merve'ye yönelmişti;
burada da yedi kez gidip gelecek ve nihayet Merve'de durarak kurbanlar
kesilecekti. Artık, ihramdan çıkma vaktiydi ve Allah Resülü (sallallahu aleyhi
ve sellern), ashabından Hıraş İbn Ümeyye'yi yanına çağırarak mübarek saçlarını
tıraş ettirdi; böylelikle kaza umresi tamamlanmış oluyordu.
Umre
işi biter bitmez Efendiler Efendisi, iki yüz kadar ashabına emrederek, her
ihtimale binaen Ye'cec'de bulunan silahların başında nöbet bekleyen
arkadaşlarının yanına gitmelerini ve nöbeti devralarak onları da Kabe'ye
göndermelerini emredecekti. Böylelikle umre niyetiyle yola çıkan herkes,
vazifesini yerine getirmiş olacaktı.
Sayılı
günler çabuk geçmişti. Buraya geldiği andan itibaren kendini ibadete veren
Allah Resfılii (sallallahu aleyhi ve sellem) için Abtah denilen yerde
bir çadır kurulmuştu ve kalan zamanlarında Resülullah buraya geliyordu.
Dördüncü günün sabahında yine, Kureyş'i temsil eden Süheyl İbn Amr ve Huveytıb
İbn Abdiluzza Allah Resülii'nün yanına gelecek ve:
-
Artık vakit geldi ve süre tükendi; haydi burayı terk et, diyeceklerdi. Bu
sırada Allah Resfılii, yanında bulunan bir grup Ensar'la konuşmaktaydı ve
onlara dönerek:
-
Bana birkaç gün daha mühlet verseniz de aranızda bir süre daha kalarak size
velime yapsam, diye teklifte bulundu.w?
297
Meymı1ne Validemiz, Hz. Abbas'ın hanımı Ümmü'l-Fadl ile Hz. Ca'fer'in zevcesi
Esma Binti Ümeys'in kız kardeşi idi ve kocasının ölümüyle birlikte dul kalmışh.
Onun bu haliyle Mekke'de yaşadığı sıkıntıları gören Efendimiz'in amcası Hz.
Abbas, daha Medine'den ayrılmadan önce meseleyi Allah Resülii'ne arz edecek ve
onunla evlenmesi gerektiğini söyleyecekti. İşte Allah Resı1lü (s.a.s.), Mekke'ye
gelmiş olmayı da değerlendirerek Hz. Meymı1ne validemizle nikah akdetmişti. Bu
nikah dolayısıyla yemek verip nikahı Mekkelilerin gönlünü kazanmaya bir vesile
yapmak istiyordu. Bkz. İbn Hişam, Sire, 5/20; Süheyli, Ravdu'l-Unf, 4/117;
Salihi, Sübülü'l-Hüda ve'r-Reşad, 11/208
468
Hayber Sonrası
Gelişmeler
-
Bizim, Senin yemeğine ihtiyacımız yok, diyorlardı. Aramızdan bir an önce ayrıl
ve git! Üç gün doldu ve Allah aşkına ya Muhammed! Seninle yaptığımız
anlaşmada, yurdumuzu hemen terk etmenden başka bir seçenek de yok!
Onların
Allah Resülü'ne kaba davrandıklarını gören Sa' d İbn Ubade ileri atıldı; çok
kızmıştı ve:
-
Ey anasız kalasıca, diye seslendi. Burası ne senin toprağın ne de babanın yeri!
Vanahi de Resülullah buradan, ancak anlaşmanın gereklerine uyarak çıkar; yoksa
sizin zorlamanızla değil!
Hz.
Sa'd'ın bu çıkışı Allah Resülü'nü de tebessüm ettirmişti. Bu, bir insanın, liderine
karşı göstermesi gereken bir hassasiyetti. Ancak durumun nezaketi bunu
kaldıracak gibi değildi ve belli ki Allah Resülü (sallallabu aleyhi ve
sellern), nezaketiyle muhataplarını eritrnek istiyordu. Onun için Hz. Sa'd'e
dönecek ve:
-
Ey Sa'd, diye seslenecekti. Bizi kendi konağımızda ziyaret eden bu insanları
incitme!
Bunun
üzerine Allah Resülü (sallallabu aleyhi ve sellern), Ebu Rafi'e seslenerek
yolculuk emri verdi. Artık Kabe' den ayrılık vakti gelmişti. Ancak bu ayrılık,
bundan sonra da buraya gelebilmenin kapılarını aralayan geçici bir ayrılıktı.
Zira Mekke'de buz kesen yüzler yavaş yavaş erimeye durmuş ve zihinlerde de
farklı soru işaretleri belirmeye başlamıştı. Şimdi Kabe'de, Ebu Rafi'in sesi
yankılanıyordu:
- Akşama kadar
Müslümanlardan burada kimse kalmasın! Yüreği Kabe'de kalan Allah Resülü de,
Kasva'ya binerek yine yola koyuldu. Bu sırada arkadan bir kız çocuğunun yanık
sesi duyulmaya başlamıştı:
-
Ey amca! Amcacığım, diye bağırıyordu. Allah Resülü (sallallabu aleyhi ve
sellem) arkasını dönüp de sesin geldiği tarafa yöneldiğinde bu kızın, amcası ve
süt kardeşi Hz. Hamza'nın emaneti Ümôme olduğunu
gördü. Gerçekten de yürekyakan bir manzaraydı; gözlere yaş yürümüş ve gönüller
de rikkat kesbetmişti. Uhud'un aslanı ve şehitlerin efendisi Hz. Hamza'mn
yetim kızı, Resülullah'a koşuyordu! Kan çekmişti. Candan bir yönelişle
kendisini de burada bırakmamalarını istiyordu. Bir çırpıda koşarak elinden
tutan Hz. Ali:
- Amcamızın kızını ne
diye müşriklerin arasında yetim bıraka-
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
lım
ki, diye Efendimiz'e sesleniyor ve onu da alıp birlikte Medine'ye dönmek
istediğini söylüyordu. Zaten O da (sallallahu aleyhi ve sellem) farklı
düşünmüyordu ve böylelikle Hz. Hamza'nın emaneti küçük Ümame de Medine
yolculannın arasına katılmış oluyordu.s?"
Resülullah,
Meymüne Validemizi getirmesi için Ebu Rafi'i geride bırakmıştı ve Serife
geldiğinde burada mola verip onlann gelmesini bekledi. Onlar da gelip arkada
kimse kalmayınca, yeniden Medine'ye bir yolculuk başlayacaktı ve bu yolculukta,
daha ziyade geceleri yol alıyorlardı. Böylelikle bir yıl önce görülen rüya
gerçekleşmiş ve Allah'ın vaadi de yerine gelmiş oluyordu.
Medine'ye
dönüldüğünde takvimler, yedinci yılın Zilhicce ayını gösteriyordu. Döndükten
sonra Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), yine güvenlik maksatlı
seriyyelerini göndermeye devam edecekti. Bunun için elli kişilik bir süvari
birliğini İbn Ebi'l-Aocô kumandasına verip etrafa gönderecek, Şucô:
İbn Vehb'i yirmi dört kişilik bir müfreze ile Heotizin istikametine çıkaracak ve Ka'b İbn Umeyr'i de on beş kişilik bir bölükle Beni
Kada'a'ya yollayacaktı.
Bu
sıralarda Efendimiz'in kızı Zeyneb Validemiz hastaydı. Bedir Savaşı sonrası
esir olan kocası Ebu'l-As'ı, Efendimiz, kızını Medine'ye göndermesi şartıyla
serbest bırakmış ve bu vesileyle Zeyneb Validemiz de babasının yanına gelmişti.
Gelmişti gelmesine ama Mekkelilerin çıkardığı bir arbede sonucu, hamile olduğu
çocuğunu düşürmüş ve bu hadiseden sonra kendisinde kalıcı bir rahatsızlık baş
göstermişti.
Daha
bir yıl önce Muharrem ayında Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) onu,
Ebu'I-As'ın Müslüman olması üzerine yine eski kocasıyla evlendirmiş ve
yuvalarını eski nikahlan üzerine yeniden birleştirmişti. Şimdi ise o, dünyadaki
dostlarından ayrılıyor ve başta
298 Medine'ye
geldiklerinde, Ümame için aralannda ihtilaf çıkacak ve bu ihtilafı da yine
Allah Resı1lü (s.a.s.) çözecekti. Hz. Zeyd, Hz. Ali ve Hz. Cafer'in faziletlerini
sıraladıktan sonra Ümame'nin teyzesinin Hz. Cafer'le evli olduğunu belirterek
onun Hz. Cafer'le birlikte kalmasının daha doğru olacağını ifade edecekti. Bkz.
İbn Sa'd, Tabakat, 8/159; Vakıdi, Megazi, 1/739; İbn Hacer, el-İsabe, 7/706
470
Hayber Sonrası
Gelişmeler
annesi olmak üzere
daha önce oraya intikal etmiş olan bütün sevdiklerinin yanındaki yerini
alıyordu."?
Hz. Zeyneb'in vefatı Allah Resülü'nü de çok üzmüştü;
küçük yaşta vefat eden oğullarından sonra, önce Rukiyye validemiz, şimdi de
Zeyneb validemizden ayn kalıyordu! Hatice validemizin Emaneti olarak yanında
sadece Ümmü Gülsüm Validemizle Fatıma Anamız kalmıştı! Onu yıkayıp da
kefenleyecek olan Ümmü Atzyye'ye, yapması gerekenleri itina ile tarif
edecek ve namazını da bizzat kendisi kıldıracaktı.
Mekke'nin Ciğerpareleri
Gönül dili ve hal şivesinin karşı tarafta çok derin
izler bıraktığı muhakkaktı, Benimsenen düşünceyi zirvede temsil etmek, onu
sözle başkalarına anlatmaktan daha tesirliydi. Allah Resülü (sallallahu aleyhi
ve sellern) ise, her ikisini birden yapıyordu. Her fırsatı davası adına
değerlendiriyor ve her zaman daha fazlasını istiyordu. Kaba'ye girip de Allah'a
kullukla serfürü etmeye başlayınca, meraklı gözlerle O'nu uzaktan süzenler
olduğu gibi o gün, O'nunla karşılaşmamak için kaçanlar da vardı. Bunların
hepsini tanıyordu ve kapılarını bunlara da açık tutmak istiyordu. Onun için o
gün göremediği insanlara mesajlar gönderiyor ve böylelikle onların da
düşünmelerini temin etmeye çalışıyordu.
Halid İbn Velid de bunlardan biriydi. Resülullah'ın gelip de teslim
olmasını arzu ettiği kişilerden olmalıydı ki, daha önce Müslüman olup
Medine'ye hicreti tercih eden kardeşi Velid İbn Velid'e:
- Halid İbn Velid
nerede, diye soracaktı.t?"
Hz. Velid o gün kardeşi Halid'i arasa da bulamayacaktı.
Ancak ona mutlaka ulaşmalıydı; zira Resülullah'ın mesajı vardı ve o da, bir
mektup yazarak bu mesajı ulaştırmayı denedi. Mektubunda Resülullah ile
aralarında geçen görüşmeden bahsediyor ve kendisi için Efendimiz'in:
- Onun gibi bir
adamın İslamiyet'i bilip de tanımaması mümkün
299
Hz. Zeyneb Validemizle ilgili olarak daha detaylı bilgi için bkz.Akademi
Araştırma Heyeti, En Öndekiler, s. 90 vd.
300 Bkz. İbnü'l-Esir,
Üsüdii'l-Gabe, 5/423, 424
471
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
değil;
keşke o, bütün savaşlanm Müslümanların yanında ve miişriklere karşı yapsaydı!
Onun için bu ne kadar hayırlı olurdu; böylelikle biz de kendisini, başkalarına
tercih eder ve el üstünde tutardık, şeklindeki müjdesini paylaşıyordu. Şu
cümle ile bitirmişti mektubunu:
- Ey kardeşim! Senin için en uygun zamanda karşına
çıkan fırsatlan değerlendir ve kaçırmış olduklarını da telafi edebilmek için
hemengel!
Mektubu okuyan Halid İbn Velid kararını vermişti;
zatenAllah Resülü'ne karşı, çıktığı her savaştan dönerken içinde anlam veremediği
bir burukluk hissetmiş, Hudeybiye'den bu yana da ciddi ciddi düşünmeye
başlamıştı. Şimdi yanına yoldaş arıyordu; meseleyi EbU Süfyan, İkrime ve Safvan İbn Ümeyye'ye açsa
da müspet cevap alamayacaktı. Ancak o kararlıydı. Nihayet uzun bir tereddüt
döneminden sonra, niyetini Osman İbn Talha'ya açmayı denedi. Onun da
kendisi gibi hazır olduğunu görünce anlaşarak ertesi gün yola çıktılar. Hedde
denilen yere geldiklerinde Amr İbn As'la karşılaştılar; onlara:
- Hoş geldiniz,
safalar getirdiniz ey cemaat, diyordu.
- Sen de, diye cevapladılar
onu ve sordular:
- Hayrola; nereye
böyle?
Soruya soruyla
karşılık vermeyi tercih edecekti Amr: - Peki sizler nereye böyle?
Artık uzatmaya gerek
yoktu ve:
- İslam'a girip
Muhammed'e tabi olmaya, diye cevapladılar.
Amr İbn As:
- Ben de sizin
gibiyim, diyordu.
Derken yılların arkadaşlan Medine'ye yönelmiş hızlı
adımlarla yürüyorlardı. Nihayet Medine'ye yakın bir yerde durarak bir miktar
dinlenip elbiselerini değiştirmek istediler; Resülullah'ın huzuruna daha temiz
ve duru çıkmak istiyorlardı!
Bu
sıralarda Allah Resülü, onların geliş haberlerini çoktan almıştı ve ashabına
dönerek:
- Mekke, ciğerparelerini kucağınıza attı, buyuracaktı.
Mekke'de bulamayıp da mektup bıraktığı kardeşinin gelişini duyan Hz. Velid'in
sevinçten ayaklan yerden kesilmişti adeta ve hemen yollarına
472
Hayber Sonrası
Gelişmeler
çıkarak onları
karşılamak istedi. Gerçekten de Halid İbn Velid geliyordu. Önce:
-
Çabuk olun, diyordu. Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) sizin geliş
haberinizi aldı ve çok sevindi; şimdi sizi bekliyor!
Onlar
da heyecanlanmışlardı; neredeyse koşar adımlarla gidiyorlardı. Huzura
geldiklerinde mübarek yüzlerindeki tebessümü tarife imkan yoktu; dolunay
misali nur yüz, güneş gibi parlıyordu!
Önce
Hz. Halid selam verdi Allah Resülü'ne: o kadar sıcaktı ki, selamını alışını
yüreğinde hissediyordu! Kucağını açıp da kendisine davet edişi, tebessümündeki
sıcaklık ve yüreğindeki sevginin bedenindeki tecessümüyle Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellem) fethetmişti onları. Ardından:
-
Ben şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur ve Sen de, O'nun Resülü'sün,
dedi Hz. Halid. Yerini bulan bir kahramanın gelişi karşısında sevinen
Efendiler Efendisi:
-
Sana hidayeti nasip edene hamd olsun, diye mukabelede bulunuyordu. Zaten
Ben, sende büyük bir akıl göroyordum ve bu aklın bir gün, seni hayra
getireceğini bekleyip duruyordum!
Hz.
Halid, onca yıldan sonra esas şimdi Halid olduğunun farkına varmıştı; iltifat
üstüne iltifatlara mazhar oluyor ve o ana kadar geçirdiği zamanlarına yanıyordu.
-
Ya Resülullah, dedi. Senin de görüp bildiğiri gibi bugüne kadar ben, her dönüm
noktasında Senin aleyhinde ve Hakka karşı hareket ettim; Allah'a dua etmeni ve
bu vesileyle O'nun beni affetmesini talep ediyorum!
Amr İbn As ve Osman İbn Talha da benzeri
duygular içindeydi.
Efendimiz'in eline
uzanan Amr İbn As, bir
aralık elini geri çekecek ve Efendimiz de bunun sebebini soracaktı:
-
Benim bazı şartlarım var, diyordu Amr İbn As. Allah
Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem):
-
Nedir onlar, diye sordu. Dev insan, boyuunu bükmüş ve önceki hayatının altında
ezilmiş olmanın mahcubiyetiyle:
-
Affedilmem, diyebildi. Yine ellerinden tutan Allah Resülü (sallallahu aleyhi
ve sellem) olacaktı:
-
Bilmiyor musun, diye başladı sözlerine. İslam, Müslüman olmadan önceki
hataları temizler!
473
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Hudeybiye'nin fetih olduğu artık herkes tarafından
görülebiliyordu; belki o gün Mekke'ye girilememişti ama şimdi gönüller İslam'a
açılmıştı ve en önde gelenler akın akın Medine'ye yöneliyordu, Bundan sonra bu
süreç, hızlanarak devam edecekti.
Keyfiyet Eğitimi ve Gelinen Nokta
Hira'daki vuslattan bu yana hemen her gün, farklı
münasebetlerle Cibril-i Emin geliyor ve insanlığın kemal noktasına ulaşması
için onlara Allah'ın mesajlarını getiriyordu. Kalp ve ruhun kemale ermesi için
bir yola girilmiş ve Efendimiz'e ilk muhatap olan bu topluluğun, kıyamete
kadar gelecek her türlü ınü'mine model olabilmesi hedeflenmişti. Her yeni
mesaj, onlar için ayrı bir dinamik demekti; gelir gelmez toplumda yansımasını
buluyor ve yaşanan birer talebe dönüşüyordu!
Yine Cibril-i Emin
gelmiş, Efendimiz'e:
-
Göklerde ve yerde olan her şey Allah'ındır, hükmünü hatırlatıyor ve ardından
da:
- Ey insanlar, deyip
şunları söylüyordu:
- Siz içinizdeki şeyleri
açığa vursanız da, gizleseniz de, Allah
sizi onlardan dolayı
hesaba çeker. Sonra dilediğini affeder, dilediğini azaba uğratır. Doğrusu Allah
her şeye kadirdirl-''"
Her
yeni gelen emirde olduğu gibi bu mesaj da, dalga dalga Medine ufuklarında yankılanacak,
ashab arasında yeni bir heyecan tufanı meydana getirecekti. Ancak bu seferki
heyecan daha başkaydı; zira ayeti duyanın rengi soluyor ve dizlerinin bağı
çözülüyordu. Çünkü Allah (celle celaluhü), sadece amel olarak dışa
vurulanlardan değil, aynı zamanda akıl ve kalpten geçen düşüncelerden de hesaba
çekeceğini bildiriyordu!
Çok
geçmeden sırasıyla herkes Mescid-i Nebevi'ye akın etmeye başlayacaktı; gelen,
bir kenara çekiliyor ve sessizlik murakabesine dalıyordu. Renkleri atmış ve
dizlerinin de dermanı kesilmiş bu insanlar nihayet:
- Ya Resülullah, diye
sesleneceklerdi. "Bugüne kadar namaz,
301 Bakara,2/284
474
Hayber Sonrası
Gelişmeler
oruç,
Allah yolunda mücahede etme ve zekat gibi üstesinden gelebileceğimiz nice
amellerle mükellef tutulduk; ancak bugün Sana öyle bir ayet geldi ki, bunun
üstesinden gelmeye güç yetiremeyiz!
Elbette bu, gelen ayete itiraz manası taşımıyordu;
bilakis bu, onun muhtevasındaki ağırlık karşısında çizgiyi tutturamama telaşından
hareketle emr-i ilahıyi yerine getiremerne korkusundan dolayı yeniden Rahmani
şefkate sığınmanın adıydı! O şefkatin biricik Sultanı Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern), dizinin dibinde yetiştirdiği bu insanların ruh dünyasını
çok iyi biliyordu; ancak O'nun muhatabı, sadece kendi devrinde Mescid-i
Nebevi'ye koşanlar değil, dünyayı kiilli manada bir mescide çevirecek olan her
bir mü'mindi. Onun için, ilk etapta ashabını muhatap alarak şunları
söyleyecekti:
- Yoksa, sizden önceki ehl-i kitabın söyledikleri gibi
sizler de, "Işittik; ama isyan ediyoruz!" mu demek
istiyorsunuz? Bilakis size düşen, "İşittik ve koşulsuz itaat ediyoruz!
Ey kerim Rabbimiz! Her hcllükarda bizi bağışlamanı diliyor ve dileniyoruz;
çünkü Senden başka müracaat edilecek kapı yoktur ve dönüş de Sanadır,"
demektir!
Zaten farklı düşünmüyorlardı; sadece kalplerine hakim
olamamaktan çekinmiş ve ellerinde olmadan Allah'ın emirlerini yerine getiremiyor
olmaktan endişe duymuşlardı! Yoksa, elbette Rabbin isteklerine ram
olacaklardı; telaşlarının sebebi de zaten, emr-i ilahiyi yerine getirmeme
isteği değil, O'nu hoşnut edememe kaygısıydı! Durumlarını Rehber-i
Ekmel'lerine arz etmiş, vereceği hükmü beklerneye durmuşlardı!
Ancak yine O, emr-i ilahı konusunda mutlak itaati
nazara veriyordu! Zaten başka bir alternatif düşünülemezdi ve Efendiler Efendisi'nin
bu yönlendirmesiyle birlikte Mescid-i Nebevi lerzeye gelmiş, her bir köşesinde:
- İşittik ve itaat ediyoruz, sözleri yankılanıyordu.
Aynı zamanda bu, Resülullah'ın yetiştirdiği cemaatin kalitesini gösteriyordu.
Emri yerine getiremeyecek olmanın endişeleri ortaya konulmuş; buna rağmen
itaatten başka bir alternatif olmadığını görür görmez de, içlerinden gele gele
bir inkıyad örneği sergilerneye başlamışlardı! Aynı zamanda bu, Rahman ve Rahim
olan Allah'ı hoşnut edecek bir yaklaşımdı; elde edilen keyfiyeti test etme
adına ortaya bir hedef konul-
475
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
muş
ve ashab da, bu hedefi yakaladığını göstermişti! Çok geçmeden Cibril-i Emin,
Allah Resülü'nün yanında yeniden beliriverdi; şu mealdeki ayetleri
getiriyordu:
-
Peygamber, Rabbi tarafından kendisine ne indirildi ise ona iman etti, müminler
de. Onlardan her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve resüllerine iman
etti. "O'nun Resullerinden hiçbirini diğerinden ayırt
etmeyiz." dediler ve eklediler:
-
İşittik ve itaat ettik ya Rabbenii, affinı dileriz, dönüşümüz Sanadır!
Allah
hiçbir kimseyi güç yetiremeyeceği bir şekilde yükümlü tutmaz. Herkesin
kazandığı iyilik kendi lehine, işlediği fenalık da kendi aleyhinedir.
Ya
Rabbena! Eğer unuttuk veya kasıtsız olarak yanlış yaptıysak bundan dolayı bizi
sorumlu tutma!
Ya
Rabbenal Bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme!
Ya
Rabbenal Takat getiremeyeceğimiz şeylerle bizi yükümlü tutma!
Affet bizi, lütfen
bağışla kusurlanmızı, merhamet buyur bize! Sensin Mevlamız, yardımcımız! Kafir
topluluklara karşı Sen yardım eyle bize!302
Aynı
zamanda bunlar, ashab-ı kiram hazretlerinin, keyfiyet adına geldiği yeri
gösteriyordu; Allah'ın adı ve Resülullah'ın da sancağını dünyaya taşıyacak
olanlar da zaten, vahyin yoğurduğu iklimde böylesine bir keyfiyete ulaşan bu
insanlardı! Keyfiyet bu noktaya gelince, az çoklardan daha çok olur ve
kendisini yegane egemen gören nice kemiyetler de, bu keyfiyet karşısında
silinip giderdi! İşte Müte, bunun açığa çıktığı en belirgin bir meşherdi!
Sekizinci
yılın Cemaziye'l-evvel ayıydı; sulh ortamının şartlan en üst seviyede
değerlendiriliyor ve gelişmeler yakından takip edilerek İslam adına tebliğ ve
irşad görevi yerine getiriliyordu. Bu sebeple
302 Bakara, 2/285,
286
Hayber Sonrası
Gelişmeler
Allah
Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Haris İbn Umeyr ile Busra valisine
yeni bir mektup daha gönderiyordu. Ancak o güne kadar hiç karşılaşılmayan bir
şeyolacak ve Efendiler Efendisi'nin elçisi Hz. Haris, Belka denilen mevkiden
geçerken buranın valisi Şurahbil tarafından hunharca öldürülecekti. O,
yolunu kestikten sonra Hz. Haris'i bağlatmış ve Allah Resülü'nün elçisi
olduğunu öğrendikten sonra da şehit etmişti! Affedilmeyecek bir cürümdü bu ve açıkça
savaş ilam anlamına geliyordu. Zira en olumsuz durumlarda bile elçilere
dokunulmaz ve onların can güvenliği garanti altında tutulurdu.
Hz. Haris'in şehit edildiği haberi Efendiler
Efendisi'ne ulaşınca çok üzülecek ve yolunda giden elçinin varlığına bile
tahammül edemeyen Şurahbil'e karşı ashabım teşvik ederek hazırlık
yaptıracaktı. Zira O (sallallahu aleyhi ve sellern), eşkıyalığın kökünü kazımak
için vardı ve bunu meslek edinenlere hadleri bildirilmeliydi. Gidilecekyön, Bizans'ın
hakimiyeti altında olduğu için mesele çok ciddi tutuluyor ve bunun için de her
türlü ihtiınal düşünülüyordu.
Kısa zamanda üç bin kişilik bir ordu meydana gelmişti.
Bu kadar kalabalık bir ordu bugüne kadar sadece Hendek'te bir araya gelmişti!
Adeta Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), olacakları önceden görür
gibiydi. Beyaz sancağı kendisine teslim ederek bu ordunun başına azatlı kölesi
Zeyd İbn Harise'yi tayin etmişti; Haris İbn Umeyr'in şehit edildiği yere
kadar gitmesini ve orada bulunanları İslam'a davet etmesini talep ediyordu.
Bunu kabul etmedikleri taktirde Allah'a güvenip O'na dayanarak üzerlerine
düşeni yerine getirmelerini istiyor ve neticeye gitmelerini arzu ediyordu. Bu
hareketiyle de tabanda yerleşmiş köhne anlayışları teker teker söküp atıyor ve
köleden de kumandan olabileceğini göstermek istiyordu. Zaten bu çıkışın, sadece
Hz. Zeyd ile neticelenmeyeceğini biliyordu; onun için:
- Şayet Zeyd şehit olursa insanlara Ca'fer İbn Ebi
Talib, Ca'fer de şehit olursa Abdullah İbn Revaha kumanda etsin, diyerek durumun
ciddiyetini bir kez daha ortaya koymuş oluyordu. Ashabın çoğu bu ifadelerden,
zikri geçen kumandanların sırasıyla şehit olacağını anlamış ve vedalaşırken
geri dönmeyecek olanlarla helalleşircesine bir vedalaşma yaşıyorlardı.
Ordusunu yola vururken,
savaş hukukunun zirvesini temsil
477
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
eden ve bugün de
hepimizin kulaklarına küpe şu tembihlerde bulunuyordu:
- Allah'ın adıyla savaşın; Allah'ı inkar edip de O'na
karşı koyanlara karşı Allah yolunda cihat edin! Ancak sakın ola kimseye gadretmeyin!
Ahde vefasızlık gösterip de kimseye zulmetmeyin! Çocuklarla kadınları, pir-i
fani adamlarla kendini kilisede ibadete adamış din adamlarını sakın öldürmeyin!
Sakın ola ki ne bir ağaç kesin, ne de bir hurmalığı yok edin! Ve sakın ola ki
binaları yakıp yıkmayın!
Efendiler
Efendisi onları, Veda tepesine kadar uğurlayacak; onları yola vurduktan sonra
da uzun uzun arkalarından bakacaktı.
Yolda giderken Hirakl'in, yüz bin kişilik bir ordu
hazırladığının haberini alacaklardı; durumdan Allah Resülü'nü haberdar edip etmeme
konusunda bir miktar tereddüt yaşamış olsalar da yollarına devam etme kararı
alacak ve işin ucunda şehadet olsa da yollarına devam edeceklerdi.
Mean'daki iki günlük moladan sonra yeniden yola koyulmuşlardı.
Nihayet Meşôrif denilen yerde iki ordu karşılaşmıştı. Önlerinde, engin
denizler misali ucu bucağı gözükmeyen bir asker sürüsü duruyordu. Artık savaş
kaçınılmaz görünüyordu. Hz. Zeyd ordusu, Mine denilen yerde karargah kurmayı
tercih edecek ve burada savaşa hazırlanacaktı! Sağ kanada Kutbe İbn
Katiide. sol cenaha ise Ubô.de İbn Mô.lik kumanda edecekti.
Ertesi günün ilk ışıklarıyla birlikte Müte'de kılıçlar
çekilmiş ve üç bin kişilik iman ordusuyla iki yüz bin kişilik Bizans ordusu
karşı karşıya gelmişti. Güç dengesinin olmadığı bir savaştı; iki yüz bin kişilik
ordu hiçbir şey yapmadan sadece düz ovada yürüyüverse kendi adlarına neticeye
gidiverirdi; ancak sonuç hiç de öyle olmadı. Yedi gün süren bu savaşta,
Resül-ii Kibriya'rıın ifade ettiği gibi sırasıyla Hz. Zeyd, Hz. Ca'fer ve Hz.
Abdullah şehit olmuştu. Sancağı, ashab arasından Sô.bit İbn Ekram alarak
uzun bir arayıştan sonra onu Hôlid İbn
Velid'e vermişti.
Beri tarafta Allah Resfılii (sallallahu aleyhi ve
sellem) Medine' de durmuş, ashabına savaşın safhalarını haber veriyordu.
Gözlerine yaş yürümüş, ağlamaktan sakal-ı şerifleri ıslanmıştı:
Hayber Sonrası
Gelişmeler
-
Sancağı Zeyd aldı ve şehit oldu. Sonra onu Ca'fer aldı ve o da şehit düştü.
Daha sonra ise onu İbn Revaha aldı ve o da şehit oldu. Şimdi ise onu, Allah'ın
kılıçlarından bir kılıç aldı! İşte şimdi esas savaş başladı ve Allah (celle
celaluhü), onun vesilesiyle bir fiitfıhat nasip etti!
Bunları
söyledikten sonra her biri için Allah'ın cennette hazırladığı ikramlardan
bahisler açtı; isimlerini de zikrederek onlara dua ediyordu.
Bu
sırada Ya'ld İbn Ümeyye Medine'ye gelmiş ve Müte'nin haberini Allah
Resülü'ne vermek istemişti. Resı1lullah:
-
İstersen onu sen Bana anlat; dilersen Ben sana anlatayım, buyurdu. Hz. Ya'la
da şaşırmıştı: kendisinden önce bir başkasının gelip de olup bitenleri haber
vermesine imkan yoktu. Ancak belli ki, yine Cibril gelmiş ve herkesten önce
Müte'nin haberini Resı1lullah'a ulaştırmıştı:
- Ya Resı1lullah,
dedi. Onu Sen bana anlat!
Bunun
üzerine Allah Resülü, başından itibaren saflıa saflıa Mı1te'de yaşanılanları
anlatmaya başladı. Dinledikçe Hz. Ya'la'nın gözleri yerinden fırlayacak gibi
oluyordu; eksiği yok fazlası vardı!
-
Seni hak beyan ile gönderene yemin olsun ki, diye başladı sözlerine. 'Sen,
miicahidlerin yaşadıklarından bir harf bile eksik bırakmadan hepsini anlattın;
onların haberlerini ben vermiş olsaydım, ancak bu kadar aktarabilirdim!
Bu
taaccübün ardından Efendiler Efendisi, minnet sadedinde şunları söyleyecekti:
-
Benim için Allah (celle celaluhü), yeryüzü mesafelerini aradan kaldırdı da,
onların savaş meydanlarını gözlerimle gördüm!
Daha
sonra Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), hicret dolayısıyla yaklaşık on
beş yıl ayrı kaldıktan sonra henüz bir yıl önce yeniden kavuşma fırsatı
bulduğu amcaoğlu Hz. Ca'fer'in evine gidecek ve çocuklarının başını sıvazlayıp
onları şefkatle kucaklayacaktı. Esrna Binti Ümeys, bu durumdan endişelenmiş ve:
-
Ya Resı1lullah, diye seslenmişti. Anam babam Sana feda olsun; niçin oğullarıma
yetim çocuklar gibi bakıp gözyaşı döküyorsun? Yoksa Ca'fer ve arkadaşlarından
Sana acı bir haber mi geldi?'
479
Efendimiz (sallallahu
al ey hi ve sellem)
-
Evet, buyurdu Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem). Onlar, bugün şehit
oldular!
Bunu duyar duymaz:
- Vah efendim! Vah
Ca'fer'im, diyerek ağlamaya başlayan Hz.
Esma'ya dönecek ve
şehidin arkasından takımlması gereken tavır adına da şunları tembih edecekti:
-
Ey Esrnal Sakın ola ki ağzından kaba ve uygunsuz sözler kaçırıp kendini
döverek ağlamaya kalkma!
Hz. Ca'fer'in çocuklarım dizine alıp da başlarını
okşayan Allah Resülü'nün gözlerinden süzülen damlalar sakalım ıslatmıştı; mahzun
Nebi, her zamankinden daha hüzünlüydü! Daha sonra da ellerini kaldırıp şöyle
dua etti:
- Allah'ım! Hiç şüphe yok ki Ca'fer, sevabın en
güzeline doğru gidip ulaştı. Öyleyse Sen, iyi kullarına bulunduğu ihsanlarla ve
en güzel şeylerle onları mükafatlandır!
Bir süre Hz. Ca'fer'in evinde kalan Allah Resülii
(sallallahu aleyhi ve sellem), oradan aynlacak ve kızı Fatıma validemizin
kapısını çalacaktı. Bu sırada o da haberi almış:
- Vah amcacığım,
diyerek ağlıyordu. Önce ona:
- Ağlayacaksan Ca'fer
gibisine ağla, diyerek amcaoğlu Hz. Ca'-
fer'i takdir eden
sözler söyledi. Ardından da:
- Ca'fer ailesi için yemek yapmayı ihmal etmeyin; onlar
bugün başlarının derdiyle ve kaybettikleri aile büyüklerinin acısıyla meşguller!
Onlar için yemek yapın, buyurdu.
O gün için bu da, daha sonraları adet haline gelecek
yeni bir uygulama idi ve Müte şehitleri için Medine'de üç gün yemek pişirilecekti.
Aradan üç gün geçtikten sonra yeniden Hz. Ca'fer'in
evine gelen Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem), artık onlar için
ağlamayı yasaklayacak, arkada kalanları için de hayır ve bereket duasında
bulunacaktı. Ardından Ca'fer İbn Ebi Talib'in çocuklarının bakımını kendi
üzerine aldığını bildirecek ve anneleri Hz. Esrna'yı da, bundan sonrası için
endişelenmemesi konusunda teselli edecekti.
Aynı hassasiyeti diğer şehitler için de gösteren
Efendiler Efendisi, Hz. Zeyd'in küçük kızımn mahzun ve mükedder duruşu karşı-
480
Hayber Sonrası
Gelişmeler
sında duygulanıp
kendini tutamayacak ve gözyaşı dökecekti. Bunu gören ashabdan:
- Ya Resülullah! Bu
da ne, diye soranları da:
- Bu, sevgilinin
sevgilisine özlemidir, şeklinde cevaplayacaktı.
Kumandayı alan Hz. Halid, o gün akşama kadar savaşın
seyrini bozmadan savaşmış ve bütün maharetini akşamın kararılığına bırakınıştı.
Bu kadar kalabalık bir ordu, bir avuç denilebilecek üç binlik bir gücü beş gündür
dize getirememişti, getiremeyecekti de! Zira o akşam Hz. Halid, ordunun
nizamında köklü bir değişikliğe gitti. Buna göre en önde savaşanlar arkaya
alınmış, sağ taraftakiler sola ve sol kanattakiler de sağ cenaha çekilerek
gecenin karanlığında yeni bir orduyla takviye gördükleri izlenimi vermek
istemişti.
Ertesi sabah olduğunda yeniden saf tutan düşman,
akşamdan beri duyup durduğu gürültünün sebebini şimdi anlıyordu. Meğer
Müslümanlara bu gece yeni ve taze bir kuvvet gelmişti; zira önlerinde duran
askerler, altı gündür savaştıkları insanlardan farklıydı! Büyük bir şok
yaşıyorlardı; üç bin kişiyle baş edemeyen bu ordu, takviye görmüş ve yüzünü
değiştirmiş bir güçle nasıl savaşacaktı! Daha o gün savaşa başlamadan yenilgiyi
kabullenmiş gibi bir halleri vardı ve bu durumu Hz. Halid, ayrıca
değerlendirmek isteyecekti. İntizamlı bir şekilde geri çekilmeye başlamış
düşmanla arasını açmaya çalışıyordu. Bunu gören Bizans ordusu, Hz. Halid'in bu
hamlesini de yeni bir taktik olarak algılamış, saldırdıkları takdirde çember
içine alınarak kendilerine büyük zayiat verileceğinin endişesine kapılmışlardı.
O günün akşamına kadar devam eden bu durum, iki taraf
için de savaşın bittiği anlamına geliyordu. Zira Bizans, bu kadar kalabalık
bir orduya sahip olduğu halde, küçük bir ordu karşısında daha fazla zayiat
verip de daha büyük kayıplarla geri dönmek ve bundan sonrası adına bir zaaf
göstermek istemiyordu! Geri çekilmeye başlamışlardı!
Zaten Hz. Halid'in de niyeti buydu; Allah Resülü'nün emanetlerini
sağ salim Medine'ye getirme arzusundaydı ve sonuç da öyle olacaktı. Yedi gün
göğüs göğüseyapılan bu savaşın sonunda, üçü komu-
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
tan
olmak üzere toplam on iki kişi şehit verilmişti ki bu, dillere destan bir
kahramanlıktı! O günün dünyasında söz sahibi hakim bir devlete karşı
savaşılacak ve güç dengesinin bu kadar aleyhte olduğu bir zeminde yine de on
iki tane şehit verilecekti! İnayet-i ilahiyeden başka bir şeyle izahı mümkün
değildi ve bunu duyan her bir kabile, artık Resı1lullah ordusuna bu gözle
bakmaya başlayacaktı. Aynı zamanda Müte, Bizans'ın surlannda açılan ilk gedik
anlamına geliyordu!
Mı1te'ye
giderken kendilerine problem çıkarıp da kan döken bazı kabileler vardı. Hz.
Halid, Medine'ye dönüş yolunda bunların yanına da uğrayarak hadlerini bildirip
öyle geri gelmeyi tercih edecekti.
Gelişlerinin haberini
alan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern): - Toplanınız da
kardeşlerinizi karşılamaya çıkınız, diyerek as-
habına
seslenecek ve çoluk çocuk hep birlikte onları karşılamak için Medine'nin dışına
çıkacaklardı. Bu sırada Hz. Ca'fer'in çocuklarını da kendi terikesine almış, Cürüf
denilen yere kadar gelmişti. Mı1te'nin kahramanları şimdi karşılarında
duruyorlardı! İmkAnsızlıklar içinde Allah (celle celaluhü) inayet etmiş ve en
az zayiatla; en önemlisi de mağlubiyet yaşamadan geri dönülmüştü. Ancak herkes
bunun farkında değildi ve ashabdan bazıları onlara:
-
Savaş kaçkınlan, diye seslenmeye başlamıştı. Yüreğe işleyen acı sözlerdi bunlar
ve dayanamayıp onlar da:
-
Ya Resülullah! Bizler kaçaklar mıyız, diyerek bunu, Allah Resülii'ne
taşıdılar. bunun adının, gerçekten savaştan kaçmak olup olmadığını bizzat
öğrenmek istiyorlardı:
-
Bilakis sizler, yeniden toparlanıp da düşmanla çarpışmaya hazırlananlarsınız,
diyerek Mı1te ashabının yüreğine su serpti Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve
sellern). Ardından da ashabına döndü ve:
-
Onlar, Allah yolunda savaşmaktan kaçanlar değil; bilakis inşallah yeniden
cepheye koşma azmiyle geri çekilmiş askerlerdir, buyurdu. Meseleye son noktayı
koyan cümlelerdi bunlar ve o ana kadar utancından gizlenme lüzumu hissedenler
rahat bir nefes almışlardı ve Allah ve Resülü katında bir kusur işlememiş
olmanın huzurunu yaşıyorlardı.
ANLAŞMANIN
İHLALİ VE FETİH MÜJDESİ
~
Hudeybiye
anlaşmasının üzerinden yirmi iki ay geçmiş, bu süre zarfında Mekke cihetinden
herhangi bir olumsuzlukla karşılaşılmamıştı. Takvimler, sekizinci yılın Şa'ban
ayını gösteriyordu. Sabahın erken saatlerinden birinde Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellern), yanında bulunan Aişe Validemize:
-
Ey Aişe, diye seslenecekti. Huzaa cihetinde önemli bir hadise oldu!
Durup
dururken böyle bir haber karşısında Aişe Validemiz de tedirgin olmuştu:
-
Ya Resülullah, diye seslendi. Kılıçlar kol ve kanatlarını kırmış olduğu halde
Kureyş'in, Seninle kendi aralarındaki anlaşmayı ihlal etmeye cesaret
edebileceklerini mi düşünüyorsun!
Doğru
söylüyordu; aklı başında olan bir insan, karşı koyma gücünü kendisinde
görmediği yerde durup dururken problem çıkarıp da başına sıkıntı açmazdı. Ancak
Kureyş'de, bunu düşünecek kadar bile basiret kalmamıştı ve attıkları adımın
yarın kendilerine ne getireceğini düşünmeden hareket ediyorlardı. Bir de
meselenin kader boyutu vardı ve Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), buna
dikkat çekerek Aişe Validemizi:
-
Allah'ın dileyip de istediği bir işten dolayı Kureyş anlaşmayı ihlal etti,
şeklinde cevapladı. Annemizin merakı devam ediyordu:
- Ya Resülullahl
Sonucu hayırlı mı olacak?
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Ük Hadisesi münasebetiyle inen ayette de belirtildiği
gibi, başlangıcında şer gibi gözüken meseleler, neticesi itibariyle nice hayırların
kapısını aralamaktaydı ve Aişe Annemiz de, başlangıçta Resülullah'ı endişeye
sevk eden bu işin sonunun hayırlı olup olmadığını soruyordu. Cevap gecikmedi:
- Evet, hayırlı
olacakp03
Aradan üç gün geçmişti; Allah Resülü (sallallahu aleyhi
ve sellem) ashabına sabah namazını kıldırdıktan sonra Huzaalılardan Amr İbn
Salim, yanına kattığı kırk atlı ile Allah Resülü'ne gelmişti. Mescid-i
Nebevi'de şiir okuyarak başlanna gelen musibeti anlatmaya çalışıyor,
Resülullah'tan yardım talep ediyordu.
Meğer Kureyş, Beni Bekr, Beni Nüfase ve Vetir ile omuz
omuza vermiş ve Hudeybiye Antlaşması'yla rahat nefes alan ve bu güvenle yurtlannda
sessizce bir hayat süren Huzaalılara, gecenin karanlığında ansızın baskın
yapmış; çoğunluğu çoluk çocuk, kadın ve yaşlılar olmak üzere tam yirmi üç
kişiyi öldürmüşlerdil Bu baskında Kureyş ileri gelenlerinden Safvan İbn
Ümeyye, İkrime İbn Ebi Cehil, Huveytıb İbn Abdiluzzô, Şeybe İbn Osman ve Mikrez
İbn Hafs gibi önemli isimler de vardı.304
O kadar gözleri dönmüştü ki, kendilerini kurtarmak için
Harem bölgesine sığınan Huzaalılar bile onların bu hışmından kurtulamayacaktı!
Hatta işi o kadar ileri götürmüşlerdi ki, kendi aralarından
303
Benzeri bir değerlendirmeyi de Allah Resülii'nden Meymı1ne Validemiz duyacaktı;
gecenin bir saatinde abdest almak için kalkan Efendiler Efendisi, üç kez
'lebbeyk' dedikten sonra üç kez de "Yardıma mazhar oldum." demişti.
Meymı1ne validemiz, "Sanki birisiyle konuşur gibisin; yanmda birisi mi
var?" diye sordu. Bunun üzerine Meymı1ne Validemize şu cevabı verdi:
-
Şu Ka'b oğullarının şiirle başlarına gelen sıkıntıyı anlatan adamlan var ya,
Bekr İbn Vailler kendilerine saldırırken Kureyş'in de onlara yardım ettiğini
söyleyerek Benden yardım istiyor! Bkz. Taberani, Mu'cemu'l-Kebir, 23/433
(1052), Mu'cemu's-Sağir, 2/167 (968); İbn Hacer, el-İsabe, 4/631
304
Sadece bu baskına katılmakla da yetinmemiş, her türlü silah, binek ve mühimmat
yardımında da bulunmuşlardı! Hatta kendilerinin işin içinde olduklarını belli
etmemek ve bu sebeple mevcut anlaşmayı açıktan ihlal etmiş olmamak için Kureyş
ileri gelenleri, gecenin karanlığına rağmen yüz ve gözlerini kapatmışlardı!
Ancak Ebu Süfyan'ın böyle bir olaya karşı çıktığı veya o gün bu hadisenin
içinde hiç olmadığı şeklinde farklı rivayetler vardır. Bkz. Vakıdi, Megazi,
1/783; İbn Sa' d, Tabakat. 2/134; Salihi, Sübülü'l-Hüda ve'r-Reşad, 5/201
Anlaşmanın ihlali ve
Fetih Müjdesi
bile
itiraz sesleri yükselmeye başlamış, insanlık adına biraz vicdan taşıyanlar
yapılanlan tasvip etmediklerini yüksek sesle ifade etmeye başlamışlardı.
Sabah
olup da yapılanların vahameti ortaya çıkınca Kureyş, yaptığına bin pişman
olmuştu; çünkü bu, açıktan Hudeybiye Anlaşması'nın ihlali anlamına geliyordu.
Artık ok yaydan çıkmıştı! Kendilerini kurtarmak veya haklı göstermek için akla
zarar tekliflerde bulunuyorlardı!
Beri
tarafta ise Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), anlatılanlan
dinledikten sonra:
-
Sana yardım edilecektir, ey Amr İbn Salim, demiş ve Huzaa liderini bir nebze
rahatlatmıştı. Ancak çok üzgün ve çok celalIiydi; gecenin karanlığında ve
çoğunluğunu çoluk çocuğun, kadınlarla yaşlılann oluşturduğu yirmi üç kişinin,
ansızın yapılan bir gece baskınıyla ve hunharca öldürülmesini hangi vicdan
kaldırabilirdi! Hele bunu yapanlar, sizinle ve sizin müttefiklerinizle on
yıllığına savaş yapmayacağız diyerek söz veren, karşılıklı anlaşıp da
ateşkese imza atan insanlarsa! Anlaşılan Kureyş, anlaşılmayan tepkiler
vermekten vazgeçecek gibi gözükmüyordu. Bu sırada semada bir bulut belirmiş ve
şiddetli bir gök gürültüsü kopmuştu. Vahiyden başka beyana iltifat etmeyen
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), eşyanın diliyle kendisine arz
edilen bu dilden de bir mana çıkaracak ve:
-
Bu bulut, Beni Ka'b'ın zaferini müjdelemektedir, buyuracaktı, Kainatta
tesadüfün yeri olmadığına göre bu, gadab-ı ilahinin de bir göstergesiydi.
Başından
beri Hicaz'da sulhun yerleşmesi için gayret gösteren Efendiler Efendisi, diğer
alanlardaki çapulculuğun önüne geçebilrnek için seriyyeler oluşturup ashabını
farklı bölgelere gönderirken, böyle adice bir hareket beklemediği Mekke'de
cereyan eden bu hadise karşısında:
-
O insanlara mutlaka yardım edeceğim; şayet bugün Beni Ka'b'e yardım etmezsem,
Allah da Bana yardım etmez! Nefsim yed-i kudretinde olana yemin olsun ki onlan
Ben, kendimi, ailemi ve evimi
Efendimiz (sallallahu
a l e y h i ve sellem)
koruduğum
gibi koruyacağım, diyor, herkesin önünde kararlılığını ortaya koyuyordu.
Kendilerine sığınan bu insanlara mutlaka yardım eli uzatılmalıydı ve önce,
kendilerine saldıran insanların kimliği konusunda emin olmak istedi. Amr İbn
Salim ve arkadaşlarına soruyordu:
- Sizler bu konuda
kimden şüpheleniyor ve bunu kimlerin yap-
tığını
düşünüyorsunuz?
- Beni Bekr, diye
cevapladılar. Yeniden sordu:
- Peki, onların hepsi
mi?
- Hayır! Özellikle
Beni Nüfase'nin lideri Nevfel İbn Muaviye,
diyorlardı. Bunun
üzerine şu değerlendirmeyi yaptı:
- Bunlar, Beni Bekr'in bir koludur. Ben şimdi Mekke'ye
bir adam gönderip bu hadiseyi kendilerinden soracağım ve onlan, üç seçenekten
birini kabul etmeleri konusunda muhayyer bırakacağım.
Daha sonra da ashab arasından Damra adındaki bir
sahabiyi yanına çağıracak ve hadisenin bir de farklı bir gözle tetkikini isteyecekti.s'"
Resülullah'ın talimatını alan Hz. Damra, Mekke'ye gelip Kureyş ile konuşacaktı
ama onlar, son söz olarak:
- Biz O'na, karşılıklı olarak anlaşmayı feshettiğimizi
ilan ediyoruz, demeyi tercih edecekti ki bununla Kureyş, yine savaşı tercih
eden taraf oluyordu.
Her ne kadar Kureyş, "Bu işi biz
yapmadık." diyerek görünürde bu resti çekmişti ama içine de bir kurt
düşmüş, işin içinden daha az zayiatla nasıl sıyrılabileceklerini düşünerek
çözüm arayışına girmişti! Endişelerini dile getirmek için Ebu Süfyan'ın yanına
gelen Haris
305
Hz. Damra ile Kureyş'e üç teklif sunulmuştu: ı. Öldürülen Huzaalıların diyetlerini
ödemek ki bunu tercih ettiklerinde maddi külfetini ödemek suretiyle işin
içinden sıynlacaklardı. 2. Beni Nüfaselilerle olan ittifaklarını iptal etmek ki
bununla Mekkeliler, Beni Nüfase'yi Allah Resülü ve ashab ile baş başa bırakmış
olacaklardı ve Resülullah (s.a.s.) de, bunların üzerine yürüyerek çapuleuluk
yapan bir kavmin hakkından gelecekti. 3. Karşılıklı olarak Hudeybiye Anlaşması'nın
iptal edildiğini kabullenmek ki bu, Kureyş'in açıktan savaş ilanı anlamına
geliyordu. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/787; Salihi, Sübiilü'l-Hiida ve'r-Reşad,
5/204205
486
Anlaşmanın n.ı su ve
Fetih Müjdesi
İbn Hişam ve Abdullah
İbn Ebi Rebia, liderlerine şu uyanda bulunacaklardı:
-
Bu, düzeltilmesi gereken bir yanlıştır; şayet bu iş düzeltilip de yeniden sulh
zemini bulunmazsa Muhammed, mutlaka buraya ashabıyla gelir ve belimizi büker!
Onları dinleyen Ebu
Süfyan, derin derin düşünmeye başladı:
-
Vallahi de bu iş, benim ne içinde bulunduğum, ne de tamamen dışında
kalabildiğim bir iştir, diye başladı sözlerine. Bu sırada Kureyş'in ileri
gelenleri de yanına gelmişlerdi. Bir lider olarak en kritik anlanndan birisini
yaşıyordu ve Mekkelilere dönerek, çaresizlik içinde ve sitem yüklü şu
cümlelerini söylemeye başladı:
-
Bu, sadece bana yüklenilebilecek bir sorumluluk değildir! Vallahi de bu konuda
ne bana danışılıp istişare edilmiş ne de böyle bir haberi alarak ben onu
onaylamış bulunuyorum! Allah'a yemin olsun ki, şayet hislerim beni yanıltınazsa
Muhammed mutlaka bize savaş açacaktır; ne yazık ki hislerim de hep doğru
çıkmıştır! Muhammed'e gidip de O'nunla konuşarak, anlaşmayı yenilernesi ve
süreyi de uzatmasını istemekten başka çıkar yol göremiyorum!
Kureyş'in içinde
pişmanlık, dalga dalga yayılmaya başlamıştı.
Düne
kadar meydan okumaktan başka seçenek kabul etmeyen insanlar, meselenin
dehşetini düşündükçe yelkenleri suya indirmiş ve Ebu Süfyan gibi düşünmeye
başlamıştı; ona:
-
Vallahi de doğruyu söylüyorsun, diye mukabele ediyorlardı ve neticede, Ebu
Süfyan'ı, Allah Resülü'yle konuşup süreyi uzatması ve anlaşmayı da yenilernesi
için Medine'ye gönderme karan aldılar. Çok geçmeden Ebu Süfyan, kölesiyle
birlikte Medine yollanna düşmüştü!306
Beri
tarafta ise Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Medine'de ashabına
dönmüş:
306
Yolda giderken Usfan denilen yerde Büdeyl İbn Verka ile karşılaşacak ve onlann
kendisinden önce gidip de Medine'ye bir haber uçurup uçurmadıklanm öğrenmek
için çaba sarf edecek, bütün gayretlerine rağmen istediği cevabı alamayınca,
develerinin tersini elindeki sopayla kanştıracak ve acve hurmasıyla kuş gagası
denilen bir çeşit hurma çekirdeklerini gördüğünde onlann Medine' den geldikleri
kanaatine ulaşacaktı. Bkz. İbn Hişam, Sire, 5/50; Vakıdi, Megazi, 1/792;
Taberi, Tarih,2/154
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern)
- Şu anda Ebu Süfyan, anlaşmayı yenilernek ve süreyi
uzatmak maksadıyla size gelmek üzeredir; ancak eli boş ve öfkeyle geri dönecektir,
diyerek Mekke' de yaşanılanları etrafındakilerle paylaşıyordu. Fevkalade kritik
bir noktaya gelinmişti. Burada taraflara ulaşacak bir haber, hadiselere yön
verecek en önemli faktördü; Allah Resülü de, ashabına işte bu haberleri
veriyordu!
Ebu Süfyan Medine'de
Yeniden yola düşen Ebu Süfyan artık Medine'deydi; düne
kadar karşı koyup da hayatlarına tuzak kurduğu insanlara rica ve minnette
bulunacak ve ortamı yumuşatmaya çalışacaktı. Bunun için de önce akrabalık
bağlarını kullanmak istedi; kızı Ümmü Habibe Validemiz'in yanına gelmiş,
Efendimiz'in minderine oturmak isteyince hiç beklemediği bir tepkiyle
karşılaşmıştı; Ümmü Habibe Validemiz, tuttuğu gibi Allah Resülii'nün minderini
babasının altından çekecek ve oturmasına müsaade etmeyecekti. Kendi öz kızıydı
ama açıkça Resülullah'ı babasına tercih ediyordu! Ebu Süfyan, şaşkınlık içinde
ona döndü ve:
-
Ey kızcağızım, diye seslendi. Sen beni mi o mindere layık görmedin, yoksa o
minderi mi benden kıskandın!
Ümmü Habibe Validemizin, babasına verdiği cevap, Ebu
Süfyan'ın yaşadığı şoku daha da artıracak nitelikteydi; şunları söylüyordu:
- Bilakis, seni ona layık görmedim; çünkü o, üzerine
Resülullah'ın oturduğu minder! Sen ise, müşrik ve necis bir adamsın! Bu
sebeple senin, Resülullah'ın minderine oturmanı istemedim!
Ebu Süfyan hala
şoktaydı:
-
Ey kızcağızım, diye yeniden seslendi. Benden sonra sana çok fena şeyler olmuş!
- Tam aksine, diyordu Ümmü Habibe Validemiz. Allah
(celle celilluM) beni, İslam'la şereflendirdi. Sen ise ey babacığıml Görüp duymayan
bir taşa temenna durup onun önünde boyun eğiyorsun!
Ebu
Süfyan için kızının kapısı kapalı görünüyordu ve Efendimiz'in yanına gitmek
istedi; mescitteydi. Yanına vardı ve:
-
Ya Muhammed, diye seslendi. Ben, Hudeybiye Anlaşmasında yoktum; şimdi gel de o
anlaşmayı yenile ve süresini de uzat!
Sanki hiçbir şey
yokmuş gibi hemen sözleşmenin yenilenme-
Anlaşmanın nııs u ve
Fetih Müjdesi
si ve sürenin de
uzatılmasını gündeme getirişi karşısında Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi
ve sellern), ona:
-
Gerçekten sen, bunun için mi geldin, ey EM Süfyan, diye seslendi.
- Evet, diyordu.
Resı1lullah esas meseleye gelmek istiyordu ve:
- Bundan önce bir
hadise çıkarmış olmayasınız, diyerek olanla-
rı hatırlatmak
istedi. Buna rağmen EbU Süfyan:
-
Allah korusun, diyordu. Biz haUı Hudeybiye'de imzaladığımız anlaşma
üzerindeyiz; onu ne değiştirir, ne de bozarız!
Konuyu
evirip çeviriyor ve bu cümlenin ötesinde bir şey söylemiyordu; Huzaalıların
acılarını dinleyip de arkadaşlarına çıkışan, Mekke'de arkadaşlarıyla oturup da
durum değerlendirmesi yapan, sonra da son sözlerini söyleyip Allah Resülü'nün elçisi
Hz. Damre'yi Medine'ye yollayan ve ardından da, anlaşmanın ihlalinden dolayı
duyduğu endişeyi dile getirip de Medine'ye sırf bu işi yeniden pekiştirmek
için gelen sanki bu Ebü Süfyan
değildi! Anlaşmayı ihlal ettikleri halde hala Hudeybiye Anlaşması üzerinde
sabit durduklarını söyleyebiliyorlardı! Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellem) döndü ve:
-
Esas hala Hudeybiye anlaşması üzerinde olanlar bizleriz; onu ne değiştirdik, ne
de bozduk, buyurdu. ikide bir aynı şeyleri söyleyip Hudeybiye Anlaşması'ndan
bahsetmeye kalkan ve asla Huzaalılara yaptıklarını dile getirmeyen Ebu
Süfyan'ın bu tavrını beğenmemişti ve daha fazla konuşmayı faydasız buluyordu.
Daha fazla meseleyi uzatmamak için de meclisten ayrılmayı tercih edecekti.
Mekke'nin
kudretli lideri Ebu Süfyan'a kapılar kapatılıyordul Hemen Hz. Ebu Bekir'in yanına koştu; benzeri şeyleri ona da
söylüyor ve kendisi adına Efendimiz'i ikna etmesini istiyordu. Ancak bu kapı
da kapalıydı. O gün Ebu Süfyan, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali,
Sa'd İbn Ubôde başta olmak üzere Erısar ve Muhacirln'in ileri gelenlerini
de dolaşacak ve bir türlü istediğini elde edemeyecekti.ö?" Son
307
Bütün kapıların yüzüne kapatılmasına rağmen ümidini yitirmeyen EbU Süfyan o
gün, Efendimiz'in kızı ve Hz. Ali'nin hanımı Fatıma Validemize de gidecek ve
babasıyla arasında konuşma zemini hazırlamasını talep edecek, ancak bu kapıdan
da eli boş dörıecekti, O kadar ki o gün, henüz küçücük bir çocuk olan Hz.
Hasan'dan bile medet umar olmuştu! Bkz. İbn Hişam, Sire, 5/51; Taberi, Tarih,
2/154; Süheyli, Ravdu'l-Unf, 4/148
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
bir defa yine Hz.
Ali'nin yanına gelmişti:
-
Ya Eba'l-Hasen, diyordu. Görüyorum ki bu işlerin üstesinden gelemeyeceğim;
işler giderek sarpa sarıyor! Bari sen bana bir fikir verip yol göster!
-
Vallahi de bugün seni kurtaracak bir formül bilmiyorum, diye başladı Hz. Ali
sözlerine. Sonra da onun, Beni Kinane'nin efendisi olup olmadığını sordu ona:
-
Evet, ben onların efendisiyim, diyordu. Bunun üzerine ona şunları tavsiye etti:
-
Öyleyse haydi kalk ve insanlara, Beni Kinane'yi himayene aldığını ilan et ve
ardından da memleketinegeri dön!
-
Bunun bana bir faydasının olacağım sanıyor musun, diye sordu Ebu Süfyan.
Ümitsizdi ama başka da bir çaresi yoktu; denize düşüp de yılana sarılırcasına
bir çaresizlik içindeydi. Hz. Ali de bunun farkındaydı ve:
-
Hayır, diye cevapladı. Ancak senin için bundan başka da bir çarenin
olabileceğini sanmıyorum!
Uhud'da
meydan okuyup Bedir'de yeniden buluşmayı talep eden, adam tutup da Allah
Resülü'nü öldürtme hülyaları kuran ve Hendek'te ayak takımını toplayıp
Efendimiz'in üzerine yürüyen Ebu Süfyan çökmüştü! Bir ümit deyip yeniden
mescide geldi; son hamlesini yapan bir adamın çabasıyla:
-
Ey insanlar, diyordu. Haberiniz olsun ki ben, insanların arasım bulmak için
onları himayeme aldım. Vallahi bu konuda hiç kimsenin benim ahdimi
çiğneyeceğini de sanmıyorum!
Ardından son kez
Allah Resülii'niin yanına girdi:
-
Ya Muhammed, diyordu. İnsanların arasını bulmak için onları ben himayeme
aldım!
Gelmişti
ama yine içinin sesini dillendirmiyor, sadece Kureyş'i düşünerek başlarına
geleceklerden emin olmak istiyordu. Aynı zamanda bugün bunu söylüyor olması,
yarın bu sözünün arkasında olacağı anlamına gelmiyordu. Sözünden dönmeyi adet
haline getirmiş birisinin, bundan sonraki sözlerine zor itibar edilirdi. Kaldı
ki Ebu Süfyan sözünde dursa bile Mekke' de çok başlı bir anlayış hakimdi. Onun
için Efendiler Efendisi ona dönerek:
490
Anlaşmanın ihlali ve
Fetih Müjdesi
-
Bunu sadece sen söylüyorsun ey EM Hanzala, dedi. Bu, O'nun son sözüydii.
Bundan
sonra olabileceklerin ağırlığıyla iki büklüm olan Ebu Süfyan'a, gerisin geriye
Mekke'ye dönmek kalıyordu ve o da devesine binip Mekke'nin yoluna düştü.308
Haber Hakimiyeti ve Efendimiz'in İstişareleri
EbU Süfyan'ın
ayrılışından bir süre sonra Efendiler Efendisi Hz.
Aişe Validemize
dönmüş ve:
-
Yol hazırlığımızı yap ve bu işi de gizli tut, diyerek tembihte
bulunrnuştu.t"? Çok kritik bir dönüm noktasıydı ve bu süreç, bir
yanlışlığa mahal vermemek için titizlikle takip edilmeliydi. Allah'ın
vaadettiği Mekke'ye gidecekti ama bunu yaparken kan dökülmesini istemiyor,
karşı koyamayacakları bir sürprizle karşılarına dikilivermeyi planlıyordu.
Onun için bütün yolları tutacak ve Medine'de olup biten hiçbir şeyin
Mekkelilere ulaşmasını istemeyecekti. Çünkü muharebede muhabere en önemli
meseleydi; en önü alınmaz savaşlarda küçük bir haber, işin seyrini tamamen
değiştirir ve olmaz denilenleri de olur hale getiriverirdi.
Öyleyse Mekke'ye girineeye kadar
308 Mekke'ye gelip de Medine'deki gelişmeleri onlarla
paylaşacak olan Ebu Süfyan'ı zor günler bekliyordu. Zaten gecikmesinden dolayı
endişelenmiş ve onun da Müslüman olduğunu konuşmaya başlamışlardı. Gelip durumu
kendilerine anlattığında ise, hoşnutsuzluklarını dile getirecek ve Ebu
Süfyarı'ı iki arada bir derede bırakacaklardı. Mekke'ye artık, dalga dalga
ümitsizlik yayılıyordu; ona dönmüş: - Sen, kimsenin razı olmayacağı bir şeye
nza göstermişsin, diyorlardı. Ne sana ne de bize faydası olan bir sonuçla geri
geldin! Allah'a yemin olsun ki senin himayenin de bir anlamı yoktur; onlar
için bunu çiğnemek çok kolaydır! Ali'ye gelince o, sadece seninle alay
etmiş!Bkz. İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 4/322, Sire, 3/534; İbn Kayyım,
Zadu'l-Mead, 3/347
309 Hatta bu emrin akabinde Aişe Validemizin
yanına babası Hz. EbU Bekir (radıyallahu anh) girecek ve bu hazırlığın
sebebini soracaktı; Resülullah'ırı nereye gitmek istediğini öğrenmek istiyordu!
Ancak Aişe Validemiz, Resfılullah'ın sır olarak tutmasını söylediği konuyu
babası ve Efendimiz'in en sadık yari Hz. Ebu Bekir'e bile söylemeyecek, soru
üstüne soru sormasına karşılık sükütu tercih ederek Efendimiz'in sırrını ifşa
etmemek için azami gayret gösterecekti. Gerçi daha sonra huzuruna giren Hz. Ebu
Bekir'le de konuşacak ve uzun konuşmalar sonrasında, gizli tutması şartıyla
sefer sebebini ona da söyleyip hazırlık yapmasını isteyecekti. Bkz. Vakıdi,
Meğazı, 1/796
491
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern)
habere
hakim olunmalıydı! Bu sebeple önemli geçitlerin tamamına adamlar yerleştirmiş
ve bunların kontrol işini de Hz. Ömer' e vermişti. Hz. Ömer, nöbetçilerin
arasında dolaşır, yol güzergahında karşılanna çıkan herkesi sorgulamalarını
isteyip maksadını anlamadan kimseye geçit vermemelerini tembih eder ve elde
ettiği haberleri de getirip Resülullah'a rapor ederdi.
Sebepler açısından bu kadar hassas tedbirler alan Allah
Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), bu gizliliği temin etmesi için
Müsebbibü'lEsbab'a da yöneliyor ve şöyle dua ediyordu:
- Allah'ım! Kureyşlilerin kulaklanyla gözlerini bağla
ki onlar bizi, hiç beklemedikleri bir anda ve sürpriz bir şekilde ansızın görüversin!
Yanı başlanna kadar geldiğimizi de ancak karşılanna çıktığımızda fark
edebilsinler!
Nihayet bir gün, hücre-i saadetlerinden çıkmış
kapısının önünde oturmuştu. Böyle yaptığı zamanlarda, kendileri çağınncaya
kadar kimse yanına yaklaşıp sokulmaz ve saygısından beklerdi. Düşünceliydi ve:
- Bana Ebu Bekir'i çağırın, buyurdu. Belli ki, onunla
istişare edeceği şeyler vardı. Çok geçmeden gelen Hz. Ebu Bekir'le uzun uzadıya
ve sessizlik içinde baş başa görüştüler. Daha sonra da sadık yarinin sağ
tarafına oturmasını emir buyurdu. Bu sefer:
- Bana Ömer'i çağırın, diye sesleniyordu. O da bir
çırpıda gelmişti ve Hz. Ebu Bekir'in yanına oturan Hz. Ömer'le de uzun uzadıya
konuştular. Ancak Hz. Ömer, yüreğinde taşıdığı heyecanı çoğunlukla ses tonuna
da yansıtan bir kişiydi ve:
- Ya Resülullahl Onlar küfrün elebaşlandır! Aynı
zamanda onlar, Seni sihirbaz, kahin, yalancı ve iftiracı diye yaftalamak isteyen
adamlar değil mi, diyerek Mekkelilerin o güne kadar yaptıklarını bir bir
sayışı etraftan da duyuluyordu. Nihayet Allah Resülü, onun da sol yanına
oturmasını emir buyurdu; şimdi sağında Hz. Ebu Bekir, solunda da Hz. Ömer
olduğu halde kapının önünde oturuyorlardı! Sonra ashabına seslendi; onlar da
bu meclise yaklaşmışlardı ve:
- Size şu iki
arkadaşınızın durumunu anlatayım mı, diyordu.
- Evet, ya
Resülullah! Anlat, diye mukabelede bulundular.
Bunun üzerine önce
Hz. Ebu Bekir' e dönerek:
492
Anlaşmanın Lh l a l i ve Fetih Müjdesi
-
Şüphe yok ki Hz. İbrahim, Allah'a karşı en yumuşak yağdan daha yumuşaktı, buyurdu.
Ardından da Hz. Ömer' e nazar etmeye başlayıp şunları söyledi:
-
Şüphesiz ki Hz. Nuh da, Allah hukuku konusunda taştan daha sertti; ancak iş,
Ömer'in dediği gibidir! Bu sebeple birbirinize destek olarak hazırlanın!
Evet,
önlerinde yeni bir cihad zemininin olduğu belliydi ama ashab-ı kiram
hazretleri, bu cihadın kimlerle ve nereye karşı yapılacağını merak ediyor,
Efendimiz'in Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer1e neler konuştuklarını öğrenmek
istiyorlardı. Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) oradan ayrılır
ayrılmaz hemen Hz. Ebu Bekir'in yanına koştular:
-
Ya Eba Bekir, diyorlardı. Biz, Resülullah'ın sizinle neler konuştuğunu Ömer'e
sormaktan çekiniyoruz; O'nun sizinle neler konuştuğunu bize de söyler misin!
Hz. Ebu Bekir
(radtyallahu anh) anlatmaya başladı:
-
Bana, "Mekke'ye karşı savaşmak konusunda ne düşünüyorsun." diye
sordu. Ben de, "Ya Resülullahl Onlar Senin kavmin." dedim ve öyle ki,
benim görüşümü benimseyeceğini düşündüm. Ancak O (sallallahu aleyhi ve sellem),
Ömer' i çağırdı ve ona da aynı şeyi sorunca Ömer, 'Onlar küfrün
elebaşlarz" diye başlayıp Mekke müşriklerinin bugüne kadar Allah
Resülü'ne karşı söyledikleri her şeyi sıralamaya başladı. Sonra da, "Allah'a
yemin eder ve O'na kasemle teminat veririm ki M ekkelilerin burnu kzrzlmadzkça
Araplar boyun eğmezler!" dedi ve bunun üzerine Resülullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) da size, Mekkelilerle savaşmayı emretti.
O
ana kadar olup bitenlerden bir savaş hazırlığı içinde olduklarını anlayan,
ancak bu savaşın kimlerle yapılacağı konusunda farklı fikirler ileri süren ve
fazla bir bilgileri olmayan ashab da, işin rengini anlamış bulunuyorlardı.
Demek ki artık, Hudeybiye dönüşünde Cibril'in getirdiği müjde tahakkuk
edecekti! Bu haber, bilhassa Muhacirin arasında tarifi imkansız sevinç hasıl
etmişti. Evlerine, çocukluklarına, akrabalarına, memleketlerine, hatıralarına,
daha önemlisi de, bir daha ayrılmamak üzere Beytullah'a geri döneceklerdi!
493
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Efendimiz'in Mekke'ye yürüyeceğinin bilinmesinin
ardından Hôtıb İbn Ebi Beltea, bir kadına on dinar karşılığında mektup
verecek ve onu Mekke'deki yakınlarına götürmesini isteyecekti. İşin ilginç
tarafı, bunu Efendimiz'den ve diğer ashabdan da gizliyordu:
-
Mümkün mertebe bunu gizli tut, diye tembihliyor ve onu, "Ana yollardan
gitme; çünkü oralarda gözeiiler var!" diye de uyarıyordu.
Bunun
üzerine mektubu Hz. Hatıb'dan alan Sarre, önce onu saçlarının arasına
yerleştirecek ve üzerine de saçlarını örecekti. Daha sonra da yola çıkacak ve
Hz. Hatıb'ın uyarılarını da dikkate alıp tali yolları kullanarak Mekke
istikametinde yol almaya başlayacaktı. Mahacca'nın solundan Füluk'a, oradan da
Akik'a doğru ilerliyordu.
Zahiren
her şey yolundaydı; kimse görmemişti. Ancak kimsenin Hz. Allamü'l-Guyüb'dan
gizlenme imkanı yoktu. Yine Medine Cibril-i Emin'le şereflenmişti; mektubun
haberini getiriyordu.
Hadiseyi
bütün detaylarıyla Hz. Cibril' den alan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern), hemen yanına Hz. Ali ve Hz. Zübeyr'i çağırdı:
-
Hemen yola çıkın, diyordu. Kendilerine karşı yürüme niyetiyle bir araya
gelmeye başladığımızın haberini Kureyş' e götürmek üzere yola çıkıp da Hatıb'ın
eline verdiği mektubu götüren o kadına yetişin!
Allah
Resülü, sadece bununla kalmıyor ve söz konusu kadını Hah bahçeleri yakınında
bulacaklarını da onlara söylüyordu.
Nebevi
emri alan Hz. Ali ve Hz. Zübeyr, en seri şekilde yola çıkacak ve Hz. Hatıb'ın
mektubunu taşıyan o kadına, aynen Allah Resülii'niin tarif ettiği yerde
yetişecekti. Endişelerini geride bıraktığını zannederek rahatlamış bulunan
Sarre, bir anda arkasından yetişen atlıları görünce büyük bir panik
yaşayacaktı. Yetişir yetişmez mektubu sordular. Ancak kadının ağzını bıçak
açmıyordu. Bunun üzerine Hz. Ali ve Hz. Zübeyr, kadını bineğinden indirerek
yüklerini aramaya başladılar; ancak sonuç olumsuzdu. Her yeri didik didik
etmişlerdi ama bir türlü mektubun izine rastlayamamışlardı. Derken Hz. Ali,
olanca ciddiyetiyle kadına dönerek şunları söylemeye başladı:
- Allah'a yemin
ederim ki, Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
494
Anlaşmanın n.ısu ve
Fetih Müjdesi
hilaf-ı
vaki beyanda bulunmaz; bizler de yalan söylemiyoruz! Öyleyse sen, ya kendi
rızanla bu mektubu çıkanp bize verirsin, ya da biz, seni soymak pahasına didik
didik eder bu mektubu buluruz!
Kadının
yiireği ağzına gelmişti. Etrafta kendisine yardım edebilecek kimsecikler de
yoktu; iş, sanıldığından da ciddiydi. Kendi rızasıyla çıkarmasa da mektup
mutlaka ortaya çıkacaktı! Önce:
-
Benden uzak durun, dedi onlara ve ardından da, saçlan arasındaki mektubu
çıkarıp Hz. Ali'ye verdi.
Mektubu
aldığı gibi Medine'nin yolunu tutan Hz. Ali ve arkadaşları, doğruca
Resülullah'ın yanına gidip söz konusu mektubu O'na uzattılar! Önce aldı onu ve
okudu Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern). Mektup, Mekkelilere
Resülullah'ın kendi üzerlerine geleceğinin haberini veriyordu! Sonra da hemen
Hz. Hatıb'ı yanına çağırdı ve ona:
-
Ya Hatıb, diye seslendi. Seni böyle bir şey yapmaya sevk eden şey ne idi?
Zaten yaptığı hatanın
altında ezilip iki büklüm hale gelen Hz.
Hatıb, Efendiler
Efendisi'nin huzurunda mum gibi eriyordu:
-
Ya Resülullah, diye başladı cümlesine. Allah'a yemin olsun ki ben, Allah ve
Resülü'ne imanla doluyum! Ne inancı mı değiştirdim ne de başka bir şey
peşindeyim; benim çoluk çocuklarımla yakınlarım Mekkelilerin arasında ve ben
de, onlardan başka buralarda yakını olmayan birisi olarak onları uyarmak
istedim!
Hz. Hatıb'ı dinleyen
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern):
-
Bu, size doğruyu söylüyor, buyuracaktı. Yanlış olan ise, istişaresiz bir
teşebbüs ve münferit atılan bu adımdı, Umumu ilgilendiren bir meselede yalnız
başına karar vermiş ve sonucu itibariyle herkesi ilgilendirecek kritik bir
noktada fevri davranmıştı!
Tam
da Hz. Ömer'in eelaliyle tecelli edeceği bir zemindir. Ona dönerek:
- Allah senin canını
alsın, diye çıkıştı;
- Resfılullah'ın
bütün yollarz tutup gözcüler yerleştirdiğini
görüp
dururken sen, naszl olup da Kureyş'e mektup yazıp onları uyarmayz
düşünebiliyorsun, deyip
üzerine üzerine gidiyordu. Bir türlü hızını alamıyordu ve Efendimiz'e dönerek:
495
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
-
Bana müsaade et ya Resülullah da, şu adamın boynunu vurayım; çünkü o, münafık
olmuştur, diyordu. Ancak Resülullah öyle düşünmüyordu. Şefkatle Hz. Ömer'e
döndü ve:
-
Nereden biliyorsun ey Ömer, diye başladı sözlerine. Belki de Allah'ın (celle
celaluhü), Bedir günü ashab-ı Bedir'e bakarak, "Bundan sonra siz,
dilediğinizi yapın; Ben sizi affettim!" demediğini nereden biliyorsun!
İşin
gerçek boyutu ortaya çıkıp da mesele ayan olunca hemen geri adım atmasıyla
tanınan Hz. Ömer'in, Resülullah'ın bu sözlerini duyar duymaz iki gözü iki
çeşme oluvermişti! Zira Hz. Hatıb da Bedir ashabındandı. Belli ki işin başka
boyutları vardı ve bunların hepsine Hz. Ömer muttali değildi. Zaten çok
geçmeden Allah Resülü'ne Cibril-i Emın gelecek ve benzeri bir durumda nasıl
hareket edilmesi gerektiğini tebliğ edecekti.P"
Bedir'in
aslanlarından biri olan Hz. Hatıb, böylelikle semalar ötesinden yeni bir hükmün
daha inmesine vesile olmuş ve onun vesilesiyle bundan sonrakiler adına, herkesi
ilgilendiren böylesine umumi meselelerde münferit adım atılmaması gerektiğinin
en çarpıcı örneği ortaya konmuş oluyordu.
Efendimiz'in
bu noktada bir tedbiri daha vardı: Ashabından EbU Katade İbn Reb'i'yi, emrine
verdiği bir birlikle Şam yolu üzerindeki Batn-ı İzôm denilen yöne gönderecek, hazırlanan
ordunun o istikamette yiirüyeceği şeklinde bir zan uyandıracak ve böylelikle
Mekke yönüne gideceği yönündeki haber ve söylentilerin doğru olmadığı izlenimi
verecekti. Bu arada, her tarafa elçiler gönderip haber salıyordu:
-
Allah ve Resülii'ne iman eden herkes, Ramazan ayıyla birlikte Medine'de hazır
olsun!
Artık
ashab, cemaatler halinde ve akın akın Medine'ye geliyordu; karargah, EbU
Inebe kuyusunun başına kurulmuş ve her gelen buraya yerleşerek hareket
emrini beklerneye durmuştu. Bu arada H assôiı İbn Sabit gibi insanlar,
şiirleriyle ashabı coşturuyor ve Allah düşmanlarına karşı verilmesi muhtemel
mücadelelerde moral ve motivasyonun yiiksek olması için insanlara şiirler
okuyorlardı.
310 Mürntehıne.ôo/r-g
496
Anlaşmanın ihlali ve
Fetih Müjdesi
Hicretin
üzerinden sekiz yıl geçmişti ve nebevi davetle birlikte mii'minler akın akın
Medine'ye dolmaya başlamıştı. O güne kadar Müslüman olmuş herkes, bu nebevi
davete icabet etmiş, Allah Resnlü'nün davetini alır almaz silahını alıp
Medine'ye koşmaya başlamıştı.
Bir
çarşamba günüydü; Ramazan ayının ilk günleriydi. Tabii olarak herkes oruç
tutuyordu. Resülullah, önce cemaatine dönüp:
-
Dileyen orucuna devam etsin; isteyen de orucu nu bozsun, diye seslendi.
Kendileri ise, orucunu bozmayıp devam edenlerdendi.
Bu
arada Zübeyr İbn Avvam başkanlığında iki yüz kişilik bir süvari
birliğini öncü kuvvet olarak gönderecekti. Ardından da ashabıyla birlikte
ikindi namazını kıldıktan sonra hareket emrini verip kendisi de yola koyuldu.
Etrafında, O'nunla birlikte selolup Mekke'ye akın eden Ensar, Muhacir ve diğer
kabilelerden oluşan tam on bin kişilik bir ordu vardı.t" Yol uzun olduğu
için atları yedeklerine almış ve develerine binerek yol alıyorlardı. Hiç
dinlenmeden Sulsul denilen yere kadar geldiler ve orada karşılaştıkları
bir bulutu işaret ederek Efendiler Efendisi:
-
Ben şu bulutun, Beni Ka'b zaferini müjdelediğini görmekteyim, buyurdu. Havalar
oldukça sıcaktı ve Arc'a geldiklerinde Allah Resülü (sallallahu aleyhi
ve sellern), bir miktar serinleyebilmek için başından su döküp yüzünü yıkadı.
Aynı zamanda bu güzergah, hicret esnasında tercih ettiği yoldu. Sonra da Taliib
istikametinde ilerlemeye başladı. Yolculuk devam ederken Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellem), ashabından yüz atlıyı ayırarak onları daha önden gitmeleri
için görevlendirdi. Çok geçmeden bu atlılar, Hevazinlilerderı bir casusla
karşılaşacak ve şahsı yakalayıp Allah Resnlü'ne geri getireceklerdi. Adamı
sorgulayan Efendiler Efendisi, Hevazinlilerin kendisine karşı asker toplamaya
devam ettiklerinin haberini alınca:
- Allah bize yeter;
O, ne güzel vekildir, buyurdu ve yanına Halid
311 Yolda
katılacaklarla birlikte bu rakamın on iki bini bulduğu ifade edilmektedir.
Bkz. Kurtubi,
el-Cami' li ahkami'l-Kur'an, 8/97; İbn Kayyım, Zadu'l-Mead, 3/411; İbn Esir, el-Kamil fi't-Tarih, 1/335;
Salihi, Siıbüliı'l-Hiıda ve'r-Reşad, 5/266
497
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
İbn Velid'i çağırarak, gidip de haberlerini
başkalarına uçurmaması için bu casusu yakın takibine almasım emretti.
Bu sırada az ileride yavrulanm emziren bir köpek
dikkatini çekmişti; etrafına topladığı yavrularını emziriyor ve üzerine gelen
insanlardan duyduğu endişeyi de dişlerini gösterip hırlayarak gösteriyordu.
Anne şefkatine nebevi şefkat mukabelede bulunacaktı ve önce, ashabdan Cemil
İbn Süraka'yı yamna çağırdı. Herkes geçip gidinceye kadar yavrularım
emziren bu köpeğin başında beklemesini ve hem annenin hem de yavrularının
herhangi bir zarar görmemesi için de insanlan ondan uzaklaştırmasını
emrediyordu!
Yolda ilerlerken hala gelip de orduya katılmalar devam
ediyordu. Bu sırada gelip de Müslüman olanlar vardı. İşin garip tarafı, ashabın
büyük çoğunluğu, hala kiminle savaşa gittiklerini bilmiyorlardı. Önlerinde üç
alternatif duruyordu: Kureyş, Hevazin ve Sakif, Önde gözüken Ka'b İbn Malik gibi
önemli sahabiler bile gelip Allah Resülü'nden gidilen istikameti öğrenmek için
gayret gösterecek ve yarın, bu üç alternatiften hangisiyle yaka paça
olacaklarını öğrenmek isteyeceklerdi.
Kudeyd'e geldiklerinde
Süleyın ile karşılaştılar. Buraya gelince Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve
sellern), sancak ve bayrakları çıkarttırarak kabileler arasında onlan
dağıttırdı. Her kabile kendi sancak ve bayraklarının altında organize olmuştu
ve savaşa da bu nizam içinde gireceklerdi. O kadar ki orduda, otuzun üzerinde
bayrak vardı!
Cuhfe'ye geldiklerinde
kendilerini bir sürpriz bekliyordu. Efendimiz'in amcası Hz. Abbas, yükünü
omuzuna vurmuş Medine'ye geliyordu. Allah Resülü'nün yüzünde yine tebessümler
belirmişti; önce Hz. Abbas'ın yükünü Medine'ye gönderdi ve ona:
- Benim niibüvvetim, nasıl peygamberliğin sonuncusuysa,
senin hicretin de ey amcacığım, hicretin sonuncusudur, diyerek iltifat etti.
Bu iltifat aynı zamanda, Mekke'nin Müslümanlaşacağmı ve bundan sonra da hicret
kapısının kapanacağını ifade ediyordu.
Mekke yakınlarındaki Merrii'z-Zehrôn denilen vadiye geldiklerinde hava
kararmış, yatsı vakti olmuştu ve orduya istirahat emri verildi. Ancak burada
Resülullah'ın bir emri daha vardı; her bir mii'min gidecek ve topladığı çalı
çırpıyı bir araya getirerek bulunduğu yerde bir ateş yakacaktı! Nöbetçilerin
başında, yine Hz. Ömer vardı.
Anlaşmanın İhliili ve
Fetih Müjdesi
Bu sırada ashabdan bazıları, erak adı verilen misvak
ağacının meyvelerinden toplamaya başlamıştı. Onları bu halde gören Resül-ü
Kibriya Hazretleri:
- Size onların,
kararmış olanlarını tavsiye ederim; çünkü en tatlı olanları, kararmış
olanlarıdır, diyecekti. Bunun üzerine ashab: - Ya Resı1lullah, diyorlardı. Bu
yemişin iyisiyle kötüsünü ancak çobanlar bilir; siz de hiç koyun güttünüz mü?
- Evet, dedi Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve
sellern). Her peygamber mutlaka koyun gütmüştür; Ben de Ecyad'da ev halkımın
koyunlarını otlatırdım!
Ebu Süfyan'ın
Gelişi
Olup bitenlerden Kureyş'in hala haberi yoktu;
yaptıklarının kendilerinden hesabının sorulacağını tahmin ediyorlardı ama
bunun nasıl ve ne zaman olacağı konusunda herhangi bir fikre sahip değillerdi.
Bu sebeple uzun zamandır Medine' den haber alamıyor olmaları, onları iyice
tedirgin ediyordu. Nihayet etraftan haberler toplamak üzere EbU Süfyan'la birlikte
Hakim İbn Hizôm'ı Medine
istikametine gönderme kararı aldılar:
- Şayet Muhammed'le karşılaşırsan, bizim adımıza O'ndan
eman al, diyorlardı. İki arkadaş yola çıkınca ilk olarak yine Büdeyl İbn
Verka ile karşılaşacaklardı. Onun da kendileriyle birlikte gelmesini
istiyorlardı. Nihayet üçü yola düşüp Medine istikametinde ilerlemeye
başladılar. Gecenin karanlığında Merrii'z-Zehran'da bulunan Erak mevkiine
geldiklerinde büyük bir şok yaşayacaklardı; zira karşılarında deniz gibi bir
ordu, çadırlar ve bu çadırların önünde dumanı yükselen ateşler duruyordu!
Bilhassa at kişnemeleriyle deve böğürmelerini duyduklarında büyük bir korkuya
kapıldılar; artık yolun sonuna gelmişlerdi!
Beri tarafta ise Allah Resı1lü (sallalIahu aleyhi ve
sellern), yine ashabından bazılarını yanına çağırmış ve şu anda Erak
bölgesinde olduğunu haber verdiği Ebı1 Süfyan'ı yakalayıp huzuruna
getirmelerini emretmişti. Arkalarından kendilerine yaklaştıklarında Ebı1 Süfyan
ve iki yoldaşı, karşılarında duran dehşetli manzarayı seyredip yorum yapmakla
meşguldüler.
Hiç beklemedikleri
bir anda kuşatılıverdiler ve nöbetçilerin
499
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
başındaki
Hz. Ömer'in yanına getirildiler. Hz. Ömer sevincinden Efendimiz'in yanına
koşturuyordu. Onun bu halini gören Hz. Abbas da yola düşmüş, Hz. Ömer' den önce
huzura ulaşabilmek için son sürat yol alıyordu. Maksadı, Hz. Ömer'in işi
kolaydan halletme taleplerine karşılık Mekke'de yaşadığı yıllardan bu yana
yakın arkadaşı olan Ebu Süfyan'a em an vermek ve onun da iman etmesi için
yolları yürünür hale getirmekti. Sonuç da öyle olacaktı; Allah Resülü
(sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashabın gücünü, imamlarına karşı ortaya
koydukları itaatteki hassasiyeti ve ibadet ü taatte gösterdikleri temsili
görünce Ebu Süfyan' da beklenen değişim başlayacak ve o andan itibaren bambaşka
bir Ebu Süfyan olacaktı. Zira onun için bütün yollar çıkmaza dayanmıştı; başka
bir çaresi kalmamıştı ve Mekke'nin dirayetli reisi Ebu Süfyan, artık yeni bir
döneme adım atıyordu. Uzun muhavereler sonunda titreyen dudaklarından şu
kelimeler dökülecekti:
-
Ben şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur ve yine ben şehadet ederim
ki Muhammed de Allah'ın resüliidür!
Bu
sırada onunla birlikte yola çıkan Hakim İbn Hiziını da Müslüman olmuş, hep birlikte
Resülullah'tan, insanlara güvence vermesini talep ediyorlardı. Hz. Abbas gibi
bir feraset yine devreye girecek ve Ebu Süfyan gibi bir lidere yapılabilecek
özel bir iltifatın öneminden bahsedecekti. Bunun üzerine Allah Resülü
(sallallahu aleyhi ve sellem):
-
Ebu Süfyan'ın evine giren emniyettedir, buyurdu. Talepler üzerine bu iltifatın
alanını da genişletecek ve Hakim İbn Hizam'ın evine sığınanlarla evinin
kapısını üzerine kapatıp Kabe'ye gidip sığınanların da emniyette olduğunu ilan
edecekti.
İşte
tam bu sırada şeytan gelmiş, Ebu Süfyan'a vesvese vermeye çalışıyordu; bir
aralık, etraftaki kabileleri de dolaşarak son kez büyük bir ordu toplayıp da
Allah Resülü'nün üzerine yürümeyi geçirdi içinden. Ancak daha o bu hülyalar
içindeyken omzuna bir el dokundu:
-
O zaman da Allah seni rezil ii rüsva
eder ve bizler yeniden galip geliriz, diyordu. İrkilerek elin sahibine
baktığında O'nun, Allah Resülii'nden başkası olmadığını gördü! Utanmıştı:
- Ben şehadet ederim
ki Sen, Resülullah'sın, dedi önce. Çünkü
500
Anlaşmanın İhliili ve
Fetih Müjdesi
bu,
sadece kendisinin bildiği bir husustu; kimseye açmamış ve sesli de
düşünmemişti! Bunu ancak, Allamii'l-Guyüb olan Allah bilebilir ve O'nun Resülü
haber verebilirdi. Sonra da şunları söyledi:
-
Allah'tan, tevbemin kabulünü diliyor ve içine düştüğüm şu halden dolayı da O'na
istiğfar ediyorum! Şu ana kadar Senin, Allah'ın Resülü olduğun konusunda bazı
şüphelerim vardı ve kendi kendime öyle söylenip duruyordum; artık hepsi de
zail olup gitti! Allah'a yemin olsun ki, beni böyle düşünmeye sevk eden şey de,
nefsimin ümniyelerinden başkası değildil-"
Ardı
ardına öylesine sürprizler yaşamışlardı ki, Mekkelilere anlatacaklan çok şey
vardı ve oradan aynlıp da Mekke'ye geri dönmek için Hakim İbn Hizam'la birlikte
izin istediler. Ancak Hz. Abbas'ın Allah Resülü'ne bir teklifi daha vardı:
-
Ya Resülullah, diyordu. "Ben, EbU Süfyan'ın yeniden gerisin geriye
dönmeyeceğinden emin değilim; onları bir süre daha yanında tutsan da Seninle
birlikte askerleri görüp biraz daha meseleyi kavrasalar!"
Hz.
Ebu Bekir de aynı kanaatteydi ve bunun üzerine Efendiler Efendisi, Mekke'ye
doğru yol almakta olan Ebu Süfyan'a yetişip de onu geri getirmelerini talep
etti. Arkadan koşup da yetişen yine Hz. Abbas'tı; onu görür görmez:
-
Yoksa bu, bir nevi hıyanet mi ey Haşimoğullan. diye endişesini dile getirdi
Ebu Süfyan. Hz. Abbas'ın cevabı gecikmedi; şunları söylüyordu:
-
Şunu bil ki, peygamberin arkasında saf bağlayanlar, asla hıyanet etmez; bizler
de sana gadredecek değiliz! Fakat senin, sabaha kadar bekleyip de Allah'ın
askerlerini ve yine Allah'ın müşrikler için hazırladığı sürprizleri müşahede
etmeni istiyoruz!
O
günün sabahında Merrü'z-Zehran'da Allah Resülü'nün münadisinin sesi
yankılanıyordu:
312 Konuyla ilgili dört farklı rivayet birleştirilerek
verilmiştir. Bkz. Salihi, Sübülü'l-Hüda ve'r-Reşad, 5/214 vd.; el-Akk,
Abdurrahman, Mevsü'atü Uzamai Havle'r-Resı1I,2/1044
501
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
-
Her kabile, hemen yol hazırlıklarına başlasın ve silah ve mühimmatlarını da
hayvanlarına yüklemiş olarak liderleriyle birlikte kendi sancağının altında bir
araya gelsin!
Bu
emirle birlikte İslam orduları harekete geçmiş ve kabileler liderleriyle
birlikte, küçük birlikler de bayraklarının altında bir araya gelmişti. Şimdi
sıra, Ebu Süfyan'ın şahsında Kureyş'e sunulacak en etkin mesaja gelmişti;
insanlar, bölük bölük kendilerini seyreden Ebu Süfyan'ın önünden geçeceklerdi!
İlk
sırada, bin kişilik313 bir gücün başındaki Halid İbn Velid vardı; iki bayrak taşıyorlardı! Ebu
Süfyan'ın önüne geldiklerinde Hz. Halid tekbir getirmeye başladı; onun bu
tekbirini bin kişilik ordusu da tekrarlıyordu ve bunu üç kez yapacaklardı.
Gecenin karanlığında gökteki yıldızlar misali on iki bin ateşle dize gelen
Merrü'z-Zehran, şimdi de tekbir sesleriyle inliyordu. Yürek titreten bir
manzaraydı bu. Geçip giderlerken Ebu Süfyan, önünden geçenlerin kim olduğunu
Hz. Abbas'a soracak ve o da cevabını verecekti. Aldığı cevaplar karşısında Ebu
Süfyan'ın şaşkınlığı bir kat daha artıyordu; zira insanlardaki değişimin
hızını kavramakta zorlanıyor ve gelinen mesafedeki olgunluk karşısında nutku
tutuluyordu.
Ebu Süfyan'ın önünden
artık peşi peşine fetih ordusu geçiyordu.
Beş
yüz kişilik birlikle önlerinden geçen Hz. Zübeyr'i, üç yüz kişiyle Ebu Zerr,
dört yüz kişiyle Eslem, beş yüz kişiyle Beni Kab, bin kişiyle Müzeyne, sekiz
yüz kişiyle Cüheyne, iki yüz kişiyle birlikte Kinane ve nihayet üç yüz kişilik
bir grupla Eşca' kabilesi takip edecekti.
Her
defasında Ebu Süfyan, içinde Allah Resülü'nün bulunduğu birliğin ne zaman
geçeceğini soruyordu. Nihayet sancağını Sa'd İbn Ubade'nin taşıdığı ve Allah Resülü'nün
de içinde bulunduğu bin kişilik birlik çıkmış geliyordu; yürürlerken onları
nizam ve intizam içine sokan Hz. Ömer'in gür sesi duyuluyordu. Ensar ve
Muhacirinin her bir koluna ait bayraklarla rengarenkti; askeri teçhizat itibariyle
de tam tekmillerdi. Onları görünce Ebu Süfyan:
- Bu orduya kim güç
yetirebilir ki, diye iç geçirdi.
Elindeki sancağıyla
ordunun önünde yürüyen Sa' d İbn Ubade,
313
Bu sayının dokuz yüz olduğu da ifade edilmektedir. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/813;
Salihi, Sübülii'l-Hüda ve'r-Reşad, 5/219
502
Anlaşmanın ihlali ve
Fetih Müjdesi
Ebu Süfyan'ın
yanından geçerken sesini yükseltip ona şunları söyleyecekti:
- Bugün, yazılacak destan günüdür; bugün Harem'in
kutsallığı kalkıp orada savaş helalolacak ve bu işin sonunda Kureyş de zelil
kalacaktır!
Ebu
Süfyan'ı endişelendiren cümlelerdi bunlar ve Hz. Abbas'a dönerek:
-
Ey Abbas, diye seslendi. Bugün, beni koruman için ne de önemli bir gündür!
Derken Kasva'nırı üzerindeki Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellem) çıkageldi; sağında Hz. Ebu Bekir, solunda da Üseyd İbn
Hudayr vardı. Hz. Abbas heyecanla EbU Siifyan'a seslendi:
- İşte, Resülullah!
Ebu Süfyan ona:
-
Kardeşinin oğlunun işi bugün, üstesinden gelinemeyecek bir saltanata
ulaşmıştır, dedi. Hz. Abbas yine:
-
Ey Eba Süfyan, diye seslendi. O, saltanat değil, peygamberliktir!
Yalnız
Ebu Süfyan'a, yanından geçerken Sa'd İbn Ubade'nin söyledikleri çok dokunmuştu;
onun için Allah Resülü'ne:
-
Ya Resülullah, diye seslendi. Sen kavmini öldürmeyi mi emrettin? Sa'd İbn
Ubade'nin söylediklerini duymadın mı?
Sa'd İbn Ubade neler
söylediğini bilmiyordu ve:
- N e söyledi ki,
diye mukabelede bulundu Efendiler Efendisi.
Fırsat bulan Ebu
Süfyan anlatmaya başladı bir bir. Sonra da ilave etti:
- Halbuki Sen, insanların en iyisi, akrabalarını en çok
gözeteni ve en merhametlisisin; öyleyse Allah adına Senden, kavmine karşı iyi
davranmanı diliyorum!
Ortada
yine münferit bir teşebbüsün olduğu ortaya çıkmıştı ve Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellem) önce:
- Sa'd yanılmıştır ey Eba Süfyan, diye seslendi.
Endişelerinin yersiz olduğunu ifade etmek gerekiyordu ve aslında bugün, gerçek
manada Mekke'nin değer bulacağı bir gündü. Sonra da şunları ilave etti:
503
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
- Aksine bugün, merhamet günüdür! Bugün, Kabe'nin
şanını Allah'ın yücelteceği bir gündür! Bugün Kabe'ye örtü örtülecek bir
gündür! Ve yine bugün, Allah'ın Kureyş'i yücelteceği bir gündür!
Daha sonra da Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern), haber gönderip Hz. Sa'd'ı görevinden azlettiğini ve yerine sancağı
Hz. Sa'd'ın oğlu Kays İbn Sa'd'a verdiğini açıkladı. Anlaşılan, herkesi
ilgilendiren bir meselede, kendi başına karar verip de gidişatı etkileyecek
ferdi bir adım atılmasının ne kadar büyük bir hadise olduğunu göstermek
istiyordu. Hatta böyle bir değişikliğin gerekçesini kavrayamadığından dolayı
kendisine gelen haberin doğru olup olmadığını tetkik etmek isteyen Hz. Sa'd'a
Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve sellern), başındaki sarığı gönderecek ve
azil emrinin de kendisinden geldiğini ifade etmiş olacaktı.
Artık büyük fetih için her şey hazırdı;
Merrii'z-Zehran'dan hareket edilecek ve artık Mekke'ye girilecekti. Bu sırada
Efendimiz'in amcası Hz. Abbas, Allah Resülü'ne yaklaşarak önceden Mekke'ye
gidip de Kureyş'e, Efendimiz'in em an haberini verip onları İslam'a davet etmek
istediğini söyleyecekti. Başlangıç itibariyle bu teklife olumlu bakan, hatta
Mekke'ye gitmesi için kendi katırını Hz. Abbas'a veren Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellem):
- Kureyşlilerin, Sakif kabilesinin Urve İbn Mes'ı1d'a
yaptıkları gibi ona da bir kötülük yapacaklarından endişe ediyorum, diyerek
daha sonra bu kararından vazgeçecek ve amcasının geri çağrılmasını
isteyecekti.
Hala gelişmelerden habersiz olan Mekkelilere ilk haberi
ulaştıran yine Ebı1 Süfyôrı'dı: ancak o, ayrıldığı gibi girmiyordu Mekke'ye.
Oraya ulaşır ulaşmaz, avazı çıktığı kadar bağıracaktı:
-
Ey Kureyş topluluğu! İşte Muhammed şurada! Hem de karşı koyamayacağınız kadar
büyük bir ordu ile gelmiş bulunuyor!
Korktukları başlarına gelmişti; bütün ümitler tükenmiş
ve Kureyş'in işi bitmişti! İki adım ötelerine kadar gelen bir orduya karşı şu
saatten sonra ne yapabilirlerdi ki! Çaresizlik içinde bocalayıp dururken
teklif, yine Ebı1 Süfyan'dan geldi:
504
Anlaşmanın İhliili ve
Fetih Müjdesi
-
En iyisi mi, sizler de gelin ve Müslüman olup kendinizi emniyete alın!
Bu
yaşanan her şeyin üzerine çizgi çekip de hemen bu tarafa geçmek öyle kolay
değildi; irade ister, yürek isterdi! Ancak başka da bir çare gözükmüyordu.
Müslümanları görüp onlarla uzun uzad.ıya görüştüğiine göre, Ebu Süfyan'ı daha
fazla konuşturmak gerekiyordu. Meraklı gözlerle anlatacaklarını beklerneye
durdular; o da anlatıyordu. Sıra, Allah Resülü'nün em an haberini vermeye
gelmişti ve tam:
-
Kim Ebu Süfyan'ın evine girip sığınırsa o emniyettedir, demişti ki etrafına
toplananlardın biri sabırsızlanarak:
-
Allah canını alsın; Ebu Süfyan'ın evi kaç kişi alır ki, diye tepki gösterdi.
Şöyle devam etti:
-
Her kim kapısını üzerine örter ve kendi evine sığınırsa o da emniyettedir!
Kabe'ye sığınanlar da emniyettedir ve onlara da dokunulmayacaktır!
Kocasındaki
değişikliği hazmedemeyen ve gördüğü manzara karşısında çılgına dönen Hind ise,
yanına yaklaşıp küçümseyerek bıyığından tuttuğu kocası Ebu Süfyan için
Mekkelilere şöyle bağırıyordu:
-
Düne kadar kahraman ve yiğit geçinen şu kocamış adamı öldürün; bir topluluk
için o, ne kötü bir gözcü, ne fena bir ôncüdür!
Tabii
ki bir ömür boyu düşmanlık ettikleri kapıya yönelip de önünde temenna durmak
öyle kolay değildi ve bu kadar kısa zamanda değişiveren kocasını Hind
kınıyordu. Herkesin önünde karı koca arasında bir münakaşa başlamıştı. Kocasını
kaybettiğini düşünen Hind burnundan soluyordu. Zira henüz Ebu Süfyan'ın gördüklerine
o şahit olmamış ve hislerinden arınarak salim kafayla düşünme fırsatı
bulamamıştı. Ancak yine de insanları etkileme gücüne sahipti; çünkü o,
Mekkelilerin itibar ettiği Utbe'nin kızıyd.ı! Onun için Ebu Süfyan, eliyle
hanımı Hind'i işaret ederek Mekkelilere:
-
Yazıklar olsun size, diye çıkıştı. Kitabın ortasından konuşuyordu ve bugün
aksine hareket etmenin imkan ve ihtimali yoktu. Sinirlenmişti ve düne kadar
birlikte omuz omuza mücadele verdikleri arkadaşlarına şunları söyledi:
- Sakın ola ki bu kadın,
bir yanlışlık yapmanıza sebebiyet ver-
505
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
mesin; zira Muhammed,
asla karşı koyamayacağınız bir ordu ile kapınızın önündedir!
Tuzağa
takılmış av gibilerdi; ne öfkelerinin kendilerine bir faydası vardı ne de
kendilerinde karşı koyabilecek bir güç bulabiliyorlardı! Geneldeki bu değişimi
fark etmeye başlayan Hind, birkaç gündür gördüğü rüyaları hatırlamaya başladı;
üst üste üç gündür geceleri hep Muhammedü'l-Ernin'i görüyor ve O (sallallahu
aleyhi ve sellern), kendisini sahil-i selamete çağınyordu. En son gördüğünde
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) onu, cehennemin kenarından çekip
almıştı. Dehşetli manzaralardı ve uyandığında hala bu manzaraların
etkisindeydi:
-
Bu da ne, diye soruyor ve gördüklerine bir anlam vermeye çalışıyordu.
Büyük
çoğunluk itibariyle bekleyip de sonucun rengine göre hareket etmeyi tercih
etseler de o gün İkrime İbn Ebi Cehil, Süheyl İbn Amr ve Safvan İbn Ümeyye gibi
insanlar, karşı koymak için hazırlık yapmaya başlayacaklardı. Kendi aralarında:
-
Muhammed'i asla elini kolunu sallayarak Mekke'ye sokmayız, diyor ve insanları
karşı koymaya teşvik ediyorlardı. Bu hevese kapılan Hüzeyl, Eslem, Beni Bekr
ve Kureyş'ten bazı insanlar çoktan hazırlık yapmaya başlamışlardı!
Etraftaki
kabilelerin kendilerine müspet cevap vermiş olmaları işlerine de geliyordu;
zira sonucu itibariyle çok riskli olan böyle bir karşı koyuşta ilk önce,
badiyeden topladıkları bedevileri öne sürmeyi düşünüyor ve onların
mukavemetlerine göre devam edip etmeme noktasında bir karara varmak
istiyorlardı.
Beri
tarafta ashab, Merrii'z-Zehran'dan hareket etmiş veZl Tuva denilen yere gelmişti. Burada
toplanacak ve büyük fethin ilk adımları da buradan atılacaktı. Ramazan ayının
on üçüne denk gelen bir cuma günüydü. Daha güneş doğmadan önce Allah Resülü
(sallallahu aleyhi ve sellem) Kasva'ya binmiş ve terikisine de Ü same'yi almış
olarak yeşil birliğinin arasına katılmıştı. Herkes O'nun etrafında toplanmak ve
yıllar önce çıkarıldığı şehrine girerken O'nun yanında olmak isti-
506
Anlaşmanın ihlali ve
Fetih Müjdesi
yordu.
Ashab arasında şimdiden bir zafer havası hakim oluvermişti! Sebepler planında
Mekke fethedilmek üzereydi ve Allah (celle celaluhü) O'nun hanesine bir zafer
daha yazdırmak üzereydi! Ancak O, Kasva'nın üzerinde tevazudan iki büklümdü; o
kadar eğilmişti ki, neredeyse sakal-ı şerif-i mübarekleri, Kasva'nın semerine
değecek gibiydi!
-
Allah'ım, diyordu. Esas önemli olan ahiret yurdunun hayatıdır!
Belki
de bununla, dünyada ne türlü başarılar elde edilirse edilsin esas
muvaffakıyet, ahiret adına yatırım ifade eden adımlardadır demek
istiyordu. Başına uzun bir sarık sarmış ve ucunu da omzundan aşağıya doğru
sarkıtmıştı.
Kesinlikle
kan dökülmesini istemiyor ve ashabına tembih üstüne tembihlerde bulunuyordu.
Sadece kendilerine karşı konulanlarla savaşma izni vardı. Onun için,
Efendimiz'in Mekke'ye girişleri de beklenmedik şekilde olacaktı; ashabını yine
belli gruplara ayırmış ve her bir grubun farklı yollardan Mekke'ye girmesini
emretmişti.
Mekke'nin
üst tarafından giriyordu; bu sırada kadınlar, ellerindeki örtülerle atların
boyunlarına vurup sevinç izhar ediyorlardı. Onların bu halini görünce Hz. Ebu
Bekir'e seslenerek:
-
Hassan ne demişti, diye sordu. Feraset insanı anlamıştı ve şu anda gözlerine
ilişen manzarayı ifade eden bir şiir okumaya başladı. Bu şiir, henüz Mekke
fethedilmeden önce Hassan İbn Sabit'in terennüm ettiği bir şiirdi; Mekke'ye
Keda'dan girilirken kadınların, sevinçten başörtüleriyle atların boyunlarına vuruşlarını
tasvir ediyordu. Efendiler Efendisi de birlikte olduğu gruba:
-
Mekke'ye Hassan'ın işaret ettiği yerden girin, buyurdu. Bu arada Hz. Zübeyr'i
de yanına çağırmış ve sancağı Hacün'a dikerek kendisi gelinceye kadar orada
beklemesini istemişti. Zira Mekke'nin fethi gibi önemli bir adımı atarken Allah
Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), yirmi beş yıl aynı yastığa baş koyduğu
ve Mekke'den ayrılmadan önce Hacün'a emanet ettiği Hatice Validemizin mezarını
ziyaret edecek ve başında durup dua dua Rabbine yalvaracaktı.
Derken
aynı anda dört bir yandan büyük fetih başlamıştı; Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellern), sekiz yıl önce iki kişiyle ayrıldığı Mekke'ye, bugün yolda
katılanlarla birlikte on iki bin insanla giriyordu!
507
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Ezôhır denilen yere geldiğinde gözüne, sağa
sola kaçışan insanlar ve kılıç parıltıları ilişmişti ve:
-
Bu kılıç parıltıları da ne, diye sordu. Ben sizi savaşmaktan nehyetmemiş
miydim!
- Ya Resülullah, diye cevapladılar. Bunlar, Halid İbn
Velid ve arkadaşları! O'nun girdiği yerde Mekkeliler direniş gösterdiler; ona
savaş açılmasaydı valIahi o da savaşmazdı! Ya Resülullah! O ne Sana karşı
gelmek ne de emrini çiğnemek istemiştir; sadece karşısına çıkanlarla
savaşmaktadır!
Üzülmüştü ama yapılacak bir şey yoktu. Bunca tedbire
rağmen yine de Mekkeliler problem çıkarmış ve Halid de bu problemi çözmek için
kılıcına sarılmıştı. Hatta bu sırada Hakim İbn Hizam, Mekke müşriklerini
savaştan alıkoymaya çalışıyor ve onları, Allah Resulü'nün eman fermanını
hatırlatarak evlerine girip de kapılarını üstlerine kapamaya davet ediyordu.
Bunun üzerine Efendiler Efendisi:
- Allah'ın takdiri hayırlıdır, buyurdu. Ezalur'dan aşıp
da Mekke evlerini görünce orada durdu ve minnet duyguları içinde Allah'a hamd
etmeye başladı; yine teveccüh etmiş Allah'a yalvarıyordu! Sonra da yanında
bulunan Hz. Cabir'e döndü ve:
- Ey Cabir, dedi. 'Bizim konaklayacağımız yer
şurasıdır; burada bir zamanlar Kureyş, küfür üzere ittifak edip de bize karşı
alacağı tavrı belirliyorduls-t
Allah'ın kudreti ne kadar büyüktü; o gün Mekkelilerin
Allah Resfılii (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashabı hakkında verdikleri
hükümle bugün Resülullah'ın onlar için vereceği hükme aynı mekan şahitlik
ediyordu! Aradaki farkı ise, yarın herkes görecektil
314 o gün
Hz. Cabir'in Efendimiz'den duyduklan, daha önce Medine'de iken işittiği sözleri
hatırlamasına sebep olmuştu; zira bir gün Allah Resı1lü (s.a.s.) kendisine:
-
Allah (celle celaluhü), bize Mekke fethini müyesser kıldığında bizim konaklayacağımız
yer, Mekke müşriklerinin küfür üzerine aleyhimizde ittifak edip tavır aldıklan
Kinaneoğullarının Hayfıdır, demişti. O gün müşrikler burada bir araya gelmiş ve
Müslümanlan Mekke'den sürüp de yalnız başlanna ölüme terk etme karan almışlardı.
Ancak kaderin hükmü daha farklıydı ve işte şimdi Allah Resülü ve ashabı, daha o
günden tarifini verdiği yere gelmiş ve ölümlerine ferman kesilen yerden,
muzaffer olarak, Mekke'ye giriyorlardı. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/825; Salihi,
Sübülü1-Hüdii ve'r-Reşad, 5/230
508
Anlaşmanın ihlali ve
Fetih Müjdesi
Kasva'nın üzerinde
ilerlerken Fetih ve Nasr sürelerini okuyor: - İşte bu, Bana Allah'ın vaadettiği
şeydir, diyordu.
O gün ilerlerken
yanına yaklaşıp da:
- Ya Resülullahl
Yarın nereye ineceksin, diye soranlar olmuştu.
Kendi
evine gideceğini tahmin edip doğrulatmak istiyorlardı; çünkü bu, diğer
Muhacirin için de bir yololacaktı. Ancak Allah Resnlü (sallallahu aleyhi ve
sellern):
- Akil bize ev bark mı bıraktı ki, dedi. Zira Ebü
Talib'in büyük oğlu Akil, Efendimiz'in evi dahil geride kalan her şeyi alıp
başkalarına satmıştı! Kalması için başka ev tekliflerine de müspet cevap
vermeyecek ve bundan sonra da Mekke'den ayrılıncaya kadar hep Hacım'daki
çadınna gelip burada istirahat edecekti.
Artık fetih tamamdı; Hz. Halid'in girdiği tarafın
dışında başka bir mukavemet olmamış ve ardı ardına ortaya konulan stratejiler
neticesinde Mekke kolay teslim olmuştu. 'Eman' ilanında da ifade edildiği gibi
insanlar, büyük çoğunluk itibariyle evlerine çekilmeyi tercih ederken, Ebu
Süfyan ile Hakim İbn Hizôrn'ıiı evleri ile Kabe'ye sığınanlar da vardı. Endişe
ve merakla bekleşiyorlardı; acaba Allah Resnlü (sallallahu aleyhi ve sellem)
MekkeIiIere nasıl davranacaktı? Bilhassa o güne kadar, Allah Resnlü'ne karşı
çıkma konusunda bayraktarlık yapıp küfiirde alem haline gelenler vardı;
öldürüleceklerinden şüpheleri yoktu ve kaçacak delik arıyorlardı!
Artık
ortalık durulmuştu; MekkeIiIerde derin bir sessizlik Mkimdi. Allah Resülü,
çadırında gusül abdesti aldı ve Allah'ın lutfettiği bu neticeye bir şükür
ifadesi olarak önce sekiz rekat namaz kıldı ve ardından da devesini
getirmelerini emretti. Kasva, çadırın kapısına kadar getirilmişti ama
Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), zırhıyla miğferini de giymek için
yeniden çadınna dönecektil Şimdi silahını da kuşanmış, tam tekmil Kabe'ye
yürüyordu!
Bu sırada ashab, Handerne ile Hacün arasında gidip
geliyor ve Allah Resnlü için güvenli bir yololuşturmaya çalışıyordu. Kabe, bayrama
hazırlanıyordu!
Yolda giderken çocuklar iki tarafa diziImiş Allah
Resnlü'ne sevinç gösterisinde bulunuyorlardı; bilhassa kız çocuklar,
başlarındaki
509
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern)
bağları çözmüşler ve
ellerine aldıkları örtüleriyle yanlarından geçen atların yiizlerine doğru
sallıyorlardı.
Artık Allah Resülü'nün hedefinde Kabe vardı; Resülullah
(sallallahu aleyhi ve sellern), ehlullah tarafından ikizi olarak telakki
edilen mekana doğru ilerliyordu! Bu sırada yolları, Hz. Halid ile birleşmişti;
ona:
-
Ben, savaşmaktan nehyettiğim halde sen niye kılıç kullandın, diye çıkışıyordu.
- çatışmayı önce
onlar çıkardılar, diye başladı sözlerine Hz.
Halid.
Bize ok yağdırıp kılıç çektiler! Halbuki ben, mümkün olduğunca çatışmadan uzak
durmaya çalışıyordum; onları, insanların girdiği dine İslam'a davet ettim ama
onlar, bunu reddettiler. Bu durumda onlarla çarpışmaktan başka çare bulamadım;
zaten bu çarpışmada Yüce Allah da bizi muzaffer kıldı ve onlar dört bir yana
kaçışıverdiler, ya Resülullahl
Bu sefer de Allah
Resülü ona:
- Öyleyse onları
takipten vazgeç, buyurdu. Sonra da ashabına:
- Silahlarınızı
bırakın, diye seslendi. Bu genel tamimden sade-
ce,
kendilerine saldırıp da yirmi üç Huzaalıyı öldüren Beni Bekr'lere karşı
Huzaalıların istisna olduğunu bildiriyor ve onların da ikindi vaktine kadar
zamanlarının olduğunu ilan ediyordu.
Derken Medine'deki minber Mekke'deki mihrapla buluşmuş
ve Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem) de Kabe'ye gelmişti. Resülullah,
onu görür görmez, önce elindeki bastonuyla uzaktan selamladı ve ardından da
tekbir getirmeye başladı. Efendiler Efendisi'nin tekbirini duyan herkes, avazı
çıktığı kadar tekbir getiriyordu; O kadar ki, Mekke'de yer yerinden oynuyordu.
Bu sırada dağ başlarına çıkıp da kaçan müşrikler, Kabe'deki bu tekbir sesleriyle
irkilecek ve duyup gördükleri bu manzara karşısında oldukça etkileneceklerdi.
Her geçen dakika, merakları daha da artıyordu ve gelişmeleri daha yakından
takip etmeyi can ii gönülden istiyorlardı! Sonun da Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellem), mübarek parmağını dudaklarına götürerek:
- Susunuz, diyecekti. Zira şimdi tavaf başlıyacaktı.
Kasva'nın yularını Muhammed İbn Mesleme tutmuş, Resülullah devesinin üzerinde
tavafa başlıyordu! Önce Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sel-
510
Anlaşmanın İhlali ve
Fetih Müjdesi
lem), Hacer-i
Esved'in yanına geldi ve yine onu uzaktan istilam ettikten sonra da tavafa
başladı.
O
gün, Kabe'nin etrafında, her biri kurşunla kaplanmış üç yüz atmış tane put
vardı. Müşrikler, kurbanlarını gelip bunların yanında keser, ihtiyaçları
olduğunda bu putların önünde diz çökerek taleplerini dile getirirlerdi, Kabe
artık İslam'la bütünleştiğine göre onun, en büyükleri sırasıyla Hübel, İsaf ve Naile diye adlandınlan bu putlardan
da temizlenmesi gerekiyordu. Nitekim Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve
sellern), her birinin yanından elinde tuttuğu yayıyla geçerken işaret ediyor,
işaret ettiği put da yüz üstü yere düşüyordu. Bunu yaparken de:
-
Artık hak geldi ve batıl da zail oldu; zaten batıl zail olmaya
mahkümdur.s" mealindeki ayeti okuyordu.
Her
şavtta Hacer-i Esved'i selamlıyordu ve nihayet Kahe'yi yedi kez tavaf etmişti.
Devesinden inecekti; orada Kasva'yı yaklaştınp da üstüne basarak inebileceği
bir yer bulamamıştı ve elleriyle ashabı O'nun inmesine yardım ediyorlardı.
Bineğinden iner inmez Makam-ı İbrahim'e doğru yöneldi; zırhıyla miğferi hala
üzerindeydi; mübarek başlarına sardığı sarık da omuzlarından aşağıya doğru
sarkmış vaziyetteydi. Burada iki rekat namaz kıldı ve sonra da Zemzem'in olduğu
yere doğru hareket etti.
-
Şayet Abdulmuttaliboğulları Bana baskın gelecek olmasalardı, ondan bir kova su
çekerdim, diyordu. Bunun üzerine Hz. Abbas, 316 hemen bir kova Zemzem çıkarıp
Allah Resülü'ne ikram etti; ondan içiyor ve abdest alıyordu. Bu sırada ashab,
Efendimiz'in etrafında halkalanmış, abdest suyundan bir parça alabilmek için
birbirleriyle yarışıyorlar; onu yüzlerine gözlerine sürerek teberrükte
bulunuyorlardı.
Daha
sonra da Resülullah Hubel'in parçalanmasını emretti; Mekkelilerin 'ilah'
diyerek önünde el pençe divan durdukları Hübel artık, tuz buz olmuş bir taş
yığınından ibaretti. Şimdi de yanına Hz.
315 İsra,17/81
316
Efendimiz'e Zemzem ikram eden şahsın, Efendimiz'in bir diğer amcası Haris İbn
Abdilmutlalib olduğu da anlatılmaktadır, Bkz. Vakıdi, Megazl, 1/833; Salihi, SÜbülü'l-Hüda
ve'r-Reşad, 5/235
511
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Ali'yi çağırıyordu;
bir çırpıda gelip huzurda emrini bekleyen Hz. Ali'ye:
-
Yere çömel, diye seslendi. Resülullah'ın emri hemen yerine getirilmeliydi ve
Hz. Ali de, Allah Resülü'nün tarif ettiği şekilde yere çömeldi. Resülullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Ali'nin omzuna çıkıyordu! Sonra ona:
-
Haydi, ayağa kalk, buyurdu. Daha Hz. Ali ayağa kalkmaya başlamıştı ki, nebevi
şefkat buna müsaade etmedi ve bu sefer de ona:
- Otur, diye emretti.
Hz. Ali yeniden yere çömelip oturmuştu.
Bu sefer Allah Resülü
(sallallahu aleyhi ve sellern), bizzat kendileri yere çömeldi ve Hz. Ali'ye:
-
Ali! Şimdi sen Benim omzuma çık, dedi. Bu da bir emirdi ve Hz. Ali artık, Allah
Resülii'nün omuzlarındaydı; onu yukarıya, Kabe'nin üstüne doğru kaldırıyordu!
Sanki Hz. Ali kendisini, eliyle semalara ve hatta ötesine ulaşacakmış gibi
hissediyordu!
Nihayet
Hz. Ali'yi Kabe'nin üstüne çıkarmış ve bir kenara çekilerek:
-
Onların oraya koydukları büyük putu aşağıya at, diyerek orada bulunan putları
temizlemesini emretmişti. Ancak Efendimiz'in gösterdiği bakır put, demirlerle
Kabe'nin üstüne çakılıp iyice tutturulmuştu; bir türlü hareket etmiyordu. Bu
sefer Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Hz. Ali'ye nasıl yapacağım
hareketleriyle de tarif ederek:
-
Onu böyle söküp at, buyurdu. Bu noktadan sonra putu söküp atmak, Hz. Ali için
çok daha kolaydı!
Şimdi
Kabe, asli haline dönme yoluna girmişti ve burada ibadetin nasıl yapılması
gerektiğini fiilen gösteren Allah Resülü, artık bir kenara çekilmiş oturuyor,
her ihtimale karşı Hz. Ebu Bekir de O'nun başında kılıcıyla nöbet tutuyordu.
Bütün
bunları pür dikkat seyreden Mekkeliler, büyük bir şaşkınlık içindeydi. Bir
taraftan:
-
Bu zamana kadar bizler, böylesine el üstünde tutulan bir melik ne gördük, ne de
duyduk, diyorlar, diğer yandan da, bunu yapanları akılsızlıkla suçluyorlardı.
512
Anlaşmanın İh l a l i ve Fetih Müjdesi
Bir
aralık Efendimiz'in gözü, yakınında duran Ebu Süfyan'a takıldı ve ona şöyle
seslendi:
-
Sen Hind'e, "Sen bu işin, gerçektenAllah tarafindan olduğunu düşünüyor
musun?" diye sordun; o da, "Evet, gerçekten de bunlar Allah
tarafindan, diye cevapladı." G öyle değil mi?
Gerçekten de öyle olmuştu; Hind de, üst üste yaşadığı
bu şokların neticesinde aklını başına toplayıp yumuşamış ve kocası Ebu Süfyan
gibi teslim olmaya karar vermişti. Hatta bir aralık, evlerinde bulunan ve
gelip de üzerine mendiller bağladıkları putun yamacına geçmiş ve elindeki
keserle ona vurarak bugüne kadar kendilerini nasılolup da aldattıklarını
sormaya başladı. Bütün bunları, fırsat buldukça kendi aralarında konuşup
duruyorlardı ama bunu, bir Hind bir de Ebu Süfyan biliyordu! Sanki Efendiler
Efendisi, Ebu Süfyan'ın kemal noktasında bir imana ulaşması için onu yakın takibe
almıştı ve nefes alıp verişlerinden bile haberdar olduğunu gösteriyordu. Ebu
Süfyan:
- Ben şehadet ederim ki Sen, Allah'ın kulu ve
Resülü'sün, diye seslendi önce. Ardından da, "Adına yemin edilene and
olsun ki, benim bu sözümü, bir Allah ve bir de Hind duymuştu." diyebildi.
Süheyl İbn Amr'dan Gelen Haber
Bir aralık Efendimiz'in yanına, Süheyl İbn Amr'ırı,
kendisine rağmen Müslüman olduğu için yıllarca işkence ettiği ve Bedir'i fırsat
bilerek Allah Resülü'nün yanına sığınan büyük oğlu Abdullah yaklaştı:
-
Ya Resülullah, diyordu. Bugün babam Süheyl İbn Amr da gelse, onu da affeder
misin?
Süheyl İbn Amr, Allah Resülü'nün yıllardır gelişini
gözlediği bir adamdı. Daha Mekke'ye girmeden birkaç gün önce, İslarn'a girmek
için hazırlandıklarını haber verdiği dört kişiden biri de oydu. Halbuki o
sıralarda Süheyl, İkrime İbn Ebi Cehil ve Safvan İbn Ümeyye ile birlikte Allah
Resülü'ne nasıl karşı koyacaklarının planlarını yapmakla meşguldüler. Nihayet
karşılarına Hz. Halid gibi birisi çıkıp da mukavemet gösteremeyeceklerini
anlayınca dağılmış ve her biri bir kenara kaçmaya başlamış, İkrime İbn Ebi
Cehil ve Safvan İbn
513
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern)
Ümeyye Mekke dışına
kaçarken Süheyl İbn Amr, Mekke'de bir yere gizlenmeyi tercih etmişti.
Ancak
onun gibi hep önde olan bir adam, böylesine önemli bir günde kaçıp da gizli
kapaklı kalmamalıydı ve işte Süheyl İbn Amr da, bu mertliği seçerek oğlu
Abdullah'a haber gönderip:
-
Benim için Muhammed'den eman talebinde bulun; zira bugün ben,
öldürülmeyeceğimden emin değilim, diyerek Resülullah'ın kendisi hakkındaki
kanaatini öğrenmek istemişti. Hz. Abdullah'ın getirdiği haber karşısında
tebessüm eden Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), etrafındakilerin duyacağı
bir ses tonuyla:
- Süheyl İbn Amr da,
Allah'ın emanıyla emniyettedir, buyurdu.
Konuştuklarının
burada kalmayacağını biliyordu ve yıllardan beri geleceği günü beklediği Süheyl
için şu cümleleri de ilave etti:
-
Bugün kim Süheyl İbn Amr'la karşılaşırsa sakın kötü nazarla bakıp onu
gözleriyle incitmesin; ömr-ü hayatıma yemin olsun ki, Siiheyl, akıllı ve şeref
sahibi birisidir! Zaten Süheyl gibi birinin İslam'a cahil kalıp ondan uzak
kalması düşünülemez! Anlaşılan o da bugün, şimdiye kadar bulunduğu yerin
kendisine bir fayda vermediğini çoktan anlamış bulunuyor!
Bunları
duyan Abdullah'ın sevincine diyecek yoktu. Hemen bir çırpıda koşarak babasının
yanına geldi ve duyduklarını anlattı bir bir ...
Süheyl,
aradaki farkı çok net görüyordu! Her şeye rağmen bu nebevi iltifat karşısında
erimişti adeta ve dudaklarından şu cümleler döküldü titreyerek;
- Vallahi de O, küçük
ve büyük bütün iyiliklerin sahibi! Bulunduğu yerde bir müddet ileri geri
yürüyüp durdu ve ardından da kararını verip davetin geldiği yere, Kabe'ye
yöneldi. Gelecek ve o engin şefkati daha yakından görüp Resülullah'ın huzurunda
teslim-i silah edecekti!
Bu
sırada Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), yanına Hz. Bilal'i
çağırdı. Osman İbn Talha'nın yanına gitmesini ve ondan Kabe'nin anahtarlarını
alarak kendisine getirmesini istiyordu. Uzun uğraşlar
514
Anlaşmanın ihlali ve
Fetih Müjdesi
sonunda
annesinden anahtarı alabilen-'? Hz. Osman, onu kaptığı gibi Kabe'ye doğru
koşmaya başlamıştı. Olacak ya, tam da Efendimiz'e yaklaştığı sırada sürçecek
ve yere düşecekti; annesinden zoraki aldığı anahtar şimdi de elinden düşüp bir
tarafa savruluvermişti! Ancak bunda da bir hayır vardı; zira bugüne kadar
Kabe'nin anahtarlarını hep yanında bulunduran Beni Talha ailesi, kendilerinden
başka kimsenin onu açamayacağını düşünüyor ve bu sebeple aileye bir nevi
kutsiyet atfediyorlardı ve şimdi, Resülullah'ın bir hamlesiyle bu yanlış
telakki de yıkılacaktı! Efendiler Efendisi anahtarın düştüğü yere vardı ve
elbisesinin ucuyla onu tutarak eline aldı. Sonra da gidip bizzat kendi
elleriyle Kabe'nin kapısını açtı; ilk kez Kabe, sahibine açılıyordu!
Ancak Kabe'nin içi,
resimlerle doluydu ve Allah Resülü, Hz.
Ömer'i
görevlendirerek bunların hepsini yok etmesini istedi; Kabe, şirk emarelerinden
tamamen temizlenmeden içeri girmiyordu! Şimdi ashabda tatlı bir telaş
başlamıştı; kimi Zemzem taşıyor, kimi de eline aldığı bir bezle Kabe'rıin içini
temizliyordu!
Temizlik
işi bitirilip de Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) içeri girdiğinde
gözüne Hz. İbrahim, Hz. İsmail ve Hz. Meryem olduğunu söyleyip durdukları bazı
resimler takılacaktı; belki de onları, saygılarından temizleyip yok
etmemişlerdi! Ancak Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) çok kararlıydı
ve hemen Hz. Ömer'e dönerek:
-
Ya Ömer, diye çıkıştı ona. Ben sana, burada hiçbir resim bırakmayacaksın diye
emretmedim mi? Allah onların canını alsın! Hz. İbrahim'i elinde ok çeken bir
ihtiyara benzetmişler! Allah kahretsin onları; halbuki onların hepsi de, ne
Hz. İbrahim'in ne de Hz. İsmail'in faloku çekmediklerini çok iyi bilirler!
Buradaki bütün resimleri temizleyin; yaratıp da hareket ettirmeye güç
yetiremediklerini resmetmeye kalkan bu insanları Allah kahretsin!
Resülullah'ın
gösterdiği bu hassasiyet, ashabı da harekete geçirmiş ve hemen, üstlerindeki
giysilerle Kabe'yi temizleme yarışına girişmişlerdi!
317
Anahtan getirmesi gecikince Allah Resülü (s.a.s.) ashabından bir grubu onun
evine gönderecek ve bunun üzerine annesi ikna olup anahtarı ancak o zaman verecekti.
Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/833; Salihi, Siibülti'l-Hüda ve'r-Reşad, 5/237
515
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
İşte şimdi olmuştu ve Efendiler Efendisi, yanında Hz. Üsdme,
Hz. Bilôl ve Osman İbn Talha olduğu halde Kabe'nin içine
girdi. Allah Resülü'yle birlikte Kabe'nin içine girme işi, o kadar ashab arasından
sadece bu üç kişiye nasip olmuştu! Artık emr-i nebevi ile kapı içeriden
kapatılmış ve başkasının girmesine imkan vermiyordu.
Bu sırada Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem)
orada, uzun hurma dallarından yapılmış bir güvercin heykeli bulmuş ve onu da
kendi elleriyle kırıp atmıştı. Efendiler Efendisi Kabe'nin dört bir köşesini
dolaşarak içinde tekbir getiriyor ve Allah'a hamd ediyordu. Sonra da iki
direğin arasında durarak iki rekat namaz kılacaktı!
Dışarıda ise ashab-ı kiram hazretleri, merakla
bekleşiyordu; acaba Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), içeride ne
yapıyordu! Süre uzadıkça merak da artar olmuş ve sabırsızlıktan çatlayacak hale
gelmişlerdi. Bu sırada Halid İbn Velid gibi bazı kimseler, herhangi bir
izdihama sebebiyet vermemek için ashabı Kabe kapısından uzaklaştırmaya
çalışıyorlardı. Haklıydı da; zira kapı aralanır aralanmaz herkes, oraya doğru
yönelmek isteyecekti! Meraklı gözler şimdi, Efendimiz'in yanındakilere soruyordu:
-
Resülullah, içeride ne yaptı? Namaz kıldı mı? Namazını nerede kıldı?
Bir tarafta Hz. Bilal ile Hz. Üsame bu soruları
cevaplayadursun Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), elinde anahtarlar
olduğu halde Kabe'den çıkmış ve avluya inmişti, tuttu orada da, Kabe'ye yönelerek
iki rekat namaz kıldı ve arkasından da:
-
İşte, kıble budur, buyurdu. Böylelikle, kıble konusunda zihinlerde
oluşabilecek sorulara da cevap vermiş oluyordu.
Derken öğle vakti girmiş ve Resülullah da yanına yine
Hz. Bilal'i çağırmıştı; Kabe'nin üstüne çıkıp da ezan okumasını istiyordu.
Aynı zamanda bu, Mekke hakkında söylenecek son söz manasına geliyordu! Artık
Hz. Bilal'in sesi, yıllarca 'Ehad! Ehad!' diyerek inlettiği Faran dağlarına
çarpıp geri geliyor, hala hazımsızlık yaşayan Mekkelilerin yüreğine ok gibi
işliyordu! Hatta bu sırada Kabe'nin avlusunda bulunan Haris İbn Hişam ile
Attab İbn Esid, etraflarındaki bir grupla birlikte oturmuş kendi aralarında
konuşmaya başlamışlardı. Babası Esid'i kastederek Attab:
516
Anlaşmanın İhlali ve
Fetih Müjdesi
-
Allah Esid'e ne büyük lütufta bulunmuş; bak bugün, duyduğu zaman öfkeden
kuduracağı şu sesi duymuyor, demişti. Haris ise:
-
ValIahi bilsem ki O hak üzeredir; gider ve O'na tabi olurum, diye karşılık
veriyordu. Süheyl İbn Amr da, Haris'e katıldığını söylerken bu sırada bir
başkası devreye girecek ve:
-
Şu siyahi kölenin Kabe damına çıkıp da böyle bağırdığını görmeden önce Allah,
Said'in ruhunu kabzetmekle meğer ne büyük lütufta bulunmuş, diyecekti. Hakem
İbn Ebi'l-As ise:
-
Beni Cümeyh'e ait bir köle Ebu Talha'nın binasının üzerine çıkıp da böyle
bağırabi1iyor ya, bu gerçekten de çok büyük bir hadise, diyerek tepkisini dile
getiriyordu. Onları dinlemekte olan Ebu Süfyan, önceki tecrübelerinin de bir
neticesi olarak temkinliydi:
-
Ben bu konuda hiçbir şey diyemem, dedi önce. Zira eğer ben bir şey konuşacak
olursam şu taşlar bile gidip O'na haber verirler!
Gerçekten
de EbU Süfyan'ın dediği olmuştu; Cibril-i Emin gelmiş ve durumdan Allah Resülü'nü
haberdar etmişti. Bunun üzerine Sultan-ı Rusül Efendimiz, onlara dönerek:
-
Sizin şöyle şöyle dediğinizi biliyorum, diye seslendi. Yıldırım çarpmış gibi
olmuşlardı; gerçekten de EbU Süfyan haklı çıkmıştı! Bilhassa Attab ve Hişam,
can evinden vurulmuşlar:
-
Biz de şehadet ederiz ki Sen, gerçekten de Resülullah'sın, diyorlardı. Şu
söylediklerimize bizden başka kimse muttali olmamıştı ki gelip de onları Sana
haber versin!
Bu
sırada Hz. Osman, Mekke'den bu yana tanıdığı ticaret arkadaşı Saib İbn
AbdiIlah'ı Efendimiz'in huzuruna getirmiş ve hakkında güzel şeyler söyleyerek
onu tanıtmaya başlamıştı. Efendimiz:
-
Bana Saib'i tanıtmaya çalışmayın; çünkü o Benim ortağımdı, diye başladı
sözlerine. Sonra da ona dönerek:
-
Hoş geldin ey kardeşim ve ortağım, diye seslendi. Bu sefer Saib'i Allah Resülü
(sallallahu aleyhi ve sellem) tanıtmaya başlamıştı; zira Saib, hayırsever ve
dost canlısı bir adamdı; onun için Efendimiz:
-
O, ne ortağını aldatır, ne de onunla çekişirdi, diyordu. Sonra tekrar Saib'e
yönelip:
- Ey Saib, diye seslendi.
Cahiliyye döneminde sen, sevap olarak
S17
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
karşılığını
göremediğin bir kısım iyilikler yapıyordun; halbuki şimdi sen, senden sevap
olarak kabul görecek işler yapacaksın!
Bu
arada Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), yanında bulunan Hz. Ömer'e
dönecek ve Hudeybiye günü yaşanılanları hatırlatırcasına ona şunları
söyleyecekti:
-
Ey Ömer! İşte o gün Benim size, "Ben, Allah'ın Resiilii'ışiun" derken
söylemek istediğim buydu; vallahi de İslam'da. Hudeybiye Anlaşmasından daha
büyük bir fetih yoktur! Ancak o zaman insanların aklı, olup bitenleri
kavramaya yetmemiştile"
Umuma Sesleniş
Bu
sırada insanlar, Kabe'nin avlusunda halkalanmış, merakla gelişmeleri takip
ediyorlardı; Allah Resülü'nün haklarında vereceği hükmü merak ediyorlardı! İşte
şimdi sıra, bu insanlara seslenmeye gelmişti ve Efendiler Efendisi, onlara
hitap etmek için Rabe'nin kapısına çıktı. İlk cümleleri Allah'a hamd ile
başlıyordu:
- Vaadini yerine
getiren Allah' a hamd olsun, diyordu. O Allah ki, Tek'tir ve hiçbir ortağı
yoktur; tek başına Ahzab ordularını hezimetle baş başa bırakmış ve kuluna
yardım sözünü yerine getirmiştir!' Sonra da:
-
Ey Kureyş, diye seslendi. Bugün Benden, hakkınızda nasıl bir hüküm vermemi
bekliyorsunuz?
Bir
anda Kabe, derin bir sessizliğe bürünüverecekti; zira bugüne kadar
yapmadıklarını bırakmamışlardı! Yolun sonuna geldiklerini düşünüyorlardı! Zira
defalarca yoluna çıkmış, akla hayale gelmedik işkencelere müracaat etmiş ve her
köşe başında O'na ve ashabının hayatına tuzak kurmuşlardı! M ücrimlerdi ve
şayet hükmü kendileri verecek olsalardı, böyle bir cürümün cezasının ne
olduğunu çok iyi biliyorlardı! Ağızlarını bıçak açmıyordu; başlarını önlerine
eğmiş, haklarında verilecek hükmü intizar ediyorlardı.
3ı8 Fethin yaşanmaya
başlanmasıyla birlikte pişmanhkla kıvranmaya başlayan Hz.
Ömer'de
şok tesir icra eden sözlerdi bunlar ve o günden sonra o, Hudeybiye günü yaptığı
çıkışlarından dolayı kendi kendisine, ömür boyu nafile namaz kılacağı, oruç
tutacağı, zekat ve sadaka dağıtıp tevbe ve istiğfar edeceğinin sözünü verecekti.
Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/607; İbn Seyyid, Uyünu'l-Eser, 2/120; İbn Kesir, Sire,
3/320, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 4/192
518
Anlaşmanın n ısu ve
Fetih Müjdesi
Bu
derin sessizlik devam ederken en arkalardan, hiç beklemedikleri bir ses
yükselivermişti:
- Hayır murad ediyor ve Sen'den hayır bekliyoruz. Zira
Sen, kerim oğlu kerim bir kardeş ve kerim bir kardeşin oğlu bir kerem sahibisin
ve buna da bugün muktedirsin, diyordu. Bir anda gözler, arkadan gelen sesin
sahibine yöneldi. Bu sesin sahibi, Kureyş'in kudretli şairi Süheyl İbn
Amr'dan başkası değildi! Oğlu Abdullah'ın getirdiği haberle gizlendiği
yerden çıkmış ve yeni bir hayata adım atmak için huzura gelmişti. Kader onu,
yine çok kritik bir noktada istihdam ediyordu; yine dilindeki gücü kullanmış ve
tükendiklerini düşündükleri noktada Kureyş'in affına ferman getirecek bir adım
atmıştı!
Söz Sultanı Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern),
Süheyl'in bu cümlesiyle kastettiği manayı elbette anlamıştı. Hz. Yüsuf'u
hatırlatıyor ve onca meşakkate maruz bırakıldıktan sonra onun, yine de kardeşlerini
affettiği gibi bugün Resülullah'ın kendilerini affetmesini diliyordu! Zaten
Resülullah da farklı düşünmüyordu; sesin sahibini de tanımış, maksadını da
anlamıştı! Zaten O, yaşatmak için vardı! Bir anda mübarek yüzlerinde
kucaklayıcı bir tebessüm beliriverdi ve yüreklerine işleyen bir ses tonuyla,
olgun başaklar gibi sararıp solan simalara şunları söyledi:
- Ben bugün size, kardeşim Yüsuf'un, "Bugün sizin
için kınama yoktur; umulur ki Allah da hatalarınızı affeder; çünkü O, merhametlilerin
en merhametlisidirl'v'? dediği gibi derim. Haydi gidin; hepiniz hürsünüz!
Ölüm emri bekleyen Mekkeliler, her şeye rağmen
kendilerine sonuna kadar hürriyetin yolunu açan bu ifadeler karşısında ayrı
bir şok daha yaşıyorlardı. Olacak gibi değildi; Resülullah (sallallahu aleyhi
ve sellern), kin de tutmuyordu! Bu kadar civanmertlik ancak bir peygamberde
olabilirdi ve karşılaştıkları bu alicenaplık karşısında küçük dillerini yutacak
hale gelmişlerdi. Muktedirken affetmek, ancak ilahi kaynaklı bir sistemin
sonucu olabilirdi ve kalplerine doğru işleyen derin bir pişmanlık
hissediyorlardı. Belki de esas fetih şimdi yaşanıyordu; nebevi şefkatin
kollarında kalpler olabildiğine
319 Yusuf, 12/92
519
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern)
yumuşamıştı ve şimdi
onlar, kitleler halinde İslam'ı tercih ettiklerini söylüyorlardı!
Yüz
seksen altı aileyle çıktığı Mekke'de, şimdi binlerce insan İslam'la
şereflenmişti; Nur İnsan, huzur kesilmiş, Rabbine hamd ediyordu! O gün onlara,
yeni adım attıkları din hakkında uzun uzadıya bilgi verdi; yeni mü'minlerini
geleceğe hazırlıyordu! Bu arada kendisine soru soranlar da oluyordu ve O da,
onların bu sorularına cevap veriyordu. Hatta hutbesi bitip de Ebu Şah adındaki
birisi, hutbede mevzu ettiği konuları kendisine yazıp da vermesini talep edecek
ve Oda:
-
Onları Ebu Şah için yazıp veriniz, diyerek onun bu isteğini de yerine
getirecekti.
Artık
Kabe, cemaat cemaat gelip de Allah Resülü'ne beyat eden Mekkelilerin coşkusuna
şahitlik ediyordu. Allah'a iman ettiklerini söylüyor ve kelime-i tevhidi
söyleyerek, daha düne kadar karşısında kılıç çektikleri Allah Resülü'ne
sadakatlerini beyan ediyorlardı. Faran dağlarından akıp gelen sellerin Kabe'de
buluştuğu gibi o gün Mekkeliler, kendilerini imanla buluşturan Allah Resülü'nün
bulunduğu yere akın etmiş ve O'nun mübarek elini tutarak emrine inkıyat sözü
verebilmek için adeta birbirleriyle yarışmışlardı ve bu yarış, günlerce devam
edecekti.
Bugüne
kadarki beyatlarda hicret, bir ön şartlı; zira hicret olmadan İslarn'ı yaşama
imkanı verilmiyordu. Ancak, şimdi Mekke de İslam'a kapılarını aralamış ve böyle
bir endişe kalmamıştı. Ashabdan biri, babasının elini tutarak huzura gelince:
-
Ya Resülullah, demişti. Hicret etmek şartıyla babamın beyatım da kabul et!
Bu,
o güne kadarki uygulamanın bir neticesiydi ama şimdi şartlar değişmiş ve
değişen şartlara göre hükümlerde de farklılık söz konusuydu; onun için
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern):
-
Bilakis Ben, onun beyatını cihad üzerine alıyorum; zira artık hicret son buldu,
buyuracaktı. Belli ki Mekke'nin fethi, aynı zamanda bir dönüm noktasıydı. Düne
kadar Medine'ye hicret etme zorunluluğu kalkacak ve Mekke'de artık İslam'a
bayraktarlık yapacaktı. Onun için Efendiler Efendisi ashabına döndü ve:
- Fetihten sonra
artık hicret yok; Allah yolunda mücahede
520
Anlaşmanın İhHili ve
Fetih Müjdesi
etmek
ve niyet vardır; niyetinizi halis tutarak Allah yolunda cihada çağrıldığınız
zaman sizler, anında bu davete icabet edin ve Allah yolunda koşmakta acele
ediniz, buyurdu.
Bir
de müjdesi vardı Allah Resülü'nün; ashabına dönmüş şunları söylüyordu:
-
Bugünden sonra burası, kıyamete kadar bir daha küfür adına istila görmeyecek!
Erkeklerin
beyatından sonra sıra kadınlara gelmişti. Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve
sellern), Safa tepesinde durmuş şimdi de kadınların beyatını alıyordu! Ebu
Süfyan'ın hanımı ve Bedir'de öldürülen Utbe İbn Ebi Rebia'nın kızı Hind de,
Sultanlar Sultanı'na beyat etmek için o gün gelen kadınlar arasındaydı. Daha
birkaç gün önce, Ebtah'ta bulunduğu sırada Efendimiz'in yanına gelmiş
ve:
-
Getirdiğin rahmetten benim de istifade edebilmem için kendisi için seçtiği
dini üstün kılan Allah'a hamd olsun, ya Muhammed! Ben, Allah'a iınan eden ve
O'nu tasdik eden bir kadınım, demişti. Hala yüzü kapalıydı ve bunları
söyleyenin kim olduğunu henüz Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem)
bilmiyordu. Derkenyüzündeki nikabı kaldırdı ve:
-
Ben, Utbe'nin kızı Hind'im, dedi. Bunun üzerine Efendiler Efendisi (sallallahu
aleyhi ve sellern), iltifat dolu bir ses tonuyla:
-
Sen de hoş geldin, buyurdu. Endişe ettiği gibi ne kendisine kızmış, ne de eski
günlerini hatırlatarak başına kakma yolunu seçmişti. İlk intiba itibariyle
kendisinde hasıl ettiği enginlik karşısında cesaretini daha da toplayan Hind:
-
Ya Resülullah, diye seslendi. Allah'a yemin olsun ki, daha düne kadar
yeryüzünde bana en sevimli gelen çadır sahipleri, Senin aleyhinde oturup da
kalkanlardı; ancak benim için bugün en sevimli olan şey, senin çadırında
bulunanların izzet ve cemale düçar olmasından başkası değildir!
İşte
o gün Hind Binti Utbe, gelip Efendimiz'in huzurunda Müslüman olduğunu ilan
etmiş, bugün de Efendimiz'e beyat etmek için Safa tepesine gelmişti. Hz. Ömer
(radıyallahu anh) yine Resülullah'ın yanında durmuş, uzaktan işaretle Allah Resülü'ne
beyat eden kadınların sözlerini Efendiler Efendisi'ne intikal ettiriyordu.
Ancak Hind, yine de endişeliydi; onun da kalbi yumuşamış ve o da İslam'la
521
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
şereflenmişti
ama Uhud günü Hz. Hamza'ya yaptıklarını hatırlatır da kendisini sigaya çeker
diye Allah Resülü'nün huzuruna girmekten ödü kopuyordu! Ancak bunların hepsi
de, Efendimiz'in olduğu yerde gereksiz endişelerdi. Efendimiz, onunla da
perdeyi yırtmayacak ve onun da beyatını kabul edecekti.
Mekke
müşrikleri gelip de teslim-i silah eylediklerine göre artık Mekke'de:
- Allah'a ve ahiret gününe inanan herkes, evinde put
adına hiçbir şey bırakmasın ve onları hemen kırsın, diye bir ses yükseliyordu.
Zira Sultan-ı Rusül Efendimiz, dört bir yana münadiler göndermiş ve ulaştıkları
herkese bu emri tebliğ etmelerini emir buyurmuştu.
Daha sonra da Sultan-ı Rusül Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern), ashabından bazılarını göndererek belli başlı putları
kırmalarını emredecekti; bunun için Halid İbn Velid Uzza'yı ve Sa'd İbn Zeyd
de Merıat'ı kırmak için tavzif edilirken, Halid İbn Sa'd Urane ve Hişam
İbn As da, benzeri bir iş için Yelemlem tarafına gönderilmişti.
Kabe'nin
anahtarları hala elindeydi; onları Sultanlar Sultanı'nın elinde gören Hz. Ali:
-
Ya Resülullah, diye seslenecekti. Kôbe'nin örtüsüyle ilgili hizmetler yanında
anahtarları taşıma vazifesini de bize verseniz!
Belli ki Efendimiz (sallallahıı aleyhi ve sellem) aynı
kanatte değildi; aynı zamanda böyle bir talep karşısında hoşnut olmadığı
anlaşılıyordu! Ona dönerek:
- Ben size, nimetlerinden istifade edeceğiniz bir şeyi
değil, aksine kendi cebinizden harcayarak eda edeceğiniz bir vazife veriyorum,
buyurdu. Belli ki, yakınında olanlardan daha fazla fedakarlık bekliyor ve
ücretlerin paylaşıldığı yerde kendi yakınlarını en arkalarda görmek istiyordu.
O'nun dünyasında zaten vazife, isteyene değil, vazifeden müstağni olana
verilirdi.
Kabe'nin
avlusunda dolaşan nebevi nazarlar, yine Osman İbn Talha'yı arıyordu ve onlara:
-
Osman İbn Talha nerede, diye sordu. Allah Resülü'nün kendisini aradığını duyar
duymaz huzura gelen Hz. Osman'a önce:
- Ya Osman, diye
seslendi. Daha önce olduğu gibi yine onu alın
522
Anlaşmanın ihlali ve
Fetih Müjdesi
ve
ebedi olarak bu görevi yerine getirmeye bakın! Bundan sonra sizden bu
anahtarlan kim alırsa alsın zulüm işlemiş demektir! Ey Osman! Allah (celle
celaluhü) sizi, Beytullah'a emanetçi kılmıştır; öyleyse bu vesileyle size
ulaşanlardan, rna'rüf çerçevesinde istifade edin ve onu iyi saklayın!
Yeniden
anahtarları alan Hz. Osman'ın sevincine diyecekyoktu; tam arkasını dönmüş
gidiyordu ki, Allah Resfılü yeniden:
-
Ya Osman, diye seslendi. Ne diyorsun; bu, daha önce sana söylediklerimin
gerçekleştiğini gösteriyor mu?
Yeniden
Efendimiz'e dönen Osman İbn Talha'ya bu sözlerin hatırlattığı şeyler vardı;
zira daha Mekke döneminin yaşandığı bir gün Allah Resfılü (sallallahu aleyhi ve
sellem) ona:
-
Bir gün bu anahtarların Benim elime geçeceği ni sen de göreceksin; o gün
onları Ben, dilediğim kişiye vereceğim, demişti. Zaman ne kadar da hızlı geçip
gitmiş ve şimdi gerçekten de o gün söylenilenler bugün gerçekleşmişti Allah
Resfılü de, o anahtarları eline alarak dilediği kişiye veriyordu. Kısa bir
düşüncenin ardından Hz. Osman:
-
Evet, diye seslendi. Ben şehadet ederim ki Sen, Allah'ın Resülü'sün!
Elbette
anahtarları Osman İbn Talha'nın elinden alacak değildi; zira Cibril-i Emin'in
getirdiği mesaj da, emanetleri ehline vermeyi ernrediyordıı>? ve Allah
Resülü de, anahtar mevzuuna son noktayı şu cümleleriyle koydu:
-
Anahtarlar senin olsun; ne de olsa bugün, iyilik ve vefa günüdür!
Bu
arada Huzaa kabilesi ile Hüzeyl arasında anlaşmazlık çıkmış ve Hüzeyl'e
saldıran Huzaalılar, yine kan akıtmışlardı. Bunu duyar duymaz Allah Resfılü
(sallallahu aleyhi ve sellern), sırtını Kabe'ye vererek insanlara döndü ve
önce Allah'a hamd ü senada bulunduktan sonra:
-
Ey Huzaa cemaati, diye seslendi. Artık adam öldürmekten elinizi çekin; vallahi
de bu kadarı fazla! Sizin şu öldürdüğünüz adamın diyetini de vallahi Ben
ödeyeceğim! Şu Hıraş, ne kadar da katil-
320 Bkz.
Nisii, 4/58
523
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
miş! Şayet ben, bir
kafire mukabil bir mü'mini öldürecek olsaydım, bugün Hıraş'ı öldürürdüm!
Ey insanlar! Allah (celle celaluhü) Mekke'yi, daha
semavat ve arzı, güneş ve ay ile şu iki dağı yaratmadan önce haram kılmıştır;
onu insanlar haram kılmamıştır; bilakis haram kılan Allah'tır ve bu haramlık
da, kıyamet gününe kadar devam edecektir! Allah ve ahiret gününe iman eden biri
için burada kan dökmek, buranın ağacını kesip koparmak asla helal değildir.
Bunlar, Benden önce de kimseye helal değildi ki Benden sonra birisine helal
olsun! Sadece istisnai olarak Bana bir saat -ki o da Mekkelilere olan buğz-u
ilahi sebebiyledir- hel al kılındı! Şimdi ise bu hurmet, dün olduğu gibi
yeniden eski haline geri döndü! Bunlan burada bulunanlar, bulunmayanlara da
tebliğ etsin! Her kim, "Burada Resillullaiı da savaştı" diyecek
olursa, siz de onlara, "Allah Teôlii, Resiiliı'tıe bunu geçici bir
müddet helal kıldı; ancak bu helal kılma sizin için yoktur!" deyin.
Ey insanlar! Allah hukukuna karşı insanlar arasında en
çok tecavüzkar olanlar, Harem'de adam öldüren veya katilinden başkasının
hayatına kasteden yahut da, Cahiliyye duygulanyla intikam hırsına bürünüp
birilerini öldürme yanşına girişenlerdir!
Şayet
Benim bu hitabımdan sonra artık her kim bir diğerini öldürürse onun velisi, şu
iki şeyden birisini tercihte muhayyerdir; şayet isterlerse diyetini tam olarak
alır, dilerlerse katili kısas olarak öldürürler!
Restıl-ii Kibriya Hazretleri bu hutbesiyle insan
hukukunu hiçe sayan anlayışa karşı tavrını net bir şekilde ortaya koyuyor ve
bundan sonraki aşamada, toplumun selameti adına suç işleyenlere karşı daha
sert yaptırırnlar uygulayacağını ilan ediyordu. Ve o gün Efendiler Efendisi
(sallallahu aleyhi ve sellern), hiç dahli olmadığı halde kendisini bu kadar
hiddetlendiren söz konusu cinayetin bedelini yüz deve olarak ödeyecek,
böylelikle kabileler arasında devam etmesi muhtemel kan davalannın önünü almış
olacaktı.
Hatta o gün Allah Resülü, benzeri ihtiyaçları
karşılamak için Abdullah İbn Ebi Rebia, Safvan İbn Ümeyye ve Huvaytıb
İbn Abdiluzza'dan borç isteyecek ve onlar da Efendiler Efendisi'ne toplam
yüz otuz bin dirhem borç vereceklerdi. Halbuki o gün bunların hiçbiri henüz
Müslüman olmamıştı. Buna rağmen onlann Allah Resü-
Anlaşmanın n.ısu ve
Fetih Müjdesi
lü'ne
güvenleri sonsuzdu ve sonra kendilerine geri ödeneceğini bilerek Gönüller
Sultanı'na, Abdullah İbn Ebi Rebia ile Huveytıb İbn Abdiluzza dört yüz, Safvan
İbn Ümeyye'de beş yüz dirhem olmak üzere borç vermişlerdil>"
Bir
aralık Saffi tepesine çıkmıştı; biraz daha yüksekten Beytullah'a bakıyor ve
ellerini açıp Allah'ı ta'zim ediyor, hamd ii sena
ile Rabbine yalvarıyordu. Bir müddet öyle devam edip içinden geldiği gibi
duasını yaptıktan sonra Efendimiz'in üzerinde yeniden vahyin emareleri
belirmeye başladı; yeni bir mesaj daha geliyordu!
Nihayet vahiy hali
geçip de Resülullah bir nebze rahatlayınca: - Ey Ensar topluluğu, diye
seslendi. Özellikle Ensar'ı çağırıyordu; belli ki, gelen haberin konusu,
doğrudan Ensar'ı ilgilendiriyordu. Zaten onlar da, bu sırada Allah Resülü'nün
alt tarafında oturmuş, Efendimiz'in yeniden Medine'ye dönüp dönmeyeceğini
konuşuyorlardı. İsimlerinin zikredildiğini duyar duymaz:
-
Lebbeyk ya Resülullah, diyerek huzuruna koştular. Şunları söylüyordu:
-
Sizler, 'Artık: bu adam memleketine geldi ya, bizimle dönmeyip artık
yakznlarzyla buluşur ve akrabalarzyla hasret qiderir" diyorsunuz öyle
mi?
Gerçekten
de söylemişlerdi ve bununla da, kendi memleketi olan Mekke'nin fethinden sonra
burada kalacağının endişesini duyduklarını ifade etmek istemişlerdi. Zira
gönülleri, Resülullah'ı Mekke'de bırakıp da yalnız Medine'ye dönmeye razı
değildi! Boyunlarını bükerek:
-
Bunu söyledik ya Resülullah, dediler. Bunun üzerine Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellem) şunları söyledi:
-
Benim bir adım yok mu da Bana, 'Adam' diye sesleniyorsunuz! Hayır,
hayır! Ben, Allah'ın kulu ve Resülü'yüm; size ve Alla-
321
Efendimiz
(s.a.s.) bu borçlarını, Hevazirı dönüşünde ödeyecektir. Öderken de: - Muhakkak
ki alınan borcun karşılığı, teşekkür etmek ve onu geri ödemektir, diyecek ve
borç aldığı şahısların mallarında bereket ihsan etmesi için de Allah'a dua
edecektir. Bkz. Vakıdi, Megazı, 1/863; Salihi, Sübülü'l-Hüda ve'r-Reşad, 5/258
525
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
h'a hicret ettim!
Öyleyse Benim hayatım, sizin hayatınız; ölümüm de sizin ölümünüzdür!
Resülullah'ın
sözleri onları çok etkilemişti; hıçkırıklara boğulmuş ağlaşıyorlardı; bu arada
Sultanlar Sultanı'na yaklaşmış ve:
-
ValIahi de ya Resülullah, diyorlardı. O dediklerimizi biz, sadece Allah ve
Resülii'ne olan aşırı düşkünlüğümüzden dolayı söyledik!
Zaten
farklı düşünülemezdi; tam da Mekke'nin fethiyle sevinirken, sekiz yıldır hep
birlikte oldukları Efendiler Efendisi'nden ayrı kalamaz, daha düne kadar O'na
tuzak kuranlarla O'nu paylaşamazlardı! Öyleyse bu ifadeleri, içlerindeki
samimiyetten kaynaklanıyordu ve Server-i Kainat da:
-
Şüphesiz Allah da, Resülullah da sizin halinizi mazur görüyor ve
söylediklerinizi tasdik ediyor, buyurdu.
Mekke'nin
fethedilmesiyle birlikte bazı insanların kalbine de nüfuz edilmiş ve onlar da
manevi alandaki büyük fethe mazhar olmuşlardı. Gerçi o gün Mekke'nin neredeyse
tamamı gelip Müslüman olmuştu; ancak o gün bazıları vardı ki kimse, onların da
gelip Müslüman olabileceğini aklına getiremiyordu. Zira onlar, işin başından
beri hayatlarını, hep Allah Resülü'ne düşmanlık çizgisinde devam ettirmişler ve
her fırsatta İslam'a karşı olan kinlerini açıklamaktan çekinmemişlerdi. Hele
bazıları vardı ki onlar, aleyhteki propagandanın merkezinde olan insanlardı ve
onların Müslüman olması, karşı düşüncenin tamamen yok olması anlamına geliyordu.
Zira bugüne kadar hep bakışlarındaki şartlanmışlık ve ön yargı, gelişlerini
engellemiş, haset ve kıskançlıklarından O'nunla birlikte oturup da mesajlarını
anlama fırsatı bulamamışlardı. İşte; onlar için fetih, böyle bir zemini
oluşturan en önemli dönüm noktasıydı.
Fedôle İbn Umeyr, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Kabe'yi tavaf
ederken suikast kurarak O'nu öldürmek istemişti; Müslüman gibi gözüküyor ve
niyetini gizli tutuyordu. Bu iş için tam da Allah Resülü'ne yaklaştığı sırada
Allah Resülü:
526
Anlaşmanın İhlali ve
Fetih Müjdesi
-
Sen Fedale misin, diye seslendi. Sanki ne yapmak istediğini anlamıştı. Mecburen
Fedale:
-
Evet, diye cevapladı. Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) yeniden
sordu:
-
Peki, şu anda içinden ne geçiriyor, neyin hesabını yapıyorsun?
Bir anda paniklemişti
Fedale, Öylesine:
-
Hiçbir şey, dedi önce. Ancak Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem)
kendisinden cevap bekliyordu. Bunun üzerine Efendimiz'i başından savmak
istercesine:
- Allah'ı
zikrediyordum, deyiverdi.
Adamını
iyi tanıyan Efendiler Efendisi tebessüm ediyordu; önce:
-
Estağfirullah, dedi ve ardından da mübarek elini, Fedale'nin göğsüne koydu.
Herkese nasip olmayacak bir lütuftu bu ve o andan itibaren Fedale'rıin kalbinde
çok farklı şeyler yeşermeye başladı. Artık o, Allah Resülü'ne tuzak kuran
Fedale değil, Efendiler Efendisi'nin sevgisiyle dolu mükemmel bir mü'mindi;
kalbinde olumsuzluk adına ne kadar ukde varsa hepsi silinip gitmiş ve yerini,
Allah ve Resülii'nürı muhabbeti doldurmuştu.
Efendimiz'in
Kabe'de olduğu bir sırada, kucağında babasıyla birlikte Hz. Ebü Bekir
(radıyallahu anh) çıkageldi. Saçı sakalı ağarıp beli bükülrnüş ve gözleri de
görmez olmuş olan EbU Kuhô.fe, oğlunun Allah Resülü'yle birlikte sekiz
yıl sonra yeniden Mekke'ye gelişini büyük bir heyecanla beklemiş ve
baba-oğulun yolları Kabe'de kesişmişti. Bu demler, baba oğulun hasret giderdiği
demlerdi ve sevincinden Hz. Ebü Bekir onu kucağına aldığı gibi Allah
Resülü'nıirı yanına getiriyordu! Onların gelişini gören Allah Resülü
(sallallahu aleyhi ve sellern):
- İhtiyarı evinde
bıraksaydın da onu orada ziyaret eden Ben olsaydım ya, diye mukabelede
bulundu. Hz. Ebü Bekir (radıyallahu anh): - Ya Resi'ılullah,
diyordu. Sizin onun ayağına gitmenizdense onun sizin ayağınıza gelmesi daha
münasiptir!
Bu
sırada Ebü Kuhafe'yi Allah Resfılii'nün önünde oturtmuştu; Efendiler Efendisi
(sallallahu aleyhi ve sellern), mübarek ellerini yaşlı Ebü Kuhafe'nin
omuzlarına koyacak ve:
527
Efendimiz
(sallallalıu aleyhi ve sellem)
-
Müslüman ol ki selamete eresin, buyuracaktı. Davet Resülullah'tan gelince
yaşlı Ebu Kuhafe'ye, bu davete icabet etmek kalmıştı ve orada Müslüman
oluverdi! Hz. Ebu Bekir'i de Allah Resülii'rıü de, en az Mekke'nin fethi kadar
sevindiren bir manzaraydı bu!322
Bir
aralık Allah Resülü (sallallalıu aleylıi ve sellem), karşısına aldığı amcası
Hz. Abbas'a:
-
Senin kardeşin Ebu Leheb'in oğulları Utbe ve Muattib nerede?
Onları göremiyorum, diye soracaktı. Mekke' de iken bunlar, Efendimiz'in damadı
idiler. Babaları Ebu Leheb'in ve Mekkelilerin baskısına dayanamayarak ve
sırfhicran olsun diye Allah Resülü'nün kızlarını o gün boşamayı tercih
etmişlerdi. Ancak gün, vefa günüydü ve Server-i Kainat Efendimiz (sallallahu
aleylıi ve sellem), kucağını herkese açtığı gibi o gün Utbe ile Muattıb'a da
açıyordu. Hz. Abbas:
-
Bir kenara çekilip de kaçan Mekke müşrikleriyle birlikte onlar da gözden
kayboldular, diye cevaplayınca da:
-
Onları Bana getir, diyecekti. Belli ki ısrarhydı ve Hz. Abbas, atına atladığı
gibi yeğenlerinin peşine düşecekti. Nihayet onları Urne denilen yerde
bulup önce Resülullah'ın kendileri için söylediklerini ilettikten sonra onları
İslam'a davet etti. Beklemedikleri bu civanmertlik karşısında kalpleri
yumuşayan iki kardeş, amcalarıyla birlikte şimdi Resülullah'ın yanına
geliyorlardı. Onların gelişini gören Allah Resülü'nün yüzü yine dolunay misali
parlamaya başlamıştı; önce ayağa kalktı ve ayakta karşıladı onları! Ardından da
ellerinden tutarak Mültezem'e kadar geldi; ellerini açmış dua ediyordu!
Bir
müddet orada kaldıktan sonra geri dönen Allah Resülü'nün yüzündeki beşaşeti
gören Hz. Abbas:
-
Ya Resülullah, diyecekti. Allah (celle celaluhü), siirürunu daim kılsın!
Yüzünde ayrı bir sürur görüyorum!
Bunun üzerine
Efendiler Efendisi:
- Rabbimden, amcamın
şu iki oğlunu Bana bağışlamasını dile-
322 Daha sonra Efendimiz (s.a.s.), Hz. Ebü
Kuhafe'nin saç ve sakalının rengini değiştirmelerini isteyecek ve bunu
yaparken de siyah renkten kaçınmalarını tembih edecek; bunun üzerine de, onun
saç ve sakalını kına ile boyayacaklardı. Bu, İslam'da bir ilki ifade ediyordu.
Bkz. İbn Abdilberr, İstiab. 3/1036 (ı773); İbn Hacer, el-İsabe,4/453
528
Anlaşmanın ihlali ve
Fetih Müjdesi
dim; O da Benim bu
dileğime cevap vererek onları Bana bağışladı, buyurdu.
O
gün Mekke'den kaçanlar vardı; Abdullah İbn Zib'arô,
İkrime İbn Ebi
Cehil, Safvan İbn Ümeyye, Vahşi İbn Harb, Ziı'l-Ceuşen, Hôris İbn Hişôm, Sôib İbn Sayfiyy, Adiyy İbn Hıyar,
Ukbe İbn Hôris ve Muaviye
İbn Ebi Süfyan gibi Resülullah'ın şefkatinden kaçan daha nice isim vardı;
ancak hepsi de bir vesileyle gelip o şefkat dolu huzurun önünde hidayete ermiş
ve böylelikle, önceki yanlışlarını telafi edercesine Resülullah'ın dizinin
dibinde teslim olup önlerine yepyeni birer sayfa açmışlardı!
Server-i
Kainat Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), sadece Mekke'yi fethetmekle
kalmıyor ve insanların bundan sonra prensip olarak kabullenecekleri yeni
hükümler tebliğ edip bunların toplum tarafından özümsenmesi için insanlara yol
gösteriyordu. Zira dini n ortaya koyduğu kesin hükümler, insanların anlayış ve
telakkilerine göre değişkenlik arz edebilecek bir alan değil, zahiren aleyhte
gibi olsa bile uygulanması gereken birer vecibeydi. Toplumun istikbal
vaadederek ayakta kalması buna bağlı, insanların huzur içinde bir hayat
sürebilmesi de bunların sosyal hayattaki hakimiyetiyle doğru orantılıydı. Çünkü
bu hükümler, Ahkemü'l-Hfikimin olan Allah tarafından insanlar için yazılmış birer
reçete mahiyetindeydi; onu hayatına esas haline getiren toplumlarda huzur,
ondan uzaklaşıp da keyfi hareket edenlerde ise anarşi ve kargaşa hakim olurdu.
Ashabına
seslenen Sultan-ı Rusül Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), bir aralık:
-
Şüphe yok ki Allah (celle celaluhü), içki ve domuzun satışıyla ölü hayvan ve
putların da ticaretini haram kıldı, buyurmuştu. Bunun üzerine ashabdan biri
ayağa kalkarak:
-
Ya Resülullah, diye seslendi. Ölü hayvanın yağı konusunda ne buyurursunuz;
çünkü onunla gemi ve deri yağlanmakta, bu yağlar aydınlatma için de lambalarda
kullanılmaktadır!
Belki
de ellerinde, söz konusu maddelerden bir miktar vardı ve bunları Müslüman
olmayanlara satarak gelirinden istifade etmeyi
529
Efendimiz (sal1allahu
a l e y h i ve sellem)
düşünmüşlerdil
Ancak böyle bir talep karşısında Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem)
çok celallenmişti; karşılarına çıkan her hükümden bazı istisnalar üreterek
meselenin tesirini kırma manasına gelen bu anlayışın nerede duracağı belli
değildi! Sarhoşluk veren içkilerin içilmesi domuz eti, ölü hayvan etinin
yenmesi zaten haramdı. Mekke'nin fethiyle birlikte putlar da tarih olmuştu!
Şimdi yeni bir hüküm daha geliyordu; haram olan bu türlü emtianın ticaretini
yapmak da haramdı ve Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) bunu ilan
ediyordu. Onun için ashabın sorusuna karşılık:
-
Allah (celle celaluhü), Yahudileri kahretsin, diye başladı. Demek ki onlardan
bir grup, benzeri bir durumla karşı karşıya kaldığında hükmün alanını daraltmış
ve haram olan hususlan kendilerine helal hale getirme yanlışı içine
düşmüşlerdi. Bunu tavzih sadedinde Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve
sellem):
-
Allah (celle celaluhü) onlara ölü etinin yağlarını haram kıldığı zaman onlar,
onu eritip dondurarak sattı ve sonra da parasını yemeye başladılar, diyerek bu
noktaya dikkat çekecekti. Cemaatini her alanda dört başı mamur bir şekilde
yetiştirmenin bir adıyelı bu ve bununla O (sallallahu aleyhi ve sellern),
öncekilerden örnek vererek hükm-ü ilahiyi kendi isteklerine göre eğip
bükenlerin başlarına nasıl bir musibetin geleceğini ashabına da göstermiş
oluyordu.
Karşılaşılan
her hadise, yeni bir tecrübe demekti ve bugünler de başka bir hadise daha zuhür
etmişti: İslam' a yeni adım atmış bir kadın hırsızlık yapmıştı! Müslüman
olmuştu ama o gün İslam, henüz herkes tarafından özümsenmiş değildi! Kadın,
Mekke'nin ileri gelen ailelerinden birisine mensuptu; alışkanlığını terk
edememiş ve yine bir başkasının malına el uzatmıştı.
Ortada
bir suç varsa, mutlaka onun cezası da olmalıydı; cezasız kalan ciiriim veya
geciken adalet, toplum için her an patlamaya hazır bir bomba demekti ve bu
kadının işlediği suçun da cezalandınlması gerekiyordu. Ancak kadının yakmlan,
eski alışkanlıklannın bir sonucu olacak ki, kendi ailelerine mensup birisine
ceza verilmesi taraftan değillerdi; bunun için Efendimiz'e ulaşıp özel
muamele talebinde bulunmayı düşünmüşlerdil Bizzat huzura çıkıp Efendiler
Efendisi'ne bu taleplerini söyleme cesareti de bulamıyor ve bu işi yapabilecek
başka birini anyorlardı. Nihayet:
530
Anlaşmanın İhliili ve
Fetih Müjdesi
-
Resülullah'ın sevgilisi Üsame İbn Zeyd'den başkası bunu Allah Resülü'ne söyleme
cesareti bulamaz, demiş ve bu işi Hz. Üsame' nin yapmasına karar vermişlerdi.
O gün Hz. Ü same, işin nereye varacağını hesap edebilecek yaşta değildi ve
yanına gelip de kendisini yönlendiren insanların beyanlarına dayanarak konuyu
Server-i Kainat Efendimiz'e nakletti. Nakletti ama buna bin pişman olmuştu;
zira Resülullah, Allah'ın verdiği hükmün uygulanmasında özel muamele isteyen
bu anlayış karşısında çok celallenmişti! Şahsına ait bir uygulama olduğunda
olabildiğince affı tercih eden Efendiler Efendisi, toplumun hukukunu
ilgilendiren bir hakkın ihlal isteği karşısında renkten renge giriyor ve
delikanlı Ü same'ye:
-
Allah'ın koymuş olduğu hükümlerden bir hükmü değiştirmek için mi Bana aracı
oluyorsun, diyordu. Üsame, yerin dibine geçecek gibi olmuştu. Boynunu bükmüştü:
-
Ya Resülullah! Benim için Allah'tan istiğfar diler misin, deyip, farkına
varmadan attığı yanlış bir adımdan dolayı bağışlanmasını talep ediyordu.
Ancak
mesele, sadece Üsame'nin bağışlanmasıyla çözülebilecek bir mesel e değildi; bir
vaka vardı ve benzeri vakaları da kökünden söküp toplumdan atabilmek için
meselenin umuma mal edilmesi gerekiyordu. Onun için Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem) ashabının toplanmasını bekledi ve namaz kılındıktan sonra da
onlara hitap etti. Allah'a hamd edip O'nu bütün noksanlıklardan tenzih ettikten
sonra şöyle diyordu:
-
Şüphesiz ki sizden öncekilerin helak olmalarının temel sebebi, aralarından
kimsesiz ve güçsüz olanlar hırsızlık yapıp başkasının malını çaldığında onlara
ceza uygularken, aynı işi asil olanlar yaptığında onları affetmeleriydi! Nefsim
yed-i kudretinde olana and olsun ki, Muhammed'in kızı Fatıma da çalacak olsa,
hiç tereddüt etmez ona da gerekli olan cezayı veririm!
Bunları
söyler söylemez de, yanına Hz. Bilari çağırarak söz konusu kadının cezasını
infaz etmelerini emredecekti.Fö
323
Söz konusu hanım sahabi, bundan sonra gönülden bir tevbe ile Rabbine yönelecek
ve geri kalan hayatını iffet çizgisinde tarnamlayacaktı, Hatta Hz. Aişe
Validemiz, bu şahsın zaman zaman kendi yanına gelip konuştuğunu, gönülden gelen
bir teslimiyetle İslam'ı yaşadığım ve kendisinin de, onun ihtiyaçlanndan
531
Efendimiz (sallallahu
a l e y h i ve sellem)
Hiç beklemedikleri bir tepkiydi bu ve bundan sonraki
ayncalık beklentilerini de kökünden kazıyıp atacak bir çıkışı ifade ediyordu.
Mekkeliler yeni bir şey daha öğreniyorlardı; Allah'ın emri karşısında boyunlar
kıldan ince idi ve bu emirler karşısında, güçlü ile güçsüz, asil ile kimsesiz
ve zengin ile fakir hep eşit konumdaydı.
Resülullah'ı zaman
zaman haberdar ettiğini anlatacaktır. Bkz. Miislirn, Sahih, 3/1315 (1688);
Beyhaki, Siinen, 8/267
532
HEVAZİN TARAFINDAN GELEN HABERLER
Fetih
gerçekleşeli tam on dokuz gün olmuştu.v't Bu süre içinde Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem), Mekke' de kalma niyeti olmadığı için namazlanm da hep
kısaltarak kılmıştı; otoriteyi temin edecek ve geri dönecekti. Ancak öyle
olmadı; zira Heuôzin tarafından iyi haberler gelmiyordu.
Gelen
haberlerin doğruluğunu teyit etmek için ashabından Abdullah İbn Ebi Hadred'i:
-
Git ve onlann haberlerini bize getir, diyerek Hevazin'e gönderdi. Abdullah İbn
Ebi Hadred onlann yaşadıklan yerlere kadar gidecek ve bir miktar aralannda
kalarak durumu tetkik edip geri gelecekti!
Emr-i
nebeviyi alır almaz yola koyulan Hz. Abdullah, Hevazin' e geldiğinde gerçekten
de onlann, ciddi ciddi savaş için hazırlık yaptıklanm görecek ve daha fazla malumat
toplayabilmek için de aralannda iki gün kalacaktı. Hevazin'de fitne kazam
çoktan kaynamıştı; Mekke'nin fethiyle birlikte Allah Resülii'nün kendi
üzerlerine yürüyeceğini düşünen Hevazin ve Sakif kabileleri, birbirlerine
gidip gelmeye başlamış ve:
324
Bu süreyi on sekiz, on yedi, on beş ve on şeklinde rivayet eden sahabiler de olmakla
birlikte bu rivayetlerdeki farklılık, büyük ihtimalle giriş ve çıkış günlerinin
sayılmamasından veya birini sayıp diğerini hesaba katmamaktan kaynaklanmaktadır
ki en kuvvetli rivayet on dokuz gün şeklindedir. Bkz. Siilihi, Sübülü'l-Hüda
ve'r-Reşad, 8/231
533
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
- Şimdi sıra bize geldi! Artık üzerimize yürümesi için
hiçbir engel kalmadı; iyisi mi, el birliği yaparak üzerine yürüyüp bu işi bitirelim!
Çünkü valIahi de Muhammed, bugüne kadar savaşın ne olduğunu bilmeyen
insanlarla savaştı. Haydi toparlanın da insanlar arasında dolaşarak orduyu
hazır hale getirip, O bize gelmeden biz O'nun üzerine saldıralım, diyorlardı.
Zaten hazırlıklı idiler; yaklaşık bir yıldır bu anı bekliyor ve diğer
kabilelerden de destek almaya çalışıyorlardı. Onlar için Mekke'nin fethi,
bugüne kadar yapageldikleri hazırlıklarını hızlandırmaları gerektiğini
gösteriyordu ve onlar da öyle yapacaklardı.
Kısa zamanda Hevazinliler, Sakif, Nasr ve Cüşem
kabilelerini de ikna etmiş, tamamının desteğini alarak geri dönmüşlerdi. Sa'd
İbn Bekr ve Beni Hilal kabilelerinden az miktarda destek bulurken Hevazin'in
kendi içinden Ka'b ve Kilab boyları ise:
- ValIahi sizler, doğudan batıya kadar herkesi yanınıza
alarak Muhammed'in üzerine yürüseniz de O, yine size galip gelecektir, diyerek
Hevazin davetçilerini huzurlarından kovmuş ve bu çağrıya katılmamışlardı.
Bu kadar dağınık yapıyı toparlaması için aralarından
Cüşem kabilesinden yüz yaşını aşkın Düreyd İbn Sımme adında birini reis
yapmak istedilerse de o, gözlerindeki zaafı öne sürerek bunu kabul etmeyince Malik
İbn Av! adında otuz yaşlarında genç birini kendilerine kumandan seçtiler.
Ancak Malik İbn A vfın Düreyd' e aşırı derecede hüsn-ü zannı vardı ve gelip
her meselesini ona sormadan karara bağlamıyordu. Bir aralık Düreyd Malik'e:
- Ya Malik, diyecekti. Şu anda sen, Arapları hizaya
getirmiş, Acemlerle Şam'da bulunanları korkutmuş ve Hicaz Yahudilerini de, ya
öldürerek veya burunlarını yerlerde sürtüp hor ve hakir hale getirerek
yurtlarından çıkaran çok kerim birine karşı savaşa çıkıyorsun. Unutma ki
Muhammed'le senin bu savaşın burada kalmayacak ve mutlaka sonrası da olacaktır!
Toy kumandan Malik
ona:
- Yarın seni de
sevindirecek olanı göreceksin, diye karşılık verdi.
Gözü
dönmüştü ve gemileri bütünüyle yakarak savaş meydanına çıkmayı düşünüyordu.
Onun yanına kadar yaklaşmayı başaran Efendimiz'in elçisi Hz. Abdullah, Malik'i
şunları söylerken duymuştu:
534
He v ü z i n I d e n Gelen Haberler ve Huneyn
-
Muhammed bundan önce aslında hiç savaşmadı; onun karşılaştığı insanlar,
savaşın ne olduğunu bilmeyen tecrübesiz kimselerdi ve onun için galip
geliyordu! Yarın sabah olunca sizler, hayvanlarınızla kadınlarınızı da
arkanıza alarak saf tutmaya başlayın. Ardından da hep birlikte saldırıya
geçeriz! Kılıçlarınızın kınlarını da kırın; unutmayın, O'nu kınlan kırılmış
yirmi bin kılıçla karşılayacaksınız! Hepiniz aynı anda ve bir adam gibi hamle
yapın! İyi bilin ki galibiyet, ilk saldıranlarındır!
Malik'in
maksadı, dünya adına malik oldukları her şeylerini yanlarına alan adamları için
gemileri yakmak ve onlar için geriye, galibiyetten başka bir alternatif
bırakmamaktı. Aileleriyle mallarını koruyabilmek için canlarını dişlerine
takacaklarını düşünüyor ve bunu, mü'minlere karşı kullanabileceği en büyük koz
olarak görüyordu!
Derken
Eıitôs denilen yerde karargah kurup ordunun toplanması için emir
verilmişti. Buraya gelip de kadınlarla çocukların seslerini, koyunların
meleyişleriyle develerin böğürmesirıi duyan Düreyd bu işe karşı çıksa da
Malik'in ısrarları netice verecek ve Hevazin ordusu, beldelerinde hareket eden
her canlıyla birlikte topkeyün saldırı kararı alacaktı. Düreyd'i çileden
çıkaran bir hareketti bu ve onun bu tehevvürlerinden Malik de rahatsız olmuştu:
-
Ne olacak, artık bunamış, diyor ve meseleyi, 'ya o ya ben' konumuna getirerek insanların
kendisini dinlemeleri gerektiği konusunda ısrar ediyordu. Sonuçta da onun
dediği olacak, halk yarın ölüp gidecek bir insanın peşinden koşturmaktansa
yarını olan bir genci tercih edecekti. Olup bitenleri büyük bir inkisarla takip
eden yaşlı savaşçı Düreyd, gençliğine olan özlemini dile getirdikten sonra bir
hamle daha yapacak ve Malik'e, hiç olmazsa bir süvari birliğini ayırarak onları
dağ başlarına yerleştirmesini ve böylelikle, üzerlerine doğru gelen
Müslümanları kıskaç altına alacak şekilde onlara tuzak kurmasını öğütleyecekti.
Tetkik
vazifesini yerine getirip de geri gelen Hz. Abdullah, duyup gördüklerini Allah
Resülü'ne haber verecekti; maalesef gelen haberler doğruydu! Göz göre göre
üzerlerine bir ordu geliyordu ve
535
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Hevazinlilerin bu
haberlerini alan Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabına
dönerek savaş için hazırlanmalarını emredeeekti:
- Yarın bizim karargahımız, müşriklerin bir zamanlar
aleyhimize karar aldıkları Bem Kinane yurdunun olduğu yerdir, buyurdu. Fetihle
rahat bir nefes aldıklarını düşünen ashab için yeni ve zorunlu bir savaş kapısı
daha aralanıyordu; ancak daha onlar Mekke'ye saldırmadan önce onlara karşılık
verilmeli ve bu savaş mutlaka Mekke dışında gerçekleşmeliydi!
Bunun için daha fazla silaha ihtiyaç vardı ve Allah
Resülü (salı allahu aleyhi ve sellern), bir adım daha atarak Safvan İbn
Ümeyye'ye haber gönderip onunla bir yerde buluştu:
-
Ya Eba Ümeyye, diyordu. Düşmanlarımız için karşılaşırken bize ödünç olarak
silah verir misin!
Safvan henüz Müslüman olmamıştı; ancak Efendiler Efendisi
onda Müslüman olma potansiyeli görüyordu ve belki de böylesine önemli bir
dönemeçte, onunla oturup konuşabileceği, birlikte zaman geçirip İslam'ın
güzelliklerini gösterebileceği ve haliyle kalbine hitap edebileceği müşterek
anlarını daha da çoğa1tmak istiyordu! Safvan ise daha başka şeyler düşünüyordu
ve:
-
Onları benden bir daha geri vermemek üzere mi alacaksın, diye karşılık verdi.
- Hayır, diyordu Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern). Bilakis onu, bir müddet kullandıktan sonra yeniden sana iade etmek
üzere emaneten almak istiyorum!
- Öyleyse bunda bir mahsur yok, dedi Safvan İbn Ümeyye
ve gidip yüz zırh325 ile
kılıç kalkan cinsinden birçok silah getirerek Efendiler Efendisi'ne verdi. Aynı
şekilde Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) O gün amcaoğlu Nevjel İbn
Hôris'ıes: de üç bin mızrak borç almıştı; iltifat olması için de ona:
-
Senin şu mızraklarının, müşriklerin belini kırdığını görüyor gibiyim,
buyurmuştu.
Takvimler, Şevval
ayının a1tısını326 gösteriyordu; bir cumartesi
325
Başka bir rivayette bu rakam dört yüz zırh olarak geçmektedir. Bkz. İbn Hazm,
Cevamiu's-Sire, 1/238; Salihi, Sübülü'l-Hüda ve'r-Reşad, 5/312
326 Ramazan'ın
bitimine iki gün kala çıkıldığına dair de rivayet vardır ki muhteme-
536
He v a z i n t d e n Gelen Haberler ve Huneyn
günüydü.
Derken Beni Kinane yurdunun olduğu yerde on dört bin kişilik bir ordu-??
hazırlanmış, Allah Resülü'nderı gelecek emri bekliyordu ve Resülullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) da bu emri verdi; artık ordu Hevazin
istikametinde ilerliyordu! Bu yolculukta maiyyet olarak Efendimiz'in yanında,
Ümmü Selerne ve Meymüne Validelerimiz de bulunuyordu.
Emir
olarak Mekke'de, yirmi yaşlarındaki Attôb İbn Esid'ı bırakmış ve Muôz İbn Cebel'i de insanlara İslam'ı öğretmesi için
tayin etmişti.
Artık
akşam olmuştu ve mola veriliyordu. Bu sırada Allah 'Resülü'niin yanına bir
atlı gelerek:
-
Ya Resülullah, dedi. Ben sizlerden önce gidip şu dağların tepesine çıkmıştım;
Hevazinlilerin, yanlarına koyunlarıyla develerini, çocuklarıyla kadınlarını da
almış olarak orada bekleşmekte olduklarını gördüm; aile fertlerinin hepsiyle
birlikte gelip orada toplanmışlar!
Süvarinin
heyecanla anlattıklarını dinleyen Efendiler Efendisi, tebessüm etmeye
başlamıştı; önce:
-
İnşallah, onların hepsi yarın Müslümanlar için ganimet olacak, buyurdu. Sonra
da ashabına dönerek:
-
Bu gece nöbetçimiz kim olur, diye sordu. Belli ki Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellern), önemli ve kritik işlerde insanları tavzif ederken,
gönüllülüğü esas alıyordu. Bu talebine karşılık Enes İbn Ebi Mersed ayağa
kalkmış:
- Ben, ya Resülullah,
diyordu. Ona döndü ve:
- Öyleyse atına bin,
buyurdu. Hz. Enes bir çırpıda gidip atına
binmiş olarak yeniden
Efendiler Efendisi'nin huzuruna geldi. Bu sefer de ona:
len,
Ramazan'ın son günlerinde hareket için hazırlanmaya başlanmış ve Şevval ayının
altıncı günü de hareket edilmiştir. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/889; Salihi, SÜbülü'l-Hüda
ve'r-Reşad, 5/346
327
Bu rakamın on iki bin olduğu da söylenmektedir. Ancak Efendimiz (s.a.s.), Medine'den
çıkarken on bin insanla hareket etmiş ve Mekke'ye gelinceye kadar kendisine
katılanlarla bu sayı on iki bine ulaşmıştı. Mekke'nin fethiyle birlikte iki bin
kişilik bir güç daha katılmış ve Hevazin'e gidişte toplam rakam on dört bine
ulaşmıştı. Bkz. İbn Kesir, Sire, 3/615, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 4/371; Salihi,
Sübülü'l-Hüda ve'r-Reşad, 5/314
537
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
-
Şu vadiden dağın tepesine doğru tırman ki, o bölgeden ansızın bir saldırıya
uğramayalım, diye tembihledi.
Sabah
namazının vaktinin girmesiyle birlikte namaz kıldırmak için çıkan Sultanlar
Sultanı, önce iki rekat namaz kıldıktan sonra ashabına:
-
Süvarinizden bir haber var mı, diye sordu. Kimsenin haberi yoktu ve:
-
Hayır, ya Resülullahl Hiç haberimiz yok, diye cevapladılar ve ardından da sabah
namazına durdular. Namazını bitirir bitirmez yine ashabına dönen Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellem) onlara:
-
Müjdeler olsun! Süvariniz geliyor, dedi. Dağ başına doğru daha dikkatle
baktıklarında gerçekten de süvarinin geldiğini göriiyorlardı!
Çok
geçmeden Hz. Enes gelip Efendimiz'in önünde durdu; gecenin raporunu veriyordu:
-
Ben, Resülullah'ın bana söylediği gibi şu dağın tepesine kadar çıktım; sabahın
erken saatleriyle birlikte öbürüne de tırmandım, her ikisinden de dikkatlice
baktım ama herhangi birini görernedim!
Demek
ki gizlenmişlerdi ve Hz. Enes'in anlattıklarını dinler dinlemez Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellem) ona:
- Peki, bu gece hiç
atından indin mi, diye sordu.
- Hayır, namaz kılma
ve ihtiyacımı giderme dışında hiç inme-
dim,
diyordu Hz. Enes. Önemli bir meziyetti; verilen vazifenin hassasiyetiyle
hareket edip rotanın dışına hiç çıkmamanın demek ki Allah ve Resülii katında
çok ayrı bir yeri vardı ve bunun üzerine Allah Resülü, Enes İbn Ebi Mersed'e:
-
Bundan sonra başka bir amelin olmasa bile sana cennet vacip oldu, buyurdu.
Evtas
denilen yere geldiklerinde Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de büyük
bir ağacın altına girmiş ve kılıcıyla kalkanını ağacın dallarına asarak bir
süre burada dinlenmeyi düşünmüştü. Bir müddet sonra aniden:
-
Ey Eba Bürde, diye seslenmeye başladı. Mübarek seslerini duyan Hz. Ebu Bürde:
- Buyur ya
Resülullah, deyip hemen Efendimiz'in yanına koştu;
He v a z i n t d e n Gelen Haberler ve Huneyn
ağacın
altında oturan Allah ResUlü'nün yanında bir adam duruyordu! O da şaşırmıştı ve
Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) yanına yaklaşan Ebu
Büreyde'ye şunları anlatacaktı:
- Burada Ben uyurken bu adam yanıma çıkageldi; kılıcımı
kaptığı gibi başımda dikilip, "Ya Muhammed! Seni benden kim kurtaracak?"
diye seslendi. Bu sesle uyandım ve Ben de, "Allahü Tealal" diye cevap
verdim!
Tüyleri
ürperen Hz. Ebu Büreyde yerinde zor duruyordu. Bir taraftan eli kılıcının
kabzasına gitmiş ve Efendiler Efendisi'ne:
- Ya Resülullahl Şu adamı bana bırak da, Allah
düşmanının boynunu uçurayım; belli ki o, müşriklerin casuslarındandır, diyordu.
Şefkat insanı ise ona işaret ederek:
- Sus ya EM Büreyde
ve kılıcını da kınına geri koy, diyordu!
Hatta
Ebu Büreyde hazretleri, Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sellem)' den açık emir
aldığı için bu adama bir şey yapamıyor olmanın ezikliğiyle Müslümanlara
sesleniyor ve duruma muttali olan bir başka sahabinin bu işi
gerçekleştirmesini arzuluyordu. Ancak nebevi şefkat, bunların hiçbirine
müsaade etmeyecek ve:
- Ya EM Büreyde! Artık bu adamla uğraşmaktan vazgeç;
çünkü Beni koruyup kollayan bir Allah var ve O (celle celaluhü), dinini bütün
dinlerin üstünde hakim kılıncaya kadar da Beni koruyacaktır, diyerek kendisine
suikast kuran bu adamı da affedecekti!
Şevval
ayının onuncu gününün akşamı Huneyn'e gelinmişti; günlerden salı idi!
Hevazinlilerin lideri Malik İbn Avf da, üç atlısını görevlendirmiş ve farklı
yönlere göndererek keşif yapmalarını istemişti. Resülullah ve ashabına muttali
olan Hevazirı casuslarının, kumandanIarı Malik'in yanına geri döndüğünde
renkleri atmıştı. Korkudan tir tir titriyorlardı! Durumlarından endişelenen
Malik onlara:
- Yazıklar olsun
size! Bu haliniz de ne, diye sordu.
- Vallahi de bizler,
alaca at1ar üzerinde beyaz giysili adamlar
gördük,
diye başladılar sözlerine. Allah'a yemin olsun ki, şu anda gördüğün hale
düşmekten kendimizi alamadık; zira bizler, yeryüzünde yaşayan insanlarla
değil, sanki yedi kat sema ehliyle savaşa
539
Efendimiz (sallallahu
aleylıi ve sellem)
hazırlanıyoruz!
Şayet bizi dinlersen; kavminle birlikte hemen geri dönersin! Çünkü, yarın
insanlar da bizim gördüklerimize muttali olunca aynı hale düçar olacak ve
onların da elleriyle ayakları tutuşacak!
Adını
koyamadıkları bir manzaraydı; Bedir, Uhud ve Hendek'te olduğu gibi yine
melekler gelmiş ve Allah Resülü'ne destek olması için düşmanın gözüne hafifçe
gözüküvermişlerdi! Ancak Malik'in canını sıkan sözlerdi bunlar ve önce onlara:
-
Canınız cehenneme korkak herifler, dedi. "Meğer sizler, ne de korkak
askerlermişsiniz!" diye de ilave ediyordu. Kendince bir tedbir alarak bu
üç askeri hapsettirip diğerlerinin de moralini bozmamaları için onları
kimseyle görüştürmedi. Bu sefer de:
- Aranızdan kahraman
birisini bana gönderin, diye seslendi.
Çok
geçmeden aradığı adamı huzuruna getirmişlerdi. Malik, onu da aynı maksatla
gönderecekti! Ancak sonuç, öncekilerden farksızdı; o da gidip gelmişti. Aynı
şeyleri tekrar edip tir tir titriyor, gördüğü manzarayı tasvir edip geri dönmelerini
tavsiye ediyordu!
Ancak
bunların hiçbiri Malik'i yolundan çevirmeye yetmeyecekti ve gecenin geç
saatlerinde askerlerine emir vererek vadinin iki tarafına dağılıp
gizlenmelerini, savaş başlayıp da Müslümanlar kendilerine doğru gelinceye
kadar da buradan çıkmamalarını tembih ediyordu. Maksadı, Allah Resülii
(sallallalıu aleyhi ve sellem) ve ashabı çember içine alarak ani baskınla yok
etmektil
Sabahın
erken saatleriyle birlikte Fahr-i Kainat Efendimiz (sallallalıu aleylıi ve
sellem) de ashabını savaş düzenine sokmuş, sancak ve bayrakları sahiplerine
vermişti. Üzerinde iki zırhla bir miğfer ve kalkan olduğu halde onlara hitap
ederek beyaz katırının üzerinde ashabını cihada teşvik ediyor, dişlerini sıkıp
da sabah ettikleri taktirde Allah'ın kendilerine zafer vereceğinin müjdesini
veriyordu.
Artık
ordu harekete hazırdı ve Huneyn vadisine doğru akmaya başlamıştı! Bu sırada
Efendimiz (sallallalıu aleylıi ve sellern), yine ashabının arasına giriyor ve
safları teker teker dolaşarak yol gösteriyordu. Bir aralık kulağına:
-
Bugün asla biz, sayı azlığından dolayı mağlup olmayız, diye bir söz gelmişti.
Mekke ve Medine ehli yan yana gelip omuz omuza vermiş, artık mağlubiyet yüzü
görmeyeceklerini düşünmeye başlamışlardı. Halbuki nice sayıca az ordular, kendilerinden
sayıca çok
540
He v a z i n t d e rı Gelen Haberler ve Huneyn
daha
fazla ve daha güçlü orduların üstesinden gelmişti ve buna, Bedir'den itibaren
bugüne gelinceye kadar Hicaz da şahit olmuştu! Nusret, her zaman Allah'ın
inayetiyle doğru orantılıydı; O'nun aziz kıldığını zelil edecek kimse olmadığı
gibi zelil kıldığını aziz hale getirecek bir güç de olamazdı! Önemli olan,
inayet-i ilahiyeye güvenip, bir kulolarak yapılması gerekli olanları yerine
getirdikten sonra da Allah'a tevekkül etmekti ve işte Allah Resülü, böyle bir
yanlış telakki karşısında çok rahatsız olmuştu. Anında sesin geldiği yöne döndü
. .Adeta bakışlarıyla söylenilenlerin yanlışlığını ortaya koyuyor ve ashabı
arasındaki bir hatayı tashih ediyordu!
Gerçekten de bu, tashih edilmesi gereken bir
düşünceydi; zira muvaffakıyet, kesret-i etba ile değil ihlas ile mümkündü.
Nihayet Huneyn vadisine doğru bu inişte hiç beklemedikleri bir tuzakla karşı
karşıya kalacaklardı. Önceki savaşlarda olduğu gibi safların yan yana gelip de
artık savaşın başlayacağını düşündükleri bir sırada vadinin iki tarafından
çekirge sürüsü gibi askerler akın etmiş ve İslam askerlerini ateş çemberi
içine alıvermişlerdi! Ortada ne mübareze ne de karşılıklı sözlü atışma vardı!
Bugün Hevazin, genel savaş kriterlerini bir kenara bırakmış, yiğitçe vuruşma
yerine tuzak kurarak kestirmeden sonuca gitmeyi düşünmüştü. İslam ordusu henüz
kılıcını çekmemişti ve zaten önde gidenlerin çoğunu da, galibiyeti garanti
gören Mekkeli toy delikanlılar oluşturuyordu; çoğunun elinde silah bile yoktu
veya olsa da savaşmak için yeterli değildi. Etrafına dönüp de sağına soluna
bakan herkes, dört bir yanının düşman askerleriyle dolup taştığını görüyordu.
Zira Hevazinliler, cepheye gelirken yanlarına aldıkları kadınlarını da
develere bindirmişlerdi ve onları da arka saflarda savaş düzeninde tutuyor,
yine yanlarına aldıkları koyunlada develeri de Müslümanların üzerine doğru
salıyorlardı.
Huneyn'de ürperten bir manzara vardı ve bu hengamede
önden giden süvari birlikleri sarsılmış ve çareyi geri çekilmekte bulmuşlardı.
Onları, ganimet beklentisiyle orduya katılan Mekkeliler takip ediyordu! Bu
manzara, diğer insanların da moralini bozmuş ve Müslümanlar adına Huneyn'de,
hiç beklenmedik bir çözülme başlamıştı! Belli ki bu, sayılarına güvenmenin bir
neticesiydile'"
328 Bkz. Tevbe, 9/25, 26,27
541
Efendimiz
(sallallalın aleylıi ve sellem)
Hatta bu arada fırsat kollayıp da kargaşa içinde
Efendimiz'i öldürmek isteyenler vardı; Nadir İbn Hôris onlardan
biriydi. Mekke ileri gelenleriyle birlikte Hevazin'e doğru yola çıkmış ve İslam
ordusunda görülebilecek en küçük bir zaaf anında saf değiştirerek karşı tarafa
geçmeyi planlamışlardı. İşte şimdi, onlann bekledikleri bu fırsat ellerine
geçmişti ve Nadir de Efendimiz'i öldürmek için fırsat kolluyordu! Bu sırada
Allah Resülii (sallallalıu aleylıi ve sellern), bineğini mahmuzlamış
müşriklerin üzerine doğru yürüyordu. Arkadan yanına yaklaşıp da kılıcını
kaldıracağı sırada:
-
Hey, sen! Olduğun yerde kal, diye bir ses duydu. Bu ses o kadar derinden
geliyordu ki, yüreğine işlemiş ve korkudan titremeye başlamıştı. Zira sesin
geldiği yöne doğru dönüp baktığında karşısında, Bedir'deki gibi beyaz tenli
adamlar görüyordu! Nadir'in eli kolu tutulmuştu; kendisinde adım atacak takat
bile bulamıyordu! Anlamıştı; öldürmeye yeltendiği şahıs, Allah tarafından
korunan ve meleklerle müeyyed kılınan Resülullah'tı ve kılıcını kınına koyduğu
gibi oradan aynlıp kayıplara kanşacaktı.
Bu
arada musibeti ikileştiren sözler de dolaşıyordu; Müslüman olmadığı halde
ganimeti garanti gördüğü için orduya katılan veya henüz İslam'ı olduğu gibi
sindirme fırsatı bulamamış olanlar:
-
Bugün büyü bozulmuştur; bu iş burada biter, türünden sözler saıf ediyor ve
diğer insanların da moralini bozuyorlardı. Bu sözler, henüz müşrik olduğu halde
Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sellem) ile birlikte Huneyn'e kadar gelen ve
gelişmeleri uzaktan seyretmeyi tercih eden Safvan İbn Ümeyye'yi bile
kızdırmıştı; yanına koşup da:
- Müjdeler olsun;
Muhammed ve arkadaşlan hezirnet yaşıyor!
Vallahi
de artık ebediyen ayağa kalkamazlar, diye seslenince yerinden kalkmış ve
haberi getiren üvey kardeşi Kelde İbn Hanbel'e tepki olarak:
-
Kes sesini ve çeneni kapa, diye bağırmıştı. Sen bana, çöl bedevilerinin zafer
haberini mi getiriyorsun! Vallahi de ben, Hevazinli birisinin ökçesi altında
yaşamaktansa Kureyşlinin bana efendi olmasını tercih ederim!
Bunlan
söylerken burnundan soluyordu ve Resülullah'ın rnağlup olmasını istemiyor ve
içine sindiremiyordu. Durumu tetkik için de, yanına kölelerinden birisini
çağıracak ve:
542
Hevazİn'den Gelen
Haberler ve Huneyn
-
Git bakalım; şu anda meydanda ne türlü parola hakim, diyerek onu savaş
meydamna gönderecekti.
Bu sırada sağ
taraftan bir ses yükseliyordu:
- Ey insanlar! Bana doğru gelin! Ben Allah'ın kulu ve
Resülii'< yüm; bunda yalan yok! Ben, Abdulmuttalib'in oğlu Muhammed'im!
Etrafında yüz civarında ashabının kaldığı Huneyn'de,
yeniden maya tutacak bir çıkıştı bu ve Sultanlar Sultam, sadece ashabına
seslenmekle kalmıyor, beyaz katırının üzerinde düşmanın üzerine doğru hamle
yaparak ashabına yol gösteriyordu! O kadar ki, Efendimiz'in bineğinin
dizginlerini tutan Hz. Abbas ile diğer yanında O'ndan ayrılmamaya and içmiş Ebu
Süfyan kan ter içinde kalmıştı! Diğer yandan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern), Rabbiyle mü nasebetini de ihmal etmiyor ve savaşın yeni kızıştığı bu
demIerde ellerini kaldırıp:
- Allah'ım! Nusretinle imdadımıza yetişip Senin Bana
vaadettiklerin hatırına muzafferiyet ihsan et! Allah'ım! Onlar karşısında bize
mağlubiyet yaşatma! Allah'ım! Şayet aksi olursa bundan sonra yeryüzünde Sana
ibadet eden kimse kalmaz. Allah'ım! Hamd sadece Sana takdim edilir, sıkıntı
veren haller Sana arz edilir ve yardım da sadece Senden dilenilir, diye dua
ediyordu. Bu sırada Cibril-i Emın'in inşirah veren sesi duyuldu:
- Önünde deniz ve arkasında da Firavun olduğu gün,
deniz yarılıp da dalgalarından kurtulduğunda Allah'ın Hz. Musa'ya öğrettiği
kelimelerle O'na dua ettin, diyordu. Resül-ü Kibriyft'ya inşirah veren
cümlelerdi bunlar ve aynı zamanda sahil-i selamete ulaşılacağının müjdesini
ihtiva ediyordu.
Ancak yine de esbaba tevessülde kusur gösterilmemeliydi
ve bu manada iş, samIdığından da ciddiydi. Efendiler Efendisi (sallallahu
aleyhi ve sellern), yanında bulunan Hz. Abbôs'a dönüp:
- Ey Abbas, diye seslenecekti. 'Ensar topluluğuna
seslen; "Ey Hudeybiye'de ölümüne söz verenler! Ey Bakara suresinde
cömertlik ve misafirperverliği anlatılanlar!" diye onlara nida et!
Resfılullah (sallallahu aleyhi ve sellern), emreder de
Hz. Abbas bu emri yerine getirmez miydi hiç! Artık Huneyn vadisinde onun gür
sesi yankılamyordu:
- Ey Ensar! Ey
Sernüre halkı! Ey Bakara ashabı!
543
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern)
Benzeri bir uyarıyı
Abdullah İbn Mes'üd için de yapmış:
-
Ensar ve Muhacirler nerede, diyerek onları çağırmasını istemişti. İbn Mes'üd
gibi bu sesi dalga dalga yayanlar da, o gün Hz. Abbas'a eşlik ediyordu:
-
Ey Ensar topluluğu! Ey Hazreçliler! Anam babam size feda olsun; Resülullah'ın
bulunduğu yerden hiç kaçılır mı, diyor ve arkasını dönüp de geri çekilenleri
davet ediyordu.
Gerçekten de bu maya
tutmuştu; bu çağrıyı duyan herkes:
-
Lebbeyk ya Resülullahl Hepimiz Seninle birlikteyiz, deyip, kovanına dönen
arılar gibi er nıeydanına koşuyor ve Resülullah'ın sesini duyan her sahabi geri
dönüp düşmanın üzerine yürüyordu. Bunu gören Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellem):
-
İşte esas savaş şimdi başladı, buyuracaktı. Hala bineğinin üzerinde düşman
üzerine doğru ilerliyordu. Bu minval üzere devam ederken eğilerek yerden bil'
avuç çakıl taşı alarak düşmanın üzerine savuracak ve:
-
Yüzler kara olsun! Ha-Mim! Onlar, asla nusret yüzü görmesinler! Muhammed'in
Rabbi adına hepiniz yerle bir olun, diye dua edecekti. Sanki her bir taş,
kükremiş bir küheylan gibi düşmanın üzerine yürüyor ve onlar da bunu, karşı
konulamayacak bir ordu gibi görüyorlardı.
Yeniden
düşmanın üzerine yürüyen ashab o gün, Resülullah kadar cesaretli ve O'nun gibi
korkusuzca düşman üzerine yürüyen bir başkasına daha şahit olmayacaktı!
Resülullah çizgisine gelinmişti ya, artık üzerlerinde tarifi imkansız bir
huzur, başka yerde bulamayacakları kadar engin bir itminan vardı. Daha önceki
kritik noktalarda olduğu gibi yine üzerlerine sekine inmiş ve savaş meydanının
sıkıntılarını bütünüyle unutup gitmişlerdi!
Bu
arada semada büyük bir gök gürültüsü kopmuş ve bu gürültünün hasıl ettiği
korku, düşmanı can evinden vurmuştu. Semadan vadiye doğru yayılan bir sevkiyat
vardı; Allah (celle celaluhü), beş bin melekle mü'minlerin kuvve-i maneviyesini
takviye etmek için görünmeyen ordular göndermişti. Bölük bölük geliyor,
başlarına sardıkları sarıklarının ucunu omuzlarından sarkıtarak düşmanın kalbine
korku salıyorlardı! Hatta o gün Hevazinlilerden, bu korkunun
544
Hevazin'den Gelen
Haberler ve Huneyn
tesiriyle arkasına
bile bakma cesareti bulamadan kaçıp Taif kalelerine sığınanlar vardı!
Aynı
zamanda Efendimiz'in avucuna alıp da attığı çakıl taşlarının her biri, sanki
müşriklerden birinin gözüne isabet etmiş ve bu sebeple onlar, önlerini bile
göremez hale gelmişlerdi.
Gözü
kara Malik ve Hevazin ordusu için artık zaman, hezimet zamanıydı; geçici bir
dağılmanın ardından şimdi karşılannda balyoz gibi başlanna inen bir ordu vardı
ve çareyi kaçmakta buluyorlardı.
Bu
sırada Safvan İbn Ümeyye'nin gönderdiği köle de yanına gelmiş ve meydandaki
parolanın:
-
Ya Beni Abdirrahman! Ya Beni UbeydiHah! Ya Beni AbdiHah, olduğunun haberini
getirmişti. Zira o gün bunlar, İslam mücahidlerinin parolası idi. Bunun
üzerine Safvan:
-
Muhammed galip geldi; çünkü bunlar, onların savaş meydanındaki parolası idi,
diyerek rahat bir nefes alacak ve teselli olacaktı.
Bir aralık Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellern), arkasına dönecek
ve:
-
Ey Şeyb! Bana yaklaş, diye seslenecekti. Bu sözden Şeybe İbn Osman'dan başka
kimse bir şey anlamayacaktı; zira o sırada arkasında, O'nu öldürmek için
yanına sokulmaya çalışan Şeybe İbn Osman vardı. Sağından yaklaşmış, Hz. Abbas'ı
aşmaya cesaret edememiş ve sol tarafından saldırmayı düşününce de burada
bulunan Ebu Süfyan'dan fırsat bulamamıştı! Tek çare olarak arkasından
yaklaşarak ansızın saldırıp babasıyla amcalarının intikamını almak istemişti
ama bu sırada önünde, şimşek gibi çakan alevler yükselivermiş ve kılıcı elinde
kalakalmıştı. Eliyle gözünü kapatıyor ve korkudan geri geri gidiyordu! Zira
alaca adar üzerinde hiç tanımadığı süvarileri görmüş ve korkusundan yüreğinin
yağı erimişti.P? Resülullah'a yaklaşıp da artık O'na herhangi bir
kötülükyapamayacağını ve buna bir başkasının da muktedir olamayacağını
anlamıştı; çünkü
329 Bu
atlılan gördüğünü söylediğinde Efendiler Efendisi'nin ona, "Ey Şeybe! Onlan
sadece kafir olanlar görür!" dediği ve Şeybe İbn Osman'ın. bundan sonra
Müslüman olduğu da anlatılmaktadır. Bkz. İbn Kesir, Sire, 3/632, el-Bidaye
ve'n-Nihaye, 4/381; Zehebi, Tarihu'l-İslam, 1/325
545
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Allah
Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), ilahi in ayet altında korunuyordu!
Buraya kadar, yeryüzünde herkes Müslüman olsa bile kendisinin böyle bir
tercih te bulunmayacağını düşünen Şeybe İbn Osman için vakit gelmiş
gözüküyordu ve kendisini çağıran Efendiler Efendisi'nin yanına doğru
ilerlemeye başladı. Resülullah, önce mübarek ellerini Şeybe'nin göğsüne koydu,
sonra:
-
Allah'ım! Ondan şeytanı uzaklaştır, diye dua etti. Şeybe İbn Osman, çoktan
erimeye başlamıştı. İçinde fırtınalar kopuyordu ve başını kaldırdığında artık
Resülullah'ı, kendisi için en değerli şeylerden daha fazla seviyordu! O da
öldürmek için gelmişti ama şimdi kendisi yeniden diriliyordu, Resülullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) tekrar seslendi:
- Ey Şeybe! Haydi
şimdi küffarla savaş!
Bu
ne büyüklük, bu ne müsamaha ve bu ne güvendi! Bir anda, insan sarrafı Gönüller
Sultanı'nın elinde en katı kalpler bile muma dönmüştü. Üstelik bu kişilerO'nu
müdafaa adına karşı tarafa hücüm edip kılıç sallıyordu!
O
gün savaş meydanında işin ölçüsünü kaçıranlar da vardı; bazıları, eli kılıç
tutan ve karşılarına gelen kadınlarla çoluk çocuğa da kılıç sallıyor, onları da
hedef alıyorlardı. Halbuki daha önce de bir kadının öldürüldüğünü görmüş,
ashabından birisini Halid İbn Velid' e göndererek, savaş bile olsa kesinlikle
kadınlarla çocuklara dokunulmamasını tembih etmişti. Şimdi aynı muamelelerle
karşı karşıyaydı ve bunu gören Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem)'>
den hemen uyarı geldi; düşman ordusuna yardım etmek için savaş meydanına gelmiş
olsalar da masum insanlara dokunulmasını istemiyordu ve:
-
Şu insanlara ne oluyor ki, çoluk çocuklarına varıncaya kadar onları öldürmeye
kalkışıyorlar! Dikkat edin ve sakın ola ki onların çoluk çocuklarını hedef alıp
da kimse onlara ilişmesin, diyordu. Bunu duyan Üseyd İbn Hudayr:
-
Ya Resülullah, diye seslenecekti. Onlar müşriklerin çocukları değil mi?
Bununla
o, müşriklerin çoluk çocuğunun yarın karşılarına yine müşrik olarak çıkacağını
ima ediyor ve öldürülmelerini normal karşıladığını ifade etmek istiyordu.
Belki de daha sonra gelecekler için
He v a z i n t d e n Gelen Haberler ve Huneyn
Efendiler
Efendisi'nin bu mevzudaki düşüncesini kendi ağzından istikbale aktarmak
istiyordu. Huneyn vadisi yine nebevi eelale şahit oluyordu; hiddetinden boyun
damarları kabaran Allah Resülü ona:
- Sizin en hayırlılarınız da, müşriklerin çocukları
değil mi, diye seslendi. Demir leblebi gibi sözlerdi bunlar ve bunu duyanlar,
can evlerinden vurulduklarını hissediyorlardı; zira orada, babası miişrik
olarak vefat ettiği halde en önde koşturan birçok sahabi vardı ve Efendiler
Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), yine kitabın ortasından konuşmuştu!
Arkasından şunları ilave etti:
- Dünyaya gelen her canlı, tertemiz bir fıtrat üzere
doğar ve dili dönünceye kadar da o hal üzere kalır; onu Hristiyan veya Yahudi
yapan ise onun anne ve babasıdır!
Sultan-ı
Rusül Efendimiz'e kahramanlığını anlata anlata bitiremedikleri bir adamın
yaralandığı haberi getirilmişti:
- O, cehennem ehlindendir, buyurdu. içlerine bir kurt
düşmüştü; savaş meydanlarında bu kadar kahramanlık gösteren bir adam nasıl
cehennemlik olabilirdi! Ancak haberi veren Resi'ılullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) olduğuna göre bunun mutlaka bir anlamı vardı ve adamı yakın takibe
aldılar. Akıllarına, Uhud günü intihar eden Kuzman geliyordu. Nihayet Kuzmarı
gibi bu adam da, ağrıları dayanılmaz hale gelince sadağından çıkardığı bir oku
karnına saplayarak intihar edecekti. Bir çırpıda Resülullah'ırı huzuruna gelip
durumu haber verdiklerinde Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), yanına
çağırdığı Hz. Bila1'e:
- Cennete sadece mü'mirı olanlar girecektir; unutmayın
ki Allah (celle celaluhü), bu dini facir bir adamla da teyid eder, diye ilan
ettirecekti.
Artık Hevazin ordusunun işi bitmişti; liderleri olan
Malik İbn Avf, adamlarından bazılarıyla birlikte kaçıp Taif'e sığırırnak
zorunda kalmış, arkada kalanlar da Müslümanlara esir olmuştu. Aynı zamanda
Huneyn vadisi, kızıl deve, sürüler halinde koyun ve diğer hayvanlarla doluydu;
sair kıymetli eşyalar da cabasıydı! Bu manzaraya şahit olan ve o ana kadar
tereddüt yaşayan Mekkelilerden pek çoğu, savaş sırasında gördükleri iriayet
karşısında ve Allah Resülü'nün muzafteriyetine şahit olunca gelecek ve
Müslüman olacaktı! Zira Allah adına hareket eden süvariler, Lat ve Uzza peşinde
ömür tüketenlere galip
547
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
gelmiş ve onlara,
akıllarına bile getirmedikleri bir hezimet yaşatmışlardı!
Artık
savaş bitmiş; kaçan kaçmış ve büyük bir çoğunluk da esir alınmıştı. Çoluk çocuk
ve ellerindeki bütün mamelekleriyle birlikte Huneyn'e gelen Hevazinliler,
arkada bir servet bırakıp gitmişti; savaş meydanından toplanan mallar arasında,
yirmi dört bin deve, kırk binden daha fazla koyun ve dört bin ukıyye civarında
da gümüş vardı! Altı bin de esir alınmıştı ve Efendiler Efendisi (sallallahu
aleyhi ve sellem) yine, kadınlar konusunda ashabını uyarıyor ve onlara dokunulmaması
gerektiğini söylüyordu. Kendi paylarına düşen birer esir bile olsalar, çocuğunu
doğuruncaya kadar hamile kadınlara istibrai rahim sayılan iddet müddeti
geçineeye kadar yaklaşılmasını men ediyordu. zira o gün gelen Cibril-i Emın de
aynı şeylerin haberini getirip Allah Resülü'ne bundan sonraki uygulama
hakkında bilgi ulaştırmıştı.v" Esirlerle meşgulolması için EbU
Süfyan'ı331 tavzif eden Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellern), ganimet mallarının organizasyonu için de Mes'iıd İbn Amr'ı görevlendirecek ve elde edilenlerin
hepsini Ci'rane'ye taşımalarını
tembih ederek, kendisi geri dönünceye kadar onlara hiç müdahale etmemelerini
emredecekti. Ashabına dönecekve:
-
Ey insanlar, diye seslenecekti. 'Allah'ın ganimet olarak size bahşettiği
şeylerden beşte bir dışında, bir iğne kadarını bile almak Bana helal değildir;
beşte bir de yine size geri dönmektedir! Bu sebeple, elinizde ganimet malı
olarak iğne veya iplik ne varsa onların hepsini getirin; sakın ha, zimmetinize
ganimet malı geçirmeyin; çünkü o, bunu yapan için kıyamet gününde büyük bir
utanç vesilesidir!
Efendimiz'den
bunları duyanlar, Hayber günü işittikleri uyarıları hatırlıyor ve taksimatı
yapılmadan önce ganimet malından bir iplik bile almaktan ictinab ediyorlardı.
Ancak askerler arasında o güne şahit olmayanlar da vardı ve küçük de olsa bir
kısım eşya-
330 Bkz. Nisa, 4/24
331
Esirler konusunda görevlendirilen sahabinin, Büdeyl İbn Verka olduğu da ifade
edilmektedir. Bkz. Belazuri, Erısabu'l-Eşraf, 1/161
548
He vfi z i n td e n Gelen Haberler ve Huneyn
yı
almış, şahsi hakkı olarak görmeye başlamıştı. Hz. Ali'nin kardeşi Ukayl de
onlardanbirisiydi. Hanımının yanına döndüğünde kılıcından kan damlıyordu;
kadın ona:
-
Bugün müşriklerle savaştığın belli; peki onlardan ganimet olarak ne elde ettin,
diye sorunca o da, elindeki iğneyi uzatarak bununla söküklerini dikebileceğini
söylemişti. Ancak az sonra dışarı çıkıp da Allah Resülü'nün münadisinin sesini
işitince beyninden vurulmuşa dönecekti; zira o, iğne iplik bile olsa, taksimi
yapılmadan alınan malların geri getirilmesini ilan ediyordu! Ashab hassasiyetiydi
ve koşarak hanımının yanına gelip:
-
Vallahi, senin o iğnen de elinden gitti, diyerek onu hanımından aldığı gibi
gidip yerine teslim etti.
Yenilen
pehlivan güreşe doymuyordu; Huneyn'den kaçanlar Taife sığınmış ve kaleleri
arkadan kapatarak yeniden toparlanıp Allah ' Resülü (sallallalıu aleyhi ve
sellem) ve Müslümanlara saldırmak için hazırlık yapmaya başlamışlardı. Bu
tavırlannın mutlaka görülerek üzerlerine gelineceğini biliyorlardı ve bunu
düşünerek muhasara edileceklerinin korkusuyla bir yıllık yiyecek stoku yapmış,
bulabildikleri her türlü silahı da içeriye almışlardı. Bu savaşlanna destek
vermek için başka kabilelerden de yardım istemiş ve belli ölçüde bunu da başarmışlardı!
Henüz
her şeyortadaydı ve sıcağı sıcağına alınan bu haber üzerine Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellem) ashabına yönelerek hedeflerinin Taif olduğunu
bildirdi. Öncü kuvvet olarak bin kişiyle birlikte Halid İbn Velid'i
görevlendirmişti.
Taifliler,
kalelerine sığınmiş ve dışanda kimse kalmamıştı. Kalenin önüne kadar gelen Hz.
Halid, önce etrafı kolaçan etti; ancak muhatap olabileceği hiç kimse
kalmamıştı. Bunun üzerine kalenin kapısına gelerek yüksek sesle şöyle seslendi:
-
Aranızdan biri aşağı insin de onunla konuşayım; şüphesiz o, aranıza geri
dönünceye kadar emniyette olacaktır! Veya siz bana bu güvenceyi verin, ben
sizin aranıza geleyim ve orada konuşalım!
Kaleden şu cevap
geliyordu:
549
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern)
- Ne bizden birisi gelip seninle konuşur, ne de senin
buraya gelmene izin veririz! Ey Halid! Arkadaşınız, bugüne kadar bizim dışımızda
savaş bilmeyen insanlarla karşı karşıya geldi!
Bu açıkça bir meydan okumaydı ve hele bir gelsin de
savaş nedir görsün manasına geliyordu. Gözlerini kin ve nefret bürümüş,
yarın başlarına geleceklerden habersiz sadece düşmanlığa kilitlerımişlerdi!
Onun için Hz. Halid, önce nasihat etmeyi düşündü onlara:
- Sözlerime kulak verin ve beni iyi dinleyin!
Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), kaleleri sağlam Yesrib ve Hayber'de
nice toplulukları kuşattı, Fedek'e sadece bir adamını gönderdi de onlar,
neticede O'nun hükmüne boyun eğmek zorunda kaldılar. Beni Kurayza'nın başına
gelenlerin sizin de başınıza gelmemesi için sizi uyarıyorum; onları Resülullah
günlerce muhasara etti ve neticede onlar da O'nun hükmüne razı olmak zorunda
kaldılar; savaşanları hak ettikleri cezayı bulurken zürriyetleri de esir
haline geldi! Hem sonra Mekke'ye girdi ve onu da fethederek halkını dize
getirdi; şimdi de Hevazin üzerine yürüyerek onlara da baştan sona boyun
eğdirdi. Sizler, yeryüzünde öyle bir noktada bulunuyorsunuz ki, şayet O
(sallallahu aleyhi ve sellem) sizi kendi halinize bıraksa bile etrafınızdaki
insanlar sizi bırakmaz ve gelip hepinizi kılıçtan geçirirler!
Bu kadar açıktan ve
samimi nasihate karşılık onlar:
- Biz, asla dinimizi bırakacak değiliz, diyor, savaştan
başka bir alternatif düşünmediklerini açıkça beyan ediyorlardı. Bunun üzerine
Halid İbn Velid de, karargahına geri dönecekti.
Hz. Halid'in aldığı bu olumsuz cevabın akabinde Allah
Resülü de, Taif'e doğru yöneldi; Huneyn'den yola çıkan Allah Resülii (sallallahu
aleyhi ve sellern), Taif istikametine doğru ilerlerken Nahletii'l-Yemôsıiışue,
Karn, Müleyh ve Liyye'deki Buhratii'r-Ruiui giizergahını takip
ediyordu. Buhretü'r-Rıığa'ya geldiğinde burada mola verdi ve bir mekanı mescit
olarak hazırlayıp ashabına namaz kıldırdı. Bu sırada huzuruna bir dava
getirilmişti. Leysoğullarından bir adam, Hüzeyl'den birisini öldürmüş ve
şahitlerle bu hüküm kesinlik kazanmıştı! Bir insanı öldürmek, bütün insanları
öldürmek kadar büyük bir günahtı ve toplumda yeni ölümlerin yaşanmaması için
bir defa katilin öldürülmesi gerekiyordu ki haksız yere bir adamı öldürmenin
550
He v a z i n vd e n Gelen Haberler ve Huneyn
bedelini
katil, kendi canıyla ödemeliydi, Resı1luIIah (sallallahu aleyhi ve sellem) de,
Allah'ın tebliğ ettiği bu hükmü uygulayarak katilin idamına hükmetti. Aynı
zamanda bu, İslam'daki ilk kısas olma özelliğini taşıyordu.
Bu arada orada bulunan Malik İbn Avfın kalesinin
yıkılması emrini vermişti ve arkasından da yeniden yola koyularak Dayka ve
Nahb istikametinden Taif'e doğru ilerlemeye başladı. O'nun için Taif,
acı hatıralarla dolu bir şehirdi; yaklaşık on yıl önce buraya ne ümitlerle
gelmişti ama beklenmedik bir tepkiyle karşılanıp kan revan içinde geri dönmek
zorunda kalmıştı! O günkü Taif, bugün de aynı tavrı sergiliyor ve bunca
gelişmeye rağmen küfre merkez olma yolunu tercih ediyordu!
Efendiler
Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) bir kabrin başında durmuş, ashabına
şunları söylüyordu:
- Bu, Sakiflilerin atası Ebü Rigal'in kabridir; o, Semı1d halkındandı
ve kavminin başına gelen musibetten Harem' e girerek kurtulmuştu! Ancak daha
sonra o da oradan çıkmış ve buraya kadar gelmişti ki, kavminin başına gelen
felaket onu da burada yakaladı ve buraya defnedildi. Bunun deliIi, onunla
birlikte mezarına gömülen altın daldır; şayet mezarını açarsanız, onu
bulursunuz!
Sakiflilerin üzerine yürürken Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern), onların atası olan EbU Riqôl'uı kabrini ortaya çıkarıyor
ve meseleyi sulh çizgisinde çözmenin gerekliliği adına bir adım daha atmış oluyordu.
Gerçekten de ashab-ı kiram, tarif edilen mezarı açmaya başlayacak ve çok
geçmeden altın dalı çıkararak Sultan-ı Rusül'ün verdiği haberin doğruluğunu
göreceklerdi!
Taifte kaleye yaklaşıp da konuşma isteğinde bulunulmasına
karşılık kendilerine içeriden ok yağmuruyla cevap veriyorlardı; belli ki
savaştan başka bir tercihi düşünmüyorlardı ve artık kuşatma başlamıştı.
Surların üzerine çıkan Taifliler, dillere destan kalelerine yaklaşan İslam
askerlerini ok yağmuruna tutuyor, mancınıkla taş atıp ateşte iyice kızdınlmış
alev saçan demir çubuklar fırlatıyorlardı! Yağmur gibi semadan ok yağıyordu ve
bu hengamede ashabdan on iki kişi şehit olacaktı.
55ı
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
ilk
karşılaşmanın akabinde ordusunu geri çeken Efendiler Efendisi, daha gerilerde
bir yerde karargah kuracak ve bundan sonra kuşatma buradan devam edecekti.
Buraya, Üm mü Selerne Validemizle Zeyneb Validemiz adına iki çadır kurulmuş ve
namazıarını da Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), bu iki çadır arasında
kılar olmuştu.
Kimse
dışarı çıkıp da göğüs göğüse çarpışmaya cesaret edemiyordu. Halid İbn Velid:
-
Yiğitçe çarpışacak mübariz yok mu, diye sesleniyor, ancak herhangi bir cevap
alamıyordu. O gün aynı çağrıyı defalarca tekrarladı; kaleden fırlatılan ok,
taş ve ateş saçan demirlerden başka bir şey gelmiyordu! Bu çağrı o gün
defalarca tekrarlanmış olmasına rağmen değişen bir şeyolmamıştı. Nihayet Abdü
Yaleyl adında birisinin sesi duyuldu; şöyle diyordu:
.-
Senin karşına bizden kimse çıkmayacaktır; biz, kalemizde beklerneye devam
edeceğiz. Burada senelerce yetecek stoklarımız var ve eğer sen, bu
yiyeceklerimiz tükenineeye kadar burada beklemeye devam edersen o zaman
kılıçlarımızı çeker ve son nefesimize kadar sizinle göğüs göğüse çarpışırız!
Ok
yağmuruna oklarla karşılık vermekten başka çare gözükmüyordu. Artık ashab-ı
kiram da mevzilenmiş, gelen oklara karşılık kalede bulunanlara ok
yağdırıyorlardı!
Kuşatma
süresinin uzamasına rağmen içeriden hala bir ses çıkmaması üzerine Allah Resülü
(sallallahu aleyhi ve sellern), ashabından birisi vasıtasıyla şöyle seslendi:
- Kaleden inip de
bize katılan her köle hürdür!
Bu
çağrı, içeride kenetlenen Sakiflilerin ahengini bozacak yeni bir taktikti ve
netice de verecekti; zira bu çağrının akabinden o gün, peyderpey dışarı
çıkışlar başlamış ve hürriyet aşkıyla yanıp tutuşan bazı insanlar Efendimiz'in
yanına gelmeyi tercih etmişti. Çok geçmeden kaleden çıkıp da gelenlerin sayısı
yirmi üçe ulaşmıştı. Sultanlar Sultanı Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellem), geleni hürriyetine kavuşturuyor ve Kur'an'ı öğrenip İslam'ı talim
etmeleri için her birini ashabından birisine zimmetliyordu.
Sakiflilere çok ağır
gelen bir haldi bu ve kölelerinin, kendilerini
552
He v ô z i n td e n Gelen Haberler ve Huneyn
bırakıp da
Efendimiz'in yanına gitmesini bir türlü hazmedemiyorlardı!332
Her ne kadar kölelerden gelip teslim olanlar olsa da
henüz Sakiflilerderı bir ses duyulmuyor, atışlarma devam ediyorlardı. Allah Resülü
(sallallahu aleyhi ve sellern), bir taraftan ashabını ok atmaya teşvik ederken
diğer yandan da, insanları hor ve hakir hale getiren kölelik anlayışının
ortadan kaldırılması adma onlara yeni hedefler belirliyordu; o gün şöyle
söylediği duyulmuştu:
- Kim bir ok isabet ettirirse, cennette onun için bir
derece vardır! Kim Allah yolunda bir ok atarsa, onun için bir köle azat etmek
kadar bir sevap vardır! Kim Allah yolunda saçını ağartırsa, kıyamet gününde bu,
onun için bir nura dönüşür! Sizlerden herhangi biri, Müslüman bir köleyi
hürriyetine kavuşturursa, hürriyete kavuşturduğu kişinin kemikleri adedince
kendi kemiklerine cehennemden sütre yaratır! Herhangi bir Müslüman kadın da,
kendisi gibi Müslüman bir kadını hürriyetine kavuşturursa, onun için de Allah
(ceııe celaluhü), hürriyete kavuşturduğu kadının kemiklerince kalkan yaratarak
onun kemiklerini cehennem ateşinden korur!
Aynı zamanda bu ifadeler, hürriyetin bir esas olduğunu
anlatıyor ve sadece Sakiflilerden gelenler değil, kendi köleleri hakkında da
ashabı derinden düşünmeye sevk ediyordu.
Efendiler Efendisi, aradan günler geçmesine rağmen bir
türlü netice alınamayınca bundan sonraki stratejiyi ashabıyla bir kez daha
istişareye açacaktı. Sel man-ı Farisi öne çıkmış ve Hendek'te olduğu gibi yine
Fars diyarındaki uygulamalardan hareketle kale surlarının önüne mancınık
kurulması gerektiği fikrini ileri sürmüştü; kabul gören bir teklifti ve
Efendimiz'in de onayıyla mancınık kurulmasına karar verilip kısa sürede bir
mancınık yapıldı. Artık daha büyük taşlar ve seri atışlar yapılabiliyordu. Bu
sırada, yukarıdan gelecek ok,
332 o gün hürriyetine kavuşan kölelerini,
Müslüman olduktan sonra yeniden geri isteyen Sakiflilere Efendimiz (s.a.s.),
"Onlar Allah'm hürIeri; sizin onları yeniden köle haline getirmenizin
imkanı yoktur!" buyuracak ve bir kez hürriyetle tanışan bu insanların
yeniden köle haline getirilmesine izin vermeyecektir. Bkz. Vakıdi, Megazi,
1/932; Zeylai, Nasbu'r-Raye, 3/280; İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 4/398,
Sire, 3/657
553
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern)
taş
ve kızgın demirlerden ashabı koruyacak olan ve 'debbôbe' denilen iki
koruyucu da inşa edilmiş, bunlarla kale duvarlarına yaklaşılarak içeri girmek
için gayret gösterilmeye başlanmıştı. Ancak kale duvarlarına ashabı
yaklaştırmak istemeyen Sakiflilerin atışları da yoğunlaşmış ve debbabe ile
mancınıkları hedefhaline getirmişlerdi! Çok geçmeden debbabeler de ateş alıp
yanmaya başlayacak ve altına sığınan ashab da dışarı çıkmak zorunda kalacaktı.
Bu hamle de, ashabdan birkaç kişinin daha şehadetiyle sonuçlanmış, ancak bir
netice alınamamıştı!
Zaman ilerliyordu ama
Sakifliler bir türlü dize gelmiyorlardı.
Bunun üzerine
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), yeni bir taktiğe başvurmuş ve teslim
olmadıkları taktirde üzüm bağlarıyla hurma ağaçlannın tahrip edileceğini ilan
ettirmeye başlamıştı. Zira üzüm bağlarıyla hurma bahçeleri, Taiflilerin can
damarıydı! Bu arada ashaba da işaret etmiş ve bir kenardan tahrip işleminin
başlamasını talep etmişti. Mal canın yongasıydı ve içlerinin yağı eriyordu;
ancak buna rağmen kalenin surları üstüne çıkıp da meydan okumaya devam edenler
vardı!
Nihayet aralarından
akıllı uslu birisi çıkıp da:
-
MalIarımızı niçin kesiyorsun; şayet bize galip gelirsen onlar zaten Senin
olacak, diyor ve Allah adı vererek onları kendilerine bırakmasını talep
ediyordu. Bunun üzerine Sultan-ı Rusül Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellern):
-
Onları Allah için ve akrabalığın hatırına bırakıyorum, diyerek ashabına seslenip
tahrip işinden vazgeçmelerini emredecekti.
Bir
aralık Uyeyne İbn Hısn, Efendimiz' e yaklaşarak kaleye girip Taiflilerle
konuşmak için izin istemişti; böylelikle onları Allah'a davet edeceğini
söylüyor ve onlardan bazılannın Müslüman olacağını umduğunu ifade ediyordu!
Efendiler Efendisi de ona izin verince doğruca kaleye doğru yöneldi. İçeri
girer girmez başına toplanan Sakiflilere şunları söylemeye başlamıştı:
-
Babam size feda olsun! Sakın yerlerinizi terk etmeyin! ValIahi de biz,
kölelerden daha zayıfız! Allah'a yemin olsun ki O'nun başına bir iş gelirse
Araplar yeniden izzet ve şeref sahibi olurlar! Ağaçlarınızın kesilip de tahrip
edilmesi sakın sizin gücünüze gitmesin ve asla kendi elinizle kendiniz teslim
olmayın!
Bunları söyledikten
sonra yeniden kaleden dışarı çıkıp da Efen-
554
He v a z i nt d e n Gelen Haberler ve Huneyn
dimiz'in yanına gelen
Uyeyne'ye Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve sellern):
-
Onlara neler söyledin ey Uyeyne, diye seslenmişti. Bunu söylerken, Uyeyne'nin
göründüğünden daha farklı bir durum içinde olduğunu bildiği hissedi1iyordu;
belli ki durumu sezmiş veya yine Cibril-i Emın'den bir mesaj almıştı! Ancak
Uyeyne, hina bunu sezebilecek konumda değildi ve:
-
Onlara İslam'ı anlatıp imana davet ettim; cehennemden sakındınp onlara,
cennete ulaştıracak yolları gösterdim, dedi. Belli ki anlamamıştı ve onun
anladığı gibi daha açık konuşmak gerekiyordu; bunun için Efendiler Efendisi
(sallallahu aleyhi ve sellem) ona dönerek önce:
-
Yalan söylüyorsun, diye seslendi. Ardından da, kaleye girdikten sonra başına
toplananlara söylediklerini anlattı bir bir. Sanki birlikte gitmiş gibiydi ve
bunları duyan Uyeyne, renkten renge giriyordu. Bir başkasının gelip de haber
vermesine imkan yoktu; demek ki Muhammedii'l-Emin, gerçekten de semalar
ötesinden destek alıyordu. Utancından Efendimiz'in yüzüne bakamıyordu ve:
- Doğru söylüyorsun
ya Resülullah, diye söze başladı Uyeyne.
Yaptığım bu yanlıştan
dolayı Allah'a tevbe ediyor ve Senden de özür diliyorum!
Zahir
itibariyle böyle bir talebe elbette olumlu bakılırdı. Allah Resülü de, yerini
yeniden netleştirdiğini söyleyen Uyeyne'nin bu talebine de tatlılıkla
mukabelede bulunacak ve özrünü kabul edecekti.
Bir
aralık dinlenmek için çadınna giren Efendiler Efendisi, o güne kadar kadınlara
ilgi duymadığı için Ezvac-ı Tahiret arasına girmesi garip karşılanmayan çift
cinsiyetli birisinin uygunsuz bir cümlesini duyunca, bir daha bu kişinin
harime alınmasını yasaklayacak ve bunu ashabına da ilan edecekti.
Kuşatmanın
üzerinden yirmi333 günden fazla zaman geçmişti ve bir gün Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellem), ashabına döniip de rii-
333
Taif kuşatmasının on küsur, on beş ve yirmi gün ile yirmi küsur, otuz veya kırk
gece devam ettiğine dair farklı bilgilere de rastlanmaktadır. Muhtemelen bu
farklılık Taif'in, Mekke'nin fethi ve Huneyn'in devamı olmasından ve bunlan
ifade
555
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
yasını
anlatırken, kendisine içi süt dolu bir kabın hediye edildiğini, ancak onu bir
horozun gagaladığını, daha sonra da onun döküldüğünü gördüğünü aktanyordu.
Belli ki, kasenin içindeki sütü bütünüyle dökmemek için daha hassas davranmak
gerekiyordu. Risaletin kırk küsur parçasından birini ifade eden sadık rüyalar,
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) açısından elbette çok ayn bir mana
ihtiva ediyordu. Allah Resülii de mutlaka mesajını almıştı ve stratejisini ona
göre yeniden belirleme yoluna gidecekti. Ancak bunun için ashabını da işin
içine çekmek gerekiyordu ve bir aralık Hz. Ebu Bekir'e dönerek ondan, gördüğü
rüyayı yorumlamasını istemişti.
- Bugün Senin, Taif konusunda maksadına nail
olabileceğini sanmıyorum, diye cevaplıyordu Hz. Ebu Bekir. Bunun üzerine
Fahr-i Kainat Efendimiz de:
-
Ben de, diye mukabelede bulundu. Ben de bunun olacağını sanmıyorum!
Ardından Nevfel İbn
Muaviye'ye döndü ve:
- Ya Nevfel! Kuşatmayı devam ettirip ettirmeme
konusunda ne düşünüyorsun, diye sordu. Belli ki, mesajını alan Resül-ü Kibriya
Hazretleri, konuyu yeniden istişareye açıyordu! Nevfel:
- Ya Resülullah, diye başladı sözlerine. Onlar şu anda,
inine sıkışmış tilki gibiler; şayet üzerine gidersen onu yakalarsın; bırakıp
da geri dönersen onun sana verebileceği bir zarar da söz konusu olamaz!
Bu arada Osman İbn Maz'ün'un hanımı Havle Binti Hakim, Allah Resülü'ne gelmiş ve Taif'in
fethi müyesser olduğunda kendisine Bddiye Binti Gayldn veya Fôria
Binti Akıl'in mücevherlerini vermesini talep etmişti; zira dillere destan
bir mücevherata sahiplerdi ve bir kadın olarak Hz. Havle de, şöhretini duyduğu
bu mücevherlere sahip olmak istiyordu! Bunun üzerine Efendimiz (sallallalıu
aleyhi ve selle m) ona:
- Sakif üzerine gidip de kalelerini fethetme konusunda
bize izin verilmemiş se ne olacak ey Havle, diye sormuştu. O da şaşırmıştı; bir
taraftan kuşatma devam ediyor, diğer yandan da Resülullah (sallal-
edenlerin her
birinin, sadece kendi katıldığı kadanyla müşalıedelerini anlatmasından
kaynaklanmaktadır. Bkz. Salihi, Siibülii'l-Hüda ve'r-Reşad, 5/388
556
He v a z i n td e n Gelen Haberler ve Huneyn
lahu
aleyhi ve sellern), bu kuşatma konusunda izn-i ilahinin olmadığım söylüyordu!
Dışan çıkar çıkmaz hemen Hz. Ömer'in yanına gelip duyduklanm ona anlattı. Hz.
Ömer'in de kafası kanşnuştı; bir çırpıda Efendimiz'in yamna geldi ve:
-
Ya Resülullah, dedi. Havle'nin anlattıklan da ne öyle? Bunlan ona, Senin
söylediğini zannediyor!
-
Evet, diye cevapladı Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern). Onu Ben
söyledim!
-
Yani onlara karşı savaşmaya izin yok mu, diye yeniden sordu Hz. Ömer.
Resülullah (sallallalıu aleyhi ve sellern):
- Hayır, diyordu.
Bunun üzerine Hz. Ömer:
- Öyleyse, geri
dönmek için insanlara sesleneyim mi, diye izin
istedi. Buna da:
- Evet, diye mukabele
ediyordu Allah Resülü.
Henüz
kimsenin muttali olamadığı bir iş dönüyordu ve Efendiler Efendisi (sallallahu
aleyhi ve sellem) ashabına, sabahın erken saatleriyle birlikte muhasaramn
kaldırılacağını ve geri çekileceklerini bildiriyordu. Bu hal, bazılanna çok
ağır gelmişti; yüze yüze ucuna kadar gelmişlerdi ama şimdi hiç sebepsiz yere
kuşatmayı kaldıracak ve elleri boş döneceklerdi! Bazıları:
-
Yani burayı fethetmeden geri mi gideceğiz, diye soruyor ve Taifi fethetmeden
geri gitmeyeceklerini söylüyorlardı.P' Buna rağmen Allah Resülü (sallallalıu
aleyhi ve sellern), ashabına binek develerini bırakmamalanm ve sabahın erken
saatlerinde geri döneceklerini ilan etmeye devam ediyordu.
Sabah olup da
devesine bindiğinde Efendimiz'İn yamna yakla-
334
Hatta, "Burayı ftthetmedengeri donmeyiz" diyen bir gruba Allah
Resülü (s.a.s.), "0'leyse haydi savaşzn!" buyuracak ve onlar da büyük bir
hevesle fetih gayreti içine gireceklerdi. Ancak mesele, hiç de bekledikleri
gibi çıkmamıştı; Sakifliler de şiddetle kendilerini müdafaa ediyor ve
üzerlerine gelenlere ağır zayiat verdiriyorlardı. Bunu gören Efendimiz
(s.a.s.) tebessüm edecek ve kuşatmayı kaldırma talebini yenileyecekti. Bunun
üzerine kuşatmanın devamı istikametinde fikir beyan edenler de bu fikirlerinden
vazgeçmiş ve Resülullah'ın davetine hızla icabet eder olmuşlardı. Bkz. Buhari,
Sahih, 4/1572 (4070), 5/2259 (5736), 6/2719 (7042); Müslim, Sahih, 3/1402
(1778); Said b. Mansür, Siinen, 2/360 (2863); İbn Ebi Şeybe, Musannef, 7/410
(36952)
557
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
şan
Hz. Cabir gibi insanlar, günlerdir kendilerine acı çektiren ve ashabdan
bazılarının da şehit335 olmasına sebebiyet veren Sakif halkı için
kendisinden beddua etmesini talep edecek, ancak Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellem) bu taleplere de müspet cevap vermeyecekti. Aksine Taif kalelerine
doğru yönelen Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) ellerini açacak
ve:
-
Allah'ım! Sakiflilere de hidayet nasip et ve onların geçim sıkıntılarını da
başlarından gider; onları da aramıza getir, diye daha düne kadar savaştığı
insanlara dua edecekti. Ashabından da şunları söylemelerini istiyordu:
-
O Allah ki, kendisinden başka ilah yoktur ve şeriki de söz konusu olamaz;
vaadini yerine getirmiş ve verdiği sözü gerçekleştirmiş, kuluna da yardım
ederek ordusunu aziz kılıp karşı duran Ahzab ordusunu da tek başına hezimete
uğratmıştır!
Yola koyulup da
Ci'rane'ye doğru ilerlerken de onlardan:
-
Şimdi bizler dönüyoruz; inşallah bizler tevbe edicileriz ve Rabbimize kullukla
te menna durur, hamd ile de iki büklüm oluruz, diye niyazda bulunmalarını
isteyecekti.
Dönüş Yolunun Semereleri
Taiften Ci'rane'ye doğru gelirken de giizergah olarak
Dehna, Karnü'l-Menazil ve Nahle istikametini seçnıişti. Her adımda yeni bir şey
daha öğreniyor ve karşılaştıkları her bir mesele, onlar için din adına yeni bir
uygulama anlamına geliyordu. Hayatın her alanında var olan Allah Resülü'nü
titizlikle takip eden ashab, görüp duyduğu ayrıntıları iyi belliyor ve bu
güzellikleri başkalarıyla da paylaşırken bunları kendisi için de vazgeçilmez
birer esas olarak kabul ediyordu.
Yolda
ilerlerken bir aralık ashabdan Ebu Ruhm'un devesi, Efendiler Efendisi'nin
bineğini sıkıştırmış ve ayağındaki sert çizmeler de
335
Taif kuşatmasında Urfuta İbn Hubab, Yezid İbn Zem'a, Abdullah İbn Ebi Bekr es-
Sıddik (Hz. Abdullah, kuşatma sırasında aldığı yaranın tesiriyle Medine'de
vefat etmiştir), Abdullah İbn Ebi Ümeyye, Abdullah İbn Amir, Saib İbn Haris
veya Abdullah İbn Haris, Cüleyha İbn Abdillah, Sabit İbn Ceza', Haris İbn Sehl,
Münzir İbn Abdillah ve Rukaym İbn Sabit olmak üzere toplam on bir kişi şehit
olmuştu. Bkz. Salihi, Sübülü'l-Hüda ve'r-Reşad, 5/388-389. İbn Hişam bu rakamı
on iki kişi olarak verir. Bkz. İbn Hişam, Sire, 5/159-160
558
He v a z i n l d e n Gelen Haberler ve Huneyn
Efendimiz'in
baldırlarını incitmişti. Bunun üzerine Ebu Ruhm'a dönen Allah Resülü
(sallallahu aleyhi ve sellern):
-
Ayaklarını çek, canımı acıtıyorsun, demiş ve elindeki kırbaçla Ebu Ruhm'a
hafifçe dokunmuştu. Yüreği ağzına gelmişti Ebu Ruhm'un. Geçmiş/gelecek
günahlarını düşünüyor, hakkında bir ayet ineceğinden korkuyordu.
Ci'rane'ye
geldiklerinde, develeri otlatma sırası kendisinde olmadığı halde Ebu Ruhm,
Efendimiz'i yolda ineitmiş olmanın mahcubiyetiyle onları alacak ve otlatmaya
çıkacaktı. Bu sırada Resülullah'ın da kendisini aradığından haberi yoktu!
Haber kendisine ulaştınldığında korktuğunun başına geldiğini düşünerek daha da
telaşlanacak ve yüreği bir kuş kalbi gibi titreyerek huzura gelecekti. Onu
görür görmez Allah Resülü:
-
Sen Benim ayağımı ineitmiş ve Ben de elimdeki kamçı ile sana vurarak canını
yakınıştım. Benim o vurmama karşılık şu koyunları al, buyuracak ve Ebu Ruhm'
a, kırbaçla hafifçe vurmasına karşılık seksen koyun verecekti. Rahat bir nefes
almıştı Ebu Ruhm ve hiç beklemediği bir sırada beklenmedik bir ihsanla karşı
karşıyaydı; halbuki o gün onun için Efendimiz'in kendisinden hoşnut olması,
dünya ve içindekilerden daha sevimliydi.
Demek
ki bir Müslüman, kul hakkı konusunda bu kadar duyarlı olmalı ve bir başkasının
hakkına girdiği yerde, kardeşine hakkını helal ettirebilmek için hatırı sayılır
bir gayret içerisine girmeliydi.
Yolculuk
hiUa devam ediyordu; tam da Ci'rane'ye yaklaştıkları sırada karşılarına birisi
çıkmıştı. Ashab onu, Allah Resülü'ne yaklaştırmamak için ordudan
uzaklaştırmaya çalışıyor, bir yandan da kim olduğunu soruyordu. Nihayet Allah
Resülii'nün de duyabileceği şekilde sesini yükselten bu adam, parmak uçIarıyla
tuttuğu bir mektubu havaya kaldırarak:
-
Ben, Süraka İbn Cii'şum'um; bu da mektubum.w" diye bağırmaya başladı. Bu
sesi, Resülullah da duymuştu ve:
336
Hatırlanacağı üzere Hz. Siıraka, hicret sırasında başına konulan ödülü alabilme
azmiyle Allah Resülü'nü arkadan takip eden ve sonrasında Müslüman olarak geri
dönen şahıstı ve elindeki mektubu da o gün Resülullah'tan istemişti. Bkz. İbn
Kesir, el-Bidaye ve'rı-Nihaye, 5/373, Sire, 4/691; Salihi, Sübülü'l-Hüda ve'rReşad,5/389
559
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
- Bugün, vefa ve
iyilik günüdür; onu Bana yaklaştırın, buyurdu.
Yanına
yaklaşan Siıraka, önce Allah Resülii'ne selam verecek ve ardından da getirmiş
olduğu zekat mallarını takdim edecekti. Bir aralık:
-
Ya Resülullah, dedi. Şayet sahipsiz develer gelip de, benim kendi hayvanlarım
için ayırdığım havuzumdan su içer ve istifade ederlerse, onlann bu durumundan
ben de mükafat elde eder miyim?
-
Evet, buyurdu Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern). Susamış her ciğer
sahibi canlıya su vermende sevap vardır!
Yeniden Ci'rüne
ve Hevazin Hey'eti
Derken
yeniden Ci'rane'ye gelinmişti; altı bin esir, dört bin ukiyye gümüş, yirmi
dört bin deve ve kırk binden fazla koyun hala orada bekliyordu. Efendiler
Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), esirler ve ganimet mallan konusundaki
kararını özellikle geciktiriyordu; belli ki bildiği hususlar vardı!
Gerçekten
de öyle oldu; Taif'derı ayrılalı on günden fazla zaman geçmişti ve bir gün,
başlannda Züheyr İbn Surad olduğu halde on dört kişilik Hevazin hey'
etinin Ci'rane'ye doğru geldiği görüldü. Aralarında, Efendimiz'in süt amcası EbU
Biirkôn da vardı; Müslüman olmuşlardı! Ardı arkası gelmeyen savaşlarla bir
yere varılamayacağını anlamış ve Müslüman olarak Efendimiz'e hallerini arz
etmeye gelmişlerdi. Önce:
-
Ya Resülullah, dediler. Bizler, köklü ve asil bir topluluğuz; ancak başımıza
gelen bela ve musibeti, Sen de biliyorsun; bize iyilik edip ihsanda bulun ki
Allah da Sana lütufta bulunsun!
Maksat
anlaşılmıştı; Allah Resülii'nü can ü gönülden sevindiren bir manzaraydı bu!
Dünya ve dünyada bulunan her şey O'na verilseydi bu kadar sevinmezdi! Ancak
merak ettiği bir şey daha vardı ve sordu:
- Malik İbn Avf ne
yapıyor?
Malik
İbn Avf, Hevazin halkını Huneyn vadisine döküp de başlarına bu musibeti
getiren delikanlı kumandandı, Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onu da
unutmamıştı ve Hevazin hey' etine durumunu soruyordu.
560
He v a z i n t d e n Gelen Haberler ve Huneyn
-
Ya Resülullah, dediler. O, Sakiflilerle birlikte kaçıp Taif'e sığındı.
Düşenin
elinden tutmak gerekiyordu ve Allah Resülü (sallallabu aleyhi ve sellem)
onlara:
-
Gidip ona haber verin; şayet Müslüman olarak o da Bana gelirse, mallarıyla
çoluk çocuğunu ona iade eder ve üzerine de yüz deve veririm, buyurdu. Zira O
(sallallabu aleyhi ve sellern), Malik İbn Avfın ailesini Mekke'ye göndermiş,
özel ilgi gösterilmesi için halası Ümmü AbdiHah Binti Ebi Ümeyye'nin yanında
tutuyordu! Efendimiz'in niyetindeki samimiyeti gören Hevazin hey'eti:
-
Ya Resülullah, dediler. Onlar, bizim efendilerimiz ve en çok sevdiğimiz
kimselerdir!
-
Zaten Ben de onlar için hayır murat etmekteyim, buyurdu Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellern).
Ashab-ı kiram hazretleri,
gelişmeleri taaccüple seyrediyorlardı!
Demek
ki bugüne kadar Efendimiz'in, meseleyi ağırdan almasının ve Hevazin'de elde
edilen esirler ve ganimet konusunda aceleden karar vermemesinin altında,
kendilerinin muttali olamadığı bazı gerçekler vardı. Efendimiz'in onlara
şefkatle muamele edeceği, daha esirlere pamuk ve ketenden imal edilmiş
elbiseler dağıtıp da onları giydirmesinden belliydi. Şimdi ise, daha birkaç
hafta öncesine kadar kendilerine karşı kılıç sallayan adamlar, özgür
iradeleriyle gelmiş, Müslüman olduklarını ifade ediyorlardı! Bu arada, söz alan
liderleri şair Züheyr İbn Surad Efendimiz'e dönmüş:
-
Ya Resülullah, diyordu. Şu anda burada bulunan esirlerin bir kısmı, Senin süt
teyzelerin, süt halaların ve Seni emzirip büyüten bakıcılarındır. Şayet biz,
Şam kralı Hars İbn Ebi Şimr veya Irak kralı Nu'marı İbn Münzir'i emzirmiş
olsaydık da şu an Seninle olan münasebetimiz onlarla ilgili olarak başımıza
gelmiş olsaydı bizler, onlardan şefaat ve ihsan bekler, içinde bulunduğumuz
sıkıntılardan kurtulmayı umardık; halbuki Sen, ya Resülullah, bakılıp büyütülenlerin
en hayırlısısın; bize ihsanda bulun!
Efendimiz'in
huzurunda bunları söyleyen şair Züheyr, daha sonra şiirindeki güce sarılacak ve
maksadını bir de şiirinin diliyle ifade edecekti! Zaten bu, Allah Resülü'nün beklediği
bir gelişmeydi ve önce:
56ı
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
- Benim ve Abdulmuttaliboğullannın payına düşen ne
varsa hepsi sizindir, buyurdu. Ashabına bir konuda daha öncülük yapacak ve
kendi iradeleriyle haklarından vazgeçmeleri adına ilk adımı yine kendisi atacak
ve yine onlara yol gösterecekti; zira bunu duyup gören Kureyş de:
-
Bizim payımıza düşenler de Allah ve Resülii'ne aittir, diyor ve haklarından
feragat ettiklerini ilan ediyordu. Bu tabloyu gören Efendiler Efendisi onlara:
-
Hangisini tercih edersiniz, diye sordu. Benim için en sevimli olan şey, sözün
en doğru olanıdır; Sizin için kadınlarınızla çocuklarınız mı, yoksa mallarınız
mı daha kıymetlidir? İkisinden birini tercih edin! Zaten Ben de, sizin
geleceğinizi bekleyerek onların taksimini geciktirmiştim!
Savaş
meydanında kaybettiklerinin tamamını geri alamayacaklarını ve onlardan birini
tercih etmek zorunda olduklarını gören Hevaziri hey' eti:
- Ya Resülullah,
dedi. Görüyoruz ki Sen, ailelerimizle mallarımız arasında bizi muhayyer
bırakıyorsun; bizler için çocuklarımızla kadınlarımız elbette daha önceliklidir
ve Seninle, develer ve koyunlar hakkında konuşup ısrar edecek değiliz!
Efendiler Efendisi
için bunlar sürpriz değildi ve:
-
İnsanlara namaz kıldırdıktan sonra sizler yanıma gelin ve herkesin huzurunda
Müslüman olduğunuzu ilan edin ve "Bizler, sizin din kardeşleritıiziz;
çocuklarımzz ve kaduılarutıız konusunda Resillullah'ı şefaaiçi kılarak
Müslümanlardan ve Miisliimanları da araya koyarak Resiılullah'txm
şefaatçi olmalarını diliyoruz!" deyin! O zaman Ben, kendi hissemi size
bağışladığım gibi insanların da hisselerini bağışlamalarını talep ederim,
diyerek onlara yol gösterecekti. Ayrıca onlara, kelime-i tevhidi nasıl
söyleyip de şehadet getirecekleri ve namazdan sonra insanlarla nasıl
konuşmaları gerektiği konusunda taktikler veriyordu!
Derken
öğle namazı kılınmış ve sıra, Efendimiz'in talim buyurduğu stratejinin
uygulanmasına gelmişti; konuşmak için ayağa kalkmış, izin istiyorlardı! İzin
verilir verilmez de, hatiplerini ileri sürerek Efendimiz'in kendilerine ta1im
buyurduğu şekilde maksatlarını ifade etmeye başladılar. Etkili bir şekilde
ashaba dönmüş, esirleri-
Hevazin'den Gelen
Haberler ve Huneyn
nin
geri verilmesini talep ediyorlardı! Herkesin gözü önünde yeni bir sayfa daha
aralanıyordu ve onlann bu konuşmalarının üzerine, şefkat nebisi Efendimiz
(salIalIahu aIeyhi ve sellem) insanlara döndü; önce Allah'a hamd edip O'nu
noksan sıfatlardan tenzih edip tebeil ettikten sonra:
- Şüphesiz ki onlar, sizin kardeşlerinizdir; tevbe
etmiş olarak buraya yanımıza gelmişlerdir, diye başladı sözlerine. Kuşkusuz
Ben, kendi payıma düşen esirleri kendilerine iade etmenin uygun olduğunu
düşünüyorum; sizden her kim de, gönlünden gelerek böyle yapmayı uygun görürse
aynısını yapsın! Her kim de, Allah'ın bize ihsan edeceği ilk ganimetlerden
kendisine vereceğimiz ana kadar kendi payına düşeni elinde tutmak isterse, o da
öyle yapsın!
Ashab-ı kira m hazretleri, anlayış itibariyle de
ferasetli insanlardı ve Efendiler Efendisi'nin bu ifadelerindeki inceliği
çoktan kavramışlardı; esirleri serbest bırakmak istiyordu! Onun için hep bir
ağızdan:
-
Bu, bizim de hoşumuza gider ya Resülullah, diye seslenmeye başladılar;
haklarından kendi iradeleriyle vazgeçiyorlardı!
Ancak Sultan-ı Rusül Efendimiz (sallallahu aIeyhi ve
sellern), bu kabulün sadece mescitte bulunanlarla sınırlı kalmasını da
istemiyor, toplumun bütününe min etmeyi arzu ediyordu. Onun için:
- Şu anda biz, sizden hanginizin izin verip hanginizin
vermediğini tam olarak bilemeyiz; en iyisi mi siz evlerinize dönün ve meseleyi
aranızda yeniden görüşün. Sonra sözcüleriniz gelerek durumu bize haber versin,
buyurdu.
Çok
geçmeden Ensar ve Muhacirinin temsilcileri Efendimiz'in huzuruna gelmiş ve:
- Bizim hakkımız, Allah ve Resülü için helal olsun,
diyor ve herkesin bu teklifi kabul ettiğinin müjdesini bildiriyorlardı. O gün
ashab-ı kiram içinde bu teklifi kabul etmeyen Beni Teym'in sözcüsü Akra'
İbn Hôbis, Beni Fezara'rıın lideri Uyeyne İbn Hzsn ve Beni Süleym'in
temsilcisi Abbas İbn Mirdas'tan başka kimse kalmamıştı. Bunlar, kendi
haklanna düşen esirleri bırakmayacaklannı söylüyor ve kabilelerinin de aynı
şekilde hareket edeceklerini ifade ediyorlardı! Bunun üzerine Allah Resülü (salı
allah u aIeyhi ve sellem) onlara, serbest bırakacaklan her bir esir için, ilk
ganimet malından verilmek
Efendimiz
(sallallalıu aleylıi ve sellem)
üzere
altı deve vaadedince Uyeyne İbn Hısn dışındakiler de buna razı olacaktı; ancak
Uyeyne, buna da yanaşmıyordu! Bu anlamsız ısrar ve dünya malı elde etme hırsı
karşısında Sultanlar Sultanı, Uyeyne'ye kastederek:
- Allah'ım! Onun
hissesine düşeni azalt, diye dua edecekti. Teklifleri bir bir reddeden Uyeyne,
esirlerin arasına girecek ve zengin bir kabilenin annesi olduğunu sanarak yaşlı
bir kadını kendisine tercih edecekti; maksadı, onu geri almaya gelenlerden
büyük miktarda para kazanmaktı! Ancak o, aşırı hırsının kurbanı olacak ve ne
aldığı bu esirden ne de esiri hürriyete kavuşturmak için yanına gelenlerden beş
kuruş bedel alacaktı!
Diğer tarafta ise, Hevazin hey' eti Allah Resülü'rıün
haberini liderleri Malik İbn Avfa ulaştırmış ve onun da gelerek bu emniyetten
istifade etmesi gerektiğini bildirmişlerdi. Malik'i bir endişe kaplamıştı;
Müslüman olarak geldiği takdirde ailesiyle mal ve mülkünün kendisine geri
verileceğini, Sakiflilerin de duyacağından ve kaçmaması için kendisini kaleye
hapsedeceklerinden endişe ediyordu! Kimseye hissettirmeden bir deve
hazırlatarak Delina'ya gönderdi; deveyle gönderdiği köleye, kendisi gelinceye
kadar orada beklemesini söylüyordu! Kendisi de, gecenin bir vakti kalkıp bir
ata bindi ve doğruca Dehna'nın yolunu tuttu; Malik İbn Avfın çıkıp gittiğini
kimse fark etmemiştil Dehna'ya gelip de devesine binen Malik'in hedefi Ci'rane
idi ve doğruca Allah Resülü'nün yanına geldi; mahcuptu ama gerçek saadete şimdi
adım attığının farkındaydı. Onun gelişine sevinen Allah Resülü de, vaadettiği
gibi ailesiyle mal ve mülkünü kendisine iade etmiş ve üzerine de yüz deve
vermişti! Bu cömertlik ve candan misafirperverlik karşısında şiirle duygularını
dile getirmeye çalışan Malik İbn Avf, yeryüzünde Efendimiz gibi hayırlı ve
cömert birisini hiç görmediğinden bahsedecek ve Efendimiz'in yarın olacaklardan
tek tek haber verdiğini anlatmaya çalışacaktı.
Efendiler Efendisi (sallallalıu aleylıi ve sellern),
Ci'rane' de bulunduğu sıralarda üst üste sürprizler yaşıyordu; zira yine burada
olduğu günlerden birinde, yanına bir zamanlar kendisini alıp da Beni Sa'd yurduna
götüren süt annesi Hallme-i Sa'diye ile kocası Hôris İbn Abdiluzzô; yanlarında
Efendimiz'in süt kardeşi Abdullah olduğu halde çıkagelmişlerdi.
Efendiler Efendisi'ni duygulandıran bir buluşmaydı
He v a z i n vd e n Gelen Haberler ve Huneyn
bu
ve hemen üzerindeki cübbeyi çıkarıp bir ucunu süt annesine, diğerini de Haris
İbn Abdiluzza'ya uzatıp sergi niyetine üzerine oturmalarını isteyecekti. Süt
kardeşi Abdullah'ı ise önündeki bir mekana oturtmuştu.
Ganimetierin Paylaşılması
Böylelikle esirler sahiplerine geri iade edilmiş ve
ortada sadece ganimet malları kalmıştı; neredeyse bir aydır bekleyen Hevazin
mallarının bir an önce aralarında bölüştürülmesini isteyen bazı insanlar,
Allah Resülü'nün peşine takılmış ve:
- Ya Resülullahl Artık hisselerimizi paylaştırsan da
üzerimize düşeni alsak, diyerek kendi paylarına düşeni almak istediklerini söylüyorlardı.
O kadar ki, devesine binip de giderken arkadan ridasını çekmiş ve O'nu bir
ağacın altına inmeye mecbur etmişlerdi! Bunun üzerine Efendiler Efendisi
(sallallahu aleyhi ve sellem):
-
Ey insanlar, diye hitap etmeye başladı. Celallenmişti; 'Ridamı geri
verin!" diyor ve ilave ediyordu:
- Nefsim, yed-i kudretinde olana yemin olsun ki Ben,
yanımda Tihame ağaçları kadar bile deve sürüsü olsaydı bugün onların hepsini
sizin aranızda dağıtır ve böylelikle sizler de benim, cimri ve de sözünde
durmayan bir yalancı olmadığımı görmüş olurdunuz!
Daha sonra devesinin yanına gelen ve yükünden bir iğne
çıkaran Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), onu parmaklarının ucuna
alarak kaldıracak ve yeniden:
- Ey insanlar, diye seslenecekti. 'Vallahi de Benim,
beşte bir dışında şu ganimetlerinizde şu iğne kadar bir hakkım yoktur; beşte
bir de neticede yine size geri dönmektedir! Dolayısıyla elinizde, ganimet
mallarından, iğneden ipliğe ne varsa, hepsini getiriniz; sakın ola ki onlardan
kendi zimmetinize hiçbir şey geçirmeyiniz! Zira o, onu çalan kimse için kıyamet
gününde büyük bir ar ve ayıpların en çirkini haline gelecektir!
Bunları dinleyen ashab-ı kiram hazretleri O'nun, Taife
giderken de benzeri uyarılarda bulunduğunu hatırlıyorlardı; hatta Medine'den
beri O'nunla birlikte olanların çoğu, benzeri uyarıları Hayber ganimetlerinin
taksimi sırasında da duymuş ve o günden bu yana,
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
kamu malına el
uzatmaktansa açlıktan kıvranmayı tercih eder olmuşlardı.
Efendimiz'in bu uyarısının üzerinden çok zaman
geçmemişti ki, ashabdan biri, elinde bir yumak iplikle birlikte huzura doğru
ilerlemeye başladı; yüzünün rengi gitmiş, utancından Resülullah'ın mübarek
yüzlerine bakacak him kalmamıştı:
-
Ya Resülullah, diyordu. "Bu kıl yumağını ben, sırtında yara çıkan devemin
üzerine çul dikmek için almıştırn!"
- Onun üzerinde Bana ait olan hakkımı helal ediyorum,
buyurdu Efendiler Efendisi. Ancak sahabi, her şeye rağmen kararlıydı ve sonucu
itibariyle kendisini böylesine ağır bedellerin beklediği bir yerde, geri
dönmeye hiç niyeti yoktu; elindeki yumağı getirip görevliye teslim etti.
Artık sıra, ganirnetlerin dağıtılmasına gelmişti.
Taksimata başlanmadan önce, Allah'ın emri olan beşte bir hisse bir kenara
ayrıldı! Herkes, merakla kime ne kadar düşeceğini bekler olmuştu! Efendiler
Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), alışılmış taksimlerin aksine o gün,
hiç kimsenin beklemediği bir taksimata başlamıştı; Arapların eşrafı sayılan
bazı insanları öne çıkarmıştı ve kalplerini İslam adına kazanmak ve onların
şahsında kabilelerinin kalbini de yumuşatmak için onlara Huneyn ganimetlerinden
hatırı sayılır paylarveriyordu! 337 Hakim İbn Hizarn'a yüz deve verince o,
ikinci bir yüz deve daha talep etmiş ve bunun üzerine Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellem) ona şunları söylemişti:
- Ey Hakim! Dünya malı çok tatlı ve caziptir; kim onu
gönül güzelliğiyle alırsa, onun için o bereket vesilesi olur; ancak her kim de
onu, nefsinin arzuları altında kalarak hırsla talep ederse bereketi gider ve o
insan, sürekli yediği halde bir türlü doymayan adam gibidir! Yukarıda olup da
her zaman veren el, altta duran ve her zaman alan elden daha hayırlıdır! Ve
sen, verme konusunda önceliği, sana en yakın olanlara ver!
Büyük bir mahcübiyet
duyuyordu Hakim İbn Hizam; yüzünün
337 Sayılan elli
civarında olan bu insanlar ve kendilerine verilen pay hakkında bkz.
Salihi, Sübülü'l-Hüda
ve'r-Reşad, 5/396 vd.
566
He v a z i n t d e n Gelen Haberler ve Huneyn
rengi değişmiş ve
Efendiler Efendisi'nin yüzüne bakamaz olmuştu! Yavaşça başını kaldırdıktan
sonra şunları söyledi:
-
Seni hak ile gönderen Allah'a yemin ederim ki ben, Senden sonra hiç kimseden
bir şey istemeyecek ve bir başkasından herhangi bir şey almayacağım!
O
ana kadar gelişmeleri büyük bir dikkatle izleyen Safvan İbn Ümeyye'nin,
Efendimiz'in insanlara yüzer yüzer verdiğini görünce O'na hayranlığı bir kat
daha artmış ve önünde bulunan vadideki koyunlarla develeri süzmeye başlamıştı.
Onu bu haldeyken gören Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern),
yanına yaklaşacak ve:
-
Vadideki bu görüntü senin çok hoşuna gitmiş olmalı, ey EM Vehb, diyecekti.
Arkasını dönen Safvan:
- Evet, deyince
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern):
- İçindekilerle
birlikte hepsi senin olsun, deyiverdi. Bu civa n-
mertlik, böyle bir
cömertliği asla beklemeyen Safvan'da şok tesiri yapmıştı; bir anlık
şaşkınlıktan sonra kendini toparlayıp:
-
Ben şehadet ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur ve Sen de, O'nun Resfılü'sün;
çünkü böylesine bir cömertliği ancak bir Nebi yapabilir, dedi. O ana kadar
kalbinden bir türlü atamadığı düşmanlık ve nefret duyguları bir anda silinip
gitmiş ve yerini, Allah ve Resülü'nün sevgisi dolduruvermişti! Mekke'nin
fethinde ölüm korkusuyla kaçan ve Umeyr İbn Vehb'in gayretleriyle yeniden
Mekke'ye gelen, hatta düşünmek için iki ay mühlet isteyen ve bu talebine karşılık
kendisine dört aylık süre verilen Safvan İbn Ümeyye, aradan yaklaşık kırk gün
geçmiş olmasına rağmen dize gelmiş ve samimi bir Müslüınan olmuştu.
Diğerlerine
nispetle Abbas İbn Mİrdô.s'a daha az pay düşünce o, büyük bir alınganlık
göstermiş ve insanların arasında şiir söyleyerek Efendimiz'i tenkit etmeye
başlamıştı. Çünkü Safvan İbn Ümeyye, Akra' İbn Habis, Uyeyne İbn Hısn ve Hakim
İbn Hizam gibi insanlara yüzer deve verilirken ona kırk deve verilmiş ve o
ise, bunu statü farklılığı olarak algılamıştı. Şiirinde, kendisiyle atına
düşmesi gereken hissenin, Akra' İbn Habis ile Uyeyne İbn Hısn'ın arasında
bölüştürüldüğünü söylüyor ve hakkının yenildiğinden yakınıyordu! Halbuki ne
Akra' İbn Habis ile Uyeyne İbn Hısn'a verilenler bir hak edişin neticesiydi, ne
de kalbi İslam'a ısındırılmak istenen müelle-
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
fe-i
kulübün dışındakilere verilenler birer zulüm sayılabilirdi! Böyle bir durumda
herkesin, payına düşenle iktifa etmesi ve kendisini bir başkasına verilenle
kıyaslamaması gerekiyordu; zira Allah (celle celaluhü) O'na, elde edilenlerden
müellefe-i kulüb statüsündeki insanlara da pay vermesini emrediyor ve
Efendimiz de (sallallahu aleyhi ve sellern), bu konumda gördüklerine,
gelişlerini kolaylaştırmak için daha fazla veriyordu!
Onun
bu şiirleriyle içinde bulunduğu tavırdan haberdar olan Allah Resülü, önce onu
huzuruna çağıracak ve:
- "Sonra da
benim hissertıle atını Ubeyd'in hissesini. Akra' ile Uyeyne arasında
bölüştürüyor!" diyen sen misin, diye soracaktı. O sırada Allah Resülü'nün
yanında bulunan Hz. Ebu Bekir, Abbas'ın ne şiir söyleme ne de nakletme
özelliğinin olmadığını söyleyerek bunları onun söylemiş olmasının mümkün
olmadığını söyleyerek, söz konusu şiiri bir kez de kendisi orada okudu. Ancak
bu şiiri söyleyen Abbas İbn Mitdas'tan başkası değildi ve Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellern), ashabına dönerek:
-
Gidin ve onun dilini kesin, buyurdu. Efendimiz'den bu cümleyi duyan ashab,
neredeyse Abbas İbn Mirdas'ın dilini kökünden kesmeye hazırlanıyordu ki
meselenin, gerçek anlamda dili kesmek değil, mecaz manada Abbas'ın istediği
miktarı kendisine vermek suretiyle sesini kesmek olduğu anlaşıldı! Böylelikle
o, dilini kökünden kesilmekten kurtardığı gibi diğerleri gibi ganimetten yüz
deve alarak razı edilmiş, Efendimiz'in ifadesiyle onun dili de kesilmiş
oluyordu!
Müellefe-i
kulüba taksimattan pay verilirken Allah Resülü'nün yanına, Temim kabilesinden
Zü'l-Huveysıra denilen bir adam gerek:
-
Ya Muhammed! Bugün ben, Senin yaptıklarına tanık oldum, dedi. Sesin geldiği
tarafa yönelen Allah Resülü de ona:
-
Evet, neye tanık oldun, diye sordu. Aynı zamanda, Efendimiz'e:
-
Senin adaletli davranrnadığını görüyorum; adaletli ol, deyiverdi. Allah Resülü'nü
celallendiren cümlelerdi bunlar ve bunun üzerine O (sallallahu aleyhi ve
sellern):
- Eğer Ben de adil
olmazsam işim bitmiş demektir, buyurdu.
Ardından da, "Yazıklar olsun
sana! Şayet adalet, Benim yanımda
568
Hevazİn'den Gelen
Haberler ve Huneyn
değeri olan bir
fazilet değilse o zaman
kimin yanında adaletten bahsedilebilirl" diye çıkıştı
Zü'l-Huveysıra'ya.
Gelişmelere
şahit olan Hz. Ömer'i de çileden çıkaran bir davranıştı bu ve Efendimiz'in
yanına yaklaşarak:
-
Ya Resülullahl Şu münafığı bana bırak da boynunu vurayım, diye izin istiyordu.
Hz. Ömer'in bu çıkışı ayrıca endişelendirmişti Allah Resülü'nü ve önce:
-
Böyle bir şey yapmaktan Allah'a sığınırım, dedi. Kendisini bu kadar üzse,
gayretullaha dokunacak laflar etse de, en azından zahir itibariyle ashabı
arasında yerini alan birine karşı kılıç kullanılmasını istemiyordu. Ancak bir
uyarısı vardı; gözünü istikbale dikmiş şunları söylüyordu:
-
Onu kendi haline bırakın; zira ileride onun gibi başka insanlar da zuhur
edecekler! Onlar, din konusunda belki çok derin bilgilere ulaşacaklar;
Kur'an'dan başlarını kaldırmayacaklar ama bu, gırtlaklarından aşağıya
inmeyecek ve okun yaydan çıkıp da gitmesi gibi dinden uzaklaşacaklar! Bir kere
ok çıkıp da gittikten sonra ne yaya bakıldığında oktan bir şey görülebilir, ne
okun ucunun konulduğu yerde bir iz kalır ve ne de kirişin olduğu yerde oktan
bir eser bulunabilir! Zira o, çoktan hedefine ulaşmış ve hayvanın karnını delip
kana bulanmıştır! Aynı zamanda sizler, onların namazları yanında kendi
namazlarınızı; oruçları yanında da kendi oruçlarınızı küçümsersirıiz!
Allah
Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), daha o günlerden gelecekteki ümmetini
uyararak, din-i mübin-i İslam'ın daha fazla gönül tarafından benimsenmesi için
başkalarının da elinden tutma adına köprüler kurup kapılar aralayarak yeni
diyalog zeminleri araştırırken, bazı insanların bunu fazla bulacağını ve böyle
davrananlar hakkında ulu orta beyanda bulunacaklarını hatırlatmakta ve bu
insanların takıntılarına kulak asmadan doğru bilinen hedefte ilerlemeye devam
edilmesi gerektiğinin mesajını vermektedir.
Bu
arada söz konusu taksimin yankıları dalga dalga Ci'rane'de dolaşıyordu; hatta
Erisar'dan biri, Efendimiz'in yaptığı bu taksimi kastederek:
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern)
-
Bu, adalet gözetilmeyen bir taksimattır ve bunda, Allah'ın nzası da
gözetilmemiştir, demişti. Bunu duyan İbn Mes'üd:
-
ValIahi de bu sözü Resülullah'a ulaştıracağım, diyerek bir çırpıda huzura
gelmiş ve durumdan Allah Resülü'nü haberdar etmişti. Resülullah çok üzülmüştü;
yüzünün rengi kaçmış ve adeta damarlarındaki kan çekilir gibi olmuştu!
Etrafına dönüp:
-
Allah ve Resülü de adil olmayacaksa kim adil davranabilir ki, buyurdu. Ardından
da ilave etti:
-
Allah (celle celaluhü) Musa'ya merhamet buyursun! O, bunlardan daha fazlasına
maruz kalmıştı da hep sabırla karşılık vermişti!
Bütün
bunlar yaşanırken bazı insanlar kenara çekilmiş, olup bitenlere bir anlam
vermeye çalışıyorlardı. Bir aralık Sa'd İbn Ebi Vakkas Efendimiz'e
yaklaşarak:
-
Ya Resülullah, dedi. Uyeyne İbn Hısn ve Akra' İbn Habis'e yüzer deve verirken
Cuayl İbn Siiraka'ya niye vermedin?
Aklına
takılanı gündeme getiriyor ve bu sorusuyla o, işin hikmet boyutunu öğrenmek
istiyordu; onun için Sa'd İbn Ebi Vakkas'a dönen Efendimiz (sallallahu aleyhi
ve sellern), şunları söyleyecekti:
-
Muhaınmed'in nefsi yed-i kudretinde olana yemin ederim ki Cuayl İbn Siiraka;
Uyeyne İbn Hısn ve Akra' İbn Habis gibi yeryüzü dolusunca insandan daha
hayırlıdır. Ben, Müslüman olsunlar diye, onların gönüllerini almak için verdim!
Cuayl İbn Siiraka'yı ise, sağlam Müslümanlığına havale ettim! Öyle ki, ondan
başkası Bana daha sevimli olduğu halde birisine Ben, Allah'ın onu yüzü üstüne
cehenneme atmasından endişe ettiğim için daha fazla cemilede bulunur ve
ganimetten pay veririm!
Demek
ki Efendimiz'in onlara ganimetten vermesi, kalplerindeki iman duygusunu
canlandırma, Müslümaıı1ığa gelişlerini hızlandırma, onların şahsında
kabilelerindeki insanların da gönüllerini alma, bazılan itibariyle şerlerinden
emin olma arzusundan kaynaklanıyordu. Öyleyse bir insana ganimetten çok pay
verilmesi, o insanı Allah Resülü'nün daha çok sevdiği veya onun din adına daha faydalı
işler yaptığı anlamına gelmiyor, belki gelecek itibariyle daha sevimli ve din
adına daha faydalı işler yapacak insanları kazanmak için bazılarına önceden
verilen bir avans manası taşıyordu!
570
He v a z i n t d e n Gelen Haberler ve Huneyn
Has Dairenin Gözü Yaşlı Müdavimleri
Ancak
herkes, Sa'd İbn Ebi Vakkas kadaryakın değildi ve henüz işin gerçek boyutunu
kavrayamamıştı; onun için aralarında oturmuş şunları konuşuyorlardı:
-
Allah (celle celaluhü), Resülullah'a mağfiret buyursun; gerçekten de bu garip
bir iş! Baksanıza, henüz hürriyetlerini yeni kazanmışlarla muhacirine veriyor
da, kılıçlarımızdan onların kanı damladığı halde bize bir şey vermiyor!
Ortalıkta riskli bir durum olduğunda öne çıkarılanlar bizler iken sıra
ganimetin paylaştırılmasına gelince onlar el üstünde tutulup onlara veriliyor!
Keşke bu durumun kimden ve nereden kaynaklandığını bir bilebilseydik; şayet
bu, Allah'ın emrettiği bir durum ise dişimizi sıkar ve sabreder,
Resfılullah'ın şahsi bir görüşü ise durumu O'na arz edip hoşnutsuzluğurnuzu bildirirdik!
Bu
arada bilhassa gençlerden bazıları, işlerin yolunda gittiği dönemlerde
kendilerinin göz ardı edilerek başkalarının tercih edildiğini söylemiş ve
durumun Resfılullah'a arz edilerek hoşnutsuzluğun bildirilmesi gerektiğini
söylemişlerdi. Zahire bakınca söylenilenlerin haklı olduğu zehabına
kapılıyorlar ve mesele, Allah Resülü'nün icraatlarını tenkit noktasına doğru
gidiyordu!
Bütün
bunlar birer fitneydi ve bünye içinde yaşanan bu hastalıktan Allah Resülü'nün haberdar
edilmesi gerekiyordu. Gelişmelerden rahatsızlık duyan Sa'd İbn Ubade, soluğu
Sultanlar Sultanı'nın yanında almıştı:
- Ya Resfılullah,
diyordu. Ensar içinde bir kısım insanlar, içle-
rinde Sana karşı bir
kırgınlık ve dargınlık duymaktadır!
Hz. Sa'd'ı dinleyen
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern): - Hangi konuda, diye sorunca da:
- Şu ganimetleri
taksim ederken, kendi kavmin ve diğer Arap
kabileleri
arasında onları dağıtıp da, onlara bundan hiçbir şey vermemen sebebiyle, diye
cevapladı. Memnuniyetsizliğin gerekçesini öğrenir öğrenmez Efendiler Efendisi:
-
Peki bu konuda sen ne düşünüyorsun, diye sordu Hz. Sa'd'a, Mahcup bir eda ile:
- Kavmim arasında
ben, sadece bir insanım, diyordu Hz. Sa'd.
571
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Anlaşılan
Hz. Sa'd'ın da anlayamadığı bir husustu bu ve o da farklı düşünmüyordu! Bunun
üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) ona:
-
Öyleyse hemen kavmini şurada topla ve herkes gelince de Bana haber ver, diye
emir buyurdu. Artık Hz. Sa'd dışarı çıkmış, gözüne ilişen her Ensar'ı tarif
edilen yere toplamaya çalışıyordu. Nihayet herkes gelip de Ensar bir araya
toplanınca, gidip durumu Allah Resülü'ne haber verdi. O da (sallallahu aleyhi
ve sellem) gelmişti:
- Aranızda sizden
başkalan da var mı, diye sordu önce.
- Hayır, ya
Resülullahl Sadece kız kardeşimizin oğullan var, di-
yorlardı. Bunun
üzerine O (sallallahu aleyhi ve sellern):
- Kız kardeşin oğlu,
o kabileden sayılır, buyurdu.
Çok
doluydu; belli ki kulağına kadar ulaşanlara oldukça üzülmüştü! Sanki yüzünde,
dizinin dibinde sekiz yıldır yetişen cemaatinden hiç beklemediği bir tepkiyi
görmüş olmanın hüznü vardı! Bugüne kadar ölümüne kapılarım aralayıp O'nu
korumak için seve seve canını veren bir cemaatin, dünya nimetlerinin paylaşımı
söz konusu olduğu bir yerde verdiği bu tepkiye çok üzülmüştü! Hiç ummadığı bir
tepkiydi bu! Davasını yannlara taşıyacak olanlarla özel görüşmeyi de zaten
bunun için istemişti; şimdi ise onlarla aynı kubbenin altında buluşmuş, harimde
olanlarla o ölçüde bir mükaleme yapmak üzereydi! Önce Allah'a hamd edip senada
bulunduktan sonra:
-
Ey Ensar topluluğu, diye başladı sözlerine. Ben size geldiğimde her biriniz
dalaletre bocalıyor iken Allah (celle celaluhü), Benim vesilemle sizi hidayete
ulaştırmadı mı? Hepiniz fakr u zaruret içinde idiniz de Allah (celle celaluhü),
Benim vesilemle sizi zengin kılmadı mı? Sizler birbirinize düşman iken Allah
(celle celaluhü), kalplerinizi telif edip de aranızdaki düşmanlıklan yok etmedi
mi?.
Deri
kubbenin altında bulunan kimseden çıt çıkmıyordu; minnet dolu bu sözlere
verilebilecek bir cevap olabilir miydi hiç! Derin sessizliği yine Resülullah'ın
şu sözleri bozdu:
- Ey Erisar
topluluğu! Bana cevap vermeyecek misiniz, diyordu.
Cevap olarak:
-
Sana ne söyleyebiliriz ki ya Resülullah, diyorlardı. Sana nasıl cevap verelim?
Bütün bu nimetler Allah'tandır ve hepsi de O'nun Resülü sayesindedir!
572
He v a z i n t d e n Gelen Haberler ve Huneyn
Bu bir kabuldü ama Allah Resı11ü (sallallahu aleyhi ve
sellem) için henüz yeterli bir cevap sayılmıyordu; onun için daha özele inecek
ve onlara şunlan söyleyecekti:
-
Vallahi, isterseniz sizler, "Sen bize kovulmuş olarak geldin, biz Seni
barındirdıkl Sen bize muhtaç olarak geldin, biz Sana yardzmcz olduk! Sen bize
korku ve endişeyle geldin, bizler Sana sahip çıkıp güvenliğini sağladzk! Sen
bize terk edilmiş olarak geldin, bizler Sana destek verdik ve yine Sen bize
yalanlanmzş olarak geldin, bizler Seni tasdik ettik!" diye de
söyleyebilirsiniz! Bu durumda hem doğruyu söylemiş, hem de Benim tarafımdan
doğrulanmış olursunuz!
Boyunlarını bükmüş:
-
Minnet Allah ve Resülü'ndendir, diyor başka bir şey söylemiyorlardı. Bu
durumda Allah Resülü onlara:
- Peki, öyleyse sizden Bana ulaşan sözler nedir, diye
sordu. Yine süküt murakabesine dalmışlardı! Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve
sellem) ise, cevap bekliyordu ve aynı soruyu yeniden sordu:
- Peki, öyleyse
sizden Bana ulaşan sözler nedir?
Durumun nezaketi adına yeni bir yanlışlık daha
yapmaktan çekiniyorlardı; onun için gözler, önde gelenlere yöneldi;
Resı11ullah'a onların cevap vermesini istiyorlardı. Bunun üzerine Ensar'ırı
önde gelenleri ileri çıkarak şunlan söyleyebildiler:
- Bizim ileri gelenlerimize gelince onlar, asla böyle
bir şey söylemediler! Bunu söyleyenler, sadece bıyığı yeni terlemiş olan gençlerimizdir;
onlar da, "Allah (celle celaluhü), Resülullah'a mağfiret buyursun;
Kureyş'e veriyor da bizi kendi halimize bzrakzyor! Halbuki kzlzçlarzmızdan hQlQ
onların kanı damlıyor!" demişlerdi!
Şimdi sıra, stratejiyi has dairede söylemeye gelmişti;
Resülullah, ganimetler konusunda neden böyle davrandığını anlatacak ve onların
da kalbini kazanacaktı! Ensar'ı kucaklayan bir tavırla hepsini süzen Resül-ü Kibriya
Hazretleri şunlan söylüyordu:
- Şüphesiz ki Kureyşliler, sıkıntılardan yeni kurtulmuş
ve cahiliyye dönemini bırakıp da yeni gelmişlerdir; elbette Ben, onların
içlerindeki kırgınlıklan düzeltip kalplerini İslam'a ısındırmak istedim! Yoksa
ey Ensar topluluğu! Sizler, henüz yeni Müslüman olmuş bir kavme, kalplerini
kazanmak için verdiğim dünyalıktan dolayı Bana kınlıp kötü duygular içine mi
girdiniz? Halbuki Ben sizi, Al-
573
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
lah'ın sizin için
taksim buyurduğu İslam'la baş başa bırakarak bunu yapmak istemiştim!
Ey Ensar topluluğu! İnsanlar yurtlanna davar ve deve
sürüleriyle dönerken sizler, evlerinize Resülullah ile gitmeye ve yurdunuza O'nunla
dönmeye razı değil misiniz? Vallahi de sizin kendisiyle birlikte geri
döndüğünüz şey, onlann birlikte gittiklerinden çok daha hayırlıdır! Nefsim yed-i
kudretinde olana yemin ederim ki, bütün insanlar bir yola girse ve Erisar da
başka bir yol tutsa muhakkak ki Ben, hiç şüphesiz Ensar'ın tuttuğu yolu tercih
ederim! Zira sizler, has dairenin insanlansınız; onlar ise henüz bu konumu
ihraz edememiş kimseler! Benim için Ensar, en seçkin ve en has insanlardır!
Şayet hicret olmasaydı Ben de Erisar'dan bir fert olurdum! Allah'ım! Sen
Ensar'a merhamet buyur; onların evlatlanna da rahmetinle muamele et!
Bu
kadar içten ve yüreklerini eriten cümleleri dinledikçe kalpleri rikkate gelip
gözyaşı döken Ensar:
- Bizler, taksim ve hisse olarak payımıza Allah ve
Resülü'niin düşmesine gönülden razıyız, diyorlardı. Üç kuruşluk dünya malı için
Resülullah'ı bu denli üzmüş olmaktan o kadar üzüntü duymuşlardı ki, ağlamaktan
sakallan ıslanmış ve gözleri de kan çanağına dönmüştü! Hatta o gün Efendimiz
onlara, Bahreyn tarafından elde edilen bir ganimeti tahsis etmek isteyince
tepki göstermiş ve:
-
Senden sonra bizim, dünya nimetine ihtiyacımız yok, demişlerdi! Bunun üzerine
Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara:
- Muhakkak ki sizler, Benden sonra da mal konusunda
başkalarının size üstün tutulduğuna şahit olacaksınız; ancak sizler, havzımın
başında Benimle buluşacağınız ana kadar dişinizi sıkıp sabredin, tavsiyesinde
bulunacaktı!
GanimetIerin miiellefe-i kulüba dağıtılmasından sonra
sıra, başlangıçtan beri Efendimiz'le birlikte omuz omuza çarpışan samimi
insanların hisselerinin dağrtılmasına gelmişti. Eldeki koyun ve develerle
askerlerin sayısı ortaya konulmuş ve neticede her bir piyadeye dört deve ile
kırk koyun, süvari olanlara da on iki deve ile yüz yirmi koyun hisse düşmüştü.
Savaşa birden fazla at ile katılanlar için aynca bir hisse hesap edilmemiş ve
böylelikle ashab-ı kiram hazretleri, uzun bir bekleme döneminin ardından birer
servet değerindeki mallarla geri dönmenin heyecanını yaşamaya başlamışlardı!
574
He v a z i n t d e n Gelen Haberler ve Huneyn
Mekke'yi fethettiği günden bu yana seksen günden fazla
zaman geçmişti; on üç günlük Mekke yolculuğu da hesaba katıldığında Allah
Resülii'nün Medine'den ayrılışının üzerinden geçen süre üç aydan fazlaydı. On
üç gündür Ci'rane'de bulunuyordu; Zilkade ayının bitimine on üç gün vardı ve
bir çarşamba akşamı Efendimiz (saIlallahu aleyhi ve sellern), vadinin alt
tarafında bulunan mescitte ihrama girerek Mekke'ye doğru yola çıktı. Kabe'ye
gelip tavaf yapacaktı!
Derken yine Kabe ile buluşmuş ve yaya olarak tavafını
tamamlamıştı; ardından Safa ile Merve arasındaki sa'yini de gerçekleştirip
saçlannı traş ettirmek suretiyle umre vazifesini bitirir bitirmez yine aynı
gece Ci'rane'ye yöneldi. Mekke'de yine, fetih günü Müslüman olan genç Attôb İbn
Esid'i emir olarak bırakmış, Muaz İbn Cebel'i de, insanlara İslam'ı talim için
vazifelendirmişti. Sabaha karşı geldiği Ci'rane'den de, ertesi perşembe günü
ayrılacak ve Medine'nin yolunu tutacaktı. Ci'rarıe vadisinden hareket eden
Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), Seref ve Merri'z-Zehran
yolunu takip ederek ilerleyecek ve Zilkade ayının bitimine üç gün kala
Medine'ye ulaşacaktı. Mekke'yi fetih maksadıyla Medine'den çıktığı günle,
yeniden Medine'ye geldiği süre, yaklaşık üç ay gibi bir zamanı
kapsıyordu.ze" Bu süre içinde Mekke fethedilmiş, Hevazin üzerine yürünerek
Huneyn zaferi elde edilmiş ve Taif kuşatılarak kapılar, Taiflilerin kendi
iradeleriyle gelecekleri güne kadar açık bırakılıp geri dönülmüştü. Her şeyden
önemlisi de, her fırsatta Efendimiz'e saldırıp Medine'yi istila düşüncesi
içinde olan MekkeIiler başta olmak üzere binlerce insan gelip Müslüman olmuş;
Allah Resülü'yle birlikte sefere katılanlar da büyük ganimetlerle geri
dönmüşlerdil
Uzun bir ayrılıktan sonra yeniden Medine'ye giren Allah
Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), her zaman olduğu gibi yine doğruca mescidine
gidecek ve önce, Rabbine kulIukla şükrünü eda edecekti.
338
Bu sürenin, iki ayan altı gün olduğu söylenmişse de, Efendimiz'in Medine'den
Ramazan ayının on üçüncü günü yola çıktığı ve Zilkade ayının son üç günü geri
geldiği düşünüldüğünde bu sürenin yaklaşık seksen dört gün olduğu ortaya çıkmaktadır.
575
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Bir Ziyaret ve Geleceğe Açılan Yeni Bir Kapı
Resülullah
hane-i saadetine dönmeden önce, o gün, kızı Fatıma Validemizin kapısını çaldı;
belli ki, uzun süren ayrılığın hasretini giderecektil
Kapıyı
açan Fatıma Validemizdi; bir anda babasını karşısında görünce çok
heyecanlanmıştı; hasretle Resülullah'ı süzüyordu! Bir müddet öylece
kalakaldıktan sonra kendine geldi ve mübarek ellerine kapandı; doyasıya öpmek
istiyordu onları! Ancak bu da yeterli değildi hasretini gidermeye ve boynuna
sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı; vuslatın sürüru gözlerde yaşa
durmuş, yanaklardan inci misal damlalar dökülüyordu! Teselli yine Allah
Resfılii'ne kalmıştı:
-
Seni ağlatan da ne, ey Fatıma'? Niçin ağlıyorsun, diye seslendi ona.
Hıçkırıklar
gırtlağında düğüm olmuş, ağlamaktan cevap veremiyordu! Kendini toparlamak için
bir hayli uğraştı ve nihayet:
-
Dayanamadım ya Resı1lullah, dedi. Zira, görüyorum ki, çok çile çekmişsin; saçın
başın karışmış ve toz toprak içinde kalmış! YÜzünün rengi solmuş ve üzerindeki
libas da, lime lime; dayanamadım ya Resülullah!
Efendimiz'in
dış görünüşüne bakıp da değerlendirmede bulunuyordu; ancak Allah Resülü
(sallallahu aleyhi ve sellern), onun görmediklerini de görüyordu. Onun için,
bir taraftan kızının başını sıvazlayıp teselli ederken, diğer yandan da
şunları söyleyecekti:
-
Ağlama kızım, ağlama! Zira Allah, senin babanı öyle bir dava ile gönderdi ki,
gün gelecek bu dava, gece ve gündüzün sardığı gibi saracak yeryüzünü.
Yeryüzünde kerpiç, tuğla ve taştan inşa edilmiş hiçbir ev kalmayacak ki, içine
girmiş olmasın! Deve tüyünden, koyun yününden ve keçi kılından örülmüş hiçbir
çadır kalmayacak ki, içine nüfı1z etmiş olmasın!
Kıştan
baharı görmek, gecenin karanlığında gündüzün aydınlığına ritim tutmak gibiydi
bunlar. .. Zira Resı1lullah (sallallahu aleyhi ve sellern), en sıkıntılı gibi
görünen demlerde gözünü istikbalin aydınlığına dikiyor ve öyle konuşuyordu!
Aynı zamanda bunlar, O'nu dinleyenler tarafından birer hedef telakki ediliyor
ve Ü same'ye tevdi
ettiği/edeceği emaneti, her bir ev ve cadıra ulaştırttı mesajını içeriyordu!
576
AYDINLIK
DÜNYANIN HOŞGÖRÜ ZEMİNİ
~
Artık
çok yönlü bir faaliyetin yürütüldüğü Medine, sulh ve siikünun, emniyet ve
güvenin de merkezi haline gelmişti. Kaos ve kargaşa dönemi çoktan sona ermiş
ve medeniyet televvünlü yeni yüzünde huzurun tebessümleri müşahede edilmeye
başlamıştı! Elbette bu, sadece zamanın belli bir dönemini içine alan geçici bir
huzur olmamalıydı; onun için Efendimiz (saIlallahu aleyhi ve sellern),
insanlara dini n inceliklerini öğretme, asayiş ve güvenliği sağlama, İslam'ı
daha uzak noktalara da ulaştırma, tebliğ maksadıyla gönderdiği mektupları
ulaştırma, Müslüman1ığı kabul etmese bile Medine'nin otoritesini kabullenen
insanlarla ittifak sözleşmeleri yapma, insanlara zarar verip huzursuzluk
çıkaranların sesini kesip güçlerini dağıtma, İsHim'ın hakimiyetini
kabullendiği halde Müslüman olmayanlardan cizye ve Müslümanlardan da zekat
toplama gibi görevlerle ashabından bazılarını görevlendirerek etrafa
göndermeye başladı. Söz konusu görevler için tavzif edilenlerin sayısı, elbette
yapılacak işin niteliğine göre değişiyor, tek başına gidenler olduğu gibi
etrafında yüzlerce insanla yola çıkanlar da oluyordu ve bu açılımlarla artık Hicaz'da,
sadece İslam'ın hakim olduğu bir yapının varlığı herkes tarafından
kabullenilmiş, zihinlerde oluşan tereddüt ve şüpheler de izale edilmiş
oluyordu!
Bu
sebeple Efendimiz (sallaIlahu aleyhi ve sellern), Medine'ye döndüğü andan
itibaren farklı zamanlarda Uyeyne İbn Hısn'ı Beni Temim'e, Yezid İbn
Husayn'ı Eslem ve Gıfôr'e, Abbad
İbn Bişr'i Sii-
577
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
leym
ve Müzeyne'ye, Rafi'
İbn Mekis'i Cüheyne'ye, Amr İbn As'ı Beni Fezdra'ya, Dahhak İbn
Süfyan'ı Beni Kilôb'e, Beşir İbn Süfyan'ı Beni Ka'b'a, İbn
Lüteybiyye'yi Beni Zübydn'a, Muhacir İbn Ebi Ümeyye'yi San'd'ya, Ziyad
İbn Lebid'i Hadramevt'e, Adiyy İbn Hatem'i Tayy' ve Beni
Esed'e, Malik İbn Nüveyra'yı Beni Hanzala'ya, Zibrikan İbn Bedr ile
Kays İbn Asım'ı Beni Sa'd'ın farklı bölgelerine, Ala' İbn Hadrami'yi Bahreyn'e
ve Hz. Ali'yi de Necrôn'« gönderecek ve böylelikle, geniş bir
coğrafyada İslam'ın hakimiyetini tescil etmiş olacaktı.
Meselenin bir diğer boyutu da; Kureyş'in Efendimiz ve
Müslümanlığa karşı başlattığı amansız mücadele mağlubiyetle neticelenince, o
güne kadar, "Hele O'nu kendi kavmiyle baş başa bırakalım; mağlup olursa
zaten mesele kendiliğinden bitmiş demektir! Kavmine karşı O galip
gelirse o zaman düşünürüz!" diyenlerin akıllannı başlarına alma
zamanının gelmiş olmasıydı; düşünüyor ve neticeyi, Allah Resülü'ne gelip de
teslim olmakta buluyorlardı. Bundan böyle Medine, sadece kendisinden dışarıya
doğru bir gidiş e değil, aynı zamanda ardı arkası kesilmeyen hey'etlerin
gelişine de şahit olacaktı!
Daha düne kadar savaşların eritip tükettiği Medine,
dokuz yıllık süreç içinde eski kaos günlerini geride bırakmış, şimdi dünyaya
emniyet ve güven dağıtan bir merkez haline gelmişti! İşte, ışığa koşan kelebekler
misali aydınlığa hasret gönüller, farkına vardıklan bu kıymeti daha yakından
görüp huzurunda ashab olma şerefine ermek için akın akın Medine'ye geliyor,
dört bir yandan kopup Allah Resülü'nün güven veren semtine sığınıyorlardı!
Artık zaman, İslam'ın güzelliklerini perdesiz ve daha
yalın görme mevsimiydi; gelecek ve geçmişlerinden arınacaklardı! Bazılan, o
güne kadar farkına varamadıklan güzellikleri görmüş olmanın heyecanını
taşırken, bazılan da daha önce farkına varıp da bütününü kavrayamadıkları
İslam hakkında daha çok şey öğrenmek için geliyorlardı! Elbette bunlar
arasında, İslarn'ı daha yakından görüp tanıyarak karar vermek isteyen
mütehayyirler olduğu gibi, kendileri açısından gidişatı olumsuzlukla karşılayıp
Efendimiz'den taviz elde etmek isteyen dünyeviler de vardı! Ancak bütün bunlar,
Fahr-i Kainat Efendimiz'in rahle-i tedrisine girince eriyip durulacak ve semtine
geldikleri ışığa teslim olup öyle geri döneceklerdi!
Aydınlık Dünyanın
Hoşgörü Zemini
Elbette bu gidiş gelişlerin her birinin de kendine has
bir hikayesi vardı; o güne kadar karşılaşmadıkları olaylarla muhatap oluyorlar
ve böylesi durumlarla karşı karşıya kalındığında nasıl davranmaları
gerektiğini Efendiler Efendisi'ne arz ederek, aldıkları cevaba göre adımlarını
tayin ediyor ve böylelikle din adına daha çok şeyi öğrenmek durumunda
kalıyorlardı!
Etraflarında huzursuzluk çıkaran ve vaadettikleri
cizyeyi vermekten imtina eden Beni Terrıim'e elli kişilik bir süvari
birliğiyle gönderilen Uyeyne İbn Hıstı, geceleri yol alarak geldiği Beni
Temim diyarından yirmi biri kadın, otuzu da çocuk olmak üzere toplam atmış iki
kişilik esirle Medine'ye dönmüş ve bu hadisenin üzerinden çok geçmeden Beni
Temim, Akra' İbn Hôbis, Utôrid İbn
Hôcib ve Zibrikôn
İbn Bedr gibi reisleri başlarında olduğu halde Medine'ye gelerek
Efendimiz'le konuşmak istemişti. Kapıya kadar gelmiş ve:
- Bizim yanımıza çık, ey Muhammed, diye bağırıyorlardı.
Rahatsız edici bir durumdu'<? ama Hakkın hatın her şeyin üzerindeydi; zira
iman adına bir insanın elinden tutulması, her türlü değerin üzerinde bir anlam
ifade ediyordu. Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), karşılamak
için dışarı çıktı. O'nu görür görmez:
- Biz, Sana büyüklüğümüzü göstermeye geldik; bakalım
hangimizin şerefi daha yüksek? Yeter ki Sen, şairlerimizle hatiplerimize izin
ver, diyorlardı.
Garip bir durumdu;
önce Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem): - Biz, ne şiir söyleyip
fazilet yarışında bulunmak ne de insanlar arasında fahirlenip böbürlenmek için
gönderildik; madem öyle, buyurun; diyecekti. Bunların hiçbiri asıl maksat
değildi ama adamların bugün başka bir dilden anlamıyorlardı!
Derken aralarından birini öne çıkarmış ve kendilerini
yere göğe sığdıramayan ifadelerle fazilet yarışına girişmişlerdi! İstenmeyen bir
durumdu; ancak adamların başka bir dilden anlayacakları da
339
Hucurat suresinin 4. ayeti bu münasebetle inecekti. Bkz. Taberi, el-Camiu'lBeyan,
26/ı22; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/488; İbn Sa'd, Tabakat. 2/161; Vahidi,
Esbabu Niizüli'l-Kur'an, 1/259
579
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern)
yoktu ve Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellern), yanında bulunan Sabit İbn Kays İbn Şemmôs'e dönecek
ve:
- Kalk ve bunlara cevap ver, diye seslenecekti. Bunun
üzerine Hz. Sabit ayağa kalkacak ve İslam'la kendilerinin kazandığı konumu
ifade eden sözlerle onlara cevap verecekti.
Öğle namazı sonrasında Mescid-i Nebevi, sanki şairlerin
düello alanına
dönüşmüştü; her bir köşesinden bir hatip veya şairin sesi yükseliyordu! Sözde,
er meydanında üstesinden gelemedikleri bu güçle edebiyatın enginliklerinde
mücadele edip galip gelecek ve üstünlüklerini ispat edeceklerdi! Zira çok
geçmeden Beni Temim'in hatibi Utôrid İbn Hôcib ayağa kalkmış, uzun bir şiir
söylemişti. Ardından Zibrikôn İbn Bedr öne çıkmış ve o da kendi
sanatını konuşturmaya çalışmıştı! Adamların bu işi çok önemsedikleri her
hallerinden belliydi ve ashabına dönen Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern):
- Bana Hassan İbn
Sabit'i çağırın, buyurdu.
Çok geçmeden Hassan İbn Sabit huzurdaydı ve onu
gören Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), adamların söylediklerine
mukabil kendisini savunmasını istiyordu. Artık birisi susuyor, öbürü
başlıyordu ve bu durum, saatlerce devam edecekti! Temim şairlerinin hazırlık
yaparak geldikleri bu meydanda önceden planlanlanmış bir zemin olmadığı halde
İslam'ın söz sanatkarlan maharetlerini gösteriyorlardı; bu sırada Resülullah
da (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Hassan'ı destekleyip cevap vermesi için
teşvik ediyordu!
Bir aralık Efendimiz'in yanına torunu Hz. Hasan
gelmişti; yanına koşmuş ve kucağına atlayarak kendisini, Allah Resülii'niin
şefkatli kollarına atmıştı! Resfı.lullah da (sallallahu aleyhi ve sellem) onu
almış koklayıp öpüyordu!
Her
hadiseyi değerlendiriyorlardı ve bunu görüp garipseyen Akra' İbn Habis:
- Benim on tane çocuğum var; ancak onların hiçbirini
öpmedim, deyiverdi. Onun bu sözünü duyan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellem):
- Merhamet göstermeyene, merhamet de edilmez, buyuracak
ve ardından da, "Senin kalbinden merhamet duygusunu Allah (celle
celaluhü) çekip almışsa Ben ne yapabilirim ki." diye de
ilave edecektil
ı.
580
Aydınlık Dünyanın
Hoşgörü Zemini
Akra'
İbn Habis için her hadise, kalbini biraz daha yumuşatan önemli birer mesajdı.
Dinleyip gördüklerini değerlendiren ve insafa gelenAkra' İbn Hôbis, arkadaşlarına
dönecek ve onlara şunları söyleyecekti:
-
Eyahiili! Babam adına yemin ederim ki bu adamın işi her şeyden üstün!
Baksanıza; bu işin nasıl olduğunu bir türlü anlamış değilim; bizim hatibimiz
de konuşuyor ama onların hatibinin sesi daha gür ve etkili çıkıyor! Bizim
şairlerimiz de çıkıp şiir söylüyor ama onların şairlerinin söyledikleri daha
etkili ve daha tesirli! Onların ortaya döktükleri sözler, hepimizinkinden daha
tatlı!
Belli
ki Akra' İbn Habis için zaman gelmişti; Efendimiz'in yanına yaklaştı ve:
-
Ben şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur ve Sen de, O'nun Resülü'sün,
deyiverdi!
Söz
erbabına sözle mukabele işe yaramıştı ve Efendimiz'in sevinci, yüzünden
okunuyordu; zira onu, hey' etle bulunan diğer insanlar takip ediyordu! Artık
Beni Ternim hey'eti de gelip teslim olmuş ve yeni bir hayata adım atmıştı.
Bunun
üzerine Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), onlara hediyeler verecek
ve esir alınan kadın ve çocuklarını da kendilerine iade ederek onları
Medine'den uğurlayacaktı! Ne düşüncelerle Medine'ye gelen bir hey' et daha
insafa gelmişti. Çok yönlü bir kazancın neticesinde iç huzurunu da elde etmiş
olarak Temirn yurduna geri dönüyorlardı!
Vazife Şuuru Adına Önemli Bir Hatırlatma
Artık
Medine'ye gelip gidenlerin haddi hesabı yoktu. Aynı zamanda o günler, değişik
vazifelerle Medine'den dışarı gidenlere de şahit oluyordu. Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellern), zekat memuru olarak İbn Lüteybiyye'yi
Zübyanoğullanna göndermişti; geri geldiğinde huzura giren İbn Lüteybiyye,
yanında getirdiği malları göstererek:
-
Bunlar sizin, bunlar da bana hediye edilenler, diyordu. O güne kadar
yaşadıkları teamüHere göre bunu çok normal karşılamış ve bizzat şahsına
verilenlerin tasarrufu konusunda tek yetkili olarak kendisini görmüştü!
581
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Halbuki
onun bu cümlesini duyan Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem) hiç hoşnut
olmamıştı; farz bir ibadeti yerine getirip insanlar arasında organizasyon
yapmak için gönderdiği bir memuru, işi için gittiği yerde şahsı adına hediye
alıyordu! İş ile hediyeyi birbirine karıştırmamak gerekiyordu; zira
hediyelerin ağırlığı nispetinde insan fıtratının baskı altında kalma ihtimali
vardı ve makama verilenler yine makam adına kullanılmalıydı. Belli ki, herkesi
bir arada bulabileceği müşterek bir zaman kolluyordu. Ve derken ashabına yine
namaz kıldırmış, onlara dönerek hamd ü senada bulunmuştu. Belli ki yine onlara
vereceği mesajları vardı; o günkü nasihatını yapıp konuyu İbn Lüteybiyye'nin
söylediği söze getirdi:
- O memurlara ne
oluyor ki, diye başladı sözlerine.
- Ben bir insanı
zekat memuru olarak gönderiyorum ve o gelip
Bana,
"Bu, sizin, bu da bana hediye edilenler!" diyor! Söyler
misiniz, o şahıs şayet babasının veya annesinin evinde oturup bekleseydi bu
hediyeler ona gelir miydi? Muhammed'in nefsi yed-i kudretinde olana yemin olsun
ki, sizlerden birisi böyle bir şeye nail olur da onu alırsa, kıyamet gününde o
aldığı şey boynuna dolanır da, deve ise böğürerek, sığır ise möğürerek ve koyun
ise meleyerek ona ıstırap olur!
Tüyler
ürperten ikazlardı bunlar ve Sultanlar Sultanı, bu beyanlarının ardından
ellerini koltuk altları görününeeye kadar yukarılara kaldırmış:
-
Allah'ım! Ben, tebliğ vazifemi yerine getirdim mi, diye Rabbine nida ediyordu!
Tebliğ
ve irşad eksenli bu gidiş gelişler yaşanırken Şam cihetinden yeni bir haber
gelmişti. Hristiyan Araplar Hirakl'e mektup yazmış ve "Hani şu peygamberlik
iddiasıyla ortaya çıkan adam vardı ya, işte O öldü ve arkadaşları da
kıtlıktan kırılıyorlar; mal ve mülkleri yok oldu! Şayet onları da kendi
dinine dahil etme gibi bir düşüncen varsa, bu işin tam zamanıdır!" diyor
onu kışkırtmaya çalışıyorlardı. Bu arada, Lahm, Cüzam, Amile ve Gassôiı
gibi kabileler de ayaklanmış, Bizans'ın yapacağı böyle bir faaliyette,
onlarla birlikte hareket edeceklerine dair sözler vermişlerdi.
582
Aydınlık Dünyanın
Hoşgörü Zemini
Öbür tarafta Allah Resülü'nün elçisini öldürüp de
Mı1te'de karşısına çıkan Cassan meliki Şurahbil İbn Amr, Medine'ye
saldırmak için fırsat kolluyordu! Belli ki ortada yine kiilli bir senaryo
vardı; zira beri tarafta da Yahudiler Efendimiz'e gelmiş:
- Ya Eba'l-Kasım, diyorlardı. Şayet söylediklerinde
gerçekten doğru isen, Şam taraflanna git; zira oralar, peygamberler diyandır!340
Zamanlama açısından bakıldığında bunlann hepsi çok
anlamlıydı! Kendilerinde karşı koyacak güç bulamayanlar, o gün için en güçlü
devletlerden biri olan Bizans'ı harekete geçirmek istemiş ve uzaktan bakarak
maksadına ulaşmanın planlannı yapmıştı! Üstesinden gelemedikleri bu yeni
gelişme karşısında son kozlarını oynuyorlardı!
Bu sıralarda Şam cihetinden Medine'ye gelen bir kısım
tüccarlar, Bizans'ın öncü kuvvetlerinin Belkô'y« kadar geldiklerinin
haberini getirmişlerdi!
Üzücü bir haberdi; zira bu, İslam'ın aydınlık dünyasına
koşup da gelen insanlar için yeni bir fasıla anlamına geliyordu. Ancak böylesine
büyük bir tehlike de görülmeden edilemezdi; on binlerce insanın, Medine'ye
yürümek için hazırlık yaptığı bir yerde elbette eli boş durulmazdı! Bu arada
Cibril-i Emın'in getirmiş olduğu mesajlar, müşriklerle aradaki hatların daha
da netleştirilmesi gerektiğini ifade ediyor ve imandan yoksun kimselere karşı
savaşmaktan çekinmemeleri gerektiğini anlatıyordu.>"
Bir yönüyle de bu, zaten beklenen bir gelişmeydi; zira
Bizans, o günün dünyasını şekillendiren iki ülkeden biriydi ve bugün olmasa da
yarın mutlaka onlarla da karşı karşıya gelinecekti! Çünkü İslam, sadece kendi
ayaklan üzerinde bir inkişaf yaşıyordu ve bunu gören aktörlerin, bu kadar
bağımsız ve duru bir inkişafı, öyle kolay hazmetrneleri düşünülemezdi!
Derken Allah Resı1lü
(sallallahu aleyhi ve sellem) ashabına, savaş için
340
İsra suresinin 17/76. ayetinin bu faaliyetleri anlatmak için indiriIdiği ifade
edilmektedir. Bkz. Taberi. el-Carniu'l-Beyan, 15/132; Vahidi, Esbabu
Niizüli'l-Kur'an, 1/197; Süheyli, Ravdu'l-Unf, 4/293 vd.
341 Bkz. Tevbe, 9/28,
29, 123
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
hazırlık
emri verdi. Etraftaki kabilelere de haber gönderiyor, böylesine önemli bir
dönemeçte onların da bulunmasını talep ediyordu! Bu arada Mekke'ye de haber
salmış, aynı hassasiyeti orada bulunanlardan da istemişti.
Önceki
savaşlannda nereye ve ne zaman gidileceğini, hangi yolların kullanılıp kiminle
savaşılacağını belli etmeyip gizli tutarken bu sefer hedefi de, atılacak
adımlan da açıktan tayin ediyordu! Zira hem mevsim ve fiziki şartlar hem de
karşılarında duran düşman açısından bunun bilinmesi ve ona göre hazırlık
yapılması gerekiyordu. Çünkü o gün Medine, en kurak mevsimlerinden birisini
yaşıyordu; insanların gölgelikten dışan çıkmaya bile cesaret edemedikleri bir
mevsim hakimdil Meyveler yeni yeni olgunlaşmaya başlamıştı ve insanlar, bir
yılın semeresini daha yeni yeni almaya hazırlanıyorlardı! Dışanda yakıp kavuran
bir güneş, bağ ve bahçelerde ise cezbeden bir gölgelik vardı!
Onun için bazı
insanlar açıktan tavır almış ve:
-
Bu sıcakta da savaşa gidilir mi, diyorlardı. İmdada yetişen Cibril-i Emin,
onlann bu sözlerini tekrarlayarak, cehennem ateşinin bu sıcaktan çok daha
şiddetli olduğunun haberini getirecekti.>" Tebfık günü; Allah davasında
yürekten koşturan samimi mü'minlerle, işi elinin ucuyla tutan ve içindeki
nifakı bir türlü atamayanların ayrıştığı bir dönemeçti; bir tarafta Allah
Resülü'nün bu çağrısına yürekten koşup icabet edenler yeni bir heyecan
yaşarken, diğer yanda bu Nebevi davete icabet etmemek için o gün yerlere
kapananlar.e'e Efendimiz'le birlikte Tebük'e gitmemek için akla hayale gelmedik
bahanelere sığınanlar da vardı!344
Cedd
İbn Kays, yanında bir grup yandaşıyla birlikte Mescid-i Nebevi'de bulunan Allah
Resülü'nün yanına gelmiş:
- Ya Resülullah,
diye sesleniyordu. Ben yoksul ve hasta birisiyim; benim için bunlar özürdür! Öyleyse
burada kalmama izin ver!
Önce onu sabırla
dinleyen Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern):
-
Hazırlığını yap; çünkü senin imkanların var, buyurdu. Ancak Cedd, kararhydı;
pişkin pişkin şunlan söylüyordu:
342
Bkz. Tevbe,9/81,82 343 Bkz. Tevbe, 9/38, 39 344 Bkz. Tevbe, 9/41, 42
Aydınlık Dünyanın
Hoşgörü Zemini
-
Sen bana izin ver de, beni fitneye düşürme! ValIahi benim kavmim de bilir ki,
onların arasında benim kadar kadına düşkün kimse yoktur; şayet oraya gider de
Beni Asfar'ın kadınlarını görürsem sabredemem!
Perdeyi
yırtan bu talep karşısında, Efendiler Efendisi yüzünü çevirecek ve itap dolu
bir ses tonuyla Cedd İbn Kays'a:
- Sana izin verdik,
buyuracaktı.
Cedd
İbn Kays'ın oğlu Abdullah gelip de babasının yaptıklarını duyunca ona çıkışacak
ve:
-
Sen ne diye Resülullah'ın sözüne muhalefet ediyorsun; halbuki Beni Selime
içinde senden daha zengin olan var mı? Ne diye savaşa çıkıp da hazırlık
yapmıyorsun, diyecekti. Oğluna da şunları söylüyordu:
-
Ey oğulcuğum! Bu kıtlık, şu kavurucu sıcak ve yakıcı rüzgar varken ben kim Beni
Asfar'a gitmek kim! Şu anda evimde otururken bile Beni Asfar'dan çekinip
korkarken, hangi cesaretle onlarla savaşmaya çıkacağım! İyi bil ki ben, ey
oğulcuğum, sonucun kimin lehine olacağını şimdiden görüyorum!
Oğul
Abdullah elbette bunlarla ikna olacak değildi; babasına karşı sözlerini daha da
ağırlaştınp yaptığının nifaktan başka bir şey olmadığını söylemeye başlayınca,
babası yüzüne şiddetli bir tokat indirecek ve sesini kesmeye çalışacaktı. Ancak
sesi hiç kesilmeyecek bir kanal vardı ve çok geçmeden Cibril-i Emin gelecek,
Cedd İbn Kays'ın sözlerini nazara vererek esas fitneye düşenlerin kendileri olduğunu
haber verecekti.v'ö
Bu
arada bir kısım insanlar, savaşa gitmemek için kendilerine yeni iş icat etmiş
ve Efendimiz'in huzuruna gelmişlerdi:
-
Ya Resülullah, diyorlardı. Karanlık ve şiddetli yağmur gecelerinde hasta ve
yaşlı olanların da namaza gelebilmeleri için bir mescit yaptık; oraya gelip de
bize namaz kıldırmanı istiyoruz!
Dış
görünüş itibariyle takdir edilebilecek bir davranış gibi görünüyordu; ancak
adamların niyeti, ne ibadet ne de hasta ve yaşlılan düşünmektil Tek hedefleri,
aleyhtarlığını yaptıklan İslam aleyhinde atacaklan her türlü adım için merkez
edinmeye çalışmaktı. Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern):
345 Bkz.Tevbe,9/49
585
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern)
- Şu anda Ben, yol hazırlıklarıyla meşgulüm; geri
döndüğümde belki, diye cevap verdi onlara. Böylelikle perdeyi de yırtmamış
oluyordu; aynı zamanda bu yaklaşımıyla O (sallallahu aleyhi ve sellern), şüphe
duyacakları bir tavır sergilememiş ve bunun yanında şerre odak olan bu mekanı
da belirlemiş oluyordu!
Tebük'e gitmemek için bahaneler uydurup da Allah
Resülü'nden izin isteyenlerin sayısı sekseni geçmişti; zahiri hallerine göre
hepsine izin veren Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), içlerinde
gizledikleriyle kendilerini Allah'a havale etmişti. Sadece samimi olanlarla bir
hazırlık süreci yürütüyordu! Zira Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern),
Beni Gıfar'darı gelen yaklaşık otuz kişilik bir gruba aynı izni vermeyecek ve
onların da Tebük' e gelmelerini isteyecekti.s'"
Şartlar ağır, düşman kavi, yol uzun ve imkanlar da
azdı; Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), hemen her gün minbere çıkıyor
ve sıkıntılar içinde kıvrananların elinden tutmaları için imkanı olan ashabını
iufaka teşvik edip:
- Allah'ım! Şayet bu insanların başına olumsuz bir şey
gelip de helak olurlarsa, artık yeryüzünde Sana ibadet edilmez, diyor ve elinde
imkanı olmasa da yüreği imanla kabaran bu insanları muvaffak kılması için Allah'a
dua ediyordu! Zira o gün, savaşa gelmeyi yürekten arzu ettiği halde, imkanı
olmadığı için hazırlık yapamayanlar vardı; Resülullah'ın yanına gelmiş ve
hallerine bir çare bulması için çaresizlere çare bulan Allah Resülii'ne
müracaat etmişlerdi!
Artık ashab, vermeyi ôğrenrnişti; Efendimiz'in
arzularını okuyan Hz. Ebu Bekir gitmiş ve evinde bulduğu her şeyi getirmişti!
Onun bu halini görüp de kendisine:
-
Evindekilere de bir şey bıraktın mı, diye soran Allah Resülii'ne:
- Onlara, Allah ve Resülii'nii bıraktım, cevabını
verecekti. O kadar içtendi ve tevekkülü tamdı ki, fakr u zaruret içine
düşeceğinden hiç çekinmiyor ve yarınını aklına bile getirmeden bugünkü talebe
cevap veriyordu!
346 Bkz. Tevbe,
9/86-93
586
Aydınlık Dünyanın
Hoşgörü Zemini
Çok
geçmeden onu, Hz. Ömer (radıyallahu anh) takip etti; o da bir heyecanla gelmiş
ve getirdikleriyle Hz. Ebü Bekir'i
geçeceğini hesap etmişti; ancak Hz. Ebü Bekir,
başkaları tarafından geçilemeyecek kadar hızlı hareket eden bir değerdi!
O
gün Hz. Osman, Hz. Talha, Hz. Abbas, Sa'd İbn Ubôiie ve Asım
İbn Adiyy gibi önde gelenler, imkanı olmayanların elinden tutmak için
servetlerini ortaya koymuş ve Allah Resülü'niin tasarrufuna bırakmışlardı.
Neredeyse o gün, üç bin kişilik ordunun üçte birini Hz. Osman finanse
etmiştile'? Her defasında eli dolu huzura gelen Hz. Osman'ın yeniden gelişini
gören Allah Resnlü (sallallahu aleyhi ve sellern), ellerini açacak ve:
- Allah'ım! Sen de
Osman'dan razı ol; çünkü Ben ondan hoşnutum, diye dua edecekti. Ayrıca getirip
de önüne koydukları altın ve gümüşleri avuçlarında evirip çevirirken
yanındakilere dönecek ve: - Artık bundan sonra ne yaparsa yapsın Osman'a bir
zararı dokunmaz, diye onun için serıada bulunacaktı.
Önde
gelenleri verirken gören ashab da, gidip elindeki imkanlarını getiriyordu;
öyle ki elinde bir devesi olan onu getiriyor ve bir kardeşiyle paylaşıyor, bir
lokma yiyeceğe malik olanlar da onu getirip bir mücahide azık diye arz
ediyordu. O gün hanım sahabiler de devreye girmiş, küpe, halhal, bilezik ve altın
cinsinden ne kadar mücevherata sahiplerse hepsini, Allah ve Resülullah
davasının üstün gelmesi için kendi rızalarıyla himmet ediyorlardı! Hz. Aişe
Validemiz, hanım sahabileri vermeye teşvik etmek için hücresinde bir sergi
açmıştı. Onlar da, evlerinde buldukları kıymetli eşyalarını kap ıp getiriyor
ve bu serginin üzerine bırakıp geri dönüyorlardı!
Tebük günü Vasile
İbn Eska', Medine sokaklarında dolaşarak: - Savaşa gidecek birisine binek
temin edecek yok mu? Elde edeceği ganimet onun olacaktır, diye nida ediyordu.
Onun bu sözünü duyan Ka'b İbn U ere:
- Ne yani? Şimdi onu
bindirip yükünü yokuşta taşıması karşı-
347 O gün Hz. Osman, yiiküyle beraber bin civannda
deveyi getirip Efendimiz'e teslim etmişti. Bununla da yetinmemiş, verebileceği
başka neler olabileceği düşüncesiyle defalarca evine gidip gelmiş ve bu verme
mevsimine, aynca kilolarca altın ve gümüşle katılmıştı. Bkz. İbn Hişam, Sire,
5/197; İbn Ebi Şeybe, Musannef, 6/360 (32°3°)
Efendimiz (s a l l a
l l a h u aleyhi ve sellem)
lığında elde edeceği
ganimeti bize mi ait olacak, diye taaccüp edip sormuştu. Hz. Vasile:
-
Evet, diyordu. Gerçekten de bu, onun gibi yaşlı biri için bulunmaz fırsattı;
hemen:
- Haydi öyleyse
Allah'ın izni ve bereketiyle yürü, diyerek Hz.
Vasile'nin binecek
ihtiyacını karşılayacaktı.s-"
Her şeye rağmen o gün, ne binebileceği bir deve ne de
kuşanabileceği bir kılıç bulanlar da vardı; gelip durumlannı arz etmişlerdi
ama Resülullah'ın yanında da bir şey kalmamıştı! Boyunlannı büküp giderken
yüreklerinde taşıdıklan iştiyak hissi içlerini parçalamış, gözleri ceyhuna
dönmüştü; hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı!349 Ulbe İbn Zeyd de onlardan
biriydi; Resülullah'tan ayn kalmak istemiyordu. Ancak Efendiler Efendisi ona:
- Seni savaş için hazırlayacak imkan kalmadı; bir şey
veremiyorum, deyince sanki dünya başına yıkılıvermişti; arkasını dönüp
huzurdan aynlırken çocuklar gibi ağlıyordu.
Bu hüzünle evine
gelmiş, içten içe kendini yiyip bitiriyordu!
Nihayet gecenin
karanlığında kalkmış ve abdestini alarak iki rekat namaz kıldıktan sonra:
- Allah'ım, diye yalvarmaya başlamıştı. Sen, bize cihad
emri verdin ve gitmeyi teşvik ettin; ancak elimde, onun bir için imkan yok;
gidemiyorum! Resülii'niin katında da imkan kalmamış; yardım edemiyor!
Yapabilecek bir şey kalmadı; cihada gidemiyorum. Ne olur Allah'ım; imkanıma
musallat olan, bedenime fmz olan ve iffetime uzanan her türlü zulmü Müslüman
kardeşlerime helal ediyor, en değerli varlığım olan ırz ve namusumu, sadaka
olarak kabul etmeni talep ediyorum!
Nihayet
sabah olmuştu, Medine'de yine Efendimiz'in münadisinin sesi yükseliyordu:
- Bu gece ırz ve
namusunu Allah için sadaka olarak adayan da
k |
? m.
Olup bitenlerden
kimsenin haberi yoktu ve herkes gibi U1be de
348 o gün Hz. Abbas iki kişiyi savaşa
hazırlayacak, bunca verdikleri yanında Hz.
Osman
da üç kişiye binek ve teçhizat sağlayıp Tebük'e gönderecekti. 349 Daha geniş
bilgi için bkz. Salihi, Sübülü'l-Hüda ve'r-Reşad, S/438, 439
588
Aydınlık Dünyanın
Hoşgörü Zemini
Mescid-i Nebevi'ye
gelmişti. Efendiler Efendisi, namazı kılar kılmaz cemaate döndü ve:
-
Bu gece sadaka dağıtan kimdi, diye sordu. Kimseden cevap yoktu; belli ki ne
kastedildiğini kimse anlamamıştı. Aralarında, gece sadaka dağıtan kimse yoktu;
elde avuçta olan ne varsa Tebük için hazırlanan ordu için getirilmiş ve sadaka
olarak dağıtılacak başka bir şey kalmamıştı!
Efendimiz, sözünü
ikinci kez tekrarladı:
- Bu gece sadaka
dağıtan kimdi; kalksın ayağa!
Herkes
birbirine bakıyordu! Çok geçmeden bakışlar Ulbe'nin üzerinde yoğunlaşıvermişti;
zira Ulbe, Rabbiyle arasındaki bir sırrın açığa çıkmış olmasından dolayı renk
atmış ve mahcübiyetten gözlerini kaçırır olmuştu. Boynunu bükmüş, utancından
başını kaldıramıyordu! Bu haliyle kendisini ele veriyordu. Efendimiz'in
kastettiği kişinin kimliği ortaya çıkmıştı; ırz ve namusunu Allah için tasadduk
eden demek ki Ulbe idi!
Ve
Ulbe kalktı ayağa; çaresiz, gece döktüğü gözyaşlanndan, ellerini kaldırıp
ettiği dualardan bahisler açtı huzur-u nebevide. Çaresizliğin çırpınışlanydı
bunlar!.. Ancak, belli ki bunlar, Allah'ın da, Resfılii'niin de gözünden
kaçmamıştı, kaçmazdı da!.. Demek ki, yokluğun en üst seviyeye ulaştığı yerde,
varlık adına ortaya konulan en değerli şeylerin Allah için arz edilmesi,
rahmet-i ilahi tarafından da kabul görmüş, icabet edilen birer duaya ınkılab
etmişti!
Derken Resül-ü Ekrem
şunlan söyledi, herkesi şahit tutarak:
-
Müjdeler olsun sana! Nefsim yed-i kudretinde olana yemin olsun ki, bu gece sen,
o çok verenlerin, sa'y ü gayreti ve zekatı kabul görülenlerin arasındaki yerini
aldın!
Demek
ki Allah (celle celaluhü) yürekten isteyince, isteğinde ısrarcı olanın
talebine cevap veriyor, onu da çok verenlerin arasına alıyordu!
Artık
gelen gelmiş ve sıra, İslam ordusunun yola çıkmasına gelmişti. Resülullah her
kabileye sancak ve bayraklarını hazırlamalannı söylüyor ve onlan savaşa teşvik
ediyordu.
589
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
- Kişi, ayakkabıyla yola çıktığı sürece süvari gibidir,
buyurarak ashabım ayakkabı giymeleri konusunda teşvik ediyordu. Zira binecek bir
hayvanı olmayanlar açısından, bu kadar uzun mesafelerin aşılabilmesi, ancak
böyle mümkün olabilirdi!
Kendisinden önce hareket edenlere namaz kılma görevini
de Hz. Ebu Bekir'e (radıyallahu anh) vermiş, büyük sancağı da yine ona teslim
etmişti.
Ve takvimlerin, Recep ayının bir perşembe gününü
gösterdiği gün Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), yerine Medine'de Hz.
Ali'yi bırakarak-e" otuz bin kişilik ordusuna hareket emri verdi. Ancak
münafıklar, Hz. Ali'nin Medine'de bırakılmasını da dillerine dolayacaklardı;
her adımda bir fitne kazanı kaynatıyor ve:
- Peygamber onu, küçümsediği ve yetersiz gördüğü için
burada bıraktı, diyerek gündemi değiştirmek istiyorlardı. Maksatlarına ulaşmış,
Hz. Ali'yi de tedirgin etmişlerdi ve bunu duyan Hz. Ali, Curfa kadar koşup
arkadan yetiştiği Allah Resülü'ne durumu anlatacaktı. Kendisi gibi birisinin er
meydanlarında olması gerektiğini söylüyor ve Sultan-ı Rusül'ün cephede
koşturduğu bir dönemde, çoluk çocukla birlikte Medine'de oturmak istemediğini
beyan ediyordu! Bunun üzerine ona dönen Efendiler Efendisi (sallallalıu aleyhi
ve sellem):
- Yalan söylüyorlar, buyuracaktı. Ben seni, Benden arka
kalanlara, ailerne ve kendi ailene zahir olman için bıraktım; hem sen, Benim
yanımda, Hz. Musa'nın yanındaki Hz. Harun gibi olmayı istemez misin ey Ali? Şu
kadar var ki, Benden sonra peygamber olmayacaktır!
Muhtemelen Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) onu,
kendilerine merkez inşa eden ve gözünün içine baka baka yalan söyleyip de
savaştan kaçan münafıklardan gelebilecek tehlikelere karşı uyanık kalması için
özellikle Medine'de bırakıyordu ve talimatını alan Hz. Ali, yeniden Medine'ye
geri dönecektil
Yolda geri dönen bir
grup insan daha vardı; bunlar, Uhud'da da
350
o gün Medine'de görevlendirilen isimler arasında Muhammed İbn Mesleme, SiM' İbn
Urfuta ve Abdullah İbn Ümmi Mektfun gibi isimlerin de olduğu ifade edilmektedir.
Bkz. Viikıdi, Megazi, 1/996; Abdurrezzak, Musannef, 2/395 (3828); İbn Sa'd,
Tabakat, 4/205; İbn Kesir, Sire, 4/12
590
Aydınlık Dünyanın
Hoşgörü Zemini
oyun bozanlık yapan
İbn Selül ve arkadaşlarından başkası değildi! Aynı taktiği uyguluyor ve
bilhassa Abdullah İbn Übeyy İbn Selül:
-
Muhammed bugün, yokluk, sıcak ve bunca uzaklık dolayısıyla üstesinden
gelemeyeceği insanlarla savaşmaya gidiyor! Herhalde O, Beni Asfar'la savaşmayı
oyun sanıyor! ValIahi de ben, O'nun arkadaşlarını dağ başlarında esir alınarak
bağlandıklarını görür gibiyim, diyordu.
Bir
arınmaydı bu da ve belli ki Allah (celle celaluhü}, Restıl-ii Kibriya'sıyla
birlikte nifak içinde olanların yürümesini murad buyurmuyordu. O gün delil
olarak Efendimiz'in önünde, Alkame İbn Feğvô. yürüyordu.
Vô.di'l-Kurô.'dan geçerken karşılarına bir bağ çıkmıştı ve ashab-ı kiram,
bu bağdan çıkacak mahsulü tahmin etmeye çalışıyordu. Ashabının bu heyecanına
Allah Resülii de katılıyordu:
-
Tahmin edin, buyurdu. Herkes bir şeyler söylemişti; Sultan-ı Rusül de, on vesak
olarak tahmin edip bahçe sahibine:
-
Bu bahçenin ne kadar mahsül verdiğini iyi takip et; çünkü gelirken buraya yine
uğrayacak ve senden soracağım, buyurmuştu.s>'
Vadi'I-Kura'da
bulunduğu sıralarda, burada yerleşik bulunan Yahudilerden Aridoğulları
Efendimiz'e yemek getirip ikram edecek ve o da, kırk vesak karşılığında bu
ikrarnı kabul edip ashabıyla birlikte yiyecekti.
Halice'den
geçip de Zi'l-Merve
denilen yere geldiklerinde iyice yorulan ashab:
-
Ya Resülullahl Burası tam konaklanacak bir yer; hem su hem de gölgelik var,
demişlerdi. Ancak Resülullah (sallalIahu aleyhi ve sellem):
-
Burası birilerinin ekin tarlası; burada konaklamak uygun olmaz, buyuracak ve
yine devesinin yularını serbest bırakmalarını talep edecekti; zira onun da bir
memur olduğunu söylüyor, nerede konaklamak gerektiğini onun da bileceğini ifade
ediyordu! Gerçek-
351
Tebük'ten dönüşte gerçekten bu bahçenin yanına uğrayan Efendimiz (s.a.s.):
-
Bahçen ne kadar mahsül verdi, diye sahibine soracak ve kendi tahmin ettiği
gibi on vesak olduğunu görecekti. Bkz. Buhari, Sahih, 2/539 (ı411); Miislim,
Sahih, 4/1785 (1392); Ebu Davud, Sünen, 3/179 (3079)
591
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern)
ten
de deve gelmiş ve büyük bir ağacın altında durmuştu. Ashab-ı kiramla birlikte
orada mala verecek olan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), burada namaz
kılacak ve bir miktar dinlenecekti.
Semüd Kavminin Kalıntıları ve Hıcr
Yine hareket başlayıp da Semüd kavminin kalıntılarının
bulunduğu Hıcr denilen mevkiye geldiklerinde ashab, Semüd halkının kalıntıları
içine dalmış, kuyulanndan su çekip kırbalarını doldurmaya başlamışlardı.
Halbuki Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), burayı görür görmez
devesini hızlandırmış ve yüzünü de kapatarak hızla yol almaya başlamıştı!
Ashabının bu halini görünce onlara seslendi ve:
- Kendilerine zulmedenlerin arkada bıraktıklan
kalıntıları arasında gezinirken, onların başlarına gelenlerin sizin de
başınıza gelmemesi için ibret nazarlarıyla ve hüzünle dolaşın; ayrıca onların
ne suyundan için ne de namaz için buradan abdest alın! Yoğurduğunuz hamurları
da develere verin, buyurdu. Sonra da, ashabım alıp Salih aleyhisselarnın
devesinin çıktığı kayamn yanına geldi. Geçmişte yaşanan olağanüstü bir
hadiseyi onlarla paylaşarak ashabına nasihat ediyordu:
- Durup dururken mucize istemeyin, diyordu. 'Salih
aleyhisselarnın kavmi de ondan bunu istemişlerdi ama talep ettikleri mucize
kendilerine verilip de buradan bir deve çıkınca, tavırları değişiverdi. Zira
Allah (celle celaluhü) onlara, dişi bir deve ihsan etmişti. Bu deve de, her gün
şu yoldan suya iner ve suyunu içtikten sonra da tekrar geri dönerdi! Onlar buna
tahammül etmeyip Rablerine karşı isyanla gerildi ve bu deveyi boğazladılar!
Halbuki o, bir gün bu sudan içiyor ve diğer gün hepsine yetecek miktarda süt
veriyordu! Öyle olunca da Allah (celle celaluhü), gökkubbe altında ne kadar
Sernüd halkı varsa hepsini şiddetli bir sayha ile cezalandırdı; Harem'e sığınan
bir adam dışında onlardan geride kimse kalmamıştı!
Merak
içinde bu adamın kimliğini soranlara da, Taif'e giderken mezarım göstererek:
- O, Ebu Riğal'di,
buyuracak ve şöyle ilave edecekti:
Ancak, Harem'den çıkar çıkmaz ona da kavminin başına
gelenler isabet edecekti; öyleyse sizler, gazab-ı ilahiye düçar olmuş bir
kavmin yanına girmeyin!
592
Aydınlık Dünyanın
Hoşgörü Zemini
Efendiler Efendisi
bunları söylerken, aralarından biri Çıkıp da: - Ne kadar da ilginç, diye tepki
verince Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem):
-
Size bundan da ilginç olanı haber vereyim mi, diye sordu. 'Sizin içinizden bir
Zat, sizden önceki devirlerde olanları da sizden sonrakilerin başına gelenleri
de size haber veriyor; öyleyse sizler, dosdoğru insanlar olun ve en doğru
olanın peşinden ayrılmayın! Zira siz istedikten sonra Allah (celle celaluhü),
size de azap etmekten sakınmaz! Allah (celle celaluhü), başlarına gelebilecek
sıkıntılar konusunda hiçbir şeyyapamayan bir topluluk da meydana
getirecektirls>
Allah
Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Hıcr'dan ayrılırken kuyulardan su alıp
da onları yanlarında taşımamalarını ashabına tembihlemişti, fakat çok geçmeden
yolun meşakkatiyle havanın sıcaklığı yine ashabı kasıp kavurmaya başlamıştı.
İnsanlar susuzluktan kırılıyordu; susuzluklarını gidermek için develerini
kesiyor ve hörgücünü sıkıp ihtiyaçlarını buradan karşılamak istiyorlardı!
Nihayet Allah Resülü'nün yanına gelip de durumlarını arz etmeyi denediler; nebevi
şefkatin kapısını çalan yine Hz. EbU Bekir'di:
-
Ya Resülullah, diyordu. Allah (celle celaluhü) Sana, dua gibi bir bereket ihsan
etmiş; bizim için O'na duada bulunmaz mısın!
Aslında
bunu söylerken Hz. Ebu Bekir, Iisan-ı haliyle bir dua haline gelmişti.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ona:
- Bunu gerçekten
istiyor musun, diye sordu.
- Evet, diyordu Hz.
Ebu Bekir. Bunun üzerine Efendiler Efen-
disi,
önce iki rekat namaz kıldı ve ardından da, ellerini kaldırıp dua etmeye
başladı. O ne dua idi ki, daha mübarek eller semaya kalkıp da dudaklar
kıpırdar kıpırdamaz semada bir gürültü koptu. Bu arada bulutlar da belirmeye
başlamıştı; şakır şakır yağmur yağıyerdu! Gözlerin içi gülmüş ve insanlar,
ikram-ı ilahı olarak kendilerine bahşedilen bu yağmurdan kana kana içiyor ve
kırbalarını dolduruyorlardı. Bu lütfu münafıklara da hissettirmek gerekiyordu
ve as-
352
Bunları söyledikten sonra Efendimiz (s.a.s.), o gece şiddetli bir rüzgar
eseceğinin haberini vermiş ve çok geçmeden söylediği husus aynen çıkmıştı. Aynı
zamanda gidiş ve dönüş itibariyle Tebük yolu, yiyecek ve içecekler konusunda
defalarca yaşanacak farklı mucizelere gebeydi. Bkz. Buhari, Sahih, 2/539
(1411); Müslim, Sahih, 4/1785 (1392); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/424 (23652)
593
Efendimiz (sallal1ahu
aleyhi ve sellem)
habdan
bazıları onların yanına giderek, bütün bunlara rağmen hillil tereddütlerinin
devam edip etmediğini öğrenmek istemişti; ancak iman bambaşka bir hadiseydi!
Zira o şahıs, sanki az önceki sıkıntıları hiç yaşamamışçasına bu ihsanın, her
zaman olabilecek tabii bir olayolduğunu söylemeye çalışıyor ve:
-
Bize bu yağmuru, gelip geçen filan bulut indirdi, diyerek Müsebbibü'l-Esbabı
görüp de O'na şiikredeceği yerde sebeplere takılıp yollarda kalıyordu!
Yine
hareket edip de azıcık ınesafe aldıklarında, az önce nebevi duanın neticesinde
başlarından aşağıya inen yağmurun, sadece askerin bulunduğu yere iridiğine
şahit olacak ve imanları bir kat daha güçlenerek Rablerine yürekten
hamdedeceklerdi.
Bir
taraftan da hayat devam ediyordu; insanlar arasında zaman zaman ihtilaflar da
yaşanıyor ve insanlar bu ilitilaftan kurtulmak için soluğu Efendimiz'in
huzurunda alıyorlardı! Askerler arasında bulunan bir adamla kölesi arasında
anlaşmazlık çıkmış ve bu anlaşmazlık sırasında adam, kölenin elini ısırmıştı;
ısırmıştı ısırmasına ama acının şiddetiyle elini çeken kölenin parmaklarıyla
birlikte adamın ön dişleri de dökülmüş ve bu, yeni bir kavga sebebi olmuştu.
Neticede mesele Allah Resülü'niin huzuruna getirildi; ihtilafı çözmesi ve
aralarında hüküm vermesi isteniyordu. Tarafları dinledikten sonra Efendiler
Efendisi, önce:
-
Sizden birisi, devenin ısırdığı gibi kardeşini mi ısırmaya başladı, diye tepki
gösterecek ve:
-
Elini senin ağzına, devenin ısırması gibi ısırasın diye mi bıraktı ki,
buyurarak, beklentilerin aksine düşen dişler konusunda herhangi bir diyet
takdir etmeyecekti!
Artık Tebük'e
yaklaşılmıştı; ashabına dönerek:
- inşallah yarın
Tebük pınarlarının olduğu yere ulaşmış oluruz:
Yarın
ancak kuşluk vakti orada olursunuz! Sizlerden herhangi biri oraya Benden önce
ulaşırsa, sakın ola ki o sulardan içmesin, diyecekti. Çünkü yine su sıkıntısı
baş göstermişti; Efendiler Efendisi de, orada bulunan suları azami derecede
değerlendirmek, ashabı arasında berekete vesile kılmak istiyordu! Onun için
münadiler vasıtasıyla ashabına da seslenmiş ve bu konuda titizlik
göstermelerini talep etmişti.
594
Aydınlık Dünyanın
Hoşgörü Zemini
İslam Ordusu Tebuk'te
Ertesi gün olup da Tebük' e ulaşıldığında, pınarların
yanına iki askerin ulaştığı görülecekti; Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellem) onlara:
- Pınarların suyuna
dokundunuz mu, diye sordu.
- Evet, diyorlardı.
Celallenmişti; zira bu kadar hassasiyet gös-
terilmesine
rağmen emr-i nebevinin dinlenmemesi doğru değildi ve Efendiler Efendisi
(sallallahu aleyhi ve sellem), benzeri durumlarda bir daha aynı hatanın
yapılmaması adına o iki adama biraz çıkışacaktı!
Kuyuların suyu kurumuştu ve sadece birisinden, çok az
bir miktar su çıkıyordu. Sultan-ı Rusül Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellern), azar azar suyun üzerinden alarak önce onu bir kırbanın içinde topladı.
Sonra da ondan eliyle yüzünü yıkayıp ağzını çalkaladıktan sonra arta kalanı
pınarın içine döktü, Rabbine teveccüh etmiş duaya durmuştu.
Kırbanın içindeki suyu pınara boşaltır boşaltmaz, sanki
gök gürültüsü gibi pınar kaynamaya başlayıverdi; namaz sonrasında herkesin
gözü önünde yine bir mucize yaşanıyordu!
Allah Resülü o gün, ashabına uzunca bir hutbe irad
edecek ve hayırla şer arasında birçok konuya değinerek insanların karşılaşabilecekleri
konularda onları uyaracaktı.
Güvenliği sağlaması için yine Abbad İbn Bişr'i görevlendirmiş, yanına da
arkadaşlarından bir grubu tayin etmişti. Gecenin karanlığında arka taraflardan
tekbir sesleri duymaya başlayan Hz. Abbad, Efendimiz'in huzuruna gelerek:
- Ya Resülullah, diyecekti. Yoksa Sen, bizden başka
muhafızlar mı görevlendirdin ki gecenin bir vakti arka taraflardan tekbir
sesleri duyar olduk!
- Hayır! Görevlendirmedim, buyurdu Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellern). Ancak Müslümanlardan bazıları bunu, kendi istekleriyle
yapmış olabilirler!
Bu konuşmalara şahit
olan Silkan İbn Selame ileri atılarak: - Ya Resülullah, diye seslendi ve
ekledi:
- Müslümanlardan on
kişiyle birlikte atlarımıza atlayarak biz,
nöbet tutmak
maksadıyla geceleyin arkalara doğru gitmiştik!
595
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Yine mesele, Efendiler Efendisi'nin tahmin ettiği gibi
gerçekleşmişti; hayırda birbirleriyle yarışan cemaatine dönecek ve şunları
söyleyecekti:
- Allah yolunda nöbet bekleyen muhafızlara Allah (celle
eelaluM), rahmetiyle muamele etsin; sizin için, başında nöbet tuttuğunuz insan
veya hayvanlar sayısınca bir kırat353 mükafat vardır!
Tebük'te bulundukları sırada bir Yahudi kadın gelecek
ve Efendimiz'e peynir getirecekti; eline bıçağı alıp da onu kesen Efendiler
Efendisi, besmele çektikten sonra onu ashabına ikram edip kendisi de bu
peynirden yiyecekti.
o gün Medine'de, "Şimdi çıkar, birazdan hareket
ederim!" derken gecikip Efendimiz'le birlikte Tebük'e çıkamayan Ka'b
İbn Malik, Hilal İbn Ümeyye, Mürare İbn Rebi', Ebu Hayseme ve EbU Zerr gibi
samimi gönüller de vardı; yürekten inanan insanlardı ve hiç kimse onlar
hakkında şüphe duymaz, Müslümanlıklarını da asla sorgulayamazdı! Ancak
gecikmişlerdi! Belki de Allah (celle celaluhü), emr-i ilahiye ve Resülullah'ın
taleplerine imtisalde ağırdan alarak gecikmesi muhtemel mü'minlere, onların
şahsında seslenecek ve böyle bir hatayı telafi adına daha sonra nasıl
davranılması gerektiğini gösterecekti!
Zaman zaman ashab:
-
Ya Resülullahl Filan da arkada kalıp gelmemiş, dediklerinde Allah Resülii
(sallallahu aleyhi ve sellem):
- Onu kendi haline bırakın; zira şayet onda bir hayır
var ise, Allah (celle celaluhü) mutlaka onu arkadan size ulaştırır, buyuruyor
ve Medine'de kaldığı halde gelemeyen bu insanların, arkadan gelip de
yetişmelerini beklediğini ima ediyordu. Ebu Zerr'in gelemeyişi de mevzu
olduğunda aynı beyanda bulunmuş ve onun arkadan yetişeceğinin müjdesini
vermişti. Zira Hz. Ebu Zerr, zayıf1ıktan kırılan devesini birkaç gün besleyip
de öyle çıkmak istemiş ve böylelikle ordunun hareketine yetişememişti.
Gerçekten de Ebu
Zerr, arkadan geliyordu; Zi1-Merve denilen
353 Kırat: Mücevher
tartmakta kullanılan 0,20 gram ağırlığında bir ölçü.
596
Aydınlık Dünyanın
Hoşgörü Zemini
yere
geldiğinde yine devesi yürüyemez olmuş, belki hareket eder diye bir gün başında
beklemiş ve ümidini kesince de, yükünü sırtına alıp yaya olarak arkadan Allah Resülü
ile ashabına yetişmeye çalışmıştı. Kızgın çöl ve yakıcı güneş altında bitkin
düşmüş, bir taraftan susuzluktan dudaklan çatlarken diğer yandan da açlıktan
adım atacak dermanı kalmamıştı.
Ancak Hz. Ebı1 Zerr'in bitip tükenmek bilmeyen bir azmi
vardı ve nihayet bir gün, Allah Resı1lü ile ashabına yetişecekti. Günün ortasında
arkadan birinin geldiğini görenler:
-
Ya Resı1lullah, diyorlardı. Bakın, şurada yalnız başına yola düşüp de gelen
biri var!
İşaret
edilen yöne bakan Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), arkadan
da olsa tanıdığı isimleri yanında görmek istercesine:
- Ebı1 Zerr ol, buyuracaktı. Gerçekten de gelen Hz.
Ebı1 Zerr idi ve Efendimiz'in bu yöndeki temennisini de bilenler hemen koşacak
ve:
- Ya Resülullahl o gelen, gerçekten de Ebı1 Zerr imiş,
diyerek müjdeyi vereceklerdi. Bunun üzerine Efendiler Sultanı, bitkin ve yorgun
olsa da sağ salim kafileye yetişen Ebı1 Zerr'i kastederek ashabına şunlan
söyleyecekti:
- Allah Ebı1 Zerr'e rahmetiyle muamelede bulunsun;
şüphesiz ki o, yalnız yürüyecek, yalnız ölecek ve öbür dünyada da yalnız haşrolacak!
Yol meşakkatleri sona
erip de Efendimiz'in huzuruna gelen Hz.
Ebı1 Zerr, yol
boyunca yaşadıklannı Sultan-ı Rusül' e de anlatacak ve bunun üzerine O
(saIIallahu aleyhi ve sellern), Ebı1 Zerr' e:
- Allah seni rahmetiyle kucaklasın ey Eba Zerr! Unutma
ki sen, Bana ulaşıncaya kadar attığın her adıma mukabil bir sevap elde ederken,
yine her adımına mukabil de senin bir hatan silinmiştir, buyuracaktı.
O gün arkadan yetişenlerden biri de Ebı1 Hayseme
(radıyallahu anh) idi. Efendimiz'in Medine'den aynlışından birkaç gün sonra hanımlannın
yanına gelmiş ve büyük bir ilgi ile karşılanmıştı. Leziz yemekler, buz gibi
sular ve etrafında pervane gibi dönen insanlarla karşılaşınca aklına,
ashabıyla birlikte Tebük'e giden Allah Resı1lü (sallallahu aleyhi ve sellem)
düşmüş ve:
597
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
- Siibhanallah, diye
tepki göstermişti.
Şu
anda Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) -ki geçmişte günah nedir
bilmediği gibi gelecekte de böyle bir zeminle tanışmasına imkan yoktur- fırtına,
kızgın güneş ve kavurucu sıcaklar altında silahı omzunda ıstırap çekerken,
serin gölgelerde hazırlanmış mükellef sofralara kurulup mal ve mülkü içinde
hanımlarıyla birlikte sefa sürmek hiç Ebu Heyseme'ye yakışır mı? Bu, hangi
insaf ölçülerine sığar', demişti.
Resülullah'ın
(sallallahu aleyhi ve sellem) dizinin dibinde yetişmiş, arkada kalan bir
ashabın muhasebesiydi bu ve bana ne deyip bir kenara atmayacaktı;
hammlanna dönecek ve:
-
Arkadan gidip de Resülullah'a yetişmedikçe hiçbirinize iltifat etmeyecek ve
davetinize 'evet' demeyeceğim; siz benim bineğimi hazırlayın, diye
emredecekti.
Efendimiz'in
ordusuna katılmak için artık Ebu Hayseme de yola çıkmıştı; Tebük'e
yaklaştığında yolda, Umeyr İbn Vehb ile karşılaşacaktı. Birlikte bir süre yol
aldıktan sonra Ebu Hayseme ona:
-
Benim bir günahım var; Resülullah'a halimi arz ederken senin benden uzakta
kalmanda mahzur yok, diyor ve göreceği tepkiye Hz. Umeyr'i de ortak etmek
istemiyordu.
Derken
Tebük'e varmıştı; onun uzaktan gelişini görenler hemen huzura koşmuş ve:
-
Ya Resülullahl Şu yoldan bize doğru biri daha geliyor, demeye başlamışlardı.
Yine aynı tepkiyi veriyordu; gösterilen tarafa bakmış:
-
Sen de Ebu Hayseme ol, diye temennide bulunmuştu. Gelen karartı yaklaşıp da
gerçekten Ebu Hayseme olduğu anlaşılınca ashab:
-
O, vallahi de gerçekten Ebu Hayseme imiş, diye heyecan duymaya başlamışlardı.
Hem Resülullah'ın arzusunun gerçeğe dönüşmesine hem de Ebu Hayseme gibi samimi
bir arkadaşlarının geride kalmayışına sevinmişlerdi.
Efendiler
Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) ona, Medine'de olup bitenleri ve yol
boyunca karşılaştığı zorlukları soruyor ve dinledikçe de ona hayır duada
bulunuyordu. Bir aralık konu, kendisi gibi gecikip de gelemeyen Ka'b İbn
Malik'e de gelmiş ve Efendiler Efendisi
598
Aydınlık Dünyanın
Hoşgörü Zemini
(sallallahu
aleyhi ve sellern), onu da sormuştu. Ashabından bir kısmı, gölgelikler altında uzanmak ona cazip
geldi derken diğer
bir kısmı ise Hz. Ka'b'ı hayırla yad etmeyi tercih edeceklerdi! Her adım, yeni
bir bilgiye ulaşmanın kapısını aralıyordu ve böylelikle ashab-ı kiram da,
benzeri durumlarda mü 'min kardeşleri hakkında hep hüsn-ü zanla muamele etmeyi
öğrenecek, bütününe muttali olmadıkları yerlerde insanlar hakkında zan
oluşturacak ifadelerden kaçınmanın gerekli olduğunu anlayacaklardı!
Ganimet arzusuyla orduya katılan münafıkların durumu
elbette çok farklıydı; küçük bir açık yakalayıp da onu bütün aleme ilan
edebilmek için sürekli fırsat kolluyorlardı! Yine bir kenara çekilmiş,
kaynatıyorlardı! Efendimiz'in moralini bozup ashabını da korkutmak için
Sa'lebe İbn Hatıb şunları söyler olmuştu:
- Beni Asfar'la savaşmayı sizler, Arapların kendi
aralarındaki savaşlar gibi mi sanıyorsunuz? Vallahi de yarın hepinizi ben,
derdest edilip de iplere bağlanmış olarak görür gibiyim!
Cülas İbn Amr ileri
atılarak:
- Vallahi de, şayet Muhammed doğru söylüyorsa, hepimiz
eşekten daha berbat durumdayız, diyordu. Bu sırada orada bulunanlardan Hz.
Umeyr, ona dönmüş:
- Onda ne şüphe! Zaten sen eşekten daha kötü
durumdasın; çünkü Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) her zaman doğruyu
temsil ederken sen, yalancının tekisin, demeye başlamıştı. Bu arada Muhaşşin
İbn Humeyyir söz almış ve:
- İçinde bulunduğunuz şu gereksiz tartışmalardan dolayı
hakkınızda ayet gelip de mahcup olmaktansa, vallahi de her birimize yüz sopa
had cezası vurulmasını bugün daha sağlıklı buluyorum, diyerek bir endişesini
dile getiriyordu!
Onları
uzaktan temaşa eden Allah Resülü (sallaHahu aleyhi ve sellem) ise, yanına
çağırdığı Arnmar İbn Yasir'e:
- Git de şu topluluğa bir bak bakalım; yine neler
üretmeye başladılar! Yalan yanlış şeyler söylüyorlar! Git de onlara,
ağızlarından çıkan sözü sor; şayet inkar ederlerse, şöyle şöyle söylediniz diye
onlara haber ver, diye görevlendirmişti.
Efendimiz'in verdiği görevi yerine getirmek için
yanlarına gelen Arnmar İbn Yasir, kendileriyle konuşup da ortaya attıkları
fikir ve
599
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
cümleleri kendilerine
söyleyince vaziyeti kurtarmak için soluğu yine Allah Resüliı'nün yanında alacak
ve:
- Ya Resülullah: Biz bunları, öylesine eğlenelim diye
konuşmuştuk, diyeceklerdi. Özürleri kabahatlerinden daha büyüktü ve çok
geçmeden yine Cibril-i Emin'in sesi duyuldu; O, mukaddesata ait meselelerde bu
kadar laubali davranmanın insanı nereye götürebileceğini anlatıyor ve böyle
bir durumda özür beyanına sarılmanın insanı felaketten kurtaramayacağını ifade
ediyordu.w' .Ayetler gelip de durumları ortaya çıkınca Cülas İbn Amr yemin
edecek ve böyle bir ifade kullanmadıklarını söylemeye çalışacaktı; göz göre
göre bir de yalan söylüyorlardı; zira yine Cibril gelmiş ve işin gerçek yönünü
ortaya koyuvermiştilw
Resülullah, Tebük'te bulunduğu sıralarda ashabından Abdullah
İbn Zü'l-Bicddeyn356 adında biri vefat etmişti; şehitlik
arzusuyla yanıp tutuşan bir sahabi idi. Hatta bu dileğini Efendimiz'e ulaştırdığı
bir gün Efendimiz ona, yatağında bile ölüm gelse kendisinin şehit olacağı
müjdesi vermişti ve şimdi ecel onu Tebük'te yakalıyordu. Onun vefat haberiyle
üzülen Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), mezarının kazıldığı yere
kadar gelecek ve içine girerek onu bizzat kendi elleriyle kabrine
yerleştirecekti. Şöyle dua ediyordu:
-
Allah'ım! Yaşadığı sürece Ben ondan hoşnut idim; Sen de ondan razı 01!357
354 Bkz. Tevbe, 9/65,
66 355 Bkz.
Tevbe,9/74
356
Hz. Abdullah, Müslüman olduktan sonra ailesi tarafından her şeyine el konulan
bir sahabi idi; bilhassa amcasının şiddetli tepkilerine muhatap olmuş ve neredeyse
üzerindeki elbiseyi bile soyup ondan almışlardı. Annesinin yardımıyla bir parça
kumaşı ikiye ayırıp birini üzerine diğerini de alt tarafına giyerek Medine'ye
gelmiş ve bir sabah namazı sonrasında Efendimiz'e mülaki olmuştu. Hatta bu
isıni ona, iki parça bez içindeki bu halini gören Efendimiz takmıştı. Yüksek
sesle Kur'an okuduğu için Hz. Ömer'in ettiği ikazlara karşılık Allah Resülü (s.a.s.)
Hz. Ömer'e, Hz. Abdullah'ı bırakmasını söyleyecek ve onun, Allah ve Resülü'ne
hicretle buraya geldiğini beyan edecekti. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/1012 vd.; İbn
Esir, Usudu'l-Öabe, 2/104; İbn Hacer, el-İsabe, 4/162
357
O kadar ki, Efendimiz'in bu denli yakınlık gösterip de hüsn-i niyetine şahit
olan İbn Mes'üt, "Keşke o sırada o mezarda bulunan ben olsaydım!"
diye temenni edecekti. Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/1014; İbn Cevzi, Sıfatu's-Safve,
1/679
600
Aydınlık Dünyanın
Hoşgörü Zemini
Fahr-i
Kainat Efendimiz'in geceleri hep aydındı; çoğunlukla geceyi, Rabbine kulluk
içinde geçiriyordu. Gecenin bir vakti bile olsa kalktığında dişlerini temizler,
misvak kullanırdı.
Gidip
Gelen Elçiler ve Tebük'teki İstişare
Günlerdir
Tebük'te bekleniyordu ama ortalıkta ne bir ordu ne de ordu olmaya aday bir
hareket görülebiliyordu! Ortada iki ihtimal vardı; ya savaşmaktan
vazgeçenBizans askerlerini geri çekmiş ya da zayıf bir ihtimal de olsa İslam
ordusuna akla gelmedik bir tuzak hazırlamıştı! Ancak her geçen süre, bu ikinci
ihtimali zayıflatıyordı! Meseleyi netleştirmenin yolu, karşı tarafla temas
kurmaktan geçiyordu ve Efendiler Efendisi, yıllar önce gönderdiği
Dıhyetü'l-Kelbi'yi yine Hirakl'e gönderecekti; eline verdiği mektupta üç
seçenek zikreden Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), İslam'a tabi olmak,
cizye vermek şartıyla topraklarında kalmak veya savaşmaktan birini tercih
etmesi konusunda Hirakl'i muhayyer bırakıyordu!
Bu
sıralarda Bizans kralı Hirakl, yine Hıms'ta bulunuyordu; Efendimiz'in mektubunu
alır almaz meseleyi vezirleri ve din adamlanyla istişareye açtı; onlara,
ellerindeki bilgileri hatırlatıyor ve hızla gelişmekte olan yeni dinin bir gün,
kendi topraklarına da hakim olacağını söylüyordu! Ancak vezir ve din adamlan
aynı kanaatte değildi ve onların şiddetle karşı çıktığını gören Hirakl,
makamını korumak için geri adım atacaktı.s'" Ancak buna rağmen Hirakl,
Efendimiz'in ne karşısında yer alarak savaşmayı tercih edecek ne de yanında yerini
alarak O'na tabi olmayı isteyecekti. Tebük' e kadar gelen ordu karşısında fikir
beyan etmekten kaçınacak ve nötr bir tavır sergileyecektL
Bu
sırada Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), dört yüz kişilik bir
kuvvetle Halid İbn Velid'i Dümetü'l-Cendel taraflarına gönder-
358
Hatta o gün Hirakl'in, Efendimiz'e bir elçi gönderip, aslında kendisine tabi olduğunu,
ancak makamını korumak için bunu izhar edemediğini ifade ettiğine dair
rivayetler vardır. Buna göre Allah Resülü (s.a.s.), onun bu tavrını tasvip
etmeyecek ve iman gibi önemli bir meselenin, krallık gibi diınyevi meselelerin
gölgesinde kalmasına rıza göstermeyecektir. Bkz. Siiheyli, Ravdu'l-Unf, 4/300;
İbn Kayyım, Zadu'l-Mead, ı/rıö: Salih!, Siibiilii'l-Hüda ve'r-Reşad, 5/457-459,
1l/356
601
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
miş
ve Beni Kinde'nin kralı Ükeyder İbn Abdilmelik'i esir alarak dönmesi
talimatını vermişti. Hatta o gün Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern),
beraberindeki asker adedini azımsayıp gittiği toprağın genişliğini ileri
sürerek onun üstesinden gelmekte zorlanacağını kendisine beyan eden Hz.
Halid'e:
-
Onu sen, yabani sığır avlarken bulacak ve yakalayacaksın; ancak sakın onu
öldürme ve Bana getir, diyerek Ükeyder'i nerede bulacağını ve bulduğu zaman da
nasıl yakalayıp esir alacağını bile tarif ediyordu. Gerçekten de Ükeyder,
üzerine Hz. Halid'in geldiği gün yabani sığır avına çıkmış; fakat kendisi, ava
giderken avlanıvermişti! Bu sırada yanında, adamlarından bir kısmıyla birlikte
kardeşi Hassan da vardı. Allah Resölü'nün verdiği bir haberin daha milimi
milimine zuhür ettiğini gören Hz. Halid, aynı heyecanı kendileriyle de
paylaşmak için Ükeyder'in boynundaki altın haçı alıp Efendimiz'e gönderecek ve
o gün onu gören ashab da, kıynıet ve güzelliği karşısında hayranlığını
gizleyemeyecekti. Bunun üzerine Allah Resölü (sallallahu aleyhi ve sellem)
onlara:
-
Sizin hoşunuza gidip de dikkatinizi çeken şey bu mu, diye soracak ve şunları
söyleyecekti:
-
Nefsim yed-i kudretinde olana yemin olsun ki, Sa'd İbn Muaz'a cennette ihsan
edilen mendiller, bundan çokdaha güzel ve alımlıdır!
Daha
sonra Hz. Halid'le birlikte Tebük'e geldiklerinde Efendimiz (sallallahu aleyhi
ve sellern), Ükeyder ve adamlarına da İslam'ı tebliğ edilecek, ancak onlar bunu
kabul etmeyeceklerdi. İslam hakimiyeti altında kalmakla birlikte yıllık cizye
vermeyi kabulleniyorlardı ve Allah Resülii de (sallallahu aleyhi ve sellern),
onlarla bir anlaşma yaparak iki kardeşi serbest bırakacaktı.
Bu
arada, Ükeyder üzerine giden kuvvetler gibi kendi üzerine de benzeri
birliklerin geleceğinden çekinen Eyle kralı Yuhanna İbn Riibe, yanına
aldığı hediyelerle birlikte Efendimiz'in yanına gelecek ve cizye vermek
karşılığında bir anlaşma yaparak geri dönecekti. 359
359 Getirdikleri hediyeler arasında beyaz bir katır da
bulunuyordu. Efendimiz (s.a.s.) de ona, bir cübbe hediye etmişti. Bkz. Buhari,
Sahih, 2/539 (1411); 3/1153 (2990); Ebu Davud, Sünen, 3/179 (3079); Beyhaki.
Sünen, 9/215
602
Aydınlık Dünyanın
Hoşgörü Zemini
İnsanlarla
diyalog zeminlerinin kurulmasına ayrı bir önem veren Efendiler Efendisi
(sallallahu aleyhi ve sellern), Yuhanna'ya yazılı bir teminat verecek ve
Yuhanna ile birlikte bu teminata, Şam, Yemen ve Bahr cihetindeki insanları da
dahil ederek mal ve can güvenliklerini üstlendiğini bildirecekti. 360
Tebük'te
Bizans'la sıcak bir temas yaşanmamış olsa bile maksat hasıl oluyor ve bu
vesileyle, İslam'ın kuşatıcı yüzüyle insanlar yeni yeni tanışıyordu; zira bu
sırada Yahudi halklarından Cerbii ve Ezruh kabileleri de gelmiş, Allah Resülü
(sallallahu aleyhi ve sellem) ile anlaşma yapmışlardı; buna göre onlar da, her
yıl Recep ayında teslim edilmek üzere yıllık yüz dinar cizye ödeyecek ve
bununla İslam'ın himayesine girmiş olacaklardı. Efendiler Efendisi (sallallahu
aleyhi ve sellern), böyle bir tercih neticesinde onların da can ve mal
güvenliklerini üstlendiğini ifade ediyor ve buna mukabilonların
mükellefiyetIerini de, güvende olduklarını bildiren bu metne kaydediyordu.
Hatta Cerba ve Ezruh halkı, o yılki cizyelerini, daha Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem) Tebük'terı ayrılmadan önce getirecek ve Allah Resülü'ne teslim
edeceklerdil
Bu
sırada Meknii halkı da gelip Efendimiz'le bir anlaşma yapmıştı; buna
göre onlar da, meyve mahsüllerinin dörtte biri ile dokudukları kumaşların
dörtte birini cizye olarak vermeyi kabul ediyor ve İslam'ın huzur veren
ikliminde kalmayı tercih ediyorlardı.
Tebük
,semeresini vermişti ve Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern), daha
fazlasını talep edip ordusuyla birlikte ilerleyip Şam istikametinde ilerlememe
konusunda ashabıyla istişare etmeye başladı; Hz. Ömer (radıyallahu anh):
-
Ya Resülullahl Şayet Sana bu da emredilmişse, yoluna devam et, dedi.
Ancak
O (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabının fikrini almadan hareket etmek
istemiyordu; zira O'na Allah (celle celaluhü), işlerini ashabıyla istişare
etmesi gerektiğini bildirmişti ve hemen:
-
Şayet daha ileriye yürümekle emredilmiş olsaydım, bu konuda sizinle istişare
etmezdim, buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer, şunları söyleyecekti:
360
Bkz. Buhari, Sahih, , 2/539 (1411); 3/1153 (2990); Ebu Davud, Sünen, 3/179
(3079); İbn Ebi Şeybe, Musannef, 7/422 (37006); Beyhaki, Sünen, 9/215
603
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
-
Ya Resülullah! Rumlar büyük bir topluluk ve aralarında da hiç Müslüman yok! Şu
anda onlara en yakın bölgedeyiz ve Senin buraya kadar gelmen, onlarda büyük bir
korkuya sebebiyet vermiş durumdadır! Bundan sonraki gelişmeleri takip etmek ve
Allah'ın bu konuda Sana vereceği hükmün ne olacağını beklemek üzere dilersen
bu sene geri dönelim!
Genelin
kanaati de bu istikamette olunca Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve
sellern), Tebük'ten ayrılma kararı aldı; artık hedef Medine idi.36ı
Yaklaşık
yirmi gündür ikamet edilen Tebük'ten ayrılma vakti gelmişti; ancak ne Allah Resülü
(sallallahu aleyhi ve sellernj'jn ne de ashabın elinde azık adına bir şey
kalmıştı! Medine'ye geri dönme kararı alındığına göre yakın zamanda bir savaş
ihtimali de yoktu ve bunu fırsat bilen ashab, huzura gelerek şöyle dedi:
-
Ya Resülullah, diyorlardı. Bize izin versen de, develerimizi kesip hem yiyecek
ihtiyacımızı karşılasak hem de yağlarından istifade etsek!
Talep
de kendilerinden geldiğine göre makul görünüyordu ve bir kısmı itibariyle
çoktan kesim işine başlamışlardı bile ... Bunu gören Hz. Ömer, onlara kesim
işine bir miktar ara vermelerini söyleyip bir çırpıda Allah Resülü'nün yanına
geldi:
-
Ya Resülullah, diyordu. Yüklerini taşıdıkları develerini kesip de yemeleri
konusundaki izni insanlara siz mi verdiniz!
Ne
böyle bir izinde problem vardı ne de herkesin sahip olduğu develeri kesmesinde!
Ancak yarınları omuzlayacak olan Hz. Ömer'in gerekçesi çok farklıydı. Onun bu
telaşını gören Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern):
36ı
Efendimiz'in, Tebük'ten daha ileriye gitmemesinde Şam cihetinde yaşanan taun
hadiselerinin de etkili olduğu ifade edilmektedir. Hatta konuyla ilgili olarak,
"Bir yerde taun olur ve siz de orada bulunursanız, sakın oradan dışarı
çıkmayın; bu sırada siz bajka bir yerde bulunuyorsanız, bu durumda da sakın
oraya ginneyin!" uyansının Tebük günlerinde yapıldığı
bildirilmektedir. Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/373 (23214); Taberani,
Mu'cemu'l-Kebir, 18/15 (21); Salihi, Sübiilii'l-Hiida ve'r-Reşad,5/462
604
Aydınlık Dünyanın
Hoşgörü Zemini
-
Açlık konusunda yaşadıkları sıkıntıları Bana gelip şikayet edercesine
anlattılar. Ben de, geride kalanlara nöbetleşe binmeleri şartıyla ve yük için
ayrılanlardan olmak üzere her bir grubun birer ikişer deve kesmesine izin
verdim; zaten insanlar da evlerine dönüyorlar, diye cevapladı Hz. Ömer'i.
Bunun üzerine Hz. Ömer bir adım daha atarak:
-
Yil Resülullah, dedi. İnsanların elinde ihtiyat açısından bir miktar azık
bulunması her zaman daha hayırlıdır; çünkü bugünlerde develer iyice zayıf
düştüler! Fakat, yil Resülullah, onların azıklarından artan kısımlarını talep
et ve onların hepsi bir araya getirilsin; sonra da Sen, Hudeybiye'den dönerken
olduğu gibi yine bereket için Allah'a dua et; o zaman Sana icabet ettiği gibi
Allah'ın böyle bir talebe yine bereket ihsan edeceği umulur!
İhtiyatlı
bir yaklaşımdı ve Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), bu talebe de olumlu
yaklaşmıştı. Şimdi sıra, insanlara bunun duyurulmasına gelmişti. Tebük'te bir
münadi sesleniyor ve herkesin, elinde azık adına ne varsa onu Resülullah'ın
yanına getirmesini ilan ediyordu!
Çok
geçmeden herkes, eline ne geçmişse getirmeye başlayacak ve ortada biriken üç
öbek yiyecek, otuz bin kişilik ordunun tamamını doyurmaya yetecekti. Aynı
yolculuk esnasında defalarca su mucizesine şahit olacaklar ve yorgun develerin
de Allah Resülü'nün duasındaki bereket vesilesiyle en hızlı binekler haline
geldiğini göreceklerdi.
Bu sıralarda münafıklardan bir grup, aralarında konuşup
ittifak etmiş ve Resfılullah'a tuzak kurup hayatına kastetmeyi planlamışlardı.
Bunun için fırsat kolluyorlardı:
-
Vadiyi geçip de dağlara doğru tırmanırken O'nu sıkıştırır ve vadiye doğru
uçurumdan yuvarlayıp öldürürüz, diyorlardı. Bunca mucizeye şahit oldukları
Resülullah ile birlikte bu kadar müşterek zaman geçirdikleri halde akılları bir
türlü başlarına gelmemişti ve halil bunu düşünebiliyorlardı! Ancak düşünmüş
olmaları, maksatlarına ulaşacakları anlamına gelmiyordu; sadece herkes, kendi
karekterinin gereğini yerine getiriyordu! Zira Cibril-i Emin gelmiş ve onların
ne yapmak istediklerini Allah Resülü'ne bildirmişti.
605
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern)
Zaman, elmasla kömürün birbirinden aynlma zamanıydı;
bunca yıldır içeride kaldığı halde hala küfür adına hareket edenlerle yürekten
iman edenler böylelikle birbirinden ayrılacak ve şerre kilitlenmiş kin
tüccarlarıyla, gerçek manada Allah'a kulolanlar bütün berraklığıyla ortaya
çıkacaktı! Vadide ilerleyenler arasında Allah Resülii'niin münadisinin sesi
yankılanıyordu:
- Şüphesiz Resülullah, şu dağ yoluna girecektir; sizden
hiç kimse bu yoldan gelmesin! Sizler, vadiden ilerleyip yolunuza devam edin;
çünkü sizin için bu yol daha sağlıklı ve kolaydır!
Ortada nebevi bir emir olur da sahabe bu emri yerine
getirmez miydi hiç! Bu emri yerine getirmeyen bir grup ise, düşündükleri suikastı
gerçekleştirebilmek için fırsat bulduklarını düşünüp çoktan işe koyulmuşlardı
bile ... Gecenin karanlığından da istifade ederek yüzlerini kapatmış ve
herkesten önce hareket ederek dağ yoluna girmişlerdi!
Ashab-ı kiram hazretlerinin vadide ilerlediği bu
saatlerde, yanında bulunan Amrnar İbn Yasir, Hamza İbn Amr ve Huzeyfe İbn
Yemarı gibi ashabından bir grupla birlikte dağ yoluna giren Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellern), kendisinden önce buraya gelip de tuzak kuran
nifak grubunun hışırtılarını işitti; verilen haber tahakkuk etmek üzereydi!
Bir anda dört bir taraftan yüzleri kapalı insanlar yollarına çıkmıştı.
Resülullah'ın devesini ürkütmüşler, hatta bu ürkmeyle birlikte devenin üzerinde
bulunan bazı eşyalar da etrafa savrulmuştu! Zaten maksatları da buydu; deveyi
sıkıştırıp korkutacak ve Efendimiz'in düşmesini temin edip uçurumdan aşağıya
doğru yuvarlayacaklardı!
Efendiler Efendisi celallenmişti; yanında bulunanlar da
bu işten tedirgin olmuş ve üzerlerine birden üşüşüveren bu insanlara karşı
tepkilerini ortaya koymaya başlamışlardı. Elindeki sopasıyla develerinin
yüzlerine vurmaya başlayan Hz. Huzeyfe onlara:
- Defolup gidin, sizi gidi Allah düşmanları, diye
çıkışıyor ve bunların kim olduklarını anlamaya çalışıyordu. Ancak gecenin
karanlığında ve yüzleri kapalı olan bu adamların kim olduklarını anlamaya
imkan yoktu. Ancak adamlar da korkmuştu; tavır ve duruşundan, Resülullah'ın
kendi hallerine muttali olup planlarından haberdar edildiğini anlamışlardı!
Onun için daha fazla açık verip kendileri-
606
Aydınlık Dünyanın
Hoşgörü Zemini
ni
belli etmeden hemen kaçmayı düşüneceklerdi. Bunu gören Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellern), Hz. Huzeyfe ve Hz. Ammar'a seslenerek arkadan onları takip
edip kim olduklarını öğrenmesini isteyecekti. Ancak buna imkan bulamamışlardı;
hızla dağ yolundan inen bu karanlık ruhlar, gelişmelerden habersiz vadide
ilerleyen insanların arasına karışıp çoktan izlerini kaybettirmişlerdi! Allah
Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Huzeyfe'ye sordu:
-
Geri püskürttüğürı adamlardan herhangi birini tanıyabildin mi?
-
Develerinden başka hiçbir şey görernedim; yüzleri maskeliydi ve gecenin
karanlığında onları seçmeme imkan yoktu; görernedim, diye cevapladı Hz. Huzeyfe
(radıyallahu anh). Bunun üzerine onlara sordu Allah Resülü (sallallahu aleyhi
ve sellem):
-
Onların niçin böyle yaptıklarını ve esas maksatlarının da ne olduğunu biliyor
musunuz?
-
Valiahi de hayır, bilmiyoruz ya Resi'ı.lullah, diyorlardı. Bunun üzerine Efendiler
Efendisi:
-
Onlar, dağ yoluna birlikte çıkıp Bana tuzak kurdular; geçitteki uçurumun
kenarına geldiğimde Beni sıkıştıracak ve aşağıya yuvarlayacaklardı! Ancak
Allah (celle celaluhü), onların da, onların babalarının da kimliğini Bana
haber verdi; inşallah onları Ben size bildiririm, buyurdu. Ashab da taaccüp
etmişlerdi; içlerinde bulundukları halde hala birilerinin bu türlü çirkin
planlar düşünebilecek olmasına bir anlam veremiyorlardı! Uğrunda canlarını
vermeye and içmiş ashab, bir an önce bu adamların kim olduğunu öğrenip
haklarından gelmeyi can ii gönülden istiyordu! Bazıları ileri atılıp:
-
Ya Resi'ı.lullah! Onlar hakkında emir buyursanız da boyunları vurulsa, diye
temennide bulunduklarında Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), genel ahenk
adına bunu da istemeyecek ve Hz. Arnmar ve Hz. Huzeyfe'ye isimlerini verdiği
halde bu insanlara, her şeye rağmen müeyyide uygulamayacaktı! Hatta ashabdan
bazıları daha da ileri gidip bunların artık 'ashab' da olamayacaklarını
beyan ettiklerinde Resi'ı.lullah (sallallahu aleyhi ve sellern):
-
Onlar, 'La ilahe illailah' diyerek şehadette bulunmuyorlar mı, diye
buyuracaktı. Efendimiz'in bu sorusuna 'Evet' diye karşılık verdiklerinde O
(sallallahu aleyhi ve sellern):
607
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Onlar, Benim 'Resülullah' olduğumu da söylemiyorlar mı,
diye soracak ve ashabından yine, 'Evet' cevabını alacaktı. Bunun üzerine Allah Resülü
(sallallahu aleyhi ve sellern), hükmün dışa yansıyan görüntüye göre
verilmesinin gerekliliğini tescil manasında:
-
Bunlan öldürme konusunda Bana izin verilmedi, buyurarak o gün, meseleye son
noktayı koyacaktı. 362
Artık
yolculuk bitmişti; Medine'ye girmek üzerelerdi. Bir aralık ashabına dönen
Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern):
-
Şu anda Medine' de öyle insanlar var ki, sizin gittiğiniz her yerde, adım
attığınız her vadide hep sizinle beraberlerdi, buyurdu. Anlaşılan, arkada kalıp
da gelemeyen herkesin münafık olmadığını anlatmak istiyordu; zira onlar
arasında, Ka'b İbn Malik, Mürare İbn Rebi' ve Hilal İbn Ümeyye gibi yürekten
mii'min olduğu halde bazı sebeplerden dolayı gelemeyenler de vardı. Ancak bu
beyanlar karşısında şaşıran ashab:
-
Ya Resülullah, diyorlardı. Onlar Medine' de oldukları halde, öyle mi?
Taaccüplerini dile
getiriyor ve sebebini öğrenmek istiyorlardı.
Bunun üzerine
Efendiler Efendisi:
-
Evet, onlar Medine' de oldukları halde, buyurdu. Zira onları burada alıkoyan
şey, mazeretleriydi!
Demek
ki, yalan yanlış beyanlarla mazeret üretip Tebük'e gelemeyenlerle diğerlerinin
arasında fark vardı ve Resülullah da (sallallahu aleyhi ve sellem) bu farka
dikkat çekiyordu.
O
gün Efendimiz'in dikkat çektiği başka şeyler de vardı; Medine'yi görür görmez:
-
İşte bu, Tabe'dir ki oraya Beni Rabbim yerleştirdi; körüğün demir üzerindeki
çapakları temizleyip attığı gibi Medine de, ahalisi
362
Ertesi gün ise, Hz. Huzeyfe'ye bunların hepsini teker teker çağırttıran Efendimiz
(s.a.s.), on iki kişi oldukları ifade edilen bu insanlara, niçin böyle bir
tercihte bulunduklarını soracak ve daha fazla üstlerine giderek perdeyi
yırtmayacaktı. Ancak yine de ashab, bu on iki kişinin hepsinin de, dünyadan
nifak içinde irtihal ettiklerini anlatacaktır. Bkz. Taberi, el-Camiu'l-Beyan,
8/207; İbn Kayyım, Zadu1-Me3.d, 3/477 vd.; Salihi, Sübülü'l-Hüda ve'r-Reşad,
5/467-468
608
Aydınlık Dünyanın
Hoşgörü Zemini
arasında
bulunan kötülükleri silip attı, buyurdu. Bu arada gözleri, Uhud'u süzmeye
başlamıştı; daha öncekilerde olduğu gibi yine dudaklarından aynı cümle
dökülüyordu:
- Uhud, öyle bir dağ
ki, biz onu severiz, o da bizi!
Daha sonra özellikle
Erısar'a yönelen Efendiler Efendisi onla-
ra:
-
Size, Erisar'ın evleri arasında en hayırlı olanları haber vereyim mi, diye
soruyordu.
-
Evet, ya Resı11ullah, diyorlardı. Bunun üzerine Efendimiz (saIlallahu aleyhi
ve sellern), sıralamaya başladı:
-
Ensar'ın evleri arasında en hayırlı olanları, Beni Neccar'ın, sonra Abdullah
İbn Eşheloğullarının ve sonra da Beni Saide'nin evleridir!
Hayır
sıralamasında arkada kalan Beni Sôideoğullan, bu tasnif karşısında biraz üzüntü
duymuşlardı. Huzura gelen Hz. Sa'd:
-
Ya Resülullah, dedi. Ensar'ın evleri arasında hayır sıralaması yaptın ve bizim
evlerimizi bu sıralamada en son zikrettin!
Böyle
bir sıralamada elbette bazıları arkada kalacaktı ve bunu söyleyenlere dönerek
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern):
-
Sizin de en hayırlılar arasında zikredilmeniz neyinize yetmiyor, buyurdu.
Yaklaşık
iki aydır aralarında göremedikleri Allah Resülü'nün yeniden şehirlerine
gelişini gören kadınlarla çocuklar yine yollara dökülmüş, Veda tepesinden
üzerlerine doğan bu dolunay aydınlığı karşısında neşide ve güzel sözlerle
sevinç izharında bulunuyor ve böylelikle bir bayram havası içinde O'nun
gelişini karşı1ıyorlardı!
Gelir
gelmez yine Mescid-i Nebevi'ye koşmuş ve şükür adına burada iki rekat namaz
kılmıştı:
-
Bizi bu seferimizde mükafat ve iyilikle rızıklandıran Allah'a hamd olsun,
diyordu.
Tebük
dönüşünde ashab, artık bundan sonra savaş olmaz düşüncesine kapılmış ve
ellerindeki silahlarını bile satmaya başlamıştı; Hicaz'da kendilerine karşı
koyacak bir gücün kalmadiğını ve bundan böyle ne kılıca, ne de kalkana ihtiyaç
duyacaklarını düşünüyorlardı! Onların bu tavrından haberdar olan Allah Resülü (sallaIIahu
aleyhi ve sellern), hemen buna müdahale edecek ve:
609
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
-
Ümmetimden bir grup, Deccal'ın zuhür edeceği ana kadar hep hak üzere cihad
edecektir, buyuracaktı.
Mescid-i Dırar
Dönüş
yolunda da Efendimiz'in karşısına, çozum bekleyen problemler çıkmıştı; Tebük'e
hareket ettikleri sıralarda inşa edilen nifak mescidi, bir mazeret uydurup da
Tebük'e gelemeyenlerin durumu ve yokluğunda Medine'de biriken daha birçok
konu, çözüm için bizzat O'nun gelişini bekliyordu.
Efendimiz'in
Medine'ye yaklaştığı sıralarda yanına gelen Cibril-i Emın, Allah'ın kesin
emrini ulaştırmış ve Tebük'e çıkmadan önce gelen namaz taleplerine karşılık, "Dönüşte
belki!" dediği Dırar mescidinde namaz kılınmaması gerektiğini tebliğ
etmişti.363
Meselenin
gerçek yönünü şimdi herkes görmüştü; böylesine hayırlı bir işte Efendimiz'in
ağırdan aldığını görüp de taaccüp edenler, ayetin gelişiyle birlikte Allah
Resülii'niin attığı her adımda ne kadar hikmet bulunduğunu görüp Allah'a hamd
ediyorlardı! Meğer ortada, Allah ve Resülü'ne karşı yürütülmeye çalışılan mücadelede
nifaka merkez haline getirilmek istenen bir mescit vardı ve Efendimiz'in
burada namaz kılmasıyla takdis edilecek olan bu mekan, bundan sonra odak haline
gelecek ve adı 'mescit' bile olsa hep küfre hizmet edecekti.
Ayet
gelip de meselenin iç yüzünü ortaya koyduğuna göre şimdi sıra, nifaka odak
haline getirilmek istenen bu binanın ortadan kaldırılmasına gelmişti.
Efendiler Efendisi, ashabından bir kısmını yanına çağırarak bu görevi onlara
verince onlar, tereddütsüz gittiler. Bu binayı ateşe verip yerle bir ettiler!364
Nifak
adına bir adım daha akim kalmıştı; her bir hamle Hicaz'ı, küfür ve nifaktan
temizlerneye yarıyordu ve bundan sonra münafıklar için Medine, üzerlerindeki
baskının daha da arttığı bir mekana dönüşecekti.
363 Bkz.
Tevbe, 9/107-110
364
Efendimiz (s.a.s.) Dırar mescidinin yerine de bir ev yapması için burayı
ashabından birisine tahsis edecekti; ancak yine ashabın şehadetiyle burada, ne
bir çocuk dünyaya gelecek ne bir güvercin yuva yapacak ne de bir tavuk
kuluçkaya yatacaktı! Bkz. Vakıdi, Megazi, 1/1046; Salihi, Siıbiılii'l-Hiida
ve'r-Reşad, 5/472
610
Aydınlık Dünyanın
Hoşgörü Zemini
Mazerete Sarılanlar ve Bir Tevbe
Kahramanı
İç
yüzleri bir kez daha suretlerine akseden bu yüzsüzler, her şeye rağmen
Efendimiz'in huzuruna geliyor ve Tebük'e gidemeyişlerini meşru gösterebilmek
için belli başlı mazeretler ileri sürüyorlardı. Yine perdeyi yırtmamak için
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), mazeret diye ortaya sürdükleri
yalanları kabullenmiş gözüküyor ve herhangi bir tepki vermiyordu. Peşi peşine
hepsi gelip durumunu arz etmiş ve sıra, atılan her adımda aslında kendileriyle
birlikte olduğunu söylediği samimi mü'minlerine gelmişti. Bir Ramazan günüydü;
büyük bir mahcübiyetle huzura gelen Hilal İbn
Ümeyye ve Mürare
İbn Rebi' için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern) ashabına:
-
Ben size izin vermedikçe hiçbiriniz, onlardan herhangi birisiyle oturup
konuşmasın, diyordu. Aynı duygularla yanına gelen Ka'b İbn Malik, mescide gelip
Allah Resülii'ne selam verdiğinde O (sallallahu aleyhi ve sellem), önce acı
bir tebessümle yüzüne bakmış ve sonra da bu samimi insandan yüzünü çevirmişti;
dünyalar başına yıkılıyordu Ka'b İbn Malik'in! Allah Resülü'rıün haliyle vermek
istediği mesaj, yüreğine oturmuştu ve:
- Ya Resülullah, diye
seslendi. Niye benden yüz çeviriyorsun?
Vallahi de ben, ne
münafıkım, ne de dinim konusunda herhangi bir şüphe içindeyim ve ne de dinimi
değiştirdim!
-
Peki, öyleyse sen niye gelmedin, diye sordu Efendiler Efendisi. Halbuki sen,
hazırlığını da yapmış değil miydin?
-
Evet, ya Resülullah, diye başladı sözlerine Hz. Ka'b. Şu anda Senin değil de
dünya ehlinden herhangi birinin yanında bulunuyor olsaydım, bir mazeret beyan
edip de onun hışmından kendimi kurtanrdım; çünkü bende, insanları ikna etme
kabiliyeti vardır! Fakat biliyorum ki ben, bugün beni kurtaracak yalan bir
beyanla Sana halimi arz etsem, yarın mutlaka Allah (celle celaluhü), Durumu
Sonra haber verecek! Ancak bugün doğruyu beyan edip de Senin bana kızacağın
bir beyanda bulunursam, işte o zaman Allah'ın beni affedeceğinİ umarım; işin
doğrusu, vallahi de benim bir mazeretim yoktu!..
Ashabındaki
samimiyeti büyük bir dikkatle izleyen Sultan-ı Rusül Efendimiz, ashabına
dönerek önce:
- İşte buna gelince,
bu doğruyu söyledi, buyurdu. Aslında sa-
611
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
dece
bu cümle bile, bu üç sahabiden önce gelip de yalan yanlış beyanlarla
kendilerini kurtarmaya çalışan seksen civarındaki insanın halini anlatmaya
yetiyordu! Ardından da ilave etti:
-
Haydi kalk ve hakkında Allah (celle celaluhü) dilediği hükmü verinceye kadar
bekle 1365
Mekke'nin fethinden sonra hızlanarak süreklilik kazanan
hey'etlerin gelişi, Efendimiz'in Tebük'ten dönüşüyle birlikte yeniden
hızlanmıştı ve bundan böyle Medine, hemen her gün yeni bir hey'eti misafir
ediyordu. Daha düne kadar karşı koyma yarışma giren veya gidişatın sonucunu
beklemeyi tercih edenler, Mekke'nin fethi, Huneyn ve Tebük gibi önemli dönüm
noktalarında Allah Resülii ve ashabın elde ettiği muvaffakiyetleri görünce,
gelip teslim olmaktan başka alternatifin olmadığını anlayıp bir bir teslim
olmaya geliyorlardı. Bunun için münferit gelip de Müslüman olanlar olduğu gibi
hey'etler halinde Medine'ye koşarak İslam'ın aydınlık yüzüyle tanışanlar da
vardı ve bu maksatla bir yıl içine Medine'ye, farklı sayılarda yaklaşık üç yüz
elli hey'et366 gelmişti; geliyor ve çoğunluk itibariyle Müslüman
olup kendi kabilelerine geri dörıiiyorlardıle"? Gelende
365
İçlerindekini samimi olarak ortaya koyan bu insanlara Allah Resı1lü (s.a.s.),
konuşma yasağı getirecek ve adeta bir süreliğine toplumdan tecrit edecekti. O
gün Ka'b İbn Malik gibi Mürare İbn Rebi' ve Hilal İbn Ümeyye de, aynı
müeyyideye muhatap olanlardandı ve bu yasak, tam elli gün sürecekti. Bkz.
Haylamaz, Reşit, Saadet Asnna Doğan Yıldızlar, s. 207 vd.
366
Aslında hey'etlerin gelişi, hicri beşinci yılda Müzeynelilerle başlamıştı;
sekizinci yılda bu süreç yeniden hız kazanmış ve dokuzuncu yılda zirveye
çıkmıştı. Efendimiz'in irtihaline kadar da devam edecek olan bu süreçte toplam
342 hey'et Medine'ye gelmişti. Bu hey'etlerin sayısı konusunda İbn İshak on beş
rakamını telaffuz ederken İbn Sa'd gibi tarihçiler bu sayının atmış olduğunu
ileri sörmüş, İbn Kayyim ve Kastalani gibi alimler de, bu sayıyı 332 olarak tespit
etmişlerdir. Muhtemelen bu farklılığın altında, belli bir sayının
üzerindekileri hey'et olarak kabul etmeme veya sadece dokuzuncu yıl içinde
gerçekleşen ziyaretleri sayma gibi bir yaklaşım vardır.
367
Gelip de teslim olmak isteyen herkese hemen müspet cevap da verilmiyordu; hatta
Kureyş'in gönderdiği elçi EbU Rafi'nin, Efendimiz'le karşılaştığında kalbi
yumuşayacak ve O'na, Müslüman olma isteğini beyan edecekti. Bunun üzerine Allah
Resı1lü (s.a.s.) ona:
612
Aydınlık Dünyanın
Hoşgörü Zemini
de,
gelip kabilesine geri dönende de artık farklı bir heyecan vardı; görüp
duyduklarını arkada bıraktıklarıyla da paylaşmanın heyecanını taşıyor,
yakınlarını da İslam'la tanıştırmak için adeta birbirleriyle yarışıyorlardı!
Medine'ye
gelenler için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), zaman zaman mescidin
içinde çadır kurduruyor ve günlerce burada misafir edip Kur'an dinlemelerini
temin edip namazdaki huzura şahit olmalarını istiyordu. Onları ağırlamak için
yine Ensar cömertliği devreye giriyor, semtlerine gelen yeni yüzleri de
ağırlamak için adeta birbirleriyle yarışıyodardı! Efendimiz (sallallahu aleyhi
ve sellem) de ashabına, dışarıdan gelen hey'etlerin daha sınırdayken
karşılamalarını tavsiye ediyor, Medine'ye gelinceye kadar da kendilerine
refakat etmelerini söylüyor ve sonra da her birine hediyeler vererek öyle geri
gönderiyordu.368 Öyle ki bu yıla, 'hey'etler yılı' manasında
'Senetii'l-Viifiui' denilecekti.
Her
birinin, kendine has özellikleri ve talepleri vardı; bazıları Efendimiz'den
muallim ve mürşid talep ediyor, bir kısmı ise akıllarına takılan soruları
sorup cevabını almak istiyorlardı. Bunların bir kısmı, sordukları sorularla
Allah Resülü'nün sözündeki sadakati test etmeye çalışırken bir kısmı ise hiçbir
şey sormadan mutlak kurtuluşu, O'na (sallallahu aleyhi ve sellem) koşulsuz
itaatte buluyordu!
Necran Hey'eti
Bunlar arasında, on
dördü eşraftan olmak üzere toplam atmış kişilik bir hey' etle Medine'ye gelen Necrôn grubu ayrıca dikkat çekiyordu.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara mektup yazmış ve: - Ben sizi,
kullara kulluğu bırakıp da Allah'a ibadet etmeye, in-
sanların yakınlığını
bir kenara bırakıp da Allah'ın velayetine davet
-
Ben bir elçiyi alıkoyarnam; sen şimdi git ve gerçekten Müslüman olmak istiyorsan,
daha sonra gel, tavsiyesinde bulunacaktı. Bkz. Ebu Davud, 3/82 (2758); Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 6/8 (23908); Taberani, Mu'cemu'l-Kebir, 1/323 (963)
368
Misafir olarak Mescid-i Nebevi'ye gelen bu insanlara hizmette kusur edilmemesi
gerektiğini hatırlatan Efendiler Efendisi, vefatı öncesinde de aynı konuyu dile
getirecek ve onlara iyi davranılması gerektiğini söyleyecekti. Bkz. Buhari,
Sahih, 3/1111 (2888),3/1155 (2997); Müslim, Sahih, 3/1258 (1637); Ebu Davud,
3/165 (3029)
613
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
ediyorum;
şayet kabul etmezseniz cizye verirsiniz. Bunu da kabullenmezseniz, bilin ki
bu, sizin için savaş sebebidir! Vesselam, diyerek maksadını ifade etmişti.
İşte,
Allah Resülü'niin bu mektubundan sonra Necranlılar, meseleyi kendi aralarında
müzakere etmiş ve bir hey'et göndererek durumu netleştirmelerini istemişlerdi.
Şimdi ise onlar, üstlerinde ipek elbiseler giyip parmaklarına da altın yüzükler
takmış olarak şair, vezir ve din adamlarıyla birlikte Medine'ye gelmişlerdi.
Mescid-i Nebevi'ye girince doğu cihetine dönmüş ve duaya durup namaz kılmaya
başlamışlardı. Ashab için bu, büyük bir yanlıştı; Resülullah'ın mescidinde
yanlış bir kıbleye dönülür müydü hiç! Hemen müdahale etmek istemişlerdi.
Onların bu halini gören hoşgörü insanı Allah Resülü ise:
-
Onları kendi hallerine bırakın, diyecek ve ashabını ikaz edecekti.
İbadetlerini rahatlık içinde eda ettikten sonra da gelip Efendimiz'e selam
vermişlerdi; selamlarını alan Efendiler Efendisi onları İslam'a davet edecek,
ancak onlar:
-
Biz, sizden önce de zaten Müslüman'dık, diyerek bu davete icabet
etmeyeceklerdi. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara:
-
Sizi Müslüman olmaktan alıkoyan üç şey; haça ibadet etmeniz, domuz eti yemeniz
ve Allah'a oğul isnat etmenizdir, diyecekti. Mescid-i Nebevi'de büyük bir
gürültü kopmuştu; en temel meselelerini dile getiren Allah Resülii'nün bu
yaklaşımından hiç hoşlanmamışlardı! Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)
onlara Kur'an okuyar ve yalan yanlış anlayışlarını tadil etmeye çalışıyordu.
Ortada
nebevi bir cömertlik vardı ve bu süreç, günlerce devam edecekti. Efendimiz'e
soru üstüne soru soruyorlardı! Ne soruları soru ne de aldıkları cevap
karşısında takındıkları tavır anlaşılır bir tavırdı; sorularının ardı arkası
kesilmeyince Efendimiz de onlara soru sormaya başlamış ve karşılıklı soru cevap
şeklinde devam eden meclisler günlerce sürer olmuştu!
-
Nasılolur da Sen, bizim sahibimiz hakkında kötü söz söyler ve onun, Allah'ın
oğlu olmadığını ifade edersin, diyorlardı. Garip bir yaklaşımdı ve Efendiler Efendisi
onları:
- Evet, şüphesiz ki
o, Allah'ın kulu ve resülü, bekar ve iffetli
614
Aydınlık Dünyanın
Hoşgörü Zemini
Meryem'e Allah'ın
ilka buyurduğu bir ruhtur, diye cevaplayacaktı. Kızmışlardı:
-
Babasız bir insan gösterebilir misin; şayet sözünde doğru isen bize bir
örneğini göster, diyorlardı.
Yine
imdada Cibril-i Emin yetişmiş, Efendimiz'e şunlan tebliğ ediyordu:
- Allah yanında İsa'nın durumu, aynen Adem'in durumu
gibidir. Allah Adem'i topraktan yaratıp 'ol' dedi, o da derhal oluverdi. Hakikat,
Rabbinin tarafından gelir. Bunda hiçbir tereddüdün olmasın. Artık sana bu ilim
geldikten sonra, kim seninle İsa hakkında tartışmaya girerse de ki: "Haydi
gelin oğullarımzzı ve oğullarznzzz, hanımlarımizı ve hammlarınızı ve bizzat
kendimizi ve kendinizi çağzrzp, sonra da gönülden Allah' a yalvaralzm
da bu konuda kim yalancz ise Allah'zn lônetinin onlarzn üzerine
inmesini dileyelim!"369
Her şeyaçıktı ama onlar, Kur'an'ın haberlerine
inanmıyor ve söylenilenlerin doğru olmadığını ileri sürüyorlardı. Buna rağmen
sabır gösteren Allah Resnlü (sallallahu aleyhi ve sellern), düşünmeleri için
bir gün daha mühlet tanıdı onlara. Ancak ertesi gün geldiklerinde de durum
farklı değildi ve bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern),
başta Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin olmak üzere ehl-İ beytini yanına
alıp mescide gelecek ve onlara:
- Ben dua edince sizler de 'Amin' deyin, diyerek
Neoran hey'etinin kararını beklerneye başlayacaktı! Açıkça bu, bir meydan okumaydı
ve duruma muttali olan Necranlılar, düşünmek için müddet isteyeceklerdi. Zira
iş, sandıklanndan daha ciddi idi; başlarındaki sözcülerine dönüp:
- Sakın böyle bir şeyi tercih etme; zira O, gerçekten
de bir Nebi ise, bu duayı yaptığı zaman ne bizler ne de bizlerden sonra
gelenler iflah olabilir! Bizim adımıza yeryüzünde en küçük bir kıl veya tırnak
bile bundan etkilenip yok olur, diyorlardı.
Gerçekten de doğruydu; bunca alarnet O'nun, beklenen
Nebi olduğunu gösteriyordu! Öyleyse bir inat uğruna helake doğru siiriiklenecek
bir tercihte bulunmak olmazdı ve Efendimiz'in huzuruna gelip:
369 AJ-i İrnran,
3/S9-6ı
615
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
- Bizden ne
istiyorsan Sana onu vereceğiz, diyorlardı! Müslüman olmasalar da teslim oluyor
ve İslam'ın hükmüne göre yaşamaya rıza gösteriyorlardı. Bunun üzerine Allah
Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem) onlarla, Receb ve Safer aylarında
getirip teslim etmek üzere iki bin hulle ile bir o kadar da gümüş cizye takdir
edip yeni bir sözleşme yapacaktı. Geri dönerken ellerinde, Allah Resülii'niin
kendileri için yazdığı emanname vardı; hem kendilerine tanınan hakları hem de
onların Efendimiz'e karşı olan mükellefiyetlerini ihtiva ediyordu!
-
Bize, sulh gereği ödememiz gerekenleri teslim edebileceğimiz emin bir adam
gönder, diyorlardı. Sultan-ı Rusül Efendimiz:
-
Sizinle birlikte Ben, gerçek manada emin bir adam göndereceğim, buyurdu. Daha
sonra da:
-
Ayağa kalk ya Eba Ubeyde İbn Cerrah, diye seslenecekti. Arkasından da onlara
dönerek:
- İşte bu, ümmetin
eminidir, diyecekti.
Sakif kabilesinin reisi olan Urve İbn Mes'iid, Efendimiz'in Taif seferinden
dönüşünde gelmiş ve Müslüman olmuştu. Büyük bir heyecan duyuyor ve bir an önce
kavminin arasına dönüp onları da İslam'a davet etmek istediğini söylüyordu.
Ancak Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), onun içinde bulunduğu
ruh halini okumuş ve Sakif kabilesinin genel karakterini de nazara alarak ona:
- Onlar seni öldürürler, diye ikazda bulunmuştu. Zira
tebliğin de belli kuralları olmalıydı; yeni doğmuş bir çocuğa verilen gıdalar
konusunda gösterilen hassasiyet ve duyarlılık kadar hassas davranılmalı ve
insanları Allah'a davet ederken de belli kurallar uygulanmalı, muhatabın
ihtiyacı mutlaka göz önüne alınmalıydı. Ancak Hz. Urve'nin heyecanı, muhtemel
arızaları görmesine mani idi ve:
-
Ya Resülullah, diye seslendi. Onlar katında ben, insanların en sevimlisiyim ve
kesinlikle onlar benim sözümden dışarı çıkmazlar!
Konumundan dolayı kimsenin kendisine karşı çıkmayacağı
ve davet ettiği İslam'a hepsinin müspet cevap vereceği düşünceleriyle
memleketine dönen Hz. Urve, daha onlara ilk seslendiği andan itibaren tepki
almaya başlayacak ve neticede kavminin hışmına uğrayıp
616
Aydınlık Dünyanın
Hoşgörü Zemini
şehit edilecekti.
Üzücü bir durumdu; bunca yıldır el üstünde tutulan liderlerini, sırfMüslüman
olduğu için hunharca öldürüyorlardı!
Ancak
gidiş at onlar açısından hiç de iyi gözükmüyordu; Mekke'rıin fethi ve
Huneyn'den sonra şimdi de Müslümanlar, Bizans'a meydan okumuş ve Tebük'ten
mutlak bir zaferle dönmüşlerdil Her geçen gün, etraf1arındaki çember
daralıyordu ve mutlaka bir gün kendileri de bu çemberin içinde kalacaktı.
Aradan birkaç ay geçtikten sonra bu düşüncelerle aralarında oturup durumu
müzakere etmeye başladılar ve içlerinden birisini Resülullah'a gönderip kendileri
adına bir anlaşma yapmasını kararlaştırdılar. Bunun için çalınan kapı, Abdiyaleyl
İbn Amr'ın kapısıydı; durumu ona arz edip kendileri adına elçilik yapmasını
istiyorlardı! Ancak Abdiyaleyl, Hz. Urve'nin başına gelenlerin kendi başına da
geleceğinden endişe duyarak yalnız başına bu işi yapamayacağını beyan
edecekti. Bunun üzerine onlar, yanına beş kişi daha katarak Ahdiyaleyl'i
Medine'ye gönderme kararı aldılar. Bu sırada Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellem), Tebük'ten yeni dönmüş, Ramazan orucunu tutuyordu.
Onların
Medine'ye gelişlerini gören ashab, müjdeli haberi Allah Resülü'ne ulaştırmak
için birbirleriyle yarışıyorlardı; zira Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi
ve sellern), Sakiflilerirı Müslüman olmasını çok arzuluyordu.
Onları
bir anda karşısında bulan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Mescid-i
Nebevi'nin bir köşesinde onlar için çadır kurduracak ve böylelikle onların,
Allah kelamını duyup ibret almalarını, namaz vakitlerine muttali olup
kulluktaki derinliği görmelerini hedefleyecekti. Nihayet bir gün Abdiyaleyl
Efendimiz'e gelip:
-
Bize de bir emanname yazsan da memleketimize geri dönsek, diye talepte
bulunmuştu. Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ona:
-
Evet, yazarım ama şu durumda olmaz; zira sizler hala Müslüman olduğunuzu beyan
etmediniz! Bu durumda ne aramızda bir sulh olabilir ne de size bir emanname
yazarım, dedi.
Ancak
onların birtakım takıntıları vardı; Müslüman oldukları zaman kendilerini
bekleyen namaz gibi mükellefiyetler konusunda muafiyet beklentisi içindelerdi.
Halbuki ibadet olmadan dindarlık da olamazdı. Kaldı ki onlar, kendi elleriyle
inşa ettikleri putlara ta-
617
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
pıyorlar, senenin
belli günlerinde onun yanına gelip kurban kesiyorlardı! Resülullah (sallallahu
aleyhi ve sellern), onlara:
-
Bünyesinde namaz olmayan bir dinde hayır yoktur, buyuracak ve kapıyı
kapatacaktı.
İbadet
konusundaki kapı kapanmıştı ama onlar, yasaklar konusunda da bir taviz peşine
düşmüşlerdi; Allah Resülü'ne yaklaşan Abdiyaleyl:
-
Peki, zina konusunda ne diyorsun? Bizler, sıklıkla yolculuk yapan bir
topluluğuz ki bunu yapmamız kaçınılmaz; bu uzun ayrılıklara dayanamayız,
diyordu. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ona:
-
O, Allah'ın mü'minlere haram kıldığı bir cürümdür; Allah (celle celaluhü) bu
konuda, "Zinaya da yaklaşmayın; zira zina, apaçık bir kötülük,
aynı zamanda da yolların en kötüsüdür!,,370 buyuruyor,
cevabını verdi.
Zina
konusunda arzu ettiği tavizi koparamayan Abdiyaleyl bu sefer de:
-
Peki, faiz konusuna ne diyorsun, diyerek buradan bir pay koparmayı denedi.
Efendimiz'in duruşundaki netlikte hiç değişiklik yoktu. Önce:
- Faiz de haramdır,
buyurdu. Abdiyaleyl:
- Bizim mallanmızın
hepsi de faizdir, diye tepki gösteriyor-
du. Ancak hükm-ü
ilahi, şahısların arzusuna göre şekil alamazdı ve Efendiler Efendisi
(sallallahu aleyhi ve sellem):
-
Sadece ana paranızı geri alabilirsiniz, buyurarak faiz alış verişlerindeki
fazlalığın kendilerine de haram olduğunu hatırlatıyor ve onlara, "Ey
iman edenler! Allah'a itaat konusunda daha titiz ve duyarlı olun ve
şayet mii'min isenizfaizden arta kalan paraya el siirmeyin!"'371
ayetini okuyordu.
Bu
kapının da kendilerine kapalı olduğunu görmüştü; bu sefer yeni bir konu daha
ortaya attı:
-
Öyleyse içki konusuna ne diyorsun? Bizler, üzümlerimizi sıkıp şırasını içiyoruz
ve bizim için bundan kaçma imkanı da yok!
Aynı temkinle
yaklaşan Sultan-ı Rusül Efendimiz:
370 İsra, 17/32 371
Bakara, 2/278
618
Aydınlık Dünyanın
Hoşgörü Zemini
- Şüphe yok ki Allah (celle celaluhü), Ey iman
edenler! Şüphesiz ki içki, kumar,Jal oklarz ve Allah'tan başkasz adına kesilip de
putlara adanan sunaklar, şeytan işi pisliklerdir; onlardan sakının ki kurtuluşa
eresinizls?" demek suretiyle onu da haram kılmıştır!
Bu kapı da kapalıydı ve attıkları her adımın
kendilerini çıkmaz sokağa götürdüğünü gören Sakif heyeti, huzurdan kalkıp
durumu kendi aralarında müzakere etmeyi denedi. Abdiyaleyl onlara:
- Yazıklar olsun size, diye çıkışıyordu. Şu üç konudan
da mahrum olarak memleketimize geri döneceğiz! Vallahi de, billahi de Sakifliler,
ne içki içmeden durabilir ne de zinadan uzak kalabilirler!
Süfyan İbn Abdullah
onun gibi düşünmüyordu; ayağa kalktı
ve:
- Eyadam, diye başladı sözlerine. Şayet Allah onlar
hakkında hayır murad etmişse, onlar da bu konularda sabreder ve el uzatmazlar!
Baksana, O'nunla birlikte olanlar da farklı değiller ama onlar sabredip eski
alışkanlıklarını bir kenara bırakabiliyorlar! Biz, bu adamdan çekinmeliyiz;
baksanıza O, yeryüzünü bir baştan bir başa hükmü altına alırken bizler,
dünyanın bir köşesinde kalemizin içinde sıkışıp kaldık ve her geçen gün İslam,
etrafınızı kuşatıyor! Vallahi de şayet O, bir ay gelip bizi kalemizde
kuşatıverse, hepimiz açlıktan ölürüz! Ben, Müslüman olmaktan başka bir yol görmüyorum.
Aksi halde başımıza, Mekke günü gibi bir günün gelmesinden korkarım!
Bu sırada Allah Resülü onları yemeğe davet etmişti;
ancak onların, yemekten daha önemli bir işleri vardı ve her şeye rağmen kendilerine
gösterilen bu civanmertlik karşısında gelip Müslüman oldular!
Müslüman
olmuşlardı olmasına ama bu sefer de, 'Rabbe' ismindeki meşhur putlarını dile
getiriyor:
- Rabbe konusunda ne düşünüyor ve ne yapmamızı
istiyorsun, diye soruyorlardı. Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sellern), kesin
korıuşuyordu:
- Onu da
yıkmalısınız!
372 Maide, 5/90
619
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
-
İmkansız, diyorlardı. Arkada kalan Sakiflilerle kadın ve çocukların buna
müsaade etmeyeceklerini düşünüyor ve böyle bir hareketin çok büyük problemleri
beraberinde getireceğine inanıyorlardı. Onun için önce üç yıl, ardından iki
yıl, daha sonra da bir yıl zaman isteyecek; bütün bunlara olumsuz cevap alınca
da, en azından kendilerine bu konuda bir ay zaman tanınması talebinde bulunacaklardı.
Ancak Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), bunların hiçbirine 'evet'
demiyor ve O'na şerik koşulmasına razı olmuyordu! Hatta Abdiyaleyl'in bu
ısrarları karşısında dayanamayan Hz. Ömer:
-
Yazıklar olsun sana ey Abdiyaleyl, diye çıkışacaktı. Rabbe dediğin bir taştan
ibaret; kimin kendisine ibadet edip kimin etmediğini bile bilmekten aciz!
Doğru
söylüyordu ve bu kapının da kendilerine kapalı olduğunu görmüşlerdi; anlaşılan
İslam, şek ve şüphesiz dupduru yaşanması gereken bir sistemdi. Artık namaz
kılıp oruç tutmaya da başlamışlardı; yaklaşık on beş gün Medine'de kaldıktan
sonra memleketlerine geri döneceklerdi.
Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellem) onlara, aralarında yaş itibariyle en küçükleri
olan Osman İbn Ebi'l-As'ı imam tayin etti; zira Osman, İslam'ı anlayıp
kavramada hepsinden daha titiz duruyor ve meseleleri özümsernede yürekten bir
duruş sergiliyordu!
Diğerlerinde
olduğu gibi, memleketlerine geri dönen Sakif hey' eti de, kavimlerini İslam'a
davetle işe başlayacak ve kısa zamanda bu kabileler de gelip Müslüman
olacaklardı.v" Çok geçmeden Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem)
onlara, Halid İbn Velid, Muğire İbn Şu'be, Ebu Süfyan gibi ashabından önemli
isimleri göndererek putlarını da kırmalarını emredecek ve onlar için zor da
olsa, böylelikle Sakifliler de şirkten temizlenmiş olacaklardı.
373 Memleketlerine
geri geldiklerinde Sakif heyetinin, Müslüman olduklannı gizledikleri ve
Efendimiz'e yaptıklan tekliflerden bahisler açarak onlan Allah Resülü'nün kabul
etmediğini söyleyip neticede savaştan başka seçenek kalmadığını ifade etmeleri
üzerine Sakiflilerin, savaş için hazırlıklara başladıklan da anlatılmaktadır.
Üç gün sonra gelip de savaşmanın makulolmadığında karar kıldıklannda,
kendilerine gerçek söylenecek ve onlar da bu durum karşısında Müslüman
olacaklardı. Bkz. İbn Kayyim, Zadu'l-Mead, 3/521 vd; Zehebi, Tarihu'l-İslam,
1/350
620
Aydınlık Dünyanın
Hoşgörü Zemini
Elbette
Medine'ye koşanlar, sadece bunlardan ibaret değildi; Abdikays, Uzre ve Beliyy
hey'etleri de gelmiş ve Müslüman olarak geri dönmüşlerdi. Efendimiz'in
dedelerinden Kusayy ile anne tarafından akraba olduklarını söyleyen on iki
kişilik Uzre hey'eti ile konuşan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern),
onlara yakında Şam cihetinin de fethedileceğinin müjdesini verecek ve onları
kehanet parası yemekten menedip insanlara tazim için kestikleri etlerden de
yemelerini yasaklayacaktı,
Yine
bugünlerde, on küsur insanla birlikte Medine'ye Fezôra hey'eti gelmiş ve yaşadıkları
kuraklık ve kıtlıktan şikayette bulunarak Allah Resülü'nden yardım talebinde
bulunmuşlardı. Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), onları da
yanına alarak yağmur duasına çıkacak ve ihtiyaçları olan rahmeti o gün, can ii
gönülden yöneldiği Cenab-ı Mevla'dan talep edecekti.
O
günlerde dikkat çeken bir başka hey'et ise, aralarında, daha sonraları yalancı
peygamber olarak iştihar edecek olan Müseyleme İbn Sümame'nin de
bulunduğu on yedi kişilik Beni Hanife hey'etiydi; Yername taraflarından gelmiş
ve Müslüman olmuşlardı!
Gelenlerin
ardı arkası kesilmiyordu; Yemen, Ezd, Beni Sa'd, Beni Amir İbn Kays, Beni
Esed, Behrô; Haolôn, Muhôrib, Beni Hôris İbn Ka'b, Gômid, Beni Miuıtafık,
Selômôn, Beni Abes, Müzeyne, Murôd, Zübeyd, Kinde, zl
Miirre, Oassôn ve Beni Jyş hey' etleri
bunlardan belli başlı olanlarıydı. Efendimiz'e en son gelen hey'et, Neha'hey'etiydi;
Yemen'de Hz. Muaz'a beyat etmişler ve Muharrem ayının ortalarında yaklaşık
iki yüz kişiyle birlikte O'nun mü'minleri olarak Medine'ye gelmişlerdi!
Peşi
peşine Medine'ye akın eden bu insanlar, aynı zamanda İslam'a olan ihtiyacı da
göstermiş oluyordu. Artık Medine, şek ve şüphesiz Ceziretii'l-Arap'ırı
başkenti oluvermişti. Daha düne kadar nizam ve intizamı temin etmenin imkansız
olarak görüldüğü, her kabilenin kendi başına hareket ettiği ve güçlünün zayıfı
ezdiği Hicaz'da. bundan böyle Allah Resülü'nün hakimiyeti hükümferma olacak,
insanlar güven ve emniyet içinde hayatlarını devam ettirecek ve bundan böyle
dört bir yanda hep nizam ve intizamın sesi duyulacaktı.
62ı
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Bir
taraftan da Fahr-i Kainat Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), insanlara
dini öğretmek, onları İslam'a davet etmek, irşad ve tebliğ vazifesini yerine
getirmek ve İslam'a ait güzellikleri oralarda da temsil etmeleri için
ashabından belli başlı isimleri seçip etrafa göndermeye devam ediyordu. Zira
cahiliye dönemine ait hastalıkların toplumdan sökülüp atılması, kalplerin
temizlenerek yüce hakikatleri kavrayacak seviyeye gelmesi ve sosyal hayatta
İslam adına bir mayanın tutabilmesi için buna ihtiyaç vardı!
Onuncu
yılın Rebiiilahir ayında Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bu maksatla
Halid İbn Velid' i Haris İbn Ka'b'a gönderecek
ve eline de bir mektup verip ilk önce onları İslam'a davet etmesini, bunu kabul
etmedikleri takdirde ise cizye mükellefiyetieri olduğunu tebliğ etmesini
isteyecekti; zira savaş, başvurulması gereken en son çareydi ve önlerine
konulan alternatifleri bütünüyle reddeden insanlar için düşünülmesi gereken son
çareydi!
Hedef
gösterilen yere kadar gelen Hz. Halid, Efendimiz'in bu emrini yerine getirmek
için hemen arkadaşlarını organize edecek ve aralarından seçtiği isimleri farklı
bölgelere göndererek onları İslam'a davet edecekti. Çok geçmeden bu
gayretlerinin neticelerini de almaya başlayacaklar ve Hz. Halid, Harisoğullan
beldesinde yaşanan bu gelişmeleri Efendimiz' e bir mektupla bildirecekti.
Aradan
altı ay geçmişti ve Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), Halid
İbn Velid' i Medine'ye çağırıyordu; o da, yanına aldığı bir grupla birlikte
Allah Resülü'nün yanına gelecek ve Harisoğulları hey'etinin başına bu sefer de
Kays İbn Husayn emir tayin edilecekti.374
Geniş
bir alana yayılan bu coğrafyada, din adına insanları bilgilendirmek, İslami
konularda derinlemesine bilgi sahibi kılmak ve farzlarla haramları onlara
öğretmek için ashabdan Amr İbn Hazm tayin edilecek ve daha sonra da
Hernedan geneline Hz. Ali gönderi-
374
Efendimiz'in bu taraflara bir mektup daha gönderdiği ve böylelikle yöre halkını
İslam'a davet edip başlanna da emir olarak Malik İbn Nernat'ı görevlendirip, işlerini
onun vereceği hükümlere göre tanzim etmelerini istediği de gelen bilgiler
arasındadır. Bkz. İbn Kayyim, Zadu'l-Mead, 3/539; Salihi, Sübülü'l-Hüda ve'rReşad, 6/427
622
Aydınlık Dünyanın
Hoşgörü Zemini
lerek, o cihette
İslam adına büyük bir fütuhat yaşanması hedeflenecekti.375
Hemedan'a gelip de Efendimiz'in mektubunu onlara okuyan
Hz. Ali'yi Hemedan halkı yürekten kucaklamıştı! Zaten çok geçmeden de,
Müslüman olacaklardı! Hz. Ali, bulunduğu yerden müjdeli haber bekleyen
Efendimiz'e hemen bir mektup yazacak ve bu rnektubunda, Hemedan halkının da
gelip Müslüman olduğunu haber verecekti. Efendimiz'in o gün sevincine diyecek
yoktu; zira O (sallallahu aleyhi ve sellern), Yemen taraflarında da İslam'ın
hüsn-ü kabul görmesini arzuluyor, böylelikle güney cihetinin de bu nurla aydın
kılınmasını istiyordu. Onun içindir ki, huzurunda okunan Hz. Ali'nin
mektubunun hemen akabinde şükür seedesine kapanacak ve başını kaldırınca da:
- Selam ve esenlik, Hemedan halkının üzerine olsun!
Selam ve esenlik, Hemedan halkının üzerine olsun, diye Medine'den onlara
mukabelede bulunacaktı.
Yine o günlerde Efendimiz (sallallahu aleyhi ve
sellern), ashabından Malik İbn Mürre'ye de bir mektup vererek onu Yemen
hükümdarlarına göndermişti; onları Müslüman olmaya davet ediyor, şirk kokan
her türlü hareketten kaçınmalarını talep ediyor, bunu yaptıkları zaman elde
edecekleri diinyevi ve uhrevi miikôfatlardan bahsediyor ve aksi durumda
karşılaşabilecekleri zorluklardan haber veriyordu! Ancak onlar, Müslüman olmak
yerine, Efendimiz'in şartlarını kabullenerek cizye vermeyi tercih edeceklerdi.
Aldığı cevaplarla yetinmeyen ve halklarının gönlünü
kazanıp onların da Müslüman olmalarını arzulayan Efendiler Efendisi, ashabından
Muô» İbn Cebel ve Ebfı Musa el-Eş'art'yı, Yemen'in farklı
bölgelerine göndermiş ve onlara:
- Kolaylaştırıcı olun ve asla zorluk çıkarmayın;
insanlara müjde ile yaklaşın ve onları nefret ettirmeyin ve karşılaştığınız
problemlerde çözüm tarafını tutup ihtilaf çıkarma eğilimi göstermeyin, diye
tavsiyede bulunuyordu. Zira artık Yemen'de de maya tutmuştu ve İslam adına çığ
gibi büyüyen bir talep vardı. Bütün bunlar, risalet vazife-
37.5
Hz. Ali'nin, Halid İbn Velid'in yerine gönderildiği de ifade edilmektedir. Bkz.
Taberi, Tarih, 2/197; Beyhaki, Sünen, 2/369 (3747)
623
Efendimiz (sallallahu
a l e y h i ve sellem)
sinin
kemale doğru hızla ilerlediğini gösteriyordu. Hira' da başlayan nurlanma şimdi,
kimsenin hayal bile edemediği hızda dünyaya yayılıyor ve gittiği her yerde de
kalıcı hale geliyordu.
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), barış
elçilerini uğurlarkeri bir miktar onlarla birlikte yürüyecek ve gittikleri
yerlerde dikkat etmeleri gereken hususları onlara fısıldayacaktı, Hz. Muaz ve
Hz. Ebu Musa el- Eş'ari devesi üzerinde ilerlerken Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellem) yaya olarak onları uğurluyordu. Bu sırada Hz. Muaz'a dönmüş
şunları söylüyordu:
- Şüphesiz ki sen, ehl-i kitap bir topluluğa
gidiyorsun; oraya ulaştığında önce onları, Allah'tan başka ilah olmadığına
şehadet etmeye ve Muhammed'in de Resülullah olduğuna imana davet et! Şayet
bunu kabullenip sana itaat ederlerse, Allah'ın kendilerine günde beş vakit
namazı farz kıldığının haberini ver! Şayet bu konuda da sana itaat ederlerse, o
zaman da, zenginlerinden alınarak fakirlerine verilmek üzere Allah'ın onlara
zekatı farz kıldığını beyan et! Şayet bu konuda da sana itaat ederlerse,
insanların malları arasında en kaliteli olanları seçip almaktan kaçın ve asla
mazlumun bedduasını alacak bir adım atma; çünkü onunla Allah arasında perde
yoktur!
Allah rızası için yola çıkan her bir mü' min için, her
zaman geçerli olacak kriterlerdi bunlar; daha o günden Allah Resülü de (sallallahu
aleyhi ve sellem) bunlara dikkatleri çekiyor ve yolunda yol alanlara,
gittikleri yerlerde nasıl davranmaları gerektiğini söylüyordu. Bu arada yine
ona dönecek ve aralarında şu tarihi konuşma geçecekti:
- Ne ile
hükmedeceksin?
- Allah'ın kitabında
bulduklarımla hükmedeceğim!
- Allah'ın kitabında
bir dayanak bulamadığında?
- Resülii'niin
sünnetiyle!
- Resülü'nün
sünnetinde de bir dayanak bulamazsan?
- Kendi re'yime göre
ictihad ederim!
Elçi
olarak seçtiği adamının kıvamı tamdı ve işin burasında Allah Resülü, büyük bir
ihtimamla Rabbine yönelip:
- Resülii'nün elçisini muvaffak kılan Allah'a hamd
olsun, diye niyazda bulunacaktı. Bir taraftan da Hz. Muaz'ı süzüyordu; sanki ayrılmak
istemiyormuşçasına bir nazarı vardı. Sanki o gün, Kur'an'a
624
Aydınlık Dünyanın
Hoşgörü Zemini
vuküfiyeti
ve alıkama hakimiyetini nazara vererek ashabının müracaat etmelerini istediği
dört kişiden biri olan Hz. Muaz ile Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)
vedalaşıyordu. Yanına yaklaştı ve:
- Ey Muaz, diye seslendi. Bu yıldan sonra sen, bir daha
belki burada Benimle buluşamazsın; artık mescidimi ve kabrimi ziyaret edersin!
Sanki vedalaşan Hz. Muaz değil de Allah Resülü'ydül
Gerçi onun yüreğine de bir kor düşmüştü. Bir tarafta Allah ve Resülü adına hizmet
için yola çıkmanın hazzı olsa da, beri tarafta kalbi, Allah Resülü'nden
ayrılacak olmanın firak ateşiyle yanıyordu! Şimdi bir de, bundan sonra dünya
gözüyle O'nu (sallallahu aleyhi ve sellem) hiç görememe ihtimali vardı ortada!
Hele bunu Resı1lullah söylüyorsa, mutlaka bir bildiği vardı ve düşünmek bile
istemediği böyle bir durum karşısında Hz. Muaz'ın gözleri çoktan iki çeşme
olmuş, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu! Efendimiz'in şefkat ve muhabbet dolu
bakışları arasında atını Yemen istikametine mahmuzlarken, yüreğini Medine'de
bırakmış, gözü arkada gidiyordul-?"
Dokuzuncu Yılın Önemli Olayları
Tebük'ten döndükten sonra münafıkların reisi konumundaki
Abdullah İbn Übeyy İbn Seliii vefat etti; hakkında konuşulanları oğlu
Abdullah da biliyordu ve Efendimiz' e gelerek, babasının namazını kıldırmasını
talep etti. Babasına rağmen samimi bir mü'rnindi ve Efendiler Efendisi de onun
bu samimiyetine müspet cevap verecek, perde altından her türlü kötülüğü yapmış
olsa bile, zahir itibariyle mü'min olduğunu söylediği için onun adına da
istiğfarda bulunacaktı. Efendimiz'in bu tercihini duyan Hz. Ömer bir çırpı da
huzura gelerek O'na:
- Onlar için Sen ister Allah'tan af dile, ister
dilerne. Yetmiş kere bile istiğfar etsen, Allah onları asla affetmeyecektir.
Evet, böyle!
376
Gerçekten de öyle olacaktı; Efendimiz'in talimatlannı yerine getirmek için Yemen'de
bulunduğu sıralarda Hz. Muftz, Allah Resülü'nün vefat haberini alacak ve ancak
Medine'ye geldiğinde, Mescid-i Nebevi ile Efendimiz'in kabrini ziyaret
edebilecekti. Bkz. İbn Esir, Usudu'l-Ğabe, 2/217; İbn Hacer, el-İsabe, 8/41
(11550)
625
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Çünkü
onlar Allah'ı ve Resülü'nü tanımayıp karşı geldiler. Allah da böylesi fôsıklar
güruhunu hidayet etmez, emellerine kavuşturmaz."? mealindeki ayeti
hatırlatıp münafık1ara reislik yapmış bir adamın namazını kıldırmaması
gerektiğini söyleyecekti. Ancak, hakkında kesinlik ifade eden bir beyan
olmadığı sürece ashabımn lehine hareket etmeyi itiyat edinen Allah Resülü
(sallallahu aleyhi ve sellern), 'ister dile, ister dileme' ifadelerini birer
açık kapı olarak değerlendirmiş ve:
- Ben, istiğfar etmek veya etmemek arasında muhayyer
bırakıldım; demek ki Allah (celle celaluhü) izin verdi ve Ben de yetmişten
fazla istiğfar ederim, diyerek İbn Selül'iin mezarına kadar gidecek ve namazını
da bizzat kendisi kıldıracaktı.
Ancak çok geçmeden
yine Cibril-i Emin gelecek ve:
- Onlardan ölen hiçbir kimsenin cenaze namazını kılma
ve kabri başında dua etmek üzere durma! Çünkü onlar Allah'ı ve Resülü'nii
tanımadılar ve yoldan çıkmış olarak öldüler,378 mealindeki mesajı
getirerek, bundan sonrası için münafık1ara daha net bir tavır sergilenmesi
gerektiğini anlatıp, bundan böyle onlara ne istiğfar etmenin ne de namazlarını
kılmanın mümkün olacağım bildirecekti.
Damad-ı Nebi Hz. Osman yine üzgündü; zira Efendimiz'in
kızlarından Ümmü Kiilsiutı Validemiz de bu yıl içinde vefat edecekti!
Bilindiği üzere Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) onu, Rukiyye Validemizin
vefatından sonra Hz. Osman ile nikahlamıştı! Olacak ya, şimdi Üm mü Külsüm
Validemiz de vefat etmişti! Onun vefatıyla üzüntüsü katlanan Efendiler Efendisi
(sallallahu aleyhi ve sellern), kendisine ikinci kez damat olan Hz. Osman'a
dönerek:
- Şayet yanımda üçüncü bir kızım daha olsaydı, mutlaka
onu da sana nikahlardım, buyuracak ve haya ôbidesi Hz. Osman'ı teselli etmeye
çalışacaktı.
Dokuzuncu yılın
Zilkade-?" ayı içinde gelen ayetlerde:
- Ziyarete gücü yeten
herkese Beytullah'ı ziyaret etmek, Allah'-
377
Tevbe,9/80 378 Tevbe,9/84
379 Bu emrin,
Zilhicce ayında indiği de söylenmektedir.
626
Aydınlık Dünyanın
Hoşgörü Zemini
ın onun üzerindeki
hakkıdır, denilmek suretiyle bundan böyle hac ibadetinin de farz olduğu
bildiriliyordu.
Emr-i
ilahiyi alan ve Kabe'yi ziyaret etmeyi gönülden isteyen Efendiler Efendisi, müşriklerin
orada yaptıkları yanlışları hatırlayacakve:
-
Beytullah'ta bulunacak ve onu çınlçıplak tavaf edecekler; bu halortadan
kalkmadıkça Ben hac vazifesini yapmak istemem, buyuracaktı. Bunun üzerine Hz.
Ebu Bekir'i yanına çağırarak onu hac emiri olarak görevlendirecek ve Mekke'ye
gönderecekti. Gönderirken ona, hac ibadetlerini yerine getirirken insanların,
nelere dikkat etmeleri gerektiğini gösterip öğretmesini talim edecekti.
Kabe'de, ilk defa İslam adına bir hac yapılacaktı!
Ashabdan
üç yüz kişilik bir grupla birlikte Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh) hemen yola
çıkacaktı; ancak vahiy, ardı arkası kesilmeden gelmeye devam ediyordu. Onun
ayrılışından sonra Tevbe suresinin baş tarafındaki ayetler de gelmiş ve bundan
böyle Harem bölgesinde bulunan müşriklerle ilgili yeni hükümler getirmişti.
Hemen yanına Hz. Ali'yi çağıran Efendiler Efendisi, bu hükümleri bildiren bir
talimatla birlikte onu arkadan Hz. Ebu Bekir'e gönderecek ve bu hiikümlerin
de tebliğini isteyecekti.
Talimatları
alıp hemen yola koyulan Hz. Ali, Are veya Dacnan denilen yerde hac kafilesine
yetişecekti; Hz. Ebu Bekir de telaşlanmıştı. Ona dönüp önce:
-
Emir olarak mı geldin, memur olarak mı, diye sordu. Zira böyle bir zeminde
ihtilafa mahal olmamalıydı ve zaten Hz. Ebu Bekir de, Hz. Ali'nin memuru olmaya
gönülden razıydı! Bu sorusuyla o, Efendimiz'e ait bir tasarrufu netleştirip
adımlarını ona göre atmak istiyordu. Hz. Ali:
-
Hayır, memur olarak geldim, dediğinde gelen ayetleri ondan alacak ve birlikte
Mekke'ye doğru yol almaya başlayacaklardı.
Tavaflar
yapılmış ve Safa ile Merve arasındaki sa'yler de yerine getirilmiş; Arafat'ta
vakfeye durulup Müzdelife'de konaklanarak nihayet Mina'ya gelinmişti.
Kurbanların kesildiği yere gelen Hz. Ali o gün, Cemre'nin yanında duracak ve
Allah Resülü'nün tebliğ etmesini istediği hususları teker teker insanlara
duyuracaktı; şunları diyordu:
627
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
- Hiçbir kafir
cennete giremez!
Bu yıldan sonra
hiçbir müşrik hac yapmayacak!
Bundan sonra
Beytullah'ta hiç kimse çıplak tavaf yapmayacak! Kimin, Resülullah ile bir
anlaşması varsa bu anlaşma, süresi bi-
tinceye kadar geçerli olacak!
Müddet
tayin edilmeyen anlaşmalar için dört ay süre tanınacak!
Bunlar
dışında kalan her bir müşrike, emniyet ve güven içinde yurtlanna dönebilmeleri
için, kendilerine tebliğ yapıldığı andan itibaren dört ay mehil verilecek!
Bundan
böyle hiçbir müşrikle ne bir anlaşma ne de himaye söz konusu olacak; zira Allah
ve Resülü, müşrikleri himayeden uzaktır!
Böylelikle
Resülullah'ın arzusu da gerçekleşmiş oluyordu ve o gün için bu ilan, putçuluk
düşüncesinin Harem'den tamamen uzaklaştırılması anlamına geliyordu!
Bir
tarafta bunlar olurken diğer yandan da beşer yolculuğu devam ediyor; doğumlan
ölümler, ölümleri de doğumlar takip ederek dünyanın yüzü sürekli değişiyordu.
Habeşistan'dan
bir haber vardı; yıllarca mü'rninlere imkan tanıyıp da onlan kabul eden Necaşi
dünyaya gözlerini kapamıştı. Vefa insanı Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi
ve sellem) bu haberi önce ashabıyla paylaştı. Ardından da onlan, gıyab! mü'min
Necaşi için namaz kılmaya çağırdı:
-
Bugün sizin salih bir kardeşiniz vefat etti; kalkıp onun cenaze namazını
kılın, diyecek ve Medine'de durup Habeşistan'daki Necaşi'nin cenaze namazını
kılacaklardı! Bu salih kardeş, Mekke'nin şiddetinden bunalan muhacirleri
sinesine basan Habeşistan kralı Ashama'dan başkası değildi ve Resülullah (sallallahu aleyhi ve
sellern), aradaki bunca mesafeye rağmen farklı bir vefa örneği sergileyecek,
gıyabında ona dua edecekti!
Rebiiilevvel
ayının bir salı günüydü; Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), hasta olan
süt yavrusunu ziyarete gitmişti. Tam da onu kucağına aldığında Hz. İbrahim son
nefesini veriyordu! Kalp mah-
628
Aydınlık Dünyanın
Hoşgörü Zemini
zun olmuş, göz de yaş
döküyordu! Resülullah'ın gözlerinden süzülen yaşlara muttali olan biri:
-
Ya Resülullah, diye seslenecekti. Sen de mi ağlıyorsun; halbuki Sen, ölünün arkasından
ağlamayı yasaklamamış mıydın?
Döndü ve şunlan
söyledi:
-
Şüphesiz ki göz, yaş döker ve kalp de mahzün olur; biz, Yüce Rabbimizin razı
olacağından başka bir şey söylemeyiz! Benim yasakladığım şey ise, üst baş
yırtarak ve cahiliyede olduğu gibi feryad ü figan ederek ölünün arkasından
ortalığı velveleye vermektir!
Yıkanıp
kefenlenen yavruyu, namazı da kılındıktan sonra alacak ve Baki Kabristanı'na
götürüp Osman İbn Maz'ün'un yanına gömeceklerdi! İlk defa ashabından su
istiyor ve onu, oğlu İbrahim'in mezan üzerine serpiyordu!
Aynı gün Medine'de
güneş tutulması olmuştu:
-
İbrahim'in vefatından dolayı güneş tutuldu, diyenler çıkmıştı, Kulağına ulaşır
ulaşmaz hemen minbere çıktı ve:
-
Ey insanlar, diye seslendi. Şüphe yok ki güneş ve ay, Allah'ın ayetlerinden
iki ayetlir; bunlar, ne birisinin doğumu ne de ölümünden dolayı tutulurlar!
Güneş ve ay tutulmasına şahit olduğunuz zaman hemen mescidlere koşun ve bu hal
geçip de açılıncaya kadar Allalı'a dua edip namaz kılın!
Son
dönemlerde Allah Resülii'niin yanına Cibril-i Emin'in gelişi artmıştı; bu yılın
Ramazan ayında Kur'an'ı iki kez mukabele edecek ve böylelikle, hangi ayetin
hangi surenin neresine yerleştirileceğiyle, sıralamada hangi surenin nerede yer
alacağı da kesinlik kazanmış olacaktı!
Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellem) yine bu sıralarda kendini yalnızlığa vermiş ve
bir ay süresince hanımlanndan da iradi olarak ayn kalmıştı. Hatta onlara bu
şartlarda, kendisiyle beraber devam edip etmeme tercihinde bulunabileceklerini
söylüyordu. Zira onlardan bazılan, içinde bulunduklan şartlan nazara alarak
dünyalık talebinde bulunmuşlardı; adeta bu halleriyle Resülullah'ın tavnnı
netleştirmek istiyorlardı! Ufkunu, insanların elinden tutma dışında başka bir
şeyin doldurmadığı Resülullah'ı üzen bir talepti bu ve onlara, dünya ve dünyevi
olanla ukba ve uhrevi olanlardan birini tercih edebileceklerini söylüyordu.
629
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Belli
ki, her haliyle insanları bir çizgiye getirmek istiyordu; yeri geldiğinde gürül
gürül konuşarak, zaman zaman da sessizlik murakabesine dalarak insanlara bir
şeyler demek istiyor ve böylelikle herkesin, kendi iradesiyle gelip teslim
olmasını bekliyordu.
Yine
bu dönemlerde Cibril-i Emin, bir insan suretinde gelerek dizini dizine vermiş,
O'na İslam, iman ve ihsanın ne olduğunu ve kıyametin de ne zaman kopacağını
soruyordu. Bu vesileyle Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), İslam'ı,
imanı ve ihsanı anlattı teker teker; kıyametin ne zaman kopacağını kimsenin
bilemeyeceğini ifade ediyor ve emarelerini haber veriyordu! Aldığı her cevabın
arkasından:
-
Doğru söyledin, diyen bu yabancının tavırları, ashab arasında da şaşkınlık
meydana getirmişti; hem soruyor, hem de aldığı cevaplar karşısında söyleyeni
tasdik ediyordu!
Maksat
hasıl olup da yanından ayrılıp giderken arkasından ashabına dönecek ve:
-
Bunun kim olduğunu biliyor musunuz, diye soracaktı. Belli ki bilmedikleri bir
durum vardı ortada ve sözü yine kendisine havale etmişlerdi. Bunun üzerine o:
- O, Cibril'di; size
dininizi öğretmek için geldi, buyuracaktı.
Artık Kabe, müşriklerden temizlenmiş ve Beytullah da,
kendine yakışır şekilde ibadetle tanışmıştı; onu tavaf edenler ne alkış tutuyor,
ne de elbiselerini çıkarıyorlardı! Resül-ii Kibriya Hazretlerinin gelip de hac
vazifesini yapmasına mani bir durum kalmamıştı ve onuncu yılın Zilkade ayına
gelindiğinde Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabına da ilan
ederek hac vazifesini eda etmek üzere Mekke'ye doğru yürüyeceğini söyledi.
İnsanlar akın akın Medine'ye geliyor ve Efendiler Efendisi'yle birlikte hac
vazifelerini eda edebilmek için hazırlık yapıyorlardı!
Zilkade ayının bitimine beş gün kala bir cumartesi
günü, öğle namazını müteakip Medine'den hareket etti; şecere yolunu tutup
Zü'l-Huleyfe'ye kadar gelecek ve o geceyi burada geçirecekti. Sabah olunca
ashabına dönecek ve geceleyin Rabbinden kedisine bir elçi geldiğini ve bu
mübarek vadide namaz kılmasını emrettiğini söyledi; aynı zamanda bu yolculukta
hac ve umreye aynı anda niyetlerıdiğini ifade ediyordu.
İhrama girmeden önce gusül abdesti alan Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellern), güzel kokular sürmüştü ve bayrama gider gibi
hac yolculuğuna çıkıyordu. Yola çıkmadan önce insanlara dönmüştü ve ihramdan
tekbir ve telbiyeye kadar birçok konuda ashabını bilgilendiriyordu. Kurban
etmek için yanına yüz kadar da deve almış
Efendimiz (sallallahu
a l e y h i ve sellern)
ve kurbanlık
olduklarını bildirmek için bunların hepsine de işaret koymuştu!
Derken ashabı da
O'nun telbiyesine iştirak etmiş:
- Lebbeyk, Allahümme lebbeyk. Lebbeyke la şerike leke
lebbeyk. İnne'l-hamde ve'n-ni'mete leke ve'l-miilk; la şerike lek, diyerek
yeri göğü inietiuorlardıl
Hicret yolunu
takip ediyordu ve sırasıyla Beudô; Melel, Şerejii's-Seyyale, Revha, Irku'z-Zıbıia,
Munsaraf, Esôue,
Are, Lahy-ı Cemel, Sükya, Ebıiô, Cuhfe, Humm, Erzak, Kudeyd, Müşellel, Ufsôn,
Gamittı, Merru'z-Zehrôrı, Serifve
zi Tuva güzergahım tercih etmişti! Bir hafta
sürecek bir yolculuk sonrasında Zi Tuva'ya geldiğinde mola verecek ve geceyi
de burada geçirecekti. Zilhicce ayının dördüncü günüydü ve Allah Resülü (sallallahu
aleyhi ve sellern), sabah namazını kıldıktan sonra gusül abdesti alarak
Mekke'ye yürüyecekti. Güneşin tam zeval vaktinde Mekke'ye girecekti; yine üst
tarafından giriyordu!
Gelir gelmez Kabe'ye yöneldi; Rüknü istilam etti ve
ardından tavafa başladı. İlk üç şaftta adımlarını hızlandırmış reml yapıyordu;
geri kalan dört şavtını ise, normal yürüyüşle tamamlayacaktı. Tavafını bitirir
bitirmez Makam-ı İbrahim'e yöneldi:
- Beytullah'ı Biz, insanlara sevap kazanmaları için
toplantı ve güven yeri kıldık. Siz de Makam-ı İbrahim'i namazgah edininiz! İbrahim
ile İsmail'e de, "Tavaf edenler, itikôfa girenler, riikii ve seede
edenler için bu Eoimi tertemiz bulundurıuıt'w" diye emretmiştik,
mealindeki ayeti okuyordu! Makamı, Kabe ile kendi arasına alarak burada iki
rekat namaz kıldı; Kafirün ve İhlas surelerini okudu.
Sonra
yeniden Rükn' e gelip onu istilam ettikten sonra Safa'ya yöneldi; buraya
yaklaştığında da:
- Safa ile Merve, Allah'ın belirlediği nişanelerdendir.
Kim hac veya umre niyetiyle Kabe'yi ziyaret ederse, oraları tavaf etmesinde bir
beis yoktur. Her kim de, farz olmadığı halde gönlünden koparak bir hayır
işlerse, mükafatını görür. Zira Allah, şükrün karşılığını
380 Bakara, 2/125
Vakit Yaklaşırken
verir; O, az amele
çok mükafat verir ve her şeyi bilir,381 mealindeki ayetleri okumaya
başlamıştı.
Artık Resı1lullah (sallallahu aleyhi ve sellem),
Kur'an'ın zikrindeki önceliğe iktida ederek sa'yine Safa'dan başlamış Merve ile
Safa arasında gidip geliyordu! Safa'nın üzerine çıktığında Kabe'ye dönecek ve
tekbir getirdikten sonra ellerini kaldırıp dua edecekti.
Ardından da, Hacim'si yöneldi; burası, ashabıyla
birlikte üç yıl yaşadığı çile dolu günlerin geçtiği yerdi; amcası ve en büyük
destekçisi Ebu Tülib burada vefat etmiş, kerim zevcesi ve 25 yıllık hayat arkadaşı
Hz. Hatice validerniz de, buradan Hakk'a yürümüştü. Mezarı da buradaydı; vefa
insanıydı ve belli ki, ashabına da ehl-i vefa olma yollarını gösteriyordu.
Pazar gününden itibaren dört gün Mekke'de kalan Allah
Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), ashabıyla birlikte perşembe günü duha vaktinde
Mina'ya yönelecekti; Nemira denilen yerde kendisine bir çadır kurulacak ve
burada Efendimiz, beş vakit namazını kılacaktı. Batn-ı Vadi'den geçip Arafat'a
geldiğinde onlara dönmüş hutbe irad ediyordu. Etrafında yüz yirmi bin sahabi
vardı; her biri de, Resulullah'ın kendilerine söyleyeceklerini pür-dikkat
dinliyorlardı:
- Ey insanlar!, diye
başladı hutbesine ve şöyle devam etti:
- Sözlerimi iyi
dinleyin! Çünkü Ben, bu yıldan sonra bir daha
sizinle burada
buluşabileceğime ihtimal vermiyorum!
Efendiler Efendisi'nin gurüb edeceği kimsenin aklına
gelmiyordu; ancak onu bugün, bizzat kendisi hatırlatıyordu! Yürekler yanmış,
kalplerde derin bir hüzün esmeye başlamıştı. Resı1lullah (saIIallahu aIeyhi ve
sellem), tam da ikbal günlerine gelindiği bu demlerde ayrılık sinyalleri
veriyordu! Şunları söylüyordu:
- Kanlarınız ve mallarınız, bugününüzün, bu ayınızın ve
bu beldenizin haram olduğu gibi size haramdır! Dikkat edin; cahiliyyeye ait ne
varsa hepsi ayaklarımın altındadır ve kaldırılmıştır!
Cahiliyyedeki kan
davaları kaldırılmıştır; ilk kaldırdığım kan
381 Bakara, 2(158
633
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern)
davası da, Rebia İbn
Haris'in kanıdır ki onu, Beni Sa'd yurdunda emzirilmek üzere bulunduğu sırada
Hüzeyl kabilesi öldürmüştü!
Cahiliyyedeki
faiz uygulamaları da kaldırılmıştır; ilk kaldırdığım riba da, Abbas İbn
Abdilmuttalib'in faiz alacağıdır ve şüphesiz o, bütünüyle kaldırılmıştır!
Kadınlar
konusunda daha duyarlı olun ve Allah'tan korkun; çünkü siz onları, Allah'ın
emaneti olarak alıp, Allah'ın kelimesi ile kendinize helal kıldınız! Onlar
üzerinde sizin hakkınız, hoşlanmadığınız kimseleri mahreminize almamalarıdır;
şayet bunu yaparlarsa ancak o zaman, aşırıya gitmemek kaydıyla onlara müeyyide
uygulayabilirsiniz! Onların rızık ve giyimini güzel bir biçimde temin etmek de
sizin üzerinize bir borçtur!
Size
öyle bir değer bırakıyorum ki, ona tutunduğunuz sürece Benden sonra asla
dalalete düçar olmazsınız; Allah'ın kitabı!
Resülullah'ın
yokluğunda sosyal yapının sağlıklı yürüyebilmesi için gözetilmesi gereken en
temel meselelerdi bunlar ve Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern),
aralarından ayrılmadan önce onları bu konularda uyarıyor, istikbale emin
adımlarla yürünüp Allah davasının ebedlere kadar payidar olabilmesi için
ümmetinin dikkatini çekiyordu. Onun bu beyanlarını, Rebia İbn Ümeyye gibi
insanlar dalga dalga uzakta kalanlara ulaştırmak için yüksek sesle tekrar
ediyorlardı! Bunları söyledikten sonra ashabına dönüp şunu soracaktı:
-
Yarın size Benden sorulacak; hakkımda nasıl şehadette bulunacaksınız?
Ashabda
büyük bir şaşkınlık vardı; başlarını kaldırmış O'nu (sallallahu aleyhi ve
sellern):
-
Biz şehadet ederiz ki Sen, üzerine düşen tebliğ vazifesini hakkıyla yerine
getirip hepimize rehberlik yaptın ve nasihatını da hakkıyla eda ettin, diye
cevaplıyorlardı. Arafat meydanından taşan bu ses, Paran dağlarına çarpıp geri
geliyordu! Onların bu şehadetini alınca Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellern), işaret parmağını semaya kaldırdı:
- Allah'ım! Sen şahit
ol, diyor ve bunu üç kez tekrar ediyordu. Derken ezan okunmaya başladı; öğle
ile ikindiyi birlikte kılıyorlardı! Namaz sonrasında Cebel-i Rahme'nin eteğine
gelecek olan Resül-ü Kibriya Hazretleri, burada duracak ve 'vakfe' yapacaktı!
634
Vakit Yaklaşırken
Kıbleye
dönmüş olarak o günün akşamına kadar burada dua dua Rabbine yalvanyordu; Nur
insan, nurdan bir heykel gibi Rabbinden rahmet di1iyordu!
Ve
yine Cibril-i Emin gelmiş, Resülullah üzerinde vahiy emareleri belirmişti;
belli ki yine Allah'tan bir mesaj vardı:
- Bugün Ben, sizin dininizi tamamladım; size olan
nimetimi de kemale erdirdim ve sizin adınıza din olarak sadece İslam'dan razı
oldum1382
Anlaşılan bu, Nur dağında, Hira'da başlayan sürecin son
meyvesiydi; kulağına ilişir ilişmez bir kenara çekilip de ağlaşanlar vardı!
Bu, Resülullah'ın da gözünden kaçmamıştı. Hz. Ömer'in yanına yaklaştı ve:
-
Niçin ağlıyorsun, diye sordu. Cevap verecek hali yoktu koca Ömer'in; kendini
toparlayıp:
- Ağlıyorum, dedi. Çünkü, şu ana kadar biz, dinimizde
sürekli bir ziyadelik yaşıyorduk. Şimdi anlıyoruz ki, tamamlanan her şey,
bundan sonra noksanlaşma süreci yaşayacak demektir.
Ömer ferasetiydi bu
ve Resülullah (salla1Iahu aleyhi ve sellem) ona: - Doğru söylüyorsun, diye
mukabelede bulundu.
Daha sonra da, terikesine aldığı Üsame ile birlikte
Müzdelife'ye doğru yöneldi. Akşam ve yatsı namazlannı, tek ezan ve iki kametle
birlikte cem yaparak burada kılacaktı.
Zilhicce ayının onuncu günüydü; vaktin girişiyle
birlikte sabah namazını da Müzdelife'de kılan Habib-i Zişan Hazretleri,
Meş'ari'lHaram'a gelip kıbleye dönmüş, dua ve tazarru ile Rabbine iltica ile
gerilmiş, dua, tekbir, tehlil ve zikirle meşguldü.
Güneş doğmadan önce yeniden Kasva'ya binecek ve Mina'ya
gelecekti; bu sefer arkasına Fadl İbn Abbas'ı almıştı. Bu sırada İbn Abbas'a
emretmiş, şeytan taşlamada kullanacağı taşlan toplatıyordu. Muhassir vadisine
geldiğinde devesini daha da hızlandırmıştı; zira burası, fil ashabının helak
edildiği yerdi!
382 Maide, S/3
635
Efendimiz (sallal1ahu
aleyhi ve sellem)
Derken
Mina'ya geldi; güneş yeni doğmuştu ve Akabe cemresinin yanına gelip devesinin
üstünde iken şeytan taşlamaya başladı.
Daha sonra yeniden ashabına dönen Efendiler Efendisi,
daha önceki hutbenin bir yönüyle tamamlayıcısı mahiyetinde şunları söylemeye
başladı:
- Şüphe yok ki bugün itibariyle zaman, semavat ve arzı
Allah'ın ilk yarattığı andaki yörüngesine gelip oturdu; bir yıl, on iki aydır.
Bunlardan dördü haram aylardır; üçü, peşi peşine gelir: Zilkade, Zilhicce ve
Muharrem. Öbürü de, Şaban ile Cemaziyelevvel arasında kalan Receb ayıdır.
Şeytan, sizin bu beldenizde artık kendisine kullukta
bulunma ümidini yitirmiştir. Ancak, sizin çok küçümsediğiniz birçok işinizde
onun dediğini yapıp da bunların, şeytanı razı edeceği de bir gerçektir.
Hac
vazifesiyle ilgili menasikinizi bugün benden alın; zira Ben, bu yıldan sonra
hac vazifesi yapamayacağımı sanıyorum!
Ashabına bunları söyleyen Allah Resı1lü (sallallahu
aleyhi ve sellern), bundan sonra üslı1bunu da değiştirecek ve şimdi hangi ayda
olduklannı ve hangi günü yaşadıklarını soracaktı. Ashab:
- En doğrusunu Allah ve Resı1lü bilir, diye mukabelede
bulunuyordu. Zira bu ay ve güne başka bir isim vereceğini sanmışlardı! Bunun
üzerine:
- Zilhicce ayı değil
mi, diye sordu onlara.
- Evet, diyorlardı.
Bu sefer de, mekanla ilgili bir soru soruyor-
du:
- Bu belde neresi?
Başka bir isimle
tesmiye edeceğini düşünen ashab yine:
- En doğrusunu Allah
ve Resı1lü bilir, diye cevaplamıştı. Onla-
ra:
- Burası, belde-i
haram değil mi, diye sordu. Yine:
- Evet, demişlerdi.
Arkasından şunları söyledi:
- Şüphesiz ki
Rabbinize kavuşacağınız güne kadar kanlarınız,
mallarınız ve
ırzınız; bugününüzün, bu ayınızın ve bu beldenizin haram olduğu gibi size
haramdır!
Her cümlesinde bir veda busesi gizliydi. Yirmi üç
yıllık birikimi siyah gözleriyle süzüyor ve cemaatini, kendisinden sonraki
günlere hazır hale getirmek istiyordu.
Vakit Yaklaşırken
Az önceki sorulan üst üste niçin sorduğunu şimdi daha
iyi anlıyorlardı; bir taraftan ashabıyla vedalaşırken, diğer yandan da onları
rahle-i tedrisine almış irfan ufkuna seyahate çıkarıyordul Arkasından,
dikkatlerini çekip onlara bir soru daha sordu:
- Vazifemi tebliğ
ettim mi?
Dizinin
dibinde yetiştirdiği ashabına, kendine ait vazifeyi eda edip etmediğini
soruyordu; çaresiz ashab yine:
-
Evet, diye haykırmıştı. Bunun üzerine yeniden Rabbine yöneldi ve önce:
-
Allah'ım! Sen şahit ol, diye nida etti. Ardından ashabına şu nasihatte bulundu:
- Bunları, bugün burada bulunanlar, bulunmayanlara
ulaştırsın; zira kendisine tebliğ edilen nice insan, dinleyenden daha kavrayıcıdır!
Ve sakın ola ki Benden sonra, birbirinizin boynunu vuran kafider gibi olmayın!
Ashabına bu nasihatleri yaptıktan sonra sıra kurbanını
kesmeye gelmişti; o gün Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), yaşı
kadar kurban kesecek ve geri kalan otuz yedi tanesini kesmesi için Hz. Ali'yi
görevlendirecekti. Sonra yanına, ashabından birisini çağırıp saçını kestirdi.
Mübarek saç tellerini yere düşürmernek için avuçlarını açmış, bu arada yere
düşenleri de teker teker alıp yüzlerine gözlerine sürüp gözyaşı döküyorlardıl
Bu sırada Hz. Ebu Bekir gibi bazı sahabiler, ayrılık öncesi bir kenara
çekilmiş, uzun uzun O'nu seyrediyorlardı!
Derken yeniden Mekke'ye yöneldi; Kabe'ye gelecek ve
'ifaza' tavafını yapıp öğle namazını kılacaktı! Ardından Abdulmuttaliboğullarının
yanına gitti; kendisine zemzem takdim etmişler, O da bu Zemzemden içiyordul
Aynı gün yeniden Mina'ya geldi; o gece burada
kalacaktı! Ertesi günün zeval vaktine kadar burada bekledi; güneş zevale
kayınca, önce birinci, ardından ikinci ve nihayet üçüncü cemrenin yanına gelerek
şeytan taşlamaya başladı! Burada duracak ve ashabına bir kez daha seslenerek
bilgilerini perçinIemek isteyecekti.
Teşrik günlerinde
şeytan taşlama işini bitirdikten sonra yeni-
637
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
den
Kabe'ye gelecek ve gecenin geç saatlerinde 'veda tavafı' yapacakh; zira artık, ayrılık vaktiydi ve
ashabına da yolculuk için hazırlanmaları emrini verecekti!
Zilhicce ayımn on sekiziydi; Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern), yeniden Medine'ye doğru ilerlerken Cuhfe yakınlarında Hum
denilen bir kuyunun başında durmuş, ashabına yine nasihat ediyordu; şunları
söylüyordu:
- Dikkat edin ey insanlar! Şüphesiz ki Ben de bir
beşerim ve umarım ki çok geçmeden Rabbimin elçisi gelir ve Ben de, ona icabet
ederim! Size iki önemli şey bırakıyorum; onların ilki Allah'ın kitabıdır ki
içinde hidayet ve nur vardır; ona sımsıkı tutunmalısımz! İkincisi ise, Benim
ehl-i beytimdir; ehl-i beytim konusunda sizi duyarlı olmaya çağırıyorum, ehl-i
beytim konusunda sizi duyarlı olmaya çağırıyorum!
Bu sırada damadı Hz.
Ali'nin elinden tutup kaldıracak ve:
-
Ben kimin veli si isem, iyi bilin ki bu da onun velisidir, diyecekti. Ardından
da ellerini açacak:
- Allah'ım! Onu veli kabul edeni Sen de velin kabul et;
ondan yüzçevirip de düşmanlık edeni Sen de düşman ilan et, diye dua edecekti.
Yeniden
yola koyulup da karşısına Medine çıkınca üç kere tekbir getirecek ve şunları
söyleyecekti:
-
Allah'tan başka ilah yoktur ve O (celle celaluhü) tektir; mülk de O'nun, hamd
de O'nundur ve O, her şeye kadirdir!
Rabbimize dönenleriz. Tevbe ile O'na yöneliyor ve
sadece O'na kullukta bulunuyoruz. Seedemizi de O'na yapıyor ve her türlü durumda
Rabbimize hamd ediyoruz!
Allah
(celle celaluhü), vaadini yerine getirdi ve kuluna yardım etti ve ahzab
ordusunu da, tek başına hezimete uğratıp tarumar etti!
Bu duanın ardından Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern),
gündüzün bir vaktinde yeniden Medine'ye gelmişti! Yine ilk olarak Mescid-i
Nebevi'ye gelecek ve burada iki rekat namaz kıldıktan sonra hane-i
saadetlerinin yolunu tutacaktı!
Hac öncesi yaşanan yoğunluk, Medine'de kaldığı yerden
yeniden başlayacak ve İslam'ın güzelliği daha geniş coğrafyalara ulaştı-
Vakit Yaklaşırken
rılmaya
çalışılacaktı. Bunun için Cerir İbn Abdillah'ı Yemen'e gönderilecek ve Hımyer
krallanndan Zülkela İbn Nakür ile Zn Amr Müslüman olacaktı.
Medine'ye döndükten sonra devam eden elçilerin
gönderilmesi ve hey' etlerin kabulü sırasında beklenmedik olaylar da olmaya başlamıştı;
belki de Cenab-ı Mevlü, bu türlü arızaları Efendimiz'in hayatta olduğu
dönemlere denk getirmiş ve böylelikle Müslümanlara, benzer durumlarda nasıl
davranmaları gerektiğini Resülii'nün şahsında fiilen göstermek istemişti! İlk
haber, Yemen taraflarından geliyordu; Esvedü'l-Ansi adında birisi
çıkmış peygamberlik iddia ediyordu! Kehanet ve hokkabazlıkla etrafında bazı
safderün insanları toplamış, onları da kendi peygamberliği konusunda
inandırmıştı. Efendimiz'in Hz. Cerir ile gönderdiği mektuplardan biri de ona yazılmıştı;
ancak o, Allah Resnlü'nün hastalığından da cesaret alarak söz dinlemeyecek ve
iddiasından vazgeçmeyecekti. Sahik ve Şerik adında iki meleğin kendisine de
vahiy getirdiğini söylüyor, halkın başına gelecek haberleri de kendisinin
verebildiğini iddia ediyordu!
Yazdığı
mektuplarda Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), valilerinden Esved
konusunda daha tedbirli ve duyarlı olmalarını isteyecek ve halkın yalan yanlış
beyanlarla oyalanmasının önüne geçmelerini söyleyecekti.
Bir
diğer haber, Yername taraflarından geliyordu; Müseylime de peygamberlik
iddiasıyla ortaya çıkmış, etrafına bazı safdertın insanlan toplamaya
başlamıştı! Halbuki bu adam, Beni Hanife hey'etiyle birlikte daha birkaç ay
önce Medine'ye gelmiş ve Müslüman olmuştu! Şimdi ise hokkabazlık ve sihirbazlık
sanatlarını konuşturarak kendisinin de mucize sahibi olduğunu söylemeye
başlamış,383 olağanüstü haller gösterme yarışına girişmişti. Hatta
hırsla önüne
383
Nişadırı keskin sirke içinde erittikten sonra günlük yumurtayı onun içinde bir
gece ve gündüz bekletir. iyice yumuşattıktan sonra da onu alarak dar şişenin
içine koyardı; ardından üzerine soğuk su dôker ve insanlara, kabuğunu kırınadan
yumurtayı dar ağızlı şişeye bir mucize eseri olarak soktuğunu iddia ederdi.
Bkz. İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 5/61, Sire, 4/95; İbn Seyyidinnas, UyünuEser,
2/284; Süheyli, Ravdu'l-Unf, 4/354 vd.
639
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern)
gelen
her meseleye el attığı için gülünç durumlara da düşüyordu. Efendimiz'in yaptığı
gibi kendisinin de insanlara su mucizesi göstermesi istenince kuyuların başına
gidip ağzında çalkaladığı suları oralara boşaltacaktı. Ancak bereketlenip
sularının çoğalması bir yana kuyuların hepsi de kuruyordu! Bereket umarak yeni
doğan çocuklardan hangisi kendisine getirtilip de ağzına hurma vermişse,
onların her birisi ya kel ya da 131 olmuşlardı!
Gözünü saltanat hırsı o kadar bürümüştü ki, insanlar
nezdinde düştüğü bu gülünç durumlar onun için bir şey ifade etmiyordu. Bu sefer
de tutmuş, Kur'an'a nazire getirmeye çalışıyor, kendisine de vahiy geldiğini
iddia ederek birtakım sözler sarf ediyordu! Bu sırada Allah Resülü'ne bir mektup
göndermiş ve kendisini risalette O'na şerik ilan etmişti!
Hz. Ali'yi yanına çağıran Efendiler Efendisi, haddini
aşan bu adama bir mektup yazacak ve yeryüzünün Allah'a ait olduğunu ve onun hiç
kimseyle paylaşılamayacağını ifade ettikten sonra Allah'ın, yeryüzünü dilediği
kuluna has kılacağını ifade ederek neticede takva sahibi olanların üstün
geleceğini bildirecekti,
Üsame Ordusu
Safer ayının çıkmasına dört gün kala bir pazartesi günü
Allah Resülü (sal1allahu aleyhi ve sellern), ashabına sefer hazırlığı yapmaları
emrini verdi; zira Rum diyarından tehdit sesleri yükseliyor ve orada bulunup da
iman edenlere karşı akla-hayale gelmedik işkenceler uygulanıyordu. Bardağı
taşıran son damla, Rum diyarına yakın belde olan Mean valisi Ferve İbn Amr'ın
başına gelenlerdi; kendi topraklarında İslam'a ait herhangi bir eserin
mevcudiyetinden aşırı derecede rahatsızlık duyan Bizans, Efendimiz'in valisini
de öldürme cür'eti göstermişti!
Karargahın kurulacağı yer Cürüftü. Ashab-ı kiram
hazretlerini yine cihad heyecanı sarmıştı. Yeni bir hedefe doğru gidecekleri
için sabırsızlanıyorlardı! Ertesi gün Allah Resülii (sal1allahu aleyhi ve sellern)
yanına, azatlı kölesi Zeyd İbn Harise'nin on sekiz yaşındaki oğlu Üsarne'yi
çağırdı; ona:
- Seni, hazırlanan bu orduya kumandan tayin ettim;
süratle harekete geç ve babanı şehit edenlerin üzerine yürü, diyor ve hangi
ci-
Vakit Yaklaşırken
hete
gideceğini ve oralarda nelere dikkat ederek nasıl adım atması gerektiğini tarif
ediyordu! Hatta ordusuyla birlikte ilerlerken, haberden daha hızlı hareket
etmeleri gerektiğini söylüyor ve ancak, muhaberata hakim olarak muharebeyi
kazanabileceklerine dikkat çekiyordu!
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) genç
Üsame'ye ordunun sancağını bizzat kendi elleriyle veriyordu; sancağı alan Hz.
Üsame onu, hicretin sancaktan Büreyde İbn Husayb'a verecek ve Cürüfe gidip
Resülullah'ın ordusunu hazırlamaya başlayacaktı. Artık hazırlığını yapan
Cürüfe koşuyordu!
Bir çarşamba günüydü.
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz.
Üsame'ye
sancağı verdiği günden bir gün sonra hastalanmıştı; yüksek ateşe maruz kalmış
şiddetli baş ağrısı çekiyordu! Ancak O'nun bu hastalığı, ihtimamla hazırladığı
bu ordunun teşekkülüne engel olmuyordu. Aksine, her şeye rağmen bu ordunun
hedefine ulaşmasım arzuluyor ve ashabını da bu istikamette teşvik ediyordu.
Hz. Üsame'nin
kumandanlık yapacağı bu ordunun içinde Hz.
Ebu
Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali gibi çok önemli isimler vardı! Demek ki
Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabım gençleştirmek istiyor ve
misyonunu, gençliğin üzerine bina etmek istiyordu! Aynı zamanda bu, eskiye ait
bazı telakkilerin ortadan kaldırılması anlamına geliyordu; zira Hz. Üsame,
azatlı bir kölenin oğluydu ve Araplar, bir köleyi asla başlarında kumandan
olarak görmek istemezlerdi! İşte Restıl-ii Kibriya Hazretleri, cehalete ait ne
kadar 'put' varsa
teker teker hedeflemiş, toplumun içinden söküp atıyordu! Ancak, ilk etapta
herkesin anlayabileceği bir husus değildi bu ve Üsame'nin yaşınm küçüklüğü ile
söz konusu olan devletin, o gün için iki süper güçten birincisi olduğunu
düşünerek bazı insanlar, Hz. Üsarne'nin komutanlığı konusunda farklı
düşünceler üretmeye başlamışlardı. Bilhassa Ayyaş İbn Ebi Rebia gibi kimseler:
- İlk muhacirler bir kenarda dururken şu genç onlara
kumandan tayin ediliyor, demiş ve böyle bir tavzifi garipsediklerini ifade etmeye
başlamışlardı. Cumartesi günüydü; durumu haber alan Allah
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Resülü (sallallahu
aleylıi ve sellem), başına sarığını sararak minbere çıkacak ve ashabına:
-
Ey insanlar, diye seslenecekti. Vallahi de siz, Üsame'nin kumandanlığına
itiraz edip karşı çıktığınız gibi onun babası konusunda da aynı tavrı
sergilemiş, onun kumandanlığı konusunda da ileri geri beyanlarda bulunmuştunuz!
Allah hakkı için o, imaret vazifesini yerine getirmeye en layık kişidir. Şu da
bir gerçek ki, onun babası, benim için insanların en sevimlisiydi; ondan sonra
da Üsame, bana en sevgili olandır!
Bu
arada Hz. Usame ile birlikte savaşa gidecek olan ashabın ileri gelenleri huzura
gelip Allah Resülü'yle vedalaşıyorlardı. Aslında bu, O'nun da ashabıyla
vedalaşması anlamına geliyordu. Bu sırada Resülullah'ın hastalığı gittikçe
ağırlaşıyordu; ancak O (sallallalıu aleyhi ve sellern):
-
Üsame ordusunu sakın geri bırakınayıp onu gönderme işini yerine getirin,
diyerek ashabına tembihte bulunuyordu. Bunun üzerine ashab, Cürüf e akın etmiş
ve pazar gecesini orada geçirmişlerdi.
Pazar
günü yeniden Allah Resülii'niin yanına gelen Hz. Üsame, gözyaşlarına hakim
olamamıştı; zira Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ateşler içinde
yanıyor, ağrılarını dindirmek için ağzına ilaç damlatılıyordu! Vedalaşmak için
gelmişti ama gönlü, O'nu bu halde bırakıp da gitmeye bir türlü razı olmuyordu!
Eğilip Allah Resülii'nii öptü. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)
konuşamıyordu; ellerini bir müddet semaya doğru kaldırrnış ve ardından da
Üsame'nin üzerine indirmişti; belli ki genç kumandanına dua ediyordu!
Hz.
Üsame, o gün Cürüfe geri dönmüştü ama yüreği Allah Resülii'niin yanında
kalmıştı; onun için ertesi gün yine huzura gelecekti. Bir pazartesi günüydü;
Resülullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) üzerindeki sıkıntılı hal geçmiş
gibiydi ve Hz. Üsame, Allah Resülii'nün emrini yerine getirmek üzere ordusunun
başına geri dönecektil
Guruba Doğru
Bir
tarafta bu aksiyon devam ediyor olsa da Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve
sellem), ashabıyla vedalaşmaya çoktan başlamış ve yönünü 'Refik-ı A'Ia'ya tevcih etmişti! Bir yıldır bu
vedanın işaretlerini veri-
Vakit Yaklaşırken
yordu; Hz. Muaz'ı
Yemen' e gönderirken söyledikleriyle veda haccında ashabıyla helalleşmesi hep
bu ayrılığın sinyalleriydi.
Önceki
senelerden farklı olarak, bu yılın Ramazan ayında yirmi gün irikafa çekilmişti.
Halbuki, önceki yıllarda, on günlük itikafı itiyad edinmişti. Aynı zamanda
Cibril-i Emin gelmiş ve bu yıl, iki defa karşılıklı olarak Kur'an'ı mukabele
ederek hatmetınişlerdi.
Ashabını
emanet ettiği Uhud'u ziyaret etmişti. O sırada etrafında bulunanlarla
vedalaştığı gibi onlarla da konuşup selamlaşıyor ve teker teker vedalaşıyordu.
Onlarla vedalaştıktan sonra minbere çıkacak ve ashabına şöyle seslerıecekti:
-
Şüphe yok ki Ben, size ulaşmak için arzuluyum. Sizin şahidiniz Benim. Allah'a
yemin olsun ki, şu anda Ben, havzımı ternaşa ediyorum. Yeryüzü hazinelerinin
anahtarlarının Bana teslim edildiğini görüyor gibiyim. ValIahi de Ben, Benden
sonra sizin şirke gireceğinizden değil de, şirk etrafında birbirinizle
atışmanızdan korkup endişe ediyorurn.v'"
Sefer
ayının son pazartesi günüydü. Ashabından biri hakkında son vazifeyi eda için
yine Cennütü'l-Baki'ye gelmişti. Kendisinden önce buraya emanet ettiği ashabını
da unutmannştı; onların yanına da uğruyor, adeta her biriyle konuşarak
helal1eşiyordu. Bu helalleş me sonrasında, yanında bulunan azatlısı Ebu
Müveyhibe'ye şöyle seslenmişti:
-
Ey EM Müveyhibe! Şu anda Bana, dünya hayatının hazinelerine ulaştıracak
anahtarlarla burada ebedi kalma imkanı, ardından da cennet vaadedildi ve Ben,
Rabbime kavuşmak ve cennetle bunlar arasında muhayyer bırakıldım!
Böyle
bir tercihten memnuniyeti dile getirmek isteyen azatlı Ebu Müveyhibe:
-
Anam-babam Sana feda olsun ya Resülullah, diyecekti. Önce dünya hayatının
hazinelerine ulaştıracak anahtarları ve burada ebedi kalmayı, ardından da
cenneti tercih et!
O (sallallalıu aleyhi
ve sellern), tercihini çoktan yapmıştı:
-
Vanahi de ey Eba Müveyhibe! 'Ben, Rabbimle buluşmayı ve cenneti tercih ettim!
384 Buhari, Sahih,
1/451 (1279), 3/1317 (3401); Müslirn, Sahih, 4/1795 (2296)
643
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Dönüşte,
şiddetli bir baş ağrısı başladı. Harareti de yükselmiş ve ateşler içinde
kalmıştı. O kadar ki, vücud-ü mübareklerinin harareti, mübarek başlarına
sardıkları sarığın dışından hissediliyordu!
Belli
ki bu, hemen geçecek bir hastalık değildi ve devam eden on bir gün boyunca, bu
haliyle namazlarını ashabıyla birlikte kıldı.
Her
haliyle edep ve haya dersi veriyordu. Hastalığının şiddetlerıdiği bu dönemde,
etrafında toplanan Ezvac-ı Tahirilfa yönelecek ve:
-
Yarın Ben, neredeyim?, diye soracaktı. Halden anlayan insanlardı ve hepsi
birden, kendi haklarından feragat ettiklerini ve bundan böyle Efendilerinin,
Hz. Aişe Validemizin hücresinde kalmasını istediklerini söylediler.
Ayakları
üzerinde durmakta zorlamyor ve çoğu zaman ayakları yerde sürüyerek
gidebiliyordu. Onun için bir koluna Fadl İbn
Abbas, diğerine de
Hz. Ali girmiş
ve Efendiler Efendisi'ni, Hz. Aişe Validemizin hücresine taşımışlardı. Son
günlerini burada geçirecektil
Çarşamba
günü hastalık daha da şiddetlenmiş, harareti de artınca kendinden geçerek
bayılmıştı. Bu haldeyken bile, ashabından ayrı kalmak istemiyordu; birazcık
kendine gelir gelmez:
-
Değişik kuyulardan alınmış sudan, üzerime yedi kez dökün kı Ben, insanların
arasına çıkıp onlarla ahitleşmek istiyorum, diyecekti. Denilenler yapılıp da
bir miktar kendine gelince:
-
Artık yeter' Artık yeter, dedi ve güçlükle ayağa kalkarak mescide yöneldi ve
burada:
-
Ey insanlar! Bana yaklaşın, diye seslendi. Ashabını yanına çağırıyordu; belli
ki, önemli bir mesajı vardı ve dikkatlerini bir konuya çekmek istiyordu. Önce,
diğer ümmetlerin yanlışlıklarından bahsetti onlara. Ardından da:
-
Sakın, Benim mezarımı, ibadet edilen bir puthaneye çevirmeyin, uyarısında
bulundu. Üzerinde, yakında ayrılacak olmanın heyecanı seziliyordu ve bunun
için adeta herkesle helalleşmeye başlamıştı:
-
Sizden kimi incitmişsem, işte sırtım; gelsin ve sopasıyla sırtıma vurarak
hakkını alsın! Her kime de ağır söz söylemiş ve gönlünü kırmışsam, gelsin ve
içindekini Bana söyleyerek hakkını alsın, diyordu. Diyordu ama kimseden ses
çıkıyordu. Ancak O (sallallahu aleyhi ve sellern), ısrarlıydı; öğle namazını
kıldıktan sonra aynı talebini yeniden
644
Vakit Yaklaşırken
tekrarlayacaktı. Bu
sefer, birisi ayağa kalktı ve kendisinden üç dirhem alacağı olduğunu söyledi.
Bunun üzerine amcaoğluna seslenip: - Ona bunu ver, ey Fadl!, buyurdu. Ardından
da, Ensar hakkında şunları söyledi:
-
Size, Erisar'ın kıymetini bilmenizi vasiyet ediyorum. Çünkü onlar, benim
gözümün nuru, göz bebeklerimdir; onlar, kendilerine düşeni hakkıyla yerine
getirmişlerdir ve yaptıklarının mükafatını da alacaklardır. Artık insanlar
çoğalmış, Ensar ise azınlıkta kalmıştır; onlar, yemekteki tuz gibidirler!
Sizden her kim, onlar üzerine emir olur da, onlardan bir fayda veya zarar
görürse, iyi ve faydalı olanları kabul etsin ve hoşuna gitmeyen bir muameleye
maruz kaldığında da affedici olsun!
Ardından da şunları
söyledi:
-
Şüphe yok ki Allah (celle celaluhü), dünya hayatının güzelliklerinden
dilediğini vermek ve katındakilere nail kılmak arasında kulunu muhayyer
bıraktı; kul, Allah katında olanı tercih etti.
Daha
cümlelerini tamamlamamıştı ki, ilk günden beri yanındaki sadık yari Ebu
Bekir'in olduğu yerden bir çığlık duyuldu:
- Anamız-babarnız
Sana feda olsun ya Resfılullah, diyordu. Şaşkınlıkla bakıyorlardı sesin geldiği
tarafa! Zira onun anladığını anlamamışlardı. Zira o, muhayyer bırakılanın
Resülullah'ırı kendisi olduğunu anlamıştı ve onun için böyle bir tepki
veriyordu.
-
Adama bak, diyorlardı. 'Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), bir adamın
dünya ile huzur-u ilahide olan konusunda muhayyer bırakıldığını ve onun da
Allah katındakini tercih ettiğini haber veriyor; Ebu Bekir ise, tutmuş, "Analarımız-babalarımız
Sanafeda olsun ya Resiilullah!"
deyip ağlıyor!
Anlayan
anlamıştı! İlk günlerden beri yanından hiç ayrılmayan sadık yarinin bu
duyarlılığını gören Resül-iı Kibriya Hazretleri, ashabı için Hz. Ebu Bekir'i
nazara verecek ve onun ashab içindeki konumu yerleştirmek isteyecekti; elinden
tutmuş şöyle sesleniyordu:
-
Benim için EbU Bekir, maddi manevi fedakarlığı açısından insanların en
eminidir; şayet, Rabbimden başka bir dost edinecek olsaydım, mutlaka Ebu
Bekir'i dost edinirdim. Ancak, bundan böyle sadece İslam kardeşliği ve bu kardeşlik
merkezli muhabbet vardır.
645
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
Mescide açılan bütün
kapılar kapatılsın; ancak, Ebu Bekir'in kapısı açık bırakılsın!
Hastalığının
ağırlaştığını duyan, mescide koşuyordu; dışarıda büyük bir kalabalık birikmiş,
gelişmeleri merakla takip ediyordu; Resülullah'ın vefatından endişe
duyuyorlardı! Önce, amcaoğlu Fadl, ardından sırasıyla Hz. Ali ve Hz. Abbas
girdi huzura; her biri, dışarıda bekleşen topluluktan bahsediyorlardı. O gün,
iki kişinin yardımıyla huzurlarına çıkmış ve şunları söylemişti cemaatine:
-
Ey insanlar! Bana ulaştığına göre sizler, nebinizin vefatından endişe
ediyormuşsunuz; Benden önce hangi peygamber ebedi yaşadı ki Ben, burada ebedi
kalayım! Dikkat edin! Ben de Rabbime kavuşacağım, sizler de!
Sonra da şu hakikati
aktardı onlara:
- Şüphe yok ki sizin
için, Benim hayatım da hayırlıdır, ölümüm
de!
Zihinlerdeki
hatıralar tazelenmeye çalışılıyordu; açıkça bir vedalaşmaydı sanki bu sözler!
Daha önceki beyanlarını hatırlamaya çalışıyorlardı. Zira bir gün aralarına
çıkmış ve onlara şunları söylemişti:
-
Sizler Beni, aranızda en son vefat edecek olan kişi sanıyorsunuz!
-
Evet, demişlerdi o gün. Halbuki, o gün O (sallallahu aleyhi ve sellem):
-
Şüphesiz ki Ben, aranızda en önce vefat edeniniz olacağım, buyurmuştu.
-
Şüphe yok ki Ben, yolculuk için davet aldım ve bu davete icabet sözü verdim,
demişti başka bir gün.
Yaklaşık
bir ay önce de, yakın akrabalarını bir araya toplamış ve ruhu pervaz edip
vuslata erince, bedeni konusunda kimin ne yapacağım anlatmıştı onlara bir bir
...
Amcası
Hz. Abbas bir gün, rüyasını anlatmış ve semaya doğru sağlam bir halatın
yükseldiğini söylemişti O'na. O zaman da:
-
O gördüğün, senin kardeşinin oğlunun vefatıdır, demiş ve bunu, yüce dostluğa
pervaz edişi olarak yorumlamıştı.
Artık
Allah Resülii'niin her günü bir veda idi. Perşembe günü olduğunda ashabına
seslenecek ve:
Vakit Yaklaşırken
- Haydi! Yanıma
yaklaşın, diye onları huzuruna çağıracaktı.
"Size bir şeyler
yazdırayım ki bu vesileyle Benden sonra bir daha dalalete düçar olmayasınız!"
diyordu.
Ancak
hastalığı her haline aksetmiş. Kendini zorlayarak ayakta durmaya çalışıyordu.
Onun için huzurunda bulunan Hz. Ömer gibi önde gelenler:
-
Görmüyor musunuz, Resülullah'ırı ağrıları bir hayli arttı ve ıstırap çekiyor!
Nasıl olsa aramızda Kur'an var ve Allah'ın kitabı her şeye yeter, diyor ve O'nu
daha fazla yormak istemiyorlardı. Buna mukabil diğer bir kısım ashab da,
Efendiler Efendisi'nin bu talebine karşılık verilmesi ve ıstırap çekse de,
söyleyeceklerinin kayda geçirilmesi yönünde fikir beyan ediyorlardı. Bu,
aralarında ihtilaf konusu olmuştu; konuşmaların uzayıp gittiğini gören
Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), bu durumdan rahatsız olduğunu
bildirecek ve başından dağılmalarını isteyecekti.
Bugüne
kadar, ağrısının şiddetine ve ateşinin yüksekliğine rağmen, ashabının arasına
çıkmış ve namazlarını kıldırmıştı.
Namazdan
sonra hastalığı, daha da arttı ve yatsı namazının vakti girmiş olmasına rağmen
mescide gelemedi. Zaten son kıldırdığı namaz da, Perşembe günkü akşam
namazıydı ve bu namazda, Miirselôt suresini okumuştu.
Yatsı
namazı için Hz. Bilal ezan okumuş, mescide koşan cemaat de imamını beklemeye
durmuştu.
Hücre-i
saadetlerinde olanlardan habersizlerdi; zira, hastalığı şiddetlenen Resülullah
(sallallahu aleyhi ve sellern), orada kendinden geçmiş ve bayılmıştı. Ayılır
ayılmaz:
- Namaz kılındı mı,
diye sordu Aişe Validemize.
- Hayır ya
Resülullah! Sizi bekliyorlar, cevabını aldı.
- Abdest alabilmem
için su hazırlayın, buyurdu. Belli ki, gözü
de
gönlü de mescidindeydi! Derken denilen yapılmıştı. Kalktı ve güçlükle abdest
aldı. Tam, namaza çıkmak için niyetlenmişti ki olduğu yerde yeniden
bayılıverdi. Telaşla yanına koştular. Bir müddet sonra, kendine gelir gibi
oldu. Tekrar sordu:
- İnsanlar namaz
kıldılar mı?
Namaza
çıkmak istiyordu ama bunun için takati yoktu; zira, tekrar tekrar bayılıyordu.
Nihayet, namazı Hz. Ebü Bekir'in kıldır-
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
masını isteyecek ve
daha sonra da kendisi, ancak iki kişinin yardımıyla namaza çıkabilecekti.ve
Gelişini bekleyenIerin üzerine dolunay misali
doğuverince o gün, mescide bir heyecan dalgası yayılıvermişti. Feraset insanı
Hz. Ebu Bekir, işi sahibine bırakmak için geri çekilmek istiyordu. Resülullah
ise, elleriyle işaret ediyor ve "yerinde kal!" diyordu. Açılan
safların arasından, imarnın yanına kadar geldi. Ayakta duracak takati yoktu ve
o gün, ancak oraya oturarak nanıazını tamamlayabildi.
Artık Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern),
'Gözümün nuru' dediği namazını cemaatinin arasına gelip de kıldıramaz olmuştu!
Bundan böyle namazları, yerine tayin ettiği imam Hz. Ebu Bekir (radıyallahu
anh) kıldıracaktı.
Perşembeden
bu yana Allah Resfilii (sallallahu aleyhi ve sellern), namazlara çıkamaınış ve
ashabına imaın olup namaz kıldıramamıştı. Ancak ashabın ümitle bekleyişi devam
ediyor, o gün geldiği gibi, belki bugün de gelir diye ümit ediyorlardı.
Yine bir pazartesi günüydü; takvimler, Rebiülevvel
ayının on ikisini gösteriyordu! Bugünün sabah namazına da, bir umut deyip
gelmişlerdi; iyileştiğini görmeyi ve yine önlerine geçip de namaz kıldırmasını
istiyorlardı.
İbn
Ümınü Mektüm'un ezanıyla müdaviınlerini toplayan mescid, Bilal'in ezanıyla
birlikte yine dolup taşmıştı.
Yine
gelememişti; o günün sabah namazını da, yerine tayin ettiği imam Hz. Ebu Bekir
(radıyallahu anh) kıldınyordu.
Bir aralık mescidin köşesinde bir hareketlilik olmuştu;
Aişe Validemizin hücresindeki perde aralanmış ve Nur Cemali, dolunay misali
mescide doğuvermişti. Yine mübarek başını sarmış, öylece kapıda duruyor,
mushaf sayfası gibi duru ve aydın Sima, mihrabındaki imama nazar ediyordu!
Mübarek yüzlerindeki tebessüm dikkatlerden kaçmadı; huzur doluydu.
385
Hatta bu sırada, namazı Hz. Ebu Bekir'den başka birinin kıldırması konusunda
ısrar eden Aişe Validemize dönecek ve bu tavırlarını, Hz. Yusuf karşısında
tavır alan kadınların haline benzetecekti. Bkz. Buhari, Sahih, 1/236 (633). 1/240 (646647); Muslim,
Sahlh. 1/313 (418).
1/316 (420)
Vakit Yaklaşırken
İşte
bu nazarlar, aynı zamanda ashabını dünya gözüyle görebildiği son nazarlardı!
Sevinçten, neredeyse namazlarını bozacaklardı!
İkinci
rekata kalkınışlardı. İntizam içinde saf tutmuş cemaati, gelişini hissedip yol
veriyorlardı! O (sallallahu aleyhi ve sellem) da, Ebu Bekir'in arkasına kadar
geldi; geri çekilmek isteyen Ebu Bekir'in omzuna koydu ellerini. Belli ki,
yerinde durup da namazına devam etmesini istiyordu.
Tayin
ettiği imarnın arkasında O (sallallahu aleyhi ve sellem) da, oturduğu yerden
namaza durdu. İmam selam verince, yetişemediği rekatı da kıldı. İşte bu, O'nun
son namazıydı. Ardından, direklerden birisine sırtını dayayıp sesini de
yükselterek, fitneler konusunda ashabını uyardı ve daha sonra da nazarlarını,
yeniden Kur'an'a çevirdi. Ceziratü'l-Arap'da iki dinin bulunmasını fazla
buluyor ve İslam'dan başka bir anlayışın burada barınmasını istemiyordu. Oradan
ayrılırken şunları söyleyecekti:
-
Bir Nebi, cemaatinden biri kendisine imamlık yapmadan vefat etmez!
İyileşmiş
gözüküyordu. Endişeler geride kalmış gibiydi. Cemaatinin sevincine diyecek
yoktu. Yeniden aralarına dönmüş ve kendileriyle birlikte saf tutup namaz
kılmıştı. Sanki her şey, normale dönüyor gibiydi.
Bir
aralık, Rum diyarına komutan tayin ettiği genç Üsame, yanına girdi; hareket etmek
üzereydi ve ordusu hakkında tekınil verip vedalaşmak için geliyordu! Bir gün
önce de gelmiş ve 'işin ucunda ayrılık da olsa' hareket emri almıştı.
Yanına yaklaşıp oturduğunda, mübarek elleriyle başını sıvazlayacak ve on sekiz
yaşındaki genç komutan Hz. Üsarne'ye, giderayak dua edecekti.
Güneş
doğup da kuşluk vakti yaklaşınca, kızı Fatıma'yı yanına çağıracak ve kulağına
bir şeyler fısıldayacaktı. 'Benden bir parça' dediği kızı Fatıma, bir
çığlık kopardı; hıçkırıklara boğulmuş:
-
Vah benim başıma gelenlere! Babacığım beniml, diye ağlıyordu. Ona bir kez daha
döndü ve:
-
Bugünden sonra senin baban, hiç sıkıntı yaşamayacak!, müjdesini verdi. Ancak
bu, firakın acısını azaltmaya yetmemişti; Hz. Fatıma ağlamaya devam ediyordu!
649
Efendimiz (sallallahn
aleyhi ve sellem)
Rahmet peygamberi, bu manzaraya dayanamayacak ve
kızının yeniden yanına yaklaşmasını isteyecekti. Tekrar kulağına eğildi ve
yeniden bir şeyler fısıldamaya başladı ona! Az önce, matem havasına bürünüp
feryad ii figan koparan Hz. Fatıma, sürurundan uçacak gibi olmuştu, tebessüm
ediyordu; sanki biraz önceki Fatıma gitmiş, yerine bir başka Fatıma gelmişti!386
Ona
yeniden yaklaştı ve kendisinin, alemdeki kadınların hanımefendisi olduğunun
müjdesini verdi!
Torunları
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i yanına almış, öpüp kokluyor ve hayır
tavsiye ediyordu.
Aynı
şekilde, huzurunda bulunan hanımlarını da muhatap alıyor ve onlar için de
nasihatte bulunuyordu.
Amcası Hz. Abbas'da. ayrılığın telaşı çoktan
başlamıştı; yeğeni Hz. Ali'yi bir kenara çekmiş, Resülullah'ın ebedi aleme göç
etmek üzere olduğunu haber veriyor ve kendisiyle konuşup sonrası için vasiyette
bulunmasını talep etmek istiyordu.
Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ise,
yanındakilere nasihatte bulunuyor ve henüz imkan varken burada ahireti kazanmak
gerektiğini hatırlatıyordu; zira eldeki imkanlar, hayır adına kullanılmalı ve
bunlara ebediyet libası giydirilerek, daha buradayken ahiret yurdu
kazanılmalıydı.
Daha önce de ashabına
dönmüş ve:
- Dikkat edin! Sizden ölüm emarelerini kendisinde
hisseden herkes, Allah'ın kendisini affedeeeğine dair hüsn-i zanla ölsün, tavsiyesinde
bulunmuştu.
Bir gün önce de, hizmetçi ve kölelere hürriyet
yollarını gösterip serbest bırakmış, Aişe Validemizde bulunan altı dinarı da,
ihtiyaç sahiplerine dağıtmalarını söylemiş ve bayılmıştı. Ayılır ayılmaz, altınların
dağıtılıp dağıtılmadığını sordu. Henüz dağıtılmamıştı. İstedi onları ve
avucuna koyup teker teker saydı önce. Ardından onları,
386
Efendimiz (s.a.s.) kendisine, "Ben, artık gidiyorum." dediğinde
ağlayıp çığlık koparan Hz. Fatıma, "Arkamdarı bana ilk kavuşan sen
olacaksın." cümlesini duyar duyınaz da sevince gark olmuş, tebessüm etmeye
başlamıştı! Bkz. M üslim, Sahih, 4/1905 (2450), İbn Mace, Sünen, 1/518 (1621);
Taberani, Mu'cemu'l-Kebir, 22/415 (1027)
650
Vakit Yaklaşırken
yeğeni ve damadı Hz.
Ali'ye göndererek, hepsini ihtiyaç sahiplerine dağıtmasını emredecekti:
-
Bunlar yanındayken Muhammed, nasıl olur da Rabbinin huzuruna gidebilir,
diyordu.
O güne kadar yanında bulundurduğu kılıç ve kalkan gibi
savaş malzemelerini de, mü'minler arasında paylaştırmıştı. Belli ki, dünya
adına neye malikse, hepsini dağıtıyor ve ebedi dünyaya intikal ederken yalnız
ve yalın gitmeyi hedefliyordu. O kadar ki, o günün akşamı Hz. Aişe Validemiz,
kadınlardan birisine kandilini gönderecek ve:
- Bizim kandile, birkaç damla yağ damlatabilir misin,
diyerek, akşam karanlığında odacığını aydınlatacak kadar ödünç yağ talebinde
bulunacaktı!
Başka alternatif bulamayınca da, otuz sa' arpa
karşılığında, savaşlarda kalkan olarak kullandığı zırhını, bir Yahudi'ye rehin
vermişlerdi!
Gün, zevale doğru kayıyordu; zira mevsim, artık buluşma
mevsimiydi. Derken, sancılan yeniden şiddetlenmeye başladı. Hz. Aişe
Validemizle şunu paylaşıyordu:
- Ey Aişe! Şüphen olmasın ki Ben, hala Hayber'de
yediğim o yemeğin elemini duyuyorum! İşte bundan dolayı, sanki o zehirin tesiriyle
içirnin parçalandığını hissediyorum.
Ardından, mübarek yüzünü örttü. Bir ara bunalınca da
onu yeniden açtı. Peygamberlerinin kabirlerini puthaneye çevirenlerin lanetle
karşılanacaklannı tekrarlıyordu. Bu arada, yeniden sözü namaza getirdi ve
defalarca:
- Namaz! Namaz! Ve, elinizin altında bulunan emanetler,
diye tekrarlamaya başladı. Belli ki, "Namazı aman ihmal etmeyin ve
köleler başta olmak üzere sorumluluğunu üzerinize aldıklarınız konusunda da
daha duyarlz olun!" demek istiyordu. Dünyaya ve dünyadakilere veda
etmeden önce ashabına son tavsiyeleriydi bunlar ...
Cibril-i Emin ve
Melekü'l-Mevtin Gelişi
Cumartesi ve Pazar günü yanına gelen Cibril-i Emin yine
huzurdaydı; bir farkla ki bu sefer huzur-u nebevi, başka meleklerle de
doluvermişti. Her biri yetmiş bine hükmeden yetmiş bin melek vardı huzurda!
651
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellern)
-
Ya Muhammed, diyordu yine. Allah'ın selamı var ve beni özellikle Sana, Seni
tekrim ve tazim için gönderdi. O (celle celaluhü), bildiği halde Sana sormamı
istedi; kendini nasıl hissediyorsun, nasılsın?
-
Biraz halsizim ve ağrılar içindeyim, ey Cibril, buyurdular. Yanına daha da
yaklaşmasını istiyordu.
-
Rabbin diyor ki, dedi Cibril. Şayet dilerse O'na şifa verir, isterse huzuruma
alıp O'nu rahmetimle kucaklarımı
-
Bu, Rabbime ait bir iştir; O (celle celaluhü), Benim için dilediğini yapar,
diye mukabelede bulundu.
Daha
sonra da, Cibril-i Emın'in tanıştırdığı melekü'l-mevt, izin istedi:
-
Allah'ın selam ve rahmeti Senin üzerine olsun ya Resülullah, diyordu. Allah
beni Sana gönderdi ve ne emredersen onu yapmamı emir buyurdu. Ey Alımed! Şimdi
sen, emaneti almarnı emredersen ben onu yerine getirecek; bırakıp da geri
gitmemi dilersen de onu yapacağım!
Tercihinde bir
değişiklik yoktu ve:
-
Ey ölüm meleği, diye seslendi ona da. Sen, yapman gerekeni yap!
Bu arada, hafifçe
ıslattığı eliyle mübarek yüzünü sıvazlayacaktı.
Bunu yaparken de:
- Allah'ım, diyordu.
Ölümün sıkıntılarına karşı Bana yardım et!
Artık,
vakit tamamdı; yolculuk emareleri iyice belirmişti Resülullah (sallallahu
aleyhi ve sellern), dünya ile ahiretin arasındaki incecik perdenin öbür
tarafına geçmek üzereydi. Mübarek başlarını, Aişe Validemizin sinesine
yaslamış, siyah gözlerini de tavana dikmişti.
Bu
sırada huzura, Hz. Ebu Bekir'in oğlu Hz. Abdurrahman girdi; elindeki misvak
dikkatini çekmişti. Feraset sahibi Hz. Aişe, çok hoşlandığı misvağı
arzuladığını anlamış ve:
- Onu senin için
alayım mı, demişti.
Resülullah:
- Evet, dereesine
başını sallıyordu.
Vakit Yaklaşırken
Hz.
Aişe kardeşinden aldı ve onu, Alemlerin Efendisi'ne vermek istedi. Ancak,
misvak çok sertti. Bunun üzerine Aişe Validemiz:
-
Onu senin için ıslatıp yumuşatayım mı, diye teklif etti. Yine mübarek başlan
hareket ediyor ve:
-
Evet, diyordu. Belli ki, artık dil süküta başlamış, gözler konuşuyordu.
Maksat
anlaşılmıştı; hemen rnisvağı ağzına aldı ve onu ıslattıktan sonra Efendiler
Efendisi'ne uzattı.
Aldı
onu ve inci misal dişleri üzerinde gezdirmeye başladı. Ebedi aleme giderken
bile, dişlerini temizliyordu. Bir taraftan da:
-
13. ilahe illallah! Gerçekten de ölüm için ciddi sekerat var, diyordu.
Bir
aralık, sıhhat ve afiyet bulması için elinden tutup da dua etmek isteyen Aişe
Validemize baktı:
- Hayır, diyordu.
Belli ki, asli vatana giderken burada kalmayı
talep uygun değildi.
Onun için elini şiddetle geri çekiverdi.
Yine bayılmıştı.
Bir müddet sonra,
yeniden kendine geldi.
Bu arada parmağını da yukanya doğru kaldırmıştı.
Gözleri tavana yeniden yönelmişti ve dudakları da hareket ediyordu. Söylediklerini
duymak için kulağını fem-i mübareklerine doğru yaklaştıran Aişe Validemiz,
Resülullah'ırı şunları söylediğine şahit olacaktı:
- Peygamberler, şehitler, sıddikler ve salihlerden
kendilerine nimette bulunduklarınla beraber, Beni de affet ve rahmetinle kucakla!
Artık Beni, 'refik-i a'[a'ya,
yüce dostluğuna kabul buyur!
Allah'ım,
yüce dostluğunu istiyorum! Allah'ım, yüce dostluğunu istiyorum! Allah'ım, yüce
dostluğunu istiyorum!
Altmış üç yıl önce bir pazartesi günü başladığı bu
yolda, yine bir pazartesi günü son noktayı koyuyordu. Vahyin sağanak olup
yağdığı yirmi üç yıllık hayatında, kıyamete kadar karşılaşılacak her türlü ihtiyaca
cevap verecek dolu dolu bir hayat yaşamıştı. Tebliğ vazifesini de arkadakilere
emanet ederek yoluna devam ediyordu.
Odaya, enfes bir koku
yayılmıştı.
Derken eli, bir
kenarda duran su kabının üstüne doğru akarken,
653
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
mübarek parmaklan
arasında duran misvak da, yere doğru kayıvermiştil
Yolu
ve yolculan arkadakilere emanet eden Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellern),
artık arzuladığı vuslata ermiş ve ebedi aleme pervaz etmişti.
Artık
O'nun emanet ettiği sancak, Hz. Üsame gibi fütüvveti temsil edenlerin
omuzlarında dalgalanacaktı!
654
Elbette gönül, Efendiler Efendisi'nin dopdolu
hayatından hiç ayrılmak istemiyor; ancak her şeyin de bir sonu var. Umarım, maksat
yerini bulmuş ve eser de istifadeye vesile olmuştur. Bundan sonrası için arzu
edilen, okunup da kendimize mal ettiğimiz yönleriyle Efendimiz'i, tavır ve
davranışlarımızı belirleyen biricik misafirimiz olarak her anımızda
görebilmek! Bu da ancak, emanet olarak tevdi ettiği sancağı, güneşin doğup
battığı her bir beldeye: taş, kerpiç, tuğla ve topraktan inşa edilmiş her bir
eve; deve tiiyii, keçi kılı ve koyun yünü gibi malzemesi farklı olsa da dünya
üzerinde kurulu her bir çadıra ulaştırma gayretini ortaya koyabilme; en
azından, bu gayreti ortaya koyanlarla birlikte olma azmini ortaya koyabilmekle
mümkün!
Konuyu
bitirirken birkaç hususu paylaşmayı lüzumlu görüyorum;
Öncelikle, birinci ciltten farklı olarak bu kitapta
daha az dipnotla karşılaştığınızı fark etmişsinizdir. Bir yönüyle buna mecbur
olduk; zira Medine döneminde gerçekleşen olayların yoğunluğu ve sınırlı
sayıdaki sayfalara bunları yerleştirme zorunluluğu söz konusu olduğunda bir
yerlerden tasarrufta bulunmak gerekiyordu ve bu tasarrufu öncelikle dipnotları
azaltarak yapmak zorunda kaldık.
Birinci cildin önsözünde de ifade edildiği gibi eseri
meydana getirirken müracaat ettiğimiz kaynaklar zaten en temel eserler ve işin
doğrusu, konunun mütehassısı olan kimselerin onlara ulaşması da çok zor değiL.
Kaynaklara ulaşma imkanı olmayan büyük çoğunluk için ise, dipnottan ziyade
bilgi daha ön planda. İki tercihten birisi
655
Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem)
söz
konusu olduğu yerde biz, daha fazla bilgiye yer açabilmek için çoğunluğun
beklentisine cevap vermeyi daha uygun gördük. İşin erbabı olanlar için de,
-öncelikle aflarını istirham ederek- kitabın sonunda yer alan ve istifade
edilen kaynaklar hakkındaki bilgileri ihtiva eden bibliyografyanın, bir fikir
vereceği kanaatindeyiz.
Elbette yapılan tasarruf sadece dipnotlarla da sınırlı
değil; mahdut sayfalara sığmayacak kadar zengin bir hayatı iki cil de sığıştırmanın
elbette imkanı yok. İşte bunun için bazı olayları da, ya özetlemek ya da
birkaç cümle ile ifade etmek zorunda kaldığımız yerler de oldu. Hatta bazıları
itibariyle -gönül istemese de- kitabın içinden çıkarmak durumunda kaldık. Örnek
vermek gerekirse, farklı olaylar münasebetiyle Efendimiz'in eliyle gerçekleşen
mucizeleri, başka bir eserin konusu olur düşüncesiyle birkaç cümleyle geçiştirmek
gibi bir tasarrufa mecbur kaldık.
. Allah Resülii'nün insan kazanma adına ortaya koyduğu
gayretler ve o gün dindar veya müşriklerden muhatabı olduğu diğer düşünce
sahipleriyle olan münasebetlerini de -aynı gerekçeyle- çoğunlukla özetleyerek
vermeyi uygun bulduk.
Allah Resı1lü'nün, olayların ikinci derecedeki
muhataplarıyla olan muamelesinde ortaya çıkan ve bugün eğitim adına çok muhtaç
olduğumuz metodolojik yaklaşımları da, yine başka bir esere havale etme
durumunda kaldık.
Bugün
muhatap olduğumuz ve hemen her toplumda beklenen. nebevi değişime katkısı
açısından, Siyer geleneği içinde çok göremediğimiz ve Hadis külliyatı içinde
dağınık olarak yer alan ancak siyerle birlikte verildiğinde meseleyi daha da
anlamlı kılacağına inandığımız bazı bilgilerin ilgili bölümlere yedirilmesi
de, böylelikle başka bir çalışmaya havale edilmiş oldu.
Düşünüp de kitabın hacmine sığıştıramadığımız konular,
elbette bunlarla da sınırlı değil; Efendimiz'in yeme ve içmede ortaya koyduğu
hassasiyeti, alış-verişteki rehberliği, bir mektep haline gelen aile hayatı,
kerem ve cömertliği, komşuluk münasebetleri, şefkat ve merhameti, zühd ü
takvası, hilm ü simli, sabr usebatı, şecaat ve kahramanlığı, tevazuu ve çok
yönlü kulluğu adına ortaya koyduğu engirilikler gibi daha nice hususları da,
başka bir kitabın konusu olur düşüncesiyle burada değerlendirememiş olduk.
656
Birkaç Söz
O'nun
hayatını ciltlerin arasına sığıştırmaya zaten imkan da yok! Bütün bunlar,
Efendimiz'in mümtaz hayatını yeniden ve daha kapsamlı bir şekilde ele almanın
ne kadar lüzumlu olduğunu ortaya koyan önemli hususlar.
Zaten
bizim yapabildiğimiz, olayların diliyle Allah Resülü'nün hayatını anlatmaya
çalışmaktan ibaret. Yorum ve tahlillerle O'nun dünyasını uzun uzadıya bugünün
insanına mal etme de, başlı başına bir konu. Ümit ederim ki, bütün bu
eksiklikler, ehl-i hamiyetin sa'ye şevkini kamçılar ve günün birinde
-inşaallah- arzu edilen çapta böyle bir eser de ortaya çıkar.
Diğer
taraftan, O'nun dünyasını anlatmaya çalışırken ortaya çıkan bütün bu eksiklik
ve konunun enginliği adına kendini hissettiren bu hususların, işe yeniden
başlama adına insanda nasıl bir iştiyak uyandırdığı da ayrı bir gerçek.
Böylesine külli bir eserin ortaya konulabilmesi ise, elbette omuz omuza vermiş
ve nabzı aynı aşk u şevkle atan şahısların bir araya gelip himmetlerini bir
noktaya teksife bağlı. Kim bilir, belki bir gün bu rüya da gerçeğe inkılap
eder!
Velhasıl,
her türlü kusur ve eksikliğin bendenize ait olduğunu baştan kabullenmekle
beraber, bütün iyi niyet ve gayretlerimize rağmen muhtemel hata ve
zühullerimiz için de, başta Ruh-u Seyyidi'lBeşer Efendimiz (sallallahu aleyhi
ve sellem) ve yüreğini O'nun sevgisiyle doldurmuş hassas ruhlar olmak üzere
herkesten affımı talep ediyor, bunca vebalin altında ezilip kalmamak için de,
hayır dualarınızı istirham ediyorum.
Reşit
Haylamaz Üsküdar
10.01.2007