RESULULLAH (SALLALLAHU ALEYHİVESELLEM)'İN MÜBAREK VÜCUDUNUN ÖZELLİKLERİNE DÂİR BÖLÜMLER
Hz, Peygamber (Sallallahualeyhivesellem)'in Şemaili
1. Bölüm Resulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) 'in Güzelliği
2. Bölüm Resûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'in Ten Rengi
3. Bölüm Resûlullah (Sallaliahu Aleyhi Vesellem)'in Mübarek Başı Ve Saçları
4. Bolüm Resûfullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'in Mübarek Alnı Ve Kaşları
6. Bolüm Resûluilah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'in Mübarek Kulakları
7. Bölüm Resûlullah (Sallailahu Aleyhi Vesellem)'in Mübarek Burnu Ve Yanakları
10. Bölüm Resûluilah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)’İn Mübarek Yüzü
11. Bölüm Resûlullah (Sallaliahu Aleyhi Vesellem)'in Mübarek Boynu, İki Omzunun Arası Ve Omuz Başlan
13. Bölüm Resûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'in Mübarek Göğsü Ve Karnı
14. Bölüm Resûlullah (Sallaliahu Aleyhi Vesellem)'in Sadr-ı Şerifi İle Kalb-i Şeriflerinin Yarılması
Sadr-ı Şeriflerinin Yarılması Dört Defa Gerçekleşmiştir
15. Bölüm Resûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'in Mübarek Elleri Ve Koltuk Altları
16. Bölüm Resûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'İn Mübarek Bacak Ve Ayaklan
17. Bölüm Resûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'in Eklem Yerlerinin Kalın Olduğu
18. Bölüm Resûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'in Boyu, Uzuvlarının Uyumu Ve Cildinin Nazikliği
19. Bölüm Resûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'in Teri Ve Hoş Kokusu
20. Bölüm Resûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)’in Yürüyüş Tarzı Ve Gölgesinin Görülmeyişi
22. Bölüm Resulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'in Fesahati
Resûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'in Arap Lehçelerini Bildiği
23. Bölüm Vücut Evsâfı Bakımından Resûl-i Ekrem'e (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Benzeyenler
HZ. MUHAMMED (SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM)'İN DOĞUMUNDAN Bİ'SETİNE KADAR MEYDANA GELEN OLAYLAR
1. Bölüm Annesi Âmine Bint Vehb'in Vefatı Ve Ümmü Eymen'in Ona Dadılık Etmesi
Hz. Peygamber'in (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Ebeveynine Mağfiret Dilemekten Nehy Edilmesi
4. Bölüm Yedi Yaşında Resûl-İ Ekrem (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'in Başına Gelen Bir Olay
7. Bölüm Amcası Zübeyr İle Yemen Yolculuğu
8. Bölüm Amcası Ebu Tâlib İle Şam Yolculuğu
10. Bölüm Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'in Ficâr Harbi'ne Katılması
11. Bölüm Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'İn Hılfu'l-Fudûl'a Katılması
12. Bölüm Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'in Koyun Gütmesi
13. Bölüm Hz. Peygamber'in (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Şam'a İkinci Yolculuğu
14. Bölüm Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'in Hatice İle Evliliği
15. Bölüm Kureyş'in Kabe'yi İnşâsı
HZ. PEYGAMBER (SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM)'İN Bİ'SETİYLE İLGİLİ BÖLÜMLER
1. Bölüm Putlara Tapınma Ve Allah'a Şirk Koşma Nasıl Başladı?
Zeyd B. Amr b. Nüfeyl'in Haberi
Hz. Abbaş'ın (Radiyaliahu Anh) Yemen'deki Bazı Yahudi Âlimlerinden Naklettiği Haber
Ümeyye'nin Şam'daki Bazı Yahudi Âlimlerinden Naklettiği Haber
Ebu Süfyan'ın Ümeyye'den Aktardığı Haber
Abdurrahman b. Avf'in Yahudi Âlimi Askalân'dan Naklettiği Haber
Urve B. Mes'ud Es-Sakafî'nin Bazı Kâhin Ve Kâhinelerden Bildirdiği Haber
Amr b. Ma'di Kerib'in Bazı Kâhinlerden Naklettiği Haber
Busrâ Halkından Bir Yahudi Bilginin Haberi
5. Bölüm Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'in Bi'set Esnasındaki Yaşı Ve Bi'set Tarihi
7. Bölüm Cebrail'den Önce İsrafil İle Görüştüğüne Dair Rivayetler
Hafız Ebu'l-Hattâb İbn Dıhye, mucizelere daii el-Ayâtü'f-Beyyinât ftmâ fî A'-^pi Resûlillab İsminde bir eser yazmıştır. Bunun özetini, bir çok ekleme yaparak "Mucizeler" bölümünde vereceğim. Buradaki maksadımızın Resulullah (saMıhu aleyhi vesdtan)'iû pâk vücudunun anlatımı obuası hasebiyle, daha fazla istifade edilsin diye mucizelerden bir kısmını da bu bölümde aktaracağım.
Şunu bilesin ki, Allah Teâlâ, nefisleri türlü türlü yaratmıştır. Bunlardan, cevherindeki kalitesi bakımından son nokta (—gaye) olanları yamnda; orta derecede olanlar; bir de cevheri karışık olanlar vardır. Her mertebenin de kendi aralarında derecelen olur. Peygamberler (ııleylıimussckm) gaye, yani son noktadır. Vücutları kusurlardan uzak olarak yaratılmıştır. Bu yüzden bedenleri, "nefs-ı kâmile"nin girmesine uygundur. Peygamberler de kendi aralarında farklılık gösterir: Bizim peygamberimiz (saOaDaha aleyhi veseflem), mizaç bakımından peygamberlerin en mükemmeli, vücut bakımından en düzgünü, ruhî yönden de en safîsidir. Dile getireceğimiz huyları ve sıfatları vesilesiyle (inşallah) bu husus ortaya çıkacaktır.
Buhârî ve Müslim, Berâ b. Azib («diyallahu anlı)'m şöyle söylediğini rivayet etmiştir: "Resulullah (^Lnkı^hi vesellem)'den daha güzel bir varlık görmedim."
Sahabeden bili (cadçaMnianh) demiştir İd: "Resûl-i Ekrem'i (sıMahu aleyhi veseScm) gördüm; vücudu o kadar güzeldi la!"
Ümmü Mabed (radiy;\Mur,ınhâ)'dan gelen rivayete göre: "Resulullah (saMıhu aleyhi vesellem), uzaktan insanların en güzeli ve en parlağı, yakından da en tatbsı ve en iyisiydi." Yukarıdaki iki rivayeti Bcyhakî tahric etmiştir.
Câbir b. Semure (radijpaBahıı anh) ise Resûl-ı Ekrem'i (saBaöahu aleytâ vesdlem) şöyle anlatmıştır: "Açık ve aydınlık bir gecede Resulullah (saBaDahu ale^ıİ vesdkm)'i üzerinde kırmızı bir elbiseyle gördüm. Ona bakmaya koyuldum... O, benim gözümde Ay'dan daha güzeldi.!" Tirmızî ve Nesâî rivayet etmiştir.
Yine Bera (rdiyaMıu anlı)'dan gelen bir rivayette şu ifade yer alır:
"Kulak yumuşağını geçen saçıyla, kırmızı bir elbise içindeyken Resûlullah (saDallahu aleyhi veseSem)'den daha güzelim görmedim." [1] Müslim ve Ebû Davud rivayet etmiştir.
Ebû Hureyre (fiidiyaflahu anlı), Resûlullah (sallallahu aleyhi vesdlem)'in vasıf yönüyle insanların en güzeli ve en iyisi olduğunu söylemiştir. Ebu'l-Hasan b. Dahhâk rivayet etmiştir.
Târik b. Ubeyd [2] (ladiyaHıu anlı) anlatıyor: "Yola koyulduk. Beraberimizde hevdec içinde seyahat eden bir de kadın vardı. Derken Medine'ye yakın bir yerde konakladık. Birden Resûlullah (saBalkiıu aleyhi veseöem) çıkageldi. Hevdecde bulunan kadın dcdİ ki: <Ondördündcki Ay'a O'nun yüzünden daha çok benzeyen bir yüz görmedim!>" Bunu, ibrahim el-Harbî [3], Garîb e'/-Hadis'inde; Ebu'l-Hasan b. Dahhâk İse Şemâil'dc, ayrıca Ibn Asâkir rivayet etmiştir.
Ebû İshak el-Hemedanî, Resûlullah (saflaflahu aleyhi vesdlcm) Hc hac yapmış olan bir kadına: "Bana Resûlullah (saDaflahu aleyhi vesdlem)'i teşbih et!" demiş, kadın da: "On dördüncü gecesindeki Ay gibiydi! Öncesinde ve sonrasında onun gibisini görmedim!'' diye cevap vermiştir. Yakub b, Süfyan rivayet etmiştir.
Bir başka rivayete göre: Ebû Ubeyde b. Muhammed b. Ammâr b. Yâsir, Rubeyyi' binti Muavviz [4] (radi^ıuanhâ)'ya dedi ki: "Bana Resûlullah (saDaDalıu aleylıi vesekmj'i tavsif et!" Rubeyyi' şöyle cevap verdi: "Onu görseydin, <güneş doğuyor> derdin!" Bunu Dârimi ve Yakub bin Süfyân rivayet etmiştir.
Tîbî (ıstaehdlah) bu ifadeyi şöyle değerlendirmiştir: "Güneş doğuyor derdin!" sözü, sanki güneşin doğduğunu görürdün!" demektir. Bunu söyleyen, Resûlullah (saHahualeyUvesdarı)'in zat-ı şerifini güneşten soyutlamıştır. Çünkü o, bizzat güneşin kendisidir. Şu ifade gibi: "Onunla karşılaşırsan mutlaka aslanla karşılaşmış olursun! Ona baktığın zaman aslandan başkasını görmezsin."
Ebû Hüreyre (ractyaMıu anlı) anlatıyor: "Kuşkusuz Resûlullah (saMalıu aleyhi veseflem)'den daha güzel bir varlık görmedim. Sanki güneş yürüyordu!" Bîr başka lafzı şöyledir: "Sanki yüzünden güneş çıkıyordu!" Bu hadisi, İmam Ahmed, Tirmizî, Ibn Hibbân ve Bakiy b. Mahled rivayet etmiştir. Senedi, Sahib-i Müslinfm şartına uygundur.[5]
Tîbî'yc göre güneşin, yörüngesinde akıp gitmesi, Resûl-İ Ekrem'in (s aleyhi veselkm) yüzündeki güzelliğin akmasına benzetilmiştir. Şairin şu sözünde olduğu gibi:
Sen ona bakmayı artırdıkça, onun yüzünün güzelliği artıyordu.[6]
Şu beyitleri söyleyen O'nu ne güzel anlatmıştır:
Niçin varlık seni aydınlatmaz?
Onun gecesi, senin güzelliğin ile aydınlık bir sabana dönüşür.
Senin güzelliğinin güneşiyle ner gün güneşli,
Yüzünün ayıyla da her gece aylıdır.
Ibn Abbas (radıpllahu anhumâ)'nın rivayetine göre: "Resûlullah (saBaHahu aleyhi vcsellem), güneşe çıktığı zaman mutlaka onun ışığı güneşin ışığını bastırtrdı. Bir kandil yanında da aydınlığı, kandilin aydınlığına üstün gelirdi." Ibnü'l-Cevzî rivayet etmiştir.
Ümmü Ma'bed (radiyallahu anhâ) da demiştir ki: "Resûiullah (sallaBahu aleyhi yeseBem) güzelliğiyle meşhur idi. Sanki her yeri güzellikten nasibini almıştı." el-Hâris b. Ebî üsame rivayet etmiştir.
Enes (radiyallakı anh) ise Resûl-i Ekrem'in (saüaüahu aleyhi vesefem) güzelliğini şöyle anlatır: "Her türlü güzel gördüm. Ancak Resûlullah (sallallahu aleyhi vesdkmj'den daha güzelini kesinlikle görmedim!" İbn Asâkir rivayet etmiştir.
Ebû Kırsâfe -İsmi Cendere b. Hayşene'dir- (mdmıMuı atılı) diyor ki: "Resûlullah (saBaDahu aleyhi vesellem) yüzü güzel biriydi. O, iri vücutlu biri değildi." İbn Asâkir rivayet etmiştir.
İbnü'l-Müncyyır, Zerkeşî ve başkaları demişlerdir İd: Resûlullah (sallaMm aleyhi vesellem)'in Yusuf (afo-hkselam) hakkındaki "Git-yelligin yarışı ona verilmişti'' sözünü duyan bazı insanların aklına, güzelliğin diğer yarısında bütün insanların ortak olduğu fikrî gelir. Hayır, böyle değildir;. Bu sözden kastedilen (asıl) mânâ şudur: Ona, peygamberimize verilen güzelliğin yarısı kadar verilmiştir. Allah Resulü (sAdhhuale^ıivedlem), güzelliğin son noktasını elde etmiş, Yusuf (aleyhtim) ise yarısına ulaşmıştır. Tirrnizi'nın Katade'den, Dârekutnî'nm Enes'ten yaptığı şu rivayet görüşümüzün gerçeğe uygun olduğunu gösterrr: Resûlullah (sallaliahu aleyhi vesalkn) buyurdu ki: "Alla ve sesi giı-yel olmayan bir peygamber göndermemiştir. Si-^in peygamberini^ de yii-^ü ve sesi en gü^el olandır."
Naftaveyh [7] (dumehulklı), Nur Sûresi'nin 35. âyetindeki "...yağı, neredeyse kendisine ateş değmese dahi ışık verir" (Nur 35) ifadesi hakkında şöyle demiştir: Bu, Allah Teâlâ'nrn peygamberi için getirdiği bir misaldir. Şu mânâya gelir: Neredeyse, O'nun bakışı, Kur'ân okumasa dahi, nübüvvetine delalet eder. İbn Rcvâha (mdiyaflahu anh) da bu konuda şöyle söylemiştir:
Onda açık belirtiler olmasa da, onun bedaheti (açıkça görünürlüğü) nübüvvetine dair sana haber verirdi.
Kurtubî'nin (fahknehJah) rivayetine göre, bazı kimseler söyle demiştir: "Resûlullah (salk!lalıu;ıle\-l-ııvcsellem)'in güzelliğinin tamamı bize görünmedi. Çünkü, güzelliğinin tamamı bize görünseydi; gözlerimiz O'na bakmaya takat getiremezdi!" Bûsîrî (rahmıehullah) da şu mısraları dile getirmiştir:
Allan, O'nun suretini ve mânâsını (görünüşünü ve özünü) tam yaratmış, sonra O'ntı, runu temiz sevgili olarak seçmiştir. Güzelliklerinde bir ortağı yoktur O'nun. Ondaki güzellik cevheri bölünmemiştir.
Halk, Onun Özünü anlamaktan aciz kalmıştır. Uzaktan göze küçük görünen, fakat yakından bakılamayan güneş gibi'onda yakın oe uzak ayrımı yoktur (Her m es af ede n g üzel görü n ü r).
Yİne Bûsîrî (rabamehuDah) bir beytinde:
"insanlara ancak senin sıfatlarını anlatabildiler!.. Aynen gecenin yıldızları gösterdiği gibi... der.
İbn Farı?, (rahimehihh) da şöyle demiştir:
O'nun güzelliğini tavsif edenlerin sanatkârlığına rağmen, zaman tükenir de yine O nda anlatılmamış vasıflar bulunur.[8]
Efendim Ali b. fibî Vefa (dıimebilah) ise O'nun güzelliğini şöyle tavsif eder: O nda, gözleri dehşete düşüren nice güzellikler vardır. O nda, ruhları sarhoş eden nice neşeler vardır.
O'ıuı, sebnâtindan, gayb sırlarını müjdeleyen bir beşer olarak Yaratan ı tenzih ederim.
Cehaletle Onu ceylan yavrusuyla kıyas ettiler. Heyhat! Şaşı ceylan yavrusu hiç O na benzer mi?
İşte böyledir, benin hakkın için yemin ederim; O'nun benzeri yoktur.
Ceylan yavrusuna benzeteni ona sövmüg sayarım.
Onun güzelliğinin sahibinden mağfiret dilemezse, teşbihinde büyük günah isler.
Güzeller, güzellikleriyle ve iyilikleriyle övündüler. Onun güzellikleriyle de bütün güzellikler övünür.
Onun güzelliği her güzelliğin ci/astdır. O, her yüze ışık veren bir aydınlık kaynağıdır.
Yanaklarmdakİ balda Adn Cennetleri gizlidir. Delili de şudur ki; onun su kaynağı Kevser'dir.
Ne yazık ki, başkaları sebebiyle onun sevgisinden uzak kalıyorum. O başkaları, yabancılar mahşerînde haşr olunacaktır!
Ask, seferleri esnasında, üzerimde hava ile tevil ve tefsir edilen (yorumlanan) kitap/ar yazdı.
O iddiacıyı da, iaaia ettiği şeyi de bırak! Onun ayrılıkla ilgili iddiası terk edilir.
Sana, çok bilen büyük zâtı tavsiye ederim. Çünkü o, hatibi ıçm her hutbesinde bir minberdir.
Enes (îad^-aBalıuanlıJ'ın rivayetine göre "Resûlullah (sallallahu aleyhi vesdlem)'in rengi parlaktı. Kara yağız da değildi, kireç gibi beyaz da değildi." Buharı ile Müslim rivayet etmiştir.
Müslim'in bir rivayetinde: "Kırmızıyla karışık bir renkti" ifadesi yer alır.
Ebû Hüreyre (radiyaHıu anlı) diyor ki: "Resûlullah (saEallahu aleyhi vesdttem), kalıba dökülmüş gümüş gibi beyazdı." Tirmizi ve aynı ifadeleri Enes hadisinden İbn Asâkir rivayet etmiştir.
Hz. Ali (kenamaHıu veçheli) de: "Resûlullah (sallaliahu aleyhi vescllem)'ın ten rengi kırmızıyla karışık beyazdı" demiştir. Bu hadisi, İmam Alımed, Tirmizî ve Beyhakî çeşitli tariklerden rivayet etmişlerdir.
Fbû Hüreyre (adiyallahu anh)'ln ifadesine göre: "Resûlullah (saJMahudeylıivesellem), k -ınizıyla karışık beyaz tenli idi." ibn Asâkir rivayet etmiştir.
Hz Ali (kerramaMıu veçheli) diyor ki: "Resûlullah (saMLıhu aieyhi vesdkm)'in rengi arlaktı. Kireç gibi beyaz değildi." Bunu, İbn Asâkir birkaç tarikten rivayet
etmiştir.
Bu konuda Hz. Ömer b. Hattab (odiyaflahuanlı): "Resûlullah (saM^u aleyhi vesdkm), kırmızıyla karışık beyaz renkli idi" demiştir. İbn Asâkir rivayet etmiştir.
Ebû Hüreyre (raüyaflahu anlı) ise: "Resûlullah (saMkhu aleyhi veseflem), renk yönünden insanların en güzeliydi" demiştir. İbn Asâkir rivayet etmiştir.
Câbir b. Abdillah (radiyallahu anhuma)'ya göre "Resûlullah (saHahu aleyhi vesdlcm)'in ten rengi, kırmızıyla karışık beyaz idi." İbn Sa'd ve İbn Asâkir rivayet etmiştir.
Ebû Ümâme (î'adiyallahu anlı) ise "Resûl-i Ekrem'in (saMalıu alevin vesdlem), kırmızının karıştığı beyaz tenli bir insan" olduğunu söylemiştir. İbn Asâkır rivayet etmiştir.
Buharı, Ahmed, Müslim ve Yakub b. Süfyan'ın Ebu't-Tufeyl (erfiyaDahu anh)'dan yaptıkları "Resûlullah (saDaDalıu aleyhi vesdiem), yüzü güzel, beyaz bir kimseydi" rivayeti verilirken, Ahmed'in bir rivayetinde ise: "Resûlullah (saMahu aleyhi vesdlem) beyaz ve güzeldi. Ne çok uzun boylu, ne de şişmandı" İbaresi geçmektedir.
Hz. Ali (kerramaDalıu vecheh)'den rivayet edilmiştir: "Resûlullah (saUJalıu aleyhi rengi parlaktı." Beyhakî rivayet etmiştir.
Enes (radiyallahu anh) diyor ki: "Resûlullah (sdlattalıu aleylıi vesdlem) renk yönünden insanların en güzeliydi." İbnü'l-Cevzî rivayet etmiştir.
ÜmmÜ Ma'bcd (radiyallahu anla) diyor ki: "Resûlullah (saHıllahu aleyhi vesellem)'in güzelliği ve parlaklığı belirgindi." Beyhakî rivayet etmiştir.
Hind bin Ebî Hâle [9] (racfallahu anlı) da: "Resûlullah (saUahu aleyhi vesdlem)'in teni parlaktı" demiştir. Tirmizî ve Beyhakî rivayet etmiştir.
Hz. Aişc (radinıllahıı anla) anlatıyor: Resûlullah (saBaDakı ııleyhi vesefleıı)'e kadifeden siyah renkte bir elbise hediye edilmiş, o da bunu giymişti. "Onu ürerimde nasıl buluyorsun, ey Aişe!" diye sordu, "üzerinde ne güzel duruyor Ya Resulallah! Onun siyahı senin beyazına; senin beyazın da onun siyahına karışıyor! [10] dedim. İbn Asâkİr rivayet etmiştir.
1. Ahmed b. Hanbel, Yakub b. Süfyan, Bezzar, İbn Hibban ve (bu rivayeti sahih addeden) Hâkim, Enes (r.ıdiyJiihu aoh)'dan rivayet etmiştir: "Resûlullah (saMahmdeylıivcrfem) esmer renkli idi."
Başka bir yolla Beyhaki ve basen bir senedle İmam Ahmed ise: "Esmetd çalan beyaz" ibaresiyle rivayet etmişlerdir.
ibn Ebî Şeybe'nin, hocası Hevze'den; imam Ahmed'in de, hocası Muhammed b. Cafer ile Ebû Nuaynı'dan, her ikisi de Ravh tarikiyle rivayet ettiğine göre: Avf b. Ebî Cemile [11], Yezid el-Farısî'nin söyle dediğini haber vermiştir: "Rüyamda Resûlullah (saMlahu aleyhi vesellem):i gördüm ve bunu İbn Abbas'a (radiyaflahu anhumâ) anlattım. Dedi İd: "Onu bana tavsif et!" Ben de anlattım... Bu hadiste "beyaza çalan esmer" ifadesi yer almıştır. Bunun üzerine İbn Abbas (ndiyalbıhıs anhumâ): "Onu uyanık görsen bundan daha ıvı tavsif edemezdin!" dedi.
Ebu Bckii" b. Ebî Hayseme'nİn, hocası Hevze - Avf - Yezid tarikiyle; Ebû Nuaym'm da Haris b. Ebî Üsame-hocası Ravh-Avf-Yezid tarikiyle rivayet ettikleri hadiste "beyaza çalan kırmızı" ifadesi kuilanılmıştu-.
Hafız (İbn Haccr) der ki: Bütün bu rivayederden ortaya çıkıyor ki; sümre kelimesinden kasıt, beyazla karışık kırmızı renktir. "Beyaz" kelimesiyle kastedilen ise kırmızının karıştığı beyazdır. Kırmızının karışmadığı beyaz rengini Araplar hoş görmez ve bu renge "emhak=kireç gibi bej^az" derler.
Fbî Hayseme der ki: Resûlullah (saDaDahu akyhi veseDemyİn rengi şüphe yok ıııızıvla karışık parlak beyazdır. Esmerlik, güneşe ve rüzgara maruz la yanmış olan teni için söz konusudur. Elbise altında kalan kısmı, parlak beyazdır.
"R 7ilari da su yorumu yapmıştır: Hz. Peygamber'in (saUlahu aleyhi vesellem) hâli,1 - dişine yakınlığından dolayı Enes'ten gizli değildir ki Enes onu kendisinde lmavan vasıflarla tavsif etsin!. Şu da var ki; Resûlullah (saBaHıu aleyhi veseflem) 'neşe fazla çıkmayan biriydi. Eğer güneşin tenini değiştirdiği bir zamanda nunİa karşılaşan birtakım kimseler onu böyle nitelemişlerse, bu mümkündür.' En uygunu, bu rivayetteki esmer ifadesini beyazla karışık kırmızıya hamletmektir; Hâfiz'ın sözünde de böyle geçer.
"Onun hâli Enes'e gizli kalamaz" İfadesi hakkında ben şunu derim: Konunun başında geçtiği gibi Enes bunu, koyu esmer olmayan parlak renk olarak belirtti. O rivayet, bu rivayetlerden daha sahihtir. Bu rivayetleri nakledenin dışındakiler zaten daha sahih olan öbür rivayeti b enims em işlerdir.
Hafız (İbn Hacer) ve Ebu'1-Fazl el-Trâkî "esmerü'l-levn—esmer renkli" ifadesi hakkında şunları söylerler: Enes'ten yaptığı bu rivayette Humeyd yalnız kalmıştır. Humeyd'in dışındakiler Enes'ten "ezheru'l-levn=parlak renkli" lafzıyla rivayet etmişlerdir. Sonra, Enes'in dışındaki ravilere baktığımızda, hepsinin, 'esmer olmayan beyaz' şeklinde nitelediğini görürüz. Bu raviler, 15 kadar sahabîdir.
Ebu'l-Hasan b. Dahbâk, Şemail kitabında bu sahabı]erİn isimlerini vermiştir: Ebu Bekir, Ömer, Ali, Ebû Cuheyfe, İbn Anar b. As, Hind b. Ebî Hâle, Hasan b. Ali, Ebu't-Tufeyl, Muharrcş el-Ka'bî, İbn Mes'ud, Bcrâ b. Azıb, Sa'd b. Ebî Vakkas, ^Vişe ve Ebû Hürcyre (naıılıum). Bu sahabılerm hadislerini on tane senedle birlikte zikretmiş, sonra da demiştir ki: Enes'in, cumhurun görüşüne uygun olarak rivayet ettikleri, daha makbul ve sahihtir
Ebû Yezîd el-Fârisî'nin Enes'ten naklettiği "beyaza çalan esmer" rivayetine gelince; bunun rivayetinde hata vardır, doğrusu ikinci rivayettir.
2. Abdullah b. Ahmed b. Hanbel'in [12] Ziyâdâtii'l-Müsnedvıde Hz. Ali (kemunaünlıu vecheh)'den yaptığı bir rivayette "açık bej'az" ifadesi yer almıştır. Bczzâr ve Yakub b. Süfyan'ın kuvvetli bir senedle Ebû Hureyre (mdirvilkhu anh)'dan rivayet ettikleri hadiste İse "çok beyaz" şeklindedir. Bu, konunun başında yer alan Enes'in, "kireç gibi çok beyaz değildi" sözüne aylarıdır.
Yine Müslim'in ondan yaptığı rivayette "kırmızıyla karışık beyaz" ifadesi yer alır. Bu iki rivayet, yukarıdaki Ebû Hureyre ve Hz. Ali'den yapılan rivayetlerden daha sahihtir. Elbise altındaki güneşe maruz kalmayan kısım konusunda zikredilenlere dayanarak rivayetleri bağdaştırmak da mümkündür.
3. Sahih ravilerinden biri olan Ebu Zeyd el-Mervezî'nin Enes'ten yaptığı bir rivayette: "Normal beyaz değil, kireç gibi çok beyaz" lafzı yer almıştır. Şârih (hadisi şerh eden) Dâvudî bu rivayete itiraz etmiştir. Kadı (İyazV da "Bu yanılgıdır" demiş ve devamla: "Olsa olsa sahih olan <beyaz da değildi, çok esmer de değildi> diyenin rivayetidir" ifadesini kullanmış üt.
Hafız (İbn Hacer) der ki: Bu, doğru değildir. Çünkü ebyaz kelimesiyle kast olunan, "bembeyaz" değildir, âdem kelimesiyle de "pek esmer" mânâsı kastedilmemiş tir. Sadece, kırmızının karıştığı beyaz kasdolunmuştur. Araplar, bazen böyle olana esmer derler. Bundan dolayı Enes'in daha önce geçen hadisinde "Resûlullah (saDaHıu aleyhi vesdkm) esmer İdi" ifadesi kuUanilrnıştır.
Hafız (Ibn Hacer) der ki: Bütün bu rivayetlerden anlaşılıyor ki; Mervezî'nin "Normal beyaz değil, kireç gibi çok beyaz" lafzı makluptur (kelimeler takdim-tehir edilmiştir). Şöyle İd; buradaki emhak tabirinden maksat; beyazı, esmeri ve kırmızısı koyu olmayan "yeşil renk"tir. Rü'be'den, mehak teriminin suyun yeşili için kullanıldığı naldedilmiştir. Bu yorum, rivayetin sübutu ihtimaline göre yapılmıştır. Şu da unutulmamalıdır ki, bir çok rivayette Resûlullah (^^m aleyhi vesellem)'in "beyaz" olduğu vâriddir.
4. Kadı (İyaz), Sehnûn'un arkadaşı Ahmed b. Ebî Süleyman'dan (rahimehullah) şu fetvayı nakletmiştir: "Kim, <Resûlullah (saflaJahu aleyhi vesdkm) siyahı idi> derse, katledilir."
Bazıları bunu şöyle yorumlar: Bu söz, O'nun vasıflarından biri hakkında söylenmiş katıksız yalan olması itibariyle katli gerektiren bir küfürdür. Hayır, bunun yorumu böyle değildir. Aksine, eksikliği hissedilen şeyin tamamlanması gerekir. Zira siyah renk ona yakış tınlamaz.
Enes (radiyallahu anh)'dan rivayet edildiğine göre "Resûlullah (saHaBahu aleyhi veseflem)'in başı büyükçeydi." Bu hadisi Buhârî; ayrıca Cübeyr b. Mut'im ve Hz. Ali'den Ebu'l-Hasan b. Dahhâk ile Ibn Asâkİr rivayet etmişlerdir.
Tirmizi Hind b. Ebi Hâle'den; Beyhaki de Hz. Ali (kenamaBahu vechehydefa ederek Hz. Peygamber (saSalahu aleyhi vesellem)'i şöyle tavsif etmişlerdir: aleyhi veseüemVin başı büyük, saçı ne düz, ne de kıvırcıktı ıaçı (~akika [13]) kendiliğinden aynlırsa, Öyle bırakırdı, avrılmazsa, İki vana ayırmazdı. Saçını uzattım zaman kulak memesini geçmezdi.
Enes (adiyaMıuanh)'dan: "Resûlullah (saDaMıu aleyhi vesellem)'in saçı ne kıvırcıktı, ne de düz idi. İkisinin ortasıydı. [14]" Buhârî ve Müslim, Tirmizi ve Nesâî.
Cübeyr b. Mut'im (radiyaJahu anh)'dan ise "Resûlullah (saMalıu aleylıi vesellcm)'in sacının çoğu dalgalı idi" rivayeti bize ulaşmıştır. İbn Ebi Hayseme rivayet etmiştir.
Ümmü Mabed (tadçaMıu anhâ) da onu vasfederken, "Küçük başlı olma vasfı ona nispet edilemez" demiştir. Haris b. Ebı Üsâme rivayet etmiştir.
İbn Abbas (radçaDahu anhumâ)'dan rivayet edildiğine göre, "Resûlullah (sallallahu ^rfûvesdlem), kendisine herhangi bir şey emredilmemiş konularda Ehl-i Kitaba uymayı tercih ederdi. Ehl-i Kitap, saçlarını öylece bırakır (ayırmaz), müşrikler ortadan ayırırdı. Resûlullah (sallallahu aleyhi veselkm) önce saçlarını kendi haline bırakmış, daha sonra da (müşriklerin çoğu müslüman olduktan sonra) ortadan ayırmıştır." Kütüb-i Sitte'de yer almıştır.
Enes (iadiyallahu anlı) da demiştir ki: "Resûlullah (saMalıu aleyhi veseflem)'in saçı, iki şekil arasıydı: Ne çok düz, ne de Sudan saçı gibi çok kıvırcıktı. Saçları iki kulağı arasından omuzuna dökülürdü."
Başka bir rivayette de: "Resûlullah (saHUıualeylıi\^em)'ın saçı kulaklarının yarısına kadar uzanırdı" ifadesi yer almıştır. Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.
Vâil b. Hucr (radiyallahu anlı) bu konuda şunları söylemiştir: "Resûîullah abhıvesellcm)'in saçı, ne Sudan saçı gibi kıvırcıktı, ne de düz idi. İkisinin ortası, hareli İdi." Müslim ve Beyhaki rivayet etmiştir.
Aişe (radiyallahu anlıâ) anlatıyor: "Ben, Resûlullah (saHallâhıı aleyhi veseflem)'in saçını bıngıldağından ikiye ayırdım. Kâkülünü de iki gözünün arasına saldım." Bu hadisi, Ibn İshak, Ebu Davud ve İbn Mâce rivayet etmiştir. İbn Mâce'nin ibaresi: "Resûlullah (saHalklıu-,î]c\-IıivcseDcm)Jin bıngıldağının arkasını ayırıyor, sonra da kâkülünü (zülfünü) alnına sarkıtıyordum" şeklindedir.
Yine Hz. Peygamber (salblklıu aleyhi veseflem) 'in saçıyla ilgili olarak Berâ (ra%ıHu anlı): "Resûlullah (sallaBahu aleylıi veselkm)'in saçı omuzlarına kadar uzanıyordu" demiştir. Buharı ve Müslim rivayet etmiştir.
Aışe (radn*hu;inbâ): "Resûlullah (sıMîlunıleyHvöclîein)'in saçı, kulak yumuşam ıuzu arasına kadar uzanırdı." Ebu Davud ve Tirmizî riva)'et etmiştir'
Ümmü Hâni (radirallahu anha): "Resûlullah (sıMdıu alcylıi vesdlem) çıkageldi, sacları dört örgü halindeydi." Tirmizi ve Ebu Davud ceyyid bir scnedle rivayet etmiştir.
Yine Aişe (radiyallahu -,ınhâ): "Resûlullah (sıMahu aleyhi vesdlem) tarakla tarandığı zaman, saçı, rüzgârın kumda açtığı yollar gibi veya rüzgârın durgun suda oluşturduğu dalga gibi olurdu." Ebu Nuaym rivayet etmiştir.
Enes (etcfallalıu adı) da: "Resûlullah (safiaflahu aleyhi veseHem)'in saçı, kulakları ile omzu arasındaydı" demiştir. Müslim rivayet etmiştir.
Abdul-Mecıd b. Cafer'in babasından rivayet ettiğine göre: Hâlid b. Velid, Yermûk günü başına taktrğı şapkayı kaybetmişti. Derhal onu aradı ve buldu. Ve dedi İd: "Resûlullah (salUahu aleyhi vesdlem) umre yapmış ve saçını tıraş etmişti. Bunun üzerine insanlar saçına üşüşmüştü. Onları geçtim ve kâkülünden alıp bu şapkaya koydum. Katıldığım her savaşta o yanımdaydı ve bana hep zafer nasıp oldu." Saîd b. Mansur rivayet etmiştir.
Enes (radiyaBahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (saDaMıu aletti veseDem), cemre-i akabeyi taşlayıp kurbanını kesti ve daha sonra berbere sağ yanını döndü, o da tıraş etti. Saçları Ebu Talha'ya verdi. Sonra sol yanını döndü. Bunun ardından ıX)nu insanlar arasında taksim et!" buyurdu. Buharı ve Müslim rivayet etmiştir.
Müslim'in rivayetinde ise: "Tıraş olurken baktım ki ashabı etrafını çevirmiş. Resûlullah (saHahu aleyhi veseDemJ'in tek kılının yere düşmesini istemiyorlar, ellerine düşsün diye uğraşıyorlardı" İfadesi yer alır.
Ömer b. Hattab (cn^allahu anh): "Resûlullah (safafahı aleyhi vesellem)'in saçı, kulak yumuşağına kadar uzanırdı" İbn Asâkir rivayet etmiştir.
Hz. AK (kemuralklıu vedıeh) de: "Resûlullah (dUalnı aleyhi vesdlem) saçı çok güzel biriydi" demiştir. İbn Asâkir rivayet etmiştir.
Sa'd b. Ebi Vakkas (cKİJyaIlalıuanh)'ın "Resûlullah (saDaHalm altylıi vesdlem)'in saçı ve sakalı koyu siyahtı" hadîsini Tbn Asâkir ve Beni Kinane'li bir Sahabî'den Ebu'l-Hasan b. Dahhak rivayet etmiştir.
t -ail' [15] de Osman b. Abdülah b. Mevheb [16] 'dcn şu hadisi rivayet etmiştir: !£ Ailem beni, bir su bardağıyla -israil bunu üç parmağını tutarak gösteriyor' [17] Peygamber (saMalıu aleyhi ^sdlm^'in zevcesi Ümmü Selemc'ye gönderdi, î'lmmü Seleme, içinde Resûlullah (sıMıluufalıiveseliaTiJ'in saçı bulunan gümüşten biı- çıngırak getirdi. Bir kimseye nazar değdiğinde veya başına herhangi bir hal geldiğinde, ona gönderilirdi. Bunun [18] içerisine baktım ve içinde kırmızı bir sac kılı gördüm." Bu hadisi, Buhârî rivayet etmiştir. Lafız ise, Humev'dî'nin Cem inden alınmıştır.
1. Geçen hadislerden anlaşılmıştır İd, her ravı, "üstünde" ve "altında" kelimesinden anladığına göre Resûlullah (saMahu aleyhi vesd!em)'in saçını tavsif etmiştir. Bir de denilmiştir kİ: Ravıler, değişik zamanlarda Hz. Peygamber (sülalLıhu aleyhi vesdfcm)'i gördülderi için saçı hakkında böyle değişik ifadeler kullanmışlardır. Bazen saçını tıraş etmeyi geciktirdiğinde saçları omuzlarına kadar, tıraş olduğu zaman da kulaklarına kadar uzardı. Bundan dolayı bazen uzun, bazen kısa olurdu.
2. İbnü'l-Kayyinı (ı-alıimehuBalı) Zâdü'l-Meâd \sm\]i eserinde der ki: "Resûlulîah (sM-ûıuaİCTİuvcscUem) mübarek başını sadece dört kere araş etmiştir." Daha fazla açıklama, "ziyneti^süslenmesi bölümlerinde" gelecektir. Ağaran saçları hakkında da dokuzuncu bölümde bahsedeceğiz.
3. ibn Asâkir, gayr-i sabit [19] iki tarikle Hz. Ali'den (kemımallahu vechdı) rivayet etmiştir: "ResûluUah (saflalfohualeyhivescllem)'in saçı düz idi." Ancak daha önce sahih tariklerle "ne düz, ne de kıvırcık olmadığı" ifadesi geçmişti.
4. İbn Ebi Hayseme Tari&nâe der ki: ResûluUah (sallallahu aleyhi vesellem)'in saçında dört örgü vardı ki, iki örgü sağ kulağının kenarından, diğer ikisi de sol kulağının yanlarından aşağı sarkıyordu. Siyah saçlarının arasından görünen kulakları sanki inci gibi parlayan yıldızlan andırıyordu. Başındaki ak saçlar daha çok kulaklara yakın kısmındaydı. Sakalındaki aklar ise çene üstündeydi. Ağarmış saçları, sanki siyah saçların arasında parlayan inci dizilen gibiydi. Bu ak saçlara sarı boya sürdüğünde -ki bunu çok yapardı-, o zaman bu ağarmış saçlar, siyah saçlar arasında parlayan altın dizileri gibi olurdu.
EbûHüreyre (adijallakısnh)'dan: "ResûluUah (saHalhhu aleyhi vesdbn) geniş alınlıydı" sözü bize ulaşmıştır. Bunu Beyhakî ve İbn Asâkir rivayet etmiştir.
Hind b. Ebi Hâle (ıa%aliahu anlı) şöyle anlatır: "ResûluUah (safettuak^HveseBan), geniş alınlı, kaşları ince ve gözlerinin ucuna doğru uzanmış olup çatık değildi. Kaşlarının arasında öfkelendiği zaman kabaran bir damar vardı." Tİrmizi rivayet etmiştir.
Ashab-ı kiramdan birisi de: "ResûluUah (saHaJahı aleyhi vesellan), ince ve zarif kaşlıydı" ifadesini kuUanmıştır. Beyhakî rivayet etmiştir.
Sa'db. Ebi Vakkâs (radşaliahu anh)'in rivayetine göre: "ResûluUah (salallahu %hi vcseleraj'in alnı pürüzsüz, açık ve genişti." İbn Asâkir rivayet etmiştir.
Hafız Ebu Ahmed b. Ebi Hayseme (ıalmıehdkh) der ki: "ResûluUah (saHahu aleyhi ves*m)'in alnı parlak ve cilâlı gibiydi. Saçlarının arasından veya saç yarığından alnı ortaya çıktığında, geceleri, bir de insanların huzuruna teşrif ettiğinde alnı sanki yanan kandil gibi parlar ve ışıldardı. Bunu farkettiklerinde: "İşte O (geliyor)!" derlerdi.
Şairi Hassan b. Sabit (radiyallahuanh) da bunu şöyle dile getirmiştir:
Zifiri karanlık bir gecede ne zaman alnı oriaua çıksa, karanlıkta ışıldanan bir kandil gibi görünürdü.
Hah. için destek, inkara için İbret olan Ahmed gibi kim var? veya kim olalahilir?
Ebu'l-Hasan b. Kâni'nin Süveyd b. Gafele (radiyalkhu anlı)'dan rivayetinde: "ResûluUah (saHaMıu aleyhi veseikm)'i gördüm; alnı açık, uzun kirpikli, kaşları bitişik idi" ifadesi kuUanılmıştır.
Ümmü Mabed (cdiyaHıu anha) hadisinde: "ResûluUah (sıDaMıu aleyhi veseHemYİn kaşları uzun ve kavisli, birbirine bitişikti" diye vârid olmuştur. İbn Kuteybe ve İbn Asâkir der ki: "Hind'in tarif ettiğinden başkasını sahih görmüyoruz. {Zira yukarıda Hind hadisinde "bitişik değildi" diye geçmişti} İbnü'1-Esîr ve Kutbuddin de Hind hadisindekİ İbareyi sahih olduğunu kabul etmiştir.
Ben de derim ki : Beyhaki ve İbn Asâkir, Mukâtil b. Hayyan'ın şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "AUah Teâlâ, Hz. İsa'ya (deyhisdam): "Benim İşimde ciddi ol ve bu İsı şakaya alma!" diye vahyetmiş ve devamla: "Alnı geniş, kaşları bitişik olan Arap Peygambere İman edin!" buyurmuştur.
İbn Asâkir, Hz. Ali'den (fcaramaflahu vecheh) bir kaç tarikle, ResûluUah (sallallahu alwluvesellem)'ın kaşlarının bitişik olduğunu rivayet etmiştir.
Tüm bu hadisleri şöyle uzlaştırmak mümkündür: Önceleri bitişik değildi. Veya yakından ve uzaktan bakana göre değişik görünmüş olabilir. Gerçek şu ki, bitişik değildi. Aksine kaşları arasında, ancak dikkatli bakanın fark edebileceği az bir aralık vardı. Mübarek burnu hakkında şöyle söylendiği gibi: "Fazla dikkat etmeden bakan kimse burun kemiğinin yüksek olduğunu zannederdi. Halbuki o, böyle değildi."
Hz. Ali (ktramaDahıı vedıeh)'den gelen rivayetlerde şu ifadeler yer almıştır: "ResûluUah (salkllahu aleyhi veseflcm)'in gözlerinin siyahı tam siyah, beyazı tam beyazdı."
"Resûlullah'ın (saHahu aleyhi vesdlan) gözleri büyük, kirpikleri uzundu." İmam Ahmed ve Müslim rivayet etmiştir.
"ResûluUah'm (saflaMra aleylıi vesdlem) gözlen büyük, kirpikleri uzun, gözünün rengi kırmızıyla karışık beyazdı." Beyhakî, Ebu'l-Hasan b. Dahhâk ve ibn Asalar bu hadisi değişik tariklerden rivayet etmişlerdir.
Simâk b. Harb [20] , Câbir b. Scmüre (radij-allahu anh)'dan naklederek der ki: "Resûlullah (saMalm aleyhi vescllcm), "Eşkelülayn" idi. Ravi, Simâk'e sordu ki: "Eşkelülayn nedir?" Simâk: "Göz kenarlarının uzun olmasıdır." [21] diye cevap verdi. Bu hadisi Müslim ve başkaları rivayet etmiştir.. Ebu Davud: "Eşhelü'l-ayn—gözünün siyahı kırmızıya çalan" lafzıyla rivayet etmiştir.
Ümmü Mabed (radiyaflahu aohâ)'nth rivayetine göre: "Kirpiklerinde kıvrım, eğim vardı." Haris b. Ebi Usame rivayet etmiştir.
Eııes b. Mâlik (fsdçaflahüarıh): "Resûlullah (saMıhu aleyhi vcsdlcm)'in gözlen geniş idi."
Ebü Hüreyre (radipdlahıı şah) ise: "Resûlullah (saflaflahü aleyhi vediam)'in gözıinün aklığı ve karalığı berrak bir şekildeydi" demiştir.
Yukarıdaki iki hadisi de Ebu'l-Hasan b. Dahhak rivayet etmiştir.
Yine Ebû Hüreyre'den (radşıllahu anh) gelen bir rivayette: "Resûlullah (saflaBahu aleyhi veselkm)'in gözleri sürmeli ve kirpikleri uzundu" ifadesi kull anılmış tır. Bu hadisi, Muhammed b. Yahya ez-Zühli [22], Ziibriyyât'tz zikretmiştir.
Câbir b. Semüre (radiyallahu anh) da der ki: "Resûlullah (saMIaha aleyhi vesdlan)'e baktığım zaman "sürmeli" zannederdim. Halbuki sürme kullanmış değildi." Bu hadisi İmam Ahmed b. Hanbel ve Yakub b. Süfyan rivayet etmişlerdir.
Beyhaki ve İbn Asâkir, Mukâtil b. Hayyan'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Allah Teâlâ, Hz. isa'ya (a!cylık<elam): "Benim işimde ciddi ol ve bu isi şakaya alma!" diye vahyetmiş ve devamla: "Alnı geniş, kaşları bitişik olan Arap Peygambere iman edin!" buyurmuştur.
Hz. Ali (kcnamalhlıuvedıelij'in anlattığına göre: "Resûlullah (sAıDalıual^Hvcsclîaıı)'in gözbebeği siyah, kirpikleri ise uzundu." Tilmizi rivayet etmiştir.
"Resûlullah (saMahu aleyhi vesilem)'İn gözleri büyükçe ve kırmızıya çalan, kirpikleri uzun, sakalının dipleri gür ve sıla, kılları ise kısa ve kıvırcıktı." İbn Asâkir rivayet etmiştir.
Ömer b. Hattab (radçaHraatıh)'in rivayet ettiğine göre de: "Resûlullah (saBaBaliu akdıivesellem)'İn gözlerinin akı pek ak, siyahı ise pek siyahtı." İbn Asâkir rivayet etmiştir.
İbn Adiy, Beyhakî ve ibn Asâkir'İn Hz. Aişe (radiyaHahu anhâ)'dan; yine Beyhaki'nin ve İbn Asâkir'İn, İbn Abbas (radiyallahu unlunraj'dan yaptıkları rivayetlerde: "Resûlullah (salliiHalıuıfehivcsdlaıı), gündüz aydınlıkta nasıl görüyorsa, gece karanlıkta da görürdü" denilmiştir.
Ebû Hüreyre (mdiyalhhu mıh), Resûl-İ Ekrem'in (saMahu ate^û vedlem) şöyle buyurduğunu söyledi: "Sis^ işte şuradaki kıblemi görüyor muşunu??? Vallahi, bana; ne ritkıtnu^j ne de secdeni-^ gi-yli kalır. Ben siyi, arkamdan da görürüm. 'Buharı ile Müslim [23] rivayet etmiştir.
Hafız Ebu Bekir b. Ebi Hayseme'nin naklettiği ve Ebu'l-Hasan b. Dahhâk'm da Kitalm'ş Şemâil'âe. ona tâbi olduğu rivayete göre: "Resûlullah hu;ıleylıivesel]em)'de Savcr=yüzünün bir tarafıyla bakma özelliği vardı."
Enes (radiyallahu anlı) der ki: Resûlullah (sattaBahu afofhi vEsefen) şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Ben si^in imamınızın, o halde rüku ve secdede beni geçmeyin! Ben, şişi hem önümden, hem de arkamdan görürüm.[24]
Ebû Hüreyre (radiyaDahu anh)'in rivayet ettiğine göre: Resûlullah (saîlalkhu aleyhi vescllcm) buyurdu ki: "Ben, Önüme baktığım gibi, (geriye dönmeden) arkama da bakabilirim." [25] Abdurrezzak, OW'de; Ebu Zür'a er-Razî de Delâİl'de rivayet etmiştir.
Mücahid (raİTİmdıuDalı) demiştir ki: Resülullah (saflaHahu aleyhi vesellem), önünü gördüğü gibi, arka saflardaki kimseleri de görürdü." Bunu Humeydi ve Delaillnde Ebu Zür'a er-Razİ rivayet etmiştir.
Fâide:
Kadı îyaz (rahimehıllah) der ki: "O, Süreyya burcundaki [26] 11 yıldızı görürdü."
Süheyli (rahmehdlah) da, 12 yıldız gördüğünü zikretmiştir. Ebu Abdillah Kurtubî, Esmâü'n-Nebi kitabında birinci rivayeti benimseyerek manzum olarak şöyle ifade etmiştir:
O ki, yüksek semâdaki gizli yıldızları apaçık görür.
Süreyya da 11 tane saymıştır. Bu, O naan başkası için tasavvur bile edilemez.
el-Kavlü'l-l\iükrem'de. ise bu iddia hakkında: "Bunun dayanak olabilecek bir kaynağı yoktur" denilmiştir. Halk, Süreyya burcunda dokuzdan fazla yıldız olmadığını ileri sürmektedirler.
1. Kâdî (Iyaz) der ki: Onun bu Özelliği, İsra gecesinden sonra ortaya çıkmıştır. Musa (afeyhissekm)'ın Tur gecesinden sonra karanlık gecede siyah bir karıncayı on fersah mesafeden görebilmesi gibi...
2. Bu görme, idrâk görmesidir, idrâk görüşü ise Ehl-i Hakka göre, görme vasıtası olan gözün, ışığın ve yansımanın bulunmasına bağlı değildir. Bu, Yaratana nispetle böyledir. Yaratılana gelince, görme şartlan Resûluilah (sallallahu aleyhi vesellem) için de geçerlidir. Gözde görme özelliğini yaratan, başka şeyde de bu özelliği yaratmaya kadirdir.
Harran! (rahimehuüah) der ki: Ccnab-ı Allah ona bu özelliği, geniş ilmi ve marifetinden ötürü, bâtına olan bağlantısına işaret olarak vermiştir. Nefsini değil, Rabbini bildiğinde, onu, Önündeki ve arkasındaki, geçmiş ve gelecek şeylere muttali kılmıştır. Kalp ile idrâk edilen şeylerde ihata kudreti bu olunca, Allah, O'na, gözlerle algılanabilen şeylerde de bunun benzerini vermiştir. Bu vesileyle o, Önündekileıi gördüğü gibi arkasındaki mahsûsâtı da görüyordu.
%Mdûfî sarihi olan, zâhid Bahtiyar Muhib b. Mahmud'un Nâsmyye risalesinde dile getirdiği şey oldukça ilginçtir. Der ki: Sallallahu Aleyhi ve SeUem'in omuzları arasında iğne deliği gibi iki göz vardı, elbisesi orayı kapamadıkça onlarla görürdü. Yine denir ki: Bilakis arkasındakilerin suretleri kıblesinin duvarına yansır, böylece onların hal ve hareketlerini (geriye dönmeden) görürdü. Aynen aynadaki yansıma gibi...
Hafız (İbn Hacer) der ki: "Eğer bu husus, Cenâb-ı Hak'tan sahih bir yolla yapılmış bir nakle dayanıyorsa tamam, kabul edilir. Yok böyle değilse, bu konu görüş belirtmeye açık bir konu değildir."
İbnü'l-Müneyyir (rahimehullah) ise: "Arkasını da önü gibi gördüğüne dair hadİsi te'vil etmeye ihtiyaç yoktur. Çünkü bu, gerekçe olmadığı halde Sâri'nin kudretini yok saymak anlamına gelir" İfadesini kullanmıştır.
Kurtubî de: "Bu hadisi zahirine hami etmek evlâdır. Çünkü bu hususta, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'e özel bir üstünlük vardır" yorumunu yapar.
Resûluilah (sallaMıu aleyhi vesellem), duyu organları sağlam olmalarına rağmen yanında bulunanların duyamadıklarını duyardı.
İbn Asâkİr, Ebû Hüreyre (mdiyallahu anlı)'dan: "Resûluilah (saflallahu aleyhi vesellem), tam olarak işitirdi" sözünü nakletmektedir.
Tilmizi ve İbn Mâcc'nin Ebu Zer'den; Ebu Nuaym'm da Hakim b. Hızâm'dan (cK%aBahuanknm) rivayet ettiklerine göre, Resûluilah (salla^uı aleyhi veseflem) şöyle buyurdu: "Benim duyduğumu j"/~ de duyuyor muşunu^" "Bir şey duymuyoruz!" dediler. Bunun üzerine: "Ben, si-^in göremediklerinizi görür; duyamadıklarımızı duyarım! Gerçek su ki: Ben, semânın çatırtısını [27] işitirim. Orada bir karış yer yoktur ki, liflerinde secde hâlinde veya kıyama durmuş bir melek bulunmasın!" buyurdu.
Zeyd b. Sabit [28] (radiyaHahu anlı) anlatıyor: "Resûlullah (saBaBahu <üevlıi vesdkm) ile birlikte giderken, birden bindiği katır onu yoldan saptırdı, neredeyse (sırtından yere) atacaktı. Karşımıza beş veya altı kabir çıktı. Resûlullah (saMahu aîeybİTCseDem): "Bu kabirlerin sahiplerini bilen var,mı?" buyurdular. Bir adanı: "Ben biliyorum!" deyince, (aleyhissalatü vesselam): "Ne -aman öldüler?" diye sordu. Adam: "Şirk döneminde" deyince Resûlullah (saMahu afcybi vedlem), bu cevaba sevindi ve: "Bu ümmet kabirde adapla karşılaşacak. Eğer (kabir adabını duyup) birbirinizi gömmeyeceğinizden endişe etmeseydim, şahsen işitmekte olduğum kabir adabını si^e de işittirmesi için Allah'a dua ederdim" buyurdu. [29] Müslim rivayet etmiştir.
imam Ahmed, Enes (ıvıdi\*hu nnh)'dan naklediyor: Resûlullah (saBaJahu aleyhi vesclkm), Medine bahçelerinden Benİ Neccar'a ait bir bahçeye girdi. Kabirlerinde azap gören kimselerin seslerini işitti; bunun üzerine aniden katır ürktü. Hz. Peygamber (salLıMıı aleyhi veseflen): "Bu m şamarı defnedildi?" diye sordu. "Ey Allah'ın Resulü! Cahiliye devrinde defnedildi!" diye cevap verdiler. Bu cevaba sevindi ve daha önceki sözün benzerini söyledi.
Şu da sabittir ki; vahiy, Resûlullah (dlaMıu aleyhi vesdlcm)'e bazen çıngırak sesi şeklinde geliyor, kendisi onu İşitip anlıyor, buna rağmen sahabeden kimse bir şey işitmiyordu.
Şöyle bir soru sorulabilir: Duyu organları aynı olduğu halde, aynı ortamda bir kimsenin işittiği, ancak diğerlerinin işitmediği bir ses nasıl meydana gelebilir?
Buna şöyle cevap verilir: İdrâk (algılama), Allah'ın dilediği için yarattığı; dilediği İçin yaratmadığı bir durumdur. Tabıİ de değildir, tekdüze de değildir.
Tirmizi, Hind b. Ebı Hâle (mdiplhhu anh)'dan; İbn Asâkir de Ali (radivaMuı anhVdan rivayet etmişlerdir. "Resûlullah (saBaBakı aleyhi vfödlcm)'in burnu uzun, ortası yüksek, burnunun başı zarif ve inceydi." Hind şunları da ilave etmiştir: "Üstünde bir nur vardı. Onu ilk gören, burnunu yüksek ve kavisli olduğunu zannederdi. Halbuki o, böyle değildi."
Sahabe'den biri anlatıyor: "Resûlullah (s;ıMalıualq'hiveseflcm)'in burnu zarif ve inceydi." Beyhaki rivayet etmiştir.
Hind b. Ebi Hâle (aıdiyalLıhu anh)'m rivayetine göre: "Resûlullah (saüaMıu aleyhi ^âem)'in yanakları kabarık ve çıkıntılı değildi. Eti az, cildi zarifti." Tırmizi rivayet etmiştir.
Ebû Hüreyre (ra%a]]ahu anh)'dan: "Resûlullah (saHahu defti vedian), uzunca ve düz yanaklı idi, tombul değildi" rivayeti gelmiştir. Bunu, Muhammed b. Yahya ez-Zühlî Zühriyyaft<x ve İbn Asâkir rivayet etmiştir.
Hz. Ali (kaTAmJahu vccheh) demiştir ki: "Resûlullah (saMahu aleySn veselkm)'ın yanakları kabarık ve çıkıntılı değildi. Bumu zarif ve inceydi." Bu hadisi, İbn Asâkir bir kaç yolla rivayet etmiştir.
Hz. Ebubekır (mdiyatokıanh): "Resûlullah (saDaMıuakyluvesdlem) beyaz yanaklıydı" demiştir. İbn Asâkir rivayet etmiştir.
Ebu'l-Hasan b. Dahhak, aynı ifadeyi Ebû Hüreyre'den (radn*hu anh) nakletmiştir.
Hind b. Ebı Hâle (radçallabu anlı) anlatıyor: "Resûlullah (saMalıu ak^i.) ağzı büyükçe {dalı' [30] ), Ön dişlen seyrek, beyaz, berrak ve keskindi. Dişlen, dolu tanesi gibi görünürdü." Tirmizi ve Ebu'ş-Şeyh rivayet etmiştir..
Câbir b. Semüre (c%afehuatilimin bildirdiğine göre: "Resûlullah (saBaBahu %hi vesdiem), büyük ve geniş ağızlıydı." Bu hadisi, İmam Ahmed b. Hanbel, Buharı ve Müslim rivayet etmiştir.[31]
Hz. Ali (ken-amalahuvedıch): "Resûlullah (gaübUaliu îdej-lıi veseBem)'in ön dişlen berrak idi." İbn Asâkir rivayet etmiştir.
Ebû Hüreyre (radiyallahu anh) da: "Resûlullah (sallallahu aleyhi vesdkm)'in ön dişleri güzeldi" demiştir. Beyhaki rivayet etmiştir.
Yine Hz. Ali'den (kaimralUıuvecheh) gelen bir rivayette: "Resûlullah (sallallahu aleyhi veseDem)'in kesici dişleriyle diğerleri arasında aralık vardı (seyrekti)" iradesi yer alır. İbn Sa'd ve Ebu'ş-Şeyh rivayet etmiştir.
Enes (radipllabu anh) der ki: "Bütün kokuları kokladım; fakat Resûlullah (sıilaIlalıua!e)-lıivesel]em)'İn ağız kokusundan daha hoş ve güzeline rastlamadım." İbn Sa'd ve Ebu'ş-Şeyh rivayet etmiştir.
Vâil b. Hucr (ndiyakhuanhj'ın rivayetine göre: "Resûlullah (s##dmak^vmfaL)'e bir kova su getirildi, ondan içti, sonra onu kuyuya döktü. (Veya "püskürttü" demiştir) Kuyudan misk kokusu gibi bir koku yayıldı." İmam Ahmed b. Hanbel ve İbn Mâce rivayet etmiştir.
Ebu'l-Hasan b. Dahhak ise bu hadisi şu ifadeyle rivayet etmiştir: "Kova getirildi, ondan abdest aldı, ağzını çalkaladı ve kuyuya misk veya miskten daha hoş kokulu bir şey püskürttü. Derken o koku, dışarıya yayıldı."
Ebû Hüreyre (adiyaflahu anlı) anlatıyor: "Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) güldüğü zaman, neredeyse (karşısındaki) duvarlar parıldayacak gibi olurdu. Ne ondan önce, ne de sonra, onun gibisini görmedim." Bu hadisi Muhammed b. Yahya ez-Zühli, Zübnjyât'ta, Ebu'l-Hasan b. Dahhâk ve ibn Asâkir rivayet etmiştir.
Yine Enes (radivallahu anlı) şu olayı nakleder: "Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem), evimizdeki bir kuyuya tükürdü de Medine'de (suyu) ondan daha tatlı bir kuyu olmadı." Ebu Nuaym rivayet etmiştir.
Umeyre binti Mes'ud el-Ensariye (adçallahu anhâ) anlatıyor: "Ben ve beş kardeşim, Hz. Peygamber (saDaMıu aleyhi vesdkm)'in huzuruna girdik. Onu kurutulmuş et yerken bulduk. Kardeşlerim için bir parça et çiğneyerek bana verdi. Onu aralarında pay ettim. Her biri bu parçayı çiğnedi. Bundan sonra Allah'a kavuşuncaya kadar, ağızlarında ne kötü koku hissettiler, ne de ağızlarından bir şikâyetleri oldu!.." Taberânî rivayet etmiştir.
Utbe b. Ferkad'in hanımı Ümmü Asım (ladiyallahu anhâ) anlatıyor: "Biz koku sürünür ve (güzel kokuda) Utbe'ye yetişmeye çalışırdık. Ne var ki ona yetişemezdik! Aklımıza geldi ki, belki de Utbe, koku sürünmüyor! Ona bu durumu arz ettik; dedi ki: Resûlullah (saMıu alevli vesdem) zamanında vücudumu sivilce kapladı. Beni Resûlullah (saHahu aleyhi vesellem)'e götürdüler. Avucuna tükürdü, sonra da cildime sürdü. Böylece ben, insanların en hoş kokulusu haline geldim." Bu hadisi, Buharı Tûrifnnde rivayet etmiştir. Taberânî ve Ebu'l-Hasan b. Dahhak da rivayet etmişlerdir.
Ebu (İmame (iadiyalüıu anlı) şu hadiseyi naklediyor: Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesdkm) pastırma (kurutulmuş et) yerken, huzuruna ağzı bozuk (kötü sözler sarf eden) bir kadın geldi. Kadın: "Bana ikram etmeyecek misin?" dedi. Resûlullah (saSaflahu aleyhi vesellem) Önündeki pastırmadan biraz verdi. Kadın: "Hayır! Ancak ağzmdakini yerim!" diyerek onu almadı. Resûlullah (sallallahu aleyhi veseflem) ağzından lokmayı çıkardı ve kadına verdi. Kadın lokmayı ağzına atıp yedi. Bu hâdiseden sonra kadının daha önceki halinden eser kalmadı. Taberânî rivayet etmiştir.
Muhammed b. Sabit b. Kays b. Şemmas [32] anlatıyor: Babası, annesinden, kendisine hamileyken ayrılmış. Annesi onu doğurduğunda, sütünden emzitmemeye yemin etmiş... Resûlullah (sâMahualeyhivesefen), onu çağırtmış ve ağzına tükürüğünden sürerek babasına şöyle demiş: "Onu getirmeye devam eti Muhakkak ki Allah, onun n^kını verecektir." (Babası der ki): Böylece onu, birinci, ikinci ve üçüncü gün Resûlullah (saüaflahu aleyhi veseHem)*e götürdüm." Beyhaki rivayet etmiştir.
Şu beyitleri söyleyenden Allah rahmetini esirgemesin: Ağzındaki ha! denizi, O'nun kaynağıdır. Sedeften yapılmış yakut, O nun mücevheridir.
Yine şairin biri (mhnnehuHah) şöyle def:
Ağzında bal varaır. işte biz, O nunla hayat buluruz.
rakat, kim bana O nun ağzının örtüsünü bağlamaya yardım edebilir? iğdki bal akmasın diye}
Ağzını açıp konuştukça, sonunda misk kokusu bırakarak aisierinaeki saf koku çoğalır.
Ebu Cafer Muhammcd b. Ali (ralâmehuBalı) bildiriyor: "Hz. Ali'nin oğlu Hasan, Resûluliah (sıflaEalıu aleyhi vesellemj'İn yalımdayken susamış, susuzluktan yanacak hale gelmişti. Resûluliah (saMdıu aleyhi veseüem) onun İçin su aradı, fakat bulamadı. Dilini ona verdi, o da kanmcaya kadar dilini emdi." Bunu İbn Asâkir rivayet etmiştir. Hadis munkatı'&K (rivayet zincirinde kopukluk vardır). Ibn Asâkİr, aynı hadisi Hz. Hasan'm yanına Hz. Hüseyin'i de ilave ederek Ebu Hüreyrc'den rivayet etmiştir.
Ibn Abbas (radiyallahu anhıuııâ): "Rcsûluîlah (salklklnnıİCTİııvesellan)'in kesici dişleriyle diğerleri arasında aralık vardı" demektedir. Ebu'l-Hasan b. Dahhak ise "ön dişleriyle azı dişleri arasında" ibaresiyle nakletmıştir.
Ebu Zür'a er-Râzî [33] (Delâil'de); Dârimi; Tirmizi ve Ebu'l-Hasan b. Dahhak ceyyidhn senedle rivayet etmişlerdir: "O (aMahu aleyhi vcsdlem), konuştuğu zaman, ön dişleri arasından nur saçılıyormuş gibi olurdu."
Sehl b. Sa'd (radçMhu âoh) anlatıyor: Resûluliah (sıMahu aleyhi vesclîem) Hayber günü buyutdular İd; 'Yarın sancağı öyle birine vereceğim ki; Allah onun eliyle fetih nasib edecek! O, Allah ve Resulüm/ sever; Allah ve Resulü de onu sever!" Sabah olunca insanlar, sancağın kendisine verilmesi ümidiyle Resûluliah (saHaBahu aleyhi vescflem)'in yanına koştular. Resûluliah (saltalkhu aleyhi veseBem): 'Ali b. Ebi Talih nerede?" diye sordu. "O, gözünden rahatsız!" dediler. "Ona adam gönderin, çağırsın1." buyurdu. Derken onu alıp getirdiler, Resûluliah (saMdıu algin vösdBem) tükrüğünü gözüne sürdü, sanki hiç goz ağrısı çekmemiş gibi iyileşti. Buharı ve Müslim [34] rivayet etmiştir.
Ebu Kırsâfe (mdiyalkıhu anlı) anlatıyor: "Ben, annem ve teyzem Resûluliah (siMaluıah'lıivesellaııJ'e biat ettik. Döndüğümüzde annem ve teyzem şöyle dedi: "Ey oğulcağizım! Bu adam gibisini görmedik! Ondan ne daha güzel yüzlü, ne daha temiz giysili, ne de daha yumuşak sözlüsünü gördük! Ağzından da nur gibî bir şey çıkıyordu." Beyhaki rivayet etmiştir.
Hind b. Ebi Hâle (radirallahu anlı)'in anlattığına göre: "Resûluliah (&ttthu aleyhi veseBemyin sakalı sık ve gürdü, uzun değildi." Bu hadisi Tirmizi rivayet etmiştir. Ibn Asâkir de aynısını Ömer b. Hattab (mdiyallahuanhydan nakletmiştii".
Hz. Ali (keaamııllalıu yedıeh) de: "Sakak büyük idi" dîye bildirmektedir. Beyhaki, Ibn Asâkir ve Ibnu'l-Cevzî rivayet etmiştir.
Cübcyr b. Mut'un (radbMıuanlı) der ki: "Resûluliah (sıMMıuala'lııvescllem)'ın sakalı büyükçe idi." Ebu'l-Hasan b. Dahhak rivayet etmiştir.
Ebû Hüreyre (cw%allaliuflnn)'dan nakledilmiştir: "Resûluliah (sdbülftluıafeybİv^dfcm) siyah sakalhydt." Beyhakî ve İbn Asâkk rivayet etmiştir.
Sa'd b. Ebi Vakkâs (r,Kİp,-,ıMıuanlı)'dan: "Resûluliah (saBaDflbu^alejH wsdbı)*in saçı ve sakalı aşırı siyahtı." İbn Asâkk rivayet etmiştir.
Enes b. Mâlik (radiyaBaki anh)'dan: "Resûluliah (sMılıu ale\in vtseBan)'âı sakalı, şuradan şuraya kadar bir yeıi doldurmuştu" İbn Asâkir rivayet etmiştir.
Hafız Ebu Bekir Ahmed b. Ebi Hayscme'nin (rahimebdlalı) rivayetine göre: "Alt dudağı ile çenesi arası, açıktı. Buranın etrafındaki ağarmış tüyler, sanki inci beyazıydı."
eselbı^)'i görmüş!" Yanma varıp dedim kİ: Resûluliah [35] gördün mü?" "Evet! Onu gördüm! Orta boylu, sakalının ucu güzel biriydi Aâki titir gördün mü?
dedi Dîneverî ve İbn Asâkir rivayet etmiştir.
Yine aynı zat şöyle der: "Resûlullah (saflaflabu a%£ri vEşeHernJ'iıı saçı ve sakalı çoktu." Bu hadisi, Müslim ve İbn Ebi Hayseme rivayet etmiştir. Lafız, İbn Ebi Hayseme'ye aittir.
Câbk b. Semüre (iadçallabuadı): "Resûlullah (saMıhu aleyhi veseilcm)'in saçının ön tarafı ve sakalı ağarmıştı. Saçını yağladığı zaman belli olmaz, yağ sürmediği zamanlar bu aklar belli olurdu" demiştir. Müslim rivayet etmiştir.
Rebîa b. Ebi Abdirrahman [36] da Enes (radiyaHıu anlı)'dan şu sözleri rivayet etmiştir: "Resûlullah (saMahu aleyhi vesdlcm)'in saçında ve sakalında (en fazla) 20 kadar beyaz kıl vardı." Buharı ve Müslim rivayet etmiştir.
Sâbit'in Enes (ladiyaflahu anlı)'dan rivayet ettiğine göre: "Resûlullah (saDaBahu aleyiS vesdlemj'in başında ve sakalında 17 veya 18 taneden fazla beyaz (ağarmış) lal yoktu." Bu hadisi sahih bir senedle-İbn Sa'd rivayet etmiştir. Ebu'l-Hasan b. Dahhak da "14 beyaz" lafzıyla aktarmıştır. Humeydi, Enes'ten naklen: "Resûlullah (saItaMıuab!hive3clkm)'in sakalında 20 kadar beyaz kıl yoktu" demiş, kendisi ise bu sayının 17 olduğunu söylemiştir. Bunu İbn Ebi Hayseme rivayet etmiştir.
Katâde, Enes'ten nakletmiştir: "Resûlullah (saliaHahu aleyhi yeseHem), saçını hiç boyamadı. Ağarmış kıllar, alt dudağı ile çenesi arasında, şakaklarında, bir nebze de başında vardı." Müslim rivayet etmiştir.
Ebu Bekir b. Ayyaş [37] da (rahimehullah) der ki: Rebîa'ya: "Enes'le görüştün mü?" diye sordum. Dedi ki: Evet! Onun şöyle dediğini işittim: "Resûlullah (saüal!alıuale;4Tİ\'esellem)>in şurasında (alt dudağı ile çenesinin arasını göstererek) 20 beyaz kıl vardı." İbn Ebî Hayseme rivayet etmiştir.
ibn Ömer (radiysdJahuanhumâydan: " Resûlullah (sıBaflafauaîeyhivesdfena)'in başının ön tarafında yaklaşık 20 tane saçı ağarmıştı" rivayeti de bize ulaşmıştır, ibn İshâk, İbn Hibbân ve Beyhaki rivayet etmiştir.
Ebu Cuheyfe [38] (radtyâBahu anh): "Resûlullah (saMahu akyhi teseflem)'in alt dudağının altında beyaz kıllar gördüm" [39] ifadesini kullanmıştır.
İsmailî bu rivayeti şu lafızla verir: "Alt dudağının altında... parmak kadar biı- yer..." Yine onun bir rivayetinde: "Hz. Peygamber (saBaBahı aleyht vesdlem)'i p-Ördüm, alt dudağı ile çene arasına ak düşmüştü" ifadeleri yer alır.
Abdullah b. Büsr el-Mâzini (radçaHıuanh) da: "Resûlullah (saMıhu aleyhi vesdlan)'in alt dudağı ile çenesi atasında beyaz kıllar vardı" demektedir. Buhâri rivayet etmiştir. Ismarlî'nin rivayetinde bu ifade şöyledir: "Sadece beyaz kıllar vardı (çok ağarmamiştı)."
Ebu İyâs (rahimehullah) dedi ki: Enes (tadiyaflahıi anlı)'a Resûlullah (saBallahu aleyhi vesdemj'in saçlarının ağarması hususu sorulduğunda, şöyle cevap verdi: "Allah onu beyazla çirkinleşürmedi!" İbn Asâkir rivayet ederek demiştir ki: Belki Enes, ak sakak kastetmiştir. Ondan ve başka sahabilerden Hz. Peygamber (sıIaMuı aleyhi vesellem)'in bazı kıllarının ağarmış olduğu rivayet edilir. Hatta alt dudak ile çene arası işaret edilerek yer gösterilir.
İbn Sa'd ve Ebu Nuaym, İbn Sîrîn'in [40] (rahmebuDah) şöyle söylediğini rivayet etmişlerdir: Enes'e (radiyallahuanh), Resûlullah (saMılıualeyİTİvesellem)'in saçını boyayıp boyamadığı soruldu. Cevaben dedi ki: "Şu bir gerçek ki, Resûlullah (sJaDahu aleyhi veseflan)'in —az bir kısmı dışında- saçı ağarmamiştı. Fakat Ebu Bekir ve Ömer, saçını kına ve ketem (çivit otu) ile boyadılar."
ibn Asâkir, Enes'ten rivayet ettiği bir hadiste: "Resûlullah (salallahu aleyhi veseflem), sakalını sarıya boyadı. Sakalında yirmi kadar beyaz kıl yoktu" ifadesini kullanmıştır.
Katâde (ladçaMmanh) der ki: Enes'e: "Resûlullah (sallallaiıaalqinvcsellan) saçını hiç boyadı mı?" diye sordum. "Hayır! Ancak alt dudağı ile çenesi arasında ve şakaklarında dağınık halde beyaz kıllar vardı" cevabını verdi. Bu hadisi Buhâri rivayet etmiştir.
Muhammed b. Şîrîn (dıimehrâıh) der ki: "Enes'e, "Resûluilah (saMabu akyİTİ veselem) saçına ve sakalına boya sürer miydi?" diye sordum. "Boya sürecek hale gelmemişti" dedi. Buharı ve Müslim rivayet etmiştir.
Müslim'in Enes'ten (radivaSahu anlı) rivayetinde ise: "Eğer, Resûluilah (saMahu aleyhi vesdiem)'in başındaki aldan saymak isteseydim, bunu yapabilirdim! [41] iradesi yer almıştır.
Fâide:
İbn Sa'd'ın Yunus b. Talk b. Habib'dcn (mlıimehuilah) rivayet ettiğine göre; kendisinden kan alan kişi, Resûluilah (sallaMıu aleyhi v^lem)'in bıyığını düzeltirken sakalında ak gördü. Onu Resûluilah (saliallahu aleyhi veseflem)'e gösterdi. Resûluilah (saMalui aleyhi veseflem) onu eliyle tutarak şöyle buyurdu: "Kim islam yolunda (saçım veya sakalım) ağartırsa, bu, onun İçin kıyamet günü bir nur olur."
1. Hafız İbn Hacer (rahbadniah) der İd: Bütün bu rivayetlerden anlaşılıyor ki: Alt dudağı ile çene arası diğer yerlerinden daha çok ağarmıştı. Katade, Enes'e: "Resûluilah (sâMalîiiale^ıivâdlem) boya kullandı mı?" diye sorduğunda, o: "Ancak şakaklarında biraz beyaz vardı" sözüyle: "Saçında boya gerektiren bir durum yoktu" demek istemiştir. Zaten bunu, daha önce geçen Muhammed b. Şirin rivayetinde açıklamıştı.
2. Saçında ve sakalında ağarmış kılların sayısı konusunda ihtilaf edilmiş tir. Abdullah b. Büsr [42] hadisine göre, ağarmış kılların sayısı 10'dan fazla değildir. Çünkü durum "kıllet" (azlık) siygasıyla İfade edilmiştir. İbn Sa'd'ın rivayetinde: "Sakalındaki beyaz kıllar 20'ye ulaşmamıştı" ifadesi vardır. Humeyd ise "Alt dudağı ile çene arasını göstererek <17> dedi" şeklinde nakletmiş tir.
yine Sâbit'in Enes'ten yaptığı rivayette: "Resûluilah (saBaDaİm aleyhi veâflem)'in bas ve sakalındaki ağarmış kıllar, 17 veya 18'den fazla değildi" denilmiştir.
İbn Ebi Hayseme'nin Enes'ten naklettiğine göre: "Resûluilah (saHabu aleyhi vesdem)'in sakalında 20 kadar beyaz kıl yoktu." Humeyd ise "17" olduğunu söylemektedir.
el-Hâkim, Abdullah b. Muhammed b. Akil [43] tarikiyle Enes'in şöyle dediğini nakleder: "Başındaki ve sakalındaki ağarmış lalları saysaydim, 11 sayısını geçemezdim."
Allame Bulkînî, bu farklı rivayetleri şöyle .uzlaştırmıştır: Bu rivayetler, beyaz kılların 20'ye ulaşmadığını gösteriyor. İkinci rivayet, yirıninin altında, \İ olduğunu açıklıyor. Buna göre: 10 tanesi alt dudağı ile çenesi arasında, ondan fazlası ise sakalının geri kalan kısmında yer alıyor. Çünkü üçüncü rivayette: "Resûluilah (sallallahu aleyhiveseflem)'in sakalında 20 tane beyaz kıl yoktu" denilmiştir. Sakal ise, alt dudağı ile çene arasını içine aldığı gibi, buranın dışındaki yerlere de şamildir. Alt dudağı İle çene arasındaki beyaz kılların 10 olduğu, Abdullah b. Büsr hadisiyle, sakalının geri kalan kısmındaki beyaz kılların sayısı da diğer hadislerle sabittir. Humeyd'in, alt dudağın aşağısını işaret ederek 17 adet demesinden belli bir sonuç çıkarılamaz. Hadis, bizim bahsettiğimizden başka bir şeye işaret etmez. Dördüncü rivayet ise, alt dudak ile çene arasında 10 adet, geri kalan miktarın da başka yerlerde olmasına ayları değildir.
3. Bu konu, Resûluilah (saBnBahn aleyhi vesdlemj'in ziyneti (süslenmesi) bölümündeki "Hasâis" kısmında da ele alınacaktır.
Berâ b. Azib (ı^-allahu;mh)'a: "Resûlullah (sJLTİkluiflİCTİnveselleiTiJ'in yüzü kılıç gibi miydi (uzun ve parlak mıydı)?" diye soruldu. Buna şöyle cevap verdi: "Hayır! Aksine ay gibiydi!" Buhâri [44] ve Tirmizi rivayet etmiştir.
Câbir b. Semüre'ye (radirAhuanh): "Resûlullah (saDaBahu aleyhi vcseflem)'in yüzü kılıç gibi miydi?" diye soruldu. Buna şöyle cevap verdi: "Hayır! Aksine ay ve güneş gibi yuvarlaktı!" Müslim [45] rivayet etmiştir.
Berâ (radç^abaanh) der ki: "Resûlullah (aiafehualejini'esellem), insanların en güzel yüzlüsü, ahlâkî yönden de en iyisiydi." Buharı ve Müslim [46] rivayet etmiştir.
Hz. Ali (keaamallahuvecheh) ise şu hadisi rivayet etmiştir: "Resûlullah (saüallahualeyiu vesdlem), şişkin yüzlü olmadığı gibi, yuvarlak ve dolgun yüzlü de değildi. Yalnızca yüzünde hafif bir yuvarlaklık vardı." Bunu, Beyhaki ve İbn Asâkır birkaç tarikten rivayet etmiştir.
Hmd b. Ebi Hâle (radçaflabuanh)'dan: "Resûlullah (saDalkhualeyhivöeflem), büyükçe muazzamdı. Yüzü, dolunay gecesmdelo arın parlaklığı gibi parlardı" rivayeti bize ulaşmıştır. Bunu Tirmızî ve başkaları nvâvet etmiştir.
Hz. Ali (keuamaflahu veçheli): "Resûlullah (saBaDahu aleyhi vesellem)'in yüzünde yuvarlaklık vardı" demiştir. Bunu Müslim ve Beyhakî rivayet etmiştir. Hadisteki bu ifadeyi Ebu Ubeyd şöyle değerlendirmiştir: Son derece yuvarlak olmadığını, yüz etinin az ve birazcık yuvarlak olduğunu kastediyor. Bu yüz şekli, Araplar arasında daha gösterişli kabul edilir.
Ümmü Mabed (mâyMusdn) Hz. Peygamber1! (saBallahu aleyh vesellem) şöyle tavsif etmiştir: "Güzellik ve temizliği zahir, yüzü güzel ve parlak, aydınlık saçan biri olarak gördüm." Haris b. Ebİ Üsâme rivayet etmiştir.
Aişe (adiyallahu anhâ)'dan: "Resûlullah (süallahu aleyhi vesdlem), insanların en güzel yüzlüsü, rengi parlak ve en güzel olanıydı" İbnu'l-Cevzî rivayet etmiştir.
Hz. Ebu Bekir (ladıyalhhuanlı)'dan: "Resûlullah (saDaDahial^ıtvesdlan)'in yüzü, ayın etrafındaki ışıklı halka (hâle) gibiydi" Ebu Nuaym rivayet etmiştir.
Ebû Hureyre (radij-allahu anlı)'dan: "Resûlullah (sallallahu aleyhi vesdfem)'den daha güzelini görmedim. Sanki yüzünden güneş çıkıyordu." Ibnu'l-Cevzî rivayet etmiştir.
Resûlullah (saflaHahualeyhiveseflem) ile birlikte hac yapan bir kadına Ebu İshak el-Hemdani dedi ki: "Bana, onun teşbihini yap!" Kadın şunları söyledi; "Dolunay gibiydi. Ondan Önce de, sonra da onun benzerini eörmedim." Beyhaki rivayet etmiştir.
Aişe (ladçaBahu anhâ) anlatıyor: "Elbise dikiyordum, iğne yere düştü, aradım fakat bulamadım, O anda Resûlullah (sallaBahu ahin vesdlem) içeri girdi. Onun yüzünün aydınlığı ve ışığı ile iğne göründü." ibn Asâkir rivayet etmiştir.
İbn Abbas (cdiyaMıu anhumâ)'dan rivayet ediliyor: "Resûlullah (salalklıu aleyhi vesdkmVin gölgesi yoktu. Güneşe durduğu zaman, onun aydınlığı, güneşin ısığmı bastırırdı. Yanında bir kandil bulunduğu zaman, yine onun aydınlığı kandilin ışığını bastırırdı." Ibnu'l-Cevzî rivayet etmiştir.
Ka'b b. Mâlik (radçaBahü anlı) der kİ: "Resûlullah (saDaMıu aleyhi vesdkm) sevindiği zaman yüzü ışıldar, sanki ay parçası olurdu. Biz onun sevinçli olduğunu bundan anlardık." [47] Bulıârî, Müslim, Ebu Davud ve Nesâî rivayet etmiştir.
Âişe (ladiyallalmanbfl) anlatıyor: "Resûlullah (saSallalıuııİCTİıivcsellarL) sevinçli bir halde geldi. Yüzünün çizgileri parlıyordu." Buharı ve Müslim [48] rivayet etmiştir.
Enes (radçallabuanh) da der ki: "Resûlullah (salhMu alevli-vesdem) sevindiği zaman, yüzü ayna gibi olurdu. Sanki duvarlar yüzüne yansırdı." Bu hadisi Ibnü'1-Esir en-Nihâye'de. zikretmiştir.
1. Hafız (İbn Hacer) der ki: "Sanki ay parçasıydı!" sözünün açıklaması şudur: Herhalde o zaman Resûlullah (saHallahu aleyhi vesdkm)'in yüzü örtülüydü. Sevinç izlerinin belirdiği yer ise alnıydı. Buradaki teşbih, yüzün bir kısmının ay parçasına benzetilmesi şeklindedir,
el-Meğa-^f'dc Ka'b (nıdiptUahıı anh)'m tövbesi anlatılırken şöyle denir: "Ay parçası" diye kayıtlamanın sırrı sorulur. Buna şöyle cevap verilir: Belâgatçıların ifadelerinde, yüzün aya kayıtsız olarak benzetilmesi vâki olmamıştır. Doğarken ve başka durumlarda güneşe yaptıkları benzetme daha önce geçmişti. Sahabe şairlerinden Ka'b dahi bunu söylemiştir İd onun tarzı meşhurdur. Bu konuda: "Aydaki lekelerden tenzih için söylenmiştir" demek tutarlı bk görüş değildir. Çünkü burada benzetmeden gaye, aydaki ışık ve aydınlıktır:. Bunlar İse ayın tamamında olduğu gibi parçasında da mevcuttur. "Ay parçası" sözüyle, bizzat ayı da kastetmiş olabilir.
Taberânî, Ka'b b. Mâlik hadisini birkaç tarikten rivayet etmiştir. Bazı tariklerinde "Sanki ay hâlesiydî" ifadesi geçer.
Nesâî'nin rivayetine göre: tbn Mes'ud, Hz. Peygamber'in (s^) Bedir günü kıldığı namazı ve Rabbi'ne yaptığı duayı anlatırken şöyle der: "Sonra Resûlullah (saHahu aleyhi veselfem) bize döndü, sanki yüzünün bir yanı ay idi." Ve söyle buyurdu: "B// topluluk, Öğle ile akşam arası savaş yapacak!"
Taberânİ'nin zikrettiği Cübeyr b. Mut'ım (ra^aMıu anlı) hadisinde: "Ay parçası gibi yüzüyle Resûlullah (saBaDahuab^ivEsdfcffl) bize döndü" ifadesi yer alır. Bu, Resûlullah (saMıhu aleyhi veseHem)'in dönüşü esnasındaki vasfına hamledümİştir.
2. Onun sıfatlarını anlatan bu teşbihler, şairlerin ve Arapların kullanım tarzına uygun söylenmiştir. Yoksa, yaratılanlar içinde onun sıfatlarına denk olabilecek herhangi bir şey yoktur.
Allah, söyleyen (şair)e rahmet etsin, şöyle demiştir
"Ke'l-Bedri'—Dolunay gibi!" Aslında buradaki "Kâr harfi—gibi edatı zam, yani fazladan dır. Eğer insaf enliysen bunu bîr "teşbih kâfi zannetme!
Yine şöyle söylenmiştir:
Derler ki: Yüzü, güzellikte dolunayı anlatıyor. Karanlık dolunay, bu güzelliği anlatmaktan âcizdir.
Aynı şekilde nekâ ağacının dalını, düz olan boyuna benzettiler ve dalı methetmekte o kadar ileri gittiler ki, ölçüyü kaçırdılar.
Daha önce geçen AH Vefa'nm beyitlerinde buna işaret edilmişti.
3. Hafız Ebu'l-Hattâb İbn Dıhye (rahknehulah) demiştir ki: Resûlullah (saiMafau aleyhi vesdlem)'in yüzü yuvarlak idi. Berâ, soruyu soranın aklına gelebilecek olan "acaba kılıç gibi uzun muydu?" şeklindeki yanlış anlamayı gidermek istedi ve aydaki yuvarlaklık mânâsına dikkat çekti. Çünkü ay, gözü aldığı için durup bakılamayan güneşin tersine, onu görenlere sempatik gelir, ısı yayıp da eziyet vermeden aydınlatır; ayrıca gözü almaz, bakılabilir.
Hafız el-Feth'ât der ki: "Kılıç gibi" ifadesiyle kılıcın parıltı ve parlaklığını kastetmiş olabilir. Berâ demişti ki: "Hayır! Aksine bu konuda kılıcın fevkinde olan ay gibi..." Çünkü ay, yuvarlaklık ve parlaklık vasfının her ikisine de şamildir. Bir de aya yapılan teşbih daha beliğ ve daha meşhurdur. Câbir b. Semüre (mdiyalkhu anh), iki vasfı da üzerinde topladığına dikkat çekmek için "yuvarlaktı" demişti. Çünkü soruyu soranın "kılıç gibi" sözünden uzunluk ve parlaklık vasıflarını kastetmesi muhtemeldir. Kendisine soru yöneltilen kimse de beliğ bir cevap vermiştir-. Malumdur ki; güneşe yapılan benzetmeden genellikle "aydınlık"; aya yapılan benzetmeden de başka bir sey değil, güzellik kastedilir. "Yuvarlak idi" sözü de, benzetmenin iki vasfa birden yapıldığına işaret olarak kullanılmıştır: Güzellik ve yuvarlaklık...
Ümmü Mabed (radiyaBahu anM)'dan: "Resûlullah (sdklUıu aleyhi veseflem)'in boynu uzunca idi." Haris b. Ebı Üsâme rivayet etmiştir.
Hind b. Ebı Hâle (mdiyaBahu anlı)'dan: "Resûlullah (saüaMıuflle^vesdtetnJ'in boynu, nakışlı resim boynu gibi güzel ve safi, gümüş kadar saf ve parlaktı." Tirmizî rivayet etmiştir.
İbn Asâkir'in Ömer b. Hattab (radiraILıhııanh)'dan; İbn Sa'd, Ebu Nuaym ve Beyhaki'nin de Ali b. Ebi Talib'den rivayet ettikleri hadiste şu ifade yer alır: "Resûlullah (saBaİlahualejWveseBem)'in boynu, sanki gümüş ibrik gibiydi."
İmam Ahmed b. Hanbel ve Buharı ile Müslim'in Berâ b. Azib (iadiyallalıu -,mh)'dan; yine İmam Ahmed'in ve Beyhaki'nin Ebu Hüreyre'den; Tirmizı'nin de Hİnd (cac%allahuflah)'dan naklettikleri hadiste şöyle söylenmiştir: "Resûlullah (saİTİtdıualc)dıı\'esdlan)'İn omuzları birbirinden uzaktı."[49]
TÛmizİ, Ali (jııdiyallahu anlı)'dan rivayet etmiştir: "Resûlullah (saBaJahu aleyhi vEseBem)'in eldem yerleri ve iki küreğin birleşme yeri olan omurgası iri idi."
Enes (ttdş-allahu;ınh)'ın "Resûlullah (salfcdiahualeyhi vesellem), insanlar kendisinden bir şey isteyince verirdi..." diye başlayan hadisinde "Elbisesini çektiler, tâ ki omuz başı göründü. O anda sanki ben, ay parçasına bakıyordum" demiştir. Ebul-Hasan b. Dahhâk rivayet etmiştir.
Ebu Hureyre (nKte^Balıu adi) ise onu şöyle anlatır: "Ridâsını omuzlarından aldığında "Resûlullah (saBaBâhu aleyhi veseUem), sanki kalıba dökülmüş gümüş gibi görünürdü." Bezzâr, Beyhaki ve İbn Asâkır rivayet etmiştir.
Hâfiz Ebu Bekir b. Ebi Hayseme (ıahimehulLıh) da Ta/ifÂndc der ki: Resûlullah (saDaHıu aleyhi vesellan), insanların boyun bakımından en güzeliydi. Boynunun güneşe ve rüzgâra maruz kalan kısmı, gümüşün beyazlığının, altının kırmızılığının parıldadığı altın-gümüş karışımı ibrik gibiydi. Giysisi altında kalan kısmı da dolunay gecesindeki ay gibiydi!"
Muharriş (veya Mücerriş) İbn Abdillah el-Ka'bî (mc%aBakı anlı) diyor ki: "Resûlullah (sallallalıualej'luvesdlem), Ci'rane'de geceleyin umre için ihrama girmişti. Sırtına baktım, gümüş külçesi gibiydi!" İmam Ahmed b. Hanbel ve Yakub b. Süfyan rivayet etmiştir.
Nübüvvet mührünün seldi hususunda, mânâ itibariyle birbirine yakın bir çok rivayet vardır:
1. Çadırın kapısına bağlanan düğme veya kekük yumurtası gibi'.[50]
Buhârî İle Müslim, Sâib b. Yczİd (radçaflahu anlı)'dan rivayet etmiştir: "Resûlullah (saflaHıu aleyhi vesellem)'in arkasında dikildim ve iki küreği arasındaki, keklik yumurtası gibi [51] nübüvvet mührünü gördüm."[52]
2. Yumruk gibi.
Müslim'in Abdullah b. Sercis [53] (cuSyaBahu anh)'dan rivayetine göre: "İki küreği arasında, sol küreğinin üst kısmındaki nübüvvet mührü, yumruk gibivcü. Üzerinde de siğillere benzeyen benler vardı."[54]
3. Güvercin yumurtası gibi.
Müslim ve Beyhakî, Câbir b. Semürc (radiyallahu anh)'dan şöyle rivayet etmiştir: "Hz. Peygamber (saüaMıu aleyhi veseDem)'in iki küreği arasındaki nübüvvet mührünü gördüm; güvercin yumurtası gibiydi ve vücudunun rengine benziyordu."[55]
Ebu'l-Hasan b. Dahhâk, Selmân (radiyallahu anlıdan rivayet etmiştir: "Resûlullah (sallallahu al^lıi vescBemJ'İn iki küreği arasındaki nübüvvet mührünü gördüm, güvercin yumurtası gibiydi."
4. Bir araya gelmiş tüyler şeklinde.
İmâm Ahmed b. Hanbel, Tirmizî, Hâkim, Ebû Ya'lâ ve Taberânî'nin İlbâ İbn Ahmer'dcn yaptığı rivayete göre, Ebi Yezid Amr b. Ahtab el-Ensari (radiyallahu anlı) der ki: Resûlullah (sallaüahu aleyhi vesellan) bana: 'Yaklaş ve sırtımı ovala!" dedi. Yaklaştım, sırtını ovaladım ve parmaklarımı hâtemin üzerine koydum. Amr'a: "Hâtem nedir?" diye soruldu. Amr, "Küreği tarafında, bir araya gelmiş kıllardır" [56] cevabını verdi. Hâkim, ravİ zincirinin sahih olduğunu ileri sürmüştür.
Ebû Sa'd en-Neysâburi ise: "Siyah kıllar" ibaresiyle rivayet etmiştir.
5. Yağ kisti gibi bir şey...
İmam Ahmed b. Hanbel, İbn Sa'd ve Beyhakî, Ebû Rımse (tadn-aMıu anh)'dan bir kaç tarikle onun şu sözünü rivayet ettiler: "Babamla beraber Resûlullah (saflaMıu aleyhi vesellan)'e gittim. İki küreği arasındaki yağ kistine benzer şeye baktım.'[57]
6. Kabarık et parçası ...
Tirmizî, Ebû Saîd cl-Hudrî (mdndkhu anh)'ın şöyle dediğini rivayet etı-niştir: "Rcsûlullah (saMahu aleyhi vesdemj'in iki omzu arasındaki hâtem (peygamberlik mührü), kabarık bir et parçasıydı." Buhârî'nin Tarihinde ve Beyhakî'nin rivayetinde ise "Dışarı çıkmış, şişkin et parçası" şeklinde geçer. Ahmed'in rivayetinde İse "iki küreği arasında, kabarık et parçası" İfadesi kullanılmıştır.[58]
7. Fındık benzeri bir şey ..
İbn Hibbân SaMl/'mde, Semerkand Kadısı İshâk b. İbrahim tarikinden İbn Cüreyc'den, o da Atâ'dan, İbn Ömer'in şöyle dediğini haber verdi: "Nübüvvet mührü Hz. Peygamber (saHlahu aleyhi vescfem)'in sırtmdaydı. Fındık kadar bir et idi ve üzerinde: "Muhammedi'm Resu/u/fab"yazılıydı." (!?)
Hafız Ebû'1-Hasan el-Heysemî, Mcvâridii\ Zam'ân ilâ Zevâidi îbni llibbân isimli eserinde, bu hadisi zikrettikten sonra şöyle der: (Görülüyor ki) bazı râvıler, "hâtem-i nübüvvet" ile yazılara vurulan mührü birbirine karış tıtmışlardır.
Heyscmî'nin kendi hattıyla ve öğrencisi Hafız'm (İbn Hacer'in) kenar nottaki yazısıyla intikal ettiğine göre, mezkur bazı râvilerden kasıt, Semerkand Kadısı İshâk b. ibrahim'dir. O, hadis rivayetinde zayıf kabul edilir.
Hafız İbn Kesir, Heysemî'nin. sözüne benzer şeyler söylemiştir. Daha fazla açıklama, bir sonraki Mülâhazaların seldzinci maddesinde yer alacaktır.
8. Elmaya benzer bir şey Tirmizı, Ebû Musa (radiyîülalmanh)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hâtem-I nübüvvet (peygamberlik mührü), kürek kemiğinin baş kısmının biraz aşağısında, elma gibi bir şey idi."
9. Kan alma (hacamat) âletinin bıraktığı iz gibi bir şey ..
İmam Ahmed b. Hanbcl ve Beyhakî, Hcrakliyus'un elçisi Tennûhî (radirallahu anh)'in uzun hadisinin içinde şöyle dediğini rivayet ederler: "Bir de kürek kemİeinin bas kısmında mührü gördüm! Kalın bir kan alma aletinin izi gibiydi."
10. Sarıya çalan beyaz bir ben gibi..
Hz. Âişö (cıdrpıMtü nohâ)'iun şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Nübüvvet mührü, sarıya çalan beyaz bir ben gibiydi. Etrafında at yelesine benzeyen, birikmiş tüyler vardı." Bunu, Hafız Ebû Bekir b. Ebi Hayscme (mrurnehı!3ah), Subh b- Abdillah el-Fcrganî'dcn, o da Abdulaziz b. Abdissamed [59] tarikiyle nvâvet etmiştir. Mülâhazaların sekizinci maddesinde bu rivayetin gayri sabit olduğunu beyan edeceğiz.
11. Biraz et içine gömülmüş yeşil ben...
İbn Ebİ Hayseme bunu Tkr///indc bazı raviler kanalıyla vermiştir. Sekizinci acıldamada bu rivayetin de gayri sabit olduğunu belirteceğiz.
12. Keçi dizi gibi bir şey...
Tabcrânî ve Ebû Nuaym (Mûrife'de) Abbad bin Ömer (cdçaflân aoh)3dan şöyle rivayet etmişlerdir: "Hâtem-i nübüvvet, Hz. Peygamber (saflaDaho tt &bn)'in sol kürek kemiğinin uç tarafında, keçi dizine benzeyen bir şeydi. Resûlullah (saDaBahu %lıi vcsellem) bunun görülmesinden hoşlanmazdı." Bu rivayetin senedi zayıftır.
13. İç tarafında "Allah birdir, ortağı yoktur!", dış tarafında ise "Dilediğin yere teveccüh et, sen muzaffersin!" yazılı olan güvercin yumurtası gibi bir iz.
Bunu, Hakim et-Tirmizî ve Ebû Nuaym rivayet etmiştir. Meı/ridde. bu hadisin bâtıl olduğu söylenmiştir. Daha fazla açıklama, sekizinci mülâhazada yapılacaktır.
14. Parıldayan nûr gibi bir şey... Bunu İbn Aiz rivayet etmiştir.
15. Bİr araya gelmiş üç kıl...
Bunu da Ebû Abdillah Muhammed cl-Kudâî (rahimehılhh) Tanlfmde zikretmiştir.
16. Güvercin guddesine benzer bir bez...
Ebû Eyyûb: "Yani güvercin gagası" demiştir. Bunu, İbn Ebi Asım, Sireninde rivayet etmiştir.
17. Siyah renge çalan küçük incir kadar bir şey... Bu da Hz. Aişe (ladirJahuanhal'dan rivayet edilmiştir.
18. Mühür vurulan âlet gibi bir şey...
tbn Ebi Şeybe, Ami b. Ahtab Ebû Zcyd el-Ensari (odiyaBahu anh)'dan rivayet etmiştir: "Resûlullah (saDaBahu aleyhi vEsellenı)'in sırtındaki hâtemı gördüm." Sanki mühürlüyormuş gibi tırnağı ile göstererek: "İşte böyleydi!" diye ekledi,
19. İki küreği arasında, ay hâlesi gibi bir iz. iki satır yazısı yardır: Birinci satırda: "Lâ ilahe illallah." Alttaki satırda ise: "Muhammedün Resûlullah" yazılıdır. Bunu, Ebû'd-Dahdâh Ahmed b. İsmail ed-Dımaşkî (cdıimciıultıh) Sireninin birinci cüz'ünde rivayet etmiştir, el-Mevrid ve el-Gurefds. bu rivayetin, açık olarak bâtıl bir rivayet olduğu söylenmiştir.
20. Deve kuşu yumurtası gibi bir şey...
İbn Hİbbân ,W:>iMnde, Câbir b. Semüre (radçaBahu anlı)'in şöyle dediğini rivayet eder: "İki küreği arasındaki hâtem-i nübüvveti gördüm; deve kuşu j yumurtası gibi, vücudunun rengine benzeyen bir şeydi."[60]
Hafız Ebu'l-Hasan el-Heysemî, Mevâridü\-Zam'ân isimli eserinde der ki: Bu ifade aslında, Sahfh-i BuBârf'ain, Resûlullah (saMaluıaİCTİıivesellem)'in vasıflarını anlatan bir hadisinde "Güvercin yumurtası gibi..." lafzıyla geçmiştir."[61]
Hafız (İbn Hacer) der ki: Müslim'in "Keçi dizi gibi" şeklindeki rivayetinden, İbn Hibbân'm rivayetin deki bazı râvilerin yanlış yaptıkları sonucunu çıkardık.
Fakat ben, Hafız Şihabüddin el-Bûsîrî'nin (lahimehdlah) tthafıt'l-Mehem isimli koleksiyonunda kendi yazısıyla "deve dizi gibi" ifadesini kullandığını gördüm. Sahabinin ismini de temize çekmiş, bu rivayeti de Ebû Ya'lâ'nın Miisned'me dayandırmış. Halbuki bu, râvilerinden birinin yanılgısıdır.
Vnlasilıvor ki "keçi dizİ" ile "deve dizi" ibareleri birbirine karıştırılmıştır.
Daha sonra, Ibn Asâkir'in, bu hadisi Taritfinde Ebû Ya'la tarikiyle rivayet ettiğine ve sahabinin ismini de Abbad b. Amr olarak verdiğine rastladım.
Hafız (İbn Hacer), el-Isâbe'de., bunun senedi hakkında "meçhul râvileri var" der. Ben de derim ki: 12. maddede ve Abbad b. Amr'ın rivayetinde "keçi dizi" gibi olduğu geçmişti. Bunu, Heysemî'nin Mecmaif\-Zevâid'ix\de. bulamadım.
21. Kırmızı bir guddc=bcz...
Ebu'l-Hasan b. Dahhâk, Câbir b. Semüre (radiyaBahu anh)'m şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Resûlullah (sMahu aleyhi veseilem)'in mührü, güvercin yumurtasına benzer kırmızı bir gudde^bez idi."
1. Nübüvvet Mührünün Resul-i Ekrem'in (sdklkhu aleyhi vesilem) vücudundaki yeri hususunda görüş farklılıkları vardır: Sahîh-i MüfMm'dekı rivayette "sol küreğinin en üst kısmındadır", Selman'dan yapılan şâz bir rivayette ise "sağ kürek kemiğinin başındadır" ifadeleri kullanılmıştır. e/-HasMsu'/-Kübrâ%ında Şeyh (Suyûtî) bu rivayeti Beyhakî'ye dayandırmıştır. Sehâvî de, Selmân kıssasının tarikleri ile Ebû Kurre el-Kindî'nin rivayetini uzlaş tiritken, kaynak olarak Beyhakî'nin Delâii'ini göstermiştir. Ben bu rivayeti Delâil'm iki nüshasında aradım. Hâtcm-i nübüvvet bahsinde de, Selman kıssasında da buna rastlamadım. Belki bu iki konu dışında; başka bir bölümdedir.
2. Ulemâ der ki: Bu rivayetler, mânâ yönünden birbirine yakın olup, birbirine aykırı rivayetler değildir. Bilakis her râvi, onu kolayına gelen bir tasvirle beyan etıniştir. Kimi keklik yumurtasına veya çadır düğmesine, kimi güvercin yumurtasına, kimi elmaya, kimi şişİk veya kabarık et parçasına, kimi kan alma aletinin izine, kimi de keçi dizine benzetmiştir. Bunların hepsi de, anlamı aynı olan lafızlardır. O ortak anlam "et parçası"dır.
"Kıl topu" ifadesinin açıklaması da şudur: Başka rivayetlerde geçtiği gibi lıâtcmin etrafında birikmiş lallar vardı.
Ebu'l-Abbas el-Kurtubî el-Müfbem'de der ki: Bu hususta vârid olan hadisler, hâtem-ı nübüvvetin, sol küreği tarafında, belirgin, kırmızı bir şey olduğuna işaret etmektedir. Rivayetler deki en küçük şekli; güvercin yumurtası kadar, en büyük şekli ise yumruk kadardır.
Kadı (İvaz) da aynı değerlendirmeyi yaparak şunu ilave etmiştir: "Yumruk kadar" şeklindeki rivayet, zahiren diğerlerine muhaliftir. Öylevse bu, çoğunluktaki rivayetlere uygun olarak teVİI edilir. O zaman mânâsı şu olur: Yumruk şeklinde, fakat yumruktan daha küçük, güvercin yumurtası kadar...
3. Şüheylî (cıhımdıullah) der ki: Hâtemin, sol küreğinin en üst tarafında olması, onun Şeytan vesvesesinden korunduğu hikmetine dayanmaktadır. Bu mezkur yer, Ademoğluna vesvesenin girdiği yerdir.
Ben de şunu söylerim: Ebû Ömer (ibn Abdılberr), kuvvetli bir senedle Ömer b. Abdilaziz (ıahimehııl]ah)'dan şunu rivayet etmiştir: Bir adam, Rabbınden kendisine, Şeytanın Ademoğlundaki merkezini göstermesini istedi. Allah da ona, dışarıdan içi görünen şeffaf bir vücut göstererek Şeytanı da küreği üzerinde, kalbi hizasında kurbağa suretinde gösterdi. Bunun sivrisinek hortumu gibi hortumu varmış, onu sol kürek tarafından kalbine sokarak vesvese verirmiş. Kul, Allah'ı zikredince de gızlcnirmiş.
Süheyli der ki: Nübüvvet mührünün, kalbin tam aksi istikametinde olmasının hikmeti şudur: Resûluilah (sallAhu aleyhi veseHem)'İn kalbi, imân ile dolunca, üzerine mühür vuruldu. Misk veya inci ile dolu kaba mühür vurulduğu gıbi...Cenab-ı Allah, Resûluilah (saflaBahualeyhivesdlem) Efendimiz için nübüvvetin cüzlerini toplayıp tamamlamış ve onun üzerine mührünü >) vurmuştur. Böylece, nefeı ve düşmanı, bu mühür yüzünden kalbine girmeye yoî bulamaz. Çünkü mühürlü şey, koruma altına alınmışta-. Yine Allah Teâlâ'nın dünyada koyduğu düzen de böyledir: Herhangi birimiz mühürlü bir şey bulduğunda, şüphesi zail olur ve insanlar arasındaki çekişme durur. Bundan dolayı Rabbü'l-âlemîn, onun kalbine, gönlün mutmain olacağı bir mühür vurmuş, mührün içine de nur koymuş, böylece onun kuvveti kalbe nüfuz etmiş ve iki küreği arasında yumurta olarak tezahür etmiştir.
4. Hafız (İbn Hacet) der ki: "Hadislerin muktezâsına göre mühür, Resûluilah (aıMIahu aleyhi rcscltan) doğduğu zaman mevcut değildi. Mühür, Halime'nin yamndayken göğsü yanldığmda vurulmuştur." Hafız bu tespitiyle, Resûluilah (sıflaMıu afo-hi vedian)'in mühürlü doğduğunu iddia edenlere itiraz eder. Bu iddia, Ebu'I-Fcth'in: "<mühürlü doğdu> diyenler de vardır, <doğduğunda mühür vuruldu> diyenler de..." şeklinde naklettiği bir sözdür. Ayrıca bu sözü Moğoltay, İbn Aiz'dcn nakletmiş tir. Hafız (İbn Hacer), önceki görüşün daha sağlam olduğunu ileri sürer.
Ben de derim ki: el-Gıırer adlı eserde de bu görüş doğru bulunmuştur. Mühürle ilgili hadisler, Resûluilah (sıflaBalm aleyhi vcseDcm)'in mübarek sadr-ı şerifinin varılmasıyla ilgili bölümde gelecektir. Oraya müracaat edilebilir.
Bu konunun başında geçen hadise göre, mühürleme üç kere tekrarlanmıştır: Birincisi: Beni Sa'd yurdunda iken... İluncisi: Bi'set esnasında... Üçüncüsü de; İsra (Miraç) gecesinde... 10 yaşındayken göğsünün varılmasıyla ilgili hadislerde mühürle ilgili bir ifadeye rastlamadım. En doğrusunu Allah bilir.
5. Hafız Burhancddin Halcbi'yc (ıafcıehuikh): "Nübüvvet mührü, Hz. peygamber (srfl^ıu aleyhi vtsdkm)'m kendine has özelliklerinden midir, yoksa her peygambere nübüvvet mührü vurulmuş mudur?" diye soruldu. Şöyle cevap verdi: "Bu konuda herhangi bir şey hatırlamıyorum. Fakat, bana öyle geliyor ki, bir kaç noktadan dokyı O'na has bir husustur. Bu noktalardan birisi sudur: O, peygamberlerin sonuncusudur, diğerleri böyle değildir. Çünkü peygamberlik kapısı onunla kapanmıştır, ondan sonra bir daha açılmayacaktır."
el-Hâkim, Vehb b. Münebbih (dıımehıMıJ'ın şöyle söylediğini rivayet etmiştir: "Allah, hiçbir peygamber göndermemiştir kî, onun sağ elinde peygamberlik ben'ı olmasın! Ancak bizim peygamberimiz hariç. Onun peygamberlik ben'i İki küreği arasındaydı."
Buna göre hâtemin yeri, diğer peygamberlerden farklı olarak, Hz. Peygamber (dMıhu aleyhi vedlem)'in sırtı oluyor. Bu, ona ak bir özelliktir. Ayrıca Şeyh Suyûtî (rahimeluıMı), Hnmû%ecü'l-Ubîb\fi sahih nüshalarında bu görüşü benimsemiştir. Sahîh nüshaların dışındakiler her ne kadar buna ayları olsa da...
6. Kadı (İyaz) (ralıimehullılı) der İd: Mühürleme ameliyesi, iki meleğin, Resûl-i Ekrem'in (saflallahu aleyhi veseflem) kürekleri arasını yarmasından hasıl olan izdir. Nevevî ise bunu şöyle değerlendirir: "Bu İddia, bâtıldır. Çünkü yarma ameliyesi, sadece göğsünde ve karnında gerçekleşmişti." Kurtubi de: "Bu yarığın izi, göğsünden karnına kadar uzanan belirgin bir çizgidir, sahîh rivayette olduğu gibi... Yarığın sırtına kadar geçtiğine dair hiç bir nakil yoktur. Böyle bir rivayet olsaydı dahi, kürekleri arasından karın altının arka taraftaki hizasına kadar uzaması gerekirdi. Çünkü, ön taraftaki şakk izinin hizası bu uzunluktadır. Bu görüş, Kadı (İyaz)'m bir yanılgı sidir" demiştir.
Hafız (İbn Hacer) der İd: Kadı (İyaz)'ın dayandığı kaynağı araştırdım. Karşıma Utbe b. Abdi's-Sülemi hadisi çıktı. Bu hadiste şöyle geçer: "iki melek, Hz. Peygamber (sâMaHu aleyhi vcsdlem)'in göğsünü yardıklarında biri diğerine <Onu dık!> dedi. O da dikti ve üzerine nübüvvet mührünü vurdu." Hâtcm-i nübüvvetin, iki küreği arasında bulunduğu kesinleştiğine göre, bu durumda bu iz, ameliyatın sonucu ortaya çıkmıştır.
Nevevi ve başkaları, "iki küreği arasında" sözünü şakk (yarılma) ameliye siyle ilgili olarak anlamışlardır. Halbuki böyle değildir. Aksine mühürleme ile ilgilidir. Ebû Yala ve (Delâi/'de) Ebû Nuaym'a göre, Şeddad b. Evs hadisindeki ifade bunu destekler: "Melek, kalbini çıkarıp yıkadı ve yeline koydu. Üzerini, elindeki nurdan yapılmış mühürle mühürledi. Böylece kalbi nûr İle doldu. İşte bu nûr, peygamberlik nurudur." Arkasında, sol küreği üzerinde ortaya çıkmış olması da muhtemeldir. Çünkü kalp, bu cihettedir.
Ebû Dâvûd et-Tayâlîsî, ibn Ebİ Usame ve Ebû Nuaym'm rivayet ettiği Hz. Aişe hadisinde, Cibril ve Mikail'm bi'sct esnasında Resûl-i Ekrem'e (saDaflahu aleyhi vesdlan) göründüğü zamanla İlgili olarak şu ifade yer alır: "Cibrilyere indi ve beni ense ürerine yatırdı, sonra kalbimi yardı. Onu çıkarıp, altından yapılmış bir leğen içinde, ^em^em suyuyla yıkadı. Sonra onu yerine koydu, yarayı sarıp beni çevirdi ve sırtımdan beni mühürledi, hatta mührün soğukluğunu kalbimde hissettim. Daha sonra: <Oku!> [62] dedi." İşte Kâdı'nın dayandığı kaynak bu hadistir, uydurma da değildir.
Süheyli'nin, (Kâdı'nın dile getirdiği hususu açıklayan) sözü, üçüncü İ mülahazada geçmişti, oraya müracaat edilebilir,
7. Ibn Aiz'in Meğa%ji'sinde, Beni Sa'd b. Bekr yurdundayken Resûl-i Ekrem'in (saflaBabua^hivedem) göğsünün yarılması İle ilgili olayı anlatan Şeddad b. Evs [63] hadisinde şu ifade yer alır: "Geldi... Elinde ışıklı bir mühür vardı. Onu iki küreği ve iki göğsü arasına vurdu." Bundan şu sonuç çıkar: Mühürleme, \ vücudunun iki yerine yapılmıştır. Hakikatini Allah bilir...
8. Hafız (Ibn Hacet) der ki: Hâtemin, kan alma aletinin izi gibi olduğu ya da siyah veya yeşil ben gîbi olduğu ve üzerinde: ilahe illallah, Muhammedi'm Resûlullah" yahut, "Nereye gidersen git, sana yardım olunacaktır!" yazılarının bulunduğu şeklindeki sözlerin gerçekliği zayıftır. Bu rivayetin İbn Hibbâtı'ın Sahib'indc bulunması, sonucu değiştirmez. Çünkü o, bazen zayıf rivayetleri de sahih kabul ederek dikkatsiz davranmıştır.
Diğer taraftan Kutbu'd-Dîn, el-Mevrid'de.; Muhib b. Şihab b. el-Hâim de el-Gum'de. bu hadisin uydurma olduğunu ileri sürerler. Ebu'l-Hattâb İbn Diriye (rahteeteM), Hakîm et-Tirmizî'nin şöyle dediğini nakleder: Resûlullah (saHaMıuale İvEseSanJ'in^ild küreği arasındaki hârem, güvercin yumurtası gibiydi. iç tarafında: "Allah birdir!", dış tarafında ise: "Dilediğin yere teveccüh et, sen muzaffersin!" yazılıydı. Ibn Dıhye, bu sözü sarıb ve gerçeklere aykırı olarak değerlendirmiştir.
Bu konunun daha fazla açıklaması, nübüvvet mührü konusunun başında eecmişti.
9. Resûlullah (saBaDahu aleyhi vesdlem)'in iki küreği arasındaki peygamberlik mührünün, vefatı şurasında kaldırıldığı ve öleceğinin de bununla anlaşıldığı söylenmiştir. Ebû Nuaym ve Beyhakî, Vâkidî'nin üstadlarından yaptığı şu rivayeti nakletmişlerdir: Hz. Peygamber (saflaflahıı akyhi vesdlem)'in ölümü hususunda şüpheye düştüler. Bazıları "öldü", bazıları da "ölmedi" dedi. Esma bin ti Umeys [64] (racEyaflaha anhâ), elini Resûlullah (saHlahu aleyhi vcscllcm)'in iki küreği arasına koyarak: "Ölmüş, iki küreği arasındaki mühür kaldırılmış!" dedi. Vefatı bu şekilde anlaşılmıştır. Bu hadisi, İbn Sa'd, Vâkıdî'den, o da Ümmü Muaviye'den rivayet etmiştir. Vâkidî, metruk bu- râvidir. Hatta bir grup, onu yalancı saymıştır.
e^-Zebr'de zikredildığine göre: Hâkim'in Tarih'indz, Hz. Aişe'den (^ anhâ) rivayet ettiği hadiste: "Resûlullah (sallallahu alaiıi vesdlem) vefat ettiği zaman, hâteme dokundum ve onun kaybolmuş olduğunu gördüm" ifadesi yer alır.
Hâkim'in bu kitabının yarısı erime geçti. Onu mütâlâa ettim, fakat bu hadisi orada göremedim. Belki elime geçmeyen kısmında olabilir. Sahih olduğunu varsayarsak, Isttfâ'da. bu konu şöyle değerlendirilir: Eğer "Nasıl ki mümin için îmân vasfı öldükten sonra da devam ediyorsa, nübüvvet ve risalet de, peygamberin ölümünden sonra (hakikaten) devam etmelidir. Çünkü nübüvvet, risalet ve îmân ile nitelenen şey, ruhtur. O İse bakidir, bedenin ölümüyle değişmez. -Nesefî de böyle açıklamıştır-. O halde, bunların alâmeti olan şey (peygamberlik mührü) niçin kaldırılsın ki?" diye bir soru yöneltilebilir.
Cevap olarak şunu söylerim: Bit hikmete binâen konulduğu içİn...O hikmet, Şeytan'dan tamamen korunmasıdır. Öldükten sonra zaten Şeytanın müdahalesi söz konusu değildir. O halde, cesedinde mührün kalmasında bir mânâ yoktur. Nübüvvet ve risaletin, peygamberlerin ölümünden sonra da (hakikaten) devam etmesiyle İlgili Ncsefı'ye atfedilen görüş, aslında Ebu'l-Hasan el-Eş'ari ve arkadaşlarının mezhebidir, Nesefı'nm sözü değildir! Çünkü peygamberler (alalıimüssabiüvessebn), -bu konudaki hadislerde geçtiği üzere-kabirlerinde diridirler. Bu husus, Resûlullah (saDflBahüalqte^^km)'rn kabir hayatı bölümünde incelenecektir.
10. Hafız İbrahim el-Harbî Gotiğinde; İbn Asâkir de Ta/ih'inde, Cahit (rş'iJlaiııianlıJ'ın söyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Resûlullah (saiyahuaieyhn-födlcm), beni terkisine almıştı. Ağzım, bâtenvi nübüvvete değdi; üzerime sanki misk kokusu saçılıyordu."
Bu konudaki rivayetler:
Hind b. Ebi Hâle (radiyaflahu anlı)'dan: "Resûlullah (saliallahu aleyhi vesdkn)'İn gÖğsü geniş, karnı ile göğsü bir hizadaydı. Çıkık göğüslü değildi." Tirmizî rivayet etmiştir.
Ummü Mabed (ctdşaHahn anhâ) daû; "Resûiullah (sABahu aleyhi vesdfem), büyük karınlı değildi. Böğrü, çok şişkin de değildi, çok zayıf da değildi." Haris b. Ebi Üsâme rivayet etmiştir.
Ummü Hânı (radçnHahu anhâ)'dan: "Rcsûlalîah (saMalıu aleyhi vedian)'i her gördüğümde, üst üste. kadanmış kağıtları hatırlardım!" Ebû Dâvud et-Tayâlîsî ve İbn Sa'd rivayet etmiştir.
Hafız Ebû Bekir Ahmed b. Ebi Hayseme (ndıinıehuDah) da Tarilfin.de der ki: Resûlullah (sıMıhu aleyhi vesdlem)'İn göbeğinde üç kıvrım vardı. Bunlardan birini izan örter, diğer ikisi açıkta kalırdı ("İkisini izan örter, birisi açıkta kalırdı" diyenler de vardır). Bu kıvrımlar, durulmuş ince ve beyaz keten elbiseden daha beyaz ve daha yumuşaktı.
Ebû Hüreyre (radçaDahu anh)'m rivayetine göre: "Resûlullah (saMahn aleyhi vesdlem)'in karnı genişti (GÖğsü ile karnı aynı hizadaydı diye de tefsir edilmiştir)." Tirmizî ve Beyhakî rivayet etmiştir.
Hind b. Ebi Hâle (radiyaBahu anh) ise: "Resûlullah (saBaflahu aleylıi vesdbn)'İn teni parlak ve güzeldi. Göğsünün üst kısmından göbeğine kadar İnce bir çizgi halinde inen tüyler vardı. Göğsünde ve karnında bundan başka kıl yoktu. Omuz başları, pazuları ve sinesinin en üst tarafları kıllıydı" şeklinde tavsif etmiştir Tirmizî rivayet etmiştir.
İbn Asâkir, Ebû Ümame (rad^Bahu anlı)'dan: "Resûlullah (saflafiahualeyhi veseflem)'in beli yarık, yani çizgiliydi" sözünü rivayet etmiştir.
Ebû Hüreyre (râdçrıflahû mıh) da: "Resûlullah (sıMıhu aleyhi vcseifan)'m ila böğrü benıbevazdı" ifadesini kullanmıştır İbn Asâkir rivayet etmiştir.
AH b. Ebi Talib (ka-ramıMm vccheh)'den geîen rivayetlere göre: "Resûlullah /^flaHahu ıtla-lıı vesellan)'in göğsünün üst kısmından göbeğine kadar inen tüyler uzunca idi." Tİrmizî bu hadisi rivayet etmiş ve sahih olduğunu söylemiştir.
Yine Hz. Ali (keımnîdîııhu vcdıch) anlatıyor: "Resûlullah (saMahu dq-lıi vcseüeınj'in göğsünün üst kısmından göbeğine kadar inen çubuk gibi ince tüyler vardı. Göğsünde ve karnında, bundan başka lal yoktu." ibn Sa'cl ve İbn Asâkir rivayet etmiştir.
Ömer b. Hattab (rafrJahu anlı) da demiştir ki: "Resûlullah (salklkhu aleyhi vesclcmVin göğsünün üst kısmından göbeğine kadar men İnce tüyler vardı. Bunlar, hoş kokulu misk çubuğu gibiydi. Vücudunda ve göğsünde, bunlardan başka lal yoktu." İbn Asâkir rivayet etmiştir.
Allah Teâlâ buyurdu ki: mı?" (İnşirah, 1)
"Biz senin göğsünü açmadık
Keşşaf da. bu âyet şöyle açıklanır: Bu ibareler, şerhin (açılışın) vuku bulduğunu mübalağa ile ifade eden bir istifhamdır. Olumsuz bir cümle (-madik mı?) ile istifham yapılmıştır. Sanki şöyle denilmiştir: "Senin göğsünü açtık!" Bunun için devamında, mânâya muvafık olarak (bu açış sayesinde) "Şanını yücelttik" ifadesi birinci âyete atfedilmiş tir.
Tîbî bu konuda şu değerlendirmeyi yapar: Bu ibarelerde şerhin olmadığını inkâr vardır. Bu da şerhin vâki olduğunu gösterir. Çünkü buradaki QI) hern-^e, inkâr mânâsındadır. İki olumsuz bir araya gelince olumlu bir ifade oluşur. Dolayısıyla bu bem-^e, takrir mânâsına gelmez.
Râgıb (ralnmehuMı)'a göre: Şerh kelimesinin kökü; eti yarmak, dilmek mânâsmdadır. Şerb-i sadr ise, Allah tarafından ilahi bir nûr, ruh ve huzur ile göğsün varılmasıdır.
Nakkaş [65] "Şerh, genişletmedir. Genişletilen her şey, şerh edilmiş demektir" diye açıklar.
Râgıb bu konuda şu değerlendirmeyi yapmıştır: Sadr (göğüs), bir uzuvdur. Çoğulu, sudur şeklindedir. Hikmet enlinden bazıları demişlerdir ki: Allah Teâla, kalp kelimesim zikrettiği zaman bununla, akıl ve ilme işaret etmiştir: "Şüphesiz ki bunda aklı olan kimseler için bir öğüt vardır." (Kâf, '37) Sadr (göğüs) kelimesini zikrettiği zaman ise, şehvet ve heva gibi diğer kuvvetlere de işaret etmiştir. Mesela _şu âyette o kuvvetlerin ıslah edilmesi istenmektedir Rabbim! Göğsüme (ruhuma) genişlik ver!" (Tâhâ, 25), "...Ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın" (Tevbe, 14)
Mekld'ye göre: Sadr kelimesinden kasıt, kalptir. Çünkü o, kavrayış, anlayış ve ilmin kabıdır. Kalp yerine sadrın zikredilmesi, ona yakın ve bitişik olmasından dolayıdır.
Hakim et-Tirmizî, kalbin değil de, göğsün zikredilmesinin sebebini şöyle açıklamıştır: Çünkü vesvesenin yeri göğüstedir. Allah, bu vesveseyi izale etmiş, yerine hayır sâikleri koymuştur. İşte bu ameliye, şcrh'tiı-. Bir de şöyle denilmiştir: Kalp, aklın ve marifetin yeridir. Orası şeytanın hedefidir. Şeytan, kalbin kalesi olan göğse gelir, yol bulabilirse kalbe saldırır, böylece kalp sıkıntıya düşer, kendinde itaat için lezzet; teslimiyet için halâvet (tad) bulamaz. Başlangıçta düşman kovulursa, emniyet hasıl olur, sıkıntı gider, kalp huzur bulur ve kulluk görevini yerine getirmek kolaylaşır.
Üstad Ebû Ali ed-Dakkâk (rahJmehuHah) şunları söyler: Musa (afeyhâsdam) "Rabbim! Göğsüme genişlik ver!" derken mürid (isteyen) idi. Peygamberimiz (saJLülalıuaİCTİııvcselkm) ise, kendisine: "Biz öğsünü açmadık mı?" diye hitap edildiğinde murad (istediği verilen) Bizim Peygamberimiz (saJLülalıuaİCTİııvcselkm) ise, kendisine: senin olmuştur.
İmam Razı (ralumeluıllalı) bu meseleyi şöyle, değerlendirmiştir: İki vecihten ötürü, (^ leke lafzı olmaksızın) Elem neşrah sodrek denilmemiştir. Birincisi: "Senin için" tabiriyle "sen benim için itaat ettiğin gibi ben de onu senin için açtım" denilmek istenmiştir. İkincisi: Bunda, peygamberlik menfaatlerinin Resûluliah (sWahu aleyhi vesellem)'e döndüğüne dair ikaz vardır. Sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Göğsünü senin için açtık. Benim için değil!."
"BİZ açtık" diye "azamet nunu" ile tabir edilmiştir. Çünkü nimet verenin büyüklüğü, verilen nimetin büyüklüğüne işarettir. Cmler ile insanların çekişmesinden Resûluliah (saMıhu aleyhi veseüetn)'in kalbi daralıyordu. Allah da ona, vazifelendirdiği hususlarda gönül huzuru sağlayacak mucizeler verdi.
Müfessirler âyetin mânâsında ihtilaf etmişlerdir:
İmam Beyzâvî (rahimdıullah) demiştir ki: Bİz onun göğsünü, Hakk'a münâcât etmesi ve halkı da Allah'a davet etmesi için enginleşecek kadar genişletmedik mi? Veya: Ona tevdi ettiğimiz hikmetlerle genişletmedik mi? Ve ondan cehalet darlığını kaldırmadık mı? Yahut: Vahiy alma daha önce kendisine ağır gelirken, bu konuda ona kolaylık tanımak suretiyle göğsüne ferahlık vermedik ini?
Ayrıca şöyle bir görüş öne sürülmüştür: Şerh âyetinde "Resûl-i Ekrem (saflaBahu aleyhi veselkm) küçükken veya misak alındığı gün Cebrail'in gelip kalbini çıkararak yıkadığı, sonra da îmân ve ilimle doldurduğu" şeklindeki rivayetin gerçek olduğuna bir İşaret vardır.
Şeyh (Şuyûtî) (ıdıimduıllalı) dipnotlarında der ki: "Misak günü" sözüyle âlem-i zerri kastetmîşse bunun aslı yoktur. Eğer o ifadeyle, bi'set ve peygamberlik verildiği günü kastetmişse derini ki: Herhalde onu kastetmiştir, bunun aslı vardır. Üçüncü defadaki göğüs yarılması hâdisesinde bunu açıklayacağız.
Yukarıda gecen görüşlerle göğsünün yatılması hâdisesi arasında ccliski yoktur. Göğsünün (fiziki olarak) yarılıp İçindeki eziyet ve sıkıntı veren şeylerin çıkarılması da şerh işlemi bütününden sayılabilir, iki Hafız; Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr et-Tabcrî ve İbn Kesir- de (riıimelmraalklı) bu noktaya işaret etmişlerdir.
1. Küçükken, Beni S a'd yurdunda...
Beyhakî, ibrahim b. JTahman (ıal-ıinxhulkh)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Sa'd'a, "Biz senin göğsünü yarmadık mı?" ayetinin mânâsını sordum. Bana, Katâdc'den rivayetle Enes'm (radçaJaira anh) şu hadisim nakletti: "Göğsünden karnının alt tarafına kadar yarılıp kalbi çıkarılmıştı..."
imam Ahmed ve Müslim, Enes (ladiyaDahu anh)'dan şu hadisi rivayet etmişlerdir: "Resûlullah (saMaha aleyhi vedian) çocuklarla oynarken, Cibril geİdi, onu alıp yere yatırdı. Göğsünü yararak kalbini dışarı çıkardı. Sonra onu da yardı ve içinden bir kan pıhtısı çıkardı. Hz. Peygamber'e (saBafahu aleyhi veseDonİ hitaben: "Bu, Şeytanın senden olan nasibidir!" diye gösterdi. Sonra kalbini altından bir leğen içinde zemzem suyu ile yıkadı. Sonra onu kapadı. Daha sonra yerine koydu. Bu sırada çocuklar koşarak süt annesine geldiler ve "Muhammed öldürüldü! O, rengi soluk bir haldeydi!" dediler." Enes der ki: "Ben, onun göğsündeki iğnenin izini görürdüm."
imam Ahmed b. Hanbel, Dârımî, -sahih diyerek- Hâkim, Tabelanı, Beyhakî ve Ebû Nuaym, Utbe b. Abd es-Sülemfden [66] aşağıdaki hadisi rivayet etmişlerdir: Resûlullah (sdfcdhhu aleyhi veselkm) buyurdu ki: Sa'd oğullarında, süt annemin yanındaydı??i. Onun oğlu ile birlikte ku^ıt gütmeye gitmiştik. Yanımıza a-:(ik da almamıştık. Dedim ki: <Ey kardeşim! Sen git de bi-^e annemimden a-^ık getir!> Kardeşim gitti, ben kuruların yanında kaldım. Birden başımda kartal gibi iki kuş peydahlandı. Biri arkadaşına: <Bu, o mu?> dedi. Arkadaşı da <Evet!> dedi. Alelacele harekete geçtiler. Beni tutup sırt üstü yere yıktılar, karnımı yardılar, sonra kalbimi çıkarıp yararak içinden iki tane siyah kan pıhtısı çıkardılar. Biri diğerine dedi ki: <Bana kar suyu getir!> Onunla içimi yıkadılar. Ondan sonra <Bana dolu suyu getir!> dedi. Oflunla da kalbimi yıkadılar. Sonra şöyle dedi: <Sekîneyi (hu-rıır, sükunet) getir!> Derken onu kalbime doldurdular. Sonra biri arkadaşına <Onu dik!> dedi, o da dikti ve ürerini hâtem-i nübüvvet (peygamberlik mührü) ile mühürledi."
2. On yaşındayken...
Abdullah b. İmâm Ahmed Zevâidı/'l-Müsneddc, güvenilir râvüerden oluşan bir senedle; İbn Hibbân, Hâkim, Ebû Nuaym, Ibn Asâkır ve (el-Muhtâre'de) Diyâu'l-Makdısî, Übeyy b. Ka'b (radiyaMıu mıh)'dan rivayet etmişlerdir: Ebû Hüreyre: "Yâ Resulallah! Peygamberlik görevine başlaman nasıl oldu?" diye sordu. Buyurdu ki: "On yaşında iken, bir gün çölde dolaşıyordum. Aniden başımın üstünde iki adam peydahlandı, içlerinden birisi arkadaşına dedi ki: <Su o mıtdur?> Arkadaşı: <Evet!> dedi. Beni daha önce hiç kimsede görmediğim yüklerle, hissetmediğim kokularla ve kimsenin ürerinde görmediğim elbiselerle karşıladılar. Yürüyerek yanıma geldiler, her biri pahımdan tuttu. Ben onların dokundu klanın hissetmiyordum. Birisi arkadaşına dedi ki: <Onu yatır!> Belimi bükmeden ve eğmeden beni yere yatırdılar" Bir rivayette "Beni sırt üstü yatırıp sonra da karnımı yardılar" ifadesi vardır. Yine başka rivayetlerde şu ifadelere rastlanır: "Birisi arkadaşına dedi ki: <Göğsünü yar!> Biri göğsüme eğilip kansı^ ve aûnsı^ bir şekilde yardı. Ben sadece seyrediyordum. Biri altından bir tas ile su getiriyor, diğeri içimi yıkıyordu. Birisi arkadaşına dedi ki: <Göğsünü yar!>, bir de baktım ki oöösüm yarılmış, ben ise ağrı hissetmiyordum. Sonra dedi ki: < Kalbini yar!>, o da kalbimi yardı. Bunun ürerine dedi ki: <Ondan gare^ ve hasedi çıkar!> O da kan pıhtısına benler bir şey çıkardı ve kaldırıp attı. Sonra <Kalbine şefkat ve merhamet koy!> dedi. Kalbimin içine gümüşe benler bir şey koydu. Sonra yanında bulunan to^a benler ba^ı şeyler çıkardı ve kalbimin ürerine serpti. Daha sonra başparmağımı saklatarak <Dön ve esen kal!> dedi. Ben de öncesinden daha fa^la küçüğe şefkat ve büyüğe merhametle dolu olarak geri döndüm."[67]
3. Bi'set esnasında (peygamberlik verildiğinde)...
Ebû Dâvud ct-Tayâlisî ve Haris b. Ebi Üsâme MüsnecUcnndc; Beyhald ve Ebû Nuaym her ikisi de Delâil adlı kitaplarında şunu naklederler: Hz. Aişe (cıdiyallalıu anhâ) anlatıyor: Hz. Peygamber (saLıMıu aleyhi vesdlem) ve Hz. Hatice, bir ay itikâfa girmek üzere nezir (adak) yapmışlar. Bu durum Ramazan ayma rast gelmiş. Resûlullah (saflallahu aleyhi vesdlem) bir gece dışarı çıkmış ve: "Esselamü aleyke" diye bir ses işitmiş. Rcsül-i Ekrem (sMılıualeyiıi^'eselem) olayın devamım şöyle anlattı: "Ben bunu cin tezahürü zannettim. Koşarak geri döndüm ve H~ Hatice'nin yanına girdim. <Neyin var?> diye sordu. Ben de durumu ona anlattım. <Kendini ferah tut! Çünkü selâm, hayra alâmettir> dedi. Daha sonraları bir defasında da dışarı çıktığımda, güneşin ürerinde Cibril'i gördüm; bir kanadı doğuda, bir kanadı batıdaydı... Ondan korktum ve koşarak eve yöneldim. Eve ulaştığımda benimle kapı arasında yine o göründü. Benimle konuştu, nihayet ona ısındım. Sonra bana randevu verdi. Ben yamanında geldim, fakat o geç kaldı. Dönmek istedim, bir de haktim ki o ve Mikail, ufku kapatmış. Cibıilyere indi, Mikail ise yer ile gök arasında kaldı. Cibril beni tuttu, sırt üstü yatırdı, sonra göğsümü yardı, kalbimi çıkardı ve içinden de Allah 'm dilediği şeyi çıkardı. Daha sonra kalbi %em-^em suyuyla bir leğen içinde yıkadı ve yerine koydu. Yarayı sarıp, kabın ters çevrilmesi gibi beni çevirdi. Sonra sırtlım mühürledi, hatta mührün dokunuşunu kalbimde hissettim"... [68]
4. isrâ (Adi'râtj gecesinde...
Müslim, Berkânî ve başkaları Enes (ladiyafiahu anlı)'m söyle dediğini rivayet etmişlerdir: Allah'ın Resulü (sıBaMuıala'lıivesellenı) bize şu hâdiseyi anlattı: "Evimde oturuyorken Zemzemin yanına götürüldüm- Göğsüm yarıldı. Sonra bana imân ve hikmet dolu bir altın tas getirilip göğsüme boşaltıldı," (Enes der ki: Hz. Peygamber (saBallalıu aleylıi vesdbn) bun söylerken bize göğsünü gösteriyordu) "Bunu takiben melek beni dünya semâsına çıkardı..." (Devamında Mi'râc hadisini [69] anlatmıştır)
İmam Ahmed b. Hanbel ve Buharı ile Müslim, Mâlik b. Sa'saa [70] (fadçattahü anh)'dan rivayet etmişlerdir. Nebî (saMahu aleyhi veselfem)'in ashabına anlattığı İsrâ gecesi hadisinde şu ibareler geçmektedir: "Ben Hatim'de yahut Hur-i İsmail'de yatıyordum. Bana biri (Cibril afyssklam) geldi. Arkadaşına: <Üçünün ortasındakil> diyordu. Yanıma geldi ve buramdan buraya kadar (boğa-y çukurundan kasığıma kadar) yararak kalbimi akardı. Sonra bana îmân ve hikmetle dolu bir allın leğen getirildi ve içinde kalbim yıkandı. Sonra kalbim (nur ve hikmetle) doldurularak yerine konuldu. Sonra katırdan küçük, merkepten büyük bir hayvan getirildi... " Buharı bu hadisi Şerik kanalıyla Enes [71] (adipBahu anh)'dan rivayet etmiştir. En doğrusunu Allah bilir.
Ebû Zerr (radçaBahu anlı) anlatıyor: "Yâ Resulallah!" dedim, "Peygamber olduğunu nasıl anladın? Bunu bilip te nasıl emin oldun?" Şöyle buyurdu: "Ey Ebû Zerr! Ben Mekke vadisİndeyken iki melek geldi, biri yere indi, diğeri de yer ile gök arasında kaldı. Biri arkadaşına <Bu, o mıı?> diye sordu. Diğeri <Evet!> diye cevap verdi. Bunun ürerine <0nu bir kişiyle tart!> dedi. Tarttılar, ben ağır geldim. <10 kişiyle tart!> dedi, beni bunlarla tarttılar. Ben yine onlardan ağır geldim. <W0 kişiyle tart!> dedi. Benî onlarla da tarttılar. Ben, yine onlardan ağır geldim. Sonra <0nu , 1000 kişiyle tart!> dedi. Tarttılar. Ben yine onlardan ağır geldim. Bunun ürerine terapinin kefesinden ürerime saçmaya başladılar. Biri dedi ki: <O, ümmetinin bütünü ile tartılsa, yine onlardan ağır gelir!> Sonra arkadaşına dedi ki: <Kamııu yart> Karnımı yardı. Sonra dedi ki: <Ka/bini yıka!> Kalbimi çıkardı ı/e içinden Şeytanın vesvese verdiği yeri ve kan pıhtısını çıkarıp attı. Sonra <Kabı yıkar gibi karnım, elbise yıkar gibi de kalbiniyıkal> dedi. Sonra tırpan gibi, beyat^ bir bıçak getirilmesini istedi, '(getirildi) ve onu kalbime soktu. Daha sonra <Onu dik!> dedi. Kamımı dikti, iki küreğim arasına da mühür vurdu. Onlar benden ayrılırken sanki ben hâlâ muayene ediliyordum." Bunu Dârimî, Bezzâr, Rûyânî, İbn Asâkir ve {elMuhtâre'de) Diyâu'l-Makdisî rivayet etmişlerdir.
Beyhakî, Yahya b. Ca'de [72] (rahimehullah)'dan -mürsel olarak- şu rivayeti vermiştir: Resûlullah (sallaEahu aleyhi vcsellem) buyurdu İd: "Bana turna kuşu suretinde iki melek geldi. Yanlatında kar, dolu ve soğuk su vardı. Birisi göğsümü yardı, diğeri de oaoası ile oraya püskürttü ve kalbimi yıkadı."
Ebû Nuaym, Yunus b. Meysere b. Halbes'ten [73] (riıimehullah) mürsel olarak söyle dediğini rivayet etmiştir: Resûlullah (saEviMnı afeti vedkm) buyurdu ki: ilBana, altından bir tasla melek geldi. Karnımı yardı, içimdeki bağırsakları çıkarıp yıkadı. Sonra onun ürerine to-^ seıpti ve şöyle dedi: <Jçıne konulanı anlayan sağlam kalp, gören iki sp-^ ve duyan iki kulak... Sen, Allah'ın Resulü, Mukajfi ve Haşir [74] Muhammed'sin! Kalbin terni^, lisanın dü-ygün, nefsin mutmainne, ahlâkın yüce... Ve sen Kuşem [75] (her baya kendisinde toplayan)sin. > "
Dârimî ve İbn Asâkir, Abdurrahman İbn Ganm [76] (radiya]]ahuîinh)'ın -ki sahabi olduğu ihtilaflıdır- şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Cibril (alcylussekm) inerek, Resûlullah (s;Mdıu aleyhi vesellem)'in kalbini yarmış, sonra da demiş ki: <Sağlam bir kalp, duyan iki kulak, gören iki göz... Sen Allah'ın Resulü, Mukaffî ve Haşir Muhammed'sin! Ahlâkın yüce, lisanın düzgün, nefsin de mutmainne...>"
1- Taktib adlı eserine yaptığı şerhin başında Hafız Ebu'1-Fadl el-Irâkî 'lahimehuOah) der ki: İbn Hazm ve Kadı İyaz, İsrâ gecesi Rcsul-ı Ekrem'in (adertivsdlem) göğsünün yanlışını anlatan rivayeti sahih görmemişler ve bunun, Şerİk'in bir yanılgısı olduğunu iddia etmişlerdi]:. Oysa durum böyle değildir. Bu hadis, Buhâri ile Müslim'in S a/ı fIAe.nn.de Şerik tarikinden başka kanaUa da rivayet edilmiştir.
İmanı Ebu'l-Abbas el-Kuıtubî, el-Miijbem adlı eserde şöyle deı: İsrâ gecesi göğsünün yarılması hâdisesini inkâr eden görüş ciddiye alınmaz. Çünkü bu konudaki hadisin râvileri, meşhur ve güvenilir kimselerdir.
Hafız (İbn Haceı) der kİ: Isrâ gecesi Resul-i Ekrem'in göğsünün yanlışını anlatan rivayeti bazıları İnkâr etmişlerdir. Oysa bunu inkâr etmeye gerek yoktur; zira konuyla ilgili rivayetler tevatür derecesine ulaşmıştır.
2- cl-Kurtubî {el-Müjhem), Tûrebiştî (Şerbu'I-Mesâb/b), Tİbî (Serim'I-Miskâr), Hafız {İbn Haceı), Şeyh (Suyûtî) ve başkaları (rahknehunnilnh), şöyle der: Resûl-i Ekrem'in (saBaOahu aleyhi vcsdkm) göğsünün yarılması, kalbinin çıkarılması vb. konularda vârid olan bütün rivayetleri, hakiki mânâsından saptırmaya yeltenmeden kabul etmek gerekir. Çünkü yüce kudret, buna lâyıktır. Bunlardan hiçbiri muhal değildir. Resûl-i Kkrem'm (aıMılıu aleyhi vesdfem) göğsünde dikiş izinin görüldüğünü anlatan sahih hadis de bu görüşü teyit eder.
Şeyh (Süyutî) der İd: Çağımızın bazı cahilleri tarafından bunun (fiziksel ameliyatın) inkâr edilerek manevi bir durum olarak yorumlanması ve bunu söyleyenin hakikatleri ters yüz etmekle yaftalanması, açık bir cehalet ve çirkin bir hatâdır. Bu durum, Allah'ın onlardan yardımını kesmesi, kendilerini felsefi ilimlere vakfetmeleri ve sünnetin inceliklerinden uzaklaşmaları dolayısıyla ortaya çıkmıştır. Allah Teâlâ bizi bu durumdan komşun.
3- Allâme İbnü'l-Müneyyir (rabtnebaMı) şöyle der: Resûl-i Ekrem'in (saHahu ahlıive-elem) göğsünün yarılması ve kendisinin buna karşı sabrı, Allah Teâlâ'ııın İsmail (%lussckım)'ı İmtihan ediş şekline benzer. Hatta bu, daha çetin ve daha üstündür. Çünkü o hâdise, sembolik; bu ise hakikidir. Yine bu hâdise, Resûl-i Ekrem (saMabu aleyhi veseflem) yetim iken ve ailesinden uzakta küçük bir çocukken tekerrür etmiş, başına bir defa daha gelmiştir.
4- Şeyhülislam Ebu'l-Hasan es-Sübkî (mhimehııliah)'a, Resûl-ı Ekrem'in (sJalhhu iştiredkm) kalbi yarıklığı esnada çıkarılan siyah kan pıhtısı ve meleğin "Bu, planın sendeki payıdır" sözü sorulunca, şöyle cevap vermiştir: Allah Teâlâ'nm insan kalbinde yarattığı bu kan pıhtısı, şeytanın kendisine telkin edeceği şeyleri armaya uygun bir kaptır. İşte bu, Resûl-i Ekrem'in (saMahu aleyhi veseHetn) kalbinden sökülmüş, böylece onda, şeytanın telkinine üs olacak bir mekân kalmamıştır. "Şeytanın onda bir payı kalmadı" hadisinin mânâsı budur. Meleğin attığı sev, beşerî hilkatlerde mevcut olan bir durumdur. Bunun giderilmesiyle; varoluşu, kalbe vesvese atılmasını gerektirmeyen bir şey izâle iş oluyor.
Yİne ona: "Onda hiç yaratmaması mümkün iken, Allah Teâlâ o mübarek şahsiyette bu mezkur yeri niye yarattı?" diye sorulunca, şöyle cevap vermiştir: "O yer, insan oluşunun parçalarından sayılır. Onun yaratılması, İnsanî yaratılışı tamamlayan bir husustur. Bu yüzden mutlaka onun yaratılması gerekir. Bunun sökülüp atılması ise, daha sonra bahşedilen rabbânî bir lütuftur."
Bir başkası da şöyle der: Cenâb-ı Allah, Rcsûl-ı Ekrem'i (sülallalıu%hivesdlcm) bundan salim olarak yaratsaydı, insanlar bu durumun hakikatine muttali olamazlardı. İşte, Allah Teâlâ bunu Cibril vasıtasıyla gösterdi ki, dışı gibi onun içinin de mükemmel olduğu ortaya çıksın.
5- Şeyh Ebu Muhammcd b. Ebi Cemre [77] (mhimekfflah) şöyle der: Mübarek göğsü yarılmadan da kalbi iman ve hikmetle doldurulabilecekken, bunun icra edilmesindeki hikmet, yakın kuvvetim artırmaktır. Zira ona, karnının yarılmasını görmesi ve bundan etkilenmemesi sayesinde, bütün olağan korkulardan emin olma özelliği verildi. İşte bu yüzden Resûl-ı Ekrem (salbDahu aleyhi veseHem), hem söz, hem de davranış bakımından insanların en ccsaretlisıydi. Allah Teâlâ onun bu özelliğinden: , "Gözü kaymadı ve sınırı aşmadı" (Necm, 17) diyerek bahsetmiştir.
6- "Göğsün yarılıp yıkanması sadece ona mı mahsustur; yoksa bu işlem başkasına da mı uygulanmıştır?" sorusuna farklı şekillerde cevap verilmiştir. Şeyh (Suyûtî) (r.ılıimehullah) bu konuda bir başkasının ortak olmadığı görüşünü doğru bulur, ilerde Hasâis ("Hz. Peygambcr'e mahsus özellikler") bölümünde, bu konuda doğru görüşün, başkalarının da buna ortak olduğu şeklindeki görüş olduğu belirtilecektir.
7- Göğsünün yanlışının bit kaç defa vaki olması konusunda şunlar söylenir: Birinci, üçüncü ve dördüncü defa göğsünün yanlışını anlattıktan sonra Hafız (İbn Haccr) şöyle der: Bu üçünden her birinin ayrı ayrı hikmeti vardır: Çocukluk devresinde vaki olan birincisi, şeytandan korunup mükemmel bir halde yetişsin diye; bi'sct esnasında vaki olanı, kendisine telkin edilenleri en mükemmel bir temizlik içinde, güçlü bir kalp ile almasını sağlamak ve dolayısıyla bu şekilde değerini artırmak maksadıyla vaki olmuştur. Daha sonraki ise, semâya yükselmek istediğinde onu münâcâta hazırlamak için yapılmıştır.
Ben derim ki: Hafız (İbn Hacer), (Fetfo/'l-Bâ/y'de) kitabu't-tevbîd'de, Resûlj Ekrem'in (sallaBahu aleyhi vesellenı) İkinci kez göğsünün yanlışını kabul etmesine rağmen, bunun hikmetinden bahsetmemiştir. Bunun hikmeti sadedinde şöyle denebilir; On yaş, mükellefiyet yaşına yakın olduğu için Resûl-İ Ekrem'in (sallaBahı alepfei veseDem) göğsü yarılıp takdis edildi ki, erkekler için kusur görülebilecek bir şey ona bulaşmasın. En doğrusunu Allah bilir.
Hafız (İbn Hacer) (rahimehullah) der ki: Bu yrkayiş, Resûl-i Ekrem'in (saDaDahu aleyhi vesdbn) şeria tinde olduğu gibi, hâdisenin üçüncü kez tekrarlanması suretiyle, bir işi eksiksiz yapmadaki titizlik gerçekleşsin diyedır.
ibn Ebi Cemre (rahimehıüah) der ki: Resûl-i Ekrem'in (sallaBahu aleyhi vesellem), mukaddes ve hayır telkinine müsait olmasına rağmen kalbinin yıkanmasında şu hikmetler vardır,; İlk defa kalbi, küçükken yıkandı ve ondan bir kan pıhtısı çıkarıldı ki ona önem verildiği ortaya çıksın ve orada, yani Mi'râc'da alacağı şeylere hazırlansın. Bu husustaki hikmet, bir çok yerde geçerlidir. Mesela, abdesdİ olan kimsenin namaz için abdest alması, böyledir. Zira onun için abdest almanın mânâsı, namaza daha fazla önem verdiğini göstermek ve Allah Teâlâ'nın huzuruna durup onunla münâcâta hazır olmaktır. Birincisi eksiksiz olmasına rağmen, buna ikinci ve üçüncüyü eklemek de böyledir. Çünkü birinci ve ikincisi yeterli olmuştur; ancak yapacağı işe daha çok Önem verdiğini belirtmek için, üçüncü defa bu hazırlığı tekrarlamıştır, işte bu meselede Resûl-i Ekrem'in (saflaHıu^Hvedlem) bâtınının yıkanması da böyledir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Her kim Allah'ın hükümlerine saygı gösterirse, şüphesiz bu,'kalplerin takvâsındandır" (Hacc, 32) İşte onun için bu yıkama, bu kabildendir ve âyette geçtiği gibi, ümmetine Allah'ın hükümlerine saygı göstermelerini bilfiil işaret etmektedir.
Burhan en-Nu'mânî (rahimduıHı) Sirâc adlı eserinde şöyle der: Harem-i Şerife giren kimsenin gusül abdesti alması sünnettir; ya kudsi makama giren kkûşe hakkında ne dersin?! Nasıl İd mülk âleminden olan Harem-i Şerife girmek için —ki burası kâinatın zahiridir- muamelat alemindeki bedenin zahirini yıkamak şart koşulduysa, işte melekût âleminden olan -İd burası da kâinatın bâtınıdır- kudsi makama girmek için de tahkikat alemindeki bedenin bâtınının yıkanması şart olmuştur. Resûl-i Ekrem Efendimiz (saDafehu aleyhi vesdlem), kendisine namazın farz kılınabilmesi ve semâvât meleklerine namaz kıldırabilmesi için Mi'râc'a bu şekilde çıkarılmıştır. Zira namazın şartlarından biri de temizliktir. İşte bu işlem sayesinde onun dışı ve içi takdis edilmiştir.
Eğer "Allah Teâlâ onu, peygamberlerden intikal eden bir nûr olarak yarattı; nurun özünde ise, hissî temizliğe ihtiyaç duymayacak bu karakter vardır. Ayrıca nasıl oluyor da, birinci yıkayış bâtınının temizlenmesine kâfi gelmiyor ve —beşeriyet kirlerinden münezzeh olmasına rağmen- onda, peygamberliğinden sonra da bu işleme muhtaç bırakacak şeyler oluyor?" dersen, buna şöyle cevap veririm: Bunların her birinde gaye farkhdır: Birinci yıkayış, ayne'l-yakîn için; ikinci yıkayış, ilme'l-yakîn için; üçüncü yıkayış da hakke'l-yakîn içindir.
8- Göğsünün yanlışının ona meşakkat verip vermediği konusu tartışmalıdır:
Hafız (İbn Hacer) der ki: Bu işlem, meşakkatsiz olmuştur. İbnü'l-Cevzî de "Göğsünü yardı, ama ona meşakkat vermedi" diyerek bu görüşü serd etmiştir, ibn Drhye ise, bu işin büyük bir meşakkatle gerçekleştiğini, bu esnada Resûl-İ Ekrem'in (sdkHıu%hivesellem) benzinin attığını söyler.
"Benzi attı" şeklindeki ifade, Benî Sa'd yurdunda daha küçükken başına gelen birinci hâdiseyi anlatırken verilmiştir. Daha sonraki hâdiselerde ise bundan etkilendiğine dair bir ifade yoktur, ikinci hâdisedeld Ebu Hüreyre hadisinde bu tezi destekleyen ifadeler vardır. Oraya bakılabilir.
9- "Göğsünün yarılması bir âletle mi oldu, aletsiz mi" şeklinde bir soru akla gelebilir. Bu soruya hiç kimse cevap vermemiştir. Araştırdıktan sonra da buna değinen kimseye rastlamadım. "Yardı" İfadesinden, bunun bir âletle olduğu anlaşılıyor. Ebu Zer hadisindeki meleğin "Kâpûm dik, dedi. O da dikti" sözü buna İşaret ediyor. Utbe b. Abd'm anlatımında "Onu diki dedi, o da dikti" ifadesi geçer. Ayrıca Enes rivayetinde: "Ashab-ı kiram, Resûl-i Ekrem'in göğsünde dikiş izini görüyordu" denilmektedir.
10- Ebu Zer hadisindeki: ''Sonra orak gibi beya% bir bıçak getirilmesini istedi, (getirildi) ve onu kalbime soktu" ifadesindeki berehrehe kelimesini İbnü'l-Enbârî şöyle açıklar: Bu bıçak, başı eğik "tırpan" denilen bir oraktır.
Hattâbî ise şöyle der: Bir rivayette "Kalbiyarıldı. Bir bıçak getirilmesi istendi, sanki o beya-^ bir dirhem gibiydi" ifadesine rastladım. Bana Öyle geliyor ki buradaki bıçakla, beyaz ve parlak demirden yapılmış bir bıçak kastediliyor. Burada bıçak, beyaz ve berrak kadınlara benzetilmiştir.
Daha sonra İbn Dıhye şöyle der: Buradaki anlatımda doğru olan tarz, sikkîne yani sükun ve itmi'nan anlamına gelen (Türkçesi bıçak olan) sekine lafzıdır. Çünkü bu ifade, Resûl-İ Ekrem'in (saMahu aleyhi vedian) karnı yarıldıktan sonra kullanılmıştır.
11- Hâdisenin anlatımında özellikle "tas" kelimesi kullanılmıştır. Çünkü örf bakımından en yaygın olan yıkanma âleti budur.
Süheylî (rahsudıuDah) der ki: Özellikle tas kelimesinin kullanılmasında ve bu kelimenin harflerinde bir çok hikmetler vardır: Bu harfler şu âyette eecer Tâ. Sîn. Bunlar Kur'ân'ın, (gerçekleri) açıklayan Kitab'ın âyetleridir." (Nemi, 1)
12- Süheylî (ahimehuflah) der ki: Bu işte kullanılan tasın "altın" olması, kastedilen mânâya münasip olmasındandır. Altın (%ebeb) kelimesinin yapısına bakarsan, (zehâb: gitmek, gidermek) kelimesine mutabık olduğunu görürsün Zira Allah Teâlâ, ondan kiri gidermek ve onu temizlemek murad etmiştir. Yine altının özüne ve vasıflarına bakarsan, en katıksız ve en saf şey olduğunu görürsün. Atasözünde bu "altından daha saf diye ifade edilir. Berîre, Hz. Aişe (ratkaHahu anha) Hakkında şöyle demiştir: "Onun hakkında, kalıpçının kırmızı altın hakkında bildiğinden başkasını bilmem!" Huzeyfe (mdiyalkhu anlı) da Sıla b. Eşycm hakkında şöyle demiştir: "Onun kalbi ancak altındır." Cerir b. Hâzim (ohimehullah) da Halil b. Ahmed için şöyle der: "Doğrusu o, altından bir adamdır.11 Bu ifadelerle ayıp ve kusurlardan uzak olduğunu ifade etmek istemiştir. Görülüyor ki altın tas, Hz. Peygamber (saMalıuale;;H\'esellem)'in kalbinin saf olduğunu anlatan çok uygun bir ifadedir.
Yine altının ağırlığı ve erimesi de, bu makama mutabık olan vasıflarmdandir. Çünkü o, en ağır şey olan cıvanın içine koyulunca, erir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Doğrusu biz sana (taşıması) ağır bir söz vahyedeceğiz" (Müzzemmil, 5) Ömer b. el-Hattâb (radiyalkhu anh) şöyle der: "Kıyamet günü hak üzere olanların terazileri, hakka tâbi olmalarından dolayı, ağır basar. Zaten haktan başka bir şey konulmayan teraziye de ağır gelmek yaraşır." Hz. Ömer, bâtıl ehli için de aksini söylemiştir.
Rivayete göre, Rcsûl-i Ekrem'e (saMahualeyhiveseDeftı) devesinin üzerinde vahiy gelirse, bu durum ona öyle ağır gelirdi ki, devesinin ayaklan yere gömülürdü. işte burada da, akılla kavranan bir özellik, duyularla kavranan bir özelliğe mutabık olarak anlatılmıştır.
Altının vasıflarından biri de, ateşin onu tüketmem esidir. Kur'ân da böyledir; kıyamet günü onu anlayan kalbi ve kendisiyle amel eden bedeni ateş tüketmez. Efendimiz (aleyhissehm) şöyle buyurur: "Kur'ân bir deriye y olsa da sonra ateşe atılsa, ateş onu yakmaç."[78]
Altının vasıflarından biri de, Kur'ân ve vahyin vasıflarına uygunluğudur. Toprak altını eskitmez, hava da onu savurmaz. İşte Kur'ân da böyledir; reddedenlerin çokluğuna rağmen eskimez, onu değiştirmeğe ve tebdil ötmeye kimsenin gücü yetmez.
Altının bir vasfı da insanların gözünde değerini ve izzetini korumasıdır. İste Kur'ân ve hak da böyle değerlidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Halbuki o, eşsiz bir kitaptır" (Fussilet, 41)
İste, vasıflarına ve lafzına, özüne ve zahirine baktığımızda onun, dünyanın süsü ve ziyneti olduğunu görüyoruz. İşte Kuran ve vahiy ile Hz. Peygamber (saMıhu aleyhi veseEem)^ ve ümmetine, kralların hazineleri açıldı. Onların altınları ve gümüşleri, bütün süsleri ve ziynetleri müslümanlarm eline geçti. Sonra da vahye ve Kur'ân'a tâbi olana cennetteki altin saraylar Şad edildi. Resûl-i Ekrem (sallaMıuafeiıi vadem) buyurdu ki: "Kap/an ve içindekileri altından olan iki cennet vardır. "Kur'ân'da da şöyle buyrulur: "Onlara altın tepsiler ve kadehler dolaştırılır." (Zuhruf, 71) Sonuç blarak bu konuda zikredilen altın, Hakk'a ve Kur'ân'a tâbi olanın kavuşacağı altını; vasıfları, Hakk'ın ve Kur'ân'ın vasıflarını; kalıbı (zeheb kelimesi) de kirin giderilmesini çağrıştırıyor. Nitekim daha önce bundan bahsedilmişti.
İşte bu mânâlarda, tefekkür eden için nice hikmetler; düşünen için nice ibretler vardır.
Bir başkası da şunu ilave eder: Altın, sevinci celbeden etkenlerdendir. Şair der İd:
Sarı ki, hüzünler onun sahasına inmez.
Taş da aeğse ona, yine sevinç dokunmuş olur.[79]
13- Nevevî (ratomehuDah) der ki: Bu hadiste gümüş ve altın kaplar kullanmanın caiz olduğunu akla getirebilecek bir şey yoktur. Çünkü hadiste anlatılan, meleklerin yaptığı bir iştir, kapları kullanan da onlardır. Onlara ait bu: hükmün bize de geçerli olması gerekmez. Ayrıca bu olay, Hz. Peygamber (saHaMıu alcyls vesefem)'in altın ve gümüş kaplar kullanmayı haram kılmasından önce cereyan etmiştir. Yanı bunların haram kılınması, Medine'de gerçekleşmiştir. Nitekim Hafız (İbn Hacer) de bu duruma dikkat çekmiştir.
14- Resûl-i Ekrem'in (stBaHahu aieyhi veselkm) kalbinin zemzem suyuyla, yıkanmasından, zemzemin en üstün su olduğu ortaya çıkar, imam Bulkını bu görüştedir-, tbn Ebi Cemre de şöyle der: Cennet suyuyla yıkanmamasınla sebebi şudur: Zemzem suyunda iki özellik bil atadadır: Hem bu suyun aslı, cennettendir; hem de yeryüzünde yerleşiktir. Bu suyla yıkanması, Resûl-i Ekrem'in (sallaMıuahiıivesdcm) bereketinin yeryüzünde yerleşmesi anlamına gelir.
Bir başkası da şöyle der: Zemzem, atası İbrahim'in hayat kaynağı olmuş, bununla yetişip, kalbi ve cesedi bununla neşv-ü nema bulmuş, zemzemin ve mübarek beldenin sahibi de olmuştuk işte sâdık ve masdûk çocuğunun da böyle olması uygun düşer. Ayrıca bunda, zemzemin İsmail'den sonra Resûl-i Ekrem'e (safiaDahu aleyhi veselem) ait olduğuna da işaret vardır. Zira Mekke'nin fethinde zemzemin idaresi Hz. Peygamber'in eline geçmiş, o da kıyamete kadar zemzem suyunun idaresini Abbas'a, Kabe örtüsünün bakımını da Osman b. Şeybe'ye ve onun nesline vermiştir.
15- Resûl-i Ekrem'in (saflaHahu aleyhi veseflem) göğsünün kar ve dolu suyuyla yıkanmasındakı hikmet şudur: Kar ve dolu suyunun duruluğu ve toz-toprak parçalarının karışarak onu bulandırmaması, Resûl-i Ekrem'in ve ümmetinin geleceğinin berrak olacağını, parlak şeriatinin ve sünnetinin parlayacağını îmâ eder. Göğsünün kar ile yıkanması da, düşmanlarına karşı yardımla ve zaferle göğsünün ferahlayacağına, ümmetinin günahlarının affedilmesİyle kalbinin mutmain olacağına işaret eder.
İbn Dıhye der ki: Resûl-i Ekrem'in (sUaluı aleyhi vescllem) kalbinin karla yıkanması, kalbine yakînî îman karları yağdığını çağrıştırır. Rcsûlullah (saBaBahu aleyhivesdlcm) tekbir ile kıraat arasında şöyle derdi: "Allahım, hatalanmı kar ve dolu ile yıka!"[80]
Allah Teâlâ, cennetten getirilen iman ve hikmet dolu bir tasla kalbini yıkamayı murad etti ki, kalbi, cennetin hoş koksunu tanısın ve halâvetini tatsın. Böylece dünyada en zâhid, insanları cennete çağırmada en haris kişi ij olsun. Ayrıca Resûl-i Ekrem'in (^BaDakıafeytüvesellem), aleyhinde dedikodu yapan düşmanları vardı. İşte Allah Teâlâ, göğüs daralması ve düşmanların kötü sözleri hususunda ondaki beşeriyet tabiatını gidermeyi diledi. Dolayısıyla eöe-sünc genişlik vermek için kalbini yıkadı. Nitekim söyle buyurmuştur:
"Onların söyledikleri şeyler yüzünden senin j canının sıkıldığım andolsun biliyoruz." (Hicr, 97)
Resûl-i Ekrem'in (saHaBahu aleyhi veseflem) kalbi birden fazla yıkanmıştır. Bu sayede müsamahası öyle geniş olmuştur ki, kendisine vurulduğunda, başı yarıldığmda yahut Uhud günü dişi kırıldığında bile hep: "Allabım, kavmimi | affet, onlar bilmiyorlar!" demiştir.
16- Bir rivayette, yıkanan yerin karın olduğu, yer almıştır. Bu husus şöyle açıklanır: Buradaki batından kastedilen şey, bâtın olandır, yani kalptir. Bazıları rivayeti böyle açıklamışlardır. Çünkü bir rivayette de kalp denilmiş, karın zikredilmemiştir. Her bir rivayetin zahiri mânâsına yorumlanması da muhtemeldir. Bu durumda iki rivayet şöyle uzlaştırılır: Resûl-i Ekrem (saBaBahu aleyhi veselkm) bir defasında karnın yıkandığını haber vermiş, kalpten bahsetmemiştir. Bir defasında da kalbi zikretmiş, karından bahsetmemiştir. Öyleyse her ikisi birlikte ele alındığında, o yerin titiz bir şekilde temizlendiği ortaya çıkıyor.
Ben derim ki: Daha önce geçen hadislerde bu konu açıklanmıştı.
17- Süheylî (alıimehullah) der ki: Eğer "îman ve hikmet, altın bir tas içine nasıl konabilir? Halbuki iman, soyut bir nesnedir; bir yere konmakla, bir verden başka bir yere taşınmakla da nitelenemez. Çünkü bir yerden başka bir yere taşınma halı, cisimlerin niteliğidir; arazların niteliği değildir" denirse, buna şöyle cevap veririz: Hz. Peygamber'in (saDalbhu aleyhi vescllem) içip de fazlasını Hz. Ömer'e verdiği süt nasıl ki "ilim" olarak ifade edildiyse, tasın içindeki şey de, İman ve hikmetle ifade edildi. İşte kalbine dökülen şey, iman ve hikmet olarak yorumlanmıştır. Belki de tasın içindeki şey, İlk hadiste ifade edildiği gibi, kar ve dolu idi. İkinci hadiste ise, bunun yorumu söylenmiştir. Resûl-i Ekrem (sallaHıu%hiveseBem), daha o zaman çocuk olduğu için ilk hadiste olayı gördüğü şekliyle anlatmıştır. Diğer seferinde ise peygamberdi. Altın tasın kar ile dolu olduğunu görünce, o zaman buna yorum getirmiş, onun hikmet ve İman olduğuna inanmıştır, Sonuç olarak anlaşılıyor ki, her bir hadiste olayı, İçinde bulunduğu konuma göre anlatmıştır.
Nevevî ve Hafız (İbn Hacer), bu konuya şöyle açıklık getirirler: Tasın içine, imanın ve hikmetin olgunluğunu artıracak bir sev konulmuştur. Doldurulan bu şeyin hakiki mânâda bir şey olması muhtemeldir. Zira mânâların cisimleşmesi, mümkündür. Nitekim kıyamet günü Bakara sûresinin bir gölge gibi, ölümün de bir koç suretinde geleceği, amellerin tartılacağı vb. gibi gaybe dair hususlar kaynaklarda yer almaktadır.
Beyzâvî [81] (ralıimehuBah), Şerhti 1-MesâbîiAe şöyle der: Herhalde bu anlatım, temsil kabilindendir. Zira mânâların örnekle anlatılması, çok defa vâki olan bir husustur. Nitekim cennet ve cehennem de, ona, duvarın ortasında temsilî olarak gösterilmiştir. Bunun anlamı, manevî bir şeyin, duyularla algılanabilecek şekilde açıklanmasıdır.
Nevevî, "Tasın içine, imanın ve hikmetin olgunluğunu artıracak bîr şey konulmuştur" sözüyle, Resûl-i Ekrem'in (saJLıllaluı jleylıivesdlem), en kuvvetli imanla donanmış olduğuna işaret eder.
18- İman ve hikmetin doldurulduğu yer göğüs müdür, yoksa karın mıdır? Bir rivayette karın, bir başkasında kalp olduğu söylenmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, her ikisi de birlikte doldurulmuştur. Resûl-i Ekrem (saMalıu aleyhi vesdlem) bit rivayette karm demiştir, bir diğerinde ise kalp. Kalbi kastedip karnı söylemiş olması da muhtemeldir. Çünkü Araplar genellikle bir şeyi, ona yakın olanın ve kapsayıcı olanın ismini vererek anlatırlar. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Allah kimi doğru yota iletmek isterse onun göğsünü İslâm'a açar." (En'âm, 125) Bu âyetteki göğüsten kasıt, kalptir. İşte burada kalp, içinde bulunduğu organla, yani göğüsle anlatılmıştır.
19- Hikmet kelimesi farklı şekillerde açıklanmıştır: Hikmet, keskin zekalılık, nefis terbiyesi, gereğini uygulayarak hakkı gerçekleştirmek ve zıddından el çekmekle birlikte marifetullahı kapsayan bilgidir; hakim ise, buna sahip olandır, denmiştir. İmam Nevevî (rahimehulkh) der ki: Bize göre, bir çok görüş içinde en net olanı budur.
Hikmet kelimesi bazen Kur'ân için de kullanılır ki o, bütün bunların hepsini içine alır. Peygamberliği ifade etmek için de kullanılır. Ayrıca sırf ilim için, sırf marifet vesaire için de kullanıldığı vâkidîr.
Hafız (İbn Hacer) der ki: Bu konudaki en sağlam görüş şudur: Kur'ân-ı Kerim'de hikmet, bir şeyi yerine koyma ve anlayış mânâlarına gelir. İkinci mânâya göre, iman olmadan hikmet mevcut olabilir de, olmayabilir de. Ancak birinci mânâya göre ikisi birlikte bulunur. Çünkü iman, hikmete doğru kılavuzluk eder.
20- Bazı âlimler şöyle der: "Onu ümmetinden on kişiyle tart" sözündeki tartma, göreceli tartmadır. Öyleyse burada, faziletteki üstünlük kastedilmiş tilki Resûl-i Ekrem (saUalahu aleyhi vcsdlem), zaten öyledir. Meleklerin bunu yapmasmdaki maksat ise, Resûlullah'in (saBallahu aleyhi vesellem) kendi durumunu
bilip başkasına haber vermesi ve bu şekilde olduğuna inanmasıdır. Zira onun bu durumu, itikadı hususlardandır.
Biraz önce geçen yoruma ulaşmadan önce, Şeyhülislam Burhaneddin İbn Kbİ Şerif (rahimehuHı)'a bu hadisin yorumunu sormuştum, o da bana kendi yazısıyla kaleme aldığı şu mektubu gönderdi: Bu hadis, Allah Teâlâ'nm mânâları kişiliklere dönüştürdüğü sonucunu gerektirir. Orada melek, arkadaşına der ki: "Onu bir kefeye, ümmetinden bin kişiyi de bir kefeye koy!" -Vrkadası da bunu yapınca, Resûl-ı Ekrem (sîMahu aleyhi veseflem) ağır basar. Burada, ümmetinden bazılarının ona ağır basacağı gibi bir düşünce akla gelebilir. İşte bu İki melek, Resûl-i Ekrem'in (saflaHıu aleyhi vesellem) üstünlüğünü ve ümmeti için bütün mânâlar bir kefeye toplansa, onunkiler de bir kefeye konsa, onun ümmetine ağır bastığını anlayınca, şöyle derler: "Onunla ümmeti tarUlsa, yine o ağır gelir." Çünkü mahrukatın en hayırlısmın üstünlükleri ve Allah'ın ona bağışladığı faziletler, başkalarının ona eşit gelmesini imkânsız kılar. En doğrusunu Allah bilir.
Hz. Ali (kercamaMm vecheh) bu konuda şöyle demiştir: "Resûlullah (saHahu aleyhi veseflem)'in parmakları uzun, uçları kalınca, el ve ayak kemikleri düz İdi" [82] Tirmizî rivayet etmiştir.
Ebû Hüreyre (raıfoallabu anh) İse: "Resûlullah (saDaMıu aleyhi vesdkm)'in avuç içleri büyüktü" [83] İfadesini kullanmıştır. Ebû Ya'Iâ ve ibn Asâkİr rivayet etmiştir.
Enes (md^Dâhuanh)'m rivayetine göre: "Resûlullah (saBaMıuaiejfovesdem)'in iki el ayası geniş idi." [84] Buhâri rivayet etmiştir.
Hafız Ebû Bekir b. Ebİ Hayseme (rahimehullah) da demiştir ki: "Resûlullah (sallallahu aleyhi vedian) *in pazıları ve zirâ'ları [85] dolgun, kol kemikleri uzunca, eklemleri dolu, el ve ayak kemikleri düzgün, parmakları sanki gümüş çubuklar gibiydi." [86] Ebû'l-Hasan b. Dahhâk rivayet etmiştir.
Ebû Hüreyre (taâftlkhı anlı): "Resûlullah (saflaBahu aleyhi vesdlem)'in iki zirâ'sı kalındı." Ebu'l-Hasan b. Dahhâk rivayet etmiştir.
Yine aynı sahabeden: "Resûlullah (saÜallahualeyİTives&îi)'in iki zirâ'sı enli idi." [87] İbn Sa'd ve İbn Asalar rivayet etmiştir.
Hiad b. Ebi Hâle (radiyallahıı aıılı): "Resûlullah (saUaJalıu alevin vesellem)'m iki zırâ'sı kıllı, kol kemikleri uzunca, el ayası geniş [88] idi. [89]" Tirmizî rivayet etmiştir.
Enes (racfyalahu anh) demiştir ki: "Kesin olarak ifade ediyorum, Resûlullah (saMahu aleyhi veseDem)'in ellerinden daha yumuşak hiçbir ipeğe ve atlasa dokunmadım." [90] imam Ahmed b. Hanbel ve Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.
Müstevrid b. Şcddâd [91] babasından rivayet ediyor; "Beni, Resûlullah (saBalkhu al^lıi vedlcm)'e götürdüler, elini sıktım, eli ipekten daha yumuşak, kardan daha serindi." Taberânî rivayet etmiştir.
Vâil b. Hucr (ı-adiyalahu anh) şunları anlatıyor: "Resûlullah (saflaMıualejiıi vesellem) ile musafaha ettiğimde veya cildi cildime değdikten sonra elimi kokluyordum, miskten daha hoş kokuyordu." Beyhakî ve Taberânî rivayet etmiştir.
Yezîd b. el-Esved (radipHahu anlı) ise Hz. Peygambcr'i (saBaüahu aleyhivesellem) şöyle tavsif etmiştir: "Resûlullah (sallalkhu aleyhi vesdlem) benimle tokalaştı, eli; kardan daha serin, miskten daha hoş kokulu idi." Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.
Câbir b. Semüre (mdiyalahu anlı) şunları anlatır: "Resûlullah (saSaBalıu aleybi veseEem) yanağımı okşadı, onun elinin serinliğini ve kokusunu attârın (güzel koku satanın) çantasından çıkmış gibi buldum. [92] Müslim rivayet etmiştir.
Müsennâ b. Salih, ninesinin (mdıyalkhu anhâ) şöyle dediğini rivayet etmiştir! "Resûlullah (saüalkhu aleylıi vesellem) ile musafaha ettim, vallahi onun avucundan daha yumuşak bir avuç görmedim." Ebu'l-Hasan b. Dahhâk rivayet etmiştir.
Sa'd b. Ebi Vakkâs (radiyallahu adı) anlatıyor: "Mekke'de İken rahatsızlandım. Resûlullah (saMıu aleyhi vesellem) beni zi}'arete geldi, elini alnıma koydu, yüzümü, göğsümü ve karnımı ovaladı. Bu saate kadar bana, hâlâ O'nun elinin serinliğini karaciğerimde hissediyormuşum gibi geliyor." [93] İmam Ahmed rivayet etmiştir.
Enes (cıdiyaDahu anlı): "Dua ederken, koltuk altlarının beyazı görününceye kadar Resûlullah (sallallalıualqrlıivesenem)'in ellerini kaldırdığını gördüm." Buhârî başkaları rivayet etmiştir.
Câbir b. Abdillah (ia^îillalıuanlıutra): "Resûlullah (saDallahu aleyhi vesellem) secde ettiği sırada koltuk altının beyazı görülürdü. [94] Ibn Sa'd rivayet etmiştir.
Haris (veya Hureyş) oğullarından bir sahabî (radiyallahu anlı) da şöyle der: "Resûlullah (aMahu aleyhi vesdbn) beni bağrına bastı, koltuk altlarından üzerime misk kokusu gibi ter aktı." Bezzâr rivayet etmiştir.
Hafız Muhibbuddin et-Taberî (îuhimehuDah) bu konuda şu tesbitte bulunur: Koltuk altının renginin bütün İnsanlardan farklı olması, sırf Hz. Peygamberce ait özellikler (Hasâis-i Nebi)'dendir"[95]
Kurtubî de aynısını söyleyerek, koltuk altlarında kıl olmadığı iddiasını eklemiştir. İmam İsnevî (ııd-ıimehullah) da aynı görüştedir. Bu konu "Hz. Peygamber'e Has Özellikler" bölümünde ele alınacaktır, inşâallah.
1. Enes ve diğerleri, Resûlullah (saD;Mıualqiıivesellem)'in avucunu "yumuşak" olarak vasfettiler. Bu, Hind'in Şasn=kalın şeklinde vasfetmesme aykırıdır. Bu kelime -Asmaî'nin de dediği gibi- sertlikle beraber kalınlıktır.
Hafız (İbn Hacer) der ki:: ''Yumuşaklıktan kasıt cildi, sertlikten kasıt da kemikleridir" tarzında iki rivayeti uzlaştırmak mümkündür. Onun bedeninin yumuşaklığı ve kuvveti bir arada değerlendirilmelidir.
Ibn Battal [96] (tahtmehİah) şunları söyler: Avucunun içi, etle doluvdu. Kalınlığına rağmen yumuşak ve zarifti, Müstevrid hadîsinde geçtiği gibi Asmaî'nin "şasn, sertlikle birlikte elin kalınlığıdır" şeklindeki görüşü pek akla yatkın değildir, Halil'in yorumu daha uygundur. Asmaî'nin yorumunu kabul ettiğimiz zaman, Resûlullah (saMLıhu aleyhi veselkmj'in elini şöyle vasfetmeıniz mümkündür: Cihaddan veya ailesine yardımdan dolayı elleri bazen sertleşirdi, bunları yapmadığı zaman asli vasfı olan yumuşaklığa dönerdi.
Kadı (İyaz) der ki: Ebû Ubeyd, şösn kelimesini, kısalıkla beraber kalın I olarak tarif etmiştir. Halbuki Resûlullah (saflaBahu aleyhi veseDemJ'in parmaklarının J uzun olduğuna dair rivayetler vardır,
Hâfız'a göre: Numan'm, "el ayaları düz idi" şeklindeki rivayeti, avucunun yumuşak olduğu görüşünü destekler, çünkü düz ve pürüzsüz bit şeyin yumuşaklıkla tavsifi daha uygundur. O halde şasn hakkında en doğrusu "kısa ve sert olmayan kalınlık" tanımıdır.
2. Hakîm et-Tirmizî, Ebû Abdillah el-Kurtubi ve (Serbu'l-Aiinhâc'd-a) ed-Demîrî, "Hz. Peygamber (saDaBahu aleyhi veseHem)'in işaret parmağının orta parmağından uzun olduğunu" iddia etmişlerdir. İbn Dıhye der ki: Bu, yakînen bâtıl olan bir görüştür. -Resûlullah (saHahu aleyhi vesellcm) her zaman parmağıyla işaret etmesine rağmen- böyle bir şeyi güvenilir müslümanlardan | hiç birisi nakletmemiştiı-; onu görenlerden hiçbiri de anlatmamıştır.
Müslim, Enes (cKîbHıu anh)'dan naklediyor. Resûlullah (saDallaha aleyhi vesellcm) şöyle buyurdu: "Ben ve kıyamet, şu ikisi gibi gönderildik" [97] Bir rivayette ise: (Bunu söylerken hadîsi nakleden) "Şu'be, işaret parmağı ile orta parmağını bitiştirdi" ifadesi yer alır.
Tirmizî'nin Müstevrid b. Şeddâd'dan merfu olarak rivayet edip hasen kabul ettiği bir hadiste: "Ben, kıyamet nefesinde gönderildim ve (işaret parmağı ile orta parmağını göstererek) şunun şunu geçtiği gibi ben de onu geçtim" [98] ifadesi vardır.
Hafız (Ibn Hacer) Vetefofîsmâz der ki: Tirmizî'nin kavli, mutlak bir rivayete itimat etmesinden doğan bir hatâdır; fakat İmam Ahmcd'in fylüsnedinde ve Ebû Davud'un Sünelinde Meymûne bint Kerdem (tad^aBahü anhâ)'dan rivayet edilen hadiste: "Babamla beraberken Resûlullah (saMahu'aleyhi vadem)'* Mekke'de devesinin üzerinde gördüm. Babam ona yaklaştı ve ayağını tuttu. Daha sonra Resûlullah (sallaMıualeyHvedkm), onu yatıştırdı. Ayağının işaret parmağının diğerlerinden uzun olduğunu gördüğümden beri hâlâ unutamadım" ifadesine rastlanır.
İmam AUâme Fethuddîn İbn Şehid (rahmdıııEah), bu durumun, Resûlullah jjsaBaBahu dgfaî vesdlem)'kı ayağının işaret parmağı için söz konusu olduğuna karar kılmıştır ve benzersiz olan manzum Sirefinde şöyle demiştir:
Zeynep bint Kerdem'in (rivayette Meymune diye seçmişti1), Hz peygamber m ayak ı§aret parmağının, parmaklarının en uzunu olduğu şeklindeki rivayetini aklında tut ve sor!
Câbİr b. Semüre (radiynHıu,ınh)'ın rivayetine göre: "Resûlullah (saEalIahualeyhi wseSem)'in iki baldırında incelik vardı." [99] Müslim rivayet etmiştir.
Sürâka b. Mâlik b. Cü'şüm [100] (cK%Bllahu anlı) da şöyle der: "Devesinin üzerindeyken Resûlullah (sJaüalıu alej'hi veseDem)'e yaklaştım. Bu sırada baldırına baktim. Baldırı sanki hurma ağacının yağı gibi bembeyazdı." Yakub b. Süfyan ve İbrahim el-Harbî rivayet etmiştir.
Enes (radisallahu anlı): "Resûlullah (saMalıu alcylıi vcsdlem) Hayber gazasında, deve üzerindeyken uyluğundan İzan kaydı, o anda ben, onun uyluğunun beyazlığını görüyordum." İbn Ebi Hayseme rivayet etmiştir.
Enes (radirallahu anh)'dan: "Resûlullah (saMahu aleyhi vesellcm), büyük ayaklı idi." Buhâri ile Müslim ve Beyhakî rivayet etmiştir.
Câbir b. Semüre (radiyalkhuanlı)'dan: "Ayaklarının ökçesi az etli idi." Müslim [101] rivayet etmiştir:.
Ebû Cuheyfe (adij-aUalıuanlıl'dan: "Resûlullah (saHaHahu aleyhi vesellem) dışarı çıktı, fakat ben onun bacaklarının parlaklığına ve parıltısına bakmaktan gözümü alamıyordum. [102] Buhâri rivayet etmiştir.
Hind b. Ebi Hâle (r,ıcfcMıuanh)'dan: "Resûlullah (saBaHalıualevinvesellem)'in elleri ve srakları etli olup, parmakları uzun, kemikleri düzgün, ayaklarının altı çukur, üstü yumuşak ve düzdü. Üzerine su dökülürse hemen her yana kayardı." [103] îirmizî rivayet etmiştir.
Abdullah b. Büreyde (radryallahu anh)'dan: "Resûlullah (saHahu aleyhi vesellem), insanların en güzel ayaklısı idi." Ibn Asâkir rivayet etmiştir.
Meymûne bint Kerdem (radiyallahu anhâ), Resül-İ Ekrem'in (sallalhhu afcyhi veselfon) ayak işaret parmağının diğerlerinden uzun olduğunu söylemiştir, imam Ahmed ve başkaları [104] rivayet etmiştir.
Nazım:
Ya Rabbi! "kâbe kavseyn'de en büyük mahalle bastırdığın ayak hürmetine,
Yine, halkın omzu, risalette merdiven yapılan ayak hürmetine,
Sırat üstünde, ayağımı onlar hürmetine sâbıt kılıp, beni kıııfar ve selamete çıkar!
0 ayaklan, ve onların sahibini benim hazinem yap ki azaptan emin olayım, Cehennemden korkmayaynn!
1. Methiye yazarlarından çoğu, "Hz, Peygamber (saüallahuahİTİvescllem)'in kaya üzerinde yürüdüğü zaman, ayağının kayaya gömüldüğünü" zikretmişlerdir.
Elbette ki bu husus hadis kitaplarında mevcut değildir. Burhâneddin en-Nâcî ed-Drmaskî (rahımduıllah) böyle bir olayın asla olmadığım iddia etmiştir. Şeyh Suyûtî (ralıunduıHalı) da Fetâvâ'smda der ki: "Bunun aslı da yoktur, senedi de'.. Hadis kitaplarında tahric edene rastlayan da olmamıştır." Şeyh (ralıimdıuMıJ'ın bu konudaki mütalaası sana yeter! Ben de kitabının sonunda zikrettiği kaynaklara baktım, bu hususu dile getiren hiçbir kimseye rastlamadım. Öyleyse, hadis ve tarih kitaplarında bulunmayan bir şey, nasıl olur da Hz. Peygamber'e (saÜaMuıa%lın^em) nispet edilebilir?!.
2. Câbir b. Semüre (radiyalhhu anlı) hadisinde: "Resûluîlah (saIIal]alıuakı4ıiveselcm)'İn ayağının serçe parmağının yüksekçe olduğu" ifade edilir. Bu hadisi Beyhakî rivayet etmiştir. Senedinde, Seleme b. Hafs es-Sa'dî isimli bir ravi vardır. İbn Hib'bân onun hakkında: "Hadis uyduran biridir. Onun rivayeti delil gösterilemez, kendisinden rivayet de caiz değildir" der. Öyleyse bu hadis uydurmadır, aslı yoktur. Nitekim Resûlullah (sdlaBahu aleyhi vesellem) mu'tedil varatılişlı (her uzvu normal) idi.
Tirmizî, Hind b. Ebi Hâle (radn~Jahuatıh)'dan; Beyhakî, İbn Asâkir ve İbnü'l-Cevzî Hz. AH (kerrarnaûahu vcdıch)'den; Ebu'l-Hasan b. Dahhâk da Cübeyr b. Mut'ım (radiyalahu anlı)'dan şu hadisi rivayet etmişlerdir: "Resûlullah (saUaDahu aleyhi vesellem)'in kemiklerinin (diz, dirsek, omuz v.s) eklem yerleri kalındı." (Bu ifadeyle, uzuvlarının dolgun olduğunu kasdetmıştir).
Hz. Ali (kenamîMıu veçheli)'den: "Resûlullah (saBallahu aleyhi vesellem)'in eklem yerleri büyüktü." Tirmizî ve Beyhakî rivayet etmiştir.
Berâ b. Azib (radiyalkhuanhuraa)'dan gelen rivayete göre: "Resûlullah (sallallahualeyhi vesellem)'in boyu ne çok uzun, ne de çok kısa idi." Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.
Yine Berâ'dan: ''Resûlullah (saHaûahu aleyhi vesellem) orta boylu idi." [105] Buhârî, Müslim, Ebû Davud, Tirmizî ve Nesâî rivayet etmiştir.
Bu konuyla ilgili olarak Ebû Hüreyre (mdiy;iahuanh)'dan: "Resûlullah (sallallahu aleyhi veselkm) orta boylu idi, ama uzun boya daha yakındı" hadisi rivayet edilmiştir. Bu hadisi Muhammed b. Yahya ez-Zühli Zührİyyâttû ve Ebu'l-Hasan b. Dahhâk basen bir sened ile rivayet etmiştir.
Hind b. Ebi Hâle (radiyallahu aoh) anlatıyor: "Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)'in uzuvları birbiriyle mütenasip, yaratılışları normal [106], bedeninin etleri dolgun ve sıkıca, orta boylu kimseden daha uzun, uzun ve sıska kimseden de daha kısa idİ (eni ve boyu en güzel bir surette birbirine uygundu)." Tirmizî rivayet etmiştir.
Enes (radiyallahu anlı) der İd: "Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) boy, yüz ve ten 1 rengi yönüyle insanların en güzeli; koku bakımından insanların en hoş kokulusu; insanların en yumuşak ellisi idi." Ebu'l-Hasan b. Dahhâk ve İbn Asâkir' [107] rivayet etmiştir.
Yine Enes demiştir ki: "Resûlullah (saMıu aleyhi vescBan), halkının orta boylusu idi; ne çok uzun, ne de çok kısaydı." [108] Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir.
Ümmü Mabed (racüyaflahu anbâ)'dan bildiriliyor: ''Resûlullah (salİaMıu aleyhi veseilem), orta boylu idi; ne çok uzun boylu, ne de gözün küçümseyeceği kadar kısa boylu idi. İkİ dal arasında bir dal gibiydi. Görünüş bakarımdan üc kişinin (Hz. Peygamber, Ebû Bekir, Amir b. Füheyre) en güzel yüzlüsü, şeref bakımından da onların en iyisiydi." Bcyhakî rivayet etmiştir.
Bu konuda bize ulaşan diğer rivayetler ise şunlardır:
Muâz b. Cebel (radiyallalıuanh)'dan: "Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) bir yolculuk esnasında beni terkisine aldı. Resûlulîah'm cildinden daha yumuşak hiç bir şeye, hayatımda asla dokunmadım." Bezzâr ve Taberâni rivayet etmiştir.
Hz. Ali (kemmaEahu vecheh)'den: "Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem), çok uzun da değildi; azaları birbirine geçmiş gibi çok kısa da değildi. O, kavminin orta bovlusu idi." İbn Asâkir rivayet etmiştir.
Ebû Hüreyre (radiyallahu anh)'dan: "Resûlullah (saflaHıu aleyhi vesellem), beraberce yürüdüğü kimselerden daha uzun görünürdü." İbn Asâkir rivayet etmiştir.
Ebu't-Tufeyl Amir b. Vâilc (radiyallahu anh)'dan: "Resûlullah (saüalahu aleyhi vesdkm)'in uzuvları birbiriyle mütenasip, yaratılışları normal idi." [109] Müslim rivayet etmiştir.
Berâ b. Azib (radiyJalıuanhuma)'dan: "Resûlullah (sallallahu ahin veseDem), insanların en güzel yüzlüsü ve yaratılışı en güzel olanı idi. Uzun da, kısa da değildi." [110] Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.
Aişe (cad^Jlahuanba) onu şöyle anlatır: ''Resûlullah (saHahualeyhıvesellem), çok uzun da değildi; azaları birbirine geçmiş gibi çok kısa da değildi. O, yalnız yürüdüğü zaman orta boylu olarak kabul edilirdi. Uzun boylu olarak bilinen biriyle yürüdüğü zaman da o kimseden. uzun görünürdü. Hatta, iki uzun boylu adam yanlarına durduğu zaman Resûlullah (saMıhıı aleyhi vesellem), onlardan uzun olurdu; ayrıldıklarında da Resûlullah (saDaHakıak^ivEseHem) orta boylu olarak bilinirdi." İbn Ebi Hayseme, Bcyhakî ve İbn Asâkİr rivayet etmiştir.
Hz. Ali (kcrramJalıu veçheli)'den: "Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) çok uzun değildi, orta boyun da üstünde idi. Birlikte bulunduğu kimselerden yüksekte görünürdü." Bu hadisi Abdullah b. İmam Ahmed Zevâidâz ve Beyhakî rivayet etmiştir. [111]
Yine Hz. Ali (kmamallahu vedıeh)'den: "Resûlullah (sallallahu aleyhi vcsdlcm)'in teni inceydi." İbnu'l-Cevzî rivayet etmiştir.
ibn Seb' (iahimehullah)'dan: "O, oturduğu zaman, omuzları, etrafindakilerij omuzlarından daha yüksek görünürdü."
Enes (radiyaBaluı anlı)'dan gelen rivayetlerde: "Resûlullah terlerdi" [112] Ebu'l-Hasan b. Dahhâk rivayet etmiştir.
:iu aleyhi vesdlem) cok "Resûlullah (saHahu^ıi vesdlem)'in kokusundan veya terinden daha hoş bit ; koku veya ter, hayatımda asla koklamadım" ifadeleri vardır. Bu hadisi, İmam Ahmed, Buharı ile Müslim ve Tirtnrzî rivayet etmiştir. Tırmizî'de ise,' "Resûlullah (saMahu aleyhi vesellem)'ın kokusundan daha hoş ne bir misk, ne de 1 güzel koku kokladım" [113] İfadesi yer alır.
: Ömer b. Hattab (radiyaMu anlı): "Resûlullah (saflaflalıu aleyhi vesellem)'İn terinin , kokusu misk gibi kokardı, anam babam ona feda olsun! Ondan önce ve . sonra onun gibisini görmedim!" demiştir. Ibn Asaldı rivayet etmiştir.
Enes (ladiyaBalıuanhJ'dan rivayet edildiğine göre: Resûlullah öğle uykusu (kaylûle) için Ümmü Süleym'e gelir, Ümmü Süleym de ona bir sergi serer, böylece üzerinde uyurdu. O, uyurken çok terlerdi. Ümmü Süleym de terini bit şişeye ve koku kabına toplardı. Hz. Peygamber (saHahu alevli vesdlem) uyanır, ona: "E}> Ümmü Siileyml Bu yaptığın nedir?" diye sorardı. O da "Bu, sizin terinizdir, ondan güzel koku yapıyoruz. Çünkü o, en hoş kokudur!" diye cevap verirdi. Bir rivayette "Bu sizin terinizdir, güzel kokumuza karıştırıyorum" denilmiştir. Müslim [114] ve başkaları rivayet etmiştir.
Âişe (radiyaflahu anlıâ) da şunları anlatıyor: "Resûlullah (sıÜaUalıu aleyhi vesellem)'in yüzündeki terler inci taneleri gibi olup miskten daha hoş kokuluydu. Koku sürsün, sürmesin eli attâr eli gibi hoş kokardı. Bir kimse onunla musafaha etse, bütün gün onun güzel ve hoş kokusunu duyardı. Mübarek eliyle bir çocuğun başını okşasa, başındaki hoş kokusuyla o çocuk, diğer çocuklar arasında farkedilirdi.." Hafız Ebû Bekir b. Ebi Hayseme ve daha kısa bir metinle Ebû Nuaym rivayet etmiştir.
Hnes (adiyalMıu anlı)'in rivayetine göre: "Resûlullah (sallallahu aleyhi veseHem)'iri 'İdinin rengi parlak, terleri inci taneleri gibiydi." Ebû Bekir b. Ebi Hayseme rivayet etmiştir.
Ümmü Asım, kocası Utbe b. Ferkad es-Sülemî'ye der ki: "Biz koku Ürünmeye gayret ediyoruz, fakat sen bizden daha hoş kokuyorsun. Bunun sebebi nedir?" Utbe şöyle cevap verdi: "Resûlullah (saDaüahu aleyhi vesdlem) devrinde vücudumda sivilceler çıkmıştı, beni Resûl-İ Ekrem'e (saflaHahu aleyhi veseflem) götürdüler. Bu durumu ona arz ettim. Bana, üzerimdekileri çıkarmamı söyledi, çıkardım. Önüne oturdum, elbisemi de edep yenme kapadım. Eline üfleyip sırtımı ve karnımı eliyle ovdu. İşte bu koku, o zaman üzerime sindi." Taberânî rivayet etmiştir.
Ebû Hüreyre (cıdiyaBahu anlı) anlatıyor: Hz. Peygamber'e bir adam geldi ve: "Yâ Resûlallah! Ben kızımı evlendirdim, herhangi bir şekilde sizden yardım İstivorum" dedi. Hz. Peygamber (saiyiahu aleyhi vesellcm), ona "Şimdilik yanımda verecek- bir şeyim yok. Uıkİn, bana ağ^t geniş hır şişe, bir de çubuk getir" buyurdu. Adam onları getirdi, Resûlullah (saBaBalıu aleyhi vescüem) terinden şişenin İçine sıyırmaya başladı. Nihayet şişe doldu. Bunun üzerine, fX)m/ al ve kılına, şişeye çubuğu daldırarak sürünmesini söyle!" buyurdu. Kızı o kokudan süründüğü zaman, Medine halkı bu hoş kokuyu hissederdi. [115] Tabetânî, Ebû Ya'lâ ve Ibn Adiy rivayet etmiştir.
Bu konuda bize ulaşan diğer rivayetler de şöyledir:
Vâîl b. Hucr [116] (radîyallahu;ınh)'dan: "Resûlullah (salkdlahu aleyhi vesdem) ile musafaha ettiğimde veya cildi cildime değdikten sonra elimi kokiuyordum, miskten daha hoş kokuyordu." Taberânî rivayet etmiştir.
Yczîd b. cl-Esved (radçaMıu anh)'dan: "Resûlullah (saEaHıu aleyhi vesdlem) benimle tokalaştı; eli, kardan daha soğuk, miskten daha hoş kokuluydu." Bcyhakî rivayet etmiştir.
Enes (radrçdhhuanh)'dan: "Her türlü hoş kokuyu kokladım; fakat Resûlullah (sMüıua]e\'Hvc?(ia-n)'in kokusundan daha hoş bir kokuya rastlamadım. Yİne her türlü yumuşak şeye dokundum; kesinlikle Resûlullah (saldkhu aleyhi veseücmj'in elinden daha yumuşak bir şeye rastlamadım." İbn Asalar rivayet etmiştir.
Câbir b. Semüre (adiyallahu anlı)'dan: "Resûlullah (salUlahu aleyh vesellem) yanağımı okşadı; eli attâr çantasından çıkmış gibi güzel kokulu ve serindi." Müslim rivayet etmiştir.
Hz. Ali (ketramaBahu vecheh)'den: "Resûlullah'm (saH-âıhu aleyhi vesellem) terleri inci taneleri gibi olup miskten daha hoş kokuluydu." ibn Sa'd ve İbn Asaldı-rivayet etmiştir.
Enes (racHahu anh)'dan: "Resûlullah'in (sallallahu aleyhi veseîem) cildinin rengi parlak, terlen inci taneleri gibiydi. [117] Müslim rivayet etmiştir.
Kureyş'ten bir sahâbt anlatıyor: "Resûlullah (sallallahu aleyhi veselem), Mâiz b. Mâlik'i recm ettiği zaman babamla beraber ben de oradaydım. Mâiz'e (atmak için yerden) tas aldığımda beni bir korku kapladı. Resûîullah (sJaBahu aleyhi veseKern) beni bağrına bastı; koltuk altının teri etrafa misk kokusu saçarak akıverdi." Dârimî rivayet etmiştir.
Enes (ödiyailahu anlı)'dan: "Biz, Resûlullah'in (stMalıu aleyhi veseDem) geldiğini hoş kokusundan anlardık." İbn Sa'd ve Ebu Nuaym rivayet etmiştir.
Muâz b. Cebel (cdıyaEahu anh)'datı: Resûlullah (saMahu aleyhi vesellem) ile birlikte yürürken, bana 'Yaklaş!" dedi, ona yaklaştım; diyebilirim ki, Resûl-i Ekrem'in (sallallahu aleyhi vesellem) kokusundan daha hoş bir misk veya anbere rastlamadım. Bezzâr rivayet etmiştir.
Câbir b. Abdİllah (radiyalldıuanhuma)'dan: "Resûlullah (saüallalıu aleyhi veseDem)'de bazı hasletler vardı: O, bir yoldan geçtiğinde arkasından gelen kimse, orada bıraktığı güzel koku sebebiyle, Resûl-i Ekrem'in (sallallahu aleyhi veseflem) oradan geçtiğini anlardı." Ta/ib'ınde Buhâıi ve Dârimî rivayet etmiştir.
Enes (radiyallahu anh)'dan: "Medine'de, Resûl-i Ekrem'in (sallaflahu aleyhi veseHem) geçtiği yol, orada bıraktığı hoş kokusu sebebiyle bilinirdi, <Resûlullah bu yoldan geçti> denirdi." [118] Bezzâr ve Ebû Ya'lâ rivayet etmiştir.
Nazım:
Eğer bir kafile arkana düşse, meltemin, kafile sana kavuşuncaya kadar, onlara kılavuzluk eder.
Başka bir nazım:
Geçmiş olduğu §u yol üzerinde, nefeslerinin hoş kokusu vardır;
Yolun aşağısı, yukarısı fark etmez, her tarafında...
Onun nos kokusundan yollar koku sürünmüş gibidir.
Seher yeli estiği zaman, meltemi Onun sevgisiyle ayrılır.
Enes (iadiyallahu anlı)'in rivayetine göre: "Resûlullah (saüaLahu aleyhi vesellem) çok terlerdi." [119] Müslim rivayet etmiştir.
Aişe (ıadiyallahuanlıâ) anlatıyor: Ben oturmuş yün eğitiyordum, Resûl-i Ekrem (saüalilıu aleyhi vesellem) de ayakkabısını tamu- ediyordu. Alnı terlemeye başladı, terinden de nur tezahür ediyordu. Ben buna şaşırdım. Resûlullah (sallallahu ahin vesellem) şaşkınlığımı görünce "Sem şaşırtan nedir?" diye sordu. "Alnın terlemeye başladı, terinden de sanki nur tevellüt ediyordu. Ebu Kebîr el-Hüzelî seni görseydi, şu şiirine en layık kimsenin Sen olduğunu anlardı:
Her hayız kalıntısından, emzirenin fesadından ve amansız hastalıktan arındırılmış...
Yüzünün çizgilerine baktığın zaman, neşe ile coşan kimsenin yanağı gibi payladığım görürsün" [120] İbn Asâkir ve Ebu Nuaym rivayet etmiştir.
1. İshâk b. Râhûye (ralamelıullalı), bu hoş kokunun, Resûl-i Ekrem'in (sallallahu aleyhi vesdlem) asli kokusu olduğunu, sürdüğü kokudan kaynaklanmadığını söylemiştir.
Nevevî (ralıimehuüah) da, "Bu durum, Allah Teâlâ'nın ona bir ikramıdır" der.
Deniliyor ki: Hoş koku, onun sıfatı idi. Koku sürünmese dahi hoş kokardı. Bununla beraber; meleklerle mülakat esnasında, vahiy alırken ve Müslümanlarla birlikte iken güzel koksun diye çoğu zaman koku sürünürdü.
2. Vücudundaki bu hoş kokunun başlama damanı, İsrâ gecesi'dır. İbn Murdevcyh, Enes'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "İsrâ gecesinden itibaren Resûlullah (saMalmalq'lıi-\'esdlem)5in kokusu sanla damat kokuşuydu. Hatta damat kokusundan daha hoştu."
3. "Gülün, Rcsûlullah'ın (saBallıhu aleyhi vesellem) terinden yaratıldığına" dair avamın dilinde dolaşan meşhur söz, bâtılda- (uydurmadır), aslı yoktur. Hafız Ebu'I-Kâsım İbn Asaldı:, Ebu Zekeriyya Yahya en-Nevevî, Hafız (İbn Haccr), eş~Şeyh (Suyûtî) ve başkaları bu görüştedir. Sözkonusu hadisi, Mekki b. Bendâr tarikiyle (Müsnedii'I-'Firdevs'tt) D eylemi rivayet etmiştir. Dârekutnî, bu zâtı (Mekkî'yi), "hadis uydurmakla" itham etmiştir. Bu sözün başka tarikleri vardır; ben bunların bâtıl olduğunu Ithâju'l-kbîb fî beyâni mâ vudıa fî mi'râci'l-Hahîh isimli kitabımda açıkladım.
Bu konuda Ebû Hüreyre (radiyaBahu anlı) şunları anlatır: Bir cenazede Resûlullah (saMahu aleylırvescllem) ile beraberdim, yürürken beni geçti. Yanımdaki adama dönerek "Ona ve Halil İbrahim'e sanki yer duruluyor!" dedim. [121] imam Ahmed ve ibn Sa'd rivayet etmiştir.
Yine Ebû Hüreyre (radbıllahu anlı) anlatıyor: "Rcsül-i Ekrem'den (sallaHıu aleyhi veseüem) daha hızlı yürüyen kimse görmedim; sanki yer ona duruluyordu. Biz (ona yetişmek İçin) kendimizi zorluyorduk, o ise aldırmıyordu (hızlı yürümekte zorlanmıyordu)." [122] imam Ahmed, Tirmizî (Şemâi/'de), Beyhakî., ibn Asâkir (bir kaç tarikten) rivayet etmiştir.
Tabiînden Yezîd b. Mersed (ahimehullah) diyor ki: "Resûlullah (saDaDalıu aleyhi vesellem) yürüdüğü zaman çok hızlı yürürdü. Hatta arkasından koşan kimse ona yetişemezdi." [123] İbn Sa'd rivayet etmiştir.
Zekvân [124] (^imehlah), "Güneşte de, aylı gecede de Resûl-i Ekrem'in (salaHıu ^iti vesellem) gölgesi görünmezdi" İfadesini aktarır. Bunu, Hakîm et-Tirmm ı-ivâvet edip hikmetini şöyle açıklamıştır: "Kâfir, Resûl-i Ekrem'e (saltaMıu aleyhi vesdan) hakaret maksadıyla gölgesini çiğnemesin diye..."
İbn Seb' (ı-alıimehullalı) da bu görüşü kabul ederek şöyle yorumlar: Onun ayrıcalıklı yönlerinden (hasâisinden) biri de; gölgesinin yere düşmemesidir. Onun gölgesi nûr idi. Güneşte veya ay ışığında yürüdüğü zaman, gölgesi görünmezdi.
Ulemâdan bazıları, "Resûl-i Ekrem'in (saMlalıu aleyhi vesellem) duasmdaki ıeBeni ftûryap!" [125] sözünün buna şahit olduğunu söyler.
Yürüyüş tarzı, "Adabı ve Tavırları" bölümünde ele alınacaktır. En doğrusunu bilen Allah'tır.
İbn Asâkir, Enes'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Allah, her peygamberi yüzü güzel, scsİ güzel olarak göndermiştir. Sizin peygamberinizi de aynı şekilde yüzü güzel, sesi güzel olarak göndermiştir." İbn Sa'd, Katâde tarikiyle Enes'ten rivayet etmiştir.
Hz. Ali (kemmallahu veçheli) diyor ki: "Allah Teâla'nın gönderdiği her peygamber güzel yüzlü; asil soylu ve hoş seslidir. Cenâb-ı Allah, bu özellikte olmayan bir peygamber asla göndermemiştir. Sizin peygamberiniz de güzel yüzlü, asil soylu ve hoş seslidir." İbn Asâkir rivayet etmiştir.
Cübeyr b. Mut'ım (adiyaMıu anlı)'ın rivayetine göre: "Resûlullah (sallallahu aleyhi veseHcm)'İn ses tonu güzeldi." Ebu'l-Hasan b. Dahhâk rivayet etmiştir.
Berâ b. Azib (radıyaSahu anhuma) ise onun sesini şöyle nitelendirir: "Resûlullah (saDaBalıu alevli vesellem) bize hitap etti, tâ odalarında bulunan bakire kızlara bile sesini duyurdu." Ebu Nuaym ve Beyhakî rivayet etmiştir.
Aişe (radiyalkhu anhâ) anlatıyor: Resûlullah (salallahu aleylıi vesellem) minberde iken oturdu ve insanlara "Oturun!" buyurdu. (Sesi öyle gür çıkmış ki) Abdullah b. Revâha tâ Benî Ganm yurdunda iken bunu duymuş ve yerine oturmuş. [Ebu Nuaym ve Beyhakî rivayet etmiştir.
Abdurrahman b. Muâz et-Temîmî (radiyallahuanh)'dan şöyle rivayet edilmiştir; "Resûlullah (sallaUahu aleyhi vesellem) Mİna'da bize hitap etti; kulaklarımız açıldı (uzaklığa rağmen rahatça işittik)." Bir rivayette de; "Allah kulaklarımızı açtı; hatta evlerimizde iken onun ne dediğini duyuyorduk" ifadesi yer alır. İbn Sa'd ve Ebu Nuaym rivayet etmiştir.
Ümmü Hâni (radiyallahu anhâ) şöyle der: "Gece yarısı evin çardağında iken Resûlullah'm (saMahu aleyhi vesellem) kıraatini duyuyorduk. [126] İbn Mâce rivayet etmiştir.
Berâ b. Azib (radiyaüahu anhuma) ise şöyle der: "Resûlullah (saMalıu aleyhi vesellem) yatsı namazında Vet-tînİ'yi. okumuştu. Onun sesinden daha güzel bir ses işitmedim." [127] Buharı ve Müslim rivayet etmiştir.
Ayrıca Ümmü Mabed (mdivallflhuanhâ)'dan: "Sesinde gürlük ve şiddet vardı" ifadesi bize ulaşmış tur. İbn Asâkir ve başkaları rivayet etmiştir.
Konuşma tarzı ise, "Adabı ve Tavırları" bölümünde ele alınacaktır.
Fesahat sözlükte; "açık seçik olma" mânâsına gelir.
Istılah mânâsı; sözün, -^a'fi k'lif (öğelerin sıralanışının sÖzdizimine aykırı -olması), tenâfiir (bir kelime veya cümlenin zor telaffuz edilmesi) ve ta'kîd (anlamın kördüğüm haline gelnıesin)den arınmış olması demektir.
Bu, mânâ itibariyle böyledir. Lafız itibariyle; sözün, Arapçalarına güvenilir, fasih konuşan kimselerin lisanları üzere, kullanımının yaygın olması demektir.
Fesahat ile belagat arasındaki fark şudur: Fesahat ile; kelime, söz ve konuşan nitelendirilir. Belagat ile; sadece son İkisi...
Kelimenin fesahati: Tenâfür, gariblik [128] ve muhalefetü'l-kıyas (dilbilgisi kaidelerine aykırı olmasm)dan arındırılmış olmasıdır.
Kelâmın fesahati: Za'fı te'lif, tenâfiir ve ta'kid'den arındırılmış olmasıdır. Kelâmın belagatı İse; bir sözün, fasih olmakla beraber, muktezây-ı hâle mutabık (yerinde, yeterince ve zamanında ifade edilmiş) olması demektir.
Mütekelüm'in (konuşanın) fesahati: Maksudu ifade edebilme melekesİdir. Mütekellim'İn belagatı: Belîğ söz söyleyebilme melekesİdir. O halde belagat; fesahatten daha sınırlı bir kelimedir; her beliğ konuşan fasihtir; fakat her fasîh konuşan kimse belîğ değildir. Beliğ, kullandığı ifade ile meselenin künhüne vâkıf olan kişidir.
İmam Allâme Ebû Süleyman Ahmed el-Hattâbî (ıahimehuüah) der ki: Allah Teâla, Resulünü (saMalıu aleyhi vesellem) belîğ yapıp, dinini beyan edebilme kabiliyeti verdiği gibi, onun için dillerin en tatlısı, en açığı ve en fasihini seçmiştir. Sonra da onu, peygamberliğine destek, risâletine işaret yaptığı "cevâmiu'l-kelim" İle takviye etmiştir ki dinleyenlerin aklında tutması zor olmayan, "ezberlemesi de kolay olan az sözle birçok mânâyı bir araya getirebilsİn. Onun "cevâmiu'l-kelim"ini araştıranın gözünden bu durum kaçmaz.
İmâm Ebu's-Seâdât el-Mübârek İbn Muhammed İbnü'1-Esîr (rahimehumuDah), en-Nibâye'nin baş tarafında şöyle der: Böylece anlamış s indir ki, Resûlullah (saMalıu aleyhi vesellem), ilâhî destek, semaî lütuf, rabbani yardım ve ruhanî özen sayesinde; Araplar içinde lisanı en fasih olan, en açık konuşan, hitabı en tatlı, telaffuzu en doğru, lehçesi en bariz, delili en sağlam olan, hitabet sanatını en iyi bilen, doğru yola en iyi sevk eden bir şahsiyettir. Hatta, Hz. Ali (kemmaüahu veçheli), onu Beni Nehd heyetine hitap ederken dinlemiş ve: "Yâ Resûlallah! Biz, aynı atanın oğullarıyız, buna rağmen ben seni, Arap heyetlerine, çoğunu anlamadığımız bir lehçeyle hitap ederken görüyorum?!" demiştir. Bunun üzerine Resûlullah (saMalıu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur: "Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi ne gü^elyaptil Yine ben, Sa'd oğullan yurdunda yetiştirildim."[129]
Resûlullah (saMahu aleyhi vesellem), çeşitli milletlerden, kabilelerden olup; batınları, aşiret kolları ve ailcleli de birbirine benzememesine rağmen, Arapların hepsine, anlayacakları ve kavrayacakları bir dille hitap ederdi.
Bunun için buyurmuştur ki: "Ren, insanlara, akıllan miktarıma konuşmakla em rolündüm "[130]
Sanki Allah Teâla ona, başkasının, babasından öğrenemediği şeyleri öğretmiş, dağınık olan ve Arab'ın üstün olanında da, sıradanında da bulunmayan şeyleri onda bir araya getirmiştir. Ona gelen Arap heyetleri, söylediklerinin çoğunu anlıyor; bilmediklerini de ona soruyorlardı; o da açıklıyordu.
"Ben, insanlara, akıllarına göre konuşmakla emrolundunf hadisini Hasan b. Süfyan Müstıed\nde, zayıf bif senedle rivayet etmiştir. Ancak bunu takviye eden başka tarikler vardır.
Kadı Ebu'1-Fadl Iyâd (rahimehuDalı) der ki: Fesahat ve belagat konusuna gelirsek... Resûlullah (saBJahu aleyhi veseüem) bu hususta en üstün konumda ve insanlar tarafından inkâr edilemeyen bir mevkideydi: Normal bir akıcılık... Üstün bir kaynak... Veciz bir söz... Kusurlardan arındırılmış bir ifade... Açık ve net bir kelâm... Zorlanmadan ifade etme melekesi... Ona "cevamiu'l-kelim" verildi; eşsiz hikmetler ona mahsus kılındı. Böylece Arap lehçelerini bildi. O, her ümmete (kabileye) kendi lisanıyla hitap eder; onların lügatıyla cevap verirdi. Hatta beliğ üslubu ile onlarla rekabet ederdi. Öyle ki, -yurtları dışında bir yerdeyken- ashabın birçoğu O'na, sözünün açıklamasını ve yorumunu sorarlardı. Onun hadislerini ve siyerini inceleyen kimse bunu anlar ve mutmain olur.
Onun fesahati, sınırına erişilemeyen bir uç nokta; müntehâsına yaklaşılamayan bir mertebedir. Nasıl böyle olmasın ki!? Allah, onun lisanını, kullarına kendi muradını açıklayan ve yoluna çağıran bir kılıç yapmıştır. O, ;her durumda hikmetli söz söyler; muradını hakikat ile açıklar. Konuştuğu zaman, mahrukatın en fasih konuşanı; öğüt verdiği zaman, en etkili nasihat edeni... O, müstehcen konuşmaz; saçma söz söylemez. Bütün sözleri, ilim meyvesi verir; sözleri, teoride ve pratikte uygulanır. Hiçbir beşer, ondan daha hikmetli, daha tatlı ve daha net bir söz söyleyemez. Zaten Allah'ın muradını kendi lisanıyla ifade eden, beyanıyla kullara hüccet getiren ve Allah'ın farzlarını, emirlerini, nehiylerini açıklayan kimseden de bu beklenir. Ezcümle, onun fesahatini bilmek için şahide ihtiyaç yoktur. Bu hususta inanan da inanmayan da onun hakkını teslim eder.
Kadı (İyaz) (rahimdııiah) der ki: İnsanlar, onun hitabeti, fesahati ve hikmetli sözleri alanında divanlar ve kitaplar te'lif etmişlerdir. Onun sözleri arasında, fesahat ve belagat yönüyle rekabet edilemeyecek kadar güzelleri vardır. Onun bu eşsiz ifadelerinden bazı örnekler verilebilir:
"Müslümanların kanlan (dokunulmazlık, hürmet, kısas, diyet vb. konularda) eşittir. Sıradan bir müslümanın bile himmeti (ahdi ve cmânı) geçerlidir. Müslümanlar, başka kimselere karşı tek bir eldir." [131] Ebû Dâvûd ve Nesâî, Hz. Ali'den rivayet etmişlerdir.
"Müslümanlar bir tarağın dişleri gibi eşittir" [132] İbn Leâl, Mekârimu'l-Ahlâk'ta, Sehl b. Sa'd (radiyaLıhuanh)'dan rivayet etmiştir.
"Kişi, sevdiğiyle beraberdi?'. "Buharı ile Müslim, Enes'den rivayet etmişlerdir.
"Senin, onun hakkında düşündüğünü senin için düşünmeyen kimsenin sohbetinde (arkadaşlığında) hayır yoktur. " [133] İbn Adiy, Enes'den rivayet etmiştir.
"insanlar, altın ve gümüş madenleri gibi madenlerdir. Câhiliye devrinde hayırlı olanlan -anlayışlı olurlarsa- islam'da da hayırlıdır." [134] Buhârî ile Müslim, Ebû Hüreyre'den rivayet etmişlerdir.
"Nefsinin kadrini bilen kişi helak olma%." [135] Ibnu's-Sem'ânî, TariMnde Hz. Ali'den rivayet etmiştir.
"Kendisiyle istişare edilen kimse, mu'temendir: o muhayyerdir; dilerse konuşur, dilerse sükut eder." Ahmed, Ebû Mes'ud Ukbe b. Amr'dan rivayet etmiştir. Baş tarafı, Dört Sünen'de. Ebû Hüreyre'den rivayet edilmiştir.
"Allah, hayır söyleyip kazançlı çıkan veya şerri söylemeyip selâmete çıkan kimseye merhamet etsin!" [136] Ebu'ş-Şeyh, Ebû Umâme'den; Deylemî ise, Enes'den rivayet etmiştir.
"Müslüman ol, selamette ol! İslam h kabul et ki Allah, mükafatım iki defa versin." Buharı ile Müslim, Hiı-akl kıssası İçinde rivayet etmişlerdir.
"Bana en sevgili olanım^ ve kıyamet günü benim meclisime en yakın olanını1^; ahlâkî en iyi olanlar ve yanlan basık (yani herkesin s okutabildiği) kimselerdir. Onlar, insanlarla ülfet kurar" insanlar da onları sever." [137] Tirmizî, Ibn Mes'ud (radiraflahu anlı)'dan rivayet etmiştir.
"Belki o, anlamadığı şeyleri konuşuyor; ihtiyacı olmayan şeylerde cimrilik ediyordu." [138] Beyhakî, Şuab'dz. Enes'den rivayet etmiştir. Tİrmizî de benzerini rivayet etmiştir.
'İki yü^lü kimsenin Allah katında yü^ii (itibarı) omlaş [139] Bu hadisi, Ebû Dâvûd: "Dünyada iki yü^l-ü olan, cehennemde iki dilli olur" lafzıyla rivayet etmiştir.
Allah Resulü (sıliallahu aleyhi vescüem), kîl-u kâl (dedikodu)dan, çok soru sormaktan, malı zayi etmekten, ana-babaya karşı gelmekten ve kız çocuklarını diri diri gömmekten nehyetti. Buhâri ile Müslim rivayet etmiştir.
"Nerede olursan ol, Allah'a karşı saygılı ol! Kötülüğün arkasından İyilik yap ki onu silsin; insanlara da gü^el ahlâk ile muamele et.p' [140] imam Ahmed ve başkaları] Ebû Zer'den rivayet etmiştir.
"İşlerin hayırlısı, orta olanıdır.' [141] İbnu's-Sem'anî, e~-Zeyl'de Hz. Alı'deı rivayet etmiştir.
"Sevdiğim ölçülü sev; belki günün bitinde buğ^ (nejret) ettiğin biri olabilir." [142] Edebu'l-Müfred'd&) Buharı ve Tirmizî, Ebû Hüreyre'den rivayet etmiştir.
"Zulüm, kıyamet gününde karanlıklardır. [143] Buhân, İbn Ömer'den rivayet etmiştir.
"AHahım! Senden, kalbimi hidâyete erdirecek, birliğimi sağlayacak, dağınık işlerimi toplayacak, içimi ıslah edecek, şahidimi kaldıracak, amelimi tepkiye edecek, rüşdümü ilham edecek, ülfetimi geri verecek ve beni her kötülükten koruyacak rahmetini istiyorum. AHahım! Senden kabada kurtuluşa şehidlerin mertebesini, saîdlerin yaşayışım ve düşmanlara karşı t^afer istiyorum." [144] Tİrmİzî, İbn Abbas'dan rivayet etmiştir.
Daha başka, mertebesine erişilemeyen ve kıymet biçilemeyen, nesilden nesle aktarılan nasihatlari, sohbetleri, hutbeleri, duaları, hitabeleri, muahedeleri vardır. Ben de daha önce benzeri görülmemiş ve kimsenin kalıba dökemediği sözlerinden bazılarını burada zikrediyorum:
Huneyn günü, "Flamâ'l-vatıs: Tandır (savaş) kirşti." [145] buyurmuştur. Müslim, Câbk'den rivayet etmiştir.
"Eceliyle öldü.'' [146] Beyhakî, Abdullah b. Atik (ıadipllahuanh)*dan rivayet etmiştir. Abdullah der ki: Vallahi, bu sözü, ondan önce hiç bk Arap'tan İşitmedim.
"Mümin, bir delikten iki kere ısırılmaz. [147] Buhâri, İbn Ömer'den rivayet etmiştir.
"Saîd (mutlu kimse), başkasından ibret alandır. " [148] Bu hadisi, D eylemi, Ukbe b. Amir'dcn, o da İbn Mes'ud'dan merfu' olarak; Müslim de İbn Mes'ud'dan mevkuf olarak rivayet ederek, şunu İlave etmiştir: "Şakı (bahtsı^) kimse de, annesinin karnında şakı olandır."[149]
Kadı İyaz'ın zikrettikleri bu kadardır.
Seâlibî [150] de şunları ilave etmiştir:
"Her av, yaban merkebinin kanundadır (Kimse onun eline su dökeme-y)." Râmehürmüzî, Emsâl'da. zikretmiştir. Mürsel, senedi ceyyid bit rivayettir] "Onda iki dişi keçi vuruşma-^ (Bu öyle bu- ıs ki, kimse onda
ihtilafa düşmez)." [151] verildi." düşmanlık ürerinde göstermelik bir sulh.' [152] "Çör-çöp, to- toprak ürerinde bir topluluk." ''Düşmanların kalbine korku salınmakla bana yardım edildi [153] "Bana "cevâmiu'l-kelim~af( sö:~(le çok mânâ ifade etme yeteneği "ilkbaharın bitirdiği şey ya şişirerek öldürür, ya da ölüme-yaklaştırır." [154] Bulıâri rivayet etmiştir. İbn Dürcyd der ki: Bu, benzeri daha önce söylenmemiş veciz bir sözdür.
'imân, havâtıra (nefsingalebesine) bağlıdır." [155] 'Ey Allah'ın atlıları'. Binıniz.[156]
"Sıkın/ı son noktasına gelirse, ardından feraha kavuşulur."[157]
Kadı (İyaz) der İd: Daha başka, içeriğine nüfuz edebileni hayrete düşüren, üzerinde düşüneni nice mânâlara ulaştıran sözleri vardır.
Ebû Saîd el-Hudn naklediyor, Hz. Peygamber (saHahu aleyhi veseflem) şöyle bm^urdu: 'Yalan yok, ben peygamberim! Ben, Abdıdmıtttalib'in torunuyum. Ben /irabın en fasih konuşanıyım. Kureyş(li biri) beni doğurdu, Beni Sa'd b. Bekryurdunda yetiştim.' Dil bozukluğu bana nereden ân% olabilir ki!?!" Ebu'l-Hasan b. Dahhâk "rivayet etmiştir.
İbn Ebi Hatim ve Beyhakî'nin Muhammed b. İbrâlıîm et-Teymî'den; Askerî ve Râmehurmüzî'nin elSmsâl'de. yine ondan, babasından-dedesinden kanalıyla rivayet ettiklerine göre, ashabı O'na der İd: "Yâ Resûlallah! Senden daha fasihini görmedik!" O da buyurur ki: "Bana ne mani olsun ki! Kıır'ân, benim lisanımda -açık Arapça- indirildi; ben Kııreyş'tenim; yine ben, Beni Sa'd yurdunda yetiştim." Bu surette, çöl Arapçasının duruluğu, şehirdeki Arapçanın fesahati ve sözünün parlaklığı onda toplanmış oldu.
Ömer b. Hattab (mdiyaSalıu anlı) der kî: "Yâ Resûlallah! Sen bizini aramızdan ayrılmadığın halde, nasıl oluyor da en fasih konuşanımız oluyorsun?" Buyurdu ki: "İsmail'in lügatim öğrendim. Cibril onu getirdi, böylece ben de onu hıfc ettim [158]" Beyhakî ve Ebû Nuaym rivayet etmiştir.
Bcrre binti Air es-Sakafiyye -kavminin hanimefendisidir- kardeşlerine der ki: "Ey Amir oğulları! İçinizde Muhamtned'i gören var mı?" Onlar şöyle cevap verir: "Hepimiz onu eyyâm-ı mevsimde gördük." Yine sorar: "içinizde onu konuşurken dinleyen var mı?" Derler ki: "Evet!" Der ki: "Fesahati nasıldı?" Şöyle anlatırlar: "Ey kardeşimiz! Arapların en çirkin ayıbı yalandır. Onun fesâhatına gelince; Araplar, geçmişte ondan daha fasihini ve daha keskin konuşanını doğurmamış tır; gelecekte de doğurmayacaktı!:. O konuştuğu zaman, sözü, anlayışlı kimseyi âciz bırakır; hitabeti de hatib kimseyi dilsiz yapar." Bunu Ebu'l-Hasan Ahmed b. Abdillah Muhammed el-Bekrî, Ümü'l-Vâbiş ve Reyyü'l-Atış isimli kitabında rivayet etmiştir.
Muhammed b. Abdirrahman ez-Zührî'nm babasından, onun da dedesinden rivayet ettiğine göre, Resûlullah (saliaDahu aleyhi vesellem)'e: "Bir kişi hanımına müdâleke yapar ıra (oynar mı)?" diye soruldu. ŞÖyle buyurdu: "Evet! Eğer şehvetini tahrik edebiliyorsa. " Bunun üzerine Ebû Bekir ona dedi ki: "Yâ Resûlallah! Araplar arasında gezdim, dolaştım, fasih sözler dinledim1 fakat senden daha fasihi olanı duymadım." Resûlullah (saMahu aleyhi veselem) de "Rabbim beni terbiye etti ve ben, Beni Sa'd yurdunda yetişti?;/' buyurdu. İbn Asâkir rivayet etmiştir.
Zekeriya b. Yahya b. Yezid es-Sa'dî (rahimehullah) der ki: Resûlullah (saBaBahu aleyhi veseflem) buyurmuştur ki: "Ben, Arabın en fasih konuşanıyım. Kureyş'te doğdum, Beni Sa'd b. Bekr yurdunda yetiştim. Dil bozukluğu bana nereden ân^ olabilir ki!?" [159] İbn Sa'd rivayet etmiştir.
Büreydc (radç^aMıu anlı)'dan gelen rivayete göre, "Resûlullah (saMtlıualeylıivesdlem), insanların en fasihi idi. Bazen öyle konuşurdu kİ, ashabı, o açıklayana kadar, ne olduğunu anlamazlardı." Ebu'l-Hasan b. Dahhâk ve İbiiu'l-Cevzî rivayet etmiştir.
O; Kureyş, Ensar, Hicaz ve Necid halkıyla konuştuğu tarzda diğerleriyle konuşmuyordu. Beni Nehd'c yaptığı duaya bir bak (aşağıda gelecek). Heyetler geldiği sıralarda Beni Nehd'den de bir heyet gelmiş, Tahfc b. Rehm en-Nehdî kalkıp çoraklık ve kıtlıktan şikayet ederek şöyle demişti:
"Yâ Resûlallah! Biz sana, Tihâme'nin derinliklerinden, iyi cins develer üzerine vurulmuş, meys ağacından yapılmış semerler üzerinde geldik. Bulutların suyunu sağar; nebatatı biçer; misvak ağacından meyve devşirir; az bir buluttan yağmur hayaliyle yaşarız. Öyle ki, rüzgarın oraya buraya sürüklediği buluttan bile yağmur bekleriz. Biz, insanı helak edici uzaklıktaki bir yurttan, engebeli ve basık bir araziden geldik. Dağdaki oyuklar, suyunu emdi; bitkilerin kökleri kurudu; sedir ağaçlarının yaprakları yere düştü; dalların suyu çekildi; develer helak oldu; hurma fidanları kurudu. Putlardan, şirkten ve zulümden; zamanın ortaya çıkaracağı şeylerden uzaklaşarak sana geldik Yâ Resûlallah! Deniz dalgalandıkça, Tİâr dağı yerinde durdukça barış dâvetine uyup, İslam Şeriati'ne bağlı kalacağız. Ayrıca bizim başi-boş, sütü olmayan, ot bulamayan develerimiz var..."
Bunun üzerine Resûlullah (sJaûahu aleyhi vesellem) şöyle buyurur: "Allabım! Onların sütünde, yoğurdunda ve ayranında bereket ihsan eyle! Çobanlarını verimli, tnünbit, meyvalan olgunlaşmış arazilere gönder. Su kıtlığını onlardan bertaraf et! Onlara malda ve iyâlda bereket ver! Kim namazını kılarsa muslini olur; kim Rekâtını verirse muhsin olur; kim de Allah 'tan başka ilah olmadığına şehadet ederse muhlis olur. pv Nehd oğulları! Müşriklerin sizde kalan emanetleri sikindir. Ayrıca mülkiyetle ilgili görevlerini-^ (zşkât, sadaka gibi) vardır. Zekât vermemektik yapmayın; hayatta U^MÜddetçe, Hak'tan sapmayın ve namazdan da geri kalmayın [160]
Sonra heyetle Beni Nehd'e şu yazıyı gönderdi: İÇBismillahirrahmanirrahim. Allah'ın Resulü Muhammed'den, Nehd oğulları'na: Selam, Allah'a ve Resulü'ne îmân delerin ürerine olsun. Ey Beni Nehd! Malımsın çok iyisi de, çok kötüsü de sikindir; ortası bilimdir. Sizin hasta mallanmadan, binek atlanmadan ve kötürüm hayvanlarınızdan %ekât alınmayacaktır, içinizde hoşnutsuzluk (küfür, nifak vs) gizlemediğini^ ve verdiğiniz sö\ü bozmadığınız sürece; meraya saldığını^ hayvanlarımda mani olunmayacak; ağaçlanma kesilmeyecek; sağılan hayvanlarınız ahırda bapsohınmayacaktır... Bu yakıdaki hususları yerine getirenlere, ahde vefa ve zimmet vardır. Karşı gelenler de cezasını çekeceklerdir."'Bu hadisi, Ebû Nuaym Ma'rifede; Deylemî, Müsnedü'l-Firdev/te Imrân b. Husayn'dan rivayet etmişlerdir. Ebû Nuaym, Huzeyfe b. Yemân'dan da (iadiyaMmanh) rivayet etmiştir.
Hemdân heyeti, Resûlullah (saBaflahu aleyhivesdlem) ile Tebûk savaşı dönüşünde görüşmüş, içlerinden Mâlik b. Nemt şöyle demiştir: "Ya Resûlallah! Biz, -şehirli ve bedevi kısmından- hızlı develer üzerinde sana gelen Hemdân eşrafıyız. İslam ahdine bağlı; Allah yolunda kınayanın kınamasından korkmayan; Hâlim ve Yâm kabilelerinden oluşmuş kimseleriz. Onların ahdi, dağ yerinde durdukça; yaban sığırı arazide yürüdükçe, bir hâinin gayretiyle veya bir âfetle bozulmaz."
Hz. Peygamber (saMalıu aleyhi vesellem) onlara şöyle bir yazı gönderdi: "Bu, Allah'ın Resulü Muhammed'den, Hârif, Cinâbı'l-Hedb ve Cifâfı'r-Reml kasabaları ahâlisine, elçileri (Zu'l-Mi'şâr) Mâlik b. Nemt ve kavminden müslüman olanlarla gönderdiği mektubudur. Namaz} ^ıP Rekâtı verdikleri sürece; arazilerinin yükseği, alçağı ve serti onlarındır. Yemlerini hayvanlarına yedirirler, sahipsiz arazilerde de hayvanlarım otlatırlar. Misaklanna ve emanetlerine bağlı kaldıklan müddetçe; hayvanların ürünlerinde ve burma ağaçlarında biz müslümanların hakkı vardır. Kötürüm, ihtiyar, yavru ve yaşlı, meraya salınmayan develerden; bembeyaz koçlardan Zfkât vermezler. Altı yaşını tamamlayan sığır ve koyunlardan; beş yaşına giren atlardan Zekât verirler. "Ebu'l-Kâsım ez-Zeccâcî Ett^/zsinde rivayet etmiştir.
Katn b. Hârise'ye mektubu: (Harise b. Katn olduğu da söylenir. Şeyh. (Suyûtî), Menâhi/u's-Safâ'da.; Alîmî b. Kelb diye meşhur olduğunu söyler):
"Bu, Muhammed'den, Kelb imaretlerine [161], onlarla anlaşmak olanlara ve onlarır dışında İslam 'a sempati duyanlara, Katn b. Harise el-Alîmî İle gönderdiği mektuptu? Nama-^ı vaktinde kılacağını^, Rekâtı hakkıyla vereceğini^, söyleşmelere bağL kalacağım^ ve ahde vefa göstereceğini-^; müslitmanlardan bir grup şahitler huturunda (elçiler tarafından) ikrar edilmiştir. Dıhye b. Hakfe el-Kelbî o gruptan biridir. Onlara, kendi başına otlayan, yavrusu yanından ayrılmayan develerden, her (50) devede kusursu-^ bir dişi deve %ekât düşer. Yiyecek taşıyan develerden %ekât ahnma-y. Besili koyunlarda yetişkin bir dişi koyun gerekir. Kaynak sularıyla sulanan mahsulden orta kaliteden (1/10); kova ile sulananlardan ise yansı kadar (1/20) vergi alınır. Onlara fazladan bir sorumluluk yoktur. Allah ve Resulü buna şahid olmuş, Sabit b. Kays b. Şemmâs da yakmıştır." îbn Sa'd, Rebîa b. İbrahim ed-Dımaşkf den (rahimehulah) rivayet etmiştir.
Vâil b. Hucr'e mektubu:
"Hadramüt ahâlisinden Abâhile krallarına ve heybetli, görünüşleri gü^el kimselere... Far^ kılınmış namazı kılın; malum Rekâtı yerine göre verin. Kırk koyunda bir koyun ekât vardır. Tüyü dökülmüşü de, çok gürbüzü de değil; orta olanı verin. Define ve hazinelerde de beşte bir verilmesi gerekir. Bekârlardan ^ina edene yü% tane (kırbaç) vurun ve bir yıl sürgün edin; bekâr olmayan kimselerden -^na edeni de taşlayarak recm edin. Dinde (hadleri uygulamada) gevşeklik ve tembellik olma^. Allah 'in farklarında kapaklık, gizlilik ve karışıklık da yoktur. Sarhoşluk veren her şey haramdır. Vâil b. Hucr, ResûluUah (sdididm d$i leselkm) 'in görevlendirdiği, krallar ürerinde bir emirdir." Taberânî M. es-SağıYde; Hattâbî de Garîb el-Hadısmâe. rivayet etmiştir.
Kadı (İyaz) der ki: Bu yazılarla, sadaka konusunda Enes'c yazdırdığı meşhur mektubu arasında ne kadar fark var! Çünkü o yazı; alışılmış net ifadeler ve insanların âşinâ olduğu, akıcı bir üslup ile dile getirilmişti. Yukarıdaki mektuplarda ise; kapalı, garib lafızlar ve telaffuzu zor kelimeler kullanılmış tır. Bunun sebebi şudur: O kimselerin dili alışılmamış, ağdalı ve güç bir üslup üzere olduğu için, Resûlullah (saEallahu aleyhi vedian) de onlara bu üslubu kullanmıştır. Böylece insanlara, anladıkları dilden konuşarak, kendisine indirileni (vahyi) açıklamış olur.
O'nun (saMalıu aleyhivesellem) "özelliklerinden" biri de -kelimeleri, terkibleri ve üslupları farklı olmasına rağmen- her topluluğa kendi lehçesi ile hitap etmesidir. Halbuki bir Arap, başka lehçeler ve diller duymuş olsa bile, konuşmada kendi lehçesini aşamıyordu. işte Resûlullah (saMalıu -ataii vesellem)'in hu Özelliği, ilâhi bir kuvvet ve rabbani bir mevhibe sayesinde olmuştur. Çünkü O, herkese, -siyah olsun kızıl olsun- bütün mahlûkâta gönderilmiştir. Yabancı bir dille konuşan kimse, illâ ki bu hususta kısır kalır; o lisanı aslî dili olarak konuşanlardan daha aşağı bir seviyede olur. Fakat Resûlullah (saHahu alevbi vE$±m) bu konuda müstesna bir mevkidedir. O, Arap lehçelerinden herhangi biriyle hitap ettiği zaman, o lehçeyi konuşanlardan daha fasih ve daha vazıh olurdu. Zaten ona yakışan da budur. Ona, Övülen bütün beşeri kuvveder verilmiş ve birçok meziyctiyle de insanlardan üstün olmuştur. Atıvve es-Sa'dî (mdh-.ıllalıuanlı)>ın sözündeki gibi: "Resûlullah (saBaMıudeyhivesellcmye vardım, beni görünce şöyle buyurdu: "Seni Allah'tan başkasına muhtaç eden nedir? İnsanlardan isteme! Çünkü yüksek, (veren) el, alçak (alan) elden hayırlıdır. Attah'm ınalı(mn hesabı) da, mal verilen kimse de sorulacaktır." Atiyye der ki: "ResûluUah (salalMıu aleyhi vesellem) bize kendi lehçemizle konuşurdu." Bu hadisi, el-Hâkim rivayet etmiş, Bcyhakî de rivayet zincirini sahih addetmiştir.
Kâ'b b. el-Eş'arî'ye (radıyaBaluıanh) söylediği heyse minembirnm sıyâmu fimsefer: [162] Yolculuk esnasında oruç tutmak birr (takvâ)'dan değildir" sözü değişik lehçelerde konuştuğuna bir başka misaldir. Bunu Abdurrezzâk, Humeydî, Ibnu'l-Kasım cl-Bağavî rivayet etmiştir. Bu Eş'arî Ielıçcsİdir. Eş'arilcr, Yemen bölgcsindendir. Resûlullah (salkllahu aleyhi vesdbn)'in bu lehçede konuşmasından maksadı, onlara, lügatlarrnı bildiğini İfhâm etmesidir.
Amirî'ye buyurduğu: Sel anki: [163] Dilediğini sor" sözü de başka bir misaldir. Bu sözü, Benî Amir aksanına göre söylemiştir. Bunu Ebû Nuaym, Şeddâd b. Evs'den rivayet etmiştir.
Birçok insanın dilinde hadis diye dolaşan, meşhur; ıcBen, Dâd lügatini konuşanların en fasihiyim" [164] vSÖzü hakkında Hafız İmâdüddin İbn Kesir ve talebesi Zerkeşi, tbnu'l-Cevzi, eş-Şeyh (Suyûtî) ve Sehâvî şöyle demişlerdir: Bu sözün aslı yoktur; fakat taşıdığı mânâsı sahihtir. Mânâsı şudur: Resûlullah (s-ıMalıu aleyhi vesellem), Araplar içinde en fasih konuşan kimsedir. Çünkü Dâd harfiyle konuşanlar, Araplardır. Başka dillerde bu harf yoktur.
Ebu'l-Beşer Adem (aleyhisselam). 'İstidâbu irtikâi'l-ğurej bi hubbi akribâi'r-Resul ve ^evi'ş-şeref kitabının yazarı bunu zikretmiştir.
Allah'ın Nebisi, Resulü ve Halİli İbrahim (ideybissekn). Bu hususta sahih olmayan hadisler vardır.
Ümmetinden: Hz. Ali'nin oğulları: Ebu Muhamtned Hasan ve Ebu Abdullah Hüseyin. Buhâri, İbn Sîrîn'den Enes'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hasan b. Ali, Resûl-i Ekrem'e (saHahu aleyhi vesellem) en çok benzeyen kimseydi." Yine Buhâri, Zührî'den Enes'in şu sözünü nakleder: "Hz. Peygamber'e (saMlahu aleyhi vesellem) Hüseyin b. Ali'den daha çok benzeyen kimse yoktu." Başkasının bir rivayetinde: "Hz. Peygamber'e (salUahu aleyhivesellem) yüzü en çok benzeyen kimseydi." Hafız (İbn Hacer) der ki: "Onların en çok benzeyeni", Ehl-i Beyt'in en çok benzeyeni anlamına gelmektedir. İbn Şîrîn rivayetinde Enes'in ifadesi; Zührî rivâyetindeki sözüyle çelişmektedir. Şöyle uzlaştırmak mümkündür: Enes, Zührî rivâyetindeki sözünü Hz. Hasan hayatta iken söylemiştir; çünkü o zaman, Hz. Peygamber'e (salkEahu aleyhi vesellem), kardeşi Hüseyin'den daha çok benziyordu.[165] İbn Şîrîn rivâyetindeki sözü de -siyak sibak itibariyle- daha sonra söylenmiştir. Kast edilen mânâ şudur: Hz. Hüseyin'in benzerlik yönüyle üstün tutulduğu kimseler, Hz. Hasan dışındakilerdir. Ayrıca her ikisinin de bazı uzuvlar İtibariyle Resûl-i Ekrem'e (salaflahu aleyhi vesellem) diğerinden daha çok benzemiş olması da muhtemeldir. Tirmizi ve İbn Hibbân; Hânı b. Hâni'nin Hz. Ali'den şöyle rivayet ettiğini nakleder: "Baş ile göğüs arasında Resûlullah'a (saMahu aleyhi vesellem) en çok benzeyen Hasan; oradan aşağı kısmında en çok benzeyen ise Hüseyin'dir." Yine Enes'ten gelen bir rivayette şöyle geçmektedir: "Hasan, yüzü Resûl-i Ekrem'e (sallallahu aleyhi vesellem) en çok benzeyen kimseydi." Bu nakil, Hz. Ali hadisini destekler.
Hasan ve Hüseyin'in annesi Hz. Fâtımatü'z Zehra (radiyallahuanhum).
Kardeşi İbrahim b. Seyyidı'I-Halâik. Harâitî t'tilâlu'l-Kulûb'dı Abdullah b. Ömer (radçallahu anhuma)'dan şunu nakleder: "Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem), İbrahim'e hamileyken Mâriye'nİn yanma girmiş ve Cibril'in, insanlar içinde kendisine en çok benzeyen kimsenin İbrahim olduğunu müjdelediğini haber vermiştir."
Resûlullah'm (saÜaJsıhualeyhivescBaıı) amca oğlu Zü'1-Cenâheyn Ca'fer b. Ebî -r'f'b Sahîh-i Buhâ/i'de., Resûlullah (sallallahu aleylıi vesellem)'in ona şöyle dediği - vet olunur: "Semti hilkatin de, ahlâkın da bana benler, Cafer'in iki oğlu Avn ve Abdullah. Nesâî'nin rivayetine göre: Abdullah Ta'fet kardeşi Avn İçin Resûlullah'm (salallahuaİCTİTİvesellem), "0; hilkatçe ve ahlâk yönüyle bana te^r/" buyurduğunu haber vermiştir.
Resûlullah'm (saMahu aleyhi vesellem) amcası Hz. Abbas'm oğlu Kuşem. Bunu İbnü's-Seken söylemiştir.
Ebu Süfyan b. Nevfel b. Haris b. Abdilmuttalib Oğlunun oğlu Abdullah b. Haris b. Nevfel b. Abdilmuttalib. Muhabber ve îsiiab'da. lakabının Emirü'l-Basra olduğu kayıtlıdır.
Abdullah b. Nevfel b. Haris b. Abdilmuttalib. Onun Hz. Peygamber (saBaIlahua!ej-MvesdİEm)'e benzediğini Zübeyr b. Bekkâr söylemiştir.
Akıl b. Ebı Talib'in iki oğlu; Muhammed ve Müslim. Bunu İbn Hibbân Sikât'ta zikretmiştir.
Sâib b. Yezid: İmam Şafiî'nin büyük dedesi. Bunu Zübeyr b. Bekkâr zikretmiştir. el-Hâkim, Menakzbu'f-Şaju'de Enes'ten şunu rivayet etmiştir: Resûlullah (saMahuakyhivesdkm) bir gün çadırda iken, Sâib b. Ubeydillah oğlu ile beraber huzuruna gelince buyurdu ki: "Oğlunun kendisine benzemesi kişinin saadetinden saydır." [166] İşte bu çocuk ŞâfV b. Sâib'dir. Bu çocuğun da "benzeyenler" arasında sayılması mümkündür.
Abdullah b. Âmir b. Küreyz el-Abşemî.
Kâbis b. Rebîa b. Adiy.
AH b. Nicâd b. Rıfâa er-Rifâî el-Yeşkürî.
Kasım b. Abdillah b. Muhammed b. Akîl.
Abdullah b. Muhammed b. Akîl b. Ebı Tâlib. Bunu Mizzî, babasının biyografisini verirken saymıştır.
Kasım b. Muhammed. el-Askerî'nin naklettiğine göre Ubeydullah b. İshak, Kâsım'ın, mahlûkât içinde Resûl-i Ekrem'e (saBaHuı aleyhi vesellem) en çok benzeyen kimse olduğunu söylemiştir.
ibrahim b. Abdullah b. el-Hasan b. el-Hasan Emimi Müminin ibnİ Emiril Müminin Ali b. Ebi Talib (radipHıuanhum).
Yahya b. el-Kâsım b. Ca'fer b. Muhammed b. Ali b. el-Hüseyn b. Ali b. Ebi Talib (tadiyaUahuanhum).
Abdullah b. Ebi Talha el-Havlânî. '
Müslim b. Muatteb b. Ebi Leheb.
Osman b. Affan da sayılmıştır. Fakat Hafız (İbn Hacer) der ki: Bu konuda dayanılan hadis uydurmadır. Hz. Osman'ın sıfatları hakkında doğru olan; o rivayetin hilafıdır.
Sabit el-Bünânî [167] ve Katâde b. Duâme. Bu ikisini hticlâbu irtikâi'l-ğuref kitabının sahibi zikretmiştir.
Ahit zamanda çıkacak olan Muhammed b. Abdillah el-Mehdî.
Bunların çoğunu Hafız (ibn Hacer) Fet/fde, Hz. Hasan ve Hüseyin'in menkıbelerini anlatırken zikretmiştir.
"Eşbâh [168]" içinde Mehdi'yi sayması hatadır. Nitekim Mehdî'nin evsâfı konusunda Ebu Davud, Hz. Ali'den şunu rivayet eder: "Peygamberinizin ismiyle adlandırılacak. Ahlâkta ona benzeyecek; ancak hilkatte benzemeyecek."
Mağribli şerif Abdullah b. Avâne, Sultan Eşref Kayıtbay zamanında Mısır diyannı ziyarete gelmişti. Hz. Peygamber (saUaMıualeriıİva^em)'in evsâfını bilen birçok hadis üstadı bana, bu Mağribimin Rcsûl-i Ekrem'e (saEaBahu aleyhi vesdlem) benzediğini söyledi. Şeyhimiz imanı Allâme (Şeyhu'1-İkrâ ve Dimask Camünin imamı) Ebu'l-Abbas Ahmed Şihabüddin er-Remlî (daha sonra pımaşkî) eş-Şafıî, âhiı ömründe Mısır diyarına geldiğinde, kendisinden bu konudaki isimleri manzum hale getirmesini istedim, aşağıdaki şiiri lütfetti:
Bazı insanlar Mustafa ya benzetildi. Unlan akımda tut, unutma! Pâtimatü'z-Zehrâ ve iki oğlu; Hasan ile Hüseyin; her ikisi de güzel... Resûluİİah'm oğlu ibrahim ve Büyük Nevjelb. Haris. Onun oğlunun oğlu Etntru I-Basra Ebu Muhammed... Onları güzelce an. Ca fer ve iki oğlu Abdullah ve Avn. Onları yâd et, boş- işlere dalma.
Aktiin iki oğlu Muhammed ve Müslim. Bir de büyük imamımız, şefaatçi torun Şafii'nin dedesi ğerefli zât Sâib b. Yezîd.
Alim Abdullah b. Amir b. Küreyz e!-Absemî.
Kâbis b. Rebta h. Adiy.
Ali b. Nicâd ibni Rifâa er-Rifâî el-Yeskürt.
Yahya b. el-Kâsım b. Ca 'fer b. Muhammed b. Ali h. el-Hüseyn b, Ali b. Ebi Tâlib.
Hz. Abbas in oğlu Kuşem ve Müslim b. Muatteb. Kasım b. Abdillah b. Muhammed b. Aku.
ibrahim b. Abdillah b. el-Hasan b. el-Hasan Emirül-Müminin Ibn Emiri'l- Müminin Ali b. Ebi Talib (mdiyallahu anlıum).
Ahir mamanda Hz. isa'dan biraz önce çıkacak, onu müjdeleyecek olan Seyyia Mehdi.
Abdullah b. Ebi Talha el-Havlânî.
y. Asırda gelip geçen, yüzü ay gibi parlayan Magrip li §erif Ahmed b. Avâne.
Onu çok zarif olduğunu ve en güzel sıfatlarla övüldüğünü gördüm.
Osman'ı da "e§bâh" arasında zikrettiler, fakat bu konudaki haber uydwmadır.
Üstadımız eş-Şeyh Şemsüddin Muhammed b. Muhammed b. Muhibbuddin Ahmed el-Kaysî el-Mâlikî -Allah ömrünü uzatsın- nazımdaki sahih rivayetlere aykırı bazı isimlere (Ebu Süfyan b, Nevfel'in Nevfel olarak tesmiye edilmesi gibi) dikkat çekmiş ve eksik kalanları da şu nazmıyla tamamlamıştır:
Halil ve muazzam cem Adem ae ' eşbân" arasında sayıldı (Semâda yıldız parladıkça Allah onlara salat ve selâm etsin),
Abdullah d. Nevfel ve Ebu Süfyan da.
Nâzım'm Nevfel'i "e§bâh"içinde sayması nakle aykırıdır.
Mehdi ae öyle... Çünkü mutemet rivayetlerde onun vasfı değişiktir.
Sabit el-Bunânı, Katâde b. Diâme, Abdullah, Şâfi', Akıl, imâm Şafiî'nin dedesi Şâ/i de "esbâh" arasında sayılmıştır.
Rabimiz O'na, âline ve Ashâb-ı Kiramına salâtü selâm etsin!
Resûl-i Ekrem (saMahudejiıivesdlcm) dört yaşındayken annesi Ebvâ'da vefat etmiştir. el-İfâre'&t bu görüş tercih edilmiştir. 6, 7, 9, 5, 12 yaşında, hatta bir ay 10 günlük iken vefat ettiğini söyleyenler de vardır. Hacûn mevkiindeki Ebu Debb vadisinde vefat ettiği de söylenmiştir, ama bizce bunu söyleyen yanılmıştır.
İbn İshâk der ki: Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi vesellem) annesi Amine- bint Vehb ve dedesi Abdulmuttalib'in yanında, Allah'ın himayesi ve koruması altında iken, Allah onu değerine uygun bir biçimde yetiştiriyordu. Altı yaşına geldiğinde, annesi Amine, Mekke ile Medine arasında Ebvâ denilen yerde vefat etti.
Belâzürî der ki: Basralılardan [169] bazıları Amine'nin Mekke'de öldüğü, Ebu Dübb el-Huzâî vadisinde gömüldüğü inancındadır. Bu doğru değildir.
İbn Sa'd'a göre, bu görüş yanlıştır; kabri Mekke'de değil, Ebvâ'dadır. Annesi onu Adİy b. Neccar oğulları kolundan dayılarını ziyaret etmesi için getirmişti; Mekke'ye dönerlerken yolda vefat etti.
Ibn Hİşâm da şu açıklamayı yapar: Abdulmuttalib'İn annesi, Neccar kabilesinden Amr'ın kızı Selmâ'dır. İbn îshâk'ın sözettiği akrabalık ilişkisi budur.
İbn Sa'd, İbn Abbas ve başkalarından şunu nakleder: Resûl-i Ekrem (saHahu aleyhi vesellem), annesi Amine'nin yanındaydı. 6 yaşma gelince annesi onu, Adİy b. Neccar oğulları soyundan olan dayılarını ziyaret etmesi için götürdü. Yanlarında da ona dadılık yapan Ümmü Eymen vardı. İki deve üzerinde yola çıkıp Nâbiğa'nm. evinde konakladılar; orada bir ay kaldılar.
Resûlullah (saMalıu alevH veseflem) orada kaldığı andan bazı şeyler hatırlıyordu.
Benî Adiy b. Neccâr'ın hisarını görünce tanımış ve şöyle buyurmuştu:
"Ben bu hisarın içinde Ensar kıllarından Enise adında bir câriye ile oyun , oynamıştım. Dayımın çocukları ile birlikte hisarın üstüne konan kuşları ; uçuruyorduk," Evi görünce de şöyle buyurdu: "İşte burada annemle
konakladık, Babam Abdullah'ın kabri de bu evdedir. Yüzmeyi de Adiy b. Neccâr
oğullannın kuyusunda öğrenmiştim."
Yahudilerden bir grup gidip gelip dikkatlice ona bakıyorlardı. Ümmü Eymen der kî: "Onlardan birinin: <Bu, bu ümmetin peygamberidir, burası da onun hicret yurdudu> dediği tamamıyla hatuımdadır." Sonra annesi onu Mekke'ye geri getirmek için yola çıkardı, Ebvâ'ya gelince orada vefat etti, kabri oradadır. Daha sonra onu Ümmü Eymen Mekke'ye getirdi. Ona . Ümmü Eymen dadılık yapıyordu.
Ebu Nuaym, Muhammed b. Ömer el-Eslcmî'den; o da üstadlarından benzerim nakleder ve şunları ekler: Resûlullah (salaüahu alevhi vcsellem) buyurdu ki: "Yahudilerden bir adam bana dikkatli dikkatli baktıktan sonra dedi ki; <Fy çocuk! Adın m senin?> Ben: <Ahmed> dedim. Sonra sırtıma baktı; şöyle dediğim işittim: <Bu, bu ümmetin peygamberidir.> Daha sonra dayılarıma gidip bunu haber vermiş, onlar da anneme söylemişler, annem hakkımda endişelendi, bunun itlerine Medine 'den çıktık."
Ümmü Eymen ise şöyle anlatır: Bir gün, gündüzün ortasında, yahudilerden iki kişi yanıma geldi, <Bize, Ahmed'i çıkar!> dediler. Ben de dışarı çıkardım. Ona uzun uzun baktıktan sonra, birinin arkadaşına: <Bu, bu ümmetin peygamberidir. Burası da onun hicret yeridir. Bu memlekette savaş ve esaret gibi büyük işler olacak!> dediği tamamiyle hatırımdadır.
Ebu Nuaym, Ümmü Semâa bint Ebı Rühm'den, o da annesinden şöyle nakleder: Hz. Âmine'yi Ölüm döşeğinde görmüştüm. Başucunda bulunan Muhammed'in (5 yaşmda çocuktu) yüzüne bakmış ve şöyle demişti:
Ey çekilen dehşetli ölüm okundan Allan 'm lütuf ve yardımı ile
100 deve karşılığında kurtulan zâtın yavrusu! Allan, seni mübarek ve devamlı kılsın!
Eğer rüyada gördüklerim doğru çıkarsa, celâl ve ikram sahibi olan Allan tarafından Adem oğullarına helâl ve haramı bildirmek üzere, peygamber gönderileceksin !
Sen, teslimiyeti; atan ibrahim 'in dinini gerçekleştirmek ve yerleştirmek için gönderileceksin!
Yine sen, islâm ve tahfif (dinde kolaylık) ile gönderileceksin!
Allan, seni, mil/et/erle birlikte devam edip gelen put/ardan, putperestlikten de irgeyecek, alıkoyacaktır.
"Her diri ölür. Her yeni eskir. Her yaşlı göçer. Ben de öleceğim. Fakat senin gibi temiz ve hayırlı bir vekil bırakacağım için, adım asla ölmeyecek..."
Daha sonra vefat etti ve biz, cinlerin feryat ettiğim işittik. Bu ağıtlardan aklımızda kalanları:
iffet timsali ve vakar sahibi; genç, takvâlı ve güvenilir Amine'ye ağlıyoruz...
Abdullah'ın zevcesi ve yoldaşı, sekineye malik ve Medinedeki minbere sahip Nebiyyullah'ın annesi...
Amine, oranın çukurunda rehin kaldı, Eğer mümkün olsaydı, değeri feda edilebilirdi.
hcelin bilenmiş, keskin bir bıçağı vardır. Erkeği kadını ayırmaz, illa ki gelir ve boğazım keser.
Ey üzgün kadın! Argın Sahibi nin, dinini yücelteceği kimseye kendini feda ettin.
Hepimiz üzgün ve yıkılmışız; sana, biçarelere ve kimsesizlere ağlıyoruz.
Ebu Hafs b. Şâhîn [170], en-Nâsih ve'l-Mensûh'da Ahmed b. Yahya el-Hadramî tarikiyle; Muhibb et-Taberî, Stret'mde, Kadı Ebu Bekr Muhammed b. Ömer b. Muhammed b. el-Ahdar tarikiyle; Garâib-i Mâlik'de Dârekutnî ve İbn Asâkir ile el-Hatîb es-Sâlnk ve'l-lJıbık'd% Ali b. Eyyûb el-Ka'bî tarikiyle nakleder; bu ravİlerin tümü derler ki: Bize, Ebu Gazıyye Muhammed b. Yahya ez-Zührî, Abdulvehhâb b. Musa ez-Zührî'den bildirdi; el-Hadramî ve İbnü'l-Ahdar ise, Abdirrahman b. Ebi'z Zinâd'dan [171]; el-Ka'bî, Mâlik b. Enes [172]'den rivayet etti; sonra İkisi, Hişâm b. Urve’ [173] den, o da babası Urve'den naklediyor. Hz. Aişe anlatıyor: Resûlullah (saHlahu aleyhi vesdlem) bizimle Veda haccını yaptıktan sonra, Ukbet'ül-Hacûn mevkiine uğramıştı; üzgün ve kederliydi, ağlıyordu. Ben de onunla ağlamaya başladım. Sonra "Ey Humeyrâ! Sakin ol!" dedi. Devenin yanına yaslandım, yanımdan uzun bir süre uzaklaştı; daha sonra döndü. Bu sefer ferahtı ve tebessüm ediyordu. Dedim ki: "Anam babam sana feda olsun Yâ ResûlalJah! Yanımdan ayrılırken üzgün, kederliydin, ağlıyordun, hatta ben de sana katılarak ağladım. Sonra döndün; sevinçli ve mütebessim bir haldesin. Bunun sebeb-ı hikmeti nedir!?" Buyurdu ki: "Annemin kabrine gittim, Allah Teâla 'dan onu diriltmesini istedim, diriltti, o da bana iman etti. Sonra Allah onu (kabrine) geri çevirdi."[174]
Bu hadisi rivayette Ebu Gaziyye ve ondan rivayet ederken -isnadında Mâlik'i zikretmek suretiyle- el-Ka'bî tek kalmıştır (teferrüd etmiştir). Dârekutnî der ki: Bu, Mâlik adına uydurulmuş bir yalandır; bunun sorumluluğu da Ebu Gaziyye'ye aittir. Hadisi uydurmakla itham edilen kimse odur veya ondan rivayet edenlerden biridir.
Hafız Ebu'1-Fadl b. Nasır, Cûzekânî, İbnu'l-Cevzî ve Zehebî bu hadisin uydurma olduğuna hükmetmişlerdir, Hafız (İbn Hacer) de Lisân*da. bunu onaylamıştır. Hz. Peygamber (db&dnıafcyhi vesdlem)'in babası Hz. Abdullah'ın konu edildiği bölümde geçtiği üzere bunlardan başka bir grup da uydurma olduğunu söylemişlerdir. İbn Şahin ve ona tâbi olanlar bu hadisin, (küfür üzere ölenler için) "istiğfardan nehyeden hadisleri" nesh ettiğini kabul etmişlerdir.
Ben şöyle derim: Bu doğru değildir; çünkü Resül-i Ekrem'i (saDaBahu aleyhi vesdlem) anne-babasına istiğfardan nehyeden hadislerin bazı tarikleri sahihtir ki bunları Müslim ve İbn Hibbân Sahihlerinde zikretmişlerdir. Öyleyse bu hadis, zayıf olduğu İçin sahih hadisleri nesh edemez. En doğrusunu Allah bilir.
Ebu'l-Hattâb ibn Dıhyc (rabmehdkh) der ki: Babası ve annesinin diriltildiği konusundaki hadis uydurmadır; icmâ ve Kur'ân bunu reddetmektedir: Allah Teâla buyurur ki: "Kâfir olarak ölenlere değil..." (Nisa, 18). "Kâfir olarak ölürse..."
(Bakara, 217). İşte kim kâfir olarak ölürse, artık rec'atten sonra iman etmek ona fayda vermez. Hatta, muayene anında iman etse bile kabul edilmez. Öyleyse hayata geri döndürüldükten sonra nasıl fayda verebilir!? Tefsirde, Resûlullah (saBaflalıu aleyhi veselem)'in: 'Anne ve babama ne (muamele) yapıldığım keşke bilseydim?"[175] diye söylediği, bunun üzerine:
"Sen Cahîm (cehennem) ehlinden sorumlu değilsin" (Bakara, 119) âyetinin indiği kayıtlıdır.
Ben derim ki: Ebu'l-Hattâb hadisin uydurma olduğuna karar vermekle yetinip -Hz. Peygamber (saMJıu aleyhi veseJemJ'in ebeveynine, hürmeten-devamındakileri söylemese daha iyi olurdu. Kurtubî onun görüşünü şöyle değerlendirmiştir:
İbn Dıhye'nin araştırmadan hemen hüküm vermemesi gerekirdi. Şöyle ki: Hz. Peygamber'e (saHaHalıualejlııvesellem) verilen faziletler ve hâssalar, o vefat edinceye kadar birbirini izlemiş; sürekli devam etmiştir. Bu da Allah'ın ona bir fazlı ve İkramıdır. Onların diriltilip de iman etmesi aklen ve şer'an imkânsız değildir. Kur'ân-ı Kerîm'de, Benî İsrail'den öldürülen kimsenin diriltilmesi ve katilini haber vermesi; Hz. İsa'nın ölüleri diriltmesi konuları yer alır. Yine Allah Teâla, Hz. Peygamberin (dlAhu aleyhi vesdlcra) eliyle bir grup ölüyü diriltmiştir. İşte bütün bunlar sabit olduğuna göre, Resûlullah'a (saMblıu aleyhi veseüem) olan kerem ve fazlın artırılması için anne-babasınrn diriltilip iman etmelerine izin verilmesine ne engel olabilir? Şu da gözden kaçmamak ki; öldükten sonra İmanın fayda vermeyeceğine dair âyet, kâfir olarak ölenlere mahsustur.
"Kim kafir olarak ölürse..." sözü de mcrduttur. Çünkü hadiste, Allah Teâla'nın Peygamberi için, battıktan sonra güneşi geri çevirdiği ve Hz. Ali'nin ikindi namazını kıldığı variddir. Bu hadisi Tahâvî zikredip "sahih hadis" demiştir. Güneşin geri dönmesi fayda vermeseydi ve vakit teceddüd [176] edemez olsaydı Allah onu geri çevirmezdi, işte, Hz. Peygamber (saMdıu aleyhi vedian)'İn anne ve babasının dirilmesi de bunun gibidir. Hz. Yûnus'un kavmi, azaba müstahak oknalarma rağmen, azap gelmeden af dilemişler, Allah Teâla da onların imanlarını ve tövbelerini kabul etmiştir. Bu konudaki "Sen Cahîm (cehennem) ehlinden sorumlu değilsin" âyeti ise, iman etmeden ve azaba maruz kakııadan önce İnmiştir.
Hafız (İbn Hacer) de Kurtubî'nin bu görüşünü Şer/m'd-Dürer'de özetle nakletmiş ve yorumunu kabul etmiştir.
Şeyh (Suyûtî) (rahimehulhh) der ki: Vaktin teceddüt etmediğine, güneşin gen dönmesi olayını delil göstermesi son derece güzeldir. Bundan dolayı o namazın edâ edildiğine hükmedilmiş tir. Yoksa, güneş battıktan sonra ikindinin kazası sahih olsaydı, geri dönmesinde bir fayda olmazdı. Ben bundan daha açık bir delil buldum. O delil şudur: Ashâb-ı Kehfin âhir zamanda diriltileceğİ; hac yapacakları ve şerefini yüceltmek için bu ümmetten olacaklarına dair vârid olan hadis...
İbn Abbâs (radraMıuaıJunm)'dan merfû' olarak vârid oknuştur ki: "Ashâb-ı Kehf, Mehdı'nin yardımcılarıdır." Bunu İbn Murdcvcyh Tefsir'ınde. rivayet etmiştir. Bu hadis, Ashâb-ı Kehfin öldükten sonra dirilecekleri ve yapacakları amellerin de muteber olduğunu gösterir. Allah Teâla'nın, Hz. Peygamber (dbllahu aleyhi vcsdkn)'in ebeveyni İçin bir ömür takdir edip, onu tamamlamadan kabz etmesinde; daha sonra da geri kalan bir ankk süreyi tamamlamak için diriltmesi ve onların da Hz. Peygamber'e (saHahu aleyhi vesellem) iman etmesinde garipsenecek bir durum yoktur! Geri kalan bu sürenin, imanı tamamlamaları için fasılayla (ara verilerek) te'hir edilmesi, Allah Teâla'nın peygamberine bir ikramıdır. Ashâb-ı Kehfin bu müddete te'hiri de aynı şekilde bu ümmete dahil olma şerefine erişmeleri için Allah tarafından bir ikramdır.
"Ebeveynime ne yapıldığım keşke bilseydim!" rivayeti; hüccet olamayacak, mu'd [177] ve zayıf bir hadistir.
Hafız İbn Seyyidinnâs el-Uyûn'da, Hz. Peygamber'in (saflallahualeyhivescllem) ebeyninin diriltilip iman ettiklerinin rivayet edildiğini zikrettikten sonra der ki: Bu, İmam Ahmed'in İbn Rezîn el-Ukaylî'den rivayetine muhaliftir ki o rivayet şudur: Ebû Rezîn anlatıyor: "Yâ Resûlallah! Annem nerededir?" dedim, o da: 'Annen cehennemdedir!" buyurdu. "Öyleyse senin ailenden göçenler nerededir?" dedim. "Benim annemin senin annenle beraber olmasından hoşnut olma-^ mısın?" buyurdu." Bazı ilim erbabı, bu rivayetleri söyle uzlaştırmıştır: Hz. Peygamber (sıMıhu aleyhi vesdlem), Cenâb-ı Allah pak ruhunu katına alıncaya kadar mütemadiyen makamât-ı seniyyede yükselerek âlî derecelere çıkmıştır. Bu lütfün, önceleri yokken daha sonra verilmiş oknası mümkündür. Ayrıca ebeve3'ninin dirilip iman etmelerinin diğer hadislerden sonra vuku bukmış oknası da imkan dahilindedir; hadisler arasında tearuz (çelişki) yoktur.
Hz. Peygamber (saüallahu aleyhi vesellem)'in "Anne m babamat ne (muamele) yapıldığını keşke bilseydim!" sözü üzerine: "Sen Cahîm (cehennem) ehlinden sorumlu değilsin" (Bakara, 119) âyetinin indiği ve vefat edene kadar ebeveyninden bir daha sözetmediği şekkndeki rivayetin senedi zayıftır; hüccet (delil) olamaz. Bunu ibn Cerîr^ ve hastaları, Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den mürsel [178] olarak rivayet etmişlerdir. Yine bir benzen de Davud b. Ebı Asım'dan rivayet ediknişdr. O da mı/'dal, senedi zayıf ve hüccet olamayacak bir rivayettir.
Sonra âyet için gösterilen nüzul sebebi; usûl, belagat ve esrâr-ı beyân yönlerinden kabul edilemez. Şöyle ki: Bu âyetlerden (cahîm ayeti: Bakara, 119) önceki^ve sonraki âyetlerin hepsi, yahudiler hakkındadır: (Bakara, 40):"Ey İsrail oğullan! Size verdiğim nimetleri hatırlayın, bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de size va'd ettiklerimi vereyim. Yalnızca benden korkun" âyetinden (Bakara, 24): "Bir zamanlar Rabbi, İbrahim'i birtakım kelimeferte sınamış..'."/âyetine kadar. Bu konu başladığı üslup ile bitmiştir: Çip "Ey İsrail oğulları! Size verdiğim nimetleri hatırlayın" (Bakara 40) İşte bütün bunlardan açığa kavuşuyor ki, A.shâb-ı Cahfmden kasıt, ehl-ı kitaptan kâfir olan kimselerdir. Zaten bu, hadislerde açık bir şekilde yer almıştır. Abd b. Humeyd ve Fiıyâbî, Mücâhid'in şöyle dediğini rivayet ederler: "Bakara Sûresi'nin başındaki 4 âyet, müminlerin vasıflarını; 2 âyet kâfirlerin vasıflarını; 13 âyet münafıkların vasıflarını anlatır. 40. âyetten 120. âyete kadar da İsrail Oğulları hakkındadır."
Sûrenin medenî (Medine'de inmiş) olması da bu tezi destekler: Medenî sûrelerde en çok hitap edilen kesim, yahudilerdir. Münasebet yönünden bakarsak; Cahîm kelimesi -lügat ve nassların muktezâsma göre- Cehennemin büyüğüne verilen isimdir. İbn Cerir, Mâlik'den bunu rivayet etmiştir: "Cahîm, Cehennemin büküğüne verilen isimdir." İbn Cerîr veİbnü'l-Münzir, İbn Cüreyc'in "Onun yedi kapısı vardır" (Hicr44) âyeti hakkında şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Birincisi Cehennem, sonra sırasıyla; Lezâ, Hutamc, Sair, Sakar, Cahîm ve Hâviye. Ebu Cehil Cahîm'dedir." Bu rivayetin İsnadı sahihtir.
Öyleyse cahîm mertebesine layık olanlar; küfrü büyük, günahı ağır olan, islam'a davet .edildiğinde inat eden, onu çarpıtıp değiştirmeye kalkışan ve bile bile inkar eden kimselerdir. Tahfif mahallinde olanlar 'M değildir.
İslâm dâvetine yetişen, ömrü uzun olan, buna rağmen icabetten imtina eden Ebu Tâlib, Resûlullah'a (saMahualej-lıivesdlem) yakınlığı ve iyiliği sebebiyle -nasslara göre- Cehennem ehlinden en hafif azaba maruz kalan kimse olursa, Resûl-i Ekrem'e (sjallahu alej-H veseDem) ondan daha yakın, sevgisi daha kuvvetli, mazereti daha geçerli ve ömrü de daha kısa olan ebeveyni hakkında ne denilebilir? Onların cahîm tabakasında olup da büyük azaba maruz kaldıklarını zannetmekten Allah'a sığınırız! Böyle bir düşünceye en düşük mânevi zevki olan kimse bile sahip olmaz!
"Resûl-i Ekrem'in (salaflahu aleyhi vcsdkm), annesi için mağfiret dilediği, bunun üzerine Cibril'in göğsüne vurup, 'Müşrik olarak Ölen kimseye istiğfar dileme!" dediğine dair varid olan rivayet, delil olamaz, senedinde meçhul raviler vardır. Bu rivayeti Bezzâr nakletmiştir.
"...Müşrikler için af dilemek ne peygambere yaraşır, ne de müminlere..." (Tevbe, 113) âyetinin nüzul sebebi olarak, "Hz. Peygamber (saGallahu aleyhi vcsellem)'in annesi için mağfiret dilediği ve bunun üzerine âyetin indiği" şeklindeki rivayeti; Hâkim, İbn Mes'ud'dan; İbn Cerîr, Atıyye cl-Avfi .tarikinden; Taberânî, İkrime tarikinden; İkrime ve Atıyyc de İbn Abbas'dan; İbn Murdeveyh de Büreyde'den nakletmiştir. Bu hadiste Resûl-i Ekrem (sallaüahu aleyhi veseEem)'in annesinin kabrinin Mekke'de olduğu yer alır.
Şeyh (Suyûti) (rahimehuüah) bu konuyu şöyle yorumlar: Zehebî, Muhtasar'ında., İbn Mes'ud hadisini değerlendirerek der ki: Her ne kadar Hâkim bu hadisi sahih kabul etse de senedinde, İbn Maîn'in zayıf addettiği Eyyûb b. Hâni' vardır. Bu ise, sıhhatini yaralayan bir illettir /kusurdur), ikinci bir illeti de, Sahih-i Bt/bâri'de ve başka kitaplarda yer alan "âyetin, Ebu Tâlib'in vefatının ardından, Resûl-i Ekrem'in (saBallahu aleyhi veseEem) ona mağfiret dilemesi üzerine Mekke'de nazil olduğu" şeklindeki rivayetlere muhalif olmasıdır. (Bu husus, ileride Ebu Tâlib'in vefatı konusunda da {s. 413}ele alınacaktır). İbn Abbas hadisinin de iki illeti vardır: Daha önce geçtiği gibi sahih hadise aykırı olması ve isnadının zayıf olması. Büreyde hadisine gelince; onun da iki kusuru vardır: Birincisi, âyetin sebeb-i nüzulüne muhalif olmasıdır. İkinci kusur ise; annesinin kabrinin Mekke'de olduğu ifadesidir. İbn Sa'd bu hadisi tahric ettikten sonra der ki: Burada bir yanılgı vardır; zira annesinin kabri Mekke'de değil, Ebvâ'dadır.
Şeyh (Suyûti) (ohimehullah) der ki: Bu tariklerin en sağlamı; "Hz. Peygamber (saDaDalıu aleyhi vcseüem)'in annesinin kabrini 2000 teçhizatlı askerle birlikte ziyaret ettiği ve o günden itibaren daha çok ağladığının görüldüğü" şeklindeki rivayettir. Bunu Hâkim rivayet ederek Büreyde tarikini sahih görmüştür. Bu rivayetin İlleti (kusuru) yoktur; sahih hadîslerdeki herhangi bir hususa aykırı değildir ve burada mağfiret dilemenin yasaklanması da söz konusu edilmemiştir. Ağlama sırf mevta ziyaretinden hasıl olan rikkatten ötürüdür; sebebi, annesinin azap görmesi vb. gibi şeyler değildir.
Daha sonra Şeyh (Suyûti) şöyle devam eder: Ben, annesinin muvahhid olarak vefat ettiğine delil olabilecek bir eser elde ettim. (Ummü Semâa bint Ebi Rühm'ün annesinden naklettiği sözü aktararak şöyle devam eder): Hz. Peygamber (saMalıualeyhiveselem)'in annesinin bu sözleri, onun muvahhid olduğunu açık bir şekilde gösterir. İbrahim'in dinini zikretmiş; oğlunun celâl ve ikram sahibi Allah tarafından İslâm ile gönderileceğini söylemiş ve kavimlerle beraber sürüp gelen puta tapıcılıktan onu nehy etmiştir. Tevhid bundan başka bir şey inidir? Tevhid; Allah'ı ve ulûhıyyetinİ, ortağı olmadığını itiraf etmek ve putlara tapmak vb. şeylerden uzak olmaktır. Bi'setten önceki Cahüiye devrinde de bu kadarlık bir söz, küfürden uzak olduğuna ve tevhid vasfının var olduğuna yetecek bir kanıttır. Ulemâ, cahılıye devrinde yaşamış bir kimsenin, ölürken oğullarına, kendisini yakıp toz haline getirmelerini ve rüzgâra serpmelerini emretmesini ve "Allah bana kadir olursa" demesini şöyle değerlendirir: Bu söz, imanının olmadığına işaret değildir, çünkü Allah'ın kudretinden şüphe etmemiş, fakat bu hususta bilgisi olmadığı için, böyle yapıldığı zaman kendisinin ged çevrilmeyeceğim zannetmiştir. Câhilıye devrinde yaşamış olan herkesin kâfir olduğu ileri sürülemez. Şu bir gerçektir ki; o devirde Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, Kuss b. Sâidc, Varaka b. Nevfel gibi hanifliği benimsemiş; müşriklerin yaşayışından uzak kalmış ve Hz. İbrahim'in dinine bağlanmış bir grup vardı, İşte bu tevhiddır. Hadiste bunların hepsinin imanına hüknı olunmuş, cennetlik oldukları ifade edilmiştir. Hz. Peygamber (saMaluı%lıivcsdîan)'in annesinin de onlardan olmasına şaşmamak gerekir. Nasıl olmasın ki? Zaten haniflerin çoğunun hanif olma sebebi, Hz. Peygamber'in (saüaliahu aleylıi vesellem) yakın zamanda geleceğine dair, Ehl-i Kitap'tan işitmiş oldukları "Harem mevkiinden bir peygamberin gönderileceği ve vasıflarının şöyle şöyle olacağı" tarzındaki haberlerdir. Hz. Peygamber (saBaHıu aleyhi vesellem)'in annesi de başkasından daha fazla bunları duymuş; hamileliği ve doğumu esnasında -kendisini zaruri olarak hanifliğe götüren, parlak işaretleri müşahede etmiş ve -peygamber annelerinin gördüğü gibi- o da çıkıp Şam saraylarını aydınlatan nuru görmüştür. Hz. Halime onu göğsü yarılmış, kendisi de bundan çok korkmuş olduğu halde getirdiği zaman, annesi: "Ona şeytanın musallat olmasından mı korktunuz? Hayır! Vallahi, şeytan ona (musallat olmak için) yol bulamaz, benim oğlumun şanı yücedir!" demiş, bu tarzda başka sözler de söylemiştir. Onu vefat ettiği sene Medine'ye götürmüş, Yahudilerin onun hakkındaki sözlerini ve peygamberliğine dair şehadetleiini duyunca Mekke'ye geri getirmek üzere )fola çıkmış ve yolda vefat etmiştir. Bunların hepsi, Resûl-i Ekrem'in (saflaBahu aleyhi vesdlem) annesinin hanif h\ı hayat yaşadığını destekler.
Şeyh (Suyûtî) (ıvıhîmehullah) der ki: Eğer: "Resûl-İ Ekrem'in (saBaSahu aleyhi vesellem) ona mağfiret dilemek için izin istediği ve kendisine İzin verilmediğine dair sahih rivayetler olduğu halde ve üstelik "Annem si^in annenimle beraberdir" hadisi de bunun hilafını bildiriyorken, sen onun muvahhide olduğuna nasıl hükmedersin?" dersen; ben de buna şöyle cevap veririm: İhya (annesinin diriltilmesi) hâdisesi, zaman bakımından yukarıdaki iki hadisten daha sonra vuku bulmuştur. Ve bu diriltme hadisi, önceki hadisleri nesh etmiştir. Bu konuda ne dersin? Tevhid üzere ölüm, elbette ki azap ile çelişir.
"Annem sitgn annenimle beraberdir" hadisine gelince: Hâkim bunu sahih kabul etmiştir. Fakat hadis Mimlerinde; Hâkim'in tashih hususunda mütesâhil olduğuna (gevşeklik gösterdiğine, işi sıkı tutmadığına) karar verilmiştir. Zehebî, Hâkim'in bu hadis hakkındaki "sahih bir hadistir" sözünü naklettikten sonra der ki: "Hayır! Vallahi, Osman b. Umeyr, Dârekutnî'nin zayıf addettiği bir ravidir." Zehebî hadisin zayıflığını açıklamış, üstüne de yemin etmiştir. Sahih olduğunu varsayarsak, şöyle güzel bir cevap verilebilir: "Annem sitğn annenime beraberdir" hadisi, annesinin cennet ehlinden olduğu kendisine vahyedümeden önce sâdır olmuştur. ir£übba'm peygamber olup olmadığını bilmiyontnf [179] hadisi de böyledir. Bunu, Hâkİm ve İbn Şahin, Ebu Hüreyre hadisinden rivayet etmiştir. Tübba' hakkında vahiy geldikten sonra da: 'Tübba'a sövmeyin! Çünkü o Müslüman olmuştur" [180] diye buyurmuştur. Bunu İbn Şâhîn, Sehl b. Sa'd ve İbn Abbas hadisinin nüshalarında rivayet etmiştir. İşte, önceleri Resûl-İ Ekrem'e (saDaEahu aleyhi vesellem) annesinin durumu hakkında herhangi bir sev vahyedilmediği ve annesinin vefat ederken söylediği söz de kendisine ulaşmadığı; kendisi de (o zaman 5 yaşında olduğundan) hatırlayamadığı için; Câhiliye halkı için genel kaide olan mutlak bir yargıyı (cehennemlik olduğunu) ifade etmiştir. Daha sonra kendisine annesinin durumu vahiyle bildirilmiştir.
Aynı hadisin sonundaki "Bunu Rabbime sormadım" sözü, bu tezi tc'vid eder. Bu söz, henüz kendisi ile Rabbi arasında annesinin durumu konusunda bir görüşme olmadığını; bunun daha sonra vuku bulduğunu gösterir. Annesi için mağfiret dilemesine izin verilmemesi; annesinin kâfir olduğuna hükmetmeyi gerektirmez. Delili de şudur: Resûl-İ Ekrem (saBaflahu aleyhi veselcm), İslâm'ın illi zamanlarında, borçlu olarak ölüp borcuna yetecek kadar mal da bırakmayan kimsenin cenaze namazını kılmaktan ve -müslümanlardan olduğu halde- ona mağfiret dilemekten men edilmişti. Bunun sebebi olarak da Resûl-i Ekrem'in (saMıhu aleyh vesellem) istiğfarının mutlak olarak hemen kabul edilmesi gösterilmiştir. O kime mağfiret dilerse, duası hemen cennetteki makamına ulaşır. Borçlu kimse ise, borcu ödenene kadar makamından alıkonulmuştur. Hadiste de bu ifade edilmiştir: "Müzminin nefsi, Ödeninceye kadar borcuna bağlı kalır." Hz. Peygamber'in (saDaMıu aleyhi vcsdlem) annesi de hanif olmakla beraber küfrün dışındaki başka sebeplerden ötürü berzah âleminde Cennet'ten alıkonulmuştur. Bu sebepler, istiğfar hususunda Resûl-i Ekrem'e (saDaDahu aleyhi vesdlem) izin verilmemesini gerektirmiştir. Daha sonra o sebepler ortadan kalkınca Allah Teâla bu konuda izin vermiştir. Bu iki hadise şöyle bir cevap vermek de muhtemeldir: Hz. Amine, muvahhide idi; şu var ki, kendisine ba's ve nüşur (öldükten sonra dirilme) İle ilgili bilgi ulaşmamıştı. Bunlara iman ise, büyük bir itikâdi meseledir. Allah Teâla daha sonra onu diriltmiş, o da öldükten sonra dirilmeye ve şeriatındaki bütün hususlara iman etmiştir. Bu ihya olavı. Veda hacema, şeriatın tamamlanmasına kadar ertelenmiştir. O zaman inen âyet şöyledir: ^^ pi3 cUİS'i ^l "Bugün size dininizi tamamladım." (Mâide, 3) Böylece o zaman diriltilerek inzal edilen bütün hususlara iman etmiştir. Gerçekten bu, nefîs ve belîğ bir yorumdur. Şeyh (Suyûtî) (rahimekıHı) bu konuyu ed-Dürerii'l Karnine fî Islâmi's-Seyyideti simim ve hlesâliku'l-Hıtnefâ fi Vûlideyi'l-Mustafâ isimli kitaplarında detaylı olarak ele almıştır. Benim aktardıklarım bu kitapların bir özetidir. Başka tartışmalar da vardır, fakat yeri olmadığı için ben buraya almadım.
Hz. Peygamber'in (saMdıu aleyhi anlatılırken yeterli bilgi verilmişti.
Bir kısım Mağrip ulemâsının kaleme aldığı fetvalar elime geçti. Bu konuyu geniş bir şekilde ele alıp Şeyh'in (Suyûtî'nin) yorumunu tercih etmişler. Oradan özetle şunlar aktarılabilir: Bu mevzuda konuşanlar üc gurupta ele alınabilir. Bir kısmının küfrüne ve zındık olduğuna hükmolunur. Gecikmeden katli gerekir. Bunlar, Hz. Peygamber'in (saklalıu aleyhi vesellem) ebeveynine saygı göstermesi gerekirken; onları küçük düşüren, yeren ve inciten bir üslup kullanan kimselerdir.
Bir kısım da vardır ki; bunu söyleyenlere bir kusur atfedilemez. Bunlar; zarurî bir saik sebebiyle bu mevzuda konuşan kimselerdir. Hadis yorumu yaparken veya meseleyi ele alırken şer'î sâiklerle konuşurlar.
Bir kesim de vardır ki; onlar hakkında konuşmak (tekfir etmek) bize haram olur; sözleri, katli gerektirecek derecede değildir, Bunlar, hiçbir şer'î sebebin kendilerini o konuda söz söylemeye sevk etmediği kimselerdir. Bu kimseler, konumuna göre te'dib edilir. Eğer dillerine sahip olmayıp cür'etkâr tavırlarım sürdürürlerse, te'dib tedbirleri artırılır, şer'î vazifelerden azledilir. Ömer b. Abdilaziz (ralıimdıullah), zekât memurunu bu yüzden azletmiştir.
Bu konu dadaönce Hz. Peygamber'in (sUalm aleyhi vesellem) babası Abdullah'ın hayatı anlatılırken geçmişti.
Sonra Suyûtî, Fetevâ'smda şöyle devam eder: Akıllı bir kimseye bunu (yani anne-b ab asının diriltilme sini) inkar etmek yakışmaz. Resûl-i Ekrem'in (salkHıu aleyhi vcseDem) Mevlâ katındaki değeri büyüktür. Bu durumda sahih olup olmadığı ile meşgul olunmaz. Ulemâ demiştir ki: Tergîb ve terhîb (amelleri teşvik eden ve haramlardan korkutan) tarzındaki hadislerde sıhhat şartı aranmaz. Öyleyse bu konu hakkında ne dersin? İnşâallah sıhhatine mani bir şey yoktur. Zaten bu da Cenâb-ı Şeriflerini (salMalıuah'lıi-veselîcm) seven herkesin zann-ı galibidir.
Resûl-i Ekrem'in (sdMMıu aleyhi vesellem) annesi Hz. Amine vefat edince, dedesi Abdulmuttalib onu bağrına bastı ve ona, kendi çocuğuna göstermediği şefkati gösterdi.
İbn İshâk der ki: Bana, Abbas b. Abdillah b. Ma'bed, ailesinden birinin
söyle dediğini nakletti: Abdulmuttalib için Kabe'nin gölgesine bir minder serilir; kendisine hürmeten üzerine oğullarından hiçbirinin oturmasına müsâade edilmezdi. Resûlullah (saHaHıu aleyhi vesellem) gelip üzerine oturunca amcaları ona mâni olmak isterler, dedesi hemen: "Bırakın oğlumu! Onun sânı yücedir!" der, sırtını sivazlardı.
Ebu Nuaym, İbn Abbas (adiyaMıuanlunW)'dan benzerini rivayet eder ve şunu ekler: "Bırakın oğlumu, otursun! Kendisi onu bir itibar sayıyor! Onun, kendisinden önce ve sonra hiçbir Arab'ın ulaşamadığı bir şerefe erişmesini umuyorum".
İbn Sa'd ve İbn Asâkir; Zührî ve Mücâhid'den, Nâfi' ile İbn Cübeyr'in şöyle dediklerini rivayet ederler: "Hz. Peygamber (saMalıu aleyhi vesellem) dedesinin minderine otururdu, amcaları hemen onu kaldırmak isterlerdi. Abdulmuttalib de derdi ki: "Bırakın oğlumu, mülke [181] alışsın!"[182]
Müdlıc oğullarından bir topluluk Abdulmuttalib'e der ki: "Onu iyi gözet! Makam-ı İbrahim'deki ayağa onun ayağından daha çok benzeyen bir ayak görmedik."
Abdulmuttalib de Ümmü Eymen'e şöyle der: "Ey Bereke! Onu iyi koru! Ondan gafil olma! Ehl-i Kitap onun bu ümmetin peygamberi olduğunu iddia ediyor."
Mehâmilî, İbn Abbas (radiyaHm anktma)'dan naklediyor: Babamın şöyle dediğini işittim: Abdulmuttalib'in Hicir'de bir şiltesi vardı; üzerine kendisinden başka kimse oturamazdı. Harb b. Ümeyye ve başkaları bile şiltenin üzerine değil, etrafına otururdu. Bir gün Resûlullah (sJaMıu aleyhi vesellem) -daha baliğ olmamış çocukken- geldi ve şiltenin üzerine oturdu.
Birisi onu geri çekti, o da ağladı. Bunun üzerine Abdulmuttalib dedi ki (bu olay gözlerini kaybetmeden Önceydi): "Oğlumun neyi var ki ağlıyor?" Dediler kî: "Şiltenin üzerine oturmak İstedi, ona mani oldular." Bunun üzerine: "Bırakın oğlumu, otursun! O kendisi İçin bunu bir şeref sayıyor! Onun, kendisinden önce ve sonra hiçbir Arabın ulaşamadığı bir şeref mertebesine erişmesini umuyorum" dedi.
Belâzürî'nin Zühri ve Muhammed b. es-Sâib'den rivayetine göre: . Yemek getirildiği zaman Abdulmuttalib Resûl-i Ekrem'i (salkMıu aleyhi vesdlem) yanına, bazen de dizinin üstüne oturtur; yemeğin en İyisini ve tatlısını ona yedirirdİ. Ona çok şefkatli ve iyi davranırdı. Bazen yemek getirilir, fakat Rcsûlullah (sallallahu aleyhi vesdlem) hazır bulunmazdı; o getirilene kadar Abdulmuttalib hiçbir şeye elini sürmezdi. Bclâzürî, devamında yukarıda rivayet edilenlerin benzerini nakleder.
Ebu Nuaym, Muhammed b. Ömer el-Eslemi'den, o da üstadlarından naklediyor: Abdulmuttalib bir gün Hicir'de Necrânlı Hıristiyan lideriyle konuşurken, o zat der ki: "Bİz kitaplarda İsmail'in çocuklarından gelecek bir peygamberin vasıflarını okuyoruz. Burası onun beldcsidir; vasıfları da şunlardır..." Resûlullah (sJaflahu aleyhi veseDem) teşrif etti, Hıristiyan lider ona, gözlerine ve sırtına bakıp: "işte O! Bu senin neyin olur?" dedi. Abdulmuttalib dedi ki: "O benim oğlumdur." Hıristiyan âlimi: "Hayır!" dedi. "Biz kitaplarda onun babasını sağ bulmuyoruz!" Abdulmuttalib: "O benim torunumdur. Babası, annesi Muhammed'e hâmileyken vefat etti" 'deyince, Hıristiyan bilgini: "Doğru söyledin!" diye tasdik etti. Bunun üzerine Abdulmuttalib, oğullarına dönerek: "Kardeşinizin oğluna sahip çılanız! Onun hakkında söylenileni işitmiyor musunuz?" dedi.
Tarihînde Buhârî; İbn Sa'd ve {sahih hükmü vererek) Hâkim Kendir b. Saîd b. Hayve (veya Hayde)'den, o da babasından; Beyhaki de Muâviye b. . Hayde'den' [183] rivayet ediyor; Kendir şöyle der: Câhiliye devrinde hac . yapmak için (Muâviye: Umre yapmak için demiştir) yola çıktım. Uzun boylu bir yaşlı kişi şöyle diyerek Kabe'yi tavaf ediyordu:
Rabbim! Muhammed'i bana geri çeviri Onu çevir Yâ Rabbi! Ve onu benim yardımcım yap!
Onun halini sordular, denildi ki: "Bu, Kurcyş'in efendisi Abdulmuttalib'dir. Çok devesi vardır. Birkaç devesi kaybolmuş, o da oğullarını aramaya göndermişti. Oğulları bulamayınca torununu gönderdi -O gönderildiği her işi başarmıştır, Abdulmuttalib de oğullarının başarısız olduğu bu işe onu göndermişti- Fakat gecikti, henüz gelmedi." Ravi der ki: "Çok geçmeden Resûlullah (saMahu aleyhi veseücm) yanında develerle cikageldi. Abdulmuttalib ona: <Ey oğlum! Senin hakkında çok endişelendim! Bundan sonra asla yanımdan ayrılma!> dedi."
İbnu'l-Cevzî, Ümmü Eymen (ıac%aMuanhâ)'dan bildiriyor: Bir gün Resûl-i Ekrem'e (saflalahu aleyhi vescDem) bakarken dalmışım. O, yanımdan uzaklaşıp gittiği halde farkına varmamışım. Abdulmuttalib'İn birdenbire baş ucuma dikildiğini gördüm. Bana "Ey Bereke!" dedi, "Buyur!" dedim, "Oğlumu nerede buldum, biliyor musun?" diye sordu. Ben de "Hayır, bilmiyorum!" dedim. Bunun üzerine, "Onu sedir ağacının yakınlarında, çocuklarla oynarken buldum. Onu gözden kaçırma! Ehl-i Kitap, onun bu ümmetin peygamberi olduğunu ileri sürüyor! Ben, Muhammed hakkında onlara pek güvenmiyorum" dedi.
İbn Sa'd, Belâzürî, İbn Ebİ'd-Dünyâ, Taberânî ve Beyhakî, -Abdulmuttalib'in yaşıtı olan- Rukayka bin t Ebi Sayfı b. Hâşim'in şöyle dediğini rivayet ederler: Kureyş peş peşe birkaç sene deriyi kurutan, kemiği incelten bir kıtlığa maruz kaldı. Bir gün ben uyurken (veya kestirirken) bir sözcünün cılız bir sesle şöyle seslendiğini duydum: "Ey Kureyş topluluğu! içinizden gönderilecek peygamberin gölgesi başınızın üstüne düştü! Bu zamanlar, onun ortaya çıkma zamanıdır. Haydi, yağmura ve bolluğa koşun! Dikkat edin! İçinizden şerefli, asıl, iri vücutlu, beyaz, berrak ve nâzik tenli, kirpikleri uzun, yanakları düz, burnu ileriye doğru çıkık, iftiharlı ve peşinden gidilen bir kimse arayın! O kimse, oğlu, oğlunun oğlu ve her batından bir kişi yıkanıp güzel koku sürünsünler, sonra Hacer-i Esved'c ellerini sürüp Kâ'be'yi yedi defa (dönerek) tavaf etsinler, daha sonra da Ebu^Kubeys dağına çıksınlar! O adam yağmur duası yapsın, topluluk da <Amin!> desin! Dikkat edin! Onların içinde tayyib ve tâhir biri vardır; dilediğiniz zaman size yağmur verilir!"
Rukayka anlatmaya devam ediyor: Ürkmüş bir halde sabahladım. Tüylerim diken diken olmuş, aklım başımdan gitmişti. Rü'yanm tesirinden uzaklaşmaya çalıştım ve Mekke koyağında uyudum. Biraz geçmeden Ebtahî "Bu (gördüğün), Şeybe el-Hamd'dır (Abdulmuttalib'dir)" dedi. Kureyş'in tamamı geldi; Abdulmuttalib her batından yanma bir adam aldı. Bunlar yıkandılar, güzel koku süründüler, Hacer-İ Esved'i istilâm edip tavaf ettiler, sonra da Ebu Kubcys dağına, ta zirvesine çıktılar. Topluluk mümkün mertebe Abdulmuttalib'in yanına yanaşıp etrafını sardı. Yanında da Resûl-i Ekrem (saflaHıu aleyhi vesellem) vardı. O zaman buluğa ermiş veya yaklaşmış bir çocuktu. Abdulmuttalib kalkıp şöyle duâ etti:
"ALlahım! İhtiyacı karşıla, belayı kaldır! İlim sahibi bizzat Sen'sin; başkasının ilmine muhtaç değilsin. Yalvarılıp yakarılan Sen'sin; cimri değilsin! Bunlar ise senin Harem'İnin avlusundaki kulların ve kölelerindir. Sana, tırnakları ve tabanları kurutup çatlatan bir kuraklıktan şikâyet ediyorlar. Bize, bol, bereketli ve verimli bir yağmur ver!"
Çok geçmeden gökten sular boşandı; vadi dolup taştı. Kureyş'in yaşlılarının Abdulmuttalib'e şöyle dediklerini işittim: "Mübarek olsun Ey Eba'l-Bathâ! Bathâ ehli senin vesilenle hayat buldu!"
Rukayka bint Ebi Sayrı bu konuda şu beyitleri terennüm etmiştir:
Yağmuru ve bolluğu kaybetmiştik. Yağmur ohaen kaçıp gitmişti.
Şeybetü'l-Hamd'm yüzü suyu hürmetine Allan yurdumuza su verdi.
Uökten akar gibi şakır şakır yağmur yağdı;
Hayvanlar ve ağaçlar onunla hayat buldu.
^îudar in müjdelediği kimselerin en hayırlısı,
Uğur/u kimsenin yÜ2İİ suyu hürmetine Allah gökten sel akıttı.
işi mübarek, insanlar içinde eşi ve benzeri olmayan, adına yağmur istenilen...
Hafız Ebu'l-Ferec İbnu'l-Cevzî, el-Vefâ isimli eserinde şu hâdiseyi nakleder: Doğumunun 7. yılında Resûl-i Ekrem (saüallahıı aleyhi veseHcm) feci bir göz iltihabı hastalığına dûçâr oldu. Mekke'de tedavi edildi; fakat bu fayda vermedi. Abdulmuttalib'e: "Ukâz [184] bölgesinde, göz tedavisi yapan bir râhib var" dediler; o da kalktı oraya götürdü. Oraya varınca manastırı kapalı buldu; dışarıdan seslendi, fakat râhib cevap vermedi. Birden manastır sarsılmaya başladı; öyle ki az kalsın üstüne yıkılacaktı. Bunun Üzerine râhib derhal çıktı ve şöyle dedi: "Ey Abdulmuttalib! Bu çocuk, bu ümmetin peygamberidir. Seninle görüşmek için dışarı çıkmasaydım manastırım üstüme çökecekti! Onu geri götür ve iyi koru! Ehl-i Kitaptan bazıları onu öldürmesin!" Daha sonra onu tedavi etti ve ilaç verdi. Onun sevgisi de kavminin ve kendisini gören herkesin kalbine yerleşti.
Dedesi vefat ettiği zaman Resûl-i Ekrem'in (dklkhu aleyhi veseÜem) kaç yaşında olduğu konusu tartışmalıdır. 8 yaşında olduğu görüşü el-îşâre'de tercih edilmiş tir. Bazıları bir ay on gün ilave etmiştir. 6, 9, 10 yaşlarında olduğu da söylenmiştir.
Abdulmuttalib vefat ettiği zaman 110 yaşındaydı. el-İşâre'de. bu görüş tercih edilmiştir. 82, 144, 95, 120 yaşında olduğu da söylenmiştir. Vâkidî der ki: Yaş meselesi kesinlik kazanmamıştır.
Muhammed b. Ömer el-Eslemî'nin Ümmü Eymen'den rivayetine göre: "Resülullah (saflalahu aleyhi veselkm) Abdulmuttalib'in tabutunun ardından ağlıyordu. O zaman 8 yaşındaydı. Abdulmuttalib Hacûn mevkiine defnedildi.1'
Ibn Sa'd'm Vâkidî'den, onun da üstadlarmdan rivayetine göre: Resûl-i Ekrem'e (saHaBahu aleyhi vesellem) Abdulmuttalib'in vefatını hatırlayıp hatırlamadığı soruldu. "Evet.1 Be» o %aman seki^jasındaydım"dedi.
Ibn İshak ve başkaları şöyle der: Abdulmuttalib ölüm yatağına düşünce, Resûl-İ Ekrem'in (sallaüahu aleyhi vesellem) himayesini ve bakımını Ebu Tâlib'e tevdi etti. Çünkü Abdullah ve Ebu Tâlib aynı anneden idi. Bundan dolayı Abdulmuttalib ölünce, dedesinden sonra bakımı Ebu Tâlib'e düştü.
Ibn Sa'd, Hasan b. Arafe ve Ibn Asakir'in, Ibn Abbas ve başkalarından rivayetine göre: Abdulmuttalib vefat edince, Resûl-i Ekrem'i (saHlahu aleyhi vesdlem) Ebu Tâlib yanına aldı. Ona, çocuklarından hiçbirine göstermediği sevgiyi gösterir; onu yanına almadan uyumazdı. Ebu Tâlib, Resûl-i Ekrem'e (saHlahu aleyhi veselkm) daha önce benzeri görülmemiş şekilde düşkündü. Ona özel yemek ayırırdı. Ebu Tâlib'in aile efradı topluca veya ayrı ayrı bir şey yiyecek olurlarsa doymazlardı. Fakat, Peygamberimizle (sallalalıu aleyhi vesellem) birlikte yedikleri zaman doyarlardı. Bunun için Ebu Tâlib, bii şey yeneceği zaman, aile efradına: "Durun! Oğlum gelsin!" der, Peygamberimiz (salIJahuale;^ vesellem) gelirdi, o takdirde yemekleri artardı. Eğer O, yanlarında yoksa, doymazlardı. Evvelâ Peygamberimiz (saDalkhu aleyhi veseîem) sütü içer, sonra kabı aile efradı alıp içerlerse, bir kap süt ile kanıp doyarlardı. Halbuki bir kabı tek kişi içebilirdi. Ebu Talib Resûl-i Ekrem'e (saMahu aleyhi vesellem): "Sen mübareksin!" derdi. Çocuklar sabahleyin saçları dağınık, gözleri çapaklı bir halde uyanırlardı. Resûhıllah (sallaBahu aleyhi vesellem) ise derli-toplu, gözleri de sürmeli olarak uyanırdı.
Ebu Nuaym'ın rivayetine göre, Ümmü Eymcn (radiyallalıu anha) şöyle demiştir: Gerek çocukken, gerekse yetişkin iken, Resûl-i Ekrem'in (sallaBahu aleyhi vesellem) açlık ve susuzluktan şikayet ettiğini görmedim. Sabahleyin gidip bir yudum zemzem içer; kendisine yiyecek vermek istediğimizde "istemem, tokum!" derdi.
Hasan b. Süfyan'm ibn Abbas'dan rivayetine göre, Ebu Tâlib sabahları Resûl-i Ekrem'i (sallallahu aleyhi vesefiem) sofraya getirirdi; fakat çocuklar hemen sofraya üşüşür, ne var ne yok silip süpürürlerdi. Resûîullah (saHlalıu aleyhi vesellem) ise sofraya elini uzatmaz, yemek zamanını beklerdi. Ebu Tâlib bu durumu görünce, onun yemeğini ayırırdı.
Ibn Asâkir, Cülhüme b. Urfuta'dan şöyle rivayet eder: Mekke'ye gittim, Kureyş kıtlık içindeydi. İçlerinden birisi dedi ki: "Lât ve Uzzâ'ya sığının!" Başka biri şoylc dedi: "Diğer üçüncüsü olan Menât'a güvenini" Bunun üzerine oradan zarif, güzel yüzlü, iyi görüşlü bir ihtiyar çıkarak: "Nasıl da Hak'tan çevriliyorsunuz? Halbuki sizin içinizde ibrahim'in bakiyyesi, İsmail'in sülâlesi vardır" dedi. "Sanki sen Ebu Tâlib'i kastettin!" dediler, o da: "Evet!" dedi. Hepsi kalktılar; ben de onlarla beraber hareket ettim, gidip Ebu Tâlıb'in kapısını çaldık. Karşımıza, izaıını üstüne almış, güzel yüzlü bir adam çıktı. "Ey Ebu Tâlib! Vadi kurudu, çoluk-çocuk kırıldı. Haydi, gel de bizim için yağmur duasına çık!" dediler. Ebu Tâlib, üzerini koyu bir bulutun kapladığı, güneşi andıran bir çocukla dışarı çıktı. Onu alarak Harem'e gitti; sırtını Kabe'nin duvarına dayadı; çocuk da parmağını göğe doğru kaldırmıştı. Gökte bulut parçası bile görünmüyordu. Derken bulutlar gelmeye başladı, sağanak halinde yağmurlar yağdı, vâdı dolup taştı. Şehirli de, bedevi de refaha kavuştu.
Bu mevzuda Ebu Tâlib şu kasideyi inşâd etmiştir:
Vö beyaz--- ku2uriyle semâdan yağmur İstenen, öksüzlerin sığmağı, zayıflatın kucağı.
O kî, Hâşim oğullan gibi bir soyun bütün düşkünleri kendisine ikicâ eder. JSfeticede onlar da kendisinin insan gölgesi altındadırlar.
İbn Sa'd der ki: Bize Ezrak, Abdullah b. Avn'den, o da Amr b. Saîd'den rivayet ediyor: Ebu Tâlib şöyle anlatmıştır: Zulmecâz'da kardeşimin oğlu -yani Hz. Peygamber- ile beraberdim. Çok susamıştım, ona bundan şikayet ederek dedim ki: "Ey kardeşimin oğlu! Susadım!" Ben bunu söylediğimde, onda herhangi bir üzüntü ve endişe hali görmedim. Dizini büktü ve: "Demek susadın, amcacığım!" dedi. Ben de: "Evet!" diye cevap verdim. Sonra ökçcsiylc yeri gösterdi, bir de baktım ki su! "İç!" dedi, ben de içtim.
Yukarıdaki hâdiseyi başka tariklerden el-Hatîb ve İbn Asâkir de rivayet etmişlerdir.
İbnu'l-Cevzî ef-Vefâ'da. anlatıyor: Resûl-i Ekrem (saHlahu aleyhi vesellem) on yaşlarında iken, amcası Zübeyr ile bir yolculuğa çıktı. Oradan geçenlere engel olan azman bir devenin bulunduğu bir vadiye geldiler. Bu deve Resûl-i Ekrem'i (s^aMıu aleyhi vesellcm) görünce diz üstü yere çöktü ve göğsüyle yeri kazımaya başladı. Resûîullah (saflaHıu aleyhi veseüem) devesinden indi; o deveye bindi ve vadiyi geçti; sonra onu bıraktı. Seferden dönerken önlerine, fışkıran sularla dolu bir vadi çıktı. Orada durdular; Resûl-ı Ekrem (saMahu aleyhi vesellem): "Bern takip edin!" buyurdu. Sonra vadiye girdi; Öbürleri de takip ettiler. Allah suyu kurutmuştu. Mekke'ye vardıklarında bu hâdiseyi anlattılar; insanlar bunu dinleyince "Bu çocuğun sânı yüce olacak!" dediler.
Ibn Sa'd ve Ibn Asâkir'in Dâvud b. el-Husayn'dan [185] naklettiğine göre, Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi vesellem) Şam'a ilk yolculuğu sırasında 12 yaşındaydı. Belâzüri: "Dâvud, sebt (hüccet sayılan) bir ravidir" der.
Ebu Nuaym'm Hz. Ali (kenamallahu vecheh) ve Muhammed b. Ömer el-Eslemî'den; Ibn Sa'd ve Ibn Asâkir'in Abdullah b. Muhammed b. Akîl'den; Ibn Sa'd'ın Abdurrahman b. Ebzâ ve Dâvud b. el-Husayn'dan; Bezzâr ve {basen hükmü vererek) Tirmizi'nin Ebu Musa el-Es'arî'den; Beyhakî'nin de Muhammed b. İshak'dan rivayet ettiğine göre, Ebu Tâlib, bir kafile İle Şam'a gitmeye karar verdi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (saMalıu aleyhi vesellem) ona: "Amcacığım! Beni burada kime bırakıp da gidiyorsun?" dedi ve ağladı. Ağlaması üzerine Ebu Tâlib ona acıyarak terkisine aldı ve yola çıktılar. Yolda bir manastır sahibine konuk oldular. Râhib ile Ebu Tâlib arasında şöyle bir konuşma geçti:
"Bu çocuk senin neyin olur?" i
"Oğlum olur!"
"O senin oğlun olamaz! Onun babasının sağ olması (elimizdeki
kitaba) uygun düşmez!"
"Neden?"
"Çünkü onun yüzü peygamber yüzü; gözü de peygamber gözüdür!"
"Peygamber nedir?"
"Kendisine gökten vahiy gelen; bunu da yeryüzündekilere haber veren kimsedir."
Ebu Tâlib: "Allah, senin dediğinden münezzehtir! Râhib de: "Onu yahudüerden koru!" dedi.
Sonra çıkıp başka bir rahibe konuk oldular. Bu râhib ile aralarında şu konuşma geçti:
Râhib: "Bu çocuk senin neyin olur?" diye sordu. ,- Ebu Tâlib: "Oğlum olur!" diye cevap verdi.
Râhib: "O senin oğlun olamaz! Onun babasının sağ olması (elimizdeki
kitaba) uygun düşmez!" dedi.
Ebu Tâlib: "Neden?" diye sordu.
Râhib şöyle cevap verdi: "Çünkü onun yüzü peygamber yüzü; gözü de peygamber gözüdür!"
Ebu Tâlib: "Peygamber nedir?" diye sordu.
Rahip: "Kendisine gökten vahiy gelen; bunu da yeryüzündekilere haber veren kimsedir" diye cevap verdi.
Ebu Tâlib: "Sübhânallah, Allah, senin dediğinden münezzehtir!" dedi.
Bu konuşma üzerine Ebu Tâlib Hz. Peygambere (saMkhu aleyhi vesellem): "Ey kardeşimin oğlu! Dediklerini duyuyor musun?" dedi. O da: "Ey amca! Allah hn kudretini inkâr etme!" dîye karşılık verdi.
Kafile Busrâ'da konakladı. Orada manastırı bulunan Bahîrâ isminde bir râhib vardı. Ibn Ishâk onun, hrisuyanların en önde gelen bilgini olduğunu söyler. Daha önceki seferlerinde oraya uğradıklarında, onlarla konuşmaz, yanlarına gelip ilgilenmezdi. Bu sene de manastırına yakm bir yerde konaklamışlardı. Râhib Bahîrâ, manastırında bulunduğu sırada, kervan ilerlerken bir bulutun, kervandakiler arasında Resûlullah'ı (sallallahu aleyhi vesellem) gölgelediğini; sonra gelip zaviyenin yakınında bir ağacın gölgesine indikleri zaman, bulutun ağacı gölgelediğini; ağacın dallarının da Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi vesellem) üzerine doğru eğildiğini ve onu gölgesi altına aldığını gördü. Bahîrâ, bütün bunları görünce, manastırından indi, onların arasına karıştı. Gidip Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi, vesellem) elini tutarak şöyle dedi: "Bu, âlemlerin efendisidir. Allah, bunu âlemlere rahmet olarak gönderecektir!" Kureyş'in ileri gelenleri "Nereden biliyorsun?" diye sordular, "Siz yokuştan çıkarken yolunuzdaki her ağaç ve her taş ona secde ediyordu! Halbuki onlar peygamberden başkasına secde etmezler! Ben onu, küreğinin baş tarafında, elmaya benzeyen peygamberlik mühründen de tanırım!" diye cevap verdi. Sonra dönüp bolca yemek yapılmasını emretti, yemek yapıldı. "Ey Kureyş topluluğu! Ben sizin için yemek yaptırdım. Arzu ediyorum ki; sizin küçük-büyük, köle-hür hepiniz yemeğe buyurasınız!" diye dâvetçi gönderip onları yanına getirtti, içlerinden bilisi: "Ey Bahîrâ! Senin bugün şaşılacak bir halin var! Biz senin yanından çok geçerdik de, bize böyle bir şey yapmazdın! Senin bugünkü halin nedir?" dedi. Bahîrâ: "Söylediklerinde haklısın. Siz, bir misafirsiniz. İstedim ki size ikramda bulunayım. Bunun için de yemek yaptırdım. Buyurun! Ondan hepiniz yiyin!" dedi. Hepsi sofra başına toplandılar. Yalnız Resûluliah (saHahu aiaiıi veseHem) deve çobanı ile birlikte gitmişti. Bİr rivayette: "Resûluliah (saHahu aleyhi vedian), onların hepsinden yaşça küçük olduğu için yüklerin yanında bekçi kaldı" diye geçmektedir. Bahîrâ, sofrada bulunanları süzdü. Hiçbirisinde, bildiği, kitaplarda bulduğu âhir zaman peygamberinin sıfatını göremeyince "Ey Kureyş Topluluğu! içinizden yemeğe gelemeyen, geride kalan herhangi bir kimse var mı?" diye sordu. "Senin dâvetine icabet etmeyen, sana gelmeyen bir kimse yok! Ancak bir çocuk var ki, o da, burada bulunanların yaşça en küçüğüdür. Yüklerin yanında kalmıştır" dediler. Bahîrâ: "Yapmayın! Onu da çağırın! Bu yemekte sizinle birlikte o da bulunsun!" dedi. Haris b. Abdilmuttalib kalkıp onu getirmeye gitti. Gelirken üzerinde onu gölgeleyen bir bulut vardı. "Ona bakın!" dediler, "Üzerinde onu gölgeleyen bir bulut var!" Resûl-i Ekrem (saDaMıu aleyhi vedian) onlara yaklaştığında baktı ki ağacın gölgesine oturmuşlar, kendisi de bir kenara oturdu. Bunun üzerine ağacın gölgesi ona doğru eğildi. Dediler ki: "Ağacın gölgesine bakın! Onun üzerine eğildi. Bu, Allah'ın bütün insanlara göndereceği, bu ümmetin peygamberidir."
e^Zehr'dç. Muhammcd b. Ömer el-Eslemî'den naklen şöyle anlatılır: Resûluliah (saüaHahu aleyhi vcsdlem) altında oturduğu o ağacı terk edince, ağaç, eski haleni dönerek dikildi. Bahîrâ, onu süzerek bedeninde kitaplarda rastladığı bazı vasıflar arıyordu. Yanındakilere: "Gözündeki bu kırmızılık gelip-geçici bir kırmızılık mıdır; yoksa daima durur mu?" diye sordu. "Biz, o vasfın gözlerinden ayrıldığını hiç görmedik!" dediler. Bahîrâ, kalkıp Resûl-i Ekrem'in (saDaDahu aleyhi vesellcm) yanma geldi "Ey çocuk! Sana bazı şeyler soracağım! Soracağım şeyler hakkında Lât ve Uzzâ aşkına bana doğru bilgi ver!" dedi (Bahîrâ bu şekilde yemini kervan halkından işitmişti). Resûluliah (saMıhu aleyhi vesellem) ona: (<l.M ve U^â adına yemin vererek bana bir şey sarmal Vallahi, ben, onlardan duyduğum nefreti hiçbir şeyden duymam!" dedi. Bunun üzerine Bahîrâ: "Öyle ise, sana soracağım şeyler hakkında Allah aşkına bana doğru bilgi ver!" dedi. Resûl-i Ekrem: 'Vilediğini sor!" dedi. Bahîrâ ona uyumasından, diğer hallerinden bazı şeyler sormaya başladı; o da sorduklarına cevap veriyordu. Bahîrâ bütün bunları, âhir zaman peygamberi hakkında bildiklerine uygun buldu. Sonra sırtına baktı. Sahip olduğu kitaplarda aynen yazılı olan iki küreği arasındaki peygamberlik mührünü gördü. Bunları bitirince Resûl-İ Ekrem'in (saflaDahu aleyhi vesellem) amcası Ebu Tâlib Jin yanma gidip: "Bu çocuk senin neyin olur?" diye sordu.
Ebu Tâlib: "Oğlum olur!" dedi.
Bahîrâ: "O senin oğlun değildir! Bu çocuğun babasının sağ olmaması gerekir!" dedi.
Ebu Tâlib: "O, benim kardeşimin oğludur!" dedi.
Bahîrâ: "Babası ne oldu?" diye sordu.
Ebu Tâlib: "Annesi ona hamileyken babası öldü" diye cevap verdi.
Bahîrâ: "Doğru söyledin! Kardeşinin oğlunu memleketine hemen geri götür! Yahudilerin ona zarar vermelerinden koru! Vallahi, onlar, bu çocuğu görüp de benim onda farkettiklerimi anlayacak olurlarsa, muhakkak ona zarar vermeye kalkışırlar. Çünkü kardeşinin oğlunda çok büyük bir hâl ve şan vardır. Onu memleketine acele götür! Rum beldesine götürme! Çünkü Rumlar onu görünce vasıflarından tanıyarak öldürürler!" [186] dedi.
Bahîrâ bu sözü bitirince, bir de baktı İd Rum beldesinden 7 kişilik askerî bir müfreze gelmekte. Onları karşıladı ve: "Sizi buraya getiren şey nedir?" diye sordu. Dediler İd: "Bİz, bu ayda çıkacak olan şu peygamberdi yakalamak) için geldik! Her tarafa adam gönderildi. Bize de, o kimsenin bu yolda olduğu haber verildi!" Bahîrâ dedi ki: "Bana söyler misiniz; Allah bir şeyin olmasını isteyince, İnsanlardan biri ona mâni olabilir mi?" "Hayır!" dediler ve ona biat ederek yanında kaldılar. Bahîrâ, Kureyş'e gelip: "Ey Kureyş! Allah adına size soruyorum, onun velisi hanginiz dır?" dedi. "Ebu Tâlib!" dediler. Ebu Tâlib'i bularak çılanlarına bir miktar kurutulmuş ekmekle zeytinyağı koydu. Yanlarına da bir adamını verdi.
Ebu Tâlib bu yolculuk sırasında bazı kasideler söylemiştir. İbn İshak ve Ebu Hefân'ın Dîvânu Şi'ri Ebi Tâlib'tc zikrettiği kasidelerden bazı beyitler:
FIz. Amine'nin oğlu hnıîn Munammed, benim gözümde öz çocuğum mesabesindedir.
Devenin yularına yapışınca, acıdım ona. Halbuki azıklar, develerin üzerine çoktan yüklenmişti.
Özlerımaen İnci misali, gümüş taneleri gibi yaşlar aktı.
Ununla olan akrabalık-bağını gözettim ve onun İçin ecdâdm vasiyetini tuttum.
Ve ben ona, yüzü beyaz, alnı açık ve kuvvetli amcası yanında yürümesini söyledim.
Uzak mesafelere gittiler... Bazen yollar uzar da uzar...
Busrâ ya vardıklarında, yol üzerinde bir râhible karşılaştılar.
Rânib, onun hakkında doğruyu söyledi ve kasetçi topluluğu geri çevirdi. Yahudi topluluğu... Onun gördüğü -bulutun gölgesini- onlar da görmüştü Ciğerleri düşercesİne koşarak Aduhammed İ öldürmeye geldi/er.
Bahîrâ, onları nehy etti ve güzel bir şekilde bundan vazgeçirdi. Zübeyr ile çekişerek, onu engelledi. 11 Deris'i de nehy etti, o da doğruyu söyleyen âlimin sözüyle bundan vazgeçti.
Başka bir bolüm
Munammed beni görünce, sanki geri dönmeyecekmişim gibi ağlamaya başladı.
Coşan göz yaşları beni yatağıma ve yastığıma dargın yaptı. Geceyi bu halde geçirdim.
Ona dedim ki: Hazırlan ve yola çık: Benim sana kaba davranacağımdan endişelenme/deâil!
Devenin yularını çöz. Azim ve doğruluk üzere bizimle gel!
Akrabalar tarafından uğurlanarak gidenlere sen de katıl! Mesafe çok uzak
Benû lyâd toprağından iki çukur atlayarak geçen kafile ile biz de gittik.
Onlar, her kalbin perdesini kaldıran, Muhammed in harikulade hallerini görmeden geri dönmediler.
Hatta, her şehrin râkiblerînin, onun huzurunda toplu olarak ve tek tek eğildiklerini gördüler.
Zübeyr, Tem mâm ve Derîs... Hepsi kötülük yapmak istediler.
Bahîrâ onlara bir söz söyledi; onlar da Önce yalanladılar, sonra da inandılar.
O, yahudi kafilesine de aynısını söylemişti. Onlarla Allah yolunda hakkıyla cihad etti.
Onun için samimiyeti elden bırakmayarak: "Onu geri çevir!" dedi. "Çünkü onun gelmesini bekleyen kasetçi kimseler var.
"Ben, onu çekemeyen kimselerden endişeleniyorum. Çünkü O(nun vasıfları), kitaplarda yazılıdır.
Kaside'den başka bir bölüm:
Anne-babasız Ahmed den ayrıldığımda, çektiğim üzüntüden sonra görmedin mi beni?
Deveye semer vurunca, ona selametle veda etmiştim.
O aa üzülerek ağlamıştı. Deve hareket etmek üzereydi ki, eliyle yulara yapıştı.
Babasını hatırladım; sonra da gözümden sicim gibi yaşlar süzülerek denizler oluşturdu.
Ve ona dedim kî: Zorluklara katlanmak şartıyla, amcanın yanında sen de gel!
Şam dolaylarına giden kervanla biz de yola çıktık.
Busrâ toprağına ayak bastığımızda, evlerin üstünden bakarak bizi karşıladılar.
O zaman Bahîrâ bize teiniz yiyecek ve İçecekler getirdi.
Ve "Yemek için adamlarınızı toplayın!" dedi. Biz de "Yetim bir çocuk dışında hepsini topladık!" dedik.
'Onu da çağırın! Yemeğimiz çoktur, mahrum kalmasın! dedi.
Eve doğru gelirken, bir bulut gölgesinin onu güneşten koruduğunu gördü. Unun huzurunda secde ediyormuş gibi hasmı eğdi ve onu bağrına hastı.
Ardından, Balına nın bazı alâmet/er gördüğü kimseyi arayan bir müfr> çıkageldi.
Bahîrâ onların hile ve tuzaklarından endişelenerek önlerine atıldı.
Onlar; Deri s, Temmâm ve Zû'beıır isminde üç kisiudi. Bunların vüzünâe kafilede herkesin uykusu kaçtı.
Geldiler ve Muhammedi öldürmeye yeltendiler. Fakat Bahîrâ onları güzel bir şekilde başından savdı.
1 evrat tan yaptığı yorumla, onlara söyle dedi: Siz ona bir kötülük yapamazsınız:
İste onun alâmetleri ve işaretleri şöyle şöyledir. Aydınlık bir gün, karanlık gibi değildir."[187]
1. Tirmizî'nin naklettiği Ebu Saîd hadisinde şöyle geçer: "Bahîrâ, Ebu Tâlib kendisine karşılık verene kadar dedesini öven şiirler söylemeye devam etti. Ebu Bekir onun yanında Bilâl'İ gönderdi."
Hafız Şerefüddin ed-Dİmyâtî, (el-Mevrid ve el-lJyûn'&z da bu benimsenmiştir), "Ebu Bekir, onunla beraber Bilâl'ı gönderdi" sözü. hakkında şöyle der: Bu söz gariptir, böyle bir şey nasıl olabilir? Zîra, Ebuj Bekir o zaman on yaşında bile değildi. Hz. Peygamber (sJaMıu aleyhi vesellem) ile Ebu Bekir arasında iki seneden fazla yaş farkı vardır. Konunun başındaj Hz. Peygamber'İn (saMahu aleyhi veseüem) bu sefer esnasındaki yaş söylemiştik. Aynı şekilde Bilâl de Hz. Ebu Bekir'e, bu olaydan otuz yıl kadar sonra geçmiştir. Cumah oğullarından Ümeyye b. Halefin kölesiydi, müslüman olduğu için işkence görünce, Hz. Ebu Bekir ona acımış ve ellerinden kurtarmak için onu satın almıştır. Açıklaması ileride gelecektir.
Bunun bir benzerini de el-îsâbe adlı eserinde Hafız (Ibn Hacer) zikretmiş ve şunu ilave etmiştin Bu ifade, başka bir hadisten koparılıp bu hadise katılmıştır, râvilerden birinin yanılgısıdır.
İbn Mende, %ayıf bh senedle İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet eder: "Ebu Bekir, kendisi on sekiz, Hz, Peygamber (saflaDahu aleyhi vesdkm) de yirmi yaşında iken Şam yolculuğu esnasında ona arkadaşlık etmiştir. Sidr ağacı bulunan bir yere inmişler, Hz. Peygamber (sdlaüahu aleyhi veseHem), ağacın gölgesine oturmuş, Ebu Bekir İse bir şey sormak için Bahîrâ adlı rahibin yanına gitmiştir. Râhib ile aralarında şu konuşma geçmiştir:
-Sidr ağacının gölgesinde oturan adam kimdir? -Muhammed b. Abdillah b. Abdiimuttalib!
-Vallahi o, bu ümmetin peygamberidir! O ağacın altında İsa b. Meryem (aleyhisselflm)'dan sonra sadece Muhammed (sJaMuı aleyhi vcsclkm) gölgelenmiştir.
Hafız (İbn Hacer) der ki: Bu rivayet şayet sahili ise, Ebu Tâlib'inkinden başka bir seferde olması muhtemeldir. e-Zehr isimli eserde de benzerini zikretmiş ve şunu ilave etmiştir: İbn Dıhye'nin "Ebu Bekir, o zaman Bilâl'İ kiralamış, ya da Ümeyye b. Halef onu göndermiş olabilir" sözü, iki sebepten ötürü uygun değildir:
birincisi: Ebu Bekir bu yolculukta yoktu ve köleye sahip olabilecek yaşta değildi.
İkincisi: Bilâl, Ebu Bekir'den daha küçüktü. Bu durum, İbn Dıhye'nin iddiasına uygun değildir.
2. el-Uyun adlı eserde geçen "Ona biat ettiler" ifadesinden kasıt, şayet, Hz. Peygamber (saHahu aleyhi vesdlcm)'e dokunmamak üzere Bahîrâ ile anlaşmaları ise bu olabilir. Ancak bundan başka bir mânâ ise, o nedir bilemiyorum.
e/-Gu/w'd& bunu şöyle değerlendirir: Birincisi, ilgili ifadedeki zamire uygun olduğundan daha açık bir mânâdır. Anlamı da şu şekildedir: "Hz. Pcygamber'e (saüaDaku aleyhi vcscHcm) dokunmamak ve gönderilme sebepleri hususunda kendilerine eziyet edilmemesi için, Bahîrâ ile anlaştılar. Onu bulmadan geri döndüklerinde başlarına geleceklerden korktukları için de Bahîrâ'nın yanında kaldılar." Bu gerçekten güzel bir yaklaşımdır.
3. Zührî'nin grinde yer aldığına göre, Bahîrâ, Teymâ yahudüerinden bil' bilgindi. Hafız İbn Kesîr demiştir ki; Olayın gelişiminden anlaşıldığına göre o, bir Hıristiyandı. Ben de derim ki: İbn Ishâk -daha önce geçtiği üzere- bunun kesin olduğunu söylemiştir. Mes'ûdi Tan/finde, Bahîrâ'nın Abd-i Kays oğullarından bir Hıristiyan olduğunu söylemiştir. İbn Asâkir'in Tarihinde geçtiği üzere, Belkâ'da, manastırın arkasındaki bir köyün tepesinde oturuyordu. İmam Surûcî A4e/ıâszkyind& şöyle nakleder: Zabâ vadisinin kenarında bir Hint hurması ağacı vardı. Herkes Bahîrâ'nın manastırını orada zannediyordu. Bu işin hakikatine vâkıf olmak mümkün değildir.
Kutebî'nin el-Maârif adlı eserinde bildirdiğine göre: İslâmiyet'ten a? önce şöyle bir ses duyulmuştur: "'Dikkat edin! İnsanların en hayırlıları; Bahîrâ, Gıyâb b. Berâ eş-Şennî'dir. Üçüncüsü de beklenmektedir (Resûlullah 'dır)."
İbn Kuteybe demiştir ki: Gıyâb eş-Şennî ve oğlunun kabrinden çiğ taneleri eksik olmazdı.
Moğoltây, el-Gurer müellifi ve daha başkalarının yazılarında gördüğüme göre Bahîrâ ismi, "Bahîrâe" şeklinde de yazılmaktadır.
Mes'ûdî de "Onun İsmi "Sercıs"dir. Gördüğüm Kavd nüshalarında da böyleydi. Gördüğüm el-İşâre nüshalarında ise, "Circîs" şeklindeydi. Aynı şekilde müellifin yazısıyla e^-Zehr adlı eserde de gördüm ki, müellif bunun doğru olduğunu söylüyor. Hâfiz'm cl-Isâbe'sınde. de böyledir" der.
Zchebî, Mî^ân adlı eserinde, Ebu'1-Feth Saîd b. Ukbe'nın hayatını anlatırken, Bahîrâ'nın bİ'sete yetişemediğinin kesin olduğunu söylemiştir. Hafız (İbn Hacer) de bunu LJsâ/ı adlı eserinde kabul etmiştir. Bahîrâ kelimesi, yabancı özel isim olduğundan gayr-ı muıısarif (çekimsiz) bir kelimedir. Aslında bu, bu- peygamber ismidir.
İbn Sa'd ve İbn Asâkir'in rivayet ettiği Davud b. cl-Husayn hadisi ile Bcyhakî ve başkalarının rivayet ettiği İbn Ishak hadisinde şöyle geçmektedir: Resûl-i Ekrem (sailaMıu aleyhi vcsdkm), Allah Teâla'mn özel korumasında ve himayesinde büyüyordu. Yüce Allah, onu onuruna ve konumuna uygun bîr şekilde yetiştiriyor, Câhiliye pisliklerinden ve zaaflarından uzak tutuyordu. Tâ İd o, kavminin yiğitlik bakımından en üstünü, ahlâk bakımından en yücesi, soy bakımından en şereflisi, komşuluk bakımından en müspeti olmuştu. O, yaşadığı toplum içinde, en vUmuşak tavırlı, en doğru sözlü, en güvenilir kişi idi. Fuhuştan ve insanların bulaştıldan kötü ahlâktan çok uzaktı. Hiç kimseye mürailik de, düşmanlık da yapmazdı. Öyle ki, kavmi içinde ona, "emîn" yani güvenilir dive hitap edilirdi. Allah, onda üstün meziyetleri toplamıştı.
Ebu Hâşim Muhammed b. Zafer, Hayru'/Sişer bz-Hayti'/-Beşer isimli eserinde şu hâdiseyi anlatır: Hakîmu'1-Arab adıyla meşhur olmuş Ekscm b. Say fi, hac yapıyormuş. O zaman daha ergenlik çağında olan Hz. Peygamber (^ahuaWhivesdlem)'i görünce, Ebu Tâlib'e: "Kardeşin ne çabuk büyüdü!" demiş. Ebu Tâlib de "Kardeşim değil, kardeşim Abdullah'ın oğlu!" diye düzeltmiş. Sonra Ekseni ile Ebu Tâlib arasında şu konuşma gecmis:
O -^ebzbeyn'in [188] oğlu mudur?
Evet i.
(Onu iyice süzerek) Onun hakkındaki düşünceleriniz nedir? -Onun hakkında iyi kanaat besleriz. O, sözünün eri, cömert biridir. -Başka?
O, yerine göre şiddetli, yerme göre yumuşak davranır. Ağırbaşlı, sağlam bir karaktere sahiptir!
Başka bir şey var mı?
Onun huzurunu uğur sayar, elinin değdiği şeylerde bereket buluruz!
Ben sana bunlardan başka bir şey söyleyeyim: O, Araplara kuşatıcı bir el ve güçlü bir ayakla vuracak. Sonra onları bolluk, bereket ve yalan bir geleceğe çağıracak. Kim ona sempati duyar, tâbi olursa kendisini hidâyete eriştirecek; kim de yüz çevirirse, onu da helâk edecek!
İbn Sa'd'ın Rabî' [189] b. Hüseyin'den rivayet ettiğine göre, Câhiliye devrindeki anlaşmazlıklarda Resûl-i Ekrem (saHaüahı aleyhi vesdkm) hakem yapılırdı.
İbn İshâk anlatıyor: Resûlullah (sallaDahu aleyhi veseBcm), küçüklüğünde Allah'ın kendisini Cahiliye işlerinden korumuş olduğunu bildirmek meyânında şu hâdiseyi anlattı: "Öyle bir yamanımı biliyorum ki, Kureys çocukları arasında oyun için taş taşımaya uğraşırken bir ara çocuklar, icarlarını boyunlarına dolayıp taşı onun ürerinde taşımaya başlamışlardı. Ben de onlarla beraber böyle yapıp peşlerinden gitmeye kalkışınca, görmediğim bir kimse bana birdenbire şiddetli bir yumruk indirerek <J%ânnı bağla!> dedi. Ben de icarımı bağladım; arkadaşlarım arasında yalnı^ ben, imarlı olduğum halde omumda taş taşımaya devam ettim!"
Buna benzer bir vaka da, Kabe'nin inşaatı sırasında vuku bulmuştu.
Taberânî ve Beyhakî (Delâil'dc), Amr b. Kays tarikinden; İbn Cerîı (Teb^fb'de) Harun b. el-Muğîre tarikinden; Ebu Nuaym (el-Ma'nfe'de) Kays b. er-Rebî, (Delâil'de) Şuayb b. Hâlıd tariklerinden; hepsi Sİmâk b. Harb'den; ayrıca Ebu Nuaym, Hakem b. Ebân tarikinden; Simâk ve Hakem de, Ikrimc'nin İbn Abbas'dan şunu rivayet ettiğini naklederler; Bana, babam Abbas şu hâdiseyi anlattı:
Kureyşliler, Kabe'yi inşa ederken, erkekler ikişer ikişer ayrılıp taş taşımakta idiler. Ben de, Muhammed ile birlikte taş taşıyordum. İzarlarımızı çıkarıp omuzlarımıza, taşları da onun üzerine koymaya başladık. Halka yaklaştığımız zaman izarlarımızı bağlardık. O, benim önüm sıra yürürken birdenbire yere yıkıldı. Koşup yanma vardım; gözünü göğe dikmiş duruyordu. "Yeğenim neyin var?" diye sordum, "Çıplak gedmekten men olundum!" dedi. Ben bu hâdiseyi Allah onu peygamberlikle şereflendirinceye kadar gizledim.
Câbir ve Ebu't-Tufeyl hadislerinde de bu olay anlatılır. Bu hadisler, ileride gelecektir.
Tirmizî ve başkaları, Ebu Musa'dan; Bahîrâ'nm Hz. Peygamber'e u aleyhi vesellem) Lât ve Uzzâ adına yemin verdiğini; onun da "Bana Lât ve adına bir şey som?a! Vallahi ben, onlardan nefret ettiğim kadar hiçbir şeyden nefret etmemi [190] dediğini naklederler.
Hz. Ah (kerramaDalıu vedıeh) de Resûl-i Ekrem'den (saHahu alevli veselkm) şu hâdiseyi dinlediğini nakleder:
halkının alıştığı kötülüklere yalınç iki gece ayaklarım uğradı, ikisinde de Rabbim beni korudu [191] Mekke tepelerinde benimle birlikte sunilerini otlatan bir %.ureyş çocuğuna, o gece benim koyunlarıma da bakmasını ve Mekke'ye gidip geceyi orada geçirmek istediğimi söyledim. Çocuk teklifimi kabul etti. Ben de Mekke yolunu tuttum- Şehrin kenarına geldiğim -^aman bir evden çalgılar, def ve düdük sesleri duyulmaya başladı. Gelip geçene bu evde ne olduğunu sordum. Birinin düğünü olduğunu söylediler, içime bir heves düştü; çalgı dinlemek ii^ere eve girdim. Bir kenarda otururken dalmışım... Allah bir uyku verdi bana... Kendimden geçtim... Beni ancak güneşin harareti ıtyandırabildi Hemen dönüp arkadaşımın yanına geldim. <Ne yaptzn?> dedi. <Hiçbir şey yapmadımt> dedim ve sonra başımdan geceni ona anlattım, ikincisi de yine böyle bir şey... Yine aynı uyan karşısında kaldım ve kötülüğe şahit olmaktan muhafaza edildim, bundan sonra Allah, beni peygamberlikle şereflendirinceye kadar hiçbir kötülüğe teşebbüs etmedim." Bu hadisi, İbn İshâk, İshak b. Râhûye, Bezzâr ve İbn Hibbân rivayet etmişlerdir. Hafız (İbn Hacer), isnadının basen muttasıl olduğunu söyler.
İbn Abbas (mdiyalkhu anlı)'m rivayetine göre, "Yakın akrabanı uyar!" (Şuarâ, 214) âyeti nazil olduğu zaman, Resûlullah (saüalahu aleyhi vesdlem), Kureys halkını batın-batın toplayarak onlara şöyle seslendi: (<Ne dersiniz?? Ben, sİ^e şu dağın eteğinde bir süvari birliği olduğunu söylesem, beni tasdik eder misini-^?" "Evet! Daha önce senin yalan söylediğine asla rastlamadık!" dediler. [192] Buharı ve Müslim rivayet etmişlerdir
Hz. Aişe (ra%Jahuanhâ)'dan şu hadis rivayet edilmiştir: Resûl-i Ekrem'in (sattüıualeî'livesellan) şöyle dediğini işittim: "Allah'tan başkası için kesilen her şeyi kınarken Zeyd b. Amr b. NüfeyPz dinlemiştim; Allah beni peygamberlikle şereflendirinceye kadar putlar adına kesilen hiçbir şey tatmadım!" [193] (Ebu Nuaym)
Hz. Ali'den gelen rivayete göte: Bir gün Peygamberimiz'e (sailallahu aleyhi vesdem) "Senin, hiç puta taptığın oldu mu?" diye sorulmuştu. Peygamberimiz; "Hayır!" dedi. "Hiç şarap içtin mi?" dediler. Peygamberimiz: "Hayır! Ben, kitabın ve îmanın ne olduğunu bile bilmekken, onların inanç ve yaşayışlarının küfür olduğunu anlardım!''buyurdu. Ebu Nuaym ve ibn Asâkir rivayet etmişlerdir
Ummü Eymen'in anlattığına göre; Kureys müşrikleri, Buvâne putunun yanında her yıl bir gün toplanırlar, büyük bir merasim yaparlardı. Ebu Tâlib de, Kureys kavmi ile birlikte bu merasime katılmak üzere hazırlanmış, Peygamberimiz'e (saüallahu aleyhi vesellem) de hazırlanmasını söylemişti. Peygamberimiz'in bundan kaçındığını görünce, Ebu Tâiib ve H-7, Peygambcr'in halaları çok kızmışlar ve "Ey Muhammedi Kendi kavminin bayramına katılmamak da ne demek oluyor? Onların gazabını artırma!" demişler ve ısrar ederek Peygamb erimiz 'i ahp götürmüşlerdi. Aradan pek az bir zaman geçince, Peygamberimiz (saflaflahu aleyhi veseilem) ortadan kaybolmuş; sonra, korkudan benzi sararmış bir halde amca ve halalarının yanma dönmüştü. Halaları "Sen neye uğradın?" diye sordular. Peygamberimiz "bana cin dokunmuş olmasından korkuyorum!" deyince, onlar "AUah, seni şeytanla müptelâ kılmaz! Sende çok iyi haslet ve meziyetler vaı. Söyle bakalım, sen ne gördün?" dediler. Peygamberimiz de "Ren, bu pulun yanına yaklaşlığmı çantan beya^ ve ıı-~ıın boylu bir adam peyda oldu. Bana < Hy Muhammedi Geri çekil, sakın dokunma!> diye haykırdı." Peygamberimiz (&ılL)kıu aleyhi veseflem), bir daha onların bu merasimine katılmamıştır. Bu hadisi, İbn Sa'd, Ebu Nuaym ve İbn Asâkir rivayet etmişlerdir.
Cübeyr b. Mut'un (mdiyaflahu anlı) şunu anlatmıştır: Resûl-i Ekrem'i (saüallalıu atak vesellcm) Câhiliye devrinde, Arafat'ta kavminin arasında, devenin ürerinde görmüştüm. Allah'ın inayetıylc onlardan uzaklaştırılryordu:
Hz. Aişe'den (nıdiyallahu anhâ) şu olay rivayet edilir: Kureyş ahâlisi ve ona vakın olanlar (Hums: Kinânc, Cedile-Kays) geleneksel olarak, akşam vakti Muzdelife'de vakfe yaparlardı ve "Biz Beytullah'ın sakinleriyiz!" derlerdi. Diğer insanlar ve Araplar da Arafat'ta vakfe yapardı. Allah Teâla "... Sonra, insanların sel gibi akın ettiği yerden siz de akın edin..." (Bakara, 199) âyetini indirince, onlar da halkın arasına karışıp, Arafat'ta-beraber vakfe yapmaya başladılar. (Buharı üe Müslim)
Yakub b. Süfyan'm Zührî'den rivayet ettiğine göre, Kureyş, vahiy inmeden önce Resûlullah (sallalaluı aleyhi vesdlcmj'e "Emin" ismini vermişti. Deve kesmeden önce, mutlaka onu arayıp bulurlar, o da dua ederdi, sonra deveyi keserlerdi.
Buharı ve Müslim, vahyin başlaması ile ilgili hadiste Hz. Aişe'nİn şöyle dediğini rivayet eder: Cibril, vahiy getirdiği zaman, Resûl-i Ekrem (sailaMıu aleyhi vesdkm) Hz. Hatice'ye "Basıma bir fenalık gelmesinden korkuyorum!" demiş, o da Resûl-i Ekrem'i (saflaDahu aleyhi vcselem) teselli etmiştir: "Hayır, Kendini ferah tut! V'allahi, Allah sana hiçbir zaman böyle yapmaz! Sen, akrabayı gözetir, doğru söz söyler, âcizlere yardım edersin. Yoksullara veril", misafiri ağırlar, musibetlerde de insanlara destek olursun!"
1. İbn İshâk'm zikretmiş olduğu, "Hz. Peygamber'in (sıHaluı aleyhi vesdlem) küçükken basma gelen olay" ile ilgili Süheyli şöyle der: Eğer bu rivayet sahih ise, olayın iki defa vuku bulmuş olduğu kabul edilebilir. Birincisi,
küçükken; diğeri de orta yaşlılığın başında; Kabe'nin inşâsı esnasında. İbn Kesir, Ebu'1-Feth ve Hafız da bu görüşe katılır. Moğoltay ise, bu görüşün zOrlama bir yorum olduğu kanaatindedir (e^-Zebr ve Delâilu'n-Nübi/vve). $Öyle ki, Hz. Peygamber (salHkhu aleyhi veseilem), nehycdildİği bir davranışa herhangi bir şekilde yeniden tevessül etmez. Ayrıca, -Kabe'nin inşâsı bölümünde gelecek olan- Abbas hadisinde, Hz. Peygamber'in (salalkhu aleyhi bu nidayı ilk defa duyduğu ifade edilir.
İbn Sa'd, Ebu Nuaym ve İbn Asâkir'in, Nadr b. Abdirrahman'dan, onun da İbn Abbas'tan rivayet ettikleri hadise gelince: Ebu Tâlib, zemzem kuyusunu tamir ederken, daha o zaman çocuk olan Resûl-ı Ekrem (sallallahu aleyhi veseilem) de -taşın omzunu incitmesine engel olması için-izarını omzuna atmış taş taşıyordu. Derken birden bayıldı. Ayıklığında Ebu Tâlib ona ne olduğunu sordu, o da şöyle cevap verdi: "Bana, beya* elbiseli birisi gelip <öitlin !> dedi." Bu, Resûlullah (saflalkhıı aleyhi veseilem)'in nübüvvete dair duyduğu ilk işaretti. O günden sonra bir daha avret yeri görünmedi. [194] Hafız, Fetbu'l-Bârz'âe Nadr'm zayıf bir râvi olduğunu, isnadda ve metinde hata yaptığını söyler. Nadr, olayın zemzemin tamiri esnasında meydana geldiğini söylemiş, fakat Hz. Abbas'ı zikretmemiştİr. Biz daha önce İklime ve Hakem b. Ebân'm bu olayı, Kabe'nin inşâsı hâdisesini aktarırken İbn Abbas'tan, onun da babasından rivayet ettiğini takdim etmiştik.
2. Ebu Ya'lâ, İbn Adiy, Beylıakî ve İbn Asâkir'in, Câbir b. Abdillah (radiyaHıu anhuma)'dan rivayet ettiğine göre, Resûlullah (saMahu aleyhi veseilem) müşriklerin tören yerinde bulunduğu sırada, arkasında iki meleğin aralarında şöyle konuştuğunu işitti: Meleklerden biri, arkadaşına dedi kİ: "Gel de Resûlullah'ın arkasında duralım!" Öbürü de " O, daha az önce dikili taşlara istilâm etmeye ahdetmişken, nasıl arkasında durabiliriz!?" diye cevap verdi. Resûlullah (sallallahu aleyhi veseilem), bundan sonra bîr daha müşriklerin törenlerine katılmadı.
Meleklerin "O, dikili taşlara istilâm etmeye ahdetmiş!" sözünü Taberânî ve Bcyhakî şöyle yorumlar: Bu söz "dikili taşları istilam edenlerle birlikte bulunmuştur" mânâsına gelir. Buradaki meşhed terimi, antlaşma yeri vb. amaçla kullanılan meşhedlerdir; istilâm-ı asnâm (dikili taşları istilâm) meşhedîeri değildir.
el-Mefâlibu'1-Aiiye'de Hafız (İbn Hacer) de bunu şöyle yorumlar: Söz konusu hadis, halkın, Osman b. Ebi Şeybc'yi eleştirip bu konuda fazla Üeri gittiği bir rivayettir. Hadisin münker kısmı, meleğin "asnâmı (:dikih taşlan) istilâm etmeye ahdetti" sözüdür. Bu ifadenin zahirinden "istilâm etmeye kalkıştığı" anlaşılır; ancak kastedilen mânâ öyle değildir, şöyledir; "Müşriklerin putları istilâm etme (elleriyle dokunma) eylemini seyretti."
Bu savaşın, (Vâkidı'ye göre) Şevval veya {er-Ravd'z göre) Şa'bân ayında vuku bulduğu söylenir.
Resûl-i Ekrem (sa]UIahualqfaveselIem), 14 veya 15 yaşına (İbn Hişâm'a göre) yahut (ibn Ishâk'a göre, bi'setten 20 sene önce) 20 yaşma ulaştığında, . Kureyş-Kinâne ile Kays-Aylan arasında Ficâr harbi1 patlak verdi. Savaşa sebep olan olay şudur: Rahhâl (gezgin) diye maruf Ûrve b. Utbe, (Hîre hükümdarı) Nu'mân b. Münzir'in ticaret kervanını korumakla [195] görevlendirilmişti. Daha önce Kinâne kabilesinden kovulmuş olan Berrâd b. Kays ona "Kervanı Kinâne kabilesine karşı da koruyacak mısın?" diye sordu. O da "Evet! Ona ve herkese karşı!" diye cevap verdi. Urve, ,'. kervanın başında yola çıktı. Berrâd da boş bulup onu Öldürmek , maksadıyla kervanı takip ediyordu. Nihayet Tcymen mevkiinde gafil anını : yakalayıp üzerine sıçradı ve onu öldürdü. Bu olay haram ayda olduğu için ; bu davranışa "ficâr" ismi verildi. Bu olay üzerine birisi gidip Kureyş'e durumu haber verdi. Kureyş Ukâz bölgesindeydi. Hemen harekete • geçtiler. Hevâzin kabilesi, daha olayı bilmiyordu. Olayı duyar duymaz ;. Kureyşlilerin peşine düştüler ve Kâbc haremine girmeden onlara •' yetiştiler, gece olana kadar savaştılar. Geceleyin Kureyş harem sınırına girerek korundu. Bu günden sonra aralarında şiddetli çarpışmalar yaşandı. Kinâne ile Kays kabileleri arasında yaşanan şiddetli 6 güne şu adlar , verilmiştir: Şamza ve Yevmu'1-Ablâ: Bu ikisi, Ukâz bölgesindedir. Yevmu'ş-şereb: En büyük mücadelenin yaşandığı gündür. Bu günde Ebu Süryan, Ümeyye ve Harb (Ümeyyc oğulları), kaçmamak için kendilerini bağlamışlardır. Bu yüzden onlara "Anâbis: Aslanlar" ismi verilmiştir. Yevmu'l-Hureyre: Bu savaş, Nahlc mevkiinde cereyan etmiştir. Nasr oğulları dışında Kureyşliler hezimete uğramıştır. Benî Nasr sebat etmiş
savası sürdürmüştür. Amcaları, Resûl-i Ekrem'i (sallallahu aleyhi veseüem) bu çarpışmaların bazılarına götürmüştür.
İbn Sa'd, Resûl-i Ekrem'in (sallallahu aleyhi vesdem) şöyle dediğini nakleder: "$en, ona -yani ficâr harbine- amcalanmın yanında katıldım ve ok attım. Amcalarıma ok taşırken, yaptığım işte arzuluydum"[196]
Bu Ficâr harbinin son gününde, Hevâzin ve Kinâne kabileleri gelecek yıl Ukâz'da karşılaşmak üzere sözleştiler. Ertesi yıl söz verdikleri zamanda buluştular. Kureyş ve Kinâne'nin başkumandanı Harb b. Ümeyye idi. Onun lıimayesinde yetim olarak büyümüş olan Utbe b. Rebîa ise, izinsiz ve kimseye danışmadan, savaşan safların arasına girdi ve devesinin üzerinde onlara şöyle seslendi: "Ey Mudar topluluğu! Niçin birbirinizi tüketirsiniz?" Hevâzin "Neye davet ediyorsun?" diye sordu. O da "Barışa! Barışa! Sizden Ölenlerin diyetini verelim; bizim kanlarımızı da size bağışlayalım!" dedi. "Bu nasıl olacak?" dediler. "Biz size rehineler vereceğiz!" dedi. "Bunu bize kim yapacak?" diye sorduklarında, Utbe "Ben!" diye cevap verdi. "Sen kimsin?" dediler. "Ben Utbe b. Rebîa b. Abdi Şems'im!" diye kendini tanıttı. Onlar bunu kabullendi. Kinâne de bunu kabul edip Hevâzin'e 40 tane adamını rehin verdi. Bunların içinde Hakim b. Hizam da bulunuyordu. Amir b. Sa'saa oğullan, rehinelerin ellerine geçtiğini görünce, kanları bağışladılar ve onları serbest bıraktılar. Böylece Ficâr harbi sona erdi.
Şöyle bir söz vardır: İki fakirden başka Kureyş'e liderlik eden kimse olmamıştır. Bu ikisi, Utbe ve Ebu Tâlib'dir; mallan olmadığı halde Kureyş'e öncülük etmişlerdir.
Uyarı: Süheylî, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi veselkm)'in Ficâr harbinde savaşmadığını söyler. BİZ daha önce, Hz. Peygamber'in (sallaHıu aleyhi vesellem) savaştığına dair İbn Sa'd'dan gelen bir rivayet olduğuna değinmiştik.
Bu ant, Zilkade ayında, bi'setten 20 sene önce, Kureyş'in Ficâr harbinden çıkmasının akabinde yapılmıştır. Rcsûl-i Ekrem (saBaflahu aleyhi vesdem) o zaman 20 yaşındaydı. Bu ant, Araplar arasında bilinen ve duyulan en şerefli, en onurlu yemin olma özelliğine sahiptir.
HılfVl-fudûl [197] konusunu ilk defa gündeme getiren ve buna daveti yapan kimse, Hz. Peygamber'in (saMalıu aleyhi vesdlem) amcası Zübeyr b. Abdilmuttalİb'dir. Buna sevk eden olay şudur: Zebid kabilesinden bir tüccar, Mekke'ye mal getirmiş, Mekke'de itibarlı bir kişi olan As b. Vâil es-Sehmî de ondan malı satın almış; fakat bedelini Ödemeye yanaşmamıştı. Zebidî, bu hususta Abdüddar, Manzum, Cumah ve Senim oğullarından yardım istemiş, fakat onlar, As b. Vâil'e karşı yabancının yanında yer almamışlar; üstelik onu azarlayıp yanlarından kovmuşlardı. Zebîdî, başına gelen bu kötü olay üzerine güneş doğarken Ebu Kubeys dağına çıkıp avazının çıktığı kadar şöyle haykırdı:
Ey Fini- ailesi! Mekke'nin bağrında malını kaptırmıg, Evinden ve ailesinden uzakta bir mazlumun yardımına ko§un!
Dağınık bir halde, ihrama girmiş fakat daha umresini yapamamı§ bir 'zavallı!...
Ey yiğitler! ve ey Hıcr ile Hacer arasında oturanlar! Kutsiyet, faziletleri tamam olan kimseler için sÖ2 konusudur! ' Haksız ve zâlim kimseler için kutsiyet mümkün değildir![198]
O esnada Kureyş halkı, Kabe'nin etrafında küme halinde oturuyorlardı. Zübeyr b. Abdilmuttalib kalkıp "Bu işin ihmal edilecek bir yanı var mı?" dedi. Hâşim, Zühre ve Teym oğulları, Abdulah b. Cüd'ân'ın evinde toplandılar. Yemek yendikten sonra, haram ayda yeminleştiler. "Zulme uğrayanın yanında ve zâlim gasbettiği hakkını ona iade edene kadai" tek bir el gibi olacağız; bu birlik, denizin bir kıl parçasını ıslatacak kadar suyu kalmayincaya dek ve Hİra ile Sebir dağları yeryüzünde dikili durduğu müddetçe ve mazlumun mali durumunun tam bir eşitliği ile birlikte devam edip gidecektir" diye and İçip sözleştiler. Kureyş bu and'a, "yemin,edenler faziletli işlere giriştiler" diyerek hılfu'l-judûl adını verdi. Sonra As b. Vâil'e gidip Zebîdî'nin malını aldılar ve kendisine teslim ettiler.
İbn İshâk'm Taîha b. Ubeydillah'tan; İbn Sa'd ve Bcyhakî'nin de Cübeyr b. Mut'ım (radıyaUahu anh)'dan rivayet ettiğine göre, Resûlullah (saDalkhu aleyhi vesetem) şöyle buyurmuştur: "Abdullah b. Cüd'ân'ın evindeki anda ben de katıldım. Bunu, kı-^ıl tüylü bir deve sürüsüne dahi değişmemi İslâmiyet'te de böyle bir seve davet edilseydim, icabet ederdim!"
Bcyhakî, Ebu Hureyre (radıyalkhu aniı)'dan Resûlullah (saMalıu aleyhi veseflem)'İn şöyle dediğini nakleder: "Mutayyibûn andı dışında Kureyş'in yaptığı bir anda katılmadım! O yemine amcalarımla katıldım. Onu bo-^ma karşılığında kı-^ıl tüylü develer verseler, istemem!"'Bazı râviler, Mutayyibûn'dan kasdın, Hâşim, Zühre ve Mahzum oğullan olduğunu söylemiştir.
Bcyhakî buna itiraz ederek şöyle der: "Bu açıklama, hadîse sonradan sokularak rivayet edilmiştir. Hangi ravinİn bunu hadis metnine ilave ettiğini bilmiyorum. Bir kısım siyer âlimleri, Hılfu'l-Fudûl'ü kastetmiş olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Çünkü Hz. Peygamber (saflalahu aleyhi vsselkm) Mutayyibûn andına yetişmemiştir."
Ebu Hureyre (radn*a]klıııanh)'in rivayet ettiğine göre, Resûlullah (saMalıu aleyhi vesdlem) 'Yüce Allah, koyun gütmeyen bir peygamber göndemıemiştir!" buyurduğunda ashabı ona "Yâ Resûlallah! Sen de mi?" diye sordu. O da "Evet Ben de Karârît'te1 Mekke halkının koyunlarım güttüm" [199] cevabını verdi, ibn Sa'd, Buharı ve İbn Mâce rivayet etmişlerdir
Câbir b. Abdillah (radiyaMıu anhuma)'nm şöyle dediği rivayet edilmiştir: Resûlullah (saBalkhu aleyhi vcsdfem) ile beraber bulunduğumuz bit sırada arak ağacının meyvesini devşİriyorduk. Bize şöyle buyurdu: "Dikenli arak ağacının meyvesini csmerleştiklerinde yiyini [200]; onun talk ve nefis olanı kararmış olanıdır. Ben çobanlık yaparken bunlardan yerdim''Biz de "Yâ Resûlallah! Sen de koyun güttün mü?" diye sorunca, Peygamberimiz: "Evet! Koyun gütmeyen hiçbir peygamber yoktur!" diye karşılık verdi. [201] İmâm Ahmed, Ibn Sa'd ve Buharı ve Müslim rivayet etmişlerdir
Ebu Dâvûd et-Tayâlisî, Bağavî, Ibn Mende, Ebu Nuaym ve Ibn Asâkir'in Bişr b. Harb el-Bişrî'den -mürsel olarak-; İmâm Ahmed ve Abd b. Humeyd'in de Ebu Saîd'den rivayet ettiklerine göre, bir ara, deve ve koyun gütmüş olan kimseler yaptıklarıyla iftihar ettiler. Bunun üzerine Resûlullah (saDaMıu alevlıi vcsdletn) buyurdu ki: "Musa (c&ylmhm) peygamber gönderildi; koyun güderdi. Dâvûd (^Ihsehm) peygamber gönderildi; koyun güderdi Ben de peygamber gönderildim; Ciyâd mevkiinde ehlimin koyunlarım güderdim!"[202]
1. Ulema der İd: Nübüvvetten önce peygamberlerin koyun gütmesindeki hikmet şudur: Bu iş, peygamberleri, ümmetlerinin başına geçtiklerinde karşılaşacakları zor işlere alıştırır. Çünkü koyun gütme işi, insanda hilm (yumuşaklık) ve şefkat hasletlerini güçlendirir. Koyunları güderken sabretmeleri, otlaklarda dağıldıktan sonra davarları toplamaları, bir yerden bir yere götürmeleri, yırtıcı hayvan, hırsız vb. düşmanlardan korumaları, onların çeşitli karakterlerde olduklarını, zayıf yapıda olmalarına rağmen çabucak dağıldıklarını, bunun için de sürekli kontrol edilmeleri gerektiğini kavramaları; ümmete karşı sabretmelerini, insanların mizaçlarının ve akıllarının farklı olduğunu anlamalarını sağlar. Böylece, güçlü olana zor kullanmayı; zayıf olana yumuşak davranmayı ve ümmetlerini sürekli kontrol etmeyi öğrenirler, işte peygamberler, bu işle bazı şeylere meleke kesbederler. Eğer böyle olmayıp da direk olarak görevlendirilmiş olsalar, kendilerine bu yük ağır gelebilir. Daha önce çobanlık yapmaları, üstlenecekleri yükü hafifletir. Yani, tedricen göreve hazırlanmış olurlar.
Deve ve sığır değil de, davar gütmelerindeki hikmet ise şudur: Davar cinsi, diğerlerine göre daha zayıf yapıdadır. Bir de, sığır ve deveyi bir bağla zaptetme imkânı vardır, fakat davarlar için böyle bir imkân olmadığı için daha çabuk dağılırlar. Ayrıca davarlar, çabuk dağılmakla birlikte, diğer hayvanlardan daha çabuk boyun eğerler.
Hz. Peygamber'in (saBaHıu aleyhi vesdlem), kendisinin "eşref-i mahlûkât" olduğunu bildiği halde, koyun güttüğünü zikretmesi, Rabbi'ne karşı yüksek tevâzusunu gösterir. Ayrıca bunnula Allah'ın kendisine ve diğer peygamberlere olan lütfunu açıklamak İstemiştir.
2. eş-Şeyh (Suyûtî')mn ?>/#«? sında şöyle bir fetvâ yer alır: Hanefi, Mâliki, Hanbeli mezhebinden naklen; Şafii mezhebinin de muktezâsma göre, kınamak maksadıyla "H~. Peygamber koyun çobanıydı!" diyen kimseye ta'zîr [203] cezası verilir.
İbn İshâk, Hz. Peygamber'in (saBaDahu aleyhi vesdkm) Şam'a ikinci yolculuğu esnasında 25 yaşında olduğunu söyler. Başkaları da, "Zil-Hicce'mn on dördüncü gecesiydi" diye ekler.
İbn-i Sa'd, tbn Seken ve Ebû Nuaym; Nufeyse bint Münye [204] den şunları naklediyorlar: ResûluUah (dyialm aleyhi vesdem) 25 yaşma eriştiğinde, -ki o zamanlar Mekke'de "Emin" diye çağrılırdı; çünkü onun zatında iyi hasletler tekâmül etmişti- Ebu Tâlib ona dedi ki:
"Ey kardeşimin oğlu! Biliyorsun ki, ben, malı-mülkü olmayan bir kimseyim. Zamanın kıtlığı, geçim sıkıntısı üzerime çöktü. Şiddetli kıtlık ve mücâdele yılları elimizi avucumuzu kuruttu. Bizde ne ticaret bıraktı, ne de sermaye! Bak, kavminin ticaret kervanı Şam'a gitmeye hazırlanmaktadır. Huvcylid'in kızı Hatice de bu kervana, yükleyeceği mallarla katılacak ve mallarının yanında da kavminden bazı adamlar gönderecektir. Onlar, kervanla giderek Hatice adına ticaret yapıp, kâr sağlıyorlar. Ona gidip kendini arz etsen, herhalde temizliğin ve üstün meziyetlerin sebebiyle senî, başkalarına tercih eder. Gerçi, seni Şam'a göndermek istemiyorum. Sana yahudîlerden bir zarar gelmesinden korkuyorum. Fakat, geçim hususunda bundan başka bir yol da bulamıyorum" dedi.
Hz. Hatice, ticaretle uğraşan, şerefli ve zengin bir kadındı. Şam'a gönderdiği ticaret kervanı neredeyse, bütün Kureyş'İn kervanı kadar büyük olurdu. Bu kervan için emek-sermayc ortaklığı yoluyla adam kiralar ve mallarını onlara teslim ederdi. Kureyşliler, ticaretle uğraşırlardı. Ticaret yapmayan kimseler, bir şeye sahip olamazlardı.
ResûluUah (saMLıhu aleyhi veselicm) "Be/ki beni bu kervanla gönderir" dedi. Ebu Tâlib de "Ben, başkasını görevlendirmiş olmasından endişe ediyorum" dedi ve sonra ayrıldılar.
Ebu Talib'le Peygamberimiz (ssünDalıu aleyhi vesdkm) arasında geçen bu konuşma, Hz. Hatice'ye ulaştı. Hz. Hatice; Rcsûl-i Ekrem'in (sdkllabu aleyh veseEem), doğru sözlü, emniyetli, güzel huylu olduğunu daha önce öğrenmiş bulunuyordu. "Ben, onun, bunu isteyeceğini bilmiyordum!" dedi
Hemen ona haber gönderdi. ResûluUah (salHMıu^cyli vesilem) gelince, "Ben scni, Şam'a göndereceğim ticaret mallan için görevlendirmek üzere cağıi'ttım. Senin doğru sözlü, son derece emniyetli, güzel ahlâklı olduğunu biliyorum. Ben sana, kavminden birine verdiğim ücretin iki katını vereceğim!" dedi.
Rcsûl-i Ekrem (saHahu aleyhi vesilem), bu teklifi kabul etti ve amcasının yanma geldi, ona durumu anlattı. Ebu Tâlib "Şüphesiz bu, Allah'ın sana gönderdiği bir rızıkttr!" dedi.
ResûluUah (saDaBahu aleyhi veselem), Hz. Hatice'nin kölesi Meysere üe hazırlandı. Hz. Hatice, kölesi Meysere'ye "Sakın ola ki, herhangi bir işte ona karşı gelmeyesin ve görüşüne itiraz etmeyesm!" diye tenbih etti.
Amcaları da, Peygamberimiz'i (aıMalıu aleyh vesellem) uğurlamaya geldiler ve yakından ilgilenmeleri için kervan halkına ricada bulundular.
Kervan hareket etti. Nihayet Şam'a vardı. Resûl-i Ekrem (saDaHiu aleyhi vedlem) ile M ey sere, Busra pazarında, Nastûrâ adında bir rahibin manastırına yakın bir ağacın gölgesinde konakladılar. Tlâhib, Meysere'nİn yanma gelerek, -İd onu tanıyordu- "Ey Meysere! Şu ağacın altına inen zat kim?" diye sordu. Meysere: "O, Kureyş halkından bir zattır!" dedi. Râhib bu ağacın altına şimdiye kadar peygamberden başka kimse inmemiştir" dedi ve onun gözlerinde biraz kırmızılık var mı?" diye sordu. Meysere "Evet, vardır, gözlerinden hiç ayrılmaz!" dedi. Bunun üzerine râhib "O, peygamberdir! Peygamberlerin de sonuncusudur! Keşke ben, onun peygamberlikle görevlendirildiği zamana ulaşabilseydim!" dedi.
Ebû Saîd cn-Ncysâbûrî, eş-Şerefde bu hâdiseyi şöyle anlatır; Rahip, bulutu görünce korktu ve "Sîz İdinsiniz?" diye sordu. "Hatice'nin kölesi Meysere!" dedi. Meysere'deıı habersizce, Hz. Peygamber'e (sallaHıu aleyhi vçsdiem) yaklaşıp başını ve ayaklarını öptü. "Sana iman ettim ve şehadet ederim İd, sen Allah'ın Tevrat'ta zikrettiği zâtsın!" dedi. Sonra da "Ey Muhammedi Sendeki bütün alametleri fark ettim. Yalnız bir tanesi hariç. Bana sırtını açar mısın?" dedi. Sırtını açınca, küreği tarafındaki parlayan nübüvvet mührünü gördü. Onu öpmeye başladı. Şöyle diyordu: "Şehadet ederim İd Allah'tan başka Üalı yoktur! Yine şehadet ederim ki sen, İsa b. Meryem'in müjdelediği ümmî peygamber, Allah'ın Resûlü'sün! O şöyle demişti: <Bcnden sonra bu ağacın altına Livaü'l-hamd'ın, şefaatin ve havzın sahibi, Mckkc'li, Arabî, Hâşimî ve ümmî Peygamberden başkası inmez. >"
Meysere, bütün bunları duydu ve aklında tuttu.
ResûluUah (saBJahu aleyhi vesellem) daha sonra Busrâ pazarına gitti. Orada malını sattı ve bazı şeyler saün aldı. Pazarda Hz. Peygamberle (s«ahu aleyhi vesdlem) bir yahudi arasında mal üzerinde anlaşmazlık çıktı. Yahudi "Lât ve Uzzâ'ya yemin et!" dedi. Hz. Peygamber (saDaMm aleylıı vesdlem) de "Ben şimdiye kadar onlar adına yemin e/memişimdir!" buyurdu. Adam "Senin sözün sözdür!" diye karşılık verdi. Sonra Meysere'ye dönüp "Ey Meysere! Bu bu ümmetin peygamberidir. Nefsim kudret elinde olana yemin ederim ki' kitaplarda âlimlerimiz onun sıfatlarını bulur!" dedi. Meysere, bunları da aklında tuttu.
Nihayet kervan halkı oradan ayrıldı. Meysere, güneşin harareti bastığı zaman, Resûl-i Ekrem'i (saflaMıualeylıiveseflem), devesinin üzerinde giderken iki meleğin gölgelediğini gördü. Ona karşı sevgisi ve bağlılığı, büsbütün arttı. Sanki onun kölesi olmuştu.
Ebû Saîd en-Neysâbûrî, eş-Şerefde bunları şöyle anlatır: Mallarını sattılar ve daha önce benzerini görmedikleri bir kazanç elde ettiler. Buna hayret eden Meysere şöyle dedi: "Ey Muhammedi Hatice adına kırk sene ticaret yaptık; doğrusu senin sayende bundan daha fazla bir kâr görmedim!"
Merru'z-Zahran mevkiine geldiklerinde, Meysere, Hz. Peygamber'e (saMılıu aleyhi veseHem) "Sen önden gidip Hatice'ye durumu haber versen, belki ücretini artırır!" dedi. Hz'. Peygamber (sallallahu aleyhi vesdlem) kızıl renkte, genç bir deveye binerek önden gitti. Nihayet, Öğle sıcağında Mekke'ye vardı. O sırada Hatice Hanım, kadınlarla birlikte —ki içlerinde Nufeysc bint Münye de vardı- evinin üst katındaki odasında oturuyordu. Hatice, o esnada şehre giren Resûl-i Ekrem'i (sallalkhu aleyhi vesdlem) gördü. Devesinin üzerindeyken onu iki melek gölgelendiriyordu. Hatice, bunu yanındaki kadınlara da gösterdi. Onlar da hayret ettiler.
Resûlullah (sallallahu aleyhi vesdlem) gelip Hatice'ye kazanç durumunu bildirdi. Kâr ettiklerine çok sevindi ve Meysere'yi sordu. Resûl-i Ekrem (sallallahualeyhi vesdlem): ilOndan çölde iken ayrılmıştım" diye cevap verdi. Bunun üzerine "Ona gidip çabuk gelmesini söyle!" dedi. Hatice, bu davranışıyla, şehre girerken gördüğü kimsenin Muhammed olup olmadığını denemek istemişti. Resûl-i Ekrem (saEaüahu akyhi vesdem) devesine binip harekete geçti, Hatice de üst kata çıkmış onu seyrediyordu. İlk defasında gördüğü şeyi aynen gördü ve daha öncekinin O (Hz. Peygamber) olduğundan eınin oldu. Meysere geldiğinde gördüklerini, râhib Nastura'nın sözünü ve yemin olayını bir bir anlattı.
İbn-i İshâk der ki: Hatice, büyük kâr sağladıklarını görünce, Resûl-i Ekrem'e (sallaDahu aleyhi vesdlem) söylediği meblağı kat kat artırdı.
Hatice, bu olayları (rahibin sözünü, onu meleğin gölgelendirdiğini) aıncazâdesi Varaka b. Nevfcl b. Esed b. Abdil-Uzza'ya [205] anlattı. O da "Ey Hatice! Muhammed, bu ümmetin peygamberidir! Ben, onun, bu ümmetin beklenen peygamberi olduğunu anlamıştım! Artık, onun vakti gelmiştir!" dedi.
Varaka, peygamberin bi'setini sabırsızlıkla bekliyordu. Onun bu hususta bir çok şiiri vardır. Yunus b. Bükeyr'in İbn-i İshâk'tan rivayet ettiği bir şiirini takdim edelim:
Saban mı, yoksa akşam mı geleceksin?
Bekleyişin kalbe hüzün veriyor.
Bir kavmin ayrılığı için ki, onlardan ayrılmayı sevmem.
Sanki sen onlardan iki gün sonra ayrılıp gideceksin.
Halbuki doğru haberler Muhammed'i bildirmektedir.
Onunla ilgili haberleri,
O olmadığı zaman samimi bir dost söylüyor.
Ey en hayırlı hür kadın!
iümsek, çukur ve düz yerlerden geçerek,
Develerinin yüklerinden dolayı ıhıldayarak yürüdükleri
Yolcu kafileleri içinde Bıtsrâ pazarına yolladığın genç,
Bize bilginlerin ilminden haber getirdi.
Hakk m kapılan vardır, onların da anahtarları...
Oanki Abdullah oğlu AJımed bir peygamberdir bütün insanlara...
Senim kanım sudur ki,
O, sâdık bir peygamber olarak gönderilecek.
Tıpkı İki kul, Iiûd ve Sâlı'h 'in gönderildiği gibi... ve Musa, İbrahim gibi. Onun görülecek apaçık güzelliği ve yaygın bir anısı vardır. Ve onu izleyecek topluca Lüeyy kabilesi, gençleriyle Ve pîr-İ fâni ihtiyarlarıyla... O, ortada görünmese de, İnsanlara onun mesajı ulaşıncaya kadar kalırsam, Bana bu haber sevinç/e muştulanacak. Yoksa ey Hatice bil ki ben, deniş yeryüzünde senin topraklarından uzakta olacağım. Yine şöyle demiştir: Bir kederden dolayı ısrar ettim.
Hatırlamakta ısrarlı oldum. Öyle ki hıçkırarak ağlıyorum. Onun tavsif etmesinden dolayı sabırsızlanmaya başladım ey Hatice! " ' Bize naklettiğin rahibin sözü üzerine -ki bunun saptırılmasından hoşlanmam-, iki Mekke'nin göbeğinde onun çıktığını görme ümidim öyle arttı ki! hvet! Muhammed, başımıza geçecek. Ve kendisine karşı koyana hasım olacak. Bütün yeryüzünde onun nuru parlayacak! insanlığı çalkantıdan kurtarıp istikrar getirecek.
Onunla muharebe eden ziyan olacak; ona teslim olan da zafere kavuşacak! Keşke o zamana şahit olup, ona inananların ilki olsam! Kureyş in hoşlanmadığı o şeye, -kıyameti koparsalar dahi- gireydım keşke! Onların hoşlanmadığı kimseyi bekliyorum.
Onlar a/çalsa/ar da, ben Arş m Sahibi nden yükselmeyi umuyorum.
Sefâhet (bay ağılık-beyin sizlik) denen şey,
Burçlara yükselmeyi tercin eden kimseyi tanımazlıktan başka bir şey midir?
kalırsam, birçok işler olacaktır' Kâfirler o işe karsı vaveyla >'& cakla rdı r.
ölürsem de gam yok!
Çünkü her genç, ağır İşlerden dolayı ezilerek bir gün ölümünü mutlaka karşılayacaktır.
1. Rahibin "Bu ağacın alünda peygamberden başkası konaklamamıştır" sözünü Süheylî şöyle açıklar: Bu sözle "Şu anda orada bulunan kimse, peygamberdir!" demek istemiştir. Yoksa "Bu zamana kadar peygamberden başka bir kimse o ağacın altında asla oturmadı" demek istememiştir. Çünkü, peygamberler arasında uzun bir süre vardır. Ağaç ise, bu kadar uzun bir süre yaşamaz. Zaten normalde, bir peygamber gelene kadar ağacın altına kimsenin oturmaması diye bir şey olmaz. Ancak "Hz. İsa'dan sonra, onun altında kimse oturmamıştır!" diyenin rivayeti sahih olabilir. Bu rivayet, İbn-i İshâk'm dışındakilerden gelmiştir. Bu takdirde, böyle bir durum o ağaca özgü olabilir. e-^-Zebrve. el-Işâre'de, bu görüş kabul edilmiştir.
İmâm Allâme İzzuddin b. Abdusselâm bu konuda şunları söyler: Bu .söz, mücerred bir olumsuzluk tabiridir; muhal ve mümteni olduğuna dair bir işaret yoktur. Peygamberler de harikulade şeylerle irtibatlı olduğuna göre, o ağacın uzun süre yaşamış olması ve altına peygamberden başkasının oturmasına engel olunması uzak bir ihtimal değildir. Bunun böyle olduğu açıktır.
Biz de deriz ki: Şeyh İzzeddin'in Ebu Saîd'deıı naklettiği aşağıdaki rivayet bu görüşü destekler: Ebu Bekir (adraHıuanh) Şam yolculuğunda Hz. Peygamber'e (saHahu aleyhi vesdlem) eşlik etmişti. Sidre ağacının bulunduğu bir yerde konaklamışlar, Hz. Peygamber (saMahu akyhi vcscUem) ağacın gölgesinde oturmuş, Hz. Ebu Bekir de din konusunda bir şeyler sormaya gitmişti. Rahib ona "Ağacın altındaki adam kim?" diye sordu. O da "Muhammed b. Abdullah!" diye cevap verdi. Bunun üzerine rahip "Vallahi, bu bir peygamberdir! O ağacm altında, İsa b. Meıyem'den sonra, Muhammed b.
Abdullah'tan başkası gölgelenmemiş tir!" dedi.
Botanik bilginleri, zeytin ağacının 3000 sene civarında yaşadığını ileri sürerler. En doğrusunu Allah bilir.
2. en-Nûr'da şöyle denir: Sahabeyi anlatan kitaplarda Meyserc'nin ismini bulamadım. Bundan anlaşılıyor ki, bi'setten önce vefat etmiş. Eğer bi'sete yetışseydi, mutlaka İslâm'a girerdi. En doğrusunu Allah bilir'
Ben, Hafız (Ibn Hacer')in el-îsâbe'sinde onu, birinci kategoride zikrettiğine rastladım. Hafız, Meysere ismini zikredip ardından şunu eklemiş: Bi'sete kadar yaşadığına dair sahih bir rivayet bulamadım. Ben de onu ihtimal üzere bu bölüme yazdım.
Bu evliliğe neden olan şey, Hz. Hatice'nin kölesi Meysere'nin Resûl-i Ekrem'de (sallaHıu aleyhi vesellem) gördüğü harikulade hallere dair anlattıklarıdır. Bir de buna sebep olarak İbn-i Ishâk şöyle bir hadise nakleder: Kurevş kadınlarının bir bayramı vardı, o gün mescidde (Kabe'de) toplanırlardı. Yine bir defasında mescidde bulunurlarken, bir yahudi gelip "Ey Kureyş kadınları! İçinizden bir peygamberin çıkma zamanı yaklaştı! İçinizden kim ona döşek olabilirse bunu yapsın!" dedi. Kadınlar bu kimseyi taşlayıp hakaretler edîp ağır sözler söylediler. Hatice ise, bu sözü hoşgörüyle karşıladı, kadınların durumuna düşmedi ve onu içinde sakladı. Mcyscre Hz. Muhammed (saHahu aleyhi vesellem)'de gördüğü harikulade halleri haber verince, kendi kendine "yahudinİn dediği gerçek ise, o bundan başkası değildir!" dedi.
Resul-i Ekrem'in (saHahu aleyhi vesellem) sözlcnmesi birkaç şekilde anlatılır: Ebû Saîd en-Neysâbûrî'ye göre (eş-Şerefte), Hatice (radiyallahu anhâ), Hz. Peygamber'e (saflaBahu aleyhi vesellem) "Amcana gidip söyle, sabahleyin bize gelsin!" dedi. O geldiği zaman "Ey Ebu Tâlıb! Amcam Amr'ın yanına gİdİp, benim, kardeşinin oğlu Muhammed b. Abdullah İle evlenmem hususunu konuş!" deyince, Ebu Tâlib "Ey Hatice! Benimle şaka etme!" dedi. Hz. Hatice de "Bu, Allah'ın emridir!" diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebu Tâlib yanma kavminden on kişi alarak kalkıp Amr'ın yanma gitti.
Zührî'ye göre (Sıret'tc), Resûl4 Ekrem (saBaMıu aleyhi vesellem), konuşmak üzere Hz. Hatice'nin yanma gitmişti. Oradan çıkarken bir kadına rastladı.
"Sözlendin mi?"dİye sordu. Resûlullah (saHahu aleyhi vesellem) "As/al" diye karşılık verince, kadın "Niçin olmasın? Vallahi, Kureyş içinde, -Hatice de dahü- seni kendisine küfüv (denk) görmeyen kadın yoktur!" dedi. Bunun Üzerine Resûlullah (saHahualeyhivesellem), utanarak geri dönüp Hatice'yi istedi.
Yakûb b. Süfyân da (Tanh'înde) Ammâr'dan şu hâdiseyi nakleder: Ben, Resûlullah (saHhhu aleyhi vesellem) ile birlikte Hatice'nin kız kardeşine uğramıştım. Beni yanma çağırıp "Bu arkadaşm, Hatice ile evlenmeye ne der?" diye sordu. Ben de, "Bunu kendisine bildiririm" dedim. Resûl-i Ekrem (saEJahu aleyhi vesellem) bunu kabul edince kadın bize "Sabah olunca bize gelin!" dedi. Sabahleyin gittiğimizde gördük ki, bir inek kesmişler, Hatice'ye de güzel bir elbise giydirmişler...
İbn-i İshâk el-Mübteda isimli eserinde şu olayı anlatır: Hz. Hatice, ona dedi ki: "Ey Muhammedi Evlenmeyi düşünmüyor musun?" O da "Kiminle?" diye sordu. Hatice de "Benimle!" diye cevap verdi. Resûl-i Ekrem (salallahu aleyhi vesellem) bunun ardından "Bunu bi%e kim yapar?! Sen Kureyş'li bir dul; ben de Kureyş'li bir yetimimi" dedi. Hatice ise "Sen bana talip ol veter!" diye karşılık verdi.
İbn-i İshâk es-Sîre isimli eserinde anlatıyor: Meyscrc, Şam yolculuğu esnasında Resûl-i Ekrem (saHahu aleyhi vesellem) ile ilgili gördüğü harikulade halleri Hatice'ye anlatınca, Hatice'nin gönlü bu evlenme işinde karar kıldı. Hz. Hatice, Allah'ın kendisi için şeref ve hayır dilediği, azimli, şerefli, akıllı bir kadındı. O zaman Kureyş'in en temiz ve en şerefli soyundan geliyordu; Kureyş içinde de en zengin kadındı. Herkes onunla evlenmek için can atıyordu. Fakat o Resûl-i Ekrem'e (saHahu aleyhi vesellem) kendisini arz etti ve şövle dedi: "Seni, bana akraba olduğun ve kavmin içinde şerefli, güvenilir ve güzel ahlâklı olduğun için tercih ettim." Hatice bunları söyledikten sonra Hz. Peygamber (saHahu aleyhi vesellem) durumu amcalarına anlattı.
İbn-i Sa'd ise, Nüfeyse btnt Münyc'den şunları aktarır: Hz. Hatice, Allah'ın kendisi için şeref ve hayır dilediği, kararlı, metin ve şerefli bir kadın idi. O zaman Kureyş'in en temiz ve en şerefli soyundan geliyordu; Kureyş içinde de en zengin kadındı. Herkes onunla evlenmek için can atar, onu ister, mallarını onun yolunda saçardı. Şam kervanıyla döndükten sonra, Hatice, beni aracı olarak Muhammed'c gönderdi. Ona gidip "Ey Muhammed! Seni evlenmekten alıkoyan nedir?" diye sordum. O da "Evlenmek için elimde bir şey yok!" diye. cevap verdi. Ben "Eğer bu sağlanırsa, sen, mala, güzelliğe, şerefe ve kefâetc (denkliğe) çağnlsan, icabet etmez misin?" dedim. "Kimdir o?" diye sordu, "Hatice'dir!" dedim. "Bu, nasıl olabilir?" diye sordu, "O, bana düşen bir vazifedir!" dedim. "Ben de dediğini yaparım1." dedi. Hemen gidip Hatice'ye durumu bildirdim. Bunun üzerine
Hatice, ona adam gönderip "Filan gün, filan saatte gelin!" diye haber verdi. Onlar gelince, amcasını da kendisini evlendirmesi için çağırttı.
İbn-i İshâk'a göre, Resûlullah (saDaHahu aleyhi veseHem), amcası Hamza ile gelmişti, {eş-Şerefte) Neysâbûrî'ye göre de, Ebu Talib, kavminden on . kişiyle birlikte Hatice'nin amcası Amr'a gidip istemiş ve nikahlamıştı. Amcası: "Muhammed, diz çökmek üzere burnuna sopa vurulan herhangi bir deveden tamamen farklı, asil bir deve gibidir!" demek suretiyle teklifi desteklemişti.
İbn Hişâm, mehir miktarının "20 behre" olduğu; Belâzürî ve Dimyatı ise, 12,5 ukye [206] olduğu görüşündedir. Muhibb et-Taberî ise, mehrin altın olduğunu söyler.
Ebu'l-Hüseyn b. Fâris ve başkaları, Ebu Tâlib'in o gün şöyle bir konuşma yaptığını zikrederler;
"Allah'a hamd olsun ki bizi, ibrahim'in zürriyetinden, İsmail'in sulbünden, Maad'in madeninden, Mudar'ın aslından vücuda getirdi. Bizi beytinin (evinin) bekçisi, Harem'inin bakıcısı yaptı. Bize, yöneleceğimiz, ziyaret edeceğimiz bir beyt, huzur ve emniyet veren bir harem ihsan etti. Bizİ halkın hâkim ve reisi yaptı. Bundan sonra asıl maksada gelir ve derim ki, kardeşimin oğlu Muhammed b. Abdullah, Kureyş'ten hiçbir gençle taftıîamaz; şeref ve asalette, akıl ve fazilette onların hepsinden üstün gelir. Gerçi, malı azdır. Fakat mal dediğin nedir ki? Geçici bir gölge, bir perde, alınır verilir eğreti bir şey! Allah'a yemin ederim ki, bundan sonra onun mertebesi daha çok büyüyecek, daha çok yükselecek! Şimdi o, sizden, kızınız Hatice'yi zevceliğe istemekte, muaccel ve müeccel mehİr olarak da 12,5 vermeyi taahhüt etmektedir."
Bunun üzerine Hatice'nin amcası Amr b. Esed: "Muhammed, diz çökmek üzere burnuna sopa vurulan herhangi bir deveden tamamen farklı, asil bir deve gibidir!" diyerek teklifi kabul etti ve onu Hz. Muhammed (saHahu aleyhi veseDem) ile nikahladı. Bu sözü, Varaka b. Nevfel'in söylediği de rivayet edilir.
İbn-i İshâk ei-Mübteda isimli eserinde der ki: Hz. Peygamber (sJallahualeyhi veselem), Hz. Hatice ile Şam seferinden döndükten 2 ay 25 gün kadar sonra, 26 yaşındayken nikahlanmıştır.
Zührî, Mekke halkından bir recez ölçüsüyle şiir söyleyen bir kimsenin (râciz) bu konuda şöyle dediğini rivayet eder: Jiatice! Muhammed den vazgeçme: K.utup ynarzî gibi parlayan bir yıldız olan Muhammed den...
1. Daha önce, Hz. Hatice'yi Resûl-i Ekrem (saHahu aleyhi vescllan)'e amcasının nikahladığı geçmişti. Siyer âlimlerinin çoğu böyle zÜU'etmiştir. Süheylî ise şöyle der; "Sahih olan budur." Buna karşılık Taberî, Cübeyr b. Mut'ım, İbn Abbas ve Hz. Aişc'nin şöyle dediklerini rivayet eder: "Hz. Hatice'yi Rcsûl-i Ekrem (saMlalıu aleyhi vesdlem)'e nikahlayan kimse .Amr b. Esed'dır. Hatice'nin babası Huvcylid, Ficar harbinden önce vefat etmişti." Vâkidî de bu görüşü kabul eder ve: "Aksini iddia eden hata etmiştir" der.
Ömer b. Ebi Bekr el-Müemmilî de Hz. Hatice'yi, nikahlayan kimsenin, amcası Amr b. Escd olduğu tarzındaki görüş üzerinde ittifak edildiğini ileri sürer.
Zührî Sîre 'sinde, Hz. Hatice'yi nikahlayan kimsenin babası Huvcylid olduğunu zikrederek olayı şöyle anlatır: Huveylid, aşırı içkiden sarhoş olmuş, Hatice de onun üzerine bir kaftan geçirmiş ve safrandan yapılmış bir kokuyu iyice üzerine sürmüştü. Kendine gelince, "Bu koku ve kaftan nedir?" diye sordu. "Sen Muhammed'i Hatice ile nikahladın!" dediler. Önce buna itiraz etti, fakat daha sonra razı olup onayladı. Zübrî'nin bu rivayetine, İbn İshak da muvafakat eder. Ayrıca İbn-i İshâk, kitabının sonunda, Hz. Flatice'yi nikahlayanm, kardeşi Amr b. Huveylid olduğunu da zikreder. En doğrusunu Allah bilir.
2. Resûlullah (saüalahu aleyhi vesellem)'in ve Hz. Hatice'nin o zamanki yaşı hususunda ihtilaf vardır: 25 yaşında olduğu söylenmiştir. e/-Gum}dc bunun sahih olduğu ve cumhurun bu görüşü benimsediği yer alır. Ebu Amr el-Hâfız Abdu'l-Ganiy el-Makdisî de bu rivayeti kesin görür.
Ayrıca 21 edilmiştir.
ışında olduğu rivayeti de vardır, ei-îşâre'dc bu tercih
29 yaşında olduğu, otuza yaklaştığını Berkî iddia etmiştir. 2/ ve 30 yaşındaydı diye başka söylentiler de vardır. Fakat el-Guref<\ç, bu (21, 29, 27, 30 yaşma dair) son dört görüşün zayıf olduğu, hüccet olamayacağı zikredilir.
Hz. Hatice'nin yaşının 40 olduğu rivayet edilir. et-Gurer'de bu rivayet sahih görülmüştür. Ayrıca 45, 30, 28 yaşında olduğu da söylenir.
3. Hafız Ya'kûb b. Süfyân, Mâ reva ebht'l-Kûje muhâlifen liehli'l-NLedîne isimli eserinde, mehir için Hz. Ali'nin kefil olduğu söylentisini zikrederek "Bu hatadır!" der.
e^-Zehr isimli eserde, müellif der ki: Bu hatayı giderecek bîr delil bulduk. O, Ibn îshâk'm el-Mübteda adlı eserinde zikrettiği şu rivayettir: Hz. Alî der ki: Babam beni göndererek mehre kefil olacağım söyleyip, nikahın yapılmasını istedi." İşte bu rivayet, Yakub'un karıştırdığı hususu açıklığa kavuşturuyor.
Hafız ise haşiyede -Hz. Ali'nin o zamanki yaşı hususundaki bütün rivayetleri göz önünde bulundurarak- o vakitler Hz. Ali'nin yeni doğmuş olacağını veya daha hayatta olmadığını söyler. el-Gurer isimli eserde de e^-Zebr'deki bu görüş eleştirilerek şöyle denir: Hz. Ali o zaman daha hayatta değildi. Müslüman olduğu zamanki yaşını belirtii'ken de bunu zikredeceğiz. Bu konuda sahih olan İki rivayet vardır: Birincisine göre Hz. Ali, Resül-i Ekrem (saMahu aleyhi veseflem) 32 yaşındayken dünyaya gelmiştir, ikinci rivayete göre de, 30 yaşındayken... Bu durumda Resûl-i Ekrem (saDaBahu aleyhi veseflem)'in evliliği, Hz. Ali'nin doğumundan 5 veya 7 sene önce vuku bulmuştur. En doğrusunu Allah bilir.
Not: "Vasat" kelimesi, yalnızca şahitlik ve ııeseb (soy-sop) hususlarında üstünlük ve övgü ifade eder; diğer konularda "orta" mânâsına gelir. Neseb yönüyle vasat olmak demek; ailenin daha köldü olması ve dağınık olmaması, dolayısıyla soyla ilgili iftira ve iddialardan uzak olması demektir. Şahitlik hususuna gelince; "Dedi ki: Ortaları..." (Nun 28) ile "Sizi vasat bir ümmet yaptık" (Bakara, 143) âyetinde olduğu gibi, vasat kelimesi burada övgü mânâsindadır. Çünkü şahidin en âdil olanı, terazi gibi eşit olup herhangi bir tarafa meyletmeyen, ortada olanıdır. Bu kimseyi ne sevgi, ne de korku haktan saptırabilir. Böylece doğruyu söyler.
Kureyş'in Kabe'yi inşâ etmesi bir kaç sebepten ötürüdür:
1. Kabe'nin, uğradığı yangından dolayı yapısının zayıflamış, gevşemiş olması. Bu yangının sebebi şuydu: Bir kadın (güzel kokması İçin) Kabe'yi tutsülemişti, kadının mangalından Kabe'nin örtüsüne bir kıvılcım sıçrayarak yangına sebep olmuştu.
2. Kabe'ye sel girmiş ve duvarlarını gevşeterek çatlatmış ti.
3. Bazı kimseler tarafından Kabe'deki süs eşyaları ile iki tane altın geyik heykel çalınmıştı. Heykelin bir tane olduğu, Kabe'nin içindeki kuyuda saklı, incili cevherli olduğu da söylenmiştir. Heykel Huzâa kabilesinden Müleyh b. Amr oğullarının âzadlı kölesi Düveyk'in yanında bulunmuştu ve Kureyş, hırsızların, heykeli saklaması için Düveyk'e bıraktığını zannederek onun elini kesmişti.
Yapısını bağlamak ve -dilediklerinden başkası girmesin diye- Kabe'nin kapısını yükseltmek istediler. O sıralarda fırtına, Bizans tüccarlarından Mimar Bakûm ismindeki birine ait bir gemiyi Cİdde sahiline atmış, gemi, kırılıp parçalanmıştı. Velîd b. Muğîre Kurcyş'ten bir heyetle gemiye bakmaya gitti. Kerestesini satın aldılar, Bizanslı Bakûm ile konuşup yanlarına alarak Mekke'ye getirdiler ve Kabe'yi tavanlamak için kerestesini hazırladılar.
Umevî der ki: Bu, Bizans hükümdarı Kayser'e ait; mermer, tahta ve demir gîbı inşaat malzemeleri taşıyan bir gemiydi. Kayser bunları, Habeşistan'daki Perslerin yaktıkları kiliseyi yeniden yapması için Mimar Bakûm'la gönderiyordu. Bu gemi Cidde'deki limana ulaşınca, Cenâb-ı Allah rüzgar göndererek onu parçalamıştı.
İbn-i İshâk der ki: Mekke'de marangoz bir Kıptî vardı. Bu marangozun Mekke'de bulunması onlar için bir şanstı. Kabe'ye İthaf edilen hediyelerin atıldığı kuyudan büyük bir yılan çıkar, Kabe'nin duvarında güneşlenirdi. Oraya birisi yaklaşınca da kuyruğunu sallar, korkunç sesler çıkarır ve ağzını açardı. Halk da ondan çok korkardı.
Süheylî de Rezîn'den şunları rivayet etmiştir: Cürhümîler zamanında bir hırsız, hazinesini çalmak niyetiyle Kabe'ye girmişti. Kuyu onu içine almıştı. Sonra gelip onu çıkardılar ve çaldığı eşyayı geri aldılar. Sonra kuyuya, başı oğlak başı gibi, karnı beyaz, sırtı siyah bir yılan yerleşti. Orada 500 sene kaldı. İşte İbn-i İshâk'm anlattıkları buraya kadardır.
İbn-i Ukbe der ki: Halk, Kabe'yi sardığında, yılanın başının kuyruğuna eriştiğine inanırdı.
Bu yılan, bir gün, yine her zaman yaptığı gibi, öğle sıcağında Kabe'nin duvarında güneşlenirken Allah, ona bir kuş saldı. Kuş, onu kapıp götürdü! Bunun üzerine Kureyş kavmi: "Umarız ki Allah yapmak istediğimiz işten hoşnut olmuştur. Yanımızda münasip bir usta var, elimizde kereste de var. Allah, bizden yılanı da defetti" dediler.
Kabe'yi yapma konusunda görüş birliğine vardıklarında Ebu Vehb b. Amr b. Aiz kalkü ve Kabe'den bir taş aldı. Taşı eline almasıyla tasın elinden fırlayıp eski yerine dönmesi bir oldu. -İbn-i İshak'a göre bu zat Ibni Abd b. İmran'dır; İbn-i Hişam'a göre ise Aiz b. İmran'dır. Sonunda ikisi de "Mahzum'un oğlu" olduğunda ittifak etmişlerdir ki o, Resülullan (dlaHıua^veseEem)'in babasının dayısıdır. Çok şerefli bir kimsedir.- Bunun üzerine Aiz (başka rivayetlere göre Velid b. Muğîre b. Abdullah bin Amr b. Mahzum): "Ey Kureyş topluluğu! Kabe'nin İnşaatına, sakın, kazancınızın temiz olmayanını sokmayın! Ona, zina parası, faizli aliş-veris ve halkın herhangi birisinden haksız olarak gasbedıîmiş para sokulmaz!" dedi.
Daha sonra Kureyş, Kâbe'yİ paylaştırdı: Abd-i Menaf ve Zührc oğullarına kapı tarafı, Beni Mahzum ve Kureyş'ten bazı kabilelere Rükn-ü Esved İle Rükn-ü Yemani arasındaki bölüm, Scmh ve Cümah oğullarına arka tarafı, Abdüddar, Escd ve Adiy oğullarına Hatim [207]==Hıcr tarafı düştü. Taş toplanmasını emrettiler. Rcsuluîlah (sMalıu aleyhi vesdlem) de onlarla beraber taş taşıyordu.
Buhârî ile Müslim'in Cabir b. Abdillah'tan rivayetine göre: Kabe 'yapıldığı zaman Abbas ve Resulullah (saMMıu^eyHvEsdlem) taş taşımaya gittiler. Abbas Hz. Peygamber'e (sdMahu aleyhi vesdlem): "İzarını [208] omzuna at da taşın incitmesine mani olsun!" dedi. O da öyle yapmıştı. -Bu, bi'setten önceydi-Fakat birden yere yığıldı. Gözleri semaya dikili kaknışü. <fI^anm! Iharım!" dedi ve derhal onu üzerine bağladı. Bir rivayette de şu ziyade vardır: "Bayılıp yere düştü ve bundan sonra bir daha çıplak görülmedi."[209]
Abdurrezzak, Tabcrânî ve Hâkim, Ebu't-Tufeyl (radiyaEakı anh)'m şöyle dediğini rivayet etmiştir: Kabe, Cahiliye döneminde harçsız olarak üst üste konulmuş taşlardan yapılmıştı. İçi bir koyun yavrusunun zorla girebileceği kadardı. Örtüsü üzerine sarkıtılıyordu. Bu halkanın □ kareye benzer iki rüknü vardı. Bizans'tan bir gemi yola çıkmıştı ve bu gemi Cidde'ye yaklaşınca parçalandı. Bunun üzerine Kureyş, kerestesini almak için gitti, içindeki Bizanslının marangoz olduğunu öğrendiler. Kâbe'yi yapmak için onu kerestelerle birlikte alıp Mekke'ye getirdiler. Kabe'yi yıkmak için her yaklaştıklarında ağzını açmış bir yılan görünüyordu. Allah, akbabadan büyük bir kuş gönderdi, pençelerini yılana batırdı ve onu Ecyad'a doğru kaldırıp ata
Böylece Kureyş, vadinin taşlarıyla Kâbe'yi inşa ederek onu 20 arşın yükseltti. Hz. Peygamber (saBallahu aleyhi vesellem) Ecyad'dan taş taşırken üzerinde çizgili bir elbise vardı. Bu elbise ona dar geldi ve onu omzuna atmaya yeltendi, avret yeri biraz göründü ve o esnada şöyle bir nida geldi: "Ey Muhammedi Avret yerini ört!" Bundan böyle bir daha çıplak olarak o-örülmedi.
İbn-i İshâk der ki: Sonra insanlar Kâbe'yi yıkmaktan korkup çekindiler. Velid b. Muğîre : "Onu yıkmaya işte ben girişiyorum!" dedi. Kalkıp eline kazmayı aldı, "Allahtm! Senin dininden çıkmadık veya Kabe daha önce korkulan bir yer olmadı. Bizim hayır işlemekten başka bir maksadımız yoktur!" diyerek iki köşe arasından yıkmaya başladı. İnsanlar o geceyi gözetlediler: "Durun bakalım, eğer, yaptığından dolayı Velid'm başına bir felaket gelirse, biz, Kabe'den hiçbir şey yıkmayalım. Yıktıklarımızı da bulundukları yere geri koyalım. Şayet ona bir felaket gelmezse (çarpılmaz s a), yıkım işine başlarız. Bu durumda Allah, bu yaptığımızdan hoşnut olmuş demektir!" dediler.
Velid, yaptığı işten dolayı bir felakete uğramadan ertesi günü sabaha çıktı ve yıkım işine devam etti. O ve Mekke halkı, Hz. İbrahim'in (sleyhksckm) temeline ulaşıncaya kadar yıkıma devam ettiler. Orada deve hörgüçleri gibi birbirine yapışmış yeşil taşlara rastladılar. Yıkım yapanlardan birisi küsküyü iki taştan birini ayırmak ve koparmak için aralarına soktu. Taş kımıldayınca, bütün Mekke sarsıldı ve taşın altından neredeyse insanın gözünü alacak (kör edecek) bir şimşek çıktığım gördüler. Böylece yıkım işine bu temelde son verdiler.
Kureyşliler, yıkılan köşede Süryanıce bir yazı buldular. Yahudilerden bir adam gelip bu yazıyı onlara okuyuııcaya kadar onun, ne olduğunu anlayamadılar. Bu yazıda şöyle deniliyordu: "Ben, Bckke (Mekke)'nin sahibi olan Allah'ım! O'nu gökleri ve yeri yarattığım, Güneş'e ve Ay'a şekil verdiğim ve onu yedi hanif (dokunulmaz) melekle kuşattığım gün yarattım. Onun iki dağı (Ebu Kubeys ile Kuaykıan) devam ettikçe oranın halkı için su ve sütte bereket devam eder."
Bir yazı da Makam-ı İbrahim'de buldular. Onda da: "Mekke şehri ki, onda Allah'ın Beyt-i Harâm'ı bulunmaktadır. Oraya üç yoldan (ıızık) gelir. Onun halkından ilkine bile dokunmak helal değildir" yazılıydı.
Başka bir yazıda da şöyle deniliyordu: "Hayır eken, gıpta biçer. Şer eken, nedamet (pişmanlık) biçer. Kötülükleri işler, mükâfat beklersiniz. Evet! Aynen dikenden üzüm devşirilirmiş gibi!"
Sonra Hacer-i Esved'in bulunduğu yere kadar duvarı ördüler. İste burada tartışma başladı. Her kabile-soy, onu başkasının değil kendisinin kaldırıp yerine koymasını istiyordu. En sonunda, her biri bir tarafa çekilip, and içerek savaşa hazırlandılar. Abdü'd-Dar oğulları, içi kanla dolu bir çanak getirdiler. Sonra Adiy oğullarıyla birlikte, ellerini kanlı çanağa batırarak ölüm üzerine yemin ettiler. Bundan dolayı onlara "kan yalayanlar" denildi.
Kureyş kabileleri bu hal üzere dört veya beş gece beklediler. Sonra Mescid-i Haram'da toplanarak istişare ettiler ve birbirlerine tolerans tanıdılar. Bu kısım rivayetçiler, Ebu Ümeyyc b. Muğîre'nin, o sene Kureyş'in en yaşlısı olduğunu ileri sürerek şöyle dediğini aktarırlar: "Ey Kureyş topluluğu! Bu mescidin kapısından girecek İlk kişiyi tartıştığınız konuda sizi uzlaştıracak hakem yapınız." İlk giren Resulullah (saMalıu aleyhi veseDem) idi. Onu görünce "Bu emindir! Ona razıyız!" dediler. Yanlarına gelince ona durumu bildirdiler. Buyurdu ki: "bana bir Örtü gelirin!" Örtü getirildi. Haccrü'-l Esved'i eline alarak örtünün üstüne koydu. Sonra dedi ki: "Her kabile bu örtünün ucundan tutsun. Sonra da hep birlikte kaldırın!" Derhal bunu yaptılar. Yerine kadar kaldırdıklarında kendisi eliyle taşı yerleştirdi. Henüz ona vahiy inmeden önce Kureyşliler, Resulullah (salkllahu aleyhiveseDem)'i emin diye adlandırıyorlardı.
e^-Zehrve el-Işare'de bu olayın Pazartesi vuku bulduğu kayıtlıdır.
Yakub b. Süfyan'ın İbn Şıhâb'dan rivayetine göre: Kureyşliler, Kabe'yi yaptığı zaman Hacer-i Esvcd hizasına geldiklerinde, hangi kabilenin onu yerine koymaya layık olduğu hususunda çekiştiler. Nihayet "ilk gelen kişiyi hakem yapalım!" dediler. İlk gelen ise Resulullah (sJaHahu aleyhi vedian) idi. O zaman çocuktu. Onu hakem yaptılar, o da taşın getirilmesini istedi, onu bir örtünün üzerine koydu. Sonra her kabilenin ileri gelen kişisini çağırarak örtünün bir ucunu ona verdi, sonra kaldırdılar ve kendisi taşı alarak yerine koydu. Yaşı pek büyük olmamasına rağmen, daha çocukken -kendisine vahiy inmeden önce- Kureyşliler onu emin diye çağırmaya başladılar. Deveyi bile o elini sürmeden ve dua etmeden kesmediler.
İbn-i Sa'd ve Ebu Nuaym, İbn Abbas (radi)^uanhumâ)'dan şunu rivayet etmiştir: Resulullah (saDaBahu aleyhi vedlern) Hacer-i Esved'i yerleştirdiği sırada Necıd ahalisinden bir adam, Resulullah (saMalıu aleyhi vcsdlcm)'c, Hacer-i Esved'i bağlaması için bir taş vermek istedi. Hz. Abbas itiraz etti ve taşı kendisi verdi, Resulullah (sıllaHıu aleyhi vesefem) de Hacer-i Esved'i onunla bağladı. Necidli adam öfkelendi ve dedi ki: "Hayret doğrusu!.. Şerefli, akıllı ve zengin bir topluluk yaşı en küçük, malı en az bir adama güvenip en değerli işlerinde onu kendilerine başkan yapmışlar, kendilerine hizmet ediyormuş gibi! Vallahi, o, onları gruplara ayıracak, aralarındaki şan ve şerefi paramparça edecek." Bunu söyleyenin İblis olduğu da nakledilmiştir. Bir başkası da: "Az kalsın aralarındaki kötülüğü kışkırtacaktı, ancak daha sonra sakİnleştiler" ifadesini kullanmıştır.
Kureyş, Resulullah (saMahualeylıiveseDçm)'i hakem yaptığı zaman, Hübeyre b. Ebi Vehb el-Mahzumi şu şiiri söylemiştir:
Kabileler bu konuda birbirine girdiler
Mutluluktan sonra bantları uğursuzlukla devam etti
Sevgiden sonra kin ve nefretle birbirinin kargısına çıktılar
Kötü bir adam aralarında (fitne) ateşi yaktı
isin ciddi olduğunu anladığımızda,
Hint kılıcını çekmekten başka yapacak bir şey kalmamıştı
Sonra uzlaştık ve dedik ki; Adil olan anlasmaksızm Batha dan ilk gelendir
Ansızın gelen Emin Munammed'den başkası değildi
Dedik ki; Emin rAuhammed e razı olduk.
Bütün Kureyş'in en hayırlısı; bugün de, yarın Allanın ortaya çıkaracağında
insanların benzerini görmediği bir çözüm oıiaya koydu,
Oonucu dana kapsamlı ve dana hoş...
Hepimiz örtünün ucundan tuttuk.
Onu kaldırıp yerine koymada hepimizin bir avuç payı vardı
Dedi ki: "Onu yükselene kadar kaldırın!" Eller bu en güzel desteğe sevinmez p
Biz bundan onun aracılığıyla hoşnut kalmıştık... Ne kadar büyük bir Hadi ve Mühtedi görüşü...
î§te, onun bizim üzerimizdeki büyük gücü!... Irak kervanı o güçle gider ve onunla beslenir.
Kureyş Kabe'yi yaptığında dıştan yüksekliğini İS arşın yapmıştı. Bunun 9 arşını, Hz. İbrahim (nleyhissdam)'m Kabe'yi inşâ ettiği zamanki boyuna yapılmış bir ek idi. Eninden bir kaç arşın kıstılar. Bu kısaltmayı Hicr bölgesinden yaptılar. Sebebi de; Kabe'nin yapımı için hazırladıkları helal nafakanın yetmeme siydi. Dilediklerini Kabe'ye sokmak, dilediklerine de mani olmak İçin kapısını yüksek yaptılar. Hacer-i Esved köşesinden Yemen köşesine kadar olan tarafa (güneydoğu duvarına) paralel, iki sıra halinde altı direk diktiler. Şam köşesine, damına çlkılabilmesi için içerden bir merdiven koydular. Çatıyı düzelttiler, damına da suyu Hıcr'c akan bir oluk yerleştirdiler.
Resulullah (silaMıualeriiivesdem)'in o zamanki yaşı konusunda ihtilaf (görüş farklılıkları) vardır.
35 yaşında olduğu söylenmiştir. el-Işare'âc bu tercih edilmiştir.
Ezraki yaptığı rivayete dayanarak, Kabe inşa edildiği zaman Resulullah (saüaMıualo-hivesellemJ'in çocuk olduğunu ifade eder.
Hafız (tbn Hacer) demiştir ki: Belki Ezrakî'nin dayanağı, Abdurrczzak'm Ma'mer'den, onun da Zühn'den rivayet ettiği şu haberdir: Resulullah (saMalm aleyhi veselem) bulûğa erdiği zaman tütsü yapan bir kadının mangalından Kabe'nin örtüsüne sıçrayan bir kıvılcım Kabe'yi yakmıştı. Ezraki bu rivayetten sonra Kabe'nin inşasını anlatmaya devam etmiştir.
Abdurrezzak, İbn-i Cüreyc'den, o da Mücahid'den bu olayın bi'setten on beş sene önce gerçekleştiğini rivayet etmiştir.
Yine İbn-i Abdi'1-Berr Muhammed b. Cübeyr tarikiyle bunu rivayet etmiş, Musa b. Ukbe de eI-Meğâ?(î'sindc buna karar kılınıştır. İbn-i İshak'm benimsediği rivayet ise Kureyş'in inşasının bi'setten beş sene Önce olduğudur. Hafız (İbn Hacer) der ki: Bu rivayet en meşhur olanıdır. "Yangının vuku bulma vakti, inşaata başlamadan çok önce olmuştur" diyerek İlâ görüşün arasını bulmak da mümkündür. 25 yaşında olduğu da söylenmiştir ki bunu söyleyen hata etmiştir.
Nuh (alatesetam) zamanından bi'sctc kadarkı dönemde peygamberlere inanan bir kısmı hariç insanlar, putlara taparlardı. Arap olan da, Acem olan da bu dalâlete katılmıştı. Acemlerin çoğu, ateşe tapıyordu. Bunlar mecusîlerdı. Mütemadiyen yanan ateş evlerini kendilerine mabud edinmişlerdi; onlara dua eder, kurbanlar sunar, fayda ve zararın onlardan geldiğine inanırlardı. Kisra kralları da bu sapıklığa ortaktı.
Acemlerden bir taife de belirli yıldızlara tapardı. Bu kimseler, dünya hayatı diye ifade edilen süfli âlemde meydana gelen olayların yıldızlardan kaynaklandığına; güneşin de her şeye ışık verdiğine inanırlardı. Bu taife, cevher ve madenlerden -yıldız isimlen vererek- heykeller yapar, onlara taparak dua eder, kurbanlar takdim ederlerdi. Bu timsallerin, kendilerine fayda sağladığına ve zararları def ettiğine inanırlardı. Bu taifeye, Sabitler ismi verilmişti. Ebu Cafer İbn Cerîr, Mcs'ûdî ve daha başkaları bu konuyu detaylı bir şekilde ele almışlardır. Biz bu konuya fazla girmeyeceğiz.
Araplar İse, -pek azı hariç- asnâm (dikili taşlar) edinmişler, Allah'ı bırakıp bunlara tapınışlardır. "Şirk koşanlar" ifadesi Özellikle bunlar için kullanılmıştır. Her ne kadar Allah'tan başka şeylere ibadet etme hususunda onlara başka topluluklar eşlik etse de, bu isim "ellezîne eşrekû: şirk koşanlar" terimi, Araplardan başkası için kullanılmaz.
Puta tapma işi, ilk defa Nuh kavmi tarafından ihdas edildi. Allah Teâla, bu inançlarından kurtarmak için, onlara Nuh (aLyliBsdam)'ı gönderdi. —Eski kaynaklarda anlatıldığına göre- Hz. Nuh, onların İçinde 950 sene yaşadı. Bu puta tapma sapıklığı, Hz. ibrahim zamanında da sürüp devam etti. Cenâb-ı Allah, bir çok âyette onun kavmiyle olan mücâdelesini anlatır. Bu çirkin İş, Allah'ın -bir lütuf ve rahmet eseri olarak- kulu ve resulü Muhammed (ahfedam)'ı göndermesine kadar sürüp devam etti. O gelince, yalnız Allah'a ibadet etmeye çağırdı. -Ayetlerde de vurgulandığı üzere-müşrikler bunu kabul etmedi, inkara yöneldi.
İnsanların putlara tapmaya başlamasına sebep olan şey, Fâkİhî'nın Abdullah b. Ubeyd b. Umcyr'dcn rivayet ettiği şu hâdisedir: Putlara tapma işi, Nuh (ieyhıssehm) zamanında ihdas edildi. O zaman çocuklar babalarını çok sevip saygılı davranırlardı. İçlerinden biri öldüğünde oğlu günlerce matem tuttu. O hale geldi ki, attık babasının ayrılığına sabredemez oldu. Tutup babası suretinde bir heykel yapü; her özlediğinde ona bakıp özlem gidermeye başladı. Kendisi öldüğünde de çocukları aynısını yaptılar; bu böylece sürüp gitti. Daha sonra torunları "Babalarımız bunları, olsa olsa kendilerine ilah edinmek için yapmıştır!" deyip onlara tapmaya başladılar.
Abd b. Humeydin Muhammed b. Ka'b cl-Kurazî'den rivayet ettiğine göre, Resûl-ı Ekrem (sallallalıualej'hivcsellem), Nuh süresindeki "İnsanlara: <Sakın tannlannızı bırakmayın, Ved, Suva', Yağus, Yeuk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin> dediler" (23.) âyetini şöyle tefsir etmiştir: Hz. Adem ile Nuh arasındakiler, sâlih kimselerden oluşmuş bir topluluktu. İblis, onlardan sonra gelen topluluğa, "Onların suretlerini yapsaydınız, onlara bakardınız!" dedi. Onlar da suretlerini yaptılar. Bu nesil öldükten sonra İblis yeni nesle gelip suretleri göstererek "Sizden öncekiler, onlara taparlardı!" dedi. Onlar da işte bu suredere
tapmaya başladılar.
EbuVŞeyh'in, e/-A^ame'dc, Muhammed b. Ka'b cl-Kurazî'den rivayet ettiğine göre, Hz. Adem'in beş oğlu vardı: Ved, Suva', Yağus, Yeuk ve Nesr. Bunlar âbid kimselerdi. Onlardan biri öldüğünde çok üzüldüler. Bu arada şeytan onların yanma gelip "Bu arkadaşınıza mı yas tutuyorsunuz?" diye sordu. "Evet!" dediler. "Eğer bana müsaade ederseniz, ben size onun bir benzerini yapıp kıblenize koyarım. SİZ de ona bakar, yâd edersiniz" deyince, "Yönelerek İbadet yaptığımız kıblemize bir şey koyman hoşumuza gitmez!" dediler. "Öyleyse mescidin arka tarafına koyayım!" dedi. Bunu kabul ettiler. Bunların beşi de ölene kadar aynı şeyi yaptı; suretlerini yapıp mescidin arka tarafına yerleştirdiler. Tâ ki daha sonraları çözülme başladı; Allah'a ibadeti terk edip, bu heykellere tapınmaya başladılar. Allah Teâlâ da Nuh (aleylıisseLım)'ı gönderdi. Bunun üzerine: "Sakın tanrılarınızı bırakmayın..." dediler.
Abd b. Humeyd'in Ebu Cafer b. Yezid b. el-Mühclleb'dcn rivayet etliğine göre, Ved, kavini içinde sevilen müslüman bir zat idi. Ved ölünce, kavmi, Babil toprağındaki kabrinin etrafında toplanıp matem tuttular. İblis onların bu matemini görünce, insan suretine girerek yanlarına gelip "Bu zâtın ayrılığına dayanamadığmızı görüyorum! Eğer bana müsaade ederseniz, ben size onun bir benzerim yapayım; cemiyetinizde ona bakar, yâd edersiniz" dedi. "Evet, olur!" dediler. Şeytan onun heykelini yapınca, bunu meclislerine koydular ve onunla hatırasını yâd etmeye başladılar. Şeytan, onların heykele olan bu ilgilerini müşahede edince, "İsterseniz her birinizin evine ondan birer tane yapıp koyayım; siz de ona bakarak hasret giderirsiniz!" dedi. "Evet!" dediler. Böylece her eve onun heykelim yaptı.
Daha sonra gelen nesiller, büyüklerinin bu putlara taptıkları zannına kapılarak, Allah'ı bırakıp onlara ibadet etmeye başladılar. Allah'tan başka kendisine ibadet edilen ilk ilah, Ved adındaki bu puttur.
Buhârî, İbnü'l-Münzk ve İbn Murdeveyh'in, İbn Abbas'dan rivayet ettiğine göre, Araplar, Nuh (ale\-lıgsekn)'ın kavmi zamanındaki putlara ibadet eder oldu. Ved putu, Dûmetü'l-Cendel'de bulunan Kelb kabilesinin; Süvâ' putu, Hüzeyl kabilesinin; Yağûs putu, Murâd kabilesinin, daha sonraları Gatîf oğullarının; Yaûk putu, Hemdân kabilesinin; Nesr putu, Hımyer kabilesinin idi. Put isimleri, Nuh kavminden salih zatların isimleriydi. Bu zatlar Öldüğünde, şeytan onların kavmine, heykellerini meclislerine dikmelerini ilham etti. Onlar da heykellerini yapıp o zatların ismini verdiler. Fakat onlar bu anıtlara ibadet etmiyordu. Ne var ki, onlar ölünce, ilim kalktı ve sonradan gelen nesil bu anıtlara ibadet etmeye başladı. Tufan çıktığı zaman sular bu putları, çamur ve toprağa gömdü. Şeytan onları Arap müşriklerine çıkarmcaya kadar, gömülü kaldı.
Arapları puta tapmaya sevk eden İlk kişi Amr b. Luhay İbn Kamaa İbn Hmdeftir.
İbn-i İshâk, Ebû Hureyre (radiyAhu anh)'m şöyle dediğini rivayet eder: Rcsûlullah (salhHuı aleyhi vesdlem)'in Eksem b. Cevn el-Huzâî'ye şöyle buyurduğunu işittim: "By Eksem! A.mr b. Lıtbay b. Kamaa b. Hındefi cehennemde kendi odununu taşırken gördüm. Ona senden daha çok benzeyen İmini görmedim!" Bu söz üzerine Eksem "Ey Allah'ın Peygamberi! Ona benzemek bana zarar verebilir mi?" diye sordu. Resûl4 Ekrem (saMalıu aleyhi veseüem): "Asla! Sen müminsin; o ise kâfir! O, ismail'in dinini değiş/irip de putlar diken ilk kişidir!"[210]
İbn Hişâm diyor ki: Bir kısım ilim ehli, bana şu olayı nakletti: Amr b. Luhay, bazı işlerini takip için Mekke'den Şam'a gitmişti. Belkâ toprağındaki Meâb mevkiine gelince, oradaki Amalık [211] kabilesinin dikili taşlara taptıklarım gördü. Onlara "Bu taptığınız taşlar nedir?" diye sordu. Onlar da "Bunlar bizim ibadet ettiğimiz putlardır! Biz, onlardan yağmur isteriz, yağmur verirler; yardım dileriz, yardım ederler!" diye cevap verdiler. Bunun üzerine onlara dedi ki: "Bana onlardan bir tane verseniz; Araplara götürürüm, ona taparlar!" Onlar da, kendisine Hübel isminde bir put verdiler. Onu Mekke'ye getirip bir yere dikti. İnsanları da ona tapmaya ve savgı göstermeye davet etti.
Fâkilıî'nin Hişâm b. es-Sâib'den naldettiğine göre, Amr b. Rcbîa'nın bir cini vardı. Bir gün yanına gelip şiir okudu. Şiirin içinde, Cidde sahilinden putları çıkarmasını söylüyordu. Bunun üzerine Amr, Cidde sahiline gidip orada, Ved, Süvâ', Yağûs, Yaûk ve Nesr ismindeki putları buldu. Bunlar, Nuh ve İdris (^-himesselâm) zamanlarında tapılan putlardı. Nuh tufanı bu putları oraya atmıştı. Rüzgârlar üzerindeki kumları kaldırınca, bunlar açığa çıkmıştı. Amr, onları çıkarıp Tihâme mevkiine götürdü. Hac mevsimi geldiğinde, insanları bu putlara tapınmaya çağırdı. Onun bu çağrısına kulak verip uyan kimseler oldu.
Ibn-i Ishâk der ki: îlk defa taşlara tapınmanın Hz. İsmail'in oğulları zamanında vuku bulduğunu iddia ederler. Anlatıldığına göre bu âdet şöyle ortaya çıkmıştır: Geçim sıkıntısına düşüp de diğer beldelerde rızk aramak için Mekke'den ayrılarak yola çıkan bir kimse, Harem'e olan tazimini ifade etmek için yanına mutlaka bir Harem taşı alır, konakladığı mekânlarda onu yere koyarak, Kabe'yi tavaf eder gibi taşın çevresinde dönerdi. Daha sonraları güzel buldukları taşlara tapınmaya başladılar. Yaptıkları bu işten de zevk alıyorlardı. Bu âdet yayıldı; sonunda'Hz. İbrahim ve İsmail'in tevhid dinini başka dinle değiştiler ve putlara tapular. Sonuçta ise kendilerinden önceki milletlerin sapıklıklarına dönmüş oldular. Bunların arasında, ibrahim (aleyhisselam) zamanından, (Beyt'e hürmet, tavaf, Arafat ve Müzdelife'de vakfe, Kabe'ye kurban sevk etmek, hac ve umrede tekbir getirmek gibi) bağlı oldukları bazı kalıntılar da vardı. Tabii bu ibadetlere kendileri bazı ilaveler katarak aslından çıkarmışlardı. Kinâne ve Kureyş kabileleri şöyle tekbir getirirlerdi: "Lebbeyk Allah'ım, Lebbeyk. Senin, ortağın yoktur! Senin ortağın sadece sahip olduğun şeydir!" Onun birliğini kabul eder, ardından da putlarını ortak koşarlardı. Allah Teâlâ'nın, Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber'e (saHlahu aleyhi vesdkn) buyurduğu gibi:
"Onların çoğu ortak koşmadan Allah'a inanmazlar" (Yusuf, 106). Yani onlar gerçek tevhid inancına sahip değildirler; mahlukattan bazı şeyleri şirk koşarak Allah'a inanırlar.
Ibn-i Ishâk der ki: Nuh kavminin birtakım putları vardı; onlara tapmırlardı. Hz. İsmail'in neslinden olanlar veya diğerleri bu putları kendilerine ilah edinmişler ve Hz. İsmail'in dinini terk etmişlerdi. Hüzeyl b. Müdrike kabilesi, Ruhât'taki Süvâ' putunu; Kudâa soyundan olan Kelb b. Vebre kabilesi, Dûmetü'l-Cendel mevkiindeki A^ed putunu; Kelb b. Vebre b. Sa'lebe b. Halvân b. Imrân ve Cüreş halkı İse Yağûs putunu ilah edinmişlerdi. Hemdân soyunun bir batnı olan Heyvan ise, Yemen'in Hemdân şehrindeki Yaûk putuna tapınıyorlardı.
Hımyer'in kolu Zu'1-Kelâ, Hımyer toprağında bulunan Nesr putuna; Havlân'ın bir batnı olan Edîm sülâlesi, Amenes ismindeki puta tapıyordu. Kendi bâtıl inançlarına dayanarak, hayvanları ve ekinleri Allah ile Amenes denilen pudarı arasında pay ediyorlardı. Bu konuda Cenâb-ı Allah şöyle buyurur:
"Kendi zanlarına göre, <Bu Allah'ındır, bu da putlanmızındır> diyerek, Allah'ın yarattığı hayvanlar ve ekinlerden pay ayırdılar. Putları için ayırdıkları Allah için verilmez, ama Allah için ayırdıkları putlarına verilirdi; ne kötü hüküm veriyorlardı!" (En'âm, 136)
Mİlkân (b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike) oğullarının da Sa'd isminde bir putları vardı. Bu, kendi topraklarının çöl kısmında bulunan uzunca bir kaya idi. Milkân oğullarından bir adam, taşa elini değdirerek -kendi zannınca- bereket bulmak için oraya gitmişti. Adamın iple bağlı develeri taşı görünce -üzerindeki kurban kanlarından dolayı- ürküp, oraya buraya kaçtılar. Develerin sahibi olan Milkân'lı adam, yerden bir taş alıp puta atü ve "Allah seni kahretsin! Develerimi ürküttün! Sonra develerini aramaya çıktı. Hepsini toplayınca, şunları söyledi:
İşlerimize düzen versin diye Sa'd'm huzuruna geldik; fakat o, darmadağın etti. Artık dit. Sa'd'dan yana değiliz.
Sa'd, iyilik için de, kötülük için de yardıma gağnlamayan, ıssız çöldeki bir kayadan gayrı bir §ey midir ki?!.[212]
Kureyş, Kâ'be içindeki kuyuda bulunan Hübel ismindeki putu ilah edinmişti. Bir de zemzem suyu mevziinde İsaf ve Naile adlı putları vardı. Bunların yanında kurbanlık develerini keserlerdi. İsaf ve Naile, Cürhümîlerden bir kadın ve bir erkeğin ismidir. Bu konuda Hz. Aişe (tallahi anhâ)'dan rivayet edilir: İsaf ve Nâilc'nın Cürhümîlerden bir erkek ve bir kadın olduğu, Kâ'be'nin içinde kötülük işledikleri; bunun üzerine Allah'ın kendilerini taşa çevirdiği, eskiden beri söylenip dururdu. (İbn-i İshâk)
İbn-i İshâk der ki: Herkes evinde bir put edinmiş, Allah'ı bırakmış, ona tapıyordu. Bir kişi yolculuğa çıkacağı zaman, son olarak putu eliyle mesh eder; yolculuktan döndüğünde de ailesinden önce puta elini sürerdi. Allah Teâlâ, Hz. Peygamber'l (şüahu^ aleyhi vesdlcm) tevhid ile gönderınce, Kureyş şöyle demişti: "... Tanrıları tek bir tanrı mı yaptı? Doğrusu bu tuhaf bir şeydir!" (Sâd, 5).
İbn-i İshâk ve başkaları, Arapların taptığı birçok put isimlen ymışlardır. Ben bunu' yapmadım. Zira, bunları sayman bi kaları, Arapların taptığı birçok put isimlen yapmadım. Zira, bunları saymanın bir faydası yoktur. Ben, sadece Kur'ân-ı Kerim'de İsimleri verilen pudarı -bazı ilavelerle- zikrettim.
Vâkidî şöyle der: Ved putu, erkek suretinde; Süvâ', kadın suretinde; Yağûs, aslan suretinde; Yaûk, at suretinde; Nesr de kuş sûretindeydİ.
Fethu 'l-Bâıf&e. bu rivayet için şöyle denir: Bu, şâz bir rivayettir. Meşhur olan, hepsinin insan suretinde olduğunu belirten rivayettir. Zaten -nakillere göre- putlara tapma hadisesi, ölen insanların anıtını yapmakla başlamıştı.
Mes'ûdî Muma/\-Zehöb isimli eserinde şunları anlatır: Hind ve Çin halkının çoğu ile bazı başka İnsanlar, Allah Teâlâ'nın ve meleklerin cisim olduğuna ve Allah'ın gökte gizlendiğine inanırlardı. Bu itikadları, kendilerini, Bârî Teâlâ ve melek suretlerinde -şekilleri ve ölçüleri farklı-hcykeller İle putlar yapmaya sevk etti. İnsan suretinde olanların yanında başka suretlerde olanlar da vardı. Putların Allah'a benzedikleri ve ona yakın olduğu zannına dayanarak, onlara tapındılar, kurbanlar sundular, adaklar adadılar. Bir müddet bu şekilde yaşamaya devam ettiler. Tâ ki içlerinden bazıları onları uyararak, Allah'a en yakın cisimlerin, eflâk (gök cisimleri) ve yıldızlar olduğunu; bunların diri olup konuştuklaımı; âlemdeki hâdiselerin, yıldızların hareket ölçüsüne göre meydana geldiğini soyleyinceyc kadar.... Böylece onlara tazim edip, kendilerine faydalı olmaları için kurbanlar sundular. Uzun zaman bu hal üzere kaldılar. Daha sonraları, yıldızların, gündüz vakti ve gecenin bazı vakitlerinde -havadaki engeller yüzünden- kaybolduğunu görünce, içlerinden bazı kimseler, yıldızların suretlerine, şekillerine ve biçimlerine uygun putlar ile büstler j apmaya başladı. Bunun üzerine, meşhur yıldızlar adedince put yaptılar. Toplum içinde her bir sınıf belirli bir yıldıza tazim gösteriyor, bunlara \akın olmak için de muhtelif ibadetler yapıyordu. Uzun bir zaman I geçince, yıldızlara tapmayı bırakıp putlara tapmaya başladılar. Bu hal üzere devam ettiler. Nihayet bir Hintli, Hind yurdundan çıkıp Sind ülkesine gitmiş; oradan da Acem ülkesine geçmişti. Acem memleketlerinde, Sabitlik akımını ihdas edip, birtakım hilelerle insanların aldım çeîip putlara tapmaya ve secde etmeye sevk eden kişi o oldu.
Mes'ûdî der ki: Dünya tarihi ile ilgili araştırma yapanlar, ateşe tazım edip insanları buna çağıran ilk şahsın kral "Cem (veya Cim)" olduğunu kaydeder. Bu kral, ateşin, güneş ve yıldızların ışığına benzediğini söyleyerek, nur için birtakım mertebeler koymuştur. Onun ölümünden sonra insanlar bu mertebeler hususunda anlaşamamış ve herkes kendi görüşüne uygun bir şeye tazim etmeye başlamıştır. Mes'ûdî, bunları anlattıktan sonra Amr b. Luhay hâdisesini; ardından da Perslerin ateşe taptıklarını anlatır.
Kitabın başlarında, dokuzuncu bolümde, bu konuya dair birçok haber nakletmiştik. Şimdi burada, o bölümde değinmediğim haberleri aktaracağım.
İbn-ı Ishâk (rahımehdlah) anlatıyor: Yahudi hahamları, Hristiyan papazları ve Arap kâhinleri, bi'setinden önce, peygamberlikle şereflenme zamanı yaklaştığında, Resûl-İ Ekrem (saMıhu aleyhi vcsdlem)'den bahsetmişlerdir. Hahamlar ve papazlar, kendi kitaplarında o peygamberin ve gönderileceği zamanın vasıflarım bulmalarından dolayı; peygamberleri de bu konuda kendilerinden söz aldığı için O'ndan bahsetmişler dır. Kâhinler, Resûl-ı Ekrem (saflaHıude\iuvcscnem)'in geleceğini, cin şeytanlarından haber almışlardı. Cin şeytanları, semayı gizlice dinleyerek bunu öğrenmişti. Daha o zamanlar, kayanyıldızlar vasıtasıyla gizli haber almalarına engel olunmuyordu. Erkek ve kadın kâhinler, bazı şeyleri haber verip dururken, halk bunlara kulak asmıyordu. Tâ ki Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (saflaSahu aleyhi vesdlem)'i peygamber olarak gönderinceye kadar bu durum devam etti. Kâhinlerin iddialarından bazıları vuku bulunca halk da bunları anladı.
Zeyd b. Amr. b. Nüfeyl ibn Abdiluzzâ (ibn Abdillah) b. Kurt b. Rebâh b. Rezâh b. Adiy b. Ka'b b. Lüey, Varaka b. Nevfel b. Esed b. Abdiluzzâ b. Kusay b. Kilâb b. Mürre b. Ka'b b. Lüey, Ubeydulkh b. Cahş b. Riâb b. Ya'mur b. Sabra b. Mürre b. Kebir b. Ganm b. Dûdân b. Enes b. Huzeyme (Annesi Ümeymc bint Abdılmuttalib'dir) ve Osman b. el-Huveyris b. Esed b. Abdiluzzâ b. Kurt b. Rebâh.
İbn-i İshâk der ki: Kureyş bir putun etrafında toplanmış bayram yapıyordu. Muhammed b. Ömer el-Eslemî şöyle anlatıyor: Bu, Buvâne putuydu. Ona tazim ediyor, kurban kesiyor ve etrafında dönerek bir takım ibadetler yapıyorlardı. Bu bayram, senede bir gün kutlanırdı. Yukarıda ismi sayılan dört kişi (Zeyd, Varaka, Ubcydullah ve Osman), Kureyş'İn yanından gizlice ayrılarak kendî aralarında şöyle fısıldaşıyorlardı: "Birbirimize söz verelim; herkes söylenenleri gizlesin!" "Olur!" dediler. Sonra da "Vallahi, biliniz ki bu kavminiz boş bir iş üzerindedir! Ataları Hz. İbrahim'in dinini saptırmışlar! Tavaf ettiğimiz bu taş nedir ki!? Duyamaz, göremez, fayda veremez bit şey! Ey topluluk, kendiniz için (doğru bir şey) araştırın! Vallahi, siz, (doğru) bir şey üzerinde değilsiniz!" diyerek, Hz. İbrahim'in dini olan Hanefiliği araştırmak için değişik memleketlere dağıldılar.
Varaka b. Nevfel, Hıristiyanlıkta karar kılıp ehlinden kitaplarım inceledi ve bazı bilgiler elde etti.
Ubeydullah b. Cahş, içinden çıkamadığı karışık inançlar üzerinde durdu. İslâm'la şereflendi. Ve daha sonra müslümanlarla birlikte Habeşistan'a hicret etti. Hicret esnasında yanında müslüman olan hanımı (Ebu Süfyan'ın kızı) Urnrnü Habibe vardı. Habeşistan'a gidince hıristiyan oldu ve İslâm'dan ayrıldı. Sonunda Hıristiyan olarak öldü. Habeşistan'da iken ashab-ı kiramın yanlarına uğrayarak "Biz gözümüzü açtık; siz hâlâ göremiyorsunuz!" diyordu.
Osman b. Huveyris, Bizans imparatoru Kayzer'in yanına gitti; Hıristiyanlığı benimsedi ve Kayzer'in yanında itibar gördü.
Zeyd b. Amr b. Nüfeyl ise, bir süre bekledi; ne Yahudiliğe girdi, ne de Hıristiyanlığa. Kavminin dinini terk etti, putlardan, ölmüş hayvan eti ile putlar adına kesilen kurban etlerini yemekten uzak durdu. Kızların diri din gömülmesine karşı koydu. Bu konuda "Ben, İbrahim'in Rabb'İne ibadet ederim!" der; kavminin bu ayıbını açıkça belirtirdi.
Esma bint Ebi Bekir'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Zeyd b. Amr'ı pîr-i fâni iken gördüm. Sırtını Kabe'ye dayamış, şöyle diyordu: "Ey Kureyş topluluğu! Zeyd'in nefsi kudret elinde olana yemin ederim ki, içinizde benden başka Hz. İbrahim'in dininde olan yoktur!" Bir de "Allah'ım! Hangi tarzdaki ibadetin sana daha sevimli olduğunu bilseydim, sana öyle ibadet ederdim; fakat bilmiyorum!" der ve devesinin üzerinde secde ederdi. Gömülmek istenen kızların yaşamasına vesile olur, kızını öldürmek isteyen kimseye "Onu öldürme! Ben, onun rızkı hususunda sana kifayet ederim" diyerek onu alır, büyüdüğü zaman babasına "Dilersen onu sana iade edeyim; dilersen ben bakayım!" diye teklif ederdi. Bunu, İbn-i İshak, Nesâî ve Ebu Bekir b. Ebi Dâvûd rivayet etmiş; Buharı bunu muallak olarak rivayet etmiştir.[213]
Buhârî ve Beyhakfnin Musa b. Ukbe - Salim b. Abdullah b. Ömer -İbn Ömer tarikiyle rivayet ettiğine göre, Resûlullah (sallallahu aîeyhi veseEem), kendisine vahiy gelmeden önce- Beldah mevkiinin aşağısında Zeyd b. Amr b. Nüfeyl ile karşılaştı. Resûl-i Ekrem (saDaJahu aleyhi vesdlem), içinde et bulunan bir sofraya davet edilince, onu yemekten kaçındı ve Zeyd'e "Ben, putlar adına kestiklerinizden yiyecek değilim! Ben, ancak Allah ismi zikredilerek kesilen hayvanların etini yerinir dedi. Zeyd b. Amr, Kureyş'in putlar adına kestikleri kurbanları kınayarak şöyle derdi: "Bu koyunu Allah yarattı; gökten ona su indirdi; yerden ot bitirdi; şimdi siz kalkmış onu Allah'tan başkası adına kesiyorsunuz! Bütün bunları inkar ederek ve putları yücelterek..."[214]
Sahîh'mm. menâkıb ye -^ebâih bölümlerinde Buhârî, el-İsmâilî, Zübeyr b. Bekkâr ve Fâkihî'nin İbn Ömer'den rivayet ettiğine göre, Zeyd b. Amr. b. Nüfeyl, dini araştırmak ve ona tâbi olmak gayesiyle çıkıp Şam'a gitmişti. Bir Yahudi bilginiyle karşılaşıp ona dinini, sorarak, "Belki ben de sizin dininize girerim" dedi. Yahudi bilgin: "Allah'ın gazabından nasibini almadıkça bizim dinimizden olamazsın!" diye karşılık verdi. Zeyd de "Ben zaten Allah'ın gazabından kaçıyorum! Gücüm yettiğince de, Allah'ın gazabını üzerime çekmedim! Bana başka bir yol gösterir misin?" deyince Yahudi bilgin, "Haniflikten başka bir şey bilmiyorum!" diye cevap verdi. Zeyd "Haniflik nedir?" diye sordu. "Hz. İbrahim'in dini. O, ne yahudiydi, ne de hıristiyan! Allah'tan başkasına da ibadet etmezdi!" diye cevap verdi. Oradan ayrılır ayrılmaz bir Hristiyan âlimi ile karşılaştı. Onunla arasında yukarıdakine benzer bir konuşma geçti. Hıristiyan âlimi: "Allah'ın lanetinden nasibini almadıkça bizim dinimizden olamazsın!" dedi. Zeyd de "Ben zaten Allah'ın lanetinden kaçıyorum! Gücüm yettiğince de, Allah'ın lanetini ve gazabını üzerime çekmedim! Bana başka bir yol gösterir misin?" deyince, "Haniflikten başka bir şey bilmiyorum!" diye cevap verdi. Zeyd, "Haniflik nedir?" diye sordu. "Hz. İbrahim'in dini. O, ne yahudiydi, ne de hıristiyan! Allah'tan başkasına da ibadet etmezdi!" diye cevap verdi. Zeyd, onların Hz. İbrahim hakkındaki bu sözlerini duyunca, oradan ayrıldı. Ellerini kaldırarak "Allah'ım! İbrahim'in dini üzere olduğuma şehadet ederim!" [215] dedi.
Başka bir rivayet ise şöyledir: "Kul ve köle olarak emrine amadeyim Allah'ım!" diyerek oradan ayrıldı. Sonra yere kapanarak Kabe'ye doğru secde etti.
İbn-i İshâk der ki: Zeyd b. Amr, Hz. İbrahim'in dinini araştırmak için yola çıkmıştı. Neredeyse bütün Arap yarımadasını ve Musul'u dolaştı.
Daha sonra Şam'a gitti ve Belkâ yöresinde Meyfaa köyünde bir rahibin yanına vardı. Bu rahip, Hıristiyanlıkla ilgili bilgilere sahip biriydi. Zeyd ona Hz. ibrahim'in dini Hanefiliği sorunca, şöyle cevap verdi: "Sen bugün seni ona sevk edecek bir mensubunu bulamayacağın bir dîni arıyorsun! Fakat senin geldiğin memleketinden çıkacak bir peygamberin (gelmesi zamanının) gölgesi üzerine düşmüştür! O, Hz. İbrahim'in dini Hanefilik ile gönderilecek. Gerçek şu ki, o şu sıralarda gönderilecek. Bu vakitler, onun teşrif etme zamanıdır!" Zeyd, yahudi ve hırisuyanlardan bir sürü haber toplamış, fakat hiçbiri gönlüne yatmamıştı. Son olarak rahibin yukarıdaki sözünü duyunca alelacele Mekke'ye doğru yola çıktı. Lalım yöresine gelince, onu düşmanlıkla öldürdüler. Varaka b. Nevfel, onun hakkında şu mersiyeyi söylemiştir:
Doğru yolu buldun ve insana nail oldun, ey Ibn Amr! Kızgın ateş tandırından uzak/aştın, Benzeri olmayan Rabb'e boyun eğerek
ve azgınların putlarını kendi haline bırakarak. Rabb 'inin birliğinde gaflete düşmeyerek, Araştırdığın dîne ulaştın.
ve sen, cömert bir yurdun misafiri oldun;
Orada itibar görerek ağırlanacaksın.
Allah'ın dostu (ibrahim) ile görüşeceksin orada...
Çünkü sen, insanları zorla alev/i ateşe sürükleyen kimselerden olmadın.
Rabb inin rahmeti insana mutlaka ulaşır;
Yetmiş vadi yerin altında bile olsa.'[216]
Zeyd'in tevhid'e dair bir kasidesi:
Bir rabbi mi, yoksa bin rabbi mi tasdik edeyim? Lat'tan da, Uzza'dan da, hepsinden azadeyim. Metin ve sabırlı herkes böyle olur.
e Uzza'ya, ne de iki kızma kul olur!
jVîz ae Beni Amr'in iki putuna!...
Ben Gunm'a da tapmam!
O bîr zamanlar, ben küçükken ianrtmızaı.
Doğrusu hayret ettim!
Gece ve gündüzlerde nice harikalar var!
Bunları ancak basiretli insanlar anlar.
Ki Allah, psk-u fücur İşleyen nice insanları helak etti.
Başkalarını da bir kavmin iyiliği sebebiyle geride bıraktı.
Onlardan -küçük çocuklar- yetişir.
Kişi bazı şeyler öğrenirken bir gün düşer, tekrar kalkar.
Körpe bir dalın değişikliğe uğradığı gibi.
Lâkin ben, çok mağfiretti Rabb günahımı affetsin diye,
Rahman olan Rabb ime kulluk ederim.
Rabb'inize olan saygınızı koruyun!
Onu muhafaza ettikçe helak olmazsınız.
iyi kimselerin yurdu, cennetlerdir.
Kâfirler için de kızgın ve alevli cehennem vardır.
Onlar, hayatta iken rezit-rüsva olurlar;
Ölünce de göğüsleri daraltan şeylerle karşılaşırlar.
Ebü Ya'lâ, Taberânî ve Bezzâr'm basen bir senedle Zeyd b. Harise
(radbDahu anlı)'dan rivayet ettiğine göre, Zeyd b. Amr b. Nüfeyl öldükten sonra Hz. Peygamber'e vahiy inmeye başlamış. Daha sonraları onun hakkında şöyle buyurmuştur: "Ö, kıyamet günü tek bir ümmet olarak diriltilecek."[217]
Ebû Ya'lâ basen bir senedle Saîd b. Zeyd (ıadiyalkhu anh)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hz. Ömer ve ben, Resûlullah (sa!Wlalıual^iıivesellem)'e Zeyd b.
Amr'ın durumunu sorduk. 'V, kıyamet gününde tek başına bir ümmet olarak gelir" buyurdu.[218]
Bağandı ise Hz. Aişe'den şunu rivayet eder: Resûlullalı (salallahu aleyhi veselem) şöyle buyurdu: "Cennete girdim, orada, Zejd h. Jlmr'ın iki ağacım buldum. "Hafız Ibn Kesir, "Bu hadisin isnadı, ceyyıdve kaindir"den.
Muhammed b. Osman b. Ebî Şeybe'nin Câbir b. Abdillah (adn-aUahu anh)'dan rivayet ettiğine göre, Resûl-i Ekrem (saMdıu aleylıi vesdlemj'e Zeyd b. Amr'm durumu sorulunca, şöyle cevap verdi: 'X), Isa b. Meryem ile benim aramda tek basına bir ümmet olarak haşr olunur." [219] Ibn Kesîr, bu hadisin isnadının ceyyid kavi olduğunu söylemiştir.
Not: Zeyd, Kureyş Kabe'yi yeniden inşâ ediyorken, bi'setten beş sene önce vefat etmiştir.
Bu zatın nesebi şöyledir: Kus b. Sâide b. Cüzâme b. Züfer b. Ziyâd b. Nezâr el-İyâdî.
Merzübânî, onun 310 sene yaşadığını ileri sürer. İlim adamlarının çoğu da, 600 sene yaşadığını söylerler. Hz. Peygamber (salböalıu aleyhi vedian), onun hikmetli sözlerini dinlemiştir. Câhiliye halkı İçinde, bir peygamber geleceği inancına sahip olan ilk kişi odur. Hitap esnasında asaya yaslanan ve emmâ ba'd ifadesini kullanan ilk hatiptir. Ayrıca min fülan ila fülan ifadesini ilk defa o kullanmıştrr. Ukâz'da -bi'setten önce- halka hitap ettiği, Hz. Peygamber (saHahu aleyhi vcseBem)'in geleceğini müjdelediği ve ona tâbi olmaya teşvik ettiği mervîdir.
İmâm Muhammed b. Dâvûd b. Ali ez-Zâhirî, e-^Zühre isimli kitabında, Ahmed b. Ubeyd en-Nahvî - A1İ b. Muhammed ei-Medâinî - Muhammed b. Abdilîah b. ahi'z-Zührî - Zührî - Ubeydullah b. Abdillah - Sa'd b. Ebİ Vakkas senediyle; Taberânî ve Bezzâr, Muhammed b. el-Haccac (metruk biridir) tarikiyle; Beyhakî, Saîd b. Hübeyre (metruk biridir) ve Ahmed b. Saîd b. Fersah el-Ahirnîrnî - şeyhi Kasım b. Abdillah b. Mehdi (bu ilcisi hadis uydurmakla töhmetlidir) - İbn Abbas tarikiyle; bir de Enes'den (keza bunun senedinde de müttehem raviler vardır); Ebû Nuaym ve el-Harâitî, Ubâde b. Sâmit'tcn; Ezdî, Ebu Hureyre'den; Abdullah b. Ahmed, Halef b. A'yen'den, Zevâid-i Zühdde.; Ebu Muhammed Abdullah b. Cafer b. Dursteveyh, Hasan-ı Basri'dcn şunu ıivâyet etmişlerdir: Hz. Peygamber (sallaMıu deyhi vesellemj'in huzuruna İyâd heyeti gelip müslüman oldukları zaman, Resûl-i Ekrem (sallAhualeylııvcsdem), onlara Kus b. Sâide'yi sordu. "Yâ Resûlallah! O öldü!" dediler. Bunun üzerine 'Vnun bir -yamanlar, Ukâ-^ panayırında kı^ıl tüylü bir deve ürerinde okuduğu hutbe hiç hatırımdan çıkmam. Hpi hatırımda kalmamış olsa gerek..."
Bazıları "Bizim ezberimizde, Yâ Resûlallah!" dediler. "Haydi, söyleyin bakalım!" buyurdu. İçlerinden biri okudu:
"Ey İnsanlar! Gelinil, dinleyiniz, belleyiniz...ibret alınız!,. Yaşayan ölür, ölen fena bulur... Olacak neyse eninde sonunda olur.
Yağmur yağar, otlar biter; çocuklar doğar, annelerinin ve babalarının yerini alır. Derken hepsi silinip gider.
Olayların ardı arası kesilmez. Hepsi birbirini kovalar.
Kulak kabartıp dikkat kesiliniz; gökte haber, yeme ibret alınacak İşaretler var... Yeryüzü bir büyük divan, gökyüzü bir yüksek tavan... Yıldızlar yürür, sular durur... Gelen kalmaz, gİaen gelmez.
Acaba vardıkları yemen memnun olup da mı kalıyorlar? Yoksa orada kalıp da uykuya mı dalıyorlar?
Yemin ederim ki, Allah'ın, inainae birdin vardır ki, simai içinde bulunduğumuz dinden dana sevgilidir.
Ve Allah 'm gelecek bir peygamberi vardır ki, gelmesi pek yakman: Gölgesi başımızın üstünae...
Ne mutlu o kimseye ki, ona iman eaer; o da kendisine hidayet verir...
Ona isyan ve düşmanlık edecek olana da eyvah!..
Ömürleri gafletle geçen topluluklara eyvâhlar olsun!..
Ey insanlar!.. Hani ya babalar, dedeler, atalar?.. Nerede soy-sop?..
Hani ya süslü saraylar ve mermer binalar yükselten Ad ve Semûa milletleri?..
Hani ya, dünya varlığından gururlanıp da: "Ben sîzin en büyük mhhiniz değil miyim? diyen Tiravun ve Nemrut?..
Onlar zenginlikçe, kuvvet ve kudretçe sîzden çok üstündüler. Daha uzak emelleri, dana uzun ömür/eri vardı. Ne oldular?
Toprak onları değirmeninde Öğüttü, toz etti, dağıttı. Kemikleri bile eriyip gitti. Çatılan yıkılıp süpürüldü. çimdi onların mekanlarını köpekler şenlendiriyor.
Sakın onlar gibi gaflete düşmeyin, onların yolundan gitmeyin/
Her şey fâni, baki olan Allak... Ortaksız ve benzersiz, mutlak bir Allah... Tapınılacak ancak O... Doğmuş ve doğurmuş olmaktan münezzeh Allah...
Hz. Peygamber (sıHallnhu aleyhi vesdlcm), "Om/n pirinden kim okuyacak?" diye sordu. Hz. Ebu Bekir şu şiiri inşâd etti.
Evet, Evet... Olup bitenlerde, gelip geçenlerde bize ibret olacak çok şey var... Ölüm bir ırmak... Girecek yeri çok ama, akacak yeri yok...
Büyük küçük, hep göçüp gidiyoruz.
Herkese olan size ve bana da olacaktır.
İşte, konuyla ilgili rivayetlerin özeti bu kadardır.
Beyhakî bu sözlerin bir kısmını naklettikten sonra şöyle değerlendirir; Bu hadis,. -bazıları •^ayıf olsa da- bir çok tarikten rivayet edilmiştir. Bu durum, hadisin aslının olduğuna işarettir.[220]
Hafız Tmâdüddin İbn Kesir de, der ki: Bu tarikler, zayıf olmakla birlikte, nakledilen sözlerin aslı olduğunu ispat etmede birbirini destekler mâhiyettedir.
Hafız (İbn Hacer), e/-İsâbe'dc, sayılan tariklerin hepsinin zayıf olduğunu söyler. eş-Şeyh (Suyûtî) ise, (Teh^fbu Mevduatı İbnıt'l-Cev^îde) şöyle der: En sağlam tarik, birincisidir. Zührî'nin kardeşinin oğlu ve onun rivayette bulunduğu râviler, Buhâri ve Müslim ricalin dendir. Alî b. Muhammed el-Medâinî ise güvenilirdir. Ahmed b. Ubeyd hakkında da İbn Adiy, "saduk biridir, ancak münker rivayetleri vardır" der. Zelıebî, onun hakkında [221]
Hafız (tbn Hacer) de "leyyim/'l-badi/ [222] tabirini kullanır.
eş-Şeyh (Suyûtî) (ralıimchuILılı) şöyle der: Bu hadis, Halef b. A'yen tarikiyle birleştiriîırse, tereddüt etmeden basen olduğuna hükmedilebilir.
Bütün bu değerlendirmelerden anlaşılıyor ki, hadis, -İbnu'l-Cevzî ve o onun görüşünde olanların hilâfına- zayıftır; ancak uydurma değildir.
Yine bu hadisi Beyhakî, bir diğer kanaldan, İbn Abbas'tan rivayet etmiştir. Seci tarzında, içinde bir çok şiir bulunan, uzun bir hadistir.
eş-Şcyh (rahimehuEah) ise: "Bu hadisin uydurma olduğuna dair belirgin İzler vardır" yorumunu yapar.
Ebû Nuaym'ın İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, Kus b. Sâide, Ukâz Pazarında kavmine hitap ederken, eliyle Mekke yönünü göstererek "Hak, size bu taraftan gelecek!" dedi. Ona "Bu hak dediğin nedir?" diye sordular, o da: "Lüey b. Gâlib'in neslinden gelen, beyaz tenli, gözünün siyahı çok siyah, beyazı çok beyaz bir adam! Sizi ihlâs kelimesine, ebedî hayata ve tükenmeyen nimetlere davet edecek! Sizi bunlara çağırınca icabet edin! Eğer onun gönderildiği zamana yetışseydim, ilk tasdik eden kimse ben olurdum!"
Ebû Nuaym'ın İbn Abbas'tan naklettiğine göre, Hz. Abbas şunu anlatmıştır: Bir seferinde Ebu Süfyan b. Harb ile birlikte Yemen'e ticarete gitmiştim. Ebu Süfyân'm oğlu Hanzala'dan gelen bir mektupta Muhammed'in Mekke vadisinde dikilerek: "ben Allah'ın Resulüyüm! Si^i bir olan Allah'a davet ediyorum!" dediği bildiriliyordu. Bu haber, orada toplantılarda yayılmaya başladı. Bunu İşiten bir yahudi âlimi yanımıza gelip, "(Ben Allah'ın Resulüyüm!) diyen zatın aranızdaki amcasına beni ulaştırın!" dedi. Ben de "Onun amcası benim!" dedim. Yahudi âlim "Allah aşkına bana sövle; kardeşinin oğlundaki bu hal, çocukluk heveslenmesi midir?" diye sordu. Ben "Yok, Vallahi! Onda ne yalancılık vardır; ne de hainlik! Kureyş arasında onun adı Emîn'den başka bir şey değildir!" diye cevap verdim. Bunun üzerine yahudi âlim "O, eliyle yazabilir mi?" diye sordu. Ben, "evet" demek istedim; fakat Ebu Süfyân'm beni red ve tekzibe kalkışacağından korkarak, "Hayır, yazmaz!" deyince yahudi âlimi, maşlahını bırakarak fırladı ve: "Yahudiler boğazlandı! Yahudiler öldürüldü!" diyerek koşarak gözden kayboldu.
Abbas der ki: Evlerimize döndüğümüzde, Ebu Süfyân bana "Ey Fadl'ın babası! Yahudi, kardeşinin oğlundan çok korktu!" dedi. Ben de "Ne olurdu, senin ona iman ettiğini de bir göreydim!" dedim. Ebu Süfyân "Onun atlılarını Kedâ üzerinde görmedikçe, ona asla iman etmem!" karşılığını verdi. Ben "Ne diyorsun!?" deyince, o, "Ben, dilime geleni söylüyorum! Şüphesiz ki Allah, atlıların Kedâ üzerine gelmesine meydan vermez!" dedi.
Abbas der kİ: Resûlullah (saMahu aleyhi vesellcm) Mekke'yi fethettiğinde, Kedâ'dan Mekke'ye doğru ilerleyen atlıları görünce, "Ey Ebu Süfyân! Vaktiyle söylemiş olduğun sözü hatırlıyor musun?" dedim. O da "Evet!" dedi. "Vallahi, onu hatırlıyorum!"
Beyhakî ve Ebû Nuaym Ebu Süfyân'dan şu hâdiseyi nakleder. Ebu Süfyân anlatıyor:
Ümeyye b. Ebi Salt ile ticaret için Şam'a gitmiştim. Ümeyye, bana "Hıristiyan âlimlerinden, kendisine ilâhi kitap bilgisinin ulaştığı birine gidip de bazı şeyler soralım mı?" dedi; ben de: "Benim buna ihtiyacım yok!" diyerek reddettim. Sonra o kalktı gitti. Döndüğünde şunları anlattı: Alime gidip bazı şeyler sordum. Bu arada, "Bana şu beklenen peygamberden haber ver" dedim. Dedi ki: "O, Araplardan olacaktır!". "Hangi Araplardan?" diye sordum, "Arapların ziyaret ettiği Bey t ehlinden, kardeşiniz olan Kureyşlılerden!" diye cevap verdi. "Onu bana tavsif et!" dedim. Onu şöyle anlattı: "Orta yaşma girmek üzere olan, genç birisi, işin başında haksızlıktan ve haramlardan içtinap eder, akrabasına iyilik yapar ve sıla-i rahmi Öğütler. Pek malı olmadığı halde cömert, şerefli bir kabiledendir. Ordusunun çoğunluğu meleklerdir. "Onun geldiğinin işareti nedir?" diye sorduğumda, "Şam, Isa b. Meryem'den (aleyhisselam) sonra 30 defa sallandı. Hepsi de musibet. Son bir büyük zelzele kaldı." dedi. Ben bunları anlatınca Ebu Süfyân dedi ki: Ben Ümeyye'ye "Vallahi, bunlar boş şevler!" dedim. O da "Yemİn ederim ki, bunlar olacaktır!" dedi.
Oradan ayrılırken, arkamızdan gelen bir atlı gördük. "Sizden sonra Sam halkı bir musibete uğradı! Zelzele onları yerle bir etti!" dedi. Ümeyye, bana dönüp "Hıristiyan'ın sözünü nasıl buluyorsun?" deyince, "Vallahi, o gerçektir!" dedim.
Mekke'ye gelip, yanımdakileri bıraktım. Daha sonra ticaret için Yemen'e gittim. Orada beş ay kalıp Mekke'ye avdet ettim. İnsanlar bana gelip selam veriyor ve malını soruyordu. Sonra Muhammed geldi, beni selamladı, merhabalaştı ve bana, yolculuğumun nasıl geçtiğini, nerede ikamet ettiğimi sordu. Malını sormadı. Ben bunu Hind'e anlattım ve "Bu çok garip bir şey!" dedim. "Herkes malını sordu, o sormadı!" Hind: "Onun durumunu öğrenmedin mi?" dedi. "O, kendisinin Allah'ın peygamberi olduğunu iddia ediyor!" Hıristiyan'ın sözünü dile getirip "O, bunu söyleyecek kadar akılsız değildir!" dedim. O da "Hayır, vallahi o, böyle söylüyor!" dedi.
Taberânî ve Ebû Nuaym, Muâviye b. Ebi Süfyan'dan, o da babası Ebu Süfyân'dan şu hâdiseyi anlatıyor;
Gazze [223] yahut İlyâ şehrindeydik. Ümeyye b. Ebi Salt ile aramızda şu konuşma geçti:
-Utbe b. Rebîa'yı tanır mısın?
-Evet... Ne olmuş Utbe b. Rebîa'ya?
-O, eh bol, haramdan ve haksızlıktan uzak duran biri midir?
-Evet! Şerefli, aynı zamanda yaşlı biridir!
-Fakat yaş, onun değerini düşürür!
-Bu doğru değil! Yaşı arttıkça itibarı da artu^.
büyük dedesi Hâşim,
-Acele etme de sana bir haber vereyim! Ben, kitaplarımda, bu bölgemizden gönderilecek bir peygambere rastlıyorum. O peygamberin, Utbe b. Rcbîa olduğunu zannediyordum. İlim ehliyle hemhal olunca, Abd-ı Mcnâftan olduğunu.öğrendim. Abd-i Menâf soyuna baktım; fakat Utbe b. Rebîa'dan başka bu işe uygun birini bulamadım. Şimdi sen bana yaşlı olduğunu söyleyince, beklenen peygamberin o olmadığını anladım. Çünkü kırkını aşmış, fakat daha ona vahiy gelmemiş!
Ebu Süfyân der ki; Oradan döndüğümde, Allah, resulü Muhammed'c (saMkhu ;deylu vesclkm) vahiy indirmişti. Daha sonra bir ticaret kervamyla yola çıktığımda Ümeyye'ye rastladım ve ona -alaylı bir şekilde- "Senin bahsedip durduğun peygamber çıktı!" dedim. O da: "Mutlaka ona tabi ol! O, gerçekten bir peygamberdir! Ey Ebu Süfyan! Bana öyle geliyor ki, sen, ona muhalefet edersen, bir oğlağın bağlandığı gibi bağlanacaksın! Tâ İd o, sana gelip hükmedecek!" dedi.
Doğruyu en iyi bilen Allah'tır!
İbn Asâkİr, Abdurrahman b. Avf (mdıyalkhu anlı)'dan şu olayı aktarır: Hz. Peygamber'in bı'setinden bir sene önce Ycmen'e gitmiştim. Himyer'lı Askalân b. Avâkİn'e misafir oldum. Bu zat, yaşlı biriydi. Yemcıı'e gittiğimde, her zaman ona konuk olurdum. O da benden, Mekke, Kâbc ye zemzemle ilgili bilgi alır; "içinizde şanı yüce biri ortaya çıktı mı? İçinizden bit kimse, dininize muhalefet etti mi?" diye sorardı. Ben de "Hayır!" derdim. Nihayet Resûl-İ Ekrem (sılklhlm aleyhivesellem) peygamberlikle şereflendiği zaman gittiğimde gördüm İd, çok zayıflamış, söyleneni de ağır işitiyor. Ona misafir oldum. Çoluk çocuğu toplandı, gözüne bir alın bağı bağlandı ve arkasına bir şeyler konularak oturtuldu. Bana "Sen kimlerdensin?" diye sordu. Ben "Abdurrahman b. Avf b. Abd-i Adiy b. el-Hâris b. Zühre!" diye kendimi tanıttım. "Ey Zühre'nin kardeşi! Sana, ticaretten daha hayırlı bir müjde vereyim mi?" dedi. "Tabiİ!" dedim. "Sana hârika bir haber verip, teşvik ederek müjdeleyeceğim. Allah Teâlâ, birinci ayda, senin kavminden bir peygamber gönderdi. Onu kendine safîy seçmiş, kitap indirmiş ve mükâfat vermiştir. O, putlardan nelıyeder, İslâm'a çağırır, kendisi de uygulayarak hakkı emreder, baaldan nehyeder ve onu zevale erdirir" deyince, ben, "O kimlerdendir?" diye sordum. Şöyle cevap verdi: "O, ne Ezd'den, ne de Simâle'dendir. Ne Sen^ ne de Tibâlc'dendir. O, Benî Hâşim'dendir. Siz onun dayıları olursunuz. Ey Abdurrahman! Bunu güzelce anla ve çabucak dön! Gidip ona destek oİ! Onu tasdik et! Şu beyitleri de ona götür:
Yücelikler sahibi, geceyi ve sabam yarıp çıkaran Allah 'a yemin ederim ki,
Sen, Kureyş in iyileri İçindesin.
Ey boğazlanmaktan kurtulan kimsenin oğlu!
Sen, yakîne çağırmak, Hakk a ve kurtuluşa götürmek üzere gönderildin,
Musa'nın Rabbi Allah adına senadet ederim ki, sen Mekke vadisinde gö'nderildin.
Öyleyse, benim şefaatçim ol!
insanları kurtuluşa davet eden Melik'in huzurunda...
Abdurrahman sözüne devamla der ki: Bu beyitleri ezberledim, ihtiyaçlarımı çabucak gidererek oradan ayrıldım ve Mekke'ye geldim. Ebu Bekir'e rastladım. Bunları ona anlatınca, "Bu, Muhammed b. Abdullah'tır. Allah, onu, mahrukata peygamber gönderdi!" dedi. Hatice'nin evinde, bir grupla sohbet ediyordu. Beni görünce gülümseyip "Ardında bayır olduğunu umduğum gü-^el bir jü-^ göri/yon/m!" buyurdu. Ben de "Nedir o?" diye sordum. 'Ya bana bir emanet getirdin, ya da bir mektup..." diye cevap verdi. Ona başımdan geçenleri anlattım ve müslüman oldum. Buyurdu kî: "Kardeşim Hı??ıyen, has müslümanlardandır. Görmediği halde, bana îman eden nice müminler vardır. Yine, beni müşahede etmeden tasdik eden nice insanlar vardır. Onlar, benim gerçek kardeşlerim dir!"
Ebu Hâşim b. Zafer, Haber/j'l-Bişer adlı eserinde, Urve b. Mes'ûd es-Sakafî'den naklen şunu anlatır: Muhammed'İn (salaîLıhu aleyhi vedian) peygamberlik durumu daha ortaya çıkmamışken, ticaret için Necran'a gitmiştim. Arkadaşlarımdan uzaklaşarak Şerha ağacının altına çekilmiş oturuyordum ki, birden bana doğru kuzularım sürerek gelen iki cariye göründü. Gelip oturdular, ben de uyur gibi yapıyordum. Aralarında şöyle bu- konuşma geçti:
-Ey şerefli kimselerin kızı! Şu adam sence kimdir?
-Bu, Urve b. Mes'ûd es-Sakafî'dır. Efendi, cömert, görüşüne başvurulan biridir.
-Doğru söyledin! Pekİ, o nereden gelip nereye gidiyor?
-Yüksek bir kaleden Taiften gelip, bir çok kasabaları bulunan Necran'a doğru gidiyor.
-Doğru! Peki, bu yolculuğunda nelerle karşılaşacak?
-Kolayca yolunu kat edecek, itibarı artacak, malını da pazarda satabilecek.
-Doğrusun! Peki, akıbeti ne olacak?
-Efendi biri olarak yaşar ve yüce peygambere tabi olur. Büyük bir ise
-Doğru söyledin! Öyleyse, bu peygamber kimdir?
-Kendisine icabet edilen bir dâvetçıdir, insanı hayran bırakan bir sânı vardır. Semâdan ona akıllara hükmedecek ve zorba liderleri dize getirecek bir kitap gelir.
Urve der ki: Sonra sustular, bana da uyku bastırdı. Uyandığımda, onlardan hiçbir eser göremedim. Necran'a ulaştığımda, oranın üskufu (bilgini) -bu zat, benim arkadaşım idi- "Hy Ebu Ya'fur! Artık sizin Hareminiz halkından, Hakk'a götürecek bir peygamberin zuhur etme zamanı gelmiştir. Mesih hakkına yemin ederim ki, o, peygamberlerin en hayırlısı ve sonuncusudur. Zuhur ettiğinde, ona İlk iman eden kimse olmaya bak!" dedi.
Yine İbn Zafer, Ebu Sevr Amr b. Ma'di Kerib (radiyaltdıu anlı)'in şöyle dediğini rivayet eder: "Vallahi, bi'sctinden önce, Muhammed'in (sMalıualeyhi vcseücm), Allah'ın peygamberi olduğunu anlamıştım!" "Nasıl?" diye sordular, şöyle anlattı; Başımıza gelen bir musibetten dolayı korkup, bir kâhinin yanma gitmiştik. Kâhİn dedi kî: "Burçlarla süslü semâya, yollarla dolu arza, tozları savuran rüzgâra yemin ederim ki, şüphesiz bu musibet, bir lıercü mefc ve ürün verecek bir aşılamadır!" "Ürünleri nedir?" diye sordular. "Konuşan bir kitapla, keskin bir kılıçla gelecek olan sâdık bir peygamberin zuhurudur!" dedi. "Nerede zuhur eder ve neye çağırır?" diye sordular. "Salâh (Mekke) şehrinde zuhur eder, felaha çağırır. Fal oklarını kaldım, dedikodudan, fuhuştan ve her türlü çirkin işlerden men eder" diye cevap verdi. Bunun üzerine "O kimlerdendir?" diye sorduklarında, "Zemzemi kazıp çıkaran, havada süzülen kuşları ve aç kalan yırtıcı hayvanları doyuran şerefli zâtın neslinden..." diye cevap verdi. "Peki!' dediler, "ismi nedir?" "İsmi Muhammed, izzeti sonsuz, hasmı da üzgündür!" dedi.
Beyhakî'nin Asım b. Amr b. Katâdc'den naklettiğine göre Benu Kureyza'lı bir ihtiyar bana "Sa'ye'nin oğulları Useyd'le, Salebe ve Esîd b. Abîd'in müslüman oluşlarını biliyor musun?" diye sordu. (Bunlar, Huzeyl'dendileı. Kurayza ve Nadir'den değildiler. Onlardan üstün kimselerdir) Ben de "Hayır!" cevabını verdim.
"Öyleyse anlatayım" dedi: Bize Şam yahudilerinden İbnu'l-Heyyıbân adında bir adam geldi. Bizde İkamet etti. Vallahi, ondan daha iyi bir kiınse görmedik! Bu adam bizim yanımıza, Resûluîlah (saMLıhu aleyhi vesdlem)'in peygamber olarak gönderilişinden seneler önce geldi. Kıtlık olup yağmur yağmadığı zaman: "Ey İbnu'l-Heyyiban! Çık, bizim için yağmur isteyiver" derdik. O da: "Hayır, vallahi, yağmur duasına çıkmadan önce biraz sadaka verin" derdi. Biz: "Ne kadar verelim?" diye sorduğumuzda o: "Bir ölçek hurma ya da iki müdd arpa..." karşılığını verirdi. Biz de bunun üzerine, denilen miktarda sadaka veril", sonra da onunla birlikte, taşlık çöllük arazimize çıkardık. O yağmur duasında bulunurdu. Vallahi daha oturduğu yerden kalkmadan yağmur yağardı. Bunu birkaç defa tekrar ettik. Sonra adamın ölüm vakti geldi. Yanma toplandık. Bize: "Ey yahudi cemaati! Bilir inisiniz, ben, ağaçlı, bol verimli topraklardan, yokluk ve açlık ülkesine neden geldim?" diye sordu. "Sen daha iyi bilirsin" dedik. O da: "Şüphesiz, gelme zamanı çok yaklaşmış bir peygamberin çıkmasını beklediğim ve ona tabi olmak için bu beldelere hicret ettim. Çıktım, geldim. O peygamber çıktığı zaman, ondan geri durmayın ey yahudi cemaati! Çünkü o, gerektiğinde muhalefet edenlerin kanını dökmek, hürriyetlerini ve kadınlarını esir almak ruhsatıyla peygamber gönderilecek. Sızı, onun elinden hiçbir şey kurtaramaz..." dedi ve öldü. Kureyza'nm fetholunduğu gece, o üç genç -ki onlar çok gençtiler-: "Ey yahudiler! Vallahi vakit, İbnü'l-Heyyıban'm size söylediği vakittir" dediler. Yahudiler: "Hayıı, o vakit değildir" diye itirazda bulundular.
Gençler: "Evet, vallahi bu, onun geleceğini gösteren işarettir!" diye ısrar ettiler. Sonra bulundukları yerden indiler. Mallarını, çoluk çocuklarını ve ailelerini bırakarak müslüman oldular. Onların malları müşriklerle beraber kaledeydi. Kale fethedilince mallan kendilerine geri verildi.
Ibn Ebi Hayseme'nin Ikrime'den rivayet ettiğine göre, Kureyşli bir grup, bir yarımadaya uğramıştı. Orada Cürhüm'lü bir ihtiyar gördüler. "Siz kimlerdensiniz?" diye sordu. Onlar da "Mekke halkından, Kureys kabilesinden" dediler. O gün ihtiyar adam şöyle dedi: "Bu gece, brr yıldız doğdu. Sizin aranızdan birisi peygamber olarak gönderildi!" Bu kafile Mekke'ye dönünce, Hz. Peygamber (saHlahu aleyhi vcseflem)'in o gece peygamberlikle şereflendirildiğini öğrendiler.
Ibn-i Ishâk ve Ebû Nuaym, Talha b. Ubcydİllah (radiyaHıuanlı)'dan şunları nakleder: Busra pazarına gitmiştim. Rahibin bîri, manastırında "Bu mevsimde gelenlere sorun bakalım, aralarında Harem halkından kimse var mı?" deyince, ben, "Evet, var!" dedim. "Ahmcd zuhur etti mi?" diye sordu, ben de "Ahmed de kim?" dedim. "Abdullah b. Abdulmuttalib'in oğlu. Bu ay, onun zuhur etme zamanıdır! O, peygamberlerin sonuncusudur. Harem'de zuhur eder, hurmalık, taşlık ve verimli bir araziye hicret eder. Ondan geri kalmamanı öğütlerim!" dedi.
Talha der ki: Rahibin dedikleri kalbime nüfuz etti. Mekke'ye varınca, "Yeni bir olay var mı?" diye sordum. "Evet. Muhammed b. Abdullah, peygamber olduğunu söylüyor. Ebu Kuhâfe'nin oğlu Ebu Bekir, ona tabi oldu" dediler. Çıkıp Ebu Bekir'e gittim ve rahibin söylediklerini anlattım. Ebu Bekir de gidip, Resûl-i Ekrem (saEaMıu^eyhivesdem)'e haber verdi, o da buna çok sevindi. Talha bu şekilde müslüman oldu. Bunun üzerine Nevfel b. el-Adevİyye, Talha ile Ebu Bekir'i tutup ilcisini bir ipe bağladı. Onun için bu ikisine "karitıeym iki dost" ismi verildi.
Ibn Hişam bunu şöyle anlatır: Bana ulaştığına göre, Necran reislerinin maiyetlerinde bulunan kitaplar birbirine tevarüs edermiş. Her reis öldüğünde, riyasete gecen yeni başkan, bu kitaplardaki eski mühürlerin yanına bir mühür vurur, kitapları açmazmış. Bu böyle devam edip gidermiş. Hz. Peygamber (saMahu aleyhi vesellem) devrindeki Necran reisi, bîr gün yürüyüşe çıkmışken, ayağı sürçerek yere kapanmış. Yanında bulunan oğlu da (Hz. Peygamber (saJMIahu aleyhi vesellem)'i kastederek) "Eb'ad yüzüstü düşsün!" diye beddua etmiş. Babası onu ikaz ederek, "Böyle söyleme! O, bu- peygamberdir. İsmi de kitaplarda mevcuttur" demiş. Bu reis Ölünce, verine gecen oMunun ilk işi, kitaplardaki mührü söküp açmak olmuş. Kitaplarda Hz ^Peygamber (sdlaHm rfeyhi vadem)'10 vasıflarına rastlamış ve hemen müslüman olarak, hac vazifesini eda etmeye gitmiş. Hac yaparken sövle dermiş:
Sana ko§uyor ve sana geliyorum...
Uzun yolculuktan dolayı devemin semeri yıpranıp incelmiş, ''
Yavrusu da karnında isyan ediyor.
Sana geliyorum... Hıristiyan dinine muhalefet ederek...
Allah Teâlâ şöyle buyurur: "(Ey Muhammed!) De ki: "Cinlerden bir topluluğun (Kur'an'ı)' dinlediği bana vahyolundu." (Cinn, 1-2) Bunlar, yedi veya sekiz cin idi. Sabah namazında, Mekke ve Tâif arasındaki Nahle mevkiinde Kur'an'ı dinlemişlerdir. Şu âyette zikredilenler bu cinlerdin
"Ey Muhammed! Kur'an'ı dinleyecek cinlerden bir grubunu sana yöneltmiştik. Onlar Kur'an'ı dinlemeye hazır olunca birbirlerine: "Susun" dediler. Kur'an'ın okunması bitince, her biri birer uyarıcı olarak milletlerine döndüler." (Ahkâf, 29) Bu âyetteki "nefer" (bir grup) kelimesij üç İlâ on arasındaki sayılar İçin kullanılır.
Döndüklerinde şöyle dediler: "Doğrusu biz, doğru yola (imana ve sebata) götürenî" hayrete düşüren bir" Kur'an dinledik de ona inandık." Kur'ân'm lafzı, terkibi, ince mânâları, üslubunun eşsizliği, tesirli öğütler insanda hayranlık uyandıran mucizevî yönleridir. Ayrıca diğer kitaplardan çok farklıdır; bunun için cinler, "hayrete düşüren bir Kur'ân" ifadesini kullanmışlardır.
Imanık içeriğinde; Allah'a ve birliğine inanmak, şirkten de uzak olmak mânâsını da içerdiği için şöyle demişlerdir: koşmayacağız'."
"Biz, (bundan sonra) Rabb'imize hiçbir şeyi ortak
"Doğrusu Rabbimizin yüceliği her yücelikten üstündür. O, zevce ve çocuk edinmemiştir." Bunu dile-getirmelerinin sebebi şu olsa gerek: Onlar daha önce, bu hatalarından dolayı kendilerini ikaz eden Kur'ân âyetleri dinlemiş olabilirler.
"Doğrusu aramızdaki beyinsiz (İblis veya cinler), Allah'a ka'rşı yalanlar uyduruyordu." Allah'ın zevce ve çocuk edindiğini söyleyerek...
Daha sonra^ sefihe uyduklarından dolayı mazeret beyan etmeye başladılar: "Doğrusu biz, insanların ve cinlerin A'ltaK'a karşı yalan uydurabileceklerini sanmazdık."
"Gerçekten, birtakım insanlar, (ıssız vadilere girdiklerinde, <Bu vadinin azgın cinlerinden, efendisi olan cinnîye sığınırım!> diyerek) cinlerin birtakımına sığınırlardı da onların azgınlıklarım artırırlardı." Böylece azgın cinler: "insanlara da cinlere de hakim olduk!" derlerdi.
"Doğrusu, onlar (cinler) da (Ey insanlar!) sizin, Allah'ın kimseyi yeniden diriltmeyeceğini sandığınızı düşünmüşlerdi." Hitap şeklinde zıddı da mümkündür (Yani Ey Cinler! şeklinde). Bu âyetteki ba's, öldükten sonra dirilme veya peygamber gönderilmesi mânâsına gelir.
Cinler devam ederek şöyle derler: "Doğrusu biz göğü (kulak hırsızlığı" için) yokladık; onu sert bekçiler ve kayan ateşlerle doldurulmuş bulduk." göğün dinleyebileceğimiz'bir yerinde otururduk;'ama şimdi kim dinleyecek olsa, kendisini gözetleyen bir ateş buluyor." (Cinn, 2-9) Rcsûl-i Ekrem (iAtklıu al^lıi veseüeiTi), cinlerin gizli haber almalarını şöyle anlatır: Birbirinin üstüne çıkıp dinlemek için orada otururlar, en üsttekme ateş İsabet edince, verine onun altındaki çıkar. Kendilerinden sonra gelenlere haber verirler. Böylece öğrendiklerini İnsanlar arasındaki dostlarına (kâhinlere) indirirler. Bu*bilgilen -vehimler karıştırarak- onlara bildirirler. Onlar da, bu bilgilere yüz yalan katarak halka haber verirler.
.Bı'setlc beraber onların dinlemelerine son verilmiştir: "Doğrusu onlar vahyi dinlemekten uzak tutulmuşlardır." '(Şuarâ,' 212)
Dinlemelerine manı olunduğunu gördüklerinde şöyle dediler: "Yeryüzünde olanlara (semâyı dinlememize engel olunmakla) kötülük mü murad edildi, yahut Rableri onlara bir iyilik mi dilemiştir, doğrusu biz bilemeyiz." (Cinn, 10)
İbn-i İshâk (rahimehdlah) şöyle der: Cinler Kur'ân'ı dinleyince, Hz. Peygamber (palbllahu aleylıi \'esdlem)'in şanı için, kendilerine melekleri dinleme yasağı konduğunu anladılar. Çünkü vahiy, gök haberinden hiçbir şeye uygun düşmüyor, yeryüzündckilere (insanlara) Allah tarafından indirilenler karışık geliyordu. İşte cinlere, semayı dinlemenin yasak edilmesi şüpheyi ortadan kaldırdı.
Böylece onlar da iman edip tasdik ettiler. Sonra (Hz. Peygamber ( ,ikyhı ve-cRem) tarafından okunmakta olan (Kur'an) bitirildiği vakit de (emler Peygamber (sallalbluı ;ileylıi vesdlem) ve Kur'ân'a iman getirerek) döndüler, (hem imana davet, hem de iman etmeyenleri) korkutmak üzere Yahudi olan kavimlerine gittiler.
"Ey milletimiz! Doğrusu biz, Musa'dan sonra indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan, gerçeği (İslâm'ı) ve dosdoğru yolu gösteren bir kitap dinledik. Ey milletimiz! Allah'a çağırana (Muhammed'e) uyun ve O'na inanın ki Allah da sizin günahlarınızın bir kısmını bağışlasın ve sizi can yakıcı azaptan korusun." " (Ahkâf, 29-31) "Günahlarınızın bir kısmını bağışlasın" denildi. Çünkü, Allah hakkına dahil olan günahlar iman etmekle bağışlanır; fakat mezalim (zulüm ve kul hakları) sadece iman etmekle bağışlanmaz.
"Allah'a çağırana (Muhammed'e) uymayan kimse bilsin ki, Allah'ı yeryüzünde aciz bırakamaz (atlatamaz); onların O'ndan (Allah'tan) başka dostları da bulunmaz; işte onlar apaçık sapıklıktadırlar." (Ahkâf, 32)
Bit İncelik:
Cm sûresinin önceki âyetlerle münâsebeti şöyledir: Cin süresinden önce Nuh sûresi vardır. Bu surede Nuh kavminin ahvâli anlatılır. Arap müşrikleri, küfürde ısrar etmeleri ve putlara tapmaları yönüyle Nuh kavmine benzer. Nuh (akşhissdam) da yeryüzüne gönderilen ilk resûl' [224]dür. Muhammed (aleyhLsselam) da, son resuldür. Ayrıca Arapların taptığı putların isimleri bile, Nuh kavminin taptıkları put isimleriydi. Yine Arapların çoğu, Nuh kavmi gibi iman etmede tereddüt etmiştir. Bu yüzden Allah Teâlâ, onları bu davranışlarından dolayı kınamış, Nuh suresinden sonra Cin suresini inzal etmiştir. Nitekim bu sûrede cinlerin iman etmesi anlatılır ve onlara, cinlerin kendilerinden daha hayırlı olduğu çağrıştırılır. İşte, cinler başka bir cinsten olmalarına rağmen Kur'ân'ı işittiklerinde iman etmiş ve' onun bir muciz beyan olduğunu anlamışlardır. Halbuki Araplar, Resûl-i Ekrem (saHkhu aleyhi vesdlemj'i ve onun getirdiğini -hasetlerinden dolayı- hâlâ yalanlıyorlardı.
İmâm Ahmed ve Beyhakî, Saîd b- Cübeyr'den, o da İbn Abbas'tan n-alliihu anhıımâ) şöyle dediğini rivayet etmiştir: Şeytanlar, göğe çıkarlar ahyolunacak sözleri dinlerlerdi. Yere inerler ve öğrendiklerini bire dokuz ilave ederek insanlara duyururlardı, Resûlullah (saMahu aleyhi veseBem)'in peygamber olarak gönderilme zamanı yaklaşınca, şeytanların semayı dinlemelerine engel olundu. Sema İle oturdukları yerler arasına dinlememeleri için engeller çekildi. Bu durumu İblis'c bildirdiler. O da "Yeryüzünde mutlaka önemli bir şey oldu!" diyerek onları yeryüzüne gönderdi. Onlar gelip Resûlullah (salİaEahu akyhi vedian)'i Kur'ân-ı Kerim okurken buldular ve "Gerçekten bu Önemli bir hâdise! Onlar taşlanıyor. Gözünüzden bir yıldız kaçarsa, bilin ki onlara İsabet etmiştir, asla şaşmaz. Fakat bu, öldürmez. Yanını ve elini yakar" dediler.
İbn-i Sa'd, Beyhakî ve Ebû Nuaym -başka bir tarikle- Saîd b. Cübeyr tarikiyle yine tbn Abbas'tan şöyle dediğini naklederler: Cinlerden her grubun semada bil" oturma yeri vardır. Bunlar, vahyolunacak sözleri dinlerler ve yere inerek Öğrendiklerini kâhinlere duyururlardı. Allah Teâlâ, Muhammed (aleyhksekm)'ı peygamber olarak gönderince, oradan kovuldular. Cinler artık haber getirmez olunca, Araplar, "Semâdakiler helak oldu!" dediler ve davarlar, sığırlar ve develer kurban etmeye başladılar. İblis de dedi İd: "Yeryüzünde mutlaka Önemli bir şey oldu! Bana her yerden bir parça toprak getirin!" Toprakları getirdiklerinde, İblis, onları koklamaya başladı. Mekke'nin toprağını koklayınca, "Bu hâdise orada olmuş galiba!" dedi. Gidİp araştırdılar, Resûl-İ Ekrem (saMüm akyhi vesdfem)'in peygamber gönderildiğini anladılar.
Beyhakî, el-Avfî tarikinden Saîd b. Cübeyr'in şöyle dediğini rivayet eder: Hz. İsa ile Hz. Muhammed (alerfamasssehm) arasındaki fetret zamanında semâ korunmuyordu. Orada birtakım oturma yerlerine kurulur, dinlerlerdi. Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (saHaDahu aleyhi veseBem)'i peygamber eönderince, semâ ile oturdukları yerler arasına dinlememeleri için engeller çekildi ve şeytanlar taşlandı.
Muhammed b. Ömer el-Eslemî ve Ebû Nuaym, İbn Amr'm şöyle dediğini rivayet ederler: Resûlullah (salallalm aleyhi vcsdlem)'in bi'setinin ilk günü şeytanların semâdan haber almalarına engel olundu. Onlara ateş atıldı. Bu durumu İblis'c bildirdiler. O da "Mukaddes topraklarda bir peygamber gönderildi!" diyerek onları yeryüzüne gönderdi. Onlar gidip döndüler, "Kimse yok!" dediler. Bu sefer İblis kendisi çıkarak, onu Mekke'de aramaya başladı. Nihayet Resûlullah (saMahu aleyhi vEsdlem)^ Hirâ'da Cibril ile birlikte buldu. Arkadaşlarının yanına dönüp, "Ahmed gönderilmiş! Yanında da Cibril vardı!" dedi.
Yine Ubeyy b. Ka'b (radiyaHıu anlı)'in şöyle dediği rivayet edilir: Hz. İsa'nın kaldırılmasından Resûl-i Ekrem (sdaDahu akyhi vesdknj'in peygamberliğine kadar şeytanlara yıldız fırlatılmamıştır. Resûl-i Ekrem (sillahu akyhi vesellem) peygamber olunca, onlara yıldız atılmaya başlandı. Kureyş, daha önce karşılaşmadığı bu garip durumu fark edince, hayvanlarını salıvermeye ve kölelerini âzad etmeye başladı. Dünyanın sonunun geldiğini sanıyorlardı. Sakif kabilesi de böyle yaptı. Bu durum Abd Yâlîl adındaki zata ulaşınca, "Acele etmeyin, bekleyin!" dedi. "Bakalım, eğer bunlar, bilinen yıldızlar ise, insanların sonu demektir. Yok, bilinmeyen yıldızlar İse, önemli bir olay cereyan etmiştir." Gözetlediler ve bilinmeyen yıldızlar atıldığını gördüler. Bunu Abd b. Humeyd Yâlil'e haber verdiklerinde, "Böyle durum, ancak bir peygamberin zuhuru esnasında vuku bulur" dedi. Az bir zaman geçmişti ki, Taife Ebu Süfyân gelip, "Muhammed b. Abdullah çıkmış, peygamber olduğunu iddia ediyor!" dedi. Abd b. Humeyd Yâlîl de "Demek ki, bundan dolayı yıldız atılıyor!" dedi.
İbn-i İshâk, Abd Yâlil ismindeki zatı, Resûlullah (saflaüahu aleyhi veselem)'e müslüman olmak üzere gelen Sakif heyeti içinde saymıştır.
Saîd b. Mansur ve Beyhakî de, eş-Şa'bî'den, yukarıdaki hadisin bir benzerini rivayet etmişlerdir.
İbn-i İshâk ve İbn Sa'd, Yakub b. el-Mugirc b. el-Ahnes'in şöyle dediğini rivayet ederler: Yıldızlar atıldığı zaman ilk korkan kabile Sakifliler oldu. Araplar'dan Sakİfli Amr b. Ümeyyc adında bir adam vardı. Akıllı biriydi; birçok konuda onun görüşüne başvurulurdu. Amr b. Ümeyye'ye gelip "Bu olan hadiseyi biliyor musun?" dîye sordular. O da: "Evet!" dedi İ ve devam etti: "Bakın şöyle: Eğer bu atılan yıldızlar, karada, denizde kendileriyle yol bulunan, kış ve yaz yağmurları onlarla bilinen yıldızlar ise, bu olay, insanların ve tüm yaratıkların yok oluşu demektir. Eğer başka bir Şeyse, o zaman o, Allah'ın şu mahlukat için İstediği bir şeyler oluyor demektir. Araplar arasından bir peygamber gönderilecektir!"
İbn Sa'd ve Ebû Nuaym, Zührî'nin şöyle dediğini rivayet eder: Önceleri vahiy dinleniyordu. İslâm gelince artık cinler bundan men edildi. Esed oğullarından Saîr adlı bir kadın vardı. Bunun ekimlerden bir dostu vardı. Bu cin, vahyin dinlenilmesine müsaade edilmediğini fark edince o kadına gelip koynuna girdi ve bağırarak şöyle dedi: "Kucaklaşma kaldırıldı, ayrılma yerleştirildi ve baş edilemeyen bir durum peydâh oldu. Ahmed, zinayı haram kılacak!"
Muhammed b. Ömer el-Eslemî ve Kbû Nuaym, Nârı b. Cübevr'in şöyle dediğini rivayet ederler: Şeytanlar, fetret devrinde semâyı dinliyorlardı; taşlanmıyorlardı. Muhammed (akyhissdam) gönderüince onlara ateş (meteor) atılmaya başlandı.
Yine Atâ'nın İbn Abbas ve Mücahid'den; Ebû Nuaym'ın Haccâc es-Savvaf dan, onun Sabit'ten, onun da Enes tarikiyle; Ebu'ş-Şeyh'in Osman b. Matar, onun Sâbit'ten, onun da Enes tarikinden rivayet ettiklerine göre, İbn Abbas şöyle demiştir: Şeytanlar, vahyolunacak sözleri dinlerlerdi. Hz. Muhammed (saMkhu aleyhi vcseDem) peygamber olarak gönderüince, şeytanlar semayı dinlemekten men edildiler. Bu durumu İbüs'e şikayet ettiler. O da ''Yeryüzünde mutlaka önemli bir şey oldu!" diyerek Ebu Kubeys dağının üstüne çıktı ve Rcsûlullah (saMüıu aleylıi vesdlcm)'i Makam-ı İbrahim'in ardında namaz kılarken buldu. Kendi kendine "Gidip boynunu kırayım!" dedi. Yanına geldi, baktı ki yanında Cibril var. Cibril (nkyhissdam) ona öyle bir vurdu ki, bu darbe onu tâ Ürdün vadisine attı.
Harâiti, el-Vlevâfiftc, Saîd b. Cübeyr'den şunu nakleder: Temim oğullarından bir adam, müslüman oluşunu şöyle anlattı: Bu- gece kum yığınları arasında yolculuk yaparken uyku bastırdı. Devemi çöktürüp uyumaya başladım. Uykuya dalarken "Cinlerin şerrinden, bu vadinin büyüğüne sığınırım!" diyerek bir yüceye sığındım, Rüyamda, elindeki mızrağı devemin boğazına saplamak isteyen bir adam gördüm. Urpererek uyandım. Sağıma soluma baktım; bir şey göremedim. "Bu bir düş!" dedim. Sonra yeniden uykuya daldım. Fakat aynısını yine gördüm. Uyanıp devemin etrafında dolaşıp baktım; yine bir şey göremedim. Devem İse ürkek bir haldeydi. Yine uykuya daldım ve aynı şeyi gördüm. Uyanıp baktığımda, devenin titrediğim fatkettim. Etrafa bir göz attığımda, rüyadakine benzer, elinde mızrak bulunan genç bir adam gördüm. Yaşlı bir adam da elini tutmuş, ona mani olmaya çalışıyordu. Onlar böyle çekişirken, aniden üç tane yaban öküzü geldi. Bunun üzerine yaşlı adam gence "İnsan dostumun devesi yerine onlardan dilediğini al!" dedi. Genç bunu kabul etti, bir tanesini alıp gitti. Sonra yaşlı adam bana dönüp şöyle dedİ: "Ey genç! Issız bir vadiye girdiğin zaman, eğer korkarsan <Bu vadideki korkunç şeylerden Muhammed'in Rabbi olan Allah'a sığınırını!> de! Cinlerden birine sığınma! Bu, bâtıl bir ıştır!" Ben de "Muhammed kimdir?" diye sordum. "Doğulu da, batılı da olmayan, Arap bir peygamberdir. Pazartesi günü gönderildi" diye cevap verdi. Ben "Yurdu neresidir?" diye sorunca, "Yesrib (Medine)... Hurmalık bir yer" dedi.. Sabahleyin ortalık aydınlanınca deveme binip hızlı bir şekilde Medine'ye geldim. Resûlullah (sdMahu aleyhi veseflem) beni görünce -ben daha ona anlatmadan- yaşadığım olayı bana anlattı ve beni İslâm'a davet etti, ben de kabul ettim.
Müslim ve Ibn-i Ishâk'm İbn Abbas'tan naklettiğine göre bir gece Resûlullah (sallaDahu akyhi veseüem) ile birlikte bir grup sahabe oturuyordu. O sırada Resûlullah (sallallahu aleyhi vcsdkm) bir yıldız gördü ve: "Şu kayan yı/dı^ hakkında Cahiliye devrinde ne diyordunuz?" dedi. Sahabe: "Birisi doğuyor, birisi ölüyor, ya da birisi kral oluyor, derdik" diye cevaplayınca Resûlullah (sJaflahu aleyhi vesdtem): "Öyle değil... Allah Teâlâ, gökte bir şeyi emrettiği ^aman, Hameletü'l-Arş, onu işitip A Hah'î teşbih ve tenzih ederler, onların tesbihiyle, onların altındaki melekler de teşbihe haşlarlar. Bu böyle devam eder. Tâ ki teşbih dünya semasına ulaşır. Dünya semasında bulunanlar, kendilerinden Önceki meleklere: <Neden teşbih ettiniz?> diye sorarlar. Onlar da; <BUmiyoruz, bi-~(im üstümüzdeki meleklerin teşbih ettiklerini duyduk, onlar teşbih ettiği için biz de Allah Az^e ve Celk'yi teşbih ettik. Biz soruyoruz, ot^ar da üstkrindekilere soruyorlar."> Bu sorma işi Hameletff"l-Arş'ta son bulur. Onlar da: <Allah şöyle şöyle olmasını hükmetti> derler. Kendilerinden sonra gelenlere haber verirler. Bu iş dünya semasında bulunanlara kadar gelir. Böylece cinler onların söylediklerini gizlice dinleyerek öğrenirler. Daha sonra bu öğrendiklerini insanlar arasındaki dostlarına indirirler. Bu bilgileri -vehimler karıştırarak- onlara bildirirler. Onlar da, bunları halka haber verirler. Daha sonra Allah Teâlâ, bu yıldız/arı üzerlerine atarak şeytanların gizlice dinlemelerini engelledi. Böylece kehânet (gelecekten haber verme) sona erdi. Artık bugün, kehânet yoktur!" buyurdu.
Lüheyb b. Mâlik el-Lehbî'nin şöyle dediği rivayet edilir: Bir gün, Hz. Peygamber (saflaHıu aleyhi veseEem)'İn yanma gidip şunları anlattım: "Anam babam sana feda olsun, Yâ Resûlallah! Yıldız atılmak suretiyle semânın şeytanlardan korunduğunu ve kulak hırsızlığından men edildiklerini ilk defa anlayan bizleriz! Bu şöyle oldu: Hatar b. Mâlik isminde bir kâhinin yatımdaydık. Bu zat, yaşlı biriydi, 280 yaşma gelmişti. Ona "Ey Hatar! Taşlanan şu yıldızlarla ilgili bilgin var mı? Şu bit gerçek İd, biz bu işten çok korktuk ve akıbetimizden endişe ettik" dedik. O da: "Bana seher vaktı gelin, size haber vereyim: Hayır mı, şer mı; tehlike mı, selamet mi?" dedi. Bİz de ertesi gün seher vakti ona gittik. Baktık ki, ayakta durarak, gözlerini semâya çevirmiş inceliyor. "Hatar! Hatar!" diye seslendik, bize susmamızı işaret etti, sustuk. O esnada semâdan bir yıldız koptu. Kâhin sesini yükselterek şöyle bağırdı:
Una isabet etli... hvet, isabet etti... Cezasını hemen gördü. Azabım derhal çekti. Ateşi yaktı onu. Cevabı da wzak\aşh. vay ona! Onun hali nedir öyle? Ona huzursuzluk veraİ.
Onu yeniden sersemletti, ipleri koptu ve halleri değişti. Hatar, uzun süre bekleyip, daha sonra şöyle dedi:
Beni Kahtan topluluğu! Ben size, gerçeği; ayan-beyan bir şeyi haber vereceğim.
Rükünler sahibi Kabe 'ye ve emin beldeye yemin ederim ki, -."' Cinlerin azgınları (semâyı) dinlemekten men edilmiştir. , Kudret sahibinin engellemesiyle. .. Yakıcı bir yıldız atılarak...
Sânı büyük peygamber geldiği için... O tenzil ve furkan ile gönderilecek.
Hidayetle ve Hakkı bâtıldan ayıran nur ile...Sayesinde putlara tapmak kalkacak.
Biz de "Ey Hatar! Kavmin için ne tavsiye edersin?" diye sorduk. Şöyle dedi:
Kendim İçin uygun gördüğümü kavmim için de isterim, insanoğlunun en hayırlısına tâbi olmalarını... Onun burhanı, güneş ışınları gibidir (açıktır). Hums diyarı Mekke 'de zuhur eder. büphe karışmayan muhkem vahiy/e gelir. [225]
Bunun üzerine biz, "Ey Hatar! O kimlerdendir?" diye sorduk. Dedi ki:
Hayata ve ölüme and olsun ki, o, Kureyş tendir. Hükmünde kararsızlık; ahlâkında da isyan yoktur. Bir ordusu olur ki, ne ordu! Kahtan vs Eyş soyundan Biz "Kureyş'in hangi soyu?" diye sorduk. Cevap verdi:
Sütunlu Beyl'e and olsun ki o, Hâşim neslindendir. Şerefli kimselerin soyundandır.
Gerektiğinde, savaşla ve her zâlimi öldürme emriyle gönderilir!
Hatar daha sonra şöyle dedi: Bu açıklamayı bana cinlerin reisi bildirip, "Allahu Ekber! Hakk geldi ve zuhur etti. Cinler artık haber alamaz oldular" dedi. Hatar sonra sustu ve bayıldı. Tâ üçüncü saatte ayılabildi. "Lâ ilahe illallah" dedi.
Resûl-i Ekrem (saBaBahu aleyhi vesellem) buyurdu ki: "Sübhanallah! Nübüvvete benler konuşmuş.1 O, kıyamet günü fek bir ümmet olarak haşr olunacak!" Bu hadisi, Ebu Cafer el-Ukaylî, Kjtâbu's-Sahâbe'de rivayet etmiştir.
Bu konuda daha bir çok rivayetler vardır. Ancak bu kadarı yeterlidir.
1. Kurtubî şöyle der: "Cinlere atılan bu ateşlerin öldürüp-öldürmediği tartişmalıdır."
Ibıı Abbas, "Bunlar şaşmaz, mutlaka isabet eder; fakat yaralar, yakar ve sersemletir; öldürmez"demiştir
Hasan-ı Basrî ve bir grup âlim, "bunlar şeytanları öldürür" der. Bu İddialara binaen iki farklı görüş ortaya çıkmıştır:
Birinci görüş: Çaldıkları haberleri başka cinlere ulaştırmadan önce öldürülürler. Bu durumda semâdaki haberler, peygamberlerden başkalarına ulaşmaz. Böylece kehânet sona ermiş olur.
ikinci görüş: Bu haberleri başka cinlere ulaştırdıktan sonra öldürülürler, Bu yüzden bir daha haber almaya dönemezler. Bu haberler ulaşmamış olsaydı, kulak hırsızlığı ve cinlerin yakılması sona ermiş olurdu. Bu görüşü Mâverdi zikretmiştir. Kurtubi de, birinci görüşün daha sahih olduğunu söyler.
Ben şöyle derim: Saîd b. Mansut, Buhârî, Ebu Dâvud, Tirmizî ve başkaları, Ebû Hureyre (radiyalahu anh)'dan Resûlullah (saHahu aleyhi vesdlem)'in şöyle buyurduğunu rivayet ederler: "Allah îeâlâ, bir işin olmasını kararlaştırdığı ^aman, melekler ona itaat maksadıyla kanatlarım çırparlar. Kalplerine bir korku düşünce, <Rabbini^ ne buyurdu?> diye sorarlar. <Hakkı söyledi, O, yüce ve büyüktür> diye cevap verirler. Kulak hırsızları, birbirinin üstüne çıkmış haldeyken bunu duyarlar —hadisin ravılerinden Süfyan bunu söylerken parmaklarını kenetledi- ve hu söyleri alttakilere doğnt ulaştırırlar. Tâ ki bir sihirbaza veya kâhine ulaşıncaya kadar... Ba^en o söyleri ulaştırmadan önce ateş isabet edip yakar; ba-^en de daha ateş gelmeden im söyleri başkasına ulaştırır. Yanma jü^ yalan kata/) insanlar da <Kâhin bi-^e, şöyle şöyle dememiş miydi?> derler. Böylece semâdan işitilen bu söylere inanırlar.[226]
"Bazen o sözleri ulaştırmadan önce ateş isabet edip yakar; bazen de daha ateş gelmeden bu sözleri başkasına ulaştırır" ifadesi daha önce geçen iki görüş ile uyuşmaktadır.
Sühcylî'nin, "Ateşler, bazen ıskalamamış olsaydı, şeytanlar kendilerini bu kez daha aynı riske (gizlice dinlemeye) atmazlardı" sözüne şöyle cevap verilebilir: -Hâfız'm da Fetlm'l-Bânde işaret ettiği gibi- Ateş isabet ettiği durumda da kendim daha sonra aynı riske atması mümkündür. Sözleri kapıp ateş değmeden önce başkalarına ulaştırmak ümidiyle bunu yapabilir. Daha sonra basma gelecek belaya aldırmaz; çünkü şeytanlar, şer tabiatlıdır.
Ebu Osman el-Câhız [227] şu değerlendirmeyi yapmıştır: Eğer, "Kendisine ateş atılacağını bildiği halde, nasıl olur da cinler -sırf haber almak düşüncesiyle- bu tehlikeye kendilerini atarlar?" denirse, şöyle cevap verilir: Allah Teâlâ, onlara daha büyük ceza vermek maksadıyla daha önce taşlandıklarını kendilerine unutturur.
2. Bazı âlimler derler vki: Kur'ân ve sünnetin zahiri, taşlama işinin bizzat yıldızlarla yapılmasını gerektirir. Kurtubî de buna şöyle cevap verir: Atılan ateşler, sabit yıldızlar değildir. Atılan ateşlerin havada hareket ettiğinin görülmesi böyle olduğuna kanıttır. Sabit yıldızlar (gezegenler) havada kaymaz, uzak olduklarından hareketleri de görülmez. Başka bir yerde de şöyle der: Ulema, "Biz, yıldızların yerinden kopup ayrıldığını görüyoruz, o halde bu olayın gördüğümüz şekilde olması, daha sonra da ateşe dönüşüp şeytana çarpması mümkündür" demişlerdir. Şöyle de denilebilir: Onlara havadan ateş şulesi atılıyor, bize de yıldız şeklinde görünüyor.
Başka bir yerde de Kurtubî şöyle der: Atılan yıldızlar, insanların havada kaydığını gördüğü yıldızlarda-. Nakkaş ve Mekkî şöyle der: Bunlar, semâda cari olan yıldızlar (gezegenler) değildir; zira bunların hareketi görülmez. Halbuki, atılan yıldızların havada hareket ettiği görülür; çünkü bunlar bize yakındır.
İmâm Ebu Abdillah el-Halîmî MenâhiâivAç,; "Rabb'imizin kelâmında, şeytanların yıldızlar ve gezegenlerle taşlandığına dair bir bilgi yoktur" demiş, sonra da bu konuyu ^irdelemiş ve "atılan şeyler ateş alevi (şihâb) dır" sonucuna varmıştır. Ayette geçen "mesâbîh: kandiller" bu ateş şulesinden kinayedir; yıldızlardan kinaye değildir. (Bkz: Mülk Suresi 5. âyet)
İmâm Şıhabüddin Ebu Şâme (rahimchdkh) da şöyle der: Sözlükte şihâb kelimesi, parlayan ateş şulesi mânâsına gelir. Bu kelime, daha sonraları, gizlice dinleyen şeytanları taşlamak üzere yerleştirilen yıldızlar için kullanılmıştır. Şöyle İd, şeytanı taşlamak için tayin edilen yıldızlara, mânâ yakınlığından dolayı -mecaz olarak- şihâb ismi verilmiştir.
Şakratisî'nin görüşünden de bu mânâ çıkıyor. Mesâbîh kelimesini de, "şeytanları taşlamak İçin Allah Teâlâ tarafından yaratılan yıldızlar" diye tefsir etmiştir. Çünkü yıldızlar, şeytanın arkasından bizzat gider. Sonra Halimî'nin sözünü naklederek şöyle der: Yıldızlarla taşlanma meselesi, hadislerde ve kadim. Arap şiirinde açıkça görülür. Sahih-i Müslim'de İbn Abbas'tan şöyle rivayet edilir: Ensardan bazıları bana şunu haber verdi: "Rcsûlullah (salaHıu aleyhi vesdlem) ile otururken yıldızla (şeytanlar) taşlandı ve ışığı da göründü..."[228]
Abdurrezzak TV/j/'/inde, Mamer'in Zührî'ye, "Yıldızla taşlanma meselesi Cahiliye döneminde de var mıydı?" diye sorduğu, onun da şöyle dediği kayıtlıdır: "Evet, fakat islâm geldiğinde, daha sertleşti ve daha arttı."
Ebu Şâme, bunun ardından eski Arap sözlerinden deliller getirir ve şöyle der: Mezkur iki görüş iki şekilde te'lif edilebilir:
a. Ayetlerde, yıldız ve gezegen]erin kendisi değil, ateşi murad edilmiş olabilir. "Fakat kulak hırsızlığı yapan olursa, parlak bir ateş (şihâb) onu kovalar." (Hıcr, 18) Buradaki şihâb ateş şule sidir.
b. Şihab ve yıldız kelimelerinin -mânâ ilişkisi sebebiyle- birbirinin yerine kullanılmış olması mümkündür.
İzzuddin b. Abdüsseîâm da Bmâlf smde şöyle der: Cinlere atılan _sey, taşlanacakları zaman yaratılan ateş şulesidir. Ebu Ali "...Onlarla şeytanların taşlanmasını sağladık." (Mülk, 5) âyetim şöyle tefsir eder: Buradaki zamir, semâya râcİdiı-. Bu durumda mânâ şöyle olur; "Semâdaki ateş parçaları ile şeytanların taşlanmasını sağladık."
3. imâm Ebu Abdullah el-Halîmî der İd: "Bu taşlama meselesi, madem ki nübüvvetle ilgilidir, o halde Peygamber (saliallalıu aleyhi vesdlem)'den sonra neden devam etmiştir?"
Cevap: Hz. Peygamber (sıHahu aleyhi vesdlcm), kehânetin sona erdiğini söylemiştir. Eğer vefatından sonra semâ korunmasaydı, cinler, gökteki haberleri dinlemeye devam eder; böylece kehânet de rücu ederdi. Hükmü kalktıktan sonra kehânetin geri dönmesi, bazı zayıf müslümanların "Nübüvvet sona erdiği için kehânet geri döndü" şeklinde bir şüpheye düşmelerine yol açardı. Öyleyse buradaki hikmet, semânın korunmasının, Hz. Peygamber (saMalıu aleyhi vesdlem) hayatta iken de, vefatından sonra da devam etmesini iktizâ eder.
Hâftz der ki: Eğer "Vahiy inmesi sebebiyle, taşlanma meselesi ağırlaştırılmış ve artmış ise, vahyin kesilmesiyle sona ermesi gerekmez miydi? Halbuki biz, hâlâ bunun devam ettiğini görüyoruz" şeklinde bir som sorulursa, şöyle cevaplandırıkr: Daha önce geçen Zührî hadisinde (Müslim'in rivayetinde) sahabe: "<Bİrisi doğuyor, birisi ölüyor> derdik" diye cevaplayınca Resûlullah (saBaM-ıu aleyhi vcsellem): "öyle değil... Onlar, birisinin ölümünden veya doğumundan dolayı atılma^... Kabbimi^, bir şeyi emrettiği %aman, semâlarda bulunan melekler bunu birbirlerine bildirirler. Tâ ki bu haber, dünya semasına ulaşır. Cinler bunu işitip kaparlar ve dostlarına (kâhinlere) götürürler" [229] demiştir.
Yukarıdaki hadisten şöyle bir yargıya varılabilir: Allah Teâlâ'nın meleklere verdiği emirler devam ettiğine göre, semânın korunmasına sebep olan şey sona ermemiş, kesilmemiş demektir. Bi'setle beraber bu dinleme işi ağırlaştırılmasına rağmen, -Hz. Peygamber (süalm aleyhi vesdlem) hayatta iken bile- şeytanlar bu işten emellerini kesmemişlerdir. Ondan sonrasına ne denir? Hz. Ömer, Gaylan'a, hanımlarını boşadığı zaman şöyle demişti: "Ben zannediyorum ki, şeytanlar semâyı gizlice dinleyerek senin Öleceğini işitmişler ve sana bunu haber vermişler." (Bunu Abdurrezzak ve başkaları rivayet etmiştir) Bu da gösteriyor ki, şeytanların semayı gizlice dinlemeleri, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vcseflem)'den sonra devam etmiştir. Bunlar, ileride olacak şeyleri gizlice dinlemek üzere gidip bazı şeyler kapıyorlardı. O anda kendilerini ateş şulesi izliyordu. Eğer bu ateş, haberleri arkadaşlarına ulaştırmadan önce değerse, ölür; aksi takdirde birbirlerine söyleyip aralarında yayarlardı.
4. Bi'setten önce şeytanlara ateş parçaları atılır mıydı, yoksa bu, bi'setten sonra mı başladı?
Alimler bu hususta iki görüşe ayrılmışlardır:
Ebu Abdullah cl-Kurtubî, Tefsirinde, birçoklarından birinci görüşü nakletmiştir. Süheylî, Izzuddin b. Abdüsselâm Emâlî'sinde, talebesi olan ]ibu Şâme Şerbu's-Şakrâtzsiyye'de. ve daha başkaları aynı görüşü benimsemişlerdir. Delil olarak şu âyetleri gösterirler:
"Şüphesiz Biz, yakın göğü bir süsle, yıldızlarla süsledik. Onu inatçı her türlü şeytandan koruduk. Onlar yüce âlemi asla dinleyemezler. Her yönden kovularak atılırlar. Onlara sürekli bir azap vardır." (Sâffât, 6-9)
"Onları, kovulmuş her şeytandan koruduk. Fakat kulak hırsızlığı yapan olursa, parlak bir ateş onu kovalar." (Hıcr, 17-18)
Zcrkeşî, Şerhu'l-Bürde'de şöyle der: Bu âyetler, bi'setten önce şeytanların taşlandığına delildir. Ayrıca: "Doğrusu biz göğü (kulak hırsızlığı için) yokladık; onu sert
bekçiler ve kayan ateşlerle doldurulmuş bulduk." (Cinn, 8) âyeti de daha önce taşlandıklarına dair cinler tarafından yapılmış bir itiraftır. Fakat daha önce köklü bir koruma yoktu, bi'setten sonra semâdaki bekçiler artırıldı, onun için cinler "sert bekçiler ve kayan ateşlerle doldurulmuş bulduk" demişlerdir.
imâm Allâme Şemsuddin cl-Herevî, Şerh-İ Müslim'de, şöyle der: Bu âyette, daha önce semâyı gizlice dinlediklerine işaret vardır. Onlar, önceleri, semâyı gizlice dinlemek için orada boş buldukları -bekçi ve ateşin olmadığı- bir takım yerlere otururlardı. Şimdi ise oradaki oturakların hepsi dolduruldu ve oturacakları boş yer kalmadı, işte Allah Teâlâ yıldızların yaratılmasındaki İki hikmeti şöyle zikreder:
"And olsun ki, yakın göğü kandillerle donattık, onlarla şeytanların taşlanmasını sağladık ve şeytanlara çılgın alev azabını hazırladık." (Mülk,
"Şüphesiz Biz, yakın göğü bir süsle, yıldızlarla süsledik. Onu inatçı her türlü şeytandan koruduk." (Sâffât, 6-7)
Abdurrezzak Tefsirinde, Mamer'in Zührî'ye, "Yıldızla taşlanma meselesi Cahiliye döneminde de var mıydı?" diye sorduğu, onun da söyle dediği kayıtlıdır: "Evet! Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Doğrusu biz, göğün dinleyebileceğimiz bir yerinde otururduk; ama şimdi kim dinleyecek olsa, kendisim gözetleyen bir ateş buluyor." fCinn, 2-9) İşte, Rcsûluilah (saBallahuakjttvcseflcm) peygamber olunca bu durum daha şiddetlenmiş ve sıkla ş mistir.
Beyhakî de şunu söyler: Bu görüş Kur'ân'ın zahirine muvafıktır. Kur'ân'da cinlerden naklen şöyle buyrulur: "Doğrusu biz göğü (kulak hırsızlığı için) yokladık; onu sert bekçiler've kayan ateşlerle doldurulmuş bulduk." Cinler semayı koruma tedbirlerinin artırıldığını, kendilerine atılan ateşlerin çoğaldığını; öyle ki semânın bu tedbirlerle doldurulduğunu İfade etmişlerdir. İşte buradan anlaşılıyor ki, daha önce de sayılı bekçiler ve ateşler vardı.
Yine bu görüşe sahip âlimler, Müslim'in İbn Abbas'tan naklettiği, "Şu taşlanan yıldız hakkında Cahiliye devrinde ne diyordunuz?" diye başlayan hadisi delil göstermişlerdir. (Daha Önce {s. 187} tamamını nakletmiştik)
Yine bu konuyla ilgili, kadim Arap şiirinde yer alan (Evs b. Hacer, Avf b. el-Ceze' ve Bişr b. Rbi Hâzİm gibi) ifadeleri delil olarak öne sürmüşlerdir.
Bir grup âlim de ikinci görüşü (şeytanların bi'setten sonra taşlandığı tezini) tercih etmişlerdir:
Bu, İbn Abbas'tan sahih bir senedlc gelen rivayete dayanır. Übeyy b. Ka'b, Şa'bî, Nâfı b. Cübeyr de buna kail olmuşlardır. Ebu Osman el-Câhız, bu görüşü sahih bulmuş, İbnu'l-Cevzî ve başkaları buna meyletmiştir. Delil olarak da bu konudaki haberlerin zahirini ileri sürmüşlerdir. Kehânet, Araplarda çok yaygındı. Kâhinlerin görüşlerine başvurulurdu. Sonunda, kulak hırsızlığı ile şeytanlar arasındaki ilişki kesilmek suretiyle kehânete son verildi.
Muhakkik âlimler, bu haberleri telif etmişlerdir: Kurtubî şöyle bir te'lif yapar: Hz. Peygamber (saHaflahu aleyhi vesellem) gönderilmeden önce, şeytanları gizlice dinlemekten alıkoyacak derecede bir taşlama yapılmıyordu: Bazen atılıyor; bazen de atılmıyordu. Bir yönden atılıp, diğer yönlerden atılmıyordu. Yani, şeytanlar, bütün yönlerden taşlanmıyordu. _ Allah Teâlâ'nrn şu sözünde buna işaret vardır:
"Her yönden kovularak taşlanırlar. Onlara sürekli bir azap vardır." (Sâffât, 8-9)
Kurtubî başka bit yerde şöyle der: Şöyle bu- görüş uzak bir ihtimal değildir: Eski zamanlarda yıldız kayması oluyordu; fakat bu şeytanları taslamak için değildi. Hz. Peygamber (saHahualeyhivesellem) doğduğu zaman ise onları taşlamak için kaymaya başladı.
Hafız (İbn Hacer) der ki: Vehb b. Münebbih'ten gelen, karışıklığı 'bertaraf edecek ve bu konudaki haberleri uzlaştıracak bir rivayet buldum: Vehb şunu anlatıyor: "İblis, Hz. Adem'den Hz. İsa'nın göğe kaldırılışına kadar olan zaman kesitinde semâya çıkar, dilediği gibi her tarafını dolaşırdı ve bundan men edilmezdi. Hz. İsa'nın tefiyle birlikte dört semâya girmesi engellendi. Peygamberimiz (saflaEahu aleyhi vesellem)'in bi'setiyle birlikte üç semâya girmesi daha engellendi. Böylece İblis ile ordusu, kuİak hırsızlığı etmeye başladılar. Bu yüzden yıldızlarla taşlanırlar."
Taberî'nin el-Avtî tarikiyle rivayet ettiği ibn Abbas'ın şu sözü de bunu destekler: c'Hz. İsa İle Hz. Muhammed (saDallalıual^hiveseÜem) arasındaki fetret zamanında semâ korunmuyordu. Allah Teâlâ, Hz. Muhammed'i (saEJahu aleyhi vescDem) peygamber gÖnderince semâ, çetin bekçilerle korundu; şeytanlar taşlandı. Onlar da bu yeni durumu garip karşıladılar."
Taberî, Süddî tarikiyle de şunu rivayet eder: "Semâ, yeryüzünde bir peygamber veya zahir bir din olduğu zamanlar dışında korunmuyordu. Şeytanlar da orada oturma yerleri edinmiş, olacakları dinliyorlardı. Hz. Muhammed (saMlahu aleyhi vcseHem) peygamber gönderilince, şeytanlar taşlanmaya başlandı."
İmam Zeynüddin İbnü'l-Müneyyir (alıimehuüah) da şöyle der: Haberin zahirine bakılırsa, şeytanlara atılan şeyin ateş şuleleri (şihab) olduğu anlaşılır. Halbuki böyle değildir. Müslim hadisi de buna delildir. Allah Tcâlâ'nın "Ama şimdi kim dinleyecek olsa, kendisini gözetleyen bir ateş buluyor." (Cinn, 9) sözünün mânâsı şöyle açıklanır: Ateş şuleleri daha Önce de atılıyordu; ancak bazen isabet ediyor, bazen etmiyordu. Bi'setten sonra, sürekli bir şekilde isabet etmeye başladı. Onun için âyette "gözetleyen" tabirini kullanılmıştır. Şüphesiz ki, bir şeyi gözetleyen, ıskalamaz ve şaşmaz. Ayrıca tekrar edilen bir şeyin sürekli isabet etmesi daha uygundur.
İbn-i Sa'd, Temimü'd-Dârî'den şunu nakleder: Hz. Muhammed (saSaMıu aleyhi vesellem), peygamberlikle şereflendiği zaman Şam'da bulunuyordum. Bazı ihtiyaçlarımı gidermek için çıkmıştım, karanlık bastı, gece oldu.
Kendi kendime, "Ben büyük bir yerde, bu vadideyim!" dedim. Yatmak üzereydim ki, görünmeyen bit ses "Allah'a sığın! Şüphesiz cinler, Allah'a karşı kimseye yardım edemez!" diyordu. Ben de "Ne demek istiyorsun?" diye sordum. Dedi ki: "Ümmîlerin peygamberi, Allah'ın Resulü zuhur etti. Hacûn mevkiinde onun arkasında namaz kıldık, ons teslim olarak ittibâ ettik. Artık cinlerin hilesi zeval buldu; onlara ateş alevleri atılır oldu. Muhammed'e git ve müslüman ol!"
Sabah olunca Eyyûb Manas tm'na gittim. Rahibi sordum, bulup ona işittiğim sözleri anlattım. O da "Doğru söylemiş! Biz, o peygambere kitaplarımızda rastlıyoruz. Harem'de zuhur eder ve Harem'e hicret eder. O, peygamberlerin en üstünüdür. Ondan geri kalma!" dedi.
Temim der ki: Hemen yola koyuldum. Nihayet Resûlullah (saflaüahu aleyhi wseflcm)'e gelerek müslüman oldum.
Buhârî'nin Abdullah b. Ömer'den —kısa bir metinle-; İbn-i İshâk'ın Abdullah b. Ka'b'dan (Bu zat, Osman b. Affan'ın âzadlisıdır); Ibnu'l-Cevzî'nm Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den; Ebû Ya'lâ, Beyhakî ve Harâitî'nin Sevâd b. Kârib'den rivayet ettiklerine göre, Ömer b. Hattab, bir ara Resûlullah (saHahu aleyhi vesdlera)'in mescidinde insanlarla sohbet ederken, yanma doğru biri yaklaştı. [Huşenî: "Bu zat, Sevâb b. Kârib'dir. [230] Câhiliyc devrinde kâhin idi; daha sonra müslüman oldu"] Ömer (radiyalkhu anh) ona bakarak şöyle dedi: "Şüphesiz bu adam şirk üzeredir, henüz ondan ayrılmamıştır! —Veya- Cahiliye döneminde kâhin idi!"
Adam ona selâm verip yerine oturdu. Ömer (radiyallahu anlı): "Müslüman oldun mu?" diye sordu. O da: "Evet, ey Emirü'l-mü'minîn!" diye cevap verdi.
Bu sefer ona "Sen Cahiliye devrinde kâhin değil miydin?" diye sordu. O da: "Sübhanallah, ey Emirü'l-müminin! Benim hakkımda şüpheye düştün ve yönetime geldiğinden beri tebaandan hiç kimseye söylemediğin bir sözle beni karşıladın!"
Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle dedi: "Allahım beni affet! Biz Câhiliyede bu gibi şeyler işliyorduk. _ Putlara tapıyor, onlara yüz sürüyorduk. Nihayet Allah, Resülü'yle ve İslâm'la bizi şereflendirdi."
Bunun üzerine Sevâd: "Evet, ey Emirül-mü'minin, ben Câhiliyyede kâhin idim." Ömer: "Öyleyse söyle bakalım arkadaşın (cinin) sana ne gibi haberler getirmişti?" diye sordu.
Bunun üzerine adam şunları anlattı: Bir gece ben, uyku ile uyanıklık arasında iken arkadaşım bana geldi; ayağıyla bana vurup "Kalk ey Sevâd! Lüey b. Gâlib neslinden bir peygamber geldi! Allah'a ve ona kulluk etmeye çağırıyor!" Ben de başımı kaldırıp oturdum. O arkasını dönmüş söyle diyordu:
Cinlere ve onların zelil olmalarına hayret ettim.
Ve develere palan vurmalarına da...
Hidâyet aramak maksadıyla Mekke'ye gittiler...
Cinlerin doğrulan, yalancıları gibi değildir.
Kalk ve Hâşim oğullarının seçkinine git:
Onların önde gelenleri, basit şahsiyetleri gibi değildir.[231]
Ben de dedim kî: "Beni bırak da, uyuyayım! Zaten akşama uykulu bir halde girdim!"
İkinci gece olunca, yine aynı şekilde gelip "Kalk ey Sevâd! Sözümü dinle! Aklını çalıştır; eğer aklını kullanabiliyorsan! Lüey b. Gâlib neslinden bir peygamber gönderildi! Allah'a ve ona ibadet etmeye çağırıyor!" dedi. Ardından da şunları söyledi:
Cinlere ve onların haberlerine §astım
Ve develere palan vurmalarına da...
Hidâyet aramak maksadıyla Mekke 'ye giderler...
Cinlerin İyileri, kötüleri gibi değildir.
Kalk ve Hâ§im oğullarından o mümtaz insana git!
Cinlerin müminleri, kâfirleri gibi değildir.[232]
Ben de dedim ki: "Beni brrak da, uyuyayım! Akşama uykulu bir halde girdim!"
Üçüncü gecede yine aynı şekilde gelip "Kalk ey Sevâd! Sözümü dinle! Aklını çalıştır; eğer aklını kullanabiliyor san! Lüey b. Gâlib neslinden bir peygamber gönderildi! Allah'a ve ona ibadet etmeye çağırıyor!" dedi. Ardından da şunları okudu:
Cinlere ve onların casusluk yapmalarına şaştım
Ve develere heybelerini atmalarına da... Hidâyet aramak maksadıyla Mekke ye giderler... Cinlerin hayırlıları, pis olanları gibi değildir. Kalk ve Hâşim oğullarının seçkinine git! ve onların bağı olan kimseyi ara! [233]
Bunun üzerine ben, "Allah, kalbimi imtihan etti" diyerek kalktım ve devemi hazırlayıp Medine'ye [234] (bir rivayette, Mekke'ye) geldim. Resûlullah (sallalklıu aleyhi vcseüem)'i ashabıyla birlikte otururken gördüm. O'na yaklaşarak "Yâ Resûlallah! Okuyacağım şiiri dinler misin?" dedim. "Haydi, söyle bakalım!" dedi. Okumaya başladım:
insanlar yahp uyuduktan sonra dostum geldi bana... Denediğimde hiç yalancı çıkmamıştı.
Uç gece geldi...
Her defasında da "Lüey b. Gâlib neslinden bir peygamber geldi/" diyordu,
Izarımm ucunu katladım ve yola çıktım.
Sağlam, hızlı bîr deve düz yerlerden geçirerek beni sana getirdi.
Şehadet ederim ki, Allah 'tan başka Rabb yoktur!
Ve sen de gaipten olan her §ey üzerinde onun eminisin!
Ve sen, Allan 'a -vesile (şefaat) yönüyle- peygamberlerin en yakınısın!
Ey temiz ve şerefli kimselerin torunu!
Bize, Rabb imizden gelen vahiyleri bildir.
içinde nefse ağn gelen, insanın saçını ağartan emirler olsa da... Hiçbir yakınlığın fayda vermediği vakit bana şefaatçi ol! Sevâd b. Kârib'den şerri def ederek... '[235]
Sevâd der ki: Resûlullah (sttıhu aleyhi veselem) ve ashabı, okuduğum bu şiire cok sevindiler. Öyle ki, yüzlerinde sevinç izleri görüldü.
Abdullah (bin Ömer) der ki: Ömer b. el-Hattâb, bunun üzerine insanlara şunları anlattı: .
Allah'a yemin ederim, ben bir gün, Cahiliye putlarından bir putun yanında, Kureyş'ten "Al-i Zerin" denilen bir toplulukla beraberdim. Araplardan biri, o put adına bir dana kesmişti. Biz de, ondan bir pay düşsün diye onun taksimini bekliyorduk. O esnada dananın içinden bir ses işittim ki, şimdiye kadar ondan daha tesirli bir sese rastlamamıştım. Bu, islâm'dan bir ay veya daha az bir müddet önceydi. Ses şöyle diyordu: "Ey Al-i Zerih! [236] (Bir başka lafızda şöyledir: Yerinde bir iş... Fasih bir adam çıkmış (Resûlulah'ı kasdediyor), 'Lâ ilahe illallah!' diye haykırıyor, Ey Celin!)[237]
Hişâm b. Muhammed b. es-Sâıb, Adiy b. Hâtim'in [238] şöyle dediğini rivayet eder: Kelb kabilesinden Habis b. Duğunne adında bir işçim vardı. Bir gün baktım ki korkudan yüreği hoplamış, titriyor. Bana da "Devene sahip çık!" dedi. Ben de ona "Seni heyecanlandıran nedir?" diye sordum; sunu anlattı: Ben vadide iken birden karşımdaki dağın patikasında yaşlı bir adam gördüm. Başı sanki mermer gibi bembeyazdı. Kaygan bir yerden aşağı iniyordu; fakat sarkar gibi iniyor, ayağı kaymıyordu. Tâ ki bayınn dibindeki düzlüğe inip orada durdu. Ben ise gördüğüm şeyden afallamış bir haldeydim. Sonra şunları söyledi:
Ey Hâbİs b. Duğunne! Yâ Habis! Kendini vesveselere bırakma/ Bu, ate§e talip olanı men eden bir nûr parıkısıdır! Nura kanat aç ve ondan uzak kalma!
Sonra ortadan kayboldu. Ben de develerimi dinlenmeye bıraktım ve onları otlamaları için başka bir vadiye salıverdim. Sonra yatıp uzandım Birden baş ucumda duran bir süvarinin beni dürttüğünü gördüm. Baktım ki benim arkadaşım olan cin. Şöyle diyordu:
Ey Habis! Dediğimi duy da doğruyu bul! Dalalette yüzen biri mühtedi gibi değildir. En doğru yolu sakın göz ardı etme!
Şunu bil ki, (önceki) dinler Mubammed'in dininin gelmesiyle kaldmlmışhr. Bunun üzerine ben bayılmışım. Daha sonra kendime geldim.
İbn Düreyd, e!-A.hbâru 'I-Mensûre 'de IbmVl-Kelbi'den şu hâdiseyi nakleder: Hunaflr b. et-Tev'em isminde bir kâhin vardı. Bir gün münbit bir vadide konaklamışa. Gahiliye devrinde onun bir cinnî dostu vardı. İslâm gelince onu kaybetti. Hunafîr olayı şöyle anlatır: Ben bir gece vadide iken birden kartal gibi süzülerek yanıma bir şey İndi. "Hunaflr!" diye seslendi. Aramızda şu konuşma geçti:
-"Şisar! Sen misin?"
-"Evet! Dinle, sana anlatacaklarım var." .
-"Anlat dinliyorum."
-Dinle de istifade et! Her sürenin bir nihayeti, her başlangıcın bir sonu vardır."
-"Evet!"
-"Her devletin bir süresi vardır. Sonra değişmesi takdir edilir, zayıflayıp çöker ve yerine başka devletler kurulur. Ben, Şam'da gizli bir grup gördüm. Hikmetli sözler söyleyen bir cemaat idi. Güzel sözler tekrarlayıp duruyorlardı; bu sözler, ne alışılmış bir şiir, ne de yapmacık bir seci idi. Kulak verip dinledim; buna mani oldular. Yine buna kalkıştım ve
<Ne fisıldaşıyorsunuz ve neye kanlıyorsunuz?> diye sordum. Şöyle dediler:
<Büyük bir söz... Cebbar ve melik olan Allah'tan gelen bir kelâm...> Dinle ey Şisar! Sana doğruyu haber vereyim ve hayırlı kimselerin yolunu açıklayayım ki ateş alevinden kurtulasın!
-"Bu kelâm nedir?"
-"Küfür ile imanı birbirinden ayıran bir furkan... Onu Mudar'dan bir resul getirdi; gönderildi ve zuhur etti. Üstün bir söz getirdi, hatırlardan silinen yolu açığa çıkardı. Onda ibret alanlar için nice öğütler vardır."
-"Bu büyük mucizelerle gelen peygamber kimdir?"
-"Ahmcd... Beşerin en hayırlısı. Ona inanırsan ihsana nail olursun; muhalefet edersen kızgın ateşe atılırsın! Ey Hunâfır işte böylece iman ettim ve gecikmeden sana geldim. Her necis kâfirden uzak dur ve her temiz mümine yakın ol! Aksi takdirde ayrılık vardır!"
Hunafır der kİ: Bunun üzerine ben de kalkıp San'â'daki Muâz b. Cebel'e gittim ve İslâm üzere ona biat ettim. Bu hususta şu şiiri söyledim:
Görmedin mi Allan, ihsanını avdet ettirdi
Ve Hunajİr'i kızgın ate§in yalamasından kurtardı.
Şîsâr beni öyle bir §eye çağırdı ki,
Eğer onu reddetseydim acınmadan korkunç ateş koruna atılırdım.
Muhammed b. Ömer el-Eslemî, Ebû Nuaym ve İbn Asakir'in Ebû Hureyre (radıpllahu anh)'tan rivayet ettiklerine göre, Has'am soyundan bir topluluk, putlarının yanında oturuyorlardı. Bazı hususlarda putlara başvuruyorlardı. Onlar bu halde iken bir ses işittiler, şöyle diyordu:
(Sadece) bedeni olan (ve ruhu olmayan), putları kendilerine hâkim kılan ey İnsanlar!
Hepiniz de mî devekuşu gibi ahmaksınız!?
Benim önümde gördüğüm, zifiri karanlıkları aydınlatan nuru görmüyor musunuz?
O, insanların ve cinlerin peygamberi (seyyidü l-enâm) dir. Çok adaletli, otoriter, nuru ve İslâm'ı açıklayan...
(şerefin) zirvesindeki rlâşim neslinden...
Mukaddes beldede zuhur eder...
Küfrü islâm la yıkar... Kanman onu önderlikle şereflendirir.
Ebu Hureyre der ki: Bunu czberleyİnceye kadar, orada bir saat kaldılar. Sonra ayrıldılar. Uç gün geçmemişti ki Resûlullah (saDalahu aleyhi vesellem)'in Mekke'de zuhur ettiği haberi geldi.
İbn Şâhîn'in Ebu Hayseme Abdurrahman b. Ebi Sebie'den rivayet ettiğine göre, Sa'd aşiretinin Karrâd adında bit putu vardı. Ona tazim ederlerdi. Bunun hizmetçisi, İbn Vakaşa isimli bir adamdı. Abdurrahman (b. Ebi Sebre) der ki: Bana Zübâb b. el-Hâris anlattı:
İbn Vakaşa'nın cinlerden bir dostu vardı. Gelecekte olacak hâdiseleri ona haber verirdi. Yine bir gece ona gelip bazı şeyler anlatmış. Bana dedi ki: Ey Zübab! Hayret verici garip bir şeyi söyleyeyim sana! Muhammed bit kitapla peygamber gönderildi! Mekke'de davet ediyor; fakat kendisine icabet edilmiyor. <Bu ne demek?> dedim, <Bilmiyorum, bana öyle söylendi> dedi. Az bir zaman sonra, Hz. Peygamber (saBa31ahu%Mvesella-n)'in zuhur ettiğini duyduk. Ben de müslüman oldum. Puta kızarak onu kırdım. Sonra Hz. Peygamber (sallaMıu aleyhi vesdlem)'e gelip teslim oldum. Bu konuda şu şüri söyledim:
Hidâyeti getirdiğinde Resûlullah a tabi oldum. Ve Karrad'ı aşağılık bh yerde bıraktım. Aflah 'm, dinini açıkladığım gördüğümde, Resûlullah 'm dâvetine icabet ettim.
Harâitî, Süfyân el-Hüzelî'den şunu aktarır: Bir kafileyle Şam'a gitmiştik. Zerkâ ve Meân arasında iken mola verdik. Bit de baktık ki yer ile gök arasında bir süvari şöyle sesleniyor: "Ey uyuyanlar, uyanın! Zaman uyuma zamanı değildir! Ahmed zuhur etti, cinler tamamıyla kovuldu." Çok korkmuştuk. Hepimiz bunu duymuştuk. Evimize döndüğümüzde duyduk ki Hz. Peygamber (dlaMıuatatoveselem) zuhur etmiş.
Taberânî, Ebu Nuaym ve Beyhakî'nm Abdullah eMJmânî'den rivayet ettiklerine göre, Mazin et-Tâî, Uman topraklarında, ailesinin putlarına hizmet ederdi. Bunların 'Bâdir' adında bir putları vardı. Mazin anlatıyor:
Bir gün bu puta kurban (atîre [239]) kesmiştim. Putun içinden bit ses duydum. Şöyle diyordu: "Ey Mazin! Yanaş, yanaş! Sen meçhul kalmamış bir şey duyacaksın. Bu, gönderilen bir peygamberdir. İnzal edilen bir Hakk'la geldi. Ona iman et ki, tutuşturulan ateşin alevinden kurtulasın! O ateşin yakıtı taşlardır."
Mazin der ki: Kendi kendime "Vallahi, bu acayip bir şeydir!" diye söylendim. Bir kaç gün sonra bir kurban daha kestim. Birincisinden daha açık bir ses işittim, şöyle diyordu:
Ey Mazin! Seni mesrur edecek olanı dinle.'
Zuhur etti hayır, sukut etti §er.
Bir peygamber gönderildi Mudar dan.
Aılah'm büyük diniyle...
Yontma taşı bırak,
Cehennem ateşinden kurtulmaya bak:
Mazin der ki: Kendi kendime '^Vallahi, bu acayip bir şeydir! Olsa olsa bu, benim için murad edilen bir hayırdır" dedim. Bir gün bize, Hicaz halkından birisi gelmişti. Ona "Ne var, ne yok?" diye sordum. "Tihâme'de birisi çıkmış, gelip geçene <Allah'm dâvetçisine, Ahmed'e İcabet edin!> diye çağrıda bulunuyor" dedi. Ben de "Vallahi, bu daha önce işittiğim bir haber!" diyerek harekete geçtim ve Resûlullah (sallaHıu aleyhi veseîlem)'e geldim. Allah, kalbimi İslâm'a açtı ve müslüman olarak şu şiiri okudum:
Bâdir i paramparça ettim.
Güya bizim Rabbimh oluyormuş!
Etrafında bin bir sapıklıkla döndüğümüz şey...
Hâşimî (peygamber) bizi bu dalaletimizden kurtardı.
Halbuki dana önce ona hiç aldırmıyordum.
Ey süvari! Sâmit oğullarına söyle,
Bilsinler ki ben, <Rabb'im Badir'dir> diyen kimselerden nefret ediyorum!
Mazin anlatmaya devam ediyor: "Yâ Resûlallah!" dedim. "Ben, şaraba, eğlenceye, fahişe kadınlara düşkün biriyim. Kıtlık yılları bizi perişan etti. Nesilleri zayıflattı. Benim çocuğum da yoktur. Allah'a dua et de bu musibetleri gidersin; bolluk ve yağmur versin. Bana bir çocuk bağışlasın." Bunun üzerine Resûlullah (saMahu aleyhi vesdlem) şöyle dua etti: "Allahım! Eğlenceyi Kıır'ân okunmasına, haramı İse helale tebdil eti Ona bolluk-bereket ver. Ve ona bir çocuk bağışla!"[240]
Mazin der ki: Allah, benden bütün kötü alışkanlıklarımı giderdi. Uman'a bolluk verdi. Bana da Hayyan b. Mâzin'i bağışladı. Bu hususta şunu söyledim:
Yâ Resûlallan! Bineğimi sana doğru sevk ettim. Sahraları kat ediyor... Uman dan Arc a...
Ey yeryüzüne ayak basanların en hayırlısıl Bana şefaat edesin diye.,., : Rabbim beni mağfiret etsin de, kurtularak avdet edeyim, Allan için dînlerine muhalefet ettiğim topluluğa... Onların görüşleri benim görüşüm, mizaçları da benim mizacım değildir.'
Ben daha önce, şehvete ve şaraba düşkün biriydim. Tâ ki vücudum tehlikeyi haber verdi.
O Resul, ğarabm yerine Allah korkusunu; zinanın yerine de namuslu olmayı getirdi. Böylece namusumu korudu.
Ben de bütün gayretimi ve niyetimi cinad yoluna çevirdim. Orucum da haccım da Allah İçindir!
İbn Sa'd ve Ebû Nuaym, Nüfeyl b. Arar el-Hüzelî'den naklen şu hâdiseyi aktarırlar: Bir put adına kurban kesmiştim. Putun içinden çıkan bir ses şöyle diyordu: "Hayret doğrusu! Hem de ne hayret! Abdulmuttalib oğullarından bir peygamber zuhur etti. Zinayı haram ediyor ve putlara kurban kesmeyi yasaklıyor! Artık semâ da korundu; bize ateş şuleleri atıldı." Biz bunu duyunca oradan ayrılıp Mekke'ye geldik. Fakat bize Muhammed'in zuhurunu haber veren kimseye rastlamadık. Tâ ki Ebu Bekir'le karşılaştık. "Ey Ebu Bekir! Mekke'de, Allah'a çağıran, Ahmed adında biri zuhur etti mi?" diye sorduk. "Bunu kim söyledi?" dedi. Biz de olayı anlattık. "Evet!" dedi. "Muhammed b. Abdullah b. Abdulmuttalib. O, Allah'ın resulüdür!"
Ebû Sa'd en-Neysâbûrî eş-Şerefd&, Cendel b. Nadle'nin Resûlullah (saEa]lahu alcylıi vesdlem)'e gelip şöyle dediğini rivayet eder: "Benim bir cinnî dostum vardı. Bir gün bana ansızın gelerek şöyle dedi:
Harekete geç!
Dinin kandili yandı!
Sâdık, terbiye görmüş ve emin zâtın sayesinde...
Güvenli ve hızlı bir deveye bin de, düz ve engebeli arazileri aşarak ona kavuş!
Ürpererek kendime geldim. <Ne diyorsun?>dedtm. Şöyle açıkladı: <Yolu kat et ve görevi kabul et! Muhammed, dünyanın dört bir yanına peygamber gönderildi. Büyük günahların işlendiği bir yerde yetişti ve temiz, emin bir beldeye hicret etti> Yola çıktım, şöyle diyen bir ses işittim:
Ey devesini Resûlullah a doğru süren kişi! Doğruya ulaşmada muvaffak oldun!
Beyhakî ve Ibn Asâkir, İbn Abbas'tan, bir adamın şöyle dediğini rivayet ederler: "Yâ Resûlallah! Cahiliye devrinde huysuz bir devemi aramak için çıkmıştım. Sabah sularında bit ses şöyle diyordu:
Ey uzun gecede uykulara dalan kişi! Allan, haremde bir peygamber gönderdi. Vefalı ve şerefli Hâşim neslinden... Zifiri karanlıkları aydınlatan bir nebi...
Etrafıma dönüp baktım; kimseyi göremedim. Bunun üzerine şöyle dedim:
Ey zifiri karanlıkta seslenen kimse!
Belâlı bir hayalden merhaba sana!
Sözlerin mânâsını açıkla, Allan sana hidayet etsin.
Davet edip kazançlı gördüğün şey nedir!
Bunun üzerine şöyle diyen bir ses işittim: "Nur zuhur etti, yalan kaldırıldı. Muhammed sürurla gönderildi." Sonra şöyle devam etti:
Mahlûkah boşuna yaratmayan Allah'a hama olsun. Kî içimizden Anmed'i gönderdi... Peygamberlerin en hayır/ismi.,, Allan ona salât-ü selam etsin. Vehas kafilesi onu ziyaret ettikçe...
Sonra şafak söktü, ben de devemi buldum.
Ebû Sa'd en-Neysâbûrî eş-Şetvfde, Ca'd b. Kays'dan şunu aktarır: Cahiliye devrinde dört kişi hac yapmak için yola çıkmıştık. Yemen vadilerinden birine uğradık. Gece karanlığı çökünce o vadinin büyüğüne sığınarak develerimizi bağladık. Ortalığı sessizlik bürüyünce, arkadaşlarını uyudu. Ansızın, vadi tarafından gelen şöyle bir ses işittim:
Agâh olun, ey istirahata çekilmiş kervan!
Matım ve zemzem mevkiinde bulunduğunuz zaman,
Peygamber Munammed'e bizden selam götürün.
Gelip geçtiği yerden onu uğurlayarak...
Ve ona deyiniz ki, biz, senin dinme bağlı bir grubuz.
Bunu Isa b. Meryem vasiyet etmişti bize.
Ebû Nuaym (el-İsbehânî), Huveylid ed-Damrî'den şunu nakleder: Bir putun yanında oturuyorduk. Putun içinden gelen bir sesin şöyle dediğini işittik: "Artık, Mekke'de zuhur eden Ahmed ismindeki peygamberden dolayı kulak hırsızlığı bitti; ateş şuleleri atıldı. O, Yesrİb'e (Medine'ye) hicret eder. Namazı, orucu, iyiliği, sıla-i rahmi emreder." Bunun üzerine, putun yanından ayrıldık. Soruşturduk, Mekke'de Ahmed isminde bir peygamberin zuhur ettiğini söylediler.
İbn Cerir, Tabcrânî, İbn Ebi'd-Dünya, Ebû Nuaym ve Harâitî, Abbas b. Mirdas es-Sülemî (racMlahu anlı) 'dan naklen şu hâdiseyi anlatırlar: İslâm'a girişim şöyle oldu: Babam ölüm döşeğinde iken bana, Dımâr İsmindeki putuna bakmamı vasiyet etti. Onu bir odaya yerleştirdim. Her gün gidip ona bakardım, Hz. Peygamber (salkHıu aleyhi veseflem) zuhur ettiği zamanlardı. Gün ortasında aşı yapıyordum ki, ansızın üzerinde beyaz bir süvari olan, pamuk gîbİ beyaz bir devekuşu göründü. Süvari bana dedi ki: "Ey Abbas b. Mirdas! Görmedin mi; sema korundu, harp nefeslerini içine çekti, atlar semerlerini bıraktı... Ve Pazartesi günü iyilikle, takva ile gelen kimsenin, Kasvâ devesinin sahibi olduğunu anlamadın mı?"
Bu sözler üzerine ürpererek oradan ayrıldım. Duyduklarım ve gördüklerim, beni korkutmuştu. Putumuz Dımar'a geldim, etrafını süpürdüm, elimi sürdüm ve onu öptüm. O anda -gece vaktiydi- putun içinden bir ses şöyle diyordu:
Süleym'e bağlı kabilelere de ki: Enis kahrolsun, yaşasın mescid enli!
Jımâr öldü! Pir zamanlar ona tapılıyordu.
PeygamberMuhammea'e kitap verilmeden önce...
Meryem oğlundan sonra nübüvvete ve hidayete varis olan zât, Kureyş'tendir.
Bu sözleri kimseye açmadım, gizledim, insanlar Ahzab gazasından dönerken, ben de Zât-ı Irk bölgesinde Akik yolunda gidiyordum. Birden, etkileyici bir ses işittim. Başımı kaldırdım; bir de baktım ki, devekuşunun kanadında bir adam! Şöyle diyordu: "Pazartesi günü zuhur eden nûr, Adbâ devesinin sahibiyle birliktedir, Beni Ehıl-Ankâ yurdunda..." Bu sefer, onun solunda gördüğüm adam ona şöyle cevap verdi: "Cinlere ve onların azgınlarına şunu müjdele: Binekler semerlerini attı, semâ da bekçilerle korundu!"
Abbas der ki: Ürpererek fırladım ve Muhammed'in (saDaöalıu aleyhi veselkm) peygamber olduğunu anladım. Hz. Peygamber (sJ^ualeytovesd!em)'e gelerek, huzurunda şu şiirimi inşâd ettim;
Senin hayatın üzerine yemin ederim kî,
Ben, bir zamanlar âlemlerin Rabbİ ne Dımar putunu ortak koşuyordum.
Cehalet İçinde yüzerken...
evs, onun etrafında ensâr (yardımcılar) olmuşken,
Benim Resûlulian ı terk etmem,
Yeryüzünün ovalannı ve tepelerini terk eden kimsenin yaptığına benzer.
Bütün işlerde musibetlerle nelâk olmayı arzulayan kimse gibi.
Ben kulu olduğum Allah'a iman ettim
Ve belâları isteyerek akşamlayanlara muhalefet ettim.
iki dağın arasındaki mübamk Mekke ye yönelttim yüzümü.
isa'dan sonra gelen Peygamber e biat ederek...
Hakk m sözcüsü olarak gelen nebi1...
Ki onda bir çok faziletler vardır.
rurkân (Kuran) üzerinde emin bir kimsedir. İlk şefaatçi, meleklerin icabet ettiği ilk peygamberdir. Oevşemesİnden sonra iman bağlarım berkitmiş, İbadetleri de ikâme etmiştir.
Ebû Nuaym'ın Râşid b. Abdi Rabbihi'den rivayet ettiğine göre, Süvâ ismindeki put, Milât mevkiindeydi. Bu puta Hüzeyl kabilesi ve Süleym soyundan Zufer oğulları tapıyordu. Zufer oğulları, Süleym soyu adına Suvâ putuna bir hediye göndermişti. Râşid devamını şöyle anlatır: Onu şafak vakti götürürken Suva'dan önce bir puta rastladım. İçinden bir ses şöyle diyordu: "Hayret ki ne hayret! Abdulmuttalib oğullarından bir peygamber zuhur etti. Zinayı haram ediyor ve putlara kurban kesmeyi yasaklıyor! Artık semâ da korundu; bize ateş şuleleri atıldı."
Başka bit puttan da şöyle bir ses duydum: "Dımar putu artık terk - edildi. Ahmed isminde bir peygamber zuhur etti. Namaz lalar, zekatı, orucu ve sıla-i rahmi emreder."
Başka bir putun içinden de şunları işittim:
Meryem oğlundan sonra -
Nübüvvete ve hidayete vâris olan zât, Kureys'tendir.
Râşİd der ki: Suva'nın yanma vardığımda, etrarındakileri yalayan iki tilkiye rastladım. Puta hediye edilen kurbanları yiyor, sonra da işeyerek çevresinde dolaşıyorlardı. Bunun üzerine şöyle dedim:
Tilki/erin başmdan aşağı işediği şey tanrı mı olurmuş/? Böyle bir şey, olsa olsa aşağılık bir şey olur!
Bu olay, Hz. Peygamber (sdlaBahu aleyhiveseHem)'ili zuhuru esnasında cereyan etmiştir.
İbnu'l-Cevzî, Beşir el-Hüzeli'den şu olayı nakletmİştir: Bir kafileyle Şam'a gitmiştik. Zerkâ ve Meân arasında iken mola verdik. Bir de baktık ki, bir süvari şöyle sesleniyor: "Ey insanlar, uyanın! Zaman uyuma zamanı değildir! Ahmed zuhur etti, cinler tamamıyla kovuldu." Cok korkmuştuk. Hepimiz bunu duymuştuk. Evimize döndüğümüzde gördük ki, Abdulmuttalib oğullarından zuhur eden, Ahmed ismindeki bir peygamber yüzünden Mekke'de, Kureyş arasında tartışma çıkmış.
Rûyânî ve İbn Asâkir'in Hureym b. Fâtik'den [241]; Taberânî ve İbn Asâkir'in başka bir tarikten, yine Hureym'den rivayet ettiğine göre, bu zat şunları anlatır: Develerimi ararken gece bastırdı. Ben de avazım çıktığı kadar "Bu vadinin kötülerinin şerrinden, vadinin yüce cinine sığınırım!" diye bağırdım. Birden şöyle bir ses işittim:
Yazık sana! Celâl sahibi Allah a sığın!
Haramı ve helali indirene...
Allah 'ı bîrle ve (başka şeylere) aldırma!
Cinlerin hilesi, korkulacak bir şey değildir.
Eğer Allah ı her yerde; uçurumlarda, ovalarda ve dağlarda zikredersen,
Cinlerin hilesi aşağılarda kalır,
A.ncak takva ile salih ameller (yüceliklere ulaşır).
Ben de ona:
Ey münâdi, ne diyorsun?
Söylediğin şey bir hidayet mİ, yoksa bir dalâlet midir? dedim.
Buna şöyle cevap verdi:
Bu, hayrat sahibi Resûlullah 'tır.
Yâsîn ve rıâmîm lerle gelmiştir.
Sonrasında mufassal sûrelerle...
Namazı ve zekâtı emreder.
İnsanlığı kurtarır,
İçinde bulunduğu kötülüklerden...
Bunun üzerine ben "Sen kimsin?" diye sordum. O da "Ben cinlerden
Mâlik b. Mâlik'im!" diye cevap verdi.
Rûyânî'nin Amr b. EsâFden rivayetinde ise şunlar anlatılır: Resûl-i Ekrem (saflaflahu aleyM vcseDem), beni, Necid cinlerine gönderdi. Devemi hazırlayıp yola koyuldum ve şöyle dedim:
Bana doğruyu göster, eğer hidayette İsen,
Acıkmadıysan ve çıplak kalmadıysan. Azık veren efendiyi de terk etmedhjsen.
O da (cin) peşime takılıp şöyle dedi: Allan sana yoldaş olsun ve selâmet versin. Ailene ve yurduna kavuştursun! Ona inan ki, Rabb im seni kurtarsm.
vs ona yardım et ki, Rabb im yardımım aziz kılsın.
Ben de "Bana develerimi garanti eden biri olsaydı, elbette gidip İman ederdim!" diye cevap verdim. "Ben onları ailene sağ-salim teslim etmeye kefil olumm!" dedi. Sürüden bir deve çözdüm ve Medine'ye doğru yola çıktım. Cuma günü oraya vardım. Müslümanlar namazdaydı. Dedim ki, namazı kılsınlar da sonra içeri gireyim. Devemi çöktürürken Ebu Zer geldi (Rûyânî'ye göre Ebu Beki:) ve: "İçeri gir! Müslüman olduğunu duyduk." dedi. Ben de "Abdcst almayı iyi bilmiyorum, bana öğret!" dedim. Sonra Mescid'e girdim, Resûlullah (salaHıu aleyhi vesellem) minberde hutbe okuyordu. Sanki dolunay gibiydi. Şöyle buyuruyordu: "Gürelce dbdesîini alıp sonra da namazını şuuruna vararak kılan hiçbir müslüman yoktur ki, Cennete girmesini"[242]
Resûlullah (sJaJlahualevlıi vesellem) beni görünce "Develerini sağ-salim evine teslim etmeyi garantileyen ihtiyar ne yaptı? Muhakkak ehline salimen teslim etmiştir" buyurdu. Ben de "Allah ona merhamet etsin!" dedim. O da: "Evet,! Allah ona merhamet etsin!"'diye dua etti.".[243]
el-Umevî, Fâkilıî ve Ebû Nuaym'm İbn Abbas ve Abdurrahman b. Avf (sdiyallahuanhuma)'dan rivayet ettiklerine göre, Resûlullah (saMüıualej'hivcseöem) zuhur edince, cinlerden biri Ebu Kubeys dağına çıkarak şöyle seslenmiş:
Ka'b b. Fikrin anlayışını Allah kahretsin! {Cm, liz. Peygamberi kastediyor} Akıllılara da, sıradan insanlara da yumuşak davranmada. Şerepi ve hamiyetli atalarının dinini hoş görmüyor. (Ey müşrikler!) Busra cinleri sizinle müttepktir. Hurmalıkların ve kalelerin sahipleri sizinle beraberdir. Neredeyse atlıların ilerlediğini göreceksin. Sizi, mukaddes beldede öldürecek! Sizden şerepi ve hür biri yok mu, hbeveyni ve amcaları şerefli biri. Ona öyle bir vursun ki, cezasını versin Ve böylece kâbus ile kederden kurtulun!
Bu söz Mekke'de yayıldı. Müşrikler bunu aralarında anlatıp şöyle diyorlardı: "Haydi, iyİ vakit geçirdiniz. Cin, sizi kışkırttı; müslümanları üzdü." Bunun üzerine Resûlullah (salkHıu aleyhivesdan): 4%u, insanlarla konuşan, Mis'ar adında bir şeytandır. İnsanları peygamber ürerine kışkırtan şeytanı Allah, mutlaka Öldürür!" Üç gün geçtikten sonra dağın üzerinden gelen şöyle bir ses işittiler:
Mis ar ı öldürdük biz,
Azgınlık yapıp, büyüklenince...
Hakk \ küçük gördü; çirkin bir yol tuttu,
I emiz Peygamberimize söverek...
Onu keskin bir kılıçla geberttim.
işte biz, gurura sapan herkesi böyle dağıtırız.
Bunun üzerine Resûlullah (saMıhu aleyhi vesellem): "Bu, Semhac adında bir cinnîdir. Ben ona Abdullah adını vermiştim. Bana iman etmişti. O günden beri Mis'ar'ınpeşinde olduğunu nihayet bugün onu öldürdüğünü haber verdi."[244]
İbn Asâkir, Zümeyl (Zeml de denir) b. Amr el-Uzrî'den rivayet eder ki: Uzre oğullarının Hutnâm adlı bir putu vardı, ona tazim ederlerdi.
Hizmetçisi Târik isminde bitiydi. O puta ara sıra kurban keserlerdi. Hz Peygamber (sallaMıuafo-hivesdcm) zuhur edince şöyle diyen bu- ses duyduk: "Ey Târik! Ey Târik! Gönderildi nebiyy-i sâdık... Bildirir o vahy-i nâtık... Tihâme toprağında açıklandı gerçek: Destek olana selâmet, köstek olana nedamet... Çağrısı süreklidir, meğer ki kopa kıyamet..."
Zeml der ki: Bunun üzerine put yüzüstü yere kapandı. Ben de bir binek deve satın alarak yükünü yükledim ve kavmimden bir heyetle Resûlllah (saBaBahu aleyhi vesdtan)'e geldim. Onun huzurunda şu şiirimi insâd ettim:
Yâ Resûlallan ! Devemi sana doğru nrzlıca sevk ettim...
Onu kum yığınlarından geçmeye zorlayarak...
Eşrej-i malvukata var gücümle yardım edip, destek olmak için...
Ve sana bağlılık sÖ2Ü vermek için... Şehadet ederim ki, Allak 'tan başka hiçbir şey (ilah) yoktur!
Ona itaat edeceğim... Bu ayak, bu bedeni taşıdıkça...
Ebû Nuaym, Ebû Hureyre (radiyaSahu anh)'ın şöyle dediğini rivayet eder: Allah Teâlâ, resulünü peygamberlikle şereflendirince, bütün putlar altüst olup yere yıkıldı. Şeytanlar Iblis'e giderek bu durumu bildirdiler. "Bir peygamber gönderilmiş! Gidin bakın!" dedi. Bulamayıp döndüklerinde, iblis "Ben onu bulurum!" dedi. Gidip onu Mekke'de buldu. Şeytanların yanına dönüp "Bulundu! Yanında da Cibril vardı" dedi.
Yine Mücahid'den şöyle rivayet edilir: İblis dört defa feryad etmiştir: Allah'ın la'nctine uğradığında, yeryüzüne indirildiğinde, Hz. Peygamber (saMalıu aleyhi vesellem) gönderildiğinde ve "Elhamdü lillahi Rabbi'l-Alemin" âyeti indirildiğinde...
İmâm Nevevî (lahimehuflah) Müslim ŞerM'ndc şöyle der: Doğru olan, Hz. Peygamber (saBallahu aleyhi vesellem)'in 40 yaşında iken peygamberlik ile görevlendirildiğidir. Bu, ulemânın mutabık olduğu, meşhur görüştür.
Süheylî (rahimehuDah) ise, "Hadîs ve siyer âlimleri nazarında doğru olan 2örüs budur" der.
Kadı İyaz; İbn Abbas ve Saîd b. el-Müseyyeb'den.-şâz bir rivayetle- 43 yaşma girdiği zaman risalede müşerref olduğu görüşünü nakleder. Halbuki doğru olan yukarıdaki birinci görüştür.
Şeyhülislam Bulkînî (olıimehuMı) şöyle der: Hira dağında Resûlullah (saMlalıualeyhivcsdlem)'e Cibril geldiği zaman, yaşı -meşhur rivayete göre- 40 idi. Bu yaşa, bir gün, 10 gün, 2 ay, 2 sene, 3 sene, 5 sene ekleme yapanlar da vardır.
Vahyin hangi ayda geldiği ihtilaflıdır. Ramazan ayının 17, 7, 14 olduğu söylenmiştir. Hafız (İbn Hacer) der ki: Tercih edilen görüş, Ramazan ayında olduğudur. Zira, Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi vcseIIem)'İn Hira'da İnzivaya çekildiği ve meleğin geldiği ay, bu aydır. Buna binaen yaşı 40 sene, 6 ay kadardır.
Receb ayının 17, Rebİülevvel ayının ilk günü, sekizinci günü olduğu da söylenmiştir.
Ebû Dâvud et-Tayâlisî'ye göre, Cibril'in Resûlullah (salkllahu aleyhi vcsdlem)'e Hira'da, Ramazan ayının son gününde geldiğine dair sahili rivayet vardır. Hafız der ki: Belki de bu, tercihe şayandır.
İmâm Ahmed ve Buhârî ile Müslim'in İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre: "Resûlullah (saüallahu aleyhi vesellem) krrk yaşındayken kendisine (vahiy) inzal edildi."[245]
1. Allâme İbnu'l Kayyım, Zâdü'l-Meâd'da şöyle der: Allah ona 40 yaşın başında peygamberlik verdi. Bu yaş, kemâl yaşıdır. Peygamberlerin bu yaşta gönderildiği söylenir. Mesih'in 33 yaşında iken semâya kaldırıldığına dair zikredilen rivayetler meçhuldür, bu konuda delil olabilecek muttasıl bir rivayet yoktur.
Mesele onun dediği gibidir. Konuyla ilgili nakil, Velıb b. Münebbıh'ten rivayet edilmiştir. Vehb: "Hıristiyanlar 33 yaşında iken semâya kaldırıldığını iddia ederler" der. Bunu, (Müstedrek>'w.&ç) el-Hâkim rivayet etmiştir. Senedinde Abdulmun'im b. İdrİs vardır. Tenkitçiler bu ravi hakkında "yalancı" hükmünü vermişlerdir. Senedi sahih olsa bile, -görüldüğü gibİ- Hz. İsa'nın yaşıyla ilgili görüş hıristiyanlara aittir. İbn Asâkir'İn Hasan'dan Ishak b. Bişr tarikiyle rivayet ettiği hadiste de 34 yaşında olduğu söylenmiştir. Fakat Ishak b. Bişr, kezzâb ve hadis uyduran biridir.
el-Hâkim'in Saîd b. el-Müseyyeb'den rivayet ettiği hadisin senedinde Ali b. Zeyd vardır; bu da zayıf bir ravidir. İlerde -Hz. Peygamber (saSaBahu aleyhi vesdlem)'in vefatı bölümünde- Hz. İsa'nın 120 yaşındayken semâya kaldırıldığına dair sahih hadisler gelecektir.
2. İbnu'l-Cevzî der ki: "40 yaşından önce peygamberlikle şereflenen bir nebî yoktur' [246] şeklindeki hadis uydurulmuştur. Zira İsa (aleyhisselam), peygamber olup, 33 yaşında da semaya kaldırılmıştır, peygamberler için 40 yaşını şart koşmak asılsız bir haberdir. İbnu'l-Cevzî'nin, Hz. isa'nın yaşıyla ilgili görüşüne, İbnül-Kayyım'ın
daha önce zikrettiğimiz değerlendirmesi cevap vermektedir. İlerde -Hz. Peygamber (saHahu aleyhi veseEem)'ın vefatı bölümünde- zikredeceğimiz Hz. Aişe hadisi de Hz. İsa'nın yaşı hususunda sağlıklı bilgi vermektedir.
Mezkur hadis şudur: ResûluUah (saüaMıu aleyhi veselkn), Ölüm döşeğinde iken Farıma'ya şöyle buyurdu: "Cibril senede bir ke\ gelerek Kur'ân'ı bana ar\ ederdi.
Bu sene ise, iki defa ar\ etti. Ve bana, her peygamberin, kendinden önceki peygamberin ömrünün yansı kadar yaşadığım, Isa b. Meryem 'in de 120 sene yaşadığını haber verdi. Buna göre ben, 60yaşın başında öleceğimi tahmin ediyorum."
Bu hadisi Taberânî rivayet etmiştir ve ravileri güvenilir kimselerdir. Bu hadisin tariklerini vefat bölümünde belirteceğiz.
Ulemânın çoğunluğuna göre meşhur olan görüş, -iki Hafız; İbn Kesir ve İbn Hacer'in de ileri sürdüğü gibi- Ramazan ayında peygamber olduğudur. İmâm Alâüddin Ali b. Muhammed el-Hâzin de bu görüsü sahih bulur. Hafız (ibn Hacer) de şunu ekler: Zira, Resûl-i Ekrem (saflaBahu aleyhivcsdbn)'m Hira'da inzivaya çekildiği ve meleğin geldiği ay, bu aydır.
İbnu'l Kayyım, Zâdü'l-Meâd'da bunun aksini belirterek "Fil vak'asmdan 41 sene sonra, Rebiülevvel ayının 8. günü gönderildiği söylenmiştir. Bu görüş, çoğu âlimin görüşüdür" der. Sonra da Ramazan'da olduğunu ileri sürer.
Bazı âlimler bu iki farklı görüşü şöyle te'lif eder: Hz. Peygamber ( alevli vesdlem) doğduğu ay olan Rebiülevvel ayında rüyâ-yı sâdıka ile nebiliğe başladı. Bu 6 ay sürdü. Sonra kendisine yakaza halinde (uyanıkken) vahiy geldi. Sekizinci bölümün 7. mülâhazasında konuyla ilgili daha fazla açıklama yapılacaktır. (Bkz. s. 219)
İlk vahyin geldiği gün, Pazartesidir.
Müslim'in Ebu Katâde (ndiyaHıu anh)'dan rivayet ettiğine göre, Resûl-i Ekrem'e Pazartesi günü orucu sorulunca şöyle buyurdu: "Ö, öyle bir gündür ki, ben o günde doğdum; o günde peygamber oldum [247] (Veya; o günde bana
Muhammed b; Ömer el-Esîemî, Ebu Ca'fer el-Bâkir'ın şöyle dediğini rivayet eder: Resûlullah (saöaMıu aleyhi veseflem)'e Ramazan ayının on yedinci gecesinde, Pazartesi günü vahiy gelmeye başlamıştır.
İmâm Ahmcd, İbn-i Cerîr, Taberânî ve (eş-Şuab'da) Beyhakî'nin Vâsıla b. el-Aska'dan rivayet ettiklerine göre, Resûlullah (saHahu aleyhi veselkm) şöyle buyurmuştur: "İbrahim'e suhuf Kama^an'ın ilk gecesinde indirildi. Tevrat Kamadan 'in altısında, İncil on üçünde, Zebur on sekicinde indirildi. Cenâb-ı Allah Kur'ân'ı da Ramazan'in yirmi dördünde indirdi."[248]
Hz. Aişe şöyle rivayet eder: "Resûlullah (saHahu aleyhi vesellem)'de peygamberlik' alameti olarak zuhur eden ilk şey, rüyada gördüklerinin aynen sabah aydınlığı gibi çıkmasıydı. [249] Buharı rivayet etmiştir
Ebû Nuaym'ın Ali b. el-Hüseyn (radijdlahuanh)'dan, onun da dedelerinden rivayet ettiğine göre, "Resûlullah (salallahu aleyhi «selem)'de peygamberlik alameti olarak zuhur eden ilk şey, rüya-yı sâliha idi. Rüyada gördüğü bir şey aynen çıkardı."
Yine Alkame b. Kays'm şöyle dediği rivayet edilmiştir "Peygamberlerde nübüvvete dair ilk alâmet uykudayken gelir. Böylece kalpleri buna hazırlanır. Sonra da vahiy iner."
Beyhakî, Zührî'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Bize ulaştığına göre, Resûlullah (sallaüahualejlıîvese]lem)'de peygamberlik alameti olarak zuhur eden ilk şey gördüğü bir rüyadır. Bu ona ağır gelmiş ve Hz. Hatice'ye anlatmış. O da: "Kendini ferah tut! Allah sana bunu yapmaz" diye teselli etmiş.
İbn Sa'd, Berre bint Ebi Ticrât'm şöyle dediğini rivayet eder: Allah . Teâlâ, Resûlü'nün izzet ve şerefini izhar etmek istediği zaman, onun peygamberliğine işaret olmak üzere şöyle olaylar cereyan etmeye başladı: Bir ihtiyacı için dışarı çıktığında evler görünmez olana kadar uzaklaşırdı. Tâ geçitlere ve vadi çukurlarına kadar giderdi. Resûlullah (saEaflalıu aleyhi veseDem)'in yanından geçtiği her taş ve ağaç, kendisini "es-Selâmü Aleyke" diyerek selamlardı. Sağına, soluna, arkasına dönüp bakar; fakat kimseyi göremezdi.
İmâm Ahmed ve Müslim'in Câbir b. Semüre (radiyallahu anlı)'dan rivayet ettiğine göre, Resûlullah (saSaDahu aleyhi vesellem): 'Ben peygamberlikle görevlendirilmeden önce Alekke 'de bana selam veren taşı hâlâ biliyor ve tanıyorum!" [250] demiştir.
Abdulmelik b. Abdullah b. Ebi Süfyan el-Alâ b. Câriye cs-Sakafî, bir grup ilim adamından şunu nakleder: Allah Teâlâ, Resûlü'nün izzet ve şerefini murad ettiği zaman, onun peygamberliğine işaret olmak üzere şöyle olaylar cereyan etmeye başladı: Bir ihtiyacı için dışarı çıktığında Mekke evleri kaybolana olana kadar uzaklaşırdı. Mekke'nin geçitlerine ve vadi çukurlarına giderdi. Resûlullah'm yanından geçtiği her taş ve ağaç, kendisini "es-Selâmü Aleyke Yâ Resûlallah!" diyerek selamlardı. Resûlullah (salıHıu%li vesellem), arkasına, sağına, soluna dönüp bakar; fakat etrafındaki ağaçlardan ve taşlardan başka bir şey göremezdi. Onu nübüvvet selamı ile selamlıyorlardı: "es-Selâmü Aleyke Yâ Resûlallah!" Bu hadisi, İbn İshâk rivayet etmiştir.
İbn Sa'd'm Hişam b. Urve'den, onun da babasından rivayet ettiğine göre, Resûlullah (saHahu aleyhi veseiiem) Hz. Hatice'ye: "Ej Hatice! Ben ışıklar oÖriiyorve sesler işitiyorum. Kâhin olmaktan endişe/eniyorum!" huyumnea, o şöyle demiştir: "Allah sana bunu yapmaz. Şüphesiz sen, doğru söz söylersin, emaneti verine verir ve sıla-i rahim yaparsın" dedi.
İbnu'l-Cevzî, İbn Abbas'm şöjde dediğini rivayet eder: "Resûlullah (saJbMıu aleylıi vesellem) Mekke'de 15 yıl kaldı: Yedi sene boyunca ışık, nûr görüyor ve sesler işitiyordu. Sekİz sene de kendisine vahiy geliyordu."
Hâzin [251] der ki: Eğer bu sahih ise şöyle hamledilir: İki senesi, nübüvvetten önce, buna dair ilk şeyleri gördüğü senelerdir. Üç senesi nübüvvetten sonra, daveti açıklamadan öncesidir. On senesi de Mekke'de açıktan davet yaptığı süredir.
1. Bazı belgelerde Süheylî (rahimehulbh) der ki: Hz. Peygamber (saBallahı aleyhi vese!em)'e selam veren bu taş, Haccr-i Esved'dir.
Bu selamlama, hakikaten vuku bulan bir husustur. Allah Teâlâ, hurma kütüğünde inlemeyi yarattığı gibi bu taşı da konuşturmuştur. Mucizeler bölümünde daha fazla açıklama yapılacaktır.
2. Kadı (İyaz) ve başkaları şöyle der: Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) peygamberliğe rüya ile başladı. Bunun açılımı şöyledir: Eğer melek ansızın gelip de nübüvveti açıklasaydı, insan gücü bunu kaldıramazdı. Onun için, peygamberlikten önce ona dair (yüce hasletler, harikulade haller, sadık rüyalar, ışıklar görmesi ve sesler İşitmesi, taş ve ağaçların kendisine selam vermesi gibi) bazı şeyler müşahede edip, kendisine verilecek bu yüce görevin büyüklüğünün farkına vardı ve karşılaşacağı şeylere hazırlandı. olan bir şey getirmiş oldu. En doğrusunu Allah bilir.
İmâm Ahmed, Tarif/inde -sahih bir senedle- Amir eş-Şa'bî'den şöyle rivayet eder: Resûlullah (sallaBahu aleyhi vcseHem)'e kırk yaşındayken nübüvvet indi. Nübüvveti sırasında üç sene İsrafil aracı oldu. İsrafil ona bazı sözler öğretiyordu. Fakat Kur'ân onun lisanıyla inmedi. Bu üç sene geçince, Hz. Peygamber (saüallahu aleyhi veseflem) Cibril ile görüşmeye başladı. Kur'ân yirmi sene onun lisanı ile indi. On sene Mekke'de, on sene Medine'de... Resûl-i Ekrem (sallaMıu aleyhi veselem) 63 yaşında vefat etti.
Buna göre, Hz. Peygamber (sallaMıu aleyhi vesdlem)'in 40 yaşından sonra üc sene boyunca İsrafil'le beraber olduğu, daha sonra da Cibril'in geldiği iktiza eder.
İmam Ebu Şâme [252] der ki: -Bir sonraki bölümde gelecek olan- Hz. Aişe hadisi buna ters düşmemektedir. Şöyle ki: Evvel emirde rüya görüp sonra Hira'da halvete çekildiği sürede İsrafil'in onunla beraber olması mümkündür, israfil ona sözleri süratle ilkâ ediyordu. Tedriç ve temrin (zamanla ve alıştırarak öğretmek) için yanında fazla kakmıyordu. Tâ ki Cibril geldi, onu üç defa kuvvetlice sıktıktan sonra öğretmeye başladı. Hz. Aişe ise Cibril ile yaşadığı hâdiseyi anlatmış; -hadisi uzatmamak için-İsrafİl ile olanını anlatmamıştır. Yahut da İsrafil meselesine vakıf değildir.
Bazı âlimler, İsrafil'in gelmesindeki hikmeti şöyle açıklamışlardır: O, sura üflemekle görevli melektir. Hz. Peygamber (sJaflahu aleyhi veseHem) de kıyamete yakın gönderilmiştir. Onun bi'seti, kıyamet alâmetlerin den dır. Bu münasebetle İsrafil, başka peygamberlere gönderilmediği halde ona gönderilmiştir.
Vâkidî (ohimehullah) Şa'bî'nin hadisini kabul etmeyerek, "Hz. Peygamber aleyhiveseHem)'le Cibril'den başka bir melek görüşmemiştir" der.
Hafız (İbn Hacer) ise bu konuda şunları söyler: Hadisteki haber gizli değil, açıktır. Müspet (olumlu) haber, menfiden (olumsuzdan) önce gelir, ancak menfi haberin bir delili olduğu zaman öne geçer. {Demek istiyor ki: Eğer İsrafil'le görüştüğüne dair delil olmasaydı <görüşmedi> derdik; fakat delil var}
eş-Şeyh Suyuti (raİTİmehullah), Şa'bî hadisinin zayıf olduğunu ortaya koymak için şu hadisi serd eder: Müslim, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hz. Peygamber (saMalıu aleyhi vedlem) Cibril'le otururken birden semâdan bir ses işitti. Cibril hemen gözünü semaya dikti ve "Ey Muhammed! Bu, yeryüzüne daha önce hiç inmemiş bir melek. Şimdi indi" dedi. Melek derhal Hz. Peygamber (saHahu aleyhi ve^em)'e gelerek şöyle dedi: "Müjde! iki nur verildi sana... Bunlar senden önceki hiçbir peygambere verilmedi. Fatihatü'l-Kitab ve Bakara suresinin son ayetleri. Ondan okuduğun her harf için hemen karşılığı verilir." [253]
Bir grup âlim, bu meleğin İsrafil olduğunu söyler. (Şeyh'in sözü buraya kadar.)
Taberânî ve (Kitabu\-Züba"de) Beyhakî'nin ibn Abbas'tan -basen bir senedle- rivayet ettiklerine göre, bir gün Resûlullah (saflaflahu aleyhi vesdiem) Cibril'le beraber Safa tepesinde bulunurken buyurdu ki: "Ey Cibril! Seni Hakk ile gönderene yemin ederim ki, Muhammed ailesi akşama ne bir avuç un, ne de bir miktar sevik bulabilmiştir." Resûl-i Ekrem (saHahu aleyhi veseQem)'in sözü daha bitmemişti ki, gökten korkunç bir çöküş sesi işitildi. Resûlullah (saflalahu aleyhi vesellem) bunun üzerine: "Yüce ylllah, kıyametin kopmasını mı emretti?7' diye Cibril'e sordu. O da "Hayır. Fakat İsrafil'e, bir emir verdi, o da senin sesini işitebilmek için yanına İndi" dedi. İsrafil gelince şöyle dedi: "Allah Teâlâ, yerin hazinelerinin anahtarlarıyla beni sana gönderdi. Ve Tihâme dağlarını zümrüt, yakut, altın ve gümüş olarak varımda yürütmemi, sana arz etmemi emretti, işte ben soruyorum: Dilersen melik bir peygamber, dilersen kul bir peygamber ol! Hangisi?" Bu arada Cibril ona mütevazı olmasını işaret etti. Resûl-i Ekrem de üç kere ıcKul bir peygamber!" diye karşılık verdi.[254]
İbn Hibbân da Sahi/finde —daha kısa olarak- Ebû Hureyre rivayetinden bu hâdiseyi rivayet eder. ifadesi şöyledir: Resulullah (saüaİlahu aleyhi vcsdkm) oturmuş semaya bakıyordu. İnen bir melek gördü. Cibril de ona dedi ki: "Bu, yaratıldığından beri yeryüzüne hiç inmemiş bir melektir..." Devamında yukarıdaki hadîsi zikretmiştir.
Mutemed görüşün, Vâkıdî'nin görüşü olduğu açıktır.
Bu mevzudaki hadisleri; Beyhakî, Hz. Hatice (radiyaMıuanhâ)'dan,
Buhârî ile Müslim, Hz. Aişe (odiya]lahuanha)'dan,
Ibn-i Ishâk ve el-Vefâ'da İbnu'l-Cevzî, Ubeyd b. Umeyr el-Leysî'den,
Musa b. Ukbe, Saîd b. el-Müseyyeb'den,
Ebû Nuaym ve İbn Asâkir, Süleyman b. Tarhân et-Teymî'den,
Beyhakî ve Ebû Nuaym, Attır b. Şurahbîl'den,
Ebû Nuaym ve Beyhakî, İbn Şihâb ez-Zührî'den,
ed-Dûlâbî, Abdullah b. Ebİ Bekr b. Muhammed b. Amr b. Hazm'dan
rivayet etmişlerdir. Biz bu hadisleri topluca aktaracağız:
Resulullah (saIL#dıu aleyhi veseHcm)'de peygamberlik alameti olarak zuhur eden ilk şey, uykudayken gördüğü rüya-yı sâchka (bir rivayette: sâlihd) idi. Gördüğü bir rüya aynen sabah aydınlığı gibi çıkıyordu. Kendisi Mekke'de bulunduğu bir sırada, iki arkadaşıyla birlikte birisinin gelip kendisine baktıklarını ve "Bu, o! Henüz zamanı gelmedi" dediklerini gördü. Bu onu çok korkuttu, amcasına anlattı. O da "Ey kardeşimin oğlu! Bu bir şey değil, düş görmüşsün" dedi. Daha sonra benzer bir rüya gördü ve "Amca! Sana anlattığım adam beni yere çaldı, elini içime soktu, Öyle ki elinin soğukluğunu hissettim!" dedi. Amcası hemen onu Mekke'de bulunan ehl-i kitaptan bir adama götürdü. Durumu ona anlattı ve "Onu tedavi et!" dedi. Adam anlatılanları doğruladı, Hz. Peygamber (dlaHahu aleyhi vesellem)'İii ayaklarına, iki küreğinin arasına baktı ve "Ey Abd-i Menâfi Senin bu oğlun çok iyi, çok iyi... Onda hayra alâmetler var. Eğer yahudiler onu ele geçirirse öldürürler. Gördüğü şeytan değil, aksine nübüvvet için kalplere tahassüs eden namuslardan..." dedi. Bunun üzerine Ebu Tâlib derhal onu geri getirdi.
Daha sonra rüyasında; evinin tavanından bir kerestenin söküldüğünü, içeriye gümüşten bir merdiven sokulduğunu ve iki adamın yanına geldiğini gördü. Yardım istemeyi düşündü, fakat konuşmasına engel olundu. Geldi birisi oturdu, diğeri de onun yanına. Biri elini yanına sokup iki kaburga kemiği çıkardı ve elini Hz. Peygamber (saflaHm aleyhi vesdlem)'in İçine soktu. Resulullah (salUahu akyhi veselkm) o anda onun elinin soğukluğunu hissediyordu. Kalbini çıkardı ve onu avucunun içinde tutarak "Ne güzel kalp! Salih bir insanın kalbi..." dedi. Kalbini temizledi, yıkadı ve yerine koydu. İki kaburga kemiğini de yerine yerleştirdi. Daha sonra yükseldiler, merdivenlerini de kaldırdılar. Tavan eski haline dönmüştü. Bunu Hz. Hatice'ye anlatınca "Kendini ferah tut! Allah sana hayırdan başka bir şey yapmaz. Bu hayırdır. Mutmain ol!" dedi.
Ubeyd b. Umeyr hadisinde şöyle anlatılır:
Cibril ona, uyurken geldi. Yanında atlastan bir Örtü vardı, içinde de yazı bulunuyordu, "Oku!" dedi. Resulullah (saHaH™ aleyhi veseflem) "Ben okuma bilmem" diye karşılık verdi. Cibril onu öyle bir sıktı İd, Resulullah (salaDahu aleyhi veselkm) neredeyse öleceğini sandı. Sonra Cibril (aleyhisselam) onu bıraktı ve tekrar: "Oku!" dedi. Resulullah (saHallahu aleyhi vesellem) yine: "Okuma bilmem!" cevabını verdi. Sonra Cibril onu öyle bir sıktı ki, Resulullah (saEJahu aleyhi vesdem) neredeyse öleceğini sandı. Sonra Cibril (aleyhissekm) onu bıraktı ve tekrar: "Oku!" dedi. Resulullah (saEallahu aleyhi vedian) yine: 'Vkuma bilmemi" dedi. Bu olay bir kez daha tekrarlandı. Cibril yine "Oku!" deyince, Resulullah (saHahu aleyhi vesellem) "Ne okuyayım?" diye sordu (Bunu Cibril'in bir daha sıkmaması için söyledi) Bunun üzerine Cibril:
"Yaratan Rabbinin adıyla oku! 0, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir" (Alak, 1-5) âyetlerini okudu ve oradan ayrıldı. Resulullah (sJalkhu aleyhi vcsdkm) uykusundan uyandı. Bununla ilgili şunu söylemiştir: "Sanki kalbimde bir kitap şekillenmişti." Bunu Hatice'ye anlattı. O da "Kendini ferah tut! Allah sana hayırdan başka bir şey yapmaz" dedi.
Daha sonra ona yalnızlık sevdirildi. Resulullah (saMalıu aleyhi veselkm) her sene Ramazan ayında Hira mağarasına çıkar, orada taabbud {buradaki mânâsı tefekkür} ederdi. —Bir rivayette: Yanında ailesi de bulunurdu.-
Sayılı günler orada inzivaya çekilirdi. Yanına gelen yoksulları da doyururdu. Azık almak için şehre İndiğinde evine gitmeden önce ilk olarak Kabe'yi tavaf eder, ondan sonra evine giderdi, azığını alırdı.
Bir gün Hatice'ye şunu anlattı: "İtikafimı bitirip dönerken bir ses işittim. Sağıma, soluma baktım; bir şey göremedim. Başımı kaldırdım; yer ile gök arasında bir sev gördüm. Hemen gelip <Beni örtün! Beni Örtün! Üzerime soğuk su dökün'*>
Ebu'l-Esved'İn Urvc'den, onun da Hz. Aişc'den naklettiğine göre; Peygamberliğinin başlangıcında gerçekleşen rüyalar görürdü. Cibril'i ilk defa, rüyasında Ecyâd mevkiinde görmüştü. Cibril ona "Ey Muhammedi Ben Cibril'im!" diye seslendi. Sağına, soluna baktı; bir şey göremedi. Gözünü yukarı dikince semânın ufkunda gördü onu. "Ey Muhammed! Ben Cibril'im!" diye sesleniyordu. Hemen oradan uzaklaşıp insanların arasına karıştı. Artık bir şey görmüyordu. Sonra oradan çıkıp baktı, yine aynı sesi duyuyordu. Yine uzaklaştı oradan. Sonra Cibril Hıra yönünden gözüktü. (Bu rivayet burada bitiyor).
Bir rivayette ise şöyle geçmektedir: Resûlullah (saflaflahu aleyhi veseHcm) Hatice'ye: "Ben yalnı^ kaldığım %aman, bir ışık görüyor ve <Uy Muhammed! Ben Cibril!> diyen bir ses işitiyorum. Vallahi, bunun bir şey olmasından korktum...'1 dedi. Hatice: "Maazallah, Allah sana bunu yapmaz. Vallahi, şüphesiz sen, emaneti yerine verir, sila-i rahim yapar, doğru söz söylersin" karşılığını verdi. Bir gün Ebu Bekir gelince Hz. Hatice, ona, Peygamber (sallallalıu aleyhi vesellcmj'in kendisine anlattıklarını aktardı. Ebu Bekir şöyle dedi: Muhammed'lc birlikte Varaka'ya git! O kitap okuyan biridir. Muhammed duyduklarını ona anlatsın." Resûlullah (saBaLahu aleyhi vesellem) gelip eve girince, Ebu Bekir, "Haydi Varaka'ya gidelim!" dedi. Birlikte Varaka'ya gittiler. Ona durumu anlattılar. Resûlullah (saBaBahu aleyhi vesellcm), Varaka'ya olanları şöyle anlattı: "Yalnı^ kaldığım çantan arkamdan, <Ej Muhammed! Ben Cibril'im !> diye bir ses işittim. Hemen oradan kaçarak uzaklaştım." Resûlullah (sailallahu aleyhi vesellem)'i dinleyen Varaka, "Sübbuh... Sübbuh... (Sen bundan münezzehsin!) Putlara ibadet edilen bu topraklarda Cibril'in adı anılmaz. Cibril, Allah ile elçileri arasında vahiy üzerinde Allah'ın eminidir. Sen korkma! Sana geldiği zaman, sebat et. Tâ ki, ne dediğini dinle; sonra da gelip bana haber ver!" dedi. Yine bir gece çıkmıştı. "es-Selâmü Aleyküm!" diye bir ses işitti. Bunu cin çarpması zannetti. Süratle Hz. Hatice'nin yanına vardı. Hz. Hatice "Ne oldu? Anlat bakalım!" dedi. Resûl-i Ekrem (sailallahu aleyhi vesellem) anlatınca: "Kendini ferah tut! Şüphesiz selam hayırdır" dedi. Bir defasında da Hira'ya çıkıyordu. Bunu şöyle anlatır: "Dağa çıkarken, gökten birinin seslendiğini duydum... Ses: <Ey Muhammed! Sen Allah'ın peygamberisin, ben de Cibrilim> diyordu. Bakmak ü^ere başımı göğe kaldırdım. Bir de baktım ki, Cibril, iki ayağım sema ufkuna koymuş bir halde ve bir erkek suretinde. <Ey Muhammed, sen Allah'ın peygamberisin, ben de Cibrii'im> diyordu. Ona bakmaya çalıştım. Oracıkta kalakalmışlım. Ne ileri, ne de geri gidebiliyordum. Yükümü gökyüzünün hangi tarafına çevirsem onu göniyordum. Beni aramak ü^ere Hatice'nin gönderdiği adamlar gelene kadar, orada Öylece kaldım. Fakat onlarla dönmedim. Adamlar Mekke'ye döndüler, ben yine aynı şekilde duruyordum. Sonra oradan ayrılarak evime döndüm. Hatice'nin yanına oturdum. Hatice: <Ey Ebu'I-Kasım, neredeydin? Vallahi, seni aramak için adamlarımı gönderdim. Gittiler, Mekke'ye geri döndüler?.> diye sordu. Ben de gördüklerimi anlattım. Anlatılanları dinleyen Hatice: <Seni müjdelerim, ey amca oğlu! Ve kalbini teskin edeyim ki, nefsim yed-i kudretinde olana yemin ederim, senin, bu ümmetin peygamberi olacağını ümit ediyorum!> dedikten sonra kalktı, elbiselerini giydi, Varaka b. Neıfel'e gitti. Hatice ona meseleyi anlattı. Varaka: <Kiıddüs... Kuddüs... Varaka'mn nefti kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki ey Hatice, eğer doğru söylüyorsan, ona çelen, Musa'ya selen Namus-u Ekber'dir. Süphesi-y o, bu ümmetin peygamberidir. Ona söyle, sebat etsin> dedi."
Bunun üzerine Hatice, Resûlullah (sıHahu aleyhi vesellem)'in yanma geri döndü. Ona Varaka'nm söylediklerini aktardı. Resûlullah (saJlaMaualeytoveselkm), itikafını yapıp bitirince eskiden olduğu gibi davrandı. Yİne önce Kabe'yi tavaf etti. Kabe'yi tavaf ederken orada Varaka'ya rastladı. Varaka onu görünce "Ey kardeşimin oğlu!" dedi. "Bana gördüğün ve duyduğun şeyleri anlat!" Resûlullah (sallaDalıualeylıivesellem), ona başından geçenleri anlattı. Bunun üzerine Varaka: "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, sen bu ümmetin peygamberisin! Sana gelen de, Musa (aleyhisselam)'a gelen Namus-u Ekber'dir [255] Elbette yalanlanacaksın, savaşacaksın, eziyete maruz kalacaksın. Şayet ben, o günlere yetişirsem, -Allah biliyor- sana yardım ederim!" dedi ve ona yaklaştı, başından öptü."[256]
Hz. Hatice, Resûlullah (sJaMıualwlıivcseDem)'e: "Ey amca oğlu, şu arkadaşın geldiği zaman beni haberdar edebilir misin?" diye sordu. Resûlullah: "Olur!" cevabını verdi. Resûlullah (sailallahu aleyhi vesellem), bir gün Hatice'nin yanmdayken birdenbire kendisine Cibril geldi. Resûlullah (saMdıu aleyhi vesdem) onu gördü ve: "Ey Hatice! İste bu Cibril'dir, bana seldi" dedi. Hz. Hatice Resûlullah (sJa!Iahuale)lııvesdlem)'e: "Kalk, sol tarafıma otur" dedi. Resûlullah (sallallalıu aleyhi vesellem), Hatice'nin sol tarafına oturunca Hatice: "Şİmdi onu görüyor musun?" diye sordu. Peygamber yine 'Evet" karşılığını verdi. Hatice bu kez de sağ tarafına oturmasını istedi. Resûlullah (saflaMhu aleyhi vcseDem) geçti, Hz. Hatice'nin sağ tarafına oturdu. Hz. Hatice: "Şimdi onu görüyor musun?" diye tekrar sordu. Resûlullah (sallalblıu aleyhi vesellem) yine "Evet!" deyince Hatice, örtüsünü kaldırıp attı. O sırada Resûlullah (sailallahu aleyhi vesellem} Hatice'nin kucağında oturuyordu. "Onu, şimdi görüyor musun?" diye tekrar sordu. Resûlullah bu kez "Hayır!" cevabını verince Hz. Hatice: "Bu şeytan değil! Bu kesinlikle melek, ey amca oğlu. Sebat et seni müjdelerim..." dedî.
Berâ b. Azib (ödiyallahı anlı) der ki: Cibril Hz. Peygamber (saDallahu aleyhi vcsellem)'e Cumartesi ve Pazar gecesi göründü. Pazartesi günü de ona peygamberliği getirdi. Hakk ona Hira mağarasında iken geldi. Bir iivayette: Cibril ona Mikail'ie birlikte geldi. Cibril inmişti, Mikail ise yer ile gök arasında duruveriyordu. Biri arkadaşına "Bu, o mudur?" dîye sordu. Diğeri "Evet!" diye cevap verdi. Bunu üzerine "Onu bir kişiyle tart!" dedi. Tarttılar, Resûlullah (saHahu aleyhi vcsdlem) ağır geldi. "10 kişiyle tart!" dedi, tarttılar. Yine o ağır geldi. "100 kişiyle tart!" dedi. Onlarla da tarttılar, yine o ağır geldi. Sonra "Onu, 1000 kişiyle tart!" dedi. Tarttılar. Yine Resûl-i Ekrem (saHlahu aleyhi vesellem) onlardan ağır geldi. Bunun üzerine terazinin kefesinden üzerine saçmaya başladılar. Mikail dedi ki: "Kabe'nin Rabbi'ne and olsun ki o, ümmetinin bütünü İle tarülsa, yine onlardan ağır gelir!". Sonra onu bir halının üzerine oturttular. İçinde yakut ve inci vardı. Biri arkadaşına dedi ki: "Karnını yar!" Karnını yardı, kalbini çıkardı ve içinden şeytanın vesvese merkezini ve kan pıhtısını çıkarıp atu. Sonra "Kabı yıkar gibi karnını, elbise yıkar gibi de kalbini yıka!" dedi. Daha sonra "Onu dik!" dedi. Karnını dikti. Sonra onu oturttular. Cibril ona peygamberliğini müjdeledi. Tâ ki Hz. Peygamber (saHallahu aleyhi vcseDem) buna iyice kani olunca Cibril ona "Oku!" dedi. O da "Be/? okuma bilmem!" diye karşılık verdi. Cibril onu öyle bir sıktı kİ, Resûlullah (salbBahu aleyhi vesellem) neredeyse öleceğini sandı. Sonra Cibril (aleyhisselam) onu bıraktı ve tekrar: "Oku!" dedi. Resûlullah (salkllahu aleyhi vesellem) yine: "Okuma bilmem!" cevabını verdi. Sonra Cibril onu öyle bir sıktı ki, Resûlullah (saHlahu aleyhi vcsdkm) neredeyse öleceğini sandı. Sonra Cibril (aleyhisselam) onu bıraktı ve tekrar: "Oku!" dedi. Resûlullah (saMalıu aleyhi vesellem) yine: 'Vkuma bilmem!" dedi. Bu olay bir kez daha tekrarlandı.
Sonra onu bırakıp şunları okudu:
f'Yaratan Ra'bbinin adıyla oku! Ö, insanı bir'aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir." (Alak, 1-5)
İlk yazı yazan Hz. İdris'tir.
Sûrenin bu kadarı, ilk inen âyetlerdir. Kalan bölümü daha sonra inmiştir. Bunun üzerine Resûlullah (saflaflakı aleyhi vesellem) evine dönmek üzere ayrıldı. Heyecandan kalbi titriyordu. Yanından geçtiği her taş ve ağaç: "Esselâmu Aleyke Yâ Resûlallah'" di\ e seslcni\ oıdu
Büyük bir kurtuluşa erdiğine kanaat ederek evine döndü. Hatice'ye "Beni örtün! Beni ör/ün!" dedi. Onu örttüler ve böylece üzerindeki korku ve heyecan sakinleşti. Sonra: "Ben sana onu rüyamda gördüğümü söylememiş miydim? O Cibril imiş. Onu bana Rabbim göndermiş!" dedi ve hâdiseyi anlattı. "Kendimden korkuyorum!" dedi. Halice de: "Asla! Vallahi, Allah sana bunu yapmaz. Sen, sıla-i rahim yapar, misafiri ağırlar, doğruyu söyler, emaneti yerine verir, âcize yardım eder, yoksula yedirir ve Hak'tan gelen musibetlerde insanlara yardım edersin! Sana gelen, Allah tarafından gönderilmiştir. O haktır, kendini ferah tut! Sen gerçekten Allah'ın resulüsün!" dedi
Sonra Hatice kalkıp, Utbc b. Rebîa b. Abd-i Şems'in Nînevâ [257] halkından Addas ismindeki kölesine gitti. Ona "Ey Addas! Allah adına bana söyle; Cibril ile ilgili bir bilginiz var mı?" diye sordu. Addas şöyle dedi: "Kuddüs... Kuddüs... Putlara tapılan bu topraklarda Cibril'in adı anılmaz." Hz. Hatice "Onun hakkında bildiklerini söyle!" dîye üsteleyince, şöyle dedi: "O, Allah ile peygamberler arasındaki bir elçidir, Allah'ın eminidir. O, İsa'nın ve Musa'nın arkadaşıdır."
Hz. Hatice, Addas'ın yanından döndüğünde Rcsûl-i Ekrem (saMalıu aleyhi vcsdkm)'i alıp amcazadesi Varaka b. Nevfel'e götürdü. Bu zat, Cahiliyede Hıristiyan olmuş, Arapça yazı yazabilen (İbranice yazdığı da söylenir) İncil'i yazabilen bir kimseydi. Gözleri zayıflamış, göremeyen bir zattı. Hatice ona dedi ki: "Ey amca oğlu! Kardeşinin oğlunu dinle!" Varaka da "Ey kardeşimin oğlu! Ne görüyorsun?" diye sordu. Resûlullah (sJallalıu aleyhi vesellem) de ona gördüklerini anlatınca Varaka: "Müjdelerim, müjdelerim ve şehadet ederim ki, sen, İsa'nın müjdelediği peygambersin! Bu Nâmus-u Ekber, Hz. Musa'ya inen melektir." Bir rivayette: "Sen, Allah tarafından gönderilmiş bir peygambersin. Bugünden sonra sana cihad emri verilecek. Şayet o günlere yetişirsem, seninle beraber mutlaka cihad ederim, keşke o günlerde genç olsaydım...Keşke kavmin seni buradan çıkardığında hayatta olsaydım..." dedi.
Bunun üzerine Resûlullah (saHlahu aleyhi veselkm); "Onlar beni buradan çıkaracak mı?" diye sordu. O da "Evet! Senin getirdiğinin benzerini getiren herkes mutlaka düşmanlık görmüştür (Bir rivayette: Eziyete uğramıştır). Elbette yalanlanacaksın, eziyete maruz kalacaksın, savaşacaksın! Şayet ben, o günlere yetişirsem, sana arka çıkıp yardım ederim!" dedi ve ona yaklaştı, başından Öptü. Çok geçmeden Varaka vefat etti, vahiy de kesildi. Varaka'nın konuyla ilgili şiirleri vardır. İste onlardan bir tanesi:
insanlar, zamanı ve kaderi değiştirmek İçin koşturuyor,
Halbuki Allan'm olmasını takdir buyurduğu her şey olacaktır.
Ki Hatice, bem kendisine söylemeye çağırıyor, gaybın gizli yanlarını...
Onun hakkında kendisine haber vermemi istemeye geldi.
Öyle bir şey ki, dana sonra insanların, onun peşinden geleceğini görüyorum.
Bana öyle bir şey anlattı ki) böyle bir şeyi, eski dönemlere ait olmak üzere duymuştum.
Ânmed'e Cibril gelecek ve;
Sen mutlaka insanlığa gönderilmiş bir peygambersin! diye haber verecek. Onu tamamlayacağını umduğun ilahtan hayır um.
Bekle. Onu bize gönder, ona İşini soralım; uykudayken, uyanıkken ne görü yo r... dedim.
Hz. Peygamber bize geldiği zaman, tuhaf bir konuşma yaptı. Derisi ve saçmm en üst noktaları ayağa kalkıyordu.
Dedi ki: "Şüphesiz ben Allah m emmini gördüm, suretlerin en mükemmeli iginae,
Kemale erdirilmiş bir surette karşıma çıktı.
Sonra gitti, neredeyse korku beni paniğe düşürdü,
Etrapmdaki ağacın selamlamasından.
Kanaatimi söyledim. Bilmiyorum beni tasdik eder mi?
Dedim ki: "Sen, indirilen sûreleri okuyan bir peygamber olarak gönderileceksin.'
Onlara Allah yolunda yaptığın davetini açıkça ilan edince,
Sana yardım edeceğim; seni üzmeden, başına kakmadan. [258]
Yine Varaka bu hususta şunları söyledi:
Eğer bize söyledikleri gerçek ise ey Hatice, Ahmet bir peygamberdir. Ona Cibril ve Mikail birlikte, kalbe ferahlık veren bir vahiyle gelirler.
Ona yapışan, kurtulur. Kibirli, azgın ve sapık, dertten onunla şifaya kavuşturulur
İki fırka: Bir fırka, onun Cennet terinde;
Diğeri Cehennem İn Kehriba ağaçlarına zincire vurulurlar.
Emriyle rüzgarların estiği;
Arşı, semaların üstünde olan
Ve gündüzün dilediğini yapanı teşbih ederim.
Onun mahlûkat hakkında verdiği kararlar değiştiriletirilemez.
1. Buhârî'nin tefsir bölümünde "rüyayı sâdıka", diğer bölümlerde "rüyayı sâliha" diye geçer. Bu iki terim âhrret meselelerinde -peygamberler hakkında- aynı mânâya gelir. Dünya meselelerinde ise sâliha terimi, daha hususi bir terimdir. Hz. Peygamber (salhllahu aleyhi vesellemj'in tüm rüyaları sâdıkadır. Bazen de sâliha olur. Bu, çok vuku bulur. Dünyaya nispetle sâliha olmayan rüyaları da olabilir. Uhud günüyle ilgili gördüğü rüya gibi...
Peygamberlerin dışındakilerin rüyası için kullanıldığında sâdıka ve sâliha terimleri arasında unıum-husus ilişkisi vardır. Eğer sâdıka terimini "yoruma ihtiyaç duymayan" şeklinde tefsir edersek daha hususi olur. "Adgas (:katışık rüyalar) dışındaki rüyalar" diye tefsir edersek bu durumda sâliha kelimesi daha hususi olur.
İmam Nasr b. Yakub ed-Dîneveri, et-Ta'birul-Kâdm isimli eserinde şöyle der: Rüya-yı sâdıka: Aynen çıkan veya rüyada yorumlanan yahut da yalan söylemeyen kimsenin haber verdiği rüyadır. Sâliha ise, insana neşe veren rüyalardır.
2. Beyzâvî (rahmehuBah) der ki: Uykuda gördüklerinin, yakaza (uyanıkken) halinde gerçekleşmesini; açıklık ve aydınlık yönüyle felah/ s-subhi (sabah aydınlığı) tabiriyle açıklamıştır. Felak kelimesi sabah mânâsına gelmekle birlikte, bu mânâ dışında da kullanılır. Bu yüzden tahsis maksadıyla, subh (sabah) kelimesine izafe edilmiştir. Bu, umumî bir lafzın hususî bir lafza izafe edilmesi kabilindendir.
Tîbî (rahimehullah) şöyle der: Sabah aydınlığının olağanüstü bir özelliği vardır. Bu yüzden Allah Teâlâ için "Fâliku l-zsbâh: Sabahı getiren" tabiri kullanılmış, ayrıca "Felak'ın Rabbi'ne" sığınılması istenmiştir. Çünkü sabah, görünen âlemin karanlıktan kurtulduğunu, ışığa kavuştuğunu, güneşin zuhur ettiğini ve ufukları aydınlattığım haber verir. İşte bunun gibi, sâliha rüyalar da gayb âleminin nurlarını ve hidayet doğuşlarının izlerini haber veren müjdecilerdir. Nübüvvetten bil- cüz olan bu rüya, akı] sahiplerine nübüvvetin hak olduğunu ispat ederek dikkatleri buna çeker. Peygamber, "Nebî (;haber veren)" diye tesmiye edilmiştir. Çünkü o akılların tek başına kavrayamayacağı gaybdan haberler verir.
Bu konuda İbn Cemre (ralıimehdlah) şöyle der: Onun rüyası, başka buseye değil de sabah aydınlığına benzetildi. Çünkü bu rüyalar, nübüvvet güneşinin ilk ışıklarıdır. Bu ışıklar, güneş doğana kadar yayılarak devam eder ve güneş doğunca tamamlanır. İçinde nur olan kimse, iman etmede Ebu Bekir es-Sıddîk gibi olur. İçi karanlık olan da inkar etmede -Ebu Cehil misali- yarasalar gibi davranır. Kalan insanlar ise, bu iki mertebe arasındadır. Her insan, içindeki nura göre hareket eder.
3. Hattâbî (rahimehıiah) der ki: Resûlullah (saMlahu aleyhi vesellcm)'in peygamberliğinden Önceki (sâdık rüyalar, yalnız kalma sevgisi, Hira'da halvete girme, tefekkür, belirli geceler orada ibadet etmesi gibi) olaylar, nübüvvetinin mukaddimesinden ve İrhâsât kabilin dendir. Bunlar, nübüvvetin zuhuruna basamak olan ilk şeylerdir. Halvet etmekle, kalbin düşüncelerden boşalması sağlanır. Bu, düşünmeye yardım eder, beyni meşgul eden sâikleri keser. İnsanoğlu, kendisini sıla bir riyazet ve dikkatli bir gözetime tabi tutmadan tabiatından ayrılamaz ve alışkanlıklarını terk edemez. İşte Allah Tcâlâ, işin başında peygamberi Muhammcd (saDaOahu aleyhi veseBem)'e lütfederek, halkın alışkanlıklarını unutması ve onların kötü huylarından uzaklaşması için ona halveti sevdirmiş, insanlara karışmaktan alıkoymuştur. Kalbi huşu ile itaat ederek, mizacının vahiy almaya müsait hale gelmesi, böylece zorluk ve güçlükle karşılaşmaması için Allah ona takva düsturları kazandırmış, huzurundaki kulluk makamında ikamet ettirmiştir. İşte bütün bunlar, üstleneceği büyük göreve egzersiz ve hazırlık mâhiyetinde olmuştur. Daha sonra tevfik-i İlahi ve tebşir gelmiş, ilahi kuvvetle onu yakalamış, beşerî noksanlıklar tedavi edilmiş, nebevi faziletler de onda cem edilmiştir.
Bazıları da şöyle der: Kureyş'in sapık âdetlerinden sakınması, putların pisliklerinden onurlu şahsiyetini uzak tutması, onlardan nefret ederek itikâfa yönelmesi, iyilik ve Allah'a yakınlık mânâsı taşır.
4. İbn Ebi Cemre (ölıimehulkh) der ki: Hz. Peygamber (&Mdıu aleyhi verfkm) halvet için Hira mağarasını secmesindeki hikmet sudur: Orada kalan kimsenin Kabe'yi görme imkânı vardır. Bu durumda orada halvet eden kimse üç ibadeti bir arada yapma imkânını elde eder: Halvet, ibadet ve Kabe'yi seyir.
Hafız der ki: Kureyşliler, Aşûrâ orucunu tuttuğu gibi Hira'da uzlet de
yaparlardı. Hz. Peygamber (saMalıu aleyhi veseHem)'c bu hususta karşı çıkmamışlardır. Çünkü dedesi Abdulmuttalib orada halvete çekilen ilk Kureys'li idi. Şerefinden ve yaşından dolayı Kureyş kavmi ona saygı gösteriyordu. Halvet İbadetinde Abdulmuttalib'i izleyenler de vardı. İşte peygamber (saHlahu aleyhi vesellcm) dedesinin mekanında itikaf yapıyordu. Amcaları da -itibarından dolayı- onun bu yaptığını benimsiyorlardı.
5. "Kendisinin Mekke'de bulunduğunu, iki kişinin geldiğini gördü... "ifadesi:
Süheylî (rahimehdkh) bu İfadeyi şöyle açıklar: Hz. Aişe'nin bu hadisinde uyku zikredılmemiştir (sadece gördü ifadesi vardır). Aksine, bunun zahiri, Cibril'in İkra sûresini yakaza halinde (uyanıkken) getirdiğine işaret eder. İki hadisi şöyle tc'lif etmek mümkündür: Cibril, yakaza halinde gelmeden önce, -hazırlama ve kolaylaştırma amacıyla- uykuda gelmişti. Çünkü nübüvvet, büyük bir görevdir, yükü ağırdtt; beşerin gücü ise zayıftır. İsrâ hadisinde, âlimlerin bu tezimizi destekleyen ve doğru bulan sözleri ele alınacaktır.
e^-Zebr'de ''Peygamberlerin hali zaten böyledir. Süheylî'nin bu hadisleri telif etmesine gerek yoktur" denilerek rivayet zinciri hakkında "bir beis yoktur" terimi kullanılır.
6. Süheylî der ki: Kitabın ipekten bir yaygı üzerinde olması, bu kitapla ümmetine Acem mülklerinin açılacağına ve yabancı milletlerin giydiği ipek ve atlas kumaşları ganimet alacaklarına İşarettir. Yine âhiret mülküne de o kitapla ulaşılır. Zira cennetin elbisesi ipek ve atlastandır.
7. Hz. Aişe'nin "Orada melek gelmişti" sözü, kuşkuyu gidermek içindir. Bazıları, Hz. Peygamber (saHahu aleyhi veselem) mağaranın içindeyken meleğin mağaranın içine gitmeyip kapısında kaldığı zannına kapılabilir.
Hafız (İbn Hacer) der ki: Resûl-i Ekrem (saBaMıualcytıi kellem)'in Ramazan ayında Hira mağarasında uzlete çekilmesi ve ilk vahyin burada gelmesi, Ramazan ayında peygamber olmasını iktizâ eder. İbn-i İshak, -bunun hilafına- Rebiulevvel ayında doğduğunu hatırlatarak, kırk yaşları başında (dolayısıyla Rebiulevvel ayında) peygamber gönderildiğini ileri sürmüştür. Fakat ilk vahyin (Alak, 1) Hira'da Ramazan ayında gelerek o esnada peygamber olması, ikinci vahyin (Müddessir, 1) Rebiulevvel ayında, in^ar âyetiyle gelmesi mümkündür. Bu durumda İbn-i İshak'm "kırk yaşı başında" sözü, risaletin geldiği zamana hamledilir.
8. "ikra: Oku!" sözü niçin üç defa tekrar edildi?
imâm Ebû Şâme buna şöyle cevap verir: Birinci olarak söylediği "Ben °kuma bilmem!" sözünün imtina için, ikincisinin sırf olumsuzluk soru sormak için söylenmiş olması bildirmek için, üçüncüsünün ise sırf 5 muh temeldir.
Ebu'l-Esved'in Meğâ^f'sinde, Urve'nin rivayetinde bulunan "Nasıl okuyayım?" sözü bunu destekler. Yine İbn-i İshak'm Ubeyd b. Umeyr'den rivayetindeki "Ne okuyayım?" ifadesi, Beyhaki'de yer alan Zühri'nin mürselindeki "Nasıl okuyayım?" sözleri, söz konusu ifadenin istifham olduğunu desteklemektedir.
Hafız (İbn Hacer) der ki: "îkra!" emrinin tekrar edilmesindeki hikmet, vahyin iniş gayesi olan imanın üç şeye münhasır olduğuna işaret eder: Söz, amel (pratik) ve niyet. Öte yandan vahyin üç şeye şamil olduğuna işaret edilmiştir; Tevhid, ahkâm (hükümler) ve kıssalar.
9. Hz. Cibril'in Resûl-i Ekrem (saMahu aleyhi vesdkm)'i kuvvetlice sikmasındaki hikmet, onu başka bir şeyle ilgilenmekten alıkoymak istemesidir. Yahut kendisine İletilecek sözün manevi ağırlığına dikkat çekerek görevdeki titizlik ve ihtimamı açıklamaktır. Buna gücünün yettiğini anlayınca, kendisine vahiy iletmiştir. Gerçi bunu Allah bilmektedir; fakat asıl amaç, Resûl-i Ekrem (saDaüahu aleyhi veselkm)'in gözü önünde ibraz etmektir. Şöyle de denilmiştir: Bundaki hikmet, Resûl-i Ekrem (sdkDahu aleyhi vesellem)'in kendi düşüncesinden bir şey deyip demeyeceğini denemektir. Bir şey söylememesi, buna gücünün yetmeyeceğine işarettir.
Hafız (İbn Hacer), bu durumun Hasâis'den olduğunu, başka bir peygamberin İlk vahyi alırken böyle bir durumla karşılaşmadığını ileri sürer.
Bulkînî der ki: Resûlullah (saSaflahu akyhi vesdlem)'ın ilk vahyi alırken karşılaştığı zor durum, Kur'ân-ı Kerim'in nüzulü esnasında karşılaşacağı sıkıntılara bir mukaddimedir. Vahyin manevi ağırlığı bölümünde konunun tamamı anlatılacaktır.
10. Hz. Cibril'in onu tekrar sıkmasının hikmeti şudur: Bu, sıkı bir tenbıh amacıyladır. Ki muallimin, öğrencisini uyararak ona nezaret etmesi ve kalbini, alacağı şeylere hazırlaması gerekir. Şöyle de denir: Bunda, Resûl-i Ekrem (s;iaDalîua!ej-lıivese]lem)'in başına gelecek olan üç sıkıntıya işaret vardır. Mekke'de müşriklerin Şi'b'de kuşatma altına alması, hicret amacıyla Mekke'den çıkması ve Uhud gününde başına gelenler. Üç kere bırakıvermesindeki hikmet de bu üç sıkıntıdan sonra kolaylığın geleceğine işaret vardır. Yahut bütün bunlar; dünyada, berzahta ve âhiretteki kolaylıklara işarettir.
11. İkra sûresinin mezkur bölümü, ilk inen âyetlerdir. Sürenin geri kalan bölümü daha sonra İndkilmiştir.
İlk olarak mezkur âyetlerin inmesindeki hikmet şudur: Bu beş âyet, Kur'ân'm hedeflerini içermektedir. Bunda berâat-i istihlal (kitabın girişinde, özetini verme hüneri) vardır. Onun için bu beş âyet, Kur'ân'm unvanı diye adlandırılmaya uygundur. Çünkü bir kitabın mukaddimesi, baş kısmındaki veciz bir ifadeyle, gayelerini ve hedeflerini bir araya toplar. Bu ise, unvan diye adlandırılan mecaz dalından farklıdır. Edebiyatçılar bunu, "konuşan kimsenin, bir konuyu ele alıp, onu misallerle pekiştirmesi" diye tarif etmişlerdir.
Bu âyetler, Kur'ân'm ana gayelerini içermektedir. Şöyle ki: Mezkur âyetlerde, tevhid, ahkâm ve ahbâr ilimleri toplanmıştır. Ayetler okumayı ve buna "Bismillah" diyerek başlamayı müşremildir. Bunlarda ahkâma işaret vardır. Rabbin birliği, zatî ve fi'lî sıfatlarının isbatıyla ilgili hususlar vardır. Dînin temel ilkelerine (Usûli'd-Dîn) işaret vardır. "İnsana bilmediğini öğretti" sözünde ahbar ile ilgili hususlar vardır.
Süheylî (rahtmebJah) der ki: Hz. Peygamber (sılla!lalıuale\'hivesellan)'e "Rabbinirt ismiyle oku!" denildi. Çünkü sen, kendi gücün, kudretin ve bilginle okuyamazsın! Öyleyse her işinde ondan yardım isteyerek, Rabbinin ismiyle kıfaatını açarak oku! O, seni kan pıhtısından (alaka) nasıl yaratmışsa, (din konulan, kulların durumları ve gayb ile ilgili konuştukların gibi) sana bilmediğin şeyleri nasıl öğretmişse, bunları da öğretecektir.
12. Hafız (İbn Hacer) der ki: Müfessirlerin çoğu, İkra süresindeki mezkur miktarın Kur'ân'dan ilk inen âyetler olduğunu söylerler. Yalnız Keşşaf sahibi (Zemahşerî) istisna. O, "Müfessirlerin çoğu, ilk İnen sûrenin Fatiha sûresi olduğu görüşündedir" der. Şüphesiz bu bir yanılgıdır. Başka bir yerde de, "İlk inen, İkra âyetidir, Fatiha'nm nüzulü ondan sonradır" der. Nevevî, Kur'ân'dan ilk inen âyetin, İkra âyeti olduğunu; bunun, selef ve halef çoğunluğunun İttifak ettiği doğru bir görüş olduğunu vurgular, ilk âyetin Müddessir sûresi birinci âyet olduğu da söylenmiştir.
13. Kalbinin titremesi, alışılmışın dışında bir durumla karşılaşmış olmasındandır. Beşerî tabiatı bundan ürkmüş ve bu durumda bir şey düşünememiştir. Çünkü peygamberlik, beşerî tabiatın tümünü ortadan kaldırmaz.
14. Bulkînî der ki: Kalp yerine ufuâd" kelimesinin kullanılmasındaki hikmet şudur: Fuâd, kalbin kabı mesabesindedir. Kap için titreme söz konusu olunca, kalp için de olur. Kalp yerine fuâd kelimesi, meselenin büyüklüğünü izah etmek için kuUanılrnıştir.
15. Resûl-i Ekrem (saflaBahu aleyhi vesdlem)'in, üzerinin Örtülmesini istemesindeki sebebe gelince: Titreyen kimsenin örtülmesi insanlar arasında âdet üzere yapılagelen bir uygulamadır.
16. "Kendimden endişe ettim" sözü ve "kalhi titriyordu" ifadesi, meleğin gelmesiyle ortaya çıkan İnfialdir. Bu yüzden "Bem örtün.'" demiştir.
Mezkur korkudan kastın ne olduğu hususunda 12 farklı görüş vardır: Doğruya en yakın olanı, "aşırı korkudan ölme" endişesidir. "Sebep: Hastalık, sıkmanın sürekliliği, insanların onu ayıplaması korkusudur" diyen de vardır.
Kadı (İyaz) der ki: Bu tavrı, onun Allah'ın kendisine verdiklerinde şüphe ettiği anlamına gelmemektedir. Fakat o (salkUahu aleyhi vesdlcm), belki bu işe mukavemet edemeyeceğinden ve nübüvvet yüklerini taşiyamayıp nefsinin helak olmasından korkmuştur. Yahut da peygamberlikten Önce gördüğü-şeylerin şeytandan kaynaklanmış olmasından korkmuştur. Fakat meleğin peygamberlik emrini getirmesinden İtibaren artık korku ve şüpheden, şeytanın tasallutundan söz edilemez.
Peygamberlikle ilgili bütün hadisler de bu şekilde değerlendirilmelidir.
Nevevî der ki: Bu ikinci ihtimal zayıftır. Çünkü bu, hadisteki açıklamanın hilafmadır. Hadiste, Hz. Cibril'in kendisini sıktıktan ve İkra âyetini getirdikten sonra korktuğu geçmektedir.
17. Varaka, Hıristiyan olmakla beraber, özellikle Musa (aleyhissdam)'ı zikretti; İsa (aleyhisdam)'ı zikretmedi. Çünkü Hz. Musa'nın kitabı, -Hz. İsa'nın hilafına- bir çok hükümleri şâmildir. Bizim Peygamberimiz (saüallahu aleyhi vedian) de böyledir. Ya da Musa (aleyhisselam) -Hz. İsa'nın hilafına-Firavun ve adamlarından intikam almak için gönderildi. Keza Peygamberimiz (salıMıu aleyhi vesellem) de, Bedir günü, bu ümmetin firavunu olan Ebu Cehil ve maiyetinden intikam almıştır. Yahut tasdik edilme yönünü göz önüne alarak Hz. Musa (aSeyliKelam) 'ı zikretmiştir. Çünkü Hz. Cibril'in Hz. Musa'ya nüzulü, -Hz. İsa'nın hilafına- Ehl-i Kitap arasında ittifak edilen bir husustur. Şu bir gerçektir ki, yahudilerin çoğu Hz. isa'nın nübüvvetini inkar eder.
Hafız (İbn Hacer) der ki: Süheylî, Varaka'nın Hz. İsa'nm nübüvvetine inanmayan ve onun Teslis'den biri olduğunu iddia eden tarzdaki Hıristiyanlık itikadı üzere olduğunu sezdirmektedir ki bu, muhaldir (imkânsızdır). Varaka ve benzerleri gibi dikkat sahibi kimseler hakkında bövle düşünülemez.
Ebû Nuaym'ın Delâi/'mde., -basen bir senedle- Urve'den bu olay şöyle anlatılır: Hz. Hatice, amcazadesi Varaka'ya gidip durumu anlattı. O da "Eğer bana inanırsan, ona gelen, israil oğullarının çocuklarına Öğretmediği İsa'nın Nâmus-u Ekber'idir." Bu rivayete göre, Varaka bazen "isa'nın Nâmûsu (melek)", bazen de "Musa'nın meleği" tabirini kullanıyordu. Hz. Hatice'ye cevap verirken, kendisi Hıristiyan olduğundan "İsa'nın meleği", Hz. Peygamber (sUahu aleyhi vesellem)'e cevap verirken de aralarındaki (Hz. Muhammed-Hz. Musa) benzerlik yönüyle "Musa'nın meleği" demiştir. Her iki ibare de uygundur.
çıkarılacaksın!" deyince, Hz. Peygamber ^saiiaiiahu aieytıı veseııem;: \jmut <^« çıkaracaklar rmV diye sordu. Bu söz, vatan sevgisine ve oradan ayrılmanın insan nefsine zor geldiğine işarettir. Bir de su var ki, orası Allah'ın mukaddes beldesi, beytinin civarı ve atası ibrahim'in yurdudur. Bu yüzden diğerlerinde bir şey demediği halde buna yüreği dayanmadı ve "Onlar beni çıkaracaklar mıV diye sordu. .
Hafız (İbn Hacet) der ki: Kavminin Allah'a iman etmeyeceğine, şirk pisliklerinden, Cahiliye kirlerinden ve âhiret azabından kurtulmayacaklarma üzülerek tedirgin olması muhtemeldir. Kendisinin görevi oİan bu hususların gerçekleşmeyeceğine heyecanlanmış olabilir. Vatanından çıkarılmasına üzülmüş olması da muhtemeldir.
-Tabakâfts. oğlunun naklettiği üzere- Şeyh Takiyüddin es-Sübkî, şunları söyler: En güzeli şu görüştür: Heyecanı; görevi olan imana davet ve hidayet karşısında kavminin takınacağı olumsuz tavırdan dolayıdır. Zira bu iman ve hidayet, yalanlama ve eziyet etme durumunda da mümkündür; ancak Mekke'den çıkarılınca bu mümkün olmayacaktır. İnsan nazarında, iman ve hidayete davetten daha a'lâ bir şey yoktur. Çünkü o, Allah'ın emrine imtisal anlamına gelir. Vatanından ayrılma hususuna gelince, bu, fıtrî bir şeydir. Hz; Peygamber (saflaHıu alevli v^dem) ise, bunun üzerinde durmuş olmaktan yüce ve münezzehtir.
19. İsmâili der ki: Bazı kimseler, hadis ravilerini karalayarak şöyle derler: Hz, Peygamber (sal]aHıua]q'to\^ellem)'İn, nübüvvetinde şüpheye düşüp Varaka'ya gitmesi ve Hatice'ye korktuğunu söylemesi nasıl mümkün görülebilir?
Cevap: Allah Teâlâ'nm kainatta uyguladığı kural şudur: Yüce bir
[1] Müslim, Âitabü'l-jidâil 4/1H04 (52-2309).
[2] Tank b. Ubeyd b. Mesud el-Ensan". Muhammed b. Mervau es-Süddî, Teinde, Kelbî-Ebu Salih-Ibn Abbâs senediyle şunu rivayet etmiştir: Tank b. Ubeyd b. Mesud ve Ebû'I-Yüsr ve Mâlik b. Dahşem, Bedir günü dediler ki: Ya Resûlallah! Sen demiştin ki: "Kim bir müşrik öldürürse; ölünün üstünden çıkanlar kendisinindir. " İşte biz 70 kişiyi öldürdük.
Bu hadis "Sana ganimetleri soruyorlar" (Enfal, 1) âyetinin sebeb-ı nüzulüdür (Bak el-Tsâbe, 3/282)
[3] ibrahim b. İshak b. Beşir b. Abdullah el-Bağdadi el-Harbî, Ebû İshak. Büyük muhaddislerden. Aslen Merv'lidir. Bağdat'ta meşhut oldu ve orada öldü. Harbî nisbeti, Bağdat'taki bir mahalleye izafeden gelir. Hadiste hafız, fıkhı ve ahkâmı iyi bilen, ahlâkı yüce' zahid biriydi. Halife Mu'tazıd ona 1000 dinar göndermişti de bunu geri çevirmişti. Fıkhı İmam' Ahmed b.Hanbel'den aldı. Bk çok kitap telif etti: Garîbu'l-Hadis, İkmmü'd-Dayf, Sücûdul-Kur'ân, el-Hedâyâ ve's-Sünneîü fihâ, el-Hamâm ve-âdâbuh ve Delâilu'n-Nübüvve eserlerinden bir kaçıdır. H. 285'de vefat etmiştir. (Bkz: el-A 'lâm, 1/32)
[4] Rubeyyi' binti Muavviz b. Haris b.Rifâe b. Haris b. Sevâd. Muavviz, tbn Afra diye tanınır. Annesi Afra, ağaç altında Rıdvan biatında bulunmuş, Ensar'dan bir hanımdır. 21 hadisi vardır. İki hadisi Buhâri ile Müslim, diğer ikisini yalnız Buhati rivayet etmiştir. Ondan ise Süleyman b. Yesar, Ebû Seleme ve bir grup rivayet etmiştir. (el-Hulâsa, 3/381)
[5] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/350.
[6] Beyit, Ebû Nüvvas'a aittir. (Bkz: Delâil/il-İ'ca^, 296)
[7] ibrahim b, Muhammed b. Arefe el-Kzdî ei-Atiki, Ebû Abrîillah, gramerde imam, Mühclleb b. Ebî Sufre'mn romnlanndan. Zâlnıî mezhebinde fakih, hadiste ısc gıircnilir idi. ibn Hacer der ki: Şahsiyeti, futüvveti ve zenifeüni mulıafaza ederek sultanlar ve veziricıle oturan biriydi. Siyer ilmini ve ulemânın vefat rarilıleımi iyi bilirdi. \*;isır't<ı (Basra ile Küfe arasında bir yerde) doğdu, Bağdat'ta vefat etti. Genellikle sade giyinir, nefsine fazla Önem vermezdi. Mülayim yaratıkşh biriydi. Nahivde Sîbeveyh ekolünü destekler. Bunun için ona Nafteveyh lakabını verdiler. Şair olmamasına rağmen şiir yazardı. Onun yaşadığı asırda şiir, edibin edebiyatını tamamlayan bîr unsur idi. İbn Nedim ve Yâkût, onun bir kaç kitabının ismini vermiştir: Kiîabu'i-Taıih, Garîbıı'I-Kur'ân, ÎQ/abu'/-\l/^erâ ve Bmsâh'i'i-Kıır'ân. H. 323 senesinde vefat etti (el-A'/âm, 1/61).
[8] Su beyit, kasidenin matla' bölümündendir: Gönlüm, bana, bani helak eden şeyin sen olduğunu söyhr / Ruhum sana feJa olsun, hilse L, bilmese de. [Divâmı İbni'1-Fân^ Dam'L Kümbı'l-İlmıvye. Tashih: Mehdi Muhammed Nâsımddîn, s.142-148. ]
[9] Hind bm Ebî Plâk ct-Temîmİ. Hz. Peygamber (saMalm^'lıivesdlanJ'in üvey oğlu. Annesi Hz. Peygamber (sdbıDahu aleyhi vcsdkm)'in hamını Hatice (tdiyalkhu anhâ) validemizdir. Hind, Peygamberin vasıflarını rivayet etmiş, ondan da bunu Hasan b. AH nakletmışür. Tırmızı, Bağavî, Taberani ve başkaları çeşitli ravi zinciriyle Hasan b. Ali'den rivayet etmişlerdir. Zubevr b. Bekkâr demiştir ki: Hind, Cemcl günü Hz. Ah tarafında savaşırken şehld edildi. Darekutnı de el-Ulmvve kitabında bu görüşü benimsemiştir. İbn Abdılberr de: "Fasih ve beliğ konuşan
biriydi. Resûluîlah (sallalahu aleyhi vesdem)'i tavsif ctaıiş, bunu da çok güzel ve etkiii yapmıştır" demiştir (ef-îsâbe, 6/293, 294).
[10] tbn Asâkir, Tanffinde rivayet etmiştir. Aj'iıca Muttaki Hindi, Ke/ı^ (18528).
[11] Avf b. Ebi Cemile, el-A'rflbî el-Abdî. Basralı güvenilir bir ıravi. Kaderiye ve Şia'yı tenkid ermiştir. 46 veya 47 senesinde vefat etmiştir. 86 rivayeti vardır. (Taknb, 2/89)
[12] Abdullah b. Ahmed b. Muhamed b. Hanbel eş-Şeybânİ, Ebu Abdurrahman, İmam Ahmed'in oğludur. 290 senesinde 70 küsur yaşında vefat etmiştir. (Bkz: Taknb, 1/401)
[13] Resûlullah (dkfe feHv^M'"" saçCdöğduktâfl sonra daha baş olmamış çocuğun saçına benzetildiği için "akika" denilmiştir. Veya istiare yoluyla bu ad verilmiştir.
[14] Kurtubî der ki: Saçı, yaratılıştan taralıydı.
[15] İsrail b. Yunus b. Ebi İshak cl-Hcmdaııî es-Sebîî, Ebu Yusuf el-Kûfî. A'mcş, Simak b. Harb, Yusuf b. Ebi Bürde ve Asım el-Ahvcl'dcn riva^'etre bulunmuştur. Kendisinden rivayette bulunanlar: Abdurrezzak, Ebu Davud et-Tayâlîsî, Âdem b. Ebi İyas, İbn Mehdî, Ebu Nuaym, el-Fin'âbî ve YckP. Yahya el-Kattân dedi ki: "İsrail, Ebu Bekir b. Ayyâş'tan üstündür. İmam Ahmed, onun hıfzını çok beğenir ve şöyîc derdi: İsrail'in hadisi, Serik'ten daba sahilırir. Ancak Ebu Ishak'a göre Şerik, daha zabıt bir ravidir. 162 senesinde vefat etti (Tabakâiü'i-Huğ'â^ 191).
[16] Osman b. Abdillah b. Mevheb, et-Teymî (mevlâîan), el-Medenî, el-A'rac (topai), bazen dedesine msbet edilir- Güvenilir, dördüncü tabakadandır. 60 senesinde vefat etti (et-Taknb, 2/11).
[17] Bu, bardağın küçük olduğuna işarettir..
[18] eki', Musa/ı/tefinde açıklama sadedinde demiştir ki: Bu, Resûlullah (sallalkhu aleyhi vcscücm)'in saçını korumak için gümüşten yapılmış bir mahfaza İdİ.
[19] Hadisin muhtemelen oydurma olduğuna işaret eden bir terim.
[20] Simâk b. Harb b. Evs b. Hâlid cz-Zühlî, el-Bekıi, el-Kûfi- Ebu'l-Muğîıe, güvenilir ravi. Ancak özellikle îkrime'den rivayeti muztaribdir. Dördüncü tabakadandır. 23 senesinde vefat etti. (Taktik, 1/332)
[21] Kadı (Iyaz) demiştir ki: Bu ifade, Simâk'a ait açjk bir yanılgıdır. Ulemâ ve garîb lafız uzmanları ittifak etmiştir ki: "şühle", gözünün siyahı, kırmıziya çalan; "şükle" İse beyazı kırmızıya çalan demektir.
[22] Muhammed b. Yahya b. Abdillah b. Hâlıd b. Fâns ez-Zühlî, Ebu Abdillah en-Neysâbûrî, el-Hâfız, İbn Mehdi, Ali b. Asım, Yezid b. Harun, Abdussamed ve bir çok kimseden rivayette bulunmuştur. Genİş bir hadis toplama faaliyeti ve hadisleri inceleme kabiliyeti vardı. Buhârî, onu tedlis ile suçlar. Zühlî'nin hadislerini iki ciltte toplamıştır. Ebu Hatim demiştir ki: "Muhammed b. Yahya, zamanının imamıdır." Nesâî de, güvenilir biri olduğunu söylemiştir. Zühlî der ki: "ÎÜm uğrunda 150 bin kadar harcadım." Ebu Hâmid b. eş-Şarkî, Zühlî'nin, H. 258 senesinde vefat ettiğim söyler (el-Hulâsa, 2/467).
[23] Buhârî, 1/182, kitabu's-saiâU 418; Müslim, 1/319, kUabıı's-saiat, (109-424).
[24] Müslim, 1/320 (112-426).
[25] Heysem!, Meam'ân Bezzâr'a isnad ederek bunun benzerini zikretmiş (2/92) ve demiştir ki: "Bu hadisin ravileıi güvenilir kimselerdir."
[26] Ülker (Orion) diye bilinen yıldız kümesi.
[27] Nibaye'de denir ki: Bu, meleklerin çokluğuna bir meseldir. Yoksa, gerçekte bir gök çatLttisl sözkonusu değildir. Allah'ın büyüklüğünü de takrir eden bir ifadedir.
[28] Zeyd b. Sabit b. Dahhâk b. Zeyd b. Levzân cn-Ncccârî, el-Medeııî. Vahiy katibi. Ensar'm ilen gelenlerinden. Rıdvan bia tında bulunmuştur. Hz. Peygamber (snltıltıhu ;Jcylıi vcselbri)'e Kur'ân'ı okumuş, Hz. Ebu Bekir zamanında da Kur'ân'ı toplamıştır. Yermûk ganime derini pay etme görevi kendisine verilmişti. 92 rivayeti vardır. Kendisinden rivayette bulunanlar: îbıi Ömer, ünes, Süleyman b. Yesar, oğlu Hârice b. Zcyd ve başka ravılcr. Yahya b. Stıîd, Zcyd vefat ettiğinde Ebû Hüreyre (ıadiyallahu anlı)'ın ''Ümnıetiıı en hayırlısı öldü!" dediğim nakleder. 45 senesinde vefat etti. Vefat tarihi olarak, Hicri 48. ve 51. sene de verilmiştir. (el-Hu/âsa, 1/350)
[29] Müslim, 4/2199, ki1abu%cenne (67-2867).
[30] Bazdan bu kelimenin, "Dudakları ince, zarif ve güzel" mânâsına geldiğim söyler. Kuvvetli görüş "büyük" mânâsıdır.
[31] Müslim, 4/1820, Mabul-jedâil (97-2339).
[32] Muhammed b. Sabit b. Kays b. Şemmas, el-Ensaıî. Doğduğunda kulağına ezanı bizzat Resûlullah (saDaBahu aleyhi vadem) okumuş, ad koymuştur. Babası Sâbit'ten ve Salim Mevla Ebi Huzeyfe'den rivayette bulunmuştur. Kendisinden hadis rivayet edenler: Oğulları Yusuf ve ismail, bîr de Zühıî. İbn Hibban'a göre güvenilirdir, Harre günü şehid edilmiştir. (e/-Hutâsa, 2/386)
[33] Abdullah b. Abdilkerim b. Yezid b. Fecruh el-Mahzûmî Ebu Zür'a er-Ra?İ. Hadis hâfizlanndan. Re\y halkından. Bağdat'ı ziyaret etti ve orada hadis rivayet etti- Ahmcd b. Hanbel ile buluşup görüştü. Ezberinde 100 bin hadis olduğu söylenmiştir. Denir ki: "Rbu Zür'a'nin bilmediği her hadis asılsızdır." Hicri 264 senesinde Reyy'de vefat etti. (el-A'lâm, 4/1.94)
[34] Buharı, 5/87 (3701); Müslim, 4/1871, kitabu'l-fe-âil(32-404).
[35] Arap Yarımadasında bit yer. (Bkz: Uu'cemu'lSiilâa^ 3/33).
[36] Rebia b. Ebi Abdirrahman, et-Teymî (mevlalaıı), Ebu Osman cl-Mcdenî, Rebîatü'r Re'y diye bilinil-. Babasının isini l'crrmh, güvenilir râvi ve meşhur bir fakthüt, İbn Sa'd der ki: "Re'y (kıyas) ehli olduğu için ondan çekinirlerdi." Beşinci tabakadandır. Sahili rivayete göre 36'da vefat etti. (et-Takrîb, 1/247)
[37] Ebu Bekir b. Ayyaş: İbıı Salim el-Esedî (mevlalan), Kûfeli, el-Hannât, kıraat âlimi, fakıh, muhaddis, Şeyhülislam, Vâsıl el-Ahdcb'in mevlâsı. Tsmi hususunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür: En meşhuru, Şu'be'diı*. Ebu Hâşim cr-Rifâî ve Hüseyin b. Abdi'l-Evvel, ona İsmini sorduklarında: "Şu'be" demiştir. Yahya b. Adem ve başkaları sorduğunda da: "İsmim künyemdîr" diye cevap vermiştir. Ebu Bekir, Kur'an'l, Asım b. Ebi'n Nücud'a üç kere tecvidfe okumuştur. Yine bize ulaşan bilgilere göre: Atâ b. es-Sâib ve Eşlem el-AIİnkari'ye kıraat ar2 etmiştir. (Bkz: SiyemA'lâmi'n-Nübelâ)
[38] İsmi, Yelıb b. Abdillah es-Süvâî'dir.
[39] Buhâri, 6/651 (3543).
[40] Aluhammed b. Sııiıı el-Ensan Ebu Bekir el-Basrî, zamanın imamı. Mevlâsı olan Enes, Zeyd b. Sabit, İtinan b. Husayn, Ebu Hüreyıe, Aişe ve tabiinin büyüklerinden hadis rivayet etmiştir. Ondan, Şa'bi, Sabit, Katâde, Eyyub, Mâlik b. Dinar, Süleyman et-Teymi, Hâlid el-Hazzâ, Evzâî ve büyük bîr çoğunluk rivayette bulunmuştur. Ahmed der ki: İbn Abbas'tan hadis işitmemiştir. İbn Sa'd'a göre güvenilir, şerefi yüksek, fakih, imam ve ilmî çok bir kimseydi. Ebu Avane der ki: "İbn-i Sirin'İ çarşıda gördüm. Onu her kim görürse, Allah'ı zikrederken götürdü." Bekr el-Müzeni ise: "VallaH, ondan daha muttaki birine rastlamadık" demiştir. Hanımad b. Ziyad, 110 senesinde vefat ettiğini söylemiştir (Bkz: el-Üulasa, 2/412-413).
[41] Müslim, 4/1821 (103-2341).
[42] BÜSI" b" Ebi Büsr d-Mlüri, es-Sülcmı, Ebu Büsr. Şahabı o sahabıdr, Hadislerin birini yalnız Buhâri, birini de yalnız Müslim niyet senesinde vefat etmiştir. Sahabeden Şam'da en son vefaf eden kişidir. (Bkr et-Hutas^42)
[43] Abdullah b. Muhammed b. Akîl, İbn Ebi Talib el-Haşimi, Ebu Muhammed, el-Medenî. Annesi, Zeyneb bina Ali'dir. Hadiste doğru sözlü kabul edilmekle birlikte ömrünün sonlarına doğru ezberi bozulmuştur. Dördüncü tabakadandır. 40 senesinden sonra vefat etmiştir, {et-Takrfb, 1/447-448).
[44] Buhâri, 6/653 (6552).
[45] Müslim, 4/1823 (109-2344).
[46] Buhârî, 6/652 (3549); Müslim, 4/1819 (93-2337).
[47] Buhâri, 6/652 (3556); Müslim, 4/2120 (53).
[48] Buhâri, kâtabu'l-menaktb, 6/653 (3555); Müslim, kıtabu'r-rada', 2/1081 (38-1459).
[49] Buhân, 6/652 (3551); Müslim, 4/1819 (91-2337).
[50] Tirmizi der ki: "Güvercin yrfanirtasi gibi" rivayeti ikinci mânâyı dcsrelder. Nevevî de der ki: Sahih ve meşhur olan birincisidir. Zirri'l-haceleden maksat, "afin iki gözü arasındaki beyazlıktır" diyenler de vardır. Buhârî bunu, SaMıindc Muhammed b. Ubeydillah b. Muhammed b. Ebi Zcyd'den nakletmiştir. Mefâffdc şöyle geçer: Eğer iki gözü arasındaki beyaza hucle denirse, o halde Zİrr kelimesinin mânâsı ne olacak!?
[51] "ke zirri'l-hacele"
[52] Bulıari, 6/648 (3541); Müslim, 4/1823 (111-2345).
[53] Abdullah' b. Sercİs el-Müzem, el-Basri. 17 hadisi vardır. Bit hadisini Müslim rivayet etmiştir. Ondan da: Osman b. Hsıkîm, Asım el-Ahvel ve Katâde rivayette bulunmuştur, (el-Hufosa, 2/60)
[54] Müskm, 4/1823 (112-2346).
[55] Müslim, 4/1823 (110-2344).
[56] Taberani, M. el-Kebir, 17/27.
[57] Beyhakî, DelâİHi'n-Nübiivve, 1/214.
[58] Ahmcd, Müsned, 3/69.
[59] Abdukziz b. Abdissamed cl-Ammi, Ebû Abdissamed el-Basri, Hâfiz. Ebû İmran cl-Cevni ve Matai el-Verrak'tan rivayette bulunmuşmr. öndaiı da, Ahmed, İshak, Ibn Maîn ve birçokları hadis rivayet etmişlerdir. Ahmed ve Ebû Dâvûd, onu güvenİIii kabul eder. 187 senesinde vefat etmiştir {el-Hulâsa, 2/167).
[60] İbn Hİbbân (514), hadis (2898).
[61] Bak: MevâridüX-Zam'ân, önceki yer.
[62] Ebû Nuapn, Deiâil'{I 75).
[63] Şeddad b. Evs b. Sabit el-Ensari, Künyesi Ebû YaVdır, şahabıdır. Şam'da 60 yılından önce veya sonra vefat etmiştir. Hassan b. Sâbit'in erkek kardeşinin oğludur (eî-Takrîb 1/347)
[64] Esma bint Umeys ei-Has'amiyye. Sahabedendir. Önce Cafer b. Ebİ Talib, ondan sonra Hz. Ebû Bekir, Hz. Ebû Bekir'den sonra da Hz. Ali ile evlenmiş, hepsinden de çocuğu olmuştur. Ümmü'l-Mü'minîn Meymune bint el-Haris'in -anne tarafından- kardeşidir. Hz. Ali'den sonra vefat etmiştir (et-Taktib, 2/589).
[65] Mulıammed b. Hasan b. Muhammed b Zivâd Ebû Bekir en-Nakkâş, kıraat âUi ve ^^ Harun b. Musa el-AI fes ve İbn Fbi toplamlar. isminde bit tefe v «mi,*. Berkân, der k,: «Nakkas'm bütün hadı, Cafer do W: «Had.s nvâyetinde pta s t meşhur senedlerle oluşturulmuş aLke, biridir, güvenilir değüdir." Hibetullah (kllplere
Musirin (80-81)
[66] Utbc b. Abd es-Sülemî, Ebu'l-Vclîd, meşhut sahabî. İlk katıldığı gaza Kureyza'dır. 87 senesinde vefat ermiştir. Yüz yaşına yaklaşmıştı. (et-Takrîb, 5/2)
[67] Hey'semi, Mecmau'^Zevâid, 8/226.
[68] Ebû Nuaym, Delâil{\1\).
[69] Müslim, 1/145 (259-162).
[70] Mâlik b. Sa'saa b. Yehb b. Adiy b. Mâlik b. Adiy b. Amil b. Ganm b. Adiy el-Ensari, en-Neccâri. Beş hadisi vardır. Buhâri ve Müslim, onun rivayet ettiği mime /W/>/hde ittifak etmiştir. Ondan da bunu Enes rivâyer ermiştir {el-\-]uiâsa, 3/5).
[71] Buhâıi, 6/348 (3207); Müslim, bir önceki yer.
[72] Yalıya b. Ca'de b. Hübeyre b. Ebi Yehb el-Mahzûmî, güvenilir ravıdır. İbn Mcs'ud ve başkalarından mürsel rivayetlerde bulunmuştur. (et-Takrib, 2/344).
[73] Yunus b. Meysere b. Halbcse el-Hımyeri, ed-Dımaşkî, Zalîid biri. Muâviye ve Vâsile'den rivayette bulunmuştur. Ondan da: Evzâî ve Mervan b. Cenah hadis rivayet etmiştir. Dârekutnî onu güvenilir sayar. 132 yılında Şam'da suikasde kuıban gitmiştir. (el-Hulâsa, 3/194).
[74] Halk, kıyamet günü onun izinde haşrolunacaktır.
[75] Resûluîlah (saMkılıu '.Jcviti \ lscSIoti) 'i« İsimlen bölümünde açıklama yapılmıştir.
[76] Abdurrahman İbnü Ganm, el-Eş'ari, sahabi olduğu ihtilaflıdır, İclî onu, Tabün'in büyükleri atasında sayar. 78 senesinde vefat etmiştir {ef-Tahfb, 1 /494).
[77] Abdullah b. Sa'd b. Saîd b. Ebi Cemre el-Ezdî cl-Endulüsî, Ebu Muhammed. Hadi ulemâsmdandir, Mâliki mezhebine mensuptu, Asd memleketi Entts'tik, Mtstr eh veiat etoıiştk CemVn-nhfy adb Htablyk Sabih-i BMyi ihtiaİt ermiştir. Bu kitabı IbnlM Ceme Muhtasan» diye bilimi". Behetü'n-Nufâs adk esen de, Cem'u'nrNJhâye ?dh esenmn ser^ malıiyerindedi. Bir de hadis ve riiya akn.nda dMerâfl-tfhân adlı esen vardıv. 1 -Tıcn 6Jb senesinde vefat etmiştir (e/-A7âm, 4/89).
[78] Ahmed, Müsned, 4/155; Tabemnî, M. et-Kebfr, 6/212; İbn Adiy, el-Kâmil, 1/46; Ükaylî, ed-Vuafâ, 2/295; Heysernî, Mecmau'^-Zevâid, 1/161. Heysemîbu rivayeti Ebu Ya'lâ ve Taberâni'ye isnad etmiş ve şöyle demiştir: Bu hadisin senedinde yer alan İbn Lehîa'ııın hadiste sağlam olup olmadığı tartışmalıdır. Ebu Ya'lâ'mn bazı râvileıı de hadisi şöyle yorumlamışlardır: Kim Kur'ân'ı cem' ettiği halde yine de cehenneme giriyorsa o, domuzdan daha kötüdür.
[79] Bu beyit, Ebu Nüvâs'a aittir. Bkz: el-Eğânî, 4/200.
[80] Buhâri, 11/170 (6868); Müslim, 4/2078 hadis (48-2705).
[81] Abdullah b. Ömer b. Muhammcd b, Ali, baş kadı, Nâsıruddm, Ebu'I-Hdyr el-Beyzâvî: Bir çok eser sahibi, Azerbeycan âlimi, bu bölgenin üstadı. Şitaz kadılığı yapmıştır. Sübkî der ki: Meşhur, araştırmacı, iyiliksever, sâlih ve âbid bir İlim adamıydı. Fıkıhta ve usûlde derinleşmiş, makul ile menkulü birleştirmişti. Eserlerinden âlimlerin övgüyle bahsetmesi ona yeter, ej-Minkâtit'l-Ved^&cn başka eseri olmasa da bu ona kâfi gelir. Şiraz'ın kadılığını üstlendi ve ahkâm-ı şer'iyeyi ihtiram ve dikkatle değerlendirdi. Tebriz şehrinde vefat etmiştir. Sübkî ve
İsnevî, 691 senesinde; İbn Kesir (Tarih), el-Kütebî ve İbn Habıb ise, 685 senesinde vefat ettiğini söylerler. (Bkz: Tabakât, İbn Kadı Şehbe, 2/172-173).
[82] Bulıâri, 10/369 (5910), Enes'ten "ayaklan" ilavesiyle rivayet etmiştir.
[83] Buhârî Enes'ten "elleri büyük" ifadesiyle rivayet etmiştir (5907).
[84] Buhâd (5907).
[85] Kolun orta parmak ucundan dirseğe kadar olan kısmı.
[86] Beyhakî, Delâi!u'>i-T\übüvve, 1/305.
[87] Beyhakî, Delâİhı'n-Nübiİvve, 1/44; Muttaki Hindî, Keıı
[88] Nihâye'de: "Bununla cömertliği ve keremi kastedilmiştir" diye geçer.
[89] Tirmizî, Şemail, s. 19-20.
[90] Buhârî, 5/31 (3561); Müslim, 4/1814 (81-2330).
[91] Müstevrid b. Şeddâd b. el-Kureşî, el-Fihrî. Hıcazlı, Küfede yaşamış, kendisi ve babası sahabi. 45 senesinde vefat etmiştir (et-Takrîb, 2/242).
[92] Müslim, 4/1814 (80-2329).
[93] Ahmed, Müsned, 4/161.
[94] Ahmed, Müsned, 1/233; Heysemî, Metmau'^-Zevâ/d, 2/225.
[95] Diğer peygamberlerde bulunmayan, sırf kendine mahsus Özelliklerdendir.
[96] Ali b. Halef b. Abdilmelik b. Battal, Ebu'l-Hasen. Hadis âlimi, Kurtuba halkından. Şerhu'l-Bubâriisimli eseri vardır. 449 senesinde vefat etmiştir (Bkz: el-A '/âm, 4/285.
[97] Bulıârî, Sahîh, U/341 (6504); Müslim, Sahtb, 4/2268.2269 (133/2951).
[98] Tirmızİ, 4/429 (2213); Muttaki Hindi, Kem
[99] Tirmizî, 5/562 (3645). "Bu hasengarib, bu vecilıten de sahih hadistir" demiştir.
[100] Sürâka b. Mâlik b. Cü'şüm el-Kmânî, sonra el-Müdlicî, Ebû Süfyân, meşhur şahabı, Mekke fethinde müslüman olanlardan. Hz. Osman'ın hilafeti döneminde (24 senesinde) vefat etti. {et-Tahîb, 1/284).
[101] Müslim, 4/1820 (97/2339).
[102] 'Buhâri, 6/651 kitabu'l-menâhb-mâimsıfatı'n-nebî.
[103] Abdımezzak ve Bezzâr'ın Ebû liüreyre'den yaptıkları rivayette: "Resûlullah (sallallaho ivdi rcsdlem) ayağını yere bastığında, bütün tabanı ile basardı. Ayağının altında çukurluk "oknı." ifadesi geçer. Bu, muhtemeldir. En doğrusunu Allah bilir. {Alimlerimiz, zahiren "taruz eden bu hadislerin arasını şöylece re'lif ermiştir: Râvilerden Hz. Peygamber'in ayağının âtında çukurluk olduğunu nefyedenler, fazla bir çukurluk olmadığını ifade ermek İstemişlerdir, -inanın altının düz olduğunu beyan edenler ise, az bir çukurluk olduğunu kasdetmişlerdir. Bu izah tarzıyla da rivayetlerin arası te'lif edilmiş olur. Netice oiarak, Hz. Peygamber'in ^ağının altında normal bir çukurun bulunduğunu, düz taban olmadığını anlamış oluruz Mütercim)}.
[104] Heysemî, A'Iecma'dz (8/283) benzerini zıkrcrmiş, bunu Taberâni'ye isnâd etmiş ve enedınde tanımadığım râvüer var" demiştir.
[105] Buhâö, 6/652 (3549); Müslim, 4/1818 (92-2337).
[106] Mutedil yarattkşlı: Uzuvların, incelik-kalınkk, kısahk-uzunluk ve büyüklük-kiiçüklük bakımından birbirine uygun olmasıdır.
[107] Muttaki Hindî, Ke/ıZ (18555).
[108] 'Buhaıî, 6/652(3547).
[109] Müslim, 4/1820 (99-2340).
[110] Buhârî, 6/652 (3549); Müslim, 4/1818 (92-2337).
[111] Ahmed, Mmned, 1/151; İbn Sa'd, Tabakât, 1/2/121. Heysemî de Mecma'dz (8/275) zikrederek Abdullah'a iki senedle isnâd etmiştir. Birisinde İsmini vermediği bir râvi vardır; diğeri de Yûsuf b. Mâzin'in Hz. Ali'den rivayetidir. Benim kanaatime göre Yusuf, Hz. Ali'ye yetişmemiştir. En doğrusunu Allah bilir.
[112] Muttaki, fo/rç; (17828).
[113] Buhân, 6/654 (3561); Müslim, 4/1814 (81-2330).
[114] Müslim, 4/1816 (85-2332).
[115] Hcysemî, Muma'te (8/286) zikrederek Tabeiânî'yc isnâd etmiş; "Senedinde, Hasan el-Kelbi vardır, bu zat metruk biridir" demiştir.
[116] Yâü b. Hucr, İbn S.'d b. Afestûk, d-Hadiamî, sahabî. Yemen meliklerinden idi; daha sonra Kûfe'ye yerleşti. Aluâviye döneminde vefat etmiştir {et-Taknb, 2/329).
[117] 'Müslim, 4/1815 (82-2330).
[118] Heysemî, Mecma'da (8/285) zikretmiş; Ebu Ya'lâ, Bezzâr ve Taberânî'ye İsnâd etmiştir ve; ı'^Ebu Ya'îâ'run râvileri güvcnihr kimselerdir" demiştir.
[119] Müslim, 4/1815 (82-2330).
[120] Bkz: eş-Şi'r ve'ş-Şuarâ, 2/670-671; el-Uamâse, 1/82-90; Hı^ânetü'l-Edeb, 3/466-467.
[121] Ahmed, Müsııed, 2/258.
[122] Ahmed, Müsııed, 2/350; Tırmizi, 5/563 (3Ö48). Tkmizİ, "garîb"demiştir. .,
[123] İbn Sa'd, Tabakât, 1/2/100.
[124] Zekvân, Ebu Salih, es-Semmân ez-Ze;yât, el-Medenî, güvenilir ravidir. Kûfe'ye zeytin yağı götürürdü. 3. Tabakadandır. 101 senesinde vefat etmiştir (et-Takrib, 1/238).
[125] Buhari, Sahİh,\\/\\(> (6316); Müslim, Sahih, 1/525-526 (187-763).
[126] İbn Mâce, 1/429 (1349). Zevâiddç. "Bu hadisin isnadı sahihtir; ricali güvenilir kimselerdir" diye geçer. Tirmizi Şemailde:, Nesâî de el-Kübrâd-A rivayet etmiştir.
[127] Bulıarî, 8/583 (4952); Müslim, 1/339 (177-464).
[128] Kimsenin kullanmadığı, ancak sözlüklerde bulunan kelime.
[129] Aclûnî Kesfıt'l-Hafâ'da zikrederek, Askeri'ye isnâd etmiş, isnadının çok zayıf olduğunu söylemiştir. Fakat mânâsının sahîh olduğu görüşü yaygındır. Muttaki Hindi, hadisi Kenede (31895) zikretmiştir.
[130] Adûnî Kesfu'I-Hafâ'da zikrederek, Ebu'l-Hasen et-Teymî'ye isnâd etmiştir.
[131] Ahmed, Müsned, 1/22; Ebû Dâvûd, 4/666 (4530); Nesâî, kitabu'I-kasame 8/24; İbn Mâce (1683); Beyhaki, Müsned, 8/29; Abdurrezzâk, Musannifti).
[132] İbn Adiy, Kâmil, 2/153; İbn Cevzi el-Mev^üat kitabında zikretmiştir (3/80).
[133] Buhâri, 10/557 (6169); Müslim, 4/2034 (165-2640).
[134] İbn Adiy, Kâmil, 2/153; İbn Hibbân Kitâb el-Mecrûbîn (1/88); Ibnu'l-Cevzî el-Mevs&at P/80).
[135] Buhârî, 6/525 (3493); Müslim, 4/1358 (199-2526).
[136] Ebû Dâvûd (5128); Tirmizî (2822); İbn Mâce (3745-3746); Ahmed, Müsned, 51214; Beyhakî, Müsned, 10/112; Dârimî, 2/219; Taberâni, M. el-Kebir, 12/409, Hâkim, elMüstdrek, 4/131; İbn Hıbbân (1991); İbn Adiy, el-Kânûl, 1/201.
[137] Tınnizî, Câbir'den, 4/325 (2018); Ahmed, Müsned(4/193), Ebû Sa'lebe'den; İbn Hibbânj (1917); Taberânî, M, el-Kebîr, 22/221 (588); Ebû Nuaym, Hüye, 3/97; Beyhaîu, Müsned, 1/193;| Muttaki Hindi, Keıı^; 3/15 (5213)'te Harâitî'yi kaynak göstermiştir.
[138] Tirmizî, 4/483 (2316).
[139] Kadî Iyâz, Şifa, 1/175; Ebû Dâvûd (ikinci ifade), 2/684 (4873).
[140] İmam Ahmed, Müsned, 5/153; Dârimi, 2/323; Tirmizi, 4/355 (1987), basen sahih demiştir.
[141] Beyhakî, Sünen, 3/273; Fctenni, Telkin (189); Aclûnı de Kesfte (1/469) zikrederek, .İ] İbiıu'l-Cevzî'nin bu hadîse ^aytfdedîğjni söyler.
[142] Tirmizî, 4/316 (1997); İbn Hacer, Ltiânu'l-Mf&n, 4/310; Zehebî, Mî^an (3624); Hatîb, | Tarih, 11/428; İbnu'l-Cevzi, iki, 2/248; İbn Adiy, Kâmil, 2/593.
[143] Buhân, 5/100 (2447); Müslim, 4/1996 (57-2579).
[144] Tmnizî, (2419); Zehebî, Mî-an (2633); İbn Adiy, Kâmil, 6/957; îbn Hıbbân, Kıtâb el-Mecrûhin arasında (1/230) zikreder; İbn Huzeyme (1119); Taberani, M. el-Ksbır, 10/343.
[145] Müslim, 3/1399 (76-1775).
[146] Abdullah b. Atik, Ubâde b. Sâmit'ten; Abdullah'dan da Ibn Şîrîn. (el-Hulâsa, 2/77).
[147] Buhân, 10/529 (6133); Müslim, 4/2295 (63-2998).
[148] İbn Ebi Asım, es-Sünne, 1/78; Fetennt, Tezkire (200); Suyûti, ed-Dürrü'l-Mensûr, 2/225.
[149] Müslim'de 4/2037 (3-2645).
[150] Abdulmelik b. Muhammcd b. İsmail, Ebû Mansut es-Seâlibî. Lügat ve edebiyat konusunda ileri gelenlerden. Nîsabur ahalisinden. Kürkçüydü, tilki (Arapça'da: Sa'leb) kürklerini dikerdi. Bu yüzden ona, Seâlibi denmiştir. Edebiyat ve tarihle iştigal etmiş, bir çok yararlı kitap te'lif etmiştir: Yetımeîü'd-Debr, Fıkhu'I-İMğa, Sibnı'l-Belâga kitaplarından birkaçıdır. Hicri 429 senesinde vefat etmiştir. (Bkz: el-A 'lam, 4/163-164.
[151] İbn Sa'd, Tabakaî, 2/1/18; Hatîb, Tarib, 13/99; İbnu'l-Cevzi, İki, 1/175; Aclûni, Keşf, 2/524 (İbn Adiyy'i kaynak gösteriyor).
[152] Ebû Dâvûd, 2/497 (4245); Hâkim, Müstedrek, 4/433.
[153] Bulıâri, 1/435 (335); Müslim, 1/370 (3-521).
[154] Buhân, 6/57 (2842); Müslim, 2/727 (121-1052).
[155] Ebû Dâvûd (2769); Ahmcd, Müsned, 1/167; Taberani, M. el-Kebir, 19/319; Hâkim, Müstedrek, 4/352; Hatîb, Tarih, 1/387; Buhâri, Tarih, 1/403.
[156] İbn Sa'd, Tabakât, 2/1/88; Taberi, eî-Tefsır, 6/133. Aclûnİ de Kefde (2/531); Ebu'ş Şeyh'in en-Nâsih ve'l-Mensub'â& zikrettiğini kayd etmiş ve şöyle demiştir: "Asken der ki: Bu söz, mecaz ve tevessü (anlam genişliği) üzere söylenmiştir. <Ey süvariler! Bininİ?J> mânâsmdadır. Muhatabın, kasdctüğinİ anlayacağından emin olduğu için böyle kısaltarak söylemiştir."
[157] Zehebî, Mî-yıı (2013); İbn Haccr, Usânıtl-Mkjm, 2/1214. Aclünî de Kefdıt (1/141); Askeri, D eylemi ve Kudâî'ye isnâd ederek, -içinde uydurmacı bulunan bir senedle- Hz. Ali'den rivayet edildiğini zikretmiştir.
[158] Irâkî, îbj'â'mn tahıicinde (2/367) zikretmiş, cl-Hakİm'e isnâd etmiştir.
[159] Aclûnî Keğu'l-Hafâ'da (1/232) berberini zikrederek, İbn Sa'd'rn Yahya b. Yezid es-Şa'dî'den mürsel olarak rivayet ettiğini söylemiştir.
[160] İbnu'l-Cevzî, İki, t/179; Kâdî Iyâd, Şifâ, 1/169; SuyuO, Cm'ul-Cevâm? (9927); Muttaki Hindi, &«ç (21607).
[161] Kabilenin bir alt oymağı.
[162] Sahîh dilde: Ltyse mine 1-birri's styâmufı's sefer şeklindedir.
[163] İs'elanmıâ //'/& Muttaki Hindi, Ken% (3559).
[164] Fctenııî, Tezkire (87); Molla Ali el-Kâri de, el-Exrâmıl~Metftta'â& (246) tahric ederek der ki: nâsı sahihtir, ancak aslı yokrur, îbn Kesİr'in dediği gibi (el-Biclâye ve'n-Nibâye, 2/277).
[165] Buhâri, 3/242; Tirmizi (3765); Ahmed, Müsned, 1/98; Beyhakî, Sünen, 8/5; Hâkim, V120; Abdurrczzâk (20394).
[166] Ebu Nuaym,
[167] Sabit b. Eşlem el-Bünânî, Ebu Muhammed el-Basrî. İbn Ömer, Abdullah b. Muğaffel, Enes ve tabiinden rivayette bulunmuştur. Kendisinden rivayette bulunanlar: Şube, iki Hammâd ve Ma'mer. Îbnü'l-Medînî der ki: Yaklaşık 250 hadisi vardır. Hammâd b. Yezid: "Sâbit'ten daha âbid birini görmedim" der. Şube de: "Her gün bir hatim yapar, bütün yıl oruç tutardı" der. Nesâî, Ahmed ve Iclî onu güvenilir sayar. İbn Uleyyc, 127 senesinde vefat ettiğini söyler (el-Hulâsa, 1/147).
[168] Resûluflah {ştıllatiahu akyhi vesellenı)'<z benzeyen kimseler.
[169] Basriyyûn: Mu'tezile'nin Basra ekolüne mensup olan kelâmcılara verilen genel ad.
[170] Ömer b. Ahmed b. Osman b. Şâhîn, Ebu Hafs. Bağdat ahalisinden vaiz, allâme bir zat. Hadis hafizlanndandtr. Yaklaşık 300 eseri vardır. es-Sünne (Tibyân sahibi bu kitaba Miisned demiştir), et-Tcfsîr (30 cilt), Târihti Esmâi's-Sikât mimmen nukik anburnu'l-ilm, Mit 'cempı 'ş-Şuyûh, el-Ejrâd, Kes/u 'l-Memâ/ik, Nâsİlm '/-Hadis ve-Meıısûimh ve el-Terğıb, kitaplarından bazılarıdır (el-A 'lam, 5/40).
[171] AbduiTahman b- Ebi'z Ziııâd, Abdullah b. Zekvân, el-Medenî, güvenilir ravi. Bağdat'a yerleştikten sonra ezber gücü za}'iflamıştır. 7. tabakadan fakîh bir zatür. Medine'nin haracından sorumluydu, 74 yaşlarında Bağdat'ta vefat etmiştir. (et-Takrîb, 1/479-480)
[172] Mâlik b. Enes b. Mâlik b. Ebi Amir b. Amr b. el-Hâris el-Asbahî, Ebu Abdillah el-Medenî. İslâm büyüklerindendir. Hicret yurdunun imamı. Nâfi', Makberî, Nuaym b. Abdillah, İbnu'l-Münkedir, Muhammed b. Yahya b. Hibbân, İshak b. Abdillah b. Ebi Tallıa, Eyyûb, Zeyd b. Eslcm ve birçoklarından hadis rivayet etmiştir. Ondan da, şeyhlerinden Zührî ve Yahya el-Ensârî hadis rivayet etmiştir. Şâfi' der ki: ''Mâlik, Allah'ın kullan üzerinde bir hüccetidir." İbn Mehdî: "Mâlık'den daha akıllı ve daha takva sahibi birini görmedim" der. İbnu'î-Medİnî, yaklaşık 1000 tane hadis rivayet ettiğini söyler. Buharı de der ki: Rivayet zincirlerinin en sağlamı; Mâlik-Nâfi'-İbn Ömer tarikidir. Mâlik 93 senesinde doğmuş, 179 senesinde vefat etmiştir. Bakî mezarlığına defnedilmışrir (el-Hutâsa, 3/3.
[173] Hişâm b. Urve b. Zübeyr b. Avvâm el-Esedî, Ebu'l-Münzır. Meşhur hadis ravikrindendir. Babası Urve, zevcesi Fâüma bint Münzir, Ebu Seleme ve birçoklarından hadis nvayet etmiştir. Ondan ise Eyyub, İbn Cüreyc, Şube, Ma'mer ve birçokları rivayette bulunmuştur. Ibnu'S-Medînî, 400 civarında hadisinin bulunduğunu; ibn Sa'd, hüccet olduğunu; Ebu Hatim de hadiste imâm olduğunu söyler. Ebu Nuaym, 145 senesinde vefat ettiği kanaatindedir. (ei-Hulâsa, 3/115)
[174] Mizzî der ki: İçinde "Ey Humeyrâ!" ifadesi bulunan her hadis uydurulmuştur; ancak Nesâî'nin rivayet ettiği şu hadis hariç. Zerkcşî, el-Icâbe li-îrâdİ mestedrekethu A.işe aks-sahâbe isimli eserinde Hz Aişe'nm 27. meziyetini sayarken şöyle der: Onun hakkında "Dininizin
yansım Humeyrâ'dan alini" buyruğu vârid olmuştur. Şeyhimiz Hafız tmadüddin İbn Kesİr'e bu konuyu sordum, dedi ki: Şeyhimiz Ebu'l Haccâc el-Mizzî derdi ki: İçinde Humeyrâ lafzı bulunan her hadis uydurmadır; ancak Nesâî'nin senediyle gelen oruç konusundaki hadis ile Ebu Seleme'den yine Nesâî'nin tahric ettiği hadis müstesna. (Bu hadis şudur: Habeşliler Mescid-i Nebevî'ye girip oynamaya başladılar. Hz. Peygamber (sMıiıu alevli vüdkm) bana buyurdu ki: 'Ey Humeyrâ! Onları seyretmek İster misin?" Bunların isnadı sahihtir [(Bkz. el-İcâbe, 61-62; et-Masnû' (211)].
[175] Tabcrî, et-Tefsîr, 1/409; Suyûtî, ed-Diirr, 1/111.
[176] Yenilenme.
[177] Mu'dal: Senedinde peşpeşe iki veya daha fazla ravi atlanmış hadîs
[178] Mürsel: Senedinde ilk râvi arlanmış hadis.
[179] İbn Kesir el-Bidâye ve'/ı-Nibâye'de (2/103) zikretmiştir.
[180] Ahmed, Müsned, 5/34Û; Taberâni, M. el-Kebîr, 6/250; İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-Nibâye, 2/166; Suyûtî, ed-Dürr, 6/31; Heysemî, Mecma', 8/76.
[181] Mülk: Otorite, güç, yetki ve sulta.
[182] İbn Sa'd, Tabakât, 1/70.
[183] Mııâviyc b. Hayde b. Muâviye b. Ka'b el-Kıışeyrî, şahabı. Basra'ya yerleşmiş, Horasan'da vefat etmiştir. Behz b Hakîm'in dedesidir (et-Takrîb, 2/259).
[184] Arafat yakınında bir yer.
[185] Dâvud b. el-Husayn el-Umevî, Ebu Sülej'man el-Medeni, güvenilir ravi, Haricî A görüşte olmakla suçlanmıştır. 6. tabakadandır. 35 senesinde vefat etmiştir {et-Takrîb, 1 1/231).
[186] İbnSa'd, 1/1/100.
[187] Bkz: er-Rapdu'/-Ü/ıi£ 1/208.
[188] Hz. İsmail ve Abdullah b. Abdilmuttalib.
[189] Rabî b. Huscym es-Sevtî, Sa'lebe oğullanndan. Soyu Mudar'a dayanır. Ubeydullah b. ad yönetimi zamanında Kûfe'de ölmüştür (Ibn Sa'd, Tabaka/, 6/219).
[190] Ebu Nuaym, De/âif (127); ibn Sa'd, Tabakât, 1/1/100.
[191] Ebu Nuaym, DetâU 1/58; İbn Hacer, el-Meiâhb (4253); İbn Kesir, el-Bidâye, 2/287.
[192] Buhâıî, 8/609 (4971); Müslim, 1/193 (355-208).
[193] Ebu Nuaym, De/âitl/59; Muttaki Hindi, Km% (34080).
[194] Ebu Nuaym, Delâil(145).
[195] Kan dökülmesi yasak olan haram aylarda yapılan savaşlara Ficâr savaşı denir. Ficâr kelimesi, "kötülük işlemek, günaha girmek" mânâlarına gelir. Mes'ûdî, Araplar arasında dört ficâr savaşı yapıldığını kaydeder.
[196] İbn Sa'd, 1/1/8.
[197] Bu and'a "mlfu'l-fudûr ismi verilmesi hakkında söylenenler: Kuteybî'ye göre: Cürhümîlet* zamanında "Fadî" isminde üç kişi böyle bir yemin yapmışa. Bu yemin de onlannkine benzediği için, Fadl isminin çoğulu olan "Fudûl" ismi verilmiştir. Süheylî ise, Kuteybî'nin bu görüşünü değerlendirerek kendi yorumunu şöyle serd eder: "Bu güzel bir yorumdur! Fakat, hadiste geçen açıklama daha kuvvetlidir: Humevdİ, Süfyan'ın Abdullah b. Muhammed ile Abdurrahman b. Ebi Bekir'den şunu rivayet ettiğini nakleder: Resûlullah (saliallahu aleyhi vûdlcm) buyurdu ki: "Abdullah b. CücVân 'in evindeki and'a ben de katıldım. İslâmiyetîe de böyle bir şeye çağrtlsam, icabet ederdim! Omda fadûlü ehline vermeye ve ^âlimin mazlumdan üstün olmayacağına dair and içtiler." Bana göre (müellif), bu "fudûl" İle ilgili ifadeler bazı râviler tarafından hadise katılmış gibi görünüyor. Bu ifade merju değildir, bu durumda delil olamaz. Bir de htlfu'l-fudûİ ismi konusunda şöyle denir: Misafir kimselere mallarının fudûlüoü (iyisini) çıkarıp verdikleri için böyle tesmiye edilmiştir.
[198] er-Ravdul- Ünüf, 1/156.
[199] Karârît ifadesini Hafız şöyle değerlendirir: Bu kelimenin önündeki bû edaü sebeb bildirir. Dolayısıyla "kırat (dinar veya dirhemin birimi) karşılığında koyunlarım güdüyordum" mânâsı çıkar. Bu edatın zarf olduğu da söylenmiştir; o zaman "Karârît mevkiinde" mânâsına gelir. Ibn Mâce'nin Süvcyd b. Saîd'den; İsmâılî'nin Hassan b. Mubammed'den; bu Üd râvinin de Amr b. Yahya'dan naklettiklerine göre, (metni şeklindedir) Süvcyd b. Saîd, buradaki bi'l-karorîî ifadesini, "her koyunu bir biat karşılığında otlatıyordum" diye tefsir eder. İmâm Ebu İshâk el-Harbî, Karârît kelimesinin Mekke'de bir yer ismi olduğunu; gümüş para birimi olan kırat'ı kasdetmediğini söyler. İbnü'l-Cevzî de bu açiklama)i -Ibn Nâsır'a uyarak- yerinde bulur ve Süveyd'in yorumunu bir hata olarak görür. Fakat birinci görüş, yani "kırar karşılığında" yorumu tercih edilir. Çünkü Mekke halkı, Karârît diye bir yer tanımazlar. Bazı kimseler de, başka bir rivayet olan "Be/2 de Ecyâd mevkiinde koyun gütmüşken peygamber olarak gönderildim " sözünün Süveyd'm te'viline reddiye olduğunu; bir de kendi ailesine ücret karşılığında bu işi yapmayacağına göre, bir sözünde Ecyâd'ı bir sözünde de Karârît mevkiim kasdettiğini ileri sürmüşlerdir. Fakat bu makul bir reddiye değildir. Şöyle ki; ailesine ücretsiz, diğerlerine ücret karşılığında bunu yapmasına bir mâni yoktur. "Ehlim" lafzı ile de Mekke ehlim kasdetmiştir. Bu durumda iki hadisteki "ehl" kelimesinden kasdedilen mânâ aynı olur. Hadisin birinde ücreti, diğerinde de mekânı açıklamış demektir, iki hadis arasında çelişki yoktur. Bazıları da "O zamanlar, Araplar arasında kırat (çoğulu: Karârît) diye tanınan bir para yoktu. Hatta sahih bîr hadiste <Kırat diye bir şeyin oralarda kullanıldığı topraklan fethedeceksiniz buyrulmuştur" derler. Bana göre (müellif), en iyi te'vil, İmâm Buhâri'nin anladığı "ücret" mânâsıdır. Onun için Buhâri hazretleri, bu hadise SaM/nnin "Icârc" bölümünde yer vermiştir.
[200] Buhâri, 3/116; îbn Mâcc (2149); Beyhaki, Sünen, 6/118; Ebu Nuaym, Delâil, 1/55.
[201] Buhâri, 4/191 ; Müslim, 3/1621 (163-2050); Ahmed, Müsned, İ/326.
[202] Ahmed, Müsned, 3/96; îbn Sa'd, Tabakaî, 1/1/80; İbnü'l-Mübârek, e^-Zühd (415).
[203] Ta'zir: Hâkimin takdirine bırakılmış, sopa, sürgün vb. cezalar.
[204] Nufeyse bint Münyc, Ya'Iâ'mn kızkardeşi. Ebu Ömer (bin Abdilberr), onun kadın sahabi olduğunu, hadis rivayet ettiğini söyler. Nufeyse, Hz. Hatice ile Hz. Peygamber !bWuHJfcm) arasında aracılık yapıp, evlenmelerine vesile olan kadındır (ei-hâbe, 8/2).
[205] Bu zar, Hîiistiyandı. Kutsal kitaplaıı araştırmış ve bir çok bilgiler elde etmişti.
[206] Bir ukye, 40 dirhem olduğuna göre toplamı 500 şer'î dirhem olur.
[207] Buraya hatim denilmesinin sebebi şudur: İnsanlar bu bölgede çok kalabalık olur, neredeyse birbirini çiğneyecek hale gelirlerdi. Veya tavaf esnasında burada elbise çıkarıldığı için bu isim verilmiştir.
[208] Belden aşağısını örten elbise.
[209] Buhârî, 3/513 (1582) ; Müslim, 1/268 (340-76).
[210] Buhâıî, 6/632 (352).
[211] Âmâlık: Bunlar, Imlâk'm (îmlîk de denk) neslidir: Imlîk b. Lâvez b. Sânı b. Nuh.
[212] er-Rapdu'f-Ünüf, 1/401; el-Bidâye ve'n-Nibâye, 2/191.
[213] Buhârî. kitâbu menaktbVl-Tinsâr^ 7/\16.
[214] Buhârî, kitâbu mmakıbi'l-Ensâr, 7/176 (3826).
[215] Buhârî, kitâbu menakıbi'l-Ensâr, 7/176 (3827).
[216] Bkz: et-Bidâye ve'ıı-Nihâye, 2/243.
[217] Ahmed, Af«w«/, î/190.
[218] Hâkim, Müstedrek, 3/217.
[219] Muttaki Hmdî, Kent^'l-Ummâl, (37860).
[220] Suyûtî, ei-Leâlî, 1/100; Muttaki Hmdî, Ken^u'l-Ummâl, (34071-34072).
[221] Zehebî'ye göre, ta'dilin 4. mertebesi. Böyle bir ravinin rivayet ettiği hadis, itibar için alınır.
[222] Hâfiz İbn Hacer'e gorc, ta'dilin 6. mertebesi. Böyle bir ravinin rivayet ettiği hadis, itibar için alınır.
[223] Şimdiki Filistin'de bir şehir. Hz. Peygamber'in { orada vefat etmiştir.
[224] Resul: Kendisine kitap ve şeriat indirilen peygamber.
[225] Er –Ravd, 1/240.
[226] Buhân, 6/100; Tirmizî (3223); İhı Mâce (194).
[227] Başka bir nüshada "el-Hâfiz" şeklinde geçmiştir.
[228] Müslim, 4/1750 (124-2229).
[229] Muttaki Hindi, Ken^ı'l-Ummâl, (17674); îbnu'I-Cevzî, Zâdü'I-Mesîr, 4/389.
[230] Sevâd b. Kârib ed-Devsî (veya es-Sedûsî). Buhârî, Ebû Hatim, Bcrzencî ve ' Darekutnî, onun sahabe olduğunu söyler, (el-îsâbe, 3/148).
[231] Er-Ravd , 1/243.
[232] İbn Hışâm, es-Sîre, 1/243.
[233] er-Ravdu'l-Ünüf, 1/243.
[234] Beyhakî der ki: Sıhhat yönünden "Mekke" olması daha uygundur.
[235] er-Eavdu't-Üniif, 1/244.
[236] Buradaki "zerih" kelimesinden kesilen dananın kasdedildiği de söylenmiştir.
[237] İnsan veya şeytan ismi.
[238] Adiy b. Hatim b. Abdillah b. Saîd b. Haşrec b. İmnü'1-Kays b. Adiy ef-Tâî el-Cevâd ıbnü'l-Cevâd. Hicretin 7. senesinde, bir heyetle Medine'ye gelerek müslüman olmuştur. Denir ki: Medine'ye geldiğinde, Hz. Peygamber (eaDAhu tfojti \edtan), kendi minderini alıp, otursun diye ona vermişti. Araplar irtidad edince, Adiy, kavmiyle birlikte İslâm üzere sebat etmiştir. Medâin'in fethine ve Hz. Ali'nin savaşlarına katılmıştır. Hz. Ebu Bekir'e ilk zekât verenler, Adiy ve kavmidir. Cemel günü bir gözünü kaybetti. 120 sene yaşadı. İbn Sa'd'a göre, H. 68 senesinde vefat etmiştir (Bkz: el-Hulâsa, 2/223-224).
[239] Recep ayında, putlara kurban edilen koyun.
[240] Ebû Nuaym, Delâil, 1/33; Heysemî, Mecma\ 8/248.
[241] Hureym b. Fâûk el-Esedî, Ebû Yahya. Aslında tam nesebi şöyledir: Hureym b. el-Ahram b. Şeddad b. Arar b. Fâîîk, büyük dedesine nisbetle ismi "İbn Fâtik" diye kısaltılmıştır. Şahabıdır. Hudeybiye biaüna katılmıştır. Bedir'de öldüğünü bildiren rivayet sahih değildir. Muâviye'nin hilafeti zamanında, Rakka'da vefat etmiştir. {et-Takrîb, 1/223)
[242] Taberânî, M, el-Kebir, 4/251; Ebû Nuaym, De/âil, 1/31; Heysemî, Mecma\ 8/252; Muttaki Hindi, Ksa^'l-Ummâl, (18980-37042).
[243] Taberânî, M, el-Kebir, 4/252; Hâkim, Müstednk, 3/621; Heysemî, Mecma', 8/251; Muttaki Hindî, Ken^ul-Ummâl, (18980-37041).
[244] Ebû Nuaym, M//, 1/30; İbn Kesir, et-Bidâye, 2/348.
[245] Buhâıi 6/652 (3547).
[246] Aliyyü'1-Kârî, el-Esrâm'l-Merfûdfa (808) bunu zikretmiş, Îbnu'l-Cevzî de buradan naklederek uydurma olduğuna karar vermiştir. İbnu'l-Cevzî şöyle der: Yahya (akyhissdaoı) hakkındaki "Biz ona çocukken hükmü verdik" (Meryem, 12) ve Yusuf (alcyhissdam)
hakkındaki "Biz ona, <Bu yaptıklarını sen onlara haber vereceksin> diye vabyettik" (Yusuf, 15) âyetleri bu hadise aykırıdır. Mevcud olduğunu varsaysak bile, "gâlib olan böyledir" denilebilir. Aynca; bu hadisi Aclûnî, Kesfıı'l-HafSĞz (2/271), Suyûtt de Müniesirdâa, (139) uydurmalar arasında zikretmiştir.
[247] Müslim, 2/819 (197-1162).
[248] Ahmed, Müsmd, 4/107; Heysemî, Mecma', 1/197; Suyûtî, el-Câmiu'l-Kebîr (4536).
[249] Buhâri, 8/585 (4953).
[250] Müslim, 4/1782 (2-2277); Ahmcd, Müsgüd, 5/89-95.
[251] Ali b. Muhammed b İbrahim es-Sîhî Alâüddin. Hâzin diye bilinil-. Tefsir ve hadis Şafii fukahasmdandır. Aslen Bağdatlıdır. Bit müddet Dımaşk'ta ikamet etmiştir.
atiyye medresesinde kütüphaneciydi. Halep'te vefat etmiştir. Tasnif ettiği bir çok eseri vatdır. Hâ^tı Tefsiri diye bilinen Lübâbü't-Te'vîlft meâni't-Ten^l, Şafiî furuuna dair UddetiV!-Ahkâmfişerhi Umdeii'l-Ahkâm eserlerinden birkaçıdır. H.741 yılında vefat etmiştir (el-A'lâm,5/5)
[252]Abdurrahman b. İsmail b. İbrahim el-Makdisî ed-Dimaşkî, Ebu'l-Kâsım, Şihâbüddin, Ebu Şâme. Tarihçi, muhaddİs, araşttrrnaci. Aslen Kudüs'lüdür. Şam'da doğdu. Orada yaşayıp yine orada vefal etti. Oradaki Eşrefiye Daru'l-Hadİs meşihatına tayin edildi. Kitabu'r-KavdateynJîAbbâri'd-Devkteyn: es-Salahiyye ve'n-Nûriyye, Muhtasaru Târihi İbni Asâkir (5 cilt), el-Mürşidii'l-Ved^ ilâ Ülûmiıı îeteallaku bi'l-Kitâbi'l-A^ eserlerinden birkaçıdır. Bütün kitaplarını ve musannefaünı Şam'daki Adiliye kütüphanesine bağışladı. Orada çıkan yangın çoğunu yakmıştır. Ebû Şâme lakabını alması, sol kaşının üstündeki büyük bir ben'den dolayıdır. H. 665 senesinde vefat etmiştir {el-A 'lam, 3/299).
[253] Müslim, 1/554 (254-806).
[254] Münzirı, et-Terğîb, 5/157 (112). Hasen bir isnadla Taberânî'ye nisbet etmiştir.
[255] Namus, "sır saklayan, su sahibi" anlamına gelmektedir.
[256] Buhârî,l/30(3).
[257] Ninova: Musul şehrinin yakınlarında harap bir belde. Bazı kalıntıları mevcuttur. Yunus ve Cercis ({ikyhimessdam) orada yaşamışlardı.
[258] Bkz: er-Ravdü'1-Ünüf, 1/217-218; el-Bidâje ve'n-Nihâye, 3/11.