9. Bölüm Kur'ân (Vahiy) Nasıl İndirildi?
10. Bölüm Vahyin Şiddeti Ve Ağırlığı
13. Bölüm Vahiy, Nebî, Resul, Nübüvvet Ve Risâlet Terimlerinin Mânâları
14. Bolüm Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Ve Getirdiği Mesajın Temsili
15. Bölüm Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Vesellem) İle Ondan Önceki Peygamberlerin Temsili
16. Bölüm Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'in Peygamber Yazıldığı Vakit
17. Bölüm Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'in Risâletinin Vahşi Hayvanlara Bildirilmesi
BÎ'SETTEN SONRASI =RESULULLAH (SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM)'İN PEYGAMBERLİĞİNDEN SONRA GERÇEKLEŞEN
1. Bölüm Hz. Cibril'in Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'E Abdesti Ve Namazı Öğretmesi
3. Bölüm Sahabeden İlk Müslüman Olanlar Hz. Ali Ve Zeyd B. Hârise'nin Önceliği
4. Bölüm Ebu Zer Ve Kardeşi Enîs'in Müslüman Olma Hikâyeleri
8. Bölüm Hamza b. Abdilmuttalib'in Müslüman Oluşu
15. Bölüm Müşriklerin Mustazaf (Ezilen) Müslümanlara Yaptıkları Eziyet Ve İşkenceler
17. Bölüm Ömer b. Hattab'ın Müslüman Oluşu
19. Bölüm Habeşistan'dan Gelenlerin Geri Dönmesi Ve Habeşistan'a İkinci Hicret
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhî Vesellem)'in Necâşi'ye Mektubu
20. Bölüm Hz. Ebu Bekir'in Habeşistan'a Ve Medine'ye Hicret Etmeyi Tasarlaması
21. Bölüm Zalim Boykot Sayfasının Yırtılması
22. Bölüm Tufeyl b. Amr Ed-Devsî'nin Müslüman Oluşu
23. Bölüm Ebu Cehil'in Develerini Gasp Ettiği İrâşî Ve Zebîdî'nin Hikâyeleri
24. Bölüm Müslüman Olan Hıristiyan Heyeti
25. Bölüm Abese Sûresi'nin İlk Âyetlerinin Nüzul Sebebi
26. Bölüm Kâfirûn Sûresi'nin Nüzul Sebebi
27. Bölüm Rûm Sûresi'nin Başındaki Âyetlerin Nüzul Sebebi
29. Bölüm Hz. Hatice (Radiyallahu Anhâ)'Nın Vefatı
31. Bolüm Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'in Tâif Yolculuğu
32. Bolüm Cinlerin Müslüman Oluşu
34. Bolüm Resûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) İle Alay Edenlerin Kötü Akıbetleri
meseleyi kullarına iletmeyi murad ettiği zaman, onun öncesinde eğitim ve
hazırlık yaptırır. Hz. Peygamber (sallalaluıalq'hıv^dem)'in gördüğü sâdık
rüyalar yalnızlık ve tefekkür sevgisi bu mesabededir. Melek ona, alışılmışın
dışında ve normalin üstünde bir tarzda, ansızın gelince beşerî tabiatı ondan
ürkmüş ve bundan korkuya kapılmıştır. Ayrıca bu durumda düşünmeye de imkân
bulamamıştır. Zira nübüvvet, beşerî tabiatların , tümünü izale etmez. Öyleyse,
alışık olmadığı bir şeyden korkup ürkmesine şaşmamak gerekir. Bundan dolayı,
ülfet ve ünsiyet ettiği ailesine dönüp başına gelenleri haber vermiştir. Hz.
Hatice de onun yüce ahlâkını ve güzel gidişatını hatırlatarak onu teskin etmiştir.
Varaka'nın doğruluğunu, marifetini, eski kitapları okuduğunu yakinen bildiği
içinde Hz, Peygamber (saHaMıu alej'Iıi vesdlem)'i ona götürmeyi istemiştir.
Varaka da o sözleri işitince, hak olduğuna inanmış ve itiraf etmiştir.
20. Varaka'nın nesebi şöyledir; İbn Nevfel b. Esed b. Abdiluzzâ b. Kusay el-Kureşî el-Esedî. Hz. Hatice'nin amcazadesi. Taberî, Bağavî, İbn Nâfi, İbn Seken ve başkaları, onu sahabe içinde zikretmiştir.
Yûnus b. Bükeyr'in, tabiûnun büyüklerinden olan Ebu Mey sere Amı: b. Şurahbîl'den rivayet ettiğine göre, Varaka Resülullah (saüaliahualq:hi\'csdlem)'e şöyle demişti: "Müjdelerim, müjdelerim ve şehadet ederim ki, sen, İsa'nın müjdelediği peygambersin! Bu Nâmus-u Ekber, Hz. Musa'ya inen melektir. Sen, Allah tarafından gönderilmiş bir peygambersin...." Bu hadisin devamında, Varaka vefat ettiğinde Resûl-i Ekrem (saM-dıu aleyhi vcseüem)'in şöyle dediği yer alır: "O rahibi Cennette gördüm, ürerinde ipekten elbiseler vardî. Çünkü o, bana İman etti ve beni tasdik etti."[1]
Zübeyr b. Bekkâr'ın Urve b. Zübeyr'den -ceyyid bir senedle- rivayet ettiği şu hadis yukandakini desteklemektedir: Bilâl, Cumah oğullarının kölesi idi. Onu kızgın kumlara yatırıp müşrik olması için işkence yapıyorlardı. O ise "Ahad, ahad! (Allah bir!)" diyordu. Bir gün yine o haldeyken Varaka uğradı. Şöyle dedi: "Ahad, ahad, ey Bilâl! Eğer onu öldürürseniz çok özlem çekeceğim!" Bu mürsel hadis, Varaka'nın -Bilâl'ın da müslüman olduğu- İslam daveti zamanına yetiştiğine işaret ediyor.
Hafız (İbn Hacer) der ki: Bu mürsel rivayet, Hz. Âişc hadisiyle, "Çok geçmeden Varaka öldü" ibaresi, "henüz İslam yayılmadan ve Hz. Peygamber (saMdıudeyhiveseIlem)'e cihad emri verilmeden önce öldü" şeklinde yorumlanarak telif edilebilir.
İbn Âiz'in İbn Abbas'tan rivayet ettiği, Varaka'nın Hıristiyanlık üzere öldüğünü ifade eden hadis bunu zedelemez. Çünkü o hadisin rivayet zincirinde zayıf bit râvi olan Osman b. Atâ vardır.
İmâm Ahmed'in hasen bir senedle Hz. Aişe'den rivayet ettiğine göre, \\z. Hatice, Resülullah (saHlahu aleyhi veselkm)'e Varaka hakkında sorunca, o söyle buyurdu: "Qnu gördüm. Ürerinde de beya% bir elbise vardı. Şu kanıdayım: Eğer Cehennem ehlinden olsaydı, ürerinde beya-y bir elbise olmamdı."[2]
Ebû Ya'lâ'nın hasen bir senedle Câbir b. Abdillah (tadiyaBahu anh)'dan rivayet ettiğine göre, Resülullah (saüallalıualeyhivesdlem)'e Varaka sorulunca şöyle buyurdu: "Onu Cennette gördüm; ürerinde ipekten elbiseler vardı."[3]
Bezzâr ve İbn Asâkir'in ceyyid bk isnadla Hz. Aişe'den rivayet ettiğine göre, Resülullah (saMahu aleyhi veseEem) şöyle buyurmuştur: 'Varakaya sövmeyin! Ben onun bir veya iki Cenneti olduğunu gördüm.[4]
Allah Teâlâ şöyle buyurur: kendisinde Kur'ân indirilen aydır." (Bakara, 185) onu Kadir Gecesi'nde indirdik." (Kadr, 1) Ramazan ayı, "Biz İbn Abbas (radiyallahu anlıuma) şöyle der: Kur'ân-ı Kerim "Zikir" makamından ayrılarak Cibril'e verildi. Hz. Cibril onu, Kadir Gecesi'nde bir bütün olarak dünya semasındaki "Beytu'l-İzze"ye koydu. Allah Teâlâ onu, kullarının sözlerine ve fiillerine cevap mahiyetinde, 20 senelik bir süreç içerisinde Resulü (saDaMıuidcj'hivesdlemJ'e indiriyordu.
Biz onu, Kur'ân olarak, insanlara dura'dura okuyasın diye (âyet âyet, sûre sûre) ayırdık; yine onu peyderpey indirdik." (İsrâ, 106)
İbn Abbas'm bu yorumunu, el-Hâkim ve Beyhakî, Saîd b. Cübeyr tarikinden; Nesâî, İbn Ebi Hatim, el-Hâkim ve Beyhakî başka bir tarikten-Taberânî, Bezzâr ve İbn Ebi Şeybe farklı tariklerden rivayet etmişlerdir.
Zerkeşî e/-Burban'da, Şeyh (Suyûtî) de ef-îfkân'da., bu yaklaşımın en doğru ve en meşhur görüş olduğunu kaydeder. Hafız da ei-Peth'&e., bunun sahih ve mutemed olduğunu ifade eder.
Şöyle bir görüş de mevcuttur: Kur'ân, dünya semâsına 20 veya 23 yahut 25. Kadir Gecesi'nde inmiştir. Her gecede de, Allah'ın bir sene boyunca inmesini takdir ettiği miktar indirilmiştir. Sonra da parça parça bir sene zarfında Resûl-i Ekrem (saMahualq'hivcsellem)'e indirilmiştir.
ŞÖyle de denir: Kadir Gecesi'nde inzali başladı. Sonra parça parça muhtelif zamanlarda indi.
Kimilerinin İddiası da şöyledir: Levh-i Mahfuz'dan bütün olarak indirildi. Hafaza melekleri onu Cibril'e 20 gecede indirdi. Hz. Cibril de Hz. Peygamber (sJaflahudcylıive;dlemye 20 sene zarfında indirdi.
1. Kur'ân-ı Kerİm'in toptan semâya indirilmesindeki sır, onun ve kendisine indirilen kimsenin (saMtahualej-hiveseEcm) şanını yüceltmektir. Bu, yedi kat göklerde bulunanlara, bu kitabın; ümmetlerin en şereflisine gönderilen son peygambere indirilen, son kitap olduğunu bildirmek içindir.
Eğer ilahi hikmet, bunun olaylara göre parça parça indirilmesini ger ek tir s ey di, bu durumda, daha önceki kitaplar gibi yeryüzüne toptan indirilirdi. Fakat Allah, Kur'ân ile diğer kitaplar arasında bir farklılık kıldı ve onun için iki durum var etti: Önce toptan indirilmesi, sonra da kendisine kitap indirilen kimsenin şerefine binaen parça parça indirilmesi. Bu hususu Ebu Şâme zikretmiştir.
Hakîm et-Tirmizî der İd: Kur'ân'm dünya semasına bir defada toptan İndirilmesi, Hz. Peygamber (sallal!alıuale}'hivesdlcm)'in bi'seti vesilesiyle ümmetin bundan açık bir pay alacağını kabul etmek demektir. Şöyle ki; onun peygamber olarak gönderilmesi kuşkusuz bir rahmettir. Kapının açılmasıyla ne zaman ki rahmet çıktı, işte o zaman Muhammed, Kur'ân'ı getirdi. Dünya sınırına girmesi için de oradaki Beytü'l-Izze'ye konuldu. Nübüvvet Muhammed'in kalbine yerleştirildi ve Hz. Cibril, önce risaleti, sonra da vahyi getirdi. Böylece Allah Teâlâ, bu ümmete ayırdığı pay olan rahmeti onlara teslim etmeyi murad etti.
İmâm Ebu'l-Hasen es-Sehâvî, Cemâlü'l-Kur'ân adlı^ eserinde şöyle der: Kur'ân'm semâya toptan indirilmesinde, Adem oğullarının sereflendirilmesi, onların melekler nazarmdakı şanlarının }Tjceltİlmesİ ve Allah'ın onlara inayeti ile rahmetini bildirmesi maksatları vardır. İşte bu gayeden dolayı Allah Teala, yetmiş bin meleğe, En'âm sûresini teşyi' etmelerini emretmiştir. Sefere-i kiram meleklerine onu yazdırmayı Hz. Cibril'e emretmesi, istinsah ettirmesi ve tilavet etmesi de bu ince noktaya eklenmiştir.
Sehâvİ şöyle devam eder: Bu hususta bizim peygamberimiz ile Hz. Musa bir tutulmuş, ezberlesin diye parça parça indirilişi yönüyle de peygamberimiz üstün kılınmıştır,
2. Ebu Şâme (rahımchıJah) şöyle der: Zahir olan şudur ki, Kur'ân, dünya semasına nübüvvetinin zuhurundan önce indirilmiş tir. Ayrıca sonra olması da muhtemeldir.
Şeyh Suyûtî (riumehullah) der ki: Zahir olan, ikinci görüştür. Diğer taraftan İbn Abbas'tan gelen haberlerin siyakı bu hususu açıkça ifade eder.
Hafız (İbn Haccr) der ki: Ahmed ve [es-Şuab'di) Beyhakî'nin, Vâsıla b. cl-Aska'dan rivayet ettiklerine göre, Resûlullah (sdMahu aleyhi veseüem) şöyle buyurmuştur: "Tevrat Rama-van'ın altısında, incil on üçünde, Zebur on seklinde indirildi. Cenâb-ı Allah Kur'ân'ı da Rama^anhnyirmi dördünde indirdi." [5] Bir rivayet te şöyledir: "İbrahim'e suhujRamazan 'in ilk gecesinde indirildi."
Hafız (İbn Hacer) şöyle devam eder: Bu hadis, Bakara sûresi 185. âyet "Ramazan ayı ki, Kur'ân o ayda indirildi" ile Kadir sûresinin 1. âyeti "Biz onu Kadir gecesinde indirdik"e mutabıktır..Yani o senede Kadir gecesinin, 24. geceye tevafuk etmesi muhtemeldir. İşte o gece dünya semasına topluca indirilmiş, sonra da yirmi dördünün gündüzünde yeryüzüne Ikra sûresinin ilk âyetleri indirilmiştir.
Şeyh Suyûtî (ralıimeluıHalı) der ki: Buna karşılık, Rcbıülevvel ayında peygamber gönderildiğine dair görüş, karışıklığa meydan vermektedir. Buna da şöyle cevap verilir: Önce doğduğu ayda (Rebiülevvel ayında) rüya yoluyla nübüvvet verildi. Sonra da ona uyanıkken vahiy indirildi. Bu değerlendirmeyi Beyhakî ve başkaları zikreder.
3. Ebu Şâme der ki: "Parça parça indirilme sindeki sır nedir? Diğer kitaplar gibi topluca indirilemez miydi?" diye bir suâl sorulursa, deriz ki bu, cevabını Allah Teâlâ'nın üstlendiği bir sorudur:
"Küfredenler <Kur'ân ona topluca indirilmeli değil miydi?^ dediler." (Türkân, 32) Allah Teâlâ buna şöyle cevap vermiştir: "Biz onu senin kalbine İyice yerleştirmek İçin böyle (parça parça) indirdik ve onu tane tane (ayırarak) okuduk"
Yani "kalbini güçlendirmek için" böyle indirdik. Zira vahiy, her hâdisede yenilenirse, kalbi daha çok kuvvetlendirir ve indirilene özen göstermek bakımından daha uygun olur. işte bu da meleğin çok İnmesini, ahdin ve Cenâb-l Aziz tarafından gelen mesajın tazelenmesi neticesini doğurur. Böylece Resûl-i Ekrem (saHahu aleyhi vesdlem)'in sevinci, tarif edilemeyecek derecede artıyordu. Ramazan ayında Cibril ile daha çok görüştüğünden dolayı daha İyi oluyordu. Şöyle de denmiştir: "Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle (parça parça) indirdik" ifadesinin mânâsı, "Sana ezberletelim diye" şeklindedir. Zira Resûlullah (sdlaHahu aleyhi vcsellem), ümmî idî; okuma ve yazma bilmiyordu. Bu yüzden Kur'ân ona parça parça indirildi ki, ezberleyebilsin. Diğer nebiler böyle değildir; onlar okuma-yazma bildikleri için hepsini birden okuyarak ezberleme imkânları vardır.
Başkaları da şöyle der: Bir defada inmemiştir; çünkü onda nâsih ve mensuh âyetler vardır. Bu nesh olayı, ancak parça parça inenlerde gerçekleşebilir. Kur'ân'da bazı sorulara cevap olan, herhangi bir söz veya fiile tepki içeren âyetler vardır. Bu durum, ibn Abbas'm şu sözünde geçmişti: "Cibril, onu kulların sözlerine ve amellerine cevap olarak (ihtiyaçlara uygun olarak) indirdi".
İbn Abbas, şu âyeti de yukarıdaki görüşüne göre tefsir etmiştir: "Onların sana karşı getirdikleri hiçbir temsil yoktur ki, (onun karşılığında) sana doğrusunu ve daha açığını getirmeyelim." (Furkan, 33)
Netice olarak bu âyet, Kur'ân'm parça parça indirilmesinde iki hikmetin bulunduğunu ihtiva eder.
4. Isfahanı der ki: Ehl-i sünnet ve'1-cemaat âlimleri, Allah Teâlâ'nın kelâmının müneşgel (tenkil edilmiş) olduğunda ittifak halindedir, ln^âl kavramında ise ihtilaf vardır. Kimi şöyle der: Inzâl, açıktan okumaktır. Kimi de şöyle der: Allah Teâlâ, kelâmını Cibril'e, semânın yüksek bir yerindeyken ilham etmiş ve ona okuyuşunu öğretmiştir. Cibril daha sonra onu yeryüzüne inerek ulaştırmıştır.
Tenzilde ise iki tarz vardır: 'birincisine göre; Hz. Peygamber (saHahu aleyhi vadem), beşeriyet suretinden sıyrılarak melekiyet suretine geçmiş ve Hz. Cibril'den onu almıştır.
İkincisinde; melek, beşeriyet suretine geçer, Hz. Peygamber (saUahu aleyhi vescDem) de ondan vahyi alur.
Birincisi, iki durumdan en zor olanıdır.
Hafız (İbn Hacer) der ki: Konuşan ile dinleyen arasında bir münasebet kurulması, yaygınlık kazanmış bir durumdur. Bu husus, ya dinleyen kimsenin ruhani galebe ile konuşanın vasfına bürünmesidir ki bu birinci tarzdır; ya da konuşanın, dinleyen kimsenin vasfına bürünmesidir. Bu da ikinci nevidir. Şüphesiz birincisi daha zor ve çetindir.
Tîbî der ki: Herhalde Kur'ân'm Resul (sallaHıualeyhiveselem)'e inişi, meleğin Allah'tan rûhânîyetle vahyi alması veya Levh-i mahfuz'dan ezberlemesi ve onu Resul (salla]lalıualcyİTİvesellan)'e İndirip ükâ etmesi şeklinde gerçekleşir.
Kutbuddın er-Râzî, Keşşaf haşiyelerinde şöyle der: In-çâl, lügat bakımından barındırmak, bir şeyi yüksekten alçağa hareket ettirmek mânâlarına gelir. Bu ikisi de kelâmda gerçekleşmez. Bu hususta inzal kavramı mecazi mânâda kullanılır. "Kur'ân, Allah Teâlâ'nın zâtiyla kâim bir mânâdır" diyenlere göre onun inzali, bu mânâya delalet eden kelimeler ve harfler yaratıp onları Levh-i mahfuz'a yerle sürmesidir. Bu mânâ, iki lügavi mânâdan birincisine göre alınmış olduğu için uygundur, inzalden kastın, Levh-i mahfuz'a yerleştirdikten sonra dünya semasına yerleştirin ek olması da mümkündür. Bu da ikinci mânâya uygundur. Peygamberlere kitap inzal edilmesinden kasıt da, meleğin Allah'tan, rûhânîyetle vahyi alması veya Levh-i mahfuz'dan ezberlemesi ve onu indirip peygamberlere ükâ etmesidir.
Şeyh Suyutî (cdıimehuSah) FeAm^sında şöyle der: Şeyhimiz allâme Muhyiddin el-Kâfıyecî'ye ruhanî telakkufun (iletişimin) mahiyetini sordum; "Keyfiyeti yoktur" dedi.
Beyhakî (olıimehiah), "Biz, onu Kadir gecesinde indirdik" âyeti hakkında şöyle der: jAllah daha doğrusunu bilir- bu âyet şu mânâya gelir: Biz, onu meleğe duvurduk, kavrattık ve işittiği şekliyle indirdik. Bu durumda melek, onu yutandan aşağıya taşımış olur.
Ebu Şâme der ki: Bu mânâ, Kur'ân'a veya ondan herhangi bir şeye izafe edilmiş bütün inzal lafızlarında ortak olan mânâdır. Kur'ân'ın ezelî olduğuna ve onun, Allah'ın zâtıyla kâim bir sıfat olduğuna inanan ehl-i sünnet âlimleri bu mânâya ihtiyaç duyar. merfu
Şeyh Suyutî (rahimehuHah) der ki: Taberânî'nin Nevvâs b. Sem'ân'dan rfu olarak tahric ettiği şu hadis, Hz. Cibril'in Allah Teâlâ'dan işiterek 'ân' Kur'ân'ı aldığı görüşünü destekler: "Allah, bir vahiy konuştuğu %aman, Allah korkusundan dolayı semâyı şiddetli bir sarsıntı alır. Semâ ehli bunu duyunca korkup secdeye kapanırlar. Başını ilk kaldıran Cibril olur. Allah, ona dilediğini söyler. O bu vahiyle meleklerin yanından geçerken "Rabbimi^ ne dedi?" diye sorarlar. O da "Hakkı söyledi" der ve onu emrolunduğu yere ulaştmr."[6]
İbn Murdeveyh, İbn Mes'ûd'dan merfu olarak şu hadisi tahric eder: ''Allah Teâlâ, bir vahiy söylediği -^aman, semâ ehli dü-y_ bir kaya ü-yerinde hareket eden vğncir sesi gibi bir ses duyarlar. Bundan korkuya kapılırlar ve kıyamet koptuğum/ düşünürler... "Devamı yukarıdaki gibidir. Hadisin aslı Sahİh'tediı.[7]
İmâm altâme Şihabüddin Muhammed b. Ahmcd b. Halil el-Hûlî (ıaiıimehulklı) şöyle der: Inzâl olunan Allah kelâmı, iki türlüdür: Birincisi: Allah Tcâlâ'nın Cibril'e "Gönderildiğin peygambere de ki; <Allah, şöyle şöyle yapmanı, şunları emretmeni buyuruyor> der. Cibril, Rabbinin kelâmını anlar, peygambere inerek söylenileni aktarır. Fakat bu ifade duyduğunun aynısı olmayabilir. Bu şuna benzer: Bir hükümdar, güvendiği birine "Filana de ki: Hükümdar sana diyor İd: <Hizmettc gayret et ve ordunu savaş için hazırla! > der. Elçi bu sözü ''Hükümdar sana <Hizmetimde gevşeme ve ordunun dağılmasına müsaade etme. Onları savaşa teşvik et> şeklinde söylerse, bu mesajı ulaştırmada o kimseye yalancılık ve kusur isnad edilemez.
Diğer bir kısım da şudur: Allah Teâlâ, Cibril'e "Bu yazıyı peygambere oku!" der. Cibril, Allah Teâlâ'nm kelâmını değiştirmeden indirir. Bu da şuna benzer: Bir kral, ferman yazar ve onu eminine teslim eder. Ona "Bunu filana oku!" der. Elçi bunun harfini de, kelimesini de değiştirmez.
Şeyh Suyutî fınlıimelıuDalı) der ki: Kuf'ân, ikinci kısımdır; birinci kısım da sünnettir. Hz. Cibril'in Kur'ân'ı indirdiği gibi sünneti de indirdiği vâriddir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: indireceğiz." (Müzzemmil, 5) Biz sana ağır bir söz
Zeyd bin Sabit anlatıyor: "Bir vahiy hali zuhur etmişti. Resulün (s aleyhi vesdlem) dİzî benim uyluğumun üzerine değecek şekildeydi; öylesine ağırlık hissediyordum ki uyluk kemiğimin kırılacağından korktum." Buharı ile Müslim rivayet etmiştir'.[8]
Hz. Aişe anlatıyor: "Resûlullah (sall^u aleyhi vesdlem)'e devesinin üzerinde iken vahiy geldiğinde, onun boynuna sıkıca yapışır ve vahiy hah geçene kadar kıpırdayamazdı." İmâm Ahmed, Abd b. Humeyd, İbn-i Cerîr ve [sahih addederek) el-Hâkim rivayet etmiştir.
Ebu Ervâ ed-Devsî (racHahu aoh) anlatıyor: "Devesi üzerinde bulunduğu esnada Resûlullah (sallalklıu aieyhi vEsdkmj'e vahyin geldiğine şahit oldum; devenin bacaklarının öylesine eğilip büküldüğünü gördüm ki kırılacağından endişelendim; bu sırada deve inilti içinde böğürmekteydi. Bazen çöküyor ve bazen da ayağa kalktığında bacakları toprağa çakılmış . direklerin halini andırıyordu; vahyin ağırlığı sebebiyle ortaya çıkan bu hal, onun kesilmesine kadar sürdü. Bu olay sırasında o (sallaüahualejlıivesdem), inci taneleri gibi terler döküyordu" İbn-i Sa'd rivayet etmiştir.
Ubâde b. Sâmit (radiyaflahu anh)'dan rivayet edildiğine göre, "Resûlullah (sJJahu aleyhi veselem) 'e vahiy geldiği zaman, onu şiddetli bir hâl alır, rengi kül rengine döner ve gözlerini yumardı." Müslim [9] rivayet etmiştir.
Ebû Hüreyre (radiyaDahu anh) vahiy alma halini şöyle anlatır: "Resûlullah (sallallahu aieyhi veselem)'c vahiy geldiği zaman, bitene kadar, bizden hiç kimse bakışını ona yöneltmeye takat getiremezdi." Müslim" [10] rivayet etmiştir.
Hz. Aişe'den rivayet edilir: "Resûlullah (saIbIlahualeyH\T^em)'e vahiy indiği zaman, hırıltılı sesler çıkarır, rengi atar, Ön dişlerinde bir soğulduk hisseder, yüzünden terler inci taneleri gibi süzülürdü." İbn Sa'd rivayet etmiştir.
Esma bint Yezîd (radiyallahu aohâ) ise şunu nakleder: "Mâide sûresi indim sırada, Resûlullah (saflaüahu aleyhi vcsdlem)'in devesinin yularını tutuyordum Sûrenin ağırlığından dolayı neredeyse devenin baldırı kırılacaktı." İmâm Ahmed ve Taberânî rivayet etmiştir.
Ibn Ömer (radiyallahıı anlı) rivayet ediyor; "Resûlullah (saMahu aleyhi vcsdlem) devesinin üzerindeyken, Mâide sûresi indirildi. Deve, onu taşımava yetiremeymce Resûlullah (salMalıualevlivesdlem) yere indi."
Hafız Imadüddin İbn Kesir der ki: Sabİheyn'de, Resûlullah (saBallalıualevhi vesdem) devesinin üzerinde iken Fetih sûresinin indiği; o esnada halden hale geçtiği yer alır,
Hz. Aişe (radipllahu anhâ) vahyin gelişini şöyle anlatır: "Ben onu -Hz. Peygamberi- kendisine vahiy İnerken görmüştüm. Pek soğuk bir havada vahiy gelmesine rağmen, onun alnından şakır şakır terler boşanıyordu." Buharı rivayet etmiştir.
İbn Ömer (radiyallahu anlı) anlatıyor: Rcsûl-İ Ekrem (saHal]ahualwlâvesdem)'e "Yâ Resûlallah! Vahyi(n geleceğini) hisseder misin?" diye sordum. O da: "Önce mâdeni bir cisme vurulduğunda fkan ses gibi şeyler duyuyor, bunun ürerine de dikkat kesilerek, tebliğ edilecek olan ilâhi vahyi almak ii^ere hasırlanıyorum. Vahyin bana geldiği hallerden hiçbiri yoktur ki bunda ben, ruhumun içimden çekilip gittiğini hissetmemiş olayım'/"İmâm Ahmed [11] rivayet etmiştir.
İbn Sa'd'ın İkrime'den rivayetine göre, "Resûlullah (saüallalm aleyhi veselem)'e vahiy geldiği zaman, onu bir hareketsizlik hali kaplıyor, bir lâhza için sanla zehirlenmiş yahut hipnotize edilmiş gibi hareketsiz kalıyordu."
Ya'lâ b. Ümeyye [12] kendi kendine "Keşke, vahiy geldiği sırada Resûlullah (saBaDahu aleyhi veseDem)'i göreydim!" diyerek o halini merak ederdi. Hz. Peygamber (salaDahuak^ıivcsdlem) bir gün Ci'râne mevkiinde, gölgelenmek maksadıyla üzerine bir örtü almış, ashabı da etrafına toplanmıştı, içlerinde Hz. Ömer de vardı. O sırada güzel koku sürünmüş bîr adam gelip "Ya 'Resûlallah! Koku bulaşmış olan bir cübbe ile ihrama giren kişi hakkında ne dersin?" diye sordu. Resûlullah (saüaHıu aleyhi vcseDem) ona bakıp sükut etti. Hemen vahiy geldi. Hz. Ömer, Ya'lâ'ya işaret ederek "Gel!" dedi. Ya'lâ gelip başını örtünün altına sokunca, Resûl-i Ekrem (sallaHıu aleyhi vesdlem)'in, yüzü moraracak kadar kıpkırmızı olmuş vaziyette inlemekte olduğunu gördü. Bir süre böyle devam etti, sonra bu hal sona erdi. Buharı ile Müslim rivayet etmiştir.[13]
Hz. Aişe (radiyaHıuanhâ), İrk hadisinde şöyle der: "Ona yüksek ateş veya aşırı ağırlık hali gelirdi." Buhâri ile Müslim rivayet etmiştir.[14]
Yİne Hz. Aişe (radiyaBahu anlıâ): "Ona vahiy geldiği zaman, gözüne perde inmiş gibi olurdu." der. el-Hâkim rivayet etmiştir.
İbn Abbas anlatıyor: "Resûlullah (saHaüahu aleyhi vesdkm)'e vahiy geldiği zaman, yüzü ve vücudunun rengi atar ve ashabıyla konuşmayı keserdi. Onlardan kimse de onunla konuşmazdı." Ebû Dâvud et-Tayâlisî rivayet etmiştir.
Ebû Hüreyre (radiyallahu anlı)'in şöyle dediği rivayet edilir: "Resûlullah (saHlahu aleyhi vesellem)'e vahiy geldiği zaman, sırt üstü yatar, başını bir kumaş parçası İle örterdi." Ebû Nuaym rivayet etmiştir. Hz. Peygamber (saHahu aleyhivesellem)'in tıbbı bölümünde başka tarikleri zikredilecektir.
İbn Abbâs (radtyallahu anhiirnâ) der ki: Hz. Peygamber (saDalkhu aleylıi vesellem) vahye duyduğu muhabbet ve sevgiden dolayı bir an önce kıraat arzu etmekte, vahiy sırasında gelenleri peyderpey tilâvete geçip dudaklarını
kımıldatmaktaydı. Bunun üzerine Allah Teâlâ şu âyeti indirdi: "Acele ederek dilini kımıldatma! Onu (göğsünde) toplamak've okumak bize aittir. Biz onu okurken, sen onu takip et! (dinle) Sonra onu açıklamak bize düşer."
(Kıyâme 16-19) Resûlullah (saHahu akyhi vcsdlem) bundan sonra Cibril geldiği zaman, onu dinler, gidince de Allah'ın ona va'dettiği gibi kendisi okurdu. Buharı ile Müslim ve Ibn Sa'd rivayet etmiştir.
el-Hâkim'İn Ebû Hüreyre (radiyallahu anlı)'dan rivayet edip sahih addettiği bir hadiste ise şu ifade yer alır: "Resûlullah (saDaMıualej'livesetlciTiJ'e vahiy geldiği zaman, vahiy bitene kadar bizden hiç kinişe bakışını ona yöneltmeye takat getiremezdi."
1. imâm Ebu Şâme der ki: Hz. Peygamber (saHahu aleyhi veseHem)'i kaplayan bu ter, yüzünün kızarması, inilti, bineğine ve uyluğuna arız olan bu ağırlık hali, vahyin ağırlığından ileri gelmektedir. Bu durumu Yüce Allah, isin iptidasında haber vermişti: "Biz sana ağır bir söz vahyedeceğiz." (Müzzemmil 5) İşte bu durum, 'Cenab-ı Hak'tan gelen böyle bir yükü üstlenme hususunda beşeri kuvvetlerin zayıflığından kaynaklanmaktadır.
İbn-i îshâk der ki: Nübüvvetin ağırlıkları ve yükü vardır. Bunu ancak kuvvet ve azim ehli olan peygamberler -Allah'ın yardımıyla- taşıyabilir.
2. Şeyhülislam Bulkînî der ki: Vahiy alırken meydana gelen bu zorlanma hali, -ölüm dışında- dünyadan alınma halidir. Bu, berzah makamıdır. Umumî berzahta nasıl ki ölüye birçok haller zahir olursa, işte Allah Teâlâ, Peygamberine de -hayatta iken- birçok sırlan şâmil olan vahyini ilkâ edeceği bu berzahı özgü kılmıştır. Salihlerden birçoğu, bazan uyku yahut başka gaybet hallerinde birçok sırlara muttali olurlar. İşte bu, nebevi makamdan istimdat olunan bir durumdur. Hz. Peygamber (saBaEahu aleyhi veseDem)'in şu sözü de buna şahitlik etmektedir: "Müminin rüyası, nübüvvetin 46 cüzünden bir cüzdür. [15]
Buharı ile Müslim'de yer alan Hz. Aişe (radiyalkhuaohâ) hadisi, vahiy halini şöyle açıklar: Hicab (Örtü) âyeti indikten sonra, Şevde (radiyaDaliu anhâ) geceleyin şehrin dışında bir yere çıkıp gitmişti. Hz. Ömer ona "Seni tanıdık, ey Şevde!" demiş. O da Resûlullah (salküahu aleyhi vcseQem)'in yanına dönüp bunu sormuş. Resûl-i Ekrem (saDallahu aleyhi veselem), o anda oturmuş akşam yemeğini yiyormuş; elinde etli bîr kemik varmış. Kemik elindeyken Allah Teâlâ vahiy indirmiş, sonra başını kaldırıp şöyle buyurmuş: "İhtiyacını^ için (geceleyin) dışarı çıkmanıza i^n verildi."
İbn Kesir der ki: Bu hadis, vahiy anında Resûl-i Ekrem (saflaflahu aleyhi veseDem)'in ihsasının (duyularla hissetme Özelliğinin) külliyeten kaybolmadığına işaret eder: Otururken kendisinin düşmemesi ve kemiği de elinden düşürmemesi bunun delilidir.
3. İbn Kesir der ki: Hz. Peygamber (sUalm aleyhi veseSem) vahye duyduğu muhabbet ve sevgiden dolayı bir an önce kıraat arzu etmekte, vahiy sırasında gelenleri peyder pey tilâvete geçip, dudaklarını kımıldatmaktadır-
Bu mânâda, âyet, Resûlullah (sallal]alpakyhivE^em)'e vahyin kesilmesine kadar susmasını emretmiş olmaktadır: Sana onun vahyi tamamlanmadan önce, Kur'ân'ı (okumakta) acele etme ve <Rabbim, benim ilmimi artır!> de." {Tâhâ, 114) Hafız (İbn Hacer) der ki: Dilini ve dudaklarını kımıldatmasının sebebi hususunda muhtelif rivayetler vardır: Bunlardan birine göre acele etmesinin sebebi, gelen vahyi kaçırma korkusudur. Bir diğerine göre, inen vahyin, sonu gelmeden önceki kısmını unutma korkusudur. Diğer bir rivayete göre de, kendisine vahiy geldiğinde, ona olan muhabbetinden dolayı konuşmaya başlamasıdır.
Hâ&z (İbn Hacer) şöyle devam eder: İkinci rivayetin zahirinden anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber (saDaMıu aleyhi vesdkm)'e yasaklanmış olan "dil oynatma" hâdisesinin sebebi, vahiyden duymuş olduğu şiddettir. Yani, vahiy esnasında duymuş olduğu şiddet hâlinden bir an önce kurtulmak için Hz. Peygamber (saHahu aleyhi vesdlem) vahyi yakalamada acele ediyordu. Üçüncü rivayetin zahirine göre, Allah'ın kendisine ilkâ ettiklerini, vahye olan iştiyakından dolayı ilk fırsatta söylemeye çalışıyordu. Bunun üzerine Allah Teâlâ, ona vahyin bitimine kadar teenni içinde olmayı emretti. Ayrıca, nüzul sebebinin müteaddit (birden fazla) olması ihtimali de vardır.
Ulemâ, vahyin Resûlullah (saflaBahu aleyhi vesdkm)'e çeşitli hallerde geldiğini söylemiştir. Başhcaları şunlardır:
Birincisi: Uykuda görülen ve görüldüğü gibi aynen çıkan sâdık rüya. ibrahim (aleyhisselam) şöyle demiştir: Ben rüyamda, seni boğazladığımı görüyorum. Bak ne dersin?> 0 da dedi ki: <Ey babacığım, sana emredileni yap!>" (Sâffat, 102) Bu âyet, peygamberlere uyanıkken olduğu gibi, uyku halinde de vahiy geldiğine işaret eder.
Sabih'te Ubeyd b. Umeyr'in şu sözü yer alır: "Peygamberlerin rüyası vahiydir." Ubeyd daha sonra yukarıdaki âyeti okumuştur.
İkincisi: Vahiy meleği olan Hz. Cebrail'in, görünmeden, Peygamberimizin ruhuna ve kalbine bazı şeyleri ilham ve telkin ettiği olurdu. "Şüphesi??, Ruhu'/ Kudüs (Cebrail), kalbime şunu ilham etti: Hiçbir kimse, n^kını almadıkça ölmedi öyle ise, Allah'tan sakınmış da, n^kını^ı sâdece helâlinden kayanını^. Rî^kım^ gecikirse, onu, meşm olmayan yollardan aramaya kalkışmayım^. Çünkü, yüce A.llâh 'in her ihsanı, ancak ona bağlanmak, boyun eğmekle elde edilir!" hadîsi bu şekilde ilham edilmiştir. Bunu İbn Ebi'd-Dünya (Kttâbu'l-Kanâa) ve el-Hâkim rivayet etmiştir.
Müfessirlerin çoğu, "Allah, bir beşerle ancak vahiy suretiyle konuşur" (Şûra, 5İ) âyetdndeki vahyin, kalbine üflenmesi şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Halimi de, bunun kulak haricinde, kalbe özgü bîr vahiy olduğunu söyler.
Üçüncüsü: Vahiy, dehşet saçan bir çan uğultusu gibi uğuldayarak gelirdi ki bu, vahyin Peygamberimiz'e (salbHıu aleyhi veselkm) en ağır ve çetin geleni idi. Peygamberimiz (saMahua^Hveseflem), o zaman, beşeriyet sıfatından sıyrılıp melekiyet sıfatına girerdi. Pek soğuk günde dahi alnından terler dökülür, binek devesi yere çökerdi.
Buharı ile Müslim'in Hz. Aişe (adiyaBahu anhâ)'dan rivayet ettiğine göre, Haris b. Hişâm, Resûl-i Ekrem (saflaBahu aleyhi vesdkm)'e "Vahiy sana nasıl gelir?" dîye sorunca, o şöyle cevap verdi: 'Ba^en vahiy bana çalınmakta olan bir çan sesi gibi geliyordu ki bu tat\ tahammülü en -yor olanıdır; bunun kesilmesinden sonra, hafızama tamamen işlenmiş olarak söylenenlerin hepsini alabiliyorum. Bâ^en de benimle konuşmak ü^ere melek bana bir insan biçiminde görünüyor ve ben de onun söylediklerini (hafızamda) iyice tutuyordum."[16]
İbn Sa'd'm, güvenilir râvilerden oluşan bir senedlc, Ebu Seleme el-Macişun'dan rivayetine göre, kendisine, Resûlullah (salaDahu aleyhi veseflem)'in şöyle buyurduğu ulaşmıştır: "Vahiy, bana iki şekilde geliyordu: Onu bana Cibril getirip ilkâ ediyordu; insanın insana telkini gibi.. Bu şekilde olanını kaçırıyordum. Bir de çan sesi şeklinde gelir ve kalbime karışırdı. Bunu kaçırmaydım."[17]
Hafız (İbn Hacer) der ki: Bu hadisin "Dilini kıpırdatma" âyetinden önce varid olduğu düşünülür. Zira melek, bir çok defalar insan suretine girmişti ve onun getirdiği vahyi Hz. Peygamber (saüallahu aleyhi veselfem) kaçırmamıştı. Bu durum, Cibril'in Dıhye suretinde, bedevi Arap suretinde ve diğer suretlerde gelmesi şeklinde anlatılmıştır. Bunların hepsi de sahihtir.
Dördüncüsü: Allah Teâlâ'nm perde arkasından, peygamber uyanıkken, vasıtasız olarak konuşması. İsra gecesinde niyetin olmadığı görüşüne göre bu tarz vahiy, o gecede vaki olmuştur.
Beşincisi: Allah Teâlâ'nın, arada hiçbir perde olmadan konuşması. İsra gecesinde niyetin olduğu görüşüne göre bu tarz vahiy, o gecede gerçekleşmiştir. Bunun bahsi İsra bölümünde gelecektir.
Şeyh Suyutî (ohimehulîah) der ki: Bildiğim kadarıyla Kur'ân'da bu tarz (inmiş) bir âyet yoktur. Yine de Bakara sûresinin son âyetlerinin, Duhâ ve inşirah sûrelerinin bazı âyetlerinin bu tarz vahiyden sayılması mümkündür. İbn Ebi Hatim, Adiy b. Sâbit'in şöyle dediğini rivayet eder: Resûlullah (saBaBahu aleyhi veseDem) şöyle buyurdu: "Rabbimden bir şey istedim; fakat sonra isteme^ olaydım diye düşündüm. Dedim ki: <Ey Rabbim! İbrahim'i dost edindin, Musa ile konuştun?!> Rabbim de şöyle buyurdu: <Ey Muhammedi Ben seni yetim bulup barındırmadım mı? Şaşırmış bulup yol göstermedim mi? Fakir iken seni yengin etmedim mi? Senin göğsünü açtım. Yükünü alıp attım. Sânını yücelttim. Ben anıldığımda mutlaka sen de anıhrsın> "[18]
Altıncısı: Allah Teâlâ'nın peygamberle uyku halinde konuşması.
Tirmizî'deki Muâz hadisinde bu şöyle anlatılır: <c5kabbim bana en gü^el bir surette gelip <Mele-İ AHâ, hangi şey hakkında çekişiyor?> dedi..." Hadisin tamamı, Hz. Peygamber (saHaMıu aleyhi vesdlem)'in uykusu bölümünde gelecektir.
Bazıları, Müslim'in Enes'tcn yaptığı şu rivayete dayanarak, Kevser sûresinin bu tarzda nazil olduğunu zikreder: "Resûlullah (sallaMıu aleyhiveseflem) aramızda iken birden hafif bir uykuya daldı. Sonra tebessüm ederek başını kaldırdı ve Kevser sûresini okudu."
İmâm Râfıî, Emâlı'sinde der ki: Onlar, o uykuda Kevser sûresinin nazil olduğunu anlıyorlar ve bunun, uykuda gelen vahiy türünden olduğunu söylüyorlar. Bunu da, peygamberlerin rüyasının vahiy olduğu şeklinde açıklıyorlar. Bu doğrudur; lâkin, daha isabetli olanı şu görüştür: Kur'ân'm tamamı yakaza halinde (uyanıkken) indirilmiştir. Yukarıdaki hadiste öyle görünüyor ki, Resûl-i Ekrem (saBalahu aleyhi veselfcm) uykusunda, yakaza halinde inen Kevser suresini hatırlamış veya ona, surede geçen Kevser arz olunmuş; o da ashabına sureyi okuyarak açıklamıştır.
Râfiî şöyle devam eder: Bazı rivayetlerde; Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyH vesdlem)'in kendinden geçtiği yer alır. Bu durum, onun vahiy halinde yakalandığı hâlet-i ruhiyeye yorulur. Buna, vahiy sancısı da denir.
Şeyh Suyutî (cdıimekılıh) der ki: İmâm Râfiî'nin söyledikleri, son derece güzel bir yaklaşımdır. Ben de bu ifadeye vâkıf olmadan önce aynı görüşe meylediyordum. Son tevil de birincisinden daha sağlamdır. Çünkü Resûl-i Ekrem'in "Bana a% önce indirildi" sözü, o surenin daha önce indiği görüşünü reddeder. Bilakis şöyle deriz: Kevser suresi bu halde indi. Yalnız, o uyku hali değildi; vahiy halinde yakalandığı bir durum idi. Ulemâ, vahiy halinde Resûl-i Ekrem'in dünyadan alındığından söz eder.
Yedincisi: Arı vızıltısı şeklinde gelen vahiy.
İmâm Ahmed ve el-Hâkim, Ömer b. Hattab (radiyaHahu anh)'ın şöyle dediğini naklederler: "Resûlullah (saMHıu aleyhi vesellem)'e vahiy geldiği zaman, yüzünde an vızıltısı gibi bir ses işitilirdi."[19]
Sekizincisi: Peygamber (saMalıu aleyhi vesdlem) çeşitli hükümlerde ietihad ederken, Allah Teâlâ'nın onun kalbine ve lisanına ilkâ ettiği ilim.
Zira, ittifak edilmiştir ki, Resûlullah (saMalıu aleyhi vesdlem) ietihad ettiği zaman kesinlikle doğruya isabet ederdi. O, hata yapmaktan korunmuştu. Bu, onun hakkında alışılmışın dışında bir özelliktir; ümmet hakkında geçerli değildir. O, ictihadla hasıl olması açısından, ruha ilham edilmesi ile diğerlerini birbirinden ayırabilir. İrsâd/J's-Sârı'de söyle geçer: Usûl âlimlerinin, "Resûl-i Ekrem (sailaHahu aleyhi vesdlem) 'in içtihadı ile vahiy iki ayrı kısımdır" sözleri bu görüşü zedeler.
İşte, vahyin sıfatları hakkında elde ettiğim bilgiler bunlardır.
Vahyi taşıyanın sıfatına gelince, bu şekiller şunlardır: Cibril (aleyhisselam)'ın, yaratıldığı aslî şekil ve suretiyle; 600 kanada sahip ve kanatlarından inci ile yakut saçılır halde gelmesi. Bu şekil, iki defa vuku bulmuştur: Biri Miraç gecesinde, diğeri de yeryüzünde. Miraç bölümlerinde bunun detayı gelecektir.
Elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir adam suretinde gelmesi. Bazen Dıhye el-Kelbî, bazen başka kimselerin suretinde gelmesi.
Dağlar meleğinin lisanı üzere vahyin inmesi ki bunun açıklaması Taif yolculuğu bölümünde yapılacaktır. (Bkz. s. 427)
Vahyin, İsrafil'in lisanı üzere inmesi. Bunun açıklaması geçmişti.
1. İmâm Halimi, vahyin Hz. Peygamber (saMahu aleyhi vesdlem)'e 46 farklı şekilde geldiğini anlatır. Bu hususta Hafız der ki: Bunların çoğu, vahyi taşıyanın sıfatlarına aittir. Onlann tamamı az önce, anlatılan hususlar İçinde ele alınabilir.
2. Vahyin gelişinin çan sesine benzetilmesi hususunda bir problem ortaya çıkmaktadır. Zira, övülen bir şey, yerilen bir şeye benzetilmez. Çünkü asıl teşbih, noksan olanı kâmil olana katmaktır. Burada benzetilen vahiydir ki bu övülen bir husustur. Kendisine benzetilen ise, çan sesidir ki bu da yerilen bir sestir. Bundan ve onu kullananlara uymaktan men eden hadisler vardır. Ayrıca, Müslim'in tahric ettiği hadiste olduğu gibi, meleklerin o sesle birlikte bulunmadığı da bildirilmiştir. O halde, Cebrail'in yaptığı bir şey, meleklerin kaçtığı bir şeye nasıl benzetilir?
Bunun cevabı şöyledir: Teşbihte, benzeyen ile kendisine benzetilenin bütün özelliklerde eşit olması gerekmez. Aksine, en basit bir vasıfta dahi benzemesi şart değildir. Herhangi bir özellikte ortak olmaları yeter. İşte söz konusu hadisteki kasıt, algılama yönünü açıklamaktır. Bundan dolayı Resûl-i Ekrem (saMahu aleyhi vesdlem), vahyin gelişini, dinleyenlerin anlayabileceği bir benzetmeyle açıklamıştır. Sonuç olarak sesin iki açılımı vardır: Kuvvet açılımı ve çınlama açılımı. Benzetme, kuvveti itibariyle yapılmıştır. Çandan sakındırma ise, sesi itibariyle söz konusudur. Bu yasağa İse, "şeytanın düdüğü olması" sebep gösterilmiştir.
Çandan yasaklama olayının vahyin keyfiyeti sorusundan sonra vaki olması da muhtemeldir, denilmiştir. Hafız (İbn Hacer) der ki: Bu hususun incelenmesi gerekir.
İbn Battal der ki: Melekler, Allah Teâlâ'dan vahyi bu şekilde alırlar. Turbeştî de şöyle der: Vahyin bu tarzdaki sesi, meleklere şu hadisteki gibi vahyedilmesine benzer: Ebu Hüreyre (mdipllahuanh), Hz. Peygamber (salaDahu aleyhi vesdlem)'den şunu rivayet etmiştir: "Allah Teâlâ gökte bir şeye hükmetti mi, melekler onun buyruğuna itaatle kanatlarım çırparlar. Bu, dü-^ kaya üzerindeki zincir sesine benler. Kalplerinden korku gidince, <Rabbini% ne buyurdu?> diye sorarlar, <Hakh söyledi. O, çokjüce ve pek büyüktüf> cevabı verilir." Bu hadisi Buhârî ve başkaları rivayet etmiştir.
Kadı (lyaz) der ki: Bu şekilde gelen haberler, zahirine göre yorumlanır. Bunun keyfiyetini ve suretini Allah'tan gayrisi veya Allah'ın buna muttali kıldığı peygamberler İle meleklerden başkası bilmez. Bunu aslından çarpıtan ve zahirinden saptıranlar, ancak görüşü ve imanı zmnf çarpıtan ve zahirinden saptıranlar, ancak görüşü ve imanı kimselerdir. Zira şeriatın ve aklın delilleri, bunu imkânsız görmez Mezkur zil sesi hakkında şunlar söylenmiştir: Vahiy getirirken meleğin çıkardığı sestir. Meleklerin kanatlarını çırpmasından doğan sestir. Hattâbî der ki: Bununla şu kastediliyor: Yani, vahyin başında bu sesi işitiyor, bundan dolayı ilk kısmını aklında tutamıyor, daha sonra onu anlıyordu.
3. Vahiyden önce zîl sesini duymasındakı hikmet, İçinde vahiyden başka bir şeye yer bırakmamasıdır. Zil sesi, sürüp giden bir ses olduğu için, benzetme de başka bir şeye değil, buna yapılmıştır.
4. "Bu, bana en %or geleniydi" sözü, vahyin her çeşidinin şiddetli olduğuna, ancak zil sesi şeklinde gelenin daha zor olduğuna işaret eder. Bu ise açıktır. Zira zil sesine benzer bir sözü anlamak, alışılmış diyalogla bir İnsanın sözünü anlamaktan daha karışık ve daha zordur. Bundaki hikmet şudur: Konuşan ile dinleyen arasında bir münasebet kurulması, yaygınlık kazanmış bir durumdur. Bu husus, ya dinleyen kimsenin ruhani galebe ile konuşanın vasfına bürünmesidir ki bu birinci tarzdır; ya da konuşanın, dinleyen kimsenin Vasfına bürünmesidir. Bu da ikinci nevidir. Bu beşeriyet tarzıdır. Şüphesiz bunlardan birincisi daha zor ve çetindir.
İmâm Bulkînî der ki: Bunun sebebi şudur: Büyük bir sözün, kendisine ihtimam gösterilip saygı duyulmasını bildiren mukaddimeleri vardır. İbn Abbas hadisinde olduğu gibi: "Hz. Peygamber (saüaüahu aleyhi vesdlem) vahye duyduğu muhabbet ve sevgiden dolayı bir an önce kıraat arzu etmekteydi." Bazıları da der ki: Bu tür vahyin ona şiddetli gelmesinin sebebi, bu tarzın, onun kalbini toparlamak ve işiteceğini daha iyi bellemesini sağlamak maksadına yönelmiş olmasıdır.
5. Böylesi vahiy, sadece vaİd ve tehdit âyetleri (uyarıcı ve korkutucu âyetler) geldiği sırada görülüyordu, denilmiştir. Hafız (Ibn Hacer), bunun araştırılması gerektiğini söyler. Zahir olan şudur ki. bu sırf Kur'ân'a mahsus bir durum değildir. Koku bulaşmış bir ihram giyen kimsenin durumunu anlatan Ya'lâ b. Ümeyye hadisinden de bu ortaya çıkıyor.
6. ResûH Ekrem (saMahu aleyhi veseDem), bir sözünde "Ben onu bellemişken melek benden ayrılır" şeklinde, mazi kipi; diğer hadiste "Benimle konuşur, ben de bellerim" şeklinde, istikbal kipi kullanmıştır. Zira birincisinde, belleme, ayrılmadan önce; ikincisinde ise konuşma halinde hasıl olmuştur. Birinci durumda meleklerin sıfatına bürünmüştü, fıtrî haletine dönünce, söylenenleri ezberlemiş oldu. İşte bunu mazi sigasıyla ifade etmiştir.
İkincisi bunun hilafınadır. Çünkü o esnada bilinen haleti (beşeriyet) üzeredir.
7. İmamü'l-Harameyn [20] şöyle der: Cibril'in bir insan suretine girmesi, Allah Teâlâ'nm onun hilkatinden fazlalığı yok edip veya izale edip, sonra onu iade etmesi anlamına gelir.
Şeyh İzzüddin b. Abdisselâm [21] ise der ki: "Cibril, Hz. Peygamber (saflaüahu aleyhi vesellem)'e Dihye suretinde geldiğinde, onun ruhu nerededir? Dıhyc'nin vücuduna benzeyen vücutta mı; yoksa yaratıldığı şekil olan 600 kanatlı vücutta mı? Eğer daha büyük olan vücutta ise, Resülullah (saHkhu aleyhi vcsdem)*e gelen, ne ruhuyla, ne de vücuduyla Cibril'dir. Yok eğer ruhu, Dıhye'mn vücuduna benzeyen vücutta ise, canlar çıkınca vücutların Öldüğü gibi 600 kanadı olan vücut ölüyor mu; yoksa, Dıhye'nin vücuduna benzeyen vücuda intikal eden ruhtan kurtularak diri mi kalıyor?" diye sorulursa, buna şöyle cevap veririm:
Birinci vücuttan başka yere intikal etmesi, ölmesini gerektirmez. Çünkü, ruhların ayrılmasıyla birlikte vücutların ölmesi aklen zorunlu değildir. O, ancak Allah Teâlâ'nm Adem oğullarının ruhları için yerleştirdiği bir kuraldır. İşte o vücut; marifetlerinden, tâatinden hiçbir şey eksilmeden öylece diri kalır. Ruhunun ikinci vücuda geçişi böyle olur.
Şeyh Sirâceddin Bulkînî, el-Feydu'l-Cârî alâ Sahîhi'l-Buhârî adlı eserde şöyle der: İnsan suretinde gelenin, birinci şekliyle gelen Cibril olması mümkündür. Ancak şu var ki, toplanmış ve insan görünüşü gibi olmuştur. Bunu bırakınca da asli görünüşüne döner. Bu, taraklanıp yayıldıktan sonra toplanan pamuğa benzer. İşte açılmak suretiyle pamuğun büyük görünümü hasıl olur. Aslı ise değişmez. Bu benzetme, zihinlere daha yatkındır.
el-î'lâm bi-JJmâmi'l-Ervâh ba'de'lmevt ak'İScsâm adlı eserin sarihi allâme Alâüddîn el-Konevî [22] der ki: Cibril (akylıisselam), Dıhye suretine giriyordu. Hz. Meryem'e de bir insan suretinde görünmüştü. Allah Teâlâ'nın bazı kullarını, hayatta iken, kendisine has kılarak, onlara melekiyet ve kudsiyet atfetmesi ve kendi bedeninde tasarrufa devam etmekle birlikte, onun dışında başka bir bedende tasarruf etme gücü vermesi mümkündür. Ebdâl hakkında şöyle denir: Onlara bu İsmin verilmesinin sebebi şudur: Başka yere gittikleri halde, asli görüntülerine benzeyen bir siluetleri onların bulunduğu yerde durur. Sûfİler, cesedler ve ruhlar âlemi arasında bir âlemin bulunduğunu varsayarlar. Ruhların cesede girip, misal âleminde farklı şekillerde zuhur etmesini de buna bina aederler. Bunun için Allah Teâlâ'nın şu sözünü esas alırlar: "Cebrail'i göndermiştik de ona tam bir insan olarak görünmüştü." (Meryem, 17) Bu durumda bir tek ruh, Cibril ruhu gibi aynı vakitte asıl suretinde tasarruf eder. Bu siluet, onun bir benzeridir. Bazı imamlardan meşhur olarak nakledilen şu haber meseleyi çözüme kavuşturur: Bazı büyüklere: "Dıhye suretinde geldiği zaman, -Hz. Peygamber (saDaBalıu aleyhi vcsdlem)'e asli suretinde göründüğünde kanatlarıyla ufku kapatan- birinci cismi nereye gidiyordu?" diye Cibril'in cesedi sorulduğunda buna cevap vermede zorlandılar. Bir kısmı, şöyle cevap verdi: Şöyle denilmesi mümkündür: Hacmi küçülene kadar iç içe geçmiş olması mümkündür. Bu durumda Dıhye kadar olur. Sonra asıl görünüşüne avdet eder, ilk şekline donünceye kadar açılır.
Sûfîlerin dile getirdiği yorum, daha güzel bir yorumdur. Ayrıca ilk cisminin değişikliğe uğramadan öylece kalması da mümkündür. Bu takdirde Allah, ona başka bir görüntü vermiştir ve ruhu, aynı zamanda her ikİ surette de tasarruf etmektedir.
Allâme Şemsüddin İbnü'l-Kayyim, ruh kitabında {Kitabu'r-RuB) şöyle der: Ruhun durumu, bedenlerin durumu gibi değildir. O, ölen kimsenin bedeniyle ilişki kurmaya devam ederek, Refık-i A'lâ'da bulunur. Şöyle ki; bir müslüman o ruhun sahibine selam verdiği zaman, oradaki mekânındayken selamını alır. İşte Hz. Peygamber (saMahu aleyhi vesdfem) de Cibril'i 600 kanada sahip, iki kanadının da ufku kapatmış olduğu halde görmüştü. Ayrıca o, Hz. Peygamber (saBJahu aleyhi veseüem)'e5 ta dizlerini dizlerine, ellerini uyluğuna koyacak kadar yaklaşıyordu. Müminlerin kalpleri de imandan dolayı genişler. Öyle ki semâvâttaki yerinde iken, bu kadar yaklaşması mümkündür. Cibril'in görünmesi hadisinde de şöyle geçmişti: "Bakmak üvrere başımı göğe kaldırdım. Bir de baktım ki, Cibril iki ayağını sema ile yer arasına koymuş bir halde: <Ey Muhammed, sen Allah'ın peygamberisin, ben de CihrilHm> diyordu. Yükümü gökyüzünün batiği tarafına çevirsem onu görüyordum."
Buradaki yanlış, görünmeyeni görünene (gaibi şahide) kıyas etmekten doğuyor. Bundan ötürü ruhun; bir yerde bulunduğu zaman başka yerde bulunmasının mümkün olmadığı, bilinen maddeler cinsinden bir şey olduğu sanılıyor. Bu da temelden yanlıştır.
Hâliz (İbn Hacer) der ki: Meleğin insan suretine girmesi, zatının insana dönüştüğü mânâsına gelmez. Aksine bunun mahiyeti, muhatabının ünsiyet etmesi için, bu şekilde görünmesidir. Zahir olan odur ki, (bedeninden) zait olan miktarı, zeval bulmaz, fani de olmaz. Sadece göze görünmez. En doğrusunu Allah bilir.
8. Hâliz (İbn Hacer) der ki: Hz. Ömer hadisindeki arı vızıltısı tabiri, zil sesi tabirine muarız değildir. Çünkü, arı vızıltısının işitilmesi, orada bulunanlara nispetle, zil sesinin duyulması da (saMahu aleyhi vesdlem)'in makamına nazaran söylenmiştir.
İbn Sa'd'm İbn Abbas'tan; İmâm Ahmed, Buharı ve Beyhakî'nin Zührî'den; Buharı İle Müslim'in Câbir b. Abdillah (radiyallahuanh)'dan rivayet ettiğine göre, İlk iki râvî der kî: Resûlullah (saHalıualeylıivcsdIem)'e Hira'da vahiy geldikten sonra bir kaç gün Hz. Cibril'i göremez oldu. Peygamberimiz (saUalıuaİCTİıivesellem), buna son derece üzüldü. -Zührî'nin ifadesine göre, vahiy bir müddet kesildi- İbn Abbas'ın İfadesinde ise şöyle geçer: Kendini oradan aşağı atma maksadıyla, bir defasında az kalsın Sebir dağına, diğerinde de Hira dağına gidecekti. Üzüntüsünden dağ başlarında ölmeyi istedikçe, Cebrail görünüp "Ey Muhammed! Sen, Allah'ın Peygamberisin!" der, Peygamberimizi (saiyiahu aleyhi vesellem) yaüştırırdı. Yine vahyin gelmesi uzadığında aynı şeye tevessül etti. Dağın zirvesine ulaştığında yine Cibril göründü ve aynı sözleri tekrar etti.
Câbir der ki: Resülullah (salbllahualeyhiveselem) şöyle anlattı: '%en, Hira'da bir ay mücavir oldum, inzivayı bitirip inerken, gökten birinin seslendiğini duydum... Sağıma baktım; bir şey göremedim. Soluma baktım; bir şey göremedim, önüme baktım; bir şey göremedim. Arkama baktım; bir şey göremedim. Ses: <Ey MuhammediSen Allah'ın peygamberisin, ben de Cibril'im> diyordu. Bakmak üsçere başımı göğe kaldırdım. Hira'da bana gelen meleği, gökle yer arasında bir kürsü ürerinde oturmuş gördüm. Ürpererek yere çöktüm. Evime dönüp Hatice'nin yanına gelince, <Beni örtün! Beni Örtün! Başıma soğuk su dökün!> dedim. Bunun ürerine Allah Teâlâ şu âyetleri in^âl etti:
"Ey örtüye bürünen peygamber! Kalk da, sana iman etmeyenleri azapla korkut! Rabbinin ululuğundan bahset! Elbiseni temiz tut. Putperestlik pisliğini bırakmakta devam et!" (Müddessir, 1- 4).
İbn Abbas ve Zührî bildiriyorlar: Artık (bu âyetin inişinden sonra) vahiy kızıştı da ardı arası kesilmedi.
İbn-i İshâk ve ona tâbi olanlar bu hâdiseyi şöyle anlatır: Hz. Cibril ona Ved-Duha suresini getirdi:
Kuşluk vaktiyle, ona (Hz. Peygamber'e ikram eden Allah'a) yemin olunuyordu ve: "Rabbin seni terk etmedi, buğz etmedi de" buyruluyordu. Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu: "And olsun kuşluk vaktine... Karanlığı çöküp ele sükun bulduğu zaman geceye... Rabbin seni terk etmedi ve buğz etmedi." Seni sevdiğinden beri... "Âhiret senin için daha hayırlıdır." Yani senin bana döndüğün zaman sahip olacağın hayır, dünyada hemen sahip olacağın hayırdan daha üstündür. "Rabbin sana ileride verecek de hoşnut olacaksın." Bunun üzerine Resûlullah (sallalkhu aleyhi veseDem) de: "Öyleyse, Cehennemde ümmetimden bir kişi dahi kaldıkça ra^ı olmam!" buyurdu. Buraya
kadar geçen âyetlerde, İki menfi, cümleden sonra iki müspet cümleyle yeminin cevabı yer aldı.
"0, seni (doğumundan önce babanı kaybetmek suretiyle) yetim bir halde bulup (Ebu Tâlib'in himayesiyle) barındırmadı mı? Seni, şeriat hükümlerini bilmez bir kimse bulup, nübüvvet nimetiyle hidayete erdirmedi mi? Seni bir yoksul bulup zengin kılmadı mı?" (Ganimet ve başka şeylerle seni zenginleştirme di mi?). Hadis-i Şerifte: "Zenginlik, mal çokluğuyla değildir; jakat asıl -yengi/ilik, gönül yengin/iğidir" buymlmuştur.
"Öyleyse, yetime gelince, (malını alarak ve başka şekillerde) zulüm etme. Dilenciyi de (fakirliğinden ötürü) azarlama..." "Ama Rabbinin nimetini şöyle anlat." Allah'tan sana gelen ikramı ve peygamberlik nimetini anlat, söyle ve ona davet et.
1. Hafız (İbn Hacer) der İd: Fetrct-i vahiy, bir müddet vahyin gecikmesinden ibarettir. Yoksa ondan murad, Ikra ile Müddessir âyetinin nüzulü arasındaki sürede Cibril'in gelmemesi değildir. Aksine, sadece vahyin gecikmesidir.
Ben derim ki: Bu görüşün araştırılması gerekir. Çünkü konu başında geçen İbn Abbas ve Zührî rivayetleri bundan farklıdır.
2. Vahyin kesilme s indeki hikmet, Resûl-i Hkrem (salbDahu alevli) duyduğu korkunun gitmesidir. Bir de vahye avdet etmeye şevk duyması maksadına yöneliktir.
3. Fetretin müddetinde ihtilaf vardır. Süheyl! (rahimehuBalı) der ki: Bazı müsned hadislerde, o müddetin iki buçuk sene olduğu yer alır. e^-Zehrzdk eserde ise şöyle geçer: İbn Abbas'm tefsirinde kırk gün olduğunu ifade etmesi ve İbnu'l-Cevzî'nin Tejsi/'i ile Zeccâc ve Ferrâ'nın Meâni'smde on beş gün olduğuna dair rivayetlerin yer alması, Süheylî'nin görüşünü çürütür. Mukâtil'm Tefsirinde de üç gün olarak geçer. Resûl-i Ekrem (saHahu aleyhi vesdkm) 'in rabbı katındaki konumuna bu daha uygun düşmektedir. Süheylî'nin zikrettiği ve sıhhati için delil getirdiği rivayet değil.
Hafız (İbn Hacet) e/-Fetb'dt der ki: "Süheylî'nin itimad ettiği bu görüş tutarlı değildir. Mezkur fetretin bir kaç gün olduğuna dair İbn Abbas'tan gelen rivayet ona muarızdır. Hafız şöyle devam eder: Bunun daha fazla açıklaması kitabu't-tabirbölümünde gelecektir."
Ben, başka birinin hattıyla yazılmış Fethu'l-Bân nüshasında kitabu't-tabir bölümüne müracaat ettim ve şöyle dediğine rastladım: "Böylece vahiy kesildi... Bunun müddetine dair görüşler, kitabın [Fethin) başında geçmişti." (Bu karışıklığın giderilmesi için İbn Hacer'in) kendi hattına müracaat edilmelidir; belki doğrusu o nüshada olabilir.
4. Feth'in bazı eski nüshalarında; İmâm Ahmed'in, Tarihinde, Şa'bî'den, fetret-i vahyin üç sene olduğunu rivayet ettiği ve İbn-i İshâk'm da bunda karar kıldığı yer alır. Şeyh Suyutî (rahinıehuBah) ve şeyhimiz Kastallânî de bu görüşe tâbi olmuştur.
Ben derim ki: Şüphesiz bu bir yanılgıdır. Bunda İbn4 İshâk'ın karar kıldığını söylemek de daha büyük bir yanılgıdır. Öyle görünüyor ki, Hafız bu konuda taklide uymuş, mezkur tarihe müracaat etmemiştir. Zira onda, İbn Sa'd'm Tabakât'mâa. ve Beyhakî'nin De/âiÂnde. Davud b. Ebi Hind'den şu rivayet mevcuttur: Şa'bî bana şunu nakletti: "Resûlullah (saIlaHıualeyhİves£llem)'e kırk yaşındayken nübüvvet indi. Nübüvveti sırasında üç sene İsrafil aracı oldu. İsrafil ona bazı sözler Öğretiyordu. Fakat Kur'ân onun lisanıyla inmedi. Bu üç sene geçince, Hz. Peygamber (saDaMıu aleyhi veseüem) Cibril ile görüşmeye başladı. Kur'ân-ı Kerim yirmi sene onun lisanı ile indi."
5. Hafız İbn Kesir el-Bidaye'd& şöyle demiştir: Bazıları der ki: Fetret-i vahiy, iki veya İki buçuk seneye yakındır. Allah en doğrusunu bilendir, zahir olan, -Şa'bî ve başkasının rivayet ettiği gibi- o müddetin Mikâil'in Resûl-i Ekrem (saHlahu aleyhi veseflem) 'le birlikte olduğu zamandır. Bu durum, Cibril'in ona daha önce İkra âyetini vahy ettiğini nefy etmez. Sonra Mikâil onunla beraber olmuş; Müddessir âyeti indikten sonra da Cibril devam etmiş ve vahiy sıklaşarak ardı ardınca gelmiştir.
Ben derim ki: Şa'bî'den sabit olan, daha önce geçtiği gibi, onun İsrafil olduğudur; Mİkail değil. Her ne kadar İbnü't-Tîn buna karar verse de bu böyledir. Şa'bî'nin ifadesine itibar edilmelidir.
6. İmanı Buhârî SahîhSnin bed'ul-vahy ve tefsir suret ikra' bölümlerinde İbn Şihâb ez-Zühri kanalıyla rivayet ediyor: Bana Ebû Seleme bin Abdarrahman, Câbir bin Abdallah el-Ensârî'den, o da Allah Resulü (saMbhu aleyhi veseflemj'den —vahyin bir ara kesilmesinden söz ederek- şöyle buyurduğunu bildirdi: "Ben yürürken birdenbire gökyüzünden bir ses işittim. Göklerimi yukarı kaldırınca bana Hıra'da gelmiş olan meleği gördüm..."
Yine Buhârî tefsir suret el-mü%gtmmil bölümünde Ali bin el-Mübârek ve Harb bin Şeddâd kanalıyla Yahya bin Ebî Kesîr'dcn naklediyor. Yahya dedi ki: Ebû Seleme bin Abdarrahman'a "Kurân'm ilk men âyeti hangisi?" diye sorunca bana: "Yâ eyyühe'l-müddessit" dedi. Bunun üzerine: "Bana ilk inenin <İkra' bismi rabbike'llezî halak> âyetleri olduğu bildirildi" dedim. Câbir cevaben dedi ki: Sana sadece Allah Resulünün şu sözünü haber vereceğim. Resûl-ü Ekrem (saüalkhu aleyhi vesdlcm) buyurdu kİ: "Hıra'da inzivaya çekilmiştim. İnzivamı bitirince dağdan aşağı inip vadinin içine girdiğimde bir çağn İşittim..."
Hafız (İbn Hacer) diyor ki: Zühri'nin rivayeti, vahyin bir müddet kesilmesinden sonraki ilk inen âyetlerin Müddessir suresi olduğunu açıkça belirtmektedir. Buradaki ifadelerden mutlak olarak ilk inen âyetlerin Müddessir olamayacağı açıktır. Bu durumda ve de daha Önce Hz. Aişe'nİn naklettiği "bed'ul-vahy" ("Vahyin Başlangıcı") hadisinde de sarahaten anlatıldığı gibi ilk inen Kur'ân âyetleri İkra' suresinin ilk âyetleridir. Diğer taraftan "vahyin bir süre kesilmesi" ve "daha önce Hıra'da bana gelen melek" ibareleri, "Yâ eyyühel-müddessir"in "îkra"dan sonra nüzul ettiğinin delilleridir.
Yukarıdaki ikinci rivayet olan Yahya b. e. Kesir- Ebû Seleme- Câbir rivayeti söz konusu iki ibare bir kenara bırakıldığında değerlendirilecek olursa ilk inen âyetin Müddessir suresinin ilk âyetleri olması kaçınılmazdır. Ancak ilk rivayet olan Zührî rivayeti de bu karışıklığı giderecek tarzda sahih görünmektedir.
İbn Hacer Fethin tefsir bölümünde diyor ki: Yahya b. e. Kesir'in rivayet ettiği hadisin devam eden metninde şu ibareler geçmektedir: 'Başımı kaldırınca bir de ne göreyim: havada bir kürsünün itlerinde o —yani Cibril- oturuyor. Sonra Hatice'ye döndüm. <Ü-gerimi örtünt> dedim..." Buradaki karışıklık iki noktadan giderilebilir. Birincisi: Ya Yahya, ya da şeyhi Ebû Seleme, Cibril'in daha önce Hıra'da "İkra' bismi rabbike" âyetini getirdiğine dair ibareyi hadis metninden bir şekilde düşürmüş olabilirler. Nitekim bu kısım Hz. Aişe hadisinde geçmektedir. Ya da Allah Resulü (saHahu aleyhi veseüem) başka bir ay mağarada inzivaya çekilmiştir. Nitekim Ubeyd b. Umeyr'in Beyhakî'nin kitabında yer alan mürsel bir rivayetinde her sene Ramazan ayında Hıra'da inzivaya çekildiği büdirilrniştir. Bu durumda vahyin bir süre kesildiği dönem İçinde inziva gerçekleşmiş ve Hıra'da daha önce gelmiş olan Cibril tekrar avdet etmiştir.
Sahih-i Buhân'nin sarihlerinden olan el-Kirmânî, Müddessir suresinin ilk inen âyet olması iddiasının Câbk'in bir görüşü olduğunu ve bu hususun nebevi bir asla dayalı bir rivayet olmadığını belirtir. Ona göre esas alınacak tek rivayet Hz. Aişe'nin meşhur "Vahyin Başlangıcı" rivayetidir.
7. Atâ el-Horasânî der ki: Müzzemmil sûresi, Müddessir sûresinden Önce inmiştir.
Hafız (İbn Hacer) bunu söyle değerlendirir: Atâ, zayıf bir râvidir. Bu rivayeti de rmı'dal sayılır. Sahih hadislerin zahirinden çıkan husus, Müzzemmil sûresinin daha sonra İndiğidir. Çünkü bu surede gece namazı vb. gibi vahyin başlangıcında ertelenen hususlar vardır. Müddessir suresi ise bunun hilafinadır. Onda "Kalk ve korkut!" emri yer alır.
Başka bir yerde şöyle der: Müddessir sûresinin inişini anlatan ikî hadisin birleşiminden anlaşılıyor ki, Müddessir suresinden önce kullanılan "vemmüûnî" ifadesinden kasıt, "dessirûnî (Beni örtünüz!)" tabiridir. Hadisteki bu ibareye dayanarak, o zaman Müzzemmil âyetinin indiği söylenemez. Çünkü "Yâ eyyühel-müzzemmil" âyetinin inişi, ittifakla "Yâ eyyühel-müddessir" âyetinden sonradır. Çünkü Müzzemmil sûresinin ilk âyetlerinde, inzâr (uyarma) emri vardır. Bu ise, bi'sctin ilk emridir. Müzzemmil suresinin ilk âyetlerinde İse gece namazı ve Kur'ân'ı tertil üzere okuma emirleri vardır, işte bu emirler, daha önce Kur'ân'dan bir çok âyetin inmesini gerektirir.
8. Müddessir suresinin söz konusu âyetlerinde, risalet ile ilgili konuların bir hülasası vardır.
İlk âyette; içinde bulunduğu örtüye bürünme haletine dair bir samimiyet vardır. Allah Teâlâ, Resulüne (saBaflahu aleyhi vesdlcm) "Ey örtüye bürünen!" tarzında hitap ederek, kadrinin yüceliğini bildirmek istemiştir.
İkinci âyette; "ayağa kalkarak insanları uyar (ınzar et!)" emri vardır. Ne ile uyaracağı söylenmeyerek, işin büyüklüğü vurgulanmış üt.
Ayağa kalkmaktan murad, ya hakikidir, yani "Yatağından kalk!" mânâsında; ya da mecazidir, yani "Tasarla, karar ver!" mânâsmdadır.
Müjdeleyici olarak da gönderildiği malum iken burada uyarma kavramının tek başına zikredilmesinin hikmetine gelince, bu emir, daha İslâm'ın ilk başlarında vaki olmuştur. Yanı uyarının muhataplarının yarlığı kesindir. Daha sonra ona itaat edenler çıkınca
"Biz seni şahit, müjdeci ve korkutucu olarak göndermişizdir" (Ahzâb, 45) âyeti inmiştir.
Üçüncü âyette; "Rabbi tazim etmek ve yüceltmek kastıyla tekbir getir" emri vardır. Nasıl ki 4. âyetteki temizlik emri, vücut ve elbise temizliğine yorulursa; bu emrin de namazdaki tekbire yorulması muhtemeldir.
Beşinci âyette ise, tevhide aykırı olan ve azaba götüren şeylerin terk edilmesi emri vardır. İşte kendileriyle vahyin inişinin başladığı bu iki sûre arasında, veciz lafızlarla bir çok mânâları kapsayan muazzam bir içerik ilişkisi vardır.
9. Duhâ sûresinin nüzul sebebi olarak zikredilen bir hâdiseyi Taberânî, el-Avfî - İbn Abbas tarikiyle rivayet etmiştir ki bunu senedi zayıftır. Buna karşılık Al-î Zübeyrin mevlâsı İsmail tarikinden de rivayet edildiğini Süleyman et-Teymî, telif ettiği es-Sîre'âe, kaydetmiştir.
Hafız (İbn Hacer) der ki: Bütün bu rivayetler, sübut bulmamıştır. Duha sûresinin nüzul sebebi hakkında Buhârî ile Müslim'in Cündeb b. Süfyan el-Becelî'den verdiği şu rivayeti bunlara aykırıdır: "Resûl-i Ekrem rahatsızlanmış, iki yahut üç gece (ibadete) kalkamamıştı. Bir kadın gelip <Öyle umuyorum ki, şeytanın seni terk etti! İki ve üç geceden beri sana yaklaşmadı> dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Vedduhâ sûresini indirdi.
Hafız der ki: Gerçek şu ki, Duha suresinin nüzul sebebinde belirtilen fetret, vahyin başlangıcında zikredilen fetret değildir. Oradaki fetret, günlerce sürmüştür; buradaki ise iki veya üç gece sürmüştür. Bu yüzden bazı raviler bu ikisini birbirine karıştırmıştır. Meselenin gerçeği, benim açıkladığım şekildedir.
Hafız İbn Kesir de buna benzer şeyler söyler.
Hafız der ki: İbn-i İshâk'ın SîreÂn&e^ Duhâ sûresinin başka bir nüzul sebebi de yer almıştır: Müşrikler, Resûl-i Ekrem (saBaSahu -aleyhi veselem)'e Zülkameyn ve başka şeylerden sordukları zaman, onlara cevap vereceğine daîr söz vermiş, İnşallah dememişti. Bu yüzden Cibril ona 12 gece gelmedi. Resûlullah (sallaMıu aleyhi veseW)'in göğsü daraldı. Müşrikler de bu meseleyi dillerine doladılar. Bunun üzerine Cibril, Duhâ suresi ile soruların cevaplarını indirdi.
Hafız (İbn Hacer) der ki: Bu esnada Duhâ sûresinin inmesi, uzak bir ihtimaldir. Lakin, İki hâdise birbirine yakın olabilir. Bu münasebetle bazı raviler, hâdisenin birini diğerine eklemişlerdir. Halbuki bunların her ikisi de bi'sctin başlarında olmamış; bi'setten bir müddet sonra cereyan etmiştir.
Taberânî, içinde meçhul râvilerin bulunduğu bir isnadla şu rivayeti aktarır: Cibril'in gecikmesinin sebebi, Resûlullah (saHahu aleyhi veseflem)'İn yatağının altında farkına varmadığı bir köpek yavrusunun bulunmasıdır. Bu yüzden Cibril, bir ara gelmemiştir.
Bu kıssa meşhurdur. Fakat bu sûrenin nüzul sebebi olduğuna dair rivayet, şazdır ve Sahih'teki rivayetle reddedilmiştir.
10. İsmâilî der ki: Nübüvveti tesis eden mukaddimelerden biri de fetret-i vahiy olmuştur. Vahyin kesilmesinin sebebi, Resûl-i Ekrem (saBaBahu aleyhiveseflem)'i tedricen risâlet görevine hazırlamak ve alıştırmaktır. Bu fetret, Resûl-i Ekrem (saliaüahu aleyhi vcsdkm)'e zor gelmiştir. Zira ondan sonra kendisine Allah tarafından "Sen Allah'ın Resulüsün! Ve kullara gönderilmiş bir elçisin" hitabı gelmemiştir. İşte bunun için, başlanılan görevin tamamlanmak istenmeyişinden endişe etti ve üzüldü. Derken, nübüvvet yüklerini üstlenmeğe ve kendisine gelecek ağırlıklara dayanmaya elverişli hale gelince, Allah ona meseleyi açtı.
İsmâili şöyle devam eder; "Bu, meselenin iç yüzünü bilmediği halde, kendisine ilk hitabın geldiği hale benzer. Mesela, bîr adam "Elhamdülillah" diye bir ses duyar; fakat sonraki âyetleri duyana kadar, bunun Kur'ân kıraati olup olmadığını kestiremez. Yine bir kimsenin "haleti'd-dıyâru" dediğini duyunca, "mahalluha ve mukâmuha" deyinceye kadar, onun şiir olduğuna karar veremez." Bu kısmı özetle aktardık.
İsmâilî şöyle devanı eder: Nübüvvetten sonra kendisini dağ başlarından atmak istemesi, peygamberlik vazifelerim üstlenme hususunda kuvvetinin zayıf olmasından ileri gelmektedir. Bunun bir sebebi de, kendisinde bütün mahlukata karşı bir farklılık ve zıtlık hasıl olması tedirginliğidir. Bu, şuna benzer: Binek devesini kaybetmiş bir adam, aniden başına gelen bu felaketten dolayı çabucak devesini aramaya koyulur. İşte içinde bulunduğu bu durum, ansızın onu helake sürükleyebilir. Ama sabrettiği zaman karşılaşacağı güzel akıbeti biraz düşününce sabreder ve yatışır.
Hafız Ibn Hacer (rahimehıllah) der ki: Söz konusu arzunun (kendini dağdan atma arzusunun) ilki, -sahih haberde yer aldığına göre- Varaka'nın kendisine müjdelediği durumu kaçırma endişesi esnasında oluşmuştur. İkincisi ise, Cibril'in kendisine görünüp "Sen gerçekten Allah'ın Resulüsün" demesinden sonradır. Bu durumda Ismaİlî'nin görüşü muhtemel görünüyor.
Bana öyle geliyor ki, bu daha önceki mânâsındadrr. İsmâili'nin zikrettiği mânâ ise, ondan daha önce, Cibril'in başlangıçta geleliği zaman için geçerlidir. Tabcrânî'nin Numan b. Raşid — İbn Şihab tarikinden rivayetine itibar etmek de mümkündür. Taberânî, Buharı hadisinin bir benzerini zikretmiştir. O hadiste şöyle geçer: "Cibril dedi ki: Sen gerçekten Allah'ın Resulüsün." Resûl-i Ekrem (sMahu alevhi veselîcm) İlave etti: "Kendimi dağın tepesinden atmayı düşündüm."
Vahiy kelimesi, "vaha" fiilinin masdarıdır. "Evhâ" da böyledir. Çoğulu "vuhiyy" şeklindedir.
Lügat bakımından; gizlice bildirmek demektir. Süratle bildirmek mânâsında olduğu da söylenir.
Şer'î bakımdan; dinin esaslarını bildirmektir. Bazen vahiy ferimi kullanılır ve bundan "vahyolunan" (ismi meful) mânâsı kastedilir, "Onun konuşması ancak, bildirilen bir vahy iledir. " (Necm,'4)
Vahiy, Allah'ın peygamberine indirilen kelâmıdır. Vahiy ve mânâları hakkında el-KavlüH-Câmiu'l-Veci^&e. genişçe bahsettim. Oraya müracaat edilebilir.
Resul, kendisine amel ve tebliğ emri vahyedüen erkek insandır. Risalet kelimesinden türemiştir. Risâlet ise, Allah'ın, seçtiği kimselere "Ben seni (peygamber olarak) gönderdim. Benim adıma tebliğde bulun" demesidir. Risaletin; "Allah ile akıllı mahrukatı arasındaki elçilik" olduğu da söylenir.
Risalet, nübüvvetten üstündür. Çünkü o, ümmete yol gösterme ve hidayet etme neticesini doğurur. Nübüvvet, nebinin ilim ve ibadetiyle sınırlıdır.
Şeyh İzzüddin b. Abdisselam şöyle der: "Nübüvvet daha üstündür. Çünkü o, Allah ve sıfatları hakkındaki bilginin vahycdilmc sidir. Bu, iki yönüyle Allah Teâlâ ile ilgilidir. Risalet ise, tebliğin emredilmesidır ki bu, bir yönüyle Allah'a râcidir." Bu görüş şöyle değerlendirilmiştir: Risalet, nübüvveti gerektirir. Haddizatında risâlet, nübüvveti şamildir. Çünkü, Resulün nebiye nispetle kapsamhlığı gibi, risalet de nübüvvetten daha kapsamlıdır.
İrsal; Allah'ın, peygambere, gönderildiği kimselere mesajı ulaştırmayı emretmesidir. İrsal kelimesinde, peş peşe İzleme ve tekrar etme mânâsı vardır. Bu demektir ki, tebliğin tekrar tekrar yapılması emredilmiş, yahut ümmet, onu sürekli izlemekle ilzam edilmiştir.
Nebî; ya "kendisine haber verilmiş" demektir -ki Allah Teâlâ, onu gaybına muttali kılmış ve peygamberi olduğunu bildirmiştir-; ya da "kendisine vahyedileni insanlara haber veren" demektir. Bu kelime, ekseriyete göre hemze sizdir. Hemzesi yâ harfine çevrilerek tahfif edilmiştir. Ayrıca, yücelik mânâsına gelen "nebvet" kelimesinden türemiş olduğu da söylenmiştir. Çünkü peygamberin rütbesi, diğer mahlukata. göre yüksektir. Hemzeli olduğu da variddir. Bu durumda "en-nebeu (haber)" kelimesinden gelmiştir. Çünkü peygamber, Allah'tan haber verendir. Bazen, kolaylık olsun diye bunun hemzesi kaldırılır,
Nebî; kendisine bir şeriat vahyedilmiş, ama bunu tebliğ etme emri verilmemiş erkek insandır. Eğer tebliğ emredilirse, o zaman resul olur.
Şöyle de denilir: Tebliğ emredilip bir kitabı olmazsa, yahut kendisinden Önceki şeriatın bazı hükümleri neshedilmemişse o, nebidir. Bunlar olursa o, resuldür. Bu durumda İki görüşte de resul, nebiden daha hususîdir. Bu iki kelimenin eş anlamlı olduğu da söylenmiş tir. o Hac sûresi 52. âyette bu kelimeler şöyle geçer: "Biz senden Önce gönderdiğimiz her resul ve nebiye..." Bu âyette nebi ve resul kelimelerinden her ikisi için de 7'™/(gönderme) terimi kullanılmıştır.
Bu görüşe şöyle itiraz edilir: Eğer bunlar eş anlamlı olsaydı, eşsiz bir kelâmda (âyette) tekrar edilmesi uygun olmazdı. Öyleyse, âyette takdiren gizli bir fiil (nebbe'nâ) vardır. Şiirde de böyle olduğu vakidir:
Kılıcı ve mızrağı kuşanmış haleteyken, ruhunu kargaşa içinde gördüm.
Aslında bu, "kılıcı kuşanmış, mızrağı da taşıyorken" şeklindedir. "Taşımak" kelimesi hazfedilmiş tir.
Amidî [23], filozofların nübüvvet konusundaki görüşlerini, "Nebi, kendisinin peygamber olduğunu bilendir" ve "Nübüvvet, Hakk ile halk arasındaki elçiliktir" diyenlerin görüşlerini kaydedip bunları çürüttükten sonra şöyle der: "Doğru olan, Eşârîlerin, ehl-i hak ve başkalarının görüşü olan şu mezhebdir: Nübüvvet, peygamberin zâtiyatmdan (kişiliğinden) birine râci değildir; sonradan kazanılmış bir araz da değildir. Aksine o, Allah tarafından bir mevhibe (Allah vergisi) ve onun üzerindeki bir nimetidir. Bu mevhibe, peygamberi risaletc elverişli kılar. Hâsılı o, Allah Teâlâ'nın, kulları arasından seçtiği birine <Ben seni gönderdim. Benim kelâmımı tebliğ et> buyruğuna râcidir."
Bundan anlaşılıyor ki, nübüvvet ve risalet, velînin velayet, sultanın imamet sıfatı gibi itibarî (göreceli) sıfatlardandır. Zira söz, -Kadı Adudiddin'in de açıkladığı gibi- ilgili kişiye bir sıfat gerektirmez.
1. Allah'ın "Ben seni gönderdim" sözü, Rabbani kelâmın ezeli olması gibi, risaleün de mutlaka ezelî olmasını gerektirmez. Çünkü risalet, sadece ezelî kelâm değildir. Aksine muhatapla alakalı olarak ezeli kelâmdır. Taalluk etme tabiri İle taalluk eden kişi, hadistir (sonradan meydana gelendir); ezelî değildir.
2. el-Hâkim, bir kişinin Resûl-i Ekrem'e "Ey Allah'ın Nebisi (hemzeli olarak; jâ nebiy'allah)" dediğini; bunun üzerine Resûlullah (saHahu aleyhi vesdkm)'in "Ben, Allah'ın nebı'i değilim; nebîsiyim" [24] dediğini rivayet etmiştir. Zehebî bu hadisi şöyle değerlendirir: Bu, münker bir hadistir. Senedinde güvenilir olmayan Hamdan b. A'yen adında bir ravi vardır. Sahih olduğunu varsayarsak, bu durumda Ebu Zeyd'in anlattığı şu nakle göre değerlendiririz: Burada "nebee" fiili, çıkarılmak mânâsında kullanılmıştır; yani adamın "Ey Allah'ın bir beldeden çıkardığı, kovduğu kişi" demek istediği muhtemeldir. İşte bu yüzden Resûl-i Ekrem (saliaHıualeyHvTseflem) nebî kelimesinin böyle hemzeli şekilde kullanılmasından nehyetmiştir. Bunun bir benzeri de, müminlerin "ftâinâ (bizi gözet)" demelerinin yasakknmasıdır. Çünkü yahudiler, bu kelimeyi (Rafnâ: "Bizim çobanımız" şeklinde kullanarak), Hz. Peygamber (saHlahıı aleyhi vese!lem)'e sövme vesilesi yapıyorlardı.
Ebu Musa el-Eş'atî (radiyaBahu anlı), Resûlullah (saDaDahu aleyhi vcseHem)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Allah'ın benimle gönderdiği hidayet ve ilim, bol yağan yağmur gibidir. Bu yağmur batken öyle iyi bir toprağa düşer ki, bir kısmı suyu içer ve çayır ile bol ot bitirir; bir kısmı da kurak olup suyu üstünde tutar. Allah, bu sudan insanları faydalandırır; Hem içerler, hem hayvanlarını sularlar, hem de icraatta kullanırlar. Bir de yağmur düz ve kaypak bîr toprağa düşer ve bu toprak, ne üstünde su tutar, ne de ot bitirir, işte bu, tıpkı Allah 'in dinini anlayan, benimle gönderdiği hidayet ve ilimden faydalanan, öğrenen ve öğreten kimseyle, buna başım bile kaldırıp bakmayan ve Allah 'in benimle gönderdiği hidâyeti kabul etmeyen kimse gibidir. "Buharı ile Müslim rivayet etmiştir.[25]
Buhâri ile Müslim ve Beyhakî, Ebu Musa'dan; İmâm Ahmed ve Râmehürmüz [26] (Emsâl'de), Abdullah b. Büreyde'den, o da babasından şunu rivayet ederler: Resûlullah (saBaMıu aleylıı vesellem) bir gün dışarı çıkıp üç kere şöyle nida etti: "Ey insanlar! Benim ve Allah'ın benimle gönderdiğinin misali, baskından korkup, düşmanı gözetlemek için adam gönderen bir kavmin dummuna benler. 0, beklerken aniden düşmanı görür ve elbisesini yırtmış variyette hemen kavmim uyarmaya gelir. <Ey kavmim! Ben düşman ordusunu göklerimle gördüm. Ben çıplak uyanayım. Kendinizi kurtann!> der. Bir grup ona uyar; geceye girince tedbirlerini alırlar ve kurtulurlar. Bir gmp ise onu yalanlar ve yerlerinde kalırlar. Sabahleyin düşman ordusu baskın yapar ve onların kökünü kurutur, işte bu, bana itaat edip Hak'tan getirdiğime tâbi olanlarla bana isyan'edip Hak'tan getirdiğimi yalanlayan kimselerin durumuna benler. "[27]
İmâm Ahmed ve Tirmizî,''İbn Mcs'ûd'dan; Buhârî ve Tirınizî, Câbir b. Abdillah (radiyaüahu anh)'dan şu hadisi rivayet etmişlerdir: İbn Mes'ud şöyle der: "Resûlullah (saHaBahu aleyhi vesellem) dizime dayanıp uyudu. Yatınca horladı. Ben oturuyordum, o da dizime dayanmış vaziyette böyle duruyorduk. Derken, üzerinde beyaz elbiseler olan bir grup adam geldi. Güzelliklerinin derecesini ancak Allah bilebilir. O'nun yanına kadar yaklaştılar. Bir kısmı Resûlullah (saHahıaleylıivesdlemyin baş tarafına, bir kısmı da ayaklan tarafına oturdular." Câbir'in diğer bir rivayetinde şöyle anlatılıyor: Resûlullah (sıMalıu aleyhi vesellem) çikageldi ve şöyle buyurdu: "Rüyamda Cibril'in baş tarafımda, Mikail'in ayak tarafımda olduğunu gördüm. Onlardan birisi diğerine: <Onun misalini getir bakahmt> diyordu. Sonra aralannda konuşarak: <Bi^ şimdiye kadar bu peygambere verilenin başkasına verildiğini görmedik. Bunun gökleri kapalı, kalbi uyanık. Ona bir temsil getirin bakalım! (dediler ve şu temsili anlattılar): Bir efendi köşk yaptırır; sonra bir ziyafet verip sofra kurdurur ve insanları ziyafete davet eder. icabet edenler gelip yemeğinden yer, suyundan içer. İcabet etmeyenleri de davet sahibi ce%alandınr> dediler. Bu temsili şöyle açıkladılar: Efendi, Rabbülâlemin'dir. Bina, islâm'dır. Yemek, cennettir. Davetçi (elçi), Hz Muhammed'dir. Muhammed'e itaat eden, Allah 'a itaat etmiş olur ve cennete girer. Muhammed'e isyan eden, Allah'a isyan etmiş olur ve cehenneme girer. Muhammed, böylece insanları ikiye ayırmıştır."
İbn Mes'ûd devamını şöyle anlatıyor: Nihayet Resûlullah (saMahu aleyhi vesellem) kendine geldi ve : "Şunlann ne dediklerini işittim. Onların kim olduklarını biliyor musun?" dedi. Ben "Allah ve Resûlu bilir!" dedim. "Onlar meleklerdi" hvcfatd?a ve ilave etti: <ıOnlann getirdikleri temsilin mânâsını anladın mı?" "Allah ve Resûlu bilir!" dedim. Resûlullah (saDallalıu aleyhi vesellem) açıkladı: "Rahman (olan Rabbimiz) cenneti kurdu. Kullarını ona davet etti. Kim davete icabet ederse cennete girer, kim de icabet etmekse onu cezalandırır. Onların konuştuklarından hiçbirisi bana gizli kalmadı. Onlar birgntp melektir."
Buhârî ve Müslim, Ebu Hüreyre (radçaBahuanhydan Resûlullah (salIaUahu aleyhi vesellem)'in şöyle buyurduğunu rivayet ederler: 'Benimle insanlann misali, ateş yakan bir insanın durumuna benler. Ateş, etrafını aydınlatınca cırcır böcekleri, kelebekler ve şu ateşin çevresine üşüşen böcekler oraya düşmeye başlarlar. Adam, onlara engel olmaya çalışır; fakat onu atlatıp ateşe düşerler, işte ben, cehenneme düşmeyesini\ diye peşinimden tutmaktayım. Siz ise oraya düşmektesiniz "
Müslim'in naklettiği lafız ise şöyledir: "işte benim ve sizin temsiliniz budur. Ben si^e mani olmaktayım. Sîz ise beni aşarak cehenneme düşersiniz."
İmâm Ahmed'in ibn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, Resûlullah (saHahu aleyhi vesellem) rüyasında iki melek gördü. Birİ baş tarafına, diğeri ayak ucuna oturmuştu. Ayak tarafında olan, baş taraftakine: "Bunun ve ümmetinin misalini getir!" dedi. O da şöyle anlattı: "Bunun ve ümmetinin misali, yolculuk yapan bir kafilenin durumu gibidir. Çöle vardıklarında azıkları biter; ne orayı aşmak, ne de geri dönmek için azık kalmıştır. Onlar bu haldeyken, güzel giyinmiş bir adam gelerek onlara: <Ne dersiniz? Size çayırlı bahçeler ve suya kandıran havuzlar getirsem, bana tâbi olur musunuz?> der. Onlar da <Evet!> derler. O da va'd ettiğini yapar. Yerler, içerler ve beslenirler. O zaman onlara <Sizi bu halde bırakmamı ister misiniz?> der. Onlar da <Evet> derler. Yine onlara yeşil bahçeler ve suya kandıran havuzlar getirir. Yerler, içerler ve beslenirler. Yine onlara <Sizi bu halde bırakmamı ister mİsİniz?> diye sorar. Onlar da <Evet> derler. O zaman: <Sizin önünüzde bundan daha otlak ve daha güzel havuzlar var. Bana tâbi olun!> der. Bir grup: <Doğru söyledi. Biz ona tabi olacağız> der. Diğer grup da <Biz buna razıyız, burada kalacağız> der."
1. Birinci Hadisle (Ebu Musa hadisi ile) İlgili Açıklama:
Hüdâ ve ilim kelimeleri: Yol ve amel mânâlarında kuHanümıştır. Rivayete göre, "Kimin ilmi artar, fakat hidayeti artmazsa, ancak Allah'tan uzaklaşmış demektir."
Hadiste "bol yağmur" ifadesi kullanılmıştir. Bu, İnsanların yağmura çok ihtiyacı olduğu durumu tavsif eder. İnsanların peygamberlerden yoksun kaldıkları dönemlerde kalpleri ölmüş, ilim kaybolmuştu. Derken, Allah Tcâla onların üzerine semavi vahiy yağmurları yağdırdı. Bunların durumu, kıtlık seneleri geçirip, hayvanları telef olan kimselerin haline benzer. Allah onlara lütfuyla muamele etmiş, semâyı serbest bırakmıştır. Herkesin bu rahmetten nasibi de hadiste zikredilen misal ve nazirelere göredir.
Kurtubî ve Nevevî, Kadı İyaz'a uyarak şunları söylerler: Hz. Peygamber (siaflahu aîeyhi vcseEem), getirdiği dine çok muhtaç oldukları bir vakitte insanların kavuştuğu umumi bir yağmura benzetilmiştir. Bi'setten önce insanların durumu böyleydi. Sağanak yağmurun ölü bir beldeyi diriltmesi gibi, din ilimleri de ölü kalbi diriltir. Rcsûl-i Ekrem (saHlahu aleyhi veseHem), daha sonra dinleyenleri, yağmurun düştüğü muhtelif topraklara benzetti. Kimisi âlim ve muallimdir; yağmur suyunu emen, böylece kendisine faydalı olan, ot bitirip başkasına da fayda veren temiz ve verimli bir toprak mesabesindedir.
Kimisi, zamanının ilmini kuşatmıştır. Şu var ki, nafileleri uygulamaz ve topladığı ilimde fazlaca derinleşmez. Ancak bununla birlikte başkasına o ilmi aktarır. İşte bu, üzerinde suyun biriktiği ve insanlara faydalı olan toprak mesabesindedir. O, Hz. Peygamber (sallaDahıı aleyhi vesdemj'in şu hadisinde işaret edilen kimsedir: "Benîm sönümü işitip iyice anlayan ve işittiği gibi başkasına aktaranın Allah yükünü ak etsin!".[28]
Kimi de ilmi İşitir, onu muhafaza etmez, uygulamaz, başkasına da nakletmez. Bu da suyu kabul etmeyen kaygan toprak gibidir.
Hafız (İbn Hacer) der İd: İlk iki grup, yarar sağlamada ortak oldukları için birlikte zikredilmiş tir. Üçüncü gi'up ise, istifade etmediği için yerilmesi nedeniyle diğerlerinden ayrı zikredilmiştir.
Daha sonra bana zahir oldu ki, her misalde iki grup vardır: Birincisini açıkladık. İkincisi şudur: Birinci tip, dine girip ilim dinlemeyendir; yahut işitip de onunla amel etmeyen ve öğretmeyendir. Buna "Başım bile kaldırıp bakmayan" [29] İfadesiyle işaret edilmiştir. Yani, ondan yüz çevirip istifade etmeyen kimse. İkincisi, dine girmeyen, hatta kendisine ulaştığı halde İnkâr eden kimse. Bunun misali, düz ve kaygan topraktır ki, su üzerinden akıp gider, ondan faydalanamaz. Buna da "Benimle gönderilen Allah'ın hidayetim kabul etmeyen " ifadesiyle işaret edilmişti.
et-Tîbî der ki: Mutahharî şöyle diyor: Bilesiniz ki, üç kısım toprak zikredildi. İnsanların ilmi kabul edip etmemesine göre de iki türü kaydedildi. Birincisi, Allah'ın dinini iyice kavrayan kimsedir. İkincisi, buna başını bile kaldırıp bakmayandır. Yani kibirlenen ve dini kabul etmeyen kimsedir. Bu böyle zikredildi. Çünkü, toprağın kısımlarından birinci ve ikinci kısım, istifade edilip edilmemesi açısından aynı türden gibidir. İşte insanlar da iki kısımdır: Birisi, ilmi ve din ahkâmını kabul eder, ikincisi de her ikisini kabul etmez. Bu durum, hadisteki insanların iki kısım olmasını gerektirir. Birisi, kendisinden istifade edilen; diğeri de istifade edilmeyendir. Ama hakikatte insanlar, üç kısımdır: Kimisi ilmi, amel edeceği kadar alır, ama fetva ve tedris mertebesine erişip insanlara faydalı olamaz; bu birinci kısımdır. Kimisi ilmi amel edeceği kadar alır, bununla birlikte fetva ve tedris mertebesine erişip insanlara faydalı olur; bu ikinci kısımdır. Kimisi de ilmi kabul etmez; bu da üçüncü kısımdır.
et-Tîbî şöyle devam eder: Hadis şerhi yazanlar, bu açıklama tarzı üzerinde İttifak etmişlerdir. Hadisin zahiri ise, birinci yoruma yardım etmektedir. Çünkü temsilin birinci yarısı, iki durumu birden anlatmaktadır. Bu durumda birinci kısım toprağın, temiz ve kurak olana şamil olması gerekir, ikincisi ise bunun aksidir.
Benzetmenin temelinde iki unsur göze çarpmaktadır: Hidayet ve ilim. Bu ikisi denge yönüyle birbirinden farklıdır. İki söz arasındaki mütekabiliyet mânâsının gözetilmesi de bunu destekler. Birincisinde çayırın varlığı ve toprağın suyu tutması; ikincisinde de bunların bulunmaması söz konusudur.
Hadiste iki taraf zikredilmiştir: Hidayette ileri giden ve dalalette aşırıya giden. Hidayeti ve ilmi kabul eden, Allah'ın dinini iyice kavrayan: Dinde fakih olan" tabiriyle ifade edilmiştir. Bunu kabule yanaşmayan ise, tcBaşım bile kaldırıp bakmayan" ve "Allah'ın hidayetini kabul etmeyen" şeklinde tabir edilmiştir. Bu ikisi arasında da orta bir grup vardır ki o da iki kısımdır:
Birincisi, ilminin sadece kendisine fayda verdiği kimsedir. İkincisi de, Kendisi faydalanmayan, ama başkasına faydalı olan kimsedir.
Öte yandan bu hadiste, istidatların kazanılmış olmadığına işaret edilmektedir. Bilakis bunlar, mevâhib-i rabbaniyedir. Allah, onu dilediğine özgü kılar. Bunların olgunluğa erişmesi, Allah Teâlâ'nın nebevî kandilden feyizlendİrmesiyle mümkündür. Kitab, sünnet ve bunlara yakın şeylerin dışındakilerle iştigal eden kimseye Allah hayır murad etmemiş demektir. Fakîh, ilim öğrenen, onunla amel eden ve başkasına da öğretendir. Bunlardan birinin bulunmaması, bu ismin bulunmaması demektir. İlmiyle amel eden bir âlimin, insanlara faydalı olması gerekir. Sadece ameliyle faydalı olursa, suyu olmayan çayırlı bir yer gibi, merasından iyi istifade edilmez. Eğer sadece söze münhasır kalırsa, o zaman da hayvanları otlatmanın mümkün olmadığı; yalnızca sulama imkânı bulunan araziye benzer. Eğer hem söz, hem de amel yönünden verimli olmazsa, su ve toprağın bulunduğu; ancak bazı zalimlerin, hakkı olan kimselerin istifadesine engel olduğu bir yere benzer. Şair bu hususta şöyle der:
Kim cahile ilim verirse, onu zayi etmigtir.
Kim ae hakkı olan kimselere mani olursa, o da zalimlik etmiştir.
2. İkinci Hadisle (Büreydc hadisi İle) İlgili Açıklama:
Eşref der ki: Hadiste gözlerin zikredilmesi, Resûl-i Ekrem (saDaHıu aleyhi vesdfem)'in haber verdiği her şeyin, gözüyle gören kimsenin haberi gibi gerçek olduğuna, buna vehim ve şüphenin karışmadığına işaret eder.
Bu hadisi, Kadı (İyaz), Nevcvî ve et-Tîbî söyle açıklar: 'Ben çıplak uyanayım1' ifadesi, durumun vahametini, tehlikenin yaklaştığını ve uyarıcının töhmetten beri olduğunu anlatmaktadır. Bu ifadenin açılımı şöyledir: Adam, düşmanı gördüğünde fırlayarak kavmine haber vermeye gelmektedir. Düşmanın kendisinden Önce baskın yapmasından korkarak elbisesini çıkararak bir çubuğun başına takmış ve tedbir almaları için feryat etmektedir. Böyle yapması, gören kimseye daha açık bir haber ve daha dikkat çekici bir görüntüdür. Düşmana karşı hazırlanmaları için yaptığı uyarıya daha etkileyici bir görünüm katmaktadır.
Şöyle de denir: Bunun sebebi şudur: Adam düşman ordusuyla karşılaşmış, kendisini soyup esir almışlar, bir fırsatını bulup ellerinden kaçmış ve kavmine gelerek "Ben orduyu gördüm. Görüyorsunuz işte beni soydular" demiştir. Onu çıplak görenler de doğruluğundan emin olmuşlardır. Çünkü onlar, uyarıcıyı tanıyorlar ve samimiyetinden şüphe etmiyorlardı. Üstelik soyunmak diye bir âdeti de yoktu. İşte bu belirtilerle doğruluğuna karar verirler. Resûl-i Ekrem (saEaMu^ıivesdlem), kendisini ve getirdiği mesajı bu uyarıcıya benzetmiştir. Çünkü onda, doğruluğuna işaret eden nice mucizeler ve harikulade özellikler vardır. Böyle bir benzetme ile, meseleyi, muhataplarının anlayacağı ve alıştıkları şekilde zihinlerine yerleştirmeyi amaçlamıştır.
Tîbî der ki: Bu benzetme, dağınık teşbihlerdendir. Resûl-i Ekrem
(saEaHıu dikiti veseJlem); zatını, adama; Allah'ın gönderdiği azapla İnsanları uyarmasını ise, adamın baskın yapacak bir orduyla kavmini uyarmasına benzetmiş tir. Yine ümmetinden kendisine itaat edeni ve isyan edeni, adamı doğrulayan kimselerle yalanlayanlara benzetmiştir.
3. Üçüncü Hadisle (îbn Mes'ud hadisi ile) İlgili Açıklama:
Kâdî Nâsıruddin el-Beydâvî, Şerhu'l-Mesâbth'tc şöyle der: Bu hadisin iki duruma ihtimali vardır: Birincisi: Câbir'in Hz. Peygamber (saflaflahu aleyhi vcseDemJ'den duyup anlatmış olması. İkincisi de, bizzat kendisinin gördüğünü haber vermiş olması.
Bazı meleklerin O'nun hakkında, "Goyü uyur, kalbi uyanıktır" sözü, şöyle münazara edilebilir: Bu söz, kudsi ve kâmil nefislerin idrakinin, duyu organlarının zayıflamasına ve bedenin istirahatine bağlı olarak zayıflamadığını açıklar ve bunun gerçekte mümkün olduğunu ifade eder.
et-Tîbî der ki: Bu hadîsteki benzetme, dağınık teşbih değildir. Aksine, bir çok durum içinden bir yönü alınarak benzetme yapılmıştır.
Bu hadisin yorumu şöyledir: Melekler, Allah Teâlâ'nın âlemlere rahmetini, Resulü Ekrem (saWalıu alevli vesellem)'i mahlukatına göndermesiyle temsil etmişlerdir. Allah Teâlâ'nın şu buyruğunda olduğu gibi:
"Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik" (Enbiya, 107). Sonra mahlukatına cenneti hazırlaması, Resûl-i Ekrem (saMalıu aleyhi veseüem)'in onları cennete, nimetlerine ve neşesine daveti, sonra halkı oraya götüren yola koyması, insanların, süfli âleme sarkıtılan Kitab ve sünnete yapışarak ona tâbi olması temsil edilmiştir. İnsanlar, çoğunlukla tabiatları cloğrultusunda meyletmekte ve sehve deriyle meşgul olmaktadır. Allah Tealâ ise, onları lütfuyla yüceltmek istemiş ve onları bu çıkmazdan kurtarmak için, kendilerine Kur'ân ve sünnet ipini sarkıtmıştır. Ona yapışan kurtulur, Firdevs'te, Cenâb-ı Akdes'in, Mclik-i Muktedir'in yanında olur. Kim de yere yapışırsa helak olur ve Allah'ın rahmetinden nasibini zayi eder.
Daha sonra davete icabet etmeyenler, Allah'ın gazabını ve ebedi azabı üzerlerine çekmişlerdir. Aslında Allah Teâlâ'nın rahmeti, gazabının önündedir, işte buna uygun olsun diye, hadiste bu azap, kinaye yoluyla açıklanmıştır.
'Muhammed insanları ayırmıştır" sözü Resûl-i Ekrem'in, insanları tamamen irşad ettiğine, kusurları giderdiğine, kendisini dinleyenleri gaflet ve cehalet uykusundan uyandırdığına, onları Kitap ve sünnete sarılmaya, bidat ve dalaletten yüz çevirmeye teşvik ettiğine işaret eder. Bu suretle Muhammed (sall^ıualeyhivesdem), kâfir ile mümini ayırmıştır.
4. Dördüncü Hadisle (Ebu Hüreyre hadisi ile) İlgili Açıklama:
Nevevî der ki: Hadisin kastetmek istediği mânâ şudur: Cahillerin ve ona muhalefet edenlerin günahları ve şehvetleri yüzünden âhiret azabına düşmeleri ve buna hırslı olmaları, Rcsül-i Ekrem'in de onları düşmekten men etmesi mezkur olaya benzetilmiştir. Bunda, hevâ ve hevese uymak, gerçeği iyice temyiz edememek ve ısrarla kendini helak etmeye çalışmak mânâları vardır.
Kadı Ebu Bekir İbn el-Arabi şöyle der: Bu, bir çok mânâları olan bir benzetmedir. Kasıt şudur: Mahlukat, helak olmak kastıyla ateşe gelmezler; menfaat ve şehvete uymaktan dolayı gelirler. Kelebekler, helak olmak için ateşe yanaşmaz. Aksine, ışık hoşuna gittiği için yanaşır. Şöyle de açıklanır: Kelebekler, karanlıkta iken aniden bir ışık görürlerse, onu bir delik zanneder ve aydınlığa çıkmak için oraya üşüşürler, işte böylece ateşe giderek, farkına varmadan yanarlar.
Şöyle de denir: Işığın şiddetinden rahatsız olur, onu söndürmeye yönelir. İşte aşırı cehaletinden dolayı, gücü yetmeyen bir işe kalkışarak kendini helake sürükler.
Gazâlî der ki: Bu benzetme, insanın şehvetlerine yönelmesini, kelebeğin kendini ateşe atmasına benzeterek anlatır. Lakin, Ademoğlunun cehaleti, kelebeğînkinden daha büyüktür. Zira, kelebek, ışığın zahirine aklanarak ateşte yandığı zaman derhal azabı sona erer. Ama insanoğlu, uzun bir müddet veya ebedi olarak ateşte kalır.
Tîbî, bunu söyle açıklar: Hadisteki benzetme, şu âyetteki mânâya dayanır: "Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, işte onlar zalimlerin ta kendileridir" (Bakara, 229). Şöyle İd; Hadiste geçtiği üzere, Allah'ın sınırlan, haramları ve yasaklarıdır. Haramların başı, dünya sevgisi ile onun ziyneti, lezzeti ve şehvetine duyulan sevgidir. Resûlullah (sallAhu aleyhi vesellcm), bu hudutları, kâfi ve şâfı açıklamalarıyla, bir adamın ateş yakmasına benzetmiştir. Bunun yeryüzünde'yayılmasını da ateşin etrafını aydınlatmasına benzetmiştir, insanların bu beyâna aldırmaması, Allah'ın sınırlarını çiğnemesi, lezzet ve şehvetlere düşkünlükleri, Resûl-i Ekrem (saMahual^üvesdlenJ'in de onları men etmesi; ateşe üşüşen ve düşen kelebeklere, ateş yakanın onları düşmekten korumasına benzetilmiş tir. İşte bu beyanatlardan kasıt, Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi veseHem)'iıı ümmetini hidayete götürdüğü ve helakine sebep olacak şeylerden koruduğudur. Onlar, buna rağmen cehaletleri sebebiyle, yine de ateşe düşmeye götüren işler yaparlar.
"Ren, peşinimden tutarak si^i engel olmaktayım"'ifadesi, bir istiaredir. Resûl-i Ekrem (saEaMıuabl-üveseHem)'in ümmeti helakten koruması, derin bir kuyuya düşmesin diye arkadaşının elbisesinden tutan adamın durumuyla temsil edilmiştir.
İmâm Ahmed, Buharı ile Müslim ve Beyhakî'nin Ebu Hüreyre'den; İmâm Ahmed ve Müslim'in Ebu Saîd el-Hudrî'den; İmâm Ahmed ve Buharı ile Müslim'in Câbır b. Abdillah'dan; İmâm Ahmed ve Tirmizî'nin {sahih hükmünü vererek) Übeyy b. Kâb'dan (cdiyaHıu anhum) rivayet ettiklerine göre, Resûlullah (saflaflahu aleyhi vesellem) buyurdular ki:
"Benimle benden önceki diğer peygamberlerin misâli, şu adamın misali gibidir: A-dam mükemmel ve gii^el bir ev yapmıştır, sadece köşelerinin birinde bir kerpiç yeri boş kalmıştır. Halk, evi hayranlıkla dolaşmaya başlar ve (o eksikliği görüp): <Bu eksik kerpiç konulmayacak mı?> der. işte ben bu kerpicim;geldim ve peygamberlerin sonuncusu oldum."[30]
Hafız (İbn Hacer) der ki: Şayet "Kendisine benzetilen bir şey, benzeyen ise bir topluluktur, bu durumda teşbih nasıl doğru olacaktır?" denirse, buna şöyle cevap verilir:
Hz. Peygamber (saHlalıu aleyhi vesellem), bütün peygamberleri bir kişi gibi kabul etti, çünkü teşbihten elde etmek istediği mânâ, ancak "küll" ile, yani coğunlusu gözeterek mümkün olabilmektedir. Bir evde de durum aynıdır: Evin tamam olması ancak yapısının bütünleşmesiyle mümkündür. Bunun teşbih-i temsil olma ihtimali de vardır. Yani benzeyenin vasıflarından birisinin alınarak, kendisine benzetilenin durumlarından birine benzetilmesidir. Hadiste, geçmiş peygamberler ve insanları irşâd etmek üzere getirdikleri şeriatlar, temelleri atılıp, üzerine duvarları örülmüş, tamamlanmak üzere tek kerpici eksik kalmış, mükemmel güzel bir binaya benzetilmektedir. İşte bu risale t binasını tamamlayacak sonuncu tuğla Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi vesdkm) olmuştur. Nitekim Peygamberimiz (sallallahu aleyhivesdkm), güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilmiştir.
Ibn Arabî, işaret edilen tuğlanın, mezkur evin temelinde olduğunu ve bu konulmazsa evin çökeceğini ileri sürer ve "Söz konusu benzetmenin muradı ancak bu şekilde tamamlanır" der.
Şayet bu yorum, nakledilen bir rivayet ise, güzeldir. Aksi takdirde bağlayıcı değildii'. Evet bu böyledir. Çünkü siyakın zahirinden anlaşılıyor ki tuğlanın yeri, evin tamamlanmadığını açığa çıkaracak bir mevkidir. Müslim'deki Hemmam rivayetinde de bu şekilde yer alır. Bu rivayetteki ibare şöyledir: "Köşelerden bilinde bir tuğla yeri eksik". Bu eksik tuğla, evi mükemmelleştirici ve güzelleştirici bir tuğla vasfına sahiptir. Eğer böyle kabul etmezsek, işin noksan olması gerekir ki hakikat böyle değildir. Zira kendisine nispetle her peygamberin şeriatı, eksiksizdir. Buradaki kasıt ise, daha önceki kâmil şeriatlerle birlikte, Şeriat-i Muhamınediye'ye göre en mükemmele dikkatleri çekmektir.
Ibn Sa'd'ın Mutarrif b, Abdillah b. eş-Şıhhîr'den rivayet ettiğine göre, bir adam Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi vesdlem)'e "Ne zaman peygamber oldun?" diye sordu. O da: "Adem, ruh ile çamur arasında iken" diye cevap verdi.
Yine Ibn Sa'd, Abdullah b. Şakık tarikiyle Ebu'l-Ced'â'dan, onun şu sözünü rivayet eder: "Yâ Resûlallah! Ne zaman peygamberdin?" drye sordum. "Adem, ruh ile cesed arasında iken" diye cevap verdi. Bu hadisin ravileri, güvenilir kimselerdir.
Tirmizî de (basen kabul ettiği bir ısnadla) Ebu Hüreyre (ıîidiya]lahuanh)'dan şöyle rivayet eder: Resûl-i Ekrem (saHLıhu aleyhi vesdlemj'e "Yâ Resûlallah! Peygamberlik sana ne zaman yazıldı?" diye sorulunca, şöyle cevap verdi: "Adem, ruh ile cesed arasında bir devrede iken...".
Kitabın başlarında 3. bolümde konuyla ilgili hadisler yer almıştı. Oraya müracaat edilebilir. (Bkz. cîlt 1, s. 31)
En doğrusunu bilen Allah'tır,
İmâm Ahmed, Mücahid'den şunu nakleder: Bize, Cahiliye devrini yaşamış, Anbes adında bir pir-i fani şunu anlattı: Aileme ait bir sığırı otlatıyordum, içinden şöyle bir ses işittim: "Ey Zerih âli! [31] Fasih bir lisan, haykrran bir insan... <Lâ ilahe illallâh> diyor." Mekke'ye geldik ve Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vadlem)'in orada zuhur ettiğini öğrendik.
Yine İmâm Ahmed, Ebu Hüreyre (racfyalahuanlı)'dan şu hâdiseyi nakleder: Bİr kurt gelerek çobanın Önünden bir koyun kaptı. Çoban hemen onu arayıp buldu ve koyunu kurdun ağzından çekip aldı. Bunun Üzerine kurt bir tepeye çıkarak uludu ve "Allah'ın bana verdiği bir rızkı zorla elimden aldın!" diye bağırdı. Çoban buna şaşırarak "Vallahi, böyle bir gün görmedim! Bir kurt konuşuyor!" dedi. Kurt da "Bundan daha acayip olan bir şey var: İkİ taşlık arazinin ortasındaki hurmalık yerde bir adam çıkıp size geçmiş ve gelecekten haber verecektir!" dedi. Adam yahudiydi. Hemen Resûlullah (sallallahu -aleyhi veseüem)'e gelip bunu anlattı. Hz. Peygamber ıhualq-hi vesellem) de onu doğruladı.
Bunun devamı mucizeler bölümünde yer alacaktır. Ayrıca o bölümde kertenkelenin Resûlullah (sallaDahu aleyhi veseSem)'e "Sen Allah'ın resulüsün!" dediği de nakledilecektir.
Beyhakî, Mu'rıd b. Abdillah b. Muaykîb el-Yemâmî'nin, dedesinden naklen babasının şunu anlattığını rivayet eder: Veda haccını eda ettim ve Mekke'de bir eve girdim. Orada Resûlullah (sallallahu aleyhi vescüem)'i gördüm. Yüzü ay hâlesi gibiydi. Bir de orada hayreti mucip bir olaya şahit oldum. Bir adam, daha o gün doğmuş bir çocukla Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi veseflem)'in huzuruna girdi. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) ona "Ey çocuk, ben kimim?" diye sordu, çocuk da "Sen, Allah'ın resulüsün!" diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamberimiz "Doğru söyledin. Allah seni mübarek kılsın!" diye dua etti. Râvi der ki: Ondan sonra çocuk bir daha konuşmadı. Biz onu "Mübarek ve Uğurlu" ismiyle çağırırdık.
Yine Beyhakî'nin Şimr b. Atıyye'den, onun da bazı üstatlarından rivayet ettiğine göre, bir kadın, genç yaşta bir oğluyla Resûl-i Ekrem (saHahu aleyhi vesellem)'in huzuruna geldi ve "Yâ Resûlallah! Bu oğlum doğduğundan beri hiç konuşmamıştır" dedi. Resûlullah (saüaMıu al^H vtsellan) da kadına "Onu yaklaştır bakalım" buyurdu. Kadın onu yaklaştırınca "Ben kimimV'diye sordu. Genç de "Sen, Allah'ın resulüsün!" diye cevap verdi.
Mucizeler bölümünde bundan daha fazlası yer alacaktır.
Üsâme b. Zeyd b. Harise (mdıyaHııuınhydan rivayet edildiğine göre Hz. Cibril, ilk vahyi getirdiği zaman Nebi (dejfedamj'a abdesti ve namazı gösterdi. Abdesti bitirdiği zaman avucunu suyla doldurup iki uyluğunun arasına serpti.
Bunu İmâm Ahmed ve Dârekutnî, Rişdîn b. Sa'd —Ukayl —Kurre — Urve -Usame tarikinden rivayet ettiler. Rişdîn zayıf bir ravîdir. Öte taraftan Haris b. Ebi Üsame ile Dârekutnî, İbn Lehîa —Ukayl -İbn Şihab -Urve b. Zübeyr -Üsame b, Zeyd -Zeyd b. Harise tarikinden rivayet ettiler. Bu defa İbn Lehîa zayıftır. Taberânî ise M. el-Epsafta. başka bir kanaldan Ukayl-Zühri tarikiyle rivayet etti. Bu durumda Ukayl'dan aşağısına bakılmalıdır; eğer güvenilir kimseler olduğu kabul edilirse hadisin senedi ceyyid (sağlam)dır.
Yİnc bu hadisi Ebû Nuaym, Nadr b. Seleme kanalıyla Hz. Aişe'den rivayet eder ki bu, zayıftır. Ebû Nuaym ve Beyhakî, Yezid b. Rûmân-Urve b. Zübeyr tarikinden rivayet eder ki bu da zayıftır. Bu hadiste Cibril'in gelişi ve peygamberlikle görevlendirme (bi'sct) olayı anlatılır. Son kısmı şöyledir:
"Hz. Cibril, bir su kaynağı açtı ve abdest aldı. Muhammcd (aleyhissdam) ona bakıyordu. Yüzünü ve dirseklerine kadar ellerini yıkadı. Başını mesnetti. Topuklara kadar ayaklarım yıkadı. Sonra fercine su serpti ve Beyt'c yönelerek iki defa secde etti. Hz. Muhammed (saüaMıu aleyhiveseflem) de Cibril'in yapmış olduklarını gördüğü şekliyle aynen yaptı."
Ebû Nuaym bu hadİsî, Yezid b. Rûman —Zührî —Urve -Aişe tarikiyle rivayet eder.
Bütün bu tarikler birbirini takviye eder, neticede hâdisenin bir aslı olduğuna delalet eder.
Bu hâdiseyi İbn-i İshâk da anlatmıştır. Belâzürî de Zührî, Katâde, Kelbî ve Muhammed b. Kays'dan rivayet etmiştir. Bunların tümü hâdiseyi şöyle anlatırlar; "Hz. Cibril, Resûlullah (safl^u aleyhi vesdkm)'e abdesti, namazı ve "İkra bİsmi rabbikc'llezî halak"ı Öğretti. O, Mekke'nin yukarısında iken Cibril geldi. Onun için, topuğuyla vadi tarafına vurdu. Hemen oradan su kaynağı flşkırdı. Cibril (alcylııssdam) abdest aldı, Muhammed (saMahu aleyhi veseflem) de ona baktı ve onun gibi abdest alıp namaz kıldı."
Hz. Aişe hadisindeki ibare ise şöyledir: "Onunla birlikte Kabe'ye doğru iki rekat namaz kıldı. Namaz kılarken Hacer-i Esved'e yönelmişlerdi. Peygamber (saflallahu aleyhi vaellem) geri döndü. Eve gelince Hatice'ye öğretmek için, Cibril'in abdest aldığı gibi abdest aldı. Sonra Hatice abdest aldı. Birlikte iki rekat namaz kıldılar."
İmâm Ahmed, Beyhakî ve İbn Abdilbcrr'in, İsmail b. İyas b. Afîf el-Kindî'den, onun da babası ve dedesinden rivayetine göre: Afîf-i Kindi demiştir ki: Câhiliye zamanında aile halkıma bazı ticaret eşyaları almak maksadıyla Mekke'ye gelmiş, Abbas b. Abdulmuttalib'in evine misafir olmuştum. Bir gün Mina'da, Abbas'ın yanında oturuyor, güneş gökte yükseldiği vakit Kabe'ye bakıp duruyordum.
O sırada, Kabe'nin yakınındaki çadırdan birisi çıktı ve başını göğe kaldırıp baktı. Güneşin meylettiğini görünce, abdest alıp namaza durdu. Daha sonra, o çadırdan bir çocuk gelip onun yanına dikildi. Çok geçmeden, bir kadın gelip onların arkalarına durdu. Bundan sonra, olgun genç eğilip rükûa gidince, çocuk da, kadın da rükû ettiler. Olgun genç, rükudan başını kaldırıp doğruldu. Çocuk da, kadın da, rükûdan başlarını kaldırıp doğruldular.
Olgun genç, secdeye gitti. Çocuk da, kadın da secdeye gittiler. Bunun üzerine "Ey Abbas! Bu nedir?" diye sordum. O da: "Bu, Abdulmuttalib'ın oğlu Abdullah'ın oğlu Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem)'dir. Kardeşimin oğludur!" dedi.
"Bu kadın kimdir?" dedim.
"Bu da, Huveylid'in kızı Hatice'dir ve kardeşimin oğlunun hanımıdır" dedi.
"Yanındaki bu çocuk kimdir, biliyor musun?" diye sordum.
"Abdulmuttalib'in oğlu Ebû Tâlib'in oğlu Ali'dir. Onun amcasının oğludur!" dedi.
Ben: "Ya bu yaptıkları nedir?" diye sorunca, "Namaz kılıyorlar" dedi.
"O, peygamber olduğunu ileri sürüyor. Henüz bütün yeryüzünde şu üç kişiden başka kimse bu elinde ona tabi olmamıştır! Bu halde iken o, kendisine Kisrâ ve Kayser hazinelerinin açılacağını iddia ediyor!" dedi.
Afif der ki: "Ben, o zaman, iman edip de Hz. Ali'den sonra ikinci olmayı ne kadar isterdim!."
Bu hadis, "Namaz, yalnız sabah ve akşam vakitlerinde farzdı" diyenlerin sözünü reddeder.
1. Süheylî (rahimehulkh) der ki: Haris b. Ebi Üsame'nin Zeyd b. Hârise'den rivayetine göre, abdest âyeti, Mekke'de farz kılınmış, Medine'de tilavet olunmuştur. Çünkü abdest âyeti, Medenî'dir. Zira Hz. Aişe "Allah, teyemmüm âyetini indirdi" demiş, "abdest âyeti" dememiştir. Zaten öyledir. Çünkü abdest, daha önce farz kılınmıştı. Ancak şu var ki, Mâide (süresindeki abdest) âyeti ininceye kadar, tilavet olunan bir âyet şeklinde değildi.
Ben derim ki: el-Hâkim, Müstedrek'tc "Mâide (âyeti) inmeden önce abdestin olmadığını iddia edenlere karşı Ehl-i Sünnet'in bir red deliline ihtiyacı vardır" demiş ve daha sonra İbn Abbas hadisini ileri sürmüştür: "Hz. Fâtıma ağlayarak Hz. Peygamber (sallallahu ahlıivesellem)'in huzuruna girdi ve <Kureyş'in ileri gelenleri seni öldürmek üzere sözleştiler> dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (saikllahu aleyhi vesdem): <Bana abdest alacak bir kap getirinl> buyurdu, abdest aldı. Sonra da mescide çıktı...".
Ebu Ömer (İbn Abdilberr) de şöyle der: Bütün meğâzi âlimlerince malumdur ki Resûlullah (sallallahu aleyhi veseHem) namaz farz kılındığından beri ancak abdestli namaz kılmıştır. Buna cahil ve inatçıdan başkası karşı gelmez. Aişe (mdiyaMuanha)'nm "Allah teyemmüm âyetini indirdi" sözünde, abdestin hükmünü değil, teyemmümün hükmünü yeni öğrendiklerine dair işaret vardır.
Daha önce uygulanıyor olmasıyla birlikte abdest âyetinin inmesindeki hikmet, bu farzın Kur'ân ile tilavet olunmasıdır.
Kimileri de şöyle demiştir: Abdest âyetinin ilk planda nazil olup uygulanmış olması, daha sonra da geri kalanının (teyemmüm hükmünün) inmiş olması muhtemeldir. Buna teyemmüm âyeti denmesi, "parçaya bütünün adının verilmesi" kabilindendir.
Hafız (İbn Hacer) der ki: Buhârî'nin tefsir bölümündeki Amr b. Haris rivayeti, âyetin tamamının bu olayda nazil olduğuna işaret eder. Zahir olan, İbn Abdilberr'in dediğidir.
Kadı lyaz (lalıimehuDah) der ki: Namaz için taharetin ne zaman farz kılındığında farklı görüşler vardır: İbnü'1-Cehm, İslam'ın bidayetinde abdestin sünnet olduğu, daha sonra teyemmüm âyetinde farz kılındığı görüşündedir. Cumhur ise, aksine bundan Önce farz olduğunu ileri sürer.
2. Hafız İmadüddin İbn Kesir der ki: Hz. Cibril'in bu namazı, Beyt'in yanında iki defa kıldıkları namazdan başka bir namazdır. Çünkü onda beş namazın vakiderini, İlk vaktini ve son vaktini açıklamıştı. İşte bu, İsra gecesinde farz olmasından sonraydı. Bunun açıklaması ileride gelecektir.
3. İbn Hazm, abdestin ancak Medine'de farz kılındığını ileri sürer.
4. Süheyli (ohimehullah) der ki: Harbî ve Yahya b. Sellam, namazın Isra'dan önce, güneş doğmadan ve batmadan Önce olmak üzere iki vakit olduğunu ileri sürdüler.
İbnü'l-Cevzî de Mukatil b. Süleyman'dan şunu nakleder: "İslam'ın başlangıcında Allah, müslümanlara iki rekat sabah, iki rekat akşam namazı farz kılmışa."
Hafız, Harbî'nin anlattığını naklettikten sonra şöyle der: Bir grup alim, 'bunu reddetmiştir. Onlar, İsrâ'dan önce -sınır konulmadan gece namazının emredilmesi hariç- farz kılınmış bir namazın bulunmadığı görüşündedir.
5. İbn-ı İshâk bu konuda İbn Abbas hadisini zikreder. Bu hadiste, Hz. ' Cibril'in Hz. Peygamber (saüallahualeyhiveseflem)'e imamlığı, ona iki gün boyunca namaz vakitlerini Öğretmesi yer alır.
er-HKavd'âa. bu şöyle değerlendirilir: Onun (İbn İshak'm) bu konuda İbn Abbas hadisini zikretmesi gerekmezdi. Zira ilim ehli, bu kıssanın İsrâ gecesinin ertesi günü vaki olduğunda ittifak etmiştir. Bunun açıklaması yeri geldiğinde yapılacaktır.
Ebu Ömer (İbn Abdilberr), "Hz. Hatice'nin ilk mümin olduğunda ittifak vardır" der.
Ebu'l-Hasan İbnü'1-Esir de şöyle der: "Hatice, müslümanlarm ortak görüşüne göre ilk müslüman olandır. Ondan önce müslüman olan herhangi bir erkek ve kadın yoktur." Bu görüşe Zehebî de katılır. Muhatnmed b. Ka'b cl-Kurazî de, bu ümmetten Resûlullah (saHaBahu aleyhi vesdem)'e ilk teslim olanın Hatice (radiyalklıu anhâ) olduğunu nakleder. Bunu Beyhakî rivayet etmiştir.
Dûlâbî, Katâde ve Zührî'den şunu rivayet eder: "Hz. Hatice, erkekler ve kadınlar içinde Allah ve Resûlü'ne ilk iman eden kimsedir."
İmam Sa'lebî de bu hususta imamların müttefik olduğunu anlatır ve esas ihtilafın, ondan sonra İslam'a girenin kim olduğu hususunda vaki olduğunu belirtir.
Nevevî buna temasla şöyle der: Muhakkik âlimlerden bir gruba göre, doğru olan bu görüştür.
Ibn-i İshâk da şöyle der: Hz. Hatice, Allah'a ve Resûlü'ne inandı ve onun Allah'tan getirdiğini tasdik etti. İşinde ona destek oluyordu. Allah'a ve Resûlü'ne ilk iman edip, Resûl'ün getirdiğini ilk tasdik eden o oldu. Bu suretle Allah, Resülullah (saDaMıu alevli veseDem)'in yükünü hafifletti. Resülullah (saMaiıu aleyhi veseöem), kendisini reddeden, yalanlayan, hoşuna gitmeyen bir şey duyduğunda, bu, onu çok üzüyordu. Ancak, Resülullah (sUahu aleyhivesdlem) Hatice'nin yanına geri dönünce, Allah onu feraha çıkartıyordu. Hatice, onu düşüncelerinde takviye ediyor, üzüntüsünü hafifletiyor, onu tasdik ediyor ve ona karşı insanların vaziyetini kolaylaştırıyordu. Allah ona rahmet etsin.
Vakidî der ki: Arkadaşlarımız, Resülullah (saMahu aleyhi vesdlem)'in dâvetine icabet eden ilk müslümanın Hz. Hatice olduğu hususunda fikir birliği etmişlerdir.
İbn-i İshâk der ki: Resülullah (salkMuı alej+ıi vcsdlem)'e iman edip, Allah'tan getirdiklerini tasdik eden ilk erkek, Ali b. Ebi Talib oldu. Resûl-i Ekrem (saHahıaleyhi vesdlem) ve Hz. Hatice, gizlice namaz kılıyorlardı. Ali b. Ebi Talib, bir gün sonra Resûlulah (saHahu aleyhi veseflem)'in evine gitti. Onları namaz kılarken gördü ve: "Bu ne, ey Muhammedi" diye sordu. Resûlullah (saHahu aleyhi vesdlem): "Allah'ın kendine seçtiği ve peygamberlerini gönderdiği din. Seni de bir olan Allah'a inanmaya ve ona ibadete, İMt ve V^a'yı da inkara davet ediyontm" , buyurdu. Ali: "Bu daha önce duymadığım bir şey! (Babam) Ebu Tâlib'e söylemeden hiçbir şey yapamam" dedi. Resûlullah (sallallahualeylıi vesellem), daha peygamberliğini ilan etmeden onun bu sırrı açığa çıkarmasını hoş görmedi . ve ona: "Ey Ali, müslüman olmazsan meseleyi gi^i tut!" tenbihinde bulundu. Ali o gece bekledi. Sonra Allah, Ali'nin kalbine, müslüman olma aşkını düşürdü. Sabahleyin Resûlullah (sJaHahu aleyhi vesellmı)'e geldi. "Sen bana ne teklif ettin, ey Muhammed?" diye sordu. Resûlullah (sallaJkhu aleyhi vesdlem) ona: "Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına ve onun da ortası bulunmadığına inanacaksın, Lât ve U^a'yı reddedeceksin. Benzerlerinden u^ak duracaksın [32] dedi.
Ali söylenenleri kabul etti ve müslüman oldu. Hz. A1İ, babası Ebû Tâlib'den kendisine bir zarar gelmesi korkusuyla bekledi. Müslüman olduğunu ondan gizledi, açıklamadı.
Mücahid der ki: Hz. Ali, müslüman olmadan önce de, Resûlullah (sa0allahualeyİTİve5dem)'in kucağında büyümüştü. Bu, Allah'ın ona bir nimeti ve hayır dilemesiydi. Kureyş'e çok şiddetli bir kıtlık bela olmuştu. Ebû Tâlib de çoluk çocuğu kalabalık olan biriydi. Resûlullah (saHahu aleyhi vesellem), amcası Abbas'a (ki o, Hâşim oğulları içinde zengin biriydi) "Ey Abbasi Kardeşin Ebû Tâlib'in çoluk çocuğu kalabalık. Gördüğün bu kıtlık da insanların başına geldi. Yi ay di gidelim de çoluk çocuğunun yükünü hafifletiverelim" buyurdu. Böylece Ebû Tâlib'e gidip ona "Bİz, insanların içinde bulunduğu durum ortadan kalkıncaya kadar senin ailevi yükünü hafifletmek istiyoruz" dediler. Ebû Tâlib de "Bana Ukayl'ı bırakın da dilediğinizi yapın!" diye cevap verdi.[33]
İbn Hişam der ki: "UkayI ve Talib'i bırakın" dediği de söylenir. Böylece Resûlullah (saBaDahu aleyhi vesellem) Ali'yi alıp onu kendi hane halkına kattı. Abbas da Cafer'i alarak kendi hanesine kattı. İşte Ali (radiyallahu adı) henüz daha Rcsûl-i Ekrem (saüallalıu aleyhi vesdhn)'in yanmdayken Allah onu peygamber olarak vazifelendirdi de AH ona uyup iman etti. Cafer de daha Abbas'm yanmdayken İslam'a girdi ve ondan müstağni oldu.
İbn-i İshâk der ki: Bir kısım ilim ehli anlatıyor: Resûlullah (salkHıu aleyhi vesellem), namaz vakitleri yaklaşınca, Mekke'nin dışma çıkardı. Hz. Ali de, ne babası Ebû Tâlib'e, ne amcalarına, ne de halktan hiç kimseye duyurmadan Peygamberimizle birlikte giderdi. Orada namazlarını kıldıktan sonra akşama doğru dönerlerdi. Bir müddet, böyle devam ettiler. Bir gün Ebû Tâlib, onları namaz kılarken gördü ve Resûlullah (saHahu aleyHvcsdemJ'e "Ey kardeşimin oğlu! Senin, edindiğini gördüğüm bu din, ne dinidir?" dedi. Resûl-i Ekrem: "Amca! Bu, Allah'ın dini, meleklerinin dini, peygamberlerinin dini, babamı-^ ibrahim 'in dinidir ki Allah, beni, onunla, bütün kullarına gönderdi. Ey amca! Oğütleyeceğim, doğru yola davet edeceğim kimselerden buna en çok sen lâyıksın! Bu yoldaki davetimi benimsemeye ve bana yardımcı olmaya da, sen herkesten daha lâyıksın!" dedi. Ebû Tâlib de: "Ey kaı-deşimin oğlu! Atalarımın tutunduğu dinden ve gidişattan ayrılmaya güç yetiremeyeceğim! Vallahi, ben sağ oldukça, yapmak İstediğini tamamlayıncaya kadar sana hoşlanmadığın bir şey erişmeyecektir!" dedi.'[34]
Hz. Ali'ye de: "Oğulcağızım! Senin üzerinde bulunduğun bu din nedir?" diye sorduğu söylenir.
Hz. Ali: "Babacığım! Ben, Allah'a ve Resulüne iman ettim. Onun Allah'tan getirdiklerini tasdik ettim. Ve onunla birlikte Allah'a namaz kıldım!" dedi.
Ebû Tâlib'in ona: "O, seni ancak hayra davet eder, onun tavsiyelerini tut!" dediğini ileri sürerler.
İmâm Ahmed, Hz. Ali'den naklen şöyle anlatır: Ben Resûlullah (sallalklıu aleyhi vesdlem)'le birlikte namaz kılarken Ebû Tâlib çıkagcldi. "Ne yapıyorsunuz?" diye sordu. Resûlullah (saHahu aleyhi vesellem) de onu islam'a davet etti. Bunun üzerine o "Söylediğinde bir beis görmüyorum. Lakin, Allah adma yemin ederim ki, asla benden üstün olamazsın" diye karşılık verdi.
Beyhakî, Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'nm şöyle dediğini anlatır: Şüphesiz ki ilk iman eden Hz. Hatice idi. İlk iman eden iki erkek de Ebu Bekir ile Ali (radiyallahu anlıumâ) idiler. Ali, Ebu Bekir'den önce müslüman olmuştu. Ali, babasından çekindiği için İslam olduğunu gizliyordu. Nihayet bir gün babası ona rastlamış ve "Müslüman oldun mu?" diye sormuştu. O da "Evet!" deyince Ebû Tâlib "Öyleyse amca oğlun Muhammed'e destek ol ve ona yardım et!" dedi. Kbu Bekir ise Müslüman olduğunu açıklayan ilk kimse olmuştur.
Tirmizİ (garib hükmünü verdiği bir sencdle) ve İbn Cerir, Cabir'den şunu rivayet ederler: Resûlullah (saBaüalıu aleyhi vesellem), Pazartesi günü peygamberlikle vazifelendirildi. Ali de Salı günü namaz kıldı.
Yine İbn Cerir, Zeyd b. Erkam'm şöyle dediğim rivayet eder: Resûlullah (saEallahu aleyhi vcsellem)'in yanında ilk müslüman olan, Ali b. Ebi Talib'dır.
Ebu Ömer (İbn Abdilbei-r) der ki: SeLman, Mikdad, Habbab, Cabir, Ebu Saîd el-Hudrî ve Zeyd b. Erkam'dan rivayet edildiğine göre, Ali b. Ebi Talib, müslüman olanların ilkidir. İbn İshak ve Zührî de -bir istisna-ile bunu onaylar. O da şudur: Hatice'den sonra, ille müslüman olan erkektir. Hz. Hatice'nin "ilk müslüman" olduğu hususu ise herkesin ortak görüşüdür.
İbn-i İshâk der ki: Sonra müslüman olan, Resûl-i Ekrem (sallalkhu aleyhi vcselem)'in azatlı kölesi Zeyd b. Harise b. Şerâhîl b. Ka'b b. Abdi'1-Uzza b. İmriü'1-Kays el-Kelbî'dir. Ali b. Ebi Talib'dcn sonra ilk müslüman olup namaz kılan o olmuştur.
İbn-ı İshâk devamla şunu belirtir: Daha sonra Ebu Bekir b. Ebi Kuhafe müslüman olmuştur.
Beyhakî'nin İbn İshâk'tan rivayet ettiğine göre, Ebu Bekir (radiyaiiahuanh), bir gün Resûlullah (sallalahu aleyhi veseUem)'e rastladı ve: "Kureyş'in söylediği doğru mu? Tanrılarımızı terk etmişsin, bizi akılsızlıkla itham ve tekfir ediyormuşsun" dedi. Resûlullah (saEaDahu aleyhi vesellem): "Ey Ebu Bekir, ben Allah'ın resulü ve nebisiyim. Beni, peygamber/iğimi tebliğ etmem için gönderdi. Seni hak olan Allah 'a davet ediyonmı. Vallahi, bu bir gerçektir; seni bir olan, şeriki olmayan, kendisinden başkasına ibadet edilmeyecek olan Allah'a, ona itaat ü^ere olmaya davet ediyomm'' cevabını verdi. Ebu Bekir'e Kur'ân okudu. O da hiç tepki göstermedi, inkâr etmedi; bilakis müslüman oldu. Putları İnkâr etti, benzeri şeyleri söküp attı. İslam gerçeğini ikrar etti. Ebu Bekir, inanmış, tasdik etmiş bir kimse olarak ailesine gen döndü.[35]
İbn-i İshâk der ki: Resûlullah (saMbhu aleyhi vesellem)'in şöyle dediği bana ulaştı: "Her kimi İslam'a davet ettimse, bir duraklama, tereddüt ve bahane göstermiştir. Yalnıza Ebu Bekir, İslam'a davet edildiği -şamarı kabulde gecikmedi ve tereddüt etmedi"[36]
Beyhakî der ki: Bunun hikmeti şudur: Ebu Bekir, Resûlullah (sallallalnı-aleyhi vesellem)'in nübüvvetinin işaretlerini görüyor ve davetten önce onun durumuyla ilgili şeyler duyuyordu. İşte Hz., Peygamber (sallallahu aleyhi v&dlem) onu İslam'a davet edince, daha önceki kanaatleri sebebivle hemen müslüman olmuştur.
Süheylî (rahmdıuilah) der ki: Allah Tcala'nın ona olan yardımı, bunun sebeplerinden biri olmuştur. Bu hususa dair önceden şöyle bir rüva gördüğü anlatılır: Önce Ay'ın Mekke'ye indiğini görmüş, sonra Mekke'nin bütün evlerine dağıldığını ve her eve bîr parçasının girdiğini, daha sonra da tamamının kendi evine dahil olduğunu görmüştü. Ebu Bekir, Ehl-i Kitaptan bazılarına bunu anlatmış, onlar da bunu, beklenen peygamberin gelme zamanının yaklaştığına yormuşlar ve kendisine "Ona tabi ol ki insanların en mutlusu olasın" demişlerdi. İşte bu yüzden, Resûlullah (sdta!ahualevinvesdem) onu davet edince duraklamamış ve tereddüt etmemiştir.
İbnu'l-Cevzî, Safvetü's-Safve'dç, Şa'bî'nin şöyle dediğini rivayet eder: İbn Abbas şöyle dedi: İlk namaz kılan Ebu Bekir'dir. Hassan b. Sabit onunla ilgili şu beyideri söylemiştir:
Güvenilir karaegimin üzüntü ve kederini hatırladığınaa, kardeşin Ebu Bekir'in yaptıklarını da an!
Nebiden sonra insanların en hayırlısı, en takvalısı, en faziletlisi ve tasıaığı değerlere en vefalı olanı...
Huzuru övülen, ikinci gelen... Peygamberleri tasdik eden ilk insan..."[37]
Süheylî (ralıimetojHı) şöyle der: Hassan, Ebu Bekir'i bu şekilde methetmiş ve Resûl-i Ekrem (saüalkhu aleyhi vesellem) de bu beyitleri duymuş, aksini belirtmemiştir. İşte bu durum, onun ilk müslüman olduğuna delildir.
İbrahim en-Nehaî de İslam'a ilk giren kimsenin Ebu Bekir olduğu kanaatindedir. Bunu ondan rivayet eden İmâm Ahmed de isabetli görmüştür.
Ibn Kesîr buna dair şöyle der: Ehl-i Sünnetin cumhuruna meşhur olan Nehaî'nin görüşüdür.
Ebu Amr b. Salah'a uyarak Muhibb et-Taberî şunu söyler: En uygun olanı bütün rivayetleri-birbiriyle bağdaştırmak ve hepsini kabul etmektir. Netice olarak şöyle denir: Mutlak olarak ilk müslüman olan Hz. Hatice'dir. İlk müslüman olan erkek, Ali b. Ebi Talib'dir ki bu daha o zaman buluğa ermemiş bir çocuktu. İslam'ını gizliyordu. İlk müslüman olup İslam'ını açıklayan ilk (baliğ) kişi, Ebu Bekir b. Ebi Kuhafe'dir. Kölelerden ilk müslüman olan, Zeyd'dir. İşte bu görüş, üzerinde ittifak edilen görüştür. Bunda ihtilaf yoktur. Hz. Ali ve başkalarının /'Erkeklerden ilk müslüman olan, Ebu Bekir'dir" şeklindeki sözleri, bu görüşe hamledilir. Yani "buluğa ermiş (baliğ) erkeklerden" şeklinde yorumlanır.
Fedâifü's-Sahabe'de Hayseme'nin Hasan b. Ali b. Ebi Taüb'den rivayeti de bunu destekler. (Babası İmam Ali) Şöyle demiştir: "Ebu Bekir dört şeyde beni geçmiştir: İslam'ı ifşa etmede, hicrette, mağarada Hz. Peygamber (^laldıu^eyhi vesellem)'e yoldaş olmada ve namaz kılmada... Ben o gün Şi'b'dc iken o islam'ını açıklıyordu, ben ise gizliyordum..."
Bazı muhakkik (araştırmacı) âlimler de, Hz. Ah ve Ebu Bekir'e nispetle farklılık arz eden görüşleri şöyle uzlaştırmışlardır: Ebu Bekir, İslam'ını ilk açıklayandır. Ali de Hatice'den sonra ilk müslüman olandır. Zaten yukarıda geçen görüşler bunu doğrular.
Bu konuda şöyle bir görüş de vardır: ilk müslüman olan, Varaka b. Nevfel'dir. Bunu kabul etmeyenler, Varaka'nm, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi veseW)'İn nübüvvetine yetiştiğini; ancak risâletine yetişmediğini iddia ederler. Fakat daha önce vahyin başlangıcında geçtiği üzere o, Resül-i Ekrem (sallallahu aleyhi vesellem)'e şöyle demişti: "Müjdelerim, müjdelerim ve şehadet ederim ki, sen, İsa'nın müjdelediği peygambersin! Bu Nâmus-u Ekber, Hz. Musa'ya inen melektir. Sen, Allah tarafından gönderilmiş bir peygambersin. Sana cihad emri verilecek. Şayet o günlere yetişirsem, seninle beraber mutlaka cihad ederim."
İşte bunlar, onun Muhammed (aleytosselamj'ın risalctinı tasdik ettiğine dair açıklamasıdır.
Bulkînî der ki: Bilakis o, bu şekilde, erkeklerden ilk müslüman olandır. Hafız Ebu'1-Fadl el-Irakî de İbn Salah'm kitabı üzerine yazdığı Nükâfindc bu görüşe uygun bir yol tutmuştur.
Hâlid b. Saîd'in Hz. Ali'den önce müslüman olduğu da söylenir.
İbn-i İshâk der ki: Ebu Bekir İslam'a girdi ve müslümanlığını açıkladı, böylece insanları İslâm'a girmeye teşvik etti.
Hz. Ebu Bekir, kavmince sevilen, cana yakın ve yumuşak huylu bir zattı. Kureyş içinde, Kureyş'm soyunu^ iyisini kötüsünü en iyi bilen kimseydi. Tüccardı, iyi ahlâk sahibi, iyiliksever biriydi. Birçok işte, ilminden, ticaretinden ve güzel ilişkisinden dolayı kavmi ona gelerek danışırdı. O da, kavminden kendisine gelen, kendisiyle oturup kalkan, güvendiği kimseleri İslam'a davet etmeye başladı. Söylediklerine göre;
Osman b. Affan b. Ebi'l-As b. Ümeyye b. Abd-i Şems b. Abdi Menâf b. Kusayy b. Kilâb b. Mürre b. Kâb b. Lüeyy,
Zübeyr b. el-Awam b. Huveylid b. Esed b. Abdiluzza b. Kusayy b. Kilâb b. Mürre b. Kâb b. Lüeyy,
Abdurralıman b. Avf b. Abdi Avf b. Abdi'l-Hâris b. Zühre b. Kilâb b. Mürre b. Kâb b. Lüeyy,
Sa'd b. Ebi Vakkas, Mâlik b. Üheyb b. Abdı Mcnâf b. Zühre b. Kilâb b. Mürre b. Kâb b. Lüeyy ve
Tarha b. Ubeydillah b. Osman b. Amr b. Kâ'b b. Sa'd b. Teym b. Mürre b. Kâb b. Lüeyy onun eliyle müslüman olmuşlardır.
Bu sayılanlar, Ebu Bekir'le birlikte Resûlullah (sJallahu aleyhi veselem)'e gittiler. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) onlara İslam'ı arz etti, Kur'an okudu, islam gerçeğini haber verdi, Allah'ın kendilerine lütfunu va'detti. Onlar da iman edip, İslam gerçeğini itiraf ettiler.
Hz. Ebu Bekir ve Talha, müslüman olunca, Nevfel b. Huveylid b. el-Adeviyyc, bu ikisini tutup bir İpe bağladı. Tcym oğulları buna mani olmadılar. Nevfel, "Kureyş aslanı" diye çağrılırdı. Bu hâdiseden dolayı Ebu Bekir ve Talha'ya "Karineyn: İki dost" ismi verildi. Hz. Peygamber (salılahu aleyhi vesellem): "Allahıml Adeviyye'nin oğluna karşı bi^e kâfi ol!" [38] diye dua ederdi.
Ibn-i İshâk der ki; Bu sekiz kişi ilk müslümanlar oldular. Namaz kıldılar. Resûluliah (salMkhu aleyhi vesdbn)'i tasdik ettiler ve Allah Teâlâ'dan getirdiği şeylere İman ettiler.
Buharı, Ammar b. Yâsir (radiralMıuanhuma)'nın şöyle dediğini rivayet eder: "Resûluliah (saüaikhu aleyhi vesdlem)'i (ilk) gördüğümde yanında beş köle iki kadın ve Ebu Bekir vardı."
Hafız (İbn Hacer) der ki: Köleler şunlardır: Bilâl, Zeyd b. Harise ve Ebu Bekir'in azatlı kölesi Amir b. Fühcyre'dir. Âmir, Hz, Ebu Bekir'le birlikte diğerlerinden önce müslüman olmuştur.
Taberânî, Urve'den şunu nakleder: Amir, Allah yolunda işkenceye uğrayanlardandı. Ebu Bekir onu satın alıp azat etti. Safvan b. Ümeyye b. Halefin kölesi Ebu Fükeyhe de aynı şekilde... İbn-ı fshâk, Bilâl müslüman olduğunda onun da müslüman olduğunu, bu yüzden Ümeyye'nin ona işkence ettiğini, bunun üzerine Ebu Bekir'in onu alıp azat ettiğini kaydeder.
Söz konusu kölelerin beşincisinin Şakran olması muhtemeldir. İbnü's-Sekcn Kitâb es-Sahâbe'de. Abdullah b. Ebi Davud'dan, Hz. Peygamber (sdklblıu alej-lıi vesdlcm)'in onu ve Ummü Eymeii'i babasından miras aldığını nakleder.
Bazı üstatlarımız, Ebu Fükeyhe'nin yerme Ammar b. Yâsir'i zikrederler. Bu muhtemeldir. Babasının da onlar içinde olması gerekirdi. Çünkü bu üçü, Allah yolunda işkence görenlerdendi.
İki kadından birisi Hatice; diğeri ise Ümraü Eymen veya Sümeyye'dir.
Bazı üstatlarımız Dimyatfye uyarak, bu diğer kadının, Abb'as'm zevcesi Ümmü'l'Fadl olduğunu söylerler. Bu, henüz açıklığa kavuşmuş değildir. Çünkü o, her ne kadar ilk müslümanlardan ise de sabikün arasında sayılmamıştır. Eğer denildiği gibi olsaydı, Abbas'm kölesi Ebu Râfi de sayılırdı. Çünkü o, Ümmü'î-Fadl müslüman olduğu zaman İslam'a girmişti.
Yine İbn-i İshâk'a gorc, bu hadiste Ebu Bekir, -mutlak olarak- hür erkeklerden ilk müslüman olandır. Fakat Ammar'm bununla kastı, müslümanlığını açıklayanlardır. Aksİ takdirde, şu bir gerçektir ki o zaman müslüman olmuş bir grup vardı. Fakat onlar müslüman olduklarını akrabalarından gizliyorlardı.
Buharı, Sa'd b. Ebi Vakkas'ııı şöyle dediğini rivayet eder: "Kendimi müslümanlarm üçte biri (yani üçüncüsü) olarak buldum. Benim müslüman olduğum günden başka bir günde İslam'a giren olmamıştı. Yedi gün geçtiği halde, ben hâla müslümanlarm üçte biriydim (üçüncüsüydüm)."
Hafız (İbn Haccr) der ki: Sa'd bu sözü kendi bilgisine göre söylemiştir. Bundaki sebep şudur: İşin başında İslam'a girenler, müslüman olduklarını gizliyorlardı. Buradaki diğer iki kişiden Hatice ve Ebu Bekir'i veya Resûl-i Ekrem (sallaHuıd^'iivesdlem) ve Ebu Bekir'i kastetmiş olabilir. Şu muhakkak ki Hatice de müslüman olmuştu. Belki sadece erkekleri kastetmiştir.
Mezkur rivayetlerden anlaşılıyor ki, Ammar b. Yasir hadisi İle Ammar ve Sa'd hadisleri uzlaşiyor. Veya Sa'd'ın sözü, -mezkur köleleri sayıdan çıkarmak suretiyle- hür ve baliğ erkeklere hamledilir. Yahut da Sa'd'ın bu kölelerden haberi yoktu.
İsmâilİ'ye göre varid olan "Benden önce îtimse müslüman olmamıştı" ifadesi, bu sonuncuya işaret eder. Bu rivayet, Buhârî'nin rivayetinin muktezasıdır. Bu ise müşküldür. Çünkü ondan önce bir grup müslüman olmuştur. Lakin bu sözün, o zamanki bilgisine göre varid olduğuna hamledilir.
Bunu İbn Mende şu ibareyle rivayet etmiştir: "Benim müslüman olduğum günde hiç kimse müslüman olmadı." Bunda bir karışıklık yoktur. Zira onun müslüman olduğu günde kendisine hiç kimsenin eşlik etmemesine bir mani yoktur.
Fakat el-Hatib bunu İbn Mende'nin rivayet ettiği tarikten rivayet etmiş ve "illâ" edatını kullanmıştır. Bu durumda benim söylediğim şekilde ele alınabilir. Hâfız'm görüşü burada sona erdi.
İmâm Ahmcd ve İbn Mâce, İbn Mes'ud'dan şunu nakleder: "Müslüman olduğunu İlk açıklayanlar yedi kişidir: Resûluliah (saHahu aleyhi vedlem), Ebu Bekir, Ammar b. Yasir, annesi Sümeyye, Süheyb, Bilâl ve Mıkdad."
İbn-ı İshâk bunlardan sonra müslüman olanları şöyle sayar:
Ebu Ubeyde Âmir b. Abdillah b. cl-Cerrah b. Flilal b. Üheyb ibn Dabbe b. el-Hâris b. Fihr.
Ebu Seleme Abdullah b. Abdilesed b. Hilal b. Abdillah b. Ömer b. Mahzum b. Yakza b. Mürre b. Ka'b b. Lücy.
Ondan sonra on kişi müslüman olmuştur. On birincisi, Utbe b. Gazvan b. Cabir b. Vehb cl-Mâzinî'dir.
Hamza b. Abdilmuttalib. Müslüman oluşu ilgili bölümde (Bkz. s. 310) anlatılacaktı*.
Mus'ab b. Umeyr. Ayyaş b. Ebi Rebia.[39]
el-Erkam b. Ebi'l-Erkam Abdi Menaf b. Esed (Esed'e, Ebu Cündeb künyesi verilmişti) b. Abdillah b. Amr b. Mahzum b. Yakza b. Mürre b. Ka'b b. Lüey.
Osman b. Maz'ûn b. Habib b. Vehb b. Huzâfe b. Cumah b. Amr b. Husays b. Ka'b b. Lüey.
Ebu'l-Hasen Hayseme el-Etrablusî, Fedâtânde, bu dört kişinin Hz. Ebu Bekir'in eliyle müslüman olduğunu nakleder.
Osman'ın kardeşleri Kudame ve Abdullah b. Maz'ûn.
Ubeyde b. el-Hârıs b. el-Muttalib b. Abdi Menaf b. Kusay b. Kilab b. Mürre b. Ka'b b. Lüey.
Saîd b. Zeyd b. Amr b. Nüfeyl b. Abdiluzza b. Abdillah b. Kurt b. Riyah b. Rezah b. Adiy b. Ka'b b. Lüey ve onun hanımı, Hz. Ömer'in kız kardeşi Farıma bint el-Hattab b. Nüfeyl b. Abdiluzza.
Buharı, Saîd'dcn şunu nakleder: Ben ve Ömer'in kız kardeşi İslam'a bağlıyken, Omeî daha müslüman olmamıştı.
Ebu Bekir (i3dipllahuanlı)'ın kızları Esma ve Aişe.
İbn İshak böyle zikreder. e^-Zebı; ei-Uyûn ve ed-Dürer'de bu hususta şöyle denir: Bu vehimdir. Aişe daha henüz doğmamıştı. Nübüvvetin dördüncü yılında doğmuşken nasıl İlk müslümanlardan olabilir?
Habbab b. Eret, Zühre oğullarının halîfidir (antlaşmalısıdır). ibn Hişam der ki: Habbab b. Eret, Temim (bir görüşe göre de Huzaa) oğulların dandır.
Umeyr b. Ebi Vakkas.
Abdullah b. Mes'ud b. Gâfıl b. Habib b. Şamh b. Far b. Mahzum b. Sahile b. Kâhil. Müslüman oluşu mucizeler bölümünde ele alınacaktır.
Mes'ud b. Rebia (Bunu İbn Ukbe ve İbn-i İshâk zikreder. Ebu Ma'şer ve Vâkidî'ye göre de, Rebi' el-Kârrî) b. Amr b. Sa'd b. Abdiluzza b. Htfnâle b. Galib b. Muhallim b. Aize b. Sübey'.
ev-Nz/rve. el-Uyûn'da. İbn-i İshâk'ın söylediğine uyulmuştur. Belâzürî ise Sübey' ismini "Ycbsağ" şeklinde zapt eder. Ben de karşılaştığım sahih nüshada üç kere bu şekilde zapt edildiğini gördüm. İbnü'1-Hûn b. Huzeyme b. Müdrike.
Belâzürî der ki: el-Hevn, Mes'ud b. Rebia'nın dedesidir.
İbn Huzeyme b. el-Kâre.
Selît b. Amr b. Abdi Şems b. Ved b. Nasr b. Mâlik b. Hisl b. Âmir b. Lüey.
Ayyaş b. Ebi Rebia (Ebu Rebia'nın ismi Amr'dır) b. el-Muğire b. Abdillah b. Amr b. Mahzun
Hanımı Esma bint Selâmc b. Muharribe b. Ccndel b. Übeyr b. Nehşel b. Darım ed-Darimiyye ed-Temîmiyye
Huncys b. Huzâfe b. Adiy b. Saîd b. Sehm b. Ömer b. Husays b. Ka'b b. Lüey. Yine es-Szre'de, Huncys b. Adiy b. Saîd b. Sehm şeklindedir. Emir Ebu Nasr, ihtilaflı kısım için şöyle der: Saîd b. Sehm, Sa'd b. Sehm b. Amr b. Husays'ın kardeşidir. İsmi Saîd'dir. Sa'd'ın ism-İ tasgiridir.
Süheylî (rahimehuHah) şöyle der: İbn-i İshâk, İslam'a ilk girenler (sâbikûti) arasında Sehm oğullarından Abdullah b. Kays b. el-Hâris b. Adiy b. Saîd b. Sehm'ı zikreder ve halkın Saîd'e Sa'd dediğini kaydeder. Sehm oğulları arasında başka bir Sa'd vardır. O da mezkur İbn Sa'd'dır. O, Muttalib b. Ebi Vedâa Avf b. Subeyre b. Saîd b. Sa'd'dır.
Huşenî der ki: Huneys'in nesebi hakkında İbn-i İshâk'ın görüşü "İbn Saîd b. Sehm" şeklindedir. Doğrusu Sa'd ismidir; Saîd ise onun oğludur.
Amir b. Rebia el-Anzî. Bu zat, İbnü'l-Kelbj'nin zikrettiğine göre, Amir b. Rebia el-Asğar b. Huceyr b. Seknân b. Mâlik b. Rebia el-Ekber b. Rüfeyde b. Abdillah (Bu, Anz b. Vâil b. Kasıt'tır) b. Hinb b. Afsâ b. Du'mî b. Cedîle b. Escd b. Rebia b. Nezar, Hattab ailesinin halıfı (sözleşmelisi).
Abdullah b. Cahş b. Rıâb b. Ya'mer b. Dubeyre b. Mürre b. Kebir b. Ganm b. Dûdân b. Esed b. Huzeyme.
Kardeşi Ebu Ahmcd. İsmi Abd'dır. Abdullah denmesinin aslı yoktur. Çünkü Abdullah onun kardeşidir.
Ca'fer b. Ebi Talib ve hanımı Esma bint Umeys İbnü'n-Nu'man b. Ka'b b. Mâlik b. Has'am.
İbn-î İshâk ve Ebu Ömer (İbn Abdilberr)'e göre bu, Esma bint Umeys b. Ma'd'dır. ef-Jjlîâb'da. Maad b. el~Hâris b. Temim b. Ka'b b. Mâlik b. Kuhafe b. Amir b. Rebia b. Muâviye b. Zeyd b. Mâlik b. Nesr b. İfris Ibn Vehbillah b. Şehran b. Half b. Eftel şeklindedir.
Şöyle olduğu da söylenir: Esma bint Umeys b. Ka'b b. Mâlik b. Kuhafe b. Amir b. Zeyd b, Nesr b. Vehbillah.
Hâtıb b. el-Hârıs b. Ma'mer İbn Habıb b. Vehb b. Mâlik b. Huzâfe b. Cumah.
Hanımı Farıma bintül-Mücellel b. Abdillah b. Kays b. Abdi Vedd b. Nasr b. Mâlik b. Hisl İbn Amir b. Lüey.
Kardeşi Hattab b- el-Hârıs.
Onun hanımı Fükeyhe bint Yesar.
Ma'mer b. el-Hâris b. Ma'mer b. Habib b. Vehb b. Darim b. Cumah.
es-Saib b. Osman b. Maz'un. '
el-Muttalib b. Ezher b. Abdi Avf b. Abd b. el-Hâris b. Zühre.
Onun hanımı Remle bint Avf b. Subeyre b. Suayd b. Selim b. Amr b. Husays b. Ka'b b. Lüey.
en-Nahham (ismi, Nuaym b. Abdillah b. Esid'dir) b. Abdillah b. Avf 'b. Abıd b. Avîc b. Adıy b. Ka'b.
Amir b. Füheyre: Ebu Bekir es-Sıddık'm azatlı kölesi.
Hâlid b. Saîd b. el-As b. Ümeyye b. Abdi Şems. Bunun Ebu Bekir'den önce müslüman olduğuna dair bir söylenti olduğu daha Önce geçmişti.
Hanımı Ümeyne. el-Uyun adlı eserin bir kaç nüshasında da böyledir. Yine Hafız Ebu'l-Haccac b. Halil'in hattıyla da böyle zapt edildiği görülmüştür.
Hafız (İbn Haccr) ise şöyle der: İsmi Ümeyme'dir. Ümeyne veya Hümeyne şeklinde diyenler de vardır.
Ebu Zer de, "Ümeyme ve Ümeyne'dir (doğrusu budur)" der. Ümeyne bint Halef b. Es'ad b. Amir b. Bcyâda b. Sübcy' (Ebu Zer, "doğrusu Yüsey'dir" der. İbn Debbağ ve başkaları da bunu benimser) b. Has'ame
(Ebu Zer, "doğrusu Ci'sime'dir" der. İbn Debbağ da böyle kabul eder. Hafız Ebul-Haccac b. Halil b. Sa'd'ın hattında da böyle görülmüştür).
İbn Müleyh b. Amr b. Huzâa.
Hâtıb b. Amr b. Abdı Şems b. Abdi Vedd b. Nasr b. Mâlik b. Utbe b. Rebia b. Hisl İbn Amir b. Lüey.
Ebu Huzeyfe. İbn Hişam, bunun isminin Mihşem olduğunu söyler.
Süheyl! (rahimekıllah) der ki: Neseb bilginlerine göre, İbn Hişam burada yanılmıştır. Çünkü Mihşem, Hâşim ve Hişam b. el-Muğire b. Abdillah b. Ömer b. Mahzurn'un kardeşleri Ebu Huzeyfe b. el-Muğite'nin ismidir. Ebu Huzeyfe b. Utbe'nin adı ise, -nakledildiğine göre- Kay s'tır.
Ebu Zer de böyle zikretmiştir. e^-Zebr'de ise şöyle denir: Süheylî'nin zikrettiğini incelemek gerekir. Çünkü Vâkıdî, Ebû Nuaym, Askeri, Bağavî, Hâkim, İbn Abdi'1-Ber, onun adını Mihşem olarak kaydetmiştir. Ayrıca Askeri "Hüşeym" denildiğini de ekler. Hâkim'e göre, mütekaddim ulemadan bir gruba göre Hisl'dİr. Bahşel de denir. Bu durumda onun Kays olduğunu söyleyen neseb âlimleri incelenmeli ve Ebu Huzeyfe b. el-Muğire adıyla ilk müslümanlar arasında sayanların görüşü de incelenmelidir.
Ben derim ki: Hafız (İbn Hacer) ef-habe'de. bu şahsı zikretmemiştir. öyle görünüyor ki o, kâfir olarak Ölmüş.
Vakid b. Abdillah b. Abdi Menaf b. Arın b. Salebe b. Yetbu b. Hanzala b. Mâlik b. Zeyd Menât b. Temim, halîfu benî Adiy.
Adiy oğullarının hatifleri Sa'd b. Lcys b. Bekr b. Abdi Menaf b. Kinane soyundan Bükeyr b. Abdi Yelil b. Nâşib b. Gıyere'nın oğullan Hâlid, Amir, Akıl ve İyas.
Ammar b. Yasir b. Amir b. Mâlik b. Kinane b. Kays b. el-Husayn ıbnü'l-Vezim b. Salebe b. Avf b. Harise b. Amir el-Ekber b. Yâm b. Ans (Zeyd b. Mâlik b. Üded). Mâlik, Mahzum oğullarının hatifidir.
Sühcyb b. Sinan b. Mâlik b. Abdi Amt b. Ukayl. İbnü'l-Emin'in hattında da böyledir. İs/iab'm haşiyesinde şöyledir: İbn Amir b. Cendele b. Sa'd b. Gezime b. Ka'b b. Sa'd b. Eşlem b. Evs Menat b. en-Nemr b. Kasıt. İbnül-Kelbî ve Ebu Ömer (İbn Abdilberr)'e göre, şu şekildedir: Sinan b. Hâlid b. Abdi Amr b.et-Tufeyl b. Amir b. Cendele b. Sa'd b. Huzeyme b, Ka'b b. Sa'd. Şöyle diyenler de vardır: İbn Süfyan b. Cendele b. Müslim b. Evs b. Zeyd Menat b. en-Nemr b. Kasıt. Bu zatın lakabı "Rûmf'dir. Abdullah b. Cüd'ân'm kölesi idi.
Ebu Ömer (İbn Abdilberr) bunların içinde şu isimleri de zikreder: Abdullah b. Mes'ud'un kardeşi Utbe b. Mes'ud.
Ebu Necih Amr b. Abese b. Münkil b. Hâlid b. Huzeyfe b. Amr b. Halef b. Huzeyfe b. Mazin b. Mâlik b. Sa'Icbe b. Bühse b. Süleym.
Mazın b. Mâlik. Annesi Becle bint Hünâe b. Mâlik b. Fchm'dir. el-Becli nisbesi bu yüzden ona verilmiştir. Reşâtî böyle olduğunu kaydeder. Nesebi konusunda Ibn Ömer'den bundan başkasını nakleder ve doğrusunun yukarıda geçen olduğunu belirtir. Ebu Ömer (İbn Abdilberr)'den de "Gâdıra b. Itâb" nesebini nakleder ve bunun hata olduğunu ileri sürerek, bu nesepte doğru olanın "Nâdıra b. Hufâf" olduğunu söyler.
Buhâri ile Müslim ve Berkânî'nin rivayetine göre, Ebu Ümâme, Amr b. Abese'ye "Sen islam'ın dörtte biri (yani dördüncüsü) olduğunu hangi surede iddia ediyorsun?" diye sordu. O da şöyle cevap verdi: "Ben Cahiliye devrinde insanların başka bir şey üzerinde olduğunu sanırdım. Halbuki böyle değildi. Putlara tapıyorlardı. Mekke'de birinin ortaya çıkıp bazı haberler verdiğini duydum. Bineğime adayıp ona geldim. Baktım ki Rcsûlullah (sallaEahu aleyhi veseGem) davetini gizlice sürdürüyor. Görünmeden onun Mekke'deki evine gidip "Sen kimsin?" diye sordum, "Peygamberim!" diye cevap verdi. "Peygamber nedir?" dedim, "Beni Allah gönderdir dedi. "Seni neyle gönderdi?" diye sordum, o da "Beni sıla-i rahim yapmak, putları kırmak, Allah'a ortak kosmayıp, onu birlemek ü^eregönderdi"'diye cevap verdi. "Bu konuda seninle beraber kimler var?" dedim, ıfBir hür ve bir köle" diye cevap verdi. O gün beraberinde Ebu Bekir ve Bilâl vardı.
Yine Ebu Ömer (İbn Abdilberr), Ebu Zerr'i de zikreder. İsmi Cündeb b. Cünade b- Süfyan b. Abdi Haram b. Ğıfâr b. Müleyl b. Damra b. Bekr b. Abdi Menat b. Kinane'dir.
Hâkim ondan (Ebu Zerr'den) şu sözünü nakleder: "Ben İslam'ın dörtte biri İdim. Benden önce üç fert müslüman olmuştu. Ben dördüncüyüm".
Ebu Ömer (İbn Abdilberr) der ki: Fakat o ikisi, yani Ebu Zer ile Ebu Necih müslüman. olduktan sonra Mekke'de kalmayıp kendi kavimlerine dönmüşlerdir.
İlk müslüman olanlardan biri de Ebu Zerr'in kardeşi Enis'tir. Ondan aşağıda bahsedilecektir.
Ebû Dâvud et-Tayâlisî, İmâm Ahmed ve Müslim'in Abdullah b. cs-Sâmit (ladçaHahu anlı)'dan; Buhârî, İbn Abbas (mdçallahu anh)*tan; bu iki râvî de Ebu Zerr (mdrçdlalıuanlı)'dan şunu rivayet etmişlerdir: (İbn Sâmit'in rivayetine göre) Ebu Zer: "Hz. Peygamber (saMdıualeylıivcsdlem) ile karşılaşmazdan önce üç yıl ibadet ettim" demişti. Kendisine: "(Bu ibadeti) kimin için yaptın?" diye sordum. "Allah için!" cevabını verdi. Tekrar:
"Pekiyi nereye yönelerek yaptın?" dedim.
"Rabbim beni nereye yöneltmiş idiyse oraya!" dedi ve bunu şöyle açıkladı: "Akşam vakti namaza başlıyor, gecenin sonuna kadar devam ediyordum. O zaman kendimi bir örtü gibi atıyor, güneş tepeme yükselinceye kadar öyle kalıyordum. (Bir gün kardeşim) Üneys bana: "Benim Mekke'de görülecek bir işim var. Sen bana baş-göz ol (eksikliğimi duyurma)" dedi ve Mekke'ye gitti. Oraya varınca bana dönmekte gecikti. Nihayet geldi.
İbn Abbas İse Ebu Zerr'den naklen şöyle anlatır: Ben Gıfar'a mensup biriydim. Mekke'de bir kimsenin zuhur ederek peygamber olduğunu İddia ettiği haberi bana ulaşınca, kardeşim (Üneys)'e: "Devene bin! Şu vadiye (Mekke'ye) git! Kendisini peygamber zanneden şu adam hakkında bana bilgi edin, sözlerini dinle ve bana getir!" dedim. Üneys gidip, Mekke'ye vardı. Bana dönmekte gecikti. Nihayet geldi. "Ne haber?" diye sordum, şöyle dedi: "Vallahi, iyiliği emredip, kötülükten nehyeden birini gördüm" dedi. Bir başka lafızda ise şöyle söylemiştir: "Mekke'de, Allah'ın kendisini peygamber gönderdiğini iddia eden, senin dinin üzere olan bir adam gördüm, insanlara güzel ahlakı emrediyordu."
"Halk ne diyor?" diye sordum.
"Halk mı? Halk ona şair diyor, kâhin diyor, sâhir (sihirbaz) diyor" dedi. Esasen Üneys de şâirlerden biriydi. Tekrar sordum:
"Pekâlâ sen ne diyorsun?"
"Ben dedi, kâhinlerin sözünü işittim, bilirim. Onunki kâhin sözü değil. Onun söylediklerini şiir çeşitlerine tatbik ettim; hiçbirine uygun gelmiyor. Benden sonra kimse ona şiir diyemez. Vallahi O doğru sözlüdür, kâhinler ise hep yalancıdırlar!" dedi. Bu açıklama üzerine ben ona:
"Bana doyurucu bir haber getirmedin. Öyleyse benim işlerime de sen baş-göz ol, bir de ben gidip göreyim!' dedim.
O da: "Olur! Yalnız Mekke halkından sakın!. Onlar pek hoşlanmıyorlar ve bu işe soğuk bakıyorlar" dedi.
içerisinde su olan dağarcığımı yüklenip yola çıktim. (Bir rivayette; torbamı ve asamı alıp) Mekke'ye geldim. Mescide (Kabe'ye) uğrayıp Resûlullah (&Wahu aleyhi veseDem)'i kolladım. Esasen onu tanımıyordum. Doğrudan sormayı da uygun görmedim.
İbn Sâmit'in rivayetinde: "Mekke'ye geldim. Halktan zayıf bir adam buldum. Ona: "Şu Sâbî (sapık) dediğiniz adam nerede?" diye sordum. Adam, beni göstererek: "Burada bir sâbî var! Burada bîr sâbî var!" diye bağırmaya baladı. Derken vadi halkı kesek ve kemiklerle üzerime hücum etti. Bayılarak yığılıp kalmışım.
Kendime gelip kalktığım zaman kırmızı bir dikili taç gibiydim. Zemzem'e kadar gittim. Kanlarımı yıkadım, suyundan biraz içtim. Böylece otuz gün, gece ile gündüz arası kaldım. Bu esnada zemzem suyundan başka hiçbir yiyecek almadım. Buna rağmen şişmanladım ve karnımın kıvrımları arttı. Ciğerimde açlık hissi duymadım. Mekkcliler, ay ışığı olan bir gecede uyurken Beytullah'ı tavaf eden kimse yoktu. Onlardan sadece iki kadın, İsaf ve Naile (adındaki putlarına) dua ediyordu. Ben de o sırada Kabe ile örtüsü arasına girmiştim. Tavafları sırasında (fark etmeden) bana kadar geldiler. (Dayanamayıp): "Onları (o iki putu) birbirlerine nikâhlayıverin bari!" dedim. Onlar dualarından vazgeçmeyip, tavaflarını yaparken yanıma kadar geldiler. Bu sefer:
"Onlar(a niye tapıyorsunuz)? Odundan farkları ne?" dedim. Kadınlar: "(Yetişin!) burada bir adam var?" diye velvele kopararak gittiler.
Tam o sırada kadınları Resûlullah (saHalkhu aleyhi vedian) ve Ebu Bekir (radiyallahu-anh), tepeden inerlerken karşılayıp:
"(Niye bağırdım^) başımda ne geldi?" dediler. Kadınlar (onları daha tanımadan):
"Kabe ile örtüsü arasında bir sâbî (sapık) var!" dediler. Onlar sordular: "Si-^e ne dedi?"
' "Bize ağız dolusu sözler söyledi" dediler. Derken Resûlullah (sdHahu aleyhi veseHem) geldi, Haceru'I-Esved'e istilâmda bulundu, arkadaşıyla birlikte Beytullah'ı tavaf etti. Sonra namaz kıldı. Namazını bitirince, -Ebu Zerr der ki: "Resûlullah (saMMıuale;'İTİvesellem)'i İslâm selâmı ile ilk selamlayan ben oldum.- "Esselâmu aleyke ya Resûlallah (Ey Allah'ın Resulü! Selam üzerine olsun)! Allah'tan başka ilah olmadığına, senin de Allah'ın resulü olduğuna şehadet ederim!" dedim. Bu sözüm üzerine, Resûl-i Ekrem (sallaIklıuaİCTİııvcsel!em)'in yüzünde sevinç izleri gördüm. Bana:
"Ve aleyke ve rahmetullah (Selam senin ürerine olsun, Allah'ın rahmeti de)!" diye mukabele etti. Sonra:
"Sen kimlerdensin?" diye. sordu.
"Gıfâr'danım!" dedim. Bunun üzerine eliyle eğilerek parmaklarını alnına koydu. İçimden: "Galiba kendimi Gıfâr'a nispet etmemden hoşlanmadı" dedim. Elinden tutmak üzere ilerledim. Fakat arkadaşı bana mani oldu. Onu benden iyi biliyordu. Sonra başını kaldırıp sordu:
"Buraya ne -^aman geldin?"
"Otuz gündür buradayım!" dedim.
"Sana kim yiyecek verdi?"'dedi.
"Zemzem suyundan başka bir yiyeceğim olmadı. Şişmanladım, Öyle ki karnımın kıvrımları arttı. Karnımda açlık hissi de duymadım" dedim.
"Zemzem suyu mübarektir. 0 hakikaten besleyici bir gıda; hastalığa da şifadır!" buyurdu.
İbn Abbas'm rivayetine göre ise olay şöyle geçmiştir: Yola çıktım ve Mekke'ye vardım. Esasen onu tanımıyordum; doğrudan sormayı da uygun görmedim. Mescid'de (Kabe'de) kalıp, zemzem suyundan içiyordum. Tutup (bir kuytuya) yattım. Derken Ali (odiyaMmanh) beni görüp, bir yabancı olduğumu anladı. "Haydi eve gidelim!" dedi. Onu takip ettim. Hiçbirimiz diğerine herhangi bir şey sormadı. Bu surede sabaha erişince, kırbamı ve azığımı tekrar Mescid'e taşıdım. Resûlullah (saM^u%hivesdlem)'i soruyordum; hiç kimse bana onunla ilgili bir şey söylemiyordu. O gün de öyle geçti, akşam oldu. Yattığım yere döndüm. (Az sonra) Ali (racMbhu anlı) bana uğradı. "Adamın yerini öğrenme zamanı gelmedi mi?" dedim. "Hayır!" dedi. Böylece beni kaldırdı ve beraberinde götürdü. (Ebu Zerr onu geriden takip etti) Birbirimize hiçbir şey söylemedik. Üçüncü güne ermiştik. O gün de aynı şekilde hareket ettik. Ali beni beraberinde İkamet ettirdi. Ve: "Senİ bu memlekete getiren sebebi bana söylemez misin?" diye sordu. Ben de:
"Yardımcı olup yol göstereceğin hususunda ahd-u misakda bulunur (kesin söz verir) isen açıklarım!" dedi. Ali söz verdi, ben de açıkladım.
Ali dedi ki: "O haktır ve Allah'ın Resulüdür. Sabah olunca peşimi takip et. Ben, senin hakkında korktuğum bir şey görürsem, sanki su döküyorum gibi doğrulurum, değilse yürümeye devam ederim. Böylece girdiğim yere sen de girinceye kadar beni takip et!"
Ali böyle yaptı. Ben de onu takip ettim. Ali, Resûlullah (sdbkhu aleyhi veseDemJ'in yanına girdi. Ben de onunla birlikte içeri daldım. Hz. Peygamber (saDaMıu aleyhi vesellem)'e e<Bana islam'ı anlat!" dedim, anlattı. Ben de hemen müslüman oldum. Resûlullah (saDafehu aleyhi vesellem) bana:
"Ey Ebu Zer! Bu ijigi^li tut. Hemen kavmine dön. (Gördüklerini) onlara haber ver. Bu durumu ı\har ettiğimi^ haberini alınca gel!'''buyurdu. Ben de;
"Nefsim elinde olan Zât'a (bir rivayette: Seni hak ile gönderene) yemin olsun, ben de haberi onlar arasında bağırarak söyleyeceğim!" dedim. Oradan çıkıp Mescid'e (Kabe'ye) geldim. Yüksek sesle: "Eşhedü en lâ İlahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah!" diye avazım çıktığı kadar bağırdım. İnsanlar üzerime atılıp, beni iyice dövdüler, canımı çok yaktılar.
Derken Abbas (radiyaBahuanh) gelip üzerime kapanarak onlara engel oldu.
"Yazık size! Bunun Gıfar'lı olduğunu, Şam'a giden tüccarlarınızın yolunun oradan geçtiğini bilmiyor musunuz?" diyerek beni ellerinden kurtardı.
Ertesi günü aynı şeyi' tekrarladım. Mekkeliler, "Dinini değiştiren şu adama dersini verin!" diyerek geçen gün yaptıklarını aynen tekrarladılar. Yine Abbas yetişip üzerime kapandı ve beni kurtardı. Onlara dünkü söyledikleri tekrar etti.
İbn Sâmit rivayetinde ise Hz. Ebû Bekr (radiyallahuanh) şöyle söylemiştir: "Ey Allah'ın Resulü! Bana müsaade et, onun bu geceki yiyeceğini ben
ikram edeyim!" dedi. Resûlullah (saHahu%İTİ\TseIlem) ve Ebu Bekir (radiyaHahuanh)
gittiler, ben de onlarla gittim.
Ebu Bekir bir kapı açıp Tâif kuru üzümünden bana bir avuç getirdi. Bu, Mekke'de yediğim ilk yiyecekti. Orada kaldığım kadar kaldım. Sonra Resûlullah (saMahualq4ıivesd!em)'e vardım. Bana buyurdu ki:
"Ben hurmahkk bir yere sevk edileceğim. Burasının Yesrib olduğu kanaatindeyim. Sen kavmine benden mesaj götür. Umanm, sayende Allah onları bayırdan yararlandıracak ve onlar sebebiyle sana sevap verecek."
Bundan sonra ben kardeşim Üneys'in yanına döndüm. Bana: "Ne yaptın? diye sordu. Ben: "Müslüman oldum ve Muhammed'İn hak bir peygamber olduğunu tasdik ettim" dedim.
"Ben senin dinine karşı değilim. Ben de müslüman oldum ve tasdik ettim" dedi. Sonra kalkıp annemize geldik. (Durumu anlattık). O da bize "Ben sizin dininize karşı değilim. Ben de müslüman oldum ve tasdik ettim!" dedİ. Sonra hayvanlarımıza binip kavmimiz Gıfar'a geldik. İlk zamanlar (kabilenin) yarısı müslüman oldu. Diğerleri ise: "Resûlullah (sallalkhu aleyhi vesellem) Medine'ye gelince müslüman oluruz!" dediler. Derken (saBalahı aleyhi vesellem) Medine'ye geldi. O geri kalan yarısı da müslüman oldu. Bir müddet sonra Eşlem kabilesi de gelerek:
"Ey Allah'ın Resulü! (Gıfarklar) bizim kardeşlerimizdir. Onların müslüman oldukları şey üzere biz de müslüman oluyoruz!" dediler ve onlar da müslüman oldular. Resûlullah (saMıhu aleyhi vesellem):
"Gıfâr'a Allah mağfiretini bol kılsın. Es/em 'i de Allah selamete kavuştursun!" diyerek o iki kabileden memnuniyetini ifade buyurdular.
1. Hafız (İbn Hacer) der ki: Ebu Zerr'in kardeşine "Bana doyurucu bir haber getirmedin" sözü, ilk bakışta İbn Sâmit rivayetin dekine aykırıdır. İkisini şöyle bağdaştırmak mümkündür: Ondan ayrıntılı bilgi getirmesini istemiş, o da genel bir bilgi getirmiş olabilir.
İbn Abbas hadisinde Resûlullah (saflallahu aleyhi vesellem) ile karşılaşması Hz. Ali'nin delaletiyle olmuştur. İbn Sâmit hadisinde ise Ebu Zerr, Hz. Peygamber (saflaDahu aleyhi vesellem) ve Ebu Bekir'le gece tavaf ederlerken karşılaşmıştır. Hikayedeki çoğu şey İbn Abbas hadisindekİne aykırıdır. Bu İki rivayeti şöyle bağdaştırmak mümkündür: Önce Hz. Ali'ye rastlamış, sonra da tavaf sırasında Resûl-i Ekrem (saflaHıu aleyhi vesellem) ile karşılaşmıştır. Veya tersi olabilir. Bu durumda raviîerdcn her biri, diğerinin aklında tutamadığını hıfzetmiş olmalıdır.
2. el-MiiJhenf&e. şöyle geçer: İkİ rivayeti bağdaştırmada şiddetli bir zorlama vardır. Özellikle de Abdullah b. cs-Sâmit riveyetınde, Ebu Zerr'in, yanında azık olmadığı halde otuz gün Mescid'de (Kabe'de) ikamet ettiği hususunda... Halbuki İbn Abbas hadisinde; yanında azık, su kırbası vesaire olduğu yer alır.
Hafız (İbn Hacer) der ki: İbn Abbas hadisindeki azıktan kastın, kavminin toprağından çıktığında besleneceği bir miktar olması muhtemeldir. Mekke'de İkamet ettiğinde bu tükenmiş olmalıdır. Yanındaki kırbada İse, yolculuk esnasında lazım olan kadar su vardı. Mekke'de ikamet ettiğinde onu doldurmaya ihtiyacı kalmadı. Onu atmadı da. Buhârî'de yer alan Ebu Kuteybe rivayetindeki ifade bunu destekler; "Hz. Peygamber (saflaHıu aleyhi vesellem)'İ tanımıyordum, onu sormayı da hos karşılamadım. Zemzem suyundan içiyor, Mescid'de kalıyordum."
Hz. Peygamber (salbllalıu deş-lıı vesdlenı) Erkam b. Ebi'l-Erkam'm evine girdi. Orada gizlice ibadet ediyordu. Onunla birlikte müslümanlardan bir grup vardı. Nihayet müslümanlar kırk kişiye tamamlandı. Sonuncuları Ömer b. Hattab olmuştu. Kırk kişiye tekamül edince islam'ı açığa vurdular. Şöyle ki, Hz. Ömer müslüman olduğunda: "Yâ Rcsûlallah! Biz hak üzere olduğumuz halde niçin dinimizi gizliyoruz? Onlar batıl üzere oldukları halde dinlerini açıklıyorlar" dedi. Resûl-i Ekrem de: "Ey Ömer! Bi-:^_a%ıs(" diye cevap verdi. Bunun üzerine Ömer: "Seni hak ile gönderene yemin ederim ki, küfürle oturmuş olduğum her mecliste imanı açıklayacağım!" dedi. Bu konunun detayı Hz. Ömer'in müslüman olması bahsinde gelecektir. (Bkz. s. 354)
Hafız Ebu'l-Hasan Süleyman b. Haysemc el-Etrâblusî, Hz. Aişe'nm şöyle dediğini rivayet eder: Hz. Peygamber (saHahualeyhivesellem)'in ashabı otuz sekiz kişi olunca Ebu Bekir ortaya çıkmak için Resûl-İ Ekrem (saliallahu aleyhi vesdlem)'e ısrar etti. O da: "Ey Ebu Bekir! Bî% a%?%" dedi. Ebu Bekir ısrar etmeye devam edince, Resûlullah (sallalkhu aleyhi vesellem) ve müslümanlar Mescid'in çeşitli bölgelerine dağıldılar. Herkes kendi aşiretine dağılmıştı. Ebu Bekİr, insanların içinde ayağa kalkarak onlara hitap etmeye başladı. Resûlullah (sallallahu aleyhi vtsellcm) orada oturuyordu. Ebu Bekir, insanları Allah ve Resûlü'ne çağıran ilk hatip olmuştur. Ebu Bekir'in sözlerini işiten müşrikler onun ve müslümanlarm üzerine çullandılar ve onları kötü bir şekilde dövdüler. Ebu Bekir çiğnenmiş ve kötü bir dayak yemişti. Fâsık Utbe b. Rebia ona yaklaşıp, birbirine kapattığı iki ayakkabısıyla ona vurmaya başladı. Ebu Bekir'in karnına çökmüş, yüzüne vuruyordu. Nihayet yüzü tanınmaz hale geldi. Teym oğulları imdadına yetişip bunlarla mücadele ettiler ve Ebu Bekir'i ellerinden aldılar. Onu bir örtü içine koyup taşıyarak evine götürdüler. Öldüğünden kuşku etmiyorlardı. Sonra Teym oğulları dönüp Mescid'e geldiler ve "Vallahi, Ebu Bekir ölürse, Utbc b. Rebia'yı mudaka Öldüreceğiz!" diye bağırdılar. Daha sonra Ebu Bekir'in yanına döndüler. Ebu Kuhafe ve Teym oğullan Ebu Bekir'le konuşmaya çalıştılar. Nihayet günün sonunda konuşabildi. "Resûlullah (sallaHıu aleyhi vesellem) ne yaptı?" diye sordu. Onlar da dilleriyle onu İncittiler ve azarladılar. Annesi Ümmü'l-Hayr'a da "Ona hiç bir şey yedirmemeye ve içitmemeye bak!" diye tenbih ettiler. Ebu Bekir, annesi ile baş başa kalınca yine ısrarla "Resûlullah (sallallahu aleyhi veselkm) ne yaptı?" demeye başladı. Annesi de "Vallahi, arkadaşına dair bir bilgim yok!" dedi. Bunun üzerine Ebu Bekir "Hattab'm kızı Ümmü Cemil'e git ve ona Rcsûl-i Ekrem'i sor!" dedi. Annesi çıkıp Ümmü Cemil'e gitti ve "Ebu Bekir, sana Muhammcd b. Abdullah'ı soruyor!" dedi. O da "Ebu Bekir'in de, Muhammed b. Abdullah'ın da durumunu biliniyorum! Eğer seninle birlikte oğluna gelmemi istiyorsan, geleyim" dedi. "Evet" cevabını alınca birlikte gitti ve Ebu Bekir'i yere yıkılmış baygın bir halde buldu. Ümmü Cemü ona yaklaşıp çığlığı bastı ve şöyle dedi: "Vallahi, sana bu kötülüğü yapanlar, şüphesiz fısk ve küfür ehlidir! Ben, Allah'ın onlardan intikam almasını ümit ediyorum" dedi. Ebu Bekir yine "Resûlullah (saHlakı aleyhi vesellem) ne yaptı?" diye sordu. O da (çekinerek) "Annen bizi dinliyor!" dedi. Ebu Bekir "Ondan sana bir zarar gelmez" diye söyledi. Bunun üzerine Ümmü Cemil "Selamette ve iyidir" dedi. "O nerede?" diye sorunca "Erkâm'ın evinde" diye cevap verdi. Ebu Bekir "Rcsûl-İ Ekrem (siaDahu aleyhi vesdlem)'e gidinceye dek bir içecek içmemek ve bir yiyecek tatmamak Allah için üzerime borç olsun!" diye ahdetti. Ayak sesi duyulmaymcaya ve İnsanlar sakinleşinceye kadar bekledik. Üzerime yaslayarak onu çıkardık ve Resûlullah (sallallahu aleyhi vesdlem)'in huzuruna götürdük. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellcrn) onu bağrına basıp öpmeye başladı. Müslümanlar da onu şefkatle kucakladılar. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) ona çok acıdı. Bu münasebetle Ebu Bekİr "Anam babam sana feda olsun Yâ Resûlallah! Benim bir şeyim yok. Ancak biraz yüzümde yara var. Bu, çocuğuna çok şefkatli olan annemdir. Sen de mübarek birisin. Umulur ki Allah, senin sayende onu cehennemden kurtarır" diyerek Resûl-İ Ekrem (saöaMıudevlivesdem)'den dua istedi. Resûlullah (dl^uı aleyhi vesellem) da annesi için dua edip Allah'a davet etti. Böylece Ebu Bekir'in annesi de müslüman oldu.
Resûlullah (sJaJlahu aleyhi vesellem) ile birlikte o evde bir ay kaldı. O zaman 39 kişiydiler. Hamza b. Abdılmuttalib de Hz. Ebu Bekir'in dövüldüğü gün İslam'a girmişti.
Olaylar Resûlullah (sMahu aleyhi vesdlem), Ömer b. Hattab veya Ebu Cehil b. Hişam'm müslüman olması için dua etmişti. Dua Çarşamba günü yapılmıştı, Ömer de Perşembe günü İslam'a girdi. Resûlullah (sallallahu aleyhi veseHem) ve evde bulunanlar öyle bil" tekbir getirdiler ki, Mekke'nin yukarısından sesleri duyuldu. Ömer kalkıp şöyle dedi: "Yâ Resûlallah! Niçin dinimizi gizliyoruz?..."
Burada Hz. Ömer'in müslüman olmasının anlatılması gariptir. Sahili olan şudur ki, o, Habeşistan'a yapılan birinci hicretten sonra müslüman olmuştur.
İbn-i İshâk der ki: insanlar -kadın erkek- gfup grup Allah'ın dinine girdiler. Tâ ki islam Mekke'de yayıldı ve konuşulur oldu. Resûlullah (saflaIahuale;Tlıivacllan)'in ashabı, namaz kılmak istedikleri zaman, kuytu yerlere giderler, namaz kıldıklarını gizlerlerdi. İşte, Sa'd b. Ebi Vakkas, bir grup sahabeyle birlikte Mekke vadilerinden birinde namaz kılarken yanlarına bir grup müşrik çıkageldİ. Müşrikler onlara çıkıştılar ve yaptıkları şeyden dolayı onları aşağıladılar. Nihayet aralarında çatışma çıktı. Sa'd b. Ebi Vakkas, müşriklerden birine deve kemiğiyle vurup başını yardı. Böylece bu, İslam'da dökülen ilk kan oldu.
Allah Teâla, Resulüne: "Şimdi sen, sana buyrutam (Kur'ân'ı ve içindeki ahkâmı) açıkça ortaya koy, puta tapanlara aldırış etme" (Hıcr, 94) buyurdu. Bu âyet, daha sonra kılıç (cihad) âyetiyle nesh edilmiştir.
Yine Yüce Allah "En yakın akrabanı uyar" (Şuara, 214) diye emretti.
Resûlullah (saMdıu aleyhi veseflem) da Hâşim ve Muttalib oğullarını açıktan İslam'a davet etti.
Bunun üzerine Allah, kendi elçisine, hak olarak gelen şeyleri açıklamasını, kendi emrini halka duyurmasını ve kendisine inanmaya, davet etmesini emretti. Allah Resulünün (salbllahu aleyhi veseEem) işini gizli tutması ile, Yüce Allah'ın ona dinini açığa vurmayı emretmesi arasındaki zaman, bi'setten itibaren üç yıldır.
Belâzürî'nin Hz. Aişc (fî^Jalnıanhâydan rivayet ettiğine göre, Resûlullah (saMalıual^hivesdlem), İslam'a daveti 4 yıl gizli sürdürmüştür.
Cafer b. AbdiUah b. Ebi'l-Hakem'den rivayet edildiğine göre, Yüce Allah, Peygamberimize "Önce en yakın soydaşlarını korkut!" (Şuarâ: 214) emrini verince, Peygamberimiz, çok sıkıntılandı. Bir ay veya o kadar bir süre hastalanmış gibi evinden dışarı çıkmadı. Peygamberimizin böyle uzun müddet evden dışarı çıkmadığını görünce, halaları, rahatsız olduğunu zannederek ziyarete geldiler. Hz. Peygamber (saMalıu aleyhi vsdlem), onlara: "Benim, bir şeyden şikâyetim yok (sıhhatim yerinde, fakat, Allah, bana yakın akrabamı adapla korkutmamı emretti. Abdulmuttalib oğullarını toplayıp onlan Allah'a davet etmek istiyonıml" dedi. Halaları "Davet et! Ama, sakın, onlardan Abdu'l-Uzza'yı (Ebu Leheb'i) davet edeyim deme! Çünkü o, senin dâvetine asla icabet etmez" dediler ve Peygamberimizin yanından ayrıldılar. Sabah olunca, Resûl-i Ekrem (saflallahu aleyhi vesellem), Abdulmuttalib oğullarına adam gönderdi. Davette Abd-i Menaf oğullarından bazıları da bulundular. Davetliler, 45 kişi idiler. Hoşlanmadıkları her şeyin giderilmesi için toplanıldığını sanarak davet yerine Ebu Leheb de koşup gelmişti. Peygamberimiz (sallallahu aleyhi veseflem), söze başlamak üzere iken, Ebu Leheb "Bunlar, senin halaların ve amca oğullarındır. Sen, onlara her zaman istemediklerini söyledin, kendilerini namaz kılmaya dâvet ettin. Sen, bu sapkınlığı bırak. İyi bil İd, senin için kavmin, bütün Arap topluluklarına karşı koymayı göze alacak değildir. Bütün Kureyş oymakları ile Araplar üzerine çullanmadan, ata oğullarının senin işinin üzerinde durup seni tutmaları hapis ve esir etmeleri gerekir. O, onlara ötekinden daha kolaydır. Ey kardeşimin- oğlu! Ben, atasının oğullarına, gelirken, senin getirdiğin gibi, şer ve kötülük getiren bir kimse daha görmedim!" dedi.
Resûlullah (sallallahu aleyhi veseflem) sustu, bu mecliste hiçbir şey konuşmadı. Günlerce bekledi. Ebu Leheb'in o çirkin sözleri ve çirkin hareketi, çok ağrına gitmişti. Sonra, Cebrail gelip Allah'ın emrini daha fazla geciktirmeden yerine getirmesi gerektiğini Peygamberimize tebliğ etti ve kendisim cesaretlendirdi. Bunun üzerine, Rcsûl-i Ekrem (dlaHmakiuv^ellem), onları ikinci defa topladı ve şu konuşmayı yaptı:
li\-\amd, Allah'a yaraşır. Ben, ona hamd ederim. Yardımı da ondan dilerim. Ona inanır, ona dayarınım. Şüphesi^ bilir ve bildiririm ki Allah'tan başka tanrı yoktur. O, birdir, O'mm eşi ve ortağı yoktur. Herhalde, otlak aramaya gönderilen bir kimse, gelip kendi ailesine yalan söyleme^.
Vallahi ben, bütün insanlara yalan söylemiş olsam, yine si^e karşı yalan söylemem! Bütün insanları aldatmış olsam bile si^i aldatmam. Si$i dâvet ettiğim Allah, öyle bir Allah'tır ki, ondan başka tanrı yoktur.
Ben de, o .Allah 'm hassaten size, umumî olarak da, bütün insanlara gönderdiği peygamberim! Vallahi, sikler uykuya daldığınız gibi öleceksiniz! Uykudan uyandığınız gibi de, diriltilecek ve bütün yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz İyiliklerinizin karşılığında iyilik, kötülüklerinizin karşılığında da ceza göreceksiniz Bunlar da, ya temelli Cennette, ya da temelli Cehennemde kalmaktır! İnsanlardan âhiret azabı ile ilk korkuttuğu?}! kimseler, siklersiniz}, benimle sizin misalinh, düşmanı görüp de halkını uyarmak için Önden koşarak gelen ve düşmanın kendisini geçmesinden korkarak <Koş'un ey insanlar! Size bir haberim vart> diye bağırmaya başlayan kimsenin durumuna benzer."
Konuşma bitince Ebû Tâlib: "Bizim katımızda sana yardım etmek kadar sevgili bir şey yoktur. Öğütlerini benimseyip kabullendik, sözlerini de, son derecede tasdik ettik. Bu toplananlar, senin atanın oğullarıdır. Tabii ki, ben de, onlardan birisiyim. Senin istediğin şeye; onlardan koşacak olanların -and olsun ki- en çabuğu da, benden başkası değildir. Sen, emrolunduğun şeye devam et! And olsun ki, etrafım kuşatıp seni korumaktan bir an geri durmayacağım. Ancak şu var ki, nefsimi, Abdulınuttalib'in dininden ayrılmak hususunda bana boyun eğer bulmadım. Artık, ben, onun Öldüğü dinde öleceğim!" dedi.
Ebu Leheb'den başka hepsi de, yumuşak ve mülayim sözler söylediler. Fakat, Ebu Leheb: "Ey Abdulmuttalib oğulları! Bu, vallahi, bir kötülüktür. Başkaları, onun elini tutup bundan alıkoymadan önce, siz, onun ellerini tutup bundan alıkoyun! Eğer siz, bugün ona boyun eğecek olursanız, zillete, hakarete uğrarsınız, onu korumaya kalkışacak olursanız; öldürülürsünüz!" dedi. Ebû Tâlib de "Hayatta kaldığımız müddetçe onu koruyacağız!" diye karşılık verdi.
Hz. Safiyyc bint AbdİImuttalib de Ebu Leheb'e şöyle karşılık verdi: "Ey kardeşim! Kardeşinin oğlunu ve onun dinini yardımsız, hor, hakir bırakmak, sana yakışır mı? Vallahi, bugün yaşayan bilginler, Abdulmuttalib'in soyundan bir peygamberin çıkacağını bildiriyorlar. İşte o peygamber, budur!" dedi. Ebu Leheb: "Bu, and olsun ki boşuna bir avuntudur. Bu, kadınların kendi aralarında konuştukları bir sözdür. Kurcyş aileleri ve onlarla birlikte bütün Araplar ayaklandığı zaman, onlara karşı koyacak, bizim ne kuvvetimiz var? Vallahi biz, onların yanında bir lokmayız!" dedi.
Buharı ile Müslim ve Belazüri'nin İbn Abbas'tan; Buharı ile Müslim'in Ebû Hüreyre'den; Müslim'in de Kabisa b. cl-Mehârık'tan rivayet ettiklerine göre, Yüce Allah: "Önce en yakın soydaşlarını uyar" (Şuara, 214) âyetini indirince, Allah Resulü (saBaMıu aleyK vesdlem), Rabbinin emrini yerine getirmeye başladı. Safa tepesine çıkıp: '%oşun ey Kureyş topluluğu! Si^e önemli bir haberim var!" diye seslendi. "Bu da kim?" diyerek hepsi toplandı. Kurcyş ile birlikte Ebu Leheb de geldi. Dışarı çıkmayan kişiler de: "O da ne?" diye, bakması için adam gönderdiler. Hz. Peygamber (saLaHıu aleyhi vcsdlcm) onlara: "Ben size şu vadiden veya dağın eteğinden atlılar çıkacağını ve size saldıracaklarım haber versem beni tasdik eder miydiniz?" dedi. Onlar da: "Evet, şimdiye kadar senin yalan söylediğini görmedik" dediler.
Bu sefer Resûlullah (saMlıhu aleyhi vesdlem): "Ey Kureyş topluluğu! Kendinizi Cehennem ateşinden kurtarınız' Çünkü ben sizin için .Allah tarafından verilmiş bir nüfuza mâlik değilim.
Ey Abd-ı Menâj Oğulları! Kendinizi Cehennem ateşinden kurtarınız} Çünkü ben sizi fi için Allah tarafından verilmiş bir nüfuza mâlik değilim.
Ey Abdüş-Şems Oğulları! Kendinizi Cehennem ateşinden kurtarınız} Çünkü ben sizin için Allah tarafından verilmiş bir nüfuza mâlik değilim.
Fy Kâh bin lJ'tey Oğullan! Kendini^ Cehennem ateşinden kurtarınız! Çünkü ben sizin için Allah tarafından verilmiş bir nüfuza mâlik değilim.
Ey Allah Resulü'nün amcası Abbas! Nefsini Cehennem ateşinden kurtar! Çünkü ben senin için Allah tarafından verilmiş bir nüfuza mâlik değilim.
Ey Mubammed'in halası Safıyye! Ey Fâtıma! Nefsinizi Cehennem ateşinden kurtarın! Çünkü ben sizin için Allah tarafından verilmiş bir nüfuz? mâlik değilim. Ancak sizinle aramda, bir hısımlık bağı vardır ki o/m da terk etmem. Ben, önünüzdeki şiddetli bir adapla sizi uyarıyorum " dedi.
Bunun üzerine Ebu Leheb: <cYazıklar olsun sana! Her gün hüsrana uğrayasın. Bunun için ini bizi topladm?" diyerek Hz. Peygamber (saBaDahu aleyhi vesdlem)'e hakaret etti. Bunun sebepten Cenâb-ı Hak Tebbct sûresini indirdi.[40]
Sonra Resûlulîah (saDaDahu aleyhi vesdlem) onlara: "Abdulmuttalib oğulları! Vallahi, Araplar içinde, benim, size getirdiğim, dünya ve âhiretiniz için hayırlı olan şeyden daha üstününü ve hayırlısını kavmine getirmiş bir yiğit bilmiyorum!" dedi.
İbn Sa'd, Beyhaki ve Ebû Nuaym'ın Hz. Ali (ken-amJalıuvechch)'dcn; ayrıca -Ebû Nuaym'ın Beri b. Azib (radijdlahuanh)'darı rivayet ettiklerine göre, "En yakın akrabam uyar" âyeti inince, Resûlullah (saflaBahu alevhi vesdlem) Hz. Ali'yi çağırıp: "Bisp, (bir sa' veya bir müdd) bir kişilik et yemeği yap ve bir kap da, süt doldur. Sonra, Abduimuttalİb oğullarını bana topla"buyurdu.
Hz. Ali der ki: Ben derhal dediğini yaptım. Davetliler toplandılar. O gün yaklaşık kırk kişi vardı. İçlerinde Peygamberimizin amcaları Ebû Tâlib, Hamza, Abbas ve Ebu Leheb de vardı. Peygamberimiz; bir insanın tek başına yiyebileceği bir kaptaki eti parçaladı ve davetlilere "Bismillah! Buyurun!" dedi. Hepsi, ondan doyasıya yediler. Her birisinin ancak, ellerinin uzandığı yerlerden azıcık bir kısmının eksildiği görüldü. Vallahi, o gün onlara takdim ettiğim yemeği ancak bir kişi tek başına yiyebilirdi. Sonra "Onlara içecek ver !" buyurdu. Bir insanın yalnız basma içebileceği kadar bk kaptaki sütü getirdim, içmeye başladılar. Her birisi, ondan da kanasıya İçtiler. Vallahi, o gün onlara takdim ettiğim miktarı ancak bir kişi tek başına içebilirdi.
Bir rivayette: Aralarında tek başına yaşlı bir koyunu yiyebilecek; büyük kasedeki sütü içebilecek kimseler dahi vardı.
Resûlullah (salaliahu aleyhi vedian), söze başlamak üzere İken, Ebu Lcheb atılarak "Arkadaşınız, sizi büyük bir sihirle büyüledi!" deyince dağıldılar. Bu durum karşısında Resûlullah (sallalkhu aleyhi vcseDem) onlara bir şey söyleyemedi.
Ertesi gün yine: ''Ey Alil Dün yaptığın gibi yiyecek ve içecek hasırla!" buyurdu. Ben de hazırlık yapıp onları topladım. Resûlullah (sallallahu aleyhi veseDem) önceki gün yapaklarını tekrarladı. Doyuncaya kadar yediler, içtiler. Sonra Resûlullah (saHaDahu aleyhi veseDem) onlara şöyle hitap etti: ''Abdulmuttalib oğulları! Vallahi, Araplar içinde, benim, si%e getirdiğim, dünya ve âhiretini^ için hayırlı olan şeyden daha üstününü ve hayırlısını kavmim getirmiş bir yiğit bilmiyorum! O halde, hangini^ bu yolda bana icabet ederek beni destekler ve yardımcım olur?" dedi. Ali der ki: "Ben, Yâ Resûlallah!" dedim. Gerçi, bunların yaşça en küçüğü bendim. Onlar susmuşlardı. Sonra Ebû Tâlib'e dönüp: "Ey Ebû Tâlib! Oğlunu görüyor musun!?" dediler. Ebû Tâlib de "Onu bırakın! O, amcasının oğlunu hayırdan başka şeye sevk etmez!" dedi.[41]
Zührî ve İbn-i İshâk der ki: Resûlullah (saMalıu alevin veseDem) kavmine İslam'ı açıktan anlatınca, ilk önce bir şey demediler. Ne zaman ki, onların putlarını dile getirip kınadı, hemen karşı çıkıp reaksiyon gösterdiler.
Utkî der ki: O zaman, peygamberliğinin dördüncü senesiydi.
Resûlullah (sallallahu aleyhi veseDem) onların putlarına kusur bulup akıllarını ahmaklıkla suçladığı, babalarının ve dedelerinin âdetleri olan puta tapmalarından dolayı onların özürlerini kabul etmediği ve babalarını da akılsızlıkla suçladığı zaman; Kureyşliler işi büyüttüler ve onunla savaşa kalkıştılar. Allah'ın İslâm nimeti ile koruduğu kişiler hariç, bütün Kureyşliler Hz. Peygamber (saBaüahu aleyhi vesdlem)'in aleyhinde düşmanlıkta birleştiler.
Ebu Tâlib ise bunların dışında kalmıştı. Ebû Tâlib, Peygamberimizi korudu ve ona acıdı, devamlı ona arka çıktı. Bu şekilde Resûlullah (saBallahu aleyhi vesdlcm) Allah'ın cmıini açıklamaya devam etti.
Kureyşliler, Resûlullah (sallallahu aleyhi veseDem)'İn, hoşlanmadıkları bu kötü hareketten dolayı ashabına bir şey demediğini, ilahlarına kusur bulduğunu, amcası Ebû Tâlib'in de, ona acıdığını, ona siper olduğunu, onu kendilerine teslim etmediğini görünce, Kureyş'in ileri gelenlerinden bir grup Ebû Tâlib'e gitti. Ebû Tâlib'e: "Kardeşinin oğlu, ilahlarımıza sövüyor, dinimizi eleştiriyor, bizi akılsızlıkla itham ediyor, babalarımıza sapık diyor... Ya onu bize saldırmaktan vazgeçirirsin ya da onunla bizim aramıza girmezsin, onun işini bitiririz. Sen de, bizim gibi ona muhalifsin" dediler. Ebû Tâlib, onlara yumuşak konuşarak güzel karşılık verdi. Gen dönüp gittiler.
Resûlullah (salalahı aleyhi veseDem) de, Allah'ın dinini açıklamaya ve insanları ona davete devam etti. Bu hal, Hz. Peygamber (saBaDalıualeylıivesellem) ile onların arasını büsbütün açtı. Sinirler gerildi, kin ve düşmanlık duyguları şiddetlendi. Peygamberimizi, aralarında konuşmaya, ona karşı savaşmak için birbirlerini kandırmaya başladılar.
Aradaki münasebetler bütün bütün kesilmek üzereyken, müşriklerin ileri gelenleri, tekrar Ebû Tâlib'in yanına gittiler. "Ey Ebû Tâlib! Sen, aramızda yaşça, şerefçe ve mevkice ileridesin! Biz, senden, kardeşinin oğlunu susturmanı, ona engel olmanı İstemiştik. Onu susturmadın, bize çatmaktan vazgeçirmedin. And olsun ki artık, biz onun böyle, baba ve atalarımıza dil uzatmasına, bizi beyinsizlik ve akılsızlıkla kötülemesine, tanrılarımızı yermesine katlanıp duracak değiliz! Ya onu susturur, bizden vazgcçirirsin, ya da İki taraftan birisi yok oluncaya kadar, onunla da, seninle de çarpışırız!" diye şiddetli bir ültimatom vererek Ebû Tâlib'in yanından ayrıldılar.
Durum, çok nâzik ve ciddî idi. Ebû Tâlib; ne kavmi ile münâsebetini keserek bozuşmayı, uğraşmayı göze alabiliyordu, ne de Peygamberimizi teslim edip hakaret ettirmeye veya yardımsız ve himayesiz bırakmağa gönlü razı oluyordu. En sonunda, Peygamberimizi (saHahu aleyhi veselem) getirtti ve ona: "Ey kardeşimin oğlu! Kavmin, yanıma geldi.. Bana senden yakındılar. Bana şöyle şöyle dediler!" diyerek kendisine söylenenleri tekrarladıktan sonra, "Beni de, kendini de koru. Altından kalkamayacağım bir İşi bana yükleme!" dedi.
Ebû Tâlİb; artık, müşriklerin direnmelerine ve. zorlamalarına dayanamayarak, Peygamberimizi himayeden vazgeçmek için mi böyle söylüyordu acaba? Peygamberimizin (sallaDalıual^Hveselem), gözlen yaşardı ve:
'Amca! Vallahi, bu işi bırakmak için, Güneş'i sağıma, Ay'ı da soluma koyacak olsalar, ben yine onu bırakmam! Ya, Yüce Allah, onu biilün cihana yayar, pa-^ifem biter;ya da hu yolda ö/4ir, giderim!" diyerek kalktı.
Ebû Tâlib, birden değişmişti; Peygamberimizin arkasından "Gel, kardeşimin oğlu gel!" diye seslendi. Peygamberimiz, dönüp gelince: "Ey kardeşimin oğlu! Git, istediğini söyle! Vallahi ben seni hiç bir zaman, hiçbir şeye teslim edecek değilim!" dedi. Sonra şu şiiri söyledi:
Vallahi, onların topu sana asla ulaşamaz. Ben toprağın üzerine yatırılıp gÖmülünccye kadar. Sen iğine git, sende bir noksanlık yoktur. Müjdele, böylece gözleri aydınlat.
Beni çadırdın, bildim ki san samimisin.
Doğru söyledin, eskiden de zaten sen emindin
Ayıplama yahut ar korkusu olmasa
Beni, bı'ima açıkça müsamaha edici bulurdu[42]
Resulullah (saHahu aleyhi vesdlcmj'in bu ifadesi er-Ravd'da şöyle açıklanır: Resûl4 Ekrem (saiy ahu aleyhi vesellem), güneşi sağ ele tahsis etti. Çünkü o, acık bir alâmettir. Ayı da sol ele tahsis etti; o da silik bir alâmettir. Bu iki ışık kaynağını özellikle zikretmesinin sebebi, bunların ışığının hissedilir olmasıdır. Resûl-i Ekrem (saMalıualejiıivesdlemJ'in Allah tarafından getirdiği nur se Allah'ın nurudur:
"Onlar, ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Allah, nurunu tamamlamaktan başkasına razı olmaz." (Tcvbe, 32) İşte, nübüvvetin belagatı, yüce nuru terk etmek istediklerinde, onların karşısına daha düşük bir nurla çıkmayı gerektirmiştir. Ve iki ışık kaynağından daha üstün olanını, daha değerli olan el'e özgü kumayı iktiza etmiştir. O da sağ eldir. İşte bu, benzeri olmayan bir temsil ve akıl sahibi birinin bigâne kalamayacağı bir hikmettir.
İbn-i İshâk der ki: Kureyşliler, Ebû Tâlib'in ve Resulullah (sJaDahu aleyhi veseüem)'in kendilerinden ayrılma ve düşmanlık konusundaki kesin kararlılığını anlayınca, yanlarında İmara İbnü'l-Velid b. el-Muğire olduğu halde Ebû Tâlib'c gidip: "Ey Ebû Tâlib, sana Kureyş'in güzel, yiğit ve cesur bir gencini, İmara b. el-Velid'İ getirdik. O, senin olsun. Diyetinden, yardımından istifade et. Onu, çocuğun edin. Bizimle şu senin dinini, babalarının dinini terk eden, kavminin birliğini parçalayan, onları akılsızlıkla itham eden yeğenini baş başa bırak. Aramıza girme. O da bir insan, onu öldürelim" dediler.
Ebû Tâlib onlara: "Vallahi adaletli davranmıyorsunuz. Bana oğlunuzu vereceksiniz, onu sizin için besleyeceğim. Oysa ben, size yeğenimi vereceğim, siz onu öldüreceksiniz. Vallahi, bu asla olamaz. Bilmiyor musunuz, deve, yavrusunu kaybettiği zaman, ondan başkasını sevemez?" cevabını verdi.
Mut'un b. Adiy b. Nevfel: "Ey Ebû Tâlib, kavmin sana insaflı davrandı ve hoşlanmadığın şeyden seni kurtarmaya çalıştı. Buna rağmen sen kabul etmek istemiyorsun" deyince Ebû Tâlib, el-Mut'ım b. Adiy'ye: "Vallahi, bana adil davranmadmız. Fakat sen, benim hor ve zelil bırakılmamı, kavmimin bana karşı yardımlaşmasını kesin karara bağlamışsın. Elinden geleni ardına koyma!" diye hiddetlendi. Bunu dışında başka sözler de söyledi. Böylece aradaki ipler koptu. Çekişme kızıştı. Herkes birbirine bağırıp çağırmaya başladı.
O zaman Ebû Tâlib, el-Mut'ım ve Benû Abd Menaf tan kendisini terk edenlere ve kendine düşmanlık eden Kureyş kabilelerine tarizde bulunup, endisinden ne istediklerini ve onlardan nasıl uzaklaştığını anlatan şu sözleri söyledi:
Amr'a, el-Velid'e ve Mut'ım'e de ki, sizin korumanızdan benîm payım bir genç deveden daha çok gelebilir ki, o deve, zayıflıktan kısalmış, çok ses çıkaran, bevlinden bacaklarına damlalar serpilen, susamış gibi geride kalan, kavuşamayan, yassı bir kaya üzerine çıktığı zaman ona "vebr: küçük ayı" denilen bir devedir.
Ana baba bir iki kardeşimi görüyorum. Soyulduklarında, emir bizden başkasına aittir, derler. Evet, iğ onlara aittir. Fakat yukardan düşmüşlerdir. Tıpkı Zu Aiak [43]ağından kayarım düşmesigihî...
Özellikle Abd Şems ve Nevfel'e özgüdür bu.
Ki o ikisi, bizi, şeytana taş atarcasma taşladılar.
O ikisi, kardeşlerini halka §ikayet ettiler.
Onlardan avuçları boş kalmıştır.
O ikisi, şeref konusunda, insanlardan babası olmayanı ortak ettiler,
Ancak onun, gizlice anılmış olması müstesna .,
Ve leym, Manzum, Zühre onlardandır.
Bizim dostumuzdu zafer istendiği zaman.
O halde Allan'a yemin ederim ki, ne bizden, ne onlardan düşmanlık ayrılmayacaktır.
Neslimizden bîr tek kişi kaldığı sürece...[44]
İbn-i İshâk der ki: Sonra Kureyş, kendilerine bağlı kabilelerde, Resûlullah (saflaBahu aleyhi vesdlem)'in ashabına karşı baskı uygulayıp, fesat çıkardılar. Her kabile, içlerinde bulunan müslümanlara İşkence etmek ve dinlerinden döndürmek için uğraştı. Fakat Allah, peygamberini onların baskısından amcası vasıtasıyla korudu.
Ebû Tâlib, Kureyş'in Hâşim ve Muttalib Oğullarına uyguladığı bu baskıyı görünce, onları, Resûlullah (saMıhu aleyhi vesellem)'i korumaya, onu savunmaya çağırdı. Bu çağrı üzerine, etrafında toplanıp onunla bir
oldular. Onun, Resûlullah (saDaBaluıalej'hivesdletnJ'in korunması çağrısına icabet ettiler. Ancak, Allah'ın düşmanı, melun Ebu Leheb buna muhalefet etti.
Ebû Tâlib, kavminin, Resûlullah (saflaüahu aleyhi vesettem)'in düşmanlarına engel olacaklarını anlayınca, onları övmeye, eski şerefli anılarını ve Resûlullah (saflaBahu aleyhi vesdem)'in bu kavim içindeki fazilet ve şerefini anlatmaya başladı. Böylece kavminin. Resûlullah (saBaHıu akyhi vesellem) hakkındaki görüşlerini ve düşmanlarıyla aralarında çıkan ihtilafını güçlendirmek, Resûlullah (saMahu aleyhiveseDem)'e, düşmanlarına rağmen şefkat göstermelerini sağlamak düşüncesİndeydı.
Bu meyanda Ebû Tâlib şöyle dedi:
Bir gün Kureyş Övünmek için toplandığı zaman...
Ve onun halisi, özü Abdi Menaf...
Her ne kadar o, Abdi Menaf m eşrafını toplasa aa,
Hâşim içinde de vardır eşraf...
Vs onun büyüğü de Hâşim arasındadır.
O bir gün iftihar etse de,
Seçilmiş bir zat olan Munammea
Onun şereflisi ve faziletli kiğisidir.
Kureyş bize karşı onların zayıfıyla, semiziyle meydan okudu.
Muvaffak olamadı, düşleri boşa çıktı.
Eskiden, biz hiçbir mazlum hakkına razı olmazdık.
Onlar boyunlarını büküp durdukları zaman, biz dimdik ayakta dururduk.
Onların namusunu, biz istemeyerek koruyoruz.
Ve etrafına kastedenlere vuruyoruz. t\ Solan aal, bizimle canlanır.
Ve kökleri, ancak bizim omuzlarımızda yeşerip serpilir.
İbn Ebi Hatim, el-Eclah'tan rivayet ediyor: Hamza b. Abdilmuttalib, güzel saçlı, güzel görünüşlü ve avlanmayı seven biliydi. Resûlullah (saDaMıu aleyhiveseflem), bir gün Ebu Cehil ile karşılaştığında onun hakaretlerine maruz kalarak incinmişti. Hamza avdan dönmüş evine giderken arkasında yürüyen iki kadından birinin diğerine "Eğer şu, Ebu Cehil'in yeğenine yaptığını bilse, yürüyüşünü kısardı!" dediğini işitti. Hemen arkasına dönüp "Ne oldu?" diye sordu. O da "Ebu Cehil Muhammed'e şöyle şöyle yaptı" diye olayı anlattı.
Hamza'nm içini sıkıntı kaplamıştı. Doğruca Mescid'e (Kabe'ye) gitti. Ebu Cehil oradaydı. Yayıyla başına vurdu. Sonra da "Benim dinim de Muhammed'in dinidir! Eğer gerçekçi iseniz, bana engel olun!" diye haykırdı. Kureys üzerine sıçramış "Ey Ebu Ya'lâ! Ey Ebu Ya'lâ!" diyordu. Bunun üzerine Allah Teâla şu âyeti indirdi:
"İnkar edenler, gönüllerindeki cahitiye çağının asabiyet ateşini ateşlendirdiklerinde, Allah, peygamberine ve inananlara huzur indirdi; onların takva sözünü tutmalarını sağladı. Onlar, bu söze layık ve ehil kimselerdi. Allah her şeyi bilmektedir." (Fetih, 26)
Eclah der kî: Bu âyette Hamza b. Abdümuttalib kastedilmiştir.
Ibn-İ Ishâk der ki: Bana Eşlem kabilesinden biri (ki duyduğunu iyi belleyen bir kimseydi) nakletti. Taberani'nın, güvenilir râvîlerle Yakub b. Utbe b. el-Muğîre'dcn;, yine güvenilir ricalden oluşan bir senedle Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den rivayet ettiğine göre, Ebu Cehil, Safâ'da Resûlullah (sıMıhu^hivesellcmJ'le karşılaştı. Ona eziyet ederek sövdü. Dînini ayıplayan, yaptıklarını hafife alan bazı sözler söyledi. Buna karşılık Resûlullah (saMıhudeyHveseUem), hiçbir şey söylemedi. Abdullah b. Cüd'an et-Teymî'nin kölesi bir kadın da, Safâ'dakİ evinde bunları dinledi. Ebu Cehil, Resûlullah (snlMm aleyhi \^aıı)'e bunları söyledikten sonra döndü, Kabe'nin bitişiğinde bulunan Kureyşli bir cemaatin yanma gitti. Onlarla birlikte oturdu. Az sonra, yayını çekmiş vaziyette Hamza b. Abdilmuttalib geldi. Avdan dönüyordu. Tek başına ava giderdi. Avdan dönerken Kabe'yi tavaf etmeden evine gitmezdi. Tavaf ederken her karşılaştığı Kureys cemaatinin yanında durur, onlara selam verir, onlarla konuşurdu. Kureyş'in en kuvvetlisi ve en cesuruydu. Hamza, o kadın köleye rastladığı zaman, Resûlullah (saBallahu aJeylıi veseHcm) kalkmış, evine dönmüştü. Kadın, Hamza'ya: "Ey Ebu Umara! Biraz önce, Ebu'1-Hakem'in, kardeşinin oğluna yaptıklarını bir görseydin. Onu burada buldu, eziyet etti, küfretti, iğrenilecek şeyler söyledi, sonra da gitti. Muhammed ona bir şey demedi" dedİ.
Hamza buna son derece kızdı. Eskisi gibi, hiç kimsenin yanında oyalanmadan Kabe'yi tavaf etmek üzere, Ebu Cehil'e çatma niyetiyle hızlıca gitti. Mescid'e (Kabe'ye) girince, Ebu Cehil'i cemaat içinde otururken buldu. Ona doğru yaklaştı. Başının üstünde dikildi, yayını çekti ve başına öyle bir vurdu ki, Ebu Cehil'i kötü şekilde yaraladı. Ona: "Sen ona söversin ha! İşte ben de onun dinindenim! Onun söylediklerini ben de söylüyorum! Gücün yetiyorsa bana manî ol!" dedi.
Hemen, Benî Mahzum'dan Kureyşli birkaç erkek Ebu Cehil'i kurtarmak için Hamza'nm önüne dikildi. Bunun üzerine Ebu Cehil: "Ebu Umara'yi bırakın! Vallahi ben, onun kardeşinin oğluna kötü küfrettim!" dedi.
Yunus b. Bükeyr, Ibn Ishak'tan naklederken şunları ilave eder:
Hamza daha sonra evine döndü. Şeytan kendisine gelerek: "Sen, Kureyş'in ulususun, atalarının dinini terk ederek şu dininden dönen adama uydun. Bunu yapacağına öl, daha iyi" dedİ. Hamza'yı büyük bir üzüntü sardı ve: "Ya Rabbi, eğer yaptığım iş doğruysa, kalbimi ona inandır, değilse bana ondan bir çıkış yolu ver" diyerek Allah'a yalvardı. Sabaha kadar, şeytanın vesvesesiyle dolu sıkıntılı bir gece geçirdi. Sabahleyin Resûlullah (sıBaMıuale}-hiveseIlcm)'e gitti ve: "Ey yeğenim, ben öyle bir işe düştüm ki, iyi mi, kötü mü, bilmiyorum. Bana anlat, şevkle seni dinliyorum" dedi. Resûlullah (sılhUahu aleyhi vesdkm) de ona doğru döndü; nasihatte bulundu, korkuttu, müjdeledi. Resûlullah (sJJahual^vesdleraJ'in bu konuşmasıyla Allah kalbine imanı yerleştirdi ve Hamza: "Kesinlikle, bilinçli ve doğru olarak söylüyorum ki, sen doğrusun. Ey yeğenim, dinini açıkla. Vallahi ben, gök altındaki şeyler benim olsa da artık önceki dinîmde kalmak istemem"dedi.
Böylece Hamza müslüman oldu ve Resûlullah (sallalLıluıale)4ıivEselIan)'e tâbi oldu.
Onun müslüman olmasıyla Kureyşliler, Resûlullah ( güç ve kuvvet kazandığını, Hamza'nm onu savunacağını anladılar ve ona yaptıkları bazı şeylerden vazgeçtiler.
Hamza müslüman olduğunda şunları söyledi:
Kalbimi islam'a ve nanif dinine iletince,
Allah'a nama ettim.
Öyle bir dine ki, o, aziz olan Rab aen gelmiştir,
O Rab, kulların yaptıklarından naberaaraır.
ve onlara lütufla muamele eaicİaır.
Onun mesajları bize okunduğu zaman
Akilli/ sağlam düşünceli kimselerin göz yağları dökülür.
Onlar öyle mesajlardır ki, Anmedgetirmiştir.
Harfleri açık âyetlerle...
Seçkin bîr kişi olan Anmed, aramada kendisine İtaat olunandır.
Sert söıle onu perdelemeyin.
Vallahi onu hiçbir kavme teslim etmeyİ2.
Onlar hakkında kılıçlarla hükmeimedikge...
Onlardan bazılarını tepelere ölü bırakırız.
Kİ o tepeler üzerinde bir tarafa yönelen ordu gibi kuşlar vardır.
Sakif in ona yaptıklarından haberin vardır.
Elbette Sakif kabilelerini ceza/andırır, insanların Rabbi.
Hem de bir kavme verilebilecek en kötü ceza ils....
Onları sonbahar yağmurları bile suya kandıramaz.[45]
İbn Ebi Şeybe, Abd b. Humeyd, Ebû Ya'lâ ve (sahih hükmünü vererek) el-Hâkim'in Câbir b. Abdillah (ndiyaflahu anh) 'dan; Beyhakî ve ibn Asâkir'in Ibn Ömer (radiyalkluı ;ınhumâ)'dan rivayet ettiklerine göre, bir gün Kureyşli bir grup toplanıp şöyle dediler: "İçinizde sihri, falcılığı ve şiiri en iyi bileniniz bakın bakalım kimdir? Gitsin de birliğimizi dağıtan, işimizi darmadağın eden ve dinimizi eleştiren su adamla konuşsun! Bakalım ne cevap verecek?" Dediler kî: "Bize göre, bu işe Utbe b. Ebi Rebia'dan başka daha uygunu yoktur."
İbn-i İshâk ve İbn Münzir'in Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den naklettiğine göre, Utbe b. Ebi Rebîa, ağırbaşlı, önde gelen bir kişiydi. Utbe, bir gün Kureyş meclisinde oturuyordu. Resûiullah (saHlahu aleyhi vesdfem) ise o anda tek başına Mescid'de (Kabe'de) idi. "Ey Kureyş cemaati! Ben kalkıp şu adama gideyim, onunla bazı şeyler konuşayım. Belki de o, bazılarım kabul eder. Hangi şeyi isterse onu veririz, bize çatmaz" dedi. Utbe'nin bu girişimi, Hamza b. Abdi'l-Muttalib'rn müslüman olduğu, Resûiullah (dkHıu aleyhi veseBem)'in ashabının artıp çoğaldığı bir donemde gerçekleşmiştir. "Peki, ey Ebu'l-Velid, kalk git ve onunla konuş" dediler.
Ebû Ya'lâ [46], ceyyid bir senedle Câbir b. Abdillah (odtyaDahu anh)'ın şöyle dediğini rivayet eder: Bir gün Kureyşliler, Hz. Peygamber (saBaHıualeylivesdlem) hakkında konuşmak için toplanıp şöyle dediler: "içinizde sihri, falcılığı ve şiiri en iyi bileniniz bakın bakalım kimdir? Gitsin de birliğimizi dağıtan, işimizi darmadağın eden ve dinimizi eleştiren şu adamla konuşsun! Bakalım ne cevap verecek?" Dediler ki: "Bize göre, bu işe Utbe b. Ebi Rebia'dan başka daha uygunu yoktur. Öyleyse ey Ebu'l-Velid bu iş sana kaldı" dediler.
Utbe kalktı, Resûiullah (sallaHıu aleyhi vesdem)'in yanma oturdu. "Yeğenim! Şüphesiz aile içinde, sen bizden daha güçlü, nesepçe daha şereflisin. Kavmine büyük bir şey getirdin, onların topluluğunu dağıttın, akıllarını idraksizlikle suçladm, tanrılarını, dinlerini eleştirdin, geçmiş atalarına kafir dedin. Ey Muhammed! Sen mi daha hayırlısın, yoksa Abdullah mı?" Resûiullah (sallallahu aleyhi veselem) bu sual karşısında sükut etti. "Sen mi daha hayırlısın, yoksa Abdülmuttalib mi?" Resûiullah (saHahu aleyhi vesdiem) bu sual karşısında da sustu. "Eğer bunların senden daha iyi olduklarına inanıyorsan, onlar bizim ilahlarımıza tapmışlardı. Yok eğer sen onlardan daha hayırlı olduğunu ileri sürüyorsan, konuş da biz de seni dinleyelim! Vallahi bîz, kavmine senden daha çok uğursuzluk getiren birini görmedik! Topluluğumuzu böldün, işimizi dağıttın, dinimizi eleştirdin, bizi Araplar içinde rezil ettin. Öyle kİ, Araplar arasında < Kureyş içinde bir sihirbaz var!>, <Kureyş içinde bir kâhin var!> sözleri dolaşıyor. Vallahi, biz şimdi, savaş narası gibi bir şeyden başkasını beklemiyoruz. Ki o zaman kılıçlarla birbirimize girip kendimizi tüketiriz. Beni dinle, sana birtakım şeyler teklif edeceğim. Tekliflerim üzerinde düşünür, belki onlardan bazısını kabul edersin" dedi.
Bunun üzerine Resûlullah (sallaHıu afeyhi vesdlem): "Söyle, ey Ebıt'l-Velid, dinliyorum " buyurdu.
Ebu'l-Velid: "Ey yeğenim, eğer şu getirdiğin şeyle mal istiyorsan, sana mal veririz, en zenginimiz olursun. Şeref İstiyorsan, seni başımıza efendi yapar, senden İzinsiz bir iş yapmayız. Krallık dilersen, seni kral yaparız. Bu sana gelen bir cin, peri ise ve kendinden uzaklaştıramiyorsan tedavi çareleri ararız, bu hususta, seni iyileştirmek için bütün malımızı, varlığımızı harcarız. Çünkü çoğu zaman, insana cin galip gelir de, tedavi olmadıkça ondan çıkmaz."
Utbe konuşmasını bitirince, Resûlullah (saMüm aleyH vesdkm): "Konuşman bitti mi, ey Ebu'J-Ve/id?" buyurdu. Ebu'l-Velid: "Evet" dedi. Resûlullah (saMalıuiilej'hivcsellem): "Benî diff/d" buyurunca Ebu'l-Velid: "Dinliyorum11 dedi. Bunun Üzerine Resûlullah "BismHlahirrahmanirrahım: HâMîm. Bu kitap, bilen, anlayan bir kavim için âyetleri (hükümleri, kıssaları ve Öğütleri) ayrı ayrı açıklanmış, gereğince hareket edenleri Cennetle müjdeleyin, etmeyenleri uğrayacakları azapla korkutucu, Arapça bir Kur'ân olmak üzere, Rahman ve Rahim olan Allah tarafından indirilmiştir. Öyle iken, onların çoğu, bundan yüz çevirmiştir. Artık onlar, dinlemezler. (Peygambere) <Bizi davete edip durduğun şeye karşı kalplerimiz kapalıdır; kulaklarımızda ağırlık, bizimle senin aranda da bir engel (dinde ihtilaf) vardır. Sen (dinin üzere) istediğini yap, biz de yapacağız> dediler" âyetlerim (Fussilet 1-5) okudu.
Utbe bu ayetleri duyunca, elini arkasına koyarak dinledi. Şu âyete kadar dinlemeye devam etti
"Onlar (Mekke kafirleri), yine bir Allah'a imandan yüz çevirip, putlara tapmakta direnirlerse, onlara de ki: <Âd ve Semud kavimlerinin köklerini kazıyan saika gibi bir saika ile sizin de kökünüzün kazınabileceğin! hatırlatırına" âyeti (Fussilet 13) okununca, Utbe, Resûl-i Ekrem (saOalblıu alş-lıivcsdbnj'i tuttu, okumaktan vazgeçmesi için akrabalık adına and verdi. Resûlullah (saHaDalm aleyhi veseBem) secde ayetine geldiğinde hemen secde etti ve Ebu'l-Veîid'e dönerek: "Ey Ebıt'l-Velid, din/ediğini dinledin. Sana bu kadarı yeter" buyurdu. Utbe "Başka bir diyeceğin yok mu?" diye sordu. Rcsûl-ı Ekrem: "Hayır, yo ki" cevabını verdi.
Utbe kalktı, fakat arkadaşlarının yanına gitmedi. Onlardan uzaklaştı. Ebu Cehil: 'Vallahi, ey Kureyş topluluğu! Galiba Utbe Muhammed'e kapıldı ve yemeği hoşuna gitti! Herhalde bu, ihtiyacından dolayıdır. Haydi, ona gidelim!" dedi. Yanma gittiklerinde Ebu Cehil: "Vallahi, ey Utbe! Muhammed'e meyledip onun işi hoşuna gitti diye endişelendik ve onun için sana geldik. Eğer bir ihtiyacın varsa, sana mallarımızdan toplayıp verelim de Muhammed'in yemeğinden müstağni ol!" dedi.
Utbe bu sözlere çok Öfkelendi ve Muhammed'le asla konuşmamaya yemin etti. "Bilirsiniz ki ben, Kurcyş'in varlıklı insanlarmdanım" dedi ve onlara olanları anlattı.
"Sana ne cevap verdi?" diye sordular. Utbe "Kabe'yi yaptıran Allah'a yemin ederim kî, söylediklerinden bir şey anlamış değilim. Ancak, "Ad ve Semud kavimlerinin tutuldukları saika gibi bir saikaya sizin de tutulacağınızı hatii'latmm" deyince, onun ağzını tuttum. Daha fazla okumaması için akrabalık adına and verdim. Çünkü ben, Muhammed'in bir şey söylediği zaman, hiç yalan söylemediğini bildiğim için, üzerinize azap ineceğinden koktum" dedi.
"Yazık sana!" dediler, "Adam seninle Arapça konuşuyor, sen ise ne dediğini anlamıyorsun!"
Ebu'l-Velid: "Vallahi, ben benzerini şimdiye kadar hiç duymadığım sözler işittim. Ne süt, ne sihir, ne de kehanet. Ey Kureyş cemaati, bana itaat edm, benimle beraber hareket edin, bu adamı serbest bırakın. Ona ilişmeyin, ondan uzaklasın. Vallahi, ondan duyduğum söz, bir mesaj taşıyor. Şayet onu Arap milleti alır, kabul ederse, onunla siz, dışınız dakiktin hakkından gelirsiniz. O, Araplar içinde üstün olursa, onun iktidarı sizin İktidarınız, onun şerefi sizin şererînizdir. Onunla İnsanların en mutlusu olursunuz. Ey kavmim! Bu konuda bana itaat edin de, isterseniz sonrasında isyan edin! Vallahi ben, bu adamdan, şimdiye kadar kulaklarımın duymadığı sözler işittim. Üstelik ona ne cevap vereceğimi şaşırdım" dedi.
Bunun üzerine: "Vallahi, ey Ebu'l-Velid! O, diliyle seni de büyülemiş" dediler. Ebu'l-Velid de: "Bu benim görüşüm. Öyleyse bildiğinizi yapın..." cevabını verdi.
Müşriklerin sordukları soruların çoğuna cevap verilmemiştir. Çünkü Allah -sübhanehu ve teâla- biliyordu ki onlar, istedikleri şeyleri gözleriyle görüp müşahede etseler bile, azgınlıklarında dolaşmayı sürdürecekler ve sapıklıklarında gidip gelmeye devam edeceklerdi. Zira daha önce insaflı kimseler için şifa olabilecek nübüvvet işaretleri görmüşlerdi.
Allah Teala şöyle buyurdu: ""Kendilerine okunan bir Kitâb'ı sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu?" (Ankebut, 51)
Bu meyanda şöyle denmiştir:
Undaki açık işaretler olmasaydı bile, onun bedaheti sana durumu açıklardı.
Allah Teâla yine şöyle buyurmuştur:
"Eğer biz onlara melekleri indirsek, ölüler onlarla konuşsa ve her şeyi karşılarına toplasaydık, Atlah dilemedikçe, yine de inanmazlardı; fakat onların çoğu bunu bilmiyorlar." (En'âm 111) Kafirlerin çoğu bunu bilmiyorlar ve mucize indiği zaman iman edeceklerine dair yemin ediyorlar- Yahut müminler, kafirlerin iman etmeyeceklerini bilmiyorlar ve iman etmeleri için mucize inmesini istiyorlar.
er-Ravd adlı eserde şöyle geçer: Onların bu mucizeleri istemeleri, Allah Teâla'nın mahlukatı imtihanmdaki, peygamberleri tasdik etme ibadetindeki ve delilleri inceleyerek ve düşünerek iman etmedeki hikmeti bilmemelerinden ileri geliyordu. Çünkü mükâfat, buna göre verilir. Eğer perde kalkıp da onlar için zaruri ilim hasıl olsaydı, mükâfat ve cezanın mânâsı kalmazdı. Çünkü insana, kendi kazancı olmayan şeyden dolayı mükâfat verilmez. Tıpkı hilkatinde bulunan renk, saç vesaireden dolayı insana mükâfat verilmediği gibi. Allah, insanlara incelemenin gerektirdiği kesbî bir ilim delili vermiştir.
İbn-i İshâk, İbn Cerir ve Beyhakî'nin İbn Abbas'tan rivayet ettiklerine göre: Bir gün, güneş batarken, Kureyş'in ileri gelenleri Kabe'nin arkasında toplanıp birbirlerine: "Muhammed'e adam gönderin, onunla konuşun, çokça tartışın, münazara edin" dediler. Resûlullah (dLıHıu aleyhi vesdlem)'e: "Kavminin önde gelen adamları, seninle konuşmak için toplandılar, gel" diye haber gönderdiler. Hz. Peygamber (salk&ıhu aleyhi vtsdlem), çabucak geldi. Resûlullah (saMHıu aleyhi vesellem), onlarda bir değişiklik olduğunu, İslamiyet'i kabul ettiklerini zannediyordu. Onların doğruyu bulmalarını çok istiyordu. Bu düşüncelerle geldi, yanlarına oturdu. Ona: "Ey Muhammedi Biz sana kusurlarını hatırlatalım diye adam gönderip çağırttık. Biz senin gibi kavmine fitne sokmuş başka hiç bir Arap bilmiyoruz. Atalarımıza sövdün, dinimizi ayıpladın, tanrılarımıza küfrettin, bizi cahillikle itham ettin, birlik ve beraberliğimizi bozdun, dağıttın. Ortada körü bir şey varsa, aramıza onu sen soktun. Eğer bu davayı, mal elde etmek kaygısıyla ortaya attınsa, sana mal verelim, en zenginimiz ol. Şeref ve mevki istiyorsan, seni başımıza başkan yapalım. Kral olmak istiyorsan, kral yapalım. Sana gelen bu şeyi bir cin getiriyorsa ve onun sana galip geldiğine inanıyorsan -ki çoğu kez böyle olur- seni iyileştirmek, sağlığına kavuşturmak, tedavi ettirmek için bütün malımızı sarf ederiz, gayret gösteririz" dediler.
Bunun üzerine Resûlullah (sdlaMıu aleyhi vesdlem): "Ne diyorsunuz bilmiyorum? Ben si^e getirdiğim şeyi, simden mal almak, mevki ve makam kapanmak, si^e kral olmak için geürmeMm. Fakat Allah beni si^e peygamber gönderdi. Bana bir kitap indirdi. Bana, si%e korkutucu, müjdekyid olmamı emretti. Rabbimin elçilik görevini si^e tebliğ ettim, nasihat etim. Şayet getirdiklerimi kabul ederseniz dünya ve âhiret saadetine kavuşursunuz?. Eğer reddedersem^, ben Allah'ın emrine sabredelim, aramızda Allah hükmeder" buyurdu.
Onlar: "Ey Muhammedi Eğer sana teklif ettiğimiz şeyleri kabul etmezsen, biliyorsun, bizim kadar ülkeleri dar, malı az, sıkıntı içinde yaşayan millet yok. Rabbinden bizim için iste de, Şam ve Irak nehirleri gibi bize nehirler akıtsın, geçmiş atalarımızı diriltsin. Dirilttiği kimseler arasında Kusayy b. Kilab da bulunsun, çünkü o sözüne güvenilir bir kimsedir. Onlara, senin söylediklerin doğru mudur, yanlış mıdır soralım. Bize, senden istediklerimizi yaparsan ve onlar seni tasdik ederlerse, biz de seni tasdik eder, Allah katındaki dereceni öğrenir, dediğin gibi seni peygamber gönderdiğini anlarız" dediler.
Resûlullah (saDaDalıu aleyhi veseflem) de onlara: 'Ben bununla ğönderilmedim. Si?(e, Allah'tan gönderildiğim şeyi getirdim, elçi gönderildiğim şeyleri tebliğ ettim. Eğer onları kabul ederseniz, dünya ve - âhirette mesut olursunu^. Şayet reddedersem^ Allah'ın emrine sabrederim. Aramızda o hüküm verir"dedi.
Resûlullah (sallalkhu aleyhi veseUem)'in bu sözleri üzerine onlar: "Bunîarı bize yapmazsan, kendin için al. Rabbinden, seninle beraber bir melek göndermesini iste de, söylediğin şeylerde seni tasdik etsin, bizi reddetsin. Rabbin sana bahçeler, saraylar ve seni, isteklerine muhtaç etmeyecek altından, gümüşten hazineler versin. Artık çarşı pazara çıkmaz, bizim aradığımız gibi yiyecek aramaz, maişet derdine düşmezsin. İddia ettiğin gibi bir peygambersen senin Rabbin katındaki fazilet ve keremini, dereceni bu suretle anlarız" dediler.
Resûlullah (sdlallahualcyHveseltaiı): "Yapamam, bunlanAllah'tan isteyemem. Ben si-^e bununla gönderilmedîm. Allah beni, bir müjdekyici ve bir korkutucu olarak gönderdi. Eğer si^e getirdiklerimi kabul ederseniz, bu, si-^in dünya ve âhiret saadetini^ olacaktır, şayet reddederseniz, ben Allah'ın emrine sabrederim, Allah aramızda hükmeder" buyurdu.
Bu kez onlar: "Öyleyse, Rabbinİn dilerse yapabileceğini iddia ettiğin gibi göğü düşür bakalım. Bunu yapmadıkça sana asla inanmayacağız" dediler.
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi veseücm): "0, ona aittir. Dilerse Rabbini^japa/' deyince onlar: "Ey Muhammedi Rabbin, bizim seninle oturup sana bu soruları soracağımızı, bu isteklerde bulunacağımızı, sana gelineceğini, sıraladığımız şeyleri sana bildirmeyi, getirdiğin şeyleri kabul etmediğimiz zaman bize ne yapacağını sana haber vermeyi nereden bilsin. Yemame'deki cr-Rahman denilen şu adamın sana bir şeyler öğrettiğini öğrendik. Vallahi, biz asla o cr-Rahman'a inanmayız. Biz sebebini sana bildirdik, ey Muhammedi Vallahi, seni bırakmayız. Ya biz seni yok ederiz, ya da sen bizi" dediler.
Onların sözcüleri: "Biz meleklere tapıyoruz, onlar Allah'ın kızlarıdır. Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmedikçe sana asla İnanmayız" diye ilave etti.
Onlar böyle konuşunca, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vcsdlmı), oradan ayrıldı. Onunla beraber Abdullah b. Ebi Ümeyme b. el-Muğire b. Abdillah b. Mahzum da kalktı. Abdullah, Hz. Peygamber (sallalLıhu aleyhi vcseEem)'in halası Atike'nin oğluydu. Daha sonra müslümarı olmuştur, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesdlemj'e: "Kavmin sana teklifini yaptı, fakat sen kabul etmedin. Sonra, Allah katındaki dereceni bilmek için bazı şeyler istediler, yapmadın. Sonra, kendin için bazı şeyler almanı istediler, yapmadın. Sonra da kendilerini korkutup durduğun bazı azapların çabuk tarafından gerçekleşmesini istediler. Vallahi sana asla in anmayacağım. Ta ki, göğe bir merdivenle çıkıp beraberinde söylediğin gibi olduğuna şehadet edecek dört melekle bir yazı getirinceye kadar seni bekleyeceğim. Vallahi, böyle yaparsan büe, yine seni tasdik edeceğimi zannetmiyorum" dedi ve Resûl-i Ekrem (saMılıu aleyhi vesellem)'in yanından ayrıldı.
Resûlullah (saBaEahuaMûvcsdlcm) de, kavmini davet ettiği zaman umutlandığı şeyi elde edememenin ve onların kendisinden uzaklaştıklarını görmenin üzüntüsü İçinde evine döndü.
Hz. Peygamber (sdUahu aleyhi vedian) yanlarından ayrıldığında Ebu Cehil: "Ey Kureyş cemaati, görüyorsunuz. Muhamrned dinimizi tenkitten, atalarımızı eleştiriden, akıllarımızı idraksizlikle suçlamaktan ve ilahlarımızı kötülemekten vazgeçmedi. Şimdi ben Allah'a söz veriyorum. Yarın o namaz kılarken secdeye vardığında ağır bir taşla başını ezeceğim. O zaman İster beni destekleyin, ister engel olun. Ondan sonra Abdümenaf oğulları istediğini yapsın" dedi. Yanındakiler: "Vallahi hiçbir şekilde seni desteklemeyiz, ne yaparsan yap" karşılığını verdiler.
Ertesi gün Ebu Cehil, dediği gibi bir taş aldı. Sonra Resûlullah (saMalıu aleyhiveseDem)'i beklemek üzere oturdu. Her zamanki gibi Allah Resulü (sallaHıu aleyhi vesellem) geldi. Hz. Peygamber (saîlaüahu aleyhi vesellem)'in Mekke'deyken kıbleleri Şam'a doğruydu. Namaz kıldığı zaman el-Esved ve el-Yemani rükünleri arasında namaz kılar, Kabe'yi kendisiyle Şam arasına alırdı. Resûlullah (saMahu aleyhi vesellem) namaz kılmaya başladı. Kureyşliler gelmişler, meclislerine oturmuşlar, Ebu Cehil ne yapacak diye bekliyorlardı. Hz. Peygamber (saMahu aleyhi veselkn), secdeye vardığı zaman Ebu Cehil, taşı yüklendi, ona doğru yönelerek yaklaştıysa da korku İçinde ve rengi değişmiş bir vaziyette geri döndü. Elleri taşı tutmaz olıııuş ve taşı elinden düşürmüştü.
Hemen bir grup Kureyşli ayağa kalkarak: "Ne oldu ey Ebu'î-Hakcm?" diye sordu. Ebu Cehil: "Dün size söylediğimi yapmak için ona doğru gittim. Ona yaklaştığımda, önüme erkek bir deve çıkü. Vallahi, ondaki başı, boyun kökünü ve dişleri, başka hiçbir aygırda görmedim. Beni yemek istiyordu" dedi.
Resûlullah (saHlahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu: 'O, Cibril'di Şayet Ebu Cehil yaklaşsaydı onu yakalayacaktı."
İbn-i İshâk der ki: Müşriklerin, Resûl-i Ekrem (saBalalnı aleyhi vcsdbn)'den kendileri için dağları yürütmesini, yeryüzünü yarıp su çıkarmasını ve atalarını diriltmesini İstemeleri hususunda şu âyetler nazil oldu:
"Eğer Kur'an ile dağlar yürütülmüş veya yeryüzü parçalanmış (nehirler ve kaynaklar çıkarılmış) yahut ölüler konuşturulmuş olsaydı, kafirler yine de inanmazlardı. Oysa bütün işler Allah'a aittir." (Ra'd, 31)
"Bizi (Mekke halkının önerdiği) mucizeler göndermekten alıkoyan, ancak, öncekilerin onları yalanlamış olmalarıdır." (İsrâ, 59) Biz mucizeleri gönderince, onlar yine iman etmediler ve onları helak ettik. Bunlara da mucize gönderirsek yalanlayacaklar ve helake müstahak olacaklar. Bunun için biz de Muhammed'in işini tamamlayıncaya kadar onlara mühlet verdik.
İbn-i İshâk der ki: "Rabbinden, seni tasdik edecek bir melek göndermesini iste!" sözleri hakkında şu âyet indi:
"Şöyle dediler: <Bu ne biçim peygamber ki yemek yer, sokaklar da gezer. Ona, beraberinde bulunup uyaran bir melek indirilseydi ya! Yahut, kendisine bir hazine verilseydi veya besleneceği bir bahçe olsaydı ya!> Bu zalimler, inananlara: <Siz sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz? dediler." (Furkân, 7-8.)
9. Ey Muhammedi Sana nasıl misaller getirdiklerine bir bak! Onlar sapmışlardır, yol bulamazlar.
10. Dilerse sana, bunlardan daha iyi olan, içlerinden ırmaklar akan cennetler verebilen ve köşkler kurabilen Allah yücelerin yücesidir.
20. Ey Muhammedi Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de, şüphesiz, yemek yerler, sokaklarda gezerlerdi. Ey insanlar! Sabreder misiniz diye sizi birbirinizle sınarız. Rabbin her şeyi görür." Zengin fakirle, sağlıklı kimse hasta ile, mevki sahibi sıradan insanlarla imtihan edilir, ikinciler hep der ki: Ben neden her konuda birinci gibi olmuyorum!
Abdullah b. Ebi Üöıeyye'nin dediğine göre, bu konuda bir de şu âyetler indi:
İsra, 90. "Şöyle söylediler: "Bize, yerden kaynaklar fışkırtmadıkça sana
inanmayacağız"
91. Veya hurmalıkların, bağların olup, aralarında ırmaklar akıtmalısın.
92. Yahut da iddia ettiğin gibi, göğü tepemize parça parça düşürmeli, ya da Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin.
93. Veya altın bir evin olmalı, yahut göğe yükselmelisin. Fakat oradan okuyacağımız bir kitap indirmezsen yine o yükselmene inanmayacağız. " De ki: "Rabbim noksanlıklardan münezzehtir! Ben peygamber olan bir insandan başka bir şey miyim?" Diğer peygamberler ve insanlar gibi... Ki onlar, Allah'ın izni olmadan bir mucize getiremediler.
İbn-i İshâk der İd: Bİze ulaştığına göre, müşriklerin "Sana Yemâme'de Rahman (Müseyleme b. Habib el-Hanefî'yi. kastediyorlar. Vüseyme b. Musa'nın Saîd b. el-Müseyyeb'den rivayet ettiğine göre, Müseyleme, daha Hz. Peygamber (saMalıuaİCThivesdlemJ'in babası Abdullah doğmadan, Câhiliye devrinde "Rahman" adıyla anılırdı) isminde biri öğretİyormuş!" sözlerine cevap olarak da aşağıdaki âyet indi:
Ra'd 30. "Ey Muhammedi Sana vahyettiğimizi okuman için, seni de onlardan Önce nice ümmetlerin gelip geçtiği bir ümmete gönderdik; o ümmet merhametli olan Allah'ı inkar eder; de ki: "O benim Rabbim'dir, O'ndan başka tanrı yoktur, yalnız O'na güvenirim, dönüşüm de O'nadır."
Mal teklif etmelerine karşılık Cenâb-ı Allah şöyle buyurdu:
(İnzârıma karşılık) Sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim Allah'a aittir. O, her şeye muttalidir (doğrusunu bilir)." (Sebe' 47)
Ebu Cehil'in sözüne ve istediğine karşılık Allah Teâlâ şu âyetleri indirdi:
"Sen, namaz kılan kulu (Hz. Peygamber'i) bundan men'edeni (Ebu Cehil'i) gördün mü?
"Söyle bakalım, o kul doğru yolda giden veya Allah'a karşı gelmekten sakınmayı buyuran bir kimse mi olsun; veya söyle, yalanlayıp yüz çeviren bir kimse mi olsun?"
Onu namaz kılmaktan men'eden kimse, Allah'ın her şeyi görmekte olduğunu bilmez mi? Ama bundan vazgeçmezse, and olsun ki, onu perçeminden, yalancı ve günahkar perçeminden cehenneme sürükleriz."
"0 zaman, kafadarlarını çağırsın, biz de zebanileri çağıracağız." Ebu Cehil, namazına mani olduğu zaman Hz. Peygamber (saMıhı aleyhi vcsellem)'e "Bilirsin ki, benden daha çok taraftara sahip kimse yoktur şu Mekke'de! Dilersem bu vadiyi çıplak adarla ve mert yiğitlerle doldurabilirim!" demişti.
"Ey doğru yolda olan! Sakın ona uyma; sen secde et, Rabbine yaklaş." (Alak, 9-19)
Ebû Ya'lâ ve Ebû Nuaym, Zübeyr b. Avam [47] (radiyallahu anh)'m şöyle dediğini rivayet ederler: "En yakın akrabanı uyar" âyeti İnince, Resûlullah (saMahu aleyhi vcseHem) Ebu Kubeys dağına çıkıp: "Ey A.bdi Menaf ailesi! Ben bir uyanayım!" diye haykırdı. Kureyş yanma gelince onları sakındırıp uyardı. Onlar da "Sen kendisine vahiy gelen bir peygamber olduğunu mu iddia ediyorsun! Şüphesiz Süleyman'ın emrine rüzgâr ve dağlar verilmişti. Musa'nın emrine deniz amade kılındı. Isa, ölüleri diriltiyordu. Sen de dua et de Allah, altındaki bu kayayı altına çevirsin. Onu yontalım da bizi yaz ve kış yolculuklarından kurtarsın. Çünkü sen onlar gibi olduğunu ileri sürüyorsun!" dediler. Biz yanında bulunduğumuz sırada O'na vahiy geldi. Vahiy kesilince şöyle buyurdu: "Nefsim kudret elinde bulunana yemin ederim ki, Allah, bana istemiş olduklamu-^ı verdi. Eğer bunları dikseydim, olacaktı. Fakat o, hürmet kapısından girip iman etmenimle; kendini^ için istedikle tinimle si^i baş başa bırakıp rahmet kapısından sapmam^, böylece iman etmemeni^ arasında beni muhayyer bıraktı. Ben, rahmet kapısını tercih ettim, içinizden iman edenler olacak. Bir de bana bildirdi ki, si%e istediklerinizi venp de sonra inkâr edersem^, âlemlerden hiç kimseye etmediği şekilde şiddetle si%e a%ap edecekti."
Bunun üzerine şu âyet nazil oldu:
"Bizi mucizeler göndermekten alıkoyan şey, öncekilerin yalanlamış olmalarıdır" Resûl-i Ekrem üç âyet daha okudu. "Bu Kur'ân'la dağlar yürütülse..."[48]
İmâm Ahmed, Nesâî, Hâkim ve Ziyâu'l-Makdisî'nin İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, Mekke halkı, Resûlullah (saHahu aleylu v<3eilem)'den Safa tepesini altın yapmasını ve etrafındaki dağlan da ziraat yapmaları için düzeltmesini istedi. Cebrail geldi: "Yüce Rabbin seni selamlıyor ve <İstersen onlara Safa tepesini altın yapayım! Fakat bundan sonra da onlardan kim inkâra kalkışırsa, âlemlerden hiçbirine yapmadığım bir azapla onları azaba uğratırım. İstersen onlara tevbe ve rahmet kapılarını açık tutayım> diyor" dedi. Resûlullah (saHallahu aleyhi veselkm): "Rabbim! Kendilerine tevbe ve rahmet kapılarım açık /////"buyurdu.
Bir rivayete göre; Cenâb-ı Allah; "İstersen onlar için süre iste; istersen de istediklerini yerine getir. Bu durumda eğer küfre devam ederlerse, daha önce helak ettiğim ümmetler gibi onları da helak ederim!" bu)oirdu. Resûlullah (saüalkhu aleyhi vcselem) de: "Hayır, onlar için süre istiyorum!" dedî. Bunun üzerine &£ l^j "Bizi (Mekke halkının önerdiği) mucizeler göndermekten alıkoyan, ancak, öncekilerin onları yalanlamış olmalarıdır" (İsra, 59) âyeti nazil oldu.[49]
İbn Cerir de Katâde'den hadisin baş kısmını aynen zikreder, devamını ise şöyle anlatır: Cibril gelip: ''Eğer dilersen kavminin istediği yerine mucizeler göndermekten' ahtoya^ ancak ' Wekke halk?mn Ön-*İO olmalar,dIr."(israis9) ' oncek"erin onlar, yalanlam.ş
Ve "Onlardan önceki şehir halkı iman etmedi, biz de onları helak ettik. Yoksa onlar mı inanacaklar!?"
âyetleri (Enbiyâ 6) nazil oldu.[50]
İbn-i ishâk şöyle anlatır: Nadr b. cl-Hâris, Kureyş'in şeytanlarından ve Resûîullah (saHahu aleyhi vcseöem)'e eziyet eden kimselerdendi. Daha sonraları Bedir'de Hz. Ali'nin eliyle, müşrik olarak helak olmuştur. Nadr çıkıp şöyle dedi: "Ey Kureys cemaati! Vallahi başınıza öyle bir şey geldi ki, henüz onu çözüme kavuş turamadmız. Muhammed, içinizde genç bir delikanlıydı. En sevilen, en doğru sözlü, en güvenilir gencinizdi. Göz ile kulağı arasına beyaz saç düştüğü, size getirdiğini getirdiği zaman <O büyücüdür> dediniz. Hayır, vallahi o, bir sihirbaz değildir. Çünkü biz sihirbazları ve üflemelerini, düğümlerim gördük. <O kahindir> dediniz. Hayır, vallahi o, bir kahin değildir. Çünkü biz kahinler ve kuruntularını gördük ve seci'lİ sözlerini dinledik. <O şairdir> dediniz. Hayır, vallahi o, bu- şair değildir. Çünkü biz şiir okuduk. Hezecıyle, recezryle bütün şiir çeşitlerini dinledik. <Delidir> dediniz. Hayır, vallahi o, asla mecnun değildir. Çünkü biz deli gördük. O, delilik boğuntusu ve vesvesesi içinde değil. Ey Kureys cemaati! Başınızın çaresine bakın. Çünkü vallahi sizin başınız gerçekten büyük derede girdiP'dcdi.
Nadr, Hîre'ye gitmiş, orada Pers krallarının hikayelerini Öğrenmişti. Hz. Peygamber (sdlaMıualertiresdlera), Allah'ı hatırlatmak, kavmini daha önceki milletlerin başına gelen azaplardan korkutmak üzere bir meclise geldiği zaman, o da gelir ve: "Ey Kureyş cemaati, vallahi ben ondan daha güzel söz söylerim. Gelin, ben size, ondan daha güzel şeyler anlatayım" der, sonra da onlara Acem krallarının hikayelerim anlatırdı. "Ne oluyor da Muhammed benden daha güzel söz söylüyor? Onun sözleri, eskilerin masallarıdır. Benim yazdığım gibi o da yazmıştır!" derdi.
İbn Hişâm, "Allah'ın indirdiğini ben de İndirebilirim!" sÖ2ünü söyleyen kimsenin Nadr olduğunu İleri sürer.
İbn-i İshâk der ki: Bana ulaştığına göre, İbn Abbas şöyle derdi: Allah Teala, Nadr hakkında sekiz âyet indirdi: "Ona ayetlerimiz okunduğu zaman, o: <Onlar, evvelkilerin masalları> dedi." (Kalem, 15) Kur'ân'da el-esa tir/mitolojik hikayeler kelimesinin her zikredilişinde, bunu Nadr'm söylediği bilinir.
Nadr b. cl-Hâris bunları söyleyince müşrikler, Nadr ve beraberinde Ukbe b. Ebİ Muayt'ı Medineli Yahudi bilginlerine gönderdiler ve: "Onlara Muhammed'i sorun, vasıflarını söyleyin, sözlerini aktarın. Çünkü onlar, Ehl-i kitabın ilkleri. Bizim bilmediğimiz peygamberler tarihini biliyorlar" dediler.
Bunun üzerine Nadr ve Ukbe yola çıktılar, Medine'ye vardılar. Yahudi bilginlerine, Hz. Peygamber (dlaBahu aleyhi vesdlem)'i sordular; durumunu anlattılar, bazı sözlerini aktardılar. Onlara: "Siz Tevrat ehlisiniz, bizim şu arkadaşımızdan haber veresiniz diye size geldik" dediler. Yahudi bilginleri onlara: "Ona, size söyleyeceğimiz üç şeyi sorun, eğer onlardan size haber verirse o, gerçekten Allah'tan gönderilmiş bir peygamberdir, eğer haber veremezse, o, yalan söyleyen bir kimsedir. Onun hakkında kararınızı verin. Ona, ta ilk devirlerdeki (mağaraya) giden gençleri (Ashâb-ı Kehfi) sorun, onların olayı nedir? Çünkü onların tuhaf bir hikayesi var. Ona, çok çok dolaşanı, ta yeryüzünün doğusuna batısına varanı (Zü'î-Karneyn'i) sorun, onun iç yüzü nedir? Ona, Ruhun mahiyetini sorun, nedir o? Eğer bunları size haber verirse, o, bir peygamberdir. Ona uyun. Eğer haber veremezse, yalan söyleyen [51] bir kimsedir. O zaman ona uygun gördüğünüzü yapın" dediler.
Nadr ve Ukbe, dönüp Mekke'ye Kureyşlilerin yanma geldiler. "Ey Kureyş cemaati, biz size, Muhammed'in ne olduğunu anlamanıza yardım edecek bazı şeylerle geldik. Yahudi bilginleri ona bazı şeyleri sormamızı önerdiler. <Eğer onlara cevap verebilirse, o bir peygamberdir. Aksi takdirde, o bir meftundur. Onun hakkında kararınızı verin!>" dediler.
Derhal Resûlullah (saMalıu aleyhi vcseüemj'e geldiler. "Ey Muhammed, bize haber ver" deyip ona, Yahudi bilginlerinin soz ettiği sorulan sordular. Resûlullah (sallalldııı aleyhi vesellem) de -İnşâallah demeden- "Sorduklarınıza yarın cevap veririm" dedi. Onlar da ayrıldılar.
İbn-i İshâk devamını şöyle anlatır: Dediklerine göre, Resûlullah (saHallahu aleyhiveseifon), on beş gece bekledi (Zührî ve Musa b. Ukbe'nin Szyerin.de bu süre "3 gün" diye geçer), fakat Allah o konularda herhangi bir vahiy indirmedi. Cebrail de gelmedi. Mekkeliler bunu dillerine doladılar. "Muhammed bize yarın diye va'detti, bugün on beşinci gece, henüz kendisine sorduğumuz sorulara hiçbir cevap vermedi" dediler. Resûlullah (sdlalhhu aleyhi vesellem) buna üzüldü, Allah'tan vahiy bekledi. Mekkelilefin konuştukları şeyler ona ağır geldi.
Sonra Cebrail (aleyMssdam) kendisine Kehf sûresini getirdi. Sure, Allah'ın, Hz. Peygamber (saHahu aleyhi vese!lem)'in hüznünden dolayı bitkinliğini, sordukları Ashabı Kehf, Zü'1-Karneyn ve ruhla ilgili bilgileri içeriyordu.
İbn-i İshâk der ki: Bana anlatıldığına göre, Cibril geldiğinde Resûlullah (saBaDalıualeylıiveselkn) ona "Niçİn beni daha çok ziyaret etmedin? Hakkında su y i zanda bulundum" dedî. Bunun üzerine Allah Teâlâ "Biz, senin Rabbinin emri olmadıkça inmeyiz. Önümüzdeki ve ardımızdaki (bütün geçmiş ve gelecek şeyler) ve bunların arasındakiler hep O'nundur. Rabbin de (seni) unutmuş değildir" âyetini indirdi.
Allah Teâlâ, Sûre-i Kehfi, hamd ile ve Resûlü'nün nübüvvetini bildirerek açtı:
1. 2. 3. 4. "Hamd olsun Allah'a ki, 0, (kâfirleri) kendi tarafından çetin bir &zap ile ikaz etmek, iyi iş ve davranışlarda bulunan müminlere, kendileri için, içinde ebedî kalacakları (cennette) güzel bir ecir bulunduğunu müjdelemek ve <Allah evlât edindi> diyenleri de uyarmak için kuluna (Muhammed'e), kendisinde hiçbir (tezat ve) eğrilik bulunmayan dosdoğru Kitâb'ı indirdi.
5. Ne onların (Allah evlât edindi, diyenlerin), ne de atalarının bu konuda hiçbir bilgisi yoktur. Ağızlarından çıkan bu söz ne büyük oldu! Yalandan başka bir şey söylemiyorlar.
6. Bu yeni Kitab'a (Kur'ân'a) inanmazlarsa (ve bu yüzden helak olurlarsa) arkalarından üzüntüyle neredeyse kendini harap edeceksin.
7. Biz, insanların hangisinin daha güzel amel edeceğini deneyelim diye yeryüzündeki her şeyi dünyanın kendine mahsus bir ziyneti yaptık.
8. (Bununla beraber) biz mutlaka oradaki her şeyi kupkuru bir toprak yapacağız."
Cenâb-ı Allah, bu âyetlerden sonra, sorulan sorulardan "iman eden gençler" konusunu anlatmaya başladı:
9. "(Resulüm). Yoksa sen, bizim âyetlerimizden (sadece) Kehf ve Rakım sahiplerinin ibrete şayan olduklarını mı sandın?"
Rakım, yazık levha demektir. İçinde Ashab-ı Kehf in isimleri ve nesepleri vardır.
10. "0 (yiğit) gençler mağaraya sığınmışlar ve: <Rabbimiz! Bize tarafından rahmet ver ve bize, (şu) durumumuzdan bir kurtuluş yolu hazırla!> demişlerdi.
11. Bunun üzerine biz de o mağarada onların kulaklarına nice yıllar . perde koyduk (uykuya daldırdık).
14. "Onların kalplerini metîn kıldık. 0 yiğitler (o yerin hükümdarı karşısında) ayağa kalkarak dediler ki: <Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O'ndan başkasına tanrı demeyiz. Yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz.
15. Şu bizim kavmimiz Allah'tan başka tanrılar edindiler. Bari bu tanrılar konusunda açık bir delil getirseler. (Ne mümkün!) Öyle ise Allah hakkında yalan uydurandan daha zalimi var mı?"
22. (İnsanların kimi:) "Onlar üç kişidir; dördüncüleri de köpekleridir" diyecekler; yine: "Beş kişidir; altıncıları köpekleridir" diyecekler (Bu iki söz, Necran Hıristiyanlarına aittir). (Bunlar) bilinmeyen hakkında tahmin yürütmektir. (Kimileri de:) "Onlar yedi kişidir; sekizincisi köpekleridir" derler. De ki: <Onların sayılarını Rabbim daha iyi bilir. Onlar hakkında bilgisi olan çok azdır. > Öyle ise Ashâb-ı Kehf hakkında, delillerin açık olması haricinde bir münakaşaya girişme ve onlar hakkında (ileri geri konuşan) kimselerin hiçbirinden malumat isteme."
İbn Abbas, Ashab-ı Kehf in 7 kişi olduğunu ileri sürerek, "Ben, onlar hakkında bilgisi olan kimselerdenim" demiştir.
23, 24. "Allah'ın dilemesine bağlamadıkça (inşâallah demedikçe) hiçbir şey için <Bunu yarın yapacağım> deme. Bunu unuttuğun takdirde Allah'ı an ve: <Umarım Rabbim beni, doğruya bundan (Ashab-ı Kehf'in haberinden) daha yakın olan bir yola iletir> de." Allah Teâla zaten bunu yapmıştır.
Hasan-ı Basrî ve başkaları, meclis (oturum) devam ettikçe bu emrin (inşâallah demenin) yerine getirilmesi gerektiğini söyler. İbn Ebi Hatim ve Taberâni'nin İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, "Bunu unuttuğun takdirde Allah'ı an!" kavli, "İnşâallah demeyi unutursan, hatırladığın zaman de!" mânâsına gelir.
"Sana, Zülkarneyn'i sorarlar." (Kehf 83)
Zülkarneyn'in ismi ihtilaflıdır. İsminin "Sa'b" olduğunu Ka'bü'l-Ahbâr söylemiştir. İbn Hişam da İbn Abbas'tan nakletmiştîr. Şeyh Takiyuddin el-Makrîzî el-¥lutaft% "Tarihçilere göre, tahkik edilmiş olan budur" der. Hafız da el-Fetlfdc, A'şâ b. Sa'lebe'nin "Sa'b, Hınv'da [52] ikamet ederek akşamlamış Zülkarneyn'dir. Orada mukimdir" sözünü irad ettikten sonra aşka şahîdîer de zikreder ve tercih edilenin bu olduğunu belirtir. İsminin el-Münzir veya başka bir şey olduğu da söylenir.
Ona Zülkarncyn lakabı verilmesi konusunda şunlar söylenir: Güneşin doğarken ve batarken ilk görünen kısımlarına ulaştığı için bu lakabı almıştır. Bunu Zübeyr b. Bekkâr, Zühri'den rivayet etmiştir. Güneşin battığı yere ve doğduğu yere sahip olduğu için veya rüyasında güneşin battığı yeri ve doğduğu yeri tuttuğunu gördüğü için bu lakabın verildiği rivayet edilir. Ayrıca iki tane hakiki boynuzunun olduğu da söylenmiştir. Bunu imam Ali (kaı-amdlaiıuveçheli) kabul etmez. Elbiselerini örtecek kadar iki Örgüsü olduğu, hatta üzerine basacak kadar uzun iki saç örgüsüne sahip olduğu, aydınlığa ve karanlığa girdiği, iki insan nesli geçip gidecek kadar uzun yaşadığı için de bu lakabı aldığı söylenir.
Peygamber olup olmadığı hususu ihtilaflıdır. Bir grup, onun peygamber olduğunu söyler. Bu, Abdullah b. Amr b. el-As'dan nakledilmiştir. Hafız (İbn Hacer), Kur'ân'm zahirinin de buna işaret ettiğini söyler. Hâkim de Ebu Hüreyre hadisinde Resûlullah (safiaHuı aleyhi vcseHem)'in "Zülkameyn, peygamber miydi, değil miydi, bilmiyorum" buyurduğunu rivayet etmiştir. Vehb ise el-Mübtede'de, onun salih bir kul olduğunu, Allah Teâla'nm onu dört ümmete gönderdiğini, ikisinin yeryüzünün tûlunda (boylamında), İkisinin de arzında (enleminde) bulunduğunu uzun uzadiya anlatır. Salebi, Tefsirinde bu kıssayı anlatmıştır.
Zübeyr b. Bekkâr, Süfyan b. Uyeyne (el-Câmi'dc) ve Ziyâu'l-Makdİsî'nin (el-Adı/btâre'de) -Hâfız'ın dediği gibi- sahih bir senedle Ebu't-Tufeyl'den rivayet ettiklerine göre, İbnü'l-Kevvâ, Ali b. Ebi Talib'e: "Yâ Emir el-MiTminin, Zü'İ-Karneyn nedir? Peygamber mi, kral mı?" diye sordu. Hz. Ali: "Ne kral, ne de peygamberdi. Fakat Allah'ın sâlih bir kuluydu. O Allah'ı sevdi, Allah da onu. Allah ona iyilik etti, o da Allah'a bağlı kaldı. Allah onu kavmine gönderdi. Onun boynuzuna vurdular, öldü. Allah, onu tekrar diriltti. Bu defa da vurdular, yine öldü. Allah onu tekrar diriltti. Bu sebeple ona "Zülkarneyn" ismi verildi" dedi. Hafız (İbn Hacer) der ki: Bu rivayette problem vardır; çünkü "peygamber değildi" ifadesi, "Allah onu kavmine gönderdi/ diriltti" ifadesine aykırıdır. Ancak, buradaki gönderme ifadesi peygamberliğin dışında başka bir şeye (yani dirilmeye) hamledilirse, o zaman bu problem kalkar.
Çoğunluk, onun salih krallardan biri olduğu kanaatindedir. Buhârî onu İbrahim (aieyhisselam)'ın hayatını anlatmadan önce zilu'etmiştir. Hafız (İbn Hacer) der ki: Bunda, onun Yunanlı İskender olduğunu ileri sürenlerin görüşünü çürüten bir işaret vardır. Çünkü İskender, Hz. isa'nın zamanınayakın yaşamıştır. Hz. İbrahim ile Hz. İsa arasında ise 2000 yıldan fazla bir zaman vardır. Bana öyle geliyor ki, sonraki İskender, ülkelerinin genişliği ve bir çok memlekete hükmetme siyle öncekine benzediği için "Zülkarneyn" lakabını almıştır. Yahut da Perslere galip gelip la-allarını Öldürünce iki geniş memleketi; Rum ve Pers diyarını emrine almış oldu ve • bu yüzden ona Zülkarncyn lakabı takılmıştır.
Gerçek şudur İd, Allah Teâla'nm Kur'ân-ı Kerim'de haber verdiği kimse öncekidir. İkisi arasında bir kaç yönden fark vardır: Birincisi: Yukarıda anlattığımız durumdur. Zülkarneyn'in daha önce yaşadığına işaret eden bir delü de Fâkihi'nin, tabiûnun büyüklerinden olan Ubeyd b. Umeyr'den rivayet ettiği şu sözdür: "Zülkarneyn, yürüyerek hac yapmıştı, İbrahim (aleyfedam) bunu duyup onunla görüştü."
İbn Hişam da e/-Tîcan'da., Hz. ibrahim'in bir konuda Zülkarneyn'e başvurduğunu, onun da hüküm verdiğini zikreder.
ikinci husus: imanı Fahreddin; 'Zülkarneyn peygamber idi, iskender kâfir idi" der. Fakat cumhur, onun peygamber olmadığı görüşündedir.
Üçüncüsü: Zülkarneyn Araplardandır; İskender Yunanlıdır.
"Zülkarneyn İskender'dir" diyenlerin şüphesini gideren bir delil de İbn Cerir'in, İçinde İbn Lehîa'mn1 da bulunduğu bir isnadla rivayet ettiği şu nakildir: Bir adam Resûluilah (saH,Tİklıu;ıİCTİıi\-esclIenı)'e Zülkarneyn'i sordu. O da şöyle buyurdu: "O, Romalı idi. Kemlisine iktidar verilmişti. Mısır'a gitti ve iskenderiye'yi yaptı." Eğer bu rivayet sahih olsaydı, ihtilaf sona ererdi. Ancak zayıftır.
Bu aktardıklarımız Hâfız'ın e/-Feth'deki yorumunun bir özetidir.
Şeyh Takiyuddin el-Makrîzî ei-Huîafta. şöyle der: Şunu bil ki, Allah'ın Kur'ân'da zikrettiği Zülkarneyn'in ismi, tarihçilerin araştırmalarına göre "es-Sa'b b. el-Hâris"tır. Nesebi, Kahtan b. Hud b. Amir b. Salih b. Etfahşiz b. Sâm b. Nuh şeklindedir. Himycr krallarından biridir. Bunlar Arapların atalarıdır.
Zülkarneyn, krallığa gelince zorbaca davrandı, fakat daha sonra Allah için tevazu kıldı. İskender'in, sedd'i yapan Zülkarneyn olduğunu zanneden hata eder. Zira "zû" edatı Arapça'dır. Zülkarneyn de Yemen krallarının lakaplarından biridir. Öbürü ise Romalı, Yunanlıda-. Makrizi, bu konuyu detaylı olarak ele alır. Hafız İmadüddin İbn Kesir de daha önce Hafız İbn Hacer'den nakledilenlere benzer şeyler zikreder ve Zülkarneyn'in Yunanlı İskender olmadığını tafsilatlı olarak anlatır.
"De ki: Size, onun halinden de, haber vereyim."(Kchf 83)
Cenab-ı Hak, ruh hakkında da şöyle buyuruyordu:
"Ve sana ruhun mahiyetini sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emri cümlesindendir, size onun hakkında ancak biraz ilim vermiştir." (İsrâ 85)
Ibn-i İshâk'ın ifadesi, bu âyetin Mekke'de nazil olduğuna işaret eder. Bunu, Tirmizî de İbn Abbas'tan rivayet etmiştir. Hadisin ricali Müslim'in ravilerindendir.
Buhârî ile Müslim'in Sabı/A erinde geçtiğine göre, Yahudiler, Medine'de, ruhun mahiyetini sordular. Bunun üzerine ilgüi âyet nazil oldu.
Hafız (İbn Hacer) der ki: Bu iki rivayeti; âyetin bir kaç defa nazil
olduğuna ve ikinci defasindaki sükutunun da, bu mevzuda daha fazla
açıklama beklemesine hamlederek te'lif etmek mümkündür. Aksi takdirde, Sahib'teki rivayet, daha sahihtir.
Resûluilah (saL-iMıualejiıiı-esellcm) onlara, hak ve doğru bildikleri şeyi getirdiği zaman, onlar salt aralarındaki kıskançlıktan dolayı ona tabi olmaktan ve onu tasdik etmekten çekindiler. Allah'a karşı kibirlendiler ve açıkça emrini terk ettiler. İçinde bulundukları küfre iyice daldılar. Onlardan biri diğerlerine: "Kur'an'ı dinlemeyin, okunurken şiir söylemek, el çırpmak, ıslık çalmak suretiyle gürültü yapın, olabilir ki baskın çıkarsınız" dedi ve "Yani onu oyuncak yapın, eğlence edinin. Şayet böyle yapmaz da, ona uyarsanız, insaf gösterirseniz, o size galip gelir" diye ekledi.
Ebu Cehil bir gün, Resûluilah (sJaMıuaîeyiıivesellaıı) ve getirdiği Hak ile alay ederek: "Ey Kureyş topluluğu! Muhammed, Cehennemde size azap edecek ve sîzi oraya hapsedecek Allah'ın askerlerinin 19 tane olduğunu iddia ediyor! Sİz ise sayı ve çokluk bakımından daha fazlasınız! Sizin 100 kadarınız, onlardan birini haklayamaz mı!?" dedî.
Allah Teâlâ bunun üzerine şu âyetleri İndirdi:
"Biz cehennemin işlerine bakmakta ancak melekleri görevlendirmişizdir (Zannettiğiniz gibi onlara gücünüz yetmez!). Onların sayısını da inkarcılar için sadece bir imtihan (vesilesi) yaptık ki, böylelikle, kendilerine kitap verilenler (Yahudiler) iyiden iyiye (Hz. Peygamber'in doğruluğunu) Öğrensin, (Ehl-i Kitap'tan) iman edenlerin imanını arttırsın; hem kendilerine kitap verilenler, hem müminler şüpheye düşmesinler, (Medine'deki) kalplerinde hastalık bulunanlar ve (Mekke'deki) kâfirler de: <ALlah bu misalle ne demek istemiştir ki?> desinler. İşte Allah böylece, dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini doğru yola eriştirir. Rabbinin ordularını, kendisinden başkası bilmez. Bu ise, insanlık için ancak bir öğüttür." (Müddessir, 31)
Saîd b. Mansûr, imâm Ahmed ve Buharı ile Müslim'in İbn Abbas'tan; tbn-i ishâk ve İbn-i Cerîr'in yine ondan başka bir tarikten rivayet ettiklerine göre, Resûlullah (saMıhu%lâveseflcm), ashabına namaz kıldırırken, Kur'an'ı yüksek sesle okuduğunda, bunu duyan müşrikler, Kur'ân'a, indirilen âyetlere ve Peygamber (sJalla]ıualwhıvescIIem)'in getirdiklerine söverler, dinlemek istemedikleri için oradan ayrılırlardı. Birisi, Resülullah (saflallahu aleyhi veseHem) namazda Kur'an okurken onu dinlemek isterse, diğerlerine fark ettirmeden onlardan korktuğu için gizlice dinlerdi. Kendisinin dinlediğini bildiklerini anlarsa, eziyetlerinden çekinerek oradan gider, dinlemezdi. Resülullah (saMalıu aleyhi vesellem) sesini alçaltıp kısarsa, kendisini dinleyenler, okuyuşundan bir şey duymazdı. Bunun üzerine Allah Teala şu âyeti indirdi: "Namazda sesini yükseltme. (Senden ayrılır, giderler) Namazda sesini çok da kısma ki (diğerleri farkına varmadan onu dinlemek isteyen dinlesin. Olur ki bazı duyduklarından çekinir de faydalanır). 0 ikisinin ortası bir yol izle."[54]
İbn-i Ishâk'ın rivayet ettiğine göre, Urve b. Zübeyr der ki: Resûlullah (saMlalıualc)-hivesellera)!dan sonra, Mekke'de Kur'an'ı açıktan okuyan ilk kimse Abdullah b. Mes'ud'dur. Bir gün ashâb toplanıp: "Vallahi, Kureyş Kur'ân'ın açıktan okunuşunu hiç duymadı. Onlara birisi duyursun, kim duyuracak?" dediler. Abdullah b. Mes'ûd: "Ben" diye öne atıldı. Ashâb: "Sana kötülük etmelerinden korkarız. Aşireti olan bir adam olsun isteriz. Aşireti, Kureyş ona eziyet etmek isterse engel olur" dediklerinde o: "Bırakın. Allah beni koruyacaktır!" karşılığını verdi.
Abdullah gitti, kuşluk vakti Makam'a vardı. Kureyşliler de toplantı yerlerindeydi. Abdullah b. Mes'ud yüksek sesle: "Bismillahirmhmanirrahim, er^Rahman a/kme'I-Kur'â/z" diye okumaya başladı. Onlara doğru yüzünü döndü ve bu sureyi okudu. Kureyşliler düşünekaldılar ve: "Ümmü Abd oğlu neler söylüyor?" demeye başladılar. Bazıları: "O, Muhammed'in getirdiği .bazı âyetleri okuyor..." deyince, ayağa kalkıp yüzüne vurmaya başladılar. O ise okumaya devam ediyordu. Okuyabildiği kadar okudu; daha sonra yüzünde yara bere iziyle arkadaşlarının yanma döndü. Arkadaşları: "Bu durumundan korkuyorduk" dediler. Bunun üzerine o: "Allah düşmanları hiçbir zaman, bana, o andakinden daha zayıf ve hakir gelmedi. Eğer isterseniz, yarın onlara aynısını yapmak üzere gideyim" karşılığını verdi. Arkadaşları da: "Yeter, onlara istemedikleri şeyi duyurdun" dediler.
İbn-i İshâk, Beyhakî ve Hafız Muhammcd b. Yahya cz-Zühlî'nin Zühriyyât'x& Zührî'den, onun da Saîd b. el-Müseyyeb'den sahih bir senedle rivayet ettiğine göre, Ebu Cehil, Ebu Süfyan b. Harb ve el-Ahnes b. Şerik, bir gece Resûlullah (saMdm aleyhi vcsdlera)'in evinde gece namaz kılarken okuduğu Kur'an'ı dinlemek üzere gittiler. Her biri bîr yere gizlendi. Hiçbiri de, bir diğerinin yerini bilmiyordu. Hz. Peygamber (saMıhu aleyhi vcseEem)'i dinleyerek geceyi geçirdiler. Sabah, tanyeri ağarınca bulundukları yerlerden ayrıldılar. Yolda birbirleriyle karşılaştılar. Böyle bir şey yaptığı için herkes bir diğerini eleştirdi. Birbirlerine: "Bir daha böyle yapmayın, sizin bu yaptığınızı, serserinin biri görürse, kalbine şüphe düşürürsünüz" dediler. Sonra ayrılıp evlerine gittiler.
Bir sonraki gece, yine her bîri Resûkıllah (saMaIıuaİCTİTİveseflan)'i dinlemeye gittiler. Yine ilk gecedeki yerlerine yerleştiler. Yine Peygamber (saüallahıı aleyhi vfödlemj'i dinleyerek gecelerini geçirdiler. Tanyeri ağaımca da yerlerinden ayrıldılar. Yolda yine karşılaştılar. Önceki gibi birbirlerini eleştirdiler, sonra yine evlerine dönüp gittiler.
Üçüncü gecede aynı olay tekrarlandı. Bu kez yolda karşılaştıklarında birbirlerine: "Bir daha buraya gelmemek üzere anlaşmadıkça ayrılmayalım" dediler. Bu hususta aralarında anlaşma yaptılar. Sonra da ayrıldılar. Sabah olunca el-Ahncs b. Şerik, bir değnek alıp Ebu Süfyan'm evine gitti. Ona: "Ey Ebu Hanzala, Muhammed'den dinlediğin şey hakkında ne düşünüyorsun, bana söyle" dedî. (Zühli'nin ibareleri İse şöyledir: Ebu Süfyan, Ahnes'e: "Sen ne diyorsun?" diye sorunca o: "Onun Hak olduğunu görüyorum" dedi). Ebu Süfyan ona: "Ey Ebu Salebe. Vallahi, manasını anladığım, kavradığım birtakım şeyler de duydum, manasını bilmediğim şeyler de" cevabını verdi, el-Ahnes: "Vallahi, ben de öyle!" dedi.
Onun yanından çıktı. Ebu Cehil'e geldi, evine girdi ve ona da: "Ey
Ebu'l-Hakem, Muhammed'den duyduğun şeyler hakkında görüşün ne?" diye sordu. Ebu Cehil: "Ne mi duydum? Biz ve Abdü Menaf Oğulları, şan ve şeref konusunda birbiriınizle yarıştık durduk. Onlar yemek yedirdiler, biz de yedirdik. Onlar çeşitli görevler üstlendiler, biz de üstlendik. Onlar verdi, iyilik etti, biz de verdik, iyilik ettik. Develer üzerinde karşılıklı diz çöküp yarış atları gibi yarıştık durduk. Şimdi onlar:
GÖkten kendisine vahiy gelen bir peygamberimiz var> dediler. Biz buna nasıl yetişebiliriz? Vallahi biz, ona asla inanmayız ve onu tasdik etmeyiz" cevabını verdi.
Daha sonraları Ahnes b. Şerik'in müslüman olup olmadığı hususu ihtilaflıdır. Bu konuyu ilerde ele alacağız.
Beyhakî, Muğîre b. Şu'be'nin şöyle dediğini rivayet etti: Resûlullah (saHaikiıualcj'hivesellemJ'i ilk tanıyışım şöyle oldu: Ebu Cehil b. Hişam ile birlikte Mekke sokaklarında yürüyorken, Resûlullah (sıilalluhu aleyhi veselem) ile karşılaştık. Resûlullah (a^ıüalıualejiıivKeHcra): "E)' ~Ebu'l-~Hakem! Haydi, Allah'a ve Resûli/'nc gel! Seni Allah'a dâvel ediyorum" dedi. Ebu Cehil de: "Ey Muhammedi İlahlarımıza sövmekten vazgeçecek misin? Tebliğ ettiklerine şehadet etmemizi ister misin? Vallahi, senin söylediklerinin hak olduğunu bilsem, sana tâbi olurum!" dedi. Bunun üzerine Resûlullah (saflaHıu aleyhi vcsdlem) oradan ayrıldı. Ebu Cehil bana dönüp şöyle dedi: "Vallahi onun söylediklerinin Hak olduğunu biliyorum. Fakat, Kusayy oğulları <Hicâbet görevi bizimdir! > dediler, biz <Tamam!> dedik. Sonra <Ncdve bizdedir!> dediler, biz <Tamam!> dedik. Sonra <Livâ bizdedir!> dediler, biz <Tamam!> dedik. Sonra <Sikâye bizdedir!> dediler, biz <Tamam!> dedik. Sonra onlar yedirdi, biz de yedirdik. Tâ ki at başı beraber olunca <Bizden bir peygamber var!> dediler. Vallahi, bunu kabul etmeyeceğim!"[55]
İbn-i İshâk, Mukâtil (Tepir), İbn Ebî Hatim, Ebû Nuaym, Beyhakî ve Vâhidî'nin İbn Abbas tarikinden rivayet ettiklerine göre, Gâtir Sûresi nazil olduğunda, Hz. Peygamber (salMalıu aleyhi vesellem) onu Mescid'de (Kabe'de) okudu. Velid bu âyetleri işitip Mahzum oğullarının bulunduğu meclise gitti ve: "Vallahi, az önce Muhammed'den öyle sözler işittim ki, ne insan sözü, ne de cin sözüne benziyor! Kökü yere sabidenmiş, üstü de güzel ve hayran bırakan bir söz!... Bir tatlılığı ve bir güzelliği var ki! insana hükmediyor; o sözü aşmak mümkün görünmüyor!" dedi ve oradan ayrıldı.
Onun ardından Kureyş müşrikleri, "Eyvah! Velîd dininden dönmüş. Artık ona bakarak bütün Kureyş dininden dönecektir!" dediler. Kureyş içinde Velid'e "Kureyş'in reyhanı" denirdi. Ebu Cehil: "Ben, ona karşı size kifayet ederim!" dedi ve Velîd'e gitti. Onu üzgün bir halde buldu. Ona: "Ey amcam! Kavmin, sana vermek üzere mal toplamak istiyor. Gerçek şu ki, sen Muhammed'e gittin ve ona doğru yönünü çeviriyorsun!" dedi.
Velid "Kureyş, benim içlerinde en çok mala sahip biri olduğumu bilir!" dedi.
Ebu Cehil de: "Öyleyse, Muhammed hakkında, kendisinden hoşlanmadığını belirten bir söz söyle de bu kavmine ulaşsın!" dedi. O da "Onun hakkında ne söyleyeyim? Vallahi o, ne insan sözüdür; ne de cin sözü!" dedi. Bunun üzerine Ebu Cehil: "Onun aleyhinde konuşuncaya, kadar, kavmin seni hoş görmez!" dedi. O da "O halde beni bırak da düşüneyim" dedi.
Velid, kavminin yanma döndüğünde, onlara: "Ey Kurcyş, hac mevsimi geldi. Yakında buraya Arap heyetleri gelecek. Şu Muhammed ve arkadaşlarının davasını dinleyecekler. Bu meselede tek bir görüşe varın. Birbirinizi yalanlayarak ve reddederek ayrılığa düşmeyin" dedi. Onu dinleyen Kureyşliler: "Ey Abdü Şems'in babası! Gel! Söyle bize, bir görüş ortaya koy da onu yapalım" karşılığını verince el-Velid: "Siz söyleyin, ben dinleyeyim" dedi.
Bunun üzerine oradakiler: "Bizce, o kahindir" görüşünü ileri sürdüler. Velid ise: "Kahin değil. Ben kahinleri gördüm. Onun söyledikleri, kahinin belirsiz ve seci'li sözü değildir" dedi.
Kureyşliler bu kez de: "O, delidir" dediler. Bu iddiaya karşılık el-Velid: "O, deli değil. Biz mecnun gördük. Mecnunu biliriz. O, mecnun boğuntusu, kuruntusu ve vesvesesi içinde değildir!" itirazında bulundu.
Kureyşliler, "O, şairdir!" dediklerinde de Velid yine karşı çıktı: "O, şair değildir. Çünkü biz; recezifle, hezeciyle, karizıyla (kesik şiir), makbuzuyla (ölü şiir), mabsutuyla (geniş şiir) her türlü şiiri biliriz."
Bu kez Kureyşliler: "Bizce o sihirbazdır" dediler. Yine Velid: "O, sihirbaz değildir. Çünkü biz, sihirbazları ve sihirlerini gördük. Onun söyledikleri, sihirbazın üfürüğü ve düğümü değil" cevabını verdi.
Bunun üzerine orada bulunanlar: "Peki, ne diyeceğiz, ey Abdu Şems?" diye ona sordular.
O da: '^Vallahi, onun sözünde bir tatlılık, üzerinde bir güzellik var. Onun kökü, dalı meyvedir. Bu gibi söylediğiniz sözleri, ancak esassız, temelsiz şeyler bilirim. Doğruya en yakın söz sihirbazdır, sihirbaz deyin. Kişiyle babasının arasını, kişiyle erkek kardeşinin arasını, kişiyle hanımının arasını, kişiyle ailesinin arasım açan sihirbaz!" dedi.
Bu cevabı alan Kureyşliler oradan ayrıldılar. Sonra, hac mevsiminde kendilerine uğrayan hacıları, Hz. Peygamber (siaMm aleyhi vcsdlcm)'dcn sakındırıyorlar ve onun durumunu (sihirbaz olduğunu) anlatıyorlardı.
Bunun üzerine Allah Teala, el-Velid b. el-Muğire hakkında şu âyetleri indirdi:
"Mal ve evlatsız olarak tek başına yaratıp, kendisine geniş servet ve gözü önünde duran oğullar verdiğim, kendisi için (nimetleri önüne) serdikçe serdiğim o kimseyi bana bırak! Üstelik o, (nimetlerimi) daha da arttırmamı umuyor.
Asla (ummasın)! Çünkü o, bizim âyetlerimize karşı alabildiğine inatçıdır. Ben onu sarp bir yokuşa (meşakkatli bir azaba) sardıracağım! Zira o, (dinlediği Kur'ân hakkında) düşündü taşındı, ölçtü biçti. Canı çıkasıca, ne biçim ölçü biçti!
Sonra baktı. Sonra kaşlarını çattı, suratını astı. En sonunda, kibrini yenemeyip sırt çevirdi de: "Bu (Kur'an) dedi, olsa olsa (sihirbazlardan öğrenilip) nakledilen bir sihirdir. Bu, insan sözünden başka bir şey değil."
Ben onu sekara (cehenneme) sokacağım. Sen biliyor musun sekar nedir?
Hem (bütün bedeni helak eder, hiçbir şey) bırakmaz, hem de (eski hale getirip tekrar azap etmekten) vazgeçmez
İnsanın derisini kavurur." (Müddessir, 11-29)
Allah Teala, Resûlullah (saHkhu aleyhi vtsdbn) 'e ve onun Allah'tan getirdiği şeylere küçümseyerek bakan kimseler hakkında:
"Onlar, o kimselerdir ki, kitaplarını kısım kısım yapmışlardı (bir kısmına inanıyor, diğer bir kısmına inanmıyorlardı). Rabbin hakkı için, biz onlann hepsine muhakkak surette soracağız" ayetlerini gönderdi.
Ibn-i Ishâk der ki: O sene Araplar hac mevsiminde Resûlullah (saüaMıu aleyhi veseBem)Jin davasından haberdar olarak memleketlerine döndüler. Böylece, onun adı, bütün Arap ülkelerine yayıldı.
İbn-i İshâk der ki: Sonra Kureyşliler, müslümanlığı kabul eden ve Hz. Peygamber (saHahu aleyhi veseDem)'e tâbi olan ashaba zulmetmeye başladılar. Her kabile, içindeki ezilen müslümanlara baskı yapıyor, işkence ediyor,
dininden döndürmeye çalışıyordu. Onları hapsederek, döverek, aç-susuz bırakarak, güneşin sıcağında Mekke'nin kızgın kumlarına yaürarak işkence ediyorlardı. Müslümanlardan kimisi, uğradığı belânın şiddetinden dolayı fitneye düşüyor, kimisi de direniyordu. Ve Allah da kendisini koruyordu.
İbn-i İshâk'ın rivayetine göre, Saîd b. Cübcyr, İbn Abbas'a: "Müşrikler, müslümanlara, dinlerini terkte mazur sayılabilecek derecede ağır eziyet ediyorlar mıydı?" diye sordu. İbn Abbas da: "Bir müslümanı döverlerse, aç susuz bırakırlarsa, o, acı ve ıstıraptan oturup kalır, ayağa kalkamaz. Onların istedikleri kozu onlara verirdi. Ona: <Lât ve Uzza, senin ilahın değil mi?> diye sorulunca o da: <Evet> derdi. Hatta, onlara kara böceği getirir, <Bu böcek senin ilahın mı?> diye sorarlar, o da onların verdiği eziyetten kurtulmak içîn <Evet> derdi" cevabını verdi.
Buna karşılık alçak Ebu Cehil İse, şerefli ve itibarlı bir kimsenin müslüman olduğunu duyunca, Kureyşlileri ona karşı kışkırtır, onu kötü bir şekilde azarlar ve: "Demek babanın dinini terk ettin ha! Halbuki baban senden hayırlıydı. Senin aklını hafif görüp, görüşünü tutarsız bulacağız ve itibarını düşüreceğiz!" derdi. Müslüman olan kimse tüccar İse: "Senin ticaretini kesata uğratıp malını helak edeceğiz!" derdi. Eğer zayıf bir kimse ise de, onun üzerine çullanır ve halkı da kışkırtırdı.
Bilâl (radiyaBalıuanlı), mustazaf (ezilen) müslümanlardan biridir. Gerçek bir müslümandı ve temiz kalpli biriydi.
İbn-i İshâk ve başkaları onu şöyle anlatır: Ümeyye b. Halef, Bilâl-i Habeşi'yi, öğleyin güneşin en kızgın sırasında ateş haline gelen taşlıkta yüzünü ve sırtını kızgın taşlara ve kumlara sürttürüp yaktırdıktan sonra göğsüne kocaman bir kaya parçası koydurur ve: "And olsun ki sen, ölmedikçe, yahut Muhammed'i ve onun dinini inkâr ve reddederek, Lât'a, Uzzâ'ya tapmadıkça, bu azap, üzerinden kaldırılmayacaktır!" derdi. Bilâl-i Habeşî ise, bütün bunlara katlanır, "Ben, Lât'ı, Uzzâ'yı kabul etmem! Allah birdir, birdir!" der, dururdu.
Belâzürî, Amr İbnü'1-As'm şöyle dediğini rivayet eder: Kızgın kumlarda işkence görürken, Bilâl'ın yanına uğramıştım. Öyle ki o kumların üstüne bir et parçası konulsa, pişerdi. Bu halde dahi Bilâl: "Ben, Lât'ı, Uzzâ'yı kabul etmem!" diyordu. Ümeyye de buna çok kızar, işkenceyi artırır, üzerine çullanarak boğazını sıkar, Bilâl'ı bayılürdı. Daha sonra ayikrdı.
İbn Sa'd'a göre Hassan b. Sabit der ki: Ben, hac veya umre için Mekke'de bulunurken, görmüştüm: Bilâl'ın boynuna uzun bir urgan bağlamışlardı. Çocuklar, urganın ucundan tutarak çekip götürüyorlar, Bilâl da: "Ahad, Ahad = Allah birdir, birdir! Ben, Lât, Uzzâ'yı, Hübel'i, İsafı, Nâile'yi, Buvâne'yi tanımam!" diyordu. Ümeyye, onu kızgın taşlara götürüp yatırdı.
Belâzürî'nin Mücâhid'den rivayetine göre, Ümeyye b. Halef, Bilâl'ın boynuna ip taktırdı, ücretle tuttuğu çocuklara, onu Mekke sokaklarında, dağ aralarında sürükletti. O, bu halde: "Ahad, Ahad = Allah birdir! Allah birdir!" demeyi sürdürüyordu.
İbn Sa'd'm Urve'den rivayet ettiğine göre, Bilâl, mustazaf müslümanlardan idi. Müslüman olduğunda, dininden dönmesi için ona işkence yapıldı; fakat o, asla istedikleri sözü söylemedi. Ona işkence eden kimse, Cumah kabilesine mensup Ümeyye b. Halef idi.
Belâzürî, Umeyr b. İshak'm şöyle dediğini rivayet eder: Kendisine yapılan işkence arûrılınca Bilâl "Ahad, Ahad!" derdi. Ona "Bizim dediğimizi söyle!" derlerdi, o da "Benim lisanım, o sözü sövlemez ve ondan hoşlanmaz!" derdi.
Belâzürî der kİ: Bilâl'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Beni bir gün ve bir gece susuz bıraktılar, sonra çıkarıp kızgın taşların üstünde, sıcak bir günde bana işkence ettiler."
İbn-İ İshâk der ki: Hişâm b. Urve, babasından naklen bana şunu anlattı; Varaka b. Nevfel, bir gün Bilâl4 Habeşî'yle karşılaştı. Müslüman olduğu için kendisine işkence ediliyordu. Bilâl-i Habeşî kendisine işkence yapılırken: "Allah bir, Allah bir!" diyordu. Varaka da: "Vallahi, Allah birdir, Allah birdir, ey Bilâl!" dedi. Varaka, daha sonra Ümeyye'ye ve Cumah oğullarından bu eziyeti yapan kimselere uğrayarak: "Allah'a yemin ederim ki, eğer siz onu Öldürecek olursanız, onun üzerine kapanii, kabrini ziyaret yeri edinirim!" dedi.
Hz. Ebu Bekir, bir gün, Cumah oğulları mahallesindeki evinden gelirken, Bilâl-i Habeşi'nin ağır işkencelere uğratıldığını gördü. Ümeyye'ye: "Sen, şu zavallı hakkında Allah'tan hiç korkmaz mısın? Daha ne zamana kadar ona işkence yapacaksın?" dedi. Ümeyye: "Onun inancını sen bozdun. Kurtulmasını istiyorsan satın al da kurtar!" dedi. Hz. Ebu Bekir, "Benim yanımda, senin dininde kara bir köle var. O, bundan daha güçlü, kuvvetlidir. Onu, BilâPe karşılık sana vereyim" dedi. Ümeyye ise: "Kabul ettim!" dedi. Hz. Ebu Bekir, onu verip Bilâl-i Habeşî'yi Ümeyye'den aldı ve âzad etti.
Belâzürî'nin sahih bir senedle Muhammed b. Sîrîn'den rivayet ettiğine göre, Bİlâl müslüman olunca, ailesi onu tutup bağladı ve üzerine kızgın taşlar atarak "Senin Rabbin Lât ve Uzzâ'dır!" dediler. O ise, "Ahad, Ahad!" diyordu. Ebu Bekir yanma gelince: "Bu insana niçin eziyet ediyorsunuz?" diyerek, onu 7 okye karşılığında satın aldı ve âzad etti.
Hz. Peygamber (saJallahuaİCTİıivese3!£m)'e, Hz. Ebu Bekir'in Bilâl-i Habeşi'yi, Ümeyye'den satın aldığı haber verilince, "Ey Ebu Bekir! Onun ürerinde bir hakkın olacak mı?"'diye sordu. Hz. Ebu Bekir, "Hayır yâ Resûlallah! Onu, âzad ettim!" dedi.
Belâzürî'nin ceyyid bir senedle İsmail b. Ebi Hâlid'den, onun da Kays'dan rivayet ettiğine göre, Hz. Ebu Bekir, Bilâl'ı 5 okye karşılığında satın aldı.
İşkenceye uğrayan müslümanlardan biti de Habbab b. Eret'fir.
Belâzürî bildiriyor: Derler ki, Habbab, Sevâdî'dir (Sevâd-ı Irak'tan biridir). Bir gün, Rabia kavminden bir topluluk, onun bulunduğu bölgeye baskın yapıp Habbab'ı esir aldılar ve onu Hicaz'a getirip sattılar. Habbab, Zühre oğullarının halîfi (anulaşmalısı) olan Huzâa'Lı Sibâ b. Abdi'l-Uzza'ya düşmüştü. Ebu'l-Yakazan, Habbab'ın Sibâ ile anne bir kardeş olduğunu ileri sürer.
Belâzürî de der ki: Oğlunun dediğine göre, Habbab'ın nesebi şöyledir: İbn eî-Eret b. Cendele b. Sa'd b. Huzeyme... Sa'd b. Zeydi Menât b. Temim oğullarmdandır. Esir düşünce, Ümmü Enmâr'ın eline geçmiştir, o da âzad etmiştir. Arapça'yı iyi konuşamadığı için "Eret (tutuk)" ismi verilmiştir.
Belâzürî'nin Kerdüs'tan naklettiğine göre, Habbab, altının altıncısı olarak müslüman olmuştur.
Yine Belâzürî, Şa'bî'nin şöyle dediğini rivayet eder: Onlar, işkence gördüklerinde, müşriklerin istedikleri sözleri sarf ettiler. Yalnız Habbab b. Eret hariç. Onun sırtını kızgın taşa yapıştırıyorlar, vücudunun yağı gidinceye kadar Öylece durduruyorlardı.
Belâzürî'nin Şa'bî'den; başka bir tarikle de Ebu Leylâ el-Kindî'den rivayet ettiğine göre, Habbab b. Eret, Hz, Ömer'in halifeliği sırasında huzuı-una girdi. Hz. Ömer, onu yanına yaklaştırıp yerine oturttu. "Yeryüzünde şu meclise, bundan daha lâyık ve müstahak olan, ancak bir adam vardır!" dedi.
Habbab b. Eret "Ey müminlerin emiri! Kimdir o?" diye sordu.
Hz. Ömer "Bilâl'dır!" dedi. (Şa'bî'nin rivayetinde "Ammar b. Yâsir" ismi geçer)
Habbab b. Eret: "Ey müminlerin emîri! O benden daha lâyık olamaz! Çünkü, müşrikler içinde Bilâl'ı, Allah'ın koruduğu kimse vardı. Benim ise, hiçbir koruyucu kimsem olmadı. Öyle bir gün gördüm ki, beni tuttular, ateş yaktılar. Beni sırt üstü ateşin içine yatırdılar. Sonra, adamın biri, ayağını göğsümün üzerine bastı da, sırtımla yer soğuyuncaya kadar beni kımıldatmadı!" dedi. Sonra sırtını açtı ki, ateş yanıklarından sırtı alaca olmuş.
Belâzürî'nin Ebu Salih'ten rivayet ettiğine göre, müslümanlığını açıklayan ve şiddetli işkencelere uğrayanlardandı. Habbab, Ümmü Enmâr'ın azatlı kölesi idi. Demirci idi, kılıç yapardı. Öteden beri, Resûlullah (saflaHıua^ıiveseüem) ile görüşüp, konuşurdu. Ümmü Enmar, bunu haber alınca, kızdı. Habbab'ı bağlattı, ateşte kızdırttığı demirle başını dağlattı. Habbab, Resûlullah (saHahu aleyhi wselfem)'e gelip Ümmü Enmar'dan ve başının ızdırâbından yakındı. Peygamberimiz: "Allah'ım! Habbab'a yardım et!" diye duâ etti. Ümmü Enmar, başından bir hastalığa yakalandı. Izdrrabmdan dolayı köpeklerle beraber İnlerdi. Kendisine, başını ateşle dağlatması tavsiye edildi. Habbab da bir müddet, onun başını dağladı.
Muhammed b. Ömer el-Eslemî'ye göre, İslam'a girdiğinde Habbab'a en çok işkence yapan, Utbe b. Ebi Vakkas idi. Ayrıca, es-Sebt el-Esved b. Abd-i Yağus olduğu söylenir.
Buhâri, Muhammed b. Ömer el-Eslemî ve Beyhakî'nin Habbab bin el-Eret'ten rivayet ettiği hadisi naklediyoruz: Habbab anlatıyor: Peygamber Efendimiz (saMalıu alevîıiveseflem), Kabe'nin gölgesinde kaftanını yastık yaparak, ona yaslanıp dinleniyorken yanına geldim. Müşriklerden şiddetli bir işkence görmüştük. Ben: "Yâ Resûlallah, çektiğimiz şu işkencelerden dolayı bizim için Allah'a dua etmeyecek misin?" dedim. Bunun üzerine Peygamberimiz hemen doğrulup, oturdu. Benzi kızarmıştı, şöyle buyurdu; "Simden önceki ümmetler arasında öyle kimseler vardı ki, demir tarakla bütün derileri ve etleri kemiklerinden ayrılırdı da bu işkence yine onu dininden
döndüreme^di. Testere ile tepesinden ikiye bölünürdü deyine bu işkence onu dininden dondüreme-^di. A.llah elbette bu işi (İslâmiyet'i) tamamlayacak ve üstün kılacaktır. Hatta, hayvanına binip San'a'dan ta Hadramût'a kadar tek başına giden bir kimse Allah hariç hiç kimseden korkmayacaktır. Koyunları hakkında da kurt ' saldırısından başka bir korku duymayacaktır, "buyurdu.[56]
Suheyb b. Sinan er-Rûmî de eziyet gören müslümanlardandır.
İbn Sa'd'ın Urve'den rivayet ettiğine göre, Suheyb, Allah yolunda işkenceye uğrayan mustazaf müslümanlardandı.
Amir b. Füheyte de işkenceye uğrayanlardandır.
Belâzürî der ki: Amir, Allah yolunda Mekke'de işkenceye uğrayan ezilen müslümanlardandı. Dininden dönmesi için ona işkence yapılıyordu. Hz. Ebu Bekir, onu satın alıp âzad etti.
İbn Sa'd'ın Muhammed b. Ka'b el-Kurazfden naklettiğine göre, Amir b. Füheyre'ye, şuurunu kaybedinceye kadar işkence yapılırdı. Ebu Fükeyhe de onlardandır.
Ebu Fükeyhe (kİ ismi Eflah veya Yesar'dı) SafVan b. Ümeyye'nin kölesi idi. Bilâl-i Habeşî ile birlikte müslüman olmuştu. Ümeyye b. Halef, bir gün, Hz. Ebu Bekir obadan geçerken, Ebu Fükeyhe'nin ayağına ip bağlattı. Onu kızgın kayalıklara kadar sürükletti. Umeyye, o sırada yanlarından geçen, kara böceği göstererek Ebu Fükeyhe'ye "Senin Rabbin bu değil mi?" dedi. Ebu Fükeyhe de "Benim Rabbim, Allah'tır. Beni de, seni de o böceği de, O, yaratmıştır!", deyince, Umeyye kızdı. Ebu Fükeyhe'nin boğazını boğarcasma sıktı. Kardeşi Übey b. Halef de: "Artır onun azabını! Muhammed, gelip onu, sihri ile kurtanneaya kadar artır!" dedi. Onu, öğlenin en şiddetli sıcağında çıkarıp bağlar; Ramdâ'da yüzü koyun yatırır, sırtına veya göğsüne kocaman bir taş, bir kaya parçası koyarlar; dili, ağzından dışarı sarkardı. "Öldü, artık!" diyerek yanından ayrılırlardı. Sonradan ayılırdı. Hz. Ebu Bekir, Fükeyhe'yi satın alıp işkenceden kurtardı.
Ammar b. Yâsit, babası, annesi Sümeyye ve kardeşi Abdullah da eziyet görenlerdendi.
Belâzürî ve Beyhakî, Mücahid'in şöyle dediğini rivayet ederler Müslüman olduklarını ilk açıklayanlar, Ebu Bekir, Bilâl, Habbab, Suheyb ve Ammar'dır. Allah, Rcsûlullah (sallaHahu aleyhi vesellem)'i amcası vesilesiyle koruyordu. Ebu Bekir'i de kavmi himaye ediyordu. Diğerleri ise demk zırhlar giydirilip güçleri tükeninceye kadar güneşin altına bırakılıyorlardı. Ebu Cehil bir gün Sümeyye'nin başına gelip kalbine mızrağını saplamıştı. O, İslam'ın ilk şehididir.
İbn Sa'd, Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den rivayet eder: Ammar b. Yasir'i sadece bir don içinde (elbisesiz) gören biri bana anlatU: "Onun sırtına baktım; bir yara gördüm. Sorduğumda <Bu, Kureyş'in bana Mekke'nin kızgın kumlarında yaptığı işkencenin izidir> dedi."
Belâzürfnin Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den naklettiğine göre, Ammar'a şuurunu kaybedinceye kadar işkence yapılırdı.
Belâzürî'nin Ümmü Hâni (ndiyal]ahuanha)'dan rivayet ettiğine göre, Ammar b. Yasir, babası Yasir, kardeşi Abdullah b. Yasir ve annesi Sümeyye, Allah yolunda işkence görürken Resulullah (saflalahu aleyhi veseflem) onlara uğramış ve "Sabredin, ey Yasir ailesi! Varacağım^ yer Cennettir!" buyurmuştu. Yasir, işkencedeyken şehid oldu. Sümeyye de Ebu Cehil'e ağır sözler söyledi, o da kalbine mızrağını sapladı ve Sümeyye şehid oldu. Abdullah'a da ok atıldı, o da yere düştü.[57]
el-Muğite b. Abdıllah b. Mahzum oğullarından bir aile, Ammar'm annesi Sümeyye'ye müslüman olduğu için işkence etti. Fakat o, İslam'dan başka her türlü teklifi reddetti. Bu yüzden kendisini öldürdüler. Resulullah (salaDalıu aleyhi vesdlem), Ammar ve Yasir, Mekke'nin o kızgın ateşi altında kumlar üstünde, işkence görürken onlara uğrar ve: "Sabır ey Yasir ailesi, sabır! Gideceğini^yer Cennettir" buyururdu.
Onlardan biri de Müemrnel b. Habib oğullarının cariyesi idi.
Belâzürî der ki: Ebu'l-Bahterî'nin anlattığına göre onun adı, Lebîbe'dir. Hz. Ömer müslüman olmadan önce o, İslam'a girmişti. Bir gün Ömer b. Hattab, Lebîbe'yi yoruluncaya kadar dövdü, durunca ona: "Senden özür dilerim! Ben, seni (acıdığım için değil) yorulduğum için bıraktım!" dedi. Lebîbe de bağırarak, "Eğer müslüman olmazsan, Allah da, sana böyle azap edecektir!" dedi.
İbn Sa'd, Hassân'dan şunu rivayet eder: Umre yapmak için Mekke'ye gelmiştim. O zamanlar Hz. Peygamber (sallalkl-ıualeylıivesetlem) ve ashabı eziyete uğruyor, işkence görüyorlardı. Ömer'in yanında kaldım; Amr b. Müemmel oğullarının cariyesinin elleri gevşeyip yanlarına düşünceye kadar boğazını sıkıyordu. Ben "Artık öldü!" diyordum. Hz. Ebu Bekir onu satın alıp âzad etti.
Bizanslı Zinnîre (veya Zenbere) de onlardandır.
Müslümanlıktan döndürmek için, ona, Ömer b. Hattab'la Ebu Cehil işkence yaparlardı.
Belâzürî der ki: Ebu Cehil, Zinnîre'}'! kastederek "Muhammed'in izinde giden şu akılsızlara siz şaşmaz mısınız?! Eğer Muhammed'in getirdiği şey, hayırlı ve gerçek olaydı, biz, ona uymakta bunlardan daha önce davranır ve kendilerini geçerdik. Zinnîre, doğruyu bulmakta mı bizi geçti?! Onu böyle göreniniz kim?" derdi. Zinnîte'nin işkenceden dolayı gözü kör olmuştu. Ebu Cehil, Zinnîre'ye "Gördün mü, Lât ve Uzzâ, senin gözünü de, görmez etti?" dedi. Zinnİre, "Hayır, Vallahi, yalandır! Lât ve Uzzâ; kendilerine tapanı da, tapmayanı da bilmezler! Bu, semavî bir iştir. Benim Rabbim, gözümü bana geri çevirmeye kadirdir!" dedi. O gece geçip sabaha çıkınca, Yüce Allah, Zinnîre'nin gözünü geri çevirdi, gördürdü. Kureyş müşrikleri "Bu da, Muhammed'in sihrrlerindendir!" dediler. Hz. Ebu Bekir onu da satın alıp âzad etti.
Zühre oğullarının cariyesi Ümmü Üneys (veya Ubeys) de işkence görenlerdendir. Esved b. Abdi Yağus, ona işkence ederdi. Hz. Ebu Bekir onu da satın aldı.
Nehdiye ve kızı da eziyet gören müslümanlardan idi. Nehdiye, Abdü'd-Dâr oğulları kadınının cariyesi idi. Bu kadın, müslüman oldukları için, bunlara çok işkence yapar ve "Vallahi, sizi bırakmam! 'Velev ki, dininizden olan biri sizi alıp âzad etsin!" derdi. Bir gün Ebu Bekir (radirailahu anlı), Nehdiyye'ye uğramıştı. Nehdiyye'nin hanımı kendisine işkence ediyor: "Vallahi, seni, dinden çıkaran âzad etmedikçe âzad etmem" diyordu. Ebu Bekir bunu duyunca: "Onları serbest bırak, ey Ümmü fülan!" dedi. O kadın da: "Azad et öyleyse, çünkü onları sen bozdun!" karşılığını verdi. Ebu Bekir: "Azad etmek için ne istersin?" diye sordu. Kadın: "Şu kadar..." diye cevapladı. Ebu Bekir: "Onları, o fiyata aldım. Artık onlar, hürdür" dedi ve Nehdiyye'ye, kadının ununu geri vermesini söyledi. Nehdiyye de: "Bırak da, onunla un öğüteyim, sonra geri veririm!" karşılığını verdi. Ebu Bekir de "İstediğiniz gibi yapın" dedi.
Bilâl'in annesi Hammame de Allah yolunda işkenceye uğratılan müslümanlardandır. Bunu Ebu Ömer (Ibn Abdüberr), ed-Dürer'de zikretmiştir. Rivayetine göre, onu da Hz. Ebu Bekir âzad etmiştir. Ebu Ömer (İbn Abdüberr), e/-îslfâb'da bunu zikretmemiştir; ancak İstîâb'ın müstedrekinde eklenmiştir.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Ebu Bekir (radipBahu anlı), Allah yolunda eza edilenlerden bir grubu satın alarak âzad etmiştir: Bilâl, annesi^ Âmir b. Füheyre, Ebu Fükeyhe, Müemmel oğullarının cariyesi, en-Nehdiyve, Nehdiyye'nin kızı, Zinnîre.
Hâkim'İn Abdullah b. Zübeyr'den rivayet ettiğine göre, Ebu Bekİr, Mekke'deki o zayıf müslüman köleleri âzad etmeye başlayınca, babası Ebu Kuhafe ona: "Oğlum, şayet köle âzad edeceksen güçlü, kuvvetli, yiğit kimseleri âzad et ki, seni savunsunlar, sana arka çıksınlar" dedi. Ebu Bekir: "Babacığım, ben ancak, Allah'ın istediğini isterim" cevabını verdi. Bunun üzerine şu avetlerin Ebu Bekir (nıdiyaBahu anh) hakkında nazil olduğu rivayet edilir:
"Veren ve sakınan, sözün en güzeli olan kelime-i şehadeti tasdik eden yok mu? Biz istirahat ve Cennete götürecek yol için ona kolaylık veririz .." (Leyi, 5-8) âyeti ve aynı surenin sonuna kadar.
Ammar b. Yasir ise; Bİlâl b. Rebah, annesi Hammame ve arkadaşlarının başına gelen eziyet ve cefaları ve Ebu Bekir (radîyallahu anh)'ın onları âzad edişini düe getirmek üzere şöyle bir şiir söyledi:
Allan, Bilâl ve arkadaşlarını azadından dolayı
Atîk'i (Ebu Bekir'i) hayırla mükâfatlandırsın.
Fâkih ve Ebu Cclıİİ i de rezil rüsva etsin ..
Ki o ikisi, Bilâl'e ve arkadaşlarına kötülük etmekteydiler akşam.
Onlar, akıl sakim' hiçinin sakındığı şeyden korkmadılar.
Ona, mahlukatm Rabbinİ tevhidi sebebiyle ve
"Allanın Rabbim olduğuna şehadet ettim.
Beni öldürürsenh, öldürürsünÜ2. Fakat ben,
Ölüm korkusuyla Rahman 'a şirk koşmam" dediği için azap ettiler. , Ey ibrahim'in, Abd Yunus'un, Musa ve Isa mn Rabbil ' Beni Kurtar! Al-i Galibe -zulmetmek isteyene mühlet verme! , Haksızca ve gayri âdil bir şekilde izzete kastetmek isteyene...
Ibn-i Ishâk der ki: Resûlullah (saflaSahu^İTİveselfon), ashabına eziyet edilip fitneye maruz kaldıkları, kendisi de bu fitne ve eziyeti Önleyemediği zaman onlara: "Habeş ülkesinde, hiç kimsenin -?ulme maru^ kalmadığı bir kral var, O ülkeye gidin. Orası doğruluk yurdudur. Allah si?çe bir ferahlık verecek ve bulunduğunu^ durumdan sitçi kurtaracaktır" buyurdu. Resûlullah (saüallahu aleyhi vesellem), önce Allah'ın, sonra amcasının himayesinde olduğu için ashabının başına gelen o iğrenç eziyetler ona yapılmıyordu
Bunun üzerine, Resûlullah (saDaHıu aleyhi veseöem)'in ashabı olan müslümanlar, fitne endişesiyle ve dinlerini yaşamak maksadıyla Allah'a firar ederek Habeş yurduna hicret ettiler. Bu, İslâm'da yapılan ilk hicret oldu.[58]
Denildiğine göre, bunlar 12 erkek ve 2 kadın idi. 10 erkek oldukları da söylenir. Bunu İbn4 Ishâk ve İbn Hişam söylemiştir. Ayrıca, 12 erkek 3 kadın, 12 erkek 4 kadın olduğu da söylenmiştir, Irâkî ise, 12 erkek 5 kadın oldukları görüşündedir. (ed-Dürer)
İlk hicret edenler; Osman b. Affan ve hanımı, Resûlullah (saHahu aleyhi vesdkm) Efendimizin kızı Rukiyye'dir.
Ya'kûb b. Süfyân, Enes'ten, Resûlullah (saHlahu aleyhi vesdlcm)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Osman, Lut'tan sonra, ailesiyle ilk hicret eden kimsedir."
Abdurrahman b. Avf.
Ebu Huzeyfe b. Utbe b. Rabia ve beraberinde hanımı Sehle binti Süheyl ibnü Amr.
Zübeyr İbnü'l-Avvam b. Rabia. Mus'ab b. Umeyr.
Ebu Seleme İbnü Abdi'1-Esed ve hanımı Ümmü Seleme bint Ebi Ümeyye b. el-Muğîre.
Osman b. Maz'un.
Amir b. Rabia. Yanında hanımı Leyla binti Ebi Hasme b. Ğânim b. Abdillah b. Avf b. Abid de vardı. Hafız Vakası bu nesebin doğrusunun; Ğânim b. Amir b. Abdillah b. Abid İbn Avic şeklinde olduğunu söyler. Husenî de bunu kabul etmiştir. Ebu Ömer (İbn Abdilberr) de benzerini söylemiştir.
Taberânî, sahih bir senedle Leyla bint Ebi Hasme'den naklen şunları rivayet eder: Ömer b. el-Hattab, bize, en çok kızanlardandı. Habeş ülkesine hicret etmek üzere tam devemin üzerinde hareket edeceğim bir anda, Ömer bana yaklaşarak: "Nereye ey Ümmü Abdullah?" diye sordu.
Ben de: "Dinimizden ötürü bize eziyet ettiniz. İşte onun için, Allah'a ibadet konusunda eziyet edilmeyeceğimiz Allah Azze ve Celle'nin topraklarına gidiyoruz" cevabını verdim. Bunun üzerine Ömer: "Allah yardımcınız olsun" dedi ve uzaklaştı. Sonra yanıma kocam Amir b. Rabia geldi. Ona, Ömer'in bana gösterdiği şefkat ve merhameti anlattım. O da bana: "Yoksa Ömer müslüman mı olacak dersin? Vallahi, o müslüman olmaz. Olsa olsa cl-Hattab'm merkebi müslüman olur!" dedi.
Süheyl b. Beyda.
Ebu Sebre b. Ebi Rühm el-Amiri. Denilir ki, o, Hâab b. Amr el-Amiri'dır.
Bazıları da şu isimleri ekler: Ebu Sebre b. Ebi Rühm'ün hanımı Ümmü Gülsüm bint Süheyl b. Amr, Abdullah b. Mes'ûd. İbn-i İshâk, bu zatın İkinci hicrette mevcut olduğunu kesinleştirmiş, Hafız da bunu tasdik etmiştir.
İbn Hişam der ki: Bana anlatıldığına göre, onların başında Osman b. Maz'un vardı. Zührî ise, buna itiraz ederek, "O, emir değildi" der.
Bunlar gizlice müşriklerin arasından sıyrılarak çıktılar ve kimisi binekle kimisi de yaya olarak Şuaybiye mevkiine geldiler. Orada Allah müslümanlara yardımını gönderdi. Bu limana iki ticaret gemisi yanaşmıştı. Onları gemiye alıp yarım dinara taşıdılar. Kureyş ise peşlerine düşmüştü; deniz kıyısına geldiklerinde onların gemiye binip ayrılmış olduklarını gördüler, onlara yetişemediler.
Muhacirler der ki: Bunun üzerine, Habeş ülkesine gittik. Orada hayırlı bir komşuya mücavir olduk. Müslüman olarak emniyet içinde yaşadık. Allah Teâlâ'ya ibadet ettik, dini inançlarımızdan ötürü zulmedilme endişesinden kurtulduk. Hoşumuza gitmeyen sözler işitmiyorduk.
Müşrikler ise şöyle diyordu: "Muhammed, ilahlarımızı iyilikle ansaydı, onu ve ashabını bırakırdık. Fakat o, bizim ilahlarımıza sövdüğü tarzda kendisine muhalif olan yahudi ve htristiyanlara söz söylemiyor."
Ashabının uğradığı eziyet ve müşriklerin yalanlamaları, Resûlullah (saBaMıualeyİTİvcsdlemJ'c ağır geldi. Onların sapıklıkları kendisini bir hayli üzdü. Hidayete ermelerini çok temenni ediyordu, ittifakla bildirildiğine göre, Resûl-i Ekrem onlara bir gün en-Necm sûresini okudu. 19. âyete, "Lât ve Uzzâ'yı ve diğer üçüncüsü olan Menâfi gördünüz mü?" âyetine ulaştığında Şeytan, Allah'ın bu son putun adını andığı kelimenin arkasına "Ve onlar yücelere yükselen (kuğu kuşu gibi ak) ilahlardır. Şüphesiz onların şefaatleri ümit edilir" gibi birtakım cümleler ekledi. Bu Mekke'deki her müşrikin kalbine bir şey düşmesine sebep oldu. (Bu şeytanın fitnesi bir kaç seçili sözünden ibaretti.) Dilleri buna donuverdi ve birbirlerine bu müjdeyi vererek "Muhammed gerçekten bizim dinimize döndü" dediler. Resûlullah (saDaEahu aleyhi vesdlem), Necm sûresinin sonuna gelince secdeye kapandı. Orada bulunan herkes; müslüman ya da kâfir hepsi birden secde ettiler. Sadece Velid b. Muğîre yaşlı bir adam olduğundan elleri dolusu toprağı alıp onun üzerine secde etti. Orada bulunan her İkİ gurup da bu secde hususunda Resûlullah (saflaBahu aleyhi vesellem) ile beraber hareket etmelerine hayret ettiler. Müslümanlar, kâfirlerin kendileri ile beraber secdeye kapanmalarına şaşırıp kalmışlardı. Zira müslümanlar -Musa b. Ukbe'nin de demesine göre- şeytanın kafirlere duyurduğu bu kelimeleri işitmemişlerdi. Müşrikler ise (bu sözler sebebiyle) Peygamber (saBaSahu aleyhi vesellem) ve arkadaşlarından güven duymuştu.
İşte bu söz, derhal insanlar arasında yayılmış, şeytan onun ortaya çıkmasına yardımcı olmuştu, hattâ ta Habeşistan'a kadar varıp orada bulunan müslümanlar tarafından bile duyulmuştu.
Bu hâdise Resûlullah (salaMuıaleyhivese&emye ulaşınca bu durumdan rahatsız oldu. Bunun üzerine Allah Teâlâ şu âyeti indirdi:
"Senden önce resul ve nebilerden (herhangi bir şeyi) temenni ettiği zaman, şeytanın onun temenni ettiği şeye (onu karıştıracak bir söz) atmadığı hiçbirini göndermedik." Ravi der ki: Resûl-i Ekrem konuştuğu zaman, şeytan onun sözü arasına bazı şeyler soktu. "Allah şeytanın bu attığını yok ediyor, sonra da ayetlerini gayet sağlam yapıyor. Allah (şeytanın ilgasını) bilendir, (gerçeği tespitte) hikmet sahibidir..." (Hacc, 52)
Takdim ettiğimiz bu Garanik kıssasının bir çok tariki vardır. Bunlar arasında 3 ravİ zinciri, Sabi/fin şartına uygundur. Bunlar mürseldir; mürsel hadisi delil kabul edenler, bu gibi rivayetleri delil kabul ederler. Mürseli hüccet kabul etmeyenler de bu rivayetleri birbiriyle destekler. Bunlardan birincisi İbn Cerir, İbn Münzir ve ibn Ebi Hatim'in, Saîd b. Cübeyr- İbn Abbas tarikiyle gelen rivayetidir.
Ben de belirteyim ki, Hafız Ziyâüddin el-Makdisî de bunu Sahih el-Muhtâre&m.&ç. Saîd b. Cübeyr—İbn Abbas tarikij'le rivayet etmiştir.
İkincisini, İbn Ccrir, Abdurrahman b. el-Hâris b. Hişam'dan rivayet etmiştir.
Üçüncüsünü, İbn Cerir, Ebu'l-Aliye'den rivayet etmiştir.
Hafız (İbn Hacer) der ki: Ebu Bekir İbnül-Arabî -her zamanki âdeti üzere- şunları söylemiştir: "Taberi bu konuda bir çok batıl rivayet zikretmiştir. Bunların aslı yoktur." Onun bu genellemesi reddedilir. Yine Kadı İyaz'ın şu sözü de böyledir: ''Sahih rivayet ehlinden hiçbiri bu hadisi tahrıc etmemiş, hiçbir güvenilir ravi de bunu sağlam bir senedle rivayet etmemiştir." Hafız der ki: Bunların hepsi usûle uygun sözler değildir. Şöyle ki, hadisin tarikleri artıp da kaynakları da farklı olursa, bu, kıssanın aslının olduğuna işaret eder. [59] Bu konuyu Hz. Peygamber (saDalahu aleyhi veselem)'in masumiyeti konusunda daha genişçe ele almak üzere burada kapatıyoruz.
Ibn-i Ishâk hicret konusuna şöyle devam eder: Habeşistan'daki müslümanlara bu haberle birlikte, Mekke halkının müslüman olduğu, hatta Velid b. Muğîre ve Ebu Uhayha'nm bile Hz. Peygamber (saüaDahu aleyhi vesdkmj'in arkasında secdeye kapandığı haberi ulaşınca, "Bunlar müslüman olduktan sonra Mekke'de başka kim kaldı ki? Kendi akrabalarımız bize daha sevgilidir. Haydi geri dönelim" diyerek yola çıktılar. Mekke'ye bir saat uzaklıktaki bir yere gelince, orada Kinane kabilesinden bir kafileyle karşılaştılar. Onlara Kureyş'in durumunu sorduklarında "Muhamrned onların ilahlarını hayırla andı, bunun üzerine topluluk ona uydu. Daha sonra Muhammed bundan vazgeçti ve yeniden ilahlarına sövmeye başladı.
Onlar da tekrar kötülük yapmaya başladılar. Biz onları bu şekilde bırakmıştık" diyerek durumu anlattılar.
Muhacir grubu, Habeşistan'a geri dönüp dönmeme hususunda kendi aralarında istişare ettiler. Sonra da şöyle dediler: "Buraya kadar geldik.
Mekke'ye girip Kureyş'in durumuna bir bakalım. Dileyen kendi ailesi ile ahid tazeleyip sonra geri dönebilir".
Onlardan her biri ya mücavir olarak (emanla), ya da gizlice Mekke'ye girdi. İçlerinden İbn Mes'ud, Mekke'de biraz kalarak Habeş yurduna döndü. Bi'setin 5. yılında Recep ayında Habeşistan'a doğru yola çıkmış, Şa'bân ve Ramazan aylarında orada ikamet etmişlerdi. Secde hâdisesi de Ramazan ayında olmuştu. Aynı senenin Şevval ayında da geri dönmüşlerdi.
Resûîullah (saflaHahu aleyhi vesdlem)'in yanına gelenlerden bir kısmı orada ikamet etmiş, Bedir'e katılmış; bir kısmı Bedİr'e ve diğerlerine katılamamış, bazıları da Mekke'de vefat etmiştir. Osman b. Maz'un, el-Velid b. el-Muğire'nin güvencesiyle Mekke'ye girdi. Mekke'ye dönen bu gruba, kavimleri baskı yaptı, aşiretleri zorbaca davrandı. Onların ağır eziy erleriyle karşılaştılar.
Osman, el-Vcüd b. el-Muğîre'nin güvencesi altında Mekke'ye gidip gelirken Resûlullah (saüaBahualeyliveselIem) ve ashabının karşılaştığı eza ve cefayı görünce: "Vallahi, ben müşrik bir adamın güvencesiyle emniyet içinde gidip geliyorum, arkadaşlarım ve ailemse, Allah yolunda oldukları İçin eza ve belaya uğruyor. Bu durum, şahsım için büyük bir ayıptır!" dedi. Sonra da el-Velid b. el-Muğîre'nin yanına gitti ve ona: "Ey Abdü Şems, sen ahdine vefa gösterdin. Artık senin güvenceni iade ediyorum" dedi. Osman'ın bu sözü üzerine el-Velid: "Yeğenim! Yoksa kavmimden biri sana eziyet mi etti!?" deyince Osman: "Hayır, fakat ben, Allah'ın güvencesini istiyorum, ondan başkasının himayesini istemiyorum" karşılığını verdi. el-Velid b. el-Muğîre de: "Mescid'e git; ben, nasıl açıkça seni himaye edeceğimi açıkladımsa, sen de açıkça benim himayemi reddet" dedi. Osman: "Gidiyorum!" diyerek Mescid'e yöneldi. Birlikte gittiler, Mescid'e (Kabe'ye) girdiler. el-Velid oradakilerc: "Bu Osman b. Maz'un, bana, güvencemi reddetmek için geldi" dedi. Bunun üzerine Osman: "Doğru söyledi, onu himaye görevini çok iyi yerine getiren bir kimse olarak tanıdım. Fakat, Allah'tan başkasından himaye istememeyi arzuladım. Onun İçin, onun himayesini reddettim" diye ekledi.
Sonra Osman b. Maz'un ve Lebid b. Rabia b. Mâlik, bir Kureyş meclisine gittiler. Osman, onlarla beraber oturdu. Lebid şiir söylerken: "Hey, Allah'ın dışında her şey batıldır" şeklinde bir mısra söyledi. Osman: "Doğru söyledin" dedi. Bu defa Lebid: "Her saadet, şüphesiz, yok olucudur" deyince Osman: "Şimdi yalan söyledin. Cennet nimeti yok olmaz" diye itiraz etti. Bunun üzerine Lebid: "Vallahi ey Kureyş cemaati, sizin meclisleriniz hiç böyle olmadı" deyince içlerinden biri "Bu, dinimizi terk etmiş sefihlerden biridir! Onun sözüne alınma!" dedi. Osman ona karşılık verince adam, Osman'ın üzerine yürüdü. Gözüne bir yumruk vurdu, gözü morardi. Yakınında bulunup da olayı seyreden Velid: "Vallahi, ey Osman, sen kuvvetli bir güvence altındaydın. Eğer o güvencede kalsaydm gözün bu duruma gelmezdi!" dedi. Osman da: "Ey Abdi Şems'İn babası! Allah'ın güvencesi, daha izzetli ve daha kuvvetlidir. Sağlam gözüm de, kardeşinin başına gelene muhtaçtır" dedi. el-Velid Osman'a: "Yeğenim! Dilersen, himayeme geri dönebilirsin" diye teklif ettiğinde de Osman: "Hayır!" cevabını verdi.
Ebu Tâlib, Ebu Seleme b. Abdi'l-Esed'i tipânna yâni ahit ve emânına alınca, Mahzum oğullarından birtakım kişiler ona gidip, şöyle dediler: "Ey Ebu Tâlib, and olsun, kardeşinin oğlu Muhammed'i bizden men ettin, onu korudun. O halde sana ne oluyor da arkadaşımızı bizden koruyorsun?" Ebu Tâlib de şöyle dedi: "O benden civar talep etti. O, kız kardeşimin oğludur. Eğer ben kız kardeşimin oğlunu korumazsam erkek kardeşimin oğlunu da korumam!" Bunun üzerine Ebu Leheb kalktı ve şöyle dedi:
"Ey Kureyş topluluğu,^Allah'a yemin ederim ki, bu ihtiyara karşı çok yüklendiniz. Kavminden olan kimseleri ahd ve emânına armasından dolayı daima ona karşı geliyorsunuz. Allah'a and olsun ki, ya ondan uzak durursunuz, ya da onun yapmakta olduğu her şeyde onunla birlikte oluruz ve o, istediğine kavuşur." Bunun üzerine onlar: "Ey Ebu Utbc, bilakis senin hoşlanmadığın şeyden biz de uzak dururuz" dediler. Ebu Leheb, Resûlullah (saBaMıuidwhiveseüem)'e karşı onlar için bîr dost ve bir yardımcı idi. Onun için Kureyş, Ebu Tâlib'e dokunmadı.
Bunun üzerine, Ebu Tâlib onun dediklerini işittiğinde Resûlullah (saMalıua]qdıivcsdlan)'in meselesinde onunla birlikte olacağını umdu. Böylece Ebu Tâlib, Ebu Leheb'i kendisine ve Resûlullah (saBalhIıualc\-lııvesdlem)'e yardım etmesi için teşvik ederek şu şiiri söyledi:
Bir kişi ki onun amcası Ebu Uteybe isa, :; Haksızlığa uğrasa da o bir cennet İçindedir. Ona diyorum, fakat nasihatim ondan uzaktır, Ebu Mu 'teb! Şansını ayakta tutarak yerinde sabit ol. Kendisi sebebiyle sövüleceğin bir hasletle yaşadığın müddetçe İnsan topluluklarına inersen âdetini tutma, ondan vazgeç.
Artık acizlik yolunu onlardan bir başkasına bırak.
Çünkü sen devanın olarak acziyet üzere yaratılmış değilsin ya!
Muharebe et, çünkü savaş insaftır, haksızlığı önler.
Elbette sen harbin kardeşini, sulh antlaşması yapıncaya kadar alçakılanı göremezsin.
Nasıl böyle demeyeyim! Halbuki onlar sana karşı büyük bir cinayet işlemediler ve onlar seni nimete nail olmuş yahut külfete mâruz kalmış olarak yardımsız bırakmadılar.
Dostluk, ülfet ve muhabbetten sonra haram kılman şeye kavuşmaları için, bizim cemaatimizi dağıtmaları sebebiyle Allah bizden yana Abd-i Şems ve Nevfelİn cezalarını versin...
Yalan söylediniz; Beytuilan a yemin ederim ki, Muhammed'i biz çekeriz. Onu Şi'b (boykot esnasında) bîr gün dahi ayakta göremediniz.[60]
1. İbn-i İshâk'ın sözünden anlaşılıyor ki, Habeşistan'a hicret edenlerin geri dönmesi, oradaki müslümanların sayısının 80'i aşmasından sonradır. Zira İbn-i İshâk, birinci defa hicret edenleri saydıktan sonra, Cafer ve arkadaşlarının hicretinden bahsetmiştir. Daha sonra da Habeşistan'daki muhacirlere Mekke halkının müslüman olduğu haberinin ulaştığım ve geri döndüklerini anlatmıştır.
Geri dönenler şunlardır: Osman b. Af fan, Ebu Huzeyfe b. Utbe b. Rebia, onun hanımı Sehle bint Süheyl, Abdullah b. Cahş, Utbe b. Gazvan, Zübeyr b. Avvam, Mus'ab b. Umeyr, Süveyd b. Sa'd, Tuleyb b. Amr, Abdurrahman b. Avf, Abdullah b. Mes'ud, Ebu Seleme b. Abdi'1-Esed, onun hanımı Ümmü Seleme, Şemmas b. Osman, Seleme b. Hişam b. el-ÎVluğîre -Amcası onu Mekke'de hapsetmiş ve ancak Bedir, Uhud ve Hendek geçtikten sonra (Medine'ye) gidebilmiştir", Ayyaş b. Ebi Rebia, Ammar b. Yasir -hicreti şüphelidir-, Muattib b. Avf, Osman b. Maz'un, oğlu es-Sâib b. Osman, Osman'ın kardeşleri Kudame ve Abdullah, Huneys b. Huzâfe, Hişam b. el-As, -Resûlullah (saflaHm aleyhi vcsdlem)'in Meretinden sonra Mekke'de hapsedilmiş ve ancak Bedir, Uhud ve Hendek geçtikten sonra gidebilmiş tir-, Âmir b. Rebia, onun hanımı Leyla , bint Ebi Hasme b. Ğânim, Abdullah b. Mahreme, Abdullah b. Süheyl b. Amr -Resûl-i Ekrem (saMıhu aleyhi wsdfem)'in hicreti esnasında Mekke'de hapsedilmiş, Bedir günü müşriklerden ayrılarak ResûluUah (saHaBahu alcrfû vesdlcm)'in yanma geçmiş ve Bedir savaşma katılmıştır-, Ebu Sebre b. Ebi Rühm, onun hanımı Ümmü Külsüm bint Sehl b, Amr, Sekrân b. Amr. . hanımı Şevde bint Zem'a -Resûl-i Ekrem (sJaMıuaIqiıiv«dkn)'in hicretinden önce Mekke'de vefat etmiştir-, Sa'd b. Havle, Ebu Ubeyde b. el-Cerrah Amr b. el-Hâris b. Zühcyr, Süheyl b. Beydâ ve Amr b. Ebi Şerh..
İbn-i İshâk, Habeşistan'dan Mekke'ye dönen ashabın 33 kişi olduğunu söyler.
Musa b. Ukbe, -daha Önce geçen sebepten ötürü- Habeş yurdundan dönenlerin, "ilk hicret edenler" olduğunu belirtir. et-Tahakat, el-üyûn, el-îşâre, el-Mevrid adlı kaynaklarda da aynı bilgiler verilmiştir.
2. Musa b. Ukbe, İbn Mes'ud'un Mekke'de az bir zaman kaldığını ve Habeşistan'a döndüğünü, daha sonra ikinci defa geri dönenlerle birlikte Mekke'ye geldiğini anlatır. Zâdu'l-Meâd'âa. ise şöyle geçer: "Abdullah b. Mes'ud, Bcdİr'c katılmış ve Ebu Cehil'i haklamıştır. Halbuki bu hicrette bulunanlar, Cafer ve arkadaşlarıyla birlikte Bedîr'den dört veya beş sene sonra Medine'ye gelmişlerdir. İbn Ukbe, bu ikinci hicrette Osman b. Affan ile Bedir'c katılmış bir grup sahabiyi zikreder. Bu, ya bir vehimdir; ya da Bedit'den önce bunların bir gelişleri daha vardır. Bu durumda üç defa dönüş yapmış oluyorlar: Hicretten önce, Bcdir'den önce ve Hayber yılında...
Ben derim ki: Şüphesiz doğru olan sonuncusudur. Bu durumda karışıklık oıtadan kalkar. Özet burada bitti.
İbn-İ İshâk der kî: Hz. Ömer'in müslüman oluşu, Habeşistan'a yapılan birinci hicretin akabindedir. şöyle geçer: Onun İslam'a girişi, bi'setin altına yılında, Zilhicce ayında olmuştur. İbn Sa'd'ııı İbnü'l-Müseyyeb'dcn naklettiğine göre, bu esnada 26 yaşındaydı.
İbnu'l-Cevzî, bİ'sctin 5. senesinde, Ebû Nuaym da, Hamza'nm müslüman olmasından üç gün sonra olduğunu söyler.
İbn-i İshâk der ki: Müslümanlar, kadın erkek 40'a yakındı. Bi'setle ilgili üçüncü bölümde bunlar zikredilmişti.
İbn Sa'd'm rivayetinde İbnü'l-Müseyyeb der ki: Kırk erkek ve on kadın idiler.
İshak b. Bişr, İbn Abbas'tan 99 erkek ve 23 kadın olduklarını, daha sonra Ömer'in müslüman olduğunu rivayet eder.
Zebr'de şöyle geçer: Herhalde doğru olan budur. İbn-i İshâk'm zikrettiğine göre, Habeşistan'daki müslümanlar 33 kişiydiler.
Derim ki: Ibn-İ İshâk, bunu sadece ikinci defa hicret edenler bölümünde zikretmiştir. Hz. Ömer'in müslüman olması -İbn Abbas rivayetinde daha önce geçtiği gibi-, iki hicret arasında vuku bulmuştur. Kırk sayısının üstündeki artış, Hz. Ömer'in müslüman olmasından sonra olmuştur. Ishak da kezzab (yalancı) ve hadis uyduran biridir. Onun rivayeti, güvenilir kimselerin rivayetiyle uyuşmaz. En doğrusunu Allah bilir.
islam'a girişi hususunda farklı rivayetler vardır. Bunları açıklayacağız.'
Onun müslüman oluş hikayesini İbn-i İshâk, İbn Sa'd, Ebû Ya'lâ ve Hâkim, Enes'ten; Bezzâr ve Taberânî, onun kölesi Eslem'den; Ebû Nuaym da İbn Ömer'den rivayet etmişlerdir.
Kölesi Eşlem anlatıyor: Hz. Ömer: "Size müslüman oluşumu anlatmamı ister misiniz?" diye sordu, "Evet!" dedik. Bunun üzerine anlatmaya başladı:
Ben, Resûlullah (saEaHıu aleyhi veseflem)'e en çok kızanlardan biriydim. Bugün Ebu Cehil b. Hişam (veya Şeybe b. Rabia) ile birlikte otururken Ebu Cehil "Ey Kurcyş topluluğu! Muhammed ilahlarınıza sövdü, akıllarımızın kıt olduğunu söyledi ve geçip giden atalarınızın cehenneme yığıldığını iddia etti. Dikkat edin! Kim Muhammcd'i öldürürse, benden ona 100 tane kızıl ve siyah deve ile 1000 gümüş ukye mükâfat var!" dedi.
Ömer şöyle devam eder: Hemen kılıcımı kuşanarak ve ok kılıfımı takarak çıktım. Hz. Peygamber (saflaHıu aleyhi vesdem)'e suıkaste gidiyordum. Yolda giderken kesilmek üzere olan bir buzağıya rastladım. Ona seyretmeye daldım. Birden, buzağının içinden çıkan bir ses duyuldu. Şöyle diyordu: "Ey Zerih (boğazlanan), bir adam çıkmış, fasih bir lisanla haykırıyor. Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammcd'in onun resulü olduğuna şehadet etmeye çağırıyor!" Ömer der ki: "Kendi kendime <Bu iş ancak benimle ilgili bir şey!> dedim ve Gunm putuna uğradım. Onun içinden gelen bir ses de şöyle diyordu:
Ey (sadece) bedeni olan (ve ruhu olmayan), Düşüncesiz, putlar] kendilerine hâkim kılan insanlar!
Hepiniz deveku§u gibi ahmaksınız!
Benim önümde gördüğüm, çölden parlayan,
/jifnî karanlıkları aydınlatan nuru görmüyor musunuz?
Rahman onu önderlikle şereflendirdi.
Küfürden sonra islâm 'ı getirdi.
iyilik, akrabaya yardım prensiplerini getirdi. insanları günahlardan men ediyor. Haydi islâm 'a koşun! Gevşeklik göstermeden ve çekinmeden...
Hz. Ömer der ki: Kendi kendime "Bunun kastettiği ancak benim!" dedim. Ondan sonra Dımâr putunun yanına uğradım. Dımâr'ın içinden gizli bir ses şöyle diyordu:
Dımâr terk edildi! Bîr 2amanlar ona tapılıyordu. Peygamber Muhammed'le birlikte namazdan Önce...
Meryem oğlundan sonra nübüvvete ve hidayete varis olan zât, Kureyslı mühtedidir.
Dimar ve benzerlerine tapanlar diyecek ki: "Keşke Dımar ve benzerlerine tapılmasaydı! "
Sabret, Ey Ebu Ha/s! Sen, kendisine, Adiy oğullarının izzetinden gayrı bir izzet gelecek olan birisin!
Acele etme! Sen, onun gerçek ve yakîn olan dininin yardımcısı olacaksın! v. Dilinle ve elinle...
Hz. Ömer der ki: "Vallahi, bu sözlerle sadece beni kastetmiş olduğunu anladım. Bunun üzerine Kureyşli birine rastladım."
İbn-i İshâk der ki: Rasdadığı kişi, Nuaym b. Abdillah en-Nahhâm idi. Ömer'den önce müslüman olmuştu, ancak bunu, kavminden gizliyordu. Bana: "Nereye gidiyorsun, ey Hattab oğlu?" diye sordu. Ben: "Şu Kureyş'in birlik ve beraberliğini bozan, bizi akılsızlıkla itham eden, diniınizi eleştiren, ilahlarımıza söven adamı öldürmeye gidiyorum" diye cevapladım. Nuaym ona: "Vallahi, ey Ömer! Sen ancak kendi kendini aldatırsın. Muhammed'i öldürdüğünde, Adiyy b. Ka'b oğullarının senin yeıyüzünde dolaşmana müsaade edeceklerini mi sanıyorsun? Ben sana bir şey söyleyeyim. Senin ailen ve eniştenin ailesi müslüman oldular. Seni senin batıl dinini bıraktılar" dedi. Ömer bu sözünü duyunca: "Kim onlar?" diye sordu. "Enişten, amca oğlun Saîd b. Zeyd b. Ömer ve kız kardeşin Fâtıma bint el-Hattâb" cevabını verdi. Nuaym, Ömer'in Resûl-i Ekrem (sallaHahu akylu veseflem)'e zarar vermesini engellemek, dolayısıyla hedef saptırmak için böyle yapmıştı.
Bunun üzerine Ömer, hemen kız kardeşi ile eniştesinin yanına döndü.
Resûlullah (saHahu aleyhi vesdlem), kendisine ashabından ihtiyaç sahipleri gelip müslüman olduğu zaman, durumu iyi olanlara bakar ve: "Filanca senin okun, ona sen bak, yardımcı of derdi. Hz. Ömer'in amca oğlu ve eniştesi Saîd b. Zeyd b. Amr b. Nüfeyl'in himayesine de Habbab b. el-Eret'i vermişti. Olay şöyle cereyan etti: Hz. Ömer, kız kardeşinin kapısının önüne vardı, kapıyı çaldı. O sırada Habbab b. el-Eret, Ömer'in kız kardeşinin evinde ona "TâHâ" sûresini öğretiyordu. Kız kardeşi onu görünce bir kötülük yapacağım anladı ve hemen Kur'an sayfasını sakladı. Habbab b. el~Eret, hemen küçük odaya gizlendi veya evin bir köşesine girdi. Ömer, eve yaklaştığında Habbab'ın onlara okuduklarını işitmişti. Eve girince, "işittiğim bu anlaşılmaz sözler de ne?" diye sordu. "Aramızda konuşulanın dışında başka bir şey işitmedin" dediler. O da "Bilakis, İşittim. Sizin Muhammed'in dinine tâbi olduğunuz bana haber verildi" dedi ve eniştesi Saîd'in üzerine çullandı. Kız kardeşi aralarına girmeye çalışınca, Ömer onu döverek yaraladı. Bunun üzerine kız kardeşi ve eniştesi: "Evet, müslüman olduk! Allah'a ve Resûlü'ne İnandık, işine bak, ne yapmak istiyorsan yap!" diye karşılık verdiler.
Hz. Ömer, kız kardeşinin üzerindeki kanı görünce yaptığına pişman oldu ve geri çekildi. Kız kardeşine "Az önce okuduğunuzu işittiğim sayfayı bana getir! Bakayım Muhammed ne getirmiş!" dedi. Ömer, okuma-yazmayı bilen biriydi. Bunu söyleyince kız kardeşi: "Bİz ona zarar vermenden korkuyoruz!" dedi. O da "Korkma!" dedi. İlahları adına söz vererek, onu okuyup tekrar geri vereceğine yemin etti. Kız kardeşi onun, sayfayı görme konusundaki lıırsını görünce, müslüman olacağını ümit etti ve: "Kardeşim, sen şirk üzere olduğundan necis sayılırsın. Ona ancak temiz olanlar dokunabilir" dedi.
Hz. Ömer, kalktı, gusletti. Bunun üzerine kız kardeşi sayfayı ona verdi. Ömer okumaya başladı, "TaHâ" suresinin baş kısmını okuyunca, "Bu ne kadar güzel ve değerli söz!" diye hayranlığını ifade etti.
Bir rivayette şöyle geçer: O sayfada "Bismillahirahmanirrahim" yazıyordu. Önce onu, sonra da '"Göklerde ve yerde bulunanlar Allah'ı teşbih eder" âyetinden (Hadid 1) "Amenû billahi" âyetine kadar okudu ve "Şehadet ederim ki, Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur ve yine şehadet ederim ki, Muhammed onun kulu ve resulüdür" dedi.
Bunu işiten Habbab ortaya çıktı ve: "Ey Ömer, vallahi, Hz. Peygamber (saMaluıaİCTİıivcsdlem)'in duasının sana mahsus olmasını ümit ediyorum. Çünkü Resûlullah (saEaIlahu%HveseIlem)'i dün: 'Ya Rabbi, şu İslam'ı Ömer b, el-Hattab'ia, ya da Ebu'l-Hakem b. Hişâm'Ia a^^ kıl, kuvvetlendir" diye dua ederken işitmiş tim. Allah, Allah... Ey Ömer!..."[61]
Mücâhid'in rivayetinde ise, Hz. Ömer, İslam'a girişini şöyle anlatır: Ben, Cahilıye devrinde, islam'a uzak, İçkiye düşkün biriydim. Imran b. Abdi Imran el-Mahzumi ailesinin evlerinin yanında, Hazvere [62] denilen yerde bir meclisimiz vardı. 'Kureyşli erkekler olarak orada toplanırdık. Bir gece oraya gidip arkadaşlarımla sohbet etmek üzere yola çıktım. Oraya varınca kimseyi bulamadım. "Şarapçı filana gidersem belki onun yanında içki bulabilirim" diye düşündüm. Yola koyuldum, fakat onu da bulamadım. Kendi kendime "Gidip Kabe'yi yedi veya yetmiş defa tavaf edeyim" diye düşündüm. Mescid'e geldim, Kabe'yi tavaf etmek niyetindeydim. Birden Resûlullah (saBallalıu alej'H vesellem) *İ ayakta dikilmiş namaz lalarken gördüm. O, namaz kılarken Şam'a doğru yönelir, Kabe'yi kendisi ile Şam arasına alırdı. Namaz kıldığı yer de iki rükün, Rükn-i Esved ile llükn-i Yemini arasında idi. Onu görünce "Vallahi, bu gece Muhammed'e kulak verip dediklerini dinlesem iyi bir fikir olur. Onu dinlemek İçin yaklaşırsam onu korkutabilirim" diye düşündüm ve Hacer-i Esved tarafına gidip Kabe örtüsünün altına girdim. Yavaş yavaş yürümeye başladım. Resûlullah (saMalıu aleyhi vesellem) ise kıyamda, namaz kılıyor ve Kur'ân okuyordu. Derken onun karşısında, ksblesindc durdum. Aramızda sadece Kabe'nin örtüsü vardı. Kur'ân'ı dinleyince kalbim yumuşadı, ağladım, içime islam nüfuz etti. Ben saklandığım yerde beklerken Resûlullah (saHahu aleyhi vesellem) namazını bitirip oradan ayrıldı. Ben de onu takip ettim. Gidip Abbas'ın evi ile İbn Ezher'in evi arasında bir yere girdi. Ben de ona yetiştim. Resûlullah (saUlahu aleyhi veseflem) beni fark edince, kendisine eziyet etmek için takip ettiğimi zannetti. Beni bundan men edip: "Ey Hattab'ın oğlu! Seni bu saatte buraya getiren nedir?" dedi. Ben de; "Allah'a, Resûlü'ne ve onun Allah'tan getirdiklerine iman etmeye geldim" dedim. O da Allah'a hamd ederek: "Allah, sana hidayet verdi, ey Hattab'ın buyurdu. Sonra göğsümü sıvazlayıp sebat etmem için bana dua etti. Daha sonra Resûlullah (saBaMıualeylıiveselletnJ'in yanından ayrıldım. O da evine girdi.[63]
Bir rivayette ise, Habbab, Ömer'e yukarıdaki sözü söyleyince, Hz. Ömer, kendini Resûlullah (sallaflahu aleyhi vesdlem)'itı bulunduğu eve götürmelerini istedi, müslüman olacağını söyledi. Habbab b. el-Eret: "O, bir grup ashabıyla birlikte Safa tepesinin eteğindeki evde" diye yerini söyledi. Hz. Ömer, Resûlullah (saMalıualeylıivesellem)'i bulmak arzusuyla, kılıcını kuşanmış halde Resûl4 Ekrem'in bulunduğu yere yöneldi. Hz. Ömer, eve varınca, kapıyı açmalarını istedi. Resûlullah (saöahu aleyhi veseüem)'in ashabı, Ömer'i kılıç kuşanmış vaziyette görünce ondan korktular. Plamza b. Abdilmuttalib de "Ona izin ver!. Eğer hayır murad ediyorsa veririz; yok kötü bir niyeti varsa, kendi kılıcıyla onu öldürürüz!" dedi. Resûlullah (saflaDahu aleyhi vesellem) ise: "Kapıyı açın. Eğer Cenabı Hak, Ömer'e iyilik dilerse onu hidayete erdirir" buyurdu. Hemen, Resûlullah (sallailahu aleyhi vesellem)'in işaretiyle ashâbtan bazıları kapıya koştu. Görevli sahâbî kapıyı açınca, iki kişi Ömer'i kollarından tutup Resûl-i Ekrem (saDallahu aleyhi vesellem)'e doğru getiriyorlardı ki Resûl-i Ekrem (saDaDahu aleyhi vedian): bırakın onul" dedi. Resûlullah (saHahu aleyhi vesellem) ayağa kalkarak onu eşikte karşıladı. Hz. Ömer'in gömleği ve cüppesini sıkıca tuttu ve şiddetli bir şekilde kendine çekerek: "Ey Ömer! Niye geldin? Allah'ın, senin hakkında da re^il ve rüsva edici ayetler indirdiğini görmeyeyim" buyurdu. Ömer: "Ey Allah'ın peygamberi! Allah'a, Resûlü'ne ve onun getirdiklerine iman etmeye geldim. Şehadet ederim ki, Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur ve yine şehadet ederim ki, Muhammed onun kulu ve resulüdür" dedi. Bunun üzerine Resûlullah (saHahu aleyhi yesellem) tekbir getirdi. Ömer'in müslüman olduğunu anlayan evdeki ashab da hep birlikte tekbir getirdiler. Bu ses, Mekke sokaklarında duyuldu. Müslümanlar, bulundukları yerden ayrıldılar. Hazma ile birlikte Hz. Ömer'in de müslüman olması onları güçlendirmişti. Bu ikisinin Resûlullah (saHahu idejiıi veseDem)'e eziyet edilmesine mani olacaklarını ve düşmanlarından intikam alacaklarını umuyorlardı. Hz. Ömer, müslüman olunca şu şiiri söyledi:
Hama olsun lütuf ve kerem sahibi Allan 'a. Ona, çok develer kesmemiz gerekir, ise ahimle başladı, fakat biz yalanladık. Bize doğru sözü söyledi. Peygamberdir, onda haber vardır. Hattab kızma zulmettim, rabbim hidayete erdirdiği için. / Ömer dinden çıktı, dediler. Yaptığım hataya pi§man oldum.
Yanındaki sureler kendisine okunduğu zaman, ona zulmetmekle .. Ar§ sahibi Rabbine, yaratıcısına dua ettiğinde... Ve Ahmed aramızda, bugün üstündür. Doğru peygamberdir, güveni/ir varlıktan hakkı getirdi. Emaneti tam yerine getirendir. Vefasızlığı yoktur. ;
İbn-i İshâk, Ömer'in ailesinden bir kısım kimselerden naklen bildiriyor: Hz. Ömer anlatıyor: Müslüman olduğum gece; "Acaba Mekke halkından Resûlullah (saüaflahu aleyhi vesdkm)'e en şiddetli düşman olan kim? Gidip ona müslüman olduğumu haber vereyim" diye düşündüm. Kendi kendime "Ebu Cehil!" dedim. Sabah olunca doğru ona gittim. Kapısını çaldım. Ebu Cehil dışarı çıktı ve "Merhaba! Hoş geldin, ey kız kardeşimin oğlu! Seni buraya getiren nedir?" dedi. "Sana, Allah ve Resûlü'ne iman ettiğim' ve onun getirdiklerini tasdik ettiğimi haber vermeye geldim!" dedim. "Allah seni de, getirdiğin haberi de kahretsin!" diyerek kapıyı yüzüme çarptı.
Yine, sahih bir senedle İbn Ömer'den nakledildiğine göre, Hz. Ömer müslüman olunca: "Acaba Mekkelilerden en çok söz taşıyan, söz yayan . kim?" diye sordu. "Cemil b. Ma'mcr el-Cumahî" cevabını verdiler. Bunun üzerine Ömer, Cemil'in evine doğru yola çıktı. Abdullah (bin Ömer) der ki: Ben de ne yapacağını görmek üzere onu (babamı) takip ettim. Cemil'in evine vardığında, "Ey Cemîl, benim müslüman olduğumu ve Muhammed'in dinine girdiğimi öğrendin mi?" dedi. Ömer konuşurken bir yandan da Cemil'i cübbesinden çekmeye başladı. Onu yanında götürdü. Ben de babamı takip ettim. Cemîl, Mescid'in (Kabe'nin) kapısına dikildi, avazının çıktığı kadar yüksek sesle: "Ey Kureyş topluluğu! Ömer, dinini terk etti!" diye bağırdı. Ömer de: "Yalan söyledin, ben müslüman oldum ve Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına, Muhammed'in onun kulu ve resulü olduğuna şehadet ettim" dedi. Oradakiler, hemen Ömer'in üzerine saldırdılar. Güneş, başları üzerine doğuncaya kadar, Ömer'le vuruştular. Ömer, yorulup oturdu. Onlar da Ömer'in tepesine dikildiler. Hz. Ömer: "Bana istediğinizi yapın! Allah'a yemin ederim ki, biz üç yüz kişi olsaydık ya biz mahvolur, meydanı size bırakırdık, ya da siz mahvolur, meydanı bize bırakırdınız" dedi.
Tam o sırada, üzerinde ağır kumaştan yapılmış bir elbise ve bir alacalı gömlek bulunan Kureyş ileri gelenlerinden biri gelip "Ne bu hal?" diye sordu. Oradakiler: "Ömer b. el-Hattab dinini terk etti" dediler. Bu kez Kureyşli: "Ne? Bir adam kendine bir din seçmişse, bundan size ne? Adiyy b. Ka'b oğullarının, size adamlarını böylece teslim edeceklerini mi sanıyorsunuz?" diye onları azarladı. Bunun üzerine grup, Ömer'in yanından ayrılıp gitti. Medine'ye hicretten sonra babama: "Mekke'de müslüman olduğun zaman, seninle çarpışan kimseleri başından dağıtan o adam kimdi?" diye sordum. "Ey oğlum, o, el-As b. Vâil es-Sehmî idi" diye cevapladı. Bu zat, müşrik olarak öldü.
Buhârî'nin İbn Ömer (radiyaBflhuaflh)'dan rivayet ettiğine göre, Hz. Ömer, evde korkar bir vaziyette iken el-As b. Vâil es-Sehmî çıkageldi. Üzerinde ağır kumaştan yapılmış bir elbise ve ipek bir gömlek vardı. "Neyin var?" diye sordu. "Kavmin, müslüman olduğum için beni öldüreceklerini ileri sürüyor" dedi. el-As da: "Sana dokunamazlar!" karşılığını verdi. el-As oradan çıkıp, sel gibi akan İnsanlarla karşılaşınca, "Nereye?" diye sordu. "Sabî olan Hattab'in oğluna gidiyoruz!" dediler. "Ona ilişmeyin!" dedi ve halkı ondan uzaklaştırdı.
Yine Buhârî, İbn Mes'ud'dan şunu rivayet eder: "Biz, Ömer'in müslüman oluşundan itibaren aziz olduk."
Yine aynı sahabiden şöyle nakledilmiştir: "Vallahi, Ömer müslüman oluncaya kadar Kabe'nin yanında namaz kılamazdık."
İbn Mâce, İbn Abbas kanalıyla, Ömer müslüman olduğunda Cebrail'in inip "Ey Muhammedi Sema 'ehli, Ömer'in müslüman oluşunu müjdeliyor!" dediğini nakleder.
İmâm Ahmed, Tirmizî {basen sahih) ve İbn Hibbân'ın İbn Abbas'tan rivayet ettiklerine göre, ResûluLlah (saHaHahuaİCTbivesdlem): ".AHahım I Şu ikisinden, sana daha sevimli olan birisiyle, Ömer b. Hat/ab ya da Ebu Cehil ile İslâm buyurdu. O ikisinden en sevgili olanı Ömer oldu.[64]
Ebu'l-Esved, Zührî, Musa bin Ukbc ve Ibn-i İshâk anlatıyor: Kureyşliler, Resûlullah (saMüıu alejiıi veseüemj'in ashabının emniyet ve istikrar üzere yaşayacakları bir ülkeye gittiğini, Necaşî'nin de kendisine sığınanları geri vermeme hususunda direttiğini; Hz. Ömer'in -ki o, baş edilemez güçlü biriydi- ve Hz. Hamza'nın müslüman olup Resûlullah (saMnlıu aleyhi vesellem)'in ashabına arka çıktıklarını ve islâm'ın kabileler arasında yayıldığını gördüklerinde, Resûlullah (sallaMıu aleyhi veseilem)'i öldürme hususunda sözbirliği ettiler. "O, bizim çoluk çocuğumuzu ifsat etti" diyerek kavmine gittiler ve "Bizden kat kat diyetini alın. Yeter ki onu bize bırakın. Kureyşli olmayan Ski onu öldürsün. Biz de rahat edelim; siz de rahat edin!" dediler. Kavmi Hâşim oğulları, buna razı olmadı. Bu konuda Muttalib b. Abdi Menâf oğullan da Benî Hâşim'e destek oldu.
Kureyşliler, kavminin Resûl-İ Ekrem (saflaMıu aleyhi veselem)'i koruduğunu anlayınca, Kureyş müşrikleri bir araya gelip ahdi bozmak ve onları Mekke'den Şi'b'e [65] çıkarmak üzere görüş birliğine vardılar. Aralarında Hâşim ve Muttalib oğullarına karşı yazılı bir anlaşma yaptılar. Buna göre; ne onlara kız verecekler, ne de kız alacaklardı. Ayrıca onlardan bir şey satın almayacak ve bir şey satmayacaklardı. Resûlullah (sWalıualej'hivescllem)'i öldürmeleri için teslim edinceye kadar onlarla sulh yapmayacaklar ve onlara merhamet etmeyeceklerdi. Bunları, bir kağıda yazdılar. Aralarında söz verip akit yaptılar.
(İbn-i İshâk'a göre) Sayfayı Mansur b. İklime yazdı. İbn Hişam'a göre, sahifeyi yazanın Nadr b. el-Hâris olduğu söylenir. Resûlullah (saîlallahu alevin vesdlem) buna beddua etmiş ve bu nedenle bazı parmakları çolak olmuştur. Bazıları da kâtibin Bağid b. Amir olduğunu, bunun elinin daha sonra çolak olduğunu söyler. Daha başkaları İse, "Bu zat, Hişam b. Amt b. el-Hâris el-Amirî'dir. Daha sonra müslüman olmuştur" der.
Bu görüşlerin arası, sahifenin bir kaç nüsha yazılmış olması ihtimaliyle telif edilir.
Sonra kendilerine te'kid olsun diye sahifeyi Kabe'ye astılar. Onları pazarlara sokmadılar. Onlara ne bir yiyecek, ne bir katık, ne de bir alışveriş imkanı bıraktılar. Mevcut olanı kendileri satın aldılar.
Hâşim Oğulları, Muttalib Oğulları, onlarla birlikte bulunan müslümanlar ve Peygamberimiz (saBaflahu aleyhi veseDem), Muttalib Oğullan mahallesinde muhasara altına alındı. Muttalib ve Hâşim Oğullarından müslümanlarla kâfirler bu mahallede toplandılar. Müslümanlar dindarlıklarından, kafirler ise onları koruduklarından dolayı bu hâdiseye maruz kalmışlardı.
Hâşim oğullarından Ebu Leheb, Kureyş'in yanına vardı ve onlara destek oldu. Kavmini terk edîp de Hind bint Utbe b. Rebîa'ya kavuştuğunda: "Ey Utbe'nin kızı! Onları terk ederek aleyhlerinde bulunanlardan ayrılmakla Lât ve Uzzâ'ya yardımcı oldum mu?" diye sordu. O da: "Evet, ey Utbe'nin babası! Allah iyiliğini versin!" diye cevap verdi.
Belâzürî, İbn Abbas'tan şunu nakleder: "Şi'b'de üç sene mahsur kaldık. Yiyeceğimizi bile kestiler. Hatta birisi nafakasıyla çıkar, onu satamadan geri dönerdi. Derken bazıları helak oldu." Ebû Tâlib de Kureyş'in bu yapağıyla ilgili olarak şu şiiri söyledi:
Dikkat! Benden, Lüeyy'e haber ulaştırın.
Ve Ka b oğullarını Lüeyy den ayırın. Onlar bilmiyor mu ki?
Biz Muhammed i, Önceki kitaplarda yazılan Musa gibi bir peygamber bulduk,
insanlar arasında onun bir sevgisi var.
Allanın, muhabbetine has kıldığı zattan daha iyi kim vardır?
Sizin kitabınıza eklediğinizde
Sîzin için bir hayırsızlık vardır. Tıpkı deve yavrusunun sesi gibi... (Salih (aJeymsselamJin devesinin sesi gibi [66] ).
Kendinize gelin, kendinize gelin mezarınız kazılmadan önce Günah işlemeyen günahkar gibi olmadan... Kovucu ki§İİerİn emrine uymayın/
Uyup da sevgi ve yakınlıktan sonra akrabalık bağlarını koparmaym/.
Çok kanlı bir harp istemeyin! Belki a, harp sütünü tadana dana acı gelir. Beytin Rabbine and olsun, Alımed'i teslim etmeyiz. Zamanın felaket ve musibetine rağmen.
Zorlu bir savaşta, parlayan Kusâsî kılıçlan ile kesilen boyunlarımız ve etlerİmi-z ayrıldığında, süngülerin kırılmış parçalarını orada görürsün.
Ve orada kara ba§lı kugları görürsün ki, su İçen bir topluluk gibi oradan .ayrılmazlar.
Sanki agıllardaki atların »lanı ve kahramanların çığlık yeri savaş meydanıdır/
Babamız Hâşim güçlendirip takviye etmedi mi?
Oğullarına süngü kullanmayı ve kılıç çalmayı vasiyet etmedi mi?
Biz harpten usanmayız; o bizden usanana kadar...
Ve başımıza gelen musibetlerden şikayet etmeyiz. Fakat biz akıl sahibi, savaşta öfkeli kimseleriz. Korkudan cesur kimselerin canları çıkıp gittiği zaman... [67]
İbn-i İshâk ve başkaları der ki: Kureyş, Benî Hâşim ve Benî Abdi'l-Muttalib'e uyguladığı bu tutumu iki veya üç yıl sürdürdü. Bu sebepten Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi veselem) ve beraberindekiler çok güç hayat şartlarına maruz kaldılar. Kendilerine her şey gizlice ulaştırılıyordu.
Hakîm b. Hizam, bir gün yanında yiyecek taşıyan biriyle, Resûlullah u aleyhi veseBem)'in yanında Şi'b'dc bulunan halası Hatice binti Huveylid'e giderken birdenbire karşısına Ebu Cehil çıktı. Ebu Cehil: "Hâsim oğullarına yiyecek mi götürüyorsun!? Vallahi, dur, o yiyeceği götürme, aksi taktirde seni Kureyş'in yanında rezil rüsva ederim" dedi. Ebu'l-Bahterî b. Hâşim b. cl-Hâris -kâfir olarak helak olmuştur- Ebu Cehil'e: "Halasının kendine emanet bıraktığı yiyeceğini, ona götürmesine engel mi oluyorsun? Adamın yolundan çekil!" diye itirazda bulundu. Fakat Ebu Cehil, müsaade etmek İstemedi. Bunun üzerine Ebu'l-Bahterî bîr deve bacağı kemiğiyle onun üzerine yürüdü, başını yardı. Fena bir şekilde ayağının altında çiğnedi. Yakınlarında bulunan Hamza b. Abdi'l-Muttalib de bu durumu gördü. Onlar, kendi durumlarına sevinmesinler diye, bunu, Resûlullah (ssdlaMu aleyhi vesellem) ve ashabına duyurmak istemediler.
Öte yandan Ebû Tâlib, Resûlullah (saflallahu aleyhi veseDem)'e gece, gizlice suikast düzenlemelerinden korkuyordu. Onun için, Resûlullah (saDJahu aleyhi vesellem) yatağına yatıp uyuduğu zaman Ebû Tâlib, onu uyandırıyor, kendisiyle oğulları arasına alıyordu.
Tam üç sene böyle devam etti.
Allahu Teala, rahmetiyle, Kureyş'in Hâşim oğullarına karşı anlaşıp yazdıkları sayfaya kurt gönderdi. Sayfadaki ahit ve sözleşmeye ait kelimeleri yedi. Bir rivayete göre de, kurt, ondaki Allah kelimesini yedi. Şirk, zulüm ve alaka kesmeyi ifade eden kelimeler kaldı.
Allah sübhânehu ve teâlâ, bunu Resulüne bildirdi. Resûlullah (saSaHıu aleyhi vesellem) da durumu amcası Ebu Tâlib'e anlattı. Bunun üzerine amcası Ebu Tâlib: "Ey yeğenim, bunu sana Rabbin mi haber verdi?" diye sordu. Resûlullah (sali^ıu aleyhi vEselem) Ebû Tâlib'in sorusunu: "Evet" diye. cevapladı. "Yanımıza kimse girmiyor, sen de kimsenin yanına çıkmıyorsun, sen yalan uyduracak da değilsin" dedi. Bir rivayete göre: "Hayır, yıldızlara yemin olsun ki bana hiç yalan söylemedin!" dedi. Ebû Tâlib, Hâşim ve Muttalib oğullarından bir grupla birlikte çıkıp Kabe'ye vardı. Onları Mescid'e soktu. Müşrikler Ebû Tâlib'i görünce, yadırgadılar ve uyguladıkları muhasara ve sıkıntının, Resûlullah (saBaBalıu aleyhi vesdkm)'i öldürsünler diye kendilerine teslim etmeye sevk ettiğini zannettiler. Ebû Tâlib söze girip şöyle dedi: "Bizimle sizin aranızda birtakım işler cereyan etti. Bizim aleyhimize aldığınız. kararlan içeren sayfanızı getirin bakalım. Belki aramızda anlaşırız" dedi. Ebû Tâlib, getirmeden önce sayfaya bakarlar korkusuyla böyle konuşmuştu. Kureyşliler sayfayı getirdiler. Resûlullah (saHahu aleyhi veseDem)'in kendilerine teslim edileceğinden kuşku duymuyorlardı. Sayfayı getirdiklerinde Ebû Tâlib'e: "Nihayet size ve bize zararlı olan inattan dönmenin zamanı geldi" dediler. Bu söz üzerine Ebû Tâlib: "Size yarar sağlayacak ve sizi birleştirecek bir şeyden dolayı size geldik. Bunu kabul edin. Sayfanız işte önümüzde. Yeğenim bana haber', verdi İd, Allah Azze ve Celle, sayfaya kurt musallat etti. O kurt, yazının içinde geçen bütün zulüm ve alaka kesme ifade eden kelimeleri yedi, ancak Allah isimleri kaldı." -Bir rivayete göre de "Allah ismi hariç, bütün gadir ve zulüm ifade eden sözleri yedi"- "Eğer durum böyleyse, son ferdimize kadar ölmeden onu size teslim etmeyiz. Yok eğer yalan söylediyse, size onu vereceğiz, ister öldürün, ister sağ bırakın!" dedi.
Kureyşliler, Ebû Tâlib'in teklifini kabul ettiler. Sonra sayfayı açıp yaydıkları zaman bir de ne görsünler, durum aynen Sâdık ve Ma s dük (saüallahurfej'iıivesdlemj'in dediği gibi.
Kureyş, Ebû Tâlib'in Resûlullah (saSaMıu^hivesdemyden getirdiği haberin doğru olduğunu görünce "Bu, yeğeninin sihridir!" dediler. Azgınlıkları ve düşmanlıkları arttı. Hâşim ve Muttalib oğullarından oluşan bir grup ise: "Yalana ve sihre daha layık olanlar, bizim dışımızdakilerdir. Biz biliyoruz ki, bizimle ilişkiyi kesmeye dair vardığınız (bundan böyle) karar azgınlığa ve büyüye daha yakındır" dediler.
Bunun üzerine Ebû Talib: "Ey Kureyş topluluğu! Neden, dolayı hâlâ mahsur kalıyor ve hapsediliyoruz? Durum açıklığa kavuştu ki, siz, zulme, ilişkiyi kesmeye ve kötülüğe daha layıksınız!" dedi. Daha sonra yanında kilerle birlikte Kabe'nin Örtüleri arasına girerek: "AUahıtn! Bize zulmeden, akrabalık ilişkilerini kesen ve haram olanı helal görenlere karşı bize yardım eyle!" diyerek dua etti. Sonra da oradan ayrılıp Şi'b'e gittiler.
Ebu Tâlib, kavmiyle birlikte Arapların da ablukaya almasından korkunca, Kasîde-i Uimiyisim. söyledi. Bu kasidede Mekke haremine, onun konumuna sığmıyor, kavminin eşrafının sevgisini celp etmek istiyordu. Bu şiirinde, Resülullah (saMıhudq4ıi\T3dlcm)'i asla teslim etmeyeceğini, hatta onun uğruna helak olana kadar bunda devam edeceğini bildiriyordu.
Bu şiiri tbn-İ İshâk irad etmiştir. Ebu Heffâıı Abdullah b. Ahmed el-Mehzemî de tamamını -İbn-i İshâk'm rivayetine bir kaç yerde bir çok beyit ilavesiyle- Şi'r-i Ebı Tâ/ib'de toplamıştır. Ben buraya ikisinin aktardıklarını hülasa olarak veriyorum:
Ey iki dostum/ Hakk'ı ilk kınayana ve batılın yanında olana kulak verecek değilim.
Dostlarım! Bu görüş, ortak değildir. Mühim İşlerde de vazgeçirmek değildir.
Kavmi göldüm, aralarında hiçbir sevgi yok. Sütün Dağlan ve alâkaları kesip atmışlar. Bize düşmanlık ve ezalarını açıkça ortaya koymuşlar, Ara bozucu düşmanın emrine boyun eğmişler, Cibilliyeti belirsiz kimselerle bize karşı anlaşmışlar, Kinlerinden, parmaklarını ısırıyorlar arkamızdan. Nefsim anlara kargı sabretti
Esmer mızrağım ve Yemen krallarından miras kalan beyaz kılıcımla... Kabe nin yanında akraba ve kardeşlerimi hazır bulundurdum, ve saçak/arıyla onun öıiüsüne tütündüm.
Kabe'nin büyük kapısına doğru, herkesin (ben filancadan uzağım) diye and içtikleri yerde birlikte kıyam ederek durduk.
Aleyhimize kötü söz söyleyen veya batıl yolda ısrar eden herkesten insanların Rabbine sığınırım.
Ayıbımızı yaymak için koşuşturan kindardan da, dinde yapmadığımız bir eğriliği bize yamamaya uğraşandan da...
Sevir dağına, Sebîr dağını yerleştiren, rlira ya durmadan bir inip bir çıkana da...
Mekke'nin göbeğindeki Beyt'e, Beyt hakkı için sığınırım. Allah'a yemin ederim ki, kesinlikle Allah bizden habersiz değildir.
Sabah ve akşam insanların el sürmek ıçm etrafını çevirdikleri zaman meshcttikleri Hacerü I-Esved e sığınırım.
ibrahim'in (akylıîsselam) ayakkabısız yalın ayak, ıslak ayakla bastığı kayadaki (izi bulunan) yere sığınırım.
Bineğine binerek gelen, adak sahibi ve yaya olarak Allah m Beyt ini hac eden her bîr kimseye...
ilticacıya bunlardan sonra sığınacak yer var mı? Hiç Allah a sığmanı ayıplayan olur mu?
Bize karşı düşmanın emrine itaat olunuyor. Arzu ederler ki bizim yüzümüze ' Türk ve Kabul [68] kapıları kapansın.
Allah m beytine kasem ederim ki yalan söylediniz. Güya biz Mekke'yi bırakıp oradan çekilip gideceğiz de sîzi ıstırap ve kedere boğmayacağız.
Allan m Beyt ine yemin olsun ki yalan söylediniz. Biz etrafında sauagıp okları atmadan Muhammed i teslim etmeyeceğiz.
Onun etrafında boğuşup çocuklarımızı ve helâllerimizi (karılan mızı) unutmadıkça onu teslim etmeyeceğiz.
Su tuluğu yüklenmiş develerin sağlam duruşu gibi zırhları içinde bir topluluk size kar§ı harbe duracaktır.
Hatta kinle dolu düşmanın bu vuruşmadan dolayı topallayan insanlar gibi yere serildiğini göreceğiz.
Allah'a yemin ederim ki şu gördüğüm ham ciddilesecek olursa, o zaman kılıçlarımız iyiyi kötüden ayırmayacak.
Hakikatin bekçisi, aslan yürekli, güvenilir, yıldız gibi parlayan yiğit gençlerin elleriyle...
Babanın cam çıksın! Bir kavmin, namusunu koruyan dili kötü söylemeyin, korunması gereken bir efendiyi başkasına terk etmesi ne demek!
Ak yüzlü, yüzü hürmetine yağmur istenen, yetimlerin barınağı, yoksulların koruyucusu...
Hâşim oğullarının fakirleri ona sığınır... Onlar Muhammed İn yanında nimet ve iyilik içinde olurlar.
Allah, bize yaptıkları eziyet sebebiyle Abd-İ Şems ve Nevfel'i gecikmeden acele bir bela ile cezalandırsın.
Arpa ağırlığı bile haksızlık yapmayan terazisiyle (cezalandırsın.) Onun kendi zatında hiç haksızlık etmeyen bir şahidi vardır.
Biz ise, Önceki tehlikeli durumlarda Hâşİm oğulları ile Kusay boyunun en halis sülalesiyiz.
Yemin olsun ki biz her arkadaş ve yeğeni dost sayarken şimdi onların akıbetlerini pek iyi görmüyoruz.
Sadece Kilâb b. Mürre'den bir gurup hariç. Bunlar bize yardımı kesenlere karşı durdular.
Şu asla yalana olmayan, kavmin bacısının oğlu ne güzeldir. 1 alın kılıç gibi kınından sıyrılıp parlamaktadır.
O, hayırların hepsini kendinde top/ayan, şeref ve fazilet meydanındaki bir sülaleye mensuptur.
Ömrüme yemin olsun ki, Alımed ve kardeşlerine kopmaz bir sevgi ile bağlanmışım.
Hakimler onu kıyas ettik/erinde üstünlükte acaba insanlar arasında onun gibi birinin varolduğu düşünülebilir mi!?
Halim huylu, aklı başında, adaletli, haktan sapmaz. Kendinden asla gaflet bulunmayan bir ilahı dost edinmiş.
Vallahi, mahfillerde ilen gelenlerimize birtakım kötü sözler söylenmesine sebep olmayacak olsaydım...
Elbette asla şaka olmayan bir sözle zamanın her halinde ona tâbi olurdum.
Kesinlikle bilirler ki oğlumuz bizim katımızda asla yalancı olmayıp batıl sözlerle Muhammed kast olunmaz.
Ahmed aramızda öyle bir itibara ulaşmış ki boynunu uzatanın kuvveti oraya ulaşamaz.
nen canımla onun önünde set oldum ve onu himaye ettim. Onu basım ve göğsümle müdafaa ettim.
Kaside, gerçekten uzundur. Benim zikrettiğim kısım, bir bölümüdür. Hafız Imadüddin Ibn Kesir şöyle der: Gerçekten o, büyük ve çok beliğ bir kasidedir. Bu kaside, Muallakat-ı Seb'a'dan daha büyük ve mânayı zihinlere ulaştırmada daha beliğdir. Ebû Tâlib bu kasidede Kureyş'in yazdığı haksız sayfa İle ilgili şeyler anlatmıştır. Öyle anlaşılıyor ki Ebû Tâlib bu kasideyi Şi'b'e girdikten sonra söylemiştir. Burada zikredilmesi daha münasiptir.
1. Boykot sayfasının yazılması konusundaki farklı görüşler daha önce yer almıştı. Bu görüşler, mezkur şahıslardan her bilinin ayrı bir nüsha yazmış olması İhtimaliyle bağdaştırılabılir.
2. Bir rivayette güvenin Allah isminin bulunduğu yeri yediği ve diğer yazıların kaldığı yer alır. Başka bir rivayette de "Ondaki zulüm ve haksızlık içeren yazıları yediği ve Allah ismini bıraktığı" yer alır. İki rivayet şöyle bağdaştırılır: Muhtemelen bir kaç nüsha yazmışlardı. Bazı nüshalarda kurdun Allah isminin bulunduğu yeri yemesi, Allah'ın, onların yaptığını çirkin gördüğüne ve kendi ismini onların zulmüyle yan yana bırakmadığına işarettir. Yine bazı nüshalarda da kurdun, Allah isminin haricindeki kısımları yemesi, Allah Teala'nm, bu yapılana razı olmadığına işaret eder. Bunun hakikatini en iyi Allah bilir.
Ibn Sa'd der ki: Hz. Peygamber (saMahu aleyhi vedkm)'in ashabı birinci hicretten dönüp Mekke'ye geldiklerinde, kavimleri onlara daha şiddetli davrandı, aşiretleri üzerlerine saldırdı ve onlardan büyük eziyetler gördüler. Bunun üzerine Resûlullah (sdlaiiahu aleyhi veseDcm), Habeşistan'a gitmeleri ıçm ikinci bu- izin verdi. Bu ikinci hicretleri daha meşakkatli oldu. Kureyş'in katı tutumu ve eziyetiyie karşılaştılar. Kureyş'in tutumunu sertleştirmesinin nedeni, Necâşî'nin, müslümanlara güzel davranmasıydı. Osman b. Affan Resûl-i Ekrem'e (sJaHıudeyhıvesdknı): "Yâ Resûlallah! Birinci hicret geçti, bu ikincisi! Sen hâlâ yanımızda değilsin!" deyince, O şöyle buyurdu: "Si%, Sll/ah'a ve bana hicret ediyorsunuz. 3u iki hicretin tamamı şiirin için (mükâfattır)".
Osman da: "Yâ Resûlallah! Bu bize yeter!" dedi.[69]
İbn-i İshâk ve Ibn Sa'd, bu hicretteki erkeklerin sayısının 83 olduğunu söylerler.
Ibn Sa'd der ki: Kadınların 11'i Kureyşli, 7'si ise gariplerden idi. Başkaları bu sayıya ilave eder ki, açıklaması ileride gelecektir.
Onların kıssalarını İmâm Ahmed, İbn Mes'ud'dan; Ebû Nuaym ve Beyhakî, Ebu Musa'l-Eş'arî'den; İbn-i İshâk, Üramü Seleme'den; Taberânî ve Ibn A s âkit de Cafer b. Ebi Talib'den naklen şöyle anlatırlar:
Habeş yurduna gittiğimizde hayırlı bir komşuya misafir olduk. Müslüman olarak emniyet içinde yaşadık. Dini inançlarımızdan ötürü zulmedilme endişesinden kurtulduk. Hoşumuza gitmeyen şeyler işitmiyorduk. Kurcyş, bizim bir yurt edindiğimizi, huzur bulduğumuzu görünce, Habeş kralına yiğit iki adam gönderip bizi ülkesinden çıkarmasını, kendilerine teslim etmesini istemeyi kararlaştırdılar. Her memur için bolca hediye hazırladılar. Sonra da Umara b. el-Velid ve Amr b. el-As'ı yanlarında Habeş kralına ve öteki devlet erkanına hediyelerle
Habeşistan'a gönderdiler. İkisine: "Onlar hakkında Necâşî'yle konuşmadan önce, her memura hediyesini verin. Ondan sonra Habeş kralına hediyelerini verin. Necâşî, kaçaklarla konuşmadan, onları size teslim etmesini isteyin" dediler.
İki elçi Habeşistan'a gelince Önce kralın adamlarından her birine hediyesini verip konuştular. Onlara: "Biz bu kralla, bizim şu ahmaklar hakkında konuşmaya geldik. Onlar kendi dinlerinden ayrıldılar, sizin dininize de girmediler. Bizim de sizin de bilmediğiniz uydurma bir din getirdiler. Onların kavmi, bizi, kralın onları kendilerine teslim etmesini istemek İçin gönderdi. Biz kralla konuştuğumuz zaman bu hususta siz de bize yardımcı olun. Krala, onları teslim etmesi gerektiğini anlatın. Şüphesiz onların kavmi, ayıplarını daha iyi bilir" dediler. Onlar da kabul ettiler.
Elçiler Necâşi'nin huzuruna girince secdeye kapandılar. Kendisine hediyelerini takdim edip: "Ey kral, bizden bazı serseriler, kavimlerinin dininden ayrıldılar. Senin dinine de girmediler. Bizim bilmediğimiz bir din ortaya attılar. Şimdi de, senin ülkene sığındılar. Onların babaları, amcaları ve kavimleri, bizi sana, onları iade etmeni istemek için gönderdiler. Onları, kendilerinden olanlar, elbette başkalarından daha iyi bilir. Kusurlarını da başkalarından daha iyi görürler" dediler.
Amr b. el-As ve Umara b. el-Velid, Necâşi'nin, Hz. Cafer ve arkadaşlarını dinlemesini hiç istemiyordu. Kralın etrafındakiler de, onların dediklerini tasdik ederek: "Ey kral, gelenleri verirsen iyi olur. Çünkü onlar, kendi adamlarını daha iyi bilirler" diye eklediler.
Necâşî: "Onlar nerededir?" diye sorunca o ikisi: "Senin yurdunda!" diye cevap verdiler. Necâşî buna çok kızdı ve "Hayır, vallahi, onları çağırıp konuşmadıkça ve durumlarını görmedikçe teslim etmem. Onlar ülkeme sığınmış, başkasını değil de, benim komşuluğumu tercih etmiş insanlar. Eğer onlar, dediğiniz gibiyseler, teslim ederim. Yok dediğiniz gibi değillerse, onları savunur, en güzel şekilde onları gözetirim" dedi.
Necâşî, Resûlullah (salIaMu aleyhi vcsdlcm)'in ashabını çağırmak üzere adam gönderdi. Necâşî'nin adamı gelince, muhacirler toplanıp: "Ne diyeceğiz? Vallahi, dinimizle ilgili olarak bizim bildiğimiz, Peygamberimiz (saMalıu aleyhi veseHem)'in bize getirdiği şeyleri söyleyeceğiz. Ne olursa olsun" dediler. Cafer b. Ebi Talib de: "Ben bugün sizin hatıbinizim!" dedi.
Necâşî piskoposlarını çağırdı. Kutsal kitaplarını etraflarına yaydılar. Önce Cafer, ardından müslümanlar içeri girdi ve selam verdiler. "Niçin krala secde etmiyorsun?" diye sordular. Cafer: "BİZ Allah'tan başkasına secde etmeyiz!" dedi. Necâşî kendisine: "Sizin bu dininiz nedir? Kavminizin dîninden ayrıldınız. Benim dinime de, bu milletlerin birinin dinine de girmediniz. Nasıl bir dindir bu?" diye sordu.
Cafer, şöyle cevap verdi. "Ey kral, biz Cahiliye halkından (müşrik) bir kavimdik, putlara tapardık. Ölmüş et yer, fuhşiyata bulaşır, akrabalık bağlarını keser, komşuya kötülük ederdik. Kuvvetli, zayıf olanın hakkını yerdi. Allah bize içimizden nesebini, doğruluğunu, güvenilirliğini ve iffetini bildiğimiz bir peygamber gönderdi. O, bizi bir olan, ortağı bulunmayan Allah'a ibadet etmeye, bizim ve atalarımızın taptığı taşlardan ve putlardan sıyrılmaya çağırdı. Bizi yalnız Allah'a kulluk edip ortak koşmamaya çağırdı. Bize namazı, zekatı ve orucu emretti." Cafer, İslam'ın prensiplerini saydı ve: "Bize doğru söylemeyi, emaneti geri vermeyi, akraba ile ilgi kurmayı, komşuya iyilik etmeyi, haramlardan ve kan dökmekten el çekmeyi emretti. Fuhuştan, yalan sözden, yetim malı yemekten, iffetli kadınlara iftira atmaktan bizi men etti. Biz de onu tasdik ettik, ona inandık ve Allah'tan getirdiği şeylerde ona tâbi olduk. Yalnız Allah'a ibadet edip, ona şirk koşmayı bıraktık. Allah'ın haram kıldığını haram, helal kıldığını helal kabul ettik. Bunun üzerine kavmimiz bize düşman oldu. Bize işkence edip dinimizden döndürmeye çalıştılar. Kötü şeyleri mubah görmemizi istediler. Bize zulmedip baskı yaptıklarında ve bizimle dinimiz arasına girdiklerinde bîz senin yurduna çıkıp geldik. Başkasını değil, seni seçtik. Senin komşuluğunu istedik ve senin yanında zulme uğramamayı ümit ettik, ey kral!" dedi.
Necâşî: "Yanında, O'nun getirdiğinden bir şey var mı?" diye sordu. Cafer: "Evet, var" diye cevapladı. Necâşî: "Getir, o getirdiğin şeyi bana oku" dedi. Bunun üzerine Ca'fcr, Meryem suresini okumaya başladı. Necâşî ağladı, gözlerinden akan yaşlar sakalını ıslattı. Piskoposlar da ağladılar, gözlerinden dökülen yaşlar kutsal kitaplarını ıslattı.
Sonra Necâşî: "Şüphesiz bu söz ile Musa'nın getirdiği, aynı kandilden fışkırıyor" dedi.
Daha sonra Necâşî, Amr'a "Onlar sizin köleniz midir?" diye sordu. Amr: "Hayır!" dedi. "Onların size borcu var mı?" diye sorunca da: "Hayır!" cevabını aldı. Bunun üzerine "(Kureyş elçilerine hitap ederek) Hayır vallahi, ne onları size teslim ederim, ne de onlara bir kötülük düşünürüm" dedi.
Amr b. el-As ile Abdullah b. Ebi Rabia, Necâşî'nin yanından çıktılar. Amr b. el-As arkadaşına : "Vallahi yarın, onların kökünü kazdıracak bir şey söyleyeceğim" dedi. Abdullah b. Rabia ona: "Yapma, çünkü onlar, bize dini bakımdan muhalefet etseler de, onlarla akrabalık bağımız var" diyerek yumuşatmaya çalıştı. Amr b. el-As: "Vallahi, onların İsa b. Meryem'e <kul> dediklerini krala söyleyeceğim" diye ısrar etti.
Ertesi gün Amr b. el-As, kralın huzuruna girip: "Ey kral, onlar İsa hakkında ağır bir söz söylüyorlar, onlara adam gönderip sor" dedi. Necâşî onlara bir adam gönderdi. Muhacirlerden bir grup diğer gruba: "Eğer size sorarsa, Isa hakkında, ona ne cevap vereceksiniz?" diye sordular. Onlarda: "Vallahi, onun hakkında Allah ne dedi, Peygamberimiz (saHahu aleyhi veselem) ne söylememizi emrettiyse onu deriz. Ne olursa olsun..." cevabını verdiler. Cafer: "Kimse konuşmasın! Hatibiniz benim!" dedi.
Necâşî'nin yanına girdiler. Necâşî'nin sağ yanında Amr İbnü'1-As, sol yanında Umara vardı. Etrafında da din adamları oturuyordu. Kral: "İsa b. Meryem hakkında ne dersiniz?" diye sordu. Ca'fer: "Onun hakkında Peygamberimizin getirdiğini söyleriz. O (Hz. İsa), Allah'ın kulu, elçisi ve kelimesidir. O, Rûhullah'tır. Onu dünyadan ve erkekten vazgeçerek Allah'a bağlanmış bir kız olan Meryem'e ilka eylemiştir" cevabını verdi. Bunun üzerine Necâşî, elini yere uzatıp yerden bir saman çöpü aldı ve: "İsa b. Meryem, anlattıklarından bu İnce çöp kadar bile farklı değildir. Ey keşişler ve rahipler! Vallahi, bunlar onun hakkında hiçbir şey ilave etmiyorlar" dedi. Necâşî bu sözleri söyleyince, etrafındaki din adamları homurdandı. Bunun üzerine Necâşî: "Siz homurdansanız da, bu böyledir!" dedi.
Necâşî (müslümanlara dönerek) "Sİze ve ondan getirdiklerinize merhaba! Ben şehadet ederim ki, O, Allah'ın Resulüdür. İncil'de sıfatını bulduğumuz peygamberdir. İsa b. Meryem'in müjdelediği peygamberdir. Dilediğiniz yere yerleşin. Vallahi, şu basımdaki iktidar görevi olmasaydı, ona gidip ayakkabısını taşıyan biri olurdum!" dedi. Bize yiyecek ve giyecek getirilmesini emretti. Daha sonra "Vallahi gidin, siz ülkemde emniyettesiniz, size dokunulmayacaktır. Sİze ilişen zarar görür, size ilişen zarar görür, size ilişen zarar görür. Sizden bîrine kötülük yapmak istemem. Alün madeninden bir dağ verilse dahi, sizden birine eziyet etmek istemem!" diye ekledi.
Bir rivayete göre, Necâşî, Müslümanlara: "Size kimse eziyet ediyor mu?" diye sormuş "Evet" cevabını alınca, bir münadiyı çağırarak "Onlardan birine eziyet edene A dirhem ceza vardır!" diye halka duyurmasını emretmiş, sonra Müslümanlara: "Bu size yeter mi?" diye sorunca, "Hayır" demişler ve "Cezayı katlayın!" diye emretmişti.
Musa b. Ukbe'ye göre, Nccâşî şöyle demiştir: "Kim bunlara incitici bir şekilde bakarsa, bana isyan etmiştir!"
Sonra: "Elçilere hediyelerini geri verin, bizim onlara ihtiyacımız yok. Onları ülkemden çıkarın. Vallahi Allah bana krallığımı geri verdiği zaman rüşvet almadı kî ben sizi korumak için rüşvet alayım. İnsanlar bana itaat etmedi ki, ben insanlara itaat edeyim" dedi.
Elçiler, kötü bir şekilde çıkarıldılar. Getirdikleri hediyeler kendilerine verildi.
Sonra Habeşliler toplanıp Necâsî'ye "Sen bizim dinimizi terk ettin!" diyerek isyan ettiler. Necâşî, Cafer ve arkadaşlarına adam gönderdi ve; gemiler hazırlattı. Ve "Ona binin ve daha önce olduğunuz gibi emniyette olun. Ben mağlup olursam, dilediğiniz yere kadar gidin. Eğer muzaffer olursam da kalın" diye haber gönderdi. Sonra Necâşî bir kağıda şunları yazdı: "O, Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in onun kulu ve resulü olduğuna, İsa'nın da kulu, elçisi, ruhu ve Meryem'e ilkâ ettiği kelimesi olduğuna şehadet eder". Sonra onu sağ yanına koyarak halkın içine çıktı. Onun huzurunda iki saf olmuşlardı. "Ey Habeşliler! Ben, size en layık kimse değil miyim?" diye sorunca, "Evet!" cevabını verdiler.
"İçinizdeki yaşantımı nasıl bilirsiniz?" dedi. "En iyi biliriz" dediler. "Öyleyse size ne oluyor?" deyince, "Sen, bizim dinîmizi terk ettin ve İsa'nın kul olduğunu ileri sürdün. Halbuki o, Allah'ın oğludur" dediler.
Necâşî de elini göğsünde sakladığı yazının üzerine koyup "O, Isa b. Meryem'in bundan fazla olmadığına şahitlik ediyor" dedi. Necâşî bu sözle daha önce yazdığı şeyi kastediyordu. Bunun üzerine halk ondan razı olarak ayrıldılar.
Ümmü Seleme anlatıyor: Böylece biz, hayırlı bir komşuyla hayırlı bir yurtta kalmış olduk. Çok geçmeden Necâşî'nin karşısına, krallık iddiasıyla bir Habeş'li çıktı. Vallahi, biz o galip gelir de, Necâşî'nin bildiği gibi hakkımızı tanımayan bir kral gelir korkusuyla o andan daha üzüntülü anlar yaşamadık. Muhacir müslümanlar birbirlerine: "Birisi gitsin, çarpışmada hazır bulunsun da, kim üstün gelecek baksın görsün" dediler. En gençleri Zübeyr b. Avvam: "Ben gideyim" diye atıldı. Ona bir tulum şişirdiler. O, tulumu göğsüne bağladı. Nil'de onun üzerinde yüzdü. Nil'in öbür tarafına, insanların toplandığı tarafa çıkü. O kargaşada hazır bulundu.
Necâşî'nin düşmanına galip gelmesi ve ülkenin yönetiminde kalması için Allah'a dua ettik.
Biz bu halde olacakları beklerken Zübeyr b. Avvam koşatak geldi ve ridasıyla bize işaret ederek: "Sevinin, Allah Necâşî'yi galip getirdi. Düşmanını yenilgiye uğrattı" dedi. Vallahi, Necâşî'nin galibiyetine sevindiğimiz kadar başka hiçbir şeye sevinmedik. Allah, Necâşî'ye karşı çıkanları hezimete uğrattı ve helak etti. Ona ülkesinde iktidar verdi. Bİz de onun yanında iyi bir komşu olarak kaldık.
Taberânî, Sahih raviler kanalıyla Ebu Musa el-Eş'arî'dcn; Taberânî ve Ebu'l-Ferec el-Ümevî, Abdurrahman b. Ebi Leyla'dan şöyle rivayet ederler (lafız Ebu'î-Ferec'e aittir): Allah -sübhanehu ve teâla- Necâşî'ye gitmeden önce, daha yolda iken, Amr ile Umara arasına düşmanlık sokmuştu. Bu şöyle gerçekleşti: Amr, çirkin biriydi Yanında da hanımı vardı. Umara ise güzel, yakışıklı, kadınları fitneye düşüren bir insandı. Umara ile Amr'ın karısı birbirlerinden hoşlanmışlardı. Nihayet Arnr'ı denize atmaya karar verdiler. Umara onu denize itti. Amr, denize düşünce yüzerek geminin dümenine tutundu. Gemidekilcri yardıma çağırdı, onlar da koşup onu kurtardılar. Amr, onun, kendisini öldürmek istediğini anladı. Ona karşı içinde bir kin besledi. Hanımına da "Amca oğlun Umara'yı öp ki, kendisinin hoşuna gitsin" dedi. Sonra yollarına devam ettiler. Sonunda Habeş ülkesine gelip Allah onları eli boş geri çevirince, Amr, Umare'yc bir tuzak kurdu. Ona: "Sen yakışıklı birisin. Kadınlar güzel erkeklerden hoşlanır. Necâşî'nin karısına görün de belki ihtiyacımızı karşılamada kralın huzurunda aracı olur" dedi. Umara, çok geçmeden bunu yaptı. Umara bir zaman ona gidip geldî. Bir gün kadının kokusundan yanına biraz koku almıştı. Amr bunu görünce, Necâşî'nin yanına girdi ve Umata'nın durumunu anlattı. Bu durum kralın İzzetine dokunup şöyle dedi: "Eğer o benim ülkemde misafir olmasaydı, mutlaka onu öldürürdüm. Ama ona katilden beter bir şey yapacağım." Sonra büyücüleri çağırtıp emretti. Onlar da onun sidik deliğine üflediler. Kral, daha sonra Umare'yi serbest bıraktı. Umara çöllere kaçtı. Vahşi hayvanlarla yaşamaya başladı. İnsan gördüğü zaman ürküp kaçıyordu. Ömer b. el-Hattab halife olana kadar Habeş ülkesinden ayrılmadı. Amcası oğlu Abdullah b. Ebi Rabia, onun yanma gitmek için Hz. Ömer'den izin istedi. Hz. Ömer de ona izin verdi. Habeş ülkesine gidip onu aradı. Umara, vahşi hayvanlarla birlikteydi. İnsan kokusunu alınca kaçtı gitti. Sonra, susuzluktan zor durumda kaldığı için su içmek üzere geri geldi. Onu su içerken buldular. Saçları her tarafını örtmüş, tırnakları uzamış, elbiseleri param parça olmuş, şeytana dönmüştü. Abdullah ondan önce davrandı ve kendisini yakaladı. Bunun üzerine ona: "Ey Büceyr, beni salıver, bırak beni!" diye bağırdı. Abdullah onu tuttu, salıvermedi. Nihayet Umara, kucağında Ölmüştü.
Zühri der ki: Urve bu hâdiseyi anlatıp bana: "Necâşî'nin <Allah bu krallığı verdiği zaman benden rüşvet almadı ki, ben rüşvet alayım, insanlar bana itaat etmedi ki, ben onlara itaat edeyim> sözünün anlamı ne, biliyor musun?" diye sorunca ben: "Hayır" dedim. Urve: "Bana Âise (radiraBahu anhâ)'nın rivayet ettiğine göre, Necâşî'nin babası, kavminin kralıydı. Kardeşinin on iki erkek çocuğu vardı. Necâşî'nin babasının, Nccâşî'den başka oğlu yoktu. Habeşliler aralarında bir durum değerlendirmesi yaptılar ve: <Şayet biz, Necâşî'nin babasını öldürüp kardeşini kral yaparsak, onun sulbünden on iki adam var. Krallığı miras alırlar, onların krallığı ile Habeşler uzun bir süre baki kalır, aralarında herhangi bir anlaşmazlık olmaz> deyip onu öldürdüler. Kardeşini kral yaptılar. Necâşî amcasının yanında yetişti. Amcası işini ondan başkasına havale etmezdi, akıllıydı ve basiretliydi. Habeşliler, onun amcasından üstün olduğunu görünce: <Bu çocuk amcasının makamına egemen oldu, onun bizim başımıza kral olmaması hususunda içimi?: rahat değil. Anlaşıldı ki, biz onun babasını Öldürdük, onun yerine onu getirdik, onun bizim başımıza kral olması halinde emniyet içinde olamayız, bizi öldürür> diye düşündüler. Amcasına gîdip: <Ya onu öldürürsün, ya da ülkemizden çıkarırsın> dediler. Kral: <Yazik size be, dün babasını öldürdünüz, bugün de onu ben mi öldüreyim? Aksine ben onu ülkenizden çıkaracağım> dedi. Bunun üzerine onu pazarda 600 ya da 700 dirheme bir tacire sattılar. O da onu gemiye attı, götürdü. Akşam olunca, fırtınaya tutuldular. Ancak o, gemiden ıslak bir halde çıktı. Kendisine bir şey olmadı. Amcası ise yağmurun altında dururken kendisine bir yıldırım isabet etti ve Öldü. Habeşliler, onun oğullarına başvurdular. Ama, onların ahmak olduklarını, hiçbirinde hayır olmadığını anladılar. Habeşlilerin işİ sarpa sardı. Birbirlerine: <Vallahi, sizin işinizi sabahleyin sattığınız kimseden başkası düzeltemez. Eğer bir krala ihtiyacınız varsa, o gitmeden önce, ona t; e tisin > dediler. Bunun üzerine onu aramaya çıktılar, buldular ve geri getirdiler. Tacını giydirip tahta oturtarak kral yaptılar. Tacir: <Kölcmi benden aldınız, öyleyse malımı bana geri verin> dedi. Onlar da: <Vermeyiz!> diye itiraz ettiler. Tacir: <Öyleyse, onunla bir konuşayim> deyince, konuşmasına izin verdiler. Tacir onun yanına gitti ve: <Ey kral! Ben bir köle satın aldım, onu satanlar benden parasını aldılar. Sonra köleye saldırıp elimden çekip aldılar. Paramı ise geri vermediler> dedi. işte onun adaletle hükmedişinin ilk örneği: <Ya ona malını mutlaka verirsiniz ya da kölesini... O da kölesini istediği yere götürür> demek oldu. Onlar da: <Malını veririz> dediler ve verdiler.
İşte onun için: <Allah bana krallığımı verdiği zaman rüşvet almadı ki, ben sizi korumak için rüşvet alayım, insanlar bana İtaat etmedi ki, ben itaat edeyİm> diyor."
Muhacirler, Habeşistan'da, Necâşî'nin yanında emniyet içinde ikamet ettiler. Abdullah b. Mes'ud acele edip hemen Mekke'ye döndü. Müslümanlar, Hz. Peygamber (saJl^udcyİTİves^em)'in Medine'ye hicret ettiğini haber alınca içlerinden 33 erkek ve 8 kadın geri döndü. Onlardan iki kişi Mekke'de vefat etti. 24 kişi de Bedir'e katıldı. Bu konunun açıklaması ilgili bölümde gelecektir. En doğrusunu bilen Allah'tır.
Beyhakî, Ibn-i Ishâk'tan naklediyor: Resûlullah (sıMdıualeylıivedlem), Cafer ve arkadaşları hakkında, Amr b. Ümeyye ed-Damri ile Necâşî'yc şöyle bir mektup gönderdi:
"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Allah'ın ResulüMubammed'den Necâşî e I As ham'a... Selam ürerine olsun. Melik, Kuddûs, Mü 'min ve Müheymin olan Allah 'a hamd ederim.
Ve şehadet ederim ki, Meıyem oğlu Isa, Rûhullah 'tır. O, Allah 'in, evlenmemiş, pak ve iffetli Meryem'e ilkâ ettiği kelimesidir. Böylece o, İsa'ya hamile kalmıştır. Allah, onu, H% Adem'i yarattığı gibi ruhundan kendi eliyle yaratmış ve ona üflemiştir. Ben, seni yalnız^ Allah'a iman etmeye, ona şirk koşmamaya ve itaat etmeye davet ediyorum. Bana da tâbi olup, Allah 'tan bana gelen hususlara iman etmeye çağırıyorum. Şüphesi-^ ben, Allah'ın elçisiyim. Amcamın oğlu Cafer b. Ebi Talih 'i yanında bir grup müslümanla sana gönderiyorum. Geldiklerinde onlara yerleşme hakkı tanı. Biiyiiklenmeyi bırak. Ben, seni ve askerlerini Allah'a çağırıyorum. Ben tebliğ ettim ve nasihatimi yaptım. Öğüdümü tutun. Selam, hidayete tabi olanların ürerine olsun."
Necâşî de bu mektuba şu cevabı gönderdi:
"Necâşî el-Asham b. el-Ebcer'den Allah'ın Resulü Muhammed'e...
Allah'ın selamı, rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun, ey Allah'ın Resulü!
Beni İslam'a ulaştırandan başka ilah yoktur. Ey Allah'ın peygamberi! Hz. İsa'nın durumundan bahsettiğin mektubun bana ulaştı. Semânın ve yerin Rabbine and olsun ki İsa, anlattığından öte bir konumda değildir. Bize gönderdiğin şeyi tamdık. Amca oğlun ve arkadaşları yanımıza geldi. Şehadet ederim ki sen, Sâdık (gerçek) ve Musaddak (tasdik olunan) Allah'ın Resulüsün! Sana tâbi oldum ve amca oğluna bey'at ettim. Onun eliyle âlemlerin Rabbi Allah'a teslim oldum. Oğlum Eriha b. Asham b. Ebcer'i de sana gönderdim. Şüphesiz ben, nefsimden başkasına güç yetiremem. Ey Allah'ın elçisi! Eğer bana gelmemi emredersen gelirim. Muhakkak suretle ben İnanıyorum ki senin söylediğin gerçektir."[70]
1. İbn-i İshâk, mezkur yolculukta Amr'ın arkadaşının Abdullah b. Ebi Rebia olduğunu zikreder. Siyer âlimleri der ki: Doğru olan, Amr'ın bu yolculuktaki arkadaşının Umara olduğudur. Abdullah ise, Bedir vakasından sonraki yolculuğunda arkadaşıydı.
2. Cafer'in Necâşî'ye "Bize namazı emretti" sözüyle, beş vakit namazdan önceki namaz kastedilmiştir. "Zekat" sözüyle de mutlak olarak sadaka kastedilmiştir. Zira, malın zekatı, Medine'de farz kılınmıştır.
3. İkinci hicrette bulunanların isimleri:
Bu isimleri vermede iki fayda vardır. Birincisi, onları tanımaktır. İkincisi de, onlar, sarihlerin önde gelen kimseleridir. Nitekim salihler anıldığı zaman rahmet iner. Bu hususu Ibnu'l-Cevzî, es-Sajve'nin mukaddimesinde Süfyan b. Uyeyne'den rivayet etmiştir.
İbn-i İshâk bu kimseleri kabile ve oymaklarına (batınlarına) göre zikretmiştir. Ben, bu metodun, muhacirlerden bir isme bakmak isteyen kimse için bir zorluk teşkil ettiğini müşahede ettim. Bu sebeple onların isimlerini alfabetik olarak tertip ettim:
A
Abdullah b. Abdi Esed b. Hilal el-Kuraşî el-Mahzûmi, Ebu Seleme. İki defa hicret etmiştir. Onun ve hanımının Habeşistan'a ilk hicret eden kimseler olduğu söylenir.
Abdullah b. Cahş b. Riyâb b. Ya'mur el-Kuraşî el-Esedî. [71]
Abdullah b. el-Hâris b. Kays el-Kuraşî es-Sehmî.[72]
Abdullah b. Ğâfil el-Hüzell , Abdullah b. Huzâfe b. Kays cl-Kuraşî es-Sehmî.[73]
Abdullah b. Kays b. Süleym, Ebu Musa el-Eş'atî. Bunu İbn-i İshâk muhacirler arasında zikretmiştir. Ebu Ömer (İbn Abdilbeı-r) der ki-Halbuki böyle değildir. Kavminden bir grupla Medine'ye gitmek üzere Yemen'deki yurtlarından çıkarak gemiye binmişler, rüzgâr ise onları Habeşistan'a sürüklemiştir. Cafer'le birlikte donene kadar orada ikamet etmişlerdir.
Ben derim ki: Beyhakî ve başkaları, sahih bir senedle, Habeşistan'a hicret hadisinde; Ebu Musa el-Eş'arî'den şunu naklederler: "Resûlullah (saMahu aleyhi vesdîem), Cafer'le birlikte bize Habeşistan'a gitmemizi emretti."
Beyhakî der ki: Bunun zahirinden, Ebu Musa'nın Mekke'de olduğu ve daha sonra Cafer'le birlikte Habeşistan'a gittiği anlaşılıyor.
Sahih olan ise, Buharı'nin Sahihinde Ebu Musa'dan rivayet ettiği şu hadistir: "Biz Yemen'dc iken Hz. Peygamber (saMalıuak};lnvesellem)'in zuhur ettiği haberi ulaştı. Bunun üzerine Yemen'den çıkarak gemiye bindik, rüzgâr ise bizi Habeşistan'a sürükledi. Cafer'le birlikte donene kadar orada ikamet ettik. Hayber'in fethi sırasında Hz. Peygamber (saDaBahu aleyhi vadem)'e kavuştuk."
Hafız et-Feth'de şöyle der: İmâm Ahmed'in basen bir senedle İbn Mes'ud'dan rivayet ettiği hadis, İbn İshak'ın zikrettiği hususu destekler: "Resûlullah (saHaBahu aleyhi vcseDem), bizi Necâşî'ye gönderdi. Yaklaşık kişiydik. Aramızda Abdullah b. Mes'ud, Cafer b. Ebi Talib, Abdullah b. Urruta, Osman b. Maz'un ve Ebu Musa el-Eş'arî de vardı."
Bunların içinde Ebu Musa'nın zikredilmesi karışıklığa sebep olmuştur. Çünkü Sahib'te. geçen mezkur hadiste, Ebu Musa'nın kendi yurdundan bir grupla Medine'ye, Hz. Peygamber (salMalıual^hivesdleml'in yanına gitmek üzere yola çıktığı ve geminin onları Habeşistan'a attığı, daha sonra Cafer'le birlikte Hz. Peygamber (saiıMualeyhiveselfemyin yanına geldikleri yer alır.
Bu durum şöyle bağdaştmlabilir: Ebu Musa önce Mekke'ye hicret etmiştir, Hz. Peygamber (dMMıualqİTİvesdem) ise onu Habeşistan'a gönderdiği muhacirlerle birlikte göndermiştir. O da oradan, Habeşistan'ın doğu kısmındaki kendi memleketine geçmiştir. Hz. Peygamber (sUahu aleyhi vedkm)'in Medine'ye kesin olarak yerleştiğini öğrendiklerinde Ebu Musa ve kavminden müslüman olanlar oraya hicret etmek için yola çıkmışlar, bindikleri gemi de onları şiddetli rüzgârdan dolayı Habeş yurduna sürüklemiştir.
Bu, ihtimal dahilindedir. Bu durumda farklı rivayeder uzlaştırılmış olur. Buna itimat edilsin. En doğrusunu bilen, Allah'tır.
Yİne bu durumda Ebu Musa'nın "Hz. Peygamber (sallaDalıuale;^vKel!em)'İn çıkış haberi bize ulaştı" sözü, "Medine'ye hicreti" olarak anlaşılır, "bi'seti" olarak değil. Zaten, bu ifadenin, "Medine'ye hicret etmesi" şeklinde yorumlanması mümkün İken, "bı'set haberi" olarak açıklamak uygun değildir. Çünkü bi'set haberinin, 20 yıl geçtikten sonra ulaşmış olması ihtimal dışıdır. Ayrıca hicretinden sonra, Medine'ye iyice yerleşmesi ve düşmanlarıyla baş etmesi olarak açıklamak gerekir. Aksi takdirde, Hz. Peygamber (saHahu aleyhi vescflem)'in Medine'ye hicretinden 6 yıl habersiz olmaları pek uzak bir ihtimal olur.
Bir de Ebu Musa'nın Habeş yurdundaki ikametinin, Cafer'in Hz. Peygamber (saldlahu aleyhi vesellem)'den hicret izni beklemesi sebebiyle uzamış olması muhtemeldir.
Abdullah b. Mahrame el-Kuraşî el-Amirî.
Abdullah b. Maz'un b, Vchb el-Kuraşî el-Cumahî. Osman'ın kardeşi.[74]
Abdullah b. Süfyan b. Abdil-Esed el-Kuraşî el-Mahzûmî.[75]
Abdullah b. Süheyl b. Amr el-Amiri, Ebu Süheyl.[76]
Abdullah b. Şihab b. Abdillah el-Kuraşî ez-Zührî.[77]
Abdullah b. Urfuta.
Abdu'r-Rahman b. Avf el-Kuraşî cz-Zührî.
Adiy b. Nadle (veya Nudayle) el-Kuraşî cl-Adevî. Habeş yurdunda vefat etti.
Amir b. Abdillah b. el-Cerrâh b. Hilal el-Kuraşî el-Fihrî, Ebu Ubeyde.[78]
Amir b. Ebi Vakkas. [79] Ebu Vakkas'm ismi, Mâlik b. Üheyb el-Kuraşî ez-Zührî'dir. Amr'm babası ve Sa'd'm kardeşi.
Âmir b. Rabia b. Ka'b b. Mâlik el-Anezî[80]
Ammar b. Yasir b. Amir el-Ansî, Ebu'l-Yakazan. Habeşistan'a hicreti tartışmalıdır. Süheylî (iahknehullah) der ki: İbn Ukbe, Vâkidî ve daha başka siyercilere göre, bu zat, muhacirler arasında yoktu.
Artır b. Cehm b. Kays el-Abden.[81]
Amr b. Ebi Şerh İbııü îlabıa el-Fihrî.[82]
Amr b. el-Hâris b. Züheyr el-Fihrî.[83]
Amr b. Osman b. Amr b. Ka'b b. Sa'd et-Teymî. Talha'nın amcası.[84]
Amr b. Riâb b. Huzeyfe es-Sehmi.
Amr b. Saîd b. el-As el-Kuraşî el-Ümevî.[85]
Amr b. Ümeyye b. el-Hâris el-Esedi' [86] Habeş yurdunda vefat etmiştir
Ayyaş İbnü Ebİ Rabîa. [87] İsmi, Amr b. cl-Muğîre el-Kuraşî el-Mahzûmi.
B
Bişr b. el-Hâris b. Kays b. Adiy el-Kureşî es-Schmi.[88]
C
Câbir b. Süfyan b. Ma'mer b. Habib el-Cumahî.[89]
Cafer b. Ebi Taüb b. Abdilmuttalib b. Hâşim b. Abd-i Menaf b. Kusayy, Ebu Abdillah. İmadüddİn İbn Kesîr bunu saymıştır. Ben derim kİ: Bunun incelenmesi gerekir. Çünkü İbn-i İshâk, önce birinci defasında hicret edenleri, daha sonra da ikinci kere hicret edenleri zikretmiştir.
Celim b. Kays b. Abd Şurahbil el-Abderî.[90]
Cünade b. Süfyan b. Ma'mer b. Habib cl-Kureşî el-Cümahî.
E
Eban b. Saîd b. el-As b. el-Ümeyye el-Kureşî cl-Ümevî. Bunu İbn-i İshâk zikretmiştir; fakat tarihçiler, Hayber'in fethi sırasında müslüman olduğunu söyleyerek İbn-i İshâk'a muhalefet etmişlerdir.
Esved b. Nevfel b. Huveylid b. Esed cl-Kuraşî cl-Esedt Hz. Hatice'nin erkek kardeşinin oğlu.
F
Firas b. en-Nadr b. el-Hâris el-Abderî.[91]
H
Haccac b. el-Hâris b. Kays el-Kuraşî es-Sehmi. İbn Ukbe ve ibn-i İshâk bunu Habeşistan'a hicret edenler arasında sayar; fakat İbnü'l-Kelbî ve Zübeyr b. Bekkâr, bunu kabul etmez.
Hâlid b. Hizam b. Huveyüd el-Kumşî el~Esedî. Bclâzürî ve İbn Mende'nin Urve'den rivayet ettiğine göre, Habeşistan'a hicret ederken bu zatı yolda yılan sokmuş, bu yüzden vefat etmiştir. Onun hakkında şu âyet inmiştir: "Kim Allah'a ve Resulüne , muhacir olarak evinden çıkarsa..." (Nisa 100) Bu sebeb-i nüzulü, Hizam ailesinden bir kaç kişiden Mus'ab ez-Zübeyrî rivayet etmiştir. Vakıdî de bu haberi sağlam bulur. Hafız (İbn Haccr) de der ki: Fakat meşhur olan, .' bu âyetin, Cündeb b. Damra hakkında indiğidir.
Hâlid b. Saîd b. ekAs b. Ümej^e el-Kuraşî el-Ümcvî. Hâlid b. Süfyan b. Ma'mer b. Habib cI-Kuraşî el-Cumahî. Haris b. Abd Kays b. Lakit b. Amir el-Kuraşî et-Teymî el-Fihrî. [92] Haris b. Hâlid b. Sahr b. Amil' el-Kuraşî et-Teymî [93]
Haris b. Haris b. Kays b. Adİy el-Kuraşî es-Sehmi. Bclâzürî der ki: Bazıları onun iki erkek kardeşiyle birlikte hicret ettiğini söyler; halbuki . onun hicret ettiği kesin değildir.
Haris b. Hatib b. Haris b. Ma'mer el-Kuraşî el-Cumahî. Zührî, onun Habeşistan'da doğduğunu kaydeder. Halbuki Mus'ab'ın sözünden, Hârİs'in Habeş ülkesine hicretten önce doğduğu anlaşılıyor.
Hâşim b. Ebi Huzeyfe b. el-Muğîre el-Kuraşî el-Mahzûmi.' [94] İsminin Hişam olduğu da söylenir.
Hâtıb b. Amr b. Abdi Şems el-Kuraşî el-Amitî. Habeşistan'a ilk hicret edenin bu zat olduğu söylenir. Zühiî de bunu sahih bulur. Medine'ye hicretten önce Habeşistan'dan dönmüştür.
Hâüb b. cl-Hâris b. Adiy cs-Sehmî. Ebu Ömer (İbn Abdilberr), onun müslüman olup Habeşistan'a hicret ettiği görüşündedir. Ibnü'1-Esîr, buna itiraz ederek, onun müslümanlarla alay edenlerden olduğunu belirtir.
Zehebî de "Onun müslüman olduğunu Ebu Ömer (İbn Abdilberr)'den başkası söylememiştir" der. Hafız ise bu hususta şöyle der; "Evet, Ebu Ubeyde, Mus'ab, Taberî ve daha başkalan da bu zatı hicret edenler arasında sayar. Tövbe edip hicret etmesine bir mani yoktur. Bu durumda ikİ görüş arasındaki çelişki ortadan kalkar..."
Hâtıb b. el-Hâris b. Ma'mer el-Kuraşî el-Cumahî. [95] Orada vefat etmiştir.
Hattâb b. Haris b. Ma'mer el-Kuraşî el-Cumahî. Orada vefat etmiştir. Hâtıb'in kardeşidir.
Hebbar b. Süfyan b. Abdi'1-Esed b. Hilal el-Kuraşî el-Mahzûml[96]
Hişam b. Utbe. Hâşim ismini sayarken geçmişti.
Hişam Ibnü'1-As b. Vâil b. Hâşim. Amr'm kardeşi.[97]
Huneys b. Huzâfe b. Kays b. Adiy el-Kuraşî es-Sehmi.
Huzeyme b. Cehm b. Abd b. Şurahbil el-Abderî.[98]
I-İ
ibrahim b. el-Hâris b. Hâlid b. Sahr el-Kuraşî et-Teymî. Babasıyla hicret etmiştir.[99]
İmran b. Rieb b. Huzeyfe (Sehm b. Amr b. Hcsis oğullarındandır.) Iyâd b. Züheyr b. Ebi Şeddad b. Rabia el-Kuraşî el-Fihrî.[100]
K
Kavs b. Abdillah el-Esedî.[101]
Kays b. Huzâfe b. Kays el-Kııraşî es-Sehmî.[102]
Kudamc b. Maz'un b. Habib el-Kuraşî el-Cumahî.[103]
M
Ma'bed b. el-Hâris b. Kays el-Kuraşî es-Sehmî.[104]
İsminin Ma'mer olduğu da söylenir.
Mahmiye b. Cez' İbn Abdi Yağus cz-Zübeydî.
Mâlik b. Zem'a b. Kays el-Amiri. [105] Müminlerin annesi Sevde'nin erkek kardeşi.
Ma'mer b. Abdillah b. Nadle. [106] İbn Abdillah b. Nâfı b. Nadle el-Adevî de denir.
Ma'mer b. el-Hâris. Mabed İsminde geçmişti.
Mikdad b. el-Esved el-Kİndî. Esvcd b. Abdi Yeğus ez-Zührî, bunu evlatlık almıştı. Bu yüzden ona nispet edilmiştir. Esas ismi, Mikdad b. Amr b. Sa'lebe b. Mâlik el-Behrânî.
Muattib b. Avf. [107] İbnü'l-Hamrâ el-Huzâî diye de maruftur.
Muaykîb ibnü Farıma ed-Devsî.
Muhammed b. Hâtıb b. el-Hâris el-Kuraşî el-Cumahî.[108]
Mus'ab b. Umeyr b. Hâsım el-Abderî. Habeşistan'a ilk hicret edenin bu olduğu da söylenir.
Muttalib b. Ezher b. Abdi Avf el-Kuraşî ez-Zührî.[109]
N
Nebih b. Osman b. Rabia el-Kuraşî el-Cumahî.[110]
Nu'man b. Adiy b. Nadle el-Adevî.[111]
O
Osman b. Abd Ğanm b. Züheyr b. Ebi Şeddad el-Kuraşî el-Fihrî.[112]
Osman b. Af fan b. Ebi'l-As b. Ümeyye el-Kuraşî el-Umevî.
Osman b. Rabia b. Ehbân b. Vehb el-Kuraşî el-Cumahî.[113]
Osman İbnü Maz'un İbnü Habib Vehb el-Kuraşî el-Cumahî.
R
Rabîa b. Hilal b. Mâlik.
S
Sa'd b. Havle el-Kuraşî el-Arnirî. [114]
Sâib b. el-Hâris b. Kays el-Kuraşî es-Sehmî. [115]
Sâib b. Osman İbnü Maz'un el-Cumahî [116]
Saîd b. Abdi Kays b. Lakît el-Kuraşî el-Fihrî.[117]
Saîd b. el-Hâris b. Kays el-Kuraşî es-Sehmî.'[118]
Saîd b. Ömer et-Teymî. [119] İsminin Ma'bed olduğu da söylenir.
Sekrân b. Amr b. Abdi Şems el-Kuraşî el-Amirî.[120]
Seleme b. Hişam b. el-Muğire el-Kuraşî el-Mahzûrnî.[121]
Süfyan b. Ma'mer b. Habİb el-Kuraşî el-Cumahî.[122]
Süheyl b. Beydâ' -el-Beydâ annesidir İsmi, Da'd diye geçer. Babasının ismi- Vehb b. Rabia el-Kuraşî el-Fihrî'dir.
Süleyt b. Amr b. Abdi Şems el-Kuraşî el-Amitî. Habeşistan'a ilk hicret edenin bu zat olduğu da söylenir.
Süveybİt b. Harmele. Sa'd b. Harmele (veya Hureymele) el-Kuraşî el-Abderî'nin oğlu olduğu da söylenir.
Ş
Şemmâs b. Osman b. eş-Şerid el-Kuraşî el-Mahzûmî. İsmi Osman b. Osman'dır. Ona Şemmâs isminin verilmesi şöyle olmuştur: Cahüiye devrinde Şenımase'den Mekke'ye bir Şemmâs gelmişti. Çok güzel biriydi. insanlar onun güzelliğine hayran kalmıştı. Bunun üzerine Osman'ın dayısı Utbe b. Rabîa "Ben size ondan daha güzel biı Şemmâs getireceğim!" dedi ve kız kardeşinin oğlu Osman'ı getirdi. Böylece Osman'a Şemmâs adı verildi. Şemmâs, biat edilmesi gereken hıristiyan liderlerinden sayılır. Basının ortasını tıraş ederdi.
Şurahbil b. Abdülah el-Mutâ' b. Abdillah el-Kindî. Temimi olduğu da söylenir. Annesi Hasene'ye nîsbet edilerek maruftur.
T
Ternîm b. el-Hâris b. Kays b. Adiy. Yukarda geçen Bişr'in kardeşi. iti Tuleyb b. Ezher b. Abdi Avf el-Kuraşî ez-Zühri Tuleyb b. Umeyr veya Amr b. Vehb, Ebu Adiy.
U
Ubeydullah b. Cahş. Habeşistan'da Hıristiyan olmuş ve bu hal üzere Vefat etmiştir.
Umeyr b. Riâb b. Huzeyfe el-Kuraşî es-Sehmî.[123]
Urve b. Ebi Üsâse (veya ibn Üsâse) b. Abdi'1-Uzzâ el-Kuraşî el-Adevi.
Utbe b. Ğazvân b. Câbir el-Mâzini.
Utbe b. Mes'ud el-Hüzelî. Abdullah'ın kardeşi.
Y
Yesar, Ebu Fükeyhe. Allah yolunda İşkenceye uğrayanlardan.
Yezid b. Zem'a b. el-Esved el-Kuraşî el-Esedî.[124]
Z
Zübeyr İbnü'I-Avvam b. Huveylid el-Kuraşî el-Esedî, Ebu Abdillah.
Kadınlar
Bereke bint Yesar. Ebu Süfyân b. Harb'm azatlı cariyesi. Emîne (Hümeyne isminde de gelecektir). Esma bint Umeys b. Ma'd b. el-Hâris el-Has'amiyye. Farıma bint Alkarna b. Abdillah el-Kuraşiyye el-Amiriyye.[125]
Fâtima bint el-Mücellel b. Abdillah el-Kuraşiyye el-Âmiriyye. Fâtima bint Safvan b. Ümeyye.[126]
Fükeyhe bînt Yesar (daha önce geçen).
Hasene Ümmü Şurahbil.
Hind bint Ebi Ümeyye -Ebu Ümeyye'nin ismi, Huzeyfe'dir. Sehl b. el-Muğîre olduğu da söylenir- el-Kuraşîyye el-Mahzümiyye, Ümmü'l-Mü'minin Ümrnü Seleme.'[127]
Hurevmele (Harmele de denir) bint Abdi'l-Esved el-Huzâiyye. Habeş yurdunda vefat etmiştir.[128]
Huzeyme bint Cehm b. Kays el-Abdeıiyye.[129]
Hümeyne (veya Ümeyne) bint Halef b. Es'ad el-Huzaivye[130]
Leyla bint Ebi Hayscme b. Ganim el-Adeviyye.
Rayta (veya Râyita) bint el-Hâris b. Cebele el-Kuraşiyye et-Temîrniyye Remle bintü Ebi Avf el-Kuraşiyye es-Sehmİyye.'[131]
Rukeyye bint Seyyidi'l-Halâik. Hz. Peygamber'in kızı. İbn Kudame'nir zikrettiğine göre, Habeşli bir grup ona göz dikmişlerdi. O da bundan rahatsız olmuş ve onlara beddua etmiş, hepsi helak olmuşlar. Sehle bint Süheyl b. Amr el-Kuraşiyye el-Âmiriyye.[132]
Şevde bint Zem'a b. Kays el-Kuraşiyye el-Amirivye, Ümmü'l-Mü'minin.
Umeyre (Amra) bint Es'ad b. Vakdân el-Kuraşiyye el-Âmiriyye. Ümmü Gülsüm bint Süheyl b. Amr el-Kuraşiyye el-Âmiriyye. Ümmü Harmele bint Abdi'l-Esved b. Huzeyme el-Huzaiyye.'[133]
Künyeler
Ebu Ubeyde b. eİ-Cerrah. İsmi, Âmir b. Abdillah Ebi Fükeyhe
(Yesar)'dır.
Ebu Kays b. el-Hâris b. Kays b. Adiy es-Sehmî.[134]
Ebu Sebre b. Ebi Rühm b. Abdil-Uzza el-Kuraşî el-Âmirî.[135]
Ebu Seleme İbnü Abdi'I-Esed. İsmi Abdullah'tır. [136] Ebu'r-Rum b. Umeyr b. Hâşim el-Abderî. Mus'ab'ın kardeşi.
Habeş Yurdunda Dünyaya Gelenler
Cafer b. Ebi Talıb'ın Esma bint Umeys'den olan cocuklan: Abdullah, Avn ve Muhammed.
Hâlid b. Saîd'in Ümeyye bint Halef den olan çocukları: Saîd ve Eme. Remle bint Ebi Avf dan doğan Abdullah b. el-Muttalib. Sehle bint Süheyl'den doğan Muhammed b. Ebi Huzeyfe.
Hâtıb'ın Fatıma bint el-Mücellel'den olan çocukları: Muhammed ve el-Hâris.
imâm Ahmed ve Taberânî, Sahih ravileıi kanalıyla Muhammed b. Hâtıb'dan rivayet ediyorlar: Resûlullah (saMalıualşiıivesellem): "Ben hurmalık bir yurt gördüm. Oraya çıkıp gidini" buyurduğunda, Cafer ve Hâtıb, Necâşî'ye doğru deniz yoluyla hareket etmişler. Ben de o denizde, gemide doğmuşum.
Haris b. Hâlid'İn Rayta'dan olma çocukları; Musa, Aişe ve Zeyneb.
Hz. Aİşe anlatıyor: Babam ve annem hakkında hatırlayabildiğim, ancak, onların İslâm dininde bulunmalarından ibarettir. Kendimi bildim bileli, babam ve annem müslüman idiler. Bir günümüz geçmezdi ki, Resûlullah (saHlahu aleyhi vesellem), o günün sabahında ve akşamında bize uğramamış olsun.
Müslümanlar, müşriklerin İşkencelerine uğrayınca, Hz. Ebu Bekir de, Habeşistan'a gitmek üzere Mekke'den çıktı. (Mekke'den beş gecelik uzaklıktaki Yemen tarafında bulunan) Berkü'l-Gımâd mevkiine geldiği sırada, Kare [137] kabilesinin ulusu İbnu'd-Duğunne [138], Hz. Ebu Bekir'e rastladı.
"Nereye gidiyorsun ey Ebu Bekir?" diye sordu. Ebu Bekir: "Kavmim bana eziyet etti ve memleketimden beni çıkardı. Emniyetli bir şehre gitmek, orada, onların eza ve cefasından uzak bir şekilde yaşamak istiyorum" karşılığını verdi. İbnü'd-Duğunne: "Senin gibi birisi yurdundan çıkarılamaz! Vallahi, sen yoksula iyilik edersin, lütufta bulunursun, akrabayı gözetirsin, aciz, düşkün olanların yükünü taşırsın, misafire ikram eder, belaya uğramış olana yardımda bulunursun. Geri don, sen benim himayemdesin. Rabbinc kendi yurdunda ibadet et" dedi. Ebu Bekir'in beraberinde Haris b. Hâlid vardı. Bu yüzden Ebu Bekir : "Yanımda aşiretimden biri var" dedi. İbnu'd-Duğunne de: "Onu bırak, kendi başına gitsin. Sen de ehl-i ayaline dön!" deyince, Ebu Bekir: "Ya arkadaşlık hakin ne olacak?" dedi. Bunun üzerine Haris: "Sen koruma altındasın, git. Ben de arkadaşlarımla beraber başımın çaresine bakarım" dedi ve yoluna devam edip Habeşistan'a gitti.
Ebu Bekir Mekke'ye geri döndü. İbnu'd-Duğunne de, onunla birlikte Mekke'ye geldi. İbnu'd-Duğunne, akşamleyin Kureyş'in ileri gelenleri arasında Kabe'yi tavaf" edip onlara "Ebu Bekir gibi bir adam, yurdundan çıkmaz ve çıkarılmaz. Siz; kimsenin bulup veremediğini veren, kazandıramadığını kazandıran, akrabayı gözeten, âciz ve düşkünlerin yükünü taşıyan, misafiri ağırlayan, musibet ve felâket zamanlarında halka yardımcı olan bir adamı mı yurdundan çıkarıyorsunuz?!" diyerek çıkıştı. Kureyş, Ibnu'd-Duğunne'nin mücavirliğme itiraz etmedi. Bir rivayette de şöyledir: Kureyş, İbnu'd-Duğunne'nin mücaveretini geçerli gördü ve Ebu Bekir'e dokunmadı. İbnu'd-Duğunne'ye de şöyle dediler: "Ebu Bekir'e emret de evinde İbadet etsin, orada namaz kılsın, dilediğini okusun ve bununla bizi incitmesin. Bunları açıktan yapmasın. Biz, onunj kadınlarımızı ve çocuklarımızı fitneye düşürmesinden korkuyoruz." j İbnu'd-Duğuıinc bunları Ebu Bekir'e iletti.
Hz. Ebu Bekir, Mekke'deki namazgahında yukarıda anlatıldığı şekilde | namaz kılardı. Sonra aklına bir fikir geldi ve evinin avlusuna bir mescid yaptı. Orada namaz kılmaya başladı. O namaz kılarken kadınlar ve çocuklar başına üşüşürler, hayran hayran ona bakarlardı. Ebu Bekir İse çok ağlayan biriydi. Kur'ân okurken gözyaşlarını tutamazdı. Bu durum Kureyş'in ileri gelen müşriklerini korkuttu. Bunun üzerine, İbnu'd-Duğunne'ye adam göndererek ona şunları söylediler: "Ey İbnü'd-Duğunne! Biz, evinde ibadet etmesi şartıyla Ebu Bekir'in mücavirliğini kabul etmiştik. Fakat o, bunu çiğnedi. Evinin avlusuna bir mescid yaptı, namazını ve kıraatini alenen yapmaya başladı. Bununla, kadınlarımız ve çocuklarımızı fitneye düşürüyor. Sadece evinde Rabbinc İbadet etmeyi isterse bunu yapsın. Yok kabul etmezse, zimmetini iade etmesini iste. Sana ahdini bozdurmak da hoşumuza gitmez, Ebu Bekir'in açıktan yaptığına da göz yumamayız."
Bunun üzerine İbnü'd-Duğunne Ebu Bekir'e giderek: "Seninle anlaştığım şartları biliyorsun. Ya bu şartlarla yetinirsin; ya da bana zimmetimi İade edersin! Şüphesiz ben, Arapların, ahid verdiğim bir kimseye karşı ahdimi bozduğumu işitmelerim istemem" deyince Ebu Bekir: "Senin himayenden çıkıyorum. Allah'ın korumasına razı oluyorum" cevabını verdi.
Hz. Peygamber (saflaDalıuaMıive^em) o gün Mekke'de müslümanlara ''Bana (iki kara taşlık arasındaki) hurmalıktı bir yer, si-yjn hicret ynrdımu\ olarak gösterildi" buyurmuştu. Bunun üzerine Medine'ye doğru göçebılenler hicret etti. Sonra da Habeş topraklarına daha önce göç etmiş olan müslümanların hepsi de geri dönüp Medine'ye hicret ettiler. Ebu Bekir (radiyallahu anlı) da Medine'ye gitmek üzere hazırlığa girişti. O zaman Resûlullah (saHahu aleyhi vesdlem) ona "Sen yavaş ol! Zira ben, bana da hicret izni verileceğini ümit ediyorum" buyurdu. Ebu Bekir bunu duyunca sevinçle "Sen bunu ümit ediyor musun?" diye sorunca Nebî (saHkhu aleyhi veseHem) "Evet!" buyurdu.[139]
Hadisin kalan kısmı, Medine'ye hicret bölümünde anlatılacaktır.
Hz. Aişe'nin bu rivayetini Buhârî, Belâzürî ve daha başkaları rivayet etmiştir.
İbn-i İshâk'm Kasım b. Muhammed b. Ebi Bekir es-Sıddık'tan rivayet ettiğine göre, Hz. Ebu Bekir, İbnu'd-Duğunne'nin himayesinden çıktığında, Kabe'ye doğru giderken yolda Kurcyşli bir sefihe rastladı. Bu adam, Ebu Bekir'in başına toprak attı. Ebu Bekir, Velid b. Muğîre veya As b. Vâil'le karşılaşınca, "Şu beyinsizin yaptığını görmüyor musun?" dedi. O da "Bunu sen kendin yaptın!" diye karşılık verdi. Ebu Bekir de "Ey Rabbim! Ne kadar halimsin! Ey Rabbİm! Ne kadar halimsin! Ey Rabbim! Ne kadar halimsin!" [140] diye üç defa tekrar etti.
İbn-i İshâk anlatıyor: Kureyş müşriklerinin Hâşim ve Muttalib oğulları aleyhindeki antlaşmalarını yürürlükten kaldırmak için, içlerinden bir grup harekete geçti. Bu yolda en çok çalışan ve yararlık gösterenlerden birisi Hişâm b. Amr b. el-Hâris idi. Kendisi; Nadle b. Hişâm b. Abd-i Menafin ana bir kardeşinin oğlu olduğu için, aslen Hâşim oğullarından sayılırdı. Kavmi arasında şerefli ve itibarlı bir kimse idi. Benî Hâşim ve Benî Muttalib, boykot edildikleri koyakta iken, Hişâm, deveye yiyecek yüklemiş olduğu halde geliyordu. Nihayet boğazın ağzına geldiği zaman devenin yularını çıkartıyor ve yandan dürtüyordu. Bu gidiş-gelişlerini tekrar ettiriyordu.
ibn Sa'd der ki: Hâşim oğulları Şi'b'de (koyakta) mahsur kaldığı zaman, Kureyş içinde onlarla ilişkiyi sürdüren Hişâm idi. Bir gece oraya üç yük yiyecek sokmuştu. Kureyş bunu duyunca yanma giderek onunla konuşmuşlardı. O da "Sizin karşı olduğunuz bir şeyi tekrar edecek değilim!" dedi. Onlar da yanından ayrıldılar. İkinci defa bu yaptığını tekrar etti ve onlara bir veya iki yük yiyecek ulaştırdı. Bunun üzerine Kureyş ona çok kaba sözler söyledi ve onu tedirgin etti. Ebu Süfyan b. Harb onlara karşı çıkarak: "Onu bırakın! O, sadece akrabası ile ilişkisini devam ettiren bir insandır. Allah adına yemin ederim ki, biz de onun yaptığı gibi yapsak bizim için çok daha iyi olurdu!" dedi.
Hişam, bir gün, Züheyr b. Ebu Ümeyye'nin -ki onun annesi A tike bint Abdi'l-Muttalib'dir- yanma vardı ve: "Ey Züheyr! Sen, dayılarının alışverişten, evlenmekten, kızlarını evlendirmekten âciz ve mahrum bırakıldıklarını gördüğün halde, kendin istediğini yemeye, içmeye, giyinip kuşanmaya, evlenmeye nasıl gönlün razı oluyor? Allah'a yemin ederim ki, Ebu-1-Hakem b. Hişâm'ın seni dayıların aleyhinde antlaşmaya davet ettiği gibi, sen de onu kendi dayıları aleyhinde böyle bir antlaşmaya davet etmiş olsaydın dâvetine hiç kulak asmaz ve gelmezdi!" dedi. Züheyr: "Ey Hişam! Sana şaştım! Ben, bir tek adamım, tek başıma ne yapabilirim? Eğer, yanımda başka bir kişi daha olaydı, antlaşmayı bozmaya kalkışırdım!" dedi. Hişam da: "Sana, bir adam buldum !" dedi. Züheyr "Kimmiş o adam?" diye sordu. Hişam "Benim!" dedi. Züheyr: "Bize, üçüncü bir adam daha bul!" dedi.
Hişam kalkıp Mut'im b. Adiyy'e gitti. "Ey Mut'im! Kureyş'e uyarak, Abd-i Menaf oğullarından iki batın ailenin gözünün önünde helak olmalarına gönlün nasıl razı oluyor? And olsun İd, İmkân verdiğiniz takdirde, o antlaşmayı sizden önce bozmaya ben varım!" dedi. Mut'im: "Yahu! Ben, bir tek adamım! Tek başıma ne yapabilirim?" deyince, Hişam "Sana, ikinci bir adam buldum!" dedi. Mut'im "Kimmiş o?" diye sordu. Hişam: "Benim !" dedi. Mut'im: "Bize, üçüncü bir adam daha bul!" dedi. Hişam "Onu da sağladım!" dedi. Mut'im "Kimmiş o?" diye sordu. Hişam: "Züheyr b, Ebî Ümeyye'dir!" dedi. Mut'im: "Bize, dördüncüyü de bul!" dedi.
Hişam, kalkıp Ebu'I-Bahteri b. Hişâm'a gitti. Mut'im'e söylediğini ona da söyledi. Ebu'l-Bahterî: "Bu işte bana yardım edecek birisi var mı?" diye sorunca, Hişam: "Evet, var!" dedi. Ebu'l-Bahterî: "Kimmiş o?" diye sordu. Hişam: "Züheyr b. Ebi Ümeyye, Mut'im b. Adiy'dir. Ben de beraberim!" dedi. Ebu'I-Bahteri: "Bize, beşinciyi de, bul!" dedi.
Hişam, kalkıp Zem'a b. Esved'e gitti. Durumu ona anlattı. Hayatları tehlikede bulunan Hâşim ve Muttalib oğullarının akrabalığından ve aradaki haklarından bahsetti. Zem'a: "Beni davet ettiğin bu işte bize yardımcı olacak kimse var mı?" diye sordu. Hişam "Evet, var!" dedi ve onların isimlerini saydı.
Zübeyr b. Ebi Bekir'e göre, bu konuda onlara, Süheyl b. Beydâ el-Fihrî fikir öncülüğü yapmıştır. Ebû Tâlib'in aşağıdaki kasidesindeki sözü de bunu destekler:
Onlar, Seki b. Beydâ'ya hoşnutlukla döndüler.
İbn Sa'd, bu gruba Adiy b. Kays'ı da dahil eder. Bunlardan Hişam,
Züheyr, Süheyl, Adiy ve İbn Kays müslüman olmuştur.
Bunun üzerine; Mekke'nin yukarısına düşen Hacûn'da geceleyin - buluşmayı kararlaştırdılar ve orada gece olunca toplandılar. Antlaşmayı bozuncaya kadar uğraşmak üzere and içtiler.
Züheyr: "Sizden, ilk önce konuşmaya başlayacak kimse ben olacağım!" dedi. Ertesi günü, sabahleyin Kureyş'in toplantı yerine geldiler.
Züheyr; üzerine ağır ve kıymetli bir elbise giyinmiş olduğu halde, Kabe'yi yedi defa tavaf ettikten sonra, halkın yanma geldi: "Ey Mekkeliler! Biz, yiyelim, içelim, giyinip kuşanalım da, öte yandan Hâşim oğulları, alışverişten mahrum edilsinler, sefaletler içinde kıvranarak helak olsunlar, doğru mudur?! Vallahi, akrabalık bağlarını kesen o zalim sayfa yırtılmadıkça, duracak, oturacak değilim!" dedi.
O sırada mescidin bir tarafında bulunan Ebu Cehil'in sesi yükseldi: "Yalan söylüyorsun, o yırtılamaz, vallahi!" dedi.
Zem'a b. Esved, Ebu Cehil'e: "Vallahi, en yalancı olan sensin! Zaten, biz o yazıya yazıldığı sırada da razı olmamıştık!" dedi.
Ebu'l-Bahterî de: "Zem'a, doğru söylüyor, biz; onda yazılı olanları tamamıyla kabul ve ikrar etmemiştik" dedi.
Mut'im: "Her ikiniz de* haklısınız! Bunun aksini söyleyen, yalan söylemiş olur. Biz, bu sayfadan ve onda yazılı olanlardan uzaklaşır, Allah'a sığınırız!" dedi.
Hişam b. Amr da, Mut'im gibi konuşunca, Ebu Cehil, duramadı: "Her halde, bu, daha önce, buradan başka bir yerde geceleyin görüşülmüş, konuşulmuş, üzerinde karara varılmış bir iş olsa gerek!" dedi.
Ebû Tâlib o sırada Mescid'in (Kabe'nin) bir köşesinde bulunuyordu.
Sonra Mut'im bin Adiyy sayfayı yırtmak üzere kalktı. Fakat baktılar ki, BismikeİIahiimme ibaresi haricinde kurdun sayfayı yemiş olduğunu gördüler.
İbn Abbas (radiyallahu anlı)'dan gelen rivayete göre, onlar (Hâşim Oğulları) Şi'b'de üç yıl muhasara altında kaldılar.
Muhammed b. Ömer el-Eslemî de şunu rivayet eder: Muhammed b. Salih ile Abdurrahman b. Abdilaziz'e: "Hâşim oğulları ŞiVden ne zaman, çıktı?" diye sordum, "Bi'setin onuncu senesi, hicretten üç sene önce" diye cevap verdiler.
Sâid, el-Fıtsûs'ta. şöyle der: Resûlullah (saüallalıuaİCThivesenem), 49 yaşında iken Şİ'b'den çıktı. İbn-i Ishâk şöyle der: Sayfa yırtılıp içindekiler hükümsüz olunca, Ebû Tâlib, onun yırtılmasına ön ayak olanları methederek şu şiiri söyledi:
Dikkat! Denizden Habeş yurduna hicret edenlere, uzak olmalarına rağmen Rabbimizin yaptığı gerçekleşti mi?
Allah İnsanlara çok acıyandır. Onlara sayfanın parçalandığını haber verir. Şüphesiz, Allan m razı olmadığı bütün şeyler yokedîlir. Yalan ve sinir nöbetleşe o sayfada toplanmıştır.
Halbuki zamanın sonuna kadar sürüp giden bir sinir şimdiye kadar çıkmadı. Mekke mukimlerinden kim izzeti unutursa, işte bizim izzetimiz Mekke vadisinde dana önce doğmuştur.
insanlar orada azınlık iken bîz orada neşet ettik. Hayırca artar ve övülür olduğumuz halde devamlı kaldık.
Kumar oklarıyla taksim esnasında onları çeken kimselerin elleri titremeye başladığı zaman İnsanlar fazlasını terk edinceye kadar biz doyuruyorduk.
Allan bir topluluğu Mekke'nin yukarısında Hacûn denilen yerde kuvvetlendirdi. Onlar, insanların gÖ2İeri önünde birbirleriyle sözleştiler, doğru yolu gösteren bir topluluk önünde,
Hacun un ön tarafında, sanki krallar gibi oturuyorlardı. Hatta, onlardan daha güçlü ve daha şerefli...
O sayfaya karşı, doğan kuşu gibi şecaatli herkes yardım etti,
Sanki o zırhların kıvrımları içinde yürüdüğü zaman zırhın ağırlığından dolayı yavaş yavaş yürüyordu.
Büyük İşler üzerine yürümede cesurdur. Sanki o, ateş yakan avuçlarında bir şuledir, parıldayan bir alevdir.
O, en kerimlerdendir, Lüeyy b. Gâ/ib 'dendir.
Zillet teklif olunduğu zaman yüzünün rengi değişir; kapkara olur. Bu anlaşmaya bağlıdır. Kötülüklerden büsbütün beridir. Sancağı büyüktür, işi orada beğenilir, övülür.
Gecelerinde aldıkları kararları aldılar, sonra yavaşça sabaha girdiler ve sair insanlar uyumaktaydılar.
Sonra razı olarak Sehl b. Beyzâ'ya döndüler.
Onunla Ebû Bekir ve Muhammed sevindi.
Her ne zaman ki kavimler, kabileler büyük isimizde ortak olurlar, biz onların Önünde seve seve Öncüler olurduk.
Ey Kusay, sizin için, içinizde bîr §ey var mıdır, acaba sizin için yarının getireceği şeylerde bir şeyiniz var mıdır?
Çünkü ben ve siz, §u söz gibiyiz: Şayet şu dağ konuşsaydı i§in gerçeğini açıklardı.[141]
İbn Sa'd'm Ebu Avn ed-Devsî'den; Beyhakî'nın İbn-ı İshâk'tan; İbn Cerk ve Ebu'l-Ferec el-Ümevî'nin Abbas b. Hişam'dan; onun da babasından naklettiğine göre, bk gün, seçkin, itibarlı ve akıllı bk adam olan Tufeyl b. Amr, Mekke'ye gelmişti. Müşriklerin ileri gelenleri, hemen Tufeyl'in yanına gittiler ve ona: "Ey Tufeyl! sen, memleketimize geldin. Aramızda şöyle şöyle bk adam var. Başımıza amansız bk dert sardı. Birliğimizi bozdu, işimizi dağım. Söylediği söz, sihir gibi; insanı, babasından; kardeşi, kardeşinden; kocayı, karısından ayırıyor! Onun; seninle, kavminin arasına da -bizde olduğu gibi- bk tefrika düşürmesinden korkarız. Sana öğüdümüz olsun: Onunla sakın konuşma. Sözlerine kulak asma!" dediler.
Tufeyl anlatıyor: Vallahi, bu sözleri bana o kadar çok söylediler ki, onunla konuşmamaya, onun sözünü dinlememeye azmettim. O kadar ki, Mescid'e (Kabe'ye) gkdiğim zaman, ne olur, ne olmaz, belki sözlerini duyarım korkusuyla kulaklarıma pamuk bile tıkamıştım.
Ertesi günü, sabahleyin Mescid'e gittim; baktım ki: Resulullâh (saHahu aleyhiveselem), Kabe'nin yanında durmuş, namaz kılıyor. Ben de ona yakın bk yerde durdum. Okuduklarından bazısı kulağıma geldi. Dinlediklerim hoşuma gitti. Kendi kendime: "Ben bunu dinlemekten ne diye sakınmalıyım ki?! Ben aklı başında bk adamım, şakim de. Sözün iyisini kötüsünden ayırmakta benim için bk güçlük yok. Eğer, bu adamdan dinleyeceğim söz, bana güzel gelkse, onu kabul ederim; güzel gelmezse, bırakırım!" dedim.
Resulullâh (saHalkhu aleyhi vesdlem), namazını kılıp evine dönünceye kadar orada bekledim. Hemen peşine düştüm. "Ey Muhammedi Senin kavmin hakkında bana şöyle şöyle dediler. Ben şakim. Söyleyeceklerimi dinler misin?" dedim. Hz. Peygamber: "Haydi, söyle bakalım" diye kabul etti. Ona sik okudum. Bunun üzerine Resulullâh (sıMdıualalııveseBem): "Şimdi de sen beni dinle" buyurdu. Resulullâh (aıMılıu aleyhi vesdem), bana İhlâs, Fclak ve Nâs sûrelerini okudu. Bana İslamiyet'i anlattı. Vallahi, ondan (Kur'ân'dan) daha güzel bk söz, o İşten daha münasip bk şey de işİtmemişimdır. Hemen, müslüman oldum ve şehâdet getkdîm. "Ya Rcsulallah! Ben, kavmimin içinde sözü dinlenir, itibarlı bk kimseyim. Kavmime dönüp onları da, İslâm dinine davet edeceğim. Duâ et, Allah, benim için bk alâmet, bk keramet ihsan buyursun ve keramet kavmim hakkında bana bir yardım olsun!" diye ricada bulundum. "AJlahım! Onun için bir âyet, bir alâmet yarat!" diye duâ buyurdu.
Karanlık ve yağmurlu bîr gecede kavmime döndüm. Kavmimin oturduğu su başına bakan tepeye vardığım zaman, iki gözümün arasında kandil gibi bk nur peyda oldu. İçimden: "Allahım! O, yüzümden başka yerde olsun!" dedim. Kabilem halkının, onu bende ilâhi bk cezanın eseri imiş gibi sanacaklarından korkmuştum. O nur, asılı bk kandil gibi hemen değneğimin basma seçti. Kabilemin yurduna yaklaşıp yokuştan inmeye başladım. İçlerine vardığımda, ilk önce babam yanıma geldi. Babama: "Babacığım! Benden uzak dur! Artık sen benden değilsin; ben de senden değilim!" dedim. Babam: "Oğulcağızım! Sebeb ne?!" diye sordu. Ona: "Ben, müslüman oldum ve Muhammed (sallallahu aleyhi vesdlem)'in dinine uydum!" dedim. Babam: "Oğulcağızım! Senin dinin, benim de, dinimdk!" dedi. "Öyle ise, git, hemen guslet! Üstünü başını temizle!" dedim. Gidip temizlendikten sonra geldi. Kendisine İslâmiyet'i anlattım, müslüman oldu.
Bundan sonra, yanıma zevcem geldi. Ona da "Benden uzak dur! Artık, ben senden değilim, sen de, benden değilsin!" dedim. Zevcem: "Babam, anam sana fedâ olsun! Niçin?.." diye sordu. "İslâmiyet, benimle senin aranı ayırdı. Ben, Muhammed (saBaMıu aleylü red^'in dinine girdim!" dedim. O da: "Senin dinin, benim de, dinimdk!" dedi. "Öyle ise, git, temizlen!" dedim. Bunun üzerine, gidip gusül ettikten sonra, yanıma geldi. Kendisine, İslâmiyet'i anlattım; müslüman oldu. Annem ise müslüman olmadı. Sonra, bütün Devs kabilesini İslâmiyet'e davet ettim. Onlar, bana karşı ağırdan davrandılar. Bunun üzerine, Resulullâh (saBaDnhu aleyhi vcscflem)'e gidip: "Yâ Nebıyyallah! Dcvs kabilesine zina daha ağır bastı. Onlara beddua et!" dedim. Peygamberimiz (saDaDahu aleyhi vedkm) de: "Allahım! Devs kabilesini hidâyete erdir!" diye duâ etti. Bana da: "Kaimine dön! Onları islâmiyet'e tatlılıkla davete devam et! Kendilerine yumuşak davran!"'buyurdu.
Geri döndüm. Hz. Peygamber (saBaDakı aleyhi vesdlem) Medine'ye hicret edene kadar kendî yurdumda onları davet etmeye devam ettim. Bedir Uhud, Hendek de geçti. Ben müslümaıi olanlarla birlikte Resûlullah (saHahu aleyhi veseEem)'e geldim. Resûlullah (&M1I111 aleyhi vesellem), o zaman Hayber'dc imiş. Devs kabilesinden 70 veya 80 ev halkı Medine'de konakladık. Sonra Hayber'e varıp Resûlullah (saflaMualeylâ vesellem)'e kavuştuk. Müslümanlarla birlikte (oradan) bize de pay verdi.
Tu fey I müslüman olduğunda şu şiiri söylemiştir:
Dikkat! Kin ve artan bir öjke üzerindeki Lüeyy oğullarına benden bîr mesai götür!
Ki insanların Rabbî olan Allan, birdir.
Şanı yücedir. Her türlü eşten münezzehtir.
Muhammed, kul ve resuldür.
Hidayet kılavuzu ve her türlü doğruyu açıklayandır,
onda gördüğüm alâmet/er, bana, onun yolunun en doğruya eriştirdiğini haber verdi.
Allah, onun bahâsını yüceltmiştir. Şanını da nice mertebelere yükse/tmiğtir.
Kureyş bana dedi ki: "Ondan yüz çevir! Onun sözü, su kuşu gibi süzülüp yayılır. "
Ona kulak verince, sözünün kovandan çıkarılmış bal gibi olduğunu işittim. Allah'ın hediyelerini bana imam etti. Ve bahtsız talihimi mutluluğa çevirdi.
Allan m kalbime verdiklerİyle kurtuldum. Muhammed de benim katıksız sevgime nail oldu.
İbn İshâk, Abülmelik b. Ebi Süfyan es-Sakafî'den naklen anlatıyor: İraş'lı bir adam [142] devesiyle Mekke'ye geldi. Ebu Cehil b. Hişam, o adamdan devesini satın aldı. Fakat borcunu ödemeyi geciktirdi. İraş'lı, gelip Kureyş'in toplandığı yerde durdu. Resûlullah (saHahu aleyhi vtseHem) de Kabe'nin bir köşesinde oturuyordu, Adam: "Ey Kureyşliler, Ebu'l-Hakem b. Hİşam'a karşı bana kim yardım edecek? Ben yabancıyım, yolcuyum. Benim hakkımı yedi" dedi. Oradakiler: "O adamı görüyorsun ya -onlar bu suretle, Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) ile Ebu Cehil arasındaki düşmanlığı bildikleri için, Peygamberle alay ediyorlardı- O'na git; O, sana bu konuda yardım eder!" dediler.
İraş'lı geldi, Resûlullah (sallallahu aleyhi veseHem)'in yanında durdu ve olayı anlattı. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) onunla birlikte oradan ayrıldı. Resûlullah (salIaHıu aleyhi vesellem)'in onunla gittiğini görünce içlerinden birine: "Onu takip et! Bakalım ne yapacak?" dediler. Resûlullah (sallallahu aleyhi veselcm) çıktı ve Ebu Cehil'in evine vardı, kapısını vurdu. Ebu Cehil: "Kim o?" diye seslendi. Resûlullah (saDallahu aleyhi vesellem): "Ben, Muhammed. Dışarı çık!" diye cevapladı. Ebu Cehil çıktı. Beti benzi solmuştu. Hz. Peygamber (saüalkhu aleyhi veseDem) ona: "B// adama hakkını ver!" dedi. Ebu Cehil de: "Peki! Ona hakkını verinceye kadar buradan ayrılma!" karşılığını verdi. İçeri girdi, adamın hakkını getirdi ve kendisine teslim etti.
İraş'lı geldi, o toplantı yerinde durdu ve: "Allah O'na hayırlı mükâfatlar versin! Hakkımı alıverdi" diye olayı herkese duyurdu.
Kureyşlilerin onların arkasından gönderdikleri adam da geldi. Ona: "Hey! Ne gördün?" dediler. O: "Çok tuhaf bir şey oldu. Vallahi, o kapısını çalar çalmaz, Ebu'l-Hakem, beti benzi atmış bir halde çıktı. Muhammed: <Bu adama hakkını ver!> deyince Ebu'l-Hakem: <Peki, onun hakkını getirinceye kadar bekle, ayrılma! > cevabını verdi ve getirdi, adamın hakkını verdi" dedi.
Bir süre sonra oraya Ebu Cehil geldi. Ona: "Yazık! Sana ne oldu böyle? Vallahi, senin yaptığın gibisini görmedik" dediklerinde: "Size yazıklar olsun! Vallahi, o kapımı çalar çalmaz ve O'nun sesini duyar duymaz, içim korkuyla doldu. Sonra O'na geldim. Öyle ki sanki başının üstünde bir erkek deve vardı ki, onun başı, boynu, azı dişleri gibisini hiç görmedim, vallahi, eğer dediğini yapmasaydım, beni mutlaka yiyecekti..." karşılığını verdi.
Muhammed b. Ömer el-Eslemfnin Yezıd b. Rûman'dan; Ebû Nuaym'm Ebu Yezid el-Medenî ve Ebu Fer'a el-Bâhılî'den rivayet ettiklerine göre, Resûlullah (saUJakt aleyhi vesellem) ashabıyla birlikte Mescid'de (Kabe'de) otururken Zübeyd kabilesinden bir adam geldi. Şöyle sesleniyordu: "Ey Kureyş topluluğu! Siz hareminize giren kimselere zulmedip dururken, nasıl size sermaye girer, ticaret eşyası getirilir ve bi tacir sizin semtinize ayak basar?" Zübeydli adam halka halka dolaşır Resûlullah (saHlahualeyH vesellem) ve ashabının bulunduğu yere geldi. Resûlullal (sallaDahu aleyhi vesellem) ona: "Sana kim haksı-yjık yaptı?" diye sordu. O di Mekke'ye en iyilerinden üç devesini getirdiğini, Ebu Cehil'in bunları üçtt bir fiyatına almak istediğini, başkalarının da Ebu Cehil'İn İtibarı yüzündeı satın almaya yeltenemediğini anlattı ve "O, benim malımı zarara uğrattı v bana haksızlık etti" dedi."
Resûlullah (saHallahu aleyhi vesellem) ona: "Develerin nerede?" diye sordu.j "Hazvere'de" diye cevap verdi. Resûlullah (salkllalıu aleyhi vesellem) ve ashabı gidip develere baktılar; sağlam develer olduğunu gördüler. Resûl-i Ekreı (saJallahu aleyhi vescHem) Zübeydli adam ile pazarlık yaptı ve rızasıyla onları ilhal etti. Develeri alıp ikisini (rayîc) fiyatı karşılığında sattı. Bir tanesine de kâıj koyarak sattı. Bu kârı, Abdulmuttalib oğullarının yoksullarına verdi. Ebı Cehil ise pazarın bir köşesinde sessiz sakin oturuyordu. Resûlullah (saEallah aleyhi vesdlmı) ona gidip: "Ey Arnrl Bu bedeviye yaptığına benler bir şeyi tekrar etme sakın! Aksi takdirde, benden boşuna gitmeyecek şeyler görürsün!" diye ikaz etti. Ebu Cehil de: "Bir daha yapmam, ey Muhammed! Bir daha yapmam, ey Muhammed! Bir daha yapmam, ey Muhammed!" demeye başladı.
Ümeyye b. Halef ve yanındakiler Ebu Cehil'in yanma varıp: "Muhammed'in elinde küçük duruma düştün! Bu durumda sen, ya ona tâbi olmak istiyorsun; ya dfl içine bir korku girdi!" dediler. O da: "Ona asla tâbi olmam! Benim gördüğümü görseydiniz!.. Onun sağında ve solunda, mızraklarını bana doğrultmuş adamlar gördüm!... Eğer ona karşı gelseydim, olan olurdu! (yani benim üzerime geleceklerdi)" dedi.
Ibn-İ İshâk anlatıyor: Durumu Habeşistan'a ulaştığında, Mekke'ye Hz. Peygamber (saBallahu aleyhi veseltem)'e, yirmi veya o civarda Hıristiyan geldi. Mescid'e gidip yanına oturdular. Resûlullah (faHahu aleyhi veselkm) ile konuşup sorular sordular. Bir kısım Kureyşli de, Kabe'nin etrafındaki sohbet yerlerindeydiler. Hıristiyanlar, Resûlullah'a soracaklarını sorup bitirdikten sonra, Resûlullah (saflallahıı aleyhi vesellem) onları Allah'a davet etti, kendilerine Kur'an okudu. Onlar Kur'an'ı dinleyince, gözleri yaşla doldu taştı. Sonra dâvetine icabet edip iman ettiler, kendisini tasdik ettiler. Kitaplarında, Resûlullah (saHlahu aleyhi vesellem) 'le ilgili yazılı şeyleri buldular.
Onun yanından kalktıkları sırada, karşılarına Kureyşli birkaç gençle Ebu Cehil çıktı. Müslüman olan hııistiyanlara: "Allah sizin gibi topluluğun belasını versin! Sizi, dininizin mensupları, o adam hakkında bilgi toplamanız için gönderdiler. Siz ise, onun yanında oturup sohbet etmekle kalmadınız, gittiniz dininizden ayrıldınız. Onun size söylediklerini tasdik ettiniz. Sizden daha ahmak bir heyet bilmiyoruz" dediler.
Onlar da: "işinize gidin. Biz sizi bilmez değiliz. Bizim işimiz bize, sizinki size. Hayrı terk edecek değiliz" dediler.
Hıristiyan kafilenin Necran'lı olduğu söylenir. En doğrusunu Allah bilir.
Şu âyetlerin onlar hakkında indiği söylenir:
"Kur'an'dan evvel kendilerine kitap verdiklerimiz, Kur'an'a iman ediyorlar. Onlara Kur'an okunduğu zaman: <Biz buna iman ettik. Şüphesiz bu, Rabbimiz tarafından inzal edilen hak kelamdır. Doğrusu biz, Kur'an bize okunmadan Önce de müslüman olmuş kimselerdik> dediler. İşte bunlara, sabırlarından dolayı mükafatlan (iki kitaba inandıkları için) iki kat verilecektir. Bunlar kötülüğü iyilikle savarlar ve kendilerine verdiğimiz rızktan hayra harcarlar. Çirkin söz işittikleri zaman da ondan yüz çevirirler ve şöyle derler: <Bizım amellerimiz bize ve sizin amelleriniz size aittir.
Bizden emin olabilirsiniz, size sövmeyiz. Biz cahilleri arayıp onlarla arkadaş olmayız>" (Kasas 52-55")
İbn-i İshak der ki: Zührî'ye, bu âyetlerin kimler hakkında indiğini sordum. "Öteden beri âlimlerimiz, bu ayetlerin Necâsı ve arkadaşları hakkında nazil olduğunu söylerler" cevabım verdi. Mâide süresindeki su âyetler de öyledir:
"... Sevgi bakımından müminlere en yakın olanlarını da: <Biz Hıristiyanız> diyenleri bulacaksın. Bunun sebebi şu: Çünkü onların içinde bilgin keşişler ve dünyayı terk eden rahipler vardır. Hakikaten onlar, hakkı anlama hususunda (Yahudiler ve Mekkeliler gibi) büyüklenmez ve kibirlenmezler. Peygambere indirileni dinledikleri zaman hakkı anladıklarından ötürü gözlerinin yaşla dolup boşaldığını görürsün." (Mâide, 82-83)
Tirmızî (basen hükmüyle), İbn Münzir ve İbn Hibbân'ın Hz. Aişe'den; Abdurrezzak, Abd b. Humeyd ve Ebû Ya'lâ'nın Enes'den; İbn-i Cerir ve İbn-i Murdeveyh'in İbn Abbas'tan; Saîd b. Maıısur'un Ebu Mâlik'ten; İbn Sa'd ve İbn Münzir'in Dahhâk'tan; Abd b. Humeyd ve İbn Münzır'in Mücahid'den rivayet ettiklerine göre, Resûlullah (saMalıu alevlıi vedian), Kureyş'in ileri gelenlerinden birine rastladı ve müslüman olacağını ümit ederek onu İslam'a davet etti. İbn-i İshâk onun, Velid b. el-Muğîıe olduğunu; Enes ve Ebu Mâlik, Ümejye b. Halef olduğunu söylerler. Hz. Aişe ve Mücahid de söyle der: Hz. Peygamber (saliallalıu aleyhi vesdlem)'in muhatabı bir kişi değil, bir gruptur. Kureyş'in ileri gelenlerinden bir grup: Ebu Cehil İbnu Hişam, Utbe İbnu Rebia, Ümeyye b. Halef. Hz. Peygamber (sdlaMıu aleyhi vescflemj'iiî tevhid üzerine yaptığı açıklamalardan sonra: "Sollerimde bir -^arar, bir morluk görüyor musun?" şeklindeki sorusuna alaycı bir şekilde: "Vallahi, söylediklerinde bir mahzur görmüyorum!" diye cevap veriyordu.
Hz. Peygamber fsaJlalkhu aleyhi vesdlem) onlarla meşgul İken, yanına âmâ Ibn Ümmi Mektum geldi. Resûl-i Ekrem (saMalıu alej-H veselbn)'in onlarla meşgul olduğunu fark etmedi ve: "Ey Allah'ın Resulü beni irsad et. Allah'ın sana öğrettiklerinden bana da öğret!" diye talepte bulunmaya başladı. Resûlullah (saMalıu aleyhi vesellem) onun bu ısrarından memnun olmayarak yüzünü buruşturup öbürüne yönelmiş idi. Bunun sebebi, Resûl-i Ekrem (saHblıu aleyhi vesellem)'in o müşrik grubun müslüman olacaklarına dair ümidiydi. İbn Ümmi Mektum'un ısrarından rahatsız olunca yanından ayrılarak onu terk etti.
Cenâb-ı Hakk'm rızasına uymayan bu davranış sebebiyle gelen vahiy şöyledir:
"Yüzünü ekşitip çevirdi, kendisine o âmâ (Abdullah İbn Ümmi Mektum) geldi diye."
Süheylî (rahimehullah) der ki: Onun âmâlık vasfıyla zikredilmesinde, bir hikmet ve azarlamanın yerine geçen ince bir uyarı vardır. "Kendisine o âmâ geldi diye." Burada "gelmek" ifadesi "âmâ" kelimesiyle birlikte zikredilmiştir. Bütün bunlar, zor bir şeyin tercih edildiğine işaret ediyor. Zafiyetine rağmen eğer sana bir âmâ gelmişse, senin ona iltifat etmen gerekir; ondan yüz çevirmen değil... Diğer bir ince mânâ da: Hükmün bu sıfata bağlanmasıdır. Bu sıfat (körlük) bulunduğu zaman, yüz çevirmemek vacip (gerekli) olur. Hz. Peygamber (saDaDalıu aleyhi vesellem) bile, âmâdan yüz çevirdiği İçin azarlanmaya maruz kalmışsa, başkaları haydi haydi buna. daha lâyık olur.
"(Onun halini) sana ne bildirdi? Belki o (âmâ veya kâfir), (senden öğren e çekleriyle) temizlenecekti. Yahut öğüt alacaktı da senin bu öğüdün kendisine faide verecekti. Amma (zengin olduğu için) kendisini müstağni gören adam yok mu, işte sen onu karşına alıyor, ona yönetiyorsun. Halbuki onun temizlenmemesinden sana ne? Amma sana koşarak gelen kimse, o (Allah'tan) korkar bir adam olduğu halde sen kendisini bırakıp da oyalanırsın. Sakın (bir daha böyle yapma Habibım)." (Abese 1-12).
Hz. Peygamber (saMhlıu aleyhi vesellem) bu vahiyden sonra Abdullah (veya Amr) İbnu Ümm-i Mektum'a fazlasıyla iltifat etmiştir. Medine'ye hicret ettikten sonra, gazveye çıktığı zamanlarda yerme -Ebu Ömer (Ibn Abdüberr)'in de zikrettiği gibi- 13 defa bu zâtı vekil bırakmıştır. Bu zâtın hal tercemesi, Resûlullah (saDaDahu aleyhi vcseBem)'in müezzinleri bölümünde edecektir. Ne zaman onunla karsılassa: 'Ey hakkında Rabbimin beni aharladığı ~^at, merhaba!" diye hitap eder, bir arzusu olup olmadığım sorar ridâsrm altına serer, üzerine oturturdu.
1. Hz. Aişe ve Mücahid'in anlattıkları, kapalı hususların açıklanması sadedinde daha önce geçen görüşleri uzlaştrrır mahiyettedir.
2. Hafız (İbn Hacer) der ki; Abese olayının failinin Hz. Peygamber (saM&u aleyhi veseHan) olduğu hususunda selef ihtilaf etmemiştir. Davudi ise ne gariptir ki buradaki failin bir "kâfir" olduğunu ileri sürmüştür.
3. Kadı Ebu Bekir İbn Arabi'nin şu görüşü de çok gariptir: "Alimlerimizin: <Müphem kişi, Velid b. Muğîre veya Ümeyye b. Halef tir> şeklindeki sözleri yanlıştır ve müfessirlerin bilgisizliğidir. Şöyle ki, Ümeyye ve Velid, Mekke'deydi. İbn Ümmi Mektum ise Medine'deydi. Bunlar bir araya gelmemiştir. Ümeyye ve Halef, kafir olarak ölmüşlerdir. Birincisi, hicretten önce; diğeri de Bedir'de Ölmüştür. Ümeyye hiçbir zaman Medine'ye gitmemiştir."
Bir başka garip nokta ise bu görüşleri Kâdı'dan nakleden talebeleri Süheylı ve Kurtubî de kabul etmişlerdir.
Bu söz, Kâdı'dan düşünmeden sadır olan bir sözdür. Çünkü İbn Ümmi Mektum, tartışmasız olarak Mekke halkmdandır. O, müminlerin annesi Hz. Hatice'nin dayısının oğludur. İlk müslüman olanlardan ve ilk hicret edenlerdendir. Hz. Peygamber (salaDahu aleyhi vesellem) hicret etmeden önce Medine'ye gitmiştir. Daha sonra gittiği de söylenir. Ama birincisi sahih görülmüştür. Abese sûresinin de Mekkî olduğu ihtilafsız olarak kabul edilir. Öyleyse İbn Ümmi Mektum ile Velid veya Ümeyye'nin bir araya gelmesine mani olan nedir?
Sonra, bu olayın ravisi, sahabe ve tabiûn'dur. Bu, onlardan nakledilmiştir ki onlar konuyu elbette başkalarından daha iyi bilirler. Eğer Abese sûresi Medine'de nazil olsaydı veya İbn Ümmi Mektum orada müslüman olsaydı, Kâdı'nm dediği doğru olurdu. Ancak durum bunun hilafinadır. Bu konuya dikkat çeken kimseyi görmedim. En basit bir meselede bile tartışmaya girdiği halde, e~-Zehr sahibinin bu konuda sükut etmesine doğrusu şaştım.
4. Yine Süheylî'nin "(Abese sûresi indirildiği zaman) İbn Ümmi Mektum henüz iman etmemişti" sözü de gerçekten gariptir.
Zebr adlı eserde bu iddia hakkında şöyle denir: Bu görüşün araştırılması gerekir. Ben bu konuda ne kesin bir şey söyleyen, ne de bir tarihçi ve müfessirden nakil yapan da görmedim. Bu durumda herkesin ortak olduğu "ilk dönemlerde müslüman olmuştur" sözü araştırılmalıdır.
Süheylî (rahimehulkh), daha sonra görüşünü şöyle destekler: İbn Ümmi Mektum "Ey Muhammedi" demiştir, "Yâ Rcsûlallah!" ifadesini kullanmamıştır. Moğoltay ise der ki: "Ey Muhammedi" ifadesine ben rastlamadım. Buna bakılmalıdır.
Ben de derim ki: Süheylî'nin şerh ettiği Siyer'deki ifade şöyledir: "Resûluilah (saBaBahu aleyhi veselem) ile konuştu ve kendisine Kur'ân okumasını istedi..." Yine Tirmizi'nin basen hükmüyle rivayet ettiği ve İbn Hibban'ın da sahih bulduğu Hz. Aişe hadİsindeki İfade şöyledir: "Yâ Resûlallah! Beni irşad et!" demeye başladı. Ayrıca İbn Murdeveyh'in rivayet ettiği İbn Abbas hadisindeki İbare de şöyledir: "Abdullah, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'in Kur'ân'dan bir âyet okumasını istemeye başladı. <Yâ Resûlallah! Allah'ın sana öğrettiklerinden bana da öğret> diyordu".
İbn Cerir, İbn Ebi Hatim ve Taberâni'nin İbn Abbas'tan; İbn Cerir, İbn Ebi Hatim ve İbnü'l-Enbârî'nin (e/-Mesâhifte) Saîd b. Mîna'dan; Abdurrezzak'm Vehb'den ve İbn-i İshâk'tan rivayet ettiklerine göre, Kureyş müşriklerinin yaşlılarından ve ileri gelenlerinden Esved b. Muttalib, Vclîd b. Muğîre, Ümeyye b. Halef, As b. Vâil es-Sehmî, bir gün, Kabe'yi tavaf etmekte olan Peygamberimiz (sMahu aleyhi veseflem)'in önüne gerildiler.
Kureyş müşrikleri, Peygamberimiz (salıDalıuala-Hvesdlem)'e bu yolda: "Sana, Mekke'nin en zengin adamı olacak kadar çok mal verelim. Seni istediğin kadınlarla evlendirelim! Yeter ki, sen, tanrılarımıza dil uzatmaktan vazgeç! Eğer, bunu yapmazsan, senin için de, bizim için de hayırlı olan bir teklifimiz var!" dediler.
Resûlullah (safiJalıualeyhu^ellem): "Nedir 0?" buyurdu.
"Sen, bizim tanrılarımız olan Lât ve Uzza'ya bir yıl tap! Biz de, senin Tanrı'na bir yıl tapalım!" dediler.
Bir rivayette şöyle geçer: "Ey Muhammed! Gel, biz, senin taptığına tapalım! Sen de, bizim taptığımıza tap! Sen ve biz şu ibâdet işinde ortaklaşaltm! Eğer, senin taptığın, bizim taptığımızdan hayırlı ise, biz, ondan nasibimizi almış oluruz! Şayet, bizim taptığımız seninkiııden hayırlı ise, sen de, ondan nasibini almış olursun!" dediler.
Bunun üzerine Yüce Allah, şu âyetleri indirdi:
"De ki: Ey kâfirler! Ben, sizin tapmakta olduğunuz şeylere tapmam! Siz de, benim ibâdet ettiğime (Allah'a) ibadet ediciler değilsiniz.
Ne ben, sizin taptıklarınıza taparım, ne de siz, benim ibadet etmekte olduğum Allah'a ibadet edersiniz.
Sizin dininiz (şirk) size, benim dinim (İslam), bana!" (Kâfırûn: 1-6) (Bu, savaş emredilmeden önceydi)
İmâm Ahmed, Tirmizî -(basen hükmüyle), Nesâİ, Beyhakî ve Ziyâü'l-Makdisî'nin İbn Abbas'taıı; İbn Cerir ve Beyhakî'nin başka tariklerle yine ondan; İbn Cerir'ın İbn Mcs'ud'dan; Ebû Ya'lâ ve İbn Ebi Hâtim'in Berâ b. Azİb'den; Tirmizî (sahih hükmüyle) ve Taberânî'nin Niyâr b. Mükrem'den; İbn Abdi'l-Hakcm (Futûhu Aitsr) ile İbn Ebi Hâtim'in İbn Şihab'dan; İbn Cerir'in İkrime'dcn rivayet ettiklerine göre, Bizanslılarla İranlılar arasında yeryüzünün (Arap yarımadasına) en yalan bölgesinde cereyan eden savaşa Mckkelı müşrikler de alâka duymuş, neticeyi Kitap ehli (Hıristiyan) olan Bizanslılar mağlubiyetle kapayınca müşrikler sevinmiş, müslümanlar da üzülmüştü. Hz. Peygamber (saHhhu aleyhi vescllem), ümmî olan Mecusilerin Ehl-i kitap olan Bizanslıları yenmesine hoş bakmıyordu. Müşrikler: "Siz ve Hıristiyanlar ehl-i kitapsınız, biz ve İranlılar ümmiyiz (kitap sahibi değiliz). Bizim kardeşlerimiz sizin kardeşlerinizi tepelediler, biz de sizi tepeleyeceğiz" diyerek şamata bile yapmışlardı. İşte bu şamata üzerine şu âyetler nazil oldu ve müslümanlara bir teselli getirdi:
"EUf-Lâm-Mim, Bizanslılar mağlup oldu, yakın bir yerde (yanmada içinde İran'a en yakın Bizans toprağında). Halbuki onlar bu yenilmelerinin ardından galip olacaklar, birkaç yıl içinde (bid'a tabiri, 3'ten dokuza veya 10'a kadar olan sayıları ifade eder)." Birinci karşılaşmadan sonra yedinci senede karşılaşmışlar ve bu sefer Bizanslılar galip gelmişlerdir.
"Önünde de sonunda da emir Allah'ındır. O gün (Bizanslıların galip geldiği gün) müminler Allah'ın yardımıyla (İranlılara karşı onlara yardımıyla ve Bedir günü müşriklere karşı kazandıkları zaferle) sevineceklerdir. Allah, dilediğine yardım eder. O, mutlak güç sahibidir, çok esirgeyendir. (Bu) Allah'ın vaadidir. Allah vaadinden caymaz; fakat insanların çoğu bilmezler."
Bu âyetler nazil olunca, müşrikler Ebu Bekir'e: "Arkadaşının ne dediğini görüyor musun!? Güya Bizanslılar iranlıları yenilgiye uğratacaklarmış!" dediler. Ebu Bekir de: "Arkadaşım doğru söylemiş!" dedi.
Bir rivayet de şöyledir: Hz. Ebu Bekir, şamatacılara giderek: "Kardeşlerinizin bizim kardeşlerimize galip gelmesine mi seviniyorsunuz? Boşuna sevinmeyin! Sevinciniz uzun sürmeyecek. Vallahi, Bizanslılar, Perslere galip gelecek! Bunu Peygamberimiz haber verdi" deyince, müşrik liderlerden Übey İbnu Halef: <cYalan söyledin!" diye karşılık verdi. Ebu Bekir de: "Ey Allah düşmanı! En yalancı sensin!" dedî. Bunun üzerine Übey: "Seninle on genç deveye iddiaya giriyorum! Eğer üç sene içinde Bizanslılar İranlıları yenerse, ben sana borçlu olurum; İranlılar galip gelirse o zaman da sen bana borçlu olursun" dedi. Daha sonra Ebu Bekir Hz. Peygamber (saMalıu aleyhi vesellcm)'e giderek durumu anlatınca, Hz. Peygamber (sallalkhu aleyhi vesellem) "Bu husus, senin anlattığın gibi değil. (Ayette belirtilen) Bid' kelimesi üçten dokuca kadar olan sayılar için kullanılır. Sen ona deve miktarım artır, %afer müddetini de u^at" diye tavsiye etti. Ebu Bekir, oradan çıkıp Übey ile karşılaşınca, "Herhalde pişman oldun!" dedi. Ebu Bekir de: "Hayır! Gel, deve miktarını artırayım, müddeti de uzatayım. Develer yüz tane olsun, süre de 9 sene olsun", diye teklif etti. Übey de kabul etti. Bu hâdise, bahse girmenin haram kılınmasından önceydi.
Hz. Ebu Bekir Mekke'den ayrılacağı sıralarda, Übey b. Halef, Ebu Bekir'in boğazına sarıldı. "Sen Mekke'den ayrıkrsan, kazanacağım develeri ödeyemeyeceğinden endişe ediyorum! Bana bir kefil göster!" dedi. Ebu Bekir de oğlu Abdullah'ı kefil gösterdi. Übey b. Halef, Uhud'a gitmek istediği zaman, Abdullah da, gidip onun boğazına sarıldı. '"Vallahi, olmaz. Bana bir kefil göstermedikçe, seni bırakmam!" dedi. Übey b. Halef de kefil gösterdi; sonra, Uhud harbine gitti. Übey b. Halef, Uhud'da Peygamberimizin kılıcından aldığı bir yaradan dolayı Mekke'de öldü.
Nihayet Bizanslıların, İranlıları yenilgiye uğrattığı görüldü. Hz. Ebu Bekir, 100 deveyi Übey b. Halefin kefilinden ve mirasçılarından alıp Peygamberimiz (saMahualejdıivesellemJ'e geldi. Peygamberimiz (saDaEahu aleyhi vesdbn) de: "Bu, faildir. Onları, fakirlere dağıt!"'buyurdu.
Meşhur Hafız İmadüddin İbn Kesir, Ebû Tâlib'in Hz. Hatice'den önce vefat ettiğini söyler. Bu ikisinin vefatı, aynı senede, Resûlullah (saflaüahu aleylıivesellem)'in Medine'ye hicretinden üç sene önce olmuştur.
Sâid, Kitabu'I-Fusûs\a.t müslümanların Şi'b'deki ablukadan çıkışlarından 28 gün sonra Ebû Tâlib'in vefat ettiğini söyler.
İbn Haznı ise, "Ebû Tâlib, Şevval ayının ortasında vefat etmiştir" der.
İbn Ebi Şeybe, İmâm Ahmed ve Tirmizî'nin (sahih hükmüyle) İbn Abbas'tan; İbn Cerir ve İbn Ebî Hâtim'm Süddî'den; Buharı ve Beyhakî'nin Saîd b. el-Müseyyeb'den, onun da babasından; Müslim ve Beyhakî'nin Ebu Hüreyre'den rivayet ettiklerine göre, Ebû Tâlib rahatsızlanıp durumu ağırlaşınca, Kureyş bunu haber alıp, aralarında şöyle konuştular: "Hamza ve Ömer müslüman olunca Muhammed'in İşi bütün Kureyş kabilelerine yayıldı. Haydi, Ebû Tâlib'e gidelim. Yeğenini tutup bize versin. Yoksa, Allah'a yemin olsun ki, bizim işimize hakim olmasından emin olamayız."
Bunun üzerine Ebû Tâlib'e giderek onunla konuştular. Bunlar, kavimlerinin önde gelenleriydi: Rabîa'nın oğulları Utbe ve Şeybe, Ebu Cehil b. Hişam, Ümeyye b. Halef, Ebu Süfyan b. Harb ve daha başka eşraftan kimseler. Ona şöyle dediler: "Sen bizim büyüğümüzsün, efendimizsin. Başına geleni görüyorsun. Senin hakkında endişeye kapıldık. Yeğeninle aramızda olanı biliyorsun. Yeğenine bir adam gönder
de getir. Aramızda hakem ol. O bizden elini çeksin; biz de ona dokunmayalım. O, bizi dinimizle baş başa bıraksın; biz de onu diniyle kendi haline bırakalım" diye rica ettiler.
Ebu Tâlib, Resûlullah (sJalkhu aleyhi vesdlem)'e haber gönderdi. Resûl-ü Ekrem (saBaMıualeylıivesdlem) gelip eve girdi. Müşriklerle Ebû Tâlib arasında bir adam oturacak kadar yer vardı. Ebu Cehil, Resûlullah (salklahu aleyhi vesdbn) oturursa, Ebû Tâlib'in ona şefkat göstereceğinden endişelenerek hemen sıçrayıp oraya oturdu. Resûlullah (sJaBahu aleyhi vesdkm) ise, amcasının yakınında oturacak bir yer bulamadığı için eşiğe oturdu. Ebû Tâlib söze şöyle girdi: "Şunlar senin kavrninin ileri gelenleri, şereflileri, sana ortaklık ve anlaşma öneriyorlar..." Resûlullah (sallalkhu aleyhi vesellem): "İstediğinizi yaparsam, si^ de bana bir kelimeyi söyler misiniz? O kelimede sizin için hayır vardır. Onunla Araplara hükmedersiniz. Acemler de si^e boyun eğer." -Bir rivayette: Araplar onunla siye boyun eğer; Acemler de cişye vermeyi kabul eder- Bu söze çok şaşırdılar. Orada bulunanlar: "Tek bir kelime mi?!" diye sordu. Resûl-i Ekrem 'Em?//" diye cevap verdi. Ebu Cehil; "Peki hay hay, sana bir kelime değil, on kelime söyleriz" cevabını verdi. Bunun üzerine Resûlullah (saflaHıu aleyhivesdlem): "<Bir ve şeıiki olmayan Allah'tan başka hiçbir ilah yokiuf> deyin ve ondan başka taptığını^ şeylerden sıyrılın Öyleyse" buyurdu.
Onlar ise ellerini çırparak "Ey Muhammedi İlahları tek bir ilah mı yapmak istiyorsun!? Bu senin yaptığın tuhaf bir şeydir!" dediler.
ResûluDah (saflaBahu aleyhi vesellem)'in bu teklifinden hoşnut olmayan Kureyşlıler: "Yürüyün, bu adam sizin isteklerinize cevap verecek gibi değil. Allah, onunla bizim aramızda hüküm verene kadar ilahlarınıza (putlarınıza ibadete) devam edin" diyerek (meclisten) ayrılıp gittiler.
Allah, bu kimseler hakkında Sâd sûresinin ilk âyetlerini indirdi.
Ebû Tâlib, Resûlullah (saHlahu aleyhi vcseDem)'e: "Vallahi, ey yeğenim! Sen onları uzak bir işe çağırmadın" dedi. Amcasının bu sözü üzerine Resûlullah (saHlahu aleyhi vesdlem) şaşırdı ve umutlandı. Onu şu sözlerle tekrar İslam'a davet etti: "Ey amca! Senin tek bir cümleyi söylemeni istiyorum. Eğer onu - söylersen, benim senin lehine Rabbimİn yanında şefaat etmem mümkün olur." Ebû Tâlib, Resûlullah (saHlahu aleyhi vcsdlem)'in bu konudaki şiddetli arzusunu görünce, ona: "Vallahi ey yeğenim! Kureyş'in, ölüm korkusundan söylediğime inanarak ölümümden sonra seni ve amcalarını ayıplayacaklarını bilmeseydim, söylediğini elbette söyler ve onu senin yanında ikrar ederdim. Bu sözü, sırf seni sevindirmek için bile olsa söylerdim!" dedi.
Ibnü'l-Kelbî, Ebû Tâlib'in, ölüm döşeğindeyken Kureyş'm ilen gelenlerini toplayıp onlara şu konuşmayı yaptığını kaydeder:
"Ey Kureyş topluluğu! Sizler, Allah'ın mahrukatı içerisinde seçkin kimselersiniz. Arabın özüsünüz. Biliniz ki siz, diğer Araplara iyilikte hicbit pay bırakmayıp hepsim aldınız. Her türlü şerefe ulaştınız. Bu nedenle sizin fazilette üstünlüğünüz vardır. Onların da size bir yolu vardır, insanlar size düşmandır ve bu düşmanlıkta ısrarlıdır. Ben, bu oğlumu size emanet ediyorum. Ona saygı gösterin; zira bunda Rabbin rızası, geçimin kıvamı ve istikrar vardır. Akrabalık bağlarını sürdürün, onu koparmayın. Çünkü sıla-i rahim, ömrü uzatır, sayıyı artını-. Azgınlığı ve isyanı bırakın. Sizden önceki kavimler bu yüzden helak olmuşlardır. Davet edene icabet edin, isteyene verin. Yaşamın ve ölümün değen bundadır. Size doğru söylemeyi, emaneti sahiplerine vermeyi tavsiye ederim. Bu ikisinde, özel olarak sevgi; genel olarak da kıymet vardır. Muhammed'e iyi davranmanızı salık veririm. O, Kureyş içinde "Emin (Güvenilir)", Araplar içinde "Sıddîk (Çok doğru)" diye tanınır. O, size tavsiye ettiğim bütün bu hasletleri üstünde toplamıştır. Allah'a yemin ederim ki, Arapların düşkünlerinin, iyilik sahiplerinin ve ezilmiş kimselerin, onun dâvetine icabet ettiklerini, sözünü tasdik ettiklerini ve işini yücelttiklerini görür gibiyim. Kureyş, onlarla ölüm sancılarına girecek; reisleri ve ulu kimseleri, ayak takımı olacak; evleri harap, zayıfları efendi olacak. Onun gözünde en büyük kimse, kendisine en çok muhtaç olan; en uzak kişi de nasibi en az olandır. Araplar, ona muhabbet besleyecek, gönlünü ona halis kılacak, komutasını ona verecektir. Ey Kureyş topluluğu! Yeğeninize dokunmayın. Ona dost olun, düşmanına karşı kalkan olun. Vallahi, onun yoluna giren kimse mutlaka doğruyu bulur. Onun hayat tarzına özenen kimse de eninde sonunda mutlu olur. Eğer benim için biraz daha hayat, ecelim için de bir tehir olsaydı, sarsıntılara karşı ona kafi gelir, belâlara karşı onu müdafaa ederdim."
Buhârî ile Müslim'in Müseyyeb b. Hazn'den rivayet ettiklerine göre, Ebû Tâlib'in ölüm zamanı gelince, Resûlullah (sallalkhu aleyhi veseBem) çıkageldi. Ebû Tâlib'in yanında Ebu Cehil ve Abdullah b. el-Muğîre vardı. Resûlullah (sHahu aleyhi veseüem) Ebû Tâlib'e: "Ey amcacığım, <hâ ilahe illallah> de; bununla Allah katında sana şehadet edeyim..." buyurdu. Ebu Cehil ve Abdullah b. Ümeyye: "Vallahi, ey Ebû Tâlib, Abdulmuttalib'in dininden yüz mü çevireceksin?" dedi. Resûlullah (salhMıualeyMveseBem) teklifini yapmaya ve sözünü tekrar etmeye devam etti, fakat Ebû Tâlib, ona son söz olarak Abdulmuttalib'in dini üzere gittiğini söyledi, "Lâ ilahe illallah" demekten çekindi. Allah Teala bunun üzerine:
"Müşriklerin, Cehennemlik oldukları (küfür üzere öldükleri) müminlere belli olduktan sonra bunlar akraba bile olsalar artık onlar için, ne Peygamber'in, ne de mümin olanların mağfiret dilemeleri yoktur..." (Tevbe, 113) âyetini inzal buyurdu. Ebû Tâlib hakkında da:
"(Ey Resulüm), doğrusu sen, her sevdiğine hidayet veremezsin (Onu İslam'a sokamazsın, ancak tebliğ yaparsın). Fakat Allah, dilediği kimseye hidayet verir ve hidayete kavuşacak olanları o daha iyi bilir" (Kasas, 56) âyetini indirdi.[143]
Yine Buhârî ile Müslim, Abbas'tan şunu rivayet eder: Dedim ki "Yâ Resûiallah! Ebû Tâlib seni himaye ediyor, sana yardım ediyor ve senin adına müşriklere kızıyordu. Bu yaptıkları, (âhirette) ona fayda verir mi?" Şöyle buyurdu: "Evet! Ben onu ateşin sığ bir yetinde buldum. Onu topuğuna 'kadar bir ateş içinde olacağı yere çıkardım." [144] Bir rivayette de: 'Eğer ben olmasaydım cehennemin en derin yerinde olacaktı "ihdesi geçer.
Buhârî, Ebû Saîd (raSyaflahı anh)'dan naklen anlatıyor: "Ebû Talib Resûlullah (saMahu ak^fc vadkmyin yanında anılmıştı. Şöyle buyurdu: "Umulur ki, Kıyamet günü şefaatim ona fayda eder de, böylece topııklanna kadar yükselen sığ bir ateşe konur, fakat yine de beyni kaynar" Bir ifadede: "Beyninin ö\ü" diye geçer.[145]
Buhârî ile Müslim ve İbn-ı İshâk, Nu'mâıı b. Beşır'm şöyle dediğini rivayet ederler: Resûlullah (saüallahualeyliivesdlemj'i şöyle derken işittim: 'Kıyamet günü ateştekilerin en hafifi, ayaklarının çukur kısmına ateşten bir kor (bir rivayette "iki kor') konulan adamdır."[146]
Müslim'de geçen ibare şöyledir: "Dimağını kaynatan İki ayakkabı giymiş ha/dedir. "Bir rivayetinde ise; "Ayakkabısının hararetinden beyni kaynar"[147]
İbn-ı Ishâk'm ifadesi ise şudur: "O ateşin alevinden beyni erir, ayaklarına akar" Buhârî'nin ifadesinde ise "O şahıs, içinde bulunduğu sıkıntılı durumun şiddetinden dolayı, başka hiç kimsenin kendisi gibi a^ap görmeyeceğine inanır. Halbuki en hafif a^ap gören odur" şeklinde geçer.
Müslim'in İbn Abbas'tan rivayeti şöyledir: "Cehennem ehlinin en hafifi Ebû Tâlib'dir. O, dimağım kaynatan iki ayakkabı giymiş haldedir. "[148]
Bütün bu sahih hadisler, Abbas'ın Resûl-i Ekrem (saflaflabu aleyhi vescHem)'e "Ey yeğenim! Kardeşim (Ebû Tâlib), söylemesini istediğin sözü söyledi" dediğine dair nakledilen rivayetlerin asılsız olduğunu açığa çıkarmaktadır.
Beyhakî, Ebu'I-Feth ve Zehebî bunu şöyle açıklar: Aslında Hz. Abbas! daha sonraları nıüslüman olmuş ve Resûl-i Ekrem (saDa]]ahuale\'Hveseflem)'e Ebû! Tâlib'in durumunu sormuştur. Eğer onun şehadet getirdiğini bilseydi, Ebû Tâlib'm durumunu bilmiş olur; dolayısıyla bu hususu sormazdı.
Hafız (İbn Hacer) de şöyle der: Eğer Ebû Tâlib kelime-i şehadeti : söylemiş olsaydı, Allah Teâlâ, peygamberine onun için istiğfar etmeyi yas aklamaz di.
Abdurrezzak, Firyâbî ve Hâkim (sahih hükmüyle), İbn Abbas'tan şunu naklederler: "Onlar hem (insanları) Peygamber'den vazgeçirmeye çalışırlar, hem de kendileri ondan uzaklaşırlar." (En'âm, 26) âyeti, Ebû Tâlib hakkında nazil oldu. Nitekim o, bir taraftan Muhammed (akyhissdam)*a eziyet edilmesini istemiyor, bir taraftan da, onun getirdiğine (İslam'a) tâbi olmaktan yan çiziyordu.
İmâm Ahmed, Ebu Davud, Nesâî ve İbn Huzcyme, Ali (odn-afelıuanlıj'm şöyle dediğini naklederler: Ebû Tâlib ölünce, Resûl-ı Ekrem (saüalkhu aleyhi vesellemj'e gidip "Yâ Resûîallah! Dalalette olan amcan öldü!" dedim. Bu- lafız da şöyledir: Ebû Tâlib öldü. Resûlullah (saMahu aleyhi vesdlem) buyurdu ki: "Git onuğöm/"B&n de gömüp gelince, "Guslet!"buyurdu:'[149]
Bu zikredilenlerden tarihçi Mes'udi'nin, Ebû Tâlib'in müslüman olduğuna dair nakle ttildcrinin asılsız olduğu ortaya çıkıyor. Zira bu gibi haberler, sahih hadislere aykırıdır.
1. Süheylî (rahimehulkh) der ki: Ebû Tâlib'in ateşten iki ayakkabı giymesindeki hikmet şudur: Ebû Tâlib, her zaman Hz. Peygamber (saBaJahu ■,ÜCTİ«vcselb-n)'le birlikteydi. Ancak Abdulmuttalib'in dininde ayaklarını sabit kılmış direnmişti Hatta, ölürken bile Abdulmuttalib'in dini üzere kalacağını söylemişti. Bunun için azap, özellikle ayaklarına musallat olmuştur.
2. Hafız (İbn Hacer) der ki: Müşrikler için mağfiret dilemekten nehyeden âyet, Ebû Tâlib'in ölümünden bir müddet sonra İnmiştir. Bu âyet, Ebû Tâlib'i de, başka müşrikleri de kapsar. Buhârî'nin tefsir bölümünde kullandığı İfade de bunun böyle olduğunu açıklamaktadır.
3. Resûlullah (dlafkluınleyhu-^ellem), Ebû Tâiib'e "Lâ ilahe illallah" demesini teklif etti; "Muhammedün Resûlullah" bölümünü söylemedi. Çünkü bu iki ifade, tek biı- söz sayılır. Ayrıca Ebû Tâlib'in, Muhammed (afo-hissekm)'m Allah'ın Resulü olduğuna inanmış olması da muhtemeldir. Lâkin Allah'ın birliğini ikrar etmiyordu. Bu münasebetle şöyle demiştir:
Sen beni aâvet ettin. Ben, senin doğru olduğunu bilirim. Hep doğru ve güvenilir olmuşsunaur.
İşte görüldüğü gibi, Allah'ın birliğini ikrar edince, onun peygamberliğine şehadet getirmemesi düşünülemez.
4. İsim yönüyle enteresan bir tevafuktur ki, Hz. Peygamber (salaMmaieyhi vcsdlem)'in dört amcasından Ebû Tâlib (ki gerçek İsmİ Abdü Menafttr: "Menafin kulu, kölesi") ve Ebu Lehcb (ismi Ab duluz z a'dır: "Uzza'nın kulu") müslüman olmamış; Hamza ve Abbas müslüman olmuşlardır.
5. Bazı aşırı Rafızileı, Ebû Tâlib'in müslüman olduğunu iddia ederler ve bu konuda çürük haberleri delil gösterirler. Hafız (İbn Hacer), el-İsâbe'de, künyelerin dördüncü kısmında bu rivayetleri reddeder.
6. Resûl-i Ekrem (sJaBalıu;fclııvesellcnı)'in "Belki şefaatim ona fayda verir" sözü, ilk bakışta Müddessir 47. âyetle "Şefaat edenlerin
şefaati onlara fayda vermez" âyetiyle) çelişir görünmektedir. Bu durum şöyle açıklanmaktadır: Bu şefaat yetkisi, Hz. Peygamber (saMıhu'iedıivesdcm)'e mahsus bir durumdur. Onun için bu özellik, Hasâİs-İ J\ebî arasında savılın. Ayrıca şöyle de denir: Ayetteki fayda verme mânâsı, hadisteki mânâdan farklıdır. Ayetteki mânâ, cehennemden çıkarmaktır; hadisteki mânâ ise azabı hafifletmektir. Bu yorumu Kurtubî yapmıştır.
Bcyhakî der ki: Ebû Tâlib'm durumu hakkındaki rivayet sahihtir. Onun için bunu inkâr etmenin bir mânâsı yoktur. Bana göre yorumu şöyledir: Kafirler hakkında şefaat mümkün değildir. Çünkü onlara kimsenin şefaat edemeyeceğine dair haber-i sadık mevcuttur. Bu, bütün kafirleri kapsar. Fakat şu var ki, tahsisine dair rivayet bulunan kimseler, bu umumi hükümden çıkarılabilir.
Bcyhakî şöyle devam eder: Bazı araştırmacılar da bunu şu şekilde yorumlar: Kafirin göreceği azap, inkarından ve günahlarından olmak üzere ayrı ayrıdır. Bu yüzden Allah teâla'nm bazı kafirlerin günah cezalarını hafifletmesi, küfrüne karşılık değil, şefaat edenin gönlünü ferahlatmak içindir. Çünkü kafirin yaptığı iyilik, küfür üzete ölmesiyle zaten boşa gitmiştir.
Kurtubî el-Müfiem'de der ki: Bu şefaat hakkında sözlü veya hâli oknası noktasında ihtilaf vardır. Birincisi, âyetle birlikte işkâle (karışıklığa) yol açar. Bunun cevabı, tahsisin (genel hükümden istisna etmenin) caiz olduğu seklindedir. Ayrıca, mânânın su şekilde olma imkânı da vardır:
Ebû Tâlib, Hz. Peygamber (^îiM™^eyhiveseIcm)'e ikramda ve onu korumada son derece gayret etmiştir. Buna karşılık olarak azabı hafifletildi. Bu duruma da "şefaat" tabiri kullanıldı.
Ayrıca şöyle bir cevap da verilebilir: Azabı hafifletilen kimse, bu işin farkına varamadığı için, bundan istifade etmemiş gibi görünür. "Cehennemde bulunanın, kendisinin en şiddetli azaba uğrayan kimse olduğuna inanması" rivayeti de bunu destekler. Zira cehennem azabının» en azma dağlar dahi dayanamaz. Bu yüzden, azap gören kimse, işte ol hafifletmenin farkına varamaz.
Buhârî'nin Urve'den rivayet ettiğine göre, Hz. Hatice, Hz. Peygambeı (s&ıMıu^eyhıveselem)'in Mekke'den çıkmasından önce vefat etmiştir. Belâzurj de yine ondan, şunu rivayet eder: Hicretten iki sene veya buna yakın bi süte önce vefat etti.
Bazıları da, hicretten beş sene önce vefat ettiğini söyler İd, Belâzürî'ye göre bu yanlıştır.
Ibnu'l-Cevzî'nin Hakim b. Hizam ve Sa'lebe b. Suayr'dan rivayet ettiğine göre, Ebû Tâlib'in vefatı ile Hz. Hatice'nin vefatı arasında bir ay veya beş günlük bir zaman vardır.
Hâkim ise, onun ölümünün, Ebû Tâlib'm ölümünden üç gün sonra olduğunu ileri sürer.
Muhammed b. Ömer el-Eslemî, Ramazan ayının onuncu günü, 65 yaşındayken vefat ettiğini söyler ve sonra da Hakim b. Hizam'dan, onun bî'setm onuncu senesinde, Hâşim oğullarının Şi'b'den çıkmasından sonra vefat ettiğini, Hacun'a gömüldüğünü, kabrine Resûl-i Ekrem (saHiahu aleyhi vcsellem)'in indiğini ve henüz cenaze namazının meşru kılmmadığmı rivayet eder.
Ya'kûb b. Süfyân da Aişe (mc%al!ahuanhâ)'dan şunu rivayet eder: "Hatice, namaz farz kılınmadan önce vefat etti."
Hz. Hatice, İslam davasmda Efendimiz (saflJahu aleyhi vesetlem)'in sadık veziresiydi. Efendimiz teselliyi onda bulurdu. Hz. Hatice Cahilıye döneminde "Tâhrte" adıyla anılırdı. Biyografisi ve menkıbeleri "Resûlullah (sJlalklıuale)-Hveseîlem)'in Hanımları" bölümünde gelecektir.
İbn-i İshâk anlatıyor: Ebû Tâlib ölünce, Kureyş, onun hayatında Resûl-i Ekrem (saHalhhualeyhiveseflem)'e yapamadıkları eziyetleri yaptılar.
İbn-ı İshâk, Abdullah b. Cafer'den şunu nakleder: P:bû Tâlib ölünce, ResûluUah (sflaBahu aleyhi vadlan/in yoluna kendini bilmez biri çılm ve basma toprak saçtı. ResûluUah (sallaBahu aleyhi vesdlem), basma atılan toz toprak içinde eve döndü. Mübarek başındaki toprakları gören kızı, başım yıkamaya başladı. Ağlıyordu. ResûluUah (saHdahu aleyhi vesdlem) ona: "Ağlama! Şüphesi*, bahanı Allah kon/r" diyerek teselli etti. Bu arada bir de şöyle diyordu: "Ebû Tâlib ölünceye kadar, Kureyş müşrikleri, bana böyle kötülük yapamamışlardı."[150]
Taberânî ve Ebû Nuaym, Ebu Hüreyre'den şunu rivayet eder; Ebu Tâlib ölünce, Rcsulullah (salıHıu aleyhi vcsellem)'e işkence ve kötülük yaptılar. Bu hususa dikkat çekerek şöyle buyurdu: "Uy amcam! Yokluğunu ne çabuk] hissettim!"[151]
Beyhaki'nin Urve'den naklettiğine göre, Rcsulullah (saDallaİTu afcriıi vesdlem) I şöyle buyurmuştur: "Ebû Tâlib ölünceye kadar, Kureyş benden elini çekmişti." [152] Bu hadisi, Taberânî ve Beyhaki, başka bir tarikle Hz. Âişc'den merfu olarak rivayet etmişlerdir.
Ibn Sa'd'm Hakim b. Hizam ve Sa'lebc b. Suayr'den' [153] naklettiğine göre, Ebû Tâlib ve Hz. Hatice vefat edince, Rcsûl-i Ekrem (salıHıu aleyhi vesellem), iki musibete birden uğramış oldu. Bir müddet evine kapandı, pek az dışarı çıkar oldu. Kureyş de daha önce yapamadığı eziyetleri yapar oldu. Ebu Lclıeb bunu haber alınca hemen evine geldi ve "Ey Muhammedi Ebû Tâlib hayatta İken ne yapıyor idiysen yine yap. Lât ve Uzza'ya and olsun kİ, ben ölünceye kadar sana kimse dokunamaz!" dedi.
Bir gün, Gaytala'nın oğlu, Hz. Peygamber (saMahu aleyhi vesellem)'c sövüp sayarken Ebu Leheb üzerlerine çıkageldi. Onu azarladı. O da: "Ey Kurevş topluluğu! Utbe'nin babası dininden döndü!" diyerek bağırmaya başiadı. Kureyş müşrikleri hemen gelip Ebu Leheb'in başına dikilince onlara "Ben, Abdulmuttalib'in dinînden ayrılmış değilim. Fakat, istediğine devam etmesi İçin yeğenimi tecavüzlerden koruyorum" dedi. Onlar da "İyi yapmışsın, akrabalık hakkını gözetmişsin" dediler.
Resûlullah (saMahu aleyhi vesdlem), böylece, bir müddet, endişesiz gider gelir oldu. Kurcyş'ten hiçbir kimse, Ebu Leheb'in korkusundan kendisine sataşamadı. Tâ ki Ukbe b. Ebi Muayt ile Ebu Cehil b. Hişam bir gün Ebu Leheb'in yanına gelerek ona: "Kardeşinin oğlu, sana, babanın nerede bulunduğunu söyledi mi?" diye sordular. Kbu Leheb: "Ey Muhammedi Abdulmuttalib'in bulunduğu yer neresidir?" diye sordu. O da: "Kavmi ile birliktedir" buyurdu. Ebu Leheb, Ukbe b. Ebi Muayt ile Ebu Cehil'in yanma vardı. "Muhammed'e sordum; <Abdulmuttalib, kavmi ile birlİktedir> diye cevap verdi" dedi. Bunun üzerine onlar: "Muhammed, onun cehennemde olduğunu ileri sürüyor" dediler. Bunun üzerine: "Ey Muhammed! Abdulmuttalib cehennemde mi bulunuyor?" diye sordu. Resûlullah (saMalıu aleyhi veseHcm): <(Bvet! ylbdulmuttalib de, onun gibi ölenler de cehenneme girmiştir" deyince Ebu Leheb: "Artık ölünceye kadar sana düşmanlık edeceğim! Sen Abdulmuttalib'in cehennemde olduğunu söylersin ha!" dedi.
Artık Ebu Leheb ile birlikte başkaları da düşmanlıklarını artırdı.
İbn-i İshâk anlatıyor: Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) 'e evinde eziyet eden grup şunlardı: Ebu Leheb, Hakem b. Ebi'l-As b. Ümeyye, Ukbe b. Ebi Muayt, Adiy b. el-Hamrâ, İbnü'1-Asdâ el-Hüzelî. Bunlar Hz. Peygamber (saBaMıua%HvcsdIem)'in komşularıydı. Bunlar arasından Hakem b. Ebi'l-As'dan başkası müslüman olmamıştır. Bana anlatıldığına göre, o namaz kılarken kimisi üzerine koyun dölünü bırakıyor; kimisi de toprak atıyordu. Nihayet Resûlullah (saMahu aleyhi vesellem), kendisine bir köşe edinerek orada gizlice namaz kılmaya başladı.
Buhârî, Ibn Münzir, Ebû Ya'lâ ve Taberânî'nin rivayetinde Urve şunları anlatır: Amr b. cl-As'a "Müşriklerin Resûlullah (salMlahu aleyhi vesellem)'e yaptığı en ağır eziyet nedir?" diye sorduğumda, şöyle cevap verdi: Nebi (saMıhu aleyhi vesellem), Kabe'nin Hıcr denilen yerinde namaz kılarken Ukbe bin Ebi Muayt çıkageldi. Ukbe, Resûlullah (sMahu aleyhi vesellem)'in elbisesini toplayıp, mübarek boynuna dolayarak, hırsla onu boğmaya çalıştı. Bu sırada Hz. Ebu Bekir (radiyaflahu anh) da gelip yetişti. Hattâ Ukbe'nin omzundan tutup öteye fırlattı ve "<Rabbim Allah'tır> diyor diye bir adamı öldürecek misiniz? Halbuki o, size Rabbinizden apaçık deliller getirmiştir" dedi.
Ebû Ya'lâ ve Taberânî şunları ilave eder: Resûlullah (saMahu aleyhi vesellem), namazını bitirince, Kabe'nin gölgesinde oturan bu kimselerin yanma gelip "Ey Kursys- topluluğu, Beni, diniyor muşunu^ Varlığım kudret elinde olana yemin ederim ki, hakkınızda telâkki ettiğim ölüm ve helak haberini tebliğ için yanınıza seldim!" dedi ve eliyle boğazına işaret etti. Ebu Cehil "Yâ Muhammed! Esenlik içinde yoluna git. Yemin ederim ki sen, câhillerden değilsin!" dedi. Resûl-i Ekrem (saM-üıualeyluvesellem) de: "Sen onlardansm!"huyxx&u.
Bezzar ve Ebû Ya'lâ'nm -ravilcri Sahih ricalinden olan bir scnedle-Enes'ten naklettiklerine göre, bir defasında Resûlullah (sallaMıu aleyhi vesdlem)'e o kadar vurdular ki sonunda bayıldı. Ebu Bekir başına dikilerek "Yazıklar olsun size! <Rabbim AUah'tır> diyor diye bir adamı öldürecek misiniz?" diyerek bağırdı. "Kimdir bu!?" diye sordular, "Mecnun Ebu Bekir!" diye cevap verildi.
Buhârî ile Müslim, Bezzâr ve Taberânî Abdullah b. Mes'ud'dan naklen şu hâdiseyi anlatırlar: Resûlullah (saMdıualq'lıivcse!lem)'in Kureyş aleyhine bir gün dışında başka beddua ettiğini görmedim. Etrafında Kureyş'ten bir takım insanlar olduğu halde Resûlullah (saHalıu aleyhi vescllem) namaz kılıyordu. Orada daha dün kesilmiş bir devenin karnı vardı. Kureyşliler -bir rivayete göre Ebu Cehil- birbirlerine: "Kim bu devenin rahim yatağını alıp da Muhammed'İn sırtına koyar?" dediler. Bunun üzerine, içlerinden en eşkıyası Ukbe b. Ebi Muayt hemen atılıp onu Resûlullah (saHahu aleyhi veseüem)'in sırtına attı. Gülüşüp birbirlerine bakıyorlardı. Nebî (saEaHıu aleyhi veseüem) secdeden başını hâlâ kaldırmıyordu. Hz. Fatıma (radrçdlahu anhâ) da gehp onu Resûlullah (saMahu aleyhi vesdfem)'in üstünden alarak bunu yapana beddua etti. Resûlullah (saDaMıualeytiveseDem), namazını bitirince başını kaldırıp Allah'a hamdü sena etti. Resûlullah beddua edince üç kere dua eder, bir şey isteyince de üç kere isterdi. Sonra onlara şöyle beddua etti:
"Al/ahım! Kureyş'ten şu topluluğu sana havale ederim. Ebû Cehil b. Hişam'ı, Ut be b. Kabza'yi, S ey be b. Rabiatyz, Velid b. Ukbe, Ukbe b. Ebi Muayfz ve Ümeyye b. Halefi sana havale ederim." Yedinciyi de zikretti; fakat ben onu hatırımda tutamadım. Onu Hakk ile gönderene yemin ederim ki, Efendimizin adını saydığı bu adamları Bedir günü yere serilmiş olarak gördüm. Sonra bir kor kuyuya, Bedir kuyusuna sürünüp atıldılar. Ancak Ümeyye çok iri adam olduğundan kuyuya ulaşamadan parçalandı.[154]
Bezzâr ve (M. el-Evsaf\a) Taberânî'nin rivayetinde ise şöyle anlatılmaktadır: Peygamberimiz (saHahu aleyhi vesdfcm), Mescid-i Haram'dan çıkınca, müşriklerden Ebu'İ-Bahterî ile karşılasa. Ebu'l-Bahterî'nin koltuğunun altında bir sopa bulunuyordu. Peygamberimizle rastlaşmca, Efendimizin yüzünden işi sezdi ve Allah Resulünü (s^ıhu aleyhi veseDem) tutup: "Neyin var senin?" diye sordu. Resûlullah (sallallahu aleyhi veselkm): "Bırak beni gideyim!" dedi. Ebu'İ-Bahterî: "And olsun ki, durumunu bana anlatmadıkça seni bırakmam! Her halde senin basma bir şey gelmiş olmayı" dedi. Peygamberimiz (saMahu aleyhi vesdlem) de, Ebu Cehil'in, namazda iki küreği arasına içi pislik dolu hayvan işkembesi koydurduğunu haber verdi. Ebu'İ-Bahterî: "Gel benimle Mescıd'e!" dedi. Peygamberimiz (saMlahualej-lıivEsdlem) gelmek istemeyince, Ebu'İ-Bahterî tutup Peygamberimizi zorla JVİescid'e götürdü. Ebu Cehil'e yönelerek: "Ey Hakem'in babası! Muhammed'İn üzerine işkembe atılmasını, sen emrettin öyle mi?" dedi. Ebu Cehil: "Evet!" deyince, Ebu'İ-Bahterî, hemen koltuğunun altındaki sopayı kaldırıp Ebu Cehil'in başına çaldı. Orada bulunanlar, birbirlerine düştüler. Ebu Cehil, bağırarak: "Yazıklar olsun size! Bir kişi kalkıyor, aramıza düşmanlık sokuyor. Muhammed ve ashabı kurtuluyor!" dedi.
İbn Murdeveyh'in Encs'ten rivayet ettiğine göre, bir defasında Resûlullah (sallallahi! aleyhi vedlem)'i o kadar dövdüler İd sonunda bayıldı. Ebu Bekir basma dikilerek "Allah belanızı versin! <Rabbim AUah'tır> diyor diye bir adamı öldürecek misiniz?" diyerek müşriklere bağırdı.
Bezzâr ve Ebû Nuaym'ın (el-h'edâi/'de) rivayet ettiğine göre Hz. Ali: "Ey İnsanlar! Bana insanların en cesurunu söyleyin bakalım!" diye sordu. "Bilmiyoruz, kimdir?" dediler. O da: "Ebu Bekir!" dedi. "Bir defasında görmüştüm ki, Kureyş müşrikleri, Resûl-i Ekrem (saUaîlalıu aleyhi veseflemj'i tutmuşlar; < ilahları tek ilah yapan sen misin!?> diyerekten kimisi vuruyor, kimisi de hakaret edip küfürler savuruyordu. Allah'a yemin olsun ki , o gün içimizden Ebu Bekir'den başkası ona yanaşamadı. Vuruyor, boğuşuyor ve "Allah belanızı versin! <Rabbim AUah'tır> diyor diye bir adamı öldürecek misiniz?" diye onlara çıkışıyordu." Hz. Ali daha sonra altındaki minderi kaldırdı ve öyle ağladı ki, sakak ıslandı. Sonra: "Allah adına bana söyleyin; Firavun ailesinin mümini mi hayırlıdır; yoksa Ebu Bekir mi?" diye sordu. Orada bulunanlar sükut etti. Bunun üzerine şöyle dedi: "Cevap vermeyecek misiniz? Vallahi, Ebu Bekir'in bir saati, Firavun ailesinin mümininden iki kat daha hayırlıda*. O kimse imanını gizliyordu; bu (Ebu Bekir) ise alenen haykırıyordu!"
Dârekutnî el-E,frâdân, Amr b. Osman b. Affan'dan, onun da babasından, şöyle dediğini rivayet eder: Kureyş'in Resûl-i Ekrem (saHlahu aleyhivesellcm)'e en çok eziyeti, Ebû Tâlİb'in vefatından sonra olmuştur.
Mûsa b. Ukbe, İbn-i İshâk ve başkaları bu yolculuğu şöyle anlatır:
Kureyş müşrikleri, bu işkence ve eziyetleri Resûlullah (saflaBahu aleyhi vesdlem)'e yöneltince, o da tek başına Tâif c gitti.
İbn Sa'd'm rivayet ettiği Cübeyr b. Mut'un hadisinde, Zeyd b. Hârıse'nin yanında bulunduğu, Resûl-ı Ekrem (saHlahu aleyhi vesellem)'in, risaletin 10. yılında, Şevval ayında, Sakif kabilesinden yardım aramak ve kavmine karşı himaye görmek maksadıyla ve Allah'tan getirdiklerini kabul edeceklerini umarak bu sefere çıktığı kayıtlıdır.
Peygamberimiz, Taife varınca, orada, Sakif kabilesinin eşrafından bazı kimselerle görüşmek istedi ki, bunlar: Amr b. Umeyr b. Avfm oğullan; Abd-i Yalil, Mes'ûd ve Habib adında üç kardeşti. Bunlardan birisi Kureyş'in Cumah oğulları ailesinden bir kızla evli bulunuyordu. Bu kadın Safiyye bint Ma'mer b. Habib b. Kudatne b. Cumah'tır. Safran b. Ümeyye'nin annesidir.
Onlarla oturdu, konuştu. Onları, Allah'ın birliğini kabule, İslâm dinine yardıma davet etti. Kavminden muhalefet edenlere, kendisiyle birlikte karşı çıkmalarını istemek için geldiğini söyledi.
Bunlardan birisi: "Şayet Allah, seni bir şeylerle gönderdi İse, Kabe'nin örtüsünü yırtmış, ya da soymuş olayım!" dedi.
İkincisi ise: "Allah, Peygamber göndermek için, senden başka kimse bulamadı mı?" dedi.
Üçüncüsü ise: "Vallahi! Ben, seninle hiçbir zaman konuşamayacağım! Çünkü sen, eğer dediğin gibi, Allah tarafından gönderilmiş bir peygambei isen, senin sözünü reddetmekte büyük tehlike var! Eğer sen, <Allah'ın| Resûlüyüm!> diye Allah adına yalan söylüyorsan, o takdirde de benj seninle konuşmak istemem!" dedi.
Resûlullah (saîlaHıu aleyhi vescDem) yanlarından kalktı. Artık Sakif ten bir hay gelebileceğinden ümidini kesmişti.
Peygamberimiz onlardan kendisinin buraya gelişini gizli tutmalarını, rica etti. Resûl-i Ekrem (saflaDahu alevhi vcsellem), durumdan Mckkelilerınj haberdar olmasını istemiyordu.
Taif te on gün, bir rivayete göre de bir ay kaldı. Eşrafından her birinin] ayağına gidip onunla konuştu. Ona icabet etmediler. Üstelik: "Ey Muhammedi Beldemizden çık!" dediler. Bununla da yetinmeyip, kölelerini ve birtakım aklı ermezleri, onun arkasından bağırıp çağırmaya ve ona s Övüp saymaya kışkırttılar. Peygamber (sa]tıllalıu;ü^lıi\«sdlenı)'în geçeceği yolun kenarına ilci saf halinde oturdular. Resûlullah (saMahu aleyhi veseltm) yanlarına geldiğinde, her adımını kaldırıp basışında ayaklarına tas atarak ezip kanlat içinde bıraktılar.
Süleyman et-Teymî şunları ilave eder: Resûl-İ Ekrem (safl^ıu aleyhi vedkn)'e taş değdiğinde yere otururdu. Onlar da kolundan tutup ayağa kaldırırlardı. Yürüyünce de gülüşerek taşlamaya devam ederlerdi.
İbn Sa'd der ki: Zcyd b. Harise ona kendini siper ediyordu. Hatta başından ciddi yaralar almıştı.
İbn Ukbe anlatıyor: Onların elinden kurtulduğunda ayaklarından kanlar akıyordu. Onların bahçelerinden birine doğru yönelip bir asmanın gölgesine sığındı. Çok üzüntü ve acı içindeydi. Bahçede Rabia oğlu Utbe İle kardeşi Şeybe vardı. Resûlullah (saflaBahu aleyhi vcsellem) onları görünce, eski düşmanlıklarını bildiği için onlara ait bir yerde olmaktan hoşlanmadı. Asmanın gölgesinde dinlenince aşağıdaki duayı yaptı.
Taberânî'nin güvenilir ravilerle Abdullah b. Cafer'den naklettiğine göre, Resûlullah (saHaBahu aleyhi vadem) kendine eziyet edenlerden ayrılınca bir ağacın gölgesinde İkİ rekat namaz kıldı ve şöyle dua etti:
"Allabım! Gücümün zayıflığını, çaremin aklığını ve insanlar nemindeki umursanmadığımı sana şikayet ederim. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Zayıfların Rabbi sensin. Sen benini Rabbimsin. Beni (bu halde) kime bırakıyorsun, bana surat asan -neseben- bana ıı-^ak olanlara mı, yoksa isimi kendim havale ettiğin düşmana mı? (Bu perişan halde bile) eğer bana Öfkeli değilsen (ben bu sıkıntılara) hiç Önem vermem. Senin afiyetin bana daha genişlik verir. Senin gazabına uğramaktan, ilâhi rızâna u-^ak kalmaktan sana, senin o karanlıkları aydınlatan, dünya ve âhiret işlerini yoluna koyan ilâhi nuruna sığınınm. Sen hoşnut oluncaya kadar affını dilerim. Her kuvvet ve her kudret ancak seninle kâimdir."
Sonra Rabîa oğullarının, bağın sahiplerinin kalplerindeki şefkat ve merhamet duyguları kabardı. Hıristiyan olan köleleri Addas'ı yanlarına çağırıp bir tabak içine bir salkım üzüm koyarak Peygamberimiz (salMIahu aleyhi veseücm)'e gönderdiler. Addas, Resûlullah (saDaflahu aleyhi vradtaıı)'in önüne koyup ona "Buyur ye!" dedi. Resûlullah (saHal]aluıalq-lıiveseBem) de "Bismillah —Allah'ın adıyla!" diyerek elini uzattı ve yemeğe başladı. Addas hayretle: "Vallahi, bu sözü bu vörenin halkı söylemezler" dedi. Peygamberimiz (sıBaHahu aleyhi veselem): "Sen hangi diyar halkındamın? Dinin nedir?" diye sordu. O da: "Ben Hıristiyanım, Ninovalı bir adamım" diye cevap verdi. Peygamberimiz: ıcDemek sen, o sâlih kişi, Yunus b. Aiettâ'nın hemşehrisisin?" diye buyurdu. Bunun üzerine Addas: "Sen Yunus bin Metta'yı nereden biliyorsun? Ben, Ninova halkı arasından çıkıp geldim. Onların içinde Yunus b. Metta'yı bilen on kişi bile yoktur. O halde sen nereden biliyorsun? Ki sen ümmisin ve ümmî bir millet içindesin" dedi Resûlullah (saMlahu aleyhi vesdhTt): "D benim kardeşimdir. O bir peygamberdi, ben de peygamberim" deyince, Addas, Resûlullah (saHhhu aleyhi vcseDem)'c sarılıp elini, ayaklarını ve yüzünü öpmeye başladı. Utbe ve Şeybe kölelerinin bu yaptıklarını görünce birbirlerine "Köleni bozdu!" dediler. Yanlarına gelince de: "Sana ne oldu da Muhammed'in başını, ellerini ve ayaklarını öptün?" dediler. O da "Ey Efendim! Yeryüzünde bu zattan daha haj'irlısı yoktur. Ancak bir peygambcrin bilebileceği şeyleri bana haber verdi" deyince ona: "Yazık sana! Salan bu adam seni dininden saptırmasın. Şüphesiz senin dinin onunkindeıı daha hayırlıdır!" dediler.
Efendileri Bedir savaşma çıkıp gitmek istediği zaman Addas'ı da çağırdılar. O ise, "Bahçenizde gördüğüm adamla mı savaşmayı düşünüyorsunuz!? Vallahi, O'nun için dağlar bile yerinde durmaz (O'na muti olur)" dedi. Efendileri de: "Yazıklar olsun sana! O, seni diliyle büyülemiş!" dediler.
Resûlullah (sattJahu aleyhi vesilem) Tâif ten ayrılırken hüzünlüydü. Tek bir erkek veya kadın bile ona icabet etmemişti.
Hâlid el-Advâni der ki: Ben, Resûlullah (saflalfehu aleyhi vesdlem)'i Sakif pazarında görmüştüm. Bir yay veya asâ üzerine dayanmış, onlardan vardım İstivordu. "Vc's-semâi ve't-târik" sûresini okuduğunu işittim. Müşrik olduğum halde, Cahıliye devrinde o âyetleri aklımda tuttum. Daha sonra müslüman olunca okudum.
Sakif kabilesi beni çağırıp "Bu adamdan ne işittin?" diye sordu. Ben de onlara duyduklarımı okudum. Onların yanında bulunan Kureyşliler: "Biz arkadaşımızı daha iyi biliriz. Söylediklerinin hak olduğunu bilseydik, elbette ona tâbi olurduk!" dediler. Bunu İmâm Ahmed [155] ve (Tarihinde.) Buhârî rivayet etmişlerdir.
Hz. Aişe, RcsûlulJah (saHalm aleyhi vcsdlcm)'c: "Ey Allah'ın Resulü! Sana Uhud gününden daha şiddetli olan bir günle karşılaştın mı?" diye sordu. Resûlullah (saDalkhu akyhi vcseEem) de: "(Ey Aişe!) Kavmim olan Kureyş'ten gelen birçok morluklara înaru^ kaldım. Fakat Akabe günü karşılaştığım müşkül durum hepsinden -^orlu idi. Ben Kureyş'ten gördüğüm eziyet ürerine Tâif e gidip, hayatımın korunmasını Abd-i Külâl'ın oğlu, İbn Abd-i Yâlil'e teklif ettiğim ^man, kimse talebime cevap vermemişti. Ben de kederli ve şaşkın bir halde gerisingeri (Mekke'ye) dönüyordum. Bu düşünce/i hâlim Karn-ı Seâlib mevkiine kadar devam etti. Burada başımı kaldırıp, semaya baktığımda bir bulutun beni gölgelemekte olduğunu gördüm.
Buluta dikkatle baktığım vakit İçinde Cibril'in bulunduğunu farkettim. Cibril bana nida ederek: Celil olan Allah, kavminin senin hakkında söylediklerini şüphesi^ işitti. Seni korumayı reddettiklerini de duydu. Allah sana s/t davlar mek&ni gönderdi. Bu meleğe kavmin hakkında ne dilersen emredebilirsın> dedi. Bunun ilerine dağlar meleği bana nida ederek selâm verdi, sonra: <By Muhammedi Şüphesi^ Allah, kavminin sana söylediği sö-^i/ işitmiştir. Ben dağlar meleğiyim. Senin Rabbin, kavmin hakkında dilediğin işini bana emredesin diye beni sana gönderdi. Binaenaleyh onlan ne yapmamı istersin? Eğer şu İki yalçın dağı (Ebu Kubeys dağı ile karşısındaki Kuaykıan dağım) Mekkeliler ürerine kapatıvermemi istersen... (emret, onları birbirine kavuştu ruvereyim> " Resûlullah (dlaMıu aleyhi vesellem) da ona: "Hayır! Ben Allah'ın bu müşriklerin sulplerinden yalnı-^ Allah'a ibadet eden ve 0 'na hiçbir şeyi ortak kılmayan (muvahhid) bir nesil meydana çıkarmasını temenni edeıim" dedi. Bunu İmâm Ahmed ve Buharı ile Müslim rivayet etmişlerdir.[156]
İkrime de Resûlullah (saEiülalıualfş'lıivesdla-nJ'in şöyle anlattığını rivayet eder: "Cibril bana gelip: <Ey Muhammed! Kabbin sana selam söylüyor. Bu, dağlar meleğidir. Onu gönde/ip senin emrin dışında hareket etmemesini emrettı> dedi. Dağlar meleği ona: <Istersen dağı onların üstüne kapatayım veya dilersen yerin dibine geçireyim> dedi. " Resûl-i Ekrem (sMahu deylu vesellem) de şöyle buyurdu: "Ey dağlar meleği! Aksine ben onlar için mühlet istiyorum. Belki onların ^niyetinden <U ilahe illallah> diyen kimseler çıkar. "Dağlar meleği de: "Sen, Rabbinm isimlendirdiği gibi raûf (şefkatli) ve rahimsin (merhametli)!" dedi." Bunu İbn Ebi Hatim mürsel olarak rivayet etmiştir.
Ümevî ve İbn Hişam anlatıyor: Resûlullah (sallalahu aleyhi vedlem) Tâif ten ayrılınca. Nahle mevkiinde bir kaç gün ikamet etti ve Mekke'ye girmeye hazırlandı. Resûlullah (sJalhhu aleyhi vesdlem)'in bu arzusu üzerine Zeyd ona: "Ya Resûlâllah! Kureyş seni Mekke'den çıkarmış iken nasıl onların yanına giriyorsun?" dedi. Peygamberimiz (sJallahu aleyhi vesdkm) de: "E}> Zeyd, Allah senin görmediğin yerden bir kapı açar. Elbette Allah dininin yardımcısı, peygamberinin destekleyicisidir" buyurdu. Sonra Hira'ya varıp Abdullah b. Üreykıt'ı himaye etmesini İstemek üzere Ahnes b. Şerik'e gönderdi -Söylentiye göre bu zat daha sonra müslüman olmuştur- O ise, "Ben halîf (anlaşmak) biriyim; anlaşmalı kimse de bir başkasını himaye edemez" dedi. Bunun üzerine Süheyl b. Amr'a adam gönderdi -Bu da daha sonra müslüman olmuştur- O da: "Amir b. Lüey oğullan, Ka'b oğullarını himaye edemez!" diye cevap gönderdi. Sonra bir kişiyi Mut'un bin Adiyy'e - ki kafir olarak ölmüştür- gönderip, onun himayesinde Mekke'ye girmek istediğini bildirdi. Mut'rm ise bunu kabul etti. Böylece Peygamberimiz (saMahu aleyhi vesellem) tekrar Mekke'ye geri dönmüş oldu. O geceyi Mut'ım'm yanında geçirdi. Sabah olunca, Mut'un b. Adiy ve altı (veya yedi) oğlu silahlarını kuşanmış bir vaziyette dışarı çıktılar. Resûl-i Ekrem (sallaİlahu aleyhi vedlem)'e "Tavaf et!" dedi. Kendileri de kılıçlarıyla tavaf yerini kuşattılar. Bu arada Ebu Süfyân, Mut'un b. Adıy'e gelip, "Hirnave mi ediyorsun; yoksa tâbi mi oldun?" diye sordu. O da "Himaye!" karşılığını verdi. Ebu Süfyân: "Öyleyse senin emânın bozulmaz. Senin himaye ettiğin kimseyi biz de koruruz" dedi. Resûlullah (saHahu aîeylu vesdlem) tavafı bitirinceye kadar onun yanına oturdu. Kalkıp evine gidince, onlar da gittiler. Ebu Süfyân da arkadaşlarının yanma döndü.
Günler geçtikten sonra Resûlullah (saMahualeyhi vesdlem) 'e hicret izni verildi. Resûl-i Ekrem (saflaüahu aleyhi vesdem) hicret ettikten sonra Mut'un vefat etti. Mut'im'in bu iyiliğinden dolayı Resûlullah (saMahu alcyhıvesellem) şöyle buyurdu: "Adut'im b. yldiy hayatta olup da benimle bu Bedir esirleri hakkında konuşsaydı, onun sayesinde bu esirleri salıverirdim. "
İbnu'l-Cevzî der ki: İmanı zayıf olan bu- kimsenin aklına şöyle bir şey gelebilir: "Resûlullah (saMahııa%hıvesellcm)'in bir kafirin himayesine ve panayır zamanlarında <Rabbimin mesajım iletebilmem için beni kim korumasına alacak'?> demeye ihtiyaç duyması nasıl açıklanabilir?"
Buna şöyle cevap verilir: Malumdur ki, her şeye kadir olan ilâh, hikmeti olmayan bir şey yapmaz. Hikmeti gizli olduğu zaman, bize teslim olmak düşer. Resûlullah (saHahu aleyhi vesdlem)'in başına gelen hâdiseler de, mahrukatın kanunlarını koyan, felekleri idare eden, suları akıtan ve rüzgârı estiren hakim Allah'ın işidir, Bunların hepsi, her işi bir hikmete binaen yapan ve her şeye gücü yeten Allah'ın dilemesiyle olmuştur. Resûl-i Ekrem (saHahu aleyhi vesdlem)'in, açlıktan karnına taş bağladığını, hor görüldüğünü ve eziyet edildiğini müşahede ettiğimizde anlarız ki, bunların altında bir çok hikmetler vardır. Bir kısmına göz attığımızda; bunların altında iki hikmetin yattığını görürüz:
Birincisi: İmtihan edilen kimsenin, belâya razı olmak suretiyle kalbinin sükuna ermesi ve böyle bir kalbin, s Olumluluklarını güzel bir şekilde yerine getirmesi.
İkincisi: Delillerin arasına şüphenin serpilmesi. Bunun hikmeti de şudur: Müctehid, şüpheyi bertaraf etmede gayret gösterdiği İçin mükâfata nail olur.
Bi'set bölümünde cinlerin Resûlullah (saMahu aleyhi vesellem)'in Kur'an okuyuşunu dinlediğinden bahsetmiştik.
Hafız Ibn Kesir ve Ibn Hacer bu konuyu şöyle değerlendirirler: "Cinlerin gelişi, Resûlullah (saMalıu aleyhi veseHem)'in Taif dönüşünden sonra gerçekleşmiştir" sözü, cinlerin ilk gelişlerim açıkça ifade etmez. Semânın cinler tarafından gizlice dinlenmesine engel olmak için yakıcı yıldızların daha fazla atıldığını anlatan hadisin siyakından anlaşılıyor ki cinlerin ilk gelişleri, bi'setten ve yeryüzüne vahiy indirildikten hemen sonra olmuştu, işte bu münasebetle olayın sebebini araştırıp tespit etmişler ve kavimlerine dönmüşlerdi. Davet yayılınca da gelip Kur'ân dinlemişler ve müslüman olmuşlardır.
Bu, iki hicret arasında vuku bulmuştur. Daha sonra emlerin Medine devrinde dahi gelip-gİtmclcri devam etmiştir.
Muhamrned b. Ömer el-Eslemî ve Ebû Nuaym, Ebu Cafer'den, o da atalarından şunu naklederler: Cinler, Resûlullah (saMalıu aleyhi veseDem)'e nübüvvetin 11. yılında, Rabiülevvel ayında geldiler.
İbn-i İshâk, Ibn Sa'd ve başkaları bildiriyor: Resûlullah (saMahu aleyhi veseüem), Sakif kabilesinden ümidini keserek, TaiPten çıkıp Mekke'ye doğru yönelmişti. Nahîe mevkiine gelip geceleyin namaza durmuştu. O sırada Yüce Allah'ın Kur'an'da zikrettiği cinlerden bir grup oradan geçiyorlardı.
İbn-i İshâk der ki: Bana anlatıldığına göre bunlar, Nusaybin halkından 7 kişidir. O'nu dinlemişler, namazını bitirince de, iman etmiş ve dinlediklerine icabet etmiş halde, uyarıcılar olarak kavimlerine dönmüşlerdi.
Cenâb-ı Hak o olayı peygamberine şu âyetlerde açıklamıştır:
"Hani biz cinlerden bir topluluğu (Nusaybin veya Ninova cinlerini) Kur'an dinlesinler diye, sana doğru çevirmiştik..." Yedi veya dokuz kişiydiler. Bu olay, Resûlulİah (salMahu aleyhi vescllem) Batn-ı Nahle'de ashabına sabah namazını kıldırırken vuku bulmuştu.
"Onlar Kur'an'ı dinlemeye hazır olunca birbirlerine: <Susun!> dediler. Kur'an'ın okunması bitince, her biri birer uyarıcı olarak milletlerine döndüler." (Ahkâf, 29) Kavimleri Yahudi idi.
rfEy milletimiz! Doğrusu biz, Musa'dan sonra indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan, gerçeği (İslâm'ı) ve dosdoğru yolu gösteren bir kitab dinledik. Ey milletimiz! Allah'a çağırana (Muhammed'e) uyun ve O'na inanın ki Allah da sizin günahlarınızın bir kısmını bağışlasın ve sizi can yakıcı azaptan korusun." (Ahkâf, 29-31) "Günahlarınızın bir kısmını bağışlasın" denildi. Çünkü, Allah hakkına dahil olan günahlar iman etmekle bağışlanır; fakat mezalim (zulüm ve kul hakları) sadece iman etmekle bağışlanmaz.
İbn Ebi Şeybe, Ahmed b. Meni', Hâkim (sahih hükmüyle), Ebû Nuaym ve Beyhakî; Ibn Mes'ûd'un. şöyle dediğini rivayet ederler: Peygamberimiz (saBaMıualej-hivcsdlcm) Batn-ı Nahle denen yerde Kur'an okuyorken cinler onun yanına indiler. Onun okuduğunu duyunca "sus!" anlamında "sah!" dediler. Onlar dokuz kişi olup birisi de Zevbea adlı cin idi. Bunun üzerine Allah Azze ve Celle: "Hani sâna cinlerden bir gurubu yöneltmiştik..." âyetini indirdi.
İbn Ccrir ve Taberânî, İbn Abbas'tan şunu naklederler: Bunlar Nusaybin halkından dokuz kişiydiler. Resûlulİah (saflallahu aleylıi vescllem) onları kavimlerine elçi olarak gönderdi.
Buhârî ile Müslim, Mesruk'un şöyle dediğini rivayet eder: Ibn Mes'ûd'a: "Kur'an'ı dinledikleri gün cinleri Nebi (salıikhu aleyhi vesellem)'c kim bildirdi?" diye sordum. O da, "Cinleri Nebi (s^laHıııaleyhhfödIem)'c ağaç haber vermiş" dedi.
Muhammed b. Ömer el-Eslemî ve Ebû Nuaym, Ka'bü'l-Ahbar'dan şunu anlatırlar: Nusaybin halkından olan dokuz cin, Batn-ı Nahle'dcn ayrılınca, uyarıcılar olarak kavimlerine döndüler. Onlar, filan, filan ve Ahkab idi. Daha sonra 300 kişi olarak ResûlulJah (saflaflahu aleyhi vescHem)'e gelmek için yola çıktılar. Hacûn mevkiine ulaştıklarında, Ahkab, Resûl-i Ekrem (<dl^ıuale;4svesellcm)'e gelip: "Kavmimiz seninle görüşmek için Hacûn mevkiine geldiler" diye haber verdi. Resûlulİah (sallallahu aleyhi vedian) de ona, geceleyin bir saatte Hacun'da buluşma sözü verdi.
İmâm Ahmed, Müslim ve Tırmizî, Alkame'den şunu naklederler: İbn Mes'ûd'a: "Cin gecesi içinizden Resûlulİah (saDaIIahusılqü vesdfem)'c arkadaşlık eden oldu mu?" diye sordum da, "Bizden hiç kimse onunla beraber olmadı. Lakin Efendimiz (salklklıuaİCThivescQem)'i bir gece Mekke'de kaybettik. Kendi kendimize <Pcygamber belki helak edildi, belki kaçırıldı, başına bir şeyler gcldi> deyip o gece çok fena bir gece geçirdik. Sabah olunca birden ne görelim: Nebi (saMalıualejiıiveseDem), Hira tarafından çıkıp gelmez mi! <Yâ Resûlallah!> dedik. <Seni kaybettik. Aradık; fakat bulamadık. Bu yüzden kötü bir gece gcçirdik>. Nebi (söahu aleyhi veseDem) de: <Gerçek şu ki bancı dillerin dâvetçisi gelmişti Ben onlara gidip Kur'an okudımi> buyurdu. Sonra gidip bize cinlerin geride bıraktıkları ateş izlerini gösterdi."[157]
Yine İbn Mes'ûd demiştir ki: Resûlulİah (saflallahu aleyhi vesdlem)'in şöyle buyurduğunu işittim: "Geceyi Hacun'da cinlere Kur'an okuyarak geçirdim. " Bunu İbn Cerİr rivayet etmiştir.[158]
Ben derim ki: Geçen hadislerden ortaya çıkıyor ki cinler, Nahle'de Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesdkm)'in kıraatim dinlemişler ve müslüman olmuşlardır. Resûl-ı Ekrem (sallallahu aleyhi vesdlcm) de onları kavimlerine uyarıcı olarak göndermiştir. Daha sonra 300 kışı olarak gen gelmişlerdir. Hz. Peygamber (sükMıu aleyhi vesellem), yine onlara Kur'an okumuştur. Bu seferki gelişlerinde İbn Mes'ûd bulunmamış; daha sonrakinde bulunmuştur.
İbn Cerir, Taberânî, Ebû Nuaym, Beyhakî ve başkaları, bir çok tarikten, İbn Mes'ûd'un şöyle dediğini rivayet ederler:
Resûlulİah (saHaEahu aleyhi vedian) daha Mekke'de iken ashabına şöyle buyurmuştu: "İçinizden cinlerin durumunu görmeyi arzulayan, bunu gönyeye gelebilir." Onlardan benim dışımda hiç gelen olmadı. Resûlulİah (saHahu aleyhi veselicm) ile birlikte ta Mekke'nin yukarı tarafına kadar varmıştık ki ayağı ile bana bir çizgi çizip orada oturmamı emretti. Sonra oradan ayrılıp ilerde durdu. Kur'an okumaya başladı. Bunun üzerine etrafım bir sürü karaltı çevirdi. Bir rivayette şöyle geçmektedir: Cinler Efendimiz (saLıflahu aleyhi vedian)'in etrafında bir izdiham oluşturdular. Efendileri olan Verdân adlı cin: "Ben onları senden uzaklaştır ayım" deyince, O da "Ona isyan edersem beni Allah'tan koruyacak kimse yoktur" diye cevap verdi. Benimle Efendimiz araşma engel oldular. Öyle İd sonunda Efendimizin (saHahu aleyhi vesellem) sesini duymaz oldum. Sonra cinler kalkıp bulut parçaları gibi bölünerek gitmeye başladılar. Sonunda onlardan hiçbir grup kalmadı. Resûlullah (saHahu aleyhi vesellem) onlarla meşguliyetten ancak şafakla beraber kuttulabildi. Sonra görünerek bana geldi ve: "Ben, cinlere de peygamber olarak gönderildim" buyurdu. Ben de: "Bu duyduğum sesler neydi?" diye sordum, "Onların bana veda edip selam verirken çıkardıkları seslerdi" diye cevap verdi. Bana: "Grubun ne yaptığını anlayabildin mi?" diye sordu. Ben de: "Onlar bunlar mıydı ey Allah'ın Resulü!" dedim. Cinler, Efendimiz (sallalahu aleyhi vesellem)'den ne yiyeceklerini sordular. O da: "Kesilirken ürerine Besmele çekilen her hayvanın kemiği si^in yiyeceğini^dir. Ta-^e hayvan dışkıları da yiyeceğini^dir" buyurdu. Cinler: "Yâ Resûlallah! İnsanlar onları elimizden alır!" diye yakındılar. Ben: "Bu, onlara (cinlere) ne fayda verir?" diye sordum. Resûl-i Ekrem (sâdlahu aleyhi vedian) de: "Onlar, kemikleri buldukları her durumda, yenildiği günkü gibi ürerinde ete rastlarlar; hayvan dışkısını buldukları her yerde de, yenildiği gün gibi, ürerinde bitki taneleri bulurlar. Bu ikisiyle sakın taharet yapmayın!" buyurdu. Sabah olduğunda 70 deve dışkısı gördüm.[159]
Başka bir kıssa
İbn B'bi Hatim, İkrime,[nin "Onlar on iki bin kişiydiler. Musul yarımadasından gelmişlerdi" dediğini nakleder.
Ebu Hamza es-Simâli [160] anlatıyor: Cinlerden bu grup, Şeysebân oğullarındandı. Cinler arasında en çok sayıya sahip, en şerefli kimselerdi. İblis'in askerlerinin çoğunluğu bunlardandı.
1. Süfyan-ı Sevrî, Asım-Zirr-İbn Mes'ûd tarikiyle, cinlerin dokuz kişi olduklarını, birîninin isminin Zevbea olduğunu ve Hz. Peygamber (saHkıhu aleyhi vcsdlem)'c Nahle mevkiinde geldiklerini nakleder. Daha önce ondan gelen rivayette 15 kişi oldukları geçmişti. Bir rivayette de 60 deve üzerinde olduldarı, efendilerinin Verdân olduğu yer alır. Ikrime'den gelen rivayette de sayıları on iki bin olarak geçer. Bu farklı rivayetler, onların Hz. Peygamber (&Wahu aleyhi veselem)'e, Mekke ve Medine'de tekrar tekrar geldiklerine işaret eder. İlerde bahsi gelecektir.
2. Vâkıf olduğum kadarıyla, Hz. Peygamber (aıDalkhu -aleyhi vesdlem)'le buluşan cinlerden 7 veya 9 kişilik grubun isimleri ihtilaflıdır. Mücahid der ki: 7 kişiydiler:; 3 tanesi Harran ehlinden, 4 tanesi Nusaybin'dendi, isimleri: Hasa, Mensâ, Şâsir, Mâsir, Erd, Inân, Ahkab'dır. Bunu İbn Ebi Hatim rivayet etmiştir.
İsmail b. Ebi Ziyad der ki: Onlar 9 kişiydi: Selît, Şâsir, Hâcbr, Hasa, Mesâ, Erkam, Edres, Hasır.
Beyhakî, Ebu Ma'mcr el-Ensârî'dcn bildiriyor: Ömer b. Abdilaziz, Mekke'ye doğru giderken çölde ölü bir yılan gördü ve: "Bana bir kazma getirin!" dedi. Bir çukur kazıp onu beze sardı ve gömdü. Birden görünmeyen bir ses duydu: "Allah'ın rahmeti senin üzerine olsun, ey Serik! Şehadet ederim ki, Resûlullah (sallaDahu aleyhi veselkm)'in: "Ey Serik.' Sen çölde Öleceksin ve seni, ümmetimin en hayırlısı gömecektir" dediğini işittim." Bu sesi duyan Ömer, "Allah sana merhamet etsin! Sen kimsin?" diye sordu. "Ben bir cinim. Bu ise Serik'tir. Hz. Peygamber (saflaflahu aleyhi vcsdlem)'e biat eden cinler içinde, benden ve ondan başka kimse kalmadı. Şehadet ederim ki, Resûlullah (salklkhu aleyhi vcsdlem)'in: "Ey Serik! Sen çölde öleceksin ve seni, ümmetimin en hayırlısı gömecektir"dediğini işittim".[161]
İbn Sellâm, Ebu İshak es-Sebif [162] kanalıyla şeyhlerinden, onlar da İbn Mes'ûd'dan şunu rivayet ederler: Hz. Peygamber (saflallahu aleyhi vesellem)'in ashabından bir grup, yürürken aniden bir hortum gördüler. Biraz sonra daha büyük bir kasırga geldi, sonra da dağıldı. Derken önlerinde ölü bir yılan gördüler. Bizden biri, elbisesinden bir parça yırtıp yılanı kefenledi ve defnetti. Karanlık çökünce iki kadın: "Hanginiz Amr b. Câbir'ı gömdü?" diye soruyordu. Biz: "Amr b. Câbir'in kim olduğunu bilmiyoruz" dedik. Onlar da: "Eğer mükâfat arıyor idiyseniz, onu buldunuz. Cinlerin fasıkları, müminlerle savaştı ve Amr b. Câbir'i öldürdüler. O, gömdüğünüz şu yılandır. O, Hz. Muhatnmed (saIkMıu%lııvEseikn)'den Kur'ân dinleyen gruptandu-" dediler.
İbn Ebi'd-Dünyâ, Muhammed b, Abbâd b. Musa el-Ukiî - Muttalib b. Ziyad eS'Sakafî - Ebu İshak tarikiyle şunu nakleder: Ashab-ı Kiramdan bir kaç kişi yolda yürürken, iki yılanın savaştığını gördüler. Sonunda biri diğerini öldürdü. Onun hoş kokusuna ve güzelliğine hayret ettiler. İçlerinden bazıları kalkarak onu bir beze sardı ve gömdü. Birden kaynağını görmedikleri bir sesin "es-Selamü aleyküm" dediğini duydular. Ses şöyle devam etti: "Siz Amr'ı gömdünüz. Bizim müslümanlarımız ile kafirler savaştılar. Bir kâfir de gömdüğünüz müslümanı katletti. İşte o, Hz. Peygamber (sall^uı aleyhi vesdlem) zamanında müslüman olan gruptandır."
Abdullah b. İmâm Ahmed (Zevâidü'I-Müsned'de), Taberânî ve Hâkim; Safvân b. Muattal'dan bunun bir benzerini rivayet etmişlerdir. O rivayette: Söz konusu kimsenin, Resûlullah (salalkhu aleyhi wsellcm)'e gelen 7 kişinin sonuncusu olduğu yer alır.
İbn Ebi'd-Dünyâ, Hasan b. Cuhur — İbn Ebi İyas — Abdulaziz b. Ebi Seleme cl-Mâcişun — amcası- Muâz b. Abdillah b. Ma'mcr tarikiyle şunu nakleder: Hz. Osman'ın yanında otururken bir adam gelip: "Ey müminlerin emiri! Sana acayip bir şey anlatacağım" dedî. "Biz çöldeyken, İki hortum biri bir yandan, diğeri öbür yandan gelerek karşılaştılar ve savaştılar. Sonra dağıldılar. Onlardan biri diğerinden daha büyüktü. Ben hemen onların savaştığı yere gittim ve daha önce asla benzerini görmediğim yılanlar gördüm. Bazılarından mis kokusu geliyordu. Aralarında sarı bir yılan gözüme çarptı. Onun hangisi olduğunu görmek içîn kalktım, yılanları çevirdim. Sonunda gördüm ki ince bir sarı yılanmış. Ondaki kokunun hayra alâmet olduğunu zannettim ve onu sarığıma sararak defnettim. Yürürken, görmediğim bir sesin bana şöyle seslendiğini duydum: "Ey Abdullah! Ne yaptın böyle?" dedi. Ben de ona yaptıklarımı anlattım. O da: "Şüphesiz sen, doğruyu yapmışsın. Bu ikisi, Şeyban ve Akayş oğullarından iki cin taifesidir. Karşılaşıp savaştılar ve gömdüğün kimse şehid oldu. O, Hz. Peygamber (salkliahu aleyhi vesellem)'den vahiy dinleyenlerden biriydi."
İbn Ebi'd-Dünyâ ve Ebû Nuaym, Bişr b. Velid el-Kindî'nin, Kesir b. Abdillah Ebu Hâşim en-Nâci'den şunu anlattığını rivayet ederler: Ebu Reca el-Utaridi'nin huzuruna girdik ve ona: "Hz. Peygamber (saHahu aleyhi vesdlem)'e biat eden cinlere dair bir bilgin var mı?" diye sorduk. Tebessüm ederek şunları anlattı:
Gördüğüm ve duyduğum şeyleri size anlatayım. Biz bir yolculukta su başında konaklamış, çadırlarımızı kurmuştuk. Ben, öğle vakti uyumaya gittim. Birden çadırımda kıvranan bir yılan gördüm. Krrbamı alıp üzerine biraz su serptim, sakinleşti. İkindi namazını kıldığımızda yılan ölmüştü. Heybemden beyaz bir bez çıkarıp yılanı ona sardım, bir çukur kazıp yılanı oraya gömdüm. O gün ve gece yürümeye devam ettik. Sabahladığımızda yine bir su başında konakladık. Öğlen uykusuna gittiğimde, birden sesler duydum. İki defa "es-Selamü aleyküm" diyordu. Bir değil, on değil, yüz değil, bin değil... Bundan daha fazla kimsenin sesiydi. "Siz kimsiniz?" diye sordum, "Cin taifesiyiz" dediler. "Allah seni mübarek kılsın. Karşılığını veremeyeceğimiz bir şey yaptın" dediler. Ben de "Size ne yaptım?" diye sordum. "Senin yanında ölen yılan, Hz. Peygamber (saMıhu aleyhi veseDem)'e biat eden cinlerin sonuncusuydu" dediler.
Bunu Bâverdî de, Marifetli 's-Sahâbe'de, başka bir tarikten rivayet eder. Bu rivayette; onun, Hz. Peygamber (saMlal:ualeyhivesellem)'den Kur'ân dinleyen grubun hayatta kalan son ferdi olduğu yer alır. Hafız (ibn Hacer) el-Jsâbe'de. der kİ: Bu kıssa, öncekine aykırıdır. Her ikisinde de sonunculuk vasfı söylenmiştir. Bu durumda; birincisinin 7 kişiyle kayıtlanması, ikincisinin de Kur'ân dinleyenlerle kayıdanması mümkündür. Bu ihtimal, Kur'ân dinleyen iki taifenin bulunduğu görüşüne bina edilir.
Serik kıssasında; onun, biat edenlerin sonuncusu olduğu geçmişti. Bu durumda onun sonunculuk vasfı "biat etmekle" kayıtlanmış olur.
Ebû Nuaym, Delâi/'de, İbrahim en-Nehaî'den şunu nakleder: Abdullah bin Mcs'ud'un ashabından bir grupla, hac yapmak için yola çıkmıştım. Yolda giderken kıvrılan biı: yılan gördüler. Beyaz renkteydİ ve etrafına misk kokusu yayıyordu. Ben arkadaşlarıma "Siz devam edin. Ben bu yılanın akıbetinin ne olacağını görmeden devam etmeyeceğini" dedim. Çok geçmeden yılan Öldü. Beyaz bir bez bulup onu sardım. Yoldan uzaklaştırıp onu gömdüm. Sonra da arkadaşlarıma yetiştim. Allah'a yemin olsun ki, biz otururken, batı tarafından dört kadın geldi. Onlardan biri: "Amr'ı hanginiz gömdü?" dedi. Biz de: "Amr kim?" dedik, "O yılanı hanginiz gömdü?" diye sordu. "Ben!" diye cevap verdim. Kadın şöyle dedi: "Vallahi sen, çok oruç tutan ve kıyam eden, Allah'ın indirdiklerini emreden birini gömdün. O, Peygamberimize iman etmişti ve o peygamber olmadan 400 sene önce semâda onun sıfatını duymuştu." Biz bunun üzerine Allah'a hamd ettik. Sonra da haccrmızı eda ettik. Daha sonra Medine'de Ömer b. Hattab'ın huzuruna gittik ve ona yılanın durumunu haber verdik. O da şöyle dedi: "Doğru söylersiniz. Resûlullah (saMahuaİ0iıivesdlem)'i söyle derken İşitmiştim: "Ben peygamber olmadan 400 sene Önce o hana iman etmişti. [163]
İbn Ebi'd-Dünyâ, Muhammcd b. Abbâd - Muhammed b. Zıyâd -Ebu Muslih el-Esedi - Yahya b. Salih - Ebu Bekir b. Abdıllah b. Ebı'l-Cchm - Huzeyfetü'I-Adevî tarikiyle şunu anlatır: Hâtıb b. Ebi Bcltea, Hz. Peygamber (saHahu aleyhi veselkm)'e gitmek üzere yola çıkmıştı. Meshâ bölgesine geldiğinde iki toz bulutu ile karşılaştı. Sonra toz bulutu bir yılan sürükleyerek getirdi. Hâüb gidip onu okuyla yokladı (ölü olduğunu anlayınca onu) sakladı. Gece olunca gaipten bir ses şöyle diyordu:
Bineğim' Kesûlullan a aoğru süren ey süvari! Vâkia ve Samsa olan Allah'ın selamı üzerine olsun.
Oen, göğsünü bir aslan gibi bir aşiretin önüne germiş olan A.mr 1 gördün.
Hâtıb, Hz. Peygamber (saHalıualc\iıivesdem)'e gelip durumu anlattı. O da şöyle buyurdu: 'V, Amr b. el-Cevmâye'dir. Nusaybin'de bııhdnan cinlerdendir. Onu Hıristiyan olan Mıhsan b. Cevşen öldürdü. Ben Nusaybin 'İ gördüm. Onu bana Cibril gösterdi. Allah Teâla'dan oranın nehrim tatlandırmasını, meyvesini le^i^ kılmasını ve yağmurunu çoğaltmasını istedim. "
Bu mânâdaki haberler çoktur. Bunların bir kısmını Şeyh (Suyutî), LukatztV-Me/rân fîAhbâri'l-Cân adlı kitabında zikretmiştir.
3. Ibn Abbas, cinlerin Hz. Peygamber (saMalıu aleyhi vesdlem)'le görüşmediğini söyler. Buharı ve Müslim'de ondan şu rivayet yer alır:
Hz. Peygamber (sallallahu%hivesdbn), cinlere Kur'ân okumadığı gibi, onları görmedi de. Resûlullah (saSaMu aleyhi vesdkm) bir grup ashâbıyla Ukâz panayırına gitmek niyetiyle yola çıktı. Bu esnada, şeytanlarla, semâdan gelen haber atasına engel konmuş İdi. (Bundan dolayı, mutat olarak semâdan haber getiren) şeytanlar üzerine şihâblar (yakıcı yıldızlar) gönderildi. Böylece şeytanlar kavimlerine (eli boş ve habersiz) döndüler.
Kavmi: "Ne var, niye (boş) döndünüz?" diye sordu. Onlar: "Bizimle semavî haber arasına mania kondu, üzerimize şıhablar gönderildi. (Biz de kaçıp geri geldik)" dediler. "Bu, yeni zuhur eden bir şey sebebiyle olmalı, doğusunu ve batısını dolaşın, (bu engel hakkında bir haber getirin)."
Yeryüzünü taramak üzere gruplar halinde yola çıktılar. Bunlardan Tihâmc tarafına giden bir grup, Ukâz panayırına giderken yolda ashâbıyla sabah namazı kılmakta olan Hz. Peygamber (salallahu aleyhi veseWTe Nahle deneri yerde rastladı. Kur'ân-ı Kerim'in tilâvetim duyunca durup kulak kabarttılar.
"Bizimle semavî haber arasına engel olan şey işte bu!" deyip kavimlerine döndüler. Onlara şöyle dediler:
"Biz hakiki hayranlık veren bir Kur'ân dinledik ki o, Hakk'a ve doğruya götürüyor. Bundan dolayı biz de ona imân ettik. Rabbimize {bundan sonra) hiçbir şeyi asla ortak tutmayacağız."
Bunun üzerine "De ki: Bana vahy olundu ki..." (Cin, 1) âyeti nazil oldu. Yani burada, cinlerin bu sözü Rcsül-i Ekrem (sallaDalıualej-lıivesekml'e vahy edilmiştir.
Hafız Ebu Bekir Beyhakî der ki: tbn Abbas hazretlerinin "Nebi (sialLıhu aleyhi vtsellem) cinlere ne Kur'ân okudu; ne de onları gördü" şeklindeki sözü, "Cinler, Kur'ân'ı ilk defa işittikleri zamanda dahi onları görmemişti" şeklinde yorumlanır. Daha sonra cin dâvetçisi, Peygamber Efendimiz (salkî!alıuale\iıivesellem)'e bizzat gelmiştir. O da gidip onlara Kur'ân okumuştur. Nitekim Müslim'deki İbn Mesûd (radiyallalıuanlı)'ın haberi de bu yoldadır.
Bölümün başında geçen Ka'b hadisi de Beyhakî'nin görüşünü desteklemektedir.
Beyhakî der ki: Üstelik İbn Mes'ud her iki kıssayı da gayet iyi bilmektedir.
Başkaları da der ki: İbn Mcs'ûd'un haberi, Hz. Peygamber (saüalblıu aleyhi veselem)'in cinlere Kur'ân okuyup onları gördüğünü daha sağlam ifade etmektedir. Bu, İbn Abbas'm menfi haberine göre Öncelikli (mukaddem) sayılır.
Ayrıca İbn Abbas'tan İbn Mes'üd'un sözüne uygun bir rivayet de gelmiştir. İbn Cerir, ceyyid kavî bir senedle İbn Abbas'tan şunu rivayet etmiştir: Ahkâf sûresi 29. âyette anlatılan cinler, Nusaybin halkından 9 kişiydi. Resûlullah (saDaBahu aleyhi vesdem), onları kavimlerine elçi olarak gönderdi. Bu da işaret eder ki, İbn Abbas, İbn Mes'ûd gibi iki kıssayı da rivayet i etmiştir.
4. Hafız (İbn Hacer) der ki: Cinlerin gelişlerinin nübüvvetin bidayetinde olduğunu ifade eden İbn Abbas hadisi, bizim görüşümüzü " zedelemez. Onun "ashabına sabah namazını kıldırdığını gördüler" sözü de, bunun Isra gecesinde beş vakit namazın farz kılınmasından sonra olduğu varsayımını kuvvetlendirmez. Çünkü Hz. Peygamber (saflaDahu aleyhi veseDem) ve ashabı kati surette, İsra gecesinden önce de namaz kılıyorlardı. İhtilaf sadece bu namazın farz olup olmam aşırıdadır. "Namaz, önceleri güneş doğmadan ve batmadan önce iki vakit farzdı" görüşüne göre bizim sözümüz sağlamda-. Bunun delili şu âyet ve benzerleridir:
"Güneş doğmadan ve batmadan önce Rabbini teşbih et"(Kâf, 39). Bu durumda, söz konusu hadisteki "sabah namazı" ifadesi, İsra gecesinde farz kılman namazlardan biri olarak değil de zaman dikkate alınarak kullanılmış olabilir. Böylece cin kıssası da nübüvvetin başlangıcında vuku bulmuş olur.
Tirmizî ve Taberî, bu hadisi karışıklıktan arınmış bir siyak İle, Ebu Ishak es-Sebİı - Saîd b. Cübeyr - İbn Abbas tarikinden tahric etmişlerdir. Bu hadiste İbn Abbas şöyle der: "Cinler, semâya çıkıp vahyi dinlerlerdi..." Bu hâdisenin peygamberliğin başlangıcında meydana geldiğine işaret eden bu hadis ve diğerleri daha Önce geçmişti. İşte, haberlerin desteklediği, mutemed olan görüş budur.
Câbir b. Abdillah (radiyaîlahu anh) anlatıyor: Resûlullah (saOallahu aleyhi vesdkm) kendini kabilelere arz ediyor ve: "Beni kavmine götürecek bir kimse yok mu? Kureyş, Rabbimin kelamım Helmeme engel oldu" diyordu. Bu hadisi, Ebu Davud ve Tirmizî rivayet etmiştir. [164] Tirmizî bu hadise basen sahih hükmünü vermiştir.
Muhammed b. Ömer el-Eslemi anlatıyor: Resûlullah (sallallahualeyHvesdlem), nübüvvetinden itibaren üç sene İslam'a gizlice davet etti. Sonra dördüncü senede açıktan davete başladı. Böylece 10 yıl boyunca İslam'a davet etti. Nebi (saDaDahu aleyhi vedian), her yıl hac mevsimi gelince, konak yerlerindeki hacıların ardından Ukaz, Meccnne ve Zülmecaz panayırlarına gidiyor, onlardan, Rabbinin emirlerini tebliğ edinceye kadar kendisini korumalarını istiyor, buna karşılık da kendilerine Cennet verileceğini va'd ediyordu. Yİne de kendisine yardım edecek bir kimseyi bulamıyordu. Hz. Peygamber (saflaBahu aleyhi vesdlem) kabile kabile dolaşarak: "Ey insanlar! <hâ ilahe illallab> deyini^ ki kurtuluşa eresini^. Onun sayesinde Arapların basına hükümdar olasını^, Arap olmayanlar da si^e boyun eğe... Eğer si^ iman edersem^ Cennetin sahipleri olursunu^' diyordu. Ebu Leheb de, Peygamberimizin peşinden gidiyor, o sözlerini bitirince hemen: "Sakın ha, ona boyun eğmeyin, onun sözlerine kulak asmayın! Çünkü o, yalancıdır, sâbî (yıldıza tapan) bir kişidir" diyor, onlar da en çirkin sözlerle Resûlullah (dkMıu aleyhi vesdlem)'i reddediyorlar ve ona hakaret ediyorlar, "Seni, kendi kavmin daha iyi tanır!" diyorlardı.[165]
İbn-İ Ishâk anlatıyor: Daha sonra Resûlullah (saBaHıu aleylıi vesdlcm) Taiften Mekke'ye geldi. Kavmi ise, dinlerine muhalefet ettiği ve terk ettiği için ona karşı öncekinden daha katı tutum takındılar. İman eden az sayıdaki mustazaf kimseler hariç. Resûlullah (saHahu aleyhi vesellan), her yıl Kabe'yi ziyarete gelen kabilelere, hac mevsimi süresince, kendisini arz ediyor, onları Allah'ın birliğine çağırıyor ve kendisinin peygamber olduğunu bildiriyordu. Onlardan, kendisini tasdik etmelerini ve Allah'ın gönderdiği mesajları açıklayana kadar korumalarını istiyordu.
İbn-i İshâk, Beyhaki, İmâm Ahmed, oğlu Abdullah ve Taberânî, güvenilir ravilerden oluşan bir senedle Rebîa b. Ibâd'dan şunu naklederler:
Ben çocukken Mina'da babam ile beraberdim. Resûlullah (saMlahu aleyhi veseUem) kabilelerinin yanında durmuş onlara: "Ey falanca oğullan! Ben Allah 'in si%e gönderdiği resulüyüm. Allah, kendine ibadet edip hiçbir şeyi ona ortak koşmamanızı ve başka bütün taptıklarınızı terk etmenimi, bana iman edip beni tasdik etmenimi ve ben Allah hn benimle gönderdiği ilahi hükmü açıklayana kadar beni korumanımı si%e emrediyor" buyurdu. Efendimiz (saHahu aleyhi vesellem)'in arkasında şaşı gözlü, alçak boylu, başında iki tutam saçı bulunan, üzerinde Aden işİ elbise bulunan bir herif duruyordu. Resûlullah (saBaSahu aleyhi vesellem) sözünü bitirince bu herif: "Ey falan oğulları! Bu herif sizi Lât ve Uzzâ'yi bırakmaya, Mâlik b. Ukayş oğullarından sizin dost ve müttefikiniz olan kabileden sıyrılıp çıkarak kendi getirdiği bidat ve dalâlete girmeye çağırıyor. Sakın ona itaat etmeyin. Onun konuştuklarını dinlemeyin!" dedi. Ben babama: "Bu adam kimdi?" diye sorduğumda bana "Bu, Muhammed'in amcası, Abdü'1-Uzza b. Abdilmuttalib, Ebû Leheb'dir!" diye cevap verdi.[166]
Taberânî, Târik b. Abdillah'tan şunu nakleder:
Bir defasında, Resûlullah (saBaltahu aleyhi vesdlem)?i, Zü'1-Mecaz [167] çarşisındayken görmüştüm. Bir adam, üzerinde kırmızı bir elbiseyle geldi ve şöyle dedi: 'Ey insanlar! <J^â ilahe illallah> deyin ki kurtuluşa eresini%!" O, bunu söylerken kendisini bir adam takip ediyor ve onu taşlıyordu. Öyle ki, ayakları kan içinde kalmıştı. Aynı zamanda adam: "Ey insanlar, bu adama itaat etmeyin, o çok yalancıdır!" diyordu. "Bu kim?" diye sordum. "Hâşim oğullarından biri. Peygamber olduğunu iddia ediyor. Bu da amcası Abdu'LUzza (Ebu Leheb)" cevabını verdiler.
Taberânî, güvenilir ravilerle Müdrik (b. Münib)'den şunu nakleder: Babamla birlikte hac yapıyordum. Mina'ya geldiğimizde bir cemaatle karşılaştık. Babama "Bu cemaat kimlerdir?" diye sordum, "Bu, sabi (dinini terk eden biri)'dir" diye cevapladı. Orada Resûlullah (saHahu aleyhi vesdlem) şöyle hitab ediyordu: "Ey insanlar! <La ilahe illallah> deyin, kurtuluşa etin!"
Buhârî, Tarihinde; Taberânî ise M. el-Kebir'de (lafız ona aittir) Müdrik b. Münib cl-Amiri'nin, babası ve dedesi kanalıyla şu hâdiseyi anlattığını rivayet ederler: Resûlullah (saüallahıı aleyhi vesellem)'i Cahiliye devrinde "Ey insanlar! <Lâ ilahe illallah!> deyin, kurtulun!" derken görmüştüm. Kimi yüzüne tükürüyor; kimisi de üzerine toprak saçıyordu. Kimisi de ona sövüyordu. Tâ ki gün ortası olunca, bir kız çocuğu gelip birazcık suyla yüzünü ve ellerini yıkadı. O da ona: "Sevgili ki-^tm! Baban yenilir ve edilir diye endişe etme!" diyordu. "Bu kimdir?" diye sordum, "Resûlullah (saDaMm aleyhi vesdlem)'in kızı Zeynep" dediler. O, parlak yüzlü bir kız çocuğuydu.
Taberânî de güvenilir ravilerle bunun bir benzerini Haris b. el-Hâris'den nakletmiş tir.
İmâm Ahmed ve Beyhakî, Eş'as b. Selim (veya Süleym)'den, o da Kinane'li birinden şunu nakleder: Bir defasında, Resûlullah (saflaSahu aleyhi veseEem)'i Zülmecaz panayırında görmüştüm. 'Ey insanlar! ilahe illallah> deyin ki kurtuluşa eresini-^.1" diyordu. O, bunu söylerken kendisini bir adam takip ediyor ve üzerine toprak serpiyordu. Bu, Ebu Cehil idi. Aynı zamanda: "Ey insanlar, bu adam sizi dininizden çevirmesin. Bu istiyor ki, Lât ve Uzza'ya tapmayı bırakasınız!" diyerek onu takip ediyordu. Resûlullah (saSaDahu aleyhi vesdlem) de arkasına dönüp bakmayarak ondan uzaklaşıyordu.
Hafız İmadüddin İbn Kesîr bu hususta şöyle der: Buradaki şahıs, Ebu Leheb'dir. Bazen Ebu Cehil ismi yanılgıya kapılarak söylenmektedir. Bazen Ebu Leheb, bazen de Ebu Cehil olma ihtimali de vardır. Çünkü bu İkisi, nöbetleşe Resûlullah (saMalıualejtivesellem)'e eziyet ediyorlardı.
Ben de derim ki: Zahir (açık ve kuvvetli) olan bu ikinci görüştür.
Ibn-İ Ishâk, Resûl-i Ekrem (sallaflahıı aleyhi vesellem)'in mübarek zâtını, Kinde ve Kelb kabilelerine, Amir b. Sa'saa oğulları ile Hanife oğullarına arz ettiğini anlatır ve der ki: "Araplar içinde, ona, bunlardan daha çirkin tepki gösteren olmamıştır".
Vakıdî, Resûl-i Ekrem (sallaHıualeyMvesdem)'in kendini arz ettiği kabilelere şunları da ekler: Abs, Gassan, Muharip, Fezare, Mürre, Süleym, Nasr b. Hevazin, Sa'lebe b. Ukâbe, Haris b. Ka'b, Uzre ve Kays b. Hatim oğulları.
Muhammed b. Ömer el-Eslemî, Amir b. Seleme el-Hanefî'nin şunları anlattığını nakleder (Amir, Resûl-ı Ekrem (saHalm aleyhi vesellem)'in son zamanlarında müslüman olmuştur): Allah'ın bizi Cennetten mahrum kılmamasını dileriz. Resûlullah (saHahu aleyhi veseflem)'İn Ukaz, Mecenne ve Zülmccaz'da üç yıl bize geldiğine şahit olmuştum. Bizi Allah'a davet ediyor, Rabbinin mesajını iletene kadar kendisini himaye etmemizi istiyordu. Bize Cennet va'd ediyordu. Ne ona icabet ettik; ne de güzel bir karşılık verdik. Ona kaba davrandık; o ise bize yumuşak davrandı." Amir şöyle devam eder: "İlk senede Hecer'e döndüğümde Hcvdc b. Ali bana: 'Bu mevsiminizde her hangi bir haber var mı?" diye sordu. Ben de: "Kureyşli bir adam, kabileleri dolaşıyor, onları yalnız Allah'a ibadet etmeye çağırıyor, Rabbinin mesajını İletebilmesi İçin kendisini himaye etmelerini istiyordu. Onlara Cennet va'd ediyordu" dedim. Hevde bana: <Kureyş'in hangi kolundandu- o?> diye sordu. Ben de <Nesep yönüyle en şerefli olanından, Abdulmuttalib oğulkrmdan> diye cevap verdim. Hevde: <Yoksa o, Muhammed b. Abdullah mıdır?> dedi, ben: <Ta kendisi!> deyince, <Şunu bil ki, onun işi buradakilere galip gelecektir< dedi. <Bir sürü ülke içinde yalnız buradakilere ıni?> dedim. <Buranın dışındaki ülkelere dc..> diye cevap verdi, ikinci sene yine Hecer'e gittiğimde, <Adam ne yaptı?> diye sordu. Ben de: <Vallahi, geçen yıl gördüğüm halde...> diye cevap verdim. Daha sonra üçüncü sene de aynı haldeydi, insanlar arasında yolu tutulmuş, adı dilden dile dolaşır olmuştu.
Hâkim, Beyhakî, Ebû Nuaym ve Kasım b. Sâbit'in Hz. Ali'den rivayet ettiklerine göre: Yüce Allah, Arap kabilelerine İslâmiyet'i arz etmesini emredince, Peygamberimiz (saDaHahı aleyhi vesdem), beni ve Hz. Ebu Bekir'i yanına alarak, kabileleri birer birer dolaştı. Nihayet, dönüp dolaşa dolasa bir meclise uğradık ki, kendilerinde ağır başlılık ve yaşlılıklarında da ululuk göze çarpıyordu.
Ebu Bekir, onlara hemen selâm verdi ve "Hangi kavimdensiniz?" diye sordu. "Biz, Şeyban b. Salebe oğullarıyız!" dediler.
Ebu Bekir, Resûlullah (sallnllahualeyHveselleml'e dönerek "Anam babam sana feda olsun, Yâ Resûlaîlah! Bunlar insanlar içinde seçkin kimselerdir. İçlerinde Şeyban oğullarının uluları; Mefruk b. Amr, Hâni' b. Kabîsa, Müsennâ b. Harise ve Nu'mân b. Şerik var" dedi. Onlardan, Ebu Bekir'e en çok yakınlık gösteren Mefruk idi. Mefruk, yakışıklılığı, dili ve iki yandan göğsüne kadar dökülen saçları ile başkalarına bir üstünlük arz ediyordu. Mefruk, kavminin yakınında Ebu Bekir'le oturdu.
Ebu Bekir, ona "Siz, sayıca nasılsınız?" diye sordu. Mefruk: "1000'den fazla değiliz" dedi.
Ebu Bekir, himaye ve savaş geleneklerinin de nasıl olduğunu sorunca, Mefruk: "Biz karşılaştığımızda çok öfkeli oluruz. Öfkeli olunca da düşmanı çok kötü karşılarız. Atları evlatlara, silahı da develere tercih ederiz. Allah'ın yardımı bazen bizi zafere götürür; bazen de devir aleyhimize döner" dedi. Ebu Bekir, Mefruk'a: "Her halde, Resûlullah (sallallahu aleyhi vesdlem) hakkında sîze bilgi erişmiştir? İşte, O zat, buradadır!" dedi. Bunun üzerine Mefruk, Peygamberimiz (sallallahu aleyhi vesdem) 'e döndü ve: "Ey Kureyşli kardeş! Benİ, neye davet ediyorsun?" diye sorunca, Peygamberimiz: "Si?(i, Allah'tan başka tanrı olmadığına, Allah'ın bir olduğuna, ortağı ve dengi bulunmadığına, benim de, Allah'ın kulu ve resulü olduğuma inanmaya ve tasdik etmeye davet ediyorum! Bir de, Kureyş müşrikleri, Allah'ın dinini söndürmeğe kalkışırlar; Allah 'in gönderdiği peygamberi yalanlarlar; Allah, hiçbir şeye muhtaç olmayan ve övülmeye lâyık biricik mâbud iken bâtıla sarılıp Hak'tan yü\ çevirirlerse, bana inanarak bağlı kalmaya, yardımcı ve beni koruyucu olmaya davet ediyorum!" dedi.
Mefruk: "Ey Kureyşli kardeş! Sen, beni daha ne gibi şeye davet ediyorsun? Vallahi, bundan daha güzel bir söz İşitmedim" deyince Resûlullah (sallallahualeyhiveseDem) ona Kur'ân-ı Kerim okudu.
"De ki: Geliniz Rabbinizin neleri haram kıldığını size okuyup bildireyim: ,
Ona, hiçbir şeyi eş ve ortak tutmayın! Anaya, babaya iyilik edin.
Fakirlik endişesi ile çocuklarınızı öldürmeyin.
Sizin de, onların da, rızkını biz vereceğiz.
Kötülüklerin açığına da, gizlisine de yaklaşmayın!
Bir hak terettüp etmedikçe, Allah'ın haram ve yasak kıldığı cana kıymayın !
İşte, Allah, size aklınızı başınıza alasınız diye bunları emretti." (En'am, 151)
Mefruk: "Vallahi, ey Kureyşli kardeş! Sen, beni güzel ve yüce ahlâkın, amel ve hareketlerin en güzellerine, en iyilerine davet ettin. Muhakkak ki, kavmin seni yalanlamak, senin aleyhinde bulunmakla sana iftira etmişler!" dedi ve sözlerine Hâni b. Kabîsa'yı ortak etmek için de: "Bu, Hâni b. Kabîsa, bizim büyüğümüz ve din adamımızdır!" diyerek sözü ona bıraktı.
Hâni', Peygamberimiz (saMahu aleyhi veseHem)'e: "Ey Kureyşli kardeş! Sözlerini dinledim. Bizim için başı, sonu olmayan bir oturumda senin bizi davet ettiğin İsi ve sonucunu düşünmeden, taşınmadan hemen dinimizi bırakıp dinine ve sana tâbi olmamızı ben, hatalı bir görüş, hafif akıllılık, işin sonunu hesaba katmamak gibi kısa bir görüşlülük sayarım. Hatâ ise, acele ile olur!" dedikten ve arkalarında bıraktıkları halkı da hesaba katmak, onların hoşlanmayacakları bir işi kendi kendilerine tutmamak; dönüp onlarla konuşmak, anlaşmak, hâsılı, çok düşünüp taşınmak gerektiğini belirttikten sonra: "Bu, Müsennâ, bizim büyüğümüz ve savaş işleriyle uerasan adamımızdır!" dıverek sözü Müsennâ b. Hârise'ye bıraktı.
Müsennâ da -daha sonra müsîüman olmuştur- "Ey Kureyşli kardeş! Sözlerini dinledim ve onları güzel buldum!" dedikten sonra, yurtlarının Yemame ile Simame arasında iki su başında bulunduğunu söyledi.
Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)". de: "Bu ıkı su başı nedir?" diye sorunca, "Kisra'nm nehirleri ve Arap suları (toprakları)... Kisra'nm nehirlerinden dolayı işlenen suçun sahibi bağışlanmaz, özrü de kabul edilmez. Biz konakladığımızda, Kisra'ya bir söz vermiştik. Olay çıkarmamaya ve dışarıdan geleni barındırmamaya dair ahdetmiştik. Bizi çağırdığın bu işten hükümdarların hoşlanmayacaklarını biliyorum" cevabını verdi. Arap sularında işlenen suçun sahibi bağışlanır, özrü de kabul edilir. Eğer seni Arap sularında (topraklarında) barındırıp yardım etmemizi istersen, bunu yaparız" dedi
Resûlullah (sallalahu aleyhi vediem) onlara: "Doğruyu apaçık söylediğiniz için, beni reddetmenizi kabahat saymıyorum. Allah'ın dini, her tarafından kuşatılıp desteklenmedikçe kalkmama-:/! Bakmış, pek a^ <%aman geçmeden Allah, sizin yerinire başkalarını geçirir, yerinire, yurdunuza ve mallarınıza birilerini varis kılar. Artık siz Allah'ı sever ve tenzih eder misiniz?"buyurdu.
Nu'man: "AUahım, sen buna lâyıksın!" dedi.
Bunun üzerine Resûlullah (soİTİlahu:%Hvesellem), onlara şu âyeti okudu:
"Biz seni şahit, müjdeci, uyarıcı; Allah'ın izniyle ona çağıran, nurlandıran bir ışık olarak göndermişizdir." (Ahzâb, 45). Daha sonra, Resûl-i Ekrem (sallallahu%hıveselem) oradan ayrıldı.'[168]
Saîd b. Yahya b. Saîd el-Ümevî, M^i^''sinde babasından; Ebû Nuaym ise Abdurrahman el-Amirî'den, o da kavminin ileri gelen büyüklerinden şunu naklederler: Peygamberimiz (saflaflahu aleylıi vesdlem), Ukâz panayırında yanımıza geldi ve: "Hangi kavimdensiniz?" diye sordu. "Ka'b b. Rabİa oğullarından Amir b. Sa'saa oğullan!" dedik.
Peygamberimiz (sallalahu aleyhi vesdlem): "Ben, Allahhn gönderdiği peygamberim. Si^in yanınıza gelirsem, Rabbimin bana emrettiği şeyleri tebliğ edinceye kadar beni himaye eder misiniz? Aynca sizden hiçbirinizi de buna zprlamıyon/m" huyundu.
Onlar: "Sana iman etmeyiz. Ancak Rabbinin mesajını tebliğ edinceye kadar seni koruyabiliriz" dediler.
Onların arasından Beyhara b. Firas el-Kuşeyri adında bir adam gelip "Aranızda gördüğüm, tanımadığım bu adam kim?" diye sordu. "Muhammed b. Abdullah b. Abdılmuttalib!" dediler. "Ne alıp veremediğiniz var?" diye sorunca, "Bu, kendisinin Allah'ın ıresûlü olduğunu iddia etti ve bizden Rabbınm mesajını tebliğ edene kadar kendisini himaye etmemizi talep etti" dediler. "Ona ne cevap verdiniz?" dediğinde, "Esenlik ve barışla karşıladık. <Seni yurdumuza götürürüz ve kendimizi korur gibi koruruz> dedik" karşılığını alınca, Beyhara: "Bu pazar halkı içinde sizin geri götürdüğünüz şeyden daha kötüsünü götüren tanımıyorum! Bir kavmin kovup yalanladığı sefihe destek olup himave ve yardım mı edeceksiniz? Böylece Arapların tümünün okuna mı maruz kalacaksınız? Onun kavmi, kendisini daha iyi bilir. Sizin görüşünüz ne kötü bir görüştür!" dedi ve Rcsûl-i Ekrem (salklklıu aleyhi vadlem)'e de dönüp: "Sen de kalk git kavmine katıl. Vallahi, eğer kavmimin yanında olmasaydın, boynunu vururdum!" diye çıkıştı.
Resûlullah (sallaEahu aleyhi vesellcm) kalktı, devesine binmeye gitti. Alçak Beyhara devenin böğrüne dokununca zıpladı ve Rcsûl-i Ekrem (salaflahu aleyhi veseilem)'i yere düşürdü. O gün, Amir oğulları arasında Dubâa bint Amir b. Havt da vardı. Bu kadın, Mekke'de müslüman olan kadınlardandı; Amca oğullarını ziyarete gelmişti. Olay karşısında şöyle dedi: "Amir oğullarına yazıklar olsun! Benim Amir'le ilişkim kalmadı. O, gözünüzün önündeyken Allah'ın Resûlü'ne bu yapılır mı? Sizden hiç kimse de ona engel olmuyor?"
Bunun üzerine amca oğullarından üç kişi kalkıp Beyhara'nın yanma koştular. İki kişi de Beyhara'ya yardıma gitmişti. Bunlardan her biri Beyhara ile yanındakileri yere düşürdüler. Sonra da göğüslerine oturup yüzlerine tokat attılar.
Resûlullah (saflaBahu aleyhi veseHem) onlar hakkında: 'Allahım! Bunla/7 mübarek kıl; şunlara da lanet et!7' buyurdu. Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi vesellem)'e yardım eden üç kişi (daha sonraları) müslüman olup şehit oldular. Bunlar; Sehl'İn. oğulları Ğatif ve Gatafan ile Abdullah'ın oğlu Urve veya Uzre'dir. Diğerleri ise lıclâk olmuşlardır.[169]
Âmir oğullarının yaşlı, tecrübeli bir adamları vardı. Yaşı çok ilerlemiş olduğu için, kendileriyle birlikte hacca gidecek durumda değildi. Amir oğulları hacdan döndükleri zaman, onun yanına giderler, duyduklarını gördüklerini ona anlatırlardı.
Bu seferki dönüşlerinde de, yanına varıp onunla görüştüler. İhtiyar, hac mevsiminde olan bitenlerden sordu. Onlar da: "Bize, Kureyş kabilesinden ve Abdulmuttalib oğullarından bir genç geldi. Peygamber olduğunu söylüyor, kendisini korumaya, kendisiyle düşüp kalkmaya biz' davet ediyor, bizimle birlikte yurdumuza gelmeyi istiyordu!" dediler.
İhtiyar, iki elini başına koydu ve: "Ey Âmir oğulları! Bu nasıl telâfi edilir? Tutmak isterken, kaçırılan o devlet kuşu, bir daha nasıl ele geçirilir?! Varlığım elinde olan zâta and olsun ki şimdiye kadar İsmail oğullarından yalan yere peygamberlik iddiasında bulunan hiç kimse gelmemiştir! Onun size söylediği gerçektir. Aklınız nerede idi, neden bunu düşünmediniz?!" diyerek onlara çıkıştı.
Ebu Nuaym, Hâlid b. Saîd'in, babası ve dedesi kanalıyla sunu anlattığını rivayet eder: Bekr b. Vâil, hac için Mekke'ye gelmişti Resûlullah (saHahu aleyhi vesdlcm), Ebu Bekir'e: "Git ve durumu ona at\ et!" buyurdu. O da gidip durumu arz etti. Onlar dediler ki: "Büyüğümüz Harise gelinceye kadar bekleyelim." O gelince şöyle dedi: "Bizimle Persler arasında savaş var. Bu bitince senin dediğini düşünürüz." Onlar Perslerle karşı karşıya gelince büyükleri: "Size davette bulunan adamın ismi neydi?" diye sordu, "Muhammed" dediler. O da "Parolanız bu olsun!" dedi. Sonunda Perslere karşı zafer kazandılar. Bunun üzerine Resûlullah (saHahu aleyhi vescEem): "Benim vesilemle -^afer kabandılar'"buyurdu.
Muhammed b. Ömer el-Eslemî, Cehm b. Ebi Cehm'dcn şunu nakleder: Resûlullah (salHlalıu aleyhi vesdlem) Allah'a davet etmek için Amir oğullarının yanına vardı. İçlerinden biri kalkıp şöyle dedî: "Hayret doğrusu kavmin seni tanımadı, Araplar da yüz çevirdi; sen de defalarca bize gelip gidiyorsun. Vallahi senî hac mevsiminde gelenlerin ağzına düşüreceğim!". Bunu söyler söylemez Resûlullah (saHahu aleyhi veseHem)'İn üzerine hücum etti. Allah da hemen orada bu alçağın ayağını kırıverdi. Ayağının acısından bağırırken Resûlullah (sallaHıu aleyhi vesdlem) oradan ayrıldı.
Ebû Nuaym, Abdullah b. Vabisa el-Absî'nin dedesinden şunu naklettiğini rivayet eder: Biz Mina'da iken Resûlullah (sallaüahu aleyhi vedkm) cıkageldi. Bizi İslam'a davet etti, biz de ona icabet ettik. Yanımızda Meysere b. Mcsruk el-Absî vardı. Bu zat, bize şöyle dedi: "Allah adına yemin ederim ki, eğer bu adamı tasdik edip yanımızda götürürsek çok isabetli bir şey olur. Allah'a yemin ederim ki, onun işi en son yere kadar ulaşıp üstün gelecektir." Fakat topluluk onun bu sözüne kulak asmadı. Meysere onlara: "Fedek'e gidelim, orada Yahudiler vardır. Onlara bu adamı sorarız" dedi. Böylece Yahudilere gittiler. Yahudiler, kitaplarını çıkardılar, orta yere koydular ve Resûlullah (sallaHıu aleyhi vesdlem) 'İn sıfatlarını incelediler. Şöyleydi: "Arap, ürnrnî peygamber... Merkebe biner, kırıntı ekmek parçasıyla yetinir. Ne uzun; ne kısa. Saçı kıvırcık da değil; düz de.
Gözlerinde bit kırmızılık vardır. Teni de kırmızıyla karışıktır (Ne çok beyaz, ne de kara yağız)." Yahudiler dediler ki: "Eğer sizi davet eden buysa, onu kabul edin ve dinine girin. Biz onu çekemediğimiz için tâbi olamayız. Bizim onunla bir kaç yerde büyük bir belâmız (savaşımız) olacaktır. Araplardan ona tâbi olmayan kalmayacaktır. Tâbi olmayan da öldürülecektir." Meysere: "Ey kavmim! Bu iş, gayet açıktır" dedi ve müslüman oldu.
Ebû Nuaym'ın İbn Rûman ve Abdullah b. Ebi Bekir'den ve başkalarından naklettiğine göre, Hz. Peygamber (saMahual^Tİvesellem), Kinde kabilesinin konakladığı yere geldi ve kendini onlara arz etti. Onlar ise kabul etmediler. İçlerinden biri: "Ey kavim! O, önünüze geçirilmeden siz onun Önüne geçin. Vallahi, Ehl-i kitap bize, Harem'den çıkacak bir peygamberi haber veriyorlar ve diyorlar İd: <zamanı yaklaştı>" dedi; fakat kabul etmediler.
Bey haki, Asım b. Amr b. Katâde'den, o da kavminin büyüklerinden şunu nakleder: Evs kabilesinden Amr b. Avf oğullarının kardeşi Süveyd b. S amit, Mekke'ye hac veya umre için gelmiş bulunuyordu. Süveyd; kabilesi arasında cesareti, soyu sopu, şiirleri ve ululuğu ile kâmil (olgun insan) diye anılırdı.
Şu şiirler Süveyd'c ait idi:
Dikkat et. Nicelerine dost diye çağırırsın da yokluğunda onun uydurup söylediği sözler seni üzer.
Onun, yüzüne karşı sözleri petek balı ise de arkandan söylediği sözler, göğüs deliği (gırtlak) üzerindeki kılıç gibidir.
Dıştan görünü§ü sana sevinç verir. Derisinin altında (İçinde) ise sırt kaslarını kesen aldatıcı bir muska vardır.
Gözleri yan bakışlarıyla içinde gizlediği kin ve buğzu sana açıklar. Haydi, şimdi hana yardım et. Zira uzun süre beni yonttun durdun (zayıflattın). Dostun hayırlısı destek olur; ama yontup zayıflatmaz.[170]
Peygamberimiz; Süveyd'in Mekke'ye geldiğini işitince, gidip onu Allah'a ve İslâmiyet'e davet etti. Süveyd: "Herhalde benim yanımda bulunanın benzeri senin yanında da var!" dedi.
Peygamberimiz "Senin yanındaki nedir?" diye sordu. Süveyd: "Lokman'm hikmetli sözlerini içine alan sayfa!" dedi. Peygamberimiz: "Onu, bana oku!" huyuzdu.
Süveyd okuyunca, Resûlullah (saEaHıu aleyhi veseGem): "Bu, gü^ei sö\dür. Fakat, benim yanımdaki ondan daha gii^el ve üstündür!. Kur'ân'dır. Onu, Yüce A.llah bana indirmiştir. O, doğru yolun ta kendisidir ve nurdur" dedi.
Efendimiz, Süveyd'c Kur'ân-ı Kerim okuyup onu İslâmiyet'e davet etti. Süveyd, ilgisizlik göstermedi. "Bu, ne güzel söz!" dedi. Dönüp Medine'ye kavminin yanına gitti. Çok geçmeden Hazreçliler tarafından öldürüldü. Kabilesi halkından bazı kimseler "Onun, müslüman olduğu halde öldürüldüğüne inanıyoruz!" dediler. Onun öldürülmesi hâdisesi, Buâs harbinden önceydi.
Allah Teâlâ şöyle buyurdu:
"And olsun ki, senden önce de nice peygamberler alaya alınmıştı. İnkar edenleri önce erteledim, sonra cezalarım verdim. Cezalandırmam nasıldı?" (Ra'd, 32)
Bu, Hz. Peygamber (saHallalıufehivesellem) İçin bir tesellidir. İşte, seninle alay edenlere de böyle yaparım demektir.
Yine Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur:
"Allah'la beraber başka bir tanrının bulunduğunu kabul eden alaycılara karşı şüphesiz biz sana kafiyiz (onları bir âfetle helak etmekle). Yakında (akıbetlerinin) ne olduğunu öğreneceklerdir.
And olsun ki, söyledikleri (alay, iftira vb.) şeylerden senin gönlünün daraldığını biliyoruz.
Rabbini hamd ile an, secde edenlerden (namaz kılanlardan) ol ve sana yakın (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk et." (Hicr, 95-99)
Cumhur, (rivayetlerinin çoğunda İbn Abbas vardır) bu alaycı kimselerin 5 kişi olduğunu söyler. İbn Abbas'tan gelen bir rivayette ise 8 oldukları yer alır. el-Gurer'de., bu rivayet sahih bulunmuş, Ebu Amr el-Irâkî de ed-Dürer'de buna karar kılmıştır.
1. Esved b. Abdi Yağus b. Vehb b. Zühre.
Bu, Hz. Peygamber (saMalıuale)rlıivcseiiem)'ın dayısının oğludur.
Belâzürî bununla İlgili şunları anlatır: Müslümanları gördüğünde arkadaşlarına: "Yanınıza yeryüzünün sahipleri geldi. Onlar, Kisra ve Kayser'İn mülklerine varis olacaklar!" derdi. Hz. Peygamber (saflallahu aleyhi vesdlem)'e de: "Bugün gökle konuşmadın mı, ey Muhammed?" tarzında sözler sarf ederdi. İşte bu şahıs, bir defasında sefere çıkmışken, Sam yeli onu çarptı ve yüzü kapkara oldu; Habeşli suratına döndü. Ailesinin yanına geldiğinde onu tanıyamadılar; kapıyı yüzüne kapattılar. Bunun üzerine şaşkın bir vaziyette dönüp gitti. Nihayet susuzluktan öldü.
Cibril'in, başına işaret ettiği, başını bir kurdun kemirdiği; daha sonra iltihap toplayarak öldüğü söylenir. Cibril'in karnına işaret ettiği, karnının su topladığı ve böylece öldüğü de anlatılır. Ayrıca susayıp su içtiği ve karnının çatladığı da söylenir.
Birinci görüşü; Ebû Nuaym, zayıf bir senedle İbn Abbas'tan ve Rebî b. Enes'ten rivayet etmiştir. Bu rivayette "Beyaz, güzel görünüşlü biriydi" ilavesi de vardır. İkinci görüşü; Taberânî, Beyhakî ve Ziyâü'l-Makdisî, sahih bir senedle rivayet etmişlerdir. Üçüncü görüşü; Ebû Nuaym, iki zayıf tarikten rivayet etmiştir. Dördüncü görüşü.....[171]
İbn Ebi Hatim ve Belâzürî de sahih bir senedle İkrime'den şumı rivayet ederler: Cibril, Esved'in belini büktü, öyle ki göğsü eğildi. Resûlullah (saDalalıu aleyhi vesdkm) bunu görünce: iCDayıml Dayım!" dedi. Cibril de: "Onu bana bırak, ey Muhammed! Ben, ona yeterim" dedi.
Bu rivayetler arasında birbirine aykırılık yoktur. Çünkü anlatılanların hepsinin Esved'in başına gelmiş olması muhtemeldir.
2. el-Hâris b. Kays es-Sehmî.
O, Anüla'nın oğludur. Annesine nispet edilir. Haris, ibadet edeceği bir taş alır; daha iyisini bulduğu zaman da onu bırakıp öbürünü alırdı.
Onun hakkında şu âyetler nazil oldu: "Hevesini kendine tanrı edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın? (Onu hevâsına uymaktan koruyacak olan sen misin?)" (Furkan . 43).
Bu adam şöyle derdi: "Muhammed, öldükten sonra dıriltilcçeklerini söyleyerek kendini ve arkadaşlarını aldattı. Vallahi, zamandan, günlerin geçmesinden ve başımıza gelen olaylardan başkası bizi tüketmez." Sonunda bu herif tuzlu bir balık yedi, karnı şişip çatlayana kadar su İçmeye devam etti. Anjin hastalığına yakalandığı da söylenir. Bazıları da der ki: Başı cerahat topladı ve öldü.
Birinci görüşü Abdurrezzak, tbn Cerir ve başkaları, Katide ve İbn Abbas'ın azatlı kölesi Miksem'den rivayet etmişlerdir.
3. Esved b. Muttalib b. Esed b. Abdiluzza.
Belâzürî (rahimehuBah) der ki: O ve arkadaşları, Resûlullah (saHahuafcyhtvcsdfem) He ashabını göz ve kaş hareketleriyle alaya alırlardı. Şöyle derlerdi: "Yanınıza yeryüzünün sahiplen geldi. Onlar, Kisra ve. Kayser'in mülklerine varis olacaklar!" Sonra da ıslık çalıp alkışlarlardı. Bu adam, Resûlullah (saEJahu aleyhi vesdlcm)'e ağır sözler söyledi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (saHahu aleyhi vesellem) de ona, Allah'ın gözünü kör etmesi ve çocuğunu da yitirmesi için beddua etti. Nihayet bu adam, Şam'dan gelecek oğlunu karşılamaya çıkmıştı. Yolda bir ağacın gölgesine oturdu. O anda Cibril, ağacın yeşil bir yaprağiyla ve dikeniyle yüzüne ve gözlerine vurmaya başladı. Tâ ki kör oldu ve çocuğundan imdat dilemeye başladı. Çocuğu da: "Sana her hangi bir şey yapan kimse görmüyorum" dedi. Cibril'in, onun gözlerine işaret ettiği, böylece kör olduğu ve Rcsûl-i Ekrem (saflaltohu aleyhi vescEern)'den elini çektiği de söylenir. Bedir günü olunca, oğlu Zem'a b. Esved öldürüldü. Onu Ebu Dücane öldürdü. Onu öldürenin, Sâbıt b. el-Ceza' olduğu da söylenir. Yine diğer oğlu Akil de öldürüldü. Onu da Hz. Hamza ile Hz. Ali ortaklaşa öldürdüler. Ayrıca onu tek başına Hz. Ali'nin öldürdüğü de söylenir.
4. Mâlik b. Tulâtıla b. Amr b. Ğubşân.
Bunu İbnü'l-Kelbî ve Belâzürî zikretmiştir. Çok alçak bir kimseydi. Resûlullah (sMahu alevhi vesellem) ona beddua etmiş ve şerrinden Allah'a sığınmıştı. Nihayet Cibril, karnını öyle bir sıktı ki içi dışarı boşaldı ve Öldü.
Belâzürî ve dışındakiler -İbn Kelbî hariç- der ki: Cibril, onun başına işaret etti, başı cerahat topladı ve öldü. Diğerleri de bunun Ömer b. et-Tulâtıl olduğunu söyler ki bu, asılsızdır.
5. As b. Vâil es-Sehmî.
Belâzürî bunun akıbetini şöyle anlatır: el-As merkebe binip Taife gitti. Merkep onu, diken dolu bir yere çöktürdü. İbn Vâil'İn ayağının altına bir diken saplandı. Ayağı deve boynu gîbİ şişti ve sonunda öldü. Merkebinin veya katırının çöktürdüğü yerde bir yılanın soktuğu ve orada öldüğü de söylenir. Birinci görüşü Belâzürî rivayet etmiştir. Tkİnci görüşü ise Ebû Nuaym, zayıf bir senedle ibn Abbas'tan rivayet etmiştir.
Buhârî ile Müslim ve İbn-i İshâk, Habbab b. Eret'in şöyle dediğini rivayet ederler: Ben, Cahiliye devrinde demirci idim. As b. Vâil'e kılıçlar -bir rivayete göre kılıç- yapmıştım. Ondan alacağımı tahsil etmeye gittim. Bana dedi kİ: "Muhammed'e küfretmedikçe sana alacağını vermeyeceğim!" Ben de "Allah, seni Öldürüp dİriltinceye kadar ona küfretmem" dedim. O ise: "Ben ölünce bir de dirilecek miyim!?" dedi. Ben de: "Evet!" dedim. O da: "Öyleyse bırak beni de öldükten sonra dinleyim. Bize mal ve evlat verilsin. O zaman sana borcumu öderim. Vallalıi, sen ve arkadaşın Allah katında benden daha üstün ve daha nasipli olamazsınız" dedi. Bunun üzerine Allah Teâîa, onun hakkında şu âyetleri indirdi:
"Ayetlerimizi inkar eden ve (dirilince) <bana elbette mal ve çocuk verilecektin- diyeni gördün mü? 0, görülmeyeni mi biliyor, yoksa Rahman katından bir söz mü almıştır?
Hayır, söylediğini yazacağız ve onun azabını uzattıkça uzatacağız.
Bahsettikleri şeyler bize kalacaktır, kendisi bize tek olarak (malsız ve çocuksuz) gelecektir." (Meryem, 77-80)
6. Hakem b. Ebi'l-As b. Ümeyye.
Belâzürî bunu şöyle anlatır: Bu adam da Resûlullah (saBaDalıuida'H\;eseIlem)'i inciten kimseler arasındaydı. Ona söver ve hoşa gitmeyen sözler söylerdi. Resûl-i Ekrem (saHalm aleyhi vesellem), bir gün yolda yürürken, o da arkasından burnunu kıvırıyor, ağzını eğip büküyordu. Aniden öylece kalıverdi. Fetih . günü İslam'ın zaferi galip geldiğinde o, dininde serbest bırakıldı. Bu alçak şahıs, bir gün Resûlullah (sMabu aleyhi vesellem) hanımlarından birinin odasmdayken onu gözedemeye çalışmış, Resûl-i Ekrem (saHlahu aleyhi vesellem) de eline bir mızrak alıp çıkarak: "Bu kelere karşı bana kim yardım edecek? Onu yakalarsamgö-^ünüçıkaracağım"'demiş ve ona lanet etmişti. Çocuku olmadı Resûl-i Ekrem (saDaBahu aleyhi vesellem), onu Medine'den sürdü. Hz. Ömer (radiyaJlahuanh) vefat edinceye kadar oranın dışında yaşadı.
EbuVŞeyh ve İbn Murdeveyh, İbn Ömer (radşaDahu anlı)'in şöyle dediğini naklederler: Bir adam, Resûl-i Ekrem (safcHahualeybivesdlemJ'in arkasından takip ederek kendisini taklit ederdi. Hz. Peygamber (saMalıu aleyhi vesdem) onu görünce: "Bu şekilde kalasın!" diye beddua etti. Adam, hemen ailesinin yanına döndü. Yüzü çarpılmıştı. Bir ay baygın kaldı. Ayıklığında yine Resûlullah (saMahu aleyhi vesellem)'i taklit ettiği haldeydi. İşte bu sözü edilen müphem kişi, Hakem'dir.
7. Velid b. Muğîre.
Belâzürî anlatıyor: Velid, bir gün Harras (bazıları Harrâb der) b. Âmir b. Huzâa isminde birisine uğramıştı. Harras, ok yontuyor ve tamir ediyordu. Velid, oklardan birinin üstüne basınca ayağı yaralandı. Elbisesine takılıp, ayağını yırttığı da söylenir. Cibril ona işaret etti, yara yeri İltihaplandı ve aj^ağı kurdandı. Bu şekilde öldü.
8. Ebu Leheb.
Hz. Peygamber (sallaüahu aleyhi vesellem) 'e en çok düşmanlık eden kimseydi.
Belâzürî anlatıyor: Bu adam, Hz. Peygamber (saMahu aleyhi veselem)'in kapısına çer-çöp ve pislik atardı. Bir gün yine aynısını yaparken Hz. Hamza onu gördü ve onları alıp Ebu Leheb'in başına serpti. Bunun üzerine Ebu Leheb, "Ne olacak, sabi, ahmak işte!" diyerek başını salladı. Bu hâdiseden sonra yaptığı bu işi azalttı ve gizlice yapmaya başladı.
Belâzürî der İti: İbn Ebi'z-Zinâd, Hişam b. Urve'den, o da Hz. Aişc'den şunu nakleder: Resûlullah (saHaBahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu: iCBen, iki kötü komşu arasındaydım; Ebu Lebe/p ve Ukbe b. EM Muayt. Bunlar deve pisliklerini getirip kapıma atarlardı. "
Hz. Aışe der ki: Resûî-i Ekrem: "Ey Abdi Menaf oğulları! Bu nasıl komşuluk!?"'der ve pislikleri kapısından temizlerdi.
Raviler der ki: Ebu Leheb, oğlu Utbe'yi, Resûl-i Ekrem (sdbDahu aleyhi vcsdbn)'e eziyet edeceği bazı şeylerle birlikte gönderdi. Utbe, Resûl-i Ekrem'in "Vennecmi..." (Necm, 1) âyetini okuduğunu işitince, "Ben, yıldızın Rabbini inkâr ediyorum!" dedi. Bunun üzerine Resûlullah (saflaDahu aleyhi vesdem): "Allah, sana köpeklerinden birini musallat etsin!'' buyurdu. Utbe, ticaret İçin bir yolculuğa çıkmıştı. Yolda, Şam toprağında Hûran denilen yerde arkadaşları arasında uyurken bir aslan gelip koklaya koldaya onu buldu ve parçalayarak öldürdü. Son nefesinde şöyle dedi: "Ben, size Muhammed'in, insanların en doğru sözlüsü olduğunu söylememiş miydim?" Daha sonra öldü.
Ben derim İd: Doğrusu, Uteybe'dir. Bu husus, Hz. Peygamber (saBaHıu aleyhi vesellem) 'in duaları (ve bedduaları) bölümünde de ele alınacaktır.
Ebu Leheb de kara kızıl hastalığı yüzünden öldü. Araplar bu hastalığı uğursuz sayar, böylesi hastadan kaçarlardı. Ebu Leheb bu hastalığa yakalanınca ailesi onu Ölüme terk etti. Ölünce bir müddet gömülmeden kaldı. Nihayet âr duygusuyla bir çukur kazıp, oraya attılar. Bu konunun açıklaması ilerde gelecektir.
Ebu Leheb'in karısı Ümmü Cemil bint Harb da Resûl-i Ekrem (saMbüıu aleyhi vesellem)'e çok eziyet edenlerdendi. Allah Teâlâ onu "Hammâletü'l-Hatab (Cehennemde odun taşıyıcısı)" diye niteledi. Çünkü o, taşıdığı dikenleri, eziyet vermek maksadıyla Resûlullah (saBallahu aleyhi vesellem)'in geçeceği yola atardı. Yine bir gün bir demet diken taşırken, yoruldu ve dinlenmek üzere bir taşın üstüne oturdu. Bu esnada melek gelip onu arkasından, boynundaki İple çekerek boğdu.
Buharı ile Müslim, ibn Abbas'tan şunu naklederler: Resûlullah (saMıhu aleyhi veseUem)'e "En yakın akrabanı uyar" âyeti nazil olunca, Safa tepesine çıkıp: "Ey Fihr oğulları! Ey A.diy oğulları! Ey Kureyş batınları!" diye seslendi. Halk toplandı. Gelemeyen de, ne olduğunu öğrenmek için adam gönderdi. Ebu Leheb de Kureyşliler arasındaydı. Resûlullah (sallaDahu aleyhi vesellem) buyurdu ki: "Ben si^e, şu dağın eteğinden atlılar çıkacağını ve si%e baskı/ı yapacaklarını bildirecek olursam, beni tasdik eder misini^?" dedi. "Evet! Sende şimdiye kadar doğruluktan başka bir şeye rastlamadık!" dediler. Resûl-i Ekrem (sallalahu aleyhi vcseDem) de: "Şüphesi^ ben önünüzdeki şiddetli bir adapla uyanyomml" buyurdu. Bunun üzerine Ebu Leheb: "Geberesice! Bizi bunun İçin mi buraya top ladin?" dedi.[172]
Bu olay üzerine Cenâb-ı Allah onun hakkında su âyetleri indirdi:
B isiTirUâhirrahmânirrahîm
"Ebu Leheb'in elleri kurusun; kurudu da!"
Burada "eller", mecaz olarak kullanılmıştır; bunlarla Ebu Leheb'in kendisi kastedilmiştir. Künyesinin kullanılmasının sebebi de isminden çok künyesiylc tanınmasıdır. İsmi Abduluzza (Uzza putunun kulu mânâsında)'dır. Allah'tan başka bir şeye kulluk sıfatının Kur'ân'da kullanılması da münasip olmazdı zaten.
Hz. Peygamber (sMahu aieyhi vesilem), onu azapla korkutunca, '"Yeğenimin dediği doğruysa, ben kurtuluş için malımı ve evladımı feda ederim" dedi. Buna karşılık da şu âyetler indi:
"Malı ve kazandığı kendisine fayda vermedi. Alevli ateşe yaşlanacaktır. Karısı da, boynunda bir ip olduğu halde ona odun (diken) taşıyacaktır." (Lcheb, 1-5)
Bu konunun daha fazla açıklaması, "Mucizeler" bölümünde yer alacaktır.
Belâzürî, Resûlullah (sallaflaJıu aleyhi vedlem)'e eziyet edenler arasında, Ebul-Asdâ'yı da sayar. Bu adam, Resûl-i Ekrem (saEallahıi aleyhi vesdlem)'e: "Ehl-i Kitap, sana, eskilerin masallarını öğretiyor!" sözleriyle sataşırdı, insanlara da Resûlullah (saHahu aleyhi veseHem) hakkında: "O, Öğretilmiş bir deli!" derdi. Resûlullah (saflallahu aleyhi veseüem) ona beddua etti; bir dağ başındayken, dağ keçileri onu boynuz darbeleriyle öldürdüler.
İbn-i İshâk bunlar arasında Ümeyye b. Halef el-Cümahî ismini de sayar.
İbn-i İshâk der ki: Bu adam, Resûl-i Ekrem (saJkllalıuala-hiveseDaTiJ'i gördüğü zaman, kaş-göz hareketiyle alay ederdi.
Allah Teâla onun hakkında şu âyetleri indirdi:
"Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi, başkalarını ayıplamayı ve servet biriktirip onu saymayı âdet edinenlere yazıklar olsun!" (Hümeze, 1-2)
İbn Hişam der ki: "Hümeze, bir insanın yüzüne karşı söven, gözünü kaşını oynatan kimseye denir. Lümeze ise, insanları gıyabında ayıplayan ve onları incitenlerdir."
Nadr b. Haris. İbn-i İshâk, İbn Kilde b. Alkame, der. Huşcnî ise, doğrusunun, Alkame b. Kilde olduğunu söyler.
Hz. Peygamber (salalHıu aleyhi vesdem), Allah'ı hatırlatmak, kavmini daha önceid milletlerin basma gelen azaplardan korkutmak üzere bir meclise geldiği zaman, onun yerine gelir ve: "Vallahi ben, ey Kureyş cemaatı, ondan daha güzel söz söylerim. Gelin, ben size, ondan daha güzel şeyler anlatayım" der, sonra da onlara Acem krallarını anlatırdı. "Hangi şeyle, Muhammed benden daha güzel söz söylüyor? Onun sözleri, eskilerin masallarıdır. Benim yazdığım gibi o da yazmıştır!" derdi.
Allah Teâla ona cevap olarak şu âyeti indirdi: ,
De ki: Onu göklerdeki ve yerdeki sırları bilen indirmiştir. 0, çok mağfiret edici ve çok merhametlidir." (Furkan 6)
İbn-i İshâk der ki: Bana ulaştığına göre, bir gün Resûlullah (saEallahu aleyhi vesdem), Veîid b. Muğîre ile Mcscid-i Haram'da oturmuş konuşuyordu. Nadr b. Haris geldi ve yanlarına oturdu. O mecliste bir kaç Kureyşli daha vardı. Resûlullah (saDaMıu aleyH vesdlan) konuştu; Nadr da ona kendi sözlerini arz etti. Rcsûl-İ Ekrem (sAHıu aleyhi veseücm) yine konuşup onu delillerle susturdu ve onlara şu âyetleri okudu:
"(Ey Mekke halkı!) Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız, cehennemin yakıtısınız; oraya gireceksiniz. Eğer bunlar tanrı olsaydı cehenneme girmezlerdi; hepsi orada temelli kalacaktır. Orada onlara (putlara tapanlara) âh etmek vardır; bir şey de işitemezler." (Enbiyâ, 98-100)
Daha sonra Resûlullah (saflallahu aleyhi vescllem) kalktı. Oraya Abdullah b. Zibi'râ geldi -Bu zat daha sonra müslüman olmuştur- ve yanlarına oturdu. Velid b. Muğîre, Abdullah'a: "Vallahi, az önce Nadr b. Haris, Abdulmuttalıb'in torunu yüzünden hop oturup hop kalktı. Muhammed, bizim ve taptığımız ilahların cehennem yakıtı olduğunu iddia etti" dedi. Abdullah da: "Vallahi, ben onunla karşılaş s aydım tartışırdım. Muhammed'c sorun bakalım; Allah'tan başka ibadet edilen her şey, ibadet edenlerle birlikte Cehennemde mı olacaktır? Çünkü biz meleklere tapıyoruz. Yahudiler Üzeyir'e, Hıristiyanlar da İsa'ya ibadet ediyor. Bu söz karşısında Velid ve yanındakiler şaşırdı ve Abdullah'ın kuvvetli bir delil getirdiğini sandılar.
Bu durum Resûl-i Ekrem (saSaHıualqhivcsdlern)'e anlatılınca şöyle buyurdu: "Her kim, A.llah'ı bırakıp kendisine ibadet- edilmesini isterse, o, kendisine tapanlarla beraberdir. Şu bir gerçek ki, onlar şeytanlara ibadet ediyorlar. Bir de bu İbadeti onlara kim emretti?"
Allah Teâla şu âyetleri indirdi:
"Yaptıklarına karşılık katımızdan kendileri için iyi şeyler (mutluluk, İbadete tevfîk, cennetle müjde gibi) yazılmış olanlar, işte onlar cehennemden uzak tutulanlardır. Cehennemin uğultusunu duymazlar. Canlarının istediği şeyler içinde temelli kalırlar. En büyük korku bile onları üzmez; kendilerini melekler: <Size söz verilen gün işte bugündür> diye karşılarlar." (Enbiyâ, 101-103)[173]
Süheylî (ralıimebuDalı) der ki: Eğer İbn Zibi'râ ve diğer Kurevş kâfirleri âyeti iyi düşünseydi, itirazın iki yönden gereksiz olduğunu anlardı.
Birincisi: Buradaki hitap, özellikle putlara tapan Kureyş'e yöneliktir. Abdullah'ın "Biz meleklere tapıyoruz" diye söylemesi, meseleyi saptırmaktır. Zira konuşma ve tartışma, Lât, Uzza, Hübel ve diğer putlar çerçevesinde yapılmıştır.
ikincisi: Ayetteki ifade inneküm vemâ ta'budûn şeklindedir; men ta'budûn denmemiştir. Arapça'da "mâ" edatı, cansızlar için kullanılır. Burada da öyle olmuştur. Dolayısıyla ifade, putlara yöneliktir. Bu durumda Abdullah; Mesih, Üzeyir ve melekleri ileri sürerek nasıl itiraz edebilir? Halbuki onlar akıllı; putlar ise akılsızdır.
Bazı âlimler derler ki: İbn Zibi'râ, Arap fasihlerin dendir. "Mâ" edatı ile "men" edaünı ayıramayacak kapasitede değildir. Onun kastı, kıyaslama ve manevi umumilik yönüdür ki, illetin kapsamlı olması yönüyle bundan genel bir hüküm ortaya çıkar. Yani, bir şeyin mabud olması, onun Cehennem yakıtı olmasını gerektirir. İşte bu mânâ, melekler, Mesih ve Üzeyir için de söz konusudur.
Buna bir kaç yönden şöyle cevap verilmiştir:
Binmişi: Daha önceki âyet, Üzeyir ve Mesih'in;
"Yaptıklarına karşılık katımızdan kendileri için iyi şeyler yazılmış olanlar" grubuna girer. Melekler ve peygamberler ile putlar ve şeytanlar arasında bir eşitlikten söz etmek, alıs-verisle faizin bir olduğunu söylemeğe benzer. Bu olsa olsa yoldan sapmışların işidir. Bunlar, şeriatın, aklın ve fıtratın aralarında fark gözettiği hususları bir tutarlar; Allah ve Resulünün birbirine eşitlediği hususları da farklı görmezler.
ikincisi: "Evsân" denilen putlar, taştan yapılmıştır, mükellef değildirler ve konuşamazlar. Bunların, küçük görülerek cehenneme yalat olmaları, azaba müstahak olmayana azap etmek sayılmaz.
Üçüncüsü: Kendi zannınca bu putlara tapanlar, aslında onlara tapmamış oluyorlar. Bu kimseler ancak şeytana tapmış oluyorlar ve kendilerinin putlara taptıklarını zannediyorlar. Allah Teâla, melekleri, Mesih'i ve Üzeyir'i bunlardan tenzih etmiştir. Allah'ın dışında, şeytanlardan başka ne tapılacak ne olabilir?
Bütün bu görüşler, Allah Tcâla'nın bahis mevzu olan âyetinden çıkarılmıştır. "Onun yakıtı, insanlar ile taşlardır"
(Tahrim, 6) âyeti düşünüldüğü zaman anlaşılır ki, onların mabudu, tutuşturularak kendilerine azap etmede kullanılacaktır. Bu incelik ise, ceza vermede ve ümitlerin kesilmesine itmede çok etkileyici bir ifadedir.
Resûl-i Ekrem (saMahu aleyhi vesdlem)'e eziyet edenlerden biri de Ahncs b. Şerik es-Sakafî'dir. İsmi, Übey'dir. Bir kaç kişi, onun daha sonra müslüman olduğunu söyler.
İbn-i İshâk der ki: Toplumun Önde gelen kimselerinden di. Sözü dinlenilen biriydi. Ama bu da Resûlullah (saBaüakı aleyhi vesdlem)'den elini ve dilini çekmiyor, onu reddediyordu. Onun hakkında şu âyetler İndirildi:
"Diliyle iğneleyen, kovuculuk eden, (iman, infak vb.) iyiliği daima önleyen, aşırı giden, suç işleyen, çok yemin eden alçak zorbaya, bütün bunlar dışında bir de soysuzlukla damgalanmış kimseye, mal ve oğullan vardır diye aldırış etmeyesin." (Kalem, 10-14)
Halk arasında "babasız" diye çağrılırdı. Bunu İbn Abbas haber vermiş ve onun hakkında söylenmiş şu şiiri okumuştur:
Soysuz (zertimj... insanlar onu "ziyade" olarak çağırırlar. Nasıl ki elbisenin dizden aşağısına yama yapılır, işte aynen öyle...[174]
İbn Abbas'm bu sözünü Abd b. Humeyd ve Ibn Asakir rivayet etmişlerdir. İkrime de şakin şu sözünü nakleder:
Zenim, babası bilinmeyendir. Annesi fahişe, âdi bir soya sahiptir. , Ahnes'in iki kulağının hakikaten kesik olduğu da söylenir.
Buharı, Nesâî ve İbn Ebi Hatim, -konuyla ilgili olarak- İbn Abbas'tan şunu rivayet ederler: O, Kureyşlı biridir. Nesebi tam bilinmediği için ona "zenim" denilmiştir. Boynunda fazladan bir kesik kulak vardı ki bu alâmeti ife tanınıi'dı.
îbn-i Ishâk dışında, mezkur âyetlerin Ahnes hakkında indiğini söyleyenler vardır. İbn Ebi Hatim, Süddfden; İbn Sa'd ve Abd b. Humeyd, Şa'bî'den; Abdurrezzak ve İbn Münzir, Kelbî'den bu yorumu rivayet etmişlerdir.
Bu âyetlerin Esved b. Abdi Yağus hakkında indirildiği de söylenir. Bunu İbn Murdeveyh, İbn Abbas'tan; İbn Ebi Hatim de Mücahid'den rivayet etmişlerdir.
Ayrıca söz konusu âyetlerin, Velid b. Muğîre hakkında indiği de söylenmiştir. Bunu da Yahya b. Sellam, Tefsirinde zikreder. Ayrıca bu görüşü bir kaç âlim de benimsemiştir.
Resûl-i Ekı-cm (sHahu aleyhi veseüemj'e başka eziyet edenlerden ikisi de Übey b. Halef ve Ukbe b. Ebi Muayt'tır.
İbn-i İshâk der ki: Bu ikisi, çok samimi, araları iyi olan kimselerdi.
İbn Murdeveyh ve Ebû Nuaym (Delâil'de), sahih bir senedle Saîd b. Cübevr tarikinden; Abdurrezzak (Musannefte), İbn Ccrk ve İbn Münzır, İbn .Abbas'm azatlı kölesi Miksem'der,; Saîd ve Miksem de İbn Abbas'tan bildiriyorlar: Ebu Muayt (Bir rivayete göre: Ukbe b. Ebi Muayt), bir gün Mekke'de Resûlullah (sıBaHıu aleyhi vesellem)'in yanında oturuyordu. O'nu incitmeyen, yumuşak bir kimseydi. JDiğcr Kureyşliler, Resûl-i Ekrem (saMalıu aleyhi vesellem)'in yanma oturdukları zaman, onu incitirlerdi. Ebu Muayt'm Şam'da bulunan bk dostu vardı. Bir rivayete göre bu, Ümeyve b. Halef idi. Kureyş dedi ki: "Ebu Muayt dinden döndü". Bk rivayette ise şöyle geçmektedir: Yolculuktan her dönüşünde yemek yapar ve bütün Mekke halkını davet ederdi. Yine bk gün, yemek yapmış ve Resûlullah (saMahu aleyhi vesdbn)'i yemeğe çağırmıştı. Resûl-i Ekrem (saüaDahu aleyhi vedian) de: "Sen, Allah'tan başka ilah olmadığına ve benim Allah'ın 'Resulü olduğuma şehadet edene kadar yemeğinden yiyecek değilim!" diye karşılık verdi. O da: "Ev yeğenim, buyur ye!" dedi. Resûl-i Ekrem: "Sen dediğimi söyleyene kadar ben bunu yapmam!" buyurdu. Bunun üzerine Ukbe şehadet getirdi. Efendimiz (saHahu aleyhi vesellem) de yemeğinden yedi. Ukbe'nin dostu, bk gece Şam'dan döndü. Karısına: "'Muhammed ne yaptı?" diye sordu. O da: "İşini daha da ilerletti" diye cevap verdi. "Dostum Ebu Muayt ne yaptı?" diye sorunca, karısı: "Dininden döndü!" cevabını verdi. Übey, kötü bir gece geçirdi. Sabah olunca Ebu Muayt gelip onu selamladı. O ise, selamına karşılık vermedi. Ebu Muayt: "Neyin var ki selamımı almıyorsun" diye sordu. O da: "Sen dinden döndüğün halde senin selamını nasıl alnım?" diye karşılık verdi. "Bunu sana Kureyş mi haber verdi? Hayır, vallahi, dinden dönmedim. Lâkin, evkne bk adam geldi ve kendisine şehadet getirmeden yemeğknden yememekte ısrar etti. Ben de evknden yemek yemeden çıkmasından utandım. Bu sebeple ona şehadet getirdim" dedi. Dostu: "Gidip onun yüzüne tükürmeden senden hoşnut olmayacağım!" dedi. Bk rivayete göre: "Benim ne yapmam onların gönüllerini ferahlatır?" diye sordu. Dostu da: "Gidip onun yüzüne tükürerek bildiğin en kötü küfürleri ona savurursun!" dedi. Ebu Muayt da bunu yaptı. Hz. Peygamber (saflaDahu aleyhi veselem) ise hemen onun tükrüğünü Ebu Muayt'ın yüzüne sildi.
İçlerinde Ebu Zerr el-Huşeni'nin de bulunduğu bir grup, Ebu Bekir en-Nakkâş'tan şunu naklederler: Ukbe, Resûl- Ekrem (saHahu aleyhi vesellem) 'in yüzüne tükümnce, tükürüğü kendi yüzüne geri döndü ve alaca hastalığına yakalandı.
Bunun ardından Hz. Peygamber (salMkhu aleyhi vesdlem) ona döndü ve: "Seni Mekke dağlarının dışında bulursam, boynunu kökünden vuracağım!"'dedi
Übey b. Halef de "Vallahi, Muhammed'i mutlaka öldüreceğim!" demişti. Bu, Resûlullah (saHahu aleyhi vcsellera)'e ulaşınca: "Aksine, ben onu öldüreceğim!" buyurdu. Bu söz Übey'e iletilince çok korktu. Çünkü onlar, Hz. Peygamber (saHahu aleyhi vesdlem)'den gerçek dışında bir söz işitmetnişlerdi.
Bedir günü Ukbe'nin aîkadaşlan savaşa çıkarken Ukbe çıkmamakta diletti. Arkadaşları ona "Bizimle gel!" dediler. O ise, "Bu adam, beni Mekke dağlan dışında bulduğunda boynumu vuracağına söz vermişti" dedi. Arkadaşları da: "Senin peşinden yetişilemez kızıl develerin var. Eğer hezimete uğrarsak o zaman kaçarsın" dediler. Bu söz üzerine onlarla birlikte gitti. Allah, müşrikleri yenilgiye uğrattı. Devesi de onu çukur bir yere çöktürünce, Resûl-i Ekrem (saHahu aleyhi vesellem) onu Kureyşli 70 esir arasında yakaladı. Ebu Muayt, Resûl-i Ekrem (saMahu aleyhi vesdlem)'in huzuruna getirilince, "Bunların arasından sadece beni mi öldüreceksin?" dedi. Efendimiz de: "Evet!" buyurdu. Ali b. Ebi Talib (radiyaBahu anh) kalkıp onun boynunu vurdu. O gün, esirler içinde ondan başka öldürülen olmadı.
Uhud günü geldiğinde Übey, müşriklerle birlikte savaşa çıktı. Hücum etmek için Resûlullah (saBaDahu aleyhi vesellem)'in gaflet anını yakalamaya çalışıyordu. Hz. Peygamber (saHahu aleyhi vcscllem) ile kendi arasına bir İnsinin perde olmasını gözetliyordu. Resûlullah (sallaHıu aleyhi vesellem) onu görünce, ashabına: "Kenara çekilin!" dedi. Hemen mızrağını alıp ona fırlattı. Mızrak boynuna isabet etmişti, pek kan da çıkmamıştı. Kan içine akü ve öküzün bağırdığı gibi bağırmaya başladı. O, böyle böğürürken arkadaşları onu taşıdılar ve: "Senin neyin var ki? Vallahi, bir yaradan başka bir şeyin yok!" dediler. O da "Vallahi, Muhammed, bana sadece tükürüğünü isabet ettirdi. O, beni mutlaka öldürecek; <Ben seni Öldiireceğim!> dememiş miydi? Bana olan, Zülmecaz'da bulunanların başına gelseydi, vallahi, hepsini öldürüldü!" dedi. Bir gün geçmeden öldü.
Allah Teâla, Ebu Muayt hakkında şu âyetleri indirdi:
"0 gün, zalim kimse (pişmanlıktan) ellerini ısırıp: <Keşke Peygamber (Muhammed)le beraber bir yol tutsaydım, vay başıma gelene; keşke filancayı dost edinmeseydim. And olsun ki beni, bana gelen Kuran'dan o saptırdı. Şeytan insanı yalnız ve yardımcısız bırakıyor> der." (Kırkan, 27-29)
İbn Ebı Hatun Süfyan-ı Sevıî'den rivayet ediyor: Nedametten dolayı ellerini yer, sonra yeniden elleri yaratılır. Ebu İmran el-Cevnî de der ki:
Bana bildirildiğine göre o, kemikleri kırılıncaya kadar, iki elini ısırır. Sonra elleri yeniden eski haline gelir.
1. İbn Sa'd der ki: Vâkıdî'ye Hicr sûresi 95. âyetin "Alay edenler hususunda biz sana yeteriz" mânâsını ve bu surenin Mekki olup olmadığını sordum. O da şöyle cevap verdi: Mâlik ve İbn Ebi Zi'b'e bunu sordum, şöyle dediler: Allah, ona kafi geldi. Onların bazıları kör oldu. Bazıları öldü. Böylece Resûl-i Ekrem (saMalıu aleyhi vesdlem)'den ellerini çektiler. Bazıları da Resûl-i Ekrem (süflahu aleylıi vesdbn)'in hicreti sebebiyle ona ilişemedi.
Bu iki müfessir dışındakiler ise der ki: Allah, onların yapmak istediklerine mani oldu. Resûl-i Ekrem (saDaBahu %lıi vcdkmj'e hiçbir surette zarar veremediler.
2. Beîâzürî der ki: Vakıdî dışındakiler, alaycıların hepsinin aynı zamanda helak olduklarını kaydederler. Ancak doğru olan, Vâkıdî'nin görüşüdür.
3. Rivayetlerin çoğu, Ukbe b. Ebi Muayt'm müslüman olduğunu, Übey'in de reddettiğini nakleder. Bazı rivayetlerde ise bunun zıddı yer alır. En doğrusunu bilen Allah'tır.
Resûl-i Ekrem (sMahu aleyhi vesdlem)'e eziyet edenlerden biri de Ebu Cehil'dır. İsmi, Amr b. Hişam b. el-Muğîre b. Abdıllah b. Amr b. Mahzum'duı.
Beîâzürî der ki: Resûlullah (saHahu aleyhi vesdlem), ona "Ebu Cehil" künyesini verdi. Daha önceki künyesi Ebu'l-Hakem idi.
Beîâzürî şöyle devam eder: Resûlullah (saEallahu aleyhi vcsdkm)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kim Ebu Cebil'e Ebu'l-Hakem derse, Allah'a istiğfar etmesi gereken bir hata işlemiştir."
Yine şöyle rivayet edilir: "Her Peygamberin bir firavunu vardır. Bu ümmetin firavunu da Ebu Cehil'dır."
İbn-ı İshâk der ki: Bana ulaştığına göre, bir defasında Ebu Cehil b. Hişam, Resûlullah (saHahu ahin vcsdfan) ile karşılaşınca, "Ey Muhammed! Ya bizim ilahlarımıza sövmekten vazgeçersin; ya da biz de senin taptığın ilahına söveceğiz!" dedi. Bunun üzerine Allah Tcâla şu âyeti indirdi:
"Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin; sonra onlar da bilmeyerek Allah'a söverler!" (Kn'âm, 108) Bana anlatıldığına göre Rcsûlullah (saDaüahu afcybi vesdlem) bundan sonra onların taptıklarına laf söylemekten vazgeçmiş ve yalnız; Allah'a çağırmaya devam etmiştir.
Allah Teâla müşrikleri korkutmak üzere "Şüphesiz zakkum ağacı..." (Duhân, 43) âyetini indirince Ebu Cehil: "Ey Kureyş topluluğu! Muhammed'm sizi korkuttuğu zakkum ağacı nedir biliyor musunuz?" diye sordu. "Bilmiyoruz" diye cevap verdiklerinde, alay ederek: "Yesrib'in yağla karıştırılmış ezmesidir! Oraya yerleşirsek mutlaka yeriz!" dedi. Bunun üzerine şu âyetler nazil oldu "Zakkum ağacı, (Ebu Cehil ve arkadaşları gibi) günahkârların yemeğidir. Tıpkı erimiş madenler gibi karınlarda kaynar. ; Bir başka yönden de kaynar suyun kaynaması gibidir" (Duhân, 43-46). Zakkum ağacı, Tilıâme bölgesinde yetişen, acı meyvesi olan bir ağaçtır.
[1] Beyhakî, Delâil, 2/158-221; İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihfye, 3/10.
[2] Ahmed, Müsned, 1/65, İbn Kesît, el-Bidâye, 3/9.
[3] Ebû Ya'Iâ, Müsned, 4/41 (281-2047); Heysemî, Uecma\ 9/419. Heysemi bu hadisi Ebû Ya'lâ'ya isnad ederek, senedinde Mücalid dışındaki ravileıin Sahih ricalinden olduğunu söylemiş tir.
[4] Heysemîj Mecma'âa (9/419) zikrederek -muttasıl ve mürsel olarak- Bezzâr'a isnad etmiştir. Mürsel olanında şu ilave vardır: "Kardeşim Varaka ile bîr adam arasında bir söz geçti. Adam Varaka'ya sövmeye kalkıştı." Gerisi aynıdır. Muttasıl ve mürsel olanın ravileri Sahih ticalindendir.
[5] Ahmed, Müsned, 4/107; Tabetî, Tefsir, 2/84; Beyhakî, el~Esmâ ve's-Sıfât, 234.
[6] Ebu Davud, 2/649. Bunun benzeri, Müslim'de, Mesruk - Abdullah tarikiyle mecfu olarak ver alır.
[7] Buiıâıi, kitabu't-tevhid, 13/461.
[8] Buhâri, 1/166, kitâbu's-salât bâbunfi'l-fah^.
[9] Müslim, 4/1817 (88-2334).
[10] Müslim, 3/1405 (84-1780).
[11] Ahmed, Miisned, 2/222.
[12] Ya'lâ b- Ümeyye b. Ebi Ubcyde b. Hemmâm ct-Temîmî. Halîfu Kureyş. Ya'lâ ibn Münye diye bilinir. Münye, annesinin adıdır. Ya'lâ, meşhur bir sahibidir. Hicri 40'h yıllarda vefat etmişîii' {ei-Takrib, 2/377).
[13] Buhâri, 3/718 (1789); Müslim, 2/836 (64180).
[14] Buhâri, 8/306 (3750); Müslim, 4/2129 (56-2770).
[15] Buhâri, 9/39 ; Müslim, 4/1773 (6-2263).
[16] Buhârî, 1/3 (2); Müslim, 4/1516 (87-2333).
[17] tbnSi'd,Tabakât,l/197.
[18] Beyhakî, Deiâil, 7/63.
[19] Ahmed, Müsned, 1/34.
[20] Abdülmelik b. Abdillah b. Yusuf b. Abdillah b. Muhammed. Allâme, İmamü'l-Haremeyn, Ziyâüddİn Ebu'l-Meâlî b. eş-Şeyh Ebi Muhammed el-Cüveynî. H. 419 yılında Muharrem ayında doğmuştur. Kendisi 20 yaşındayken babası vefat etmiştir. Babası, tedris için onu kendi makamına oturtmuştu. Müderrislik yapıyor, Beyhakî'nin medresesine gidiyordu. Orada Ebu'l-Kasını el-İsferâyînî'den usulüddin ve usul-i fıkıh tahsil etti. Eserlerinden bazüaa şunlardır: en-Nihâye -Bu eseri Mekke'de toplamış, Nîsabut'da yazmıştır-, el-Esâlîbfı'l-HıIâf, usul-i fıkha dair, el-Burbân. {et-Tabakât, İbn Kâdİ Şehbe, 1/255-256; Tabakâtü'ş-Şafııjye, es-Sübkî, 3/249; Vefeyâtü'l-A'yân, 2/341).
[21] Abdülaziz b. Abdisselâm b. Ebi'l-Kasım b. el-Hasen, el-İmâm, allâme. Asımın eşsiz âlimi. Sultanu'l-ulemâ. îzzüddin, Ebu Muhammed es-Sülemî, ed-Dırnaşkî (daha sonra Mısıî). H. 577 veya 578 yılında doğdu. Şeyh Fahmddin İbn Asalar ve Kâdî Cemaleddin b. Haristânî'den fıkıh tahsil etli. Usulü Amidî'den okudu. Mezhebde derinleşti. Akranlarına üstün geldi. Tefsir, hadis, fıkıh, usul, Arapça, İhtilaflar ve kaynaklan gibi çeşitli ilim dallarını kendinde topladı. Hatta ietihad mertebesine eriştiği söylenir. Şeyh Kutbüddin el-Yûneynî der ki: Nükteli hikaye ve şiirleri çok güzel anlatırdı. {et-Tabakât, İbn Kâdî Şehbe, 2/109-111; Tabakâtü'f-Şâfhjye, es-Sübkî, 5/80).
[22] Mahmud b. Ali b. İsmail b. Yusuf. Muhibbuddİn Ebu's-Senâ b. el-İmâm Allâme Alâüddîn et-Tebrizî el-Konevî. Aslen Mısırlıdır. H. 719 yılında Mısır'da doğmuştur. Küçükken babası vefat etmiştir. Asrının üstadlanndan ilim öğrenmiş, ders vermiş, fetva vermiş ve eser tasnif etmiştir. Arkadaşı Isncvî, Tabakât'mâa, onu zikreder ve aşın bir şekilde onu överek şöyle der: Fıkhı ve usulünü iyi biliyordu. Arapça ve beyan ilimlerinde üstündü, ibadete ve tilavete gayret gösteren salİh bir zattı. Vakitlerini güzel değerlendiren, çok meşguliyeti olan biriydi. 758 yılında, Rcbİülâhİr ayında vefat etti. (et-Tabakât, İbn Kadı Şehbe, 3/82-83; Tabakâtü'ş-Şâftiyye, es-Sübki, 6/247; Tabakâtü'l-İsnm, 391)
[23] Ali b. Ebı Ali b. Muhammed b. Sâîim es-Sa'lebî. Seyfüctdin el-Amidî. Zamanında kelâmcılarm üstadı... A.hkâm adlı eserin musannifi. 550 yılından az bir zaman sonra Amid'de doğdu. Bağdat'a gidip omda kıraat Öğrendi. İmâm Ahmed'in mezhebine göre Hidâyeti okudu. Ebu'1-Feth b. el-Münâ el-Hanbelî'den ilim aldı. Daha sonra Şafiî mezhebine döndü. Ebu'l-Kasım b. Fadlân ile beraber oldu. Hilaf ilmiyle uğraşıp bunda derinleşti. İbn Abdisselam'ın onun hakkında şöyle dediği anlatılır: "Araştırma kaidelerini biz ancak ondan Öğrendik. Ondan daha güzel ders anlatanını işitmedim. Nutuk verir gibi ders anlatırdı. İnkarcı biri onunla görüşse, usul ve erkanını bildiği için, onun fikrini değiştirirdi". 631 yılında Safer ayında vefat etti (el-Tabafeâî, İbn Kâdİ Şehbe, 2/79-80; Tabakâtü'ş-Şâfıiyye, es-Sübkî, 5/129; Vefeyâtü'I-A'yân, 2/455).
[24] Hâkim, Müsîedrek, 2/231; Ukaylî, ed-~Duafâ, 3/81; Suyûtî, ed-Dürr, 1/73.
[25] Buhârî, 1/211 (79); Müslim, 4/1787 (15-2282).
[26] Hasan b. Abdirrahman b. Haİlad cr-Râmchürmüzî el-Fârisî, Ebu Muhammed. Zamanında Acemin muhaddisi, kadı ve edebiyatçıdır. Hadis İlimleri sahasında el-Muhaddisu'l-Vâsılbeyne'r-Râvîvel-Vaî'adlı eseri eseri vardır. Takriben 360 senesinde vefat etti {el-A'lâm, 2/194).
[27] Buhârî, 11/322 (6482); Müslim, 4/1788 (16-2283).
[28] Şafiî, Müsned'mdc (1/16). Tırmizî, 5/34 (2658); Ebu Davud, 4/68 (3660); İbn Mâce, 1/84 (230); Ahmed, Mmned, 5/183.
[29] Buhâıî 1/211 (79); Müslim, 4/1787 (15-2282).
[30] Bulıâıî, 5/24 (3534); Müslim, 4/1790 (23-2287).
[31] Al-i Zerih: Ailenin ismi veya "sürünün sahibi" mânâsında.
[32] Beyhald, D^/7, 2/161.
[33] Beyhakî, D^//, 2/162.
[34] Taberî,Ta/£fc, 2/313.
[35] 'Beyhald, De/âı/,2/164.
[36] İbn Kesîr, el-Bidâye, 1/108; 3/27.
[37] Bkz: D/îwk, s. 179-180.
[38] Beyhald, Delml, 2/167; İbn Kesîr, el-Bıdâye, 3/29.
[39] Ayyaş b. Ebi Rebia b. el-Muğire b. Abdillah b. Ömer b. Mahzum el-Kuraşî eî-Mahzûmî. Babasının isini Amr'dir. Lakabı Zü'r-Rumheyn'dır. İlk sıralarda müslüman olmuş ve iki hicrette bulunmuştur. Hz. Peygamber (sttıhu aleyhi \u-sdkm)'in kendilerine dua ettiği mustaz'af kimselerdendi. Yemamc'de (Yermuk de denir) bulunmuştur. Hicri 15 senesinde vefat ettiği söylenir. (et-Takrib, 2/95).
[40] Buhâıî, 8/609 (4972); Müslim, 4/2242 (91-2927).
[41] Heysemî, Mecma', 8/305. Hcysemi, bu hadisi Bezzâr, Ahmcd ve Taberânî'ye isnâd edip "Ahmed'in ricali ile Bezzâr'm iki İsnadından birinin ricali, -Şerik haricinde- Sahih ricalidir" demiştir.
[42] el-Bûlâye ve'i2-l\ibâye, 3/42.
[44] el-Bidâye ve'n-Nihâje, 3/48-49; er-Ravdıı'l-Ünüf, 2/9.
[45] er-Ravdu'l-Ünüf, 2/49-50.
[46] Ebû Ya'lâ, Müsııed, 3/349 (1818); Ebû Nuaym, Delâil, (182); Heyscmî, Hecma'\ 6/20. Heysemi, bu hadise kaynak olarak Ebû Ya'lâ'yı gösrerir ve: "Senedinde, İbn JMaîn ve başkalarının güvenilir addettiği, Nesâî ve ile başkasının ise zayıf saydığı el-Eclah el-Kindî vardır. Diğer ricali güvenilir kimselerdir" şeklinde değerlendirir.
[47] Zübeyr b. Avvam b. Huveylid b. Abdiluzza b. Kusar h. Kilab, Ebu Abdülah el-Kuraşî el-Esedî. Cennetle müjdelenen on kişiden bili.. Cemel vak'asmdan ayıılışmdan sonra, 36 senesinde vefat etti (et-Takfib, 1/259). İleride ayrıntılı olarak bilgi verilecektir.
[48] Ebû Ya'lâ, Miisned, 2/41 (14-679); Heysemî, Mecma', 7/58. Hcysemi şöyle der: Ebu Ya'lâ bunu, Abdülcebbar b. Ömer el-Eylî-Abdullah b. Ata b. İbrahim tarikinden rivayet etmiştir. Her ikisi de güvenilir kimselerdir. Cumhur ise bu ikisini zayıf bulmuştur. Suyuti, ed-Dürr'âe (4/62) zikretmiş, Ebû Nuaym (De/âil) ve İbn Murdeveyh'e isnad etmiştir.
[49] Ahmed, Müsned, 1/285; İbn Kesir, ef-Bidâye pe'/ı-Nibâye, 3/52; Suyûtî, ed-Dütr, 1/190. Smaıti bu hadisi, Nesâî, İbn Ceıir ve İbn Münzir'e İsnad etmiştir. Ayrıca bu hadisi, Taberani, el-Hâkim, İbn Murdeveyh, Beyhaki ve Ziyâu'l-Makdisî tahric etmiştir.
[50] Taberi bunu Tefritinde (15/75) tahric etmiş. Ayrıca Suyûtî de ed-Düp-'&t (4/190), ibn "Kesir, (el-Bidâye ve'a-Nibâye, 4/352), Heysemî, {Mecma\ 7/50) ve Kurtubî (Tefsir, 10/281) zikretmiştir.
[51] Kitabın bir nüshasında bu ibare "maktul: öldürülmüş" şeklindedir.
[53] îsra llO.
[54] Buhârî, 8/257 (4722); Müslim, 1/329 (145-446).
[55] Beyhakî, De/û//, 2/207; îbn Ebi Şeybe, el-Musanne}', 14/91; Muttaki Hindî, Ken^ü'l-, (31&78).
[56] Buhâri, 7/202 (3852).
[57] Hâkim, Müsteânk, 3/383; Ebû Nuaym, Hitye, 1/140; îbn Hacer, el-Metâlib (4034); Muttaki Hindî, fon^u'l-Ummâl(37366-37367); el-Bidâye ve'n-Nihâye, 3/59.
[58] el-Bidâye ve'n-Nibâye, 3/66.
[59] İbn Hacer, ef-Fetib'te (8/293) Garanik kıssasını şöyle değerlendirir: Bunu, Bezzâr ve İbn Murdeveyh, Ümeyye b. Hâlid - Şube tarikinden tahric etmiştir. Zannettiğime göre, isnadında Saîd b. Cübeyr - Ibn Abbas zinciri vardır. Bezzâr der ki: Bu kıssa, sadece bu isnadla muttasıl olarak rivayet edilmiştir. Güvenilir ve meşhur bir ravi olan Ümeyye b. Hâlid ise, (bunu rivayette) tek başına kalmıştır. Ibn Hacer şöyle devam eder: Bu olay, el-Kelbî - Ebu Salih - İbn Abbas tarikinden de rivayet edilir. Kelbî, metruk bir ravidır, ona itimad edilmez. Yine en-Nahhâs, içinde Vâkİdî'nin de bulunduğu başka bir senedle tahric etmiştir. Diğer taraftan îbn-i İshâks S ire 'sinde uzunca bu hâdiseyi anlatmış, bunu Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'ye isnad etmiştir. Musa b. Ukbe, Meğâ-^i'sinde tbıı Şihab ez-Zühri'den rivayet etmiştir. Yine Ebu Ma'şer, JVre sinde Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den ve Muhammed b. Kays'tan rivayet etmiş ve tarikinde Taberi'yi irad etmiştir. İbn Ebi Hatim, Esbât - Süddî tarikinden irad etmiştir. Ibn Murdeveyh, Abbad b. Süheyb - Yahya b. Kesir - Kelbi - Ebu Saüh ve Ebu Bekir el-Hüzelî - Eyyub - İkrime ve Süleyman et-Tcymî - Ibn Abbas tarikinden rivayet etmiştir. Yine Taberi, el-Avfî — İbn Abbas tarikinden irad eder. Hepsinde mânâ aynıdır. Yine hepsi -Saîd b. Cübeyr tariki hariç- ya zayıftır; ya da munkatıdır. Lâkin, tariklerin çok olması, kıssanın ash olduğuna işaret eder. Bununla beraber, kıssanın iki tariki mürseldir; ricali, Sabibeytân şartına uygundur. Bunlardan birisi, Taberi'nin Yunus b. Yezid - İbn Şihab - Ebu Bekir b. Abdirrahman b. el-Hâris b. Hişam tarikiyle rivayetidir. Diğeri de yine Taberi'nin Mu'temir b. Süleyman ve Hammad b. Seleme - Davud b. Ebi Hİnd - Ebu'l-Aliye tarikinden rivayetidir... Bu sözleri şeytanin, Resûl-ı Ekrem (dlaBalıualalıivtscibnJ'in lisanıyla 1 söylemiş olması, mümkün değildir; çünkü onun ismetine aykırıdır. Kur'âıı'dan olmayan' . bir şeyi ona eklemesi de imkansızdır. Hata iie olması da getirdiği tevhide ve masumiyetine ters düşer. Bu konuda ulema muhtelif yollar tutmuştur. Şeytanın Rcsül-i Ekrem (saBaBahu aleyhi vesdlem) üzerinde bir sultasının olamayacağı kesindir. Resûl-ı Ekrem'in bunu dalgınken veya hafif uyuklama vaziyetinde söylemiş olmasını da benimseyenleyiz. Fakat bu sözü müşriklerin araya soktuğu söylenebilir. Buradaki şeytandan kasıt, insan şeytanları, yani müşriklerdir. "Garanik-İ Ulâ'dan kasıt, meleklerdir. Çünkü müşrikler, onlara tapardı" diyenler de vardır. Müşrikler, "Erkekler sizin de, kızlar onun mu?" âyetini duyunca müslümanlarm üzerine hücum etmişlerdi. Resûl-i Ekrem onlara bir gün en-Necm sûresini okudu. 19. Ayete, "Lât ve Uzzâ'yı ve diğer üçüncüsü olan Menâfi gördünüz mü?"
âyetine ulaştığında Şeytan (Allah'ın bu son putun adını andığı kelimenin arkasına "Ve onîat yücelere yükselen (kuğu kuşu gibi ak) ilahlardır. Şüphesiz onların şefaatleri ümit edilir" gibi bir takım cümleler ekledi. Bu Mekke'deki her müşrikin kalbine bir şey düşmesine sebeb oldu. (Bu şeytanın fitnesi bir kaç seçili sözünden ibareni) dilleri buna donuverdi ve birbirlerine bu müjdeyi vererek "Muhammed gerçekten bizim dinimize döndü" dediler. İbn Hacer der ki: Bu en güzel yorumdur. İbn Arabi de bunu uygun bulmuştur.
[60] el-Bidâye ve'n-Nibâye, 3/93.
[61] İbn Adiy, el-Kâmil, 7/2487; et-ftiââye ve'n-Nihâje, 3/80.
[62] Mekke'de bir pazar yeriydi, daha sonra Mescid-i Haram'a katıldı.
[63] Bkz: el-Bidâye ve'n-Nihâye, 3/81.
[64] Tirmizî (3681, 3683); Ahmcd, Müsned, 2/95; Hâkim, Müstedrek, 3/502; Ebû Nuaym, Hifye, 5/361; İbn Sa'd, Tabaka/, 3/1/173,191.
[65] İkİ dağ arasındaki yol, vadi, koyak ve toprak alandaki suyun izlediği yol anlamlarına gelir. Buradaki şi'b, Şi'b-i Benî Hâşim b. Abdİmenâf tır. Hâşim bu koyağı gözleri görmez olduğunda çocukları arsında payla sarmıştı. Daha sonra burası babası vasıtasıyla Hz. Peygamber'e intikal etti. Benî Hâşinı'm orada da meskenlen vardı, ancak otui'rnuyoıiardı. Burası Şib-i İbn Yûsuf diye bitmektedir. (Kaynak: ei-Matâli)
[66] Salih (alcyhi*dam)'ın devesinin yavrusu kesildiğinde onun böğürmesiyle her şey ses çıkarmış ve Semud kavmi de o anda helak olmuştur. Araplar bunu darb-ı mesel olarak söyler.
[67] er^avdu'l-Ünüf, 2/102-103; e/-Bidâye ve'n-Nibâye, 3/87.
[68] İkî Acem soyu.
[69] İbn Sa'd, TabakaU 1/1/138.
[70] el-Bidâye »e'n-Nibâye, 3/83.
[71] Abdullah b. Cahş b. Riyâb b. Ya'mur el-Kuraşî el-Esedî. Abdi Şems oğullarının halifı. Sabikundan biti. İbn-i İshâk, Habeş'e hicret ettiğini ve Bedir'e katıldığını kaydeder. Onun katili, Ebu'l-Hakem b. Ahnes b. Serik'tir. O ve Hz. Hamza bir kabre gömülmüştür. Öldüğünde kırk küsur yaşlarındaydı (el-lsâbe, 4/46).
[72] Abdullah b. el-Hâris b. Kays b. Adiy b. Saîd b. Sa'd b. Sehm el-Kuraşî cs-Sehmî. İbn-i İshâk ve başkaları kaydeder. Habeşistan'da vefat etmiştir (ef-Isâbe, 4/52).
[73] Abdullah b. Huzâfe b. Kays b. Adiy b. Sa'd b. Selim el-Kuraşî es-Sehmî. Ebu Huzâfe ve Ebu Huzeyfe. Annesi, Haris b. Abdi Menat oğullarından Bitıt Harban'dır. Sabikundandır. Bedir'e katıldığı söylenir. Ebû Nuaym der ki: Hz. Osman'ın hilafeti zamanında Mısır'da vefat etti (e/-İsâbe, 4/55-56).
[74] Abdullah b. Maz'un el-Cumahî. Künyesi, Ebu Muhammed'dir. Annesi, Malûle (Muhayle) bint en-Nu'man b. Yehban'dır. Ibıvi İshâk ve İbn Ukbe, bunun ismini iki Bedir'e katılanlar arasında zikreder. İbn Aid ise Meğâ^'de, Abdullah b. Maz'un ve kardeşi Kudame'yi Habeşistan'a hicret edenler arasında saj'mıştır (el-İsâbe, 4/131).
[75] Abdullah b. Süfyan b. Abdil-Esed b. Hİlal b. Abdullah b. Ömer b. AEahzum el-Kuraşî el-Mahzûmî. îibu Seleme'nin yeğeni. Annesi, Amir b. Lüey oğullarından Bin Abd b. Ebi Kays b. Abdullah'tır (el-İsâbe, 4/79).
[76] Abdullah b. Süheyl b. Amr el-Amiri, Ebu Süheyl. Annesi, Fâtıma bint Amir b. Nevfel b. Abdi Menaf tır. ibn Mende, rivayetinin bilinmediğini söyler. Bunu Ibn-i İshâk zikreder (el-İsâbe, A/M>).
[77] Abdullah b. Şihab b. Abdillah b. Zühre b. Kilab ez-Zühri. Bu, anne tarafından Zührî'nin dedesidir. "Sâbikûn-i İslam" dandır. Zühri, Zübeyr ve başkalan, onu Habeşistan'a hicret edenler arasında sayar. Medine'ye hicretten önce Mekke'de vefat etmiştir (el-İsâbe, 4/859.
[78] Amir b. Abdiîlah b. el-Ccrrâh b. Hilal b. Üheyb b. Dabbe b. Haris b. Filır el-Kuraşî cl-Fihri, Ebu Ubeyde b. Cerrah diye meşhurdur. Onun Şam'da, 18 yılında, Amvas vebası yüzünden öldüğü söylenil: (el-hâbe, 4/11-13).
[79] Amir b. Mâlik b. Üheyb b. Abdi Menaf b. Zühre b. Kilab cz-Zühri. Ebu Yakkas. Ebu Yakkas'm ismi, Malik b. Üheyb el-Kuraşî ez-Zühri'dir. Arm'ın babası ve Sa'd'm kardeşi. Yaladı, bunu zikreder ve 10 kişiden sonra müslüman olduğunu söyler (el-hâbe, 4/16).
[80] Amir b. Rabİa b. Ka'b b. Mâlik b. Rabia b. Amir b. Sa'd b. Abdullah b. Haris b. Rüfeyde b. Anz b. Yâil el-Anezî. Sabıkun-i İslam'dan biridir. Hanımı Le5'la bint Ebi Hasme ile birlikte Habeş'e hicret etmiştir. Daha sonra Medine'ye hicret etmiş, Bedir'e ve sonrasına katılmıştır. Babası Abdullah b. Amr, Abdullah b. Zübeyr, Ebu Ümame b. Sehl ve başka fariklerden rivayeti vardır. Sabiheyn'&z ve başka yerde rivayetleri yer alır. 32; senesinde vefat etti. Bunu Ebu Ubeyde söyler. Yakıdî de, Hz. Osman'ın şebadetînden bir kaç gün sonra öldüğünü söyler (el-İsâbe, 4/8).
[81] Arar b. Cehm b. Kays b. Abdi Şurahbil b. Haşin b. Abdi Menaf b. Abdiddar b, Kusay cl-Abderî. Bunu İbn-i İshâk zikreder (el-hâbe, 4/291).
[82] Amr b. Ebı Şerh İbnü Rabia b. Hilal b. Malık b. Dabbe b. el-Hâris b. Fıhr el-Fihrî. Künyesi Ebu Sa'd şeklindedir Bunu Habeş'e hicret edenler ve Bedir'dc şehid olanlar arasında İbn-i ishâk ve Musa b. Ukbe zikreder. Hz. Osman'ın hilafeti döneminde, 30 senesinde vefat etmiştir (el-İsâbe, 4/299).
[83] Amr b. el-Hâris b. Züheyr b. Ebi Şeddad b. Rabia b. Hilal el-Hhrî. Künyesi, Ebu Nafi'dir. İsminin Câbir olduğu da söylenir. Bunu İbn-i İshâk zikreder. İbn-i İshâk ve Musa b. Ukbe, onu Bedir şehidleri arasında sayar (el-İsâbe, 4/291).
[84] Amr b. Osman b. Ka'b b. Sa'd b. Teym b. Mürre. ct-Teymî. Bunu îbn-i İshâk zikreder. Annesi, Hind bınt eş-Şâi el-Leysiye'dir. Belâzüıi ve başkalan, 15 yılında Kadİsiye'de şelıid olduğunu söyler. Soyu devam etmemiştir (el-hâbe, 5/7).
[85] Amr b. Saîd b. el-As b. Ümeyye b. Abdi Şems eM<uraşî el-Ümevî. Künyesi, Ebu Ukbe'dİr. İbn Mende der ki: Habeş'e hicret edenlerdendir. Hz. Ebu Bekir'in hilafeti döneminde, Ecnadeyn günü şehid olmuştur. İbn-i İshâk, soyunun devam etmediğini söyler (el-İsâbe, 4/300).
[86] Amr b. Ümeyye b. el-Hâris b. Esed b. Abdiluzza b. Kusay el-Esedî. Vakidî, Taberi ve başkaları zikretmiştir. Habeş yurdunda vefat ermiştir {el-hâbe, 4/285).
[87] Ayyaş İbnü Ebi Rabîa. İsmi, Amr b. el-AIuğîıe b. Abdullah b. Amr b. Mahzum el-Kuraşî el-Mahzûmî. Lakabı, Zürmmhayn şeklindedir. Hâlid b. Velıd'iıı amca oğludur. Sabikundandır. İki hicrette de bulunmuştur. Hz. Ömer'in hilafeti döneminde, 15 yılında Şam'da vefat etmiştir. Yemamc veya Yermük'tc şehid olduğu da söylenir (el-hâbe, 5/47).
[88] Bişr b. el-Hâris b. Kays b. Adiy b. Saîd b. Sehm el-Kureşî es-Selımî (el-hâbe, 1/156).
[89] Câbir b. Süfyan. Ma'mer b. Habib cl-Cumabî'nin haliö. Zürayk el-Hazrecî oğullarından. (el-İsâbe, 1/221)
[90] Celim b. Kays b. Abd Şurahbil el-Ahderî. İbn Hâşim b. Abdi Menaf b. Abdiddar b. Kusay;' oğullarından. Künyesi Ebu Huzeyme'dir. Cüheym de denir. Cehm b. Sabit'in ana bir kardeşidir (el-İsâbe, 1/266).
[91] Firas b. cn-Nadr b. cl-Hâııs b. Alkame b. Kinde b. Abdi Menaf b. Abdiddar b. Kusay el-Abderî. Künyesi Ebu1]-Haris'tır. İbn-i İshâk, Habeş'e hicret edenler arasında sayaı*. Yermuk günü şehid olmuştur {el-İsâbe, 5/205).
[92] Hâıis b. Kays b. Lakit b. Amir b. Ümcjye b. ez-Zarb b. el-Hâris b. Fihr el-Kuraşî el-Fihrî, Hâııs b. Kays da denir. Bunu Ibn-ı ishâk ve İbn Dc'b zikreder (el-îsâbe, 1/290).
[93] Hâıis b. Hâlid b. Sahr b. Amir b. Ka'b b. Sa'd b. Temim b. Mime el-Kuraşî ct-Teymî. Bunu İbn-i İshâk ve başkalan zikreder {el-hâbe, 1/290).
[94] Hişam b. Ebi Muzeyfe b. d-Muğîre b. Abdullah b. Ömer b. Mahzum el-Kuraşî el-jNfahzûmî. Bunu Habeş'e hicret edenler arasında Ibn-i İshâk ve Zübeyr b. Bckkâr zikreder. Vâkıdî, isıninin "Hâşim" olduğunu söyler (el-hâbe, 6/285).
[95] Hâüb b. el-Hâris b. Ma'mer b. Habib b. Vehb b. Huzâfe b. Cumah el-Kuraşî (daha sonra) el-Cumahî. Onu Habeş'e hicret edenler arasında İbn-i İshâk zikreder. Taberânî de onu ve kardeşi Hattab'ı, Habeş'te ölenler arasında sayar, (el-îsâbe, 1/214-215)
[96] Hebbar b. eî-Esved b. Muttalib b. Esed b. Abdi'1-Uzza b. Kusay el-Kuraşî el-Esedî. Annesi, Fahıta binr Amir b. Kurza'dır. Anne bîı* kardeşleri, Mahzum kabilesine mensup olan Hazen ve Hübeyre b. Ebi Yehb'dir (el-îsâbe, 6/279).
[97] Bkz: {el-îsâbe, 6/286).
[98] Huzeyme b. Cehm b. Abd b. Şurahbil b. Hâşim b. Abdi Menaf b. Abdİddar b. Kusay el-Abderî. Zübeyr b. Bekkâr, onun, Habeşistan'a kardeşi ve babasıyla hicret ettiğini kaydeder (el-îsâbe, 2/112).
[99] İbrahim b. el-Hâns b. Hâlid b. Sahr b. Amir b. Ka'b b. Teym b. Mürre el-Kureşî et-Teymî. Buharı, babasıyla hicret ettiğini söyler (el-hâbe, 1/11-129).
[100] lyâd b. Züheyr b. Ebi Şeddad b. Rabia b. Hilal b. Dabbe b. el-Hâıis b. Fıhr el-Kuraşî el-Fihrî. Bunu Habeş'e bicret edenler ve Bedir'e katılanlar arasında İbn-i İshâk, Musa b. Ukbe ve başkaları zikreder (el-İsâbe, 5/49).
[101] Kays b. Abdillah el-Esedî. Bunu Musa b. Ukbe kaydeder. Kızı Amine, Hz. Peygamber (^Tİ-üıudqdıivosdlcm)'in zevcesi Ummü Habibe'nİn bakıcısıydı. İbn Sa'd, hanımı Berekc bint Yesar İle hicret ettiğini söyler (el-İsâbe, 5/260).
[102] Kays b. Huzâfe b. Kays b. Adiy b. Saîd b. Selim el-Kuraşî es-Sehmî. Bunu Habeşistan'a hicret edenler arasında İbn-i İshâk ve Vâkıdî zikreder. Vâkıdî, daha sonra Mekke'ye geüp oradan Medine'ye hicret ettiğini söyler {el-İsâbe, 5/249).
[103] Kudame b. Maz'un b. Habib b. Vüheyb b. Huzâfe b. Cumah el-Kuraşî el-Cumahî. Osman'ın kardeşidir. Künyesi, Ebu Amr'dır. İki hicrette de bulunmuş, Bedir'e kaüimıştır. Hanımı, Safıyye bint Hattab'dır (Hz. Ömer'in kızkardeşi). Hz. Ali'nin hilafeti döneminde, 36 yılında, 68 yaşındayken vefat etmiştir. İbn Hibban, 56 yılında vefat ettiğinin söylendiğini kaydeder {el-İsâbe, S/232-234).
[104] Ma'bed b. el-Hâns b. Kays b. Adiy b. Saîd b. Selim el-Kuraşî es-Sehmî. Bunu İbn-i İshâk zikreder {el-İsâbe, 6/127).
[105] Mâlik b. Zem'a b. Kays b. Abdi Şems e!-Amiri. Müminlerin annesi Sevde'nin kardeşi. Hanımı Umeyre bint es-Sa'di b. Vakdan ile hicret etmiştir {el-İsâbe, 6/25).
[106] Ma'mer b. Abdillah b. Nadle b. Nâfı b. Avf b. Ubeyd b. Avic b. Adiy el-Kuraşi el-Adevî. İlk sıralarda İslam'a girmiş, iki hicrette de bulunmuştur. Hz. Peygamber (saMlahu aleyhi vc-scEcm)'den rivayette bulunmuştur. Kendisinden Saİd b. Müseyyeb, Bişr b. Saîd,
Abdurralıman b. Cübeyr ve Abdurrahman b. Ukbe hadis rivayet etmişlerdir (el-İsâbe, 6/127).
[107] Muattib b. Avf. İbnü'l-Hamrâ cl-Huzâî diye de maruftur. İbn-i İshâk bu zatı Habeş'e hicret edenler ve Bedir'e katılanlar arasında sayar. Mîâne de denir {el-İsâbe, 6/122).
[108] Muhammed b. Hâtıb b. el-Hâris b. Ma'mer b. Habib b. Vehb b. Huzâfe el-Kuraşî el-Cumahî. Künyesi Ebu'l-Kasım'dir. Ebu İbrahim, Ebu Vehb de denir. Annesi, Ümmü Cemîl bint el-Mücelîil el-Amirryye'dir {el-îsâbe, 6/52).
[109] Muttalib b. Ezher b. Abdi Avf el-Kuraşî ez-Zührî. Abdurrahman b. Avftn'amca oğlu. İbn-i İshâk orada vefat ettiğini söyler {el-îsâbe, 6/104).
[110] Nebih b. Osman b. Rabia b. Vehb b. Huzâfe b. Cumah el-Kuraşî el-Cumahî. Vâkıdî, onun ikinci hicrette bulunduğunu ve ilk sıralarda müslüman olduğunu söyler {el-İsâbe, 6/243).
[111] Nu'man b. Adiy b. Nadle el-Adevî (el-İsâbe, 6/243).
[112] Osman b. Abd Ğanm b. Züheyr b. Ebi Şeddad b. Rabia b. Hilal b. Mâlik b. Dabbe el-Hâris b. Fihr el-Kuraşî el-Fihrî. Bunu da İbn-i İshâk ve başkaları Habeşistan muhacirleri
arasında sayar. Belâzürî de, Cafer b. Ebi Talib'le dönene kadar orada ikamet ettiğini söyler (el-İsâbe, 4/222).
[113] Osman b. Rabia b. Ehbân b. Vehb b. Huzâfe b. Cumah el-Cumahî. Bu zaü İbn-i İshâk zikreder. {el-İsâbe, 4/220)
[114] Sa'd b. Havle el-Kuraşî el-Amirî. Mâlik b. Hİsl oğullarından (el-îsâbe, 3/74).
[115] Sâib b. eİ-Hâris b. Kays b. Adiy b. Saîd b. Selim el-Kuraşî es-Sehmî. Bunu İbn-i İshâk zikreder ve Taif te öldürülenler arasında sayar. Musa b. Ukbe b. Şihab, -Mamer de ona muvafakat eder- îbn Şihab'dan, onun hicret ettiğini ve hicri 13 yılında Fahl günü şehid edilene kadar Ürdün'de yaşadığım anlatır. İbn Sa'd da böyle zikreder ve annesinin Ümmüîhaccac Kiııaniye olduğunu ekler (el-İsâbe, 3/58).
[116] Saib b. Osman b. Maz'un b. Habİb el-Cumahi. İbn-i İshâk der ki: İlk zamanlarda müslüman oldu. Habeş'e hicret etti, Bedir'de ve diğerlerinde bulundu. Yemame'de şehid oldu. Buvat gazvesinde Hz. Peygamber (saDaDalıuak^ıivc-sdlcm) onu Medine'ye idareci bıraktı (el-İsâbe, 3/61).
[117] Saîd b. Abdi Kays b. Lakît b. Amir b. Ümeyye veya Rabia b. Tarb b. Haris b. Fihr el-Kuraşî el-Fihrî. İbn Şahin, İbn Kelbi tarikinden, onun ilk zamanlarda müslüman olduğunu ve Habeşistan'a hicret ettiğini zikreder. Beîâzürî İse onun Cafer'den önce Medine'ye geldiğini kaydeder (el-îsâbe, 3/100).
[118] Saîd b. el-Hâris b. Kays b. Adiy b. Saîd b. Sa'd b. Sehm b. Amr el-Kuraşî es-Sehmı. Bunu Musa b. Ukbe ve İbn-i İshâk zikreder. Musa b. Ukbe, Ecnadeyn günü şehid olduğunu söyler. İbn-i İshâk ve Ebu'l-Esved, Yermuk'te şehid olduğunu kaydederler. Zübeyr, Seyf ve İbn Sa'd da böyle kaydeder (ei-hâbe, 3/95).
[119] Saîd b. Amr et-Teymî. Sehm oğullarının halifi. Bunu Habeşistan'a hicret edenler arasında İbn-i İshâk ve Musa b. Ukbe zikreder. Musa b. Ukbe, Ecnadeyn günü şehid olduğunu söyler (el-îsâbe, 3/101).
[120] Sekrân b. Amr b. Abdi Şems b. Abdived b. Mâlik b. Nasr b. Hisl b. Amir b. Lüey el-Kuraşî el-Amİri. Süheyl b. Amr'ın kardeşi. Bunu Musa b. Ukbe zikreder {el-İsâbe, 3/110).
[121] Seleme b. Hİşam b. el-Muğire b. Abdullah b. Ömer b. Mahzum el-Mahzûmî. Ebu Cehil ve Hâıis'in kardeşi. Künyesi Ebu Hâşim'dır. Urve ve Musa b. Ukbe, onun Ecnadeyn günü şehid olduğunu zikrederler. Ebu Zür'a ed-Dimaşkî de böyle ifade etmiştir. Ahmed de tasvib etmiştir (el-îsâbe, 3/119420).
[122] Süfyan b. Ma'mer b. Habib b. Vehb b. Huzâfe b. Cumah el-Kuraşî el-Cumahî. Bunu Habeşistan'a hicret edenler arasında İbn-i İshâk ve Musa b. Ukbe zikreder. Yanında hanımı Hasene de vardı. O kadın, Şurahbil'in annesidir. Zübeyr b. Bekkâr, bu zarın, Cemîl b. Ma'mer'in kardeşi olduğunu söyler (el-îsâbe, 3/108).
[123] Umeyr b. Riâb b. Huzeyfe b. Mihşem b. Suayd b. Sehm el-Kuraşî es-Sehmî. ibn İshak ve çoğunluk, onun nesebini böyle kaydeder (el-hâbe, 5/32).
[124] Yezid b. Zem'a b. el-Esved b. Muttalib b. Esed b. Abdiluzza el-Kuraşî el-Esedî: Annesi, Karine bint Ebİ Ümeyye'dir. Ümmü Seleme'nin kızkardeşidir. Bunu İbnü'l-Kelbı kaydeder (el-İsâbe, 6/340).
[125] Fâtıma bint Alkarna b. Abdillah b. Ebi Kays, Ümmü Kalıtam cl-Kutaşiyye el-Amiriyye. Kocası Selit b. Amr ile hicret etmiştir ve Selit isminde bir çocuğu olmuştur (el-İrâfe, 8/164).
[126] Fâtima bint Safvan b. Ümeyye b. Alilıras b. Hami b. Şak b. Rukayye b. Mahreç el-Kinaniyye. Amr b. Ebi Uhayha'nın hanımıdır. Bunu İbn-i îshâk zikreder (el-İsâbe, 8/162).
[127] Hınd bint Ebi Ümeyye. Ümmü Seleme künyesiyle meşhurdur. Babası ona "Zâdürrakıb: Yolcunun azığı" lakabını vermişti. Çünkü cömert biriydi. Yolculukta yanındakilerden İliç biri yanına yiyecek almasa, o onlara yeterdi. Annesi, Kinaneli Atike bint Amir'dir. Önceden Ebu Seleme b. Abdüesed'in hanımıydı. O, amcasının oğludur. Habeş'e onunla hicret etmiş, daha sonra Medine'ye hicret etmiştir. Medine'3'e giren ilk kadın muhacir olduğu da söylenir. Kocası cerahatten dolayı ölünce, Hz. Peygamber (saflaBahu aleyhi ve-seBem) onu nikahladı. Vâkıdî der ki: 59 yılında Şevval ayında, 84 yaşındayken vefat etti. Cenaze namazını Ebu Hürcyte kıldırdı (el-İsâbe, 8/203-204).
[128] Hmeymele (Harmele de denir) bint Abdi'l-Esved b. Cüzeyme b. Kays b. Beyada b. Sebi el-Huzâiyye. Habeş yurdunda vefat etmiştir. Bunu, Taberi ve İbn Abdilberr kaydeder, tbn Sa'd der ki: Kocası Cehm b. Kays ile birlikte hicret etmiştir. Abdullah, Ömer ve Harmele isminde üç çocuğu olmuştur. Ümmü Harmele künyesiyle bilinir. Orada vefat etmiştir {el-İsâbe, 8/51).
[129] Huzeyme bint Celim b. Kays el-Abderiyye. Babası ve annesi Havle bint Esved Üe hicret etmiştir. Bunu Ebu Ömer söyler (el-hâbe, 8/64).
[130] Hümeyne (veya Ümeyne) bint Halef b. Es'ad b. Amir b. Beyada b. Sebi el-Huzaiyye. İbn Sa'd, onun, kocası Hâîid b. Saîd İle hicret ettiğini söyler Orada Saîd ve Ümeyye isminde çocukları olmuştur {el-hâbe, 8/202).
[131] Remle bintü Ebİ Avf b. Sabra b. Saîd b. Selim el-Kuraşiyye es-Sehmiyye. Muttalib b. Ezher'in hanımıdır. Bunu Ibn-i Ishâk zikreder. Orada Abdullah isminde bir çocuğu oldu. İslam'da babasına İlk mirasa olanın bu olduğu söylenir (el-İsâbe, 8/86).
[132] Sehle bint Süheyl b. Amr el-Kuraşiyye el-Amiriyye {el-hâbe, 8/115).
[133] Ümmü Harmele bint Abdi'l-Esved b. Huzeyme b. Aks b. Amir b. Beyada el-Huzaİyye {el-hâbe, 8/223).
[134] Ebu Kays b. el-Hâris b. Kays b. Adiy b. Sa'd b. Sehm el-Kuraşi. Uhud ve sonrasındaki savaşlara katılmıştır {el-hâbe, 7/157-158).
[135] Ebu Sebre b. Ebi Rühm b. Abdi'1-Uzza b. Ebı Kays b. Abdıved b. Nadr b. Malik b. Hanbel b. Amir b. Lüey el-Kuraşî cl-Amirî. Hicret ederken yanında hanımı Ümmü Külsum bint Süheyl b. Amr da vardı. Bedir'e katıldı. Annesi, Resûl-i Ekrem'in halası Berre bint Abdilmuttalib'dİr. Hz. Osman'ın hilafeti zamanında vefat etmiştir. Zübeyr der ki: Bedir'e katılanlardan, Mekke'ye dönüp yerleşen, ondan başkasını bilmeyiz {el-hâbe, 7/81).
[136] Ebu Seleme İbnü Abdi'I-Esed b. 'Hilal b. Abdullah b. Ömer b. Mahzum {el-İsâbe, 7/90).
[137] Hûn oğullarından meşhur bir kabiledir.
[138] Bazı muhaddislcrce "İbn-i Dağme" diye'okunul1-1 İsmi taîrişMali'dîr>;Zührî, isminin Haris b. Yezid olduğunu söyler. Süiıcylî ise, ''Malik'tir"'der.
[139] Buhârî, 5/75; Bkz: el-Bidâye se'tı-Nibâye, 3/184.
[140] Hz. Ebu Bekir'in bu sözü, "Mâ A'zamallah: Allah ne büyüktür!" ifadesinin caiz olduğuna işaret eder. Riyâdti'/-Ebrârfı>d-Da'vât ve'1-E^kâr adlı kitapta bu konuya genişçe yer verilmiştir.
[141] er-Ravdel-Unuf'2/'124; e!-Bidfye veıı-Nıhâye 3/97-98.
[142] İsmi, Kehle el-Asğat b. Isâm b. Kehle el-Ekber'dır. Atası İraşa'ya nisbetle bu ad verilmiştir. Reşâti der ki: Ben, onun isminin "Erâşî" şeklinde yazıldığım gördüm. Ibııü'l-Esİr ise, bu kelimeyi "İrâşî" şeklinde zapdetmiştir.
[143] Buhârî, 2/199 (1360); Müslim, 1/54 (24-39).
[144] Buhâıî, 7/233 (3883); Müslim, 4/195 (209-358).
[145] Buhâri, 7/233 (3885); Müslim, 1/195 (210-360).
[146] Buharı, 8/208 (6561-6562); Müslim, 1/196 (212-362).
[147] Müslim, ayni yer, (212-364).
[148] Müslim, aynı yer, (212-362).
[149] Nesâî, 1/110; Ahmed, Müsned, 1/130; İbnu'l-Cevzî, el-îlel, 1/180; İbn Hibban, el-Mecrûhîn, 1/111.
[150] Taberi, et-Tarib,2/344.
[151] Ebû Nuaym, Hılye, 8/308.
[152] Hâkim, Miistedrek, 2/622; Beyhakî, Delâil, 2/349; Heysemî, Mecma\ 6/15.
[153] Salebe b. Şuayı: veya îbn Ebi Şuayı el-Uzrî. Sahabe olduğu ihtilaflıdır. Abbas Muhammed, İbn Maîn'den, onun rivayet ettiği hadisin muztarib olduğunu aktarır ı Hulâsa, 1/152).
[154] Bulıâri, 4/127; Müslim, kitaba'l-dhad, (108); Alımed, Müsned, 1/417.
[155] îmâm Ahmed, Miisned, 4/335.
[156] Buhâd, kitabu bed'ı'l-halk, 4/237 (3231); Müslim, 3/1420 (111-1795).
[157] Müslim, 1/332(150-450).
[158] Tabcrî, Tefsir, 26/21; Ahmed, Miisneâ, 1/416; İbn Kesir, Tefsir, 7/275.
[159] Ebû Nuaym, Delâil, 129; Hâkim, Müsîedrck, 2/503.
[160] Sabır b. Dinar es-Simâlî cl-Ezdİ. Künyesi F.bu Hamza'dır. Imamiyc nazarında güvenilir hadis râvilerindendir. Bazı ehli sünnef âlimleri de ondan rivayette bulunmuştur. Kufc halkındandır. Tefsirü'i-Kıtr'ân, e^-Ziihd ve Kilabii'n-Nemdir adlı kitapları vardır {ei-A Hânı, 2/97).
[161] Beyhakî, Delâil, 6/494.
[162] Amr b. Abdillah el-Hemdâni, Ebu İshak es-Sebu: Çok hadis rivayet eden, güvenilir ve âbid bilidir. Üçüncü tabakadandır. Son zamanlarında hafıza bozukluğuna uğramıştır. H. 129 yılında vefat etmiştir. Daha önce vefat ettiği de söylenir {eî-Takrib, 2/73).
[163] Ebû Nuaym, De/âi/t 128; Muîtald Hindi, Keı^ıı'l-Ummât, (35368).
[164] Tirmizî (2935); Ebu Davud (3734); îbn Mâce (201); Beyhaki, el-EstmVe%'Stfât (187).
[165] Ahmed, Müsned, 3/492, 4/341; Taberânî, M. el-Kebtr, 5/56; Dârekutnî, 3/45; Beyhakî, Delâil, 5/380; İbn Hıbban, (1682); Ukayİî, ed-Duaja, 1/106.
[166] Taben, et-Tarih, 2/348; Ahmed, Müsned, 3/492; Taberânî, el-Kebir, 5/58.
[167] Cahiliyye döneminde Arafat'a bir fersalı mesafede kurulan bir panayırdır.
[168] Ebû Nuaym, Delail, 237.
[169] Ebû Nuaym, Delâil, 100; el-Bidâye ve'n-Nibâye, 3/141.
[170] Bkz: er-Ravdu'i-Üıüif, 1/265.
[171] Kitabın asıl nüshalarında silik.
[172] Buhârî, 4/609 (4971).
[173] el-Bidâje ve'n-Nihâye, 2/89; İbn Kesir Tefsir, 5/375.
[174] Bkz: Dîvân-ü Hassan, s. 164.