ENSÂR'IN İSLÂM'A GİRMEYE BAŞLAMASI
3. Bölüm Ensâr'ın (Radiyallahu Anhum) İslâm'a Girmeye Başlaması
4. Bolüm Yevmu Buas (Buas Savaşı)
7. Bölüm Sa'd B. Muâz İle Useyd B. Hudayr'ın (Radiyallahu Anhuma) Müslüman Olmaları
Üçüncü Akabe Biatına Katılanların İsimleri
9. Bölüm Amr B. El-Cemûh'un (Radiyallahu Anh) Müslüman Oluşu
1. Bölüm Peygamber (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'in Müslümanlara Medine'ye Hicret İzni Vermesi
4- Bölüm Resûlullah'ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Kendi Başına Hicreti Ve Bu Konudaki Âyetler
Ümmü Ma'bed (Radiyallahu Anhâ) Kıssası
Sürâka (Radiyallahu Anh) Kıssası
MEDİNE'NİN BAZI FAZİLETLERİ İLE İLGİLİ BÖLÜMLER
2. Bölüm Alfabetik Sırayla Medine'nin İsimleri
3. Bolüm Medine'ye Yesrib Denmesinin Yasaklanması
9. Bölüm Medine'nin Harem Bölgesi Sayılması
10. Bölüm Medine'ye Has Bazı Özellikler
Nevevî ve başkaları, bu nehirlerin kökünün Cennet'te olduğunu kesin bir dille ifade etmişlerdir. Bunda bir problem yoktur. Çünkü Cennet suyunda mevcut bulunan kimi özellikler, İbn ebî Cemre'nin sözünde geçtiği şekilde bazı değişikliklere uğradıkları için bu nehirlerde mevcut değildir.
67. Mülâhaza: Şerîk'in rivayetinde, "Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) dünya semasında akan iki nehir gördü. Cebrail (aleyhis selâm), ''Bunlar Nil ile Fırat'ın kökleridir" dedi." Başka ravilerin rivayetinde ise, "onları yedinci semada gördü" diye geçmektedir. İbn Dihye şöyle demiştir: "Bu iki rivayetin arası şöyle birleştirilebilir: "Resûlullah (ssdlallahu aleyhi vesellem) bu iki nehir ile Cennet'te olan iki nehri Sidretu'l-Müntehâ'nın yanında gördü. Dünya semasında ise Cennet nehirlerini görmeyip, yalnız Nü ile Fırat'ı gördü. Hadiste geçen "Nil ile Fırat'ın kökleridir" ifadesinden maksat, ana dağılma yeridir."
68. Mülâhaza: Ebu Nu'aym ve Ziyau'l-Makdisi, Enes (radiyallahu anh)'tan şöyle rivayet etmişlerdir: Resûlullah buyurdu ki: "Galiba si~ Cennet nehirlerini yeryüzünde "uhdûd" şeklinde akıyor zannediyorsunuz Hayır s4.lj.ah 'a yemin olsun ki, onlar yerin yüzeyinde akıp gitmektedirler" [1] Buradaki "uhdûd", yeryüzündeki uzun yarıklar (yeraltı nehirleri) anlamına gelmektedir.
69. Mülâhaza: el-Hârİs b. ebî Usâme, Müsnea\r\&c ve Beyhakî, Şu'abu'l-iman'da. Ka'b el-Ahbâr'daiı söyle dediğini rivayet etmişlerdir:."Hadiste sözü geçen bal nehri Nil, süt nehri Dicle, şarap nehri Fırat, su nehri İse Seyhan'dır."
70. Mülâhaza: [—»s. 163] Hadiste gecen, "Sidretu'l-Mimt-ehâ'yı altın çekirgeler kuşatmıştı" lafzı hakkında cl-Beyzâvi der İd: "Çekirge ve kelebek ifadesi temsilidir. Çünkü ağaçlardan çekirge ve benzeri varlıkların düşmesi normaldir. Bunların altından olmasından maksat ise saflık ve özünden gelen parlaklıktır."
Hafız (İbn Hacer) ise, "Tabirler gerçek manâlarında kullanılmış da olabilir. Allah Teâlâ o çekirgelerde iki kanat yaratmıştır. İlahî Kudret buna elbetteki muktedirdir" diye bir yaklaşımda bulunmuştur.
71. Mülâhaza: [-+s. 163] Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'in "Benim gelecek ve geçmiş bütün günahlarımı sildi" ifadesi hakkında Şeyhülislâm Takiyuddin es-Sübkî (rahmetullah aleyh) şöyle der: "Bu ifade sevgili Peygamberimiz (sallallahu aleyhi vesellem)'in bu özellik ile şereflendirildiğıni anlatmaktadır, Yani eğer günahı olsaydı bağışlanırdı. Gerçekte O'nun hicbii" günahı yoktur." Şeyh (rahmetullah aleyh) el-Muharrar adlı eserinde bu âyet hakkında ortaya atılan 12 görüşü zikretmiş, es-Sübkî'den naklen bunlardan besinin batıl (geçersiz) olduğunu belirtmiş, kendisi de geriye kalan görüşleri tek tek çürütmüş ve ardından söyle demiştir: "Bu hususta makbul olan p-örüsler, Kadı (İyâz)'m eş-Şija isimli eserinde olanlardır. Denilmiştir ki: Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem), "De ki: Bana ve size ne yapılacağım da bilmiyorum" (Ahkaf, 9) diye söylemekle emrolunduğunda kâfirler buna sevindiler. Allah Teâlâ, akabinde "Böylece Allah gelecek ve geçmiş günahlarım bağışlar" (Feth, 2) âyetini indirdi ve mü'minlerin âhiretteki konumlarını da ardından gelen başka bu-âyetle bildirdi. Ayetin anlatmak istediği şudur: Sen bağışlanmış bir kimsesin. Üstelik herhangi bir hata veya günahtan dolayı da sorumlu tutulacak değilsin. Bu rivayeti İbnu'l-Münzİr Tefm'inde. İbn Abbas'tan —"mü'minlerin âhiretteki konumlarını da..." ifadesine yer vermeksizin— aktarmıştır, el-Hâkim, İmam Ahmed ve Titmizî de benzer bir rivayeti nakletmişlerdir.
Kadı (İyâz) der ki: "Bazı âlimlerin buradaki mağfireti kusurlardan arındırmak anlamında kullanmalarına karşılık bazı muhakkikler, buradaki mağfiretin, İsmet (mutlak günahsızlık) sıfatından kinaye olduğunu söylciTiişlerdir. Yani geçmiş yaşantısında günahtan korunduğu gibi gelecekte de ismet şemsiyesi altında olacaktır. Bu, son derece güzel bir yaklaşımdır. Belagat âlimleri, hafifletme maksadıyla kullanılan ifadeleri kinaye olarak "mağfiret", "af, "tevbe" kelimeleriyle ifade etmenin, Kur'an'm belagat üsluplarından biri olduğunu belirtmişlerdir. Mesela geceleyin teheccüt namazını emreden âyet neshedilirken, "O sizin bu sayamıyacağımzı bildiği için sizi bağışladı (f e tâbe aleykum)" (Müzzemmil 20) ve mü'minlerin, Resûlullah (sallaUahu aleyhi vesellem) ile gizli bir şey görüşmek istedikleri zaman fakirlere sadaka vermelerini emir buyuran âyetin hükmünü nesh eden bir sonraki âyette "Bunu yapmadığınıza ve Allah da sizi affettiğine göre (ve tâbellâhu aleykum)..." (Mücâdele, 13) ve oruç tutulacak günün gecesinde cinsel ilişkiyi yasaklayan hükmün neshedildiği âyette "Allah sizin kendinize zulmedip kötülük ettiğinizi bildi ve tevbenizi kabul edip sizi bağışladı (fe tâbe aleykum ve afâ ankum)" (Bakara, 187) büyütülmüştür. Buna benzer başka Örnekler de mevcuttur.
es-Sübkî'den şöyle dediği nakledilmiştir: "Bu âyet (Feth, 2) üzerine epeyce düşündüm. Öncesi ve sontasıyla anlatılış tarzım inceledim ve
sonunda tek bir anlamdan başka bir anlama gelmeyeceğini gördüm. O A Hz. Peygamber'in (saUallahu aleyhi veseilem), herhangi bir günah işlemem " konusunda şereflendirilmiş olmasıdır. Ancak âyette, Allah Teâlâ'n' kullarına olan bütün (uhrevî) ni'metleri toptan zikredilmek istenmistit-Sözkonusu m'metleri iki kısımdır: Birincisi selbî ni'metlerdır ki, günahlam," bağışlanmasıdır. ikincisi ise sübutî ni'metlerdır. Bunlar ise sonsuzdur. Yüc Allah bunlara "...ve sana o[an nimetini tamamlar" (Fetih 2) diye işaret etmiştir. Dünyevi olan nimetlerin ise bir kısmı dinîdir. Yüce Allah, "Ve seni doğru yola iletir" (Feth, 2) âyetiyle bunlara işaret buyurmuştur. Bir kısmı ise, kendileriyle dinin gayeleri amaçlansa da, esasen dünyevi olanlardır. -dil "Ve sana şanlı bir zafer nasip edecek" (Fetih 3) kavl-i ilahisi de bunu anlatmaktadır. Bu iki âyette, daha önemli olan, daha az önemli olana takdim edilmiş ve önce uhrevî olan, onun ardından da dünyevî olan zikredilmiştir. Bu tertip ile, Hz. Peygamber'in (sallalkhu aleyhi veseilem) kadri, başkalarına dağıtılmış olan ni'met-İ ilahiyyenin her türünün O'nda tamamlanması ile yüceltilmiştir.
Ben bu yorumu yaptıktan sonra İbn Atiyye'nin "Buradaki ifadeden maksad Hz. Peygamber'in (sallallahu aleyhi veseilem) bağışlanması, kadrinin yüceltilmesi ve şerefinin katlanmasıdır" dîye yazmış olduğunu gördüm. Böylece onun söyledikleri ile uygunluk hasıl oldu."
72. Mülâhaza: [—»-s. 164] Hadiste geçen "Sonra Kevser (nehrini) takip ederek Cennet'e girdi" ifadesi hakkında Şeyh İzzuddin b. Abdisselam Tefsinn.de. şöyle der: "Bu hadis, Sidretü'I-Müntehâ'nın Cennet'te olmadığının delilidir." İbn ebî Cemre de bunu kesin bir şekilde ifade etmiştir. İbn Dıhye ise şöyle demiştir: "SÖzkonusu hadiste geçen "sümme (sonra)" kelimesi, kullanıldığı yerde anlatılan olayların birbirinin peşisıra olduğunu ifade etmez; o sadece birarada bulunma veya tutma anlamında kullanılan "ve" bağlacının görevini ifa etmektedir, "Sonra iman edenlerden olup ta..." (Beled 17) âyetinde olduğu gibi. Böylece o"sümme (sonra)", asli fonksiyonundan çıkmıştır. Feîhu's-Safâ yazarı ise "Bu yorum, zahire aykırıdır" demiştir.
73. Mülâhaza: [—>s. 164] Bazı âlimler karz-ı hasen (sırf Allah rızası için faizsiz borç verme) şeklinde verilen bir dirhemin on sekiz dirhem sevabında olmasının sebeb-i hikmeti hakkında şu yaklaşımda bulunmuşlardır: Hadiste geçtiği üzere karz-ı hasen maksadıyla verilen bir dirhem, sadaka olarak verilen iki dirheme denktir. Öte yandan her bir sadakaya da on misliyi evap verilmektedir. Bu durumda karz-ı hasen dirhemi borç verene geri döneceğinden, asıl meblağ olan yirmi dirhemden iki dirhem düşüldüğünde borç verene onsekiz kalmaktadır.
Bunu hocamız İmam Allame Nureddin el-Mahallî'nin Usu/de anlattığını işittim- Sonra Nevâdiru'l-Usıılde el-Hakrmu't-Tirmizî'nin şu yaklaşımını dördüm. "Hadisin mânâsı şudur: Sadaka olarak bir tek dirhem veren kimseye (Allah tarafından) on dirhem ihsan edilir, Bu dirhemlerin bir tanesi sadaka olarak verdiği dirhemdir, dokuzu ise fazlalıktır. Sonuçta veren şahsın on dirhemi olmaktadır. Karz-ı hasen ise sadakanın iki katıdır. Burada verdiği bit dirhem hesaba katılmaz ve ona geri döner; çünkü o, kendisine (borçlu tarafından) geri verilmektedir. Geriye dokuz dirhem kalır. Bu da ikiye katlanır ve 18 eder. Sadaka olarak verdiği dirhem ise kendisine (sadaka verdiği kimse tarafından) geri ödenmemektedir. Dolayısıyla sadaka olarak verdiği 1 dirhem, 10 dirhem olmaktadır."
74. Mülâhaza: İbn Dihye der ki; "Allah Resûlü'ne (saüalhhu aleyhi veseilem) Cennet'in arzedilmesi büyük bir keramettir. Zira O, Cennet'i (canları ve malları karşılığı) satın alsınlar diye ümmetine arzederdi. Nitekim Cenab-ı Hak'tan aldığı şu mesajla Cennet'e çağrı yapıyordu:
"Allah, mü'minlerden mallarını ve canlarını kendilerine verilecek Cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve ölürler. Bu Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir sözdür. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır. 0 halde onunla yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin. İşte bu gerçekten büyük bir kazançtır." (Tevbe, 111) Yüce Mevla, Resulü (sallallahu aleyhi veseilem)*e mü'min kullarına en güzel ikametgâh olarak hazırladığı Cennet'i ümmetine arzedip satın almalarını sağlamak üzere teşvik amacıyla Hz. Peygamber'in (sallalhhu aleyhi veseilem), Özelliklerini anlatmakta zorluk çekmemesi ve içinde barındırdığı o sayısız nimetleri ve anlatılmaz güzellikleri gözleriyle görmesi için Hz. Peygamber'e (saUallahu aleyhi veseilem) Cennet'i göstermiştir. Hadislerde sabit olduğu üzere Cennet, insanların girmesiyle dolmayacak, ta ki Yüce Allah °rası için başka mahlukat yaratacaktır. Yahut şu ihtimal sözkonusudur: Görmüş oldu&u o ilahi nimetler mukabilinde dünyanın değersizliğini görerek, artık yaşantısında daha' zahid, sıkıntılar üzerine daha sabırlı olabilmesi için Cennetini O'na arzederek seyrü temaşa ettirdi. Zira nice tj sahibini mutlu ve ferah ortamlara ulaştırmış ve nice nimetler rehavet sahibini bela ve musibetlere itmiştir. Diğer bir ihtimal de şudur: Yüce Mevı kullarından herhangi bitine bahşettiği nimetinden, kendisine habib (seva]i\ seçtiği kulu Muhammed Mustafa'ya da (sallallahu aleyhi vesellem) bahşetmek istemiştir. İdris (aleyhisselâm)'a kıyametten önce Cennet'e girme kerameti nasin etmişken aynısını seçip beğendiği son Peygamber Muhammed (sallallahu alevfo vesellem)'e de nasip olmasını irade buyurmuştur.
75. Mülâhaza: [—»s. 165] İbn Dihye der ki: "Cehennem, ResûlulJah (salklhhu aleylıi vesellem)Je gösterildi. Çünkü diğer peygamberlerin (kendi basının çaresine bakarak) "Nefsim nefsim!" dedikleri kıyamet gününde, alevlerin her tarafı kasıp kavurduğu bir zamanda gayet güven içinde "Ümmetim ümmetim!" diyebilsin. Nitekim Yüce Allah "Peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı gün de...." (Tahrim, 8) diye teminat veriyor. Buradaki hikmet sudur: Hz. Peygamber fsailallahu aleyhi vesellem) bu teminat ile o zamana dek hiç görmedikleri Cehennem azabının müthiş manzarası karşısında dehşete kapılıp dilleri hitabet ve şefaat etmekten tutularak ümmetlerini unutup sadece kendi nefislerinin derdine kapılan diğer peygamberlerin aksine, önceden bu manzaraları gördüğünden, korku ve dehşete kapılmadan şefaatla ilgilenecektir ki bu, "Makam-ı Mahmud" denilen makamdır. Çünkü kâfirlerin O'na reva gördükleri eziyet, yalanlama, alay etme ve hafife alma gibi baskıların binbir çeşidine karşın Yüce Mevla O'nun kalbine sabır ve tahammül gücünü aşılamak ve kendisini teselli etmek maksadıyla O'nu hafife alanlardan intikamını almak üzere hazırladığı o acıklı azap sahneleri yanında, evliyaullaha (Allah dostiarma) şefaat ve ikram nimetlerini bahşetmek suretiyle onları daha fazla sevindirecektir.
76. Mülâhaza: [—»s. 165] Resûlullah fsailallahu aleyhi vesellem), Malik'İ (Cehennem kapıcısı) Cehennem halkının görmüş olduğu suretinde görmemişti. Eğer o surette gÖrünseydi, ona bakmaya gücü yetmeyecekti.
77. Mülâhaza: et-Tıybî der ki: "Malik diğer peygamberlerin aksine, onun hakkında beslediği korku ve dehşet giderilsin diye, ilk önce kendisi Resûlullah'a (sallallahu aleyhi vesellem) selam vermiştir."
78. Mülâhaza: Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) buyurmuştur ki: "Kendisiyle karşılaştığım bütün melekler Cehennem kapımı Malik hariç beni tebessüme karşılamışlardı. Zira o, benden önce hiç kimseye tebessüm etmediği gibi benden sonra da
hiç kimseye tebessüm edecek değildir." Allah (celle celâluhu) "Onun (cehennemin) başında acımasız güçlü melekler vardır..." (Tabiim, buyurmuştur ki bunlar, Allah'ın gazabıyla memur daimî görevli meleklerdi*
Burada, İmam Ahmed ile Ebu'ş-Şeyh'in, Enes (odiyallahu anh)'dan rivayet ettikleri hadise aykırılık vardır. Şöyle ki: "Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) Cebrail (aleyhisselâm)'a "Mikail'in hiç güldüğünü görmedim, acaba neden?" diye sormuş, Cebrail "Onun, Cehennem yaratıldığı günden beri güldüğü vaki değildir" [2] diye cevap vermiştir. Bu hadis, Dârekutnî ve başkalarının rivayet ettiği, "Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) namaz içindeyken tebessüm etti. Hikmeti sorulduğunda şöyle buyurdu: "Bir kavmi aramaktan gelen Mikail'in her iki kanadı ürerinde to-? vardı. Bana bakarak güldü; ben de tebessümle karşılık verdim " seklindeki hadis ile çelişmektedir. es-Süheylî bu çelişkiye şöyle açıklık getirmiştir: "Bu iki hadis eğer sahih iseler, aralarındaki tezat şöyle giderilir: Mikail, Cehennem yaratıldığı günden, Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) ile karşılaştıkları güne kadar hiç gülmemiştir. Bu durumda sözkonusu hadis kendisiyle özel bir anlam kasdediîen genel bir ifade olur. Yahut birinci hadisi Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem), İkinci hadisten Önce İfade buyurmuş, daha sonra Mikail'in kendisine tebessüm etmesi hâdisesi meydana gelmiştir.
79. Mülâhaza: [—>s. 165] Kalemlerin gıcırtılarının duyulduğu dokuzuncu Miraç (mekân) ile Hicret'in dokuzuncu senesi arasındaki münasebet. İbn Dihye şöyle bir ilgi kurmaktadır: Hicretin dokuzuncu yılında Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)'in, o zamana kadar teşekkül etmemiş bir orduyla Medine'den Şam'a doğru sefere çıktığı Tebuk Gazvesi gerçekleşmiştir. Asker sayısı otuz bin, mesafe ise çok uzak idi. Bu nedenle ordudan hiçbir şey gizlememiş, hedeflerinin neresi olduğunu bildirmiştir ki hazırhklarım ona göre yapsınlar. Fakat bunca hazırlık ve gayretlere rağmen ne savaş yaptılar, ne de bir memleketi fethettiler. Çünkü Şam diyarının fethinin zamanı henüz gelmemişti. Binaenaleyh o azim ve gayretler "kalemlerin yazmış olduğu kader mürekkebinin kuruması" karşısında etkisiz kaldı ve Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) ile müslümanlar azim ve gayretlerinin kırılmasından moral bozukluğuna düşmeden vakar ve sebatla Medine-i Münevvere'ye döndüler.
80. Mülâhaza: "Kalemlerin gıcırtısı" tabiri hakkında Kadı (İyâz) ile Nevevî şöyle demişlerdir: "Bu gıcırtılar, Allah Teâlâ'nm ilahî kazasını, vahyini ve Levh4 Mahfuz'dan istinsah ettikleri şeyleri yahut da Allah Teâlâ'nın, yazılmasını ve O'nun emir ve tedbirinden kaldırılmasını dilediği Şeyleri yazan meleklerin kalemlerinin sesidir." Bu ifadede, Ehl-i Sünnet'in, vahiy ve takdiratin Leyh-i Mahfuz'dan alınarak AUah Teâîâ'nın kitaplarına, keyfiyetini ancak Allah Teâlâ'nm bileceği kalemlerle yazılmasına bir delil vardır ki bu hususlar âyet ve sahih hadislerle sabittir. Ehl-i Sünnet, bu konuda gelen âyet ve hadislerin zahiri anlamlarıyla ele alınması gerektiği görüşündedir. Fakat bütün bunların keyfiyet, şekil ve cinsini Allah ve O'nun muttali kıldığı meleklerden ve peygamberlerden başkası bilemez. Bu mevzuda varid olmuş âyet ve hadisleri, bakışı ve imanı zayıf olanlardan başkası başka şekillerde te'vil etmez ve imkânsız görmez. Zira aklî delillerle reddedilemeyecek olan bu haberleri getiren, bizzat Şeriat'tir. Allah Teâlâ katından bir hikmeti veya gaybından dilediği nesneyi, melekler veya di&er mahrukatından dilediği kimselere izhar etmek babında istediğini yapar ve hüküm verir. Öte yandan Yüce Yaradan'ın elbetteki kitaplara, kayıt ve hatırlatmalara ihtiyacı yoktur.
81. Mülâhaza: Ibn Dıhyc demiştir ki: "Şurası bilinmektedir ki, kalemler ancak kaderleri yazar; yazılmış olan kader, kadîm (öncesiz), yazı ise hadis (sonradan var edilmiş) tir. Haberlerin zahir anlamlarına baktığımızda görüyoruz ki, henüz yer ve gökler yaratılmamışken Levh-i Mahfuz'un kitabeti (yazılımı) bitmiş, dolayısıyla "mürekkep kurumuştur." Meleklerin sahifelerindeki bu sınırlı yazım işi, asıl nüshadan istinsah yoluyla elde edilen İkincil kopyalar mesabesindedir. Haberlerde varid olduğuna göre silme ve değiştirme de bu sahifelerde sözkonusu olmaktadır. Bu sahifelerin kendisinden istinsah edildiği Levh-i Mahfuz'un aslı ise kıdem ezelindeki gayb ilmidir ki, burada ne mahv, ne de isbat söz konusudur. Zira burada ne Levh, ne de Kalem vardır.
Allah en İyisini bilir, Hz. Peygamber (sallallahu aleylıi vesellem)'İn, bu kalemlerin gıcırtısını duymasmdaki hikmet, O'nun, kaderde mevcut olan hususlarda artık mürekkebin kuruduğu konusunda mutmain olmasıdır ki bu sayede işleri sebebe değil de bizatihi kadere havalesi mümkün olsun ve yine bu sayede sığınma olarak değil de, ibadet kasdıyla sebebe sarılsın. Tevekkül bu suretle mükemmelleşir ve sebeplerin çeşitliliği durumunda meydana gelebilecek şaşkınlık böylelikle sükun bulur. el-Kurtubî, "Burada sözkonusu edilen kalemlerin aslı, Yüce Allah'ın "Nun, kaleme ve kalemi tutanların yazdıklarına and olsun" (Kalem, 1) âyetinde üzerine yemin edilen ve kalem olarak tabir edilen şeydir. Binaenaleyh buradaki "kulem" ifadesi cins bildirir" der.
82. Mülâhaza: Onuncu Miraç ile, yani Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'in Allah Teâlâ ile buluşması ve o mukaddes huzurda bulunması, "Üns" makamında durması, hicabın kaldırılması, ilahî hitabın işitilmesi ve şeklen değil de manen "'iki yay arası veya daha yakın" olması demek olan "Refref' miracı ile (10. Hicri yıl arasındaki) ilgili münasebet şudur: Hicretin onuncu yılında iki karşılaşma tahakkuk etmiştir. Birisi, Beytullah ile buluşma ve Kabe'yi haccetme, Arafat'ta vakfeye durma, dinin kemale erdirilmesi ve Müslümanlar Üzerine olan nİ'metin tamamlanmasıdır. İkincisi ise Hz. peygamber'in (sallallahu aleyhi vesellem) vefat ettiği evdeki (Rabbi ile) buluşmadır. Şöyle ki dar-ı fenadan dar-ı bekaya buradan intikal etmiş, pak ruhu ile sıdk makamına ulaşmış, kendisine vadedilen hak randevuya ve "Vcsile"ye yükselmiştir ki "Vesile", Allah Teâlâ'nın seçtiği kuldan başkasının ulaşmasının sözkonusu olamayacağı en yüce menzildir. Allah Teâlâ'nın bu menzil ve makam için seçtiği yegane kul ise Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem)'dir. Nitekim sahih bir haberde şöyle varid olmuştur: "Resülullah (sallallahu aleylıi vesellem)'e "Vesile"nin ne olduğu soruldu. Şöyle buyurdu: "Vesile, cennette bir derecedir ki, A.llah'ın kullarından sadece birisi içindir. O kulun da ben olduğumu umuyorum."[3]
83. Mülâhaza: [—>s. 166] İbn Dıhye der ki: "Allah Resulü (saMahu aleyhi veseOcm) (Allah Teâlâ'yi) görme ve (O'nunla) konuşma şerefine ulaşan tek kişidir. Bunun sebebi şudur: Çünkü Resülullah (sallallahu 'aleyhi vesellem) kıyamet günü şefaat sahibidir. O şefaat hâdisesinden önce böyle bit şeyin vuku bulmuş olması, kıyamet gününün haşmetinden diğer peygamberlerin etkilenecekleri gibi etkilenmemesi içindir. Dolayısıyla o gün gelmeden Önce Allah Teâlâ Hz. Peygamber (sallallahu aleylıi vesellem)'den çekinme ve tutulduk halinin kalkmasını irade buyurmuştur ki, Makam-ı Malımud'a hazır hale gelsin. Yine bu suretle O'nu, o en yüksek görme makamından önce, müşahede ve kelam ile ona hazırlamıştır."
84. Mülâhaza: Allah Teâlâ'nın "Sana Arşımın altında bulunan bir hazneden Bakara Sûresinin son âyetlerini verdim....'''kavl-i ilahisi hakkında et-Turbeştî der ki: Buradaki "verme"nin mânâsı "bu âyetlerin Hz. Peygamber'e inzal edilmesi" değil, "Ey Rabbimiz affına sığındık dönüş sanadır" ve "Sen bizim Rabbimizsin bize acı; sen bizim MevLamızsın, kâfirlere karşı bize yardım et" (Bakara, 285-286) âyetlerinde Hz. Peygamber'e (sallallahu aleyhi vesellem) söylemesi telkin edilen dualara icabet edileceğidir. Burada bu âyetlerin hakkını veren diğer dua sahipleri için de aynı şey (icabet) sÖzkonusudur."
et-Tîbî şöyle der: "O'nun bu sözünde, Allah Teâlâ'nın bağış ve ihsanının, "indirme"den (inzalden) sonra gerçekleştiğine işaret vardır. Nitekim bu ifade ile {"sana verdim" sözüyle) "duaya icabet etme" kasdedilmiştır. Zira icabetten önce "isteme" vardır. İsrâ sûresi ve Miraç hâdisesi ise Mekke dönemine aittir. Şöyle demek de mümkündür; Buradaki ifade "O kendi hevasından da konuşmaz; O'nun konuşmaları Allah tarafından vahy edilenden başkası değildir." (Nccm 3-4) kabilinden olup "Arşımın altında bulunan bir hazineden" tabiriyle uyum sağlamak üzere "icabet" yerine (hazineden) 'Vermek" tabiri tercih edilmiştir."
imam Ahmed, Ebu Zerr (radiyalhhu anh)'dan şöyle rivayet etmiştir: "Allah Resulü (saUallahu aleyhi vesellem), "Bana Arşın altında bulunan bir hazineden, benden önce hiçbir peygambere verilmemiş olan Bakara sûresi'nin son ayetleri verildi" diye buyurdu."
85. Mülâhaza: Ista gecesinde Resûlullah (saUallahu aleyhi vesellem) melekleri kimi hiç oturmadan kıyamda, kimi hiç secdeye varmadan rükuda, kimi de başını hiç kaldırmadan secdede olmak üzere ibadet eder vaziyette gördüğünde onlara gıpta etti. Bunun üzerine Yüce Allah, O'na ve ümmetine ihlas ve içhuzuru şartlarına uyarak kılacakları bir rekâtta bütün bu ibadetlerin özünü birleştirdi.
86. Mülâhaza: [—>s. 168] Beş vakit namazın özellikle Miraç gecesinde farz kılınması, bu namazların şanının yüceliği hikmetine dayanmaktadır. Zira onların farziyeti Resûlullah'in (saUallahu aleyhi vesellem) vasıtasız olarak bizzat birkaç kez Rabbına müracaatı sonucu tecelli etmiştir. es-Süheylî şöyle der: "Namazın orada (Mirâç'ta^ farz kılınmasında namazların fazileti hakkında bir uyarı söz konusudur. Zira bu namazlar ancak ilahi pak huzurda farz kılınmıştır. Bu sebeple de paklık (hades ve necasetten temizlik) namazın şanından ve edasının şartlarından olmuştur. Namazın Rab Teâlâ'ya yakarışın belirgin bir ifadesi olması yanında Allah Teâlâ'nın da, "Kulum bana hamdetti, kulum beni övdü..." buyurarak namazı kılan kimseye yüzünü döndüğü hakkında bir uyarı vardır. Öte yandan bu bâbda bir benzetme söz konusudur. Şöyle ki, namazlar Hz. Pe3'gambcr'e (saUallahu aleyhi vesellem) Yedinci Sema'da farz kılınmış. Allah'ın Resulü (saUallahu aleyhi vesellem) orada Allah Teâlâ'nın kelamını işitmiş ve O'na münacâtta bulunmuş ve o makama, içi ve dışı Zemzem suyu ile yıkanarak yükselmiş tir. Tıpkı O'nun gibi musallî (namaz kılan kimse) de kalbiyle dünyadan sıyrılır ve kendisine (namazdayken) Rabb'ine münacât dışında herşey haram olur. Hz. Peygamber (saliaUahu aleyhi vesellem) o durumda nasıl ki kıblesine -ki Beyt-i Makdis'tir- yönelmiş ve semaya yükseltilmiş ise, tıpkı O'nun gibi musallî de (duada) ellerini -en yüce kıble olan Beyt-i Ma'mur'a işaret olarak- göğe; kendisine münacât edilen ve kendisi için namaz kılınan Allah Teâlâ'mn Arşına doğru kaldırır."
87. Mülâhaza: Sabit'in Enes (radiyalhhu anlı)'tan naklettiği rivayette, "Senden beş vakti indirdim" şeklinde bir ibare gelmiştir. Malik b. Sa'sa'a (radijralkhu anh) rivayetinde, "Senden on vakit indirdim", Şerîk'in rivayetinde ise "Yansım indirdi" tarzındadır. Bu çelişkiler hakkında Nevevî şöyle der: "Burada "yarısını indirmek"ten murad, Hz. Peygamber'in (saUallahu aleyhi vesellem) birkaç kez müracaatından sonra elli vaktin yarısının indirilmesidir. Dolayısıyla Şerîk rivayeti ile Sabit rivayeti arasında bir tezat yoktur." Hafız (İbn Hacer) de söyle demiştir: "On vaktin indirilmesi ifadesi de böyledir. Burada Hz. peygamber'in (saUallahu aleyhi vesellem) İki kere müracaatında on vakit, beş kere müracâü neticesinde de yarısı indirilmiş gibidir. Buradaki "yarısı" ifadesinden murad, "bit kısmı"dır. (...) Sabit'in rivayeti göstermektedir ki, namazların hafifletilmesi beş vaktin indirilmesi suretiyle olmuşfcur. Rivayette yer alan bu ziyade, itimada şayan bir ziyadedir ve diğer rivayetlerin buna hamledileceği ortaya çıkmaktadii."
Ben de derim ki: Sabitimde İbn Huzeyme, Beyhakî ve İbn Murdcveyh'in, Malik b. Sa'sa'a'dan rivayet ettikleri hadiste geçen, "benden beş vakti azalttı"ve, "böylece Musa ile Rabbim arasında gidip geldim. Rabbim (her defasında) beşer beşer azaltıp kolaylaştırıyordu" ifadeleri de Sabit'in rivayetini teyit eder mahiyettedir." İbn Dihye der ki: Buradaki "yarısı" tabiri, namazlardaki azaltmanın bil kerede vuku bulduğunu anlatmaktan daha genel bir anlatım özelliğine sahiptir."
88. Mülâhaza: Ebu Talib el-Cumahî et-'Tahiyyât adlı kitabında şöyle der: "Her kavmin bir tahiyye (selamlama) tarzı vardır. Arapların tahiyyesi "selam" dır. Kisraların tahiyyesi, kralın Önünde secdeye varıp yeri öpmektir. Perslerin (İranlılar)'in selamı hükümdarın Önünde elini toprağa vurmaktır. Habeşistanlılarin tahiyyesi hükümdarın önünde elleri göğsün üzerinde bağlayıp sessiz ve hareketsiz durmaktır. Bizanslıların tahiyyesi başı eğmeden sadece baş Örtüsünü (başa giyilen şeyi) çıkarmaktır. Nubilerin tahiyyesi parmak işaretleriyle iyi dileklerde bulunmaktır. Bucavilenn tahiyyesi ise elini kralın omuzuna koymaktır. Eğer kişi onun hizmetine mazhar olursa birkaç defa elini kaldırıp tekrar koyar. İşte bu selamlaşma şekillerinin hepsi hükümdarlar hükümdarı olan Yüce Allah'a ibadet hizmeti olan namazda biraraya getirilmiştir. Onun için "et-tahiyyatu li ilahi" (bütün selamlar, selam çeşitleri Allah (celle celâluhu) içindir) diyoruz."
89. Mülâhaza: [—>s. 168] Enes'in Ebu Zerr'den naklettiği rivayette "Allah (celle celâluhu) ümmetime elli vakit namazı farz kıldı" Sabit'in Enes'ten rivayetinde ise "Allah (celle celâluhu) bana her gün ve gecede (kılınmak üzere) elli vakit namazı farz kıldı" ifadeleri bulunmaktadır. Malik b. Sa'sa'a rivayetinde de benzeri bir ifade geçmektedir. Bu rivayetlerin hepsinde "ihtisar" (özetleme) yapılmıştır. Zira başka bir rivayette geçen "Ben sana ve ümmetine elli namazı far2 kıldım..." ifadesi bu ihtimali desteklemektedir.
Hz. Peygamber1 e (salklkhu aleyhi vesellem) mahsus bazı istisnaî durum] haricinde Allah Resulüne (salklhhu aleyhi vesellem) farz kılınan her ibadeti** ümmetine de farz kılındığı söylenebilir. Bunun tersi de böyledir. Y ' ümmetine farz kılınan ibadetler kendisine de farz kılınmış demektir.
90. Mülâhaza: [-»s. 169] İbn ebî Cemre der ki: İbrahim (alcyhısselam) \\7 Peygamber (sallallahualeyhivesellera)'e tevdi edilen namazların tahfifi (azaltılması' konusunda hiç müdahelede bulunmamıştır. Çünkü o "Halilullah" ihj Dolayısıyla "hillet" (dostluk) makamı, rıza ve teslimiyet makamıdır. Onun için bu tarz bir konuşma o makama uygun düşmez. Musa (aleylıisselâm) iSe "Kelimullah" idi; Allah (celle celâluhu) ile konuşabilme imtiyazına ulaşmış olması dolayısıyla ona, kelam-ı ilahîye karşılık verme ve sözü yayma yetene&İ verilmişti." el-Kurtubi ise şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (sallallahu alevlıi vesellem)'İn, namazın hafifletilmesi konusunda başkasına değil de, Musa (aîeyhisselâm)'a müracaat edip onun tavsiyelerini almasındaki hikmet sudur Muhtemelen Musa (aleyhisselâm)'ın ümmeti, başka hiçbir ümmete yüklenmemiş olan namazlarla emrolundular da bu, onlara çok ağır geldi. Bu nedenle Musa (aleyhisselâm), Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem)'in ümmetine acıyarak ısrarla namazları azaltma talebinde bulunmasını tavsiye etti ve "Ben senden Önce İnsanları denedim" dedi.
Başka bir âlim ise, Hz. Musa (aleyhisselâm)'m ümmetinin en kalabalık ümmet, kendisine indirilmiş olan kitabın da en büyük ve ahkâm bakımından en kapsamlı kitap olması hasebiyle Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'e benzediğini söylemiştir. Bu cihetle Hz. Musa'nın, kendisine ihsan edilen bu Özelliklerin benzerinin, kendisinden izale olmaksızın Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) için de hasıl olmasını temenni etmesi münasip düşmektedir. Yine Hz. Musa'nın, kendisinin başına gelen şeyleri Hz. Peygamber'e (sallallahu aleyhi vesellem) hatırlatması ve bununla ilgili hususlarda ona nasihatte bulunması uygun düşmektedir. Şu ihtimal de sözkonusudur: Hz. Musa, başlangıçta kendi ümmetinin payının, Hz. Peygamber'in (sallallahu aleyhi vesellem) ümmetinin payına oranla daha az olmasının etkisinde kalmış ve bu sebeple onlar hakkında bilinen temennide bulunmuştur. İşte bu durumu düzeltmek için Ümınet-i Muhammed için şefkat göstermiş ve Hz. Peygamber'e (sallallahu aleyhi vesellem) elinden geldiği kadar nasihatte bulunmuş, bu suretle kendisi hakkında başlangıçtaki tavrı sebebiyle yanlış anlaşılacak bir eksikliği gidermek istemiştir. Gerçek ilim Allah katındadır.
el-Kurtubi şöyle der: "Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'in Miraç tan indiğinde ilk olarak Musa (aleyhisselâm) ile karşılaştığını söyleyenlerin bu göruşu doğru değildir. Çünkü Malik b. Sa'sa'a hadisinde geçtiğine göre Hz-Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem), Musa (aleyhisselâm) ile altıncı semada, İbrahim /jg-hisselâm) Üe *se yedinci semada görüşmüştür ki bu hadisin ravi zinciri, Hz. ppvgamber'in (saUallahu aleyhi vesellem) Hz. Musa (aleyhisselâm) ile yedinci semada orüstüğünü anlatan Şerîk hadisinin ravi zincirinden çok daha güçlü ve sağlamdır.". Hafız (İbn Hacer) de şöyle der: "Bu iki hadisin anlam ı alamindan tezat teşkil etmemesi için Hz. Peygamber (saUallahu aleyhi vesellem)'in Mkâc'a çıktığında Hz. Musa ile altıncı semada buluştuğunu ve beraber yedinci semaya çıktıklarını, indiğinde ise Hz. Musa ile yedinci semada tekrar karşılaştıklarını söylersek, bu iki rivayet arasındaki tezat ve birine dayanarak diğerini reddetme mecburiyeti ortadan kalkmış olur."
es-Süheylî der ki: "Hz. Musa'nın bu ümmete ilgi göstermesi ve Hz. Peygamber'e (sallallahu aleyhi vesellem) ümmeti için kolaylık dilemek suretiyle ısrar etmesinin —Allah en doğrusunu bilir— hikmeti şudur: Musa (aleyhisselâm), kurbiyyet makamında kendisine ilahî emir tevdi edildiğinde ve kendisine verilen Tevrat levhalarında Ümmet-i Muhammed'in özelliklerini gördüğünde, "Ben, levhalarda su su özelliklere sahip bir ümmet gördüm. Allahım, onları benim ümmetim kıl" demeye başlamıştı. Kendisine "Onlar Muhammed Ümmeti'dir" dendi. Bunun üzerine Hz. Musa, "Allahım, beni de Muhammed Ümmeti'nden kıl" dedi. Bu, tefsir kitaplarında geçen meşhur bir hadistir. İşte Hz. Musa, "Allahım, beni de Muhammed Ümmeti'nden kıl" şeklindeki sözü sebebiyle, Ümmet-i Muhammed hakkındaki bu şefkat ve ilgisi, aslında kendisinin de dahil olduğu bir ümmet için olmaktadır."
91. Mülâhaza: [—»s. 168] Hz. Musa'nın Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'e "Ben senden Önce insanları denedim (tecrübe ettim)...'" şeklindeki sözü, tecrübeye dayalı ilmin, diğer ilimler üzerine üstün olduğunu gösterir. Zira çok ilim tahsil etmekle tecrübî ilim elde edilemez ve deney olmadan diğer ilimler mükemmele ulaştırılatnaz. Çünkü Resülullah (sallallahu aleyhi vesellem), insanların en bilgini ve faziletlisidrt, hem de O'ndan başka ne bir peygamber, ne de bir mukarreb meleğin ayak basamadığı makama yükselerek Yüce Mevlasiyla konuşması ve ilahi hitaba çok yeni bir tekellümle mazhar olması gibi üstün özelliklere rağmen, Musa (aleyhisselâm) O'na "Ben insanları senden daha iyi tanırım" demiş ve kendisinin Hz. Peygamber'den (sallallahu aleyhi vescliem) daha bilgili olmasının illetini (sebebini): 'Isrâİloğulları'nı ıslah etmeye, düzeltmeye çok çaba harcadım" diyerek açıklamıştır.
92. Mülâhaza: Burada, aradaki benzerlikler dolayısıyla Allah Teâlâ'nın hikmeti ile icra ve infaz eylediği şeyle (yeni bir) hüküm vermenin cevazına delâlet vardır. Çünkü Musa (aleyhisselâm), Ümmet-i Muhammed'in, elli vakit Namaza güç yetiremeyeceğine hükmetmiştir. Nitekim bu sebeple Isrâİloğulları'nı düzeltmeye çalıştığını ve (kendi ümmeti gibi) öncekilerin daha sonraki nesillerden daha güçlü olduklarım haber vermiştir. Nıtekirr Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Onlar kendilerinden daha güçtü idiler, yeryüzünü kazıp altını üstüne getirmişlerdi. Onu bunların imar ettiklerinden daha çok imar etmişlerdi..." (Rum, 9) Neticede Musa (aleyhisselâm) daha güçlünün (kendi ümmetinin) kaldıramadığı bir teklifi, zayıf olanın hiç kaldıramayacağını görmüştür. Her ne kadar İlahî Kudret önünde güçlünün taşıyamayacağı bit yükü zayıfa taşıtmakta herhangi bir zorluk sözkonusu olmasa da yararlar arasındaki ilişki sebebiyle hikmetin sonucunu gördükten sonra edinilen bir tecrübedir. Rivayet edilir ki İsrailoğulları'nın sorumlu tutulmuş oldukları namaz, sabah-akşam ikişer rekât idi. Böyle olduğu halde onlar bunu dahi hakkıyla ikame etmemişlerdi.
93. Mülâhaza: Hz. Musa'nın bu ümmete emir buyurulan namaz konusunda Allah Resulünden (sallallahu aleyhi vesellem) azaltma ve hafifletme talebinde bulunması, daha önce Allah Resulü (sallalkhu aleyhi vesellem) Miıâc'a çıkarken ağlamasının sebebinin yukarıda anlattığımız şeyler olduğunu göstermektedir. Şayet ağlamanın sebebi başka bir şey olsaydı Allah Resulü (sallallahu aleyhi vesellem) Mirâç'tan döndüğünde de Hz. Musa ağlar yahut da sükût ederdi. Ancak o, 'böyle yapmayıp, Hz. Peygambcr'e (sallallahu aleyhi vesellem) hizmet ve nasihat için harekete geçmiştir. Böylece onun ağlaması yukarıda belirttiğimiz sebebe dayandığından ve Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem} dönüşünde Hz. Musa'da ağlama gibi bir tavır görmediğinden, bu bağış, Hz. Peygamber'e (sallailahu aleyhi vesellem) has ihsanlardandır. Hz. Musa'nın, bu ümmet için namazların hafifletilmesi talebi de Hz. Peygamber'e (sallallahu aleyhi vesellem) verilen bu ihsana muvafık düşmektedir. Öte yandan bu hafifletme de bu ümmete mahsus bahşedilen nimetlerdendir. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem), bu konuda Hz. Musa ile konuştuktan sonra istediği şey kolaylaştırılmış ve Allah Teâlâ, o anda duasını kabul ederek elli vakit namazı beşe indirmiştir. Ancak bu indirmeye karşılık namazların fazileti artırılmış ve bir haseneye elli sevap verilmiştir. Binaenaleyh Yüce Allah bu ümmetten elli vakit namaz farzını kaldırmış, ancak bu elli vaktin sevabını, ilahî bir ihsan ve bağış olarak aynen bırakmışta'.
94. Mülâhaza: İbn ebî Cemre der ki: "Sözkonusu hadiste "Ebraflfl iyilikleri, Mukarrebûn zümresinin hatalarıyla eşdeğerdir" diyen Sufilere debi vardır. Şöyle ki: İbrahim (aleyhissdâm) namaz konusunda hiç konuşmamış O1'' Çünkü onun makamı (Hakk'm dosduğu), (Musa'nın) kelam makamından daha yücedir. Eğer konuşmuş olsaydı bu, onun kendine has makaro^ itibarla seyyİe (hata) olurdu. Musa (aleyhissdâm)'» gelince, onun bu hususta*1
konuşması, kendisini bulunduğu makama ulaştıran hususlardandır. Bu peygamberlerin hei: birinin kendine has makamı vardır ve hiçbiri sahip olduğu bu makamı aşamaz."
95. Mülâhaza: İbn Dıhye der ki: "Resûlullah (salSallahu aleyhi veseOem)'in Musa (aleyhisselâm) ile Rabbı arasında gerçekleşen bu müracaattan (gelip gitmesinden) bir kaç faydalı sonuç çıkmaktadır. Bunlardan biri, bir tek olay içinde şefaatçinin (aracının) dileği yerine getirilinceye kadar şefaatin tekrar edilebilrnesidir. Diğer bir fayda şudur: Bir iş ısrar sınırına dayandığı zaman en iyisi o işten vazgeçmektir. Diğer bir fayda: Güç yetirilemeyen şeyin büyük görülmesi. Diğer bir fayda: Gerekli durumlarda nasihatinden yararlanılabilecek kişilerden istişare almak. Diğer bir fayda: Şefaatçinin şefaat etmesi için şefaat edilecek kişinin talebi şart değildir. Diğer bir fayda: Şefaatçi, kendisi için şefaatçilik ettiği kimsenin özrünü (gerekçesini), kendisine şefaatçi olarak gittiği kimseye bildirir. Diğer bir fayda: Şefaatçi, şefaat ettiği konuya kendisi de dahil olsa bile şefaatten geri durmamalıdır."
96. Mülâhaza: [—>s. 169] Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi veselkm), (namaz için Rabbine) onuncu (yani son) müracaatında Musa (aleyhisselâm)'m ısrarına rağmen artık hafifletme ve azaltma talibinde bulunmamıştır. Bunun iki nedeni vardır:
Birincisi: Bir iş ısrar seviyesine ulaştığında en hayırlısı o işin peşini bırakmaktır.
İkincisi: Hz. Peygamber (sailallahu aleyhi vesellem), ferasetiyle namazların artık bu sayıdan aşağı indirikneyeceğini anlamıştı. Dolayısıyla reddedileceğini düşündüğü bir talepte bulunmaktan haya etmiştir. Buradaki ferasetin kaynağı şudur: Allah Teâlâ (celle celâluhu) hafifletme ve azaltamayi beşer beşer yapıyordu. Sonunda geriye kalan sayı beş İdi. Eğer mantıken bakılırsa hafıfletıne ve azaltma olursa, geriye kalmış olan beş namazın da kaldırılması gerekecekti. Halbuki Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem), ibadet olarak kendisine (namaz gibi) bir vazife verilmesinin kaçınılmaz olduğunu biliyordu. Bu nedenle bir daha hafifletme istemedi ve gaybî bir keşif olarak İlm-i ezelîde bu son beş namazın mevcut olduğunu bildi. Netice olarak O'nun feraseti doğru çıktı ve düşüncesinde isabet etti. Nitekim bazı rivayetlerde şöyle gelmiştir: "Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) onuncu defa hafifletme talebinden vazgeçince, bir münadi şöyle nida etti: "Farzımı yürürlüğe koydum ve kullarımın yükünü hafiflettim."
97. Mülâhaza: İbn Dıhye der ki: "Allah Resulü (sallallahu aleyhi veseUem)'İn hafifletme ve kolaylaştırma için yaptığı bu başvuruların her biri sonunda kalan adedin kesinleşmiş bir fariza olmadığını bildiğini göstermektedir.
Ancak en son müracaat müstesna. Zira Yüce Allah'ın "Benim huzurumda söz değiştirilmez ve ben kullara asla zulmedici değilim" (Kaf, 29) kavl-i ilahisi, bu son kalan kısmın (beş vaktin) artık kesin bir fariza olduğuna işaret etmektedir."
98. Mülâhaza: Ibn ebî Cemre şöyle der: Peygamber (sallallahu aleyhi veseilem)'in onuncu defasında hafifletme talebinden kaçınmış olması sunu göstermektedir ki, Allah Teâlâ bir kulunun saadetini dilerse, o kulunun yapacağı seçimi Mevtasının rızası ve hoşnutluğu doğrultusunda yaptırır. Zira Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi veselîem) seçim ve tercihini Hak Teâlâ'nın infaz ve icra etmek istediği hükme göre yapmıştır ki, o da beş vakit namazın farziyetidir. Aslında bu davranış Hz. Peygember (sallallahu aleyhi vesellem)'in değerini ve konumunu yüceleştiren bir davranış olmuştur. Çünkü eğer bu son defa da hafifletme için başvurmuş olsaydı ve öncekilerde olduğu gibi hafifletme talebi kabul edilmeseydi, yapmış olduğu seçim yüce kudretin iradesine muhalif düşmüş olacaktı. Fakat yaptığı bu seçimde Allah'ın yardımıyla isabet etmesi, O'nun makamının yüceliği konusunda yaptığımız tesbite delil olmaktadır. Demek oluyor ki Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi veseUem) hafifletmeyi talep etme ve etmeme konusundaki bütün başvurularında, seçimini aslında takdir-i ilahiye uygun olarak yapmıştır.
Öte yandan burada, "Hal, mahmul değil, hâmildir" diyen sufılere de bir delil vardır. Bunun anlamı şudur: Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'e ümmetine acıma ve şefkat gösterme durumu mevzu bahis oluduğunda hemen hafifletme ve kolaylaştırma yoluna koyularak bunun dışında hiçbir şeyle ilgilenmedi. Daha sonra dergâh-ı izzetten utanıp çekinme durumu sözkonusu olduğunda ise ne ümmetiyle İlgilendi, ne de bir daha talepte bulundu.
99. Mülâhaza: Bu hadisten, daha Önce de değindiğimiz gibi iki türlü kader olduğunu anlıyoruz. Yüce Kudret'in takdir edip de herhangi bir vasıta veya bir dua sebebiyle infaz etmeyeceğini de (uygulamayacağını da) takdir ettiği kader, önce farz kıldığı elli namazdır. Çünkü Yüce Allah elli namazı takdir etmesi yanında bu takdiri (kaderi) infaz etmeme doğrultusunda irade ve arzusu öne çıkarak tecelli edince hikmetullah, Musa (aleyhisselâm)'ı bu (elli vakit) namazın kaldırılmasına sebep kıldı.
Hiç bir sebep ve vesilenin reddedemeyeceği ve engel olamayacağı kader türü ise farz kıldığı malum beş vakit namazdır. Zira Yüce Kudret bunu buyururken irade ve arzusu da bu buyruğun infazı (uygulaması) doğrultusunda öne çıkınca, Musa (aleyhisselâm)'ın artık ne konuşması, ne de tavsiyeleri fayda veremedi.
100. Mülâhaza: Ibn Dıhye şöyle demiştir: "Eğer dersen ki: "Benim katımda söz değiştirilmez ve ben kula asla zulmedici değilim" (Kaf, 29) âyetinde kastedilen söz nedir? Burada kastedilen haberin değişmeyeceği ise, hadiste elli vakit namazın beş vakte indirildiği nasıl zikredilmiştir? Zira burada hadisin anlatılış tarzı olayın ahkâma ilişkin olduğunu göstermektedir. Bu nedenle elli vakit namaz, beş vakit namaz İle neshedilmİş olup sonuçta eski hükümden geriye birşey kalmamıştır. Eğer burada kasdedilen, hükmün değişmeyeceği ise, ahkâm konusunda neshin caiz olduğu hususu yerleşik bir kuraldır. Nitekim bu hadiste de hüküm neshi vaki olmuş ve namazlar beşe indirilmiştir."
Buna şöyle cevap verilir: Yüce Allah bir hükmün müebbed olduğunu bildirdiğinde, o hüküm için değişme ve nesh (kaldırılma) imkânsızdır. Çünkü onun durumu artık bilinmektedir. Allah Teâlâ, beş vakit namazın fariza olduğunu, yani artık bunun müebbed olarak böyle farz kılındığını haber vermiştir. Binaenaleyh bu konudaki haber tebdile uğramaz ve artık bu noktada nesh vaki olmaz. Allah en iyisini bilir.
Burada ortaya şu çıkmaktadır: Allah Teâlâ (celle celâhhu) meleklerin lisanıyla ya da Levh-u Mahfuz'dan istinsah edilen sahifelerde bu ümmet için bir gün ve gecede elli vakit namaz sevabı yazıldığını vadetmiştir. Elli namazı beşe İndirince, namaz sayısında eksilme oldu ama vadettiği sevapta eksilme olmadı. Zira bir sevap on katıyla değerlendirildi. Onun için Yüce Allah "Bunlar beş, bunlar ise elli" yani sayı beş, sevap elli diye buyurmuştur. Yüce Allah'ın bize bahşettiği bu fazlu ihsanı, "Kim Ramazan orucunu tutup da, akabinde Şevval ayından da altı gün oruç tutarsa, bütün seneyi oruçlu geçirmiş gibi sevap ka-yamr." [4] hadisinde anlatılan duruma benzer. Dolayısıyla bir sevap on katıyla değerlendirildiğinde 36x10= 360 olur ki, bu da senenin günleri sayısına eşdeğer olur.
Diğer yandan kıldığımız namazlar, abdest ve benzeri Ön hazırlık ve vacibleriyle beraber yaklaşık iki-iki buçuk saat zamanı kapsamaktadır. Demek oluyor ki, elli vakit namaz, abdest ve benzeri vacipleriyle beraber gün ve gecenin yirmi dört saatini kapsamaktadır. Çünkü İslam'ın başlangıcında her bir namaz için ayrı bir abdest almak gerekli idi. Daha sonra bu farz, yürürlükten kaldırıldı. Binaenaleyh bu ümmetin, beş vakit namazı kılan her ferdi, senenin bütününü namazla geçirmiş; öte yandan Ramazan orucu ile Şevval'den altı gününü oruç tutan kimse de senenin bütünü oruçla geçirmiş gibi olur.
Zahir görüşe göre elli namazın beş namaza inmesinde, âyette ifadesini bulan "sözün değişmesi" değil, "teklifin değişmesi" sözkonusudur. Ama namazların önce elli, sonra beş vakit olarak farz kılındığının haber verilmesi haberin tebdili kabilindendir.
101. Mülâhaza: Ebu Hattab ile ona tâbi olan Îbnu'l-Müneyyir şöyle demişlerdir: Mu'tezile'nin aksine, fiilin eda vakti girmeden ve fiili yapmaya imkân bulunmadan önce neshe dilmesinin (yürürlükten kaldırılmasının) caiz olduğu görüşü, Ehl-i Sünnet'in mezhebidir. Her mezhep, kendi kaide ve akidesi üzerine yürür. Ehl-i Sünnet nazarında durum şudur; Kişinin güc yetiremeyeceği şeyle mükellef kılınması caiz, hatta vakidir. Zira bütün fiiller Allah tarafından yaratılmıştır. Kul ise icadına güç yetiremeyeceği ve icrasına tesir etme imkânına sahip bulunamadığı şeyleri de talep edebilir. Ehl-i Sünnet, "vallahu halakakum ve mâ ta'melûn" (Allah sizleri ve yapmakta olduklarınızı yarattı) (Saffat, 96) âyetini esas alarak, buradaki "mâ"yı masdariyet (kök yapma) harfi olarak değerlendirir. Mu'tezile ise "mâ"yi aidiyet zamiri (mevsûl) olarak değerlendirir. Onlar bunu yaparken, kendi inançlarına üzere yürümekte ve kulun kendi fiilinin yaratıcısı olduğunu, Allah'a ibadet ve taati kendi seçim ve takati ile icad ettiğini iddia etmişlerdir. Onlara göre yükümlülük, takatin aksine sakıt olmaz. Dolayısıyla henüz yapma imkânı veya firsaü çıkmadan ilahi teklifin neshi, değiştirilmesi düşünülemez. Ehl-i Sünnet ise yapma imkân ve fırsatı bulunmadan önce de teklifin neshedilmesinin caiz olduğu görüşünü, bunun fiilen vaki olduğunu delil göstererek benimsemişlerdir. Hangi delil bizzat vuku bulmadan daha tamam ve kuvvetli olabilir?
Ehl-i Sünnet, bu görüşe ibrahim (aleyhisselâm)'m, oğlu ismail (aleyhisse!âm)'l kurban etmekle emrolunması olayını örnek gösterirler. Zira Allah Teâlâ, İbrahim (aleyhisselâm)'a, oğlu İsmail (aleyhisselâm)'ı boğazlamasını emretti. Sonra bu emri hafifleterek kolaylaştırdı. Henüz İsmail (aleyhisselâm)'1 boğazlayacak zaman ve fırsatı (imkânı) bulamamışken, Hz. İsmail'i boğazlama buyruğunu fidye ile neshetti (değiştirdi). İşte bu noktada Mu'tezile köşeye sıkışmış, çıkış yolu bulamayınca gerçekleri saptırmaya ve cevap vermek için değişik yollara sapmaya başlamıştır. Kimisi "Hz. İbrahim, oğlunu boğazlamakla emredilmedi. Çünkü bu emir yakaza halinde değil, rüyada verilmişti" demiştir. Allah Teâlâ (celle celâluhu) bu gerçeği "Babacığım sana emredileni yap" (Saffat 102) diye açık ve net ifade etmesine rağmen, bu emre muhatap olan İbrahim (aleyhisselâm)'a rüya veya hayal etkisinde kalmıştır gibi ithamlarda bulunandan daha sapkın bir akıl var mıdır? Biz diyoruz ki: (İsrâ) Hadisin(in asıl) ravisi (Allah Resulü) onun yorum ve tefsirini herkesten daha iyi bilir, açıklamasını ve tenzilini daha mükemmel yapar.
Öyle ki, bir konudaki yorumlar çeliştiği zaman, olay kahramanının yorumunu önde tutarız. Çünkü o, bilfiil yaşadığı vakıayı daha iyi anlar. Öyleyse Yüce Allah'ın emir ve direktifleri doğrultusunda hareket eden masum ve fatin (ince görüşlü, zeki) peygamberin Kur'an'da geçen boğazlama yorumunu, bu zavallı, şaşkın, bid'atçı ve sapık fikirlilerin yorumuna nasıl tercih etmeyelim?
Mutezile'den kimi de "Allah boğazlama emrini verdi. Ancak bağlama, yere yatırma ve bıçak kullanma gibi ön hazırlıkları yapmak şartıyla" demiştir ki bu da, şaşkınlık ve saçmalığın göstergesidir. Zira ibrahim (aleyhisselâm)
Seni keseceğim ..." (Saffat, 102) demiş "Seni yere yatıracağım" vs.
dememiştir. İbrahim (aleyhisselâm) Rabbinden almış olduğu buyruğa göre boğazlamanın nasıl ve ne şekilde icra edeceğini iyi biliyordu. O çok îyi biliyordu ki, böyle bir emir, kurbanı zahmet vermeden boğazlayabilmek için, onu yere yatırmadan yerine getirilemez. Bu tür bir te'vil, sünnetlerden sapmanın ve inat ile aldatmaya meyletmenin en bariz göstergesidir.
Kimileri de "İbrahim (aleyhisselâm) oğlunu boğazlamakla emredildi. Boğazlamaya başladığı anda bıçak ters döndü veya kesemedi" yahut "Hz. İsmail'in boğazı demire dönüştü" gibi yorumlar yapmıştır ki, bunların hepsi mesnetsiz ve geçersiz İhtimallerdir ve sonuçta olayı kendi takdir ve anlayışına göre anlatmaktır ki, bu da yalanın ta kendisidir.
Kimileri ise "Hz. İsmail boğazlandı, ancak yarası tekrar kapanıp iyileşti" demiştir. Bu da nakli saptırmanın ve akla karşı direnmenin ürünüdür. Çünkü olay bu tarzda cereyan etmiş olsaydı âyette sadece "onu alnı üzerine yatırdı" (Saffat, 103) Duyurulmakla iktifa edilmeyecek ve imtihanın boyutunu anlatmada daha etkili olacağından boğazlama tabiri de ifade edilecekti. Bu durumda (ayette anlatılan) fidyenin de herhangi bir anlamı olmazdı. Binaenaleyh ileri sürdükleri yorumların hepsi merdud ve batıl olduğuna göre, fiili işleme fırsat ve İmkânı henüz doğmadan o fiil hakkındaki hükmün neshedilebileceği görüşü taayyün etmektedir ve bunun delili de Hz. İsmail'in kurban edilişi kıssasıdır. Dolasıyla İsrâ hâdisesinde de sözkonusu olan bu yaklaşımı reddetmek onlar için mümkün değildir. Zira Resûlullah (saMahu aleyhi vesellem) bu ümmet hakkında önce elli vakit namazla mükellef kılınmış, daha sonra -henüz namaz vaktinin girmiş olması durumu bir yana— daha namaz vakti girmeden, bu elli vakitten neshedilen kısım neshedilmiş tir.
Hocamız es-Suheylî demiştir ki: "Önce elli namaz farz kılınıp da daha sonra bunların beş vakit namaz kalana kadar onar onar [5] azaltılmasının "nesh" (değiştirme ve silme) olup olmadığı mevzuunda iki görüş vardır. Bir kısım kimseler bunun, ibadetin amel edilmeden önce neshedilmesi olduğunu söylerken Ebu Ca'fer en-Nahhâs bunu iki açıdan reddetmiştir:
Birincisi: Onun benimsediği esas ve mezhep doğrultusunda bir ibadet ile amel edilmeden önce onun neshedilmesinin caiz olmadığı meselesidir. Zira ona göre bu, "bedâ" [6] demektir ve Allah Teâlâ hakkında bedâ tasavvuru muhaldir.
ikincisi: İbadetin henüz amel edilmemişken neshi caiz olsa bile, İbadet buyruğu yeryüzüne inmeden, muhataplarına ulaşmadan onun neshedilebileceğine hiç kimse cevaz vermemektedir. Bu sadece Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)'e ümmeti için verilmiş bir şefaat ve ümmetine hafifletme ve kolaylık sağlamak üzere huzur-u ilahiye başvurudur ki bu, nesh olarak isimlendirilmez.
Ebu Cafer en-Nahhâs'm, "ibadet amel edilmezden önce neshedilemez ve bu beda olur" şeklindeki görüşü doğru değildir. Çünkü beda'nın hakikati, âmire (emir buyurana) önceden bilemediği doğru görüşün bilahare zuhur etmesi demek olur ki bu, herşeyi ezelî ilmiyle bilen Yüce Allah hakkında düşünülemez. Dolayısıyla bunun "nesh" İle bir alâkası yoktur. Nesh bir hükmün başka bir hükümle değiştirilmesidir ve her iki hüküm de Yüce Allah'ın ezelî ilminde mevcuttur ve O'nun hikmetinin müktezasıdu-. Sıhhati hastalıkla, hastalığı sıhhatle neshetmesi, tebdil etmesi gibi. Bunun yanında buyruğa muhatap olan kul, buyruğun kendisine yöneldiği anda üç ibadet ile yükümlüdür: 1) İşlemekle emrolunduğu fiil, 2) emri duyduğunda onu yerine getirmek için azmetmek, 3) eğer emir vacip ise emrin vücubiyetinc inanmak.
Allah Teâlâ (celle celâluhu) Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi veseilem) hakkında bunları bilmüşahede biliyordu. Dolayısıyla O'nu imtihan etmek, denemek ve oluşan niyetine göre ceza veya mükafat vermesi sahihtir, doğrudur.
Doğru görülmeyen şey emrin, henüz inmeden, muhatabın haberi olmadan önce neshedilmesidir.
en-Nahhâs'ın, amele konu olduktan sonra ibadetin neshine örnek olarak ileli sürdüğü örnek te gerçek "nesh" değildir. Çünkü yerine getirilmesi emredilen ibadet geçmiş, yeni gelen hitap ise o geçmiş ibadetin kendisini değil benzerini yasaklamaktadır.
Şimdi "Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi veseilem) ile ümmetinden kaldırılan kırkbeş vakit namaz" hakkındaki görüşümüzü şu iki açıdan ele alalım:
1- Hz. Peygamber'e vacip (farz) kılınan ibadetin edası neshedilmiş, bu İbadeti yerine getirmek için gereken azim ve niyetin devamlılığı ve onun farziyetine olan inanç kaldırılmıştır ki bu, yukarıda da açıkladığımız gibi hakiki neshtir. Bu durumda o namazların tebliği de Hz. Peygamber'den (sallallahu aleyhi veseilem) neshedilmiş tir (yani ümmetine tebliğ yükümlülüğü kaldırılmıştır). Zira Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi veseilem), her defasında emrolunduğu şeyi tebliğe azmetmiştir. Ebu Cafer en-Nahhâs'm görüşüne göre Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi veseilem), neshi ortadan kaldıran bir şefaatçi (aracı) ve bu uğurda müracaat eden pozisyonundadır. Zira nesh, bazan malum bir sebeple olabilir ki bu durumda Hz. Peygamber'in (sallallahu aleyhi veseilem) ümmeti için şefaati (aracılığı) hükmün hakikatini iptal etmemiş, nesh için sebep teşkil etmıştii". Fakat neshten önce neshedilen nesnenin tebliği Hz. Peygamber üzerine vacip olan hükümdür ki bu, bizzat Hz. Peygamber'e mahsus beş vakit namazın hükiTiüdür. Ümmetine gelince, onlardan herhangi bir hüküm neshedilmemiştir. Zira hükmün, onu yerine getirmesi emrolunan kimselere ulaşmadan önce neshi tasavvur edilemez.
2- Bu emrin muhtevası mutlak ibadet değil, haberdir. Bu bir haber olunca, burada nesh sözkonusu olmaz. Burada haberin mânâsı şudur: Rabbi, Hz. Peygamber'e (sallaüahu aleyhi veseilem), Ümmet-i Muhammed üzerine, elli vakit namazın farz kılındığını haber vermiştir. Bunun anlamı da bu namazların adedinin Levh-i Mahfuz'da elli vakit olmasıdır. Aynı şekilde hadisin sonunda şöyle buyurulmaktadır: "Onlar beştir, (ama) onlar (sevap olarak) ellidir. Bir iyiliğe on misli vardır." Burada Resûlullah (sallallahu aieyhi veseilem), beş vakit namazın faziletinin elli vakit gibi olduğu teVilini yapmıştir. Bu sebeple Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi veseilem), kendisine beş vakit namazın amel olarak değil de sevap olarak elli vakit namaz olduğu ortaya çıkana kadar Rabbine müracaata devam etmiştir.
102. Mülâhaza: Yukarıda anla taklarımız dan, fiilin, henüz onu yapma imkân ve fırsatı olmadan önce neshedilebilir olduğu anlaşılmaktadır ve bu nesh Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi veseilem) hakkında geçerlidir, ümmeti için ise sözkonusu değildif. Çünkü bir hükmün muhatabına ulaşmadan neshedilmesi mümkün değildir. Zira teklifin (yükümlülüğün) şartı, mükellefin kendisine yüklenmiş olan vazifeyi anlama ve öğrenme ûrsat ve imkânına sahip olmalıdır. Yani teklif için muhatabın onu bilmesi şart olmadığı zaman, tebliğden Önce teklifin neshi bununla çelişik bit durum arzeder.
İbn Dıhye der ki: "Ümmet hakkında da böyle bîr nesh sözkonusu olabilir. Şöyle ki: İslâm her müslümana dinin bütün ayrıntı ve dallarını uygulama ve tatbikini farz kılmaktadır. Hayatında Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi veselkm)'e iman eden herkes İslâm'a girmiş demektir. Bununla birlikte indirilmiş ve detaylıca açıklanmış hükümler yanında, bir yönüyle mücmel bir yönüyle ise mübeyyen, ayrıca henüz inmemiş fakat daha sonra inecek olan hükümler de vardır. İman ile bağlılık bunların hepsini kapsayıp içine alır. Teklifin, belli bir hususiyetle tebliğden sonra neshi mümkün olduğu gibi, tebliğden önce neshi de mümkündür. Kaidelerin çoğu ifade eder ki, Önceden mücmel olarak inen ve daha sonra İhtiyaç duyulduğunda açıklanan namaz ve zekat gibi ibadetler, ilk farz kılındıklarında ne sayıları, ne bağlı şart ve rükünler, ne de vakit ve şekilleri zikredilmişti. Bilakis o İcmal ile beraber yine de (bu farzlara ait) yükümlülük ve teklif vardı. Zira mükellef, bu icmali teklif ile ilk sorumlu tutulduğunda, o teklifin hakikati ile sorumlu olmuş demektir. Nitekim Resûlullah (sallallahu aleyhi vesdlem)'e gelip "İslâm nedir?" diye soran adama Resûlullah, "Allah'tan başka ilah olmadığına, benim Allah'ın Resulü (elçisi) olduğuma inanman, jar^y namazı kılman, far\ %ekâti ödemen, Ramazan orucunu tutman ve hacc ziyaretiniyapmandır" diye cevap vermiştir.'[7]
Dolayısıyla bu soruyu soran kimseye Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem), ayrıntılara girmeden bu prensipleri genel olarak zikretmiş ve onu bunlarla yükümlü tutmuştur.
103. Mülâhaza: İbn Dıhye der ki: Alimlerin "fiilden önce nesh" mevzuunda söylediklerini değerlendirdiğinde hükmün "ilk fiili yapacak kadar zaman dilimi henüz oluşmazdan önce gerçekleşen neshi" kasdettiklerini bilmelisin. Çünkü ihtilaflı olan nokta burasıdır. Yoksa üzerinde âlimlerin ittifak ettikleri görüşe göre bütün nesh türleri "fiilden önce" gerçekleşmiştir. Çünkü yapılan fiil zaten bitmiş, geçmiş ve onunla ilgili teklif ve nesh kesilmiştir.
Alimlerin, "Tebliğden (yani sorumluluk mükellefe ulaşmadan önce) teklifin neshi imkânsızdır. Çünkü teklifin şartı belağ (mükellefin sorumluluktan haberdar olması)dır" sözleri bir yana, bizim indimizde böyle-şarta bağlı değildir. Zira bizim mezhebimize göre emir kadîmdir ve tebliği şöyle dursun, emredilenin varlığından önce bile tahakkuk etmiştir. Başarı Allah'tandır.
104. Mülâhaza: İşari müfessirlerden biri şöyle der: "Musa (aleyhissdâm)*ın kalbi muhabbetle dolunca, Musa (akyhissdâm) ondan alıp istifade etsin diye Tur Dağı'nın nurları parıldayıp etrafı aydınlattı. Böylece Hz. Musa o nurdan aldı. Kendisine çağrı yapıldığında çağırana özlem duydu. İsrâiloğulları arasında dolaşarak, "Rabbimin risaletini (mesajını) tebliğ edinceye kadar bana yardım edecek, destek olacak kimse yok mu?" diye seslenirdi. Maksadı habib (sevgili) ile olan münacât süresini uzatmak idi. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) Miraç gecesinde onun yanından geçerken, huzur-u ilahiden ümmetine hediye olarak getirmiş olduğu namaz hakkında ona Rabbine tekrar tekrar münacât edip tahfif istemesini teklif etti ki, böylece Habib'in Habib'ini (Sevgili'nin Sevdiğini, Resûlullah'ı) görmekle bahtiyar oldu."
Diğer birisi de şöyle der: "Musa (aleyhisselâm) Yüce Allah'tan "rü'yeti" (Allah'ı görmeyi) isteyip de muradına ulaşmayınca, içindeki o hasret ve özlemle yanıp tutuşurdu. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'e "rü'yet"in tahakkuk ettiğini ve O'na izzet ve meziyyet kapısının açıldığını öğrenince Ccmalullah'ı göreni görmek ve temaşa eylemek maksadıyla çok sorular sordu ki biraz daha beklesin."
Nitekim sair şöyle demiştir:
Yurdunuz tamundan gelen iunları koklarım, Belki sizi ya da sizi göreni görebilirini diye. Her karşılaştığım, kişiye sorarım sizi, Belki bir şefkat insan buyurursunuz bana. Eğer yaşıyorsam sizin içindir, eğer ölürsem Aşkınıza kul olarak ölmek ne güzel bir şey.
Diğer bir şair de şöyle demiştir:
Musa'nın O'nu tekrar tekrargerîgöndermesindekisır, vi 'Leyla 'yi gördüğünde güzelliğini seyreylem esidir. '" Nazarını Resul'ün yüzünde parlayan nura dikmiş,
Allahım, neydi Resul'ün o güzelliği, nazar eylediğimde1.
Diğer biri şöyle demiştir: Habib (Hz. Muhammed) kurbiyet makamına
oturduğunda üzerinde sevgi kâseleri dolaştı. Sonra döndüğünde "kalbi gördüklerini yalanlamadı" (Necm, 11) âyetinin hilali iki gözünün ortasında, ve "Kuluna vahyettigini vahyetti" (Necm, 10) âyetinin müjdesi gönlünü ve kulaklarını doldurmuştu. Musa (aleyhisselâm)'tn yanından geçince lisan-ı hal ile Hz. Musa:
Ey Hayy'm diyarından gelen, Lana haber ver,
Yakınlarımdan, o haberle kulaklarımı çınlat. Allah aşkına ey onların haberini anlatan, Anlat! Bugün kulaklarım gömerime vekâlet etmektedir.
Peygamberimiz (sallaîlahu aleyhi vesellem) de lisan-ı hali ile şöyle cevap verdi.
And olsun sevgiliyle haşhaşa kaldım, aramızda, Esen meltem rüzgarından daha ince bir sır var. Arzuladığım bir bakışı gözl&fime bahşetti, lanınmaz idim, tanınır olarak döndüm.
105. Mülâhaza: [—>s. 169] "Omdan ayrıldığımda, bir münadi, "Farkımı imzaladım ve kullanma tahfif ettim (kolaylaşttrdîm)" diye nida etti. "Bu ifade, Yüce Allah'ın İsrâ gecesi Hz. Peygamber (salhüahu aleyhi vesellem) İle vasıtasız olarak konuştuğu görüşüne getirilen en güçlü delillerdendir.
106. Mülâhaza: Şerîk'in rivayet ettiği hadisin tarz ve anlatım akışından ilk akla gelen Hz. Peygamber (sallaîlahu aleyhi veseüem) 'e "Allah'ın adıyla aşağı in" diyen kişinin Musa (aleyhisselâm) olduğudur. Çünkü bu hitap, hadiste Hz. Peygamber (sallaîlahu aleyhi vesellem)'in "Vallahi artık Rabbiptegidip gelmekten haya ettim" sözünün akabinde zikredilmektedir. Fakat gerçek böyle değildir. Nitekim ed-Davudî'nin de kesin bir dille ifade ettiği gibi Hz. Peygamber'e "Allah'ın adıyla aşağı in" diyen, Cebrail'dir.
107. Mülâhaza: es-Suheylî şöyle der: "Eğer denilirse ki: "Resûlullah (sallaîlahu aleyhi vesellem) Mirâc'a çıktığı gece müşriklerin kervanında bulunan kaplarındaki suyu başkasının mülkü olduğu halde nasıl içti? Halbuki o zaman kâfirlerin ne malları, ne de kanları (onlarla savaşmak) henüz helal kılınmış değildi." Buna şöyle cevap verilir: Cahiliye döneminde Arapların, yolculara değil su, sütleri bile helal sayma âdetleri vardı. Araplar sürülerine çoban tutarken ve onunla sözleşme yaparken yanından geçen yolculardan sütü esirgemeyeceksin diye şart koşarlardı. Hal böyleyken sütün yanında suyun konumu ne olur? Dinde örf ve âdetler esas alınarak vaz' edilmiş başka ilkeler de buna örnek teşkil etmektedirler.
Buhâri, Sahih'inin kitâbu'l-buyû'kısmında bu hususu ifade eden bir bölüm başlığı zikretmiş ve bu başlık altııu .-. Hind b. Utbe'nin hadisine yer vermiştir. Orada "Sana ve çocuğuna yetecek kadarını iyilikle al" diye geçmektedir.
Ben derim ki: İmamlarımız (Allah kendilerine rahmet eylesin) Resûlullah (sallaîlahu aleyhi veseİlem)'in hususiyetleri bahsinde demişlerdir ki: "Yiyecek ve içeceğe sahip olanların onlara ihtiyacı olsa bile onlar Hz. Peygamber'e mubah kılınmıştır. Zira o yiyecek ve içeceğin sahibinin onları Resûlullah (sallaîlahu aleyhi vesellem)'in yoluna bol bol vermesi vaciptir. Allah Teâlâ (celle celâluhu), "Peygamber müminlere kendi canlarından daha yakındır" (Ahzab, 6) buyurmaktadır."
108. Mülâhaza: [—>s. 172] Güneşin tutulması mevzuu, Mucizeler bölümünde gelecektir.
109. Mülâhaza: Hadiste geçen "Mescid-i Aksa benim Önüme getirildi. Ben de" ifadesi, İmam Ahmed ve Nesâî tarafından sahih bir senetle ona îbni Abbas'tan bu şekilde rivayet edilmiştir.
Müslim'in zikrettiği ve Abdullah b. el-Fadl'ın, Ebu Selemc'den rivayet ettiği hadiste İse şöyle geçmektedir: "Müşrikler, (Mescid-i Aksa hakkında) tesbit etmediğim ba^ı noktalan sordular. Öyle ütüldüm ki, o güne kadar hiç bu kadar ü^iilmemiştim. Bunun ürerine Allah Teâlâ (ceik alâluhn) Mescid'igölümün önüne getirdi ve ben de ona bakarak sordukları ne varsa hepsine cevap verdim."
Cabir b. Abdillah'ın rivayetinde ise "Allah Teâlâ, Beyt-i Makdis ile aramdaki engelleri kaldırdı, böylece ben ona bakarak işaret ve Özelliklerini anlatıyordum" şeklinde geçmektedir. Buradaki, "Allah Teâlâ, Beyt-i Makdis ile aramdaki engelleri kaldırdı" ifadesi, "Benimle Beyt-i Makdis arasındaki perde ve engelleri kaldırdı da orayı gördüm" anlamındadır. Diğer bir ihtimal de, Allah Teâlâ'nın Hz. Peygamber'i {sallaîlahu aleyhi vesellem), Beyt-i Makdis'i görebilecek bir yere götürüp tekrar getirmiş olmasıdır ki, İbn Abbas'm yukardaki hadisi de bu ihtimali te'yid etmektedir. Bu, mucize noktasında oldukça Önemli bir olaydır ve böyle birşeyin gerçekleşmiş olması imkânsız değildir. Belkıs'm tahtı göz açıp kapamaktan daha kısa bir süte içerisinde Süleyman (aîeyhisselâm)'ın huzuruna getirilmiştir. İbn Sa'd tarafından zikredilmiş olan Ümmü Hâni hadisinde "Beyt-i Makdis'in sureti hayalimde oluştu ve başladım onlara işaret ve Özelliklerini anlatmaya" şeklinde, geçmektedir. Şayet sözkonusu hadis sahili ise, Mescid-i Aksa'nın temsili (görüntüsü) Hz. Peygamber'in (saüallahu aleyhi vesellem) gözünün önüne gelmiş olabilir. Nitekim "Bana Cennet ve Cehennem gösterildi" ve "Ta ki onun timsali (görüntüsü) gölümün önüne gelinceye kadar"rivayetleri de bu ihtimali te'yit etmektedir.
110. Mülâhaza: Şerîk'in rivayet ettiği hadisin, diğer meşhur hadislerle çeliştiği noktalar:
Birincisi; Mirâc'ın bi'setten (peygamberlik vazifesi verilmeden) önce gerçekleştiği hususu. Daha önce bunun cevabını vermiştik.
İkincisi: Mirâc'ın rüyada vuku bulduğu. Bu konu da daha önce ele alınmıştı.
Üçüncüsü: Peygamberlerin göklerdeki mekânları mevzuu. Bu noktayla ilgili açıklamalarımızdan ortaya çıkan odur ki Şerik, peygamberlerin semalardakİ mekânlarını iyi ezberleyememıştir. Bununla birlikte ez-Zührî, aynı konudaki rivayetinde bazı noktalarda Şerik'e muvafakat etmektedir.
Dördüncüsü: Sidretü'l-Müntehâ'nın yeri hakkındaki muhalefeti ve Sidrc'nin yedinci semanın üzerinde, Allah'tan gayrı kimsenin bilemeyeceği bir yerde olduğu iddiası. Meşhur görüş Sidre'nin altıncı veya yedinci semada olduğu yönündedir. Nitekim bu husus da daha önce ele alınmıştı.
Beşincisi: İki nehir —Nil ve Fırat— hakkındaki muhalefeti ve bunların kaynaklarının dünya semasında olduğunu söylemesi. Başkalarının meşhur olan rivayetlerine göre her iki nehir yedinci semadadır ve Sidretü'l-Müntehâ'nın altından çıkmaktadırlar. Bu bahis te daha önce ele alınmıştı.
Altıncısı: Resûlullah'ın (sallaltehu aleyhi veseliem) Isrâ'ya götürülürken göğsünün yarılması mevzuu. Resûlullah (salhlkhu aleyhi vesellem)'in Özellikleri ile ilgili bablarda da geçtiği üzere, bu mevzuda başkaları da Şerik'in rivayetine muvafakat etmişlerdir.
Yedincisi: Kevser nehrinin dünya semasında olduğunu zikretmesi. Hadislerin bildirdiği meşhur görüş ise, Kevser'in Cennet'te olduğudur. Bu mevzu da geçmişti.
Sekizincisi: "Yaklaşma" ve "sarkma" fiillerini Allah Teâlâ'ya isnad etmesi. Meşhur görüş, bu fiilleri yapanın Cebrail (aleyhisseiâm) olduğu şeklindedir.
el-Hattâbi der ki: "Bu kitapta -Salnhu'l-Bı/batide- bu ifadeden daha çirkin ve yakışıksız bir söz yoktur." Kasdettiği, Şerîk'in rivayetinde geçen, "İzzet sahibi olan Cebbar (celie celâluhu) yaklaştı, derken sarktı. Öyle ki kendisiyle Hz. Peygamber {sallallahu aleyhi vesellem) arası iki yay arası, belki daha da az mesafe kadar oldu" ifadesidir. Zira burada geçen ibareler (Allah Teâlâ ile Hz. Peygamber) arasında bir mesafe sınırı bulunmasını gerektirmekte ve her birine ayrı ve belli bir mekan tayin etmektedir. Diğer yandan "sarkmak" kavramında da teşbih (Allah Teâlâ'nııı mahrukata benzetilmesi) ve yukarıdan aşağıya doğru sarkan birşeye benzetme vardır.
SÖzkonusu hadisin başı ve sonu olmadan sadece bu bölümünü gören ve hâdisenin başı ve sonu arasındaki bağlantıyı iyi kuramayan bir kimse, hadisin tasvir ettiği manzata ve İhtiva ettiği mânâda şüpheye düşebilir. Nihayet varacağı noktada ya hadisi kökten reddeder, ya da "teşbih"e düşer ki, bunların ikisi de son derece sakınılması gereken hatalardır.
Hadisin başını ve sonunu dikkate alarak bağlantıyı iyi kurabilen kimse için ise problem ortadan kalkar. Zira hadisin (Şerik rivayetinin) başında yer alan "(Hz. Peygamber) uyuyorken" ve sonunda yer alan "uyandı" tabirleri ile Şerik, hâdisenin rüyadan ibaret olduğunu açıkça ifade etmektedir. Bazı rüyalar vardır ki, yorumlanması gereken şeyi gösteren bir misal hükmündedir, bazıları da vardır ki yoruma hiç ihtiyaç bırakmaz, görüldüğü gibi vuku bulur.
Hafız (İbn Hacer) der ki: Durum el-Hattâbî'nin dediği gibidir ve "Peygamberlerin rüyası da vahiydir; dolayısıyla yoruma muhtaç değildir" diyerek onun söylediklerini eleştirenlerin sözüne iltifat edilmez. Çünkü bu sözü söyleyen bu ve benzeri mevzuları derince düşünmüş veya incelemiş değildir. Zira peygamberlerin bazı rüyaları yorum kabul eder. Mesela sahabeden birinin Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'e rüyada gördüğü gömlek hakkında "Ey Allah'ın Resulü! Gömleği neye yorumladınız?" diye sormuş, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) de "Din'e yorumladım" diye cevap vermiştir. Yine Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)s rüyada görmüş olduğu sütü de "ilim" ile yorumlamıştır. Fakat el-Hattâbî, bunun (İsrâ ve Miraç olayının) uykuda gerçekleştiğini kesin bir dille ifade etmiştir ki, bu iddia söz götürür. Biz daha önce, bu hâdisenin uyanıklık halinde vuku bulduğunu söyleyenlerin görüşünü tercih etmemizi gerektiren delilleri ortaya koymuştuk.
Daha sonra el-Hattâbî, Buhârî'de yer alan Şerik. rivayetinin merfu olup olmadığı konusunda şöyle der: "Kıssa, baştan sona kadar Enes (radiyallahu anh)'in, Hz. Peygamber (sallalkhu aleyhi veselkm)'e izafe etmeksizin, O'ndan nakletmeksizin ve O'nun sözü olduğunu belirtmeksizin, kendi ifadeleri olarak aktardığı bir hikâyedir. Bu da, anlatılanların naklî bakımdan olayın ravisi olan Enes'e dayandığını göstermektedir. (Enes'den bunu nakleden) Şerîk'e gelince, bu zat ise diğer mavilerden hiç birinin mütabaat (muvafakat) etmediği münker lafızları tek başına çokça rivayet eden birisidir."
Hafiz (İbn Hacer) de şöyle der: "Enes'in bu kıssayı Resûlullah (saliaDahu aleyhi veseüem)'e isnad etmemiş olmasının hiçbir etkisi yoktur. Bu durumda bu rivayet en azından sahabî mürselidir ve ravi onu ya bizzat Resûlullah'tan (sallallahu aleyhi vesellem) almıştır ya da Resûlullah'tan (salîallahu aleyhi vesellem) alan bir sahabîden. Bu gibi hâdiseleri ihtiva eden hususlarda şahsî görüş ile söz .= söylenmez. Dolayısıyla böyle rivayetler -merfu hükmünde olur. Eğer el Hattâbfnin söylediği noktanın bir etkisi olsaydı, hadisi bu şekilde rivayet eden hiç kimsenin rivayeti merfu olmaya hamledilemezdi. Bu ise topyekün muhaddislerin uygulamasına aykırı düşmektedir. Hadisin bu şekilde ta'Iil edilmesi (illetli bulunması) kabul görmeyen bir davranıştır."
Sonra el-Hattabî devamla şöyle der: "Sözkonusu rivayette, "sarkma"nın Cebbar olan Yüce Allah'a isnad edilmesi, selef-i salibin büyük çoğunluğuna, ilim adamlarına ve gelmiş geçmiş bütün müfessirlerin görüşüne tezat teşkil etmektedir. Bu noktada üç görüş ileri sürülmüştür:
Birincisi: "Cebrail Hz. Muhammcd'e yaklaştı ve sarktı." Yani O'nun yakınına geldi. Buradaki ifadede bir takdim-tehir olduğu da söylenmiştir. Yani ibare aslında, "Sarktı ve yaklaştı" şeklindedir. Çünkü "sarkma", yaklaşma sebebidir.
İkincisi: Cebrail, alçaldıktan sonra, Hz. Peygamber'İn (sallaUahu aleyhi vesellem) kendisini görebileceği şekilde-sarktı. Nitekim Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi veseilcm) onu yüksekteyken de görmüştü. Bu, Allah Teâlâ'nrn âyet (mucize) lerİndendir. Zira Cebrail'e, boşlukta iken herhangi birşeye tutunmadan ve dayanmadan sarkma kudreti vermiştir.
Üçüncüsü; Cebrail yaklaştı ve Hz. Muhammed (sallaliahu aleyhi vesellem) de, Yüce Allah'ın kendisine bahşettiği o yakınlık ve makama karşı şükran ifadesi olarak secdeye kapandı.
Söz konusu hadis, Şerik tarikinden başka bir kanalla da Enes (radiyalkhu anh)'tan rivayet edilmiştir ve o rivayette bu çirkin ifadeler zikredilmemiştir. Bu da sözkonusu ifadelerin Serik'ten sadır olduğu yolundaki şüpheyi güçlendirmektedir.
Hafiz (İbn Hacer) de der ki: "İmam Beyhakî, el-Umevî'nin el-Megâ^ısinden, Muhammed b. Amr «-» Ebu Seleme tarikiyle İbn Abbas'm, "Andolsun ki onu bir defa daha gördü" (Necm, 13) âyeti hakkında şöyle dediğini rivayet eder: "Rabbi ona yaklaştı." Bu rivayetin senedi hasendir ve bu rivayet, Şerîk'in rivayeti için kuvvetli bir şahittir."
Daha sonra el-Hattâbî söyle der: "Bu hadiste, Şerîk'in tek kaldığı ve başkaları tarafından zikredilmeyen başka lafızlar da bulunmaktadır.
Bunlardan birisi, "Onu yükseltti" ifadesidir. Yani Cebrail, Hz. Peygamber'i (sallallahu aleyhi vesellem) Cebbar olan Allah Teâlâ'ya yükseltti. Aynı cümlenin devamında şöyle denmektedir: Bulunduğu yerdeyken, "Ya Rabbi, hinm için yiikümü-^ü hafiflet" dedi. Mekân mefhumu Yüce Allah'a izafe edilemez. Buradaki mekân, Hz. Peygamber'İn (Hz. Musa'nın bulunduğu semaya) inmeden önce durduğu yerdir."
Hafız (İbn Hacer) der ki: "Bu son cümlenin doğruluğu aşikârdır ve rivayetin akışı içinde Allah Teâlâ'ya mekân izafesi açıkça yer almamaktadır. Şerîk'in, selef ve halef ulemasına (önceki ve sonraki âlimlere) muhalefet ettiği yolunda el-Hattâbî'nin kullandığı kesin ifadelere gelince, biz yukarıda Şerîk'e muvafakat edenleri de zikretmiştik."
Nitekim el-Kurtubî, İbn Abbas'tan, ("Sonra yaklaştı" âyetinin tefsirinde) "denallâhu" (Allah yaklaştı) dediğini nakleder ve şöyle der: "Bunun anlamı, "Allah Teâlâ'nın emri ve hükmü yaklaştı" demektir. "Tedellî" kelimesinin aslı ise, "birşeye doğru, ona yaklaşacak kadar inmek"tir.
Kimileri de buradaki "tedellî"den maksadın, üzerine otursun diye Refrefin Hz. Peygamber'e (sallaUahu aleyhi vesellem) İnmesi olduğunu söylemişlerdir. Sonra da Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem), Rabbine yaklaşmıştır. Ulema, buradaki problemi ortadan kaldırmış. Nitekim bu meyanda Kadı (İyâz) şöyle demiştir: "Yaklaşmak ve yakınlaşmak tabirleri Allah Teâlâ'ya izafe edilerek kullanıldığında kasdedilen, mekân ve mesafe olarak yakınlaşmak değildir. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi veselîem)'in Rabbine yaklaşması ve O'na yakınlığını, sahip olduğu menzil ve mevkinin büyüklüğünü ve mertebesinin yüceliğini ifade etmek için bu ibare kullanılmıştır. Burada Hz. Peygamber'm (sallallahu aleyhi vesellem) şanının yüceliği anlatılmakta, Allah Teâlâ tarafından başkasına ihsan edilmeyen yüce mertebe izhar edilmekte, O'nun marifetinin nurlarını, gaybının ve kudretinin esrarını müşahedesi dile getirilmektedir. Nitekim Ca'fer b. Muhammed [8] şöyle demiştir: "Allah Teâlâ'ya yaklaşma mefhumu için bir akılla anlaşılabilecek veya vehim olduğu için terkedilecek bir sınır sözkonusu değildir. Kullar hakkında kullanılan "yaklaşma" ise bir nihayet ve son sınır bildirir."
Yine (Kadı İyâz) der ki: Buradaki "yaklaşma" hakkında keyfıyyet söz konusu olamaz. Görmez misin Cebrail O'na yaklaşmaktan nasıl perdelenmiş, engellenmiştir? Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem) ise kalbine ilka edilen marifet ve imanla yaklaşmış, kalbindeki sekînet ile yaklaştığı şeye kendisini vermiş,, kalbindeki "acaba bu yakınlık kendisini tamamen kaplayacak mı, bu yakınlığın sonucunda ilahî ikram, şeref ve İn'am gibi mevhibelere nail olabilecek miyim" şeklindeki şüphe ve tereddüdü kaybolmuştur. Yüce Allah'ın O'nun bu düşüncesini gerçekleştirdiğinde şüphe yoktur. Zira Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem), insanların ma'rifet ve iman bakımından en sağlamı, kalbî sekineti en fazla olanı, itmi'nan ve doygunluk bakımından en yükseği idi. Allah Teâlâ'ya yakınlaşmak, Allah Teâlâ'nm ihsan buyurduğu yüce bağışlara ve güzel ihsanlara nail olmaktan bütün seslerin kesildiği bir makamda gönlüne gelebilecek bir tedkgmliöi ortadan kaldıracak ünsiyett, ilahî huzurda konuşma sevinç ve şerefine . ulaşmak ve yüce ilahî ikrarnlara mazhar olmak anlamına gelmektedir. Allah Teâlâ'nm Hz. Peygamber'e (sallallahu aleyhi veseüem) yaklaşması, "Yüce Rabbimi-y her gece, gecenin son iiçtebirlik kısmı kalınca dünya semasına iner"1 hadisinin te'vil edildiği gibi te'vil edilir. Bu hadiste anlatılan "inme", fazilet verme ve güzelleştirme, tevbeîerin kabulü, ma'rifet ve aydınlatma ihsan etme gibi birkaç mânâda anlaşılabilir.
el-Vâsıti der ki: "Allah Teâlâ'nm bizatihi yaklaştığını düşünen kimse, Allah Teâlâ hakkında mesafe takdir etmiş demektir. Oysa O'nun hakkında mesafe düşünülmesi mümkün değildir. Aksine bu kişi (iddiasmca) Allah Teâlâ'ya bizatihi yaklaştıkça, O'ndan uzaklaşır. —Burada Allah Teâlâ'ya yakınlığın da uzaklığın da sözkonusu olamayacağı veya O'na yakınlık ile uzaklığın hakikatinin bilinemeyeceği kinayeli bir şekilde anlatılmaktadır. Çünkü yakınlığın keyfiyetini hiç kimse idrak edemez.— Hak Teâlâ için ne 1 yaklaşma, ne de uzaklık vardır. Çünkü bunlar O'nun hakkında muhaldir. Yüce Allah'ın, "Muhakkak ki ben (kullarıma) yakınım" (Bakara 186) . buyurmuş olmasına gelince, bu, Allah Teâlâ'nm mekânsal yakınlık gibi şeylerden yüce ve münezzeh olduğunun temsili bir anla timi dır. [9] Aynı yorum Buharî'nin rivayet ettiği hadiste Resûlullah (sallalkhu aleyhi vesellem)'in Rabbinden naklederek ifade buyurduğu, "Kim bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım..." ifadesi için de geçerlidir. Burada da anlamı, zihinlere iyice yerleştirmek için temsilî bir anlatım yapılmıştır. Yani, kim ibadet ve itaatimla bana yaklaşırsa, onu bana yaklaşmak istediği ibadet ve taatın kat kat fazlasıyla mükâfatlandırırım. "Kim deyüriiyerek bana gelirse ben koşarak ona oiderim." Yani mükâfatını ve karşılısını vermede onu geçerim. Zira O (celle celâluhu) duaları kabul ve isteklere icabet etmede, kullarına ihsanda bulunarak emel ve meramlarını bahşetmekte ve kendisine yaklaşma niyetiyle yapılan ibadet ve taatlara kat kat fazlasıyla mükâfat ve karşılık vermede çok cömert ve ikram sahibidir. Burada bir benzetme sözkonusudur. Allah Teâlâ, kulun ameline karşılık olarak verdiği kat kat fazla mükâfatı "yaklaşma" olarak ishnlendirmiştir.
Dokuzuncusu: Şerîk'in, Hz. Peygamber (saOallahu aleyhi vesellem)'in ümmetinden namaz yükünü hafifletmesi için tekrar Yüce Rabbine müracaat etmekten kaçınması hâdisesinin beşinci semada vuku bulduğunu söylemesi. Halbuki Sabit'in naklettiği rivayet, söz konusu hâdisenin yedinci semadan sonra meydana geldiğini söylememizi gerektirmektedir.
Onuncusu: "Cebbar olan Allah'a O'nu yükseltti" ifadesi. Burada Yüce Allah'a mekân izafesi bulunmaktadır ki bu konuya yukarıda değinmiştik.
Onbirincisi: Farz kılman namazlar beşe indirildikten sonra Hz. Peygamber'in (saîlallahu aleyhi vesellem) hafifletme talebiyle tekrar tekrar huzur-u ilahi'ye müracaat ettiğini söylemesi. Oysa hadislerden çıkan meşhur mânâ odur ki, Hz. Musa, beş vakit namazın da indirilmesi talebinde bulunmasını Hz. Peygamber'e (sallallahu aleyhi veseüem) teklif ettiğinde Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) bunun için tekrar geri dönmemiştir.
Onikincisi: "Tas" kelimesine ziyade olarak "tevr" kelimesini de eklemesidir. Şerîk, rivayetinde Hz. Peygamber'in (salhllahu aleyhi vesellem) şöyle buyurduğunu söylemiştir: "Bana altın bir tas getirildi, içinde altın kap vardı." Burada şöyle bir ihtimal alda geliyor: Sıçrayan damlalar dağılmayıp büyük leğenin içinde kalsın diye büyük bir tas içinde küçük bir tas getirilmiştir. Ebu Zerr (radiyailahu anh) hadisi ile Şerik rivayetinde, meleklerin Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi veseîlem)'i zemzem suyu İle yıkadıkları zikredilmektedir. Buna göre muhtemelen leğenlerden bîrinde zemzem suyu, diğerinde de iman vardır. Bir diğer ihtimal ise şudur: "tevr" diye ifade edilen kap, suyun ve imanın içkide bulunduğu kaptır; "tas" diye ifade edilen kap ise, yıkama esnasında içindekiler yere saçılmayıp içine dökülsün diye kullanılmaktadır. İçine su konan taslan Araplar'm kullanım adeti böyle idi.
Miraç hâdisesi hakkında yararına inandığım bilgi ve rivayetler ile müşkİl gibi görünen noktaların açıklanması hususunda Allah Teâlâ'nm müyesser kıldığı şeyleri bu bölümde zikrettim.
İsrâ ve Miraç kıssası ile İlgili hadislerin tahricini beyan ettiğim müstakil bir cüz telif etmiş ve ona el-I/râc fî Tahrîci Abâdîsi Kıssati'l-Mi'râc adını vermiştim. Konuyla İlgili rivayetlerin herhangi bir lafzında tereddüde düşenler bu cüze müracaat ederlerse, o lafzı hadis imamlarından kimlerin rivayet ettiğine muttali olabilirler. Doğruya ulaşma başarısı veren Allah Teâlâ'dır.
İmam eş-Şafii, İmam Ahmed, Ebû Davud, hasen senedle Tirmizi, et-Tahavi [10] ve Beyhakî, İbn Abbas'dan; yine İmam Ahmed, Nesaİ, Darekutni ve el-Hakim —ki el-Hakim bu rivayetin sahih olduğunu söylemiş, ez-Zehebî de bunda ona muvafakat etmiştir-- Cabir b. AbdiIIah'dan; yine Darekutnî el-Hakim, el4smailîvV///W/inde ve İbnu's-Seken Sabtb'inde Enes'den; yine Darekutnî ceyyid bir isnadla ibn Ömer'den, Nesai ve el-Hakim -ki el-Hakim bu rivayetin sahih olduğunu söylemiş ve ez-Zehebî ona muvafakat etmiştir- Ebû Hureyre'den; İshak b. Rahuye, Ebû Mes'ud el-Ensari'den; Abdürrezzak ve İshak, Ebû Sa'id el-Hudri'den; yine İshak, Ebû Bekir b. Muhammed b. Amr b. Hazm'dan, o da babasından, o da dedesi Arar b. Hazm kanalıyla rivayet ettiklerine göre
Resûlulkh (sallaliahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur; "Cibril bana Beyt'in yanında (eş-Şafi'î, Tahavi ve Beyhakî'nİn rivayetinde "Beyt'in kapısının yanında"— imamlık yaptı. Bu olay iki kere oldu. Birisinde güneş batıya bir nalın tasması kadar [11] meylettiği %aman bana Öğle namazını, eşyanın gölgesi kendi boyunda olduğu vakitte ikindi namazını, oruç tutanın iftar ettiği vakit akşam namazını, şafak kaybolduğu ^aman yatsıyı ve oruç tutana yeme içmenin haram olduğu vakitte de sabah namazını kıldırdı. Ertesi gün ise bana, eşyanın gölgesi kendi boyu kadar olduğu zaman —bîr diğer rivayette "bir Önceki gün ikindi namazım kıldırdığı vakit gibi" şeklinde gelmiştir— öçle namazım, eşyanın boyu iki misli olduğu %aman ikindi namazını, oruç tutanın iftar ettiği vakit akşam namazını, gecenin ilk üçtebirlik vaktinin sonunda yatsıyı, ortalık alaca karanlık iken de sabah namazını kıldırdı. Daha sonra bana döndü ve <Ey Muhammedi Senden önceki peygamberlerin nama^ kıldığı vakit budur. Bu iki (gün kaldığımı^} vakitlerin arası, her bir namazın vaktidif> dedi."[12]
Hafız İbn Hacer, Matalibu'l-âliyedc bu rivayet hakkında su değerlendirmeyi yapmıştır: İsnadı hasen dir; ancak Muhammed b. Amr b. Hazm, yaşı küçük olduğu için Hz. Peygamber'den (sallallahu aleyhi vesellem) birsey işitmemiştir. Eğer "babası-dedesi kanalıyla" dendiği zaman burada kastedilen kışı "dede" [Amr b. Hazm ise] ise, o zaman rivayeti aktaran kişi Ebû Bekir'dir. Ancak Ebû Bekir'in, dedesinden hadis işittiği şüphelidir."
Cibril'in Hz. Peygamber'e 5 vakit namaz kıldırdığı konusunda benim bulabildiğim rivayet budur. Farz kılındığı zaman namazların kaçar rek'at olduğuna gelince, âlimlerden bazıları, ilk başta namazların ikişer rek'at olarak farz kılındığını, daha sonra hazar (mukim iken kılınan) namazlara —akşam namazı hariç— ikişer rek'at daha İlave olunmak üzere dörde çıkarıldığı, sefer (yolculuk) namazının ise İki rek'ata indirildiği görüşünü benimsemişlerdir. Bu görüşü Hz. Aişe'den eş-Şa'bî, Meymun b. Mihran ve Muhammed b. İshak nakletmiştu. Diğer bir grup âlime göre ise namazlar, farz kılındıkları andan itibaren —akşam ve sabah namazı hariç— dörder rek'attır. Akşam ve sabah namazları ise başından beri üç ve iki rek'attir. Hasan, Nâfı b. Cübeyr b. Mut'un ve İbn Cerîr de bu görüşü benimseyenler arasındadır.
Bir üçüncü grup ise namazların, hazarda dörder, yolculukta ise ikişer rek'at olarak farz kılındığı kanaatindedir. Bu görüş de İbn Abbas'dan nakledilmiştir. Bu görüşlerin dayandığı deliller ve tartışmaların tafsilatı fıkıh kitaplarında anlatılmıştır. Buharı ve Müslim ile İbn İshak, Hz. Aişe'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Namazlar Hz. Peygamber'e ilk farz kılındığı zaman her bir namaz İkişer rek'at olarak farz lalındı. Daha sonra Allah Tcala bu namazları hazarda (mukim olan için) dörde tamamladı. Yolculuk durumunda İse illi farz kılındığı gibi ikişer rek'at olarak bıraktı."
1- Bazıları, namaz vakitleri hakkındaki rivayetlerde, Cibril'in Hz. Peygamber'e (sallallahu aleyhi vesellem) Beyt'in (Kabe'nin) yanında imamlık yaptığını zikretmişlerdir. Buna karşılık diğer bazıları ise "Beyt'in kapısının yanında" ifadesini kullanmışlardır. İlk rivayet eş-Şafii, et-Tahavî ve Beyhakî'ye aittir.
2- Yukarıda rivayet yollarını zikrettiğimiz hadislerin ortak noktası, Cibril'in imamlık yaptığı söylenen ilk namazın öğle namazı olmasıdır. İbn ebî Hayseme Tarih'lnde. Ahmed b. Muhammed tarikiyle bildiriyor: Bize İbrahim b. Sa'd, Ebû İshak'tan, o da Utbe b. Müslim'den, o da Nâfi b. Cübeyr'den, o da İbn Abbas'tan şöyle rivayet etti: "Namazlar Hz. Peygamber'e (sallallahu aleyiıi veselJem) farz kılındığı zaman Cibril kendisine geldi ve tanyeri ağardığı zaman O'na sabah namazını kıldırdı..." Darekutnî'nin ve ed-Du'afa adlı eserinde İbn Hibban'ın zayıf bir ravi olan Mahbub b. Cehm tarikiyle rivayet ettiği hadiste de bu ifade yer almıştır. Nesai'nin naklettiği Ebû Hureyre rivayetinde ise şöyle denilmektedir: "Resûlullah (saJlallahu aleyhi vesellem), "Bu Cibril'dir; si-^e dininizi öğretmek için geldi" buyurdu ve sabah namazını tan yeri ağarırken kıldı."
3- Ebû Ömer (İbn Abdilberr) İbn Abbas'ln rivayetini kastederek şöyle der: "Cibril'in, "Bu, senin namaz kılacağın ve senden önceki peygamberlerin namaz kıldığı vakittir" sözünü bu hadisten başka bir yerde bulamadım."
Ben derim ki: Kadı Ebû Bekir b. el-Arabî şöyle demiştir: "Bu rivayetin zahirinden hadiste anlatılan namazların, daha önceki peygamberlere de emir buyurulduğu anlaşılmaktadır. Ancak durum öyle değildir. Hadisin mânâsı şöyledir: Bu, sana meşru kılınmış, yani başı ve sonu tayin ve tahdit edilmiş ve geniş kılınmış vakittir. Senden Önceki peygamberlerin vakti ibaresinin anlamı şudur: Yani onların namazları da aynen böyle başı ve sonu belirlenmiş ve geniş tutulmuş vakitlerde kılınmak üzere farz olmuştu. Yoksa, bu namazların bu vakitler içinde farz kılınması sadece bu ümmete mahsus bir hâdisedir. Her ne kadar geçmiş ümmetlere farz kılınan namazlarla bize farz kılınanların arasında —miktar ve vakit olarak— bazı ortak noktalar var ise de, durum budur."
Ebû Davud, yatsı namazı ile ilgili bir rivayette Hz. Peygamber (saUalkhu aleyhi vesellem)'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Bu namazı geç kılın. Zira sikler, bu namazla diğer ümmetlere üstün kılındım^. Simden önceki hiçbir ümmet bu namazı kılmanuştır." Ebû'1-Feth der ki: "Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi v-eseüem) böyle buyurmakla onlara vaktin genişliğini vurgulamak istemiştir. Şöyle ki, vakit için bir başlangıç, bir de son vardır. Ancak namazların vakitleri, öğretilen ve tayin edilen vakitlerdir."
4- Bazıları, yukarıdaki rivayetlerde geçen "Beyt'in yanında" ifadesini problemli bulmuşlardır. Zira Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem), hicretten önce Beytü'l-Makdis'e yönelerek namaz kılmıştır.
Derim ki: Burada herhangi bir problem yoktur. Çünkü Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem), Kabe'yi, kendisi ile Beytü'l-Makdis'in arasına alarak oraya yönelmiş olabilir. Aynı şekilde "kapının yanında" ifadesi için de durum böyledir. Zira namazın, kapının yanında kılınması, buraya yönelerek kılınmasını gerektirmez.
5- İbnu'l-Müneyyir şöyle demiştir: "Yüce Allah, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'e namazı öğretmesini Cibril'e emir buyurduğu zaman, Cibril'e de bu namazları kılmak farz olmuştur. Çünkü Cibril bununla emrolunmuştur. Dolayısıyla Hz. Peygamber'in (sallallahu aleyhi vesellem) namazı, kendisine namaz farz kılınmış birisinin, yine kendisine namaz farz kılınmış bir kişinin arkasında namaz kılması suretiyle gerçekleşmiştir.
6- el-Harbî şöyle demiştir "Hz. Peygamber'e (sallallahu aleyhi vesellem) ilk farz kılındığı zaman namazlar, iki rek'at gündüzün başında, iki rek'at ta gündüzün sonunda olmak üzere iki vakit idi." Sonra (el-Harbî) Hz. Aişe'ye (ı-adiyaîlahu anhâ) ulaşan senediyle onun şöyle dediğini nakleder: "Hz. Peygamber (sallaîlahu aleyhi vesellem) namazları (önce) ikişer rek'at olarak farz kıldı. Daha sonra mukim halinde bunlara ilavede bulundu."
Ebû Ömer (İbn Abdilberr) şöyle demiştir: "Hz. Aişe'nin (iadiyallahu anhâ) rivayeti içinde el-Harbî'nin benimsediği görüşün doğruluğuna delâlet eden herhangi bir unsur yoktur. —Esasen bu konuda sahih bir rivayet te yoktur.— Aksine bu rivayette anlatılan şudur: Beş vakit olarak farz kılınan namaz, başlangıçta İkişer rek'at olarak farz kılınmıştır. Çünkü "es-salât" kelimesinin başında bulunan belirlilik takısı ile işaret edilen şey, bilinen bir şeydir."
Hafız İbn Hacer şöyle der: "Görünen ve delillerin birleştiği odur kİ, akşam namazı hariç namazlar, İsrâ gecesi ikişer rek'at olarak farz kılınmıştır. Daha sonra hicreti müteakip sabah namazı dışındakiler üzerine İlave yapılmıştır. Nitekim İbn Hibban, İbn Huzeyme ve Beyhakî, eş-Şa'bî, Mesruk'tan, o da Hz. Aişe (radiyallahu anhâ) kanalıyla şunu rivayet etmişlerdir: "Mukim ve yolculuk namazları (ilk başta) ikişer rek'at olarak farz kılındı. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) Medine'ye gelerek buraya yerleşince, mukim İken kılınan namazlara ikişer rek'at daha ekleme yapıldı. Kıraat zaten uzun yapıldığı için sabah namazına ve tek sayılı olduğu için akşam namazına ilave yapılmadı."
Dörtlü namazların farz kılınışı konusundaki tatbikat istikrar bulduktan sonra, âyet indiği zaman bu namazlar yolculuk noktasında hafifletildi.
Kastedilen, şu âyettir:"Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman inkâr edenlerin size bir kötülük yapmalarından korkarsanız, namazı kısaltmanızdan Ötürü size bir günah yoktur. Muhakkak ki kâfirler sizin açık düşmanınızdır." (Nisa, 101)
Bu söylediğimizi teyit eden bir husus da, İbnu'l-Esîr'in Şerhu Müsmdi's-Şâfi'ide. yer verdiği şu ifadelerdir: "Namazların kısaltılması uygulaması, hicretin ikinci yılının Rebiulevvel ayında olmuştur." Bunun delili, Korku âyetinin bu yıl ve bu ayda nüzul etmiş olmasıdır.
Namazın kısaltılmasının, hicretin birinci yılının RebiüievvePinde olduğu da söylenmiştir, bunu ed-Dulabî zikretmiş, es-Süheylî de bunu, "hicretten bir yıl sonra" veya benzeri bir ifade kullanarak dile getirmiştir, öte yandan kimilerince hicretten 40 gün sonra olduğu da söylenmiştir. Şu halde Hz. Aişe (radiyaJJahu anhâ)'nın "Yolculuk namazı olduğu gibi bırakıldı" sözünden maksat, yolculukta namazın hafifletilmesidir. Çünkü yolculuk namazı, namaz farz kılındığı andan itibaren bu şekilde (iki rek'at olarak) devam edegelmiştir.
7- es-Süheylî şöyle demiştir: "Namazdaki bu ziyade nesh midir, değil midir?" sorusuna şu cevap verilmiştir: iki veya bir rek'atin, mevcut tatbik edilen sayıya İlave edilmesi ve böylece bir tek namaz olması nesh tir. Çünkü nesh, hükmün kalkmasıdır. Bu durumda bir kimse iki rek'at kıldıktan sonra bilerek selam verse namazını bozmuş olur. Yine bu kimse, iki rek'atte selam verdikten sonra, namazın kalan kışınım tamamlamak niyetinde olsa bile, selam verip namazdan çıktıktan sonra bu namaza yeni baştan başlamalıdır. Başka şekilde davranması namazın tamam olması için yeterli değildir. Şu halde burada iki rek'atin yeterli olduğu konusundaki hüküm, nesh İle kalkmıştır. Namazların adedinde ziyadeye yani başlangıçta iki vakit iken sonra 5 vakit olmasına gelince, Ebû Hanife'ye göre bu konuda nesh vaki olmuştur. Zira onun nazarında ziyade, neshtir. Kelamciların çoğunluğu ise bunun nesh olmadığı görüşündedir. Her iki tarafın delil ve tartışmaları bu kitabın konusu dışındadır.
"Ensâr" kelimesi hakkında es-Süheylî şu açıklamayı yapar: "Ensâr" kelimesi kıyasın hilâfına nasır kelimesinin çoğuludur. Kıyâsa göre fail kalıbındaki kelimeler "ef 'âl" şeklinde çoğul yapılmaz. Nasr kelimesi fazladan olan "elif" harfinin hazfedilmesi takdirine göre "ensâr" şeklinde çoğul yapılmıştır. Bu isim elif harfinin hazfedilmesi takdirine göre üç harfli (sülasi) olur. Üç harfli isimler de "efol" kalıbıyla çoğul yapılır. Sâhib-ashâb ve sâhid-eşhâd gibi isimlerde de benzeri uygulanmıştır."
es-Sîhâb adlı lügat kitabında, "nasîr" kelimesi "nasır" ile eşanlamlı olarak verilmiş, çoğulun da ensâr şeklinde olduğu belirtilmiştir. Misal olarak da şerif-eşraf gösterilmiştir, Sâhib kelimesinin çoğulunun sahb şeklinde geldiği gibi, nasır kelimesinin de nasr şeklinde çoğul yapıldığı ifade edilmiştir.
Medineli Müslümanlara daha önceden Cahüiyye döneminde 'Ensâr' ismi verilmemiştir. Onlara bu ismi Kuran'da Allah Tealâ vermiştir. İlerideki bölümde bu hususu açıklayacağız.
Ensâr iki koldur:
1- Benu'l-Evs (Evs Oğulları): es-Süheyli, "Evs" kelimesinin sözlük anlamının "hediye" veya "bedel" olduğunu söylemiştir. e^-Zebr adlı kitapta koyun ve sığırı kovmak için bağırmak anlamına geldiği de İlave edilmiştir. 'Evs' kerimesinin basma elif-lâm takısının gelmesi bu ekin "Teymî" kelimesinin çoğulu olan Teym' kelimesinin başına gelmesi gibidir. Teymî-Teym kelimeleri Rümî-Rûm kelimeleri gibidir. Bu gibi sözcükler, özel isim olarak kullanıldığında başına elif-lâm takısı almazlar.
2- Benu'l-Hazrec (Hazrec Oğulları). es-Süheyli, "Hazrec" kelimesinin
sözlük anlamının "soğuk rüzgâr" olduğunu söylemiştir. Başka bir âlim ise onun, "güneyden esen rüzgâra" has olduğunu bildirmiştir. e^-Zehr adlı kitapta bit âlim onun, "şiddetli rüzgâr" anlamına geldiğini söylemiştir.
Ensar m Müslüman Oluşu el-Evs ile el-Hazrec, Harise b. Salebe el-Ankâ'nın oğullandır. Harise b. Salebe'den sonraki soy silsilesi şu şekildedir: İbn Arm Müzeykiyâ İbn Amir Mâ'i's-Semâ İbn Harise ibn İmriü'1-Kays ibn Sa'lebe ibn Mazin ibnü'l Ezd ibnü'1-Gavs ibn Mâlik b. Zeyd b. Kehlân ibn Sebâ ibn Yeşcüb ibn Ya'rub ibn Kahtân ibn İsmail.
Bu silsilede geçen isimler hakkında şu açıklamalar yapılmış tir:
Harise b. Salebe, boynu uzun olduğu için el-Ankâ diye lakaplanmıştır. Amr'a Yemen krallarından olduğu için Müzeykiyâ şeklinde lakap verilmiştir. O her gün iki kaftan giyer, akşamleyin onları parçalardı. Onları tekrar giymek istemez, kendinden başka kimsenin giymesini de kabul etmezdi, en-Nûr adlı kitapta olay bu şekilde anlatılmıştır. er-Kavd adlı eserde ise onun her gün bir kaftan parçaladığı belirtilmektedir. İbn Amir'e Mâ'üs-Semâ denmiştir. Çünkü kavmi kıtlığa maruz kaldığı zaman malını onlara dağıürmış. Onun bu davranışı yağmur suyuna benzetilmiştir. İbn Hârise'ye el-Gıtrif lakabı takılmıştır. Gıtıîfin sözlük anlamı, "efendi" ve "şahin yavrusu" dur. ibn İmriü'1-Kays'in lakabı el-Bitrik'tir. Bitrik, Bizans komutanlarından biridir. Arapça'ya geçen bu ismin çoğulu Betârika'dır. Bitrik, lügatte kuş ve diğer hayvanların besili olanları için kullanılır. Ayrıca böbürlenerek yürüyen kişilere de bu isim verilir. İbn Sa'lebe'nin lakabı el-Bühlül'dür. Bühlül'ün sözlük anlamı "efendi"dir. İbn Mâzin'in lakabı Zâdü's-Sefer'dir.
el-Ezd'in ismi Dirâ'dır. İbn Sebâ isminin sonu uzun ve kısa elifle okunabilir. İbn Sebâ'nm adı Amir'dir. Abdüşems olduğu da söylenmiştir. Yeşcüb, yensur vezninde olup özel isim olduğu için gayr-i munsarıftır. Ya'rub da Yeşcüb veznindedir. Kahtân'ın ism-i nisbesi kıyasa göre "Kahtânf'dir. Kahtân'ın lakabı, Yaktun olup Ya'rub veznindedir. Arap kralları içinde insanların mallarını ellerinden alan İlk kişi olduğu için ona "Kahtân" denilmiştir. Onun adı Mühzim'dir. Söylendiğine göre Kahtân, Arapça'yı konuşan ilk kişidir. O, mütearribe (Araplaşmış) Araplarmm babasıdır. İsmail ise müsta'ribe (halis Arap olmayan) Araplann babasıdır. Kahtân'ın, kendisi için "Ebeyte'l-la'ne ve'ım sabahan" (Asla kötülenecek bir şey yapmazsın.'Ne mutlu sana) denilen ilk kişi olduğu da söylenmiştir, ez-Zübeyr b. Bekkâr; Kahtân'ın İsmail (aicyhissclâm)'ın zürriyetinden olduğu görüşünü benimseyerek, adının da Kahtân b. el-Hemeysa' olduğunu söylemiştir. "el-Hemeysa" isminin okunuşu, "Hz. Peygamber'in Soyu" konusunda geçmişti. [—>c.I, 243] Ebû Hureyre (mdiyallahu anlımın Hâcer kıssasında geçen sözünün zâhîri, Kahtan'm ismail (akyhissclâm)'ın oğlu olduğunu gösterir. Ebû Hureyre (radiyaUahu anh) Ensâr'a hitaben şöyle demişti: "Ey Mâu's-Semâ'nın oğulları, işte sizin anneniz!" Harız (İbn Hacer): "İncelememe göre tercih edilen görüş budur" diyerek bu hususu daha geniş olarak ele almıştu:.
Kuran-ı Kerim'de Ensâr hakkında inmiş bazı âyetler şunlardır:
"(Muhacirleri) barındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek müminler onlardır." (Enfal, 74)
"Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenler karşısında içlerinde bir kaygı duymazlar. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile, onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Haşır, 9) "Eğer bunlar onları inkâr etselerdi, biz derhal, onları inkâr etmeyecek bir toplumu onlara vekil bırakırdık-." (En'am, 89)
Gaylan b. Cerİr'den rivayet edildiğine göre; o Enes b. Malik (radiyaUahu anh)'a: "Ensâr ismini siz kendiniz mi kullandınız, yoksa size bu ismi Allah mı verdi?" diye sorunca Enes: "Bilâkis bu ismi bize Allah (celle. celâluhu) verdi" demiştir. Bu rivayeti, Buhâri ve Nesâi kitaplarında bildirmişlerdir.
İbn Abbâs (radiyaUahu anh)'dan nakledilen merfû bir hadiste Hz. Peygamber (saUalkhu aleyhi vesellem): "(Şüphesi^ Allah, beni lisan ve kuvvet yönünden insanların en güçlüsü, Kayle'nin oğullan el-Evs ve el-Ha%rec ile desteklemiştir" buyurmuştur. Bu hadisi Taberâni, el-Mu'cemu'l-Kebir'inde rivayet etmiştir. Kayİe, el-Evs ile el-Hazrec'in anneleridir.
Ebû Vakıd el-Leysî (radiyallahu anh) anlatır: Resûlullah (sallalkhu aleyhi vesellem)'in. yanında oturuyordum. O'na birisi gelerek kulağına bir şey fısıldadı. Bunun üzerine Resûlullah'm (sailallahu aleyhi veselkm) yüzünün rengi değişti ve alın çizgileri belirginleşti. Sonra şöyle buyurdu: "Bu adam, Âmir b. et-Tufeyl'in elçisidir, beni tehdit ediyor. Allah, ismail (akyhissdâm) 'in soyundan Kayle 'nin iki oğlunun kabilesi ile (Ensâr'la) ona karşı bana yeter." Hz. Peygamber (sallaflalıu aleyhi vesellem) bu iki kabile ile Ensâr'ı kastetmiştir. Bu hadisi Taberâni el-Mu'cemu'l-Kebir ve el-Mu'cemu'l-Evsatmd-& rivayet etmiştir.
Enes b. Mâlik (radiyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (sailallahu aleyhi vesellem) kendisine doğru gelen (Ensâr'h) kadın ve çocukları görünce onları karşılayarak şöyle buyurdu: "Gerçekten sikler bana insanların en sevimli olanlanndansını^." Hz. Peygamber (salhllahu aleyhi veseîkm) bu cümleyi üç defa tekrar etti. Bu hadisi Buhârî rivayet etmiştir. [13] Hadisi Enes'ten rivayet eden râvi, Enes'in, bu kadın ve çocukların bir düğünden geldiklerini sandığını söylemiştir.
Yine Enes anlatıyor: Eiftât'dan bir kadın küçük çocuğu ile birlikte Resûlullah (sailallahu aleyhi vesellem)'e geldi. Resûlullah (sailallahu aleyhi veseliem) onunla konuşurken iki defa şöyle buyurdu: "Hayatım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, sikler gerçekten bana insanların en sevimli olanısını^. "Bu hadisi Buhârî, Müslim ve Nesâî rivayet etmiştir.[14]
el-Berâ b. Azib (radiyallahu anh)'dan rivayet edilen bir hadiste Resûlullah'tn (sailallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurduğu nakledilmiştir. "Ensâr'ı ancak mümin olan sever, onlara ancak münafık olan kin besler. Kim onları severse Allah da onu sever, kim de onlara bujfeederse Allah da ona busnder" [15] Bu hadisi Ebû Davud hariç diğer Kütüb-ı Sitte müellifleri rivayet etmiştir.
Enes b. Malik (radiyallahu anh) Peygamberimizden (saüallahu aleyhi vescllem) şu hadisi nakleder: "îmanın alâmeti Ensâr sevmişidir, münafıklığın alâmeti ise onlara kin beslemektir.' [16] Bu hadisi Buhârî, Müslim ve Nesâi rivayet etmiştir.
Enes b. Mâlik (radiyallahu anh) bildiriyor: Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) Medine sokaklarından birinden geçiyordu. Def çalan ve şarkı söyleyen genç kızları gördü. Onlar şöyle terennüm ediyorlardı: "Bizler, Neccâr oğullarının kızlarıyız. Ne mutlu bize Muhammed'in komşularıyız!" Bunun üzerine Resûlullah (sailallahu aleyhi vesellem): "Ey Allahml biliyorsun ki ben, gerçekten sî-^i seviyorum"buyurdu. Bu, İbn Mâce'nin rivayet ettiği sahih bir hadistir.
Sa'd b. Ubâde (radiyallahu anlı) Peygamber (sailallahu aleyhi vesellem)'den şu hadisi rivayet etmiştir: "Bu Ensâr (insanlar için) bir sınamadır: Onları sevmek imandır, onlara kin beslemek ise nifaktır.' [17] Bu hadisi Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir.
Ebû Sa'îd el Hudrî (radiyallahu anh) da bu konuda Resûlullah (sailallahu aleyhi veselkm)'den şu hadisleri nakletmiştir:
'Ensâr'ı sevmek iman, onları sevmemek ise nifaktır.'" Bu hadisi Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir.
"Allah'a ve âhiretgününe inanan kişi Ensâr'a kin besleme [18] Bu hadisi Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir.
"Beni seven Ensâr'ı sever, bana buğ^eden Ensâr'a buğ^eder. Münafık olan onları sevmetç. Mü'min olan onlara buğ^etme^. Kim onları severse Allah da onu sever. Kim de onlara kin beslerse Allah da ona kin besler. İnsanlar dış elbise, Ensâr ise iç elbise gibidir. İnsanlar bir yola, Ensâr da (başka) bir yola gitse, ben mutlaka Ensâr'ın yolundan giderdim''Yine bu hadisi de Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir.[19]
Rabah b. Abdirrahman b. Huveytib'in ninesi Peygamber (sailallahu aleyhi vesellem)'den şu hadisi nakletmiştir: "Abdesti olmayanın namazı, Besmele ile başlamayanın da abdesti olrna^. Bana inanmayan Allah'a İnanmış olma^. Ensâr'ı sevmeyen de bana iman etmiş olma%." Bu hadisi, "Ensâr" bolümü hariç Tirmizi ve İbn Mâce rivayet etmiştir. Ayrıca Tirmizi, Buhârî'den bunun, "Bu konudaki hadislerin en haseni olduğunu" nakletmiştir.
Ali b. Sebre babasından, o da dedesinin Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'den şu hadisi aktardığını naldetmiştir: 'Ey insanlar! Nama? ancak abdestli kılınabilir. Besmele ile başlamayanın abdesti olma%. Bana İnanmayan Allah 'a inanmış olma^. Ensâr'ın hakkını tanımayan da bana iman etmiş sayılmaz" Bu hadisi el-Beğavi AfoWinde, Taberâni de el-Mu'cemu'l-Evsaânda. rivayet etmiştir.
el-Hâris b. Ziyâd bu konuda şu iki hadisi rivayet etmiştir: 'Kim Ensâr'ı severse Allah da onu sever. Kim de Ensâr'a buğ^ederse Allah da ona buğ^eder." Bu hadisi Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir.[20]
"Hayatım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Ensâr'ı seven kişi, mutlaka Allah'a kendisini sever halde kavuşur. Ensâr'a buğ^eden kişi de, mutlaka Allah'a kendisine bnğ^eder halde varır. " Bu hadisi Ahmed b. Hanbel ve Taberâni rivayet etmiştir. Hadisin senedi sahihtir.[21]
Enes b. Mâlik (ı-adiyallahu anh) anlatıyor: Ensâr'ın iki kolu olan el-Evs ile el-Hazrec karşılıklı olarak övündüler. Evs'den olanlar: "Cenazesini meleklerin yıkadığı Hanzala b. ebî Amir er-Râhib, kendisi için Rahmân'ın Arş'inin
titrediği Sa'd b. Muâz, nâşinı arıların koruduğu Asım b. Sabit [22] b. ebî el-Eklah ve şehadeti iki erkeğin şehâdeti yerine geçen Huzeyme b. Sabit bizdendir" dediler. Hazrecliler ise: "Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) hayatta iken Kurân'ı toplayan dört kişi bizdendir. Onlardan başkası bu zamanda Kur'an'ı toplamamıştır: Zeyd b. Sabit, Ebû Zeyd, Ubey b. Ka'b ve Muâz b. Cebel" dediler. Bu konuşmayı Ebû Ya'lâ, Bezzâr ve Taberanî el-Mu'cemu'l- Kebir'înde rivayet etmiştir. Hadisin "Kur'an'ı cem edenler" kısmı ise Sahih-i Buhârıde geçmektedir.
Muâviye b. ebî Süfyân ve Ebû Hüreyre (radıyalhhu anh) Hz. Peygamber /saliallalıu aleyhi vesellem)'den şu hadisi nakletmişlerdir: "Kim Ensâr'ı severse Allah da onu sever, kim de Ensâr'a kin beslerse Allah da ona kin besler" [23] Bu hadisi Ebû Ya'lâ rivayet etmiştir. Hasen-sahîh mertebesinde bir hadistir. Ayrıca onu tek olarak, Bezzâr Ebû Hureyre (ı-adiyallahu anh)'dan, Taberanî de Muaviye'den rivayet etmiştir. Taberâni başka bit tarikle Muaviye'den Peygamberimizin (sallallahu aleyhi vesellem) sözü olarak "Ensâr'ı seven beni sevdiği için sevmektedir. Ensâr'a buğ^eden de bana buğ^ettiği için büğemektedir" [24] hadisini nakletmiştir ki, bu da sahih bir hadistir.
Enes b. Mâlik (radiyallahu anh) anlatıyor: Mekke fethedilip Hx. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) ganimetleri Kureyşlilere dağıtınca Ensâr: '"Vallahi bu, gerçekten şaşılacak bir iştir. Kılıçlarınızdan Kureyşlilerin kanı damlıyor, elde ettiğimiz ganimetler İse onlara geri veriliyor" dedi. Bu konuşmaları Nebi'ye (saüaîkhu aleyhi vesellem) ulaşınca onları çağırarak şöyle dedi: "Simden (kulağıma) gelen sö\ler doğru mu?" Ensâr yalan söylemedikleri için, "Duyduğun gibidir" dediler. Bunun üzerine Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem): ''''İnsanların aldıkları ganimetler ile evlerine, sitdn de Allah'ın elçisi ile evlerinize dönmenize rayı değil misini*?! Şayet Ensâr bir vadiye (veya yola) girecek olsa mutlaka ben de onların vadisine (veyayoluna) girerdim" buyurdu. Bu hadisi Buhârî, Müslim ve Nesâi rivayet etmiştir. [25] Buhâri ayrıca onu Ebû Hüreyre hadisi olarak da rivayet etmiştir ki sonunda şu ilave vardır: "Hicret olmasaydı. Ensâr'dan bir kişi olurdum" Nesâî'nin rivayetinde ise "Allahım, Ensâr'a, çocuklarına ve çocuklarının çocuklarına rahmet et!" fazlalığı vardır.[26]
Resûlullah'ın bu sözleri üzerine Ensâr, o kadar çok ağladı ki, gözyaşlarından kolları ıslandı ve: "Pay ve hisse olarak Resûlullah'a razı olduk" dediler. Bu, Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettiği sahihtir hadistir. Hadiste geçen "kısmen" kelimesi "pay" demektir.
Ebû Hureyı-e (radiyalîahu anh) Peygamber (sallallahu aleyhi vcsellem)'den "Hicret olmasaydı. Ensâr'dan bir kişi olurdum" [27] sözünü nakletmiştir. Bunu Tirmizi de rivayet etmiş ve basen hükmü vermiştir.
Ebû Katâde'nin (radiyallahu anh) naklettiğine göte Peygamber (sallallahu alevhi vesellem): "Dikkat edin, insanlar dış elbise, Unsur ise iç elbise gibidir. İnsanlar bir yola Ensâr da (başka) bir yola gidecek olsa ben mutlaka Ensâr'm yoluna giderdim. Şayet hicret olmasaydı, Ensâr'dan bir kişi olurdum. Kim Ensâr'm bir işini üstlenirse iyilerine iyilik yapsın, kötülerine de müsamaha göstersin. Kim onları korkutursa, bu ikisi arasında olanı korkutmuş olur." [28] buyurdu ve kendine işaret etti. Bu sahih bir hadis olup Ahmed b. Hanbel ve Taberâni Hz. Peygamber'İn (sallallahu aleyhi vesellem) son ibarelerle kalbinin incitilmesini kastettiğini ilâve etmiştir.
es-Sâib b. Yezİd (radiyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) Allahü Tealâ'nm Huneyn'de lütfettiği Hevazin kabilesinin ganimetlerini güzelce taksim etti. Bu hadisin son kısmında Peygamber (sallallahu aleyhi veselkm)'in şu sözleri yer almaktadır; "Ey Ensâr grubu.'Allah size iman nimeti ile ihsanda bulunmadı mı? Asaleti, cömert/iği si^e tahsis etti. Si^e isimlerin en gürelini verdi: Allah 'm yardımcıları ve Resulünün yardımcıları. Şayet hicret olmasaydı ben mutlaka Ensâr'dan bir kişi olurdum, insanlar bir vadiye siz de (başka) bir vadiye girseniz, ben mutlaka sizin vadinize girerdim. İnsanların davar sürüleri ile gitmesine, si%in de Resûlullah (sattallahn aleyhi vesellem) ile gitmenize râ%ı değil misiniz?" Bunun üzerine, "Tabii ki razıyız" dediler. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem): "O halde bu söylediklerime cevap verin" buyurdu. Ensâr: "Ey Allah'ın Resulü! Sen geldiğinde zulmette idik. Allah senin sayende bizi zulmetten çıkardı. Ateş çukurunun kenarında idik. Allah seninle bizi destekledi. Sapıtmış, yoldan çıkmış kişiler idik. Allah seninle bize hidayet verdi. Bundan dolayı Rabb olarak Allah'ı, din olarak İslâm'ı ve peygamber olarak ta Muhammed'i kabul ettik. Ey Allah'ın Resulü! Dilediğini yap, bildiğin gibi hareket et" dediler. Bunun üzerine Nebi (sallallahu aleyhi vesellem): "Şayet bana bundan başka bir şekilde cevap vermiş olsaydınız, ben yine sİ^e <doğru söylediniz^ derdim. Şayet: <Şehrinden çıkarılmadın mı? Bu yünden biz seni barındırdık. (Mekkeli müşrikler) seni yalanladıktan halde biz seni tasdik ettik. Onlar seni yüzüstü bıraktıkları halde biz sana yardım ettik. Anlattığın şeyleri insanlar reddettiği halde biz kabul ettik> deseydiniz bu şekilde bir karşılık verseydiniz ben yine sizi tasdik ederdim" buyurdu.
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'in bu duygulu konuşması üzerine Ensâr: "Bilakis, bize ve başkalarına ihsan sahibi olan Allah'tır" dediler. Sonra o kadar çok ağladılar ki, Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) da onlarla beraber ağladı. Bu hâdiseyi Taberâm, el-Mu'cemu'l-Kebitmde rivayet etmiştir.[29]
İbn Abbâs (radiyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) iki ucunu omuzlarına pile yaptığı bir çarşafa bürünmüş vaziyette ve başında siyah bir sarık olduğu halde çıkageldi. Geçip minbere oturdu. Allah'a hamd ve sena ettikten sonra şöyle buyurdu: "Şimdi, ey insanlar! İnsanların sayısı çoktur. Ensâr'm sayısı ise (gittikçe) azalmaktadır. Hatta onlar yemekteki tuz gibi değerli olacaklardır. 0 halde simden bir kişiye -yarar ve fayda verecek bir yetkisi olan kimse, onların iyilerinin iyiliklerini kabul etsin, kötülerinin kusurlarına da müsamaha göstersin "Bu hadisi Buhârî rivayet etmiştir.[30]
Enes b. Mâlik (radiyallahu anh) Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'den şu hadisi nakletmiştir: "Ensâr, benim samimi dostlarım, sırdaşlarım ve eminlerimdir. İnsanların sayısı (günden güne) çoğalacak, Ensâr'm sayısı ise azalacaktır. Onların iyi olanlarının iyiliklerini kabul edin, kötülerine de müsamaha gösterin." Bu hadîsi Buhârî rivayet etmiştir.[31]
Yine Enes (radiyallahu anh) anlatıyor; Ebû Bekr ve el-Abbâs (radiyallahu anhuma) ağlayan bir Ensâr grubunun yanma vardılar. Hz. Ebû Bekr onlara, "Sİzi ağlatan husus nedir?" diye sorduğunda dediler ki: Nebi (sallallahu aleyhi vesellem)'in bizimle yaptığı bir sohbeti hatırladık." Hz. Ebû Bekr, Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellcm)'in yanma girip bunu O'na haber verdi. Bunun üzerine Nebi (sallallahu aleyhi vesdlem) bir giysinin kenarını başına sarmış halde (odasından) çıktı. Mescide gelip minbere çıktı ki, o günden sonra bir daha minbere çıkmamıştır. Allah'a hamd ve sena ettikten sonra şöyle buyurdu: "(Ey ashabım!) Ensâr'(a iyi muamelede bulunmanızı si^e vasiyet ediyorum. Çünkü onlar benim samimi dostlarım, sırdaşlarım ve eminlerimdir. Onlar ürerlerine düşen yardım vazifesini yerine getirdiler. Şimdi (vazife karşılığındaki) hakları kalmıştır. 0 halde onların iyiliklerini kabul edin, kötülerine de müsamaha gösteriri [32] Bu hadisi Buharı, Müslim, Nesâi ve Tirmizi rivayet etmiştir.
Useyd b. Hudayr (radiyallahu anh) Peygamber (sallallahu aleyhi veseüem)'den su hadisi nakletmiş tir. "Ensâr, benim samimi dostlarım, sırdaşlarım ve eminlerimde İnsanların sayısı çoğaldığı halde onların sayısı azalacaktır. O halde onların iyiliklerin' kabul edin, kötülerine de müsamaha gösterin" [33] Bu hadis, Taberanî'nin el-Mucemu'l Kebirinde rivayet ettiği sahih bir hadistir.
Abdullah b. Amr. b. el-As'ın naklettiğine göre Peygamber (sallallahu alevhi vesellem): "Ensâr'ın iyilerinin iyiliklerine kabul edin, kötülerine de müsamaha gösterin" buyurmuştur. el-Bezzâr ve Taberâni'nin rivayet ettiği bu hadis, hasen bir hadistir.
Ebû Saîd el-Hudrî'nin (radiyallahu anh) Resûlullah (sallallahu aleyhi veselkm)'den naklettiği bir hadiste şöyle buyurmuştur: "Dikkat edin, kendisine güvenilecek sır çantam Ehl-i Beyt'im, güvenilir dostlarım da Ensâr'dır. Onların kötülerine müsamaha edin, iyilerinin iyiliklerini de kabul edin." [34] Tirmizî'nin rivayet ettiği bu hadis, sahih hasen derecesinde olan bir hadistir.
Ka'b b. Mâlik'in naklettiğine göre bir sahâbi şöyle demiştir: Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) bize bir konuşma yapmıştı. Allah'a hamd-ü senadan sonra Uhud Savaşında öldürülen şehitlere istiğfar etti. Sonra şöyle buyurdu: "Ey muhacirler grubu! Sikler ?nutlaka çoğalacaksınız Ensâr ise çoğalmayacak. Ensâr, benim kendilerine sığınacağun sır dostlarımdır. Onların iyilerine iyi davranın, kötülerine > de müsamaha gösterin. Onlar ürerlerine düşen yardım vazifesini yerine getirdiler. Şimdi (vazife karşılığındaki) hakları kalmıştır." Bu hadisi Ahmed b, Hanbel, "Hevazin'lilerin ganimetlerinin kalpleri kazanılmak istenenler (müellefe-i • kulub) arasında dağıtılması" bahsinde Abdullah b. Zeyd b. Asım'dan rivayet }- etmiştir. Hadisin sonunda şu ibare yer almıstu-: "Şüphesi^ sikler benden sonra
yakında başkalarının siklere tercih edildiği -gamana kavuşacaksınız. Ama Havdın (Kevser Havanın) başında bana kavuşuncaya kadar sabrediniz" [35] Bu hadisi Buhârî : ve Müslim rivayet etmiştir.
Ebû Talha (tadiyallahu anlı), Peygamberimizin (sailallahu aleyhi vesellem) kendisine şöyle buyurduğunu nakletmiş tir: "Kavmine (Ensâr'a) selâm söyle. Çünkü onlar bildiğim kadarıyla temiz, ve şerefli insanlardır. "Bu hadis, hasen-sahih bir hadis olup Tirmizi ve el-Bezzâr tararından rivayet edilmiştir.
Hz. Aişe (radiyallahu anhâ) Peygamber (sallallahu aleyhi veseUem)'in şöyle
buyurduğunu nakletmiştir. "eI-Ha%nc ve el-Evs kabilelerine (Ensâr'a) misafir olan hiç bir kadın, sanki anne-babasının yanında kalmış gibi z?rar görmez." Bu hadisi Ahmed b. Hanbel ve el-Bezzâr rivayet etmiştir.
Ebû Hureyre (radiyallahu anh) Peygamberimizden (sallallahu aleyhi vesellem): "Melekler, gönüllü olarak müslüman olmuşlardır. Ensâr ve Abdü'l-Kays kabilesi de böyle gönül rızasıyla İslam'a girmişlerdir" hadisini nakletmiştir. Taberâni'nin el-Mucemu'l-Efjsafmâa rivayet ettiği bu hadis, hasen bir hadistir.[36]
Enes b. Malik (radiyallahu anh)'in Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'den naklettiği iki hadisten birincisi şu şekildedir: "Dikkat edin, her peygamberin bıraktığı bir miras ve gayri menkul mal vardır. Benim mirasım ve gayri menkulüm Ensâr'dır. Onlara gösterdiğim ihtimamı muhafaza ediniz] [37] Bu hadisi Taberânî, el-Mucemu 'l-Evsaf'ında rivayet etmiştir.
ikinci hadiste Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle başarmaktadır: 'Ensâr; benim sevdiğim insanlar, din kardeşlerim ve düşmanlarıma karşı yardımcılarımdır" [38] ed-Deylemî'nin Müsmdu'l-Firdevfkıde rivayet ettiği bu hadis garib bir hadistir.
İbn İshâk anlatıyor: Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)'e İslâm Dinini tebliğ etme görevi verilince, her hac mevsiminde gruplar halinde Mekke'ye gelen kabilelerin yanlatma vararak, onları Allah'a ve İslâm'a çağırır, kendisini onlara tanıtır ve hidayet ve rahmet kaynağı olarak getirdiği bu yeni dini onlara anlatırdı. Soylu bir Arabin Mekke'ye geldiğini duydu mu mutlaka onunla irtibata geçerek onu Allah'a çağırır ve inen âyetlerden bir kısmını okuyarak tebliğ görevini ifa ederdi.
Yine İbn İshâk, Mahmûd b. Lebîd'den ceyyid (iyi) bir ravi zinciriyle şu olayı nakletmiş tir:
Ebû'l-Hayser Enes b. Râfî [39], kavmi Abdül-Eshcl oğullarından [40] bir gene topluluğu ile birlikte kavimleri Hazrec'in Kureyş'le anlaşma yapmasını temin ;'. etmek gayesi ile Mekke'ye gelince, Resûlullah (sallallahu aleyhi veseilem) onlardan haberdar olmuş, bunun üzerine yanlarına giderek onlara: "Geliş amacınızdan daha hayırh bir şey isteme^ misini-^?" demiştir. Onlar: "Ne demek istiyorsun?" dİye sorunca Resûlullah (sallallahu aleyhi veseilem): "Ben, Allah'ın kullara gönderdiği .. elçisiyim. Onları Allah'a kulluk yapmaya ve hiçbir şeyi ona ortak koşmamaya çağırıyorum. Allah bana Kitab'ı indirdi" buyurmuş. Sonra onlara İslâm'ı anlatarak, Rur'ân'dan âyetler okumuş. İçlerinden henüz yeni yetme bir genç olan İyas b. Muâz: "Arkadaşlar, vallahi bu, bizim gelme sebebimizden daha iyidir" demiş. Bunun üzerine Ebül-Hayser [41] Enes b. Râfî yerden bir avuç toprak alarak, İyas b. Muaz'ın yüzüne atarak: "Bırakalım bunu. Çünkü biz, bundan başka bir iş için geldik" demesi üzerine iyas konuşmayı kesmiş, Resûlullah (sallalkhu aleyhi veseilem) de onların yanından kalkıp gitmiştir. Daha sonra onlar Medine'ye gitmek üzere oradan ayrılmışlardır. cl-Evs ile el-Hazrec arasında Bu'âs savaşı yaşanmıştı. [42] Çok geçmeden İyas b. Muaz [43] da Ölmüştür.
Bu hâdiseyi anlatan Mahmûd b. Lebîd, kavminden İyas'ın ölümü esnasında yanında bulunan bir kişinin şunu haber verdiğini söylemiştir:
"Yanında bulunanlar, ölünceye kadar onun Allah'ı tehlil, tekbir ve teşbih ettiğini duymuşlardır. Bundan dolayı onun müslüman olarak öldüğünden şüphe etmemişlerdir. O, daha Mekke'de Resûlullah (sallallahu aleyhi veseilem) ile görüşüp onun söylediklerini dinlediği vakit İslâm'ın (gerçek din olduğunu) hissetmişti."
Ebû Zür'a er-Razî, Delailü'n-Niibüvve adlı eserinde basen bir İsnadla ve el~ Hakim en-Nisaburi sahih hükmü vererek, Muâz b. Rifa'a b. Râfı'den [44] babası-dedesi tarikiyle şunu rivayet etmiştir: Râfî. ve teyzesinin oğlu Muâz b. Afra [45] Medine'den yola çıkarak Mekke'ye [46] geldiler. Râfİ ve teyze oğlu (yolda) Seniyye [47] denilen yerden aşağı doğru inerken, Râfî bir ağaç altında bir adam gördü. Râfî.' der ki: Bu olay, Evs ve Hazreclilerden altı kişinin 1. Akabe Beyatinde bulunmasından önceydi. O adamı görünce "Kabe'yi tavaf edinceye kadar bineklerimizi kendisine emanet bırakmak için onun yanına gidelim" diyerek yanına vardık ve O'na Cahiliyye'de kullanılan selâmla selâm verdik. Bİze İslâm'ın selâmı ile karşılık verdi. Ben Nebî'yi duymuştum. Habersiz görünerek "Sen kimsin?" dedik. "Buyurun inin" dedi. İndik ve "Şöyle şöyle iddia eden ve konuşan şu malum adam nerede? "dedik. "Ben oyum" dedi. "Bize İslâm'ı anlat" dedik, anlattı ve: "Semâları, yeryüzünü ve dağlan kim yarattı?" diye sordu. "Onları Allah (ccllc cdâluhu) yarattı" dedik. "Si^i kim yarattı? dedi. "Allah (ccllc cdâluhu)" dedik. "Tapındığını-:^ bu pırtlan kim yaptı?" diye sordu. "Biz" dedik. "Kulluğa yaratıcı mı, yoksa yaratık mı daha lâyıktır?" dedi. ''Yaratıcı" dedik. "O halde bu putları sikler yaptığımda göre ibâdet olunmaya onlardan daha layıksınız Bu durumda Allah, kendisine ibâdet etmeni^ hususunda siklerin yaptığı herhangi bir şeyden daha layıktır. Ben, si^i, Allah'a (cılk alâluhu) kulluğa ve O 'ndan başka ilâh olmadığını ve benim de O 'nun elçisi olduğumu şehâdeîe davet ediyorum, insanların öfkesini çekse de akraba ile ilgiyi sürdürmeye ve düşmanlığı terketmeye çağırıyorum."
Râfi ve teyzeoğlu dediler ki: "Senin davet ettiğin bu şey, şayet asılsız olsaydı, onda yüce değerler ve ahlâkî güzellikler bulunmazdı. Bineğimizi tut ta, biz Kabe'ye gidelim" Muâz b. Afra O'nun yanında oturdu. Râfi anlatıyor: "Ben Kabe'ye gidip tavaf ettim. Yedi (fal) ok(u) çıkardım ve onlardan bir tanesini (Muhammed) için belirledikten sonra sonra Kabe'ye yönelerek şöyle dedim: "Ey Allahım! Muhammed'in davet ettiği şey gerçek ise yedi defa onun okunu çıkar. Okları yedi defa attım. Hepsinde de O'nun oku isabet edince, "Eşhedü en lâ ilahe illallah ve enne Muhammeden rasulullah" dive bağırdım. Bunun üzerine insanlar başıma toplanarak hakkımda, "Dinini değiştiren deli bir adam" dediler. Onlara, "Bilakis mümin bir kişi" cevabını verdim. Sonra Mekke'nin yukarısında olan Resûlullah (sallallahu aleyhi vesdlem)'in yanına vardım. Muaz b. Afra beni görünce "Ey Râfi! Hakikaten gittiğin şekilden başka bir şekilde, iman etmiş bir vaziyette döndün" dedi. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) bize Yusuf ve Alak sûrelerini öğretti: İyi "Yaratan Rabbinin adıyla oku. 0 inşam bir kan pıhtısından yarattı" (Alak, 1-2) sonra Medineye dönmek üzere yola çıktık.
Hz. Aişe (radiyaüahu anhâ) anlatıyor: "Buas Savaşı [48], Allah'ın, Resulü (sallallahu aleyhi vesellem) için hazırladığı bir savaş olmuştur. Bu muharebenin neticesi üzerine Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) Medine'ye hicret etmişti. Öyle ki hicret sırasında Evs ve Hazrec kabileleri fırkalara bölünmüş, her ikisinin de eşrafı öldürülmüş ve yaralanmıştı. İşte bu perişanlık üzerine Allah, Ensâr'm İslam'a girmeleri için bugünü Peygamberine (sallallahu aleyhi vesellem) hazırlamıştır" Bu hadisi Buharı rivayet etmiştir.[49]
Bu savaşta Evs kabilesinin reisi, Useyd'in babası Hudayr idi. Ona Hudayr el-Kâtib denilirdi. O bu savaşta öldürülmüştü. Bu muharebede başlangıçta Hazrecliler galip gelmiş, az sonra Evs'in reisi Hudayr yenilmişti. Bunun üzerine Evsliler geri dönerek onları yendiler. Hudayr daha önceden yaralanarak yenik durumda İken ölmüştü,
Buas Savaşı hicretten beş sene önce vuku bulmuştur. Kırk sene veya daha önce olduğu da söylenmiştir. İbn Hacer, ilk görüşün doğru olduğu kanaatindedir. Ebû'l-Ferec el-Umevî bu savaşın sebebini şu şekilde açıklamıştır: Araplar arasında kaide olarak, kısasta dışardan kabileye dahil olmuş (halif) bir kişiye mukabil kabilenin bir asli ferdi öldürülmez di. Evs kabilesinden bir adam Hazreclilerin bir halifini (anlaşmalısını) öldürmüştü. Hazrecliler ona kısas uygulamak istediler. Evsliler ise bunu kabul etmedi. İşte bundan dolayı iki kabile arasında savaş çıktı ve bu savaşta her ikİ kabilenin büyükleri öldürüldü. Bu kişilerin, tekebbürlerinden ötürü ve başkasının hükmü altına girmemek İçin İslâm'a girmeyi reddetmeleri uzak bir İhtimal değildi. Onlardan Abdullah b. Ubeyy b. Selul gibi bu şekilde kibir sahibi olanlardan bazıları hayatta kalmıştı. Bu hususu ileride açıklayacağız.
Birinci Akabe [50] Biati Receb ayında yapılmıştır. ez-Zühri, Musa b. Ukbe ve ibn İshâk bu olayı şöyle anlatırlar:
Allahu Tealâ, dininin açığa çıkmasını, Resulünü (sailailahu aleyhi vesellem) güçlü kılmayı ve O'na olan vadini yerine getirmeyi murad edince, Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) Ensâr'dan bir grupla karşılaştığı hac mevsimind insanlar arasında dolaşarak her hac döneminde yaptığı gibi kendisini Aran kabilelerine takdim etti. Akabe yanında iken Allah'ın haklarında hayu dilediği bir grup Hazrecli ile karşılaştı. Onlara, "Si^ kimsini^?" diye sordu "Hazrec'den bir grup" cevabını alınca, "Yahudilerin müttefiklerinden misini??» dedi. Onlar da "Evet" dediler. "Oturma^ mmnı% sikinle bira^ konuşayım» buyurunca, "Olur, sen kimsin?" dediler. Resûlullah (salklkhu aleyhi vesellem) nesebini zikrederek durumunu anlatınca Hazrecli grup O'nunla oturdu Bunun üzerine Peygamber (saliallahu aleyhi vesellem) onları Allah'a (cdle celâiuhu) çağırarak İslâm'ı anlattı ve Kur'an okudu. Yahudilerle birlikte aynı memlekette ikâmet etmeleri, İslâm Dinini kabul etmeleri hususunda Cenab-ı Hakk'm onlara lütufkâr bir takdiri olmuştu. Yahudiler kitap ve ilim ehli idi. Onlar ise şirk ehli ve putlara tapan kişilerdi. Yahudiler, kendi beldelerinde Evs ve Hazreclilere üstünlük sağlamışlardı. Aralarında bir ihtilaf çıktığı zaman onlara: "Pek yakında bir peygamber gönderilecek, biz O'na tâbi olarak sizi Ad ve İrem gibi doğrayacağız" diyorlardı.
Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) onlarla konuşup kendilerini Allah'a imana davet edince O'nu vakitten tanıdılar; dinledikleri şeylere kalpleri yattı. Ehl-i kitaptan O'nun sıfatları hakkında duydukları şeyleri bizzat müşahede ettiler. Bunun üzerine birbirlerine, "Arkadaşlar, vallahi bu kişinin, Yahudilerin kendisi ile sizi korkuttukları Peygamber olduğunu bilin. Sakın (öğrenmekte) yahudiler sizden evvel davranmasın" diyerek O'nu tasdik etmek ve anlattığı İslâm'ı kabul etmek suretiyle davetine icabet ettiler. Sonra şöyle dediler: "Sen bizim aramızdaki anlaşmazlığı ve savaşı biliyorsun. Bizler, Allah'ın seninle gönderdiği şeyi kabul etmekte ısrarlıyız. Halisane bîr şekilde senin için çaba sarfedeceğiz. Bizler mutlaka seni destekler görüşlerimizi serdedeceğiz. Allah aşkına biraz bekle, kabilenize dönelim, senin durumunu anlatarak onları da Allah ve Resulüne davet edelim. Kırabilir belki de Allah aralarım düzeltir, düşüncelerini birleştirir. Bizler, bugün birbirine düşmanlık besleyen ve birbirinden uzak duran kişileriz. Ancak şu kadar var ki seninle
2elecek hac mevsimine randevulaşakrn." Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) buna razı oldu. Böylece iman etmiş ve tasdik etmiş vaziyette beldeleri olan Medine'ye dönmek üzere ayrıldılar.
İbn İshâk'm bir rivayette zikrettiğine göre yukanda sözü edilenler Hazrec kabilesinden altı kişidir:
1- Neccar Oğularından: Ebû Ümame Es'ad b. Zürâre b. Udes b. Ubeyd b. Sa'lebe b. Ganm b. Mâlik b. en-Neccâr.
2- Avf b. el-Hâris ibn Rifa'a İbnü'l-Haris b. Sevad b. Mâlik b. Ganm b. Mâlik b. en-Neccâr (İbn Afra')
3- Züreyk (İbn Âmir b. Züreyk b. Abd Harise b. Mâlik b. Gadb b. Cuşem b. el-Hazrec) oğullarından: Râfi b. Mâlik b. el-Aclân. İbnü'l-Kelbî: "Bu, Ensâr'dan İslâm'a giren ilk kişidir" demiştir.
4-Selime (ibn Sa'd b. Ali b. Esed) oğullarından: Kutba İbn Amir b. \ Hadide b. Amr b. Sevâd b. Ganm b. Ka'b b. Selime b. Sa'd b. Ali b. Esed b. Sâride b. Tezîd b. Cüşem b. el-Hazrec b. Harise.
5- Harâm b. Ka'b b. Ganm b. Ka'b b. Selime oğullarından: Ukbe ibn Amir b. Nâbî ibn Zeyd b. Haram b. Ka'b b. Ganm b. Selime.
6- Ubeyd b. Adi b. Ganm b. Ka'b b. Selime oğullarından: Câbir b. Abdillâh b. Riâb b. en-Nu'mân b. Sinan b. Ubeyd.
Cerir b. ebî Hazım'm İbn İshâk'tan yaptığı rivayette Ukbe b. Amir'in yerinde Muaz b. Afra yer almıştır. Musa b. Ukbe, ez-Zühri kanalıyla Urve'den onların sekiz kişi olduğunu söylemiştir ki ona göre sekiz kişi şu şekilde sıralanır: Muâz b. Afra, Zekvân İbn Abd Kays b. Halede b. Muhlid b. Âmir b. Züreyk, Ubade İbnü's-Sâmit b. Kays b. el-Esram b. Fihr b. Sa'lebe b. Ganm b. Avf b. el-Hazrec b. Harise, Ebû Abdirrahman Yezîd b. Sa'lebe b. Hazme b. Esram b. Amr b. Ammare (Gusayne oğullarından, Beliyy oğullarının da halifi), Ebû'l-Heysem b. et-Teyyihan [51] b. Cüşem b. el-Hâris, Uveym İbn Sâ'ide (Amr b. Avf b. Mâlik b. el-Evs b. Harise oğullarından)
Ibn Ishak anlatıyor: Gelecek sene olunca hac mevsiminde Ensâr'dan on iki adam geldi ve kadınların biaü gibi Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)'e biat ettiler. Bu olay, onlara savaş farz kılınmadan önce gerçekleşmişti. Bu oniki kişi şunlardır: Es'ad b. Zürâre, Zekvân b. Abd Kays ez-Zerld, Ubâde b. es-Sâmit, el-Abbâs b. Ubâde b. Nadle, Kutbe b. Âmir b. Hadide, Ukbe b. Âmu-b. Nâbi, Avf b. el-Hâris b. Rıfa'a, Uveym b. Sâide, Mâlik b. et-Teyyihân (et-Teyhân), Muavviz İbnü'l-Hâris (az önce geçen Avf in kardeşi) ve Yezıd b. Salebe Ebû Abdirrahman el-Belevî (Beliyy kabilesinin anlaşmahsı). İşte bu kişiler, kadınların biati gibi Resûlullah'a (sallallahu aleyhi vesellem) biat ettiler.
Buhârî, Müslim ve Beyhakî'nin Ubâde b. es-Sâmit'ten (radiyallahu anh) rivayet ettiklerine göre —ki metin Beyhaki'ye aittir- o şöyle demiştir: Resûlullah'a (sallallahu aleyhi vesellem) kadınların biat ettiği şartlar üzere biat ettik. Bu biatimiz bize savaş farz kılınmadan önce olmuştu. Şöyle ki, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmama, hırsızlık yapmama, zina etmeme, çocuklarımızı öldürmeme, kimseye tamamen kendimizin uydurduğu bir iftirayı atmama ve iyi olan emirlere karşı gelmeme hususlarında söz verdik. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem): "Bu hususlarda simden kim solünü tutarsa onun sevabım vermek Allah'a aittir" -diğer bk rivayette "Onun için Cennet vardır"- Bunlardan birini İrtikap eden dünyada cefasını çekerse kendisi için bir keffaret ve temizlik olur. Onlardan birini irtikap eder de Allah onu insanlardan setrederse (gizlerse) işi Allah 'a kalmıştır. Dilerse a^ab eder, dilerse affeder" buyurdu. Bunun üzerine Resûlullah'a (sallallahu aleyhi vesellem) biat ettik.
İbn İshâk der ki: Bu on iki kişi Mekke'den ayrılacakları zaman Peygamber (saîlaîlahu aleyhi vesellem), Mus'ab b. Umeyr b. Hâşim b. Abd Menâf b. Abdiddâr b. Kusayy'ı da onlarla birlikte Medine'ye gönderdi.
İbn İshâk'in başka bir rivayetinde ise Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem), Mus'ab'ı, Mediııelilerın kendilerine göndcrilsin diye yazdıkları mektup ulaştığında gönderdiğini zikretmiştir. Musa b. Ukbe de Mus'ab'ın gönderilişini zikreder. Ancak o, ildnci gönderilişi ilk gönderiliş saymıştır.
Beyhaki, İbn İshak'ın hâdiseyi daha detaylı naklettiğini söylemiştir. İbn İshâk bu konuda şunları söyler; "Resûlullah (saîlaîlahu aleyhi vesellem) Mus'ab'a, onlara Kur'an'ı okutmasını, islâm'ı öğretmesini ve dinle ilgili hususlarda hüküm verebilmek için anlayış kabiliyetlerini geliştirmesini emretti. Medine'de Mus'ab'a, el-Mukrİ (Kur'an okutan) ve el-Kâri (Kur'an okuyan) denilirdi. Onun iaşe ve barındırması Es'ad b. Zürâre b. Udes ebi Ümâme'ye aitti. Mus'ab'ın gönderilişinin bk sebebi de Evslilerin kendi içlerinden birinin İmam olmasını istememeleriydi.
Siyer âlimleri, Es'ad b. Zürâre'nin Nebi (sallallahu aleyhi vesellem) Medine'ye hicret etmezden önce sahabeye Cuma namazı kıldıran ilk kişi olduğunu söylemişlerdir. Bu konudaki açıklama inşaallah 'LResûlullah'ın Hususiyetleri" bölümünde gelecektir.
İbn ebi'd-Dünya, el-Haraİti ve Beyhaki, Abdulmecid b. ebî İsa'dan babası dedesi kanalıyla; İbn Asâkir de Buhârî'nin et-Tarihu'l-Epsatmdan naklen onun hocası Ebû Muhammed el-Kufi'den bildirdiğine göre, Abdulmecid b. ebî İsâ ve Ebû Muhammed el-Kûfi, Kureyşlilerin geceleyin Ebû Kubeys [52] dağında şu şiiri terennüm eden birini duyduklarını söylemişlerdir:
Eğer İki Sa a islâm 'a girerse, Mekke 'deki Muhammen Kendisine karşı çıkanların itirazlarından korkmaz.
Sabah olunca Ebû Süfyan —başka rivayette Kureyş- "İki Sa'd da kirn? Yoksa Sa'd b. Bekr ile Sa'd b. Hüzeym mi?" dedi. İkinci gece olunca bu defa aynı sesin şöyle dediğini duydular:
Ey Sa 'd! Evslilerin Sa a'ı! Sen yardımcı ol!
Ve sen ey Sa 'd! Elendiler olan Hazrecklerin Sa 'di Hidâyete çağırana icabet ediniz.
Allan 'tan Eirdevs'de ârii kişinin yakınlığını temenni ediniz. Çünkü hidâyeti isteyene Allah 'm vereceği mükâfat Son derece şatafatlı olan Firdevs Cennetleridir.
Bunun üzerine Kureyş; "Bu iki Sa'd, Sa'd b. Muâz ile Sa'd b. Ubâde'dir" dediler.
İbn İshâk der ki: Bana Ubeydullah b. el-Muğire b. Muaykib ve Abdullah b. ebî Bekr b. Muhammed b. Amr b. Hazm'ın anlattığına göre, Es'ad b. Zürâre, Mus'ab b. Umeyr'le çıktı. Onu, Abdü'l-Eşhel ve Zafer oğullarının mahalleleri istiyordu. Sa'd b. Mu'âz b. en-Nu'mân b. İmriü'1-Kays b. Zeyd b. Abdi'l-Eşhel, Es'ad b. Zürâre'nin teyze oğluydu. Es'ad b. Zürâre, Mus'ab'ı Zafer oğullarının bahçelerinden bir bahçeye getirdi. İkisi beraber bu bahçeye oturdular. Müslüman olanlardan bir kısım İnsanlar da burada toplandı.
Sa'd b. Muâz ve Useyd b. Hudayr o zaman Abdü'l-Eşhel oğullarından olan kabilelerinin efendileriydiler. Her ikisi de kavimlerinin dini üzere müşrikti. Mus'ab'in geldiğini duyunca Sa'd b. Muâz, Useyd b. Hudayr'a: "Haydi üzerine düşeni yap! Güçsüzlerimizin kafasını karıştırmak için mahallemize gelen bu iki adama giderek onları azarla ve mahallemize gelmelerini yasakla. Şayet, Es'ad b. Zürâre senin de bildiğin gibi değer verdiğim bir kişi olmasaydı, bu hususta işi sana bırakmazdım. Ama o, teyzenin oğludur. Ona karşı gelemem." Bunun üzerine Useyd b. Hudayi, mızrağını alarak Es'ad b. Zürâre ve Mus'ab b. Umeyr'in yanına gitti. Es'ad onu görünce Mus'ab'a: "Bu, kavminin efendisidir. Onunla yapacağın konuşmaya dikkat et" dedi. Mus'ab da, "Oturursa onunla konuşurum' şeklinde karşılık verdi. Useyd b. Hudayr, onların karşısında durarak sövmeye başladı ve: "Siz bizim güçsüzlerimizi bozmak için mi buraya geldiniz?!
Canınızı seviyorsanız burayı terkedin!" dedi. Mus'ab ona: "Oturup da biraz Jinlesen ya! Hoşuna giden bir şey olursa kabul edersin, hoşuna gitmeyeni de almazsın" dedi.
Useyd b. Hudayr, "Haklısın" dedi ve sonra mızrağını yere dikerek yanlarına oturdu. Mus'ab ona islâm'dan bahsetti ve Kur'an'dan âyetler okudu. Es'ad ve Mus'ab'm şöyle dedikleri de anlatılır: "Vallahi İslâm'ı kabul ettiğini söylemeden önce onun yüzündeki nurdan ve yumuşamasından nıüslüman olacağını anlamıştık." Useyd, Mus'ab'ı dinledikten sonra, "Bu kelâm, ne kadar güzel ve hoş! Bu dine girmek istediğiniz zaman ne yapıyorsunuz?" diye sordu. Es'ad ve Mus'ab ona: "Yıkanarak temizlenir ve ikİ elbiseni de temizlersin, sonra şehadet getirir, sonra da namaz kılarsın" dedi. Kalktı ve yıkanıp iki elbisesini temizledi ve şehâdet getirdi. Daha sonra iki rekat namaz kıldı. Namazdan sonra onlara: "Mahallemde bir adam var. Eğer o size tâbi olursa kavminden müslüman olmayan hiç kimse kalmaz. Şimdi -onu yani Sa'd b. Muaz'ı- size göndereceğim" diyerek mızrağını aldı ve Sa'd ile kavminin bulunduğu yere doğru gitti. Onlar, toplantı yerinde oturuyorlardı. Sa'd b. Muâz, Useyd'i gelirken görünce: "Allah'a yemin ederim ki Useyd, sizin yanınızdan ayrıldığı durumundan farklı bir durumda gelmektedir" dedi.
Toplantı yerine gelince Sa'd ona, "Ne yaptın?" diye sorunca aralarında geçenleri şöyle anlattı: "O İkİ kişiyle konuştum. Vallahi onlarda herhangi bir sakınca görmedim. Bir daha gelmemeleri için uyardığımda, "İsteğini yaparız" dediler. Harise oğullarının, Es'ad b. Zürâre'yi öldürmek için yola çıktığı bana haber verildi. Çünkü onlar onun senin teyzenin oğlu olduğunu da biliyorlar. Bundan dolayı seninle yaptıkları anlaşmayı bozacaklar".
Sa'd, Harise oğullarıyla İlgili sözü duyunca kızgın bir vaziyette yerinden fırlayarak Useyd'in elinden mızrağı aldı. Sonra: "Vallahi, sen (onlara) hiçbir şey yapmamışsın!" diyerek onlara doğru yöneldi. Onların rahat bir şekilde oturduklarını görünce, Useyd'in kendisine bunları dinlemesi için öyle davrandığını anladı. Karşılarında durup sövmeye başladı. Sonra Es'ad b. Zürâre'ye dönerek: "Ey Ebâ Ümâme! Şayet aramızda akrabalık bağı olmasaydı sen benden bu müsamahayı asla göremezdin. İstemediğimiz şeyleri mahallemize, evlerimize sokarak bize kabul mü ettireceksin?" dedi. Esad, Mus'ab b. Umeyr'e: "Ey Mus'ab! Vallahi sana kavminin efendisi geldi. Eg-er bu, sana tâbi olursa, kavminden müslüman olmadık iki kişi bile kalmaz" dedi. Mus'ab ise ona: "Biraz oturup dinlemez misin? Hoşuna giden ve arzu ettiğin bir şey duyarsan onu kabul edersin. Hoşlanmadığın bir şey olursa onu konuşmayı bırakırız" karşılığını verdi. Bunun üzerine Sa'd, "Haklısın" deyip mızrağı yere dikerek oturdu. Mus'ab ona da İslâm'ı aniatti ve Kur'an'dan bazı âyetler okudu. Es'ad ve Mus'ab bunun için de "Vallahi daha konuşmadan önce yüzündeki nurdan ve yumuşamasından müslüman olacağını anlamıştık" demişlerdir. Sonra Sa'd onlara: "Müslüman olduğunuzda, bu dine girdiğinizde ne yaparsınız?" diye sordu. Onlar da "Yıkanıp temizlenirsin, iki elbisem de temizlersin. Sonra şehâdet getirir, daha sonra da iki rekat namaz kılarsın" dediler. Sa'd kalkıp gusül abdesti aldı, elbiselerini temizledi, şehadet getirip iki rekat namaz kıldı. Sonra mızrağını alarak kavminin toplandığı yere yöneldi. Yanında Useyd b. Hudayr da vardı. Kavmi onu gelirken görünce: "Allah'a yemin ederiz ki Sa'd, gittiğindeki halden farklı bir durumda dönmektedir" dediler.
Sa'd onların yanma gelince: "Ey Abdü'l-Eşhel oğulları, beni aranızda nasıl bilirsiniz?" dedi. "Sen bizim efendimiz, görüş yönünden en faziletlimiz ve temsilcilik yönünden de en uğurlumuzsun" dediler. Bunun üzerine Sa'd: '"'Sizler Allah ve Resulüne iman edene kadar erkekleriniz ve kadınlarınızla konuşmak bana haram olsun!" dedi. Onun bu sözü üzerine akşam olmadan Abdü'l-Eşhel oğullarından müslüman olmadık hiçbir erkek ve kadın kalmadı. Sadece el-Usayrim diye bilinen Arar b. Sabit b. Vakş hariç; onun İslam'a girişi Uhud savaşına kadar gecikmiştir. Bu savaştan az önce müslüman olup hiç namaz kılamadaıı şehit düştü. Peygamber, (sallallahu aleyhi vesellem) onun Cennet ehlinden olduğunu haber verdi.
İbn İshâk devamla şöyle anlatıyor: Sa'd ve Mus'ab, Esâd b. Zürâre'nin evine dönerek orada insanları islam'a çağırmaya başladılar. Bu çağrılara Ensâr mahallelerinin hepsinden müslüman olan erkek ve kadınlar cevap verdiler. Sadece Ümeyyc b. Zeyd, Hatm, Vâil ve Vâkıf oğullarının ikâmet ettiği mahalleden kimse müslüman olmadı. Bunlara Evsullah denir, el-Evs b. Hârise'nin s oyundandırlar. Bunların İslâm'a girmemelerine adı Say fi olan Ebû Kays b. el-Eslet sebep olmuştur. Bu kişi, onların şâiri ve önderi idi. Bu yüzden onun dediğini dinlerler ve ona itaat ederlerdi. Ebû Kays'in onların müslüman olmalarını engellemesi, Resülullah (sallallahu aleyhi vesellem) Medine'ye hicret edene kadar sürdü. Hattâ Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında da bu menfi tavrını devam ettirdi.
Saîd b. Yahya b. Sa'id el-Umevî [53], Ebû Kays hakkında şu bilgiyi vermektedir: "Ebû Kays, Cahiliye döneminde münzevi hayata yönelmiş, rahiplere mahsus cüppe giymiş, putlardan uzak durmuş ve cünupluktan gusletmişti. Hayızh kadınlara da yaklaşmazdı. Bu şekilde Hıristiyanlığa yönelmişti. Daha sonra Hıristiyanlığı bırakarak kendine ait bir eve kapandı ve onu mescid haline getirdi. Yanına hayızlı kadın ve cünup olan giremezdi. Putlardan hoşlanmayıp onlardan uzaklaştığı zaman, "Ben ibrahim'in İlâhına İbadet ederim" demişti. Resülullah (sallallahu aleyhi vesellem) Medine'ye gelince İslâm'a girip güzel bir müslüman oldu. O zaman İhtiyar bîr dedeydi. Her zaman hakkı söylerdi. Cahİliyye döneminde de Allah'ı tazim etmişti. Bu hususta güzel şiirleri vardır."
Câbir b. Abdillah (radİyallahu anlı) anlatır: Resülullah (sallallahu aleyhi vesellem) Mekke'de on sene boyunca insanları evlerinde, Mecenne ve Ukâz [54] panayırlarında, Hac mevsimlerinde ise Mina'da İslâm'a davet etti. Onlara: "Kim beni korur, kim bana yardıma olur da sayesinde ben peygamberlik görevimi tebliğ edersem o Cennet'i kapanır" diyordu. Ancak kendisini koruyacak ve yardımcı olacak hiçbir kimseyi bulamadı. Öyleki Mudar kabilesinden veya Yemen'den bir kişi Mekke'ye gelince kavmi ve yakınları adamı uyarmak İçin yanına varıp: "Çadırlar arasında dolaşan bu Kureysli gençten sakın, seni aldatmasın" diyerek parmakları ile Muhammcd (sallallahu aleyhi vesellem)'e işaret ederlerdi. Nihayet Allahü Teâlâ Yesrib (Medine)'den bizi O'na gönderdi. Bizden birisi O'na vararak iman eder, Peygamber de (sallallahu aleyhi vesellem) ona Kur'an okuturdu. Bu kişi, yakınlarının yanına dönünce onun sebebiyle diğerleri de müslüman olurlardı. Bu şekilde Medine'de kısa zaman içinde her mahallede müslüman olduğunu izhar eden bir grup insan ortaya çıktı. Sonra Allahu Teâlâ bizi yönlendirdi, toplanıp istişare ettik ve: "Resûlullah'ı (sallallahu aleyhi vesellem) daha ne zamana kadar müşriklerden çekinerek Mekke dağlarında dolaşır halde bırakacağız?" dedik. Bunun üzerine bizden yetmiş kişi Mekke'ye gidip hac mevsiminde Resûlullah'a (sallallahu aleyhi vesellem) vardı.
Akabe geçidinde buluşmak üzere O'nunla randevulaştlk. Zaman gelince birer ikişer gelmek suretiyle hepimiz O'nun yanında toplanarak "Ey Allah'ın Resulü! Hangi hususlarda sana biat edeceğiz?" dedik. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem): "Neşeli ve neşesi-^ yamanlarda bana itaat etmek, ^orlıtk ve kolaylıkta in fak etmek, iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak, hiç bir kınayanın kınamasından çekinmeden Allah için konuşmak, Yesrib'e (Medine'ye) geldiğim %aman bana yardım etmek, kendinizi, hanımlarınızı pe oğullarını^ koruduğunu^ şeylere karşı beni de korumak ü^ere bana biat edinip bunlara bağlı kalırsam-^ mükâfatını^ Cennet olacaktır" buyurdu.
O'na biat etmek üzere ayağa kalktık. Benim dışımda yetmiş kişinin en küçüğü olan Es'ad b. Zürâre Peygamber (saUallahu aleyhi vesellem)'in elini tutarak şöyle dedi: "Ey Medineliler! Biraz beni dinleyin. Biz ta Medine'den buraya ancak O'nun Allah'ın Resulü olduğunu bilerek geldik. Bugün onun Mekke'den çıkarılması, bütün Arapların bölünmesi, büyük şahsiyetlerinizin Öldürülmesi ve kılıçların sizi yaralaması anlamına gelir. Sizler ya kılıçların yaralamasına, soylularınızın öldürülmesine ve tüm Arapların bölünmesine sabrederek O'nu kabul edeceksiniz ki, bu takdirde mükâfatınız Allah'a ait olacaktır; ya da canlarınızı tehlikeye atmaktan korkup O'nu burada bırakacaksınız. Bu durumda O, Allah katında sizden dolayı mazur olacaktır." Bunun üzerine: "Ey Es'ad, elini bırak! Vallahi bu biati yapmadan ayrılmayız, daha sonra da ondan asla vazgeçmeyiz" dedik. Böylece tek tek vararak O'na bîat ettik. Resûlullah (sallaUahu aleyhi vesellem) şart koştuğu hususlar üzerine bizden söz alıyor, buna karşılık bize Cennet'i vadediyordu." Câbir b. Abdillah'tan bu hâdiseyi Ahmed b. Hanbel ve Beyhaki rivayet etmiştir.
İbn İshâk, Ka'b b. Mâlik'teıı (tadiyallahu anh) naklen şöyle anlatıyor: Kavmimizin müşrik hacıları ile birlikte Mekke'ye doğru yok çıktık. Namaz kılmış ve dini hükümleri Öğrenmiştik. Efendimiz ve büyüğümüz el-Berâ b. Ma'rûr da aramızda idi. -el-Hâkim, "beşyüz kişi idik" ilavesini yapmışür-Zâhiru'l-Beydâ denilen yere gelince el-Berâ: "Arkadaşlar, bir fikrim var. Fakat vallahi bu konuda bana muvafakat eder misiniz, etmez misiniz bilemiyorum!?" dedi. "Ne düşünüyorsun?" dedik. Dedi ki: "Bu binayı yani Kabe'yi namaz kılarken arkamda bırakmamayı, ona doğru namaz kılmayı düşündüm." Biz ise: "Vallahi Peygamberimizin (saUallahu aleyhi veseUem) Şam'dan başka bir tarafa yönelerek namaz kıldığını duymadık, O'na muhalefet etmek istemeyiz" dedik. el-Berâ: "Ben mutlaka Kabe'ye doğru namaz kılacağım" dedi. Ona, "Ancak biz, öyle yapmayacağız" dedik.
Ka'b b. Mâlik (radiyallahu anh) devamla şöyle anlatıyor: "Namaz vakti gelince bizler Şam'a doğru yönelerek namazımızı kılardık. el-Berâ b. Ma'rûr ise namazlarını Kabe'ye doğru kıldı. Bu yaptığından dolayı onu ayıpladık; ancak o ayıplamamıza aldırmadan namazlarım bu şekilde kılmaya devam etti. Mekke'ye gelince bana: "Ey kardeşimin oğlu! Haydi Resûlullah'a (sallaUahu aleyhi vesellem) gidelim de yolda yaptığım bu hareketi ona sorayım. Çünkü bu konuda sizin bana muhalefet etmenizden dolayı gerçekten İçime bir şüphe düştü" dedi. Bunun üzerine Resûlulİah (sallaUahu aleyhi vesellem)'i aramaya koyulduk. Daha önce O'nu görmediğimiz için tanımıyorduk. Mekkeli bir adamla karşılaşınca ona sorduk. "Onu tanır mısınız?" dedi. "Hayır" dedik. "Peki amcası el-Abbâs b. Abdilmüttalib'i tanır mısınız?" dedi. "Evet" dedik. Abbâs bir tacir olarak devamlı Medine'ye geldiği için onu tanıyorduk. Adam dedi ki: "Mescide (Kabe'ye) girdiğinizde Abbâs'la birlikte oturan kişi odur." Mescide girdik, el-Abbâs İle Resûlullah birlikte oturuyorlardı. Selâm verip yanlarına oturduk. Resûlullah (sallaUahu aleyhi vesellem) el-Abbâs'a: "Bu iki adamı tanıyor musun, ey Ebû'l-Fadl?" diye sorunca el-Abbâs: "Evet, bu kavminin efendisi olan el-Berâ b. Ma'rûr, bu da Ka'b b. Malik'tir" dedi. Vallahi Resûlullah'ın (sallaHahu aleyhi veseUem) "Şâir olan mı?" sorusunu hiç unutmam. el-Abbâs buna da, "Evet" diye karşılık verdi.
al-Berâ b. Ma'rûr: "Ey Allah'ın elçisi' Allahü Tealâ beni doğru yol olan İslâm'la hidâyete eriştirdiği halde bu yolculuğuma çıktım. Kabe'yi arkama almayı uygun görmedim. Bu yüzden namazlarımı ona doğru kıldım. Bu konuda arkadaşlarım bana karşı çıktılar. Bundan dolayı içime bir şüphe düştü. Ya Rasulallah! Sen ne dersin?" şeklinde meselesini arzedince Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem): "Senin bir kıblen varmış, keşke ona yönelmeye devam etseydin" buyurdular. Bunun üzerine el-Berâ, Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi veseüem) kıblesine dönerek bizimle birlikte Şam'a doğru namaz kılmaya başladı. el-Berâ'nın yakınları ise, ölene kadar onun Kabe'ye doğru namaz kıldığını, iddia etmişlerdir. Halbuki gerçek onların dediği gibi değildir. Biz, bu meseleyi onlardan daha iyi biliyoruz.
İbn Hişâm, Avn b. Eyyûb el-Ensârî'nin şu beytini nakletmıştir:
Me§âir arasında Rahman 'm Kabe 'sine yönelerek
Namaz kılan ilk kişi bizdendir[55]
Avn, bu beyitteki ilk kişiyle eî-Berâ b. Mamr'u kasdetmiştk.[56]
Ka'b anlatmaya devam ediyor: "Sonra hac yapmaya gittik. Bu arada Teşrik günlerinin ortasında Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) ile görüşmek üzere randevulaştık. —İbn Sa'd, bu olayın anlatımında şu ilaveyi yapmıştır "Hacıların Mina'dan hareket edecekleri ilk gece el etek çekildiği zaman bugün Mescid-i Harâm'm olduğu yerde bulunan Akabe'nin alt tarafında sağ geçitte toplanacaklar. Resûlullah (saJlallahu aleyhi vcscllem) hiç kimseyi uyandırmamaları ve gelmeyeni beklememeleri konusunda onları uyardı."-Hac görevini tamamlayınca Resûlullah (sallallabu aleyhi vesellem) ile randevulaştiğunız gece oldu. Yanımıza büyüklerimizden ve eşrafımızdan biri olan Abdullah b. Amr b. Haram Ebû Câbir'i de almıştık. Aslında kavmimizden beraber olduğumuz müşriklere karşı durumumuzu gizliyorduk. Ebû Câbir'le konuşarak ona şöyle dedik: "Ey Ebû Cabir! Sen gerçekten bizim efendilerimizden ve eşrafımız dansın, içinde bulunduğun durumdan ötürü yarın Cehenneme odun olmanı arzu etmeyiz" Sonra onu İslâm'a davet etlik ve Resûlullah'ın bize Akabe'de randevu verdiğini haber verdik. Bunun üzerine Ebû Câbir müslüman oldu ve bizimle beraber Akabe'de hazır bulundu. (O, temsilcilerden biriydi.)
O gece kavmimizle birlikte çadırlarımızda uyuduk. Gecenin üçte biri geçince Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)'le buluşmak üzere çadırlarımızdan çıktık. Bir güvercin kadar sessiz bir şekilde oradan ayrıldık. Akabe'nin yanındaki geçitte toplandık. Yetmişüç kişi idik. Bizimle bitlikte kavmimizden iki de kadın vardı: Birisi Mazin b. cn-Neccâr oğullarından Nisibc binti Ka'b [57] Ümm Umare ve ötekisi Selime oğullarından Esma binti Amr b. Adî b. Nâbi Ümm Menî'dil". Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)'i beklemeye başladık. -İbn Sa'd ve Ebû Ma'şer, Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi vesellem) önce geldiğini ve onları beklediğini söylemiştir- Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) beraberinde el-Abbâs b. Abdilmuttalib olduğu halde geldi. el-Abbâs o zaman kavminin dininde (müşrik) idi. Ancak yeğeninin durumunu görmek ve güvenliğini sağlamak istediği için gelmişti.
Hz. Peygamber (sallailahu aleyhi vesellem) oturunca ilk önce el-Abbâs söze başlayıp şöyle dedi: "Ey Hazrecliler! -Araplar, Evs ve Hazrec kabilelerinin ikisine birden Hazrec derlerdi- Bildiğiniz gibi Muhammed bizdendir. Onu getirdiği din hakkında bizim gibi düşünen kişilerden oluşan kavmimize karşı koruduk. O, kavmi içinde saygın ve beldesinde şerefli bir insandır. O, sizinle birlikte olmayı ve size katılmayı kabul etti. Sizler eğer gerçekten O'nun davet ettiği şeyde kendisine tam olarak sahip çıkacağınıza ve muhaliflerinden O'nu koruyacağınıza inanıyorsanız bu mesuliyetli işi kabul ediniz. Yok eğer O'nu düşmanlarına teslim edeceğinizi ve sizin yurdunuza geldikten sonra kendi başına bırakacağınızı zannediyorsanız daha şimdiden O'nu burada bırakın. Çünkü o, kavmi içinde ve beldesinde saysın ve şerefli bir kişidir."
İmam Ahmed b. Hanbel, eş-Şa'bî'den, o da Ebû Mes'ûd el-Bedrî (radiyallahuanhydan [58] şöyle dediğini nakletmiştir: Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) beraberinde amcası el-Abbâs olduğu halde Akabe'nin yanındaki ağacın altında bulunan Ensâr'dan yetmiş kişinin yanına geldi ve: "Siklerden konuşmak isteyen konuşsun, ama konuşmayı uzatmasın. Çünkü müşriklerin gökleri sizin ü^enni^dedir. Burada olduğunuzu öğrenirlerse si^i rezil ederler" buyurdu. Bunun üzerine bizler: "Sözlerini duyduk (ne demek istediğini anladık). Ya Rasulallah! Sen konuş, kendin ve Rabbin için istediğin hususlarda bizden söz al" dedik.
Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) konuşma yaptı, Kur'an'dan âyetler okudu, Allah'a çağırdı ve islâm'a teşvik etti. Sonra şöyle buyurdu: "Kadmlanm^ı ve oğullarınızı koruduğunuz hususlardan beni de korumanız üzere anlaşma yapıyorum." Bunun üzerine el-Berâ b. Marûr elini tutup: "Evet, seni hak ile gönderen Allah'a yemin ederiz ki, kadınlarımızı koruduğumuz şeylerden mutlaka seni de koruyacağız. Ya Rasulallah! Bizimle biat yap! Vallahi bizler savaşçı ve silahlı kişileriz. Bu Özelliğimizi izzet ve şeref sahibi büyüklerimizden miras olarak devralmışızdır" dedi. el-Berâ, Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) ile bu şekilde konuşurken Ebû'l-Heysem b. et-Teyyihân araya girerek şöyle dedi: "Ya Rasulallah! Bizimle bazı kişiler (yani Yahudiler) arasında bir antlaşma var. Bu durumda biz o antlaşmayı bozmuş olacağız. Şayet biz o antlaşmayı bozarsak, sonra Allah da seni (galip olarak) kavmine döndürürse bizleri terkeder inisin?" Bu söz üzerine Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) tebessüm ederek "Bilakis, benim -^mmetim si^in tğmmetini^ ıı\ ve namusum si-^in ır% ve namusumuzdur. Ben simdenim, sis? de bendensiniz. Si^'n savaşttklanm^la ile savaş, barışyaptıklam^la da barış yaparım" buyurdu.
Ka'b'in bildirdiğine göre Resûlullah (sallallahu aleyhi veseilem) onlara: "Aranırdan bana oniki nakib (temsilci) secini^. Onlar, her hususta kavimleri adına temsilci olsunlar" buyurdu. Bunun üzerine 9'u Hazrec'ten, 3'ü de Evs'den 12 nakib [59] seçtiler.
Hazrecii nakîbler şunlardır:
1. Neccâr oğullarının nakîbi Ebû Umâme Es'ad b. Zürâre
2. Züreyk oğullarının nakibi Rafı' b. Mâlik b. el-Aclân
3. 4. el-Hâris b. el-Hazrec oğullarının İki nakibi Sa'd b. er-Rebî ve Abdullah b. Ravâha
5. 6. Sâide oğullarının iki nakibi Sa'd b. Ubâde ve el-Münzir b. Amr
7. el-Berâ b. Maruf,
8. Abdullah b. Amr b. Haram
9. Ubâde b. es-Sâmit Evs'li nakibler ise şunlardır:
10. Abdu'l-Eshel oğullarının nakibi Useyd b. Hudayr
11. 12. Amr b. Avf oğullarının iki nakibi Rifaa b. Abdil-Münzir ve Sa'd b. Hayseme.
İbn îshâk'm anlattığına göre, Abdullah b. ebi Bekr Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)'in nakiblere şöyle dediğini nakletmiştir. "Sikler, havarilerin İsa b. yieıyem (akyhisulom) 'a kefil oldukları gibi kavimlerinizin haline kefilsiniz Ben de kendi kavmime yani müsliiman olanlarına kefilim" Hz. Peygamberin (sallallahu aleyhi vesellem) bu sözünü "Evet" diyerek tasdik ettiler.
İbn Hisâm der ki: "İlim adamları, Ebû'l-Heysem b. et-Teyyihân'ı nakibler içinde sayar, Rifaa b. Abdi'l-Münzit'i ise saymazlar."
Beyhakfnin rivayet ettiğine göre, İmam Mâlik şöyle demiştir: "Ensâr'dan yaslı bir kişinin bana Cibril'in (aleyhissclâm) Akabe Biati gecesinde kimi nakib yapacağını Resûlullah'a (sallallahu aleyhi vesellem) işaret ettiğini bildirdi." Mâlik ekliyor: "Ben de bu seçimin nasıl olduğuna şaşıyordum. Çünkü bir kabileden iki kişi, diğerinden bîr kişi seçmişti. Bizzat Cibril'in onları görevlendirdiğini ve Nebi'ye (sallallahu aleyhi vesellem) işaret ettiğini ifade eden bu hadis bana nakledilince hayret ettim."
Ebû Nuaym'ın İbn Ömer'den naklettiğine göre Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) nakibleıi ayırınca: "Hiç kimse alınmasın. Sadece Cibril'in işaret ettikleri seçilmiştir" buyurdu. Ayrıca, Resûlullah'ln (sallallahu aleyhi vesellem) Es'ad b. Zürâre'yi nakiblere başkan yaptığı da rivayet edilmiştir:. Mescid-i Nebevi inşa edilirken Es'ad'm Ölmesi üzerine Neccar oğulları Resûlullah'a (aleyhi vesellem) gelerek içlerinden birini kendilerine nakib yapmasını istediler. Peygamber (salkllahu aleyhi veseîlem) onlara: "Sikler, benim dayılarım sını^ ben de si^in nakîbini^irrî [60] buyurarak bu görevi içlerinden birine tahsis etmeyi uygun görmedi. es-Süheyli der ki: "Nebi (sallallahu aleyhi vesellem) nakiblerin sayısını, Allahu Tealâ'nm Musa (aleyhisselâm)'in kavmi hakkında "Onlardan on iki nakib gönderdik" (Maide, 12) kavl-i celiline uygun olarak on iki yapmıştır."
Yukarıda geniş olarak anlatılan kıssada Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) müslümanlara Beyt-i Makdis'e doğru namaz kılmanın farz olduğu zamanda Kabe'ye doğru namaz kılan el-Berâ b. Marûr'a namazını iade etmeyi emr etmemiş tir. Çünkü el-Berâ, Peygamber'i (sallallahu aleyhi vesellem) gördüğü zaman müslüman olmuş ve denildiğine göre (salîallahu aleyhi vesellem) bu yüzden ona namazını iade etmesini emretmemiştir. Halbuki olayın anlatılış biçimi, el-Berâ'nın Peygamber'e (sallaDahu aleyhi veselkm) hicret etmezden önce müslüman olduğunu gerektirmektedir.
el-Berâ, Yahudi âlimlerinden öğrendiği bilgiye uygun olarak Kabe'ye doğru namaz kılmış ta olabilir. Çünkü onlar, kendi asırlarında gönderilecek bu peygamberin Hz. İbrahim (alcyhissdâm) ile kendi dinleri üzerinde gönderileceğini ve kıblesinin de Kabe olacağını biliyorlardı. Bundan dolayı el-Berâ, tereddütlü haberlere, sıhhatinde ihtilaf gördüğü hadislere karşı o temel bilgisini tercih etmiştir. Bu da tercih yollarından biridir. es-Süheylî der ki: "Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) ona, bu konuda tevile dayalı bit uygulamada bulunduğu için kıldığı namazı iade etmesini emretmemiştir."
İbn Hişâm'ın Ebû Zeyd el-Ensâri'den rivayet ettiğine göre Ka'b b. Mâlik şu şiirinde nakibleri zikretmiştir:
Uheyy'e onun görüşünün boşa çıktığını bildir.
Akabe geçidi zamanı geldi, helak gerçekleşecektir. : Allan, senin yaptıklarını'kabul etmemiştir.
O, insanların işlerini gözetlemekte, görmekte ve duymaktadır. Ebû Süiyan 'a da ulaştır ki,
Ahmed sebebiyle bizlere Allah 'm hidâyetinden parlak bir nur zahir oldu.
Bu joizden istediğin şeyi biriktirmeyi bırak Topladığın herşeyi bu uğurda elinden çıkar. Şunu iyi bil ki seninle yaptığımız ahitlerimizin Bozulmasına biat ettikleri zaman bu topluluk mani olur. El-Berâ ve ibn Amr ikisi de buna karşı çıkar. Es'ad ve Râli de sana mani olur.
Nakîbler
Sa 'd es~Sâ 'idî ona karşı çıkar.
Onun için uğraşsan da el-Münzir bum un u keser.
Ahdini alsan da ibn Rehf onu teslim etmez.
Herhangi birisi buna hiç tamah etmesin.
ibn Ravaha da sana onu vermez.
Onun için ahdini bozmak öldürücü bir zehirdir.
ibn S amit el-Kavkalî [61] velalıdır, senin çabaladığın şeylerden yüksektir, uzaktır.
Ebû Heysem de aynı şekilde öyle vefakârdır ki, Ahit olarak verdiği hususlara son derece bağlıdır. Sen istesen ele Ihn Hudayr tamah edici değildir. Sen hile hile dalâlet yolunda devam edecek misin?
Amr h. Avl'm kardeşi S a 'd, senin yapmaya çalıştığın şeye karşı kendini savunur ve ona mani olur.
işte bu kişiler, yıldızlar gibidir
Gecenin karanlıklarında onlardan bir parıltı sana ulaşmaz[62]
Ka'b b. Mâlik, görüldüğü gibi bu şiirinde Rifâa'nın yerine Ebû'l-Heysem b. et-Teyyihan'ı nakibler arasında saydı.
İbn İshâk anlatıyor: Âsim b. Ömer b. Kâtâde'nin bana anlattığına göre Medine'liler, Resûlullah'a (sallalhhu aleyhi vesellem) biat etmek üzere toplandıkları zaman Salim b. Avf oğullarının kardeşi olan el-Abbâs b. Ubâde b. Nadle el-Ensârî şöyle hitab etmiştir:
"Ey Hazreclileı-! Bu kişiye hangi hususlarda biat edeceğinizi biliyor musunuz?" Onların, "Evet" demesi üzerine el-Abbâs b. Ubâde: "O'nunla kırmızı ve siyah insanlara karşı savaşmak üzere anlaşıyorsunuz. —Kırrru2i insanlarla Acem halkını, siyah insanlarla da Arapları kasdetmiştir-- Sizler, bir musibetin mallarınızı azaltacağını, bir savaşın da büyüklerinizi yok edeceğini gördünüz zaman O'nu teslim etmeyi düşünüyorsanız şimdiden O'nu burada bırakın. Şayet böyle yapacaksanız vallahi bu sizin için dünya ve ahirette yüzkarası olur. Yok eğer O'na söz verdiğiniz hususları, mallarınızın ziyan olmasına, eşrafınızın da Öldürülmesine rağmen tam olarak yerine getirme kararında iseniz O'nu alıp Medine'ye götürün. Böyle yaptığınız takdirde vallahi dünya ve ahiretin en hayırlı işini yapmış olursunuz." Bunun üzerine Medineliler: "Onu, gerçekten mallarımıza gelecek musibet ve eşrafımızın Öldürülme riskine rağmen kabul ediyoruz. Ya Resûlallah! Peki buna karşılık bizim elimize ne geçecek?" dediler. Resûlullah (saîlallahu aleyhi vesellem): "Cennet" dedi. Sonra "öyleyse uzat elini!" dediler. Peygamber (saîlallahu aleyhi vesellem) de elini uzattı; böylece O'na biat ettiler.
Bu hâdiseyi anlatan Asim b. Ömer b. Katâde şöyle der: "Vallahi el-Abbâs b. Ubade bunları, ancak Resûlullah (saîlallahu aleyhi vesellem) ile yaptıkları anlaşmanın mesuliyetinin ağır olduğunu onlara anlatmak için söylemiştir."
Abdullah b. ebi Bekr ise: "el-Abbâs, bunları, Abdullah b. Ubeyy b. Selûl'un gelmesi ümidiyle o gecede yapılan toplantıyı geciktirmek için söylemiştir. Şayet Abdullah b. Ubeyy gelmiş olsaydı Medinelilerin üzerinde menfi yönde etkili olurdu" demiştir. el-Abbâs'ın bu iki gayenin hangisinden ötürü konuştuğunu Allah bilir.
Resûlullah'a (saîlallahu aleyhi vesellem) ilk biat eden kişinin kimliği hakkında İbn İshak şöyle der: "Neccâr oğullan Resûlullah'ın (sallaUahu aleyhi vesellem) elini sıkan ilk kişinin Ebû Ümâme Es'ad b. Zürâre olduğunu iddia ederken Abdül-Eşhel oğulları "Bilakis Ebû'l-Heysem b. et-Teyyihan'dır" derler."
Ka'b b. Mâlik ise bu olayı anlattığı rivayetinde şöyle demiştir: Resûlullah'ın (saîlallahu aleyhi vesellem) elini sikan ilk kişi, el-Berâ b. Ma'rur olmuştur. Daha sonra bütün topluluk biat etmiştir. Biz Resûlullah'a (sallaUahu aleyhi vesellem) biat edince, o zamana kadar duyduğum en gür bit sesle
Akabe'nin baş tarafından şeytan şöyle bağırdı: "Ey Cebâcib [63] halkı! nVlüzemrnem) Kötülenmiş [64] kişi ve beraberindeki yeni dine girenler sizinle savaşmak için toplanmışlar. Buna karşı ne yapacaksınız?" Bunun üzerine Resûlullah (saîlallahu aleyhi vesellem): "Bu, Akabe'nin şeytanı Eı>yeb'in oğlu E^ebb'dir. By Allah'ın düşmanı dinle! Vallahi ben işimi bitilince mutlaka senin hakkından gelirim"dedi. Sonra da topluluğa: "Konaklarımda dağıkn!"emrini verdi.
el-Abbâs b. Ubâde b. Nadle, Peygamber (saîlallahu aleyhi vesellem)'e: "Seni hak ile gönderen Allah'a yemin olsun ki, eğer istersen hemen yarın Mina'da bulunanlara (müşriklere) kılıçlarımızla karşı koyarız" dedi. Resûlullah (sallaliahu aleyhi vesellem): "Bununla emrolunmadık, şimdi konaklarımda dönün!" buyurdu. Bunun üzerine çadırlarımıza dönüp sabaha kadar uyuduk.
Süleyman b. Tarhân et-Teymî, Kitah/'s-Siyeimde. şunları anlatıyor: "İblis (Allah ona lanet etsin), Ensâr'dan müslüman olanları görünce çocuklarını hacılar arasında şu şekilde bağırttı: "Muhammed'c bir şey yapmak istiyorsanız filan yerde olacak oraya gidin!. Medineliler, onunla orada buluşmak üzere anlaşmışlar." Cibril (aleyhisselâm) oraya İndi, ama hiç kimse onu göremedi. Kureyş'ten bir topluluk ta İblis'in çığlığı üzerine orada toplanmıştı. Müşrikler ile Ensâr arasında büyük bir tartışma çıkü, neredeyse savaşa tutuşacaklar di. Fakat Ebû Cehl, hac günlerinde savaşmayı istemediği için şöyle dedi: "Ey Evs ve Hazrecliler! Sizler bizim kardeşlerimizsiniz. Ancak büyük bir yanlış yaptınız, kavmimizden çıkan kişiye sahip, çıkarak bize üstünlük sağlamak istiyorsunuz." Bunun üzerine Harise b. en-Numan Ebû Cehl'e: "Evet, sana rağmen böyle. Vallahi, Resûlullah'ın seni çıkarmamızı istediğini de bilirsek seni mutlaka çıkarırız" dedi. Ebû Cehl: "Size şu teklifi sunuyoruz: Muhammed'in arkadaşlarından dileyenlerin üç ay sonra size katılmasına müsâde edelim ve bu hususta size hoşnut olacağınız şekilde söz (misâk) verelim. Bundan sonra Muhammed'i de serbest bırakalım" dedi. Ensâr bu teklife: "Resûlullah (saîlallahu aleyhi vesellem) razı olursa olur! "şeklinde karşılık verdiler.
Ka'b b. Mâlik bu olayı anlattığı rivayetinde şöyle der: Kureyş müşrikleri: "Ey Hazrecliler! Duyduğumuza göre Muhammed'i aramızdan çıkarmak ve bizimle savaşmak hususunda O'na biat etmek üzere buraya gelmişsirug Vallahi, A tap kabilelerinden hiçbiriyle aramızda savaş çıkması, bizi, sizinle savaşmak kadar kızdırmaz (Yani sizinle savaşmayı en son çare olarak düşünürüz)" Ka'b der ki: Orada bulunan Medine'li müşrikler, hemen atılarak böyle bir olayın olmadığına ve böyle bir toplantının yapıldığa bilmediklerine yemin etmeye başladılar. Bu toplantıyı bilmediklerine dair beyanlarında gerçekten doğru söylüyorlardı. (Çünkü Medineli putperestlerin olan bitenden haberleri yoktu) Ka'b der ki: "Bizler (müslümanlat) sadece birbirimize bakış (atak sessiz kal)dık. Sonra topluluk, içlerinde daha sonraları müslüman olan el-Hâris b. Hişâm b. el-Muğire el-Mahzûmi olduğu halde kalktı. el-Hâris b. Hişam'ın ayağında yeni ayakkabılar vardı. Ben yanımdakileri de ortak edercesine bir şey söylemiş olmak için: "Ey Ebû Câbir! Sen bizim efendilerimizden biri olduğun halde şu Kureyşü gencin ayakkabıları gibi bir ayakkabı alamaz mısın?" dedim. el-Hâris, bu sözümü duyunca ayakkabılarını çıkarıp bana attı ve: "Vallahi, onları giyeceksin!" dedi. Ebû Câbir: "Dur, vallahi genci kızdırdın, ayakkabılarımı geri ver!" dedi. Ben: "Hayır, vallahi onları geri vermem. Bu, benim tuttuğum güzel bir faldır. Eğer fal doğru çıkarsa, onu zorla ondan alacağım" dedim.
İbn Ishak anlatıyor: Abdullah b. ebi Bekr'in bana söylediğine göre, (müslüman olmamış) Medine'liler Abdullah b. Ubeyy b. Selûl'e gelerek Ka'b'm söylediği hususları ona anlattılar. Abdullah b. Ubeyy onlara: '^Vallahi bu gerçekten çok önemli bir iştir. Böyle önemli bir işe kavmim benden habersiz, bilgim olmadan girmez" dedi. Bunun üzerine Kureys müşrikleri İbn Ubeyy'in yanından ayrıldılar.
İnsanlar Mina'dan hareket etmişti. Müşrikler hâdiseyi araştırmayı sürdürüyordu. Sonunda Akabe'de toplanma haberinin doğruluğunu öğrendiler. Medineli müslümanları bulmak için yola çıktılar. Ezâhir denilen yerde Sa'd b. Ubâde ile el-Münzir b. Amr'ı gördüler. Sa'd ve el-Münzir ikisi de nakib idi. el-Münzir'i yakalayamadılar. Sa'd'ı yakalayıp hayvanının yuları ile ellerini boynuna bağladılar. Sonra onu döverek ve uzun saçının perçeminden tutup sürükleyerek Mekke'ye getirdiler. Sa'd'ın uzun zülüfleri ve saçları vardı. Sa'd der ki: Vallahi, ben onların ellerinde iken içlerinde güzel, beyaz tenli, uzun boylu, sevimli bir kişinin bulunduğu bir grup Kureyşli çıkageldi. Kendi kendime: "Bu topluluktaki insanlardan birinde hayır varsa herhalde bunda vardır" diyordum. Ancak bana yaklaşınca elim kaldırdı ve şiddetli bir tokat vurdu. Bunun üzerine bu defa kendi kendime: "Hayır, vallahi bundan sonra onların hiçbirinde hayır yoktur!" dedim.
jbn Hişâm, Sa'd'a tokat vuran bu kişinin daha sonra müslüman olan Süheyl b. Amr olduğunu söylemiştir. Sa'd anlatıyor: "Vallahi, ben onların ellerinde iken içlerinden biri bana acıyıp merhamet ederek yanına yaklaştırdığı zaman, ötekiler beni ondan çekip alıyordu."
İbn Hişâm, Sa'd'a acıyanın kâfir olarak ölen Ebûl-Bahtcrî b. Hişâm Dİduğunu söylemiştir. Ebû'l-Bahteri, Sad'a: '"Yazıklar olsun sana, hiç bir JCureyşli ile aranda koruma anlaşması yok mu?" diye sordu. Sa'd da: "Tabii ki var, Cübeyr b. Mutun b. Adî ile ticaret dolayısıyla emân anlaşmam var. Onun adamlarına haksızlık etmek isteyenlere beldemde mani olurum. el-Hâris b. Harb b. Ümeyye İle de anlaşmam var" dedi.
Bunun üzerine Ebû'l-Bahterî: "Yazıklar olsun sana, o ikisinin adıyla bağırıp, onlarla aranda olan anlaşmayı söylesen ya!" dedi. Sa'd der ki: "Öyle yaptım. O adam o ikisini aramaya gitti ve Mescid'de Ka'benin yanında onları buldu ve: "Hazredi bir adam şu anda el-Ebtah'ta dövülüyor. Sizin adınızı söyleyerek bağırıyor ve aranızda anlaşma olduğunu söylüyor" dedi. Onlar: "Kimmiş o? diye sorunca "Sa'd b. Ubâde "dedi. Bu iki kişi: "Vallahi doğru söylemiş. O, tacirlerimiz için bizimle anlaşma yapmıştı, onlara Medine'de haksızlık edilmesine engel oldu" dediler. Gelip Sa'd'ı onların elinden kurtardılar, böylece Sa'd serbest kalmış oldu.
İbn İshâk der ki: "Hicret hakkında söylenen ilk şiir Muhârib b. Fihr oğullarının kardeşi olan Dırâr b. el-Hattâb b. Mirdâs'ın söylediği şu iki beyittir. Dırâr bundan sonra müslüman olmuştur.
Sa 'd'ı zorla yakaladım ve tuttum.
Münzir'e de yetişmiş olsaydım İntiham alınmış olacaktı. Şayet ona ulaşsaydım orada yarası keder olurdu. Onun tahkir ve heder edilmesi iyi olacaktı[65]
İbn İshâk der ki: Dırâr b. el-Hattâb'ın bu iki beytine Hassan b. Sabit şu şiiriyle cevap vermiştir:
Amr 'a gidici değilim, kişi de uyarıcı değildir.
Kavmin hayvanları bir deri Lir kemik kaldıkları zaman Keten elbise giydiğin vakit onunla Övünüyor musun Halbuki Enbatlılaryıkanmış beyaz çarsal giyer. Şayet Ebû Vehb olmasaydı kasideler, çeşitli renklerde Taşlar bulunan yüksek yerden bağı açıklara düğerdi. Uykusunda rüya gören kişi gibi olma
O, kendisini Kisrâ nm veya Kayser 'in köyünde görür.
Evlâdını yitiren kadın gibi olma
Her ne kadar gönlü evladını düşünüyorsa da ondan ayrıdır.
Helaki ön ayakların kazması sebebiyle olan koyun gibi olma.
Halbuki o koyun, kazılan yere razı olmamıştır.
Uluyan bir köpek gibi olma
Gizlenen hiçbir oktan korkmadan öldürüleceği yere gelir.
Bizler ve bize kasideler gönderenler
Hayberlilere burma ticareti yapan kişigibiyiz.[66]
Bunlar 73 erkek ve 2 kadındır. el-Uyûn adlı kitabın müellifi, maruf olan sayının bu olduğunu söylemiştir. Tafsilatta bazı ilâveler olsa da bunlar toplam sayıyı değiştirmez. Problem, daha çok, katilıp-katılmayânlar hakkındaki ihtilaftan kaynaklanmaktadır. Ravîlerden bir kısmı bir ismi sayarken, diğer bir kısmı o ismin yerine başka birinin ismini koymaktadır.
İbn İshâk, bu Biata katılanların isimlerini, kabile ve batınlarına göre düzenlemesi yanında aranan ismin kolayca bulunabilmesi için alfabetik olarak da tertip etmiştir.
(Arap Alfabesine Göre Alfabetik)
1- Ubeyy b. Ka'b b. Kays b. Ubeyd b. Zeyd b. Muâviye b. Amr b. Mâlik b. en-Neccâr. en-Neccâr ise: Teymullâh b. Salebe b. Amr b. el-Hazrec b. Amr b. Habîb Harise b. Gadb'dır.
2- Es'ad b. Zürâre b. Udes b. Ubeyd b. Salebe b. Ganm b. Mâlik b. en-Neccâr el-Hazrecî en-Neccâri Ebû Umâme.
3- Uscyd b. Hudayr b. Simâk b. Atik b. Rafı b. İmrİ-ül-Kays b. Zeyd b. Abdi'l-Eşhel b. Cüşem b. el-Hâris b. el-Hazrec b. Amr b. Mâlik b. el-Evs el-Esheli, Künyesi Ebû Yahya'dır. Künyesinin Ebû Atik olduğu da söylenmiştir.
4- Evs b. Sabit b. el-Münzir b. Haram b. Amr b. Zeyd Menât b. Adî b. Mâlik b. en-Neccâr b. Salebe b. Amr b. el-Hazrec Hassan b. Sabit (radiyallahu anh)'m kardeşidir.
5- Evs b. Zeyd b. Asratn. İbn Ukbe katılanlar arasında bunu da zikretmiştir.
6- el-Berâ b. Ma'rûr b. Sahr b. Hansa b. Sinan b. Ubeyd b. Adî b. Ganm b. Ka'b b. Selime b. Sa'd b. Ali b. Esed b. Sâride b. Tezîd b. Cüşem b. el-Hazrec. İbn İshak'a göre, o gecede ilk biat eden kişi budur: Malının üçte birini vasiyet eden ilk kişi de budur.
7- Bışr b. el-Berâ b. Ma'rur.
8- Beşir b. Sa'd b. Salebe b. Cülâs -cd-Dârekutnî'ye göre Hullâs- b. Zeyd b. Mâlik b. Salebe b. Ka'b el-Hazrec b. el-Hâris b. el-Hazrec.
9- Buheyl b. el-Heysem b. Amir -en-Nür adlı kitaba göre "Buheyz"; İbn Hacer'e göre "Buhej'r"— veya: İbn Nâbî b. Mecde'a b. Harise b. el-Hâris b. el-Hazrec b. Amr b. Mâlik b. eî-Evs el-Evsi el-Hârisî.
10- Sâbit b. el-Ciz ~el-Uyûndz "el-Cüza"; İbn Hişâm'ın Sire'smin sahih bir nüshasında ise "el-Ceza"- b. Zeyd b. el-Hâris b. Haram b. Ka'b b.
Selime b. Sa'd b. Alı b. Esed b. Sâride b. Tezîd b. Cüşem b. el-Hazrec el-Hazreci es-Sülemi.
11- Sa'lebe b. Ubeyd b. Adî. ez-Zehebi, et-Tecridtn.de. şöyle der: "İbnü'l-Cevzî, Telkitfin.de. onu zikretmiştir." İbn Hacer: "Korkarım ki babasının isminde tasnif vaki olmuştur. Nitekim o, Sa'lebe b. Aneme b. Adi b. Nâbî b. Amr b. Sevâd b. Ganm b. Ka'b b. Selime es-Sülemi el-Hazrecî'dir" demiştir.
12- Câbir b. Abdillah b. Amr b. Haram b. Sa'lebe b. Haram b. Ka'b b. Ganm b. Ka'b b. Selime b. Sa'd b. Ali b. Esed b. Sâride b. Tezid b. Cüşem b. el-Hazrec el-Hazrecî es-Sülemi.
13- Cebbâr b. Sahr b. Ümeyye b. Hansa' —veya Huneys— b. Sinan b. Ubeyd b. Adi b. Ganm b. Ka'b b. Selime el-Hazrecî, sonra es-Sülemi Ebû Abdillah.
14- el-Hâtis b. Kays b. Halede -veya Hâlid— b. Muhalled b. Amir b. Züreyk (b. Amir b. Züreyk) b. Abd Harise b. Mâlik b. Gadb b. Cüşem b. el-Hazrec el-Hazrecİ sonra ez-Zerkî Ebû Halid.
15- Hârice b. Zeyd b. cbî Züheyr b. Mâlik b. İmriü'1-Kays b. Mâlik el-Eğarr b. Sa'lebe b. Ka'b b. el-Hazrec b. el-Hâris el-Hazrecî.
16- Hâlid b. Zeyd b. Küleyb b. Sa'lebe b. Abd Avf b. Ganm b. Mâlik b. en-Neccâr (en-Neccâr: Teymullâh b. Sa'lebe b. Amr b. el-Hazrec el-Ekber'dir). Ebû Eyûb el-Hazrecî en-Neccârî.
17- Hâlid b. Amr b. Adî b. Nâbî b. Amr b. Sevâd b. Adî b. Ganm b. Ka'b b. Selime (el-Hazrecî) es-Sülemi.
18- Hâlid b. Kays b. Mâlik b. el-Adan b. Mâlik b. Âmir b. Beyâda b. Âmir b. Züreyk b. Abd Harise b. Mâlik b. Gadb b. Cüşem b. el-Hazrec el-Ekber el-Hazreci el-Beyâdİ.
19- Hadic b. Sclâme (b. Salim) b. Evs b. Amr b. el-Kurâkır b. ed-Dahyân nesep olarak el-Belevî, hılf olarak el-Ensârî: Ensâr'dan Beni Haram b. Ka'b b. Ganm b. Ka'b b. Selime'nin anlaşmalisidır.
20- HaJlâd b. Süveyd b. Sa'lebe b. Amr b. Harise b. İmrıü'1-Kays b. Mâlik el-Eğarr b. Sa'lebe b. Ka'b b. el-Hazrec b. el-Hâris b. el-Hazrec el-Ekber el-Ensârî el-Hazrecî el-Hârisî.
21- Zekvân b. Abd Kays b. Halede -daha önce geçen (no. 14) Hâris'in kardeşi- b. Muhalled b. Amir b. Züreyk Ebû's-Sebu'. Mekke'de iken Resûlullah'a (salklkhu aleyhi veseilem) geldiği için o, hem Muhacir, hem de Ensârî'dir.
22- Râfı b. Mâlik b. el- Aclân b. Amr b. Âmir b. Züreyk b. Âmir b. Abd Hârİse b. Mâlik b. Gadb b. Cüşem b. el-Hazrec el-Hazrecî ez-Zerkî.
23- Rifa'a b. Rafı b. Mâlik b. el-Aclân el-Hazreci ez-Zerkî.*
24- Rifâ'a b. Abdı'l-Münzir b. Zenber b. Zeyd b. Ümeyye b. Mâlik b. Avf b. Amr b. Avf b. Mâlik b. el-Evs Ebû Lübâbe el-Evsî.
25- Rifâ'a b. Amr b. Zeyd -veya İbn Nevfel veya İbn Amr veya İbn Kays— b. Sa'lebe b. Cüşem b. Mâlik b. Salim b. Ganm b. Avf b. el-Hazrec el-PIazrecî Ebû'l-Velîd.
26- Ziyâd b. Lebîd b. Sa'lebe b. Sinan b. Âmir b. Adî b. Ümeyye b. Beyâda b. Âmir b. Züreyk b. Abd Harise b. Mâlik b. Gadb b. Cüşem b. el-Hazrec el-Hazrecî el-Beyâdi.
27-cyd b. Sehl b. el-Esved b. Haram b. Amr b. Zeyd Menaf b, Adî b. Amr b. Mâlik b. en-Neccâr el-Hazrecî en-Neccârî Ebû Talha. Künyesi Ebû Talha ile meşhur olup Enes b. Mâlik'in annesi Ümmü Süleym binli Milhân'in kocasıdır.
28- Sa'd b. Hayscme b. el-Hâris b. Mâlik b. Ka'b b. en-Nahhât b. Ka'b b. Hârise b. Ganm b. es-Selm b. İmriü'1-Kays b. Mâlik b. el-Evs el-Evsî Ebû Hayseme.
29- Sa'd b. er-Rebî b. Amr b. Ebî Züheyr b. Mâlik b. İmriü'1-Kays b. Mâlik el-Eğarr b. Sa'lebe b. Ka'b b. el-Hazrec
30- Sa'd b. Zeyd b. Mâlik b. Abd b. Ka'b b. Abdi'l-Eshel el-Evsî el-Eşheli.
31- Sa'd b. Ubâde b. Düleym b. Harise b. Ebî Hazîme -veya "Huzeyme"- b. Sa'lebe b. Tarif b. el-Hazrec b. Sâide b. Ka'b b. el-Hazrec. Künyesi Ebû Sabit'tir. Ebû Kays olduğu da söylenmiştir. Sa'd b. Ubâde Hazrec kabilesinin efendisidir.
32- Seleme b. Selâme b. Vakş (Vakaş) b. Zuğbe b. Zeûrâ' b. Abdi'I-Eşhcl b. Cüşem b. el-Hâris b. el-Hazrec b. Mâlik b. cl-Evs el-Evsî el-Eşhelî.
33- Selim b. Atnr (Amir) b. Hadîde b. Amr b. Ganm b. Sevâd b. Ganm b. Ka'b b. Selime es-Sülemî
34- Sinân b. Sayfi b. Sahi- b. Hansa b. Sinan b. Ubeyd b- Adî b. Ganm b. Ka'b b. Selime el-Hazrccî es-Sülemî
35- Sehl b. Atîk b. en-Nu'mân b. Amr b. Atık b. Amr b. Mebzul. Mebzul; Amir b. Mâlik b. en-Neccâr el-Hazrecî'dir.
36- Şemir b. Sa'd b. Salebe. Bu isim, sadece Ibnü'l-Cevzi'nin et-
Telkîh'inde geçmektedir. Diğer kaynaklarda bulunmamaktadır.
37- Sayfi b. Sevâd b. Abbâd b. Amr. Ganm b. Sevâd b. Ganm b. Ka'b b. Selime es-Sülemî
38- ed-Dahhâk b. Zeyd b. et-Tufeyl. Bu isim, sadece İbnü'l-Cevzfnin et-Telkflfm.de, geçmektedir. Diğer kaynaklarda yoktur.
39- ed-Dahhâk b. Harise b. Zeyd b. Sa'lebe b. Ubeyd b. Adî b. Ganm b. Ka'b b. Selime el-Hazrecî sonra cs-Sülemî
40- et-Tufeyl b. Mâlik b. Hansa b. Sinan b. Ubeyd b. Adî b. Ganm b. Ka'b es-Sülemi.
41- Zuheyr b. Râf? b. Adî b. Zeyd b. Cüşem b. Harise b. el-Hâris b. el-Hazrec b. Amr (en-Nebît) b. Mâlik b. el-Evs el-Evsî.
42- Âmir b. Nâbi b. Zeyd b. Haram
43- Ubâde b. es-Sâmit b. Kays b. Asram b. Fihr b. Sa'lebe b. Ganm b. Âvf b. Amrb. Avf b. el-Hazrec el-Hazrecî Ebû'l-Velîd.
44- Abbâd b. Kays b. Amir b. Hâlid b. Muhalled b. Âmir b. Züreyk'ez- Zerkî.
45- el-Abbâs b. Ubâde b. Nadle b. Mâlik b. el-Aclan el-Hazrecî.
46- AbduIlah b. Üneys b. Es'ad b. Haram b. Hubeyb b. Mâlik b. Ganm b. Ka'b b. Nâşiz b. Yerbû b. el-Bûrek b. Vebere.
47- Abdullah b. Cübeyr b. en-Nu'mân b. Ümeyye b, tmıiü'1-Kays (el-Bûiek) b. Sa'lebe b. Amr b. Avf b. Mâlik b. el-Evs el-Evsî, sonra Sa'lebe b. Atnr Oğullarından.
48- Abdullah b. er-Rebî'i b. Kays b. Amr b. Abbâd b. el-Ebcer -el-Ebcer'in adı Hudre'dir-b. Avf b. el-Hâris b. el-Hazrec el-Hazrecî.
49- Abdullah b. Ravâha b. Sa'lebe b. İmriü'1-Kays b. Amı b. İmriü'1-Kays el-Ekber b. Mâlik el-Eğarr b. Sa'lebe b. Ka'b b. el-Hazrec b. el-Hâris b. el-Hazrec el-Hazrecî
50- Abdullah b. Zeyd b. Sa'lebe b. Abd Rabbih b. Zeyd b. Cüşem b. el-Hâris b. el-Hazrec oğullarından, el-Hazreci el-Hârisi. Künyesi: Ebû Muhammed. Abdullah b. Zeyd rüyasında ezanı öğrenen sahabîdir.
51- Abdullah b. Amr b. Haram b. Sa'lebe b. Haram b. Ka'b b. Ganm b. Ka'b b, Selime b. Sa'd b. Ali b. Esed b. Saride b. Yezîd b. Cüşem b. el-Hazrec el-Hazrecî es-Sülemî. Künyesi Ebû Câbir'dir. Meşhur sahabi Câbir b. Abdillah'm babasıdır.
52- Abs b. Amir b. Adî b. Nâbî b. Amr b. Sevâd b, Temîm b. Ka'b b. Selime es-Sülemî.
53- Ubeyd b. et-Teyyihân Ebû'l-Heysem'in kardeşidir.
54- Ukbe b. Amr b. Sa'lebe b. Useyra b. Asîta b. Atiyye b. Hudâre —veya Cudâre veya Cidâre— b. Avf b. el-Hâris b. el-Hazrec Ebû Mesûd el-Bedıi.
55- Ukbe b. Vehb b, Kelede b. el-Ca'd b. Hilâl b. el-Hâris b. Amr b. Adî b. Cüşem b. Avf b. Buhse b. Abdillah b. Gatafân b. Kays b. Aylan el-Gatafânî. Salim b. Ganm b. Avf b. el-Hazrec oğullarının anlaşmalısı. İbn İshâk der ki: "Ukbe b. Vehb, Ensâr'dan ilk müslüman olan kişiydi. Mekke'ye Resûlullah'in (sallallahu aleyhi veseüem) yanına gitti. Medine'ye hicret edene kadar onun yanında kaldı. Bu yüzden kendisine hem Muhacir, hem de Ensârî denilirdi."
56- Umâre b. Hazm b. Zeyd b. Levzân b. Amr b. Abd b. Avf b. Ganm b-Mâlik b. en-Neccâr el-Hazrecî en-Neccârî.
57- Amr b. el-Cemûh b. Zeyd b. Haram b. Ka'b b. Ganm b. Selime es-Sülemî. Cüşem b. el-Hazrec oğullarından.
58- Amr b. el-Hâris b. Kinde b. Amr b. Salebe, el-Kavâkıl kabile sindendir. İbn İshak'a göre ikinci Akabe biatına katılmıştır.
59- Amr b. Aneme b. Adî b, Nâbî b. Amr b. Sevâd b. Ganm b. Ka'b b Selime es-Sülemi.
60- Amr b. Gaziyye b. Amr b. Sa'Iebe b. Hansa b. Mebzul b. Amr b. Ganm b. Mazin b. en-Neccâr el-Hazrecî sonra el-Mâzinî, Akabe'ye katıldığı söyleniyor.
61- Umeyr b. el-Hâris —adının Amr olduğu da söylenmiştir— b. Sa'Iebe b. el-Hâris b. Haram b. Ka'b b. Ganm b. Ka'b b. Selime b. Sa'd el-Hazred. İbn îshâk, Umeyr'in nesep zincirini bu şekilde zikretmiştir. Musa b. Ukbe ise el-Hâris ile Sa'Iebe arasına Libde ismini ilâve etmiştir.
62- Umeyr b. Amir b. Nâbi b. Yezîd b. Haram el-Hazrecî. İbnü'l-Kelbî, bu Umeyr'in Peygamber'in (sallallahu aleyhi veseUem) yaptığı bütün savaşlara katıldığını söylemiştir. er-Ruşâtî ve el-Hâfız (İbn Hacer) de bu görüşü kabul etmiştir. el-Hâfiz ed-Dtmyâtî ise: "ekKelbî'den başka onu sahabe arasında zikreden bir yazar bilmiyorum" demiştir.
63- Avf b. el-Hâris b. Rifâ'a b. el-Hâris b. Sevâd (b. Mâlik b. Ganm b. Mâlik b. en-Neccâr el-Hazrecî) en-Neccârî. Annesi Afra'ya nisbetle yani Avf b. Afra şeklinde meşhur olmuştur. Neseb zincirindeki ikinci "el-Hâris" isminin olmadığı da söylenmektedir.
64- Uveym b. Sâide b. Ayiş b. Kays b. en-Numân b. Zeyd b. Umeyye b. Mâlik b. Avf b. Amr b. Avf b. Mâlik b. el-Evs el-Evsî.
65- Ferve b. Amr b. Vedfe -İbn İshâk'a göre Vezfe- b. Ubcyd b. Amir , b. Beyâda el-Beyâdî.
66- Katâde b. en-Nu'mân b. Zeyd b. Amir b. Sevâd b. Zafer b. el-Hazrec (b. Amr b. Mâlik b. el-Evs) el-Evsî sonra ez-Zaferî. İbn İshâk hariç diğer siyer âlimleri bunu üçüncü Akabe biatına katılanlar içinde saymışlardır.
67- Kutbe b. Amir b. Hadîde b. Amr b. Sevâd b. Ganm b. Ka'b b. Selime : el-Hazreci es-Sülemî künyesi Ebû Zeyd'dir.
68- Kays b. ebî Sa'sa'a -Ebû Sa'sa'a'nm adı Amr'dır- b. Zeyd b. Avf b. Mebzul b. Amr b. Ganm b. Mazin b. en-Neccâr el-Hazreci el-Mâzinî.
69- Ka'b b. Amr b. Abbâd b. Amr b. Sevâd b. Ganm (b. Ka'b b. Selime b. Sa'd b. Ali b. Esed b. Sâride b. Tezîd b. Cüşem b. el-Hazrec) el-Hazrecî es-Sülemî Ebû'l-Yeser.
70- Ka'b b. Mâlik b. ebî Ka'b Amr b. el-Kayn b. Ka'b b. Sevâd b. Ganm b. Ka'b b. Selime b. Sa'd b. Uleyy b. Esed b. Sâride Ebû Abdillâh el-Hazrecî es-Sulcmî. Künye olarak Ebû Beşîr ve Ebû Abdirrahman denir.
71- Mâlik b. et-Teyyihân b. Mâlik b. Ubeyd b. Amr b. Abdil-A'lem b. Amir b. Zeûrâ b. Cüşem b. el-Hâris b. el-Hazrec b. Amr -bu kişi en-Ncbit'tir. b. Malik b. el-Evs Ebu'l-Heysem el-Evsî.
72- Mâlik b. ed-Dühşüm -cd-Düşün veya cd-Dühşeyn— b. Mâlik b. Ganm b. Avf b. Amc b. Avf. Nesep zinciri daha başka türlü de verilmiştir. Ebû Ömer (ibn Abdilberr) der ki: "Onun hakkında münafık denilmesi doğru değildir. Çünkü nifakla itham edilmesine mani olacak şekilde güzel müslüman olduğu ortadır."
73- Mâlik b. Rifa'a b. Amr b. Zeyd. Bunu el-Umevî zikretmiştir. el-Uyûn adlı eserde bu şekilde geçmektedir. Fakat. İbnü'l-Cevzî'nin et-Te/kib'inde, el-Burhân en-Nevevî'nin ef-Ucâ/e'sindc ve İbn Hacer'in ei-İsâbe'sinde. geçtiğini görmedim.
74- Mes'ûd b. Yezîd b. Subey' b. Hansa' -veya Sinan- b. Ubeyd b. Adî b. Ka'b b. Ganm b. Ka'b b. Selime es-Selemî.
75- Mu'âz b. Cebel b. Amr b. Evs b. Ayiz b. Adî b. Ka'b b. Amr b. Udeyy b. Sa'd b. Uleyy b. Esed b. Sâride b. Tezid b. Cüşem b. el-Hazrec Ebû Abdirrahman el-Hazrecî el-Cüşemî. Sahabeden helal ve haram konusundaki bilgisiyle meşhur olan bir imamdır.
76- Mu'âz b. el-Hâris b. Rifâ'a b. el-Hâris b. Sevâd b. Mâlik b. Ganm b. Mâlik b. en-Neccâr el-Hazrecî annesinin adı olan Afrâ'ya nisbetle Mu'az b. Afra şeklinde tanınmaktadır.
77- Mu'âz b. Amr b. el-Cemûh b. Zeyd b. Haram b. Ka'b b. Ganm b. Ka'b b. Selime el-Hazrecî es-Sulemî.
78- Ma'kü b. el-Mün2İı- b. Şerh b. Hunâs b. Sinan b. Ubeyd b. Adi b Ganm es-Sulemî.
79- Ma'n b. Adî b. el-Cedd b. el-Aclân b. Dubay'a b. Harise b. Dubay'a b Haram b, Cu'i b. Amr b. Cüşem b. Redm b. Zübyân b. Humeym b. Zuhl b Henî b. Beliyy el-Belevî, Ami b. Avf oğullarının anlaşmalısı.
80- Muawiz b. el-Hâtis b. Rifâ'a. Annesi Afrâ'ya nisbetle tanınmaktadır.
81- el-Münzir b. Amr b. Huneys b. Harise b. Levzân b. Abdûd b. Zeyd b. Salebe b. el-Hazrec b. Sâide b. Ka'b b. el-Hazrec el-Hazrecî es-Sâ'dt
82- en-Nu'mân b. Amr b. Rifa'a b. el-Hâris b. Sevâd b. Mâlik b, Ganm b. Mâlik b. en-Neccâr.
83- Nuheyr b. Buheyr. Bu, Nuheyr b. el-Heysem el-Evsî olup, Nâbî b. Mecde'a b. Harise b. el-Hâris b. eı-Hazrec b. Amr b. Mâlik b. el-Evs oğulların dandır.
84- Hâni b. Niyâr b. Amr b. Ubeyd b. Kilâb b. Duhmân b. Ganm b.
Zibyân (Zubyân da okunur) b. Humeym b. Kâhil b. Zuhl b. Heniyy b. Meliyy b. Amr b. el-Hâf (İlhâf ve el-Hâfi şeklinde okuyanlarda vardır.) b. Kudâa. Ensârdan Harise oğullarının anlaş malısıdır.
85- Yezîd b. Salebe b. Hazeme -İbn İshâk ve İbnül-Kelbî'ye göre Hazme— b. Asram b. Amr b. Arnmâre b. Mâlik el-Belevî Ebû Abdirrahman. Salim b. Avf b. el-Hazrec oğullarının anlaşmalısı.
86- Yezîd b. Hızâm —veya Haram- b. Subey' b. Hansa' b. Sinan b. Ubeyd b. Adî b. Ganm b. Ka'b b. Selime el-Hazrecî es-Sülemî.
87- Yezîd b. Amir b. Hadîde b. Ganm b. Sevâd b. Ganm b. Ka'b b. Selime Ebû'1-Münzir el-Hazreci es-Sülcmî
88- Yezid b. el-Münzir b. Şerh b. Hunâs b. Sinan b. Ubeyd b. Adî b. Ganm b. Ka'b b. Selime el-Hazrecî es-Sülemî.
89- Ebü Sinan b. Sayfî b. Sahr b. Hansa' b. Sinan b. Ubeyd b. Adî b. Ganm b. Ka'b b. Selime. Künyesi Ebû Sinan'la tanınır.
Kadınlar:
90- Esmâ binti Amr b. Adî b. Nâbî b. Sevâd b. Ganm b, Ka'b b. Selime Ümm Meni es-Sülemiyye.
91- Nesîe binti Ka'b b. Amr b. Avf b. Amr b. Mebzul b. Amr b. Ganm b. Mazin Ümmü Umâre.
İbn İshâk ve diğer siyer âlimlerinin anlattığına göre Resûlullah'a (sallallahu aleyhi vesellem) biat eden kişiler döndüklerinde Medine'de İslâm'ı açıktan yaşamaya başladılar. Ancak kabilelerinde eski şirk inancı üzere kalan bazı büyük şahsiyetler vardı. Amr b. el-Cemûh (b. Zeyd b. Haram b. Ka'b b. Ganm b. Ka'b b. Selime es-Sülemî, Cüşem b. el-Hazrec oğullarından) bunlardan biriydi. Oysa oğlu Mu'âz b. Amr, Akabe'de hazır bulunarak Resûlullah'a (sallallahu aleyhi vesellem) biat etmişti. Amr b. el-Cemûh Selime oğullarının efendilerinden ve eşrafindandı. Evinde ahşaptan yaptığı Menat [67] adında bir puta tazim ediyordu.
Selime oğullarının gençlerinden Muâz b. Cebel ile Muâz b. Amr müslüman olarak Akabe Biatına katılmışlardı. Bu gençler bir gece Amr b. el-Cenıuh'un putunun olduğu yere girerek onu yüklenmişler ve Selime oğullarının çöp ve pisliklerini attıkları çukurlardan birine başaşağı atmışlardı. Sabah olunca Amr b. el-Cemûh, "Yazıklar olsun size! Bu gece ilahlarımızı kim çaldı?" dedi. Sonra putu aramaya başladı. Nihayet onu bularak yıkadı, temizledi, güzel koku sürdü ve şöyle dedi: "Eğer sana bunu yapanı bulursam vallahi onu rezil-rüsvay edeceğim." Akşam olup da Amr uyuyunca, putu yine aynı yere attılar. Amr onu tekrar pislenmiş vaziyette bularak yine yıkadı, temizledi ve koku sürdü. Ertesi akşam yine aynı olay tekrarlandı. Bu hâdise ard arda tekrarlanınca, Amr yine bir gün onu attıkları yerden çıkarıp yıkadı temizledi ve koku sürdü. Sonra kılıcını getirerek, putun boynuna astı ve şöyle dedi: "Vallahi, sana bunu kimin yaptığını bilemiyorum. Eğer sende bir güç varsa bunlara mani ol, işte kılıcın da var." Akşam olup Amr uyuyunca o adamlar yine gelerek putun boynundaki kılıcı aldılar, ölü bir köpek getirerek iple puta bağladılar ve Selime oğullarının insan pisliği bulunan kuyularından birine attılar. Amr b. el-Cemûh yine onu yerinde göremeyince atamaya başladı. Nihayet ölü bir köpekle birlikte başının üstüne atılmış vaziyette o kuyuda buldu. Putunu bu şekilde görünce aklını başına topladı. Bu arada kavminden müslüman olanlardan biri de onunla konuştu. Bunun üzerine Amr b. el-Ccmûh İslâm'a girerek güzel bir müslüman oldu. Müslüman olup da Allah'ı tanıyınca (o putunu zikrettiği, aklını başına topladığı ve içinde bulunduğu körlük ve sapıklıktan kendisini kurtaran Allah Tealâ'ya şükrettiği) şu beyitleri söyledi:
Vallahi §ayet sen bir ilâh olsaydın
Kuyunun içinde bir köpekle bağlanmış vaziyette olmazdın. Yazıklar olsun senin bir ilân olarak zelil vaziyette bulunduğun yere Artık senin hiçbir şeye gücün yetmediğini iyice anladık. Yüce, nimetler sahibi, ihsan eden, rezzâk ve herkese Hak ettiği karşılığı verecek olan Allah 'a hama olsun O Allah ki, bir kabir karanlığına rehin düşmeden önce beni kurtardı. Güvenilir, hidâyete ermiş olan peygamber Ahmed ile[68]
İbn Sa'd; Ebû Ümâme b. Sehl b. Huneyf İle Urve'den, bu İkisi de Hz. Âişe'den (radiyallahu anhâ) rivayetle şunları anlatmıştır: Medineli yetmiş kîşi Resûlullah'in (sailailahu aleyhi veselkm) yanından ayrıldığı vakit O çok mutlu idi. Allah; artık O'nu koruyup himaye edecek, harp sanatını bilen, kendisine yardımcı ve destek olacak bir topluluğu O'na bahsetmişti.
Mekkeli müşrikler, müslümanların Mekke'den çıkacağını anlayınca baskı ve eziyetlerim artırmaya başladılar. Ashâb'a çok sıkıntı vererek çok kötü davrandılar. Hatta daha önceden yapmadıkları hakaret ve eziyetleri yaptılar.
Bu işkence ve eziyetler üzerine Ashâb, Resûlullah'a (sailailahu aleyhi vesellem) şikayet ederek, hicrete izin vermesini istediler. Peygamber (sailailahu aleyhi vesellem): "Bana hicret edeceğini^yergösterildi: Toprağı tu^lu ve sn sıkıntıları ile hurma bahçeleri olan, iki taşlık arasında bir yer. Şayet Serâf [69] (bir dağ ismi) hurma bahçelerine ve tu^lu toprağa, durgun sulara sahip olsaydı gördüğüm yer için orasıdır derdim" buyurdu.
Peygamberimiz birkaç gün bekledikten sonra sevinçli bir şekilde ashabının yanma vararak: "Hicret edeceğim-^ yer bana haber verildi, o Yesrib (Medine)'di?'. Kim oraya gitmek isterse gitsin" buyurdu. Bunun üzerine müslümanlar hazırlıklara, yol arkadaşlarını ayarlamaya ve alacaklarını vereceklerini halletmeye başladılar. Daha sonra da gizlice Mekke'den ayrılmaya başladılar.
Ashabdan Medine'ye ilk gelen Ebû Seleme b. Abdi'1-Esed olmuştu.
İbn tshâk şöyle diyor: "Ebû Seleme, Akabe biatından bir sene önce Medine'ye hicret etmişti. Hanımı Ümmü Seleme Hind binti Ebî Ümeyye b. el-Muğire bit sene kadar Mekke'de göz hapsinde tutuldu. Daha sonra onu gözaltında tutan Muğirc Oğullan kocasının yanına gitmesine izin verdiler Bunun üzerine, muhacir bir kadın olarak tek başına yola çıktı. Mekke ile Şerif arasındaki Ten'îm denilen yere gelince Abdü'd-Dar oğullarının kardeşi Osman b. Talha (b. ebî Talha) ile karşılaştı. Osman o zaman müşrikti, daha sonra müslüman olmuştu. Osman b. Talha, Ümmü Seleme'ye Amr b. Avf oğullarının Kubâ'daki köylerine kadar refakat etti. Oraya yaklaşınca şöyle dedi: "İşte kocan bu köydedir." Sonra Osman, Mekke'ye dönmek üzere oradan ayrıldı. Ümmü Seleme şöyle derdi: "Osman b. Talha'dan daha iyi bir yol arkadaşı asla görmedim. Bir konağa vardığımızda bindiğim deveyi çökertir, geriye çekilir, ben deveden inince devemi geri tarafa götürür, yükü indirirdi. Sonra onu ağaca bağlardı. Kendisi de başka bîr ağacın altına giderek yatardı. Hareket saati gelince devemin yanına gelir onu öne doğru çeker ve yükü yüklerdi. Sonra kendisi geriye giderek, "Bin!" derdi. Binip te iyice yerleştiğim zaman gelir, yularından tutarak beni götürürdü. (Beni Medine'ye getirene kadar her konaklama yerinde sürekli bu şekilde yaptı)"
İlk Muhacirin Mus'ab b. Umeyr olduğu da söylenmiştir. Buhâri, Sahıh'indc, el-Hâkim de el-îklîlinde. el-Berâ b. Azib'in şöyle dediğini naklctmiştrr: "Bize, Medine'ye, muhacirlerden en önce gelen kişi, Mus'ab b. Umeyr'dir." ibn İshâk ve İbn Sa'd'm rivayetlerinde ise şu ibareler yer almıştır: "Ebû Seleme'den sonra Medine'ye gelen ilk muhacir, Amrr b. Rabi'a (Adî b. Ka'b oğullarının anlaşmalısı)dır. Beraberinde hanımı Leylâ binti ebî Haşme [70] de vardı." İbn İshâk ile İbn Sa'd: "Leylâ, Medine'ye gelen ilk muhacir kadındır" demişlerdir.
İbn İshâk der ki: "Sonra Abdullah b. Cahş ailesini ve kardeşi Ebû Ahmed Abd b. Cahş'ı götürdü. Ebû Ahmed kör bir kişiydi. Ama Mekke'nin üstünü altını yardımcısız dolaşırdı. Üstelik bir şâirdi de. el-Fâri'a binti ebî Süfyân b. Harb ile evliydi. Cahş oğullarının hepsi kadınları ile birlikte hicret etti. Ebu Süfyân onların yurtlarını istilâ ederek kendi mülkü yaptı. Alimlerden birisi, Ebû Süfyân'ın bu mülkü daha sonra Amir b. Lüeyy oğullarının kardeşi Artır b. Alkame'ye sattığını söylemiştir. Abdullah b. Cahş bu durumu Resûlullah'a (sallallahu aleyhi vesellem) haber verince, Peygamber (sallallahu aleyhi veseOem) ona: "Bj Abdullah! Attahhn ona karşılık sana Cennet'te ondan daha hayırlı bir yurt vermesine mısın?" demiş. Onun, "Tabii ki razı olurum" cevabı üzerine, "O
halde ifâ °y senindir" buyurmuştur.
Resûlullah (saîlallahu aleyhi vesellem) Mekke'yi fethedince Ebû Ahmed i yurtları konusunda O'na müracaat etti. Hz. Peygamber (sallalhhu ai vesellem) bir müddet cevap vermeden bekleyince orada bulunanlar: "Ey gbû Ahmed! Resûlullah (saîlallahu aleyhi vesellem) Allah yolunda olduğunuz için elinizden alınan nimetlerden herhangi bir şeyin tekrar size dÖndürülmesİni hos görmüyor" dediler. Bunun üzerine Ebû Ahmed bir daha Resûlullah'a (saîlallahu aleyhi vesellem) bu konudan bahsetmedi.
İbn İshâk der ki: "Ganm b. Düdân oğulları müslüman idi. Bütün fertleri erkekleri ve kadınları Resûlullah'la (saîlallahu aleyhi vesellem) birlikte hicret ederek Medine'ye gitmiştir: Abdullah b. Cahş, kardeşi Ebû Ahmed b. Cahş, Ukkâşe b. Mihsan, Vehb'in iki oğlu: Şücâ ile Ukbe ve Erbed b. Humeyr.
İbnü's-Semmin, el-Muvâfaka adlı kitabında Hz. Ali'nin (kerramallahu vecheh) şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hicret eden muhacirlerden hiç birinin aleni hicret ettiğini bilmiyorum. Sadece Ömer b. el-Hattâb hariç. O hicret etmeye karar verince kılıcını kuşandı, yayını omuzuna astı. Eline birkaç ok alıp beline de sopasını taktı Sonra Kabe'ye doğru yöneldi. Kabe'nin civarında Kureyş'in seçkin şahsiyetleri vardı. Hz. Ömer, Kabe'yi yedi defa tavaf etti. Sonra Makam'a (Makam-ı İbrahim) gelerek iki rekat namaz kıldı. Namazdan sonra oradakileri gözüyle tek tek süzerek şöyle dedi: "Ne çirkin yüzler! Allah mutlaka bu burunları yere sürtecektir! Kim annesini evlatsız veya çocuğunu yetim yahut hanımını dul bırakmak isterse şu vadinin arkasında karşıma çıksın."
Ali (kcmmallahu vecheh) der ki: "Bundan dolayı Mekke'deki (kimi-kimsesi olmayan) zayıf müslümanlardan (mustaz'af) bir grup dışında hiç kimse onu takip etmedi. Ömer onlara uygun gördüğü tavsiyelerde bulunarak yoluna devam etti."
İbn İshâk'ın Abdillah b. Ömer'in azatlısı Nâfı'den, onun da Abdullah b. Ömer'den, onun da babasından rivayet ettiğine göre Hz. Ömer anlatıyor: Medine'ye hicret etmek istediğimiz zaman ben, Ayyaş b. ebî Rabî'a ve Hişâm b. el-Âs (b. Vâil) es-Sehmi, Şerif denilen yerin üst tarafında Gıfar oğulannın göletlerinde Tenâdub denilen yerde buluşmak üzere sözleşerek: "Hanginiz sabahleyin oraya gelmezse alıkonulmuş demektir. Bu durumda diğer İkimiz yoluna devam etsin" dedik.
Sabah olunca benimle Ayyaş, Tenâdub'a geldik. Kabilesi Hışam'ı farketmiş, onu hicretten alıkoymuşlardı. O, büyük bir musibete maruz kalmıştı. Daha sonra Ebû Cehl ile -sonradan müslüman olan- el-Hâris b Hişâm (peşimizden) Mekke'den yola çıkarak Medine'ye vardılar. Resûlullah (saüaUahu aleyhi vesellem) daha henüz Mekke'de idi. Amcalarının oğlu ve anne tarafından kardeşleri olan Ayyaş b. ebî Rabî'a'ya: "Annen seni tekrar görene kadar başına tarak vurmatnaya ve gölgede oturmamaya yemin etti" dediler Baktım Ayyaş duygulanıyor, ona: "Ey Ayyaş! Vallahi bunlar seni sadece dininden döndürmek istiyorlar, onlardan sakın. Allah'a yemin ederim ki şayet annene bit zarar verecek olursa mutlaka saçlarını tarayacak, Mekke'nin sıcağı dayanamayacağı derecede artınca da şüphesiz gölgelenecektir" dedim.
Ayyaş: "Annem yeminine bağlıdır. Ayrıca benim de orada malım kaldı gider onu da alırım" dedi. Bunun üzerine ona: "Vallahi, sen benim Kureyş'in en zengini olduğumu biliyorsun. Malımın yarısını sana vereyim. Onlarla gitme" dedim. Fakat beni dinlemeyerek onlarla gitme fikrinden vazgeçmedi. Nihayet ona, "Madem ki gideceksin, benim bu devemi al. Çünkü o soylu ve uysal bir devedir. Sadece sırtında dur yeter. Yanındakilerin bir kötülük yapmasından endişelenirsen onun üzerinde iken güvende olursun" dedim. Bunun üzerine ona binip ikisiyle birlikte yola çıktı. Bir müddet gittikten sonra Ebû Cehl, Ayyaş'a: "Ey Kardeşim! Vallahi bu devemi ağır buldum, Develeri biraz değişsek olmaz mı? dedi. Ayyaş, "Tabii olur" diyerek devesini çöktürdü. Ebû Cehl ve cl-Hâris de develerini çöktürdü. Yere indiklerinde Ayyaş'a saldırarak onu zincirle bağladılar ve dininden caydırdılar. Bu şekilde gündüz vakti bağlı olarak onu Mekke'ye getirdiler. Mekke'ye girince; "Ey Mekkelîler! Bizlerin bu beyinsizimize yaptığımız gibi, sizler de beyinsizlerinize işte böyle yapın" dediler.
Hz. Ömer anlatıyor: Bizler şöyle derdik: "Allah, dinden dönenlerden hİç bir karşılık, fidye ve tevbe kabul etmez." Onlar, Allah'ı tanıdıkları halde başlarına gelen musibetlerden dolayı tekrar küfre dönenlerdir. Onlar da kendileri hakkında bu şekilde söylüyorlardı. Peygamber (salkllahu aleyhi vesellem) MedineVe gelince Allahü Teâlâ onlar hakkında, bizim ve onların bu sözleri ile ilgili şu âyetleri indirdi "De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım. Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar, şüphesiz ki 0, çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Size azap gelip çatmadan önce Rabbinize dönün. Ona teslim olun. (Aksi takdirde) sonra size yardım da edilmez. Kendiniz farkında olmayarak, ansızın başınıza azap gelmezden önce Rabbinizden size indirilenin en güzeline (Kur'an'a) tabi olun." (Zümer, 53-55)
Ömer b. cl-Hattâb (radiyaîlahu anh) der ki: "Bu âyetleri kendi elimle bir sayfaya yazarak Mekke'de kalan Hişâm b. el-As'agönderdim." Hişam bu olayı şöyle anlatır: "Ömer'in sayfası bana gelince onu Mekke'de Zû Tuvâ' [71] denilen yerde okumaya başladım. Başından sonuna birkaç kere okuduğum halde bir türlü ne demek istediğini anlayamıyordum. Sonunda, "Allah'ım bunu bana anlat!" diye dua ettim. Bunun üzerine Allahu Teâlâ, kalbime, bu âyetlerin bizim hakkımızda ve kendimiz için söylediklerimiz hususunda indirildiğini ilham etti. O zaman hemen devemin yanına vararak bindim ve Resûlullah'a (salMahu aleyhi vesellem) katıldım. Ibn İshâk'm, Hişâm'ın durumu hakkında anlattıkları bu kadardır.
İbn Hişam ise güvendiği bir kişi kanalıyla Resûlullah'ın (saMahu aleyhi vesellem) Medine'de iken şöyle dediğini nakletmiş tir: "Benim için kim Ayyaş b. ebzRabi'a ile Hişâm b. d-A.sh bulur?" Yit,. Peygamber'İn (sallallahu aleyhi vesellem) bu sözü üzerine el-Velîd b. el-Velîd b. el-Muğire, "Ben onları sana getiririm" dedi ve Mekke'ye doğru yola çıktı. Varıp gizlice Mekke'ye girdi. Yiyecek götüren bir kadınla karşılaştı. Ona: "Ey kadın nereye gidiyorsun?" diye sordu. Kadın, Ayyaş İle Hişâm'ı kasdederek: "Hapsedilmiş olan şu iki kişiye" dedi. Bunun üzerine Velid kadını takip ederek onların yerini öğrendi. Tavam olmayan bir odaya hapsedilmişlerdi. Akşam olunca Velid, odanın duvarına tırmandı, (içeri girince) sert bir kaya alarak ikisinin bağının alüna koydu sonra kılıcı ile vururak bağlarını kesti. -Bu yüzden Vclid'in kılıcına "Zül-Merve" (taşlı kılıç) deniliyordu- Velid, onları devesine bindirerek yola koyuldu. Bu arada ayağına bir şey çarpmış ve bir parmağı kanamıştı. Bunun üzerine şu beyti söyledi:
Sen sadece kanayan bir parmaksın.
Buna Allah yolunda düçâr kaldığın için önemi yok.
Böylece Velid, Ayyaş ile Hişâm'ı kurtararak Resûlullah'a (sallallahu aleyhi vesellem) getirdi. Bu olaydan sonra muhacirler guruplar halinde peş peşe Medine'ye geldiler.
Talha b. Ubeydillah ve Suheyb b. Sinan, Sunh denilen yerde Hubeyb b. isafın misafiri oldular. Talha'nın, Es'ad b. Zürâre'ye misafir olduğu da söylenmiştir.
İbn Sa'd'm Sa'id b. el-Müseyyeb'den rivayetine göre Suheyb hicrete karar verince Kureyşli müşrikler ona: "Beldemize fakir ve perişan biri olarak geldin, sonra bizim yanımızda zenginleşerek bu hale geldin. Şimdi de malını ve kendini Medine'ye taşımak istiyorsun. Vallahi işte bu olmaz!" dediler. Bunun üzerine Suheyb: "Malımı size verirsem benim gitmeme izin vermeye ne dersiniz?" diye sordu. "Evet" demeleri üzerine, "Malım sizin olsun" dedi. Daha sonra Resûlullah (saliallahu aleyhi vesellem) Suheyb'in müşriklerle yaptığı bu pazarlığı duyunca: "Suheyb kabandı, Suheyb ka-^and [72] buyurdu.
Yine İbn Sa'd şöyle der: "Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi vesellem) ashabı gruplar halinde Medine'ye geldiklerinde Ensâr mahallelerinde misafir oldular. Ensâr onları barındırıp yardımcı oldular ve (maruz kaldıkları kayıplardan dolayı) teselli ettiler. Ebû Huzeyfe'nin kölesi Salim ise Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) gelmeden önce Küba'da muhacirlere imamlık yapardı."
İbn İshâk der ki: Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) hicret eden ashabından sonra kendisine hicret izni verilmesi için bir müddet Mekke'de kaldı. Mekke'de O'nunla birlikte hapsedilenler ve caydmlanlar hariç hicret etmeyen hiç bir sahabi kalmadı. Bir de Ali b. ebî Talib ve Ebû Bekr b. ebî Kuhâfe (radiyalkhu anh) kaldı. Ebû Bekr bir çok defa hicret etmek için Resûlullah'dan (sallallahu aleyhi vesellem) izîn istemiş, fakat O: "A.cele etme! Umulur ki A.liah sana bir arkadaş nasib eder" buyurmuştu. Bu yüzden Ebû Bekr arkadaşının Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) olmasını arzuluyordu.
İbn Sa'd der ki: "Ensar'dan bir grup kişi son Akabe Biatında Resûlulîah'a (sallallahu aleyhi vesellem) biat etmişler, sonra da Medine'ye dönmüşlerdi. Bu grup, hicret eden ilk kişi Küba'ya ulaştığında Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi vesellem) yanına gitmek üzere Mekke'ye hareket etmişti. Daha sonra tekrar Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi vesellem) ashabı ile birlikte hicret ederek Medine'ye geldiler. Böylece onlar, hem muhacirlerden, hem de Ensar'dan oldular. Bu kişiler şunlardır: Zekvân b. Abd Kays (b. Halede ez-Züraki), Ukbe b. Vehb b. Kelede, el-Abbâs (b. Ubâde) b. Nadle ve Ziyâd b. Lebîd (b. Salebe el-Hazreci el-Beyâdi)
1. İbn İshâk ile İbn Sa'd, Peygamberin ashabından hicret eden ilk kişinin Ebû Seleme Abdullah b. Abdil-Esed olduğunu söylerler. İbn ebî Şeybe ve Buharı ise el-Bera b. Azib'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Bizim yanımıza Medine'ye gelen ilk muhacir Mus'ab b. Umeyr'dir." el-Hafiz İbn Hacer bu iki görüşün arasını şöyle bulur: "Bu iki görüşün arası, onlardan birisinde "ilk olmayı" belirli bir sıfata hâs kılmakla birleştirilebilir. Nitekim Musa b. Ukbe, mutlak olarak muhacirlerden Medine'ye gelen ilk kişinin Ebû Seleme b. Abdil-Esed olduğuna kesin gözüyle bakmaktadırlar. Ebû Seleme, Habeşistan'dan Mekke'ye dönmüş ve yine eziyete maruz kalmıştı. Bu arada oniki kişilik Ensâr grubunun yaptığı Birinci Akabe Biatmdan haberi olmuştu. Bunun üzerine aynı sene içinde Medine'ye gitmiştir. O halde bu iki rivayetin arası şu şekilde telif edilebilir: Ebû Seleme, Medine'ye orada ikâmet etme niyeti ile değil, bilâkis Mekkeli müşriklerden kaçmak için gitmişti. Musab b. Umeyr ise bunun tersine Medine'ye ikamet etme niyeti ile gitmiş tit."
2. Ebû Ömer (b. Abdilberr), Leylâ binti ebî Haşme b. Ganim/in Medine'ye giren ilk kadın muhacir olduğunu kesin olarak ifade etmiştir. Musa b. Ukbe ise, Ümmü Seleme'nin ilk kadın muhacir olduğunu söylemiştir.
3. İbn İshâk, (Ganm b.) Düdân b. Esed oğullarından hicret eden kadınlar arasında Cahs'ın kızlarını zikrederken Ümmü Habibe'yi de onlar arasında saymıştır.
es-Süheylî, bu ismi "Ümmü Habib" şeklinde vermiş, Ebû Ömer b. Abdilberr de, "Bu çoğunluğun görüşüdür" demiştir. İbn Hacer, Ümmü Habibe'nin isühâza (hayızdan sonraki kan) konusundaki kıssasını ez-Zührî'nin, Urve Hz. Atşe kanalıyla rivayet ettiğini söylemiştir. Amr b. el-Hâris, Muhammed b. İshâk ve İbn ebî Zi'b üçü de ez-Zühri'den bu ismi Ümmü Habibe şeklinde aktarmıştır. Ma'mer ise ez-Zühri'den Ümmü Habib şeklinde nakletmiştir. Yahya b. ebî Kesir, "an Ümmi Seleme an Ümmi Habzbe" şeklinde vermiştir. Süfyân b. Uyeyne, ez-Zühri'den "Ümmü Habîbe veya Ümmü Habîb" diyerek tereddütlü aktarmıştır. Bütün bunlardan ortaya çıkan şey şudur: Ravileıin çoğunluğu Ebû Ömer'in dediğinin tersine bu ismi Ümmü Habibe olarak rivayet etmişlerdir. el-Uyûn adlı eserde şöyle denir: "İbn Asâkir, ismi Hamne olan bir Ümmü Habîbeyi zikretmiştir ki, buna göre Cahs'ın aynı künyeyi taşıyan iki kızı var demektir."
İbn Asâkir'in bu konudaki dayanağı, Ebû Dâvıad ve Tirmizî'nin, İmrân b. Talha Ubeydullah annesi Hamne binti Cahş kanalıyla rivayet ettikleri hadistir. Hamne, bu hadiste istihâza kanı gördüğünü anlatmaktadır. İbn Asâkir, istihâza hadisinin bazan Hamne binti Cahş, bazan da Ümmü Habibe'den rivayet edildiğini görünce; Ümmü Habibe'nin adının Hamne olduğunu zannetmiştir. Halbuki böyle değildir. Hamne, Ümmü Habibe'den başkadır ve İkisi de İstihâza kanı görmüştür.
ibn Ishâk, İbn Sa'd ve diğer siyer âlimleri Cahş'ın kızlarını sayarak onların isimlerini ve kocalarının İsimlerini vermişlerdir. Bu konuda Aynu'L Isâbe fi MaMfeti's-Sabâbe adlı kitabımda geniş açıklama vardır. Bu eserimi tamamlama hususunda Allahü Teâlâ bana yardım etsin.
4. İbn İshâk, Cahş oğullarının kadınları arasında Cüzâme binti Cendel'i de saymıştır. es-Süheyii der kİ: "Onun Cüzâme binti Vehb olduğunu tahmin ediyorum. Çünkü Cüzâme binti Cendel isimli bir kadın Esedî nisbeli Cahş ailesi içinde ve Cahş oğullarının diğer kollarında bilinmemektedir. Belki de bu isim, İbn Ishâk'm kitabında hatalı olarak yazılmıştır. Cahş oğullarından Cüzâme adlı kadın, Vehb b. Mihsan'ın kızı olup Ukkâşe b. Mihsan'ın kardeşinin kızıdır."
e-r-Zehr adlı kitabın müellifi ise: Bu, başkasıdır. Çünkü Muhammed b. Cerir (et-Taberî) Cüzâme'yi muhacir kadınlar arasında zikretmiş ve: "Muhaddisler ona Cüzâme binti Vehb demişlerdir; halbuki tercih edilen görüş, onun meşhur Ukkâşe b. Mihsan'ın kızkardeşi olan Cüzâme binti Cendel el-Esediyye olduğudur. Ukkâşe'nin anne tararından kız kardeşi olur" demiştir.
İbn Hibban'm Kitabu 's-Sabâbe'sindc Cüzâme adlı iki kadın bulunmaktadır: Ganm oğullarının muhacir kadınlarından olan Cüzâme binti Cendel ve Hilâl oğullarından Cüzâme binti Vehb. İbn Sa'd'm Tabakafmda ise şu bilgi vardır: Cüzâme binti Cendel el-Esediyye ilk zamanlarda müslüman olmuş, biat etmiş ve Medine'ye hicret etmiştir. Ebû'l-Hasen el-Hazrecî'nin Takribii'l-Medârik fı'l-Kelâm ala Mııvatta'ı Mâlik adlı eserinde verdiği şu bilgi de meseleye daha da açıklık getirir: "Cüzâme binti Vehb Mekke'nin fethedildiği yıl müslüman olmuştur."
İbn İshik, Abdurrezzâk, Ahmed b. Hanbel, İbn Cerir et-Taberi, İbnü'l-Münzir ve Taberâni'nin îbn Abbâs'dan; Abdurrezzâk ve Abd b. Humeyd'in Kâtâde'den; Beyhakî'nin de ibn Ishâk'tan rivayet ettiğine göre: Mekkeli müşrikler Resûlullah (salkllahu aleyhi veseUem)'in kendilerinin dışında ve başka bir şehirden yani Medine'den yardımcı bir grubu ve arkadaşları olduğunu ve Mekkeli sahabenin hicret ederek onlara gittiklerini görünce onların oraya (Medine'ye) yerleşeceklerini, dolayısıyla kendilerini himaye edip barındıracak komşular bulduklarını anladılar. Bu yüzden Resûlullah'm (sallallahu aleyhi vesellem) Mekke'den çıkmasına engel olmaya çalıştılar. Çünkü ilerde kendileriyle savaş edebilecek bir gücü toplayabileceğini biliyorlardı.
Bu sebepten Peygamber (sallallahu aleyhi vescllem)'in durumunu görüşmek üzere Daru'n-Nedve'de toplandılar. —Dâru'n-Nedve Kusayy b. Kilâb'ın konağı olup Kureyş, her türlü mesele hakkında burada toplanarak karar verilirdi— Şimdi burada Peygamber (sallallahu aleyhi vcsellem)'e karşı neler yapabileceklerini istişare ediyorlardı. Bu mesele için toplanmışlar ve sözleşmişlerdi. O güne Yevmü^7Mhme denilir. İblİs (Allah ona lanet etsin) de, üstünde kalın bil: giysi olan yaşlı bir adam kılığında onların arasına girdi. İblis, gelip konağın kapısında durdu. Kureyşliler onu kapıda dikilir vazıyette görünce. "Bu ihtiyar da kim?" dediler. İblis: "Necıd'den bir ihtiyar, toplantı için sözleştiğiniz meseleyi duydu. Sizin beyan edeceğiniz görüşleri İşitmek İçin yanınıza geldi. Umulur ki onun görüşünü ve nasihatini almamazlık etmez siniz''dedi. Bu sözleri dinleyen KureyşÜler "Olur, içeri gir!" dediler. İblis de onların yanına girdi.
Burada Kurcyş'in eşrafından şu kişiler toplanmıştı:
Abdü Şems oğullarından: Utbc b. Rabîa, Şeybe b. Rabîa ve daha sonra müslüman olan Ebû Süfyân b. Harb.
Nevfel b. Abdi Menâf oğullarından Tu'ayma b. Adiyy ile daha sonra müslüman olan Cübeyr b. Mut'im ve el-Hâris b. Amir b. Nevfel; Abdüd-Dâr b. Kusayy oğullarından en-Nadr b. el-Hâris b. Kelede, Esed b. Abdil-Uzzâ oğullarından Ebû'l-Bahteri b. Hişâm ve her ikisi de daha sonra müslüman olan Zem'a b. el-Erved ile Haldun b. Hizam. Mahzum oğullarından Ebû Cehl b. Hişâm, Selim oğullarından cl-Haccâc'ın Nübeyh ve Münebbih adlı iki oğlu. Cumah oğullarından Umeyye b. Halef. Öte yandan bunlarla birlikte Kureyş'ten sayılamayacak kadar bir çok kişi de bu toplantı da hazır bulunmuştu.
Kureyşliler birbirlerine: "Bu adam (Hz. Peygamber), gördüğünüz gibi yaygın bir hale geldi. Vallahi, dışımızdan kendine uyan kişilerle birlikte bize saldırmayacağından emin değiliz. O'nun hakkındaki görüşlerimizi birleş tirelim" dediler. Bu konuyu müzâkere ettikten sonra içlerinden biri [73], "O'nu zincire vurun, bir yere hapsedin, sonra daha önce O'na benzer şairlerin başına gelenlerin O'nun başına gelmesini bekleyiniz. Zübeyr, en-Nabiğa ve daha önceki şairler bu yüzden öldüğü gibi o da ölecektir" dedi.
Necidli İhtiyar görüntüsündeki İblis (Allah lanet etsin): "Hayır, vallahi bu sizin için kabul edilecek bir görüş değil. Şayet dediğiniz gibi O'nu hapsedecek olursanız hapsedildiği haberi mutlaka ashabına ulaşır, onlar derhal size saldırarak O'nu sizin elinizden kurtarırlar. Üstelik sayıları artarak sonunda sizi yenilgiye uğratırlar. O yüzden bu, kabul edilebilecek bir görüş değildir. Başka bir çare düşünün" dedi.
Tekrar müzâkere ettiler. Bu defa içlerinden biri [74];"O'nu aramızdan çıkarıp şehrimizden sürgün edelim. Bizim diyarımızdan gitsin de nereye giderse gitsin, nereye yerleşirse yerleşsin farketmez. Bizim yanımızdan ayrılınca aramızı düzeltir, eskiden olduğu gibi birbirimize sever hale geliriz" dedi. Necidli ihtiyar bu teklife de: "Hayır, vallahi bu da sizin için kabul edilebilecek bir görüş değil. Onun sözlerinin güzelliğini, konuşmasının tatlılığım ve yaptıkları ile insanların gönüllerini fethettiğini görmediniz mi? Eğer O'nu sürecek olursanız; bir Arap kabilesine gider, bu güzel sözleri ve konuşması ile onları etkiler, nihayet O'na tabi olurlar. Sonra da onlarla birlikte saldırarak sizi bu şehrinizde yenilgiye uğratıp üzerinize hâkim olur, size dilediğini yapar. O'nu süiecek olursanız, işte söylediklerimden emin olamazsınız. O halde O'nun hakkında başka bir tedbir düşünün" dedi.
Bunun üzerine Ebû Cehl b. Hişâm: "Vallahi onun hakkında sizlerin henüz dile getirmediğiniz bir görüşüm var" dedi. Kureyşliler "Nedir o, ey Ebû'l-Hakem?" dediler. Ebû Cehl: "Diyorum ki: Her bir kabileden güçlü, soylu, şerefli birer delikanlı çağıralım. Onların her birine keskin birer kıliç verelim. Onlar hep birlikte O'na saldırsınlar ve adetâ tek bir adamın vuruşu gibi vurarak O'nu öldürsünler. Böylece O'ndan kurtulmuş oluruz. Eğer bu gençler O'nu bu şekilde öldürürlerse cezası, bütün kabileler arasında taksim edileceğinden Abdü Menâf oğullarının, kabilelerin hepsiyle savaşmaya güçleri yetmez. Dolayısıyla diyete razı olurlar, biz de O'nun diyetini onlara öderiz" dedi. Ebû Cehl'in bu teklifini Necidli ihtiyar (Allah onu kahretsin): "Tamam, işte yapılması gereken bu adamın söylediğidir. Ben de bunun dışında bir çâre bilmiyorum" diyerek tasdik etti.
İbnü'l-Kelbi, îblis'in Ebû Cehl'in görüşünü beğendiği zaman şu beyti söylediğini zikretmiştir:
Oörüş ikidir: Birini hidâyet sahibi olan bilmez. Diğeri kılıcın yüzü gibi bilinmektedir. Başlangıcında İzzet ve saygınlık, Sonunda da ciddiyet ve gerer bulunur.
Topluluk, Ebû Cehl'in bu teklifinde ittifak ederek dağıldı. Cibril (aleyhisselâm) Resûlullah (sallallahu aleyhi vcsellem)'e gelerek "Bu gece her zaman yattığın yattağa yatma" dedi ve Kureyşlilerin hilesini ona haber vererek Allah'ın hicrete izin verdiğini bildirdi. '
Gece karanlığı çökünce seçilen gençler Peygamber (sallallahu aleyhi veseliem)'in kapısı önünde toplanarak uyumasını gözetlediler, uyur uyumaz O'na saldıracaklardı. Resûlullah (sallallahu aleyhi veseliem) onların yerlerini aldıklarını görünce Ali b. ebî Talib'e (kcrramalhhu vcchch): "Yatağımayat ve Hadramevt'ten gelen bu yeşil örtümün içinde rahatça uyu. Çünkü bundan sonra sana hiçbir kötülük gelmeyecek" buyurdu. Resûlullah (saüalkhu aleyhi veseliem) genellikle bu yeşil örtü İle uyurdu.
Seçilen gençler toplandığı vakit Ebû Cehl şöyle demişti: "Muhammed'in iddiasına göre, sizler O'na tâbi olursanız güya Arap ve Acemlerin başına hükümdar olacakmış siniz. Ölümünüzden sonra diriltilecekmişsiniz ve Beytü'l-Makdis yakınlarındaki Ürdün'deki bahçeler gibi bahçeler sizlerin olacakmış. Fakat eğer O'na tâbi olmazsanız, birbirinizi boğazlayacakmış ve yine öldükten sonra diriltilecek, içinde yanacağınız bir ateşe atılacakmış siniz."
O böyle derken Resûlullah (salklkhu aleyhi veselkm) evden çıktı, eline bir avuç dolusu toprak alarak şöyle dedi: "Evet, ben bunu (dediğini) söjliiyorum, sen de o ateşte yanacaklardan birisin." Allahü Telâla o anda onların gözlerini bağladı. Peygamber'i göremediler. Hz. Peygamber (sallaîlahu aleyhi vesellem) şu âyetleri okuyarak aldığı toprağı başlarına saçmaya başladı:
"Yasın, Hikmet dolu Kur'an hakkı için sen, doğru yol üzerine gönderilmiş peygamberlerdensin. Bu Kur'an, üstün ve çok merhametli olan Allah tarafından indirilmiştir. Ataları uyanlmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için indirilmiştir. Andolsun ki onların çoğu gafletlerinin cezasını haketmişlerdir. Çünkü onlar iman etmiyorlar. Biz, onların boyunlarına halkalar geçirdik. O halkalar çenelere kadar dayanmaktadır. Bu yüzden kafaları yukarı kalkıktır. Önlerinden bir set ve arkalarından bir set çektik de onları kapattık, artık göremezler." (Yasin, 1-9) Resûlullah (sallallahu aleyhi vesdlem) orada bulunanların lıerbirinin basma azar azar toprak serpti. Sonra oradan ayrılarak gitmek istediği yere,voneldi.
Neden sonra onların yanına dışarıdan bir kişi gelerek: "Burada neyi bekliyorsunuz?" diye sordu. Onlar, "Muhammed'i" diye cevap verince: "Allah sizi hüsrana uğrattı. Vallahi Muhammed evden çıkmış; üstelik sizin her birinizin basma azar azar toprak serperek dilediği yere çekip gitmiş, Şu halinizi görmüyor musunuz?" dedi. Müşriklerden her biri ellerini başlarına götürünce hakikaten başlarında toprak olduğunu farkettiler. Bunun üzerine hemen evin içine yöneldiler. Hz. Ali ise Resûlallah'ın (sallaüahu aleyhi veselkm) örtüsüne sıkıca bürünmüş vaziyette yatakta yatıyordu. Onu böyle görünce, "Vallahi işte Muhammed, Örtüsünün altında uyuyor!" diyerek sabaha kadar beklediler. Sabah olunca Hz. Ali'nin yataktan çıktığını gördükleri zaman "Vay be! (geceleyin) bizimle konuşan kişi doğru söylemiş" dediler. Bu arada Resûlullah (sallaîlahu aleyhi veseliem), Sevr mağarasına varmıştı.
el-Hâkim, İbn Abbas'tan rivayet etmiştir: "Ali, hayatım feda ederek Peygamberdin (sallaîlahu aleyhi veseliem) elbisesini giydi, sonra O'nun yatağında yatü. Müşrikler, Resûlullah'ı bekliyorlardı. Peygamber zannederek ona doğru yöneldiler. Hz. Ali (keramallahu vecheh) abdest alıyordu. Onun Ali olduğunu farkedince: "Sen gerçekten alçak bir adamsın. Çünkü başkasının kılığına bürünüyorsun. Halbuki senin arkadaşın başkasının kılığına girmezdi. Senden bunu beklemezdik" dediler.
el-Hâkim, Ali b. el-Hüscyin'in (radiyalkhu anh) şöyle dediğini nakletmiş tir: "Allah'ın rızasını arzulayarak kendini feda eden ilk kişi Hz, Ali'dir, Bu hususta Hz. Ali şu beyitlerini söylemiştir:
Kendimi leda ederek yeryüzüne basan en hayırlı kişiyi korudum.
Yeryüzündeki en eski beyi olan Kaheyi ve Hicr'i tavar edeni
Kendisine hile yapmalarından korkan ilâh'm elçisini ihsan ve nimet sahibi olan ilâh O'nu tuzaktan kurtardı.
Resûlullah mağarada emin, korunmuş hır şekilde geceledi.
O ilah 'm himayesinde ve saklamasında Ben de onları gözetleyerek, heni suçlayacakları hususları düşünerek geceledim.
Kendimi öldürülmeye ve esir alınmaya hazırladım.
İbn İshak der ki: Bugün hakkında ve müşriklerin yapmayı kararlaştırdıkları hususlara dair Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de İndirdiği âyetlerden birisi şudur;
"Hatırla ki, kâfirler seni tutup bağlamaları veya öldürmeleri yahut yurdundan çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı.
Onlar sana tuzak kurarken Allah da onlara tuzak kuruyordu. Allah, tuzak kuranların en iyisidir." (Enfâl, 30)
Bu âyette geçen "lüyusbitûke", bağlamak, hapsetmek ve ağır biçimde yaralamak şeklinde açıklanmıştır. "Allah'ın tuzak kurması", onları tuzaklarının karşılığı ile cezalandırması demektir. Bu ceza, tuzağın karşılığı olduğu için Allah (ccllc celâluhu) aynı kelimeyi (mekr-tuzak) kendisi için de kullanmıştır. Ayetin bu kısmının anlamı şudur: Müşrikler, Muhammed'in (sallaîlahu aleyhi veseliem) davasını yok etmek için tuzak hazırladılar. Allahü Teâlâ, Peygamberini onlardan korudu; dinini açığa çıkarıp kuvvetlendirdi ve O'na yardım etti. Müşriklerin plânları suya düştü. Allah'ın dilediği oldu. "Allah tuzak kuranların en iyisidir." Çünkü onun tuzağı gerçekleşir. Tuzak kurmanın Allah'a nisbet edilmesinin onların tuzaklarına karşılık olarak kabul edilmesi uygun bir tevildir. BÖyle bir karşılık olmadan tuzak kurmanın mutlak olarak Allah'a nisbeti ise caiz olmaz. Çünkü "tuzak kurma" genelde tuzak kuranın kötülenmesini akla getirir. Enfâl sûresi Medine'de nazil olmuştur. Halbuki bu hâdise Medine'ye hicretten önce Mekke'de vuku bulmuştur. Demek ki, AJlahü Tealâ elçisi Muhammed'e (sallallahu aleyhi vesellem) olan nimetini hatırlatmış olmaktadır.
Ibn Ishâk, şu âyetin de bu konuda indiğini söylemiştir:
"(Ey Muhammed) sen öğüt ver. Rabbimn nimetiyle sen ne bir kâhinsin, ne de bir deti. Yoksa onlar <Muhammed bir şairdir, onun zamanın felâketlerine çarpıtmasını gözetliyoruz> mu diyorlar? De ki: Bekleyin, Ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim." (Tur, 29-31) "Fezekkir": Müşriklere öğüt vermeye devam et! Sana kâhin, deli dediler diye onlara hatırlatmadan vazgeçme. "raybe'l-menûn" zamanın felaketleri gelir de diğer şairler gibi helak olur gider. De ki: Benim helakimi bekleyin, ben de sizin helakinizi sizinle beraber beldeyenlerdenim. Nitekim müşriklerden bir çoğu Bedir savaşında helak olmuştur. Bu âyette geçen "terabbus" kelimesi "beklemek" demektir.
1. İbn Cerîr ve İbnü'l-Münzir, Ubeyd b. Umeyr'den, yine İbn Cerir'in başka bir tarikten el-Muttalib b. ebî Vedâa'dan rivayet ettiklerine göre o şöyle demiştir; Kureyşli müşrikler Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'e hapsetme, yalanlama, öldürme, sürgün etine gibi komplolar kurdukları vakit amcası Ebû Talib ona: "Sana kurdukları komploları biliyor musun?" diye sordu. Peygamber (sallalhhu aleyhi vesellem): "Beni hapsetmek veya Öldürmek yahut Mekke'den çıkarmak istiyorlar" diye cevap verdi. Ebû Talİb şaşırarak, "Sana bunu kim haber verdi?" dedi. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem): "Rabbim" deyince Ebû Talib: "Senin Rabbin ne güzel Rab!" dedi. İbn Kesir el-Bidaye ven-Nihaye* sinde bu rivayeti şöyle değerlendirmiştir: "Bu rivayette Ebû Talİb'in isminin geçmesi garib, hattâ münkerdir. Çünkü bu hâdise hicretten az önce vaki olmuştur. Bu ise tarih olarak Ebû Tâlib'in ölümünden üç sene sonradır.
2. es-Süheyli der ki: İblis'in kendisini Necidli olarak tanıtmasının sebebi, Kureyşli müşriklerin: "Müşavere meclisine beraberinizde hiç bir Tihâme'li girmesin" sözüdür. Çünkü Tihame'lilerin gönülleri Peygamberle (sallallahu aleyhi vesellem) birlikte idi. İştG bundan dolayı İblis, onlara ihtiyar bir Necidli suretinde göründü. Kureyş'in Kabe'yi tamiri bahsinde geçtiği gibi İblis, o zaman da Necidli bir ihtiyar şeklinde görünmüştü. O zaman Kureyşliler Haceru'l-Esved'i yerine koyma hususunda Resûlullah'ı (sallallahu aleyhi vesellem) hakem tayin etmişlerdi. Bunun üzerine Necidli ihtiyar: "Ey Kureyşliler! Eşrafınızı ve yaşlılarınızı bırakarak bu çocuğun bu işi üstlenmesine gerçekten razı oldunuz mu?" diye bağırmışa. Eğer bu haber sahihse, İblis burada başka bir sebepten dolayı, Necidli suretine girmiştir. Nitekim rivayete göre Şeytan'ın boynuzu Necd'den zuhur edecektir. Resûlullah'a (sallallahu aleyhi vesellem): "Necdimizde (ne olacak) ya Resûlallah!" diye sorulunca cevaben şöyle buyurmuştur: "Orada velveleler olacak, fitneler kopacak. Şeytan'ın boynumu da oradan %uhûr edecektir."
3. Bu gecede müşriklerin, Resûlullah zannettikleri halde Ali'ye baskın yapmayıp sabaha kadar ayakta beklemelerinin sebebi hakkında bazı siyer âlimleri şu açıklamayı yapmışlardır: Duvar alçaktı, onlar Peygamber'i (sallallahu aleyhi veseUem) öldürmek için gelmişlerdi. Bu haberde zikredildİğine göre, onlar içeri girmeye niyetlendiler. Ancak evden bir kadın haykırışı duyuldu. Bunun üzerine birbirlerine: Vallahi hakkımızda "Kızlarının duvarlarına çıktılar ve akrabalık bağlarını çiğnediler" şeklinde konuşulması, Araplar arasında bizim için gerçekten yüz kızartıcı bir ayıp olur" dediler. (İşte bu husus, onları sabaha kadar Peygamber'in çıkması için kapıda bekletmiştir. Peygamber çıktığı vakit de gözlerinin feri gittiği için onu görememişlerdir.)
Bir âlim şöyle demiştir: "Onların başka yerlerine değil de başlarına toprak serpilmesinin hikmeti, onların rezil ve aşağı kimseler olduklarına işaret etmektir. Aşağı kimseler oldukları için başları toprağa belenmiş kibirleri kırılmıştır. Bundan sonra da onlar toprağa belenecektir."
4. İbn Mende ve diğer bazı âlimler Peygamber'in (sallallahu aleyhi vesellem) hizmetçisi Mariye'den rivayet ettiklerine göre o, Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) için eğilmiş, müşriklerden kaçtığı gece Peygamber onun yardımıyla bir duvara çıkmıştır. Ancak yukarıda anlatılan kıssada geçtiği gibi Peygamber'in (sallallahu aleyhi vesellem) müşriklerin beklediği kapıdan çıktığını belirten rivayetin senedi daha kuvvetlidir. Ayrıca, Mariye'nin bu rivayetinin senedinde durumları bilinmeyen râviler vardır.
5. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)'in bu olayda Yasin sûresinin ilk dokuz âyetini okumasından şu hisse de çıkarılabilir: Her hangi bir şeyden korkan kişilere Resûlullah'm (sallallahu aleyhi vesellem) yaptığı gibi bu âyetleri okumaları tavsiye edilir. Nakledilen bir haberde şöyle denilmiştir. "Herhangi bir şeyden korkup da bu âyetleri okuyan herkes mutlaka korktuğu şeyden emin olur."
Buhârî ve diğer âlimler İbn Abbas'dan, Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi veseilem) Mekke'de on üç sene kaldığını rivayet etmişlerdir. Ancak İbn Abbas'dan bu konuda yapılan rivayeder farklılık arzeder. Bu meselenin tafsilatı, inşallah "Peygamber (sallalkhu aleyhi veseilem)'in Vefatı" bahsinde gelecektir.
Ebû Musa el-Eşârfnin (radiyallahu anlı) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Resûlullah (sallallahu aleyhi veseUem): "Rüyamda Mekke'den hurmalı ki an olan bir yere hicret ettiğimi gördüm, ilk anda aklıma bu yerin el-Yemâme [75] veye Hecer olacağı geldi. Meğerse o, el-Medine Yesrib imiş" buyurdu. Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir.[76]
Suheyb'den (radiyallahu anh) Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)'ın şöyle dediği nakledilmiştir: "Hicret edeceğini^ yer, İki siyah taşlık bölge arasında toprağı tu^lu olan bir yer şeklinde bana gösterildi. O, ya Hecer, ya da Yesrib olabilir. " Bu hadisi Tİrmizî, el-Hakim ve Taberânî rivayet etmiştir.[77]
Ahmed b. Hanbel, Tİrmizî, Nesâi ve İbn Mâce'nin Abdullah b. Adiyy b. el-Hamrâ (radiyalkl™ anh)'dan [78]; Ahmed b. Hanbel ve Nesâi'nin Ebû Hureyre'den; el-Hâkim ile İbn Cumey'in de İbn Abbas'dan rivayetine göre; Resûlullah (sallallahu aleyhi veseilem) Mekke'nin çarşısı Hazverc'de [79] durarak şöyle demiştir: "Vallahi sen Allah'ın en hayırlı yerisin ve bana da en sevimli yersin. Şayet beni senden çıkarmasaydı, senden hiç çıkmaydım."[80]
1. İbnü't-Tin der ki: "Peygamber (sallallahu aleyhi vesellcm)'e hicret edeceği ver, Önce Medine ve diğer yerleri içine alacak şekilde gösterildi. Sonra bizzat Medine'ye has olan sıfat gösterildi. Böylece Medine belirlenmiş oldu."
2. Ebû Hureyre'den rivayet edilen merfu hadiste Peygamber (sallallahu aleyhi veseilem): "Allahım, beni en çok sevdiğim yerden çıkardın, senin en çok sevdiğin yere yerleştirdin" [81] buyurmuştur. Bu hadisi el-Hakim rivayet etmiş, ancak İmam Zehebî onun uydurma olduğunu söylemiştir. Ibn Abdilberr ise: "İlim erbabı bu hadisin münker ve uydurma olduğunda ihtilaf etmez" demiştir.
Allahj Teâlâ şöyle buyurur "Ve şöyle niyaz et: Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla. Bana tarafından, hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver" (İsra, 80)
Ahmed b. Hanbel, Tirmizî, el-Hâkım ve Ziya el-Makdısi'nın sahih olduğunu belirterek İbn Abbâs'dan rivayet ettiklerine göre Resûlullah (saüallahu aleyhi veseliera) Mekke'de iken oradan Medine'ye hicret etmesi emrolundu ve yukarıda mealini yazdığımız âyet nazil oldu. el-Hakim sahih olduğunu söylediği bir ravi zinciri ile Katâde'den bu âyetin "Gireceğim yere ; dürüstlükle girmemi sağla" kısmından Medine'nin; "çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla" kısmından da Mekke'nin kastedildiğini rivayet etmiştir. ez-Zübeyr b. Bekkâr ise Zeyd b. Eslem'den bu âyet hakkında birinci kısımla Medine; ikinci kısımla Mekke kasdedildiğini; "yardım edici bir kuvvefin de Ensâr olduğunu rivayet etmiştir.
İbn Sa'd şöyle der: Resûlullah fsallallahu aleyhi vesdlem) o gece evinden çıkınca Ebû Bekr'in (radiyallahu anlı) evine vardı. Gece yansına kadar orada kaldı. Sonra Ebû Bekr'le birlikte Sevr mağarasına gittiler ve mağaranın içine girdiler."
Mûsâ b. Ukbe, İbn İshâk, Ahmed b. Hanbel, Buharı ve îbn Hibbân Aişe'den (radiyallahu anhâ); ibn Ishâk ve Taberâni Aişe'nin kızkardeşi Esmâ'dan rivayet ettiklerine göre Hz. Ebû Bekr (radiyallahu anh) daha önce Medine tarafına gitmek üzere Resûlullah'dan (sallaOahu aleyhi vesellem) izin istemiş; fakat Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) ona: "Bira-^ bekle, çünkü ben bana da i-^in veıilmesini umuyorum" demişti. Ebû Bekr: "Anam-babam feda olsun! Sen bunu gerçekten umuyor musun?" diye sorunca Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) "Rvet" cevabını vermiştir. Bunun üzerine Ebû Bekr, Resûluliah'la (sallallahu aleyhi vesellem) birlikte hicret etmek için beklemiş, İki binek devesini yapraklan besleyici olan bir ağacın yaprakları [82] ile dört ay özel olarak beslemiştir.
(İbn Şihâb ez-Zühri der ki: Bana Urve b. ez-Zübeyrin haber verdiğine göre Aişe (radiyallahu anhâ) şöyle demiştir): "Resûlullah (sallaOahu aleyhi vesellcm) her gün sabah ve akşam mutlaka bize gelirdi. Bir gün biz, öğleye yakın (yani Öğlen uykusuna yatılan zeval vaktinde) bir zamanda Ebû Bekr'in odasında otururken birisi Ebû Bekr'e: "Bir örtüye bürünmüş vaziyette Resûlullah geliyor, halbuki o, bize bu saatte hiç gelmezdi" dedi. Ebû Bekr, "Anam babam O'na feda olsun! Vallahi bu saatte mutlaka çok önemli bir şeyden Ötürü gelmektedir" dedi. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) kapıya gelip izin istedi. Ona izin verilince içeri girdi. Ebû Bekr divanından kalkıp ona yer verdi. Oraya oturdu. Ebû Bekr: "Ya Resûlallah! Mutlaka Önemli bir şeyden Ötül'ü geldin" deyince Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) ona: "Odadaki kişileri akar" buyurdu. Ebû Bekr: "Burada söz taşıyacak kimse yok. O ikisi benim kızlarımdır" dedi. —Bir rivayette "odadakilerf* yerine " ailen f geçmektedir-Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem); "Allah, Mekke'den çıkmama, hicret etmeme i^in verdi" deyince Ebû Bekr: "Benimle beraber mi ya Resûlallah?" diye sordu. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) "Evet" dedi. Vallahi o güne kadar sevinçten ağlayan hiç kimseyi görmemiştim. O gün Ebû Bekr'i ağlarken gördüm.
Ebû Bekr: "Ya Resûlallah! Şu iki devemden birini al" dedi. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem), "Satın alırım. Benim olmayan deveye binmem" karşılığını verdi. Ebû Bekr, "O senindir" dediyse de, "Hayır, ancak satın aldığın fiyatla kabul ederim'1'' buyurdu. Ebû Bekr, "Şu fiyata almıştım" deyince, "Ben de o fiyata aldım"buyurdu. Ebû Bekr de, "O, senindir" dedi.
Buharı, Reci' gazvesini anlatırken Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi vesellem) aldığı devenin kulakları kesik bir dişi deve olduğunu söylemiştir. el-Vâkıdî de fiyatın 800 dirhem olduğunu belirtmiştir.
Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) ve Ebû Bekr, Dîl oğullarından Abd b. Adiyy aşiretinden yolları iyi bilen bir adamı delil olarak tuttular. Bu adam anlaşmalı olarak el-A s b. Vâil es-Sehrni aşiretine katılmıştı. Kureyş müşriklerinin dini üzereydi. Daha sonra müslüman olmuştur. Buna rağmen ona güvenerek develerini verdiler ve üç gece sonra sabah vakti develerini Sevr mağarasında teslim almak üzere onunla anlaştılar.
Hz. Aİşe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: ResüluUah'ı ve Ebû Bekr'in yol hazırlığını en hızlı -bir rivayette "en güzel"- bir şekilde yaptık. Bir çuvalın içine yiyecek koyduk. —el-Vakidî yiyecek çuvalının içinde pişirilmiş bir koyun olduğunu bildirmiştir— Esma binti ebî Bekr, kuşağından bir parça yırttı. — diğer bir rivayette kuşağını iki parçaya ayırdı denilmiştir— Onun bir kısmıyla çuvalın, kalamyla da su kabının ağzını bağladı. Bu yüzden Esmâ'ya zâ'tün-nitâk -yahut zâtu'n-nitâkeyn- denildi. el-Belâzurî, Resûlullah'ın hakkında: "Cennette onun iki kuşağı olacaktık [83] buyruğu nedeniyle ona Zâtü'n-Nitâkeyn denildiğini söylemiştir.
İbn İshâk der ki: Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) Mekke'den çıkacağını Hz. Ali'ye bildirdi ve insanların kendisine bıraktığı emânetleri sahiplerine teslim edene kadar onun kendinden sonra Mekke'de kalmasını emretti, insanlar, Resûlullah'm (sallallahu aleyhi vescllem) doğruluğunu ve güvenilen bir kişi olduğunu bildikleri için Mekke'de kıymetli bir eşyası olan herkes o eşyasını emânet olarak O'na teslim ederdi.
Hz. Âişe, Resûlullah'ın (saîlallahu aleyhi vesellem) Sevr dağında bir mağaraya vardığını söylemiştir. Beyhakî'nin Hz. Ömer'den (radiyallahu anh) naklettim hadiste Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) ile Ebû Bekr'in geceleyin yola çıkakları bildirilmiştir. İbn İshâk ile el-Vâkidî, onların Ebû Bekr'in evinin arka duvarındaki bir pencereden çıktıklarını söylemiştir. Ebû Nuaym'm Âise bin ti Kudâme'den naklettiğine göre Peygamber (saliallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur: "Kıhk değiştirerek pencereden çıkmıştım ki karşıma ilk çıkan kişi Ebû Cebi oldu. Allahu Teâlâ, beni ona göstermedi. Ebû Bekr'i de göstermedi" Böylece Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) ve Ebû Bela yollarına devam ettiler.
Ebû Bekr'in kızı Esma, babasının yanına beş bin dirhem para aldığını söyler. el-Belâzüri, "Müslüman olduğu zaman Ebû Bekr'in servetinin kırk bin dirhem olduğunu, Medine'ye hicret ederken beş veya dört bin dirhemi bulunduğunu, oğlu Abdullah'ı göndererek bu parasını mağaraya getirttiğini" bildirmiştir. Esma bu konuda şunları anlatır: O sırada yanımıza dedem Ebû Kuhâfe geldi, gözleri görmüyordu. Şöyle dedi; "Vallahi öyle zannediyorum ki Ebû Bekr kendisi gittiği gibi malını da götürerek sizi zor durumda bıraktı." Bunun üzerine ben, "Bilâkis, ey dedeciğim! Tersine o bize çok büyük bir servet bıraktı" dedim. Birkaç tas getirerek onları duvardaki küçük deliğe doldurdum. Babam parasını buraya koyardı. Sonra üstüne de bir bez parçası tıkadım. Sonra dedemin elinden tutup: "Ey dedeciğimı elini şu paraların üzerine bir koy!" dedim. Onların üzerine elini koyunca "Oooî Maşallah, eğer bunu size bıraktıysa çok cömert davranmış. Bu sizin ihtiyaçlarınız için yeterli olur" dedi. Halbuki bize hiç para bırakmamıştı. Ben bu hareketimle, sadece ihtiyarın gönlünü hoşnut etmek istemiştim,
Beyhakî'nin rivayet ettiği bir hadise göre; Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) ve Ebû Bekr, mağaraya doğru giderken Ebû Bekr gâh Pcygamber'in (sallallahu aleyhi vesellem) önünde, gâh arkasında, gâh sağında, gâh solunda yürümeye başladı. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem), niçin böyle yaptığını sorunca: "Ya Resûlallalı, sizi göze deyenleri düşünerek önünüzden, arayanları düşünerek arkanızdan yürüyorum. Emniyette olmanız için bazen de sağınıza ve solunuza geçiyorum" şeklinde cevap verdi.
Mağaranın ağzına vardıklarında Ebû Bekr: "Seni hak ile gönderen Allah'a yeminle söylüyorum. Sakın ben girmeden önce mağaraya girme. İçeride bir tehlike varsa benim başıma gelsin" diyerek mağaraya girdi ve eliyle tabanı yoklamaya başladı. Bulduğu her kovuk için elbisesinden bir parça yırtarak onları tıkamaya çalıştı. Nihayet elbisesinin tamamı bitti, fakat bir delik kaldı. Onu da bir ayağının topuğu ile kapattı. Sonra Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) mağaraya girdi. Çok geçmeden yılanlar Ebû Bekr'in topuğunu sokmaya, bu yüzden onun gözlerinden yaş akmaya başladı.
îbn ebî Şeybe ve İbnü'l-Münzir'in Ebû Bekr'den naklettiklerine göre; mağaraya vardıklarında bir delik görmüşler, Ebû Bekr hemen ayaklarını onun üzerine koymuş ve, "Ya Resûlallah! Bir haşarat ısırıp sokacak olursa beni ısırsm, soksun" demiştir.
îbn Murdeveyh'in Cundeb b. Süfyân'dan naklettiğine göre o şöyle demiştir: Ebû Bekr, Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) ile mağaraya varınca: "Ya Resûlallah! Ben içerisini iyice kontrol etmeden sen mağaraya girme" diyerek içeri girmiştir. Bu arada eline bir şey çarparak onu kanattığı için parmağındaki kanı silmeye başlamış ve şu beyti söylemiştir:
Sen sadece kanayan hir parmaksın
Allan yolunda huna maruz kaldığın için önemi yok.
Ebû Nuaym'm Enes b. Malik (radiyallahu anh)'dan rivayet ettiği hadiste Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem), sabah olunca Ebû Bekr'e: "Elbisen nerede?" diye sormuş, Ebû Bekr onunla kovukları kapattığını haber verince Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) ellerini kaldırarak, "Allahım! Ebû Bekr'i Cennette benim yanımda, benim dereceme koy!" diye dua etmiştir. Bunun üzerine Allah Tealâ, "Allah senin duanı kabul etti" diye Peygamberine (sallallahu aleyhi vesellem) vahyetmiştir.
İbn Sa'd, Ebû Nuaym, Beyhakî ve İbn Asâkir'in rivayet ettiğine göre Ebû Mus'ab el-Mekki şöyle anlatır: Sahabeden Enes b. Mâlik, Zeyd b. Erkam ve el-Muğire b. Şu'be'ye yetiştim. Hicret hâdisesini anlatırken şunları söylüyorlardı: Mağarada kaldıkları gece Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) bir bitkiye [84] emretti. Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi vesellem) önünde biterek büyüdü ve O'nu yaprakları ile gizledi.
Allahu Teâlâ, örümceği göndeı-di ağaç ile mağara arasına ağını ördü. Bu şekilde Resûlullah'ı (sallallahu alcylıi vesellem) gizledi. Cenab-ı Halik, iki güvercine ve iki zararlı yabani ota emir verdi, mağaranın ağzına yerleştiler. Kureyş'in her aşiretinden bir grup genç sopalan, değnekleri ve kılıçları ile takibe başlamıştı. Nihayet mağaranın önüne gelip Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)'e kırk zira'lık (yaklaşık 26-27 metre) bir mesafede durdular. İçlerinden biri mağaranın içine bakmaya çalıştı, fakat sadece ağzındaki iki güvercin ile iki yabani otu gördü. Bunun üzerine arkadaşlarının yanına geri döndü. "Bir şey var mı?" diye sorduklarında, "İki güvercin ve iki ot gördüm. Böylece içerde kimse olmadığını anladım" dedi.
Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) de bu kişinin dediklerini duymuştu. Allah'ın kendisini bu iki güvercinle koruduğunu bilerek, onlara hayır duada bulundu. Bu iki güvercin Harem bölgesine indiler. Daha sonra bu bölgedeki bütün güvercinler o ikisinden çoğalmıştır.
Ahmed b. Hanbel'in hasen bir senedle İbn Abbas'dan rivayetine göre müşrikler Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi vesellem) izini sürdüler. Dağa ulaştıkları vakit izler, onlara karışık geldi. Dağa çıktıklarında mağaranın önünden geçerek kapısındaki örümcek ağını gördüler. Resûlullah (sallalkhu aleyhi vesellem) bu mağarada üç gün kalmıştır.
Nesâî'nin hocası hafız Ebû Bekr Ahmed b. Sa'id el-Kâdî, [85] Müsnedü's-Stddîk adıyla kaleme aldığı kitabında Hasanu'l-Basri'den şunu rivayet etmiştir: Kureyşli. müşrikler, Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'İ ararken mağaraya geldiler. Mağaranın kapısında örümceğin ağını görünce: "Buraya kimse girmemiş" dediler. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) namazda kıyam halinde idi. Ebû Bekr de etrafı gözetliyordu. Ebû Bekr: "Ya Resûlallah! Bunlar, senin kavminden olan kişiler; seni arıyorlar. Allah'a yemin ederim ki, kendi halime ağlamıyorum, ancak senin başına istemediğim birşeyin gelmesinden korktuğum için ağlıyorum" dedi. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) ona: "Korkma, Allah bilimledir!'''buyurdu. Ahmed b. Hanbel, Buharı ve Müslim'in Ebû Bekr es-Sıddik'ten (ı-adiyallahu anh) rivayet ettiklerine göre o söyle demiştir. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'le mağarada iken müşrikler mağaranın önüne gelince: "Birisi ayağına doğru aşağıya bakacak olsa ayaklarının altından mutlaka bizi görecek" dedim. Bunun üzerine Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem): "Üçüncüleri Allah olan iki kişiyi sen ne sanıyorsun? [86] buyurdu.
Ebû Nuaytn, Hilyetu'l-Evliyd'da Atâ b. Meysere'den şu sözü nakletrniştir: "Örümcek, peygamberleri korumak için iki defa ağ örmüştür. Tâlût, Hz. Davud'u (alcyhissclâm) aradığı Zaman ve Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) mağarada iken."
el-Belâzurî, Tarih'inde. ve Ebû Sa'îd eş-Şeref adlı kitabında anlatıyorlar: Mekkeü müşrikler, Alkame b. Kurz b. Hilâl el-Huzâi diye bilinen kişiyi iz sürücü olarak tuttular. Bu Aîkame, Mekke'nin fethi sırasında müslüman olmuştur. Alkame b. Kurz, müşrikler için iz sürerek nihayet Mekke'nin alt tarafında olan Sevr mağarasına geldi. Alkame, mağaranın yanına varınca: "Burada izi kesildi. Sağa mı, sola mı gitti, yoksa dağa mı çıktı bilemiyorum" dedi. Mağaranın ağzına geldiklerinde Ümeyye b. Halef: "Mağarayla ne işiniz var? Baksanıza Muhammed doğmazdan önce bir örümcek onun üzerine ağ kurmuş" dedi. Sonra mağaranın yanına gelip işedi.
Beyhaki'nin Urve'den naklettiğine göre, müşrikler Mekke'de Resûlullah'ı (sallallahu aleyhi veselİem) bulamayınca atlarına ve develerine binip dört bir yanda O'nu aramaya başladılar. Su kenarlarında oturanlara haberciler gönderip onu yakalamalarını emrettiler. Bu durumda kendilerine büyük ödül vereceklerdi. Nihayet içinde Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'in bulunduğu mağara olan Sevr dağına gelip üstüne çıktılar.
Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) ve Ebû Bekr (radiyallahu anh) onların seslerini duyuyorlardı. Ebû Bekr korkarak ağladı, çok üzüldü ve korktu. O zaman Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem): "Üzülme, Allah bizimle beraberdir" buyurdu. (Tevbe, 40) Daha sonra onun için dua etti. Bunun üzerine Allahü Telâlâ ona bir sükûnet verdi.
İbn ebî Hatim, Ebu's-Şeyh, ibn Murdeveyh, Beyhakı ve ibn Asakir
"Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini (sekînet) indirdi." (Tevbe, 40) âyeti hakkında İbn Abbâs'tan bu sekîne'nin Ebû Bekr'e indirildiğini rivayet etmişlerdir. Çünkü sekînet, zaten devamlı olarak Peygamber'de (sallaljahualeyhivesellem) mevcuttu.[87]
Ebû Nuaym, Esma biati ebî Bekr'den (radiyalkhu anhâ) şunu rivayet etmiştir. Ebû Bekr mağaraya doğru yönelen bir adam görünce "Ya Resûlallalı! Neredeyse bizi görecek" dedi. Resûlullah (sallallahu aleyhi veseüera) ona, "Asla bi^i göreme^. Çünkü melekler, şimdi kanatlan ile ona perde olurlar" buyurdu. Çok geçmeden o adam çökerek bize doğru işemeye başladı. Bunun üzerine Resûlullah: "Ey Ebû Bekr! Şayet seni görseydi bu hareketi yapmazdı" dedi.
Şerefuddîn el-Busîrî, (Allah ona rahmet etsin) bu konuda şu beyitleri söylemiştir:
Yazıklar olsun şu kavme ki, büyük bir Peygamher'e
Öyle bir yerde kötülük ettiler ki oranın
Bulutlan ve ceylanları bile Onunla ülfet etmişti.
Ona hiç değer vermediler, halbuki kütük Onun için inlemişti.
Ona huğzettiler, halbuki yabancılar onu sevdi.
O'nu Mekke'den çıkardılar, bir mağara onu barındırdı.
Boz bir güvercin O'nu korudu.
Örümcek ağı ile O'nu korumada yeterli oldu.
Güvercinin de ynıvası ile yeterli olduğu gibi. Şu beyitler de ona aittir:
Yarılan Ay 'a yemin ederim ki,
Yeminin doğruluğuna şehadet ediyor Onun kalbi Mağaranın ihtiva ettiği hayır ve cömertlik Müşrikler her an ondan ganidir.
Sadık Peygamber ve Sıddîk Ebû Bekr mağarada görünnıedilcr Müşrikler mağarada kimse yok diyorlardı.
Güvercinin ve örümceğin yaratıkların en hayırlısını Korumak için yuva yapıp ağ kurduğunu tahmin etmediler. Allah w koruması, katmerli zırhlara
Ve yüksek kalelere ihtiyaç bırakmaz.
İncelik: Bir âlime Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi vesellem) başka bir mağarada
değil de Sevr mağarasında gizlenmesinin hikmeti sorulmuştur. Bu soruya O'nun dağın ismini "hayra yorduğu" için böyle yaptığı şeklinde cevap verilebilir. Şu şekilde de söylenmiştir: Yeıyüzü öküzün (Sevr'in) boynuzu üzerinde durmaktadır. Resûlullah'm ve arkadaşı Ebû Bekr'in niyet ettikleri hicrette sakinlik ve istikrar ile (sevr ismini) uğur sayardı. Sevr (Öküz) mağarasında durmaları uygun düşmüştür.
İbn Adiyy ve İbn Asâkir'in Enes b. Mâlik'ten (radiyallahu anh) rivayet ettiklerine göre Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) Hassân'a (radıyaîlahu anh) "Ebû Bekr hakkında şiir söyledin miV diye sormuş, onun, "Evet" demesi üzerine, "Söyle de, ben de "buyunTiuştur. , Bunun üzerine Hassan şu iki beyti söylemiştir: ' Yüksek mağarada iki kişinin ikincisi '"'': Düşman dağa çıktığı vakit bu mağaranın etrafında dönmüştü.
Resûlullah m sevgilisiydi. insanlar hiç bir kişinin
Ona denk olamayacağının farkındadırlar.
Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) bu iki beyti dinleyince azı dişleri görünecek derecede çok güldü ve sonra şöyle buyurdu:
"Doğnt söyledin, ey Hassan! 0, senin tavsif ettiğin gibidir.[88]
Aİşe (radiyaüahu anhâ) şÖyle anlatır: Resûlullah (sallallahu aleyhi vcsellem) ve Ebû Bekr mağarada üç gün gizlendiler. Ebû Bekir'in oğlu Abdullah geceleri onlarla kalıyordu. Çok zeki ve güçlü anlayış sahibi bir çocuktu. Onların yanından seher vaktinde alacakaranlıkta- ayrılır, geceyi Mekke'de geçirmiş gibi sabahleyin Kureyş'le olurdu. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) ile Ebû Bekr hakkında bir plân ve tuzak kurulduğunu duyarsa onu hemen kavrar ve bu haberi karanlık basınca onlara getirirdi.
Ibn İshâk'ın zikrettiğine göre Esma binli ebî Bekr, akşam olunca onlara güzel yemekler taşıyordu. Amir b. Füheyre, Ebû Bekr'in koyunlarını Kureyş'in çobanları ile birlikte otlatır, akşam olunca yatsı vakti geçtiğinde koyunları onlara götürürdü. Bu şekilde gece boyunca koyunların sütlerinden istifade ederlerdi. Sabahın alacakaranlığında Amir b. Füheyre koyunlara seslenerek sürer götürürdü. Uç gecenin üçünde de Füheyre bu şekilde hareket etmişti.
üç gün geçip İnsanların onları araması yavaşlayınca ücretle tuttukları adam develerini getirdi. Develere bindiler ve beraberlerinde Amir b. Füheyre ile delilleri Dili ile yola koyuldular. Ebû Bekr kölesi Amir b. Füheyre'yi yolda kendilerine hizmet etmesi için tcrikesine aldı.
Buharı, Raci Gazvesini anlatırken Amir b. Füheyre'nin, Aişe'nin anne tarafından kardeşi olan Abdullah b. et-Tufeyl b. Sehbera'nin hizmetçisi olduğunu söylemiştir. Delil onları Usfan'm [89] güneyinden sahil yoluna
ötütdü. Soma btf müddet çapta* şcküde yürümi. Nihayet Emeç mafina Ebû Nuaym'ın İbrahim b. Sa'd'dan rivayet ettiğine göre Muhamrned b. jshâk şöyle demiştir. "Resûlullah (sallallahu aleyhi vcsellem) muhacir olarak Mekke'den çıkınca şu şekilde dua ettiği bana ulaştı;
(Ben bir hiçken beni yaratan Allah'a hamdolsun. Allahıml Dünya korkusuna, zamanın getireceği felâketlere, gecelerin ve gündüzlerin musibetlerine karşı bana yardım et. Allahıml Yolculuğumda benimle ol, arkamdaki ailemi gö\et. Bana rıyık olarak verdiğin şeyleri bereketli kıl. Beni senin için %elil et Yaratılışıma uygun şeyler için beni düzelt. Kendini bana sevdir. Beni insanlara bırakma. Sen zayıfların ve benim Rabbimsin. Senin kerim vecbine sığınıyorum, O kerim vechin ki, semalar ve yeryüzü onunla aydınlanmıştır, karanlıklar onunla açılmıştır, öncekilerin ve sonrakilerin işi onunla düzelir. Öfkene çarpılmaktan ve kızgınlığına duçar kalmaktan, nimetinin kaybolmasından, azabının ansızın gelmesinden, afiyetini gidermenden ve gazabının tümünden sana sığınıyorum. Senin için yapabildiğim en iyi şey, sana yalvarıp yakarmaktır. Güç ve kuvvet ancak seninledir."[90]
Ahmed b. Hanbel, Buhârî, Müslim ve Yakûb b. Süfyan'ın el-Berâ b. Azib'den (radiyallahu anh) rivayet ettiklerine göre babası Azib, Hz. Ebû Bekr'e (radiyallahu anh): "Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) ile birlikte yolculuk yaptığınız gece nasıl hareket ettiniz" diye sorunca şunları anlatmıştır: Bütün gece ve gündüz yürüdük, ta ki günün yarısı oldu. Altında gölgelenebileceğimiz bir şey var mı diye çevreye göz attım. Birden büyük bir kaya gözüme ilişti. Ona doğru yöneldim. Hemen gölgesinde Peygamber'İn (sallallahu aleyhi vesellem) istirahat edeceği yeri elimle düzelttim ve oraya bir kürk serdim. Sonra: "Biraz uzanın ya Resûlallah! Ben senin için etrafına göz kulak olurum — Takrib'in izahına göre "Etrafı gözetlerim ve senin endişe edeceğin bir şey olursa haberdar olurum"; İbnü'l-Esir'in Nihayetinde ise "Seni beklerim ve tehlikeli bir durum var mı, yok mu diye etrafı dolaşırım" şeklinde geçmiştir—" dedim. Derken etrafta kimse var mı, yok mu diye gözetlemek için biraz uzaklaştım. Bir de baktım ki bir koyun çobanı bizim gibi gölgelenmek maksadıyla koyunlarıyla kayaya doğru geliyor. Yanına vararak: "Kimin çobanısın?" diye sordum. "Mekkclilerden birinin" diyerek ismini verdi. O kişiyi tanıyordum. "Koyunlarında süt var mı? diye sordum, "Evet" deyince, "Benim için sağar mısın?" dedim. "Evet" dedi. "O halde sağ!" dedim. Koyunlardan birini tuttu. "Memesindeki toprak ve kirlen silkele!" dedim.
Çoban benim için yanındaki bir tahta çanağa bir miktar süt sağdı. Yanımda da ufak bir tulum vardı. Onunla Peygamber'in (sallalkhu aleyhi vesellem) içmesi ve abdcst alması için su taşıyordum, ağzında bir çaput tıkalıydı. Sonra Resûluilah'ın {sallallahu aleyhi vesellem) yanına vardım, fakat O'nu uyandırmaya kıyamadım. Kendisi uyanıncaya kadar bekledim. Bu arada sütün üzerine su ilave ettim, kabın alt tarafı soğuyunca: "Ya Resûlullah! Buyur bu sütten ic!" dedim, içtikçe ben memnun kalıyordum. Sonra, "Yo/a düşme vakti geldi mi?" dedi, Ben de, "Hay hay" dedim. Sonra Güneş batmaya doğru meyledince yola koyulduk[91]
Ahmed b. Yezîd, bu rivayeti, çobanın, "Mekkeli veya Medineli bir adamın çobanı" olduğu şeklinde tereddüdü nakletmiştir. Müslim, el-Hasan b. Muhammed b. A'yun tariki ile Züheyr'den naklederek "Medineli (şehirli) bir adamın çobanı" şeklinde tereddütsüz rivayet etmiştir. İbn Cüreyc'in rivayetinde ise "Mekkeli bir adamın ismini verdi" şeklinde yine tereddütsüz olarak verilmektedir. Hafrz ibn Hacer bu konuda şu açıklamayı yapar: Bu rivayette "Medine" ile Mekke kasdedılmiştir. Yoksa Peygamberin (sallallahu aleyhi vesellem) hicret ederek yerleştiği Medine (el-Medinetu'n-Nebeviyye) değil. Çünkü o zaman bu şehre el-Medine denmiyordu. Sadece Yesrib adı kullanılıyordu. Ayrıca çobanların hayvanlarını otlatmada bu kadar uzak bir mesafeye gitme âdetleri de yoktu. İsrail'in rivayetinde de "Kureyşli bir adamın" deyip, "tanıdığım bir isim söyledi" şeklinde geçmekteclir ki, burada da "Medine" ile Mekke'nin kasdedildiği görüşünü teyid eder. Çünkü Kureyşliler el-Medinetu'n-Nebevİyye'de oturmuyorlardı.
Bu kıssayı Taberani, el-Hâkim, Ebû Nuaym ve Ebû Bekr eş-Şâfii, Ümmü Ma'bed'in kardeşi Hubeys b. Hâlid el-Eş'ar el-Huzaî el-Kudeydi'den [92] rivayet etmiş —el-Hakim rivayet hakkında sahih hükmünü vermiştir— Ebû Bekr
Şafii, Ebû Selit diye bilinen Üseyrc b. Amr el-Ensari'den (radiyallahu anh); İbn Sa'd ve Beyhaki Ebû Ma'bed'den; İbnü's-Seken, Ümmü Ma'bed (radiyallahu anhâ)'dan ve el-Bezzar da Câbir'den rivayet etmiştir. Bütün bu rivayetlere
aöre hâdise söyle cereyan etmiştir:
& j ■> ■> ■■
Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) ve Ebû Bekr, Medine'ye hicret etmek üzere Ebû Bekrin kölesi Amir b. Füheyre ve delilleri Abdullah b. el-Uraykıt ile Mekke'den çıktıkları vakit, Ümmü Ma'bed el-Huzaiyye'nin çadırına uğradılar. O, Resûluilah'ı (sallallahu aleyhi vesellem) tanımıyordu. Orta yaşlı, güçlü kuvvetli bİr kadındı. Kadın orta yaşlı olması yanında genç kızlar gibi örtünmüyordu. Bununla birlikte Ümmü Ma'bed iffetli ve akıllı bir hanımdı. İnsanlarla oturarak onlara (bir şeyler) anlatırdı. Ümmü Ma'bed çadırın avlusunda dizlerini dikmiş vaziyette oturuyordu. Sonra onlara yiyecek ve içecek bir şeyler getirdi. Ondan satın almak için et ve hurma istediler. Ancak onun ne eti, ne de hurması kalmıştı. O sene millet kıtlık ve kuraklık çekiyordu. Ümmü Ma'bed onlara: "Şayet size verecek bir şeyim olsaydı vallahi sizi muhtaç durumda bırakmazdım" dedi. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem), çadırın kenarında bulunan bir koyuna bakarak: "Ey Ümmü Ma'bed/ Bu koyun da ne?" dedi. Ümmü Ma'bed: "Zayıf olduğu için sürüden geri kalan bir koyun" dedi. Resûlullah (salklkhu aleyhi vesellem): "Acaba hiç sütü var mı?" diye sordu. Ümmü Ma'bed: "Süt verecek hali. yok ki" dedi. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem): "Onu sağmama i^in verir misin?" buyurdu. Ümmü Ma'bed: "Anam-babam feda olsun. Sütü olduğunu zannediyorsan onu hemen sağ. Ama hiçbir koç ona dokunmamış tır. Yine de istediğin gibi davran" dedi. Bunun üzerine Resûlullah (salklkhu aleyhi vesellem) koyunu yanma getirtti. Eliyle memesini ve sırtını sıvazladı. Allah'ın ismini andı ve Ümmü Mabed'in koyunlarının bereketli olması İçin dua etti. Bunun üzerine koyun sağım için arka ayaklarını açtı, memelerinden süt fış kırdı ve geviş getirmeye başladı. Resûlullah (salkllahu aleyhi vesellem) bir grup insana yetecek miktarda süt alacak bir kap istedi. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) getirilen kabın içine fışkıran sütten bol miktarda sağdı. Öyle ki, süt kaptan taştı. ResûJullah (sallallahu aleyhi vesellem) bunu önce Ümmü Ma'bed'e verdi. O da kanıncaya kadar İçti. Sonra Hz. Peygamber, her biri kanmeaya kadar arkadaşlarına da içirdi. En sonra da kendisi içerek: "Bir topluluğa içecek bir şey dağıtan kişi, en son kendi içef [93] buyurdu. Sonra yeniden ikinci defa kap doluncaya kadar süt sağdı ve onu Ümmü Mabed'in yanına bıraktı. Ümmü Ma'bed'den biat aldı. Daha sonra onun yanından ayrılarak yollarına devam ettiler.
İbn Sa'd ve Ebû Nuaym'm Ümmü Ma'bed'den naklettiklerine göre o söyle demiştir: "Resûlullah'm (sallallahu aleyhi veseüem) memesine dokunduğu bu koyun, Ömer b. el-Hattab'm hilâfeti döneminde hicretin 18. yılındaki kıtlık zamanına kadar yanımızda sağ kalmıştır. Biz onu sabah-akşam sağıyorduk O sene yer yüzünde irili ufaklı hiçbir şey yetişmiyordu." Hişâm b. Hubeyş de şöyle demiştir: "Ben bu koyunu gördüm. O, Ümmü Ma'bed ile o mahallenin sakinlerinden hiç ayrılmıyordu."
Çok geçmeden Ümmü Ma'bed'in kocası Ebû Ma'bed, kısır ve zayıf keçileri sürerek çadıra geldi. Zayıflıktan onların iliklen bile kalmamıştı. Ebû Ma'bed kaptaki sütü görünce şaşırarak: "Ey Ümmü Ma'bed! Bu süt sana nereden geldi? Halbuki koyunlar uzakta meradadır. Evde sağılacak bir koyun da yoktur'1 dedi. Ümmü Ma'bed; "Tabii ki sağılacak bir koyun yok. Ancak buraya şu şu şekilde olan mübarek bir kişi geldi" dedi. Kocasının, "O kişinin nasıl biri olduğunu bana anlat" demesi üzerine Ümmü Ma'bed şöyle dedi:
"Onu güzel, neşeli, yüzü nurlu güzel ahlâklı bir kişi olarak gördüm. Şişman olmayıp karnı ince idi. Başı küçük değildi, —yani ne çok şişmandı, ne de çok zayıf— Güzel yüzlü idi, gözlerinde —göz bebeklerinde— siyahlık vardı. Kirpikleri uzunca idi. Tok sesli-, idi. Boynu hafifçe uzundu. Sakalı sıkça idi. Kaşları uzun ve bitişikti. Sustuğu vakit ağırbaşlı dururdu. Konuştuğunda tatlı dilli ve güleryüzlü olurdu. Uzaktan insanların en güzeli ve heybetlisi, yakından da "onların en hoşu ve çekicisi olarak görünürdü. Konuşması çok tatlı idî. Meramını tam olarak ifade ederdi. SÖzlerİ ne az, ne de fazla olurdu. Kelimeler dökülen teşbih taneleri gibi ağzından âdeta akardı. Orta boylu idi. Aşırı uzun olmadığı gibi, kısa da değildi. Ne uzun, ne kısa, ikisinin ortasındaydı. Üç kişi oldukları vakit onların en güzel görünüşlüsü ve mertebesi en iyi olanıydı. Etrafını çeviren arkadaşları vardı. Konuşunca kulak kesilip O'nu dinliyorlar; bir şey emredince hemen O'nu yapmaya yönetiyorlardı. Arkadaşları pervane gibi O'nun etrafında dönüyor, O'nun yanma toplanıyorlardı. Asık suratlı değildi, kimseyi kınayıp azarlamaz di."
Hanımı Ümmü Mabed'den Resûlullah'm (sallallahu aleyhi vesellem) bu vasıflarını dinleyen Ebû Ma'bed "Vallahi bu kişi, Mekke'de kendisinden bize bahsedilen Kureyş'li zâttır. Andolsun ki, onunla birlikte olmaya niyet ettim. Eğer bir yolunu bulursam mutlaka niyet ettiğim bu arkadaşlığı gerçekleştireceğim" dedi.
Hz. Ebû Bekr'in kızı Esma anlatıyor: Resûlullah (sallallahu aleylıi vesellera) ve Ebû Bekr Mekke'den çıkınca bir grup Kureyşli bize geldi. Aralarında Ebû
Cehl b. Hişam da vardı. Onların karşısına çıktım. "Ey Ebû Bekt'in kızı, baban nerede?" dediler. "Vallahi babamın nerede olduğunu bilmiyorum" dedim. Kötü ve habis bili olan Ebû Cehl elini kaldırıp yanağıma şiddetli bir tokat attı. Bu yüzden küpem çıktı. Sonra ayrılıp gittiler. Üç gün bekledik. Resûlullah'tn (sallalhhu aleyhi vesellem) ne tarafa gittiğini bilmiyorduk. Nihayet Mekke'nin alt (güney) tarafından cinlerden bir adam çıkageldı. Arap şarkılarından bir şiirin beyitlerini yüksek sesle söylüyordu, insanlar sesini duyarak onu aramaya başladılar, fakat onu göremiyorlardı. Nihayet bu cinnî, Mekke'nin en yüksek yerinden şu beyitlerini söyleyerek ayrıldı:
insanların Rahbi, Ummü Ma 'bed'in iki çadırında Öğlen uykusunu uyuyan iki arkadaşı en güzel§ekilde mükâlatlandırsm O ikisi güzellikle konakladı ve güzellikle ayrıldı. Muhammed'in arkadaşı olan kişi kurtuluşa ermiştir. Yetiş ey Kusayy! Allanın O'nun sebebiyle Sizden aldığı cömertliğin ve emndiliğin kargılığı bulunamaz. Kâ'b oğullarına bu genç kadınlarının makamı mübarek olsun Onun ikamet etliği yer, mü'minler için bir gözetleme yeri olsun. Kız kardeşinize koyunu ile kabının lıikayesini sorun Sizler şayet o koyuna sorarsanız, o da size sabitlik eder. Peygamber onun kısır koyununu istedi O koyun Peygamber için memesinden Üstünde taze Köpüğü olan halis süt verdi.
Ayrılırken sağan için koyunu, onun yanında renin olarak bıraktı. Sağan kişi onu tekrar tekrar sağabilsin diye.[94]
Hassan b. Sabit el-Ensari (radiyallahu anh) bu beyitleri duyunca bağıran bu emniye cevap olarak şu beyitleri söylemiştir.
Peygamberlerini yitiren kavim gerçekten mahvolmuştur.
Sabah ak§am ona gidenler ise temizlenmiştir. O akıllarını saptırmış olan bir havimden ayrıldı.
Sonra Nur ile yenilenmiş bir kavmin yanma vardı.
Rabbleri O'nun vesilesiyle sapıklıktan sonra
Onlara hidayet edip doğru yolu gösterdi.
Kim Hakk 'a uyarsa doğru yola iletilir
Hiç, bir kavmin sapıtarak dalâlette kalanları ile
Bir yol gösterici sayesinde hidâyete erenleri hir olur mu ?!
Yesriblilere O'nun sebebiyle hidâyet kervanları misalir oldu
Yesribliler üzerine onlardan ötürü çok bereket indi
O Peygamber ki çevresindeki insanların görm edikleri şeyleri görüyor.
Ve bütün mescidlerde Allah m kitabını okuyor Bir gün gâibden bir şey haber verse
Aynı gün içinde veya ertesi sabah o doğrulanmış oluyor. Peygamberle birlikte olmak sebebiyle kavuştuğu Saadet nimeti Ebû Bekr'e mübarek olsun! Allah kimi mes 'ud etmek isterse o kişi mes 'ud olur[95]
Beyhaki'nin basen diye nitelendirdiği bir isnadla ve İbn Kesir'in Ebû Bekr'den (radiyalkhu anh) rivayet etliklerine göre şöyle demiştir:
Resûlullah'la (saMahu aleyhi vesellem) birlikte Mekke'den çıktım. Arap kabilelerinden birinin mahallesine vardık. Resûlullah (saUallahu aleyhi vesellem) bir eve doğru bakarak tek başına o tarafa yöneldi. O evin yanına vardığımızda ise orada sadece bir kadının bulunduğunu gördük. Kadın: "Ey Allah'ın iki kulu! Ben yalnız bir kadınım, yanımda kimse yok. Eğer ağırlanmak istiyorsanız mahallenin büyüğüne gitmelisiniz" dedi. Ona her hangi bir cevap vermedik. Tam da akşam vakti olmuştu. Derken o kadının oğlu keçilerini sürerek geldi. Kadın ona. "Oğlum! Bu keçiyle bıçağı şu iki adama götürüp onlara de ki: "Annem size bu keçiyi kesip yemenizi söylüyor."
Oğlan gelince Peygamber (sailallahu aleyhi vesellem) ona: "Bıçağı götürüp bana (onunyerine) bir kap getir" dedi. Oğlanın, "Onun yavrusu yok, bu yüzden sütü de yoktur" demesine karşılık Peygamber (sailallahu aleyhi vesellem): "Seti gidip bir kap getir" buyurdu. Oğlan gidip bir kap getirdi. Resûlullah (sailallahu aleyhi vesellem) keçinin memesini sıvazladı, sonra ondan bir kap dolusu süt sağdı ve oğlana: "Bunu annene götür" dedi. Kadın kanıncaya kadar o sütten içti. Çocuk kabı geri getirdi. Peygamber (sailallahu aleyhi vesellem): "Bunu götür, bana başka bir kap gelir" buyurdu. Sonra yine aynı şekilde süt sağıp bu sefer Ebû Bekr'e içirdi. Sonra başka bir kaba yeniden sağdı ve kendi içti.
Burada iki gece kaldıktan sonra yola çıktık. O kadın Resûlullah'tan (sailallahu aleyhi vesellem) bahsederken "mübarek zât" diye anlatıyordu. Sonra koyunları o kadar çoğaldı ki ta Medine'ye süt getirmeye başladılar. Ebû Bekr (radiyallahu anh) geçerken oğlu onu görüp tanıdı ve: "Anneciğim, işte bu adam mutlaka Mübârek'le birlikte olan kişidir" dedi. Kadın ona doğru yönelerek: "Ey Allah'ın kulu! Seninle birlikte olan şahıs kimdi?" diye sordu. Ebû Bekr; "Onu tanımıyor musun?" deyince, "Hayır" dedi. Ebû Bekr: "O, Allah'ın elçisidir" deyince kadın: "Beni ona götür!" dedi. Ebû Bekr onu Peygamber'e (sailallahu aleyhi vesellem) götürdü. Yemek ikram edip hediyeler verdi, —başka bir rivayette: Ebû Bekr'e, biraz süzme peyniri ve Bedevi eşyası hediye etti. Ebû Bekr de ona giyecek bir şeyler ve hediyeler verdi şeklinde geçmektedir— Ebû Bekr, kadının müslüman olduğunu söylemiştir.[96]
Beyhakî, De/âiIün-Nübüvve'sinde şunları söylemektedir: Bu kıssa her ne kadar Ümmü Ma'bed kıssasında nvayet ettiklerimizden eksikse de, Öncekine göre bazı ilâveler ihtiva etmektedir. Aslında ona yakındır; hatta bu iki kıssanın aynı kıssa olması muhtemeldir. İbn İshâk, Ümmü Ma'bed kıssasında bu ikisinin aynı kıssa olduğuna delâlet edecek bir husus zikretmiştir. Beyhakî, bu hususu İbn İshâk'tan Yûnus b. Bükeyr tariki ile şu şekilde rivayet etmiştir. Resûlullah (salîallahu aleyhi vesellem) Ümmü Ma'bed'in çadırına indi. Ebû Bekr'le bu çadırda konaklamalarını yukarıda geçtiği gibi daha sonra bir cinni insanlara duyurmuştu. Ümmü Ma'bed'in adı: A tike binti Hâlid b. Halif b. Munkız b. Rabi'a b. As tam (el-Huzâiyye)dit. Peygamber (sailallahu aleyhi vesellem) ağırlanma diledi. Ümmü Ma'bed: "Valahi ne yiyeceğimiz, ne vereceğimiz bir şeyimiz, ne de bir koyunumuz var. Sadece cılız bir koyun var" dedi. Bunun üzerine ResûluUah (sallallahu aleyhi veseilem) koyunu getirmelerini istedi, eliyle memesini sıvazladı ve Allah'a dua etti. Sonra sütünü bir kaba sağdı. Hatta kap dolarak sütün üstü köpüktendi. "İç ey Ümmü Ma'bed!"buyurdu. "Önce sen iç!" dedi. ResûluUah (sallallahu aleyhi veseilem) tekrar kendisine verince içti. Sonra diğer bir cılız koyunu istedi. Ona da önceki gibi yaptı. Onun sütünü de yol rehberine içirdi. Sonra üçüncü bir cılız koyun getirtti, aynı şekilde sağıp Amir b. Füheyre'ye içirdi. Daha sonra dinlenmeye çekildi. Kureyşliler Resûlullah'ı (sallallahu aleyhi veseilem) arıyorlardı. Ümmü Mabed'e gelerek onu sordular ve "Şekli şemali şu şu şekilde olan Muhammed'i gördün mü?" diyerek ona Peygamberin vasıflarını anlattılar. O, "Kimden bahsettiğinizi anlamıyorum. Ama cılız koyunlardan süt sağan birisi benim misafirim oldu" dedi. Kureyşliler: "İşte o, bizim aradığımız kişi" dediler.
Beyhakî der ki: Ümmü' Ma'bed hâdisesi ile ilgili rivayetleri sıralarsak ResûluUah (sallallahu aleyhi veseilem) onu önce çadırın bir kenarında görmüş olabilir. Sonra rivayet ettiğimiz şekilde keçilerle birlikte oğlu dönmüştür. Daha sonra da kocası Ebû Ma'bed gelince Ümmü Ma'bed ona Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi veseilem) vasıflarını anlatmıştır.
Bu kıssayı Ahmed b. Hanbel, Yakub b. Süfyan (el-Fesevî), Buhâri ve Müslim, Sürâka b. Mâük'in bizzat kendisinden rivayet etmişlerdir. Ayrıca yine bu âlimler onu Hz. Ebû Bekr'den de (radiyallahu anh) nakletmişlerdir. Buna göre Sürâka b. Cu'şum şöyle anlatıyor: Kureyşü kafirlerin elçileri bize gelerek, ResûluUah'l (sallallahu aleyhi veseilem) ve Ebû Bekr'i öldürecek veya esir edecek kişiye her biri için mükâfat olarak yüz deve ödül koyduklarını bildirdiler. Ben kavmim Müdlic oğuUarının toplantı yerlerinin birinde otururken bir Kureyşli gelip yanımızda durdu ve şöyle dedi: "Ey Sürâka! Ben az önce sahil yolunda bir kaç kişinin karaltısını gördüm —başka bir rivayette "deve üzerinde üç kişi" diye geçmektedir— Onların Muhammed ve arkadaşları olduğunu zannediyorum." Sürâka der ki: "Onların Muhammed ve arkadaşları olduğunu ben de biliyordum, hemen göz ucumla ona sus diye işaret ettim." Bunun üzerine susuverdi. Sonra ona: "Hayır onlar Muhammed ve arkadaşları değildir. Sen, kaybettikleri şeyi aramak maksadıyla oraya giden falancaları görmüşsün" dedim. Bu toplantı yerinde bir müddet oturduktan sonra kalkıp evime gittim. Cariyeme atımı alıp çıkarak bir tepenin arkasında beni beklemesini emrettim. Mızrağımı aldım, onunla evin arka duvarından dışarı çıktım, (parlayarak farkedilmesin diye) alt tarafını yerde sürükledim, üst tarafını da yere doğru tutar vaziyette atimin yanına varıp ona bindim.
Sürâka, uzaktan mızrağın parıltısının görünmemesi için onu bu şekilde ters tutarak yerde sürüyerek taşıyordu. Çünkü bitişinin gelerek kendisine kaulmasını ve verilecek ödülde kendine ortak olmasını istemiyordu- Dört nala koşması için atımı mahmuzladım. Nihayet o ikisinin karaltısını gördüm. Onlara yaklaştığım anda atimin ayağı sürçtü, ben de üzerinden yere düştüm. Hemen kalkıp elimi okluğuma uzattım. Ondan birkaç ok çıkardım. Onlara zarar verip veremeyeceğimi anlamak için fal olarak bunları attım. [97] İstemediğim yani onlara zarar veremeyeceğimi belirten ok çıktı. Fakat bunu kabul etmeyerek yüz deveyi almayı o kadar şiddetle arzuluyordum ki oklara muhalefet ederek tekrar deveme binip hızla koşması için onu mahmuzladım. O kadar yaklaştım ki Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi veseilem) okumasını duyuyordum. Ama o arkasına dönüp bakmıyordu. Ebû Bekr ise tekrar tekrar dönüp bakıyordu. Bu anda atımın ön ayakları yere ta dizine kadar batmaya başladı. Ben de yere düştüm. Ata bağırdım, toparlanıp kalktı. Az kalsın ön bacaklarını yerden çıkaramayacaktı. Battığı yerden kurtulup tam ayakları üzerine dikilince ayaklarıyla dağıttığı topraktan gökyüzüne doğru yükselen duman gibi bir toz bulutu çıktı. Bunun üzerine fal için tekrar ok attım. Yine istemediğim yani onlara zarar vermeme oku çıktı.
Bu durumu da görünce artik benim bu işi yapmama apaçık bir mania olduğunu iyice anladım. Bu yüzden onlardan emân dileyerek: "Bana yardım edin! Vallahi size bir zarar vermeyeceğim. Benden size hiçbir zarar gelmez" dedim. Bunun üzerine ResûluUah (sallallahu aleyhi veseilem) Ebû Bekr'e: "Ona, bîrden ne istediğini sor" dedi. Onlara: "Seni kavmin olan Kureyşliler, ikiniz hakkında diyet (ödül) koydular" dedim ve insanların onları ele geçirme plânlarını anlattım. Ayrıca onlara yiyecek bir şeyler ve bazı hediyeler sundum. Ancak benden herhangi bir şey kabul etmediler ve hiçbir şey istemediler. ResûluUah (sallallahu aleyhi veseilem) sadece, "B^z gördüğünü kimseye söyleme" buyurdu. ResûluUah'tan (sallallahu aleyhi veseilem) benim için emân olarak bit anlaşma belgesi yazmasını istedim. Bunun üzerine: "Ey Ebû Bekr, onun içinja%!" buyurdu, -başka bir rivayette, Amir b. Fuheyre'ye yazdırdı- Sonra Resûlullah (sallallahu aleyhi veseilem) yoluna devam etti.
(Sonra mahalleme döndüm) ve olanlardan kimseye sözetmedim. Tâ ki Resûlullah (sallallahu aleyhi veseilem) Mekke'yi fethedip Huneyn ve Taifi elegeçkene kadar, işte o zaman ResûluUah'la (saîlallahu aleyhi veseilem) görüşmek üzere yola çıktım. Hicret ederken benim için yazdığı belgeyi de yanıma aldım. O'nu el-Cirâne/el-Cirrâne [98] denilen yerde buldum. O'nun yanına 1 giderken (farkında olmadan) Ensar'm ordugahlarından birisinin içine girmişim. Bir anda mızraklanyla bana vurmaya başladılar ve, "Al sana, al sana!" diyorlardı. Nihayet devesinin üzerinde bulunan Resûlullah'a (saîlallahu aleyhi veseilem) yaklaştım. Bir de ne göreyim eğerin üzengîsındcki baldırı hurma ağacının özü gibi bembeyaz görününüyor.
Yazık belgeyi elimle yukarı kaldırdım sonra: "Ey Allah'ın Resulü! İşte bana yazdığın belge! Ben Sürâka b. Mâlik'im" dedim. Bunun üzerine Resûlullah (saîlallahu aleyhi veseilem): 'fiti gün vefakarlık ne iyilik yapma günüdür. Beri gel!" buyurdu. O'na yaklaşarak belgeyi verdim. Sonra Resûlullah'a (saîlallahu aleyhi vescllem) soracağım bir hususu düşündüm, fakat onu hatırlayamadım.
Bunun yerine O'na şöyle dedim: "Ya Resûlallah! Kaybolan bir deve benim kendi develerim için doldurduğum havuzlara gelip sulansa ona su; vermemden dolayı bana sevap var mı?" Resûlullah (sailalkhu aleyhi veseilem):' "Evet, susurluktan yanan her ciğer sahibi sebebiyle bir ecir vardır" buyurdu. Sonra
kavmime döndüm ve Resûlullah (saîlallahu aleyhi veseilem)'e zekatımı gönderdim.[99]
Ebû Bekr (radiyaüahu anlı) Sürâka hâdisesinin devamını anlatıyor: Sürâka b. Mâlik peşimize düştü. O anda biz toprağı sert olan bir yerden geçiyorduk. Ben: "Ya Resûlallah, peşimizdeki bu kişi, bize yetişmek üzere" dedim. Peygamber (salialîahu aleyhi veseilem): "Ütülme, Allah bilimledir" buyurdu. O kişi bize o kadar yaklaştı ki, neredeyse aramızda iki-üç mızrak atımı bir mesafe kaldı. O zaman ben tekrar: "Bu adam bize yetişti" diyerek ağladım. (Resûlullah (sallallahu aleyhi vescllem): "Neden ağlıyorsun?') diye sorunca, "Allah'a yemin ederim ki, kendime bir şey olacak diye değil, lâkin size bir zarar gelecek diye ağlıyorum" dedim. Bunun üzerine Resûlullah (saîlallahu aleyhi veseilem) ona karşı Allah'a dua ederek: "Allabıml Dilediğin şekilde bi^i ondan koru!" buyurdu. Peygamber (saîlallahu aleyhi vesellem)'in bu duası üzerine ati karnına kadar yere batmaya başladı. O, bu hali görünce hemen atından yere atlayarak: "Ey Muhammedi Anladım ki bu senin işin. İçinde bulunduğum durumdan beni kurtarması için Allah'a dua et. Vallahi arkamdan seni aramaya gelenlere bu taraflarda olmadığını söyleyeceğim. İşte ok torbam, içinden bir ok al. Çünkü sen falanca yerlerde benim develerimin ve koyunlarımın yanından geçeceksin. (Bu oku göstererek) onlardan ihtiyacın kadar alırsın" dedi. Resûlullah (saîlallahu aleyhi veseilem): "Develerine ve koyunlarına ihtiyacımı^ yok" diyerek onun için Allah'a dua etti. Bu dua sebebiyle kurtularak geri kavminin yanma döndü. Yolda karşılaştığı herkese: "Ben bu tarafları aradım. Sizin aramanıza gerek yok" diyerek karşılaştığı kişilerin hepsini geri döndürdü. Böylece bize verdiği sözü tutmuş oldu.
İbn Sa'd'ın zikrettiğine göre Sürâka geri dönünce Kureyslilere "Yol gözetlemedeki maharetimi bilirsiniz. Sizin için bu tarafları iyice taradım. Hiçbir şey göremedim" dedi. Bunun üzerine onlar da geri döndüler. İbn Sa'd ve Belâzuri'nin belirttiğine göre Sürâka onlardan Kudeyd denilen yerde Salı günü ayrılmıştı. Kudeyd, Mekke ile Medine arasındaki bir yerin ismidir.
İbn Asâkit'in İbn İshâk'tan rivayet ettiğine göre —ki bunu diğer bazı âlimler de zikrediyor, doğrusunu Allah bilir— Hz. Ebû Bekr, ResûluUah'la (saîlallahu aleyhi veseilem) bitlikte mağaraya girmesi, yolculukları ve Sürâka'nın kendilerini takip etmesiyle ilgili şu şiiri söylemiştir:
Biz mağaranın ziiiri karanlığında iken Peygamber (sallaUalm aleyhi veseilem),
Hiç endişelenmeden beni sakinleştirmek için dedi ki: ' .
Hiç bir şeyden korkma çünkü Aslan, bizim üçüncümüzdür.
O, bana destek olma konusunda teminat vermiştir.
Belirtilerinden korkulacak kimsenin tuzağı,
Ancak şeytanların tuzağıdır.
Şeytanlar o tuzağı kâfirler için kurmuştur.
Allah, onların hepsini yaptıklarından ötürü helak edecektir.
Onların varacağı yeri Cehennem kılacaktır.
Sen onlardan ayrılacak ve onları terkedeceksin. .
Ya Lir kuşluk vakti veya gece bastırırken yürüyerek.
Onların kayalıklarını terkedereh, ta ki bir kavim,
Onlara karşı bizim için destekçiler ve yardımcılar olacak
Nihayet gece her tararımızı örtene ve
Senin korktuğun ki§ilere karşı bizi perdelerle kapatana kadar
el- Ureykıt bize yol göstererek yürüdü.
Eyerler altındaki develeri üzerlerindeki insanlarla hızla gittiler.
En yükseğinden sonra tepelerin kenarından geçtiler
Toprağı ince olan her düzlükte tozu savutturdular
Tam sen Necd topraklarına girdiler diyordun ki
Müdlic kavminden bir atlı yollarım kesti
Bölgelerine gireni helak ediyor; son derece kararlı
Adeta saldırgan benekli büyük hır aslan gibi
Dönünüz dedi, bizde "senin için dönmememiz yaratıcının yardımıdır" dedik,
O ve atı yüzü kara olarak yere batırılacak
Yere iyice gömülen dört (bacağa) bak
Kısrağının ayak bileklerine kadar
Hiç bir âletle kazılmamış kızgın kumların içine
Gömüldüğünü görünce korkuya kapıldı.
Dedi ki; Atımı serbest bırakabilir misiniz
içim de gizlediklerimi açıklamam için benden söz alınız
Karşılaştığım kişileri başka yönlere çehreyim.
Onların gözlerini kırlangıç gözü gibi kör edeyim.
Sizi kötü niyetlerimizden koruyan zata dua et
Atımı serbest bıraksın. Sizler çok İyi İnsanlarsınız.
Bunun üzerine Resûlullah yalvararak şöyle dedi:
Ya Rab! Eğer bu sözünden dönmeyecckse
Bedduamızdan salim olarak onu kurtar.
Kısrağını da yara izlerinden kurtararak salıver
Resûlullan dua eder etmez Allah atın ayağını çıkardı.
Süvarisi de büyük bir tehlike korkusunu atlattı.
Buhârî, Urve'den; el-Hâkim ise Urve'den, o da babası Zübeyr'den rivayet etmiştir. Buna göre Resûlullah (sallailahu aleyhi veseUem) Şam'dan dönen bir grup müslüman tüccarla birlikte olan Zübeyr ile karşılaştı. Zübeyr, Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'e giymesi için beyaz elbiseler verdi. Beyhaki'nin Musa b. Ukbe'den rivayet ettiğine göre Resûlullah (sallailahu aleyhi vesellcm) ve Ebû Bekr, Medine'ye yaklaştığı sırada Talha b. Ubeydillah Şam'dan dönmüş ve Mekke'ye gitmek üzere yola çıkmıştı. Kendisine Resûlullah (sallailahu aleyhi vesellem) ile Ebû Bekr'in gelmekte olduğu söylenince ya onları karşılamak, ya da umre yapmak için Medine'den ayrılmıştı. Onun yanında Ebû Bekr'e hediye edeceği Şam'dan getirilen elbiseler vardı. Ebû Bekr'le karşılaşınca o elbiseleri verdi. Resûlullah ve Ebû Bekr, bu elbiselerden bazılarım giydiler.
Ebû Nuaym'ın Enes b. Mâlik tarikiyle Evs b. Hacer'den naklettiği bir rivayete göre; Resûlullah İle Ebû Bekr Medine'ye hicret ederken (bugünkü Rabiğ'in doğusunda) Cuhfe denilen yerde Eşlem kavminin develerinin yanından geçtiler. Bu sırada Resûlullah (sallaUahu aleyhi vesellem): "Bu develer kimin?" diye sordu. "Eşlem kavminden bir adamın" denilince (Eşlem isminden tefeül ile) Ebû Bekr'e dönerek: "inşallah (artık Kureyşlilerden) kurtulduk" buyurdu. Burada Evs'in babası Hacer yanlarına gelerek Resûlullah'ı (sallailahu aleyhi vesellem) develerinden birine bindirdi, yanına da deveyi Medine'den geri getirmesi için hizmetçisi Mes'ud'u verdi.
Ebû Ya'lâ, Taberânİ, el-Hâkim, Beyhaki ve Ebû Nuaym'ın Kays b. en-Nu'mân'dan rivayet ettiklerine göre şöyle demiştir: Resûlullah (sallailahu aleyhi vesellem) ile Ebû Bela gizlice Mekke'den çıkıp Medine'ye doğru gelirken bir koyun sürüsüne rastladılar. Sürüyü otlatan köleden süt istediler. Köle; "Sağımlı koyunum yok. Ancak şurada kışın başında tekeye gelen bir oğlak var. Ama o da yavrusunu düşürdü, hiç sütü kalmadı" dedi. Peygamber (sallailahu aleyhi vesellem): "Getir onu!" buyurdu. Getirince Resûlullah (sallailahu aleyhi vesellem) onu tuttu ve süt gelinceye kadar memelerini sıvazladı. Ebû Bekr bir kalkan istedi. Peygamber (sallailahu aleyhi vesellem) oğlağı sağarak Ebû Bekr'e içirdi. Sonra tekrar sağıp çobana içirdi. Üçüncü defa sağıp kendisi içti. Bunun üzerine çoban: "Sen kimsin? Vallahi senin gibisini asla görmedim" dedi. Resûlullah (sallailahu aleyhi vesellem): "Kimseye haber vermeyeceğine sö% verirsen kim olduğumu söylerim" buyurdu. Çoban, "Olur" deyince, "Ben Allah'ın Peygamberi Muhammed'im" buyurdu. Çoban bunu duyunca: "Sen, Kureys'in sâbii olduğunu iddia ettiği kişisin" dedî. Resûlullah (saJlallahu aleyhi vesellem): "Onlar böyle söylüyor" buyurdu. Çoban, "Şehadet ederim ki, sen Allah'ın peygamberisin, yine şehadet ederim ki senin getirdiğin din haktır ve senin bu yapağını da ancak bir peygamber yapabilir" dedi.
Beyhaki'nin, Ebû Hureyre'den (radiyallahu anlı) rivayet ettiğine göre Resûlullah (sallallshu aleyhi vesellem) Medine'ye giderken Hz. Ebû Bekr'e (radiyallahu anlı): "Som soranlarla sen muhatap ol. Çünkü bir peygamber yalan söyleyemem" buyurdu. Bunun üzerine Ebû Bekir, "Sen kimsin?" diye sorulduğu zaman "Yolunu şaşıran biriyim" şeklinde, "Yanındaki kim?" denildiği vakit ise, "Beni doğru yola ileten bir yol gösterici" şeklinde cevap veriyordu,
Buharî'nin Enes (radiyallahu anlı)'dan rivayetine göre o şöyle demiştir: Resûlullah (sallallahu aleyhi vcsdtem) terikesinde Ebû Bekr olduğu halde Medine'ye geldi. Ebû Bekr yaşlı görünüyordu. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) ise tanınmayan bir gençti. Bazıları Ebû Bekr'e yaklaşarak "Önündeki bu kişi kim?" diye soruyor O da: "Bu, bana yolu gösteren zattır" şeklinde cevap veriyordu. Herkes bu cevaptan kendine göre bir tahminde bulunuyordu. Kimisi gerçek yolu, kimisi de hayır yolunu kastettiğini söylüyordu.
Zübeyr b. Bekkâr, el-Muvaffakiyyât adlı eserinde ve Ebû Nuaym; Şehr b. Havseb <-> İbn Abbas «-♦ Sa'd b. Ubâde tarikiyle Sa'd'ın şöyle dediğini nakletmiş tir: Akabe biatinda Resûlullah'a (sallallahu aleyhi vesellem) biat edince bazı işlerimden dolayı Hadramevt'e gittim. İşimi bitirdikten sonra geri dönüş yolunda bir yerde uyudum. Geceleyin bir sesin şöyle dediğini duyunca korkuyla irkildim:
Ey Ebû Amr beni uykusuzluk tuttu.
Uyku kaçtı, geceler ikiye bölündü, bâlâ gözümde uyku yok.
Sonra başka bir ses:
Ey uyuyan! Seni oyun, eğlence aldı götürdü.
Mekke ile Yesrib arasında insanı hayrette bırakacak büyük bir bâdise oluyor diye bağırdı. "O nedir" diye sorunca, "Kurtuluş peygamberi, bütün insanlara en güzel kelâm ile gönderildi. Mekke'den hurmalık ve kaleleri olan yere çıkarıldı" dedi. Sonra tan yeri ağardı. Ben düşünmeye başladım. Bir de ne göreyim, bir kertenkele ile bir yılan ölmüş vaziyette yerde yatıyor. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)'in hicret ettiğini ancak bu olayla anlayabildim.
Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) Medine'ye yaklaşınca Sehm oğullarından Ebû Abdillah Buteyde b. el-Husayb el-Eslemî, kavminden yetmiş kişi ile O'nu karşıladı. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) ona, "Sen kimsin?" dedi. "Bureyde" deyince Ebû Bekr (radiyallahu anlı)'a: "işitmiş kolaylaştı ve yoluna girdi" buyurdu. Sonra, "Kimlerdensin?" diye sordu. "Eslem'den" cevabını alınca Ebû Bekr'e, "Kurtulduk" dedi. "Hangi aşiretten?" sorusuna da, "Sehm oğularmdan" karşılığını duyunca: "Sy Ebû Bekr! Nasibin aktı!" buyurdu. Bu defa Bureyde, Hz. Peygamber'e (sallallahu aleyhi vesellem), "Sen kimsin?" dedi. "Ben, Allah'ın Rasulü Muhammed b. Abdillah'ım" cevabını alınca: "Şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed onun kulu ve Resulüdür" deyip müslüman oldu. Yanında bulunanların hepsi de müslüman oldular. Bunun üzerine Bureyde: "Elhamdülillah, Sehm oğullan zorlama olmaksızın gönül rızaları ile müslüman oldular" dedi. O günün sabahı olunca Bureyde, Peygamber (sallallahu aleyhi vcsdlem)'e: "Ya Resûlallah! Medine'ye mutlaka bir sancakla girmelisin" teklifinde bulundu. Hemen sarığını çözerek mızrağının ucuna bağladı. Medineye girene kadar Resûluilah'm (sallallahu aleyhi vesellem) önünde bu şekilde yürüdü.[100]
1- Hafız İbn Hacer şöyle der: Sahabenin hicret etmeye başlaması ile birinci ve ikinci Akabe Biatları ve Hz. Peygamber'in (sallallahu aleyhi vesellem) hicreti arasında incelemeye göre İki aydan biraz fazla bir zaman vardır.
2- Hz. Aişe'nın (radiyallahu anhâ), "Ebû Bekr'den önce sevinçten ötürü ağlayan hiç kimseyi görmedim" demesini er-Ravd isimli kitabın müellifi, "yaşının küçük olmasından ve hakikaten bu şekilde bir kimse tanımadığından dolayı böyle söylemiştir" şeklinde açıklamıştır. Aslında şairler bu hususa değinmiştir. Onların sözlerinden bir kısmını beğendiğim için buraya almak istiyorum. et-Tâî nisbeli şair bulutu tasvir ederken şöyle demiştir:
Bir babçeye yağmur yağdırdığında simsiyahtır
O bahçenin çiçeklerinin gözleri sevinçten ağlamaya haşlar.
Ebû't-Tayyib'e bu mısralar zikredilince bu konuda şöyle demiştir. Onun sar 'a hastalığına tutulmasını çok görme Çünkü nelsin sevinçlerinden öldürücü olanlar vardır.
Sonraki şairlerden birisi de şöyle der:
Sevgiliden mektup geldi, beni ziyaret edecekmiş
Bu yüzden kirpiklerimden yağlar aktı
Her taralımı seıı'nç kaplam
Öyle ki sevincimin çokluğu beni ağlattı
Artık gözü yaşlı olmak senin âdetin oldu
Sei'inçte de ağlıyorsun, kederde de
e-^-Zehr adlı kitabın müellifi bu konuda şu açıklamayı 3'apma lüzumunu hissetmiştir: "Görüldüğü üzere burada dikkatli davranılmarnıştır. Hz. Aişe'nin aleyhine hiç sonraki bir şairin beytiyle karşı çıkllabilir mi?! Ona ancak Arab'ın söylediği şeyle karşı çıkllabilir. Arab'ın söylemediği, hiç bir surette ona karşı delil olamaz." Bence es-Süheyli, bu beyitleri nakletmekle Hz. Aişe'ye karşı hüccet getirmeyi gaye edinmiş olamaz. O, bunları, faydalı olması için sadece rasgele zikretmiştir. [—>s. 341]
3- er-Ravd isimli kitapta nakledildiğine göre, Mağrib'li bir şeyhe Peygamber (sallallahu aleyhi vcsellcm)'in hicrette kullanacağı deveyi Ebû Bekr'den ücretsiz kabul etmemesinin sebebi sorulmuş. Halbuki Ebû Bekr daha önce malını Resûlullah'a (sallallahu aleyhi vesellem) infak etmişti. O bu soruya şöyle cevap vermiştir: "Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) hicretinin ancak ve ancak kendi malıyla olmasını murad etmiştir." [—s. 341]
4- Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)'in hicreti, nübüvvetin 13. senesinin Rebiu'l-Evvel ayında bir Pazartesi günü gerçekleşmiştir. Ahmed b. Hanbel, İbn Abbas'ın şöyle dediğini nakletmiş tir: "Peygamberimiz Pazartesi günü doğmuştur. Mekke'den Pazartesi günü çıkmış, Medine'ye Pazartesi günü girmiş ve Pazartesi günü vefat etmiştir." el-Hâkim bu konuda şöyle der: "Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'in Mekke'den çıkışının ve Medine'ye girişinin Pazartesi günü olduğuna dair haberler tevatür derecesine ulaşmıştır. Sadece Muhammed b. Musa el-Harezmî, Mekke'den Perşembe günü
çıktığını ileri sürmüştür. Hafız İbn Hacer: "Bu iki haberin arası şu şekilde bileştirilir: Mekke'den çıkışı Perşembe günü, mağaradan çıkışı ise Pazartesi aecesi olmuştur. Çünkü Cuma, Cumartesi ve Pazar geceleri yani üç gece mağarada kalmıştır. Pazartesi gecesinde mağaradan çıkmıştır" demektedir.
5- Siyer âlimlerinden bîrinin zikrettiğine göre Ebû Bekr mağarada iken müşrikleri görünce bunu Resûlullah'a (sallallahu aleyhi vesellem) haber vererek ''Onlar şu taraftan gelirlerse bîz de bu taraftan çıkarız" demiş ve mağaraya göz atınca diğer taraftan aralığın açıldığını görmüştür. O aralığın hemen bitişinde deniz ve kenara bağlanmış bir gemi durmaktadır!!"
Bu rivayet hakkında hafız Ibn Kesir şu değerlendirmeyi yapmaktadır: "Büyük kudret sahibi olan Allah'a göre bu olmayacak bir şey değildir. Ancak bu rivayetin ne güçlü, ne de zayıf bir isnadı vardır. Bizler de kendi kendimize bir şey ortaya koyacak değiliz. Sadece sahih ve basen derecesindeki haberlere göre hüküm veririz."
6- İranlı Râfrzilerin başlarına örülmüş saçları koymalarının sebebi, Ebû Bekr'i geceleyin mağarada soktuğu için yılanlara tazim etmektir!
7- Ahmed b. Hanbel ve el-Hâkim'in rivayetine göre Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur: "Arkadaşımla yani Ebû Bekr'k mağarada on günden fa^la kaldım* Yiyecek olarak sadece herife [101] vardı" el-Hâkim bu hadisin manasını; "Mağarada ve yolda müşriklerden gizlenmek suretiyle on günden fazla kaldık" şeklinde açıklamıştır.
Hafız İbn Hacer, Ahmed b. Hanbel'in yukarıdaki rivayetinde "mağard'nm zikredilmediğtni söyleyerek bu ibarenin ravilerden biri tarafından habere ilâve edildiğini belirtmiştir. Bu haberin, O'nun Hicret'i ile Üişkilendirilmesi doğru olmaz. Çünkü sahih haberlerde açıklandığına göre Âmir b. Fuheyre Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) ile Ebû Bekr'e mağarada bulundukları sırada süt getirir götürürdü. Yine onlar yolda bir çobanla karşılaşmışlar, Ümmii Ma'bed'in çadırında konaklamışlar ve daha başkaları ile görüşmüşlerdir. Dolayısıyla yukarıda geçen rivayet Hicret olayı ile değil, başka bir olayla ilgilidir.
8- es-Süheyli şöyle der: "Ey Kur'an'ı düşünmekle emrolunan kişi Allah Teâlâ'nın: "Arkadaşına, <üzülme Allah bizimle beraberdir> diyordu" (Tevbe, 40) âyetine dikkat et. Mâna ve lafız olarak Allah, nasıl o ikisi ile birlikte olmuştur. Mâna olarak nusret, yardım, hidayet ve irşadı ile onlarla beraberdir. Lafzen ise, Allah'ın adı, Peygamberin anıldım ve nıdâ edildiği her yerde zikrolunur. Meselâ "Ya Rasulallâh" veya "feale Resûlullah" denilir ki, Resûlullah ismi Resul ve ^llah adını ihtiva etmektedir Sonra Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'in arkadaşı Ebû Bekr için de kullanım bu şekilde olmuştur. Onun hakkında "Ya halifete Resûlillah" veya "fe'ale halifetu Rasulîllah" denilir. Peygamber asaletle, Ebû Bekr ise hilâfede anılmıştır. Ebû Bekr'den sonra bu kullanım kalkmış, diğer halifeler için böyle denilmemiş ve denilmeyecektir de."
9- el-Mühelleb b. ebî Sufra [102] şöyle der: "Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) çobanın verdiği sütten içmiştir. Çünkü bu hâdise ikram zamanında vuku bulmuştur. "Hiç kimse sahibinin i-^ni olmadan bir koyun sağmasın [103] hadisi buna ters düşmez. Çünkü o, kısma zamanında söylenmiştir. Yahut bu ikinci hadis, tamamen habersiz, gizli sağmayla ilgilidir. Birinci hadiste böyle bir gizlilik söz konusu değildir. Bilâkis Ebû Bekr daha önceden çobana "Sen sağar mısın?" diye sormuş, o da, "Evet" demiştir. Bununla sanki: "Koyun sahibi sana uğrayan kişiler için süt sağma izni verdi mi?" şeklinde sormuş olmakta; o da, "Evet" demektedir. Üçüncü bir izah şekli de şudur: Araplar arasında yaygın olarak bilinen âdetin, yoldan geçenler ve yolcular için koyunların sağılması hususunda çobanlara genel bir iznin mevcudiyeti ve bunun normal görülmesi şeklinde cereyan etmesidir. Dolayısıyla her çoban bu konuda her halükârda izinli sayılır.
ed-Davudi şöyle der: "Peygamber (saUallalıu aleyhi vesellem) o sütten yolcu olduğu için içmiştir. Yolcu ihtiyaç duyduğu zaman bu durumda sunulan sütü' içebilir. Özellikle de Peygamber (saUaîlahu aleyhi vesellem) soz konusu olunca bu daha da meşru olur." Bu meseleye şöyle bir yorum getiren ise uzak bir ihtimali dile getirmiş olmaktadır "Bu süt, bir harbînin (müşriğin) malı olduğu için içilmesini caiz görmüştür. Çünkü henüz cihad (savaş) farz, ganimetler de mubah kılınmamıştı." Hafız İbn Hacer ise bu konuda şu değerlendirmeyi yapmıştır: Ebû Bckr'in, "Koyunlarında süt var mı?" seklindeki sorusuyla, onunla "yanından geçenlere ikram olarak koyunlarını sağma konusunda iznin var mı?" denilmek istenmiştir. Şu ihtimal de düşünülebilir: Ebû Bekr koyunların sahibini tanıdığı için onun bu işe razı olacağını anlamıştır. Çünkü onunla arkadaştır veya bu hususta onun herkes için çobana genel izin verdiğini tahmin etmiştir.
10- Ebû Nuaytn, bu bölümde, Abdullah b. Mesûd'un müslüman oluşu hâdisesini de zikretmiştir. Bu hâdisenin anlatıldığı rivayetin bir yerinde Abdullah b. Mesûd şöyle demiştir: "Ergenlik çağına gelmiş bir. çocuktum. Mekke'de Ukbe b. ebî Muayt'ın koyunlarını güdüyordum. Yanıma müşriklerin baskılarından kaçarak Resûlullah İle Ebû Bekr geldi. Bana: "Ey çocuk, yanında hiç süt var mı?" dediler..." Ebû Nu'aym'ın zikrettiği bu hadisin tamamı, "Peygamber'in (sallallahu aleyhi vesellem) Mucizeleri" bölümünde gelecektir. el-Bidâye ?je'n-Nihaye ile Fethu'I-Baride. şu açıklama yapılmıştır: "Bu rivayette geçen "müşriklerden kaçma" ile hicret esnasındaki kaçma kasdedilmemiştir. Bu olay, hicretten Önceki bir zamanda vaki olmuştur. Çünkü İbn Mesûd daha önce geçtiği gibi ilk zamanlarda müslüman olan ve Habeşistan'a hicret edenlerdendir. Onun kıssası, sahih hadis kitaplarında geçmektedir.
11- el-Vjûn adlı eserde, Sürâka kıssası Ümmü Ma'bed kıssasından Önce zikredilmiştir. Bu kitabın müellifi, mukaddimesinde olayları kronolojik tertip etmeye bağlı kalacağını bildirmektedir, el-îşâre adlı eserde ise Ümmü Ma'bed kıssası Sürâka kıssasından önce verilmiştir. Ben de el-Jşarimn müellifine uyarak Ümmü Ma'bed kıssasını önce zikrettim ki, bir grup âlimin açıkça İfade ettiği gibi doğru sıralama da böyledir.
12- Rezin (b. Muaviye)'nin zikrettiğine göte Kureyş'li müşrikler, Resûlullah (sallallai™ aleyhi veseUem)iin nereye gittiğini bilemeden birkaç gün geçirince Ebû Kubeys dağının üzerinden şu misrayi okuyan bir ses işittiler:
Eğer iki Sci 'd müslüman olursa, artık Mımammed, Mekke'de karsı çıkanın karsı çıkmasından korkmaz.
Onlar yine, Sa'd b. Muaz ve Sa'd b. Ubade'nin müslüman oluşuyla ilgili daha Önce geçen şu iki beyiti de duymuşlardı:
Ey Sa 'd, Evs kabilesinin $a 'd'ı; sen yardımcı ol
Ve ey Sa 'd, elendileriolan Hazreclİlerin Sa 'cl'ı Hidayete çağırana icabet edin ve Firdevs Cennetinde, Allan 'tan irilkişinin yakınlığını temenni edin.
Seyyid (Semhûdî) der ki: "önceki bilgilerden anlaşıldığına göre bu beyitlerin daha önceden söylenmiş olması akla daha yatkın geliyor. Çünkü Sa'd b. Muâz ile Sa'd b. Ubâde, bundan önce müslüman olmuşlardı."
Buhârî'nin Âişe'den (radiyallahu anhâ) ve İbn Sa'd'm da Abdurrahman b. Uveym b. Sâide'den naklettiğine göre bir grup sahabiden şu bilgi aktarılmıştır: Medine'deki müslümanlar, Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)'in Mekke'den çıktığını duyunca Medine'ye gelmesini beklerken sabah namazlarından sonra Harre denilen yere giderler ve güneş tepe noktasına gelip de öğlenin bunaltıcı sıcağı başlayıncaya kadar O'nu beklerlerdi. Gölgeleri iyice kısaldığı bu zamanda bir gölge bulamayınca dönüp evlerine girerlerdi. Sıcak günlerdeki bu bekleyiş Resûlullah (sallallahu aleyhi veseliem) Medine'ye gelene kadar devam etmiştir. Yine böyle sıcak bir günde evlerine çekildikleri vakit bir Yahudi bir şeyi gözetlemek için yüksek kalelerinden [104] birine çıkmıştı. O anda Zübeyr veya Talha'mn verdiği beyaz elbiselere bürünmüş olan Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) ile arkadaşlarını gördü. Onlar sanki çöl ortasında serap (su) gibi görünüyordu. Bu Yahudi kendini tutamayarak avazı çıktığı kadar, "Ey Beni Kayle oğulları!" —başka bir rivayette "Ey Arap topluluğu!"— şeklinde bağırarak, "İşte çok önem verdiğiniz zât" veya "işte beklediğiniz arkadaşınız geldi" dedi. Bunun üzerine müslümanlar silahlarını kuşanarak Resûlullah'ı (sallallahu aleyhi vesellem) Harre mevkiinde Rebiu'l-Evvel ayının Pazartesi günü karşıladılar.
Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) kendisiyle hemen hemen aynı yaşta olan Ebû Bekr'le birlikte bir hurma ağacının gölgesinde otururlarken Medine'li müslümanlar onların yanına vardılar. Ebû Bekr (radiyallahu anh) onların karşısına çıktı, Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) ise sükut ederek oturuyordu. Bunun üzerine Ensâr'dan daha önce Resûlullah'ı (salîallahu aleyhi vesellem) görmemiş olanlar Ebû Bekr'i selamlamaya başladılar. Bir müddet sonra Resûlullah güneşte kalmıştı. Ebû Bekr hemen kendi Örtüsüyle O'na gölge yapmaya yöneldi. Bu durumu gören insanlar o zaman Resûlullah'ı (sallallahu aleyhi vesellem) tanımış oldular.
Diğer bir rivayette bu hâdise şu şekilde anlatılmıştır: Ebû Bekr'İn gölgeyi O'nun için terkettiğini gördükleri vakit diğerinin Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) olduğunu anlamışlardı. Resûlullah (sallaîlahu aleyhi vesellem), onları sağ tarafına geçirerek Medine'nin yüksekçe bir yeri olan Kubâ'daki Amr b. Avf oğullarının mahallesinde Külsüm b. el-Hidm'in avlusunda konaklattı. Denildiğine göre Külsüm o zaman müşrikti. —Muhammed b. el-Hasan b. Zebâle onun o zaman müşrik olduğunu kesin bir ifade ile belirtmiştir— Konaklama yerinin Sa'd b. Hayseme'nin avlusu olduğu da söylenmiştir. Rezîn b. Muâviye ilk görüşün daha doğru olduğunu bildirmektedir, el-Hâkim de onun tercih edilen görüş olduğunu ifade ederek "İbn Şihâb böyle söylemiştir. O, bu konuyu diğer âlimlerden daha iyi bilir" demiştir, ed-Dimyâti ise "en sağlam görüşün bu olduğu" şeklinde açıklama yapmıştır.
Siyer âlimlerinden bitişi bu konuyu şu şekilde açıklamaktadır: Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) Külsüm b. el-Hidm'e misafir olmuştu. İnsanlara bir şeyler anlatmak için evinden çıkar. Onlarla Sa'd b. Hayseme'nin evinde bir araya gelirdi. Çünkü o zaman Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'in yanında ailesi yoktu. Hanımı olmayan yani bekar muhacir sahabİler Sa'd b. Hayseme'nin bu evinde kalıyordu. İşte bu yüzden Peygamber (sallallahu aleyhi vesellcm)'in Sa'd'ın evinde konakladığı söylenmiştir. Ebû Bekr (radiyallahu anh) ise, el-Haris oğullarının Sünh denilen yerdeki mahallesinde oturan Hubeyb b. İsafa [105] misafir olmuştur. Ebû Bekr'in, el-Hâris b. el-Hazrec oğullarının kardeşi olan Hârice b. Zeyd b. ebî Züheyr'e misafir olduğu da söylenmiştir. ez-Zübeyr b. Bekkâr'm Abdullah b. Hârıse'den naklettiğine göre o şöyle demiştir: "Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem), Külsüm b. el-Hidm'e misafir olmuştu. Külsüm bir azatlı kölesine, "Ey Nüceyh!" diye seslenince Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) çocuğun isminin anlamına işaretle "Basardın ey Ebû Bekr!" demiştir.
Ali b. ebl Talib (kerramallahu vecheh), Resûlullah'in (sallallahu aleyhi vesellem)
gidişinden sonra birkaç gün -bir görüşe göre üç gün- Mekke'de kalarak Resûlullah'in (sallallahu aleyhi vesellem) sahiplerine verilmek üzere kendisine bıraktığı emanetleri onlara dağıtmıştır. Daha sonra yola çıkarak Küba'da Resûlullah'a (sallallahu aleyhi vesellem) yetişmiş ve o da, Külsüm b. el-Hidm'e misafir olmuştur.
İbn İshâk ve Rezin'in rivayetlerine göre Hz. Ali şöyle demiştir: "Küba'da konaklamıştım. Orada kocası olmayan müslüman bir hanım vardı. Gecenin yarısında birinin onun evine gelerek kapısını vurduğunu gördüm. Bu kadın kapıya geliyor, o kişi beraberinde getirdiği bir şeyi ona veriyor, kadın da onu alıyordu. Bu işten şüphelendim. Kadına, "Ey Allah'ın kulu! Her gece kapını çalan, senin de kapıyı açarak ne olduğunu bilmediğim verdiği şeyi aldığın bu adam da kim? Halbuki sen kocası olmayan müslüman bir hanımsın" dedim. Kadın şöyle cevap verdi- "O, Sehl b. Huneyf tir. Benim yalnız yaşadığımı öğrenince akşamlan kavminin putlarının bulunduğu yere giderek o putları kırar sonra parçaları bana getirir ve onları odun olarak kullanmamı söyler." Hz. Ali, daha sonraları Sehl b. Huneyf Irak'ta kendi yanında bulunduğu sırada vefat ettiği esnada onun bu yaptığını anlatmıştır.
Külsüm b. el-Hidm'in bir mirbedi vardı —mirbed, kuruması için hurmaların serildiği yere denir— Resûlullah (sallaMıu aleyhi veseUem) bu yeri Külsüm'den alarak oraya bir mescid İnşa etmiştir.
Sahih haberlerde Urve'den nakledildiğine göre Resûlullah (saJkllahu aleyhi vesellem), Amr b. Avf oğulları mahallesinde bir müddet kalarak temelleri takva üzerine atılan bu mescidi (Küba'yı) inşâ etmiştir. Abdurrezzâk'ın Urve'den naklettiği rivayette o şöyle demiştir: "Resûlullah (sallallahu aleyhi veseUem) temelleri takva üzere atılan mescidi Amr b. Avf oğulları mahallesinde inşâ etmiştir." İbn Âız'in kitabında ise bu konuda su ibareler yer almıştır: "Resûlullah 1 (sallallahu aleyhi vesellem), Amr b. Avf oğulları mahallesinde üç gece geçirmiş ve | kaldığı yeri mescid haline getirerek namazlarını orada kılmıştır. Sonra Amr b. Avf oğulları buraya bir mescid inşâ etmiştir kî, işte o mescid, "temelleri takva üzere atılan mescid" (Kubâ Mescidedir.
Yûnus b. Bükeyr'in, Ziyâdâtü'l-Meğa^ide el-Mesûdı'den naklettiğine göre el-Hakem b. Uteybe şöyle demiştir: "Resûlullah (sallallahu aleyhi veseilem), Medine'ye geldiğinde Küba'da konaklayınca Ammâr b. Yâsir: "Resûlullah'in gündüz vakti gölgeleneceği ve namaz kılacağı bir yerin mutlaka olması gerekir" diyerek biraz taş toplamış, onlarla Küba mescidini yapmıştır. Bu yüzden Ammâr, müslÜmanların geneli veya Resûlullah (sallalkhu aleyhi vesellem) İçin Medine'de bir mescid inşa eden ilk kişidir. Onun bu konuda ilk kişi olduğunu Hafız İbn Hacer ve es-Seyyid de ifade etmişlerdir. Tahkik edilip incelendiğinde bu mescidin, Resûlullah'in ashabıyla cemaat halinde aşikâr olarak içinde namaz kıldığı ilk mescit olduğu anlaşılır. Her ne kadar bundan başka mescitler inşa edilmiş olsa da.
İbn ebî Şeybe'nin Câbir (radiyallahu anh)'dan rivayet ettiğine göre o şöyle anlatır: Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) (Medine'ye) gelmezden önce bizler iki sene Medine'de bekledik. Bu zaman zarfında mescitleri imar ediyor ve namaz kılıyorduk." Bundan dolayı şöyle denilmiştir: "Resûlullah'in (sallallahu aleyhi vesellem) ashabından ilk hicret edenler ile Ensâr, Küba'da içinde namaz kılacakları bir mescit inşa ettiler. Bununla yukarıda geçen mescit kastediliyor. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) hicret ederek Küba'ya gelince ashabına bu mescitte Beytü'l-Makdis'e doğru namaz kıldırmış, öte yandan ilk zamanlarda başka hiçbir mescit yapmamıştır, ibn Şebbe (Tarihu'l-Medine'sinde) bunu rivayet ettikten sonra Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'in Küba mescidini inşâ ettiğini de rivayet etmiştir. Resûlullah (sallallahu aleyhi veseilem) inşa ettiği mescitte kıble yönünü Kabe'ye doğru çevirerek: "Cibril, beni Kâbeye yöneltiyor [106] buyurmuştur.
Taberâni'nin Câbir b. Semure'den (radiyallahu anh) rivayet ettiğine göre o şöyle demiştir: "Küba'da oturan halk, Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'den kendileri için bir mescit inşa etmesini isteyince Resûlullah söyle buyurdu: "Simden birisi kalkıp şu deveye İmisin" Bunun üzerine Hz. Ebû Bekr (radiyallahu anh) kalkarak o deveye bindi. Onu yürütmek istedi, ancak hareket ettiremedi. Dönüp yerine oturdu. Ömer (radiyallahu anh) kalkarak deveye bindi, fakat o da yürütemedi. Dönüp yerine oturdu. Bunun üzerine Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) ashabına tekrar: "Simden birisi kalkıp şu deveye binsin " buyurdu. Bu defa Hz. Ali (kerramallahu vecheh) kalktı. Ayağını üzengiye koyup devenin üzerine yerleşince Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem): "Yularım salıver, onun etrafında döndüğü yere bir mescit inşa edin. Çünkü onun bu hareketi Allah tarafından emralunmuştur" buyurdu.
Yine Taberâni'nin senedindeki râvileri güvenilir olan bir isnadla es-Şumûs bin ti en-Numân'dan (radiyaUahu anhâ) naklettiğine göre o şöyle demiştir: Medine'ye gelip konakladığı ve bu mescidi -yani Ruba mescidini- inşa ettiği zaman Resülullah'ı (saUaUahu aleyhi vcsellem) takip ettim: Şöyle İd, bir taşı veya kayayı alıp yükleniyor, hatta taşın ağırlığından dolayı eğiliyordu. Hattâ kamının ve göbeğinin üzerinde toprağın bıraktığı beyaz izi görüyordum. Bu arada ashabından birisi gelerek, i(Ya Resülallah! Anam-babam sana feda olsun! Ver de senin yerine ben taşıyayım" diyor, fakat Resûlullah (sallaUahu aleyhi vesellem) ona: lfH.ayır, sen de böyle bir başka taş al!" şeklinde karşılık veriyordu, Mescidin inşaatı bitene kadar Resûlullah (sallallahu aleyhi veseUem) bu şekilde çalıştı. Ayrıca Peygamber (saUallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu: "Cibril (aleyhisselâm), Kabe'ye doğru yöneliyor." Bu hâtırasını anlatan eş-Şumûs binti en-Numân'm belirttiğine göre, "Kubâ mescidinin kıblesi en düzgün olan mescit olduğu" söylenirmiş.
Seyyid (Semhûdî), kıble konusunda su açıklamaları yapar: Sahili haberlerde geldiğine göre; Resûlullah (sallaUahu aleyhi vesellem) neshedilene kadar namazlarında hep Beytü'l-Makdis'e yönelmiştir. Bir gün yüzleri Şam'a doğru dönük olduğu halde sabah namazını kılarlarken kavmin temsilcileri gelerek kıblenin değiştiğini haber vermiş, bunun üzerine onlar da Ka'be'ye doğru dönmüşlerdir. Bu konuda şu ihtimaller akla geliyor:
1) Cibril (alcyhissdâm) iki cihetin zıt yönlerde olmasından dolayı onların Beytü'l-Makdİs yönünü düşünerek bulmaları için Resûlullah'ı (sallaUahu aleyhi veseUem) Kabe'ye yöneltmiş olabilir ve bununla aynı zamanda ileride Ka'be'ye yönelineceğini de Peygamber (sallaUahu aleyhi vesellem)'e bildirmiş olmaktadır.
2) Resûlullah (sallaUahu aleyhi veseUem) hicretin başında Beytü'l-Makdis veya Kabe'ye yönelme hususunda muhayyer bırakılmıştır. Nitekim er-Rabî de bu görüşü dile getirmiştir. Bu muhayyerlikten dolayı Cibril, O'nu Kabe'ye doğru yöneltmiştir. Fakat buna rağmen O'nun başlangıçta Beytü'l-Makdİs'e doğru namaz kılmayı tercih etmesi ise, Yahudilerin kalplerini kazanmak istemesinden dolayıdır.
3) Kabe'ye yönelme o zamanda meşru idi. Sonra bu, Beytü'l-Makdis'e yönelme ile neshedilmiş; daha sonra da o, tekrar yine Kabe'ye yönelme ile neshedilmiştir. Kadı İyaz, Ebû Bekr b. el-Arabî ve diğer bazı âlimler bu görüşü kabul edip kıblenin iki defa neshe uğradığını ileri sürmüşlerdir.
4) Mescidin bu inşası, ilk inşasından başka bir İnşâdır. Yukarıda İbn Sebbe'den yapılan nakil bu hususa delâlet eder.
Yine İbn Şebbe, Kubâ mescidi inşa edilirken Abdullah b. Ravaha'nın: "Efleha men ya'muru'l-mesâcidâ ve yakraül-Kurâne kaimen ve kâida -ve la yebitü'l-leyle anhu râkidâ" ("Mescidleri imar eden, felaha ermiştir; ayakta ve oturarak Kur'an okuyan da, bütün geceyi uyuyarak geçirmeyen de") mısralarını söylediğini, Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'in de mısralann sonundaki "el-mesâcidâ", "ve kâida" ve "râk'dâ" kelimelerini tekrar ederek Abdullah'a eşlik ettiğini rivayet etmiştir.
1. Peygamber (sallaUahu aleyhi veseUem)'in, Amt b. Avf oğullarının mahallesinde ne kadar kaldığı hususunda ihtilâf edilmiştir. Buhârî ile Müslim'in iTÜ'lerinde İbn Şihâb'm Urve b. ez-Zübeyr'den naklettiğine göre orada on geceden fazla kalmıştır. Yine Buhârî ile Müslim'in iTÜ'lerinde Enes b. Mâlik'ten rivayet edildiğine göre on dört gece kalmıştır. el-Işâre adlı kitapta "on dört gece" rivayeti birinciden önce verilmiştü:. İbn îshâk ise beş gece olduğunu ileri sürmüştür. İbn Hibbân, orada Salı, Çarşamba ve Perşembe günleri kaldığını söyleyerek Cuma günü yola çıktığı için onu kalma günlerinden saymamıştır. Üç gece diyen İbn Abbâs ve Musa b. Ukbe'nin giriş ve çıkış günlerini nazarı itibara almadıkları anlaşılmaktadır. Öte yandan Atnr b. Avf oğullarından bir grup kişiden, yirmi iki gün kaldığı da rivayet edilmiştir.
2. Buhârî ile Müslim'in Sahiffle.rm.âe geçtiği gibi güvenilir görüşe göre Peygamber (saUaUahu aleyhi vesellem) Küba'ya Pazartesi günü girmiştir. İbn Ukbe bunun, Rebiu'l-Evvel ayının ilk günü olan Pazartesi olduğunu söylemiştir. Cerir b. Hâzım'ın, İbn İshâk'tan yaptığı rivayete göre Rebiu'l-Evvel ayından iki gece geçtikten sonra gelmiştir, ibrahim b. Sa'd'ın İbn İshâk'tan naklettiği rivayette ise bu aydan on iki gece geçtikten sonra gelmiştir. Ebû Sa'id'İn Şerefu'I-Mmtafa adlı kitabında Ebû Bekr b. Hazm'ın, "Rebiu'l-Evvel ayının on üçünde Medine'ye geldi" sözü nakledilmiştir. Son iki görüşün arası, Hilali farklı zamanlarda görülmesi noktasında telif edilebilir.
3. Hafız İbn Hacer şöyle der: "Çoğunluk Peygamber (sallaUahu aleyhi veseUem)'in gündüz geldiği görüşünü kabul eder. .Müslim'in rivayetinde geceleyin geldiği geçmektedir. Bununla diğer rivayetlerin arası, "gelişin oluşu, gündü, vaktmde de şeh.e ^ olması"
Ahmed b. Hanbel ile Buhâri ve Müslim'in Ebû Bekr'den; Saîd b. Mansür'un Abdullah b. ez-Zübeyr'den; Beyhakî'nin Musa b. Ukbe'den; İbn İshâk'm Uveym b. Sâ'ide'den ve Yahya b. el-Hasan'ın da Umara b. Huzeyme'den rivayet ettiklerine göre Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) Medine'ye girmek isteyince Neccâr oğullarına haberci gönderdi. Onlar, daha önce "Neseb" bölümünde geçtiği gibi Abdulmuttalib'in annesinin kendilerinin soyundan olmasından ötürü Resûlullah'in (sallallahu aleyhi veseîlem) dayıları oluyorlardı.
Neccâr oğulları haberi alınca kılıçlarını kuşanarak [107] geldiler, Resûlullah'a (sallallahu aleyhi vesellem) ve ashabına: "Kendilerine itaat edilen, emniyette olan kişiler olarak develere bininiz" dediler. O gün, günlerden Cuma idi. Öğleye doğru Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) devesini istedi. Müslümanlar toplanıp silahlarım kuşandılar. Resûlullah, Kasvâ adı verilen devesine bindi. Onunla birlikte olan insanlar, sağından, solundan ve arkasından yürüyorlardı. Kimisi yaya, kimisi binek üzerinde idi. Bunun üzerine Amr b. Avf oğullan toplanarak: "Ya Resûlallah! Bizden bıktığın için mi gidiyorsun yoksa mahallemizden daha iyi bir yer mi istiyorsun?" dediler. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem): "Ben, köyleri yiyen bir köye (karyetun te'kulu'l-kurâ) [108] gitmekle emrolundum. 0 .yünden devemi serbest bırakın. O emrolunduğu şekilde hareket edecektir" buyurdu.
Sonra Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) Küba'dan Medine'ye doğru hareket etti. İnsanların kimisi yaya, kimisi de develerine binerek onu karşılamak için yollara dökülmüştü. Hizmetçiler ve çocuklar: "Allahu Ekber! Bize Resûlullah geldi, Muhammed geldi!" diye bağrışıyorlardı.
Beyhâki'nin rivayetine göre Enes b. Mâlik o günü şöyle tasvir etmiştit: Ben de diğer çocuklarla birlikte koşuyordum. Onlar "Muhammed geldi!" diye bağrışıyorlardı. O tarafa gidiyor, ama hiç kimseyi göremiyorduk. Nihayet O ve arkadaşı Ebû Bekr çıkageldi. Bizler Medine'deki duvarlardan birinin ardına gizlenmiştik. Bedevilerden bir adamı, onların geldiklerini Ensâr'a haber vermek üzere gönderdiler. Ensâr haberi duyar duymaz yaklaşık beşyüz kişi ile onları karşılamak üzere çıkarak yanlarına vardılar. Resûlullah ile Ebû Bekr'e: "Emniyette ve kendisine itaat edilen kişiler olarak volunuza devam edin!" dediler. Resûlullah'la arkadaşı onların arasında Medine'ye geldiler. Medineliler sokaklara çıkmıştı. Hatta genç kızlar, Peygamber'i (saMahu aleyhi vesellem) görmek için evlerin damlarına çıkarak birbirlerine: "Hangisi o? Hangisi o?" diye soruyorlardı. Medine'de o günkü manzaranın bir benzerini daha önce hiç görmemiştik.
Ahmed b. Hanbel ve Ebû Davud'un Enes b. Mâlik (radiyallah.u anh)'tan rivayet ettiklerine göre o şöyle demiştir: Resûlullah (salhllahu aleyhi vesellem) Medine'ye gelince Habeşliler onun gelişinden Ötürü büyük bir sevinç duyarak mızrakları ile çeşitli gösteriler yaptılar.
Beyhaki ile Rezîn, Hz. Aişe'den (radiyallahu anhâ) naklediyor: "Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) Medine'ye gelince kadınlar, erkek ve kız çocuklar hep bir ağızdan şu beyti söylediler:
Veda yamaçlarından doğdu Dolunay bize Allah 'a çağıran bu kişiden ötürü şükretmek vacib oldu bize [109] Rezîn bu beyte şu mısrayı da ilave etmiştir: Ey bize gönderilen ki§i, itaat edilecek bir din getirdin bize [110] Buhârfnin el-Berâ b. Azib'den (radiyalhhu anh) rivayet ettiğine göre o şöyle demiştir-. "Medinelüerin Peygamber'in (sallallahu aleyhi vesellem) Medine'ye gelişine sevindikleri kadar başka bir şeye sevindiklerini görmedim."
İbn Mâce'nin Enes b. Malik (radiyallahu anh)'dan rivayetine göre o şöyle demiştir: "Resûlulîah'm (sallallahu aleyhi vesellem) Medine'ye geldiği gün her şey O'nun nuruyla aydınlandı."
İbn ebî Hayseme'nin rivayetine göre yine Enes (radiyalîahu anh): "Resûlulîah'm (sallallahu aleyhi vesellem) Medine'ye girdiği günden daha güzel ve daha nurlu bir gün görmedim" demiştir.
Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) Medine'ye gitince uğradığı her mahallenin sakinleri: £CYa Resûlullah! Şerefli, güçlü ve zenginiz, bize gel!" dediler. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) onlara, hayır ve bereketle dua etti veya: "Devem emre göre hareket etmektedir, yolunu açın!" buyurdu. Bu şekilde Salim oğullarının mahallesine varınca O'nu Ithân b. Mâlik ve Nevfel b. Abdillah b. Mâlik b. el-Aclân karşıladı. Nevfel, Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'in devesinin yularını tutarak şöyle dedi: "Ya Resûlullah, bize misafir ol! Çünkü kabilemizin nüfusu kalabalık, mal ve silahlarca da güçlüdür. Bizler geniş arazilere, bahçelere sahip anlayışlı kişileriz. Ya Resûlullah! Araplardan bir kişi herhangi bil- şeyden korkarak Buhrâ'ya (yani Medine'ye) gelir de bize sığınırsa ona: <Burada isrediğin yere git, çünkü sen emniyettesin> deriz." Bu sözleri dinleyen Resûlullah (sallalkhu aleyhi vesellem) tebessüm ederek "Devemin yolunu açın. Çünkü o, emre göre hareket etmektedif [111] buyurdu.
Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem), Salim oğullarının Rânûnâ vadisindeki mescidine gelince, Cuma vakti girmişti. Orada Cuma namazını laldı. Bu onun Medine'de kıldığı ilk Cuma namazıydı. Resûlullah'ın (sailailahu alevhi vesellem) ilk Cuma namazım Kubâ mescidinde kıldığı da söylenmiştir. İbn Sa'd'm belirttiğine göre Peygamberimiz, Cuma namazını yüz kişi ile birlikte kılmıştır. Sonra yolun sağ tarafını takip ederek el-Hublâ oğullarının* mahallesine geldi. Abdullah b. Ubeyy b. Selûl'e misafir olmak istedi. Abdulah b. Ubeyy o zaman Hazrec kabilesinin efendisiydi. Peygamber (sallallahu aleyhi veselkm)'c: "Senİ davet edenlere git, onlara misafir ol" dedi. Sa'd b. Ubâde hemen: "Ya Resûlullah! Ne olur onun bu sözünden ötürü kırılma. Sen, tam Hazreçlilerin onu kendilerine kral yapmak istedikleri bir zamanda bize geldin. AUahü Tealâ sana verdiği gerçek (din) ile buna mâni olunca, bu yüzden onun canı sıkıldı. Lakin işte bu benim evim, oraya buyur" dedi. Bu rivayeti, Musa b. Ukbe ile Rezın b. Muâviye kitaplarında zikretmiştir, es-Seyyid bu rivayet hakkında şu açıklama)! yapar: "Sahih rivayetlerde, Sa'd b. Ubâde'nin bu sözü, Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi vesellem) Medine'ye yerleştikten sonra bir hastalığı sırasında Abdullah b. Ubeyy'i ziyareti esnasında söylediği geçmektedir." Ben derim kİ: "Sa'd'ın bu sözünün ayrı zamanlarda iki defa söylenmiş olma ihtimali de vardır."
Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) Sâ'ide oğullarının mahallesine uğrayınca Sa'd b. Ubâde, el-Münzir b. Amr ve Ebû Dücâne: [112] Ya Resûlullah! Şerefli, güçlü, kuvvetli ve zengin bir topluluğuz, bize gel!" dediler. Sa'd ayrıca şöyle diyordu: "Ya Resûlallah! Kavmim İçinde hurmalığı ve kuyuları benimkilerden daha çok olan kimse yoktur. Zenginlik, güç, kuvvet ve sayı bakımından da en üstünü benim" Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) onu da: "Ey Ebû Sabit, devemin yolunu aç! Çünkü o, emre göre hareket etmektedir" buyurdu. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) devesinin üzerinde yol alırken Sa'd b. er- Rebî, Abdullah b. Ravâha ve Beşîr b. Sa'd önüne geçerek tcYa Resûlallah!
Bizde kal, öteye geçme! Çünkü sayı, güç ve zenginlik yönünden biz daha üstünüz" dediler. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem); "Allah bereketinizi artırsın, devemin yolunu açın, o emre göre hareket etmektedir''buyurdu.
Beyâda oğullarından Ziyâd b. Lebîd ile Ferve b. Amr da Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi vesellem) önüne geçerek: "Ya Resûlallah! Zenginliğe, bolluğa, güç-kuvvete ve izzet ve şerefe gel! Ya Resûlallah! Düşmanlara karşı seni savunacak hazır gücümüz var" dediler. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem): "Deveninyolum/ açınıp. Çünkü o emregöre hareket etmektedir"'buyurdu.
el-Berâ b. Azib (radiyallahu anh)'ın naklettiği hadiste Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem): 4%en, A.bdulmıtttalib'in dayılarına misafir olacağım. Bu şekilde onları onurlandıracağım'' buyurdu.
Sonra dedesi Abdulmuttalib tarafından dayıları olan Adiyy b. en-Neccâr oğullarının mahallesine uğradı. Bunun üzerine Ebû Selît ve' Sırma b. ebî Enes onu karşılayarak: £CYa Resûlallah! Biz senin dayılarınız. Bu akrabalık bağımızla birlikte sayıca da çok ve güçlü kuvvetliyiz, bize gel! Biz varken başkasına gitme! Medinelilerden hiç biri, akrabalık bağımızdan ötürü sana bizden daha layık değildir" dediler. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) yine: "Devenin yolunu açın, o emre göre hareket etmektedir" buyurdu.
Nihayet Adiyy b. en-Neccâr oğullarının mahallesinden geçerken ileri gelenleri O'nu karşıladı. Deve oradan geçip sonradan mescit yapılacak yerde mescidin kapısının İnşa edileceği yere gelip oraya çöktü.
el-Akşehri [113] nin er-Ravda adlı kitabında İmam Mâlık'in ashabından İbn Nâfi'den naklettiğine göre İbn Nâfi, Mâlik'ten aktardığı bilgiler arasında onun şu sözlerine de yer vermiştir: "Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi veseüem) devesi Mescid'in yerine gelince çöktü. O sırada Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) onun üstündeydi. Bu anda Resûlullah'ta (sallallahu aleyhi vesellem) vahiy geldiği zamanki belirtiler göründü. Bunun üzerine Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi vesellem) devesi ani bir sıçrama ile biraz ileri gitti. Resûlullah da onun yularını bırakarak salıvermişti, Deve tekrar geri dönerek ilk çöktüğü yere gelerek yine oraya çöktü. Sonra yerde hareket ederek bazı sesler çıkardı ve boynunu yere uzattı.
Cebbar b. Sahr kalktı ve Seleme oğullarının mahallesinde konaklamasını ümit ederek çökmüş olan deveyi dürtmeye başladı. Ancak deve yerinden oynamadı. Resûlullah (sallailahu aleyhi vesellem) yere indi ve: "înşaallah burada konaklayacağı^' buyurdu. Bir âyet-i kerimede:
"Rabbim! Beni mübarek bir yere indir. Sen indirenlerin en iyisisin" de" (Mü'mınûn, 29) buyurulmuştur. Ebû Eyyûb gelerek onlara kendilerinde misafir olmalarım teklif etti. Resûlullah (sallallahu aleylu vesellemy "Akrabalarımızdan kimin evi en yakın?" diye sordu. Ebû Eyyub: "Benim Ya Resûlallah! İşte evim, bu da kapısı. Yükünü de buraya indirdik" dedi Peygamber (sallallahu aleyhi veseliem): "O halde git de bı\e öğle uykusu uyuyabileceğimin bir yer hasırla" [114] buyurdu. Ebû Eyyub'giderek Peygamber (salkllahu aleyhi veseUem) ve Ebû Bekr için bir yer hazırladı.
Taberâni'nin Abdullah b. ez-Zübeyr'den rivayet ettiğine göre, orada bir çardak vardı. Onun içine su serperler, temizleyerek düzenli bir şekilde tutarlar ve içinde serinlerlerdi. Resûlullah (sallallahu aleyhi veseliem) bineğinden inince bir gölgenin dibine gidip oturdu. O zaman Ebû Eyyûb el-Ensârî gelerek: "Ya Resûlallah! Buraya en yakın ev, benim evimdir. Eşyalarım taşıyayım mı?" dedi. Peygamberimiz (sallallahu aleyhi veseUem), "Evet" deyince eşyaları evine görürdü. Sonra bir başkası gelerek: "Ya Rasûlallah, bana misafir ol!" dedİ. Bunun üzerine Resûlullah (sallallahu aleyhi veseliem): ''Kişi eşyasından ayrılma^, eşyası neredeyse o da orada olur" buyurdu. Daha sonra bu hadis, darb-ı mesel olmuştHr. Böylece Resûlullah (salİallahu aleyhi, veseliem) Ebû Eyyub'un evine misafir oldu, oraya yerleşti ve huzurlu bir şekilde kalmaya devam etti. Hizmetçisi Zeyd b. Hâlise de O'nunla birlikte kalıyordu.[115]
İbn Sa'd'm belirttiğine göre Esad b. Zürâre yakınında bulunduğu devenin yularını tutmuştur.
Aize ve Sa'id b. Mansur'a göre, Peygamber (sallallahu aleyhi veseliem)'in devesi ilk önce çökünce bazıları gelerek, "Evimiz hemen şurada ya Resûlallah!" dediler. Resûlullah (sallallahu aleyhi veseliem) onlara, "Deveninyolunu açın!" buyurdu. 1 Deve kalkarak inşa edilecek mescidin minberinin olacağı yerin yakınına çöktü ve bir iki hareketten sonra oraya iyice yerleşti. Resûlullah (sallallahu aleyhi veseliem) üzerinden inince Ebû Eyyûb gelerek: "Evim buraya en yakın olan evdir. Eşyalarını taşımama İzin verir misin?" deyince Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem), "Evet" buyurdu. İzni alan Ebû Eyyûb eşyaları taşıdı ve deveyi de evinin Önüne çöktürdü.
el_Hâkim ve Ebû Sa'îd en-Nîsabûrî'nin naklettiğine göre Resûlullah /sallallahu aleyhi veseUem) Ebû Eyyûb'a misafir olunca Neccâr oğullarından bir pruP genÇ k12 def Çâta^k Şu mısrayı söylediler:
Bizler Neccar oğullarının genç kızlarıyız
Ne mutlu hize Muhammed'in komşularıyız.[116]
Onların bu dizelerini duyan Peygamber (sallaliahu aleyhi veseliem): "Beni seviyor muşunu-^' diye sormuş, onların, "Evet ya Resûlallah!" cevaplarına, üç defa: "Vallahi ben de si-^i seviyorum" şeklinde karşılık verdi.
İbn İshâk el-M.übttdS'da ve İbn Hişâm Ebû Eyyûb'un evi hakkında şu bilgiyi vermiştir: Resûlullah'ın Medine'ye gelişinde konakladığı Ebû Eyyub'un evim ilk olarak Birinci Tübba' inşa etmiştir. Onun adı, Tübân Es'ad idi. Yanında 400 âlim vardı. Bu dörtyüz âlim oradan çıkmama konusunda aralarında anlaşma yaptılar. Tübba' onlara bunun sebebini sorduğunda şöyle dediler: "Kitaplarımızda; bu evin, adı Muhammed olan bir Peygamber'in "hicret evi" olacağı hakkında bir bilgi gördük. O yüzden bizler burada ikamet edeceğiz, kim bilir belki de O'na yetişiriz" Onların bu açıklamasını dinleyen Tübba da onlarla birlikte ikâmet etmek istedi. Sonra onlardan her birisi için bir konak inşa ettirdi, birer câriye satın alarak onlarla evlendirdi, kendilerine büyük servet verdi ve müslüman olduğunu açıkladığı bir de ferman yazdı. Şu mısralar onun bu fermânındandır:
Anmea'ın, insanları yaratan Allan tanıtından
Gönderilecek bir elçi olduğuna §enâdet ettim.
Şayet ömrüm onun ömrüne kadar uzatusaydı
Mutlaka onun veziri ve amca oğlu olurdum.
Düşmanlarına karsı kılıçla mücâdele ederdim
Gönlünden her türlü üzüntüyü giderirdim.
TÜbbâ bu fermanı altınla mühürleyerek o âlimlerin büyüğüne verdi. Erişirse onu Peygamber'e (sallallahu aleyhi veseliem), erişemeyecek olursa çocuklarından veya torunlarından ona erişecek olanlara vermesini istedi.
Resûlullah (sallalhhu aleyhi vesellem) için Medine'ye geldiği zaman konaklayacağı bir de ev yaptırdı. Bu ev, kraldan krala intikal ederek nihayet Ebû Eyyûb'a kadar geldi. Ebû Eyyûb, Tübbâ'nm fermanını verdiği o âlimin soyundandı. Resülullah'a (saihllahu aleyhi vesellem) yardımcı olan Medinelilerin hepsi de işte o âlimlerin soylarından gelmektedir. Denildiğine göre yukarıdaki mtsralarm yer aldığı bu ferman Ebû Eyyûb'un yanında idi ve onu Resülullah'a (sallallahu aleyhi veselîem) verdi. Bu yüzden Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) başka bir eve değjj ancak Ebû Eyyub'un evine misafir olmuştur.
Tirmizi'nin sahih olduğunu belirterek- ve Yahya b. el-Hasan el-Alevi'nin Abdullah b. Selâm'dan (radiyallahu anh) naklettiklerine göre, Peygamber (saliallahu aleyhi vesellem) Medine'ye gelince, insanlar O'nu görmek için yanına koşuştu. Ben de O'nu görmek için gittim. Yüzüne iyice baktığımda O'nun yüzünün yalancı bir insan yüzü olmadığını hemen anladım. O'nun konuşmalarından duyduğum ilk söz şuydu: "Ey insanlar! Selamı yayınız, yemek ikram ediniz, akrabayı ziyaret ediniz, insanlar uykuda iken namazı kılınız. İste bunları yaptığınız takdirde selametle Cennet 'e girersiniz."[117]
İbn İshâk ve Müslim, Ebû Eyyûb'den (radiyallahu anh) naklediyorlar: Resûlullah (sallallahu aleyhi veseüem) benim evime misafir olduğunda alt kata yerleşti. Ben ve eşim Ümmü Eyyûb üst katta oturuyorduk. Bunun üzerine O'na: "Ey Allah'ın Peygamberi! Anam-babam sana feda olsun! Benim senin üzerinde olmamı, senin de alt katta olmanı hiç istemiyorum ve bundan rahatsız oluyorum. Lütfen yukarı kata çıkın, orada oturun. Biz de aşağı inerek orada oturalım" dedim. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem): "Bize ve ziyarete geleceklere en uysun olan bizim alt katta otummmızdır" buyurdu. Ebû Eyyûb der ki: Böylece Resûlullah alt katta, biz de üst katta ikâmet etmeye devam ettik. Bir gün, içi su dolu olan testimiz kuılmiştl. Ben ve eşim Ümmü Eyyûb, aşağıya damlayarak Rcsûlullah'l (sallallahu aleyhi vesellem) rahatsız eder endişesiyle başka bir şeyimiz olmadığı için tek battaniyemizle dökülen suyu kurulamaya çalışmıştık. Anlatıldığına göre daha sonra Ebû Eyyûb yalvara yalvara Peygamberimizin (salîalkhu aleyhi vesellem) üst kata, kendilerinin de alt kata geçmesini sağladı.
Ebû Eyyûb o günlerle ilgili olarak şunları anlatır: Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) için akşam yemeği hazırlayarak, kendisine gönderirdik. Sofra geri geldiğinde yemekten artmış olursa ben ve eşim Ümmü Eyyûb, Resûlullah'ın yediği tarafa dikkat ederek oradan yemeye çalışırdık. Bu şekilde davranmakla bereketlenmeyi arzu ederdik. Günün birinde gece vakti yine akşam yemeğini göndermiştik. Yemeğin içine soğan ya da sarımsak da koymuştuk. Resûlullalı (saOaüahu aleyhi vesellem) sofrayı geri gönderince O'nun yemeğe elini sürdüğünü gösteren bir iz göremedim. Bunun üzerine korkarak yanına vardım ve: <cYa Resûlallah! Anam-babam sana feda olsun! Akşam sofrasını geri gönderdin, ancak elinin dokunduğu yeri göremedim. Halbuki sofrayı bize geri gönderdiğin zaman ben ve eşim Ümmü Eyyûb, bereketlenme arzusundan dolayı senin elinin değdiği yerden yemeye dikkat ediyorduk" dedim. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellcm): ""Yemekte jalan bitkinin (soğan veya sarımsak) kokusunu hissettim. Halbuki ben (meleklerle) fisıldaşan bir kişiyim. Bu yüzden kokusundan dolayı onu yemem uygun olmaz. Sizler onu yiyebilirsiniz" buyurdu. Biz bu yemeği yedik, bir daha da Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi veseilem) yemeğine soğan veya sarımsak koymadık. ı Ebu Eyyub-un evinin bulunduğu yeT^
bugünkü Arif Hikmet Kütüphanesidir
Yahya b. el-Hasan el-Alevî'nin Kitab Ahbari'l- Medine'sındç, Zeyd b. Sâbit'ten (radiyallahu mıh) naklettiğine göre o bu günlerle ilgili olarak şu bilgileri aktarmıştır: Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) Ebu Eyyûb'a misafir olunca, onun oturduğu eve hiç bir hediye götürülmeden önce İlk defa ben, içinde buğday ekmeği, eritilmiş yağ ve sütten yapılan tirit yemeği olan bir tabağı götürerek önüne koydum ve: "Ya Resûlallah! Bu tabağı annem gönderdi" dedim. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem): "Allah bereketini artırsın!" buyurararak ashabını çağırdı, birlikte yediler. Daha kapıya varmamıştım İd, Sa'd b. Ubâde'nin sofrası geldi. Bir hizmetçi üstü örtülü olan bu softayı basında taşıyordu. Ebû ' Eyyûb im kapısında durarak içindekileri görmek için örtüsünü kaldırdığımda üzerinde sıyrılmış kemikler olan tirit yemeğini gördüm. Bu sofra da Resülullah'a (sallallahu aleyhi vesellem) götürüldü.
Yine Zeyd b. Sabit anlatıyor: "Biz Mâlik b. en-Neccâr oğullarından, her gece Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi vesellem) kapısında üç-dört kişi bulunurdu. Her birisi bir sofra taşırdı, aralarında nöbet taksimi yaparlardı. Resûlullah (sallallahu alevlıi vesellem) Ebû Eyyûb'un evinden taşınana kadar bu böyle devam etti Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) onun evinde yedi ay kaldı, O'na her gece mutlaka Sa'd b. Ubâde ve Es'ad b. Zürâre'nin evinden bir kâse yemek geliyordu."
Yine Yahya b. el-Hasan'ın kitabında geçtiğine göre; Ümmü Eyyub'a: "Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) en çok hangi yemeği severdi? Çünkü o uzun müddet sizinle kaldığı için bunu bilirsiniz" denildiğinde Ümmü Eyyûb: "Belirli bir yemek için "Şuyemeği yapın!" diye emir buyurarak, kendisine o yemeğin yapıldığını görmedim. Kendisine getirilen bir yemeği hoşlanmadığını da görmedik. Eşim Ebû Eyyûb'un bana anlattığına göre O, bir gece Sa'd b. Ubâde'nin gönderdiği tabaktaki tafeyşel adı verilen çorbayı akşam yemeği olarak yemişti. Ebû Eyyûb şöyle dedi: "ResûlulJah'ı (salkllahu alerhi vesellem), başka hiçbir yemekte görmediğim derecede o tencereyi kaşıkladığını gördüm. Bu yüzden biz de, O'nun için o yemeği yapardık. Yine sevdiği bir yemek olan hcrîs [118] de yapardık. Resûlullah'in (sallaUahu aleyhi vesellem) akşam sofrasında yemeğin azlığına çokluğuna bağlı olarak 5 ilâ 16 kişi arasında bir topluluk hazır bulunurdu.
İbn İshâk der kİ: Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) Zeyd b. Harise ile Ebû Râfî'yİ Mekke'ye gönderdi. Onlara iki deve ile beşyüz dirhem para verdi. Bu ikisi, Resûlullah'in (sallallahu aleyhi vesellem) kızları Fatıma ile Ümmü Gülsüm'ü ve hanımı Şevde binti Zem'a'yl Medine'ye getirdi. Zeyd b. Harise oğlu Üsâme b. Zeyd ile birlikte hanımı Ümmü Eymen'i de Medine'ye taşımıştı. Abdullah b. ebî Bekr de, Ebû Bekr'in ailesini Mekke'den çıkardı. İçlerinde Hz. Aişe, kızkardeşi ez-Zübeyr'in hanımı Esma ve annesi Ümmü Rûmân da vardı. Medine'ye geldiklerinde Harise b. en-Numân'm evinde konakladılar. Rezîn b. Muâviye'nin zikrettiğine göre; Hz. Ebû Bekr, ailesini getirmek üzere Zeyd'le birlikte Abdullah b. Uraykıt'ı göndermiştir.
Yine İbn İshâk şöyle der: Muhacirlerin hepsi daha sonraları Resûlullah'in (sallallahu aleyhi vesellem) yanına geldiler. Artık Mekke'de onlardan hiç kimse kalmadı. Sadece dinlerinden döndürülenlerle hapsedilenler hariç. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) Medine'ye iyice alışıp, Allah Teala dinini burada izhâr edince, Muhacirlerin ve Ensâr'ın etrafında toplandıklarını görerek mesrur olan Peygamberimizin (saliallahu aleyhi vesellem) bu durumunu müşahede eden — Adiyy b. en-Neccâr oğullarının kardeşi- Ebû Kays Sırma b. ebî Enes, Allah'ın kendilerine ihsan buyurduğu İslâm nimetini ve Peygamberini . yanlarında konaklatma ayrıcalığını zikrettiği şu şiirini terennüm etti:
Kureyş 'İn içinde on küsur sene haldi
Uygun bir dosta kavuşsam diye düşünüyordu.
Hac mevsimlerinde gelenlere kendini arzediyor
Kendisini barındıracak ve davet edecek hiç kimse bulamıyordu.
Bize geldiği zaman Allah dinini üstün kıldı
Medine 'de çok hoşnut ve mesrur oldu.
Bir dost ouldu/ onunla son derece huzurlu oldu.
Bize AJlab 'tan gelen apaçık bir yardım idi
Bizlere Nuh 'un kavmine söylediği şeyleri ve
Münâdiye icabet ettiğinde Musa 'nın dediklerini anlatıyordu.
Yakın olsun uzak olsun hiç bir kişiden korkmazdı. Savaşlarda ve yardımlaşmanın gerekli olduğu Hallerde senlerimizin büyük kısmını ve
Canlarımızı O'nun uğrunda harcadık. Biliyoruz ki, Allah 'tan başka bir ilâh yoktur.
Ve yine biliyoruz ki Allab, bidayete erdirenlerin en hayırlısıdır.
Onun düşmanı olan insanların tümüne düşman oluruz.
Önceden sadık dostlarımız olsalar bile
Derim ki: Her bir mescitte seni andığımda yüceliyorsun. . isminden dolayı seni ananların sayısını çoğalttın. Yine derim ki; Korkulan bir yerden geçtiğimde , Her zaman şefkat ve merhametinle düşmanları üzerine galip kılma.
O halde geniş bas. Çünkü ölümün sebep ve çeşitleri çoktur.
Sen asla nelsini ebedileştiremezsin
Allah 'a yemin ederim ki bir genç nasıl korunacağını bilemez.
Allan onun için hir koruyucu kılmadıkça
Sahiplerine susanu§ hurma ağaçları için endişe etme
Suya kandıkları ve sokülmedikleri sürece onlara hir §ey olmaz.
Hz. Aişe (radiyallahu anhâ)'nm rivayetine göre Resûlullah (sallallahu aieyhi vesellem)
şoylc buyurdu: 'Mekke, Allah Teâlâ'nın tazim buyurduğu ve hürmetini de tavğm
ettiği bir şehirdir. Allah, yeryüzünde hiçbir şeyi yaratmadan bin yıl önce Mekke'yi
yarattı ve onu meleklerle çevreledi. Onu, M.edine ile; Medine'yi de Beytü'l-Makdis ile
birleştirdi. Bin yılsonra ise bütün yeryüzünü bir tek yaratışta yarattı."
Hz. Ali'den (kerramallahu vecheh) şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Yeryüzü başlangıçta bir su idi. Allah Teâlâ ona bir rüzgâr gönderdi. Rüzgâr yeri bir kere mesnetti. Bunun üzerine yeryüzünde bir öz (başak) çıktı. Onu dört parçaya böldü. Bu parçalardan birinden Mekke'yi, ikincisinden Medine'yi, üçüncüsünden Beytül-Makdis'i ve dördüncüsünden ise Küfe'yi yarattı."
Bu İki hadisi Hafız Ebu Bekir b. Ahmed b. Muhammed el-Vâsitî el-Hatîb, Fedailu Beyti'1-Makdİs adlı kitabında zararsız bir senetle rivayet etmiştir. es-Seyyid (Nûreddîn es-Sernhûdî) bu iki rivayet hakkında "fidirler" (çok zayıftırlar) demiş olsa da durum, belirttiğimiz gibidir. Zira ben bu iki rivayetin senedinde, Ibn Lehi'a dışında aleyhinde konuşulmuş bir ravı bulamadım. Bu zat İse sadûktar, ömrünün sonlarında hafızası karışmıştır. Tirmİzî, onun rivayetlerini genellikle basen olarak değerlendirmiştir.
Taberâni, en-Necâşî'nin (radiyallahu anlı) kardeşinin oğlu Zû Minber (radiyallahu anh)'dan ~ki bu zatın adının Zû Mihmer olduğu da söylenmiştir-rivayet etmiştir; Resûlullah (saJlallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu: ''Allah Teâlâ Medinelikre baktı. Orası, mamur hale getirilmeden önce kumlu ve çakıllı bir ara°ğ idi ve meskûn bir bölge değildi. Sonra şöyle buyurdu: "Ey Yesrib ehli! Ben si-^e üç şeyi şart koştum ve her türlü meyveden si-yj nasipdar eyledim. (Bu şartlar şunlardır:) İsyan etmeyeceksiniz büyüklenmeyeceksini [119] ve kibire sapmayacaksınız Fiğer bunlardan birini yaparsam^ si-yj, kendisini yemeye ha^ırl-anana engel olunmayan, kesilmeye amade deve gibi bırakırım."[120]
Medine'ye ilk defa binalar yaparak burayı meskûn ve mamur bir hâle getiren ve burada ekin ekip ağaç dikenlerin, Hz. Nuh'un oğlu Şam'ın oğlu Arfahşed'in oğlu Irnlâk'ın soyu olan Amâlik olduğu söylenmiştir. Bunlar, iki deniz arası [Arap yarımadası], Umman, Hicaz ve Şam ile Mısır'a kadar uzanan bölgede hüküm sürmüşlerdir. Bunların aralarından tarih boyunca Firavunlar ile zorbalar çıkmıştır.
Ebu'l-Münzır eş-Şarkî b. el-Kutâmı şöyle demiştir: Medine'nin kuruluşuyla ilgili hadisi Süleyman b. Abdillah b. Hanzale el-Ğasîl'den ve bu hadisin bir kısmını da Kureyş'li birisi vasıtasıyla Ebû Ubeyde b. Abdillah b. Ammâr b. Yâsir'den aldım. Bu iki tarikin pek çok noktada müşterek olması ve metninde pek az ihtilaf arz etmeleri dolayısıyla onları birleştirdim. Bu iki tariki aldığım anılan zatlar söyle demişlerdir:
"Bize ulaştığına göre Hz. Musa (aleyhisselâm) haccettiği zaman, yanında İsrail oğulları'ndan birçok kimse de bulunuyordu. Hac dönüşü Medine'ye geldiler ve buranın arazisinin, vasıflarının Tevrat'ta gördükleri bir peygamber şehri özelliğinde olduğunu anladılar. Tevrat'ta bu peygamberin, nebilerin sonuncusu olduğu yazılı idi. Onlardan bir grup, burada kalma konusunda kendi aralarında müşavere ettiler ve daha sonraları Beni Kaynuka Çarşısı'nın kurulacağı yere yerleştiler. Bilahare Arap kabilelerine mensup birçok kimse de onlara komşu olarak daha sonra onların dinîne eeetiler. İste bunlar, Medine toprağına yerleşen ilk kimselerdir." Anlatıldığına göre buraya bunlardan önce de Amâlika'ya mensup bir kavim yerleşmiştir.
Ebû Nu'aym ve İbn Asâkir'in rivayet ettiklerine göre Ebû Hureyre (radiyallahu anh) şöyle demiştir: "Bana ulaştığına göre, Buhtunnasr'ın zuhuruyla başlarına gelenlerden sonra parçalanmaları ve zillete düşmeleri üzerine İstail oğulları bölük bölük oldular. Hz. Muhammed (sallaUahu aleyhi vesellem)'in vasıflarını ve O'nun, bu Arap beldelerinden, hurmalıkları (bol) olan bir beldede zuhur edeceğini kitaplarında görüyorlardı. İsrail oğulları Şam toprağından çıktıkları zaman Şam ile Yemen arasındaki bu Arap beldelerinden her birine uğramış ve buranın, "Yesrib" diye anıldığını fark etmişlerdi. Derken onlardan bir grup buraya yerleşti ve Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem) ile karşılaşıp O'na ittiba etmeyi beklemeye başladı. Bir süre sonra Beni Harun'dan, Tevrat'ı Yesrib'e nakledenlerden bir grup da buraya yerleşti. Aradan belli bir zaman geçtikten sonra bunların, Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi vesdlem)'e iman eden ve çocuklarını O'na ittiba etmeye teşvik eden ilk nesli vefat etti. Bunların çocuklarından, Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem)'e yetişenler oldu ve fakat Ensar'm kendilerinden önce O'na iman etmesini çekemedikleri için, bile bile O'nu inkâr ettiler."
Zübeyr b. Bekkâr, Osman b. Abditrahman et-Teymî'den ve Medine'li başkalarından şöyle dediklerini rivayet etmiştir: "İlk devirlerde Medine'de
"Sa'l " ve "Fâlic çtllî" denen bir kavim vardı. Hz. Davud (aleyhisselâm) onlarla savaştı ve bunlardan 100 bin bekârı esir aldı." Dediklerine göre Allah Teâlâ bunların boyunlarına yara kurdu musallat etmiş ve onlar bu suretle helak olmuşlardır. Bundan sonra Yahudiler, Arim Seli hadisesi vuku bulana kadar Medine'ye hakim olmaya devam etmişlerdir. Müfessirler şöyle demişlerdir: "İşte güzel bir memleket ve çok bağışlayan bir Rab" (Sebe', 15) âyetinde söz edilen Sebe' ülkesi, yeryüzünün en verimli bölgesi idi ve kıraç değildi. Söylendiğine göre burada sinek, sivrisinek, pire, akrep ve yılan bulunmazdı. Üzerinde bit olan yabancı birisi onların yaşadığı vadiye geldiğinde bitler ölürdü. Başının üzerinde sepet taşıyan bir kadın dışarıya çıkıp bu bahçelere uğradığında, kendisi ip eğirmekle meşgul olduğu halde, ağaçlardan düşen meyvelerle başındaki sepet kendiliğinden dolardı. Bu kavmin yaşadığı bu bölgenin uzunluğu ve genişliği, hızlı bir süvarinin iki ayda kat edeceği mesafeden daha fazla idi ve burada yaşayanların nüfusu oldukça fazla idi; aralarında birlik-beraberlik vardı ve kuvvet sahibi idiler.
Onlar, Allah Teâlâ'nm şu âyette haber verdiği gibi idiler: "Onların yurdu ile, içlerini bereketlendirdiğimiz memleketler arasında, kolayca görünen nice kasabalar var ettik.." (Sebe', 18.) Yani birbirlerine yakın oldukları için birinden bakınca öbürü görünürdü. Onlar bu memleketlerinde güven içinde idiler. Öyle ki bir kadın, yanına hiç azık almadan bu kasabalardan birinde geceleyerek ve diğerinde yoluna devam ederek Şam'a kadar varabilirdi. Ancak onlar, bu nimete karsı nankörlük ettiler "ve: <Ey Rabbimiz! Aralarında yolculuk yaptığımız şehirlerin arasını uzaklaştır> dediler." (Sebe', 19,) Yani binekler üzerinde yolculuk yapmak için kendileri ile Şam arasındaki mesafenin uzaklaştırılmasını istediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, onların bu isteklerine hemen karşılık verdi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz de onları ibret kıssaları haline getirdik ve kendilerini büsbütün parçaladık." (Sebe', 19)
Nihayet bu kavim, vadilerindeki su sebebiyle birbirleriyle savaşırlardı. Derken Belkıs'm emriyle bu vadiye bir set yapıldı, —ki burada geçen "Arim" kelimesi Himyer dilinde "baraj" anlamındadır- Belkıs'm emri üzerine iki dağ arası taş ve kaya ile kapatıldı. Bu şedde üst üste üç tane de kapı, şeddin Önüne ise büyük bir havuz yapıldı. Bu havuza, muhtelif nehirlere açılan 12 adet menfez kondu; suya ihtiyaç duydukları zaman bu menfezleri açıyorlar, ihtiyaç duymadıkları zaman ise onları kapatıyorlardı. Yağmur yağdığında, Yemen vadilerinin suyu bu şeddin arkasında toplanır ve akıntı burada tutulurdu. Belkıs'm emriyle şedde yapılmış olan kapılardan en yukarıda olan açılır ve su havuza akardi> Onlar önce en yukarıdaki kapıdan, sonra onun altındaki ve sonra en alttaki kapıdan su alırlardı. Bu suretle buradaki su, bir sonraki yıla kadar tükenmeden kullanılırdı. Sel bu sedde 10 günlük bir mesafeden gelirdi. Nihayet onların vadisine ulaşınca suyun akıntısı dururdu. Bu sellerden ve söz konusu vadideki dağlardan gelen su burada toplanırdı. Bu şeddin yüksekliği ve genişliği birer fersah idi [121] ve onu Lokman-ı Ekber yapmıştı. Onun yapımını Sebe' b. Yeşcub'un başlattığı ve fakat bitiremeden Öldüğü, kalan kısmı ise Himyer krallarının tamamladığı da söylenmiştir.
Himyer b. Sebe' ile Kehlân b. Sebe'in çocukları o dönemde Yemen'in hâkimleri idiler. Onların büyüğü Amr Muzeykiyâ b. Amir Mâu's-Semâ idi. Amr'm hanımı ise Tarife adlı Himyer'iı kâhin bir kadındı. Amr'm bu kadından 13 çocuğu oldu. Bu çocuklardan Sa'lebe, Evs ve Hazreç kabilelerinin; Harise, Huzâ'a kabilesinin ve Cefne, Ğassân kabilesinin ateşidir. -Ğassân kabilesinin atasının bundan başkası olduğu da söylenmiştir-Amr'm, bunlar dışındaki çocukları ise Vedâ'a, Ebû Harise, Haris, Avf, Ka'b, Mâlik ve İmrân -ki bunların tümünün soyu devam etmiş- Amr'ın bunlar dışındaki çocuklarının ise soyları tükenmiştir. Amr Muzeykıyâ'nm, hiç kimseye nasip olmamış malı mülkü ve sarayları vardı. Amr'ın kâhin olan kardeşi imrân, gelecekte kavminin parçalanacağını ve memleketlerinin harap olacağını görünce, durumu kardeşi Amr'a açtı. Ardından, Amr'm karısı Tarife de kendisine, aynı anlama gelen bit takım şeyleri kafiyeli bir şekilde söyledi. Amr, "Bu arıklıklarınızın gerçekleşeceğinin alâmeti nedir?" diye sordu. Karısı şöyle cevap verdi:
Farelerin çoğalttığını, Sed'de oyuk ve gedikleri, Ve elleriyle kayayı çevirdiğini gördüğünde [bilesin ki söylenen olacaktnr]
Allah Teâlâ, onlara gazap ettiğinde ve helak olmalarına izin (emir) verdiğinde Amr b. Amir sedde geldi ve farelerin, yavrularını vadinin içinden dağın en yüksek yerine götürdüğünü gördü. Bunun üzerine "Bu fareler, başka bir şey için değil, bu kavmin başına gelmekte olan bir azap sebebiyle yavrularını götürüyorlar" dedi. Derken sed yarılıp oyuldu ve su bu oyuktan akmaya başladı. Amr oyuğun kapatılmasını emretti; dediği yapıldı. Ertesi gün su, ilkinden daha şiddetli bk şekilde fışkırdt. Amr yine emretti ve bu oyuk ta kapatıldı. Ancak su bu kez daha da şiddetli bir şekilde fışkırdı. Bunun üzerine Amr, şeddi oluşturan taşların arasında hiçbir delik bırakmayacak şekilde hepsinin yanına bir kedi bağlanmasını emretti. Ancak bu da bir işe yaramadı ve su, gittikçe daha şiddetli bir tazyikle fışkırmaya başladı. Fareler, elli erkeğin çeviremeyeceğİ kayaları elleriyle ve ayaklarıyla tersine çeviriyorlardı. Amr bu durumu görünce kardeşinin oğlunu çağırarak şöyle dedi: "Ben gece kavmimle beraber oturduğum zaman yanıma gel ve <Benim malımın üzerinde ne hakla o türüyorsun? > de. Ben sana <Senin benim yanımda herhangi bir malın yok. Baban da sana bir şey bırakmadı. Sen bir yalancısın> diyeceğim. Seni yalancılıkla suçladığım zaman sen de beni yalancılıkla suçla ve sana söylediğimin aynısını sen de bana söyle. Sen böyle yaptığın zaman ben sana söveceğim, sen de bana söv. Ben sana tokat atarsam, sen de bana tokat at." Bunun üzerine yeğeni, "Ben sana böyle karşılık veremem amca" diye cevap verdi. Amr, "Bunu yapmaksın. Zira bu söylediklerimle ben sadece, senin ve ailenin kurtuluşunu amaçlamaktayım" dedi. Bunun üzerine genç "Peki!" dedi. Amcasının anlattığı şekilde yanına vardı ve onun dediği gibi yaptı. Amr ona tokat vurunca, o da karşılık verdi .e amcasını tokatladı. Bunun üzerine yaşlı adam (Amr), "Ey falan oğulları topluluğu! Sizİn afanızdayken dayak yiyorum öyle mî? Falan kimsenin beni tokatladığı bir memlekette asla oturmam! Malımı mülkümü içinizden kim satın alır?" dedi. Kavmi onun şaka yapmadığını anlayınca kendisine birtakım ücretler teklif ettiler. O da kendisine teklif edilen miktarların en yükseği hangisiyse, onunla anlaşma yaptı. Malına karşılık aldığı parayı kontrol etti ve aynı gece çocuklarıyla birlikte eşyasını yükledi.
Bir diğer rivayette ise şöyle geçmektedir: Para eline geçince Amr şöyle dedi: "Ey kavmim! Muhakkak ki azabın gölgesi sizin üzerinize düşmüş ve sonunuz yaklaşmıştır. İçinizden yeni bir konak, güçlü deve ve uzak bir yolculuk arzu edenler Ummân'a; şarap, şarapçı, ipek, yönetme ve yetki isteyenler Busrâ'ya ve Sedir [veya SüdeyrJ'e; gevşek topraklı bir arazide sağlam yer, kurak bir iklimde yiyecek bulunan bir yer ve sulak arazide yetişmiş ağaçlar dileyenler ise hurmalıklı Yesrib'e gitsin." Bunun üzerine Umman halkı Ummân'a, Ğassân kabilesi Busrâ'ya ve Ka'b b. Amr oğulları olan Evs ve Hazrec de Yesrib'e gitti. Merr denilen yere geldiklerinde Ka'b oğullan şöyle dediler: "Burası elverişli bir yer. Buraya karşılık başka bir şev istemeyiz." Bu sebeple buraya yerleşenlere "Huzâ'a" [kabilesi] denmiştir. Çünkü onlar, diğer gruplardan koparak buraya yerleşmişlerdi. Evs ve Hazrec ise yollarına devam ederek Yesrib'e kadar gelerek buraya yerleştiler.
Yüce Allah, şeddin yanında kalanları gruplara ayırmayı, parçalamayı ve memleketlerini harap etmeyi dileyince, kırmızı bir fare, söz konusu seddeki taşların arasına bağlanmış. bulunan kedilerden birisinin yanma geldi ve üzerine saldırdı. [Bir süre boğuştuktan sonra] kedi geri çekildi; fare ise, bu kedinin bağlı bulunduğu deliğe girerek şeddi oymaya başladı. O kavim hiç bir şeyden habersizken set, zamanla akıntıya dayanamayacak kadar zayıfladı. Sel gelince şedde bir boşluk bularak buradan girdi ve nihayet set yıkıldı. Sel onların her şeyini alıp götürdü ve onların mal-mülkünden geriye, Allah Teâlâ'nm zikrettiğinden başka bir şey bırakmadı.
Evs ve Hazrec Medine'ye geldiklerinde, Medine'nin yüksek ve alçak yerlerine dağıldılar. Onlardan kimileri İsrail oğulları üe birlikte onların köylerine yerleşirken, kimileri de ne İsrail oğulları'nın yanma, ne de onlarla aralarında yakınlık bulunan Arap kabilelerinden birisinin yanma gitmeyip, kendi başlarına mekân tuttular. Bu yörelerin serveti İsrail oğulları'nın elinde idi ve onların, dışına kaleler inşa ettikleri (muhkem) köyleri vardı. Evs ve Hazrec, Allah Teâlâ'nm dilediği kadar burada kaldılar. Bir süre sonra Yahudilerden, aralarında komşuluk ilişkileri ve birbirlerine güvence verecek, başkalarına karşı kendilerini güçlü kılacak bir anlaşma tesis etmelerini istediler. Bunun üzerine aralarında anlaşma yapıldı, müşterek faaliyetler ve münasebetler başladı. Bu durum uzun bir zaman devam etti ve gerek Evs, gerekse Hazrec maddî bakımdan güçlendiler ve nüfusları çoğaldı. Bu durum, Kurayza ve Nadîroğulları Yahudilerini korkuttu. Hatta, Evs ve Hazrec'İn, evlerine ve mallarına göz dikmesinden endişe ettiler. Bu düşüncelerle Evs ve Hazrec'i tehdit etmeye başladılar. Sonunda onlarla aralarındaki anlaşmaya son verdiler. Bunun üzerine Evs ve Hazrec, Yahudilerin kendilerini bu topraklardan süreceği endişesi içinde evlerine kapandılar. Bu durum, Salim b. Avf b. el-Hazrec oğullarının kardeşi Mâlik b. el-Aclân'm şöhretini duyurmasına kadar böyle devam etti. Nihayet her iki kabile, yani Evs ile Hazrec, onu başlarına geçirdiler.
Yahudilerin lideri el-Fıtyevn, dünya evine yeni girecek olan gelinlerin, kocaları ile gerdeğe girmeden önce kendisinin yanına gelmesini zorunlu kılmıştı. Evs ve Hazrec Medine'ye yerleşince cl-Fıtycvn, onları da aynı uygulamaya tâbi tutmak istedi. Derken Mâlik b. el-Aclin'ın kız kardeşi, Salim oğullarından birisi ile evlendi. el-Fıtyevn, aynı uygulamayı sürdürmek için onlara bir elçi gönderdi. O esnada Mâlik orada yoktu. Kız kardeşi, bu isteği yerine getirmek için çıktı ve bir topluluk içinde onun yanına vardı ve yüksek sesle ismini çağırdı. el-Fıtyevn, "Ayıp bir şey yaptın; utanmadan bana seslendin" diye haber gönderdi. Bunun üzerine kadın "Benden yapmam istenen şey ayıp olarak bundan daha büyüktür" dedi ve Mâlik b. Aclân'a haber gönderdi. Mâlik, "Seni ondan koruyacağım" dedi. Kadın, "Bu nasıl olacak?" diye sorunca, "Kadın kıyafeti giyip, seninle birlikte onun yanma girip onu Öldüreceğim" dedi ve gerçekten de öyle yaptı. Bundan sonra oradan ayrıldı ve Şam'a, Ebû Cübcyle'ye gitti. Onlar Medine'ye yerleştiği zaman Ebû Cübeyle de buraya yerleşmişti. Ebû Cübeyle büyük bir ordu hazırladı ve Yemen'e saldıracakmış intibaını verecek şekilde harekete geçti. Mâlik b. Acîân da onların yanında gizlendi ve orduyla birlikte Zû Hurud'a geldi. Burada Medinelilere, Evs ve Hazrec'e haber gönderdi. Onlar onun yanına geldiler ve bu orduya katıldılar. Ardından İsrail oğulları'na, "Kim hükümdardan hediye almak isterse buraya gelsin" diye haber gönderdi. Böyle yapmasının sebebi, onların, kalelerine sığınmalarından ve böylece kendilerini alt edemeyeceğinden endişe etmesi idi. Bu haber üzerine İsrail oğulları'nın ileri gelenleri onun yanma gittiler. Onlara yemek hazırlanmasını istedi. Yemek için toplandıklarında onları öldürdü. Böylece Evs ve Hazrec, Medine'nin en güçlü ve hâkim unsurları oldular.
Burada Medine hakkında kullanılmış isimlerin tümünü vermeye çalışacağız. Çünkü isimlerin çokluğu, kendisine isim olarak verildikleri şeyin şeref.ve yüceliğini gösterir. Bu isimler arasında ez-Zcrkeşî'nin el-İ'lâm'd^; Kamus sahibinin, başka bir eserinde ve Seyyid Semhûdî'nin Tarihinde zikrettiği isimlerin sayısı 95'i bulmaktadır. Bu İsimler şunlardır:
el-Arâ': Lügat imamları şöyle demişlerdir: Ara, bekâr cariye anlamına gelir. Böyle denilmekle cariye, hörgücü olmayan veya lıörgücü küçük olan deveye benzetilmiş gibidir. Söz konusu benzetme, bekâr kızın göğüslerinin küçük olması dolayısıyla yapılmıştır. Medine'deki binaların yüksek olmaması sebebiyle Medine'nin de bu şekilde isimlendirilmesi mümkündür.
el-Arûd: Bu kelimenin, Medine ile birlikte, çevresini de içine aldığı söylenmiştir. Bu bölgede rakımı düşük mevkiler ve içinde su yolları olan vadiler bulunması dolayısıyla burası bu adı almıştır. Yahut Medine'nin, Necid bölgesinde, düz bir- çizgi üzerinde bulunması ve bu bölgenin bir köşesinde yer alması sebebiyle kendisine böyle denilmiştir.
el-Asıme: Muhacirleri müşriklerden koruması ve dolayısıyla koruyan bir zırh olması sebebiyle, ya da bu kelimenin "korunmuş" anlamında kullanılması hasebiyle böyle denmiştir. Çünkü Medine'ye Deccâl ve veba hastalığı giremez ve Cenab-ı Hak, buraya kötülük etmek ve zarar vermek isteyeni de cezalandırır.
e/-A~râ': Bu isim Tevrat'tan nakledilmiştir. Gerçek sahibi olan Kâinatın Efendisi (sallallahu aleyhi vescllem)'İn burayı teslim alana kadar Medine'ye zarar vermenin zorluğu ve düşmanların buradan men edilmiş olması dolayısıyla böyle anılmıştır.
el-Babîra: el-Bahra ve ef-Bubaym da denilmiştir.' [122] Kelimenin bu üç okunuşunu cz-Zerkeşî el-l'/âm'da. Kurâ'm [123] Müntebab'mdan naklen zikretmiştir. Başkaları ise el-Bahra ve el-Bubayra şeklindeki okunuşları Yakut'un Mu'eemindcn naldetmişlerdir. Bu kelime ile aynı kökten gelen "istibhâr" kelimesi "genişlik" anlamına gelir. Medine de geniş bir arazi Üzerine kurulmuştur. Bu kullanımlardan birinin dayanağı da Sa'd b. Ubâde'nin (radiyalhhu anh) "Bu Buhayra'da yaşayanlar, onu bezlerle sarıp sarmalama konusunda sözbirliği ettiler. Allah onların bu beklentisini, sana verdiği Hak ile reddedince durum bu şekilde karıştı" [124] şeklindeki sözüdür. Yİne aynı kökten gelen el-Bahr kelimesi de Medine hakkında kullanılmıştır. Bu kelime "köyler" anlamındadır. Bu mânâya göre her karye (köy), bir bahre'dir.
l-Bahre: (Bir önceki maddeye bakınız)
el-Bârre :(el-Berıe maddesine balanız)
el-Be/ât: İbn-i Hâleveyh'in Kitâbu Leyse 'sinden nakledildiğine göre bu kelime, [yere döşenmiş] döşeli taşı [ve taşla döşenmiş yeri anlattığı gibi, düz ve çıplak araziyi de] ifade eder. [Bu şekildeki kullanım] Medine'de bu türlü yerlerin çokluğuna ya da bu isimle bilinen bit dayanıyor el-Beled: Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Şu beldeye yemin ederim." (Beled, 1). Burada gecen "belde"den kastın Medine olduğu söylendiği gibi, Mekke olduğu da söylenmiştir. Kadı İyaz, ikinci ihtimali tercih etmiştir. Ancak Beled sûresi Mekke'de nazil olmuş (yani Mekkî) bir suredir. Sözlük anlamı olarak beled, köylerin başlangıç yeri anlamındadır, el-Vâsıtî, Kadı'dan naklen şöyle demiştir: "Yani Rabbin senin için (Resûlullah için), sağlığında içinde yaşamakla, Öldükten sonra da bereketinle toprağına defnedilmiş olmanın bereketiyle şereflendirdiğin bu belde ile yemin etmiştir." Bu ifadede kastedilen, Medine'dir.
Alı Beledi/ Kesûlillah (sallallahu aleyhi vesellem): Bezzâr, Ali b. ebî Talİb'in (kerramallahu veçheli) şöyle dediğini rivayet etmiştir: Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu: "Muhakkak kî şeytanlar, benim bu beldemde —yani Medine ve Arap yarımadasında— kendilerine kulluk edilmesinden ümit kesmişlerdir. Ancak burada yaşayanlar araşma fesat sokabileceklerdir."[125]
el-Berre: özel olarak içinde yaşayanlara, genel olarak ta bütün âleme iyiliğinin çok olması dolayısıyla böyle denmiştir. Çünkü Medine, feyiz ve bereketlerin kaynağıdır.
Bey/u Resulillab (sallallahu aleyhi vesellem): Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuşun-: Rabbinin seni, evinden hak uğruna çıkardığı gibidir." (Enfal, 5). Ev, içinde oturana mahsus olduğu için, Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) de Medine'de ikamet ettiğinden dolayı buradaki evle Medine kastedilmektedir. Yahut ta burada murat, Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)'in Medine'deki oturduğu evidir.
ei-üuhayra: {Yukarıda secen el-Bahre kelimesinin tasgir bildiren
(sonuna cik-cık eki gelmiş) halidir. Açıklaması için yukarıdaki el-Babîra maddesine bakınız.}
el-Câbire: Medine'nin on isminin bulunduğu zikredilen bir hadiste bu isim de geçmektedir. Medine'ye bu ismin verilişinin nedeni şudur: Medine, zayıfı iyileştirir, fakiri zengin eder. Yine Medine, insanı, bereketlerinin farkına varmaya ve olağanüstü özelliklerini görmeye teşvik eder, zorlar, Bu isimlendirmenin bir diğer nedeni de, sair beldeleri İslam'a teşvik etmesi ve zorlamasıdır.
Cebâr: İbn Şebbe, yukarıda zikri geçen hadisinde el-Câbire yerine bu ismi nakletmiştic.
Cebbâre: Bu isim Tevrat'tan nakledilmiştir.
Ce^retu'l-Arab: Bazı alimler, "Müşrikleri Cesareti/'iArab'dan (Arap Yarımadasından) çıkarın'' hadisinden kastın, Medine olduğunu ileri sürmüşlerdir. İbn Abbâs (radiyalhhu anlı) hadisinde de şöyle gelmiştir: Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) İle birlikte Medine'den çıktım. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) Medine'ye doğru dönerek şöyle buyurdu: "Muhakkak ki Allah bu Yarımadayı şirkten beri kılmıştır." Bu hadisi Ebû Ya'lâ, Bezzâr ve Tabetânî rivayet etmişlerdir.
el'Cünnetu'l-Hasîne: Buradaki "cünnet", koruyucu (siper, kalkan vb.) anlamındadır. Bu isimlendirme, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'in Uhud savasında söylediği su hadisinden alınmıstıt: 'Muhakkak biz sağlam bir koruyucu (siper) içindeyi^ [Bırakın düşman Medine'ye girsin de onlarla savaşalım] " Buradaki koruyucudan maksat Medine'dir.
JaM ed-Dâr: Aşağıda da (iman maddesinde) zikredileceği gibi Medine'ye böyle denmesi, "Onlardan önce yurdu (Medine'yi) hazırlayıp iman etmiş olanlar..." (Haşr, 9.) âyetine dayanmaktadır. Medine'ye böyle denmesinin sebebi, buranın güvenli ve istikrarlı bir yer olmasından, bir de müştemilatında hem bina, hem de arsa bulunması dolayısıyladır. afından tahiîc edildiğim söylemiştir.
Dâru'l-Ebrâr. "İyilerin evi" anlamına gelir.
Vâru'i-Veth: "Fetih yurdu" anlamına gelir. Sahîh-i Bııhân'dç. Abdurrahman b. Avfm, Hz. Ömer'e (radıyalhhu anhumâ) şöyle dediği rivayet edilmiştir: "... Zira Medine Hicret ve Sünnet yurdudur." Buhârfnm Sabitinin, ravilerinden biri olan el-Küşmeyheni rivayetinde ise "... ve selamet yurdudur" İlavesi vardır. Gerek Mekke ve gerekse diğer şehirlerin fethi buradan idare edilmiştir. Hz. Muhtar (sallaiklm aleyhi vesellem)'in hicreti buraya olmuştur ve Sünnet, diğer memleketlere buradan yayılmıştır.
Dâru'l-îmân: Taberânî, "zararsız" bir ravi zinciri ile Ebû Hureyre'den (radiyajlahu anh) şöyle rivayet etmiştir: "Resûlullah (sallaJlahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu: "Medine islam'ın kubbesi, iman yurdu, hicret toprağı, helal ve haramın vatanıdır." Yine Buharı İle Müslim Ebû Hureyre (radiyallahu anh)'dan ve Bezzâr Hz. Ömer'den (radiyallahu anh) şöyle rivayet etmişlerdir: "Resûlullah (sallalklıu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu: 'Tıpkı yılanın deliğim kaçıp sığındığı gibi iman da Medine'ye sığınır" Hadisin metninde geçen "te'rize" fiili şunu anlatmaktadır: Nasıl ki yılan, yiyecek bulmak için yuvasından çıkar ve herhangi bir şey onu korkuttuğu zaman tekrar deliğine dönerse, aynı şekilde iman da Medine'den yayılır. Dolayısıyla her müminin içinde, Hz. Peygamber (saikllahu aleyhi vesellem)'e olan muhabbetinden ötürü kendisini Medine'ye çeken bir sevgi vardır.
Dâru'l-Muhtâr: Bu isim, seçilmiş (muhtar) Peygamber (sailallahu aleyhi vesellem) ile Muhacirler ve Ensâr'm yurdu olması dolayısıyla Medine'ye verilmiştir. Bu isimlendirmenin bir sebebi de, Medine'nin, kötü kimseleri kendisinden uzaklaştrrmasıdır. Bu kimselerden burada bir süre oturanlar var ise de, gerçekte burası onların yurdu değildir. Belki bu kimselerin, öldükten sonra (cesetleri) buradan nakledilmiştir.
b Dâru's-Selâme. "Selâmet yurdu" demektir. Dâru's-Si/nne. Sünnet evi anlamına gelmektedir.
ed-Dtr'u'l-Haşine: "Koruyucu zırh" anlamına gelmektedir. Ahmed b. Hanbel'in, ravilerini Sabihu'l-Buhârî ravilermin oluşturduğu bir zincirle naklettiği, "(Riyada) kendimi koruyucu bir ^ırh içinde gördüm ve bu ^ırhı Medine diye yorum/adım" şeklindeki hadis sebebiyle Medine'ye bu isim verilmiştir.
Ekkâktu'l-Buldân: Şehirleri yiyip bitiren anlamına gelmektedir. Bütün şehirlere hakim oluşu yanı sıra, sair ülkelerin beldelerinden yüce olmasından ve diğer şehirlerin, bu şehir ahalisi eliyle fethedilmiş olup, buraların ganimetlerinin onlar tarafından yenmiş olmasından dolayı Medine'ye böyle denilmiştir.
Ekkâk/u'l-Kurâ: Anlamı yukarıdaki ile aynıdır. Bu isimlendirme, "Ben, bütün beldeleri yiyen bir beldece bicretyk memur oldum" şeklindeki hadisten alınmıştır.[126]
Erdı/'l-llitre: Bu isim, {"Medine İslam'ın kubbesidir"şeklindeki] hadise dayanmaktadır.
Urdullah: Bu isim, "Allah'ın arzı geniş değil miydi? Oraya hicret etseydiniz ya!" (Nisa, 97) âyetine dayanmaktadır. Bir grup âlim, buradaki "Allah'ın arzı" ifadesinden muradın Medine olduğunu söylemiştir. Diğer taraftan "arz" kelimesinin "Allah" lafza-i celâline izafe edilmesi, Medine hakkında açık bir tazimi ifade etmektedir.
MJ^ Bsrib: Yesrıb kelimesinin bir başka okunuşudur. Bu, Medine'de ilk kez oturan kişinin ismidir ve bu sebeple bütün Medine toprağı o kişiye nispetle anılmıştır. Bu söylediğimiz Ebû Ubeyde'nin görüşüdür. Ibn Abbas (radiyallahu anh)'a göre sadece şehrin bulunduğu alana, yahut ta şehrin bir parçasına bu isim verilir. Bu üçüncü ihtimal, Medine'nin bir parçası olduğu halde tümüne bu ismin verilmesi doğru ve sabit bir kullanımdır. Şöyle ki, ya bu isim Medine hakkında da kullanılmış tır, ya bütünün bir parçasının isminin bütün hakkında da kullanılması tarzındadır, yahut ta tam aksı soz konusudur ve burada şehir, meşhur olan isimle anılmış tu:. İleride de geleceği gibi Medine'nin'bu isimle anılması konusunda yasaklama varit olmuştur,
el-Vâdıha: Kurâ'm şöyle dediği nakledilmiştir: "Burada hic kimsenin, bozuk akidesini gizleyememesi ya da gizli tuttuğu bir konunun ortaya çıkmasına ve ayıplarının duyulmasına engel olamaması dolayısıyla Medine'ye bu isim takılmıştır." Bu, Medine'nin, içinde pislik barındırmayın onu dışarı atması anlamına gelir.
4-ılc- Galebe: Diğer memleketlere hâkim olduğu için böyle denmiştir. Medine'ye Cahiliye döneminde "Galebe" denirdi. Yahudiler, daha önce burada oturan Amâlika'yı yenilgiye uğrattıktan sonra buraya hakim olmuşlar, Evs ve Hazrec de bilâhare Yahudilere galip gelmiş ve Medine'nin hakimiyetini ele geçirmişlerdir. Ardından Muhacirler gelmiş ve buranın hakimiyetini Evs ve Hazrec'den almışlardır. Nihayet Acemler (Arap olmayanlar) buraya gelerek hakimiyeti Muhacirlerin elinden almışlardır.
ei-Ğarrâ': Bu kelime, "el-Eğarr" kelimesinin dişilidir. Alnının önünde beyazlık bulunan kimseye "ZiVl-Gmre" denir. Yİnc "Ğı/rre" kelimesi, her şeyin hayırlısı anlamına gelir. "Gutretu'l-însân", insanın yüzü demektir. "Eğarf sözcüğü, her şeyin beyazına ve yüzünün az bir kısmı hariç tümünü sakal kaplamış kimseye denir. Yine bu kelime, cömert ve şerefli kişi ve çok sıcak gün anlamına gelir. "ef-Garrd", güzel kokulu bitki ve büyük hanımefendi anlamındadır. Medine'nin bu şekilde isimlendirilmesi de onun, diğer memleketlerin efendisi olması, kâinatın en güzel kokulu yeri olması dolayısiyladır. Buranın ağaçları bol, rengi beyaz ve aydınlıktır. Bunlar da Medine'ye bu ismin verilişinin diğer sebepleridir.
el-Habıbe: Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesel]em)'in buraya olan sevgisi ve duası sebebiyle bu isim verilmiştir.
el-Harem: Haram anlamındadır. Medine'nin haram bölgesi ilan edilmiş olması dolayısıyla böyle denmiştir. Bir hadiste de şöyle gelmiştir: 'Medine haremdir." [127] Bir diğer rivayette ise "Emniyetli barem" şeklinde geçmektedir.
Haremu Kesûlillah (sallallahu aleyhi vesellemj: Çünkü orayı harem kılan, Hz, Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'dir. Bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Kim benim baremimde yaşayanları korkutursa, Allah da onu korkutur." Bir diğer hadiste de şöyle buyurulmuştur: 'İbrahim'in haremi Mekke, benim haremim ise Medine 'dir." Bunu Taberânî rivayet etmiştir.
Üua Hasene: Seyyie (günah) kelimesinin zıttıdır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Biz onları dünyada mutlaka güzel bir şekilde yerleştiririz." (Nahl, 41) Yani güzel bir yere, yani Medine'ye yerleştiririz. Medine'nin, hem somut, hem de manevî güzelliklere sahip olması dolayısıyla kendisine böyle denildiği de söylenmiştir. Bunu İmam Fahreddin er-Râzî nakletmiştir.
el-Hayyire.
el-He^râ': Bunu Ibnu'n-Neccâr, Tevrat'tan, daha önce geçen el-Azrâ' yerme nakletmiştir. Sıcağı şiddetli olduğu için Medine'ye bu isim verilmiştir. Arapça'da "yevmun hâzirun" denk ki, sıcağı şiddetli gün demektir. Yahut ta bu kelime, sularının ve su çekmekte kullanılan develerin seslerinin çokluğu sebebiyle kullanılmıştır. Çok konuşan kimse hakkında "hezere fî kelâmihî" denir. Yahut ta bu kelime ("dal" harfi ile) "el-hedrâ" şeklindedir. Güvercin çok Öttüğü zaman "hedera'l-hammâm" denir. Suyun şiddetle dökülmesi ve otların bitip boy atması hakkında da bu fiil kullanılır. iCarâur\ hâdiretun" ifadesi de, çok otlu yer hakkında kullanılır.
el-Hîra: îmraetun hayyire (bir madde yukarıya bkz.) denir ki, çok hayırlı kadın demektir. Birisinin üstünlüğünü anlatmak için de "fulanun hayru'n-nâs" (Falan kimse İnsanların en hayirlısıdır) denir. Hadiste şöyle buyurulmuştur: "... Medine onlar için daha hayırlıdır; eğer bilmiş olsalardı."
el-lman: Bu isim, Yüce Allah'ın (celle celâluhu) Ensar hakkındaki şu âyetinden alınmıştır-. "Onlardan önce yurdu (Medine'yi) hazırlayıp iman etmiş olanlar..." (Haşr, 9) Osman b. Abdirrahman ile Abdullah b. Ca'fer şöyle demişlerdir-. "Bu âyette Allah Teâlâ, Medine'yi "dâr" ve "iman" olarak isimlendirmiştir." Bunu Muhammed b. el-Hasan el-Mahzûmî, o ikisinden ve İbn Şebbe ise sadece Abdullah b. Ca'fer'den rivayet etmiştir. Beydâvî şöyle demiştir: "Burada Allah Teâlâ, Medine hakkında "iman" adını kullanmıştır. Bunun sebebi imanın kendisini gösterdiği ve neticede varacağı yerin burası olmasıdır." Enes b. Mâlik'ten (radıyallahu anh) rivayet edildiğine o göre şöyle demiştir "iman [meleği], <Ben Medine'ye yerleş e ceğim> demiş, haya [meleği] de <Ben de seninle birlikteyim> demiştir." Bu sözü ondan ed-Dîneverî Kitâbu'l-Mücâlese'de rivayet etmiştir.
«—ila Kalbıı'I-îman: Bu ismi İbnu'I-Cevzî, "Medine İslam'ın kubbesidir" hadisine dayanarak nakletmiştir.
Karyetu Resûlillah (sallallahu aleyhi veseliemj; Resûlullah'in (sallallahu aleyhi vesellem) köyü anlamına gelir. Taberânî'nin, güvenilir raviler kanalıyla aktardığı şu hadis sebebiyle Medine'ye bu isim verilmiştir: "Sonra -Deccâlr- yürüyecek ve Medine'ye gelecek. Faka? onun buraya girmesine i-yin verilmeyecek. Bunun ürerine söyle diyecek : <Bu, o adamın —yani Resûlullah (sallallahu aleyhi 'in— karyesi (memleketi)dİr>."
Karyetu'l-Ensâr: Anlamı "Ensar'm kÖyü"dür. Ensar üzerinde daha önce durulmuştu.
lal! el-Kâsıme: Medine'nin, kendisine kasteden her zorbanın başına felaket getirmesi, kendisine gelen her inatçının gücünü kırıp amacını boşa çıkarması ve ona kötülük etmek İsteyenleri Allah Teâlâ'nm azaba çarptırması sebebiyle Tevrat'ta kendisinin böyle anıldığı söylenmiştir.
Kubbetu'l-İslâm: "Medine İslam'ın kubbesidir" hadisine dayanılarak bu isim verilmiştir.
A Madca'u Resûlillah fsallallahu aleyhi vesellemj: Resûlullah'in (sallallahu aleyhi vesellem) yatağı anlamına gelir. Nitekim bir hadiste şöyle buyuruknuştur: 'Medine benim yeryüzündeki hicret yerip? ve yatağım dır (mctdcal)."
el-Mahbûbe: Bu isim de Kuran'dan önceki kutsal kitaplardan alınmıştır. Aşağıda gelecek olan el-Mubibbe ve el-Mubabbebc isimleriyle birlikte yukarıda geçen el-Habibe ismi aynı kökten gelmektedir. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)'ın buraya olan sevgisi ve duası malumdur. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)'in buraya olan sevgisi ise Rabbinİn buraya olan sevgisine tâbidir.
el-Mahbûra: Bu kelime ya "sevinç" anlamına gelen "habr"dan, ya da "nimet" anlamındaki "habre"den gelir. Yahut bu kelime güzellikle vasfedilen bir şeyin, alabildiğine güzel olduğunu anlam. Diğer taraftan yerin belli özelliklere sahip olan parçasına "el-mİhbâr" denir ki bununla, bitkisi hızlı bir şekilde bitip büyüyen ve bu şekilde çok ve güzel bitkileri olan yer kastedilir.
el-Mabfûfe: Medine'nin bereketler ve gök melekleri ile kuşatılmış olması dolayısıyla buraya bu isim verilmiştir. Zira bir rivayette şöyle gelmiştir: 'Mekke ve Medine, meleklerle çevrelenmiş oldukları halde gelirler..."[128]
Veba, Deccâl vs.den korunduğu için Medine'ye böyle denmiştir. Bİr hadiste "Konınmuş beldeler dörttür" buyurulmuş ve bunlar arasında Medine de sayılmıştır.
el-Mahrûse: 'Medine meleklerle doludur. Onun her geçidinde, onu koruyup bekleyen (yahrisuhâ) bir melek vardır" şeklindeki hadis sebebiyle Medine'ye bu isim verilmiştir. Hadisi el-Cündî rivayet etmiştir.[129]
el-Makam Bu kelime, "karâr"dan gelmektedir. es-Seyyid, bu ismi lügat kitaplarından birisinden nakletmiştir. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellemj'in Medine hakkındaki bir duasında da şöyle geçmektedir: "A.llahıml Bi-^e orada karar (istikrar) ve gü^el n-yk ver."
A el-Mecbûra: 'Medine'nin 10 ismi vardır..." hadisi içinde bu isim de zikredilmiştir. Ayrıca bu isim, Kuran'dan önceki kitaplardan da nakledilmiştir. İçinde bulunan ölü ve diri en güzide insanlara ikram ve ihsanda bulunulan bir yer olması, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'in burayâ yerleşmeye İnsanları teşvik etmiş ve burası için tekrar tekrar dua etmiş olması sebebiyle buraya bu isim verilmiştir.
el-Medîne: Bu isim, Kuran'da sık sık tekrar edildiği için verilmiştir Ayrıca bu isim Tevrat'tan da nakledilmiştir. "Medine" kelimesi "me-de-ne" kökünden gelir ve "medene bi'I-mekân" sözü, "belli bir yerde ikamet etti" anlamına gelmektedir. Yahut da bu kelime, "dâne" fiilinden türemiştir ki, bu kelime, itaat eden varlık hakkında kullanılır. Zira sultan şehirde oturduğu için orada ona itaat edilir. Şehir, pek çok evden meydana gelir. Buradaki evlerin adedi karye'dekinden çok, mısr'dakinden azdır. Her mısr'a medine deneceği de söylenmiştir. Medine kelimesi pek çok mekân hakkında kullanılır. Bununla birlikte bu kelime, el-Medinetu'n-Nebevipe'nin özel ismidir. Öyle ki, mutlak olarak Medine dendiği zaman başka şehir akla gelmez ve bu kelime bu şehir hakkında sadece başına belirlilik takısı getirilerek (e/-Medîne şeklinde) kullanılır. Bu kelimenin nekire (Medine şeklinde) kullanılması halinde ise herhangi bir şehir kastedilmiş olabilir. el-Medînetu'n-Nebeviyye'ye nispet edilenlerle diğerlerini ayırmak için, buraya nisbet edilen kimselere "el-Medenî", diğer medinelere nispet edilenlere ise "el-Medînî" nisbesi verilir.
Medînetî/ Resulillah (sallallahu aleyhi vescllemj; "Peygamber'in şehri" demektir. Bu isim, Taberânî'nin rivayet ettiği şu hadisten alınmıştır: "Kim benim şu şehrimde (medînetî) bir bid'at ihdas eder veya bid'at ihdas eden birisini himaye ederse, Allah 'in, meleklerin ve bütün insanların laneti onun ürerine olsun. Bu kimsenin Allah ne tevbesini, ne de fidyesini kabul eder." [130] Bu hadiste Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) Medine'yi kendi şahsına izafe etmiştir. Çünkü kendisi orada oturmaktadır. Bütün milletler de O'na ve O'nun halifelerine tabidirler.
el-Mekîne: Medine'nin, Allah Teâlâ katında sahip olduğu yüksek mevki ve menzil sebebiyle kendisine bu isim verilmiştir.
el-Mekketân: Sa'd b. ebi's-Serh, Hz. Osman (mdiyallahu anh)'m muhasara edildiği gün şöyle demiştir: "Mekketeyn'de bizim yardımcılarımız azdır." Nasr b. Haccâc da Medine'den sürüldükten sonra şöyle demiştir:
Bir şüphe olmaksızın sürgün edilelim.
es-Seyyid (Semhûdî) şöyle der: "Bu ifade ile açıkça Medine kastedilmektedir. Çünkü gerek Hz. Osman (radiyallahu anh)'ın muhasarası hâdisesinde, gerekse Nasr b. Haccâc olayında, onların her ikisi de Medine'de bulunuyorlardı. Burada Mekketeyn'den Medine'nin kastedilmesi, Mekkelilerin veya onların çoğunluğunun Medine'ye taşınmış olmaları ve Medinelilere katılmış bulunmalarına dayanmaktadır." Yahut ta bu şekildeki isimlendirme, tağlib yoluyla yapılmıştır ve Mekketeyn kelimesi ile kastedilen hem Mekke, hem de Medine'dir.
el~Merhûme; Bu isim de Tevrat'tan nakledilmiştir. Medine'nin bu şekilde isimlendirilmesinin sebebi, buranın, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş Peygamber (sallalhhu aleyhi veselkmyin yurdu olması dolayısıyla rahmetlerin buraya inmesidir.
el-Mer-yuka: Çünkü Allah Teâlâ, bu şehri mahrukatın en şereflisi ile rızıklandirmiş ve Hz. Peygamber'i (sallallahu aleyhi vesellem) buraya yerleştirmiştir. Yahut ta bu şehirde oturanların rızıklandırılmış kimseler olması dolayısıyla bu İsim verilmiştir. Zira bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Buradan hiç kimse çıkma^ ki Allah onun yerine ondan daha faziletlisini buraya yerleştirmemiş olsun."
Mescidu'l-Aksâ: Bu ismi İbnu'l-Mulakkin, el~İşârât adlı eserinde el~Metâli' sahibinden naklen zikretmiştir,
Vıftma^ el-Miskîne: Tevrat'tan aktarılmıştır. ''Medine'nin 10 ismi vardır..." hadisinde de bu isim zikredilmiştir. Zübeyr b. Bekkâr, Ka'b el-Ahbâr'dan şöyle dediğini rivayet etmiştir'. "Allah Teâlâ'nın, Hz. Musa'ya indirilen kitabında şöyle buyurduğunu okuyoruz: "Ey Taybe, ey Tâbe, ey Miskine! (Sen) hazineleri kabul etme, (ben de) senin düzlüklerini (diğer) şehirlerin düzlüklerinden yüksek eyleyeyim." Yukarıdaki hadisin Arapça metninde geçen "ecââr" düzlükler; ("miskine" kelimesinin aslı olan) "meskenet" ise bovun eğme ve huşu anlamına gelir ki, Allah Teâlâ meskeneti Medine'de yaratmıştır. Başka bir deyişle Medine, Hakk'a boyun eğenlerin ve huşu sahiplerinin mekânıdır.
Mudhaiu Sıdk: Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "De ki: "Ey Rabbim! Beni (Medine'ye) hoşnutlukla girdir, hoşnutlukla çıkar ve bana tarafından yardımcı bir kuvvet ver." (İsrâ, 80). Daha önce de geçtiği gibi âyette geçen "mudhale sıdk", Medine'dir.
el'Mûfiye: Bu kelime, "el-Mm/effıye" şeklinde de telaffuz edilebilir. Kendisine gelen elçi heyetlere hem somut olarak, hem de manen haklarını vermesi sebebiyle böyle denmiştir. Medineliler de Medine'ye hakkını verenlerdir ki onlar, Allah'a bu şekilde ahit vermişlerdir.
el-Mîdhabbebe: "el-Muhibbe" kelimesine bir "be" harfi ilavesi ile oluşmuş bir kelimedk.
Muhâcenı Kesûlil/ah (sallallahu aleyhi vesellemj; Hz. Peygamber (sallalkhu aleyhi vesellem)'in, "Medine benim hicret yerim (tnuhâcerl)..." şeklindeki hadisine dayanmaktadır.
el-Muharrame: Medine'nin harem bölgesi yapılması dolayısıyla buraya bu isim verilmiştir.
el'Muhibhe: Bu isim de Kuran'dan önceki kitaplardan nakledilmiştir.
el-Muhtâre: Çünkü Allah Teâlâ, Muhtar (sallaüahu aleyhi vesellem) (yani insanlar arasından seçilmiş Hz. Peygamber) için gerek hayatında, gerekse vefatından sonra burayı seçmiştir.
el-Mııkaddese: Şirkten beri olması ve günahları kendisinden uzaklaştırması dolayısıyla bu isim verilmiştir.
el-Mutayyabe: Taybe maddesine bakınız.
el-Mü'mine: Allah Teâlâ'nın varlığını ve birliğini tasdik ettiği için ona bu isim verilmiştir. Bu tasdik hakikidir. Zira Medine böyle bir kabiliyetle yaratılmış tır. Nitekim çakıl taşlarının tespih etmesi de bunu gösterir. Yahut Medine'nin bu tasdiki mecazîdir ve anlatılmak istenen, burada yaşayanların iman ehli olması, imanın buradan sair memleketlere yayılması dolayısıyla bu şehrin, mümin vasıflarını taşımasıdır. Yahut ta içinde yaşayanları düşman, veba ve Deccâl'dan güven içinde barındırmasıdır. Bir hadiste şöyle rivayet edilmiştir "Nefsimi kudret elinde bulundurana yemin ederim ki onun (Medine'nin) toprağı mı/hakkak mümindir." Bir diğer hadiste de şöyle geçmektedir: 'Muhakkak ki Medine, Tevrat'ta 'Mü'mine'' olarak yakılmıştır,"
el-Aiübâreke: Çünkü Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (saliallahu aleyhi vcsclkm)'in duasıyla ve oraya gidişi sebebiyle beldeyi mübarek kılmıştır.
Mübevviu'l-Helal ve'l-Haram: Bu ifadeyi Taberânî, 'Medine îslam'm kzıbbesidir" hadisi zımnında rivayet etmiştir. [131] Burada geçen "mübevvİ" kelimesi, "tebewu"dan türemiştir ki bu kelime, yerleşme ve istikrar anlamındadır. Helal ve haram hükmünün yerleştiği ve istikrar bulduğu mekân olması dolayısıyla Medine'ye böyle denmiştir.
Mübeyyinu'l-Helal ve'l-Haram: Helal ve haramı açıklayan anlamına gelmektedir. İbnu'l-Cevzî ve daha başkaları, yukarıdaki maddede sözünü ettiğimiz hadiste Mübevvİ' yerine Mübeyyin kelimesini zikretmişlerdir. Medine'ye böyle denmesinin nedeni ise, bu şehrin helal ve haram hükümlerinin beyan edildiği yer olmasıdır.
el-Müslime: Bu da "Mi/'mine" gibidir. Allah Teâlâ'nın burada kendisine inkiyad etmeyi ve her şeyden ilişkiyi keserek kendisine yönelmeyi yarattığı için veya burada oturanların Hakka inkiyad ettikleri ve şehirleri Kuranla fethedildiği için bu isim verilmiştir.
en-Nâciye: Zorbalardan, vebadan ve Deccâl'den kurtarılmış olması sebebiyle veya burada hayırların sür'atle elde edilmesi dolayısıyla bu isim verilmiştir. Zira Medine, mahlukatın en şereflisini içinde barındıran, şerefi yüce bir yerdir.
en-Nabr: Medine, sıcağının şiddeti sebebiyle böyle isimlendirilmiştir. Nitekim "nahru'z-zahîre" sözü, öğle vakti sıcağı hakkında kullanılır. Yahut "nahr" kelimesinin, "asil" anlamında kullanılması dolayısıyla bu isim verilmiştir. Mekke ve Medine, İslam beldelerinin aslıdır.
': Bu isim Kurâ'dan nakledilmiştir. Seyyid (Semhûdî) şöyle der:
"Bu kelimenin, fazilet ve asalet anlamına gelen "nübl" kelimesinden türediğini sanıyorum."
es-Selika[132] : Ebû Abdillah Muhammed b. Emin el-Akşehri, Medine'nin, Tevrat'ta zikredilen isimleri arasında bu ismi de saymaktadır. Bu, birkaç anlama gelen bir kelimedir. es-Selak ve es-Selik şeklindeki kelime, ilk okunuşla düz, bitkisiz arazi anlamındadır. Bu kelimenin es-Selâk şeklinde söylenmesi daha beliğdir. Bazen sert ve keskin dilli kadına da "silka" denir. "seliktu'l-beyda selkan" dendiği zaman, "Yumurtayı ateşte kaynattım" anlamı ifade edilmiş olur. Medine'nin bu şekilde isimlendirilmesi, geniş olmasından, dağlarının birbirinden uzak bulunmasından, fetihle başka şehirlere üstün ve hakim olmasından, kendisine sığınanlara kucak açmasından, sıcağının şiddetli olmasından veya burada humma (sıtma) hastalığına rastlanmasından dolayı da olabilir.
eş-Şafiye: "(TVÎedine'nin) toprağı her türlü hastalığa şifadır" şeklindeki hadis ve Medine'nin tozunun bazı hastalıklara iyi gelmesi dolayısıyla ona bu isim verilmiştir. İbn Müsdİ şöyle söylemektedir: "Medine'nin isimlerinin bir kâğıda yazılarak humma (sıtma) hastalığına yakalanmış kimsenin boynuna asılması ile şifa umulur." İleride Medine'nin, günahları kişiden uzaklaştırdığı ve hastalığa şifa verdiği zikredilecektir. [—>-s. 418]
Tâbe: Müslim, Câbir (mdiyallalıu anh)'m şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Resûlullah (sallallahu aleyhi vesdlem)'m şöyle buyurduğunu İşittim: "Muhakkak /Ulah Teâlâ, Medine'yi "Tâbe"adıyla isimlendirmiştir.[133]
Tâib: Bu kelime ile Tâbe, Taybe ve Tayyibe kelimeleri, kalıp ve okunuşları farklı olsa da, anlam olarak aynıdır. Bir hadiste şöyle büyütülmüştür: "Medine'nin 10 ismi vardır. Bunlar, Medine, Taybe, Tabe... dır." Vehb b. Münebbih'in de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Medine'nin, Allah'ın Kitabı'ndaki —yani Tevrat'taki- isini Taybe ve Tâbe'dir. Yine Tevrat'ta Medine'nin et-Tayyibe ve el-Mıttayyibe olarak anıldığı da bildirilmiştir. Medine'nin bu şekilde isimlendirilmesi ya şirk pisliklerinden arınmış olması dolayısıyla temiz olduğundan, ya da teiniz olan zâtın (yani Hz. Pevgamber'in) oraya gitmesindendir. Veya bu isimlendirme, kiri dışarı atıp temizi işlemesi bakımından körük gibi olması dolayısıyladır. el-İşbîlî şöyle demiştir: "Medine toprağının, güzel kokulu nesnelerin kokusu gibi, hatta onların en güzelinden daha güzel bir kokusu vardır," İlim adamlarından biri şöyle demiştir: "Medine'nin toprağında ve havasında mevcut olan güzel koku, onun bu şekilde (Tâib adıyla) isimlendirilme sinin denlidir. Çünkü burada ikamet eden kimse, toprağından ve bahçelerinden gelen ve başka bir yerde hemen hemen bulunmayan bir koku hisseder,"
Taybe. Yukarıdaki maddeye bakınız. Tayyibe. Tâib maddesine bakınız.
Tended: Yender maddesine bakınız.
Tender: Yender maddesine bakınız.
Tıbâbâ: Bu ismi Yakut (el-Hamevî) zikretmiştiı-. Bu kelime, "uzun toprak parçası" demektir. Yine UJâ (zabâbâ) şeklinde de olabilir ki, "zabb" ve "zabzab"dan türeyen bu kelime, "zabzaba" kalıbında humma (sıtma) hastalığına yakalanan kimse hakkında kullanılır. Medine'nin bu özelliği önce zikredilmişti.
Yended: Bunu Kura' zikretmiş tür. Bu kelime ya meşhur güzel koku ya da yüksek tepe anlamındaki "nedcTden, veyahut ta rızık anlamındaki "nadd" kelimesinden gelin ekte dit.
üu Yender: '%îedine'nin 10 ismi vardır" hadisinin bazı kitaplardaki varyantında bu isim de geçmektedir. Bazı varyantlarda ise Yended şeklindedir. Ancak kimi versiyonlarda Tender şeklinde de karşımıza çıkmaktadır. el-Mecd el-Luğavî bunlar içinden sadece Yendeduı doğru olduğunu söylemiştir. Ancak bu hüküm tartışmalıdır. Bu hadisin, İbn Zebâle'nin zikrettiği tarikinde Medine'nin 9 ismi geçmektedir. İbn Şebbe'nin rivayetinde ise 8 isim vardır ve orada da ed-Dâr isini bulunmamaktadır. Daha sonra aynı tarikle Abdullah b. Ca'fer b. Ebi Tâlib'dcn, diğer iki ismi de ed-Dâr ve el-lmân şeklinde zikretmiş ve şöyle demiştir: "Zikrettiğimiz ilk hadiste 8 isim, bu hadiste de iki isim bulunmaktadır. Acaba bu iki isim, diğer 8 ismi 10'a tamamlayan isimler midir, doğrusunu Allah bilir." Bu hadisi İbn Zebâlc de bu şekilde rivayet etmiş, ancak o 9 isim zikr-etmiş, yani İbn Şebbe'nin zikrettiği isimlere ed-Dâr ismini de ilave etmiş, 10. isini ise zikreünemiştir. İbn Zebâle, Abdülazız b. Muhammcd ed-Derâvcrdî'nin şöyle dediğini nakletmiştir: "Bana ulaştığına göre Medine'nin Tevrat'ta zikredilmiş 40 ismi vardır."
Yesrib: Daha önce geçen Esrib kelimesinin farklı bir okunuşudur. Esrib kelimesi üzerinde dururken bu kelime hakkında bilgi verilmişti. Medine için Yesrib adının kullanılmasının yasaklanması konusundaki hadis ileride ele alınacaktır.
Zâtu'l'Hırâr: Buradaki "hırâr" kelimesi, "siyah taş" anlamındaki "harre" kelimesinin çoğuludur. Medine'de böyle siyah taşlar bulunan mevkilerin çokluğu sebebiyle bu isim
Zâtu'l-Hucer: Medine'de çok sayıda deve ağılı bulunması sebebiyle bu isim verilmiştir.'[134]
Zâtu'n-Nabl: Hurma bahçelerinin olması nedeniyle Medine'ye bu isim verilmiştir. Bir diğer sebep te Hunâfır'in, cin taifesinden olan arkadaşı ile aralarında geçen konuşmayı anlatan haberde yer alan ifadedir. [135] Avrıca İmrân b. Amir'in bir şiirinde de şöyle geçmektedir:
Fel-yelhak bi-Yesrib zât en-nahli Hurmalıktı olan Medine'ye git.
Yine bu isim, Hz. Peygamber (saüallahu aleyhi vesellem)'in şu hadisinden alınmıştır: "Hicret edeceğim yerin hurmalıktı ve sıcak bir yer olduğu bana gösterildi."
Seyyid (Sernhûdî) (rahmctullahi aleyh)'in Medine'nin isimleri konusunda zikrettiği şeyler —ki üzerine bizim zikrettiğimiz ilaveler de vardır— burada bitti.
Zübeyr b. Bekkâr, el-Kasım b. Muhammed'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: '%ana ulaştığına göre Medine'nin 40 ismi vardır." Yine Zeyd b. Eslem'den rivayet etmiştir: Resûlullah (sallalkhu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur: "Medine'nin 10 ismi vardır. Bu isim/er şunlardır: Medine, Taybe, Tâbe, Miskine, Câbire, Mecbure, Yended, Yesrib, Dar."İbrahim b. Hasan'ın da şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Medine'nin Tevrat'ta geçen 11 ismi şunlardır: Medine, Taybe, Tâbe, Miskine, Câbire, Mecbûre, Merhume, A%râ\ Mahbûbe, Kâsıme."
İmam Ahmed, Mâlik ve Buhârî ile Müslim Ebû Hureyre (radiyallahu anh)'dan Resûlullah (sallailahu aleyhi vesellem)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Beldeleriyiyen bir beldeye (hicret etmekle) emrolundum. (İnsanlar) oraya Yesrib diyor. O, Medine'dir, O, körüğün, demirin pasım dışarı attığı gibi (kötü) insanları dışarı atar." [136] İmam Ahmed, İbn Ebî Hatim ve İbn Murdeveyh, el-Berâ' b. Azib (ı-adiyallahu anh)'dan ceyyid bir ravi zinciri kanalıyla Resûlullah (sallailahu aleylıi vesellem)'in şöyle buyurduğunu rivayet ettiler; "Kim Medine'ye Yesrib derse A-Hah }a istiğar etsin. O Tâbe 'dır, O Tâbe 'dir, O Tâhe 'dir. "[137]
İbn Murdeveyh de İbn Abbâs'tan Resûlullah (sallailahu aleylıi vesellem)'den şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Oraya Yesrib demeyin. Zira orası Taybe'dir." [138] Burada kastedilen, Medine'dir. "Kim (oraya) Yesrib derse, .Allah'a istiğar etsin. O Tâbe'dir, O Tâbe'dir, O Tâbe 'dir." Mâliki mezhebi imamlarından birisi olan İmam İsa b. Dînâr [139] şöyle demiştir: "Kim Medine'ye Yesrib derse, kendisine bir (küçük) günah yazılır." İmam Allâme Şeyh Kemal ed-Demirî [140] de, manzumesinin kitabıı'l-hackısmında:
Kim ona Yesrih derse istiğrar eder Zira onun hu sözü, üzerinde durulması gereken kr küçüh günahtır. demek suretiyle bunu kesin bir dille ifade etmiştir.
Medine'ye Yesrib denmesinin mekruh sayılmasının sebebi, bu kelimenin ra "fesat" anlamındaki "serb" kelimesinden, ya da "günahlardan hesaba çekme" anlamındaki "tesrîb"den geliyor olmasıdır. Resûlullah (salklkhu aleyhi vesellcm) güzel ismi severdi. Bu sebeple Medine'yi -daha önce de geçtiği gıbı-Taybe ve Tayyibe olarak isimlendirmiştk-. Medine'nin Kuran'da Yesrib olarak zikredilmesine gelince bu, münafıkların sözünün hikâye edilmesinden ibarettir Hz. Peygamber (sallailahu aleyhi vesdiem)'in "... Zihnim, o gitmekte olduğum yenn Yemame yahut tfecer olduğu fikrim saptı. Bir de gördüm ki o yer, Medine Yesrib imiş" ve bir diğer hadiste gelen "Oranın Yesrib'den başkası olduğunu zannetmiyorum" şeklindeki sözüne gelince, bu, Medine'nin Yesrib olarak anılmasının yasaklanmasından önce varit olmuştur.
Enes b. Mâlik'ten (radiyallahu anh) şöyle rivayet edilmiştir'. Resûlullah (sallailahu aleyhi vesellem) seferden döndüğü zaman Medine'nin duvarlarına —diğer bir lafızda ağaçlıklarına, bir diğerinde de yollarına— bakar, ridasmı omuzlarından atar ve şöyle buyururdu: "Bunlar Taybe'nin kokularıdır." Bineğini aceleyle sürer eğer bir hayvan üzerinde ise, sevgisinden onu hareketlendirir —bir diğer lafızda da "Medine'ye bir an önce varmak için hayvanını hareket ettirir" şeklinde gelmiştir— ve şöyle derdi: "Allahım! Bi-^e orada karar (istikrar) ve gü^el nt(ik w." [141] Bu hadisi Buharı ile Müslim, el-Mahâmİlî ve Muhammed b. el-Hasan el-Mahzûmî rivayet etmiştir.
Yine İmam Ahmed, Buhâıî ile Müslim ve İbn İshâk —ki burada vereceğimiz hadis metni ona aittir— Hz. Aİşe (radiyallahu anhâ)'dan şunu rivayet etmişlerdir: Resûlullah (sallailahu aleyhi vesellem) Medine'ye gelince burasını, Allah'ın arzında en çok humma (sıtma) görülen bir yer olarak buldu. Medine'nin bir vadisinden kirli ve acı bir su akardı. Bu sebeple Medine'de oturanlar bela ve hastalık çekiyorlardı. Allah bu sıkıntıyı Peygamber'inden kaldırdı. Ebû Bekir, Amir b. Füheyre ve Ebû Bekir'in azatlısı Bilâl, bir evde kalıyorlardı. Humma (sıtma) onlara da isabet etti. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)'den onları ziyaret etmek için izin istedim. İzin verince onların yanına vardım. Bu, Hicab âyetinin nüzulünden önce idi. Hastalığın şiddetinden dolayı nasıl bir sıkıntı içinde olduklarını ancak Allah bilirdi. Ebû Bekir'e döndüm ve "Babacığım! Kendini nasıl hissediyorsun?" diye sordum.
Ev halkı arasında sabahleyin ölen herkes için Ölüm, nalınının tokasından daha yakındır [142]
şeklinde karşılık verdi. "Vallahi babam ne söylediğini bilmiyor" dedim. Sonra Amir b. Füheyre'ye döndüm ve "Kendini nasıl hissediyorsun ey Amir?" diye sordum.
Ben tatmadan önce ölümü buldum. Korkağın tabii ölümü tepesinden gelir, öücüyle savaşan her mücahit ise, Boynuzuyla kendini koruyan öküz gibidir [143]
dedi. (Ben yine) "Vallahi Amir ne söylediğini bilmiyor" dedim. Bilâl, sıtmanın etkisi geçince evin bir köşesine yan üstü uzandı ve sesini yükselterek şöyle dedi:
Bilsem ki acaba bir gece olsun (Mekke de) bir vadide
Oeceleyebilecek iniyim, çevremde Izhir ve Lelîl [144] Mecennc 'nin [145] suyunu bir kez olsun görecek iniyim Şâme ve Talil [146] hana görünecek mi bir kez?[147]
Bunun üzerine durumu ve onlardan işittiklerimi Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)'e anlattım ve şöyle dedim: "Onlar, sıtmanın şiddetinden sayıklıyor ve ne dediklerini bilmiyorlar." Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) göğe baktı ve şöyle buyurdu: 'Alhhım! Mekke'yi bi?<e sevdirdiğin gibi, veya daha fayla Medine'yi de biye sevdir. -el-Cündî ve Rezîn'in naklettiği varyantta buradaki "veya" yerine 'W ibaresi geçmektedir- Onu biye sıhhatli eyle, onun Sâ' ve Müdd'ünü [148] biye bereketli eyle, sonra oranın vebasını Mehye'a'ya -yani Cuhfe'ye— naklet" [149] Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem), burada suyu "Aynu Humm" adı verilen kaynağından içmekten kesinlikle sakınırdı.
Buhârî, Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce ve Muhammed b. el-Hasan el-Mahzûmî, Ibn Ömer (radiyallahu anh)'dan şöyle rivayet etmişlerdir: Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu; 'Rüyamda saçı açık siyah bir kadın gördüm. Medine'den çıktı, Mehye'a'ya kadar gitti. Bu rüyayı, Medine'nin vebasının Mehye'a'ya nakledilmesi şeklinde yon/miadım."
Zübeyr b. Bekkâr, Amre b. ez-Zübeyr'den şöyle rivayet etmiştir: Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) bir sabah uyandığında kendisine, Mekke yolu tarafından bir adam geldi. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) ona, 'Kimseyle karşılaştın mı?" diye sordu, adam, "Hayır ey Allah'ın Resulü! Yalnızca saçları açık siyah bir kadın gördüm" dedi. Bunun üzerine Resûlullah (sallallahu aleyhi veseUcm) şöyle buyurdu: 'O hummadır. Artık ebediyen (buraya) dönmeyecek."
Musa b. Muhammed b. ibrahim b. el-Hâris'in, babasından nakli yoluyla şöyle rivayet edilmiştir: Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem.) Medine'ye geldiğinde ashabı, şiddetli bir hastalığa yakalandı. Bir adam, hicret edenlerden bir kadın ile evlenmişti. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) minbere oturdu ve şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Ameller ancak niyetlere göredir. —Resûîullah (sallallahu aleyhi vesellem) bu sözü üç kere tekrarladı.- Kim Allah ve Resulüne hicret etmişse, onun hicreti Allah'a ve Resulünedir. Kim de aryıı ettiği (bir) dünya(hk) veya talip olduğu bir kadın için hicret etmişse, onun hicreti ancak hicret ettiği şeyleredir."?' [150] Sonra ellerini kaldırdı ve şöyle buyurdu: "Allahıml Binden vebayı naklet" —bunu üç kere tekrar etti—. Ertesi sabah olduğunda şöyle buyurdu: "Bu gece (riyamda) humma, onu getiren kişi tarafından yakasından tutulmuş olarak siyah bir ihtiyar (kadın) şeklinde bana getinldi. Onu getiren kişi, <Bu hummadır. Onun hakkında kararın nedir?> dedi. Ben de, <Onu Humm'a götürün> dedim."
Beyhakî de Hişâm b. Urve'den şöyle rivayet etmiştir: Medine'nin vebas| Cahiliye döneminde meşhur idi. Bir vadide veba baş gösterdiğinde birisinin yolu oradan geçecek olursa ona "Eşek gibi anır" denirdi. Böyle yaptığı zaman hastalık ona bir zarar vermezdi. Şair şöyle demiştir:
emin olsun ki, eğer ölüm korkusuyla anıtıvsam,
E§eğin anırdığj gibi, helak için sabırsız birisiyim demektir.
Hişâm şöyle demiştir: "Cuhfe'dc bir çocuk doğduğu zaman, ergenlik çağma gelmeden humma hemen onu yakalardı."
İbn Ishak da şöyle demiştir: Ibn Şihâb ez-Zührî, Amr b. el-As (radıyallahu anlı)'dan naklen şunu anlattı: Resûlullah (sallalkhu aleyhi vescllem) ashabıyla birlikte Medine'ye geldiğinde kendilerini humma hastalığı yakaladı. Öyle ki, hastalıktan zayıf düştüler. Allah bu hastalığı Peygamber'inden kaldırdı. Öyle bir hale geldiler ki, ancak oturarak namaz kılabiliyorlardı. Derken bir gün onlar bu şekilde namaz kılarken Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) mescide çıktı ve şöyle buyurdu: "Bilin ki, oturarak nama^ kılan kimsenin namazı, ayakta nama^ kılan kimsenin namazının (sevabının) yansı kadardır." [151] Bunun üzerine Müslümanlar, fazileti elde etmek için, zorlanarak da olsa zayıflık ve hastalıklarına rağmen ayakta namaz kılmaya başladılar.
Yine Enes (radîyalkhu anh)'m şöyle dediği rivayet edilmiştir: Resûlullah ^sallallahu aleyhi vesellem,) şöyle buyurdu: "Allahım! Medineye, Mekke'ye verdiğin bereketin iki katım ver." [152] Buharı ile Müslim rivayet etmişlerdir.
Abdullah b. Zeyd (radiyallahu anh)'dan rivayet olunduğuna göre Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu: "ibrahim (akjbhselâm) Mekke'yi harem kılmıştı. Ben de Medine'yi harem kıldım ve Medine'nin Sâ' ve Müdd'ü İçin, ibrahim (akyhinelâm)}m Mekke ye yaptığı dua gibi dua ettim... "Buhârî ve Müslim tarafından rivayet olunmuştur.
Abdullah b. el-Fadl b. el-Abbâs (radiyallahuanh)'dan şöyle rivayet edilmiştir: Resûlullah şöyle buyurdu: "(Allalnm) Sana, Mekke için (yapılan duanın) misliyle Medineliler için de dua ediyorum." Abdullah (radirallahu anh) diyor ki: "Bi~ bunu (bu duanın bereketini) itiraf edjyoru*. Muhakkak bi-^im (bir) Sâ' ve l\4ekke/i/erin ölçeklerinin iki kat olarak yetirdiğini bi-^e yetirir." Bunu Buhârî, Tarihinde rivayet etmiştir.
Zübeyr b. Bekkâr da İsmail b. en-Nu'mân'm şöyle dediğini nakleder: Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem), Medine'de otlayan bir koyun sürüsü için dua etti ve şöyle buyurdu: "Allahım! Onlann işkembelerin(de)kinin yansını(n bereketini), başka beldderdekilerin (işkembelerindekinin) dolusu kadar eyle!"
Ali b. Ebî Tâlib'den de (radiyallahu anh) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Resûlullah (sallallahu aleyhi vcsellem) şöyle buyurdu: "Allahım! Şüphesi^ İbrahim senin kulun ve dostundur (ve o) Mekkeliler için bereket duası yapmıştı. Ben, senin kulun ve resulün Muhammed, ben de Medine halkı için, onların Sâ' ve Müddlerini, Mekke ahalisininkiler gibi bereketli kılman ve (o) bereket yanında iki (kat daha) bereket vermen için sana dua ediyorum" [153] Bu hadisi Tirmizî (sahih olduğunu belirterek) ve Taberânî, (Sahih ravilerinin oluşturduğu bir senetle) rivayet etmişler dit.
Ebû Hureyre (radiyallahu anh)'m şöyle dediği rivayet edilmiştir: Halk ilk mahsulü gördükleri zaman onu Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)'e getirirlerdi ve Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem.) onu alınca, —Taberânî'nin rivayetinde "gözlerinin üzerine koyarak"— "Allahım! Bi*çe mahsulümüzde bereket, Medine'mizde bereket, sâ'ınu^da bereket, müddümü^de bereket ver; Allahım! Şüphesi-^ ki İbrahim senin kulun, dostun ve peygamberindir; o, Mekke için dua etmişti. Ben de onun Mekke için yaptığı duanın bir mislini, bir misli daha beraberinde olmak ü-^ere sana Medine için yapıyorum,." (Ebû Hureyre (radiyallahu anh) devamla) şöyle dedi: "Sonra en küçük çocuğu çağıru- ve o mahsulü ona verirdi. [154] Müslim, Tirmizî ve Taberânî tarafından rivayet edilmiştir.
1- Zikrettiğimiz bu son hadis, her mahsulün ilk çıkışında Hz. Peygamber (sailaliabu aleyhi vesellem)'e getirildiğini ve söz konusu duanın da her seferinde yapıldığını İfade etmemizi gerektirmektedir.
2- Hz (adlalhhu aleyhi vesdlem)'in Medine icın yapağı bu dua Medine'nin kendisine sevdirilmiş olmasa'sebeb duaya ilk yapıldığında icabet buyurulduğu açıktır-. Duanın t daha razla bereket verilmesini taleb içindir.
3- Veba, bütün hastalıklar içm genel bir isimdir- ve bu (veba) dan daha genel bir anlamı vardır. Hz Peygamber vesellem)'ın ve ashabının Medine'ye gelmeleri -ki o zaman hastalığının bulunduğu bu- yerdi- yme Hz. Peygamber f veseüemyjn vebanın bas gösterdiği yere gitmekten sakmdırdımıu ıf rivayetlerle çelişki teşkil etmez. Çünkü onların Medine'ye gelm konusu sakındırmadan evvel vaki olmuştur-. Yahut ta 'sakındırma (veba) vb. gibi anı ölüme yol açan şeyler hakkındadır; yaygın da olsa 1 -hastalık için değildir.
4- Hadiste varit olan bu bereket, hem dm, hem de dünya hakkındadır Çunku bereket, artma ve ziyade" anlamına gelir-. Şu halde Medine'ddri bereket, bizzat tahıl ölçeği hakkında hasıl olmuştur. Şöyle ki bu şehirde Ur kimseye yeten mudd, başka şehirlerde yetmez. Bu, Medine'de ikamet edenlerin bizzat müşahede ettikleri bir husustur.
5- Vebanın (hastalığın) Medine'den başka yere intikal ettirilmesi O'nun en buyuk mucizelerdendir-. Zira yeryüzünün bütün doktorları bir araya gelseler bile böyle bir şeyi sağlamaya güç yetemezler. Ncvevî şöyle demiştir: "Bu olay, peygamberlik alâmetlerinden birisidir Zira ' o dönemlerde Cuhfe, vebalı (hastalıklı) bu- yer idi. Kim oranın suyundan içerse humma (sıtma) hastalığına yakalanırdı. el-Hattâbî, o dönemde Cuhfelilerin Yahudi olduklarını belirtmiştir.
Ebû Hureyre (mdıyallahu anh)'ın rivayetine göre Resûlullah (sallallahu aleyhi vesilem) şöyle buyurdu: 'Medine'nin giriş-çıkışyerlerinde onu koruyan biHahm melekler vardır. Ona veba (hastalığı) ve Deccâl gireme [155] Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivayet etmişlerdir.
pnes (radiyallahu anh)'dan da şöyle rivayet edilmiştir: Resûlullah (sallaUahu aleyhi \ söyle buyurdu: "Hiçbir belde yoktur ki Deccâl oraya ayak basacak olmasın. veS , Mekke ve Medine bundan istisnadır. Medine'nin giriş-çıkışyerlerinden her bin 'nde mutlaka orayı koruyacak sıra sıra melekler bulunur, Deccâl Sebha'ya [156] iner, ^ ra Medine, içindekilerle birlikte üç ke\ sarsılır. Her kâfir ve münafık Deccâl'ın ma çıkar." [157] Bu hadis Buhârî ve Müslim tarafından rivayet edilmiştir.[158]
Hz. Ebû Bekir (radiyallahu anh)'ın rivayetine göre Resûlullah (sallallahu aleyhi Uem) söyle buyurdu: "Deccâl korkusu Medine'ye girmeyecektir. O fitne günlerinde Medine'nin yedi kapısı olacak, her kapıda (koruyucu) iki melek bulunacaktır." [159] Buhârî rivayet etmiştir.
Temim ed-Dârî'den (radiyallahu anlı), Deccâl'ın yakaza halinde görüldüğünün anlatıldığı uzun bir hadis metninde şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Deccâl şöyle dedi; Bana yeryüzüne çıkış için ivğn verilmesi yakındır. (l?jn verildiğinde) çıkacağım ve yeryüzünde dolaşacağım. Mekke ve Taybe (Medine) hariç, kırk °ece içinde inmedik hiçbir belde bırakmayacağım. O ikisi bana haram kılınmıştır. Onlardan birisine girmeyi her istediğimde, elinde (kınından) çekilmiş bir kılıç olduğu halde bir melek beni karşılayacak, beni ondan (oraya gimıekten) men edecektir. Oranın ber giriş-çıkış yolunun ürerinde, orayı koruyan melekler olacaktır." (Ravi devamla diyor ki:) Resûlullah (sallallahu aleyhi veseltem) asasıyla minbere dokunarak, "işte Taybe budur! işte Taybe budur" buyurdu." [160] Hadisi Müslim rivayet etmiştir.
Yine Hz. Enes'den (radiyallahu anlı) aktarıldığına göre Resûlullah (sallallahu aleyhi vcsellem) buyurdu ki: "Deccâl, Medine'ye gelecek ve orayı koruyan meleklerle karşılaşacak. Inşaailahu Teâlâ oraya ne Deccâl, ne de veba yaklaşabilecektir." Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'in "inşaallahu Teâlâ" sözü burada teberrük için kullanılmıştır. Buna karşılık diğer hadislerde ise taun (veba) hastalığının ve Deccâl'in buraya yaklaşamayacağı kesin bir ifade ile beKftilmiştir.
Ebû Sa'îd el-Hudrî'den de şöyle rivayet edilmiştir: "Decrâf (Niedine'ye doğru) gelecek. (Oysa) Medine 'nin yollarına ğrmek ona haram kılınmıştır. O da Medine civarındaki çorak bir araziye inecektir. O gün ona, insanların en hayırlısı veya en hayırlılarından birisi karşı çıkacak ve <Ben şahadet ederim ki sen, Kesulu ilah (saflallahu aleyhi vesellemj 'in bi%e haber verdiği Deccâlysın> diyecek. Deccâl de şöyle diyecek: <Simdi ben şu adamı öldürüp sonra da diriltecek olursam, benim iddiam (zn gerçekliği) konusunda şüphe eder misini^?> (Orada bulunanlar da) <Hayır> diyecekler. Bunun ürerine Deccâl o adamı öldürecek, sonra diriltecek ve diriltir diriltme-^ o adam şöyle diyecek: < Vallahi benim, senin Deccâl olduğun konusunda şimdiki kanaatim, daha Önceki kanaatimden daha kuvvetlidir. > hu defa Deccâl o adamı tekrar öldürmek ister, fakat bir daha onu Öldürmeye güç yetireme^." [161] Bu hadisi de Buharı etmiştir.
1- Pek çok sahih hadiste taun (veba) hastalığı neticesinde gerçekleşen ölümün şehitlik olduğu bildirilmiştir. "Eğer böyleyse veba hastalığı nasıl olup ta Deccâl ile birlikte zikredilmiştir? Üstelik nasıl olup ta şerefli Medine, kendisine veba hastalığının giremeyecek olması ile methedilmiş tir?" diye sorulmuştur. Buna şöyle cevap verilir: Veba hastalığı sonucunda Ölmenin şahadet ve rahmet olmasından maksat, bu hastalığın bizzat kendisinin böyle vasfedilmesi değildir. Kastedilen, şehitliğin ona terettüp etmesi ve ondan kaynaklanma sidir ve bu hastalığın şehitlik sebebi olmasıdır. Bu husus anlaşıldığında ve cin çarpması konusundaki hadislerde de —cinlerin Medine'ye giremeyecek olması dolayısıyla— hatırda tutulacak olursa, buradan, Medine'nin övülmesi hususu ortaya çıkar. Sözünü ettiğimiz hadislerde, cinlerin kâfir olanları ile şeytanlarının, Medine-i Şerife'ye girmekten alıkonmuş bulunduklarına işaret edildiği anlaşılır. Bunlardan Medine'ye girmesi mukadder olanlar ise Allah'ın koruması neticesi Medine halkından hiç kimseye musallat olamazlar.
Eğer denirse ki: "Cin çarpması, sadece kâfir cinlerin mümin insanları çarpmasına özgü bir durum değildir. Aksine, mümin emlerin kâfir insanları çarpması şeklinde de vuku bulur. Şu halde her ne kadar kâfir cinler
Medine'ye girmekten men olunmuşlar ise de, cinlerin mümin olanlarının buraya girmesine engel olunmaz, demek gerekir."
Buna şöyle cevap verilir: Kâfir insanların Medine'ye girmesi mubah değildir. Müslümanlığını izhar etmiş olanlardan başkası Medine'de ikamet edemeyeceğine göre, zahiren Müslüman görünenlere de Müslümanların ahkâmı icra edilir ve samimi islam inancına sahip olmayan kimseler de samimi Müslümanlara tâbi olur. Dolayısıyla bunlar da cinlerin tasallutundan emniyet içinde olur. işte Medine'ye veba hastalığının kesinlikle girememesi de bu sebeptendir. Hâtiz (İbn Hacer), Be-^lu't-Tâ'ûn'd [162] Medine ile ilgili haberler meyanmda şöyle der; "Bu cevap, el-Kurtubî'nin el-Müfhim'de yer verdiği şu cevaptan daha güzeldir: "Bunun anlamı, Medine'ye, başka yerlerde vuku bulan veba türlerinden birisinin girememesidir. Mesela İmivâs [163] ve Cârif te vuku bulan vebalar böyledir. Bu, Medine'de herhangi bir veba hastalığının vuku bulacak olması halinde yerinde bir cevaptır. Başkaları ise şöyle demişlerdir: "Rahmet sebebi veba hastalığına münhasır değildir." Hz. Peygamber (sallallahıı aleyhi veselkm) şöyle buyurmuştur: "... Jlncak senin afiyetin benim İçin daha hu vericidir." Zira bu, Medine-i Şerife'nin özelliklerinden ve Hz. Peygamber (salhMıu aleyhi vesellem)'in burası için yaptığı sıhhat duasının gereklerindendir.
el-Menbicî de bu noktada birkaç cevap vermiştir. Bunlardan biri şöyledir: Medine küçük bir yerdir. Burada veba hastalığı vuku bulursa bütün Medinelileri helak eder. Bir diğer cevabı da şöyledir: Allah Teâlâ, Medineliler için taunu (vebayı) kaldırmasına karşılık hummayı takdir etmiştir. Çünkü veba bir kere geldikten sonra ancak aradan bir süre geçince tekrar gelir. Humma (sıtma) ise her zaman tekerrür eder. Bu sebeple bu ikisi birbirinin yerine geçmiştir.
Hafız (İbn Hacer) der ki: Ebû Asîb (radiyallahu anh)'ın rivayet ettiği, Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem), "Cibril bana humma ve vebayı getirdi. Hummayı Medine'de tuttum, vebayı ise Şam'a gönderdim..." buyurdu şeklindeki hadisi göz önünde tutulunca bana öyle geliyor ki, bu cevaplar içinde kabule en değer olanı şöyle demektir: Bundaki hikmet şudur: Resûlullah (sallallalıu aleyhi vesellem) Medine'ye girdiğinde ashabı sayı, gıda vb. bakımından kuvvet olarak azınlıkta idi. O dönemde Medine, daha önce anlatıldığı gibi vebalı bir yer idi. Böyle bir durumda, burada oturanların, kâfirlerle cihat konusunda güçlü olabilmesi için bedenen sıhhatli olmasına ve Medine'nin sağlıklı bir yet-kılınmasına dua etmeye uygun idi. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) herhangi birisine yakalanan kimse için büyük sevap verilecek olan bu iki şıktan (hastalıktan) birini seçmekte serbest bırakıldı. Söz konusu hastalıklar humma (sıtma) ve taun (vcba)dır. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem), Medine için hummayı tercih etti. Çünkü veba hastalığına yakalanan kimsenin genellikle çabuk ölmesi dolayısıyla humma vebaya göre daha hafif bir hastalıktır.
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'e savaşmak için izin verilince, savaş için güçlü olmak zorunda bulunan bedenleri zayıf düşüren humma problemi devam ediyordu. İşte o zaman Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) hummanın Cuhfe'ye nakledilmesi için dua etti ve duası da kabul edildi. Böylece Medine, Allah'ın yarattığı beldelerin en sağlıklısı haline geldi. Allah Teâlâ Medinelilerden birisinin ölümünü dilediği zaman, onun için daha önce meydana gelen veba sonucu ölümü yerine Allah yolunda savaş sonucu Ölümü taktir etti ki bu, derece olarak daha yücedir. Onlardan savaşta ölmek mukadder olmayanlar için ise hummadan Ölüm söz konusu oldu. Humma İse cehennem ateşinden müminin payına düşendir. Humma hastalığına yakalanmışken geçirdiği her gün, mümin için bir yıllık günahın kefareti demektir.
Bu durum, Hz. Peygamber (sallalkhu aleyhi vesellem)'in duasına icabetin gerçekleştiğinin gereği olarak kendisinden sonra da devam etmiştir. Bu özelliğinde Medine'ye, Mekke-i Müşerrefe de ortaklık etmiş ve veba hastalığı, İbn Kuteybe'nin de el-Ada'arifte ifade ettiği gibi geçen zaman içinde Mekke'ye de girememiştir. Ulemadan bir grup da bunu söz konusu kitaptan nakille kendisine muvafakat etmişler; ve bu durum İmam Nevevî (lahmehıllahi aleyh) zamanına kadar sürmüştür. Nevevî bu hususu Kitâbu'l-E^kât'dsL ve daha başka eserlerinde zikretmiştir. Ancak H. 779 yılında çıkan veba salgınında bu hastalığın Mekke'ye girdiği söylenmiştir. O tarihte hayatta olan birçok kimse bunu açık bir şekilde dile getirmiştir.
2- Veba hastalığının Medine'ye girişinin engellenmesi büyük bir mucizedir. Çünkü öteden beri doktorlar veba hastalığının herhangi bir beldeye, hatta köye girmesine engel olamamışlardır. Hal böyleyken bu hastalık bu uzun süre içinde Medine'ye girememiştir.
ivieuine"-miı v^ıiesınc jauıı
3- İlgili hadislerin zahirine göre Deccâl bütün beldelere girecektir. Ulemanın çoğunluğu bu görüştedir. İbn Hazm ise bu çoğunluktan ayrılarak söyle demiştir: "Hadislerde kastedilen, Deccâl'm ve ordusunun beldelere ansızın girmesidir." Bu tavrıyla ibn Hazm, yeryüzünde kısa bir süre kalacak olması dolayısıyla Deccâl'ın bütün beldelere girmesini mümkün görmüyor gibidir. Ancak o, S abîh-i Müslim'de, yer alan ve Deccâl'ın kimi günlerinin bir yıl miktarinca olacağını bildiren rivayetten habersizdir.
es-Summeyye el-Lcysiyye (radiyallahu anhâ) Hz. Peygamber'den (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle duyurduğunu rivayet etmiştir: "Simden, Medine'de ölme imkâm olan, orada ölsün. Kim orada ölürse, ona şefaatçi veya şahit olunur." [164] Bunu İbn Hibban ve Beyhakî rivayet etmişlerdir.
İbn Ömer'in (radiyallahu anlı) rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) söyle buyurdu: ''Medine'de Ölme imkâm olan, orada ölsün. Orada ölene ben şefaatçi olacağım." [165] Bunu İmam Ahmed ile Tirmizî rivayet etmiş, İbn Hibban da sahih olduğunu söylemiştir.
Süfyan b. Zuheyr (radiyalkhu anlı) Hz. Peygamber'in (sallallahu aleyhi vesellem) şu sözünü işittiğini söylemiştir: 'Yemen fethedilecek, Medine'den de ba-^ı kimseler çıkarak aileleriyle ve kendilerine itaat edenlerle beraber oraya gitmeye gayret edecektir. Halbuki bilmiş olsalar, Medine onlar için daha hayırlıdır. Irak fethedilecek ve yine bayı kimseler, aileleri ve kendilerine itaat edenlerle birlikte oraya gitmeye gayret edecekler. Halbuki bilmiş olsalar, Medine onlar için daha hayırlıdır." [166] Buharı İle Müslim rivayet etmişlerdir.
İmam Ahmed, Bezzar, Sahih'm ravileri kanalıyla Câbir b. Abdülah'tan; Müslim, Ebu Hureyre'den; Taberânî, güvenilir ravilerle, Ebu Eyyub ve Zeyd b. Sâbit'ten [167]; yine Taberânî güvenilir raviler yoluyla Ebu Useyd es- Sâidî'den; Allah hepsinden razı olsun (bunlar). Hz. Peygamberden (sallallahu aleyhi vesdlem) şunu rivayet ettiler: 'İnsanlara öyle bir ^arnan gelecek ki, yeryüzünde fetihler olacak ve oralara Deccalgelecek -başka bir versiyonunda:- İnsanlar bolluk aramak için etraf köylere dağılacak ve bolluk bulacaklar -diğer bir versiyonda--Yiyecek, giyecek ve binek bulacaklar. Onlara: <Bi%imyanımıza gelin. Çünkü sh kurak Hica^ toprağındasını%> denilecek. Halbuki bilmiş olsalar, Medine onlar inn daha hayırlıdır. -Başka bir rivayette:- Onlar hac veya umre için gelen kardeşleriyle karşılaşacaklar ve onlar şöyle diyecekler: <Siıyi hayatın çilesini çekmeye ve aşın açlığa dayandıran nedir?> Rcsûlullah (sallallahu aleyhi vesellem): ''Dileyengider, dileyen oturur" buyurdu. Öyle ki bu sözünü birkaç defa tekrar etti. "Medine onlar için daha iyidir. Orada kimse kalmadığı halde, oranın çilesine ve sıkıntısına, Ölünceye kadar katlanan kimseye ben, Kıyamet gününde şahit ve şefaatçi olurum. Canım elinde olan Allah 'a yemin ederim ki, onlardan birisi Medine'yi beğenmeyerek oradan çıkarsa, Allah, yerine ondan daha hayırlısını getirir. Dikkat edin! Medine, pisliği çıkaran körük gibidir. Körük, demirin pasım nasıl atarsa, Medine de kötülerini öylece atmadan kıyamet kopmayacaktır."[168]
Sa'd b. Ebî Vakkas'ın (radiyallahu anlı) rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (sallaliahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu: '%]nimetimden birisi, Medine'nin şiddet ve sıkıntısına katlanırsa, kıyamet gününde ben ona şefaatçi olurum" [169] Bunu Müslim rivayet etmiştir.
İbn Ömer'in de (radiyailalıu anlı) şöyle dediği rivayet edildi: "Allahım! Bana kendi yolunda savaşmamı nasip et ve ölümümü de Rcsulü'nün beldesinde kıl." [170] Bunu Müslim rivayet etmiştir.
Yahya b. Sa'id'den mürsel olarak rivayet edilen hadiste, Hz. Peygamber (sallailahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu: 'Yetyü^i/nde, bana, hiçbir yer, kabrimin orada bulunmasından daha çok sevimli değildir." Bunu Resûlullah (salkilahu aleyhi vesellem) üç defa söyledi ve bununla kasdettiğİ yer de Medine'dir. İmam Mâlik bu hadisi Muvattddû rivayet etmiştir.
el-Mehrî'nin azatlı kölesi Ebu Said'in anlattığına göre, o, Harre gecelerinde [171] Ebu Sa'id el-Hudrî'ye gelip Medine'den ayrılma hususunda onunla istişarede bulundu. Ayrıca ona Medine'nin pahalılığından, çoluk çocuğunun çokluğundan dert yandı. Medine'nin meşakkat ve sıkıntısına sabır kalmadığını haber verdi. Bunun üzerine Ebu Said el-Hudrî ona şunları söyledi: "Yazık sana! Ben sana bunu emredemem. Çünkü Hz. Peygamber'i: "Bir kimse müslüman olmak şartıyla Medine'nin sıkıntısına katlanarak ölürse, kıyamet gününde ben ona şefaatçiyahut şahit olurum"'derken işittim."[172]
Müslim'in rivayet ettiği bir hadisin metni de şöyledir: "birisi, Medinelilere bir kötülük etmek isterse, Allah onu cehennemde kurşun eritir gibi yahut suda tu^eritir [173]
Abdullah b. Amr (radiyallahu anh) şunu rivayet etmiştir: Resûlullah'ın (sallailahu aleyhi vesellem) şöyle buyurduğunu duydum: 'Medine'nin çile ve sıkıntısına katlanan kimseye ben, kıyamet gününde şahit veya şefaatçi olurum." Bunu Müslim rivayet etmiştir. Tirmizî de, benzerini Ebu Hureyre'den rivayet etmiştir.
Sehl b. Sa'd'm rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (salhltahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu. "Kimin Medine'de bir aslı varsa ona sarılıp tütünsün. Aslı bulunmayan kimse, orada kendisine bir asıl edinsin. Insanlann ürerine Öyle bir ^aman gelecek ki, orada aslı olmayan kimse oradan çıkıp başka yere giden kimse gibi olur [174] Bir diğer rivayet ise şöyledir: "Birparça da olsa, orada kendisine bir asıl edinsin." Bunu Taberâni ve Ibn Şebbc, itibar edilebilecek bir senetle rivayet etmiştir.
İbn Şcbbe, ez-Zuhri'den mürsel olarak şu hadisi nakletmiştir. 'Mekke'de mal edinmeyin. Hicret yurdunda mal edinin. Çünkü kişi malıyla birliktedir."
Ebu Hureyre'nin rivayetine göre Hz. Peygamber (sallailahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu: "Ben bir beldeye (hicret edip konaklamakla) emrolundum ki, o belde diğer beldeleri yer (onun halkı diğer beldelerin halkını yener). O beldeye Yesrib diyorlar. Halbuki o Medine'dir. O, demirci körüğünün demirin kirini giderdiği gibi, kötü insanları sürüp dışarıya atar."
Câbir b. Abdillah'ın (radiyallahu anh) anlattığına göre; bir bedevi Resûlullah'a (sallailahu aleyhi vesellem) biat etti. Arkasından bedevi sıtmaya yakalandı. Bunun üzerine Resûlullah'a gelip: "Ey Muhammed! Benim biatimi kaldır" dedi. Resûlullah (sallailahu aleyhi vesellem) onun istediğini kabul etmedi. Bedevi tekrar geldi: "Benim biatimi kaldır" dedi. Hz. Peygamber (sailallahu aleyhi vesellem) isteğini kabul etmedi. Bunun üzerine bedevi çıkıp gitti. Arkasından . Resûlullah (sallallahu aleyhi veseilem) "Medine ancak bir körük gibidir. O kötüsünü atar,geride iyisi, halisi kalır" buyurdu.[175]
Zeyd b. Sâbit'in (radıyallahu anlı) rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (saUalkhu aleyhi vesdlem) şöyle buyurdu: 'V T ay be 'dir, yani Medine 'dır. Ateş, gümüşün pasım nasıl atarsa Medine de hayırsızları (kötüleri) öyle atar. "Bunu Müslim rivayet etmiştir. Burada kastedilen, İslam'dan çıkarmaktır. Hicretten de denilmiştir.
(Sanki o, hicretle oraya yerleşmek için biat etmiştir).
Ebu Hureyre (radiyallahu anlı), Hz. Peygamberdin (sallallahu aleyhi vesellem) Medine'deki binaların yıkılmasını yasakladığını rivayet etmiştir.
Bezzar basen bir ravi zinciri ile Hz. Ömer'den (radiyatlahu anlı) şunu rivayet etmiştir: Medine'de (bir ara) fiyatlar yükseldi. Yaşama şartları zorlaştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu; "Sabredin. Si^e müjdeler olsun. Ben si^in sa'ını^ı ve müddünü^ü (ölçü-tartı aletlerinin) bereketlendirdim. Yeyin, ancak dağılmayın. Bir kişinin yiyeceği iki kişiye, iki kişinin yiyeceği dört kişiye, dört kişinin yiyeceği beş ve altı kişiye yeter. Bereket topluluktadır. Kim oranın cefa ve sıkıntısına katlanırsa, kıyamet gününde ben ona şefaatçi veya şahit olurum. Kim oradan beğenmediği için ayrılma, Jillah onu, ondan daha hayırlısıyla değiştirir. Kim onun için kötülük dilerse, A-llah onu, suda tu%_ eritir gibi eritir."[176]
Buhârî, Zeyd b. Sâbit'ten şunu rivayet etmiştir: Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem): "Bu, Medine'dir, yani Tay be'dir. O, körüğün, gümüşün pisliğini attığı gibi günahları söküp atar" buyurmuştur.[177]
1. Kadı (mlıımehııllah) şöyle der: Bana vaktiyle Resûlullah'in "şahit veya şefaatçi olurum" sözünün manası soruldu ve "şefaati genel olmakla ve onu ümmetine saklamakla birlikte burada şefaati niye sadece Medine'de oturana hasretmiştir?" denildi. Ben de şöyle cevap vermiştim: Hadiste geçen "ev" ('Veya") edatı, tersi görüşte olanların aksine, burada şek (ravinin ifadedeki şüphesini) ifade etmez, Çünkü bu hadisi, Câbrr, Ebu Hureyre, Ebu Said, Sa'd b. ebî Vakkas, İbn Ömer, Safiyye bınti ebî Ubeyd, Esma binti Umeys "veya" lafzıyla rivayet etmişlerdir. Hepsinin rivayetlerinde şüphe manasında ittifak etmeleri ve onun aynı sigayla gelmesi uzak bir ihtimaldir. En doğrusu, Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) bu cümleyi ya böylece bildirmiş yahut cümledeki ev (veya) kelimesini taksim için kullanılmıştır. Bu takdirde kendisi kıyamet gününde Medinelilerin bazısına şahit, diğerlerine ise şefaatçi olacak demektir. Yahut âsilere şefaatçi, itaatkârlara şahit olacaktır veya Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) zamanında vefat edenlere şahit, ondan sonra ölenlere şefaatçi olacaktır. Nitekim Resûlullah (sallsdlahu aleyhi vesellem), Uhud şehitleri hakkında: "Ben bunlara şahit o/acağım" hvıyanrmştı\\:. Bu gibi tahsisler, o zatlar için derece ve mertebe ziyadeliği ifade eder. Cümledeki "ev" edatı "ve" manasına da gelebilir. Bu takdirde Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) Medincliler için hem şefaatçi, hem de şahit olacak, demektir.
"Ev" edatının hadisi rivayet ravinin tereddüdünü ifade için kullanıldığını var sayarsak, şahit olma rivayeti sahih farzedildiği takdirde itiraz kalmaz. Çünkü şahit olma vasfı, bütün ümmete saklanan şefaatten daha kapsamlıdır. Şefaatçi olma lâfzı gerçek kabul edilirse Medine halkına olan bu şefaat, dereceleri artırma veya bazı lütuf türleriyle, kıyamet gününde, Allah'ın onlara dilediği ikramlarıyîa hesabı hafifletmek tarzında cereyan edecektir.
2. Hz. Peygamber'İn "O (Medine, kötü) insanları" veya "adamları atar" sözü hakkındadır. Kadı (İyaz) şöyle der: "Bu, kendi zamanıyla ilgilidir. Çünkü hicrete ve orada (Medine'de) onunla birlikte ikamete, ancak imanı sağlam olan dayanabiliyordu." Nevevi de şöyle demiştir: "Bu, açık bir husus değildir. Çünkü Müslim'in SahiH'inâ.çki rivayetlere göre Medine, körüğün demirin pisliğini attığı gibi, kötülerini atmadıkça kıyamet kopmayacaktır. Deccal'in zamanını da en iyİ bilen Allah'tır." Hafız (İbn Hacer) de şöyle demiştir: "Her iki zaman da kastedilmiş olabilir. Resülullah'm (sallaüahu aleyhi vesellem) hayatındaki durum, zikredilen sebeptir. Bunu biati kaldırmasını isteyen bedevi olayı teyit etmektedir. Çünkü Hz. Peygamber bu hadisi, bedevinin çıkıp gitmesini ve biatin kaldırılmasını istemesinin sebebi açık olmak üzere zikretmişti. Sonra bu da âhir zamanda olacaktır. Deccal inip yeryüzü, üzerindekileri sallayınca münafık ve kâfir hiç kimse kalmayıp oraya gidecektir."
Seyyid (Semhûdî) şöyle demiştir: "Allah, oradan (Medine'den) tam kötüleri, yani kâfirleri uzaklastırmıştır. Diğerlerinin uzaklaştırılmasına gelince; eğer orada ölürlerse, Akşehri'nin işaret ettiği gibi, melekler onları (başka yerlere) taşırlar. Yahut kastedilen, sadece "said" (bahtiyar) ve müslürnanların değil, tam kötülerin yani "şaki" (bedbaht) ve kâfirlerin n uzaklaştırılmasıdır. Çünkü ikinci kısım, ne şefaata, ne de mağfirete lâyıktır. Yahut kastedilen, bedevi ve Deccal olaylarının dışında, oranın, kendisindeki çile, meşakkat, iki kat sevap ve peşpeşe gelen rahmetlerle, onları nefislerinin ; şerrinden ve günahlarının karanlıklarından arıtıp kurtarmasıdır. Nitekim . Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "İyilikler . kötülükleri giderir" (Hud, 114). Onun, orada, içinde bir kötülük gizleyenin durumunun gizli kalmayacağı, aksine onun niyetinin, orada görülen şey gibi görüleceği anlamında olma ihtimali vardır. Ben şu ana kadar, eskiden beri > hatırımdadıi:, bu ihtimalden bahseden birisini görmedim. Sahıh-i hubarfde. Uhud savaşı hakkında gelen rivayet bunu teyit etmektedir. Şöyle ki, Hz. Peygamber (sallalkhu aleyhi vcsellem) Uhud (savaşın)'a çıktığında, ashabından bazıları, yani münafiklar geri döndüler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (salkllahu aleyhi vesellem): "Medine, demircinin körüğü gibidir" buyurdu. Hadislerin yekunundan ve bu mübarek beldenin durumlarının iyice incelenmesinden benim anladığım şudur: Orası, yukarıda zikredilen dört mânâda da kötüsünü atacaktır."
Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi vcsellem): "Eğer bilselerdi" sözü, Mescid-i Nebevî'de (Peygamber mescidinde) namaz kılma yönünden oranın (Medine'nin) faziletini ya da orada namaz kılmanın sevabı vb. şeyleri bilselerdi, anlamındadır. Bu cümlenin Arapçasmda geçen "lev" (eğer) edatı, "ley t e" (keşke) anlamındadır ve onun bir takdire ihtiyacı yoktur. Her iki şekilde onda, oradan ayrılan ve başka yerleri tercih eden kimselere cahillik nîsbet etme söz konusudur. Kimileri ise dediler la: Bundan maksat, beğenmedikleri için Medine'den çıkanlardır. Bir ihtiyaç, ticaret veya cihat ve benzeri bir şey için çıkan kimse, hadisin kapsamına girmez.
et-Tayyibî şöyle demiştir: "Bilselerdi" ifadesinin gereği olarak, "bilmeyen" bu kimseleri, bilginin onlarda tümüyle olmadığını anlatmak için lazım (gerekli) derecesine indirmektedir. Bununla birlikte, temenni manasına alsalardı, daha beliğ olurdu. Çünkü temenni, meydana gelmesi imkânsız olanın talep edilmesidir. Yani şu demektir: Keşke onlar mutlak olarak, ilim ehlinden olsalardı. el-Beyzavî şöyle demiştir: 'Yemen fethedilecek, oranın beldeleri ve halkının yaşayışı ba-^ı kimselerin hoşuna gidecek" sözünün manası şudur: Bu durum, onları aileleriyle birlikte oralara hicrete sevkedecek. Böylece Medine'den çıkacaklar. Halbuki Medine'de ikamet etmek, onlar için daha hayırlıdır. Çünkü orası, Resûlullah'ın haremi, vahiy mahalli ve bereketlerin bol olduğu bir yerdir. Keşke onlar orada ikamet etmekle başka bir yerde ikamet etme sebebiyle, hemen elde edeceği geçici hazlatın, yanlarında basit kalacağı uhrevî faydalarını bilselerdi. ct-Tayyibî, şöyle diyerek bu anlamı pekiştirmiştir: "Çünkü Resûlullah (salklUnu aleyhi vesellem), kavmini bundan sakındırmış ve Medine'den çıkanların bu fiilini, "oraya gitmeye gayret edecekler" sözüyle ifade etmiş, ardından da "Eğer onlar bilselerdi" buyurmuştur. Çünkü Resûlullah (sallalkhu aleyhi vesellem)'in bu İfadesi, onların, hayvani zevklere ve geçici dünyalık şeylere düşkün olan ve Hz. Peygamberin yanında ikamet etmekten yüz çeviren kimselerden olduğu hissini uyandırmaktadır. Bu sebeple o "bazı kimseler"! tekrar tekrar zikretmiştir. Onları her mertebede, bu çirkin duruma düşmeleri sebebiyle "sökün ederler" sözüyle nitelemiştir.
Tabcrânî, Sabib'in ravilenyle, Ebu Umame ve Ali'den (radiyallahu anhuma), Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kim benim bu şehrimde bid'at çıkarır veya bidatçtyı barındınrsa, Allah'ın, meleklerin ve bütün imanların laneti onun üzerindedir. Allah onun ne tevbesini, ne de fidyesini kabul es-Sâib b. Hallâd da Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi vesellem) şu hadisini rivayet etmiştir: "Kim, ^ıdmetmek için M.edine halkını korkutursa, Allah da onu korkutur. Allah 'in, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerindedir. Allah, kıyamet günü, onun ne tevbesini, ne de fidyesini kabul eder." [178] Bunu Ahmed rivayet etmiştir.
Ebu Said (radiyallahu anlı) şunu rivayet etmiştir: Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu: "Kim oraya (Medine'ye) kötülük etmek isterse, Allah onu, tu^un suda eridiği gibi eritir." [179] Bunu, İmam Ahmed, Buharı ve Müslim rivayet etmiştir.
Ma'kıl b.Yesar'm [180] (radiyalUhu anh) rivayet ettiğine göre, Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur: "Medine, beniîn hicret ettiğim yerdir. Benim ölümüm orada, yeniden dirilişi??? de oradan olacak. Büyük günahlardan çekindikleri sürece, ümmetimin, komşulanmı koruması gerekir. Kim onları korursa, kıyamet gününde ben ona şahit ve şefaatçi olurum. Kim onları konima^sa, ona tînetu'l- habâl'dan içirilir." Ma'kıTa: "tînetu'l-habâl nedir?" diye soruldu. O da: "Cehennemliklerin usaresidir" dedi." [181] Bunu, Ebu Amr b. es-Semmâk ve İbnu'l-Cevzî Musîru'l-Ğarami's-Sâkin1'de rivayet etmiştir.
el-Cundî, Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi vesellem) şu hadisini rivayet etmiştir: "Hangi vprba, Medine'ye kötülük etmek isterse, Allah onu, tındın suda eridiği gibi, eritir."[182]
Bezzar, basen bir senetle Sa'd b. ebi Vakkas'tan (radmılhhu anh) şunu rivayet etmiştir: Resûlullah (sallallahu alerhı vesellem) şöyle buyurdu: 'Allafam! Orayı yam Medine'yi- kötülük maksadıyla saldıranlardan koru. Kim oraya kötülük yapmak isterse, Allah onu, tu-^un suda eridiği gibi eritir"[183]
Muharnmed b. el-Hasen el-Mahzûmî, Sa'id b. el-Museyyeb'den münel olarak şunu rivayet etmiştir: Resûlullah (saLlallahu aleyhi vesellem) söyle buyurmuştur: "Allahım! Bana ve beldemin halkına kötülük etmek isteyeni hemen helak et/"
imam Ahmed, Sahİl/in ravileriyle, Cabir b. Abdillah'tan (radıyalhhu anlı) Resûlullah'm (sallallahu aleyhi vesellem) şu hadisini rivayet etmiştir: "Medine halkım korkutanı Allah da korkutur." [184] Bunu Ibn Hibban da rivayet etmiştir.
Ubade b. es-Samit'in rivayet ettiğine göre, Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellein) şöyle buyurdu: "Allahıml Kim Medine halkına zulmeder ve onları korkutursa, sen de onu korkut. Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun ürerine olsun. Allah, onun tevbe ve fidyesini kabul etme^." [185] Bunu Taberânî, hasen bir isnatla rivayet etmiştir.
Kâdı'nın el-Medarik'inde Muhammed b. Mesleme'nin şöyle dediği nakledilmektedir: Mâlik'in şöyle söylediğini işittim: "(Halife) el-Mehdî'nin yanına girdim. "Bana tavsiyede bulun" dedi. Ben de, "Sana, sadece Allah'tan korkmayı, Allah Resûlü'nün beldesindekilere ve komşularına acımanı tavsiye ederim. Çünkü bize Resülullah'ın (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurduğu ulaştı: "Medine benim hicret ettiğim yerdir. Ben tekrar oradan diriltileceğim. Ümmetime
gereken, benim komşularımı korumaktır. Kim benim için onları korursa, kıyamet günü ben ona şejaatd veya şahit olurum. Komşularım konusunda benim tavsiyemi tutmayana,
Allah, Tinetu'l-Habâl'dan içirir."
Mus'ab şöyle der: el-Mehdi, Medine'ye geldiğinde, onu Mâlikle Medine eşrafından bazıları birkaç inil ötede karşıladılar. Mâlik'i görünce el-Mehdi ona yönelerek, kucaklaştı ve halini hatırını sordu. Ona eşlik ederek yanında yürüdü. Mâlik ona dönüp şöyle dedi: "Ey müminlerin emiri! Sen şu anda Medine'ye giriyorsun. Sağında ve solunda bazı kimselere rastlayacaksın. Onlar, Muhacir ve Ensar'm çocuklarıdır. Onlara selam ver. Çünkü yeryüzünde Medine halkından daha hayırlı bir halk yoktur. Medine'den de daha hayırlı yer yoktur." O, "Ey Ebu Abdillah! Bunu neye dayanarak söyledin?" dedi. Mâlik de, "Bugün yeryüzünde Hz. Muhammed'in (sallallahu aleyhi vesellem) kabrinden başka hiçbir peygamberin kabri bilinmiyor. Hz. Muhammed'in kabrinin yanlarında bulunduğu kimselerin ise diğerlerine olan üstünlüğünün bilinmesi gerekir" diye cevap verdi.
el-Mehdi kendisine tavsiye edileni yaptı. Bu anlatılanlarda, Allah'ın Resûlü'nün kabrine komşu olmanın üstünlüğüne işaret vardır. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) kendisi de: "Cebrail, komşu hakkında o kadar çok tavsiyede bulundu ki, komşuyu komşuya mirasçı kılacağını zannettim" buyurmuş ve bir komşuyu diğer komşuya göre kayırmamış tır.
Bu üstünlükleri gözönünde bulunduran kişi, Mekke'nin faziletinin kat kat fazla olduğunu kabul etmekle birlikte, Medine'de oturmayı Mekke'ye tercih etmede şüphe etmez. Mekke'de sayı fazlalığı var; Medine'de ise bereket ve ilahi lütuf. Mekke'de, Allah'ın evine komşu olma var, Medine'de ise Allah'ın sevgilisine ve yaratıkların Allah katında en değerlisine komşu olma var.
1. Resülullah'ın (sallallahu aleyhi vesellem) "Medine'yi beğenmeyerek oradan ayni an kimseyi Allah, mutlaka ondan daha hayırlısıyla değiştirir" sözü.
Kadı (Iyaz) şöyle demiştir: "Bu hadisin anlamında ihtilaf edilmiştir. Bu husus, Resülullah'ın yaşadığı zamana mahsustur, diyenler olmasına karşılık, her zarnan için geçerlidir, diyenler de vardır, ikincisi daha doğrudur." el-Muhibbu't-Taberİ şöyle demiştir: "Resülullah'ın başka bir hadisteki: "Insan/ar öy/e bir gamandan geçecektir ki onda, yeryüzünde Jetİh fer olacak ve insanlar bolluk aramak için etraftaki köylere gidecek" sözü sebebiyle bu (ikinci görüş)
daha belirgindir.
2. Resülullah'ın (sallallahu aleyhi vesellem) "Medine halkına kötülük etmek isteyeni Allah, tu-:(i4tı suda eridiği gibi ateşte en/2>" lıadisindeki ne kastettiği hakkında:
Kadı Iyaz şöyle demiştir: "Onun, "ateşte" sözü, bu kayıt olmaksızın rivayet edilen hadislerdeki işkâli (kapalılığı) kaldırmakta ve hükmün âhirete mahsus olduğunu açıklamaktadır. Bu cümlede, maksat, Medinelilere Hz. Peygamber'in (sallallahu aleyhi vesellem) hayatında kötülük etmek istiyenlere Müslümanların kafi. geleceği ve onları kurşunun ateşte dağıldığı gibi mahvedeceği manası da kastedilmiş olabilir. Hatta cümlede takdim tehir yapılmış olma ihtimali bile vardır. Bu takdirde: "Allah böylelerini ateşte kurşun eritir gibi eritir" manasına gelir. Bu ceza da dünyada verilir. Nitekim Emeviler devrinde Medinelilerle muharebe eden Müslim b. Ukbe gibilerinin akıbetleri böyle olmuştur. Müslim, Medine'den dönerken helak olmuş, onun peşinden kendisini gönderen Yezid b. Muavİye ve onlar gibi hareket eden daha başkaları da helak olup gitmişlerdir.
Ebu'l-Velid cL-Bâcî, Kadı lyaz ve başkaları, mübarek uzuvları bağrına basan yerin (yani Ravza'nın bulunduğu Medine'nin), Ebu'1-Yumn b. Asâkır'in de Tuh/Asinde dediği gibi, Kabe'den bile üstün olduğunda ıcma edildiğini söylemişlerdir. Ebu Muhammed Abdullah b. cbı Umer el-Biskeri [186] de (rahmetullahı aleyh) bunun kesinlikle böyle olduğunu ileri sürmüştür.
Herkes, yeryüzünün en hayırlı yerinin Hz. Muşlara hm (uühllahn aleyhi veselkm) zatına sahip olup onu koruyan yer olduğuna kesin gözüyle bakıyor.
Evet. Onlar, orada ikamet edene samimi ve dürüst davrandılar. Orası kişi gihi şerefli oldu. Kişi sereni olunca kaldığı yer de gereni oldu.
Hatta Kadı Tacuddin es-Subkî, [187] İbn Akıl el-Hanbelî, [188] oranın Arş'tan bile daha üstün olduğu görüşünü aktarmıştır. Alim ve veli önderlerden birisi olan Ebu Abdillah Muhammed b. Rezîn el-Bahirî bu hakikatin kesin olduğunu belirtmiş ve Hz. Peygamber'in vefatı hakkındaki kasidesinde şöyle elemiştir:
Kabrin, yeryüzünün ve yedi kat göğün, kesinlikle en şerefli yeri olduğunda şüphe yoktur.
(O), kralların tahtından daha şereflidir. Hakikat ehline göre, benim sözümde aykırı hiçbir şey yoktur.
et-Tâc el-Fâkihî, Medine'nin göklerden bile üstün olduğunu açıkça belirtti. Ortaya çıkan gerçek, herkesin Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi vcsellem) ikamet etmesi sebebiyle, bütün arzı gökten üstün gördüğüdür. Fazıliyye'nin imamı olan Şeyh Tacuddin, peygamberler ondan yaratıldığı ve oraya gömüldükleri için, bunun çoğunluğun görüşü olduğunu söylemiştir. Nevevi şöyle der: "Cumhurun tercih ettiği, mübarek uzuvları kucaklayan yer (Hz. Peygamber'in kabri) hariç, göklerin yerden daha üstün olduğudur. Daha sonra ulemanın çoğunluğu Mekke'yle Medine'nin diğer beldelerden üstün olduğunda ittifak etmişlerdir. Ancak ikisinin (Mekke ile Medine'nin) hangisinin diğerinden üstün olduğu hakkında ihtilaf ettiler. Ömer b. el-Hattab, bazı sahabiler ve Medİnelilerin çoğu, Kadı İyaz'ın dediği gibi, Medine'nin üstün olduğu görüşündedir. Bu, imam Mâlik'in de görüşüdür. Kendisinden nakledilen iki kanaatten birisinde Ahmed b. Hanbel de aynı görüştedir. İhtilaf, Kabe'nin dışındadır. Çünkü o, ittifakla Medine'nin dışindakilerden daha faziletlidir. İki tarafın delillerini getirsek, bu kitabın sayfaları uzar gider.
Ruhun, gömüldüğü yerin toprağından yaratıldığıyla ilgili görüşe, el-Hâkim'in Ebu Said'den rivayet edip sahih olduğunu söylediği şu rivayet delalet eder: Hz. Peygamber (salhlkhu aleyhi vcsellem) bir kabre uğrayıp: "Bu kimin kabridir?" diye sordu. Sahabiler: "Ey Allah'ın Resulü! Bu, falanca Habeşlinin kabridir" diye cevap verdiler. Bunun üzerine Resûlullah (sallallahu aleyhi veseilem): "La ilahe illallah (Allah'tan başka ilâh yoktur). Bu kabirdeki kişi, kendi yer ve göğünden (bulunduğu yerden), kendisinden yaratıldığı toprağa getirilmiş"
buyurdu.
Bu kitabın İlk bölümünde, Ka'b'ın şu sözü geçmişti: "Peygamber (sallallahu aleyhi vcsellem), mübarek kabrinden alınmış olan kabza (bir avuç toprak)tan yaratıldı."
Yezid cl-Cerîrî dedi ki: İbn Sirin'in şöyle dediğini duydum: "Yemin etsem, veminimde, hiç şüphe ve İstisna olmayacak şekilde doğru çıkardım. Allah Teâlâ, Peygamber'ini (sallaîlahu aleyhi vesellem), Ebu Bekr'i ve Ömer'i aym çamurdan yarattı, sonra onları o çamura geri döndürdü."
İmam Ahmed'in, Tirmizî'nin -basen olduğunu belirterek-, Taberânî'nin ve el-Hâkim'in Matar b. Ukâmis'ten rivayet ettiği; yine Tirmizî'nin Ebu Azze'den rivayet edip sahih olduğunu belirttiği bir hadiste Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur: ''Allah bir kulunun, bir yerde ölmesini takdir edince, onu, oraya muhtaç falar.' [189] el-Hakîm et-Tirmizî şu açıklamayı yapmıştır "O yerden (o yerin toprağından) yaratıldığı için, eceli de orada olur." Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
yerden yarattık, oraya döndüreceğiz, sizi tekrar oradan çıkaracağız" (Ta-ha 55). Kişi, başlanılan yere döndürülür."
Ibnu'l-Cevzî, el-Vefa'dü, Hz. Aişe'nin şu sözünü rivayet etmiştir: Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi veseüem) ruhu alınınca, defin konusunda (sahabiler) anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Hz. Ali (radiyallahu anh) şöyle dedi: "Yeryüzünde, Allah için, Peygamberinin (sallallahu aleyhi vesellem) ruhunun alındığı yerden daha değerlisi yoktur."
Ebu Ya'lâ da, Hz. Ebu Bekir'den rivayet etmiştir: Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurduğunu duydum: "Peygamberin ruhu, ancak en sevdiği yerde alınır."[190]
Seyyid (Semhûdî) şöyle demiştir: "Onun en sevdiği yer, dolayısıyla Rabbinin de en sevdiği yerdir. Çünkü O'nun (sallallahu aleyhi veseüem) sevgisi, Rabbinin sevgisine bağlıdır. Allah'ın ve Resulü'nün en sevdiği şey, nasıl en üstün olmaz? Bu sebeple ben, Medine'yi üstün tutarken bu görüşe uydum. Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle bir hadisi de vardır. "Allahım! Binlere Mekke'yi sevdirdiğin gibi yahut ondan daha fa-^la Medine'yi de sevdir. " Onun duası kabul edildi, öylesine ki orayı görünce sevgisinden bineğini harekete geçirirdi."
Âlimlerin sultanı şeyh İzzuddin b. Abdisselam şöyle demiştir: "Mekke'yle Medine arasındaki üstünlük, birisindeki amelin sevabının, diğerindeki amelin sevabından daha fazla olması ile ilgilidir." Dolayısıyla Kadı İyâz'm şu sözünde işkâl (problem) vardır: "Ümmet, mübarek kabrin bulunduğu yerin en üstün olduğunda ittifak etmiştir." Çünkü hiç kimsenin, orada Allah'a ibadet etmesi mümkün değildir. Bu probleme başkası şöyle cevap vermiştir:
Bu husustaki üstünlük, bunlardan birisinde ibadet etmenin sevabının çokluğu sebebiyle değil, komşuluk (Hz. Peygamber'in orada bulunması) sebebiyledir. Bundan dolayı abdestsiz olan kimsenin mushafın cildine dokunması haram kılınmıştır. Değilse, mushafın cildi, hatta mushafın kendisi, onda amel etmek zor olduğu için başkasından daha üstün değildic. Şeyhülislam Takıyyuddin es-Subkı şöyle demiştir: "Üstünlük, sevabın çokluğuyla olabileceği gibi —bir amel olmasa bile— başka bir şeyden dolayı da olabilir. Çünkü mübarek kabre, rahmet, ndvan (hoşnutluk) ve melekler iner. Üstelik orada ikamet eden için, Allah katında, akılların eremeyeceği bir sevgi vardır. Bu, O'ndan başka birinin mekanı için sözkonusu değildir. Şu halde orası nasıl yerlerin en üstünü olmasın? Orası, bizim için amel yeri değildir. Faziletin anlamı, orada amellere kat kat sevap verilmesinden başka birşeydir. "Herkes, yaratıldığı yere defnedilir" sözü dikkate alındığında da ortaya bu sonuç çıkmaktadır. (Hz. Peygamber'in kabrinde diri olması ve O'nun amellerinin başkalarına nazaran daha fazla sevaba nail olması dikkate alındığında ise orada yapılan amellere kat kat sevap verildiği söylenebilir). Dolayısıyla buradaki "amellerin kat kat sevaba mazhar olması", bize mahsus birşey değildir.
Seyyİd (Semhûdî) şöyle demiştir: "(Bu, oldukça nefis bir açıklamadır, Ancak ben diyorum ki:) Oraya inen rahmet ve berekederin feyzi (bolluk ve verimliliği) bütün ümmeti içine alır. Bu rahmet ve bereketler, O'nun (sallallahu aleyhi vesellem) terakkiyatı devam ettiği için sonsuzdur. (Peygamberleri sebebiyle ümmetin elde ettiği şey, üstünlüğün en son noktasıdır. Bu sebeple, bu ümmet, Peygamberleri, peygamberlerin en hayırlısı olması sebebiyle en hayırlı ümmet olmuştur. Mübarek kabir) hayırların feyiz kaynağı (olduğu halde, nasıl olur da en üstün mekân olmaz? Görmüyor musun,) Orada namaz kılmayı meneden (kimsenin görüşüne göre Kabe) bizim amel etme yerimiz değildir. Akıl sahibi olan birisi, amel etme yeri olması dolayısıyla etrafındaki mescidin, bu hayır ve bereketlerin sebebi olan Kabe'den üstün olduğunu söyleyebilir mi?.." Allah'ın, "Onlar kendilerine yazık ettiklerinde, sana gelip..." (Nisa, 64) kavl-i ilahisinde zikredilen gelme'nin O'nun mübarek kabrine gelmekle hasıl olacağı ilerde anlatılacak. Yine O'nu ziyaret etmek, O'ndan şefaat istemek, O'nunla Allah'a tevessül etmek ve O'na komşu olmak (onun yakınında olmak) Allah'a yaklaşmanın en üstün vasıtalarındandır. Yine dualar O'nun yanında kabul edilir. O, bu hayırlarla sebebiyken, kabri nasıl daha üstün olmaz? Yine O'nun kabri, cennet bahçelerinden birisi, hatta cennet bahçelerinin en üstünüdür. Hadiste şöyle gelmiştir: "Simden birinin (cennette)yay kadar (ayıcık) bir yeri dünyadan ve oradakilerden daha hayırlıdır."
Sa'd b. ebî Vakkas'ın rivayet ettiğine göre, Resûlullah (sallallahu aleyhi veseüenı) şöyle buyurmuştur: "Ben Medine'nin iki taşlığı arasım haram kıldım. Onun ağacı kesilme^ avı da avlanma [191] Bunu Müslim rivayet etmiştir.
Ebu Said el-Hudıfnin rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesdlcm) şöyle buyurmuştur: "Ben Medine'nin iki taşlığı arasını haram kıldım Orada kan dökülmeme/i, silah taşınmamak, ağacından yaprak silkelenmemeli. Ancak hayvanı doyurmak için düşürülen müstesna.'''[192]
Yit.. Ali'nin (keramallahu vecheh) rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi veseilem), Medine hakkında şöyle buyurmuştur: "Oranın otu koparılma^. Av hayvanlarının otlanıp yayılmaları engellenme^. Orada bulunan (sahipsı^) şey, ancak yüksek sesle onu ilan eden kimseye helal olur. Savaş için orada silah taşımak doğru değildir. Birisinin devesini beslemek için koparması müstesna oranın ağacından yaprak koparmak doğru olma*. [193] Bunu İmam Ahmed ile Ebu Davud rivayet etmiştir. Hz. Ali'nin (keramallahu vecheh) rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi veseilem) söyle buyurmuştur: "Medine'de Ayr ile Sevr (dağları) arası haramdır" [194] Bunu İbn Mâcc dışındaki Kutub-u Sitte sahipleri rivayet etmiştir. Enes (radiyallahu anh) da şunu rivayet etmiştir: Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi veseilem) Uhud'u görünce şöyle dedi: "Bu, bi^i seven ve bi^im de kendisini sevdiğimi-^ bir dağdır, Allahım! İbrahim Mekke 'yi haram kıldı. Ben de Medine 'nin iki taşlısı arasını haram kılıyorum." [195] Bunu, Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.
Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi veseilem) "Ben Medine'yi haram kıldım" sözü, oranın haram (veya harem) olduğuna delildir, islâm bilginlerinin çoğunluğu böyle demiştir. Bu hadisi Hz. Peygamber'den (sallallahu aleyhi veseilem), zıddıni söyleyenlerin aksine, sahabeden on küsur kişi nakletmiş tir. Bu hadisin Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi veseilem)?den varid olduğunun delillerini zikredecek olursak bu babı çok uzatmış oluruz.
Bu özelliklerin sayısı yüzden fazladır. Medine, peygamberlerin en şereflisinin duasıyla, harem olma özelliğine sahiptir. Medine'nin hareminde avlanan ve ağaç kesen kimsenin eşyaları, öldürülen kâfirin eşyalarının alındığı gibi alınır. Bu husus, yasaklama konusunda Mekke'dekinden daha etkilidir. Böyle olmadığını söyleyenlere bu, oranın haramlığının büyüklüğünü daha iyi göstermektedir. Çünkü onun için bir ceza konulmamıştır. Buna karşılık tedavi için toprağının götürülmesi caizdir. Orada, toprakların en iyisi vardır ki bu, mübarek kabrin yeridir. Yaratıkların en üstünü ve bu ümmetin en üstününün oraya defnedilmesi, yine nesillerin en hayırlısı olan sahabenin çoğunun ve selefin oraya defnedilmesi ve onların oranın toprağından yaratılmış olmaları, Kadı İyaz'm, elMedarik'tc, hakkında "o kendiliğinden (nakle dayanmaksızın) konuşmaz" dediği İmam Mâlik'ten naklettiğine göre, kıyamet günü, bu ümmetin en şerefli olanları oradan dır İl tile çektir.
Yine İmam Mâlik'in belirtttiğİ gibi, şehitlerle kuşatılmış olması, Allah için, Peygamberlerinin (sallallahu aleyhi veseilem) önünde canlarını veren şehitlerin en üstünlerinin orada olması, Peygamber'in onlara (o şehitlere) şahit olması. Allah'ın, yaratıklarının en üstünü ve en sevdiği kişi İçin orayı (Medine'yi) seçmesi, yardım ve barındırma için, Medine halkının seçilmesi, oranın Kuran'la, diğer beldelerin de kılıç ve mızrakla fethedilmesi, diğer islam ülkelerine (seferin) oradan başlaması, oranın dinin üstün geldiği yer kılınması, Kadı Iyaz'm, üzerinde ittifak olduğunu söylediği şeye göre, Mekke'nin fethinden önce oraya hicretin, Resûlullah'a (sallallahu aleyhi veseilem) ve kişilere yardım için orada oturmanın vacip . olması Medine'nin göze çarpan öz elliklerin dendir. Kadı devamla şöyle demiştir: "Fetihten önce hicret edenin, bilginlerin çoğunluğuna göre, fetihten sonra (Mekke'de) ikameti yasaktır. Hac ibadetini bitirdikten sonra, onun üç gün kalmasına ruhsat verdi. Medine'de kalmaya, orada asıl edinmeye ve orada ölmeye teşvik, böyle yapana şefaat veya şahitlik yahut ikisinin de vâdedilmesi, Resûlullah'ın (sallalkhu aleyhi veseilem), orada ölmeye teşvik etmesi, oranın çile ve sıkıntısına katlanan kimseye şefaat veya şahitlik etmesi, oradaki bereketin Mekke'den fazla olmasını istemesi, onu sevdirmesi, orayı kalınacak yer yapması ve orada güzel ıızık vermesi için Allah'a dua etmesi, Resûlullah'ın Medine'ye yaklaşınca omuzundan ridayı atması, oraya Taybe adını vermesi..." (bu şerefli şehrin özelliklerindendir) Bunlara ilave olarak Yakut el-Hamavî, "Oranın kokusunun güzelliği, orada, başka yerlerde bulunmayan güzel bir koku olması" hususiyetine dikkat çekmiştir.
Orada yaşamanın güzel ve hoş olduğu, oranın isimlerinin çokluğu, onun adının Tevrat'ta yazılı olduğuna inanılmaktadır. Oradaki adı, sevilen (mahbûbe) ve merhamet edilen {merhume) şeklindedir. Onun adı Kuran'da "Allah'ın arzı" diye geçmektedir: "Allah'ın arzı (yeri) geniş değil miydi? Oraya hicret etseydiniz ya" (Nisa, 9). Beyt (ev) kelimesiyle, Hz. Peygamber'e (sallallahu aleyhi vesdlem) izafe edilmiştit ("senin evin" denilmiştir): "Rabbin seni hak uğrunda evinden savaş için çıkarmıştı" (Enfal, 5), Allah Teâlâ'nın "Bu beldeye yemin ederim" (Beled, 1) kavl-i ilahisindeki yemini, "çıkma"nın "girme" den önce olduğu kabul edilirse, Allah Teâlâ'nın şu âvetinde onunla başlamaktadır:
Beni dahil edeceğin yere hoşnutluk ve esenlikle dahil et, çıkaracağın yerden de hoşnutluk ve esenlikle çıkar" (İsra, 80). Hz. Peygamberdin (salklkhu devin vesellem), oranın kendisine, meyvelerine, ölçülerine, çarşı ve pazarlarına ve halkına bereket için özel dua etmesi Medine'ye bahşedilen özelliklerdendir.
Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi vesellem) "Medine günahları ve kötülerini atar", "orayı beğenmediği için terkedeni, Allah ondan daha iyisiyle değiştirir", 'Oraya ve halkına kötülük etmek isteyeni Allah eritir" sözleri sebebiyle, kötülük düşünene ilahi ceza gerekti. Nitekim Mekke'nin haremi hakkında Allah Teâlâ şöyle
buyurdu: "Orada zulümle yanlış yola saptırmak isteyeni can yakıcı bir azaba uğratırız." (Hac, 25). Şiddetli ceza, orada günah işleyene veya günah işleyeni barındıranadır. Buradaki günah, küçük günah anlamındadır. Fakat bu günah Medine'de büyüktür. Yani onu, peygamberlerin efendisinin hareminde ve mübarek huzurunda işleme cüretine işaret ettiği için cezası büyüktür. Şiddetli ceza, oranın halkına zulmedene veya onları korkutanadır. Oranın halkına ikram etmeyene ilahi ceza vardır. Onlara ikram ve saygı göstermek ümmetin borcudur. Resûlullah (sallallahu aleyhi veseİlem) onları koruyup gözetenlere şefaat edecek veya şahit olacaktır. Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle bir hadisi vardır: 'Medine halkını korkutan kimse, beni korkutmuş sayılır."
Oranın iman ve haya meleğine sahip olması, imanın oraya sığınması, oranın meleklerle örülmesi, onlar tarafından korunması şerefli beldenin hususiyetlerindendir. Medine, Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi vesellem): "Şeytanlar, benim bu beldemde kendilerine tapı/masından ümitlerini kesmişlerdir [196] hadisi sebebiyle ebediyyen İslam yurdudur (daru'l-îslam), orası "harap olmuş İslam karyelerinin (köy, kasaba, şehirlerinin) sonuncusudur. Bunu Tilmizi rivayet etti ve ravi zincirinin hasen olduğunu söyledi. Bunun geniş açıklaması, inşallah mucizeler konusunda gelecektir. Medine'nin, Deccal'den korunması (Deccal'in oraya girememesi), insanın en hayırlısı veya en hayırlılarından olan kişinin, Deccal'i yalanlamak için oradan çıkması, oranın veba ve hummasının başka yere gitmesi, ilerde geleceği üzere, oranın toprağı ve hurmasiyla şifa dilenmesi göze çarpan özelliklerindendir,
Taberânî'nin rivayet ettiği bir hadiste Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmaktadır: "Her müslümamn oraya gelmesi gerekir." Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi vesellem), mübarek kabrinin yanında kendisine getirilen salâvatı duyması, orada kabrini ziyaret edene şefaatinin vacip olması, O'nu ziyaret etmenin fazileti hakkında ileride anlatılacak olan başka şeyler Medine'ye has özelliklerdendir. Orada, bu ümmetin bütün müslümanlar için yaptığı ilk mescidin bulunması, oradaki mescidin, bizzat Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) tarafından inşa edilmesi, orada bizzat kendisinin ve ümmetin en hayırlılarının çalışması, Allah Teâlâ'nın onun hakkında şu âyeti indirmesi: "İlk gününden beri Allah'a karşı gelmekten sakınman için kurulan mescîdde bulunman daha uygundur" (Tevbe, 108), onun peygamber mescitlerinin (kendilerine gidilen mescitlerin) sonuncusu olduğu, onun, meclislerin ziyaret edilmeye en layığı, ilerde geleceği üzere, onun ziyaret edene iki kat sevap verileceği, o mescitte kırk vakit namaz lalan için, cehennemden ve azaptan kurtuluş yazıldığı ve onun münafıklıktan beri (uzak) olduğu, sırf orada namaz kılmak arzusuyla abdestli olarak çıkmanın, bir defa hac derecesinde olduğu, ayrıca Küba mescidine gelip orada namaz kılmanın bir umreye denk olduğu ve bunun fazileti hakkında sabit olan başka şeyler Medine-i Münevvere'nin dikkat çekici hususiyetlerindendir.
O'nun eviyle kabri arası cennet bahçelerinden bir bahçedir; hatta bazıları, onun mescidinin tamamının böyle olduğu görüşündedirler. Onun, yeryüzünde, ondan başka hiçbir yer cennet olarak tanınmayan mescit olduğu ve onun Hz. Peygamber'in havuzunun üzerinde durduğu, "mübarek minberiyle namaz kıldığı yerin arasının, cennet bahçelerinden biri olduğu" [197] hakkında rivayetler vardır. Kimileri kastedilen bu mekanın O'nun bayram
[1] Suyuti ed-Diirr, 1/38'de zikretmiş ve îbn Murdeveyh, Ebu Nu'aym İle Zıya el-Makdisî'ye nisbet etmiştir.
[2] Ahmed e/-Müs/wd, 3/224; İbn Kesir ise el-Bidâye ve'n-Nihâye, 1/46.
[3] Müslim, 1/288 (11/384).
[4] Müslim, 2/822 (204/1164).
[5] Beşer beşer olduğu da rivayet edilmiştir. Bu iki tür rivayetin arası, beşin on içinde bulunduğu söylenerek bulunur.
[6] Bedâ, Yüce Allah'ın, bir şeyi emir buyurduktan sonra, bilahare daha uygununu keşfedip ortaya koyması olarak Özetlenebilir. (Mütercim)
[7] Buhâri, 1/114 (50); Müslim, 1/40 (7-10).
[8] Ca'fer-İ Sâdık. (Mütercim)
[9] Buhari, 3/29 (1145); Müslim, 1/521 (758-168).
[10] Ebu Ca'fer Ahmed b. Muhammed b. Selame et-Tahavi: Mısır'da Ebu Hanife'nin ashabının önderliği onda idi. Ebu Ca'fer b. ebî îmran, Ebu Hazım ve daha başka kimselerden İlim aldı. Kendisi Şafii mezhebine mensup idi. Ebu ibrahim el-Müzenİ'den ders okurken el-Müzeni ona "Vallahi senden birşey (hayır) gelmez" dedi. Ebu Ca'fer buna kızdı ve Ebu Ca'fer b. ebî İmran'm yanma intikaî etti. Muhtasar adlı kendi eserini yazdığı zaman şöyle dedi: "Allalı Ebu İbrahim'e rahmet eylesin. Eğer yaşıyor olsaydı, o yeminine karşılık keffaret öderdi." Yazdığı eserler arasında İhîilafu'l-lJlema, eş-Şurût, Ahkâmu'l-Kur'an, Ma'ani't- Asar bulunmaktadır. Serhu Müşkiti't-Asar, Beyanu Akideîi Sblİ's-Sünne... gibi eserleri de vardır (Mütercim)] 238 yılında doğmuş, 321 yılında vefat etmiştir. (eş-Şirazî, Tabakatu'l-Fukaha, 142)
[11] Burada maksat tahdit değildir. (Usamt'tArab, 4/2250)
[12] Bu rivayeti eş-Şafii, et-Ümnfde. (1/71), Ahmed et-Müsnedde (1/333), Ebu Davud (1/274, 393), TirmİM (î/278, 149), İbni Huzeyme Sabib'de (1/168, 325) ve Darekutni (1/258, 6-9) rivayet etmişlerdir.
[13] Bulıârî, es-Sahib V, 111 (3785)
[14] Buhârî, es-Sahib V, 40 (Dâm'1-Fıkr 65), Müslim, es-Sahib,feââilü's-sahabe (175)
[15] Buhârî, es-Sahib VII, 113 (3783); Müslim, es-Sahİh I, 85 (75-129)
[16] Buhârî, es-Sabih VII, 113 (3783); Müslim, es-Sabİh I, 85 (74-128)
[17] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned V, 285; Taberâni, et-Mmenuı'l-l Mecmau'-^Zevaidy,, 28; el-Mütteki el Hindi, Ke/uçuI-Um/tâ/(33743)
[18] Müslim, es-Sahih I, 86 (77-130), Tirmizi, es-Süııen (6-39); Ahmed b. Hanbel, ei-Aİüsneâl, 309; II, 419; Taberânî, elMucentu'l-'Ksbir'SSl, 17.
[19] el-Heysemî, Mecmau'^-Zevâîd X, 32, el-Heysemî, cl-Bezzâr'ın bu hadisi iki ısnadla rivayet ettiğini söylemiştir. İki isnadda da Atiyye yer almıştır ki, zayıf olmasına rağmen onun hadisi yazılmıştır. Diğer raviler, hadisleri Sabihayıidz geçen kişilerdir.
Hadisin metninde geçen "disâr" kelimesi, İnsanin büıündüğü şey anlamında olup, dışa giyilen palto vb. gibi şeyler için kullanılır, "şiar" ise cesede temas eden giysilere denir. Vücuttaki kıllara değdikleri için iç çamaşırlara da bu isim verilmiştir. Ensâr'ın "iç elbise"ye benzetilmesi, onların özel mevkilerini ve sırdaş olmalarım İfade etmektedir.
[20] İbn Mâce, es-Sünen (163); Ahmed b. Hanbel, el-Miisned II, 501; Taberânî, el-Mu'cemu'l-Kebirlll, 299; îbn ebî Şeybe, e!MmaımefXU., 158.
[21] el-Heysemî, Mecmau\Zevâİd X, 14. el-Heysemî, bu hadîsi jsnadları ile Ahmed b. Hanbel ve Taberânî'ye nisbet etmiştir, İsnadların birisinin ricali Mulıammed b. Amr hariç Sahihayn ricalidir.
[22] Asım b. Sabit b. ebîl-Eklalı Kays b. İsme b. en-Nu'rnân b. Mâlik b. Ümeyye b. Dubay'a (Dabi'a) b. Bedr b. Mâlik b. Amr b. Avf el-Ensârî. Asım b. Ömer b. el-Hattâb'm anne tarafından dedesi, Ensâr'ın ilk müslüman olanlarından (İbn Hacer, el-lsabe IV, 3)
[23] Ebu Ya'lâ el-Müsned XIII, 356 (14-7367); el-Heysemî, Mecmau\-Zevaid X, 42. el-Heysemî, Ebu Ya'lâ'ya nisbet ederek "isnadı ceyyiddir" dedi. el-Bezzâr'ın senedinde rivayetleri "hasen" hadis mertebesinde sayılan Mulıammed b. Amı vardır. Diğer ravileri, Sahihayn ricalidir.
[24] Taberanî, el-Mu'cemu'l-Kebir¥IK, 341. el-Heysemî, Mecmau\-Zevaia"K, 42. el-Heysemî, Taberâni'ye nisbet etmiş ve Ahmed b. Hatim dışındaki ricalin Sahihayn ricali olduğunu söylemiştir. Ahmed b. Hatim de güvenilir bir râvidir.
[25] Buharı, ss-Sabih V, 38 (Daru'1-Fıkr); Müslim, es-Sabib, %ekai (134)
[26] Ahmed b. Hanbel el-MüsnedlIl, 11, Beyhaki ed-DelailV, 178 ve İbn Sa'd et-Tabakat 11,1, 111.
[27] Buhari, es-Sahih XIII, 238 (7244); Müslim, es-Sabib, ^ekat (139)
[28] el-Heysemî, Mecmau\Zevâid X, 35. el-Heysemî, Taberâni'nin ei-Mu'cemü'l-'EvsaİmÛA bocası Mikdâra b. Davud'dan naklettiğini söylemİştii-. Mİkdam zayıf bir râvİdir. İbn Dakikil-ÎÛ ise onun güvenilir sajaldığım söylemiştir. Senetteki diğer râviler güvenilir kişilerdir.
[29] Taberânî, el-Mucemu'l-Kebir VII, 180, cs-Suyûtî, ed-Dürrü'l-Mensûr III, 270, Suyûti bu rivayeti Taberânî'ye nisbet etmiştir.
[30] Buhârî, el'Camiu's-Sabih VI, 628 (3628).
[31] Buhârî, el-Camitt'sSalrihVll, 151 (3801).
[32] Buhârî, el-Cmiu's-Sahih VII, 120 (3799).
[33] el-Heysemî, Mecmau\-ZevâidyL, 40. el-Heysemî bu hadisi Tabcrânî'ye nisbet etmiş ve: "Ravileri, Sahihayn ricalidir" demiştir.
[34] Tli'mizî, es-Sünen (3904); ibn ebi Şeybe e/'MusamıeJ"XIl, 159; es-Süyûrî, ed-Vüırii'!-Mı III, 270.
[35] Buhârî, el-Câmm's-Sahîh VII, 146 (3792)
[36] el-Heysemî, Mecmctu\7.evaid X, 31. cl-Heysemî, Taberânî'nin el-Mucemu'l-EvsahnAz. hocası AH b. Said b. Beşîır'dcn rivayet ettiğini söylemiştir. AH b. Said biraz zayıftır. Hadisin diğer ravileri güvenilir kişilerdir.
[37] el-Heysemî, M.ecmau\7.evâid X, 35. Taberânî'nin el-Mucernu'I-Eusatind^ geçtiğini bcHrterek isnadının ceyyid olduğunu söylemiştir.
[38] İbnü'l-Cevzi el-tklul-Mütenâhiye I, 284; İbn Hacer, Usânu'l-Mî^an II, 858; ez-Zehebî, Miçonu'l-î'tidâl (1810); Ken^l-Ummai (33746)
[39] ez-Zübeyr b. Bekkâr, bu şahsın ismini "Bişr b. Râfî" olarak vermiştir.
[40] Abdül-Eşhel oğullan Hazrec'dendir.
[41] Ebü'I-Hayser'i İbn Mende Ma'rifetü's-Sahabism.de. zikretmiş, İbn Hacet de eZ-İrabe'sinin isimler ve künyeler bölümünde onu "yanlışlıkla sahabe içinde zikredilenler" için ayırdığı dördüncü kısma koymuştur.
[42] Buâs, Medine'de bir yer adıdır. "Yevmü Buâs" Evs ve Hazrcc kabileleri arasında cereyan eden salaşlardan biridir. Bu savaş Bi'set ile Hicret arasında vuku bulmuş ve Evslilerin zaferi İle neticelenmiştir. (Mütercim)
[43] İbnüVScken ve İbn Hibbân, İyas b. Muâz'ı sahabe içinde zikretmişlerdir. Buharı", et-Taribıt'i-Emüfında İyas'l, "İlk muhacirlerden ve Ensâr'dan Resûlullah (sallallahu aleyhi veseilem) hayatta iken vefat edenler" arasında saymıştır.
[44] Muâz b. Rifa'a el-Ensâri. el-Yakidî onu zikretmiş ve: "Nebi (sallallahu aleyhi veseilem) İle bitlikte bir at üzerinde Beni Kureyza gazvesine katıldı" demiştir. Derim ki: Tabiun tabakasında başka bir Muâz b. Rifa'a daha vardır kİ o, babasından, Cabir ve Havle'den; ondan ise Abdullah b. Muhammed b. Akîl rivayet etmiştir. (İbn Haccr, e/-İsâbe Yi, 108)
[45] Muâz b. el-Hâris b. Rifa'a b. el-Hâris b. Sevâd b. Mâlik el-Hazreci, İbn Afra' diye tanınmaktadır. Afra annesi olup bu nisbe ile meşhurdur. Altı kişi ile birlikte 1. Akabe beyatmda bulunmuştur. Bu allı kişi Evs ve Ha2rec'den Nebi (sallallahu aleyhi veseilem) ile görüşen ilk kişilerdir. Bu Muâz, Bedir Savaşında bulunup Ebu Cehl'in öldürülmesine iştirak etmiştir. Bundan sonra daha yaşamıştır. Bedir'de yaralandığı ve bu yara sebebiyle Öldüğü de söylenmiştir. {el-îsabeYI. 107-108)
[46] Mekke: Dünyanın her yerindeki Müslümanların namazlarında yöneldiği kıblesi olan Kabe'nin bulunduğu şehirdir. Bu şehre Mekke denilmiştir. Çünkü o, tiranların kibirlerini yok ederek onları zelil kılar. Mekke isminin İnsanların oradaki izdihamından dolayı verildiği de söylenmiştir. Mekke'ye Bekke de denilir. Bekke de insanların kalabalık olmasını ifade eder. Öte yandan "Mekke şehrin ismi, Bekke ise Ka'be'nin adıdır" şeklinde bir görüş de vardır. {Merasidu 'l-îttila III, 1303)
[47] Seniyetü Ümmi Kırdan, es-Seniyye'nin asıl manası dağ yollarındaki geçitlerdir. "Kırdan," Kurât kelimesinin çoğuludur. Bu yer, Mekke'de el-Esved b. Süfyan ei-Mahzûmi'nin kuyusunun yanındadır.
[48] eI-Kaz2az, el-Câmi adlı eserinde "Beas" şeklinde telaffuz edildiğini de nakletmiştir. Alimlerin çoğunluğu "BuûS" demiştir. İbn Düreyd'e göre bunu el-Halil, ğûyn ile "BugûS" şeklinde okumuştur. Kadı İyaz, Sahih-i Buhârîmn ravilerinden biri olan el-Asili'nîn hem ayn, hem de ğöyn ile İki şekilde de rivayet ettiğini; Ebu Zerr'in rivayetinde ise tek şekilde ğûyn İle geldiğini bildirmiştir. Ebu Ubeyde'nİn de bu kelimeyi ğayn harfi ile zikrettiği söylenmiştir. "BuûS", bir yer İsmidir. Bu konuda iki görüş daha vardır. Birine göre o bir kale ismidir. Diğerine göre ise Kurayza Oğulları mahallesinin yanında bîr çiftlik okıp, Medine'ye ıkı mil uzaklıktadır. Evs ve Hazrec kabileleri arasında burada bir savaş çıkmış, her iki taraftan da birçok kişi öldürülmüştür.
[49] Buhârî, el-Camiu's-Sahih\r, 131 (3846)
[50] el-Muhibb et-Taberi der ki: "Zahir olan buradaki "Akabe"nin kendisine "Cemre"nin İ2afe edildiği "Akabe" olmasıdır. Çünkü Mekke'den Mina'ya giden bir kişi için yolun solunda ondan daha bariz ve daha yakın bir geçit yoktur. Burada meşhur bir mescit vardır ki, Mekkelilcre göre o, Biat mescididir (Mescidü'l-biü't). Burası, biraz yüksekçe bir yerdir-"Akabe'den kasdolunan, o yüksekçe yer de olabilir. İlk görüşe göre bu tepeye yakınlığından dolayı ona nisbet edilmiş te olabilir.
en-Nür isimli kitapta başka âlimlerin, biatin yapıldığı Akabe'nin, kendisine "Cemre" olunan Akabe olduğunu kesin olarak ifade ettikleri bildirilmiştir.
[51] Ebu'l-Heysem b. et-Teyyihân b. Mâlik b. Atık b. Amr b. Abdil-ASem b. Amir b. Zuur el-Ensârî el-Evsî (Bkz. İbn Hacer, el4sâbe\Tl\, 209)
[52] Mekke'de meşhur bir dağdır. Bu dağa ilk bina yapan kişi Ebû Kubeys adında biri olduğu için onun adını almıştır. Bu dağın bir ismi de el-Emin'dır. Çünkü Kabe'deki Hacer-i Esved orada korunmuştur.
[53] Saîd b. Yalıya b. Saîd b. Ebân b. Saîd b. ei-As b. Saîd b. el-As Ebu Osman el-Umevi Babasından, amcası Abdullah b. Saîd'den, Abdullah b. el-Mübarek'ten, İsâ b. Yunus'tan Ebu'MCâsım b. ebi'z-Zinad'dan, Ebû Bekir b. Ayyâş'dan, Abdurrahim b. Süleyman'dan,
Metvân b. Muaviye'den ve Şücâ b. el-Velîd'den hadîs dinlemiştir. H. 249'dc vefat etmiştir. (Bkz. el-Hatibu'1-Bağdadi, Tarihti Bağdâd IX, 90)
[54] Mecenne: Cahiliyye döneminde Araplar'm bir panayırının adıdır. Zilkade ayının son on günü kurulurdu. Bundan önce ilk yirmi günde Ukâz panayırı olurdu. Mecenne panayırından sonra Zilhicce ayının ilk sekiz gününde de Zu'1-Mecâz panayırı yapılırdı. Mecenne, Merrü'z-Zahrân denilen mıntıkadadır. (Mütercim)
[55] Bu beyit için bk2. es-Süheyli, er-Ravdu'l-Ünfl\, 189.
[56] el-Berâ b. Ma'rûr b. Sahr b. Sâbik b. Sinan b. Ubeyd b. Adî b. Ganin b. Ka'b b. Selime b. Sa'd b. Ali b. Esed b. Sâride b. Yezid b. Cüşem b. el-Hazrec el-Ensâri el-Hazreci es-Sülemi Ebû Bişr. Musa b. Ukbe, ez-Zühri'nin şu sözünü nakletmiştir: "el-Berâ, birinci Akabe biatına katılanlardandır." Öte yandan İbn İshik'ın ifadesine göre o, İlk biat eden, kıbleye ilk yönelen ve malınm üçte birine vasiyet eden ilk kişidir. O, nakiblerden biridir. (İbn Hacer el-İsabel, 149)
[57] Nisibe (Nesibe) binti Ka'b b. Amr b. Afv b. Amr b. Mebdûl b. Amr b. Ganm b. Mazin b. en-Ncccâr el-Ensariyye. Ümm Umâre künyesi ve Nesibe ismiyle meşhurdur. (İbn Hacer el-İsabe VIII, 198)
[58] Ukbe b. Amr b. Sa'lebe b. Esire b. Atiyye b. Cüdâre b. Avf b. el-Iiazrec el-Ensari el-Bedrî Ebu Mes'ud. İmam Bujıârî ise, İbn Şihâb, el-Hakem b. Uteybe ve İbn İshâk'a uyarak onu Bedir Savaşı'na katılanlar arasında saymıştır. Saîd b. İbrahim ise: "Bedir'e katılmadı" demiştir. Ebû Mes'ud 102 hadis rivayet etmiştir. 9'unu Buhârî İle Müslim birlikte, birini Buhârî tek, 7'sini de Müslim tahtic etmiştir. Ebu Mes'ûd'dan: İbn Beşir, Ebû Yâil ve Kays b. ebî Hazım rivayet etmiştir. el-Heysemî, H. 40'ta öldüğünü söylemiştir. H. 31 veya 32'de öldüğü de söylenmiştir.
[59] Ndkîb, güvenilir kişi, kefil, kavmin yöneticisi, bir- topluluğun reisi ve başkam anlamlarına gelir. Ensâr'dan Nebi'ye («ıllallahu aleyhi vcsclkm) yardım olmak üzere biat almada erken davrananlara Nukabâü'l-Ensâr denilmiştir. Onlar, kavimlerinin müsliiman olmasını garanti ettikleri için kendilerine bu isim verilmiştir. Dolayısıyla nakîb kelimesi, onlar hakkında "kefil" anlamında kullanılmış olmaktadır.
[60] îbıı Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye III, 229.
[61] el-Kavkalî": Hazrec'den Ebû Batın'ın nisbesidİr. Kavkal, Ganm b. Avf b. Amr b. Avf b. el-Hazrec'dir. İbnü'l-Kelbî bu şekilde açıklama yapmıştır. İbn İshâk ise bu konuda şu bilgiyi vermiştir: "Bu soydan gelen kişilere ,"el-kavakll" denilmiştir. Çünkü onlar, birisini himayelerine aldıkları zaman ona bir ok verirler ve şöyle derlerdi: "Bu oku istediğin yere götür (kavkiI bihî haysü şi'te)"
[62] Bkz. es-Süheyli, er-Ravdu!!-Ünfl\, 190-191.
[63] Cebâcib, Mekke'nin dağlan veya çarşıları yahut Aüna'daki kurban kesim yendir ki oraya kesilen hayvanların işkembeleri atılırdı.
[64] el-Müzemmem", çok kötülenmiş/- yerilmiş kişi demektir. Kureyşliler bu kelimeyle Peygamber (saîlallahu aleyhi vcscllcmj'in MuhûfflUied (övülmüş) isminin tersi olan manayı ("kötülenmiş") kasdediyorlardı. "Muhammed" yerine "MüzemmertV" kelimesini kullanıyorlardı. Bilakis O, övülen özelliklerinin çokluğundan dolayı Muhammed'dir.
[65] Bkz. Divânu Hassan s. 116.
[66] Bu kaside için Bkz. Divânu Hassan s. 117.
[67] Menât" kelimesi (ıŞ û f) kökünden gelmektedir. Kan vs. sıvı bir madde akıtıldığı zaman "meneytü'd-dem" (kam akıttım) denilirdi. Puta, tekarrub (yaklaşma) için onun yanında hayvan kesilerek kan akıtılmasından ötürü "Menât" ismi verilmiştir.
[68] Bkz. es. Süheylî, er-Ravâu'l-ÛnfO., 205.
[69] Serât, Tâifiıı güneyinden Ebhâ'nm yakınma kadar uzanan Suudi Arabistan'ın güneyindeki dağlık bölgedir. (Mütercim)
[70] Leylâ binti ebî Haşine b. Huzeyfe b. Ganim b. Amir b. Abdillah b. Ubeyd b. Uveyc b. Ka'b b. Lüeyy el-Kureşiyye el-Adeviyye, Süleyman'ın kardeşi olup, Amir b. Rabîa el-Anberî'nin hanımıydı, tbn Sa'd der ki: "İlk dönemlerde müslüman olmuş ve biat etmiştir. İlk muhacir kadınlardandır. İki hicret yapmıştır: Habeşistan'a ve-Medine'ye. Onun hicretle Medine'ye giren ilk kadın olduğu söylenir. İlk hicret eden kadının Ümmü Seleme olduğu da bildirilmektedir. (Bkz. İbn Hacer, e/İsâbeYllî, 180)
[71] Bk2. Usânu'l'Amb IV, 2730.
[72] İbn Sa'd et-Tabakatlll/\/62; İbn Hacer, el-Meiâiihi'l-Aiiye (4063)
[73] es-Süheylî, el-Kasim b. Sellâm'dan bu şahsın Ebu'l-Bahteri b. Hişâm olduğunu nakletmiş tir
[74] es-Süheyli, onun Ebu'l-Esved Rabi'a b. Amr olduğunu söylemiştir. Ebu'l-Esved, Amir b. Lüeyy oğullarındandır.
[75] Yemâme, Taif ten iki günlük, Mekke'den dört günlük uzaklıkta olan bir şehirdir.
[76] Buharı, el-Cami'us-Sabih IV, 247; Müslim rüya, 20; İbn Mâce, es-Sünen (3921)
[77] el-Hâkim, el-Müsîedrek III, 400; Tabarani, el-Mucemu'i-Kebir VTti, 37; el-Beyhâkî, Detâitün-Nübüvve II, 522.
[78] Abdullah b. Adiyy b. el-Hamrâ' el-Kureşî ez-Zührî, onun Zühre oğullarının anlaşmalısı Akabî ııisbetli olduğu da söylenmiştir. Buhârî der ki: O Da'âbî'dir. Ebu Ömer ve Ebû Arar diye künyelenir. Kudeyd denilen yere yerleşmiştir. Mekke'nin fethinde müslüman olanlardandır. Mekke'de iken Hz. Peygamber'den hadis rivayet etmiştir. Kendisinden Ebû Seleme ile Muhammed b. Cübeyr b. Mutim hadis nakletmiştir. el-Beğâvi, onun Medine'de oturduğunu söylemiştir. (İbn Hacer, el-İsâbe IV, 105)
[79] Hazvere, Mekke'deki bir çarşı olup, daha sonraları Mescid-i Haram'a katılmıştır.
[80] Tİrmizî, es-Siineu (3925); îbn Mâce, es-Süııen (3108); el-Hâlîtm el-Miistedrek III, 7; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned IV, 305; ed-Darimî, es-Süııen II, 239; İbn Abdilberr, et-Temhid II, 288.
[81] el-Aclûnî Keşfii'l-Hafâ I, 213. el-Achıııî bu hadisi el-Hakim'in el-Müstedrekmde., İbn Sa'd'm da Şerefü'l-Mmlaj'a bölümünde Ebû Hureyre'den merfu olarak rivayet ettiklerini söylemiştir. el-Hâkîm: "Senetteki râvılcr Mcdineli olup Ebû Said el-Makbarî'nin ailesindendİr" demiş. Bu hadisin senedinde yer alan Abdullah b. ebî Saîd el-Makbarî çok zayıf bir râvidir. İbn Abdilberr: "İlim ehli bunun münker ya da uydurma olduğunda ihtilaf etmez" demiştir. İbn Haztn ise: "Bu müsned değil, Muhammed b. el-Hasen b. Zebâle cihetinden gelen mürsel bir haberdir. Bu Muhammed de hadis uydururdu" demiştir.
[82] Semur isimli ağacın habût adı verilen ağaç olduğu açıklanmıştır ki bu açıklamayı Zühri yapmıştır. Semurun Ümmü Gaylan ağacının adı olduğu da söylenmiştir. Ayrıca onun, talh (bir çeşit akasya veya muz ağacı) olduğunu söyleyenler de vardır. Diğer taraftan yapraklan sopa ile vurularak düşürülen her ağaca habat denilmektedir.
Ahmed İsa Bey'in Dictionnaire des nomes desplantes en latin, français, anglais et arabe kitabında (s. 3) semur'un karşılığı olarak Acacia spkocarpa,. Ümmü Saylan karşılığı Acacia vera ve talh karşılığı olarak ta Acacia seyal adi verilmiştir. (Y. Özbek)
[83] Buhârî, d-CamVu's-Sahih VI, 150 (2979)
[84] Kasım b. Sâbifin naklettiği bir rivayette, "Allah Teala, râ'e denilen nebatı bitirdi "şeklinde geçmiştir. Râ'e, meşhur bir bitkidir. (Botanik uzmanı) Ebû Hanîfe ed-Dîneveıı şöyle der: "O, funda cinsinden bir bitkidir. Uzunluğu insan boyu kadar olur. İki hû ve beyaz çiçeği vardır. Hafif ve yumuşak olduğu için tüy gibi görev görür. Pamuğa benzer." en-Nûr adlı kitabın müellifi şöyle der: "Ebû Hanîfe ed-Dîneveri'nin tanımladığı bu bitkinin aşr isimli bitki olduğunu'zannediyorum. Kâhke'nin dışında Bereketül-Hacc demlen yerde bu
bitki)d gördüm. Pamuk gibî açılıyor hafif olması yönüyle de tüye benziyordu. Kahire'de onu battaniye ve yorgan yapımında kullananları gördüm."
Ahmed İsa Bey'in Dictionnaire des nomes des plantes en fotin, frcmçais, anglais et arabe kitabında (s. 6) râ'e'nin karşılığı olarak Aerva javanica veya A. tomentosa adlı Sünbülgillerden bir bitki adı verilmiştir. (Y. Özbek)
[85] Ahmed b. Sa'îd b. el-Hakem b. Muhammed b. Sâlİm et-Cümehî Ebû Ca'fer b. ebî Meryem el-Mısrî el-Hafiz. Babasından, Ebu'l-Yeman'dan ve Malik'in katibi Habib'den hadis rivayet etmiştir. Yahya b. Ma'in, güvenilir olduğunu söylemiştir. İbn Yunus, Ahmed b. Saîd'in H. 253'te Arafe günü vefat ettiğini bildirmiştir. (el-Hazrecı, el-Hulâsa 1,14)
[86] Buhârî el-Câmu Sabîb V, 4; UÜ&m, fedâtlüUahâbe, 1; Ahmed b. Hanbel, el-Uüsned I,
[87] el-Müttekî el-Hindi, Ken^u'l-Ummâl(46281)
[88] el-Hâkim el-Müsîeârek III, 77; İbn Sa'd, et-Tabakat III?1 /123; Taberâni, VIII, 156.
[89] Usfan denilen yerin neresi olduğu konusunda bir kaç görüş vardır: 1-Medine İle Mekke arasındaki yolda bulunan dere yataklarından biridir. 2-İki mescid arasında olup Mekke'den iki merhale uzaktır.
3-Mekke'ye 36 mil mesafede olan büyük bir köydür. Tihame sınırıdır. Usfan ile Melel arasında Sahil denilen bir yer vardır {Merâsidu'l İttilâ II, 940)
[90] Abdurrezzâk ei-Musannef (9234); el-Mutteki el-Hmdî, Ken^u'l-Ummal (17615); İbn Kesir, el-Bidaje ve'n-Nihaye III, 172.
[91] Buhari, et-Camm's-Sahib IV, 245; Müslim, %übd, 75.
[92] Hubeys b. Hâlid b. Munkız b. Rabia b. Asram b. Hubeys b. Hizam b. Habeşiyye b. Ka'b b. Amr. Nesep zinciri Hubeys b. Hâlid b. Halîf b. Munkiz b. Rabia ve Hubeys b. Hâlid b. Rabia şeklinde de söylenmiştir. el-Huzaı el-Ka'bi, Ebû Sahr. Babası Hâlİd'e "el-Eş'ar" denilir. Îbnü'l-Kelbi: "Hubeys el-Eş'ari'dîr" diyerek nesebini şu şekilde sıralamıştır: Hubeys b. Hâlid b. Halîf b. Munkız b. Asram. İbn Makûla da Îbnü'l-Kelbi'ye uyarak nesebini böyle vermiştir. İbrahim b. Sa'd, İbn îshâk'fan Huneys şeklinde nakletmiştir. Hubeys olması daha doğrudur. Künyesi Ebû Sahr'dır. O, Ümmü Ma'bed'in kardeşi olup onun bu hikayesini rivayet etmiştir. (İbnü'1-Esir, Usdu't-Gâbe I, 451)
[93] Ebu Dâvud, Sünen (3725), Tirmizi, Sünen (1894); İbn Mâce, Sünen (3434); Ahmed b. Hanbel el-Müsned, IV, 354; ed-Dârimi, Sünen II, 122; Beyhaki, es-Sünenül-Kübrâ VII, 28.
[94] Bu beyitler için bkz, es-Süheyli, er-Rapdu'I-Unf\l, 234; Divânu Hassan s. 59.
[95] Bu kaside için bkz. es-Süheyü, er-Ravdu'l-Unfll, 235; Divânu Hassan s. 59 -60.
[96] Beyhaki, Delâilu'n-Nübüvve II, 222; el-Mütteki el-Hindî, Ken^'l-Ummal (46287); İbn Kesil-, el-Bidâye vetı-Nibaye III, 191.
[97] Falda kullanılan oklara Arapça'da "ezlâm" denilir. Tek.li zelem'dır. Düzeltilmem!? ve tüy takılmamış haldeki oklara "k.dh" denilir. Düzeltilip, tüy takdmca "siham adını ah, Câhiliyye döneminde Araplar fala bakmada okları kullanıyorlardı. Okların uzeiınc^ nehiy seklinde "yap", "yapma" diye yazılmıştı. Hangisi akarsa ona uyarlardı. Bu okları atarak onların zannınca Allah'ın kendileri için naabettiği="taksım ctügı hususlar! anlamaya "istiksâm" denilirdi. Hafız Ebu'l-Abbâs Takryyüddin el-Harranı şöyle der: İçinde ^V> gibi harflerin yazdı olduğu şeylerle kura çekmek fal oklarına girer. Bu görüş, Ebû Ca'fer en-Nehhâs'tan da nakledilmiştir.
[98] Mekke'nin kuzeyinde bir yerdir (Mütercim)
[99] Taberânî, el-Mm-emu'l-Kebir\l\, 158; İbn Kesir, el-Bıdâye vc'/ı-Nîbaye III, 185.
[100] Beyhaki, Delâitâ'n-Niibüvvell, 221.
[101] Berir, misvak ağacının kararmış ve olgunlaşmış meyvesine denir. (bkz. İbnü'1-Esir, en-%I117)
[102] el-Mühelleb b. ebî Sufra Zâlim b. Sürâk el-Ezdî el-Utekî Ebu Saîd. Bıtaş emİri, cömert biridir. Abdullah b. ez-Zübeyr onun hakkında şu bilgileri vermiştir: "Iraklıların efendisidir. Hz. Ömer (radiyallalı anh) zamanında babasıyla Medine'ye gelmiştir. Musab b. ez-Zübeyr'in Basra valiliğini yapmıştır. S em erkan t'fa gözünü kaybetmiştir. Ezârıka denilen grupla savaşmakla görevlendirilmiştir. O zaman Ezârıka, bir çok yen ele geçirmişti. Ona Ezartka'y1 çıkaracağı her bölgenin haracını o sene İçinde istediği gibi kullanma yetkisi verilmiştir. Bundan dolayı onlarla ondokuz yıl boyunca savaşmıştır. Sonunda onları yenerek zafer kazanmış, bîr çoğunu öldürmüş, sağ kalanları da değişik yerlere sürmüştür. Sonra Abdulmeîik b. Mervan onu Horasan'a vali tayin etmiştir. H. 79'da oraya varmış. H. 83'te orada Ölmüştür. Harplerde parolası: "Hâmîm lâ yünsarun" (Hamim onlara yardım olunmaz)'dır. el-Müheîleb üzengiyi demirden imaî eden ilk kişidir. Daha önceleri ahşaptan yapılırdı. (Bira. ez-Zirikli, ef-A'tâmVII, 315)
[103] Buhâıi, el-Camiu's-Sahib III, 165, Müslim, lukafa (23)
[104] UtUfn, kale demektir, saray gibi taştan yapılan binalara da denmiştir. Taştan yapılmış kaleye utuhl dendiği gibi, tavanlı re dört köşe olan hei eve de bu ismin verildiği olmuştur. Bu kelimenin çoğulu âtâm ve utum şeklinde gelebilir. Medine'lİlerin kalelerine bu isim verilmiştir, (bkz. Usanu'1-Arab I, 93)
[105] Hubeyb b. îsâf (Yesâf da denmiştir) b. Utbe b. Amr b. Hadîc b. Amir b. Cüşem b. el-Hâris b. el-Hazrec b. Salebe el-Ensarî el-Hazrecî. Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarına katılmıştır. Dışardan gelip Medine'ye yerleşmişti. Geç müslüman oldu. Peygamber (sallallahu
aleyhi vtscllcm) Bedr savaşına gidiyordu, yolda o da Resûlullah'in (sallallahu aleyhi vtsdlcm) ordusuna katılarak müslüman olmuştur. (îbnü'l Esir, Usdu'l-Gâbell, 118)
[106] İbn Sa'd,
[107] Kılıçlarını boyunlarına takarak sol taraflarına sarkıtırlar. Arapların âdeti böyledir. ... Türkler ve diğer milletler ise göbeklerinin üzerine takarlar.
[108] Medine'nin isimlerinden olan "te'kulu'l-kurâ" hakkında "Medine'nin İsimleri" bölümünde bilgi verilecek. [—> s. 399]
[109] Bkz. îbn Kesir, el-Bidâye ve'n-Nibâye III, 197.
[110] Beyitte geçen Seniyyâtü'l-Vedâ'mn açıklaması:
Seniyyat, seniyye fesinin çoguludu, Dil alın. Mecd.'d-Dîn yolcuların geride bıraktığı bazı kişilerle veya gönderdiği seriyyelerden biriyle burada vedalaşmişür. 3~e|-Vedâ, Mekke'de bir vadi ismidir. Doğru olan, bunun eskiden beri Câhiliyye dönenimde kullanılan bir isim olmasıdır. Yolcuların uğurlanması bu şekilde ifade edilmiştir. Siver ve tarih âlimlerinin açıklaması böyledir. Coğrafya bilginlerine göre bu yer, Medine çıkısında Mekke yönündedir. Bugünkü Medine halkı ise onun Şam cihetinde olduğunu zannetmektedir. Onlar bu konuda herhalde İbnü'l-Kayyİm el-Cevziyye'nin el-Hedy adlı kitabındaki sözüne dayanmaktadırlar. Nitekim İbnü'l-Kayyım şöyle demektedir "Medine'nin Şam cihetinde Seniyyâtü'1-Vedâ vardır. Mekke'den gelen bir yolcu oraya hİc uğramaz." İki görüşün arası, her iki yamacın da Seniyyetü'1-Vedâ şeklinde isimlenmiş olması iie telif edilebilir. Firûzabâdî'nin açıklamaları bunlardan ibarettir.
Ben derim ki: Yakut, el-Müşterik adlı eserinde şöyle der: "Seniyyetü'1-Vedâ, Medine yakınında meşhur bir yerdir, insanlar Mekke'ye giden yolcuları burada uğurladıkları için ona "Veda yamacı" denilmiştir" Yakut'un bu ifadesi, Mekke'ye giden yolcuların buradan geçtiğini gösteriyor. et-Takrib adlı kitabın müellifi de bu konuda Yakut'a uymuştur. Bu ikisinden önce Kadı îyâz da aynı şekilde ifade etmiştir. es-Seyyid ise bu hususta el-Hedf İn müellifi Ibnü'l-Kayyım'ın sözünü destekleyerek şöyle demiştir: "Bu konudaki rivayetler, "Seniyye"nİn bu şekilde bilindiğini desteklemektedir. Bugün ise orası, Medine'nin Şam . cihetinde Zübab'daki Râye mescidi ile en-Nefsu'z-Zekiyye meşhedi denilen yer arasındadır. . Sözedilen yerin yakınındaki iki yüksek tepenin arasından geçen kişi oraya uğrar. İbn Şebbe'nin el-Menâ^il ve diğer eserlerinde verdiği bilgileri inceleyen kişi, Sentyye'nin burası olduğu konusunda şüpheye düşmez. İbn İshâk'm el-Gabc Gazvesini anlatırken yer verdiği bir rivayet de bunu açıklar. Adı geçen gazveden ileride bahsedilecektir.
Seyyid (Semhudî) daha sonra şöyle der: Seniyye'nin Medine'nin Şam tarafında .olması bu beyitlerin hicret esnasında söylenmiş olması ile bir tezat teşkil etmez. Çünkü Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) devesine binerek onun yularını salıvermiş ve: "Onu kendi haline bırakın, çünkü emre göre hareket etmektedir" buyurmuştur. Bunun üzerine o, daha önce geçtiği gibi Ensâr'ın oturduğu mahalleye doğru gitmiş, nihayet Sâ'ide oğullarının mahallesine varmıştır. Onların mahallesi Medine'nin Şam tarafında olup, bu Seniyyetü'l-Vedâ'nın yakınındadır. Bu yüzden Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) Medine'nin merkezine sadece bu yönden girmiş, sonra yerleşeceği eve varmıştır. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) Bedir savaşından dönerken de Seniyyetü'I-Vedâ' yamacına tırmanmıştır. îbn Ukbe'nin zikrettiğine göre Resûlullah (sallallahu aleyhi vescllcm) Bedir savaşına giderken Dînâr oğullarının geçidine kadar olan güzergâhı İzlemiş, dönerken de Seniyyetü'l-Vedâ'dan dönmüştür.
Derim ki: Seyyid'in bu açıklamalarından çıkan sonuç şudur: Seniyyetü'1-Vedâ' Medine'nin Mekke tarafında değil, Şam tarafmdadir. Peygamber (sallallahu aleyhi vcsdlem) Medine'nin merkezine girişinde bu tarafa yönelmiştir. Onun Mekke tarafında olduğunu
söyleyenlerin güçlü herhangi bit delilleri yoktur. Sadece yukarıda geçen kız çocuklarının söylemiş olduğu mısrası vardır. Bununla ilgili olarak da yukarda geçen açıklamaları gördün.
Buhâri'nin es-Sâib b. Yezîd'den naklettiğine göre o şöyle demiştir: "Tebük gazvesinden dönüşünde Resûlullah'ı (sallallahu aleyhi vesellem) karşılamak üzere çocuklarla birlikte Seniyyctü'l-Vedâ'ya çıktığımı hatırlıyorum." Bu rivayet hakkında Hafız İbn Hacer, Vethu'l-Bö«sinde şu bilgileri vermektedir: ed-Davûdî, bu rivayeti münker addetmiş, İbnü'l-Kayyim de bu konuda ona tâbi olmuş ve şöyle demiştir. "Seniyyetü'1-Vedâ Mekke tarafındadır, Tebûk tarafında değil. Hatta bunu İddia etmek, Doğu'ya Batı demek gibi tam tersini söylemek olur. Ancak Tebûk cihetinde de başka bir Seniyyetü'1-Yedâ varsa o başka..." İbn Hacer bu nakli yapaktan sonra şunları ilave eder: "Onun Mekke tarafında olması, Şam tarafına oradan çıkılmasına mani değildir. Mekke'ye girişin bir Seniyye'den; oradan çıkışın da başka bir Seniyye'den olması hususu gibi bu da açıktır. Bu seniyyelerin uçlarının hepsi daha sonra tek bir yola çıkarlar." Derim ki "İbnü'l-Kayyim'm el-Hedfinın Tebûk Gazvesi bölümüne baktan. İbnü'l-KayymVın orada el-Kâmus müellifi ve Seyyid'in naklettiği gibi Seniyyetü'l-Vedâ'yı açıkladığını gördüm. Yoksa Hafız İbn Hacer'in kendisinden naklettiği gibi onun Mekke tarafında olduğunu söylememiştir. Îbnü'l-Kayyım el-Hedfnûn Hicret bölümünde bu konuda hiç bir şey zikretmemiştir."
[111] İbn Sa'd, et-Tabakâtl/\/\6Q.
[112] el-Hublâ, Salim b. Ganm b. Avfm lakabıdır. (Hamile) karnının büyük olmasından ötürü bu şekilde lakaplanmışür. Onun soyundan gelenler '"'el-Hublâ oğullan" olup Ensâr'dan bir baıin'dır.
[113] Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed b. Emin el-Akşehri, er-Ravda adını verdiği bir kitap yazmıştır. O kitapta el-Bakî kabristanına defnedilen kişilerin isimleri yer almıştır.
[114] Bulıâıi, el-Camiu's-Sahîb V, 80; el-Beyhakî, Delâik'n-Nübm ime II, 249; Ebû Nuaym; ed-
[115] İbn Sa'd et-Tabakât 1/1/160.
[116] Bkz. İbn Kcsîr, el-Bidâje ve'n-Nihaje\\\, 200.
[117] Alımcd b. Hanbel, el-Müsned V, 451; ed-Dârimî, es-Sümn I, 340; Tirmizi, es-Siiııen IV, 252 (2485); İbn Mace es-Sünen I, 423 (1334)
[118] Ezilmiş bulgur ve etten yapılan bir yemek veya yağ, un ve şeker İle yapılan bir tatlı.
[119] Tercümeye esas aldığımız nüshada bu seklidedir. Mecmcm^emid ile dMn'cemu't-Kebîr'dt ise (IV, 237) "haddi amayacahııu^'şd&^&*- (Mütercim)
[120] Bu rivayeti el-Heysemî, Meemau'^Zevâid'Ae. (III, 302) zikretmiş ve Tabcrânî'nin el-Mu'cemu'l-Kebîr'me. gönderme yapmıştır. cl-Heyscmî bu hadis hakkında şöyle der: "Senedinde Sa'îd b. Sinan eş-Şâmî bulunmaktadır, bu zat zayıftı t'." Bu rivayeti el-Müttakî el-Hindî de Ken^u'l-Uf^mâ/'de (no. 34901) zikretmiştir.
Mütercimin notu: Tercümeye esas aldığımız nüshada, cl-Heysemî'ııin ifadesi iktibas edilirken, Sa'îd b. Sİnân ve eş-Şâmî diye iki kişiden söz edilir tarzda "ve eş-Şamî" denmektedir; bu hatadır. Doğrusu tercümede yer aldığı gibidir.
Öte yandan hadisin son kısmı gerek tercümeye esas alınan nüshada, gerekse Mecmau\ Zevâid'dt, yukarıda zikrettiğimiz tarzda verilmekteyken, el-Mu'cemu'l-Kebır'Ae "kendisiniyiyene karşı koruması^ olan, kesilmeye amade... " tarzında verilmektedir.
[121] Kadim fersah ölçüsüne göre 768 m. (Mütercim)
[122] Bu İki kelime, alfabetik sırayla aşağıda verilmiştir. Aynı kökten gelmeleri dolayısıyla burada yapılan açıklama onlar için de geçerlidir. (Mütercim)
[123] Kurâ'u'n-Neml: Asıl adı Ebu'l-Hasan Ali b. el-Hasan el-Hunâî el-Mısri'dır (öl. H. 307'den veya 309'dan sonra), Nahiv alimidir. Emsi/et» Ğanbİ'f-l^uğa, Kitâbu'l-Verîd, Kitâbul-Musahhaf, el-Müneddad, el-Muna-gam, ei-Epşpn gibi eserleri vardır. Yazarın burada adım verdiği eser İse el-Müntehab ve'/-Mücerred'dn. Bu zarın bu şekilde (Kura' diye) anılmasının sebebi boyunun kısa olmasıdır. (Keşju\-Zunûn, 11/1850, 5/626; Mu'cemu'l-EIkâb ı/e'l-Bsmâî'I- Miiste'âre, 211) (Mütercim)
[124] Sa'd b. Ubâde'nin (mdiyallahu anlı) burada bir kısmı zikredilen sözünün tamamı ve söyleniş sebebi şöyledir: Sa'd b. Ubâde hastalanmıştı. Resûlullah (sallallahu aleyhi vcsellcm) onu ziyarete giderken yolda, aralarında Abdullah b. Übeyy b. Selûl'üıı de bulunduğu bir gruba rastladı. Resûlullah (sallallahu aleyhi \xscllcm)'in hayvanının çıkardığı toz ortalığı kaplayınca Abdullah b. Übeyy b. Selûl [elbisesinin kenarıyla veya bir bezle] burnunu kapattı ve sonra "Bizi toza boğmayın!" dedi. Bunun üzerine Resûlullah (sallatlahu aleyhi vcsellcm) durdu ve onları Allah Teâlâ'ya davet etti, onlara Kur'an'dan âyetler okudu. Abdullah b. Übeyy şöyle dedi: "Ey kişi! Eğer söylediklerin lıak ise bizi bu meclîsimizde rahatsız etme. Ailenin yanına dön. Eğer bizden senin peşin sıra gelen olursa ona anlat!" Daha sonra Resûlullah (sallallahu aleyhi vcsellcm) hayvanına bindi ve Sa'd b. Ubâde (radiynllahu anh)'in yanma vardı. Ona durumu anlattı. Bunun üzerine Sa'd şöyle dedi: "Onun kusuruna bakma ve aldırma! Zira vallahi Allah sana vereceğini vermiştir. Bu Buhayra'da yaşayanlar, sana verilen Kitab'a sahip olma ve onu bezlerle sarıp sarmalama konusunda sözbirliği etmişlerdi. Allah, senin getirdiğin Hak İle bu beklentiyi boşa çıkarınca durum bu yüzden karıştı ve (Abdullah b. Übeyy) senin gördüğün davranışı sergiledi..." (Yakut cl-Hamevi, Mıt'cetmt'I-ftuldâtt, 1/350) (Mütercim)
[125] ' Bu rivayeti el-Heysemî Mecmau^2.evâid'Aç. (3/302) zikretmiş, onu el-Bezzâr'ın rivayet ettiğini söylemiş ve şu değerlendirmeyi yapmıştır: "Ravi zincirinde es-Seken b. Harun el-Bâhilî bulunmaktadır. Bu zatın durumunu açıklayan kimseye rastlamadım."
[126] Bu hadisi Buhâri (no: 1871), Müslim (no; 488), Ahmed b. Hanbel {el-Miisned, 2/237) .ve Mâlik {el-Muvalta, no: 887) rivayet ermişlerdir.
[127] Bu hadisi Buhârî rivayet etmiştir (3/49, No: 1867).
[128] Bu hadisi el-Heysemî, Memau'-^Zevâid'&e. (3/312) şu lafizlaila zikretmiştir: "Ahdine ve Mekke meleklerle kuşatılmıştır." el-Heysemî bu hadisi Ahmed b. Hanbel'İn rivayet ettiğini söylemiş ve ravilerinin güvenilir kimseler olduklarını söylemiştir. Bu hadisi Ahmcd b. Hanbel e/-Mü.ntect'de (2/483) ve Buhârî, Tari/nnde (6/180) rivayet etmişlerdir.
[129] Müslim, hace 86; Ahmed h. Hanbel, 1/184, 2/231.
[130] Bu hadisi el-Heysemî, Mecmau\Zevmd'â& (3/310) Ebû Umâmc b. Sa'lebe tarikiyle zikretmiş ve şöyle demiştir: "Bu zaün, es-Sabtb'dt yemin konusunda bunun dışında bir hadîsi vardır. Bu hadisi Taberâııî el-Mti'cemu'l-Evsaî'ta rivayet etmiştir."
[131] Bu hadisi d-Heysemî Uecmau\Zemiâ^ (3/301) rivayet etmiş, onun Taberani tarafından el-Mu>cmu%Evsat\* rivayet edildiğim söylemiş ve flave etmiştir: "Senedinde Isa b. Mînâ Kâlûn vardır. Bu zaün hadisi hasendir. Hadisin senedinde yer a an dıger mvüe güvenilir kimselerdir." Bu hadisi el-Müttakı d-Hmdı de Keny l-Ummalte (no: 34802) zikretmiştir.
[132] 5elik: Yolun genişi ve etrafı tepelerle çevrili, bitkisi olmayan düz vadi. Çoğulu "eslûk" ve "Sülikân"dır. {el-Mu'cemu'l-Vesît, \/AAl)
[133] Bu hadisi Müslim, kîtâbu'l-bacc kısmında (hadis no: 491), Ahmed b. Hanbel el-Müs/ıed'de (5/94) ve İbn Ebî Şeybe el-Mmannefte (12/179) rivayet etmişlerdir.
[134] Buradaki "hucer" kelimesi, "oda" anlamındaki "hucra" kelimesinin de çoğul halidir. Dolayısıyla yakandaki isim tamlaması, bu anlamı da (çok odalı evleri olan şehir manasını) ihtiva ediyor olabilir. (Mütercim)
[135] Hunâfir b. cr-Tev'em el-Himyerî (radıyallahu anh), meşhur bir kâhindi. Yemen'de (San'a'da) Mu'âz b. Cebel (radıyallahu anh)'a gelerek Müslüman olmuştur. Kendisinin, Müslüman olmadan Önce cin taifesinden bir arkadaşı olduğu ve bu arkadaşı vesilesiyle İslam'ı kabul ettiği kaynaklarda zikredilmektedir. Rivayete göre Şisâr adındaki bu cin, Şam'da Kut'an okuyan bir grup cin ile karşılaşmış ve bunlar vasıtasıyla Müslüman olmuş, bu olayı Hıınâfır'e de anlatarak onun da Müslüman olmasını tavsiye etmiştir. Ancak bu haberin senedi zayıftır (İbn Hacer, cl-îsâbe, 2/362) ve İbn Hacer'in naklettiği lafızlarda Zâtu'n-Nahlifadesi geçmemektedir. (Mütercim)
[136] Bu hadisi Buharı (3/50, no: 1871), Müslim {kitabuH-hac, no: 488) ve İmam Ahmed (<?/-Mlisned, 2/237) rivayet etmişlerdir.
[137] İmam Ahmed, et-Müsned'de (4/285) rivayet etmiştir. Bu hadisi el-Heysemî de Mecmau\ Zevâid'de (3/303) zikretmiş, İmam Ahmed ve Ebû Ya'lâ tarafından rivayet edildiğini söylemiş ve "Kavileri güvenilir kimselerdir" demiştir. Aynı hadisi Suyûtî de ed-Dürrü'i-Mensûr'dz (5/188) zikretmiş ve İmam Ahmed, İbn Ebî Hatim ve İbn Murdeveyh tarafından rivayet edildiğini söylemiştir.
[138] Bu hadisi es-Suyûn" ed-Dürrifl-Mensûr'da (5/188) zikretmiş ve İbn Murdeveyh'in rivayet ettiğini söylemiştir.
[139] İsa b. Dînâr b. Vâkıd el-Gâfikî, Ebû AbdiJIah. Asrının Endülüs fakiiıi ve İspanya'nın meşhur alimlerinden birisidir. Aslen Tuleytıla'dan olup, Kurtuba'ya yerleşmiştir. Hadis toplamak için bir süre seyahat etmiş, sonra da dönmüştür. Döneminde Endülüs'te fetva ondan sorulur, onun önüne kimse geçemezdi. Vcra sahibi ve âbid idi. 212 yılında vefat etmiştir. {el-A'lâm, 7/118)
[140] Muhammed b. Musa b. İsa b. Ali ed-Demîrî, Ebu'1-Beka, Kemaluddin. Şafiî fukahasmdan, araştırmacı edip birisidir. (Mısır'da bulunan) Demîre'Hdir. Kahire'de doğmuş, yetişmiş ve vefat etmiştir (808). Ezher camiinde özel bir ders halkası vardı. Bir süre Mekke ve Medine'de ikamet etmiştir. riayâtul-riayavân, Hâvi'l-Hisân min Hayâti'I-Mayavân, en~ Necmu'lVehhâc İsimli eserleri ve İbn Mâce'nın Sünern. üzerine sd-Dîbâce adıyla yazdığı bir şerlıi vardır, (el-A'lâm, 7/118)
[141] Bu hadisi el-Müttakî el-Hindî, Ken^uH-UmmâPde (no: 38157) zikretmiştir.
[142] el-Bidâye ve'n-Nihâye, 3/221.
[143] el-Bîdâye ve'n-Nihâye, 3/222.
[144] îzhir ve Celil: İlki, gÜ2el kokulu, İkincisi kısa ve zayıf iki tür bitki.
[145] Mecenne: Mekke'de bir çarşı.
[146] Mekke yakınlarında iki dağ ismi.
[147] el-Bidâye m'ıı-Nihâye, 3/221.
[149] Buhârî rivayet etmiştir (7/308, no: 3926).
[150] Buharı (1 /9, no: 1) ve Müslim (3/1515, no: 155 ve 1907) rivayet etmiştir.
[151] Buhârî (2/680, no: 1115) buradakine benzer lafızlarla rivayet etmiştir. (el-Bidâye ve'n-Nibâye, 3/224).
[152] Buharı (Dâm'1-Fİkr baskısı, 3/29) ve Müslim (no: 994) rivayet etmişlerdir.
[153] Bu hadisi el-Heysemî Mectnan\-Zevâid'de (3/308) zikretmiş, onun Taberânî tarafından el-Mu'cemu'!-Bvsat% rivayet edildiğini söylemiş ve "Ravıleri, Sahîh ravileridir" demiştir.
[154] Bu hadisi Müslim (2/1000, no: 473, 1373) ve Tirmizî (5/472, no: 3454) rivayet etmişlerdir.
Medine'nin Faziletleri
[155] Buhârî (3/53, no: 1880, 7133) ve Müslim {kMbuUac, no: 480) rivayet etmişlerdir.
[156] Medine'de, Hendek mevtoı ile Sel1 dağı arasında yer alan bk bölge.
[157] Buhârî (3/28) ve Müslim (kMbu'i-fiten, no: 123) rivayet etmişlerdir.
[158] Hadlste anlatmak istenen şudur: Medine'de bırbmni .leyen ık> zelzdenin üçüncü bir sarsmü olacak. Bu sarsmtıda, imanında samımı olmayan ^sel« Mc çıkacak ve halis dm Medine'de kalacak ve Deccâl bu hahyle Hz. Ebû Bekir (.diyaliz anh)'ın nvayet et hadm ile çelişmemektedir. Çünkü buradaki «koradan maksat, amlmasımn doğurduğu endişe ve onun sınır tanımazlığından duyulan
buradak! «korku", dmmde samımı olmayanları dışarı atmak ıçm meydana gelen dolayısıyla meydana gelen yer sarsıntısı değildir.
[159] Buhârî (3/53, no: 879) rivayet etmiştir.
[160] Bu hadisin tahrici daha önce geçmişti.
[161] Buhârî (13/109, no: 7132) rivayet etmiştir.
[162] İbn Hacetin veba hastalığından dolayı ölmenin fazileti ile ilgili hadisleri topladığı Be^hı'l-Mâ'ûnft'Fadlî't-Tâ'ûn isimli eseri kastediliyor olmalıdır. (Mütetcim)
[164] Tirmizî, no: 3917; İbn Hibban, no:1031; İbn Hacer, el-Metâüb, no. 1247.
[165] Irakî bunu, İhya için yaptığı Tahrifte (T/244) zikredip İbn Ömer'in hadisinden Tırmızî ile İbn Mâce'yc nisbet etmiş ve Tirmizî'nin basen sahih dediğini belirtmiştir.
[166] Buharı, IV/107 (no. 1875), Müslim, 11/1009 (497-1388)
[167] Malik b. Rebia b. el-Beden. Ebu Useyd es-Sâidî, künyesiyle meşhurdur. Bedir ve diğer savaşlarda bulunmuştur. 30 yılında ölmüştür. Daha sonra öldüğü de söylenmiştir. Hatta el-
Medâinî, 60 yılında öldüğünü ve onun Bedir'e katılanların sonuncusu olduğunu söylemiştir. (et-Takrlb, 11/225).
[168] Müslim, 11/1005 (487-1381)
[169] Müslim, 11/1004 (481-1377)
[170] Buharı, 111/57(1890)
[171] Harre geceleri: Hİcrî 63'te Medine'nin yağma edildiği meşhur fitnedir. (Mütercim)
[172] Bu hadisin değişik senetlerle, Müslim'de, hac kitabı^ Medine'de yaşamaya teşvik babmdaki {Sabih-i Müslim, 11/1004) tahricine bak.
[173] Müslim, 11/992 (460-1363)
[174] Heysemi bunu, Mecmdda. (IH/304) zikredip Taberani'nin el-Mmemu'l-Kebiı'ınt nisbet etmiş ve "İbn ebî Hatim bu rivayetin ravileri hakkında olumsuz hiçbir mütâlada bulunmadı" demiştir.
[175] Buhârî, K/98; Müslim, hac, 489; Tirmizî, no. 3920; Nesâî, Mİ/151.
[176] Heysemi, bunu, Mecma'da (111/308) zikredip Bczzar'a nisbet etti ve: "Havileri, Sahih'm ravüeridir" dedi. el-Muttaki de bunu, Ketı^fi'l-ummaBe. (38123) zikretmiştir.
[177] Buhârî, VI/93 (4589)
[178] Ahmed, Milmed, IV/55.
[179] Ahmed, Mihneti, 1/184, H/331, Buhârî, IV/12 (1877), Müslim, Ü/993 (460-1363).
[180] Ma'kıl b.Yesat el-Muzenî, Ebu Ali, ağacın altında beyat etmiştir. Otuz dört hadisi vardır. Buhârî ile Müslim bir hadisini rivayette müttefiktirler. Bunun dışındaki hadislerden birini Buhârî, ikisini ise Müslim ayrı ayıı rivayet etmişlerdir. İmran b. Husayn ondan rivayette bulunmuştur. Mu'aviye'nın hilafeti sırasında Ölmüştür. (el-Hıtfam, IÎI/45)
[181] Heysemî, bunu Mecma'âz (III/313) zikredip Taberânî'nin ebMıttemu'1-Kebînn.t nisbet etmiş ve "Senedinde Abdusselâm b. ebi'l-Hubab vardır, bu zatın rivayetleri metruktür" demiştir.
[182] Humeydİ, Müsned, 1167.
[183] Heysemî, M&Wda (III/310) zikredip hasen bir senetle Bezzat'a nİsbet etmiş ve Sahili'te bu rivayetin sonundan bir bölümü vardır" demiştir.
[184]Ahmed, Müsaed, III/393; Taberânî, elMu'cemıt'l-Kebir, VII/169; îbn Hibban, 1039: Buhârî, Tariit, 1/117; Ebu Nu'aym, Hifye, 1/372.
[185] Heysem! bunu, Mecmddo. (III/309) zikretmiş ve Taberânî'nın et-Mu'cemu'i-Eusai ve e/-Mu'cemu'l-Kebirine nisbet ederek "Raileri, Sahîl/m. ramileridir" demiştir.
[186] el-Biskeıi: Bu lakap, Bisker'e ııisbettir. Bisker Mağrib'te bir şehirdir. H. 542 yılında 1 vefat etti. (el-Enmb, 1/354)
[187] Abdulvehhab b. Ali b. Abdilkafî b. Ali b. Tcmmam b. Yusuf b. Temmam, ASlâme Kadi'l-Kudât (baş kadı) Tacuddin Ebu Nasr b. Şeyh İmam Şeyhu'I-İslam Takıyyuddm; Ebu'l-Hasen el-Ensan, cl-Hazrcci, es-Subkî. 727 veya 728 yılında, Kahire'de doğdu. Hafız el-Mizzı'dcn okumuştur. ez-Zehebi'ye gitmiş, ona öğrencilik yapmış, bizzat kendisinden okumuş ve buna ısrarla devam etmiştir. Hafız Şıhabuddin b. Haccı şöyle demiştir: O, bana, Şemsuddm b. en-Nakıb'in, fetva ve ders verebileceğine dair kendisine icazet verdiğini söyledi. Ibnu'n-Nakİb öldüğünde, Kadı Tacuddin'in yaşı onsekizdi. O, fetva verdi, ders okuttu, kitap yazdı, hadis rivayet etti, resmi görevler yaptı. Kardeşi Kadı Hüseyin'in vefatından sonra babasının yetine geçti. Sonra 756 yılının Rebiulcvveî'mde babasının isteğiyle başkadı oldu. Kısa bir süre uzaklaştırıldıktan sonra, bu görevine tekrar iade edildi. Daha sonra kardeşi Bahauddin sebebiyle görevinden alındı. Kitapları arasında: Serim M/ıhlasari ibnVl-riacib ve Rafu'l-Hacib an Muhtasarı îbııi'l-rîâeib vardır. 771 yılının Zılhicce'sinde veba hastalığına yakalanarak şehit oldu. (İbn Kadı Şuhbe, III/105-106; el- Bidaye veıı-Nİhaye, XIV/316; eâ-Dürentl-Kâmim, 11/4-25; en-Nucumu\Zâhira, XI/108; el- '" Bedru't-TâH\ 1/410; Şeı$ratu\-Zebeb, Yi/221; et-A'tâm, IV/335)
[188] Ali b. Akil b. Muhammed b. Akil el-Bağdadi ez-Zaferi, Ebu'1-Vefa. İbn Akil diye tanınır. Zamanında, Irak'ın âlimi ve Bağdat'taki Hanbelılerin şeyhidir. İddiasına delil getirmekte çok güçlüydü. Gençliğinde Mutezile'nin görüşleriyle meşgul oldu. Hallac'a saygı duyardı. Bu sebeple Hanbeliler onu öldürmek ıstcdî. Yıllarca Meratib kapısına (Sultan'm sarayına) sığındı. Sonra tevbe ettiğini açıkladı da ortaya çıkabildi. Birçok kitabı vardır. En önemlisi Kîtabu'l-Fmtûtfdui. ez-Zehebi, Tari/fmdc "Dünyada Kitabıt'l-Funûn'dun daha büyük
kitap yazılmadı" demiştir. el-Vââth jî'l-Vsul, el-Fıısul adlı kitapları vardır. el-Fıtsul, Hanbeli fıkhı hakkındadır. Oa cilttir. (el-A 7âm, IV/313).
[189] Tırmizî, no. 2146; el-Aclûnî, Kesfu'l-Hafâ, 1/97. el-Aclûııî, bu rivayeti Abdullah b. İmam Ahmed'e nisbet etmiştir.
[190] Bkz. et-Bidaye ve'n-Nihaje, Y/266.
[191] Müslim, 11/1001 (574-1374). Bu rivayet daha Önce geçmişti.
[192] Bkz. Müslim, yukarıdaki yer.
[193] Ebu Davud, no.2035; Ahmed, Miisıned, 1/253; Abdurrezzak, Musannef, no.9193.
[194] Buhârî, IY/97 (1870); Tırmizı, no.2127; Ebu Davud, no.2034; Beyhald, es-Sünetı, V/196.
[195] Buhârî, VI229 (4083); Müslim, 11/1011 (504-1393).
[196] Heysemî, Memada (III/302) zikretmiş ve Bezzar'a nisbet etlikten sonra şöyle demiştir: "Senedinde es-Seken b. Harun el-Bahili vardır. Biyografisi hakkında bilgi bulamadım."
[197] Müslim, ü/1010 (500-1390).