'Rahmet Peygamberi..' 1

Diğer Kitaplardaki İbareler 2

2- Kur'an-ı Kerim'deki Deliller 3

3- Kur'an-ı Kerim'in Meydan Okuması 7

4- Rasulullah @'ın Emri 11

Kur'an Mucizesi 12

5- Müslüman Olmayanların Bakışıyla Muhammed @... 17

İKİNCİ BÖLÜM... 22

HZ. MUHAMMEDİ SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM İNSANLIĞIN EĞİTİCİSİ. 22

KISIM 1. 22

EĞİTİMİN ESASLARI. 22

Giriş. 22

1- Eğitimin Temel Esasları - Tevhid. 24

Çoktanrı İnancının Çürütülmesi 26

Tevhidin Gerekleri 27

2- Ahiret-Öldükten Sonra Dirilmek. 27

Ahiret İle İlgili Deliller 28

Özet 31

3- Ahlâk Eğitimi 31

Ahlâkın Temel Hakikatleri 32

Kur'an-ı Kerim Kötü Amelleri Yasaklamaktadır 33

Özet 37

KISIM 2. 37

İSLAM KÜLTÜRÜ.. 37

1- Kültürün Temel Unsurları 37

İslâm Kültürü. 38

İslâm Kültürünün Ana Özellikleri 39

Vasıtaların Seçiminde Gayenin Etkisi 41

Gaye Ve İslâm Kültürü. 42

Özet 42

2- İlim Ve Kültür 43

3- Rasulullah'ın İnsanlık Kültürüne Etkileri 47

KISIM 3. 49

AVRUPA KÜLTÜRÜNE ETKİLER.. 49

1- Bilgi 49

2- Hakikati Aramak. 51

3- Düşünce. 53

4- Hürriyet 56

Özet 56

KISIM 4. 56

İSLÂM VE BİLİMLER.. 56

Giriş. 56

1- Kozmoloji 56

Kâinattaki Genel Gözlemler 56

Her Şey İnsanın Yararı İçin. 56

Gökler, Evrimi Ve Genişlemesi 56

2- Astronomi 56

3- Astroloji 56

4- Fizik. 56

Işık. 56

 

 

 

 

 

(Filistin), Musa @ (Sina) ve Muhammed @ (Mekke) ima yoluyla işaret edilmektedir.

İlâhî (Allah'ın vahyettiği) kitapların üslubu­na aşina insanlar, yukarıda zikredilen Eski Ahid (Tevrat)'de bulunan sözler, burada onun hayatının yalnız bir büyük olayına atıf yapılmakla beraber, tamamen Muhammed @ ve onun misyonuna uymaktadır.

Şu sözlerde de Rasulullah @'m geleceğine benzer bir işaret vardır: "Tanrı Teman'dan ve Kutsal Olan da Paran (Faran) Dağından geldi. Onun haşmeti gökleri örttü ve dünya onun Övgüsüyle doldu. Onun parlaklığı ışık gibiydi, elinden ışınlar parlardı; ve orada o gücünü örtmüştü.' (Habakkuk, III, 3-4). Da-vud Peygamber @ da Mukaddes kitabında buna atıfta bulunur: "Senin evinde oturan­lar ne mutludur! Daima sana hamdederler. Kuvveti sende olan adam ne mutludur. Sion yollan onun yüreğindedir. Baka (Mekke) va­disine girdikleri gibi..." (Mezmurlar LXXXIV, 4-6).

Yüzyıllar boyunca vuku bulan büyük tahrif ve değişmelere rağmen, İslâm Peygamberi'-nin geleceğini gösteren açık işaretler halâ İn­cil'de bulunmaktadır. Zaten, Allah'ın rasul-lerinin ölmeden önce kendilerinden sonra ge­lecek rasulü açıkça haber vermesi kesin bir ananedir. Ve Risalet (Peygamberlik) çizgisi sona yaklaşırken, Musa @ ve İsa @ gibi önemli peygamberler de, insanların belirsiz­lik ve şüphe içinde kalmaması için sık sık Son Peygamber'in gelişinden bahsederlerdi. Sahabelerine de ona inanmalarım ve İlâhî görevinde onu desteklemelerini telkin etmiş­lerdir. İşte bu yüzden tercümeler vasıtasıyla vs. yollarla kitaplarında yapılan kasdî deği­şikliklere ve kiliseler arası toplantılardaki ka­rarlara rağmen, Muhammed @'a ve onun görevine açıkça şu veya bu şekilde işaret eden kısımlar ve pasajlar İncil'de halen mevcut­tur.

Süleyman Peygamber @ da, Son Peygam­ber'in gelişinden şöyle bahsetmiştir: "Sevgilimin teni beyaz ve kırmızı, On binlerin ara­sında seçkin olan odur... Ağzı çok tatlı ve onun her şeyi güzel. Budur sevgilim, evet yâ­rim budur. Ey Yeruşalim kızları!" (Neşide-ler Neşidesi; V, 10 ve 16) 'On bin kişi arasın­dan ayırd edilen' ibaresi dikkat çekicidir. Gerçekten o, Mekke seferinde beraberinde bulunan on bin sahabesinin arasında en se­vilen ve isteneniydi.

Hıristiyanların tahrif ve değiştirmelerinden kurtulabilen Barnaba İncili bu haberleri di­ğer İndilerden daha sarih olarak içermekte­dir. Bir defasında, İsa @ havarilerine şöyle cevap vermiştir: "Gönlünüzü ferah tutun, korkmayın da; çünkü sizi ben yaratmadım, fakat Tanrı, Yaratanımız, sizi yaratan sizi ko­ruyacaktır. Benim için ise, ben bu dünyaya şimdi, dünyaya selamet getirecek olan Tan-rı'nın Elçisi (Allah'in,Rasulü)nin yolunu ha­zırlamak için geldim. Fakat sakın aldatılma­yın, çünkü benim sözlerimi alacak ve Haki­katimi kirletecek çok sayıda yalancı peygam­ber gelecektir." Sonra Andrew dedi ki, "Efendi, bize onu bilebilmemiz için bazı işa­retler ver." İsa cevap verdi: "O, sizin zama­nınızda gelmeyecek, sizden yıllar sonra be­nim hakikatim bozulduğu zaman, zar zor otuz sadık kaldığında gelecektir. O zaman, Tanrı dünyaya Rahmet edecek ve elçisini gön­derecektir. O, tanrısızlara karşı büyük bir güçle gelecek ve yeryüzündeki putperestliği yıkacaktır. O beni sevindirecektir, çünkü onun vasıtasıyla Tanrı'mız bilinecek ve övü­lecek ve ben de doğrulardan bilineceğim; ve o benim insandan öte bir varlık olduğumu söyleyenlere karşı mücadele edecektir. Size, hakikaten size söylüyorum ki ay, çocuklu­ğunda onun uyumasına yardım edecek ve büyüdüğünde de o, ayı ellerine alacaktır. (B,urada Muhammed @'ın parmağıyla işa­ret ettiğinde ayın Allah'ın Emriyle ikiye bö­lünmesi mucizesine atıf yapılmaktadır). Dünya ona dikkat etsin, çünkü o putperest­leri kılıçtan geçirecektir... O Hak ile, diğer peygamberlerden daha aşikâr olarak gelecek ve fenalığı tekdir edecektir. Babamızın şeh­rinin kuleleri birbirini sevinçle selâmlayacak ve putperestlik: yere serildiğinde ve benim de başka insanlar gibi bir insan olduğumu iti­raf ettiğinde, ben size Tanrı'nın Elçisi (Al­lah'ın Rasulü)nin hakikaten-geleceğini söy­lüyorum." (Böl. 72)

Başka bir vesileyle İsa @, şöyle demişti: "Si­ze Tanrı'nın Ruh ve Hak olduğunu, bu yüz­den ruh ve hak içinde ibadet edilmesi lâzım geldiğini söylüyorum. Tanrı'nın ahdinin baş­ka bir yerde olmayıp Kudüs'te, Süleymanın mabedinde yapıldığı için. Fakat bana inanın, bir zaman gelecek ki Tanrı Rahmetini vere­cek, ve her yerde ona Hak ile ibadet etmek mümkün olacaktır. [Burada, İslâm'daki iba­detin mekân olarak mabed, mescid vs. ile sı-nırlanmayıp, temiz olmak şartıyla arzın her yerinde yapılabileceği şeklindeki temel ilke­lerinden birine atıf yapılmaktadır. (2: 115)] "Ve Tanrı, her yerde doğru İbadeti rahmet ile kabul edecektir." Diğer bir soruyu da şu şekilde cevaplandırmıştı: "Ben gerçekten İs­rail'in Evi'ne Selâmet Peygamberi olarak gönderildim; fakat benden sonra Tanrı tara­fından bütün dünyaya gönderdiği Mesih gelecektir." (Bölüm 82).

 

'Rahmet Peygamberi..'

 

İsa @ şöyle de demiştir: "Ruhumu Varlığı­na dayandığı Tanrı'nın yaşadığı gibi, dünya­nın bütün kavimlerinin beklediği, hatta pe­derimiz İbrahim'e Tanrı'nın, 'Senin neslin­den yeryüzündeki bütün kavimlere rahmet edeceğim' diyerek söz verdiği Mesih ben de­ğilim. Fakat, Tanrı beni dünyadan aldığı za­man, Şeytan, benim Tanrı ve Tanrı'nın Oğlu olduğum şeklindeki küfür inancı vasıtasıyla bu melun fitneyi tekrar yükseltecektir. Be­nim söz ve öğretim kirletildiğinde, sadece otuz kadar sadık olan kaldığı zaman, Tan-n'nın Rahmeti dünyanın üzerine biacak, ve her şeyi onun için yarattığı elçisini göndere­cektir. O güneyden kuvvet ile gelecek veput-Perestlerin putlarını yıkacak; hâkimiyeti be­nim üstüne gelen şeytan'dan geri alacaktır.

O, inananların selâmeti İçin beraberinde Tan­rı'nın Rahmeti'ni getirecektir." (Burada Kur'an-ı Kerim'e —39: 53— atıfta bulunul­maktadır: "De ki: 'Ey aşırı giden kullarım, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok ba­ğışlayan, çok esirgeyendir") Ve rahmet edi­len, onun sözlerine uyandır." (Böl. 96). İsa @ şuna da işaret etmişti: "Mesih'in ismi çok güzeldir. Çünkü ona bu adı, onun ruhunu yaratıp kutsal nur içine yerleştirirken Tanrı Bizzat vermiştir. Tanrı dedi ki, 'Bekle, Mu-hammed senin hakkın için Cennet'i yarata­cağım, orada seni var edeceğim, seni kutsa­yanı Ben de kutsayacağım, sana fenalık eden fenalık bulacak. Ben seni dünyaya gönder­diğim zaman, Ben seni Benim Selâmet El­çim olarak göndereceğim, ve senin sözün doğru olacak, fakat senin dinin hiç kaybol­mayacak.' Muhammed onun mübarek kılın­mış adıdır." (Böl. 97) Yine Barnaba İncili1 nde dikkate şayan bir pasaj vardır. "Tanna­nın Bir'liğini, Hakk'ın Tek olduğunu,nere­den gidersen akidenin tek olduğunu ve do­layısıyla dinin tekolduğunugörenJVIusa'nın Kitabına uyan, seni doğruya götüren her şey, Hakikaten, size Hak Musa'nın Kitabından silinmiş olmasaydı, Tann Davud'a babamı­za ikincisini vermezdi. Ve şayet Davud'un ki­tabı lekelenmeseydi, herkese değişmez tek bir din verdiğini bildiğimiz Tanrı, Mukaddes Ki­tabı bana teslim etmezdi. Binaenaleyh, Tan­rı'nın Elçisi (Rasulullah) geldiğinde, dinsiz­lerin kitabıma yaptıkları karalamaları temiz­leyerek gelecektir." (Böl. 124)

Barnaba İncil'i, Tevhid Akidesi ve Allah'ın son dinini Kur'an'da ifade edildiği gibi ne ka­dar mükemmel belirtmektedir. Kur'an-ı Ke­rim bunları şu sözlerle açmaktadır: "İnsan­lar bir tek ümmettiler, sonra ayrılığa düştü­ler; şayet Rabbinden, daha önce bir takdir geçmemiş olsaydı, aralarında ihtilafa düştük­leri şeyler hakkında hüküm çoktan verilmiş olurdu." (10: 19,3" 19 ve 2: 213) Sonuç ola­rak İncil'de Allah'ın meşhur elçileri tarafın­dan yapılan muhtelif ifade ve tahminler de, Allah'ın son elçisi (rasulü)nin geleceğine açıkça İşaret etmektedirler. En ufak bir şüp­heye yer bırakmaksızın, Tanrı'nın bir elçisi­nin İsa @'dan sonra geleceğini ve onun adı­nın Muhammed veya Ahmed olacağını ifa­de etmektedirler. O, Musa @ gibi kuvvetli olacak ve İsrailoğullarınin kardeşlerinden (yani; İsmail Peygamber'in soyundan gelen Araplardan) gelecektir. Kendinden önceki Allah'ın rasullerinin söylediklerini doğrula­yacak, yeryüzünde Allah'ın Kanununu hâ­kim kılacak ve şer güçlerine galip gelecek­tir. Ve onun dini, Hüküm Günü'ne kadar ba­ki kalacaktır.

 

Diğer Kitaplardaki İbareler

 

Benzer ibareler aynı zamanda Hind ve Fars dini kitaplarında da bulunmaktadır. Bunlar da son rasulün Arabistan'dan çıkacağına ve insanlara ebediyyen bozulmayacak olan Al­lah'ın son dinini vereceğine işaret etmekte­dir. Hindistan'ın en eski dinî kitapları Pu-ran'da şu sözler bulunmaktadır: "Bir maleç-ka {yabancı bir ülkeli ve yabancı dili konu­şan) manevî bir öğretmen, arkadaşları (sa-habe)yla çıkacaktır. Onun adı Muhammed olacak. Raca (Bhoc), bu mahu Dev Arab (meleklik) Pançgavya ve Ganj suyunda yı­kandıktan sonra (günahlardan temizlendik­ten sonra) ona duasını bağışladı. Ona bütün ihtiramını göstererek şöyle dedi: 'Ben sana bağlıyım. Ey Sen! İnsanların onuru, Arabis­tan'da oturan, şeytanı öldürmek için büyük bir kuvvet toplamış ve sen bizzat korunmuş­tun. Ey Sen! En Ulu olan Tanrı'nın Sanemi, en büyük Efendi! Ben senin kölenim; beni ayaklarım altına yatır.' " (Bhavisya Pura Parv 3, Hand 3, Adya 3, Şalok 5-8).

Veda'daki başka bir tahminde şöyle denmek­tedir: "Ey insanlar! Bunu üzerinde durarak dinleyin! Övülen insan (Muhammed) insan­lar içinden çıkacak. Biz, bineği yirmi deve ve dişi —develer olan, kibirleri yerlerden sema­ya değen altmış bin doksan düşmandan mu­haciri sığınağımıza alırız." (Atarna Veda, Kanda 20, Sukta 127, Montra 1-3). Daha önce de belirtildiği gibi, aradan geçen zamaı ve tercüme hata ve belirsizlikleri yüzündeı bu pasajda işaret edilen birçok nokta man tıksiz veya karmaşık gelebilir. Fakat, tün bunlara rağmen, bütün insanlara önder ola rak Muhammed @'ın Arabistan'dan çıkaca gına açıkça işaret edilmektedir. Aynı şekil de, Fansîlerin en eski dinî kitapları olan De satir ve Zend Aveste, sadece Rasulullah @yn gelişini haber vermekle kalmamış, aynı za manda onun dinini^teferruatına inerek tam; men doğrulamaktadır. Şöyle denmektedir "Farslılar ahlaken düşüp battıklarında, Ara bistan'da yolundan gidenlerinin saltanatı, di ni ve her şeyi devirdiği bir adam doğacak Fars'ın kuvvetli ve inatçılarını yenecektir. İn şa edilen ve içine putlar yerleştirilmiş olaı Beyt (İbrahim @'ın Kabe'yi inşa etmesini açıkça işaret edilmekte) putlardan temizlene cek ve insanlar ona doğru ibadetini yapabi lecektir. Onun izleyicileri Fars, Tus ve Bell şehirlerini ve civarlarındaki büyük yerleri el lerine geçirecekler. İnsanlar birbiriyle ibtila edecek. Fars'ın ferasetli adamları onlara ka tılacak."

Yukarıda yer verdiğimiz bütün alıntılar, de ğişik beldelerdeki hemen hemen bütün din liderler; Peygamber Muhammed @'m gele ceğini, zihinlerde en ufak şüpheye yer bırak maksızın vazıh olarak haber vermişlerdir. Bı bakımdan, Allah'ın elçisinin kimliği hakkın da hiçbir kuşku kalmamaktadır. Samimi v ferasetli insanlar, onu önceden haber verİleı işaretler ve onu açık sade dininden bilirlei Hepsinden öte, onun büyük ve üstün şahsi yeti ve Özellikleri her yönüyle herkesten çol üstündür. Böylece, insanlar ona inanabilir v arzda, insanların barış, güvenlik, selâmet adalet, hayır ve fazilet içinde yaşayabileceğ Allah'ın Hükümranlığının kurulması müca delesine yardım edebilir.

 

2- Kur'an-ı Kerim'deki Deliller

 

Kur'an-ı Kerim, Muhammed @'ın peygam­berliğini açıkça ve tatminkâr olarak pek çok yoldan doğrulamaktadır; bazan Allah'ın ön­ceki rasullerin, Muhammed @'ın geleceğini ümmetlerine haber vermelerine atıf yapıla­rak; bazan onun İlâhî Mevkiine açıkça işa­ret ederek: diğer zamanlarda insanların akıl ve ferasetine başvurarak; bazen çok açık ve sade bir lisanla ifade ederek; bazan da doğ­ruların sadakat ve ferasetini imtihan ederek zımnen. Kur'an'ın kendine has üslubu, bu Kitab'ın onun sözü olamayacağını sarih ola­rak göstermektedir. Vahyedilen dinin nakil üslup tekniği öyle aşikârdır ki, kimse Mu­hammed @'ın Peygamberlik yetkisinde şüp­heye düşemez. Kur'an-ı Kerim'in, Muham­med @'m yeryüzünde gerçekten Allah'ın el­çisi (rasulü) olduğunu gösteren muhtelif üs­lubunu ele alarak bunlardan birkaç örnek göstermekle yetineceğiz.

Önceki Kitaplara Müracaat, Kur'an-ı Ke-rim'de, Rasulullah @'m peygamberliğe yet­kinliğini, daha önceki mukaddes kitaplara, peygamberlere ve onların ümmetlerine atıf­lar yaparak göstermeye yönelik birçok ayet vardır. Kur'an-ı Kerim, onları, kendilerine vahyedilen kitaplarında bildirilen rasulü in­kâr etmenin elim sonuçlan bakımından ikaz etmektedir.

Kitap Ehli Rasulullah @'ı Kendi Çocukla­rını Bildikleri Gibi Biliyorlardı. Kur'an-ı Ke­rim, onlardan çok iyi bildikleri şeyi sakla­mamalarını istiyordu; "Kendilerine Kitap verdiklerimiz, onu oğullarını tanıdıkları gi­bi tanırlar, ama yine de onlardan bir grup bile bile gerçeği gizlerler. Gerçek Rabbinden-dir, sakın şüphelenenlerden olma." (2: 146-147). En'âm Suresi'nde şu ifadeyi görüyoruz: "Kendilerine Kitap verdiklerimiz, Muham-

med'i çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar; fa­kat kendilerine yazık ettiler, çünkü onlar inanmazlar." (6: 20). Bu ayetle, Muhammed @'ın Hak olduğunu kendi çocuklarını bil­dikleri gibi bilen Kitap Ehli'nin (yahudi ve hıristiyanlar) iç duygularını serahatle izah et­mektedir. Onun İlâhi mevkiini gayet iyi bili­yorlardı. Fakat, insanlar gerçeği öğrenmesin­ler diye bunu kasden sakladılar.

Kitap Ehli, Muhammed @'ı kitaplarında okudukları, onun gelmesiyle ilgili işaretler­den hemen tanımışlardı. Ancak, ne ona inan­dılar, ne de onun kimliğini izhar ettiler. "Ne zaman ki, Allah katından onlara, kendilerin­de olanı tasdik eden Kitab geldi —ki onlar ondan önce inkâr edenlere karşı kendilerine yardım gelmesini beklerlerdi— bildikleri ken­dilerine gelince onu inkâr ettiler; artık Al­lah'ın laneti, inkarcıların üzerine olsun." (2: 89). Aslında, onlar, Rasulullah @'ı ilk tanı­yan ve ilk inanan olmaları gerekirken, ona ve dinine ilk karşı çıkanlar olmuşlardır. Di­ğer yandan, Kitap Ehli'nden dürüst ve sami­mi olanlar ona inanmış ve yolundan gitmiş­lerdir. "Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve İn­cil'de yazılı buldukları o Elçi'ye, o ümmî Peygamber'e uyarlar. O ki, kendilerine iyili­ği emreder, kötülükten men eder; onlara te­miz şeyleri helâl, murdar şeyleri haram kı­lar; üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar. Ona inanan, saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla bera­ber gönderilen nura uyanlar, İşte onlar fela­ha erenlerdir." (7: 157).

Burada, Kitap Ehli'nin (ruhbanlık vs. gibi) mantıksız gelenek ve alışkanlıklarına atıf ya­pılmaktadır. Son Peygiamber, insanların önünden bütün bu engelleri kaldırmak, on­lara efsane ve dogmalardan arınmış olarak fiili hayatta uygulanabilecek şekilde imanın sade ve anlaşılır kaidelerini vermek için gön­derilmişti. Kur'an-ı Kerim'de bu mealdeki pek çok ayet vardır. Ancak, biz ispatımızı göstermek için bunlardan birkaçıyla yetine­ceğiz.

Önceki Vahiylerin Tasdikçisi. Şüphesiz Mu-h'ammed @, kendinden önceki peygamber­lerin din ve kitaplarını teyid etmiş ve onlara atfedilen yanlış iddiaları temizlemiştir. Bil­hassa, İsa @'ın bakire Meryem'den, İlâhi bir mucize sonucu doğmuş olduğunu ve onun düşmanları tarafından ne öldürüldüğünü, ne çarmıha gerildiğini tesbit ederek onun adını yüceltmiştir. Bakara Suresi'nde şu ifade mev­cuttur: "Yola gelesiniz diye Musa'ya kitap ve furkan (gerçekle batılı birbirinden ayıran öl­çü) vermiştik." (2: 53). Yine aynı surede şöyle buyurulmaktadır: "Şüphesiz iman edenler, yahudiler, hıristiyanlar ve Sâbii'lerden Al­lah'a ve ahiret gününe inanıp yararlı iş ya­panların ecirleri Rablerinin katındadıf. On­lar için artık korku yoktur. Onlar üzülme­yeceklerdir." (2: 62). Bu ayetler, Allah'a ve Hüküm Günü'ne inananlara, iyi bir müka­fatı, sarahatle garanti etmektedir. Onlara şöyle denmişti: "Yanlarındaki Tevrat'ta Al­lah'ın hükmü dururken seni nasıl hakem ya­pıyorlar? Sonra da bu hükmün arkasından yüz çeviriyorlar..." (5: 43). En'âm Suresi'nde şöyle denmektedir: "Bu da kentlerin anası­nı (Mekke'yi) ve çevresindekileri uyarman için sana indirdiğimiz feyz kaynağı ve ken­disinden önceki (Kitab)leri doğrulayıcı bir Kitap'tır. Ahirete inananlar buna inanırlar ve onlar, namazlarına devam ederler!' (6: 92) Ahkâf Suresi'nde de şu sözler bulunmakta­dır: "Kur'an'dan önce, Musa'nın kitabı Tev­rat bir rahmet ve rehberdir. Bu (Kur'an) da (kendinden öncekileri) doğrulayan, zulme­denleri uyarmak ve güzel davrananlara müj­de olmak için Arapça indirilmiş bir kitap­tık' (46: 12). Âl-i İmrân Suresi'nde şöyle den­mektedir: "Sana kendisinden öncekileri doğ­rulayan Hak Kitabı indirdi. Bundan önce de insanlara doğru yolu göstermek için Tevrat ve İncil'i indirmişti. O, doğruyu yanlıştan ayıran Kitab'ı indirdi" (3:3) Nisa Suresi'nde de, Kitap Ehline bu kitaba inanmaları söy­lenmektedir: "Ey Kitap verilenler! Yüzleri si­lip arkaya çevirerek enseler gibi dümdüz yap­madan, yahut cumartesi güncüleri (bu gün­de Allah'ın koyduğu yasaklan dinlemeyip aşırı giden Yahudiler)ni lanetlediğimiz gibi lanetlemeden önce, elinizdeki Kİtab'ı tasdik ederek indirdiğimiz Kur'an'a inanın." (4; 47).

"Muhammed, Allah'ın elçisidir. Onun ya­nında bulunanlar, kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rü-kua varırken, secde ederken, Allah'tan lütuf ve hoşnutluk dilerken görürsün. Onlar yüz-lerindeki secde izi ile tanınırlar. İşte bu, on­ların Tevrat'ta anlatılan vasıflarıdır. İncil-de de şöyle vasıflandırılmışlardı: Filizini çı­karmış, onu kuvvetlendirmiş, kahnlaşmış, gövdesi üzerine dikmiş, ekincilerin hoşuna giden ekin gibidirler." (48: 29). Bu benzer­lik, aşağıda gösterildiği gibi Tevrat ve İncil-de de aynı kelimelerle ifade edilmektedir.

"Ve dedi: Allah'ın melekûtu böyledir, yere tohum saçan bir adam gibidir. Gece gündüz uyuyup kalkar; tohum biter ve büyür; nasıl, o bilmez. Toprak kendiliğinden önce otu, sonra başağı, sonra başakta dolu taneyi ve­rir. Mahsul erdiği zaman, hemen orağı salar; çünkü hasat gelmiştir. Ve dedi: Allah'ın me-lekûtunu nasıl benzetelim? Yahut onu ne me­selle önünüze koyalım? Hardal tanesi gibi­dir ki, toprağa ekilirken her ne kadar yer üze­rinde olan bütün tohumlardan en küçüğü ise de, ekildikten sonra büyük ve bütün sebze­lerden daha büyük olur, büyük dallar salar; şöyle ki, göğün kuşları onun gölgesi altına yerleşebilirler." (Markos IV, 26-32). Yukarı­da, Kur'an-ı Kerim'deki ayetin ilk kısmındaki benzerlik Tevrat'ta da vardır. "Ve dedi: 'Rab Sina'dan geldi, ve onlara Seir'den doğdu, Pa­ran (Faran) dağından parladı. Ve beraberin­de on bin kutsal olanlarla sağ elindeki ateşi sallayarak geldi. Evet, o halkını seviyordu; ona tahsis edilenler hep onun elindeydi; bu yüzden yönünü senden alarak onun izini ta­kip ettiler:' (Tesniye XXXIII, 2-3). Burada, müşriklere karşı şedid, aralarında şefkatli olan ve "on bin Kutsal olan" ibaresi de Hic­ret'in sekizinci yılında, Mekke'.nin fethinde Rasulullah @'ın yanında bulunan on bin sa­habeye işaret etmektedir.

Ona Vahiy Verilmiş Olması. Muhammed @, insanlığa önder-olması İçin özel olarak Va-niy verildiği de Kur'an-ı Kerim'de tesbit ol­muştur. En'âm Suresi'nde şöyle denmekte­dir: "İşte onlar, Allah'ın hidayet ettiği kim­selerdir. Onların yoluna uy ve de ki: 'Ben ona karşılık sizden bir ücret istemiyojum. O, sa­dece bütün âlemlere bir öğüttür.' " (6: 90). Kasas Suresi'nde şöyle buyurulur: "Sen, sa­na bu Kitab'ın verileceğini ummazdın. O, an­cak Rabbinin bir rahmetidir..." (28: 86). An-kebut Suresi'nde de şöyle buyurulmaktadır: "Sen daha önce bir kitâpdan okumuş ve elinle de onu yazmış değildin. Öyle olsaydı, bâtıl söze uyanlar şüpheye düşerlerdi." (29: 48). Secde Suresi'nde de şunları okuyoruz: "Şüphe götürmeyen Kitap, âlemlerin Rab­binin indirdiğidir. 'Onu Peygamber'in ken­disi uydurdu diyorlar.' öyle mi? Hayır! O, senden önce peygamber gönderilmemiş olan bir milleti uyarman için sana Rabbinden ge­len bir gerçektir. Belki artık doğru yolu bu­lurlar." (32: 2-3). Şura Suresi'nde şöyle den­mektedir: "İşte sana da buyruğumuzla bir vahiy gönderdik; sen kitap nedir, İman ne­dir önceleri bilmezdin, fakat Biz onu, kul­larımızdan dilediğimizi onunla doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Göklerde ve yer­de bulunan her şeyin sahibi Allah'ın yolu­na." (42: 52-53).

Bu ayetler, Rasulullah @'ın selâhiyet ve Di-ni'ni kesinlikle tespit etmektedir. Zikredilen ayetler, açık olarak göstermektedir ki, Mu-hammed @ bu mevkiye yeni bir talip değil­dir. Onun Kitabı ve Dini de garip değildir. Çünkü, ondan önce de peygamberler aynı şe­kilde gelerek, insanlara rehberlik için Allah1 m Dini'ni getirmişlerdir. İnsanlar, Allah'ın Dini'ni unutup veya kaybedince hatta ifsat ettikçe, Gerçek Asıl Dini, beşerî kanun ve ge­leneklerle karıştırarak ifsat edince, Allah, ümmetini, önderliğinde uyaracak başka bir elçisini göndermiştir. Bu elçiler, Allah'ın son elçisi Muhammed @'ın gelişine kadar, insan-'arı Allah'ın Gerçek Dini'ni muhafaza için gelmeye devam etmişlerdir. Muhammed @ aa kendinden öncekiler gibi, yeni bir din ge­dmemiş, fakat insanları unutmuş, kaybetmiş veya beşerî (insan yapımı) gelenek ve ka­nunlarla karıştırmış ve değiştirmiş oldukla­rı asıl İlâhî din konusunda İkaz etmiştir. Bu şekilde, Muhammed @ aslında, insanlığa rehber olması için gerçek dini saf şekliyle ge­tirmiştir: "Nuh'a, ondan sonra gelen pey­gamberlere vahyettiğimiz, İbrahim'e, İsma­il'e, İshak'a, Yakub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyettiğimiz gibi, şüphesiz sana vahyettik. Davud'a da Zebur'u verdik. Daha önce sa­na anlattığımız elçilere ve sana anlatmadı­ğımız elçilere de. Ve Allah Musa ile de ko­nuşmuştu." (4: 163-164).

İnsanlara, Rablerinden gelen elçiye inanma­ları söylenmektedir. "Ey insanlar! Rasul (peygamber) Rabbinizden size gerçekle gel­di, inanın, bu sizin haynmzadır. İnkâr eder­seniz, bilin ki göklerde ve yerde olanlar Al­lah'ındır. Allah bilendir, Hâkim (hikmet sa-hibi)dir." (4: 170) Yunus Suresi'nde, insan­ların Rasulullah @'ın peygamberliği hususunda şüpheye düşmemeleri söylenmektedir; "İçlerinden birine: 'İnsanları uyar ve ina­nanlara, Rableri katında yüksek makamlar olduğunu müjdele' diye valıyetmemiz insan ların tuhafına mı gitti ki, kâfirler: *Bu apa­çık bir büyücüdür' dediler?" (10: 2) Şûra Su­resi'nde de şu ifadeyi görüyoruz: "Allah Nuh'a buyurduğu şeyleri size de din olarak buyurmuştur. Sana vahyettik. İbrahim'e, Musa'ya, İsa'ya da buyurduk ki: 'Dine bağ­lı kalın, onda ayrılığa düşmeyin.' Putperest­leri çağırdığın şey onların gözünde büyümek­tedir. Allah dilediğini kendine seçer, kendi­sine yöneleni de doğru yola eriştirir?' (42: 13)

Dini Tam Vahyedildiği Gibi Tebliğ Eder. Mu­hammed @, Allah'ın rasulü (elçisi) dir ve yalnız Rabbinin kendisine vahyettiğini teb­liğ etmektedir. "Bütün dinlerden üstün kıl­mak üzere, Rasulü'nü, doğruluk rehberi Kur'an ve Hak din ile gönderen O'dur. Şa­hit olarak Allah yeter." (48: 28)

Ahkâf Suresi'nde şöyle buyurulmaktadır: "(Ey Muhammed!) De ki: 'Ben peygamberlerin ilki değilim ;-benim ve sizin başınıza ge­lecekleri bilmem; ben ancak bana vahyolu-nana uymaktayım; ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.' De ki: 'Eğer bu Kitap, Allah ka­tından ise ve siz de onu inkâr etmişseniz; İs-railoğullarından bir şahit de bunun böyle ol­duğuna şehadet edip de inanmışken, siz yi­ne de büyüklük taslarsanız, bana söyleyin kendinize yazık etmiş olmaz mısınız?' Doğ­rusu Allah zalim kavmi doğru yola eriştir­mez." (46: 9-10) Yunus Suresi'nde şöyle den­mektedir: "Ayetlerimiz onlara açık açık oku­nunca bizimle karşılaşmayı ummayanlar (Muhanımed'e); 'Bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir' dediler. De ki: 'Onu kendiliğimden değiştiremem, ben ancak, ba­na vahyolunana uyarım. Ben Rabbime karşı gelirsem, büyük günün azabına uğramaktan korkarım.' De ki: 'Eğer Allah dikseydi ben onu size okumazdım, size de bildirmemiş olurdu. Daha önce yıllarca aranızda bulun­dum, hiç düşünmüyor musunuz?' Allah'a karşı yalan uyduran veya ayetlerini yalan sa­yandan daha zalim kim olabilir? Suçlular el­bette saadete erişemezler." (10: 15-17). Sebe Suresi'nde şu ifade mevcuttur: "Biz seni bü­tün insanlara ancak müjdeci ye uyarıcı ola­rak göndermişizdir; fakat insanların çoğu bilmezler." (34: 28).

Bilimsel Gerçekler: Kur'an-ı Kerİm'de, fizi­kî dünyanın ve insan fizyolojisinin bilimsel gerçekleriyle ilgili bin dört yüz sene önce hiç kimsenin bilmesi mümkün olmayan çok sa­yıda ayet bulunmaktadır. Bu ayetler, Mu-hammed @'ın insanoğlunun o devirde bil­mediği şeyleri tabiat ötesi bir kaynaktan (Ya­ni Allah'tan) aldığını açıkça göstermektedir.

İnsanın Yaratılışı ve Üreme Süreci. İnsanın yaratılışı, döllenme süreci, embriyonun ka­dının rahim organında oluşumu, sıvının ko­mpozisyonu, vs... ve İnsan genetik ve fizyo­lojisi ile ilgili diğer meseleler, modern bilim çağlından önce hemen hiç bilinmeyen konu­lar, Kur'an-ı Kerim'de izah edilmiştir. Bu da Muhammed @'ın Allah'ın rasulü (peygam­beri) olduğunu ve bütün bu bilgileri kâinatın yaratıcısından aldığını doğrulamaktadır. Embriyonun gelişimi şu şekilde açıklanmak­tadır: "Ey insanlar! Öldükten sonra tekrar dirilmekten şüphede iseniz (bilin ki), Biz sî­zi topraktan, sonra nutfeden (spermadan), sonra pıhtılaşmış kandan (alâka-embriyodan), sonra da'yapısı belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki, size kud­retimizi açıkça gösterelim. Dilediğimizi bel­li bir süreye kadar rahimlerde tutarız; sonra sizi çocuk olarak çıkartırız, böylece yetişip erginlik çağma varırsınız. Kiminiz öldürülür, kiminiz de ömrünün en kötü çağına (İhtiyar­lığa) ulaştırılır ki, bilirken bir şeyi bilmez hâle gelir..." (22: 5). Mümİnun Suresi'nde de şu izahı görüyoruz: "Sonra onu nutfe (sperma) olarak sağlam bir yere yerleştirdik. Sonra nutfeyi alâkaya (embriyoya) çevirdik, alâka (embriyo)yı bir çiğnemlik ete çevirdik, bir çiğnemlik eti kemiklere çevirdik, kemiklere et giydirdik; sonra onu bambaşka bir yara­tık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir!" İnsanın yaratılışının vetiresi ve ka­dın rahim organlarındaki gelişimi, o devir­de bu bilgiyle ilgili beşerî hiçbir kaynak bu­lunmadığı için Muhammed @'a ancak va­hiy vasıtasıyla malum olmuştur. Kur'an, du­yu ve cinsel organların oluşumuna da temas etmektedir. (Bucaille, Maurice, İncil, Kur­an ve Bilim. U.S.A., 1978): "Sonra onu şe­killendirip kendi ruhundan üfledi. Ve sizin için, kulaklar, gözler ve kalpler verilmiştir. Öyleyken pek az şükrediyorsunuz." (32: 9). Cinsî organların da oluşumu şöyle açıklan­maktadır: "Ondan iki çifti; erkek ve dişiyi var etti." (75: 39). Necm Suresi'nde şu ifade mevcuttur: "Doğrusu, atıldığında meniden erkek ve dişiyi, iki çifti yaratan O'dur." (53: 45-46). Yine Fatır Suresi'nde şöyle denmek­tedir: "Allah sizi topraktan, sonra nutfe (sperma)den yaratmış, sonra da sizi çiftler halinde var etmiştir. Dişinin gebe kalması ve doğurması ancak O'nun bilgisiyledir..." (35: 11).

Hayvanlar Âlemi. Benzer olarak, İlâhî yar­dım olmaksızın bilmesi mümkün olmayan, hayvanlar alemiyle ilgili pek çok gerçek Muhammed @ 'a vahyedilmiştir. Kur'an-ı Kerim, hayvanlar alemindeki bazı türlerin hareket­lerini açıklamaktadır: "Rabbin bal arısına: 'Dağlarda, ağaçlarda ve hazırlanmış kovan­larda yuva edin; sonra her çeşit üründen ye; sonra da Rabbinin işlemen için gösterdiği yollardan yürü'diye öğretti.Karınlarından in­sanlara şifa olan çeşitli renklerde bal çıkar. Düşünen bir kavim İçin bunda ibret vardır." (16: 68-69)

Hayvan sütünün kaynağı da şöyle izah edil­mektedir: "Hayvanlarda da size ibretler var­dır. Bağırsaklarındakiler İle kan arasından, içenlere halis ve içimi kolay süt içiririz." (16: 66) Bu ayetler, on dört asır önce bilinmeyen, hayvanların nasıl süt oluşturduğunu açıkla­maktadır. Dr. Maurİci Bucaille'in deyişiyle, "Burada, her şeyi devinim içinde tutan ilk süreç, bağırsak ve kanın bağırsak duvarı yü­zeyinde bir araya gelmesidir. Bu kesin kav­ram, kimya ve fizyolojide sindirim sistemiy­le ilgili yapılan buluşların sonucudur. Bu sü­reç, yakın zamanlarda anlaşıldığından Rasu-lullah @'ın devrinde bilinmemekteydi. Kan dolaşımının keşfi Harvey tarafından, Kur'­an-ı Kerim'in vahyinden yaklaşık on asır son­ra gerçekleşmiştir. Buna göre Kur'an-ı Ke-rim'de bu kavramlarla ilgisi bulunan ayetle­rin, ortaya çıktıkları zaman bakımından be­şerî esaslı izahı mümkün değildir." (Bucail-le, Maurice, İncil, Kur'an ve Bilim, U.S.A., 1978)

Bitki Âlemi. Aynı şekilde, Kur'an-ı Kerim­de bitki alemiyle ilgili ihtilâl mahiyetinde bil­gi müşahade edilmektedir. Bitki alemindeki yeniden^üreme şöyle ifade edilmektedir. "Ye­ri düzleyen, orada dağlar, nehirler var eden, her türlü üründen çift çift yaratan, gündüzü geceyle bürüyen de O'dur..:' (13: 3). Hacc Su­resi'nde şunları okuyoruz: "... Fakat biz onun üzerine-suyu indirdiğimiz zaman titre­şir, kabarır ye her güzel çiftten bitirir." Taha Suresi'nde de şu ifade bulunmaktadır: "... gökten su indiren O'dur. Biz o su ile türlü türlü, çift çift bitkiler yetiştirdik." (20: 53). Bitkilerin gelişme sürecine de temas edilmektedir: "Taneyi ve çekirdeği yaran, şüphesiz Allah'tır; ölüden diriyi ve diriden ölüyü çı­karır. İşte Allah budur. Nasıl yüz çevirirsi­niz?" (6: 95). Bir çifti oluşturan elemanla­rın varlığının farklılık ve çeşitliliği şöyle an­latılmaktadır: "Yerin yetiştirdiklerinden, kendilerinden ve daha bilmedikleri nice şey­lerden olan bütün çiftleri yaratan Allah mü­nezzehtir, (yücedir)" (36: 36).

Dağların Fonksiyonları: Kur'an-ı Kerim, dağların fonksiyon ve amacını da izah et­mektedir: "Yeri yaydık, oraya sabit dağlar yerleştirdik, orada her şeyi bir ölçüye göre bitirdik." (15: 19). Rad Suresi'nde şöyle bu-yurulmaktadır: "Yeri düzleyen, orada dağ­lar, nehirler var eden, her türlü üründen çift çift yetiştiren, gündüzü geceyle bürüyen de O'dur:' (13: 3). Yine, Nahl Suresi'nde: "Yer­yüzünde sarsümayasınız diye, sabit dağlar ya­rattı.." (16: 15) denmektedir. Lokman Sure­si'nde şöyle buyurulmaktadır: "Allah gök­leri —gördüğünüz gibi— direksiz yaratmış, sizi dağlar sallar diye yeryüzüne sabit dağ­lar koymuş; orada her türlü canlıyı yaymış­tır..." (31: 10).

Bulut, Rüzgâr ve Yağmurun Oluşu: Kur'an-ı Kerim, bulutların teşkil sürecini ve bitkile­rin rüzgâr vasıtasıyla tohumlanmasını çok güzel ve çarpıcı bir ifadeyle anlatır: "Rüz­gârları gönderip bulutları yürüten, onları gökte dilediği gibi yayan ve kısım kısım yı­ğan Allah'tır. Aralarından yağmurun çıktı­ğını görürsün. Onu kullarından dilediğine uğratınca hemen sevinirler." (30: 48). Fatır Suresi'nde şöyle buyurulmaktadır: "Rüzgâr­ları gönderip de bulutları yürüten Allah'tır. Biz bulutları Ölü bir yere sürüp, onunla top­rağı ölümünden sonra diriltiriz..." (35: 9). Ba­kara Suresi'nde ise şöyle buyurulmaktadır: "... Allah'ın gökten indirip, yeri Ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve yerle gök arasın­da emre amade duran bulutları döndürme­sinde düşünen kimseler için deliller vardır." (2: 164). Mü'minûn Suresi'nde de şu ifadeyi görüyoruz: "Gökten suyu ölçülü indirdik de, onu yerde durdurduk. Şüphesiz onu göster­meye de kadiriz. Onunla size, içlerinde sizin için birçok meyvalar bulunan hurma ve üzüm bahçeleri yaptık, onlardan yiyorsu­nuz." (23: 18-19). Zümer Suresi'nde şöyle bu-yurulmaktadır: "Allah'ın gökten bir su in­dirip, onu yerdeki kaynaklara yerleştiren, sonra onunla çeşitli renklerde ekinler yetiş­tiren olduğunu görmez misin? Sonra onları kurutur —ki sen de onları sapsarı görürsün— sonra da çöpe çeviririz. Şüphe­siz bunlarda, akıl sahipleri için-Öğüt vardır." (39: 21). Bitkilerin, rüzgârların çiçek tozla­rını taşıması vasıtasıyla tohumlanma süreci şu kelimelerle ifade edilmiştir: "Rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik; yukarıdan su in­dirdik de sizi onunla suladık. Yoksa siz onu toplayamazdınız." (15: 22).

Fizikî Dünyadaki Diğer Vakıalar. Kur'an-ı Kerİm'de fizikî dünya ile ilgili gerçekleri açık­layan, hayranlık uyandıran ve aydınlatıcı çok sayıda ayet-i kerime bulunmaktadır. Yıldız (güneş gibi) ve gezegen (ay gibi)lerin yapıla­rına ışık tutmaktadır: "Allah'ın göğü yedi kaJ: üzerine nasıl yarattığını görmez misiniz? Aralarında aya aydınlık vermiş ve güneşin ışık saçmasını sağlamıştır!' (71: 16- 17). Fur-kan Suresi'nde şu ifade vardır: "Gökte burç­lar vareden, orada ışık saçan güneş ve aydın­latan ayı yaratan Allah, yücelerin yücesidir?' (25: 61). Ayrıca, ay ve güneşin yörüngevî ha­reketine ve gece ve gündüzün ardarda gelişi­ne temas edilmektedir: "Gece de onlar için bir ayettir (delildir). Gündüzü ondan sıyırı­rız da karanlıkta kalıverirler. Güneş de müs-tekarrı için (yörüngesinde) akıp gider. Bu güçlü ve bilen Allah'ın takdiridir. Ay için de sonunda kuru bir hurma dalına döneceği ko­naklar tayin etmişizdir. Ay'a erişmek güne­şe düşmez. Gece de gündüzü geçemez. Her bîri bir yörüngede yürürler?' (36: 37-40). En­biya Suresi'nde şöyle buyurulmaktadır: "Ge­ce ve gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O'dur. Her biri bir yörüngede yürür." (21: 33). Bu durum teferruatıyla izah edilmektedir: "Gökleri ve yeri gerçekten yaratan O'dur. Geceyi gündüze dolar, gündüzü geceye dolar. Her biri belirli bir süreye kadar yörün­gelerinde yürüyen güneş ve ayı buyruk altın­da tutar. Dikkat edin, güçlü olan, çok ba­ğışlayan O'dur." (39: 5).

Kur'an-ı Kerim'de göklerin yaratılışı ve bun­ların tekamül sürecinden de bahsedilmekte­dir: "İnkâr edenler görmediler mi ki, gök­lerle yer bitişik idi, Biz onları ayırdık ve her canlıyı sudan yarattık? Halâ inanmıyorlar mı?" (21: 30). Fussilet Suresi'nde de şöyle denmektedir: "Sonra duman halinde bulu­nan göğe yöneldi, ona ve arz (yeryüzü)a; 'İs­teyerek veya istemiyerek (buyruğuna) gelin' dedi. İkisi de 'İsteyerek geldik' dediler. Böy­lece onları, (Allah) iki günde yedi gök yaptı ve göğe emrini bildirdi. Ve Biz, en yakın gö­ğü lambalarla ve koruma ile donattık. İşte bu, bilen, güçlü olan Allah'ın kanunudur." (41: 11-12). Dünyanın atmosferi diyebileceği­miz bir meseleye de Kur'an-ı Kerim'de temas edilmektedir: "Şüphesiz Biz, yakın göğü bir süsle, yıldızlarla donattık. Onu itaat dışına çıkan her şeytandan koruduk!' (37: 6-7).Hicr Suresi'nde de şunları okuyoruz: "Biz bir ül­keyi helak etmek istediğimiz zaman, şıma­rık varlıklarına (yola gelmelerini) emrederiz, ama onlar yoldan çıkarlar. Artık o şehir he­lak (yok) olmayı hakeder. Biz de onu yerle bir ederiz. Nuh'dan sonra nice şehirleri he­lak (yok) etmişizdir. Kullarının günahların­dan haberdar ve gören olarak Rabbin yeter." (15: 16-17).

Kur'an-ı Kerim'de dünya ile ilgili ve insan fiz­yolojisi sahasında o devirde bilinmesi müm­kün olmayan fizikî vakıa ve olayları açıkla­yan çok sayıda ayet bulunmaktadır. Bunlar, Muhammed @'ın bu bilgiyi, İlâhî kaynak (Allah)tan aldığını göstermekte ve dolayısıyla onun peygamberliğini teyid etmektedir.

Rasulullah @ kâfirlerin, dinini kabul etme­si hususunda çok arzuluydu. Ancak, bu ça­balarının reddolunması onu çoğu zaman üz­mekteydi. Allah-u Teâlâ onu hoşnut etmek İçin teselli ve ferahlatıcı ayetler indirmiştir:

"Onların söylediklerinin seni üzeceğini elbet­te biliyoruz; doğrusu onlar seni yalancı say­mıyorlar, fakat zalimler Allah'ın ayetlerini bile bile inkâr ediyorlar. Senden önce de ni­ce elçiler (peygamberler) yalanlanmıştı. Ya­lanlamalarına ve eziyet edilmelerine sabret­tiler, nihayet onlara yardımımız yetişti. Al­lah'ın kelamı (sözleri)nı değiştirebilecek yok­tur; andolsun ki rasullerin (elçilerin) haberi sana da geldi," (6: 33-34). Hacc Suresi'nde şöyle buyurulmaktadır: "Seni yalancı sayı­yorlarsa bil ki, onlardan önce Nuh kavmi, Âd, Semûd, ibrahim kavmi, Lut kavmi ve Medyen halkı da (peygamberlerini) yalanla­mıştı ve Musa da yalanlanmıştı.Ama Ben,kâ-firlere (Önce) mühlet verdim, sonra da onla­rı yakaladım. Beni tanımamak nasılmış gör­sünler." (22: 42-44). Fatır Suresi'nde de Ra-sulullah @ şu sözlere mazhar olmaktadır: "Seni yalanlıyorlarsa bil ki, senden önce de nice peygamberler yalanlanmıştı. Bütün iş­ler Allah'a döndürülecektir." (35: 4 ve 25). Rasulullah @ şöyle ferahlatılmaktadır: "On­ların sözü seni üzmesin, çünkü bütün kud­ret Allah'ındır. İşiten ve bilen O'dur." (10: 65). Yine, Lokman Sunesi'nde şöyle buyu­rulmaktadır: "İnkâr edenin inkarcılığı seni üzmesin; onların dönüşü Bize'dir. O zaman yaptıklarını kendilerine haber veririz. Şüp­hesiz Allah kalplerde olanı bilir." (31: 23). Allah-u Teâlâ, Yasin Suresi'nde şu ayeti ke­rimeyi buyurmuştur: "Onu ve ailesini büyük sıkıntıdan kurtarmıştık" (36-76). Âl-i İmrân Suresi'nde de şu sözlerle karşılaşıyoruz: "Kü­fürde yarışanlar seni üzmesin; şüphesiz on­lar Allah'a hiçbir zarar veremezler. Allah ahi-rette onlara bir pay vermemek istiyor; onla­ra büyük azap vardır." (3: 176). durumuna çok üzüldüğünden, onların dine girerek cezadan kurtulması için bazen mu­cizeye mazhar olmayı diliyordu. Hatta, öyle zamanlar olmaktaydı ki, sadece câhil ve inat-Çi bağnaz kâfirlerin kurtuluşu için bu isteği Çok kuvvetlenirdi. Bu yüzden, Allah, isterse bunu onlara kolaylaştırabileceğini, fakat di­nin apaçık ortada olduğunu ve insanların bunu kabul veya reddetmekte hür olduklarını açıklamıştır.

Gerçekten de Hakk'ı arayan insanlar için böyle mucizelere gerek yoktu. Kâfirler için­de, onları imana getirecek hiçbir mucize za­ten yoktu. Rasulullah @'a şöyle denmektey­di: "Onların yüz çevirmesi sana ağır gelin­ce, eğer gücüm yeri delmeye veya göğe mer­diven dayamaya yetmiş olsaydı, onlara bir mucize göstermek isterdin. Allah dileseydi onları doğru yolda toplardı..." (6: 35). İsra Suresi'nde de şu İfadeyi görüyoruz: "Andol­sun ki biz Kur'an'da insanlara türlü türlü mi­sal gösterip açıkladık. Öyleyken insanların çoğu nankör olmakta direndiler. Şöyle dedi­ler: 'Bize, yerden kaynaklar fışkırtmadıkça sana inanmayacağız.' 'Veya hurmalık, bağ­ların olup aralarında ırmaklar akıtmalısın.' 'Yahut da iddia ettiğin gibi göğü tepemize parça parça düşürmelİ, ya da Allah'ı ve me­lekleri karşımıza getirmelisin.' 'Veya altın bir evin olmalı, yahut göğe yükselmelisin; ama oradan okuyacağımız bir kitap indirmezsen yine o yükselmene inanmayacağız.' " (17: 89: 93). Furkan Suresi'nde şöyle buyurulmuştur: "Şöyle dediler: 'Bu ne biçim peygamber ki yemek yer, sokaklarda gezer? Ona, berabe­rinde bulunup uyarın bir-melek indirilseydi ya! Yahut, kendisine bir hazine verilseydi, ve­ya besleneceği bir bahçe olsaydı ya!'..." (25: 7-8).Mucize talepleri başka bir şekilde de ya­pılmaktaydı: "Ama onlara katımızdan Hak gelince: 'Musa'ya verildiği gibi buna da mu­cize verilmesi gerekmez mi?' derler. Daha önce Musa'ya verileni de inkâr etmemişler miydi? 'Yardımlaşan iki sihirbaz' demişler­di; 'Hepsini inkâr ederiz' demişlerdi." (28: 48). Ve Ankebût Suresi'nde de şöyle buyu-rulmuştur: "Hayır, Kur'an kendilerine ilim verilenlerin gönüllerinde yerleşen apaçık ayetlerdir. Ayetlerimizi, zalimlerden başka kimse bile bile inkâr etmez. 'Ona Rabbinden mucizeler indirilmesi gerekmez miydi?' der­ler. De ki: 'Mucizeler ancak Rabbimin ka-tındadır. Doğrusu ben, sadece apaçık bir uyarıcıyım.' Kendilerine okunan bir Kitab'ı sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu? Bunda, inanan topluluk için rahmet ve ibret vardır:' (29: 49-51).

 

3- Kur'an-ı Kerim'in Meydan Okuması

 

Bütün İnsanlığa Meydan Okuma. Kur'an-ı Kerim'in, ondan şüphesi olan bütün insan­lığa, kendisi gibi bir kitap, hatta suresini ge­tirmeleri şeklindeki meydan okuması günü­müze kadar cevapsız kalmıştır. Kur'an-ı Ke­rim'in lisanındaki üslup ve ihtişamı bilenler, onu hadis kitaplarındaki Rasulullah @ 'in li­sanından hemen ayırdedecektir. İkisi arasın­da elmas gibi mücevherler ile mermer ve cam arasındaki fark gibi fark vardır. Kur'an-ı Ke­rim'in meydan okuyuşu şöyle ifade edilmek­tedir: "De ki: 'İnsanlar ve cinler birbirine yardımcı olarak bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, andol-sun ki, yine de benzerini ortaya koyamaz-lar? " (17: 88). Kâfirlere şöyîe meydan okun­maktadır: "Yoksa, Onu uydurdu mu diyor­lar? Öyleyse siz de onun benzeri uydurma on sure getirin; eğer samimi İseniz Allah'tan başka çağırabileceklerinizi de çağırın. Eğer size cevap veremezlerse bilin ki, (O), Allah-ın bilgisiyle indirilmiştir. O'ndan başka tan­rı yoktur, artık müslümansınız değil mi?" (11: 13-14). Bakara Suresi'nde şöyle buyurul-maktadır: "Kulumuza (Muhammed'e) indir­diğimizden (Kur'an'dan) şüphe ediyorsanız, siz de onun benzeri bir sure getirin; eğer doğ­ru (sözlü) iseniz, Allah'tan başka güvendik­lerinizi de yardıma çağırın. Yapamazsanız —ki asla yapamayacaksınız— o halde yakı­tı insanlar ve taşlar olan inkarcılar için ha­zırlanmış ateşten sakının." (7: 23-24). Müş­rik ve kâfirlere, Kur'an-ı Kerim'in hiç kimse tarafından meydana getirilmiş olmadığı, fa­kat Allah'ın kelâmı olduğu açıkça söylen­mektedir: "Bu Kur'an, Allah'tandır, başka­sı tarafından uydurulmuş değildir. Ancak kendinden öncekini doğrular ve o- kitabı açıklar. Şüphesiz Âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. Yoksa, 'Onu uydurdu' mu di­yorlar? De ki: 'Eğer doğru iseniz haydi onun benzeri bîr sure getirin ve Allah'tan başka çağırabîleceklerİnizi de çağırın." (10: 37-38).

Vâsi Değil Elçi (Rasul). İnsanlara, Muham-med @'ın bir vâsi, muhafız veya işlerin mü­dürü olmayıp, onun Allah'ın dinini tebliğ ve tavsiye etmekle görevli Allah'ın rasulü (elçi­si) olduğu söylenmiştir. İnanmak veya inkâr etmek onlara kalmıştır, çünkü insanlar ha­reketlerinden ötürü tamamen sorumlu ve mükelleftirler."(Ey Muhammedi) Sen öğüt ver. Çünkü sen ancak öğüt verensin. Onla­rın üzerinde zorlayıcı değilsin." (88: 21-22). En'âm Suresi'nde de şöyle buyurulmuştur: ' 'Allah dileseydi şirk (ortak) koşmazlardı. Biz seni onlara bekçi (koruyucu) yapmadık, on­ların vekili de değilsin." (6: 107). Yine aynı surede şu ifadeyi görüyoruz: "O (Kur'an), hak (gerçek) iken kavmin onu yalanladı. De ki: 'Ben size vekil değilim' " (6: 66) Yunus Suresi'nde de şöyle buyurulmaktadır: "De ki: 'Ey insanlar! Rabbinİzden size hak (ger­çek) gelmiştir. Doğru yola giren ancak ken­disi için girmiş ve sapıtan da kendi zararına olarak sapılmıştır. Ben sizin bekçiniz deği­lim.' " (10: 108). Zümer Suresi'nde şöyle den­mektedir: "Biz, insanlar için Kitab'ı hak ile sana indirdik. Artık kim doğru yola gelirse kendi yararınadır, kim de saparsa kendi za­rarına sapmış olur. Sen onlara vekil değilsin." (39: 41).

Rasulullah @'ın Görevi. Rasuîullah @, Al­lah tarafından, bütün güç ve gayretiyle yeri­ne getirdiği açık ve kesin bir görevle gönde­rilmiştir: "De ki: 'Doğrusu ben, göklerin ve yerin hükümrânı, O'ndan başka tanrı bulun­mayan, dirilten ve öldüren Allah'ın, hepiniz için gönderdiği peygamberiyim. Gelin Al­lah'a ve O'nun ümmî {okuma yazması olma­yan) ve haber getiren peygamberine inanın —ki o da Allah'a ve sözlerine inanmıştır. Ona uyun ki doğru yolu bulaşınız.' " (7: 158). Nemi Suresi'nde de şöyle buyurulmak-tadır: "De ki: 'Ben sadece her şeyin sahibi olan ve bu kutlu kılınmış şehrin Rabbine kul­luk etmekle emrolundum. Müslümanlardan olmakla ve Kur'an okumakla emrolundum.'

Kim doğru yolu bulmuşsa yalnız kendisi için bulmuş olur, kim sapıtmışsa kendine etmiş olur. De ki: 'Ben sadece uyarıcılardanım.' " (27: 91-92). Rum Suresi'nde de şu ifadeyi gö­rüyoruz: "(Ey Muhammed!) O halde, ger­çek müslüman (muvahhid) olarak kendini di­ne doğrult; Allah'ın dinine ki, insanları onun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yarattığı bu di­ni değiştirmeye kimsenin gücü yetmez. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler. Hep Allah'a dönüp itaat edin, OL ndan korkun ve namaza devam edin; müş­riklerden olmayın." (30: 30-31). Âl-i İmrân Suresi'nde de şöyle buyurulmaktadır: "An-dolsun ki Allah, inananlara, ayetlerine oku­yan, onları arıtan, onlara Kitap ve hikmeti öğreten kendilerinden bir peygamber gönder­mekle iyilikte bulunmuştur. Halbuki onlar, önceleri apaçık sapıklıkta idiler." (3: 164). En'âm Suresi'nde şu ifadeyi görüyoruz: "Rabbinden sana vahyolunana uy! O'ndan başka tanrı yoktur, puta tapanlardan yüz çe­vir." (6: 106). Yunus Suresi'nde de şöyle den­mektedir: "Rabbiniz, gökleri ve yeri altı gün­de yaratıp sonra arşa hükmeden, işi düzen­leyen Allahtır. İzni olmadan kimse şefaat edemez. İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'na kulluk edin. Nasihat dinlemez misî-niz?" (10: 3). Tûr Suresi'nde şöyle buyurul­maktadır: "(Ey Muhammed) Öğüt ver; Rab-binin nimetiyle sen, ne kâhinsin, ne de mec­nun. Yoksa onlar (senin için); 'Bir şairdir, za­manın onun aleyhine dönmesini gözlüyoruz' mu derler? De ki: 'Gözleyin, doğrusu ben de sizinle beraber gözlemekteyim! Bunu onla­ra akılları mı emrediyor, yoksa onlar azgın bir kavim midirler? Yahut: 'Onu kendi uydurdu' diyorlar, öyle mi? Hayır, onlar inanmıyorlar. Eğer doğru (iddialarında sa­mimi) iseler haydi onun (Kur'an'ın) benzeri bir söz getirsinler." (52: 29-34). Ve Müddes-sir Suresi'nde bu görev özetlenmektedir: "Ey örtüye bürünen (Muhammed), Kalk da uyar! Rabbini tekbir et (yücelt). Elbiseni temiz tut. Pislikten (kötülükten) kaçın. Verdiğini çok görerek başa kakma. Rabbin için sabret." (74: 1-7). Kehf Suresi'nde de şöyle buyurul­maktadır: "De ki: 'Ben de ancak sizin gibi bir insanım; ancak bana tanrınızın tek bir T&nrı olduğu vahyolunuyor. Rabbine kavuş­mayı uman kimse yararlı bir iş işlesin ve Rab-bİne kullukta hiç ortak koşmasın" (18: 110). Sebe Suresi'nde ise şöyle denmektedir: "De ki: 'Size tek bir öğüdüm var: AllarTiçin iki­şer ikişer ve tek tek kalkınız, sonra düşünü­nüz, (göreceksiniz ki) arkadaşınızda delilik­ten eser yoktur. O, ancak şiddetli bir azabın önünde sizi uyarıcıdır." (34: 46). Necm Su­resi'nde de şunları okumaktayız: "Arkada­şınız sapmamış ve azmamıştır. O, kendiğilin-den konuşmamaktadır. Onun konuşması an­cak, bildirilen bir vahy iledir. Ona, çetin kuv­vetlere sahip ve güçlü olan (Cebrail) öğret­miştir: Üstün akla sahip (olan melek) en yüksek ufukta doğrulmuş iken. Sonra yak­laşmış ve inmiştir. Araları iki yay aralığı ka­dar, belki daha da yakın oldu. (Allah o an­da) kuluna vahyedeceğini vahyetti. Onun (Muhammed'in) gördüğü şey hakkında ken­disi ile tartışır mısınız?" (53: 2-12).

Uyarıcı ve Müjdeci. Kur'an-ı Kerim, Mu-hammed @'ın, Allah'ın dinini reddetmenin kötü sonuçları bakımından insanları uyarı­cı blarak Allah tarafından gönderildiğini açıklamaktadır. "Düşünmüyorlar mı ki, ar­kadaşları olan peygamberde deliliğin eseri yoktur. O ancak açıkça uyaran bir kimsedir." (7: 184).Yunus Suresi'nde şu ifade bulunmak­tadır: "İçlerinden birine, 'İnsanları uyar ve inananlara, Rableri katında yüksek makam­lar olduğunu müjdele' diye vahyetmemiz, in­sanların tuhafına mı gitti ki, kâfirler: 'Bu apaçık bir büyücüdür' dediler?" (10: 2). Hicr Suresi'nde şöyle buyurulmaktadır: "Kâfir­ler içinde bazı kimselere verdiğimiz kat kat servete gözünü dikme, onlara üzülme; ina­nanları kanatların altına al. De ki: 'Doğru­su ben apaçık bir uyarıcıyım' Kur'an'ı işle­rine geldiği gibi bölenlere de, kendi kitapla­rının bir kısmına inanıp, bir kısmını kabul etmeyen yahudi ve hıristiyanlan da nitekim kitap indirmiştik. Rabbine andolsün ki hep­sini yaptıklarından sorumlu tutacağız." (15: 88-93). Sebe Suresi'nde de şöyle denmektedir: "(Ey Muhammed) Biz seni bütün insan­lara uyarıcı olarak göndermişizdir; fakat in­sanların çoğu bilmez." (34: 28). Fetih Sure­si'nde ise şöyle buyurulmaktadır: "(Ey Mu­hammed!) Biz seni, şahit, müjdeci ve uyarı­cı olarak gönderdik. Ki Allah'a ve rasulüne inanasınız, ona yardım edesiniz, ona saygı gösteresiniz ve sabah akşam O'nu teşbih ede­siniz." (48: 8-9). Ve Necm Suresi'nde şöyle denmektedir: "Bu da eski uyarıcılar gibi bir uyarıcıdır. O (Kıyamet) yaklaştıkça yaklaş­mıştır. Onu Allah'tan başka ortaya koyacak yoktur. Bu söze mi şaşıyorsunuz? Gülüyor­sunuz... Ağlamıyorsunuz. Habersiz oyalan­maktasınız. Artık secdeye varın. Allah'a kul­luk edin." (53: 56-62). Müzemmil Suresi­nde şu ifadeyi görüyoruz: "Firavuna bir pey­gamber gönderdiğimiz gibi, size de, hakkı­nızda şahitlik edecek bir peygamber gönder­dik" (73: 15). Ahzâb Suresi'nde ise şöyle bu­yurulmaktadır: "Ey Peygamber! Biz seni, şa­hit, müjdeci, uyarıcı; Allah'ın izniyle O'na çağıran, nurlandıran bir ışık olarak göndermişizdir." (33: 45-56). Muhammed @'vn, kendinden önceki elçiler gibi Allah tarafın­dan gönderilenbir rasul olduğuna açıkça işa­ret eden bunlar gibi çok sayıda ayet vardır. Kendinden önceki rasuller gibi Rasulullah @'ın da amacı insanlar ve kavimleri Allah-ın dinine uymamanın kötü sonuçları hakkın­da uyarmak ve O'na inanıp iyi işler işleyen­leri de müjdelemektir.

Bir Rahmet Olarak Gönderilmiştir. Muham­med @, Allah'tan kullarına bir rahmettir. O, insanların doğru yolda olması için rehberlik yapmakta, küfür ve cehalet karanlığından Hakkın Nuru'na götürmektedir: "... Senden önce kendilerine uyarıcı gelmeyen bir kavmi uyarman için, Rabbinden bir rahmet olarak gönderildin; belki düşünürler. Yaptıkların­dan dolayı başlarına bir musibet geldiğinde: 'Rabbimiz! Bize bir peygamber göndersey-din de, ayetlerine uysak ve müminlerden ol­saydık! diyecek olmasalardı (seni gönder­mezdik)" (28: 46-47). En'âm Suresi'nde şöy­le denmektedir: "... İşte size de Rabbinizden açık delil, hidayet ve rahmet geldi. Allah'ın ayetlerini yalanlayıp, onlardan yüz çeviren­den daha zalim kim olabilir?..." (6: 157). Tev-be Suresi'nde de Allah-u Teâlâ şöyle buyur­maktadır: "... De ki: 'O kulak, Allah'a ina­nan ve müminlere inanan, sizin için hayırlı olan, içinizden inanan kimselere rahmet olan bir kulaktır.'..." (9: 61). Enbiya Suresi'nde şu açıklama bulunmaktadır: "(Ey Muham­medi) Biz seni ancak âlemlere rahmet ola­rak gönderdik." (21: 107). Bu ayet-i kerime, Muhammed @'ın Allah tarafından, sadece insanlara değil, dünyadaki bütün mahluka-ta rahmet olarak gönderildiği vurgulanmak­tadır. Onun şefkat ve rahmeti yalnız kadın ve erkeklere mahsus değildir. Dünyada Al­lah'ın yarattığı mahlukatın hepsine uzanır. Ve o, inananlar için Rehber, Rahmet ve Mer­hamet Kaynağı olan Allah'ın verdiği bir Ki­tap ile gönderilmiştir: "Andolsun ki Biz on­lara bir kitap getirdik, inanan bir kavim için yol gösterici ve rahmet olarak onu bilgiyle açıkladık." (7: 52).

Karşılık Beklemeyen Bir Elçidir. Rasulullah @, Allah'ın, insanlara Hak Yolda önderlik eden, fakat bunun karşılığında onlardan bir karşılık beklemeyen bir rasuldür. "Biz seni ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönder­dik. (De ki): 'Ben buna karşı sizden bir üc­ret değil, ancak Rabbine doğru bir yol tut­mak isteyen kimseler olmanızı istiyorum.' " (25: 56-57). Sebe Suresi'nde ise şöyle den­mektedir: "De ki: 'Ben sizden bir ücret is­tersem, o sizin olsun; benim ecrim Allah'a aittir. O her şeye şahittir? " (34: 47). Sa'd Su­resi'nde ise bu konuda şöyle buyurulmakta-dır: "De ki: 'Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Kendiliğimden bir şey iddia eden kimselerden de değilim.' 'Bu (Kur'an), ancak bütün âlemlere Öğüttür.' 'Onun (ver­diği) haberini(n doğruluğunu) bir süre son­ra gayet iyi öğreneceksiniz.' " (38: 86-88). Ra­sulullah @ da, İnsanlara onların iyiliği için geldiğini ve bunun için bir karşılık bekleme­diğini defalarca söylemiştir. "İşte Allah'ın inanan ve salih ameller işleyen kullarını müj­delediği (büyük lütuf) budur. De ki: 'Ben bu­na karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Ancak akrabalık sevgisini diliyorum'." (42: 23). Ve Yusuf Suresi'nde ise şöyle buyurulmak-tadır: "Oysa sen buna karşılık onlardan bir ücret de istemiyorsun. Kur'an âlemler için sa­dece bir öğüttür." (12: 104).

Allah-u Teâlâ kendilerine rehberlik etmek ve Allah'ın dinini açık seçik nakletmek için ra-sulünü gönderdiğini sarahatle açıklamıştır. Onu kabul veya reddetmek onlara kalmıştı. Çünkü Allah, rasulünü onlara bekçi veya muhafız olarak göndermemiştir. Bu dini ve daveti kabul veya reddetmekte özgür olmakla beraber, hareketlerinin sonuçlarına da kat­lanacaklardır. "Eğer yüz çevirirlerse (bilsin­ler ki), Biz seni onlara bekçi göndermedik; sana düşen sadece tebliğdir." (42: 48). Yasin Suresi'nde de şöyle buyurulur: "Sen elbette gönderilmiş elçilerdensin. Dosdoğru bir yüz üzerinde. Bu, babaları uyanlmadığından ga­fil kalmış bir kavmi uyarman için güçlü ve merhametli olan Allah'ın indirdiği Kur'an1 dır." (36: 3-6) İbrahim Suresi'nde şöyle den­mektedir: "Bu (Kur'an), onunla uyarılsınlar ve tek bir Tanrı bulunduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye insanlara tebliğ edilmiştir?' (14: 52). Şuara Suresi'nde de-şun-ları okuyoruz: "Önce en yakın hısımlarım uyar. Sana uyan müminleri kanatların altı­na al." (26: 214-215). Nahl Suresi'nde ise şöy­le açıklanmaktadır: "Allah, kullarından di­lediğine buyruğunu bildirmek için melekle­rini vahiyle indirerek şöyle der: 'İnsanları uyarın ki, Benden başka tanrı yoktur. Ben­den sakının.' " {16: 2). Rasulullah @'a aşa­ğıdaki ayetlerde, Allah tarafından insanlara öğüt vermesi ve O'na kulluk etmelerini söy­lemesi emrolunmaktadır: "Bırak, o dinleri­ni oyun, eğlence yerine koyan ve dünya ha­yatının aldattığı kimseleri. Kur'an ile öğüt ver ki; bir kimse kazandığıyla helâka düşme­ye görsün, o takdirde Allah'tan başka ona ne bir yardımcı, ne de bir kurtarıcı bulunur; her türlü fidyeyi de verse kabul olunmaz. Ka­zandıklarından ötürü yok olanlar işte bun­lardır. İnkâr etmelerinden dolayı kızgın içe­cek ve can yakıcı azap onlaradır?' (6: 70). Kaf

Suresi'nde tebliğ şöyle açıklanmaktadır: "... (Ey Muhammedi) Sen onların üstünde bir zorlayıcı değilsin, sadece tehdidimden kor­kanlara Kur'an'la öğüt ver." (50: 45). Zâri-yat Suresi'nde de şöyle buyurulmuştur: "Öğüt ver; doğrusu Öğüt, inananlara fayda verir." (51: 55). Â'lâ Suresi'nde ise şu ifadeyi görüyoruz: "O halde eğer hatırlatmak fay­da verirse hatırlatAllahtan korkan öğüt ala­caktır. Bedbaht olan ondan kaçınacaktır." (87: 9-11). Aynı konuda, Ğâşiye Suresi'nde şöyle denmektedir: "(Ey Muhammedi) Sen öğüt ver, çünkü sen ancak öğüt verensin. On­ların üzerinde zorlayıcı değilsin." (88: 21-22).

Olağanüstü Bir Güç İddiasında Bulunmamış­tır. Rasulullah @, hiçbir zaman kendinde ola­ğanüstü güçler olduğunu iddia etmemiştir. Hep kendisinin Allah'ın elçisi olduğunu ve in­sanlara rehberlik etmek için gönderildiğini söylemiştir. "(Ey Muhammed) De ki: 'Ben ancak Rabbime yalvarırım ve hiç kimseyi O'na ortak koşmam.* De ki: 'Ben size ne za­rar, ne de fayda verme gücüne sahip değilim.' De ki: 'Beni kimse Allah'tan başka kimse kurtaramaz ve O'ndan başka sığınacak kim­se de bulamam.' 'Benim yaptığım yalnız, Al­lah katından olanı, O'nun gönderdiklerini tebliğdir. Allah'a ve peygamberine kim kar­şı gelirse ona, İçinde sonsuz ve temelli kala­cakları cehennem ateşi vardır.' " (72: 20-23). A'râf Suresi'nde ise şöyle denmektedir: "De ki: 'Allah'ın dilemesi dışında ben kendime bir fayda ve zarar verecek durumda değilim.!' (7: 188). Rasulullah @, kendisi ve diğer in­sanların akİbeti hakkında hiçbir gücü olma­dığını açıkça ifade etmiştir. O, Allah'ın izni olmadan insanları ne hak yola getirebilir, ne de bundan uzak tutabilirdi. Ne onların iyili­ği onun elindedir, ne de Allah'ın emir ve di­leği olmaksızın onlar için neyin kötü oldu­ğunu tayin etmede bir kudreti vardır. "De ki: "Allah'ın dilemesi dışında ben kendime bir fayda ve zarar verecek durumda değilim. Her ümmet için bir süre vardır; süreleri sona erin­ce bir saat bile geciktirilmezler ve öne de alınmazlar? " (10: 49). Kasas Suresi'nde şun­ları okuyoruz: "(Ey Muhammed!) Sen sevdiğini doğru yola eriştiremezsin, ama Allah, dilediğini doğru yola eriştirir. Doğru yola gi­recekleri en iyi O bilir." (28: 56).

Rasulullah @, halkına olağanüstü veya Al­lah'ın elçisi olmaktan ve Rabbinin kendine vahyettiğine uyması dışında fevkalade veya süper bir gücü ve mucizesi bulunmadığım sa­rahatle açıklamıştır: "De ki: 'Size Allah'ın hazineleri elimdedir demiyorum; gaybı de bilmiyorum; size ben bir meleğim demiyo­rum, ben ancak bana vahyolunana uyuyo­rum.'..." (6: 50). Aynı surede devamla şöyle denmektedir: "De ki: 'Ben Rabbimden bir belgeye dayanmaktayım, halbuki siz onu ya­lanladınız; acele istediğiniz (azap) de elim­de değildir. Hüküm ancak Allah'ındır. O, hükmedenlerin en iyisi olarak gerçeği anla­tır." De ki: 'Acele istediğiniz şey elimde ol­saydı, benimle aranızdaki iş bitmiş olurdu.' Allah zulmedenleri en iyi bilendir. Gaybın anahtarları O'nun katındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı, kuruyu, —ki apaçık Kitaptadır— an­cak O bilin" (6: 57-59).

Gaybı Bilmez. Rasulullah @, halkına Allahm elçisi olduğunu, kendisine vahyedileni teb­liğ ettiğini ve gaybı bilmediğini de halkına açıklamıştır: "De ki: 'Allah'ın dilemesi dı­şında ben kendime bir fayda ve zarar vere­cek durumda değilim. Görülmeyeni (gaybı) bilseydim daha çok iyilik yapardım ve bana kötülük de gelmezdi. Ben sadece inanan bir kavmi uyaran ve müjdeleyen bir peygambe­rim." (7: 188). Açıkça şöyle ilân etmişti: "De ki: 'Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan baş­ka bilen yoktur! Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler." (27: 65). Yunus Suresi'nde de şöyle buyurulmaktadır: " 'Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil mi' diyorlar. De ki: 'Gayb Allah'ındır (görülmeyeni bilen Al­lah'tır). Bekleyin, ben de sizinle beraber bek­leyenlerdenim: "(10: 12). Hûd Suresi'nde ay­nı şekilde şu ifade mevcuttur: "Bekleyin! Biz de bekliyoruz! Göklerin ve yerin gaybı (gö­rünmeyenle ilgili bilgisi) Allah'a aittir. Bütün işler O'na döndürülür. Öyleyse O'na kul­luk et, O'na güven, Rabbin, yaptıklarınızdan habersiz değildir." (11: 122-123).

Yer ve göklerin meçhul esrarını da ancak Al­lah bilir. "Gaybm anahtarı O'nun kalında­dır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıkla rında olan taneyi, yaşı-kuruyu —ki apaçık Kitaptadır— ancak O bilir."(6: 59). Nahl Su-resi'nde şöyle denmektedir: "Göklerin ve ye­rin gaybı Allah'a aittir. O (kıyamet) saatin kopuşu bir göz kırpması kadar veya daha ça­buk bir zaman içinde olur. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir." (16: 77). Fatır Suresi'nde ise şu ifade bulunmaktadır: "Allah şüphe­siz, göklerin ve yerin gaybını bilir. Doğrusu O kalplerde olanı bilendir." (35: 38). Gaybı (görünmeyeni) Allah'ın dışında kimsenin bi­lemeyeceği Kuran-ı Kerim'de vurgulamakta­dır: "... Göklerde ve yerde olan ancak O'nun-dur. O'nun izni olmadan katında şefaat edecek kimdir? Onların işlediklerini ve işle­yeceklerini bilir, dilediğinden başka ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar..!' (2: 255). Cin Su­resi'nde şöyle denmektedir: "De ki: 'Size va-dedilen şey yakın mıdır, yoksa Rabbim onun için uzun bir süre mi koyacaktır bilmiyorum. Gaybı (görülmeyeni) bilen Allah, görülme­yene kimseyi muttali kılmaz. Ancak razı ol­duğu peygamberlerden bildirmek istediği bu­nun dışındadır. Çünkü o, (razı olduğu kim­selerin) önüne ve arkasına gözetleyiciler ko­yar." (72: 25-27).

Rasulullah @'ın Muhtelif Yönleri. Rasulul-lah @ İlâhî Din ile birlikte bu dünyaya gön­derildiğinde sayısız meselelerlekarşılaşmıştı. Fakat o, Allah Rızası için olan cehdinde en ufak bir zayıflama göstermedi. Ve bu arada, onun seçkin şahsiyetinin bazı veçheleri tema­yüz etmişti. Bunların bir kısmı aşağıda ör­neklendirilmektedir.

Emanete Hıyanet Etmezdi. Bütün peygam­berler gibi Rasulullah @ da emanete hıya­net etmezdi. Zaten, emanete hıyanet eden in­san Hesap Günü'nde hilesini de yanında getirecektir. O zaman, her cana, haksızlık ya­pılmaksızın herkese kazanmış olduğu öde­nir. (3: 161).

İnsanları Düşünür, Dertleriyle Dertlenirdi. "Andolsun ki, içinizden size, sıkıntıya uğra­manız kendisine ağır gelen, size düşkün, ina­nanlara şefkatli ve merhametli bir peygam­ber gelmiştir." (9: 128).

Onlara Yakındı. "Peygamber, müminlere canlarından ileridir. Onun eşleri de onların anneleridir..." (33: 6).

Allah'ın Emrine Uyardı. "Allah'ın kendisi­ne takdir ettiği birşeyi yerine getirmekte, pey­gambere herhangi bir güçlük yoktur. Sizden önce geçenler arasında da Allah'ın âdeti böy­leydi. Allah'ın emri şüphesiz gereği gibi ye­rine gelecektir." (33: 38).

Hanımları. "Ey Peygamber! Eşlerine şöyle söyle: 'Eğer dünya hayatını ve süslerini isti­yorsanız, gelin size bağışta bulunayım (bo­şanma bedelini vereyim) ve güzellikle salıve­reyim. Eğer Allah'ı, Peygamberini, ahiret yurdunu istiyorsanız bilin ki, Allah içinizden iyi davrananlara büyük ecir (mükâfat) hazır­lamıştır." (33: 28-29).

Ona Salât Göndermek. "Allah ve melekleri peygambere salât ederler. Ey inananlar, siz de ona salât ve selâm getirin." (33: 56).

Sesinizi Yükseltmeyin. "Ey inananlar! Ses­lerinizi Peygamber'in sesini bastıracak şekil­de yükseltmeyin. Farkına varmadan işledik­lerinizin boşa gitmemesi için, Peygamber'e birbirinize bağırdığınız gibi yüksek sesle ba­ğırmayın." (49: 2).

Ahde Vefa. "Ey Peygamber! Mümin kadın­lar, Allah'a hiçbir ortak koşmamak, zina et­memek, çocuklarını öldürmemek, başkası­nın çocuğunu sahiplenerek kocasına isnad-da bulunmamak ve uygun olanı işlemekte sa­na karşı gelmemek şartıyla sana beyat etmek üzere geldikleri zaman, onları kabul et; on­lara, Allah'a bağışlanma dile; doğrusu Al­lah affedici ve merhamet sahibidir." (60: 12).

Şer'î (Kanunî) Oianı Yasaklamaya Yetkili Değildir. "Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi ni­çin kendine yasak ediyorsun? Allah Fatur (affedici) ve Rahîm (acıyan)dır." (66:1).

O Mahcup Olmayacaktır. "... Allah peygam­berini ve onunla beraber olan müminleri o gün utandırmayacaktır..." (66: 8).

Allah Yolunda Cihad ife Mükelleftir. "Ey Peygamber! Kâfir (inkârcıiar) ve münafık (iki yüzlüler) ile savaş; onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir; ne kö­tü bir dönüş!" (66: 9). Enfâl Suresi'nde de müminlere Allah Yolunda Cihad şöyle em-redilmektedir: "Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Sizin sabırlı yirmi kişiniz on­lardan iki yüz kişiyi yener. Sizin yüz kişiniz, kâfirlerden bir kişiyi yener; çünkü onlar an­layışsız bir güruh (topluluk)tur." (8: 65).

Ümmî (Okuma Yazması Olmayan) Peygam­ber'e İman. "De ki: 'Ey insanlar! Ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi Allah'ın el­çisiyim. O'ndan başka tanrı yoktur. O diril-tir ve öldürür. Gelin Allah'a ve O'nun üm­mî (okuma yazması olmayan) peygamberi olan rasulüne (elçisine) inanın —ki o da Allah'a ve O'nun sözlerine inanmaktadır—, O'na uyun ki doğru yolu bulaşınız!' (7: 158).

Allah'a Güven. "Ey Peygamber! Allah sana ve sana tâbi olan müminlere yeter." (8: 64).

Esir Almamak'.'Yeryüzünde savaşırken, düş­manı yere sermeden esir almak hiçbir pey­gambere yaraşmaz. Geçici dünya malını is­tiyorsunuz, oysa Allah ahireti kazanmanızı ister. Allah güçlüdür, hakimdir. (İslâm iyice yerleşip küfür ezilmedîkçe, sizin esirleri tu­tup onlardan fidye almayı beklemekle uğra­şarak vakit kaybetmeniz doğru değildir.)". (8: 67).

Rasulullah @'ı İncitmeyin. "Münafıkların işlerinde 'O her şeye kulak kesiliyor! diyerek Peygamberi incitenler vardır. De ki: 'O ku­lak, Allah'a inanan ve müminlere inanan, si­zin için hayırlı olan, içinizden inanan kim­selere rahmet olan bir kulaktır.' Allah'ın pey­gamberini incitenlere can yakıcı azap vardır!' (9: 61).

Kâfirlere Dua Edilmez. "Cehennemlik ol­dukları anlaşıldıktan sonra, akraba bile ol­salar, (Allah'a) ortak koşanlar için mağfiret dilemek ne Peygamberin, ne de müminlerin yapacağı iş değildir." (9: 113).

Allah'ın Rahmeti Onun Üzerinedir. "Andol-sun ki Allah, Peygamberi ve o güçlük saa­tinde ona uyan Muhacirleri ve Ensar'ı affetti. O zaman içlerinden bir kısmının kalpleri kaymaya yüz tutmuş iken yine de onların tövbesini kabul buyurdu. Çünkü o, onlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir!' (9: 117).

Sabırla Seba!, (Ey Muhammed) Sen sabret. Allah'ın sözü gerçektir. Onlara söz verdiği­miz azabın bir kısmını sana gösteririz. Veya seni Öldürürüz, nasıl olsa onların dönüşü Bi­zedir." (40:77). Tur Suresi'nde de Rasulullah @'a şöyle denmektedir: "Rabbinin hükmü yerine gelinceye kadar sabret; doğrusu sen, Bizim nezaretimiz altındasın; kalkarken Rabbini överek teşbih et." (52: 48).

İlâhî Yardımın Teminatı. ifRabbin seni bıraka madı ve sana darılmadı. Elbette sonun (ahi-ret), senin için ilkinden (dünyadan) daha ha­yırlıdır. Rabbin şüphesiz sana verecek ve sen de hoşnut olacaksın. O seni yetim bulup da barındırmadı mı?" (93: 3-6). Ve İnşirah Su-resi'nde de şöyle buyurulmaktadır: "Biz se­nin göğsünü açmadık mı? Belini büken yü­künü üzerinden almadık mı? Senin şanım yükseltmedik mi? Muhakkak her güçlükle beraber bir kolaylık vardır." (94: 1-5).

Kur'an-ı Kerim'den zikrettiğimiz bu ayetler Muhammed @'ın peygamberliğinin, İlâhî görevinin ve daima arkasında olan İlâhî yar­dımın yönlerini açıkça izah etmektedir. Onun 'her adımı Allah Yolu'nda olmuştur. Ve onu müthiş zorluklar ve İmtihanlar boyunca ted­ricen başarıya doğru götürmüştür.

Peygambere İtaat Mecburidir. Peygambere itaatin dinin aslî şartlarından olduğuna dair Kur'an-ı Kerim'de çok sayıda ayet var­dır. Ona her hususta samimiyetle ve şevkle itaat etmeden, onun yolundan gitmeden din ve İman olamaz.

Allah'a İnanan Ona Uysun. "Ey inananlar! Allah'a itaat edin, peygambere ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Eğer bir şeyde çe­kişirseniz, —Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız— onun çözümünü Allah'a ve peygambere bırakın. Bu, hayırlı ve netice iti­barıyla en güzeldir." (4: 59).

Peygamber, İtaat Edilmek İçin Gönderilmiş­tir. "Biz her peygamberi ancak, Allah'ın iz­niyle, itaat olunması için gönderdik..." (4: 64). Ve Rasulullah @'a uyanlar sadık ve ha­yırlı insanlar arasında olacaktır. "Kim Al­lah'a- ve peygambere itaat ederse, işte onlar Allah'ın nimetine eriştirdiği peygamberlerle dosdoğru olanlar, şehitler ve iyilerle beraber­dirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar!" (4: 69).

Allah'a İtaat Rasulüne (Peygambere) İtaattir. "Peygambere itaat eden, Allah'a itaat et­miş olur. Kim yüz çevirirse büsin ki, Biz se­ni onlara bekçi göndermedik." (4: 80).

İtaat Edin, Yüz Çevirmeyin. "Allah'a ve ra­sulüne itaat edin, kötülükten sakının. Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki rasulümüzün göre­vi yalnız tebliğ etmektir:' (5: 92). Enfâl Su-^ resi'nde ise şöyle denmektedir: "Ey iman edenler, Allah'a ve rasulüne itaat edin, işit­tiğiniz halde ondan dönmeyin..." (8: 20).

Çekişme Zayıflatır. "Allah'a ve rasulüne (peygamberine) itaat edin, birbirinizle çekiş­meyin, yoksa korkar, başarısızlığa düşersiniz ve kuvvetiniz gider. Sabredin, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir?' (8: 46).

İtaatkârlar İçin Başarı. ' 'Allah'a, peygambe­re itaat eden, Allah'tan korkan ve Ö'ndan sakınan kimseler, işte onlar kurtuluşa eren­lerdir." (24: 52).

İsyankârlar İçin Cehennem. "... Artık kim Allah'a ve rasulüne baş kaldınrsa, içinde ebe­dî kalacakları cehennem ateşi vardır." (72: 23). Nisa Suresi'nde şu ifade bulunmakta­dır: "Doğru yol kendisine apaçık belli olduk­tan sonra, peygamberden ayrılıp, inananla­rın yolundan başkasına uyan kimseyi, dön­düğü yöne döndürür ve onu cehenneme so­karız. Ne kötü bir dönüş yeri." (4: 115). En­fâl Suresi'nde de şöyle denmektedir: "... Kim Allah'a ve rasulüne (peygamberine) karşı ge­lirse, bilsin ki, Allah'ın cezası şiddetlidir. İş­te tadın onu, kâfirler (inkarcılar) için cehen­nem azabı vardır." (8: 13-14). Tevbe Suresi­nde ise Allah'ın ve rasulünün yolundan git­meyenler hakkında şöyle denmektedir: "Al­lah'a ve peygamberine karşı koymaya kalkı­şana ebedî cehennem ateşi bulunduğunu bil­mezler mi? İşte, büyük rezillik budur." (9: 63).

İsyankârın İşleri Nafiledir. "İnkâr edenler, Allah yolundan alıkoyanlar ve kendilerine doğru yol belli olduktan sonra peygambere karşı gelenler Allah'a hiçbir zarar veremezler. O, onların işlerini boşa çıkaracaktır?' (43: 32).

Allah'a ve Peygamberine İtaat Edene Ödül, İsyan Edenlere Ceza. "... Kim Allah'a ve pey­gambere itaat ederse (Allah) onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kim de yüz çevirirse onu da acı bir azaba uğratır!' (48: 17).

 

4- Rasulullah @'ın Emri

 

Rasulullah @'m Emri Uyulmak İçindir. Ra­sulullah @'m emrine her halükârda uymak zorunludur. Ona itaat etmeyenler İslâm'ın dışına çıkarlar. Ona bütünüyle uymak mü­minin işaretidir. Çünkü, Rasul @ yalnız Al­lah'tan aldığını emretmiştir. O kendi arzu-sunca hiçbir şeyi emretmem iştir. Bu bakım­dan, bir müminin Rasulullah @'ın emrine uyması mutlaka esastır. Zaten, Rasulullah @'ın emrine itaat Allanma itaat demektir. Ra­sulullah @'ın emrine azıcık dahi olsa hoş­nutsuzluk gösteren gerçekten inanmış sayıl­maz. "Allah ve rasulü, bir işte hüküm ver­diği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadı­na o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve rasulüne karşı gelir­se apaçık bir sapıklığa düşmüş oluif' (33: 36). "Fakat sizden kim Allah'a ve rasulüne itaa­te devam eder ve yararlı iş yaparsa ona da mükâfatını iki kez veririz ve onun için bol bir rızık hazırlamışızdir." (33: 31). İnanan­lara Rasulullah @'a uymaları emrolunmuş-tur: "Ey inananlar! Allah ve Peygamber si­zi hayat verecek şeye çağırdığı zaman icabet edin. Allah'ın kişi ile kalbi arasına girdiğini ve sonunda O'nun katında toplanacağınızı bilin." (8: 24).

Peygamberlerin Tasdiki. Muhammed @, Al­lah'ın insanlara önder olarak gönderdiği pey­gamberler zincirinin sonuncusudur. Onun­la peygamberler zinciri sonuna ulaşmış ve peygamberliğin kalesi tamamlanmıştır. O, bu kalenin son tuğlasıydı. Onun hayat tarzı ve dini tamamen saf haliyle dünyanın sonuna kadar baki kalacaktır. Son Peygamber'in dini ve kendi hayat örneği insanoğluna ışık tuta­cağından Allah'ın başka bir rasulüne gerek yoktur. Allah-u Teâlâ rasullerini ancak dini kaybolduğu zaman, bozulduğunda, tahrif ol­duğunda veya değiştiğinde göndermiştir. Çünkü, insanlar Allah'ın Gerçek Din ve Vah­yini bulamamaktadırlar. Kur'an-ı Kerim, Rasulullah @'ın Son Peygamber olduğunu vur­gulamaktadır: "Muhammed içinizden biri-nİn babası değil, o Allah'ın elçisi ve peygam­berlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilen­dir." (33: 40).

peygamber Ölür, Allah İse Bakidir. Uhud Savaşı'nda inananlar, Rasulullah @'ın Öldü­ğüne dair yayılan yanlış haberle yas tutmak­taydılar. Öylesine yıkılmış ve ümitsiz duru­ma düşmüşlerdi ki, bir çoğu Rasulullah @ yaşamazken savaşmayı nafile addettiğinden silahlarını dahi bırakmışlardı. Bu ayet mü­minlerin Rasulullah @'ın da bir insan oldu­ğu ve bir gün mutlaka Öleceği, fakat Allan­ın Baki olduğu ve daima var olduğu husu­sunda ikaz etmektedir. Allah'ın rasulü ola­rak, insanların en doğru, samimi ve en bü­yüğü olarak Muhammed @'a gerekli saygı­yı göstermeliler. Ancak bir insana tevcih edi­lecek şeref ve kıymetin ötesine geçmemeli­dirler. Her şeye rağmen o da insandı; pey­gamberlerin en yüce, en büyüğü ve peygam­berlerin tasdik edicisiydi, ama o da ölecek­ti. Fakat onun dini ve hayat örneği ebediy-yen bize rehberlik edecektir. O bizim koru-yucumuzdur, vasimizdir; efendimizdir ve o ezelidir.

Kur'an-ı Kerim, Rasulullah @'ın tabiatı ve fonksiyonu hakkında bu gerçeği şöyle ilân etmektedir: "Muhammed ancak bir rasuldür (elçidir, peygamberdir). Ondan önce de pey­gamberler geçmişti, ölür veya öldürülürse Ökçeleriniz üzerinde geriye mi döneceksiniz? Geriye dönen, Allah'a hiçbir zarar vermez. Allah şükredenlerin mükâfatını verecektir. Allah'ın İzni olmadan hiç kimse ölmez. O belli bir vakte bağlanmıştır..." (3: 144-145).

Allah Rasulullah @'ı Teselli Ederdi. Rasu­lullah @'a, Mekkeli müşrikler sürekli karşı çıkmakta, onu aşağılamakta ve baskı yap­maktaydılar. Bu muhalefet bazan onu çok sıkmakta ve onların iyiliğini düşündüğü için Hak Yola gelmelerini arzulamaktaydı. Hat­ta öyle olurdu ki, zaman zaman, onların Al­lah'a iman ederek kurtuluşa ermeleri için onlara bir mucize gösterilmesini arzu ederdi. Rasulullah @'ın böyle bezgin ve üzgün ol­duğu durumlarda, Allah onu rahatlatmak ve teselli etmek için ayet inzal ederdi: "Eğer seni yalanladılarsa, senden önce açık deliller, hik­metli sahifeler ve aydınlatıcı kitap getiren peygamberler de yalanlanmıştı." (3: 184). En'âm Suresi'nde de şöyle denmektedir: "Senden önce de peygamberlerle alay edil­mişti. Fakat onlardan alay edenleri alay et­tikleri gerçek kuşatıverdi." (6: 10). Rasulul­lah @'a bütün bunlara sabırla göğüs germesi öğütlenmektedir: "Senden Önce nice pey­gamberler yalanlandı ve kendilerine yardımı­mız gelene kadar yalanlarına ve eziyetlere katlandılar..." (6: 34). Yunus Suresi'nde ise şöyle buyurulmaktadır: "İnkarcıların sözleri seni üzmesin, çünkü bütün kudret Allah'ın­dır. O işitendir, bilendir." (10: 65), Lokman Suresi'nde şu ifade bulunmaktadır: "Kim de inkâr ederse, onun inkârı seni üzmesin. So­nunda onların dönüşleri Bizedir. O zaman yaptıklarını kendilerine haber veririz. Şüp­hesiz Allah göğüslerin özünü (kalplerinden geçeni) bilir!' (31: 23).

Rasulullah @, onların kurtuluşu için sami­mi gayret karşılığında yalnız Mekkeli ekabir-lerin aşağılama ve zulmünü görmüştür. Müş­riklerin (Allah'a ortak koşanların) bu tutu­mu onu ziyadesiyle müteessir etmekteydi. Allah-u Teâlâ onu şu sözlerle teselli etmiş­tir: "Bu sözü inanmayanların ardından üzülerek neredeyse kendini mahvedeceksin." (18: 6). Rasulullah @, yine şöyle teselli edilmek­tedir: "(Ey Muhammed) Seni yalanlıyorlar­sa (bil ki), onlardan önce Nuh, Âd ve Semud, İbrahim kavmi, Lut kavmi ve Medyen halkı da peygamberlerini yalanlamış ve Musa da yalanlanmıştı." (22: 42-44). Fatır Suresi'nde ise şöyle buyurulmuştur: "Eğer seni yalancı sayıyorlarsa {bil ki), onlardan öncekiler de peygamberleri onlara açık ayetler, sahifeler ve aydınlatıcı kitap getirdikleri halde yalan­ladılar. Sonra, Ben de inkâr edenleri yaka­ladım. Beni inkâr etmek nasıl oldu?" (35: 25-26).

 

Kur'an Mucizesi

 

Kur'an-ı Kerim'in kendisi Rasulullah @'ın insanlara getirdiği en büyük mucizedir. Onun bir benzeri asla meydana getirilmemiştir, hiç­bir zaman da getirilemiyecektir. Bu gerçek, onun İlâhî bir kitap olduğunun ve Muham­med @'ın da onu insanlara önderlik için göndermiş olan Allah'ın rasulü (elçisi) oldu­ğunun inkâr edilemez bir ispatıdır. Kur'an-ı Kerim birçok yönden mucizedir. Buna işa­ret eden çok sayıda ayet bulunmaktadır. Bunların en bariz olanı insanlara benzer bir kitap veya birkaç sure ortaya çıkarmalarını teklif eden açık meydan okuyuş, sadece li­san ve üslup olarak benzer bir kitap yazmak­la ilgili değildir. Aslında, bu yapıda, bu aza­mette böyle güzel bir yüce, muhtevalı ve sa­de, baliğ bir hitabetle yalnız Arapça değil her lisanda bir meydan okumadır. Kur'an-ı Ke­rim bin dört yüz yıldır hiç kimsenin bir ben­zerini ortaya koyamadığı bir kitaptır. İşte Kur'an böyle bir mucizedir. (Ebû'l Alâ Mev-dudi,Qur'an Number,Urduca,Cilt I,sh.279-283) Vahyedilmiş İlâhî kitapların üslubu bu konuda bilgisi olan herkesçe hemen ayırde-dilebilir. Bunların üslubu insanların yazdığı kitaplardan farklıdır. Bunlar, hem şekil, hem üslup ve lisan olarak, hem de konuları bakı­mından farklıdır. Konuların sıralanışı ve ge­lişi ve bunların ortaya koyucularının farklı­lığı aşikârdır. İlâhî kitaplar üzerinde ihtisas sahibi olanlar bütün bu farklılıkları tama­men ve kolayca anlayabilirler. Bir kitabı oku­duklarında onun İlâhî veya insan menşeli ol­duğunu söyleyebilirler. Kur'an-ı Kerim'in üs-tubu, tertibi ve özellikleri, Musa @ ve İsa @ gibi Muhammed @'a vahyedilmiş bir kitap olduğunu ispat edecek şekilde ele alınacak­tır.

Şeytan'ın Düzeninden Muhafaza. "Ayetleri­mizi çekişmeye dalanları görünce, başka bir bahse geçmelerine kadar onlardan yüz çevir. Şeytan sana unutturursa hatırladıktan son­ra artık zulmedenlerle beraber olma!1 (6: 68). A'râf Suresi'nde şöyle buyurulur: "Şeytan seni dürtecek olursa Allah'a sığın, doğrusu O işitir ve bilir." (7: 200). Nahl Suresi'nde de şu ifade yer almaktadır: "Kur'an okuyaca­ğın zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sı­ğın (Eûzu billahi mineşşeytanirracim de). Doğrusu şeytanın, inananlar ve yalnız Rab-lerine güvenenler üzerinde bir gücü yoktur. Onun gücü, sadece kendisini dost tutanlara ve Allah'a ortak koşanlaradır." (16: 98-100). Secde Suresi'nde ise şöyle denmektedir: "Eğer şeytandan kötü bir düşünce, seni dür­tecek olursa hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işiten, bilendir." (41: 36).

Tedricî Vahiy. Kur'an-ı Kerim, Rasulullah @'a zaman içinde tedricen vahyedilmiştir. Rasulullah @, vahyedilen ayetleri unutma­mak için bazan aceleyle tekrarlardı. Bunun üzerine, Allah-u Teâlâ ayetleri okumakta ace­le etmemesini, çünkü onu kendisine Allah1 m belleteceğini, dolayısıyla bunları unutma­sının mümkün olmadığını Rasulullah @'a bildirmiştir. "Gerçek Hükümdar olan Allah yücedir. (Ey Muhammed!) Kur'an sana vah-yedilirken vahiy bitmeden (unutmamak için) acele okumaya kalkma. 'Rabbim! İlmimi ar­tır.' de." (20: 114). Kıyamet Suresi'nde de şun­ları okuyoruz: "(Cebrail sana vahyi bitime-den) acele edip, beraber söyleme (yalnız din­le). Onu (kalbine) yerleştirmek ve onu sana okutturmak Bize düşer. Biz onu sana oku­duğumuz zaman okunmasını dinle. Sonra onu sana açıklamak Bize düşer." (75: 16-19).

Suresi'nde ise şöyle buyurulmuştur: (Ey Muhammed!) Sana okutacağız ve sen unutmayacaksın. Yalnız Allah'ın dilediği müstesna. Doğrusu açığı da, gizliyi de bilen O'dur. Seni, en kolay yolu tutmaya muvaf-fat edeceğiz." (87: 6-8). Furkan Suresi'nde, müşriklerin sorularına cevap olarak Rasulul-lah @'a Şöyle denmektedir: "İnkâr edenler; 'Kur'an ona bir defada indirilmeli değil miy­di?' dediler. Biz onunla senin kalbini sağlam-laştırdık (kolayca ezberlemeni sağlamak ve çeşitli olaylara karşı yeni gelen ayetlerle kal­bini takviye etmek) için onu böyle (parça parça indirdik) ve onu ağır ağır okuduk." (25: 32).

Kur'an-ı Kerim'in İlk İnen Ayetleri. "Yara­tan Rabbinin adıyla oku. O, insanı alaktan (kan pıhtısı biçimi alan embriyodan) yarat­tı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir. O, kalemle öğretmiştir. İnsana bilmediğini öğretti." (96: 1-5).

Bazı Ayetlerin Neshedilmesi. "Biz daha iyi­sini veya benzerini getirmedikçe bir ayetİ(n hükmünü) yürürlükten kaldırmaz veya onu unutturmayız. Allah'ın her şeye kadir oldu­ğunu bilmez misin?" (2: 106).

Kur'an-ı Kerim'in Meydan Okuması. Kur-an-ı Kerim'in Rasulullah @'a vahyolunma-sından beri bin dört yüz sene geçmiş olma­sına rağmen onun meydan okuması halâ ce­vapsızdır. Şayet, Kur'an'ın Muhammed @ tarafından yazıldığını düşünen varsa, doğru­lardan iseler onun, hatta bir suresinin ben­zerini ortaya koyabilirler mi? "Bu Kur'an, Allah'tandır, başkası tarafından uydurulmuş değildir. Ancak kendinden öncekini doğru­lar ve o kitabı açıklar. Âlemlerin Rabbinden geldiğinde şüphe yoktur. Yoksa, 'Onu uydurdu' mu diyorlar? De ki: 'Eğer doğru iseniz onun benzeri bir sure getirin ve Allah-tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın!' " (10: 37-38).

Gaybın Vahyi. "(Ey Muhammed!) Bunlar sana vahyettiğimiz, görünmez âlemin haberlerindendir. Meryem'e hangisi kefil olacak diye kalemlerini atarlarken, sen onların ya­nında değildin; çekiştikleri zaman da sen yanlarında değildin." (3: 44). Yusuf Suresi­nde İse şöyle buyurulmaktadır: "(Ya Mu­hammed!) Bu, sana vahyettiğimiz gayb ha-berlerindendir. Onlar kararlarını verip, hile yaparlarken sen yanlarında değildin." (12: 102). Kasas Suresi'nde de şöyle ifade edil­mektedir: "(Ey Mulıammed!) Musa'ya hük­mümüzü bildirdiğimiz zaman, batı yönün­de (Musa'yı bekleyenler arasında) değildin, onu görenler arasında da yoktun. Ama biz nice nesiller var etmiştik. Üzerinden uzun za­man geçti. Sen Medyen halkı arasında bu­lunup, onlara ayetlerimizi okumuyordun, fa­kat o haberleri sana gönderen Biziz. Sen, Musa'ya hitabettiğimiz zaman da Tur'un ya­nında değildin. Senden önce kendilerine uya­rıcı gelmeyen bir kavmi uyarman için Rab­binden bir rahmet olarak gönderildin; belki düşünüp öğüt alırlar." (25: 44-46) Şûra Su­resi'nde Muhammed@'ın kendisine vahyedi-len üzerinde en ufak bir kontrolü olmadığı açıkça belirtilmektedir. Bu görev için Allan­ın onu seçmesi bir lütuftur; Allah'ın rahme­tidir. "İşte sana da buyruğumuzdan bir ruh (Kur'an) vahyettik; sen (önceleri) Kitap ne­dir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz o kita­bı bir nur yaptık. Onunla kullarımızdan di­lediğimize hidayet vereceğiz; ve muhakkak ki Sen-Hak yola çağırıyorsun." (42: 52). Anke-but Suresi'nde şöyle denmektedir: "Sen da­ha önce bîr kitaptan okumuş ve elinle de onu .yazmış değildin. Öyle olsaydı bâtıl söze uyan­lar şüpheye düşerlerdi. Hayır, o (Kur'an), kendilerine bilgi verilenlerin gönüllerinde (yerleşen) apaçık ayetlerdir. Ayetlerimizi za­limlerden başka kimse inkâr etmez." (29: 48-49). Rasulullah @, inkâr edenlere kitap eh­linin kitaplarındaki vahyi tasdik etmeleri is­temektedir. Yunus Suresinde şöyle denmek­tedir: "Eğer sen, sana indirdiğimizden kuş­kuda isen senden önce kitap okuyanlara sor. Andolsun ki, sana Rabbinden Hak geldi, sa­kın kuşkulananlardan olma. Ve sakın Allah-ın ayetlerini yalanlayanlardan da olma, yoksa kaybedenlerden olursun." (10: 94-95).

Rasulullah @*ın Yumuşaklığı. "(Ey Mu-hammed!) Allah'ın rahmetinden dolayı sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onlara mağ­firet dile, iş hakkında onlara danış, fakat ka­rar verdin mi Allah'a güven, doğrusu Allah güvenenleri sever'' (3: 159).

Savaş Alanında Namaz. "(Ey Muhammedi) Sen içlerinde olup da namazlarını kıldırdı­ğın zaman, bir kısmı seninle namaza dursun ve silahlarını da yanlarına alsınlar; secdeyi yaptıktan sonra onlar arkanıza geçsinler; kıl­mayan öbür kısım gelsin, seninle beraber kıl­sınlar, tedbirli olsunlar, silahlarını alsınlar. Kâfirler size ansızın baskın vermek için si­lah ve eşyanızdan ayrılmış bulunmanızı di­lerler. Yağmurdan zahmet çekerseniz, ya da hasta olursanız, silahlarınızı bırakmanızda bir günah yoktur. Korunma tedbirinizi alın (dikkatli olun). Şüphesiz Allah, kâfirlere al-çaltıcı bir azap hazırlamıştır." (4: 102).

Kur'an-ı Kerim Bir Dağa İnseydi... Kur'an, Allah'ın elçisi vasıtasıyla gönderdiği taşlan bile parçalayabilecek büyük gerçeği inkâr et­memeleri konusunda insanları uyarmakta­dır: "Eğer Kur'an ile dağlar yürütülmüş ve­ya yeryüzü parçalanmış yahut Ölüler konuş­turulmuş olsaydı, kâfirler yine de inanmaz­lardı. Oysa bütün işler Allah'a aittir. İnanan­ların, 'Allah dilese bütün insanları doğru yo­la eriştirebilir' gerçeğini akılları kesmedi mi? Allah'ın sözü yerine gelinceye kadar yaptık­ları işler sebebiyle inkâr edenlere bir belânın dokunması veya evlerinin yakınına inmesi devam eder durur. Allah, verdiği sözden şüp­hesiz caymaz." (13: 31). Haşr Suresi'nde ise şöyle buyurulmaktadır: "(Ey Muhammedi) Eğer Biz Kur'an'ı bir dağa indirmiş olsaydık, sen onu başeğerek parça parça olmuş görür­dün. Bu misalleri insanlar düşünsünler diye veriyoruz." (59: 21).

Tefekküre Davet: Kur'an-ı Kerim, herkesi Ya­ratan Allah'ın kâinattaki ayetleri (işaretleri) de düşünmeye açıkça davet etmektedir. Allah'ın delillerini kendilerinde, insan­lık tarihinde de yeterince bulabilirler. Aşa­ğıdaki alıntılarda da bunlar görülebilir.

Tevhid. Bütün Kur'an-ı Kerim, kendimiz, kâ­inat ve insanlık tarihi üzerine düşünmeye ve tefekküre, hakkı bulma çabasına çağıran ve açık işaretler veren ayetlerle doludur. "De ki: 'Hamd Allah'a mahsustur, selam O'nun seç­tiği kullarına. Allah mı hayırlı, yoksa ortak koştukları şeyler mi? Yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indirip onunla, bir ağacını bile bitirmeye gücünüzün yetmed^i, güzel güzel bahçeler meydana getiren mi? Al­lah'ın yanında başka tanrı mı? Hayır; onlar taptıklarını Allah'a eşit tutan bir kavimdir. Yoksa yeri, yaratıklarının oturmasına elve­rişli kılan ve aralarında ırmaklar meydana getiren, yeryüzüne sabit dağlar yerleştiren, iki deniz arasına engel koyan mı? Allah'ın ya­nında bir başta tanrı niı? Hayır, çoğu bilmez­ler. Yoksa, darda kalan, kendisine yakardığı zaman karşılık veren, basındaki sıkıntıyı gi­deren ve sizi yeryüzünün sahipleri kılan mf' Allah ile beraber başka bir tanrı mı? Ne de az düşünüyorsunuz. Yoksa, karanın ve deni­zin karanlıklarında size yol bulduran, rüzgâr­ları rahmetinin önünde müjdeci gönderen mi? Allah'ın yanında başka bir tanrı mı? Al­lah, onların koştukları ortaklardan çok yü­cedir, münezzehtir. Yoksa, önce yaratan son­ra da tekrar yaratacak olan, size gökten ve yerden rızık veren mi? Allah'ın yanında baş­ka bir tanrı mı? De ki: 'Eğer doğru sözlü ise­niz, açık delilinizi getirin.' De ki: 'Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka bilen yoktu.' Ne zaman diriltileceklerini de bilemezler. Ahirete dair bilgileri yeterli midir? Hayır, on­dan şüphe etmektedirler. Hayır, ona karşı kördürler." (27: 59-66).

Tevhid, esas noktalardan birisi olduğundan Rasulullah @ buna büyük önem vermiştir. Kur'an-ı Kerim de Tevhid Akidesi'ni açık bir lisan ile muhtelif şekillerde ifade etmektedir.

Kâinat. Kur'an-ı Kerim, insan aklım kâina­tın harika ve esrarları üzerine tefekkür etmeye ve Yaratıcılarının kendilerine tezahür et­tiği harika mucizelerini görmeye davet et­mektedir. "Yukarıdan size su İndiren O'dur. Ondan içersiniz; hayvanları otlattığınız bit­kiler de onunla biter. Allah onunla size ekin­ler zeytin ve hurma ağaçları, üzümler ve her türlü ürününü yetiştirir. Düşünen kimseler için bunda ders vardır. Geceyi, gündüzü, gü­neşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da O'nun emriyle boyun eğmiştir. Bunda öğüt alan kimseler için ibret vardır. Taze et yemeniz, takındığınız süsleri edinmeniz ve Allah'ın bol nimetinden faydalanmanız için denize —ki gemilerin onu yara yara gittiği­ni görürsün— boyun eğdiren de O'dur. Ar­tık belki şükredersiniz." (16: 10-14).

"Yeryüzünde, sarsilmayasınız diye, sabit dağ­lar, nehirler ve belki yolunuzu bulursunuz di­ye yollar ve işaretler meydana getirmiştir. On­lar yıldızlarla da yollarını bulurlar." (16: 15- Hacc Suresi'nde de şöyle buyurulmuştur: "Keza Hakk yalnız Allah'tır; Onu bırakıp taptıkları sadece bâtıldır. Doğrusu Allah yü­cedir, büyüktür. Allah'ın gökten indirdiği su ile yerin yemyeşil olduğunu görmez misin? Doğrusu Allah Lâtif dir (bilgisi —lütfü en ince şeylere kadar vardır). Habîrdir (her şey­den haberdardır). Göklerde ve yerde ne var­sa hep O'nundur. Allah gerçekten müstağ­nidir, övülmeye lâyık olandır." (22: 62-64). Nur Suresi'nde ise şu ifade bulunmaktadır: "Bilmez misin ki, Allah bulutlan sürer, son­ra onları bir araya getirip üstüste yığar, sen de onların arasından yağmur yağdığını gö­rürsün. Gökten içinde dolu bulunan dağlar gibi bulutlar indirir, dilediğini ona uğratır, dilediğinden de uzak tutar. Bu bulutların şimşeğinin şarıltısı neredeyse gözleri alır. Al­lah geceyi gündüze, gündüzü geceye çevirir. Doğrusu, görebilenler İçin bunda ibretler vardır. Allah bütün canlıları sudan yaratmış-tır- Kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayakla yürür, kimi dört ayakla yürür. Allah dilediğini yaratır. Allah şüphesiz her şeye Kâ-dir'dir. Andolsun ki, açıklayıcı ayetler indirdik. Allah dilediğini doğru yola' eriştirir?' (24:43-46).

Furkan Suresi'nde de şöyle denmektedir: "Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığım görmez misin? İsteseydi onu durdururdu. Sonra Biz güneşi ona delil kıldık (gölgenin oluşmasını ışığa bağlı kıldık) Sonra onu yavaş yavaş Kendimize çekmişizdir. Size geceyi örtü, uy­kuyu rahatlık kılan, gündüzü çalışma zama­nı yapan Allah'tır!' (25: 45-47).

Vakıa Suresi'nde ise belâgatle Yaratıcı'nın harikaları üzerine tefekküre işaret edilmek­tedir: "Ektiğinizi gördünüz mü? Siz mi onu bitiriyorsunuz, yoksa bitiren Biz miyiz? Di-Ieseydik, onu kuru bir çöp yapardık; şaşar kalır, 'Biz borçlandık. Doğrusu biz yoksun kaldık' (derdiniz). İçtiğiniz suya baktınız mı? Siz mi onu buluttan indirdiniz, yoksa indi­ren Biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapar­dık. Şükretmeniz gerekmez mi? Söyleyin, yaktığınız ateşin ağacını var eden sizler mi­siniz, yoksa onu Biz mi var ederiz?" (56: 63-72).

Kasas Suresi'nde Allah-u Teâlâ şöyle buyur­maktadır: "(Ey Muhammedi) De ki: 'söy­ler misiniz? Eğer Allah geceyi üzerinize kı­yamete kadar uzatsaydı, Allah'tan başka hangi tanrı size bir ışık getirebilir? İşitmiyor musunuz? De ki: 'Söyleyin: Eğer Allah gün­düzü üzerinize kıyamete kadar uzatsaydı, Al­lah'tan başka size geceyi getirecek tanrı kim­dir? Görmez misiniz? o (Allah), rahmetin­den dolayı sizin için geceyi ve gündüzü var etti ki, geceleyin dinlenesiniz ve (gündüzün) Allah'ın lütfunu arayasınız ve şükredesiniz." (28: 71-73).

Kur'an-ı Kerim'de Allah'ı tanımamız ve O-nun kanunlarına uymamızın gerekliliğini çok iyi açıklayan birçok ayet vardır: "Gökleri ve yeri yoktan var eden, size İçinizden eşler, çift çift hayvanlar Var etmiştir. Bu suretle, çoğal­manızı sağlamıştır. O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir. Göklerin ve ye­rin anahtarları Onundur. Dilediğine rızkı açar ve kısar. O, her şeyi bilendir." (42: II-)

İnsanların Allah'tan uzaklaşıp kendilerine hiçbir faydası olmayan şeylerin peşinden koş­maları ne yazıktır. "De ki: 'Allah'tan başka yalvardıklarımzı gördünüz mü? Yeryüzünde ne yaratmışlar, gösterin bana! Yoksa ortak­lıkları göklerde midir? Eğer doğru iseniz bundan başka bir kitap veya bir bilgi kalın­tısı getirin.' Allah'ı bırakıp da kıyamet gü­nüne kadar kendisine cevap veremeyecek şey­lere yalvarandan daha sapık kim olabilir? Oysa onlar bunların yalvarışlarından haber­sizdirler." (46: 4-5).

Böyle insanlara destekleyicilerinin kendilerini duyup duymadıkları sorulmaktadır: "Yahut, Rahman olan Allah'ın dışında size yardım­da bulunabilecek taraftarlarınız kimdir? İn­karcılar sadece aldanmaktadırlar. Allah, si­ze verdiği rızkı kesiverirse, size rızık verecek başka kim vardır. Hayır; onlar azgınlık ve nefrette direnmektedirler:' (67: 20-21). En­am Suresi'nde şöyle buyurulmaktadır: "(Ey Muhammedi) De ki: 'Söyleyin, Allah işitme­nizi, gözlerinizi alsa, kalplerinizi kapasa, Al­lah'tan başka hangi tanrı bunları size geti­rebilir?' Ayetleri nasıl türlü türlü açıkladı­ğımıza bir baksana, sonra da onlar yüz çe­virirler?' (6: 46). Aynı surede şöyle devam edilmekte: "De ki: 'Gizli ve açık olarak, bi­zi bundan (bu güç durumdan) kurtarırsa el­bette şükredenlerden olacağız!' diye O'na yalvarıp yakardığınız zaman;-karanın ve de­nizin karanlıklarından sizi kim kurtarıyor?' De ki: 'Ondan ve bütün sıkıntılardan sizi Al­lah kurtarıyor, sonra siz yine O'na ortak ko­şuyorsunuz!' De ki: 'O, sizin üzerinize üstü­nüzden, yahut ayaklarınızın altından bir azap göndermeye, ya da sizi fırka fırka ya­pıp, birbirinize düşürüp, kiminize kiminizin hıncını, tattırmaya Kâdir'dir.' Bak, anlasın­lar diye ayetleri nasıl açıklıyoruz." (6: 63-65).

İnsanlar, bütün bu meseleler üzerinde düşün­meye ve tefekküre ve daha sonra neyin Hakk olduğuna karar vermeye davet edilmektedir:

"De ki: 'Bize ne yarar, ne de zarar vereme­yen Allah'tan başka şeylere mi yalvaralım? Ve Allah bizi doğru yola ilettikten sonra, ök­çelerimiz üzerinde geriye dönüp, şeytanların ayartarak şaşkın bir halde çölde bıraktıkları arkadaşlarının ise 'bize gel' diye doğru yola çağırdıkları kimse gibi (şaşkın bir duruma) mı düşelim?' De ki: 'Yol gösterme, ancak Al­lah'ın yol gestermesidir. Bize, âlemlerin Rab-bine teslim olmamız emredildi...'"(6: 71-72). "De ki: 'Gökleri ve yeri yoktan var eden, besleyen, fakat kendisi beslenmeyen Allah'­tan başka dost mu edinirim?' 'Doğrusu ben ilk müslüman olmakla emrolundum' de. As­la ortak koşanlardan (müşriklerden) olma!" (6: 14). "De ki: 'Allah her şeyin Rabbi iken, ben O'ndan başka Rab mi arayayım? Her­kesin kazandığı yalnız kendisine aittir. Ken­di (günah) yükünü taşıyan hiç kimse, bir baş­kasının yükünü taşımaz. Sonra dönüşünüz Rabbinizedir. O, ayrılığa düştüğünüz gerçe­ği size haber verecektir.' " (6: 164). Hacc Su­resi'nde de şöyle denmektedir: "Göklerde ve yerde olanların, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanların ve insanların bir çoğu­nun Allah'a secde ettiklerini görmüyor mu­sun? İnsanların bir çoğu da azabı hak etmiş­tir. Allah'ın alçalttığı kimseyi yükseltebile­cek yoktur. Doğrusu Allah ne dilerse yapar." (22: 18).

İnsan Nefsi. İnsanlar kendilerine baktıkla­rında da aynı gerçeği görebilirler. "Allah si­zi annelerinizin karnından bir şey bilmez hal­de çıkarmıştır. Belki şükredersiniz diye size kulak, göz ve kalp vermiştir!' (16: 78). Va­kıa Suresi'nde de şöyle denmiştir: "Sizi ya­ratan Biziz; halâ tasdik etmez misiniz? Gör­dünüz mü (rahimlere) akıttığınız meniyi. Onu (insan biçiminde) siz mi yaratıyorsu­nuz? Yoksa Biz miyiz yaratan? Aranızda ölü­mü Biz takdir ettik; ve Biz, dilediğimiz şeyi yerine getirmekten aciz de değiliz. Kılıkları­nızı değiştirmeye ve bilemeyeceğiniz bir su­rette sizi yaratmaya da gücümüz yeter. And olsun ki ilk yaratılşı bilirsiniz, yine de düşün­mez, misiniz?" (56: 57-62).

İnsanlık Tarihi. Kur'an-ı Kerim, insanlığın bütün tarihini izah etmektedir; yeryüzünde değişik insan, kültür ve medeniyetlerinin na­sıl geliştiğini ve bunların İlâhî Kanunlar'a karşı geldiğinde nasıl helak olduklarını an­latmaktadır. Hud Peygamber @, Ad KavmU ne önderlik için gönderilmiş, fakat onlar ta­rafından reddedilmesi üzerine Allah da on­ları helak etmiştir. (7: 65-72). Semûd Kavmi de, Allah'ın arzında yaşamalarına rağmen Allah'ın haram kıldığına yönelmiş ve kendi­lerine gönderilen Peygamberi (Salih) inkâr etmişlerdi. (7: 73-78). Lut Peygamber de ay­nı şekilde halkı tarafından inkâr edilmiş ve kendinden öncekilerin akıbetine uğramıştı. (7: 82- 84). Medyen halkına da Şuayb Pey­gamber gelmişti. Onlar da daha iyi bir tu­tum göstermemiş ve mahvolmuştu. (7: 90-92). Firavun ve halkı da Musa @'ı reddet­mişler, ama onların sonu da aynı olmuş ve boğulmuşlardı. (7: 103-136).

Dünyaya, Allah'ın hükmüne uymayan ve Peygamberlerini reddeden insanlar gelmiştir: "Rabbinin Ad (Kavmin) e ne yaptığını gör­medin mi? Yüksek sütunlarla dolu İrem'e? Ki şehirler arasında onun eşi yaratılmamış­tı. Vadide kayaları kesip yontan Semud hal­kına, azan ve aralarda bozgunculuğu art­tıran sarsılmaz bir saltanat sahibi Firavun'a Rabbinin ne yaptığını görmedin mi?" (89: 6-14). Kur'an-ı Kerim, insanları arzda se­yahat etmeye ve Peygamberlerini reddeden milletlerin sonlarını görmeye davet etmekte­dir: "Yeryüzünde gezin, suçluların sonunun nasıl olduğunu görün." (27:69).

Kur'an-ı Kerim onları dine uymamanın kö­tü sonuçları bakımından uyarmakta, Allah ve rasulüne (elçisine) uymalarım öğütlemek­tedir: "Onlar, bulut gölgeleri içinde, Allah'ın azabının ve meleklerin tepelerine İnip işin bitmesini mi bekliyorlar? Bütün işler Allah'a dönecektir:' (2: 210). A'râf Suresi'nde şöyle buyurulmaktadır: "Onlar yer ve göklerde Allah'ın yarattıklarını görmezler mi? Onla­rın süresi de sona geliyordur. Bundan sonra hangi davete inanacaklar?" (3: 190).

Kur'an-ı Kerim,, onlar için son sözünü söy­lemiştir: " 'Şahit olarak hangi şey daha bü­yüktür.' de. 'Allah benimle sizin aranızda şa­hittir. Bu Kur'an bana, sizi ve ulaştığı kim­seleri uyarmam için vahyolundu; Allah'la be­raber başka tanrılar bulunduğuna siz mi şa­hitlik ediyorsunuz?' de. 'Ben şehadet etmem' de . 'O ancak tek bir Tanrı'dır, doğrusu ben şirk (ortak) koşmanızdan uzağım' de." (6: 19) Mücadele Suresi'nde ise şu ifade bulunur: "Göklerde olanları da, yerde olanları da Al­lah'ın bildiğini bilmez misin? Üç kişinin gizli bulunduğu yerde dördüncü mutlak O'dur; bunlardan az veya çok ne olursa olsunlar, ne­rede bulunursa bulunsunlar, mutlaka onlar­la beraberdir. Sonra, kıyamet günü, işledik­lerini onlara haber verir. Allah her şeyi bi­lendir." (58: 7). Bütün bunlardan Muham-med @'ın kâinatın Yaratıcısı olan Allah'ın ra-sulü olduğu ve onun söylediklerinin kendine O'nun tarafından vahyedilen olduğu anlaşıl­maktadır.

Belirli Özellikler. Kur'an-ı Kerim'de, insan­oğluna gösterilen ve her zaman için mucize olan belirli özellikler vardır.

Herkese Eşit Teklif. Kur'an-ı Kerim'in büyük bir harikası farklı zekâ ve bilgi düzeyindeki insana eşit teklifte bulunmasıdır. Her tür in­san, düşünür, eğitimci, mutasavvıf, bilim adamı ve sokaktaki her insan gibi din âlim­leri Kur'an-ın lisan ve hitabına eşitçe tâbidir. Daha yüksek idrak düzeyindeki insanların sı­radan İnsandan daha fazla kur'an-ı Kerİm'i anlayabilecekleri ve Kur'an'ın etkilerinin on­lar üzerinde daha yoğun olacağı doğrudur. Ama her şeye rağmen Kur'an'ın İnsanlara ulaştırdığı mesaj ve bunun sonuçları evren­seldir. Çok bilgili ve zeki bir insandan daha çok, sıradan insana hitap eden bazı ayetler vardır. Aynı şekilde sıradan insanlardan zi­yade bilgili insanlara hitap eden bazı ayetler vardır. Her iki türde de insanlar bir mükâ­fat ve teklife mazhardırlar. Tur Suresi'nde al­dığımız ayetler bilgili insanlardan çok sıra­dan insanın dikkatini daha fazla çekicidir.

Ancak bunlar tüm insanlar için bir sevinç kaynağıdır: "Allah'a karşı gelmekten sakı­nanlar, şüphesiz, cennetlerde ve Rablerİnin kendilerine verdikleriyle zevk duyarak nimet­ler içindedirler. Rableri onları cehennem aza­bından korumuştur. Onlara şöyle denir: "İş­lediklerinizden ötürü dizi dizi tahtlara yas­lanarak afiyetle yiyin için' Onlara ceylan gözlü eşler veririz." (52: 17-20 ve benzer ola­rak 56: 27-33)

Kur'an-ı Kerim'in üslup, güzellik ve belagat olarak hiçbir lisanda ulaşılamamış ve herke­sin dikkatini çeken bir mucizevî yöntiivardır. "Allah göklerin ve yerin nurudur. O'nun nu­ru, içinde ışık bulunan bir kandil yuvasına benzer. O ışık bir cam içindedir, cam ise san­ki inci gibi parlayan bir yıldızdır; ne doğu­da, ne de batıda bulunan bereketli zeytin ağacından yakılır. Ateş değmese bile, nerdey-se yağın kendisi aydınlatacak! Nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur. Allah insanlara misaller verir. O, her şeyi bi­lir?' (24: 35). Bu ayetin evrensel bir hitabı var­dır. Fakat, ilmi yaklaşımı ve manevî havası ilim adamı ve mutasavvıfları hayran bırak­maktadır. Belagat ve hitabeti asırlarca bilim adamı ve entellektüelleri hayran bırakmıştır. Ve onun Mesaj'ı din âlimlerine olduğu gibi, tasavvufa da ilham kaynağı olmuştur. Her bilgi düzeyinden insan onun ahenkli üslubu, tarzı ve güzelliğinden aynı şekilde zevk almış kendi kabiliyetince, onun Mesajı'na kafa yor­muş, uygulamaya ve sindirmeye çalışmıştır. Ancak, herkes için o günümüze dek hep bir harika ve hikmet olarak kalmıştır.

Kur'an-ı Kerim'in bir başka ayetindeki haş­met ve ihtişam, din konusuna yabancı olan birinde bile hayranlık uyandırır: "Allah, O1 ndan başka tanrı olmayan, kendisini uyuk­lama ve uyku tutmayan, diri, yarattıklarının bütün işlerinde hâkim ve kaim olandır. Gök­lerde ve yerde olan ancak O'nundur, O'nun izni olmadıkça katında kim şefaat edebilir? Onların önlerinde ve arkalarındaki gizli ve aşikâr her şeyi bilir. Dilediğinden başka hiç­bir şey kavrayamazlar. O'nun Kürsüsü (İlâhî ilim ve kudreti) gökleri ve yeri kaplamış­tır. Onların gözetilmesi O'na ağır gelmez. O yücedir, büyüktür." (2: 255). Onun muhte­şem anlamı ve muhteviyatına tercüme ile ula­şılamaz. Ve onun ahenkli üslubu, tarzı ve gü­zelliği insan zekâ ve zihninin üretebileceği bir düzeyde değildir. Arapça Âliy (yüce) Azîm (büyük) gibi orijinal kelimeleri diğer lisan­larda tam olarak ifade etmek mümkün de­ğildir. Zekâ ve bilgi düzeyi ne olursa olsun, onun verdiği huşu ölçülemez. Onun bir ben­zerini hatta yakınını çıkarmaya insanın gü­cü ve tahayyülü yetmez. O, insanlık için da­ima rehberlik yapacak bir mucize olarak ka­lacaktır. Kur'an-ı Kerim âşıkları için, Rah­man Suresi'nden bazı ayetleri aşağıda suna­cağız. Çok kaba, basit ve cahil biri dahi onun güzelliğini, ihtişam ve ahengini, üslup ve be­lagatını mutlaka farkedecektir. "Acı ve tatlı sulu iki denizi birbirine kavuşmamak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır; bir­birinin sınırını aşamazlar. Öyleyken Rabbi-nizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? İki­sinden de inci ve mercan çıkar. Şimdi Rab-binizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? Denizde koca dağlar gibi akıp giden yüksek gemiler de O'nundur. Şimdi Rabbinizin han­gi nimetlerini yalanlıyorsunuz? Yeryüzünde bulunan her şey yok olacaktır. Yalnız Rab-binin, celâl ve ikram sahibi yüzü (zâtı) baki kalacaktır. Şimdi Rabbinizin hangi nimetle­rini yalanlıyorsunuz? Göklerde ve yerde bu­lunanlar, (her şeyi) O'ndan isterler (çünkü tüm varlıklarını O'na borçludurlar), O, her-gün (her an) yeni bir iştedir (kimilerini ya­ratırken, kimilerini öldürür, her an hayatı ta­zeler, bir hâli giderir, başka hâller getirir). Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlı­yorsunuz? Ey insan ve cin toplulukları! Si­zin de hesabınızı ele alacağız. Şimdi Rabbi­nizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? Ey cinler ve insanlar topluluğu, göklerin ve ye­rin bucaklarından geçip, gitmeye gücünüz yeterse, geçin gidin. Ancak kudretle geçebi­lirsiniz. Şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini inkâr ediyorsunuz?" (55: 19-34).

Bu ve Kur'an-ı Kerim'deki diğer ayetler nesiller boyu insanlığa zevk ve tefekkür kaynağı olmuştur. Bunların güzellik ve ihtişamını herkes kendi algılama ve kabiliyetine© duy­makta ve İlâhî Vahiy ve Nur ile kendini na­mütenahi zenginleştirmektedir. İnsan mah­sulü hiçbir edebi eser, kitleleri her bakımdan, bütün hayatlarını, değerlerini, alışkanlık ve geleneklerini ve hatta hayat tarzlarını tama­men değiştirecek şekilde böylesine derinden etkilememiştir. Kur'an-ı Kerim, kitlelerin kültürel eğilimlerini ve medeniyetleri yeni bir yönde bütünüyle değiştirmiştir.

Bunların yanında, insanlık kültürüne pek çok yönden ölümsüz bir etki bırakmış ve saf­ha safha modern çağın yolunu açan bilim­sel araştırmaya yeni bir yön ve saik vermiş­tir.

Bu da, Muhammed @'ın Allah'ın elçisi ve İlâhî vahye mazhar olduğuna akıllarda kuş­ku bırakmamaktadır. Aksi halde, onun, Kur'an gibi bir mucizeyi kendisinin ortaya çı­karması imkânsızdır. Tarihte, muhtelif kişi­ler Kur'an-ı Kerim'in mucizevî yönünü ve in­san aklıyla meydana getirilemiyeceğini kabul etmektedirler. "O halde, şayet Kur'an onun kendi uyarlamasıysa, başka bir insan da ona rakip olabilir. Eğer rakip olamazlarsa (ki ola­madıkları aşikârdır), Kur'an'ı apaçık bir mu­cize olarak kabul etsinler." (Gibb, H.A.R., Mohemmedanism, Londra, 1953, ss. 33).

Diğer bir hıristiyan bilim adamına göre, "Edebî açıdan baktığımızda, Kur'an saf Arap dilinin yarı şiir, yarı nesir, en güzel ör­neğidir... Ona eş değer bir eser ortaya koy­mak için her ne kadar teşebbüsler yapılmış­sa da onun kadar mükemmeli başarılama-rnıştır." (Arbuthnot, F.F., The Construction of the Bible and the Qur'an, Londra, 1885, s. 5). Ve Dorman da şunları yazmıştır: "O (Kur'an), Cebrail tarafından harfi harfine Muhammed'e indirilen Tanrı'nın vahyidir. O, kendisine ve Tanrı'nın peygamberi Muham­med'e şahitlik eden, daima var olacak bir mucizedir. Onun mucizevî niteliği, kısmen en ufak bölümü (suresi) ile mukayese edilebilecek bir benzeri ne insan, ne de cinler tara­fından ortaya konabilen, mükemmel ve yük­sek üslup ve tarzında yatmaktadır. Kur'an1 in mucizevî yönü, kısmen de onun öğretisi­nin muhtevasında, gelecek hakkındaki ha­berlerinde ve okuma yazması olmayan Mu-hammed'in kendisinin asla uyduramayaca-ğı kadar şaşırtacak derecede doğru bilgi ih­tiva etmesinde yatmaktadır." (Dorman, Henry Gaylord, Tovvards Understanding İs­lam, New York, 1948, s. 3.) Paul Casanova1 nın görüşüne göre, "Muhammed'den, dinin­de yetkinliğinin İsbatı olarak ne zaman mu­cize istenmişse, Muhammed Kur'an'ın tertip ve emsalsiz mükemmelliğini onun İlâhî Men-şei'ne bir delil olarak belirtmiştir. Haddi za­tında, gayrı müslimler için dahi hiçbir şey Kur'an'ın lisanından daha güzel değildir." (L'Enseignement de l'Arabe ou Coilege de France in Lecon d'Ouverture,).

James A. Mİchener de şöyle demektedir: "Kur'an herhalde dünyanın en fazla okunan ve mutlaka en fazla ezberlenen; herhalde in­sanların günlük hayatında en fazla etkin olan kitaptır. O, yüce bir üslupta, ne şiir, ne de nesir olarak yazılmış, fakat işitenleri iman vecdine yücelten bir kabiliyettedir... İşte, tek Tanrı'ya bağlanmanın ilâve olarak fiilen uy­gulanan kurallarla birleşmesi, Kur'an'ı tek kılmıştır." (İslam/The Misunderstood Reli-gion, Okuyucu Özetinde, —Amerikan Bası­mı, Mayıs, 1955). Başka bir bilim adamına göre, "Orijinal Arapça haliyle Kur'an çeki­ci bir güzelliğe ve kendisinden çıkan bir ca­zibeye sahiptir. Veciz ve yüce bir üsluptaki ifadesi, özlü, manalı ve çoğu zaman kafiyeli cümlesiyle, kelimelerin tercümesiyle anlatıl­ması kesinlikle imkânsız olan Kur'an, etki­leyici bir güce ve patlayıcı bir enerjiye sahip­tir." (Naish, John, The Wisdom of the Qur'an— Oxford, 1937— Giriş, sh. 8)

 

5- Müslüman Olmayanların Bakışıyla Muhammed @

 

Muhammed @ 'in peygamberliğine dair Tev­rat ve İncil'deki deliller vasıtasıyla dış ispa­tını ve Kur'an-ı Kerim'deki deliller İle de iç ispatını ortaya koyduktan sonra, geçmişteki ve günümüzdeki meşhur âlimlerin onun şahsı ve peygamberliği hakkındaki görüşle­rini ele almakta fayda vardır.

Bir bilim adamına göre, "Jüstinyen'in ölü­münden dört yıl sonra, M.S. 569'da Arabis­tan'da Mekke'de doğmuştur, insanlığa en bü­yük etkide bulunan insan." (Draper, John William, Avrupa'nın Entellektüel Gelişimi­nin Tarihi, Londra, 1875, cilt I, ss. 229-230). Başka bir yazar da şöyle demektedir: "Ca­minin İmamı olduğu gibi devletin de başı­dır; o hem Sezar'dır, hem de Papa aynı an­da; ancak Papa'nın gösterişinden yoksun bir Papa'dır. Sezar'ın Romalı tümeninden yok­sun bir Sezar. Sabit bir ordusu olmayan, mu­hafızı bulunmayan, saraydan, sabit bir gelir­den mahrum bu kişi, Hak Vahiy ile hükmet­me hakkına sahip olan Muhammed'dir. Çünkü o, hiçbir vasıta ve desteğe sahip de­ğilken bütün güç ve iktidarın sahibiydi." (Smith, Bosworth, Muhammed ve Muham-medîlik, s. 92). Bir diğer bilim adamı da şun­ları ifade etmiştir: "Söylediklerinin sıradan bir insanın söylediklerinden farklı olduğun­dan ona bir şair veya peygamber diyebiliriz. Sözleri kaynağını doğrudan eşyanın gerçek kaynağından almaktadır. Çünkü o mütema­diyen gerçek ile beraber yaşamaktadır." (Andrea T., Muhammed, Londra, 1936, s. 247). Başka bir yazarın deyişiyle, "Arabistan­lı peygamberin nasıl tebliğ ve talim ettiğini, nasıl yaşadığını bilen ve onun hayat şahsi­yetini etüd eden bir kimsenin, Hâkim Olan1 in ulu elçilerinden biri olan o yüce peygamber için saygıdan başka bir duygu içinde ol­ması imkânsızdır. Ve size söylediklerime ço­ğunuz aşina olmanıza rağmen, yine de ben, onları tekrar okuduğumda, o yüce Arap öğ-retmen'e, her defasında yeni bir hayranlık dalgasıyla dolar, yeniden saygı ve huşu du­yarım." (Besant, Ahnie, Muhammed'in Ha­yat ve Öğretisi, Madras, 1932, s. 4).

Stanley Lane-Poole ise şöyle demiştir: "Mu-hammed'in düşmanlarına en büyük galebe­yi çaldığı gün, kendisine karşı da en büyük zaferi kazandığı gündür. O gün Kureyş'i hiç­bir karşılık olmaksızın affetti ve bütün Mek­ke halkı için genel af ilan etti. En azılı düş­manlarının şehrini fethettiğinde adaletle hükmedilen dört suçlu Muhammed'in yasak listesini oluşturuyordu. Ordusu da onun yo­lundan gitmiş ve sessiz ve barış içinde şehre girmişti: Hiçbir ev soyulup talan edilmemiş, hiçbir kadın tahkir edilmemiştir. Yalnız tek bir şey tahrip edildi. Muhammed Kabe'ye gi­dip, üç yüz altmış putun önünde durmuş ve asasıyla puta dokunarak şöyle demiştir: 'Hak geldi, bâtıl zail oldu.' Ve bu söz üzeri­ne yanındakiler putların hepsini kırarak ala­şağı etmişlerdir. Bu şekilde Tanrı'nm Evin­deki ve Mekke havalisindeki bütün putlar tahrip edildi. Böylece Muhammed kendi bel­desine yeniden ulaştı. Tarihteki bunca fetih­ler arasında bununla kıyaslanabilir başka bir zafer yoktur." (Lana-Pool, Stanley, Peygam­ber Muhammed'in Konuşma ve Sohbetleri, Londra, 1882, ss. 46-47).

Maurici Faudefroy'e göre, "Muhammed bir ilâhiyatçı olmayıp, peygamberdi. Bu öylesine açık bir gerçektir ki, aslında bunu söylemeye bile gerek yoktur. Etrafını saran ve ilk müs-lüman cemaatin elitini oluşturanlar, onun Al­lah'ın adıyla beyat ettiği kanunlara, ona ve öğretisine uyarak mutlu ve tatmin oluyordu." (Demombynes, Müslüman Kurumlar, Lond­ra, 1950, s. 20). Ve Arthur Gilman da şunları yazmıştır: "Bu vesileyle (Mekke'nin fethi), onun (Muhammed'in) yüceliğini görmekte­yiz. Geçmişte kendilerine yapılanların etkisi onu pekâlâ intikama yöneltebilirdi. Ama o orduşunu her tür kan dökmekten alıkoydu. Bü­yük bir şefkat gösterdi ve Allah'a şükretti. Sa­dece on veya oniki kişi, daha önce zalimce davrandıklarından, mahkum edilmiş ve bun­lardan dördü ölümle cezalandırılmıştır. Fakat bu da diğer fatihlerin hareketleriyle kıyaslan­dığında fazlasıyla insanî kabul edilmelidir. Meselâ, 1099'da Kudüs'ü alan Haçlıların zul­müyle mukayese edilemez. Haçlılar Kudüs'ü aldıklarında —kadın, erkek, yardıma muhtaç çocuk— yetmiş bin müslümanı öldürmüşler­dir... Muhammed'in zaferi gerçekten dinden­dir, siyasetten değil; o her türlü şahsî sada­kat yeminini reddetti ve hükümdarlık otori­tesinden uzak durdu!' (Gilman, Arthur, Haçlı Karşıtları, Londra, 1950, s. 20). Edward Gib-bon da şunları söylemiştir: "Bizde hayranlık uyandıran onun dininin yayılması değil istik­rarıdır; Mekke ve Medine'de yer eden aynı saf ve mükemmel etkinin on iki asır sonra Hint­li, Afrikalı ve Türklerin Kur'anî devrimlerin­den sonra aynen muhafaza edilmesidir... Mu-hammedîler muntazam olarak dini hedefle­rine zıt olan günahlara karşı koyarlar... Mü­minin inancı hiçbir put imajı ile bayağılaşma-mıştır. Peygamber'in şanı asla imanı fazilet­ten öteye geçmemiştir. Ve onun hayatındaki ahlâk kuralları mantık ve din sınırları dahi­linde, hep iyilikleri korumuştur!' (Gibbon, Edward, ve Ockley, Simon, Haçlı Karşıtları İmparatorluğu Tarihi, Londra, 1870, s. 74 ve Gibbon, Edward, Roma İmparatorluğu'nun Gerileme ve Düşüşü, Londra, Cilt V, s. 535).

Bir bilim adamı da şunları yazmıştır: "Nü­büvvetin hiçbir döneminde asla kendinde ola­ğanüstü güçler iddia etmeyen, Tanrı'nın bu çok insancıl peygamberi, insanları dinine çe­virmeye evvelâ halkı içinde kendi ailesinden başlamıştır. Onunla münasebeti olan herkes üzerinde dikkate değer bir şahsî etkisi vardır. O, dinine bir defa girmiş olan hiç kimseden, ne fakru zaruret içinde ve yurdundan göçmüş­ken, ne de yüksek refah düzeyinde iken bir vefasızlık görmemiştir. Kendine ve aldığı vah­ye olan güveni zulme uğradığında, maddî gü­cü azken büyük güçlere ve düşmanlarına ga-I>P geldiği zamankinden belki de daha fazlaydı. Muhammed yaşadığı gibi öldü; ilk dava arkadaşları ve sahabesi arasında vefat etti!' (Hyndman, H. M., Asya'nın Uyanışı, Lond­ra, 1919, s. 9). Irwing Washington'a göre, "Onun büyük askeri zaferleri, onda ne gu­rur, ne de mağrur bir sevinç uyandırmıştı. En güçlü zamanlarında dahi, o zorluk içindeki" günlerindeki gibi sadelik içinde yaşıyordu. Bir odaya girdiğinde, biraz fazla saygı gösterilse gerçekten üzülürdü. O evrensel bir hâkimiyeti amaçlamışsa bu dinin ve Hakk'ın hâkimiye­tidir. Bundan onun elinde en saf uygulama­sını bulan dünyevî kurallar çıkmıştır. Ve o bunların kendi soyundan devamı için hiçbir teşebbüste de bulunmamıştır!' (Muhammed ve İzleyicileri, Londra, 1909, ss. 192-199). Bir âlim de şunlara işaret etmektedir: "İnsan de­hası için; amacın büyüklüğü, araçların küçük­lüğü ve muhteşem sonuçlar üç kıstas ise, ta­rihte Muhammed ile mukayese edilebilecek birisini kim gösterebilir? En meşhur insanlar yalnız ordular,kanunlar ve imparatorluklar te­sis ettiler. Onlar, bir şeyse eğer, çoğu zaman gözleri önünde harap olan maddî güçler­den fazlasını oluşturamadılar. Oysa bu insan, sadece ordular, kanunlar, imparatorluklar, İn­sanlar ve hükümdarlıkları değil, o zaman dünyanın üçte birini dolduran milyonlarca insanı da harekete geçirmiştir. Dahası, o din­ler, fikirler, inançlar nefs ve ruhları da hare­kete geçirmiştir. Her kelimesi kanun olan bir Kitab'ı esas alarak, o her dil ve ırktan insan­ları biraraya toplayarak manevî bir millet or­taya çıkardı;.. Tanrı'nın Tevhidî inancının, uydurma inançların kayboluşu arasında yükse­lişi bizatihi öyle bir mucizeydi ki, onun du­dakları arasından çıkmasıyla eski putperest tapınakları yok etmiş ve dünyanın üçte biri­ni ateşe vermiştir..."

"Düşünür, hatip, havari, kanun koyucu, as­ker, düşüncelerin fatihi, rasyonel akidele­rin düzelticisi, şekil ve suret olmaksızın ta­pınma; hepsi manevî tek bir hükümdarlık olan yirmi dünyevî hükümdarlığın kurucu­su, işte Muhanimed. İnsanın yüceliğinin öl­çümü mümkün olsa, ondan daha büyük bir insan var mıdır, sorarız?" (Lamartin, Türkiye Tarihi, Paris, 1854, Cilt II, ss 276-277). Majör Arthur GIyn Leonard'ın deyişiyle, "Muhammed'İn veya İslâm'ın ruhunu derin­lemesine anlamak isteyen öğrenci, bizzat baş­langıçta şunu anlamalıdır ki, Muhammed manevî bir gezgin veya pespaye ve zamanı­na uyan bir derbeder değildir. O, her çağın ve tarihin en engin, samimi ve gerçek önder­lerinden biridir. İnsanlığın yetiştirdiği, sadece büyük değil, en büyüklerden (yani en doğ­ru) bir adam. Yalnız bir peygamber olarak büyük değil, aynı zamanda bir vatanperver ve devlet adamı olarak da büyük; manevî ol­duğu kadar maddî olarak da büyük bir mil­letin, büyük bir imparatorluğun kurucusu­dur bu yüce insan. Hatta bunlardan öte, da­ha büyük bir iman; ve kendine, halkına ve hepsinin üzerinde Tanrı'ya karşı dürüst bir insan. Bunu idrak eden öğrenci İslâm'ın bağ­lılarını insanlığın karanlıklarından Nur ve Hakk'm yüksek diyarına doğru yücelten, en­gin ve gerçek bir inanç olduğunu tasdik ede­ceklerdir." (İslâm-Ahlâkî ve Manevî Değer­leri, Londra, 1927, ss. 20-21).

Bir yazar da şunları söylemektedir: "Mu­hammed, vahye mazhar olan ve İslâm'ı ku­ran insan, M.S. 570 civarında putlara tapan bir Arap kabilesinde dünyaya geldi... Sonra, bir takım acı ve dehşete düşürücü olaylar içinde, Tanrı'nm kelâmı ona, melek Cebrail vasıtasıyla vahyolunmaya başladı... Kendin­den önceki büyük peygamberler gibi, Mu­hammed, Tanrı'nın kelâmını yaymak için kendisinin nakıs olduğu bilincinde ve gayet dikkatli olarak mücadele verdi. Melek 'Oku!' diye emretti. Oysa bildiğimiz kada­rıyla, Muhammed'İn okuma yazması yoktu. Fakat, o kendisine vahyolunan sözleri yaz­maya başladı. Dünyanın büyük bir kısmını tamamen değiştirecekti bu söz: 'Allah'tan başka tanrı yoktur.' Onun olağanüstü şahsi­yetinin gücüyle Muhammed, Arabistan ve Doğudaki hayatı her şeyiyle değiştirmişti. O, putları kendi elleriyle paramparça etti ve an­cak tek Tanrı'ya kulluk edilen bir dini kur­du." (Mickener, James A., İslâm: Yanlış An­laşılan Din, Okuyucu Özetlerinde,   Amerikan Basımı, Mayıs 1955, ss. 68-70).

Profesör Natheniel Schmidt'e göre, "Mu­hammed'İn esaslı samimiyetinden şüphe edi­lemez. Tarihe tenkitçi bir gözle bakıldığın­da, her kanıt değerlendirildiğinde onun, hiç­bir çıkar gözetmeksizin fizikî hayatları ne olursa olsun, muhtelif zaman ve durumlar­da, hakkı söyleyen yüce düşünceleri öğreten ve beyan eden peygamberler zincirinden ol­duğu gerçeğini teslim edecektir. Ki o peygam­berler asil davranmış ve bu yönde İlkeler koy­muşlar ve yüce çağrılarını korkusuzca hay­kırmışlar, davetlerini güçleri yettiği kadar, hiç dihlenmeksizin sürdürmüşlerdir!' (Yeni Ulus­lararası Ansiklopedi, 1916, Cilt XVI, s, 72). Thomas Cariyle şunları yazmıştır: "Doğru ve sadık bir insan; hep doğruyu yapan, doğ­ruyu söyleyen ve düşünen. Sakin konuşan, söylenecek bir şey olmadığı zaman susan, fa­kat konuştuğunda hep ilgili, bilge ve sami­mi konuşan; daima konuyu aydınlatıcı... Böyle bir insanın sözü doğrudan tabiatın kal­binden gelmektedir. İnsanlar onu her şeyden başka türlü dinlemeli ve ona uymalıdır —yoksa hepsi bir nefesten başka birşey de­ğildir... Yunanlı Heraklit, Farslı Cosros gibi hükümdarlar ve dünyadaki diğer kırallar ara­sındaki Arabistan bu insana ne yapabilir; — hepsi ona ne yapabilir?... Tanrı'nın inayeti şüphesi onu vahiy ile şereflendirmiştir. Onu ölüm ve karanlıklardan kurtarmış ve onu bü­tün mahlukata bildirmiştir: 'Muhammed Tanrı'nın Peygamberidir.' ifadesiyle kastedi­len de tam anlam böyle olmasa da bir yö­nüyle budur." Thomas Cariyle, Tarihte Kah­ramanlar. Kahramanca İbadet ve Kahraman­lıklar, Londra, ss. 287-292). Cariyle şunları da ifade etmiştir. "Ona peygamber dediler, diyorsunuz değil mi? Niçin? Çünkü Muham­med onlarla yüzyüze gelmiş hiçbir esrarın ar­kasında kutsanmamış, kendi hırkasına yama yapmış, ayakkabılarını tamir etmiş, savaşmış, onların arasında istişare etmiş ve emretmiş­tir. Siz ona ne derseniz deyin, onun nasıl bir insan olduğunu mutlaka görmüşlerdi. Kut­sal tacıyla hiçbir imparator, oturup kendi hır­kasına yama yapan bu insan kadar itaat görmemiştir. Yirmi üç yıllık zahmet ve gerçek mücadelenin içinde sahip olması gereken her şeye sahip gerçek bir kahramanı görüyorum!' (Thomas Cariyle, Kahramanlar Üzerine Konferanslar). Mahatma Gandi ise şunları söylemektedir: "Milyonlarca insanın kalbi üzerinde bugün tartışmasız bir etkisi olan ha­yata sahip birisini öğrenmek istedim. İslâm'­ın bir yeri fethinin kılıç ile olmayıp, hayat tar­zıyla olduğunu her zamankinden daha iyi anladım. Peygamberin tam manasıyla sade­liği ve ahde sadakati, onun arkadaş ve takip­çilerine kendini adaması, tevazuu, yiğitliği, korkusuzluğu, Tanrı'ya ve dinine olan mut­lak bağlılığıydı asıl ona her engeli aştıran ve muzaffer kılan; yoksa kılıç bir hiçti." (Genç Hindistan, Işık'tan alınma, Lahore, 16 Ey­lül, 1924). W. E Hogarth ise şunları yazmış­tır: "Onun hayatı, ciddi veya önemsiz olan kısımlanyla birlikte bütün hareketleri günü­müzde milyonların kabul ettiği, bildikleri ve şuurlu olarak uyguladığı bir sistemi kurum­sallaştırmıştır. İnsan ırkının ufak dahi olsa, hiçbir kısmı böyle bir insanın hareketlerinin en ayrıntıdaki kısmına dahi titizlikle uyup, taklit etmemiştir. Hıristiyanlığın kurucuları­nın davranışları hiçbir şekilde takipçilerinin günlük hayatını düzenlememiştir. Bu bakım­dan hiçbir dinin kurucusu, müslümanların peygamberi gibi tek başına yüksek bir yer iş­gal etmemiştir." (Arabistan Tarihi, Oxford, 1922, s. 52).

George Bernard Shaw şunları ifade etmiştir: "Ben Muhammed'in dinini harikulade can­lılığından ötürü hep takdir etmişimdir. İslâm, varlığın değişen veçhesine uyarlanabilir ka­biliyete sahip tek dindir. Böylece, İslâm her Çağa hitap etmektedir... Benim tahminime göre, Muhammed'in inancı bugün Avrupa1 da kabul edilmeye başlandığı gibi, gelecekte de kabul görecektir. Ortaçağ Kilisesi, ya ca­hilliklerinden ya da bağnazlıklarından Mu-hammedîliği hep kara renklere boyayarak an­latmışlardır. Onlar aslında, hem Muham-med'den, hem de onun dininden nefret ede­cek şekilde eğitilmişlerdi. Onlara göre, Mu­hammed İsa karşıtıydı. Oysa, ben onu, o harikulade insanı inceledim. Benim kanaatime göre değil İsa düşmanı olmak, ona insanlı­ğın kurtarıcısı demek gerekir. Günümüz dün­yası onun gibi birisinin mutlak hâkimiyeti al­tına girse, sorunları, çok ihtiyaç duyulan ba­rış ve mutluluk getirecek şekilde onun çöze­ceğine inanıyorum. Avrupa, Muhammed'in akidesinin aşkına girmeye başlamıştır. Gele­cek yüzyılda, Avrupa sorunlarının çözümü­nü bu inanç içinde görmeye kadar gidebilir. Öyle ki benim tahminimi daha iyi anlarsı­nız!' (Bazı Seçkin Alimlerin Yazılarının Der­lemesi, İslâm Misyonu Çalışmaları, 1935, s. 77).

Sir William Muir'e göre, "Şüphesiz, saf tek tanrı inancı, adalet ve insanlık üzerine ku­rulu düzeni ile İslâm, Orta Afrikalılar gibi putçuluk ve fetişizm batağındaki ırklardan çok yüksekte olup, böyle insanların ahlâkı­nı da büyük ölçüde itidale çekerek düzelt­mektedir." (Muhammed ve İslâm, Londra, 1895, s. 246). Bir bilim adamı şunları söyle­mektedir: "Bir din olarak, itiraf edilmelidir ki Muhammed'in dini Afrika'ya hıristİyan-lıktan daha çok yakışır; aslında şunu söyle­mem gerekir ki, bütün dünyaya daha çok ya­kışır... Onun özellikleri İnsanı insan yapma­sı şeklinde özetlenebilir. İslâm, insandan bir tanrı çıkarmaya çalışmaz ama onun iyi bir komşu olmasına kadar düzene sokar." (Law-ton, Lancelot, Yer Küre, Londra, 12 Mayıs, 1928).

Napolyon Bonapart'a göre: "Tanrı'nm var­lığını, Musa kavmine, Mesih İsa Roma âle­mine, Muhammed @ ise bütün kıtaya yay­dı. İsa'dan altı asır sonra, Arabistan putpe­restlik içindeyken, Muhammed @, İbrahim, İsmail, Musa ve İsa'nın Tann'sını tanıttı. Muhammed, ne babası, ne de oğlu olan tek Tanrı'dan başkasının olmadığını ve teslisin ortak koşma anlamına geldiğini açıkladı... Bütün ülkelerin ferasetli ve eğitilmiş in­sanlarını birleştirerek, yegâne doğru ve in­sanları mutluluğa erdirecek olan Kur'ân'ın prensiplerine dayalı tek bir düzeni kuracağımı umuyorum." (Bonaparte ve îslâm, Cherfİls, Paris, ss. 105-125). Bir bilim adamı da şun­ları söylemektedir: "Tanrı'nın vahyettiği bü­tün gerçek dinleri kabul eden bu akidenin asaleti ve geniş müsamahası insanlık için da­ima mükemmel ve şanlı bir miras olacaktır. Ancak böyle bir esas üzerine mükemmel bir dünya dini kurulabilir." (Geenless, Duncan, İslâm Akidesi, Adyar, 1948, s. 27). Dufferin Marki'ne göre, "Avrupa, Orta Çağın karan­lığından kurtuluşunu büyük ölçüde müslü-man bilimine, müslüman sanatına ve müs-lüman eserlerine borçludur." (Hindistan'da Verilen Konferanslar, Londra, 1890, s. 24). bir diğer bilim adamı da şöyle demektedir: "Zerdüşt sisteminden daha saf, Musa'nın şe­riatından daha hür olan Muhammed'in di­ni, on yedinci yüzyıldaki İncil'in tükenen sa­deliğine kıyasla tutarsız değildir." (Gibbon, Edward, Roma İmparatorluğunun Düşüş ve Gerileme Tarihi, Londra, 1938/1939, Cilt V, s. 487). J. H. Denison da şunları yazmıştır: "Beş ve altıncı yüzyıllarda, medenî dünya kaosa girmişti... O zaman, tesisi dört bin yıl süren büyük medeniyetin dağılma sınırında olduğu görülüyordu. İnsanlar, her kavmin ve bölüğün birbirine karşı olduğu, kanun ve ni­zamın bilinmediği bir zulme yönelmişlerdi... Hıristiyanlık tarafından yeni ortaya atılan müeyyide ve cezalar birlik ve düzen yerine daha çok bölünme ve tahrip yoluna hizmet etmektedir... Doğu ve Güney dünyası diye bi­linen bütün bölgeyi birleştirecek bu insan, iş­te bu insanlar arasında doğmuştu." (Denis­on, H., Medeniyetin Esası Olarak Duygu, Londra, 1928, ss. 265-269).

H.A.R.Gibb'e göre, "Fakat İslâm insanlığa hizmet vermektedir... Başka bir toplum in­sanları ve ırkları bu kadar statüde, fırsatta ve çalışmada eşit birleştirememiştir. Afrika, Hindistan ve Endonezya'nın büyük müslü­man toplumları, belki Japonya'daki küçük İslâm cemaati dahi, İslâm'ın halâ uzlaştırıl­ması mümkün olmayan ırk ve gelenekleri bir araya getirecek kadar güçlü olduğunu gös­termektedir. Şayet Doğu ve Batı'daki büyük toplumların ihtilafının yerini işbirliği alacaksa islâm'ın arabuluculuğu zaruri bir şarttır." (İslâm Gücünü Yitiriyor mu?, Londra, 1932, s. 379).

A. J. Toynbee de şöyle demiştir: "Müslü­manlar arasında ırk bilincinin söndürülme­si, İslâm'ın önemli başarılarından biridir. Ve öyle görülmektedir ki, günümüz dünyasın­da bu İslâmî faziletin yayılmasına gerçekten derin hij ihtiyaç vardır." (İmtihandaki Me­deniyet, New York, 1948, s. 205). H. G. Wells de şunları yazmıştır: "Yeni bir açıdan ve ta­ze bir gayret ile Arap zihni, Yunanlıların baş­latıp bıraktıkları müsbet bilginin sistematik gelişinimi devraldı. Yunanlılar gerçek ile uğ­raşmanın bilimsel metodunun babası ise, Araplar da balalığı (evlatlık alıp büyütenjdır. Yani tam bir açık sözlülük, ifade ve açıkla­malarda azamî sadelik, tam kaynak ve ay­rıntılı tenkit. Modern dünyaya ışık ve güç ar­mağanı Latin yoluyla değil, Araplar vasıta­sıyla ulaşmıştır?' (Tarihin Ana Hatları, Lond-re, 920). Majör Leonard şöyle demektedir: "İslâm inancındaki bilhassa iki veçhe beni hep çekmiştir. Biri Tanrı anlayışı, diğeri de şüphe götürmez samimiyettir. Burada, sami­miyet nerdeyse İlâhî olup pek çok günahın sevgisiyle örtülmesi gibidir." (Leonard, Ma­jör Arthur Glyn, İslâm, Ahlâkî ve Manevî Değeri, Londra, 1927).

Bir yazar şöyle demektedir: "Muhammed, dinî sistemini, sadece ashabının düşüncele­rine uygun olarak kurmayıp, onların idrakı-na ve ülkelerinde hâkim olan âdetlerine gö­re kurmuştur. Ancak, bunun da ötesinde in­sanların sağduyusuna öylesine yakındı ki, kırk yıldan az bir zamanda insanların yarı­sından çoğunu inancına çevirdi. Anlaşılan, bu akidenin duyulması, akılları kendine tâ­bi kılmaya yetiyordu." (Hıristiyanlık Propa­gandası ve Müslüman Karşıtları, Paris, 1890, T. W. Arnold tarafından İslâm'ın Tebliği­nden alıntı, Londra, 1913, ss. 413-414).

John Austin'in ifadesiyle, "Bir yıldan az bir sürede, o Medine'nin gerçekten manevî, res­mî ve dünyevî lideri olmuştur. Dünyayı sarsaçak manivelanın kolu da onun elindedir." (Warren Hastings'in Suçlaması, İngiliz Dev­let adamlığında ve Nutuklarında) ve Edward Montel de şunları yazmıştır: "İslâm, etimo­lojik ve tarihî olarak bu terimden anlaşıldı­ğı şekliyle geniş anlamda esas itibarıyla ras-yonel-bir dindir. Burada rasyonalizm tanımı­nı dini inançları mantığa tam olarak uygun olan bir sistem olarak alabiliriz. Şevk ve hü­küm sahibi olan Muhammed'in iman ve inanç ateşine de sahip olduğu bir gerçektir. Onun taraftarlarına verdiği yüce nitelikler, onun vahiyle gelen reformuyla ortaya çıkmış­tır. Ancak vahiy yolu yalnız yollardan biri­dir. Onun dininin mantık üzerine kurulu inançların bir araya geldiğine dair işaretler vardır... Bu öğretinin ve dinî işlerin sadelik ve açıklığı İslâmî hareketin çok belirgin özel-liklerindendir. Bütün dinî karmaşıklardan arınmış ve bunun sonucundaki normal id­raklere böylesine kabul edilebilir olan bu açık akidenin, insanların bilinçlerine hâkim ola­bilecek muhteşem güce sahip olması bekle­nir, aslında mutlaka da sahiptir?' (Hıristiyan­lık Propagandası ve Müslüman Karşıtları, Paris, 1890, T. W. Arnold Tarafından İslamc­ın Tebliğ'inden alıntı, Londra, 1913, ss. 413-414). Edmund Burke'ye göre "Muhammedi şeriat taç giydirilen baştan, en basit konuya kadar geçerli ve bağlayıcıdır. O, mahirane bir sistemin içdokunmuş, en fazla öğrenilmiş ve dünyadaki gelmiş geçmiş en münevver hu­kukun kanunudur." (Warren Hastings'in Suçlaması, İngiliz Devlet Adamlığında ve Nutuklarında).

islâm'a Geçişler. İslâm'ı kabul eden bazı gayrı müslimlerin duygulan aşağıda özetlen­miştir: "Bazı arkadaşlarım benim Muham-medîler tarafından etkilendiğimi düşünebi­lirler; fakat asıl sebep bu değil. Çünkü mev­cut görüşlerim sadece yıllar boyu oluşan gö-rüşlerimdir. Benim tahsilli müslümanlarla din üzerine filan yaptığım konuşmalar bir­kaç hafta önce başladı. Söylemeliyim ki bü­tün teorilerim ve elde ettiğim sonuçların İs­lâm'a uygun olması beni fazlasıyla sevindir­di. Dine giriş, Kur'an'a göre, özgür seçim sonucunda ve kendiliğinden değerlendirme İle olmalıdır. İslâm'a giriş asla zor kullanarak olamaz. İsa da müritlerine aynı şeyi ifade et­mek istemiştir: 'Ve kim seni ne kabul edip, ne de işitmezse, ayrılırken ayağının altından tozu silkip at.' (Markos, VI, 11). İnanıyorum ki, müslümanlığa kalpleri meyilli olup da, gelenek baskısı, zıt eleştiri ve değişikliğin güçlüklerinden çekinme binlerce kadın ve er­keği gerçeği açıkça kabullenmekten alıkoy­maktadır. Arkadaş ve akrabalarımın bana kaybedilmiş bir ruh olarak baktıklarını ve benim geriye dönmem için dua ettiklerini bil­meme rağmen ben adımımı attım. Aslında, ben yirmi sene önceki gibi aynı inançtayım; onların nazarında iyi kanaati bana kaybet­tiren bu gerçeği aşikar olarak söylenmesi ol­muştur." (Lord Headley, Al Farook, îngl).

"İslâm bana mükemmel bir mimari eser gi­bi görünmektedir. Her parçası birbirini ta­mamlayıp, destekleyecek şekilde uyumluca tasarlanmıştır; hiçbir şey fazla olmadığı gi­bi, eksik de yoktur. Sonuç ise mutlak bir denge ve sağlam bir huzur ve sükunettir. Üzerimde en büyük etkiyi herhalde İslamc­ın öğreti ve kaziyelerindeki 'her şeyin yerli yerinde olması' hissi uyandırmıştır... Benim etüd ve mukayeselerim, müslümanların ek­sikliklerinden kaynaklanan bütün olumsuz faktörlere rağmen insanoğlunun gördüğü en büyük çekici ve yönlendirici güç olarak İs­lâm'ın manevi bir vakıa olduğuna beni ke­sinlikle ikna etti. O zamandan beri, bütün ilgim onun yeniden canlandırılışı meselesinde odaklaşmıştır!' (Muhammed Esad, Avusturya).

"Olgunluk çağına erdiğimden beri, İslâm1 in güzellik, sadelik ve saflığı bana hep çeki­ci gelmiştir. Bir hıristiyan olarak doğup bü­yümeme rağmen kilise'n*u dogmatik tavrı­na hiç inanamamışındır. Körü körüne inan­mak yerine hep m3nt1^ v^ sağduyuma baş-vurmuşumdur. Zaman geçtikçe Yaratıcım ile barış ve uyum içinde olmayı arzuladım. Ve hem Roma Kilisesi'nin, hern de İngiliz Kili­sesi'nin bana gerçekten faydalı olamayacağını gördüm. Müslüman olurken sadece id­rak ve şuurumun dediğine uydum ve o za­mandan beri kendimi daha iyi ve doğru bir insan olarak hissediyorum... İslâm insanlı­ğın günahsız, kötülüksüz devamını talim yo­luyla sağlamaktadır. Efendi-tâbi, zengin-fakir, hepsinin bir -olduğunu, aynı esastan geldiklerini, aynı ruha sahip olduklarım ve eşit olarak zihni, manevî ve ahlâkî marifet ve kabiliyetle teçhiz edildiklerini kadın-erkek herkese anlatmaktadır... Sonuç olarak, söy­lemek isterim ki, İslâm hayatın her gününü, her anını düzenlerken, bugün güya hıristi-yanhk (İsevîlik) denilen din, mensuplarına Pazar günleri Tann'ya ve haftanın kalan gün­leri O'nun yarattıklarına ibadeti göstermek­tedir." (Sir Abdullah Archibald Hamilton, İngiltere).

"Yirmi yaşıma geldiğimde ve fiilen kendi kendime hükmedebildiğim zaman Kilise'nin sıkıcılığı ve tahditlerinden Öyle bıkmıştım ki, ondan hemen uzaklaştım ve bir daha dön­medim... Çok şükür araştırıcı bir zihne sa­hip olduğumdan, her şeye mantıklı bir izah istiyordum. Ne inananları, ne de ruhbanla­rı, bu İnancın bana hiçbir mantıklı izahını veremediği gibi bana bunların ya sır oldu­ğunu, ya da benim idrakimin fevkinde oldu­ğunu söylüyorlardı... Hak din olan İslâm'ın esası Tanrı' nın isteğine teslimiyettir ve bunun köşe taşı da ibadettir. İslâm, evrensel kardeş­liğe, evrensel sevgiye, evrensel İyiliğe çağır­makta ve kalp temizliği, hareketlerin temiz­liğini, konuşmanın temizliğini ve tam bir fizikî temizlik istemektedir. Şüphesiz İslâm, insanoğlunun bildiği en sâde ve^n yüce din­dir." {Muhammad, Alexander Russel Webb).

"İçimde gerçek Tann'ya kulluk ve ibadet et­mek için samimi ve kuvvetli bir istek doğ­muştu... Nihayet, Muhammed Peygamber­in hayatını incelemeye başladım... Kısa bir süre sonra onun Hak ve Tanrı yolundaki ça­basının samimiyetinden kuşku duymanın imkansızlığını gördüm. Vahşi, putperest, suç, pislik ve çıplaklık içinde yaşayan insanlara, nasıl giyinmek gerektiğini Öğretmiş, kirin yerini temizlik almıştı. Araplar, şahsî itibar ka­zandılar ve kendilerine saygı duymaya baş­ladılar; misafirperverlik dinî bir görev hali­ne geldi ve putları tahrip edilerek Hak ve tek olan Tann'ya kulluğa döndüler." (Sir Cela-leddin Lauder Brunton, İngiltere).

"Mekke'li adamın öğretisi, anlattıkları öyle kısa ve öz, öyle yerli yerindedir ki, pratik bir dinin en açık ifadesiydi benim için, 'Deveni bağla ye Allah'a emanet et'. O bize normal hareketlerle ilgili dinî bir sistem vermektedir. Kendini ihmal etmek pahasına görünmeyen bir güce körü körüne inanmak yerine elinde gelen her şeyi hakkıyla yaptıktan zonra Al­lah'ın arzusuna teslim olup, tam güvenmek." (Cöl. Donald S. Rockvvell, US.A.)

"Sonunda Muhammed'i Tanrı'nın elçisi ola­rak kabul edebildim; evvelâ ona ihtiyaç var­dı; ikincisi, benim elde ettiğim sonuçlar ba­ğımsız ve yine de tesadüfiydi. Üçüncüsü, Ön­cekilerden ayrı olarak Mukaddes Kur'an ve Peygamber'in öğretisinin tevhidî özelliği beni coşturmuştu!' (Thomas Irwing, Canada)

"Ümitsizlik, küfür, cehalet ve hurafe batak­lığından çıkarılan Araplar, torunlarını dün­yanın tepesine oturtabilmelerini Tanrı'nın yardımına borçludur. Tanrı, Muhammed ve Kur'an vasıtasıyla dünyanın tarihini değiştir­di. Ve bunlar olmaksızın günümüz biliminin büyük harikaları da olmayacaktı. Muham­med, 'Hikmet Çin'de de olsa arayınız' de­miştir." (S.A. Board, A.B.D.)

'' İslâm'da müşterek bir şey vardır. O tarihin dinidir ve onun öğreticisi de tarihteki bir şah­siyettir... Bütün diğer öğretmenlerin hayat­ları efsane ve sırlarla doludur. Ve kendi Öğ­retilerini kendi hayatlarının ışığı altında gör­memiz mümkün değildir. Oysa, İslâm'daki kayıtlar hakkında kimsenin en ufak bir şüp­hesi yoktur. İslâm'ın Kitab'ı Kur'an, Mukad­des Peygamber'in zamanında nasılsa bugün de öyledir. Onun Kitab'ı açıklayan fiil ve söz­leri orijinal, saf ve pak haliyle bize ulaşmış­tır. Bunlarda, daha önce şurada burada beyhude aradığım bir teselli buluyorum. Ben sa­de ve pratik, mantığımı Öldürmeden kabul edemeyeceğim dogmalardan arınmış bir din arıyorchım." (J.W. Lovegrove, İngiltere). Ve Mc Borkle şöyle demektedir: "Daha sonra, burada insanlık kadar geniş, fakirler gibi zen­ginlere de rehberlik edecek ve bütün bâtıl inanç ve renk engellerini yıkabilecek bir din olduğunu anladım." (T. H. Mc. Borkle, İrlanda).

Thomas Carlyle'nin seçtiği bütün büyük peygamberler arasında daha iki yüz sene ön­ce Muhammed @'ı kahraman olarak seçme­si ilginç bir rastlantıdır. Ve şimdi yirminci yüzyılın son yirmi yıl içinde Amerikalı Mic-hael H. Hart tarihin en etkin şahsiyetlerini sıralarken Muhammed @'ı en başa koymuş ve gerekçesini de şöyle izah etmiştir: "Bu ki­tap sadece tarih boyunca en büyük etkide bulunan 100 kişinin kim olduğu sorusuyla ilgilidir. Bu 100 kişiyi önem sırasına, yani, her birinin insanlık tarihi ve insanların gün­lük hayatı üzerideki etkisine göre sıraladım. Böyle müstesna insanlar, ister soylu olsun, ister olmasın, ister meşhur olsun, ister tanın­mamış, ister şaşaalı, isterse mütevazi olsun, hepsi de hayatımızı şekillendiren, dünyamı­zı kuran insanlardır.                              

Dünyayı en fazla etkileyen şahsiyetlerin lis­tesinin en başına Muhammed'i koymam bazı okuyucularımı şaşırtabilir, bazısı da karşı çı­kabilir. Fakat hem dinî, hem de dünyevî düzeyde en mükemmel şekilde başarılı olan tek insan odur.

Mufoammed, dünyanın büyük dinlerinden birini kurmuş ve yürürlüğe koymuş ve ger­çekten çok fazla etkili bir siyasî lider olmuş­tur. Bugün, ölümünden on üç asır geçmesi­ne rağmen, onun etkisi halâ güçlü ve yaygın­dır.

Arabistan'ın Bedevî kabileleri şiddetli savaş­çılıklarıyla ün salmışlardı. Ancak sayıca az­dılar ve paramparça olup, iç savaşlarla uğ­raşıyorlardı. Bununla beraber, tarihte ilk defa Muhammed tarafından birleştirilerek ve şevk veren tek Tann inancının vahyedilmesİyle, Arap orduları artık insanlık tarihini muhte­şem fetih dizilerinden birine başlamışlardır... Aslında, Arap fetihlerinin motor gücü oldu­ğu gibi, Muhammed, tarihin en etkin siyasî lideri olarak da gösterilebilir... Muhammed1 den önce benzer hiçbir olay vuku bulmamıştı ve bu fetihlerin onsuz elde edilebileceğine inanmanın da hiçbir mantıkî sebebi yoktur.

Yedinci yüzyıldaki Arap fetihlerinin günü­müze kadar insanlık tarihinde önemli bir rol oynamaya devam ettiğini görüyoruz. Mu-hammed'in insanlık tarihinim en etkin tek si­ması olarak kabul edilmesinin sanırım, se­bebi, onun dünyevî ve dinî etkisindeki em­salsiz terkip ve bağdaştırıcılığıdır," (Hart. Michael H., 100 - Tarihteki En Etkin Şahsi yetlerin Sıralaması, New York, sh, 26-371)

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

HZ. MUHAMMEDİ SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM İNSANLIĞIN EĞİTİCİSİ

 

KISIM 1

 

EĞİTİMİN ESASLARI

 

Giriş

 

Rasulullah @ ne okula gitmiş, ne de gençli­ğinde okuma-yazma öğrenmişti. Okuma-yazma bilmemesine rağmen, ashabına psiko­loji, felsefe ve eğitimin esaslarını öğretebili­yordu. Onlara dinin, ahlâkın, edebin temel prensiplerini öğretti. Eğitim, edebiyat, felse­fe, ekonomi, mimari, fizik, tıp, astronomi, siyaset, ticaret ilmi, psikoloji, fizyoloji, bi­yoloji ve insan faaliyetlerinin her dalını çev­releyen bilgi alanlarının hepsi dahil olmak üzere, kültürlerinin temelini oluşturan ölçü­lerin birçok boyutlarını ve ölümsüz değerler zenginliğini verdi. Onun vefatından sonra, bir asır içinde yükselen İslâm Kültürü, yal­nız zamanın medeniyet ve kültür oluşumu­nu etkilemekle kalmamış, gelecek yüzyıllar boyunca medeniyet ve kültür dünyasını yön­lendirerek silinmez bir iz bırakmıştır. Diğer medeniyet ve kültürler, özellikle ilimlerin ge-h'şme ve ilerlemesinde, bu kültürel mirastan büyük pay almıştır. Hiç şüphesiz Rasul Mu-hammed @'m ilim dünyasına katkısının ta­rihte bir benzeri yoktur.

İnsanlık tarihinin akışını gerçekten yönlen­diren tek fert odur. Cehaletin yerine bilgiyi, alışkanlık ve geleneklerin yerine aklı, körü-körüne atalarının izinde gitme yerine araş­tırmayı ve düşünmeyi öğretmiştir. İnsanı, ku­la kulluktan kurtarıp, özüne döndürmüş ve ona, Kâinatın yaratıcısı ve Hakîm olan Al­lah'ın halifeliğini teklif etmiştir (2: 80). İn­sana kâinattaki gerçek yerini ve durumunu öğretmiş, göklerin ve yerin kaynaklarını ve nimetlerini sunmuştur (31: 20). Kâinatın meçhul, gizli zenginliklerini ortaya çıkarması ve faydalanması için insanoğluna engin ve sı­nırsız ufuklar açmıştır (45: 13). Emeğinin bo­şa çıkmayacağı söylenerek (53: 39), amelle­rinin karşılığını alacağı söz verilmiştir (14: 34).

"Rabbimiz! İçlerinden onlara Senin âyetlerini okuyan, Kitâb'ı ve hikmeti öğreten, onları her kötülükten arıtan bir peygamber gönder. Doğrusu güçlü ve Hakîm olan ancak Sensin." Kur'an-ı Kerim, Bakara Suresi (2): 129. âyet.

İnsanoğlu, tabiat olayları karşısında şaşkın, şehevî arzularının sınırladığı bir dünyada ya­şıyordu. Peygamber @, onu esfel-i safilinden kurtarmış, hatta meleklerin dahi üzerinde bir dereceye yükseltmiş, Allah'a yakınlaştırmış-tır. Böylelikle, eski, sınırlı hayatından çıka­rıp, ufkun\ı genişletrniştir. Hz. Peygamber @ nübüvveti süresince insanlara "Tevhid Anla-yışı"nı öğretmiştir. Onların önceki bilgileri­ni tamamen ortadan kaldıran, sonsuz ve ya­ratıcı bir bilgi dünyası ile tanıştırmış, yepye­ni bir ideal getirmiştir. Başka bir deyişle, in­sanlığı cehaletin karanlıklarından, bilginin aydınlığına çıkarmış, akıl ve bilgi esaslarına, tamamen yeni ideallere sahip yaratıcı bir dünyaya kavuşturmuştur.

İnsanoğlunun yolu, İyiden ve güzelden baş­ka sınırı olmayan bir yöne doğrultuldu. İn­san, sonsuz yaratılışın devam ettiği atom(ce-vahir) çağına ulaştırıldı? Çünkü Allah, ira­desi ile devamlı yaratmadadır. O, kâinatı yok­tan yaratmıştır ve her şeyin üzerinde O'nun kudreti vardır (35: 1). Atom âlemi her an ya­ratılmadadır ve O'nun kudret ve iradesi ile genişlemektedir. Bu yeni bilgi, insanoğlunun kâinatın bilinmeyen gerçeklerini ortaya çıkar­ma yolundaki bilgi ve araştırma arzusuna ye­ni boyutlar getirdi.

Peygamber @'ın getirdiği mesajlardan biri­si de, akla ve tecrübeye önem verilmesi, bun­ları kullanarak tabiattan ve tarihten bilgi edi­nilmesidir. Başka bir deyişle tümevarım me­todu ile bilgi edinilmesini ve bilgiden fayda­lanılmasını başlatmış, akla, mantığa uyma­yan metodları men etmiştir. Bu, büyük bir başarıdır. Böylece insan etrafında olup bi­tenlere vakıf olmaya başlamıştır.

Rasulullah @, böylece safsata ve hurafe dö­nemine son vermiştir. Onun eğitimi ve Öğre­timi, insanı akıl ve tecrübe dünyasına kavuş­turmuş, araştırma, tenkit melekelerini hare­kete geçirmiştir. Kur'an-ı Kerim'de de İnsa­na, kendi nefsine ve dış âleme (âfak) bakma­sı, dış âlemde olduğu kadar, kendi içinde de Allah'ın avetlerini müşahade etmesi, tecrübeleriyle bilgisini arttırması buyurulmakta-dır.

Kur'an-ı Kerim, kendi nefsine bakması ve onu anlamaya çalışması için, insanın idrak ve aklına hitap eder, "İçinizden, kendileriy­le huzura kavuşacağınız eşler yaratıp, aranız­da muhabbet ve rahmet var etmesi, O'nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda, düşü­nen kavim için dersler vardır." (30: 21). Bu ayet-i kerimede birbirlerine çekici olarak ya­ratılmış, birlikte olmaktan huzur, rahatlık, zevk, muhabbet bulan kadın ve erkek ara­sındaki cinsî alâkanın harika sırrına işaret edilmektedir. Yine aynı surede, insana zayıf yaratıldığı hatırfatılmakta ve "Sizi güçsüz olarak yaratan, güçsüzlükten sonra kuvvetli kılan, sonra da kuvvetliliğin ardından güç­süz ve ihtiyar yapan Allah'tır. O dilediğini yaratır; bilendir. Kadir olandır!' (30: 54) bu­yur ulmaktadır.Bu ayet-ikerime insanın gençliğinden, ihtiyarlığına kadarki değişikliklere işaret etmekte, gençliğindeki gücünden kuv­vetinden sonra nasıl tekrar çocukluğundaki aciz hâle döndürüldüğünü anlatmaktadır. Kur'an-ı Kerim'de bu ve benzeri ayetlerle in­sanın bilgi ufku genişletilmekte, iç âlemi fiz­yolojik ve psikolojik olarak daha ileri götü­rülmekte, bilgisini arttırması için yol göste­rilmektedir.

Keza insana, Allah'ın yarattıklarını düşün­mesi ve zihnini genişletmesi için yeryüzüne dağıtılmış bilgi hazinelerinden toplaması söylenmektedir. "Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O'nun varlığının belgelerindendir. Doğrusu bunlarda bilenler için dersler vardır. Size kor­ku ve ümit veren şimşeği göstermesi, gökten su indirip ölümünden sonra yeri onunla di­riltmesi O'nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda düşünen kavim için dersler vardır" (30: 22-24). Yine Bakara Suresi'nde, "Gök­lerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gün­düzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah'ın gökten indirip, yeri ölümünden son­ra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında^ rüzgârları yerle gök arasında em­re âmâde duran bulutları döndürmesinde, düşünen kimseler için deliller vardır." (2: 164).

Bu ayetlerde, insan afcletsin ve kâinatın gizli kaynaklarından ve zenginliklerinden fayda­lansın ctiye tabiatta süregelen hadiseler özet­lenmiştir. Çeşitli tabiat hadiseleri üzerinde araştırma ve tenkidi, müşahade arzusu uyan­dır ılmaktadınBundan maksat, kâinata dağı­tılmış olan hayat gerçeklerini, insanın ken­di müşahade ve tecrübeleriyle öğrenmesini sağlamaktır. Bu, tenkidî müşahade ruhu, Ra-sulullah @'ın insanlığa yaptığı en büyük kat­kılardan biridir. İnsanı, kendi İç âlemini ve dış dünyayı keşfetmesine yarayacak bilgilere kavuşturmuştur. Bilgi edinmenin tek yolu olan araştırma, den«y ve gözlem dönemi baş­lıyordu artık. İkbâl, 'Ufkunun genişlemesi için, insanın gerçekler üzerinde kafa yorması gerekir.' demektedir. (Allame M. İkbal. Ro-construction of Religious Thought in islam) Bu hususta Kur'an-ı Kerim'de: "Ey cin ve in­san toplulukları! Göklerin ve yerin çevresi­ni aşıp geçmeye gücünüz yetiyorsa geçin! Ama Allah'ın verdiği bir güç olmaksızın ge­çemezsiniz ki!" (55: 33) buyurulmaktadır.

Bu hayat görüşü insana engin ufuklar açmış­tır. Allah'ın verdiği güçle insan ilerleyecek, hatta uzayın en uzak noktalarına ulaşabile­cektir. İslâm, Eski Yunan'ın 'Statik kâinat' düşüncesini reddetmiş, yerine dinamik bir görüş koymuştur. İkbâl bu hayat görüşünü ifade etmektedir: "Ey hüzünlü yolcu! Yolu­na devam et; sıcak kalbin seni sarıp sarma­layıp çekecek ve onunla enginlere açılacak­sın." (Allame M. İkbal, Reconstruction of Religious Thought in islam). İslâm düşünüşü bize yaratılmanın devamlı olduğunu ve ha­len devam ettiğini öğretmektedir, yani kâi­nat devamlı genişlemektedir. İnsan dünyada devamlı mücadele halindedir; müşahade, araştırma ve düşünmek İse silahdır.

Allah'ın adaletinin, rahmetinin yansıması °lan bu düşünüşe çeşitli felsefe ve ahlâk anlayışlarında da rastlamaktayız. Allah'ın bir lütfuyla, İnsan eşref-i mahlukat olarak, ya­ratılmış ve yeryüzünün halifesi kılınmıştır. İnsanın vazifesi adaletin, hakkın, iyiliğin yer­yüzünde teessüsü için çalışmak, Allah'ın Ka­nununu hâkim kılmak için gayret etmektir. Hakkı temsil etmeyen, insan fıtratına ters sis­temlerin mutluluk ve huzur getirmeleri mümkün değildir. Bu ancak Hakk Yolu — Allah Yolunu— izlemekle mümkündür. Bu sebeple, gerçek bir mümin, Hak Nizam'ı yer­yüzünde hâkim kılmak için durmadan çalış­mak zorundadır. "Fitne kalmayıp, yalnız Al­lah'ın dini kalana kadar onlarla savaşın..." (8: 39).

Varlıklarım Peygamber @'a borçlu olan bu iki inanç, kültür ve medeniyet dünyasmda büyük tesirler yapmıştır. Tevhid (Allah'ın Birliği) inancı insanın zamanla ortaya çıkan bilgi ve tecrübe isteği sonucu oluşan sistem­ler ve güçler arasında dengeyi sağlar. Şeria­tın ışığında, birleştirici ve doğru yola iletici bir güçtür. İslâm, bilgi ve araştırma alanla­rında yeni ufuklar açmakla kalmamış, bun­ların kontrol altında gelişmesi için kurallar da vazetmiştir. Böylece düşünce alanında ol­duğu gibi, dünyevî gelişmelerin de,tabü sey­rinde devam etmesi, insana faydalı olması sağlanmıştır.

Batılı bilim adamlarının, Kilise ile olan ça­tışmaları —maalesef— İslâm da dahil bütün dinlerin akla ve ilme uygun olmamakla suç­lanmalarına sebep olmuştur. Böylece İlâhî kontrolden uzaklaşan 'Bilim' denilen dev, dış dünyayı olduğu kadar, insanın düşünce dün­yasını da hâkimiyeti altına alarak, onu so­nu hiç de iyi olmayan maceralara sürükle­mektedir. Hak nizamın getirdiği adalet, mer­hamet, iyilik, hoşgörü yerine, her yerde zu­lüm, ahlâksızlık, kötülük ve vahşet yaygın­laşmıştır. Rasulullah @'ın pozitif bilimler alanında getirdiklerinden halâ faydalanıl­maktadır; fakat yine onun getirdiği ve 'bilim' devini insanın kontrolü altında tutmasını sağlayacak tek çare olan ahlâkî değerlerden uzaklaşılmıştır. İslâm'ın, insanlığa getirdiklerinİ tanıdıktan sonra Townsend, "Muham-med... dünyada bir benzeri olmayan demok­ratik eşitliği gerçekleştirmiştir. Muhammed, zulmü ve savaşları önlemede ellerinden hiç­bir şey gelmeyen Avrupa'daki hürriyet öğre­tilerinin sahibi modern reformculardan çok çok daha mükemmel bir eğiticidir" demek­tedir (Meredith Tovrasend, Muhammed,sh. 34). George Bush, Peygamber @'dan bah­seder, "Tarihte hiçbir devrim medeniyet dün­yasında Muhammedîlik kadar değişiklikle­re sebep olmamıştır." (The Life of Muham-rnad,sh.l7).Robert L. Fulick, Jr. İse fikirle­rini şöyle açıklamakta; "Muhammed, insan­lığı daha mutlu ve hür bir dünyaya kavuştu­ran, gerçek bir eğitici, büyük bir önderdir. Şurası inkâr edilemez ki, erişilmez temposuy­la gerçek bir devrim yapan İslâm kültürünün gelişmesini Muhammed'in kurduğu mükem­mel sistem sağlamıştır. Onun gelmiş geçmiş en büyük eğitimci ve insan ahlâkını yüksel­ten bir prens olduğunu ancak dar kafalılar inkâr edebilir." (Muhammed the Educator, sh. 45-107).

Şüphesiz Rasulullah @, insana diğer saha­larda olduğu gibi, bilgi ufkunun genişleme­si ye eğitimin gelişmesinde de çok faydalar sağlamıştır. Arabistan yöresinde yaktığı bil­gi ateşi, önce içinde doğduğu toplumu, son­ra bütün dünyayı aydınlığıyla sarmış, ceha­letin ve safsataların bütün karanlıklarını yok etmiştir. Ümmî bir kişinin ortaya çıkıp, in­sanlığın en büyük eğiticisi olması, inanılması güç ve hayret verici bir hadisedir. Puta tapan bir toplumdan, dünyaya hükmeden âlimler, düşünürler yetiştirmiştir. En büyük mucize­si olan Kur'an'ı Kerim, tarihin akışını değiş­tirmiş, dünyayı bilgiyle donatmıştır.

Batı'dakİ rönesansın gerçek önderi, her alan­da çalışılmasını ve bilgi edinilmesini teşvik eden bir kişinin ümmî olması gerçeği, taraf­sız bir insanı bunun ancak İlâhî bir mucize olabileceği sonucuna vardırır. Peygamber @'ın bu büyük hadiseyi kendi başına başar­ması imkânsızdı.

Muhammed @, mesajı ile, insan düşüncesi­ne rahiplerin ve yöneticilerin zulmüne baş­kaldırma işareti vermiştir. İnsan ruhunun boş dogmalarla mahvedildiği, vücudunun zulüm çarklarında ezildiği bir dünyada sınıf fark­larını ve ayrıcalıkları kaldırmıştır. İnsanı, Al­lah'a yaklaşmaktan alıkoyan bencil duygu­lardan arındırmıştır. Allah katında herkesin eşit olduğunu öğretmiştir. Bütün İnsanlığa getirdiği mesajda (dinde) öğrenmenin ve bil­ginin değerini anlatmıştır. Kalem ile insanın işlediği ameller kaydedilmekte olup, kalem ile insan muhakeme edilecektir. Kalem, Al­lah nazarında İnsanın yaptıklarının en bü­yük şahitidir.

İnsanların ahlâklı olmaları, akla önem ver­melerinde ısrar etmesi, mucize göstermekten kaçınması, getirdiği İlâhî nizamın benzersiz demokrasi anlayışı, dininin evrensel oluşu, sade yaşantısı... bütün bunlar onu öncekiler­den ayıran ve modern dünyaya aşina kılan hususlardır. (Quoted by Ameer Ali, The Spirit of islam, sh. 112-113).

 

1- Eğitimin Temel Esasları - Tevhid

 

Tevhid inancı Rasulullah @'ın eğitim pren­siplerinin esasını oluşturur. Bir Allah'a inan­manın anlamı ve öneminin yanısıra, gerek­lerini de açıklamıştır. Çoktanrıh Arabistan halkı, aslında, kâinatın yaratıcısının ve sa­hibinin Allah-u Teâlâ olduğunu İnkâr et­miyordu. Bunu Kur'an-ı Kerim şöyle anla­tır, "Ey Muhammedi De ki: 'Biliyorsanız söyleyin, yer ve onda bulunanlar kimindir?' 'Allah'ındır' diyecekler, 'Öyleyse ders almaz mısınız?' de. 'Yedi göğün Rabbi, yüce arşın da Rabbi kimdir?' de. 'Allah'tır' diyecekler! 'Öyleyse O'na karşı gelmekten sakınmaz mı­sınız?' de. 'Biliyorsanız söyleyin, her şeyin hükümranlığı elinde olan, barındıran, fakat himayeye muhtaç olmayan kimdir?' de. 'Al­lah'tır diyecekler, 'Öyleyse nasıl aldanıyor­sunuz?' de."   (23: 84-89)

Burada, Kur'an-ı Kerim kâfirlerin kendi inançlanndaki çelişkiyi ortaya koymaktadır. Her şeyin sahibinin Allah olduğunu bildik­leri halde niçin inanmıyorlardı? Ne olmuş­tu onlara ki, büyülenmiş gibi Rabblerinden yüzlerini çevirmişlerdi? Allah'ı kâinatın ye­gâne Sahibi ve Yaratıcısı olarak kabul etmi­yorlar, O'na ortak koşuyorlardı. Allah ile birlikte kendi yaptıkları şeylere de tapıyor­lardı. Allah'ı 'sözde yardımcıları' ve 'şeriki' ile değil, Bir olarak anmayı akletmiyorlar-dı.

"Kur'an'da Rabbini bir tek olarak andığın zaman, onlar ürkerek ardlarma dönerler." (17: 46). Sonra Zümer Suresi'nde şöyle bu-yurulmakta, "Allah tek olarak anıldığı za­man, ahirete inanmayanların kalpleri nefretle Çarpar, ama Allah'tan başka putlar anıldığı zaman hemen yüzleri güler" (39: 45). Aslın­da inanmayanların yaşayışlarına bakarak sözde yardımcılar ve ortakları" Allah'tan daha çok sevdikleri söylenebilir, çünkü yan­larında Allah'ın adı anılınca yüzlerini ekşi­tiyorlardı. "Onlara: 'Allah'tan başka tanrı yoktur.' denildiği zaman şüphesiz büyükle-nirler. 'Deli bir şair yüzünden tanrılarımızı mı bırakalım?' derler. Hayır, o, gerçeği ge­tirmiş ve peygamberleri doğrulamıştı." (37: 35-37). Rasulullah @'a, tanrılarının ye­rine Bir Allah inancını getirdiği için şiddet­le çatıyorlardı. (38: 5).

Rasulullah @ bu insanlara tevhid inancını bütün incelikleriyle açıklamış ve onları, her şeyi işiten, gören, bilen (6: 101 ve 21: 4, 49: 18), en zayıf ve güçsüz mahlukunun bile ko­layca ulaşabileceği kadar onlara yakın olan, Gerçek Yaratıcı ve Sahip'lerine inanmaya ça­ğırmıştır. Göklerde ve yerde, büyük veya kü­çük hiçbir şey O'ndan gizli değildir (10: 61 ve 34: 3). O'nun emri ve bilgisi dışında hiç­bir şey meydana gelemez (13: 41 ve 6: 59). Her şey fanidir, en büyük gerçek ve Baki olan O'dur (6: 61-62 ve 10: 28-32). Göklerde ve yerde olan her şey O'nundur ve O'na boyun eğer (3: 26 ve 16: 49-50).

Şurası bir gerçek ki, insanı kula kul olmak­tan kurtarıp, Yaratanına yaklaştıran Muhanı-med@'dır.lnsanınputatapıcılığın alçaltıcı ve küçültücü durumundan kurtulmasına yar­dımcı olmuş, ibadetini düzeltmiş ve şu söz­lerle berrak bir Allah inancı pekiştirmiştir. "Sizin Tann'nız Bir'dİr; göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir. Gücü her şeye yeten tek Allah'tan başka tanrı yok-tutü* (37: 4-5 ve 38: 65). Kasas Suresi'nde şöy­le buyurulmakta: "Allah'la beraber başka tanrı tutup tapma. O'ndan başka tanrı yok­tur; O'ndan başka her şey yok olacaktır; hü­küm O'nundur; O'na döndürüleceksiniz" (28: 88). İhlas Suresi'nde ise:"(Ey Muham-med)De ki;'O Allah bir tektir. Allah her şey­den müstağni ve her şey O'na muhtaçtır. O, doğurmamış ve doğmamıştır. Hiçbir şey O'na denk değildir!' buyurulmaktadır.

Tevhid İnancını Güçlendiren Deliller. Rasül Muhammed @, insanlara yalnız açık bir Tevhid inancı getirmekle kalmamış, çürütülmesi imkânsız deliller de sunmuştur. Onlara geç­miş peygamberlerin kıssalarını şu ayetlerle anlatmıştır. "And olsun ki her ümmete: 'Al­lah'a kulluk edin, azdırıcılardan kaçının' diye peygamber göndermişizdir. Allah içlerinden kimini doğru yola eriştirdi, kimi de sapıklı­ğı haketti. Yeryüzünde gezin; peygamberleri yalanlayanların sonlarının nasıl olduğunu görün." (16: 36, 21: 25 ve 98: 5).

İbrahim @'ın kavmine Allah'ın dinini anla­tışından şöyle bahsolunur, "İbrahim, baba­sı Âzer'e 'Putları tanrı olarak mı benimsi­yorsun? Doğrufu ben seni ve kavmini açık bir sapıklık içinde görüyorum.' demişti... 'Doğrusu ben yüzümü, gökleri ve yeri yara­tana, doğruya yönelerek çevirdim, ben puta tapanlardan değilim' Kavmi onunla tartış­maya girişti. Beni doğru yola eriştirmişken, Allah katında benimle mi tartışıyorsunuz? O'na ortak koştuklarınızdan korkmuyorum, meğer ki Rabbim bir şeyi dilemiş ola, Rab-bim ilimce her şeyi kuşatmıştır; halâ öğüt ka­bul etmez misiniz?' dedi."(6: 74-80). Musa @'a ise şöyle buyurulmuştu, "Şüphesiz Ben Allah'ım, Benden başka tanrı yoktur; Bana kulluk et; Beni anmak için namaz kıl." (20:14) İsa @,aym inancı halkına şu sözlerle anlatır; "Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O'na kulluk edin, bu doğru yol­dur." (3: 51).

a- İnsan Ruhunun Delâleti. Daha sonra, Hz. Muhammed @ tevhid inancının anlaşılması için insanlara kendilerinden müşahhas delil­ler getirdi. İnsanoğlu ne vakit bu dünyanın sıkıntılarına ve dertlerine maruz kalsa, güç­süzlüğünün farkına varır ve Allah'tan baş­ka kendisine yardım edecek kimse bulunma­dığını anlar. Yunus Suresi'nde bu husus şöyle anlatılmaktadır: "İnsanlara darlık geldikten sonra onlara bolluğu tattırdığımızda, hemen ayetlerimize dil uzatmaya kalkışırlar; onla­ra de ki: 'Hile yapanın cezasını vermekte Al­lah daha çabuktur! Elçi meleklerimiz kurdu­ğumuz tuzakları hiç şüphesiz yazmaktadır­lar. Sizi karada ve denizde yürüten Allah-

tir. Bulunduğunuz gemi, içindekileri güzel bir rüzgârla götürürken yolcular neşelenir­ler; bir fırtına çıkıp da onları her taraftan dalgaların sardığı ve çepeçevre kuşatıldıkla­rım sandıkları anda ise Allah'ın dinine sarı­larak, 'Bizi bu tehlikeden kurtarırsan, andol-°sun ki şükredenlerden oluruz' diye O'na yal­varırlar. Allah onları kurtarınca, hemen yer­yüzünde haksız yere taşkınlıklara başlarlar." (10: 21-23). Bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurulmakta: "Denizde bir sıkıntıya düş­tüğünüz zaman, Allah'tan başka yalvardık-larınız kaybolup gider, fakat O sizi karaya çı­kararak kurtarınca yüz çevirirsiniz. Zaten in­san pek nankördür" (17: 67). İnsanoğlu o ka­dar nankördür ki, sıkıntılardan kurtulup, kendisini emniyette hissedince Rabbini ter-keder ve tekrar eski dostlarına döner. "İn­sanlar bir darlığa uğrayınca Rablerine döne­rek O'na yalvarırlar, sonra Allah, katından onlara bir rahmet tattırınca, içlerinden bir takamı kendilerine verdiklerimize nankörlük ederek Rablerine eş koşarlar." (30: 33).

b- Dış Dünyadan Deliller. Rasulullah @, Tevhid inancını güçlendirmek için insanlara dış dünyadan misaller vermiş, onları nasıl meydana geldiklerine, kendi yaratılışlarına bakmaya çağırmıştır. "Sİzİtopraktan yarat­ması O'nun varlığır^n belgelerindendir. Son­ra hemen birer insan olup ^yeryüzüne yayı­lırsınız. İçinizden kendileriyle huzura kavu­şacağınız eşler'yaratıp; aranızda muhabbet ve rahmej var etmesi, O'nun varlığının bel­gelerindendir. Bunlarda düşünen kavim için dersler vardır." (30: 20-21). Sonra insanlar, göklerin ve yerin yaratılışına bakmaya çağ-rılır."O, yeryüzünü size bir döşek ve göğü de bir bina kıldı. Gökten su indirip onunla size rızık olmak üzere ürünler meydana ge­tirdi; artık Allah'a bile bile eş koşmayın." (2: 22). Rum Suresi'nde de şöyle buyurulmak-tadır: "Gökleri ve yeri yaratması, dillerini­zin ve renklerinizin değişik olması, O/nun varlığının belgelerindendir. Doğrusu bunlar­da, bilenler için dersler vardır. Geceleyin uyu­manız, gündüz de lütfundan rızık aramaiuz O'nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda, kulak veren kavim için dersler vardır. Size korku ve ümit veren şimşeği göstermesi, gök­ten su indirip, ölümünden sonra yeri onun­la diriltmesi, O'nun varlığının belgelerinden-dir. Bunlarda düşünen kavim için dersler var­dır. Göğün ve yerin O'nun buyruğu ile ayak­ta durması, O'nun varlığının belgelerinden-dir." (30: 22-25).

En'âm Suresİ'nde şu ayetleri görmekteyiz: "Taneyi ve çekirdeği yaratan şüphesiz Allah-tır; ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarır. İşte Allah budur, nasıl yüz çevirirsiniz? Tanyeri-ni ağartan, geceyi dinlenme 'zamanı, güneş ve ayı vakit ölçüsü kılandır. Bu güçlü olanın, bilenin nizamıdır. O, yıldızları kara ve deniz karanlıklarında yol bulaşınız diye sizin için var edendir. Bilen kavim İçin ayetleri uzun uzadıya açıkladık. O, sizi bir tek nefisten, ba­baların sulbünde kararlaşmış ve anaların rahminde kararlaşmakta olarak yaratandır. Anlayan millet için ayetleri uzun uzadıya açıkladık." (6: 95-98). Kur'an-ı Kerim'de, bu muhteşem nizamın varlığını ve işleyişini dü­şünen bir kişinin inanmakta bir an bile te­reddüt etmeyeceği, Bir Allah inancını açık­layan daha nice ayetler vardır. Kâinattaki bu muazzam disiplin, düzen ve uyum yaratıcı­nın Birliği için yeterli bir delildir. Kainatın yaratıcısı ve Hâkimi Allah olunca, artık yal­nız O'na ibadet etmek ve boyun eğmekten başka yol yoktur.

 

Çoktanrı İnancının Çürütülmesi

 

islâm, tevhid inancını kuvvetli delillerle or­taya koyarken, çoktanncılığı da şiddetle red­detmiş ve inkâr edilemez deliller vermiştir. Yunus Suresİ'nde şöyle buyurulur; "İyi bi­lin ki, göklerde ve yerde kim varsa, hepsi Al­lah'ındır. Allar? ı bırakıp putlara tapanlar, sa­dece zanna uyanlardır? Onlar ancak tahmin­de bulunuyorlar.1' (10: 66) Hud Suresİ'nde ise:"(Ey Muhammed)Bu putperestlerin tap­tıklarının bâtıl olduğunda şüphen olmasın; daha önce babalarının tapmış oldukları gi­bi onlar da taparlar. Onlara paylarını şüphesiz eksiksiz olarak ödeyeceğiz." (11: 109).

Allah'ın emirlerini tutmaları söylendiği hal­de, apaçık bir sapıklık içinde körükörüne atalarının yolunu takip etmektedirler. (31: 21-22). Atalarının izinde gitmeleri gerektiğini İd­dia ederken veya Allah'a eş koşarken ne dü­şünmektedirler, ne de bir delilleri vardır. Yal­nızca cahiliyye âdetlerinde ısrar ederler. (22: 71). Kur'an-ı Kerim, onları İddialarını ispat­lamaya çağırır: "Yoksa onlara daha önce bir kitap verdik de ona mı bağlanıyorlar? Ha­yır: 'Doğrusu biz babalarımızı bir din üze­rinde bulduk, biz de onların izlerinden gitmekteyiz' derler.(Ey Muhammed) Senden önce, herhangi bir kasabaya gönderdiğimiz uyarıcıya, o kasabanın şımarık varlıklıları sa­dece; 'Doğrusu babalarımızı bir din üzerin­de bulduk, biz de onların izlerini izlemekte­yiz.' derlerdi. Gönderilen uyarıcı: 'Eğer size babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden da­ha doğrusunu getirmiş isem de mi bana uy­mazsınız?' derdi. Onlar: 'Doğrusu sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz' derlerdi. " (43: 21-24)

Kur'an-ı Kerim, kâfirlerin iddialarım şu ayet ile tamamen reddeder: "Allah'ı bırakıp tap­tığınız, sizin ve babalarınızın adlandırdığı putlardan başka bir şey değildir. Allah on­ların doğru olduğuna dair bir delil indirme-miştir. Hüküm vermek ancak Allah'a aittir, kendisinden başkasına değil, O'na tapmanızı emretmiştir. Bu dosdoğru dindir, fakat insan­ların çoğu bilmezler." (12:o40) Bu ve buna benzer birçok ayette kâfirlerin yaptıklarını doğrulayacak delillerinin olmadığı gerçeği ortaya konmaktadır. Kendilerinden önceki­lerden öyle gördükleri için aynı şeyi yapmak­taydılar. İşlediklerinin doğruluğunu ve haki­katini ispatlayacak sağlam bir bilgiye sahip değillerdi. Kur'an-ı Kerim'de kâfirlere mey­dan okuyarak şöyle buyuruImaktadır:"(Ey Muhammed) De ki;'Hamd Allah'a mahsus­tur,' seçtiği kullarına selâm olsun. Allah mı daha iyidir, yoksa O'na koştukları ortaklar mı? Yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indirip onunla, bir ağacını bile bitirmeye gücünüzün yetmediği güzel bahçeler meyda­na getiren mi? Allah'ın yanında başka bir tanrı mı? Hayır; onlar taptıklarını Allah'a eşit tutan bir kavimdir. Yoksa yeri, yaratık­larının oturmasına elverişli kılan ve araların­da ırmaklar meydana getiren, yeryüzüne sa­bit dağlar yerleştiren, iki deniz arasına en­gel koyan mı? Allah'ın yanında başka bir tanrı mı? Hayır; çoğu bilmezler. Yoksa dar­da kalana, kendisine yakardığı zaman karşı­lık veren, başındaki sıkıntıyı gideren ve sizi yeryüzünün sahipleri yapan mı? Allah'ın ya­nında başka bir tanrı mı? Pek kıt düşünü­yorsunuz. Yoksa, karanın ve denizin karanlıklarında size yol bulduran, rüzgârları rah­metinin önünde müjdeci gönderen mi? Al­lah'ın yanında başka bir tanrı mı? Allah,koş-tukları eşlerden yücedir.' " (27: 59-63).

Nahl Suresİ'nde Allah'ın yaratışı, sürükleyici bir şekilde çeşitli yönleriyle şöyle anlatılır. "Gökleri ve yeri gereğince yaratmıştır. On­ların eş koştukları şeylerden yücedir. İnsanı nutfeden yaratmıştır. Öyleyken o nasıl da açıkça karşı koymaktadır! Hayvanları da ya­ratmıştır. Onlarda sizi ısıtacak şeyler ve bir­çok faydalar vardır. Onların etlerini de yer­siniz. Onları getirirken de, gönderirken de zevk alırsınız. Kendi kendinize zor varacağı­nız memleketlere yüklerinizi taşırlar.Doğrusu Rabbiniz şefkatlidir, merhametlidir... Gece­yi gündüze, güneşi, ayı sizin istifadenize ver­miştir. Yıldızlar da O'nun buyruğuna boyun eğmiştir. Bunlarda akleden kimseler için dersler vardır." (16: 3-12). Sonra Kur'an-ı Ke­rim, İnsanın aklına ve idrakine hitap ederek, kime itaat etmesi gerektiğini iyi ve dikkatli düşünmeye çağırır. Hâkim olan ve kulları­na istediklerini vermeye kadir Allah'a mı, yoksa hiçbir şeye gücü yetmeyen aciz putla­ra mı itaat edeceklerdir? Kur'an-ı Kerim bu noktayı şöyle vurgular: "Sizi yaratan, sonra rızıklandıran, sonra öldüren, daha sonra da dirilten Allah'tır. O'na koştuğunuz ortakla­rınızdan böyle bir şey yapan var mıdır? Al­lah onların ortak koştukları şeylerden mü­nezzehtir, yücedir?' (30: 40). Ra'd Suresİ'nde İse şöyle buyurulur: "De ki: 'Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?' 'Allah'tır' de. 'O'nu bı­rakıp, kendilerine bir fayda ve zararı olma­yan dostlar mı edindiniz?' de. *Kör ile gö­ren bir olur mu? Veya karanlıkla aydınlık bir midir?' de. Yoksa Allah'a, Allah gibi yarat­ması olan ortaklar buldular da, yaratmaları birbirine mi benzettiler? De ki: 'Her şeyi ya­ratan Allah'tır. O, her şeye üstün gelen tek Tanrı'dır." (13: 16) Yine Tur Suresİ'nde şu ayetleri görmekteyiz: "Onlar, yaratan olmak* sızın mı yaratıldılar, yoksa yaratanlar kendi­leri midir? Yoksa gökleri ve yeri kendileri mi yarattılar? Hayır,AUah'a kesin olarak inan­mıyorlar. Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Yoksa onlar mı işe hâkim­dirler? Yoksa, üzerine çıkıp vahiy dinledik­leri bir merdivenleri mi var? Öyleyse dinle­yenleri açık bir delil getirsin... Yoksa Allah'­tan başka bir tanrıları mı vardır? Allah, on­ların ortak koşmalarından münezzehtir?' (52: 35-43).

Gerçek şu ki, Hâkimiyet O'na aittir, (40: 20). Kudret, İzzet ve Şeref sahibidir, (35: 10) Ger­çek hüküm ve güç Alemlerin Rabbi ve Sahi­bi Yüce Allah'ındır. "O, gökleri ve yeri yok­tan yaratandır. Öyleyse O'na kulluk edin; O her şeye de vekildir. Gözler O'nu görmez, bü­tün gözleri görür. O lâtiftir, haberdardır?' (6: 101-103) İnsanları hakikate ulaştıran kimdir, eş koştukları tanrılar mı, Allah mı? "Onla­rın çoğu zanna uyarlar; gerçekte ise zan ha­kikat karşısında bir şey ifade etmez. Allah yaptıklarım şüphesiz bilir." (10: 36). Gerçek şu ki, bu insanlara, onların hep Allah'a ita­at etmeleri ve O'nun yolunda gitmeleri em­redilmişti, "De ki: 'Ey cahiller! Bana, Al­lah'tan başkasına kulluk etmemi mi emre-dersiniz?'(Ey Muhammed)Andolsun ki sa­na da, senden önceki peygamberlere de vah-yolunmuştur: Andolsun eğer Allah'a ortak koşarsan, işlerin şüphesiz boşa gider ve hüs­randa kalanlardan olursun." (39: 64-65) (Ebû'l Âla Mevdûdî, Sîret-i Server-i Âlem, sh. 192-227)

 

Tevhidin Gerekleri

 

1- İbadel ve İtaat. Tevhidin hak, çoktanrıcılığın bâtıl olduğuna inandıktan sonra, insa­nın ilk vazifesi Allah'tan başkasına tapma­mak ve O'nun yolundan gitmektir. (51: 56) Kendisini yoktan vareden Rabbine itaat et­melidir. (41: 37). Yalnız O'na kulluk yapma­lı ve ihlâsla bağlanmalıdır (39: 23). Şurası bir gerçek ki, Cenab-ı Hak kendinden başkasın­dan yardım dilemeyi haram kılmıştır. "(Ey Muhammed)Deki: 'Sizin, Allah'ı bırakıp da, kulluk ettiklerinize kulluk etmek bana yasak kılınmıştır. Zira bana Rabbimden belgeler gelmiştir. Ben, kendimi âlemlerin Rabbine vermekle emrolundum.' " (40: 66).

2- Yardım Dilemek ve Yalvarmak. Allah'tan başkasından yardım dilemek haramdır. İn­sanın ihtiyaçlarını yalnız Allah sağlayabilir. Bu yüzden insan daima O'ndan yardım di­lemelidir, "Hamd, âlemlerin Rabbi, merha­metli olan, merhamet eden ve Din Günü1 nün Sahibi olan Allah'a mahsustur." (1: 4). "(Muhammed'e)' Yüzünü, doğruya yönelmiş olarak dine çevir, sakın puta tapanlardan ol­ma; sana fayda da zarar da veremeyecek. Al­lah'tan başkasına yalvarma; öyle yaparsan şüphesiz zalimlerden olursun' denildi." (10: 105-106) "Rabbiniz, 'Bana kulluk edin ki, si­ze karşılığını vereyim. Bana kulluk etmeyi büyüklüklerine yediremiyenler alçalmış ola­rak Cehennem'e gireceklerdir1 buyurmuştur?' (40: 60). "De ki: 'Kara ve denizin karanlık­larından sizi kim kurtarır?' 'Burdan bizi kur­tarırsan şükredenlerden olacağız' diye O'na gizli gizli yalvarır yakarırsınız. De ki: 'Allah sizi ondan ve her sıkıntıdan kurtarır, sonra da O'na ortak koşarsınız.' " (6: 63-64).

3- Kurban (Hayvan Kesimi). Tevhid inancı müminlere, Allah'tan başkasının adına hay­van boğazlamayı ve kurban kesmeyi yasak­lar. Allah'tan başkasının adına kesilen hay­vandan müminlerin faydalanması haramdır. (2: 173- ve 5:3). Allah adı anılarak kesilen et­lerden yemeleri (6: 118) ve başkaları adına ka-silenlerden kaçınmaları açık olarak emredil­miştir.

4- Allah'ın Her Şeyin Hâkimi Olması. Bu­nun anlamı şudur: insan, hayatının her saf­hasında; siyasetini, ekonomisini, sosyal ve ruhsal dünyasını düzenlerken Allah'ın Kanu-nu'na uygun davranmalıdır. Yapılmaması ge­rekenlerden kaçınmak, izin verilenlerden ya­rarlanmaktır. O'nun haram kıldıklarını he­lâl, helâl kıldıklarını da haram yapmaya kim­senin hakkı yoktur. "Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek Allah'a aittir." (42: 10). Yunus Suresi'nde: "De ki: 'Allah'ın size indirdiği rızkın bir kısmını ha­ram, bir kısmını helâl kıldığınızı görmüyor musunuz?' De ki: 'Size Allah mı izin verdi, yoksa Allah'a karşı yalan mı uyduruyorsu­nuz?' " (10: 59) buyrulmaktadır. Allah'ın in­dirdikleri ile hükmetmeyenler kâfirlerdir, (5: 44), zalimlerdir, (5: 45), fasıklardır, (5: 47).

Böylece, Tevhid İnancı, insanın, Allah'tan başkasına kulluk etmemesi, kurban kesme­mesi, O'ndan başkasından yardım dileme­mesi gerektiğini açıklamakla kalmaz, bütün İslâm'a aykırı geleneklerini, alışkanlıklarını, hayat tarzını, kendi koyduğu kanunları ter-ketmesini; Allah'ı tek Kanun Koyucu olarak tanımasını, O'nun Kanununa uymasını ve Yolu'ndan gitmesini emreder. "Rabbinden sana vahyolunana uy, O'ndan başka tanrı yoktur. Puta tapanlardan yüz çevir!' (6: 106).

 

2- Ahiret-Öldükten Sonra Dirilmek

 

İslâm'ın temel esaslarından birisi de, Ahiret Gününe inanmaktır. Bu inanç, müminin imanında önemli bir yer tutar ve birçok ha­kikati vardır. Birincisi, insan işlediklerinden sorumsuz olarak yeryüzünde başıboş bırakıl­mamıştır. Dünya hayatı bir imtihandır. Ahi­ret gününde insan yaptıklarından hesabaçe-kilecektir. İkincisi, Allah herkese bu imtihan­da muayyen bir ömür tayin etmiştir. Vakit gelince bu dünya hayatı sona erecek, mahşer kurulacaktır. İlk insandan, son insana kadar herkes yeni ve sonsuz bir hayata başlayacak­tır. Üçüncüsü, bütün insanlar bir araya ge­lecek, Allah'ın huzurunda hesap verecekler­dir. Herkes yeryüzündeki amellerine göre mükâfat veya ceza görecektir. İyi amel sahip­leri Cennet'e, kötü amel sahipleri ise Cehen-nem'e gidecektir. Dördüncü olarak, insanın yeryüzünde yaptıklarından hiçbir şey Allah1 m ilminden uzak değildir ve her şey kayde­dilmektedir. Gizli ve aşikâr her ne işlerse, ki­şinin amel defterine yazılmaktadır ve Hesap Günü bunlar şahitlik yapacaklardır. Beşin­cisi, Allah'ın muhakemesi herkesin defterin­deki ameline göre, şahitlerle, en adilâne bir şekildeolacaktır. Orada ne rüşvet vç iltimas, ne de yalan-dolan geçerlidir. Herkes kendi amelinin neticesini alacak, başka birisinin kötülüklerini yüklenmeyecek, kimsenin kim­seye yararı dokunmayacaktır. Bütün karar­ları Cenab-ı Hak verecektir. Altıncısı, İnsan Allah Rasulü'nün getirdiklerine inanmış mı; bir gün hesaba çekileceği inancı ile mi yaşa­mış, yoksa bütün bunları unutup, dünyanın maddî zevklerine mi dalmış; sorulacaktır. Cevabı müsbet olanlar, kurtulacak olanlar­dır.

Ahiret inancı, Tevhid inancı kadar önemli­dir; çünkü insan bu hayatın bir imtihan ve yaptıklarından da Allah'a karşı mesul olduğunu düşünmezse, İslâm'ın getirdiği düşün­ce ve hayat tarzı yolunda bir adım bile iler­leyemez.

Bu dünyanın zevklerinin fâni, gerçek haya­tın ve sonsuz huzurun ölümden sonra oldu­ğuna inanmak çok önem taşır. Bir kimse bu dünyada iyi ve kötü ölçüsünün, hesap gö-nündeki duruma bağlı olduğu inancım taşı­mıyorsa, Allah'ın birliğine ve peygamberin hak olduğuna inanmasının ona bir yararı yoktur. Hayatı pratik olarak etkilenmeyecek, aynı kalacaktır. İyilik ve kötülük hiçbir za­man karşılığını bulamayacaksa, bütün gay­retler boşunaysa, Doğru Yolu takip etmenin, Tevhid'e inanmanın hiçbir anlamı yok de­mektir.

Oysa Tevhid, Öldükten sonra dirilişe inanma­yı da gerektirir. İyilik işleyenlerin mükafat­landırılıp, kötü amel sahiplerinin cezalandı­rılacağı Hesap Günü'ne, bu dünyanın ve zevklerinin geçici ve yalan olduğuna, gerçek ve sonsuz huzura Ahiret'te kavuşulacağına inanmak, Tevhid'in gereklerindendir. Bu inanç, insanın yeryüzündeki hâl ve hareket­lerini hem düzeltir, hem de düzenler.

Bu hususta Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyru-lur: "Doğrusu sizin Rabbinİz gökleri ve yeri altı günde yaratıp, sonra arşa hükmederi, işi düzenleyen Allah'tır; İzni olmadan kimse şe­faat edemez. İşte Rabbiniz olan Allah budur. Ona kulluk edin. Nasihat dinlemez misiniz? Hepinizin dönüşü O'nadır. Allah'ın vaadi hak'tır. O, önce yaratır, sonra inanıp yararlı işler yapanların ve inkâr edenlerin hareket­lerinin karşılığını adaletle vermek için tek­rar diriltir. İnkarcılara, inkârlarından Ötürü kızgın bir içecek ve can yakıcı azap vardır... Güneşi ışıklı ve ayı nurlu yapan; yılların sa yısını ve hesabı bilmeniz İçin, aya konak yer­leri düzenleyen O'dur. Allah bunları ancak gerçeğe göre yaratmıştır; bilen millete ayet­leri uzun uzadıya açıklıyor. Gece ile gündü­zün birbiri ardınca gelmesinde, Allah'ın gök­lerde ve yerde-yarattıklarında, O'na karşı gel­mekten sakınan kimseler için ayetler var­dır." (10: 3-6).

Bu ayetler, çok anlaşılır bir biçimde hayatın maksadını, yaratılışın gerçek manasını açık­lar, tik temel esas, Allah'ın kâinatın yaratı­cısı, sahibi ve tek hâkimi olduğudur; bu yüz­den insan O'na itaat ederek şükrünü belirt­melidir. Burada, insanın doğru yolu takip et­mesi için güzel bir ikaz ve hatırlatma yapıl­maktadır. Bu ayetlerde ikinci temel esas ola­rak, öldükten sonra dirilmeye dikkat çekil­mektedir. Öldükten sonra herkes diriltilecek ve işlediği amellerden âdilâne bir hesaba çe­kilecektir.

Kur'an'da ahiret inancını destekleyen delil­ler çok mantıklı bir sıra İle verilmektedir. (Ebû'l Âlâ Mevdûdî, Siret-u Server-i Âlem, cilt II, sh.323-387).Bu dünyada hayatın var olması, öbür dünyada da hayatın mümkün olacağının bir delilidir. (E.A. Mevdûdİ, The Meaningof theQur'an,cilt V. sh. 10-12). Ki­şinin kendisine verilen emaneti iyi kullanıp, kullanmadığının sorulması, işlediği amelle­rin karşılığının verilmesi için buradan sonra bir hayat var olması gerekir. Bu sebeple ada­let düşüncesinin ve akl-ı selimin varacağı nokta, kişinin amellerinin karşılığını bu dün­yada tam olarak görmesi imkansız olduğu için, öldükten sonra başka bir hayatın varlı­ğını kabul etmek olacaktır. (E.A. Mevdûdi, a.g.e.) Ancak ahirette hak yerini bulacaktır, Çünkü kâinatın ve insanın yaratıcısı Hikmet sahibidir ve onun âdil olmaması düşünüle­mez.

"Bilen kavime ayetleri uzun uzadıya açıklıyor" sözü, hadiselerin ardındaki gizli hakikatleri; ancak (a) Cehaletten kurtulmuş ve Allah'ın insanın bilgilenmesi için yarattı­ğı kaynaklara koşan, (b) Hak yolu izleyen ve sapık yollara karşı duranların anlayabilece­ğine açık olarak işaret etmektedir {E.A. Mev­dûdi, a.g.e.)

 

Ahiret İle İlgili Deliller

 

Kur'an-ı Kerim'in birçok yerinde ahiretin varlığının mutlak olduğuna dair çeşitli deliller verilmiştir. Öldükten sonra dirilmeye inanmamak, inkâr etmek ne akla, ne de mantığa uyar.           

1- İnsan Ruhu. Kur'an-ı Kerim, önce kişiyi kendisine bakmaya, bir damla sudan nasıl yaratılıp insan şekline getirildiğini düşünme­ye çağırır. "İnsan kendisini bir nutfeden ya­rattığımızı görmez mi ki, hemen apaçık bir hasım kesilir ve kendi yaratılışını unutur da; 'Çürümüş kemikleri kim yaratacak' diyerek, Bize misal vermeye kalkar?(Ey Muhammed) De ki: 'Onları ilk defa yaratan diriltecektir. O, het türlü yaratmayı bilendir.' " (36: 77-79). Bir diğer surede ise şu ayetleri gör­mekteyiz: "Biz kemik ve ufalanrnış toprak olduğumuz zaman, yeniden mutlaka dirile­cek miyiz?' derler. De ki: 'İster taş veya de­mir ya da kalbinizde büyüttüğünüz başka bir yaratık olun, yine de dirileceksiniz.' 'Bizi tek­rar kim diriltir?' derler. De ki: 'Sizi ilk defa yaratan.' Sana başlarım sallayarak 'Ne za­mandır bu.' derler. 'Yakında olması müm­kündür.' de. Sizi çağırdığı gün O'na hamd ederek davetine uyarsınız ve kabirlerinizde pek az bir müddet kaldığınızı sanırsınız." (17: 49-52)

Meryem Suresi'nde ise şöyle buyurulmakta-dır, "İnsan: 'Ben öldüğümde mi diriltilece­ğim?' der. Bir insan, kendisi önceden bir şey değilken onu yaratmış olduğumuzu hatırla­maz mı?" (19: 66-67).

Sonra, bu husus aşağıdaki ayette güzelce özetlenir: "Ey insanlar! Öldükten sonra tek­rar dirilmekten şüphede iseniz bilin ki, ne ol­duğunuzu size açıklamak için, Biz sizi top­raktan, sonra nutfeden, sonra pıhtılaşmış kandan, sonra da yapısı belli belirsiz bir çiğ­nem etten yaratmışızdır. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız; sonra sizi ço­cuk olarak çıkartırız, böylece yetişip ergin­lik çağına varırsınız. Kiminiz öldürülür, ki-minİz de ömrünün en fena zamanına ulaştı-rılır ki, bilirken bir şey bilmez olur. Yeryü­zünü görürsün ki kupkurudur; fakat Biz ona su indirdiğimiz zaman harekete geçer, kabarır, her güzel bitkiden çift çift yetiştirir." (22: 5).

"Puta tapanlar: ' Toprağa karışıp yok olduk­tan sonra yeniden mi yaratılacağız?' derler. Evet; onlar, Rablerine kavuşmayı inkâr eden-lerdir.(Ey Muhammed) De ki;'Size vekil kı­lman ölüm meleği canınızı alacak, sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.' "(32: 10-11).

Bu kısa ayet-i kerime hayatın bütün gerçeği­ni ve felsefesini içermektedir. (E.A. Mevdû-di, Siret-i Server-u Âlem, cilt II, sh. 323-387). Ölümün, saatin durması gibi basit bir kaza olmadığını açıklamaktadır. Allah herkese muayyen bir ömür takdir etmiştir. Vadesi ye-tince Ölüm Meleği onun çanını alır. Ölüm Meleği'nİn ve yanındakilerin iyi ruha mua­melesi ayrı, kötü ruha ayrıdır. (4: 97, 6:93, 16: 28 ve 59: 83-94) (E. A. Mevdûdi, The Me-aning of the Qur'an, cilt II, sh. 10-12).

Bu ayette, ölümün bir yok oluş olmadığı, ru­hun cesetten ayrıldıktan sonra varlığını sür­düreceği de anlatılmaktadır. Kur'an-ı Kerim1 deki "Ölüm Meleği ruhunuzu kabzedecek" sözü de aynı hususu belirtmektedir. Olma­yan bir şeyin ise kabzedilmesi mümkün de­ğildir. İyilik sahibi bir ruh diğer soylu ruh­larla birlikte cennet nimetlerine kavuşurken, kötülük sahibi bir ruh ise cehennemde aza­ba duçar olacaktır (56: 88-95) (E.A. Mevdû­di, a.g.e.) Bu ayet aynı zamanda, ölüm esna­sında kabzedilen şeyin insanın biyolojik ca­nı olmadığını, konuşmalarımızda "Ben, sen, biz" diye söz ettiğimiz "Ruh" olduğunu gös­termektedir. Bu dünyada ceset kalıbının için­de bulunan ruh, bütün Özellikleri ve vasıfla­rıyla olduğu gibi, Öldükten sonra, Allah'a döndürülür. Ahiret günü yeni bir vücut ve hayat verilecek, dünyada yaptıklarından he­saba çekilip, iyi ve kötü amellerinin karşılı­ğını görecektir.

Kâfirler bunu zor ve imkânsız bir iş zanne­debilirler; fakat göklerin ve yerin yaratıcısı Yüce Allah için hiçbir şey güç değildir. (37: 11, 16-20 ve 40: 57). Öldükten sonra dirilme­nin imkânsız olduğunu düşünen ve buna ina­nanlar kendi yaratılışlarına bakmalıdırlar. Nasıl meydana gelmişlerdir? Küçücük bir su damlasının kendiliğinden, konuşan, mükem­mel bir yaratık haline gelebileceğine akılları yatar mı? Bunu, ancak her şeyi bilen ve her şeye kadir olan Allah yapabilir, insan çevre­sine ve kendisine bakmalıdır. (88: 17-26)

İnsan bayağı düşük bir maddeden yaratıl­mış ve en güzel şekle sokulmuştur (75:37 ve 86: 5-8). İnsanoğluna, Allah için hiçbir zor­luk olmadığı, O'nun her şeye kadir olduğu apaçık beyan edilmektedir. Var olan şeyleri tekrar yaratmaya mı gücü yetmeyecektir? Sa­nırlar mı ki Allah yaratmaktan yorulmuştur? (50: 15). O, her şeyi bilir ve dilediği zaman dilediğini yapar. Bu O'na hiç de güç gelmez. Üstelik herkesin ameli kaydolunmuştur ve hiçbir şey unutulmuş değildir. (50: 3-4)

2- Dış Dünya. Sonra insan çevresine bakma­ya ve düşünmeye çağrılmaktadır. Kâinatın yaratılması kendi yaratılışından daha güç de­ğildir. "Göklerin ve yerin yaratılması, insan­ların yaratılmasından daha büyük bir şeydir. Fakat insanların çoğu bilmezler." (40: 57) "Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak mı?" (79: 27)."(Ey Muhammed) Allah'a eş koşanlara sor: 'Kendilerini yarat­mak mı daha zordur, yoksa Bizim yarattığı­mız gökleri yaratmak mı?' Aslında Biz ken­dilerini özlü ve yapışkan çamurdan yaratmı-şızdır." (37: 11)

Gökleri, yeri ve aralarındakileri yaratmak Cenab-ı Hakka hiç de zor gelmez. O, sade­ce "Ol" der ve büyük-küçük her şey zaman­dan münezzeh olarak "Olur". Öldükten sonra tekrar dirilişin imkânsız olduğunu na­sıl düşünebilirler artık? (6: 73). Sizi yarattı­ğı gibi, Rabbiniz hiçbir zorluk olmaksızın başka bir şekilde, tekrar yaratmaya da kadir­dir (14: 19-20). Bu, O'nun için çok kolaydır.

İnsana, mevsimlerin ardısıra gelişini, kışın ardından bitkilerin yeşermesini, yeryüzünün yeşillenmesini düşünmesi söylenmektedir. Ölü duran toprak, yağmurla nasıl da canlan­makta, çeşitli bitkiler vermektedir! Ölü top­rağı canlandıran Allah, istediği şekilde mu­hakkak ölülere de tekraV can verecektir. Bu husus, insanın dirilmeye inanmasını sağla­mak için bu açıdan detaylı bir şekilde anla­tılmaktadır. Fussilet Suresi'nde şöyle buyrul-maktadır: "Kupkuru gördüğün yeryüzünün, Biz ona su indirdiğimiz zaman harekete geç­mesi, kabarması, Allah'ın varlığının belge-lerindendir. Ona can veren Allah, şüphesiz ölüleri de diriltir. Doğrusu O, her şeye ka­dirdir." (41: 39) Aynı şekilde A'râf Suresi'­nde şöyle buyyrulmakta, "Rahmet'inin önünde müjdeci olarak rüzgârları gönderen Allah'tır. Rüzgârlar yağmur yüklü bulutları taşıdığında onu ölü bir memlekete gönâerir, su indirir ve onunla her türlü ürünü yetişti­ririz; ölüleri de bunun gibi diriltip çıkarırız; belki bundan ibret alırsınız." (7: 57). "Yer­yüzünü görürsün ki kupkurudur; fakat Biz ona su indirdiğimiz zaman harekete geçer, kabarır, her güzel bitkiden çift çift yetiştiri­riz. Bunlar, yalnız Allah'ın gerçek olduğu­nu, ölüleri dirilttiğini gücünün her şeye yet­tiğini gösterir." (22: 5-6).

İnsanın tekrar yaratılmasının sadece müm­kün değil, -bir hakikat olduğu daha birçok ayette belirtilir. Delil olarak da insanın ken­dine bakması ve baharda tabiatın tekrar di- -rilişini gözlemesi yeterlidir.

Ahiretle İlgili Deliller. Kur'an-ı Kerim öte dünyanın mümkün olduğunu göstermekle kalmamış, bunun gerekli olduğuna dair red­dedilmez deliller de getirmiştir. İnsanın er­genlik çağından ölümüne kadarki ömrü içinde yaptığı bütün işlerden,' ölümünden sonra nesilleri etkilemiş iyi veya kötü amel­lerinden hesaba çekileceği bir hakikattir. Ah­lâk, adalet anlayışı ve akıl, insanı başka bir hayatın var olması gerektiği sonucuna var­dırır. İyilikler mükâfatını, kötülükler de ce­zasını görmeyecek olsaydı—Hâşa— Cenab-ı Hakkın âdil olmadığı, tüm insan hayatının anlamsız, maksatsız ve neticesiz olduğu düşüncesi ortaya çıkacaktı. Buradan da, insa-,nın bu dünyada yaptıklarından hesaba çeki­leceği, iyilerin mükâfat, kötülerin cezalarını görecekleri, âdil bir mahkemenin var olma­sı gerektiği ortaya çıkmaktadır. Bu ancak Ahiret'te mümkündür.

Bu konu Kur'an-ı Kerim'de uzun uzadıya an­latılır. Kıyamet Suresi'nde insana, tekrar di-riltileceğini ve bu dünyada yaptıklarından hesaba çekileceğini düşünmesi söylenir (75: 36-40). Cenab-s. Hak hesap gününün gelece­ğine ve İnsanların diriltilip, sorgulanacakla­rına yemin eder. (75: 1-13). Kâinat ve içinde­ki başıboş yaratılmamıştır, hepsinin bir ga­yesi vardır. "Göğü, yeri ve ikisinin arasında bulunanları boşuna yaratmadık. Bunun bo­şuna olduğu inkarcıların zannıdır. Vay ateşe uğrayacak inkarcıların haline! Yoksa inanıp yararlı iş işleyenleri yeryüzünde, bozguncu­lar gibi mi tutarız? Yoksa Allah'a karşı gel­mekten sakınanları, yoldan çıkanlar gibi mi tutarız?" (38: 27-28).

Bu ayet-i kerime Ahiret gününün gayesini açıkça belirtmektedir: Bu dünya İnsanlar ara­sında doğruluk ve adalet olmaksızın, iyilik­lerin ve kötülüklerin karşılığını görmesi dü­şünülmeden, sebepsiz, gayesiz, oyun ve eğ­lence olsun diye yaratılmamıştır. İnsan yap­tıklarından sorumsuz kendi haline bırakıl­mamıştır, çünkü iyilik ve kötülük Allah ka­tında bir değildir. Bu yüzden Cenab-ı Hak herkesin bir yere toplanıp, amellerinin kar­şılığını alacakları Hüküm Günü'nü takdir et­miştir.

İnsana bu husus şöyle hatırlatılır, "Sizi bo­şuna yarattığımızı ve Bize döndürülmeyece-ğinizi mi sandınız?" (23: 115).

"Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulu­nanları oyun olsun diye yaratmadık. Biz on­ları, ancak ve ancak gerektiği gibi yarattık, ama insanların çoğu bilmezler. Doğrusu hü­küm günü hepsinin bir arada bulunacağı gündür." (44: 38.-40). Tegâbün Suresi'nde in­karcıların fikirleri şiddetle reddedilerek şöyle buyurulmaktadır; "İnkâr edenler, tekrar di-rilmeyeceklerini ileri sürerler. (Ey Muham-med) De ki: 'Evet; Rabbime anüolsun ki, şüphesiz diriltileceksiniz ve sonra, yaptıkla­rınız size bildirilecektir. Bu Allah'a kolay­dır.'... Sizi toplanma gününde bir araya ge­tirdiği gün, işte o, kimin aldandığının orta­ya çıkacağı gündür; Alah'a kim inanmış ve yararlı iş İşlemişse, Allah onun kötülükleri­ni örter, onu içinde temelli ve sonsuz kala­cağı, içlerinden ırmaklar akan cennetlere ko­yar; büyük kurtuluş işte budur. İnkâr edip, ayetlerimizi yalanlayanlar, işte onlar da ateş­liklerdir. Orada temellidirler. Ne kötü bir dö­nüştür!" (64: 7-10).

Öldükten sonraki hayatın maksadı, bu ayette daha iyi anlaşılmaktadır. O gün, insanlar di­riltilecek ve tek tek hayatlarını nasıl geçirdik­leri sorulacaktır, İnsana, yeryüzünün kay­naklarından istediği şekilde istifade etme yet­kisi ve gücü verilmiştir. Yaptıklarından so­rulmadan bırakılmayacaktır, aksi halde yer­yüzündeki hayatın hiçbir anlamı ve gayesi kalmaz. İyi ve kötü bir olur, karşılıklarını görmezler. Hiçbir akıl ve izan sahibi kişi, bu muazzam nizamın boşuna yaratıldığını ve her şeyin sonunun boş olduğunu düşünmez. Yukardaki ayet öldükten sonra dirilmenin se­bebini ve gerekliliğini açıklamakta, inkârcı-__ ların fikirlerini reddetmektedir. Onların, dü­şüncesizce, "Öldükten sonra diriliş doğruy­sa, haydi o zaman atalarımızı geri getirin" diye istekte bulunmalarına da böylece cevap verilmektedir. İnsanın hesaba çekilmesinin ve Ahiret gününün oyun ve eğlence konusu ol­madığını, bazı peygamberler ölüleri dirilte­rek gösterdikleri mucizelerle, vahyi inkâr eden akılsız kişilere ispat etmişlerdir.

Aşağıdaki ayet ile de Ahiret'in ahlâkî açıdan gerekliliği anlatılmaktadır: "Yoksa, kötülük işleyen kimseler, ölümlerinde ve diriliklerin­de, kendilerini, inanıp yararlı iş işleyen kim­seler ile bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar! Allah gökleri ve yeri gerçekle yaratmıştır; her cana, kazandığının karşılığı verilir, onlara zulmedilmez." (45: 21-22) Ahlâk açısından da iyiler ile kötüler ay­nı karşılığı görmemeli, iyi ameller mükâfat-landırılmah, kötü ameller ise cezalandırılma­lıdır.

Böyle olmayıp da, iyi ve kötünün sonu aynı olsaydı, aralarında fark olduğunu söylemek saçma olurdu. Cenab-ı Hakkın —Hâşa— âdil olmadığı, ahlâksızlığa, zulme ve kaba­lığa izin verdiği anlamı ortaya çıkardı. Ger­çek şu ki, böyle bir fikir, kötülük ve günah sahiplerinin bir uydurmasıdır. Çünkü iyilikle kötülüğün bir tutulması Allah'ın İlâhî ada­letine sığmaz. Bu ayette ayrıca, göklerin ve yerin boşuna yaratılmadığı, her şeyin muay­yen bir sebebi olduğu ve Hesap Günü her­kese âdil davranılacağı da vurgulanmaktadır

Tarih şahittir ki, hesap gününü inkâr eden ler, şehevî arzularının doğrultusunda lüks vı ahlâksızlık içinde yaşamak isteyenlerdir. öt< dünyayı inkâr etmekle, zevk-u sefa peşindi gitmekte daha rahat davranmaktadırlar, Ba zıları sapıklıkta o kadar ileri gitmişlerdi ki yapmadıkları rezalet kalmamıştı. Sonra yap tıklarını haklı göstermek için olmadık yol lara başvurmuşlardı. Böylece, maneviyatla rı mahvolmuş ve hayvanlardan daha aşağ dereceye düşmüşlerdi. İnkarcıların bu hal Kur'an-ı Kerim'de şöyle anlatılır: "Kendile rini Allah'a vermiş olanları hiç suçlular git tutar mıyız? Ne oluyorsunuz? Ne biçim hitt mediyorsunuz? Yoksa okuduğunuz bir kit£ biniz mı var? Seçtikleriniz herhalde orad olacaktır. Yoksa aleyhimizde, kıyamet güni ne kadar süregidecek, ahidleriniz mi var k kendinize hükmettikleriniz sizin olacaktır (Ey Muhammed)Soronlara:'Bunu kim üz< rine alır?' Yoksa onların ortakları mı vardıı Doğru sözlü iseler ortaklarım getirsinler (68: 35-41).

Dünya Hayatı İnsan İçin Birİmtihandır.Isan yeryüzüne denenmek için gönderilmı tir. Ferdî ve içtimaî bütün hareketlerinin t mü bir imtihandır. İmtihan süresi olan ör rünün ve yaptıklarının sonucu Hüküm G nü belli olacaktır. Bu konuda insan bilgi yakılmamış, Yaratanı tarafından kurtuluş yolu insana gösterilmiştir. "Hanginizin da­ha iyi İŞ işlediğini belirtmek için, ölümü ve dirimi yaratan O'dur. O güçlüdür, bağışla­yandır." (67:2).

Bu ayette, Allah'ın insanı peygamberlerin ge­tirdikleri ile, onların düşmanları arasında doğru seçim yapmaları için yarattığı açık ola­rak belirtilmektedir. Bu kısa ayet hayatın bir­çok gerçeğine işaret etmektedir: Birincisi, ha­yat da, ölüm de Allah'tandır. O'ndan başka kimse ne can verebilir, ne de alabilir. İkinci­si, Allah insanı yaratmış ve ona kötülüğü ol­duğu kadar iyilik yapabilme istidadı da ver­miştir. Üçüncüsü, insanın ne hayatı, ne de ölümü sebepsizdir. Allah insanı yeryüzüne imtihan etmek için göndermiştir. Hayat, onun için imtihan süresi, ölüm ise bu süre­nin bitmesidir. Cenab-ı Hak her kuluna, iyi ve kötü amelleriyle nasıl bir kişi olduğunu gösterebilme şansı vermiştir. Dördüncü ola­rak, kimin amellerinin iyi, kimin amelleri­nin kötü olduğuna karar verecek olan Allah-tır. Neyin iyi, neyin kötü olduğunu tespit et­mek insanın işi değildir. Bu yüzden, kurtu­luşa ermek için Allah katındaki ölçüyü bil­mek elzemdir. Beşincisi, herkes kendi yaptık­larının karşılığını görecektir. İyiler cennette sonsuz nimete kavuşurken, kötüler cehen­nemde sonsuz azaba duçar olacaklardır. Bir diğer surede aynı nokta işaret edilerek şöyle buyurulur: "Biz insanı katışık bir nut-feden yaratmışızdır; onu deneriz; bu yüzden onun işitmesini ve görmesini sağlamışızdır. Şüphesiz ona yol gösterdik; buna kimi şük­reder, kimi de nankörlük" (76: 2-3).

Bu ayet, insanın yeryüzündeki hayatının öne­mini ve gerçek manasını açıklamaktadır. İn­san gayesiz yaratılmamıştır; yaratılışının akla ve adalete dayanan belirli bir sebebi vardır. Dünya hayatı, ne rahiplerin düşündüğü gibi msanın cezalandırılması için vardır, ne de te­nasühe inananların dediği gibi mükâfat ola­rak. Ne materyalistlerin sandığı gibi oyun ve eğlence yeri, ne de Marx ve Darwİn'in iddia ettiği gibi mücadele yeridir; dünya ancak, in­sanın ömrünün sonuna kadar deneneceği bir imtihan yeridir. Amellerin neticesi, Hüküm Günü kendisine gösterilecektir. Bu imtihan­dan yüzünün akıyla çıkması, ancak AllahL in emirlerine harfiyyen riayet etmesi ile mümkündür.

Yine bu ayet, insanın hakikati bulması için akıl ve bilgi ile teçhiz edildiği gibi, aynı za­manda çeşitli yönlerden İnsana yardım edil­diğini göstermektedir. Birincisi, her kişiye, aklın ve bilginin yanısıra iyiyi kötüden ayırt edecek ahlâk hissi verilmiştir. İnsan günah işlese bile bunun kötü olduğunu ve iyi amel­lerde bulunmasa bile bunların makbul oldu­ğunu bilir. İkincisi, Allah her kuluna vicdan (Nefs-i Levvame) vermiştir, ki insan ne va­kit kötü bir amel işlese, hemen pişman olur. İnsan vicdanını baskılamak, kendisinden uzaklaştırmak için ne kadar uğraşırsa uğraş­sın, onu tamamen yok edemez. Vicdan, ne vakit insan bir günaha niyetlense veya kötü­lük işlese onu uyarır veya azarlar. Kıyamet Suresi'nde bu husus hatırlatılmaktadır: "Özürlerini sayıp dökse de insanoğlu, artık kendi kendinin şahididir." (75: 14-15).

Üçüncü olarak, insanın kendisinde, gökler­de ve yerde gizli, kâinattaki bu muazzam ni­zamın kendiğilinden meydana gelemeyeceği gerçeğini, bunun ancak Allah'ın Kudret ve Haşmet'İ ile mümkün olduğunu gösteren ayetler vardır. Bu ayetler aynı zamanda Ahi-ret gününün ve öldükten sonra dirilmenin de hak olduğunu ispatlar. Eğer insan bu ayet­lere gözünü açmaz veya basitçe görmemez-likten gelir ve Allah'a, Hüküm Günü'ne inanmaz ise, sonsuz azaba müstehak olmuş­tur artık. Çünkü, Allah insanı hayatın ger­çeğini bulma ve Hakk'a ulaşma yolunda yal­nız bırakmamıştır. Dördüncüsü tarih boyun­ca —insanın ancak seyirci kaldığı— kâinat­taki nizamı düzenleyen ve kontrol eden bir üstün Güç bulunduğunu gösteren sayısız ha­diseler olmuştur ve olmaktadır. Bu tecrübe­ler ve gözlemler yalnız dış alemde değil, insanın kendi içinde de Allah'ın varlığına de­liller bulunduğu gerçeğine işaret etmektedir­ler. Azılı bir kâfirin bile bir gün olup O'na yalvarması ve O'ndan yardım dilemesi bu yüzdendir. Beşincisi, İnsanın fıtratı ve aklı da, iyiliğin mükâfat, kötülüğün ceza görmesi gerektiğini söyler. Her toplumda şöyle veya böyle, bir hukuk sisteminin var olmasının se­bebi budur. Övülmeye değer davranışlar mü­kâfatlandırılır, zararlı olanlar ceza görür. Bu, dürüst olanın taltif edilmesinin elzem oldu­ğunun apaçık bir delilidir ve hiç kimse bu­nu inkâr edemez. Bu dünyada, bütün fena­lıkların ve suçların cezalarını tam olarak gör­medikleri ve göremeyecekleri de bir gerçek­tir.

Herkesin yeryüzündeki amellerinin karşılığı­nı tam olarak alabilmesi ve hak yerini bul­ması için öbür dünyanın var olması gerekli­dir. Altıncı olarak,Allah insanlığa rehber ola­rak peygamberler ve neyin eğri, neyin doğru olduğunu açıklayan kitaplar göndermiştir. Bu iki yolun sonuçlarının neler olacağını da apaçık bildirmiştir. Artık Hak Yolun ebedî saadete, diğerinin de ebedî azaba varacağı­na bir şüphe yoktur. (Mevdûdî, Siret-i Ser-ver-i Âlem, c II, sh. 323-387).

 

Özet

 

Her aklı başında kişi öldükten sonra diril­meye inanır. Bu, ne imkânsız, ne de mantık­sızdır. Ahiret inancı olmaksızın, insanın iyi, hak ve âdil bir sistem kurması veya devam ettirmesi mümkün değildir. Zaten bu dün­yada gerçek ve tam bir adalet temin edilme­si de imkânsızdır. Bu ancak yeryüzünde tek bir canlı bile kalmadıktan sonra Ahiret gü­nü, Cenab-ı Hakkın yan tutmayan İlahî Adaleti ile mümkün olacak, iyi amel sahip­leri mükâfatlandırılırken, kötü amel sahip­leri cezalarını göreceklerdir. Cenab-ı Hak yeryüzünde kimin ne yaptığını gayet iyi bil­mektedir. Zerre kadar haksızlık meydana gel­mesi mümkün değildir. "Kim zerre kadar iyi­lik yapmışsa onu görür. Kim de zerre kadar

kötülük yapmışsa onu görür." (99: 7-8). Kö­tü amel sahipleri şiddetli azabadüçar kalır­ken, yeryüzünde iyilik yapanlar ebedî saa­dete kavuşacaklardır. "Ama tartıları ağır ge­len kimse hoş bir hayat içinde olacaktır. Tar­tıları hafif gelenler ise, onların yeri bir çu­kurdur. O çukurun ne olduğunu sen bilir mi­sin? O, kızgın bir ateştir." (101: 6-11).

 

3- Ahlâk Eğitimi

 

Rasulullah @ insanlığa açık ve anlaşılır bir ahlâk sistemi sunmuştur. Bu sistemde, neyin İslâm'a uygun, hangi davranışların kötü,, hangilerinin makbul olduğu, toplumda han­gilerinin yerleşmesi ve kök salması gerektiği açıklanmıştır. Kötülük nedir? Meydana ge­lişinin sebepleri nelerdir? İnsan hayatında ne şekillerde tezahür eder? Kötülüğün artma­sının sebebi nedir? Nereden kaynaklanmak­tadır; neler kötülüğün yollarını açar ve gün­delik hayat içerisinde karşımıza nasıl çıkar? Rasulullah @'ın bütün gayesi bütün bu so­ruların cevaplarını vermek, iyi amellerin yol­larını göstermek, içtimaî ve ferdî hayatta, kö­tülüğün yerine iyiliği kaim kılmaktır. Kısa­cası, İslâm kötülüğe giden bütün yolları ka­patırken, insanın sağlıklı bir ahlâk yapısına sahip olmasını ve toplumda iyiliğin yer et­mesini İster.

 

Ahlâkın Temel Hakikatleri

 

Ahlâk probleminin temel hakikatleri açıkla­nırken, birkaç gerçeğe şöyle değinilmektedir: "Kişiye ve onu şekillendirene, sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene andolsun ki; kendini arıtan saadete ermiştir. Kendini-fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramış­tır." (91: 7-10)

Su ayette, insana mütenasip ve uygun bir vü-cud şekli verildiği ve yararlanacağı bilgi bi­rikimini sağlaması için gerekli kabiliyetlerle teçhiz edildiği apaçık beyan edilmektedir. İn­sana, bulunduğu her şarta uyum sağlayabi­lecek güç ve İstidat verilmiştir. Kurtuluş an­cak nefsini haramlardan korumak ve takva sahibi olmakla mümkündür. Öte yandan, takva hissinden uzak, nefslerinin peşinde ko­şanlar, gerçek kaybedenler olacaklardır.

Bu husus Kur'an-ı Kerim'de daha da açıklanarak şöyle buyurulmaktadır: "Bİz insanı katışık bir nutfeden yaratrnışızdır; onu de­neriz; bu yüzden onun işitmesini ve görme­sini sağlamı sızdır. Şüphesiz ona yol göster­dik; buna kimi şükreder, kimi de nankörlük!' (76: 2-3). İnsana iki yolu da idrak etme ve seçme kapasitesi verilmiştir. Fakat, hangisi­nin hak olduğu ve Allah'ın hoşnutluğuna ka­vuşturacağı ve hangisinin de yanlış, Allah-tan uzaklaştırıcı olduğu bildirilmiştir. Yine, Beled Suresi'nde şöyle buyurulmaktadır: "Biz onun için iki göz, bir dil ve iki dudak var etmedik mi? Biz ona eğri ve doğru iki yo­lu da göstermedik mi?" (90: 8-10).

Tîn Suresi'nde ise, "Biz, insanı en güzel şe­kilde yarattık, sonra onu aşağıların en aşa­ğısı kıldık. Yalnız, inanıp yararlı iş işleyen­ler bunun dışındadır. Onlara kesintisiz ecir vardır." buyrulmaktadır. (95: 4-6). Bu ayet­lerde, insanın en güzel bir şekilde yaratıldı­ğı, fakat hak yolu terkederse ve kabiliyetle­rini kötüye kullanırsa alçalacağı ve hayvan­lardan dahi aşağı duruma düşeceği bildiril­mektedir.

Kur'an-ı Kerim'de, insanı cehalete ve günah işlemeye sürükleyen ana sebepler şu şekilde açıklanmaktadır.

1- Körükörüne Geçmişe Bağlılık. Çoğu kav­min ve insanların bâtıl yollara sapmasının tek sebebi, onlara Hakk mesaj geldiği zaman onu reddetmeleri ve atalarının izinde körü­körüne gitmekte ısrar etmeleridir. Tarih, ata­larının inançlarını bırakmak İstemeyen ve İlâhî daveti reddeden toplumların örnekle­riyle doludur. Nuh, Âd, Semud, İbrahim, Musa'nın kavimlerine ve diğer birçok kav­me peygamber gelmiş, fakat İlâhî davete ica­bet etmemişler, atalarının izinde gitmekte ıs­rar etmişlerdir." (Ey Muhammed)Senden ön­ce, herhangi bir kasabaya gönderdiğimiz uya­rıcıya, o kasabanın şimarıkvarlıklılarısade-ce: 'Doğrusu babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerini izlemekteyiz' derlerdi. Gönderilen uyarıcı: 'Eğer size, ba­balarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmiş isem de mi bana uy­mazsınız?' derdi. Onlar: 'Doğrusu sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz! derlerdi." (43: 23-24). Lokman Suresi'nde ise şöyle buyu-rulmaktadır: "Onlara, 'Allah'ın indirdiğine uyun.' denince: 'Babalarımızı üzerinde bul­duğumuz yola uyarız' derler. Ya şeytan, ba­balarını alevli ateşin azabına çağırmışsa?!" (31: 21)

2- Önderlere İtaat. İnsanların tlâhî davete icabet etmelerini engelleyen diğer bir sebep, politik liderlerin, hükümdarların, zenginle­rin hâkimiyetine girmeleri ve onların yolun­dan gitmeleri olmuştur. Onlar, Allah'ın ra-sullerinin   getirdiklerini   reddetmişlerdir. "Yüzleri ateşte çevrildiği gün;'Keşke Allah'a itaat etseydik, keşke peygambere İtaat etsey­dik.' derler. 'Rabbimiz! Biz yöneticilerimize itaat etmiştik, fakat onlar bizi yoldan sap­tırdılar' derler!' (33: 66-67).

Yine,,Hüküm Günü inkarcılar şöyle yalva­racaklardır, "Rabbimiz! Cinlerden ve insan­lardan, bizi saptıranları göster, onları ayak­larımızın altına alalım da, en altta kalanlar­dan olsunlar. " (41: 29)

3- Kibir. Çoğu insanın mahvolmasına sebep, kibirleri olmuştur. Diğer insanların gözün­de onurlarının kırılacağı ve mevkilerinin sarsılacağı endişesi ile, inandıkları ve gittik­leri yolun yanlış olduğunu itiraf etmekten ka­çınmışlardır. Kur'an-ı Kerim'de Nuh @'ın kavmini doğru yola getirmek için nasıl uğ­raştığı şöyle anlatılır, "Nuh dedi ki: Rabbim! Doğrusu ben, milletimi gece gündüz çağır­dım. Fakat benim çağırmam, sadece benden uzaklıklarını artırdı. Doğrusu ben senin on­ları bağışlaman için kendilerini her çağırışım­da, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbi­selerine hüründüler, direndiler, büyüklendik-çe büyüklendiler." (71: 5-7).

Kur'an-ı Kerim'de gurur ve kibiri sebebiyle Hakk'ı reddeden bir münkirin hâli şöyle an­latılır: "Çünkü o, düşündü, ölçtü biçti; canı çıkası, ne biçim Ölçtü biçti! Canı çıkası; sonra

yine ne biçim Ölçüp biçti! Sonra baktı; son­ra kaşlarını çattı, suratını astı; sonra da sırt çevirip büyüklük tasladı.'Bu sadece öğreti-legelen bir sihirdir. Bu Kur'an yalnızca bir insan sözüdür' dedi." (74: 18-25).

4- Dünyevî Mevkii. Birçoklarının mahvına sebep olan şey de, bütün ahlâksız ve edepsiz davranışlarına rağmen, zenginleri, güçlüleri bu dünyada üstün ve başarılı görmeleri, ne kadar dürüst ve namuslu olurlarsa olsunlar, fakirleri ise adamdan saymamalarıdır. İnsanı ahlâkî değerlerine bakılmaksızın, dünyevî mevkİsine göre değerlendirmişlerdir. Nuh @'ın kavmi, ona inananların çoğu fakir ol­duğu için, İlâhî davete kulak vermemişti. " 'Sana mı inanacağız? Sana en rezil kim­seler uymaktadır' dediler." (26: 111). Ne va­kit bir kavme bir paygamber gönderilse, "Doğrusu uyarıcı göndermiş olduğumuz her kasabanın varlıklı kimseleri, onlara: 'Biz si­zinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz' diye gelmişlerdir. 'Malları ve çocukları en çok olan bizleriz, azaba uğratılacak da değiliz! derlerdi." (34: 34-35). Meryem Suresi'nde de şöyle buyurulmaktadırt "Ayetlerimiz kendi­lerine apaçık okunduğu zaman apaçık inkâr edenler, inananlara; " 'bu iki takımın han­gisinin makamı daha iyi ve yeri daha güzeldir?' derler. Onlardan Önce nice nesilleri yok ettik ki, onlar varlıkça ve gösterişçe bunlar­dan daha üstündüler." (19: 73-74).

5- Nefs ve Zan. Birtakım insanlar sırf nefs-lerine köle oldukları için veya kendi kafala­rına göre yaşamak istedikleri için Hakk'ı in­kâr etmişlerdir. Ya da bir takım boş fikirlere saplanmışlar ve hayatın gerçek mânâsınıan-lamak istememişlerdir. Kur'an-ı Kerim'de, bildiği halde sırf nefsî arzularının peşinde koşan ve Hakk'ı inkâr eden bir kişiden bah­sedilerek şöyle buyurulur:*'(Ey Muhammed) Onlara, şeytanın peşine taktığı ve kendisine verdiğimiz ayetlerden sıyrılarak azgınlardan olan kişinin olayını anlat... Andolsun ki, Ce­hennem için de birçok cin ve insan yarattık; onların kalpleri vardır ama anlamazlar; göz­leri vardır, ama görmezler; kulakları vardır, ama işitmezler, tşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da sapıktırlar. İşte bunlar gafil­lerdir." (7: 175-179).

Yunus Suresi'nde, inkarcıların hiçbir bilgiye dayanmadıkları, kendi zanlarına ve arzula­rına göre hareket ettikleri bildirilmektedir. "Onların çoğu zanna uyarlar; gerçekte ise zan hakikat karşısında bir şey ifade etmez. Allah yaptıklarını şüphesiz bilir:' (10: 36). Sonra, etraflarına bakmaları ve İlâhî davete kulak tıkayıp, boş arzularının peşinden gi­den, eski kavimlerin ne hale geldiğini gör­meleri ikaz edilmektedir. "Yeryüzünde do­laşmıyorlar mı ki, orada olanları akledecek kalpleri, işitecek kulakları olsun. Ama yal­nız gözler kör olmaz, fakat göğüslerde olan kalpler de körleşir." (22: 46) Hakikat ne ka­dar apaçık gözlerinin önüne serilirse serilsin, nefislerinin boş arzulan peşinde koşanlar, doğruyu göremezler. Casiye Suresi'nde şu ör­nek verilir: "Ey Muhammedi Heva ve heve­sini İlâh edinen, bilgisi olduğu halde Allah1 in şaşırttığı, kulağını ve kalbini mühürledi-ği, gözünü perdelediği kimseyi gördün mü? Onu Allah'tan başka kim doğru yola eriş-tirebilir? Ey insanlar! Anlamaz mısınız?" (45: 23).

6- Hakk'a Muhalefet. Fertleri ve milletleri doğru yoldan uzaklaştıran bir başka kötü hal de, Hakk'ı kabul etmemektir. Bazı insanlar kötü amellere kıymet vermekte, ahlâksızlık ve haksızlık yapmaktan kalplerinde hiçbir ra­hatsızlık duymamaktadırlar. "Onlara: 'İşte bu, yeryüzünde haksız yere şımarmanız ve böbürlenmenizden ötürüdür. Temelli kalaca­ğınız Cehennem'e kapılarından girin' denir. Büyüklenenlerin durağı ne kötüdür!" (40: 75-76)

7- Dinin Dünya Hayatını Çekilmez Yaptığı Düşüncesi. Ahireti düşünmeyenlerin çoğu­nun ortak fikridir bu. Başarılı ve iyi bir dün­ya hayatının dinî inançlarla birlikte yürüme­yeceğini sanırlar. 'İkisi birlikte gitmez, dün­yadaki hedefine ulaşmak istiyorsan dinden vazgeç' derler. "Kavminin inkâr eden ileri gelenleri, 'Şuayb'a uyarsanız, andolsun ki siz kaybedersiniz' dediler?' (7: 90). Kureyş'in İleri gelenleri de benzer şeyleri söylüyorlardı.

 

Kur'an-ı Kerim Kötü Amelleri Yasaklamaktadır

 

Rasulullah @ insanlara Cenab-ı Hakk'ın emir ve yasaklarını açıkça bildirmiştir. Kur'an-ı Kerim, insanın Allah'ın rızasını ka­zanmak için hangi amelleri işlemesi gerekti­ğini, hangi davranışların yasak olduğunu ve Allah'ın gazabına sebep olacağım, tarihten misaller vererek anlatmaktadır. Dünyanın tüm zenginliği ve gücü kendilerine verildiği halde kibirlenmeyen, Allah'a sadakat ve hiz­metten bir an bile geri kalmayan Davud @ ve Süleyman @ gibi peygamberlerin yanısı-ra, zenginlik ve güçlülükleriyle böbürlenen ve Yaratıcı'larını inkâr eden Firavun ve Karun'un misalleri verilmektedir. Kur'an-ı Ke­rim insanı, Hakk'ı inkâr edenlerin sonlarını görmeye ve bu misallerden ders almaya ça­ğırmaktadır. "İnkarcılar başarıya eremezler... sonuç Allah'a karşı gelmekten sakınanların­dır!1 (28: 82-83) Kişinin kendi amellerinin önemi vurgulanmakta ve insanın zerre kadar haksızlığa uğramayacağı temin edilerek her­kesin kendi yaptıklarının karşılığını görece­ği açıklanmaktadır. "Kim bir iyilik getirir­se, ona daha iyisi verilir. Kim bir kötülük ge­tirirse, o kötülükleri işleyenler, ancak yaptık­ları kadar ceza görürler." (28: 84). Kişi, tari­hi incelemeye ve ne kadar çok kavmin yer­yüzünden gelip geçtiğini görmeye çağınl-maktadır. Bu kavimlerden ancak doğru ve âdil davrananlar gerçek ve sonsuz kurtulu­şa ermişler, hak yolu izlemeyen günahkârlar ise varlıklarını geçici bir süre devam ettire­bilmiş ve ebedî cezaya çarptırılmışlardır.

Kur'an-ı Kerim kötülükleri olduğu kadar iyi­leri de anlatmaktadır, iyilerin, hangi davra­nış ve amelleriyle ebedî nimeti kazandıkla­rı, diğerlerinin ise ebedî saadeti kaybetme­lerine sebep olan kötü amellerin neler oldu­ğu açıklanmaktadır. Kur'an-ı Kerim müminlere anlayacakları şekilde tarihten örnekler vererek yol göstermekte, canlı Kur'an demek olan Rasulullah @'ın hayatı örnek olarak ve­rilmektedir. "Ey İnananlar! Andolsun ki si­zin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşma­yı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Rasulullah en güzel örnektir." (33: 21).

Hz. Aişe, Rasulullah @ hakkında, "Onun ahlâkı Kur'andır" demiştir. İleriki sayfalar­da onun mübarek güzel ahlâkı, ana hatla­rıyla anlatılacaktır.

1- Adalet ve İyilikseverlik. Adalet, İyilik, ya-dımseverlik her zaman bütün insanların hoş­landığı ve takdir ettiği güzel ahlâk numune­sinin pırlantaları olagelmişlerdir. Kur'an-ı Kefim, müminlere, kendilerini bunlarla sıfat­landırmalarını emreder: ' 'Allah şüphesiz adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara bakmayı emreder; hayâsızlığı, fenalığı ve haddi aşma­yı yasak eder. Tutasımz diye size öğüt verir.'' (16: 90) Müminlere, düşmanlarına dahi ada­letle davranmaları emredilmektedir. "Ey ina­nanlar! Allah için adaleti ayakta tutup gö­zeten şahidler olun.Bir topluluğa olan öfke­niz sizi adaletsizliğe sürüklemesin; âdil olun; bu, Allah'a karşı gelmekten sakınmaya da­ha yatkındır." (5: 8). "Konuştuğunuzda, — akraba bile olsa— sözünüzde âdil olun." (6: 152)

Nisa Suresi'nde şöyle buyurulmaktadır, "Al­lah size... insanlar arasında hükmettiğiniz za­man adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor." (4: 58). Mümin erkeklerin, hanımlarına karşı da çok dikkatli davranmaları ikaz edilmektedir. "Şayet ara­larında adaletsizlik yapmaktan korkarsanız, bir tane almalısınız veya sahip olduğunuz ile yetinmelisiniz. Doğru yoldan sapmamanız için en uygunu budur!' (4: 3). Şu sözlerle Hz. Peygamber @'ın adaleti hâkim kılması buy-rulmakta: "Aranızda adaletle hükmetmek ile emrolundum; Allah bizim de Rabbimiz, si­zin de Rabbinizdir:* (42: 15). Yine, Maide Su­resi'nde şöyle buyurulmakta: "Eğer hükme­dersen, aralarında adaletle hüküm ver. Allah âdil olanları sever." (5: 42).

Müminlere, anlaşmazlıkları olan müslüman-ların aralarını bulmaları emredilmektedir. "Aralarını adaletle bulunuz, âdil davranınız, şüphesiz Allah âdil davrananları sever." (49:9).

Müslümanların, diğer insanlara ve özellikle ebeveynlerine karşı cömert olmaları ve iyi­lik yapmaları emredilmektedir.

Bu emrin, Tevhid inancından hemen sonra belirtilmesi, onun ne kadar önemli olduğu­nun bir işaretidir. "Allah'tan başkasına kul­luk etmeyin, anne-babaya, yakınlara, yetim­lere, düşkünlere iyilik edin, insanlarla güzel güzel konuşun." (2: 83). Nisa Suresi'nde de şöyle buyurulur: "Allah'a kulluk edin, O'na bir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, yakın­lara, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcu­ya ve elinizin altında bulunan kimselere iyi­lik edin. Allah kendini beğenip, öğünenleri elbette sevmez." (4: 36). Kur'an-ı Kerim'in daha birçok ayetinde, insanlara, özellikle anne-babaya, akrabaya ve toplumdaki güç­süzlere karşı iyilikle, yumuşak ve nazik dav-ranılması emredilmektedir.

Rasulullah @ akrabalara ve diğer insanlara karşı iyilikle, güzel ve nazik davranılmasını ısrarla belirtmiştir. Abdullah b. Amr, Allah Rasulünün şöyle dediğini rivayet eder: "Al­lah katında en iyi arkadaş ve en iyi komşu, komşusuyla iyi geçinendir." (Mişkât).Enes1 den naklen, Hz. Peygamber @ şöyle buyur­muştur: "Rızkının genişlemesini, ömrünün artmasını isteyen, yakınlarına iyi davransın.'' Sevban, Peygamber @'dan şöyle nakletmiş-tir: "Ancak dua.hükmü değiştirebilir, ömrü ancak iyilik uzatır." Numan b. Beşir rivayet etmekte; Hz. Peygamber @ şöyle buyurmuş­tur: "Müminleri inançta, sevgide, hissiyatta bir vücut gibi birlikte görürsün. Birisi rahat­sızlansa, acısından hepsi etkilenir?' Enes.Ra-sulullah @'ın şöyle dediğini rivayet etmek­te, "Nefsim Yed-i Kudretinde olan Allah'a andolsun ki, kişi kendisi için istediğini kar­deşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz." "dediğini rivayet etmektedir. Bütün bu öğre­tilerin sonucudur ki, müslümanlar başkala­rına örnek olmuşlardır. "Daha önceden Me­dine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine iman yer­leşmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler; onlara verilenler karşısın­da içlerinde bir çekememezlik hissetmezler; kendileri zaruret içinde bulunsalar bile, on­ları kendilerinden önde tutarlar." (59: 9). Fe­tih Suresi'nde de şöyle bu vurulmaktadır: "Muhammed, Allah'ın elçisidir. O'nun be­raberinde bulunanlar, inkarcılara karşı sert, birbirlerine merhametlidirler." (48: 29).

2- İnfak (Allah Yolunda Harcamak). Rasu-lullah @'ın ahlâk eğitiminin temellerinden birisi de infaktır. Peygamber @ bir kimse­nin malından harcayarak, Allah rızası için, fakirlerin, yetimlerin ve toplumdaki diğer muhtaç insanların ihtiyaçlarını karşılaması­nın ne kadar güzel ve faydalı bir İş olduğu­nu önemle vurgulamıştır. "Sarfedeceğiniz mal, ana-baba, yakınlar, yetimler, düşkün­ler, yolcular içindir. Yaptığınız her iyiliği Al­lah şüphesiz bilir." (2: 215). Toplumdaki çe­şitli kesimlerden insanları kardeşlik esasın­da birleştirip, kenetlenmelerini sağlamak için, bu gereklidir. "Ne sarfedeceklerini sa­na sorarlar, de ki: 'Artanı.' Böylece Allah, dünya ve ahiret hususunda düşünesiniz diye size ayetlerini açıklar." (2: 219). Bu anlayış mutlu ve sağlıklı bir toplumun temelini oluş­turur, insanı her iki dünyada da kurtuluşa eriştirir.

Kur'an-ı Kerim'de, Allah yolunda infak et­meyi emreden ve müslümanları mallarından fakirlere, yetimlere, diğer muhtaç kişilere ver­meye çağıran birçok ayet vardır. Hadid Su­resi'nde şöyle buyurulur: "Ey insanlar! Al­lah'a ve peygamberine inanın; sizi varis kıl­dığı şeylerden sarfedin; aranızdan inanıp da sarfeden kimselere büyük ecir vardır." (57: 7).

Ayetteki (2: 215), "Allah şüphesiz bilir." sözü, fakirlere ve muhtaçlara yapılan her yar­dımı, Hüküm Günü mükâfatını tam olarak verecek olan Allah'ın bilmekte olduğunu vurgulamaktadır. Bu husus, şu ayet ile daha iyi anlaşılmaktadır: "Sarfettiğiniz iyi şey kendinizedir. Zaten ancak Allah'ın rızasını kazanmak için sarfedersiniz. Sarfettiğiniz iyi bir şeyin karşılığı —haksızlığa uğratılmak-sızın— size verilir." (2: 272).

Müslümanlara, eğer gerçekten Allah'ın rıza­sını kazanmak istiyorlarsa, en iyi şeylerini in­fak etmeleri emredilmektedir. "Sevdiğiniz şeylerden sarfetmedikçe iyiliğe erişemezsiniz. Her ne sarfedersenîz, şüphesiz Allah onu bi­lir." (3: 92). Sonra, Bakara Suresi'nde, müs-lümanlara iyilik ve kulluğun ölçüsü verilir. "Yüzlerinizi doğudan yana ve batıdan yana çevirmeniz iyi olmak demek değildir; lâkin iyi olan, Allah'a, âniret gününe, meleklere, Kitab'a, peygamberlere inanan, O'nun sev­gisiyle, yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve köleler uğrunda mal veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler, zorda, darda ve savaş alanında sabredenlerdir. İşte onlar doğru olanlardır ve sakınanlar ancak onlardır." (2: 177).

Rasulullah@da hayırseverliğin faziletini vur­gulamış ve ümmetini hayırsever olmaya teş­vik etmiştir. Ebu Said, Rasulullah @'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Eğer bir müs­lüman, çıplak bir müslümanı giydirir ise, Cenab-ı Hak da onu cennette yeşil giysilerle giydirir; bir müslüman, aç bir müslümanı doyurursa, Allah da onu cennet meyveleriy-le doyurur; ve bir müslüman, susuz kalmış bir müslümana su verirse, Allah da ona kev-ser ile mukabele eder?' Fatma bint-i Kays, Al­lah Rasulü @'m şöyle dediğini rivayet eder: "Malın üzerinde zekâttan başka bir şey var­dır." Mersed b. Abdullah, asnabdan birinin Rasulullah @'tan şöyle işittiğini rivayet eder, "Ahiret günü müminin gölgesi, sadakası ola­caktır." (Mişkat).

3- Emanete Sahip Çıkmak ve Verdiği Sözü Tutmak. Rasulullah @, ümmetine, söz verince tutmayı ve emanete hıyanet etmemeyi em­retmiştir. Maide Suresi'nde şöyle buyurulur: "Ey inananlar! Akİdleri yerine getirin." (5: 1). "Hiç şüphesiz Allah size, emanetleri eh­line teslim etmenizi emreder." (4: 58). Ce-nab-ı Hak, sözünü tutan ve emanete sahip olanlardan övgüyle söz eder: "Onlar ema­netlerini ve sözlerini yerine getirirler!' (23: 8). "Emanetlerini ve sözlerini yerine getiren­ler..." (70: 32). Allah, söz verip de tutmayan­ları ve emanete hıyanet edenleri sevmez. "Al­lah'la yapılan sözleşmeyi kabulden sonra bo­zanlar, Allah'ın birleştirilmesini buyurduğu şeyi ayırırlar ve yeryüzünde bozgunculuk ya­parlar; zarara uğrayanlar işte onlardır." (2: 27). "Sağlam söz verdikten sonra Allah'ın ahdini bozanlar ve Allah'ın birleştirilmesini emrettiğini ayıranlar ve yeryüzünde bozgun­culuk yapanlar, işte lanet onlara ve kötü yurt cehennem onlaradır." (13: 25).

RasuluUah @ da müslümanlara, sözlerim tutmalarını buyurmuş ve buna uymayanları hoş görmemiş:"Müslüman, söz verdiğinde yerine getirir, münafık ise verdiği sözü tut­maz" demiştir.

4- Allah'tan Sakınmak ve Faziletli Olmak.

RasuluUah @ insanların hayatına fazilet ve temiz "ahlâkı getirmiş, bu vasıfların teşvik edildiği, günahların ve günahkârların ise her­kes tarafından hoş görülmeyip tekdir edildi­ği bir toplum oluşturmuştur. Mücadele Su­resi'nde Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Ey inananlar! Gizli konuştuğunuz zaman, günah işlemeyi, düşmanlık etmeyi ve Pey-gamber'e karşı gelmeyi fısıldaşmayın; iyilik yapmak ve Allah'a karşı gelmekten sakınma­yı konuşun; Kıyamet günü huzurunda top­lanacağınız Allah'tan sakının." (58: 9).

Müslümanlara, kötülük ve fenalıklara bile iyilik ve güzellikle davranmaları tavsiye edil­miştir. Kur'an-ı Kerim, bunun müslümanla-nn vasıflarından biri olduğunu belirtir. "İş­te onlara, sabırlarından dolayı, ecirleri iki de­fa verilir; onlar kötülüğü İyilikle savarlar... Onlar, boş söz işittikleri vakit ondan yüz çevirirler. 'Bizim işlediğimiz bize sizin işlediği­niz sizedir. Size selâm olsun, cahillerle ilgilen­meyiz.' derler!' (28: 54-55). "Bu ahiret yurdu­nu, yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozguncu­luğu istemeyen kimselere veririz. Sonuç Al^ lah'a karşı gelmekten sakınanlarındır!' (28: 83). "Onları Biz yeryüzüne yerleştirirsek na­maz kılarlar, zekât verirler, uygun olanı em­rederler, fenalığı yasak ederler. İşlerin sonu­cu Allah'a aittir!' (22:41). Müslümanların en büyük vasıflarından birisi şudur ki, "îyiyi emreder, kötülükten akkorlar." (9: 71-112). Kur'an-ı Kerim, müminlere hep iyilikle dav­ranmayı emreder. "İşlerinizi iyi yapın. Şüp­hesiz Allah iyi iş yapanları sever!' (2: 195) "İnanan kullarıma söyle, en güzel şekilde ko­nuşsunlar!' (17: 53).

Rasulullah @ şöyle buyurmuştur; "İman et­medikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sev­medikçe de gerçekten iman etmiş olamazsı­nız. Size, birbirinizi sevmenize sebep olacak bir yol göstereyim mi? Selâmlasın ve selâmı aranızda yayın." îbn-i Ömer, RasuluUah @'dan şöyle rivayet eder: "Düşkünlere yar­dım edin, yolunu kaybedenlere yol gösterin." Hz. Aişe de Allah Rasulünün şöyle buyur­duğunu rivayet eder, "Allah güzeldir ve gü­zelliği sever. Kabalığa ve hiçbir şeye verme­diğini güzelliğe verir." Abdullah b. Amr, Al­lah Rasulü'nden şöyle rivayet eder: "İçiniz­den bana en sevimli olanınız, ahlâkça en üs­tün olanınızdır." Abdullah b. Mes'ud riva­yet eder: "Cehennemden kurtulanın kim ol­duğunu haber vereyim mi; herkese güzellik­le ve iyilikle davranan.yumuşak huylu olan." Ve EbuHureyre, Peygamber @'ın şöyle bu­yurduğunu rivayet eder: "Mümin sade ve cö­mert olur, müsrif ise hilekâr ve alçak." (Miş-kât)

5- İffet ve Haya. İslâm, faziletli ve iffetli bir hayat tarzı getirmiş, ahlâksızlığı ve fuh­şu şiddetle yasaklamıştır. RasuluUah @ kendi örnek hayatı ile, kişinin faziletli bir şekilde nasıl yaşaması ve bunun esaslarını toplum­da hâkim kılması gerektiğini göstermiştir. Müminun Suresi'nde böyle kişilerin yaşantısından bahsedilerek şöyle buyurulur: "Mü­minler saadete ermişlerdir. Onlar namazda huşu içindedirler. Onlar boş şeylerden yüz çe­virirler. Onlar zekâtlarım verirler... Onlar, eş­leri ve cariyeleri dışında, mahrem yerlerini herkesten korurlar. Doğrusu bunlar verile­mezler." (23: 1-6). "Allah şüphesiz adaleti, İyilik yapmayı, yakınlara bakmayı emreder; hayâsızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı yasak eder. Tutarsınız diye size öğüt veriri' (16: 90)

İnsanı ahlâksızlığa ve her türlü rezalete gö­türen şeytanın izinden gidilmemesi emredil­miştir. "Ey insanlar! Yeryüzündeki temiz ve helâl şeylerden yiyin. Şeytana ayak uydurma­yın, zira o sizin için apaçık bir düşmandır. Muhakkak size kötülüğü, hayâsızlığı, Allah'a karşı da bilmediğiniz şeyi söylemenizi emre­der." (2: 168-169). Yine aynı surede şöyle bu-yurulmaktadır, "Şeytan sizi fakirlikle korku­tarak cimriliği ve hayâsızlığı emreder; Allah ise kendisinden, mağfiret ve bol nimet vaad eder. Allah'ın lütfü boldur. O her şeyi bi­lir." (2: 268). "Gizli ve açık kötülüklere yak­laşmayın." (6: 151).

Nur Suresi'nde, insanların iffetli ve temiz bir ahlâka sahip olmaları için şöyle buyurul-maktadır:"(Ey Muhammed)Mymin erkek­lere söyle: Gözlerini bakılması yasak olan­dan çevirsinler, mahrem yerlerini korusun­lar. Bu, onların arınmasını daha iyi sağlar. Allah yaptıklarından şüphesiz haberdardır. Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini bakıl­ması yasak olandan çevirsinler, iffetlerini ko­rusunlar. Süslerini kendiliğinden görünen kısmı müstesna, açmasınlar. Baş örtülerini yakalarının üzerine salsınlar. Süslerini koca­ları veya babaları veya kayınpederleri veya oğulları, veya kocalarının oğulları veya kar­deşleri veya erkekkardeşlerininoğullan veya kız kardeşlerinin oğulları veya müslüman ka­dınları veya cariyeleri veya erkekliği kalma­mış hizmetçiler ya da kadınların mahrem yer­lerini henüz anlamayan çocuklardan başka­sına göstermesinler. Gizledikleri süslerin bi-.Hnmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey inananlar! Saadete ermeniz için hepiniz töv-

be ederek Allah'ın hükmüne dönün." (24: 30-31). Toplumda iffetli ve temiz bir yapının te­sisi için Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "İçinizdeki bekârları, kölelerinizden ve ca­riyelerinizden iyi olanları evlendirin; eğer yoksul iseler, Allah onları lütfü ile zengin­leştirir. Allah lütfü bol olandır, bilendir!' (24: 32.).

Kadınlara hitaben de şöyle buyurulmakta: "Allah'tan sakınıyorsanız edalı konuşmayın, yoksa kalbi bozuk olan kimse kötü şeyler ümit eder. Evlerinizde oturun; eski cahiliy-yede olduğu gibi açılıp, saçılmayın." (33: 32-33).

6- Doğruluktan Ayrılmamak. İslâm, men­suplarına doğruluktan ayrılmamayı ve baş­kalarını da aynı şekilde davranmaya davet et­melerini emreder. "Ey inananlar! Allah'tan sakının, doğru söz söyleyin." (33: 70). "Siz­den, iyiye çağıran, doğruyu emreden ve fe­nalıktan meneden bir cemaat olsun. İşte ba-raşıya erişenler yalnız onlardır." (3: 104-110) Müminlerin vasıflarından birisi de şudur ki, "İyiyi emreder, kötülükten alıkorlar." (9: 71 ve 112). Güç olanların elinde olursa, "uygun olanı emrederler, fenalığı yasak ederler!' (22: 41).

Hayatlarını hakka göre düzenlemek, insan­ları doğruluğa çağırmak ve toplumu bu esas üzerine kurmak, müminlerin en önemli vas­fı, ana görevidir. O toplumda doğruluk ka­bul görür, teşvik edilir; kötülüklerden ise ka-çınllır ve yasaklanır. Rasulullah @ bu husus üzerinde çokça durmuş ve müminleri sıkı bir şekilde tenbih etmiştir. Huzeyfe rivayet edi­yor: "Nefsim Yed-i Kudretinde olan Allah'a andolsun ki, iyiliği emredip, kötülükten ka-çındırmazsanız Allah çok geçmeden cezanı­zı üzerinize gönderir. Sonra yalvarırsınız ama cevap alamazsınız." Ebu Bekr-i Sıddık da Rasulullah @'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "İnsanlar kötülük işleyen birini görür de, ona mani olmazlarsa, Allah hep­sini birden cezalandırır! 'Adiy b.Âmire'nin ri­vayet ettiğine göre Allah Rasulü şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah, insanlar, ileri gelen­lerinin fenalık ve kötülük işlediklerini görüp de, onları bundan men etmekten kaçınma-dıkça, onlara azap indirmez. Fakat böyle yapmazlarsa hepsi cezalandırılır." (Mişkât)

Adaletli, faziletli ve doğru bir sistemin yer­yüzünde hâkim olabilmesi için bu esasın ne kadar önemli olduğunu vurgulayan daha ni­ce ayet ve hadis vardır. İnsanlar, doğruluğa çağırıp, kötülükten men etme görevlerini yapmaya devam ettikçe, âdil ve faziletli bir sistem mutlaka kurulacaktır.

7- Eşitlik ve Kısas. Birisi tarafından bir za­rara uğratıldıkları zaman, insanlara, yalnız­ca haklarını istemeleri, sabırlı ve hoşgörülü olmaları ve kısasta ileri gitmemeleri buyu-rulmuştur. Daima sabırla sebat etmek ve af­fedici olmak tavsiye edilmiş, kısas istenirse bunun İnsafla ve adaletle yapılması emredil­miştir. Bakara Suresi'nde Cenab-ı Hak şöy­le buyurmaktadır: "Hürmetler karşılıklıdır; Kim size saldırırsa, onun size saldırdığı ka­dar siz de ona saldırın.Allah'tan sakının ve Allah'ın sakınanlarla beraber olduğunu bi­lin." (2: 194) Nahl Suresi'nde ise şöyle bu-yurulmaktadır: "Eğer ceza vermek isterse­niz, size yapılanın aynıyla mukabele edin. Sabrederseniz andolsun ki bu, sabredenler için daha iyidir?' (16:126).Rasulullah@ 'a, kâ­firlerin ve yahudilerin alaylı ve boş sözleri­ne karşı sabırla tahammül etmesi tavsiye edi­lerek, "Kitap verilenlerden ve Allah'a eş ko­şanlardan çok üzücü sözler işiteceksiniz. Sabreder ve Allah'a karşı gelmekten sakınır­sanız bilin ki, bu üzerinde sebat edilecek iş­lerdendir." (3: 186) buyurulmuştur. Bu ayet müslümanlann her işte dengeli hareket etme­leri gerektiğini apaçık göstermektedir. Müs­lüman, İslâm düşmanlarının asılsız sözleri, yalan-yanlış propagandaları ve suçlamaları karşısında hemen parlamamalı, çeşitli kış­kırtmalar karşısında bile soğukkanlılığım1 yi-tirmemeli, asil ve yüksek karakterini göstermelidir.

Ebu Derda, Allah Rasulünün şöyle dediğini rivayet eder: "Vücuduna yapılan eziyetlere sabreden ve affedici olan hiçbir kimse yok­tur ki, Allah onun bir günahını silip, dere­cesini yükseltmesin." (Mişkât). Bir kimsenin, kendisine yapılan ezaları ve aşırılıkları affet­mesi, İslâm'da büyük ahlâk ve fazilet örne­ği olarak görülür. Karşılık vermekte aşırı gi­denleri hiç de hoş olmayan bir sonun bekle­diği ikaz edilmektedir. "Bundan sonra kim haddi aşarsa ona elem verici azapvardır."(5: 94). "Hududu da aşmayın, doğrusu Allah aşın gidenleri sevmez." (5: 87). Müslüman­lara, düşmanlarıyla ilişkilerinde bile doğru­luktan ayrılmamaları ve aşırı gitmemeleri emredilmektedir. "Sizi Mescid-i Haram'dan menettiği için bir topluluğa olan kininiz, aşırı gitmenize sebep olmasın." (5: 2)

Allah'ın koyduğu hududun aşılması halinde varacakları kötü akıbet hakkında insanlar uyarılmış ve aşırılıkları, mütecaviz tutumla­rı sebebiyle lanetlenmiş olan yahudilerin kıs­salarını duyup ders almaları öğütlenmiştir. (2: 61) ve (3: 112).

8- Cömertlik ve Bağışlayıcılık. Müslümanla­ra, insanlarla olan ilişkilerinde, bağışlayıcı ve cömert olmaları emredilmiştir. "Bağışlama­nız, Allah'tan sakınmaya daha uygundur. Aranızdaki iyiliği unutmayın. Allah şüphe­siz işlediklerinizi görür." (2: 237). Bu ayet, insanlar arasındaki ilişkinin daha iyi ve uyumlu olabilmesi için, fedakârlık yapma­nın gerekli olduğunu belirtmektedir. Eğer' herkes ipin ucunu kendi tarafına çekerse, top­lumsal hayatta dostluk ve mutluluk ve sami­miyetten eser kalmaz. Bu yüzden İslâm, in­sanlara fedakâr olmayı, hatta meşru hakla­rından bile yeri gelince feragat etmeyi öğüt­ler. "Borçlu darda ise, eli genişleyinceye ka­dar ona mühlet verin. Bilmiş olsanız borcu bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır." (2: 280).

Kur'an-ı Kerim müminleri bütün işlerinde Ve Özellikle Allah için harcarken cömert olma­ya çağırmaktadır: "Arınmak için malım ve­ren, yaptığı iyiliği birinden karşılık görmek için değil, ancak yüce Rabbinin hoşnutluğu­nu gözeterek yapmıştır." (92: 18-20). Müna-fıkûn Suresi'nde ise şöyle buyurulmaktadır: "Birinize ölüm gelip de: 'Rabbim! Beni ya­kın bir süreye kadar ertelesen de, sadaka ver­sem, iyilerden olsam' diyeceği zaman gelmez­den önce, size verdiğimiz rızıklardan sarfe-din." (63: 10).

Rasulullah @, cömert olmayı yaşayarak gös­termiş ve ümmetine örnek olmuştur. Eline ne geçerse hemen onu yanındakilere hediye eder ve bundan büyük bir haz duyardı. Bu hususta Ebu Hureyre, Peygamber @'dan şu hadis-i şerifi nakletmektedir: "Cömert bir kişi, insanlara, Cennet'e ve Allah'a yakın, Cehennem'den emin olur; cimri ise daima Allah'tan, Cennet'ten ve insanlardan uzak, Cehennem'e yakın olur. Cahil fakat cömert bir kişi, cimri bir abîdden, Allah'a daha se­vimlidir." Peygamber @, cömertliğin fazile­tini önemle vurgulamış, cimri olmaktan ka­çınılmasını buyurmuştur. Cenab-ı Hak seha-vet sahiplerini şöyle övmektedir: "Kendile­rine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık sarfe-denler, tükenmeyecek bir kazanç umabilir­ler. Çünkü Allah bu kimselerin ecirlerini tam verir ve lütfü ile arttırır. Doğrusu O, bağış­layandır. Şükrün karşılığını bol bol verendir!' (35: 29-30).

9- İtidal. İfrat ve tefritten kaçınarak, orta yo­lu tutmak demek olan itidal, İslâm'ın çok Önem verdiği hususlardan biridir. Hayatın her alanında müminin en mükemmel örne­ği, Rasulullah @'dır. İtidal üzere, sade bir hayat sürmüş ve ashabına da aynısını tavsi­ye etmiştir. Musab b. Sa'd, Rasulullah @'dan şöyle işittiğini nakleder: "İtidal her şeyin en güzelidir.". İbni Abbas şöyle rivayet eder: "İyi huylu, geçimli ve itidal üzere olmak, nü­büvvetin yirmibeş cüzünden bir cüzdür." (Mişkât).

Peygamber @ ashabına harcamalarında öl­çülü davranmalarını, ne cimri, ne de savur­gan olmalarını, orta yolu tutmalarım tavsi­ye etmiştir. Hz. Ömer, Allah Rasulü @'ın "İtidal üzere olmak iyi geçinmenin yarısıdır!' (Mişkât) buyurduğunu nakleder. Rasulullah @ insanlığa, sarfederken orta yolu bulma­nın "altın" kaidesini vermiş, israftan ve cim­rilikten kaçınmayı öğütlemiştir. (17: 29). Al­lah, böyle yapanları överek Furkan Suresi­nde şöyle buyurmaktadır: "Onlar, sarfettik-lefi zaman ne israf ederler, ne de cimrilik; ikisi arasında orta bir yol tutarlar." (25: 67).

Peygamber @, yemede içmede, giyim kuşam­da, ibadet ve taatta ve bütün hususlarda iti­dali elden bırakmamayı buyurmuştur. As-habdan bazı kimselerin, dünya zevklerini terkedip, inzivaya çekilmeye karar verdikle­rini işitince, "Böyle yapmayın, bazan oruç tutun, bazan yiyin; gece ibadet edin, ancak vücudunuzun hakkını da verin ve uykunu­zu ihmal etmeyin, zira uykusuzluk vücudu zayıflatır; eşlerinizin ve çocuklarınızın da si­zin üzerinizde hakları vardır." buyurmuştur. Hep ibadet ve taatla uğraşıp, hayatın nimet­lerini terketmeyİ hoş görmemiştir. Dünya meşgalesi içinde iffetli ve temiz bir hayat sü­rerek Allah'a kulluk yapılabileceğini, nor­mal ve sade bir şekilde yaşamayı öğütlemiş­tir.

 

Özet

 

İslâm'ın ahlâkî eğitim anlayışı, aşağıdaki ayetlerde apaçık özetlenmiştir: "Rabbin, yal­nız Kendisine tapmanızı ve ana babaya iyi­lik etmeyi buyurmuştur... Yakınına, düşkü­ne, yolcuya hakkını ver; elindekileri saçıp sa­vurma. Saçıp savrulanlar, şüphesiz şeytan­larla kardeş olmuş olurlar; şeytan ise Rab-bine karşı pek nankördür. Rabbinden umdu­ğun rahmeti elde etmek için, hak sahiplerin­den yüz çevirmek zorunda kalırsan, onlara hiç değilse tatlı bir söz söyle. Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp, tu­tumsuz olma, yoksa pişman olur, açıkta ka­lırsın. Doğrusu senin Rabbin dilediği kim­senin rızkını genişletir ve bir ölçüye göre ve­rir. O kullarını gören ve haberdar olandır. Çocuklarınızı yoksulluk korkusuyla Öldürmeyin. Biz onlara da, size de rızık veririz. Onları öldürmek, şüphesiz büyük bir günah­tır. Sakın zinaya yaklaşmayın; doğrusu bu çirkindir, kötü bir yoldur. Allah'ın haram kıl­dığı cana haksız yere kıymayın. Haksız yere öldürülenin velisine bir yetki tanımışızdır. Artık o da öldürülmekte aşırı gitmesin. Zi­ra kendisi, ne de olsa yardım görmüştür.

Yetimin malına —erginlik çağma ulaşana kadar— en güzel şeklin dışında yaklaşmayın. Ahdi de yerine getirin, doğrusu verilen ahid-de sorumluluk vardır. Bir şeyi ölçtüğünüz za­man, ölçüyü tam tutun, doğru teraziyle tar­tın. Böyle yapmak, sonuç itibarıyla daha gü­zel ve daha İyidir.

Bilmediğin şeyin ardına düşme; doğrusu ku­lak, göz ve kalp, bunların hepsi o şeyden so­rumlu olur.

Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; çünkü sen ne yeri delebilir ve ne de boyca dağlara ulaşabilirsin. Rabbinin katında bunların hep­si beğenilmeyen kötü şeylerdir." (17: 23-38).

Bu emirler, insan hayatının ahlâkî, kanunî, siyasî, sosyal ve idarî, aynı zamanda ilim ve sanat ile ilgili bütün sahalarını içine almak­tadır. İslâm ahlâkının özü "zandan kaçınmak" aslım, esasını araştırmadan hiç kimseye suçlamada bulunmamaktır. Mümin­lere, zanna, ihtimale, safsataya değil, bilgiye dayanan şeyleri kabul etmeleri öğretilmekte­dir. (The Meanİng of the Qur'an, cilt IV* sh. 143).

 

KISIM 2

 

İSLAM KÜLTÜRÜ

 

1- Kültürün Temel Unsurları

 

Küçük Oxford Sözlüğü, kültürü, "Zihnî ve­ya bedenî talimle ıslah olma, entellektüel gelişme" olarak açıklamaktadır. "Kültür" kelimesinin umumî manada kullanımı ise bir milletin siyasî gidişatını, sosyal hareketleri, bilgi, sanat ve çeşitli hünerlerinin hepsini içe­rir. Fakat bunlar kültürün özü değil, birer te­zahürüdür. Kültürün yaprakları, meyvaları-dır. Herhangi bir kültürün gerçek kıymeti, gündelik hayata olan yansımalarıyla ölçüle­mez. Bunun için o kültürün ruhunu, temel esaslarını kavramak gerekir.

1-  Hayat Görüşü. Hayat görüşü bilinmeden bir kültürün değerlendirilmesi imkânsızdır. İnsanın yeryüzündeki yeri nedir? İnsan na­sıl görmektedir? İnsanın bu dünya ile olan ilişkileri ne merkezdedir? Dünyanın kaynak­larından yararlanmada nasıl davranılmalı-dır? Bütün bu soruların cevapları çok önem­lidir; çünkü bunlar insan hayatına her yön­den şekil verirler. Bu soruların cevapları kül­türün temelini oluşturur.

2- Hayatın Gayesi. Kültür ile yakından ilgili diğer bir mesele de, hayatın gayesi ve nihaî hedefidir.   İnsan   hayatının   yeryüzündeki maksadı nedir? Bütün bu çaba, mücadele, emek, ne içindir? İnsan ne için didinmelidir? Hedefi ne olmalıdır? Bir kimsenin en büyük ideali ne olmalıdır? Bu ideal ve gayedir ki, insanın pratik yaşantısının yönünü ve hızını belirler. Yine insanın başarılı olması bu ga­yeye bağlıdır.

3- İnsan Karakterinin Oluşumu. Bu da, bir milletin kültüründe önemli bir faktördür. Hangi inançlar ve fikirler gençliğin karak­terini şekillendirmektedir? İnsanların kafa yapıları neye göre oluşmaktadır? Zihinler ve beyinler nasıl yönlendirilmektedir? İnsanın belirli bir ideolojiye göre yol tutmasının sa-lîvlcıi »c!?rtir? Şurası muhakkak ki, insanın hareketleri düşüncesine bağiı olarak meyda­na gelir. Elini, ayağını, harekete geçiren emir­ler zihinden ve beyninden gönderilir. Zihin ve beyin ise inançların, fikirlerin etkisi altın­dadır ve pratiğe yansıyanlar bu inançların ve fikirlerin birer neticesidir. İnsanın düşünce­si hangi yapıdaysa, hisleri, davranışları, yö­nelimleri de o doğrultuda olur ve tüm vücu­du da ona göre hareket eder.

Hiçbir kültür bazı temel inançlar ve ideolo­ji sunmadan ortaya çıkmaz. Nasıl kî bir bi­nanın sağlam ve uzun ömürlü olduğunu an­lamak için temeline ve iyi yapılıp yapılma­dığına bakmak gerekirse, bir kültürün de an­laşılması ve değerinin bilinmesi için inanç­larına düşüncelerine günah ve sevaplarına bakmak gerekir.

4- Yetiştirdiği İnsan Tipi. Bir kültürün önem­li yanlarından birisi de, nasıl bir insan tipi amaçlandığıdır. Kendi hayat görüşüne uygun insan yetiştirmek için ne cins bir ahlâk eği­timi vermektedir? Bir insanda ne gibi özel­likler, nitelikler ve şahsî istekler oluşması ve geliştirilmesi istenmektedir? Özel ahlâk eği­timi ile ne tip bir insan yetiştirilmektedir? Kültürün esas gayesi sosyal bir sistem kur­maktır; fertler ise bu sistemin yapı taşları­dır. Yapı taşlan ne kadar düzgün, sağlam ve itinalı dizilirse, bina da o kadar sağlam olur.

5- İnsan İlişkilerini Düzenlemesi. İnsanın çe­şitli alanlarda diğer insanlarla olan ilişkileri nasıl düzenlenmektedir? Ailesiyle, komşula­rıyla, dostlarıyla, etrafındaki diğer kişilerle, ast ve üstleriyle, kendi kültürünün diğer üye­leri ve başka kültürlerle olan ilişkilerinde na­sıl bir tutum izleyecektir? Başkalarının onun üzerindeki ve onun başkaları üzerindeki hak­ları nelerdir? İnsana hürriyet verilmişse, hür­riyetinin sınırları nelerdir, nerde başlar ner-

de biter? Bu soru, ahlâkî, içtimaî, siyasî, ka­nunî ve milletlerarası ilişkilerdeki bütün me­seleleri kapsamaktadır. Ayrıca kültürün, ai­leye, cemiyete ve devlete nasıl bir şekil ver­mek istediğinin cevabı bu sorudadır.

Bu beş unsur, bir milletin kültürünü meyda­na getirir ve yeryüzündeki her kültür bun­lardan mürekkeptir. (Mevdûdî, Islamic Tah-zib, sn.. 8-12).

 

İslâm Kültürü

 

Niteliklerini, özelliklerini ve değerini ileriki sayfalarda özetle anlatacağımız İslâm kültü­rü de, diğer kültürler gibi bu beş unsurdan meydana gelir.

İslâm'ın Dünya Hayatına Bakışı. İnsan, bu dünya hayatı içerisinde, çeşitli ifrat ve tefrit­ler arasında bocalamaktadır. Bazan kendi­sini aciz ve zavallı yaratık olarak kabul edip, her şeye "boyun eğmiş, bazan da Yaratıcısını dahi inkâr edip, gurura kapılmış ve ken­disini her şeyin üstünde görmüştür. İslâm bu iki anlayışı da reddetmiş, insanın gerçek du­rumunu şu kelimelerle açıklamıştır: "Öyleyse insan neden yaratıldığına bir baksın. O, er­kek ve kadının beli ile göğüsleri arasından atılagelen bir sudan yaratılmıştır." (86: 5-7). Yine İnfitar Suresi'nde, "ey, insanoğlu! Se­ni yaratıp sana şekil veren, düzenleyen, mü­tenasip kılan, istediği şekilde seni terkip eden, çok cömert olan Rabbine karşı seni al­datan nedir?" (82: 6-8) buyurulmaktadır. Bu ayet-i kerimede insanın düşük bir maddeden yaratıldığı, fakat ona ruhen yükselecek fev­kalâde bir istidat verildiği açıklanmaktadır. İnsan, dünya ve ahiretİni kazanmasını sağ­layacak zihnî ve ruhî melekelerle donatılmış­tır.

İnsanın Yeryüzündeki Konumu. İnsan değer­siz bir maddeden yaratılmasına rağmen Al­lah tarafından bilgi zenginliği ve yeryüzünün halifeliği verilerek taltif edilmiş, şerefli kılın­mıştır. "Rabbin meleklere; 'Ben balçıktan, işlenebilen kara topraktan bîr insan yarata­cağım. Onu yapıp ruhumdan üflediğimde ona secdeye kapanın' demişti." (15: 28-29). Cenab-ı Hak insanı böyle şereflendirdikten sonra göklerde ve yerde ne varsa her şeyi, fay­dalansın diye, onun emrine vermiştir. "An-dolsun ki, biz insanoğullarını şerefli kıldık, onların karada ve denizde gezmesini sağla­dık, temiz şeylerle onları rızıklandırdık, ya­rattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık." (17: 70).

Fakat, Allah'ın halifesi olarak yaratılan in­san yeryüzünde başıboş bırakılmamış yine Allah tarafından gönderilen peygamberler aracılığıyla, yaptıklarından Ahiret günü he­saba çekileceği, amellerine göre mükâfat veya ceza göreceği bildirilmiştir. "Benim yoluma uyanlar için artık, korku yoktur, onlar üzül­meyeceklerdir, înkar eden kimseler ve ayet­lerimizi yalan sayanlar, cehennemlik olanlar­dır, onlar orada temelli kalacaklardır?' (2: 38-39).

İnsanın kurtuluşu, yeryüzünde halifesi oldu­ğu yaratıcısının emirlerine ne kadar uyduğu­na bağlıdır. "Ey insanlar! Yeryüzündeki te­miz ve helâl şeylerden yiyin, şeytana ayak uy­durmayın, zira o sizin için apaçık bir düş­mandır. Muhakkak size, kötülüğü,hayâsızlı­ğı, Allah'a karşı da bilmediğiniz şeyi söyle­menizi emreder." (2: 168-169İnsana dünya­dan ve dünya zevklerinden elini-eteğini çek­mesi değil, hayatını Allah'ın kanunlarına gö­re düzenlemesi ve dünya nimetlerinden fay­dalanması emredilmektedir. Kurtuluş, ancak onun koyduğu sınırlara uymakla mümkün­dür. "Rabbinizden refah istemenizde bir en­gel yoktur. Arafat'tan indiğinizde, Allah'ı meş'ar-ı Haram'da anın; O'nun size göster­diği şekilde zikredin." (2: 198)

Bu ayet-i kerimeler apaçık ortaya koymak­tadır ki, dünya ve içindekiler insanın istifa­desine sunulmuştur. Böylelikle insan sosyal, ekonomik ve kültürel yönden hayatını zen-gişleştirecek, fakat dünya zevklerine dalma­yacak ve esas gayesini unutmayacaktır. Bu dünyanın zevklerinin geçici ve fani olduğu­nu daima hatırında tutacaktır. Kalıcı olan yalnız kalp temİzüği ve güzel amellerdir, "Ey insanlar! Sizi bana yaklaştıracak olan oe mallarınız ve ne de çocuklarınızdır; yalnız, inanıp yararlı iş işleyen kimselerin, işte on­ların yaptıklarına karşılık mükâfatlar kat kattır." (34: 37). Ve herkes bu dünyada ne iş-. Iemişse âdil olarak karşılığını görecektir. "Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür." (99: 7-8). O gün herkes yaptığından sorulacak, kimsenin bir başkasına faydası dokunmayacaktır. "Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Babanın oğlu, oğu-lun da babası için bir şey ödeyemeyeceği gün­den korkun." (31: 33). Yine aynı hakikat vur­gulanarak: "Kim inkâr ederse, inkârı kendi aleyhine olur. Yararlı iş işleyen kimseler, ken­dileri için rahat bir yer hazırlamış olurlar." (30: 44) buyurulmaktadır.

İslâm'ın Kendine Has Özellikleri. İslâm'ın dünya görüşü, hayatın aşırı noktalan arasın­da "Altın Orta YoP'u tutmaktır. İslâm, ne dünyanın kötülükleri sebebiyle çekilmeyi, ne de zevki sefaya dalıp her şeyin unutulmasını ister. Bu iki hareketin de yanlış ve insan fıt­ratına ters olduğunu söyler, çünkü bu dün­ya ne tamamen kaçılacak kadar kötü, ne de kutsal sayılacak kadar insanın kendini tama­men vermesi gereken bir yerdir. Keza, insan herşeye boyun eğmesi gereken sefil bir mah­luk olmadığı gibi, ilâhlığını iddia edecek ka­dar güçlü, kuvvetli değildir. Ne dünyanın efendisi ve sahibidir, ne de bir uşak veya kö­ledir. İnsanın yeri bu uçlar arasında orta bir yerdir, İnsanın yeryüzündeki gerçek konu­munu, Allah'ın işareti ile belirten, Rasulul-lah @'dır. İnsanın dünya ile münasebetleri­nin nasıl olması gerektiğini, yeryüzündeki kaynakların nasıl kullanılacağını o açıkla­mıştır. İnsan, diğer mahlukattan farklı ola­rak, Kainatın Sahibi ve Yaratıcısı tarafından yeryüzünde halife kılınmış, göklerin ve ye­rin nimetleri, kaynakları istifadesine sunul­muştur. İnsan, Yaratıcısı'na bağlı olduğu nispette makbul addedilmiştir. Yeryüzüne, kâinatın kaynaklarını kendi yararına kullanmak için gönderilmiştir; fakat, Ahiret'te, bu dünyada­ki yaptıklarından, Rabbi tarafından hesaba çekilecektir. Orada ameline göre mükâfat ve­ya ceza görecektir. Bu sebeple, şu kısa dün­ya hayatını Allah'ın rızasına uygun geçirmek zorundadır.

Müslümanlar, bu dünyayı Ahiret'in tarlası olarak kabul ederler. Öbür dünyada daha iyi bir hayat elde etmek için de var güçleriyle ça­lışırlar. Bu sebeple ne manastırlarına çekil­miş rahiplere, ne de her şeyin madde oldu­ğunu iddia eden materyalistlere benzerler. Hiçbir kültürde görülmeyen dengeli bir ha­yat anlayışları vardır. Allah'ın Halifesi ola­rak yeryüzü nimetlerinden faydalanırken, yaptıklarından sorumlu olduklarının şuuru içindedirler. Yüklendikleri vazife sebebiyle izzet-i şeref sahibidirler. Fakat kibir ve gu­rurdan uzaktırlar; çünkü, Allah kibirlenen-leri sevmez. Allah'ın emirlerini lâyıkıyla ye­rine getirebilmek için yeryüzündeki her şey­den faydalanmaya çalışırlar, fakat kendilerini kulluktan koparacak dünya zevklerine kapıl­maktan, kaçınırlar. Rasulullah @'ın da bu­yurduğu gibi, bugün ölecekmiş gibi ahiret için, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalı­şırlar.

Bugün müslüman toplumlarda görülen bü­tün bozulmalara rağmen, yine de İslâm'ın et­kilerim görmek mümkündür. Müslümanlar halâ Allah'tan korkar, İlâh, Rab, Yaratıcı ola­rak yalnız O'nu tanırlar. Kendilerini ona kar­şı mesul ve bu dünyayı çalışma, ahireti de mükâfat yeri olarak kabul ederler.

Hayatın Gayesi. Hayat görüşünden sonra, bir kültürün değerlendirilmesini yaparken, in­sanlarına verdiği ideale ve hedefe bakmak Önemlidir. Çünkü insanların bütün gayret­leri bu hedefe varmak içindir; idealleri ne ka­dar asil ve doğru ise yaşama biçimleri ve uğ­raşları da o denli doğrudur. İnsanın hayatı­nı ve düşüncesini şekillendiren, idealidir. Bu sebeple, bir kültür hakkında söz söylemek için, idealini ve gayesini Öğrenmek gerekir.

İnsanlar değişik ideallere sahip olduklarını iddia edebilirler. Fakat aslında hepsinin de gayesi, emniyet, huzur, refah ve mutluluk içinde bir hayat sürmektir. Değişik kültür­lerin hayat anlayışları esasta iki gruba aynlabilir. Birincisi, her şeye tamamen madde açısından bakan ve insanları hırslı, kıskanç yapan, birbirleriyle çatıştıran görüştür. Tek amaçları zengin ve güçlü olmak olan bu gi­bi insanların barış içinde yaşamaları hayal bile edilemez. İkincisi ise dünyayı tamamen reddeden ruhçu görüştür. Bu görüş, fertlere belli mutluluk ve huzur getirebilir; fakat, top­lumu harekete geçirecek saiklerden mahrum olduğu için, ortak bir ideal veremez. Ruhçu görüş, bu dünyanın imarı ve ilerleme için ge­rekli tabiî unsurlardan uzaktır.

İslâm Kültürünün Hedefi. Bir kültürün he­defi, hayat görüşü ile yakından ilgilidir. İn­sanların dünya ve dünyadaki durumları hak­kındaki görüşleri, tabiî olarak yaşama gaye­lerini oluşturacak ve bu uğurda gayret sar-fetmelerine sebep olacaktır.

İslâm, insanı yeryüzünde Allah'ın halifesi olarak kabul eder. Böyle olunca, tabiatıyla, insanın bütün gayesi O'nun rızasını kazan­mak için çalışmak olacaktır. İnsan var gü­cüyle Allah'ın emirlerine uyacak, yasakların­dan kaçınacaktır. "Namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Râbbi Allah içindir." (6: 162). Hayatlarını boşa harcaya­rak, Allah'ın gazabını kazananlar hakkında: "Bu, Allah'ı gazaplandıran şeye uymaları ve O'nun rızasından hoşnut olmamalarından ötürüdür. Allah da onların işlerini boşa çı­karmıştır." (47: 28) buyurulmaktadır.

Allah'a karşı mesul olduklarının ve vazife­lerinin şuurunda olanlar hakkında ise şöyle buyurulmakta: "Onlar, Rablerinin rızasını dileyerek sabrederler, namazı kılarlar, ken­dilerine verdiğimiz rızıktan, gizlice ve aşikâr olarak sarfederler; iyilik yaparak, kötülüğü ortadan kaldırırlar; işte onlara bu dünyanın iyi sonucu, girecekleri Adn Cennetleri var­dır." (13: 22)

Rasulullah @ İslâm'ın tüm ibadet ve amel anlayışını şu kelimelerle özetlemiştir: "Mu­hakkak ki Allah, sırf O'nun için, O'nun rı­zası gözetilerek yapılan işten başkasını ka­bul etmez."

 

İslâm Kültürünün Ana Özellikleri

 

İslâm kültürü, onu diğer dünya kültürlerin­den farklı kılan, aşağıdaki ana özelliklere sa­hiptir.

1- Gayelerin Dayanışması (Her Şeyin Mak­sadı Allah'tır) İslâm'ın temel inanışı, tüm kâ­inatın sahibi bir Allah'tır ve içindeki her şe­yi idare eden, koyduğu kanunlara uyulan OL dur.

"Göklerde ve yerde olanlar O'nundur; hep­si O'na boyun eğmiştir." (30: 26). Kâinat O1 nun emrine ve iradesine uygun hareket eder. "Hüküm ancak Allah'ındır." (6: 57). Gök­lerde, yerde ve öteki gezegenlerde her ne var­sa, ona dönecektir. "Bütün işler Allah'a dö­necektir." (2: 210). İslâm, tereddütsüz, sek­siz şüphesiz Allah'ın Hâkim ve Kadir oldu­ğuna inanmaktır. Kâinat ve içindeki her zerre O'nun kanununa göre hareket eder ve O'na boyun eğer. "Allah'ın dininden başka bir din mi arzu ediyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa, ister istemez O'na teslim olmuş­tur, O'na döneceklerdir." (3: 83). İnsan da bu kaideye tabidir. "Hakka yönelerek ken­dini Allah'ın insanlara yaratılışta verdiği di­ne ver. Zira Allah'ın yaratışında değişme yoktur; işte'dosdoğru din budur, fakat insan­ların çoğu bilmezler." (30: 30).

Bu inanışa göre, insan da dahil tüm kâina­tın tabiî maksadı Allah'ın kendisidir. En çok arzulanan ve sonunda dönülecek olan, O1 dur. Her şeyin akışı bu hedefe ve sona doğ­rudur. İnsanın, diğer bütün mahlukattan far­kı irade-İ cüziyesinin bulunmasıdır. Aklını ve mantığını kullanarak doğru yolu bulursa, bu onun yararına olacaktır. Böylelikle insanın aklıyla vardığı sonuç, kâinatın gayesine uy­gunluk gösterecek ve insanın hedefine ulaş­ması kolaylaşacaktır.

Akıl nimetine sahip olan insan, kâinatın li­deri ve en etkin üyesi olacaktır. Öte yandan, eğer bu tabiî akışa uygun, kâinat ile uyum göstermezse, kendisine geçici bir çıkar sağ­lasa bile sonuçta hüsrana uğrayacak yine kendisi olacaktır.

2- İslâmî Sistemin Odak Noktası. Daha ön­ce de belirtildiği gibi, İslâm'ın ana esprisi Tevhid inancıdır. Bütün düşünceler, planlar ve hareketlerin gayesi Allah'tır. Her şey O-nun etrafında döner. Din, bağlılık, sadakat; İslâm da teslimiyet demektir. İnsanın kendi arzusu ile Allah'ın emrini ve iradesini kabul etmesi, O'nun emirlerine uyması "gerekli­dir". İyilik yaparak kendini Allah'a teslim edip hakka yönelenden, din bakımından da­ha iyi kim olabilir?" (4: 125). Lokman Su-resi'nde ise şöyle buyurulmaktadır: "İyilik yaparak kendini Allah'a veren kimse, şüphe­siz en sağlam kulpa sarılmış olur." (31: 22).

İslâm'da her şey yalnız Allah içindir. Bütün ibadet-u taat, iyilik ve gayret, sırf O'nun rı­zasını kazanmak içindir. Eğer bir amelin ni­yetinde ufacık dahi olsa O'ndan başkasının rızası gözetilmişse, Allah katında o amelin hiçbir değeri yoktur.

Bütün gayret ve niyet yalnız Allah için olma­lıdır; başka biri için değil... İslâm Kültürü­nün ve İslâmî sistemin birliğini sağlayan ve sürdüren ruh, işte budur. Bu çeşitli unsurla­rı güçlendirir ve ana fikir etrafında birleşti­rir. Müslümanlar ideallerini ne denli canlı tu­tarlarsa, sistem de o kadar güçlü olur. Müs­lümanların herhangi bir acizliği, İslâmî sis­temin ve İslâm kültürünün zayıflamasına se­bep olur. İslâmî Sistemin Birliğini ve kuvvet-liliğini sağlayan müslümanların ideallerine olan bağlılığıdır.

3- Aksiyon ve Fikir Birliği. Gaye, İslâmî sis­temde, nasıl birlik, koordinasyon, disiplin se­bebiyse, aynı şekilde insanın fikirlerinde, inançlarında ve hareketlerinde de dayanışma ve tutarlılık sebebidir. Birlik sayesindedir ki ideal ve gaye, asil ve yüksek bir mâna kaza­nır. Maddi ihtiyaçlarını ve şehevî arzularını tatmin etmekten başka bir şey düşünmeyen bir kişinin düşünce ve hareketlerinde tutar­lılığı sağlaması imkânsızdır; çünkü değişen hevesleriyle birlikte gayesi de değişecektir. Bir yerden diğerine koşuşturup duracaktır.

İnsanın ulaştığı her konumda ihtiyaçlarını karşılaması ve yetersiz kalmaması, İslâm'ın insana gösterdiği gayenin bir özelliğidir. İn­san, düşüncesi ve gelişmesiyle ne kadar yük­selirse yükselsin Allah'tan çok çok aşağılar­da yer alacaktır. Ve yüce Allah en aciz kulu­nu dahi unutmamakta, ihmal etmemektedir.

4- İnsanın Birliği ve Dayanışması. Her fer­din, toplumun, milletin ve tüm insanlığın ga­yesi bu olmalıdır. Ferdî ve içtimaî planda

bencillikten eser kalmamıştır. Çünkü çatış­maların gruplaşmaların sebebi budur. İnsan­lığın birleşmesi gayesi insanı Allah'a yakın-laştırır, evrensel kardeşliği ve işbirliği ruhu­nu canlandırır.

Bu kardeşlik anlayışı çerçevesinde herkes kendi ihtiyacını düşünmeden birbirine sırf Allah rızası için yardım eder. "Daha önce­den Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendileri­ne hicret edip gelenleri severler; onlara veri­lenler karşısında içlerinde bir çekememezlik hissetmezler; kendileri zaruret içerisinde bu­lunsalar bile, onları kendilerinden Önde tu­tarlar. Nefsinin tamahkârlığından korunabil-miş kimseler, işte onlar saadete erenlerdir." (59: 9).

Allah'a olan bu bağlılık samimiyeti arttırır ve insanların, kendileri ihtiyaç içinde bile ol­salar, başkalarına yardım etmelerine sebep olur. İnsanın tamahkârlığını yok eder, insan­lığın hizmetine sunar onu ve insanın gerçek

başarısı da budur.

Böylece dil, renk, ırk, bölge farkları ortadan kalkmış, tüm insanlık Yaratıcı'nı'n kanunu al­tında birleşmiş ve evrensel insan kardeşliği başarılmış olur.

5- İnsanın Bütün İsteklerinin Yerine Getiril­mesi. Bu sistemin bir başka önemli hususi­yeti de, insanların ferdî ve içtimaî bütün is­teklerine, onları gaye edinmeden, sahip ol­malarını sağlamasıdır. Kur'an-ı Kerim'in bir­çok yerinde insana, İmanına zarar vermeden, Allah'ın koyduğu ölçü içerisinde bütün ar­zularına ulaşabileceği belirtilmiştir. Bu dün­yada en çok arzulanan şey, huzur, mutluluk ve emniyettir. Kur'an-ı Kerim'de inananların bu arzuları teminat altına alınarak, şöyle bu-yurulmaktadır: "Hayır, öyle değil; iyilik ya­parak kendini Allah'a veren kimsenin ecri Rabbi'nin katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir." (2: 212)

Sonra, insanlar refah içinde problemsiz ya­şamak isterler. Yine Kur'an-ı Kerim'de ha­yatlarının gayesi Allah Rızası olan kimsele­re hitap edilerek, "Kadın, erkek, inanmış olarak kim iyi iş işlerse, ona hoş bir hayat yaşatacağız. Ecirlerini yaptıklarından daha güzeli ile ödeyeceğiz." buyurulmaktadır. (16: 97). Sure-i A'raf'ta ise şunları okumaktayız: "Eğer kasabaların halkı inanmış ve Bize kar­şı gelmekten sakınmış olsalardı, onlara gö­ğün ve yerin bolluklarından verirdik." (7: 96).

İnsanların diğer bir isteği de, güçlü ve diğer insanlara hâkim olmaktır. Bu hususta da Kur'an-ı Kerim'in çeşitli ayetlerinde şöyle bu-yurulmaktadır: "Andolsun ki, Tevrat'tan sonra Zebur'da da yeryüzüne ancak iyi kul­larımın mirasçı olduğunu yazmıştık." (21: 105).

"Allah içinizden inanıp yararlı iş işleyenlere onlardan öncekileri halef kıldığı gibi, onla­rı da yeryüzüne halef kılacağına, onlar için beğendiği dini temelli yerleştireceğine, kor­kularını güvene çevireceğine dair söz vermiştir. Çünkü onlar, Bana kulluk eder, hiçbir şe­yi Bana ortak koşmazlar." (24: 55).

İslâm, inanmayanların gaye edindikleri şey­lere değer vermez. Müslüman, bir an bile bu gibi şeylerin hayattaki maksadı olabileceği­ni düşünmez. Onun bu dünyadaki her şey­den daha değerli, yüce ye asil bir gayesi var­dır. Müslüman bilir ki, gayesine eriştiği va­kit diğer bütün nesneler onun emrine ama­de kılınacaktır.

6- Takva Sahiplerinin Övülmesi. İslâm, çok yüksek bir iyilik ve fazilet ölçüsü koymuş, bu amaçla emirler ve nehiyler disiplini be­lirtmiştir. Bu disipline uymak, insanın en asil gayesi olmalıdır.

Mücerred olarak, insana sağlayacağı fayda­ları düşünmeksizin, faziletli olmak gerekti­ği ve zararlarını belirtmeksizin, kötülüğün önlenmesinin iyi olduğunu söylemek gerçek­lerden uzak bir felsefedir. İnsana faydalı ol­mayan faziletli bir iş olmadığı gibi, zararsız bir kötülük de yoktur. Aslında iyilik ve kö­tülük fikri insanın fayda ve zarar tecrübele­rinden kaynaklanır. İnsan, kendisine yararlı olan şeye iyi, zararlı olana da kötü.der. Yani İyi ve kötü insanın mücerred bir çıkarımıdır.

Fakat,   insanın gönlünde  fazilet  hissinin uyanması, iyiliğin sağlayacağı yararlı ve kö­tülüğün zararlarını düşünmeden de olsa, te­orik olarak, insanın yüksek düşüncelere var­masına sebep olabilir. Gerçek hayatta ise bu­nu başarabilen çıkmamış, felsefî bir düşün­ceden öte gitmemiştir. Bu ancak meleklere has bir durumdur,,yeryüzü hayatında insan­ların zarar ve fayda hissi olmaksızın iyi ve kötü   düşüncesine  göre  hareket  etmeleri mümkün değildir. Eğer, bencilliğin yer alma­dığı, takva ve ihlâs temellerine dayanan bir ahlâk disiplini kurmak ve hem aydınların, hem   avamın buna uymasını istiyorsak ne-in faydalı, neyin zararlı olduğunun ölçüsü-ü belirlememiz gerekir. Bu ölçüye göre iyi hareket, maddî ve manevî zararları var görünse de, insanın yararına olacak, kötü bir hareket de faydalı gibi görünse de, in sana zarar verecektir.

İslâm, bu metodu getirmiştir. Maddî ve ma­nevî saiklerin mahzurlarından tamamen uzak, Allah Rızası için yapılan işlerin insa­na faydalı, aksinin ise zararlı olacağını açık­lamıştır.

Bu ölçüye sahip faziletli bir kişi malını, ai­lesini, şöhretini, hatta hayatını Allah Rızası için feda etmekten çekinmez. (35: 29). Kötü amel sahibi kişi ise,'dünyanın bütün zevkle­rine sahip olduğu halde kaybetme korkusu içindedir.

İnsanı, dünyevî kazanç ve zararlardan bağım­sız kılan, takva ve ihlâs sahibi yapan his işte budur.

Buraya kadar İslâm'ın insana öğrettiği ha­yat gayesini ve gayenin neden en iyi olduğu­nu anlattık. Şimdi, bu gayenin İslâm kültü­rünü Özel bir kültür yapan yönünü ve bu kül­türe verdiği hususiyetleri anlatacağız.

 

Vasıtaların Seçiminde Gayenin Etkisi

 

Daha önce de belirttiğimiz gibi, nasıl gaye­nin tesbit edilmesinde hayat gerçeklerinin gözönünde bulundurulması gerekiyorsa, va­sıtaların seçilmesinde de gayenin gözönün­de tutulması gereklidir. Hiç şüphesiz, vası­talar gayenin tabiatına uygun olmalıdır. Bir kimse Mekke'ye niyetlense ve o yöne doğru gitse, varacağı yer Mekke'dir. Ve aklı başın­da bir kişi de, kurtuluşu için hedefini iyi seç­meli ve tüm varlığını bu yolda sarfetmelidir. Hedefe ulaşmakta birkaç yol görünüyorsa aklını kullanıp en iyisini seçmeli, diğerlerini bırakmalıdır.

Hedefe ulaşmada en kestirme ve en iyi olan yolu tutup, diğerlerini terketmek, aklın ge­reğidir. Akıllı insan, hddefine ulaşmasına en­gel olacak yanlışlara kapılmadan, kararlı ve mutmain bir şekilde yoluna devam eder. Ke­za tüm gücünü ve gayretini, maksadına eriş-mek için sarfeder. Bu prensip, insanın ferdî işlerinde olduğu gibi tüm içtimaî hayatında ja kendini gösterir. Her düşünen insanın bir hayat gayesi olmalı ve tüm kalbiyle bu gaye için çalışmalıdır.

Her medenî toplumun, insanlarını koruyan, destekleyen, onları aynı gayeye yönelten be­lirli bir kültürü vardır. Bu kültürün üyeleri­nin, inançlarını, düşüncelerini, ahlâk anla­yışlarını, sosyal ve politik tavırlarını, ticarî ilişkilerini bu gayeye göre düzenlemeleri ge­rekir. İnsanların, toplumun sosyal ve kültü­rel normlarına uymalarım sağlamak için bü­tün gayret sarfedilir. Disiplinlerini kaybeden kültürlerin yaşaması imkânsızdır. Ortaya koyduğu disiplinin emniyeti ve muhafazası için her kültürün sıkı kurallar koyması, ga­yet tabiîdir. Bir kültürün varlığı, koyduğu iman ve amel disiplininin üyelerince sahip-lenilmesine bağlıdır. Aksi takdirde yabancı kültürlerin istilasına uğrar ve yavaş yavaş ama mutlaka kimliğini kaybeder. Bu yüzden, üyelerinden koyduğu disipline sıkı sıkıya uy­malarını istemek ve başka disiplinleri taklit etmelerini yasaklamak bir kültürün en tabiî hakkıdır. Kişi, kültürün gösterdiği hedefin veya vasıtaların doğru olup olmadığını so­rabilir. Fakat, bu kültürün üyelerini koydu­ğu disipline uymaya mecbur etmesine bir şey söylemeye hakkı yoktur.

Bu da göstermektedir ki, vasıtaları tayin eden, gayenin özelliğidir. Gayenin değişme­si ile vasıtalar da değişir. Keza, gayeleri de­ğişik olan kültürlerin sahip oldukları inanç­ların, disiplinlerin ve sistemlerin de farklı ol­ması tabiîdir. Fakat her kültürde birbirine benzer belirli unsurların bulunması müm­kündür. Bir kültürdeki bazı unsurların diğe­rinde de bulunabilmesi, bunların ikisinin ay­nı şey olduğu neticesini vermez.

Buradan şu sonuçları çıkarmaktayız. Birin­cisi, gayeleri farklı sistemler birbirleriyle kı-yaslananıaz. Bir sistemi, bir başkasına benzediği için eleştirmek doğru değildir. İkinci olarak, bir kültürü, başka bir sistemin dün­ya görüşü ve inançlarıyla değiştirerek koru­mak veya temel unsurlarını başka bir sistemle değiştirmek mümkün değildir. Aksini ancak, kültürün temel esaslarından habersiz biri id­dia edebilir.

 

Gaye Ve İslâm Kültürü

 

Buraya kadar, İslâm kültürünün insana sun­duğu gayesinin, onu diğerlerinden farklı kıl­mada ve özel bir kültür haline getirmede, oy­nadığı rolü açıkça gördük. İslâm'ın, hayat gayesi olarak gösterdiği hedefin, diğer din­lerden ve kültürlerden tamamen farklı oldu­ğu da apaçık belirtildi.

Ayrıca, hedeften ufak bir sapmanın inanç­lar disiplininde ve pratik hayatta esaslı bir değişikliğe sebep olacağı ortaya konmuştur.

İslâm'ın koyduğu hedef onu diğer kültürler­den temelde farklı kılmış ve Özel bir kültür yapmıştır. İnanç disiplini ve pratiğe getirdik­leri ile diğer sistemlerden ayrı bir yer tutar. Sahip olduğu bazı unsurlara başka sistem­lerde de rastlanabilir, fakat bu unsurların, ta­mamen farklı inançlara ve pratiğe sahip baş­ka sistemlerde aynı kimliği taşımaları imkân­sızdır. Diğer kültürlerin unsurlarından bazı­ları dıştan İslâm'a uygun gibi görünseler de, başka bir sisteme ait oldukları için asıl tabi­atlarını yitirmiş, tümüyle o sistemin özellik­lerini sahiplenmişlerdir.

İslâm, insanı, Allah'ın halifesi olarak isim­lendirmiştir. İnsanın gayesi Allah'ın emirle­rine uygun yaşamak ve O'nun rızasını kazan­mak olmalıdır. Bütün gayretleri ve amelleri bu yüce gayeye uymalıdır. Bu gayeyi belirt­tikten sonra, İslâm, insanın izleyeceği yolu gösterir. Her ne şart altında olursa olsun, ga­yesine ulaşmada elinden bırakmayacağı inanç ve pratik sistemini açıklar. Tamamen itaat esasına dayandığı için, bu sisteme Din denilmiştir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyrulmaktadır: "Allah katında din, şüphesiz İs­lâm'dır." (3: 19). Bu ayet-İ kerime Allah ka­tında insanın gideceği tek doğru yol bulun­duğunu ifade eder. O da şudur: İnsan yalnız Allah'a kulluk yapmalı, Rab olarak O'nu ta­nımalı, ibadetinde ve hizmetinde kendini ta­mamen O'na vermelidir. İbadet şeklini ken­disi uydurmamalı, Allah'ın peygafnber vası­tasıyla gönderdiklerine harfiyen uymalı, on­lara ne bir şek eklemeli, ne de bir şey çıkar­malıdır. Böyle düşünmek ve hareket etmek islâm'ın gereğidir. (Ebû'l Alâ Mevdûdi, The Meaning of the Qur'an, Cilt II. s. 19).

İslâm, renk, ırk, dil, kavim farklarını orta­dan kaldırmış, insanları mümin ve kâfir ola­rak ayırmıştır. İster Doğu'da, ister Batı'da veya Güney'de olsun müslümanlar tek mil­lettir, Cami çatısı altında dahi yaşasa inan­mayan, müslümana yabancıdır. İslâm, insan­lar arasındaki tek farkın iman esasına dayan­dığını ortaya koyduğu gibi, neyin helâl, ne­yin haram olduğunun da ölçüsünü vermiş­tir. İslâmî gayeye uygun ameller meşru ve he­lâl, zararlı olanlar ise gayri meşru ve yasak kılınmıştır. Bu ölçüye uymakta itina göste­ren muttaki, önemsemeyip günah işleyenler ise fasık olarak nitelendirilmiştir.

İslâm kültürü, sahip olduğu düşünce, ahlâk anlayışı, ekonomik, sosyal, politik bakış açı­sı, eğitim ve devlet anlayışı ile diğer kültür­lerden farklılık gösterir. Bu yüzden İslâm'ın dünya ile ilgili işlerde izlediği yol ve göster­diği vasıtalar dâ diğer kültürlerden farklıdır. İslâm, insanın kendi koyduğu kuralları ge­çersiz ve gayri meşru sayar. Meselâ, çeşitli sa­nat uğraşıları çoğu kültürde üstün tutulmak­ta ve meşru sanatçılara dünyanın birçok ye­rinde kahraman gözüyle bakılmaktadır; fa­kat bu uğraşıların İslâm'da bazıları haram, bazıları mekruh kılınmış, ancak bazılarına da belirli bir sınıra kadar izin verilmiştir. İn­sanı Allah'a ibadetten koparmayacak ve O'nu unutturmayacak sanat dallarının ve in­ce zevklerin gelişmesine bir şey denilmemiş­tir. Fakat, bu uğraşılar insanı Allah'a değil, güzelliğe tapmaya, nefsî heyecanlan ve arzularıyla lüks içinde yaşamaya, aklının ve vic­danının sesine kulak tıkayarak vazifesini ta­mamen unutmaya yöneltiyorsa İslâm buna bir sınır koyar ve yasaklar; çünkü İslâm'ın gayesi Ebu Bekir-i Sıddık, Hz. Ömer, Hz. Ali gibi muttaki insanlar yetiştirmektir.

Bu, sosyal münasebetler özellikle kadm-erkek, zengin-fakir, yönetici-yönetilen arası ilişkide de aynı şekildedir. Bir bütün olarak İslâm'ın toplumun çeşitli zümreleri arasın­da koyduğu kurallar, başka kültürlerden ta-memen farklıdır. Bu yüzden başka kültürler için konulmuş bir Ölçü ile İslâmî kültürü de­ğerlendirmek yanlış olacaktır.

 

Özet

 

İslâm, kültürünün ana özellikleri şunlardır:

1- Bu kültürün sistemi aynı bir devletinki gi­bidir. Allah, sadece ibadet edilecek bir ilâh değil, aynı zamanda dünyadaki her şey üs­tünde bütün otoritenin ve gücün sahibidir. Peygamber @ O'nun yeryüzündeki elçisi ve Kur'an-ı Kerim Kanunudur. Kim, O'nu Rab olarak tanır. Rasulü'nün yolundan gider, Ki-tab'ına uyarsa bu devletin bir vatandaşıdır. Kim ise aksini yaparsa bu ülkede yeri yok­tur.

2- Bu kültürün gayesi, insanı dünya imtiha­nından güzel ameller sayesinde başarıyla çık­masını sağlamaktır. Fakat, bu dünyadaki so­nuçlarına bakarak insanın hangi amellerin kendisine yararlı, hangilerinin ise zararlı ol­duğunu anlaması, bilmesi mümkün değildir. Hesap gününün sahibi olan Allah bilir an­cak. Bu yüzden, insan Allah'ın yolundan git­meli, şeriatın çizdiği çizgilerin dışına çıkma­malıdır. Bu kültür, hem dünyayı, hem de ahi-reti anlaşılır kılmıştır. İnsanın, beşikten me­zara bütün hayatını kuşatan anlaşılır bir sis­teme sahiptir.

3- Ne ırk, ne de kavim anlayışına dayanır. O, gerçek anlamda bir insan kültürüdür. İnşanı, insan olarak görür. Allah'a, peygamber­lere, Allah'ın kitaplarına, Ahiret gününe ina-,ıan herkesi kabul eder. Bütün insanlığa ka­pısı açıktır.

4- İnsanların ferdî ve içtimaî olarak uyma-.arı için güçlü bir disiplini vardır. Her şey­den Önce kâinatın hâkiminin Allah olduğu­na, Peygamber @'m getirdiklerinin O'nun. Kanunu olduğuna, bunlara uyulmasınm Al­lah'a uymak olduğuna inanılmasını ister.

İslâm'da kanuna itaatin mükâfatlandırılaca-ğı, asiliğin de ceza göreceği hususunda sağ­lam bir inanç oluşturularak, doğruluktan ay­rılmamayı sağlayacak Allah korkusu insanın İçine yerleştirilir. Sonra emirler ve nehiyler bildirilerek hedefe ulaşmada ne gibi bir yol tutulacağı öğretilir.

5- Bu kültür, âdil bir sosyal yapı kurmak ve faziletli, saf bir toplum oluşturmak ister. Fa­kat fertleri güzel ahlâk ve soylu bir karakter sahibi olmazsa böyle bir toplum oluşturmak hayaldir. Bu yüzden takva ve tezkiye yoluy­la insanların terbiye olacakları bir yöntem gereklidir. Böylece insanların kafaları fayda­sız ve karmaşık düşüncelerden arınacak, saf, sağlıklı ve faziletli bir hayat görüşüne sahip olacaktır. İman, insanın kişiliğini kuvvetlen­dirir, onu toplumda dürüst, güvenilir, fazi­letli, sabırlı, mesuliyet sahibi bir kişi yapar.

6-  Bu kültür, bir yandan sahip olduğu güç ve saiklerle insanı toplumda fazilteli bir üye haline getirir. Diğer yandan insana tabiatın zenginliklereni kendi yararına kullanması için gerekli yöntem ve vasıtaları göstermek­tedir. Daha önceki kavimlerin kötü sonları­na uğramaması için insanın itidal üzere elin­deki kuvvetleri kullanmasını ve Allah'ın Yo-lu'ndan ayrılmamasını tembih eder. Diğer sistem ve dinlerde ayrı ayrı bulunan fazilet­lerin hepsi bu kültürde mevcuttur ve onla­rın düştüğü hatalar ve acziyetten uzaktır.

 

2- İlim Ve Kültür

 

Maddî dünyanın, Yaratıcısı ile olan ilgisi hakkında açık bir anlayışa sahip olmadan, ilim ve insan kültürü arasındaki ilişkiyi ta­mamıyla kavramak imkânsız olmasa bile, zordur. Maddî dünyanın dış görünüşü ve muazzam yapısı içinde insan hiçbir önemi ol­mayan aciz bir mahluk olarak görünmekte­dir. Etrafımıza baktığımızda akıllara durgun­luk veren büyüklüğüyle güneş, ay, yıldızlar ve bütün kâinatın, Yaratan'ın Azamet, Haş­met ve Kudretini haykırdığım görürüz. "Gaybın anahtırları O'nun katındadır, on­ları ancakO bilirJCarada ve denizde olanı bi­lir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı-kuruyu —ki apaçık kitaptadır— ancak O bilir." (6: 59). Başka bir deyişle, kü­çük veya büyük, kâinatta olup biten her şey O'nun bilgisi dahilindedir. O'nun bilgisi ve azmi dışında hiçbir şey meydana gelemez.

Cenab-ı Hak dış görünüşlere bakmaz. Kü­çük önemsiz denilip ihmal edilmemiş, her şe­ye gereğince değer verilip, zikredilmiştir. "Al­lah sivrisineği ve onun üstününü misal ola­rak vermekten çekinmez." (2: 26). Allah ka­tında, onlar O'nun yarattığı nizâm içinde yer alan, kâinatın muazzam yapısının birer par­çasıdır.

O'nun Bilgisi ve İradesi olmadan bir zerre dahi meydana gelemez. Allah'ın yarattığı bu nizam ve disiplin, İslâmî ilimlerin metodu­nu oluşturmuştur. En önemsiz görünen şey­ler dahi, tüm gelişme ve büyüme evreleriyle dikkate alınır. Bu da, insan zihninin daima uyanık olmasına ve mübağalaya, yalan ve safsataya kapılmamasına da yardım eder.

Bu maddî dünya başka bir maksada daha hizmet eder. Bir yandan Allah'ın Kudretine, Hikmetine, her şeye Hâkim olduğuna işaret ederken, öte yandan yaratılış büyüme ve ge­lişme hadiselerini açıklamaktadır. Bunda maksat, insanın müşahade etme, anlama his­lerine hitap ederek, insan yararına ilmî araş­tırmalarda bulunmasını sağlamaktır. Kur1 an-ı Kerİm'de Allah'ın yaratış nizamı belir­tilerek şöyle buyurulmaktadır, "Yerde olan­ların hepsini sizin için yaratan O'dur. Son­ra, göğe doğru yönelerek yedi gök olarak on­ları düzenlemiştir. O her şeyi bilir." (2: 29). Yunus Suresi'nde ise şöyle denilmektedir: "Güneşi ışıklı ve ayı nurlu yapan, yılların sa­yısını ye hesabı bilmeniz için aya konak yer­leri düzenleyen O'dur. Allah bunları ancak gerçeğe göre yaratmıştır; bilen millete ayet­leri uzun uzadıya açıklıyor." (10: 5). Teğabün Suresi'nde ise şunları okumaktayız: "Gök­leri ve yeri gerektiği gibi yaratmıştır. Size şekil vermiş ve şeklinizi güzel yapmıştır. Dö­nüş O'nadır." (64: 3).

Bu ayette fikirlerin, hadiselerin ve bütün maddî şeylerin Allah'a döneceği açıklanmak­tadır. Her şey O'ndan gelmiştir ve O'na dö­necektir. Böylece Kur'an-ı Kerim, Cenab-ı Hakk'in ihtişamını maddî dünyayı mükem­mel bir şekilde anlatarak ortaya koymakta­dır. Böylece insana kâinatın maddî yapısı ar­dındaki gerçeği görerek İlerleme, büyüme ve gelişme kaydetmesinin gerekçesini öğretmek­tedir." İnsanın tabiattaki sırları keşfetme ve bunlardan faydalanmada Kur'an-ı Kerim'in yol göstericiliğine ihtiyacı vardır. Yaratan, in­san aklına doğru yolu gösterirken, maalesef modern bilim halâ hayatın sırlarıyla şaşkın, maddî dünyanın sınırları arasında sıkışıp kal­mış, ardındaki gerçekten uzak bir hâldedir. Kur'an-ı Kerim insana şunu hatırlatmakta­dır: "Göklerin ve yerin yaratılması, insan­ların yaratılmasından daha büyük bir şeydir. Fakat insanların çoğu bilmezler." (40: 57) Sâffât Suresi'nde ise şöyle buyurulmaktadır:

"(Ey Muhammed)Allah'a eş koşanlara sor: Kendilerini yaratmak mı daha zordur, yok­sa Bizim yarattığımız gökleri yaratmak mı? Aslında Biz kendilerini özlü ve yapışkan ça­murdan yaratmışızdır. (Ey Muhammed)Evet; sen onlara şaşıyorsun, onlar da seni alaya alı­yorlar." (37: 11-12).

Bu ayet-i kerimede insanın bayağı bir mad­deden yaratıldığı, fakat Allah'ın rahmeti ve lütfü ile yükseldiği hatırlatılmaktadır.

Bu gerçeğin ışığında insan nasıl olur da Ha-kikat'i alaya alabilir, inanacağı yerde inkâr eder? Bilmezler mi ki, "Gökleri ve yeri yok­tan var eden Allah'tır. O, bir işin olmasını dilerse, ona ancak 'Ol' der ve olur." (2: 117) İnanan bir kişi Hak yolu takip eder ve Kur'an-ı Kerim'in gösterdiklerinden ayrıl­maz. Bütün hayatın Allah'ın dilemesi ile mümkün olduğuna ve O'nun dilemesi ile sonlanacağına inanır.

Alelade bir maddeye hayat vermesi de yine Allah'ın kudretinin bir eseridir. Bu, insanı Allah'ın büyüklüğünü düşünmeye ve O'nun her şeye kadir olduğunu itiraf etmeye götür­melidir. İnsanı şekilden sekile sokup, sonra onu soylu ve yüksek bir hâle getiren O'dur.

Burada bir başka anlamsız düşünceye de işa­ret edilerek hiçbir şeyin boş ve değersiz ol­madığı, yerli yerince yaratıldığı belirtilmek­tedir. "Göğü, yeri ve ikisinin arasında bulu­nanları boşuna yaratmadık. Bunun boşuna olduğu, inkâr edenlerin sanısıdır. Vay ateşe uğrayacak inkarcıların haline!" (38: 27).

İnanan bir insan asla Allah'ı anmadan bir şeyi aklından geçirmez, Allah'ın yarattıkla­rının hepsinin faydalı olduğuna inanır. "On­lar ayakta iken, otururken, yan yatarken Al­lah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını dü­şünürler; 'Rabbimiz! Sen bunu boşuna ya­ratmadın. Sen münezzehsin. Bizi ateşin aza­bından koru.' derler." (3: 19i).

Hiç şüphesiz, cansız bir maddenin hayat ka­zanarak insan haline gelmesi tabiat fenomeni içerisinde hayret verici harika bîr hadisedir. Hem ilime inanan insan, hem de dine ina­nan insan için bu da Yaratıcı'nın bir eseri­dir, çünkü küçük veya büyük her şeyi yara­tan O'dur.

Kur'an-ı Kerim her şeyin görünen ve görünmeyen gerçeklerini açıklar ve inananların ka­falarında hiçbir şüphe bırakmaz. Bilime ina­nan insan ise her şeyi Allah'ı düşünmeden çözmeye çalıştığı ve yorumladığı için, işin İçinden çıkamaz.

Bütün hayret verici ve dikkate değer yanıyla insanın yaratılışı da Allah'ın tüm yarattık­larının bir parçasıdır ve aralarında fark ol­maksızın küçük, büyük, maddî manevî her şey kainatın muazzam birliği içinde yer alır. Hayvanlar, bitkiler ve İnsan dahil kâinatta­ki yaratılış bütün çeşitliliğiyle devam etmek­tedir. Çeşitlilik içinde, yaratılışlar arasında benzerlik görmekte mümkündür. Kur'an-ı Kerim'de bu hususta şöyle buyurulur: "Yer­de yürüyen hayvanlar ve kanatlarıyla uçan kuşlar da ancak sizin gibi birer topluluktur­lar. Kitap'ta Biz hiçbir şeyi eksik bırakma­dık. Onlar sonra Rablerine toplanacaklar­dır." (6: 38). Bu ayet-i kerime, her ne şekilde olursa olsun, bütün hayatın kâinatın birliği­nin bir parçası olduğunu ve Hâkim-i Mut­lak olan Yaratanın koyduğu kanuna göre de­vam ettiğini apaçık ortaya koymaktadır. {67: 1-3). Yaratılış ahirette de devam edecektir. "Kupkuru gördüğün yeryüzünün, Biz, ona su indirdiğimiz zaman harekete geçmesi, ka­barması, Allah'ın varlığının belgelerindendir. Ona can veren Allah şüphesiz ölüleri de di­riltir. Doğrusu O her şeye kadirdir." (41: 39).

İnsanı diğer varlıklardan üstün kılan ve yük­selten, bilgidir. Öğrenmek, araştırmak, çalış­mak ona şeref ve kıymet tacını giydirir; bun­ları bırakır cehalete saparsa kıymetini kay­beder. (96: 15). Bilgi insanı faziletli ve güçlü kılar, cehalet ise alçaltır. Kur'an-ı Kerim'e gö­re üstünlük, bilgisiyle (öğrenmeyle)dİr. İnsan bilgiyle kendini İspatlar ve bilgiyle Allah'ın varlığına deliller bulur. Yine, insanın bütün hakikati ve kâinatın gerçeğini bulması, ah­lâkın ve düşünmenin değerini anlaması, ta­biatın sırlarım ve onlardan nasıl faydalana­bileceğini öğrenmesi ancak bilgi ve araştır­ma ile mümkündür.

İnsanların önceden hiç bilmediği tabiatın sırlarını ve harikalarını öğretmek Rasulullah @'m insanlık kültür ve medeniyetine en bü­yük hediyesidir. Bu bilgi ile insan hem güç, hem de fazilet sahibi olmuştur.

Maddî dünyadan faydalanarak güç kazanan insan, manevî yönünü de tanıyarak fazilet sa­hibi olur. Diğer bir deyişle, mâna ve madde­nin bir bütün olduğu inancı ile hem nefsine, hem de maddeye hâkim olur. Nefsine hâkim olması ruhunun arınmasına sebep olurken, madde üzerindeki hâkimiyeti onun tabiat güçlerini kontrolü altında tutmasını sağlar. Malesef, Batı kültürü tabiat güçlerine nasıl hâkim olacağını öğrenirken madde Ötesinde-kini tanımamıştır. Ne yazık onlara ki, Allah1 in mülkünden faydalanmak için gerekli güç­lere sahip olmuşlardır; fakat mülkün sahibi­nin hâkimiyetini tanımamaktadırlar.

Allah'ın yarattıklarından faydalanmakta ama, üzerlerine düşen vazifeyi yapmamak­tadırlar! Fakat Yaratan'a karşı bu küstahlık­larını ne kadar sürdürebileceklerdir! "İnsa­nı nutfeden yaratmıştır. Öyleyken o nasıl da açıkça karşı koymaktadır." (16: 4). Allah'ın bu önemsiz yaratığı şimdi Rabbine karşı gel-melte, kendi yanlış iddialarını öne sürmek­tedir. Oysa aciz olarak yaratılan sonra bü­yütülen bu insan, Yaratıcısına isyandan vaz­geçmeli ve Rabbini tanımalıdır. "Onlar, Ya­ratan olmaksızın mı yaratıldılar yoksa yara­tanlar kendileri midir? Yoksa gökleri ve yeri kendileri mi yarattılar? Hayır, Allah'a kesin olarak" inanmıyorlar." (52: 35-36) Kur'an-ı Kerim, reddedilmesi imkânsız, güçlü deliller ortaya koyarak inanmayanların, eğer söyle­dikleri doğru ise, tüm yaratılış hadisesini ve hayatın gayesini açıklamalarını teklif etmek­tedir. Bunu öğrenmenin en iyi yolu, madde perdesini aralayarak, kâinatın Yaratıcısını ve O'nun vahyettiklerini anlamaya çalışmaktır; çünkü O'nsuz hiçbir şey mümkün değildir. İlim sahibi insanın vazifesi artık düşünmek, çalışmak ve hayatın gerçeklerini araştırarak Allah'ın yarattığı harikaların tabiatını ve şe­killerini anlamaktır. "Musa: 'Rabbimiz, her seve avrı bir özellik veren, sonra doeru yola eriştirendir.' dedi." (20: 5jO).

Yetiştirdiği insan tipi ve mesajının ruhunun meydana getirdiği kültürel yapıya bakarak, Rasulullah @'m bir peygamber ve bir insan olarak ne büyük bir şahsiyet olduğunu an­lamak mümkündür. İnsanı safsatalardan, bâtıl inançlardan kurtarmış, ona kâinatın müşahhas gerçeklerini öğretmiştir. Bu alışıl­madık yönüyle Peygamber @'ın mesajı İs­lâm kültürünün özünü oluşturmuş ve mo­dern kültürün çoğu sahalarında temelini at­mıştır. Eski Yunan'ın statik felfesesine karşı çıkan bu düşünüş yüzünden, kendini, mate­matik, tıp, fizik, astronomi, vs. dahil her alanda göstermiştir. İslâm, spekülatif Yunan felsefesine karşı tenkidî müşahade anlayışı­nı geliştirmiş ve bununla bilgi alanında dev­rime yol açan daha emin bir metot meyda­na getirmiştir. İslâm kültürünün özü, insa­nın kendi nefsinde, tabiatta (Afak) ve tarih­teki gerçekleri müşahade ederek bilgi edine­bileceğidir.

Görünen âlemin ardındaki perdeyi aralaya­rak İnsana madde ötesi gerçekleri bildiren yi­ne insan zihninin gücüdür. Kur'an-ı Kerim­de bu hususta şöyle buyurulmaktadır: "Ey cin ve insan toplulukları! Yerin ve göklerin çevresini aşıp, geçmeye gücünüz yetiyorsa ge­çin! Ama Allah'ın verdiği bir güç olmaksı­zın geçemezsiniz ki!" (55: 33). Bu ayet-i ke­rime insana meydan okumakta ve maddî sı­nırları aşmasının, ancak, Allah'ın inayeti ile mümkün olabileceğini belirtmektedir. İnsa­nın hedefinin ay ve yıldızlarla sınırlı olma­masını, kâinat içinde Allah'a yakınlaşması­nı buyurmaktadır. "O, senden, sen de O-ndan hoşnut olarak Rabbine dön! Ey can! İyi kullarımın arasına gir. Cennetime gir." (89: 28-30). Bu yol uzun ve çetin olabilir, fa­kat kararlı bir şekilde mücadele edenlerin ulaştığı yere varacağı kesindir. (Allame M.îk-bâl, The Reconstruction of Reliğious îhoughts in islam, sh. 124-151).

Bu yüzden İslâm kültürü tarihinde İnsanın gayesinin ebedî hayatı kazanmak olduğunu görürüz. Tüm uğraşısı, mücadelesi Rabbine ulaşmak içindir (2: 156). Böyle yüksek bir ga­yeye sahip olan bu kültürde zaman ve me­kân problemi bir hayat ve ölüm problemi ha­line gelmektedir. İslâm'ın bu anlayışı Eski Yunan'ın statik görüşüne karşı kâinatın de­vamlı hareket içinde, genişleyen, değişen bir yapısı olduğunu ortaya koymaktadır. Kâina­tın sürekliliği, büyümesi içinde insana dina­mik bir rol vermektedir. İslâm düşüncesi bü­tün hatları ile kâinatın dinamik yapısına işa­ret eder. Tarihî perspektiften, Kur'an-ı Kerim dinamik bir yaklaşım ile zamanın ve haya­tın tabiatı hakkındaki temel fikirler üzerin­de gerçekçi bir bakış ortaya koyar. Bunlar Kur'an öğretisinin verdiği iki temel düşün­cedir. (Allame M. İkbal, a.g.e.)

Şüphe yok ki Rasulullah @'dan çok önce hı-ristiyanlık tüm insanlığın tek bir vücut ol­duğu mesajını vermişti. Fakat, hıristiyan Av­rupa, insanların eşit olduğu fikrini tam ola­rak kavrayıp benimsememiştir. Bu anlayışın hakikatim kesin olarak ortaya koyan, Mu-hammed @'dır, İnsanların tek vücut oluşu felsefî bir düşünüş, bir hayal değil, yaşayan, yaşanılan bir gerçektir. Bu gerçeğe Kur'an-ı Kerim'deşöyle değinilmektedir: "Ey insan­lar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle, bir dişi­den yarattık. Sizi kavimler ve kabileler hali­ne koyduk ki, birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz Allah katında en değerliniz. O'na karşı gelmekten en çok sakınanızdır. Allah bilendir, haberdardır." (49: 13). Aynı hakikat Mekke'nin fethi sırasında Rasulullah @ ta­rafından da belirtilmiştir. "Sizi kötülükten ve cehaletin kibrinden çekip çıkaran Allah'a hamdolsun. Ey insanlar! Bütün insanlık yal­nız iki gruba ayrılır: Birisi Allah katında şe­ref sahibi, iyi amel işleyenler; diğeri ise nefs-lerine düşkün, kötü amel sahipleri ki, Allah katında hiçbir değerleri yoktur; yoksa bütün insanlar Adem'in çocuklarıdır, Adem ise top­raktan yaratılmıştır."

Yine, Veda Hacc'ında verdiği hutbede Rasu­lullah @ şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar dikkatli olun! Rabbiniz  olmayana, Arap olmayanın Arap'a, beyazın siyaha, siyahın beyaza takvadan başka bir üs­tünlüğü yoktur. Allah katında en şerefliniz, en doğruolanınızdınSöy leyin Allah'ın mesa­jım size ulaştırdım mı?" Herkes tek ses ha­linde: "Evet, Ey Allah'ın Rasulü," dediler. "Öyleyse burda bulunanlar, bulunmayanla­ra sözlerimi iletsin." buyurdu. Bir rivayete göre şöyle buyurmuştur: "Hepiniz Adem1 in çocuklarısınız. Adem ise topraktan yara­tılmıştır. Ey insanlar! Atalarınızla övünme­yi bırakın, aksi halde Allah katında en dü­şük bir böcek kadar bile değeriniz olmaz. (Monem Khallaf, Islamic Materialism and its Dimensions, sh. 88-109). Bu hayat anla­yışı insanlığın birliğini ve eşitliğini yerleştir­miş ve sürekli kılmıştır.(Muhammed İkbâl, a.g.e.)

Ortaya konulan ikinci bir gerçek, hayatın, za­mana bağlı olarak, sürekli oluşudur. Bu an­layış İslâm kültüründe esaslı bir Öneme sa­hiptir. Zaman içinde yaratılışın önceden planlanıp bitmediği ve sürekli olduğu düşün­cesine yeni bir yön vermiş ve dinamik bir güç eklemiştir. Bu da insan kültürünün büyüme, gelişme ve ilerlemesine yeni boyutlar getir­miştir. Bunun anlamı şudur; kültürel yönüyle İslâm Eski Yunan'in statik dünya görüşünü ortadan kaldırmış, kâinata yeni, dinamik bir bakış getirmiştir. İnsanlarda, kan bağına da­yanmayan, bir birlik anlayışı ortaya koymuş­tur. İnsanların birliğini sağlamada psikolo­jik temelin önemini ve gereğini vurgulamış, tüm insanların aynı ruh kökünü taşıdıkları­nı belirtmiştir. Böyle bir anlayış hiçbir dış zorlamaya gerek kalmaksızın insanlar arasın­da sağlam bir sadakat ve kardeşliğin oluşma­sını sağlar.

Hıristiyanlık pratik hayata böyle bir anlayış getirememişti ve dünya, insanlığı birleştire­cek, aynı zamanda yaratıcı bir esas ve ses ge­tirecek bir kültürün gelmesini bekliyordu. (Allame M. İkbâl, The Reconstruction of Religious Thoughts in islam, sh. 124-151).

Yeni kültür; dünyanın birliğini, Muhammed @'ın sade ve anlaşılır bir şekilde açıkladığı tevhid inancında bulmuştur. Bu inanç İslâm dininin temelini oluşturur. İnsanların düşün­celerine ve pratiklerine hayat verir. İslâm'da bütün ibadet ve taat hiçbir maddî varlığa de­ğil, Allah içindir. 'Allah bütün hayatın Mut­lak Sahibi ve Yaratıcısı olduğu için Allah'a itaat etmek, insanın (yaratılışının gereğini ye­rine getirmesi) kendi ideal tabiatına itaat et­mesi demektir. Böyle bir realite anlayışı esa­sına dayanan bir toplum, değişim içinde sü­rekliliğini korumalıdır." (M. ikbâl,The Re-consturction of Religous Thoughts in Is -lam^h.l50).Diğer bir deyişle, içtimaî hayatı prensipleriyle düzenlerken, devamlı, "tabi­atı gereği değişim içinde olan şeyleri engel­lememeli." Kur'an-ı Kerim tabiattaki çeşitli­liği ve değişimi Allah'ın en büyük "ayetleri" olarak belirtmektedir.

Değişim fenomeni içinde yeteneklerini en iyi şekilde kullanarak en faydalı ve kullanışlı olanı bulup, onu İslâm'ın ölümsüz prensiz-lerine uygun hâle getirmek insanın vazifesi­dir ve bu halde insan daima Allah'ın yardı­mını yanında>bulacaktır."Ama Bizim uğru­muzda cihad edenleri elbette yollarımıza eriş­tireceğiz. Allah şüphesiz iyi davrananlarla beraberdir!' (29: 69). İnsanlığın ilerlemesi için toplumun bozulmuş ve eskimiş yanları, bi­len insanlar tarafından devamlı yenilenmesi gereklidir. Böylece insana yeni bir ruh veri­lerek yeni bilgiler edinmesi ve sistemini ge­liştirmesi sağlanır. İnsanlığı etkileyen İslâm kültürünün ardındaki hayat anlayışı işte bu­dur.

Özetlersek, Dr. İkbaPin deyişiyle İslâm kül­türü yaratıcı anlayışları olarak üç temel ger­çeğe açık olarak işaret etmektedir. Birincisi, İnsanlığın birliği, hepsinin aynı baba ve ana­dan, Adem ile Havva'dan geldiği; ikincisi in­sanlığı maddî ve manevî kaynaştıracak olan bir Allah inancı; bu iki anlayış insanlığın bir­leşmesine yardım eder, insanlık kültürünün gelişmesi, zenginleşmesi için bir ses, yaratıcı bir esas ortaya koyar; üçüncüsü kâinattaki müşahhas gerçekler —dış dünyadaki değişim ve çeşitlilik, tarihî olaylar ve İnsanın nefsi— Bu üç bilgi kaynağı kültüre yeni boyutlar ge­tirerek İslâm kültürüne dinamik ve yaratıcı bir canlılık, güçlülük sağlarken, insanın ölümsüz prensipleri de bu kültürün büyüme ve gelişmesinin kalesini meydana getirmek­tedir. (Allame M. İkbâl, a.g.e.)

Tevhid inancı, kâinatın bütün bir yapıya sa­hip olduğu gerçeğini de ortaya koymaktadır. Bütün kâinatın yaratıcısı, bir olan Allah'tır. Ve kâinatta O'nun kanunu geçerlidir. Diğer bir deyişle, kâinatı, insan hayatının dünya­daki ve ahiretteki durumunu konu edinen bi­lim, bir bütündür.

Bilim ve din kâinatın birer parçalarıdır ve birbirlerinden ayrı tutulamazlar. Kur'an-ı Ke­rim, insanın mücadelesine bu perspektiften bakmakta (2: 201), bilim ve din arasında fark ve ayrılık olmadığını hiçbir şüpheye meydan vermeyecek şekilde ortaya koymaktadır. Çünkü ikisi de tenkidî analize sahiptir. İs­lâm, ilmî düşünmeyi araştırma yapmayı teş­vik eder. Bilimin kendisi için en büyük delil olduğunu kabul ederek, müslümanların bil­gilerini arttırmalarını, âlimlere saygı duyma­larını emreder.

Rasulullah @'a inen ilk vahiy, bilimin kapı­sını aralamış ve Allah'ı tanımayı öğretmiş­tir^ Bilim ve din arasında hiçbir çatışma yok­tur. İslâm'da bilim ve din birbirlerini tamam­layan iki unsurdur. Cenab-ı Hak bütün se­beplerin Sebeb'idir. İnsan, O'nun yarattık­larının hakikatini ne kadar çok kavrarsa, Rabbine o kadar çok yakınlaşır. İlim insa­nın bu yakınlaşmasına yardım eder.

Kur'an-ı Kerim en iyi ve en ikna edici bir şe­kilde hayatın açıklamasını, ilmî olarak yapar ve insan aklını tabiat fenomenini müşahade etmeye ve çalışmaya, bu gerçekleri anlama­ya çağırır. Şimdi kâinat ve kozmik bilim, Kur'an'jn hakikatine en sağlam delili ver­mektedir. "Sana Kitab'ı indiren O'dur. On­da Kitab'm temeli olan kesin anlamlı ayet­ler vardır, diğerleri de çeşitli anlamlıdırlar.

Kalplerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkar­mak, kendilerine göre yorumlamak için on­ların çeşitli anlamlarına uyarlar. Oysa, on­ların yorumunu ancak Allah bilir. İlim'de de­rinleşmiş olanlar: 'Ona inandık, hepsi Rab-bimiz'in kalındandır! derler. Bunu ancak akıl sahipleri düşünebilir." (3: 7).

Bilen bir insan hem muhkem, hem de müte-şabih ayetlere olduğu gibi inanır. Muhkem ayetler açıktır ve İslâm prensiplerinin esası­nı kesin hatlarıyla ortaya koyar. Müteşabih ayetler ise mecazî mânaya sahiptirler. Her ikisi de Allah kelamıdır. Buradan, İslâm'ın önemli bir anlayışını daha çıkarmaktayız, o da İslâm'ın maddî ve manevî olanlar arasın­da fark gözetmemesidir. İslâm, maddenin (müşahhas olanın) Önemli ve değerli oldu­ğunu ortaya koymaktadır. Çünkü Allah'ın yarattıklarının ne kadar mükemmel olduğu­nu kâinattaki hadiseleri müşahade ederek ve araştırarak anlayabiliriz. İslâm'da madde gö­rüşü de Allah inancına bağlıdır. İnsan ger­çek huzura Allah'ı anmakla kavuşur (13: 28) ve inkârın oluşturduğu büyük boşluk ve hu­zursuzluktan kurtulur.

Allah ilk büyük entellektüel (zihnî) gerçek­tir ve bu gerçeğe inananlar kâinatın yaratılı­şı ve kâinat ile ilgili şüphe ve sorularına ko­layca cevap bulurlar.

Kur'an-ı Kerim, müminlerin faydalanması için, Allah'ın herşey üzerindeki gücünü ve yarattıklarının ihtişamını anlatır. İnsanı dün­yadan faydalanmaya ve kâinatı müşahade ederek, Allah'ı tanımaya davet eder. "Yuka­rıdan size su indiren O'dur. Ondan içersiniz; hayvanları otlattığınız bitkiler de onunla bi­ter. Allah onunla size ekinler, zeytin ve hur­ma ağaçlan, üzümler ve her türlü ürünü ye­tiştirir. Düşünen kimseler için bunda ders vardır" (16: 10-11). Sonra insana, bu maddî vasıtaların faydalanılmak için yaratıldığı, on­lardan faydalanılması söylenmektedir. "Ge­ceyi gündüzü, güneşi ayı sizin istifadenize vermiştir. Yıldızlar da O'nun buyruğuna bo­yun eğmiştir. Bunlarda akleden kimseler için dersler vardır... Taze et yemeniz, takındığı­nız süsleri edinmeniz ve Allah'ın bol nime­tinden faydalanmanız için denize —ki gemi­lerin onu yara yara gittiğini görürsün— bo­yun eğdiren de O'dur. Artık belki şükreder­siniz... Yeryüzünde, sarsılmayasınız diye sa­bit dağlar, nehirler ve belki yolunuzu bulur­sunuz diye yollar ve işaretler meydana getir­miştir. Onlar yıldızlarla da yollarını bulur­lar." (16: 12, 14-16).

Güneşte, ayda, gündüz ve gecedeki Allah'ın ayetlerini işaret ettikten sonra Kur'an-ı Ke­rim tabiattaki renklerin çeşitliliğine ve deği­şik şekillerine dikkat çeker. "Allah'ın gök­ten su indirdiğini görmez misin? Biz onunla türlü türlü renkte ürünler yetiştirmiş; dağ­larda da, beyaz, kırmızı, siyah ve türlü renkte yollar varetmişizdir. İnsanlar, yerde yürüyen­ler ve davarlar da böyle türlü türlü renkte-dirler. Allah'ın kulları arasında O'ndan kor­kan, ancak bilginlerdir. Doğrusu Allah güç­lüdür, bağışlayandır." (35: 27-28). Yine insa­nın dikkati bitkilerin yetişmesİndeki tabiat fenomenine çekilerek şöyle buyurulmakta-dır: "Allah'ın gökten bir su indirip, onu yer­deki kaynaklara yerleştiren, sonra onunla çe­şitli renklerde' ekinler yetiştiren olduğunu görmez misin? Sonra onları kurutur —ki sende onları sapsarı görürsün— sonra da çer-çöpe çevirir. Şüphesiz bunlarda, akıl sahip­leri için Öğüt vardır." (39: 21). Böylece Kur'an-ı Kerim İnsanı, kâinatın müşahhas gerçeklerini müşahade etmeye, çalışmaya ve yeni bilgiler edinerek faydalanmaya, teşvik etmektedir.

Kâinatın büyüklüğü ve genişliği ile bir bü­tünlük, düzen ve birlik içinde olduğu gerçe­ği de işaret edilmektedir. Onda ne bir çelişki ve de bir çatışma vardır. "Gökleri yedi kat üzerine yaratan, O'dur. Rahman'ın bu yarat­masında bir düzensizlik bulamazsın. Gözü­nü bir çevir bak, bir çatlak görebilir misin? Bir aksaklık bulm'ak için gözünü tekrar tek­rar çevir bak; ama göz aradığını bulamayıp bitkin ve yorgun düşer." (67: 3-4). Kâinatta­ki uyum, kararlılık ve süreklilik mükemmeldir; çünkü her şey ölçülü ve uygun yaratıl­mıştır. Bütün kâinat ve her şey bir gerçeği —Tevhidi— işaret eder. Bir mümin, Allan­ın yaratılışındaki harika ve mucizevî hadise­leri görmekten büyük haz duyar. Çünkü onun inancı bilgiye ve ilme dayanmaktadır.

Bilen insanla, bilmeyen arasında büyük bir fark vardır (39: 9). İnanan bir kiş Allah'ın, kâinatın hâkimi olduğunu görür ve anlar; bir materyalist ise kâinatın maddî-yapısında ta­kılır kalır. Göklerin ve yerin dış görünüşle­rinin ötesini göremez, onları sonsuz ve de­vamlı olarak kabul eder. Öte yandan âlim bir insan, ebedî olanın ancak kâinatın Yaratıcı­sına ait olduğunu bilir. "O, her şeyden ön­cedir; kendisinden sonraya hiçbir şeyin kal­mayacağı sondur; varlığı.aşikârdır; gerçek mahiyeti insan için gizlidir. O her şeyi bilir." (57: 3). Böylece, Kur'an-ı Kerim bu dünya­nın fani; ebedî olanınsa yalnız Yaratıcı oldu­ğunu açıklayarak, kâinattaki evvel ve ahir ha­kikatin Allah olduğunu vurgulamaktadır.

Bu şekilde, Kur'an-ı Kerim insanı kâinatın bütüncül yapısını müşahade etmeye çağır­makta bazı ipuçları vererek, insan aklını, ta­biatın fizikî fenomeni üzerinde derin bir şe­kilde düşünmeye teşvik etmekte, dünyevî ve uhrevî bilimlerden faydalanmaya davet et­mektedir (55: 33). Kur'an-ı Kerim, bilgisiyle insanın bütün yaratıkların en üstünü oldu­ğunu belirtir (2: 30). Fakat Allah'ın ayetle­rini görmeyen, düşünmeyen ve O'nu inkâr edenler kör olarak tanımlanmaktadır. "Yer­yüzünde dolaşmıyorlar mı ki, orada olanla­rı akledecek kalpleri, işitecek kulakları olsun. Ama yalnız gözler kör olmaz, fakat göğüs­lerde olan kalpler de körlesin" (22: 46). As­lında "İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta da­ha da sapıktırlar; çünkü ne işitirler, ne de gö­rürler." (7: 179). Böyle olunca, görenle gör­meyen (35: 19, 13-16), inananla kötülük işle­yen nasıl eşit olur? (40: 58). Gören ve Allah1 in ayetlerini düşünenler emeklerinin karşılı­ğını alacaklar, diğerleri ise hüsrana uğraya­caklardır (6: 104).

Tarih, tabiattaki fizikî yapının gerçeğini kav­ramaktan ve anlamaktan uzak, hayatın mü­şahhas yapısının ötesine geçememiş ve dış görünüşe takılıp kalmış insanların örnekle­riyle doludur (30: 7). Böyleleri aradıklarını bulmuş, fakat her iki dünyanın da nimetle­rinden mahrum kalmışlardır (2: 200). Kur'an-ı Kerim'in diğer bir mucizevî yönü, açık ve anlaşılır olmasıdır. Her yaştaki dü­şünen insanı, âlimi olduğu kadar, sokaktaki insanı da tatmin etmektedir. Her ikisi de Kur'an-ı Kerim'i anlar. Sıradan bir kişi, Kur'an-ı Kerim'deki gerçekleri görür, işitir ve hem bu dünya, hem de ahiret ile ilgili her şeye inanır. Keza, büyük düşünürler de müşahe­de ederek ve akıl yürüterek aynı sonuca va­rırlar; aslında bir resmin görünmeyen yanı­nı zihinleriyle tamamlarlar. Madde ve mad­de ötesini tam olarak anlar ve "üç zihnî me­lekenin —düşünmek, tasdik etmek, inan­mak—' bir araya geldiği dinin bilim, bilimin de din olduğu fikrini desteklerler.

Kur'an-ı Kerim'in bu metodolojisinin büyük bir avantajı, müslüma'n düşünürlerin zihnî veya psikolojik olarak Kur'an-ı Kerim'in ha-kikatları üzerinde fikir yürütmeye peşin hükümlü veya reddedici bir şekilde yaklaş­mamalarıdır. Batı, Kur'an-ı Kerim'in bu me­todolojisini almış, fakat İslâm'ı bir bütün olarak tanımadığı için, ötesinde ne olduğu­nu bilmeden, hatta farkına bile varmadan, materyalizmin kucağına düşmüştür.

 

3- Rasulullah'ın İnsanlık Kültürüne Etkileri

 

Rasulullah @'m öğretileri, insanlık tarihin­de silinmez izler bırakan, dinamik kültüre sa­hip bir toplum meydana getirmiştir. Etkileri zaman ve mekân sınırlarını aşmış, insanlığın sosyal, ekonomik, politik, kültürel ve eğitim­le İlgili hayatının bütün yönlerine nüfuz et­miştir.

İnsanlığı yüzyıllar süren bir uykudan uyan­dırmış, ona aydınlık bir yol göstererek iler­lemesini sağlamıştır. İnsana, kalıbını kırma­sını sağlayan engin bilgi ufukları açmış, için­de araştırma ve öğrenme arzusu uyandırmış­tır. İnsan kendini geliştirmede daha şuurlu ve aktif bir hâle gelmiştir.

Peygamber @ aynı zamanda insana bir ga­ye vermiş ve hayatını belirli bir hedefe yönelt­miştir. Bu da, insana büyük bir gayret ver­miştir. Hedef, sonsuz olan Allah'ın kendisi olduğu için artık insanın aktivitesini ve iler­lemesini engelleyecek hiçbir bağ yoktur.Ve mücadelesini bırakıp duraklayacağı hiçbir yer de mevcut değildir.İlimde ve öğrenmede uğraşısı devamlı olacak, hiçbir sınır tanıma­yacaktır.

Bütün bunlar, Cenab-ı Hakk'm insanları doğru yola iletmesi İçin Rasulullah @'a gön­derdiği İlâhî Kitap'tan kaynaklanan gerçek­lerdir. Kur'an-ı Kerim bir matematik, tarih veya coğrafya kitabı değildir. O, insanları doğru yola ileten, kurtuluşu gösteren bir ki­taptır. İnsan sosyal bir varlık olarak hayatın çeşitli kademelerinde yer alır. Hayatının tüm kademelerini bu kitaba göre düzenlemelidir, aksi takdirde insan varacağı yere ulaşamaz. Çünkü hayatının herhangi bir yerinde doğ­rudan uzaklaşması hayatını etkileyecek ve bozulmaya, kokuşmaya neden olacaktır. Bu sebeple,   hayatının   bütün   kademelerinin Kur'an-ı Kerim'e uygun düzenlenmesi haya­tî önem taşır. İnsanlık, İlâhî Kitab'ın göster­diği yolda gitmezse, bir yerdeki bir bozuk­luk, yavaş yavaş tüm insanlık hayatını sara­cak ve kokuşma her yerde görülecektir.

Bu hususta işaret edilmesi gereken diğer bir nokta, İlâhî bir Kitap olduğu için Kur'an-ı Kerim'de, insanlarca önemsiz ve değersiz gö1 rünen, en küçük bir şey dahi, insanın bilgi­lenmesi ve faydalanması için, anlatılmaktan kaçınılmıştın Bu hususta birkaç örnek ver­mek yeterli olacaktır. Şu ayet-i kerime insa­na yaratılışım hatırlatmaktadır: "Sizi toprak­tan, sonra nutfeden, sonra kan pıhtısından yaratan; sonra erginlik çağına ulaşmanız, sonra da yaşlanmanız için sizi bebek olarak dünyaya çıkaran O'dur. Kiminiz daha önce öldürülür, kiminiz de belirtilmiş bir süreye ulaşırsınız." (40: 67).

Bu ayet-i kerimenin ışığında İnsanlar biyo­loji, fizyoloji, genetik gibi ilimleri geliştirmiş ve bu alanlarda araştırmaları teşvik etmiş­lerdir.

Keza, aşağıdaki ayet-i kerimede Cenab-ı Hakk'ın kudreti ve azameti anlatılarak, koz­moloji alanında gözlem ve araştırma yapıl­ması teşvik edilmiş, böylelikle astronomi, astroloji, coğrafya, fizik, matematik gibi ilimlerin geliştirilmesi ve insan yararına kul­lanılması sağlanmıştır. "Güneşi ışıklı ve ayı nurlu yapan, yılların sayısını ve hesabı bil­meniz için, aya konak yerleri düzenleyen O-dur. Allah bunları ancak gerçeğe göre yarat­mıştır; bilen millete ayetleri uzun uzadıya açıklıyor. Gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, Allah'ın göklerde ve yerde yarat­tıklarında, O'na karşı gelmekten sakınan kimseler için alâmetler vardır," (10: 5-6) Fâ-tır Suresi'nde ise şöyle buyurulmaktadır: "Allah'ın gökten su indirdiğini görmezmi-sin? Biz onunla türlü türlü renkte ürünler ye­tiştirmiş, dağlarda da beyaz, kırmızı, siyah ve türlü renkte yollar varetmişizdİr. İnsanlar, yerde yürüyenler ve davarlar da böyle türlü türlü renktedirler. Allah'ın kulları arasında O'ndan korkan, ancak bilginlerdir. Doğru­su Allah güçlüdür, bağışlayandır." (35: 27-28). Bu ayet-İ kerimeler coğrafya, ekonomi, jeoloji, meteoroloji, botanik, kozmoloji, mi­neraloji, tarım, zooloji, bahçıvanlık gibi alanlarda çalışmayı ve araştırma yapmayı teş­vik etmektedir.

Bunlar, Kur'an-ı Kerİm'in insanı ilimle uğ­raşıp, ondan faydalanmaya nasıl teşvik etti­ğini ve insan kültürünün sağlıklı bir şekilde gelişmesini sağladığını gösteren örneklerden bazılarıdır. Hiç şüphe yok ki, Rasulullah @'m öğretisi insan çalışmalarına ve kültü­rüne büyük bir tesir yapmıştır. Daha önce de anlattığımız gibi, din ve bilim arasında hiç­bir çatışma bulunmadığı açıkça ortaya kon­muştur. "Bilim, tabiat güçlerinden insanın faydalanması için çeşitli yollar bulmaya ça­lışırken, dîn bu güçlerden kâinatın Yaratıcı-sı'nı tanımaya yarayacak bilgiler edinmeyi ve Cenab-ı Hakk'a daha mutmain, huzur için­de ibadet etmeyi arzu eder." {Profesör Mu-hammed Kutub, Mekke Eğitim Konferansın-daki —1977— Risale'den)

İnsanın kâinatla ilgili her şeyi öğrenmek ve kâinatın kaynaklarından faydalanmak iste­mesi gayet tabiîdir. Ve insanın bilgi edinme­ye duyduğu doymak bilmez arzu, ona gök­lerin ve yerin tabiî kaynaklarından faydalan­masını sağlar. Bu alanda insanın daha da ile­ri gitmesi için, Allah, ilk insan olan Hz. Adem'e her şeyin tabiatını öğretmiştir. Bu yüzden emin bir insanın içinde bu iki fıtrî eğilim arasında hiçbir çelişki veya çatışma yoktur. Çünkü din Cenab-ı Hakk'ın rızası­na nasıl ulaşacağını, nasıl ibadet edeceğini öğretirken, bilim insanın kâinattan bilgi edinmesini ve Allah'ın ayetlerini müşahade etmesini sağlar.

Çağdaş Avrupa bilim adamlarının din ve bi­limi birbirinden ayırarak aralarında çatışma meydana getirmeye yönelik tutumu, Orta-çağ'daki bilim ve Kilise arasındaki mücade­lenin bir sonucudur ve agnostisizmden (bi­linemezcilik) daha iyi bir şey değildir.

İslâm'da bilim ve din ayrılmaz bir bütündür. Bunları ayırmak İslâm'ın prensiplerine ters­tir.

Allah'a ve O'nun kanununa olan bu inanç insan tarihinin akışını değiştiren bir toplu­luk yaratmıştır. Kur'an-ı Kerim'de bu toplu­luktan şöyle bahsedilmektedir: "Siz insan-lar'için ortaya çıkarılan, doğruluğu emreder, fenalıktan alıkoyan, Allah'a inanan hayırlı bir ümmetsiniz." (3: 110). İslâm insanların değer yargılarını ve düşünce yapılarını değiş­tirmiş, onlara yepyeni bir yön ve hedef gös­termiştir. İslâm, ilmî ve maddî gelişmenin dinden ayrı tutulmasına izin vermediği için, bu değişimi insan hayatının her sahasında görmek mümkün olmuştur. İnceleme, araş­tırma iie ilmî buluşlar teşvik edilmiş, bunla­rın yeryüzünde iyiliğin ve faziletin yayılma­sına yardım etmesi sağlanmıştır. İslâm, in­san kültür ve medeniyetinin büyümesi ve ge­lişmesi için bütün ilimleri ve ilmî buluşları kullanır. İnsanlığa hizmet eden bütün yeni teknolojiyi kabul eder. Fakat sonu ahlâksız­lık, kötülük, günahkârlık olan bütün yolla­rın karşısındadır.

Rasulullah @, evrensel kardeşliğe çağırarak, insanın dış âleme bakışını genişletmiştir. İn­sanlar aynı atadan, Hz. Adem'den geldikle­ri ve bir oldukları gibi, psikolojik olarak da inançta bir olmalı, Allah'ın birliğine inan­malıdır. Bu, insan idealini renk ve ırk sınır­larının çok çok üstüne çıkarmış, ona beynel­milel kardeşlik anlayışını vermiştir. Böylece, bilimdeki başarılar tüm insanlığın ortak malı olmuştur. Dünyanın herhangi bir yerindeki kullanışlı ve faydalı bir şey terkedilemez. İn­sanlığın bir bütün olduğu anlayışı hayatın her kademesine nüfuz etmiş, milletler arasın­da hür ve eşit ilişkiler meydana getirerek, in­sanlığa gerçek mutluluğu tattırmıştır; Sonuç olarak, bütün insanlık bilimlerdeki gelişme­den büyük ölçüde faydalanmış, insan kültür ve medeniyetinde ileri noktalara varılmıştır.

Bunun yanısıra, insanın maddî ve manevî yanlarının bir bütün olarak görülmesi, insan kültürünün büyümesine büyük katkılarda bulunmuştur; çünkü, bu iki faktör hayatta uygun yerlerini almazsa insanlık daha yük­sek bir seviyeye ulaşamaz. Daha önce de işa­ret ettiğimiz gibi, İslâm, insanın maddî ve manevî istekleri arasında ayırım tanımaz. Al­lah'ın yarattığı doğrultuda serbest ve uyum içinde ikisinin de büyümesine, gelişmesine zemin hazırlar. Bu yüzdendir ki, bilimdeki buluşların ve bilginin artmasıyla, insan kül­tür ve uygarlığı hızlı bir gelişme kaydetmiş­tir. İnsanın tabiî yapısı insan kültürünü ge­liştirmeye ve ona yeni ufuklar açma şansına sahiptir. Kur'an-ı Kerim'de insanın bu yönü şu sözlerle özetlenmektedir: "İnsanların hangisinin daha iyi iş işlediğini ortaya koya­lım diye, yeryüzünde olan şeyleri yeryüzünün süsü yaptık!' (18: 7). Mülk Suresi'nde ise şöy­le buyurulmaktadır, "Hanginizin daha iyi iş işlediğini belirtmek için ölümü ve dirimi ya­ratan O'dur. O güçlüdür, bağışlayandır!' (67: 2).

 

KISIM 3

 

AVRUPA KÜLTÜRÜNE ETKİLER

 

1- Bilgi

 

Hz.' Peygamber @, ashabının hayatına yeni boyutlar kazandırmış, onlar da her alanda tüm dünya uluslarının kültür ve medeniyet­lerini etkilemişlerdir. Allah'ın, yerin ve gö­ğün derinliklerindeki, sınırsız, gizli hazine­lerini arayıp bulmak için ilmin dayanacağı sağlam temelleri ortaya koymuşlardır.

İslâm bilgiye büyük önem verir ve onu insa­nın gelişmesinin esası, kültür ve medeniye­tin büyümesinin anahtarı olarak görür. İlk gelen vahyin öğrenme ile ilgili olması, bu ger­çeğin apaçık bir deIilidir:"(Ey Muhammed) Yaratan, insanı pıhtılaşmış kandan yaratan Rabbinin adıyla oku! Oku! Kalemle yazma­yı öğreten, insana bilmediğini bildiren Rab-bin, en büyük kerem sahibidir." (96: 1-5). Bu ayet, değersiz düşük bir maddeden yaratılan insanın, yükselerek meleklerden dahi üstün olabileceğini, bunun da ancak araştırma, öğ­renme ve bilgi sahibi olmayla mümkün ol­duğunu açıkça göstermektedir. Bu bilgiden herkesin istifade edebilmesi ve yaygınlaşması, nesilden nesile kültürel mirasın korunması İçin, insanın yazıyı da kullanması gereklidir. Rahman Suresi'nde şöyle buyurulmaktadır: "Rahman olan Allah, Kur'an'ı öğretti. İn­sanı yarattı, ona konuşmayı öğretti." (55: 2-4)

Daha önce meleklerin reddettiği insan, yer­yüzünde halife kılınmış, bilgi zenginliği ile teçhiz edilmiştir. "Ve Adem'e bütün isimle­ri öğretti, sonra eşyayı meleklere gösterdi. 'Eğer sözünüzde samimi iseniz bunların isimlerini bana söyleyin* dedi. Cevap verdi­ler: 'Sen münezzehsin, öğrettiğinden başka bizim bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen hem bilensin, hem Hâkim'sin. Allah, 'Ey Adem, onlara İsimlerini söyle' dedi." (2: 31-33).

İnsan hayatının her safhasında bilgi gerek­lidir. İnsanın önce kendini bilmesi gerekir; çünkü kendini bilmeden hiçbir şeyi bilemez. Gerçek şu ki, kişinin kendini bilmesi, Allah'ı da bilmesini sağlar: "O'nun hak olduğu meydana çıkıncaya kadar varlığımızın belge­lerini onlara hem dış dünyada ve hem de ken­di içlerinde göstereceğiz." (41: 53).

Peygamber @, "Nefsini bilen, Rabbini bi­lir." buyurmuştur. Bu bilgi şüphesiz insanın yalnız maddî ihtiyaçlarını karşılamakla kal­maz, onun birçok problemini de içine alır. İnsanın kendisi nedir ve nereden gelmiştir? Nereye gitmektedir? Bu dünyada ne amaçla bulunmaktadır? Gerçek mutluluk nedir?

"İslâm'ın Özüne göre, her insanın İdeali olan mutluluk, Allah'ı bilmekle doğrudan ilgili­dir. Bir başbakanın veya bir hükümdarın gü­venini kazanmak kişiye hoş gelebilir, fakat devletin sırlarından haberdar edecek kadar kim ona yakın olabilir!" (Dr. Ahmed A. Galvaş, The Religion of islam, Cilt II, s. 208-220). Allah'ı ve O'nun sıfatlarını bilmek elzemdir, çünkü bunlarsız kişinin inançları­nın ve imanının hiçbir anlamı yoktur. Son­ra, gündelik hayatında Allah'ın emirlerine göre davranmalıdır. İlâhî Kanun'a uygun ola­rak hayatını nasıl tanzim edecektir? İşte, Al­lah'ı ve sıfatlarını bilmekle insan ahlâkını, inançlarını, hareketlerini saflaştırır ve fazi­let sahibi olur. Bu bilgi olmadan insan ne Al­lah'ı ve sıfatlarını tanıyabilir, ne de O'nun yolundan gidebilir. Yine insanın, Allah'a inanmasının ve itaat etmesinin sonucunu bil­meli, inançsızlığın ve inkârın kötü sonucu hakkında da uyanık olmalıdır. Ancak bu dü­şünüşün sonucunda insan kendini kurtara­bilir. Cahil bir kimse ise inanmak ve inkâr etmek arasındaki farkı görmez. (A. Mevdû-di, Towards Understanding islâm, s. 20-23).

Müslümanın imanı onu her alanda bilgi sa­hibi olmaya zorlar. Kendi yaratılışı Allah'ı bilmesini ve tanımasını sağlar; kendi sahip olduğu hikmet ve potansiyel içinde Allah'ın sıfatlarının bir yansımasını görür. Böylece, kendisini tanıyan insan, Allah'ı ve sıfatları­nı da yavaş yavaş tanımaya başlar. (Dr. Ah­met Galvaş, a.g.e.) Bu, Hz. Peygamber @'m açıkladığı ölümsüz hakikatin ispatıdır: "Al­lah insanı kendi suretinde yaratmıştır."

İslâm'ın bilgiye çok önem vermesinin sebe­bi budur. Allah, Peygamber @'a bilgi ufku­nun daha da enginleşmesi için yalvarmasını buyurmuştur: " 'Rabbim ilmimi artır' de." (20: 114). Müminlere de şöyle öğütlenmek-tedir: "İnananlar toptan savaşa çıkmamalı­dır. Her topluluktan bir taifenin dini iyi öğ­renmek ve milletlerini geri döndüklerinde uyarmak üzere geri kalmaları gerekli olmaz mı? Ki böylece belki yanlış hareketlerden çe­kinirler." (9: 22). Cahillere ise şöyle buyurul-muştur: "Bilmiyorsanız kitaplılara sorun" (16: 43).

Musa @'a da, kendisine Allah tarafından bilgi verilen birinden öğrenmesi buyurulmuş-tur: "Bu arada ikisi —katımızdan kendisi­ne bir rahmet verdiğimiz ve kendisine ilim öğrettiğimiz— kullarımızdan birini buldu­lar?' (18: 65). Sonra Allah bilgi sahiplerinin cahillere üstün olduğunu belirterek şöyle bu­yurur: "Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri öğüt alırlar." (39: 9). Ankebut Suresi'nde de şöyle buyu-rulmaktadır: "Biz bu misalleri insanlara ve­riyoruz, onları ancak bilenler anlayabilir." (29: 43).

"O haberi Peygamber'e veya kendilerinden buyruk sahibi olanlara götürselerdi, onlar­dan sonuç çıkarmaya kadir olanlar onu bi­lirdi." (4: 83). Bu ayet, bilenlere danışarak ha­reket etmeyi öğütlemektedir.

Bilgi sahibi olmak çok Önemli olduğu için Peygamber @ daima öğrenmeyi buyurmuş, bunun kadın-erkek bütün müslümanlara farz olduğunu belirtmiştir.

Âlimlerin, peygamberlerin varisleri olduğunu da belirterek, Allah'ın Rasulü @ şöyle bu­yurmuştur: "Âlimlerin mürekkebi, şehidle-rin kanından daha üstündür; bir saat Allah-ın yarattıklarının hikmetini tefekkür etmek, yetmiş yıllık ibadetten daha hayırlıdır; bir sa­at ilimle ve bilerek hareket etmek, bin şehid namazı kılmaktan, bin gece, yatmayıp iba­det etmekten daha hayırlıdır; ilim yolunda durmadan çalışan talebeye Allah, saadet köşklerinden yüksek bir yer verecektir; her Öğrendiği şey için mükâfatlandırılacaktır; her attağı adımın karşılığım görecektir, ilim yo­lunda uğraşan kimseyi cennette melekler kar­şılayıp selamlayacaktır, tlim sahiplerinin soh­betinde bulunmak, nafile ibadetten, yüz köle azat etmekten daha hayırlıdır; kim ilimi ve ilim sahibini üstün tutarsa Allah da onu ahi-rette üstün tutar; kim âlimleri tercih ederse, beni tanır; kim Peygamber @'ın öğrettikle­rinin özünü kavramak isterse âlimlere kulak versin." (Emir Ali, The Spirit of islam, Londra, 1974, sh. 360-362).

Yine, Peygamber @, "Gün ağarmadan kal­kıp ilimden bir cüz öğrenmek, yüz rekat (na­file) namazdan; dünyadan ve dünyadakiler-den daha hayırlıdır; ilim bir hazinedir ve onun anahtarı sormaktır. Öyleyse sorun. Çünkü dört kişiye mükâfat vardır: Sorana, ilim sahibine, dinleyene ve onları sevenlere; âlim bir kişinin sohbetinde bulunmak, bin rekât (nafile) namazdan daha hayırlıdır!' bu­yurmuştur. "Ey Allah'ın Rasulü, Kur'an okumaktan da mı hayırlıdır?" diye sorulun­ca, Rasulullah @: "İlim olmadan Kur'an in­sana ne verebilir?" buyurdu.

"Beni gönderen Allah tarafından verilen ilim ve gösterilen misaller belirli bir yere yağan yağmur gibidir. Bir damlası su olur ve otlar yeşerir, bereket, fışkırır. Diğer bir damla ile kuyular, hendekler dolar, insanlar Allah'ın rahmetinden nasiplenirler. Orada"n su içer, tarlalarını sular, ekin yetiştirirler. Sonra bir damla daha vardır ki ne içilir, ne de onunla ot yetişir. İlk damla, sahip olduğu ilimden faydalanan insana benzer; ikinci damla bil­gisinden başka insanları faydalandıran kişi cibidir;üçüncüsü ise ikisinden de mahrum gi­bidir." Ve Peygamber @, "İyiliği öğütleyen, iyilik işleyen gibidir!' diye ilave etmiştir. (Mu-hammed Hamidullah, Introduction to islam, s. 447).

Rasulullah @ şöyle buyurmaktadır: "İlim Çin'de dahi olsa gidip alınız; kim ilimden bir cüz Öğrenir de onu insanlara Öğretirse, yet­miş sıddık sevabına nail olur; hikmetli bir söz işitip, onu hatırlayarak müslüman bir kardeşine Öğretmek ne güzel bir hediyedir; bir müslüman, müslüman bir kardeşine kendi­sine ulaşan doğru bir geleneği öğretmekten daha büyük bir fayda sağlayamaz; bir mü­min, güzel bir öğüt işitir de onunla amel ederse, bu onun için bir senelik (nafile) iba­detten daha hayırlı olur; kendisine gıpta edi­lecek iki kişi vardır ki, birisi Allah'ın kendi­sine verdiği ilimle âmil olan, onu diğer in­sanlara öğreten kişidir."

Bütün İslâm âlimleri ve düşünürleri de aynı şekilde ilme ve İlim ile uğraşmaya büyük önem vermişler, her şeyden üstün tutmuşlar­dır. "İlim, mal-mülk sahibi olmaktan daha İyidir. İlim seni korur, mal-mülk ise adalete muhtaçtır; mal-mülk verdikçe azalır, ilim ise dağıttıkça artar." İbni Esved şöyle demekte­dir: "İlimden daha şerefli hiçbir şey yoktur. Hükümdarlar insanlara hükmeder, âlimler ise hükümdarlara." (M. Hamidullah, a.g.e., s- 447). İbni Mesud şöyle demektedir: "Ölüm size gelene dek ilime talip olun. Nef­sin Yed-i Kudretinde olan Allah'a andolsun ki, Allah yolunda canlarını feda edenlere, âlimlerin derecesine bakıp, Allah'tan onlar­la haşrolmayı dileyeceklerdir. Âlimler çağla-nn kandilleridir denilmiştir. Her biri kendi zamanına ışık vermiş, insanları aydınlatmış­ta?' Hasan Basri ise şöyle demiştir: "İlim ki-Şiyı hayvan mertebesinden kurtarıp, insan ya-Par." (M. Hamidullah, a.g.e., s.447). Ayet­lerin ve hadislerin bu konudaki bildirdikle­rini özetlersek: İlim, yolda arkadaş, yalnız­lıkta dost, dinde yol gösterici, saadet ışığı, yabancıya candan bir yakın ve Cennet yolunun göstericisidir. Onunla Allah bir kavmi yükseltir, dünyaya önder yapar, iyiliğe yönel­tir. Karada ve denizde her şey ona sığınır, hat­ta denizdeki balıklar, böcekler, ormanlardaki yaratıklar, davarlar, gökteki yıldızlar ondan yardım diler. Bilgi ile Ölü bir kalp canlanır. Karanlıkta kalmış gözlerin ışığıdır ilim. Onunla insan yüksek mertebelere ulaşır. Te­fekkür, ilim yolunda çalışmak, oruç, namaz gibi birer ibadettir. Onunla Allah'a uyulur, kulluk edilir, Allah'ın Bir'liği anlaşılır. İn­sanın imanı onunla kuvvet bulur.

İlim olmadan neyin meşru, neyin gayri meşru olduğu anlaşılmaz.

Kur'an-ı Kerim, göstermektedir ki, bütün peygamberlerin hedefi, insanlara neyin yan­lış, neyin doğru olduğunu öğretmek, böyle­likle insanların doğru yolda gitmelerini sağ­lamak ve yeryüzünde âdil ve dürüst bir sis­tem kurmak olmuştur. (57: 25). Rasulullah @ da aynı maksatla gönderilmiştir. "Kitap­sız kimseler arasından kendilerine ayetlerini okuyan, onları arıtan, onlara Kitab'ı ve hik­meti öğreten bir peygamber gönderen O'durT (62: 2). İnsanın iyiyi kötüden, doğruyu yan­lıştan ayırt etmesini şüphesiz ki bilgi sağlar. Ve mümin ancak ilmi ile Allah'ın rızasını ka­zanabilir. Bu yüzden Kur'an-ı Kerim'de "Bil­miyorsanız, kitaplılara sorun." buyurulmak-tadır (16: 43). Rasulullah @ da bir hadis-i şeriflerinde bir âlim, şeytana karşı bin cahil âbidden daha güçlüdür, buyurmaktadır.

İnanç, dinî ilimleri bilmeyi gerekli kılıyorsa, ibadet de dünyevî ilimleri bilmeyi gerektirir. Namaz kılarken Mekke'ye yönelir ve belirli vakitlerde namaz kılınır. Bu, coğrafya ve ast­ronomi ilimlerinden haberdar olmakla müm­kündür. Oruç tutmak için de şafağın doğma­sı, güneşin batması gibi tabiat olaylarını bil­mek gereklidir. Hacc farizasını yerine getir­mek için Mekke'ye giden yolların ve vasıta­ların bilinmesi gereklidir. Zekâtın verilmesi, mirasın dağıtılmasının hesaplanması için matematik bilmek gereklidir. Aynı şekilde, Kur'an-ı Kerim'i tarihî gerçeklerin ışığında, anlamak ve işaret ettiği ilimleri kavramak ge­rekir. Şurası bir gerçek ki, Kur'an-ı Kerim'İ mütalâa etmek İçin öncelikle onun dilini bil­mek gereklidir. Kur'an-ı Kerim'İ hakkıyla an­lamak için tarih, coğrafya ve diğer ilimlere sahip olmak lâzımdır^MuhammedHamidul-lah, a.e.g. s. 44).

İslam, ahlâk, ilahiyat, tarih, astronomi ve ar­keolojiden, tıp, fizik, ekonomi ve psikoloji­ye kadar hemen bütün İlim dallarını kuşa­tır: "islâm'daki ibadet anlayışına hiçbir din­de rastlamak mümkün değildir. Yüce Yara-tan'ı, insana en iyi ve açık şekilde tanıtır." (Hammudah Abdalati, islam in Focus, s. 108-109). Müslümanın Allah inancı bilgiye ve araştırmaya dayanır. Bu inanç, ona bilgi kapılarını aralamış ve gücünün yettiği kadar ilerlemesini sağlamıştır: "Ufkunu genişlet­mek, bilgi dağarcığını arttırmak isteyen ser­best düşünceli bir kişiye İslâm hiçbir kısıt­lama getirmemiştir. Aksine, rasyonel ve de­neysel bütün ilmî metodlan kullanmaya ça­ğırmıştır. Bu çağrı, İslâm'ın insanın entellek-tüel yeteneklerine ne kadar büyük önem ver­diğinin, zihnini sıkı zincirlerden ve sınırla­malardan kurtarmasını istediğinin bir gös­tergesidir. Kişiyi yükseltmek ve fizik ve me­tafizik, ilmî ve felsefî, sezgisel ve deneysel, organik ve diğer bütün düşünce alanlarında özgüven ve İlâhî Hâkimiyet ile ufkunun ge­nişlemesini ister. Allah'a iman, insanın zih­nini, besler, entellektüel hayatını verimli ve üretken yapar. İnsanın ruhsal ve entellektü­el faaliyetleri, yukarda belirtildiği üzere, İs­lâm'ın öğretilerine uygun şekilde düzenlenir­se, kişinin iç dünyasını huzur kaplar ve sağ­lıklı bir yapıya sahip olur. Kişinin dünyası emniyette olduğu vakit dış dünyası da aynı şekilde sağlıklı olur." (H. A. islam in Focus, s. 108-109).

İnsana araştırma ve inceleme kapılarım açan ve ona düşünce ve hareket alanlarında bit­mez tükenmez fırsatlar sunan, bilme ve iğ­renme arzusudur. İslâm'ın ilk yıllarında, müslümanlann ilim ve sanat alanındaki ba­şarıları bunun en kuvvetli delilidir. Nereye gîttîlerse yanlarında bilgiyi de götürmüşler ve o ülkelerin medeniyetlerini, kültürlerini zenginleştirmişlerdir. Avrupa ve dünyanın di­ğer ülkeleri ilim ve fen alanında yaptıkları ilerleme ve gelişmeyi İslâm'a borçludurlar; fakat ne yazık ki şimdi ilim onların elinde yanlış bir yol izlemektedir. Gerçek şu ki, bilgi yalnız inanç ve ibadet ile sınırlı değildir, ha­yatın bütün alanlarını kuşatır. Tabiat kanun­ları ve Allah'ın yarattıklarının hikmeti, bu kanunlann tanınması ve kontrol altına alın­ması ile bilginin ilişkisi, dinî inanç ve ibadet­lerle olan ilişkisi kadar önemli bir yer tutar! Fakat imandan temelini almayan bir bilgi bu tanımlanan bilginin dışındadır. Tabiat ka­nunlarını inceleyen ilimlerle, meselâ astrono­mi, biyoloji, fizik, kimya vs. gibi bütün ilim­ler imanın temelinin sıkı ve kuvvetli bir mü­nasebeti vardır. Bütün bu ilimler Allah'ın varlığının apaçık birer delilleridir. Allah inancından uzak insanların başıboş arzula­rının kontrolü altına girmeyi temenni eder­ler.

İlmî gelişmelerin görüldüğü süre içinde Av-rupa'daki durum böyle idi.

Kilise ile bilginler arasında ayrılıkların olu­şu ve bilimin ve Öğrenmenin Tann'dan uzak­laşıp yanlış bir yol tuttuğu bir dönem yaşan­maktaydı.

Bu ayrılık bilim ve sanat dalları dahil haya­tın bütün sahalarında tesirini göstermiş ve ardında silinmez izler bırakmıştı. Batı'da bü­tün bilim dallan dine karşı nefret taşıyarak gelişmiş ve hep karşı olmuşlardır." (Seyyid Kutub, Me'alimu fi't-Tariq, sh. 323-324)

 

2- Hakikati Aramak

 

Batı'da ve Doğu'da, tüm dünyada insan, ya­ratıcı ve üretken faaliyetlerden uzaklaştırıl­mış, gayesiz ve Ölü bir anlayış İçerisinde, saf­sataların, cehaletin, bâtıl inançların karan­lığında yaşıyordu. İnsanları, başlarındaki li­derlerin koyduğu ağır yüklerden kurtaran, insanlığı saran safsata zincirlerini kıran ve an­lamsız kısıtlamaları ortadan kaldıran Rasu-lullah @'dır.

Kur'an-ı Kerim bu hususu şöyle zikreder: "O peygamber, onlara, uygun olanı emreder ve fenalıktan meneder, temiz şeyleri helâl, mur­dar şeyleri haram kılar, onların ağır yükle­rini hafifletir!' (7: 157). Rasulullah @'ın ilim sahibi olmayı emretmesi, teşvik etmesi, öğ­renme yolunda dinamik bir uyarı yapmış ve neticede Doğu'daki ve Batı'daki ülkeler ce­halet ve safsata karanlıklarından kurtulmuş­lardır. Birkaç nesil geçmeden onun getirdiği ışık tüm dünyayı sarmış ve aydınlatmıştır.

Kur'an-ı Kerim'de bu gerçeğe işaret edilerek, şöyle buyurulur: "Allah, rızasını gözetenle­ri onunla, selâmet yollarına eriştirir ve on­ları, izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Onları doğruya iletir." (5: 16).

Bu ayet, Peygamber @'ın insanlığı, Allan­ın rahmeti île cehaletin karanlığından kur­tarıp, nasıl aydınlığa ulaştırdığını, hakikati Öğrettiğini apaçık anlatmaktadır. İnsanlık, tamamen bilgiden ve hakikatten uzaklaşmış, bâtıl yollara sapmıştı. Hıristiyan Avrupa tü­müyle cehaletin egemenliği altındaydı: "Din­siz imparatorların kurdukları halk kütüpha­neleri dağıtılmış veya yok edilmiş; ilime bü­yü gözüyle bakılmış veya hainlik olarak ce­zalandırılmış; felsefe ve fen yasaklanmıştı. Kilisenin, Öğrenmeye olan nefreti 'Cehalet tanrıya bağlılığın esasıdır' özdeyişiyle rahip­lerin dilinde şekil bulmuştur. Bu saçma dogma, Kilise baskısının kurucusu Papa Gregory zamanında güç bulmuş, tüm bilimsel çalış­malar Roma'dan kovularak, Sezar Agustus-un kurduğu kütüphane yakılmıştır. Bilim ve edebiyat Ortodoks hıristiyanhk tarafından yasaklanmıştı." (Emir Ali, TheSpirit of is­lam, s. 372-373).

Peygamber @ bilgiyi getirmiş ve her şeyden önce, insanlığı, sunduğu hakikati kabul ede­rek, kâinatın en üstünü olmaya çağırmıştır. Kur'an-ı Kerim'de bu husus şöyle belirtilir: "Puta tapanlar hoşlanmasa da dinini bütün dinlerden üstün kılmak üzere, peygamberi­ni doğru yol ve hak dinle gönderen Allah-tır." (9: 33). Bu, Kur'an-ı Kerim'in önemli ayetlerinden birisidir ve Rasulullah @'ın pey­gamberliğinin gayesini açıklar. Onun gayesi hakkı hâkim kılmak, bütün kötü ve yanlış yolları ortadan kaldırmaktır. "De ki: 'Hak geldi, bâtıl ortadan kalktı. Zaten bâtıl orta­dan kalkmaya mahkumdur." (17: 81). Ger­çek, bâtılın peşinden gitseydi, kâinatın dü­zeninin alt-üst olacağı önemle vurgulanmak­tadır: "Eğer gerçek onların heveslerine uy­saydı, gökler, yer ve onlarda bulunanlar bo­zulup giderdi." (23: 71). Diğer bir deyişle Ra­sulullah @ hakikati apaçık ortaya koymuş ve insanlara her zaman hakkı konuşmayı, haktan yana olmayı öğütlemiştir. Peygamber @ hayatı boyunca bu uğurda mücadele ver­miş, daima gerçeği üstün tutmuştur. İnsan­lara hakikati, ona hiçbir şey eklemeden ve hiçbir şey çıkarmadan, kendisine geldiği gi­bi anlatmıştır. İnsanları güçlerinin üstünde şeyler yapmaya çağırmamışt ir. Hakkı ve ger­çeği olduğu gibi ortaya koymuş, ümmetine de aynı şeyi yapmayı, doğruyu yanlışla ka-rıştırmamayı buyurmuştur. "Hakkı bâtıla karıştırmayın ve bile bile hakkı gizlemeyin." (2: 42)

Rasulullah @ her müslümana, her ne şart al­tında olursa olsun daima hakka uymayı, hakkı öğütlemeyi vazife kılmıştır. Bizzat ken­di yaşantısıyla hakkın, işitenlerin zihninde. şüpheye yer vermeyecek şekilde apaçık ve te­reddütsüz yerleşmesi gerektiğini göstermiştir. Başlangıçta zorlukla karşılaşabilir ve red­dedebilirler; fakat, hakikatin en sonunda ba-şanya ulaşacağına ve zaferin kendilerinin olacağına emin oldukları zaman kabul ede­ceklerdir. Bâtıl yok olmaya mahkumdur (17: 18). Hakk kalıcıdır, çünkü yaratıcı faaliyet­lere ve gelişmeye önderlik yapan haktır, bâ­tıl ise hiçbir şeye muktedir değildir. (34; 49). Cariyle, hak ve bâtıl arasındaki mücadeleyi şu sözlerle anlatır: "Tabiatın ne büyük bir hâkem olduğunu belirtmeliyiz; derinlik ve müsamaha ondadır. Bir buğday tanesini alır, toprağa atarsınız; tohum ne kadar toz, sa­man, süprüntü içinde olursa olsun, toprak bütün bunları temizler ve tohumu yeşertir. Toprak her şeyi, insanın faydasına dönüştü­rür ve bunları yaparken hiçbir şikayette bulunmaz. Gerçektir, yalan değildir; büyük, âdil ve müşfiktir. Tek şey ister toprak, kalp doğruluğu; toprağın yetiştirdiklerinin ve ba­rındırdıklarının hepsinde bir hakikat ruhu vardır. Zahirî şeyler hep noksan ve karanlıkta birer ışık unsurudur ve bir gün ortadan kal­karlar. Bütün hakikatin zahirî Ölür, fakat öl­meyen bir ruh vardır hepsinde; ki o hep yeni ve soyludur, insan gibi ölümsüzdür. Tabiî olan budur. Hakikatin özü asla yokolmaz.

Bütün Arap putperestliği, güçsüz ilâhlar, ge­lenekler, entrikalar, boş inançlar, yahudi ve Yunan hipotezleri, boş iddialar arasında çö­lün vahşi insanı, vahşi fakat samimî yüreği, keskin gözü ile meseleyi Ölüm-kalım mese­lesi olarak görmüş ve özünü kavramıştı; pu­tperestlik saçma ve boş bir yoldur; bu tah­tadan yapılma putlar, ... tahtadır bunlar, si­ze söylüyorum! Size hiçbir şey veremezler... Yalnız Tanrı vardır; yalnız O'nun gücü var­dır... Ve şimdi eğer putatapan vahşi insanlar buna inanmış ve yürekten bağlanmış ise, İnanmaya değer derim ben, şöyle veya böyle herkesin inanması gereken tek şeydir.,. İslâm bütün boş inançları ortadan kaldırmış ve ha­yata hâkim olmuştur; ve bence bu, İslâm'ın hakkıydı. Yeryüzünün kalbiydi burası. Arap putperestliği, Suriye'deki inançlar, bunların hepsi gerçekten uzaktı ve yokolmaya mah­kumdu..." (On Heros, Hero-Worship and Heroic in History, s. 296-298).

Sonunda Hakk'in kazanması İnsanın yara­rınadır. Bâtıl kötülükten başka bir şey sağ­lamaz. Hakikat insanı zenginleştirir. Bu hu­sus Kur'an-ı Kerim'de güzel bir şekilde an­latılır: "Allah gökten su indirir, dereler onun­la dolar, taşar. Sel, üste çıkan köpüğü alır gö­türür. Süslenmek veya faydalanmak için ateş­te erittiklerinizin üzerinde de buna benzer bir köpük vardır. Allah, hak ve bâtıl İçin şöyle misal verir: Köpük uçup gider, insanlara fay­da veren ise yerde kalır. Allah bunun gibi da­ha nice misaller verir." (13: 17). A'raf Sure-si'nde de şöyle buyurulmaktadir: "İyi top­rak —Rabbinin izniyle— bitki verir, çorak toprak, kavruk bitki çıkarır," (7: 58).

Gerçeklerin mutlaka açık ve sade bir şekil­de, hiçbir ekleme ve çıkarmada bulunmak­sızın ortaya konulması gerekir. Rasulullah @ insanla ilgili problemlerde bu metodolojiyi tatbik etmiştir. Tüm hakikati olduğu gibi or­taya koymuş, olayları anlatmıştır ki, böyle­ce insanlar doğru hüküm verebilsinler. Bu yaklaşım Peygamber @ tarafından her hu­susta sıkı bir şekilde tatbik edilmiş ve ger­çekler gözardı edilmeden ortaya konmuştur. Meselâ, Adem ile Havva hâdisesinde şeyta­nın oynadığı oyun olduğu gibi anlatılmış, okuyanlardan hiçbir şey gizlenmemiştir. Ke­za, Musa @ ve Firavun arasındaki mücade­lede, Firavun'un sahip olduğu üstünlük, hü­kümdarlığı, sarayları, orduları, medeniyeti olduğu gibi anlatılmıştır.

Hak ve bâtıl arasındaki mücadele tarihî per­spektiften yeterince ayrıntısı ile anlatılmış ve ortaya konmuştur. Aralarındaki kuvvetler, si­lahlar belirtilmiştir. Sonra da neticenin ne ol­duğu şöyle açıklanmaktadır: "Sizden önce neler gelip geçmiştir. Yeryüzünde gezin de ya­lancıların sonunun ne olduğuna bir bakın." (3: 139)

Araştırma Ruhu. Rasulullah @ gerçeği araş­tırma ve bulma yolunda hiçbir gayretten ge­ri kahnmaması gerektiğini işaret etmiştir.

Hakikati araştırmaya devam etmek insanın vazifesidir. Gayret göstermeden hakikate ula­şılmaz. Kâinat, insanın keşfetmesi ve ondan faydalanması için yaratılmıştır. Tüm zengin­liği ile tabiattaki güçler ve kaynaklar insa^ nın araştırmasını ve sürekli gayret içinde bu­lunmasını beklemektedir. Câsiye Suresi'nde şunları görmekteyiz: "Göklerde olanları, yerde olanları, hepsini sizin buyruğunuz al­tına vermiştir. Doğrusu bunlarda, düşünen kimseler için dersler vardır." (45: 13). İbra­him Suresi'nde ise şöyle buyurulmaktadır: "Gökleri ve yeri yaratan,yukardan indirdiği su ile size rızık olarak ürünler yetiştiren, emri gereğince denizde yüzmek üzere gemileri, ne­hirleri, belli yörüngelerinde yürüyen ay ve güneşi, geceyle gündüzü sizin buyruğunuza veren Allah'tır. Kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi size vermiştir. Allah'ın nimetini sa­yacak olsanız bitiremezsiniz." (14: 32-34).

Hiç şüphesiz kâinat, bütün zenginliğiyle in­san içindir; fakat, insanın bunun için çalış­ması ve araması gereklidir. Gerçek şu ki, in­sanın başarısı bu dünyadaki gayretine bağ­lıdır. "İnsan ancak çalıştığına erişir." (53: 39). Bu, kişiler için olduğu kadar toplumlar için de geçerlidir. Aşağıdaki ayette bu husus açıklanmaktadır: "Bir kavim nefislerinde olanı değiştirmedikçe, Allah onların duru­munu değiştirmez" (13: 11). Artık sahip ol­duğu güçleri kullanarak açlık ve sefaletten kurtulup ilerlemek, gelişmek ve Allah'ın ni­metlerinden faydalanmak tamamen insanın veya toplumun kendi gayretlerine kalmıştır.

Allah insana ilerlemesi ve gelişmesi için hiç­bir sınır koymamış ve her şeyi ona musah-har kılmıştır.

Kâinattaki uçsuz bucaksız araştırma sahası onu beklemektedir, çağrıya kulak verir ve ça­lışırsa bütün sınırları geçerek Rabbisine ulaş­ma yolunda mesafeleri katedecek ve gayesi­ne ulaşacaktır. Bu yüzden hakka ulaşma yo­lundaki mücadelesinden bir an bile geri kal­mamasının hayatî önemi vardır. İnsanın va­zifesi araştırma ve inceleme yaparak bilgisini daima arttırmaktır. Gelişmek ve ilerlemek için yeni vasıtalar ve yöntemler bulmamn tek yolu budur. Kur'an-ı Kerim insana, zaman ve mekân sınırlarını aşabilmesi için güçleri­ni ve kaynaklarını bir araya getirmesini söy­ler: "Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çevresini aşıp geçmeye gücünüz ye­tiyorsa geçin! Ama Allah'ın verdiği bir güç olmaksızın geçemezsiniz ki!" (55: 33).

Kur'an-ı Kerim'in tümü insanı Allah'ın ya­rattıklarınım düşünmeye, anlamaya ve bu gü­zelliklerin hikmetini ve maksadını kavramaya çağıran ayetlerle doludur. Ra'd Suresi'nde şöyle buyurulmaktadır: "Yeri düzleyen, ora­da dağlar, nehirler var eden, her türlü ürün­den çift çift yetiştiren, gündüzü geceyle bü-rüyen de O'dur. Doğrusu bunlarda, düşünen kimseler için ibretler vardır. Yeryüzünde hep­si de aynı su ile sulanan, birbirine komşu top­rak parçaları, tek ve çok köklü üzüm bağla­rı, ekinler, hurma ağaçlan vardır. Fakat on­ları şekil ve lezzetçe birbirinden farklı kilmı-şızdır. Düşünen kimseler için bunda ibretler vardır?' (13: 3-4).

Bu ayette insanı, Allah'ın yarattıkları üzerin­de araştırma yapmaya ve düşünmeye çağıran birçok şey zikredilmektedir. "Kâinattaki çe­şitlilik, farklılık bunlardan sadece bir tane­sidir. Dikkatli bir göz yeryüzündeki yapının çeşitli oluşundaki İlâhî hikmeti ve gayeyi ko­layca görür. Birbiri sıra sayısız bölge vardır ve şekil, renk, içerik, özellik, sahip olunan kaynaklar, minareller ve üretim kapasitesi yö­nünden hepsi birbirinden farklıdır. Bu çeşit­lilikte sayısız hikmet sebepleri ve avantajlar vardır. Diğer mahîukat bir yana, sırf bu fark­ların insanlığa olan faydasını düşünecek ol­sak bile Yaratıcı'nın hikmet dolu planını gö­rürüz. Bu çeşitlilik insan medeniyetinin bü­yümesine ve gelişmesine yardım etmiştir. An­cak düşünmeyen bir kişi bunun bir tesadüf eseri olduğunu iddia edebilir!' (The Meaning of the Qur'an, Cilt V, s. 191).

Yeryüzünü ve oradaki çeşitliliği düşünelim. "Toprak her yerde topraktır, fakat yeryüzündeki bölgeler hep birbirinden farklıdır. Su her. yerde aynı sudur, fakat türlü çeşitli ta­hıllar ve meyvalar yetişmesini sağlar. Aynı ağaçta yetişmelerine rağmen meyvaların şe­killeri değişik değişiktir. Tek ve aynı kökten gelmelerine rağmen iki ayrı gövde değişik özelliklere sahip olmaktadır. Bu çeşitliliği gö­ren ve düşünen bir kimse şu sonuca varacak­tır, İlâhî hikmet aynı çeşitliliği insanların huylarında, davranışlarında, ilişkilerinde de var etmiştir." (A.g.e., sh. 191).

Nahl Suresi'nde şöyle buyurulmaktadır: "Yukardan size su indiren O'dur. Ondan içersiniz; hayvanları otlattığınız bitkiler de onunla biter. Allah onunla size ekinler, zey­tin ve hurma ağaçları, üzümler ve her türlü ürünü yetiştirir. Düşünen kimseler için bun­da ders vardır. Geceyi, gündüzü, güneşi, ayı sizin istifadenize vermiştir. Yıldızlar da O1 nun buyruğuna boyun eğmiştir. Bunlarda, akleden kimseler için dersler vardır. Yeryü­zünde rengarenk şeyleri de sizin için yarat­mıştır. Bunda öğüt alan kimseler için ibret vardır." (16: 10-13, 45: 12-13). Bu ayet gös­termektedir ki, yeryüzü ve Allah'ın yarattı­ğı her şey insanın yararına olan sınırsız zen­ginlikler ve hazineler ile doludur. İnsana dü­şen vazife ise, bütün bunları düşünmek, ak-letmek, araştırmak ve ortaya çıkarıp onlar­dan faydalanmaktır. İnsanın araştırma ruhu­nu teşvik ederek, onun karada ve okyanus­larda en ücra yerlere giderek oradaki hazi­nelerden yararlanmasını sağlayan Rasulullah @ olmuştur. İnsanı teşvik etmekle kalmamış, bu husustaki ufkunu da büyük ölçüde geniş­letmiştir. Yeryüzünün ve göklerin sınırların­dan Ötelere bakabilmektedir artık insanoğ­lu (55: 33), ve bunu Rasulullah @'a borçlu­dur... İnsana sınır ancak Allah'ın kendisidir.

 

3- Düşünce

 

İnsanlık boş inançların, safsataların zulmü altında can çekişiyor, atalarının izinde körü-körüne gitmekten dolayı bağımsız düşüne­miyor, hüküm çıkaramıyordu. Atalarından göregeldikleri alışkanlıkların yararlılığını ve­ya gerekli olup olmadığını hiç düşünmüyor­lardı. Doğu'da ve Batı'da insanların alışagel­dikleri ve hiç itiraz etmeden kabullendikleri yol bu idi. Böylelikle insan hayvan derecesi­ne düşmüş, hatta onlardan daha da alçalmış-tı. Çünkü hayvanlar yaratıldıkları hâl üze­redirler, oysa insan çok çok yüksek bir va­sıfta yaratılmış, akıl verilmiştir ve soylu bir hedefe sahiptir. İnsan bilgiyle zenginleştiril­miş, daha iyi ve kullanışlı yaşama yollarını bulması için akıl onun emrine verilmiştir. Ne yazık ki geçen zaman içinde, bilgiyi kullan­mayı terketmiş, düşünme ve hüküm çıkarma yeteneğini boş inançlarla değiştirmişti.

İnsanlığı düştüğü bu karanlıktan kurtarıp, Doğru Yolu bulması için düşünmesini sağ­layan, hürriyetini kazandıran, Rasulullah @'dır. Artık, insanlar serbestçe düşünüp Al­lah'ın yarattıklarını gözleyebiliyor, araştıra­biliyor ve hiç korkmadan, önyargısızca bir sonuca varabiliyorlardı. Hıristiyan Avrupa ise bu sırada cehaleti ile övünüp, bunu bir fazilet ve kör inançlarını hakikat kabul edi­yordu. Halk din adamlarını sorgusuz sual­siz takip ederken, aydın kişiler zulme uğru­yor, hapse atılıyor veya idam ediliyorlardı.

Düşünmek ve tartışmak Avrupalı devletler­ce ihanet ve dinden çıkma sebebi olarak gö­rülüyor, ömür boyu hapis veya idam ile ce­zalandırılıyordu. Rasulullah, düşünce ve bil­gi ışığıyla birlikte gelmiş ve insanlığı boş inançların ve safsataların alçaltıcı baskısın­dan ve sefaletten kurtarmıştır.

İnsan entellektüel bir varlık olarak, düşün­me gücüne ve zekâya sahip olduğu İçin, İslâm, insanın bu entellektüel yapısının geliş­mesine ve bina edilmesine özellikle dikkat et­miştir. Bir önceki kısımda da açıklandığı gi­bi, araştırma, gözlem ve tecrübe yoluyla bil­gi edinilmesine büyük önem vermiştir. Al­lah'ın bütün yarattığı şeylerdeki hakikat ve sınırsız bilgi zenginliğini işaret eden ve kadın-erkek her müslümanın öğrenmesini, bilgi sa­hibi olmasını emreden ayetler vardır. Eşya­nın hakikatini ve gerçeğini, düşünerek ve tar­tışarak bulmayı öğretir, bir delili olmayan ge­leneksel bilgileri ve öncekilerden kalan alış­kanlıkları asla kabul etmemeyi öğütler. Kur'an-ı Kerim, 'geleneksel hakikat' veya 'ta­rihî miras' hakkında delil istenilmesini ve 'ni­çin kabul edilmeli?' sorusunu öğreten ilk Ki-tap'tır. Bunların temeli nedir? Bu isteklerin sahibi kimdir? Bu soruları öğretirken Kur'an-ı Kerim aynı zamanda kendi istekle­rinin ve iddialarının gerekçelerini ve delille­rini de vermektedir.

Ancak, Kur'an'daki düşünce şekli ve meto­du filozofların düşünce metodlarından ta­mamen farklıdır. Çünkü İslâm, insanları Al­lah'ın gönderdiği hakikate inanmaya çağırır, îman, ancak insanların ona kalplerini bağ­lamaları ve onu tam olarak anlamaları ile faydalanabilecekleri müsbet bir anlayıştır. Bu yüzden imanın düşünce esasına yer verilme­si ve reddedilmesi imkânsız delillerle destek­lenmesi gereklidir. "Düşünce olmaksızın İman ne bir kişinin hayatını yönlendirecek güç haline gelebilir ne de itikadı ve gündelik ayrıntılara çözüm getirebilir. İnsanın karma­şık faaliyetlerini kontrol altında tutamaz. Üs­telik imanın hedefi İnsanı sessiz-sakin kılmak değil, onu uyandırmak, melekelerini ve ka­pasitesini harekete geçirmek ve onları doğ­ru yola yöneltmektir." Aynı zamanda zihni­ni ve tabiatını canlandırarak gayesinin, izle­diği yolun ve vasıtaların soyluluğunun far­kında olmasını sağlar, (islam in Focus, s. 106-109).

İkinci olarak, insanın doğru ve dürüst ola­bilmesi için imana sahip olması şarttır; fa­kat böyle kuvvetli bir imana düşünmeden, tartışmadan sahip olunamaz. Bu yüzden, so­kaktaki sıradan kişinin ikna olacağı tabiî ve basit deliller ortaya konulmak suretiyle imam kuvvetlendirilmelidir. Bu yaklaşım insan zih­nini uyandırarak, onun tabiattaki her olayı ve her hayat safhasını gözlemesini, anlama­sını ve bu hususlarda fikir yürütebilmesini sağlar.(Emin Ahsen Islahî,Callto islam and How the Prophets Preached?, s. 101-107).

Üçüncü olarak, Kur'an-ı Kerim ortaya koy­duğu hususu ispat etmek için düşünceyi ve tartışma yapmayı yalnız desteklemekle kal­maz, insandaki düşünme melekesini de ge­liştirir. Çünkü insanın düşünme ve fikir yü­rütme melekelerini tamamen uyandırmaksı-zın kişide ve kişinin sosyal hayatında tam bir değişimin meydana gelmesi imkânsızdır. İn­sanın bir kalbi, bir de ruhu vardır; yani bir fizikî yanı vardır, bir de ruhî yanı. Her iki yanının da tatmin olacağı bir hayat anlayı­şına muhtaçtır. Kur'an insanın kalbinde ve ruhunda bu bütünlük fikrinin oluşmasını sağlayan anlayışı ortaya koyar: "Hikmeti di­lediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüp­hesiz ona çokça hayır verilmiştir. Bundan an­cak akıl sahipleri ibret alır." (2:269). "Hikmet" doğruyu eğriden ayırdetme ilmi­dir. Bu yüzden hikmet sahibi kişi şeytanın yanlış yollarına sapmaz, Allah'ın geniş ve doğru yolundan gider. Ve akıllı kişi bu kısa ömrünü en iyi şekilde kullanıp ahiret mut­luluğunu bu dünyaya dağişmeyen kişidir. (E. A. Mevdûdi, Cilt I, s. 196-197). Fussilet Su-resi'nde şöyle buyrulur: "Bu, ancak sabre­denlere vergidir; bu ancak o büyük hazzı ta­danlara vergidir." (41:35). Rasulullah @ ha­dislerinde buyurduğuna göre hikmet, Allah1 m bazı kullarına verdiği en büyük, bitmez tükenmez bir hazinedir. Allah'ın bu lütfü in­sanın düşüncelerini doğru yola yöneltmesi­ni, tarih, âfâk ve insanın kendisi hakkında isabetli sonuçlara varmasını sağlar. (E. A. Mevdûdi, age., sh. 196-197)

Dördüncü olarak, Kur'an, değişik inanç, ta­rih, geleneklere sahip olmalarına rağmen hiç­bir düşünen İnsanın İnkâr etmeyeceği ortak gerçekler, idealler, üstün değerleri esas ala­rak insanı düşünmeye çağırmaktadır. İyi (maruf) ve kötü (münker) herkesçe bilinen anlayışlardır ve İslâm insanları bu prensip­lerde birleşmeye çağırır, insanlar iyice düşün­meye ve Kur'an-ı Kerim'in dediklerini doğ­ru kabul ediyorlarsa ona inanmaya, değilse inandıkları şeyi ispatlamaya çağrılmaktadır: "De ki: 'Eğer doğru sözlü iseniz, Allah ka­tından, bu ikisinden daha doğru bir Kitap getirin de ona uyayım.' " (28: 49). Mülk Su-resi'nde de şöyle buyurulur: "Yüzükoyun sü­rünen mi, yoksa doğru yolda düpedüz yü­rüyen mi daha doğru yoldadır?(Ey Muham-med!)De ki: 'Sizi yaratan, sizin için kulak­lar, gözler ve kalpler var eden O'dur. Ne az şükrediyorsunuz!" (67: 22-23).

İslâm, insanların düşünmesini ve tartışma­sını teşvik eder, onların yalnızca inançlara uymasını değil, kendilerinde ve etraflarında­ki hakikati de bulmalarını ister, çünkü hiç­bir şey gayesiz yaratılmamıştır. "Biz gökle­ri, yeri ve ikisinin arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık. Eğlenme dileseydik, bunu yapacak olsaydık, şanımıza uygun şekilde ya­pardık; ama yapmayız. Gerçeği bâtılın başı­na çarparız ve onun beynini parçalarız; böy­lece bâtıl ortadan kalkar?' (21: 16-18). Bu ayet apaçık göstermektedir ki, bu dünyanın ya­ratılışının sebebi Hak ve bâtıl arasındaki mü­cadeledir ve siz kendiniz de bilirsiniz ki, bu mücadeleden bâtıl hep yenik çıkmıştır. Bu gerçeği ciddî bir şekilde göz önüne alınız, çünkü hayatinizi bâtıla göre tanzim eder her şeyin boş olduğuna inanırsanız, geçmiş ka­vimlerin akibeti sizi de bulacaktır. Onlar bu dünya hayatını eğlence ve boş sanmışlardı. Bu yüzden tüm hâlini sana gelen mesajın ışı­ğında yeniden gözden geçir.

Onunla ve peygamberle alay edeceğine geç­miş kavimlerin sonundan ders al ve kendine gel. Tarihe bir bak ve Firavun'a, onun kav­mine, Nuh @, Salih @ ve Şuayb @ peygam­berlerin kavimlerine neler olduğunu gör. Pey­gamberlerini ve kendilerine gelen çağrıyı red­dettikleri için hepsi helak olmuşlardır.

Rasulullah @ insanların aklına ve zihnine başvurmuş ve onları düşünmeye, her mese­lenin hakikatini anlamaya davet etmiştir. On­lardan her söylediğinin olduğu gibi alınma­sını ve yapılmasını değil, ölçüp biçtikten son­ra hak olduğuna inandıklarını hayatlarına tatbik etmelerini buyurmuştur. Öte yandan doğru olmadığını düşündükleri bir şeyi red­detmelerini, yalnız her şeyi düşünerek, ölçe­rek yapmalarını söylemiştir.

İslâm inancının temel taşı olan Tevhid inan­cını ele alalım; Bu bile delilsiz ortaya konul­mamıştır. Allah, insana etrafına bakmasını ve O'ndan başka ibadete, itaate lâyık kâina­tın Yaratıcısı, Sahibi olup olmadığını görme­sini emreder: "Yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indirip, onunla bir ağacını bile bitirmeye gücünüzün yetmediği, güzel güzel bahçeler meydana getiren mi? Allah'ın ya­nında başka tanrı mı? Hayır! Onlar taptık­larını Allah'a eşit tutan bir millettir. Yoksa yeri, yaratıklarının oturmasına elverişli kı­lan ve aralarında ırmaklar meydana getiren, yeryüzüne sabit dağlar yerleştiren, iki deniz arasına engel koyan mı? Allah'ın yanında başka bir tanrı mı? Hayır; çoğu bilmezler."

"Yoksa, darda kalana, kendisine yakardığı zaman karşılık veren, başındaki sıkıntıyı gi­deren ve sizi yeryüzünün sahipleri yapan mı? Allah'ın yanında başka bir tanrı mı? Pek kıt düşünüyorsunuz. Yoksa, karanın ve denizin karanlıklarında size yol bulduran, rüzgârla­rı rahmetinin önünde müjdeci gönderen mi? Allah'ın yanında başka bir tanrı mı? Allah, koştukları eşlerden yücedir. Yoksa önce ya­ratan, sonra da yaratmayı tekrar edecek olan, size gökten ve yerden rızık veren mi? Allah'ın yanında başka bir tanrı mı? De ki: 'Eğer doğru sözlüler iseniz, açık delilinizi getirin.' " (27: 60-64).

İbrahim @ babasına şefkat ve sevgiyle şöyle hitap eder: "Babacığım! Doğrusu sana gel­meyen bir ilim bana geldi. Bana uy, seni doğ­ru yola eriştireyim. Babacığım! Şeytana tap­ma. Çünkü sana Rahman katından bir azabin gelmesinden korkuyorum, ki böylece şey­tanın dostu olarak kalırsın" (19: 42-45).

İnsan Allah'a yalnız ibadet etmekle değil, O'nun kanunlarına uymak ve hayatını bu­na göre düzenlemekle de yükümlüdür. Çün­kü tüm kâinatın yegâne sahibi ve Hâkimi O'dur. "Allah'ın yarattığı şeylerin, gölgeleri sağa sola vurarak, Allah'a boyun eğerek sec­de etmekte olduklarını görmüyorlar mı? Göklerde ve yerde bulunan her canlı ve me­lekler, büyüklük taslamaksızın Allah'a sec­de ederler. Fevklerinde olan Rablerinden kor­karlar ve emrolunduklan şeyleri yaparlar!' (16: 48-50) Bu ayetlerde canlı veya cansız her şeyin gölgesinin Allah'ın evrensel kanununa uyarak vurduğuna işaret edilmektedir. 'Göl­gesini vurur' sözü, her şeyin yaratıcısı ve sa­hibi olan Allah'a olan tapmanın bir sembo­lüdür. Böyle olunca, Allah'a ve Kanunu'na ibadet ve itaat eden şeylerin O'nun ilâhlığı-na ortak olmaları imkânsızdır. Dahası, yal­nız yeryüzündeki değil, melekler de dahil göklerdeki herşey O'na itaat ederler ve Al­lah hepsinin fevkindedir. O'nun kanunu kü­çük ve büyük her şeye hükmeder: "Gökler­de ve yerde olanların, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanların ve insanların bir­çoğunun Allah'a secde ettiklerini görmüyor musun? İnsanların bir çoğu da azabı hak et­miştir. Allah'ın alçalttığı kimseyi yükseltebi­lecek yoktur. Doğrusu Allah ne dilerse ya­par!' (22: 18). "Yerde ve göklerdeki kimse­ler de, gölgeleri de, sabah akşam, ister iste­mez Allah'a secde ederler!' (13: 15).

Her şeyi yaratan O'dur, her şey O'na aittir. Mülkünde ve Yaratmasında ortağı yoktur; bu yüzden herkesin O'na itaat etmesi ve O'nun yolundan gitmesi gereklidir: "(Ey Muham-med) De ki: 'Mülkün sahibi olan Allah'ım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çe­kip alırsın; dilediğini aziz kılar, dilediğini al-çaltırsın; iyilik elindedir. Doğrusu Sen her şe­ye Kâdir'sin. Geceyi gündüze, gündüzü ge­ceye geçirirsin; ölüden diri, diriden ölü çıka­rırsın; dilediğini hesapsız rızıklandınrsın.!"

(3: 26-27). Kur'an-ı Kerim'de kâinatın Sahi­bi ve Rabbi'nin azameti şöyle anlatılır: "O, görüleni de, görülmeyeni de bilen, kendisin­den başka tanrı olmayan Allah'tır. O, acıyı­cı olandır, acıyandır. O, kendisinden başka tanrı olmayan, hükümran, çok kutsal, esen­lik veren, güvenlik veren, görüp gözeten, güç­lü, buyruğunu her şeye geçiren, ulu olan Al­lah'tır. Allah putperestlerin koştukları eşler­den münezzehtir. O, var eden, güzel yaratan, yarattıklarına şekil veren, en güzel adlar ken­disinin olan Allah'tır. Göklerde ve yerde olanlar O'nu teşbih ederler. O güçlüdür, Ha-kîmdir." (59: 22-24)

Allah, bütün yarattıklarının Rabbi'dir. Bu yüzden her şey ve herkes yalnız O'ndan yar­dım dilemelidir. "Gerçek dua ve ibadet an­cak O'nadır. O'ndan başka çağırdıkları put­lar kendilerine hiçbir cevap vermezler. Du­rumları, suyun ağzına gelmesi için avuçları­nı ona açmış bekleyen adamın durumu gi­bidir. Hiçbir zaman suya kavuşamaz. İşte kâ­firlerin yalvarışı da böyle, boşunadır. De ki: 'Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?', 'Allah'tır' de. 'O'nu bırakıp kendilerine bir fayda ve za­rarı olmayan dostlar mı edindiniz?' de. 'Kör ile gören bir olur mu? Veya karanlıkla aydın­lık bir midir?' de. Yoksa Allah'a, Allah gibi yaratması olan ortaklar buldular da, yarat­maları birbirine mi benzettiler? De ki: 'Her şeyi yaratan Allah'tır. O, her şeye üstün ge­len tek Tanrı'dır.' " (13: 14-16).

İnsanların hâl ve hareketlerini çok iyi düşün­meleri, hesaplarını iyi yapmaları buyurul-maktadır: "Allah yerine ne yarar, ne de za­rar verebilecek şeylere tapanlar gerçektensa-pıkhk içindedirler. Bu onlara zarardan baş­ka bir şey getirmez. Seçtikleri ne kötü bir dosttur onlara!" Röylelerine Kur'an-ı Ke­rim'de şöyle hitabedilmektedir: "Ey insan­lar! Bir misal verilmektedir, şimdi onu din­leyin: Sizlerin Allah'ı bırakıp taptıklarınız bir araya gelseler, bir sinek bile yaratamayacak­lardır. Sinek onlardan bir şey kapsa, onu kur­taramazlar; isteyen de, istenen de aciz! Al­lah'ı gereği gibi değerlendiremediler. Doğrusu Allah kuvvetlidir, güçlüdür^' (22: 73-74). Ankebût Suresİ'nde ise şu ayetleri görmek­teyiz: "Nice canlılar vardır ki, rızıklannı ken­dileri elde edemezler. Sizin de onların da rız­kını Allah verir. O, işitir ve bilir. Andolsun ki onlara, 'Gökleri ve yeri yaratan, güneşi, ayı buyruğu altında tutan kimdir?' diye so­rarsan, şüphesiz 'Allah'tır' derler. Öyleyse ni­çin (aldatılıp) döndürülüyorlar? Allah, kul­larından dilediğine rızkı bol ve ölçüye göre verir. Doğrusu Allah her şeyi bilendir?1 (29: 60-62). Kur'an-ı Kerim'in şu en güzel ayeti insanları düşünmeye ve Allah'ın isimlerini te­fekkür etmeye çağırır: "Allah, O'ndan baş­ka tanrı olmayan, kendisini uyuklama ve uy­ku tutmayan, diri, her an yaratıklarını göz­etip durandır. Göklerde olan ve yerde olan ancak O'nundur. O'nun izni olmadan katın­da şefaat edecek kimdir? Onların işledikle­rini ve işleyeceklerini bilir, dilediğinden baş­ka ilminden hiçbir şey kavrayamazlar. Hü­kümranlığı gökleri ve yeri kaplamıştır; on­ların gözetilmesi O'na ağır gelmez. O yüce­dir, büyüktür." (2: 255). Ve Kur'an-ı Kerim insanları Allah'ın yarattıklarını tefekkür et­meye çağırır, ki O hiçbir şeyi boşuna yarat­mamıştır; her şeyin bir gayesi vardır: "Gök­lerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündü­zün birbiri ardınca gelmesinde akıl sahiple­rine şüphesiz deliller vardır. Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı anar­lar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler; 'Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın, Sen münezzehsin, bizi ateşin azabından koru' derler." (3: 190-191).

Kâinattaki muazzam nizamı yakından göz­leyen ve düşünen bir kişi, bütün bunların bir gayesi olduğunu anlar. "Kâinattaki nizamın kendisi, yaratılışındaki büyük hikmeti açık bir şekilde haykırmakta ve Hâkim olan Ya-jatan'ın insanı muayyen bir maksatla yarat­tığını söylemektedir. Allah her şeyi insanın hizmetine vermiş ve iyiyi kötüden ayırdetme-sİ için onu ahlâk hissi ile teçhiz etmiştir. Bu, insanın yaratıldığı gayeye uygun yaşayıp ya­şamadığından hesaba çekileceği gerçeğinin bir delilidir." (The Meaning of the Qur'an, Cilt I, s. 80-81).

insanın yaptıklarından mesul olduğu ve he­saba çekileceği gerçeği, (a) insanın kendi nef­sinden, (b) kâinattan, (c) tarihten getirilen deliller ile daha ayrıntılı bir şekilde anlatıl­maktadır: "Onlar, dünya hayatının görülen kısmını bilirler. Onlar, ahiretten habersizdir­ler. Kendi kendilerine, Allah'ın gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları, gerçek ola­rak ve belirli bir süre için yarattığım düşün­mezler mi? Doğrusu insanların çoğu Rable-rine kavuşacaklarını inkâr ederler. Yeryüzün­de dolaşıp, kendilerinden önce geçmiş kim­selerin sonlarının nasıl olduğuna bakmazlar mı? Ki onlar kendilerinden daha kuvvetli idi­ler, yeryüzünü kazıp alt-üst ederek onlardan çok imar etmiş kimseydiler ve onlara belge­lerle peygamberler gelmişti. Böylece Allah onlara zulmetmiyor, onlar kendilerine zulme­diyorlardı." (30: 7-9).

Sonra kâfirlere hitap edilerek, ahiretin var­lığına dair kesin deliller verilmektedir. Yok­tan vareden Yaratan'ın her şeye yeniden can veneceğini kimse inkâr edemez. Kİ bu ilk ya­ratılıştan çok daha kolaydır: "O, ölüden di­ri çıkarır, diriden ölü çıkarır; yeryüzünü ölümden sonra O canlandırır. Ey insanlar! İşte siz de böylece diriltileceksiniz. Sizi top­raktan yaratması O'nun varlığının belgele-rindendir. Sonra hemen birer insan olup yer­yüzüne yayılırsınız. İçinizden kendileriyle hu­zura kavuşacağınız eşler yaratıp: aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi, O'nun var­lığının belgeleri ndendir. Bunlarda düşünen millet için dersler vardır. Gökleri ve yeri ya­ratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O'nun varlığının belgelerindendir. Doğrusu bunlarda bilenler için dersler var­dır. Geceleyin uyumanız, gündüz de lütfun-dan rızık aramanız, O'nun varlığının belge­lerindendir. Bunlarda kulak veren millet için dersler vardır."

"Size korku ve ümit veren şimşeği gösterme­si, gökten su indirip, ölümünden sonra yeri onunla diriltmesi O'nun varlığının belgeletindendir. Sonra sizi kabirlerinizden bir ça­ğırmaya görsün, hemen çıkıverirsinİz. Gök­lerde ve yerde olanlar O'nundur; hepsi O'na boyun eğmiştir?' (30: 19-26).

Yasin Suresi'nde ise şöyle buyurulmaktadır: "İnsan kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmez mi, ki hemen apaçık bir hasım kesi­lir ve kendi yaratılışını unutur da, 'Çürümüş kemikleri kim yaratacak' diyerek, Bize mi­sal vermeye kalkar? (Ey Muhammed)De ki: 'Onları ilk defa yaratan diriltecektir. O, her türlü yaratmayı bilendir? " (36: 77-79).

Bütün güç ve yaratış yalnız Allah'a mahsus­tur, O'nun ortağı, yardımcısı yoktur: "Sizi yaratan, sonra rızıklandıran, sonra öldüren, daha sonra da dirilten Allah'tır. O'na koş­tuğunuz ortaklarınızdan böyle bir şey yapan var mıdır? Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir, yücedir?' (30: 40). İn­sanın doğumu ve baharda toprağın yeşermesi örnek verilerek insan düşünmeye çağırılmak-tadır: "Ey insanlar! öldükten sonra tekrar dirilmekten şüphede iseniz bilin ki, ne oldu­ğunuzu size açıklamak için Biz sizi toprak­tan, sonra nutfeden, sonra pıhtılaşmış kan­dan, sonra da yapısı belli belirsiz bir çiğnem etten yaratmışızdır. Dilediğimizi belli bir sü­reye kadar rahimlerde tutarız; sonra sizi ço­cuk olarak çıkartırız, böylece yetişip ergin­lik çağma varırsınız. Kiminiz öldürülür, ki­miniz de ömrünün en fena zamanına ulaştı­rılır ki, bilirken bir şey bilmez olur. Yeryü­zünü görürsün ki kupkurudur; fakat Biz ona su indirdiğimiz zaman harekete geçer, kaba-rır, her güzel bitkiden çift çift yetiştirir. Bun­lar yalnız Allah'ın gerçek olduğunu ölüleri dirilttiğini, gücünün her şeye yettiğini, şüp­he götürmeyen kıyamet saatinin geleceğini, Allah'ın kabirlerde olanı dirilteceğini göste­ril?' (22: 5-7).

Bu ayetlerde önce hayatın müşahhas gerçeği anlatılmakta, ikinci olarak, Allah'ın varlığı­nın bir efsane değil, gerçek olduğu ve ilk se­bebin tek Hakimin, O olduğu belirtilmekte­dir. Bu dünyayı iradesi, ilmi, kudreti ile yönetmektedir; üçüncüsü O bütün tasarrufla­rını Hak üzerine icra etmektedir ve bu yüz­den herşeyin bir anlamı ve hikmeti vardır. (The Meaning of the Qur'an, Cilt VI, s. 195).

Peygamberlik anlayışı hakkında da insanlar akıllarını kullanmaya çağrılmıştır. Rasuhıl-lah @ insanların arasında yaygın olan yan­lış fikirlerin peygamberlerin tabiatüstü var­lıklar olduğu inancım ortadan kaldırmış ve onlara doğrusunu öğretmiştir: "Allah'ın di­lemesi dışında ben kemdime bir fayda ve za­rar verecek durumda değilim" (10: 49). En­am Suresi'nde Cenab-ı Hak şöyle buyurmak­tadır: "De ki: 'Size Allah'ın hazineleri elim­dedir, demiyorum; gaybı da bilmiyorum; si­ze, ben meleğim demiyorum, ben ancak ba­na vahyolunana uyuyorum.' " (6: 50) Yine A'râf Suresi'nde şu ayeti görmekteyiz: "De ki: 'Allah'ın dilemesi dışında ben kendime bir fayda ve zarar verecek durumda değilim. Görülmeyeni bilseydim, daha çok iyilik ya­pardım ve bana kötülük de gelmezdi. Ben sa­dece, inanan bir kavmi uyaran ve müjdele­yen bir peygamberim" (7: 188). Hz. Muham-med @ bütün peygamberlerin insan olduğu­na da onları inandırmıştır. Peygamberler de diğer insanlar gibi evlenmişler, çocuk sahibi olmuşlar, acı çekmişlerdir. Aslında bu me­sele daha önceki peygamberlere de yöneltil­mişti. Hud @'ın kavmi şöyle demişti: "Bu, yediğinizden yiyen, içtiğinizden içen, sizin gi­bi bir insandan başka bir şey değildir." (23-33). Nuh @'ın kavmi de benzer şeyler söy­lemişlerdi: "Bu, sizin gibi bir insandan baş­ka bir şey değildir. Sizden üstün olmak isti­yor. Allah dilemiş olsaydı melekler indirir­di. İlk atalarımızdan beri böyle bir şey işit­medik." (23: 24). Mekkeli müşrikler de aynı şekilde Peygamber @'a karşı gelmişlerdi. "Bu ne biçim peygamber ki yemek yer, so­kaklarda gezer? Ona, beraberinde bulunup uyaran bir melek indirilseydi ya! Yahut, ken­disine bir hazine verilseydi veya besleneceği bir bahçe olsaydı ya!" (25: 7).

Kur'an-ı Kerim bütün bu saçma iddialara şöyle cevap vermektedir: "İnsanlara doğruluk rehberi geldiği zaman, inanmalarına en­gel olan, sadece: 'Allah peygamber olarak bir insan mı gönderdi?' demiş olmalarıdır. De ki:'Yeryüzünde yerleşip dolaşanlar melek ol­salardı, biz de onlara gökten peygamber ola­rak bir melek gönderirdik.' " (17: 94-95). Bü­tün peygamberlerin diğer insanlar gibi yiyip içtiği, yaşadığı vurgulanarak şöyle buyurul-maktadır: "Ey Muhammed! Senden önce de kendilerine vahyettiğimiz adamlar gönder­dik. Bilmiyorsanız Kitap'hlara sorun. Biz on­ları yemek yemez birer cesed kılmadık ve on­lar ölümsüz de değillerdi." (21: 7-8). Furkan Suresi'nde ise şu ayeti görmekteyiz: "Ey Mu­hammed! Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de, şüphesiz, yemek yerler,ko­kaklarda gezerlerdi." (25: 20).

Peygamberler hakkındaki bütün yanlış fikir­ler böylece reddedilmiş ve geçmiş kavimlere olduğu gibi kendilerine de tlâhî mesajın gön­derildiği belirtilmiştir: "Nuh'a, ondan son­ra gelen peygamberlere vahyettiğimiz, İbra­him'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, torunları­na, İsa'ya, Eyyûb'e, Yunus'a, Harun'a ve Sü­leyman'a vahyettiğimiz gibi ey Muhammed, şüphesiz sana da vahyettik. Davud'a da Ze­bur'u verdik." (4: 163). Sonra kâfirlere akl-ı selim sahibi olmaları söylenmiştir, çünkü Ra-sulullah @ aralarında yabancı biri değildi. Sosyal ve özel hayatını bilmiyor değillerdi. O'nu doğduğundan beri tanıyorlardı ve soylu bir kişiliğe sahip olduğunu bütün Kureyş bi­liyordu. Hayatı boyunca ne bir yalan çıkmıştı ağzından, ne de bir kötülük yapmıştı. Bütün Mekke onu Muhammed-ül Emin diye anı­yor, saygı duyuyordu. Şimdi bu emin ve dü­rüst zat, nasıl olur da Allah'a karşı yalan söy­lüyor diye düşünülebilirdi. O insanlara şöy­le denilmektedir: "(Ey Muhammed) De ki: 'Allah dileseydi ben onu size okumazdım, si­ze de bildirmemiş olurdu. Daha Önce yıllar­ca aranızda bulundum. Hiç düşünmüyor musunuz?' " (10: 16).

İslâm, insanları imana davet ederken temel İnançlarda bile (Tevhid, peygamberlere ve ahirete iman) düşünmeyi, tartışmayı ortaya koyarak, deliller sunmaktadır. Tevhid ve di­ğer temel esaslar hakkındaki gerçekler ve ha­kikatler vahiyle bildirildiği gibi ortaya konul­duktan sonra İnsanın düşünmesi ve anlaması istenilir. İnsanın gündelik hayatından gerçek­çi örnekler de verilerek, eğer akıl sahibi ise, kendi iç dünyasını, etrafındakileri, yeri, gö­ğü, tarihi düşünmesi ve anlaması söylenir. Bu düşünce metodu İslâm'ın bütün akidesinde takip edilmiştir ki, insanlar İslâm mesajını tam bir güvenle kavrasınlar ve inansınlar. Bu yüzden dinde zorlama yoktur; artık hak ite bâtıl iyice ayrılmıştır. İnsanlar hakka inanır ve bâtılı reddederler. (2: 256).

Şu hususu da belirtmek gerekir ki, İslâm in­sanları düşünmeye ve anlamaya çağırırken, körü körüne inanmayı da kerih görmüştür. Çünkü kör inanç insanı başarıya ulaştırmaz. Cehalete dayanan bir iman verimli olmaz ve böyle bir kişinin herhangi bir hususta mü­kemmel bir iş becermesi beklenemez. Sonuç uzun Ömürlü ve etkili olamadığı gibi, ceha­letin ne inanana, ne de başkalarına yararı olur. Ne kendi ruhunu aydınlatabilir, ne de başkalarının kalplerini ve hayatlarını. Bu yüzden İslâm körü körüne itikadı hoş gör­memiştir. Birincisi, bir kişinin atalarının ge­leneklerine ve hayat tarzına olan bağlılığıdır. Her gönderilen peygambere insanlar "şim­di babalarımızın taptıklarına bizi tapmaktan men mi ediyorsun?" (il: 62) diye karşı çık­mışlardır. Cahil insanlar hemen daima dü­şünmeyi reddetmişler ve sırf atalarından öyle gördükleri için körü körüne kendi yanlış yol­larına devam etmişlerdir. Hz. İbrahim @'ın başına da aynı hadise gelmişti: "İbrahim, ba­basına ve milletine: 'Nelere tapıyorsunuz?' demişti. 'Putlara tapıyoruz; onlara bağlanıp duruyoruz' demişlerdi. İbrahim: 'Çağırdığı­nız zaman sizi duyarlar veya size bir fayda ve zarar verirler mi?' demişti. 'Hayır, ama, babalarımızı da bu şekilde ibadet ederken bulduk.' demişlerdi." (26: 70-74).

İkinci olarak, İslâm yanlış yolda giden ön­derlerin peşinden gitmeyi de reddeder. Kö­tülük sahipleri Hesap Günü sorgulanırken şöyle diyecekler: "Rabbimiz, biz yöneticile­rimize ve büyüklerimize itaat etmiştik, fakat onlar bizi yoldan saptırdilar."(33: 67). Fus-sitet Suresi'nde ise şöyle buyurulmaktadır: "İnkâr edenler; 'Rabbimiz! Cinlerden ve in­sanlardan bizi saptıranları göster, onları ayaklarımızın altına alalım da en altta kalan-'lardan olsunlar' derleri' (41: 29). Üçüncü ola­rak, İslâm hakkı göz önüne almıyacak insa­nın kendi nefsine uymasını reddeder. İnsa­nın kendi kafasına göre hareket etmesi, Hakk'ı inkâr etmesine sebep olur ve cehale­te sapar: "Ey inananlar! Allah'a ve peygam­berine itaat edin, Kur'an'ı dinleyip dururken yüz çevirmeyin, dinlemedikleri halde 'dinledik' diyenler gibi olmayın. Allah katın­da, yeryüzündeki canlıların en kötüsü ger­çeği akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir." (8: 20-22).

Yunus Suresi'nde şöyle buyurulmaktadır: "Onların çoğu zanna uyarlar; gerçekte ise zan, hakikat karşısında bir şey ifade etmez. Allah, yaptıklarınızı şüphesiz bilir." (10: 36). Furkan Suresi'nde ise şöyle buyurulmakta-dır:"(Ey Muhammed) Heves ini kendine tanrı edineni gördün mü? Ona sen mi vekil ola­caksın? Yoksa çoklarının söz dinlediklerini veya aklettiklerini mi sanırsın? Onlar şüphe­siz davarlar gibidir, belki daha da sapık yol­ludurlar." (25: 43-44).

Kur'an-ı Kerim, insanı hayatında cahilî yol­lara düşürecek çeşitli faktörleri belirterek, bunların insanı kör bir inanç tuzağına dü­şürerek düşünmekten ve bilgiden mahrum edeceğine işaret eder. Böylece insan, hayvan­lardan daha aşağı bir duruma düşecektir. İs­lâm böyle bir hâli tamamen reddeder ve in­sanı kendisine ve etrafım aydınlatacak olan bilgi zenginliğine ve düşünmeye çağırır. Cenab-ı Hak kullarının nasıl olmalarını is­tediğini son peygamberi aracılığı ile bize şöyle bildirmektedir: "O peygamber, onlara, uy­gun olanı emreder ve fenalıktan men eder; temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri haram kı­lar; onların ağır yüklerini indirir, zor teklif­lerini hafifletir." (7: 157).

Şu husus gerçekten Allah'ın büyük bir lüt-fudur ki, insanı atalarının ve büyüklerinin boş inançlarından, safsatalarından kurtarıp, ona herhangi bir şeyi hayata geçirmeden ön­ce o şeyin yararlılığım ve uygunluğunu dü­şünme ve tartışmayı serbest kılmıştır.

"Gökleri yedi kat üzerine yaratan O'dur. Rahman'm bu yaratmasında bir düzensizlik bulamazsın. Gözünü bir çevir bak, bir çat­lak görebilir misin? Bir aksaklık bulmak için gözünü tekrar tekrar çevir bak; ama göz um­duğunu bulamayıp bitkin ve yorgun düşer." (67: 3-4).

 

4- Hürriyet

 

Rasulullah @'ın insanlığa kazandırdığı ö-nemli bir anlayış da,hürriyettir.Kavmiyyeti-ne, rengine, sosyal durumuna bakılmaksızın, her ferde tam bir ifade ve düşünce serbestli­ği verilmiştir. İnsan hürriyetine konan bütün kısıtlamalar ve engeller ortadan kaldırılmış, bunlara sebep olan bütün kurumlar yerle bir edilmiştir. İnsan, kula kulluk etmekten, ken­di nefsinin tahakkümünden, sosyal ve poli­tik yasaklardan, tabulardan kurtulmuş, Al-lah'tn kanunu dahilinde mutlak bir hürriye­te kavuşmuştur. Rasulullah @ bütün insan­ların eşit ve siyah-beyaz, zengin-fakir, işadamı-işçi, yöneticİ-halk ayırdedilmeksizin herkesin aynı şekilde hür olduğunu açıkla­mıştır. Sınıf, ırk, servet, sosyal ve politik sta­tü farklarına dayanan bütün imtiyazları kal­dırmış, insanı köle kılan zinzirleri parçala­mıştır. Fakat Rasulullah @ bu yüce kanunu getirinceye kadar bâtıl ve zalim beşer sistem­leri yürürlükteydi. Doğu'da ve Batı'da, in­sanlık uzun süre bu durumun ızdırabını çek­mek zorunda kalmıştı: "Kitlelerin hâli an­latılamayacak kadar sefil durumdaydı. Hiç­bir sivil ve politik hakları yoktu. Bütün hak­lar ve imtiyazlar, rahiplerin, zenginlerin ve güçlülerin ellerindeydi. Kanunlar, güçlü ve zayıf için veya zengin ve fakir için aynı şe­kilde uygulanmıyordu. İran'daki Sasani İmparatorluğu'nda tüm güç ve nüfuz din adamları, toprak sahipleri ve Dehkan'ların elindeydi ve ülkenin bütün zenginliklerinden bunlar istifade etmekteydiler. Köylüler ve fa­kir sınıflar zulmün altında ezilmektelerdi. Bi­zans İmparatorluğu'nda da, papazlar, yük­sek sınıflar, Sezar'ın yardımcıları olan sayı­sız kişiler, konsül üyeleri, gücün, zenginliğin, nüfuzun mutlu sahipleriydiler. Halk ise se­falet içinde inim inim inliyordu."

"Köylünün kaderi ya sörf ya da aşağı sınıf­lardan birisi olmaktı. Her iki halde de aile­leri ve eşyalarıyla birlikte, onlara karşı dilediği gibi davranmakta serbest olan, toprak sahibine aittiler. Sahiplerinin izni olmadan ondan ayrılamazlardı; şayet kaçmaya kalkı­şırlarsa, hayvanlar gibi muamele görürlerdi. Boyundaki bir demir tasma, evde uşak veya köle olmanın nişanesiydi. Köleler bir yerden bir yere, birbirlerine bağlı, elleri kelepçeli, ayakları zincirli ve aynı zincir dizilmiş bir şe­kilde, sürüklenerek götürülürler, domuzlara verilenden beslenirler, domuzlardan daha kö­tü yerlerde barındırırlardı. İnsan kıhğında-ki tüccar, ata biner ve yorulan köleleri hız­landırmak için elinde ucu düğümlü bir kamçı taşırdı."

Sözde hür olan halkın diğer kısmı daha iça-çıcı bir durumda değildi.

"Topraklarım birine satmak isteseler veya bir şey almak isteseler, bölgenin efendisine de bir pay vermek zorundaydılar. Ağır bir vazifeyi yerine getirmeden hiçbir nesneye malik ola­mazlardı. Tahıllarını öğütüp, ekmek yapar­ken de onun payını ayırmak zorundaydılar. Kilise onda birini, Kıral yirmide birini, hâ­kimler de kendi paylarını tesbit etmeden, ekinlerini harman edemezlerdi. Efendileri evi terketmeden evden çıkamazlar, onun Önün­de el-pençe divan dururlardı... Sözde hür olan, halktan birinin kızı evleneceği vakit ön­ce ahlâksız bir zalime kendini teslim etmek zorundaydı. Halk böylesine bir sefalet için­deydi!" (The Spirit of islam).

Rasulullah @, insanlığa hak yolu da, bâtıl yolu da göstermiş, her ikisinin de neticesi­nin nereye varacağını açıklayarak hiçbir zor­lama ve baskı olmaksızın herkesin kendi yo­lunu seçmesini serbest bırakmıştır. Her fert kendi gideceği yola karar vermekte ve prob­lemlerini açıkça tartışmakta tamamen hür bı­rakılmış, bu hususta hiçbir kısıtlama getiril­memiştir. Neye karar vermişlerse, iyi veya kö­tü, hareketlerinin neticesine katlanacaklar­dır. Bu öğreti sosyal durumuna veya mesle­ğine bakılmaksızın bütün insanları eşit kıl­mış (19: 13), (4: 11), onlara tam bir düşünce, ifade, kanaat hürriyeti vermiştir (2: 256).

Hayır ve şer yollar önüne açıkça serilen in­sana bunlardan birini seçme hürriyeti veril­miştir. Sonuçta iyilikler mükâfat, kötülük­ler ceza görecektir. Her insana seçme irade­si ve kabiliyeti verilmiştir: "Herkes kazancı­na bağlı bir rehindir" (74: 38). İnsana açık­ça, "Allah kişiye ancak gücünün yeteceği ka­dar yükler; kazandığı iyilik lehine, ettiği kö­tülük de aleyhinedir:' (2: 286) diye buyrul-muştur. İnsan işlediği amellerden hesaba çe­kilecek, gerçekten yapmaya gücü yetmediği şeylerden sorumlu tutulmayacaktır. Kaçın­maya gücü yetmediği şeylerden dolayı da ce­za görmeyecektir. Fakat şu husus açıkça an­laşılmalı ki, neyin yapılıp, neyin de yapılma­ması gerektiği hükmünü koymak insana de­ğil, Allah'a aittir.

Yukarıdaki ayetin içerdiği ikinci esas "ceza­ların da, mükâfatların da her ferdin kendi­sinin göreceğidir. Ölümünden sonra da kö­tülüğe sebep olmaya devam eden kişi de so­nuna kadar o işin günahından sorumlu ola­caktır. Fakat iyi ve kötü, bütün sonuçlar ki­şinin kendi amellerinin hâsılı olacaktır. Kı­sacası, bir insan yalnız kendi iradesiyle yap­tığı işlere göre ceza veya mükâfat görecektir. İlâhî Kanun'da bir kişinin hesabının başka birine yüklenmesi mümkün değildir." (The Meaning of the Qur'an, Cilt I, s. 209-210).

Bu hususta, insanoğlu açıkça ikaz edilmek­tedir: "De ki: 'Ey insanlar! Rabbinizden si­ze gerçek gelmiştir. Doğru yola giren ancak kendisi için girmiş ve sapıtan da kendi zara­rına olarak sapılmıştır: " (10: 108). Zilzal Su-resi'nde şöyle buyurulmaktadır: "Kim zer­re kadar iyilik yapmışsa onu görür. Kirn de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür." (99: 7-8). Allah herkesin amelinin karşılığı­nı verecektir, çünkü hiçbir şey ondan gizli de-ğildir:"(Ey Muhammed)Ne iş yaparsan yap ve sizler ona dair Kur'an'dan ne okursanız okuyun, ne yaparsanız yapın, yaptıklarını­za daldığınız anda, mutlaka Biz sizi görürüz. Yerde ve gökte hiçbir zerre Rabbinden gizli değildir. Bundan daha küçüğü veya daha bü­yüğü şüphesiz apaçık bir Kitap'tadır." (10:61).

Kişinin yaptıklarından mesul tutulması, dü­şünce ve hareketinde hür olma hakkının bir teminatıdır. Çünkü hürriyet olmadan mesu­liyet hesaba çekilme fikri anlamsız olurdu. Seçme hürriyeti olmaksızın bir fert nasıl olur da, yaptıklarından veya yapmadıklarından mesul tutulabilir? Bu yüzden İslâm, renk, inanç, sınıf ayırımı gözetmeksizin, bütün müslümanların ve diğer dinlere tâbi insan­ların düşünce ve hareket hürriyetini teminat altına almıştır: "Dinde zorlama yoktur; ar­tık hak ile bâtıl iyice ayrılmıştır." (2: 256). Bu ayet, hiçbir şüpheye yer vermeyecek şe­kilde, insanlara hiçbir şeyin zorla kabul etti­rilemeyeceği hususunun, İslâm'ın temel ku­ralı olduğunu ortaya koymaktadır. Hatta İs­lâm'a girmeye ve onun yolunda gitmeye bile kimsenin zorlanamayacağı belirtilmektedir. Aydınlık ve karanlık mutlak olarak herkese açıklandıktan ve hiçbir şüphe bırakılmadık­tan sonra artık kişi ya bilerek, anlayarak, şu­urla aydınlığı kabul eder veya reddederek ka­ranlığın, cehaletin ve şerrin yolundan gider ve bu hareketinin neticesine de katlanır.

İslâmî bir devlette, hürriyet hakkı bütün te-baya, bütün işlerinde, eşit olarak verilir. Ki­şi kasıtlı olarak, bile bile, Allah'ın Kanunu­nu çiğnemedikçe hürriyet hakkı kutsal ka­bul edilir. Bu hürriyet anlayışı, Allah tara­fından verilmiş ve şu esaslar üzerine kurul­muştur. Önce, insan kendi iradesi ile Allah'a yönelir; çünkü yalnız O'na karşı~hesap vere­cektir. O'na karşı mesuldür. İkincisi, Yaratı­cısı kişiye seçme hürriyeti vermiştir ve kişi is­tediği şekilde davranır. Üçüncüsü, bu dav­ranış serbestliğinin bir sonucu olarak her in­san, iyi veya kötü, yaptıklarının karşılığını bizzat kendisi görecektir. Dördüncüsü, hak ve bâtıl, hayır ve şer apaçık gösterilmiştir, ar­tık bunlardan birini takip etmek insana kal­mıştır. (The Meaning of the Qur'an, Cilt I, s. 209-210). "Hürriyet insanın, tabiî bir hak­kı, ruhsal bir imtiyaz, her şeyin üstünde di­nî bir görevdir." O olmadan insan ne ruh yü­celiğine, ne de ahlâk olgunluğuna erişebilir.

Tam bir iman ve hareketlerinde ihlas sahibi de olamaz. Onsuz, iç dünyası kararır, hare­ketleri donuklaşır, verimli olamaz. Baskı ve zorlama ile yapılan ibadetler içten ve candan olmayacaktır. Bu yüzden, "İslâm'daki hür­riyet anlayışında dinî zorlamalara, sınıf ça­tışmalarına, ırk ayrımına yer yoktur. Kişinin hürriyet hakkı, hayat hakkı kadar kutsaldır. Hürriyet hayatla eşdeğerdir." (islam in Fo-cus, s. 34).

Mesuliyetin yamsıra, hürriyet hakkında, İs­lâm düşüncesi ile yakından ilintili bir husus daha vardır. O da, kişiliğin arınması ve nef­sin olgunlaştırılmasıdır. Kişi hakkım istedi­ği şekilde kullanabilir,Alİah'ınkanununubile çiğneyebilir (tabiatına aykırı olmasına rağ­men), fakat böyle yaparak ancak kendi nef­sinin arınmasını ve olgunlaşmasını engelle­miş olur. Diğer bir deyişle, Allah'ın Kanu-nu'na uymamakla kendi kendine zarar ver­miş olur. 'Hürriyet nimetinin sahibi' olan in­sanoğlunun, kendisine verilen bu nimeti kö­tüye kullanabilmesi de ihtimal dahilindedir. Ancak, İlâhî Kanun'a teslim olup, Rabbinin emirlerini harfiyyen yerine getirmek de in­sanın elindedir. "Hürriyet" insanın bu iki ya da daha çok yoldan birisini seçebilme kapa­sitesine sahip olmak demektir. Temiz bir ha­yat sürdürebilmek için ilk mesele, neyin hak ve doğru olduğunu ve takip edilmesi gerek­tiğinin farkına varmak, sonra da doğru ola­rak bilinen amellerin uygulanabilmesi için gerekli irade gücüne sahip olmaktır... Hak­kın sesine kulak verebilmek için ise, neyin doğru olduğunu- bilmek, ona gönülden bağ­lanmak, haksızlıktan ve kötü yollardan yüz çevirmek gerekir ki, böylece arzulanan en yüksek makama ulaşılabilir. (A. K. Brohi, is­lam in the Modern World,   s. 24-26).

Şayet insana hareket serbestliği verilmez İse, kişiliğinin arınması, nefsinin olgunlaşması mümkün olmaz. Ancak hürriyet ortamında kişilik ve nefs arındırılabilir. Nefsin arındı­rılması, imanın önemli hususlarından birisi olduğundan dolayı, İslâm, bunun elde edil­mesi için, düşünce ve davranış serbestliğini tam olarak sağlamıştır: "Kendini arıtan saadete ermiştir. Kendini fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır." (91: 9-10). Â'Iâ Suresi'nde de şöyle buyurulmaktadır: "Arın­mış olan saadete erişecektir." (87: İ4). Mu­hakkak ki bir kişinin ebedî saadeti kazan­ması, nefsini gereğince terbiye etmiş olma­sına, günahlardan ve kötülüklerden sakınma­sına bağlıdır. Rasulullah @'ın önemli gaye-ıerinden ve vazifelerinden birisi de, insanın nefsini terbiye edip, olgunlaştırması hususu olmuştur: "Andolsun ki Allah, inananlara, ayetlerini okuyan, onları arıtan, onlara Ki­tap ve hikmeti öğreten, kendilerinden bir peygamber göndermekle iyilikte bulunmuş­tur." (3: 164). Ayetin aslındaki "tezkiye" ke­limesinin manası, önce zihnin ve bedenin saflaştırılması, kişinin bütün günah ve kö­tülüklerden kaçınması, diğer bir deyişle tam bir ahlâkî saflığa, doğruluğa, dürüstlüğe sa­hip olması, ikinci olarak da nefsini terbiye etmesi ve olgunlaştirmasıdır. Böylece tezki­ye kelimesinin iki esas mânası ortaya çık­maktadır; birisi, "temizleme ve saflaştırma" diğeri ise "terbiye ve olgunlaştırma"dir. Bu iki husus birbirini tamamlar ve birbirlerin­den ayrılmazlar. Aslında birinci husus son­rakinin yol göstericisidir ve onsuz ikincinin gerçekleşmesi mümkün değildir. Bu yüzden Rasulullah @, insanların ruhlarını günahlar­dan ve arınmasını engelleyen benzer şeyler­den kurtarıp saflaştırmıştır. Tezkiye usulün­den sonra kişinin, nefsim terbiye edip, olgun­laştırması kolaylaşır, çünkü yoldaki bütün engeller ortadan kalkmıştır artık. Bu temiz­lenme safhasından sonra, müsbet ve sağlık­lı gelişmesi için kişiliğin müsait bir ortama ve doğru harekete teşvik edilmeye ihtiyacı vardır; bunlar mümkün olmazsa, istenen ne­tice hiçbir zaman alınamaz. Tabiî mükem­melliğine kavuşması için öncelikle bütün kı­sıtlamalardan uzak bir hürriyet gereklidir. Nereden gelirse gelsin, baskının ve zorlama-' nın her çeşidi, kişiliğin tabiî olgunlaşması ve arınmasına kavuşmasını engeller. Allah'ın, Peygamber @'a insanları İslâm'a girmeleri için zorlamamasını, bunun faydasının olma­yacağını buyurması, bu yüzdendir: "Arın­mak İstememesinden sana ne?" (80: 7). Gay Suresi'nde ise şöyle buyurulmaktadır: (Ey Muhammed)Sen öğüt ver! Esasen sen sadece bir öğütçüsün. Sen onlara zor kulla­nacak değilsin." (88: 21-22). Rasulullah @ in­sanlara, kendi yararlan için hayatın iyilikle­rini Öğretmiştir, Kendi yoluna girmelerine zorlamak için gönderilmemiştir. Allah'ın emri herkese aynı şekildedir ve açıktır. Kişi­nin kendini terbiye etmesi, nefsini arındırma­sı, kendi hür iradesi ile mümkündür. Büyük­lük taslayanlar bundan yüz çevirirlerse, kay­beden yalnız kendileri olacaktır. Sonuçta bu dünyada da, ahirette de saadetten mahrum kalacaklardır. Bunun suçlusu da kendileri­dir, insanlara doğruyu göstermekten başka vazifesi olmayan Rasulü suçlamaya haklan yoktur. O, kimseyi zorlayamaz, çünkü böy­le varılacak bir sonuç yararsız ve anlamsız­dır. "Dikkat et; bu Kur'an bir öğüttür. Di­leyen onu öğüt kabul eder." (80: 11-12).

Müsait serbestlik ortamı sağlansa bile, kişi doğru amellerde bulunmaksızın ruhunu arıt­ması, nefsini terbiye etmesi, mümkün değil­dir. Rasulullah @ 'a indirildiği şekliyle Hakk'ı takip etmedikten sonra, gerçek he­defini bulamaz. Bu yüzden, İlâhî Davet'in insanlara iletilmesi ve neyin eğri, neyin doğ­ru olduğunu tanımalarının sağlanması, ta­bii kendi istekleriyle, mutlaka gereklidir. Bundan sonra inanmak veya reddetmek on­lara kalmıştır. Allah, Musa @'a, Firavun'a giderek onu hakka davet etmesini buyurmuş­tur. "Ona de ki: 'Arınmaya niyetin var mı?' " (79: 18). Fakat Firavun çağrıya uy-mayıp öğüdü tutmadı ve kendi mahvına se­bep oldu. Netice ne olursa olsun, bütün in­sanlara sonunda reddetseler de, iman daveti yapılmış ve seçmekte tamamen serbest bıra­kılmışlardır. Düşünüp karar vermeleri için onlara mühlet verilmiş ve daveti kabul eder­lerse kazançlı çıkacakları, reddederlerse kay­bedenlerden olacakları haber verilmiştir: "Kim arınırsa, ancak kendisi için arınmış olur; dönüş ancak Allah'adır:1 (35: 18). Ta­biî ki, kendi istekleriyle daveti kabul eden­ler ebedî saadete kavuşacaklardır: "Arınmış olan saadete erişecektir." (87: 14). "İşte onlara, en üstün dereceler, içlerinden ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları Adn Cennet­leri vardır. Bu, arınanların mükâfatıdır!' (20: 76).

İmanın diğer bir yönü de, takva (Allah kor­kusu) sahibi olmaktır. Bunun için de serbest­lik gereklidir. Kişinin insanlarla olan ilişki­lerindeki davranışları ve ahlâkî durumu, tak­vasını gösterir. İnsanın ahlâkUutumu ve dav­ranışları, ruhunu arıtması ve hüküm günü kurtulması için çok önemlidir. "Allah, ken­disine karşı gelmekten sakınan kimseye kur­tuluş yolu sağlar, ona beklemediği yerden rı-zık verir." (65: 2-3). Yunus Suresi'nde şöyle buyurulmaktadır: "Onlar Allah'a İnanmış ve O'na karşı gelmekten sakınmışlardır. Dün­ya hayatında da, ahirette de müjde onlara­dır." (10: 63-64). Hucurat Suresi'nde ise şu ayeti görmekteyiz: "Allah katında en değer­liniz, O'na karşı gelmekten en çok sakına-nızdırT (49: 13). Bu ayetler göstermektedir ki, ebedî saadeti kazanmak için takva sahi­bi olmak şarttır. Bu da ancak kişinin diledi­ği şekilde davranabileceği bir serbestlik or­tamında mümkündür. Hareket ve düşünce hürriyetinin inkâr edilmesi, aslında, takva­nın inkâr edilmesi demektir; çünkü tam şer­betlik olmadan, kişinin ahlâkî olgunluğa ve­ya sosyal davranışlarda mükemmelliğe ulaş­ması hiçbir surette mümkün değildir. Ve eğer bir kişi takvanın bu iki yönüne sahip olamaz­sa, ruhen ve ahlaken yükselemez. İslâm, bu yüzden, kişiyi serbest kılarak, ona sahip ol­duğu kabiliyeti, gücü, kullanıp, sağlıklı bir ahlâkî yapıya ve uyumlu, sevilen bir sosyal tutuma sahip olmasını sağlamıştır.

İslâm'da imanın çok gerekli bir parçası olup, hürriyet olmadan yerine getirilmesi imkân­sız olan bir diğer husus da (Emri bi'l MaL ruf ve nehyi ani'l münker) 'doğruluğu em­redip, fenalıktan sakındırmak'tır. Hep bir­likte veya tek tek, Allah'ın Daveti'ni yaymak ve doğruluğu emredip, fenalıktan sakındır­mak bütün müslümaniann vazifesidir: "Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, doğruluğu em­reden, fenalıktan alıkoyan, Allah'a inanan hayırlı bir ümmetsiniz." (3: 110). Bu ayet, müslümanların insanları İyiliğe çağıracak, gerekli niteliklere sahip olduğu gerçeğine işa­ret etmektedir. Bunlar, kötülüğü yeryüzün­den silmek ve fazileti, dürüstlüğü hâkim kıl­maktır. (The Meaning of the Qur'an, Cilt II, s. 54). Müslümanların bu hususu kendi ha­yatlarına tatbik ettikten sonra başkalarını da davet etmeleri, doğruluğu emredip, fenalık­tan sakındırmaları gereklidir.

Rasulullah @, kendisi bu hususu tatbik et­miş ve ümmetine de aynı şeyi emretmiştir: "O peygamber onlara, uygun olanı emreder ve fenalıktan meneder, temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri haram kılar, onların ağır yük­lerini indirir, zor tekliflerini hafifletir." (7: 157). Yeryüzünde âdil, faziletli, İyi bir sistem kurmak için müslüman bir toplumun esas te­mel vazifesi İyiliği teşvik edip, kötülükten ka-çındırmaktır. Tam bir düşünce ve davranış hürriyetine sahip olunmadıkça bu vazifenin etkili bir şekilde yerine getirilebilmesi imkân­sızdır. Bu husus İslâm'ın ana prensiplerin­den ve her müslümanın önemli vazifelerin­den birisi olduğu için, İslâm devletinde her vatandaşın hürriyeti kanun ile teminat altı­na alınmış, böylelikle vazifesini kısıtlama ol­maksızın serbestçe yerine getirmesi sağlan­mıştır.

İslâm'ın, insan hayatında düşünce ve davra­nış hürriyetine ne büyük bir Önem verdiği açıkça görülmektedir. İslâm'da müminin zih­nini karıştıran ve rasyonel olarak anlaşılma­yan, ne bir dogma, ne de bir açmaz (ikilem) vardır. İslâm inancı ve bütün düşünce­leri mantıkî olarak açıklanılabilir ve sadedir. Bilim ile asla çatışmaz. Gerçek şu ki, hepsi akıl, gerçek ve hak üzerine kurulmuşlardır ve gerçek bilim hiçbir zaman onlarla çatış­maz. İslâm'daki bu serbestlik ve hürriyet, İs­lâm tarihinin ilk zamanlarında bilimsel araş­tırmaya çok büyük teşviklerde bulunmuştur. Baskı ve zorlama, İslâm'da kesinlikle yasak­tır. Her husus karşılıklı müşavere ve fikir alış­verişi ile çözülür. (42: 38) Hüküm, taraflar arasında adalet ve eşitlik ile (4: 58), ve bağımsız kararla (2: 256) verilir.

Tarih, İslâm toplumunda uygulanan hürri­yetin örnekleriyle doludur. Başka bir yeri fet­heden hiçbir millet Rasulullah @ kadar, o yerin İnsanlarının hürriyetlerini teminat al­tına almamıştır. Rasulullah @ şöyle buyur­muştur: "Necran (hıristiyanları) ve civarda yaşayanların canlan, malları, inançları Al­lah'ın ve Rasulü'nün teminatı altındadır... Burada bulunanlar, bulunmayanlar ve diğer­lerine, onların örf, âdet ve ibadetlerine karı­şılmayacak; hakları ve imtiyazları ellerinden alınmayacak; ne bir piskopos piskoposluğun­dan; ne bir rahip manastırından, ne de bir papaz papazlığından uzaklaştırılacaktır. Herkes, büyük, küçük, bundan sonra da işi­ne aynen devam edecek; hiçbir haç tahrip edilmeyecek; onlara zulmedilmeyecek, onlar da zulmetmeyecekler; cahiliye devrinde ol­duğu gibi kan davası gütmeyecek; onlardan Öşür alınmayacak ve birlikleri teçhiz etmek için pay istenmeyecek. " (M. Kutub, islam the Misunderstood Relİgion,   s. 160-161).

Rasulullah @'ın ilk halefi, hilafeti yüklen­dikten sonra müslümanlara şöyle hitabetmiş-ti: "Allah'a ve Rasulü'ne itaat ettiğim süre­ce, siz de bana itaat edin. Fakat, eğer ben herhangi bir hususta Allah'a veya Rasulü1 ne itaat etmezsem, artık sizin itaatinize lâ­yık olamam." İkinci halife Ömer de aynı maksadı anlatan şu sözleri söylemişti: ''Be­ni bir eğrilikte bulursanız doğrultunuz" C bunları söylerken orada bulunanlardan bi ri, "Vallahi, seni bir eğrilikte bulursak kılıç larımızla doğrulturuz" diye haykırdı. Bun lar da göstermektedir ki, İslâm hürriyete gi den bütün yolları açmakta, diktatörlüğü zulmü, baskıyı şiddetle yasaklamaktadır. İs lâm anlayışına göre, zulüm ve baskıya en iy şekilde, Allah'ın birliğine inanmak ve baş kalannın hürriyetine saygı göstermekle, sa vaşılır. İslâm, insanların hürriyet hakkını bii tün şartlar altında savunur ve korur, hiçbi yöneticisinin vatandaşlarının hiçbirine ada letsiz davranmasına göz yummaz. Meşru sı nırlar içerisinde otoritesine sıkı bir şekilde sehipti ve herkese adaletle hükmedilmesîni emreder. (M. Kutup, a.g.e., s. 160-161). Ra-nlullah @ ümmetine, kötülükle ve zulümle savaşmalarını ve adaleti tesis etmelerini öğüt-lemiştir: "Kim bir kötülük görürse onu dü­zeltsin." "Zalim hükümdara karşı hakkı söy­lemek cihadın en büyüğüdür."

Özetlersek, İslâm'ın temel düşünceleri yal­nız hürriyet esasına dayanmakla kalmaz, bu yüce düşüncelerin uygulanması ve başarıya ulaşması için, hürriyet hakkının kullanılma­sını da emreder. Dahası, kötülüğün ve kokuş­manın ortadan kaldırılıp adaletin tesis edil­mesi, devletin kanunî otoritesi yanında, top­lumun diğer bireylerine karşı da, kişinin bu hakkının daha da güçlendirilmesine yardım eder.

 

Özet

 

Rasulullah @'ın doğduğu zamanda, dünya cehaletin karanlığıyla çevrilmiş, kitleler zen­gin ve güçlü yöneticilerin zulmü altında in­liyordu. Hıristiyan Avrupa ve tüm insanlık geleneklerin ve hurafelerin etkisi altında, ce­haleti imanın gereği sayıyor, bilimin ve ak­lın ışığından nasiplenemiyorlardı. İnsanlar, hayvan gibi güdülüyor, İnanç ve düşünce hürriyeti bilinmiyordu. Peygamber @ insan­lığı hakikat bilgisi ile zenginleştirmiş, "Ki­şinin en büyük ziyneti bilgisidir." ve "Öm­rünü ilme veren ölmez." buyurmuştur.

İnsanlar arasında araştırma ve inceleme is­teğini teşvik ederek, Çin'e gitmek zorunda kalsalar bile ilmi aramalarını söylemiştir. Yi­ne Rasulullah @, "İlim sahibi olmak için evinden ayrılan kişi, Allah yolundadır ve ilim için gezen kişiye Allah Cennet'in yolunu gös­teriri "Âlimler, peygamberlerin vârisleridir?' buyurmuştur.

Rasulullah @'ın inanç ve düşünce hürriyeti hussundaki katkıları küçümsenemeyecek ka­dar büyüktür. İnsanlara daha önce önemini hiç bilmedikleri bir şeyi öğretmiştir: "Din­de zorlama yoktur; artık hak ile bâtıl iyice ayrılmıştır." (12: 256).

Peygamber @, zorlamayla dinîn hiçbir za­man uyuşam ayacağını ve inancın insanın kendi iradesine ve vicdanına dayanması ge­rektiğini belirtmiştir. Dİn insanlara korkuy­la veya zulümle iletilseydi, inancın hiçbir an­lamı kalmazdı. Yukarıdaki ayetin ikinci kıs­mında, insanlara neyin doğru, neyin yanlış olduğunun açıklandığı ve ortada hiçbir şüp­henin kalmadığı belirtilmektedir. Hür irade-, leriyle hayatlarını yönlendirmek insanların kendi ellerindedir. Yaptıklarından Allah'a he­sap verecekleri için insanlara seçme hürriyeti verilmiştir; aksi takdirde, insanlara zorlama yapılsaydı, adaletsizlik yapılmış olurdu. Ra­sulullah @, imanın temel esaslarında (Tevhid, Ahiret, Risalet) bile insanın aklını kul­lanmasını teşvik etmiş, böylece insanlığı ilim dünyasının eşiğine getirmiştir.

Bilimsel buluşların ortaya çıkışını sağlayan şu dört mefhum: Bilgi, araştırma, düşünce, hürriyet, Rasulullah @'ın insanlığa sundu­ğu en büyük hediyelerdir. Bu mirasın asıl sa­hipleri, bu altın sözleri ihmal etmiş, unut­muş, pratik hayatlarından çıkarmış, cahili yolları izlemeye başlamış, Öte yandan müs-lümanlarla haçlı seferlerinden, İspanya'da, Güney İtalya'da, Sicilya'da temasları olan Avrupalılar bu altın sözleri almış, anlamış ve faydalanmışlardır. Neticede, asıl varisler ilim­deki ve siyasî alandaki güçlerini ve büyük­lüklerini kaybederken, tüm bu meyvaları asıl sahiplerini belirtme nezaketini bile gösterme­yen yeni sahipleri, ellerine geçirmişlerdir.

Tarihî delillerin ışığında, çüpütülmesi imkân­sız gerçek şu ki, İslâm, Avrupa'nın ilerleme­sinde bir etken olmuştur ve Avrupalıları ka­ranlık çağlardan kurtarmıştır. İnançta ve gündelik hayatta derin bir cehalet, tam bir sefillik içinde olan insanların, müspet ilim alanında eşsiz bir basan elde etmesi, Allah'ın son Peygamberi' nin rehberliği ve aydınlatma­sı ile mümkün olmuştur. O vakte kadar in­sanlar rezalet, pislik ve cehalet içinde yaşa­makta, ilim sahibi olmak isteyenlere zulme-dilmekteydi. Atalarının sapık yollarını ve boş inançlarını iftihar vesilesi yapan kavimler, ifade ve inanç hürriyetinden, soru sorma ve düşünce ileri sürmekten habersizdiler. Kitle­ler zalim idarecilerin boyunduruğunda inli­yor, köylüler Lordların ve Kilise'nin baskı­sından kan ağlıyordu.

Öte yandan, Rasulullah @, temizliğin iman­dan olduğunu, gerçek imanın Allah korku­sunda olduğunu belirtmekte ve insanları Al­lah'ı daha iyi tanımaya çağırmaktaydı. İma­nın manasının Hakk yolu kabul etmek ve kö­tülüklerden kaçınmak olduğunu söylüyordu.

İnsan kültür ve medeniyetinin sağlıklı bir şe­kilde büyümesi ve gelişmesi için hürriyetin şart olduğunu belirtmiştir. Böylece düşün­mek ve çeşitli yollar izleyerek araştırma, in­celeme yapmak, yeni bilimsel alanlara yönel­mek mümkün olur. Peygamber @ -ashabına, "bilgiye ve öğrenmeye derin bir iştiyakla bağ-lanma"yı telkin etmiş, onlara dünyanın dört bir yanında iyiyi aramayı "samimi bir şekil­de, inanç ciddiyeti" ile hür düşünceli olarak olaylara yaklaşmayı emretmiştir. "Müspet davranış anlayışının ilk prensiplerinin" öl­çüsünü vermiş, "düşünce İle kanunun gerçek bütünlüğünü" sağlamıştır. Bilgiye ve bilime böyle bir yaklaşım yeni bir dünyanın kapı­larını aralamış ve keşif ve buluş alanında in­sana geniş ufuklar açmıştır. Artık insana Al­lah'tan başka sınır yoktur. (The Spirit of is­lam, s. 360-373).

Karanlık devirlerde yaşayan Avrupa'nın Rö­nesans'a kavuşması müslümanlar sayesinde mümkün olmuştur. îslâm dünyasının 7. ve 14. yüzyıllar arasındaki bilimsel gelişmeleri­nin sebebi olan Rasulullah @'ın öğretisinin temel unsurlarını Avrupalılara öğreten, müs­lümanlar olmuştur. Avrupa bugün bu husu­su tam olarak tanımasa da, bazı namuslu ki­şiler ortaya çıkmakta ve gerçeği anlatabil­mektedir. Robert Briffault gerçeği şöyle iti­raf etmektedir:' 'Araplar olmasaydı, modern Avrupa medeniyetinin ortaya çıkması ve ge­lişmesi imkânsızdı... Avrupa'daki hiçbir ge­lişmede, İslâm kültürünün etkisini görme­mek, mümkün değildir. Modem dünyayı eski devirlerden ayırt ettirici önemli farklara ve güçlere bu sayede sahip olunmuş, zafere ulaş­madaki en üstün kaynak bu etki olmuştur... Avrupa'daki bilim dediğimiz şey, yeni araş­tırma ruhunun, yeni deneysel, gözlem me-todlarının ve Eski Yunan'da bilinmeyen bir matematik sisteminin neticesidir. Bu metot­lar ve araştırma ruhu, Avrupalılara müslü-man Araplar tarafından tanıtılmıştır." (The Making of Humanity,   s. 190-191).

Stamvood Cobb şöyle demekte: "İslâm, hı-ristiyan ülkeleri kültürel olarak etkileyerek Avru'daki Rönesans'ın gerçek yaratıcısı ol­muştur:' (islam's Contribution to the World Culture). George Bush ise, "Hıristiyanlıkta dahil, tarihte hiçbir devrim Muhammed'in bildirdiği nizamın doğuşu, gelişmesi, ilerle-mesindeki kadar medenî dünyada büyük de­ğişikliklere neden olmamıştır." diyor. (The Life of Muhammed, s. 17). Müslümanların modern dünyaya olan katkılarından bahse­derek Rovert L. Gulick Tu şöyle yazmakta: "Avrupa'daki Rönesans'ın oluşmasında Arapların etkisinin olduğu düşüncesini bir­kaç Öğrenci reddedecektir. Öğretmenlerin ta­rih kitaplarında, Fransız İhtilali'ne yer ve­rildiği gibi, İslâm'ın tarih içindeki inkılâbı­na da yer vermek istemelerinden önce, daha birçok tercümeler yapılması gerekecektir. Müslümanların bıraktığı düşünce hazinele­rinin ortaya çıkarılması için yapılacak geniş araştırmaların ışığında, bugünün yazarları­na düşen, müslümanların çağdaş medeniye­te olan orijinal katkılarına karşı olan menfî düşüncelere karşı koymaktır. (Muhammed the Educator, s. 51-52). "Batı Avrupadaki ye­ni bilgilerin esas kaynağının İspanya'daki müslüman Araplar olduğu gerçeği apaçık meydandadır?' diyor C.H. Haskins (Studies in the History of Medieval Science, s. 3).

Başka bir yazar şunları söylemekte: "Onun­cu yy.ın ikinci yarısındaki Lorraine Okulla­rı, Arap ilimlerinin tohumlarının ilk önce La­tin Avrupa'da filizlendiği fidelikler olmuş­lardır. Sonra, buradan bilgiler Almanya'nın her yanına dağılmıştır?' (J. W. Thompson, The Introduction of Arabic Science into the Lorraine in the 10. Century, May 1929). Bir­çok Batılı bilgin, bilimsel ve kültürel ilerle­melerini Rasulullah @'a borçlu olduklarım serbestçe itiraf etmişler ve iddialarını destek­leyen tarihî deliller göstermişler. İslâm kül­türü ve biliminin Avrupa'ya nüfuz etmesini sağlayan sayısız bilim ve felsefe bilgininin ad­larını zikretmişlerdir. Bunlardan bazıları şun­lardır: Bath'li Adelard (İngiltere), Tivdl'li Plato, Chester'li Robert, Carinthia'h Her-mann, Burgos'lü Rudolf ve Cremona'lı bü­yük Gerard, İbni Sina'nın el-Bitruci'nin ve diğer müslüman bilginlerinin eserlerini ter­cüme eden Michael Scot. Büyük Frederick de Avrupa'da müslümanların etkisinin yayıl­masına yardım etmiştir. (Muhammed the Educater, a.g.e., s. 57).

Rönesans diye bilinen bilimsel ve kültürel ge­lişmeler, müslümanların sayesinde oluşmuş­tur. Bazı peşin hükümlü Avrupalılar, özel­likle Amerikalılar hem kendi insanlarına, hem de bilim dünyasına haksızlık yaparak bu bilimleri Romalılardan ve Yunanlılardan al­dıklarında ısrar etmektedirler. Şurası tarihî bîr gerçektir ki, Avrupalılar, Arapçaya çev­rilenlerden başka değeri olan hiçbir eski Yu­nan eserinden faydalanabilecek durumda de­ğildiler. Kendi filozofları Aristo'yu bile müs-lümanlar sayesinde öğrendiler. Araplar bü­tün Yunan bilimlerini Arapçaya çevirmiş, kendi süzgeçlerinden geçirmiş ve onlardan yararlanarak tamamen kendilerine ait yep­yeni bir üstün yapı oluşturmuşlardır. Yeni araştırma metodlarıyla var olan sanatı ve bi­limleri geliştirmiş, o güne kadar görülmemiş boyutlara ulaştırmışlardır. Bilimsel metot ru­huna ve araştırmalara yeni bir dinamizm kat­mışlar ve çağlar boyu bunu sürdürmüşlerdir. Batı ise, müslümanların bıraktığı yerden alıp, bilimi daha ileri götürmüştür. Avrupalıların bilimi merdivenin tâ başında, Yunanlılardan alıp bugünkü yerine getirdiklerini söylemek, müslümanların insanlık tarihine kattıklan ve ne Yunanlıların ve Romalıların ne de onla­rın atalarının malûmu olan, 8-9 asırlık bü­yük bilgi zenginliğini inkâr etmek, tamamen saçmadır.

Majör Arthur Glyn Leonard'ın sözleri bizim düşüncelerimizi tamamen doğrulamaktadır: "Daha önce hiçbir doğru dürüst bilgiye sa­hip olmayan Avrupa, bugünkü hâlini İslâm kültür ve medeniyetine borçludur. Bilimsel ve sosyal alanda parlak bir yüksekliğe eriş­miş olan İslâm medeniyeti, ortaçağın feoda­lizme ve cehalete batmış, tamamen çökmüş olan Avrupa toplumunu sefaletten kurtar­mıştır.

Müslümanların kurduğu sistemin sağlamlı­ğı, eriştikleri sosyal ve entellektüel seviye, yüksek kültür ve medeniyet olmasaydı, şu anda kültür ve medeniyetin zirvesinde ol­makla övünen bizler, cehaletin karanlıkları­na batmış duruyor olacaktır. Bir müslüman için, hakiki bilginin, herhangi bir dinî düşü­nüşten daha önemli olduğunu, Avrupa'da sertlik ve hoşgörüsüzlük hüküm sürerken, Müslümanların engin bir müsamaha anlayı­şına sahip olduklarını unuttuk mu? Fethet­tikleri yerlerde şiddet kullanmamaları, eşsiz bir müsamaha ve serbestlik ortamı oluştur­maları, insanlığı yeni şeylere kavuşturmala­rı, bizim ortları davet etmemize sebep olma­dı mı?" ("islam" Her Moral and Spiritual Value).

 

KISIM 4

 

İSLÂM VE BİLİMLER

 

Giriş

 

Daha önce de tartışıldığı gibi, Hz. Muham-med @'ın öğretisinin insanların muhtelif alanlardaki çalışmaları ve kültürlerine etki­si çok büyük olmuştur. Bu öğreti, insan bil­gisinin bütün alanlarında öğrenme ve araş­tırmayı teşvik etmiştir. Bunun için önyargı ve hurafeleri insan aklından uzak tutmuş, serbest bir akılla araştırma yapmak ve haki­kati izlemek için, insanı cesaretlendirmiştir. Yine bu öğreti, yukarıdaki yaklaşımın doğ­ru olduğunu ve insanlığın yararına yeni ufuk­lar açmak suretiyle, insanın ilerlemesine ön­cülük edeceğini önemle belirtmiştir. Bilim ile din arasında gerçekte bir İhtilâfın olmadığı fikri, Hz. Muhammed @'ın bir eğitici ola­rak getirdiği en büyük yenilikti. Bu husus, Batı âlimleri tarafından, henüz daha tam manasıyla ne kavranmış, ne de kabul edil­miştir. Bilim ve din, daima insanın doğal ya­pısı içinde yanyana bulunmuşlar ve araların­da husumet, rekabet veya tenakuz meydana gelmemiştir. Bir taraftan îlâh ve Rab oldu­ğu için Allah'a inanmak, diğer taraftan dün­yanın ve kâinatın sırlarını bilmeyi arzu et­mek, insanoğlu için doğaldır. İnsanın yara­tılışının İlk anlarından itibaren, bu doğal te­mayüller insan davranışlarında gözlenmiştir.

Kur'an-ı Kerim'de, insandaki bu doğal tema­yülü gösteren birkaç misal zikredilmiştir: "Rabbin İnsanoğlunun sulbünden soyunu alıp devam ettirmiş, onlara: 'Ben sizin Rab-biniz değil miyim?' demiş ve buna kendile­rini şahit tutmuştu. Onlar.da: 'Evet, şahidiz' demişlerdi." (7: 172). Hem Allah, vaktiyle, peygamberlerden bağlılık sözünü şöyle al­mıştı: " —Celâlim hakkı için size Kitap ve hikmet verdim; sizde olanı tasdik eden bir peygamber gelecek, ona mutlaka inanacak­sınız ve mutlaka yardım edeceksiniz, ikrar edip bu ahdi kabul ettiniz mi' buyurdu. Onlar: 'İkrar ettik', dediler. Allah şöyle buyur­du: 'Öyle ise birbirinize karşı şahit olun, ben de sizinle beraber şahitlerdenim.' " (3: 81). Hz. Muhammed @ da ashabına bunları açıklamıştır. Übey b. Kaab'dan rivayet edil­diğine göre, Hz. Peygamber @ şöyle buyur­muştur: "Allah, bütün insanları yaratıldık­ları zaman bir araya topladı ve sordu: 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' Onlar da: 'Şüp­hesiz, Sen bizim Rabbimizsin,' diye cevap ver­diler." İnsanoğlu, bilgiye doymak bilmeyen bir istekle yaratıldığı için, Allah, onun kâi­nattaki gizli sırları bilmesi için, yeterli dü­zenlemeler yapmış, ona eşyanın tabiatını ve isimlerini öğretmiştir. (2: 31). Daha sonra, gökler ve yerdeki bütün güçler ve hazineler insanın emrine verildi: "Bir de göklerde ne var, yerde ne varsa, hepsini kendi katından sizin hizmetinize verdi. Şüphesiz ki bunda, düşünecek kimseler için dersler vardır." (45: 13). Nahl Suresi'nde de şunları görmekteyiz: . "Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizme­tinize vermiştir. Yıldızlar da O'nun emrine bağlıdırlar. Bunlarda, akleden kimseler için dersler vardır. Yeryüzünde rengarenk şeyleri de sizin hizmetinize bağlamıştır. Elbette bun­da da düşünecek bir topluluk için bir ibret vardır. Yine denizden taze et yiyesiniz ve on­dan giyip takınacağınız bir ziynet çıkarası-nız diye, denizi hizmetinize bağlayan O'dur. Gemilerin, denizde suyu yararak gittiklerini görüyorsun, hem Allah'ın fazlından nasip arayasınız diye, hem de olur ki şükredersi­niz." (16: 12-14).

Kur'an-ı Kerim'in bu ayetleri açıkça göster­mektedir ki: Sağlam bir insan yapısında, bu iki doğal yük arasında hiçbir çelişki yoktur. Çünkü bunlardan birisi, insanın Allah'ın sö­züne tamamıyla teslim olmasına, O'na iba­det etmesine ve O'nun yolunu izlemesine yar­dım ederken, diğeri Allah'ın kâinattaki sıfat­ları ve tecellileri hakkındaki bilgileri bulmaya sevkeder. Bu, sonunda, insanı Allah'tan da­ha fazla korkmaya ve ona daha çok ibadet etmeye götürecektir. "Kullar arasında Allah-tan gerçekten korkanlar, Onu bilenlerdir." (Prof. Muhammed Kutup, Mekke Eğitim Konferansında, 1977, sunduğu tebliğden) Hakikatte, bu iki temayüz öylesine birbirle­rini tamamlayıcı ve içiçedir ki, daîma bera­ber mütalâ edilir. İkisi de gayet tabiî ve in­sanîdir. Allah'a, ümit ve korkuyla itaat ve ibadet etmek nasıl ki tabiî ve insanî ise, aynı şekilde etrafımızdaki dünya hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak ve insanın yararına olan kaynaklarını keşfedip kullanmak arzu­su da öyle tabiî ve insanîdir. Bu tabiî ve in­sanî eğilimler arasında kesinlikle hiçbir te­nakuz, husumet, rekabet ve ihtilâf yoktur. İnsanın yaratılışından beri, bu iki eğilim in­san tabiatında yanyana mevcuttur. Bilim ve dini birbirinden ayırmaya çalışıp, aralarına sunî ihtilaf ve rekabet sokanlar, sadece ate­istler (tanrı tanımazlar), agnostikler (biline­mezciler) ve sekülarist (laik)lerdir. Böyle bir rekabet ve ihtilâf olması demek, Allah'ı zik­retmek ve öna hamdetmek gibi tabiat üstü bir unsuru, tamamen mekanik bir pozisyo­na sokmak demek olurdu. Fakat İslâm kül­türü ve araştırmalarında bu iki doğal eğili­me (bilim ve din) set çekmek günahtır. îslâ-mî kültür, okul ile camiye, pazar ile labora-tuvara, ev üe başkanlık koltuğuna, mahke­melere, yasama organlarına, kısacası insan-hayatının her veçhesine hükmeder. Bilim ve din, İslâmî kültürün esasını ve Özünü teşkil eder.

Tarih, İslâm'ın birleştiricilik görüşünün, farklı bilgi şekillerinin, birbirinden bağım­sız olarak geliştirilmesine müsade etmediği hususunda pekçok delil taşır. Bilâkis maddî konulardan en yüksek metafiziğe kadar her çeşit bilgi arasında, organik olarak, gerçeğin kendisini yansıtan bir ilişki vardır. Üstelik, İslâm maneviyatı, mahiyeti itibarıyla daima dirayetli ve (gnostik) irfanî-ilmî olagelmiştir. Öyle ki, bilginjn aranması, avam arasında bi­le, özel bir dinî atmosfer husule getirmiştir, bu duruma başka geleneklerde bu ölçüde rastlanmaz. İslâmî bilimlerin oluşturulma­sından sorumlu olan vahyin, insanların ve uygarlıkların zihinlerini, eylemlerini ve çev­relerini biçimlendiren ruhu kabul edilmeden, İslâmî bilimlerin doğuşunu ve gelişmelerini algılamak mümkün değildir. "Hem bilgi, hem de eylemin prensiplerinin çıkarıldığı Vahyin merkezi Teosofani'sini (sistemini), Kurıan-ı Kerim oluşturur, buna peygambe­rin hadislerinin de eklenmesi gerekir. Kur­an ve hadis birlikte, hangi alanda olursa ol­sun, îslâmî olan her şeyin kaynağını teşkil eder. Dahası, bu kaynaklar, bilimlerin oluş­ması ve gelişmesinde çifte bir rol oynamış­lardır. Her şeyden Önce, bütün bilimlerin, ay­rıntılarının değil de, prensibinin Kur'an'da var olduğu, müslümanlarca kabul edilir. İkinci olarak, Kur'an ve hadis, Tevhid'in şu veya bu şekilde tasdikinin bir yolu olarak, bilginin aranmasının faziletini vurgulamışlar ve böylece bilimlerin gelişmesi için bir ortam oluşturmuşlardır. Bundan dolayı, Kur'an ve hadisin bağrından, bütüncül bir metafizik ve kozmoloji çıkmış ve bütün İslâmî bilimlerin üzerine bina edildiği bir baz vazifesini gör­müştür. Bunlar, aynı zamanda, Kur'an ve ha­diste yansıtıldığı gibi, İslâm'ın ruhu ile uyum içinde olan tüm entellektüel faaliyeti destek­leyerek ve teşvik ederek özel bir atmosfer de oluşturmuşlardır.

İslâm'ın meydana getirdiği din ve medeniyet ile organik bir bağ içinde olan İslâmî bilim­lerin bir şekilde anlaşılması için, İslâm'ın bu iki temel kaynağından ihtiva edilen emrin önemi, ne kadar vurgulansa azdır. Bu söz­ler, araştırmacı müslümanların zihinlerini, asırlar boyu şekillendirmiş ve onlara, hem bilgi, hem de ilham açısından bir kaynak sağ­lamışlardır. İslâmî bilgi kavramı, birlik ve hi­yerarşiden müteşekkil iki temel eksen üzeri­ne oturtulmuştur. Bilgiyle nihaî manada öz­deş olan ve varlığın kendisi gibi, bilginin bi­limleri ve şekilleri de sonuç olarak birdir ve aynı zamanda hiyerarşik bir düzene tabidir­ler. İslâmî bilgi, beşeri bilgilenmenin değişik şekilleri ve yolları arasında artık bir bağın bulunmadığı bugünün profan bilgi anlayışın­daki gibi, gelişigüzel değildir. Genellikle İs­lâm'da yeşeren İslâmî bilimler ve entellektüel perspektifler, başka bir nokta-i nazardan da bütün bilginin özü olan en büyük Zat'ın ni­haî olarak Bir'in bilgisine götüren bir silsile İçinde görülegelmiştir. Orijinal olarak diğer medeniyetlerce şekillendirilen bilimlerle kar­şılaştıklarında, müslüman entellektüel oto­ritelerin, bunları bilgi hiyerarşisinin İslâm çerçevesine entegre etmeye çalışmaları bu se­beptendir," (Seyyid Hüseyin Nasr, Islamic Sciences)

Böylece, İslâmî sistemde bilim ve din arasın­da, Hıristiyanlıkta ve diğer dinî sistemlerde görüldüğü türden hiçbir çatışma yoktur. Ve bu iki eğilim birbirlerini tamamlayıcı ve bü­tünleyici olarak kalmışlardır. Bu, neticede, Allah'tan çok korkup, çok ibadet eden in­sanların oluşmasına yol açar, çünkü onlar gerçekten evrendeki sırlar ve fevkalade teza­hürlerin arkasındaki Gerçek'İ aramış ve gör­müşlerdir. (35: 28). Onlar, yeryüzü ve evreni Allah'ın yarattığını bilir ve O'nun kanunuyla yönetildiğini de anlarlar (41: 53, 2: 116). Ay­nı veçhile, insan hayatı ve davranışları da İlâ­hî kanun ile düzenlenir (30: 26). Allah'a ve kanuna olan bu inanç, alışkanlıklarını, ge­leneklerini, duygularını, düşüncelerim ve ya­şam tarzlarını idare eder ve biçimlendirir. İs­lâm-tarihi, bu inancın, insan tarihinin seyri­ni değiştiren ve insan kültürüyle çalışmala­rını etkileyen bir kavmin oluşturduğu gerçe­ğine ait pekçok delil taşır. Kişilerin değerle­ri, ideolojileri farklılaştı ve hayata bakışları radikal bir değişime uğradı. Onlara yeni bir yön, yeni bir amaç ve yeni bir hedef verildi.

Bu değişiklik, ortaya koyacağımız gibi, insa­nın her sahadaki bilgi ve araştırmalarında aşikâr olarak görüldü.

 

1- Kozmoloji

 

Kozmoloji, İslâm'da bütün bilimlerin başla­ma noktasıdır ve "Bir", görünmez, fakat her yerde mevcut olan Allah'ın, mükemmel dün­yasının yaratıhşıyla ilgilenir. "Allah'tan baş­ka ilâh yoktur. Hz. Muhammed @ O'nun el-çisidir." Bu doktrin, ilmî bilginin ana tema­sıdır; çünkü "Bütün kâinat, BİR ALLAH tarafından yaratılmıştır ve çok büyük olma­sına, hiyerarşik yapısına rağmen Allah'ın bir­liğini yansıtır." Kur'an, kâinatın bu büyük gerçeğini şu şekilde ifade eder: "Allah O Al­lah'tır ki, kendinden başka hiçbir ilâh yok­tur. O, ezelî ve ebedî hayat ile bizatihî diri­dir, (bakidir). Zat ve Kemâl sıfatlarıyla ya­ratıkların bütün işlerinde hâkim ve kaimdir, her şey O'nunla kaimdir. O'nu ne bir. dal­gınlık, ne de bir uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nun. O'nun izni ol­madıkça katında kim şefaat edebilir? O, bü­tün varlıkların önlerinde ve arkalarındaki gizli ve aşikâr her şeyi bilir. Onlar (varlıklar-yaratıklar) ise, Allah'ın dilediği kadarından başka İlâhî İlim'den hiçbir şey kavrayamaz-lar. O'nun kürsüsü (mülk ve saltanatı) gök­leri ve yeri çevrelemiş, kaplamıştır. Gökleri ve yeri korumak, gözetmek, O'na zorluk ve ağırlık vermez. O, çok yüce, çok büyüktür." (2: 255).

Bu, açık olarak gösterir ki, kâinatın esas noktası Allah'ın 'Kontrol eden otorite olma­sıdır.' Bu keyfiyet "îslâmî Vahiy prensipleriy­le ve de Kur'an'ın batınî mesajı ile onun ta­mamlayıcısı olan peygamberin derunî öğre­tisinden açığa çıkan metafizikle doğrudan il­gilidir" (Islamic Science, s. 28-30). Kâinatın incelenmesi, insanı sonunda başladığı yere: 'Allah'ın Birliği, bütün kâinatın O'nun di­rekt emir ve kontrolü altında olması ve Al­lah'ın yerde ve göklerde olan her şeyden ta­mamıyla haberdar olması' gerçeğine geri gö­türür. "Göklerle yeri ve aralanndakileri altı günde yaratan O'dur. Sonra arşa (kudret ve saltanatı ile) hükmeden odur. Yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve ona yükseleni hep bilir. Her nerede olsanız (ilim ve kudre­ti) sizinle beraberdir. Allah bütün yaptıkla­rınızı görendir. Bütün gökleri ve yerin mül­kü O'nundur; ve bütün İşler O'na döndürü­lür. Geceyi gündüze katar, gündüzü de ge­ceye kadar. O, kalplerde olanı bilendir." (57: 4-5-6).

Göklerde ve yerde Allah'tan gizlenen hiçbir şey yoktur. "Şüphe yok ki, senin Rabbin, on­ların kalplerinin gizlediklerini ve açıkladık­larını tamamen biliyor. Yerde ve gökte hiç­bir sır yoktur ki, açık bir kitapta olmasın." (27: 74-75). Sure-i Yunus'da biz tekrar şun­ları okuruz: "Sen herhangi bir işte bulun-san, Kur'an'dan her ne okusan, sen ve üm­metin herhangi bir amel yapsanız, siz ona dalıp dururken, muhakkak biz üzerinizde şa­hit bulunuruz. Ne yerde, ne gökte zerre ağır­lığınca hiçbir şey Rabbinizden gizli kalmaz.; ne bundan daha küçük, ne de daha büyük... Ancak bunların hepsi açık bir Kitap'ta (Levh-i Mahfuz) yazılıdır." (10: 61).

Allah'ın ilminin büyüklüğü ve derecesinin bir nebzesi Kur'an'ın aşağıdaki ayetinde şöyle anlatılmaktadır: "Görmez misin? Allah hem göklerdekini, hem yerdekinİ bilir. Herhangi bir üç kişinin gizli bulunduğu yerde dördün­cü mutlak O'dur (Allah). Beş kişinin gizli bulunduğu yerde altıncıları mutlaka O'dur; bunlardan daha az, daha çok oluyor mu, muhakkak O, her nerede olsalar, onlarla be­raberdir.'Sonra bütün yaptıklarını, kıyamet günü, kendilerine haber verir. Haberiniz ol­sun ki, Allah, her şeyi bilendir." (58: 7).

Kur'an-ı Kerim'in üzerindeki çalışmalar, kâ­inatın muhtelif taraflarını açıklayıp tasvir ederek, pekçok bilimin büyümesini sağlayan, bilgiyi ve araştırmayı teşvik etti. Fakat bu bi­limler, kâinatın, bir tek Allah tarafından ya­ratılması, kontrol edilmesi ve yönlendirilmesi yüzünden tamamen birleşiktir. Bunun sonu­cu olarak, "Islâmî kozmoloji ve kozmogra-fi, farklı şekillerde, coğrafyadan simyaya ka­dar değişik İslâmî bilimler için temel, kalıp ve prensip olarak hizmet etmiştir. Bunlar, belli bilimlerle İslâm prensiplerini birbirine bağlamayı ve İslâm Medeniyeti'nde bir bü­tünlük sağlamayı mümkün kıldı. Bu mede­niyette, farklı bilimler, İslâm'ın bütünlüğü­nü yitirmeden yeşermiştir ve tabiat, insan ile onun doğal ve kozmik çevresi arasındaki ahengi bozmadan incelenmiştir.

Kur'an-ı Kerim, kâinatın temel oluşma İşle­minden ve bu âlemlerdeki dünyaların en son tertibinden bahseder. "Sonra (Allah), duman halinde olan göğe yöneldi, ve ona arza 'İki­niz de isteyerek veya istemeyerek gelin, mey­dana çıkın' dedi. Onlar da: 'Biz isteyerek gel­dik.' dediler. Böylece gökleri, yedi kat gök olarak iki günde yarattı. Bir de her gök eh­line emrini vahyetti. Biz dünya göğünü de kandillerle (yıldızlarla) donattık, onu (afet­lerden) koruduk. İşte bu, Azîz, Alîm olan Allah'ın takdiridir." (41: 11-12). Yine aşağı­daki ayette kâinatın oluşma işlemine ait bil­gi vardır: "İnkâr edenler görmediler mi ki, göklerle yer bitişik bir halde iken biz onları ayırdık. Hayatı olan her şeyi sudan yarattık. Halâ inanmıyorlar mı?" (21: 30).

Kur'an, pekçok olayda, yedi kat göğün ya­ratılışından bahseder; fakat biz "yedi1 kat gÖk"ün önemini tam olarak anlamıyoruz. 'Yedi' sayısı göklerin gerçek sayısını ifade eder veya "göklerin" çokluğu gerçeğini or­taya koyar. Kur'an, sayıları, bir şeyin çoklu­ğunu anlatmak için kullanır. O zaman ' 'gök-ler"in anlamı nedir? O, "yedi kâinat" mı, ("yedi galaksi" mi demektir.) Her ne hal ise, yedi sayısı, Allah'ın yaratıcılığının, çokluğu­nu, büyüklüğünü ve sınırsızlığım gösterir. (A. Yusuf Ali, The Holy Qur'an, s. 1191-1567).

Bakara Suresi'nde şöyle zikrediliyor: "Yer­de ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur. Sonra semayı kasdetti de onları, yedi gök ha­linde nizama koydu. O her şeyi hakkıyla bi­lendir." (2: 29). Talâk Suresi'nde de şunları görüyoruz: "O Allah'tır ki, yedi (kat) gök yaratmış. Arz'dan da onların mislini... Al­lah'ın emri ve kazası, bütün bunların arasın­da inip duruyor; bilesiniz ki, Allah her şeye kadirdir ve her şeyi ilmi ile kuşatmıştır?' (65: 12). Nuh Suresi'nde de: "Görmediniz mi, Allah göğü yedi kat üzerine nasıl yaratmış? Aralarında aya aydınlık vermiş, güneşin de ışık saçmasını sağlamıştır..." (71: 15-16) bu-yuruluyor. Müminun Suresi'nde ise "Doğ­rusu biz, sizin üzerinizde yedi kat (gök) ya­rattık. Biz yaratmaktan gafil olmadık." (23: 17) şeklinde zikrediliyor.

Son ayette belirtildiği gibi, yaratılışta gözle­diğimiz bir başka husus da, bütün evrende­ki fevkalâde ahenk ve orandır. Her şeyde, gözlenen kanunun Birliğini gösteren, ittifak, birlik ve son derece bir uyum sezilir: "Gök­leri yedi kat üzerine yaratan O'dur. Rahman­ın yarattığında bir düzensizlik göremezsin. Gözünü bir çevir bak, (semaya), bir çatlak görebilir misin? Bir aksaklık bulmak için gözünü çevir; tekrar tekrar çevir bak; ama göz umduğunu bulamayıp bitkin ve yorgun düşer." (67: 3-4). Bu, kâinattaki esas ve ev­rensel gerçeği ve doğruluğu gösterir. Bütün yaratıklar, büyük veya küçük, canlı veya can­sız, görünür veya görünmez, kâinatın her yerinde bir tek Yaratıcı ve Hakîm'in kanunu­na uyarlar: "Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan ve sonra arşa hükmeden, gün-jüzü —durmadan kovalayan— gece ile bü-ruyen; güneşi, ayı, yıldızlan, hepsini buyru­ğuna baş eğdirerek var eden Allah'tır. Bilin ki yaratma da, emir de O'nun hakkıdır. Alemlerin Rabbi olan Allah Yücedir:' (7: 54). Yunus Suresi'nde: "Doğrusu sizin Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratıp sonra arşa hükmeden, işi düzenleyen Allah'tır. İzni ol­madan kimse şefaat edemez. İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'na kulluk edin. Artık İbret almak için düşünmez misiniz?" (10: 3), buyuruluyor. "Allah, gökleri, gördüğünüz şekilde, direksiz olarak yükseltendir. Sonra, Kudretiyle arşa hükmeden herbiri belli bir süreye kadar hareket edecek olan güneş ve ayı buyruğu altına alan işleri yürüten, ayet­leri uzun uzun açıklayan Allah'tır; ola ki Rabbinize kavuşacağınıza kesin olaraH inanırsınız." (13-2).

Kur'an-ı Kerim'in bu ayetleri, göklerdeki ve yerdeki her şeyinRablerininbir tek kanunu­nu izledikleri hususunda hiçbir şüphe bırak­maz. Onların tümü, hiç tereddütsüz Allah'­ın emrine itaat ederler. Kur'an-ı Kerim, bu­nu şu sözlerle izah eder: "Göklerde ve yer­de kim varsa, ister istemez kendileri de, göl­geleri de sabah-akşam Allah'a secde eder." (13: 15). Nuh Suresi'nde ise: "Göklerde ve yerde olan canlılarla melekler ki, büyüklük taslamaVsızın Allah'a secde ederler. Kendi­lerine hâkim olan Rablerinden korkarlar ve emrolundukları şeyleri yaparlar." (16: 49-50) Duyurulmaktadır. Aynı husustan Hacc Su­resi'nde daha geniş şekilde bahsedilmekte­dir: "Görmedin mi, göklerde ve yerde olan ner Şey; güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanlardan çok kimseler Al­lah'a secde ediyor. Birçoğunun da üzerine azap hak olmuştur. Allah'ın alçaklığı kim­seyi yükseltebilecek yoktur. Elbette Allah di­lediğini yapar." (22: 18). Kur'an-ı Kerim'in bütün bu ayetleri, yaratılışın bir birlik (vah­det) olduğunu, Yaratıcı'sının kanununa uy­duğunu, şüphe götürmeyecek bir şekilde ortaya koyar. AJcsi takdirde hiçbir yerde kusur­suz bîr ahenk, denge ve oran olamayacaktı. Evrenin çeşitli kısımları arasında tam bir ahenk ve işbirliği vardır. Bütün işler, bir di­ğerinin fonksinonunu tamamlayan bir uyum içindedir.

Bu yaratılış bahsinde, Kur'an'da Allah'ın üç ayrı yaratış kademesi zikrolunur: Göklerde, yerde, gök ve yer arasında. "Bütün gökte olanlar, bütün arzdakiler, bütün bu ikisinin arasındakiler ve toprağın altındakiler hep O1 nundur." (20: 6) (A. Yusuf Ali, The Holy Qur'an, s. 1191-1567).

Kâf Suresi'nde de şu şekilde geçer: "Celâ­lim hakkı için, biz göklerle yeri ve araların-dakileri altı günde yarattık; bize bir yorgun­luk da dokunmadı:' (50: 38). "Gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yaratan; sonra da arşa hükmeden Rahman'dır." (25: 59). (Aynı mealdeki sözler 32. Surenin 4. aye­tinde de mevcuttur.)

"Biz göklerle Arzı ve aralarındaki şeyleri an­cak hak ve hikmetle yarattık." (15: 85).

Bütün bu ayetlerin hepsi, aşağıdaki ana ger­çekleri ortaya koyar. Birincisi, bütün Yaratı­lış, belirli bir zaman zarfında olmuştur; bu altı günlük bir süredir. İkincisi, göklerin ve yerin yaratılışında, bir üstüste gelme sözko-nusudur. Üçüncüsü, kâinatın orijinal yara­tılışı, daha sonra parçalara ayrılan bir kitle­den olmuştur. Dördüncüsü, Yaratılış Olayı göklerin ve yerin çokluğu fikrini verir. Be­şincisi, göklerin ve yerin yaratılışı arasında bir ara basamak vardır. (Maurice Bucaille, The Bible, The Qur'an, and Science, s. 141-142).

Kur'an-ı Kerim'de insanın arz engellerini kı­rarak, kâinata girdiği ihtimaline dair de bir bahis vardır: "Ey cinler ve insanlar toplulu­ğu! -Gücünüz yeterse, göklerin ve yerin etra­fından çıkıp gidin. Ama Allah'ın verdiği bir güç olmaksızın geçemezsiniz ki..." (55-33). Böylece Kur'an-ı Kerim; insanı, inkılâbçı felşefe ve fikirlerinden dolayı, yaşamın önyar­gı, hurafe ve bilgisizliklerini bir yana bıra­karak, açık bir fikirle İyice düşünerek ger­çekle yüzyüze gelmeye davet eder. Bu, insa­noğlu için, bir üzengi rolü oynar ve ona ye-bi bilgi ufukları açar. "Akıl ve düşünce sa­hibi olan bir kavim için Allah'ın birliğine, kudret ve yüceliğine delâlet eden elbette bir­çok alâmetler vardır." (2: 164), (13: 4), (16: 67); "İyice düşünüp anlayanlar" (6: 65; 6: 98; 9: 81). "Düşünüp, mülahaza eden ve tes­lim olanlar." (2: 266; 10: 24 ve 45: 13). "Gö­ren, anlayan ve idrak edenler." (7: 185; 30: 9 ve 50: 6). Bilenler, gerçekten bilgi ve öğre­nim sahibidirler. Onlar Rablerinin yaratış mucizelerini görür, anlar ve üzerinde düşü­nüp taşınırlar, ayrıca onun önemini kavra­yıp, bundan gerekli dersi alır ve şöyle der­ler: "Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen bâtıl şey yaratmaktan münezzehsin. Bizi aza­bından koru." (3: 191; 38-27).

 

Kâinattaki Genel Gözlemler

 

Kur'an-ı Kerim, kâinat üzerindeki genel mü­talaasını şöyle belirtir: "Allah, gökleri, gör­düğünüz şekilde direksiz yarattı." (31: 10; 13: 2). Kaf Suresi'nde şöyle denir: "Üstlerinde­ki semaya bakmadılar mı ki, biz onu nasıl bina etmişiz ve onu donatmışız da hiçbir çat­lak da yoktur?" (50: 6). Bakara Suresi'nde ise: "Yerde ne varsa hepsini sizin için yara­tan O'dur. Sonra semayı kasdetti de onları, yedi gök halinde düzenledi..." (2: 29), buyu-rulmaktadır.

Göklerde ve yerde katı bir disiplin ve düzen vardır; bütün semavî cisimler, Yaratıcı'ları-nın İlâhî Kanunu'na tâbidir: "Yine de ki: 'O yedi göğün Rabbi kim? O çok büyük Arşın Rabbi kim!' " (23: 86). Rûm Suresi: "Gök­lerde ve yerde ne varsa O'nundur, hepsi ona boyun eğmektedirler." (30: 26). İbrahim Su­resi'nde tekrar: "Güneşi ve ayı, âdet ve gö­revlerinde devamlı olarak size o musahhar kıldı; yine gece ve gündüzü sizin faydanıza o bağladı." (14: 33; 55:5 ve 45: 13) buyurulmaktadır.

Ay için belli menziller takdir edilmiştir: "( Allah'tır ki, güneşi bir ışık ve ayı da bir nu yaptı, miktarlar ve ölçüler tayin buyurdu ki senelerin sayısını ve hesabı bilesiniz." (10: 5) Yasin Suresi'nde: "Ayın da seyrine menzil ler (miktarlar) takdirettik. Nihayet kurumu eski hurma dalının şeklini almıştır." (36: 39)

 

Her Şey İnsanın Yararı İçin

 

Allah, bütün bu semavî cisimleri, inşamı hizmetine verdi: "Geceyi, gündüzü, güneş ve ayı sizin istifadenize vermiştir. Bütün yıl dızlar da O'nun emrine bağlıdırlar. Elbett bunların herbirinde aklını başına alıp, düşü nen bir topluluk için, birçok dersler vardır.' (16: 12). En'âm Suresi'nde: "Karanın ve de nizin karanlıklarında doğru yolu kendileriyl bulaşınız diye sizin için yıldızları yaratan O dur. Gerçekten, bilenler için, ayet ve alâmet leri açıkça bildirdik." (6: 97) denmektedir.

Kur'an-ı Kerim, semavî cisimlerin tabiatın dan da bahseder: "Ne yücedir o Allah ki gökte burçlar (gezegenler) yaratmış ve içer sine bir kandil (güneş), bir de nurlu ay koy muştur." (25: 61). Nuh Suresi'nde: Görme diniz mi, Allah yedi göğü tabaka tabaka na sil yaratmış? Ayı içlerinde bir nur kılmış w güneşin ışık saçmasını sağlamıştır." (71: 15 16). Nebe Suresi'nde: "Üstünüze yedi ka sağlam gök bina ettik. İçlerine parıl parıl ışıl dayan güneşi varettik." (78: 12-13). Kur'an arzın kâinatın merkezi olduğuna dair eski bi inancı tümüyle reddederek, gece ve gündü zün birbirini takip ettiğini ortaya koyar: "Al lan, gündüzü gece ile örter ve süratle gec< gündüzü, gündüz de geceyi kovalar" (7: 54) Zumer Suresi'nde: "O, geceyi gündüzün üze rine buruyor, gündüzü de gecenin üzerin' buruyor:1 (39: 5). Yasin Suresi'nde: "Gece d bir alâmettir. Onlara: Ondan gündüzü soya çıkarırız. Bir de bakarlar ki karanlığa kah vermişlerdir." (36: 37). "Allah, geceyi gün düzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar." (22: 61).

Bundan başka, Kur'an-ı Kerim, kendine has halleriyle, yıldızların dünyasından da bahse­der: "Güneşi, ayı, yıldızları, Allah, emrine bağlı kıldı. Bilin ki, hem yaratmak, hem de emretmek O'na mahsustur. (7: 54). Tûr Su-resi'nde: "Gecenin bir kısmında ve yıldızla­rın batışı sırasında dahi teşbih et!" (52-49) buyurulmaktadır.

Tarık Suresi: "Andolsun semâya ve Tarık'a... Bildin mi Tarık ne? O ışık saçan yıldızdır; (Zuhal yıldızıdır)." (86: 1-3). Saffât Suresi nde yıldız kaymasından bahsedilir: "Onu da yakan parlak bir yıldız takibeder." (37: 10).

Yedi semavî cisim, Kur'an-ı Kerim'de çeşitli olaylarda, fakat değişik şekillerde zikredilir: "Allah, onları yedi gök (muhtemelen geze­genler) halinde nizama koydu." (2: 29). Mü-minûn Suresi'nde: "Doğrusu biz, sizin üze­rinizde yedi kat gök yarattık. Biz yaratmak­tan gafil olmadık." (23: 17). Ha-Mim Sure­si'nde: "Böylece gökleri, yedi kat gök ola­rak İki günde yarattı. Bîr de her göğün işini kendisine vahyetti." (41: 12). Mülk Suresi­nde: "Gökleri yedi kat üzerine yaratan O-dur. O Rahman'ın yarattığında hiçbir düzen­sizlik göremezsin. Haydi gözünü çevir bak, bir çatlak görebilir misin?" (67: 3) Ve yine aynı surede: "Celâlim hakkı için, biz en ya­kın semayı yıldızlarla donattık. Bir de on­larla şeytanların taşlanmasını sağladık ve şey­tanlara çılgın alev azabını hazırladık." (67: 5), buyurulmaktadır.

Kur'an-ı Kerim, muhtemelen yeryüzünün at­mosferi olarak isimlendirebilecek bir şeyden de bahseder: "Biz, dünya göğünü de kandil­lerle donattık, onu koruduk." (41: 12). Hicir Suresi'nde "Gerçekten biz, gökte burçlar yarattık ve göğü, bakan kimseler için yıldız­larla süsledik. Ve onları kovulan her şeytan­dan koruduk." (15: 16-17). Yine Saffât Su­resi'nde: "Gerçekten biz, yakın göğü, yıldız­lardan ibaret bir süsle donattık ve itaatten çıkan her şeytandan koruduk." (37: 6-7).

Güneş ve ayın yörüngeleri de, Kur'an-ı Ke-rim'in çeşitli pasajlarında anlatılır.

"Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O-dur. Bunların herbiri kendi dairesinde dolaş­maktadır." (21: 33). Yine Yasin Suresi'nde: "Ne güneşin aya yetişmesi mümkün olur, ne de gece gündüzü geçer. Hepsi bir elekte yü­zerler, devirlerini tamamlarlar!' (36: 40). Ra'd Suresi'nde: "Güneşi ve ayı da kulların men­faatine tâbi kıldı. Bunlardan herbiri belirli bir vakte kadar dolaşıyor." (13: 2: 31-19).

 

Gökler, Evrimi Ve Genişlemesi

 

Kur*an-ı Kerim'de, güneş ve ay gibi gök ci­simleri için, muayyen bir yer ve süreden bah­seden pek çok bölüm vardır. Buradan, bun­ların her ikisinin evrimini tamamladıkları ve belirlenmiş yerlerine ulaştıkları anlaşılır: (13: 2; 31: 19 ve 35: 13). Kur'an'daki bazı bölüm­ler de, kâinatın, daimi olarak genişlediği iz­lenimini verir. "Biz, gökleri kuvvetle yarat­tık. Şüphesiz Biz geniş kudret sahibiyiz." (51: 47). Kur'an aynı zamanda, insanın göklerin içine girebileceğini de ima eder: "Ey cinler ve insanlar topluluğu! Gücünüz yeterse, gök­lerin ve yerin etrafından çıkıp gidin. Ama Al­lah'ın verdiği güç olmaksızın geçemezsiniz ki." (55: 33). İnsan, Allah'ın harika ve sınır­sız dünyası ve uzayın sonsuz büyüklüğü kar­şısında hayranlık duyar: "O müşriklere, gök­ten bir kapı açsak da oradan yukarıya çık­maya koyulsalar, şöyle diyeceklerdi: 'Muhak­kak ki gözlerimiz döndürüldü; herhalde bü­yülendik.' " (15: 14-15).

Astronominin incelenmesi, diğer konulardan daha çok, insana Kâinatın sınırsız büyüklü­ğünü ve Yaratıcı sı'nın gücünü, kuvvetini ha­tırlatır. Gökteki ve gökcisimlerindeki bütün bu çokluklar, son derece disiplinli ve düzen­li bir şekilde faaliyet gösterirler. Aralarında, her şeyi daima kontrol eden, yöneten ve idare eden bir Yaratıcı'nın varlığını, inkâr edilmez şekilde ortaya koyan bir amaç birliği ve dü­zen vardır. Her taraftaki mutat Âdetullah üzere ve uyarıcı niteliktedir. Ubudiyetin ezelî ve ebedî sistemine ve elçilerin yoluna insanı davet eder ve bunu yaparken de kâinatın problemleri hakkında beşeri yönlendirmek için arasıra etrafa birkaç ipucu serpiştirir. Bu yönlendirici ve tanıtıcı bilginin doğası ve amacı İhtarî mahiyettedir; böylece insan, da­ima İslâmî ilimlerin kendilerinden çok ulaş­tırdıkları sonuçların önemli olduğunu hatır­lar. Sonuç ise kâinatın kontrolünü ve Yara-tıcısı'na itaattir.

îbn üş-Şâtir'İn Güneş "teorisi. Tercümeler yoluyla Ko-pernik'e tesir eden büyük astronomisi tbn üş-Şâtir'in Güneş ve Ay teorilerinin temsili.

 

2- Astronomi

 

Astronomi,'gök cisimlerinin özellikleri, de ğılımı ve hareketleriyle ilgili bir bilimdir; (Encyclopaedia Britannica, 9. baskı). Muh temelen fiziksel bilimlerin en eskisidir. K02 moloji bölümünde tartışılan yaratma işlemi Allah'ın harikulade dünyası'mn büyüklüğı ve genişliği hakkında bir fikir vermiş olma hdır. Bu, aynı zamanda gökleri ve yerin çok luğunu gökler ve yerin yaratılışı arasındak safhada bir ara halin var olduğunu gösteril (TheBible, The Qur'an and Science, Bal. 4).

Biz burada, Kur'an-ı Kerim'in ne astronomi ne de astroloji kitabı olmadığını ve bu şekil de incelenmemesi gerektiğini söylemeliyiz Fiziksel dünyada türlü şekillerde olan yarat ma olayı, kâinatın çeşitli semalara dağılma sı, gökcisimlerinin hareketleri ve onların öze nitelikleri gibi şaşırtıcı tecelliler, Kur'an'dî tasvir edilmiştir. Ama bu tasvir, astronom veya astroloji dersi vermek için değil, Yara tıcı'nın şanı, azameti, idaresi ve organizas yonunu belirtmek için yapılmıştır. Onlar, de ğişik gök cisimlerinin tek başlarına ve kâi-natla beraber olan hareketleri arasındaki fev­kalâde bir denge ve ahenk hissini telkin eder­ler. Kâinattaki harika organizasyonu ve di­siplini evrenin birliğini ortaya koyarak gös­terir. Bununla beraber, bu da insanı yönetim ve yönlendirme birliğine —yani Yaratan'ırı Birliği'ne (Tevhid)— götürür.

Kur'an-ı Kerim'de göklerin ve yerin çoklu­ğu fikrini veren pek çok ayet vardır. Kur'an-ı Kerim, insanın dikkatini, şu sözlerle gökle­re doğru çeker: "Üstlerindeki semaya.bak­madılar mı ki, biz onu nasıl bina etmişiz ve onu donatmışız da hiçbir çatlak yok?" (50: 6). Göklerin herhangi bir destek olmaksızın durduğu gerçeği de şu cümlelerle belirtilir: "Allah, gökleri, gördüğünüz şekilde, direk­siz olarak yükseltendir. Sonra, kudretiyle ar­şa hükmeden, güneşi ve ayı da kulların menfaatine tâbi kılandır!' (13: 2). Tekrar: "Allah, gökleri, gördüğünüz şekilde direksiz yarat­tı." (31: 10) buyuruluyor. Naziât Suresi'nde: "Yüksekliğini yükseltti de, onu düzgün bir nizama koydu." (79: 28). Rahman Suresi'nde: "Göğü ise yükseltti ve ölçüyü (çeşitli gök ci­simleri arasındaki denge) koydu." (55: 7).

Kur'an'da, kozmoloji bölümünde açıklanan, Allah'ın gökleri, yeri ve semavî olayları ya­ratmasını tasvir eden pekçok pasaj vardır. Bütün bunlar, insanın dikkatini Allah'ın azametine çeker ve şunu gösterir ki, insanın dünyasıyla karşılaştırıldığında, idrakin öte­sinde bir büyüklüğe sahip olan, sonsuz bir boşluğu ve sınırsız sayıda gök cismini içeren bütün kâinat, yine de Allah'ın âleminin çpk küçük bir parçasıdır. İnsanlara astronomi­den ibret almaları tavsiye edilir. "Allah'ın bu muazzam ve düzenli kâinattaki, harikulade olaylarına ne kadar ruhanî yolculuk yapabi­liriz? Akıllarımız ve en güzel, en gelişmiş ma-kinalanmız dahi, kâinatın sonsuzluğunun derinliklerine ulaşmada, yıldızların ve geze­genlerin büyüklüğünü tasavvur etmede ve­yahut da onların ahenkli sirkülasyonlannda-ki fevkalâde hassasiyeti anlamada yetersiz kalır;1 (Muhammed Kutub, Mekke Konferan­sı, 1977).

Gök cisimlerinin organizasyon ve kontrolü, insan anlayışını ve hatta tasavvurunu, kabi­liyetinin ötesine çeker. Kur'an-ı Kerim, bu fevkalâde nizam ve denge âleminden şu şe­kilde bahseder: "Yine de ki: 'O yedi göğün Rabbi kirn? O çok büyük Arş'ın Rabbi kim?' De ki: 'Her şeyin mülkiyet ve hazineleri elin­de olan kimdir?' " (23: 86-88). Rahman Su­resi'nde: "Güneş ve ayın hareketleri bir he­saba göredir." (55: 5). Güneş ve ayın hare­ketlerinin amacı şöyle tasvir edilir: "Geceyi de istirahat için, güneşi ve ayı vakit ölçüsü kılandır. İşte bütün bunlar, mutlak galip, (her şeyi) kemaliyle bilen Allah'ın nizamıdır!' (6: 96). Yıldızların hareketlerinin arkasında­ki sebep de şu şekilde ifade edilmiştir: "Ka­ranın ve denizin karanlıklarında doğru yolu kendileriyle bulaşınız diye sizin için yıldızlan yaratan O'dur. Gerçekten, bilenler için, ayet ve alâmetleri açıkça bildirdik" (6: 97). Yine aralarındaki düzen de şöylece ifade edilmiştir: "Güneşi ve ayı âdet ve görevlerin­de devamlı olarak O musahhar kıldı." (14: 33).

Kur'an-ı Kerim, insan dikkatini, gök cisim­lerinin katı bir düzen, disiplin ve organizas­yonuna, onların büyük bir hassasiyet ve in­tizam içindeki harikulade hareketlerine çe­ker. Bu hareketlerde, düşünen insanlar için ibretler olduğunu ifade eder. (45: 13). Ger­çekten Kur'an'm böyle ayetleri, insanoğlunu, yaratılış, gök cisimlerinin özellik ve hareket­leri, hareketlerinin yapısı, etkileri ve fiziksel olaylar üzerindeki tesirlerini daha iyi kavra­mak için, astronomi çalışmaları ve bilimsel araştırmalar yapmaya teşvik etmiştir. Yer ve göklerdeki ibretler hakkında ne kadar düşü­nürsek, bu harikulade dünyanın yaratılış sır­rına o kadar yakınlaşırız. Kur'an bu ifadeyi şu cümlelerle doğrular: "Allah'dan, kullan içinde, ancak âlimler korkar." (35: 28). Rum Suresi'nde: "Şüphesiz ki bunlarda, bilenler için ibretler vardır." (30: 22) cümlesini görü­rüz. Ve "Dinleyenler" (30: 23), "Aklını kullanıp ibret alanlar:' (30: 24-28) şeklindeki ifa­delere de rastlarız.

Yine Kur'an-ı Kerim'de, gök cisimlerinin ha­reketinde, takdir edilmiş bir seyir içinde ol­dukları belirtilmektedir: "Güneş te kendi mihveri etrafında muayyen bir vakit için ha­reket etmektedir, bu Azız, Alîm olan Allan­ın kanunudur. Ay için de sonunda kuru bir hurma dalına döneceği konaklar tayin etmi­şizdir. Ne güneşin aya yetişmesi mümkün olur, ne de gece gündüzü geçer. Hepsi bir fe­lekte yüzerler, devirlerini tamamlarlar." (36: 38-40).

"O Allah'tır ki, güneşi bir ışık ve.ayı da bir nur yaptı, (büyüyüp küçülen) miktarlar ve ölçüler tayin buyurdu ki, senelerin sayısını ve hesabı bilesiniz. Allah bunları ancak hak ve hikmet olarak yarattı. Allah, anlayacak bir topluluk için ayetlerini açıkça beyan edi­yor. Elbette gece ile gündüzün arka arkaya gelmek suretiyle değişip durmasında, Allan­ın göklerde ve yerde yarattığı bütün varlık­larda, Aİlah'dan korkan bir kavim için bü­yük deliller ve ibretler vardır." (10: 5-6).

Gören gözleri ve anlayan kalpleri olanlar için, her yerde Allah'ın işaret direkleri (alâ­metler) vardır. "Daha. birçok alâmetler ya­rattı. Yıldızla da insanlar yollarını doğrultur­lar." (16: 16).

Şimdiye kadar, göklerin ve yerin çokluğunu, gökcisimlerinin yaratıcılarının kanununa gö­re, fevkalâde bir hassasiyet ve düzenlilik için­de olan dengeli ve kontrollü hareketlerini tas­vir eden Kur'an ayetlerini aktardık. Şimdi, çeşitli gök cisimlerinin tabiat ve özellikleri­ni anlatan ayetleri nakledeceğiz. Kur'an-ı Ke­rim, güneş ve ayın tabiatım şöyle anlatır: "Ne yücedir O Allah ki, gökte burçlar (ge­zegenler) yaratmış ve içerisine bir kandil (gü­neş), bir de nurlu ay koymuştur'' (25: 61). Nuh Suresi'nde: "Görmediniz mi, Allah gö­ğü yedi kat üzerine nasıl yaratmış? Ayı içle­rinde bir nur kıldı, güneşi de bir kandil..." (71: 15-16). Cin Suresi'nde: "Doğrusu biz semayı yokladık da, onu çok kuvvetli bekçi­ler, kayan yakıcı ateşlerde doldurulmuş bul­duk... fakat şimdi kim dinleyecek olursa, kendisini gözetleyen bir ateş buluyor." (72: 8-9).

Kur'an, özellikle herhangi birinin mevcudi­yetini kesin olarak anlatmasa da, genel bir şekilde gezegenlerden bahseder. Bunun ne­deni, daha önce de belirtildiği gibi, Kur'an-ın bir astronomi kitabı olmaması, astrono­mi dersi vermemesi, ancak bu dünya haya­tında, insana yol gösteren îlâhî bir kitap ol­masıdır. Böylece, Kur'an-ı Kerim, belirli ast­ronomik gerçeklerden, kendi özel ifadesiy­le, insanın dikkatini, yıldızlar ve diğer gök cisimlerinin harikulade dünyasının yaratıcı­sının Azametine çekmek için bahseder, ki in­sanlar onun hikmetlerini anlasınlar ve doğ­ru yolu bulsunlar. "Gekçekten biz, yakın gö­ğü yıldızlardan ibaret bir süsle donattık" (37: 6).

Yine, kâinat ve içindeki her şey tahrip edile­ceği zaman, gezegenler zikredilir: '"'Sema ya-nldığı zaman yıldızlar dökülüp saçıldığı za­man." (82: 1-2). Aşağıdaki ifadede, gezegen­lerle başka bir şeyin ışığının karşılaştırılma­sı, Kur'an-ı Kerim'in lisanının ve tasvirinin zarafet ve güzelliğinin bir örneğidir: "Allah, göklerin ve yerin nurudur. Müminin kalbin­de, nurunun sıfatı: sanki bir hücre ki, içinde bir ışık var; lamba da cam bir mahfaza için­de; o cam mahfaza, sanki (parlayan) incim­si bir yıldız. Bu ışık ne doğuda, ne batıda bu­lunan mübarek bir zeytin ağacının yağından tutuşturulur. Bu öyle bir yağdır ki, nerde ise ateş dokunmasa da aydınlık verecek. Bu ay­dınlık, nur üstüne nurdur. Allah, dilediği kimseyi nuruna kavuşturur. Allah insanlara böyle misaller verir. Allah, her şeyi bilir?' (24: 35).

Kur'an-ı Kerim, aynı zamanda, güneş siste­minden ve işlemekte olan kanunundan ve olağanüstü disiplininden bahseder. Enbiya Suresi'nde şunları okuruz: "Geceyi, gündü­zü, güneşi ve ayı yaratan O'dur. Bunların herbiri kendi dairesinde dolaşmakta." (21: 23). Onlar, kendi yörüngelerinde, herhangi bir tarafa sapmadan, kendi seyirlerini taki-bederler. "Ne güneşin aya yetişmesi müm­kün olur, ne de gece gündüzü geçer. Hepsi bir felekte (yörünge) yüzerler, devirlerini ta­mamlarlar." (36: 40).

Bu ayetler, gezegenlerin yörüngelerinin de ol­duğunu anlatır. Gece ve gündüzün birbirini takibetmesi de, mevsim fikrini verir. Güne­şin doğuş ve batışının farklı noktalardan oiu-şu, noktalar arasında çok büyük mesafele­rin göstergesidir.

"Allah, gündüzü gece ile örter ve durmadan gece gündüzü, gündüz de geceyi kovalar?' (7: 54) (Maurice Bucaille, The Bible, The Qur-an and Science, s. 163-164). Lokman Sure-si'nde: "Görmedin mi, Allah geceyi gündü­ze sokuyor, gündüzü de geceye sokuyor?' (31: 29).

Zûmer Suresİ'nde: "Geceyi gündüzün üze­rine buruyor, gündüzü de gecenin üzerine buruyor:1 (39: 5).

Yasin Suresİ'nde: "Gece de bir alâmettir on­lara: Ondan gündüzü soyar çıkarırız da ka­ranlıkta kalırlar." (36: 37).

Kur'an'ın bütün bu ayetleri, bir İlâhî gerçe­ği anlatır. Bu gerçek de, günlük olarak göz­lediğimiz bütün fiziksel olayların ve gök ci­simlerinin, Allah'ın Kanununa tâbi olması­dır. Evrendeki hiçbir şey, kendi kendine ve­ya yalnızca doğal bir otomatik işlemle vuku bulmaz; Allah tarafından kontrol edilir ve yönlendirilir. Yaratıcılarının tesbit ettiği bir disiplin ve seyir içinde hareket ederler. Hiç­bir şey O'nun bilgisi ve iradesi dışında cere­yan etmez veya edemez. Her şey, Rabbin ke­sin ve tesbit edilmiş bir planı dahilinde işler.

"Gaybın anahtarları, Allah'ın katındadır. Onları ancak Allah bilir. Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. O'nun İlmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları

içindeki tek tane, yaş ve kuru her sey Allah'ın ilmindedir." (6: 59).

Hucurât Suresİ'nde: "Allah ise, göklerdekî-îeri ve yerdekileri bilir. Allah her şeyi bilen­dir." (49: 16).

Böyle Yaratıcı, evrendeki her şeyi kontrol eder ve olayları idare eder ve hiçbir şey Oı nun emri olmaksızın gerçekleşmez. Bu da, natüralistlerin (tabiatçılanrı ve laiklerin) bütün fiziksel olayların, 'Kendi kendine yö­netilen ve tanzim edilen tabiat kanununa gö­re cereyan ettiği' şeklindeki yanlış teori ve fi-kirİerini çürütür. Belirttiğimiz gibi, tabiat ve tabiat kanunu diye bir şey yoktur. Bunu söy­lemek, bütün olayları kendi kanununa göre yöneten ve kontrol eden Allah'a küfürdür.

Uzayın büyük mesafeleri, Kur'an-ı Kerim­in aşağıdaki ayetlerinden anlaşılabilir: "Keş­ke, benimle senin aranda, doğu ile batı uzak­lığı olaydı!..." (43: 38).

Mearic Suresİ'nde: "Artık doğuların ve ba­tıların Rabbine kasem olsun ki..." (70: 40) Rahman Suresİ'nde: "O, hem iki doğuş ye­rinin, hem iki batış yerinin Rabbidir!' (55: 17). Bunlar, güneşin doğuş ve batışının uç noktalarım ortaya koyar. Kur'an, aynı za­manda, bütün kâinatta olduğu gibi, güneş sisteminin yaratılmasında da evrimsel bir aşamayı belirtir. "Güneşi ve ayı buyruk al­tında tutmuştur. Herbiri muayyen bir vakte kadar cereyan edip gidecektir." (31: 29). Şu ayetle de güneşin kendi belirli yerinde seyri­ni devam ettirdiği belirtilir: "Güneş de ken­di mihveri etrafında muayyen bir vakit için hareket ediyor. Bu Azız ve Alîm Allah'ın tak­diridir:' (36: 38).

Kur'an-ı Kerim'deki bu ayetler, insanı etra­fındaki evreni incelemeye davet eder ve Rab-lerinin yaratış mucizelerini bulmak, O'nun varlığım inkâr etmemek, böylece O'na ve O1 nun' bütün evren üzerindeki hâkimiyetine olan inançlarını kuvvetlendirmek için astro­nomik araştırmayı teşvik eder. MüslümanIar için astronomi çalışmalarının öneminin diğer bir yanı ise, İslâmî ibadetin, değişik şe-killerdeki, kozmik boyutudur. Günlük na­maz ve oruç vakitlerinin, bütün yerler ve müslümanların yaşadığı ülkeler için, tüm bir yıl boyunca tesbit edilmesi gerekir. 'Kıble' yönü de, müslümanların yaşadığı veya seya­hat ettiği her yer için belirlenmelidir. Diğer bir deyişle, zamanlar ve kıble yönü bütün ül­keler için, mukîm müslümanlar ve yolcula­rın yararına önceden tayin edilmelidir. Böy­lece, bu ikj dinî ihtiyaç, Allah'ın yıldızlan ile diğer semavî yaratıklarının mistik ve huşu telkin edici evreni, ilk müslümanları bu ko­nuda çalışmaya ve araştırmaya yöneltti. (Is-lamic Science, s. 92-93).

Astronomi çalışması, diğer konulardan da­ha fazla, insana evrenin sınırsız büyüklüğü­nü ve yaratıcısının kudret ve gücünü hatır­latır. Göklerin ve gök cisimlerinin çokluğu, son derece disiplinli ve düzenli bir şekilde kontrol edilir ve yönetilir. Bütün olayları da-İma kontrol eden, yöneten ve tanzim eden ya­ratıcının, varlığını inkar edilmez bir şekilde ortaya koyan bir amaç birliği ve tam bir dü­zen vardır. Üslup baştanbaşa, rehber bir ki­tap için normal olarak, insanı sonsuz olan İlâhî ibadet sistemine ve Allah'ın elçisinin yoluna davet edici ve öğüt vericidir. Fiziksel dünyada, Rabbin şan ve azametini gösteren şeylerden fazlaca bahis yoktur. Bununla be­raber, olanlar yine de öğüt verici mahiyette­dir; öyle ki insan daima İslâmî ilimlerin ken­dilerinden çok, ulaştırdıkları sonuçların önemli olduğunu hatırlar. Sonuç ise, Kâina­tın Efendisi ve Yaratıcısına itaattir.

Bunun için, İslâm medeniyetinin aşağıdaki­ler gibi çok tanınmış astronomlar yetiştirmesi şaşırtıcı değildir: El-Birunî, Nasreddin el-Tusî, Kutbeddin el-Şirazî, Habaş el-Hasib Beni Musa, Ebû Me'şer el-Belhî, Muham-med b. Musa el-Hıvarzmi el-Ferganî (Alfra-ganus), el-Neyrizî (Anavitus), Ebû Abdullah el-Battani (Albertegrius), Ebû Selh el-Kuhî, Abdurrahman es-Sufi, İbni Yusuf, İbn el-Haytam (Alhazem), Abdurrahman el-Kazini, ez-Zerkalî, Ebû Bekr İbn Tufeyli, Nureddin el-Bitruci(Alpetragius),Müeyyeddinel-Urdî, Muhayyeddin el-Mağribî, Gıyaseddin Cem-şid el-Kaşânî, Uluğ Bey, Kadızade-i Rûmî, Ali İbni Amacur (Beni Amajur) ve Abdül Hasan.

 

3- Astroloji

 

Astroloji, geçmişte çağlar boyu astronomiyle bir mülâhaza edildi ve insanlar, "göklerin yer ve sakinleri üzerindeki manevî etkisini tayin etmeye çalıştılar... Astoroloji genel olarak ta­biî astroloji ve hükmî astroloji olmak üzere ikiye ayrılır: Tabiî astroloji, gök cisimlerinin hareketlerini, güneş ve ay tutulmalarım Ön­ceden haber veren bilimdir. Hükmî astroloji ise, burçların, insanların ve imparatorlukla­rın kaderi üzerindeki etkisini inceler." (Enc-yclopaedia Britanica, Cilt 11).

Aynı zamanda astronom olan tanınmış İs­lâm astrologları, astrolojiyi, kehanetlere al­dırmadan, bir bilim olarak ele aldılar. İnsan veya yeryüzü olaylarında kötü etkileri, gök cisimlerinin hareketlerinin temelinde aradı­lar. "Gelecekteki olayları önceden haber ver­mek için yapılanastrolojik girişimlerle, İlâ­hî İrade'nin mutlak bir kudret sahibi karak­teri üzerindeki İslâmî vurgu arasında zahirî olarak aşikâr bir farklılık olmasına rağmen, gerçekte, îslâm medeniyeti ve özellikle belirli İslâmî gizlilik (batınîlİk) halleriyle bütünleş­miş olan astroloji derin bir sembolizmdir." (Islamic Science, s. 126-131).

Müslüman bilim adamlarının büyük çoğun­luğu astrolojinin hükmî yanım (gelecekteki olayları haber verme) şiddetle reddettiler ve bunun bilimsel hiçbir temeli olmadığını izah ve ispat ettiler. Meşhur İslâm âlimleri ve bi­lim adamları astrolojinin bu işlevine karşı çıktılar. Bunlar arasında îbni Sina (Avicen-na), İbni Rüşd (Averroes), el-Gazalî, el-Birunî ve Nasreddin el-Tusî gibileri vardır. Onların çoğu, astrolojinin sadece kozmolo­jik sembolizm yönüyle ilgilendiler ve yıldız falına bakmaktan, kişilerin geleceğini oku­maktan sakındılar. (Islamic Science, s. 126-131). Fakat hiç şüphe yok ki, diğer astrolog­lar, maişetlerini temin etmek ve dünyevî şöh­ret İçin, astrolojinin bu yanını kullandılar ve

icra ettiler. ' 'Ancak en üst düzeyde, yani me-tafîziksel ve ruhanî işlerde, astrolojinin güç­lü sembolizmi, tam olarak tslâm esoterisiz-mi (batınîlik) ile bütünleştirildi. Bu işlerde, astroloji, kendi sembolik hali içinde insanın kozmik boyutunu yeniden keşfetmesi ve ken­di meleksî ve öz gerçeğinin ayrıca bu gerçe­ğin dünyevî varlığı üzerine etkisinin farkın varması için bir vasıta olarak tanımlanmış­tır.

 

4- Fizik

 

"Fiziksel bilim (veya fizik) esas olarak, ha­yat olmayan şeylerdeki olayları.incelerken, doğa bilimleri genellikle organizma cisimle­rinin ve onların gelişmelerinin incelenmesi olarak anlaşılmıştır" (Encyclopedia Britan-nica, Cilt 11). îslâmî bilimlerde, böyle bir ayı­rım yoktu. Fizik çalışmaları, doğal felsefe prensiplerinin bir parçası olarak ihdas edil­di ve meşhur İslâm bilim adamlarınca, do­ğal felsefenin ışığı altında tartışıldı. İbni Si­na, bu konuyu geniş olarak Şifa'sında ve Fen adlı kitaplarında inceledi. El-Kindî, Nasır el-Tûsî, Ali Rıza, el-Birûnî, el-Bağdadî, Molla Sadra ve Sabzivari de bilimsel eserlerinde bu konuyu yazdılar. İslâm bilim adamları, ilâ­hiyatçıları, hatta ruhiyatçıları, doğal felsefe prensiplerine büyük ilgi duymuşlardır. Bu sonsuz ilgi, Kur'an'ın içinde, Allah'ın hari­ka dünyasının tasvirlerinin ortaya konmuş olmasındandı. Diğer şeyler arasında, "za­man, mekân, madde ve hareketin mahiyeti gibi sorulara daha fazla eğilindi. Bunun so­nucu olarak, fizik ve doğal felsefe prensip­lerine ilişkin olarak, birkaç değişik ekol ge­lişti. Bunların kimi, tabiat kuvvetleriyle de­neyler yapar, kimileri de doğal dünyanın saf bir sembolik (simgesel) bilgisini elde etmeye ve tabiatüstü gerçekler, ilâhî isimler ve sıfat­ların teosofisi (insanın maddî vasıtalarla veya fevkalâde bir ruhî halet içinde Allah veya me­leklerle görüşmesi imkânına inanan felsefe) gibi, hilkatin mülâhazasında insana yardım etmeye çalışırlar" (Islamic Science, s. 126-131).

İbni Sina, El-Ma'sumî, el-Nezzem ve el-Bakillanî, "günün temel fizik kavramlarına inerek, bu konuda en önemli ve temel soru­lara ışık tuttular ve bunları tartışıp çözüm-lediler. Yukarıda zikredilenlerden son ikisi, fizik sorularıyla daha yakından ilgilendiler ve yazılarında, atomİstik görüş açısına da­yanan bir tabiat felsefesine geniş yer verdiler?' (Islamic Science, s. 126-131).

Bununla beraber, t>u konudaki bütün araş­tırmaları teşvik eden kaynak, diğerlerinde ol­duğu gibi, Kur'an-ı Kerim'in incelenmesiy­di. Kur'an, astronomi bölümünde tartışıldı­ğı ve açıklandığı üzere, Allah'ın haşmet ve azametini değişik şekillerde insana anlatarak, fiziksel dünya tasvirleri, doğal felsefe pren­siplerinin tam olarak belirlenmesine önayak. olan ilk müslümanları fazlasıyla etkilemiş­tir. Yaratıcının güç v& haşmeti, daha önce izah edilmiştir, (2: 255). Yaratıcı olan Allan­ın vasıfları hakkında bazı bilgilerveren.fizi-kîvelfelsefî dünyayla ilgili engin önemi olan bir pasaj da şudur: "Allah, göklerin ve ye­rin aydınlatıcısıdır. Müminin kalbinde, nu­runun sıfatı: sanki bir hücre ki, içinde ışık var, ışık da cam bir mahfaza içinde; o cam mahfaza, sanki incimsi bir yıldız. Bu ışık, ne doğuda, ne batıda bulunan mübarek bir zey­tin ağacının yağından tutuşturulur. Bu öyle birvağdır ki, nerde ise ateş dokunmasa da aydınlık verecek. Bu aydınlık nur üstüne nur­dur. Allah dilediği kimseyi nuruna kavuştu­rur. Allah, insanlara böyle misaller verir. Al­lah her şeyi bilir:' (24: 35).

Bu pasaj, evrenin ve onun yaratıcısının bü­yüklüğü ve mahiyeti hakkında bir fikir ve­rir. Yine bu pasaj, Allah'ın fiziksel dünyası ve doğal felsefe alanlarında, kadın ve erkek tüm nesillere İlham kaynağı oldu; her nesil, bilgilere ilâveler yaptı ve bu bilimlerde yeni çığırlar açtı. Bu sözler en acemi bir bilim öğ­rencisine bile, mistik ve doğal felsefî mâna­larını bir tarafa bırakarak, ışık, lamba, cam, parlayan yıldız vs. gibi günlük fiziksel olay­lar hakkında bir takım bilgiler verir. Kur'an-ı 'Kerim'deki bu ve diğer benzer ayetler, insa­nın dikkatini, fiziksel dünyada vuku bulan ve gözlenen günlük bazı olay ve hallere çe­ker. Bu da, İslâm'da fizik dahil birçok bili­min incelenmesine yol açtı ve fiziğin değişik branşlarına büyük katkıda bulunan, ansik­lopedik bilgiye haiz pekçok bilim adamının yetişmesine neden oldu.

 

Işık

 

Müslümanlar, fiziğin bu bölümüne büyük katkılarda bulundular. Bu da, Kur'an-ı Ke-rim'in, müslüman alimleri, fiziksel dünyada­ki renkli ve parlak olayların arkasındaki sır­ları gözlemeye ve araştırmaya teşvik etmesi­nin bir sonucuydu. Açık-alan, günlük hayat­ta, alelade bir kişi tarafından bile görülen ışık spektrumuydu. Yukarıda aktarılan Kur'an-daki pasaj (24: 35), optik, spektrum, yansı­ma ve kırılma dahil, ışığın hallerini araştır­maya kişiyi teşvik etmiş ve Allah'ın mucize­lerini keşfetmek ve bu fiziksel olayların de­rinliklerine inmek isteyen pekçok insana il­ham kaynağı olmuştur.

el-Kindî, el-Haytam, el-Neyrızî ve diğerleri, muhakkak ki Kur'an-ı Kerim'in bu pasajını - defalarca okumuşlar ve her defasında optik araştırmalarında kendilerine yardımcı olan, yeni ilhamlar edinmişlerdir.

Onlar, aynı zamanda ay ışığı ile güneş ışığı­nın mahiyetini karşılaştırmışlar ve kaydet­mişlerdir. "Ne yücedir O Allah ki, gökte burçlar (gezegenler) yaratmış ve içerisine bir  kandil (güneş), bir de nurlu ay koymuştur." (25: 61). Yunus Suresi'nde de şunları okuyo­ruz: "O Allah'tır ki,, güneşi bir ışık ve ayı da bir nur yaptı." (10: 5). Kur'an-ı Kerim'in aşağıdaki ayeti ise, müslümanların, ışığın de­ğişik alanlardaki işlevleri için, düşünmesine neden olmuştur: "Bize bakın, nurunuzdan bir parça ışık alalım. Onlara şöyle denilecek: 'Arkanıza dönün de bir ışık arayın' " (57: 13).

Tanrım Suresi'nde: "Işıkları önlerinde ve defter sağlarından verilmiş olarak yürüyecek, Şöyle diyeceklerdir: 'Ey Rabbimiz! Bizim nu­rumuzu tamamla!' " (66: 8). YineTevbe Su­resi'nde: "Onlar Allah'ın nurunu ağızlarıy­la söndürmek isterler. Fakat, kâfirler hoşlan-masalar bile, Allah muhakkak nurunu ta­mamlamak diliyor." (9: 32). Bu ayet, ışığın fiziksel olduğu kadar manevî önemini belir­tiyor ve ilâhiyatçılarla bilim adamlarına araştırmaları için pekçok materyal temin ediyor. "Onların hâli, o kimsenin hâli gibidir ki, o ateş yaktı da çevresini aydınlattığı zaman, tam o sırada Allah nurlarını gideriverip ken­dilerini karanlıklar içinde bıraktı; artık gör­mezler." (2: 17). Diğer bir yerde de şunları anlatır: "O şimşek, neredeyse gözlerini ka­pıp ahverecek; onları aydınlatınca da ışığı al­tında yürürler ve karanlık çökünce dikilip kalırlar. Allah dileseydi, onların işitme ve görme duyularını da giderirdi. Şüphesiz ki Allah her şeye kadirdir." (2: 20).

Ahzâb Suresi'ndeki şu ayet, insanın fiziksel . olarak görmesindeki diğer bir mucizeye dik­kati çeker: "Derken düşman korkusu gelin­ce, o münafıkları gördün ki, ölüm baygınlı­ğına düşmüş kimse gibi, gözleri dönerek sa­na bakıyorlardı." (33: 19).

Yasin Suresi'nde: "Eğer dileseydik, o kâfir­lerin gözlerini silme kör ederdik de, yol bul­maya çalışırlardı. Fakat, şimdi onlar nasıl gö­recekler?" (36: 66). Enfâl Suresi'nde: "O va­kit düşmanla karşılaştığınız sırada, Allah, onları gözlerinizde az gösteriyor, sizi de on-, ların gözlerinde azaltıyordu. Çünkü Allah, mukadder olan işi yerine getirecekti. Bütün işler Allah'a döndürülür:' (8: 44).

Mâide Suresi'nden bîr ayet: "Peygamber'e indirilen Kur'an'ı işittiklerinden hakkı anla­dıklarından ötürü, gözlerinin yaşla dolup bo­şandığını görürsün." (5: 83). Tevbe Suresi­nde: "Kederlerinden, gözleri yaş döke döke döndüler!' (9: 92). Gözler, hoşnut olundu­ğunda aydınlanır: "Onların gözleri aydın olup kederlenmesin." (20: 40 ve 28: 13). Ta-Ha Suresi'nde: "Bir de murakabem altında yetiştirilmen için üzerine tarafımdan bir sevgi bıraktım." (20: 39).

Furkan Suresi'nde: "Onlar ki: 'Ey Rabbi­miz! Bize zevcelerimizden ve nesillerimizden bizi memnun edecek iyi kimseler ihsan et!' " (25: 74).

Daha önce gösterildiği gibi, gözler, keder karşısında ters etki gösterirler: "Kederinden gözlerine ak düştü." (12: 84). Gözlerde bü­yünün etkisinden de bahsedilir: "Ne zaman ki hünerlerini ortaya döktüler halkın gözle­rini büyülediler ve ürküttüler. Böylece büyük bir sihir getirmiş oldular. Biz de Musa'ya 'Âsânı bırakıver' diye vahyettik. Bir de baktılar ki, âsâ, onların bütün uydurduklarını yutuyor." (7: 116-117). Kur'an'da uzaklıkla­rın ışık yılı ile ölçüldüğünden de bahis var­dır: *'Allah, gökten yere kadar dünya İşleri­ni idare eder. Sonra, bir günde ona yükselir ki, (o günün) miktarı, sizin saydıklarınızdan bin yıldır." (32: 5).

Mearic Suresi'nde: "Melekler ve Cebrail, miktarı elli bin yıl olan, o derecelere bir gün­de yükselirler." (70: 4).

Hacc Suresi'nde de şu ifade vardır: "Bunun­la beraber, Rabbinin katında bir gün, sizin sayacaklarınızdan bin sene gibidir." (22: 47). Bir ve elli bin rakamları, semboliktir ve uzay­daki sonsuzluğu yansıtır. Aynı izlenim, aşa­ğıdaki ayetlerde de ifade edilir: "Rabbiniz O Allah'tır ki gökleri ve yeri altı günde yarat­tı." (10: 3). Secde Suresi'nde: "Allah O'dur ki, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanla­rı altı günde yarattı." (32: 4 ve 25: 5).

Aşağıdaki ayetler de, yukarıdakilerle karşı­laştırıldığında daha az olmasına rağmen, uzaydaki zaman hakkında bir fikir verir: "Yahut o kimseden haber almadın mı ki, bi­naların çatılan çökmüş, duvarları üstüne yı­ğılmış tenha bir kasabaya uğrayarak şöyle de­mişti: 'Bunu, bu ölümden sonra Allah ner-den diriltecek?' Bunun üzerine Allah o kim­seyi yüz sene öldürdü, sonra diriltti. Allah 'Ne kadar eğlendin, kaldın.' diye sordu. O da 'Bir gün yahut bir günden az kaldım.' dedi. Allah ona, 'Hayır, yüz yıl ölü kaldın. Öyle iken bak yiyeceğine, içeceğine henüz bozul­mamış; hele merkebine bak! Bunu yapma­mız, seni, insanlara ibret nişanesi kılmamız için ve kendin de bilesin diyedir.' " (2: 259).

Müminun Suresi'nde de şu sözler vardır:

"Allah buyuracak: 'Dünyada veya kabirde ne kadar seneler sayısınca kaldınız?' Onlar der­ler ki: 'Bir gün, yahut bir günden az kaldık. İşte sayanlara sor.' Allah buyuracak: 'Bilmiş olsanız, hakikaten pek az kaldınız.' " (23: 112-114). Allah, mağaradaki arkadaşları, yaklaşık üç yüz yıllık uzun bir uykudan kal­dırdı, uyandıkları zaman: "İçlerinden bir sözcü şöyle dedi: 'Ne kadar kaldınız.', 'Bir gün, yahut bir günün bir kısmı kadar kal­dık.' dediler. Bir kısmı da: 'Ne kadar durdu­ğumuzu, Rabbimiz daha iyi bilir.' " (18: 19). Muhakkak ki, Kur'an-ı Kerim'in yukarıda bahsedilen ayetlerindeki zaman algısı, dün-yadakinden çok farklıdır.

Yeryüzünde yaşayan, hüküm süren ve sonra göçüp giden, yerlerine yenileri gelen insan­lar ve milletler için, bir başka zaman ölçüsü vardır. Kur'an-ı Kerim bu 'milletler zamanı­nı "Eyyamullah" (Allah'ın günleri) kelime­siyle ifade eder. Yunus Suresi'nde: "Müşrik­ler, ancak kendilerinden önce geçenlerin baş­larına gelen olaylardan başka bir şey mi bek­liyorlar?' (10: 102). Âl-i İmrân Suresi'nde: "O (sevinçli ve kederli) günleri insanlar arasın­da evirip çeviririz. Bunlar, iman edenleri di­ğerlerinden ayırdetmek ve sizden şahitler edinmek içindir." (3: 140). Kur'an-ı Kerim­in bu ayetleri, zamanımızdan çok farklı bîr zaman çeşidinden bahseder. Bu, müslüman bilim adamlarının dikkatlerini çekmek ve onları, o yönde daha fazla araştırmaya yö­neltmek içindir. Işık hızı fikri de Kur'an-ı Ke­rim'in şimşek hakkındaki ayetleriyle veril­miştir. O dinleyenlerin kulaklarından, çak­tığı anda geçer, fakat ses bir süre sonra du­yulur.

Kur'an-ı Kerim'in aşağıdaki ayetleri, zaman unsuruna, mikroskopik boyutlar getirmiştir: "Kıyametin oluş işi de, ancak göz kırpması gibidir, yahut ondan daha süratlidir. Şüphe yok ki, Allah her şeye kadirdir." (16: 77).

Kamer Suresi'nde de şu ifade vardır: "Em­rimiz, başka değil, ancak birdir; bir göz kırp­ması gibidir." (54: 50). Kaf Suresi'nde: "Biz, ona şah damarından daha yakınız." (50: 16).

Vakıa Suresi'nde: "Biz ise, ona, ilim ve kud­retimizle, sizden çok yakınız." (56: 85).

Aşağıdaki ayette diğer bir olayda şu zikre­dilir; " 'Onlar, bana müslüman olarak gel­mezden Önce, onun tahtını hanginiz bana ge­tirir?' Cinlerden bir ifrit dedi: 'Sen yerinden kalkmadan önce, ben o tahtı sana getiririm. Muhakkak onu taşımaya gücü yetip zayi et­meyen güvenilir bir kimseyim.' Kendinde İlâ­hî kitaptan bir ilim bulunan bir melek dedi ki: 'Ben gözünü kırpmadan önce onu sana getiririm.1 " (27: 38-40).

Yukarıdaki bütün bu ışık zamanlamaları, in­san idraki ölçüsünün Ötesinde İlâhî ışıktır (24: 35). "Hiçbir göz onu dünyada ihata ve idrak edemez. Fakat O, bütün gözleri ihata eder. O, bütün incelikleri bilir, her şeyden ha­berdardır." (6: 303). "Allah onların ne yap­tığını görmektedir ve görücüdür." (2: 96).

"Allah, kullarının hal ve işlerini hakkıyla gö­rücüdür." (3: 15). "Şüphe yok ki, Allah kul­larının bütün hâllerinden haberdardır, her şe­yi görendir" (35: 31).

Devamlı akan nehirlerin yanındaki gölgele­rin tasviri, resmi yapılacak kadar güzel ve za­riftir, ayrıca huzur ve barış ortamındaki o yansıma işlemi, insanı mucizelere götürür. "Onlar, Allah'ın yarattığı herhangi bir şeyi görmediler mi ki, gölgeleri, Allah'ın kudre­tine boyun eğerek sağ ve sol taraflardan Al­lah'a secde eder olduğu halde görmüyor­lar mı?"(16: 48). Furkan Suresi'nde: "Rab-binin kudretine bakmaz mısın, gölgeyi nasıl yayıyor? Dileseydi o gölgeyi durdururdu. Sonra biz, güneşi de, o gölge üzerine bir de­lil yaptık. Sonra biz, bu gölgeyi azar azar bi­ze doğru ahrız." (25: 45-46). Ra'd Suresi­nde: "Göklerde ve yerde kim varsa, ister is­temez kendileri de, gölgeleri de sabah-akşam Allah'a secde eder." (13: 15). Aynı surede, şunları da görürüz: "Cennetin hâli: Altın­dan ırmaklar akar, yemişleri ve gölgesi de­vamlıdır." (13: 35).      

Kur'an-ı Kerim, değişik kontekslerde, Allah-ın azametini ve O'nun, insanlığın faydası ve kullanımı İçin yarattığı dünyasının haşmeti­ni belirtmek yönünden, ışık spektrumundan da bahseder: "Gökleri ve yeri yaratması, li­sanlarınızın ve renklerinizin ayrı olması da, O'nun-alâmetlerindendir. Şüphesiz ki, bun­larda bilenler için ibretler var!' (30: 22). Nahl Suresi'nde: "Yeryüzünde rengarenk şeyleri de sizin için yaratmıştır. Elbette bunda da düşünecek bir topluluk için bir ibret nişane­si var." (16: 13). Fatır Suresi'nde: "Görme­din mi, Allah gökten bir yağmur indirdi de, onunla cinsleri başka başka birçok meyva-lar çıkardı? Dağlardan da beyaz ve kırmızı, renkleri çeşitli, hem de kapkara tabakalar ya­ratmışız...— hayvanlardan ve davarlardan da böyle çeşitli renkleri var." (35: 27-28).

Hacc Suresi'nde: "Görmedin mi, Allah gök­ten bir yağmur indirmekle yeryüzü yemyeşil oluveriyor?" (22: 63).

Kur'an-ı Kerim'de, Allah'ın büyük yaratıcı­lığına ışık tutan ve evrende değişik şekil ve bileşimlerdeki farklı renklerin güzelliğini gös­teren pekçok pasaj vardır.