2-
Kur'an-ı Kerim'deki
Deliller
3-
Kur'an-ı Kerim'in
Meydan Okuması
5- Müslüman Olmayanların
Bakışıyla Muhammed @
HZ.
MUHAMMEDİ SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM İNSANLIĞIN EĞİTİCİSİ
1- Eğitimin Temel Esasları - Tevhid
Çoktanrı İnancının
Çürütülmesi
2-
Ahiret-Öldükten Sonra
Dirilmek
Kur'an-ı Kerim Kötü Amelleri
Yasaklamaktadır
İslâm Kültürünün Ana
Özellikleri
Vasıtaların Seçiminde Gayenin
Etkisi
3-
Rasulullah'ın İnsanlık
Kültürüne Etkileri
(Filistin), Musa @ (Sina) ve Muhammed @ (Mekke) ima yoluyla işaret edilmektedir.
İlâhî (Allah'ın vahyettiği) kitapların üslubuna aşina insanlar, yukarıda zikredilen Eski Ahid (Tevrat)'de bulunan sözler, burada onun hayatının yalnız bir büyük olayına atıf yapılmakla beraber, tamamen Muhammed @ ve onun misyonuna uymaktadır.
Şu sözlerde de Rasulullah @'m geleceğine benzer bir işaret vardır: "Tanrı Teman'dan ve Kutsal Olan da Paran (Faran) Dağından geldi. Onun haşmeti gökleri örttü ve dünya onun Övgüsüyle doldu. Onun parlaklığı ışık gibiydi, elinden ışınlar parlardı; ve orada o gücünü örtmüştü.' (Habakkuk, III, 3-4). Da-vud Peygamber @ da Mukaddes kitabında buna atıfta bulunur: "Senin evinde oturanlar ne mutludur! Daima sana hamdederler. Kuvveti sende olan adam ne mutludur. Sion yollan onun yüreğindedir. Baka (Mekke) vadisine girdikleri gibi..." (Mezmurlar LXXXIV, 4-6).
Yüzyıllar boyunca vuku bulan büyük tahrif ve değişmelere rağmen, İslâm Peygamberi'-nin geleceğini gösteren açık işaretler halâ İncil'de bulunmaktadır. Zaten, Allah'ın rasul-lerinin ölmeden önce kendilerinden sonra gelecek rasulü açıkça haber vermesi kesin bir ananedir. Ve Risalet (Peygamberlik) çizgisi sona yaklaşırken, Musa @ ve İsa @ gibi önemli peygamberler de, insanların belirsizlik ve şüphe içinde kalmaması için sık sık Son Peygamber'in gelişinden bahsederlerdi. Sahabelerine de ona inanmalarım ve İlâhî görevinde onu desteklemelerini telkin etmişlerdir. İşte bu yüzden tercümeler vasıtasıyla vs. yollarla kitaplarında yapılan kasdî değişikliklere ve kiliseler arası toplantılardaki kararlara rağmen, Muhammed @'a ve onun görevine açıkça şu veya bu şekilde işaret eden kısımlar ve pasajlar İncil'de halen mevcuttur.
Süleyman Peygamber @ da, Son Peygamber'in gelişinden şöyle bahsetmiştir: "Sevgilimin teni beyaz ve kırmızı, On binlerin arasında seçkin olan odur... Ağzı çok tatlı ve onun her şeyi güzel. Budur sevgilim, evet yârim budur. Ey Yeruşalim kızları!" (Neşide-ler Neşidesi; V, 10 ve 16) 'On bin kişi arasından ayırd edilen' ibaresi dikkat çekicidir. Gerçekten o, Mekke seferinde beraberinde bulunan on bin sahabesinin arasında en sevilen ve isteneniydi.
Hıristiyanların tahrif ve değiştirmelerinden kurtulabilen Barnaba İncili bu haberleri diğer İndilerden daha sarih olarak içermektedir. Bir defasında, İsa @ havarilerine şöyle cevap vermiştir: "Gönlünüzü ferah tutun, korkmayın da; çünkü sizi ben yaratmadım, fakat Tanrı, Yaratanımız, sizi yaratan sizi koruyacaktır. Benim için ise, ben bu dünyaya şimdi, dünyaya selamet getirecek olan Tan-rı'nın Elçisi (Allah'in,Rasulü)nin yolunu hazırlamak için geldim. Fakat sakın aldatılmayın, çünkü benim sözlerimi alacak ve Hakikatimi kirletecek çok sayıda yalancı peygamber gelecektir." Sonra Andrew dedi ki, "Efendi, bize onu bilebilmemiz için bazı işaretler ver." İsa cevap verdi: "O, sizin zamanınızda gelmeyecek, sizden yıllar sonra benim hakikatim bozulduğu zaman, zar zor otuz sadık kaldığında gelecektir. O zaman, Tanrı dünyaya Rahmet edecek ve elçisini gönderecektir. O, tanrısızlara karşı büyük bir güçle gelecek ve yeryüzündeki putperestliği yıkacaktır. O beni sevindirecektir, çünkü onun vasıtasıyla Tanrı'mız bilinecek ve övülecek ve ben de doğrulardan bilineceğim; ve o benim insandan öte bir varlık olduğumu söyleyenlere karşı mücadele edecektir. Size, hakikaten size söylüyorum ki ay, çocukluğunda onun uyumasına yardım edecek ve büyüdüğünde de o, ayı ellerine alacaktır. (B,urada Muhammed @'ın parmağıyla işaret ettiğinde ayın Allah'ın Emriyle ikiye bölünmesi mucizesine atıf yapılmaktadır). Dünya ona dikkat etsin, çünkü o putperestleri kılıçtan geçirecektir... O Hak ile, diğer peygamberlerden daha aşikâr olarak gelecek ve fenalığı tekdir edecektir. Babamızın şehrinin kuleleri birbirini sevinçle selâmlayacak ve putperestlik: yere serildiğinde ve benim de başka insanlar gibi bir insan olduğumu itiraf ettiğinde, ben size Tanrı'nın Elçisi (Allah'ın Rasulü)nin hakikaten-geleceğini söylüyorum." (Böl. 72)
Başka bir vesileyle İsa @, şöyle demişti: "Size Tanrı'nın Ruh ve Hak olduğunu, bu yüzden ruh ve hak içinde ibadet edilmesi lâzım geldiğini söylüyorum. Tanrı'nın ahdinin başka bir yerde olmayıp Kudüs'te, Süleymanın mabedinde yapıldığı için. Fakat bana inanın, bir zaman gelecek ki Tanrı Rahmetini verecek, ve her yerde ona Hak ile ibadet etmek mümkün olacaktır. [Burada, İslâm'daki ibadetin mekân olarak mabed, mescid vs. ile sı-nırlanmayıp, temiz olmak şartıyla arzın her yerinde yapılabileceği şeklindeki temel ilkelerinden birine atıf yapılmaktadır. (2: 115)] "Ve Tanrı, her yerde doğru İbadeti rahmet ile kabul edecektir." Diğer bir soruyu da şu şekilde cevaplandırmıştı: "Ben gerçekten İsrail'in Evi'ne Selâmet Peygamberi olarak gönderildim; fakat benden sonra Tanrı tarafından bütün dünyaya gönderdiği Mesih gelecektir." (Bölüm 82).
İsa @ şöyle de demiştir: "Ruhumu Varlığına dayandığı Tanrı'nın yaşadığı gibi, dünyanın bütün kavimlerinin beklediği, hatta pederimiz İbrahim'e Tanrı'nın, 'Senin neslinden yeryüzündeki bütün kavimlere rahmet edeceğim' diyerek söz verdiği Mesih ben değilim. Fakat, Tanrı beni dünyadan aldığı zaman, Şeytan, benim Tanrı ve Tanrı'nın Oğlu olduğum şeklindeki küfür inancı vasıtasıyla bu melun fitneyi tekrar yükseltecektir. Benim söz ve öğretim kirletildiğinde, sadece otuz kadar sadık olan kaldığı zaman, Tan-n'nın Rahmeti dünyanın üzerine biacak, ve her şeyi onun için yarattığı elçisini gönderecektir. O güneyden kuvvet ile gelecek veput-Perestlerin putlarını yıkacak; hâkimiyeti benim üstüne gelen şeytan'dan geri alacaktır.
O, inananların selâmeti İçin beraberinde Tanrı'nın Rahmeti'ni getirecektir." (Burada Kur'an-ı Kerim'e —39: 53— atıfta bulunulmaktadır: "De ki: 'Ey aşırı giden kullarım, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir") Ve rahmet edilen, onun sözlerine uyandır." (Böl. 96). İsa @ şuna da işaret etmişti: "Mesih'in ismi çok güzeldir. Çünkü ona bu adı, onun ruhunu yaratıp kutsal nur içine yerleştirirken Tanrı Bizzat vermiştir. Tanrı dedi ki, 'Bekle, Mu-hammed senin hakkın için Cennet'i yaratacağım, orada seni var edeceğim, seni kutsayanı Ben de kutsayacağım, sana fenalık eden fenalık bulacak. Ben seni dünyaya gönderdiğim zaman, Ben seni Benim Selâmet Elçim olarak göndereceğim, ve senin sözün doğru olacak, fakat senin dinin hiç kaybolmayacak.' Muhammed onun mübarek kılınmış adıdır." (Böl. 97) Yine Barnaba İncili1 nde dikkate şayan bir pasaj vardır. "Tannanın Bir'liğini, Hakk'ın Tek olduğunu,nereden gidersen akidenin tek olduğunu ve dolayısıyla dinin tekolduğunugörenJVIusa'nın Kitabına uyan, seni doğruya götüren her şey, Hakikaten, size Hak Musa'nın Kitabından silinmiş olmasaydı, Tann Davud'a babamıza ikincisini vermezdi. Ve şayet Davud'un kitabı lekelenmeseydi, herkese değişmez tek bir din verdiğini bildiğimiz Tanrı, Mukaddes Kitabı bana teslim etmezdi. Binaenaleyh, Tanrı'nın Elçisi (Rasulullah) geldiğinde, dinsizlerin kitabıma yaptıkları karalamaları temizleyerek gelecektir." (Böl. 124)
Barnaba İncil'i, Tevhid Akidesi ve Allah'ın son dinini Kur'an'da ifade edildiği gibi ne kadar mükemmel belirtmektedir. Kur'an-ı Kerim bunları şu sözlerle açmaktadır: "İnsanlar bir tek ümmettiler, sonra ayrılığa düştüler; şayet Rabbinden, daha önce bir takdir geçmemiş olsaydı, aralarında ihtilafa düştükleri şeyler hakkında hüküm çoktan verilmiş olurdu." (10: 19,3" 19 ve 2: 213) Sonuç olarak İncil'de Allah'ın meşhur elçileri tarafından yapılan muhtelif ifade ve tahminler de, Allah'ın son elçisi (rasulü)nin geleceğine açıkça İşaret etmektedirler. En ufak bir şüpheye yer bırakmaksızın, Tanrı'nın bir elçisinin İsa @'dan sonra geleceğini ve onun adının Muhammed veya Ahmed olacağını ifade etmektedirler. O, Musa @ gibi kuvvetli olacak ve İsrailoğullarınin kardeşlerinden (yani; İsmail Peygamber'in soyundan gelen Araplardan) gelecektir. Kendinden önceki Allah'ın rasullerinin söylediklerini doğrulayacak, yeryüzünde Allah'ın Kanununu hâkim kılacak ve şer güçlerine galip gelecektir. Ve onun dini, Hüküm Günü'ne kadar baki kalacaktır.
Benzer ibareler aynı zamanda Hind ve Fars dini kitaplarında da bulunmaktadır. Bunlar da son rasulün Arabistan'dan çıkacağına ve insanlara ebediyyen bozulmayacak olan Allah'ın son dinini vereceğine işaret etmektedir. Hindistan'ın en eski dinî kitapları Pu-ran'da şu sözler bulunmaktadır: "Bir maleç-ka {yabancı bir ülkeli ve yabancı dili konuşan) manevî bir öğretmen, arkadaşları (sa-habe)yla çıkacaktır. Onun adı Muhammed olacak. Raca (Bhoc), bu mahu Dev Arab (meleklik) Pançgavya ve Ganj suyunda yıkandıktan sonra (günahlardan temizlendikten sonra) ona duasını bağışladı. Ona bütün ihtiramını göstererek şöyle dedi: 'Ben sana bağlıyım. Ey Sen! İnsanların onuru, Arabistan'da oturan, şeytanı öldürmek için büyük bir kuvvet toplamış ve sen bizzat korunmuştun. Ey Sen! En Ulu olan Tanrı'nın Sanemi, en büyük Efendi! Ben senin kölenim; beni ayaklarım altına yatır.' " (Bhavisya Pura Parv 3, Hand 3, Adya 3, Şalok 5-8).
Veda'daki başka bir tahminde şöyle denmektedir: "Ey insanlar! Bunu üzerinde durarak dinleyin! Övülen insan (Muhammed) insanlar içinden çıkacak. Biz, bineği yirmi deve ve dişi —develer olan, kibirleri yerlerden semaya değen altmış bin doksan düşmandan muhaciri sığınağımıza alırız." (Atarna Veda, Kanda 20, Sukta 127, Montra 1-3). Daha önce de belirtildiği gibi, aradan geçen zamaı ve tercüme hata ve belirsizlikleri yüzündeı bu pasajda işaret edilen birçok nokta man tıksiz veya karmaşık gelebilir. Fakat, tün bunlara rağmen, bütün insanlara önder ola rak Muhammed @'ın Arabistan'dan çıkaca gına açıkça işaret edilmektedir. Aynı şekil de, Fansîlerin en eski dinî kitapları olan De satir ve Zend Aveste, sadece Rasulullah @yn gelişini haber vermekle kalmamış, aynı za manda onun dinini^teferruatına inerek tam; men doğrulamaktadır. Şöyle denmektedir "Farslılar ahlaken düşüp battıklarında, Ara bistan'da yolundan gidenlerinin saltanatı, di ni ve her şeyi devirdiği bir adam doğacak Fars'ın kuvvetli ve inatçılarını yenecektir. İn şa edilen ve içine putlar yerleştirilmiş olaı Beyt (İbrahim @'ın Kabe'yi inşa etmesini açıkça işaret edilmekte) putlardan temizlene cek ve insanlar ona doğru ibadetini yapabi lecektir. Onun izleyicileri Fars, Tus ve Bell şehirlerini ve civarlarındaki büyük yerleri el lerine geçirecekler. İnsanlar birbiriyle ibtila edecek. Fars'ın ferasetli adamları onlara ka tılacak."
Yukarıda yer verdiğimiz bütün alıntılar, de ğişik beldelerdeki hemen hemen bütün din liderler; Peygamber Muhammed @'m gele ceğini, zihinlerde en ufak şüpheye yer bırak maksızın vazıh olarak haber vermişlerdir. Bı bakımdan, Allah'ın elçisinin kimliği hakkın da hiçbir kuşku kalmamaktadır. Samimi v ferasetli insanlar, onu önceden haber verİleı işaretler ve onu açık sade dininden bilirlei Hepsinden öte, onun büyük ve üstün şahsi yeti ve Özellikleri her yönüyle herkesten çol üstündür. Böylece, insanlar ona inanabilir v arzda, insanların barış, güvenlik, selâmet adalet, hayır ve fazilet içinde yaşayabileceğ Allah'ın Hükümranlığının kurulması müca delesine yardım edebilir.
Kur'an-ı Kerim, Muhammed @'ın peygamberliğini açıkça ve tatminkâr olarak pek çok yoldan doğrulamaktadır; bazan Allah'ın önceki rasullerin, Muhammed @'ın geleceğini ümmetlerine haber vermelerine atıf yapılarak; bazan onun İlâhî Mevkiine açıkça işaret ederek: diğer zamanlarda insanların akıl ve ferasetine başvurarak; bazen çok açık ve sade bir lisanla ifade ederek; bazan da doğruların sadakat ve ferasetini imtihan ederek zımnen. Kur'an'ın kendine has üslubu, bu Kitab'ın onun sözü olamayacağını sarih olarak göstermektedir. Vahyedilen dinin nakil üslup tekniği öyle aşikârdır ki, kimse Muhammed @'ın Peygamberlik yetkisinde şüpheye düşemez. Kur'an-ı Kerim'in, Muhammed @'m yeryüzünde gerçekten Allah'ın elçisi (rasulü) olduğunu gösteren muhtelif üslubunu ele alarak bunlardan birkaç örnek göstermekle yetineceğiz.
Önceki Kitaplara Müracaat, Kur'an-ı Ke-rim'de, Rasulullah @'m peygamberliğe yetkinliğini, daha önceki mukaddes kitaplara, peygamberlere ve onların ümmetlerine atıflar yaparak göstermeye yönelik birçok ayet vardır. Kur'an-ı Kerim, onları, kendilerine vahyedilen kitaplarında bildirilen rasulü inkâr etmenin elim sonuçlan bakımından ikaz etmektedir.
Kitap Ehli Rasulullah @'ı Kendi Çocuklarını Bildikleri Gibi Biliyorlardı. Kur'an-ı Kerim, onlardan çok iyi bildikleri şeyi saklamamalarını istiyordu; "Kendilerine Kitap verdiklerimiz, onu oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar, ama yine de onlardan bir grup bile bile gerçeği gizlerler. Gerçek Rabbinden-dir, sakın şüphelenenlerden olma." (2: 146-147). En'âm Suresi'nde şu ifadeyi görüyoruz: "Kendilerine Kitap verdiklerimiz, Muham-
med'i çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar; fakat kendilerine yazık ettiler, çünkü onlar inanmazlar." (6: 20). Bu ayetle, Muhammed @'ın Hak olduğunu kendi çocuklarını bildikleri gibi bilen Kitap Ehli'nin (yahudi ve hıristiyanlar) iç duygularını serahatle izah etmektedir. Onun İlâhi mevkiini gayet iyi biliyorlardı. Fakat, insanlar gerçeği öğrenmesinler diye bunu kasden sakladılar.
Kitap Ehli, Muhammed @'ı kitaplarında okudukları, onun gelmesiyle ilgili işaretlerden hemen tanımışlardı. Ancak, ne ona inandılar, ne de onun kimliğini izhar ettiler. "Ne zaman ki, Allah katından onlara, kendilerinde olanı tasdik eden Kitab geldi —ki onlar ondan önce inkâr edenlere karşı kendilerine yardım gelmesini beklerlerdi— bildikleri kendilerine gelince onu inkâr ettiler; artık Allah'ın laneti, inkarcıların üzerine olsun." (2: 89). Aslında, onlar, Rasulullah @'ı ilk tanıyan ve ilk inanan olmaları gerekirken, ona ve dinine ilk karşı çıkanlar olmuşlardır. Diğer yandan, Kitap Ehli'nden dürüst ve samimi olanlar ona inanmış ve yolundan gitmişlerdir. "Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o Elçi'ye, o ümmî Peygamber'e uyarlar. O ki, kendilerine iyiliği emreder, kötülükten men eder; onlara temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri haram kılar; üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar. Ona inanan, saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla beraber gönderilen nura uyanlar, İşte onlar felaha erenlerdir." (7: 157).
Burada, Kitap Ehli'nin (ruhbanlık vs. gibi) mantıksız gelenek ve alışkanlıklarına atıf yapılmaktadır. Son Peygiamber, insanların önünden bütün bu engelleri kaldırmak, onlara efsane ve dogmalardan arınmış olarak fiili hayatta uygulanabilecek şekilde imanın sade ve anlaşılır kaidelerini vermek için gönderilmişti. Kur'an-ı Kerim'de bu mealdeki pek çok ayet vardır. Ancak, biz ispatımızı göstermek için bunlardan birkaçıyla yetineceğiz.
Önceki Vahiylerin Tasdikçisi. Şüphesiz Mu-h'ammed @, kendinden önceki peygamberlerin din ve kitaplarını teyid etmiş ve onlara atfedilen yanlış iddiaları temizlemiştir. Bilhassa, İsa @'ın bakire Meryem'den, İlâhi bir mucize sonucu doğmuş olduğunu ve onun düşmanları tarafından ne öldürüldüğünü, ne çarmıha gerildiğini tesbit ederek onun adını yüceltmiştir. Bakara Suresi'nde şu ifade mevcuttur: "Yola gelesiniz diye Musa'ya kitap ve furkan (gerçekle batılı birbirinden ayıran ölçü) vermiştik." (2: 53). Yine aynı surede şöyle buyurulmaktadır: "Şüphesiz iman edenler, yahudiler, hıristiyanlar ve Sâbii'lerden Allah'a ve ahiret gününe inanıp yararlı iş yapanların ecirleri Rablerinin katındadıf. Onlar için artık korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir." (2: 62). Bu ayetler, Allah'a ve Hüküm Günü'ne inananlara, iyi bir mükafatı, sarahatle garanti etmektedir. Onlara şöyle denmişti: "Yanlarındaki Tevrat'ta Allah'ın hükmü dururken seni nasıl hakem yapıyorlar? Sonra da bu hükmün arkasından yüz çeviriyorlar..." (5: 43). En'âm Suresi'nde şöyle denmektedir: "Bu da kentlerin anasını (Mekke'yi) ve çevresindekileri uyarman için sana indirdiğimiz feyz kaynağı ve kendisinden önceki (Kitab)leri doğrulayıcı bir Kitap'tır. Ahirete inananlar buna inanırlar ve onlar, namazlarına devam ederler!' (6: 92) Ahkâf Suresi'nde de şu sözler bulunmaktadır: "Kur'an'dan önce, Musa'nın kitabı Tevrat bir rahmet ve rehberdir. Bu (Kur'an) da (kendinden öncekileri) doğrulayan, zulmedenleri uyarmak ve güzel davrananlara müjde olmak için Arapça indirilmiş bir kitaptık' (46: 12). Âl-i İmrân Suresi'nde şöyle denmektedir: "Sana kendisinden öncekileri doğrulayan Hak Kitabı indirdi. Bundan önce de insanlara doğru yolu göstermek için Tevrat ve İncil'i indirmişti. O, doğruyu yanlıştan ayıran Kitab'ı indirdi" (3:3) Nisa Suresi'nde de, Kitap Ehline bu kitaba inanmaları söylenmektedir: "Ey Kitap verilenler! Yüzleri silip arkaya çevirerek enseler gibi dümdüz yapmadan, yahut cumartesi güncüleri (bu günde Allah'ın koyduğu yasaklan dinlemeyip aşırı giden Yahudiler)ni lanetlediğimiz gibi lanetlemeden önce, elinizdeki Kİtab'ı tasdik ederek indirdiğimiz Kur'an'a inanın." (4; 47).
"Muhammed, Allah'ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar, kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rü-kua varırken, secde ederken, Allah'tan lütuf ve hoşnutluk dilerken görürsün. Onlar yüz-lerindeki secde izi ile tanınırlar. İşte bu, onların Tevrat'ta anlatılan vasıflarıdır. İncil-de de şöyle vasıflandırılmışlardı: Filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, kahnlaşmış, gövdesi üzerine dikmiş, ekincilerin hoşuna giden ekin gibidirler." (48: 29). Bu benzerlik, aşağıda gösterildiği gibi Tevrat ve İncil-de de aynı kelimelerle ifade edilmektedir.
"Ve dedi: Allah'ın melekûtu böyledir, yere tohum saçan bir adam gibidir. Gece gündüz uyuyup kalkar; tohum biter ve büyür; nasıl, o bilmez. Toprak kendiliğinden önce otu, sonra başağı, sonra başakta dolu taneyi verir. Mahsul erdiği zaman, hemen orağı salar; çünkü hasat gelmiştir. Ve dedi: Allah'ın me-lekûtunu nasıl benzetelim? Yahut onu ne meselle önünüze koyalım? Hardal tanesi gibidir ki, toprağa ekilirken her ne kadar yer üzerinde olan bütün tohumlardan en küçüğü ise de, ekildikten sonra büyük ve bütün sebzelerden daha büyük olur, büyük dallar salar; şöyle ki, göğün kuşları onun gölgesi altına yerleşebilirler." (Markos IV, 26-32). Yukarıda, Kur'an-ı Kerim'deki ayetin ilk kısmındaki benzerlik Tevrat'ta da vardır. "Ve dedi: 'Rab Sina'dan geldi, ve onlara Seir'den doğdu, Paran (Faran) dağından parladı. Ve beraberinde on bin kutsal olanlarla sağ elindeki ateşi sallayarak geldi. Evet, o halkını seviyordu; ona tahsis edilenler hep onun elindeydi; bu yüzden yönünü senden alarak onun izini takip ettiler:' (Tesniye XXXIII, 2-3). Burada, müşriklere karşı şedid, aralarında şefkatli olan ve "on bin Kutsal olan" ibaresi de Hicret'in sekizinci yılında, Mekke'.nin fethinde Rasulullah @'ın yanında bulunan on bin sahabeye işaret etmektedir.
Ona Vahiy Verilmiş Olması. Muhammed @, insanlığa önder-olması İçin özel olarak Va-niy verildiği de Kur'an-ı Kerim'de tesbit olmuştur. En'âm Suresi'nde şöyle denmektedir: "İşte onlar, Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. Onların yoluna uy ve de ki: 'Ben ona karşılık sizden bir ücret istemiyojum. O, sadece bütün âlemlere bir öğüttür.' " (6: 90). Kasas Suresi'nde şöyle buyurulur: "Sen, sana bu Kitab'ın verileceğini ummazdın. O, ancak Rabbinin bir rahmetidir..." (28: 86). An-kebut Suresi'nde de şöyle buyurulmaktadır: "Sen daha önce bir kitâpdan okumuş ve elinle de onu yazmış değildin. Öyle olsaydı, bâtıl söze uyanlar şüpheye düşerlerdi." (29: 48). Secde Suresi'nde de şunları okuyoruz: "Şüphe götürmeyen Kitap, âlemlerin Rabbinin indirdiğidir. 'Onu Peygamber'in kendisi uydurdu diyorlar.' öyle mi? Hayır! O, senden önce peygamber gönderilmemiş olan bir milleti uyarman için sana Rabbinden gelen bir gerçektir. Belki artık doğru yolu bulurlar." (32: 2-3). Şura Suresi'nde şöyle denmektedir: "İşte sana da buyruğumuzla bir vahiy gönderdik; sen kitap nedir, İman nedir önceleri bilmezdin, fakat Biz onu, kullarımızdan dilediğimizi onunla doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibi Allah'ın yoluna." (42: 52-53).
Bu ayetler, Rasulullah @'ın selâhiyet ve Di-ni'ni kesinlikle tespit etmektedir. Zikredilen ayetler, açık olarak göstermektedir ki, Mu-hammed @ bu mevkiye yeni bir talip değildir. Onun Kitabı ve Dini de garip değildir. Çünkü, ondan önce de peygamberler aynı şekilde gelerek, insanlara rehberlik için Allah1 m Dini'ni getirmişlerdir. İnsanlar, Allah'ın Dini'ni unutup veya kaybedince hatta ifsat ettikçe, Gerçek Asıl Dini, beşerî kanun ve geleneklerle karıştırarak ifsat edince, Allah, ümmetini, önderliğinde uyaracak başka bir elçisini göndermiştir. Bu elçiler, Allah'ın son elçisi Muhammed @'ın gelişine kadar, insan-'arı Allah'ın Gerçek Dini'ni muhafaza için gelmeye devam etmişlerdir. Muhammed @ aa kendinden öncekiler gibi, yeni bir din gedmemiş, fakat insanları unutmuş, kaybetmiş veya beşerî (insan yapımı) gelenek ve kanunlarla karıştırmış ve değiştirmiş oldukları asıl İlâhî din konusunda İkaz etmiştir. Bu şekilde, Muhammed @ aslında, insanlığa rehber olması için gerçek dini saf şekliyle getirmiştir: "Nuh'a, ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyettiğimiz gibi, şüphesiz sana vahyettik. Davud'a da Zebur'u verdik. Daha önce sana anlattığımız elçilere ve sana anlatmadığımız elçilere de. Ve Allah Musa ile de konuşmuştu." (4: 163-164).
İnsanlara, Rablerinden gelen elçiye inanmaları söylenmektedir. "Ey insanlar! Rasul (peygamber) Rabbinizden size gerçekle geldi, inanın, bu sizin haynmzadır. İnkâr ederseniz, bilin ki göklerde ve yerde olanlar Allah'ındır. Allah bilendir, Hâkim (hikmet sa-hibi)dir." (4: 170) Yunus Suresi'nde, insanların Rasulullah @'ın peygamberliği hususunda şüpheye düşmemeleri söylenmektedir; "İçlerinden birine: 'İnsanları uyar ve inananlara, Rableri katında yüksek makamlar olduğunu müjdele' diye valıyetmemiz insan ların tuhafına mı gitti ki, kâfirler: *Bu apaçık bir büyücüdür' dediler?" (10: 2) Şûra Suresi'nde de şu ifadeyi görüyoruz: "Allah Nuh'a buyurduğu şeyleri size de din olarak buyurmuştur. Sana vahyettik. İbrahim'e, Musa'ya, İsa'ya da buyurduk ki: 'Dine bağlı kalın, onda ayrılığa düşmeyin.' Putperestleri çağırdığın şey onların gözünde büyümektedir. Allah dilediğini kendine seçer, kendisine yöneleni de doğru yola eriştirir?' (42: 13)
Dini Tam Vahyedildiği Gibi Tebliğ Eder. Muhammed @, Allah'ın rasulü (elçisi) dir ve yalnız Rabbinin kendisine vahyettiğini tebliğ etmektedir. "Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Rasulü'nü, doğruluk rehberi Kur'an ve Hak din ile gönderen O'dur. Şahit olarak Allah yeter." (48: 28)
Ahkâf Suresi'nde şöyle buyurulmaktadır: "(Ey Muhammed!) De ki: 'Ben peygamberlerin ilki değilim ;-benim ve sizin başınıza gelecekleri bilmem; ben ancak bana vahyolu-nana uymaktayım; ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.' De ki: 'Eğer bu Kitap, Allah katından ise ve siz de onu inkâr etmişseniz; İs-railoğullarından bir şahit de bunun böyle olduğuna şehadet edip de inanmışken, siz yine de büyüklük taslarsanız, bana söyleyin kendinize yazık etmiş olmaz mısınız?' Doğrusu Allah zalim kavmi doğru yola eriştirmez." (46: 9-10) Yunus Suresi'nde şöyle denmektedir: "Ayetlerimiz onlara açık açık okununca bizimle karşılaşmayı ummayanlar (Muhanımed'e); 'Bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir' dediler. De ki: 'Onu kendiliğimden değiştiremem, ben ancak, bana vahyolunana uyarım. Ben Rabbime karşı gelirsem, büyük günün azabına uğramaktan korkarım.' De ki: 'Eğer Allah dikseydi ben onu size okumazdım, size de bildirmemiş olurdu. Daha önce yıllarca aranızda bulundum, hiç düşünmüyor musunuz?' Allah'a karşı yalan uyduran veya ayetlerini yalan sayandan daha zalim kim olabilir? Suçlular elbette saadete erişemezler." (10: 15-17). Sebe Suresi'nde şu ifade mevcuttur: "Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ye uyarıcı olarak göndermişizdir; fakat insanların çoğu bilmezler." (34: 28).
Bilimsel Gerçekler: Kur'an-ı Kerİm'de, fizikî dünyanın ve insan fizyolojisinin bilimsel gerçekleriyle ilgili bin dört yüz sene önce hiç kimsenin bilmesi mümkün olmayan çok sayıda ayet bulunmaktadır. Bu ayetler, Mu-hammed @'ın insanoğlunun o devirde bilmediği şeyleri tabiat ötesi bir kaynaktan (Yani Allah'tan) aldığını açıkça göstermektedir.
İnsanın Yaratılışı ve Üreme Süreci. İnsanın yaratılışı, döllenme süreci, embriyonun kadının rahim organında oluşumu, sıvının kompozisyonu, vs... ve İnsan genetik ve fizyolojisi ile ilgili diğer meseleler, modern bilim çağlından önce hemen hiç bilinmeyen konular, Kur'an-ı Kerim'de izah edilmiştir. Bu da Muhammed @'ın Allah'ın rasulü (peygamberi) olduğunu ve bütün bu bilgileri kâinatın yaratıcısından aldığını doğrulamaktadır. Embriyonun gelişimi şu şekilde açıklanmaktadır: "Ey insanlar! Öldükten sonra tekrar dirilmekten şüphede iseniz (bilin ki), Biz sîzi topraktan, sonra nutfeden (spermadan), sonra pıhtılaşmış kandan (alâka-embriyodan), sonra da'yapısı belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki, size kudretimizi açıkça gösterelim. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız; sonra sizi çocuk olarak çıkartırız, böylece yetişip erginlik çağma varırsınız. Kiminiz öldürülür, kiminiz de ömrünün en kötü çağına (İhtiyarlığa) ulaştırılır ki, bilirken bir şeyi bilmez hâle gelir..." (22: 5). Mümİnun Suresi'nde de şu izahı görüyoruz: "Sonra onu nutfe (sperma) olarak sağlam bir yere yerleştirdik. Sonra nutfeyi alâkaya (embriyoya) çevirdik, alâka (embriyo)yı bir çiğnemlik ete çevirdik, bir çiğnemlik eti kemiklere çevirdik, kemiklere et giydirdik; sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir!" İnsanın yaratılışının vetiresi ve kadın rahim organlarındaki gelişimi, o devirde bu bilgiyle ilgili beşerî hiçbir kaynak bulunmadığı için Muhammed @'a ancak vahiy vasıtasıyla malum olmuştur. Kur'an, duyu ve cinsel organların oluşumuna da temas etmektedir. (Bucaille, Maurice, İncil, Kuran ve Bilim. U.S.A., 1978): "Sonra onu şekillendirip kendi ruhundan üfledi. Ve sizin için, kulaklar, gözler ve kalpler verilmiştir. Öyleyken pek az şükrediyorsunuz." (32: 9). Cinsî organların da oluşumu şöyle açıklanmaktadır: "Ondan iki çifti; erkek ve dişiyi var etti." (75: 39). Necm Suresi'nde şu ifade mevcuttur: "Doğrusu, atıldığında meniden erkek ve dişiyi, iki çifti yaratan O'dur." (53: 45-46). Yine Fatır Suresi'nde şöyle denmektedir: "Allah sizi topraktan, sonra nutfe (sperma)den yaratmış, sonra da sizi çiftler halinde var etmiştir. Dişinin gebe kalması ve doğurması ancak O'nun bilgisiyledir..." (35: 11).
Hayvanlar Âlemi. Benzer olarak, İlâhî yardım olmaksızın bilmesi mümkün olmayan, hayvanlar alemiyle ilgili pek çok gerçek Muhammed @ 'a vahyedilmiştir. Kur'an-ı Kerim, hayvanlar alemindeki bazı türlerin hareketlerini açıklamaktadır: "Rabbin bal arısına: 'Dağlarda, ağaçlarda ve hazırlanmış kovanlarda yuva edin; sonra her çeşit üründen ye; sonra da Rabbinin işlemen için gösterdiği yollardan yürü'diye öğretti.Karınlarından insanlara şifa olan çeşitli renklerde bal çıkar. Düşünen bir kavim İçin bunda ibret vardır." (16: 68-69)
Hayvan sütünün kaynağı da şöyle izah edilmektedir: "Hayvanlarda da size ibretler vardır. Bağırsaklarındakiler İle kan arasından, içenlere halis ve içimi kolay süt içiririz." (16: 66) Bu ayetler, on dört asır önce bilinmeyen, hayvanların nasıl süt oluşturduğunu açıklamaktadır. Dr. Maurİci Bucaille'in deyişiyle, "Burada, her şeyi devinim içinde tutan ilk süreç, bağırsak ve kanın bağırsak duvarı yüzeyinde bir araya gelmesidir. Bu kesin kavram, kimya ve fizyolojide sindirim sistemiyle ilgili yapılan buluşların sonucudur. Bu süreç, yakın zamanlarda anlaşıldığından Rasu-lullah @'ın devrinde bilinmemekteydi. Kan dolaşımının keşfi Harvey tarafından, Kur'an-ı Kerim'in vahyinden yaklaşık on asır sonra gerçekleşmiştir. Buna göre Kur'an-ı Ke-rim'de bu kavramlarla ilgisi bulunan ayetlerin, ortaya çıktıkları zaman bakımından beşerî esaslı izahı mümkün değildir." (Bucail-le, Maurice, İncil, Kur'an ve Bilim, U.S.A., 1978)
Bitki Âlemi. Aynı şekilde, Kur'an-ı Kerimde bitki alemiyle ilgili ihtilâl mahiyetinde bilgi müşahade edilmektedir. Bitki alemindeki yeniden^üreme şöyle ifade edilmektedir. "Yeri düzleyen, orada dağlar, nehirler var eden, her türlü üründen çift çift yaratan, gündüzü geceyle bürüyen de O'dur..:' (13: 3). Hacc Suresi'nde şunları okuyoruz: "... Fakat biz onun üzerine-suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabarır ye her güzel çiftten bitirir." Taha Suresi'nde de şu ifade bulunmaktadır: "... gökten su indiren O'dur. Biz o su ile türlü türlü, çift çift bitkiler yetiştirdik." (20: 53). Bitkilerin gelişme sürecine de temas edilmektedir: "Taneyi ve çekirdeği yaran, şüphesiz Allah'tır; ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkarır. İşte Allah budur. Nasıl yüz çevirirsiniz?" (6: 95). Bir çifti oluşturan elemanların varlığının farklılık ve çeşitliliği şöyle anlatılmaktadır: "Yerin yetiştirdiklerinden, kendilerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden olan bütün çiftleri yaratan Allah münezzehtir, (yücedir)" (36: 36).
Dağların Fonksiyonları: Kur'an-ı Kerim, dağların fonksiyon ve amacını da izah etmektedir: "Yeri yaydık, oraya sabit dağlar yerleştirdik, orada her şeyi bir ölçüye göre bitirdik." (15: 19). Rad Suresi'nde şöyle bu-yurulmaktadır: "Yeri düzleyen, orada dağlar, nehirler var eden, her türlü üründen çift çift yetiştiren, gündüzü geceyle bürüyen de O'dur:' (13: 3). Yine, Nahl Suresi'nde: "Yeryüzünde sarsümayasınız diye, sabit dağlar yarattı.." (16: 15) denmektedir. Lokman Suresi'nde şöyle buyurulmaktadır: "Allah gökleri —gördüğünüz gibi— direksiz yaratmış, sizi dağlar sallar diye yeryüzüne sabit dağlar koymuş; orada her türlü canlıyı yaymıştır..." (31: 10).
Bulut, Rüzgâr ve Yağmurun Oluşu: Kur'an-ı Kerim, bulutların teşkil sürecini ve bitkilerin rüzgâr vasıtasıyla tohumlanmasını çok güzel ve çarpıcı bir ifadeyle anlatır: "Rüzgârları gönderip bulutları yürüten, onları gökte dilediği gibi yayan ve kısım kısım yığan Allah'tır. Aralarından yağmurun çıktığını görürsün. Onu kullarından dilediğine uğratınca hemen sevinirler." (30: 48). Fatır Suresi'nde şöyle buyurulmaktadır: "Rüzgârları gönderip de bulutları yürüten Allah'tır. Biz bulutları Ölü bir yere sürüp, onunla toprağı ölümünden sonra diriltiriz..." (35: 9). Bakara Suresi'nde ise şöyle buyurulmaktadır: "... Allah'ın gökten indirip, yeri Ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve yerle gök arasında emre amade duran bulutları döndürmesinde düşünen kimseler için deliller vardır." (2: 164). Mü'minûn Suresi'nde de şu ifadeyi görüyoruz: "Gökten suyu ölçülü indirdik de, onu yerde durdurduk. Şüphesiz onu göstermeye de kadiriz. Onunla size, içlerinde sizin için birçok meyvalar bulunan hurma ve üzüm bahçeleri yaptık, onlardan yiyorsunuz." (23: 18-19). Zümer Suresi'nde şöyle bu-yurulmaktadır: "Allah'ın gökten bir su indirip, onu yerdeki kaynaklara yerleştiren, sonra onunla çeşitli renklerde ekinler yetiştiren olduğunu görmez misin? Sonra onları kurutur —ki sen de onları sapsarı görürsün— sonra da çöpe çeviririz. Şüphesiz bunlarda, akıl sahipleri için-Öğüt vardır." (39: 21). Bitkilerin, rüzgârların çiçek tozlarını taşıması vasıtasıyla tohumlanma süreci şu kelimelerle ifade edilmiştir: "Rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik; yukarıdan su indirdik de sizi onunla suladık. Yoksa siz onu toplayamazdınız." (15: 22).
Fizikî Dünyadaki Diğer Vakıalar. Kur'an-ı Kerİm'de fizikî dünya ile ilgili gerçekleri açıklayan, hayranlık uyandıran ve aydınlatıcı çok sayıda ayet-i kerime bulunmaktadır. Yıldız (güneş gibi) ve gezegen (ay gibi)lerin yapılarına ışık tutmaktadır: "Allah'ın göğü yedi kaJ: üzerine nasıl yarattığını görmez misiniz? Aralarında aya aydınlık vermiş ve güneşin ışık saçmasını sağlamıştır!' (71: 16- 17). Fur-kan Suresi'nde şu ifade vardır: "Gökte burçlar vareden, orada ışık saçan güneş ve aydınlatan ayı yaratan Allah, yücelerin yücesidir?' (25: 61). Ayrıca, ay ve güneşin yörüngevî hareketine ve gece ve gündüzün ardarda gelişine temas edilmektedir: "Gece de onlar için bir ayettir (delildir). Gündüzü ondan sıyırırız da karanlıkta kalıverirler. Güneş de müs-tekarrı için (yörüngesinde) akıp gider. Bu güçlü ve bilen Allah'ın takdiridir. Ay için de sonunda kuru bir hurma dalına döneceği konaklar tayin etmişizdir. Ay'a erişmek güneşe düşmez. Gece de gündüzü geçemez. Her bîri bir yörüngede yürürler?' (36: 37-40). Enbiya Suresi'nde şöyle buyurulmaktadır: "Gece ve gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O'dur. Her biri bir yörüngede yürür." (21: 33). Bu durum teferruatıyla izah edilmektedir: "Gökleri ve yeri gerçekten yaratan O'dur. Geceyi gündüze dolar, gündüzü geceye dolar. Her biri belirli bir süreye kadar yörüngelerinde yürüyen güneş ve ayı buyruk altında tutar. Dikkat edin, güçlü olan, çok bağışlayan O'dur." (39: 5).
Kur'an-ı Kerim'de göklerin yaratılışı ve bunların tekamül sürecinden de bahsedilmektedir: "İnkâr edenler görmediler mi ki, göklerle yer bitişik idi, Biz onları ayırdık ve her canlıyı sudan yarattık? Halâ inanmıyorlar mı?" (21: 30). Fussilet Suresi'nde de şöyle denmektedir: "Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve arz (yeryüzü)a; 'İsteyerek veya istemiyerek (buyruğuna) gelin' dedi. İkisi de 'İsteyerek geldik' dediler. Böylece onları, (Allah) iki günde yedi gök yaptı ve göğe emrini bildirdi. Ve Biz, en yakın göğü lambalarla ve koruma ile donattık. İşte bu, bilen, güçlü olan Allah'ın kanunudur." (41: 11-12). Dünyanın atmosferi diyebileceğimiz bir meseleye de Kur'an-ı Kerim'de temas edilmektedir: "Şüphesiz Biz, yakın göğü bir süsle, yıldızlarla donattık. Onu itaat dışına çıkan her şeytandan koruduk!' (37: 6-7).Hicr Suresi'nde de şunları okuyoruz: "Biz bir ülkeyi helak etmek istediğimiz zaman, şımarık varlıklarına (yola gelmelerini) emrederiz, ama onlar yoldan çıkarlar. Artık o şehir helak (yok) olmayı hakeder. Biz de onu yerle bir ederiz. Nuh'dan sonra nice şehirleri helak (yok) etmişizdir. Kullarının günahlarından haberdar ve gören olarak Rabbin yeter." (15: 16-17).
Kur'an-ı Kerim'de dünya ile ilgili ve insan fizyolojisi sahasında o devirde bilinmesi mümkün olmayan fizikî vakıa ve olayları açıklayan çok sayıda ayet bulunmaktadır. Bunlar, Muhammed @'ın bu bilgiyi, İlâhî kaynak (Allah)tan aldığını göstermekte ve dolayısıyla onun peygamberliğini teyid etmektedir.
Rasulullah @ kâfirlerin, dinini kabul etmesi hususunda çok arzuluydu. Ancak, bu çabalarının reddolunması onu çoğu zaman üzmekteydi. Allah-u Teâlâ onu hoşnut etmek İçin teselli ve ferahlatıcı ayetler indirmiştir:
"Onların söylediklerinin seni üzeceğini elbette biliyoruz; doğrusu onlar seni yalancı saymıyorlar, fakat zalimler Allah'ın ayetlerini bile bile inkâr ediyorlar. Senden önce de nice elçiler (peygamberler) yalanlanmıştı. Yalanlamalarına ve eziyet edilmelerine sabrettiler, nihayet onlara yardımımız yetişti. Allah'ın kelamı (sözleri)nı değiştirebilecek yoktur; andolsun ki rasullerin (elçilerin) haberi sana da geldi," (6: 33-34). Hacc Suresi'nde şöyle buyurulmaktadır: "Seni yalancı sayıyorlarsa bil ki, onlardan önce Nuh kavmi, Âd, Semûd, ibrahim kavmi, Lut kavmi ve Medyen halkı da (peygamberlerini) yalanlamıştı ve Musa da yalanlanmıştı.Ama Ben,kâ-firlere (Önce) mühlet verdim, sonra da onları yakaladım. Beni tanımamak nasılmış görsünler." (22: 42-44). Fatır Suresi'nde de Ra-sulullah @ şu sözlere mazhar olmaktadır: "Seni yalanlıyorlarsa bil ki, senden önce de nice peygamberler yalanlanmıştı. Bütün işler Allah'a döndürülecektir." (35: 4 ve 25). Rasulullah @ şöyle ferahlatılmaktadır: "Onların sözü seni üzmesin, çünkü bütün kudret Allah'ındır. İşiten ve bilen O'dur." (10: 65). Yine, Lokman Sunesi'nde şöyle buyurulmaktadır: "İnkâr edenin inkarcılığı seni üzmesin; onların dönüşü Bize'dir. O zaman yaptıklarını kendilerine haber veririz. Şüphesiz Allah kalplerde olanı bilir." (31: 23). Allah-u Teâlâ, Yasin Suresi'nde şu ayeti kerimeyi buyurmuştur: "Onu ve ailesini büyük sıkıntıdan kurtarmıştık" (36-76). Âl-i İmrân Suresi'nde de şu sözlerle karşılaşıyoruz: "Küfürde yarışanlar seni üzmesin; şüphesiz onlar Allah'a hiçbir zarar veremezler. Allah ahi-rette onlara bir pay vermemek istiyor; onlara büyük azap vardır." (3: 176). durumuna çok üzüldüğünden, onların dine girerek cezadan kurtulması için bazen mucizeye mazhar olmayı diliyordu. Hatta, öyle zamanlar olmaktaydı ki, sadece câhil ve inat-Çi bağnaz kâfirlerin kurtuluşu için bu isteği Çok kuvvetlenirdi. Bu yüzden, Allah, isterse bunu onlara kolaylaştırabileceğini, fakat dinin apaçık ortada olduğunu ve insanların bunu kabul veya reddetmekte hür olduklarını açıklamıştır.
Gerçekten de Hakk'ı arayan insanlar için böyle mucizelere gerek yoktu. Kâfirler içinde, onları imana getirecek hiçbir mucize zaten yoktu. Rasulullah @'a şöyle denmekteydi: "Onların yüz çevirmesi sana ağır gelince, eğer gücüm yeri delmeye veya göğe merdiven dayamaya yetmiş olsaydı, onlara bir mucize göstermek isterdin. Allah dileseydi onları doğru yolda toplardı..." (6: 35). İsra Suresi'nde de şu İfadeyi görüyoruz: "Andolsun ki biz Kur'an'da insanlara türlü türlü misal gösterip açıkladık. Öyleyken insanların çoğu nankör olmakta direndiler. Şöyle dediler: 'Bize, yerden kaynaklar fışkırtmadıkça sana inanmayacağız.' 'Veya hurmalık, bağların olup aralarında ırmaklar akıtmalısın.' 'Yahut da iddia ettiğin gibi göğü tepemize parça parça düşürmelİ, ya da Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin.' 'Veya altın bir evin olmalı, yahut göğe yükselmelisin; ama oradan okuyacağımız bir kitap indirmezsen yine o yükselmene inanmayacağız.' " (17: 89: 93). Furkan Suresi'nde şöyle buyurulmuştur: "Şöyle dediler: 'Bu ne biçim peygamber ki yemek yer, sokaklarda gezer? Ona, beraberinde bulunup uyarın bir-melek indirilseydi ya! Yahut, kendisine bir hazine verilseydi, veya besleneceği bir bahçe olsaydı ya!'..." (25: 7-8).Mucize talepleri başka bir şekilde de yapılmaktaydı: "Ama onlara katımızdan Hak gelince: 'Musa'ya verildiği gibi buna da mucize verilmesi gerekmez mi?' derler. Daha önce Musa'ya verileni de inkâr etmemişler miydi? 'Yardımlaşan iki sihirbaz' demişlerdi; 'Hepsini inkâr ederiz' demişlerdi." (28: 48). Ve Ankebût Suresi'nde de şöyle buyu-rulmuştur: "Hayır, Kur'an kendilerine ilim verilenlerin gönüllerinde yerleşen apaçık ayetlerdir. Ayetlerimizi, zalimlerden başka kimse bile bile inkâr etmez. 'Ona Rabbinden mucizeler indirilmesi gerekmez miydi?' derler. De ki: 'Mucizeler ancak Rabbimin ka-tındadır. Doğrusu ben, sadece apaçık bir uyarıcıyım.' Kendilerine okunan bir Kitab'ı sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu? Bunda, inanan topluluk için rahmet ve ibret vardır:' (29: 49-51).
Bütün İnsanlığa Meydan Okuma. Kur'an-ı Kerim'in, ondan şüphesi olan bütün insanlığa, kendisi gibi bir kitap, hatta suresini getirmeleri şeklindeki meydan okuması günümüze kadar cevapsız kalmıştır. Kur'an-ı Kerim'in lisanındaki üslup ve ihtişamı bilenler, onu hadis kitaplarındaki Rasulullah @ 'in lisanından hemen ayırdedecektir. İkisi arasında elmas gibi mücevherler ile mermer ve cam arasındaki fark gibi fark vardır. Kur'an-ı Kerim'in meydan okuyuşu şöyle ifade edilmektedir: "De ki: 'İnsanlar ve cinler birbirine yardımcı olarak bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, andol-sun ki, yine de benzerini ortaya koyamaz-lar? " (17: 88). Kâfirlere şöyîe meydan okunmaktadır: "Yoksa, Onu uydurdu mu diyorlar? Öyleyse siz de onun benzeri uydurma on sure getirin; eğer samimi İseniz Allah'tan başka çağırabileceklerinizi de çağırın. Eğer size cevap veremezlerse bilin ki, (O), Allah-ın bilgisiyle indirilmiştir. O'ndan başka tanrı yoktur, artık müslümansınız değil mi?" (11: 13-14). Bakara Suresi'nde şöyle buyurul-maktadır: "Kulumuza (Muhammed'e) indirdiğimizden (Kur'an'dan) şüphe ediyorsanız, siz de onun benzeri bir sure getirin; eğer doğru (sözlü) iseniz, Allah'tan başka güvendiklerinizi de yardıma çağırın. Yapamazsanız —ki asla yapamayacaksınız— o halde yakıtı insanlar ve taşlar olan inkarcılar için hazırlanmış ateşten sakının." (7: 23-24). Müşrik ve kâfirlere, Kur'an-ı Kerim'in hiç kimse tarafından meydana getirilmiş olmadığı, fakat Allah'ın kelâmı olduğu açıkça söylenmektedir: "Bu Kur'an, Allah'tandır, başkası tarafından uydurulmuş değildir. Ancak kendinden öncekini doğrular ve o- kitabı açıklar. Şüphesiz Âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. Yoksa, 'Onu uydurdu' mu diyorlar? De ki: 'Eğer doğru iseniz haydi onun benzeri bîr sure getirin ve Allah'tan başka çağırabîleceklerİnizi de çağırın." (10: 37-38).
Vâsi Değil Elçi (Rasul). İnsanlara, Muham-med @'ın bir vâsi, muhafız veya işlerin müdürü olmayıp, onun Allah'ın dinini tebliğ ve tavsiye etmekle görevli Allah'ın rasulü (elçisi) olduğu söylenmiştir. İnanmak veya inkâr etmek onlara kalmıştır, çünkü insanlar hareketlerinden ötürü tamamen sorumlu ve mükelleftirler."(Ey Muhammedi) Sen öğüt ver. Çünkü sen ancak öğüt verensin. Onların üzerinde zorlayıcı değilsin." (88: 21-22). En'âm Suresi'nde de şöyle buyurulmuştur: ' 'Allah dileseydi şirk (ortak) koşmazlardı. Biz seni onlara bekçi (koruyucu) yapmadık, onların vekili de değilsin." (6: 107). Yine aynı surede şu ifadeyi görüyoruz: "O (Kur'an), hak (gerçek) iken kavmin onu yalanladı. De ki: 'Ben size vekil değilim' " (6: 66) Yunus Suresi'nde de şöyle buyurulmaktadır: "De ki: 'Ey insanlar! Rabbinİzden size hak (gerçek) gelmiştir. Doğru yola giren ancak kendisi için girmiş ve sapıtan da kendi zararına olarak sapılmıştır. Ben sizin bekçiniz değilim.' " (10: 108). Zümer Suresi'nde şöyle denmektedir: "Biz, insanlar için Kitab'ı hak ile sana indirdik. Artık kim doğru yola gelirse kendi yararınadır, kim de saparsa kendi zararına sapmış olur. Sen onlara vekil değilsin." (39: 41).
Rasulullah @'ın Görevi. Rasuîullah @, Allah tarafından, bütün güç ve gayretiyle yerine getirdiği açık ve kesin bir görevle gönderilmiştir: "De ki: 'Doğrusu ben, göklerin ve yerin hükümrânı, O'ndan başka tanrı bulunmayan, dirilten ve öldüren Allah'ın, hepiniz için gönderdiği peygamberiyim. Gelin Allah'a ve O'nun ümmî {okuma yazması olmayan) ve haber getiren peygamberine inanın —ki o da Allah'a ve sözlerine inanmıştır. Ona uyun ki doğru yolu bulaşınız.' " (7: 158). Nemi Suresi'nde de şöyle buyurulmak-tadır: "De ki: 'Ben sadece her şeyin sahibi olan ve bu kutlu kılınmış şehrin Rabbine kulluk etmekle emrolundum. Müslümanlardan olmakla ve Kur'an okumakla emrolundum.'
Kim doğru yolu bulmuşsa yalnız kendisi için bulmuş olur, kim sapıtmışsa kendine etmiş olur. De ki: 'Ben sadece uyarıcılardanım.' " (27: 91-92). Rum Suresi'nde de şu ifadeyi görüyoruz: "(Ey Muhammed!) O halde, gerçek müslüman (muvahhid) olarak kendini dine doğrult; Allah'ın dinine ki, insanları onun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yarattığı bu dini değiştirmeye kimsenin gücü yetmez. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler. Hep Allah'a dönüp itaat edin, OL ndan korkun ve namaza devam edin; müşriklerden olmayın." (30: 30-31). Âl-i İmrân Suresi'nde de şöyle buyurulmaktadır: "An-dolsun ki Allah, inananlara, ayetlerine okuyan, onları arıtan, onlara Kitap ve hikmeti öğreten kendilerinden bir peygamber göndermekle iyilikte bulunmuştur. Halbuki onlar, önceleri apaçık sapıklıkta idiler." (3: 164). En'âm Suresi'nde şu ifadeyi görüyoruz: "Rabbinden sana vahyolunana uy! O'ndan başka tanrı yoktur, puta tapanlardan yüz çevir." (6: 106). Yunus Suresi'nde de şöyle denmektedir: "Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratıp sonra arşa hükmeden, işi düzenleyen Allahtır. İzni olmadan kimse şefaat edemez. İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'na kulluk edin. Nasihat dinlemez misî-niz?" (10: 3). Tûr Suresi'nde şöyle buyurulmaktadır: "(Ey Muhammed) Öğüt ver; Rab-binin nimetiyle sen, ne kâhinsin, ne de mecnun. Yoksa onlar (senin için); 'Bir şairdir, zamanın onun aleyhine dönmesini gözlüyoruz' mu derler? De ki: 'Gözleyin, doğrusu ben de sizinle beraber gözlemekteyim! Bunu onlara akılları mı emrediyor, yoksa onlar azgın bir kavim midirler? Yahut: 'Onu kendi uydurdu' diyorlar, öyle mi? Hayır, onlar inanmıyorlar. Eğer doğru (iddialarında samimi) iseler haydi onun (Kur'an'ın) benzeri bir söz getirsinler." (52: 29-34). Ve Müddes-sir Suresi'nde bu görev özetlenmektedir: "Ey örtüye bürünen (Muhammed), Kalk da uyar! Rabbini tekbir et (yücelt). Elbiseni temiz tut. Pislikten (kötülükten) kaçın. Verdiğini çok görerek başa kakma. Rabbin için sabret." (74: 1-7). Kehf Suresi'nde de şöyle buyurulmaktadır: "De ki: 'Ben de ancak sizin gibi bir insanım; ancak bana tanrınızın tek bir T&nrı olduğu vahyolunuyor. Rabbine kavuşmayı uman kimse yararlı bir iş işlesin ve Rab-bİne kullukta hiç ortak koşmasın" (18: 110). Sebe Suresi'nde ise şöyle denmektedir: "De ki: 'Size tek bir öğüdüm var: AllarTiçin ikişer ikişer ve tek tek kalkınız, sonra düşününüz, (göreceksiniz ki) arkadaşınızda delilikten eser yoktur. O, ancak şiddetli bir azabın önünde sizi uyarıcıdır." (34: 46). Necm Suresi'nde de şunları okumaktayız: "Arkadaşınız sapmamış ve azmamıştır. O, kendiğilin-den konuşmamaktadır. Onun konuşması ancak, bildirilen bir vahy iledir. Ona, çetin kuvvetlere sahip ve güçlü olan (Cebrail) öğretmiştir: Üstün akla sahip (olan melek) en yüksek ufukta doğrulmuş iken. Sonra yaklaşmış ve inmiştir. Araları iki yay aralığı kadar, belki daha da yakın oldu. (Allah o anda) kuluna vahyedeceğini vahyetti. Onun (Muhammed'in) gördüğü şey hakkında kendisi ile tartışır mısınız?" (53: 2-12).
Uyarıcı ve Müjdeci. Kur'an-ı Kerim, Mu-hammed @'ın, Allah'ın dinini reddetmenin kötü sonuçları bakımından insanları uyarıcı blarak Allah tarafından gönderildiğini açıklamaktadır. "Düşünmüyorlar mı ki, arkadaşları olan peygamberde deliliğin eseri yoktur. O ancak açıkça uyaran bir kimsedir." (7: 184).Yunus Suresi'nde şu ifade bulunmaktadır: "İçlerinden birine, 'İnsanları uyar ve inananlara, Rableri katında yüksek makamlar olduğunu müjdele' diye vahyetmemiz, insanların tuhafına mı gitti ki, kâfirler: 'Bu apaçık bir büyücüdür' dediler?" (10: 2). Hicr Suresi'nde şöyle buyurulmaktadır: "Kâfirler içinde bazı kimselere verdiğimiz kat kat servete gözünü dikme, onlara üzülme; inananları kanatların altına al. De ki: 'Doğrusu ben apaçık bir uyarıcıyım' Kur'an'ı işlerine geldiği gibi bölenlere de, kendi kitaplarının bir kısmına inanıp, bir kısmını kabul etmeyen yahudi ve hıristiyanlan da nitekim kitap indirmiştik. Rabbine andolsün ki hepsini yaptıklarından sorumlu tutacağız." (15: 88-93). Sebe Suresi'nde de şöyle denmektedir: "(Ey Muhammed) Biz seni bütün insanlara uyarıcı olarak göndermişizdir; fakat insanların çoğu bilmez." (34: 28). Fetih Suresi'nde ise şöyle buyurulmaktadır: "(Ey Muhammed!) Biz seni, şahit, müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Ki Allah'a ve rasulüne inanasınız, ona yardım edesiniz, ona saygı gösteresiniz ve sabah akşam O'nu teşbih edesiniz." (48: 8-9). Ve Necm Suresi'nde şöyle denmektedir: "Bu da eski uyarıcılar gibi bir uyarıcıdır. O (Kıyamet) yaklaştıkça yaklaşmıştır. Onu Allah'tan başka ortaya koyacak yoktur. Bu söze mi şaşıyorsunuz? Gülüyorsunuz... Ağlamıyorsunuz. Habersiz oyalanmaktasınız. Artık secdeye varın. Allah'a kulluk edin." (53: 56-62). Müzemmil Suresinde şu ifadeyi görüyoruz: "Firavuna bir peygamber gönderdiğimiz gibi, size de, hakkınızda şahitlik edecek bir peygamber gönderdik" (73: 15). Ahzâb Suresi'nde ise şöyle buyurulmaktadır: "Ey Peygamber! Biz seni, şahit, müjdeci, uyarıcı; Allah'ın izniyle O'na çağıran, nurlandıran bir ışık olarak göndermişizdir." (33: 45-56). Muhammed @'vn, kendinden önceki elçiler gibi Allah tarafından gönderilenbir rasul olduğuna açıkça işaret eden bunlar gibi çok sayıda ayet vardır. Kendinden önceki rasuller gibi Rasulullah @'ın da amacı insanlar ve kavimleri Allah-ın dinine uymamanın kötü sonuçları hakkında uyarmak ve O'na inanıp iyi işler işleyenleri de müjdelemektir.
Bir Rahmet Olarak Gönderilmiştir. Muhammed @, Allah'tan kullarına bir rahmettir. O, insanların doğru yolda olması için rehberlik yapmakta, küfür ve cehalet karanlığından Hakkın Nuru'na götürmektedir: "... Senden önce kendilerine uyarıcı gelmeyen bir kavmi uyarman için, Rabbinden bir rahmet olarak gönderildin; belki düşünürler. Yaptıklarından dolayı başlarına bir musibet geldiğinde: 'Rabbimiz! Bize bir peygamber göndersey-din de, ayetlerine uysak ve müminlerden olsaydık! diyecek olmasalardı (seni göndermezdik)" (28: 46-47). En'âm Suresi'nde şöyle denmektedir: "... İşte size de Rabbinizden açık delil, hidayet ve rahmet geldi. Allah'ın ayetlerini yalanlayıp, onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir?..." (6: 157). Tev-be Suresi'nde de Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "... De ki: 'O kulak, Allah'a inanan ve müminlere inanan, sizin için hayırlı olan, içinizden inanan kimselere rahmet olan bir kulaktır.'..." (9: 61). Enbiya Suresi'nde şu açıklama bulunmaktadır: "(Ey Muhammedi) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (21: 107). Bu ayet-i kerime, Muhammed @'ın Allah tarafından, sadece insanlara değil, dünyadaki bütün mahluka-ta rahmet olarak gönderildiği vurgulanmaktadır. Onun şefkat ve rahmeti yalnız kadın ve erkeklere mahsus değildir. Dünyada Allah'ın yarattığı mahlukatın hepsine uzanır. Ve o, inananlar için Rehber, Rahmet ve Merhamet Kaynağı olan Allah'ın verdiği bir Kitap ile gönderilmiştir: "Andolsun ki Biz onlara bir kitap getirdik, inanan bir kavim için yol gösterici ve rahmet olarak onu bilgiyle açıkladık." (7: 52).
Karşılık Beklemeyen Bir Elçidir. Rasulullah @, Allah'ın, insanlara Hak Yolda önderlik eden, fakat bunun karşılığında onlardan bir karşılık beklemeyen bir rasuldür. "Biz seni ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. (De ki): 'Ben buna karşı sizden bir ücret değil, ancak Rabbine doğru bir yol tutmak isteyen kimseler olmanızı istiyorum.' " (25: 56-57). Sebe Suresi'nde ise şöyle denmektedir: "De ki: 'Ben sizden bir ücret istersem, o sizin olsun; benim ecrim Allah'a aittir. O her şeye şahittir? " (34: 47). Sa'd Suresi'nde ise bu konuda şöyle buyurulmakta-dır: "De ki: 'Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Kendiliğimden bir şey iddia eden kimselerden de değilim.' 'Bu (Kur'an), ancak bütün âlemlere Öğüttür.' 'Onun (verdiği) haberini(n doğruluğunu) bir süre sonra gayet iyi öğreneceksiniz.' " (38: 86-88). Rasulullah @ da, İnsanlara onların iyiliği için geldiğini ve bunun için bir karşılık beklemediğini defalarca söylemiştir. "İşte Allah'ın inanan ve salih ameller işleyen kullarını müjdelediği (büyük lütuf) budur. De ki: 'Ben buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Ancak akrabalık sevgisini diliyorum'." (42: 23). Ve Yusuf Suresi'nde ise şöyle buyurulmak-tadır: "Oysa sen buna karşılık onlardan bir ücret de istemiyorsun. Kur'an âlemler için sadece bir öğüttür." (12: 104).
Allah-u Teâlâ kendilerine rehberlik etmek ve Allah'ın dinini açık seçik nakletmek için ra-sulünü gönderdiğini sarahatle açıklamıştır. Onu kabul veya reddetmek onlara kalmıştı. Çünkü Allah, rasulünü onlara bekçi veya muhafız olarak göndermemiştir. Bu dini ve daveti kabul veya reddetmekte özgür olmakla beraber, hareketlerinin sonuçlarına da katlanacaklardır. "Eğer yüz çevirirlerse (bilsinler ki), Biz seni onlara bekçi göndermedik; sana düşen sadece tebliğdir." (42: 48). Yasin Suresi'nde de şöyle buyurulur: "Sen elbette gönderilmiş elçilerdensin. Dosdoğru bir yüz üzerinde. Bu, babaları uyanlmadığından gafil kalmış bir kavmi uyarman için güçlü ve merhametli olan Allah'ın indirdiği Kur'an1 dır." (36: 3-6) İbrahim Suresi'nde şöyle denmektedir: "Bu (Kur'an), onunla uyarılsınlar ve tek bir Tanrı bulunduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye insanlara tebliğ edilmiştir?' (14: 52). Şuara Suresi'nde de-şun-ları okuyoruz: "Önce en yakın hısımlarım uyar. Sana uyan müminleri kanatların altına al." (26: 214-215). Nahl Suresi'nde ise şöyle açıklanmaktadır: "Allah, kullarından dilediğine buyruğunu bildirmek için meleklerini vahiyle indirerek şöyle der: 'İnsanları uyarın ki, Benden başka tanrı yoktur. Benden sakının.' " {16: 2). Rasulullah @'a aşağıdaki ayetlerde, Allah tarafından insanlara öğüt vermesi ve O'na kulluk etmelerini söylemesi emrolunmaktadır: "Bırak, o dinlerini oyun, eğlence yerine koyan ve dünya hayatının aldattığı kimseleri. Kur'an ile öğüt ver ki; bir kimse kazandığıyla helâka düşmeye görsün, o takdirde Allah'tan başka ona ne bir yardımcı, ne de bir kurtarıcı bulunur; her türlü fidyeyi de verse kabul olunmaz. Kazandıklarından ötürü yok olanlar işte bunlardır. İnkâr etmelerinden dolayı kızgın içecek ve can yakıcı azap onlaradır?' (6: 70). Kaf
Suresi'nde tebliğ şöyle açıklanmaktadır: "... (Ey Muhammedi) Sen onların üstünde bir zorlayıcı değilsin, sadece tehdidimden korkanlara Kur'an'la öğüt ver." (50: 45). Zâri-yat Suresi'nde de şöyle buyurulmuştur: "Öğüt ver; doğrusu Öğüt, inananlara fayda verir." (51: 55). Â'lâ Suresi'nde ise şu ifadeyi görüyoruz: "O halde eğer hatırlatmak fayda verirse hatırlatAllahtan korkan öğüt alacaktır. Bedbaht olan ondan kaçınacaktır." (87: 9-11). Aynı konuda, Ğâşiye Suresi'nde şöyle denmektedir: "(Ey Muhammedi) Sen öğüt ver, çünkü sen ancak öğüt verensin. Onların üzerinde zorlayıcı değilsin." (88: 21-22).
Olağanüstü Bir Güç İddiasında Bulunmamıştır. Rasulullah @, hiçbir zaman kendinde olağanüstü güçler olduğunu iddia etmemiştir. Hep kendisinin Allah'ın elçisi olduğunu ve insanlara rehberlik etmek için gönderildiğini söylemiştir. "(Ey Muhammed) De ki: 'Ben ancak Rabbime yalvarırım ve hiç kimseyi O'na ortak koşmam.* De ki: 'Ben size ne zarar, ne de fayda verme gücüne sahip değilim.' De ki: 'Beni kimse Allah'tan başka kimse kurtaramaz ve O'ndan başka sığınacak kimse de bulamam.' 'Benim yaptığım yalnız, Allah katından olanı, O'nun gönderdiklerini tebliğdir. Allah'a ve peygamberine kim karşı gelirse ona, İçinde sonsuz ve temelli kalacakları cehennem ateşi vardır.' " (72: 20-23). A'râf Suresi'nde ise şöyle denmektedir: "De ki: 'Allah'ın dilemesi dışında ben kendime bir fayda ve zarar verecek durumda değilim.!' (7: 188). Rasulullah @, kendisi ve diğer insanların akİbeti hakkında hiçbir gücü olmadığını açıkça ifade etmiştir. O, Allah'ın izni olmadan insanları ne hak yola getirebilir, ne de bundan uzak tutabilirdi. Ne onların iyiliği onun elindedir, ne de Allah'ın emir ve dileği olmaksızın onlar için neyin kötü olduğunu tayin etmede bir kudreti vardır. "De ki: "Allah'ın dilemesi dışında ben kendime bir fayda ve zarar verecek durumda değilim. Her ümmet için bir süre vardır; süreleri sona erince bir saat bile geciktirilmezler ve öne de alınmazlar? " (10: 49). Kasas Suresi'nde şunları okuyoruz: "(Ey Muhammed!) Sen sevdiğini doğru yola eriştiremezsin, ama Allah, dilediğini doğru yola eriştirir. Doğru yola girecekleri en iyi O bilir." (28: 56).
Rasulullah @, halkına olağanüstü veya Allah'ın elçisi olmaktan ve Rabbinin kendine vahyettiğine uyması dışında fevkalade veya süper bir gücü ve mucizesi bulunmadığım sarahatle açıklamıştır: "De ki: 'Size Allah'ın hazineleri elimdedir demiyorum; gaybı de bilmiyorum; size ben bir meleğim demiyorum, ben ancak bana vahyolunana uyuyorum.'..." (6: 50). Aynı surede devamla şöyle denmektedir: "De ki: 'Ben Rabbimden bir belgeye dayanmaktayım, halbuki siz onu yalanladınız; acele istediğiniz (azap) de elimde değildir. Hüküm ancak Allah'ındır. O, hükmedenlerin en iyisi olarak gerçeği anlatır." De ki: 'Acele istediğiniz şey elimde olsaydı, benimle aranızdaki iş bitmiş olurdu.' Allah zulmedenleri en iyi bilendir. Gaybın anahtarları O'nun katındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı, kuruyu, —ki apaçık Kitaptadır— ancak O bilin" (6: 57-59).
Gaybı Bilmez. Rasulullah @, halkına Allahm elçisi olduğunu, kendisine vahyedileni tebliğ ettiğini ve gaybı bilmediğini de halkına açıklamıştır: "De ki: 'Allah'ın dilemesi dışında ben kendime bir fayda ve zarar verecek durumda değilim. Görülmeyeni (gaybı) bilseydim daha çok iyilik yapardım ve bana kötülük de gelmezdi. Ben sadece inanan bir kavmi uyaran ve müjdeleyen bir peygamberim." (7: 188). Açıkça şöyle ilân etmişti: "De ki: 'Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka bilen yoktur! Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler." (27: 65). Yunus Suresi'nde de şöyle buyurulmaktadır: " 'Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil mi' diyorlar. De ki: 'Gayb Allah'ındır (görülmeyeni bilen Allah'tır). Bekleyin, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim: "(10: 12). Hûd Suresi'nde aynı şekilde şu ifade mevcuttur: "Bekleyin! Biz de bekliyoruz! Göklerin ve yerin gaybı (görünmeyenle ilgili bilgisi) Allah'a aittir. Bütün işler O'na döndürülür. Öyleyse O'na kulluk et, O'na güven, Rabbin, yaptıklarınızdan habersiz değildir." (11: 122-123).
Yer ve göklerin meçhul esrarını da ancak Allah bilir. "Gaybm anahtarı O'nun kalındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıkla rında olan taneyi, yaşı-kuruyu —ki apaçık Kitaptadır— ancak O bilir."(6: 59). Nahl Su-resi'nde şöyle denmektedir: "Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir. O (kıyamet) saatin kopuşu bir göz kırpması kadar veya daha çabuk bir zaman içinde olur. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir." (16: 77). Fatır Suresi'nde ise şu ifade bulunmaktadır: "Allah şüphesiz, göklerin ve yerin gaybını bilir. Doğrusu O kalplerde olanı bilendir." (35: 38). Gaybı (görünmeyeni) Allah'ın dışında kimsenin bilemeyeceği Kuran-ı Kerim'de vurgulamaktadır: "... Göklerde ve yerde olan ancak O'nun-dur. O'nun izni olmadan katında şefaat edecek kimdir? Onların işlediklerini ve işleyeceklerini bilir, dilediğinden başka ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar..!' (2: 255). Cin Suresi'nde şöyle denmektedir: "De ki: 'Size va-dedilen şey yakın mıdır, yoksa Rabbim onun için uzun bir süre mi koyacaktır bilmiyorum. Gaybı (görülmeyeni) bilen Allah, görülmeyene kimseyi muttali kılmaz. Ancak razı olduğu peygamberlerden bildirmek istediği bunun dışındadır. Çünkü o, (razı olduğu kimselerin) önüne ve arkasına gözetleyiciler koyar." (72: 25-27).
Rasulullah @'ın Muhtelif Yönleri. Rasulul-lah @ İlâhî Din ile birlikte bu dünyaya gönderildiğinde sayısız meselelerlekarşılaşmıştı. Fakat o, Allah Rızası için olan cehdinde en ufak bir zayıflama göstermedi. Ve bu arada, onun seçkin şahsiyetinin bazı veçheleri temayüz etmişti. Bunların bir kısmı aşağıda örneklendirilmektedir.
Emanete Hıyanet Etmezdi. Bütün peygamberler gibi Rasulullah @ da emanete hıyanet etmezdi. Zaten, emanete hıyanet eden insan Hesap Günü'nde hilesini de yanında getirecektir. O zaman, her cana, haksızlık yapılmaksızın herkese kazanmış olduğu ödenir. (3: 161).
İnsanları Düşünür, Dertleriyle Dertlenirdi. "Andolsun ki, içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, inananlara şefkatli ve merhametli bir peygamber gelmiştir." (9: 128).
Onlara Yakındı. "Peygamber, müminlere canlarından ileridir. Onun eşleri de onların anneleridir..." (33: 6).
Allah'ın Emrine Uyardı. "Allah'ın kendisine takdir ettiği birşeyi yerine getirmekte, peygambere herhangi bir güçlük yoktur. Sizden önce geçenler arasında da Allah'ın âdeti böyleydi. Allah'ın emri şüphesiz gereği gibi yerine gelecektir." (33: 38).
Hanımları. "Ey Peygamber! Eşlerine şöyle söyle: 'Eğer dünya hayatını ve süslerini istiyorsanız, gelin size bağışta bulunayım (boşanma bedelini vereyim) ve güzellikle salıvereyim. Eğer Allah'ı, Peygamberini, ahiret yurdunu istiyorsanız bilin ki, Allah içinizden iyi davrananlara büyük ecir (mükâfat) hazırlamıştır." (33: 28-29).
Ona Salât Göndermek. "Allah ve melekleri peygambere salât ederler. Ey inananlar, siz de ona salât ve selâm getirin." (33: 56).
Sesinizi Yükseltmeyin. "Ey inananlar! Seslerinizi Peygamber'in sesini bastıracak şekilde yükseltmeyin. Farkına varmadan işlediklerinizin boşa gitmemesi için, Peygamber'e birbirinize bağırdığınız gibi yüksek sesle bağırmayın." (49: 2).
Ahde Vefa. "Ey Peygamber! Mümin kadınlar, Allah'a hiçbir ortak koşmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, başkasının çocuğunu sahiplenerek kocasına isnad-da bulunmamak ve uygun olanı işlemekte sana karşı gelmemek şartıyla sana beyat etmek üzere geldikleri zaman, onları kabul et; onlara, Allah'a bağışlanma dile; doğrusu Allah affedici ve merhamet sahibidir." (60: 12).
Şer'î (Kanunî) Oianı Yasaklamaya Yetkili Değildir. "Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine yasak ediyorsun? Allah Fatur (affedici) ve Rahîm (acıyan)dır." (66:1).
O Mahcup Olmayacaktır. "... Allah peygamberini ve onunla beraber olan müminleri o gün utandırmayacaktır..." (66: 8).
Allah Yolunda Cihad ife Mükelleftir. "Ey Peygamber! Kâfir (inkârcıiar) ve münafık (iki yüzlüler) ile savaş; onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir; ne kötü bir dönüş!" (66: 9). Enfâl Suresi'nde de müminlere Allah Yolunda Cihad şöyle em-redilmektedir: "Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Sizin sabırlı yirmi kişiniz onlardan iki yüz kişiyi yener. Sizin yüz kişiniz, kâfirlerden bir kişiyi yener; çünkü onlar anlayışsız bir güruh (topluluk)tur." (8: 65).
Ümmî (Okuma Yazması Olmayan) Peygamber'e İman. "De ki: 'Ey insanlar! Ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi Allah'ın elçisiyim. O'ndan başka tanrı yoktur. O diril-tir ve öldürür. Gelin Allah'a ve O'nun ümmî (okuma yazması olmayan) peygamberi olan rasulüne (elçisine) inanın —ki o da Allah'a ve O'nun sözlerine inanmaktadır—, O'na uyun ki doğru yolu bulaşınız!' (7: 158).
Allah'a Güven. "Ey Peygamber! Allah sana ve sana tâbi olan müminlere yeter." (8: 64).
Esir Almamak'.'Yeryüzünde savaşırken, düşmanı yere sermeden esir almak hiçbir peygambere yaraşmaz. Geçici dünya malını istiyorsunuz, oysa Allah ahireti kazanmanızı ister. Allah güçlüdür, hakimdir. (İslâm iyice yerleşip küfür ezilmedîkçe, sizin esirleri tutup onlardan fidye almayı beklemekle uğraşarak vakit kaybetmeniz doğru değildir.)". (8: 67).
Rasulullah @'ı İncitmeyin. "Münafıkların işlerinde 'O her şeye kulak kesiliyor! diyerek Peygamberi incitenler vardır. De ki: 'O kulak, Allah'a inanan ve müminlere inanan, sizin için hayırlı olan, içinizden inanan kimselere rahmet olan bir kulaktır.' Allah'ın peygamberini incitenlere can yakıcı azap vardır!' (9: 61).
Kâfirlere Dua Edilmez. "Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra, akraba bile olsalar, (Allah'a) ortak koşanlar için mağfiret dilemek ne Peygamberin, ne de müminlerin yapacağı iş değildir." (9: 113).
Allah'ın Rahmeti Onun Üzerinedir. "Andol-sun ki Allah, Peygamberi ve o güçlük saatinde ona uyan Muhacirleri ve Ensar'ı affetti. O zaman içlerinden bir kısmının kalpleri kaymaya yüz tutmuş iken yine de onların tövbesini kabul buyurdu. Çünkü o, onlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir!' (9: 117).
Sabırla Seba!, (Ey Muhammed) Sen sabret. Allah'ın sözü gerçektir. Onlara söz verdiğimiz azabın bir kısmını sana gösteririz. Veya seni Öldürürüz, nasıl olsa onların dönüşü Bizedir." (40:77). Tur Suresi'nde de Rasulullah @'a şöyle denmektedir: "Rabbinin hükmü yerine gelinceye kadar sabret; doğrusu sen, Bizim nezaretimiz altındasın; kalkarken Rabbini överek teşbih et." (52: 48).
İlâhî Yardımın Teminatı. ifRabbin seni bıraka madı ve sana darılmadı. Elbette sonun (ahi-ret), senin için ilkinden (dünyadan) daha hayırlıdır. Rabbin şüphesiz sana verecek ve sen de hoşnut olacaksın. O seni yetim bulup da barındırmadı mı?" (93: 3-6). Ve İnşirah Su-resi'nde de şöyle buyurulmaktadır: "Biz senin göğsünü açmadık mı? Belini büken yükünü üzerinden almadık mı? Senin şanım yükseltmedik mi? Muhakkak her güçlükle beraber bir kolaylık vardır." (94: 1-5).
Kur'an-ı Kerim'den zikrettiğimiz bu ayetler Muhammed @'ın peygamberliğinin, İlâhî görevinin ve daima arkasında olan İlâhî yardımın yönlerini açıkça izah etmektedir. Onun 'her adımı Allah Yolu'nda olmuştur. Ve onu müthiş zorluklar ve İmtihanlar boyunca tedricen başarıya doğru götürmüştür.
Peygambere İtaat Mecburidir. Peygambere itaatin dinin aslî şartlarından olduğuna dair Kur'an-ı Kerim'de çok sayıda ayet vardır. Ona her hususta samimiyetle ve şevkle itaat etmeden, onun yolundan gitmeden din ve İman olamaz.
Allah'a İnanan Ona Uysun. "Ey inananlar! Allah'a itaat edin, peygambere ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Eğer bir şeyde çekişirseniz, —Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız— onun çözümünü Allah'a ve peygambere bırakın. Bu, hayırlı ve netice itibarıyla en güzeldir." (4: 59).
Peygamber, İtaat Edilmek İçin Gönderilmiştir. "Biz her peygamberi ancak, Allah'ın izniyle, itaat olunması için gönderdik..." (4: 64). Ve Rasulullah @'a uyanlar sadık ve hayırlı insanlar arasında olacaktır. "Kim Allah'a- ve peygambere itaat ederse, işte onlar Allah'ın nimetine eriştirdiği peygamberlerle dosdoğru olanlar, şehitler ve iyilerle beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar!" (4: 69).
Allah'a İtaat Rasulüne (Peygambere) İtaattir. "Peygambere itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse büsin ki, Biz seni onlara bekçi göndermedik." (4: 80).
İtaat Edin, Yüz Çevirmeyin. "Allah'a ve rasulüne itaat edin, kötülükten sakının. Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki rasulümüzün görevi yalnız tebliğ etmektir:' (5: 92). Enfâl Su-^ resi'nde ise şöyle denmektedir: "Ey iman edenler, Allah'a ve rasulüne itaat edin, işittiğiniz halde ondan dönmeyin..." (8: 20).
Çekişme Zayıflatır. "Allah'a ve rasulüne (peygamberine) itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, yoksa korkar, başarısızlığa düşersiniz ve kuvvetiniz gider. Sabredin, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir?' (8: 46).
İtaatkârlar İçin Başarı. ' 'Allah'a, peygambere itaat eden, Allah'tan korkan ve Ö'ndan sakınan kimseler, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (24: 52).
İsyankârlar İçin Cehennem. "... Artık kim Allah'a ve rasulüne baş kaldınrsa, içinde ebedî kalacakları cehennem ateşi vardır." (72: 23). Nisa Suresi'nde şu ifade bulunmaktadır: "Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra, peygamberden ayrılıp, inananların yolundan başkasına uyan kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu cehenneme sokarız. Ne kötü bir dönüş yeri." (4: 115). Enfâl Suresi'nde de şöyle denmektedir: "... Kim Allah'a ve rasulüne (peygamberine) karşı gelirse, bilsin ki, Allah'ın cezası şiddetlidir. İşte tadın onu, kâfirler (inkarcılar) için cehennem azabı vardır." (8: 13-14). Tevbe Suresinde ise Allah'ın ve rasulünün yolundan gitmeyenler hakkında şöyle denmektedir: "Allah'a ve peygamberine karşı koymaya kalkışana ebedî cehennem ateşi bulunduğunu bilmezler mi? İşte, büyük rezillik budur." (9: 63).
İsyankârın İşleri Nafiledir. "İnkâr edenler, Allah yolundan alıkoyanlar ve kendilerine doğru yol belli olduktan sonra peygambere karşı gelenler Allah'a hiçbir zarar veremezler. O, onların işlerini boşa çıkaracaktır?' (43: 32).
Allah'a ve Peygamberine İtaat Edene Ödül, İsyan Edenlere Ceza. "... Kim Allah'a ve peygambere itaat ederse (Allah) onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kim de yüz çevirirse onu da acı bir azaba uğratır!' (48: 17).
Rasulullah @'m Emri Uyulmak İçindir. Rasulullah @'m emrine her halükârda uymak zorunludur. Ona itaat etmeyenler İslâm'ın dışına çıkarlar. Ona bütünüyle uymak müminin işaretidir. Çünkü, Rasul @ yalnız Allah'tan aldığını emretmiştir. O kendi arzu-sunca hiçbir şeyi emretmem iştir. Bu bakımdan, bir müminin Rasulullah @'ın emrine uyması mutlaka esastır. Zaten, Rasulullah @'ın emrine itaat Allanma itaat demektir. Rasulullah @'ın emrine azıcık dahi olsa hoşnutsuzluk gösteren gerçekten inanmış sayılmaz. "Allah ve rasulü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve rasulüne karşı gelirse apaçık bir sapıklığa düşmüş oluif' (33: 36). "Fakat sizden kim Allah'a ve rasulüne itaate devam eder ve yararlı iş yaparsa ona da mükâfatını iki kez veririz ve onun için bol bir rızık hazırlamışızdir." (33: 31). İnananlara Rasulullah @'a uymaları emrolunmuş-tur: "Ey inananlar! Allah ve Peygamber sizi hayat verecek şeye çağırdığı zaman icabet edin. Allah'ın kişi ile kalbi arasına girdiğini ve sonunda O'nun katında toplanacağınızı bilin." (8: 24).
Peygamberlerin Tasdiki. Muhammed @, Allah'ın insanlara önder olarak gönderdiği peygamberler zincirinin sonuncusudur. Onunla peygamberler zinciri sonuna ulaşmış ve peygamberliğin kalesi tamamlanmıştır. O, bu kalenin son tuğlasıydı. Onun hayat tarzı ve dini tamamen saf haliyle dünyanın sonuna kadar baki kalacaktır. Son Peygamber'in dini ve kendi hayat örneği insanoğluna ışık tutacağından Allah'ın başka bir rasulüne gerek yoktur. Allah-u Teâlâ rasullerini ancak dini kaybolduğu zaman, bozulduğunda, tahrif olduğunda veya değiştiğinde göndermiştir. Çünkü, insanlar Allah'ın Gerçek Din ve Vahyini bulamamaktadırlar. Kur'an-ı Kerim, Rasulullah @'ın Son Peygamber olduğunu vurgulamaktadır: "Muhammed içinizden biri-nİn babası değil, o Allah'ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilendir." (33: 40).
peygamber Ölür, Allah İse Bakidir. Uhud Savaşı'nda inananlar, Rasulullah @'ın Öldüğüne dair yayılan yanlış haberle yas tutmaktaydılar. Öylesine yıkılmış ve ümitsiz duruma düşmüşlerdi ki, bir çoğu Rasulullah @ yaşamazken savaşmayı nafile addettiğinden silahlarını dahi bırakmışlardı. Bu ayet müminlerin Rasulullah @'ın da bir insan olduğu ve bir gün mutlaka Öleceği, fakat Allanın Baki olduğu ve daima var olduğu hususunda ikaz etmektedir. Allah'ın rasulü olarak, insanların en doğru, samimi ve en büyüğü olarak Muhammed @'a gerekli saygıyı göstermeliler. Ancak bir insana tevcih edilecek şeref ve kıymetin ötesine geçmemelidirler. Her şeye rağmen o da insandı; peygamberlerin en yüce, en büyüğü ve peygamberlerin tasdik edicisiydi, ama o da ölecekti. Fakat onun dini ve hayat örneği ebediy-yen bize rehberlik edecektir. O bizim koru-yucumuzdur, vasimizdir; efendimizdir ve o ezelidir.
Kur'an-ı Kerim, Rasulullah @'ın tabiatı ve fonksiyonu hakkında bu gerçeği şöyle ilân etmektedir: "Muhammed ancak bir rasuldür (elçidir, peygamberdir). Ondan önce de peygamberler geçmişti, ölür veya öldürülürse Ökçeleriniz üzerinde geriye mi döneceksiniz? Geriye dönen, Allah'a hiçbir zarar vermez. Allah şükredenlerin mükâfatını verecektir. Allah'ın İzni olmadan hiç kimse ölmez. O belli bir vakte bağlanmıştır..." (3: 144-145).
Allah Rasulullah @'ı Teselli Ederdi. Rasulullah @'a, Mekkeli müşrikler sürekli karşı çıkmakta, onu aşağılamakta ve baskı yapmaktaydılar. Bu muhalefet bazan onu çok sıkmakta ve onların iyiliğini düşündüğü için Hak Yola gelmelerini arzulamaktaydı. Hatta öyle olurdu ki, zaman zaman, onların Allah'a iman ederek kurtuluşa ermeleri için onlara bir mucize gösterilmesini arzu ederdi. Rasulullah @'ın böyle bezgin ve üzgün olduğu durumlarda, Allah onu rahatlatmak ve teselli etmek için ayet inzal ederdi: "Eğer seni yalanladılarsa, senden önce açık deliller, hikmetli sahifeler ve aydınlatıcı kitap getiren peygamberler de yalanlanmıştı." (3: 184). En'âm Suresi'nde de şöyle denmektedir: "Senden önce de peygamberlerle alay edilmişti. Fakat onlardan alay edenleri alay ettikleri gerçek kuşatıverdi." (6: 10). Rasulullah @'a bütün bunlara sabırla göğüs germesi öğütlenmektedir: "Senden Önce nice peygamberler yalanlandı ve kendilerine yardımımız gelene kadar yalanlarına ve eziyetlere katlandılar..." (6: 34). Yunus Suresi'nde ise şöyle buyurulmaktadır: "İnkarcıların sözleri seni üzmesin, çünkü bütün kudret Allah'ındır. O işitendir, bilendir." (10: 65), Lokman Suresi'nde şu ifade bulunmaktadır: "Kim de inkâr ederse, onun inkârı seni üzmesin. Sonunda onların dönüşleri Bizedir. O zaman yaptıklarını kendilerine haber veririz. Şüphesiz Allah göğüslerin özünü (kalplerinden geçeni) bilir!' (31: 23).
Rasulullah @, onların kurtuluşu için samimi gayret karşılığında yalnız Mekkeli ekabir-lerin aşağılama ve zulmünü görmüştür. Müşriklerin (Allah'a ortak koşanların) bu tutumu onu ziyadesiyle müteessir etmekteydi. Allah-u Teâlâ onu şu sözlerle teselli etmiştir: "Bu sözü inanmayanların ardından üzülerek neredeyse kendini mahvedeceksin." (18: 6). Rasulullah @, yine şöyle teselli edilmektedir: "(Ey Muhammed) Seni yalanlıyorlarsa (bil ki), onlardan önce Nuh, Âd ve Semud, İbrahim kavmi, Lut kavmi ve Medyen halkı da peygamberlerini yalanlamış ve Musa da yalanlanmıştı." (22: 42-44). Fatır Suresi'nde ise şöyle buyurulmuştur: "Eğer seni yalancı sayıyorlarsa {bil ki), onlardan öncekiler de peygamberleri onlara açık ayetler, sahifeler ve aydınlatıcı kitap getirdikleri halde yalanladılar. Sonra, Ben de inkâr edenleri yakaladım. Beni inkâr etmek nasıl oldu?" (35: 25-26).
Kur'an-ı Kerim'in kendisi Rasulullah @'ın insanlara getirdiği en büyük mucizedir. Onun bir benzeri asla meydana getirilmemiştir, hiçbir zaman da getirilemiyecektir. Bu gerçek, onun İlâhî bir kitap olduğunun ve Muhammed @'ın da onu insanlara önderlik için göndermiş olan Allah'ın rasulü (elçisi) olduğunun inkâr edilemez bir ispatıdır. Kur'an-ı Kerim birçok yönden mucizedir. Buna işaret eden çok sayıda ayet bulunmaktadır. Bunların en bariz olanı insanlara benzer bir kitap veya birkaç sure ortaya çıkarmalarını teklif eden açık meydan okuyuş, sadece lisan ve üslup olarak benzer bir kitap yazmakla ilgili değildir. Aslında, bu yapıda, bu azamette böyle güzel bir yüce, muhtevalı ve sade, baliğ bir hitabetle yalnız Arapça değil her lisanda bir meydan okumadır. Kur'an-ı Kerim bin dört yüz yıldır hiç kimsenin bir benzerini ortaya koyamadığı bir kitaptır. İşte Kur'an böyle bir mucizedir. (Ebû'l Alâ Mev-dudi,Qur'an Number,Urduca,Cilt I,sh.279-283) Vahyedilmiş İlâhî kitapların üslubu bu konuda bilgisi olan herkesçe hemen ayırde-dilebilir. Bunların üslubu insanların yazdığı kitaplardan farklıdır. Bunlar, hem şekil, hem üslup ve lisan olarak, hem de konuları bakımından farklıdır. Konuların sıralanışı ve gelişi ve bunların ortaya koyucularının farklılığı aşikârdır. İlâhî kitaplar üzerinde ihtisas sahibi olanlar bütün bu farklılıkları tamamen ve kolayca anlayabilirler. Bir kitabı okuduklarında onun İlâhî veya insan menşeli olduğunu söyleyebilirler. Kur'an-ı Kerim'in üs-tubu, tertibi ve özellikleri, Musa @ ve İsa @ gibi Muhammed @'a vahyedilmiş bir kitap olduğunu ispat edecek şekilde ele alınacaktır.
Şeytan'ın Düzeninden Muhafaza. "Ayetlerimizi çekişmeye dalanları görünce, başka bir bahse geçmelerine kadar onlardan yüz çevir. Şeytan sana unutturursa hatırladıktan sonra artık zulmedenlerle beraber olma!1 (6: 68). A'râf Suresi'nde şöyle buyurulur: "Şeytan seni dürtecek olursa Allah'a sığın, doğrusu O işitir ve bilir." (7: 200). Nahl Suresi'nde de şu ifade yer almaktadır: "Kur'an okuyacağın zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın (Eûzu billahi mineşşeytanirracim de). Doğrusu şeytanın, inananlar ve yalnız Rab-lerine güvenenler üzerinde bir gücü yoktur. Onun gücü, sadece kendisini dost tutanlara ve Allah'a ortak koşanlaradır." (16: 98-100). Secde Suresi'nde ise şöyle denmektedir: "Eğer şeytandan kötü bir düşünce, seni dürtecek olursa hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işiten, bilendir." (41: 36).
Tedricî Vahiy. Kur'an-ı Kerim, Rasulullah @'a zaman içinde tedricen vahyedilmiştir. Rasulullah @, vahyedilen ayetleri unutmamak için bazan aceleyle tekrarlardı. Bunun üzerine, Allah-u Teâlâ ayetleri okumakta acele etmemesini, çünkü onu kendisine Allah1 m belleteceğini, dolayısıyla bunları unutmasının mümkün olmadığını Rasulullah @'a bildirmiştir. "Gerçek Hükümdar olan Allah yücedir. (Ey Muhammed!) Kur'an sana vah-yedilirken vahiy bitmeden (unutmamak için) acele okumaya kalkma. 'Rabbim! İlmimi artır.' de." (20: 114). Kıyamet Suresi'nde de şunları okuyoruz: "(Cebrail sana vahyi bitime-den) acele edip, beraber söyleme (yalnız dinle). Onu (kalbine) yerleştirmek ve onu sana okutturmak Bize düşer. Biz onu sana okuduğumuz zaman okunmasını dinle. Sonra onu sana açıklamak Bize düşer." (75: 16-19).
Suresi'nde ise şöyle buyurulmuştur: (Ey Muhammed!) Sana okutacağız ve sen unutmayacaksın. Yalnız Allah'ın dilediği müstesna. Doğrusu açığı da, gizliyi de bilen O'dur. Seni, en kolay yolu tutmaya muvaf-fat edeceğiz." (87: 6-8). Furkan Suresi'nde, müşriklerin sorularına cevap olarak Rasulul-lah @'a Şöyle denmektedir: "İnkâr edenler; 'Kur'an ona bir defada indirilmeli değil miydi?' dediler. Biz onunla senin kalbini sağlam-laştırdık (kolayca ezberlemeni sağlamak ve çeşitli olaylara karşı yeni gelen ayetlerle kalbini takviye etmek) için onu böyle (parça parça indirdik) ve onu ağır ağır okuduk." (25: 32).
Kur'an-ı Kerim'in İlk İnen Ayetleri. "Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı alaktan (kan pıhtısı biçimi alan embriyodan) yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir. O, kalemle öğretmiştir. İnsana bilmediğini öğretti." (96: 1-5).
Bazı Ayetlerin Neshedilmesi. "Biz daha iyisini veya benzerini getirmedikçe bir ayetİ(n hükmünü) yürürlükten kaldırmaz veya onu unutturmayız. Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmez misin?" (2: 106).
Kur'an-ı Kerim'in Meydan Okuması. Kur-an-ı Kerim'in Rasulullah @'a vahyolunma-sından beri bin dört yüz sene geçmiş olmasına rağmen onun meydan okuması halâ cevapsızdır. Şayet, Kur'an'ın Muhammed @ tarafından yazıldığını düşünen varsa, doğrulardan iseler onun, hatta bir suresinin benzerini ortaya koyabilirler mi? "Bu Kur'an, Allah'tandır, başkası tarafından uydurulmuş değildir. Ancak kendinden öncekini doğrular ve o kitabı açıklar. Âlemlerin Rabbinden geldiğinde şüphe yoktur. Yoksa, 'Onu uydurdu' mu diyorlar? De ki: 'Eğer doğru iseniz onun benzeri bir sure getirin ve Allah-tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın!' " (10: 37-38).
Gaybın Vahyi. "(Ey Muhammed!) Bunlar sana vahyettiğimiz, görünmez âlemin haberlerindendir. Meryem'e hangisi kefil olacak diye kalemlerini atarlarken, sen onların yanında değildin; çekiştikleri zaman da sen yanlarında değildin." (3: 44). Yusuf Suresinde İse şöyle buyurulmaktadır: "(Ya Muhammed!) Bu, sana vahyettiğimiz gayb ha-berlerindendir. Onlar kararlarını verip, hile yaparlarken sen yanlarında değildin." (12: 102). Kasas Suresi'nde de şöyle ifade edilmektedir: "(Ey Mulıammed!) Musa'ya hükmümüzü bildirdiğimiz zaman, batı yönünde (Musa'yı bekleyenler arasında) değildin, onu görenler arasında da yoktun. Ama biz nice nesiller var etmiştik. Üzerinden uzun zaman geçti. Sen Medyen halkı arasında bulunup, onlara ayetlerimizi okumuyordun, fakat o haberleri sana gönderen Biziz. Sen, Musa'ya hitabettiğimiz zaman da Tur'un yanında değildin. Senden önce kendilerine uyarıcı gelmeyen bir kavmi uyarman için Rabbinden bir rahmet olarak gönderildin; belki düşünüp öğüt alırlar." (25: 44-46) Şûra Suresi'nde Muhammed@'ın kendisine vahyedi-len üzerinde en ufak bir kontrolü olmadığı açıkça belirtilmektedir. Bu görev için Allanın onu seçmesi bir lütuftur; Allah'ın rahmetidir. "İşte sana da buyruğumuzdan bir ruh (Kur'an) vahyettik; sen (önceleri) Kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz o kitabı bir nur yaptık. Onunla kullarımızdan dilediğimize hidayet vereceğiz; ve muhakkak ki Sen-Hak yola çağırıyorsun." (42: 52). Anke-but Suresi'nde şöyle denmektedir: "Sen daha önce bîr kitaptan okumuş ve elinle de onu .yazmış değildin. Öyle olsaydı bâtıl söze uyanlar şüpheye düşerlerdi. Hayır, o (Kur'an), kendilerine bilgi verilenlerin gönüllerinde (yerleşen) apaçık ayetlerdir. Ayetlerimizi zalimlerden başka kimse inkâr etmez." (29: 48-49). Rasulullah @, inkâr edenlere kitap ehlinin kitaplarındaki vahyi tasdik etmeleri istemektedir. Yunus Suresinde şöyle denmektedir: "Eğer sen, sana indirdiğimizden kuşkuda isen senden önce kitap okuyanlara sor. Andolsun ki, sana Rabbinden Hak geldi, sakın kuşkulananlardan olma. Ve sakın Allah-ın ayetlerini yalanlayanlardan da olma, yoksa kaybedenlerden olursun." (10: 94-95).
Rasulullah @*ın Yumuşaklığı. "(Ey Mu-hammed!) Allah'ın rahmetinden dolayı sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onlara mağfiret dile, iş hakkında onlara danış, fakat karar verdin mi Allah'a güven, doğrusu Allah güvenenleri sever'' (3: 159).
Savaş Alanında Namaz. "(Ey Muhammedi) Sen içlerinde olup da namazlarını kıldırdığın zaman, bir kısmı seninle namaza dursun ve silahlarını da yanlarına alsınlar; secdeyi yaptıktan sonra onlar arkanıza geçsinler; kılmayan öbür kısım gelsin, seninle beraber kılsınlar, tedbirli olsunlar, silahlarını alsınlar. Kâfirler size ansızın baskın vermek için silah ve eşyanızdan ayrılmış bulunmanızı dilerler. Yağmurdan zahmet çekerseniz, ya da hasta olursanız, silahlarınızı bırakmanızda bir günah yoktur. Korunma tedbirinizi alın (dikkatli olun). Şüphesiz Allah, kâfirlere al-çaltıcı bir azap hazırlamıştır." (4: 102).
Kur'an-ı Kerim Bir Dağa İnseydi... Kur'an, Allah'ın elçisi vasıtasıyla gönderdiği taşlan bile parçalayabilecek büyük gerçeği inkâr etmemeleri konusunda insanları uyarmaktadır: "Eğer Kur'an ile dağlar yürütülmüş veya yeryüzü parçalanmış yahut Ölüler konuşturulmuş olsaydı, kâfirler yine de inanmazlardı. Oysa bütün işler Allah'a aittir. İnananların, 'Allah dilese bütün insanları doğru yola eriştirebilir' gerçeğini akılları kesmedi mi? Allah'ın sözü yerine gelinceye kadar yaptıkları işler sebebiyle inkâr edenlere bir belânın dokunması veya evlerinin yakınına inmesi devam eder durur. Allah, verdiği sözden şüphesiz caymaz." (13: 31). Haşr Suresi'nde ise şöyle buyurulmaktadır: "(Ey Muhammedi) Eğer Biz Kur'an'ı bir dağa indirmiş olsaydık, sen onu başeğerek parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlar düşünsünler diye veriyoruz." (59: 21).
Tefekküre Davet: Kur'an-ı Kerim, herkesi Yaratan Allah'ın kâinattaki ayetleri (işaretleri) de düşünmeye açıkça davet etmektedir. Allah'ın delillerini kendilerinde, insanlık tarihinde de yeterince bulabilirler. Aşağıdaki alıntılarda da bunlar görülebilir.
Tevhid. Bütün Kur'an-ı Kerim, kendimiz, kâinat ve insanlık tarihi üzerine düşünmeye ve tefekküre, hakkı bulma çabasına çağıran ve açık işaretler veren ayetlerle doludur. "De ki: 'Hamd Allah'a mahsustur, selam O'nun seçtiği kullarına. Allah mı hayırlı, yoksa ortak koştukları şeyler mi? Yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indirip onunla, bir ağacını bile bitirmeye gücünüzün yetmed^i, güzel güzel bahçeler meydana getiren mi? Allah'ın yanında başka tanrı mı? Hayır; onlar taptıklarını Allah'a eşit tutan bir kavimdir. Yoksa yeri, yaratıklarının oturmasına elverişli kılan ve aralarında ırmaklar meydana getiren, yeryüzüne sabit dağlar yerleştiren, iki deniz arasına engel koyan mı? Allah'ın yanında bir başta tanrı niı? Hayır, çoğu bilmezler. Yoksa, darda kalan, kendisine yakardığı zaman karşılık veren, basındaki sıkıntıyı gideren ve sizi yeryüzünün sahipleri kılan mf' Allah ile beraber başka bir tanrı mı? Ne de az düşünüyorsunuz. Yoksa, karanın ve denizin karanlıklarında size yol bulduran, rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci gönderen mi? Allah'ın yanında başka bir tanrı mı? Allah, onların koştukları ortaklardan çok yücedir, münezzehtir. Yoksa, önce yaratan sonra da tekrar yaratacak olan, size gökten ve yerden rızık veren mi? Allah'ın yanında başka bir tanrı mı? De ki: 'Eğer doğru sözlü iseniz, açık delilinizi getirin.' De ki: 'Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka bilen yoktu.' Ne zaman diriltileceklerini de bilemezler. Ahirete dair bilgileri yeterli midir? Hayır, ondan şüphe etmektedirler. Hayır, ona karşı kördürler." (27: 59-66).
Tevhid, esas noktalardan birisi olduğundan Rasulullah @ buna büyük önem vermiştir. Kur'an-ı Kerim de Tevhid Akidesi'ni açık bir lisan ile muhtelif şekillerde ifade etmektedir.
Kâinat. Kur'an-ı Kerim, insan aklım kâinatın harika ve esrarları üzerine tefekkür etmeye ve Yaratıcılarının kendilerine tezahür ettiği harika mucizelerini görmeye davet etmektedir. "Yukarıdan size su İndiren O'dur. Ondan içersiniz; hayvanları otlattığınız bitkiler de onunla biter. Allah onunla size ekinler zeytin ve hurma ağaçları, üzümler ve her türlü ürününü yetiştirir. Düşünen kimseler için bunda ders vardır. Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da O'nun emriyle boyun eğmiştir. Bunda öğüt alan kimseler için ibret vardır. Taze et yemeniz, takındığınız süsleri edinmeniz ve Allah'ın bol nimetinden faydalanmanız için denize —ki gemilerin onu yara yara gittiğini görürsün— boyun eğdiren de O'dur. Artık belki şükredersiniz." (16: 10-14).
"Yeryüzünde, sarsilmayasınız diye, sabit dağlar, nehirler ve belki yolunuzu bulursunuz diye yollar ve işaretler meydana getirmiştir. Onlar yıldızlarla da yollarını bulurlar." (16: 15- Hacc Suresi'nde de şöyle buyurulmuştur: "Keza Hakk yalnız Allah'tır; Onu bırakıp taptıkları sadece bâtıldır. Doğrusu Allah yücedir, büyüktür. Allah'ın gökten indirdiği su ile yerin yemyeşil olduğunu görmez misin? Doğrusu Allah Lâtif dir (bilgisi —lütfü en ince şeylere kadar vardır). Habîrdir (her şeyden haberdardır). Göklerde ve yerde ne varsa hep O'nundur. Allah gerçekten müstağnidir, övülmeye lâyık olandır." (22: 62-64). Nur Suresi'nde ise şu ifade bulunmaktadır: "Bilmez misin ki, Allah bulutlan sürer, sonra onları bir araya getirip üstüste yığar, sen de onların arasından yağmur yağdığını görürsün. Gökten içinde dolu bulunan dağlar gibi bulutlar indirir, dilediğini ona uğratır, dilediğinden de uzak tutar. Bu bulutların şimşeğinin şarıltısı neredeyse gözleri alır. Allah geceyi gündüze, gündüzü geceye çevirir. Doğrusu, görebilenler İçin bunda ibretler vardır. Allah bütün canlıları sudan yaratmış-tır- Kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayakla yürür, kimi dört ayakla yürür. Allah dilediğini yaratır. Allah şüphesiz her şeye Kâ-dir'dir. Andolsun ki, açıklayıcı ayetler indirdik. Allah dilediğini doğru yola' eriştirir?' (24:43-46).
Furkan Suresi'nde de şöyle denmektedir: "Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığım görmez misin? İsteseydi onu durdururdu. Sonra Biz güneşi ona delil kıldık (gölgenin oluşmasını ışığa bağlı kıldık) Sonra onu yavaş yavaş Kendimize çekmişizdir. Size geceyi örtü, uykuyu rahatlık kılan, gündüzü çalışma zamanı yapan Allah'tır!' (25: 45-47).
Vakıa Suresi'nde ise belâgatle Yaratıcı'nın harikaları üzerine tefekküre işaret edilmektedir: "Ektiğinizi gördünüz mü? Siz mi onu bitiriyorsunuz, yoksa bitiren Biz miyiz? Di-Ieseydik, onu kuru bir çöp yapardık; şaşar kalır, 'Biz borçlandık. Doğrusu biz yoksun kaldık' (derdiniz). İçtiğiniz suya baktınız mı? Siz mi onu buluttan indirdiniz, yoksa indiren Biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi? Söyleyin, yaktığınız ateşin ağacını var eden sizler misiniz, yoksa onu Biz mi var ederiz?" (56: 63-72).
Kasas Suresi'nde Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "(Ey Muhammedi) De ki: 'söyler misiniz? Eğer Allah geceyi üzerinize kıyamete kadar uzatsaydı, Allah'tan başka hangi tanrı size bir ışık getirebilir? İşitmiyor musunuz? De ki: 'Söyleyin: Eğer Allah gündüzü üzerinize kıyamete kadar uzatsaydı, Allah'tan başka size geceyi getirecek tanrı kimdir? Görmez misiniz? o (Allah), rahmetinden dolayı sizin için geceyi ve gündüzü var etti ki, geceleyin dinlenesiniz ve (gündüzün) Allah'ın lütfunu arayasınız ve şükredesiniz." (28: 71-73).
Kur'an-ı Kerim'de Allah'ı tanımamız ve O-nun kanunlarına uymamızın gerekliliğini çok iyi açıklayan birçok ayet vardır: "Gökleri ve yeri yoktan var eden, size İçinizden eşler, çift çift hayvanlar Var etmiştir. Bu suretle, çoğalmanızı sağlamıştır. O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir. Göklerin ve yerin anahtarları Onundur. Dilediğine rızkı açar ve kısar. O, her şeyi bilendir." (42: II-)
İnsanların Allah'tan uzaklaşıp kendilerine hiçbir faydası olmayan şeylerin peşinden koşmaları ne yazıktır. "De ki: 'Allah'tan başka yalvardıklarımzı gördünüz mü? Yeryüzünde ne yaratmışlar, gösterin bana! Yoksa ortaklıkları göklerde midir? Eğer doğru iseniz bundan başka bir kitap veya bir bilgi kalıntısı getirin.' Allah'ı bırakıp da kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere yalvarandan daha sapık kim olabilir? Oysa onlar bunların yalvarışlarından habersizdirler." (46: 4-5).
Böyle insanlara destekleyicilerinin kendilerini duyup duymadıkları sorulmaktadır: "Yahut, Rahman olan Allah'ın dışında size yardımda bulunabilecek taraftarlarınız kimdir? İnkarcılar sadece aldanmaktadırlar. Allah, size verdiği rızkı kesiverirse, size rızık verecek başka kim vardır. Hayır; onlar azgınlık ve nefrette direnmektedirler:' (67: 20-21). Enam Suresi'nde şöyle buyurulmaktadır: "(Ey Muhammedi) De ki: 'Söyleyin, Allah işitmenizi, gözlerinizi alsa, kalplerinizi kapasa, Allah'tan başka hangi tanrı bunları size getirebilir?' Ayetleri nasıl türlü türlü açıkladığımıza bir baksana, sonra da onlar yüz çevirirler?' (6: 46). Aynı surede şöyle devam edilmekte: "De ki: 'Gizli ve açık olarak, bizi bundan (bu güç durumdan) kurtarırsa elbette şükredenlerden olacağız!' diye O'na yalvarıp yakardığınız zaman;-karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarıyor?' De ki: 'Ondan ve bütün sıkıntılardan sizi Allah kurtarıyor, sonra siz yine O'na ortak koşuyorsunuz!' De ki: 'O, sizin üzerinize üstünüzden, yahut ayaklarınızın altından bir azap göndermeye, ya da sizi fırka fırka yapıp, birbirinize düşürüp, kiminize kiminizin hıncını, tattırmaya Kâdir'dir.' Bak, anlasınlar diye ayetleri nasıl açıklıyoruz." (6: 63-65).
İnsanlar, bütün bu meseleler üzerinde düşünmeye ve tefekküre ve daha sonra neyin Hakk olduğuna karar vermeye davet edilmektedir:
"De ki: 'Bize ne yarar, ne de zarar veremeyen Allah'tan başka şeylere mi yalvaralım? Ve Allah bizi doğru yola ilettikten sonra, ökçelerimiz üzerinde geriye dönüp, şeytanların ayartarak şaşkın bir halde çölde bıraktıkları arkadaşlarının ise 'bize gel' diye doğru yola çağırdıkları kimse gibi (şaşkın bir duruma) mı düşelim?' De ki: 'Yol gösterme, ancak Allah'ın yol gestermesidir. Bize, âlemlerin Rab-bine teslim olmamız emredildi...'"(6: 71-72). "De ki: 'Gökleri ve yeri yoktan var eden, besleyen, fakat kendisi beslenmeyen Allah'tan başka dost mu edinirim?' 'Doğrusu ben ilk müslüman olmakla emrolundum' de. Asla ortak koşanlardan (müşriklerden) olma!" (6: 14). "De ki: 'Allah her şeyin Rabbi iken, ben O'ndan başka Rab mi arayayım? Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir. Kendi (günah) yükünü taşıyan hiç kimse, bir başkasının yükünü taşımaz. Sonra dönüşünüz Rabbinizedir. O, ayrılığa düştüğünüz gerçeği size haber verecektir.' " (6: 164). Hacc Suresi'nde de şöyle denmektedir: "Göklerde ve yerde olanların, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanların ve insanların bir çoğunun Allah'a secde ettiklerini görmüyor musun? İnsanların bir çoğu da azabı hak etmiştir. Allah'ın alçalttığı kimseyi yükseltebilecek yoktur. Doğrusu Allah ne dilerse yapar." (22: 18).
İnsan Nefsi. İnsanlar kendilerine baktıklarında da aynı gerçeği görebilirler. "Allah sizi annelerinizin karnından bir şey bilmez halde çıkarmıştır. Belki şükredersiniz diye size kulak, göz ve kalp vermiştir!' (16: 78). Vakıa Suresi'nde de şöyle denmiştir: "Sizi yaratan Biziz; halâ tasdik etmez misiniz? Gördünüz mü (rahimlere) akıttığınız meniyi. Onu (insan biçiminde) siz mi yaratıyorsunuz? Yoksa Biz miyiz yaratan? Aranızda ölümü Biz takdir ettik; ve Biz, dilediğimiz şeyi yerine getirmekten aciz de değiliz. Kılıklarınızı değiştirmeye ve bilemeyeceğiniz bir surette sizi yaratmaya da gücümüz yeter. And olsun ki ilk yaratılşı bilirsiniz, yine de düşünmez, misiniz?" (56: 57-62).
İnsanlık Tarihi. Kur'an-ı Kerim, insanlığın bütün tarihini izah etmektedir; yeryüzünde değişik insan, kültür ve medeniyetlerinin nasıl geliştiğini ve bunların İlâhî Kanunlar'a karşı geldiğinde nasıl helak olduklarını anlatmaktadır. Hud Peygamber @, Ad KavmU ne önderlik için gönderilmiş, fakat onlar tarafından reddedilmesi üzerine Allah da onları helak etmiştir. (7: 65-72). Semûd Kavmi de, Allah'ın arzında yaşamalarına rağmen Allah'ın haram kıldığına yönelmiş ve kendilerine gönderilen Peygamberi (Salih) inkâr etmişlerdi. (7: 73-78). Lut Peygamber de aynı şekilde halkı tarafından inkâr edilmiş ve kendinden öncekilerin akıbetine uğramıştı. (7: 82- 84). Medyen halkına da Şuayb Peygamber gelmişti. Onlar da daha iyi bir tutum göstermemiş ve mahvolmuştu. (7: 90-92). Firavun ve halkı da Musa @'ı reddetmişler, ama onların sonu da aynı olmuş ve boğulmuşlardı. (7: 103-136).
Dünyaya, Allah'ın hükmüne uymayan ve Peygamberlerini reddeden insanlar gelmiştir: "Rabbinin Ad (Kavmin) e ne yaptığını görmedin mi? Yüksek sütunlarla dolu İrem'e? Ki şehirler arasında onun eşi yaratılmamıştı. Vadide kayaları kesip yontan Semud halkına, azan ve aralarda bozgunculuğu arttıran sarsılmaz bir saltanat sahibi Firavun'a Rabbinin ne yaptığını görmedin mi?" (89: 6-14). Kur'an-ı Kerim, insanları arzda seyahat etmeye ve Peygamberlerini reddeden milletlerin sonlarını görmeye davet etmektedir: "Yeryüzünde gezin, suçluların sonunun nasıl olduğunu görün." (27:69).
Kur'an-ı Kerim onları dine uymamanın kötü sonuçları bakımından uyarmakta, Allah ve rasulüne (elçisine) uymalarım öğütlemektedir: "Onlar, bulut gölgeleri içinde, Allah'ın azabının ve meleklerin tepelerine İnip işin bitmesini mi bekliyorlar? Bütün işler Allah'a dönecektir:' (2: 210). A'râf Suresi'nde şöyle buyurulmaktadır: "Onlar yer ve göklerde Allah'ın yarattıklarını görmezler mi? Onların süresi de sona geliyordur. Bundan sonra hangi davete inanacaklar?" (3: 190).
Kur'an-ı Kerim,, onlar için son sözünü söylemiştir: " 'Şahit olarak hangi şey daha büyüktür.' de. 'Allah benimle sizin aranızda şahittir. Bu Kur'an bana, sizi ve ulaştığı kimseleri uyarmam için vahyolundu; Allah'la beraber başka tanrılar bulunduğuna siz mi şahitlik ediyorsunuz?' de. 'Ben şehadet etmem' de . 'O ancak tek bir Tanrı'dır, doğrusu ben şirk (ortak) koşmanızdan uzağım' de." (6: 19) Mücadele Suresi'nde ise şu ifade bulunur: "Göklerde olanları da, yerde olanları da Allah'ın bildiğini bilmez misin? Üç kişinin gizli bulunduğu yerde dördüncü mutlak O'dur; bunlardan az veya çok ne olursa olsunlar, nerede bulunursa bulunsunlar, mutlaka onlarla beraberdir. Sonra, kıyamet günü, işlediklerini onlara haber verir. Allah her şeyi bilendir." (58: 7). Bütün bunlardan Muham-med @'ın kâinatın Yaratıcısı olan Allah'ın ra-sulü olduğu ve onun söylediklerinin kendine O'nun tarafından vahyedilen olduğu anlaşılmaktadır.
Belirli Özellikler. Kur'an-ı Kerim'de, insanoğluna gösterilen ve her zaman için mucize olan belirli özellikler vardır.
Herkese Eşit Teklif. Kur'an-ı Kerim'in büyük bir harikası farklı zekâ ve bilgi düzeyindeki insana eşit teklifte bulunmasıdır. Her tür insan, düşünür, eğitimci, mutasavvıf, bilim adamı ve sokaktaki her insan gibi din âlimleri Kur'an-ın lisan ve hitabına eşitçe tâbidir. Daha yüksek idrak düzeyindeki insanların sıradan İnsandan daha fazla kur'an-ı Kerİm'i anlayabilecekleri ve Kur'an'ın etkilerinin onlar üzerinde daha yoğun olacağı doğrudur. Ama her şeye rağmen Kur'an'ın İnsanlara ulaştırdığı mesaj ve bunun sonuçları evrenseldir. Çok bilgili ve zeki bir insandan daha çok, sıradan insana hitap eden bazı ayetler vardır. Aynı şekilde sıradan insanlardan ziyade bilgili insanlara hitap eden bazı ayetler vardır. Her iki türde de insanlar bir mükâfat ve teklife mazhardırlar. Tur Suresi'nde aldığımız ayetler bilgili insanlardan çok sıradan insanın dikkatini daha fazla çekicidir.
Ancak bunlar tüm insanlar için bir sevinç kaynağıdır: "Allah'a karşı gelmekten sakınanlar, şüphesiz, cennetlerde ve Rablerİnin kendilerine verdikleriyle zevk duyarak nimetler içindedirler. Rableri onları cehennem azabından korumuştur. Onlara şöyle denir: "İşlediklerinizden ötürü dizi dizi tahtlara yaslanarak afiyetle yiyin için' Onlara ceylan gözlü eşler veririz." (52: 17-20 ve benzer olarak 56: 27-33)
Kur'an-ı Kerim'in üslup, güzellik ve belagat olarak hiçbir lisanda ulaşılamamış ve herkesin dikkatini çeken bir mucizevî yöntiivardır. "Allah göklerin ve yerin nurudur. O'nun nuru, içinde ışık bulunan bir kandil yuvasına benzer. O ışık bir cam içindedir, cam ise sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır; ne doğuda, ne de batıda bulunan bereketli zeytin ağacından yakılır. Ateş değmese bile, nerdey-se yağın kendisi aydınlatacak! Nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur. Allah insanlara misaller verir. O, her şeyi bilir?' (24: 35). Bu ayetin evrensel bir hitabı vardır. Fakat, ilmi yaklaşımı ve manevî havası ilim adamı ve mutasavvıfları hayran bırakmaktadır. Belagat ve hitabeti asırlarca bilim adamı ve entellektüelleri hayran bırakmıştır. Ve onun Mesaj'ı din âlimlerine olduğu gibi, tasavvufa da ilham kaynağı olmuştur. Her bilgi düzeyinden insan onun ahenkli üslubu, tarzı ve güzelliğinden aynı şekilde zevk almış kendi kabiliyetince, onun Mesajı'na kafa yormuş, uygulamaya ve sindirmeye çalışmıştır. Ancak, herkes için o günümüze dek hep bir harika ve hikmet olarak kalmıştır.
Kur'an-ı Kerim'in bir başka ayetindeki haşmet ve ihtişam, din konusuna yabancı olan birinde bile hayranlık uyandırır: "Allah, O1 ndan başka tanrı olmayan, kendisini uyuklama ve uyku tutmayan, diri, yarattıklarının bütün işlerinde hâkim ve kaim olandır. Göklerde ve yerde olan ancak O'nundur, O'nun izni olmadıkça katında kim şefaat edebilir? Onların önlerinde ve arkalarındaki gizli ve aşikâr her şeyi bilir. Dilediğinden başka hiçbir şey kavrayamazlar. O'nun Kürsüsü (İlâhî ilim ve kudreti) gökleri ve yeri kaplamıştır. Onların gözetilmesi O'na ağır gelmez. O yücedir, büyüktür." (2: 255). Onun muhteşem anlamı ve muhteviyatına tercüme ile ulaşılamaz. Ve onun ahenkli üslubu, tarzı ve güzelliği insan zekâ ve zihninin üretebileceği bir düzeyde değildir. Arapça Âliy (yüce) Azîm (büyük) gibi orijinal kelimeleri diğer lisanlarda tam olarak ifade etmek mümkün değildir. Zekâ ve bilgi düzeyi ne olursa olsun, onun verdiği huşu ölçülemez. Onun bir benzerini hatta yakınını çıkarmaya insanın gücü ve tahayyülü yetmez. O, insanlık için daima rehberlik yapacak bir mucize olarak kalacaktır. Kur'an-ı Kerim âşıkları için, Rahman Suresi'nden bazı ayetleri aşağıda sunacağız. Çok kaba, basit ve cahil biri dahi onun güzelliğini, ihtişam ve ahengini, üslup ve belagatını mutlaka farkedecektir. "Acı ve tatlı sulu iki denizi birbirine kavuşmamak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır; birbirinin sınırını aşamazlar. Öyleyken Rabbi-nizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? İkisinden de inci ve mercan çıkar. Şimdi Rab-binizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? Denizde koca dağlar gibi akıp giden yüksek gemiler de O'nundur. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? Yeryüzünde bulunan her şey yok olacaktır. Yalnız Rab-binin, celâl ve ikram sahibi yüzü (zâtı) baki kalacaktır. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? Göklerde ve yerde bulunanlar, (her şeyi) O'ndan isterler (çünkü tüm varlıklarını O'na borçludurlar), O, her-gün (her an) yeni bir iştedir (kimilerini yaratırken, kimilerini öldürür, her an hayatı tazeler, bir hâli giderir, başka hâller getirir). Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? Ey insan ve cin toplulukları! Sizin de hesabınızı ele alacağız. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? Ey cinler ve insanlar topluluğu, göklerin ve yerin bucaklarından geçip, gitmeye gücünüz yeterse, geçin gidin. Ancak kudretle geçebilirsiniz. Şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini inkâr ediyorsunuz?" (55: 19-34).
Bu ve Kur'an-ı Kerim'deki diğer ayetler nesiller boyu insanlığa zevk ve tefekkür kaynağı olmuştur. Bunların güzellik ve ihtişamını herkes kendi algılama ve kabiliyetine© duymakta ve İlâhî Vahiy ve Nur ile kendini namütenahi zenginleştirmektedir. İnsan mahsulü hiçbir edebi eser, kitleleri her bakımdan, bütün hayatlarını, değerlerini, alışkanlık ve geleneklerini ve hatta hayat tarzlarını tamamen değiştirecek şekilde böylesine derinden etkilememiştir. Kur'an-ı Kerim, kitlelerin kültürel eğilimlerini ve medeniyetleri yeni bir yönde bütünüyle değiştirmiştir.
Bunların yanında, insanlık kültürüne pek çok yönden ölümsüz bir etki bırakmış ve safha safha modern çağın yolunu açan bilimsel araştırmaya yeni bir yön ve saik vermiştir.
Bu da, Muhammed @'ın Allah'ın elçisi ve İlâhî vahye mazhar olduğuna akıllarda kuşku bırakmamaktadır. Aksi halde, onun, Kur'an gibi bir mucizeyi kendisinin ortaya çıkarması imkânsızdır. Tarihte, muhtelif kişiler Kur'an-ı Kerim'in mucizevî yönünü ve insan aklıyla meydana getirilemiyeceğini kabul etmektedirler. "O halde, şayet Kur'an onun kendi uyarlamasıysa, başka bir insan da ona rakip olabilir. Eğer rakip olamazlarsa (ki olamadıkları aşikârdır), Kur'an'ı apaçık bir mucize olarak kabul etsinler." (Gibb, H.A.R., Mohemmedanism, Londra, 1953, ss. 33).
Diğer bir hıristiyan bilim adamına göre, "Edebî açıdan baktığımızda, Kur'an saf Arap dilinin yarı şiir, yarı nesir, en güzel örneğidir... Ona eş değer bir eser ortaya koymak için her ne kadar teşebbüsler yapılmışsa da onun kadar mükemmeli başarılama-rnıştır." (Arbuthnot, F.F., The Construction of the Bible and the Qur'an, Londra, 1885, s. 5). Ve Dorman da şunları yazmıştır: "O (Kur'an), Cebrail tarafından harfi harfine Muhammed'e indirilen Tanrı'nın vahyidir. O, kendisine ve Tanrı'nın peygamberi Muhammed'e şahitlik eden, daima var olacak bir mucizedir. Onun mucizevî niteliği, kısmen en ufak bölümü (suresi) ile mukayese edilebilecek bir benzeri ne insan, ne de cinler tarafından ortaya konabilen, mükemmel ve yüksek üslup ve tarzında yatmaktadır. Kur'an1 in mucizevî yönü, kısmen de onun öğretisinin muhtevasında, gelecek hakkındaki haberlerinde ve okuma yazması olmayan Mu-hammed'in kendisinin asla uyduramayaca-ğı kadar şaşırtacak derecede doğru bilgi ihtiva etmesinde yatmaktadır." (Dorman, Henry Gaylord, Tovvards Understanding İslam, New York, 1948, s. 3.) Paul Casanova1 nın görüşüne göre, "Muhammed'den, dininde yetkinliğinin İsbatı olarak ne zaman mucize istenmişse, Muhammed Kur'an'ın tertip ve emsalsiz mükemmelliğini onun İlâhî Men-şei'ne bir delil olarak belirtmiştir. Haddi zatında, gayrı müslimler için dahi hiçbir şey Kur'an'ın lisanından daha güzel değildir." (L'Enseignement de l'Arabe ou Coilege de France in Lecon d'Ouverture,).
James A. Mİchener de şöyle demektedir: "Kur'an herhalde dünyanın en fazla okunan ve mutlaka en fazla ezberlenen; herhalde insanların günlük hayatında en fazla etkin olan kitaptır. O, yüce bir üslupta, ne şiir, ne de nesir olarak yazılmış, fakat işitenleri iman vecdine yücelten bir kabiliyettedir... İşte, tek Tanrı'ya bağlanmanın ilâve olarak fiilen uygulanan kurallarla birleşmesi, Kur'an'ı tek kılmıştır." (İslam/The Misunderstood Reli-gion, Okuyucu Özetinde, —Amerikan Basımı, Mayıs, 1955). Başka bir bilim adamına göre, "Orijinal Arapça haliyle Kur'an çekici bir güzelliğe ve kendisinden çıkan bir cazibeye sahiptir. Veciz ve yüce bir üsluptaki ifadesi, özlü, manalı ve çoğu zaman kafiyeli cümlesiyle, kelimelerin tercümesiyle anlatılması kesinlikle imkânsız olan Kur'an, etkileyici bir güce ve patlayıcı bir enerjiye sahiptir." (Naish, John, The Wisdom of the Qur'an— Oxford, 1937— Giriş, sh. 8)
Muhammed @ 'in peygamberliğine dair Tevrat ve İncil'deki deliller vasıtasıyla dış ispatını ve Kur'an-ı Kerim'deki deliller İle de iç ispatını ortaya koyduktan sonra, geçmişteki ve günümüzdeki meşhur âlimlerin onun şahsı ve peygamberliği hakkındaki görüşlerini ele almakta fayda vardır.
Bir bilim adamına göre, "Jüstinyen'in ölümünden dört yıl sonra, M.S. 569'da Arabistan'da Mekke'de doğmuştur, insanlığa en büyük etkide bulunan insan." (Draper, John William, Avrupa'nın Entellektüel Gelişiminin Tarihi, Londra, 1875, cilt I, ss. 229-230). Başka bir yazar da şöyle demektedir: "Caminin İmamı olduğu gibi devletin de başıdır; o hem Sezar'dır, hem de Papa aynı anda; ancak Papa'nın gösterişinden yoksun bir Papa'dır. Sezar'ın Romalı tümeninden yoksun bir Sezar. Sabit bir ordusu olmayan, muhafızı bulunmayan, saraydan, sabit bir gelirden mahrum bu kişi, Hak Vahiy ile hükmetme hakkına sahip olan Muhammed'dir. Çünkü o, hiçbir vasıta ve desteğe sahip değilken bütün güç ve iktidarın sahibiydi." (Smith, Bosworth, Muhammed ve Muham-medîlik, s. 92). Bir diğer bilim adamı da şunları ifade etmiştir: "Söylediklerinin sıradan bir insanın söylediklerinden farklı olduğundan ona bir şair veya peygamber diyebiliriz. Sözleri kaynağını doğrudan eşyanın gerçek kaynağından almaktadır. Çünkü o mütemadiyen gerçek ile beraber yaşamaktadır." (Andrea T., Muhammed, Londra, 1936, s. 247). Başka bir yazarın deyişiyle, "Arabistanlı peygamberin nasıl tebliğ ve talim ettiğini, nasıl yaşadığını bilen ve onun hayat şahsiyetini etüd eden bir kimsenin, Hâkim Olan1 in ulu elçilerinden biri olan o yüce peygamber için saygıdan başka bir duygu içinde olması imkânsızdır. Ve size söylediklerime çoğunuz aşina olmanıza rağmen, yine de ben, onları tekrar okuduğumda, o yüce Arap öğ-retmen'e, her defasında yeni bir hayranlık dalgasıyla dolar, yeniden saygı ve huşu duyarım." (Besant, Ahnie, Muhammed'in Hayat ve Öğretisi, Madras, 1932, s. 4).
Stanley Lane-Poole ise şöyle demiştir: "Mu-hammed'in düşmanlarına en büyük galebeyi çaldığı gün, kendisine karşı da en büyük zaferi kazandığı gündür. O gün Kureyş'i hiçbir karşılık olmaksızın affetti ve bütün Mekke halkı için genel af ilan etti. En azılı düşmanlarının şehrini fethettiğinde adaletle hükmedilen dört suçlu Muhammed'in yasak listesini oluşturuyordu. Ordusu da onun yolundan gitmiş ve sessiz ve barış içinde şehre girmişti: Hiçbir ev soyulup talan edilmemiş, hiçbir kadın tahkir edilmemiştir. Yalnız tek bir şey tahrip edildi. Muhammed Kabe'ye gidip, üç yüz altmış putun önünde durmuş ve asasıyla puta dokunarak şöyle demiştir: 'Hak geldi, bâtıl zail oldu.' Ve bu söz üzerine yanındakiler putların hepsini kırarak alaşağı etmişlerdir. Bu şekilde Tanrı'nm Evindeki ve Mekke havalisindeki bütün putlar tahrip edildi. Böylece Muhammed kendi beldesine yeniden ulaştı. Tarihteki bunca fetihler arasında bununla kıyaslanabilir başka bir zafer yoktur." (Lana-Pool, Stanley, Peygamber Muhammed'in Konuşma ve Sohbetleri, Londra, 1882, ss. 46-47).
Maurici Faudefroy'e göre, "Muhammed bir ilâhiyatçı olmayıp, peygamberdi. Bu öylesine açık bir gerçektir ki, aslında bunu söylemeye bile gerek yoktur. Etrafını saran ve ilk müs-lüman cemaatin elitini oluşturanlar, onun Allah'ın adıyla beyat ettiği kanunlara, ona ve öğretisine uyarak mutlu ve tatmin oluyordu." (Demombynes, Müslüman Kurumlar, Londra, 1950, s. 20). Ve Arthur Gilman da şunları yazmıştır: "Bu vesileyle (Mekke'nin fethi), onun (Muhammed'in) yüceliğini görmekteyiz. Geçmişte kendilerine yapılanların etkisi onu pekâlâ intikama yöneltebilirdi. Ama o orduşunu her tür kan dökmekten alıkoydu. Büyük bir şefkat gösterdi ve Allah'a şükretti. Sadece on veya oniki kişi, daha önce zalimce davrandıklarından, mahkum edilmiş ve bunlardan dördü ölümle cezalandırılmıştır. Fakat bu da diğer fatihlerin hareketleriyle kıyaslandığında fazlasıyla insanî kabul edilmelidir. Meselâ, 1099'da Kudüs'ü alan Haçlıların zulmüyle mukayese edilemez. Haçlılar Kudüs'ü aldıklarında —kadın, erkek, yardıma muhtaç çocuk— yetmiş bin müslümanı öldürmüşlerdir... Muhammed'in zaferi gerçekten dindendir, siyasetten değil; o her türlü şahsî sadakat yeminini reddetti ve hükümdarlık otoritesinden uzak durdu!' (Gilman, Arthur, Haçlı Karşıtları, Londra, 1950, s. 20). Edward Gib-bon da şunları söylemiştir: "Bizde hayranlık uyandıran onun dininin yayılması değil istikrarıdır; Mekke ve Medine'de yer eden aynı saf ve mükemmel etkinin on iki asır sonra Hintli, Afrikalı ve Türklerin Kur'anî devrimlerinden sonra aynen muhafaza edilmesidir... Mu-hammedîler muntazam olarak dini hedeflerine zıt olan günahlara karşı koyarlar... Müminin inancı hiçbir put imajı ile bayağılaşma-mıştır. Peygamber'in şanı asla imanı faziletten öteye geçmemiştir. Ve onun hayatındaki ahlâk kuralları mantık ve din sınırları dahilinde, hep iyilikleri korumuştur!' (Gibbon, Edward, ve Ockley, Simon, Haçlı Karşıtları İmparatorluğu Tarihi, Londra, 1870, s. 74 ve Gibbon, Edward, Roma İmparatorluğu'nun Gerileme ve Düşüşü, Londra, Cilt V, s. 535).
Bir bilim adamı da şunları yazmıştır: "Nübüvvetin hiçbir döneminde asla kendinde olağanüstü güçler iddia etmeyen, Tanrı'nın bu çok insancıl peygamberi, insanları dinine çevirmeye evvelâ halkı içinde kendi ailesinden başlamıştır. Onunla münasebeti olan herkes üzerinde dikkate değer bir şahsî etkisi vardır. O, dinine bir defa girmiş olan hiç kimseden, ne fakru zaruret içinde ve yurdundan göçmüşken, ne de yüksek refah düzeyinde iken bir vefasızlık görmemiştir. Kendine ve aldığı vahye olan güveni zulme uğradığında, maddî gücü azken büyük güçlere ve düşmanlarına ga-I>P geldiği zamankinden belki de daha fazlaydı. Muhammed yaşadığı gibi öldü; ilk dava arkadaşları ve sahabesi arasında vefat etti!' (Hyndman, H. M., Asya'nın Uyanışı, Londra, 1919, s. 9). Irwing Washington'a göre, "Onun büyük askeri zaferleri, onda ne gurur, ne de mağrur bir sevinç uyandırmıştı. En güçlü zamanlarında dahi, o zorluk içindeki" günlerindeki gibi sadelik içinde yaşıyordu. Bir odaya girdiğinde, biraz fazla saygı gösterilse gerçekten üzülürdü. O evrensel bir hâkimiyeti amaçlamışsa bu dinin ve Hakk'ın hâkimiyetidir. Bundan onun elinde en saf uygulamasını bulan dünyevî kurallar çıkmıştır. Ve o bunların kendi soyundan devamı için hiçbir teşebbüste de bulunmamıştır!' (Muhammed ve İzleyicileri, Londra, 1909, ss. 192-199). Bir âlim de şunlara işaret etmektedir: "İnsan dehası için; amacın büyüklüğü, araçların küçüklüğü ve muhteşem sonuçlar üç kıstas ise, tarihte Muhammed ile mukayese edilebilecek birisini kim gösterebilir? En meşhur insanlar yalnız ordular,kanunlar ve imparatorluklar tesis ettiler. Onlar, bir şeyse eğer, çoğu zaman gözleri önünde harap olan maddî güçlerden fazlasını oluşturamadılar. Oysa bu insan, sadece ordular, kanunlar, imparatorluklar, İnsanlar ve hükümdarlıkları değil, o zaman dünyanın üçte birini dolduran milyonlarca insanı da harekete geçirmiştir. Dahası, o dinler, fikirler, inançlar nefs ve ruhları da harekete geçirmiştir. Her kelimesi kanun olan bir Kitab'ı esas alarak, o her dil ve ırktan insanları biraraya toplayarak manevî bir millet ortaya çıkardı;.. Tanrı'nın Tevhidî inancının, uydurma inançların kayboluşu arasında yükselişi bizatihi öyle bir mucizeydi ki, onun dudakları arasından çıkmasıyla eski putperest tapınakları yok etmiş ve dünyanın üçte birini ateşe vermiştir..."
"Düşünür, hatip, havari, kanun koyucu, asker, düşüncelerin fatihi, rasyonel akidelerin düzelticisi, şekil ve suret olmaksızın tapınma; hepsi manevî tek bir hükümdarlık olan yirmi dünyevî hükümdarlığın kurucusu, işte Muhanimed. İnsanın yüceliğinin ölçümü mümkün olsa, ondan daha büyük bir insan var mıdır, sorarız?" (Lamartin, Türkiye Tarihi, Paris, 1854, Cilt II, ss 276-277). Majör Arthur GIyn Leonard'ın deyişiyle, "Muhammed'İn veya İslâm'ın ruhunu derinlemesine anlamak isteyen öğrenci, bizzat başlangıçta şunu anlamalıdır ki, Muhammed manevî bir gezgin veya pespaye ve zamanına uyan bir derbeder değildir. O, her çağın ve tarihin en engin, samimi ve gerçek önderlerinden biridir. İnsanlığın yetiştirdiği, sadece büyük değil, en büyüklerden (yani en doğru) bir adam. Yalnız bir peygamber olarak büyük değil, aynı zamanda bir vatanperver ve devlet adamı olarak da büyük; manevî olduğu kadar maddî olarak da büyük bir milletin, büyük bir imparatorluğun kurucusudur bu yüce insan. Hatta bunlardan öte, daha büyük bir iman; ve kendine, halkına ve hepsinin üzerinde Tanrı'ya karşı dürüst bir insan. Bunu idrak eden öğrenci İslâm'ın bağlılarını insanlığın karanlıklarından Nur ve Hakk'm yüksek diyarına doğru yücelten, engin ve gerçek bir inanç olduğunu tasdik edeceklerdir." (İslâm-Ahlâkî ve Manevî Değerleri, Londra, 1927, ss. 20-21).
Bir yazar da şunları söylemektedir: "Muhammed, vahye mazhar olan ve İslâm'ı kuran insan, M.S. 570 civarında putlara tapan bir Arap kabilesinde dünyaya geldi... Sonra, bir takım acı ve dehşete düşürücü olaylar içinde, Tanrı'nm kelâmı ona, melek Cebrail vasıtasıyla vahyolunmaya başladı... Kendinden önceki büyük peygamberler gibi, Muhammed, Tanrı'nın kelâmını yaymak için kendisinin nakıs olduğu bilincinde ve gayet dikkatli olarak mücadele verdi. Melek 'Oku!' diye emretti. Oysa bildiğimiz kadarıyla, Muhammed'İn okuma yazması yoktu. Fakat, o kendisine vahyolunan sözleri yazmaya başladı. Dünyanın büyük bir kısmını tamamen değiştirecekti bu söz: 'Allah'tan başka tanrı yoktur.' Onun olağanüstü şahsiyetinin gücüyle Muhammed, Arabistan ve Doğudaki hayatı her şeyiyle değiştirmişti. O, putları kendi elleriyle paramparça etti ve ancak tek Tanrı'ya kulluk edilen bir dini kurdu." (Mickener, James A., İslâm: Yanlış Anlaşılan Din, Okuyucu Özetlerinde, Amerikan Basımı, Mayıs 1955, ss. 68-70).
Profesör Natheniel Schmidt'e göre, "Muhammed'İn esaslı samimiyetinden şüphe edilemez. Tarihe tenkitçi bir gözle bakıldığında, her kanıt değerlendirildiğinde onun, hiçbir çıkar gözetmeksizin fizikî hayatları ne olursa olsun, muhtelif zaman ve durumlarda, hakkı söyleyen yüce düşünceleri öğreten ve beyan eden peygamberler zincirinden olduğu gerçeğini teslim edecektir. Ki o peygamberler asil davranmış ve bu yönde İlkeler koymuşlar ve yüce çağrılarını korkusuzca haykırmışlar, davetlerini güçleri yettiği kadar, hiç dihlenmeksizin sürdürmüşlerdir!' (Yeni Uluslararası Ansiklopedi, 1916, Cilt XVI, s, 72). Thomas Cariyle şunları yazmıştır: "Doğru ve sadık bir insan; hep doğruyu yapan, doğruyu söyleyen ve düşünen. Sakin konuşan, söylenecek bir şey olmadığı zaman susan, fakat konuştuğunda hep ilgili, bilge ve samimi konuşan; daima konuyu aydınlatıcı... Böyle bir insanın sözü doğrudan tabiatın kalbinden gelmektedir. İnsanlar onu her şeyden başka türlü dinlemeli ve ona uymalıdır —yoksa hepsi bir nefesten başka birşey değildir... Yunanlı Heraklit, Farslı Cosros gibi hükümdarlar ve dünyadaki diğer kırallar arasındaki Arabistan bu insana ne yapabilir; — hepsi ona ne yapabilir?... Tanrı'nın inayeti şüphesi onu vahiy ile şereflendirmiştir. Onu ölüm ve karanlıklardan kurtarmış ve onu bütün mahlukata bildirmiştir: 'Muhammed Tanrı'nın Peygamberidir.' ifadesiyle kastedilen de tam anlam böyle olmasa da bir yönüyle budur." Thomas Cariyle, Tarihte Kahramanlar. Kahramanca İbadet ve Kahramanlıklar, Londra, ss. 287-292). Cariyle şunları da ifade etmiştir. "Ona peygamber dediler, diyorsunuz değil mi? Niçin? Çünkü Muhammed onlarla yüzyüze gelmiş hiçbir esrarın arkasında kutsanmamış, kendi hırkasına yama yapmış, ayakkabılarını tamir etmiş, savaşmış, onların arasında istişare etmiş ve emretmiştir. Siz ona ne derseniz deyin, onun nasıl bir insan olduğunu mutlaka görmüşlerdi. Kutsal tacıyla hiçbir imparator, oturup kendi hırkasına yama yapan bu insan kadar itaat görmemiştir. Yirmi üç yıllık zahmet ve gerçek mücadelenin içinde sahip olması gereken her şeye sahip gerçek bir kahramanı görüyorum!' (Thomas Cariyle, Kahramanlar Üzerine Konferanslar). Mahatma Gandi ise şunları söylemektedir: "Milyonlarca insanın kalbi üzerinde bugün tartışmasız bir etkisi olan hayata sahip birisini öğrenmek istedim. İslâm'ın bir yeri fethinin kılıç ile olmayıp, hayat tarzıyla olduğunu her zamankinden daha iyi anladım. Peygamberin tam manasıyla sadeliği ve ahde sadakati, onun arkadaş ve takipçilerine kendini adaması, tevazuu, yiğitliği, korkusuzluğu, Tanrı'ya ve dinine olan mutlak bağlılığıydı asıl ona her engeli aştıran ve muzaffer kılan; yoksa kılıç bir hiçti." (Genç Hindistan, Işık'tan alınma, Lahore, 16 Eylül, 1924). W. E Hogarth ise şunları yazmıştır: "Onun hayatı, ciddi veya önemsiz olan kısımlanyla birlikte bütün hareketleri günümüzde milyonların kabul ettiği, bildikleri ve şuurlu olarak uyguladığı bir sistemi kurumsallaştırmıştır. İnsan ırkının ufak dahi olsa, hiçbir kısmı böyle bir insanın hareketlerinin en ayrıntıdaki kısmına dahi titizlikle uyup, taklit etmemiştir. Hıristiyanlığın kurucularının davranışları hiçbir şekilde takipçilerinin günlük hayatını düzenlememiştir. Bu bakımdan hiçbir dinin kurucusu, müslümanların peygamberi gibi tek başına yüksek bir yer işgal etmemiştir." (Arabistan Tarihi, Oxford, 1922, s. 52).
George Bernard Shaw şunları ifade etmiştir: "Ben Muhammed'in dinini harikulade canlılığından ötürü hep takdir etmişimdir. İslâm, varlığın değişen veçhesine uyarlanabilir kabiliyete sahip tek dindir. Böylece, İslâm her Çağa hitap etmektedir... Benim tahminime göre, Muhammed'in inancı bugün Avrupa1 da kabul edilmeye başlandığı gibi, gelecekte de kabul görecektir. Ortaçağ Kilisesi, ya cahilliklerinden ya da bağnazlıklarından Mu-hammedîliği hep kara renklere boyayarak anlatmışlardır. Onlar aslında, hem Muham-med'den, hem de onun dininden nefret edecek şekilde eğitilmişlerdi. Onlara göre, Muhammed İsa karşıtıydı. Oysa, ben onu, o harikulade insanı inceledim. Benim kanaatime göre değil İsa düşmanı olmak, ona insanlığın kurtarıcısı demek gerekir. Günümüz dünyası onun gibi birisinin mutlak hâkimiyeti altına girse, sorunları, çok ihtiyaç duyulan barış ve mutluluk getirecek şekilde onun çözeceğine inanıyorum. Avrupa, Muhammed'in akidesinin aşkına girmeye başlamıştır. Gelecek yüzyılda, Avrupa sorunlarının çözümünü bu inanç içinde görmeye kadar gidebilir. Öyle ki benim tahminimi daha iyi anlarsınız!' (Bazı Seçkin Alimlerin Yazılarının Derlemesi, İslâm Misyonu Çalışmaları, 1935, s. 77).
Sir William Muir'e göre, "Şüphesiz, saf tek tanrı inancı, adalet ve insanlık üzerine kurulu düzeni ile İslâm, Orta Afrikalılar gibi putçuluk ve fetişizm batağındaki ırklardan çok yüksekte olup, böyle insanların ahlâkını da büyük ölçüde itidale çekerek düzeltmektedir." (Muhammed ve İslâm, Londra, 1895, s. 246). Bir bilim adamı şunları söylemektedir: "Bir din olarak, itiraf edilmelidir ki Muhammed'in dini Afrika'ya hıristİyan-lıktan daha çok yakışır; aslında şunu söylemem gerekir ki, bütün dünyaya daha çok yakışır... Onun özellikleri İnsanı insan yapması şeklinde özetlenebilir. İslâm, insandan bir tanrı çıkarmaya çalışmaz ama onun iyi bir komşu olmasına kadar düzene sokar." (Law-ton, Lancelot, Yer Küre, Londra, 12 Mayıs, 1928).
Napolyon Bonapart'a göre: "Tanrı'nm varlığını, Musa kavmine, Mesih İsa Roma âlemine, Muhammed @ ise bütün kıtaya yaydı. İsa'dan altı asır sonra, Arabistan putperestlik içindeyken, Muhammed @, İbrahim, İsmail, Musa ve İsa'nın Tann'sını tanıttı. Muhammed, ne babası, ne de oğlu olan tek Tanrı'dan başkasının olmadığını ve teslisin ortak koşma anlamına geldiğini açıkladı... Bütün ülkelerin ferasetli ve eğitilmiş insanlarını birleştirerek, yegâne doğru ve insanları mutluluğa erdirecek olan Kur'ân'ın prensiplerine dayalı tek bir düzeni kuracağımı umuyorum." (Bonaparte ve îslâm, Cherfİls, Paris, ss. 105-125). Bir bilim adamı da şunları söylemektedir: "Tanrı'nın vahyettiği bütün gerçek dinleri kabul eden bu akidenin asaleti ve geniş müsamahası insanlık için daima mükemmel ve şanlı bir miras olacaktır. Ancak böyle bir esas üzerine mükemmel bir dünya dini kurulabilir." (Geenless, Duncan, İslâm Akidesi, Adyar, 1948, s. 27). Dufferin Marki'ne göre, "Avrupa, Orta Çağın karanlığından kurtuluşunu büyük ölçüde müslü-man bilimine, müslüman sanatına ve müs-lüman eserlerine borçludur." (Hindistan'da Verilen Konferanslar, Londra, 1890, s. 24). bir diğer bilim adamı da şöyle demektedir: "Zerdüşt sisteminden daha saf, Musa'nın şeriatından daha hür olan Muhammed'in dini, on yedinci yüzyıldaki İncil'in tükenen sadeliğine kıyasla tutarsız değildir." (Gibbon, Edward, Roma İmparatorluğunun Düşüş ve Gerileme Tarihi, Londra, 1938/1939, Cilt V, s. 487). J. H. Denison da şunları yazmıştır: "Beş ve altıncı yüzyıllarda, medenî dünya kaosa girmişti... O zaman, tesisi dört bin yıl süren büyük medeniyetin dağılma sınırında olduğu görülüyordu. İnsanlar, her kavmin ve bölüğün birbirine karşı olduğu, kanun ve nizamın bilinmediği bir zulme yönelmişlerdi... Hıristiyanlık tarafından yeni ortaya atılan müeyyide ve cezalar birlik ve düzen yerine daha çok bölünme ve tahrip yoluna hizmet etmektedir... Doğu ve Güney dünyası diye bilinen bütün bölgeyi birleştirecek bu insan, işte bu insanlar arasında doğmuştu." (Denison, H., Medeniyetin Esası Olarak Duygu, Londra, 1928, ss. 265-269).
H.A.R.Gibb'e göre, "Fakat İslâm insanlığa hizmet vermektedir... Başka bir toplum insanları ve ırkları bu kadar statüde, fırsatta ve çalışmada eşit birleştirememiştir. Afrika, Hindistan ve Endonezya'nın büyük müslüman toplumları, belki Japonya'daki küçük İslâm cemaati dahi, İslâm'ın halâ uzlaştırılması mümkün olmayan ırk ve gelenekleri bir araya getirecek kadar güçlü olduğunu göstermektedir. Şayet Doğu ve Batı'daki büyük toplumların ihtilafının yerini işbirliği alacaksa islâm'ın arabuluculuğu zaruri bir şarttır." (İslâm Gücünü Yitiriyor mu?, Londra, 1932, s. 379).
A. J. Toynbee de şöyle demiştir: "Müslümanlar arasında ırk bilincinin söndürülmesi, İslâm'ın önemli başarılarından biridir. Ve öyle görülmektedir ki, günümüz dünyasında bu İslâmî faziletin yayılmasına gerçekten derin hij ihtiyaç vardır." (İmtihandaki Medeniyet, New York, 1948, s. 205). H. G. Wells de şunları yazmıştır: "Yeni bir açıdan ve taze bir gayret ile Arap zihni, Yunanlıların başlatıp bıraktıkları müsbet bilginin sistematik gelişinimi devraldı. Yunanlılar gerçek ile uğraşmanın bilimsel metodunun babası ise, Araplar da balalığı (evlatlık alıp büyütenjdır. Yani tam bir açık sözlülük, ifade ve açıklamalarda azamî sadelik, tam kaynak ve ayrıntılı tenkit. Modern dünyaya ışık ve güç armağanı Latin yoluyla değil, Araplar vasıtasıyla ulaşmıştır?' (Tarihin Ana Hatları, Lond-re, 920). Majör Leonard şöyle demektedir: "İslâm inancındaki bilhassa iki veçhe beni hep çekmiştir. Biri Tanrı anlayışı, diğeri de şüphe götürmez samimiyettir. Burada, samimiyet nerdeyse İlâhî olup pek çok günahın sevgisiyle örtülmesi gibidir." (Leonard, Majör Arthur Glyn, İslâm, Ahlâkî ve Manevî Değeri, Londra, 1927).
Bir yazar şöyle demektedir: "Muhammed, dinî sistemini, sadece ashabının düşüncelerine uygun olarak kurmayıp, onların idrakı-na ve ülkelerinde hâkim olan âdetlerine göre kurmuştur. Ancak, bunun da ötesinde insanların sağduyusuna öylesine yakındı ki, kırk yıldan az bir zamanda insanların yarısından çoğunu inancına çevirdi. Anlaşılan, bu akidenin duyulması, akılları kendine tâbi kılmaya yetiyordu." (Hıristiyanlık Propagandası ve Müslüman Karşıtları, Paris, 1890, T. W. Arnold tarafından İslâm'ın Tebliğinden alıntı, Londra, 1913, ss. 413-414).
John Austin'in ifadesiyle, "Bir yıldan az bir sürede, o Medine'nin gerçekten manevî, resmî ve dünyevî lideri olmuştur. Dünyayı sarsaçak manivelanın kolu da onun elindedir." (Warren Hastings'in Suçlaması, İngiliz Devlet adamlığında ve Nutuklarında) ve Edward Montel de şunları yazmıştır: "İslâm, etimolojik ve tarihî olarak bu terimden anlaşıldığı şekliyle geniş anlamda esas itibarıyla ras-yonel-bir dindir. Burada rasyonalizm tanımını dini inançları mantığa tam olarak uygun olan bir sistem olarak alabiliriz. Şevk ve hüküm sahibi olan Muhammed'in iman ve inanç ateşine de sahip olduğu bir gerçektir. Onun taraftarlarına verdiği yüce nitelikler, onun vahiyle gelen reformuyla ortaya çıkmıştır. Ancak vahiy yolu yalnız yollardan biridir. Onun dininin mantık üzerine kurulu inançların bir araya geldiğine dair işaretler vardır... Bu öğretinin ve dinî işlerin sadelik ve açıklığı İslâmî hareketin çok belirgin özel-liklerindendir. Bütün dinî karmaşıklardan arınmış ve bunun sonucundaki normal idraklere böylesine kabul edilebilir olan bu açık akidenin, insanların bilinçlerine hâkim olabilecek muhteşem güce sahip olması beklenir, aslında mutlaka da sahiptir?' (Hıristiyanlık Propagandası ve Müslüman Karşıtları, Paris, 1890, T. W. Arnold Tarafından İslamcın Tebliğ'inden alıntı, Londra, 1913, ss. 413-414). Edmund Burke'ye göre "Muhammedi şeriat taç giydirilen baştan, en basit konuya kadar geçerli ve bağlayıcıdır. O, mahirane bir sistemin içdokunmuş, en fazla öğrenilmiş ve dünyadaki gelmiş geçmiş en münevver hukukun kanunudur." (Warren Hastings'in Suçlaması, İngiliz Devlet Adamlığında ve Nutuklarında).
islâm'a Geçişler. İslâm'ı kabul eden bazı gayrı müslimlerin duygulan aşağıda özetlenmiştir: "Bazı arkadaşlarım benim Muham-medîler tarafından etkilendiğimi düşünebilirler; fakat asıl sebep bu değil. Çünkü mevcut görüşlerim sadece yıllar boyu oluşan gö-rüşlerimdir. Benim tahsilli müslümanlarla din üzerine filan yaptığım konuşmalar birkaç hafta önce başladı. Söylemeliyim ki bütün teorilerim ve elde ettiğim sonuçların İslâm'a uygun olması beni fazlasıyla sevindirdi. Dine giriş, Kur'an'a göre, özgür seçim sonucunda ve kendiliğinden değerlendirme İle olmalıdır. İslâm'a giriş asla zor kullanarak olamaz. İsa da müritlerine aynı şeyi ifade etmek istemiştir: 'Ve kim seni ne kabul edip, ne de işitmezse, ayrılırken ayağının altından tozu silkip at.' (Markos, VI, 11). İnanıyorum ki, müslümanlığa kalpleri meyilli olup da, gelenek baskısı, zıt eleştiri ve değişikliğin güçlüklerinden çekinme binlerce kadın ve erkeği gerçeği açıkça kabullenmekten alıkoymaktadır. Arkadaş ve akrabalarımın bana kaybedilmiş bir ruh olarak baktıklarını ve benim geriye dönmem için dua ettiklerini bilmeme rağmen ben adımımı attım. Aslında, ben yirmi sene önceki gibi aynı inançtayım; onların nazarında iyi kanaati bana kaybettiren bu gerçeği aşikar olarak söylenmesi olmuştur." (Lord Headley, Al Farook, îngl).
"İslâm bana mükemmel bir mimari eser gibi görünmektedir. Her parçası birbirini tamamlayıp, destekleyecek şekilde uyumluca tasarlanmıştır; hiçbir şey fazla olmadığı gibi, eksik de yoktur. Sonuç ise mutlak bir denge ve sağlam bir huzur ve sükunettir. Üzerimde en büyük etkiyi herhalde İslamcın öğreti ve kaziyelerindeki 'her şeyin yerli yerinde olması' hissi uyandırmıştır... Benim etüd ve mukayeselerim, müslümanların eksikliklerinden kaynaklanan bütün olumsuz faktörlere rağmen insanoğlunun gördüğü en büyük çekici ve yönlendirici güç olarak İslâm'ın manevi bir vakıa olduğuna beni kesinlikle ikna etti. O zamandan beri, bütün ilgim onun yeniden canlandırılışı meselesinde odaklaşmıştır!' (Muhammed Esad, Avusturya).
"Olgunluk çağına erdiğimden beri, İslâm1 in güzellik, sadelik ve saflığı bana hep çekici gelmiştir. Bir hıristiyan olarak doğup büyümeme rağmen kilise'n*u dogmatik tavrına hiç inanamamışındır. Körü körüne inanmak yerine hep m3nt1^ v^ sağduyuma baş-vurmuşumdur. Zaman geçtikçe Yaratıcım ile barış ve uyum içinde olmayı arzuladım. Ve hem Roma Kilisesi'nin, hern de İngiliz Kilisesi'nin bana gerçekten faydalı olamayacağını gördüm. Müslüman olurken sadece idrak ve şuurumun dediğine uydum ve o zamandan beri kendimi daha iyi ve doğru bir insan olarak hissediyorum... İslâm insanlığın günahsız, kötülüksüz devamını talim yoluyla sağlamaktadır. Efendi-tâbi, zengin-fakir, hepsinin bir -olduğunu, aynı esastan geldiklerini, aynı ruha sahip olduklarım ve eşit olarak zihni, manevî ve ahlâkî marifet ve kabiliyetle teçhiz edildiklerini kadın-erkek herkese anlatmaktadır... Sonuç olarak, söylemek isterim ki, İslâm hayatın her gününü, her anını düzenlerken, bugün güya hıristi-yanhk (İsevîlik) denilen din, mensuplarına Pazar günleri Tann'ya ve haftanın kalan günleri O'nun yarattıklarına ibadeti göstermektedir." (Sir Abdullah Archibald Hamilton, İngiltere).
"Yirmi yaşıma geldiğimde ve fiilen kendi kendime hükmedebildiğim zaman Kilise'nin sıkıcılığı ve tahditlerinden Öyle bıkmıştım ki, ondan hemen uzaklaştım ve bir daha dönmedim... Çok şükür araştırıcı bir zihne sahip olduğumdan, her şeye mantıklı bir izah istiyordum. Ne inananları, ne de ruhbanları, bu İnancın bana hiçbir mantıklı izahını veremediği gibi bana bunların ya sır olduğunu, ya da benim idrakimin fevkinde olduğunu söylüyorlardı... Hak din olan İslâm'ın esası Tanrı' nın isteğine teslimiyettir ve bunun köşe taşı da ibadettir. İslâm, evrensel kardeşliğe, evrensel sevgiye, evrensel İyiliğe çağırmakta ve kalp temizliği, hareketlerin temizliğini, konuşmanın temizliğini ve tam bir fizikî temizlik istemektedir. Şüphesiz İslâm, insanoğlunun bildiği en sâde ve^n yüce dindir." {Muhammad, Alexander Russel Webb).
"İçimde gerçek Tann'ya kulluk ve ibadet etmek için samimi ve kuvvetli bir istek doğmuştu... Nihayet, Muhammed Peygamberin hayatını incelemeye başladım... Kısa bir süre sonra onun Hak ve Tanrı yolundaki çabasının samimiyetinden kuşku duymanın imkansızlığını gördüm. Vahşi, putperest, suç, pislik ve çıplaklık içinde yaşayan insanlara, nasıl giyinmek gerektiğini Öğretmiş, kirin yerini temizlik almıştı. Araplar, şahsî itibar kazandılar ve kendilerine saygı duymaya başladılar; misafirperverlik dinî bir görev haline geldi ve putları tahrip edilerek Hak ve tek olan Tann'ya kulluğa döndüler." (Sir Cela-leddin Lauder Brunton, İngiltere).
"Mekke'li adamın öğretisi, anlattıkları öyle kısa ve öz, öyle yerli yerindedir ki, pratik bir dinin en açık ifadesiydi benim için, 'Deveni bağla ye Allah'a emanet et'. O bize normal hareketlerle ilgili dinî bir sistem vermektedir. Kendini ihmal etmek pahasına görünmeyen bir güce körü körüne inanmak yerine elinde gelen her şeyi hakkıyla yaptıktan zonra Allah'ın arzusuna teslim olup, tam güvenmek." (Cöl. Donald S. Rockvvell, US.A.)
"Sonunda Muhammed'i Tanrı'nın elçisi olarak kabul edebildim; evvelâ ona ihtiyaç vardı; ikincisi, benim elde ettiğim sonuçlar bağımsız ve yine de tesadüfiydi. Üçüncüsü, Öncekilerden ayrı olarak Mukaddes Kur'an ve Peygamber'in öğretisinin tevhidî özelliği beni coşturmuştu!' (Thomas Irwing, Canada)
"Ümitsizlik, küfür, cehalet ve hurafe bataklığından çıkarılan Araplar, torunlarını dünyanın tepesine oturtabilmelerini Tanrı'nın yardımına borçludur. Tanrı, Muhammed ve Kur'an vasıtasıyla dünyanın tarihini değiştirdi. Ve bunlar olmaksızın günümüz biliminin büyük harikaları da olmayacaktı. Muhammed, 'Hikmet Çin'de de olsa arayınız' demiştir." (S.A. Board, A.B.D.)
'' İslâm'da müşterek bir şey vardır. O tarihin dinidir ve onun öğreticisi de tarihteki bir şahsiyettir... Bütün diğer öğretmenlerin hayatları efsane ve sırlarla doludur. Ve kendi Öğretilerini kendi hayatlarının ışığı altında görmemiz mümkün değildir. Oysa, İslâm'daki kayıtlar hakkında kimsenin en ufak bir şüphesi yoktur. İslâm'ın Kitab'ı Kur'an, Mukaddes Peygamber'in zamanında nasılsa bugün de öyledir. Onun Kitab'ı açıklayan fiil ve sözleri orijinal, saf ve pak haliyle bize ulaşmıştır. Bunlarda, daha önce şurada burada beyhude aradığım bir teselli buluyorum. Ben sade ve pratik, mantığımı Öldürmeden kabul edemeyeceğim dogmalardan arınmış bir din arıyorchım." (J.W. Lovegrove, İngiltere). Ve Mc Borkle şöyle demektedir: "Daha sonra, burada insanlık kadar geniş, fakirler gibi zenginlere de rehberlik edecek ve bütün bâtıl inanç ve renk engellerini yıkabilecek bir din olduğunu anladım." (T. H. Mc. Borkle, İrlanda).
Thomas Carlyle'nin seçtiği bütün büyük peygamberler arasında daha iki yüz sene önce Muhammed @'ı kahraman olarak seçmesi ilginç bir rastlantıdır. Ve şimdi yirminci yüzyılın son yirmi yıl içinde Amerikalı Mic-hael H. Hart tarihin en etkin şahsiyetlerini sıralarken Muhammed @'ı en başa koymuş ve gerekçesini de şöyle izah etmiştir: "Bu kitap sadece tarih boyunca en büyük etkide bulunan 100 kişinin kim olduğu sorusuyla ilgilidir. Bu 100 kişiyi önem sırasına, yani, her birinin insanlık tarihi ve insanların günlük hayatı üzerideki etkisine göre sıraladım. Böyle müstesna insanlar, ister soylu olsun, ister olmasın, ister meşhur olsun, ister tanınmamış, ister şaşaalı, isterse mütevazi olsun, hepsi de hayatımızı şekillendiren, dünyamızı kuran insanlardır.
Dünyayı en fazla etkileyen şahsiyetlerin listesinin en başına Muhammed'i koymam bazı okuyucularımı şaşırtabilir, bazısı da karşı çıkabilir. Fakat hem dinî, hem de dünyevî düzeyde en mükemmel şekilde başarılı olan tek insan odur.
Mufoammed, dünyanın büyük dinlerinden birini kurmuş ve yürürlüğe koymuş ve gerçekten çok fazla etkili bir siyasî lider olmuştur. Bugün, ölümünden on üç asır geçmesine rağmen, onun etkisi halâ güçlü ve yaygındır.
Arabistan'ın Bedevî kabileleri şiddetli savaşçılıklarıyla ün salmışlardı. Ancak sayıca azdılar ve paramparça olup, iç savaşlarla uğraşıyorlardı. Bununla beraber, tarihte ilk defa Muhammed tarafından birleştirilerek ve şevk veren tek Tann inancının vahyedilmesİyle, Arap orduları artık insanlık tarihini muhteşem fetih dizilerinden birine başlamışlardır... Aslında, Arap fetihlerinin motor gücü olduğu gibi, Muhammed, tarihin en etkin siyasî lideri olarak da gösterilebilir... Muhammed1 den önce benzer hiçbir olay vuku bulmamıştı ve bu fetihlerin onsuz elde edilebileceğine inanmanın da hiçbir mantıkî sebebi yoktur.
Yedinci yüzyıldaki Arap fetihlerinin günümüze kadar insanlık tarihinde önemli bir rol oynamaya devam ettiğini görüyoruz. Mu-hammed'in insanlık tarihinim en etkin tek siması olarak kabul edilmesinin sanırım, sebebi, onun dünyevî ve dinî etkisindeki emsalsiz terkip ve bağdaştırıcılığıdır," (Hart. Michael H., 100 - Tarihteki En Etkin Şahsi yetlerin Sıralaması, New York, sh, 26-371)
Rasulullah @ ne okula gitmiş, ne de gençliğinde okuma-yazma öğrenmişti. Okuma-yazma bilmemesine rağmen, ashabına psikoloji, felsefe ve eğitimin esaslarını öğretebiliyordu. Onlara dinin, ahlâkın, edebin temel prensiplerini öğretti. Eğitim, edebiyat, felsefe, ekonomi, mimari, fizik, tıp, astronomi, siyaset, ticaret ilmi, psikoloji, fizyoloji, biyoloji ve insan faaliyetlerinin her dalını çevreleyen bilgi alanlarının hepsi dahil olmak üzere, kültürlerinin temelini oluşturan ölçülerin birçok boyutlarını ve ölümsüz değerler zenginliğini verdi. Onun vefatından sonra, bir asır içinde yükselen İslâm Kültürü, yalnız zamanın medeniyet ve kültür oluşumunu etkilemekle kalmamış, gelecek yüzyıllar boyunca medeniyet ve kültür dünyasını yönlendirerek silinmez bir iz bırakmıştır. Diğer medeniyet ve kültürler, özellikle ilimlerin ge-h'şme ve ilerlemesinde, bu kültürel mirastan büyük pay almıştır. Hiç şüphesiz Rasul Mu-hammed @'m ilim dünyasına katkısının tarihte bir benzeri yoktur.
İnsanlık tarihinin akışını gerçekten yönlendiren tek fert odur. Cehaletin yerine bilgiyi, alışkanlık ve geleneklerin yerine aklı, körü-körüne atalarının izinde gitme yerine araştırmayı ve düşünmeyi öğretmiştir. İnsanı, kula kulluktan kurtarıp, özüne döndürmüş ve ona, Kâinatın yaratıcısı ve Hakîm olan Allah'ın halifeliğini teklif etmiştir (2: 80). İnsana kâinattaki gerçek yerini ve durumunu öğretmiş, göklerin ve yerin kaynaklarını ve nimetlerini sunmuştur (31: 20). Kâinatın meçhul, gizli zenginliklerini ortaya çıkarması ve faydalanması için insanoğluna engin ve sınırsız ufuklar açmıştır (45: 13). Emeğinin boşa çıkmayacağı söylenerek (53: 39), amellerinin karşılığını alacağı söz verilmiştir (14: 34).
"Rabbimiz! İçlerinden onlara Senin âyetlerini okuyan, Kitâb'ı ve hikmeti öğreten, onları her kötülükten arıtan bir peygamber gönder. Doğrusu güçlü ve Hakîm olan ancak Sensin." Kur'an-ı Kerim, Bakara Suresi (2): 129. âyet.
İnsanoğlu, tabiat olayları karşısında şaşkın, şehevî arzularının sınırladığı bir dünyada yaşıyordu. Peygamber @, onu esfel-i safilinden kurtarmış, hatta meleklerin dahi üzerinde bir dereceye yükseltmiş, Allah'a yakınlaştırmış-tır. Böylelikle, eski, sınırlı hayatından çıkarıp, ufkun\ı genişletrniştir. Hz. Peygamber @ nübüvveti süresince insanlara "Tevhid Anla-yışı"nı öğretmiştir. Onların önceki bilgilerini tamamen ortadan kaldıran, sonsuz ve yaratıcı bir bilgi dünyası ile tanıştırmış, yepyeni bir ideal getirmiştir. Başka bir deyişle, insanlığı cehaletin karanlıklarından, bilginin aydınlığına çıkarmış, akıl ve bilgi esaslarına, tamamen yeni ideallere sahip yaratıcı bir dünyaya kavuşturmuştur.
İnsanoğlunun yolu, İyiden ve güzelden başka sınırı olmayan bir yöne doğrultuldu. İnsan, sonsuz yaratılışın devam ettiği atom(ce-vahir) çağına ulaştırıldı? Çünkü Allah, iradesi ile devamlı yaratmadadır. O, kâinatı yoktan yaratmıştır ve her şeyin üzerinde O'nun kudreti vardır (35: 1). Atom âlemi her an yaratılmadadır ve O'nun kudret ve iradesi ile genişlemektedir. Bu yeni bilgi, insanoğlunun kâinatın bilinmeyen gerçeklerini ortaya çıkarma yolundaki bilgi ve araştırma arzusuna yeni boyutlar getirdi.
Peygamber @'ın getirdiği mesajlardan birisi de, akla ve tecrübeye önem verilmesi, bunları kullanarak tabiattan ve tarihten bilgi edinilmesidir. Başka bir deyişle tümevarım metodu ile bilgi edinilmesini ve bilgiden faydalanılmasını başlatmış, akla, mantığa uymayan metodları men etmiştir. Bu, büyük bir başarıdır. Böylece insan etrafında olup bitenlere vakıf olmaya başlamıştır.
Rasulullah @, böylece safsata ve hurafe dönemine son vermiştir. Onun eğitimi ve Öğretimi, insanı akıl ve tecrübe dünyasına kavuşturmuş, araştırma, tenkit melekelerini harekete geçirmiştir. Kur'an-ı Kerim'de de İnsana, kendi nefsine ve dış âleme (âfak) bakması, dış âlemde olduğu kadar, kendi içinde de Allah'ın avetlerini müşahade etmesi, tecrübeleriyle bilgisini arttırması buyurulmakta-dır.
Kur'an-ı Kerim, kendi nefsine bakması ve onu anlamaya çalışması için, insanın idrak ve aklına hitap eder, "İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp, aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi, O'nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda, düşünen kavim için dersler vardır." (30: 21). Bu ayet-i kerimede birbirlerine çekici olarak yaratılmış, birlikte olmaktan huzur, rahatlık, zevk, muhabbet bulan kadın ve erkek arasındaki cinsî alâkanın harika sırrına işaret edilmektedir. Yine aynı surede, insana zayıf yaratıldığı hatırfatılmakta ve "Sizi güçsüz olarak yaratan, güçsüzlükten sonra kuvvetli kılan, sonra da kuvvetliliğin ardından güçsüz ve ihtiyar yapan Allah'tır. O dilediğini yaratır; bilendir. Kadir olandır!' (30: 54) buyur ulmaktadır.Bu ayet-ikerime insanın gençliğinden, ihtiyarlığına kadarki değişikliklere işaret etmekte, gençliğindeki gücünden kuvvetinden sonra nasıl tekrar çocukluğundaki aciz hâle döndürüldüğünü anlatmaktadır. Kur'an-ı Kerim'de bu ve benzeri ayetlerle insanın bilgi ufku genişletilmekte, iç âlemi fizyolojik ve psikolojik olarak daha ileri götürülmekte, bilgisini arttırması için yol gösterilmektedir.
Keza insana, Allah'ın yarattıklarını düşünmesi ve zihnini genişletmesi için yeryüzüne dağıtılmış bilgi hazinelerinden toplaması söylenmektedir. "Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O'nun varlığının belgelerindendir. Doğrusu bunlarda bilenler için dersler vardır. Size korku ve ümit veren şimşeği göstermesi, gökten su indirip ölümünden sonra yeri onunla diriltmesi O'nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda düşünen kavim için dersler vardır" (30: 22-24). Yine Bakara Suresi'nde, "Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah'ın gökten indirip, yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında^ rüzgârları yerle gök arasında emre âmâde duran bulutları döndürmesinde, düşünen kimseler için deliller vardır." (2: 164).
Bu ayetlerde, insan afcletsin ve kâinatın gizli kaynaklarından ve zenginliklerinden faydalansın ctiye tabiatta süregelen hadiseler özetlenmiştir. Çeşitli tabiat hadiseleri üzerinde araştırma ve tenkidi, müşahade arzusu uyandır ılmaktadınBundan maksat, kâinata dağıtılmış olan hayat gerçeklerini, insanın kendi müşahade ve tecrübeleriyle öğrenmesini sağlamaktır. Bu, tenkidî müşahade ruhu, Ra-sulullah @'ın insanlığa yaptığı en büyük katkılardan biridir. İnsanı, kendi İç âlemini ve dış dünyayı keşfetmesine yarayacak bilgilere kavuşturmuştur. Bilgi edinmenin tek yolu olan araştırma, den«y ve gözlem dönemi başlıyordu artık. İkbâl, 'Ufkunun genişlemesi için, insanın gerçekler üzerinde kafa yorması gerekir.' demektedir. (Allame M. İkbal. Ro-construction of Religious Thought in islam) Bu hususta Kur'an-ı Kerim'de: "Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çevresini aşıp geçmeye gücünüz yetiyorsa geçin! Ama Allah'ın verdiği bir güç olmaksızın geçemezsiniz ki!" (55: 33) buyurulmaktadır.
Bu hayat görüşü insana engin ufuklar açmıştır. Allah'ın verdiği güçle insan ilerleyecek, hatta uzayın en uzak noktalarına ulaşabilecektir. İslâm, Eski Yunan'ın 'Statik kâinat' düşüncesini reddetmiş, yerine dinamik bir görüş koymuştur. İkbâl bu hayat görüşünü ifade etmektedir: "Ey hüzünlü yolcu! Yoluna devam et; sıcak kalbin seni sarıp sarmalayıp çekecek ve onunla enginlere açılacaksın." (Allame M. İkbal, Reconstruction of Religious Thought in islam). İslâm düşünüşü bize yaratılmanın devamlı olduğunu ve halen devam ettiğini öğretmektedir, yani kâinat devamlı genişlemektedir. İnsan dünyada devamlı mücadele halindedir; müşahade, araştırma ve düşünmek İse silahdır.
Allah'ın adaletinin, rahmetinin yansıması °lan bu düşünüşe çeşitli felsefe ve ahlâk anlayışlarında da rastlamaktayız. Allah'ın bir lütfuyla, İnsan eşref-i mahlukat olarak, yaratılmış ve yeryüzünün halifesi kılınmıştır. İnsanın vazifesi adaletin, hakkın, iyiliğin yeryüzünde teessüsü için çalışmak, Allah'ın Kanununu hâkim kılmak için gayret etmektir. Hakkı temsil etmeyen, insan fıtratına ters sistemlerin mutluluk ve huzur getirmeleri mümkün değildir. Bu ancak Hakk Yolu — Allah Yolunu— izlemekle mümkündür. Bu sebeple, gerçek bir mümin, Hak Nizam'ı yeryüzünde hâkim kılmak için durmadan çalışmak zorundadır. "Fitne kalmayıp, yalnız Allah'ın dini kalana kadar onlarla savaşın..." (8: 39).
Varlıklarım Peygamber @'a borçlu olan bu iki inanç, kültür ve medeniyet dünyasmda büyük tesirler yapmıştır. Tevhid (Allah'ın Birliği) inancı insanın zamanla ortaya çıkan bilgi ve tecrübe isteği sonucu oluşan sistemler ve güçler arasında dengeyi sağlar. Şeriatın ışığında, birleştirici ve doğru yola iletici bir güçtür. İslâm, bilgi ve araştırma alanlarında yeni ufuklar açmakla kalmamış, bunların kontrol altında gelişmesi için kurallar da vazetmiştir. Böylece düşünce alanında olduğu gibi, dünyevî gelişmelerin de,tabü seyrinde devam etmesi, insana faydalı olması sağlanmıştır.
Batılı bilim adamlarının, Kilise ile olan çatışmaları —maalesef— İslâm da dahil bütün dinlerin akla ve ilme uygun olmamakla suçlanmalarına sebep olmuştur. Böylece İlâhî kontrolden uzaklaşan 'Bilim' denilen dev, dış dünyayı olduğu kadar, insanın düşünce dünyasını da hâkimiyeti altına alarak, onu sonu hiç de iyi olmayan maceralara sürüklemektedir. Hak nizamın getirdiği adalet, merhamet, iyilik, hoşgörü yerine, her yerde zulüm, ahlâksızlık, kötülük ve vahşet yaygınlaşmıştır. Rasulullah @'ın pozitif bilimler alanında getirdiklerinden halâ faydalanılmaktadır; fakat yine onun getirdiği ve 'bilim' devini insanın kontrolü altında tutmasını sağlayacak tek çare olan ahlâkî değerlerden uzaklaşılmıştır. İslâm'ın, insanlığa getirdiklerinİ tanıdıktan sonra Townsend, "Muham-med... dünyada bir benzeri olmayan demokratik eşitliği gerçekleştirmiştir. Muhammed, zulmü ve savaşları önlemede ellerinden hiçbir şey gelmeyen Avrupa'daki hürriyet öğretilerinin sahibi modern reformculardan çok çok daha mükemmel bir eğiticidir" demektedir (Meredith Tovrasend, Muhammed,sh. 34). George Bush, Peygamber @'dan bahseder, "Tarihte hiçbir devrim medeniyet dünyasında Muhammedîlik kadar değişikliklere sebep olmamıştır." (The Life of Muham-rnad,sh.l7).Robert L. Fulick, Jr. İse fikirlerini şöyle açıklamakta; "Muhammed, insanlığı daha mutlu ve hür bir dünyaya kavuşturan, gerçek bir eğitici, büyük bir önderdir. Şurası inkâr edilemez ki, erişilmez temposuyla gerçek bir devrim yapan İslâm kültürünün gelişmesini Muhammed'in kurduğu mükemmel sistem sağlamıştır. Onun gelmiş geçmiş en büyük eğitimci ve insan ahlâkını yükselten bir prens olduğunu ancak dar kafalılar inkâr edebilir." (Muhammed the Educator, sh. 45-107).
Şüphesiz Rasulullah @, insana diğer sahalarda olduğu gibi, bilgi ufkunun genişlemesi ye eğitimin gelişmesinde de çok faydalar sağlamıştır. Arabistan yöresinde yaktığı bilgi ateşi, önce içinde doğduğu toplumu, sonra bütün dünyayı aydınlığıyla sarmış, cehaletin ve safsataların bütün karanlıklarını yok etmiştir. Ümmî bir kişinin ortaya çıkıp, insanlığın en büyük eğiticisi olması, inanılması güç ve hayret verici bir hadisedir. Puta tapan bir toplumdan, dünyaya hükmeden âlimler, düşünürler yetiştirmiştir. En büyük mucizesi olan Kur'an'ı Kerim, tarihin akışını değiştirmiş, dünyayı bilgiyle donatmıştır.
Batı'dakİ rönesansın gerçek önderi, her alanda çalışılmasını ve bilgi edinilmesini teşvik eden bir kişinin ümmî olması gerçeği, tarafsız bir insanı bunun ancak İlâhî bir mucize olabileceği sonucuna vardırır. Peygamber @'ın bu büyük hadiseyi kendi başına başarması imkânsızdı.
Muhammed @, mesajı ile, insan düşüncesine rahiplerin ve yöneticilerin zulmüne başkaldırma işareti vermiştir. İnsan ruhunun boş dogmalarla mahvedildiği, vücudunun zulüm çarklarında ezildiği bir dünyada sınıf farklarını ve ayrıcalıkları kaldırmıştır. İnsanı, Allah'a yaklaşmaktan alıkoyan bencil duygulardan arındırmıştır. Allah katında herkesin eşit olduğunu öğretmiştir. Bütün İnsanlığa getirdiği mesajda (dinde) öğrenmenin ve bilginin değerini anlatmıştır. Kalem ile insanın işlediği ameller kaydedilmekte olup, kalem ile insan muhakeme edilecektir. Kalem, Allah nazarında İnsanın yaptıklarının en büyük şahitidir.
İnsanların ahlâklı olmaları, akla önem vermelerinde ısrar etmesi, mucize göstermekten kaçınması, getirdiği İlâhî nizamın benzersiz demokrasi anlayışı, dininin evrensel oluşu, sade yaşantısı... bütün bunlar onu öncekilerden ayıran ve modern dünyaya aşina kılan hususlardır. (Quoted by Ameer Ali, The Spirit of islam, sh. 112-113).
Tevhid inancı Rasulullah @'ın eğitim prensiplerinin esasını oluşturur. Bir Allah'a inanmanın anlamı ve öneminin yanısıra, gereklerini de açıklamıştır. Çoktanrıh Arabistan halkı, aslında, kâinatın yaratıcısının ve sahibinin Allah-u Teâlâ olduğunu İnkâr etmiyordu. Bunu Kur'an-ı Kerim şöyle anlatır, "Ey Muhammedi De ki: 'Biliyorsanız söyleyin, yer ve onda bulunanlar kimindir?' 'Allah'ındır' diyecekler, 'Öyleyse ders almaz mısınız?' de. 'Yedi göğün Rabbi, yüce arşın da Rabbi kimdir?' de. 'Allah'tır' diyecekler! 'Öyleyse O'na karşı gelmekten sakınmaz mısınız?' de. 'Biliyorsanız söyleyin, her şeyin hükümranlığı elinde olan, barındıran, fakat himayeye muhtaç olmayan kimdir?' de. 'Allah'tır diyecekler, 'Öyleyse nasıl aldanıyorsunuz?' de." (23: 84-89)
Burada, Kur'an-ı Kerim kâfirlerin kendi inançlanndaki çelişkiyi ortaya koymaktadır. Her şeyin sahibinin Allah olduğunu bildikleri halde niçin inanmıyorlardı? Ne olmuştu onlara ki, büyülenmiş gibi Rabblerinden yüzlerini çevirmişlerdi? Allah'ı kâinatın yegâne Sahibi ve Yaratıcısı olarak kabul etmiyorlar, O'na ortak koşuyorlardı. Allah ile birlikte kendi yaptıkları şeylere de tapıyorlardı. Allah'ı 'sözde yardımcıları' ve 'şeriki' ile değil, Bir olarak anmayı akletmiyorlar-dı.
"Kur'an'da Rabbini bir tek olarak andığın zaman, onlar ürkerek ardlarma dönerler." (17: 46). Sonra Zümer Suresi'nde şöyle bu-yurulmakta, "Allah tek olarak anıldığı zaman, ahirete inanmayanların kalpleri nefretle Çarpar, ama Allah'tan başka putlar anıldığı zaman hemen yüzleri güler" (39: 45). Aslında inanmayanların yaşayışlarına bakarak sözde yardımcılar ve ortakları" Allah'tan daha çok sevdikleri söylenebilir, çünkü yanlarında Allah'ın adı anılınca yüzlerini ekşitiyorlardı. "Onlara: 'Allah'tan başka tanrı yoktur.' denildiği zaman şüphesiz büyükle-nirler. 'Deli bir şair yüzünden tanrılarımızı mı bırakalım?' derler. Hayır, o, gerçeği getirmiş ve peygamberleri doğrulamıştı." (37: 35-37). Rasulullah @'a, tanrılarının yerine Bir Allah inancını getirdiği için şiddetle çatıyorlardı. (38: 5).
Rasulullah @ bu insanlara tevhid inancını bütün incelikleriyle açıklamış ve onları, her şeyi işiten, gören, bilen (6: 101 ve 21: 4, 49: 18), en zayıf ve güçsüz mahlukunun bile kolayca ulaşabileceği kadar onlara yakın olan, Gerçek Yaratıcı ve Sahip'lerine inanmaya çağırmıştır. Göklerde ve yerde, büyük veya küçük hiçbir şey O'ndan gizli değildir (10: 61 ve 34: 3). O'nun emri ve bilgisi dışında hiçbir şey meydana gelemez (13: 41 ve 6: 59). Her şey fanidir, en büyük gerçek ve Baki olan O'dur (6: 61-62 ve 10: 28-32). Göklerde ve yerde olan her şey O'nundur ve O'na boyun eğer (3: 26 ve 16: 49-50).
Şurası bir gerçek ki, insanı kula kul olmaktan kurtarıp, Yaratanına yaklaştıran Muhanı-med@'dır.lnsanınputatapıcılığın alçaltıcı ve küçültücü durumundan kurtulmasına yardımcı olmuş, ibadetini düzeltmiş ve şu sözlerle berrak bir Allah inancı pekiştirmiştir. "Sizin Tann'nız Bir'dİr; göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir. Gücü her şeye yeten tek Allah'tan başka tanrı yok-tutü* (37: 4-5 ve 38: 65). Kasas Suresi'nde şöyle buyurulmakta: "Allah'la beraber başka tanrı tutup tapma. O'ndan başka tanrı yoktur; O'ndan başka her şey yok olacaktır; hüküm O'nundur; O'na döndürüleceksiniz" (28: 88). İhlas Suresi'nde ise:"(Ey Muham-med)De ki;'O Allah bir tektir. Allah her şeyden müstağni ve her şey O'na muhtaçtır. O, doğurmamış ve doğmamıştır. Hiçbir şey O'na denk değildir!' buyurulmaktadır.
Tevhid İnancını Güçlendiren Deliller. Rasül Muhammed @, insanlara yalnız açık bir Tevhid inancı getirmekle kalmamış, çürütülmesi imkânsız deliller de sunmuştur. Onlara geçmiş peygamberlerin kıssalarını şu ayetlerle anlatmıştır. "And olsun ki her ümmete: 'Allah'a kulluk edin, azdırıcılardan kaçının' diye peygamber göndermişizdir. Allah içlerinden kimini doğru yola eriştirdi, kimi de sapıklığı haketti. Yeryüzünde gezin; peygamberleri yalanlayanların sonlarının nasıl olduğunu görün." (16: 36, 21: 25 ve 98: 5).
İbrahim @'ın kavmine Allah'ın dinini anlatışından şöyle bahsolunur, "İbrahim, babası Âzer'e 'Putları tanrı olarak mı benimsiyorsun? Doğrufu ben seni ve kavmini açık bir sapıklık içinde görüyorum.' demişti... 'Doğrusu ben yüzümü, gökleri ve yeri yaratana, doğruya yönelerek çevirdim, ben puta tapanlardan değilim' Kavmi onunla tartışmaya girişti. Beni doğru yola eriştirmişken, Allah katında benimle mi tartışıyorsunuz? O'na ortak koştuklarınızdan korkmuyorum, meğer ki Rabbim bir şeyi dilemiş ola, Rab-bim ilimce her şeyi kuşatmıştır; halâ öğüt kabul etmez misiniz?' dedi."(6: 74-80). Musa @'a ise şöyle buyurulmuştu, "Şüphesiz Ben Allah'ım, Benden başka tanrı yoktur; Bana kulluk et; Beni anmak için namaz kıl." (20:14) İsa @,aym inancı halkına şu sözlerle anlatır; "Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O'na kulluk edin, bu doğru yoldur." (3: 51).
a- İnsan Ruhunun Delâleti. Daha sonra, Hz. Muhammed @ tevhid inancının anlaşılması için insanlara kendilerinden müşahhas deliller getirdi. İnsanoğlu ne vakit bu dünyanın sıkıntılarına ve dertlerine maruz kalsa, güçsüzlüğünün farkına varır ve Allah'tan başka kendisine yardım edecek kimse bulunmadığını anlar. Yunus Suresi'nde bu husus şöyle anlatılmaktadır: "İnsanlara darlık geldikten sonra onlara bolluğu tattırdığımızda, hemen ayetlerimize dil uzatmaya kalkışırlar; onlara de ki: 'Hile yapanın cezasını vermekte Allah daha çabuktur! Elçi meleklerimiz kurduğumuz tuzakları hiç şüphesiz yazmaktadırlar. Sizi karada ve denizde yürüten Allah-
tir. Bulunduğunuz gemi, içindekileri güzel bir rüzgârla götürürken yolcular neşelenirler; bir fırtına çıkıp da onları her taraftan dalgaların sardığı ve çepeçevre kuşatıldıklarım sandıkları anda ise Allah'ın dinine sarılarak, 'Bizi bu tehlikeden kurtarırsan, andol-°sun ki şükredenlerden oluruz' diye O'na yalvarırlar. Allah onları kurtarınca, hemen yeryüzünde haksız yere taşkınlıklara başlarlar." (10: 21-23). Bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurulmakta: "Denizde bir sıkıntıya düştüğünüz zaman, Allah'tan başka yalvardık-larınız kaybolup gider, fakat O sizi karaya çıkararak kurtarınca yüz çevirirsiniz. Zaten insan pek nankördür" (17: 67). İnsanoğlu o kadar nankördür ki, sıkıntılardan kurtulup, kendisini emniyette hissedince Rabbini ter-keder ve tekrar eski dostlarına döner. "İnsanlar bir darlığa uğrayınca Rablerine dönerek O'na yalvarırlar, sonra Allah, katından onlara bir rahmet tattırınca, içlerinden bir takamı kendilerine verdiklerimize nankörlük ederek Rablerine eş koşarlar." (30: 33).
b- Dış Dünyadan Deliller. Rasulullah @, Tevhid inancını güçlendirmek için insanlara dış dünyadan misaller vermiş, onları nasıl meydana geldiklerine, kendi yaratılışlarına bakmaya çağırmıştır. "Sİzİtopraktan yaratması O'nun varlığır^n belgelerindendir. Sonra hemen birer insan olup ^yeryüzüne yayılırsınız. İçinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler'yaratıp; aranızda muhabbet ve rahmej var etmesi, O'nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda düşünen kavim için dersler vardır." (30: 20-21). Sonra insanlar, göklerin ve yerin yaratılışına bakmaya çağ-rılır."O, yeryüzünü size bir döşek ve göğü de bir bina kıldı. Gökten su indirip onunla size rızık olmak üzere ürünler meydana getirdi; artık Allah'a bile bile eş koşmayın." (2: 22). Rum Suresi'nde de şöyle buyurulmak-tadır: "Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O/nun varlığının belgelerindendir. Doğrusu bunlarda, bilenler için dersler vardır. Geceleyin uyumanız, gündüz de lütfundan rızık aramaiuz O'nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda, kulak veren kavim için dersler vardır. Size korku ve ümit veren şimşeği göstermesi, gökten su indirip, ölümünden sonra yeri onunla diriltmesi, O'nun varlığının belgelerinden-dir. Bunlarda düşünen kavim için dersler vardır. Göğün ve yerin O'nun buyruğu ile ayakta durması, O'nun varlığının belgelerinden-dir." (30: 22-25).
En'âm Suresİ'nde şu ayetleri görmekteyiz: "Taneyi ve çekirdeği yaratan şüphesiz Allah-tır; ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarır. İşte Allah budur, nasıl yüz çevirirsiniz? Tanyeri-ni ağartan, geceyi dinlenme 'zamanı, güneş ve ayı vakit ölçüsü kılandır. Bu güçlü olanın, bilenin nizamıdır. O, yıldızları kara ve deniz karanlıklarında yol bulaşınız diye sizin için var edendir. Bilen kavim İçin ayetleri uzun uzadıya açıkladık. O, sizi bir tek nefisten, babaların sulbünde kararlaşmış ve anaların rahminde kararlaşmakta olarak yaratandır. Anlayan millet için ayetleri uzun uzadıya açıkladık." (6: 95-98). Kur'an-ı Kerim'de, bu muhteşem nizamın varlığını ve işleyişini düşünen bir kişinin inanmakta bir an bile tereddüt etmeyeceği, Bir Allah inancını açıklayan daha nice ayetler vardır. Kâinattaki bu muazzam disiplin, düzen ve uyum yaratıcının Birliği için yeterli bir delildir. Kainatın yaratıcısı ve Hâkimi Allah olunca, artık yalnız O'na ibadet etmek ve boyun eğmekten başka yol yoktur.
islâm, tevhid inancını kuvvetli delillerle ortaya koyarken, çoktanncılığı da şiddetle reddetmiş ve inkâr edilemez deliller vermiştir. Yunus Suresİ'nde şöyle buyurulur; "İyi bilin ki, göklerde ve yerde kim varsa, hepsi Allah'ındır. Allar? ı bırakıp putlara tapanlar, sadece zanna uyanlardır? Onlar ancak tahminde bulunuyorlar.1' (10: 66) Hud Suresİ'nde ise:"(Ey Muhammed)Bu putperestlerin taptıklarının bâtıl olduğunda şüphen olmasın; daha önce babalarının tapmış oldukları gibi onlar da taparlar. Onlara paylarını şüphesiz eksiksiz olarak ödeyeceğiz." (11: 109).
Allah'ın emirlerini tutmaları söylendiği halde, apaçık bir sapıklık içinde körükörüne atalarının yolunu takip etmektedirler. (31: 21-22). Atalarının izinde gitmeleri gerektiğini İddia ederken veya Allah'a eş koşarken ne düşünmektedirler, ne de bir delilleri vardır. Yalnızca cahiliyye âdetlerinde ısrar ederler. (22: 71). Kur'an-ı Kerim, onları İddialarını ispatlamaya çağırır: "Yoksa onlara daha önce bir kitap verdik de ona mı bağlanıyorlar? Hayır: 'Doğrusu biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerinden gitmekteyiz' derler.(Ey Muhammed) Senden önce, herhangi bir kasabaya gönderdiğimiz uyarıcıya, o kasabanın şımarık varlıklıları sadece; 'Doğrusu babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerini izlemekteyiz.' derlerdi. Gönderilen uyarıcı: 'Eğer size babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmiş isem de mi bana uymazsınız?' derdi. Onlar: 'Doğrusu sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz' derlerdi. " (43: 21-24)
Kur'an-ı Kerim, kâfirlerin iddialarım şu ayet ile tamamen reddeder: "Allah'ı bırakıp taptığınız, sizin ve babalarınızın adlandırdığı putlardan başka bir şey değildir. Allah onların doğru olduğuna dair bir delil indirme-miştir. Hüküm vermek ancak Allah'a aittir, kendisinden başkasına değil, O'na tapmanızı emretmiştir. Bu dosdoğru dindir, fakat insanların çoğu bilmezler." (12:o40) Bu ve buna benzer birçok ayette kâfirlerin yaptıklarını doğrulayacak delillerinin olmadığı gerçeği ortaya konmaktadır. Kendilerinden öncekilerden öyle gördükleri için aynı şeyi yapmaktaydılar. İşlediklerinin doğruluğunu ve hakikatini ispatlayacak sağlam bir bilgiye sahip değillerdi. Kur'an-ı Kerim'de kâfirlere meydan okuyarak şöyle buyuruImaktadır:"(Ey Muhammed) De ki;'Hamd Allah'a mahsustur,' seçtiği kullarına selâm olsun. Allah mı daha iyidir, yoksa O'na koştukları ortaklar mı? Yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indirip onunla, bir ağacını bile bitirmeye gücünüzün yetmediği güzel bahçeler meydana getiren mi? Allah'ın yanında başka bir tanrı mı? Hayır; onlar taptıklarını Allah'a eşit tutan bir kavimdir. Yoksa yeri, yaratıklarının oturmasına elverişli kılan ve aralarında ırmaklar meydana getiren, yeryüzüne sabit dağlar yerleştiren, iki deniz arasına engel koyan mı? Allah'ın yanında başka bir tanrı mı? Hayır; çoğu bilmezler. Yoksa darda kalana, kendisine yakardığı zaman karşılık veren, başındaki sıkıntıyı gideren ve sizi yeryüzünün sahipleri yapan mı? Allah'ın yanında başka bir tanrı mı? Pek kıt düşünüyorsunuz. Yoksa, karanın ve denizin karanlıklarında size yol bulduran, rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci gönderen mi? Allah'ın yanında başka bir tanrı mı? Allah,koş-tukları eşlerden yücedir.' " (27: 59-63).
Nahl Suresİ'nde Allah'ın yaratışı, sürükleyici bir şekilde çeşitli yönleriyle şöyle anlatılır. "Gökleri ve yeri gereğince yaratmıştır. Onların eş koştukları şeylerden yücedir. İnsanı nutfeden yaratmıştır. Öyleyken o nasıl da açıkça karşı koymaktadır! Hayvanları da yaratmıştır. Onlarda sizi ısıtacak şeyler ve birçok faydalar vardır. Onların etlerini de yersiniz. Onları getirirken de, gönderirken de zevk alırsınız. Kendi kendinize zor varacağınız memleketlere yüklerinizi taşırlar.Doğrusu Rabbiniz şefkatlidir, merhametlidir... Geceyi gündüze, güneşi, ayı sizin istifadenize vermiştir. Yıldızlar da O'nun buyruğuna boyun eğmiştir. Bunlarda akleden kimseler için dersler vardır." (16: 3-12). Sonra Kur'an-ı Kerim, İnsanın aklına ve idrakine hitap ederek, kime itaat etmesi gerektiğini iyi ve dikkatli düşünmeye çağırır. Hâkim olan ve kullarına istediklerini vermeye kadir Allah'a mı, yoksa hiçbir şeye gücü yetmeyen aciz putlara mı itaat edeceklerdir? Kur'an-ı Kerim bu noktayı şöyle vurgular: "Sizi yaratan, sonra rızıklandıran, sonra öldüren, daha sonra da dirilten Allah'tır. O'na koştuğunuz ortaklarınızdan böyle bir şey yapan var mıdır? Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir, yücedir?' (30: 40). Ra'd Suresİ'nde İse şöyle buyurulur: "De ki: 'Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?' 'Allah'tır' de. 'O'nu bırakıp, kendilerine bir fayda ve zararı olmayan dostlar mı edindiniz?' de. *Kör ile gören bir olur mu? Veya karanlıkla aydınlık bir midir?' de. Yoksa Allah'a, Allah gibi yaratması olan ortaklar buldular da, yaratmaları birbirine mi benzettiler? De ki: 'Her şeyi yaratan Allah'tır. O, her şeye üstün gelen tek Tanrı'dır." (13: 16) Yine Tur Suresİ'nde şu ayetleri görmekteyiz: "Onlar, yaratan olmak* sızın mı yaratıldılar, yoksa yaratanlar kendileri midir? Yoksa gökleri ve yeri kendileri mi yarattılar? Hayır,AUah'a kesin olarak inanmıyorlar. Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Yoksa onlar mı işe hâkimdirler? Yoksa, üzerine çıkıp vahiy dinledikleri bir merdivenleri mi var? Öyleyse dinleyenleri açık bir delil getirsin... Yoksa Allah'tan başka bir tanrıları mı vardır? Allah, onların ortak koşmalarından münezzehtir?' (52: 35-43).
Gerçek şu ki, Hâkimiyet O'na aittir, (40: 20). Kudret, İzzet ve Şeref sahibidir, (35: 10) Gerçek hüküm ve güç Alemlerin Rabbi ve Sahibi Yüce Allah'ındır. "O, gökleri ve yeri yoktan yaratandır. Öyleyse O'na kulluk edin; O her şeye de vekildir. Gözler O'nu görmez, bütün gözleri görür. O lâtiftir, haberdardır?' (6: 101-103) İnsanları hakikate ulaştıran kimdir, eş koştukları tanrılar mı, Allah mı? "Onların çoğu zanna uyarlar; gerçekte ise zan hakikat karşısında bir şey ifade etmez. Allah yaptıklarım şüphesiz bilir." (10: 36). Gerçek şu ki, bu insanlara, onların hep Allah'a itaat etmeleri ve O'nun yolunda gitmeleri emredilmişti, "De ki: 'Ey cahiller! Bana, Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi emre-dersiniz?'(Ey Muhammed)Andolsun ki sana da, senden önceki peygamberlere de vah-yolunmuştur: Andolsun eğer Allah'a ortak koşarsan, işlerin şüphesiz boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun." (39: 64-65) (Ebû'l Âla Mevdûdî, Sîret-i Server-i Âlem, sh. 192-227)
1- İbadel ve İtaat. Tevhidin hak, çoktanrıcılığın bâtıl olduğuna inandıktan sonra, insanın ilk vazifesi Allah'tan başkasına tapmamak ve O'nun yolundan gitmektir. (51: 56) Kendisini yoktan vareden Rabbine itaat etmelidir. (41: 37). Yalnız O'na kulluk yapmalı ve ihlâsla bağlanmalıdır (39: 23). Şurası bir gerçek ki, Cenab-ı Hak kendinden başkasından yardım dilemeyi haram kılmıştır. "(Ey Muhammed)Deki: 'Sizin, Allah'ı bırakıp da, kulluk ettiklerinize kulluk etmek bana yasak kılınmıştır. Zira bana Rabbimden belgeler gelmiştir. Ben, kendimi âlemlerin Rabbine vermekle emrolundum.' " (40: 66).
2- Yardım Dilemek ve Yalvarmak. Allah'tan başkasından yardım dilemek haramdır. İnsanın ihtiyaçlarını yalnız Allah sağlayabilir. Bu yüzden insan daima O'ndan yardım dilemelidir, "Hamd, âlemlerin Rabbi, merhametli olan, merhamet eden ve Din Günü1 nün Sahibi olan Allah'a mahsustur." (1: 4). "(Muhammed'e)' Yüzünü, doğruya yönelmiş olarak dine çevir, sakın puta tapanlardan olma; sana fayda da zarar da veremeyecek. Allah'tan başkasına yalvarma; öyle yaparsan şüphesiz zalimlerden olursun' denildi." (10: 105-106) "Rabbiniz, 'Bana kulluk edin ki, size karşılığını vereyim. Bana kulluk etmeyi büyüklüklerine yediremiyenler alçalmış olarak Cehennem'e gireceklerdir1 buyurmuştur?' (40: 60). "De ki: 'Kara ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarır?' 'Burdan bizi kurtarırsan şükredenlerden olacağız' diye O'na gizli gizli yalvarır yakarırsınız. De ki: 'Allah sizi ondan ve her sıkıntıdan kurtarır, sonra da O'na ortak koşarsınız.' " (6: 63-64).
3- Kurban (Hayvan Kesimi). Tevhid inancı müminlere, Allah'tan başkasının adına hayvan boğazlamayı ve kurban kesmeyi yasaklar. Allah'tan başkasının adına kesilen hayvandan müminlerin faydalanması haramdır. (2: 173- ve 5:3). Allah adı anılarak kesilen etlerden yemeleri (6: 118) ve başkaları adına ka-silenlerden kaçınmaları açık olarak emredilmiştir.
4- Allah'ın Her Şeyin Hâkimi Olması. Bunun anlamı şudur: insan, hayatının her safhasında; siyasetini, ekonomisini, sosyal ve ruhsal dünyasını düzenlerken Allah'ın Kanu-nu'na uygun davranmalıdır. Yapılmaması gerekenlerden kaçınmak, izin verilenlerden yararlanmaktır. O'nun haram kıldıklarını helâl, helâl kıldıklarını da haram yapmaya kimsenin hakkı yoktur. "Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek Allah'a aittir." (42: 10). Yunus Suresi'nde: "De ki: 'Allah'ın size indirdiği rızkın bir kısmını haram, bir kısmını helâl kıldığınızı görmüyor musunuz?' De ki: 'Size Allah mı izin verdi, yoksa Allah'a karşı yalan mı uyduruyorsunuz?' " (10: 59) buyrulmaktadır. Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenler kâfirlerdir, (5: 44), zalimlerdir, (5: 45), fasıklardır, (5: 47).
Böylece, Tevhid İnancı, insanın, Allah'tan başkasına kulluk etmemesi, kurban kesmemesi, O'ndan başkasından yardım dilememesi gerektiğini açıklamakla kalmaz, bütün İslâm'a aykırı geleneklerini, alışkanlıklarını, hayat tarzını, kendi koyduğu kanunları ter-ketmesini; Allah'ı tek Kanun Koyucu olarak tanımasını, O'nun Kanununa uymasını ve Yolu'ndan gitmesini emreder. "Rabbinden sana vahyolunana uy, O'ndan başka tanrı yoktur. Puta tapanlardan yüz çevir!' (6: 106).
İslâm'ın temel esaslarından birisi de, Ahiret Gününe inanmaktır. Bu inanç, müminin imanında önemli bir yer tutar ve birçok hakikati vardır. Birincisi, insan işlediklerinden sorumsuz olarak yeryüzünde başıboş bırakılmamıştır. Dünya hayatı bir imtihandır. Ahiret gününde insan yaptıklarından hesabaçe-kilecektir. İkincisi, Allah herkese bu imtihanda muayyen bir ömür tayin etmiştir. Vakit gelince bu dünya hayatı sona erecek, mahşer kurulacaktır. İlk insandan, son insana kadar herkes yeni ve sonsuz bir hayata başlayacaktır. Üçüncüsü, bütün insanlar bir araya gelecek, Allah'ın huzurunda hesap vereceklerdir. Herkes yeryüzündeki amellerine göre mükâfat veya ceza görecektir. İyi amel sahipleri Cennet'e, kötü amel sahipleri ise Cehen-nem'e gidecektir. Dördüncü olarak, insanın yeryüzünde yaptıklarından hiçbir şey Allah1 m ilminden uzak değildir ve her şey kaydedilmektedir. Gizli ve aşikâr her ne işlerse, kişinin amel defterine yazılmaktadır ve Hesap Günü bunlar şahitlik yapacaklardır. Beşincisi, Allah'ın muhakemesi herkesin defterindeki ameline göre, şahitlerle, en adilâne bir şekildeolacaktır. Orada ne rüşvet vç iltimas, ne de yalan-dolan geçerlidir. Herkes kendi amelinin neticesini alacak, başka birisinin kötülüklerini yüklenmeyecek, kimsenin kimseye yararı dokunmayacaktır. Bütün kararları Cenab-ı Hak verecektir. Altıncısı, İnsan Allah Rasulü'nün getirdiklerine inanmış mı; bir gün hesaba çekileceği inancı ile mi yaşamış, yoksa bütün bunları unutup, dünyanın maddî zevklerine mi dalmış; sorulacaktır. Cevabı müsbet olanlar, kurtulacak olanlardır.
Ahiret inancı, Tevhid inancı kadar önemlidir; çünkü insan bu hayatın bir imtihan ve yaptıklarından da Allah'a karşı mesul olduğunu düşünmezse, İslâm'ın getirdiği düşünce ve hayat tarzı yolunda bir adım bile ilerleyemez.
Bu dünyanın zevklerinin fâni, gerçek hayatın ve sonsuz huzurun ölümden sonra olduğuna inanmak çok önem taşır. Bir kimse bu dünyada iyi ve kötü ölçüsünün, hesap gö-nündeki duruma bağlı olduğu inancım taşımıyorsa, Allah'ın birliğine ve peygamberin hak olduğuna inanmasının ona bir yararı yoktur. Hayatı pratik olarak etkilenmeyecek, aynı kalacaktır. İyilik ve kötülük hiçbir zaman karşılığını bulamayacaksa, bütün gayretler boşunaysa, Doğru Yolu takip etmenin, Tevhid'e inanmanın hiçbir anlamı yok demektir.
Oysa Tevhid, Öldükten sonra dirilişe inanmayı da gerektirir. İyilik işleyenlerin mükafatlandırılıp, kötü amel sahiplerinin cezalandırılacağı Hesap Günü'ne, bu dünyanın ve zevklerinin geçici ve yalan olduğuna, gerçek ve sonsuz huzura Ahiret'te kavuşulacağına inanmak, Tevhid'in gereklerindendir. Bu inanç, insanın yeryüzündeki hâl ve hareketlerini hem düzeltir, hem de düzenler.
Bu hususta Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyru-lur: "Doğrusu sizin Rabbinİz gökleri ve yeri altı günde yaratıp, sonra arşa hükmederi, işi düzenleyen Allah'tır; İzni olmadan kimse şefaat edemez. İşte Rabbiniz olan Allah budur. Ona kulluk edin. Nasihat dinlemez misiniz? Hepinizin dönüşü O'nadır. Allah'ın vaadi hak'tır. O, önce yaratır, sonra inanıp yararlı işler yapanların ve inkâr edenlerin hareketlerinin karşılığını adaletle vermek için tekrar diriltir. İnkarcılara, inkârlarından Ötürü kızgın bir içecek ve can yakıcı azap vardır... Güneşi ışıklı ve ayı nurlu yapan; yılların sa yısını ve hesabı bilmeniz İçin, aya konak yerleri düzenleyen O'dur. Allah bunları ancak gerçeğe göre yaratmıştır; bilen millete ayetleri uzun uzadıya açıklıyor. Gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, Allah'ın göklerde ve yerde-yarattıklarında, O'na karşı gelmekten sakınan kimseler için ayetler vardır." (10: 3-6).
Bu ayetler, çok anlaşılır bir biçimde hayatın maksadını, yaratılışın gerçek manasını açıklar, tik temel esas, Allah'ın kâinatın yaratıcısı, sahibi ve tek hâkimi olduğudur; bu yüzden insan O'na itaat ederek şükrünü belirtmelidir. Burada, insanın doğru yolu takip etmesi için güzel bir ikaz ve hatırlatma yapılmaktadır. Bu ayetlerde ikinci temel esas olarak, öldükten sonra dirilmeye dikkat çekilmektedir. Öldükten sonra herkes diriltilecek ve işlediği amellerden âdilâne bir hesaba çekilecektir.
Kur'an'da ahiret inancını destekleyen deliller çok mantıklı bir sıra İle verilmektedir. (Ebû'l Âlâ Mevdûdî, Siret-u Server-i Âlem, cilt II, sh.323-387).Bu dünyada hayatın var olması, öbür dünyada da hayatın mümkün olacağının bir delilidir. (E.A. Mevdûdİ, The Meaningof theQur'an,cilt V. sh. 10-12). Kişinin kendisine verilen emaneti iyi kullanıp, kullanmadığının sorulması, işlediği amellerin karşılığının verilmesi için buradan sonra bir hayat var olması gerekir. Bu sebeple adalet düşüncesinin ve akl-ı selimin varacağı nokta, kişinin amellerinin karşılığını bu dünyada tam olarak görmesi imkansız olduğu için, öldükten sonra başka bir hayatın varlığını kabul etmek olacaktır. (E.A. Mevdûdi, a.g.e.) Ancak ahirette hak yerini bulacaktır, Çünkü kâinatın ve insanın yaratıcısı Hikmet sahibidir ve onun âdil olmaması düşünülemez.
"Bilen kavime ayetleri uzun uzadıya açıklıyor" sözü, hadiselerin ardındaki gizli hakikatleri; ancak (a) Cehaletten kurtulmuş ve Allah'ın insanın bilgilenmesi için yarattığı kaynaklara koşan, (b) Hak yolu izleyen ve sapık yollara karşı duranların anlayabileceğine açık olarak işaret etmektedir {E.A. Mevdûdi, a.g.e.)
Kur'an-ı Kerim'in birçok yerinde ahiretin varlığının mutlak olduğuna dair çeşitli deliller verilmiştir. Öldükten sonra dirilmeye inanmamak, inkâr etmek ne akla, ne de mantığa uyar.
1- İnsan Ruhu. Kur'an-ı Kerim, önce kişiyi kendisine bakmaya, bir damla sudan nasıl yaratılıp insan şekline getirildiğini düşünmeye çağırır. "İnsan kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, hemen apaçık bir hasım kesilir ve kendi yaratılışını unutur da; 'Çürümüş kemikleri kim yaratacak' diyerek, Bize misal vermeye kalkar?(Ey Muhammed) De ki: 'Onları ilk defa yaratan diriltecektir. O, het türlü yaratmayı bilendir.' " (36: 77-79). Bir diğer surede ise şu ayetleri görmekteyiz: "Biz kemik ve ufalanrnış toprak olduğumuz zaman, yeniden mutlaka dirilecek miyiz?' derler. De ki: 'İster taş veya demir ya da kalbinizde büyüttüğünüz başka bir yaratık olun, yine de dirileceksiniz.' 'Bizi tekrar kim diriltir?' derler. De ki: 'Sizi ilk defa yaratan.' Sana başlarım sallayarak 'Ne zamandır bu.' derler. 'Yakında olması mümkündür.' de. Sizi çağırdığı gün O'na hamd ederek davetine uyarsınız ve kabirlerinizde pek az bir müddet kaldığınızı sanırsınız." (17: 49-52)
Meryem Suresi'nde ise şöyle buyurulmakta-dır, "İnsan: 'Ben öldüğümde mi diriltileceğim?' der. Bir insan, kendisi önceden bir şey değilken onu yaratmış olduğumuzu hatırlamaz mı?" (19: 66-67).
Sonra, bu husus aşağıdaki ayette güzelce özetlenir: "Ey insanlar! Öldükten sonra tekrar dirilmekten şüphede iseniz bilin ki, ne olduğunuzu size açıklamak için, Biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra pıhtılaşmış kandan, sonra da yapısı belli belirsiz bir çiğnem etten yaratmışızdır. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız; sonra sizi çocuk olarak çıkartırız, böylece yetişip erginlik çağına varırsınız. Kiminiz öldürülür, ki-minİz de ömrünün en fena zamanına ulaştı-rılır ki, bilirken bir şey bilmez olur. Yeryüzünü görürsün ki kupkurudur; fakat Biz ona su indirdiğimiz zaman harekete geçer, kabarır, her güzel bitkiden çift çift yetiştirir." (22: 5).
"Puta tapanlar: ' Toprağa karışıp yok olduktan sonra yeniden mi yaratılacağız?' derler. Evet; onlar, Rablerine kavuşmayı inkâr eden-lerdir.(Ey Muhammed) De ki;'Size vekil kılman ölüm meleği canınızı alacak, sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.' "(32: 10-11).
Bu kısa ayet-i kerime hayatın bütün gerçeğini ve felsefesini içermektedir. (E.A. Mevdû-di, Siret-i Server-u Âlem, cilt II, sh. 323-387). Ölümün, saatin durması gibi basit bir kaza olmadığını açıklamaktadır. Allah herkese muayyen bir ömür takdir etmiştir. Vadesi ye-tince Ölüm Meleği onun çanını alır. Ölüm Meleği'nİn ve yanındakilerin iyi ruha muamelesi ayrı, kötü ruha ayrıdır. (4: 97, 6:93, 16: 28 ve 59: 83-94) (E. A. Mevdûdi, The Me-aning of the Qur'an, cilt II, sh. 10-12).
Bu ayette, ölümün bir yok oluş olmadığı, ruhun cesetten ayrıldıktan sonra varlığını sürdüreceği de anlatılmaktadır. Kur'an-ı Kerim1 deki "Ölüm Meleği ruhunuzu kabzedecek" sözü de aynı hususu belirtmektedir. Olmayan bir şeyin ise kabzedilmesi mümkün değildir. İyilik sahibi bir ruh diğer soylu ruhlarla birlikte cennet nimetlerine kavuşurken, kötülük sahibi bir ruh ise cehennemde azaba duçar olacaktır (56: 88-95) (E.A. Mevdûdi, a.g.e.) Bu ayet aynı zamanda, ölüm esnasında kabzedilen şeyin insanın biyolojik canı olmadığını, konuşmalarımızda "Ben, sen, biz" diye söz ettiğimiz "Ruh" olduğunu göstermektedir. Bu dünyada ceset kalıbının içinde bulunan ruh, bütün Özellikleri ve vasıflarıyla olduğu gibi, Öldükten sonra, Allah'a döndürülür. Ahiret günü yeni bir vücut ve hayat verilecek, dünyada yaptıklarından hesaba çekilip, iyi ve kötü amellerinin karşılığını görecektir.
Kâfirler bunu zor ve imkânsız bir iş zannedebilirler; fakat göklerin ve yerin yaratıcısı Yüce Allah için hiçbir şey güç değildir. (37: 11, 16-20 ve 40: 57). Öldükten sonra dirilmenin imkânsız olduğunu düşünen ve buna inananlar kendi yaratılışlarına bakmalıdırlar. Nasıl meydana gelmişlerdir? Küçücük bir su damlasının kendiliğinden, konuşan, mükemmel bir yaratık haline gelebileceğine akılları yatar mı? Bunu, ancak her şeyi bilen ve her şeye kadir olan Allah yapabilir, insan çevresine ve kendisine bakmalıdır. (88: 17-26)
İnsan bayağı düşük bir maddeden yaratılmış ve en güzel şekle sokulmuştur (75:37 ve 86: 5-8). İnsanoğluna, Allah için hiçbir zorluk olmadığı, O'nun her şeye kadir olduğu apaçık beyan edilmektedir. Var olan şeyleri tekrar yaratmaya mı gücü yetmeyecektir? Sanırlar mı ki Allah yaratmaktan yorulmuştur? (50: 15). O, her şeyi bilir ve dilediği zaman dilediğini yapar. Bu O'na hiç de güç gelmez. Üstelik herkesin ameli kaydolunmuştur ve hiçbir şey unutulmuş değildir. (50: 3-4)
2- Dış Dünya. Sonra insan çevresine bakmaya ve düşünmeye çağrılmaktadır. Kâinatın yaratılması kendi yaratılışından daha güç değildir. "Göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyük bir şeydir. Fakat insanların çoğu bilmezler." (40: 57) "Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak mı?" (79: 27)."(Ey Muhammed) Allah'a eş koşanlara sor: 'Kendilerini yaratmak mı daha zordur, yoksa Bizim yarattığımız gökleri yaratmak mı?' Aslında Biz kendilerini özlü ve yapışkan çamurdan yaratmı-şızdır." (37: 11)
Gökleri, yeri ve aralarındakileri yaratmak Cenab-ı Hakka hiç de zor gelmez. O, sadece "Ol" der ve büyük-küçük her şey zamandan münezzeh olarak "Olur". Öldükten sonra tekrar dirilişin imkânsız olduğunu nasıl düşünebilirler artık? (6: 73). Sizi yarattığı gibi, Rabbiniz hiçbir zorluk olmaksızın başka bir şekilde, tekrar yaratmaya da kadirdir (14: 19-20). Bu, O'nun için çok kolaydır.
İnsana, mevsimlerin ardısıra gelişini, kışın ardından bitkilerin yeşermesini, yeryüzünün yeşillenmesini düşünmesi söylenmektedir. Ölü duran toprak, yağmurla nasıl da canlanmakta, çeşitli bitkiler vermektedir! Ölü toprağı canlandıran Allah, istediği şekilde muhakkak ölülere de tekraV can verecektir. Bu husus, insanın dirilmeye inanmasını sağlamak için bu açıdan detaylı bir şekilde anlatılmaktadır. Fussilet Suresi'nde şöyle buyrul-maktadır: "Kupkuru gördüğün yeryüzünün, Biz ona su indirdiğimiz zaman harekete geçmesi, kabarması, Allah'ın varlığının belge-lerindendir. Ona can veren Allah, şüphesiz ölüleri de diriltir. Doğrusu O, her şeye kadirdir." (41: 39) Aynı şekilde A'râf Suresi'nde şöyle buyyrulmakta, "Rahmet'inin önünde müjdeci olarak rüzgârları gönderen Allah'tır. Rüzgârlar yağmur yüklü bulutları taşıdığında onu ölü bir memlekete gönâerir, su indirir ve onunla her türlü ürünü yetiştiririz; ölüleri de bunun gibi diriltip çıkarırız; belki bundan ibret alırsınız." (7: 57). "Yeryüzünü görürsün ki kupkurudur; fakat Biz ona su indirdiğimiz zaman harekete geçer, kabarır, her güzel bitkiden çift çift yetiştiririz. Bunlar, yalnız Allah'ın gerçek olduğunu, ölüleri dirilttiğini gücünün her şeye yettiğini gösterir." (22: 5-6).
İnsanın tekrar yaratılmasının sadece mümkün değil, -bir hakikat olduğu daha birçok ayette belirtilir. Delil olarak da insanın kendine bakması ve baharda tabiatın tekrar di- -rilişini gözlemesi yeterlidir.
Ahiretle İlgili Deliller. Kur'an-ı Kerim öte dünyanın mümkün olduğunu göstermekle kalmamış, bunun gerekli olduğuna dair reddedilmez deliller de getirmiştir. İnsanın ergenlik çağından ölümüne kadarki ömrü içinde yaptığı bütün işlerden,' ölümünden sonra nesilleri etkilemiş iyi veya kötü amellerinden hesaba çekileceği bir hakikattir. Ahlâk, adalet anlayışı ve akıl, insanı başka bir hayatın var olması gerektiği sonucuna vardırır. İyilikler mükâfatını, kötülükler de cezasını görmeyecek olsaydı—Hâşa— Cenab-ı Hakkın âdil olmadığı, tüm insan hayatının anlamsız, maksatsız ve neticesiz olduğu düşüncesi ortaya çıkacaktı. Buradan da, insa-,nın bu dünyada yaptıklarından hesaba çekileceği, iyilerin mükâfat, kötülerin cezalarını görecekleri, âdil bir mahkemenin var olması gerektiği ortaya çıkmaktadır. Bu ancak Ahiret'te mümkündür.
Bu konu Kur'an-ı Kerim'de uzun uzadıya anlatılır. Kıyamet Suresi'nde insana, tekrar di-riltileceğini ve bu dünyada yaptıklarından hesaba çekileceğini düşünmesi söylenir (75: 36-40). Cenab-s. Hak hesap gününün geleceğine ve İnsanların diriltilip, sorgulanacaklarına yemin eder. (75: 1-13). Kâinat ve içindeki başıboş yaratılmamıştır, hepsinin bir gayesi vardır. "Göğü, yeri ve ikisinin arasında bulunanları boşuna yaratmadık. Bunun boşuna olduğu inkarcıların zannıdır. Vay ateşe uğrayacak inkarcıların haline! Yoksa inanıp yararlı iş işleyenleri yeryüzünde, bozguncular gibi mi tutarız? Yoksa Allah'a karşı gelmekten sakınanları, yoldan çıkanlar gibi mi tutarız?" (38: 27-28).
Bu ayet-i kerime Ahiret gününün gayesini açıkça belirtmektedir: Bu dünya İnsanlar arasında doğruluk ve adalet olmaksızın, iyiliklerin ve kötülüklerin karşılığını görmesi düşünülmeden, sebepsiz, gayesiz, oyun ve eğlence olsun diye yaratılmamıştır. İnsan yaptıklarından sorumsuz kendi haline bırakılmamıştır, çünkü iyilik ve kötülük Allah katında bir değildir. Bu yüzden Cenab-ı Hak herkesin bir yere toplanıp, amellerinin karşılığını alacakları Hüküm Günü'nü takdir etmiştir.
İnsana bu husus şöyle hatırlatılır, "Sizi boşuna yarattığımızı ve Bize döndürülmeyece-ğinizi mi sandınız?" (23: 115).
"Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları oyun olsun diye yaratmadık. Biz onları, ancak ve ancak gerektiği gibi yarattık, ama insanların çoğu bilmezler. Doğrusu hüküm günü hepsinin bir arada bulunacağı gündür." (44: 38.-40). Tegâbün Suresi'nde inkarcıların fikirleri şiddetle reddedilerek şöyle buyurulmaktadır; "İnkâr edenler, tekrar di-rilmeyeceklerini ileri sürerler. (Ey Muham-med) De ki: 'Evet; Rabbime anüolsun ki, şüphesiz diriltileceksiniz ve sonra, yaptıklarınız size bildirilecektir. Bu Allah'a kolaydır.'... Sizi toplanma gününde bir araya getirdiği gün, işte o, kimin aldandığının ortaya çıkacağı gündür; Alah'a kim inanmış ve yararlı iş İşlemişse, Allah onun kötülüklerini örter, onu içinde temelli ve sonsuz kalacağı, içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyar; büyük kurtuluş işte budur. İnkâr edip, ayetlerimizi yalanlayanlar, işte onlar da ateşliklerdir. Orada temellidirler. Ne kötü bir dönüştür!" (64: 7-10).
Öldükten sonraki hayatın maksadı, bu ayette daha iyi anlaşılmaktadır. O gün, insanlar diriltilecek ve tek tek hayatlarını nasıl geçirdikleri sorulacaktır, İnsana, yeryüzünün kaynaklarından istediği şekilde istifade etme yetkisi ve gücü verilmiştir. Yaptıklarından sorulmadan bırakılmayacaktır, aksi halde yeryüzündeki hayatın hiçbir anlamı ve gayesi kalmaz. İyi ve kötü bir olur, karşılıklarını görmezler. Hiçbir akıl ve izan sahibi kişi, bu muazzam nizamın boşuna yaratıldığını ve her şeyin sonunun boş olduğunu düşünmez. Yukardaki ayet öldükten sonra dirilmenin sebebini ve gerekliliğini açıklamakta, inkârcı-__ ların fikirlerini reddetmektedir. Onların, düşüncesizce, "Öldükten sonra diriliş doğruysa, haydi o zaman atalarımızı geri getirin" diye istekte bulunmalarına da böylece cevap verilmektedir. İnsanın hesaba çekilmesinin ve Ahiret gününün oyun ve eğlence konusu olmadığını, bazı peygamberler ölüleri dirilterek gösterdikleri mucizelerle, vahyi inkâr eden akılsız kişilere ispat etmişlerdir.
Aşağıdaki ayet ile de Ahiret'in ahlâkî açıdan gerekliliği anlatılmaktadır: "Yoksa, kötülük işleyen kimseler, ölümlerinde ve diriliklerinde, kendilerini, inanıp yararlı iş işleyen kimseler ile bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar! Allah gökleri ve yeri gerçekle yaratmıştır; her cana, kazandığının karşılığı verilir, onlara zulmedilmez." (45: 21-22) Ahlâk açısından da iyiler ile kötüler aynı karşılığı görmemeli, iyi ameller mükâfat-landırılmah, kötü ameller ise cezalandırılmalıdır.
Böyle olmayıp da, iyi ve kötünün sonu aynı olsaydı, aralarında fark olduğunu söylemek saçma olurdu. Cenab-ı Hakkın —Hâşa— âdil olmadığı, ahlâksızlığa, zulme ve kabalığa izin verdiği anlamı ortaya çıkardı. Gerçek şu ki, böyle bir fikir, kötülük ve günah sahiplerinin bir uydurmasıdır. Çünkü iyilikle kötülüğün bir tutulması Allah'ın İlâhî adaletine sığmaz. Bu ayette ayrıca, göklerin ve yerin boşuna yaratılmadığı, her şeyin muayyen bir sebebi olduğu ve Hesap Günü herkese âdil davranılacağı da vurgulanmaktadır
Tarih şahittir ki, hesap gününü inkâr eden ler, şehevî arzularının doğrultusunda lüks vı ahlâksızlık içinde yaşamak isteyenlerdir. öt< dünyayı inkâr etmekle, zevk-u sefa peşindi gitmekte daha rahat davranmaktadırlar, Ba zıları sapıklıkta o kadar ileri gitmişlerdi ki yapmadıkları rezalet kalmamıştı. Sonra yap tıklarını haklı göstermek için olmadık yol lara başvurmuşlardı. Böylece, maneviyatla rı mahvolmuş ve hayvanlardan daha aşağ dereceye düşmüşlerdi. İnkarcıların bu hal Kur'an-ı Kerim'de şöyle anlatılır: "Kendile rini Allah'a vermiş olanları hiç suçlular git tutar mıyız? Ne oluyorsunuz? Ne biçim hitt mediyorsunuz? Yoksa okuduğunuz bir kit£ biniz mı var? Seçtikleriniz herhalde orad olacaktır. Yoksa aleyhimizde, kıyamet güni ne kadar süregidecek, ahidleriniz mi var k kendinize hükmettikleriniz sizin olacaktır (Ey Muhammed)Soronlara:'Bunu kim üz< rine alır?' Yoksa onların ortakları mı vardıı Doğru sözlü iseler ortaklarım getirsinler (68: 35-41).
Dünya Hayatı İnsan İçin Birİmtihandır.Isan yeryüzüne denenmek için gönderilmı tir. Ferdî ve içtimaî bütün hareketlerinin t mü bir imtihandır. İmtihan süresi olan ör rünün ve yaptıklarının sonucu Hüküm G nü belli olacaktır. Bu konuda insan bilgi yakılmamış, Yaratanı tarafından kurtuluş yolu insana gösterilmiştir. "Hanginizin daha iyi İŞ işlediğini belirtmek için, ölümü ve dirimi yaratan O'dur. O güçlüdür, bağışlayandır." (67:2).
Bu ayette, Allah'ın insanı peygamberlerin getirdikleri ile, onların düşmanları arasında doğru seçim yapmaları için yarattığı açık olarak belirtilmektedir. Bu kısa ayet hayatın birçok gerçeğine işaret etmektedir: Birincisi, hayat da, ölüm de Allah'tandır. O'ndan başka kimse ne can verebilir, ne de alabilir. İkincisi, Allah insanı yaratmış ve ona kötülüğü olduğu kadar iyilik yapabilme istidadı da vermiştir. Üçüncüsü, insanın ne hayatı, ne de ölümü sebepsizdir. Allah insanı yeryüzüne imtihan etmek için göndermiştir. Hayat, onun için imtihan süresi, ölüm ise bu sürenin bitmesidir. Cenab-ı Hak her kuluna, iyi ve kötü amelleriyle nasıl bir kişi olduğunu gösterebilme şansı vermiştir. Dördüncü olarak, kimin amellerinin iyi, kimin amellerinin kötü olduğuna karar verecek olan Allah-tır. Neyin iyi, neyin kötü olduğunu tespit etmek insanın işi değildir. Bu yüzden, kurtuluşa ermek için Allah katındaki ölçüyü bilmek elzemdir. Beşincisi, herkes kendi yaptıklarının karşılığını görecektir. İyiler cennette sonsuz nimete kavuşurken, kötüler cehennemde sonsuz azaba duçar olacaklardır. Bir diğer surede aynı nokta işaret edilerek şöyle buyurulur: "Biz insanı katışık bir nut-feden yaratmışızdır; onu deneriz; bu yüzden onun işitmesini ve görmesini sağlamışızdır. Şüphesiz ona yol gösterdik; buna kimi şükreder, kimi de nankörlük" (76: 2-3).
Bu ayet, insanın yeryüzündeki hayatının önemini ve gerçek manasını açıklamaktadır. İnsan gayesiz yaratılmamıştır; yaratılışının akla ve adalete dayanan belirli bir sebebi vardır. Dünya hayatı, ne rahiplerin düşündüğü gibi msanın cezalandırılması için vardır, ne de tenasühe inananların dediği gibi mükâfat olarak. Ne materyalistlerin sandığı gibi oyun ve eğlence yeri, ne de Marx ve Darwİn'in iddia ettiği gibi mücadele yeridir; dünya ancak, insanın ömrünün sonuna kadar deneneceği bir imtihan yeridir. Amellerin neticesi, Hüküm Günü kendisine gösterilecektir. Bu imtihandan yüzünün akıyla çıkması, ancak AllahL in emirlerine harfiyyen riayet etmesi ile mümkündür.
Yine bu ayet, insanın hakikati bulması için akıl ve bilgi ile teçhiz edildiği gibi, aynı zamanda çeşitli yönlerden İnsana yardım edildiğini göstermektedir. Birincisi, her kişiye, aklın ve bilginin yanısıra iyiyi kötüden ayırt edecek ahlâk hissi verilmiştir. İnsan günah işlese bile bunun kötü olduğunu ve iyi amellerde bulunmasa bile bunların makbul olduğunu bilir. İkincisi, Allah her kuluna vicdan (Nefs-i Levvame) vermiştir, ki insan ne vakit kötü bir amel işlese, hemen pişman olur. İnsan vicdanını baskılamak, kendisinden uzaklaştırmak için ne kadar uğraşırsa uğraşsın, onu tamamen yok edemez. Vicdan, ne vakit insan bir günaha niyetlense veya kötülük işlese onu uyarır veya azarlar. Kıyamet Suresi'nde bu husus hatırlatılmaktadır: "Özürlerini sayıp dökse de insanoğlu, artık kendi kendinin şahididir." (75: 14-15).
Üçüncü olarak, insanın kendisinde, göklerde ve yerde gizli, kâinattaki bu muazzam nizamın kendiğilinden meydana gelemeyeceği gerçeğini, bunun ancak Allah'ın Kudret ve Haşmet'İ ile mümkün olduğunu gösteren ayetler vardır. Bu ayetler aynı zamanda Ahi-ret gününün ve öldükten sonra dirilmenin de hak olduğunu ispatlar. Eğer insan bu ayetlere gözünü açmaz veya basitçe görmemez-likten gelir ve Allah'a, Hüküm Günü'ne inanmaz ise, sonsuz azaba müstehak olmuştur artık. Çünkü, Allah insanı hayatın gerçeğini bulma ve Hakk'a ulaşma yolunda yalnız bırakmamıştır. Dördüncüsü tarih boyunca —insanın ancak seyirci kaldığı— kâinattaki nizamı düzenleyen ve kontrol eden bir üstün Güç bulunduğunu gösteren sayısız hadiseler olmuştur ve olmaktadır. Bu tecrübeler ve gözlemler yalnız dış alemde değil, insanın kendi içinde de Allah'ın varlığına deliller bulunduğu gerçeğine işaret etmektedirler. Azılı bir kâfirin bile bir gün olup O'na yalvarması ve O'ndan yardım dilemesi bu yüzdendir. Beşincisi, İnsanın fıtratı ve aklı da, iyiliğin mükâfat, kötülüğün ceza görmesi gerektiğini söyler. Her toplumda şöyle veya böyle, bir hukuk sisteminin var olmasının sebebi budur. Övülmeye değer davranışlar mükâfatlandırılır, zararlı olanlar ceza görür. Bu, dürüst olanın taltif edilmesinin elzem olduğunun apaçık bir delilidir ve hiç kimse bunu inkâr edemez. Bu dünyada, bütün fenalıkların ve suçların cezalarını tam olarak görmedikleri ve göremeyecekleri de bir gerçektir.
Herkesin yeryüzündeki amellerinin karşılığını tam olarak alabilmesi ve hak yerini bulması için öbür dünyanın var olması gereklidir. Altıncı olarak,Allah insanlığa rehber olarak peygamberler ve neyin eğri, neyin doğru olduğunu açıklayan kitaplar göndermiştir. Bu iki yolun sonuçlarının neler olacağını da apaçık bildirmiştir. Artık Hak Yolun ebedî saadete, diğerinin de ebedî azaba varacağına bir şüphe yoktur. (Mevdûdî, Siret-i Ser-ver-i Âlem, c II, sh. 323-387).
Her aklı başında kişi öldükten sonra dirilmeye inanır. Bu, ne imkânsız, ne de mantıksızdır. Ahiret inancı olmaksızın, insanın iyi, hak ve âdil bir sistem kurması veya devam ettirmesi mümkün değildir. Zaten bu dünyada gerçek ve tam bir adalet temin edilmesi de imkânsızdır. Bu ancak yeryüzünde tek bir canlı bile kalmadıktan sonra Ahiret günü, Cenab-ı Hakkın yan tutmayan İlahî Adaleti ile mümkün olacak, iyi amel sahipleri mükâfatlandırılırken, kötü amel sahipleri cezalarını göreceklerdir. Cenab-ı Hak yeryüzünde kimin ne yaptığını gayet iyi bilmektedir. Zerre kadar haksızlık meydana gelmesi mümkün değildir. "Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür. Kim de zerre kadar
kötülük yapmışsa onu görür." (99: 7-8). Kötü amel sahipleri şiddetli azabadüçar kalırken, yeryüzünde iyilik yapanlar ebedî saadete kavuşacaklardır. "Ama tartıları ağır gelen kimse hoş bir hayat içinde olacaktır. Tartıları hafif gelenler ise, onların yeri bir çukurdur. O çukurun ne olduğunu sen bilir misin? O, kızgın bir ateştir." (101: 6-11).
Rasulullah @ insanlığa açık ve anlaşılır bir ahlâk sistemi sunmuştur. Bu sistemde, neyin İslâm'a uygun, hangi davranışların kötü,, hangilerinin makbul olduğu, toplumda hangilerinin yerleşmesi ve kök salması gerektiği açıklanmıştır. Kötülük nedir? Meydana gelişinin sebepleri nelerdir? İnsan hayatında ne şekillerde tezahür eder? Kötülüğün artmasının sebebi nedir? Nereden kaynaklanmaktadır; neler kötülüğün yollarını açar ve gündelik hayat içerisinde karşımıza nasıl çıkar? Rasulullah @'ın bütün gayesi bütün bu soruların cevaplarını vermek, iyi amellerin yollarını göstermek, içtimaî ve ferdî hayatta, kötülüğün yerine iyiliği kaim kılmaktır. Kısacası, İslâm kötülüğe giden bütün yolları kapatırken, insanın sağlıklı bir ahlâk yapısına sahip olmasını ve toplumda iyiliğin yer etmesini İster.
Ahlâk probleminin temel hakikatleri açıklanırken, birkaç gerçeğe şöyle değinilmektedir: "Kişiye ve onu şekillendirene, sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene andolsun ki; kendini arıtan saadete ermiştir. Kendini-fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır." (91: 7-10)
Su ayette, insana mütenasip ve uygun bir vü-cud şekli verildiği ve yararlanacağı bilgi birikimini sağlaması için gerekli kabiliyetlerle teçhiz edildiği apaçık beyan edilmektedir. İnsana, bulunduğu her şarta uyum sağlayabilecek güç ve İstidat verilmiştir. Kurtuluş ancak nefsini haramlardan korumak ve takva sahibi olmakla mümkündür. Öte yandan, takva hissinden uzak, nefslerinin peşinde koşanlar, gerçek kaybedenler olacaklardır.
Bu husus Kur'an-ı Kerim'de daha da açıklanarak şöyle buyurulmaktadır: "Bİz insanı katışık bir nutfeden yaratrnışızdır; onu deneriz; bu yüzden onun işitmesini ve görmesini sağlamı sızdır. Şüphesiz ona yol gösterdik; buna kimi şükreder, kimi de nankörlük!' (76: 2-3). İnsana iki yolu da idrak etme ve seçme kapasitesi verilmiştir. Fakat, hangisinin hak olduğu ve Allah'ın hoşnutluğuna kavuşturacağı ve hangisinin de yanlış, Allah-tan uzaklaştırıcı olduğu bildirilmiştir. Yine, Beled Suresi'nde şöyle buyurulmaktadır: "Biz onun için iki göz, bir dil ve iki dudak var etmedik mi? Biz ona eğri ve doğru iki yolu da göstermedik mi?" (90: 8-10).
Tîn Suresi'nde ise, "Biz, insanı en güzel şekilde yarattık, sonra onu aşağıların en aşağısı kıldık. Yalnız, inanıp yararlı iş işleyenler bunun dışındadır. Onlara kesintisiz ecir vardır." buyrulmaktadır. (95: 4-6). Bu ayetlerde, insanın en güzel bir şekilde yaratıldığı, fakat hak yolu terkederse ve kabiliyetlerini kötüye kullanırsa alçalacağı ve hayvanlardan dahi aşağı duruma düşeceği bildirilmektedir.
Kur'an-ı Kerim'de, insanı cehalete ve günah işlemeye sürükleyen ana sebepler şu şekilde açıklanmaktadır.
1- Körükörüne Geçmişe Bağlılık. Çoğu kavmin ve insanların bâtıl yollara sapmasının tek sebebi, onlara Hakk mesaj geldiği zaman onu reddetmeleri ve atalarının izinde körükörüne gitmekte ısrar etmeleridir. Tarih, atalarının inançlarını bırakmak İstemeyen ve İlâhî daveti reddeden toplumların örnekleriyle doludur. Nuh, Âd, Semud, İbrahim, Musa'nın kavimlerine ve diğer birçok kavme peygamber gelmiş, fakat İlâhî davete icabet etmemişler, atalarının izinde gitmekte ısrar etmişlerdir." (Ey Muhammed)Senden önce, herhangi bir kasabaya gönderdiğimiz uyarıcıya, o kasabanın şimarıkvarlıklılarısade-ce: 'Doğrusu babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerini izlemekteyiz' derlerdi. Gönderilen uyarıcı: 'Eğer size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmiş isem de mi bana uymazsınız?' derdi. Onlar: 'Doğrusu sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz! derlerdi." (43: 23-24). Lokman Suresi'nde ise şöyle buyu-rulmaktadır: "Onlara, 'Allah'ın indirdiğine uyun.' denince: 'Babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' derler. Ya şeytan, babalarını alevli ateşin azabına çağırmışsa?!" (31: 21)
2- Önderlere İtaat. İnsanların tlâhî davete icabet etmelerini engelleyen diğer bir sebep, politik liderlerin, hükümdarların, zenginlerin hâkimiyetine girmeleri ve onların yolundan gitmeleri olmuştur. Onlar, Allah'ın ra-sullerinin getirdiklerini reddetmişlerdir. "Yüzleri ateşte çevrildiği gün;'Keşke Allah'a itaat etseydik, keşke peygambere İtaat etseydik.' derler. 'Rabbimiz! Biz yöneticilerimize itaat etmiştik, fakat onlar bizi yoldan saptırdılar' derler!' (33: 66-67).
Yine,,Hüküm Günü inkarcılar şöyle yalvaracaklardır, "Rabbimiz! Cinlerden ve insanlardan, bizi saptıranları göster, onları ayaklarımızın altına alalım da, en altta kalanlardan olsunlar. " (41: 29)
3- Kibir. Çoğu insanın mahvolmasına sebep, kibirleri olmuştur. Diğer insanların gözünde onurlarının kırılacağı ve mevkilerinin sarsılacağı endişesi ile, inandıkları ve gittikleri yolun yanlış olduğunu itiraf etmekten kaçınmışlardır. Kur'an-ı Kerim'de Nuh @'ın kavmini doğru yola getirmek için nasıl uğraştığı şöyle anlatılır, "Nuh dedi ki: Rabbim! Doğrusu ben, milletimi gece gündüz çağırdım. Fakat benim çağırmam, sadece benden uzaklıklarını artırdı. Doğrusu ben senin onları bağışlaman için kendilerini her çağırışımda, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine hüründüler, direndiler, büyüklendik-çe büyüklendiler." (71: 5-7).
Kur'an-ı Kerim'de gurur ve kibiri sebebiyle Hakk'ı reddeden bir münkirin hâli şöyle anlatılır: "Çünkü o, düşündü, ölçtü biçti; canı çıkası, ne biçim Ölçtü biçti! Canı çıkası; sonra
yine ne biçim Ölçüp biçti! Sonra baktı; sonra kaşlarını çattı, suratını astı; sonra da sırt çevirip büyüklük tasladı.'Bu sadece öğreti-legelen bir sihirdir. Bu Kur'an yalnızca bir insan sözüdür' dedi." (74: 18-25).
4- Dünyevî Mevkii. Birçoklarının mahvına sebep olan şey de, bütün ahlâksız ve edepsiz davranışlarına rağmen, zenginleri, güçlüleri bu dünyada üstün ve başarılı görmeleri, ne kadar dürüst ve namuslu olurlarsa olsunlar, fakirleri ise adamdan saymamalarıdır. İnsanı ahlâkî değerlerine bakılmaksızın, dünyevî mevkİsine göre değerlendirmişlerdir. Nuh @'ın kavmi, ona inananların çoğu fakir olduğu için, İlâhî davete kulak vermemişti. " 'Sana mı inanacağız? Sana en rezil kimseler uymaktadır' dediler." (26: 111). Ne vakit bir kavme bir paygamber gönderilse, "Doğrusu uyarıcı göndermiş olduğumuz her kasabanın varlıklı kimseleri, onlara: 'Biz sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz' diye gelmişlerdir. 'Malları ve çocukları en çok olan bizleriz, azaba uğratılacak da değiliz! derlerdi." (34: 34-35). Meryem Suresi'nde de şöyle buyurulmaktadırt "Ayetlerimiz kendilerine apaçık okunduğu zaman apaçık inkâr edenler, inananlara; " 'bu iki takımın hangisinin makamı daha iyi ve yeri daha güzeldir?' derler. Onlardan Önce nice nesilleri yok ettik ki, onlar varlıkça ve gösterişçe bunlardan daha üstündüler." (19: 73-74).
5- Nefs ve Zan. Birtakım insanlar sırf nefs-lerine köle oldukları için veya kendi kafalarına göre yaşamak istedikleri için Hakk'ı inkâr etmişlerdir. Ya da bir takım boş fikirlere saplanmışlar ve hayatın gerçek mânâsınıan-lamak istememişlerdir. Kur'an-ı Kerim'de, bildiği halde sırf nefsî arzularının peşinde koşan ve Hakk'ı inkâr eden bir kişiden bahsedilerek şöyle buyurulur:*'(Ey Muhammed) Onlara, şeytanın peşine taktığı ve kendisine verdiğimiz ayetlerden sıyrılarak azgınlardan olan kişinin olayını anlat... Andolsun ki, Cehennem için de birçok cin ve insan yarattık; onların kalpleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır, ama görmezler; kulakları vardır, ama işitmezler, tşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da sapıktırlar. İşte bunlar gafillerdir." (7: 175-179).
Yunus Suresi'nde, inkarcıların hiçbir bilgiye dayanmadıkları, kendi zanlarına ve arzularına göre hareket ettikleri bildirilmektedir. "Onların çoğu zanna uyarlar; gerçekte ise zan hakikat karşısında bir şey ifade etmez. Allah yaptıklarını şüphesiz bilir:' (10: 36). Sonra, etraflarına bakmaları ve İlâhî davete kulak tıkayıp, boş arzularının peşinden giden, eski kavimlerin ne hale geldiğini görmeleri ikaz edilmektedir. "Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, orada olanları akledecek kalpleri, işitecek kulakları olsun. Ama yalnız gözler kör olmaz, fakat göğüslerde olan kalpler de körleşir." (22: 46) Hakikat ne kadar apaçık gözlerinin önüne serilirse serilsin, nefislerinin boş arzulan peşinde koşanlar, doğruyu göremezler. Casiye Suresi'nde şu örnek verilir: "Ey Muhammedi Heva ve hevesini İlâh edinen, bilgisi olduğu halde Allah1 in şaşırttığı, kulağını ve kalbini mühürledi-ği, gözünü perdelediği kimseyi gördün mü? Onu Allah'tan başka kim doğru yola eriş-tirebilir? Ey insanlar! Anlamaz mısınız?" (45: 23).
6- Hakk'a Muhalefet. Fertleri ve milletleri doğru yoldan uzaklaştıran bir başka kötü hal de, Hakk'ı kabul etmemektir. Bazı insanlar kötü amellere kıymet vermekte, ahlâksızlık ve haksızlık yapmaktan kalplerinde hiçbir rahatsızlık duymamaktadırlar. "Onlara: 'İşte bu, yeryüzünde haksız yere şımarmanız ve böbürlenmenizden ötürüdür. Temelli kalacağınız Cehennem'e kapılarından girin' denir. Büyüklenenlerin durağı ne kötüdür!" (40: 75-76)
7- Dinin Dünya Hayatını Çekilmez Yaptığı Düşüncesi. Ahireti düşünmeyenlerin çoğunun ortak fikridir bu. Başarılı ve iyi bir dünya hayatının dinî inançlarla birlikte yürümeyeceğini sanırlar. 'İkisi birlikte gitmez, dünyadaki hedefine ulaşmak istiyorsan dinden vazgeç' derler. "Kavminin inkâr eden ileri gelenleri, 'Şuayb'a uyarsanız, andolsun ki siz kaybedersiniz' dediler?' (7: 90). Kureyş'in İleri gelenleri de benzer şeyleri söylüyorlardı.
Rasulullah @ insanlara Cenab-ı Hakk'ın emir ve yasaklarını açıkça bildirmiştir. Kur'an-ı Kerim, insanın Allah'ın rızasını kazanmak için hangi amelleri işlemesi gerektiğini, hangi davranışların yasak olduğunu ve Allah'ın gazabına sebep olacağım, tarihten misaller vererek anlatmaktadır. Dünyanın tüm zenginliği ve gücü kendilerine verildiği halde kibirlenmeyen, Allah'a sadakat ve hizmetten bir an bile geri kalmayan Davud @ ve Süleyman @ gibi peygamberlerin yanısı-ra, zenginlik ve güçlülükleriyle böbürlenen ve Yaratıcı'larını inkâr eden Firavun ve Karun'un misalleri verilmektedir. Kur'an-ı Kerim insanı, Hakk'ı inkâr edenlerin sonlarını görmeye ve bu misallerden ders almaya çağırmaktadır. "İnkarcılar başarıya eremezler... sonuç Allah'a karşı gelmekten sakınanlarındır!1 (28: 82-83) Kişinin kendi amellerinin önemi vurgulanmakta ve insanın zerre kadar haksızlığa uğramayacağı temin edilerek herkesin kendi yaptıklarının karşılığını göreceği açıklanmaktadır. "Kim bir iyilik getirirse, ona daha iyisi verilir. Kim bir kötülük getirirse, o kötülükleri işleyenler, ancak yaptıkları kadar ceza görürler." (28: 84). Kişi, tarihi incelemeye ve ne kadar çok kavmin yeryüzünden gelip geçtiğini görmeye çağınl-maktadır. Bu kavimlerden ancak doğru ve âdil davrananlar gerçek ve sonsuz kurtuluşa ermişler, hak yolu izlemeyen günahkârlar ise varlıklarını geçici bir süre devam ettirebilmiş ve ebedî cezaya çarptırılmışlardır.
Kur'an-ı Kerim kötülükleri olduğu kadar iyileri de anlatmaktadır, iyilerin, hangi davranış ve amelleriyle ebedî nimeti kazandıkları, diğerlerinin ise ebedî saadeti kaybetmelerine sebep olan kötü amellerin neler olduğu açıklanmaktadır. Kur'an-ı Kerim müminlere anlayacakları şekilde tarihten örnekler vererek yol göstermekte, canlı Kur'an demek olan Rasulullah @'ın hayatı örnek olarak verilmektedir. "Ey İnananlar! Andolsun ki sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Rasulullah en güzel örnektir." (33: 21).
Hz. Aişe, Rasulullah @ hakkında, "Onun ahlâkı Kur'andır" demiştir. İleriki sayfalarda onun mübarek güzel ahlâkı, ana hatlarıyla anlatılacaktır.
1- Adalet ve İyilikseverlik. Adalet, İyilik, ya-dımseverlik her zaman bütün insanların hoşlandığı ve takdir ettiği güzel ahlâk numunesinin pırlantaları olagelmişlerdir. Kur'an-ı Kefim, müminlere, kendilerini bunlarla sıfatlandırmalarını emreder: ' 'Allah şüphesiz adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara bakmayı emreder; hayâsızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı yasak eder. Tutasımz diye size öğüt verir.'' (16: 90) Müminlere, düşmanlarına dahi adaletle davranmaları emredilmektedir. "Ey inananlar! Allah için adaleti ayakta tutup gözeten şahidler olun.Bir topluluğa olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sürüklemesin; âdil olun; bu, Allah'a karşı gelmekten sakınmaya daha yatkındır." (5: 8). "Konuştuğunuzda, — akraba bile olsa— sözünüzde âdil olun." (6: 152)
Nisa Suresi'nde şöyle buyurulmaktadır, "Allah size... insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor." (4: 58). Mümin erkeklerin, hanımlarına karşı da çok dikkatli davranmaları ikaz edilmektedir. "Şayet aralarında adaletsizlik yapmaktan korkarsanız, bir tane almalısınız veya sahip olduğunuz ile yetinmelisiniz. Doğru yoldan sapmamanız için en uygunu budur!' (4: 3). Şu sözlerle Hz. Peygamber @'ın adaleti hâkim kılması buy-rulmakta: "Aranızda adaletle hükmetmek ile emrolundum; Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir:* (42: 15). Yine, Maide Suresi'nde şöyle buyurulmakta: "Eğer hükmedersen, aralarında adaletle hüküm ver. Allah âdil olanları sever." (5: 42).
Müminlere, anlaşmazlıkları olan müslüman-ların aralarını bulmaları emredilmektedir. "Aralarını adaletle bulunuz, âdil davranınız, şüphesiz Allah âdil davrananları sever." (49:9).
Müslümanların, diğer insanlara ve özellikle ebeveynlerine karşı cömert olmaları ve iyilik yapmaları emredilmektedir.
Bu emrin, Tevhid inancından hemen sonra belirtilmesi, onun ne kadar önemli olduğunun bir işaretidir. "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, anne-babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere iyilik edin, insanlarla güzel güzel konuşun." (2: 83). Nisa Suresi'nde de şöyle buyurulur: "Allah'a kulluk edin, O'na bir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve elinizin altında bulunan kimselere iyilik edin. Allah kendini beğenip, öğünenleri elbette sevmez." (4: 36). Kur'an-ı Kerim'in daha birçok ayetinde, insanlara, özellikle anne-babaya, akrabaya ve toplumdaki güçsüzlere karşı iyilikle, yumuşak ve nazik dav-ranılması emredilmektedir.
Rasulullah @ akrabalara ve diğer insanlara karşı iyilikle, güzel ve nazik davranılmasını ısrarla belirtmiştir. Abdullah b. Amr, Allah Rasulünün şöyle dediğini rivayet eder: "Allah katında en iyi arkadaş ve en iyi komşu, komşusuyla iyi geçinendir." (Mişkât).Enes1 den naklen, Hz. Peygamber @ şöyle buyurmuştur: "Rızkının genişlemesini, ömrünün artmasını isteyen, yakınlarına iyi davransın.'' Sevban, Peygamber @'dan şöyle nakletmiş-tir: "Ancak dua.hükmü değiştirebilir, ömrü ancak iyilik uzatır." Numan b. Beşir rivayet etmekte; Hz. Peygamber @ şöyle buyurmuştur: "Müminleri inançta, sevgide, hissiyatta bir vücut gibi birlikte görürsün. Birisi rahatsızlansa, acısından hepsi etkilenir?' Enes.Ra-sulullah @'ın şöyle dediğini rivayet etmekte, "Nefsim Yed-i Kudretinde olan Allah'a andolsun ki, kişi kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz." "dediğini rivayet etmektedir. Bütün bu öğretilerin sonucudur ki, müslümanlar başkalarına örnek olmuşlardır. "Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine iman yerleşmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler; onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik hissetmezler; kendileri zaruret içinde bulunsalar bile, onları kendilerinden önde tutarlar." (59: 9). Fetih Suresi'nde de şöyle bu vurulmaktadır: "Muhammed, Allah'ın elçisidir. O'nun beraberinde bulunanlar, inkarcılara karşı sert, birbirlerine merhametlidirler." (48: 29).
2- İnfak (Allah Yolunda Harcamak). Rasu-lullah @'ın ahlâk eğitiminin temellerinden birisi de infaktır. Peygamber @ bir kimsenin malından harcayarak, Allah rızası için, fakirlerin, yetimlerin ve toplumdaki diğer muhtaç insanların ihtiyaçlarını karşılamasının ne kadar güzel ve faydalı bir İş olduğunu önemle vurgulamıştır. "Sarfedeceğiniz mal, ana-baba, yakınlar, yetimler, düşkünler, yolcular içindir. Yaptığınız her iyiliği Allah şüphesiz bilir." (2: 215). Toplumdaki çeşitli kesimlerden insanları kardeşlik esasında birleştirip, kenetlenmelerini sağlamak için, bu gereklidir. "Ne sarfedeceklerini sana sorarlar, de ki: 'Artanı.' Böylece Allah, dünya ve ahiret hususunda düşünesiniz diye size ayetlerini açıklar." (2: 219). Bu anlayış mutlu ve sağlıklı bir toplumun temelini oluşturur, insanı her iki dünyada da kurtuluşa eriştirir.
Kur'an-ı Kerim'de, Allah yolunda infak etmeyi emreden ve müslümanları mallarından fakirlere, yetimlere, diğer muhtaç kişilere vermeye çağıran birçok ayet vardır. Hadid Suresi'nde şöyle buyurulur: "Ey insanlar! Allah'a ve peygamberine inanın; sizi varis kıldığı şeylerden sarfedin; aranızdan inanıp da sarfeden kimselere büyük ecir vardır." (57: 7).
Ayetteki (2: 215), "Allah şüphesiz bilir." sözü, fakirlere ve muhtaçlara yapılan her yardımı, Hüküm Günü mükâfatını tam olarak verecek olan Allah'ın bilmekte olduğunu vurgulamaktadır. Bu husus, şu ayet ile daha iyi anlaşılmaktadır: "Sarfettiğiniz iyi şey kendinizedir. Zaten ancak Allah'ın rızasını kazanmak için sarfedersiniz. Sarfettiğiniz iyi bir şeyin karşılığı —haksızlığa uğratılmak-sızın— size verilir." (2: 272).
Müslümanlara, eğer gerçekten Allah'ın rızasını kazanmak istiyorlarsa, en iyi şeylerini infak etmeleri emredilmektedir. "Sevdiğiniz şeylerden sarfetmedikçe iyiliğe erişemezsiniz. Her ne sarfedersenîz, şüphesiz Allah onu bilir." (3: 92). Sonra, Bakara Suresi'nde, müs-lümanlara iyilik ve kulluğun ölçüsü verilir. "Yüzlerinizi doğudan yana ve batıdan yana çevirmeniz iyi olmak demek değildir; lâkin iyi olan, Allah'a, âniret gününe, meleklere, Kitab'a, peygamberlere inanan, O'nun sevgisiyle, yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve köleler uğrunda mal veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler, zorda, darda ve savaş alanında sabredenlerdir. İşte onlar doğru olanlardır ve sakınanlar ancak onlardır." (2: 177).
Rasulullah@da hayırseverliğin faziletini vurgulamış ve ümmetini hayırsever olmaya teşvik etmiştir. Ebu Said, Rasulullah @'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Eğer bir müslüman, çıplak bir müslümanı giydirir ise, Cenab-ı Hak da onu cennette yeşil giysilerle giydirir; bir müslüman, aç bir müslümanı doyurursa, Allah da onu cennet meyveleriy-le doyurur; ve bir müslüman, susuz kalmış bir müslümana su verirse, Allah da ona kev-ser ile mukabele eder?' Fatma bint-i Kays, Allah Rasulü @'m şöyle dediğini rivayet eder: "Malın üzerinde zekâttan başka bir şey vardır." Mersed b. Abdullah, asnabdan birinin Rasulullah @'tan şöyle işittiğini rivayet eder, "Ahiret günü müminin gölgesi, sadakası olacaktır." (Mişkat).
3- Emanete Sahip Çıkmak ve Verdiği Sözü Tutmak. Rasulullah @, ümmetine, söz verince tutmayı ve emanete hıyanet etmemeyi emretmiştir. Maide Suresi'nde şöyle buyurulur: "Ey inananlar! Akİdleri yerine getirin." (5: 1). "Hiç şüphesiz Allah size, emanetleri ehline teslim etmenizi emreder." (4: 58). Ce-nab-ı Hak, sözünü tutan ve emanete sahip olanlardan övgüyle söz eder: "Onlar emanetlerini ve sözlerini yerine getirirler!' (23: 8). "Emanetlerini ve sözlerini yerine getirenler..." (70: 32). Allah, söz verip de tutmayanları ve emanete hıyanet edenleri sevmez. "Allah'la yapılan sözleşmeyi kabulden sonra bozanlar, Allah'ın birleştirilmesini buyurduğu şeyi ayırırlar ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar; zarara uğrayanlar işte onlardır." (2: 27). "Sağlam söz verdikten sonra Allah'ın ahdini bozanlar ve Allah'ın birleştirilmesini emrettiğini ayıranlar ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlar, işte lanet onlara ve kötü yurt cehennem onlaradır." (13: 25).
RasuluUah @ da müslümanlara, sözlerim tutmalarını buyurmuş ve buna uymayanları hoş görmemiş:"Müslüman, söz verdiğinde yerine getirir, münafık ise verdiği sözü tutmaz" demiştir.
4- Allah'tan Sakınmak ve Faziletli Olmak.
RasuluUah @ insanların hayatına fazilet ve temiz "ahlâkı getirmiş, bu vasıfların teşvik edildiği, günahların ve günahkârların ise herkes tarafından hoş görülmeyip tekdir edildiği bir toplum oluşturmuştur. Mücadele Suresi'nde Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Ey inananlar! Gizli konuştuğunuz zaman, günah işlemeyi, düşmanlık etmeyi ve Pey-gamber'e karşı gelmeyi fısıldaşmayın; iyilik yapmak ve Allah'a karşı gelmekten sakınmayı konuşun; Kıyamet günü huzurunda toplanacağınız Allah'tan sakının." (58: 9).
Müslümanlara, kötülük ve fenalıklara bile iyilik ve güzellikle davranmaları tavsiye edilmiştir. Kur'an-ı Kerim, bunun müslümanla-nn vasıflarından biri olduğunu belirtir. "İşte onlara, sabırlarından dolayı, ecirleri iki defa verilir; onlar kötülüğü İyilikle savarlar... Onlar, boş söz işittikleri vakit ondan yüz çevirirler. 'Bizim işlediğimiz bize sizin işlediğiniz sizedir. Size selâm olsun, cahillerle ilgilenmeyiz.' derler!' (28: 54-55). "Bu ahiret yurdunu, yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu istemeyen kimselere veririz. Sonuç Al^ lah'a karşı gelmekten sakınanlarındır!' (28: 83). "Onları Biz yeryüzüne yerleştirirsek namaz kılarlar, zekât verirler, uygun olanı emrederler, fenalığı yasak ederler. İşlerin sonucu Allah'a aittir!' (22:41). Müslümanların en büyük vasıflarından birisi şudur ki, "îyiyi emreder, kötülükten akkorlar." (9: 71-112). Kur'an-ı Kerim, müminlere hep iyilikle davranmayı emreder. "İşlerinizi iyi yapın. Şüphesiz Allah iyi iş yapanları sever!' (2: 195) "İnanan kullarıma söyle, en güzel şekilde konuşsunlar!' (17: 53).
Rasulullah @ şöyle buyurmuştur; "İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de gerçekten iman etmiş olamazsınız. Size, birbirinizi sevmenize sebep olacak bir yol göstereyim mi? Selâmlasın ve selâmı aranızda yayın." îbn-i Ömer, RasuluUah @'dan şöyle rivayet eder: "Düşkünlere yardım edin, yolunu kaybedenlere yol gösterin." Hz. Aişe de Allah Rasulünün şöyle buyurduğunu rivayet eder, "Allah güzeldir ve güzelliği sever. Kabalığa ve hiçbir şeye vermediğini güzelliğe verir." Abdullah b. Amr, Allah Rasulü'nden şöyle rivayet eder: "İçinizden bana en sevimli olanınız, ahlâkça en üstün olanınızdır." Abdullah b. Mes'ud rivayet eder: "Cehennemden kurtulanın kim olduğunu haber vereyim mi; herkese güzellikle ve iyilikle davranan.yumuşak huylu olan." Ve EbuHureyre, Peygamber @'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Mümin sade ve cömert olur, müsrif ise hilekâr ve alçak." (Miş-kât)
5- İffet ve Haya. İslâm, faziletli ve iffetli bir hayat tarzı getirmiş, ahlâksızlığı ve fuhşu şiddetle yasaklamıştır. RasuluUah @ kendi örnek hayatı ile, kişinin faziletli bir şekilde nasıl yaşaması ve bunun esaslarını toplumda hâkim kılması gerektiğini göstermiştir. Müminun Suresi'nde böyle kişilerin yaşantısından bahsedilerek şöyle buyurulur: "Müminler saadete ermişlerdir. Onlar namazda huşu içindedirler. Onlar boş şeylerden yüz çevirirler. Onlar zekâtlarım verirler... Onlar, eşleri ve cariyeleri dışında, mahrem yerlerini herkesten korurlar. Doğrusu bunlar verilemezler." (23: 1-6). "Allah şüphesiz adaleti, İyilik yapmayı, yakınlara bakmayı emreder; hayâsızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı yasak eder. Tutarsınız diye size öğüt veriri' (16: 90)
İnsanı ahlâksızlığa ve her türlü rezalete götüren şeytanın izinden gidilmemesi emredilmiştir. "Ey insanlar! Yeryüzündeki temiz ve helâl şeylerden yiyin. Şeytana ayak uydurmayın, zira o sizin için apaçık bir düşmandır. Muhakkak size kötülüğü, hayâsızlığı, Allah'a karşı da bilmediğiniz şeyi söylemenizi emreder." (2: 168-169). Yine aynı surede şöyle bu-yurulmaktadır, "Şeytan sizi fakirlikle korkutarak cimriliği ve hayâsızlığı emreder; Allah ise kendisinden, mağfiret ve bol nimet vaad eder. Allah'ın lütfü boldur. O her şeyi bilir." (2: 268). "Gizli ve açık kötülüklere yaklaşmayın." (6: 151).
Nur Suresi'nde, insanların iffetli ve temiz bir ahlâka sahip olmaları için şöyle buyurul-maktadır:"(Ey Muhammed)Mymin erkeklere söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, mahrem yerlerini korusunlar. Bu, onların arınmasını daha iyi sağlar. Allah yaptıklarından şüphesiz haberdardır. Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, iffetlerini korusunlar. Süslerini kendiliğinden görünen kısmı müstesna, açmasınlar. Baş örtülerini yakalarının üzerine salsınlar. Süslerini kocaları veya babaları veya kayınpederleri veya oğulları, veya kocalarının oğulları veya kardeşleri veya erkekkardeşlerininoğullan veya kız kardeşlerinin oğulları veya müslüman kadınları veya cariyeleri veya erkekliği kalmamış hizmetçiler ya da kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri süslerin bi-.Hnmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey inananlar! Saadete ermeniz için hepiniz töv-
be ederek Allah'ın hükmüne dönün." (24: 30-31). Toplumda iffetli ve temiz bir yapının tesisi için Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "İçinizdeki bekârları, kölelerinizden ve cariyelerinizden iyi olanları evlendirin; eğer yoksul iseler, Allah onları lütfü ile zenginleştirir. Allah lütfü bol olandır, bilendir!' (24: 32.).
Kadınlara hitaben de şöyle buyurulmakta: "Allah'tan sakınıyorsanız edalı konuşmayın, yoksa kalbi bozuk olan kimse kötü şeyler ümit eder. Evlerinizde oturun; eski cahiliy-yede olduğu gibi açılıp, saçılmayın." (33: 32-33).
6- Doğruluktan Ayrılmamak. İslâm, mensuplarına doğruluktan ayrılmamayı ve başkalarını da aynı şekilde davranmaya davet etmelerini emreder. "Ey inananlar! Allah'tan sakının, doğru söz söyleyin." (33: 70). "Sizden, iyiye çağıran, doğruyu emreden ve fenalıktan meneden bir cemaat olsun. İşte ba-raşıya erişenler yalnız onlardır." (3: 104-110) Müminlerin vasıflarından birisi de şudur ki, "İyiyi emreder, kötülükten alıkorlar." (9: 71 ve 112). Güç olanların elinde olursa, "uygun olanı emrederler, fenalığı yasak ederler!' (22: 41).
Hayatlarını hakka göre düzenlemek, insanları doğruluğa çağırmak ve toplumu bu esas üzerine kurmak, müminlerin en önemli vasfı, ana görevidir. O toplumda doğruluk kabul görür, teşvik edilir; kötülüklerden ise ka-çınllır ve yasaklanır. Rasulullah @ bu husus üzerinde çokça durmuş ve müminleri sıkı bir şekilde tenbih etmiştir. Huzeyfe rivayet ediyor: "Nefsim Yed-i Kudretinde olan Allah'a andolsun ki, iyiliği emredip, kötülükten ka-çındırmazsanız Allah çok geçmeden cezanızı üzerinize gönderir. Sonra yalvarırsınız ama cevap alamazsınız." Ebu Bekr-i Sıddık da Rasulullah @'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "İnsanlar kötülük işleyen birini görür de, ona mani olmazlarsa, Allah hepsini birden cezalandırır! 'Adiy b.Âmire'nin rivayet ettiğine göre Allah Rasulü şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah, insanlar, ileri gelenlerinin fenalık ve kötülük işlediklerini görüp de, onları bundan men etmekten kaçınma-dıkça, onlara azap indirmez. Fakat böyle yapmazlarsa hepsi cezalandırılır." (Mişkât)
Adaletli, faziletli ve doğru bir sistemin yeryüzünde hâkim olabilmesi için bu esasın ne kadar önemli olduğunu vurgulayan daha nice ayet ve hadis vardır. İnsanlar, doğruluğa çağırıp, kötülükten men etme görevlerini yapmaya devam ettikçe, âdil ve faziletli bir sistem mutlaka kurulacaktır.
7- Eşitlik ve Kısas. Birisi tarafından bir zarara uğratıldıkları zaman, insanlara, yalnızca haklarını istemeleri, sabırlı ve hoşgörülü olmaları ve kısasta ileri gitmemeleri buyu-rulmuştur. Daima sabırla sebat etmek ve affedici olmak tavsiye edilmiş, kısas istenirse bunun İnsafla ve adaletle yapılması emredilmiştir. Bakara Suresi'nde Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Hürmetler karşılıklıdır; Kim size saldırırsa, onun size saldırdığı kadar siz de ona saldırın.Allah'tan sakının ve Allah'ın sakınanlarla beraber olduğunu bilin." (2: 194) Nahl Suresi'nde ise şöyle bu-yurulmaktadır: "Eğer ceza vermek isterseniz, size yapılanın aynıyla mukabele edin. Sabrederseniz andolsun ki bu, sabredenler için daha iyidir?' (16:126).Rasulullah@ 'a, kâfirlerin ve yahudilerin alaylı ve boş sözlerine karşı sabırla tahammül etmesi tavsiye edilerek, "Kitap verilenlerden ve Allah'a eş koşanlardan çok üzücü sözler işiteceksiniz. Sabreder ve Allah'a karşı gelmekten sakınırsanız bilin ki, bu üzerinde sebat edilecek işlerdendir." (3: 186) buyurulmuştur. Bu ayet müslümanlann her işte dengeli hareket etmeleri gerektiğini apaçık göstermektedir. Müslüman, İslâm düşmanlarının asılsız sözleri, yalan-yanlış propagandaları ve suçlamaları karşısında hemen parlamamalı, çeşitli kışkırtmalar karşısında bile soğukkanlılığım1 yi-tirmemeli, asil ve yüksek karakterini göstermelidir.
Ebu Derda, Allah Rasulünün şöyle dediğini rivayet eder: "Vücuduna yapılan eziyetlere sabreden ve affedici olan hiçbir kimse yoktur ki, Allah onun bir günahını silip, derecesini yükseltmesin." (Mişkât). Bir kimsenin, kendisine yapılan ezaları ve aşırılıkları affetmesi, İslâm'da büyük ahlâk ve fazilet örneği olarak görülür. Karşılık vermekte aşırı gidenleri hiç de hoş olmayan bir sonun beklediği ikaz edilmektedir. "Bundan sonra kim haddi aşarsa ona elem verici azapvardır."(5: 94). "Hududu da aşmayın, doğrusu Allah aşın gidenleri sevmez." (5: 87). Müslümanlara, düşmanlarıyla ilişkilerinde bile doğruluktan ayrılmamaları ve aşırı gitmemeleri emredilmektedir. "Sizi Mescid-i Haram'dan menettiği için bir topluluğa olan kininiz, aşırı gitmenize sebep olmasın." (5: 2)
Allah'ın koyduğu hududun aşılması halinde varacakları kötü akıbet hakkında insanlar uyarılmış ve aşırılıkları, mütecaviz tutumları sebebiyle lanetlenmiş olan yahudilerin kıssalarını duyup ders almaları öğütlenmiştir. (2: 61) ve (3: 112).
8- Cömertlik ve Bağışlayıcılık. Müslümanlara, insanlarla olan ilişkilerinde, bağışlayıcı ve cömert olmaları emredilmiştir. "Bağışlamanız, Allah'tan sakınmaya daha uygundur. Aranızdaki iyiliği unutmayın. Allah şüphesiz işlediklerinizi görür." (2: 237). Bu ayet, insanlar arasındaki ilişkinin daha iyi ve uyumlu olabilmesi için, fedakârlık yapmanın gerekli olduğunu belirtmektedir. Eğer' herkes ipin ucunu kendi tarafına çekerse, toplumsal hayatta dostluk ve mutluluk ve samimiyetten eser kalmaz. Bu yüzden İslâm, insanlara fedakâr olmayı, hatta meşru haklarından bile yeri gelince feragat etmeyi öğütler. "Borçlu darda ise, eli genişleyinceye kadar ona mühlet verin. Bilmiş olsanız borcu bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır." (2: 280).
Kur'an-ı Kerim müminleri bütün işlerinde Ve Özellikle Allah için harcarken cömert olmaya çağırmaktadır: "Arınmak için malım veren, yaptığı iyiliği birinden karşılık görmek için değil, ancak yüce Rabbinin hoşnutluğunu gözeterek yapmıştır." (92: 18-20). Müna-fıkûn Suresi'nde ise şöyle buyurulmaktadır: "Birinize ölüm gelip de: 'Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar ertelesen de, sadaka versem, iyilerden olsam' diyeceği zaman gelmezden önce, size verdiğimiz rızıklardan sarfe-din." (63: 10).
Rasulullah @, cömert olmayı yaşayarak göstermiş ve ümmetine örnek olmuştur. Eline ne geçerse hemen onu yanındakilere hediye eder ve bundan büyük bir haz duyardı. Bu hususta Ebu Hureyre, Peygamber @'dan şu hadis-i şerifi nakletmektedir: "Cömert bir kişi, insanlara, Cennet'e ve Allah'a yakın, Cehennem'den emin olur; cimri ise daima Allah'tan, Cennet'ten ve insanlardan uzak, Cehennem'e yakın olur. Cahil fakat cömert bir kişi, cimri bir abîdden, Allah'a daha sevimlidir." Peygamber @, cömertliğin faziletini önemle vurgulamış, cimri olmaktan kaçınılmasını buyurmuştur. Cenab-ı Hak seha-vet sahiplerini şöyle övmektedir: "Kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık sarfe-denler, tükenmeyecek bir kazanç umabilirler. Çünkü Allah bu kimselerin ecirlerini tam verir ve lütfü ile arttırır. Doğrusu O, bağışlayandır. Şükrün karşılığını bol bol verendir!' (35: 29-30).
9- İtidal. İfrat ve tefritten kaçınarak, orta yolu tutmak demek olan itidal, İslâm'ın çok Önem verdiği hususlardan biridir. Hayatın her alanında müminin en mükemmel örneği, Rasulullah @'dır. İtidal üzere, sade bir hayat sürmüş ve ashabına da aynısını tavsiye etmiştir. Musab b. Sa'd, Rasulullah @'dan şöyle işittiğini nakleder: "İtidal her şeyin en güzelidir.". İbni Abbas şöyle rivayet eder: "İyi huylu, geçimli ve itidal üzere olmak, nübüvvetin yirmibeş cüzünden bir cüzdür." (Mişkât).
Peygamber @ ashabına harcamalarında ölçülü davranmalarını, ne cimri, ne de savurgan olmalarını, orta yolu tutmalarım tavsiye etmiştir. Hz. Ömer, Allah Rasulü @'ın "İtidal üzere olmak iyi geçinmenin yarısıdır!' (Mişkât) buyurduğunu nakleder. Rasulullah @ insanlığa, sarfederken orta yolu bulmanın "altın" kaidesini vermiş, israftan ve cimrilikten kaçınmayı öğütlemiştir. (17: 29). Allah, böyle yapanları överek Furkan Suresinde şöyle buyurmaktadır: "Onlar, sarfettik-lefi zaman ne israf ederler, ne de cimrilik; ikisi arasında orta bir yol tutarlar." (25: 67).
Peygamber @, yemede içmede, giyim kuşamda, ibadet ve taatta ve bütün hususlarda itidali elden bırakmamayı buyurmuştur. As-habdan bazı kimselerin, dünya zevklerini terkedip, inzivaya çekilmeye karar verdiklerini işitince, "Böyle yapmayın, bazan oruç tutun, bazan yiyin; gece ibadet edin, ancak vücudunuzun hakkını da verin ve uykunuzu ihmal etmeyin, zira uykusuzluk vücudu zayıflatır; eşlerinizin ve çocuklarınızın da sizin üzerinizde hakları vardır." buyurmuştur. Hep ibadet ve taatla uğraşıp, hayatın nimetlerini terketmeyİ hoş görmemiştir. Dünya meşgalesi içinde iffetli ve temiz bir hayat sürerek Allah'a kulluk yapılabileceğini, normal ve sade bir şekilde yaşamayı öğütlemiştir.
İslâm'ın ahlâkî eğitim anlayışı, aşağıdaki ayetlerde apaçık özetlenmiştir: "Rabbin, yalnız Kendisine tapmanızı ve ana babaya iyilik etmeyi buyurmuştur... Yakınına, düşküne, yolcuya hakkını ver; elindekileri saçıp savurma. Saçıp savrulanlar, şüphesiz şeytanlarla kardeş olmuş olurlar; şeytan ise Rab-bine karşı pek nankördür. Rabbinden umduğun rahmeti elde etmek için, hak sahiplerinden yüz çevirmek zorunda kalırsan, onlara hiç değilse tatlı bir söz söyle. Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp, tutumsuz olma, yoksa pişman olur, açıkta kalırsın. Doğrusu senin Rabbin dilediği kimsenin rızkını genişletir ve bir ölçüye göre verir. O kullarını gören ve haberdar olandır. Çocuklarınızı yoksulluk korkusuyla Öldürmeyin. Biz onlara da, size de rızık veririz. Onları öldürmek, şüphesiz büyük bir günahtır. Sakın zinaya yaklaşmayın; doğrusu bu çirkindir, kötü bir yoldur. Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın. Haksız yere öldürülenin velisine bir yetki tanımışızdır. Artık o da öldürülmekte aşırı gitmesin. Zira kendisi, ne de olsa yardım görmüştür.
Yetimin malına —erginlik çağma ulaşana kadar— en güzel şeklin dışında yaklaşmayın. Ahdi de yerine getirin, doğrusu verilen ahid-de sorumluluk vardır. Bir şeyi ölçtüğünüz zaman, ölçüyü tam tutun, doğru teraziyle tartın. Böyle yapmak, sonuç itibarıyla daha güzel ve daha İyidir.
Bilmediğin şeyin ardına düşme; doğrusu kulak, göz ve kalp, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur.
Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; çünkü sen ne yeri delebilir ve ne de boyca dağlara ulaşabilirsin. Rabbinin katında bunların hepsi beğenilmeyen kötü şeylerdir." (17: 23-38).
Bu emirler, insan hayatının ahlâkî, kanunî, siyasî, sosyal ve idarî, aynı zamanda ilim ve sanat ile ilgili bütün sahalarını içine almaktadır. İslâm ahlâkının özü "zandan kaçınmak" aslım, esasını araştırmadan hiç kimseye suçlamada bulunmamaktır. Müminlere, zanna, ihtimale, safsataya değil, bilgiye dayanan şeyleri kabul etmeleri öğretilmektedir. (The Meanİng of the Qur'an, cilt IV* sh. 143).
Küçük Oxford Sözlüğü, kültürü, "Zihnî veya bedenî talimle ıslah olma, entellektüel gelişme" olarak açıklamaktadır. "Kültür" kelimesinin umumî manada kullanımı ise bir milletin siyasî gidişatını, sosyal hareketleri, bilgi, sanat ve çeşitli hünerlerinin hepsini içerir. Fakat bunlar kültürün özü değil, birer tezahürüdür. Kültürün yaprakları, meyvaları-dır. Herhangi bir kültürün gerçek kıymeti, gündelik hayata olan yansımalarıyla ölçülemez. Bunun için o kültürün ruhunu, temel esaslarını kavramak gerekir.
1- Hayat Görüşü. Hayat görüşü bilinmeden bir kültürün değerlendirilmesi imkânsızdır. İnsanın yeryüzündeki yeri nedir? İnsan nasıl görmektedir? İnsanın bu dünya ile olan ilişkileri ne merkezdedir? Dünyanın kaynaklarından yararlanmada nasıl davranılmalı-dır? Bütün bu soruların cevapları çok önemlidir; çünkü bunlar insan hayatına her yönden şekil verirler. Bu soruların cevapları kültürün temelini oluşturur.
2- Hayatın Gayesi. Kültür ile yakından ilgili diğer bir mesele de, hayatın gayesi ve nihaî hedefidir. İnsan hayatının yeryüzündeki maksadı nedir? Bütün bu çaba, mücadele, emek, ne içindir? İnsan ne için didinmelidir? Hedefi ne olmalıdır? Bir kimsenin en büyük ideali ne olmalıdır? Bu ideal ve gayedir ki, insanın pratik yaşantısının yönünü ve hızını belirler. Yine insanın başarılı olması bu gayeye bağlıdır.
3- İnsan Karakterinin Oluşumu. Bu da, bir milletin kültüründe önemli bir faktördür. Hangi inançlar ve fikirler gençliğin karakterini şekillendirmektedir? İnsanların kafa yapıları neye göre oluşmaktadır? Zihinler ve beyinler nasıl yönlendirilmektedir? İnsanın belirli bir ideolojiye göre yol tutmasının sa-lîvlcıi »c!?rtir? Şurası muhakkak ki, insanın hareketleri düşüncesine bağiı olarak meydana gelir. Elini, ayağını, harekete geçiren emirler zihinden ve beyninden gönderilir. Zihin ve beyin ise inançların, fikirlerin etkisi altındadır ve pratiğe yansıyanlar bu inançların ve fikirlerin birer neticesidir. İnsanın düşüncesi hangi yapıdaysa, hisleri, davranışları, yönelimleri de o doğrultuda olur ve tüm vücudu da ona göre hareket eder.
Hiçbir kültür bazı temel inançlar ve ideoloji sunmadan ortaya çıkmaz. Nasıl kî bir binanın sağlam ve uzun ömürlü olduğunu anlamak için temeline ve iyi yapılıp yapılmadığına bakmak gerekirse, bir kültürün de anlaşılması ve değerinin bilinmesi için inançlarına düşüncelerine günah ve sevaplarına bakmak gerekir.
4- Yetiştirdiği İnsan Tipi. Bir kültürün önemli yanlarından birisi de, nasıl bir insan tipi amaçlandığıdır. Kendi hayat görüşüne uygun insan yetiştirmek için ne cins bir ahlâk eğitimi vermektedir? Bir insanda ne gibi özellikler, nitelikler ve şahsî istekler oluşması ve geliştirilmesi istenmektedir? Özel ahlâk eğitimi ile ne tip bir insan yetiştirilmektedir? Kültürün esas gayesi sosyal bir sistem kurmaktır; fertler ise bu sistemin yapı taşlarıdır. Yapı taşlan ne kadar düzgün, sağlam ve itinalı dizilirse, bina da o kadar sağlam olur.
5- İnsan İlişkilerini Düzenlemesi. İnsanın çeşitli alanlarda diğer insanlarla olan ilişkileri nasıl düzenlenmektedir? Ailesiyle, komşularıyla, dostlarıyla, etrafındaki diğer kişilerle, ast ve üstleriyle, kendi kültürünün diğer üyeleri ve başka kültürlerle olan ilişkilerinde nasıl bir tutum izleyecektir? Başkalarının onun üzerindeki ve onun başkaları üzerindeki hakları nelerdir? İnsana hürriyet verilmişse, hürriyetinin sınırları nelerdir, nerde başlar ner-
de biter? Bu soru, ahlâkî, içtimaî, siyasî, kanunî ve milletlerarası ilişkilerdeki bütün meseleleri kapsamaktadır. Ayrıca kültürün, aileye, cemiyete ve devlete nasıl bir şekil vermek istediğinin cevabı bu sorudadır.
Bu beş unsur, bir milletin kültürünü meydana getirir ve yeryüzündeki her kültür bunlardan mürekkeptir. (Mevdûdî, Islamic Tah-zib, sn.. 8-12).
Niteliklerini, özelliklerini ve değerini ileriki sayfalarda özetle anlatacağımız İslâm kültürü de, diğer kültürler gibi bu beş unsurdan meydana gelir.
İslâm'ın Dünya Hayatına Bakışı. İnsan, bu dünya hayatı içerisinde, çeşitli ifrat ve tefritler arasında bocalamaktadır. Bazan kendisini aciz ve zavallı yaratık olarak kabul edip, her şeye "boyun eğmiş, bazan da Yaratıcısını dahi inkâr edip, gurura kapılmış ve kendisini her şeyin üstünde görmüştür. İslâm bu iki anlayışı da reddetmiş, insanın gerçek durumunu şu kelimelerle açıklamıştır: "Öyleyse insan neden yaratıldığına bir baksın. O, erkek ve kadının beli ile göğüsleri arasından atılagelen bir sudan yaratılmıştır." (86: 5-7). Yine İnfitar Suresi'nde, "ey, insanoğlu! Seni yaratıp sana şekil veren, düzenleyen, mütenasip kılan, istediği şekilde seni terkip eden, çok cömert olan Rabbine karşı seni aldatan nedir?" (82: 6-8) buyurulmaktadır. Bu ayet-i kerimede insanın düşük bir maddeden yaratıldığı, fakat ona ruhen yükselecek fevkalâde bir istidat verildiği açıklanmaktadır. İnsan, dünya ve ahiretİni kazanmasını sağlayacak zihnî ve ruhî melekelerle donatılmıştır.
İnsanın Yeryüzündeki Konumu. İnsan değersiz bir maddeden yaratılmasına rağmen Allah tarafından bilgi zenginliği ve yeryüzünün halifeliği verilerek taltif edilmiş, şerefli kılınmıştır. "Rabbin meleklere; 'Ben balçıktan, işlenebilen kara topraktan bîr insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan üflediğimde ona secdeye kapanın' demişti." (15: 28-29). Cenab-ı Hak insanı böyle şereflendirdikten sonra göklerde ve yerde ne varsa her şeyi, faydalansın diye, onun emrine vermiştir. "An-dolsun ki, biz insanoğullarını şerefli kıldık, onların karada ve denizde gezmesini sağladık, temiz şeylerle onları rızıklandırdık, yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık." (17: 70).
Fakat, Allah'ın halifesi olarak yaratılan insan yeryüzünde başıboş bırakılmamış yine Allah tarafından gönderilen peygamberler aracılığıyla, yaptıklarından Ahiret günü hesaba çekileceği, amellerine göre mükâfat veya ceza göreceği bildirilmiştir. "Benim yoluma uyanlar için artık, korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir, înkar eden kimseler ve ayetlerimizi yalan sayanlar, cehennemlik olanlardır, onlar orada temelli kalacaklardır?' (2: 38-39).
İnsanın kurtuluşu, yeryüzünde halifesi olduğu yaratıcısının emirlerine ne kadar uyduğuna bağlıdır. "Ey insanlar! Yeryüzündeki temiz ve helâl şeylerden yiyin, şeytana ayak uydurmayın, zira o sizin için apaçık bir düşmandır. Muhakkak size, kötülüğü,hayâsızlığı, Allah'a karşı da bilmediğiniz şeyi söylemenizi emreder." (2: 168-169İnsana dünyadan ve dünya zevklerinden elini-eteğini çekmesi değil, hayatını Allah'ın kanunlarına göre düzenlemesi ve dünya nimetlerinden faydalanması emredilmektedir. Kurtuluş, ancak onun koyduğu sınırlara uymakla mümkündür. "Rabbinizden refah istemenizde bir engel yoktur. Arafat'tan indiğinizde, Allah'ı meş'ar-ı Haram'da anın; O'nun size gösterdiği şekilde zikredin." (2: 198)
Bu ayet-i kerimeler apaçık ortaya koymaktadır ki, dünya ve içindekiler insanın istifadesine sunulmuştur. Böylelikle insan sosyal, ekonomik ve kültürel yönden hayatını zen-gişleştirecek, fakat dünya zevklerine dalmayacak ve esas gayesini unutmayacaktır. Bu dünyanın zevklerinin geçici ve fani olduğunu daima hatırında tutacaktır. Kalıcı olan yalnız kalp temİzüği ve güzel amellerdir, "Ey insanlar! Sizi bana yaklaştıracak olan oe mallarınız ve ne de çocuklarınızdır; yalnız, inanıp yararlı iş işleyen kimselerin, işte onların yaptıklarına karşılık mükâfatlar kat kattır." (34: 37). Ve herkes bu dünyada ne iş-. Iemişse âdil olarak karşılığını görecektir. "Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür." (99: 7-8). O gün herkes yaptığından sorulacak, kimsenin bir başkasına faydası dokunmayacaktır. "Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Babanın oğlu, oğu-lun da babası için bir şey ödeyemeyeceği günden korkun." (31: 33). Yine aynı hakikat vurgulanarak: "Kim inkâr ederse, inkârı kendi aleyhine olur. Yararlı iş işleyen kimseler, kendileri için rahat bir yer hazırlamış olurlar." (30: 44) buyurulmaktadır.
İslâm'ın Kendine Has Özellikleri. İslâm'ın dünya görüşü, hayatın aşırı noktalan arasında "Altın Orta YoP'u tutmaktır. İslâm, ne dünyanın kötülükleri sebebiyle çekilmeyi, ne de zevki sefaya dalıp her şeyin unutulmasını ister. Bu iki hareketin de yanlış ve insan fıtratına ters olduğunu söyler, çünkü bu dünya ne tamamen kaçılacak kadar kötü, ne de kutsal sayılacak kadar insanın kendini tamamen vermesi gereken bir yerdir. Keza, insan herşeye boyun eğmesi gereken sefil bir mahluk olmadığı gibi, ilâhlığını iddia edecek kadar güçlü, kuvvetli değildir. Ne dünyanın efendisi ve sahibidir, ne de bir uşak veya köledir. İnsanın yeri bu uçlar arasında orta bir yerdir, İnsanın yeryüzündeki gerçek konumunu, Allah'ın işareti ile belirten, Rasulul-lah @'dır. İnsanın dünya ile münasebetlerinin nasıl olması gerektiğini, yeryüzündeki kaynakların nasıl kullanılacağını o açıklamıştır. İnsan, diğer mahlukattan farklı olarak, Kainatın Sahibi ve Yaratıcısı tarafından yeryüzünde halife kılınmış, göklerin ve yerin nimetleri, kaynakları istifadesine sunulmuştur. İnsan, Yaratıcısı'na bağlı olduğu nispette makbul addedilmiştir. Yeryüzüne, kâinatın kaynaklarını kendi yararına kullanmak için gönderilmiştir; fakat, Ahiret'te, bu dünyadaki yaptıklarından, Rabbi tarafından hesaba çekilecektir. Orada ameline göre mükâfat veya ceza görecektir. Bu sebeple, şu kısa dünya hayatını Allah'ın rızasına uygun geçirmek zorundadır.
Müslümanlar, bu dünyayı Ahiret'in tarlası olarak kabul ederler. Öbür dünyada daha iyi bir hayat elde etmek için de var güçleriyle çalışırlar. Bu sebeple ne manastırlarına çekilmiş rahiplere, ne de her şeyin madde olduğunu iddia eden materyalistlere benzerler. Hiçbir kültürde görülmeyen dengeli bir hayat anlayışları vardır. Allah'ın Halifesi olarak yeryüzü nimetlerinden faydalanırken, yaptıklarından sorumlu olduklarının şuuru içindedirler. Yüklendikleri vazife sebebiyle izzet-i şeref sahibidirler. Fakat kibir ve gururdan uzaktırlar; çünkü, Allah kibirlenen-leri sevmez. Allah'ın emirlerini lâyıkıyla yerine getirebilmek için yeryüzündeki her şeyden faydalanmaya çalışırlar, fakat kendilerini kulluktan koparacak dünya zevklerine kapılmaktan, kaçınırlar. Rasulullah @'ın da buyurduğu gibi, bugün ölecekmiş gibi ahiret için, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışırlar.
Bugün müslüman toplumlarda görülen bütün bozulmalara rağmen, yine de İslâm'ın etkilerim görmek mümkündür. Müslümanlar halâ Allah'tan korkar, İlâh, Rab, Yaratıcı olarak yalnız O'nu tanırlar. Kendilerini ona karşı mesul ve bu dünyayı çalışma, ahireti de mükâfat yeri olarak kabul ederler.
Hayatın Gayesi. Hayat görüşünden sonra, bir kültürün değerlendirilmesini yaparken, insanlarına verdiği ideale ve hedefe bakmak Önemlidir. Çünkü insanların bütün gayretleri bu hedefe varmak içindir; idealleri ne kadar asil ve doğru ise yaşama biçimleri ve uğraşları da o denli doğrudur. İnsanın hayatını ve düşüncesini şekillendiren, idealidir. Bu sebeple, bir kültür hakkında söz söylemek için, idealini ve gayesini Öğrenmek gerekir.
İnsanlar değişik ideallere sahip olduklarını iddia edebilirler. Fakat aslında hepsinin de gayesi, emniyet, huzur, refah ve mutluluk içinde bir hayat sürmektir. Değişik kültürlerin hayat anlayışları esasta iki gruba aynlabilir. Birincisi, her şeye tamamen madde açısından bakan ve insanları hırslı, kıskanç yapan, birbirleriyle çatıştıran görüştür. Tek amaçları zengin ve güçlü olmak olan bu gibi insanların barış içinde yaşamaları hayal bile edilemez. İkincisi ise dünyayı tamamen reddeden ruhçu görüştür. Bu görüş, fertlere belli mutluluk ve huzur getirebilir; fakat, toplumu harekete geçirecek saiklerden mahrum olduğu için, ortak bir ideal veremez. Ruhçu görüş, bu dünyanın imarı ve ilerleme için gerekli tabiî unsurlardan uzaktır.
İslâm Kültürünün Hedefi. Bir kültürün hedefi, hayat görüşü ile yakından ilgilidir. İnsanların dünya ve dünyadaki durumları hakkındaki görüşleri, tabiî olarak yaşama gayelerini oluşturacak ve bu uğurda gayret sar-fetmelerine sebep olacaktır.
İslâm, insanı yeryüzünde Allah'ın halifesi olarak kabul eder. Böyle olunca, tabiatıyla, insanın bütün gayesi O'nun rızasını kazanmak için çalışmak olacaktır. İnsan var gücüyle Allah'ın emirlerine uyacak, yasaklarından kaçınacaktır. "Namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Râbbi Allah içindir." (6: 162). Hayatlarını boşa harcayarak, Allah'ın gazabını kazananlar hakkında: "Bu, Allah'ı gazaplandıran şeye uymaları ve O'nun rızasından hoşnut olmamalarından ötürüdür. Allah da onların işlerini boşa çıkarmıştır." (47: 28) buyurulmaktadır.
Allah'a karşı mesul olduklarının ve vazifelerinin şuurunda olanlar hakkında ise şöyle buyurulmakta: "Onlar, Rablerinin rızasını dileyerek sabrederler, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan, gizlice ve aşikâr olarak sarfederler; iyilik yaparak, kötülüğü ortadan kaldırırlar; işte onlara bu dünyanın iyi sonucu, girecekleri Adn Cennetleri vardır." (13: 22)
Rasulullah @ İslâm'ın tüm ibadet ve amel anlayışını şu kelimelerle özetlemiştir: "Muhakkak ki Allah, sırf O'nun için, O'nun rızası gözetilerek yapılan işten başkasını kabul etmez."
İslâm kültürü, onu diğer dünya kültürlerinden farklı kılan, aşağıdaki ana özelliklere sahiptir.
1- Gayelerin Dayanışması (Her Şeyin Maksadı Allah'tır) İslâm'ın temel inanışı, tüm kâinatın sahibi bir Allah'tır ve içindeki her şeyi idare eden, koyduğu kanunlara uyulan OL dur.
"Göklerde ve yerde olanlar O'nundur; hepsi O'na boyun eğmiştir." (30: 26). Kâinat O1 nun emrine ve iradesine uygun hareket eder. "Hüküm ancak Allah'ındır." (6: 57). Göklerde, yerde ve öteki gezegenlerde her ne varsa, ona dönecektir. "Bütün işler Allah'a dönecektir." (2: 210). İslâm, tereddütsüz, seksiz şüphesiz Allah'ın Hâkim ve Kadir olduğuna inanmaktır. Kâinat ve içindeki her zerre O'nun kanununa göre hareket eder ve O'na boyun eğer. "Allah'ın dininden başka bir din mi arzu ediyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa, ister istemez O'na teslim olmuştur, O'na döneceklerdir." (3: 83). İnsan da bu kaideye tabidir. "Hakka yönelerek kendini Allah'ın insanlara yaratılışta verdiği dine ver. Zira Allah'ın yaratışında değişme yoktur; işte'dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler." (30: 30).
Bu inanışa göre, insan da dahil tüm kâinatın tabiî maksadı Allah'ın kendisidir. En çok arzulanan ve sonunda dönülecek olan, O1 dur. Her şeyin akışı bu hedefe ve sona doğrudur. İnsanın, diğer bütün mahlukattan farkı irade-İ cüziyesinin bulunmasıdır. Aklını ve mantığını kullanarak doğru yolu bulursa, bu onun yararına olacaktır. Böylelikle insanın aklıyla vardığı sonuç, kâinatın gayesine uygunluk gösterecek ve insanın hedefine ulaşması kolaylaşacaktır.
Akıl nimetine sahip olan insan, kâinatın lideri ve en etkin üyesi olacaktır. Öte yandan, eğer bu tabiî akışa uygun, kâinat ile uyum göstermezse, kendisine geçici bir çıkar sağlasa bile sonuçta hüsrana uğrayacak yine kendisi olacaktır.
2- İslâmî Sistemin Odak Noktası. Daha önce de belirtildiği gibi, İslâm'ın ana esprisi Tevhid inancıdır. Bütün düşünceler, planlar ve hareketlerin gayesi Allah'tır. Her şey O-nun etrafında döner. Din, bağlılık, sadakat; İslâm da teslimiyet demektir. İnsanın kendi arzusu ile Allah'ın emrini ve iradesini kabul etmesi, O'nun emirlerine uyması "gereklidir". İyilik yaparak kendini Allah'a teslim edip hakka yönelenden, din bakımından daha iyi kim olabilir?" (4: 125). Lokman Su-resi'nde ise şöyle buyurulmaktadır: "İyilik yaparak kendini Allah'a veren kimse, şüphesiz en sağlam kulpa sarılmış olur." (31: 22).
İslâm'da her şey yalnız Allah içindir. Bütün ibadet-u taat, iyilik ve gayret, sırf O'nun rızasını kazanmak içindir. Eğer bir amelin niyetinde ufacık dahi olsa O'ndan başkasının rızası gözetilmişse, Allah katında o amelin hiçbir değeri yoktur.
Bütün gayret ve niyet yalnız Allah için olmalıdır; başka biri için değil... İslâm Kültürünün ve İslâmî sistemin birliğini sağlayan ve sürdüren ruh, işte budur. Bu çeşitli unsurları güçlendirir ve ana fikir etrafında birleştirir. Müslümanlar ideallerini ne denli canlı tutarlarsa, sistem de o kadar güçlü olur. Müslümanların herhangi bir acizliği, İslâmî sistemin ve İslâm kültürünün zayıflamasına sebep olur. İslâmî Sistemin Birliğini ve kuvvet-liliğini sağlayan müslümanların ideallerine olan bağlılığıdır.
3- Aksiyon ve Fikir Birliği. Gaye, İslâmî sistemde, nasıl birlik, koordinasyon, disiplin sebebiyse, aynı şekilde insanın fikirlerinde, inançlarında ve hareketlerinde de dayanışma ve tutarlılık sebebidir. Birlik sayesindedir ki ideal ve gaye, asil ve yüksek bir mâna kazanır. Maddi ihtiyaçlarını ve şehevî arzularını tatmin etmekten başka bir şey düşünmeyen bir kişinin düşünce ve hareketlerinde tutarlılığı sağlaması imkânsızdır; çünkü değişen hevesleriyle birlikte gayesi de değişecektir. Bir yerden diğerine koşuşturup duracaktır.
İnsanın ulaştığı her konumda ihtiyaçlarını karşılaması ve yetersiz kalmaması, İslâm'ın insana gösterdiği gayenin bir özelliğidir. İnsan, düşüncesi ve gelişmesiyle ne kadar yükselirse yükselsin Allah'tan çok çok aşağılarda yer alacaktır. Ve yüce Allah en aciz kulunu dahi unutmamakta, ihmal etmemektedir.
4- İnsanın Birliği ve Dayanışması. Her ferdin, toplumun, milletin ve tüm insanlığın gayesi bu olmalıdır. Ferdî ve içtimaî planda
bencillikten eser kalmamıştır. Çünkü çatışmaların gruplaşmaların sebebi budur. İnsanlığın birleşmesi gayesi insanı Allah'a yakın-laştırır, evrensel kardeşliği ve işbirliği ruhunu canlandırır.
Bu kardeşlik anlayışı çerçevesinde herkes kendi ihtiyacını düşünmeden birbirine sırf Allah rızası için yardım eder. "Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler; onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik hissetmezler; kendileri zaruret içerisinde bulunsalar bile, onları kendilerinden Önde tutarlar. Nefsinin tamahkârlığından korunabil-miş kimseler, işte onlar saadete erenlerdir." (59: 9).
Allah'a olan bu bağlılık samimiyeti arttırır ve insanların, kendileri ihtiyaç içinde bile olsalar, başkalarına yardım etmelerine sebep olur. İnsanın tamahkârlığını yok eder, insanlığın hizmetine sunar onu ve insanın gerçek
başarısı da budur.
Böylece dil, renk, ırk, bölge farkları ortadan kalkmış, tüm insanlık Yaratıcı'nı'n kanunu altında birleşmiş ve evrensel insan kardeşliği başarılmış olur.
5- İnsanın Bütün İsteklerinin Yerine Getirilmesi. Bu sistemin bir başka önemli hususiyeti de, insanların ferdî ve içtimaî bütün isteklerine, onları gaye edinmeden, sahip olmalarını sağlamasıdır. Kur'an-ı Kerim'in birçok yerinde insana, İmanına zarar vermeden, Allah'ın koyduğu ölçü içerisinde bütün arzularına ulaşabileceği belirtilmiştir. Bu dünyada en çok arzulanan şey, huzur, mutluluk ve emniyettir. Kur'an-ı Kerim'de inananların bu arzuları teminat altına alınarak, şöyle bu-yurulmaktadır: "Hayır, öyle değil; iyilik yaparak kendini Allah'a veren kimsenin ecri Rabbi'nin katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir." (2: 212)
Sonra, insanlar refah içinde problemsiz yaşamak isterler. Yine Kur'an-ı Kerim'de hayatlarının gayesi Allah Rızası olan kimselere hitap edilerek, "Kadın, erkek, inanmış olarak kim iyi iş işlerse, ona hoş bir hayat yaşatacağız. Ecirlerini yaptıklarından daha güzeli ile ödeyeceğiz." buyurulmaktadır. (16: 97). Sure-i A'raf'ta ise şunları okumaktayız: "Eğer kasabaların halkı inanmış ve Bize karşı gelmekten sakınmış olsalardı, onlara göğün ve yerin bolluklarından verirdik." (7: 96).
İnsanların diğer bir isteği de, güçlü ve diğer insanlara hâkim olmaktır. Bu hususta da Kur'an-ı Kerim'in çeşitli ayetlerinde şöyle bu-yurulmaktadır: "Andolsun ki, Tevrat'tan sonra Zebur'da da yeryüzüne ancak iyi kullarımın mirasçı olduğunu yazmıştık." (21: 105).
"Allah içinizden inanıp yararlı iş işleyenlere onlardan öncekileri halef kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halef kılacağına, onlar için beğendiği dini temelli yerleştireceğine, korkularını güvene çevireceğine dair söz vermiştir. Çünkü onlar, Bana kulluk eder, hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar." (24: 55).
İslâm, inanmayanların gaye edindikleri şeylere değer vermez. Müslüman, bir an bile bu gibi şeylerin hayattaki maksadı olabileceğini düşünmez. Onun bu dünyadaki her şeyden daha değerli, yüce ye asil bir gayesi vardır. Müslüman bilir ki, gayesine eriştiği vakit diğer bütün nesneler onun emrine amade kılınacaktır.
6- Takva Sahiplerinin Övülmesi. İslâm, çok yüksek bir iyilik ve fazilet ölçüsü koymuş, bu amaçla emirler ve nehiyler disiplini belirtmiştir. Bu disipline uymak, insanın en asil gayesi olmalıdır.
Mücerred olarak, insana sağlayacağı faydaları düşünmeksizin, faziletli olmak gerektiği ve zararlarını belirtmeksizin, kötülüğün önlenmesinin iyi olduğunu söylemek gerçeklerden uzak bir felsefedir. İnsana faydalı olmayan faziletli bir iş olmadığı gibi, zararsız bir kötülük de yoktur. Aslında iyilik ve kötülük fikri insanın fayda ve zarar tecrübelerinden kaynaklanır. İnsan, kendisine yararlı olan şeye iyi, zararlı olana da kötü.der. Yani İyi ve kötü insanın mücerred bir çıkarımıdır.
Fakat, insanın gönlünde fazilet hissinin uyanması, iyiliğin sağlayacağı yararlı ve kötülüğün zararlarını düşünmeden de olsa, teorik olarak, insanın yüksek düşüncelere varmasına sebep olabilir. Gerçek hayatta ise bunu başarabilen çıkmamış, felsefî bir düşünceden öte gitmemiştir. Bu ancak meleklere has bir durumdur,,yeryüzü hayatında insanların zarar ve fayda hissi olmaksızın iyi ve kötü düşüncesine göre hareket etmeleri mümkün değildir. Eğer, bencilliğin yer almadığı, takva ve ihlâs temellerine dayanan bir ahlâk disiplini kurmak ve hem aydınların, hem avamın buna uymasını istiyorsak ne-in faydalı, neyin zararlı olduğunun ölçüsü-ü belirlememiz gerekir. Bu ölçüye göre iyi hareket, maddî ve manevî zararları var görünse de, insanın yararına olacak, kötü bir hareket de faydalı gibi görünse de, in sana zarar verecektir.
İslâm, bu metodu getirmiştir. Maddî ve manevî saiklerin mahzurlarından tamamen uzak, Allah Rızası için yapılan işlerin insana faydalı, aksinin ise zararlı olacağını açıklamıştır.
Bu ölçüye sahip faziletli bir kişi malını, ailesini, şöhretini, hatta hayatını Allah Rızası için feda etmekten çekinmez. (35: 29). Kötü amel sahibi kişi ise,'dünyanın bütün zevklerine sahip olduğu halde kaybetme korkusu içindedir.
İnsanı, dünyevî kazanç ve zararlardan bağımsız kılan, takva ve ihlâs sahibi yapan his işte budur.
Buraya kadar İslâm'ın insana öğrettiği hayat gayesini ve gayenin neden en iyi olduğunu anlattık. Şimdi, bu gayenin İslâm kültürünü Özel bir kültür yapan yönünü ve bu kültüre verdiği hususiyetleri anlatacağız.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, nasıl gayenin tesbit edilmesinde hayat gerçeklerinin gözönünde bulundurulması gerekiyorsa, vasıtaların seçilmesinde de gayenin gözönünde tutulması gereklidir. Hiç şüphesiz, vasıtalar gayenin tabiatına uygun olmalıdır. Bir kimse Mekke'ye niyetlense ve o yöne doğru gitse, varacağı yer Mekke'dir. Ve aklı başında bir kişi de, kurtuluşu için hedefini iyi seçmeli ve tüm varlığını bu yolda sarfetmelidir. Hedefe ulaşmakta birkaç yol görünüyorsa aklını kullanıp en iyisini seçmeli, diğerlerini bırakmalıdır.
Hedefe ulaşmada en kestirme ve en iyi olan yolu tutup, diğerlerini terketmek, aklın gereğidir. Akıllı insan, hddefine ulaşmasına engel olacak yanlışlara kapılmadan, kararlı ve mutmain bir şekilde yoluna devam eder. Keza tüm gücünü ve gayretini, maksadına eriş-mek için sarfeder. Bu prensip, insanın ferdî işlerinde olduğu gibi tüm içtimaî hayatında ja kendini gösterir. Her düşünen insanın bir hayat gayesi olmalı ve tüm kalbiyle bu gaye için çalışmalıdır.
Her medenî toplumun, insanlarını koruyan, destekleyen, onları aynı gayeye yönelten belirli bir kültürü vardır. Bu kültürün üyelerinin, inançlarını, düşüncelerini, ahlâk anlayışlarını, sosyal ve politik tavırlarını, ticarî ilişkilerini bu gayeye göre düzenlemeleri gerekir. İnsanların, toplumun sosyal ve kültürel normlarına uymalarım sağlamak için bütün gayret sarfedilir. Disiplinlerini kaybeden kültürlerin yaşaması imkânsızdır. Ortaya koyduğu disiplinin emniyeti ve muhafazası için her kültürün sıkı kurallar koyması, gayet tabiîdir. Bir kültürün varlığı, koyduğu iman ve amel disiplininin üyelerince sahip-lenilmesine bağlıdır. Aksi takdirde yabancı kültürlerin istilasına uğrar ve yavaş yavaş ama mutlaka kimliğini kaybeder. Bu yüzden, üyelerinden koyduğu disipline sıkı sıkıya uymalarını istemek ve başka disiplinleri taklit etmelerini yasaklamak bir kültürün en tabiî hakkıdır. Kişi, kültürün gösterdiği hedefin veya vasıtaların doğru olup olmadığını sorabilir. Fakat, bu kültürün üyelerini koyduğu disipline uymaya mecbur etmesine bir şey söylemeye hakkı yoktur.
Bu da göstermektedir ki, vasıtaları tayin eden, gayenin özelliğidir. Gayenin değişmesi ile vasıtalar da değişir. Keza, gayeleri değişik olan kültürlerin sahip oldukları inançların, disiplinlerin ve sistemlerin de farklı olması tabiîdir. Fakat her kültürde birbirine benzer belirli unsurların bulunması mümkündür. Bir kültürdeki bazı unsurların diğerinde de bulunabilmesi, bunların ikisinin aynı şey olduğu neticesini vermez.
Buradan şu sonuçları çıkarmaktayız. Birincisi, gayeleri farklı sistemler birbirleriyle kı-yaslananıaz. Bir sistemi, bir başkasına benzediği için eleştirmek doğru değildir. İkinci olarak, bir kültürü, başka bir sistemin dünya görüşü ve inançlarıyla değiştirerek korumak veya temel unsurlarını başka bir sistemle değiştirmek mümkün değildir. Aksini ancak, kültürün temel esaslarından habersiz biri iddia edebilir.
Buraya kadar, İslâm kültürünün insana sunduğu gayesinin, onu diğerlerinden farklı kılmada ve özel bir kültür haline getirmede, oynadığı rolü açıkça gördük. İslâm'ın, hayat gayesi olarak gösterdiği hedefin, diğer dinlerden ve kültürlerden tamamen farklı olduğu da apaçık belirtildi.
Ayrıca, hedeften ufak bir sapmanın inançlar disiplininde ve pratik hayatta esaslı bir değişikliğe sebep olacağı ortaya konmuştur.
İslâm'ın koyduğu hedef onu diğer kültürlerden temelde farklı kılmış ve Özel bir kültür yapmıştır. İnanç disiplini ve pratiğe getirdikleri ile diğer sistemlerden ayrı bir yer tutar. Sahip olduğu bazı unsurlara başka sistemlerde de rastlanabilir, fakat bu unsurların, tamamen farklı inançlara ve pratiğe sahip başka sistemlerde aynı kimliği taşımaları imkânsızdır. Diğer kültürlerin unsurlarından bazıları dıştan İslâm'a uygun gibi görünseler de, başka bir sisteme ait oldukları için asıl tabiatlarını yitirmiş, tümüyle o sistemin özelliklerini sahiplenmişlerdir.
İslâm, insanı, Allah'ın halifesi olarak isimlendirmiştir. İnsanın gayesi Allah'ın emirlerine uygun yaşamak ve O'nun rızasını kazanmak olmalıdır. Bütün gayretleri ve amelleri bu yüce gayeye uymalıdır. Bu gayeyi belirttikten sonra, İslâm, insanın izleyeceği yolu gösterir. Her ne şart altında olursa olsun, gayesine ulaşmada elinden bırakmayacağı inanç ve pratik sistemini açıklar. Tamamen itaat esasına dayandığı için, bu sisteme Din denilmiştir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyrulmaktadır: "Allah katında din, şüphesiz İslâm'dır." (3: 19). Bu ayet-İ kerime Allah katında insanın gideceği tek doğru yol bulunduğunu ifade eder. O da şudur: İnsan yalnız Allah'a kulluk yapmalı, Rab olarak O'nu tanımalı, ibadetinde ve hizmetinde kendini tamamen O'na vermelidir. İbadet şeklini kendisi uydurmamalı, Allah'ın peygafnber vasıtasıyla gönderdiklerine harfiyen uymalı, onlara ne bir şek eklemeli, ne de bir şey çıkarmalıdır. Böyle düşünmek ve hareket etmek islâm'ın gereğidir. (Ebû'l Alâ Mevdûdi, The Meaning of the Qur'an, Cilt II. s. 19).
İslâm, renk, ırk, dil, kavim farklarını ortadan kaldırmış, insanları mümin ve kâfir olarak ayırmıştır. İster Doğu'da, ister Batı'da veya Güney'de olsun müslümanlar tek millettir, Cami çatısı altında dahi yaşasa inanmayan, müslümana yabancıdır. İslâm, insanlar arasındaki tek farkın iman esasına dayandığını ortaya koyduğu gibi, neyin helâl, neyin haram olduğunun da ölçüsünü vermiştir. İslâmî gayeye uygun ameller meşru ve helâl, zararlı olanlar ise gayri meşru ve yasak kılınmıştır. Bu ölçüye uymakta itina gösteren muttaki, önemsemeyip günah işleyenler ise fasık olarak nitelendirilmiştir.
İslâm kültürü, sahip olduğu düşünce, ahlâk anlayışı, ekonomik, sosyal, politik bakış açısı, eğitim ve devlet anlayışı ile diğer kültürlerden farklılık gösterir. Bu yüzden İslâm'ın dünya ile ilgili işlerde izlediği yol ve gösterdiği vasıtalar dâ diğer kültürlerden farklıdır. İslâm, insanın kendi koyduğu kuralları geçersiz ve gayri meşru sayar. Meselâ, çeşitli sanat uğraşıları çoğu kültürde üstün tutulmakta ve meşru sanatçılara dünyanın birçok yerinde kahraman gözüyle bakılmaktadır; fakat bu uğraşıların İslâm'da bazıları haram, bazıları mekruh kılınmış, ancak bazılarına da belirli bir sınıra kadar izin verilmiştir. İnsanı Allah'a ibadetten koparmayacak ve O'nu unutturmayacak sanat dallarının ve ince zevklerin gelişmesine bir şey denilmemiştir. Fakat, bu uğraşılar insanı Allah'a değil, güzelliğe tapmaya, nefsî heyecanlan ve arzularıyla lüks içinde yaşamaya, aklının ve vicdanının sesine kulak tıkayarak vazifesini tamamen unutmaya yöneltiyorsa İslâm buna bir sınır koyar ve yasaklar; çünkü İslâm'ın gayesi Ebu Bekir-i Sıddık, Hz. Ömer, Hz. Ali gibi muttaki insanlar yetiştirmektir.
Bu, sosyal münasebetler özellikle kadm-erkek, zengin-fakir, yönetici-yönetilen arası ilişkide de aynı şekildedir. Bir bütün olarak İslâm'ın toplumun çeşitli zümreleri arasında koyduğu kurallar, başka kültürlerden ta-memen farklıdır. Bu yüzden başka kültürler için konulmuş bir Ölçü ile İslâmî kültürü değerlendirmek yanlış olacaktır.
İslâm, kültürünün ana özellikleri şunlardır:
1- Bu kültürün sistemi aynı bir devletinki gibidir. Allah, sadece ibadet edilecek bir ilâh değil, aynı zamanda dünyadaki her şey üstünde bütün otoritenin ve gücün sahibidir. Peygamber @ O'nun yeryüzündeki elçisi ve Kur'an-ı Kerim Kanunudur. Kim, O'nu Rab olarak tanır. Rasulü'nün yolundan gider, Ki-tab'ına uyarsa bu devletin bir vatandaşıdır. Kim ise aksini yaparsa bu ülkede yeri yoktur.
2- Bu kültürün gayesi, insanı dünya imtihanından güzel ameller sayesinde başarıyla çıkmasını sağlamaktır. Fakat, bu dünyadaki sonuçlarına bakarak insanın hangi amellerin kendisine yararlı, hangilerinin ise zararlı olduğunu anlaması, bilmesi mümkün değildir. Hesap gününün sahibi olan Allah bilir ancak. Bu yüzden, insan Allah'ın yolundan gitmeli, şeriatın çizdiği çizgilerin dışına çıkmamalıdır. Bu kültür, hem dünyayı, hem de ahi-reti anlaşılır kılmıştır. İnsanın, beşikten mezara bütün hayatını kuşatan anlaşılır bir sisteme sahiptir.
3- Ne ırk, ne de kavim anlayışına dayanır. O, gerçek anlamda bir insan kültürüdür. İnşanı, insan olarak görür. Allah'a, peygamberlere, Allah'ın kitaplarına, Ahiret gününe ina-,ıan herkesi kabul eder. Bütün insanlığa kapısı açıktır.
4- İnsanların ferdî ve içtimaî olarak uyma-.arı için güçlü bir disiplini vardır. Her şeyden Önce kâinatın hâkiminin Allah olduğuna, Peygamber @'m getirdiklerinin O'nun. Kanunu olduğuna, bunlara uyulmasınm Allah'a uymak olduğuna inanılmasını ister.
İslâm'da kanuna itaatin mükâfatlandırılaca-ğı, asiliğin de ceza göreceği hususunda sağlam bir inanç oluşturularak, doğruluktan ayrılmamayı sağlayacak Allah korkusu insanın İçine yerleştirilir. Sonra emirler ve nehiyler bildirilerek hedefe ulaşmada ne gibi bir yol tutulacağı öğretilir.
5- Bu kültür, âdil bir sosyal yapı kurmak ve faziletli, saf bir toplum oluşturmak ister. Fakat fertleri güzel ahlâk ve soylu bir karakter sahibi olmazsa böyle bir toplum oluşturmak hayaldir. Bu yüzden takva ve tezkiye yoluyla insanların terbiye olacakları bir yöntem gereklidir. Böylece insanların kafaları faydasız ve karmaşık düşüncelerden arınacak, saf, sağlıklı ve faziletli bir hayat görüşüne sahip olacaktır. İman, insanın kişiliğini kuvvetlendirir, onu toplumda dürüst, güvenilir, faziletli, sabırlı, mesuliyet sahibi bir kişi yapar.
6- Bu kültür, bir yandan sahip olduğu güç ve saiklerle insanı toplumda fazilteli bir üye haline getirir. Diğer yandan insana tabiatın zenginliklereni kendi yararına kullanması için gerekli yöntem ve vasıtaları göstermektedir. Daha önceki kavimlerin kötü sonlarına uğramaması için insanın itidal üzere elindeki kuvvetleri kullanmasını ve Allah'ın Yo-lu'ndan ayrılmamasını tembih eder. Diğer sistem ve dinlerde ayrı ayrı bulunan faziletlerin hepsi bu kültürde mevcuttur ve onların düştüğü hatalar ve acziyetten uzaktır.
Maddî dünyanın, Yaratıcısı ile olan ilgisi hakkında açık bir anlayışa sahip olmadan, ilim ve insan kültürü arasındaki ilişkiyi tamamıyla kavramak imkânsız olmasa bile, zordur. Maddî dünyanın dış görünüşü ve muazzam yapısı içinde insan hiçbir önemi olmayan aciz bir mahluk olarak görünmektedir. Etrafımıza baktığımızda akıllara durgunluk veren büyüklüğüyle güneş, ay, yıldızlar ve bütün kâinatın, Yaratan'ın Azamet, Haşmet ve Kudretini haykırdığım görürüz. "Gaybın anahtırları O'nun katındadır, onları ancakO bilirJCarada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı-kuruyu —ki apaçık kitaptadır— ancak O bilir." (6: 59). Başka bir deyişle, küçük veya büyük, kâinatta olup biten her şey O'nun bilgisi dahilindedir. O'nun bilgisi ve azmi dışında hiçbir şey meydana gelemez.
Cenab-ı Hak dış görünüşlere bakmaz. Küçük önemsiz denilip ihmal edilmemiş, her şeye gereğince değer verilip, zikredilmiştir. "Allah sivrisineği ve onun üstününü misal olarak vermekten çekinmez." (2: 26). Allah katında, onlar O'nun yarattığı nizâm içinde yer alan, kâinatın muazzam yapısının birer parçasıdır.
O'nun Bilgisi ve İradesi olmadan bir zerre dahi meydana gelemez. Allah'ın yarattığı bu nizam ve disiplin, İslâmî ilimlerin metodunu oluşturmuştur. En önemsiz görünen şeyler dahi, tüm gelişme ve büyüme evreleriyle dikkate alınır. Bu da, insan zihninin daima uyanık olmasına ve mübağalaya, yalan ve safsataya kapılmamasına da yardım eder.
Bu maddî dünya başka bir maksada daha hizmet eder. Bir yandan Allah'ın Kudretine, Hikmetine, her şeye Hâkim olduğuna işaret ederken, öte yandan yaratılış büyüme ve gelişme hadiselerini açıklamaktadır. Bunda maksat, insanın müşahade etme, anlama hislerine hitap ederek, insan yararına ilmî araştırmalarda bulunmasını sağlamaktır. Kur1 an-ı Kerİm'de Allah'ın yaratış nizamı belirtilerek şöyle buyurulmaktadır, "Yerde olanların hepsini sizin için yaratan O'dur. Sonra, göğe doğru yönelerek yedi gök olarak onları düzenlemiştir. O her şeyi bilir." (2: 29). Yunus Suresi'nde ise şöyle denilmektedir: "Güneşi ışıklı ve ayı nurlu yapan, yılların sayısını ye hesabı bilmeniz için aya konak yerleri düzenleyen O'dur. Allah bunları ancak gerçeğe göre yaratmıştır; bilen millete ayetleri uzun uzadıya açıklıyor." (10: 5). Teğabün Suresi'nde ise şunları okumaktayız: "Gökleri ve yeri gerektiği gibi yaratmıştır. Size şekil vermiş ve şeklinizi güzel yapmıştır. Dönüş O'nadır." (64: 3).
Bu ayette fikirlerin, hadiselerin ve bütün maddî şeylerin Allah'a döneceği açıklanmaktadır. Her şey O'ndan gelmiştir ve O'na dönecektir. Böylece Kur'an-ı Kerim, Cenab-ı Hakk'in ihtişamını maddî dünyayı mükemmel bir şekilde anlatarak ortaya koymaktadır. Böylece insana kâinatın maddî yapısı ardındaki gerçeği görerek İlerleme, büyüme ve gelişme kaydetmesinin gerekçesini öğretmektedir." İnsanın tabiattaki sırları keşfetme ve bunlardan faydalanmada Kur'an-ı Kerim'in yol göstericiliğine ihtiyacı vardır. Yaratan, insan aklına doğru yolu gösterirken, maalesef modern bilim halâ hayatın sırlarıyla şaşkın, maddî dünyanın sınırları arasında sıkışıp kalmış, ardındaki gerçekten uzak bir hâldedir. Kur'an-ı Kerim insana şunu hatırlatmaktadır: "Göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyük bir şeydir. Fakat insanların çoğu bilmezler." (40: 57) Sâffât Suresi'nde ise şöyle buyurulmaktadır:
"(Ey Muhammed)Allah'a eş koşanlara sor: Kendilerini yaratmak mı daha zordur, yoksa Bizim yarattığımız gökleri yaratmak mı? Aslında Biz kendilerini özlü ve yapışkan çamurdan yaratmışızdır. (Ey Muhammed)Evet; sen onlara şaşıyorsun, onlar da seni alaya alıyorlar." (37: 11-12).
Bu ayet-i kerimede insanın bayağı bir maddeden yaratıldığı, fakat Allah'ın rahmeti ve lütfü ile yükseldiği hatırlatılmaktadır.
Bu gerçeğin ışığında insan nasıl olur da Ha-kikat'i alaya alabilir, inanacağı yerde inkâr eder? Bilmezler mi ki, "Gökleri ve yeri yoktan var eden Allah'tır. O, bir işin olmasını dilerse, ona ancak 'Ol' der ve olur." (2: 117) İnanan bir kişi Hak yolu takip eder ve Kur'an-ı Kerim'in gösterdiklerinden ayrılmaz. Bütün hayatın Allah'ın dilemesi ile mümkün olduğuna ve O'nun dilemesi ile sonlanacağına inanır.
Alelade bir maddeye hayat vermesi de yine Allah'ın kudretinin bir eseridir. Bu, insanı Allah'ın büyüklüğünü düşünmeye ve O'nun her şeye kadir olduğunu itiraf etmeye götürmelidir. İnsanı şekilden sekile sokup, sonra onu soylu ve yüksek bir hâle getiren O'dur.
Burada bir başka anlamsız düşünceye de işaret edilerek hiçbir şeyin boş ve değersiz olmadığı, yerli yerince yaratıldığı belirtilmektedir. "Göğü, yeri ve ikisinin arasında bulunanları boşuna yaratmadık. Bunun boşuna olduğu, inkâr edenlerin sanısıdır. Vay ateşe uğrayacak inkarcıların haline!" (38: 27).
İnanan bir insan asla Allah'ı anmadan bir şeyi aklından geçirmez, Allah'ın yarattıklarının hepsinin faydalı olduğuna inanır. "Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler; 'Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen münezzehsin. Bizi ateşin azabından koru.' derler." (3: 19i).
Hiç şüphesiz, cansız bir maddenin hayat kazanarak insan haline gelmesi tabiat fenomeni içerisinde hayret verici harika bîr hadisedir. Hem ilime inanan insan, hem de dine inanan insan için bu da Yaratıcı'nın bir eseridir, çünkü küçük veya büyük her şeyi yaratan O'dur.
Kur'an-ı Kerim her şeyin görünen ve görünmeyen gerçeklerini açıklar ve inananların kafalarında hiçbir şüphe bırakmaz. Bilime inanan insan ise her şeyi Allah'ı düşünmeden çözmeye çalıştığı ve yorumladığı için, işin İçinden çıkamaz.
Bütün hayret verici ve dikkate değer yanıyla insanın yaratılışı da Allah'ın tüm yarattıklarının bir parçasıdır ve aralarında fark olmaksızın küçük, büyük, maddî manevî her şey kainatın muazzam birliği içinde yer alır. Hayvanlar, bitkiler ve İnsan dahil kâinattaki yaratılış bütün çeşitliliğiyle devam etmektedir. Çeşitlilik içinde, yaratılışlar arasında benzerlik görmekte mümkündür. Kur'an-ı Kerim'de bu hususta şöyle buyurulur: "Yerde yürüyen hayvanlar ve kanatlarıyla uçan kuşlar da ancak sizin gibi birer toplulukturlar. Kitap'ta Biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Onlar sonra Rablerine toplanacaklardır." (6: 38). Bu ayet-i kerime, her ne şekilde olursa olsun, bütün hayatın kâinatın birliğinin bir parçası olduğunu ve Hâkim-i Mutlak olan Yaratanın koyduğu kanuna göre devam ettiğini apaçık ortaya koymaktadır. {67: 1-3). Yaratılış ahirette de devam edecektir. "Kupkuru gördüğün yeryüzünün, Biz, ona su indirdiğimiz zaman harekete geçmesi, kabarması, Allah'ın varlığının belgelerindendir. Ona can veren Allah şüphesiz ölüleri de diriltir. Doğrusu O her şeye kadirdir." (41: 39).
İnsanı diğer varlıklardan üstün kılan ve yükselten, bilgidir. Öğrenmek, araştırmak, çalışmak ona şeref ve kıymet tacını giydirir; bunları bırakır cehalete saparsa kıymetini kaybeder. (96: 15). Bilgi insanı faziletli ve güçlü kılar, cehalet ise alçaltır. Kur'an-ı Kerim'e göre üstünlük, bilgisiyle (öğrenmeyle)dİr. İnsan bilgiyle kendini İspatlar ve bilgiyle Allah'ın varlığına deliller bulur. Yine, insanın bütün hakikati ve kâinatın gerçeğini bulması, ahlâkın ve düşünmenin değerini anlaması, tabiatın sırlarım ve onlardan nasıl faydalanabileceğini öğrenmesi ancak bilgi ve araştırma ile mümkündür.
İnsanların önceden hiç bilmediği tabiatın sırlarını ve harikalarını öğretmek Rasulullah @'m insanlık kültür ve medeniyetine en büyük hediyesidir. Bu bilgi ile insan hem güç, hem de fazilet sahibi olmuştur.
Maddî dünyadan faydalanarak güç kazanan insan, manevî yönünü de tanıyarak fazilet sahibi olur. Diğer bir deyişle, mâna ve maddenin bir bütün olduğu inancı ile hem nefsine, hem de maddeye hâkim olur. Nefsine hâkim olması ruhunun arınmasına sebep olurken, madde üzerindeki hâkimiyeti onun tabiat güçlerini kontrolü altında tutmasını sağlar. Malesef, Batı kültürü tabiat güçlerine nasıl hâkim olacağını öğrenirken madde Ötesinde-kini tanımamıştır. Ne yazık onlara ki, Allah1 in mülkünden faydalanmak için gerekli güçlere sahip olmuşlardır; fakat mülkün sahibinin hâkimiyetini tanımamaktadırlar.
Allah'ın yarattıklarından faydalanmakta ama, üzerlerine düşen vazifeyi yapmamaktadırlar! Fakat Yaratan'a karşı bu küstahlıklarını ne kadar sürdürebileceklerdir! "İnsanı nutfeden yaratmıştır. Öyleyken o nasıl da açıkça karşı koymaktadır." (16: 4). Allah'ın bu önemsiz yaratığı şimdi Rabbine karşı gel-melte, kendi yanlış iddialarını öne sürmektedir. Oysa aciz olarak yaratılan sonra büyütülen bu insan, Yaratıcısına isyandan vazgeçmeli ve Rabbini tanımalıdır. "Onlar, Yaratan olmaksızın mı yaratıldılar yoksa yaratanlar kendileri midir? Yoksa gökleri ve yeri kendileri mi yarattılar? Hayır, Allah'a kesin olarak" inanmıyorlar." (52: 35-36) Kur'an-ı Kerim, reddedilmesi imkânsız, güçlü deliller ortaya koyarak inanmayanların, eğer söyledikleri doğru ise, tüm yaratılış hadisesini ve hayatın gayesini açıklamalarını teklif etmektedir. Bunu öğrenmenin en iyi yolu, madde perdesini aralayarak, kâinatın Yaratıcısını ve O'nun vahyettiklerini anlamaya çalışmaktır; çünkü O'nsuz hiçbir şey mümkün değildir. İlim sahibi insanın vazifesi artık düşünmek, çalışmak ve hayatın gerçeklerini araştırarak Allah'ın yarattığı harikaların tabiatını ve şekillerini anlamaktır. "Musa: 'Rabbimiz, her seve avrı bir özellik veren, sonra doeru yola eriştirendir.' dedi." (20: 5jO).
Yetiştirdiği insan tipi ve mesajının ruhunun meydana getirdiği kültürel yapıya bakarak, Rasulullah @'m bir peygamber ve bir insan olarak ne büyük bir şahsiyet olduğunu anlamak mümkündür. İnsanı safsatalardan, bâtıl inançlardan kurtarmış, ona kâinatın müşahhas gerçeklerini öğretmiştir. Bu alışılmadık yönüyle Peygamber @'ın mesajı İslâm kültürünün özünü oluşturmuş ve modern kültürün çoğu sahalarında temelini atmıştır. Eski Yunan'ın statik felfesesine karşı çıkan bu düşünüş yüzünden, kendini, matematik, tıp, fizik, astronomi, vs. dahil her alanda göstermiştir. İslâm, spekülatif Yunan felsefesine karşı tenkidî müşahade anlayışını geliştirmiş ve bununla bilgi alanında devrime yol açan daha emin bir metot meydana getirmiştir. İslâm kültürünün özü, insanın kendi nefsinde, tabiatta (Afak) ve tarihteki gerçekleri müşahade ederek bilgi edinebileceğidir.
Görünen âlemin ardındaki perdeyi aralayarak İnsana madde ötesi gerçekleri bildiren yine insan zihninin gücüdür. Kur'an-ı Kerimde bu hususta şöyle buyurulmaktadır: "Ey cin ve insan toplulukları! Yerin ve göklerin çevresini aşıp, geçmeye gücünüz yetiyorsa geçin! Ama Allah'ın verdiği bir güç olmaksızın geçemezsiniz ki!" (55: 33). Bu ayet-i kerime insana meydan okumakta ve maddî sınırları aşmasının, ancak, Allah'ın inayeti ile mümkün olabileceğini belirtmektedir. İnsanın hedefinin ay ve yıldızlarla sınırlı olmamasını, kâinat içinde Allah'a yakınlaşmasını buyurmaktadır. "O, senden, sen de O-ndan hoşnut olarak Rabbine dön! Ey can! İyi kullarımın arasına gir. Cennetime gir." (89: 28-30). Bu yol uzun ve çetin olabilir, fakat kararlı bir şekilde mücadele edenlerin ulaştığı yere varacağı kesindir. (Allame M.îk-bâl, The Reconstruction of Reliğious îhoughts in islam, sh. 124-151).
Bu yüzden İslâm kültürü tarihinde İnsanın gayesinin ebedî hayatı kazanmak olduğunu görürüz. Tüm uğraşısı, mücadelesi Rabbine ulaşmak içindir (2: 156). Böyle yüksek bir gayeye sahip olan bu kültürde zaman ve mekân problemi bir hayat ve ölüm problemi haline gelmektedir. İslâm'ın bu anlayışı Eski Yunan'ın statik görüşüne karşı kâinatın devamlı hareket içinde, genişleyen, değişen bir yapısı olduğunu ortaya koymaktadır. Kâinatın sürekliliği, büyümesi içinde insana dinamik bir rol vermektedir. İslâm düşüncesi bütün hatları ile kâinatın dinamik yapısına işaret eder. Tarihî perspektiften, Kur'an-ı Kerim dinamik bir yaklaşım ile zamanın ve hayatın tabiatı hakkındaki temel fikirler üzerinde gerçekçi bir bakış ortaya koyar. Bunlar Kur'an öğretisinin verdiği iki temel düşüncedir. (Allame M. İkbal, a.g.e.)
Şüphe yok ki Rasulullah @'dan çok önce hı-ristiyanlık tüm insanlığın tek bir vücut olduğu mesajını vermişti. Fakat, hıristiyan Avrupa, insanların eşit olduğu fikrini tam olarak kavrayıp benimsememiştir. Bu anlayışın hakikatim kesin olarak ortaya koyan, Mu-hammed @'dır, İnsanların tek vücut oluşu felsefî bir düşünüş, bir hayal değil, yaşayan, yaşanılan bir gerçektir. Bu gerçeğe Kur'an-ı Kerim'deşöyle değinilmektedir: "Ey insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle, bir dişiden yarattık. Sizi kavimler ve kabileler haline koyduk ki, birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz Allah katında en değerliniz. O'na karşı gelmekten en çok sakınanızdır. Allah bilendir, haberdardır." (49: 13). Aynı hakikat Mekke'nin fethi sırasında Rasulullah @ tarafından da belirtilmiştir. "Sizi kötülükten ve cehaletin kibrinden çekip çıkaran Allah'a hamdolsun. Ey insanlar! Bütün insanlık yalnız iki gruba ayrılır: Birisi Allah katında şeref sahibi, iyi amel işleyenler; diğeri ise nefs-lerine düşkün, kötü amel sahipleri ki, Allah katında hiçbir değerleri yoktur; yoksa bütün insanlar Adem'in çocuklarıdır, Adem ise topraktan yaratılmıştır."
Yine, Veda Hacc'ında verdiği hutbede Rasulullah @ şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar dikkatli olun! Rabbiniz olmayana, Arap olmayanın Arap'a, beyazın siyaha, siyahın beyaza takvadan başka bir üstünlüğü yoktur. Allah katında en şerefliniz, en doğruolanınızdınSöy leyin Allah'ın mesajım size ulaştırdım mı?" Herkes tek ses halinde: "Evet, Ey Allah'ın Rasulü," dediler. "Öyleyse burda bulunanlar, bulunmayanlara sözlerimi iletsin." buyurdu. Bir rivayete göre şöyle buyurmuştur: "Hepiniz Adem1 in çocuklarısınız. Adem ise topraktan yaratılmıştır. Ey insanlar! Atalarınızla övünmeyi bırakın, aksi halde Allah katında en düşük bir böcek kadar bile değeriniz olmaz. (Monem Khallaf, Islamic Materialism and its Dimensions, sh. 88-109). Bu hayat anlayışı insanlığın birliğini ve eşitliğini yerleştirmiş ve sürekli kılmıştır.(Muhammed İkbâl, a.g.e.)
Ortaya konulan ikinci bir gerçek, hayatın, zamana bağlı olarak, sürekli oluşudur. Bu anlayış İslâm kültüründe esaslı bir Öneme sahiptir. Zaman içinde yaratılışın önceden planlanıp bitmediği ve sürekli olduğu düşüncesine yeni bir yön vermiş ve dinamik bir güç eklemiştir. Bu da insan kültürünün büyüme, gelişme ve ilerlemesine yeni boyutlar getirmiştir. Bunun anlamı şudur; kültürel yönüyle İslâm Eski Yunan'in statik dünya görüşünü ortadan kaldırmış, kâinata yeni, dinamik bir bakış getirmiştir. İnsanlarda, kan bağına dayanmayan, bir birlik anlayışı ortaya koymuştur. İnsanların birliğini sağlamada psikolojik temelin önemini ve gereğini vurgulamış, tüm insanların aynı ruh kökünü taşıdıklarını belirtmiştir. Böyle bir anlayış hiçbir dış zorlamaya gerek kalmaksızın insanlar arasında sağlam bir sadakat ve kardeşliğin oluşmasını sağlar.
Hıristiyanlık pratik hayata böyle bir anlayış getirememişti ve dünya, insanlığı birleştirecek, aynı zamanda yaratıcı bir esas ve ses getirecek bir kültürün gelmesini bekliyordu. (Allame M. İkbâl, The Reconstruction of Religious Thoughts in islam, sh. 124-151).
Yeni kültür; dünyanın birliğini, Muhammed @'ın sade ve anlaşılır bir şekilde açıkladığı tevhid inancında bulmuştur. Bu inanç İslâm dininin temelini oluşturur. İnsanların düşüncelerine ve pratiklerine hayat verir. İslâm'da bütün ibadet ve taat hiçbir maddî varlığa değil, Allah içindir. 'Allah bütün hayatın Mutlak Sahibi ve Yaratıcısı olduğu için Allah'a itaat etmek, insanın (yaratılışının gereğini yerine getirmesi) kendi ideal tabiatına itaat etmesi demektir. Böyle bir realite anlayışı esasına dayanan bir toplum, değişim içinde sürekliliğini korumalıdır." (M. ikbâl,The Re-consturction of Religous Thoughts in Is -lam^h.l50).Diğer bir deyişle, içtimaî hayatı prensipleriyle düzenlerken, devamlı, "tabiatı gereği değişim içinde olan şeyleri engellememeli." Kur'an-ı Kerim tabiattaki çeşitliliği ve değişimi Allah'ın en büyük "ayetleri" olarak belirtmektedir.
Değişim fenomeni içinde yeteneklerini en iyi şekilde kullanarak en faydalı ve kullanışlı olanı bulup, onu İslâm'ın ölümsüz prensiz-lerine uygun hâle getirmek insanın vazifesidir ve bu halde insan daima Allah'ın yardımını yanında>bulacaktır."Ama Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette yollarımıza eriştireceğiz. Allah şüphesiz iyi davrananlarla beraberdir!' (29: 69). İnsanlığın ilerlemesi için toplumun bozulmuş ve eskimiş yanları, bilen insanlar tarafından devamlı yenilenmesi gereklidir. Böylece insana yeni bir ruh verilerek yeni bilgiler edinmesi ve sistemini geliştirmesi sağlanır. İnsanlığı etkileyen İslâm kültürünün ardındaki hayat anlayışı işte budur.
Özetlersek, Dr. İkbaPin deyişiyle İslâm kültürü yaratıcı anlayışları olarak üç temel gerçeğe açık olarak işaret etmektedir. Birincisi, İnsanlığın birliği, hepsinin aynı baba ve anadan, Adem ile Havva'dan geldiği; ikincisi insanlığı maddî ve manevî kaynaştıracak olan bir Allah inancı; bu iki anlayış insanlığın birleşmesine yardım eder, insanlık kültürünün gelişmesi, zenginleşmesi için bir ses, yaratıcı bir esas ortaya koyar; üçüncüsü kâinattaki müşahhas gerçekler —dış dünyadaki değişim ve çeşitlilik, tarihî olaylar ve İnsanın nefsi— Bu üç bilgi kaynağı kültüre yeni boyutlar getirerek İslâm kültürüne dinamik ve yaratıcı bir canlılık, güçlülük sağlarken, insanın ölümsüz prensipleri de bu kültürün büyüme ve gelişmesinin kalesini meydana getirmektedir. (Allame M. İkbâl, a.g.e.)
Tevhid inancı, kâinatın bütün bir yapıya sahip olduğu gerçeğini de ortaya koymaktadır. Bütün kâinatın yaratıcısı, bir olan Allah'tır. Ve kâinatta O'nun kanunu geçerlidir. Diğer bir deyişle, kâinatı, insan hayatının dünyadaki ve ahiretteki durumunu konu edinen bilim, bir bütündür.
Bilim ve din kâinatın birer parçalarıdır ve birbirlerinden ayrı tutulamazlar. Kur'an-ı Kerim, insanın mücadelesine bu perspektiften bakmakta (2: 201), bilim ve din arasında fark ve ayrılık olmadığını hiçbir şüpheye meydan vermeyecek şekilde ortaya koymaktadır. Çünkü ikisi de tenkidî analize sahiptir. İslâm, ilmî düşünmeyi araştırma yapmayı teşvik eder. Bilimin kendisi için en büyük delil olduğunu kabul ederek, müslümanların bilgilerini arttırmalarını, âlimlere saygı duymalarını emreder.
Rasulullah @'a inen ilk vahiy, bilimin kapısını aralamış ve Allah'ı tanımayı öğretmiştir^ Bilim ve din arasında hiçbir çatışma yoktur. İslâm'da bilim ve din birbirlerini tamamlayan iki unsurdur. Cenab-ı Hak bütün sebeplerin Sebeb'idir. İnsan, O'nun yarattıklarının hakikatini ne kadar çok kavrarsa, Rabbine o kadar çok yakınlaşır. İlim insanın bu yakınlaşmasına yardım eder.
Kur'an-ı Kerim en iyi ve en ikna edici bir şekilde hayatın açıklamasını, ilmî olarak yapar ve insan aklını tabiat fenomenini müşahade etmeye ve çalışmaya, bu gerçekleri anlamaya çağırır. Şimdi kâinat ve kozmik bilim, Kur'an'jn hakikatine en sağlam delili vermektedir. "Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onda Kitab'm temeli olan kesin anlamlı ayetler vardır, diğerleri de çeşitli anlamlıdırlar.
Kalplerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onların çeşitli anlamlarına uyarlar. Oysa, onların yorumunu ancak Allah bilir. İlim'de derinleşmiş olanlar: 'Ona inandık, hepsi Rab-bimiz'in kalındandır! derler. Bunu ancak akıl sahipleri düşünebilir." (3: 7).
Bilen bir insan hem muhkem, hem de müte-şabih ayetlere olduğu gibi inanır. Muhkem ayetler açıktır ve İslâm prensiplerinin esasını kesin hatlarıyla ortaya koyar. Müteşabih ayetler ise mecazî mânaya sahiptirler. Her ikisi de Allah kelamıdır. Buradan, İslâm'ın önemli bir anlayışını daha çıkarmaktayız, o da İslâm'ın maddî ve manevî olanlar arasında fark gözetmemesidir. İslâm, maddenin (müşahhas olanın) Önemli ve değerli olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü Allah'ın yarattıklarının ne kadar mükemmel olduğunu kâinattaki hadiseleri müşahade ederek ve araştırarak anlayabiliriz. İslâm'da madde görüşü de Allah inancına bağlıdır. İnsan gerçek huzura Allah'ı anmakla kavuşur (13: 28) ve inkârın oluşturduğu büyük boşluk ve huzursuzluktan kurtulur.
Allah ilk büyük entellektüel (zihnî) gerçektir ve bu gerçeğe inananlar kâinatın yaratılışı ve kâinat ile ilgili şüphe ve sorularına kolayca cevap bulurlar.
Kur'an-ı Kerim, müminlerin faydalanması için, Allah'ın herşey üzerindeki gücünü ve yarattıklarının ihtişamını anlatır. İnsanı dünyadan faydalanmaya ve kâinatı müşahade ederek, Allah'ı tanımaya davet eder. "Yukarıdan size su indiren O'dur. Ondan içersiniz; hayvanları otlattığınız bitkiler de onunla biter. Allah onunla size ekinler, zeytin ve hurma ağaçlan, üzümler ve her türlü ürünü yetiştirir. Düşünen kimseler için bunda ders vardır" (16: 10-11). Sonra insana, bu maddî vasıtaların faydalanılmak için yaratıldığı, onlardan faydalanılması söylenmektedir. "Geceyi gündüzü, güneşi ayı sizin istifadenize vermiştir. Yıldızlar da O'nun buyruğuna boyun eğmiştir. Bunlarda akleden kimseler için dersler vardır... Taze et yemeniz, takındığınız süsleri edinmeniz ve Allah'ın bol nimetinden faydalanmanız için denize —ki gemilerin onu yara yara gittiğini görürsün— boyun eğdiren de O'dur. Artık belki şükredersiniz... Yeryüzünde, sarsılmayasınız diye sabit dağlar, nehirler ve belki yolunuzu bulursunuz diye yollar ve işaretler meydana getirmiştir. Onlar yıldızlarla da yollarını bulurlar." (16: 12, 14-16).
Güneşte, ayda, gündüz ve gecedeki Allah'ın ayetlerini işaret ettikten sonra Kur'an-ı Kerim tabiattaki renklerin çeşitliliğine ve değişik şekillerine dikkat çeker. "Allah'ın gökten su indirdiğini görmez misin? Biz onunla türlü türlü renkte ürünler yetiştirmiş; dağlarda da, beyaz, kırmızı, siyah ve türlü renkte yollar varetmişizdir. İnsanlar, yerde yürüyenler ve davarlar da böyle türlü türlü renkte-dirler. Allah'ın kulları arasında O'ndan korkan, ancak bilginlerdir. Doğrusu Allah güçlüdür, bağışlayandır." (35: 27-28). Yine insanın dikkati bitkilerin yetişmesİndeki tabiat fenomenine çekilerek şöyle buyurulmakta-dır: "Allah'ın gökten bir su indirip, onu yerdeki kaynaklara yerleştiren, sonra onunla çeşitli renklerde' ekinler yetiştiren olduğunu görmez misin? Sonra onları kurutur —ki sende onları sapsarı görürsün— sonra da çer-çöpe çevirir. Şüphesiz bunlarda, akıl sahipleri için Öğüt vardır." (39: 21). Böylece Kur'an-ı Kerim İnsanı, kâinatın müşahhas gerçeklerini müşahade etmeye, çalışmaya ve yeni bilgiler edinerek faydalanmaya, teşvik etmektedir.
Kâinatın büyüklüğü ve genişliği ile bir bütünlük, düzen ve birlik içinde olduğu gerçeği de işaret edilmektedir. Onda ne bir çelişki ve de bir çatışma vardır. "Gökleri yedi kat üzerine yaratan, O'dur. Rahman'ın bu yaratmasında bir düzensizlik bulamazsın. Gözünü bir çevir bak, bir çatlak görebilir misin? Bir aksaklık bulm'ak için gözünü tekrar tekrar çevir bak; ama göz aradığını bulamayıp bitkin ve yorgun düşer." (67: 3-4). Kâinattaki uyum, kararlılık ve süreklilik mükemmeldir; çünkü her şey ölçülü ve uygun yaratılmıştır. Bütün kâinat ve her şey bir gerçeği —Tevhidi— işaret eder. Bir mümin, Allanın yaratılışındaki harika ve mucizevî hadiseleri görmekten büyük haz duyar. Çünkü onun inancı bilgiye ve ilme dayanmaktadır.
Bilen insanla, bilmeyen arasında büyük bir fark vardır (39: 9). İnanan bir kiş Allah'ın, kâinatın hâkimi olduğunu görür ve anlar; bir materyalist ise kâinatın maddî-yapısında takılır kalır. Göklerin ve yerin dış görünüşlerinin ötesini göremez, onları sonsuz ve devamlı olarak kabul eder. Öte yandan âlim bir insan, ebedî olanın ancak kâinatın Yaratıcısına ait olduğunu bilir. "O, her şeyden öncedir; kendisinden sonraya hiçbir şeyin kalmayacağı sondur; varlığı.aşikârdır; gerçek mahiyeti insan için gizlidir. O her şeyi bilir." (57: 3). Böylece, Kur'an-ı Kerim bu dünyanın fani; ebedî olanınsa yalnız Yaratıcı olduğunu açıklayarak, kâinattaki evvel ve ahir hakikatin Allah olduğunu vurgulamaktadır.
Bu şekilde, Kur'an-ı Kerim insanı kâinatın bütüncül yapısını müşahade etmeye çağırmakta bazı ipuçları vererek, insan aklını, tabiatın fizikî fenomeni üzerinde derin bir şekilde düşünmeye teşvik etmekte, dünyevî ve uhrevî bilimlerden faydalanmaya davet etmektedir (55: 33). Kur'an-ı Kerim, bilgisiyle insanın bütün yaratıkların en üstünü olduğunu belirtir (2: 30). Fakat Allah'ın ayetlerini görmeyen, düşünmeyen ve O'nu inkâr edenler kör olarak tanımlanmaktadır. "Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, orada olanları akledecek kalpleri, işitecek kulakları olsun. Ama yalnız gözler kör olmaz, fakat göğüslerde olan kalpler de körlesin" (22: 46). Aslında "İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da sapıktırlar; çünkü ne işitirler, ne de görürler." (7: 179). Böyle olunca, görenle görmeyen (35: 19, 13-16), inananla kötülük işleyen nasıl eşit olur? (40: 58). Gören ve Allah1 in ayetlerini düşünenler emeklerinin karşılığını alacaklar, diğerleri ise hüsrana uğrayacaklardır (6: 104).
Tarih, tabiattaki fizikî yapının gerçeğini kavramaktan ve anlamaktan uzak, hayatın müşahhas yapısının ötesine geçememiş ve dış görünüşe takılıp kalmış insanların örnekleriyle doludur (30: 7). Böyleleri aradıklarını bulmuş, fakat her iki dünyanın da nimetlerinden mahrum kalmışlardır (2: 200). Kur'an-ı Kerim'in diğer bir mucizevî yönü, açık ve anlaşılır olmasıdır. Her yaştaki düşünen insanı, âlimi olduğu kadar, sokaktaki insanı da tatmin etmektedir. Her ikisi de Kur'an-ı Kerim'i anlar. Sıradan bir kişi, Kur'an-ı Kerim'deki gerçekleri görür, işitir ve hem bu dünya, hem de ahiret ile ilgili her şeye inanır. Keza, büyük düşünürler de müşahede ederek ve akıl yürüterek aynı sonuca varırlar; aslında bir resmin görünmeyen yanını zihinleriyle tamamlarlar. Madde ve madde ötesini tam olarak anlar ve "üç zihnî melekenin —düşünmek, tasdik etmek, inanmak—' bir araya geldiği dinin bilim, bilimin de din olduğu fikrini desteklerler.
Kur'an-ı Kerim'in bu metodolojisinin büyük bir avantajı, müslüma'n düşünürlerin zihnî veya psikolojik olarak Kur'an-ı Kerim'in ha-kikatları üzerinde fikir yürütmeye peşin hükümlü veya reddedici bir şekilde yaklaşmamalarıdır. Batı, Kur'an-ı Kerim'in bu metodolojisini almış, fakat İslâm'ı bir bütün olarak tanımadığı için, ötesinde ne olduğunu bilmeden, hatta farkına bile varmadan, materyalizmin kucağına düşmüştür.
Rasulullah @'m öğretileri, insanlık tarihinde silinmez izler bırakan, dinamik kültüre sahip bir toplum meydana getirmiştir. Etkileri zaman ve mekân sınırlarını aşmış, insanlığın sosyal, ekonomik, politik, kültürel ve eğitimle İlgili hayatının bütün yönlerine nüfuz etmiştir.
İnsanlığı yüzyıllar süren bir uykudan uyandırmış, ona aydınlık bir yol göstererek ilerlemesini sağlamıştır. İnsana, kalıbını kırmasını sağlayan engin bilgi ufukları açmış, içinde araştırma ve öğrenme arzusu uyandırmıştır. İnsan kendini geliştirmede daha şuurlu ve aktif bir hâle gelmiştir.
Peygamber @ aynı zamanda insana bir gaye vermiş ve hayatını belirli bir hedefe yöneltmiştir. Bu da, insana büyük bir gayret vermiştir. Hedef, sonsuz olan Allah'ın kendisi olduğu için artık insanın aktivitesini ve ilerlemesini engelleyecek hiçbir bağ yoktur.Ve mücadelesini bırakıp duraklayacağı hiçbir yer de mevcut değildir.İlimde ve öğrenmede uğraşısı devamlı olacak, hiçbir sınır tanımayacaktır.
Bütün bunlar, Cenab-ı Hakk'm insanları doğru yola iletmesi İçin Rasulullah @'a gönderdiği İlâhî Kitap'tan kaynaklanan gerçeklerdir. Kur'an-ı Kerim bir matematik, tarih veya coğrafya kitabı değildir. O, insanları doğru yola ileten, kurtuluşu gösteren bir kitaptır. İnsan sosyal bir varlık olarak hayatın çeşitli kademelerinde yer alır. Hayatının tüm kademelerini bu kitaba göre düzenlemelidir, aksi takdirde insan varacağı yere ulaşamaz. Çünkü hayatının herhangi bir yerinde doğrudan uzaklaşması hayatını etkileyecek ve bozulmaya, kokuşmaya neden olacaktır. Bu sebeple, hayatının bütün kademelerinin Kur'an-ı Kerim'e uygun düzenlenmesi hayatî önem taşır. İnsanlık, İlâhî Kitab'ın gösterdiği yolda gitmezse, bir yerdeki bir bozukluk, yavaş yavaş tüm insanlık hayatını saracak ve kokuşma her yerde görülecektir.
Bu hususta işaret edilmesi gereken diğer bir nokta, İlâhî bir Kitap olduğu için Kur'an-ı Kerim'de, insanlarca önemsiz ve değersiz gö1 rünen, en küçük bir şey dahi, insanın bilgilenmesi ve faydalanması için, anlatılmaktan kaçınılmıştın Bu hususta birkaç örnek vermek yeterli olacaktır. Şu ayet-i kerime insana yaratılışım hatırlatmaktadır: "Sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra kan pıhtısından yaratan; sonra erginlik çağına ulaşmanız, sonra da yaşlanmanız için sizi bebek olarak dünyaya çıkaran O'dur. Kiminiz daha önce öldürülür, kiminiz de belirtilmiş bir süreye ulaşırsınız." (40: 67).
Bu ayet-i kerimenin ışığında İnsanlar biyoloji, fizyoloji, genetik gibi ilimleri geliştirmiş ve bu alanlarda araştırmaları teşvik etmişlerdir.
Keza, aşağıdaki ayet-i kerimede Cenab-ı Hakk'ın kudreti ve azameti anlatılarak, kozmoloji alanında gözlem ve araştırma yapılması teşvik edilmiş, böylelikle astronomi, astroloji, coğrafya, fizik, matematik gibi ilimlerin geliştirilmesi ve insan yararına kullanılması sağlanmıştır. "Güneşi ışıklı ve ayı nurlu yapan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için, aya konak yerleri düzenleyen O-dur. Allah bunları ancak gerçeğe göre yaratmıştır; bilen millete ayetleri uzun uzadıya açıklıyor. Gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, Allah'ın göklerde ve yerde yarattıklarında, O'na karşı gelmekten sakınan kimseler için alâmetler vardır," (10: 5-6) Fâ-tır Suresi'nde ise şöyle buyurulmaktadır: "Allah'ın gökten su indirdiğini görmezmi-sin? Biz onunla türlü türlü renkte ürünler yetiştirmiş, dağlarda da beyaz, kırmızı, siyah ve türlü renkte yollar varetmişizdİr. İnsanlar, yerde yürüyenler ve davarlar da böyle türlü türlü renktedirler. Allah'ın kulları arasında O'ndan korkan, ancak bilginlerdir. Doğrusu Allah güçlüdür, bağışlayandır." (35: 27-28). Bu ayet-İ kerimeler coğrafya, ekonomi, jeoloji, meteoroloji, botanik, kozmoloji, mineraloji, tarım, zooloji, bahçıvanlık gibi alanlarda çalışmayı ve araştırma yapmayı teşvik etmektedir.
Bunlar, Kur'an-ı Kerİm'in insanı ilimle uğraşıp, ondan faydalanmaya nasıl teşvik ettiğini ve insan kültürünün sağlıklı bir şekilde gelişmesini sağladığını gösteren örneklerden bazılarıdır. Hiç şüphe yok ki, Rasulullah @'m öğretisi insan çalışmalarına ve kültürüne büyük bir tesir yapmıştır. Daha önce de anlattığımız gibi, din ve bilim arasında hiçbir çatışma bulunmadığı açıkça ortaya konmuştur. "Bilim, tabiat güçlerinden insanın faydalanması için çeşitli yollar bulmaya çalışırken, dîn bu güçlerden kâinatın Yaratıcı-sı'nı tanımaya yarayacak bilgiler edinmeyi ve Cenab-ı Hakk'a daha mutmain, huzur içinde ibadet etmeyi arzu eder." {Profesör Mu-hammed Kutub, Mekke Eğitim Konferansın-daki —1977— Risale'den)
İnsanın kâinatla ilgili her şeyi öğrenmek ve kâinatın kaynaklarından faydalanmak istemesi gayet tabiîdir. Ve insanın bilgi edinmeye duyduğu doymak bilmez arzu, ona göklerin ve yerin tabiî kaynaklarından faydalanmasını sağlar. Bu alanda insanın daha da ileri gitmesi için, Allah, ilk insan olan Hz. Adem'e her şeyin tabiatını öğretmiştir. Bu yüzden emin bir insanın içinde bu iki fıtrî eğilim arasında hiçbir çelişki veya çatışma yoktur. Çünkü din Cenab-ı Hakk'ın rızasına nasıl ulaşacağını, nasıl ibadet edeceğini öğretirken, bilim insanın kâinattan bilgi edinmesini ve Allah'ın ayetlerini müşahade etmesini sağlar.
Çağdaş Avrupa bilim adamlarının din ve bilimi birbirinden ayırarak aralarında çatışma meydana getirmeye yönelik tutumu, Orta-çağ'daki bilim ve Kilise arasındaki mücadelenin bir sonucudur ve agnostisizmden (bilinemezcilik) daha iyi bir şey değildir.
İslâm'da bilim ve din ayrılmaz bir bütündür. Bunları ayırmak İslâm'ın prensiplerine terstir.
Allah'a ve O'nun kanununa olan bu inanç insan tarihinin akışını değiştiren bir topluluk yaratmıştır. Kur'an-ı Kerim'de bu topluluktan şöyle bahsedilmektedir: "Siz insan-lar'için ortaya çıkarılan, doğruluğu emreder, fenalıktan alıkoyan, Allah'a inanan hayırlı bir ümmetsiniz." (3: 110). İslâm insanların değer yargılarını ve düşünce yapılarını değiştirmiş, onlara yepyeni bir yön ve hedef göstermiştir. İslâm, ilmî ve maddî gelişmenin dinden ayrı tutulmasına izin vermediği için, bu değişimi insan hayatının her sahasında görmek mümkün olmuştur. İnceleme, araştırma iie ilmî buluşlar teşvik edilmiş, bunların yeryüzünde iyiliğin ve faziletin yayılmasına yardım etmesi sağlanmıştır. İslâm, insan kültür ve medeniyetinin büyümesi ve gelişmesi için bütün ilimleri ve ilmî buluşları kullanır. İnsanlığa hizmet eden bütün yeni teknolojiyi kabul eder. Fakat sonu ahlâksızlık, kötülük, günahkârlık olan bütün yolların karşısındadır.
Rasulullah @, evrensel kardeşliğe çağırarak, insanın dış âleme bakışını genişletmiştir. İnsanlar aynı atadan, Hz. Adem'den geldikleri ve bir oldukları gibi, psikolojik olarak da inançta bir olmalı, Allah'ın birliğine inanmalıdır. Bu, insan idealini renk ve ırk sınırlarının çok çok üstüne çıkarmış, ona beynelmilel kardeşlik anlayışını vermiştir. Böylece, bilimdeki başarılar tüm insanlığın ortak malı olmuştur. Dünyanın herhangi bir yerindeki kullanışlı ve faydalı bir şey terkedilemez. İnsanlığın bir bütün olduğu anlayışı hayatın her kademesine nüfuz etmiş, milletler arasında hür ve eşit ilişkiler meydana getirerek, insanlığa gerçek mutluluğu tattırmıştır; Sonuç olarak, bütün insanlık bilimlerdeki gelişmeden büyük ölçüde faydalanmış, insan kültür ve medeniyetinde ileri noktalara varılmıştır.
Bunun yanısıra, insanın maddî ve manevî yanlarının bir bütün olarak görülmesi, insan kültürünün büyümesine büyük katkılarda bulunmuştur; çünkü, bu iki faktör hayatta uygun yerlerini almazsa insanlık daha yüksek bir seviyeye ulaşamaz. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, İslâm, insanın maddî ve manevî istekleri arasında ayırım tanımaz. Allah'ın yarattığı doğrultuda serbest ve uyum içinde ikisinin de büyümesine, gelişmesine zemin hazırlar. Bu yüzdendir ki, bilimdeki buluşların ve bilginin artmasıyla, insan kültür ve uygarlığı hızlı bir gelişme kaydetmiştir. İnsanın tabiî yapısı insan kültürünü geliştirmeye ve ona yeni ufuklar açma şansına sahiptir. Kur'an-ı Kerim'de insanın bu yönü şu sözlerle özetlenmektedir: "İnsanların hangisinin daha iyi iş işlediğini ortaya koyalım diye, yeryüzünde olan şeyleri yeryüzünün süsü yaptık!' (18: 7). Mülk Suresi'nde ise şöyle buyurulmaktadır, "Hanginizin daha iyi iş işlediğini belirtmek için ölümü ve dirimi yaratan O'dur. O güçlüdür, bağışlayandır!' (67: 2).
Hz.' Peygamber @, ashabının hayatına yeni boyutlar kazandırmış, onlar da her alanda tüm dünya uluslarının kültür ve medeniyetlerini etkilemişlerdir. Allah'ın, yerin ve göğün derinliklerindeki, sınırsız, gizli hazinelerini arayıp bulmak için ilmin dayanacağı sağlam temelleri ortaya koymuşlardır.
İslâm bilgiye büyük önem verir ve onu insanın gelişmesinin esası, kültür ve medeniyetin büyümesinin anahtarı olarak görür. İlk gelen vahyin öğrenme ile ilgili olması, bu gerçeğin apaçık bir deIilidir:"(Ey Muhammed) Yaratan, insanı pıhtılaşmış kandan yaratan Rabbinin adıyla oku! Oku! Kalemle yazmayı öğreten, insana bilmediğini bildiren Rab-bin, en büyük kerem sahibidir." (96: 1-5). Bu ayet, değersiz düşük bir maddeden yaratılan insanın, yükselerek meleklerden dahi üstün olabileceğini, bunun da ancak araştırma, öğrenme ve bilgi sahibi olmayla mümkün olduğunu açıkça göstermektedir. Bu bilgiden herkesin istifade edebilmesi ve yaygınlaşması, nesilden nesile kültürel mirasın korunması İçin, insanın yazıyı da kullanması gereklidir. Rahman Suresi'nde şöyle buyurulmaktadır: "Rahman olan Allah, Kur'an'ı öğretti. İnsanı yarattı, ona konuşmayı öğretti." (55: 2-4)
Daha önce meleklerin reddettiği insan, yeryüzünde halife kılınmış, bilgi zenginliği ile teçhiz edilmiştir. "Ve Adem'e bütün isimleri öğretti, sonra eşyayı meleklere gösterdi. 'Eğer sözünüzde samimi iseniz bunların isimlerini bana söyleyin* dedi. Cevap verdiler: 'Sen münezzehsin, öğrettiğinden başka bizim bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen hem bilensin, hem Hâkim'sin. Allah, 'Ey Adem, onlara İsimlerini söyle' dedi." (2: 31-33).
İnsan hayatının her safhasında bilgi gereklidir. İnsanın önce kendini bilmesi gerekir; çünkü kendini bilmeden hiçbir şeyi bilemez. Gerçek şu ki, kişinin kendini bilmesi, Allah'ı da bilmesini sağlar: "O'nun hak olduğu meydana çıkıncaya kadar varlığımızın belgelerini onlara hem dış dünyada ve hem de kendi içlerinde göstereceğiz." (41: 53).
Peygamber @, "Nefsini bilen, Rabbini bilir." buyurmuştur. Bu bilgi şüphesiz insanın yalnız maddî ihtiyaçlarını karşılamakla kalmaz, onun birçok problemini de içine alır. İnsanın kendisi nedir ve nereden gelmiştir? Nereye gitmektedir? Bu dünyada ne amaçla bulunmaktadır? Gerçek mutluluk nedir?
"İslâm'ın Özüne göre, her insanın İdeali olan mutluluk, Allah'ı bilmekle doğrudan ilgilidir. Bir başbakanın veya bir hükümdarın güvenini kazanmak kişiye hoş gelebilir, fakat devletin sırlarından haberdar edecek kadar kim ona yakın olabilir!" (Dr. Ahmed A. Galvaş, The Religion of islam, Cilt II, s. 208-220). Allah'ı ve O'nun sıfatlarını bilmek elzemdir, çünkü bunlarsız kişinin inançlarının ve imanının hiçbir anlamı yoktur. Sonra, gündelik hayatında Allah'ın emirlerine göre davranmalıdır. İlâhî Kanun'a uygun olarak hayatını nasıl tanzim edecektir? İşte, Allah'ı ve sıfatlarını bilmekle insan ahlâkını, inançlarını, hareketlerini saflaştırır ve fazilet sahibi olur. Bu bilgi olmadan insan ne Allah'ı ve sıfatlarını tanıyabilir, ne de O'nun yolundan gidebilir. Yine insanın, Allah'a inanmasının ve itaat etmesinin sonucunu bilmeli, inançsızlığın ve inkârın kötü sonucu hakkında da uyanık olmalıdır. Ancak bu düşünüşün sonucunda insan kendini kurtarabilir. Cahil bir kimse ise inanmak ve inkâr etmek arasındaki farkı görmez. (A. Mevdû-di, Towards Understanding islâm, s. 20-23).
Müslümanın imanı onu her alanda bilgi sahibi olmaya zorlar. Kendi yaratılışı Allah'ı bilmesini ve tanımasını sağlar; kendi sahip olduğu hikmet ve potansiyel içinde Allah'ın sıfatlarının bir yansımasını görür. Böylece, kendisini tanıyan insan, Allah'ı ve sıfatlarını da yavaş yavaş tanımaya başlar. (Dr. Ahmet Galvaş, a.g.e.) Bu, Hz. Peygamber @'m açıkladığı ölümsüz hakikatin ispatıdır: "Allah insanı kendi suretinde yaratmıştır."
İslâm'ın bilgiye çok önem vermesinin sebebi budur. Allah, Peygamber @'a bilgi ufkunun daha da enginleşmesi için yalvarmasını buyurmuştur: " 'Rabbim ilmimi artır' de." (20: 114). Müminlere de şöyle öğütlenmek-tedir: "İnananlar toptan savaşa çıkmamalıdır. Her topluluktan bir taifenin dini iyi öğrenmek ve milletlerini geri döndüklerinde uyarmak üzere geri kalmaları gerekli olmaz mı? Ki böylece belki yanlış hareketlerden çekinirler." (9: 22). Cahillere ise şöyle buyurul-muştur: "Bilmiyorsanız kitaplılara sorun" (16: 43).
Musa @'a da, kendisine Allah tarafından bilgi verilen birinden öğrenmesi buyurulmuş-tur: "Bu arada ikisi —katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve kendisine ilim öğrettiğimiz— kullarımızdan birini buldular?' (18: 65). Sonra Allah bilgi sahiplerinin cahillere üstün olduğunu belirterek şöyle buyurur: "Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri öğüt alırlar." (39: 9). Ankebut Suresi'nde de şöyle buyu-rulmaktadır: "Biz bu misalleri insanlara veriyoruz, onları ancak bilenler anlayabilir." (29: 43).
"O haberi Peygamber'e veya kendilerinden buyruk sahibi olanlara götürselerdi, onlardan sonuç çıkarmaya kadir olanlar onu bilirdi." (4: 83). Bu ayet, bilenlere danışarak hareket etmeyi öğütlemektedir.
Bilgi sahibi olmak çok Önemli olduğu için Peygamber @ daima öğrenmeyi buyurmuş, bunun kadın-erkek bütün müslümanlara farz olduğunu belirtmiştir.
Âlimlerin, peygamberlerin varisleri olduğunu da belirterek, Allah'ın Rasulü @ şöyle buyurmuştur: "Âlimlerin mürekkebi, şehidle-rin kanından daha üstündür; bir saat Allah-ın yarattıklarının hikmetini tefekkür etmek, yetmiş yıllık ibadetten daha hayırlıdır; bir saat ilimle ve bilerek hareket etmek, bin şehid namazı kılmaktan, bin gece, yatmayıp ibadet etmekten daha hayırlıdır; ilim yolunda durmadan çalışan talebeye Allah, saadet köşklerinden yüksek bir yer verecektir; her Öğrendiği şey için mükâfatlandırılacaktır; her attağı adımın karşılığım görecektir, ilim yolunda uğraşan kimseyi cennette melekler karşılayıp selamlayacaktır, tlim sahiplerinin sohbetinde bulunmak, nafile ibadetten, yüz köle azat etmekten daha hayırlıdır; kim ilimi ve ilim sahibini üstün tutarsa Allah da onu ahi-rette üstün tutar; kim âlimleri tercih ederse, beni tanır; kim Peygamber @'ın öğrettiklerinin özünü kavramak isterse âlimlere kulak versin." (Emir Ali, The Spirit of islam, Londra, 1974, sh. 360-362).
Yine, Peygamber @, "Gün ağarmadan kalkıp ilimden bir cüz öğrenmek, yüz rekat (nafile) namazdan; dünyadan ve dünyadakiler-den daha hayırlıdır; ilim bir hazinedir ve onun anahtarı sormaktır. Öyleyse sorun. Çünkü dört kişiye mükâfat vardır: Sorana, ilim sahibine, dinleyene ve onları sevenlere; âlim bir kişinin sohbetinde bulunmak, bin rekât (nafile) namazdan daha hayırlıdır!' buyurmuştur. "Ey Allah'ın Rasulü, Kur'an okumaktan da mı hayırlıdır?" diye sorulunca, Rasulullah @: "İlim olmadan Kur'an insana ne verebilir?" buyurdu.
"Beni gönderen Allah tarafından verilen ilim ve gösterilen misaller belirli bir yere yağan yağmur gibidir. Bir damlası su olur ve otlar yeşerir, bereket, fışkırır. Diğer bir damla ile kuyular, hendekler dolar, insanlar Allah'ın rahmetinden nasiplenirler. Orada"n su içer, tarlalarını sular, ekin yetiştirirler. Sonra bir damla daha vardır ki ne içilir, ne de onunla ot yetişir. İlk damla, sahip olduğu ilimden faydalanan insana benzer; ikinci damla bilgisinden başka insanları faydalandıran kişi cibidir;üçüncüsü ise ikisinden de mahrum gibidir." Ve Peygamber @, "İyiliği öğütleyen, iyilik işleyen gibidir!' diye ilave etmiştir. (Mu-hammed Hamidullah, Introduction to islam, s. 447).
Rasulullah @ şöyle buyurmaktadır: "İlim Çin'de dahi olsa gidip alınız; kim ilimden bir cüz Öğrenir de onu insanlara Öğretirse, yetmiş sıddık sevabına nail olur; hikmetli bir söz işitip, onu hatırlayarak müslüman bir kardeşine Öğretmek ne güzel bir hediyedir; bir müslüman, müslüman bir kardeşine kendisine ulaşan doğru bir geleneği öğretmekten daha büyük bir fayda sağlayamaz; bir mümin, güzel bir öğüt işitir de onunla amel ederse, bu onun için bir senelik (nafile) ibadetten daha hayırlı olur; kendisine gıpta edilecek iki kişi vardır ki, birisi Allah'ın kendisine verdiği ilimle âmil olan, onu diğer insanlara öğreten kişidir."
Bütün İslâm âlimleri ve düşünürleri de aynı şekilde ilme ve İlim ile uğraşmaya büyük önem vermişler, her şeyden üstün tutmuşlardır. "İlim, mal-mülk sahibi olmaktan daha İyidir. İlim seni korur, mal-mülk ise adalete muhtaçtır; mal-mülk verdikçe azalır, ilim ise dağıttıkça artar." İbni Esved şöyle demektedir: "İlimden daha şerefli hiçbir şey yoktur. Hükümdarlar insanlara hükmeder, âlimler ise hükümdarlara." (M. Hamidullah, a.g.e., s- 447). İbni Mesud şöyle demektedir: "Ölüm size gelene dek ilime talip olun. Nefsin Yed-i Kudretinde olan Allah'a andolsun ki, Allah yolunda canlarını feda edenlere, âlimlerin derecesine bakıp, Allah'tan onlarla haşrolmayı dileyeceklerdir. Âlimler çağla-nn kandilleridir denilmiştir. Her biri kendi zamanına ışık vermiş, insanları aydınlatmışta?' Hasan Basri ise şöyle demiştir: "İlim ki-Şiyı hayvan mertebesinden kurtarıp, insan ya-Par." (M. Hamidullah, a.g.e., s.447). Ayetlerin ve hadislerin bu konudaki bildirdiklerini özetlersek: İlim, yolda arkadaş, yalnızlıkta dost, dinde yol gösterici, saadet ışığı, yabancıya candan bir yakın ve Cennet yolunun göstericisidir. Onunla Allah bir kavmi yükseltir, dünyaya önder yapar, iyiliğe yöneltir. Karada ve denizde her şey ona sığınır, hatta denizdeki balıklar, böcekler, ormanlardaki yaratıklar, davarlar, gökteki yıldızlar ondan yardım diler. Bilgi ile Ölü bir kalp canlanır. Karanlıkta kalmış gözlerin ışığıdır ilim. Onunla insan yüksek mertebelere ulaşır. Tefekkür, ilim yolunda çalışmak, oruç, namaz gibi birer ibadettir. Onunla Allah'a uyulur, kulluk edilir, Allah'ın Bir'liği anlaşılır. İnsanın imanı onunla kuvvet bulur.
İlim olmadan neyin meşru, neyin gayri meşru olduğu anlaşılmaz.
Kur'an-ı Kerim, göstermektedir ki, bütün peygamberlerin hedefi, insanlara neyin yanlış, neyin doğru olduğunu öğretmek, böylelikle insanların doğru yolda gitmelerini sağlamak ve yeryüzünde âdil ve dürüst bir sistem kurmak olmuştur. (57: 25). Rasulullah @ da aynı maksatla gönderilmiştir. "Kitapsız kimseler arasından kendilerine ayetlerini okuyan, onları arıtan, onlara Kitab'ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O'durT (62: 2). İnsanın iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırt etmesini şüphesiz ki bilgi sağlar. Ve mümin ancak ilmi ile Allah'ın rızasını kazanabilir. Bu yüzden Kur'an-ı Kerim'de "Bilmiyorsanız, kitaplılara sorun." buyurulmak-tadır (16: 43). Rasulullah @ da bir hadis-i şeriflerinde bir âlim, şeytana karşı bin cahil âbidden daha güçlüdür, buyurmaktadır.
İnanç, dinî ilimleri bilmeyi gerekli kılıyorsa, ibadet de dünyevî ilimleri bilmeyi gerektirir. Namaz kılarken Mekke'ye yönelir ve belirli vakitlerde namaz kılınır. Bu, coğrafya ve astronomi ilimlerinden haberdar olmakla mümkündür. Oruç tutmak için de şafağın doğması, güneşin batması gibi tabiat olaylarını bilmek gereklidir. Hacc farizasını yerine getirmek için Mekke'ye giden yolların ve vasıtaların bilinmesi gereklidir. Zekâtın verilmesi, mirasın dağıtılmasının hesaplanması için matematik bilmek gereklidir. Aynı şekilde, Kur'an-ı Kerim'i tarihî gerçeklerin ışığında, anlamak ve işaret ettiği ilimleri kavramak gerekir. Şurası bir gerçek ki, Kur'an-ı Kerim'İ mütalâa etmek İçin öncelikle onun dilini bilmek gereklidir. Kur'an-ı Kerim'İ hakkıyla anlamak için tarih, coğrafya ve diğer ilimlere sahip olmak lâzımdır^MuhammedHamidul-lah, a.e.g. s. 44).
İslam, ahlâk, ilahiyat, tarih, astronomi ve arkeolojiden, tıp, fizik, ekonomi ve psikolojiye kadar hemen bütün İlim dallarını kuşatır: "islâm'daki ibadet anlayışına hiçbir dinde rastlamak mümkün değildir. Yüce Yara-tan'ı, insana en iyi ve açık şekilde tanıtır." (Hammudah Abdalati, islam in Focus, s. 108-109). Müslümanın Allah inancı bilgiye ve araştırmaya dayanır. Bu inanç, ona bilgi kapılarını aralamış ve gücünün yettiği kadar ilerlemesini sağlamıştır: "Ufkunu genişletmek, bilgi dağarcığını arttırmak isteyen serbest düşünceli bir kişiye İslâm hiçbir kısıtlama getirmemiştir. Aksine, rasyonel ve deneysel bütün ilmî metodlan kullanmaya çağırmıştır. Bu çağrı, İslâm'ın insanın entellek-tüel yeteneklerine ne kadar büyük önem verdiğinin, zihnini sıkı zincirlerden ve sınırlamalardan kurtarmasını istediğinin bir göstergesidir. Kişiyi yükseltmek ve fizik ve metafizik, ilmî ve felsefî, sezgisel ve deneysel, organik ve diğer bütün düşünce alanlarında özgüven ve İlâhî Hâkimiyet ile ufkunun genişlemesini ister. Allah'a iman, insanın zihnini, besler, entellektüel hayatını verimli ve üretken yapar. İnsanın ruhsal ve entellektüel faaliyetleri, yukarda belirtildiği üzere, İslâm'ın öğretilerine uygun şekilde düzenlenirse, kişinin iç dünyasını huzur kaplar ve sağlıklı bir yapıya sahip olur. Kişinin dünyası emniyette olduğu vakit dış dünyası da aynı şekilde sağlıklı olur." (H. A. islam in Focus, s. 108-109).
İnsana araştırma ve inceleme kapılarım açan ve ona düşünce ve hareket alanlarında bitmez tükenmez fırsatlar sunan, bilme ve iğrenme arzusudur. İslâm'ın ilk yıllarında, müslümanlann ilim ve sanat alanındaki başarıları bunun en kuvvetli delilidir. Nereye gîttîlerse yanlarında bilgiyi de götürmüşler ve o ülkelerin medeniyetlerini, kültürlerini zenginleştirmişlerdir. Avrupa ve dünyanın diğer ülkeleri ilim ve fen alanında yaptıkları ilerleme ve gelişmeyi İslâm'a borçludurlar; fakat ne yazık ki şimdi ilim onların elinde yanlış bir yol izlemektedir. Gerçek şu ki, bilgi yalnız inanç ve ibadet ile sınırlı değildir, hayatın bütün alanlarını kuşatır. Tabiat kanunları ve Allah'ın yarattıklarının hikmeti, bu kanunlann tanınması ve kontrol altına alınması ile bilginin ilişkisi, dinî inanç ve ibadetlerle olan ilişkisi kadar önemli bir yer tutar! Fakat imandan temelini almayan bir bilgi bu tanımlanan bilginin dışındadır. Tabiat kanunlarını inceleyen ilimlerle, meselâ astronomi, biyoloji, fizik, kimya vs. gibi bütün ilimler imanın temelinin sıkı ve kuvvetli bir münasebeti vardır. Bütün bu ilimler Allah'ın varlığının apaçık birer delilleridir. Allah inancından uzak insanların başıboş arzularının kontrolü altına girmeyi temenni ederler.
İlmî gelişmelerin görüldüğü süre içinde Av-rupa'daki durum böyle idi.
Kilise ile bilginler arasında ayrılıkların oluşu ve bilimin ve Öğrenmenin Tann'dan uzaklaşıp yanlış bir yol tuttuğu bir dönem yaşanmaktaydı.
Bu ayrılık bilim ve sanat dalları dahil hayatın bütün sahalarında tesirini göstermiş ve ardında silinmez izler bırakmıştı. Batı'da bütün bilim dallan dine karşı nefret taşıyarak gelişmiş ve hep karşı olmuşlardır." (Seyyid Kutub, Me'alimu fi't-Tariq, sh. 323-324)
Batı'da ve Doğu'da, tüm dünyada insan, yaratıcı ve üretken faaliyetlerden uzaklaştırılmış, gayesiz ve Ölü bir anlayış İçerisinde, safsataların, cehaletin, bâtıl inançların karanlığında yaşıyordu. İnsanları, başlarındaki liderlerin koyduğu ağır yüklerden kurtaran, insanlığı saran safsata zincirlerini kıran ve anlamsız kısıtlamaları ortadan kaldıran Rasu-lullah @'dır.
Kur'an-ı Kerim bu hususu şöyle zikreder: "O peygamber, onlara, uygun olanı emreder ve fenalıktan meneder, temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri haram kılar, onların ağır yüklerini hafifletir!' (7: 157). Rasulullah @'ın ilim sahibi olmayı emretmesi, teşvik etmesi, öğrenme yolunda dinamik bir uyarı yapmış ve neticede Doğu'daki ve Batı'daki ülkeler cehalet ve safsata karanlıklarından kurtulmuşlardır. Birkaç nesil geçmeden onun getirdiği ışık tüm dünyayı sarmış ve aydınlatmıştır.
Kur'an-ı Kerim'de bu gerçeğe işaret edilerek, şöyle buyurulur: "Allah, rızasını gözetenleri onunla, selâmet yollarına eriştirir ve onları, izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Onları doğruya iletir." (5: 16).
Bu ayet, Peygamber @'ın insanlığı, Allanın rahmeti île cehaletin karanlığından kurtarıp, nasıl aydınlığa ulaştırdığını, hakikati Öğrettiğini apaçık anlatmaktadır. İnsanlık, tamamen bilgiden ve hakikatten uzaklaşmış, bâtıl yollara sapmıştı. Hıristiyan Avrupa tümüyle cehaletin egemenliği altındaydı: "Dinsiz imparatorların kurdukları halk kütüphaneleri dağıtılmış veya yok edilmiş; ilime büyü gözüyle bakılmış veya hainlik olarak cezalandırılmış; felsefe ve fen yasaklanmıştı. Kilisenin, Öğrenmeye olan nefreti 'Cehalet tanrıya bağlılığın esasıdır' özdeyişiyle rahiplerin dilinde şekil bulmuştur. Bu saçma dogma, Kilise baskısının kurucusu Papa Gregory zamanında güç bulmuş, tüm bilimsel çalışmalar Roma'dan kovularak, Sezar Agustus-un kurduğu kütüphane yakılmıştır. Bilim ve edebiyat Ortodoks hıristiyanhk tarafından yasaklanmıştı." (Emir Ali, TheSpirit of islam, s. 372-373).
Peygamber @ bilgiyi getirmiş ve her şeyden önce, insanlığı, sunduğu hakikati kabul ederek, kâinatın en üstünü olmaya çağırmıştır. Kur'an-ı Kerim'de bu husus şöyle belirtilir: "Puta tapanlar hoşlanmasa da dinini bütün dinlerden üstün kılmak üzere, peygamberini doğru yol ve hak dinle gönderen Allah-tır." (9: 33). Bu, Kur'an-ı Kerim'in önemli ayetlerinden birisidir ve Rasulullah @'ın peygamberliğinin gayesini açıklar. Onun gayesi hakkı hâkim kılmak, bütün kötü ve yanlış yolları ortadan kaldırmaktır. "De ki: 'Hak geldi, bâtıl ortadan kalktı. Zaten bâtıl ortadan kalkmaya mahkumdur." (17: 81). Gerçek, bâtılın peşinden gitseydi, kâinatın düzeninin alt-üst olacağı önemle vurgulanmaktadır: "Eğer gerçek onların heveslerine uysaydı, gökler, yer ve onlarda bulunanlar bozulup giderdi." (23: 71). Diğer bir deyişle Rasulullah @ hakikati apaçık ortaya koymuş ve insanlara her zaman hakkı konuşmayı, haktan yana olmayı öğütlemiştir. Peygamber @ hayatı boyunca bu uğurda mücadele vermiş, daima gerçeği üstün tutmuştur. İnsanlara hakikati, ona hiçbir şey eklemeden ve hiçbir şey çıkarmadan, kendisine geldiği gibi anlatmıştır. İnsanları güçlerinin üstünde şeyler yapmaya çağırmamışt ir. Hakkı ve gerçeği olduğu gibi ortaya koymuş, ümmetine de aynı şeyi yapmayı, doğruyu yanlışla ka-rıştırmamayı buyurmuştur. "Hakkı bâtıla karıştırmayın ve bile bile hakkı gizlemeyin." (2: 42)
Rasulullah @ her müslümana, her ne şart altında olursa olsun daima hakka uymayı, hakkı öğütlemeyi vazife kılmıştır. Bizzat kendi yaşantısıyla hakkın, işitenlerin zihninde. şüpheye yer vermeyecek şekilde apaçık ve tereddütsüz yerleşmesi gerektiğini göstermiştir. Başlangıçta zorlukla karşılaşabilir ve reddedebilirler; fakat, hakikatin en sonunda ba-şanya ulaşacağına ve zaferin kendilerinin olacağına emin oldukları zaman kabul edeceklerdir. Bâtıl yok olmaya mahkumdur (17: 18). Hakk kalıcıdır, çünkü yaratıcı faaliyetlere ve gelişmeye önderlik yapan haktır, bâtıl ise hiçbir şeye muktedir değildir. (34; 49). Cariyle, hak ve bâtıl arasındaki mücadeleyi şu sözlerle anlatır: "Tabiatın ne büyük bir hâkem olduğunu belirtmeliyiz; derinlik ve müsamaha ondadır. Bir buğday tanesini alır, toprağa atarsınız; tohum ne kadar toz, saman, süprüntü içinde olursa olsun, toprak bütün bunları temizler ve tohumu yeşertir. Toprak her şeyi, insanın faydasına dönüştürür ve bunları yaparken hiçbir şikayette bulunmaz. Gerçektir, yalan değildir; büyük, âdil ve müşfiktir. Tek şey ister toprak, kalp doğruluğu; toprağın yetiştirdiklerinin ve barındırdıklarının hepsinde bir hakikat ruhu vardır. Zahirî şeyler hep noksan ve karanlıkta birer ışık unsurudur ve bir gün ortadan kalkarlar. Bütün hakikatin zahirî Ölür, fakat ölmeyen bir ruh vardır hepsinde; ki o hep yeni ve soyludur, insan gibi ölümsüzdür. Tabiî olan budur. Hakikatin özü asla yokolmaz.
Bütün Arap putperestliği, güçsüz ilâhlar, gelenekler, entrikalar, boş inançlar, yahudi ve Yunan hipotezleri, boş iddialar arasında çölün vahşi insanı, vahşi fakat samimî yüreği, keskin gözü ile meseleyi Ölüm-kalım meselesi olarak görmüş ve özünü kavramıştı; putperestlik saçma ve boş bir yoldur; bu tahtadan yapılma putlar, ... tahtadır bunlar, size söylüyorum! Size hiçbir şey veremezler... Yalnız Tanrı vardır; yalnız O'nun gücü vardır... Ve şimdi eğer putatapan vahşi insanlar buna inanmış ve yürekten bağlanmış ise, İnanmaya değer derim ben, şöyle veya böyle herkesin inanması gereken tek şeydir.,. İslâm bütün boş inançları ortadan kaldırmış ve hayata hâkim olmuştur; ve bence bu, İslâm'ın hakkıydı. Yeryüzünün kalbiydi burası. Arap putperestliği, Suriye'deki inançlar, bunların hepsi gerçekten uzaktı ve yokolmaya mahkumdu..." (On Heros, Hero-Worship and Heroic in History, s. 296-298).
Sonunda Hakk'in kazanması İnsanın yararınadır. Bâtıl kötülükten başka bir şey sağlamaz. Hakikat insanı zenginleştirir. Bu husus Kur'an-ı Kerim'de güzel bir şekilde anlatılır: "Allah gökten su indirir, dereler onunla dolar, taşar. Sel, üste çıkan köpüğü alır götürür. Süslenmek veya faydalanmak için ateşte erittiklerinizin üzerinde de buna benzer bir köpük vardır. Allah, hak ve bâtıl İçin şöyle misal verir: Köpük uçup gider, insanlara fayda veren ise yerde kalır. Allah bunun gibi daha nice misaller verir." (13: 17). A'raf Sure-si'nde de şöyle buyurulmaktadir: "İyi toprak —Rabbinin izniyle— bitki verir, çorak toprak, kavruk bitki çıkarır," (7: 58).
Gerçeklerin mutlaka açık ve sade bir şekilde, hiçbir ekleme ve çıkarmada bulunmaksızın ortaya konulması gerekir. Rasulullah @ insanla ilgili problemlerde bu metodolojiyi tatbik etmiştir. Tüm hakikati olduğu gibi ortaya koymuş, olayları anlatmıştır ki, böylece insanlar doğru hüküm verebilsinler. Bu yaklaşım Peygamber @ tarafından her hususta sıkı bir şekilde tatbik edilmiş ve gerçekler gözardı edilmeden ortaya konmuştur. Meselâ, Adem ile Havva hâdisesinde şeytanın oynadığı oyun olduğu gibi anlatılmış, okuyanlardan hiçbir şey gizlenmemiştir. Keza, Musa @ ve Firavun arasındaki mücadelede, Firavun'un sahip olduğu üstünlük, hükümdarlığı, sarayları, orduları, medeniyeti olduğu gibi anlatılmıştır.
Hak ve bâtıl arasındaki mücadele tarihî perspektiften yeterince ayrıntısı ile anlatılmış ve ortaya konmuştur. Aralarındaki kuvvetler, silahlar belirtilmiştir. Sonra da neticenin ne olduğu şöyle açıklanmaktadır: "Sizden önce neler gelip geçmiştir. Yeryüzünde gezin de yalancıların sonunun ne olduğuna bir bakın." (3: 139)
Araştırma Ruhu. Rasulullah @ gerçeği araştırma ve bulma yolunda hiçbir gayretten geri kahnmaması gerektiğini işaret etmiştir.
Hakikati araştırmaya devam etmek insanın vazifesidir. Gayret göstermeden hakikate ulaşılmaz. Kâinat, insanın keşfetmesi ve ondan faydalanması için yaratılmıştır. Tüm zenginliği ile tabiattaki güçler ve kaynaklar insa^ nın araştırmasını ve sürekli gayret içinde bulunmasını beklemektedir. Câsiye Suresi'nde şunları görmekteyiz: "Göklerde olanları, yerde olanları, hepsini sizin buyruğunuz altına vermiştir. Doğrusu bunlarda, düşünen kimseler için dersler vardır." (45: 13). İbrahim Suresi'nde ise şöyle buyurulmaktadır: "Gökleri ve yeri yaratan,yukardan indirdiği su ile size rızık olarak ürünler yetiştiren, emri gereğince denizde yüzmek üzere gemileri, nehirleri, belli yörüngelerinde yürüyen ay ve güneşi, geceyle gündüzü sizin buyruğunuza veren Allah'tır. Kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi size vermiştir. Allah'ın nimetini sayacak olsanız bitiremezsiniz." (14: 32-34).
Hiç şüphesiz kâinat, bütün zenginliğiyle insan içindir; fakat, insanın bunun için çalışması ve araması gereklidir. Gerçek şu ki, insanın başarısı bu dünyadaki gayretine bağlıdır. "İnsan ancak çalıştığına erişir." (53: 39). Bu, kişiler için olduğu kadar toplumlar için de geçerlidir. Aşağıdaki ayette bu husus açıklanmaktadır: "Bir kavim nefislerinde olanı değiştirmedikçe, Allah onların durumunu değiştirmez" (13: 11). Artık sahip olduğu güçleri kullanarak açlık ve sefaletten kurtulup ilerlemek, gelişmek ve Allah'ın nimetlerinden faydalanmak tamamen insanın veya toplumun kendi gayretlerine kalmıştır.
Allah insana ilerlemesi ve gelişmesi için hiçbir sınır koymamış ve her şeyi ona musah-har kılmıştır.
Kâinattaki uçsuz bucaksız araştırma sahası onu beklemektedir, çağrıya kulak verir ve çalışırsa bütün sınırları geçerek Rabbisine ulaşma yolunda mesafeleri katedecek ve gayesine ulaşacaktır. Bu yüzden hakka ulaşma yolundaki mücadelesinden bir an bile geri kalmamasının hayatî önemi vardır. İnsanın vazifesi araştırma ve inceleme yaparak bilgisini daima arttırmaktır. Gelişmek ve ilerlemek için yeni vasıtalar ve yöntemler bulmamn tek yolu budur. Kur'an-ı Kerim insana, zaman ve mekân sınırlarını aşabilmesi için güçlerini ve kaynaklarını bir araya getirmesini söyler: "Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çevresini aşıp geçmeye gücünüz yetiyorsa geçin! Ama Allah'ın verdiği bir güç olmaksızın geçemezsiniz ki!" (55: 33).
Kur'an-ı Kerim'in tümü insanı Allah'ın yarattıklarınım düşünmeye, anlamaya ve bu güzelliklerin hikmetini ve maksadını kavramaya çağıran ayetlerle doludur. Ra'd Suresi'nde şöyle buyurulmaktadır: "Yeri düzleyen, orada dağlar, nehirler var eden, her türlü üründen çift çift yetiştiren, gündüzü geceyle bü-rüyen de O'dur. Doğrusu bunlarda, düşünen kimseler için ibretler vardır. Yeryüzünde hepsi de aynı su ile sulanan, birbirine komşu toprak parçaları, tek ve çok köklü üzüm bağları, ekinler, hurma ağaçlan vardır. Fakat onları şekil ve lezzetçe birbirinden farklı kilmı-şızdır. Düşünen kimseler için bunda ibretler vardır?' (13: 3-4).
Bu ayette insanı, Allah'ın yarattıkları üzerinde araştırma yapmaya ve düşünmeye çağıran birçok şey zikredilmektedir. "Kâinattaki çeşitlilik, farklılık bunlardan sadece bir tanesidir. Dikkatli bir göz yeryüzündeki yapının çeşitli oluşundaki İlâhî hikmeti ve gayeyi kolayca görür. Birbiri sıra sayısız bölge vardır ve şekil, renk, içerik, özellik, sahip olunan kaynaklar, minareller ve üretim kapasitesi yönünden hepsi birbirinden farklıdır. Bu çeşitlilikte sayısız hikmet sebepleri ve avantajlar vardır. Diğer mahîukat bir yana, sırf bu farkların insanlığa olan faydasını düşünecek olsak bile Yaratıcı'nın hikmet dolu planını görürüz. Bu çeşitlilik insan medeniyetinin büyümesine ve gelişmesine yardım etmiştir. Ancak düşünmeyen bir kişi bunun bir tesadüf eseri olduğunu iddia edebilir!' (The Meaning of the Qur'an, Cilt V, s. 191).
Yeryüzünü ve oradaki çeşitliliği düşünelim. "Toprak her yerde topraktır, fakat yeryüzündeki bölgeler hep birbirinden farklıdır. Su her. yerde aynı sudur, fakat türlü çeşitli tahıllar ve meyvalar yetişmesini sağlar. Aynı ağaçta yetişmelerine rağmen meyvaların şekilleri değişik değişiktir. Tek ve aynı kökten gelmelerine rağmen iki ayrı gövde değişik özelliklere sahip olmaktadır. Bu çeşitliliği gören ve düşünen bir kimse şu sonuca varacaktır, İlâhî hikmet aynı çeşitliliği insanların huylarında, davranışlarında, ilişkilerinde de var etmiştir." (A.g.e., sh. 191).
Nahl Suresi'nde şöyle buyurulmaktadır: "Yukardan size su indiren O'dur. Ondan içersiniz; hayvanları otlattığınız bitkiler de onunla biter. Allah onunla size ekinler, zeytin ve hurma ağaçları, üzümler ve her türlü ürünü yetiştirir. Düşünen kimseler için bunda ders vardır. Geceyi, gündüzü, güneşi, ayı sizin istifadenize vermiştir. Yıldızlar da O1 nun buyruğuna boyun eğmiştir. Bunlarda, akleden kimseler için dersler vardır. Yeryüzünde rengarenk şeyleri de sizin için yaratmıştır. Bunda öğüt alan kimseler için ibret vardır." (16: 10-13, 45: 12-13). Bu ayet göstermektedir ki, yeryüzü ve Allah'ın yarattığı her şey insanın yararına olan sınırsız zenginlikler ve hazineler ile doludur. İnsana düşen vazife ise, bütün bunları düşünmek, ak-letmek, araştırmak ve ortaya çıkarıp onlardan faydalanmaktır. İnsanın araştırma ruhunu teşvik ederek, onun karada ve okyanuslarda en ücra yerlere giderek oradaki hazinelerden yararlanmasını sağlayan Rasulullah @ olmuştur. İnsanı teşvik etmekle kalmamış, bu husustaki ufkunu da büyük ölçüde genişletmiştir. Yeryüzünün ve göklerin sınırlarından Ötelere bakabilmektedir artık insanoğlu (55: 33), ve bunu Rasulullah @'a borçludur... İnsana sınır ancak Allah'ın kendisidir.
İnsanlık boş inançların, safsataların zulmü altında can çekişiyor, atalarının izinde körü-körüne gitmekten dolayı bağımsız düşünemiyor, hüküm çıkaramıyordu. Atalarından göregeldikleri alışkanlıkların yararlılığını veya gerekli olup olmadığını hiç düşünmüyorlardı. Doğu'da ve Batı'da insanların alışageldikleri ve hiç itiraz etmeden kabullendikleri yol bu idi. Böylelikle insan hayvan derecesine düşmüş, hatta onlardan daha da alçalmış-tı. Çünkü hayvanlar yaratıldıkları hâl üzeredirler, oysa insan çok çok yüksek bir vasıfta yaratılmış, akıl verilmiştir ve soylu bir hedefe sahiptir. İnsan bilgiyle zenginleştirilmiş, daha iyi ve kullanışlı yaşama yollarını bulması için akıl onun emrine verilmiştir. Ne yazık ki geçen zaman içinde, bilgiyi kullanmayı terketmiş, düşünme ve hüküm çıkarma yeteneğini boş inançlarla değiştirmişti.
İnsanlığı düştüğü bu karanlıktan kurtarıp, Doğru Yolu bulması için düşünmesini sağlayan, hürriyetini kazandıran, Rasulullah @'dır. Artık, insanlar serbestçe düşünüp Allah'ın yarattıklarını gözleyebiliyor, araştırabiliyor ve hiç korkmadan, önyargısızca bir sonuca varabiliyorlardı. Hıristiyan Avrupa ise bu sırada cehaleti ile övünüp, bunu bir fazilet ve kör inançlarını hakikat kabul ediyordu. Halk din adamlarını sorgusuz sualsiz takip ederken, aydın kişiler zulme uğruyor, hapse atılıyor veya idam ediliyorlardı.
Düşünmek ve tartışmak Avrupalı devletlerce ihanet ve dinden çıkma sebebi olarak görülüyor, ömür boyu hapis veya idam ile cezalandırılıyordu. Rasulullah, düşünce ve bilgi ışığıyla birlikte gelmiş ve insanlığı boş inançların ve safsataların alçaltıcı baskısından ve sefaletten kurtarmıştır.
İnsan entellektüel bir varlık olarak, düşünme gücüne ve zekâya sahip olduğu İçin, İslâm, insanın bu entellektüel yapısının gelişmesine ve bina edilmesine özellikle dikkat etmiştir. Bir önceki kısımda da açıklandığı gibi, araştırma, gözlem ve tecrübe yoluyla bilgi edinilmesine büyük önem vermiştir. Allah'ın bütün yarattığı şeylerdeki hakikat ve sınırsız bilgi zenginliğini işaret eden ve kadın-erkek her müslümanın öğrenmesini, bilgi sahibi olmasını emreden ayetler vardır. Eşyanın hakikatini ve gerçeğini, düşünerek ve tartışarak bulmayı öğretir, bir delili olmayan geleneksel bilgileri ve öncekilerden kalan alışkanlıkları asla kabul etmemeyi öğütler. Kur'an-ı Kerim, 'geleneksel hakikat' veya 'tarihî miras' hakkında delil istenilmesini ve 'niçin kabul edilmeli?' sorusunu öğreten ilk Ki-tap'tır. Bunların temeli nedir? Bu isteklerin sahibi kimdir? Bu soruları öğretirken Kur'an-ı Kerim aynı zamanda kendi isteklerinin ve iddialarının gerekçelerini ve delillerini de vermektedir.
Ancak, Kur'an'daki düşünce şekli ve metodu filozofların düşünce metodlarından tamamen farklıdır. Çünkü İslâm, insanları Allah'ın gönderdiği hakikate inanmaya çağırır, îman, ancak insanların ona kalplerini bağlamaları ve onu tam olarak anlamaları ile faydalanabilecekleri müsbet bir anlayıştır. Bu yüzden imanın düşünce esasına yer verilmesi ve reddedilmesi imkânsız delillerle desteklenmesi gereklidir. "Düşünce olmaksızın İman ne bir kişinin hayatını yönlendirecek güç haline gelebilir ne de itikadı ve gündelik ayrıntılara çözüm getirebilir. İnsanın karmaşık faaliyetlerini kontrol altında tutamaz. Üstelik imanın hedefi İnsanı sessiz-sakin kılmak değil, onu uyandırmak, melekelerini ve kapasitesini harekete geçirmek ve onları doğru yola yöneltmektir." Aynı zamanda zihnini ve tabiatını canlandırarak gayesinin, izlediği yolun ve vasıtaların soyluluğunun farkında olmasını sağlar, (islam in Focus, s. 106-109).
İkinci olarak, insanın doğru ve dürüst olabilmesi için imana sahip olması şarttır; fakat böyle kuvvetli bir imana düşünmeden, tartışmadan sahip olunamaz. Bu yüzden, sokaktaki sıradan kişinin ikna olacağı tabiî ve basit deliller ortaya konulmak suretiyle imam kuvvetlendirilmelidir. Bu yaklaşım insan zihnini uyandırarak, onun tabiattaki her olayı ve her hayat safhasını gözlemesini, anlamasını ve bu hususlarda fikir yürütebilmesini sağlar.(Emin Ahsen Islahî,Callto islam and How the Prophets Preached?, s. 101-107).
Üçüncü olarak, Kur'an-ı Kerim ortaya koyduğu hususu ispat etmek için düşünceyi ve tartışma yapmayı yalnız desteklemekle kalmaz, insandaki düşünme melekesini de geliştirir. Çünkü insanın düşünme ve fikir yürütme melekelerini tamamen uyandırmaksı-zın kişide ve kişinin sosyal hayatında tam bir değişimin meydana gelmesi imkânsızdır. İnsanın bir kalbi, bir de ruhu vardır; yani bir fizikî yanı vardır, bir de ruhî yanı. Her iki yanının da tatmin olacağı bir hayat anlayışına muhtaçtır. Kur'an insanın kalbinde ve ruhunda bu bütünlük fikrinin oluşmasını sağlayan anlayışı ortaya koyar: "Hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiştir. Bundan ancak akıl sahipleri ibret alır." (2:269). "Hikmet" doğruyu eğriden ayırdetme ilmidir. Bu yüzden hikmet sahibi kişi şeytanın yanlış yollarına sapmaz, Allah'ın geniş ve doğru yolundan gider. Ve akıllı kişi bu kısa ömrünü en iyi şekilde kullanıp ahiret mutluluğunu bu dünyaya dağişmeyen kişidir. (E. A. Mevdûdi, Cilt I, s. 196-197). Fussilet Su-resi'nde şöyle buyrulur: "Bu, ancak sabredenlere vergidir; bu ancak o büyük hazzı tadanlara vergidir." (41:35). Rasulullah @ hadislerinde buyurduğuna göre hikmet, Allah1 m bazı kullarına verdiği en büyük, bitmez tükenmez bir hazinedir. Allah'ın bu lütfü insanın düşüncelerini doğru yola yöneltmesini, tarih, âfâk ve insanın kendisi hakkında isabetli sonuçlara varmasını sağlar. (E. A. Mevdûdi, age., sh. 196-197)
Dördüncü olarak, Kur'an, değişik inanç, tarih, geleneklere sahip olmalarına rağmen hiçbir düşünen İnsanın İnkâr etmeyeceği ortak gerçekler, idealler, üstün değerleri esas alarak insanı düşünmeye çağırmaktadır. İyi (maruf) ve kötü (münker) herkesçe bilinen anlayışlardır ve İslâm insanları bu prensiplerde birleşmeye çağırır, insanlar iyice düşünmeye ve Kur'an-ı Kerim'in dediklerini doğru kabul ediyorlarsa ona inanmaya, değilse inandıkları şeyi ispatlamaya çağrılmaktadır: "De ki: 'Eğer doğru sözlü iseniz, Allah katından, bu ikisinden daha doğru bir Kitap getirin de ona uyayım.' " (28: 49). Mülk Su-resi'nde de şöyle buyurulur: "Yüzükoyun sürünen mi, yoksa doğru yolda düpedüz yürüyen mi daha doğru yoldadır?(Ey Muham-med!)De ki: 'Sizi yaratan, sizin için kulaklar, gözler ve kalpler var eden O'dur. Ne az şükrediyorsunuz!" (67: 22-23).
İslâm, insanların düşünmesini ve tartışmasını teşvik eder, onların yalnızca inançlara uymasını değil, kendilerinde ve etraflarındaki hakikati de bulmalarını ister, çünkü hiçbir şey gayesiz yaratılmamıştır. "Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık. Eğlenme dileseydik, bunu yapacak olsaydık, şanımıza uygun şekilde yapardık; ama yapmayız. Gerçeği bâtılın başına çarparız ve onun beynini parçalarız; böylece bâtıl ortadan kalkar?' (21: 16-18). Bu ayet apaçık göstermektedir ki, bu dünyanın yaratılışının sebebi Hak ve bâtıl arasındaki mücadeledir ve siz kendiniz de bilirsiniz ki, bu mücadeleden bâtıl hep yenik çıkmıştır. Bu gerçeği ciddî bir şekilde göz önüne alınız, çünkü hayatinizi bâtıla göre tanzim eder her şeyin boş olduğuna inanırsanız, geçmiş kavimlerin akibeti sizi de bulacaktır. Onlar bu dünya hayatını eğlence ve boş sanmışlardı. Bu yüzden tüm hâlini sana gelen mesajın ışığında yeniden gözden geçir.
Onunla ve peygamberle alay edeceğine geçmiş kavimlerin sonundan ders al ve kendine gel. Tarihe bir bak ve Firavun'a, onun kavmine, Nuh @, Salih @ ve Şuayb @ peygamberlerin kavimlerine neler olduğunu gör. Peygamberlerini ve kendilerine gelen çağrıyı reddettikleri için hepsi helak olmuşlardır.
Rasulullah @ insanların aklına ve zihnine başvurmuş ve onları düşünmeye, her meselenin hakikatini anlamaya davet etmiştir. Onlardan her söylediğinin olduğu gibi alınmasını ve yapılmasını değil, ölçüp biçtikten sonra hak olduğuna inandıklarını hayatlarına tatbik etmelerini buyurmuştur. Öte yandan doğru olmadığını düşündükleri bir şeyi reddetmelerini, yalnız her şeyi düşünerek, ölçerek yapmalarını söylemiştir.
İslâm inancının temel taşı olan Tevhid inancını ele alalım; Bu bile delilsiz ortaya konulmamıştır. Allah, insana etrafına bakmasını ve O'ndan başka ibadete, itaate lâyık kâinatın Yaratıcısı, Sahibi olup olmadığını görmesini emreder: "Yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indirip, onunla bir ağacını bile bitirmeye gücünüzün yetmediği, güzel güzel bahçeler meydana getiren mi? Allah'ın yanında başka tanrı mı? Hayır! Onlar taptıklarını Allah'a eşit tutan bir millettir. Yoksa yeri, yaratıklarının oturmasına elverişli kılan ve aralarında ırmaklar meydana getiren, yeryüzüne sabit dağlar yerleştiren, iki deniz arasına engel koyan mı? Allah'ın yanında başka bir tanrı mı? Hayır; çoğu bilmezler."
"Yoksa, darda kalana, kendisine yakardığı zaman karşılık veren, başındaki sıkıntıyı gideren ve sizi yeryüzünün sahipleri yapan mı? Allah'ın yanında başka bir tanrı mı? Pek kıt düşünüyorsunuz. Yoksa, karanın ve denizin karanlıklarında size yol bulduran, rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci gönderen mi? Allah'ın yanında başka bir tanrı mı? Allah, koştukları eşlerden yücedir. Yoksa önce yaratan, sonra da yaratmayı tekrar edecek olan, size gökten ve yerden rızık veren mi? Allah'ın yanında başka bir tanrı mı? De ki: 'Eğer doğru sözlüler iseniz, açık delilinizi getirin.' " (27: 60-64).
İbrahim @ babasına şefkat ve sevgiyle şöyle hitap eder: "Babacığım! Doğrusu sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Bana uy, seni doğru yola eriştireyim. Babacığım! Şeytana tapma. Çünkü sana Rahman katından bir azabin gelmesinden korkuyorum, ki böylece şeytanın dostu olarak kalırsın" (19: 42-45).
İnsan Allah'a yalnız ibadet etmekle değil, O'nun kanunlarına uymak ve hayatını buna göre düzenlemekle de yükümlüdür. Çünkü tüm kâinatın yegâne sahibi ve Hâkimi O'dur. "Allah'ın yarattığı şeylerin, gölgeleri sağa sola vurarak, Allah'a boyun eğerek secde etmekte olduklarını görmüyorlar mı? Göklerde ve yerde bulunan her canlı ve melekler, büyüklük taslamaksızın Allah'a secde ederler. Fevklerinde olan Rablerinden korkarlar ve emrolunduklan şeyleri yaparlar!' (16: 48-50) Bu ayetlerde canlı veya cansız her şeyin gölgesinin Allah'ın evrensel kanununa uyarak vurduğuna işaret edilmektedir. 'Gölgesini vurur' sözü, her şeyin yaratıcısı ve sahibi olan Allah'a olan tapmanın bir sembolüdür. Böyle olunca, Allah'a ve Kanunu'na ibadet ve itaat eden şeylerin O'nun ilâhlığı-na ortak olmaları imkânsızdır. Dahası, yalnız yeryüzündeki değil, melekler de dahil göklerdeki herşey O'na itaat ederler ve Allah hepsinin fevkindedir. O'nun kanunu küçük ve büyük her şeye hükmeder: "Göklerde ve yerde olanların, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanların ve insanların birçoğunun Allah'a secde ettiklerini görmüyor musun? İnsanların bir çoğu da azabı hak etmiştir. Allah'ın alçalttığı kimseyi yükseltebilecek yoktur. Doğrusu Allah ne dilerse yapar!' (22: 18). "Yerde ve göklerdeki kimseler de, gölgeleri de, sabah akşam, ister istemez Allah'a secde ederler!' (13: 15).
Her şeyi yaratan O'dur, her şey O'na aittir. Mülkünde ve Yaratmasında ortağı yoktur; bu yüzden herkesin O'na itaat etmesi ve O'nun yolundan gitmesi gereklidir: "(Ey Muham-med) De ki: 'Mülkün sahibi olan Allah'ım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çekip alırsın; dilediğini aziz kılar, dilediğini al-çaltırsın; iyilik elindedir. Doğrusu Sen her şeye Kâdir'sin. Geceyi gündüze, gündüzü geceye geçirirsin; ölüden diri, diriden ölü çıkarırsın; dilediğini hesapsız rızıklandınrsın.!"
(3: 26-27). Kur'an-ı Kerim'de kâinatın Sahibi ve Rabbi'nin azameti şöyle anlatılır: "O, görüleni de, görülmeyeni de bilen, kendisinden başka tanrı olmayan Allah'tır. O, acıyıcı olandır, acıyandır. O, kendisinden başka tanrı olmayan, hükümran, çok kutsal, esenlik veren, güvenlik veren, görüp gözeten, güçlü, buyruğunu her şeye geçiren, ulu olan Allah'tır. Allah putperestlerin koştukları eşlerden münezzehtir. O, var eden, güzel yaratan, yarattıklarına şekil veren, en güzel adlar kendisinin olan Allah'tır. Göklerde ve yerde olanlar O'nu teşbih ederler. O güçlüdür, Ha-kîmdir." (59: 22-24)
Allah, bütün yarattıklarının Rabbi'dir. Bu yüzden her şey ve herkes yalnız O'ndan yardım dilemelidir. "Gerçek dua ve ibadet ancak O'nadır. O'ndan başka çağırdıkları putlar kendilerine hiçbir cevap vermezler. Durumları, suyun ağzına gelmesi için avuçlarını ona açmış bekleyen adamın durumu gibidir. Hiçbir zaman suya kavuşamaz. İşte kâfirlerin yalvarışı da böyle, boşunadır. De ki: 'Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?', 'Allah'tır' de. 'O'nu bırakıp kendilerine bir fayda ve zararı olmayan dostlar mı edindiniz?' de. 'Kör ile gören bir olur mu? Veya karanlıkla aydınlık bir midir?' de. Yoksa Allah'a, Allah gibi yaratması olan ortaklar buldular da, yaratmaları birbirine mi benzettiler? De ki: 'Her şeyi yaratan Allah'tır. O, her şeye üstün gelen tek Tanrı'dır.' " (13: 14-16).
İnsanların hâl ve hareketlerini çok iyi düşünmeleri, hesaplarını iyi yapmaları buyurul-maktadır: "Allah yerine ne yarar, ne de zarar verebilecek şeylere tapanlar gerçektensa-pıkhk içindedirler. Bu onlara zarardan başka bir şey getirmez. Seçtikleri ne kötü bir dosttur onlara!" Röylelerine Kur'an-ı Kerim'de şöyle hitabedilmektedir: "Ey insanlar! Bir misal verilmektedir, şimdi onu dinleyin: Sizlerin Allah'ı bırakıp taptıklarınız bir araya gelseler, bir sinek bile yaratamayacaklardır. Sinek onlardan bir şey kapsa, onu kurtaramazlar; isteyen de, istenen de aciz! Allah'ı gereği gibi değerlendiremediler. Doğrusu Allah kuvvetlidir, güçlüdür^' (22: 73-74). Ankebût Suresİ'nde ise şu ayetleri görmekteyiz: "Nice canlılar vardır ki, rızıklannı kendileri elde edemezler. Sizin de onların da rızkını Allah verir. O, işitir ve bilir. Andolsun ki onlara, 'Gökleri ve yeri yaratan, güneşi, ayı buyruğu altında tutan kimdir?' diye sorarsan, şüphesiz 'Allah'tır' derler. Öyleyse niçin (aldatılıp) döndürülüyorlar? Allah, kullarından dilediğine rızkı bol ve ölçüye göre verir. Doğrusu Allah her şeyi bilendir?1 (29: 60-62). Kur'an-ı Kerim'in şu en güzel ayeti insanları düşünmeye ve Allah'ın isimlerini tefekkür etmeye çağırır: "Allah, O'ndan başka tanrı olmayan, kendisini uyuklama ve uyku tutmayan, diri, her an yaratıklarını gözetip durandır. Göklerde olan ve yerde olan ancak O'nundur. O'nun izni olmadan katında şefaat edecek kimdir? Onların işlediklerini ve işleyeceklerini bilir, dilediğinden başka ilminden hiçbir şey kavrayamazlar. Hükümranlığı gökleri ve yeri kaplamıştır; onların gözetilmesi O'na ağır gelmez. O yücedir, büyüktür." (2: 255). Ve Kur'an-ı Kerim insanları Allah'ın yarattıklarını tefekkür etmeye çağırır, ki O hiçbir şeyi boşuna yaratmamıştır; her şeyin bir gayesi vardır: "Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde akıl sahiplerine şüphesiz deliller vardır. Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler; 'Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın, Sen münezzehsin, bizi ateşin azabından koru' derler." (3: 190-191).
Kâinattaki muazzam nizamı yakından gözleyen ve düşünen bir kişi, bütün bunların bir gayesi olduğunu anlar. "Kâinattaki nizamın kendisi, yaratılışındaki büyük hikmeti açık bir şekilde haykırmakta ve Hâkim olan Ya-jatan'ın insanı muayyen bir maksatla yarattığını söylemektedir. Allah her şeyi insanın hizmetine vermiş ve iyiyi kötüden ayırdetme-sİ için onu ahlâk hissi ile teçhiz etmiştir. Bu, insanın yaratıldığı gayeye uygun yaşayıp yaşamadığından hesaba çekileceği gerçeğinin bir delilidir." (The Meaning of the Qur'an, Cilt I, s. 80-81).
insanın yaptıklarından mesul olduğu ve hesaba çekileceği gerçeği, (a) insanın kendi nefsinden, (b) kâinattan, (c) tarihten getirilen deliller ile daha ayrıntılı bir şekilde anlatılmaktadır: "Onlar, dünya hayatının görülen kısmını bilirler. Onlar, ahiretten habersizdirler. Kendi kendilerine, Allah'ın gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları, gerçek olarak ve belirli bir süre için yarattığım düşünmezler mi? Doğrusu insanların çoğu Rable-rine kavuşacaklarını inkâr ederler. Yeryüzünde dolaşıp, kendilerinden önce geçmiş kimselerin sonlarının nasıl olduğuna bakmazlar mı? Ki onlar kendilerinden daha kuvvetli idiler, yeryüzünü kazıp alt-üst ederek onlardan çok imar etmiş kimseydiler ve onlara belgelerle peygamberler gelmişti. Böylece Allah onlara zulmetmiyor, onlar kendilerine zulmediyorlardı." (30: 7-9).
Sonra kâfirlere hitap edilerek, ahiretin varlığına dair kesin deliller verilmektedir. Yoktan vareden Yaratan'ın her şeye yeniden can veneceğini kimse inkâr edemez. Kİ bu ilk yaratılıştan çok daha kolaydır: "O, ölüden diri çıkarır, diriden ölü çıkarır; yeryüzünü ölümden sonra O canlandırır. Ey insanlar! İşte siz de böylece diriltileceksiniz. Sizi topraktan yaratması O'nun varlığının belgele-rindendir. Sonra hemen birer insan olup yeryüzüne yayılırsınız. İçinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp: aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi, O'nun varlığının belgeleri ndendir. Bunlarda düşünen millet için dersler vardır. Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O'nun varlığının belgelerindendir. Doğrusu bunlarda bilenler için dersler vardır. Geceleyin uyumanız, gündüz de lütfun-dan rızık aramanız, O'nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda kulak veren millet için dersler vardır."
"Size korku ve ümit veren şimşeği göstermesi, gökten su indirip, ölümünden sonra yeri onunla diriltmesi O'nun varlığının belgeletindendir. Sonra sizi kabirlerinizden bir çağırmaya görsün, hemen çıkıverirsinİz. Göklerde ve yerde olanlar O'nundur; hepsi O'na boyun eğmiştir?' (30: 19-26).
Yasin Suresi'nde ise şöyle buyurulmaktadır: "İnsan kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmez mi, ki hemen apaçık bir hasım kesilir ve kendi yaratılışını unutur da, 'Çürümüş kemikleri kim yaratacak' diyerek, Bize misal vermeye kalkar? (Ey Muhammed)De ki: 'Onları ilk defa yaratan diriltecektir. O, her türlü yaratmayı bilendir? " (36: 77-79).
Bütün güç ve yaratış yalnız Allah'a mahsustur, O'nun ortağı, yardımcısı yoktur: "Sizi yaratan, sonra rızıklandıran, sonra öldüren, daha sonra da dirilten Allah'tır. O'na koştuğunuz ortaklarınızdan böyle bir şey yapan var mıdır? Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir, yücedir?' (30: 40). İnsanın doğumu ve baharda toprağın yeşermesi örnek verilerek insan düşünmeye çağırılmak-tadır: "Ey insanlar! öldükten sonra tekrar dirilmekten şüphede iseniz bilin ki, ne olduğunuzu size açıklamak için Biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra pıhtılaşmış kandan, sonra da yapısı belli belirsiz bir çiğnem etten yaratmışızdır. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız; sonra sizi çocuk olarak çıkartırız, böylece yetişip erginlik çağma varırsınız. Kiminiz öldürülür, kiminiz de ömrünün en fena zamanına ulaştırılır ki, bilirken bir şey bilmez olur. Yeryüzünü görürsün ki kupkurudur; fakat Biz ona su indirdiğimiz zaman harekete geçer, kaba-rır, her güzel bitkiden çift çift yetiştirir. Bunlar yalnız Allah'ın gerçek olduğunu ölüleri dirilttiğini, gücünün her şeye yettiğini, şüphe götürmeyen kıyamet saatinin geleceğini, Allah'ın kabirlerde olanı dirilteceğini gösteril?' (22: 5-7).
Bu ayetlerde önce hayatın müşahhas gerçeği anlatılmakta, ikinci olarak, Allah'ın varlığının bir efsane değil, gerçek olduğu ve ilk sebebin tek Hakimin, O olduğu belirtilmektedir. Bu dünyayı iradesi, ilmi, kudreti ile yönetmektedir; üçüncüsü O bütün tasarruflarını Hak üzerine icra etmektedir ve bu yüzden herşeyin bir anlamı ve hikmeti vardır. (The Meaning of the Qur'an, Cilt VI, s. 195).
Peygamberlik anlayışı hakkında da insanlar akıllarını kullanmaya çağrılmıştır. Rasuhıl-lah @ insanların arasında yaygın olan yanlış fikirlerin peygamberlerin tabiatüstü varlıklar olduğu inancım ortadan kaldırmış ve onlara doğrusunu öğretmiştir: "Allah'ın dilemesi dışında ben kemdime bir fayda ve zarar verecek durumda değilim" (10: 49). Enam Suresi'nde Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "De ki: 'Size Allah'ın hazineleri elimdedir, demiyorum; gaybı da bilmiyorum; size, ben meleğim demiyorum, ben ancak bana vahyolunana uyuyorum.' " (6: 50) Yine A'râf Suresi'nde şu ayeti görmekteyiz: "De ki: 'Allah'ın dilemesi dışında ben kendime bir fayda ve zarar verecek durumda değilim. Görülmeyeni bilseydim, daha çok iyilik yapardım ve bana kötülük de gelmezdi. Ben sadece, inanan bir kavmi uyaran ve müjdeleyen bir peygamberim" (7: 188). Hz. Muham-med @ bütün peygamberlerin insan olduğuna da onları inandırmıştır. Peygamberler de diğer insanlar gibi evlenmişler, çocuk sahibi olmuşlar, acı çekmişlerdir. Aslında bu mesele daha önceki peygamberlere de yöneltilmişti. Hud @'ın kavmi şöyle demişti: "Bu, yediğinizden yiyen, içtiğinizden içen, sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir." (23-33). Nuh @'ın kavmi de benzer şeyler söylemişlerdi: "Bu, sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir. Sizden üstün olmak istiyor. Allah dilemiş olsaydı melekler indirirdi. İlk atalarımızdan beri böyle bir şey işitmedik." (23: 24). Mekkeli müşrikler de aynı şekilde Peygamber @'a karşı gelmişlerdi. "Bu ne biçim peygamber ki yemek yer, sokaklarda gezer? Ona, beraberinde bulunup uyaran bir melek indirilseydi ya! Yahut, kendisine bir hazine verilseydi veya besleneceği bir bahçe olsaydı ya!" (25: 7).
Kur'an-ı Kerim bütün bu saçma iddialara şöyle cevap vermektedir: "İnsanlara doğruluk rehberi geldiği zaman, inanmalarına engel olan, sadece: 'Allah peygamber olarak bir insan mı gönderdi?' demiş olmalarıdır. De ki:'Yeryüzünde yerleşip dolaşanlar melek olsalardı, biz de onlara gökten peygamber olarak bir melek gönderirdik.' " (17: 94-95). Bütün peygamberlerin diğer insanlar gibi yiyip içtiği, yaşadığı vurgulanarak şöyle buyurul-maktadır: "Ey Muhammed! Senden önce de kendilerine vahyettiğimiz adamlar gönderdik. Bilmiyorsanız Kitap'hlara sorun. Biz onları yemek yemez birer cesed kılmadık ve onlar ölümsüz de değillerdi." (21: 7-8). Furkan Suresi'nde ise şu ayeti görmekteyiz: "Ey Muhammed! Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de, şüphesiz, yemek yerler,kokaklarda gezerlerdi." (25: 20).
Peygamberler hakkındaki bütün yanlış fikirler böylece reddedilmiş ve geçmiş kavimlere olduğu gibi kendilerine de tlâhî mesajın gönderildiği belirtilmiştir: "Nuh'a, ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyûb'e, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyettiğimiz gibi ey Muhammed, şüphesiz sana da vahyettik. Davud'a da Zebur'u verdik." (4: 163). Sonra kâfirlere akl-ı selim sahibi olmaları söylenmiştir, çünkü Ra-sulullah @ aralarında yabancı biri değildi. Sosyal ve özel hayatını bilmiyor değillerdi. O'nu doğduğundan beri tanıyorlardı ve soylu bir kişiliğe sahip olduğunu bütün Kureyş biliyordu. Hayatı boyunca ne bir yalan çıkmıştı ağzından, ne de bir kötülük yapmıştı. Bütün Mekke onu Muhammed-ül Emin diye anıyor, saygı duyuyordu. Şimdi bu emin ve dürüst zat, nasıl olur da Allah'a karşı yalan söylüyor diye düşünülebilirdi. O insanlara şöyle denilmektedir: "(Ey Muhammed) De ki: 'Allah dileseydi ben onu size okumazdım, size de bildirmemiş olurdu. Daha Önce yıllarca aranızda bulundum. Hiç düşünmüyor musunuz?' " (10: 16).
İslâm, insanları imana davet ederken temel İnançlarda bile (Tevhid, peygamberlere ve ahirete iman) düşünmeyi, tartışmayı ortaya koyarak, deliller sunmaktadır. Tevhid ve diğer temel esaslar hakkındaki gerçekler ve hakikatler vahiyle bildirildiği gibi ortaya konulduktan sonra İnsanın düşünmesi ve anlaması istenilir. İnsanın gündelik hayatından gerçekçi örnekler de verilerek, eğer akıl sahibi ise, kendi iç dünyasını, etrafındakileri, yeri, göğü, tarihi düşünmesi ve anlaması söylenir. Bu düşünce metodu İslâm'ın bütün akidesinde takip edilmiştir ki, insanlar İslâm mesajını tam bir güvenle kavrasınlar ve inansınlar. Bu yüzden dinde zorlama yoktur; artık hak ite bâtıl iyice ayrılmıştır. İnsanlar hakka inanır ve bâtılı reddederler. (2: 256).
Şu hususu da belirtmek gerekir ki, İslâm insanları düşünmeye ve anlamaya çağırırken, körü körüne inanmayı da kerih görmüştür. Çünkü kör inanç insanı başarıya ulaştırmaz. Cehalete dayanan bir iman verimli olmaz ve böyle bir kişinin herhangi bir hususta mükemmel bir iş becermesi beklenemez. Sonuç uzun Ömürlü ve etkili olamadığı gibi, cehaletin ne inanana, ne de başkalarına yararı olur. Ne kendi ruhunu aydınlatabilir, ne de başkalarının kalplerini ve hayatlarını. Bu yüzden İslâm körü körüne itikadı hoş görmemiştir. Birincisi, bir kişinin atalarının geleneklerine ve hayat tarzına olan bağlılığıdır. Her gönderilen peygambere insanlar "şimdi babalarımızın taptıklarına bizi tapmaktan men mi ediyorsun?" (il: 62) diye karşı çıkmışlardır. Cahil insanlar hemen daima düşünmeyi reddetmişler ve sırf atalarından öyle gördükleri için körü körüne kendi yanlış yollarına devam etmişlerdir. Hz. İbrahim @'ın başına da aynı hadise gelmişti: "İbrahim, babasına ve milletine: 'Nelere tapıyorsunuz?' demişti. 'Putlara tapıyoruz; onlara bağlanıp duruyoruz' demişlerdi. İbrahim: 'Çağırdığınız zaman sizi duyarlar veya size bir fayda ve zarar verirler mi?' demişti. 'Hayır, ama, babalarımızı da bu şekilde ibadet ederken bulduk.' demişlerdi." (26: 70-74).
İkinci olarak, İslâm yanlış yolda giden önderlerin peşinden gitmeyi de reddeder. Kötülük sahipleri Hesap Günü sorgulanırken şöyle diyecekler: "Rabbimiz, biz yöneticilerimize ve büyüklerimize itaat etmiştik, fakat onlar bizi yoldan saptırdilar."(33: 67). Fus-sitet Suresi'nde ise şöyle buyurulmaktadır: "İnkâr edenler; 'Rabbimiz! Cinlerden ve insanlardan bizi saptıranları göster, onları ayaklarımızın altına alalım da en altta kalan-'lardan olsunlar' derleri' (41: 29). Üçüncü olarak, İslâm hakkı göz önüne almıyacak insanın kendi nefsine uymasını reddeder. İnsanın kendi kafasına göre hareket etmesi, Hakk'ı inkâr etmesine sebep olur ve cehalete sapar: "Ey inananlar! Allah'a ve peygamberine itaat edin, Kur'an'ı dinleyip dururken yüz çevirmeyin, dinlemedikleri halde 'dinledik' diyenler gibi olmayın. Allah katında, yeryüzündeki canlıların en kötüsü gerçeği akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir." (8: 20-22).
Yunus Suresi'nde şöyle buyurulmaktadır: "Onların çoğu zanna uyarlar; gerçekte ise zan, hakikat karşısında bir şey ifade etmez. Allah, yaptıklarınızı şüphesiz bilir." (10: 36). Furkan Suresi'nde ise şöyle buyurulmakta-dır:"(Ey Muhammed) Heves ini kendine tanrı edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın? Yoksa çoklarının söz dinlediklerini veya aklettiklerini mi sanırsın? Onlar şüphesiz davarlar gibidir, belki daha da sapık yolludurlar." (25: 43-44).
Kur'an-ı Kerim, insanı hayatında cahilî yollara düşürecek çeşitli faktörleri belirterek, bunların insanı kör bir inanç tuzağına düşürerek düşünmekten ve bilgiden mahrum edeceğine işaret eder. Böylece insan, hayvanlardan daha aşağı bir duruma düşecektir. İslâm böyle bir hâli tamamen reddeder ve insanı kendisine ve etrafım aydınlatacak olan bilgi zenginliğine ve düşünmeye çağırır. Cenab-ı Hak kullarının nasıl olmalarını istediğini son peygamberi aracılığı ile bize şöyle bildirmektedir: "O peygamber, onlara, uygun olanı emreder ve fenalıktan men eder; temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri haram kılar; onların ağır yüklerini indirir, zor tekliflerini hafifletir." (7: 157).
Şu husus gerçekten Allah'ın büyük bir lüt-fudur ki, insanı atalarının ve büyüklerinin boş inançlarından, safsatalarından kurtarıp, ona herhangi bir şeyi hayata geçirmeden önce o şeyin yararlılığım ve uygunluğunu düşünme ve tartışmayı serbest kılmıştır.
"Gökleri yedi kat üzerine yaratan O'dur. Rahman'm bu yaratmasında bir düzensizlik bulamazsın. Gözünü bir çevir bak, bir çatlak görebilir misin? Bir aksaklık bulmak için gözünü tekrar tekrar çevir bak; ama göz umduğunu bulamayıp bitkin ve yorgun düşer." (67: 3-4).
Rasulullah @'ın insanlığa kazandırdığı ö-nemli bir anlayış da,hürriyettir.Kavmiyyeti-ne, rengine, sosyal durumuna bakılmaksızın, her ferde tam bir ifade ve düşünce serbestliği verilmiştir. İnsan hürriyetine konan bütün kısıtlamalar ve engeller ortadan kaldırılmış, bunlara sebep olan bütün kurumlar yerle bir edilmiştir. İnsan, kula kulluk etmekten, kendi nefsinin tahakkümünden, sosyal ve politik yasaklardan, tabulardan kurtulmuş, Al-lah'tn kanunu dahilinde mutlak bir hürriyete kavuşmuştur. Rasulullah @ bütün insanların eşit ve siyah-beyaz, zengin-fakir, işadamı-işçi, yöneticİ-halk ayırdedilmeksizin herkesin aynı şekilde hür olduğunu açıklamıştır. Sınıf, ırk, servet, sosyal ve politik statü farklarına dayanan bütün imtiyazları kaldırmış, insanı köle kılan zinzirleri parçalamıştır. Fakat Rasulullah @ bu yüce kanunu getirinceye kadar bâtıl ve zalim beşer sistemleri yürürlükteydi. Doğu'da ve Batı'da, insanlık uzun süre bu durumun ızdırabını çekmek zorunda kalmıştı: "Kitlelerin hâli anlatılamayacak kadar sefil durumdaydı. Hiçbir sivil ve politik hakları yoktu. Bütün haklar ve imtiyazlar, rahiplerin, zenginlerin ve güçlülerin ellerindeydi. Kanunlar, güçlü ve zayıf için veya zengin ve fakir için aynı şekilde uygulanmıyordu. İran'daki Sasani İmparatorluğu'nda tüm güç ve nüfuz din adamları, toprak sahipleri ve Dehkan'ların elindeydi ve ülkenin bütün zenginliklerinden bunlar istifade etmekteydiler. Köylüler ve fakir sınıflar zulmün altında ezilmektelerdi. Bizans İmparatorluğu'nda da, papazlar, yüksek sınıflar, Sezar'ın yardımcıları olan sayısız kişiler, konsül üyeleri, gücün, zenginliğin, nüfuzun mutlu sahipleriydiler. Halk ise sefalet içinde inim inim inliyordu."
"Köylünün kaderi ya sörf ya da aşağı sınıflardan birisi olmaktı. Her iki halde de aileleri ve eşyalarıyla birlikte, onlara karşı dilediği gibi davranmakta serbest olan, toprak sahibine aittiler. Sahiplerinin izni olmadan ondan ayrılamazlardı; şayet kaçmaya kalkışırlarsa, hayvanlar gibi muamele görürlerdi. Boyundaki bir demir tasma, evde uşak veya köle olmanın nişanesiydi. Köleler bir yerden bir yere, birbirlerine bağlı, elleri kelepçeli, ayakları zincirli ve aynı zincir dizilmiş bir şekilde, sürüklenerek götürülürler, domuzlara verilenden beslenirler, domuzlardan daha kötü yerlerde barındırırlardı. İnsan kıhğında-ki tüccar, ata biner ve yorulan köleleri hızlandırmak için elinde ucu düğümlü bir kamçı taşırdı."
Sözde hür olan halkın diğer kısmı daha iça-çıcı bir durumda değildi.
"Topraklarım birine satmak isteseler veya bir şey almak isteseler, bölgenin efendisine de bir pay vermek zorundaydılar. Ağır bir vazifeyi yerine getirmeden hiçbir nesneye malik olamazlardı. Tahıllarını öğütüp, ekmek yaparken de onun payını ayırmak zorundaydılar. Kilise onda birini, Kıral yirmide birini, hâkimler de kendi paylarını tesbit etmeden, ekinlerini harman edemezlerdi. Efendileri evi terketmeden evden çıkamazlar, onun Önünde el-pençe divan dururlardı... Sözde hür olan, halktan birinin kızı evleneceği vakit önce ahlâksız bir zalime kendini teslim etmek zorundaydı. Halk böylesine bir sefalet içindeydi!" (The Spirit of islam).
Rasulullah @, insanlığa hak yolu da, bâtıl yolu da göstermiş, her ikisinin de neticesinin nereye varacağını açıklayarak hiçbir zorlama ve baskı olmaksızın herkesin kendi yolunu seçmesini serbest bırakmıştır. Her fert kendi gideceği yola karar vermekte ve problemlerini açıkça tartışmakta tamamen hür bırakılmış, bu hususta hiçbir kısıtlama getirilmemiştir. Neye karar vermişlerse, iyi veya kötü, hareketlerinin neticesine katlanacaklardır. Bu öğreti sosyal durumuna veya mesleğine bakılmaksızın bütün insanları eşit kılmış (19: 13), (4: 11), onlara tam bir düşünce, ifade, kanaat hürriyeti vermiştir (2: 256).
Hayır ve şer yollar önüne açıkça serilen insana bunlardan birini seçme hürriyeti verilmiştir. Sonuçta iyilikler mükâfat, kötülükler ceza görecektir. Her insana seçme iradesi ve kabiliyeti verilmiştir: "Herkes kazancına bağlı bir rehindir" (74: 38). İnsana açıkça, "Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler; kazandığı iyilik lehine, ettiği kötülük de aleyhinedir:' (2: 286) diye buyrul-muştur. İnsan işlediği amellerden hesaba çekilecek, gerçekten yapmaya gücü yetmediği şeylerden sorumlu tutulmayacaktır. Kaçınmaya gücü yetmediği şeylerden dolayı da ceza görmeyecektir. Fakat şu husus açıkça anlaşılmalı ki, neyin yapılıp, neyin de yapılmaması gerektiği hükmünü koymak insana değil, Allah'a aittir.
Yukarıdaki ayetin içerdiği ikinci esas "cezaların da, mükâfatların da her ferdin kendisinin göreceğidir. Ölümünden sonra da kötülüğe sebep olmaya devam eden kişi de sonuna kadar o işin günahından sorumlu olacaktır. Fakat iyi ve kötü, bütün sonuçlar kişinin kendi amellerinin hâsılı olacaktır. Kısacası, bir insan yalnız kendi iradesiyle yaptığı işlere göre ceza veya mükâfat görecektir. İlâhî Kanun'da bir kişinin hesabının başka birine yüklenmesi mümkün değildir." (The Meaning of the Qur'an, Cilt I, s. 209-210).
Bu hususta, insanoğlu açıkça ikaz edilmektedir: "De ki: 'Ey insanlar! Rabbinizden size gerçek gelmiştir. Doğru yola giren ancak kendisi için girmiş ve sapıtan da kendi zararına olarak sapılmıştır: " (10: 108). Zilzal Su-resi'nde şöyle buyurulmaktadır: "Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür. Kirn de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür." (99: 7-8). Allah herkesin amelinin karşılığını verecektir, çünkü hiçbir şey ondan gizli de-ğildir:"(Ey Muhammed)Ne iş yaparsan yap ve sizler ona dair Kur'an'dan ne okursanız okuyun, ne yaparsanız yapın, yaptıklarınıza daldığınız anda, mutlaka Biz sizi görürüz. Yerde ve gökte hiçbir zerre Rabbinden gizli değildir. Bundan daha küçüğü veya daha büyüğü şüphesiz apaçık bir Kitap'tadır." (10:61).
Kişinin yaptıklarından mesul tutulması, düşünce ve hareketinde hür olma hakkının bir teminatıdır. Çünkü hürriyet olmadan mesuliyet hesaba çekilme fikri anlamsız olurdu. Seçme hürriyeti olmaksızın bir fert nasıl olur da, yaptıklarından veya yapmadıklarından mesul tutulabilir? Bu yüzden İslâm, renk, inanç, sınıf ayırımı gözetmeksizin, bütün müslümanların ve diğer dinlere tâbi insanların düşünce ve hareket hürriyetini teminat altına almıştır: "Dinde zorlama yoktur; artık hak ile bâtıl iyice ayrılmıştır." (2: 256). Bu ayet, hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde, insanlara hiçbir şeyin zorla kabul ettirilemeyeceği hususunun, İslâm'ın temel kuralı olduğunu ortaya koymaktadır. Hatta İslâm'a girmeye ve onun yolunda gitmeye bile kimsenin zorlanamayacağı belirtilmektedir. Aydınlık ve karanlık mutlak olarak herkese açıklandıktan ve hiçbir şüphe bırakılmadıktan sonra artık kişi ya bilerek, anlayarak, şuurla aydınlığı kabul eder veya reddederek karanlığın, cehaletin ve şerrin yolundan gider ve bu hareketinin neticesine de katlanır.
İslâmî bir devlette, hürriyet hakkı bütün te-baya, bütün işlerinde, eşit olarak verilir. Kişi kasıtlı olarak, bile bile, Allah'ın Kanununu çiğnemedikçe hürriyet hakkı kutsal kabul edilir. Bu hürriyet anlayışı, Allah tarafından verilmiş ve şu esaslar üzerine kurulmuştur. Önce, insan kendi iradesi ile Allah'a yönelir; çünkü yalnız O'na karşı~hesap verecektir. O'na karşı mesuldür. İkincisi, Yaratıcısı kişiye seçme hürriyeti vermiştir ve kişi istediği şekilde davranır. Üçüncüsü, bu davranış serbestliğinin bir sonucu olarak her insan, iyi veya kötü, yaptıklarının karşılığını bizzat kendisi görecektir. Dördüncüsü, hak ve bâtıl, hayır ve şer apaçık gösterilmiştir, artık bunlardan birini takip etmek insana kalmıştır. (The Meaning of the Qur'an, Cilt I, s. 209-210). "Hürriyet insanın, tabiî bir hakkı, ruhsal bir imtiyaz, her şeyin üstünde dinî bir görevdir." O olmadan insan ne ruh yüceliğine, ne de ahlâk olgunluğuna erişebilir.
Tam bir iman ve hareketlerinde ihlas sahibi de olamaz. Onsuz, iç dünyası kararır, hareketleri donuklaşır, verimli olamaz. Baskı ve zorlama ile yapılan ibadetler içten ve candan olmayacaktır. Bu yüzden, "İslâm'daki hürriyet anlayışında dinî zorlamalara, sınıf çatışmalarına, ırk ayrımına yer yoktur. Kişinin hürriyet hakkı, hayat hakkı kadar kutsaldır. Hürriyet hayatla eşdeğerdir." (islam in Fo-cus, s. 34).
Mesuliyetin yamsıra, hürriyet hakkında, İslâm düşüncesi ile yakından ilintili bir husus daha vardır. O da, kişiliğin arınması ve nefsin olgunlaştırılmasıdır. Kişi hakkım istediği şekilde kullanabilir,Alİah'ınkanununubile çiğneyebilir (tabiatına aykırı olmasına rağmen), fakat böyle yaparak ancak kendi nefsinin arınmasını ve olgunlaşmasını engellemiş olur. Diğer bir deyişle, Allah'ın Kanu-nu'na uymamakla kendi kendine zarar vermiş olur. 'Hürriyet nimetinin sahibi' olan insanoğlunun, kendisine verilen bu nimeti kötüye kullanabilmesi de ihtimal dahilindedir. Ancak, İlâhî Kanun'a teslim olup, Rabbinin emirlerini harfiyyen yerine getirmek de insanın elindedir. "Hürriyet" insanın bu iki ya da daha çok yoldan birisini seçebilme kapasitesine sahip olmak demektir. Temiz bir hayat sürdürebilmek için ilk mesele, neyin hak ve doğru olduğunu ve takip edilmesi gerektiğinin farkına varmak, sonra da doğru olarak bilinen amellerin uygulanabilmesi için gerekli irade gücüne sahip olmaktır... Hakkın sesine kulak verebilmek için ise, neyin doğru olduğunu- bilmek, ona gönülden bağlanmak, haksızlıktan ve kötü yollardan yüz çevirmek gerekir ki, böylece arzulanan en yüksek makama ulaşılabilir. (A. K. Brohi, islam in the Modern World, s. 24-26).
Şayet insana hareket serbestliği verilmez İse, kişiliğinin arınması, nefsinin olgunlaşması mümkün olmaz. Ancak hürriyet ortamında kişilik ve nefs arındırılabilir. Nefsin arındırılması, imanın önemli hususlarından birisi olduğundan dolayı, İslâm, bunun elde edilmesi için, düşünce ve davranış serbestliğini tam olarak sağlamıştır: "Kendini arıtan saadete ermiştir. Kendini fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır." (91: 9-10). Â'Iâ Suresi'nde de şöyle buyurulmaktadır: "Arınmış olan saadete erişecektir." (87: İ4). Muhakkak ki bir kişinin ebedî saadeti kazanması, nefsini gereğince terbiye etmiş olmasına, günahlardan ve kötülüklerden sakınmasına bağlıdır. Rasulullah @'ın önemli gaye-ıerinden ve vazifelerinden birisi de, insanın nefsini terbiye edip, olgunlaştırması hususu olmuştur: "Andolsun ki Allah, inananlara, ayetlerini okuyan, onları arıtan, onlara Kitap ve hikmeti öğreten, kendilerinden bir peygamber göndermekle iyilikte bulunmuştur." (3: 164). Ayetin aslındaki "tezkiye" kelimesinin manası, önce zihnin ve bedenin saflaştırılması, kişinin bütün günah ve kötülüklerden kaçınması, diğer bir deyişle tam bir ahlâkî saflığa, doğruluğa, dürüstlüğe sahip olması, ikinci olarak da nefsini terbiye etmesi ve olgunlaştirmasıdır. Böylece tezkiye kelimesinin iki esas mânası ortaya çıkmaktadır; birisi, "temizleme ve saflaştırma" diğeri ise "terbiye ve olgunlaştırma"dir. Bu iki husus birbirini tamamlar ve birbirlerinden ayrılmazlar. Aslında birinci husus sonrakinin yol göstericisidir ve onsuz ikincinin gerçekleşmesi mümkün değildir. Bu yüzden Rasulullah @, insanların ruhlarını günahlardan ve arınmasını engelleyen benzer şeylerden kurtarıp saflaştırmıştır. Tezkiye usulünden sonra kişinin, nefsim terbiye edip, olgunlaştırması kolaylaşır, çünkü yoldaki bütün engeller ortadan kalkmıştır artık. Bu temizlenme safhasından sonra, müsbet ve sağlıklı gelişmesi için kişiliğin müsait bir ortama ve doğru harekete teşvik edilmeye ihtiyacı vardır; bunlar mümkün olmazsa, istenen netice hiçbir zaman alınamaz. Tabiî mükemmelliğine kavuşması için öncelikle bütün kısıtlamalardan uzak bir hürriyet gereklidir. Nereden gelirse gelsin, baskının ve zorlama-' nın her çeşidi, kişiliğin tabiî olgunlaşması ve arınmasına kavuşmasını engeller. Allah'ın, Peygamber @'a insanları İslâm'a girmeleri için zorlamamasını, bunun faydasının olmayacağını buyurması, bu yüzdendir: "Arınmak İstememesinden sana ne?" (80: 7). Gay Suresi'nde ise şöyle buyurulmaktadır: (Ey Muhammed)Sen öğüt ver! Esasen sen sadece bir öğütçüsün. Sen onlara zor kullanacak değilsin." (88: 21-22). Rasulullah @ insanlara, kendi yararlan için hayatın iyiliklerini Öğretmiştir, Kendi yoluna girmelerine zorlamak için gönderilmemiştir. Allah'ın emri herkese aynı şekildedir ve açıktır. Kişinin kendini terbiye etmesi, nefsini arındırması, kendi hür iradesi ile mümkündür. Büyüklük taslayanlar bundan yüz çevirirlerse, kaybeden yalnız kendileri olacaktır. Sonuçta bu dünyada da, ahirette de saadetten mahrum kalacaklardır. Bunun suçlusu da kendileridir, insanlara doğruyu göstermekten başka vazifesi olmayan Rasulü suçlamaya haklan yoktur. O, kimseyi zorlayamaz, çünkü böyle varılacak bir sonuç yararsız ve anlamsızdır. "Dikkat et; bu Kur'an bir öğüttür. Dileyen onu öğüt kabul eder." (80: 11-12).
Müsait serbestlik ortamı sağlansa bile, kişi doğru amellerde bulunmaksızın ruhunu arıtması, nefsini terbiye etmesi, mümkün değildir. Rasulullah @ 'a indirildiği şekliyle Hakk'ı takip etmedikten sonra, gerçek hedefini bulamaz. Bu yüzden, İlâhî Davet'in insanlara iletilmesi ve neyin eğri, neyin doğru olduğunu tanımalarının sağlanması, tabii kendi istekleriyle, mutlaka gereklidir. Bundan sonra inanmak veya reddetmek onlara kalmıştır. Allah, Musa @'a, Firavun'a giderek onu hakka davet etmesini buyurmuştur. "Ona de ki: 'Arınmaya niyetin var mı?' " (79: 18). Fakat Firavun çağrıya uy-mayıp öğüdü tutmadı ve kendi mahvına sebep oldu. Netice ne olursa olsun, bütün insanlara sonunda reddetseler de, iman daveti yapılmış ve seçmekte tamamen serbest bırakılmışlardır. Düşünüp karar vermeleri için onlara mühlet verilmiş ve daveti kabul ederlerse kazançlı çıkacakları, reddederlerse kaybedenlerden olacakları haber verilmiştir: "Kim arınırsa, ancak kendisi için arınmış olur; dönüş ancak Allah'adır:1 (35: 18). Tabiî ki, kendi istekleriyle daveti kabul edenler ebedî saadete kavuşacaklardır: "Arınmış olan saadete erişecektir." (87: 14). "İşte onlara, en üstün dereceler, içlerinden ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları Adn Cennetleri vardır. Bu, arınanların mükâfatıdır!' (20: 76).
İmanın diğer bir yönü de, takva (Allah korkusu) sahibi olmaktır. Bunun için de serbestlik gereklidir. Kişinin insanlarla olan ilişkilerindeki davranışları ve ahlâkî durumu, takvasını gösterir. İnsanın ahlâkUutumu ve davranışları, ruhunu arıtması ve hüküm günü kurtulması için çok önemlidir. "Allah, kendisine karşı gelmekten sakınan kimseye kurtuluş yolu sağlar, ona beklemediği yerden rı-zık verir." (65: 2-3). Yunus Suresi'nde şöyle buyurulmaktadır: "Onlar Allah'a İnanmış ve O'na karşı gelmekten sakınmışlardır. Dünya hayatında da, ahirette de müjde onlaradır." (10: 63-64). Hucurat Suresi'nde ise şu ayeti görmekteyiz: "Allah katında en değerliniz, O'na karşı gelmekten en çok sakına-nızdırT (49: 13). Bu ayetler göstermektedir ki, ebedî saadeti kazanmak için takva sahibi olmak şarttır. Bu da ancak kişinin dilediği şekilde davranabileceği bir serbestlik ortamında mümkündür. Hareket ve düşünce hürriyetinin inkâr edilmesi, aslında, takvanın inkâr edilmesi demektir; çünkü tam şerbetlik olmadan, kişinin ahlâkî olgunluğa veya sosyal davranışlarda mükemmelliğe ulaşması hiçbir surette mümkün değildir. Ve eğer bir kişi takvanın bu iki yönüne sahip olamazsa, ruhen ve ahlaken yükselemez. İslâm, bu yüzden, kişiyi serbest kılarak, ona sahip olduğu kabiliyeti, gücü, kullanıp, sağlıklı bir ahlâkî yapıya ve uyumlu, sevilen bir sosyal tutuma sahip olmasını sağlamıştır.
İslâm'da imanın çok gerekli bir parçası olup, hürriyet olmadan yerine getirilmesi imkânsız olan bir diğer husus da (Emri bi'l MaL ruf ve nehyi ani'l münker) 'doğruluğu emredip, fenalıktan sakındırmak'tır. Hep birlikte veya tek tek, Allah'ın Daveti'ni yaymak ve doğruluğu emredip, fenalıktan sakındırmak bütün müslümaniann vazifesidir: "Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan, Allah'a inanan hayırlı bir ümmetsiniz." (3: 110). Bu ayet, müslümanların insanları İyiliğe çağıracak, gerekli niteliklere sahip olduğu gerçeğine işaret etmektedir. Bunlar, kötülüğü yeryüzünden silmek ve fazileti, dürüstlüğü hâkim kılmaktır. (The Meaning of the Qur'an, Cilt II, s. 54). Müslümanların bu hususu kendi hayatlarına tatbik ettikten sonra başkalarını da davet etmeleri, doğruluğu emredip, fenalıktan sakındırmaları gereklidir.
Rasulullah @, kendisi bu hususu tatbik etmiş ve ümmetine de aynı şeyi emretmiştir: "O peygamber onlara, uygun olanı emreder ve fenalıktan meneder, temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri haram kılar, onların ağır yüklerini indirir, zor tekliflerini hafifletir." (7: 157). Yeryüzünde âdil, faziletli, İyi bir sistem kurmak için müslüman bir toplumun esas temel vazifesi İyiliği teşvik edip, kötülükten ka-çındırmaktır. Tam bir düşünce ve davranış hürriyetine sahip olunmadıkça bu vazifenin etkili bir şekilde yerine getirilebilmesi imkânsızdır. Bu husus İslâm'ın ana prensiplerinden ve her müslümanın önemli vazifelerinden birisi olduğu için, İslâm devletinde her vatandaşın hürriyeti kanun ile teminat altına alınmış, böylelikle vazifesini kısıtlama olmaksızın serbestçe yerine getirmesi sağlanmıştır.
İslâm'ın, insan hayatında düşünce ve davranış hürriyetine ne büyük bir Önem verdiği açıkça görülmektedir. İslâm'da müminin zihnini karıştıran ve rasyonel olarak anlaşılmayan, ne bir dogma, ne de bir açmaz (ikilem) vardır. İslâm inancı ve bütün düşünceleri mantıkî olarak açıklanılabilir ve sadedir. Bilim ile asla çatışmaz. Gerçek şu ki, hepsi akıl, gerçek ve hak üzerine kurulmuşlardır ve gerçek bilim hiçbir zaman onlarla çatışmaz. İslâm'daki bu serbestlik ve hürriyet, İslâm tarihinin ilk zamanlarında bilimsel araştırmaya çok büyük teşviklerde bulunmuştur. Baskı ve zorlama, İslâm'da kesinlikle yasaktır. Her husus karşılıklı müşavere ve fikir alışverişi ile çözülür. (42: 38) Hüküm, taraflar arasında adalet ve eşitlik ile (4: 58), ve bağımsız kararla (2: 256) verilir.
Tarih, İslâm toplumunda uygulanan hürriyetin örnekleriyle doludur. Başka bir yeri fetheden hiçbir millet Rasulullah @ kadar, o yerin İnsanlarının hürriyetlerini teminat altına almamıştır. Rasulullah @ şöyle buyurmuştur: "Necran (hıristiyanları) ve civarda yaşayanların canlan, malları, inançları Allah'ın ve Rasulü'nün teminatı altındadır... Burada bulunanlar, bulunmayanlar ve diğerlerine, onların örf, âdet ve ibadetlerine karışılmayacak; hakları ve imtiyazları ellerinden alınmayacak; ne bir piskopos piskoposluğundan; ne bir rahip manastırından, ne de bir papaz papazlığından uzaklaştırılacaktır. Herkes, büyük, küçük, bundan sonra da işine aynen devam edecek; hiçbir haç tahrip edilmeyecek; onlara zulmedilmeyecek, onlar da zulmetmeyecekler; cahiliye devrinde olduğu gibi kan davası gütmeyecek; onlardan Öşür alınmayacak ve birlikleri teçhiz etmek için pay istenmeyecek. " (M. Kutub, islam the Misunderstood Relİgion, s. 160-161).
Rasulullah @'ın ilk halefi, hilafeti yüklendikten sonra müslümanlara şöyle hitabetmiş-ti: "Allah'a ve Rasulü'ne itaat ettiğim sürece, siz de bana itaat edin. Fakat, eğer ben herhangi bir hususta Allah'a veya Rasulü1 ne itaat etmezsem, artık sizin itaatinize lâyık olamam." İkinci halife Ömer de aynı maksadı anlatan şu sözleri söylemişti: ''Beni bir eğrilikte bulursanız doğrultunuz" C bunları söylerken orada bulunanlardan bi ri, "Vallahi, seni bir eğrilikte bulursak kılıç larımızla doğrulturuz" diye haykırdı. Bun lar da göstermektedir ki, İslâm hürriyete gi den bütün yolları açmakta, diktatörlüğü zulmü, baskıyı şiddetle yasaklamaktadır. İs lâm anlayışına göre, zulüm ve baskıya en iy şekilde, Allah'ın birliğine inanmak ve baş kalannın hürriyetine saygı göstermekle, sa vaşılır. İslâm, insanların hürriyet hakkını bii tün şartlar altında savunur ve korur, hiçbi yöneticisinin vatandaşlarının hiçbirine ada letsiz davranmasına göz yummaz. Meşru sı nırlar içerisinde otoritesine sıkı bir şekilde sehipti ve herkese adaletle hükmedilmesîni emreder. (M. Kutup, a.g.e., s. 160-161). Ra-nlullah @ ümmetine, kötülükle ve zulümle savaşmalarını ve adaleti tesis etmelerini öğüt-lemiştir: "Kim bir kötülük görürse onu düzeltsin." "Zalim hükümdara karşı hakkı söylemek cihadın en büyüğüdür."
Özetlersek, İslâm'ın temel düşünceleri yalnız hürriyet esasına dayanmakla kalmaz, bu yüce düşüncelerin uygulanması ve başarıya ulaşması için, hürriyet hakkının kullanılmasını da emreder. Dahası, kötülüğün ve kokuşmanın ortadan kaldırılıp adaletin tesis edilmesi, devletin kanunî otoritesi yanında, toplumun diğer bireylerine karşı da, kişinin bu hakkının daha da güçlendirilmesine yardım eder.
Rasulullah @'ın doğduğu zamanda, dünya cehaletin karanlığıyla çevrilmiş, kitleler zengin ve güçlü yöneticilerin zulmü altında inliyordu. Hıristiyan Avrupa ve tüm insanlık geleneklerin ve hurafelerin etkisi altında, cehaleti imanın gereği sayıyor, bilimin ve aklın ışığından nasiplenemiyorlardı. İnsanlar, hayvan gibi güdülüyor, İnanç ve düşünce hürriyeti bilinmiyordu. Peygamber @ insanlığı hakikat bilgisi ile zenginleştirmiş, "Kişinin en büyük ziyneti bilgisidir." ve "Ömrünü ilme veren ölmez." buyurmuştur.
İnsanlar arasında araştırma ve inceleme isteğini teşvik ederek, Çin'e gitmek zorunda kalsalar bile ilmi aramalarını söylemiştir. Yine Rasulullah @, "İlim sahibi olmak için evinden ayrılan kişi, Allah yolundadır ve ilim için gezen kişiye Allah Cennet'in yolunu gösteriri "Âlimler, peygamberlerin vârisleridir?' buyurmuştur.
Rasulullah @'ın inanç ve düşünce hürriyeti hussundaki katkıları küçümsenemeyecek kadar büyüktür. İnsanlara daha önce önemini hiç bilmedikleri bir şeyi öğretmiştir: "Dinde zorlama yoktur; artık hak ile bâtıl iyice ayrılmıştır." (12: 256).
Peygamber @, zorlamayla dinîn hiçbir zaman uyuşam ayacağını ve inancın insanın kendi iradesine ve vicdanına dayanması gerektiğini belirtmiştir. Dİn insanlara korkuyla veya zulümle iletilseydi, inancın hiçbir anlamı kalmazdı. Yukarıdaki ayetin ikinci kısmında, insanlara neyin doğru, neyin yanlış olduğunun açıklandığı ve ortada hiçbir şüphenin kalmadığı belirtilmektedir. Hür irade-, leriyle hayatlarını yönlendirmek insanların kendi ellerindedir. Yaptıklarından Allah'a hesap verecekleri için insanlara seçme hürriyeti verilmiştir; aksi takdirde, insanlara zorlama yapılsaydı, adaletsizlik yapılmış olurdu. Rasulullah @, imanın temel esaslarında (Tevhid, Ahiret, Risalet) bile insanın aklını kullanmasını teşvik etmiş, böylece insanlığı ilim dünyasının eşiğine getirmiştir.
Bilimsel buluşların ortaya çıkışını sağlayan şu dört mefhum: Bilgi, araştırma, düşünce, hürriyet, Rasulullah @'ın insanlığa sunduğu en büyük hediyelerdir. Bu mirasın asıl sahipleri, bu altın sözleri ihmal etmiş, unutmuş, pratik hayatlarından çıkarmış, cahili yolları izlemeye başlamış, Öte yandan müs-lümanlarla haçlı seferlerinden, İspanya'da, Güney İtalya'da, Sicilya'da temasları olan Avrupalılar bu altın sözleri almış, anlamış ve faydalanmışlardır. Neticede, asıl varisler ilimdeki ve siyasî alandaki güçlerini ve büyüklüklerini kaybederken, tüm bu meyvaları asıl sahiplerini belirtme nezaketini bile göstermeyen yeni sahipleri, ellerine geçirmişlerdir.
Tarihî delillerin ışığında, çüpütülmesi imkânsız gerçek şu ki, İslâm, Avrupa'nın ilerlemesinde bir etken olmuştur ve Avrupalıları karanlık çağlardan kurtarmıştır. İnançta ve gündelik hayatta derin bir cehalet, tam bir sefillik içinde olan insanların, müspet ilim alanında eşsiz bir basan elde etmesi, Allah'ın son Peygamberi' nin rehberliği ve aydınlatması ile mümkün olmuştur. O vakte kadar insanlar rezalet, pislik ve cehalet içinde yaşamakta, ilim sahibi olmak isteyenlere zulme-dilmekteydi. Atalarının sapık yollarını ve boş inançlarını iftihar vesilesi yapan kavimler, ifade ve inanç hürriyetinden, soru sorma ve düşünce ileri sürmekten habersizdiler. Kitleler zalim idarecilerin boyunduruğunda inliyor, köylüler Lordların ve Kilise'nin baskısından kan ağlıyordu.
Öte yandan, Rasulullah @, temizliğin imandan olduğunu, gerçek imanın Allah korkusunda olduğunu belirtmekte ve insanları Allah'ı daha iyi tanımaya çağırmaktaydı. İmanın manasının Hakk yolu kabul etmek ve kötülüklerden kaçınmak olduğunu söylüyordu.
İnsan kültür ve medeniyetinin sağlıklı bir şekilde büyümesi ve gelişmesi için hürriyetin şart olduğunu belirtmiştir. Böylece düşünmek ve çeşitli yollar izleyerek araştırma, inceleme yapmak, yeni bilimsel alanlara yönelmek mümkün olur. Peygamber @ -ashabına, "bilgiye ve öğrenmeye derin bir iştiyakla bağ-lanma"yı telkin etmiş, onlara dünyanın dört bir yanında iyiyi aramayı "samimi bir şekilde, inanç ciddiyeti" ile hür düşünceli olarak olaylara yaklaşmayı emretmiştir. "Müspet davranış anlayışının ilk prensiplerinin" ölçüsünü vermiş, "düşünce İle kanunun gerçek bütünlüğünü" sağlamıştır. Bilgiye ve bilime böyle bir yaklaşım yeni bir dünyanın kapılarını aralamış ve keşif ve buluş alanında insana geniş ufuklar açmıştır. Artık insana Allah'tan başka sınır yoktur. (The Spirit of islam, s. 360-373).
Karanlık devirlerde yaşayan Avrupa'nın Rönesans'a kavuşması müslümanlar sayesinde mümkün olmuştur. îslâm dünyasının 7. ve 14. yüzyıllar arasındaki bilimsel gelişmelerinin sebebi olan Rasulullah @'ın öğretisinin temel unsurlarını Avrupalılara öğreten, müslümanlar olmuştur. Avrupa bugün bu hususu tam olarak tanımasa da, bazı namuslu kişiler ortaya çıkmakta ve gerçeği anlatabilmektedir. Robert Briffault gerçeği şöyle itiraf etmektedir:' 'Araplar olmasaydı, modern Avrupa medeniyetinin ortaya çıkması ve gelişmesi imkânsızdı... Avrupa'daki hiçbir gelişmede, İslâm kültürünün etkisini görmemek, mümkün değildir. Modem dünyayı eski devirlerden ayırt ettirici önemli farklara ve güçlere bu sayede sahip olunmuş, zafere ulaşmadaki en üstün kaynak bu etki olmuştur... Avrupa'daki bilim dediğimiz şey, yeni araştırma ruhunun, yeni deneysel, gözlem me-todlarının ve Eski Yunan'da bilinmeyen bir matematik sisteminin neticesidir. Bu metotlar ve araştırma ruhu, Avrupalılara müslü-man Araplar tarafından tanıtılmıştır." (The Making of Humanity, s. 190-191).
Stamvood Cobb şöyle demekte: "İslâm, hı-ristiyan ülkeleri kültürel olarak etkileyerek Avru'daki Rönesans'ın gerçek yaratıcısı olmuştur:' (islam's Contribution to the World Culture). George Bush ise, "Hıristiyanlıkta dahil, tarihte hiçbir devrim Muhammed'in bildirdiği nizamın doğuşu, gelişmesi, ilerle-mesindeki kadar medenî dünyada büyük değişikliklere neden olmamıştır." diyor. (The Life of Muhammed, s. 17). Müslümanların modern dünyaya olan katkılarından bahsederek Rovert L. Gulick Tu şöyle yazmakta: "Avrupa'daki Rönesans'ın oluşmasında Arapların etkisinin olduğu düşüncesini birkaç Öğrenci reddedecektir. Öğretmenlerin tarih kitaplarında, Fransız İhtilali'ne yer verildiği gibi, İslâm'ın tarih içindeki inkılâbına da yer vermek istemelerinden önce, daha birçok tercümeler yapılması gerekecektir. Müslümanların bıraktığı düşünce hazinelerinin ortaya çıkarılması için yapılacak geniş araştırmaların ışığında, bugünün yazarlarına düşen, müslümanların çağdaş medeniyete olan orijinal katkılarına karşı olan menfî düşüncelere karşı koymaktır. (Muhammed the Educator, s. 51-52). "Batı Avrupadaki yeni bilgilerin esas kaynağının İspanya'daki müslüman Araplar olduğu gerçeği apaçık meydandadır?' diyor C.H. Haskins (Studies in the History of Medieval Science, s. 3).
Başka bir yazar şunları söylemekte: "Onuncu yy.ın ikinci yarısındaki Lorraine Okulları, Arap ilimlerinin tohumlarının ilk önce Latin Avrupa'da filizlendiği fidelikler olmuşlardır. Sonra, buradan bilgiler Almanya'nın her yanına dağılmıştır?' (J. W. Thompson, The Introduction of Arabic Science into the Lorraine in the 10. Century, May 1929). Birçok Batılı bilgin, bilimsel ve kültürel ilerlemelerini Rasulullah @'a borçlu olduklarım serbestçe itiraf etmişler ve iddialarını destekleyen tarihî deliller göstermişler. İslâm kültürü ve biliminin Avrupa'ya nüfuz etmesini sağlayan sayısız bilim ve felsefe bilgininin adlarını zikretmişlerdir. Bunlardan bazıları şunlardır: Bath'li Adelard (İngiltere), Tivdl'li Plato, Chester'li Robert, Carinthia'h Her-mann, Burgos'lü Rudolf ve Cremona'lı büyük Gerard, İbni Sina'nın el-Bitruci'nin ve diğer müslüman bilginlerinin eserlerini tercüme eden Michael Scot. Büyük Frederick de Avrupa'da müslümanların etkisinin yayılmasına yardım etmiştir. (Muhammed the Educater, a.g.e., s. 57).
Rönesans diye bilinen bilimsel ve kültürel gelişmeler, müslümanların sayesinde oluşmuştur. Bazı peşin hükümlü Avrupalılar, özellikle Amerikalılar hem kendi insanlarına, hem de bilim dünyasına haksızlık yaparak bu bilimleri Romalılardan ve Yunanlılardan aldıklarında ısrar etmektedirler. Şurası tarihî bîr gerçektir ki, Avrupalılar, Arapçaya çevrilenlerden başka değeri olan hiçbir eski Yunan eserinden faydalanabilecek durumda değildiler. Kendi filozofları Aristo'yu bile müs-lümanlar sayesinde öğrendiler. Araplar bütün Yunan bilimlerini Arapçaya çevirmiş, kendi süzgeçlerinden geçirmiş ve onlardan yararlanarak tamamen kendilerine ait yepyeni bir üstün yapı oluşturmuşlardır. Yeni araştırma metodlarıyla var olan sanatı ve bilimleri geliştirmiş, o güne kadar görülmemiş boyutlara ulaştırmışlardır. Bilimsel metot ruhuna ve araştırmalara yeni bir dinamizm katmışlar ve çağlar boyu bunu sürdürmüşlerdir. Batı ise, müslümanların bıraktığı yerden alıp, bilimi daha ileri götürmüştür. Avrupalıların bilimi merdivenin tâ başında, Yunanlılardan alıp bugünkü yerine getirdiklerini söylemek, müslümanların insanlık tarihine kattıklan ve ne Yunanlıların ve Romalıların ne de onların atalarının malûmu olan, 8-9 asırlık büyük bilgi zenginliğini inkâr etmek, tamamen saçmadır.
Majör Arthur Glyn Leonard'ın sözleri bizim düşüncelerimizi tamamen doğrulamaktadır: "Daha önce hiçbir doğru dürüst bilgiye sahip olmayan Avrupa, bugünkü hâlini İslâm kültür ve medeniyetine borçludur. Bilimsel ve sosyal alanda parlak bir yüksekliğe erişmiş olan İslâm medeniyeti, ortaçağın feodalizme ve cehalete batmış, tamamen çökmüş olan Avrupa toplumunu sefaletten kurtarmıştır.
Müslümanların kurduğu sistemin sağlamlığı, eriştikleri sosyal ve entellektüel seviye, yüksek kültür ve medeniyet olmasaydı, şu anda kültür ve medeniyetin zirvesinde olmakla övünen bizler, cehaletin karanlıklarına batmış duruyor olacaktır. Bir müslüman için, hakiki bilginin, herhangi bir dinî düşünüşten daha önemli olduğunu, Avrupa'da sertlik ve hoşgörüsüzlük hüküm sürerken, Müslümanların engin bir müsamaha anlayışına sahip olduklarını unuttuk mu? Fethettikleri yerlerde şiddet kullanmamaları, eşsiz bir müsamaha ve serbestlik ortamı oluşturmaları, insanlığı yeni şeylere kavuşturmaları, bizim ortları davet etmemize sebep olmadı mı?" ("islam" Her Moral and Spiritual Value).
Daha önce de tartışıldığı gibi, Hz. Muham-med @'ın öğretisinin insanların muhtelif alanlardaki çalışmaları ve kültürlerine etkisi çok büyük olmuştur. Bu öğreti, insan bilgisinin bütün alanlarında öğrenme ve araştırmayı teşvik etmiştir. Bunun için önyargı ve hurafeleri insan aklından uzak tutmuş, serbest bir akılla araştırma yapmak ve hakikati izlemek için, insanı cesaretlendirmiştir. Yine bu öğreti, yukarıdaki yaklaşımın doğru olduğunu ve insanlığın yararına yeni ufuklar açmak suretiyle, insanın ilerlemesine öncülük edeceğini önemle belirtmiştir. Bilim ile din arasında gerçekte bir İhtilâfın olmadığı fikri, Hz. Muhammed @'ın bir eğitici olarak getirdiği en büyük yenilikti. Bu husus, Batı âlimleri tarafından, henüz daha tam manasıyla ne kavranmış, ne de kabul edilmiştir. Bilim ve din, daima insanın doğal yapısı içinde yanyana bulunmuşlar ve aralarında husumet, rekabet veya tenakuz meydana gelmemiştir. Bir taraftan îlâh ve Rab olduğu için Allah'a inanmak, diğer taraftan dünyanın ve kâinatın sırlarını bilmeyi arzu etmek, insanoğlu için doğaldır. İnsanın yaratılışının İlk anlarından itibaren, bu doğal temayüller insan davranışlarında gözlenmiştir.
Kur'an-ı Kerim'de, insandaki bu doğal temayülü gösteren birkaç misal zikredilmiştir: "Rabbin İnsanoğlunun sulbünden soyunu alıp devam ettirmiş, onlara: 'Ben sizin Rab-biniz değil miyim?' demiş ve buna kendilerini şahit tutmuştu. Onlar.da: 'Evet, şahidiz' demişlerdi." (7: 172). Hem Allah, vaktiyle, peygamberlerden bağlılık sözünü şöyle almıştı: " —Celâlim hakkı için size Kitap ve hikmet verdim; sizde olanı tasdik eden bir peygamber gelecek, ona mutlaka inanacaksınız ve mutlaka yardım edeceksiniz, ikrar edip bu ahdi kabul ettiniz mi' buyurdu. Onlar: 'İkrar ettik', dediler. Allah şöyle buyurdu: 'Öyle ise birbirinize karşı şahit olun, ben de sizinle beraber şahitlerdenim.' " (3: 81). Hz. Muhammed @ da ashabına bunları açıklamıştır. Übey b. Kaab'dan rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber @ şöyle buyurmuştur: "Allah, bütün insanları yaratıldıkları zaman bir araya topladı ve sordu: 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' Onlar da: 'Şüphesiz, Sen bizim Rabbimizsin,' diye cevap verdiler." İnsanoğlu, bilgiye doymak bilmeyen bir istekle yaratıldığı için, Allah, onun kâinattaki gizli sırları bilmesi için, yeterli düzenlemeler yapmış, ona eşyanın tabiatını ve isimlerini öğretmiştir. (2: 31). Daha sonra, gökler ve yerdeki bütün güçler ve hazineler insanın emrine verildi: "Bir de göklerde ne var, yerde ne varsa, hepsini kendi katından sizin hizmetinize verdi. Şüphesiz ki bunda, düşünecek kimseler için dersler vardır." (45: 13). Nahl Suresi'nde de şunları görmekteyiz: . "Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize vermiştir. Yıldızlar da O'nun emrine bağlıdırlar. Bunlarda, akleden kimseler için dersler vardır. Yeryüzünde rengarenk şeyleri de sizin hizmetinize bağlamıştır. Elbette bunda da düşünecek bir topluluk için bir ibret vardır. Yine denizden taze et yiyesiniz ve ondan giyip takınacağınız bir ziynet çıkarası-nız diye, denizi hizmetinize bağlayan O'dur. Gemilerin, denizde suyu yararak gittiklerini görüyorsun, hem Allah'ın fazlından nasip arayasınız diye, hem de olur ki şükredersiniz." (16: 12-14).
Kur'an-ı Kerim'in bu ayetleri açıkça göstermektedir ki: Sağlam bir insan yapısında, bu iki doğal yük arasında hiçbir çelişki yoktur. Çünkü bunlardan birisi, insanın Allah'ın sözüne tamamıyla teslim olmasına, O'na ibadet etmesine ve O'nun yolunu izlemesine yardım ederken, diğeri Allah'ın kâinattaki sıfatları ve tecellileri hakkındaki bilgileri bulmaya sevkeder. Bu, sonunda, insanı Allah'tan daha fazla korkmaya ve ona daha çok ibadet etmeye götürecektir. "Kullar arasında Allah-tan gerçekten korkanlar, Onu bilenlerdir." (Prof. Muhammed Kutup, Mekke Eğitim Konferansında, 1977, sunduğu tebliğden) Hakikatte, bu iki temayüz öylesine birbirlerini tamamlayıcı ve içiçedir ki, daîma beraber mütalâ edilir. İkisi de gayet tabiî ve insanîdir. Allah'a, ümit ve korkuyla itaat ve ibadet etmek nasıl ki tabiî ve insanî ise, aynı şekilde etrafımızdaki dünya hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak ve insanın yararına olan kaynaklarını keşfedip kullanmak arzusu da öyle tabiî ve insanîdir. Bu tabiî ve insanî eğilimler arasında kesinlikle hiçbir tenakuz, husumet, rekabet ve ihtilâf yoktur. İnsanın yaratılışından beri, bu iki eğilim insan tabiatında yanyana mevcuttur. Bilim ve dini birbirinden ayırmaya çalışıp, aralarına sunî ihtilaf ve rekabet sokanlar, sadece ateistler (tanrı tanımazlar), agnostikler (bilinemezciler) ve sekülarist (laik)lerdir. Böyle bir rekabet ve ihtilâf olması demek, Allah'ı zikretmek ve öna hamdetmek gibi tabiat üstü bir unsuru, tamamen mekanik bir pozisyona sokmak demek olurdu. Fakat İslâm kültürü ve araştırmalarında bu iki doğal eğilime (bilim ve din) set çekmek günahtır. îslâ-mî kültür, okul ile camiye, pazar ile labora-tuvara, ev üe başkanlık koltuğuna, mahkemelere, yasama organlarına, kısacası insan-hayatının her veçhesine hükmeder. Bilim ve din, İslâmî kültürün esasını ve Özünü teşkil eder.
Tarih, İslâm'ın birleştiricilik görüşünün, farklı bilgi şekillerinin, birbirinden bağımsız olarak geliştirilmesine müsade etmediği hususunda pekçok delil taşır. Bilâkis maddî konulardan en yüksek metafiziğe kadar her çeşit bilgi arasında, organik olarak, gerçeğin kendisini yansıtan bir ilişki vardır. Üstelik, İslâm maneviyatı, mahiyeti itibarıyla daima dirayetli ve (gnostik) irfanî-ilmî olagelmiştir. Öyle ki, bilginjn aranması, avam arasında bile, özel bir dinî atmosfer husule getirmiştir, bu duruma başka geleneklerde bu ölçüde rastlanmaz. İslâmî bilimlerin oluşturulmasından sorumlu olan vahyin, insanların ve uygarlıkların zihinlerini, eylemlerini ve çevrelerini biçimlendiren ruhu kabul edilmeden, İslâmî bilimlerin doğuşunu ve gelişmelerini algılamak mümkün değildir. "Hem bilgi, hem de eylemin prensiplerinin çıkarıldığı Vahyin merkezi Teosofani'sini (sistemini), Kurıan-ı Kerim oluşturur, buna peygamberin hadislerinin de eklenmesi gerekir. Kuran ve hadis birlikte, hangi alanda olursa olsun, îslâmî olan her şeyin kaynağını teşkil eder. Dahası, bu kaynaklar, bilimlerin oluşması ve gelişmesinde çifte bir rol oynamışlardır. Her şeyden Önce, bütün bilimlerin, ayrıntılarının değil de, prensibinin Kur'an'da var olduğu, müslümanlarca kabul edilir. İkinci olarak, Kur'an ve hadis, Tevhid'in şu veya bu şekilde tasdikinin bir yolu olarak, bilginin aranmasının faziletini vurgulamışlar ve böylece bilimlerin gelişmesi için bir ortam oluşturmuşlardır. Bundan dolayı, Kur'an ve hadisin bağrından, bütüncül bir metafizik ve kozmoloji çıkmış ve bütün İslâmî bilimlerin üzerine bina edildiği bir baz vazifesini görmüştür. Bunlar, aynı zamanda, Kur'an ve hadiste yansıtıldığı gibi, İslâm'ın ruhu ile uyum içinde olan tüm entellektüel faaliyeti destekleyerek ve teşvik ederek özel bir atmosfer de oluşturmuşlardır.
İslâm'ın meydana getirdiği din ve medeniyet ile organik bir bağ içinde olan İslâmî bilimlerin bir şekilde anlaşılması için, İslâm'ın bu iki temel kaynağından ihtiva edilen emrin önemi, ne kadar vurgulansa azdır. Bu sözler, araştırmacı müslümanların zihinlerini, asırlar boyu şekillendirmiş ve onlara, hem bilgi, hem de ilham açısından bir kaynak sağlamışlardır. İslâmî bilgi kavramı, birlik ve hiyerarşiden müteşekkil iki temel eksen üzerine oturtulmuştur. Bilgiyle nihaî manada özdeş olan ve varlığın kendisi gibi, bilginin bilimleri ve şekilleri de sonuç olarak birdir ve aynı zamanda hiyerarşik bir düzene tabidirler. İslâmî bilgi, beşeri bilgilenmenin değişik şekilleri ve yolları arasında artık bir bağın bulunmadığı bugünün profan bilgi anlayışındaki gibi, gelişigüzel değildir. Genellikle İslâm'da yeşeren İslâmî bilimler ve entellektüel perspektifler, başka bir nokta-i nazardan da bütün bilginin özü olan en büyük Zat'ın nihaî olarak Bir'in bilgisine götüren bir silsile İçinde görülegelmiştir. Orijinal olarak diğer medeniyetlerce şekillendirilen bilimlerle karşılaştıklarında, müslüman entellektüel otoritelerin, bunları bilgi hiyerarşisinin İslâm çerçevesine entegre etmeye çalışmaları bu sebeptendir," (Seyyid Hüseyin Nasr, Islamic Sciences)
Böylece, İslâmî sistemde bilim ve din arasında, Hıristiyanlıkta ve diğer dinî sistemlerde görüldüğü türden hiçbir çatışma yoktur. Ve bu iki eğilim birbirlerini tamamlayıcı ve bütünleyici olarak kalmışlardır. Bu, neticede, Allah'tan çok korkup, çok ibadet eden insanların oluşmasına yol açar, çünkü onlar gerçekten evrendeki sırlar ve fevkalade tezahürlerin arkasındaki Gerçek'İ aramış ve görmüşlerdir. (35: 28). Onlar, yeryüzü ve evreni Allah'ın yarattığını bilir ve O'nun kanunuyla yönetildiğini de anlarlar (41: 53, 2: 116). Aynı veçhile, insan hayatı ve davranışları da İlâhî kanun ile düzenlenir (30: 26). Allah'a ve kanuna olan bu inanç, alışkanlıklarını, geleneklerini, duygularını, düşüncelerim ve yaşam tarzlarını idare eder ve biçimlendirir. İslâm-tarihi, bu inancın, insan tarihinin seyrini değiştiren ve insan kültürüyle çalışmalarını etkileyen bir kavmin oluşturduğu gerçeğine ait pekçok delil taşır. Kişilerin değerleri, ideolojileri farklılaştı ve hayata bakışları radikal bir değişime uğradı. Onlara yeni bir yön, yeni bir amaç ve yeni bir hedef verildi.
Bu değişiklik, ortaya koyacağımız gibi, insanın her sahadaki bilgi ve araştırmalarında aşikâr olarak görüldü.
Kozmoloji, İslâm'da bütün bilimlerin başlama noktasıdır ve "Bir", görünmez, fakat her yerde mevcut olan Allah'ın, mükemmel dünyasının yaratıhşıyla ilgilenir. "Allah'tan başka ilâh yoktur. Hz. Muhammed @ O'nun el-çisidir." Bu doktrin, ilmî bilginin ana temasıdır; çünkü "Bütün kâinat, BİR ALLAH tarafından yaratılmıştır ve çok büyük olmasına, hiyerarşik yapısına rağmen Allah'ın birliğini yansıtır." Kur'an, kâinatın bu büyük gerçeğini şu şekilde ifade eder: "Allah O Allah'tır ki, kendinden başka hiçbir ilâh yoktur. O, ezelî ve ebedî hayat ile bizatihî diridir, (bakidir). Zat ve Kemâl sıfatlarıyla yaratıkların bütün işlerinde hâkim ve kaimdir, her şey O'nunla kaimdir. O'nu ne bir. dalgınlık, ne de bir uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nun. O'nun izni olmadıkça katında kim şefaat edebilir? O, bütün varlıkların önlerinde ve arkalarındaki gizli ve aşikâr her şeyi bilir. Onlar (varlıklar-yaratıklar) ise, Allah'ın dilediği kadarından başka İlâhî İlim'den hiçbir şey kavrayamaz-lar. O'nun kürsüsü (mülk ve saltanatı) gökleri ve yeri çevrelemiş, kaplamıştır. Gökleri ve yeri korumak, gözetmek, O'na zorluk ve ağırlık vermez. O, çok yüce, çok büyüktür." (2: 255).
Bu, açık olarak gösterir ki, kâinatın esas noktası Allah'ın 'Kontrol eden otorite olmasıdır.' Bu keyfiyet "îslâmî Vahiy prensipleriyle ve de Kur'an'ın batınî mesajı ile onun tamamlayıcısı olan peygamberin derunî öğretisinden açığa çıkan metafizikle doğrudan ilgilidir" (Islamic Science, s. 28-30). Kâinatın incelenmesi, insanı sonunda başladığı yere: 'Allah'ın Birliği, bütün kâinatın O'nun direkt emir ve kontrolü altında olması ve Allah'ın yerde ve göklerde olan her şeyden tamamıyla haberdar olması' gerçeğine geri götürür. "Göklerle yeri ve aralanndakileri altı günde yaratan O'dur. Sonra arşa (kudret ve saltanatı ile) hükmeden odur. Yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve ona yükseleni hep bilir. Her nerede olsanız (ilim ve kudreti) sizinle beraberdir. Allah bütün yaptıklarınızı görendir. Bütün gökleri ve yerin mülkü O'nundur; ve bütün İşler O'na döndürülür. Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye kadar. O, kalplerde olanı bilendir." (57: 4-5-6).
Göklerde ve yerde Allah'tan gizlenen hiçbir şey yoktur. "Şüphe yok ki, senin Rabbin, onların kalplerinin gizlediklerini ve açıkladıklarını tamamen biliyor. Yerde ve gökte hiçbir sır yoktur ki, açık bir kitapta olmasın." (27: 74-75). Sure-i Yunus'da biz tekrar şunları okuruz: "Sen herhangi bir işte bulun-san, Kur'an'dan her ne okusan, sen ve ümmetin herhangi bir amel yapsanız, siz ona dalıp dururken, muhakkak biz üzerinizde şahit bulunuruz. Ne yerde, ne gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinizden gizli kalmaz.; ne bundan daha küçük, ne de daha büyük... Ancak bunların hepsi açık bir Kitap'ta (Levh-i Mahfuz) yazılıdır." (10: 61).
Allah'ın ilminin büyüklüğü ve derecesinin bir nebzesi Kur'an'ın aşağıdaki ayetinde şöyle anlatılmaktadır: "Görmez misin? Allah hem göklerdekini, hem yerdekinİ bilir. Herhangi bir üç kişinin gizli bulunduğu yerde dördüncü mutlak O'dur (Allah). Beş kişinin gizli bulunduğu yerde altıncıları mutlaka O'dur; bunlardan daha az, daha çok oluyor mu, muhakkak O, her nerede olsalar, onlarla beraberdir.'Sonra bütün yaptıklarını, kıyamet günü, kendilerine haber verir. Haberiniz olsun ki, Allah, her şeyi bilendir." (58: 7).
Kur'an-ı Kerim'in üzerindeki çalışmalar, kâinatın muhtelif taraflarını açıklayıp tasvir ederek, pekçok bilimin büyümesini sağlayan, bilgiyi ve araştırmayı teşvik etti. Fakat bu bilimler, kâinatın, bir tek Allah tarafından yaratılması, kontrol edilmesi ve yönlendirilmesi yüzünden tamamen birleşiktir. Bunun sonucu olarak, "Islâmî kozmoloji ve kozmogra-fi, farklı şekillerde, coğrafyadan simyaya kadar değişik İslâmî bilimler için temel, kalıp ve prensip olarak hizmet etmiştir. Bunlar, belli bilimlerle İslâm prensiplerini birbirine bağlamayı ve İslâm Medeniyeti'nde bir bütünlük sağlamayı mümkün kıldı. Bu medeniyette, farklı bilimler, İslâm'ın bütünlüğünü yitirmeden yeşermiştir ve tabiat, insan ile onun doğal ve kozmik çevresi arasındaki ahengi bozmadan incelenmiştir.
Kur'an-ı Kerim, kâinatın temel oluşma İşleminden ve bu âlemlerdeki dünyaların en son tertibinden bahseder. "Sonra (Allah), duman halinde olan göğe yöneldi, ve ona arza 'İkiniz de isteyerek veya istemeyerek gelin, meydana çıkın' dedi. Onlar da: 'Biz isteyerek geldik.' dediler. Böylece gökleri, yedi kat gök olarak iki günde yarattı. Bir de her gök ehline emrini vahyetti. Biz dünya göğünü de kandillerle (yıldızlarla) donattık, onu (afetlerden) koruduk. İşte bu, Azîz, Alîm olan Allah'ın takdiridir." (41: 11-12). Yine aşağıdaki ayette kâinatın oluşma işlemine ait bilgi vardır: "İnkâr edenler görmediler mi ki, göklerle yer bitişik bir halde iken biz onları ayırdık. Hayatı olan her şeyi sudan yarattık. Halâ inanmıyorlar mı?" (21: 30).
Kur'an, pekçok olayda, yedi kat göğün yaratılışından bahseder; fakat biz "yedi1 kat gÖk"ün önemini tam olarak anlamıyoruz. 'Yedi' sayısı göklerin gerçek sayısını ifade eder veya "göklerin" çokluğu gerçeğini ortaya koyar. Kur'an, sayıları, bir şeyin çokluğunu anlatmak için kullanır. O zaman ' 'gök-ler"in anlamı nedir? O, "yedi kâinat" mı, ("yedi galaksi" mi demektir.) Her ne hal ise, yedi sayısı, Allah'ın yaratıcılığının, çokluğunu, büyüklüğünü ve sınırsızlığım gösterir. (A. Yusuf Ali, The Holy Qur'an, s. 1191-1567).
Bakara Suresi'nde şöyle zikrediliyor: "Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur. Sonra semayı kasdetti de onları, yedi gök halinde nizama koydu. O her şeyi hakkıyla bilendir." (2: 29). Talâk Suresi'nde de şunları görüyoruz: "O Allah'tır ki, yedi (kat) gök yaratmış. Arz'dan da onların mislini... Allah'ın emri ve kazası, bütün bunların arasında inip duruyor; bilesiniz ki, Allah her şeye kadirdir ve her şeyi ilmi ile kuşatmıştır?' (65: 12). Nuh Suresi'nde de: "Görmediniz mi, Allah göğü yedi kat üzerine nasıl yaratmış? Aralarında aya aydınlık vermiş, güneşin de ışık saçmasını sağlamıştır..." (71: 15-16) bu-yuruluyor. Müminun Suresi'nde ise "Doğrusu biz, sizin üzerinizde yedi kat (gök) yarattık. Biz yaratmaktan gafil olmadık." (23: 17) şeklinde zikrediliyor.
Son ayette belirtildiği gibi, yaratılışta gözlediğimiz bir başka husus da, bütün evrendeki fevkalâde ahenk ve orandır. Her şeyde, gözlenen kanunun Birliğini gösteren, ittifak, birlik ve son derece bir uyum sezilir: "Gökleri yedi kat üzerine yaratan O'dur. Rahmanın yarattığında bir düzensizlik göremezsin. Gözünü bir çevir bak, (semaya), bir çatlak görebilir misin? Bir aksaklık bulmak için gözünü çevir; tekrar tekrar çevir bak; ama göz umduğunu bulamayıp bitkin ve yorgun düşer." (67: 3-4). Bu, kâinattaki esas ve evrensel gerçeği ve doğruluğu gösterir. Bütün yaratıklar, büyük veya küçük, canlı veya cansız, görünür veya görünmez, kâinatın her yerinde bir tek Yaratıcı ve Hakîm'in kanununa uyarlar: "Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan ve sonra arşa hükmeden, gün-jüzü —durmadan kovalayan— gece ile bü-ruyen; güneşi, ayı, yıldızlan, hepsini buyruğuna baş eğdirerek var eden Allah'tır. Bilin ki yaratma da, emir de O'nun hakkıdır. Alemlerin Rabbi olan Allah Yücedir:' (7: 54). Yunus Suresi'nde: "Doğrusu sizin Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratıp sonra arşa hükmeden, işi düzenleyen Allah'tır. İzni olmadan kimse şefaat edemez. İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'na kulluk edin. Artık İbret almak için düşünmez misiniz?" (10: 3), buyuruluyor. "Allah, gökleri, gördüğünüz şekilde, direksiz olarak yükseltendir. Sonra, Kudretiyle arşa hükmeden herbiri belli bir süreye kadar hareket edecek olan güneş ve ayı buyruğu altına alan işleri yürüten, ayetleri uzun uzun açıklayan Allah'tır; ola ki Rabbinize kavuşacağınıza kesin olaraH inanırsınız." (13-2).
Kur'an-ı Kerim'in bu ayetleri, göklerdeki ve yerdeki her şeyinRablerininbir tek kanununu izledikleri hususunda hiçbir şüphe bırakmaz. Onların tümü, hiç tereddütsüz Allah'ın emrine itaat ederler. Kur'an-ı Kerim, bunu şu sözlerle izah eder: "Göklerde ve yerde kim varsa, ister istemez kendileri de, gölgeleri de sabah-akşam Allah'a secde eder." (13: 15). Nuh Suresi'nde ise: "Göklerde ve yerde olan canlılarla melekler ki, büyüklük taslamaVsızın Allah'a secde ederler. Kendilerine hâkim olan Rablerinden korkarlar ve emrolundukları şeyleri yaparlar." (16: 49-50) Duyurulmaktadır. Aynı husustan Hacc Suresi'nde daha geniş şekilde bahsedilmektedir: "Görmedin mi, göklerde ve yerde olan ner Şey; güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanlardan çok kimseler Allah'a secde ediyor. Birçoğunun da üzerine azap hak olmuştur. Allah'ın alçaklığı kimseyi yükseltebilecek yoktur. Elbette Allah dilediğini yapar." (22: 18). Kur'an-ı Kerim'in bütün bu ayetleri, yaratılışın bir birlik (vahdet) olduğunu, Yaratıcı'sının kanununa uyduğunu, şüphe götürmeyecek bir şekilde ortaya koyar. AJcsi takdirde hiçbir yerde kusursuz bîr ahenk, denge ve oran olamayacaktı. Evrenin çeşitli kısımları arasında tam bir ahenk ve işbirliği vardır. Bütün işler, bir diğerinin fonksinonunu tamamlayan bir uyum içindedir.
Bu yaratılış bahsinde, Kur'an'da Allah'ın üç ayrı yaratış kademesi zikrolunur: Göklerde, yerde, gök ve yer arasında. "Bütün gökte olanlar, bütün arzdakiler, bütün bu ikisinin arasındakiler ve toprağın altındakiler hep O1 nundur." (20: 6) (A. Yusuf Ali, The Holy Qur'an, s. 1191-1567).
Kâf Suresi'nde de şu şekilde geçer: "Celâlim hakkı için, biz göklerle yeri ve araların-dakileri altı günde yarattık; bize bir yorgunluk da dokunmadı:' (50: 38). "Gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yaratan; sonra da arşa hükmeden Rahman'dır." (25: 59). (Aynı mealdeki sözler 32. Surenin 4. ayetinde de mevcuttur.)
"Biz göklerle Arzı ve aralarındaki şeyleri ancak hak ve hikmetle yarattık." (15: 85).
Bütün bu ayetlerin hepsi, aşağıdaki ana gerçekleri ortaya koyar. Birincisi, bütün Yaratılış, belirli bir zaman zarfında olmuştur; bu altı günlük bir süredir. İkincisi, göklerin ve yerin yaratılışında, bir üstüste gelme sözko-nusudur. Üçüncüsü, kâinatın orijinal yaratılışı, daha sonra parçalara ayrılan bir kitleden olmuştur. Dördüncüsü, Yaratılış Olayı göklerin ve yerin çokluğu fikrini verir. Beşincisi, göklerin ve yerin yaratılışı arasında bir ara basamak vardır. (Maurice Bucaille, The Bible, The Qur'an, and Science, s. 141-142).
Kur'an-ı Kerim'de insanın arz engellerini kırarak, kâinata girdiği ihtimaline dair de bir bahis vardır: "Ey cinler ve insanlar topluluğu! -Gücünüz yeterse, göklerin ve yerin etrafından çıkıp gidin. Ama Allah'ın verdiği bir güç olmaksızın geçemezsiniz ki..." (55-33). Böylece Kur'an-ı Kerim; insanı, inkılâbçı felşefe ve fikirlerinden dolayı, yaşamın önyargı, hurafe ve bilgisizliklerini bir yana bırakarak, açık bir fikirle İyice düşünerek gerçekle yüzyüze gelmeye davet eder. Bu, insanoğlu için, bir üzengi rolü oynar ve ona ye-bi bilgi ufukları açar. "Akıl ve düşünce sahibi olan bir kavim için Allah'ın birliğine, kudret ve yüceliğine delâlet eden elbette birçok alâmetler vardır." (2: 164), (13: 4), (16: 67); "İyice düşünüp anlayanlar" (6: 65; 6: 98; 9: 81). "Düşünüp, mülahaza eden ve teslim olanlar." (2: 266; 10: 24 ve 45: 13). "Gören, anlayan ve idrak edenler." (7: 185; 30: 9 ve 50: 6). Bilenler, gerçekten bilgi ve öğrenim sahibidirler. Onlar Rablerinin yaratış mucizelerini görür, anlar ve üzerinde düşünüp taşınırlar, ayrıca onun önemini kavrayıp, bundan gerekli dersi alır ve şöyle derler: "Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen bâtıl şey yaratmaktan münezzehsin. Bizi azabından koru." (3: 191; 38-27).
Kur'an-ı Kerim, kâinat üzerindeki genel mütalaasını şöyle belirtir: "Allah, gökleri, gördüğünüz şekilde direksiz yarattı." (31: 10; 13: 2). Kaf Suresi'nde şöyle denir: "Üstlerindeki semaya bakmadılar mı ki, biz onu nasıl bina etmişiz ve onu donatmışız da hiçbir çatlak da yoktur?" (50: 6). Bakara Suresi'nde ise: "Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur. Sonra semayı kasdetti de onları, yedi gök halinde düzenledi..." (2: 29), buyu-rulmaktadır.
Göklerde ve yerde katı bir disiplin ve düzen vardır; bütün semavî cisimler, Yaratıcı'ları-nın İlâhî Kanunu'na tâbidir: "Yine de ki: 'O yedi göğün Rabbi kim? O çok büyük Arşın Rabbi kim!' " (23: 86). Rûm Suresi: "Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur, hepsi ona boyun eğmektedirler." (30: 26). İbrahim Suresi'nde tekrar: "Güneşi ve ayı, âdet ve görevlerinde devamlı olarak size o musahhar kıldı; yine gece ve gündüzü sizin faydanıza o bağladı." (14: 33; 55:5 ve 45: 13) buyurulmaktadır.
Ay için belli menziller takdir edilmiştir: "( Allah'tır ki, güneşi bir ışık ve ayı da bir nu yaptı, miktarlar ve ölçüler tayin buyurdu ki senelerin sayısını ve hesabı bilesiniz." (10: 5) Yasin Suresi'nde: "Ayın da seyrine menzil ler (miktarlar) takdirettik. Nihayet kurumu eski hurma dalının şeklini almıştır." (36: 39)
Allah, bütün bu semavî cisimleri, inşamı hizmetine verdi: "Geceyi, gündüzü, güneş ve ayı sizin istifadenize vermiştir. Bütün yıl dızlar da O'nun emrine bağlıdırlar. Elbett bunların herbirinde aklını başına alıp, düşü nen bir topluluk için, birçok dersler vardır.' (16: 12). En'âm Suresi'nde: "Karanın ve de nizin karanlıklarında doğru yolu kendileriyl bulaşınız diye sizin için yıldızları yaratan O dur. Gerçekten, bilenler için, ayet ve alâmet leri açıkça bildirdik." (6: 97) denmektedir.
Kur'an-ı Kerim, semavî cisimlerin tabiatın dan da bahseder: "Ne yücedir o Allah ki gökte burçlar (gezegenler) yaratmış ve içer sine bir kandil (güneş), bir de nurlu ay koy muştur." (25: 61). Nuh Suresi'nde: Görme diniz mi, Allah yedi göğü tabaka tabaka na sil yaratmış? Ayı içlerinde bir nur kılmış w güneşin ışık saçmasını sağlamıştır." (71: 15 16). Nebe Suresi'nde: "Üstünüze yedi ka sağlam gök bina ettik. İçlerine parıl parıl ışıl dayan güneşi varettik." (78: 12-13). Kur'an arzın kâinatın merkezi olduğuna dair eski bi inancı tümüyle reddederek, gece ve gündü zün birbirini takip ettiğini ortaya koyar: "Al lan, gündüzü gece ile örter ve süratle gec< gündüzü, gündüz de geceyi kovalar" (7: 54) Zumer Suresi'nde: "O, geceyi gündüzün üze rine buruyor, gündüzü de gecenin üzerin' buruyor:1 (39: 5). Yasin Suresi'nde: "Gece d bir alâmettir. Onlara: Ondan gündüzü soya çıkarırız. Bir de bakarlar ki karanlığa kah vermişlerdir." (36: 37). "Allah, geceyi gün düzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar." (22: 61).
Bundan başka, Kur'an-ı Kerim, kendine has halleriyle, yıldızların dünyasından da bahseder: "Güneşi, ayı, yıldızları, Allah, emrine bağlı kıldı. Bilin ki, hem yaratmak, hem de emretmek O'na mahsustur. (7: 54). Tûr Su-resi'nde: "Gecenin bir kısmında ve yıldızların batışı sırasında dahi teşbih et!" (52-49) buyurulmaktadır.
Tarık Suresi: "Andolsun semâya ve Tarık'a... Bildin mi Tarık ne? O ışık saçan yıldızdır; (Zuhal yıldızıdır)." (86: 1-3). Saffât Suresi nde yıldız kaymasından bahsedilir: "Onu da yakan parlak bir yıldız takibeder." (37: 10).
Yedi semavî cisim, Kur'an-ı Kerim'de çeşitli olaylarda, fakat değişik şekillerde zikredilir: "Allah, onları yedi gök (muhtemelen gezegenler) halinde nizama koydu." (2: 29). Mü-minûn Suresi'nde: "Doğrusu biz, sizin üzerinizde yedi kat gök yarattık. Biz yaratmaktan gafil olmadık." (23: 17). Ha-Mim Suresi'nde: "Böylece gökleri, yedi kat gök olarak İki günde yarattı. Bîr de her göğün işini kendisine vahyetti." (41: 12). Mülk Suresinde: "Gökleri yedi kat üzerine yaratan O-dur. O Rahman'ın yarattığında hiçbir düzensizlik göremezsin. Haydi gözünü çevir bak, bir çatlak görebilir misin?" (67: 3) Ve yine aynı surede: "Celâlim hakkı için, biz en yakın semayı yıldızlarla donattık. Bir de onlarla şeytanların taşlanmasını sağladık ve şeytanlara çılgın alev azabını hazırladık." (67: 5), buyurulmaktadır.
Kur'an-ı Kerim, muhtemelen yeryüzünün atmosferi olarak isimlendirebilecek bir şeyden de bahseder: "Biz, dünya göğünü de kandillerle donattık, onu koruduk." (41: 12). Hicir Suresi'nde "Gerçekten biz, gökte burçlar yarattık ve göğü, bakan kimseler için yıldızlarla süsledik. Ve onları kovulan her şeytandan koruduk." (15: 16-17). Yine Saffât Suresi'nde: "Gerçekten biz, yakın göğü, yıldızlardan ibaret bir süsle donattık ve itaatten çıkan her şeytandan koruduk." (37: 6-7).
Güneş ve ayın yörüngeleri de, Kur'an-ı Ke-rim'in çeşitli pasajlarında anlatılır.
"Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O-dur. Bunların herbiri kendi dairesinde dolaşmaktadır." (21: 33). Yine Yasin Suresi'nde: "Ne güneşin aya yetişmesi mümkün olur, ne de gece gündüzü geçer. Hepsi bir elekte yüzerler, devirlerini tamamlarlar!' (36: 40). Ra'd Suresi'nde: "Güneşi ve ayı da kulların menfaatine tâbi kıldı. Bunlardan herbiri belirli bir vakte kadar dolaşıyor." (13: 2: 31-19).
Kur*an-ı Kerim'de, güneş ve ay gibi gök cisimleri için, muayyen bir yer ve süreden bahseden pek çok bölüm vardır. Buradan, bunların her ikisinin evrimini tamamladıkları ve belirlenmiş yerlerine ulaştıkları anlaşılır: (13: 2; 31: 19 ve 35: 13). Kur'an'daki bazı bölümler de, kâinatın, daimi olarak genişlediği izlenimini verir. "Biz, gökleri kuvvetle yarattık. Şüphesiz Biz geniş kudret sahibiyiz." (51: 47). Kur'an aynı zamanda, insanın göklerin içine girebileceğini de ima eder: "Ey cinler ve insanlar topluluğu! Gücünüz yeterse, göklerin ve yerin etrafından çıkıp gidin. Ama Allah'ın verdiği güç olmaksızın geçemezsiniz ki." (55: 33). İnsan, Allah'ın harika ve sınırsız dünyası ve uzayın sonsuz büyüklüğü karşısında hayranlık duyar: "O müşriklere, gökten bir kapı açsak da oradan yukarıya çıkmaya koyulsalar, şöyle diyeceklerdi: 'Muhakkak ki gözlerimiz döndürüldü; herhalde büyülendik.' " (15: 14-15).
Astronominin incelenmesi, diğer konulardan daha çok, insana Kâinatın sınırsız büyüklüğünü ve Yaratıcı sı'nın gücünü, kuvvetini hatırlatır. Gökteki ve gökcisimlerindeki bütün bu çokluklar, son derece disiplinli ve düzenli bir şekilde faaliyet gösterirler. Aralarında, her şeyi daima kontrol eden, yöneten ve idare eden bir Yaratıcı'nın varlığını, inkâr edilmez şekilde ortaya koyan bir amaç birliği ve düzen vardır. Her taraftaki mutat Âdetullah üzere ve uyarıcı niteliktedir. Ubudiyetin ezelî ve ebedî sistemine ve elçilerin yoluna insanı davet eder ve bunu yaparken de kâinatın problemleri hakkında beşeri yönlendirmek için arasıra etrafa birkaç ipucu serpiştirir. Bu yönlendirici ve tanıtıcı bilginin doğası ve amacı İhtarî mahiyettedir; böylece insan, daima İslâmî ilimlerin kendilerinden çok ulaştırdıkları sonuçların önemli olduğunu hatırlar. Sonuç ise kâinatın kontrolünü ve Yara-tıcısı'na itaattir.
îbn üş-Şâtir'İn Güneş "teorisi. Tercümeler yoluyla Ko-pernik'e tesir eden büyük astronomisi tbn üş-Şâtir'in Güneş ve Ay teorilerinin temsili.
Astronomi,'gök cisimlerinin özellikleri, de ğılımı ve hareketleriyle ilgili bir bilimdir; (Encyclopaedia Britannica, 9. baskı). Muh temelen fiziksel bilimlerin en eskisidir. K02 moloji bölümünde tartışılan yaratma işlemi Allah'ın harikulade dünyası'mn büyüklüğı ve genişliği hakkında bir fikir vermiş olma hdır. Bu, aynı zamanda gökleri ve yerin çok luğunu gökler ve yerin yaratılışı arasındak safhada bir ara halin var olduğunu gösteril (TheBible, The Qur'an and Science, Bal. 4).
Biz burada, Kur'an-ı Kerim'in ne astronomi ne de astroloji kitabı olmadığını ve bu şekil de incelenmemesi gerektiğini söylemeliyiz Fiziksel dünyada türlü şekillerde olan yarat ma olayı, kâinatın çeşitli semalara dağılma sı, gökcisimlerinin hareketleri ve onların öze nitelikleri gibi şaşırtıcı tecelliler, Kur'an'dî tasvir edilmiştir. Ama bu tasvir, astronom veya astroloji dersi vermek için değil, Yara tıcı'nın şanı, azameti, idaresi ve organizas yonunu belirtmek için yapılmıştır. Onlar, de ğişik gök cisimlerinin tek başlarına ve kâi-natla beraber olan hareketleri arasındaki fevkalâde bir denge ve ahenk hissini telkin ederler. Kâinattaki harika organizasyonu ve disiplini evrenin birliğini ortaya koyarak gösterir. Bununla beraber, bu da insanı yönetim ve yönlendirme birliğine —yani Yaratan'ırı Birliği'ne (Tevhid)— götürür.
Kur'an-ı Kerim'de göklerin ve yerin çokluğu fikrini veren pek çok ayet vardır. Kur'an-ı Kerim, insanın dikkatini, şu sözlerle göklere doğru çeker: "Üstlerindeki semaya.bakmadılar mı ki, biz onu nasıl bina etmişiz ve onu donatmışız da hiçbir çatlak yok?" (50: 6). Göklerin herhangi bir destek olmaksızın durduğu gerçeği de şu cümlelerle belirtilir: "Allah, gökleri, gördüğünüz şekilde, direksiz olarak yükseltendir. Sonra, kudretiyle arşa hükmeden, güneşi ve ayı da kulların menfaatine tâbi kılandır!' (13: 2). Tekrar: "Allah, gökleri, gördüğünüz şekilde direksiz yarattı." (31: 10) buyuruluyor. Naziât Suresi'nde: "Yüksekliğini yükseltti de, onu düzgün bir nizama koydu." (79: 28). Rahman Suresi'nde: "Göğü ise yükseltti ve ölçüyü (çeşitli gök cisimleri arasındaki denge) koydu." (55: 7).
Kur'an'da, kozmoloji bölümünde açıklanan, Allah'ın gökleri, yeri ve semavî olayları yaratmasını tasvir eden pekçok pasaj vardır. Bütün bunlar, insanın dikkatini Allah'ın azametine çeker ve şunu gösterir ki, insanın dünyasıyla karşılaştırıldığında, idrakin ötesinde bir büyüklüğe sahip olan, sonsuz bir boşluğu ve sınırsız sayıda gök cismini içeren bütün kâinat, yine de Allah'ın âleminin çpk küçük bir parçasıdır. İnsanlara astronomiden ibret almaları tavsiye edilir. "Allah'ın bu muazzam ve düzenli kâinattaki, harikulade olaylarına ne kadar ruhanî yolculuk yapabiliriz? Akıllarımız ve en güzel, en gelişmiş ma-kinalanmız dahi, kâinatın sonsuzluğunun derinliklerine ulaşmada, yıldızların ve gezegenlerin büyüklüğünü tasavvur etmede veyahut da onların ahenkli sirkülasyonlannda-ki fevkalâde hassasiyeti anlamada yetersiz kalır;1 (Muhammed Kutub, Mekke Konferansı, 1977).
Gök cisimlerinin organizasyon ve kontrolü, insan anlayışını ve hatta tasavvurunu, kabiliyetinin ötesine çeker. Kur'an-ı Kerim, bu fevkalâde nizam ve denge âleminden şu şekilde bahseder: "Yine de ki: 'O yedi göğün Rabbi kirn? O çok büyük Arş'ın Rabbi kim?' De ki: 'Her şeyin mülkiyet ve hazineleri elinde olan kimdir?' " (23: 86-88). Rahman Suresi'nde: "Güneş ve ayın hareketleri bir hesaba göredir." (55: 5). Güneş ve ayın hareketlerinin amacı şöyle tasvir edilir: "Geceyi de istirahat için, güneşi ve ayı vakit ölçüsü kılandır. İşte bütün bunlar, mutlak galip, (her şeyi) kemaliyle bilen Allah'ın nizamıdır!' (6: 96). Yıldızların hareketlerinin arkasındaki sebep de şu şekilde ifade edilmiştir: "Karanın ve denizin karanlıklarında doğru yolu kendileriyle bulaşınız diye sizin için yıldızlan yaratan O'dur. Gerçekten, bilenler için, ayet ve alâmetleri açıkça bildirdik" (6: 97). Yine aralarındaki düzen de şöylece ifade edilmiştir: "Güneşi ve ayı âdet ve görevlerinde devamlı olarak O musahhar kıldı." (14: 33).
Kur'an-ı Kerim, insan dikkatini, gök cisimlerinin katı bir düzen, disiplin ve organizasyonuna, onların büyük bir hassasiyet ve intizam içindeki harikulade hareketlerine çeker. Bu hareketlerde, düşünen insanlar için ibretler olduğunu ifade eder. (45: 13). Gerçekten Kur'an'm böyle ayetleri, insanoğlunu, yaratılış, gök cisimlerinin özellik ve hareketleri, hareketlerinin yapısı, etkileri ve fiziksel olaylar üzerindeki tesirlerini daha iyi kavramak için, astronomi çalışmaları ve bilimsel araştırmalar yapmaya teşvik etmiştir. Yer ve göklerdeki ibretler hakkında ne kadar düşünürsek, bu harikulade dünyanın yaratılış sırrına o kadar yakınlaşırız. Kur'an bu ifadeyi şu cümlelerle doğrular: "Allah'dan, kullan içinde, ancak âlimler korkar." (35: 28). Rum Suresi'nde: "Şüphesiz ki bunlarda, bilenler için ibretler vardır." (30: 22) cümlesini görürüz. Ve "Dinleyenler" (30: 23), "Aklını kullanıp ibret alanlar:' (30: 24-28) şeklindeki ifadelere de rastlarız.
Yine Kur'an-ı Kerim'de, gök cisimlerinin hareketinde, takdir edilmiş bir seyir içinde oldukları belirtilmektedir: "Güneş te kendi mihveri etrafında muayyen bir vakit için hareket etmektedir, bu Azız, Alîm olan Allanın kanunudur. Ay için de sonunda kuru bir hurma dalına döneceği konaklar tayin etmişizdir. Ne güneşin aya yetişmesi mümkün olur, ne de gece gündüzü geçer. Hepsi bir felekte yüzerler, devirlerini tamamlarlar." (36: 38-40).
"O Allah'tır ki, güneşi bir ışık ve.ayı da bir nur yaptı, (büyüyüp küçülen) miktarlar ve ölçüler tayin buyurdu ki, senelerin sayısını ve hesabı bilesiniz. Allah bunları ancak hak ve hikmet olarak yarattı. Allah, anlayacak bir topluluk için ayetlerini açıkça beyan ediyor. Elbette gece ile gündüzün arka arkaya gelmek suretiyle değişip durmasında, Allanın göklerde ve yerde yarattığı bütün varlıklarda, Aİlah'dan korkan bir kavim için büyük deliller ve ibretler vardır." (10: 5-6).
Gören gözleri ve anlayan kalpleri olanlar için, her yerde Allah'ın işaret direkleri (alâmetler) vardır. "Daha. birçok alâmetler yarattı. Yıldızla da insanlar yollarını doğrulturlar." (16: 16).
Şimdiye kadar, göklerin ve yerin çokluğunu, gökcisimlerinin yaratıcılarının kanununa göre, fevkalâde bir hassasiyet ve düzenlilik içinde olan dengeli ve kontrollü hareketlerini tasvir eden Kur'an ayetlerini aktardık. Şimdi, çeşitli gök cisimlerinin tabiat ve özelliklerini anlatan ayetleri nakledeceğiz. Kur'an-ı Kerim, güneş ve ayın tabiatım şöyle anlatır: "Ne yücedir O Allah ki, gökte burçlar (gezegenler) yaratmış ve içerisine bir kandil (güneş), bir de nurlu ay koymuştur'' (25: 61). Nuh Suresi'nde: "Görmediniz mi, Allah göğü yedi kat üzerine nasıl yaratmış? Ayı içlerinde bir nur kıldı, güneşi de bir kandil..." (71: 15-16). Cin Suresi'nde: "Doğrusu biz semayı yokladık da, onu çok kuvvetli bekçiler, kayan yakıcı ateşlerde doldurulmuş bulduk... fakat şimdi kim dinleyecek olursa, kendisini gözetleyen bir ateş buluyor." (72: 8-9).
Kur'an, özellikle herhangi birinin mevcudiyetini kesin olarak anlatmasa da, genel bir şekilde gezegenlerden bahseder. Bunun nedeni, daha önce de belirtildiği gibi, Kur'an-ın bir astronomi kitabı olmaması, astronomi dersi vermemesi, ancak bu dünya hayatında, insana yol gösteren îlâhî bir kitap olmasıdır. Böylece, Kur'an-ı Kerim, belirli astronomik gerçeklerden, kendi özel ifadesiyle, insanın dikkatini, yıldızlar ve diğer gök cisimlerinin harikulade dünyasının yaratıcısının Azametine çekmek için bahseder, ki insanlar onun hikmetlerini anlasınlar ve doğru yolu bulsunlar. "Gekçekten biz, yakın göğü yıldızlardan ibaret bir süsle donattık" (37: 6).
Yine, kâinat ve içindeki her şey tahrip edileceği zaman, gezegenler zikredilir: '"'Sema ya-nldığı zaman yıldızlar dökülüp saçıldığı zaman." (82: 1-2). Aşağıdaki ifadede, gezegenlerle başka bir şeyin ışığının karşılaştırılması, Kur'an-ı Kerim'in lisanının ve tasvirinin zarafet ve güzelliğinin bir örneğidir: "Allah, göklerin ve yerin nurudur. Müminin kalbinde, nurunun sıfatı: sanki bir hücre ki, içinde bir ışık var; lamba da cam bir mahfaza içinde; o cam mahfaza, sanki (parlayan) incimsi bir yıldız. Bu ışık ne doğuda, ne batıda bulunan mübarek bir zeytin ağacının yağından tutuşturulur. Bu öyle bir yağdır ki, nerde ise ateş dokunmasa da aydınlık verecek. Bu aydınlık, nur üstüne nurdur. Allah, dilediği kimseyi nuruna kavuşturur. Allah insanlara böyle misaller verir. Allah, her şeyi bilir?' (24: 35).
Kur'an-ı Kerim, aynı zamanda, güneş sisteminden ve işlemekte olan kanunundan ve olağanüstü disiplininden bahseder. Enbiya Suresi'nde şunları okuruz: "Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O'dur. Bunların herbiri kendi dairesinde dolaşmakta." (21: 23). Onlar, kendi yörüngelerinde, herhangi bir tarafa sapmadan, kendi seyirlerini taki-bederler. "Ne güneşin aya yetişmesi mümkün olur, ne de gece gündüzü geçer. Hepsi bir felekte (yörünge) yüzerler, devirlerini tamamlarlar." (36: 40).
Bu ayetler, gezegenlerin yörüngelerinin de olduğunu anlatır. Gece ve gündüzün birbirini takibetmesi de, mevsim fikrini verir. Güneşin doğuş ve batışının farklı noktalardan oiu-şu, noktalar arasında çok büyük mesafelerin göstergesidir.
"Allah, gündüzü gece ile örter ve durmadan gece gündüzü, gündüz de geceyi kovalar?' (7: 54) (Maurice Bucaille, The Bible, The Qur-an and Science, s. 163-164). Lokman Sure-si'nde: "Görmedin mi, Allah geceyi gündüze sokuyor, gündüzü de geceye sokuyor?' (31: 29).
Zûmer Suresİ'nde: "Geceyi gündüzün üzerine buruyor, gündüzü de gecenin üzerine buruyor:1 (39: 5).
Yasin Suresİ'nde: "Gece de bir alâmettir onlara: Ondan gündüzü soyar çıkarırız da karanlıkta kalırlar." (36: 37).
Kur'an'ın bütün bu ayetleri, bir İlâhî gerçeği anlatır. Bu gerçek de, günlük olarak gözlediğimiz bütün fiziksel olayların ve gök cisimlerinin, Allah'ın Kanununa tâbi olmasıdır. Evrendeki hiçbir şey, kendi kendine veya yalnızca doğal bir otomatik işlemle vuku bulmaz; Allah tarafından kontrol edilir ve yönlendirilir. Yaratıcılarının tesbit ettiği bir disiplin ve seyir içinde hareket ederler. Hiçbir şey O'nun bilgisi ve iradesi dışında cereyan etmez veya edemez. Her şey, Rabbin kesin ve tesbit edilmiş bir planı dahilinde işler.
"Gaybın anahtarları, Allah'ın katındadır. Onları ancak Allah bilir. Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. O'nun İlmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları
içindeki tek tane, yaş ve kuru her sey Allah'ın ilmindedir." (6: 59).
Hucurât Suresİ'nde: "Allah ise, göklerdekî-îeri ve yerdekileri bilir. Allah her şeyi bilendir." (49: 16).
Böyle Yaratıcı, evrendeki her şeyi kontrol eder ve olayları idare eder ve hiçbir şey Oı nun emri olmaksızın gerçekleşmez. Bu da, natüralistlerin (tabiatçılanrı ve laiklerin) bütün fiziksel olayların, 'Kendi kendine yönetilen ve tanzim edilen tabiat kanununa göre cereyan ettiği' şeklindeki yanlış teori ve fi-kirİerini çürütür. Belirttiğimiz gibi, tabiat ve tabiat kanunu diye bir şey yoktur. Bunu söylemek, bütün olayları kendi kanununa göre yöneten ve kontrol eden Allah'a küfürdür.
Uzayın büyük mesafeleri, Kur'an-ı Kerimin aşağıdaki ayetlerinden anlaşılabilir: "Keşke, benimle senin aranda, doğu ile batı uzaklığı olaydı!..." (43: 38).
Mearic Suresİ'nde: "Artık doğuların ve batıların Rabbine kasem olsun ki..." (70: 40) Rahman Suresİ'nde: "O, hem iki doğuş yerinin, hem iki batış yerinin Rabbidir!' (55: 17). Bunlar, güneşin doğuş ve batışının uç noktalarım ortaya koyar. Kur'an, aynı zamanda, bütün kâinatta olduğu gibi, güneş sisteminin yaratılmasında da evrimsel bir aşamayı belirtir. "Güneşi ve ayı buyruk altında tutmuştur. Herbiri muayyen bir vakte kadar cereyan edip gidecektir." (31: 29). Şu ayetle de güneşin kendi belirli yerinde seyrini devam ettirdiği belirtilir: "Güneş de kendi mihveri etrafında muayyen bir vakit için hareket ediyor. Bu Azız ve Alîm Allah'ın takdiridir:' (36: 38).
Kur'an-ı Kerim'deki bu ayetler, insanı etrafındaki evreni incelemeye davet eder ve Rab-lerinin yaratış mucizelerini bulmak, O'nun varlığım inkâr etmemek, böylece O'na ve O1 nun' bütün evren üzerindeki hâkimiyetine olan inançlarını kuvvetlendirmek için astronomik araştırmayı teşvik eder. MüslümanIar için astronomi çalışmalarının öneminin diğer bir yanı ise, İslâmî ibadetin, değişik şe-killerdeki, kozmik boyutudur. Günlük namaz ve oruç vakitlerinin, bütün yerler ve müslümanların yaşadığı ülkeler için, tüm bir yıl boyunca tesbit edilmesi gerekir. 'Kıble' yönü de, müslümanların yaşadığı veya seyahat ettiği her yer için belirlenmelidir. Diğer bir deyişle, zamanlar ve kıble yönü bütün ülkeler için, mukîm müslümanlar ve yolcuların yararına önceden tayin edilmelidir. Böylece, bu ikj dinî ihtiyaç, Allah'ın yıldızlan ile diğer semavî yaratıklarının mistik ve huşu telkin edici evreni, ilk müslümanları bu konuda çalışmaya ve araştırmaya yöneltti. (Is-lamic Science, s. 92-93).
Astronomi çalışması, diğer konulardan daha fazla, insana evrenin sınırsız büyüklüğünü ve yaratıcısının kudret ve gücünü hatırlatır. Göklerin ve gök cisimlerinin çokluğu, son derece disiplinli ve düzenli bir şekilde kontrol edilir ve yönetilir. Bütün olayları da-İma kontrol eden, yöneten ve tanzim eden yaratıcının, varlığını inkar edilmez bir şekilde ortaya koyan bir amaç birliği ve tam bir düzen vardır. Üslup baştanbaşa, rehber bir kitap için normal olarak, insanı sonsuz olan İlâhî ibadet sistemine ve Allah'ın elçisinin yoluna davet edici ve öğüt vericidir. Fiziksel dünyada, Rabbin şan ve azametini gösteren şeylerden fazlaca bahis yoktur. Bununla beraber, olanlar yine de öğüt verici mahiyettedir; öyle ki insan daima İslâmî ilimlerin kendilerinden çok, ulaştırdıkları sonuçların önemli olduğunu hatırlar. Sonuç ise, Kâinatın Efendisi ve Yaratıcısına itaattir.
Bunun için, İslâm medeniyetinin aşağıdakiler gibi çok tanınmış astronomlar yetiştirmesi şaşırtıcı değildir: El-Birunî, Nasreddin el-Tusî, Kutbeddin el-Şirazî, Habaş el-Hasib Beni Musa, Ebû Me'şer el-Belhî, Muham-med b. Musa el-Hıvarzmi el-Ferganî (Alfra-ganus), el-Neyrizî (Anavitus), Ebû Abdullah el-Battani (Albertegrius), Ebû Selh el-Kuhî, Abdurrahman es-Sufi, İbni Yusuf, İbn el-Haytam (Alhazem), Abdurrahman el-Kazini, ez-Zerkalî, Ebû Bekr İbn Tufeyli, Nureddin el-Bitruci(Alpetragius),Müeyyeddinel-Urdî, Muhayyeddin el-Mağribî, Gıyaseddin Cem-şid el-Kaşânî, Uluğ Bey, Kadızade-i Rûmî, Ali İbni Amacur (Beni Amajur) ve Abdül Hasan.
Astroloji, geçmişte çağlar boyu astronomiyle bir mülâhaza edildi ve insanlar, "göklerin yer ve sakinleri üzerindeki manevî etkisini tayin etmeye çalıştılar... Astoroloji genel olarak tabiî astroloji ve hükmî astroloji olmak üzere ikiye ayrılır: Tabiî astroloji, gök cisimlerinin hareketlerini, güneş ve ay tutulmalarım Önceden haber veren bilimdir. Hükmî astroloji ise, burçların, insanların ve imparatorlukların kaderi üzerindeki etkisini inceler." (Enc-yclopaedia Britanica, Cilt 11).
Aynı zamanda astronom olan tanınmış İslâm astrologları, astrolojiyi, kehanetlere aldırmadan, bir bilim olarak ele aldılar. İnsan veya yeryüzü olaylarında kötü etkileri, gök cisimlerinin hareketlerinin temelinde aradılar. "Gelecekteki olayları önceden haber vermek için yapılanastrolojik girişimlerle, İlâhî İrade'nin mutlak bir kudret sahibi karakteri üzerindeki İslâmî vurgu arasında zahirî olarak aşikâr bir farklılık olmasına rağmen, gerçekte, îslâm medeniyeti ve özellikle belirli İslâmî gizlilik (batınîlİk) halleriyle bütünleşmiş olan astroloji derin bir sembolizmdir." (Islamic Science, s. 126-131).
Müslüman bilim adamlarının büyük çoğunluğu astrolojinin hükmî yanım (gelecekteki olayları haber verme) şiddetle reddettiler ve bunun bilimsel hiçbir temeli olmadığını izah ve ispat ettiler. Meşhur İslâm âlimleri ve bilim adamları astrolojinin bu işlevine karşı çıktılar. Bunlar arasında îbni Sina (Avicen-na), İbni Rüşd (Averroes), el-Gazalî, el-Birunî ve Nasreddin el-Tusî gibileri vardır. Onların çoğu, astrolojinin sadece kozmolojik sembolizm yönüyle ilgilendiler ve yıldız falına bakmaktan, kişilerin geleceğini okumaktan sakındılar. (Islamic Science, s. 126-131). Fakat hiç şüphe yok ki, diğer astrologlar, maişetlerini temin etmek ve dünyevî şöhret İçin, astrolojinin bu yanını kullandılar ve
icra ettiler. ' 'Ancak en üst düzeyde, yani me-tafîziksel ve ruhanî işlerde, astrolojinin güçlü sembolizmi, tam olarak tslâm esoterisiz-mi (batınîlik) ile bütünleştirildi. Bu işlerde, astroloji, kendi sembolik hali içinde insanın kozmik boyutunu yeniden keşfetmesi ve kendi meleksî ve öz gerçeğinin ayrıca bu gerçeğin dünyevî varlığı üzerine etkisinin farkın varması için bir vasıta olarak tanımlanmıştır.
"Fiziksel bilim (veya fizik) esas olarak, hayat olmayan şeylerdeki olayları.incelerken, doğa bilimleri genellikle organizma cisimlerinin ve onların gelişmelerinin incelenmesi olarak anlaşılmıştır" (Encyclopedia Britan-nica, Cilt 11). îslâmî bilimlerde, böyle bir ayırım yoktu. Fizik çalışmaları, doğal felsefe prensiplerinin bir parçası olarak ihdas edildi ve meşhur İslâm bilim adamlarınca, doğal felsefenin ışığı altında tartışıldı. İbni Sina, bu konuyu geniş olarak Şifa'sında ve Fen adlı kitaplarında inceledi. El-Kindî, Nasır el-Tûsî, Ali Rıza, el-Birûnî, el-Bağdadî, Molla Sadra ve Sabzivari de bilimsel eserlerinde bu konuyu yazdılar. İslâm bilim adamları, ilâhiyatçıları, hatta ruhiyatçıları, doğal felsefe prensiplerine büyük ilgi duymuşlardır. Bu sonsuz ilgi, Kur'an'ın içinde, Allah'ın harika dünyasının tasvirlerinin ortaya konmuş olmasındandı. Diğer şeyler arasında, "zaman, mekân, madde ve hareketin mahiyeti gibi sorulara daha fazla eğilindi. Bunun sonucu olarak, fizik ve doğal felsefe prensiplerine ilişkin olarak, birkaç değişik ekol gelişti. Bunların kimi, tabiat kuvvetleriyle deneyler yapar, kimileri de doğal dünyanın saf bir sembolik (simgesel) bilgisini elde etmeye ve tabiatüstü gerçekler, ilâhî isimler ve sıfatların teosofisi (insanın maddî vasıtalarla veya fevkalâde bir ruhî halet içinde Allah veya meleklerle görüşmesi imkânına inanan felsefe) gibi, hilkatin mülâhazasında insana yardım etmeye çalışırlar" (Islamic Science, s. 126-131).
İbni Sina, El-Ma'sumî, el-Nezzem ve el-Bakillanî, "günün temel fizik kavramlarına inerek, bu konuda en önemli ve temel sorulara ışık tuttular ve bunları tartışıp çözüm-lediler. Yukarıda zikredilenlerden son ikisi, fizik sorularıyla daha yakından ilgilendiler ve yazılarında, atomİstik görüş açısına dayanan bir tabiat felsefesine geniş yer verdiler?' (Islamic Science, s. 126-131).
Bununla beraber, t>u konudaki bütün araştırmaları teşvik eden kaynak, diğerlerinde olduğu gibi, Kur'an-ı Kerim'in incelenmesiydi. Kur'an, astronomi bölümünde tartışıldığı ve açıklandığı üzere, Allah'ın haşmet ve azametini değişik şekillerde insana anlatarak, fiziksel dünya tasvirleri, doğal felsefe prensiplerinin tam olarak belirlenmesine önayak. olan ilk müslümanları fazlasıyla etkilemiştir. Yaratıcının güç v& haşmeti, daha önce izah edilmiştir, (2: 255). Yaratıcı olan Allanın vasıfları hakkında bazı bilgilerveren.fizi-kîvelfelsefî dünyayla ilgili engin önemi olan bir pasaj da şudur: "Allah, göklerin ve yerin aydınlatıcısıdır. Müminin kalbinde, nurunun sıfatı: sanki bir hücre ki, içinde ışık var, ışık da cam bir mahfaza içinde; o cam mahfaza, sanki incimsi bir yıldız. Bu ışık, ne doğuda, ne batıda bulunan mübarek bir zeytin ağacının yağından tutuşturulur. Bu öyle birvağdır ki, nerde ise ateş dokunmasa da aydınlık verecek. Bu aydınlık nur üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruna kavuşturur. Allah, insanlara böyle misaller verir. Allah her şeyi bilir:' (24: 35).
Bu pasaj, evrenin ve onun yaratıcısının büyüklüğü ve mahiyeti hakkında bir fikir verir. Yine bu pasaj, Allah'ın fiziksel dünyası ve doğal felsefe alanlarında, kadın ve erkek tüm nesillere İlham kaynağı oldu; her nesil, bilgilere ilâveler yaptı ve bu bilimlerde yeni çığırlar açtı. Bu sözler en acemi bir bilim öğrencisine bile, mistik ve doğal felsefî mânalarını bir tarafa bırakarak, ışık, lamba, cam, parlayan yıldız vs. gibi günlük fiziksel olaylar hakkında bir takım bilgiler verir. Kur'an-ı 'Kerim'deki bu ve diğer benzer ayetler, insanın dikkatini, fiziksel dünyada vuku bulan ve gözlenen günlük bazı olay ve hallere çeker. Bu da, İslâm'da fizik dahil birçok bilimin incelenmesine yol açtı ve fiziğin değişik branşlarına büyük katkıda bulunan, ansiklopedik bilgiye haiz pekçok bilim adamının yetişmesine neden oldu.
Müslümanlar, fiziğin bu bölümüne büyük katkılarda bulundular. Bu da, Kur'an-ı Ke-rim'in, müslüman alimleri, fiziksel dünyadaki renkli ve parlak olayların arkasındaki sırları gözlemeye ve araştırmaya teşvik etmesinin bir sonucuydu. Açık-alan, günlük hayatta, alelade bir kişi tarafından bile görülen ışık spektrumuydu. Yukarıda aktarılan Kur'an-daki pasaj (24: 35), optik, spektrum, yansıma ve kırılma dahil, ışığın hallerini araştırmaya kişiyi teşvik etmiş ve Allah'ın mucizelerini keşfetmek ve bu fiziksel olayların derinliklerine inmek isteyen pekçok insana ilham kaynağı olmuştur.
el-Kindî, el-Haytam, el-Neyrızî ve diğerleri, muhakkak ki Kur'an-ı Kerim'in bu pasajını - defalarca okumuşlar ve her defasında optik araştırmalarında kendilerine yardımcı olan, yeni ilhamlar edinmişlerdir.
Onlar, aynı zamanda ay ışığı ile güneş ışığının mahiyetini karşılaştırmışlar ve kaydetmişlerdir. "Ne yücedir O Allah ki, gökte burçlar (gezegenler) yaratmış ve içerisine bir kandil (güneş), bir de nurlu ay koymuştur." (25: 61). Yunus Suresi'nde de şunları okuyoruz: "O Allah'tır ki,, güneşi bir ışık ve ayı da bir nur yaptı." (10: 5). Kur'an-ı Kerim'in aşağıdaki ayeti ise, müslümanların, ışığın değişik alanlardaki işlevleri için, düşünmesine neden olmuştur: "Bize bakın, nurunuzdan bir parça ışık alalım. Onlara şöyle denilecek: 'Arkanıza dönün de bir ışık arayın' " (57: 13).
Tanrım Suresi'nde: "Işıkları önlerinde ve defter sağlarından verilmiş olarak yürüyecek, Şöyle diyeceklerdir: 'Ey Rabbimiz! Bizim nurumuzu tamamla!' " (66: 8). YineTevbe Suresi'nde: "Onlar Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Fakat, kâfirler hoşlan-masalar bile, Allah muhakkak nurunu tamamlamak diliyor." (9: 32). Bu ayet, ışığın fiziksel olduğu kadar manevî önemini belirtiyor ve ilâhiyatçılarla bilim adamlarına araştırmaları için pekçok materyal temin ediyor. "Onların hâli, o kimsenin hâli gibidir ki, o ateş yaktı da çevresini aydınlattığı zaman, tam o sırada Allah nurlarını gideriverip kendilerini karanlıklar içinde bıraktı; artık görmezler." (2: 17). Diğer bir yerde de şunları anlatır: "O şimşek, neredeyse gözlerini kapıp ahverecek; onları aydınlatınca da ışığı altında yürürler ve karanlık çökünce dikilip kalırlar. Allah dileseydi, onların işitme ve görme duyularını da giderirdi. Şüphesiz ki Allah her şeye kadirdir." (2: 20).
Ahzâb Suresi'ndeki şu ayet, insanın fiziksel . olarak görmesindeki diğer bir mucizeye dikkati çeker: "Derken düşman korkusu gelince, o münafıkları gördün ki, ölüm baygınlığına düşmüş kimse gibi, gözleri dönerek sana bakıyorlardı." (33: 19).
Yasin Suresi'nde: "Eğer dileseydik, o kâfirlerin gözlerini silme kör ederdik de, yol bulmaya çalışırlardı. Fakat, şimdi onlar nasıl görecekler?" (36: 66). Enfâl Suresi'nde: "O vakit düşmanla karşılaştığınız sırada, Allah, onları gözlerinizde az gösteriyor, sizi de on-, ların gözlerinde azaltıyordu. Çünkü Allah, mukadder olan işi yerine getirecekti. Bütün işler Allah'a döndürülür:' (8: 44).
Mâide Suresi'nden bîr ayet: "Peygamber'e indirilen Kur'an'ı işittiklerinden hakkı anladıklarından ötürü, gözlerinin yaşla dolup boşandığını görürsün." (5: 83). Tevbe Suresinde: "Kederlerinden, gözleri yaş döke döke döndüler!' (9: 92). Gözler, hoşnut olunduğunda aydınlanır: "Onların gözleri aydın olup kederlenmesin." (20: 40 ve 28: 13). Ta-Ha Suresi'nde: "Bir de murakabem altında yetiştirilmen için üzerine tarafımdan bir sevgi bıraktım." (20: 39).
Furkan Suresi'nde: "Onlar ki: 'Ey Rabbimiz! Bize zevcelerimizden ve nesillerimizden bizi memnun edecek iyi kimseler ihsan et!' " (25: 74).
Daha önce gösterildiği gibi, gözler, keder karşısında ters etki gösterirler: "Kederinden gözlerine ak düştü." (12: 84). Gözlerde büyünün etkisinden de bahsedilir: "Ne zaman ki hünerlerini ortaya döktüler halkın gözlerini büyülediler ve ürküttüler. Böylece büyük bir sihir getirmiş oldular. Biz de Musa'ya 'Âsânı bırakıver' diye vahyettik. Bir de baktılar ki, âsâ, onların bütün uydurduklarını yutuyor." (7: 116-117). Kur'an'da uzaklıkların ışık yılı ile ölçüldüğünden de bahis vardır: *'Allah, gökten yere kadar dünya İşlerini idare eder. Sonra, bir günde ona yükselir ki, (o günün) miktarı, sizin saydıklarınızdan bin yıldır." (32: 5).
Mearic Suresi'nde: "Melekler ve Cebrail, miktarı elli bin yıl olan, o derecelere bir günde yükselirler." (70: 4).
Hacc Suresi'nde de şu ifade vardır: "Bununla beraber, Rabbinin katında bir gün, sizin sayacaklarınızdan bin sene gibidir." (22: 47). Bir ve elli bin rakamları, semboliktir ve uzaydaki sonsuzluğu yansıtır. Aynı izlenim, aşağıdaki ayetlerde de ifade edilir: "Rabbiniz O Allah'tır ki gökleri ve yeri altı günde yarattı." (10: 3). Secde Suresi'nde: "Allah O'dur ki, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattı." (32: 4 ve 25: 5).
Aşağıdaki ayetler de, yukarıdakilerle karşılaştırıldığında daha az olmasına rağmen, uzaydaki zaman hakkında bir fikir verir: "Yahut o kimseden haber almadın mı ki, binaların çatılan çökmüş, duvarları üstüne yığılmış tenha bir kasabaya uğrayarak şöyle demişti: 'Bunu, bu ölümden sonra Allah ner-den diriltecek?' Bunun üzerine Allah o kimseyi yüz sene öldürdü, sonra diriltti. Allah 'Ne kadar eğlendin, kaldın.' diye sordu. O da 'Bir gün yahut bir günden az kaldım.' dedi. Allah ona, 'Hayır, yüz yıl ölü kaldın. Öyle iken bak yiyeceğine, içeceğine henüz bozulmamış; hele merkebine bak! Bunu yapmamız, seni, insanlara ibret nişanesi kılmamız için ve kendin de bilesin diyedir.' " (2: 259).
Müminun Suresi'nde de şu sözler vardır:
"Allah buyuracak: 'Dünyada veya kabirde ne kadar seneler sayısınca kaldınız?' Onlar derler ki: 'Bir gün, yahut bir günden az kaldık. İşte sayanlara sor.' Allah buyuracak: 'Bilmiş olsanız, hakikaten pek az kaldınız.' " (23: 112-114). Allah, mağaradaki arkadaşları, yaklaşık üç yüz yıllık uzun bir uykudan kaldırdı, uyandıkları zaman: "İçlerinden bir sözcü şöyle dedi: 'Ne kadar kaldınız.', 'Bir gün, yahut bir günün bir kısmı kadar kaldık.' dediler. Bir kısmı da: 'Ne kadar durduğumuzu, Rabbimiz daha iyi bilir.' " (18: 19). Muhakkak ki, Kur'an-ı Kerim'in yukarıda bahsedilen ayetlerindeki zaman algısı, dün-yadakinden çok farklıdır.
Yeryüzünde yaşayan, hüküm süren ve sonra göçüp giden, yerlerine yenileri gelen insanlar ve milletler için, bir başka zaman ölçüsü vardır. Kur'an-ı Kerim bu 'milletler zamanını "Eyyamullah" (Allah'ın günleri) kelimesiyle ifade eder. Yunus Suresi'nde: "Müşrikler, ancak kendilerinden önce geçenlerin başlarına gelen olaylardan başka bir şey mi bekliyorlar?' (10: 102). Âl-i İmrân Suresi'nde: "O (sevinçli ve kederli) günleri insanlar arasında evirip çeviririz. Bunlar, iman edenleri diğerlerinden ayırdetmek ve sizden şahitler edinmek içindir." (3: 140). Kur'an-ı Kerimin bu ayetleri, zamanımızdan çok farklı bîr zaman çeşidinden bahseder. Bu, müslüman bilim adamlarının dikkatlerini çekmek ve onları, o yönde daha fazla araştırmaya yöneltmek içindir. Işık hızı fikri de Kur'an-ı Kerim'in şimşek hakkındaki ayetleriyle verilmiştir. O dinleyenlerin kulaklarından, çaktığı anda geçer, fakat ses bir süre sonra duyulur.
Kur'an-ı Kerim'in aşağıdaki ayetleri, zaman unsuruna, mikroskopik boyutlar getirmiştir: "Kıyametin oluş işi de, ancak göz kırpması gibidir, yahut ondan daha süratlidir. Şüphe yok ki, Allah her şeye kadirdir." (16: 77).
Kamer Suresi'nde de şu ifade vardır: "Emrimiz, başka değil, ancak birdir; bir göz kırpması gibidir." (54: 50). Kaf Suresi'nde: "Biz, ona şah damarından daha yakınız." (50: 16).
Vakıa Suresi'nde: "Biz ise, ona, ilim ve kudretimizle, sizden çok yakınız." (56: 85).
Aşağıdaki ayette diğer bir olayda şu zikredilir; " 'Onlar, bana müslüman olarak gelmezden Önce, onun tahtını hanginiz bana getirir?' Cinlerden bir ifrit dedi: 'Sen yerinden kalkmadan önce, ben o tahtı sana getiririm. Muhakkak onu taşımaya gücü yetip zayi etmeyen güvenilir bir kimseyim.' Kendinde İlâhî kitaptan bir ilim bulunan bir melek dedi ki: 'Ben gözünü kırpmadan önce onu sana getiririm.1 " (27: 38-40).
Yukarıdaki bütün bu ışık zamanlamaları, insan idraki ölçüsünün Ötesinde İlâhî ışıktır (24: 35). "Hiçbir göz onu dünyada ihata ve idrak edemez. Fakat O, bütün gözleri ihata eder. O, bütün incelikleri bilir, her şeyden haberdardır." (6: 303). "Allah onların ne yaptığını görmektedir ve görücüdür." (2: 96).
"Allah, kullarının hal ve işlerini hakkıyla görücüdür." (3: 15). "Şüphe yok ki, Allah kullarının bütün hâllerinden haberdardır, her şeyi görendir" (35: 31).
Devamlı akan nehirlerin yanındaki gölgelerin tasviri, resmi yapılacak kadar güzel ve zariftir, ayrıca huzur ve barış ortamındaki o yansıma işlemi, insanı mucizelere götürür. "Onlar, Allah'ın yarattığı herhangi bir şeyi görmediler mi ki, gölgeleri, Allah'ın kudretine boyun eğerek sağ ve sol taraflardan Allah'a secde eder olduğu halde görmüyorlar mı?"(16: 48). Furkan Suresi'nde: "Rab-binin kudretine bakmaz mısın, gölgeyi nasıl yayıyor? Dileseydi o gölgeyi durdururdu. Sonra biz, güneşi de, o gölge üzerine bir delil yaptık. Sonra biz, bu gölgeyi azar azar bize doğru ahrız." (25: 45-46). Ra'd Suresinde: "Göklerde ve yerde kim varsa, ister istemez kendileri de, gölgeleri de sabah-akşam Allah'a secde eder." (13: 15). Aynı surede, şunları da görürüz: "Cennetin hâli: Altından ırmaklar akar, yemişleri ve gölgesi devamlıdır." (13: 35).
Kur'an-ı Kerim, değişik kontekslerde, Allah-ın azametini ve O'nun, insanlığın faydası ve kullanımı İçin yarattığı dünyasının haşmetini belirtmek yönünden, ışık spektrumundan da bahseder: "Gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin ayrı olması da, O'nun-alâmetlerindendir. Şüphesiz ki, bunlarda bilenler için ibretler var!' (30: 22). Nahl Suresi'nde: "Yeryüzünde rengarenk şeyleri de sizin için yaratmıştır. Elbette bunda da düşünecek bir topluluk için bir ibret nişanesi var." (16: 13). Fatır Suresi'nde: "Görmedin mi, Allah gökten bir yağmur indirdi de, onunla cinsleri başka başka birçok meyva-lar çıkardı? Dağlardan da beyaz ve kırmızı, renkleri çeşitli, hem de kapkara tabakalar yaratmışız...— hayvanlardan ve davarlardan da böyle çeşitli renkleri var." (35: 27-28).
Hacc Suresi'nde: "Görmedin mi, Allah gökten bir yağmur indirmekle yeryüzü yemyeşil oluveriyor?" (22: 63).
Kur'an-ı Kerim'de, Allah'ın büyük yaratıcılığına ışık tutan ve evrende değişik şekil ve bileşimlerdeki farklı renklerin güzelliğini gösteren pekçok pasaj vardır.