g-
Allah Yolunda (fî-sebil-ittah)
Zekat
Ve Vergilendirme Kriterleri
Devlet
Görevlilerinin
Ücretleri
1-
Riba Üzerine
Tamamlayıcı Düşünceler
İSLÂM ÂLİMLERİNİN FAİZ HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
Ebu'1-A'la
Mevdûdî ve Faiz
Teorileri
İmam Râzi'nin Faiz
Hakkındaki Görüşleri
FAİZ MÜESSESESİ TOPLUMA FAYDA
YERİNE ZARAR GETİRİR
dirhemi için bir dirhem zekat veriniz; gümüş miktarı yüz doksan dirhem olursa bundan zekat yoktur. 200 dirheme baliğ olursa bundan 5 dirhem zekat ödemek vacibdir." (Buharı).
Bu hadîse göre gümüş miktarı, zekatı olarak 5 dirhem verilen 200 dirheme erişene kadar gümüşe zekat yoktur. İmam Ebu Hanife'nin görüşüne göre, 200 dirhemden sonra eklenen miktar 40 dirhemden az ise buna zekat uygulanmaz. Fakat 40 dirheme eriştiği vakit zekat olarak bir dirhem daha ödenir. Ebu Saİd el-Hudrî'nin rivayetine göre Peygamber @; "5 ukiyye'den az miktar(daki gümüş) de zekat yoktur" buyurmuştur. Bir ukiyye 40 dirheme eşittir, bu nedenle gümüş miktarı 200 dirheme ulaşıncaya kadar gümüşde zekat yoktur. 200 dirhem gümüş bir sene muhafaza edilirse, 5 dirhem zekat düşer. (Dr. Yusufu'd-Din, a.g.e., sn. 678-690).
Altın ve zekatla ilgili birkaç hususun daha ele alınması gereklidir:
1- Ticaretin zekatı ile hayvanların zekatı arasında bir uyuşmazlık olduğunda ticaret zekatına Öncelik verilir. Eğer bir kişinin, ticaretini yapmak için satın aldığı develeri varsa, develere sadece ticarî mal olduklarından dolayı zekat uygulanır. Bu görüş, hayvan ticareti yapma niyetine girildiğinde, otlatma amacının kaybolduğu ve zekatın otîak hayvanları oranından alınamayacağı, bu hayvanların zahiren ve gerçek olarak ticarî emtia haline geldikleri düşüncesine dayanır, İster hayvan zekatı olarak olsun, ister ticarî emtianın zekatı olarak olsun bu alanda da zekat alma hakkının yine devlete ait olduğu burada belirtilmelidir,
2- Zekat konusunda, külçe altın ve gümüş, işlenmiş veya dirhem, dinar gibi para yapılmış altın ve gümüş veya yine bu madenlerden yapılmış süslemeler, ziynetler ve kupalar aynı işlemi görür. Altın ve gümüş, süsleme ve ziynet amacıyla işlenirse ister kadınlar tarafından kullanılsın, ister ihtiyaçlann karşılanması için süs olarak veya ticaret için saklansın, zekat külçe olarak ödenir. Altın ve gümüş tasbiatla-n itibariyle ticaret amacıyla kullanıldığından ve üretim aracı mal sayıldığından zekatları buna göre Ödenir.
İmam Mâlik, Şâbi ve hatta Ebu Hanife'ye göre kadınların meşru altın ve gümüş ziynetlerinde zekat yoktur. Meşru ziynetler kadınlar tarafından süs olarak yaygın şekilde kullanılan ziynetleri İhtiva eder, yoksa zengin insanlar tarafından üstünlük nişanı olarak muhafaza edilen düzinelerce mücevherat takımlarım değil. Böyle gereksiz mücevherat birikimi meşru ziynetler tanımına girmez ve bu nedenle, altın ve gümüş gibi zekata tabidirler.
3- Nisabın tamam olup olmadığını ve zekatın vücubunu tespit etmek için, dikkate alınan kıymet veya sayı değil, ağırlık (vezin)dır. Misal olarak sanat değeri yüksek bir vazonun kıymeti, ağırlık olarak değerinden çok daha fazla olabilir. Fakat zekat bu vazonun ağırlığı gözönünde bulundurularak uygulanır. Zekat borcu, zekata tâbi olan kalemin cinsinden ö-denirse vezin (ağırlık) esas alınır. Ancak, eğer zekat bir başka cinsten ödenirse, dikkate alınan zekat kaleminin kıymetidir.
4- Eğer altın ve gümüş bir alaşımla karıştırıp, alaşım muhtevanın yarısından daha az olursa bu karışım saf kabul edilir. Eğer alaşım daha değerli olan metale oran olarak eşitse, o vakit zekat altın ve gümüş olarak ödenmez. Son olarak, eğer alaşım %50 den daha fazla İse ve ticaret metaı hükmünde ise kullanımda olan bu alaşımın kıymeti nisaba baliğ olursa ondan zekat ödenir. Bir diğer görüş ise gümüş ve altının alaşımdan bilfiil ayrılıp nîsab miktarının üzerinde olup olmadığının anlaşılması gerektiği yönündedir.
5- Altın ve gümüş karıştırıldığında gümüş oranı az İse, bu karışımın hepsi altın addolunur. Eğer gümüş fazla ise bu surette, karışımdaki altın ve gümüş ayn ayrı nisab miktarına baliğ olursa zekat verilir.
Burada zekat ödeyecek olan kimsenin Ödeyeceği zekatı bilmemesi durumunda ya bir uzmana başvurması gerektiği ya da suyun kaldırma kuvvetinden yararlanarak alaşımdaki saf altın ve gümüş miktarını bulması gerektiği belirtilmelidir. (S. A. Sıddıkî, a.g.e., sh. 50)
c- Altın ve Gümüş ziynetler: İmam Şafii ve İmam Mâlİk'in reylerine göre, meşru altın ve gümüş ziynetlerde zekat yoktur. İmam Ebu Hanire de aynı görüşe sahiptir. Altın ve gümüş ziynetlerde olduğu gibi altın ve gümüş âletlerde de zekat olduğuna dair icma vardır. (Mevdudi, islam and Cedid Muashi Nazriy-yat,sh. 130-132).
Hidaye'ye göre, altın ve gümüş ziynetlerde olduğu gibi altın ve gümüş külçede de zekat vardır. Fıkıh mezheblerinin bu görüşlerinin dayanağı, altın ve gümüş eşyaların olduğu gibi altın ve gümüş külçelerin de verimli, üretken potansiyeli olduğudur. Bu metaller ticaret ve sanayide kullanılabilirler ve üretkenlikleri vardır. Dolayısyla üretkenlikte de zekat vardır.
Aşağıdaki tablo altın ve gümüşteki zekat oranlarım göstermektedir:
Ticaret Malları: Ticaret mallan hacim ve tartıyla ölçülemeyen veya gayri menkul olmayan bütün malları kapsar. Gerçekte altın ve gümüş hariç bütün mallar ticarî mal tanımına girer. Çünkü hepsinin de ticaretinin yapılması mümkündür. Bu sebeple de bunlar zekata tâbidir. Bir kimse ticaret mallarının zekatını İsterse gümüş nisabım, isterse altın nisabını esas alarak öder, Rasulullah @'m: "Ticaret mallannm kıymeti tayin edilir ve her ikiyüz dirhem (gümüş para) mukabilinde beş dirhem eda edilir" buyurduğu rivayet edilmiştir. Cinsleri ayrı bile olsa ticaret mallan birbirlerinin üzerine ilave edilerek hesaplanır.
Ticarî eşyaların zekatının verilmesini devlet mülk sahibine vermiştir. Mülk sahibi, zekat vermek için yatırımını veya dükkanındaki stoklarını alım esasına göre hesap eder, borçlarını da düştükten sonra kalan miktarın %2.5'unu zekat olarak öder.
Herhangi bir yatırımda, malların alımında veya teşebbüsünde ticarî bir gaye ve niyet bulunmalıdır. Alım esnasında ticarî bir gaye yoksa, mallar şahsî kullanım İçin alınmış sayılır. Diğer yandan ticarî gayeyle alınmış mallar bir kısmı şahsen kullanılsa bile ticarî mal olarak kabul edilir. Bu mallar ticarî amaçlar dışında bir kullanıma niyet edilmedikçe öyle kalacaktır. Eğer mallar satılmaz ve üzerlerinden bir yıl geçerse zekata tabidirler. İmam Mâlik'e göre, eğer bir kişi ticarî gaye güderek altın ve gümüş ile buğday veya hurma alsa ve bunlar onun mülkiyetinde satılmadan bir yıl dursa, nisab miktannı aşıyorlarsa, zekata tabidirler. Nitelik ve çeşidine bakmaksızın değerleri altın veya gümüş para ile hesaplanan bütün ticarî mallar nisab miktarını bulursa zekata tabidirler. İmam Ebu Hanife'ye göre, ticarî malların değerleri para olarak belirlenmelidir. Bu, fakirler için daha lehte bir durumdur. İmam Ebu Yusuf un reyine göre ise ticaret mallarının değeri, eğer satın ahnmışlar-sa, satın alındıkları para cinsinden hesap edilmelidir. Bu, mallann kıymetlerini belirlemede pratik bir usuldür. Eğer mallar paradan başka bir şeye karşılık, mesela takasla satın alınmışsa, o vakit değer daha yaygın olarak dolaşımda bulunan para üzerinden hesaplanmalıdır. İmam Muhammed ticarî mallara , dolaşımı daha yaygın olan para üzürinden değer biçil-mesi görüşündedir. (Dr. Yusfu'd-Din a.g.e., sh. 678-690).
Ticarî mallara zekat uygulanması, fiyatları suni yollardan arttırmak için yapılan mal istifçiliğine engel olmuştur.
Kısaca; zekat zenginlerden alınan, fakir ve muhtaçlara sarfedilen zorunlu bir vergidir. Bu amaçla, kıymetlerine veya ağırlıklanna göre, âtıl servet de dahil bütün servetler %2.5, zirâi ürünler %5-10 ve altın ve gümüş dahil bütün mineral zenginlikler %20 oranında zekata tâbidir.
Kendilerine zekat düşenler Kur'an-ı Kerim'in Tevbe süresindeki şu ayetiyle belirlenmiştir. "Sadakalar, Allah'dan bir farz olarak fakirlere, miskinlere, onu toplayan memurlara, kalbleri kazanılacaklara, köle azadına, borçlulara, Allah yolunda olanlara ve yolda kalanlara sarfe-dilir. Allah bilendir, hakimdir." (9: 60).
Buradaki "sadakalar" kelimesi, gönüllü olarak verilen "hayır" anlamına değil, ödenmesi zorunlu olan zekat anlamına kullanılmıştır; bunu ayetin sonundaki "Allah'tan bir farz olarak" ifadesi göstermektedir. Ayet zekatın verileceği yerleri tarif etmektedir. Toplum içinde çalışmaya gücü yettiği halde çalışacak yer bulamayanlar, çalışacak gücü olmayan hasta, ihtiyar ve çocuklar, her türlü bakıma muhtaç insanlar fakir ve miskin tarifinin içine girerler. Üçüncü olarak zekat toplama işinde memur olanlar ve bu kaynaklan idare işinde çalışan diğer insanlar gelir. Bu başlık, zekat müessesesinin idaresinin tamamen kamu temsilcilerinin elinde olduğu, kamuya ait bir fon oluşturmak için tesis edildiğini göstermektedir. Kur'an-i Kerim zekatı özel bir hayır olarak görmez. Günümüzde, Kur'an'ın ele aldığı manadaki zekat müessesesinin Müslümanlar tarafından tamamen ihmal edildiğini belirtmek üzücü olmaktadır.
Dördüncü grupta kalbleri hakka meyleden insanlar yer almaktadır. Bİr dinin tebliği söz konusu olduğunda daima bunu dinlemeye hazır insanlar vardır, fakat hakikat çağrısını bu kişilere ulaştırmak kaynaklara ihtiyaç gösterir. Hakkı kabul ettiklerinden dolayı muhtaç duruma düşmüş insanlar da olabilir. Dolayısıyla bu yoldaki harcamalar zekatın sarf edilebileceği bir kısım olarak belirtilmiştir.
Beşinci başlık esirlerin azad edilmesi ve bu yolda sarfedilen harcamalarla ilgilidir. Altıncı grup borçlulardır -meşru sebeplerle borca girenler, mesela tanmı geliştirmek için borçlanan çiftçi ve benzerleri-. İslam, toplumun bütün üyelerinin hür bir hava içinde yaşamasını ve bu sebeple borç yüklenmiş kişilerin yüklerinden kurtarılmasını gerekli görür. Servetlerini israf edenler bu gruba dahil edilmezler. Yedinci başlık genel bir ifadeyle fî-sebil-illah; Allah yoludur. Bazıları bu kelimelerin anlamını mücahidlerle (inancı korumak için savaşanlar) veya İslamî hakikatleri yaymakla uğraşan kişilerle sınırlarken, diğer bazıları kelimelerin umûmi olduğunu ve bütün hayırlı faaliyetleri kapsadığını düşünmektedir. Sekizinci başlık hangi dine veya ırka mensub olursa olsun, bir diyarda parasız kalmış olan yolculardır.
Zekata müstehak olanlar Kur'an-ı Kerim'de böylece gösterildiğinden, devlet bu kaynaklan (bazı 'çağdaş' müelliflerin iddia ettiği gibi) Kur'an'da belirtilen amaçlann dışında harcamaya yetkili değildir. Kur'an'da belirtilmiş bulunan bu sekiz ana başlık aşağıda ele alınmıştır.
Fakir kelimesi, maişetini temin edecek hiçbir şeyi olmayan muhtaç insan veya hiçbir gelir kaynağı olmayan sağlıklı, namuslu fakat işsiz insan anlamına gelir. Kasas suresinde Musa @'ın kıssasında fakir kelimesi bu ikinci anlamıyla şöyle kullanılmıştır: "...bunun üzerine onlarmkini suladı. Sonra gölgeye çekildi ve dedi ki: 'Rabbim! Doğrusu bana İndireceğin hayra muhtac(fakir)ım." (28: 24). Burada fakir kelimesi zulüm korkusu ile kendi memleketini terketmiş ve bir başka diyarda sığınak arayan işsiz bir insan anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla bu kelime siyasî değişiklikler sebebiyle (II. Dünya Savaşından sonra Hindistan'da ve Filistin'de olduğu gibi) memleketlerini terketmeye zorlanmış mülteciler için kullanılabilir.
Mekkeli müşriklerin zulüm ve baskılarından kaçıp Medine'de sığınak arayan Müslümanlar fîaşr suresinde aşağıdaki ayette fakir olarak adlandırılmışlardır: (1) "Allah'ın verdiği bu ganimet mallan, yurtlarından ve mallarından edilmiş olan, Allah'tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine ve Peygamberine yardım eden muhacir fakirlerindir." (54:8). Yine Bakara suresindp (2) "Sadakalarınızı; kendilerim Allah yoluna adayıp yeryüzünde dolaşama-yanlara, hayalarından dolayı, kendilerini tanımayanların zengin saydıkları yoksullara verin. Onları yüzlerinden tanırsınız. Yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey istemezler..." (2: 273).
Kısaca bu kelime, maişetini temin edemeyenleri ve bütün fakir, yaşlı ve sakat fertleri, öğrenci, öğretmen ve İslam'ı anlatan kişiler gibi maişetim temin için zaman bulamayan İslamî vazifelerle meşgul kişileri, İşsizleri kapsar. (S. A. Sıddıkî, a.g.e., sh. 158-195).
Zekattan, maişetlerini temin için, birşeyler verilme sebebi şu sözlerle belirtilmektedir: "Her şeylerini kaybettiler ve mallarım kaybettikleri gibi evlerinden de ayrılmak zorunda kaldılar." beytü'l mal'in harcamalarının en önemli başlıklarından birinin fakirlere ve maişetlerini temine muktedir olamayanlara yardım etmek olduğu hatırlanmalıdır.
Bütün servetlerini ve evlerini kaybetmiş bulunan ve fakirlikleri dolayısıyla kendi işlerini kuramayan muhacirler, tamamı beytü'l mal'in bir kısmını oluşturan Beni Nadir'in terkettik-lerinden almaya bu başlık altında, hak kazanmışlardır. Bu ihtiyacı göz önünde bulunduran Kur'an-ı Kerim zekat kaynaklarının bir kısmını, bu fakir ve muhtaç veya işsiz ve güç durumda olan insanların ihtiyaçları için ayırmıştır. Zekat, bir bakıma fakirlerin millî teminatıdır; işsizlik dönemlerinde onlara yardım eder ve işverenlerin baskılarından onları korur.
Böylece zekat, işçilere hem yardım eden hem de koruyan iki taraflı bir silahtır. Zengin işverenlerden alü.ır ve fakir işçilere verilir. Zekat, bu sayede, işçilere işsiz kaldıkları vakit uzun
süre yeterli bir şekilde tutunabilecekleri güvenceyi sağlar ve işçilerin işverenlerle makul bir ücret karşılığında anlaşmalarım mümkün kılar.
Fakirler gibi yoksullar (miskinler) da zekattan faydalanırlar. Miskin kelimesi hastalık, ileri yaş veya savaş sebebiyle çaresiz veya sakat kalmış kişileri ve hiçbir iş yapamayan ya da yaptığı işle kendisinin ve ailesinin maişetini temin etmeye yetecek kadar kazanamayan kişileri kapsar. Savaşta kör, topal, sakat kalanlar miskin tanımının içine girer. İmam Ebu Hani-fe'nin reyine göre,yoksullar (miskinler) fakirlerden daha kötü durumdadır. Çünkü para olmamasından dolayı çaresiz kalmışlardır. "Yoksul, hiçbir şeyi olmayan ve maişetini temin ve çıplaklığını gizleyebileceği yeterli giyimi elde etmek için dilenmeye başvurma ihtiyacı olan kişidir. Ancak pratik olarak 'fakir' ve 'yoksul' tanımlan arasında önemli bir fark yoktur." (Dr. Yusufu'd-Din, a.g.e., sh. 728-740). Kısaca yoksul insanlar bir şeylere sahiptir, ancak sahip oldukları şeyler nisab miktarmdan azdır ve ihtiyaçlarını karşılamaya yeterli gelmemektedir. Yani yoksullar biraz mal sahibi olan ancak, yardım görmeden maişetlerini temin edemeyen kimselerdir.
Kur'an-ı Kerim "yoksulların" sadece zekata müstahak kişiler olarak devletten değil, ayrıca ferdî sadakalardan da her yardımı hak ettikleri gerçeğine büyük Önem vermiştir. Mesela, Bakara suresinde Müslümanlar yoksula yardım etmekle emredilmişlerdir: (1) "Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz birr (iyilik) değildir. Lâkin birr, Allah'a inanmak ve maldan seve seve yetimlere, yoksullara vermektir..." (2: 177). Burada "İslam dininin özünün" Allah'a iman ve insanlara karşı fedakârlık olduğu söylenmektedir. Yetimlere ve yoksullara yardım etmek Allah katında sadece şeklî İbadetle uğraşmaktan daha önemli ve faziletlidir.^) Yine aynı surede; "Sana ne sarfedecek-lerini sorarlar. De ki: 'Maldan vereceğiniz şey ana-babanm... yetimlerin, yoksulların... hakkıdır." (2: 215).
İslam'ın sadece fakir ve yoksulların ihtiyaçlarını teminle kalmayıp onlann makul bir hayat düzeyine sahip olmalarını da sağladığı belirtilmelidir. Ayrıca, fakirler ve yoksullar arasında farklı inanca ve ırka ait oldukları için ayrımda bulunmaz. Fakir ve miskin tanımına giren bütün kişiler, ırka ve inancına bakılmaksızın, zekattan paylarını alırlar. Halife Ömer, Kur'an-ı Kerim'in "fakir" ve "yoksul'lar için kullandığı kelimeleri genele şâmil kabul etti ve bu başlığa gayri müslimler arasındaki fakir ve yoksulları da dahil etti. Halid b. Velid, Hi-ra şehrinin sakinleriyle bir anlaşma yaptı ve anlaşma maddelerine devlet hazinesinden gayri müslimlerin yoksul ve sakatlarına maişet temin edileceğini de ekledi. (S. A. Sıddıkî, a.g.e., sh. 158-195).
Zekata müstahak olanların üçüncü grubu, imam tarafından tayin edilen zekatı toplama ve dağıtmaya yetkili olan memurlardır. Zekat toplamaya memur "âmilin" kelimesi tahsildarlar, muhasipler, kâtipler, dağıtıcılar, ambar memurları vb. gibi, zekat fonlarının toplanması, depolanması, dağıtımı ve İdaresine yardımcı olmak için tayin edilmiş bütün resmî hizmetlileri kapsayan bir kelimedir.
Tahsildarlara, mali durumlarına bakılmaksızın zekat fonundan maaş ödenir. Bu maaş onlara mesaileri zekat fonuyla ilgili olduğu için verilir. Her çalışanın ücreti bütün diğer resmî veya yarı resmî işlerlerde olduğu gibi işin tabiatına ve kişinin işindeki sorumluluk derecesine bakılarak tesbit edilir. Fıkıh mezheplerinden birine göre zekat memurlarına işlerinin karşılığı ödenmelidir. Fakat bu ödeme için yapılan harcama bütün zekat fonunun %5'ini geçmemelidir, diğerleri ise bu konuda bir üst sınır belirlememişlerdir.
Memurlann ücreti ne olursa olsun zekatın esas amacından, yani fakirlere ve yoksullara yardım amacından sapmamasını sağlamak devletin görevidir. Diğer bir ifadeyle, hiçbir şekilde zekat harcamaları gelirleri geçemez, aksi takdirde zekat verimsizleşir ve bütün önemini kaybeder. (S. A. Sıddıkî; a.g.e., sh. 158-195).
Bu başlık kapsamına dostluğu ve işbirliği İslam'ı güçlendirmeye yardımcı olabilecek değişik vasıftaki insanlar girebilir.
İslam'a yeni girmiş ve önceki mallarını kaybederek teşvik ve yardıma muhtaç kalmış kimselere zekat verilebilir; hatta bu kişilerin mallarını kaybetmiş "fakir" ve "yoksul" olmaları da gerekmez. Şayet herhangi bir beldede, Müslümanlara dinlerini anlatma ve uygulama izni verilmiyor ve müslümanlar baskı ve zulme uğruyorsa ve şayet verilen zekat bu kısıtlama ve baskıların kaldırılmasına yardımcı olabilecekse, zekat fonundan bu yerlere ödeme yapılabilir. Bu kavram, dostlukları zekat gelirlerinden ödenecek parayla satın alınabilecek ve Müslümanlara ve Müslümanların devletine zararı bu şekilde bertaraf edilecek kişileri kapsayacak kadar geniştir.
Peygamber @ zamanında bu başlık altında geniş meblağlar harcanmıştı. Fakat ilk halife Hz. Ebu Bekr'in döneminde bu miktar azaldı. Hz. Ömer ve diğer halifeler İslam güçlendiği için bu başlık altında yapılan harcamaları durdurdular ve o günden bu yana zekatın bu hissesi ortadan kalkmıştır. Fakat ne zaman İslam'ın yeni muhtedilere ihtiyacı olursa, kendi başlarının çaresine bakabilecek duruma gelinceye kadar onların maişetini temin etmek veya onları inançlarından dolayı teşvik etmek veya fitnecilerin memleketteki huzuru bozmalarını engellemek için zekat kaynaklarının bu yolda kullanımı yeniden canlanabilir.
İslam, insanlığı esirlik ve kölelik belasından kurtarabilmek için değişik metodlar benimsemiştir. Diğer metodlar arasında, zekatın bir kısmının esirleri azad etmek için harcanması da vardır. İmam Ebu Hanife ve İmam Şafi'ye göre, köle ve esirlere hürriyetlerini satın alabilecekleri kadar para verilmelidir. İmam Mâlik ise kölelerin zekat parası ile satın alınıp, serbest bırakılması görüşündedir.
Zekatın bu kullanımı da zaman aşımına uğramış olmakla beraber (Kur'an-ı Kerim ve Sün-net'in kastettiği kullanıma aykırı değilse), zanaatkar ve ustaların işçi olarak çalışmak yerine küçük sanayi kurmalarını sağlamak şeklinde yeniden canlandırılabilir. Bu, sadece bu insanların kendi efendileri olmasını sağlamakla kalmaz, ülkenin servetinin büyük oranda artmasını da sağlar.
Borçlan şahsî varlıklarını (ve Ödeme kabiliyetlerini) aşan bütün borçlulara, borçlan gayri meşru yani lüks İptilası, içki, kumar ve spekülasyon vb. fiiller sebebiyle edinilmemiş olmadı şartıyla borçlarının ödenmesi için zekat gelirlerinden yardım yapılır. Bu amaçla borçlular İki sınıfa ayrılmışlardır: (1) İhtiyaçlarım karşılamak için borca girenler. Eğer zengin değiller ve servetleri nisab miktarını aşmıyorsa, borçlan zekat fonundan ödenebilir. (2) Başkalarına yardım ederken borca giren insanlar. Bu insanların borçları da, zengin olsun, fakir olsun, zekat gelirlerinden ödenir. (Dr. Yusufu'd-Din, a.g.e., sh, 728-740).
İmam Ebu Yusuf a göre "borçlular" borçlarını ödeyemeyen herkestir. Hidaye'de, bu kelimenin nisab miktarı üzerinde bir şeye sahip olmayan ve borcu olan insanlar anlamına geldiği kaydedilmektedir. Katade, "borçluların" borç kapanına kısılmış ve borç yükleri müsrifliklerine veya gayri meşru harcamalara veya sefahatlerine bağlı olmayan kişiler anlamına geldiğini ileri sürmektedir. Mücahid'e göre "borçlu", evi yanmış veya sahip oldukları şeyler sel felaketi ile yok olmuş ve ailesinin maişetini temin edemeyen kimsedir. (S.A. Sıddikî, a.g.e., sh. 158-195).
Kur'an-ı Kerim'in zekata müstahak olanlan tarif ederken "borçlular" kelimesini "fakirler ve yoksullar" ile beraber kullanmış olması bu harcama kaleminin şartlar sebebiyle borçlanmak zorunda kalmış zengin borçluları ima ettiğini açıkça göstermektedir. Çünkü fakir borçlular yukanda bahsi geçen "fakir" ve "yoksul" kategorilerine girmektedirler. Bütün bu ve benzeri şartlarda, borçluların borcunu zekat gelirlerinden ödemek devlet başkanının vazifesidir. Peygamber @, fakir borçluların ve hatta israf etmedikleri halde kazalar sonucu borca girmiş zenginlerin borçlarını ödeme ve ailelerinin maişetim temin sorumluluğunu devletin hazinesinden karşılamak üzere tamamen kabul etmiştir. Bu sebeple, bütün borçlar halifeler tarafından beytü'l-mal'den ödeniyordu. (Dr. Yusufu'd-Din, a.g.e. sh. 728-740). Aşağıdaki hadis bu görüşü desteklemektedir: "Herhangi bir mümin ölür de mal bırakırsa, bu mala kim olursa olsun onun asabesi vâris olsun. Herhangi bir mümin de borç bırakırsa o da bana gelsin. Ben onun velisiyim." (Buha-ri).
Üretim amacıyla ya da ailelerin maişetini temin amacıyla girilen borçların ödenmesinde devlet yardımı yapılması fakir ve tarıma dayalı ülkelerde büyük Öneme sahiptir. Buradaki çiftçiler, tarımın tabiatı itibariyle büyük oranda tabii faktörlere bağlı oluşundan dolayı, genellikle büyük borç altındadırlar. İslam, devlete, böyle insanların borçlarını ödemeyi ve yüklerini hafifletmeyi emretmiştir, böylece bu kişiler maişetlerini temin etmeye ve kendilerinin ve genelde toplumun iyiliği için çalışmaya muktedir olabilirler.
Kısaca "borçlulara yardımda kullanılır" sözü Çok geniş kapsamlıdır; hak eden ve dürüst borçlulara yardım temin edilmesi anlamına gelir.
Bu çok geniş kapsamlı bir kavramdır ve uygulamadaki şekilleri ancak ortadaki şartlar ve zamanın ihtiyaçları tarafından tesbit edilir. Değişik fiilleri kapsayabilir. Mesela, Müslümanların cihad hazırlıklarına yardım etmek, hastalar ve yaralılar için tıbbî imkân ve gereçlerin sağlanması; eğitimleri için para harcayamayanların eğitilmesi. Kısaca, Müslümanlara ve islam davasına faydalı ve lüzumlu olan bütün fiilleri kapsar. (Seyyid Kutub, Social Jus-
tice in islam). Aşağıdaki özet bu Önemli harcama başlığının geniş kapsamım anlamaya yardımcı olacaktır: "Bazı fakihler 'Allah yolunda' sözünü cihad anlamında almışlardır. Bu sınırlama doğru gözükmemektedir. Ayetin (sadakalar fakirler ve Allah yolunda olanlar içindir) cümlesindeki 'Allah yolunda' ifadesi sadece cihadı değil bütün hayırlı faaliyetleri kapsamaktadır." (S.A. Sıddıkî, a.g.e., sh. 258-295).
Bu kavram, hacca gitmiş fakat fakirlikleri sebebiyle hac ibadetlerini tamamlayamamış hacıları da ihtiva eder. Kur'an-ı Kerim'i ezberleyen fakir hafızları ve fakir öğrencileri de kapsar. Böylece İslam devleti içinde çok değişik yollardan İslam davasına hizmet eden bütün insanları, beytü'l-mal'den başkaca bir yardım almıyor olmaları şartıyla kuşatır. İmam Bey-zavi'ye göre, fakir insanların faydalanacağı köprüler ve kervansaraylar inşa ettirmek için yapılan harcamalar da "Allah yolunda" ifadesi içine girmektedir.
Bir yolculukta, evinden ayn düştüğü için muhtaç durumda kalan ve servetinden faydalanamayan bir kimse yolda kalan olarak adlandırılır. Yolculuğunu tamamlamak için paraya ihtiyacı vardır. Yolculuk için kendisine gerekli olan şeyleri temin konusunda kişiye zekat gelirlerinden yardım edilir, ancak yolculuğun sadece zevk için veya herhangi bir gayri meşru amaç için olmaması şarttır. (Seyyid Kutub; Social Justice in islam).
İmam Ebu Hanife'ye göre yolda kalan, yolculuğunun ortasında kendisine yardım verilecek olandır, yolculuğunun başında olan değil. Fakat ayette kullanılan kelimenin çok geniş bir tatbik alanı vardır ve yolculuğun başında olana da gayesinin muhlis ve makul olması şartıyla yardım yapılır. Hatta, siyasî baskılara, savaşa, etnik ve dinî nefret ve zulme bağlı olarak evlerini ve bütün varlıklarını terketmek zorunda kalmış "muhacirler" bile "yolda kalan" ifadesinin kapsamına dahil edilebilirler.
Yolda kalanlara dinlenecekleri binalar, bekleme odaları, hamamlar vb. kolaylıklar ve ülke içinde diğer uygun ortamlar sağlamak şeklinde olduğu gibi para olarak da yardım edilebilir. Yeni yollar yapmak, eski yolları ve köprüleri tamir etmek bile bu başlık altına girebilir. Esasen, kolay ve rahat yolculuk yapılmasını sağlayan ve seyahati teşvik eden her kolaylık bu konu kapsamına girer,
Bu sekiz harcama kaleminin çok geniş bir muhtevası vardır ve hemen hemen toplumdaki bütün sosyal güvenlik şekillerini kapsar. Fakat zekata müstahak kişilerin, hayatlarım kazanmak için gayret sahibi olmalarının ve yine de kendilerinin ve ailelerinin maişetini temin edememiş olmalarının şart olduğu hatırlanmalıdır. Böylece İslam, bir yandan insanları çok çalışmaya ve maişetlerini kazanmaya teşvik etmekte, diğer yanda ise Müslüman devlete, her üyesi için iş temin etmesi emrini vermektedir. Şahsî gayret ve devlet yardımı yoluyla, Müslüman devlette, toplumun her ferdi hayatını kazanabilir.Ancak, eğer bir insan bütün çabalarına rağmen hayatını kazanamıyor veya ailesinin geçimini temin edecek kadarkazanamıyorsa, zekat onların bu sıkışık durumlarının düzelmesine yardım eder. Bu sebeple zekat, bütün çabalarına rağmen hayatlarını kazanamayan ya da yeterince kazanamayan kişilerin başvurduğu en son çaredir. (Seyyid Kutub; a.g.e.).
Sadaka, insanların vicdanına bırakılmıştır. Ancak, zekatın farz olmasıyla, sosyal güvenlik müslümanların vicdanına bırakılmamış, aksine devlet tarafından kurumlaştırılmıştır.
Zekata hak kazananları açıkladıktan sonra, şimdi bu gelirin dağıtım işlemini ele alacağız:
1- Fakihler arasında zekatın eşit olarak sekiz hisseye bölünmesi veya bütün gruplara birlikte sarfedilmesi konusunda görüş farklılıkları vardır. Bu dağıtımın ayrıntılarına girmemize gerek yoktur, çünkü bu hisselerin miktarım şartlara ve zamanın icaplarına göre tespit etmek yetkisi devlet başkanınmdır.
2- İkinci husus, her zekat düşen kişiye ne kadar ödeyeceğimizdir. Zekatın amacının insanları mali meselelerinden kurtarmak ve insanları bu meselelere bağımlı yapmamak olduğu açıktır. Bu nedenle onlara bu sıkıntı devrelerini atlatabilecekleri bir miktarı vermek makul olacaktır. Borçlulara borçlarım ödeyebilecekleri ve ihtiyaçlarını karşılamak için birazının artacağı miktarda ödeme yapılmalıdır. Fakih-lerin reylerine göre bir kişinin borçlarını karşıladıktan sonra kişiye ödenebilecek en fazla miktar, nİsab sınırını yani 200 dirhemi aşma-mahdır. (S.A. Sıddıkî, a.g.e., sh. 158-195).
3- Zekat ödemesinin, verilen şeyin alıcısına mülkiyet hakkının transferi ile sonuçlanması gerektiği de söylenmiştir. Ayrıca, zekat ödemesi, verene doğrudan ya da dolaylı bir fayda sağl amamalıdır. Bunları göz önüne alırsak, bir kişinin usul ve füruuna veya eşine zekat vermesi caiz değildir, çünkü bu durumda verilen hissenin mülkiyetinin alıcıya tam transferi olmayacaktır.
4- Müslim - gayri müslim, bütün üyelerinin maişetini temin etmek İslamî devletin görevidir. Irkına, rengine ve inancına bakmaksızın toplumdaki bütün fakir ve yoksullara zekat fonundan maişet temin edilmelidir. Bu, İslam devletinin değişmez vazifesidir. Zekat alanlar arasında yapılan herhangi bir ırk, renk ve inanç aynrm yetkililerin ihmali olarak kabul edilir ve onları kanuna hesap vermek zorunda bırakır. Hepsinin ötesinde Allah katında günahkâr olurlar ve Ahiret gününde sorguya çekilirler.
5- Zekattan Ehl-i Beyt'e hiçbir pay verilmez. Bu görüş Rasulullah @'m hadisleriyle de desteklenmiştir. Bu konuda fakihler arasında ic-ma vardır.
Bazı kimseler, zekatın manasını ve gerçek önemini anlamadan, zekata karşı itirazlarda bulunurlar. Bu itirazlar onların sadece zekatın özünü anlamadıklarını değil, ayrıca isletmenin esas ilkelerinden de habersiz olduklarını gösterir. Zekata karşı ilk reddiye onun ticareti, endüstriyi ve diğer İş teşebbüslerini engelleyeceği idi. Bu redd.iye gerçekte zekatın ruhunu ve yatırımların oran ve hacmi üzerine etkisini anlamayan kimselerce ileri sürülmüştür. Zekatı, gelir elde etmek için devlet tarafından yürürlüğe konan herhangi bir vergiymiş gibi telâkki edenler de olmuştur. Fakat, daha önceden açıklandığı gibi zekat normal anlamda bir vergi değil, namaz gibi bir ibadet fiilidir; arkasında işleyen ruh ise vergiden çok farklıdır. Müslümanlar zekatı gönüllü olarak öderler ve namazdan sonra olduğu gibi vazifelerini yapmanın huzur ve mutluluğunu duyarlar. Zekat, insanın vicdanını ilgilendiren bir şeydir. Bir kimse Allah'a ve Ahiret Gününe, namazın ve zekatın Allah'ın farz kıldığı İbadetler olduğuna inanırsa, o vakit vazifelerini isteyerek yerine getirecektir ve hesaplanan miktardan daha fazlasını ödeyecektir. Böyle insanlar Allah rızası için harcadıkları zaman servetin hesabını yapmazlar. Allah'ın rızasını yalnızca servetlerinin % 2.5'unu vererek değil, ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra arttırabildikleri kadarını da vererek gözetirler. Vazifelerini yaptıktan sonra gururlanmazlar; aksine kendilerine, toplumun fakir üyelerine karşı oldukları borçlarını eda fırsatı veren Allah'a şükrederek insanlıklarını gösterirler. Toplumun fakir üyelerine karşı olan vazifelerinin tamamen şuurundadır-lar; bu, Kur'an-i Kerim'in şu ayetinde belirtilmiştir: "Onların mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak vardı, onu verirlerdi." (51: 19).
Modern vergi sistemlerinde, yükü diğer insanlara devretmek için vergi malların fiyatına eklenir, ancak zekatta böyle bir durum sözkonj-su değildir. Çünkü zekat Müslümanlar taıafm-dan gider olarak kabul edilmez ve yıl sonunda net kârdan çıkarılıp beytü'l-mal'e ödenir, bazı insanların zannedebileceği gibi gayri-sâfı kazançtan değil.
Bir an için zekatın ticaret ve sanayii engellediğini düşünelim. Zekattan korktukları İçin insanlar sermayelerini ticarî ve endüstriyel yatırımlarda kullanmak istemeyecekler, fakat sermayelerini işletmezlerse nereye koyacaklardır? Bekletecekler mi, harcayacaklar mı? Eğer sermayelerini herhangi bir şekilde bekletirlerse, toplam servetlerinden yıl sonunda yine zekat ödemek zorundalar, çünkü zekat bütün servet çeşitlerine üreticilik potansiyelinden ötürü uygulanır. Servet İster verimli bir şekilde kullanılsın, isterse istiflenmiş olarak kalsın; zekat, yıl sonunda toplam servetten verilmek zorundadır. Bütün nakit, aîtın, gümüş veya diğer paraların tabiatı itibarıyla ticaret ve endüstride kullanımı düşünüldüğünden nema-lanıcı kabul edilir ve bu yüzden bunlarda zekat vardır. Böylece zekat, sermayeyi yalnız bırakmaz ve daima takip eder, ister istiflensin İsterse işletilsin. Bu sebeple sermaye sahibini, sermayeyi verimli bir şekilde kullanmaya zorlar.
Kişi birikmiş servetinden her yıl zekat ödemek zorunda kalınca, kârlanyla kendi harcamalarının bazısını karşılayabilmek ve zekatı ödeyebilmek için sermayesini işletmeyi tercih edecektir. Eğer servetini bir süre işletmezse, zekat, sermayesini tedricen de olsa neticede tüketecektir. Bu sebeple, kişi, kârlarından zekatın, ödemek ve servetini arttırmak için sermayesini verimli yatırımlarda kullanacak kadar gerçekçi olacaktır. Böylelikle, zekat, toplumdaki varlıklı insanların sermayelerini âtıl bırakmalarını ve yıllık zekatlar yoluyla bitmesine İzİn vermelerini engelleyen, bunun yerine bu insanları yatırımlara yönelten bir muharrik unsur olmaktadır.
Gerçekte, zekatın ardında, endüstriyel ve ticarî teşebbüslerde sermayeyi teşvik edecek iki güçlü faktör vardır. Birincisi psikolojik faktördür; zekatın Allah rızasını kazanmak İçin verildiği gerçeği, insanları, sermayelerini mümkün olduğunca verimli gayelerle kullanmaya ve böylece daha fazla servet elde ederek daha çok zekat ödemeye ve Allah'ın rızasını daha fazla kazanmaya teşvik eder. Bu faktör bütün Müslüman dokuya nüfuz eder ve ticaret ve sanayi çarklarının sürekli dönmesine yetecek kadar artı sermaye sağlar.
İkincisi, iktisadî motiftir; bir kişi sermayesi ile ne kadar ticaret ve endüstri yatırımlarında bulunursa o kadar kâr eİde eder. Böylece kişi, sermayesini saklamak yerine işletmeye teşvik edilir. Eğer zekat müessesesi hakiki şekliyle yeniden canlandınlırsa ve biriktirilmiş servet çeşitleri zekata tâbi olursa, bütün gizli (âtıl) servet üretime yönelik yatırımlarda kullanılacaktır. Bu şekildeki mala sahip olan herkes yüksek kârlar yapmak için servetini mümkün olan en iyi şekilde kullanmaya çalışacaktır. Zekat bütün şartlarda ödendiğinden, herkes zekatı beklemekte olan birikmiş servetten vermektense kârından vermeyi tercih edecektir. Birikmiş servet sahipleri tarafından bu durumun anlaşılması, aksi takdirde kendilerinde kullanılmadan kalacak olan geniş sermaye miktarlarının ticaret ve endüstriye âmâde olmasını sağlayacaktır.
Bazı müellifler zekatın tasarruflar üzerinden alındığı ve yıl bitmeden herkesin elindeki serveti harcayacağı tezine dayanarak zekata karşı çıkmışlardır. Fakat bu karşı çıkış da, zekatın bir vergi olduğu ve insanların bunu ödemeye devlet tarafından zorlandığı şeklinde yanlış bir düşünceye dayanmaktadır. Zekat daima yıl sonundaki tasarruflara uygulanmaz. Bu sadece nakit, altın ve gümüş için geçerlidir. Zirâi ürünlerden hemen alınır. Bu itiraz ticarî ve endüstriyel mallar için bile geçerli değildir, çünkü bu malların sahibi sadece zekat ödemekten kaçınmak için bütün kârını ve sermayesini boş yere harcayacak kadar düşüncesiz değildir. Böyle düşüncesiz olsa bile servetini nerede israf edecektir? İçkiye, kumara, lükse mi harcayacaktır? Müslüman toplumda bütün bunlar haramdır. Servetin israf edilebileceği bütün üretici olmayan ve lüks tüketime yönelik teşebbüsler haram kabul edilmiştir. Devletin, lüks ve diğer zevk için yapılan gereksiz ve müsrifâne harcamalan engelleyici, böyle maddelerin ithalini ve üretimini durduracak kanunlar çıkarmaya yetkisi vardır.
Eğer bir kişi zekattan kaçınmak için birikimlerini veya sermayesini ev yaptırmaya, mobilyaya vs. harcarsa sermayesi şu veya bu şekilde dolaşıma girmiş olmaktadır. Bu durum bazı endüstri kollarının Ürünlerine olan talebi kesinlikle arttıracaktır ve böylece memleketteki pek çok insanı, harcamaya ve servetlerini nemalandıncı teşebbüslere yatırmaya teşvik etmektir.
Zekat, yatırımın teşvik edilmesine ve servet istiflemenin engellenmesine yardım eder; hem servet sahiplerinin hem de zekatı olanların tüketim mallarına harcama yapmasını sağlar. Yatırım ve harcama kanallarındaki bu akış milyonlarca insana iş imkânı sağlarken, aynı zamanda devletin gelirinin hızla artmasına yol açar.
Zekatın çifte amacı, yani yatırımı teşvik ve harcamayı arttırmak büyük iktisadî öneme sahiptir. Yatırım için fonların bulunması endüstriyel gelişmeyi canlandırır ve ekonomik büyüme temposunu hızlandırır. Diğer yanda toplam tüketimdeki artış ülkede pek çok endüstri dallarında efektif talep artışı meydana getirir. Ve her iki faktör birlikte ve aynı anda işleyerek ülkede istihdamın artışına yardım ederler. Tam istihdam ve buna bağlı ekonomik gelişme için tüketim eğiliminin ve yatırım düzeylerinin artmasının lüzumu gerçeği Keynes tarafından şu sözlerle anlatılmaktadır. "Tüketim eğilimi ve yeni yatırımların oranı istihdamın hacmini belirler. Eğer tüketim eğilimi ve yeni yatırım oranları yetersiz efektif taleple sonuçlanırsa istihdamın gerçek düzeyi, câri gerçek ücretle mevcut potansiyel iş oranının altında kalır..." Bu analiz bize, bolluk içinde darlık bulunması tutarsızlığının bir açıklamasını verir. Sadece efektif talep yetersizliğinin varlığı yüzünden, ki bu sıklıkla vâki olur, istihdam artışı, daha tam istihdama erişilmeden duracaktır. Efektif talep yetersizliği emeğin marjinal verimliliği değer olarak emeğin marjinal zahmetini, aşıyor olmasına rağmen üretim işlemini engelleyecektir". (General Theory, sn. -31).
Bu sebeple efektif talebin ve yeni yatırımların devamı makul bir üretimin sürdürülmesi ve sonuç olarak ülkede istihdamın sağlanması için şarttır. Eğer yetersiz talep olur ve yeni yatırım oranlan düşerse, üretim işlemi ve istihdam bundan ters yönde etkilenecektir. Bu olaylar zincirinin yeni yatırım imkânlarının az olduğu zengin ve endüstrileşmiş Ülkelerde ortaya çıkması daha muhtemeldir. Keynes'in sözleriyle "Ayrıca, toplum zenginleştikçe fiili ve potansiyel üretimleri arasındaki fark artmaya meyledecektir ve bu nedenle ekonomik sistemin arızalan daha açık ve aşırı olacaktır. Fakir bir toplum, üretiminin çok büyük bir kısmını tüketmeye hazır olduğu için basit yatırım tedbirleri tam istihdamı temin etmeye yetecektir, halbuki toplumun zengin fertlerinin biriktirme temayülleri İle fakir fertlerinin istihdamını bağdaştırmak için zengin bir toplum geniş yatırım fırsatları keşfetmelidir. Eğer, potansiyel olarak zengin bir toplumda yatırıma teşvik zayıfsa, efektif talep ilkesi
(tersine) işleyerek o toplumun potansiyel zenginliğine rağmen gerçek üretimi düşürmeye zorlayacaktır. Bu durum, yani ülkenin potansiyel zenginliğine rağmen ülke ekonomisinin zayıflaması, tüketimden arta kalan kısım (tasarruf) yatırıma teşvikin zayıflığına tekabül etmeye kâfi gelecek derecede azalana kadar devam eder." (General Theory, sh. 31).
Zekat, zengin ya da fakir bütün ülkelerin has-talıklan için etkili bir çaredir. Yatırımı başlatmakta olduğu gibi toplam talebi arttırmada da çok tesirli bir metoddur. Hem yatırım ve hem de tüketim için öyle güçlü bir uyarıcı unsur temin eder ki, bu iki değişken birbirine paralel olarak artış gösterir. Zekatın âdil ve dikkatli bir şekilde harcanması, daima, ekonominin, yetersiz talep veya istihdam seviyesindeki düşüş yüzünden meydana gelecek bir durgunluk korkusu olmadan dengeli bir şekilde büyümesine yol açar.
Ayrıca, Müslüman toplumun bütün âtıl ve istiflenmiş sermayelerim üretim amaçları için harekete geçiren de zekat müessesesidir. Batı standartlanna göre geri ve fakir bir ülke bile, ülkenin gelişimine fayda verecek büyük meblağlar toplar ve endüstriyel ve ekonomik planlar dış yardım veya faizli krediler olmaksızın başarıyla yürütülür. Müslümanların, zekatın toplumun kaynaklarını harekete geçirmede ne kadar etkili ve önemli bir devlet müessesesi olduğunu unutmuş ve şimdilerde batılı güçlerin kapılannda ekonomik yardım dileniyor olmaları ne kadar acıdır. Zekat müessesesi Kur'an'da anlatıldığı ve Peygamber @ ve ashabı tarafından uygulandığı üzere yeniden canlandı nisa, kısa bir zaman dilimi içerisinde Müslüman ülkelerde tecrübe edilmiş olan kapitalist sistemin pek çok iktisadî kötülük ve eksikliklerinin üstesinden gelinebilinir.
Zekatın bir diğer amacı zengin ve fakir arasındaki geniş gelir farkını daraltmaktır. Buna Kur'an-ı Kerim'de şu ayetle işaret edilmiştir: "Onlann mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak vardı..." (51: 19). Burada kullanılan hak kelimesi herkesin üzerine mecburi bir vazife anlamına gelmektedir. Bir gerçek hakkında herhangi birisiyle mücadele etmek, kişinin yapması gerekli bir görev; bir hak için mücadefe edilen kişiye üstün gelmek anlamlarına da gelir. Bu sebeple, zekatın zenginlerin mallarında bulunan fakirlere ait hak olduğuna şüphe yoktur. Diğer bir deyişle, zenginlerin fakirlere geriye Ödemek zorunda oldukları meşru haktır. Eğer zenginler servetlerinden fakirlere haklarını geri ödemezlerse, âdil olmayan davranışları yüzünden Ahiret Gününde sorguya çekileceklerdir. Eğer belirlenen hakkı Öderlerse fakirler daha fazlasını istemeksizin haklarını almış olduklarından dolayı hoşnut olacaklardır.
Kur'an-ı Kerim'in "Onların mallarında fakirler için bir hak vardır" ifadesi çok önemlidir. Bu ayet, hak sahibine (fakire) hakkı ödendikten sonra, hak sahibinin mutmain ve hoşnut olması gerektiğini göstermektedir. Kur'an-ı Kerim'in ifadesi her toplumda, zenginlerin servetinden ayrılan belirli bir hak ile fakirlerin ihtiyaçları arasında kati bir karşılıklı ilişki olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu, Rasulul-lah @'ın aşağıdaki hadisi ile de desteklenmektedir: "Zekat, zenginden alman ve fakire geri verilen bir gelirdir."
Fukara kelimesi bir şeyi eski durumuna iade etmek, bir şeyi bir kimseye geri vermek; bir şeyi sahibine iade etmek anlamına gelir. "Fakirlere geri verilir" ifadesi zekatın onlara ait olan bir şey olduğunu, fakat zenginlerin gözetiminde bulunduğunu ve şimdi fakirlere geri verildiğini açıkça göstermektedir.
Yukarıdaki ayet ve hadisin ışığı altında, zekatın zenginlerin "servetindeki fakirlere ait bir hak" olduğu konusunda hiçbir şüphe kalmamaktadır. Devlet bu hakkı zenginlerin servetinden alır ve toplumdaki fakir ve muhtaçlara geri verir. Kur'an-ı Kerim'in ifadesi zenginlerden belirlenen oranda toplanan servetin toplumdaki fakirlerin ihtiyaçlarını karşılamaya yeterli olması gerektiğini de ima etmektedir. Fakirlerin hakkı, zenginlerin: servetinden alınıp fakirlere geri ödendiğinde, bu durum unların mali durumunu kendiliğinden öyle bir iyileştirmelidir ki artık bu kişiler fakir sayılmasınlar. Diğer bir ifadeyle, zenginlerden toplanan zekat miktarı toplumun fakir üyelerinin hayat seviyelerin yükseltmeye yetmelidir. iktisadî gelişmesinin herhangi bir safhasmda bir toplumun varlıklıları ve yoksulları ile İlgili eleştirel bir araştırma yapılsa muhtemelen zenginlerden toplanan artık servetin daima fakirlerin ihtiyaç oranlarına eşit olduğunu gösterecektir. Servet, zenginlerden aynı toplumun fakir fertlerine maişet temini için hakka riayet ederek alınırsa, fakirlerin hayat seviyelerini bir kaç yılda yükseltmeye yeterli gelecektir. Gerçekte, günümüzde Müslüman toplumlarda var olan zenginlerin ve fakirlerin gelirleri arasındaki muazzam farklılıklar zekat müessesesinin yeniden canlandırıl mas ıy la makul ve âdil bir seviyeye indirilebilir. Zenginlerin servetinden belirlenen oranda oluşan yıllık artık servet akımının ve bunun âdil tevziinin toplumun bu iki bölümü arasındaki geniş uçurumu birleştirmeye yardım etmesi muhtemeldir.
Zekatın dağıtım usulünün çok önemli olduğu burada ifade edilmelidir. Sadece - fakir ve muhtaçlara nakit vermek bu dev meseleyi çözmeyecektir. Bu durum gerçekte, sürekli, hiçbir iş yapmak istemeyen bağımlı ve aylak insanlar sınıfı oluşturacaktır. Dolayısıyla zekatın dağıtım usûlü dikkatli bir inceleme gerektirmektedir.
Rasulullah @'ın böyle meselelerdeki normal uygulamalarını incelediğimizde O'nun daima fakirlere nakit verilmesini engellediğini görürüz. Rasulullah @, insanları fakirlere mali yardım yapmak yerine maişetlerim temin edebilmeleri için imkânlar oluşturmaya teşvik etmiştir. Hatta O, dilencilikten hoşlanmazdı ve devamlı buna engel olur, dilencileri, hayatlarını kazanmak için çaba göstermeye İkna ederdi. Sahih-i Buhari'deki konuyla ilgili bir hadis şöyledir: "Bir adam Peygamber @'a gelerek sadaka ister. Peygamber @, ona bir malt olup olmadığını sorar. Adam bir başlığı olduğunu söylediğinde, onu getirmesi söylenir.Ve başlığı 2 veya 3 dirheme satılır. Adam bu para İle balta alır. Peygamber @ buna kendi eli ile bir sap yapar ve adama bunu alarak gitmesini, odun kesip yakacak olarak satmasını söyler. Daha sonra gelerek durumunu bildirmesini de adamdan ister. O kişi birkaç gün sonra sevinçle gelerek bütün ihtiyaçlarını karşıladığını ve biraz da biriktirdiğini bildirir. Peygamber @ bütün insanların -zengin olsun, fakir olsun-çalışmasını arzulardı." (islam and Commu-nism, sh. 191).
Eğer zekat fakirlere ve muhtaçlara meslekî becerilerine, ferdî yeteneklerine ve farklı coğrafî birimlerin değişik ihtiyaçlarına göre maişet temin vasıtaları sağlarsa, Müslüman ülkelerde şu anda var olan sefalet ve gayri âdil servet dağılımı ortadan kaldırılabilir.
Önceki bölümde açıklandığı gibi, zenginlerden zekat şeklinde toplanan servet ile toplumun fakir fertlerinin ihtiyaçları arasında çok yakın bir ilişki var gibi gözükmektedir. İki değişken arasındaki bu ilişki somuttur ve istatistik hesaplarıyla ölçülebilir, evrenseldir ve gelişmiş veya az gelişmiş bütün toplumlarda vardır. Bu iki değişken gizli bir fıtrat kanunu tarafından kontrol ediliyor ve doğru oranlarda muhafaza ediliyor gibi gözükmektedir; böylece idare tarafından tam olarak uygulandığında ve yönetildiğinde zekatın hukukî amacı hiçbir zaman kaybolmaz.
Bir Hİndu yazar toplumun yeterince kazanamayan kesimi ile zekat ödeyebilecek kadar kazanan ve zekattan sonra bile bir rahatlık düzeyinde bulunan kesimi arasındaki karşılıklı ilişkiyi maharetle göstermiştir.Konuyu, "zekat müessesesinin tecrübî ve keyfî olarak mı konduğunu, yoksa ilk İslam toplumunun ekonomik yapısındaki bazı gerekçeleri mi temel aldığını" anlamak için incelemiştir. Araştırmacı şu neticeye varmaktadır: "Şiddetli bir kıtlığın kıskacında veya büyük bir savaşın ortasında olmayan her normal toplumda, iki yakasını bir araya getirmeye yetecek kadar kazanan kişilerin sayısı (biz bunu, geçim düzeyi olarak adlandıracağız) bu kadar kazanamayan kişilerin sayısını aşmalıdır. İlk tahmin ve uç bir dururn olarak, iki sayının birbirine eşit olduğunu varsayalım. Yeterince kazananlar arasında Pareto'nun Gelir Dağılım Kanunu uygulanabilir. Ancak Pareto Kanunu'nun kazançları geçim düzeyinin altında olanlara uygulanabileceği beklenmemelidir. Bu sınıf arasında gelir dağılımının doğrusal olduğunu ve geçim düzeyinden geçim düzeyinin yarısına kadar değiştiğini varsayalım; çünkü toplumun büyük kesimini geçim düzeyinin yarısının (yarı açlık düzeyinin) altında bir gelire sahip kabul etmek bu toplumu sürekli kıtlık durumunda imiş gibi kabul etmektir."
Daha sonra meseleyi şemalarla sunmuş ve bir denklem vasıtasıyla açıklamıştır. Yeterince kazanamayan toplum kesiminin toplam ihtiyaçlarının bir kısmı kendilerince temin edilir ve denge, zekattan muaf tutulma sınırının üzerinde kazanan bütün kişilerin gelirlerinden alınan zekat yardımıyla sağlanır. Yani geçim düzeyinin üstünde olan bütün gelirlerin ortalaması, toplumun yeterince kazanamayan kesimlerinin toplum ihtiyaçlarını karşılamaya kâfidir. "Bir diğer ifadeyle, gerçekleşen zekat toplumun fakir kesimlerinin ihtiyaçlarını karşılamaya yeterlidir." (J. M. Datta; The Econo-mic Basis of Islamic Tithe, The Economic Journal, Temmuz 1939).
Ve çıkarımlarını şu şekilde sonuçlandırmaktadır: '/İki taraf arasında 17.75 $'ın 19.56 $'a denk olduğu bir uygunluk vardır. İki taraf arasındaki hata veya farklılık %9 civarındadır. Toplam masraflarına ve kasdî veya hata üe yapılah -kaçırmalara da pay verildiğinde denklemin iki tarafı arasında, bize, zekat miktarının rastgele değil, o zamanki İslam toplumunun ekonomik yapısının ve ihtiyaçlarının gözlemlenmesine dayalı olarak belirlendiğini düşündürecek kadar yakın bir uygunluk vardır."
Bizim faraziyemiz ise denklemin iki tarafı (yani, fakir kesim ve nîsab miktarının üzerinde kazanan kesim) arasındaki uygunluğun bir toplumun yapısına ve gelişme devresine bağlı olmaksızın sabit ve değişmez olduğudur.
Pareto Kanunu ve Faraziyeleri
Yukarıda tartışılan problem belirli faraziyelere dayanan Pareto Kanunu çerçevesinde ele alınmıştır. Bizim istidlalimiz, yukarıdaki müellif tarafından ortaya konan denklemin, faraziyeler modifiye edilir, daha gerçekçi ve hakikate daha yakın olurlarsa, bütün toplumlar ve bütün zamanlar için geçerli olan daha kesin sonuçlar vereceğidir. Pareto, gelir dağılımının katılığı yüzünden refahı arttırmanın tek yolunun üretimi arttırmak olduğunu düşünmektedir. Pareto şu istidlalde bulunmaktadır: "Gelir dağılımının katılığına bağlı olarak, refahı arttırmanın tek yolu üretimi arttırmaktır. Fakir sınıfların millî gelirdeki paylarını bu yoldan başka hiçbir şekilde arttırmak mümkün değildir. Pareto Kanunu'nda bir ülkenin en aşağı gelir seviyesi yükseltilmek ve gelir dağılımı dengesizliği azaltılmak isteniyorsa refah, nüfustan daha hızlı artmalıdır. Fakir sınıfların durumlannı iyileştirme meselesi her şeyden önce bir servet üretimi meselesidir. Bunun tersi de doğrudur. Genel olarak, nüfusa izafeden servet artışının ya en alt gelir düzeyinde artış sağlayacağını, ya gelir dengesizliğini azaltacağını veya bu iki etkiyi birlikte ortaya çıkaracağım söyleyebiliriz. Kısaca, bir ülkede fakir sınıfların gelirleri, toplumun bütün sınıflarının gelirlerinde eş zamanlı bir artış olmaksızın arttırılamaz." (Pareto's Law by Foxwell Marshall, Economic Journal, 1935). Tartışma gereği Pareto Kanunu ile ortaya konan faraziyeleri kabul etsek bile varılan sonuç doğru değildir. Fakir sınıfların durumlarını iyileştirme meselesi, Pareto Kanunu'nda kabul edildiği üzere, sadece bir servet üretimi meselesi değildir. Bu, mesela, en az servet üretimi meselesi kadar, bir servetin dağılımı meselesidir de. Servet üretiminde, gelirlerde bir artış olsa bile eğer artışın tamamı veya büyük bir kısmı birkaç kapitalistin kasasına giderse fakir sınıfların refahı artmayacaktır. Bu nedenle, fakir sınıfların üretim artışından eşit oranda faydalanabilmesi için gelir dağılımının toplumun bütün kesimleri arasında uygun ve âdil olarak tatbiki kesinlikle gereklidir.
Aynca, nüfusun bütün kesimleri arasında eşzamanlı bir gelir artışı sağlamak için gelirlerin âdil ve eşit dağıtılmasından başka etkili bir yol yoktur. Üstelik, Pareto Kanunu'nda endişe edildiği gibi, meselâ bir gelir dağılımının katılığı meselesi İslam toplumunda yoktur. Refah seviyesi zekat müessesesi vasıtasıyla kolaylıkla arttınlabilir, çünkü zekat sadece toplumdaki fakirlerin gelirlerini (veya refahlarını) arttırmakla kalmaz, aynı zamanda yatırımı ve dolayısıyla üretimi de teşvik eder. Bu şekilde zekat eşzamanlı olarak iki vazife görmüş olur. Düşük gelir gruplarındaki insanların gelirlerini arttırırken aynı zamanda toplumdaki gelir eşitsizliğini azaltır. İslam iktisadî sisteminin diğer dört temeli ile birlikte ele alındığında zekatın, toplumun fakir fertlerinin gelir ve refahlarını arttırmada, kümülatif bir etkisi olacaktır.
Zekat, bir müslüman toplumda âtıl ya da istiflenmiş servete tamamen son veren etkili bir vasıtadır. Zekatın işletmede kullanılan veya istiflenen toplam servete uygulanıyor olması, sermaye sahiplerinin birikmiş servetlerini işletmelerini sağlayacak yeterli bir uyarıcıdır, çünkü zekatı ellerindeki nakitten değil de kârlarından Ödemek isteyeceklerdir. Zekat müessesesinin canlandırılması istiflenmiş gizli hazineleri açığa çıkaracak ve böylelikle Müslüman toplumun bütün kaynaklarım üretim amaçlarıyla kullanabilmesini sağlayacaktır. Bu konuda pek çok şey yazılmıştır ki, bazı müslüman müelliflerin görüşlerini incelemek ilgi çekici olacaktır:
"Zekat, sosyal adaletin gerçekleştirilmesinden başka, geçmişte veya günümüzde hiçbir ekonomik sistemde kesinlikle eşi olmayan özel bir katkıda da bulunur. Zekat, istifçiliğin amansız düşmanıdır. Zekatın üzerine uygulandığı ilk kalem istiflenmiş servettir. İstiflenmiş servet meselesini hiçbir ekonomik sistem islam gibi etkili bir biçimde çözemez. Çünkü istiflenmiş serveti vergilendirmek ancak istifleyen kişilerin işbirliği ile mümkündür. Ve para sahiplerinin değerli servetlerini vergilendirecek olan yetkililer ile işbirliğine gitmesi için hiçbir sebep yoktur. Diğer yandan İslam'da, Allah ve Ahiret korkusu servet sahiplerinin servetlerine karşı işbirliğine zorlanması İçin yeterlidir. Kur'an-ı Kerim'in aşağıdaki ayetini okuduktan sonra bir Müslüman'ın istiflenmiş servetini açığa çıkarmaması hemen hemen imkânsızdır.
"... Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarfetmeyene can yakıcı bir azabı müjdele. Bunlar Cehennem'in ateşinde kızdınldığı gün alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak, 'bu kendiniz için biriktirdîğinizdir, biriktirdiğinizi tadın1 denecek." (9: 34-35).
Buradaki "biriktirmek", sadece gümüşü ve altım toprağın altına gömmüş olmayı değil, kullanılmadan duran bütün servetleri kapsar. İslam'a göre servet sadece şu iki fonksiyonu görmek için kullanılmalıdır. Ya hayatın güzel şeylerine harcanmalı ya da ticaret ve endüstride işletilmelidir. Müslümanlara servetlerini bu iki kanala yöneltmeleri defalarca emredilmiştir. İslam'ın dünyadaki riyaziyeci dinlerle olan zıddiyetini görünüz:
1- "Ey insanlar. Yeryüzünde bulunan helâl ve temiz
şeylerden yeyin, şeytanın adımlarını izlemeyin, çünkü o, sizin apaçık
düşmamnız-dır." (2:168). Yine:
2- "Ey inananlar, size verdiğimiz nziklarm iyilerinden
yeyin, yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız O'na şükredin." (2: 172).Servet
kazanmak (ki yatırım olmadan yapılamaz) İslam'da öyle önemli kabul edilmiştir
ki, Kur'an hacc esnasında bile ticarete izin vermiştir.
3- "Rabbinizin lütuf ve keremini aramanızda sizin için bir günah yoktur..." (2: 198) ve yine: "Namaz bitince yeryüzüne dağılın; Allah'ın lütfundan rızık isteyin..." (62:10).
Zekatın özel önemi (âtıl servet) biriktirmenin amansız düşmanı olmasındadır. İslam, fazla servetin yöneltilmesi gereken iki yol teklif etmektedir. Ya bu serveti harca, ya da ticaret ve endüstride işlet. İnsanlar parayı hayatın temiz şeylerine harcadıklarında ne olur? Bütün tüketim maddelerine olan talep artar ve sanayiciler ve üreticiler ürünlerini arttırma ve genişletme imkânı bulurlar. Ticaret canlanır, istihdam genişler. Sonuç, toplumun daha müreffeh bir duruma gelmesidir. Servet ticaret ve sanayi yatırımlarına yöneltildiğinde ne olur? İstihdam artar ve daha çok üretim olur. Helal mallar daha ucuz hale gelir ve daha çok insan bunları satın alabilir. Zaruri ihtiyaçlar daha çok karşılanır ve daha çok insan istihdam edilir. Yine, sonuç toplumun refahıdır.
Biriktirmenin ise bunun tersine bir etkisi vardır. Servet biriktirildiği oranda, üretime, istihdama ve dolayısıyla millî refaha bir sınır getirir. Ekonomik sahada istifçiler en büyük suçludurlar. İslam'ın "onları can yakıcı bir azab-la" müjdelemesi boşuna değildir.
Zekata hak kazanmış değişik gruplar arasında zekatı dağıtım metodunun Önemli etkileri olabilir. Bildiğimiz gibi zekâtın amacı, maddî ihtiyaçlarının yeterince tatmin edilmesini sağlamak için toplumdaki fakir ve yoksullara yardım etmektir. Bu sebeple, bu yardım öyle bir tarzda verilmelidir ki hem onların ihtiyaçlarını karşılasın, hem de onları aylak, tamamıyla bu yardıma bağımlı kimseler yapmasın. Ancak, kaza sonucu sakat kalanlara, çok yaşlı oldukları için çalışamayanlara veya bedenî bir özrü bulunanlara veya hiçbir gelir imkânı olmayan ve yeniden evlenemeyecek olan yaşlı dullara ferdî yardım yapılmasının bir sakıncası yoktur.
Ancak, bu durumlarda bile yardım etmenin en iyi yolu zekat fonuyla milli tesisler ve sosyal yardım merkezleri kurmaktır. Fakirlere ve yetimlere yardım etmek için aşhane ve yetimhaneler yapılmalıdır. Şehirlerin gecekondu kesimlerinde yaşayan fakirler için yeni ve daha iyi evler temin edilmelidir. Görme, işitme engelli ve diğer sakat insanların eğitim ve terbiyesi için yatılı imkânları ile birlikte eğitim müesseseleri kurulmalıdır. İlaç ve doktor parasını ödeyemeyen hasta insanlar için, zekat paraları ile, tedavinin parasız yapıldığı hasta-haneler açılmalıdır. İşsizlere zekat paralarından geçici mali yardım yapılmalıdır. Fakir çiftçilere, zamanında tohum, gübre ve zirai âletler verilmelidir. Tohum almak, hayvancı-lıklannı ya da topraklarını geliştirmek için girdikleri borçlar ödenmelidir (Lessons in islam, Book III, sh. 20-25).
Zekatın bir diğer önemli kullanımı köylerde ve kasabalarda küçük çaptaki atölyelerini kurmak isteyen zenaatkâr ve diğer işçilere teknik malzeme ve makina temin etmektir. Zekat, köylerde yıl içinde pek çok boş vakti olan ziraat işçilerine geçici işler de sağlar, fakir çiftçilere büyük bir yardım sayılabilecek olan ek gelir sağlama yollarını temin eder. Köylerde ve kasabalarda ufak-çaph sanayi işletmelerinin tesisi fakir ülkelerde insanların sefaletini gidermede büyük faydalar sağlayacaktır. Zekat, Kur'an ve Sünnet'le ilgili günümüz şartla-n ışığında yapılacak araştırma çalışmalan ve bunlanfc öğretimi ile ilgili eğitim ve araştırma müesseseleri için de kullanılabilir. Komünizmin ve Batı Kapitalizminin meydan okuması karşısında bu kesinlikle lüzumludur. Müslümanlar bu her iki cephedeki mücadeleye tamamıyla hazır olmalıdırlar. Bu hazırlık ancak ve ancak Müslümanların İslam'ın temel kavramları hakkında derin bilgi sahibi olmaları ve iktisadî, siyasî ve sosyal meselelerini Kur'an ve Sünnetin ışığında çözmek için çağımızın ihtiyaçlarını yerli yerince anlamalan ile mümkün olacaktır. Bu, İslam'ın Müslüman ülkelerin sınırları içinde veya dışında korunması ve yayılması için çok gereklidir.
Bu sebeple zekat'ın önemli bir kısmını İslamî araştırma ve çalışmalara harcamak mutlaka lüzumludur. "İslamî çizgide yeni üniversiteler kurulmalı, İslam'ın bilimsel olarak incelendiği yeni araştırma merkezleri ve enstitüleri oluşturulmalıdır." (Lessons in islam, Book III, sh. 20-25).
İslam'ın esaslarını açıklayan broşürler, kitaplar, dergiler, posterler vb. yayınlanmalı ve gayri müslimlere olduğu kadar Müslümanlar'a da serbestçe dağıtılmalıdır. İslam'ın ana ilkelerini anlamayanlar sadece gayri müslimler değildir, milyonlarca Müslüman da bunları gereğince anlamamaktadır. Faiz, sigorta, zekat ve benzeri meseleler insanlara şaşırtıcı gelmektedir ve eğitim görmüş insan tarın pek çoğu modern bankalardaki faizin riba tanımına girmediğini söylemeye başlamışlardır. Bazıları çağdaş toplumlarda faizin gerekli olduğunu ve hiçbir ülkenin modern bankacılık sistemi olmadan gelişemeyeceğini söyleyecek kadar ileri gitmişlerdir.
İslam'ın esas kavramlarını dış saldırılardan olduğu kadar iç saldırılardan da korumak ve bu kavramları doğru yönleriyle izah etmek bizim görevimizdir. Bu amaçla İslamî incelemeler için araştırma enstitüleri tesis etmek ve içerideki ve dışarıdaki komünist ve kapitalistlerin meydan okumalanna karşı çıkabilecek âlimler yetiştirmede gereklidir. Zekat fonu böyle enstitülerin tesis edilmesi için kullanılabilir.
İddiamız zekatın bir vergi değil Önem bakımından hemen namazdan sonra ikinci gelen dinî bir vazife olduğudur ve bu sebeple hakkında vergi kanunlarına göre hüküm verilmemelidir. Zekatın amacı ve niteliği olağan vergiden tamamen farklıdır ve bundan dolayı onu modem vergileri eleştirdiğimiz sebeplere dayanarak eleştirmemiz ciddî bir yanlış olur. Zekat ve normal vergi arasında esasta var olan farklılıklara rağmen zekatı Adam Smİth'in vergilendirmenin dört ilkesi ışığında ele almak ilgi çekici olacaktır. Adam Smith, gıda vergisi için halâ temel kabul edilen dört ilke koymuştur. Bunlar denge, belirlilik, uygunluk ve ekonomidir.
a- Denge: Denge ilkesine göre, devletin her ferdi kendi izafi kapasitesi oranında yani geliriyle orantılı olarak kamu harcamalarına katkıda bulunmalıdır. Fakat orantılı vergi, zararda dengeyi sağlayamaz, çünkü zengin ve fakir aynı oranda katkıda bulunur ve sonuçta bu durum zengine oranla fakir üzerine daha ağır bir yük yükler. Vergi yükünün adaletli bir şekilde paylaşılması İçin devletin zengin fertleri, fakir fertlerden daha yüksek oranda vergi Ödemeye mecbur edilmelidirler. Başka bir deyişle, kademeli vergi, yani vergi oranlarının
gelir arttıkça arttırılması, muhtemelen zengin olsun fakir olsun devletin bütün fertleri arasında zararda eşitlik sağlayacaktır.
Fakat bu ilke, sadece, gelire vergi uygulanan ve kademeli vergilendirmenin zararda eşitliği sağlayabilecek tek metod olduğu modern vergilendirme sistemlerinde geçerlidir. Zekat ise, sadece gelirden değil toplam yıllık birikimlerden alınır ve böylece, aynı oranda alınmasına rağmen zararda eşitliği temin eder. Fakir hiç zekat Ödemez, zengin yıllık birikimine göre zekat verir. Birikimlerin miktarı ne kadar çok-sa zekat fonuna katkı da o kadar çoktur ve miktar ne kadar azsa katkı da o kadar azdır. Bunun yanında, bu zekat parasından sadece fakirler ve muhtaçlar yararlanabilirler. Zengin, zekattan, doğrudan ya da dolaylı olarak bile faydalanamaz. Bunun için zekat pratikte eşitlik ilkesine yeterince uygunluk gösterir.
b- Belirlilik: Vergi İsteğe bağlı değil, belirli olmalıdır. Ödeme zamanı, ödeme yöntemi ve ödeme miktarı mükellef tarafından açıkça bilinmelidir. Devlet vergiden elde edeceği gelirler hakkında mümkün olduğunca kesin bir tahminde de bulunabÜmelidir. Zekat, belirlilik ilkesinin bütün şartlarını sağlar, çünkü hiçbir kişi tarafından değiştirilemez. Zekatın ödeme zamanı, usûlü ve miktarı ilgili kişilerce bilinmektedir. Kur'an ve Sünnetteki müeyyideler sebebiyle, zekatın nitelikleri ya da kendisi devlet yasasıyla değiştirilemez.
c- Uygunluk: Vergi zaman ve usûl olarak, mükellefe en uygun olan şekilde toplanmalıdır. Yani, bir vergi mükellefin kolayca ödeyebileceği usulle ve en münasip zamanda uygulanmalıdır. Bu açıdan da zekat, uygunluk ilkesi için gerekli şartları ihtiva eder. Toprak ürünleri söz konusu olduğunda, zekat hasat zamanında toplanır; ödeme, zekat düşen ürün çeşidi ile yapılır, ancak çiftçi Öyle dilerse başka şekillerde de yapılabilir. Diğer durumlarda da zekat mükellef için en uygun zaman ve usullerle toplanır. Zekat, ticaret ve malın niteliğine ve mükellefin durumuna göre kendisinden zekat alman ürün cinsiyle olduğu gibi nakit olarak da toplanabilir.
d- Ekonomi: Ekonomi ilkesine göre vergiyi toplama masrafı geliri aşmamahdır. Toplama-masrafı geliri aşarsa, bu, ekonomik ve verimli olmaz. Geliri, toplama masrafından daha az olan vergiyi toplamak faydasızdır.
Zekatın toplanması karmaşık ve pahalı bir düzenleme gerektirmez. Bu, namaz veya oruç gibi bir tür ibadettir ve İnsanlar bu vazifelerini bir an önce yerine getirmeye isteklidirler, ön-lan zekat ödemeye ikna etmek için harici bir baskıya gerek yoktur ve ödemeyi geciktirici davranışlar veya ödemeden kaçınma nâdirdir. İnsanlar Allah'ın rızasını kazanmak için olağan vergilerin zıddına zekatı gönüllü olarak öderler. Bu sebeple zekat toplama masrafı minimumdur.
Mescid-i Nebevî'nin İçinden.
Tüketim, üretimin kaçınılmaz bir sonucudur. Mal sadece tüketilmek için üretilir. Bugün üretilen mal yarın tüketilecektir. Bundan dolayı tüketim, toplumların olduğu kadar fertlerin ekonomik hayatında da çok önemli bir rol oynar. Servet tüketiminde çok dikkatli olmak gereklidir. Eşit ve adil bir değişim ve dağıtım sisteminin sonucu olarak bîr Ülkede servet fazlalığı olabilir, ama eğer servet akıllıca bir şekilde harcanmaz veya gereksiz ve lüks şeylere israf edilirse, servet varhk amacından saptırılmış olur. Bu sebeple, tüketim akışını doğru ve uygun mecralara yönlendirmek gerekir ki ülkenin mal varlığından en uygun bir şekilde yararlanılsın.
Kur'an-i Kerim'de tüketimle ilgili pek çok aydınlatıcı ayetler yer alır. Kur'an iyi ve faydalı şeyleri kullanmaya teşvik, gereksiz ve israf olan harcamalardan da men eder. Aşağıdaki ayetlerde müslümanlara iyi ve temiz şeyleri kullanmaları ve yemeleri şöylece buyrulur: "Onlar sana kendileri için neye İzin verildiğini sorarlar. De ki: İyi ve temiz şeylere izin verildi." (5: 5). Bakara suresi: "Ey iman edenler! Sizi nzıklandırdığımız şeylerin temizlerinden yiyin." (2: 172). Mü'minin suresi: "Ey peygamberler! Her biriniz temiz ve helal olanlardan yiyin." (23: 51). Maide suresi: "Bugün size bütün iyi ve temiz nimetler helal kılındı." (5: 5). Nahl suresi: "Allah'ın sizi nzıklandir-dığı şeylerden helâl ve temiz olarak yiyin" (16: 114).
Kur'an-ı Kerim'in yukarıdaki ayetlerinde kullanılan "iyi şeyler" kelimesi kişinin hoş, tatlı, iyi bulduğu ve görünümünü, kokusunu ve tadini beğendiği herhangi bir şey anlamına gelmektedir. Böylece, Kur'an, müslüman bir toplumda servet tüketimini yönlendiren genel esasları ortaya koymuştur. Müslümanlara, mal varlıklarının (doğrudan veya dolaylı tüketimi için) kendilerinin hoşlandıkları şeylere sarfe-dilmesi konusunda açıkça tavsiyede bulunulmuştur. Kur'an neyin uygun ve hoş olduğu hakkında katı kurallar ve talimatlar ortaya koymaz, ancak özellikle yiyeceklerden birkaç necis ve haram olan şeyi yasakladıktan sonra tüketim maddeleri ile ilgili temizlik standartı-m tesbit işini her toplumun kendisine bırakır. Kur'an'ııı bu özelliği, dünyanın değişik kısımlarındaki değişik insanlara, yenecek şeylerin seçimini, kendi sosyal ve geleneksel ihtiyaçları ve mizaç farklılıkları doğrultusunda serbestçe yapma iznini verir.
Kur'an-ı Kerim, Müslümanlara hoş ve güzel olan her şeyi yeme izni vererek, dünyevî zevkleri hor gören riyaziyecilik ile insanların kendilerini hayatın şehevî zevklerine kaptırdığı materyalizm arasındaki "orta yolu" göstermektedir, insanlar ne hoş ve temiz olan şeylerden mahrum bırakılmışlardır, ne de dünyevî zevklere aşırı düşkünlük göstermelerine izin verilmiştir. Başka bir ifadeyle dünyevî zevklerden tamamen kaçınmak, bu zevklere müptela olmak kadar hoş olmayan bir durumdur. Kur'an-ı Kerim'e göre en iyi ve başarılı hayat tarzı dünyevi zevklerden mutedil bir şekilde faydalanmaktır.
İslam, insanlara tüketim alanında büyük bir ferdi hürriyet verir. Onlar, pak şeylerin sınırını aşmadan isteklerini tatmin etmek için iyi ve hoş şeyler üzerine harcama yapmada serbesttirler. Yani, harcamadaki serbestiyet, sadece iyi ve hoş şeylerle sınırlıdır.
İslam fertlere'mallarını, sosyal yardımlaşmaya yardımcı olmayan şeylere harcama ya da israf etme hakkını vermez. Bunun için fertlere iyi ve temiz şeylere yaptıkları harcamada devletin güvenliğini ve meşru halini tehlikeye atmaması şartıyla tam bir özgürlük verilmiştir. Bu prensip Kur'an-ı Kerim'de şu ayetle açıklanmıştır: ' "...O (Peygamber) İd, kendilerine iyiliği emreder, kendilerini kötülükten mene-der; onlara güzel şeyleri helâl, çirkin şeyleri haram kılar..." (7: 157).
Kullanılan kelime "tayyib" in zıddıdır. Bütün pak olmayan, nahoş, kötü görülmesi, koklan-ması veya tadılması uygun olmayan bütün şeyler anlamına gelmektedir.
Burada Kur'an temiz ve uygun şeylerin kullanımına müsade vermiş, pis ve zararlı şeyleri yasaklamıştır. Kişinin zevkleri ve alışkanlıkları göz önüne alınarak, tayyibden nasiblen-mek konusunda tam bir özgürlük verilirken, toplumun genel menfaatine zararlı olan ve bundan dolayı milli israf kabul edilen pis ve zararlı şeylerin tüketimine izin verilmemiştir. Toplumsal refahı korumak ve emniyet altına almak için ferdin aşırılıklarına, hatta iyi ve uygun şeylerin tüketiminde bile, sosyal refahı zedelemesi muhtemel olduğu için, bazen müsaade verilmemiştir.
Uyarı, Kur'an-ı Kerim'İn aşağıdaki ayetlerinde daha kuvvetli ifadelerle yapılmaktadır. Bakara suresi: "Ey İnsanlar! Yeryüzündeki helal ve temiz olanlardan yeyin ve şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o size apaçık düşmandır." (2: 168). En'am Suresi: "Allah'ın size verdiği nzıktan yeyin, şeytanın adımlarını izlemeyin." (6: 142). Bakara Suresi: "Allah'ın rızkından yeyin, için ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak (şuna buna) saldırmayın." (2: 60).
Burada lüks ve sefahata düşkün toplumun kargaşalığına bir ima vardır. Şeytan, Allah tarafından emredilen yasaları İhlal etmişti. İnsana da tüketimde aşırıya kaçmaması ilahi yasaları ihlal etmemesi ve böylelikle şeytanın ayak izlerine uymaması tavsiye edilmektedir.
İtidal: Kur'an-ı Kerim, materyalizm ve riya-zetçilik gibi iki aşırı hayat tarzı arasında vasat bir yolu benimser. Bir yandan kişisel arzuların tatmini için aşırı harcamalar yapmayı yasaklarken diğer taraftan, hayatın iyi ve temiz Şeylerinden nasiplenmeyi kerih görür.
Dünyalık hazlardan kendilerini alıkoyan insanlara aşağıdaki ayetle hayata karşı tavırlarını değiştirmeleri söylenmektedir: "Ey iman edenler! Allah'ın size helal kıldığı şeylerin iyi ve temizlerini haram kılmayın ve sının da aşmayın." (5: 87).
Bu ayet, sadece Hıristiyan ve Budist keşişlerin feragatçi yaşayışlarını değil ayrıca kötü ve tembelce olan hayatın helal zevklerinden kaçınma alışkanlığını da suçlamaktadır. Böylece Kur'an çok açık bir şekilde göstermektedir ki bu dünya da nefsi, iyi ve temiz şeylerden alıkoymakla ve hayatın güzel şeylerinden mahrum bırakmakla Allah'ın hoşnutluğunu kazanamazlar. Dolayısıyla, takva, hayatın iyi ve temiz şeylerinden kaçınmak demek değildir.
Bu tüketim problemine dengeli yaklaşım o kadar önemlidir ki hatta Peygamber @ hayatta helal ve temiz olan rızıklardan kaçınmaması hususunda uyarılmıştır: "Ey Peygamber! Allah'ın sana helal kıldığı şeyi niçin haram ediyorsun, zevcelerinin rızasını arıyorsun? " (66: 1). Bu ayette Peygamber @'a kendisi için helal kılınan şeylerden sadece hanımlarını memnun etmek için kaçınmaması söyleniyor.
Hz. Aişe'den rivayetle, Rasulullah @ bir sebepten bal şerbeti içmeyi kendine haram etti, bunun üzerine Tahrim suresinin bahsi geçen ayeti nazil oldu: "Ey Nebiyyi Kerim, zevcelerinin rızasını bulmak için Allah'ın sana helal ettiğini niçin haram kılarsın?" (66: 1).
Bu rivayete göre, Peygamber @ helâl olan bir dünya zevkinden kaçınmaya karar vermişti ama Allah tarafından temiz ve helal olan hiçbir şeyden kaçınmaması emredildi. Böylelikle Peygamber @'ı dünyevi zevklerden sınırları muhafaza ederek nasiplenmeye yönelten Kur'an-ı Kerim, tüketim konusunda en dengeli yaklaşımı göstermiştir. Yani, kişi mal tüketiminde orta yolu tutmalı, ne ruhban sınıfı gibi dünyevi zevklerden kaçınmalı, ne de materyalistler gibi dünyevi zevklere aşın düşkün olmalıdır.
Öneminden dolayı, İslam, servetin uygun bir şekilde kullanımına ve korunmasına büyük ehemiyet verir. İslam insanlara helal olan ihti yaçlannı tatmin etmek İçin paralarım akıllıca ve basiretli bir şekilde harcamalarını ve servetlerini dikkatle korumalarını tavsiye etmektedir. Ve malın israfını engellemek için, müs-lümanlara, mallarını reşit olmayan ve akılsız kişilere teslim etmemelerini emretmektedir: "Allah'ın sizin için bir kıyam kıldığı mallarınızı sefihlere vermeyin, ama onları o malların içinde rızıklandırm." (4: 5).
Gerçekte bu da gösterir ki, bütün mülkiyet amme yararına olmalı ve reşit olsun veya olmasın, serveti yanlış yolda kullanması muhtemel, sefih kişilere bu servet hiç bir şekilde teslim edilmemelidir.
Kur'an-ı Kerim bize malımızı en iyi şekilde harcama yolunu göstermektedir. Bir tarafta hayatın geçiciliğini vurgulayan Kur'an, öbür tarafta zenginliğin küçümsenecek ve israf edilecek bir şey olmadığını öğretir. Çünkü zenginlik kişi için bu dünyada maişet kaynağı ve destektir.
Müslümanlara, ferdi ve toplumsal menfaatlere zararlı olan birkaç şey dışında, tüketim alanında temiz ve uygun olan herşeyden nasiplenmeleri İçin tam bir serbestlik verilmiştir. Müslüman toplumda yenmesi yasak olan bir kaç şeyden Kur'an-ı Kerim'İn aşağıdaki ayetlerinde bahsedilmektedir.
Bakara sûresinde şöyle zikredilmektedir: "Allah size leş, kan, domuz eti ve Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı..." (2:173).
En'âm sûresinde de şöyle buyurulmaktadır: "De ki: Bana vahyolunanda, leş veya akıtılmış kan yahut domuz eti -ki pisliğin kendisidir- ya da Allah'tan başkası adına boğazlanmış bir fısk (murdar olmuş hayvan)dan başka, yiyecek kimseye haram kılınmış birşey bulamıyorum..." (6: 145).
Yukarıda bahsi geçen dört şey müslümanlara tamamen yasaktır. Bunlar kendi kendine ölen hayvan ve Hz. Musa'nın şeriatında da yasak olan, vahşi hayvanlar tarafından parçalanmış hayvanlar (leş), kan ve domuz etidir. Yahudiler domuz etine büyük bir tiksinti beslerler ve bu hayvandan İncil'de bahsediliş şekli de gösterir ki, Hz. İsa da bu hayvandan yahudiler kadar tiksinir ve dolayısıyla domuz etini (yemeyi) murdar olarak kabul eder.
"Allah'tan başkası adına" ifadesinden kasıt, Allah'dan başkasının namına öldürülen hayvanlardır. Bu durumda Allah'tan başkasının adına yapılan dua ve niyaz, boğazlanmış hayvanı haram ve murdar kılar. Bu hayvanın yenmesi uygun değildir.
Önceki hatırlatılan dört şeye ek olarak, Kur'an, kumarı ve sarhoş edici şeyleri de yasaklar. Maide Suresi: "Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytan işinden birer pisliktir. Artık onlardan kaçının; umulur ki, kurtuluşa erersiniz." (5: 90). Bu ayet şarap dahil bütün içkileri ve kumarın her türlüsünü tamamen yasaklar. Rivayete göre şarabın yasaklandığını bildiren bu ayet Medine sokaklarında ilan edildiğinde müslümanlann evlerindeki bütün şarap fıçılan boşaltıldı. Öylesine ki, Medine sokaklarında şarap aktı. İçki gibi böylesine köklenmiş bir kötülük bu kadar ani ve köklü bir şekilde dünya tarihinde hiçbir zaman sökülüp atılamamiştır
İslam'da mal tüketiminin kendine has belli hususiyetleri vardır. Birincisi dünyevi ve uhrevi harcama arasında bir fark yoktur. Dünyadaki diğer dinlerde dini harcama, dini olmayan ya da dünyevi harcama arasında açık bir sınır çizgisi vardır. Dünyevi ya da dini olmayan ameller olduğu gibi uhrevi veya dini diye ad-landınlabilen belirli ameller de vardır. İslam bir amel veya harcama ile diğeri arasında böyle bir ayırım yapmaz. Yetimler ve dullara yapılan harcamalar hayırlı ve faziletli bir amel olduğu gibi genç, akrabalara, ebeveyne, çocuklarınıza ve kendinize yaptığınız harcamalar da faziletli bir davranış olarak mütalaa edilir veya geçimini kazanmak İçin işyerine gitmek, alın teriyle dürüstçe çalışmak, ayrıca namaz kılmak ve hacca gitmek de faziletli ve iyi birer ameldirler.
Kur'an'ın şu ayeti de bu hususta öneme haizdir: "Onlar sana nereye sarf edeceklerini sorarlar. De ki: 'Sizin için hayır, maldan ana-ba-baya, hısımlara, yetimlere, yoksullara yolcuya sarfettiğinİz şeydir. Hayırdan her ne işlerseniz şüphesiz Allah onu bilendir." (2: 215). "Hayırdan her ne işlerseniz şüphesiz Allah onu bilendir" sözleri açıkça gösteriyor ki, sizinle olan yakınlığına bakmaksızın muhtaç ve fakirlerin iyiliği için yapacağımız bütün yardımlar, Allah yanında faziletli amellerdir. Ve fazlasıyla mükafatl andırılacak tır.
islam, aşağıdaki hadiste de belirtildiği gibi bir kişinin ailesinin iyiliği için yaptığı harcamaya büyük önem verir. Ve bunu bir ibadet kabul eder. Peygamber @ şöyle buyurmuştur: "Allah yolunda harcadığın para, bir köle azad etmek için verilen para, bir biçare fakire tasad-duk ettiğin para ve ehl-ü iyaline sarfettiğin paralar yok mu? İşte bunların ecir bakımından en büyüğü ailene sarfettiğin paradır." (Müslim ve Tİrmizi).
Gerçekte İslam, kişinin kendisine, çocuklanna ve ebeveynine yaptığı tüm harcamaları faziletli dini bir davranış ve bir tür ibadet olarak değerlendirir. Bu, Peygamber@'in aşağıdaki hadislerinde daha iyi açıklanmıştır: "Birisi, Rasulullah @'a, sahip olduğu bir dinan ne yapması gerektiğini sordu. Rasulullah @; 'Onu kendine harca' buyurdu." Yine bir başka hadisinde Rasulullah @ "kendiniz için harcayın" buyurmuştur. (Ebu Davud).
Rasulullah @ "Bir kişi Allah'ın rızasını umarak aile efradına infak ederse, bu o kimse için sadakadır" buyurmuştur. (Buhari)
Başka bir zamanda Peygamber @ "kendin, hanımın, çocukların ve hizmetçin için harcadığın herşey senin için bir rahmettir" buyurmuştur. (Müslim, Ebu Davud ve Nesei).
Yine Nebi @ "Dul kadınlarla, miskinlerin işlerine koşanlar, bıkmaksızın geceleri namaz kılan, gündüzleri oruç tutan kimse gibidir." buyurmuştur. (Müslim, Ebu Davud, Nesei).
Nitekim İslam, kişiye mali harcamaları ilk önce kendisine, sonra hanımına ve çocuklanna, akrabalarına vs. yapmasını emreder. Bütün bu harcamalar birer dua ve ibadet olarak mütala edilir. Meşhur "sadaka evde başlar" atasözü, İslamın yukarıda bahsedilen ilkesinin önemini en iyi şekilde açıklamaktadır.
İkinci hususiyet, tüketim, kifayet miktarı ile veya hayatın zaruri ihtiyaçları İle sınırlanmaz, konforu ve hatta helal zevkleri bile ihtiva eder. Kur'an-ı Kerim, bu bölümün sonunda açıklanacağı gibi hayatın zevklerinden, kolaylıklarından ve konforundan en iyi şekilde yararlanmamıza cömertçe müsade eder. Kur'an sadece hayatın eğlencelerinden zevk almaya izin vermekle kalmaz diğer yandan hayatın zevklerinden ve konforundan nasiplenen insanlara dürüst, namuslu olmayı emreder ki bu, onların müsade edilen sınırda kalmalarını sağlar. Hz. Süleyman @, bu dünyada bir kişinin düşünebileceği bütün lükse ve konfora sahip birisi ve aynı zamanda bir peygamberdi. Peygamber @'ın ashabından birisi olan Hz. Osman, Arabistan'ın en zenginlerinden biriydi. Ayrıca Peygamber @ tarafından "en zengin" diye isimlendirilmişti.
Bunun için tüketici, harcamalarında müsrif ya da cimri olmadıktan sonra servet sahibi olmak ve konfordan yararlanmak, hatta hayatın bazı lükslerinden nasiplenmek takva ve dindarlığa zıt olarak mütalaa edilmez.
İstekler: Ekonomide istekler, insan ihtiyaçlarına ilave olarak bu ihtiyaçları tatmin etme arzusu ve gücü anlamındadır. Nitekim efektif ihtiyaçlar yani tatmin edilebilen ihtiyaçlar, istekler olarak adlandırılır. İstekler ve onların tatmini, kişinin ekonomik uğraşının temel özelliğidir. Hakikatte bütün mallar insanın isteklerinin tatmini için elde edilir. Bundan dolayı şimdi insan isteklerini ve onlann tatmini konusunu tartışacağız.
İnsanın istekleri sınırsızdır. Eğer bir istek tatmin edilirse başka bir istek ortaya çıkar, bu da elde edilirse gene başka bir istek gelir ve böylece insan hayatı boyunca sonsuz istekler zincirini tatmin etmek için çabalar, ama asla tatmin olmaz. Gerçekte, insanı istekleri tatmin etme konusunda sürekli çaba sarfetmeye yönelten, işte, isteklerin bu sonsuzluk özelliğidir. Kur'an-ı Kerîm bu hususiyeti şu İfadelerle açıklar: "Hakikaten insan pek hırsına düşkün ve sabırsız olarak yaratılmıştır." (70: 19).
Bu yüzden insan fıtratı isteklerini elde etmede sabırsız ve hırslıdır. O asla hiçbir şeyle tatmin olmaz. Her yeni istek ona daha çok hız sağlar. Hakikatte bu, kişinin başarısının ve ilerlemesinin anahtarıdır. Ali İmran Suresi "Kadınlar, oğullar, altın ve gümüşten yığın yığın biriktirilmiş mallar, salma atlar, hayvanlar ve ekin-lerden-ileri gelen- şehvetler sevgisi insanlar için bezenip süslenmiştir." (3: 14).
İnsanın bunları sevmesi makul sınırları aşmadığı müddetçe tabii ve zararsızdır. Bu gibi şeylere karşı mutedil bir sevgi kişiye isteklerini tatmin için gayret etmesi konusunda teşebbüs gücü sağlar. Fecr Suresi: "Malı, pek çok bir sevgi ile seversiniz." (89: 20). İstekler sadece malla tatmin olduğu için insan malı sever ve ona sahip olmak için çok çabalar. Yukarıdaki ayet kişinin mala sahip olmayı ne kadar çok istediğine isnaddır.
İnsanın aşın mal sevgisi Hümeze Suresinde şöyle tarif edilmiştir: "O sanır ki malı kendisini Ölümsüz kılmıştır." (104: 3). Burada hayatı boyunca durmadan daha fazla mal kazanmak için çabalayan bir kapitalistin hisleri tanımlanmaktadır. O inanagelmiştir ki, malı kendisini ölümsüz kılar ve hep baki kalan, sonsuz bir saadete ulaştırır. Peygamber @ da insanın doymak bilmeyen tamahkârlığım ve doymak bilmeyen mizacını birçok vesilelerle belirtmiştir. Peygamber @ şöyle buyurmuştur: "Eğer Allah insana bir vadi dolusu altın verseydi insan ikincisini isterdi, eğer ona ikincisi verilseydi o gene üçüncüsünü isterdi, insanı topraktan başka hiçbir şey doyurmaz." (Buna-ri).
İnsanın mala karşı büyük bir sevgisi, görüldüğü gibi, arzularının devamlı artması ve tatmin edilememesinden dolayıdır. İnsan devamlı olarak artan isteklerini karşılamak için çok daha fazla mal kazanmak yolunda çabalar. İnsanın istekleri hiçbir zaman bitmeyeceği için onun daha fazla servet elde etme arzusu da hiçbir zaman son bulmaz. Eğer istekler olmasaydı veya istekler sınırlı ve tatmin edilebilir olsaydı, hayatta bu kadar çok çabalama olmazdı. Dünya telaş ve koşuşturmadan uzak olurdu. Şu bir gerçek ki insanın endüstride, bilimde, teknolojide ve hatta kültürde ve medeniyette ilerlemesi, insanın çok çeşitli şekillerde, çok daha fazla mala sahip olma çabasının bir sonucudur. İnsanlığın bütün bu gelişmesinin ekonomik çabalar sonucu olduğunu söylemek yanlış olmaz.
İnsan bütün servetini isteklerini tatmin için harcar. Onun bazı istekleri-yİyecek, giyecek, barınak vs. gibi-kendisi için temel ihtiyaçtır; diğerleri verimliliğinin artışı veya muhafazası için lüzumludur. Geride kalanlar ise hayatın rahatını ve konforunu sağlar.
İnsan hayatı için kesinlikle gerekli" olan ve yokluğunda insanın hayatiyetini sürdüremeyeceği şeyler mesela yiyecek, giyecek, barınak hayatın zaruretleri diye adlandırılırlar.
Yiyecek: Yiyecek insanın temel ihtiyaçlarından en önemlisi olarak kabul edilir. İnsan, belli durumlarda, barınaksız ve giyeceksiz olabilir, ama yiyeceksiz yaşaması mümkün değildir.
Kur'an çeşitli vesilelerle insanın bu temel ihtiyacını vurgular ve taze et, balık, tahıl, süt, sebze, salata, meyve, bal, yağ vs. hemen hemen bütün yiyeceklerden bahseder.
Taha Suresi: "hem siz yiyin hem de davarlarınızı otlatın." (20: 54).
Abese Suresi: "Hakikat biz o suyu şanl şarıl akıtarak döktük, sonra o yeri öyle bir yardık, sonra onda daneler bitirdik, üzümler, yoncalar, zeytinlikler, hurmalıklar sık ve bol ağaçlı bahçelikler, meyveler, otlaklar size ve davarlarınıza bir faide olarak yaptık." (80:25-32).
Mü'minûn sûresi: "Hayvanlarda da sizin için ibret vardır: karınlarının içindekinden size içi-riyoruz. Onlarda sizin için daha birçok faydalar var, aynı zamanda onlardan yersiniz." (23: 21).
Kur'an-ı Kerim'de değişik yiyeceklerin insanoğlu için şerekli olduğunu belirten birçok ayet vardır, insanın Allah tarafından sağlanan yeryüzündeki nzıklardan yemesi istenmiştir. Sebe Suresi: "Rabbinizin rızkından yeyin ve ona şükredin." (34: 15). Hatta cennetteki hayatın tarifinde özellikle yiyeceklerden bahsedilir. Meryem Suresi: "Çok esirgeyen Allah'ın kullarına gayb olarak vadettiği Adn Cennetle-ri-ve orada onların sabah akşam rızıkları da vardır." (19: 61-62).
Yine, Allah'ın Adem @ ve Havva'ya cennetin bahçesinde yaşamalarını emrettiği aşağıdaki ayet-i kerimede insanın temel ihtiyacı olan yiyeceğin önemi vurgulanmaktadır! Bakara Suresi: "Ve demiştik ki, ey Adem! Eşinle birlikte cennette kal, ondan istediğiniz yerde bol bol yeyin." (2: 35). Bu ayet yiyeceklere ve hayatın diğer gerekli ihtiyaçlarına bol bol sahip olan Adem @ ve Hz. Havva'nın müreffeh durumlarını göstermektedir.
Giyecek: insanın diğer bir önemli ihtiyacı olan giyecek, yiyecekten sonra gelir. Giyecek insanı soğuk ve sıcaktan koruduğu gibi ona güzellik ve iyi bir görünüm verir. Nahl Sure-si'nde elbisenin ilk kullanılışına bir işaret vardır: "Allah sizi sıcaktan koruyacak elbiseler yaptı." (16: 81).
Burada şu husus belirtilmelidir; iki zıt şeyden birinin bahsi daima ikincisini de kapsar. Burada bahsedilen sıcaktan korunma ile, aynı zamanda, hem sıcaktan, hem de soğuktan korunma kasdedilmiştir, Veya meşhur gramerci Zeccac'ın dediği gibi insanı sıcaktan koruyan şey soğuktan da koruduğu için burada soğuktan bahsetmeye gerek duyulmamıştır.
Giyinme ilk önce kişinin sıcaktan ve soğuktan korunması, çıplaklığını ve haya yerlerim örtmesi gibi basit işlemler için kullanılmıştır; ama sonraları kişi süslenmek ve güzelleşmenin yolunu aramıştır. Araf Suresi'nin şu ayetinde elbise kullanımı ile ilgili bir işaret vardır: "Ey Ademoğulları, şüphesiz biz üzerinize çirkin yerlerinizi örtecek bir örtü bir de güzellik elbisesi giydirdik." (7: 26).
Hz. Adem'in cennet bahçesinde hanımı ile birlikte hayatın tüm güzelliklerinden faydalanarak yaşayışından Taha Suresi'nde şöyle bahsedilmektedir: "Ey adem! Hiç şüphe yok ki senin için orada acıkmaman ve hiç çıplak kalmaman var ve hakikat sen orada susamaz-sın ve güneşte kalmazsın." (20: 117-119).
Bu sözlerle Adem @'a onu açlıktan, susuzluktan, sıcaktan ve soğuktan koruyacak yiyecek, içecek ve giyeceğin ihsan edileceği konusunda söz verilmiştir. Bu sözler hayatın konfor, rahatlık ve mutluluk gibi bütün iyi şeylerin bulunduğu hoşnutluk durumunu tasvir etmektedir.
Hayatın bütün zaruretlerini sağladıktan sonra Allah aşağıdaki ayette, insana nasıl yaratıldığını ve kendisine nasıl yiyecek ve giyecek verildiğini hatırlatmaktadır: "O, İnsanı bir damla sudan yarattı ve davarları da yarattı. Onlarda sizin için ısıtıp koruyacak şeyler ve menfaatler vardır, ondan yersiniz de." (16: 45).
Barınak: Yiyecek ve giyecek gibi insanın tabii ihtiyaçlarından biri de barınaktır. İslam insanın bu ihtiyacına da gereken önemi vermiştir. Geçmişte güç kazanmak ve korunmak için insanın inşa etmiş olduğu binalar, saraylar, evler çadırlar vs. den Kur'an'da bahsedilir. Şu-ara Suresinin şu ayetlerinde kuvvetli kaleler ve büyük binaların inşasından bahsedilir: "Her yüksek yerde bir bina mı yaparsınız?
Ve temelli kalacağınızı umarak bir takım kaleler mi edinirsiniz? (26: 128-129). Burada kullanılan kelime bir azamet işareti olarak Hz. Süleyman'ın ordularından korunmak için evlerini sığınak olarak kullanan karıncaların kıssası Nemi Suresinde şöyle anlatılır: "Onlar karınca vadisi üzerine geldikleri zaman bir karınca dedi ki: Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin. Süleyman ve orduları kendileri farkında olmadan sakın sizi kırmasınlar." (27: 18). Bu ayetler açıkça, insanın ve Allah'ın diğer yaratıklarının düşmanlarından olduğu kadar tabiattan da sığınmak için barınaklarına ve evlerine girdiklerini gösterir.
Süleyman @'ın sırça saraylarından şu ayette bahsedilir: "Ona denildi ki (Belkıs'a): 'Köşke gir', onu derince bir su sandı iki bacağını açtı. Süleyman dedi ki 'hakikat o sırçalardan düzeltilmiş bir meydandır." (27: 44) Süleyman @, Belkıs'ı etkilemek için altından su akan düz bir sırça taban yaptırdı. Belkis sırçadan yapılmış olan tabanı akan bir su zannetti.
Sarayın sırça tabanı o kadar düz ve mükemmel idi ki sanki akan bir su gibi görünüyordu. Sure el-Araf da Salih Peygamber'in ve Semud kavminin kıssasında büyük binalar ve kaşaneler inşa edilmesinden şöyle bahsedilmektedir: "Ve hatırlayın o vakti ki, sizi Ad'dan sonra halifeler kıldı ve sizi yerde yerleştirdi, ovalarında köşkler ediniyorsunuz, dağlan ev yapmak üzere oyuyorsunuz." (7: 74). Bu insanların ovalara büyük köşkler inşa ettikleri ve düşmanlarının saldırılarından korunmak için kayalara evler oydukları ortaya çıkmaktadır.
Kur'an-ı Kerim'in bu ayetleri gösteriyor ki, İslam insan hayatının hiçbir yönünü ihmal etmemiştir. Kur'an insan ihtiyaçlarının karşılanması gerçeğine gerekli Önemi vermiştir. Bu yüzden Kur'an-ı Kerim insan hayatını geliştirmek ve muhafaza etmek için, devletin her ferdinin yiyecek, giyecek ve barınak vs. dahil.te-mel ihtiyaçlarının sağlanmasını müslümanlara farz kılmaktadır. Peygamber @ şu hadîste insanın bütün ekonomik faaliyetlerinin amacını özetlemektedir:
"Adem oğluna barınacağı ev, vücudunu örtecek elbise, yiyecek ekmek, su koyacak kab ve binek yeterlidir, başkasında bir hakkı yoktur."
Rasulullah @ burada toplumun her ferdinin bütün şartlar altında sahip olması gereken temel ihtiyaçlarını özetlemiştir.
Verimliliğin Şartları: Yiyecek, giyecek, ba-nnak vs. kadar gerekli olmayan, ama randımanın arttırılması için lüzumlu olan şeyler, verimliliğin şartları diye adlandırılırlar. Bir işçinin kendini kuvvetli ve zinde hissedip çalışabilmesi için et, süt, tereyağ gibi iyi yiyeceklere ihtiyacı vardır. Bunlar bir işçi için verimliliğin şartlarıdır. Gerçekte verimi arttıran ve bir kişiyi daha çalışkan yapan herşey verimin şartları diye adlandırılır. Bu, rahat bir yatakta iyi bir uyku ya da insanın ayağını rahat tutan iyi bir ayakkabı olabilir. Eğer bunlar kişiyi mutlu ediyor ve daha iyi bir işçi yapıyorsa verimliliğin şartlan diye mütalaa edilir. Meyvelerin düzenli tüketimi de kişiyi daha sağlıklı ve daha randımanlı bir işçi yapar. Allah, değişik türde meyvelerin yaratılmasındaki cömertliği hatırlatır ve akıllı insanlann bu şeylerin önemini kavramaya çalışmasını ister: "Onunla sizin için ekin, zeytin, hurma ağaçları, üzümler ve meyvelerin her birinden bitiriyor. Şüphesiz, bunda iyi düşünen bir topluluk için bir ibret vardır." (16: 11)
Allah'ın yarattığı değişik türdeki meyvelerin kullanımı üzerinde tefekkür edenler diğer şeyler arasında bir işçinin randımanının arttırılmasında leyvelerin sağladığı büyük faydayı derhal görür.
Konfor: Konfor ne hayati zarurettir, ne de verimin şartıdır. Fakat kişiye rahatlık ve kolaylık sağlayan şeyleri ihtiva eder. Konforlu şeylerin tüketimi, insanın hayatını daha kolay ve daha rahat kılar. Bir insanın sıradan yiyeceği, giyeceği ve bannacağı, onun hayatının ihtiyaçlarıdır ama, iyi ve lezzetli yiyecekler, güzel ve pahalı elbiseler ve iyi döşenmiş binalar
ve köşkler, kişinin konforudur. Bu yUzden konfor, kişiye rahat ve kolaylık sağlayan ve genel olarak kullanılışı maliyetinden daha fazla olan şeyler olarak tanımlanır. İslam'da konfordan hoşlanmaya izin verilmiştir. İslam, kişinin hayatın güzel şeylerinden faydalanma ve takdir etme içgüdüsünü kabul etmiştir. İslam ayrıca insanın kültürel ihtiyaçlarına da gerekli önemi göstermiştir. Güzellik, zerafet ve kültürel ihtiyaçlarıyla ilgili fıtri iç güdüsünü göz Önünde bulundurarak İslam, insanın temel ihtiyaçlarının yanında konfordan da faydalanmasına müsaade eder.
İslam'da hayatın ziynetleri, süsleri ve konforu dahil bütün isteklerin tatmin edilmesi mendup olup tamamen helaldir. Peygamber <§>, Allah'ın kullanmaları için yarattığı dünyanın iyi şeylerinden faydalanmalanm ashabına tavsiye etmiştir. Peygamber @'in hayatın güzelliklerinden faydalanmanın İslâm'ın Öğretilerine zıt olmadığım kanıtlayan birçok hadisi vardır.
Ebu Ahvaz babasından rivayet etmiştir. Babası Peygamber @'ın yanına pis bir elbise ile gitmişti. Peygamber @ ona "zengin inisin?" diye sordu, olumlu cevap alınca ne kadar zengin olduğunu sordu. Ebu Ahvaz'm babası, Allah'ın kendisine develer, keçiler, atlar ve köleler verdiğini söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber @ "Allah Fazl-ü kereminden sana ihsan ettiğinde, alametlerini senin üzerinde görmekten hoşlanır." buyurdu. (Ebu Davud).
Peygamber @; "Allah güzeldir ve güzeli sever" ve yine "Allah, insanı herşeyin güzelim yapmakla yükümlü kıldı" buyurmuştur. (Müslim).
Câbir b. Abdullah el-Ensarî şöyle rivayet etmektedir: "Zat-ür Rika savaşma Peygamber @ ile birlikte çıktık; bizimle beraber bir adam vardı, onun sefer ihtiyaçlarını tedarik ettik ve o da karşılık olarak koyunlarımızı otlattı. Adam tamamen yırtık olan İki parça elbise giymişti. Peygamber @ onun bu durumunu görünce başka elbisesi olup olmadığını sordu. Ben ona bazı elbiseler verdiğimizi ancak onun bunu torbasında sakladığını söyledim. Peygamber @ bize, ona bu elbiseleri giymesini söylememizi buyurdu. O da elbiseleri çıkarıp giydi. O yürüyüp uzaklaştığında Peygamber @ '(Onun iyi elbiselerini saklayıp yırtıkları giymesinin) sebebi nedir?' diye sordu." (Mu-vatta).
Hz. Aişe, Peygamber @'ın elbiselerine bulabildiği en güzel kokulardan sürdüğünü ve O'nun bundan hoşlandığını rivayet etmiştir. (Buharı).
"Mutmain olacağınız kadar yiyiniz, giyiniz, kibirlenmeden ve İsraf etmeden sadaka veriniz." (Buhari).
Peygamber @'m yukarıdaki hadisleri ve Kur'an'ın ayetlerindeki bahisler şu gerçeği kanıtlar: Aşırılığa sebep olmaması ve sınırların korunması şartı ile islam'da güzel ve kullanımlı şeylerden faydalanmaya izin verilmiştir. Eğer herhangi bir şey yasaklanmış ise bu, topluma karşı tecavüz sayılan utanç verici ve pis bir davranıştır ve bu dünyanın zevklerine aşırı şekilde müptela olmanın sonucudur. (7: 33).
Lüks: Kişisel zevklerdeki aşırılıklar veya gereksiz ve aşın istekleri karşılamak için yapılan fazla masraflar lüks olarak isimlendirilirler. Lüks şeylerin maliyeti genellikle, onlardan alınan zevkin sağladığı faydadan daha ' fazladır, mesela pahalı elbiseler, gümüş ve altın kaplar vs...
İslam verimsiz ve gayri ahlaki endüstrilerin büyümesini teşvik edici, eninde sonunda toplumun birlik ve bütünlüğünü harap eden za-rarh ve yıkıcı elemanların toplumda yayılmasına sebebiyet verici şeylerin kullanımını men etmiştir. Bakara Suresinde bu gerçeğe bir işaret vardır: "(Ey Rasulüm!) Sana içki ile kumarı sorarlar. De ki: 'onlarda hem büyük günah vardır, hem de insanlar için büyük faydalar vardır. Fakat günahları faydalarından daha büyüktür.'1 (2: 219) Aynı sûredi: "Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan helâl ve temiz şeylerden yiyin, şeytanın adımlarına uymayın; çünkü o sizin apaçık düşmanmızdır." (2:168).
Bu ayetler şunu açıkça ortaya koymaktadır ki insan, tüketim alanında aşırılığa kaçmamak ve sının aşmamak şartı ile elde mevcut olan her cisimden faydalanabilir ve bunları kullanabilir. "Şeytanın adımlarına uymayın" ifadesinden kasıt hayatın lüks şeylerine ve zevklerine aşırı İptila durumudur.
Maide Suresinde daha bir açıklanmaktadır: "Allah'ın sizi nzıklandırdıklanm helal, pak olarak yeyin, kendisine iman etmiş olduğunuz Allah'tan korkun." (5: 88).
El-Araf Suresinde ise şöyle buyurulmaktadır: "Yiyin, için; fakat israf etmeyin. Çünkü Allah İsraf edenleri sevmez." (7: 31).
Kur'an-ı Kerim müslümanlarm temiz ve helal olan şeyleri kullanmalarına müsade eder. Onlar çeşitli yiyecekler yiyebilir, zarif ve güzel elbiseler giyebilir, saray gibi evlerde yaşayabilir, çok iyi mutlu ve rahat bir hayat sürdürebilirler. Kur'an-ı Kerim'in yukarıdaki ayetlerinde insanların hayatın zaruretlerini giderme ve kolaylıklarından yararlanma konusunda tamamen serbest bırakıldığı çok açık sözlerle ifade edilmiştir. Müslümanlar, sadece, toplumun genel menfaatini tehlikeye atabilecek gereksiz ve lüks isteklerini karşılamak için makul sınırların ötesinde harcama yaptıklarında uyarılırlar.
Lüks şeylerin tüketimi, bazen insanlara "Allah korkusu" hatırlatılarak, bazen de "Şeytanın adımlarını izlemeyin" diye uyanlarak men edilmiştir. Lüks şeylerin kullanımı, kişiyi aylak, savurgan ve müsrif yapar, kişide tembellik ve başkalarına bağımlılık gibi kötü alışkanlıklar, çalışmaya karşı nefret, sorumsuzluk vb. gibi olumsuz davranışları geliştirir. Ayrıca, kişi lüks bir hayat elde etmek ve bunu muhafaza etmek için her türlü aşırılığa (hatta suç ve günah işlemeye) başvurmaya daima hazırdır; kişi diğer insanların haklarına tecavüz etmekten ve onların mallarını haram yolla gas-betmekten çekinmeyecektir. Bütün bunlar, rüşvetçiliğe, fesada, akraba kayırmaya vs. yol açar ve toplumda bu davranışları yaygınlaşti-nr. Kısaca, kişi isteklerinin tatmini için toplumun genel menfaatleri kadar, kendi kişisel iyiliğini de tehlikeye atmaya hazırdır. Bundan dolayı, İslam, toplumda yıkıcı elemanların büyümesini önlemek ve yıkıma engel olmak için lüks şeylerin tüketimini (aşırı iptilayı) yasaklamıştır. Bunun yanında lüks şeylerin tüketiminden faydalanan bir insan bunu diğer bir insanı sömürerek yapmaktadır, işte bu da İslam'da kesinlikle yasaktır. Birkaç kapitalist, fabrikatör, mal sahibi, lüks hayatlarını muhafaza etmek için milyonlarca para harcarken, milyonlar (özellikle varlıklılar ile yoksullar arasında aşırı farklılıkların olduğu ülkelerde) hayatlarının basit ihtiyaçlarını bile karşılayamamaktadırlar. Birkaç tane müşkülpesent milyonerin çoğunlukla gereksiz ve aşın ihtiyaçlarına bol bol israf edilen varlığı, açlıktan ölen milyonların hayati ihtiyaçlarını sağlamada kullanılabilir.
Bu tür sosyal dengesizliğin önünü almak üzere Peygamber @ lüks olarak mütalaa edilen şeylerin kullanımını yasaklamış ve insanları bunlardan vaz geçirmeye teşvik etmiştir.
Ümmü Seleme'den rivayetle Rasul-ü Ekrem @; "Gümüş ve altın kaplardan yiyip içenler, karınlarına Cehennem ateşi doldurmaktan başka bir şey yapmıyorlar" buyurmuştur. (Mu vatta).
Enes'den; Peygamber @ "dünyada ipek giyen Ahirette giyemez" buyurdu. (Muvatta). "Ebu Hureyre'nin rivayetine göre Peygamber @ erkeklerin altın yüzük takmasını yasaklamıştır." (Buhari).
Abdurrahman b. Ebi Leyla şöyle rivayet etmiştir: Huzeyfe Medine'de iken, bir kimseden su istedi. Bir rençber gümüş kap içinde suyu getirdi. Huzeyfe hemen suyu döktü ve Peygamber @ 'in "(erişi ve arpacı) harir ve atlas elbise giymeyiniz. Ve altın, gümüş kaptan içmeyiniz, gümüş (ve altın) tabaklardan ye-rnek de yemeyiniz (bunlar Allah korkusundan yoksun insanların yoksulların pahasına zevk aldığı şeylerdir, bu yüzden Müslümanlar için yasaklanmıştır). Gümüş (altın) dünyada kafirlerin, ahirette ise biz Müslümanlanndır" buyurduğunu işittim dedi. (Buhari).
Bunlar ve diğer buna benzer birçok hadis-i şerifler, insanların lüks bir hayata aşın düşkünlüklerini İslam'ın lüks şeylerin, mesela gereksiz istekler tüketimini yasakladığını açıkça göstermektedir.
Hayat Standardı: Hayat standardından anlaşılan, insanın hayati için elde edilmesini ve muhafaza edilmesini gerekli gördüğü ve bunu gerçekleştirmek İçin fedakarlığa hazır olduğu hayat tarzı ve konfor seviyesidir. Daha basit ifadeyle, kişinin kendisi için kesinlikle lüzumlu gördüğü ve bunu elde etmek için her türlü fedakârlığı yapabileceği minumum konfor ve gerekli şeylerdir.
Ekonomik standartların derecelendirilmesinde, İslam eşitliği savunmaz, fakat hayatın temel ihtiyaçlarının tedarik edilmesine gelince, bu konuda eşitliği muhafaza eder ve devletin her ferdinin yaşama hakkı prensibini tasdik eder. İslam, hiç kimsenin hayatın temel ihtiyaçlarından mahrum kalmamasını sağlar. Hiç kimsenin mülkünü lüks şeylere israf etmesine izin vermez. Kapitalizm (lüks şeylere aşırı düşkünlük) Komünizm (devletin kontrolünde yapay eşitlik) olumsuzluklarının müslüman bir toplumda ortaya çıkmaması için İslam, vatandaşların temel ihtiyaçlarını karşılama ve halk arasındaki ekonomik sınıflaşmayı makul ve ılımlı sınırlar içinde tutma sorumluluğunu devlete yükler. Sonuç olarak tüketim alanında cimriliğin, savurganlığın getirdiği olumsuzluklar müslüman bir toplumda otomatikman engellenir.
Şimdi ortaya şu sorular çıkar: Makul bir hayat standardı nedir? Konforun ve zaruri ihtiyaçların makul ve adaletli bir şekilde olabilmesi için ne kadar harcama makul ve adil sayılır? Biz hayatın temel ihtiyaçlarını karşılamamızı sağlayan bir bayat standardına mı razı olmalıyız? Yoksa daha yüksek bir hayat standardı mı ümid etmeliyiz?
İki düşünce ekolü vardır: Birincisi dünyevi zevklerden feragat ve kaçınmayı savunur. Diğeri de, dünyevi zevklerden hoşlanmayı ve lüks şeylere düşkünlüğü hayatin gayesi olarak mütalaa eder. İslam; birincisi softalar, ikincisi de materyalistler tarafından desteklenen bu iki aşın uç arasında orta yolu benimser. İslam ri-zayetçİliği tabii olmayan bir hayat yolu olarak, materyalizmi de savurganlık olarak suçlar; birincisi zahidlik adı alünda münzevi bir hayati ve cimriliği başlatırken, diğeri de insanları bencil ve savurgan yapar. İslam hem cimriliği hem de savurganlığı suçlar. İnsanlara harcamalarında orta yolu tutmalarını öğütler.
Cimrilik:. Öncelikle kişinin kendisi ve ailesi için malını imkanları njsbetinde hareamaması-dır. ikinci olarak ise kişinin malını iyilik ve hayır amacına yönelik olarak harcamamasıdır.
Meşru isteklerini tatmin için harcamalannda cimri olmaya gayret eden insanlar, İslam na-zannda suçlu sayılırlar. Allah'ın kendilerine verdiği serveti harcamamakla, üç suç işlemiş olurlar. Birincisi Allah'ın kendilerine vermiş olduğu nimetleri, kendileri akrabaları ve arkadaşları için harcamamakla Allah'a karşı nankör olurlar. Bu tür insanların nankörlüğü Ali İmran suresinde şöyle tarif edilir: "Allah'ın kendilerine fazlından verdiği şeyde cimrilik ederler, sakın bunun kendileri için bir hayır olduğunu sanmasınlar. Bilakis bu onlar için bîr günahtır." (3: 180). Yİne Nisa suresinde: "Şüphesiz ki Allah, cimrilik eden, insanlara cimriliği tavsiye eden, Allah'ın fazlından kendilerine verdiğini gizleyen kimseleri sevmez." (4: 36-37).
Serveti Allah'ın lütfü olarak isimlendirmekle, insanlara malın gerçek faydasının onu biriktirmekte değil, harcamakta olduğu hatırlatılmaktadır. Mallarını yaratılışının gayesine uygun şekilde kullanmayıp, biriktiren insanlar nankör olurlar. Ayrıca serveti kendileri İçin saklamakla diğer insanların o maldan faydalanmalarına da engel olmaktadırlar. Böylece insanların iyiliği ve hayrı için kullanılması gereken Allah'ın fazl-ı keremi kötü kullanılmaktadır. Kur'an-i Kerim'İn yukarıdaki ayetinde belirtilen ikinci suç bu insanların mallarını halktan saklıyor olmalarıdır. Onlar bu cimri davranışın kendileri için iyi olduğunu düşünürler ama, Kur'an bunun kendileri için hayırlı ve faydalı bir davranış olmadığını, bilakis son tahlilde günah ve zararlı olduğunu söylemektedir. Cimri insanlar servetlerini harcamamakla gerçekte üretimin artmasındaki büyük faydasından toplumu mahrum bırakmaktadırlar. Başka bir deyişle onlar daha çok mal üretimi için kullanılabilecek milli serveti israf etmektedirler.
Üçüncüsü, serveti kendilerine saklamakla tüketim seviyesinin düşmesinden ve dolayısıyla üretim ve istihdam hacminin de gerilemesinden sorumlu olurlar. Dr. J. M. Keynes şöyle demektedir: "Tüketim, beklentileri istihdamın tek var olma sebebi olduğundan azalmış bir tüketim eğiliminin istihdam üzerinde yıkıcı bir etkisi olacağı sonucunu çıkarmak hiç de paradoksal değildir. (General Theory of Emp-logment, Interest, and money 1954, sh. 211).
"Bu onlar için bir günahtır" ayeti serveti toplum yararından alıkoymakla ortaya çıkan tüm ekonomik rahatsızlıkları (bazı endüstri dallarının kapanması, bazılarının veriminin düşmesi, işsizlik oranının .artması vs.) kapsamaktadır.
İstiflemenin etkilerinin ciddi sonuçları karşısında, Kur'an, cimri insanlan daha fazla uyarır. Tekâsür Suresi: "(Mal, mülk ve servette)
Çoklukla Övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp kendinizden geçirdi... Öyle kî (soy-sopla öğün-mek için) kabirleri bile ziyaret ettiniz." (102: 1-2). Sosyal statü ve saygınlığa duyulan sevgi ve açlık, bazı insanlan öylesine kör etmiştir ki, bu insanlar servetin gerçek fonksiyonunu bilmeksizin aşırı miktarda servet kazanıp, biriktirmişler ve toplumdaki milyonlarca insanın hayatında maddi kargaşalığa ve ızdıraba sebebiyet vermişlerdir.
Tasarruf, bir bakıma iyi ve faydalıdır; bu yüzden müsaade edilmiştir, ama kullanmak veya ihtiyacı olan halka yardım etmek için değil de sosyal prestij ve benzeri saiklerle topluma bir sabotaj hareketi sayılacak tarzda servet biriktirmek asla affedilemez ve hoş görülemez.
Yine Hümeze suresinde Kur'an mal toplayan, yığan insanları suçlar: "Her arkadan çekiştiren ve yüze karşı eğlenen kimsenin vay haline! Ki o bir mal toplayıp onu tekrar tekrar sayandır; samr ki hakikat, malı kendisini temelli kılmıştır." (104: 1-3). Böylece Kur'an gereksiz yere servet yığan ve onu toplumun ve kendisinin yararına harcamayan kimseyi çok katı bir dille suçlamaktadır.
Savurganlık: Savurganlık, ilk olarak malı, helal olmayan, kumar, içki gibi şeylere (hatta sözkonusu miktar belli olsa bile) harcamaktır; ikinci olarak ise helal şeylere yapılan aşırı harcamalardır, (bu harcama kişinin malı kadar da olsa, malından fazla da olsa); üçüncüsü iyi ve hayırlı amaçla ama sadece gösteriş olsun diye yapılan harcamalar. İslam, harcamada cimri olan İnsanları suçladığı gibi müsrif ve savurgan olan insanları da takbih eder. Cimrilik, toplum kaynaklarının daha faydalı bir şekilde kullanımını engeller, savurganlık ise malların gereksiz ve yararsız istekler yönünde boşuna sarfedilmesine neden olur. Kur'an, bu tür harcamaları şu ayetlerinde yasaklamıştır: "(Seninle) akrabalığı olana, yoksula ve yolcuya hakkını ver, (malını gereksiz yere) saçıp savurma. Çünkü (gereksiz yere mallarını) saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabb'ine karşı çok nankördür!" (17: 26-27).
Bir müfessire göre; saçıp savuranlar kelimesi, helâl ihtiyaçları tatmin için verilen serveti içki, kumar vs. gibi helal olmayan ve gayri-ah-Iaki isteklere harcayan kişiler anlamındadır.
İsraf eden insanlar burada şeytanın kardeşleri diye adlandırılmışlardır. İnsanlar kendilerine Allah'ın lütfundan verilmiş olan malı makul ve helal yolla harcamamakla O'na karşı nankör olmaktadırlar. Bütün harcamalarımız kaynaklarımızla sınırlıdır. Eğer biz ku-ru-sıkıya ya da sadece gösteriş için harcama yaparsak, bunda bizim için hiçbir yarar yoktur. Kaç aile nikah törenlerine ya da cenaze törenlerine yaptıkları aşın harcamalarla yıkılmıştır? Bunun yanında, bu harcamalar, toplum içinde gereksiz, verimsiz ve lüks endüstrilerin büyümesini teşvik eder. A'raf Suresinde "Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz. Allah israf edenleri sevmez." (7: 31) buyrulmaktadır. Bunun için gereksiz ve müsrifçe harcamalar Kur'an'da tekrar tekrar suçlanmıştır. Toplumun daha verimli amaçlar için kullanabileceği mülkün israfı, Allah katında çok ağır bir günahtır. Ebu Hureyre'de, rivayetle Peygamber @ şöyle buyurmuştur: "Allah'ın sizin İçin kerih gördüğü şeylerden biri İzaa-i mal (ısrardır." (Muvatta).
İtidal: İslam, cimri ve müsrif olmaksızın makul harcamalarda bulunmayı ve hayatın iki aşın ucu arasında ılımlı bir yolu tavsiye eder. İslam, aşırılığa kaçmadan hem harcamayı hem de tasarruf etmeyi savunur.
Bu kişi ne bütün malını lüks şeylere dikkatsizce israf etmeli ve imkanlarının ötesinde harcamalarda bulunmalı, ne de imkanları olmasına rağmen kendisi, ailesi veya hayatın diğer ihtiyaçları için hiçbir şey harcamayacak kadar cimri olmalıdır. Aşağıdaki İslami öğretilerin asıl amacı, insanların kendi imkanları nisbetinde sarfetmelerini sağlamaktır. Harcamalar ne gelirlerinden çok fazla olmalı ki bu onları israfa İter, ne de zenginliklerinin çok altında olmalı ve onları cimriliğe sürüklemeli-dir. İnsanlar harcamalarında orta yolu tutmalıdırlar, böylece ne servet dolaşımı engellenmeli (birikim sonucunda), ne de toplumun olduğu kadar kendilerinin de ekonomik gücü (israf sebebiyle) zayıflamalı.
Kur'an-ı Kerim, itidalin esaslarını şöylece a-çıklar: "O kimseler ki, harcadıkları zaman israf etmezler, sıkıllk da yapmazlar, işte bunun arası denk olur." (25: 67). İşte bu, harcama konusunda feraseti öneren bir kuraldır. En iyisini yapmaya çalıştığımız yardımseverlikte bile müsrif olmamalıyız. Böyle olursa yaptığımız hayırseverlik ya gösteriş ve insanları etkilemek için ya da düşüncesizce olur, ve "birisine İyilik yapmak için başkasının hakkım yemek" konumuna düşülür. Kesinlikle cimri olmamalıyız; ama kendi haklarımız dahil herkesin hakkını hatırlamalıyız ve bu ikisi arasında mükemmel bir denge kurmalıyız. İsra suresinde aynı ilke şöyle vurgulanmaktadır: "Elini boynuna bağlamış kılma ve onu büsbütün de açma, yoksa kınanmış, pişman olmuş bir halde oturup kalırsın." (17: 29).
"Elin boyna bağlanması" ifadesi, kişinin harcamalarında cimri olması anlamında, "ve onu büsbütün açma" emri ise kişinin servetini fazlaca ve bolca israf etmesi anlamındadır. Ayet-i kerime, kişinin olağan harcamalarında benimsemesi gereken genel bir kural ortaya koyar. Akıllı insanların kınamasına maruz kalmayacak ve yoksun da olmayacak şekilde harcamalı ve mal kaynaklarımızı, yardımımıza ihtiyacı olan ve buna haklan olan insanlardan saklamamahyiz. Malın Dağıtımı bolümünde de izah edeceğimiz gibi, hatta yabancılar bile böyle bir hakka sahiptirler. Kapasitemiz ve masraflarımız arasında eşit bir ölçüye sahip olmamız gereklidir.
İslam malın tüketimi konusundaki şu soruya çok uygun cevap verir; Makul bir hayat stan-dartını muhafaza için nasıl harcamalıyız? Bu soruya Talak suresinde bulduğumuz karşılıktan daha güzel cevap verilemez. "Mal sahibi, varlığına göre malından versin; Rızkı kendisine daraltılmış olan kimse de Allah'ın ona verdiğinden versin." (65: 7).
Bu ifadelerle Kur'an, eğer tam anlamıyla yerine getirilirse, modern kapitalist sistemde genel olarak bulunan cimriliğin ve savurganlığın ekonomik olumsuzluklarını kökünden söküp atabilecek "harcamada itidal kuralını" tanımlamıştır: Zengin-fakir herkese mal varlığına göre harcama yapması Öğütlenir. Fakır bir kişi, yetersiz geliri ile birkaç konfor ve ihtiyaçtan ibaret olan makul bir hayat standartını muhafaza edebilirken, zengin bir kişi de savurganlığa düşmeden mal varlığına göre hayat standartını muhafaza edebilir. Her birinin harcamaları, tabiatıyla, toplumsal görevlerine, ekonomik sorumluluklarına (küçük veya büyük bir ailenin geçindirilmesi) ve zamanın di-. ğer ihtiyaçlarına göre mutlaka değişikliğe uğrayacaktır. Fakat harcama ne savurganca, ne de cimrice değil de tüketicinin imkanlarına uygun olduğu müddetçe caizdir ve helaldir.
Rasulullah @'ın malın en uygun şekilde kullanımını ve önemini belirten birçok hadisi vardır. Bir rivayete göre Peygamber @ şöyle buyurdu: "Her kişi kıyamet gününde sorguya çekilecektir. Sorulardan biri, malını nasıl kazandığı ve nasıl harcadığı olacaktır. Yine Peygamber @ "kişiye malını nasıl kazandığının ve onu nereye sarfettiğinin sorulacağını tebliğ" buyurmuştur.
Ebu Yusuf, bu hadisi İslam iktisadî sisteminin temeli olarak kabul eder, çünkü tüketim alanında küçük bir dikkatsizlik toplumun dengesini alt üst edebilir ve farklı türde ekonomik bozukluklar doğurması muhtemeldir. Aşın harcamalar aylaklığı, müsrifliği ve verimsiz ve lüks şeylerin büyümesini arttırırken cimrilik de, tüketim seviyesinin düşmesi ve harcamaların kısılması sebebiyle toplumda işsizlik sıkıntısı doğurur. Bundan dolayı tüketim konularında insanlara uygun bir yol gösterilmesi kesinlikle gereklidir.
Bir rivayete göre Peygamber @ "Her şeyde en iyi yol itidaldir" buyurdu. (Kanz-ul A'mal).
Yine bir başka vesile.ile Peygamber @ "İtidal geçimde mutluluğun yansıdır" buyurdu Ebu Derda'dan rivayetle: Peygamber @ "bir parça aklı olan kişi hesabında itidali benimsemelidir" buyurdu. (İmam Ahmed).
Ebu Said el-Hudri'den şöyle dediği rivayet edilmiştir. "Günün birisinde Peygamber @ minber üzerinde oturmuştu. Biz de kendisinin etrafında oturmuştuk. Bu halde Peygamber @ buyurdu ki: "Ben (ebediyete gittik)den sonra dünya çiçeğinden, dünya hüsn-ü behçetinden Önünüze nice açılacak nimet sofralan, hayat sahneleri (yok mu?). Sizin için korktuğum muhakkak olan şeylerdendir. Bunun üzerine Ashabdan bir zat: 'Ya Rasulullah! Hiç hayr-ü nimet, şerr-ü mefsedet celbeder mi? (ki korkuyorsunuz)' diye sordu.'... Hakikaten hayr-ü nimet şerr-ü mefsedet getirmez (fakat sebep olur. Bakınız!) Baharın bitirdiği otlardan (zehirli) bir kısmı vardır ki yiyeni Öldürür, yahut ölümü yaklaştırır. Lakin yeşil ot böyle değildir. Onu otlayan hayvan, Ölüm tehlikesinden masundur. Bu hayvan o yeşil otu yer, iki böğrünü şişirince bahar güneşini karşılar. Kolayca tersler, işer, genişler. (Yine) bol bol yer. İşte dünya malı da yeşil ot gibi caziptir, tatlıdır. Bu nimetten miskine, yetime, vatanından ayn kalmışa tasadduk eden zengin müslüman ne hayırlı kişidir. Aksi takdirde bu mal kıyamet gününde kendi sahibinin cimriliğine şehadet edecektir." (Buhari).
Peygamber @, ashabına daima tedbirli olmayı tavsiye etmiştir. Onun "kişinin hesabında orta yolu benimsemesi o kişinin basiretine işarettir" tarzındaki meşhur hadisi kendi hayatında uyguladığını ve ümmetine herşeyde orta yolu benimsemelerini emrettiğini gösteren canlı bir delildir. İkinci Halife Ömer, Allah'ın fazlından maişet ve ziynet olarak verdiği malı, en uygun şekilde harcamayı kendisine nasip etmesi için Allah'a dua ederdi.
İtidal, diğer alanlarda olduğu gibi tüketimde de hiç şüphesiz İslamın rehber edindiği prensiplerinden birisidir. Tüketim alanında itidal, iki yanlış harcama şekli olan mal biriktirme ve savurganlığın olumsuzluklarını engeller. İşsizlik ve sapkınlık gibi iki kötülükten korur.
Hayat standardı, minumum ihtiyaç miktarı ve kişinin kendisi için gerekli saydığı konfor anlamındadır; tam bir geçim standardı ise, kişinin hayatını idame ettirecek asgari lüzumlu şartlardır. Bir insan çok yüksek bir hayat standardına sahip olabilir ama düşük bir geçim standardı olabilir. İnsan, kardeşlik, fakirlere yardım v.s. gibi hayatın yüksek ideallerine sahip olduğu gibi çok fakir bir kişi de olabilir. Gayretlerin hem hayat standardını hem de geçim standardını geliştirici olması kesinlikle gereklidir. Fakat bu günlerde, her gayret geçim standardını gözönüne almaksızın, insanların refah düzeyini yükseltmek için oluyor. Ahlâk ve materyalizm arasındaki ayırımın sonuçlan muhtemelen çok ağır olacak, toplumda ahlâka aykırı eğilimlere esas itibarıyla karşı olan İslam, yüksek hayat standardı ile beraber yüksek geçim standardım da sağlamak için gerekli tedbirleri alır. Biri olmaksızın diğeri tehlikeli ve zararlı olan bu iki şeyi birbirine bağlar. Hayat standardındaki artış, insanları bencil, huysuz, hırçın, merhametsiz, antipatik yapar. Bundan dolayı, hem gayret, hem geçim düzeyini, hem de hayat standardını geliştirmek için olmalı ki toplum, cemiyetin iki farklı kesimi arasında rekabet ve nefret (iki yıkıcı eleman) olmaksızın ilerlemesini sürdürebilsin.
Şu da belirtilmelidir ki, hayat standardı ve onun iyileştirilmesi, hayatımızda en yüce değerlerimizi feda edeceğimiz tek amaç olmamalıdır. Birçok insanın hakikat ve doğruluğu, kendilerine bir zarar verdiği için veya muhtemelen verebileceği için, kabul etmeyi reddettikleri bir gerçektir. Tabii ki bu yaptıkları yanhştır, ancak, onlar bunun yanlış olduğunu anlamaz görünmektedirler. Bu söylediklerimiz hiçbir şekilde islam'ın çok münzevi hayat tarzını ima ettiği manasına gelmez.
İslam, insanlardan, hayatın güzel ve hoş şeylerinden kendilerini mahrum etmelerini istemez. İslam sadece dünyevi zevklerden faydalanmada mutedil olmayı emreder. Müslümanlardan ahlâksız ve haksız olmadığı müddetçe hayatın iyi şeylerinden nasiplenmeleri ve aşırı savurganlıktan ve cimrilikten kaçınmaları emredilmiştir. Başka bir deyişle, insanlar geçim düzeyleri yeteri kadar yüksek kaldığı sürece, yüksek hayat standardının getirdiği kolaylıklardan faydalanabilirler.
Sade Hayat: Peygamber @, kendinden önceki birçok peygamber gibi daima sade ve orta yollu bir yaşantıyı severdi. O, hayatında lüks ve gereksiz olan şeylere müptela olmaksızın hayatın sade zevklerinden faydalanırdı. Sade yiyecekler yer, sade elbise giyer, sade normal bir evde yaşardı. Binmek için sadece bir devesi ve bir atı vardı. Allah'ın Rasulü Muham-med @ sade bir hayat yaşadı. Müslümanlara da gereksiz şeylerden kaçınmalarını ve sade bir hayat sürdürmelerini öğütledi. Onun nasıl yaşadığına ve insanlara neyi vazettiğine ışık tutan birçok hadisleri vardır.
Rasulullah @ bir keresinde şöyle buyurdu: "Müslüman olup da yeter miktarda maişeti olan ne mutludur." (Ahmed, Tİrmizi, İbni Mace).Yine Rasulullah @ şöyle buyurmuştur: "Kıt, fakat yeterli olan maişet (hayatın ihtiyaçlarını karşılamada) bolluktan daha İyidir. (Çünkü bu bolluk insana kendisini unutturur) ve onu (orta yoldan) sapıklığa götürür." (Ebu Naim). O'nun yine söyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Eğer isteseydim Mekke'nin taşı toprağı benim için altına çevrilecekti, ama ben; Ey Rabbim! Ben bir gün tok, ertesi gün aç kalmak isterim, ki aç olduğumda seni hatırlayabileyim ve tok olduğumda da sana şükredebileyim, arzusundayım." (Ahmed).
Peygamber @ sık sık şöyle dua ederdi: "Allah'ım, Muhammed ailesine ancak yetecek kadar nzık ihsan et." (Buhari).
Peygamber @ elinde birçok imkânı olmasına rağmen bütün hayatını sade bir şekilde geçirdi. Ondan sonra ki, dört halifesi de Peygamber @'m sade hayat geleneğini devam ettirdiler. İkinci Halife Ömer hakkında şöyle bir rivayet vardır: Bir eyaletin valisi olan Utbe b. Ferkat bir defasında halife yemek yerken onu ziyaret etti. Vali, halifenin yediği basit yiyeceği görünce; "Niçin daha iyi bir undan yapılmış yemek yemiyorsunuz?" diye sordu. Ömer şöyle cevapladı: "İbni Ferkat! Şu anda Arabistan topraklannda benden fazla imkânları olan biri var mıdır?" Utbe, ondan daha fazla imkânlara sahip biri olmadığını söyledi. O zaman Ömer onun sözü üzerine sordu: "İbni Ferkat, bütün müslümanlar (yemek için) iyi un alabilirler mi?" O menfi cevap verince Ömer dedi ki: "Eğer ben iyi ve güzel şeyleri kendime alıp kötülerini teb'am için bıraksay-dım kötü bir yönetici olurdum." (Tarih-i Ta-beri).
özetle, sade hayat tarzı ve hayatın maddî imkânlarından yararlanmada itidal, İslam'ın mal tüketimi konusunda savunduğu önemli bir prensiptir.
Kur'an-ı Kerim mal üretimi kavramını çok geniş bir anlamda kullanmıştır. Kur'an, üretilen malların faydalarını vurgulamıştır. Mallar, insan ihtiyaçlarıyla bazı ilişkilere sahip olmalıdır. Mallar lüks amaçlar için değil bazı insan ihtiyaçlarını karşılamak için üretilmelidirler. Eğer hiçbir insan ihtiyacını karşılamıyorlarsa, bu tür eşyaların üretimine sarfedilen iş, emek ve sermaye verimsiz olarak mütalaa edilir. Kur'an, hiçbir şekilde lüks şeylerin üretimini doğrulamaz ve bu tür malların üretimine harcanan insan emeğini israf olarak kabul eder.
Bununla birlikte Kur'an-ı Kerim insanın çok daha fazla mal kazanma içgüdüsünü besleyerek İnsan emeği için çok geniş bir saha temin etmiştir. Başka bir ifadeyle Kur'an, kişiye verimli faaliyetler için çok geniş fırsatlar sağlayarak, onun bencil ve hırslı tabiatını arıtmaya çalışmıştır.
Meariç Suresinde bütün ekonomik faaliyetlerin temeli olan insan tabiatı şöyle açıklanmıştır: "Muhakkakki insan pek hırslı ve sabırsız olarak yaratılmıştır." (70: 19). Hırs, insanı huzursuz, sabırsız ve maddi servet için çabala-maya istekli yapar ve bu münasebetle onu verimli faaliyetlere teşvik eder. Kişi, devamlı artan İhtiyaçlarını tatmin için daha fazla çalışır, bunun sonucunda o, üretim alanında aşın bir performans gösterir.
Meariç Suresi'nin başlığı hayatın her alanında, insan İçin büyük ve sınırsız ilerlemeleri önceden belirtir. Sure, kişiye kendi belli gayretleriyle bu kainatta büyük ekonomik ilerlemeler yapabileceğini ima eder. İnsanın tabii hırsı, insana kuvvetli bir dürtü sağlar. Eğer bu dürtüye uygun bir şekilde yol gösterilir ve yönetilirse insanı büyük bir zirveye ulaştırır. İnsanın ilerlemesi, çok yönlü isteklerini tatmin için gayretini sürdürdüğü müddetçe devam edecektir. İnsan, üretim tekniklerini, yeni ve gelişmiş metodlan icad etmeye devam edecektir, ve bu münasebetle zamana göre değişen talepleri ile hayat standardını aynı çizgide devam ettirecektir. İnsan tabiatı, Ali İmran Suresinde başka bir şekilde tasvir edilir: "Kadınlar, oğullar, altın ve gümüşten yığın yığın biriktirilmiş birçok mallar, salma atlar, hayvanlar ve ekinlerden -ileri gelen- şehvetler sevgisi insanlar için bezenip süslenmiştir." (3: 14).
Zenginlik ve güç kaynaklarına sahip olma arzusu oldukça tabiidir. İnsan, altın ve gümüş (üretim kaynakları)e düşkündür. Bu mal serveti (ve tüm bunun temsil ettiği şeyler) insanın daha fazla gayret sarfetmesi için daimi bir teşvik unsurudur. İnsan, artan ihtiyaçlarını tatmin etmek için gayret sarfeder. İnsanın İhtiyaçları sınırsız olduğundan ihtiyaçları tatmin için gayret sarfı gitgide artar. Bu yüzden bu servet arayışının uygun bir şekilde yönlendirilmesi kesinlikle gereklidir. Eğer servet edinme arzusu uygun bir şekilde yönlendirİlmezse modern toplumlarda şahit olduğumuz birçok kötülüklere vesile olacaktır.
Kapitalizmin olumsuzluklarından birisi de, insanları birbirlerine ve hayata karşı tam anlamıyla materyalist bir tavır içine sokmasıdır. Bu davranış hâlindeki insanlar, Meariç Suresinde şöyle tasvir edilir: "... O (ateş), alevlenen bir ateştir. Derileri kavurur, soyar. (Kendine) çağırır; sırtını dönüp gideni, (Mal) toplayıp kasada yığanı!" (70: 15-18).
Servete sahip olma arzusu kişiyi mal biriktirmeye ve bu malı toplumun kullanımından alıkoymaya iter. Bu tür insanlar toplumun menfaatiyle nadiren ilgilenirler ve geniş hazineler biriktirmeye devam ederler. Kişinin servete karşı aşırı sevgi şeklindeki bu bencil tutumu Kur'an'm birçok yerinde tasvir edilir: "O ki mal yığdı, onu saydı durdu." (104: 2).
Kapitalist, öyle derin bir servet birikiminin fasit dairesine dalmıştır ki oradan asla çıkamaz. O» daima servetini tekrar tekrar sayma ile meşguldür ve en azından eşit öneme sahip diğer meseleleri düşünecek ve tefekkür edecek çok az zaman bulur. İnsanın maddi meşguliyetlere büyük önem vermesine ve hayatın maddi olmayan yönlerini tamamen ihmal etmesine yol açan bu tutum toplum dengesini yıkar ve böylece topluma ızdırap ve keder getirir. Kur'an-ı Kerim körü körüne servet istifine karşı insanları uyarır ve boş mal sevgisini şöyle açıklar: "Muhakkak ki o insan Rabbine karşı nankördür. (Onun bunca nimetlerini hesaba katmada)." (100: 6).
Allah, insana kendisi ve toplum yararlanabilsin diye büyük bir servet potansiyeli vermiştir. Fakat insan, Allah'ın ihsanını kendi bencil amaçlan için kullanarak Rabbİ'ne karşı nankör olur. Kişi, daha fazla servet kazanmak hevesi ile, servetinde başkalarının da hakkı olduğu düşüncesinden uzaklaşır ve toplumun genel menfaatini gözardı eder. İnsan davranışçıdaki bu 'hak' fikri eksikliği, gerçekte, modem toplumlardaki kötülüklerin temel sebebidir ve bu eninde sonunda toplumun çöküşünü ve yıkılışını getirir. (Milletlerin olduğu kadar) fertlerin iktisadî veya iktisat dışı amaçlan arasında ahenkli bir dengeyi muhafaza ettikleri sürece zenginleşip, refaha erişeceklerini; fakat denge sınırını aştıktan ve sağa-sola inhiraf ettikten hemen sonra utanç ve zilletin derinliğine düşeceklerini söylemek yanlış olmaz.
Ayrıca, Kur'an-ı Kerim; Hristiyanhk, Budizm ve Hinduizm dahil diğer dinlerde vaz edilen riyazetçıliğe tamamen karşıdır. Tüm bu dinler riyazetçiliği tavsiye ederler, serveti ve onun değişik kullanımlarını kerih görürler. Diğer dinler takipçilerine, üretici faaliyetlerden kaçınmalarını ve mümkün olduğu kadar ihtiyaçlarını azaltmalarını emrederler. Onlara göre başarı, istekleri ve arzuları azaltmakta yatar; bir kişi ihtiyaçlarını ne derecede azaltabilirse, o derece hayatta başarı ve izzete ulaşacaktır. Dünyevi hayat ve onun zenginlik ve servet şeklindeki bütün tezahürleri, diğer dinler tarafından hor görülmüştür. Onlar şöyle iddia ederler: Bir kişi eğer mal üretimine ve diğer ekonomik faaliyetlere müptela olursa, o kişi mana aleminde mükemmeliyet ve temizlik kazanamaz. Kişinin ihtiyaçlarını gidermek için mal kazanmak amacıyla meşgul olduğu her tür ekonomik faaliyet, maddi hayatın zevklerine aşırı düşkünlük olarak mütalaa edilmiş ve bu yüzden diğer dinler tarafından bu faaliyetler hor görülmüştür.
Kur'an, bu görüşe şiddetle karşı çıkar. Değişik faaliyetler arasında denge fikrinin muhafaza edilmesi şartıyla, dünyevi ve uhrevi meşguliyetler arasında gerçek bir ihtilaf yoktur. İnsan faaliyetlerini dünyevi ve uhrevi diye ayıran bir çizgi yoktur. Gerçekte bir insanın hareketinin uhrevi mi, dünyevi mi olduğunu, onun niyeti ve tutumu belirler. Ailesinin ve kendisinin ihtiyaçlarım temin için ekonomik faaliyet-. lerle meşgul olan, Allah'tan korkan bir kişi, bîr inziva yerinde sürekli ibadetle meşgul, ama başkalarının getireceği yiyeceğe, giyeceğe bağımlı bir kişiden daha dindar, daha ruhani ve daha iyi bir kişi olarak mütalaa edilir.
Yüce Kur'an bunun için bize bir taraftan hayata karşı, insanlar arasında sağlıklı ve yüce eğilimlerin gelişmesine yardımcı olan dengeli bir bakış sağlamış, diğer taraftan ise insanların üretici faaliyetlerine bir teşvik temin etmiştir. Böylece İslam güç ve servet kazanımı için sınırsız kaynaklar sağlayabilecek araştırma ve deneylere geniş bir saha açmıştır. Bize bu dünyadaki herşeyin, insanın kullanması için yaratıldığı söylenmiştir Tüm yıldızlar, ay, güneş ve dünya insana hizmet için yaratılmıştır. Bundan dolayı, bu tabii kuvvetler, eğer insan bunlardan yararlanabilirse, onun emrindedir. Kur'an'da açıkça kişinin ne için çabalarsa onu elde edeceği belirtilmiştir, insanın sürekli ve yoğun emeği, onun tabii kaynaklan, kendi iyiliği için, doğru ve uygun bir şekilde kullanma yollarını bulmasını mümkün kılacaktır. Hakikaten, Kur'an-ı Kerim kişiye kâinatın gizli sırlarım insanlığın yararı için keşfetmesi ve tecrübe etmesi yolunda büyük bir ivme sağlamıştır.
İnsan hayatında ekonomik faaliyetin büyük önemi karşısında Yüce Kur'an ticarete hacc süresince bile izin vermiştir: "Arafattan indiğinizde, Rabbinizden rızık istemenizde bir günah yoktur." (2: 198).
Böylece hem masraflarını bu şekilde karşılayabilecek olan dürüst tacirin yararına, hem de aksi takdirde zaruri ihtiyaçları açısından büyük bir zahmet içerisine girecek hacıların genelinin yararına meşru ticarete izin verilmiştir. "Rabbinizin Rızkı" kelimelerinin kullanılması açıkça gösterir ki "iyi-dürüst ticaret" topluma hizmet ve dolayısıyla Allah'a bir tür ibadettir. (Yusuf Ali, The Holy Quran; sh. 79, dipnot. 219). Yine Cum'a sûresinde şöyle buyrulur: "Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfundan (nasibinizi) arayın. Allah'ı çok anın ki kurtuluşa eresinîz." (62: 10)
Yukarıdaki ayette de açıklandığı gibi İslam'ın temel prensibi açıkça şunu ifade eder: Dinin bizzat kendisi ve getirdiği ahlak telakkisi refahın ve mal kazanımmm karşısında değildir, aksine her ikisi de hayatta erişilecek bir mükemmel mutluluk ve saadetin bütünleyicisi-dirler. Hacc bir ibadet şeklidir, ama haccın bir İbadet olması Allah'ın Kanunu'na gereken hürmeti gösteren muttaki bir insanın bu hacc günleri süresince ekonomik faaliyette bulunmasına ya da maişetini kazanmaya çalışmasına engel değildir.
Dünyada insanlar sık sık, hem ahlâki hem de ekonomik faaliyetlerinde doğru yoldan çıkarlar. Aşırılığa gider ve Hak Yol'u unuturlar. Ya ahlâki prensipleri tamamen bir tarafa atıp hayatın ekonomik meşguliyetlerine aşın müptela olurlar ya da, diğer asriliği kaçar, sofuluğu benimser, dünyevi hayatı yüzüstü bırakırlar.
Hayatın bu iki aşın ucu arasındaki Hak Yol orta yoldur ve "Ey Rabbimiz! Bize dünyada da , Ahirette de iyilik ver." diyen kişi gerçek başarılı hayata kavuşur.
Bu, İslam'ın insana erişebilmesi için gayret sarfetmesini öğütlediği en üstün bir amaçtır. İslam, kişiden çok kazanmak için çalışmasını ve başarılı olmasını ve yüksek bir hayat stan-dartını muhafaza etmesini ister. İnsanın ekonominin kölesi olmasını istemez, bundan dolayı servet kazanmak için gayret sarfedilme-sinde ısrar eder. Bir defasında Peygamber @ "Sizin en hayırlınız, dünyası için Ahiretini, Ahireti için de dünyasını terketmeyen ve başkalarına yük olmayanmızdır" buyurmuştur. Burada Peygamber @ hayatın farklı yönlerinde dengeyi muhafaza eden, diğer insanlara yük olmayan kişileri övmüştür.
İnanan insanların ekonomik faaliyetlerinin hızlanması ve onlara bu amaçla daha çok fırsat ve zaman sağlanması için Müzzemmil sûresinin son ayeti ile, gece ibadeti farz olmaktan çıkarılmıştır. Benzer şekilde, Peygamber @ ailenin rızkı için çalışmayı Allah yolunda cihada eşit saymıştır.
Peygamber @ 'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Benden Önce gelmiş bütün peygamberler avcılıkla ve çobanlıkla (çöllerde ve ormanlarda) meşgul olmuşlardır.." (Bu, onların hayatlarını temin etmeleri için tek yol-du).Cemaatle ibadet etmeye gelince, cemaatten ayrı olduğunuzda rızkınızı arıyor olmanız yeterli bir mazerettir. Yeter ki cemaati sevin, cemaatteki insanları sevin, Allah'ın adını sevin, Allah'a dua edeni .sevin ve aileniz 4çin helal bir rızık kazanmayı isteyin. Aileniz için helal bir rızık elde etmek, Allah adına savaşmak gibi olduğu için buna gayret sarfetmeniz gerekir. (Taberani),
Bu hadisin gerisinde şöyle bir hikaye vardır. "Sahabeden birisi Peygamber @'a , mesleğinin ve geçim vasıtasının avcılık olması münasebeti ile ormanlarda ve çöllerde yaşadığını ve bu nedenle sık sık Cuma namazını kaçırdığım söyleyip Peygamber'den @ tavsiye istedi. Bir keresinde insanları, (Cuma) cemaatini kaçıran kişilerin evlerini ateşe vermek istediği hususunda uyarmış ve ezan sesini duyan bir âmânın bile cemaatten hariç tutulmasını reddetmiş olan Peygamber @ bu Özürü duyunca sahabelere ailelerinin geçimi için helal bir kazanç elde etmek amacıyla çalışmalarının Allah adına savaşmak gibi olduğu için, gayret sarfetmelerini buyurdu. (Taberani).
Gerçekten Peygamber @ bu birkaç sözle dünyanın en zor ekonomik problemini çözmüştür. Hakikatte Peygamber @ aşırılıklar arasında itidale dikkat çekmiş ve böylece insanların Önüne açık ve dengeli bir yol çıkarmıştır. Peygamber @'m, hayatın maddî ihtiyaçları için gayret sarfetmenin gerekliliğini vurgulayan birçok hadisi vardır. Burada, ekonomik mücadelenin ehemmiyetini vurgulayan bazı hadis 4 şerifleri zikrediyoruz:
"Helal bir nzk temini namazdan sonra en Önemli farzdır. Sabah ibadetinizi bitirdikten sonra, geçiminizi kazanana kadar uyumayın." (Kanz al-A'mal, c. II).Sadece, nzık temini için uğraşmakla affedilmesi mümkün olabilecek belirli günahlar vardır. (Taberani).
Eğer müslümanlar ülkelerinin ekonomik kaynaklarından yararlanma hususunda Kur'an-ı Kerim'i ve Peygamber @'m sünnetini öğrenseler ve öğrendiklerine göre hareket etselerdi kesinlikle diğer dünya ülkelerinden çok daha çabuk gelişirlerdi.
Peygamber @'m doğumu zamanında Arapların yoksulluğu herkesçe bilinen bir şeydi. Fakat, O'nun Medine'ye hicretinden 20 yıldan daha az bir süre sonra, Kur'an'ın ortaya koyduğu ekonomik esaslar, zamanın pratik problemleri için, Peygamber (S> ve onun halefleri tarafından uygulandığında, durum tamamen değişmişti. Fakir ve ezilmiş ülke çok kısa bir sürede, hayatın her alanında dünyaya yol gösteren bir ülke oldu. Bu, zamanın meselelerine Kur'an'ın hükümlerinin yerli-yerince uygulanmasının doğrudan bir sonucu idi.
Şayet Kur'an'ın kavramları açıkça anlaşılıp zamanımızın ihtiyaçları için dikkatlice ve gerçekçi olarak uygulanabilse günümüzde de ekonomik alanda aynı sonuçlann elde edilebileceğine tamamen eminiz.
Gerçekte şu ki, meselelerimiz, önceki zamanlarla karşılaştırıldığında daha çok ve karmaşıktır, fakat, Kur'an'da belirtilen insan davranışlarını düzenleyen ilkeler hâlâ aynıdır ve bu ilkeler güncel meselelere tedbirli ve akıllı bir şekilde uygulanırsa önceden olduğu gibi ekonomik alanda yine köklü değişiklikler getirebilir.
Bir milletin başarısının belirlenmesinde ve halkının hayat standartlarında en önemli nokta olan mal üretimine Kur'an büyük önem vermiştir. Hem Kur'an-ı Kerim'den, hem de Sün-net'ten, diğerlerinden geri kalmasınlar veya başarısız olmasınlar diye Müslümanlara mal üretimi için sıkı çalışmalarının öğütlendiğini gösteren birçok Örnek verilebilir.
Kur'an, kişiye geçimini elde etme yolunda daha çok çalışması İçin tekrar tekrar ısrar eder: "Onun fazlından arayasınız..." (28: 73; 29: 17), "Ve O'nun ihsanından aramanız..." (30: 23). Eğer biz Kur'an'ı inceden inceye araştırır-sak nafaka elde edilmesi için insanın gayret sarfetmesi gerektiğinin ısrarla vurgulanmasının sebebini anlarız. Sebep, nafaka temininin İslam'ın esas İlkelerinden biri olmasıdır. Kur'an bize başarılı ve mutlu bir hayat elde etmek için sıkı ve gayretli bir çalışma içinde olmamız gerektiğini hatırlatır. Eğer bir insan gerekli gayreti sarfetmede başarısız olursa, sadece gıpta edilen müreffeh ve mutlu bir hayattan mahrum kalmaz, hatta aşırı bir yoksulluğa ve açlık durumuna da düşebilir. Kur'an'ın meşhur "hakikat, kişiye çabaladığından başka birşey yoktur." (53: 39), ayeti isteklerini tatmin için gayret sarfetmeyen, Allah'ın aşikar arzusuna muhalif olarak tembellik eden ve kadere dayanan insanlara bir uyarıdır.
Yüce Kur'an kişiye, kendi gayretleriyle bu dünyadaki herşeyi elde edebileceğini açıkça bildirir. Kur'an İslam'ın "itidal ilkesi" uyarınca kişinin kendi hayatının mimarı olduğunu açıklar. İnsan kendi hayatım kurabilir. Herşey insanın varhğmdadir. O istediği herşeyi elde edebilir, ama çaba gereklidir. Şu ayette kişiye hayatın maddi ihtiyaçlarını elde etmesi için gayretlerine devam etmesi öğütlenir: "Onun rızkından isteyin." (4: 32).
İnsan hayatında maddî varlık o kadar Önemlidir ki "Allah'ın ihsanı" olarak isimlendirilmiştir. Ve insana maddi varlığını arttırması için, Allah'a dua etmesi Öğütlenmiştir. Böylelikle bir bakıma, kişiye, ahlaki ve maddi yönleri arasında bir denge ve ahengi muhafaza etme yolu gösterilmiş olur. İlk olarak kişiye maddi varlık kazanması için çalışması öğütlenmekte, sonra da onun devamı için dua etmesi söylenmektedir. Başka bir deyişle, kişi Önce ihtiyaçlarını elde etmek için elinden geleni yapmaya çalışmalı ve sonra da Allah'a dua etmelidir ki AHah onun rızkını arttırsın. Bu, kişinin ekonomik meşguliyetleri arasında dahi Allah ile alakasını kesmemesini sağlar. Kişi asla kendisini ümidi kırılmış, hayal kırıklığına uğramış veya mağrur hissetmez. Eğer herhangi bir zamanda kişinin gayretleri, onun beklentilerinden daha verimli olursa Allah'a karşi nankör olmaz, etrafındaküeri istismar veya onlara zulmetmez, aksine nezâketle davranır. Diğer tarafta, eğer insan bütün çabalarına rağmen yeterli servet elde edemiyorsa, ümidi kırılmaz, Allah'a güveni değişmez ve daha gayretli olur.
Bu bize Kur'an-ı Kerim'in şu ayetini hatırlatır: "Allah, iman edenleri dünya hayatında ve ahi-rette sapasağlam sözle sebat, içinde kılar..." (14: 27).
Bu dünyada hayatlarının ıslahı için samimi ve ciddi çalışan insanlara sürekli ve kalıcı bir amaç vadedilir. Bu ayette, Yüce Kur'an (milletlere olduğu kadar) ihtiyaçlarını karşılamak İçin daha çok mal üretmede samimi ve aralıksız olarak çalışan fertlere basan ve istikran garanti eder. Bu dünyada başarı ve zaferin tek şartı vardır: Çok çalışmak. Eğer bir kişi çok çabalamazsa dünya hayatında istikrar ve başarıyı bulamayacaktır.
İnsan durmadan daha fazla kazanmak için sınırsız isteklere sahiptir. Kişi mal elde etmek İçin ne kadar çok çalışırsa devamlı artan isteklerini o kadar tatmin eder. Eğer fertler (veya milletler) bu rekabet dünyasında hayat standartlarını geliştirmek isterlerse, üretim tekniklerini ve metodlarmı geliştirmek ve düzenlemek için daha sıkı çalışmak zorundadırlar, aksi takdirde daha ileri ve çalışkan fertlerden (veya milletlerden) geri kalırlar. Bu nedenle Yüce Kur'an bu gerçeği teyid eder ve servet üretimine büyük Önem verir. Kur'an, kişiye gayreti, parası, becerileri ve zekası sayesinde kâinatın sınırsız tabii kaynaklarını nasıl kullanacağını ve bunlardan nasıl yararlanıp nasıl ilerleme kaydedebileceğini değişik şekillerde belirtir.
Yüce Kur'an her fırsatta insanlara sınırsız tabii zenginliklerden yararlanmanın türlü türlü yollarını kısaca göstermiştir; kişiye tarımdan, madeni kaynaklardan, tabii servetlerden, haberleşme ve taşımacılıktan üretimin ilerlemesi alanında nasıl yararlanabileceğini belirtmiştir. Kur'an-ı Kerim sürekli olarak, müslümanlarm sadece ekonomik ve sosyal sistemin gelişmesi için sıkı bir gayret sarfetmeleri gerektiğini tasvip etmekle kalmayıp, aynı zamanda diğer milletlerden geri kalmasınlar diye üretim tekniklerini ve metodlarmı geliştirmeleri için bir ivme de sağlamıştır.
Ankebut sûresinde, kişinin değişik tabii kaynaklardan geçimini araması istenir: "O halde rızkı Allah katında arayın." (29: 17). Rızk kelimesinden kasıt Allah'ın ihsanı manasına gelip insanın kullanabileceği ve fayda elde edebileceği herşeydir. Rızk çok kapsamlı bir terimdir, zahiri ve potansiyel bütün tabii nimetleri kapsar. Kısaca insan hayatında gerekli olan bütün geçinecek şeyler anlamına gelir. Aynı zamanda rızk kelimesi kişinin tabiattan değişik faydalar elde etmesi için daha sıkı bir mücadelede bulunmak zorunda olduğunu da ima eder. Allah'ın bir ihsanı olan yağmur da rızk olarak isimlendirilir.
Rızk, umulmadık bir kazanç; görünürde elde edilme ümidi yokken kişinin emeğiyle erişebildiği kazanç anlamına gelir.
"Allah katından" ifadesinin kullanılışı çok önemlidir. İnsamn gayreti sayesinde elde edebileceği tabiatın gizli servetlerine işarettir. Topraktaki, sudaki ve havadaki tüm bu nimetler insanın mirasıdır ve kişi akıllıca teşebbüsü ve gayreti sayesinde tüm bunlara sahip olabilir.
Bu tabii miras Allah'ın bir ihsanıdır ve hiç kimse onu insandan alıp götüremez; aşağıdaki ayette gösterildiği gibi: "Erzak (tüm toprak, su ve havadaki mal varlığı) insan içindir..." (50: 11). "İnsan içindir" diyerek Kur'an-ı Kerim tabiatın tüm gizli hazinelerinin İnsan için yaratıldığı gerçeğini vurgulamaktadır, fakat kişi onları elde etmek için gayret sarfetmek zorundadır. Bu, Kur'an-ı Kerim'in aşağıdaki ayetinde daha açık bir şekilde tekrarlanmıştır: "O, yeri size has kılmış olandır, o halde O'nun arzında yürüyün ve O'nun rızkından yeyin." (67: 15).
Bu ayette, kişiye rızkı için dünyayı araştırarak gezmesi söylenmiştir. Eğer bir yerde rızk konusunda kıtlık varsa, kişi, ihtiyaçlarını elde etmek için herşeyin bol olduğu bir başka yer bulup oraya taşınmalıdır. Bu dünyada var olma için mücadele devam eder gider ve asla son bulmaz. Bir kişi hiçbir zaman 'erişilebilecek en yüksek nokta burasıdır ve bundan daha ileri gidilemez' diyebileceği bir seviyeye ulaşamaz. Hayat var olduğu müddetçe onun iyileşmesi için çaba devam eder. Yukarıdaki bahsi geçen âyet ihtiyaçları elde etmek için insanın verdiği mücadeleyi böylece canlandırır.
Yine şöyle buyrulur: "Allah, yeri sizin için bir yaygı (olarak) kıldı. Öyle ki, onun içinde geniş yollarında gezip-dolaşırsınız diye." (71: 19-20).
Burada dünyanın yaratılış amacının, rızkını elde etmek için dünyada yararlansın diye insanın hizmetine verilmesi olduğu hatırlatılıyor. Rızk temini insanın gayretine bağlıdır. Eğer insan çok sıkı ve elinden geldiğince çalışırsa, ona zenginlik, bol mükafat ve kazançlarında sınırsız basan temin edilir. Nebe Suresinde "Gündüzü bir geçim vakti yaptık." (78: 11) buyurulmuştur.
"Maişet" kelimesi bu ayette geçimi ve rızkı arama anlamında kullanılmasına rağmen yukarıda bahsedilen ayette "Allah'ın ihsanı olan nzk ve geçim" anlamında kullanılmıştır ve her iki ayette de çok geniş bir anlamda kullanılmış olup hayatı hem mümkün kılan hem de hoş ve hoşnut edici kılan tüm şeyleri kapsamaktadır. Kur'an-ı Kerim'in diğer birçok ayeti gibi bu ayet de şunu açıklar ki, bu dünyada zaman ve mekan, rahat bir hayat sağlaması ve isteklerini elde etmek için mal kazanması gayretlerinde kişiye yardım etmek içindir. Başka bir deyişle, bütün tabii güçler sadece insanın rızkını elde etmesi için fırsat sağlamak amacıyla vardır. Daha çok mal kazanmak için çok sıkı çalışan insanlar böylece, Allah'ın aşikâr iradesine uygun olarak hareket ediyor ve birbakıma O'nun yaratış amacını ifa ediyorlar. Diğer yanda maddi istekleri tatminden kaçınmayı öğütleyen ve evlenmemeyi, inzivaya çekilmeyi savunan insanlar gerçekte Allah'ın iradesine zıt hareket ediyorlar ve böylece insanın yaratılış gayesini ortadan kaldırıyorlar. "Maişet" kelimesi aynı zamanda kişinin kendi çabaları (araştırmaları) olmaksızın başarılı olamayacağını İma eder. İnsanın gayretleri daha iyi ve daha başarılı bir hayat için ön şarttır. Bu, aşağıdaki ayette de görülebilir: "Allah'ın fazlından arayın." (62: 10).
"İbtagû" kelimesinin anlamı kazanç için samimi bir arzu ve gayret sarfetmektir; kazanç aramada aşın gayreti belirtir; fazî ise insan hayatını daha çok yücelten ve mutlu yapan herhangi bir çeşit ekonomik gelişme anlamındadır. Bolluk içinde ve başarılı bir hayatı ifade eder. Bunun için kişiye bolluk içinde ve konforlu bir hayat edinebilmesi için sabit ve sürekli bir gayret gerektiği anlatılır. Dünyada elde edile-miyecek hiçbirşey yoktur. Herşey kişinin menzili içindedir, yeter ki kişi onu elde edecek kabiliyete ve iradeye sahip olsun. Bu ilke hem fertler hem de milletler için geçerlidir. Rızıklann araştırmak için uğraşanlar, yeni ve devamlı artan ihtiyaçlannı tatmin için birçok değişik üretim teknikleri ve mallar bulabilirler.
Kur'an, kişinin hakkı olan payı elde etme ve ihtiyaçlarım tatmin için çaba sarfetme içgüdüsüne büyük bir ivme sağlar; hatta insana sadece temel ihtiyaçlarını değil, bundan fazlasını elde etmesi için dünyanın gizli hazinelerini araştırmasını bile tavsiye eder: "O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı." (2: 29). Kur'an burada Müslümanlara dünyanın gizli hazinelerini araştırma görevi veriyor. Dünyanın bütün malları insanın mirası olarak yaratıldı. İnsan, hakkı olan mirası kazanmak için her türlü gayreti sarfetmelidir ve hiçbir durum altında gevşememeli veya hayâl kırıklığına uğramamalıdır.
Cemian kelimesi, dünyanın üstünde veya altında, bilmen veya bilinmeyen herşeyin insana ait olduğunu vurgular. Dünyadaki her türlü malı bulmanın ve onlardan faydalanmanın insanların hakkı olduğu görüşü kesinlikle vurgulanmıştır. Dünyadaki herşeyin insana faydası vardır gerçeği Kur'an-ı Kerim'de şöyle belirtilir: "Ey Rabbimiz! Sen bunları boş yere yaratmadın." (3: 191). Şimdi Müslümanların görevi, bu dünyadaki herşeyin bir fayda sağladığını, faydasız hiçbir şeyin olmadığını dünyaya isbat etmektir. Bu, tabiatıyla insanlara tabii kaynakların sınırsız faydalarını göstermek açısından özellikle üretim alanındaki araştırmalar ve deneyler için çok geniş fırsatlar açar. Kur'an-ı Kerim insanların değişik zamanlarda değişen ihtiyaçlarına uydurmak için üretim tekniklerini ve metodlarını modifiye etme, hatta değiştirme fırsatı da sağlar. Böylece, üretim sürecindeki veya teknikteki değişmeler yukarıda bahsedilen ayette tam manasıyla yansıtılmaktadır. Bu ayette bildirildiği gibi üretimin gerçek önemini düşünmek ve anlamak ve kişinin verimli çabalarıyla edinebileceği yüksek İdealleri dünyaya göstermek müminlerin görevidir.
Meşhur Pakistanlı mütefekkir ve şair Dr. Mu-hammed İkbal Kur'an-ı Kerim'in mesajını doğru bir şekilde İfade etmiştir: "İslamın ruhu maddeye yakınlaşmaktan çekinmez." İkbal bu sözleriyle Kur'an'm şu ayetine işaret ediyordu: "Allah'ın sana verdiği (bu servet) içinde ahiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma..."
(28: 77). Bu ayet, zenginliğin getirebileceği faydalarına ve bu zenginliğin elde edilmesi için İnsan tarafından harcanması gereken gayrete işaret etmektedir.
"Hissenizi" kelimesinin kullanılması, fertlerin hakkını vurgular ve bu münasebetle, servet kazanmak konusunda kişiye sürekli bir dürtü sağlar. Bu kelime servet elde etme mücadelesinde kişiye bir nevi güç sağlamaktadır, böylece kişi kendi servet hissesini kazanmak için yeteneklerinin elverdiği ölçüde ve çok sıkı çalışır. Bu hisse hayat standardım geliştirmek için insanın gayret göstermesi ve mücadele etmesi üzerinde büyük bir psikolojik etkiye sahip gibi görünmektedir. Bu hisse kişiye hakkını kazanmak ve aynı zamanda gizli hazineleri insanlığın yararına açığa çıkarmak için gayret sarfetmesi ilhamını verir. Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim'in ayetleri, sadece insana daha fazla servet elde etmesi için bir dürtü sağlamakla kalmaz, aynca ferdi ve sosyal refah arasında doğru dengeyi de muhafaza eder.
Bundan başka Kur'an'm ayetleri, işçiler ve işverenler arasındaki sorumluluk anlayışım geliştirir. İşçiler bir bakıma kendi işlerim yaptıklarını bildiklerinden daha bilinçli çalışırlar. İşçi kesimindeki bu bilinç onların verimlerini giderek arttırır ve sonuçta üretim de artar. Ayrıca, bu anlayış fabrikalarda cana yakın ve samimi bir atmosfer oluşmasına yardım eder, ki bu, işçilerin işlerini sanki iş kendilerininmiş ve kendileri için çalışıyorlarmış gibi dürüst ve verimli yapmalarını sağlar; işverenler de, işçiler sanki onların ortaklan imiş gibi, sevgi, muhabbet ve şefkat dolu olurlar. Sonuçta e-mek ve sermaye arasındaki ilişki samimi ve cana yakın olur ki bu, her ikisinin de yararına üretimde verim oranının artmasına yardım eder. Böyle bir toplumda, kapitalist sistemde sık sık karşılaşılan grev ve lokavtlar olmaz; yine komünizmin zıddına, bu sağlıklı atmosfer, ortak fayda ve samimi ilişkilerin sonucudur, kendiliğinden ve hiçbir harici baskı olmaksızın oluşur. Genelde bu durum hayatın diğer alanlarında ve üretim alanında insanın çabalarına büyük bir ivme sağlar. Yüce Kur'an insanın sadece bu dünya zenginlikleri için değil, uzayın zenginliklerinden faydalanmak içîn de kâinâtm sırlarını gözönüne koymak yönünde gayret göstermesinin önemini vurgular. Dünyanın Ötesinde araştırma yapmak için yapılan bu uyancı mesaj Kur'an'da zaman zaman tekrarlanmıştır. İşte buna birkaç örnek: "O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendinden size musahhar kıldı." (45: 13). "Sizin için güneşi, ayı, geceyi ve gündüzü teshir etmiştir." (14: 33).
Kur'an-ı Kerim'de açık ifadelerle kainatın tamamının insanın emrine verildiği belirtilmektedir. Kişiye, dünyanın, ayın ve yukarıda bahsedilen herşeyin insanın hizmeti ve kullanımı için yaratıldığı hatırlatılır. Güneş ve tüm güneş sistemi insanın ihtiyaçlarını karşılamak için vardır. Şimdi herşey kişinin, tabiat kuvvetlerini kendi faydası için kullanılır hale getirmek amacıyla elinden geldiği kadar sıkı bir gayret sarfetmesine bağlıdır.
Peygamber <3)'ın ashabı, üretimin İnsan hayatındaki önemini idrak etmişler ve bu sebeple ihtiyaçlarını temin için servet kazanmak yönünde hiçbir gayretten kaçınmamışlardır. İkinci Halife Ömer daima insanları daha iyi bir geçim aramak için uzak topraklara gitmeye teşvik etmiştir. Hz. Ömer şöyle derdi: "Geçiminizi dünyanın gizli kalmış hazinelerinden arayın." (Kanz-ül Amwal, c. II). Bir keresinde yine şöyle buyurdu: "Sizden hiçbirinizin geçimi İçin gayret sarfederken ümidi kırılmamali-dır, bilakis onun için daha sıkı çalışmalıdır." (İhya el -Ulum, c. II). elde etmek isteyen her kişi için meşru maddi (servet) kaynaklarını araştırmak gereklidir" (Ithaf-us Sadah, c.V, sh. 217).
İnsanlara Kur'an tarafından mülk kazanmak için sıkı çalışmalarının öğütlenmiş olduğu bir gerçektir, fakat servet edinmenin sadece dürüst ve adil metodlan salık verilmiş ve onaylanmıştır; toplumda hoşnutsuzluk doğuran ve nihayetinde toplumu yıkıma götüren haksız ve yanlış metodlar kerih görülmüştür. Böyl> ce İslam'ın ekonomik sistemi, komünizmin diktatörlüğünden ve kapitalizmin sömürüsünden ve zorbalığından azadedir. Bu amaca erişmek için İslam, insanlara ne kapitalist sistemde olduğu gibi ekonomik uğraşlarında istedikleri kadar ve hoşlarına giden herhangi bir yolla mülk kazanabilme konusunda tam bir ser-bestiyet verir, ne de insanları komünizmde olduğu gibi, kişisel özgürlüklerini tamamen kaybettikleri ekonomik kontrolle sımsıkı bağlar. İslam, insanlara, toplum menfaatine zarar vermeden ve diğer fertleri sömürmeden mal kazanabilmeleri için adaletli ve eşit üretim prensipleri sağlar.
Kur'an-ı Kerim dürüst, adil ve her iki taraf için faydalı olan karşılıklı alış-verişlere izin vermiştir, ancak bir (veya daha çok) ferdin kazanmasının diğerinin (veya diğerlerinin) kaybetmesini gerektirdiği veya bir kişinin (veya daha çok kişinin) kazanmasının toplumun genel menfaatine zararlı olduğu servet kazanma yollarını tasvip etmemiştir. İnsanlara, Nisa suresinde, dürüst ahş-verişi muhafaza etmeleri ve dürüst olmayan ahş-verişten kaçınmaları öğütlenmiştir: "Ey inananlar! Aranızda mallarınızı batıl sebeplerle yemeyin; ancak sizden karşılıklı bir nzadan bir ticaret olması başka. Kendinizi (ve birbirinizi) öldürmeyin. Şüphesiz Allah çok esirgeyicidir. Her kim (sınırı) aşarak ve haksızlık ederek bunu yaparsa, Biz onu yakında ateşe sokacağız." (4: 29-30).
Seyid Murteza Zubeydi, Hz. Ömer'in bu sözlerini yorumlarken şöyle demiştir: "Geçimini saklar ve "birbirinizi öldürmeyin" sözleriyle-de saldırganı haksız davranışlarının kötü sonuçları ile ilgili olarak uyarır. Eğer bir kişi uygun olmayan yollarla mal kazanırsa, sadece kendi işini bozmaz, aynı zamanda bunun sonucunda diğerlerinin de işlerine zarar vererek (başkalarının da buna mukabele etmesiyle) kötü şartların meydana çıkmasına sebep olur.
Tedricen, fakat muhakkak "doğru olmayan metodlann" kullanımı toplum içinde yayılacak ve herkes mülk edinmek için aynı kötü metodu benimseyecektir. Bu, nefret hissinin, düşmanlığın, sahtekarlığın, kalleşliğin, rüşvetçiliğin ve karşılıklı sömürünün toplumda üremesine sebep olacak ve dayanışmayı yıkacaktır. Haksız alış-verişin sebep olduğu etkiler ve tepkiler "birbirinizi öldürmeyin" sözleriyle tamamen açıklanmıştır.
Gayri meşru yollarla mal kazanan hİIekarlar "Biz onları yakında ateşe sokacağız" sözleriyle uyarılmaktadırlar, ki, onlar haksız hareketleriyle kendilerini ve diğer insanları mahvetmesinler. Hilekârlara yapılan bu uyarıdan sonra, insanlara iş ve ticaret alanında adaletli ve dürüst metodları benimsemeleri şu sözlerle emredilir: "Fakat sizden karşılıklı rıza ile bir ticaret olması müstesna." Bu nevi karşılıklı rıza ve hüsn-ü ..niyet üretim faaliyetlerinde hem toplumsal hem de şahsi refah için gereklidir.
Aynı ilke Bakara sûresinde belirtilmiştir: "Aralarında mallarınızı haksız sebeplerle yemeyin ve kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını günah yollarda yemeniz için onu hakimlere aktarmayın." (2: 188).
Bu, Kur'an-ı Kerim'in bir önceki ayetine bir İlavedir. Burada insanlara, başkalarının mallarını sahte belgelerle haksız yere elde etme imkanına sahip olsalar bile, bu, diğer grubu haksızlık ve adaletsizlik olacağı için, böyle yapmamaları emredilmiştir. Böyle haksız ve uygun olmayan davranışlar ekonomik ve sosyal sistemi zamanla yıktığı gibi bu hareketleri yapan hilekarian da mahveder.
Bu ilke Peygamber @'ın hadisiyle daha İyi açıklanmıştır: "Şüphesiz ben (de sizin gibi) bir İnsanım! Zaman olur ki bana (sizden) iki hasım gelir de bazınız (haksızken) daha düzgün ifadesi meram etmiş olabilir; ben de o beliğ sözleri doğru zannederek onun lehine hükmedebilirim. Binaenaleyh kimin lehine bir müslimin (ve gayri-müslimin) hakkıyla hük-mettimse (bilsin ki) bu hak ateşten bir parçadır. İster onu alsın, ister bıraksın!" (Buhari).
Peygamber <5>, bu hadisiyle, uygulandığında toplumda ahlâksızlığın Üremesini engelleyecek olan ahlâki bir ilkeyi hatırlatmıştır. Eğer insanların ahlâki seviyeleri yüksek ve kuvvetli olup ve diğerlerinin haklarına saygılı olurlarsa, o zaman ekonomik sistem kokuşmanın kötülüklerinden korunmuş olur ve hiçbir haksızlık vuku bulmaz.
Toplumsal fayda ve verimli üretim için gerekli ahlâki ilkeleri açıkladıktan sonra, Kur'an, önceki milletlerin, karşılıklı alış-verişlerinde haksız've adaletsiz metodları benimseyerek nasıl helak olduklarım tasvir eder. Nisa sûresinde, yahudilerin zulmedici işlerini ve kötülüklerini onlatırken; "Ve onlar insanların mallarını haksızlıkla yerler." (4: 161) buyurur. Yukarıda tanımlandığı gibi, Yahudilerin helak olmalarının sebeplerinden birisi de, onların diğer insanların mallarını haksızlıkla elde etmeleri İdi. Bu da gösterir ki, haksız mal kazancı büyük bir günahtır ve toplumda ekonomik eşitliği tedricen yıkan kötülükleri doğurur. Bu, Kur'an-ı Kerim'de haksız metodlarla kazanılan mala "pis" ve makul yollarla kazanılan mala ise "pak" denmesinin sebebidir.
Selçuklu döneminin izlerini taşıyan bir han. Tercan. XII. Yüzyıl Şu ayette haklı mal kazancı ile haksız mal kazancı arasında bir karşılaştırma yapılmıştır: "De ki: Murdarın çokluğu size hoş gelse bile murdarla temiz bir olmaz. Onun için, ey tam akıl sahipleri, Allah'tan korkun, olur ki, siz kurtuluşa erersiniz." (5: 100). Bu karşılaştırmadan sonra Kur'an şunu da belirtir: Helal yolla kazanılmış mal az olsa bile haram yolla elde edilmiş çok maldan daha hayırlıdır. Akılsız insanlar sık sık keyfiyetten daha çok kemiyetle hükmederler. Onlar sayılarla afallarlar. Kalpleri, etraflarında gördükleri ne varsa onunla zaptedilir. Fakat feraset ve basiret sahibi insanlar farklı bir ölçü ile hükmederler. İyi ve kötü şeylerin birarada bulunmayacağım bilirler ve çok az bulunan en iyiyi dikkatlice seçerler ve her adımda karşılarına çıkmasına rağmen kötülükten kaçınırlar." (Yusuf Ali, The Holy Quran,c. I, sh. 274, not: 806).
Yukarıdaki ayette, akıllı bir kişi için az olsa bile helal yolla kazandığı temiz ve meşru geliri ile yetinmesi gerektiğine ve hiçbir durum altında malını arttırmak için haksız yolları denememesi gerektiğine dair bir ima vardır. Yüce Kur'an "olur ki kurtuluşa erersiniz" sözleri ile bir başka gerçeğe de ışık tutar: Eğer siz kendi iyiliğinizi ve toplumun iyiliğini isterseniz, o zaman sadece adil ve dürüst yollarla mal kazanmalısınız. Gerçek ve sürekli başarı ve kurtuluş, herşeyde adaletli ve eşitlikçi olmaktan geçer ve böylelikle hİçkimse üretimin ilerlemesinde yanılgıya düşürülmüş olmaz.
Kur'an, mal kazanmada doğruluğu ve adaleti benimseyen ve mal bolluğuna aldanmayan insanlar için kurtuluşu müjdeler. Bu ilke aşağıdaki ayette daha güzel açıklanmıştır: "Biz dünya hayatında da ahiret hayatında da sizin dostlarınızız. Sizin için orada nefislerimizin arzu edeceği herşey vardır, sizin İçin orada isteyeceğiniz şeyler vardır." (41: 31). Her iki dünyada da ebedi saadet ve mutluluk dolu bir hayata nail olanlar, yukarıda da açıklandığı gibi, hayatlarını doğruluk ve adalet ilkeleri üzerinde sebatla kaim kılmış insanlardır.
Hakikatte, adil olmayan ve gayrı meşru yollarla kazanılan tüm mülk İslam'da haramdır. Sadece adaletli ve eşit üretim metodlanna müsaade edilebilir ve birinin menfaatinin diğerinin kaybına bağlı olduğu, örneğin kumar piyango, spekülasyon v.s. tüm anlaşma sekili leri gayri meşrudur; bu, anlaşmalarda karşılıklı rıza varmış gibi gözükebilir, fakat gerçekte bu zayıf durumu sebebiyle bir taraf üzerinde uygulanan bir zorbalıktır, mesela faiz, toprak ağalığının (zenindarî sistemin) tüm türleri ve modern zamanda yaygın olan kapitalist sistemin çoğu uygulamaları bu gayrı meşru sınıfa dahildir.
İslamın önde gelen amaçlarından birisi de kişiyi yoksulluğun ve sefaletin zilletinden, konforlu ve mutlu bir hayata yükseltmektir; Hz. Peygamber @, yoksulluğa ve ızdıraplı bir hayata zorlayan esaret zincirlerini parçalamak ve insana geçiminde ve ibadetlerinde özgürlük bahşetmek için gönderilmiştir. Bunun için Kur'an, kişinin verimli çabalarına büyük önem vermiş, hatta ona tabii zenginlikleri geliştirmesi için çok sıkı çalışması ve bu münasebetle daha yüksek bir ekonomik gelişme elde etmesi yönünde ivme sağlamıştır. Bu anlamda Yüce Kur'an'ın aşağıdaki ayet-i kerimesi önemlidir: "(O) derecelerin (mearic) sahibi Allah'dandır." (70: 3). Mearic kelimesi-nin anlamı, merdiven veya başka bir şeyle yukarı doğru yükselmedir. Bundan dolayı, mearic, kişinin verimli faaliyetlerinin doğrudan sonucu olan mutluluk ve saadet hayatı anlamındadır. Ayet, yükselme yollarının sahibi olarak Allah'ı hatırlatır. O (Allah) ki, razı ol-duğu kullarına dünyada ölçüsüz yükselme (ilerleme) yollarım bağışlar.
Allah'ın ihsanı, Kur'an-ı Kerim'in aşağıdaki suresinde de şöyle belirtilmiştir:
"...Yaratışta, O ne dilerse arttırır. Şüphesiz ki Allah herşeye hakkıyla kadirdir." (35: 1).
Bu ayet, insanoğlu için bu dünyada daha iyi bir hayatın imkanlarını göz önüne serer. Allah tarafından bağışlanan melekeleri kullanan insanlar tabii kuvvetlerden faydalanarak imkan dahilinde olanı gerçeğe dönüştürürler. Bu insanlar daima başarı ve saadet ile mükafatlandırılırlar.
Aynı surede şu ayeti görmekteyiz: "...Güzel söz O'na çıkar, iyi amel onu yükseltir..." (35: 10). Kişinin başarılı ve sonuç veren verimli faaliyetleri onun hayırlı işleri olarak isimlendirilir. Allah'ın inayetine sahip bu faaliyetler dolayısıyla milletin refahını ve servetini arttırır. Aynı şey daha değişik bir yolla tekrar edilmiştir: "Bir halden başka bir hale elbette ve mutlaka yükseleceksiniz." (84: 19). Yukarıdaki ayet-i kerime, kişinin tedricen ilerlemesi ve yükselmesinin açıkça ifadesidir. Kur'an, kişinin ilerlemesinin daha iyi ve başarılı bir hayata doğru olacağını Öngörmektedir. İnsanlara, burada sabit bir hızla ilerlemelerine devam edecekleri söylenmiştir.
Aşağıdaki ayet, insanlığın ekonomik ilerlemesine yardımcı olan kişilerin verimli gayretlerini övmektedir: "Onu tertemiz yapan muhakkak ki felah bulmuş, onu alabildiğine örten kimse ise muhakkakki ziyan etmiştir." (91: 9-10).
"Zekkaha" (tertemiz yapmak) kelimesi faziletli olmak, bayındır olmak; herşeyi açık veya bayındır yapmak; temizlemek; düzeltmek; artış sağlamak ve "dessaha" (örtmek) kelimesi de gizlemek ya da saklamak anlamındadır.
Bu ayet gösterir ki her kişiye geliştirmesi için melekeler verilmiştir; fakat bazıları onları kullanır ve başarıya ulaşırken diğerleri onları boşa harcayıp açlık ve yoksulluktan ızdırap çekerler.
Bu anlayış Müslümanlara öylesine bir ruh aşılar ki, Müslümanlar tabii servet kaynaklarını uygun şekilde kullanmayı ya da onları geliştirmekte ihmal göstermeyi günah olarak kabul ederler. Arzda yerleşirler, toprağı işlerler, ticari ve endüstriyel alanlarda çok gayret sarfe-derler ve yeni üretim teknik ve yöntemlerini keşfetmek için her yola başvururlar. Hepsinin ötesinde, bu çabaların Allah katında büyük sevabı olacağını düşünürler.
Böylece bu ayet, insanlara, hayatta hakiki amaçlarının her alanda çok çalışmak ve verimliliği arttırmak ve böylece toplumun ekonomik gelişme ve büyümesine katkıda bulunmak olduğunu hatırlatmaktadır. Allah'a gerçek hizmet, kişinin emeğiyle, toplumun ekonomik gelişme ve zenginleşmesine yardım etmesinde yatmaktadır. Hz. Ömer halifeliği zamanında, halkı, Hicaz'ın çıplak topraklarından ayrılıp, emekleri vasıtası ile servetlerini arttırabilecekleri ve böylece hem kendilerine, hem de toplumu zenginleştirebilecekleri uzak fakat verimli topraklara göç etmeye ikna etmiştir.
Üretimin önemini tartıştıktan sonra toprak, iş, para ve organizasyonu gibi değişik üretim faktörlerini tanımlamak istiyoruz.
Arz kelimesi burada çok geniş anlamda kullanılmıştır ve havadan, sudan ve dağlardan vs. elde edebileceğimiz tüm maddi kaynaklan kapsar. Hatta coğrafi durumlar, rüzgar ve iklim, arz kelimesinin anlamı içine girer. Kur'an^ arz kelimesini çok geniş anlamlarda kullanmış ve Önemini farklı vesilelerle açıklamıştır. Kişiye, kendi istifadesi için yaratılmış olan dünyevi şeyleri kullanması tekrar tekrar hatırlatılmıştır. Bütün kainat gerçekte sayıla-mayan isteklerini tatmin için dünyanm gizli ve potansiyel kaynaklarından yararlanabilsin diye insanın hizmetine verilmiştir. Şimdi Kur'an-ı Kerim ve Sünnetin ışığında arzın mal üretiminde kişiye yardımcı olabileceği değişik şekilleri sıralamaya ve açıklamaya çalışacağız.
Üretimin en önemli faktörü, şüphesiz, üzerinde yürüdüğümüz, çalıştığımız; evler, fabrika-İar inşa ettiğimiz ve aklımıza gelen herşeyi yaptığımız arzın yüzeyidir. Kur'an-ı Kerim, Bakara sûresinde kişiye yeryüzünde bir ev ve rızk sağlanmıştır buyurur ve şöyle bildirir: "Yeryüzünde sizin için bir vakte kadar yerleşme ve geçinme vardır." (2: 36). Önceden de açıklandığı gibi nzk, günümüzde ya da gelecekte ortaya çıkabilecek olan tüm insan ihtiyaçlarını kapsar. Allah, kişiye bu gezegende hayatın her safhasında devamlı artan İhtiyaçlarını karşılaması için bu dünyada daimi bir servet kaynağı garanti etmiştir. Eğer bazı araziler, yoğun tanm ya da diğer sebeplerden dolayı hektar başına düşük bir verim oranına sahip olursa, bu ayeti kerime ile insan kendisine vadedilmiş olan rızkını elde etmek için toprağın verimini arttıracak yeni yollar keşfetmek hususunda sahip olduğu bütün kabiliyetini kullanmaya teşvik edilir. Kur'an-ı Kerim'de eğer gerçekten Allah'a inanıyorsa, kendisine ait rızkı elde etmek için gayret göstersin diye insana her adımda yeni bir mesaj vardır.
Allame Cessas, Hud suresinin "O ki sizi topraktan yarattı ve sizi onun içine yerleştirdi" ayeti hakkında şu yorumu yapar: "Bu ayet, yeryüzüne yerleşmeyi, onu işlemeyi, bahçeler düzenlemeyi ve onda binalar inşa etmeyi farz kılmıştır." Peygamber @'ın Müslümanlara geçimlerini elde etmek için çok sıkı çalışmalarını bildiren pek çok hadisi vardır. Hz. Aişe'nin rivayetine göre Rasulullah @; "Geçiminizi toprağın gizlenmiş zenginliklerinde (hazinelerinde) arayınız." buyurmuştur. (M. Menazir Ahsen Geylani; Islami Mu'ashiyat).
Yeryüzü, kişinin daha çok servet üretiminde yararlanabileceği maden kaynaklan ile doludur. Kur'an-ı Kerim şu ayetinde demire işaret eder: "Ve kendisinde pek çetin bir sertlik olan ve insanlar için birçok menfaatler bulunan demiri indirdik." (57: 25). İndirme anlamındaki kelime aynı zamanda bazı şeyleri bulmak veya onun vasıtalarını mevcut kılmak anlamındadır. Burada, Allah, kendi İnsanından bu metali yaratmış ve onu insanın kullanması için yeryüzüne İndirmiştir, anlamındadır.
Dağlar, mal üretiminde yardımcı olan bir diğer tabii güç kaynaklarıdır. Yüce Kur'an, dağlardan ve onların insan için kullanım imkanlanndan mütemadiyen bahseder. Hicr sûresinde her faydalı şeyin dağlarda yetiştiği gerçeğine bir işaret vardır: "Yere gelince, Biz onu yaydık, onda oturaklı dağlar koyduk ve ölçülü herşeyden bitirdik. Orada sizin için ve kendisini rızıklandırıcı olmadığınız her kimse için geçimlikler yarattık."- (15: 19-20). Bu açıkça gösterir ki, Allah, faydalı olan herşeyi, gelecek insan neslinin büyüyen talebini karşılamak için bollukla yetiştirmiştir.
Ve Nazİat Sûresinde, insan için bir potansiyel servet kaynağı olan dağlar bahsi vardır: "Dağ-lar'a gelince, onları size ve davarlarınıza birer faide olmak üzere yerleştirdi." (79: 32-33). Bu ayet insanoğlunun dağların ürünleriyle karşılanan çok çeşitli isteklerine işaret eder. Dağlar, sağanak yağışları üzerlerine çekerler, nehirlerin kaynaklarıdırlar ve bunlar sayesinde yeryüzünde yaşayan tüm hayvanlar rızıklarını elde ederler.
Ormanlar, bir ülkenin tabii zenginliklerinin çok önemli bir bölümünü teşkil ederler. Ormanlar, petrol, binalar için malzeme, kağıt için hammadde, gemicilik, mobilya ve sayılması mümkün olmayan diğer üretim imkanlarını sağlar. Kur'an, ormanların bazı kullanımlarından bahseder: Yasin suresinde: "O kî sizin için yemyeşil ağaçtan bir ateş yapmıştır, istifade edersiniz diye." (36: 80) ve Vakıa suresinde de: "Şimdi gördünüz mü o çakmakta olduğunuz ateşi, onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz?" (56: 71-72) buyrulur.
Ve Mü'minûn suresinde: "Tûr-i Sina'dan çıkan, (meyvası) yağlı olarak biten, yiyenlerin (yağına ekmeklerini) batıracakları bir (zeytin) ağac(ı) yetiştirdik." (23: 20) buyrulur.
Büyük önem taşıyan ormanların geliştirilmeleri ve korunmaları gereklidir. Bunun için Peygamber @ çok kesin bir ifadeyle daha çok ağaç dikmenin lüzumuna işaret etmiştir: Bir defasında Rasulullah @ şöyle buyurdu: "Eğer kıyamet günü yaklaşsa ve sizden biriniz elinde bir fidan tutuyor olsa, eğer mümkünse onu diksin." (Buhari).
İnsanların menfaati için ağaç yetiştirmek, İs-lamda Allah'ın rızasını kazanmak için yapılan bir hayırseverlik olarak mütalaa edildiğinden ormanların yetiştirilmesi maddi ve manevi kazanç getirir. Peygamber @'ın şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Hiçbir Müslüman yoktur ki, o ağaç diksin, yahud ekin" eksin ve mahsulünden insan, kuş, kurt yesin de kendisi müstefid olmasın? Elbette o müslüman da diktiğiyle, ektiğiyle müsab olur." (Buhari).
Hayvanlar, insan için büyük faydalar sağlar. Hayvanlar yemek için et, süt, yağ, yün, kürk, kemikler, giymek için deri ve diğer ekonomik endüstriyel ve süs kabilinden amaçlar için çeşitli faydalar temin eder. Hayvanlardan bazıları binicilik ve taşımacılık için kullanılır. Hayvanların bütün bu yararları, Kur'an-ı Kerim'de bahsedilmiştir.
Tâ hâ sûresinde: "Yeyinİz; hayvanlarınızı otlatınız. Şüphesiz bunda akıl sahipleri için (Allah'ın kudretine) işaretler vardır." (20: 54) Duyurulmaktadır. Bu gösterir ki, hayvanları faydalan için üretmek ve besleyip büyütmek insanlara bir zorunluluktur.
Nahl suresinde: "O, davarları da yaratmıştır.
Onlarda sizin için ısıtıp koruyacak şeyler ve menfaatler vardır; onlardan yersiniz de bir bir memlekete kadar ağırlıklarınızı da yüklenirler ki, siz oraya ulaşmadınız; meğer ki canlarınızın yarısı ile olmuş olsun ve kendilerine binmeniz için ve birer ziynet olarak da atları, katırları, merkepleri (yarattı). Daha nice şeyler yaratıyor ki bilemezsiniz!" buyurulmakta-dır. (16: 5-8).
Yasin suresinde şu ayetler vardır: "Görmediler mi ki, hakikat biz onlar için ellerimizin yaptığı şeylerden dörder ayaklı hayvanlar yarattık da, hem onlardan yerler, hem binerler, kendileri için onlarda nice menfaatler ve içe-cekler vardır." (36: 71-73). Mü'min" sûresinde: "Allah O'dur ki, kimine binmeniz, kiminden de yemeniz için size (bir fayda olmak üzere) davarları var etti. Onlarda sizin için yararlar vardır. Onların üstünde göğüslerinizde olan bir hacete (İhtiyaca veya arzuya) ulaşırsınız; onların üstünde ve gemilerin üstünde de taşınırsınız." (40:79-80) Duyurulmaktadır. Mü' minun Suresinde ise "Muhakkak ki senin için hayvanlarda bir İbret vardır. Onların karınla-rmdakinden size içirmekteyiz, sizin için onlarda birçok menfaatlerde vardır, onlardan yersiniz de. Onlann üzerinde ve gemilerde taşınmaktasınız." (23: 21-22) buyurulur. Nahl Suresinde; "muhakkak ki sizin için hayvanlarda ibretler vardır. Size onların kannlannda-kinden dışkı ile kan arasından, içenlerin boğazından kolaylıkla geçen halis bir süt içiriyo-ruz." (16:66) buyurulur.
Kur'an'ın yukarıdaki bütün ayetleri açıkça gösterir ki hayvanlar, insanın faydası için yaratılmıştır. Bu yüzden, (dolaylı olduğu kadar direkt olarak da) hayvanların menfaatlerinden mümkün olan en yüksek faydayı elde etmek ve onlann üretimini geliştirmek insan için bir mecburiyettir.
Kur'an şu ifadelerle deve, koyun yetiştirmeye de işaret eder: "Dedileı ki: 'O çobanlar (kendi hayvanlarım) döndürünceye kadar (kendi hayvanlarımızı) sulayamayız. Bunun üzerine O (Musa) onlann sürülerini suladı..." (28: 23-24).
Musa Peygamber, Mısırdan hicret ettikten sonra koyun yetiştirip büyütmüştür. Tâhâ Suresinde buna işaretle: (Musa) dedi ki: O, benim aşçimdır, ona dayanmakta, onunla davar-lanm için yaprak silkerim..." (20:18) Duyurulmuştur.
Birçok peygamber Eski Ahit'de bahsedildiği gibi hayatlanm temin için koyun otlatmışlar-dır. Peygamber @ bir keresinde "Allah, deve ve koyun otlatmamış bir peygamber göndermedi." buyurmuştur. Ashab,ı hiç koyun otlatıp otlatmadığını öğrenmek istediğinde Peygamber @ onlara Mekke'de insanlar için birkaç kuruşa koyun otlattığını söylemiştir.
Peygamber @, ashabına gündüz ve gece (çok hızlı) servet arttırdıkları için deve ve koyun otlatmalarını öğütlemiştir. (Buhari) Bir keresinde Peygamber @ Ümmü Hani b. Ebu Ta-lib'e çok çabuk üreyen develer yetiştirmesini tavsiye etmiştir. (Ibni Mace, Kanz'u-1 Amval). Burada O zamanlann Arap ekonomisi için vazgeçilmez bir servet olan deve ve koyunlara işaret vardır. Bütün bunların gerçek amacı sadece bir ülkenin ekonomisinde hayvancılığın önemini vurgulamaktır.
Kümes Hayvanları ve Kuşlar: En'am Suresinde kuş türlerinin tümüne bir işaret vardır. "Yerde hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki sizin emsaliniz ümmetler olmasın" (6:38). Bu ayet insanın kullanması ve yararlanması için kuşların üretilip beslenmesini tavsiye etmektedir. Süleyman @'ın onlardan bazılannı haberci olarak kullandıkları bilinmektedir. Nemi Suresinde: "Süleyman, Davud'a mirasçı oldu ve dedi ki: Ey insanlar! Tüm kuşlann dili bize öğretildi... Ve Süleyman'ın cin, insanlar ve kuşlardan orduları toplandı... Ve O dedi ki İşte bu mektubumu götür de onlara bırak, sonra onlardan geri çekil de bak neye dönecekler." (27:16-17-28).
Her ne zaman Kur'an-ı Kerim'de cennet hayatındaki et yemeklerinden itahsedilse kuş eti de anılır, Vakıa Suresinde olduğu gibi: "Ve iş-tahlanacaklanndan bir kuş eti ile" (56: 21).
Peygamber @ ashabını, özellikle fakir olanları çok az bir para gerektirdiği için kümes hay-vanr"besiciliği yapmaya teşvik etmişti. Fakir ve kıt kaynaklı insanlar kolaylıkla bu yolla çalışmaya ve geçimlerini kazanmaya başlayabilirler. Bir hadise göre, peygamber @ zenginlere koyun ve deve yetiştirmeyi, fakirlere de kümes hayvancılığı yapmayı emreder. Gerçekten, bu, kendilerini daha çok sermaye gerektiren işler ve endüstrilere yöneltmeleri ve küçük endüstrileri ve işleri de geçimlerini kazansınlar diye fakirlere bırakmaları için zenginlere bir uyarıdır. (İbni Mace, Kanz'u-1 Am-wal).
Toplumun sağlıklı gelişmesi için iki farklı grup arasındaki gerçek ve adaletli dengenin muhafaza edilmesi kesinlikle gereklidir. Eğer büyük sermaye sahipleri küçük firmaları satın almak ve karıştırmak suretiyle tüm muhaliflerini ekarte ederek birlikler ve tekeller oluşturmaya başlarlarsa bu sadece küçük iş adamlarının geçim yollarının kapanmasına ve büyük bir zorluğa girmesine değil, aynı zamanda da toplum içinde sınıf kavgalarına sebep olacak, devamlı barış ve dayanışmayı kökünden söküp atacaktır.
Arıcılık: Arıcılık çok yararlı bir endüstridir. Uygun bir şekilde organize ve muhafaza edilirse, büyük bir servet kaynağı olduğunu isbat edebilir. Kur'an, arıcılıktan servet üretmeye işaret eder. "Rabb'in bal arısına, dağlardan, ağaçlardan ve çardak yapacakları şeylerden evler edin diye vahyetti. Sonra meyvelerin her birinden ye de Rabbinin pek kolay yollarına git diye de karınlarından renkleri muhtelif bir çiçek çıkardı ki onda İnsanlar için bir şifa vardır." (16: 68-69).
Arı büyük bir tabii mal kaynağıdır. Arı, farklı çiçeklerin tatlı öz sularını devşirir ve onu bala çevirir, ki bu bütün insanların gayretleri bir-Ieşse bile suni olarak yapılamayacak bir maddedir.
ipek böceği ve balık: Kur'an-da ipekböceği hakkında bir ima vardır. "Orada onların giysisi ipekten olacaktır..." (22: 23).
Balık önemli bir besin kaynağıdır. Dünyanın artan nüfusunun besin ihtiyaçlarına mümkün olan tek çözümü belki de taze deniz ürünlerinin cevap verebileceği söylenmektedir.
Kur'an, Maide Suresinde deniz yiyeceğinden şöyle bahseder: "Deniz avı, onun yenilmesi size ve yolculara bir faİde olmak üzere sizin için helal kılındı." (5: 96).
(Sayd el-bahr) kelimesi, deniz, nehir, havuz, göl ve dahili sularda avlanmayı içine alan çok geniş bir anlamda kullanılmıştır. Ve Nahl Suresinde: "Yine O'dur ki, denize ondan taze bir eti yemeniz için boyun eğdirmiştir." (16:14) buyurulmuştur. Bu ayette insanın denizden Çok daha fazla yiyecek elde etmesi için daha gayretli olmasını öğütleyen bir teşvik ve delil vardır. İnsan kendi kullanım ve faydası için deniz kaynaklarını ve gücünü işletebilecek kabiliyettedir ve denizden sınırsız besinler elde etmemiz sayesinde dünyanın nüfus artışı problemlerinin çözüldüğünü görmemiz fazla uzun sürmeyecektir.
Dünyadaki hızlı nüfus artışı karşısında aşın derecede endişelenen bilim adamları bile denizlerimizin en büyük teminat olduğunu kabul etmektedirler. Deniz teknolojisi şu iddiayı yapmak için yeteri kadar ilerlemiştir. Balıklar günün birinde koyunlar gibi yemlenecek ve kıyıdan uzak yerlerde, denizaltı fabrikalarında aylarca yaşayan dalgıçlar tarafından mikroskopik bitkiler, plankton, deniz otu, deniz besinleri yetiştirecektir. Bilim adamları şimdi ucuz ve tamamen balıktan elde edilen yeni bir besin kaynağının balık ununun geliştirilmiş olmasına dikkat çekmektedirler. Proteince zengin olan bu besin standartların altında bir diyetle beslenmelerin diyet dengesini düzenleyebilir. Böylece bugün milyonlarca bulunan zihinsel gerilik ve büyüme geriliği gibi eksiklik vakalarının Önlenmesine yardımcı olabilir. Sadece A.B.D. balıkçıları 300 milyon kişinin ihtiyacını karşılayabilecek kapasitede un üretebilmektedir.
"İnsanlar böyle bir maddeyi yiyecekler mi?" Cevap şudur: Binlerce kişi daha şimdiden gelmiş ve tatmin edici bulmuşlardır. Hünerli ahçılar balık ununu çorbalara, şehriyeye, sosa, ekmeğe hatta çöreklere karıştırmaktadırlar. Balık ununun harika bir açlık giderici olduğu söylenmektedir. Balık unu belki de insanoğlunun sağlam bir dimağ kazanmasına yardım edebilecek olan büyük bir lütuftur. (Shelton B. Granger; People and Food, "Topic" yayın no: 20).
Her ülkede hangi tabiatta ve ne tür ürünler yetişebileceğini belirleyen iklim, yağış vs. gibi tüm coğrafî durumlar "arz" teriminin kapsamı içindedirler. Yağmurun sebep olduğu mahsulat ve ağaçların yeryüzünde büyümesinden Nahl Suresinde bahsedilmektedir: "Sizin için gökten su indiren O'dur; içecek ondan, ağaç ondandır (ki) hayvanlarınızı onda otlatmaktasınız. Onunla sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve meyvelerin her türlüsünden bitirir..." (16:10-11) Vak'a Suresinde "Şimdi gördünüz mü O, içmekte olduğunuz suyu; onu buluttan siz mi indirdiniz yoksa indiriciler biz miyiz?" (56: 68-69)
Allah, sudan bahsederek kişiye tüm tabii zenginliklerin O'ndan bir lütuf olduğunu ve hepsinden yararlanılması gerektiğini hatırlatır. Tabii kaynaklardan mümkün olan maksimum oranda faydalanmak ve bu kaynakları insanla-
rın rengine, inancına ve sınıfına bakmaksızın kullanmak her kişi ve topluluk için, özellikle de müslümanlar için bir mecburiyettir.
Arz, toprak, dağlar ve ormanlar gibi yeryüzünde olan herşeyi; yüzeyin altındaki maden çeşitlerini, denizi ve yüzeyin üstünde olan yağmuru, rüzgarı, coğrafi ve iklimle ilgili durumları vs de kapsar. Kişi tüm bu maddi zenginlik çeşitleri üzerinde mükemmel bîr kontrole ve hakimiyete sahiptir. Kur'an bütün bu zenginlik çeşitlerine değişik yollarla işaret eder. Tâhâ Suresinde: "O ki sizin için bu yeri beşik yaptı, onda sizin için yollar açtı, gökten su indirdi. İşte onunla türlü nebattan çiftler çıkardık." (20: 53). Naziat Suresinde: "Yere gelince işte bundan sonra da onu yayıp döşedi. Ondan suyunu, otlağım çıkardı. Dağları sapasağlam yerleştirdi. Size ve davarlarınıza birer faide olmak üzere." (79: 30-33) buyurulur.
Burada suyun ve dağların önemi vurgulanmıştır. Bütün hayatın kaynağı sudur. Nehirlerin kaynağı ve yağışların müsebbibi olan dağlar da bu nedenle yeryüzünde yaşayan herşeye rızık sağlar.
Yine Abese Suresinde: "Hakikat biz o suyu şarıl şarıl akıtarak döktük. Sonra o yeri bir yana yardık.
İste onda daneler bitirdik. Üzümler, yaş yoncalar, zeytinlik, hurmalıklar sık ve bol ağaçlı bahçeler, meyveler, otlaklar -size ve davarlarınıza bir faide olarak." (80: 25-32) buyurulmaktadır.
Az bir düşünüş yukarıdaki Kur'an-i Kerimin ayetinde bahsedilen şeylerin öneminin büyüklüğünü gözler önüne serecektir, ilk bahsedilen daneler en esaslı ürünlerdir ve insan ekonomisinin temellerini oluştururlar. Bunlara bütün gıda maddelerinin en önemlisi olan ve uzun süre saklanabilen buğday, arpa, yulaf vs. gibi tahıllar dahildir. Bundan sonra üzümler ve belli bir sürede meyve veren fakat fazla sulamaya ihtiyacı olmayan bitkilerden bahsedilmektedir. Bunlara zeytin ağaçları, hurma ağaçları, diğer meyve ağaçlan dahildir. Mür-selat suresinde: "Biz, yeri bir toplantı yeri yapmadık mı? Dirileri de, ölüleri de orada yüksek yüksek oturaklı dağlarda yaptık, size tatlı bir su da içirdik." (77: 25-27) buyurulur. Bu sözler şu gerçeğe işaret eder: Allah bu dünyayı yaratmış ve onun üzerine herşeyi yerleştirmiş mesela, madenler, bitkiler, hayvanlar, su, hava, dağlar vs. tüm bunlar insanın faydası ve kullanımı içindir. Yine Zuhruf Suresinde "O ki yeri sizin için bir beşik kıldı ve onda sizin için bir takım yollar yaptı umulur ki siz doğru gidersiniz. O ki gökten bir ölçü ile bir su indirmiştir, İşte biz onunla ölü bir beldeye can verdik. İşte böylece çıkarılacaksınız. O ki bütün çiftleri yaratmıştır ve sizin için gemilerden, hayvanlardan bineceğiniz şeyleri varetmiştir." (43: 10-13) buyurulmaktadır. Bu ayet yeryüzünün insana değişik şekillerdeki faydalarına işaret eder. İnsan yeryüzüne evler, kaleler, fabrikalar, yollar vs. inşa eder. Gerçekte, onun mevcudiyeti yeryüzü olmaksızın mümkün değildir.
İnsanın varlığı sadece dünya yüzeyine değil, yiyeceğe ve suda büyüyen diğer şeylere de bağımlıdır. Sonra sürekli ve insanın yararı ve kullanımı için yaratılmış olan şeylerden bahsedilir.
Aşağıda insanın kullanımı için yaratılmış şeylerin güzel bir tarifi vardır: "Yere de onu yaydık, onda oturaklı dağlar koyduk ve onda her güzel çiftten bitki bitirdik! Dönen bir kula bir ibret yolu göstermek, bir öğüt vermek için. Gökten de mübarek bir su indirdik de onunla bahçeler, biçilen taneleri bitirdik. Ve kendilerinin birbiri üstüne binmiş tomurcuklan olan uzun uzun hurma ağaçlan (ki bunları) kullara bir rızık olmak için bitirdik, biz onunla ölü bir beldeyi dirilttik, çıkış da işte böyledir." (50: 7-11).
Aynca Rad Suresinde şu ayetler bulunmaktadır: "O'dur ki yeri uzatıp döşemiş ve onda oturaklı dağlar ve ırmaklar varetmiştir. Meyvelerin hepsinden onda iki çift eş de yaratmıştır. Yeryüzünde birbirine komşu birtakım kıtalar vardır ki bir su ile sulanıyor, yemişde bazısını bazısından üstün kılıyoruz." (13: 3-4). Gerçekte Cennetteki ve dünyadaki herşeyin insanın hizmeti için yaratılmış olduğu Kur'an-i Kerim'in şu sözleriyle vurgulanmıştır. Casi-ye Suresinde; "Allah O'dur ki, kendi emriyle içinde gemilerin akıp gitmesi için, fazlından aramanız için size denizi musahhar kılmıştır. (O) göklerde ne var, yer de ne varsa hepsini kendinden size musahhar kıldı." (45:12-13). Bakara Suresinde: "Öyle (Rab) ki yeryüzünü size bir döşek ve göğü de bir bina yaptı. Gökten su indirip onunla meyvelerden sizin için nzık çıkardı." (2: 22). İbrahim Suresinde: "Allah O'dur ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten su indirdi ve onunla size nzık olarak çeşitli meyvalar çıkardı. Buyruğuyla denizde akıp gitmesi için gemileri emrinize verdi, ırmakları emrinize verdi. Sürekli olarak (seyir ve aydınlatma) görevlerini yapan güneşi ve ayı emrinize verdi, geceyi ve gündüzü de emrinize verdi. Ve kendisinden İstediğiniz herşeyden size bir parça verdi." (14: 32-34). Ve Zâriyat sûresinde: "Gökte rızkınız da var, uyarıldığınız (azâb) da var!" (51: 22) buyurulmaktadır.
İbrahim Suresi kişiye tabiatın gizli hazînelerinde bulunan yeni servet kaynakları ortaya çıkarmak için oldukça gayret göstermesi yönünde çok güçlü bîr ivme sağlar. Ayrıca büyük önemi olan bir diğer gerçeğe değinerek tabii kaynakların sınırsız olduğunu ve bunla-nn ortaya çıkarılması için hiçbir insani gayretten kaçınılmaması gerektiğini belirtir. Kişinin her gayreti beklentilerinin ötesinde müka-fattandırılacaktır.
Bunun yanında Kur'an-ı Kerim'in yukarıda geçen ayetleri açıkça gösterir ki, yeryüzündeki ve güneş sistemindeki herşey insanın kullanımı ve menfaati için yaratılmıştır. Bu sebeple insan onları en iyi şekilde değerlendirmek mes'uliyeti ile karşı karşıyadır.
Emek, vücudun herhangi bir gayreti veya bazı parasal karşılık (ücret) için deruhte edilen (iş) ile meşgul olmayı ifade eder. Emek, fikri veya bedeni olsun, her türlü çalışmayı kapsar.
Emek bir üretim faktörü olarak büyük öneme sahiptir. Bir ülkenin tabii zenginliği, emek gereği gibi kullanılmazsa ve emek ile daha faydalı ve verimli kılmmaksızın insan İçin kullanılır hale getirilemez. Tabiat, bir ülke için sınırsız potansiyel tabii kaynakların sağlanmasında çok münbit ve cömert olabilir. Fakat bunlar insan gayri olmaksızın istifade edilmez ve kullanılmaz halde kalır. Doğu, Orta Doğu, Afrika ve Güney Amerika'daki pek çok ülkenin çok zengin potansiyel kaynaklara sahip olduğu söylenir. Fakat bu ülkelerin gizli zenginliğini ortaya çıkaramayan, istifadeye sunamayan bir insan gibi bu ülkeler de fakir ve az gelişmiş olarak kalırlar. Bir yazar, Hindistan ve Pakistan bölgeleri hakkında "burası fakir insanların yaşadığı yoksul bir bölgedir" demektedir. Yönetimler, ülkelerinin potansiyel kaynaklarını ve tabii zenginliklerini toplumlarının menfaatleri istikametinde değerlendirmeli, halk da çok çalışkan, gayretli ve şuurlu olmalıdır.
Kur'an-ı Kerim, zenginliğin üretiminde emeğin önemi karşısında insan emeğine büyük önem atfetmiştir. Bu husus Necm Suresinde açıkça ifade edilmektedir: "İnsan için çalıştığından başkası yoktur. (53: 39). Bu ayette tabiattan bir şey elde etmenin tek yolunun çok çalışmak olduğu açıkça söylenmiştir. Bu dünyada insanın başarısı ve yükselmesi gayretlerine bağlıdır. Ne kadar çok çalışırsa o kadar zengin olur. Bu prensip Nisa suresinde şu ifadelerle daha iyi ortaya konulmuştur: "Allah'ın, sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri arzu etmeyin. Erkeklere de kazandık! arından bir pay var, kadınlara da kazandıklarından bir pay var. Allah'tan O'nun lütfunu isteyin. Şüphesiz Allah herşeyi bilendir. "(4: 32). Yine Fussilet suresinde şu mealde ayet yer alır: "Yeryüzünde sabit dağlar yarattı. Onda bereketler yarattı ve onda arayıp soranlar için- gıdalarını (bitkilerin-ağaçlanm) tam dört günde takdir etti (düzene koydu). "(41: 10).
Yaratılışta insanlar arasında kadın ve erkek, siyah ve beyaz veya inanan ve inanmayan ayırımı yoktur. Erkek veya kadına yaptığının karşılığı verilir. Bu prensip kişiler için olduğu kadar toplumlar için de geçerlidir. Kur'an-ı Kerim bu temel prensibe şu ifadelerle yer verir: "Bu böyledir; çünkü bir topluluk kendilerinde bulunan (güzel meziyetti değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez. Allah işitendir, bilendir." (8: 53).
Gerçek şu ki, Allah, rahmetini bolca ihsan etmekte, fakat sebepsiz olarak kısmamaktadır. Bununla beraber kişilere olduğu kadar, toplumlara ihsan edilen veya onlardan geri alınan Allah'ın rahmeti için genel bir kural vardır. Bir insan (veya toplum) çok gayretli olmalıdır. Muvaffakiyet buna bağlıdır. Tembellik veya verimsizlik gösterildiğinde "O'nun ihsanı" geri almır ve o kişi bu imtihan dünyasında safdışı bırakılır. Bu, hayatın her alanını kaplayan evrensel bir kanundur. Basan, daima artan ihtiyaçlarını karşılamak için çok çalışan gayretli kimseler içindir.
Emeğin, zahmeti gerektiren bir diğer veçhesi daha vardır. Zahmet olmaksızın saadet ve rahmet olmaz. İnsan, huzurlu ve mutlu bir hayatı kazanmak için zahmete katlanmak zorundadır. Bu hususa İnşirah suresinde şu şekilde değinilmektedir: "Muhakkak her güçlükle beraber bir kolaylık vardır." (94: 5). Bu ayet, bir güçlüğün peşinden kolaylığın geldiğine ilişkin genel tabii kanunu açıklamaktadır. Şüphesiz emek, zahmeti gerektirir; fakat sonunda itminan ve mutluluk sağlar, huzurlu ve mesut bir hayatı beraberinde getirir.
Çalışmaktan kaçınan bir topluluk, hayatı mesut ve rahat kılan kolaylıkları ve uygunluğu temin edemez ve muvaffak olamaz.
Kur'an-ı Kerim çalışmaya büyük önem atfeder. İnsanın geçinebilmesi için dünyada çalışması gerektiğine işaret edilir. Beled suresinde şu ifadeler yer alır: "Biz insanı zorluklar arasında yarattık." (90: 4). Bu, büyük zirvelere yöneltilen insana bir meydan okumadır. İnsan, bu güçlüklere katlanmak, bunları yenmek zorundadır. Güçlüklerle uğraştığı ölçüde değer kazanır insan. İnsanın terakkisi bir zahmet ve sebat yolu boyuncadır, olağanüstü her zaferi, kendisinin ızdırabmm bir sonucu olacaktır. Bundan dolayı zafer, İnsanın kendi yolunu kolay kılacak olan uzun, çetin mücadeledir. Bu aynı zamanda insanın basan sağlamak için mücadelesinde karşılaştığı sıkıntı ve zahmetleri yüklenebileceğim gösterir. Nitekim insandan İstenen de dünyada şerefli ve başarılı bir hayat sürmesi için gayret göstermesi ve mücadele etmesidir.
İnsan, hayatın güçlüklerine karşı koymak için fiziki olarak dayanıklı yaratılmıştır. Kur'an'da bu hususa değinilmektedir: "Biz onları yarattık, bağlarını sıkıca bağladık (vücut parçalarını sıkı sıkıya bağladık, eklemlerini damarlarını sağlam yaptık)..."(76: 28). Bu haliyle insan hayatın meşakketlerine karşı koyabilmesi için güçlü kılınmıştır. İnsana başarı ve şeref kazanmak üzere giriştiği mücadelesindeki yoğun çalışmanın bütün sıkıntılarına dayanması için dayanıklılık ve tahammül gücü verilmiştir.
Gerçekten, Kur'an'ın ifadesiyle müreffeh ve saadet içinde bir hayat ancak çok çalışanlara garanti edilmiştir: "Kimin tartıları ağır gelirse o, memnun edici bir hayat içindedir." (101: 6-7).
Cennetteki saadet ve huzur dolu hayatın tarifi, yeryüzünde göstereceği gayrete bağlı olduğunun insana hatırlatılmasıdır. Kolay ve rahat bir hayat, zamanını boşa geçirmeyip çalışan kimselere vadedilmektedir. Vaktini tembellik içinde harcayan kimseler sefalet, rezalet ve açlık içinde bir hayata duçar olurken, geçimi için çok çalışmış olan kimseler ise mürefeh ve asude bir hayata kavuşacaklardır.
Peygamber @ çeşitli vesilelerle emeğin önemini belirtmiştir. Sık sık işçi ve zenaatkarların işlerindeki gayretlerini takdir etmiştir. Bir defasında; "Allah, geçimi için çalışıp çabalayan kimseleri sever." buyurmuştur. (Nakleden; Yusufu'd-Din, a.g.e., c. I, sh. 214).
Gerçekten, işinde Allah'ın rızasını gözeterek çalışan bir kimse, kendi çocuğunu beslediği için ücret alan Musa @'m anası gibidir. Bir insan kendisi ve ailesi için çalışsa, dürüst yaşayışının mükafatını Allah'tan alır. Diğer bir ifadeyle, İnsan, çalışmasındaki dürüstlüğünden dolayı hesaba çekilecektir. Peygamber @ kişinin çalışmasını, üretimde bulunmasını ve ailesini geçindirmesini Allah yolunda cihad ve gündüzleri oruç, geceleri namazla geçirme ile bir tutmuştur. (Buhari).
Hemen bütün peygamberler geçimlerini temin etmek için çalışmak zorunda idiler. Rasulul-lah @ bizzat çok çalıştı ve çalışanları sevdi. Allah'ın Rasulü Muhammed @'ın koyun otlatması ve başkalarına maişetlerini temin için bir meslek edinmeyi tavsiye etmesi, İslam'da çalışmanın büyük öneminin açık bir göstergesidir. Ahzab savaşında saldırgan ordulardan Medine'yi korumak için bir hendek kazıldığında, Peygamber @'ın diğer müslümanlarla birlikte sıradan bir işçi gibi çalıştığı ve toprak attığı, taş kaldırdığı görülmüştü.
Mıkdam'dan rivayet olunduğuna göre Rasulullah @; "Hiç bir kimse kendi elinin emeğini yemekten hayırlı, asla bir lokma yememiştir. Allah'ın Peygamberi olan Davud aleyhisselam da kendi elinin emeğini yerdi." buyurmuştur.
Ebu Hureyre'nin de Rasulullah @'ın şöyle buyurduğuna dair rivayeti vardır: "Hayatım yed-i kudretinde olan Cenab-ı Hakk'a yemin ederim ki, sizden birinizin urganını alarak arkasına (dağdan) odun topla(yıp yükleyerek satıp geçin)mesi, bir kimseye gelip de ondan sadaka istemesinden elbette daha hayırlıdır. (Kim bilir) o da ya verir, (minneti altına girersin!) yahut da vermez, (zilletini çekersin!). "(Buha-ri).
Ebu Hureyre bir başka rivayetinde şöyle nak-letmiştir: "Bir defasında Ensar, Peygamber @' den hurma ağaçlarını Muhacirlerle kendi aralarında paylaştırmasını istediler. Peygamber @ buna izin vermedi. Fakat Ensar, Muhacirine bahçelerde çalışmak ve mahsulü kendileriyle paylaşmak istediklerini söylediğinde, onlar bu teklifi kabul ettiler. Peygamber @ bu anlaşmadan çok memnun oldu." Abdurrah-man b. Avf şöyle dedi: Biz Medine'ye geldiğimizde Peygamber @ Ensar ve muhacirin arasında bir kardeşlik münasebeti tesis etti. Sa'd b. Rebi ile de ben kardeş oldum. Sa'd, bütün Ensarın en zengini idi, bana zeytinliğinin yarısını ve iki hanımından birini vermek istedi. Bunu kabul etmekten içtinap ettim, yalnız bana çarşının yerini söylemesini istedim. O, bana Kaynuka (kabilesinin) çarşısını söyledi. Ertesi sabah oraya gittim ve satmak üzere keş ve yağ götürdüm. Sonra hergün bu şekilde iş yapmak için oraya gittim." (Buharı).
Rasulullah @ daima çalışma üzerinde ısrar eder ve hiçbir zaman sadaka ile geçinenleri tasvip etmezdi. Bir defasında Ensar'dan işsiz bir kişi Peygamber @'a sadaka hakkında sordu. Adam vücudunu örtmek için bir örtüsü ve su içmek için bir kasesi bulunduğunu söyledi. Ondan bunlan getirmesini isteyen Peygamber @ bu iki parça eşya gelince onları eline aldı ve halk arasında' satışa çıkardı. Orada bulunanlardan biri bir dirhem teklif etti. Peygamber @ fiyatı artırmasını istedi. Bir başkası iki dirhem vererek bunlan satın aldı. Peygamber @ iki dirhemi adama vererek bir dirhemiyle bir balta almasını tenbihledi. Balta satın alıp gelen adama Peygamber @; Ormana git, odun kes ve bana onbeş günden Önce görünme." dedi. Onbeş gün sonra o kişi geri geldiğinde Peygamber <5> halini hatırım sordu. Adam bu süre içinde 12 dirhem kazandığını, bir kaç elbise ve biraz hububat aldığını söyledi. Peygamber @ buna işaret ederek; "Bu, dilenmekten ve Hesap gününde rezil olmaktan daha iyidir." buyurdu. (Tİrmİzi ve Ebu Davud). Bu hadis bütün açıklığıyla Peygamber @ ve ashabının çalışmanın önemine nasıl müdrik olduklarını ve çalışarak geçimlerini kazanmayı ne kadar sevdiklerini göstermektedir.
Buhari'nin bu hususlarda rivayet ettiği bir hadiste Hz. Aİşe diyor ki: "Rasulullah @'ın ashabı kendi işlerinin İşçileri idi. Bizzat çalışırlar, terlerler, namaza giderlerdi.."
Hz. Ömer'in hilafeti döneminde bir gün güçlü kuvvetli genç bir adam mescide girerek "ci-hadda bana yardımcı olabilecek kimse var mı?" diye sordu. Hz. Ömer, onu çağırdı ve elini tutarak oradakilere bu genci toprağında çalıştıracak olup-olmadığım sordu. Ensardan biri onu çalıştırabileceğini söyledi. Vereceği ücreti öğrendikten sonra Hz. Ömer bu genç adama Ensari ile gitmesini söyledi. Bir kaç ay sonra Hz. Ömer adamın iyi çalışıp çalışmadığım öğrenmeye geldiğinde Ensari'ye, çalıştırdığına kazandığından ne kadarını verdiğini sordu. Adam, bir keseyi dirhemlerle dolduruncaya kadar çalışmıştı. Hz. Ömer, ona keseyi almasını ve cihad için evine gitmesini söyledi. (Kanz u'1-A'mal).
Hz. Ömer, maişeti temin için çalışmaya ve ticarete cihaddan daha fazla önem verirdi. Daima müslümanlara çalışkan olmalarım ve başkalarına yük olmamalarını tavsiye ederdi.
Rasuluİlah @'ın ashabı İslam'ın bu prensibine sıkı sıkıya sarıldı. Geçimlerini sağlamak için çalıştılar. Abdullah b. Mesud, ne dünyası ne de ahireti için bir gayret içinde olmayan aylak bir insanı görmekten hoşlanmazdı. İmam-ı Serahsi, İslam'da çalışmanın önemini şu kelimelerle ifade etmektedir: "Geçim yolu aramak, her müslüman üzerine farzdır."
Kur'an-ı Kerim, Peygamberlerin kıssalarında fikri olduğu kadar bedenen de çalışmaya İşaret etmektedir: "(kızların babası, Musa'ya) dedi ki: '(Bak), bana sekiz yıl hizmet etmen şartıyla şu iki kızımdan birini sana nikahlamak istiyorum. Eğer (bu süreyi) on (yıl) a tamamlarsan artık o, senin tarafından (bir iyilik)tir. Ben sana zahmet vermek istemem. İnşaallah beni iyilerden bulacaksın." (28:27).
Musa @ ile Hızır birlikte seyahat ederlerken başlarına gelen hadiselerin zikredildiği Kehf süresindeki bahislerde de bedenen çalışma sözkonusu edilmektedir: "Yine yürüdüler. Nihayet bir köy halkına varıp onlardan yemek istediler. (Köy halkı), onları konuklamaktan kaçındılar. Derken orada yıkılmak isteyen (yıkılmak üzere olan) bir duvar buldular, hemen onu doğrulttu. (Musa): 'İsteseydin, buna karşılık bir ücret alırdın.' dedi." (18: 77).
Sebe suresinde Davud @'a hitab edilerek ze-naatkarlığını İfa etmesi istenir: "Andolsun, Davud'a tarafımızdan bir üstünlük verdik: 'Ey dağlar, (onun yaptığı teşbihi) onunla beraber yankılayın. Ve ey kuşlar (siz de onun teşbihine katılın)! 'Ve ona demiri yumuşattık. Geniş zırhlar yap, dokumasını Ölçülü yap ve (hepiniz) iyi işler yapın. Çünkü ben yaptıklarınızı görmekteyim.' diye (vahyettik)". (34: 10-11). Davud @'ın demiri yumuşatması, kendi döneminde demirin savaş ve diğer gayeler için yoğun bir şekilde kullanımım ifade etmekte ve dolayısıyla bir sonraki ayette zırhtan bahsedilmektedir.
Nuh @'a bir gemi yapması emredildi. Hud suresinde bu husus ile ilgili ayet meali şöyledir: "Gözlerimizin önünde ve vahyimiz gereğince yap ve zulmedenler hakkında bana hitabetme (onların kurtuluşu için bana yalvarma) onlar mutlaka boğulacaklardır! 'Nuh gemiyi yapıyor..." (11: 37-38) Aşağıdaki ayetlerde de Zülkarneyn'in kıssasında geçen demirden duvarın inşasına ait ifadeler yer almaktadır: "(Zülkarneyn) dedi ki: 'Rabbimin beni içinde bulundurduğu (mal ve mülk, sizin vereceğinizden) daha hayırlıdır. Siz bana (insan) gücüyle yardım edin de sizinle onlar arasına sağlam bir engel yapayım. Bana demir kütleleri getirin. '(Zulkarneyn) iki dağın arasmı (demir kütleleriyle doldurtup dağlarla) aynı seviyeye getirince: 'Üfleyin' dedi. Nihayet o (demir kütleleri)ni bir ateş haline koyduğu zaman: 'Getirin bana, üzerine erimiş bakır dökeyim' dedi." (18: 95-96).
Süleyman @'m zenaatkarlarmm yeteneği ve işçiliği Sebe' suresinde şu şekilde ifade edilmektedir: "(Süleyman)a dilediği gibi kaleler, heykeller, havuzlar kadar (geniş) leğenler, sabit kazanlar yaparlardı. 'Ey Davud ailesi, şükredin! 'Kullarımdan şükreden azdır." (34: 13). Davud @'ın halkına sulh ve sükunet dolu bir hayatı elde edebilmeleri için çok çalışmaları tavsiye edilmektedir. Refah dolu bir hayat, ancak, çok çalışmaları şartıyla vadedilmektedİr.
Kur'an-ı Kerim'in bütün bu ayetlerinde Peygamberler ve ümmetleri geçimlerini temin etmek için çok çalışmaktan zevk duyarlardı. Onlar, bir topluluğun refahı elde etmek ve arttırmak için çalışmayı ısrarla tavsiye etmektedirler. Çünkü hiç bir ülke, emek faktörünün yardımı olmaksızın ekonomik refahını ve başka milletler üzerindeki üstünlüğünü sürdüremez. Bu şekilde emeğin önemi gösterilmek suretiyle Kur'an-ı Kerim toplumda emeğe itibar kazandırmıştır. Günümüzde kapitalist sistemin etkisiyle birçok sermaye sahibi müslü-manın el emeğine gereken önemi vermemeye başlaması son derece üzüntü verici bir haldir. Rasulullah @ emeğin değerini arttırmış, ashabına kendisi dahil bütün Peygamberlerin yaptığı gibi hayatlarını el emeği ile kazanmalarını tavsiye etmiştir. Birbuçuk asırdan beri önemli gelişmeler kaydetmiş olan batı ülkelerinin müslümanlardan emeğe önem verme prensibini almış görünmektedir.
Kur'an-ı Kerim'de fikri emeğe işaret edilmektedir. Yusuf @ ile Mısır kralı arasındaki konuşma bu hususa dikkatimizi çeker: "Kral: 'Getirin onu bana' dedi. 'Kendime Özel (dost) yapayım!' Kendisiyle konuşup (ondaki olgunluğu görünce Yusuf a): 'Sen artık bugün yanımda mevki sahibi, güvenilir (bir kimse)sin' dedi (Yusuf, krala): 'Beni ülkenin hazineleri üstüne (memur) koy. Çünkü ben (onları) iyi korur, (yönetmesini) iyi bilirim.' dedi. Böylece biz Yusuf u o ülkede yerleştirdik orada dilediği yerde konaklardı. Biz, dilediğimiz kimseye rahmetimizi ulaştırırız, güzel davrananların ecrini zayi etmeyiz." (12: 54-56).
Hz. Yusuf un bilgisi ve dürüstlüğü, zahire an-barlannın yönetim ve denetim işini kendisine emanet eden Mısır krah tarafından kabul edildi. Sonra Yusuf @ mahareti ve çalışkanlığı ile kralın çok güçlü ve güvenilir bir danışmanı oldu. "iyilik edenlerin mükafatını zayi etmeyiz" ifadesi, Yusuf @'ın Mısır'daki ekonomik refahı ve yüksek sosyal mevkii O'nun güzel çalışması (ameli) ve çalışkanlığının karşılığı olarak Allah'ın bir lütuf ve ihsanı idi. Bu ayet, bir insanın fikri veya bedeni, her emeğinin artan refah ve daha yüksek hayat standardı şeklinde mükafatlandmldığı ile ilgili görüşümüzü teyid etmektedir.
Emek arzı ve nüfus.
Randıman: Endüstride çalışma kabiliyeti, maharet (vasıf) ve istidat (zeka) sermayenin verimliliğini arttıran randıman olarak ifade edilebilir. Otomasyon ve mekanizasyonun hızla geliştiği modern rekabet dünyasında, randıman başarı için zorunludur. Ticaret, endüstri ve ticaret gibi her yerdeki randımansız-lık, bir mîlletin ekonomik güç ve kuvvetinin azalışının bir işaretidir ve asla hoş karşılanmaz. İslam, insan işgücünü büyük ölçüde değerlendirmiş ve müslütnanlara her işi verimli ve incelikle yapmayı emretmiştir. Her türlü ürünün mükemmel, sağlam ve güzel yapılması tavsiye edilir.
Randıman, genellikle çalışanların fiziki, fikri/ruhi, manevi sıhhati ile eğitim ve öğretimine bağlıdır.
a- Maddî ve manevî sağlık: Fizikî ehliyet ve manevî sağlığın çalışanların verimliliği üe kuvvetli bir İlişkisi vardır. Güçlü ve sağlıklı bir işçi, zayıf ve hastalıklı bir işçiden daha etkilidir. Benzer şekilde, vazife ve mesuliyetini yerine getiren dürüst ve şuurlu bir işçi, sahtekâr bir kişiden daha hızlı ve verimli çalışır.
Randımanlı bir işçinin vasıflarına Kur'an-ı Kerim'de Musa @ kıssasında şu şekilde işaret edilmektedir: "O (kız)lardan biri: 'Babacığım dedi, bunu (çoban) tut işte. Çünkü ücretle tuttuklarının en hayırlısı budur, hem de güçlü ve güvenilir (adam)dır." (28: 26).
Sözkonusu ayet-İ kerime fiziki güç (sağlık) ve dürüstlüğü (manevi sağlık) ehliyetli bir işçinin vasıfları için lüzumlu kabul etmektedir. Bu vasıflar Hz. Musa'da bulundu ve bundan dolayı bir işçi olarak hizmet etme görevi ona tevdi edildi. Çalışma bedeni olsun, fikri olsun, dürüstlük randımanda temel unsurdur. Gerçekten dürüstlük, vazife ve mesuliyetlerini tam bir şuurla yerine getiren kişinin vasfıdır. Ve bir kişinin bu vazife şuuru bir işçinin verimliliğinin artmasında Önemli bir faktördür.
Çalışmada ve diğer işlerde dürüstlüğün büyük ehemmiyeti hususunda Rasulullah @'dan şu hadis rivayet edilir: "Dürüst ve güvenilir tacir, peygamberler, sıddıklar, salihler ve şehitlerle beraberdir." (Tirmizi).
b- Aklî liyakat: Zihni sağlık, yani akıl ve genel iktidar, çalışanın verimliliğini etkileyen bir diğer önemli faktördür. Akıllı ve muktedir bir kişi akılsız ve aptal birisinden muhakkak ki iyi iş yapabilir. Bu vasıf, Yusuf suresinde şu şekilde zikredilmektedir: " (Yusuf, krala): 'Beni ülkenin hazineleri üstüne (memur) koy. Çünkü ben (onları) iyi korur, (yönetmesini) iyi bilirim." (12: 55). Burada kullanılan sözler, akılsız ve muhakemeden uzak bir kişiye yeryüzü hazinelerinin sorumluluğunun verilemeyeceğini, dolayısıyla akıl ve iktidara büyük Önem atfetmektedir.
c- Eğitim ve öğretim: Eğitim ve öğretim de aynı zamanda verimliliği arttırır. Eğitim ve öğrenim görmüş bir işçi, bunlardan yoksun bir başkasından daha verimli çalışır. Eğitim ve Öğretimin üstünlüğü Bakara suresinde şu şekilde zikredilmektedir: "Dilediğine hikmeti verir. Hikmet verilen kimseye çok hayır verilmiştir. Bunu ancak aklı selim sahipleri düşünür." (2:269). Eğitim ve öğretim Kur'an-ı Ke-rim'in bereketli servet ve zenginliğe eşit olarak kabul ettiği vasıflan ifade eden üstün fayda teminine işaret etmektedir. Bu hakikat Zü-mer suresinde açık bir şekilde belirtilmiştir: "Yoksa o, gece saatlerinde secde ederek, ayakta durarak ibadet eden, ahiretten korkan ve Rabbinin rahmetini uman gibi midir? De ki: 'Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? 'Doğrusu ancak aklı selim sahipleri öğüt alır." (39: 9). Açıktır ki, bilgisiz ve eğitilmemiş bir işçinin yeterliliği ve ehliyeti bilgili ve eğitilmiş bir işçininkine eşit olmaz. Kral Talut'un bedeni ve ruhi üstünlüğü şu şekilde zikredilir: "Peygamberleri onlara dedi ki: 'Allah, Talut'u size hükümdar gönderdi. 'Dediler ki: 'O bizim üzerimize nasıl hükümdar olabilir? Biz hükümdarlığa ondan daha layıkız, ona geniş mal da verilmemiştir. 'Dedi: 'Allah onu sizin üzerinize (hükümdar) seçti, onun bilgisini ve gücünü arttırdı.' Allah mülkünü dilediğine verir, Allah(ın lütfü) geniştir, (O, herşeyi) bilendir." (2: 247).
Dünya hayatında eğitimin büyük Önemine binaen Rasulullah @'a öğrenme ve bilgi elde etmesi yolunda ilk vahiyde şu şekilde hitab edilmiştir: "Yaratan Rabbinin adıyla oku! O insanı alâktan (embriyodan) yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir. O (İnsana) kalemle (yazmayı) öğretti, insana bilmediğini öğretti." (96: 1-5). Bu ayette insanın gelişmesinin temel taşı olarak eğitime işaret edilmektedir. İnsan, hikmeti ve tabiatın gizli hazinelerini nasıl kavrayacağını ve onlardan İstifade yollarını safha safha öğrenir. Bütün İhtimaller sadece bilgi yoluyla gerçek olur.
İnsanın gelişmesinde eğitimin bu büyük rolü teyid edilerek Peygamber @'ın gönderiliş hikmetine Kur'an'da şu şekilde değinilmektedir: "O'dur ki ümmiler içinde, kendilerinden olan ve onlara Allah'ın ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab ve hikmeti öğreten bîr peygamber gönderdi. Oysa onlar, Önceden apaçık bir sapıklık içinde idiler." (62: 2).
Peygamber @ her kadın veya erkek müslü-man için ilim tahsilini mecburi kılmıştır: "İlim talep etmek her müslüman erkek ve kadına farzdır." (İbnİ Mace). Ayrıca, uzak diyarlara gitmek zorunda kalsalar da müslümanlar bilgiyi araştırmakla mükelleftirler. Mişkat'ta rivayet edildiği gibi Peygamber @ bu hususta şöyle buyurdu: "İlmi, Çin (çok uzak bir yer)e gitmek zorunda kalsanız bile arayın." Bir defasında da şöyle buyurmuştur: "Hikmet, müminin yitik malıdır, onu nerede bulursa alır." (Tirmizi).
İslam'da eğitimin büyük önemini gösteren Peygamber @'ın bu hususta birçok hadisi rivayet edilmektedir.
Peygamber @, bilgiyi zenginlikle mukayese ederek, beşerî ilerlemenin temel sırrını açıklamıştır. O, eğitim ile beşerî ilerleme arasındaki ilişkiyi İma etmiştir. Bu, eğitim ve öğretimin faaliyetler için gerekli olduğunu göstermektedir.
d- Güzellik ve Zerafet: Bununla birlikte İslam'ın nesnelerin estetik yönünü de gözden uzak tutmadığını söyleyebiliriz. İslam, müminlere her şeyi güzellik ve zerafetle yapmalarını emreder ve onlardan hayatın her safhasında zarif ve aktif olmalarını bekler. Nemi suresinde şöyle buyrulmaktadır: "... (Bu) her şeyi gayet iyi yapan Allah'ın yapısıdır..." (27: 88) Allah, sanatkârlığı (yaratıcılığı) ile herşeyi mükemmel, zarif ve sağlam yapar. O kullarından, özellikle müminlerden, işlerini eksiksiz, zarif ve sağlam yapmalarını ister. Rasulullah @ bir keresinde şöyle buyurdu: "Kişi, bir işi yaptığında Allah onun için mükemmellik ve zerafet diler, (yani, bir kişiden mümkün olan en iyi şekilde işini yapması beklenir)." (Müslim). Sağlamlıkla birlikte insanlardan güzellik ve zerafeti aramaları istenir. Rasulullah @'m şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Birşey yaptığında, güzel (zarifliğine özel bir önem ver." (Müslim).
Bİr diğer hadislerinde Peygamber @ yapılan işlerin estetiğini şu sözlerle vurgulamaktadır. "Şüphesiz Alİahu Tealâ güzeldir, güzeli sever." (Müslim).
Peygamber @ iyilik ve güzelliğin tam olarak farkında idi ve ashabına istisnasız her şeyi güzellikle yapmalarını emretti. Bir defasında O şöyle buyurdu: "Allahu Tealâ, sizin İçin her şeyde güzellik ve İyilik yaratmıştır."
Dolayısıyla, açıkça görülmektedir ki İslâm, etkinlik üzerine büyük önem atfetmekte ve her şeyde iyilik ve güzelliği teşvik etmektedir.
Emek Mobilitesi: İşgücünün coğrafi bir bölgeden diğerine veya bir meslekten diğerine hareketine emek mobilitesi denir. Emek mo-bilitesinin işçilerin ekonomik durumu ile büyük bir İlgisi vardır. İşçiler kolayca ve serbestçe bir bölgeden (veya meslekten) daha iyi ücret elde edecekleri bir bölgeye (veya mesleğe) geçebilirlerse hayat standartlarını geliştirebilirler. Diğer taraftan işçilerin bir bölgeden (veya meslekten) diğerine geçişlerinde sınırlamalar vardır. Birçok işçi Özellikle, geri kalmış bölgedekiler iyi bir ücret elde edemeyeceklerdir. Bölge veya mesleklerde eksik işgücü ile çalışan İşçiler, bol işgücü arzı ile çalışan bölge veya mesleklere göre daha çok (ücret) kazanabilirler.
İslâm işçilerin bu hakkını kabul etmiş ve onlara daha iyi kazanç aramak için bir meslekten diğerine olduğu kadar bir bölgeden diğerine hareket (geçme) özgürlüğünü tam olarak garanti etmiştir. Nisa suresinde şöyle buyrul-maktadır: "Allah yolunda göç eden kimse, yeryüzünde gidecek çok yer ve genişlik (bolluk) bulur." (4:100).
Bu faaliyet alanlarında, Kur'ân-ı Kerim, farklı ülkelerin halkı taiafından sınırlandırma olmaksızın uygulandığında uluslararası ücretleri aşın şekilde düşürebilen ve onları makul bir seviyede tutabilen temel bir prensibi açıklamıştır. Emeğin ülke içinde ve dışında serbest mobilitesi (hareketliliği)nin, uluslararası ücretlere makul ve adil bir seviyede istikrar kazandıracağına şüphe yoktur. Ve Kur'ân-ı Kerim'e göre emeğin mobilitesi, çağımızın ekonomik ve sosyo-politik kötülükler (şer-ler)inin en etkili ve en uygun çözüm metodudur. Bazı üye ülkeler tarafından yabancı işgücü göçüne getirilen sınırlandırmalarla dünya barış ve refahının zarar gördüğü Birleşmiş Milletlerin tüm üyeleri tarafından anlaşılırsa, emek ile sermaye arasında daha az ihtilaf (çatışma) olacak ve dünya daha mutlu olacaktır. Fakir ve haysiyet kırıcı bir hayatı sürdüren ve yurtlarını terk etmeyi reddeden mutaassıp ve müteşebbis olmayan halka Kur'ân-ı Kerim şu kelimelerle işaret etmektedir: "Nefislerine yazık eden kimselere, canlarını alırken melekler: 'Ne işte idiniz?' dediler. (Bunlar): 'Biz yeryüzünde aciz (zayıf) düşürülmüştük.' diye cevap verdiler. Melekler dediler ki: 'Peki, Allah'ın yeri geniş değilmiydi ki onda göç ed(ip huzur İçinde yaşayabileceğiniz bir yere gid)eydiniz?'" (4: 97). Nuh suresinde şöyle buyrulmaktadır: "Allah, size yeri bir sergi yaptı, ki onda (açıla)n geniş geniş yollarda gidesiniz." (71: 19-20). Ve yine Mülk suresinde şöyle buyrulmaktadır: "O (Allah) size, yeri boyun eğer yaptı. Haydi onun omuzlarında yürüyün ve Allah'ın rızkından yiyin." (67: 15). Kur'ân-ı Kerim'in bu ayetleri inananlardan ekonomik standartlarını geliştirmek için seyahat (hicret) etmelerini ve böylece millete refah getirmelerini emretmektedir.
Peygamber @'m ashabı bu prensibi tam olarak anladı ve onu hayatları boyunca uyguladı. İkinci halife Hz. Ömer'in rehabilitasyon politikası, söylediklerinin bir delili olarak inananları diğer beldelere hicrete teşvik etmişti. Hz. Ömer, müslümanları İranlılarla savaşa gönderirken şöyle buyurdu: "Ey müslümanlar! Hicaz'da geçimin anlamı, yiyecek aramaya devam etmektir. Burada geçinmenin başka yolu yoktur." (Taberi).
Peygamber @'in ashabından Cerir b. Abdullah kabilesinin reisi idi. Kabilesi ile birlikte Suriye'ye yerleşmek istedi. Irak topraklarının Suriye topraklarından daha münbit olduğunu bilen Hz. Ömer, Irak'ta yerleşmelerini şu şekilde tavsiye etti: "Suriye'de size ihtiyaç yok. Irak'a gidin. Allah'ın kişilerin refahını azalttığı ülkeden vazgeçin. Bütün geçim vasıtalarına sahip bir millet olmak için mücadeleye atılın. Eminim ki Allah diğerleri gibi size de rızkından bir pay verecek, geçim vasıtalarından istifade edeceksiniz."
İslâm ordusunun kumandanı Halid b. Velİd'in konuşması ekonomik bakımdan ayrı bir öneme sahiptir. Halid b. Velid Irak'a yapılan seferde müslümanların önüne düştüğünde şöyle dedi: (Yusuf-ud-Din, a.g.e, c. I, sh. 214). "Arap toraklarında ne var? Toprak yığınları gibi her tarafa yayılan hububat yığınlarını görmüyor musunuz? Ey Allah'ım, bizim için Allah'ın adı zorunlu olmasaydı da sadece maddî ihtiyaç sözkonusu olsaydı, şu zengin topraklar için mücadele etmenizi ve onların sahibi olmanızı ve çabalamadan kaçınan işsiz kişiler için fakirlik ve açlığı ortadan kaldırmanızı tavsiye ederdim." (Taberi).
Daha mutlu ve müreffeh yaşamak için geçim vasıtalarının kıt olduğu beldeleri terk etmede ve servetin bol olduğu beldelere hicret etmede halk, Peygamber @ ve O'nun ashabının peşinden gitti. Bu gayretlerin bir sonucu olarak, Hicaz nüfusunun fazlası zengin ve mün-bit olan Irak, Suriye, Mısır v.b. topraklarına ve daha sonra Ceva, Sumatra, İspanya, Tunus, Fas, Cezayir, Sudan, Habeşistan vb. gibi ülkelere hicret ettiler.
Nüfus: Nüfus, bîr ülkede emek arzım doğrudan etkileyen bir diğer faktördür. Malthus ve arkadaşları bir ülkede bu kadar artan nüfustan korktular ve sun'i doğum kontrol metodlarıyla bu artışı durdurmak istediler. Onların görüşlerine göre, nüfus artışı sun'i metodlarla durdurulmazsa, bu üretim araçlarım ve sonunda düşük hayat standardını baskı altına alacak ve salgın hastalıklar, kıtlık (açhk)lar, depremler, sel baskınları v.b. gibi çok çeşitli tabii felaketler insanları sıkıntıya düşürecektir. On-lar'ın iddiasına göre bu, nüfusun geometrik dizi ile artmasına rağmen üretim araçlarının aritmetik diziyle artmasmdandır.
Bu açık fakat hayali korku konusunda birçok modern iktisatçı, özellikle Asya, Afrika ve Güney Amerika'nın azgelişmiş ülkelerinde artan nüfus hakkında gereksiz bir vehme kapılmış görünmektedirler. Günümüzde bu ülkelerdeki hızlı nüfus artışının durudurulmasmda düzenli kısırlaştırma, aile planlaması ve gebelikten korunma uygulaması İle ilgili çabalar Dünya Sağlık Teşkilatı (WHO) ve Birleşmiş Milletlerin tanınmış organları vasıtasıyla yerine getirilmektedir. Bu çabaların Asya, Afrika, Güney Amerika'nın birçok azgelişmiş ülkesinde meyve vermesi sürpriz değildir. Bizi hayrete düşüren şey, nüfus artışının durdurulmasında birçok müslüman ülkenin batının sun'i metodlanna uymak için şuursuzca onları taklit etmeleridir. Üretim sürecinde ekonomik ve faydalı olan batılı metod ve tekniklerin be-nimsenilmesinde bir sakınca (zarar) yoktur. Fakat fayda ve zararı bilinmeksizin kabul edilmesi, akıllı bir insanın yaptığı doğru bir hareket değildir, bir müslüman için böyle bir davranıştan bahsedilemez. Kalıcı değerlere sahip olmayan insanlar İçin iyi ve güzel, tereddütsüz onlardan gelen her şeyin başarılı şekilde çalışması (işlemesi)dır. Fakat, hayatlarına yön veren ve onları idare eden kalıcı değerleri ve bir hayat düsturu bulunan müslü-manlar, İslâm'ın temel prensiplerine veya ahlâka aykırı hiçbir şeyi asla kabul etmez ve benimsemezler.
Kur'ân ve Doğum Kontrolü: Üretimden daha hızlı arttığı kabul edilen nüfus, artış hızının kontrol altına alınması çabaları, Birleşmiş Mületler'in çeşitli organları tarafından yürütülmektedir. Bu organlar nüfus artışının bu şekilde devam etmesi halinde nüfusun üretim imkanlarını aşacağını ve şiddetli bir açlığa ve, düşük hayat standardına yol açacağını İleri sürmektedirler. Onlara göre, tek etkin çözüm sun'i metodlarla nüfus artışının durdurulmasıdır.
Birleşmiş Mületler'in kampanyasma dayanan bu faraziyelerin hiçbirine inanmıyoruz. Geçmişte elde edilen tecrübe, bu tür bir İhtimalin başarılı şekilde üstesinden geleceği konusunda insanoğlunun kabiliyetinin yeterli delili ve en güzel tanığı durumundadır. Nüfus geçmişte ne üretim imkanlarından hızlı artmış ve ne de üretim önceki artışın gerisinde kalacak kadar statik kalmıştır. Her iki değişken, biri diğerini etkilemek sizin son derece artmıştır. Üretimde meydana gelen büyük artış insanoğlunun alinyazısı hakkında önceki iktisatçıların tahmin (kehanet)erini yanlış çıkarmıştır. Gerçekten nüfus artmıştır; fakat yeryüzündeki tüm insanların hayat standardı nüfus artışından daha hızlı artmıştır. Dolayısıyla gelecekte nüfus artışının üretim imkanlarının gerisinde kalacağına ilişkin geçmiş tecrübelere aykırı makul bir sebep veya görüş gösterilemez.
Son denizaltı araştırmaları dünyanın bugünkü nüfusunun denizden elde edilecek yiyeceklerle kolaylıkla beslenebileceğini çoğu kez ortaya koymuş bulunmaktadır. İnsanoğlu okyanustaki balık ve deniz ürünlerini geliştirebilir-se birkaç nesil öncesi tahmin edilebilenden daha fazla miktarda gıda üretebilecektir. Atom enerjisi alanındaki hızlı gelişme ve bunun okyanuslardan ve karalardan daha fazla gıda temininde kullanılması halinde, artan nüfusun herhangi bir kıtlık korkusu olmaksızın, hayatını sürdürebileceği kolaylıkla tahmin edilebilir.
"Bilim adamları daha şimdiden aç gezegeni beslemede yeni yollar keşfediyorlar. Araştırmacılar petrolden yüksek kalite ihtiva eden bir proteinin nasıl elde edileceğini bulmuşlardır. ABD ordusu etlerin üzerine ışın saçarak üç yıl muhafaza edecek metodlar geliştirmiştir., -geniş potansiyelden soğutma için bir ayırma- Yağlı bitki ve tohumların besin değeri itinalı bir şekilde araştırılmaktadır." Günümüzde batı ülkelerinde et kimsayal maddelerden üretilmektedir.
"Bilim adamları asrın diğer çetin problemlerine de cevap bulmaya karar vermişlerdir: Bu (alan) coğrafyadır. Tarımsal teknolojinin verimliliğinin düşük, açlığın çok yaygın ve mahsûl kayıplarının böcekler, fareler ve çürüme yüzünden bazı bölgelerde çok yüksek olması şaşırtıcıdır. Dahası bugün yeryüzündeki toprakların sadece %10'u işletilmektedir." (Topİc, People and Found).
Güney Amerika, Avustralya, Asya ve Afrika'da çoğu ekime elverişli olduğu halde İşletilmeyen toprakların derhal işletilir hale getirilmesi hayati önemi haizdir. Ayrıca Afrika'da da potansiyel olarak ekilebilir kurak veya yarı kurak yüzmilyonlarca hektar arazi, Kuzey Doğu ve merkezi Asya'da insanoğlunun biraz daha fazla çabası ile ekilebilir potansiyel yerleşim bölgeleri mevcuttur.
İkinci imkan, halen ekilmekte olan toprakların hasılasını arttırmaktır. Bu, kısmen yoğun gübreleme, gübreler ve tohumlar ve kısmen de asalakların yok edilmesi için yaygın ilaçlama yapılarak gerçekleştirilebilir.
Kur'ân-ı Kerim önemle insanoğlunun kaderine ilişkin kötümser teorileri reddetmekte ve şu ayette insanın beslenmesi için karada, denizde ve gökte bulunan tüm imkanların sınır-landınlmadığına işaret etmektedir. "Allah'tır 1 ki, denizi size boyun eğdirdi, ta ki gemiler onun içinde buyruğu ile akıp gitsin ki, siz onun kereminden (nasibinizi) arayasınız da şükredesiniz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden (bir lütuf olarak) size boyun eğdirdi. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır." (45: 12-13).
Bu ifadelerde, bu dünyada aç kalmayacaklarına dair insanlara verilen bir teminat vardır. Fakat bu teminat onların rızık için çaba sar-fetmeleri halinde beslenmeleri için dünyanın sınırsız hazinelerinin verileceği ile ilgilidir. Deniz, Allah'ın insana verdiği zeka ve kabiliyet yoluyla tabiatta mevcut herşeyi insanın istifadesine sunan Allah'ın rezzak (rızık veren) sıfatının bir örneğidir. (Yusuf Ali, The Holy Qur'an, sh. 1357, dipnot 4747 ).
Dolayısıyla Kur'ân-ı kerim insanoğluna dünyadaki yaşama mücadelesinde büyük cesaret ve ümit vermiştir. Allah insanoğlundan tabiatın imkanlarından istifade etme çabasını devam ettirmesini istemekte ve bunun sonucunda asla hayâl kırıklığına uğratılmayacağı-nı vadetmektedir. Allah yeryüzünde, okyanuslarda ve göklerde sınırsız tabu kaynaklar yaratmıştır ve insanın devamlı artan isteklerini karşılamak için bu gizli hazineler, arayanlara verilmiştir. Bundan başka, insanoğluna Çabasını ve tabiatın nimetlerini araştırmayı sürdürdüğü takdirde beklediğinden daha fazlasına ulaşacağı ve emeğinin boşa gitmeyeceği vadedîlmektedir.
Böylece Kur'ân-ı Kerim ilk ve son olarak insanoğlunun kendi ihtiyaçları için yeterli miktarda üretim yapamayacağı ile ilgili fikri (hurafeyi), bu yüzden daha önceden nüfus artışını durdurmak için yapılan planı çürütmektedir. Bilakis, şiddetli açlık korkusu ile nüfus artışının durdurulması Kur'ân-ı Kerim'de şu ifadelerle kesinlikle yasaklanmaktadır: "Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı Öldürmeyin. Onları da sizi de biz besliyoruz. Onları öldürmek, büyük günahtır." (17: 31). Çocukların fakirlik veya açlık korkusuyla öldürülmesi burada büyük günahlardan biri olarak vasıf-landırılmaktadır. İnsana kendisi ve çocukları için yeterli erzak (yiyecek, içecek kaynaklan) bulunduğu İçin fakirlik ve açlık korkusu ile çocuklarını öldürmemesi kesinlikle emredil-mektedir. İnsanın görevi, bu kaynaklan araştırmaktır. İnsan rızkı için çok çalışmak zorunda olabilir fakat, ona rızkı garanti edilmiştir. Yine En'am suresinde çocukların öldürülmesi yasaklanmaktadır: "Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyiniz. Sizi de onlan da biz besliyoruz." (6: 151). Kur'ân-ı Kerİm'in bu ayetleri, özellikle fakirlik korkusuyla çocukların öldürülmesini yasaklamaktadır. Bu, yüksek hayat standardım korumak ve nüfus artışını durdurmak için uygulanan bütün doğum kontrol şekilleri, aile planlaması, çocuk düşürme ve hatta geç evlenmelerin gayr-i ahlaki ve aynı zamanda günah olduğunu göstermektedir. Kur'ân-ı Kerim, çaba harcadığında çocuklarına ve kendisine yeterli maişet temin edecek, geleceğinden emin küçük bir zümre için daha iyi eğitim ve daha yüksek bir standarda ulaşması açısından nüfus artışının durdurulması ile ilgili mazeretleri reddetmektedir. Kur'ân-ı Kerim'de, bütün tedbirlerin alındığı ve bundan dolayı insanın endişesinin gereksiz olduğu tekrar tekrar vurgulanmaktadır. Bir an bile (insan) sayısının artmasının senin rızkını azaltacağını düşünmeyeceksiniz.
Bunu yapmaya çalışırsanız kendiniz ve torunlarmız için yeterli miktarda rızık bulacaksınız. Bu, Enbiya sureside şu şekilde vurgulanmaktadır: "Bİz onları ve atalarını yaşattık." (21: 44). Ve yine Hud suresinde, "Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah'a ait olmasın." (11: 6) bu yrulmaktadır.
Kur'ân-ı Kerim, sadece fakirlik korkusuyla nüfus artışını durdurmaya yönelik tüm sınırlayıcı uygulamaları yasaklamakla kalmaz, ayrıca gençlerin ve dulların evlenmesini teşvik eder. Kur'ân-ı Kerim şu ifadelerle, Allah'ın evlenenleri yokluk ve fakirlikten kurtaracağını beyan ederek onlara mutluluk, refah ve güven vadetmektedir: "İçinizden bekarları ve köle ve cariyelerinizden iyileri evlendirin. Eğer yoksul iseler Allah, lütfü ile onları zengin eder. Allah geniş (nimet ve lütuf sahi-bi)dir, (herşeyi) bilendir." (24: 32). Nisa suresinde "Eğer (eşler) ayrıhrlarsa, Allah bol ni-metiyle onların herbirini zengin eder (diğerine muhtaç eylemez). Allah' (in nimeti) geniştir, .(O) hikmet sahibidir." (4: 130). Kur'ân-ı Kerim bu ifadeleriyle bekârlara ve dullara evlenmelerini ve fakirlik korkusuyla evlilikten kaçınmamalarını açıkça belirtmiştir. Burada, evlenmemiş veya geç evlenenlere Allah'ın kendileri ve çocukları için geniş rızıklar yarattığı ve batıl sebeplerle evlenmekten kaçınmamaları hatırlatılmaktadır.
Gerçekten Kur'ân-ı Kerim, evliliği normal bir durum olarak kabul etmekte ve bundan dolayı mümkün olduğunda bekarların evlenmesini emretmektedir. Bir din olarak İslâm, bekarlığa karşıdır ve baba olmayı her insanın görevi olarak görmektedir. Günümüzün uygar toplumlarında bir aileyi geçindirecek imkanların yetersizliğini mazeret olarak gösteren çoğu kişi baba olmanın sorumluluğunu kabul etmeye yanaşmamaktadır. Kur'ân-ı Kerim açık ifadelerle bu asılsız (geçersiz) mazereti çürütmektedir: "İhtiyaç içinde olanlara Allah ihsanından dilediğine verir." (Yusuf A1İ, a.g.e,, sh. 687, dipnot 1753).
Rasûlullah @ da bu konuya önem vermiş ve ashabını evlenmeye teşvik etmiştir. O'nun şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Evlenmeye gücü yeten evlensin; çünkü evlilik gözü haramdan alıkor ve iffeti korur. Evlenemeyen ise (arada sırada) oruç tutsun. Çünkü oruçta şehveti kıran bir hassa vardır." (Ebu Davud ve Nesei).
Câbir, Peygamber @'ın kendisine çok çocuk isteyip istemediğini sordu. (Ebu Davud ve Nesei). Enes'in rivayet ettiğine göre, Abdur-rahman b. Avf in elbisesi üzerinde pembe bir işaret görerek bunun ne olduğunu sordu. Ab-durrahman b. Avf bîr kadınla bir miktar altın, çeyiz için evlendiğini söyleyince, Peygamber @ şöyle buyurdu: "Allah sana (çocuklarınla) ihsan etsin." (Buhari). Böylece İslâmın, sınırlayıcı uygulamaları reddettiğini ve gençler ve dullar arasında evliliği teşvik ettiğini görmekteyiz. İslâm bu kişileri evlilikten kaçınmaktan ve sadece açlık ve fakirlik korkusuyla herhangi bîr sun'i doğum kontrolü metodunu benimsemekten men etmektedir. İnsanların çoğu fakirlik korkusuyla ailelerin çoğalmasını engelleyen bu sert tedbirleri almaktadır. Kur'ân-ı Kerim ise, üretim araçlarının sınırsız olduğunu belirterek onlara mutluluk ve refah ümidi vermektedir. Çok çalışmaları şartıyla ihtiyaçlarını karşılayacak bol nzık vadedilmektedir. İsteklerinin tatmin edilmesi için çaba harcayan ve mücadele edenlere kıtlığın olmayacağı anlatılmaktadır. Bundan dolayı herkes için bir nzık teminatı olduğundan ailenin küçültülmesi aptallık ve akılsızlık olacaktır.
Verimliliklerinin ve etkinliklerinin artmasına yardım eden bu öğreti (İslâm), kişilerin çok çalışması için büyük bir teşvik sağlar. İnsanlar, erzak (yiyecek-içecek) kıtlığı olmadığını ve rızıklarını sadece aradıklarında elde edeceklerini bildiklerinde maksimum güçleriyle Çalışacaklar; sonuç olarak emekleri karşılığında kendileri ve toplum zengin olacaktır.
Bu Kuralın İstisnaları: Kur'ân-ı Kerim in-san tabiatına tam olarak hakimdir. Bundan dolayı bu konuda muhtemel insan ihtiyaçlarına gereken değeri vermiştir.
Günlük hayatta hamilelik, bir kadının hayatı İçin tehlikeli veya kendisinin ve/veya çocuğun sağlığı için zararlı olduğundan ve bir diğer çocuğun doğumu (tıbbi durumlarda) tehlikeli ve arzulanılmaz olduğunda çeşitli durum-jarla karşılaşırız. Böyle durumda diğer bir çocuğun doğumu (veya gebe kalma) sun'i korunma yoluyla uzun süre geciktirilebilir. Bu durumlar için özel bir izin yoktur. Fakat böyle durumları çözmek için dolaylı bir prensib elde edilebilen ayetler vardır. Bu durumla ilgili olarak Bakara suresinin şu ayetini incelemek gerekir; "Sizden her kim hilali görürse oruç tutsun kim o anda hasta veya yolcu olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk İstemez." (2: 185).
Bu ayet, Allah'ın emirlerinin ve peygamberlerinin hedefinin insanlar İçin gereksiz zorluklar yaratmak değil, fakat insanı bu dünyada daha rahat ve daha mutlu kılmak olduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Burada tüm müslümanlara oruç tutmaları emredilmekte, fakat beşer olarak oruç tutmanın zorladığı durumlarla karşılaşılmaktadır. Bundan dolayı, şiddetli sıkıntı çekmemeleri için hastalık ve yolculukta oruç tutmak istisna edilmiştir.
Aynı ilke, beslenme hususunda da zikredilmektedir: "Allah size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı. Ama kim mecbur kalırsa, (başkasına) saldırmadan ve sının aşmadan (bunlardan) yemesinde bir günah yoktur. Muhakkak ki Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir." (2; 173). Özellikle dört şey insanlara yasak olarak sayılmakta ve bunlardan herhangi birini yemenin günah olduğu bildirilmektedir. Fakat bir kimse açlıktan ölme durumuna geldiğinde ve yiyecek başka birşey bulamazsa hayatını koruyacak sının aşmaksı-zm yemesine izin verilmektedir. Bu istisna, sadece hayatını korumak için zorunlu durumlardan dolayı yasaklanmış bir gıdayı isteksiz olarak yemeleri için İnsanlara kolaylık olmak üzere yapılmıştır.
Rasûlullah @, "azl"e başvuran Ebu Said ve arkadaşlarına verdiği cevapta böyle bir durumu dile getirmiştir. (Azl; cinsi münasebet ve inzal esnasında erkeğin çekilerek suyunu kadının tenasül yerinden dışarıya atmasıdır). Ebu Said el-Hudri antalıyor: "Beni Mustalİk gazvesinde Rasûlullah @ ile birlikte sefere çıkmıştık. Ve Arap esirlerinden birçok kadın esirlere kavuşmuştuk. O günlerde kadınlara karşı arzumuz artmış ve bekarlık bize çok güç gelmişti. Azl etmeyi de düşünüp azletmek istiyorduk. Meseleyi Rasûlullah @'a sorduk. Rasûlullah @: Bunu yapmamanızda bir beis yoktur. (Azl yapmamanız vacib kılınmamıştır.) Fakat Allah'ın ezeli ilminde kıyamet gününe kadar viicud bulacak olan her hayat sahibi, bu dünyada her halde vücud bulacaktır! diye cevap verdi." (Buhari). Ayrıca Câbir, Peygamber @ zamanında Kur'ân-ı Kerim inzal olduğunda halkın azl'e başvurduğunu rivayet etmiştir (Buharı). Böylece Peygamber <3> bu uygulamayı yasaklamayarak gerekli olduğunda halkın bu tedbirlere başvurmasına izin verdi. Önemle belirtilmelidir ki, insanlar bu tedbirlere, birincisi devlet politikasının bir sonucu olarak ve ikincisi açlık ve fakirlik korkusuyla (iktisatçılar ve Birleşmiş Millet-ler'in organlarınca savunulduğu gibi) değil, fakat sadece daha önce izah edildiği gibi sağlık sebeplerinden dolayı başvurabilirler. Dolayısıyla, bu tedbir istisnai durumlar içindir ve sadece gerçek ve hayati ihtiyaçlar sözko-nusu olduğunda başvurulabilir. Fakat doğum kontrol metodu, zamanın bîlgi ve ihtiyaçlarına bağlı olarak zaman ve mekandaki değişmeyle birlikte farklılaşabilir.
İslâm'da çalışma ve hareket serbestisi tamdır. Herkes sevdiği herhangi bir işi yapabilir ve serbestçe bir meslekten diğerine ve bir yerden diğerine hiçbir sınırlama olmaksızın geçebilir. Diğer bir ifadeyle, Kur'ân-ı Kerim'de şu ayette gösterildiği gibi, İslâm'da emeğin (mesleki olduğu kadar coğrafi) mobilitesi tamdır: "Melekler dediler ki: 'Peki Allah'ın yeri geniş değil miydi ki, onda göç ed(ip gönlünüzce yaşayabileceğiniz bîr yere gi)deydi-niz.' Allah yolunda göç (hicret) eden kimse yeryüzünde gidecek çok yer bulur, bolluk bulur." (4: 97-100).
Bu ayet, emeğin coğrafî mobilitesinin açık bir göstergesidir. Müslümanlara kaynakların kıt olduğu yerlerden refaha ve bol kaynaklara ulaşabilecekleri yerlere hareket etmeleri öğüt-lenmektedir. Bu, düşük ücretli işçilerin ücretlerini yükseltmeye ve aynı zamanda tüm ülkede ücretleri dengelemeye yardım eder. Bu prensip bütün ülkeler tarafından sınırlandırma olmaksızın uygulandığında, dünyanın her bölgesindeki ücretlerin standardizasyonu ihtimal dahilindedir.
Aynı prensip Nuh suresinde zikredilmektedir: "Allah, size yeri bir sergi yaptı. Ki onda (açıla)n geniş geniş yollarda gidesiniz." (71 :19-20). Mülk suresinde de: "Yeryüzünü size boyun eğdiren O'dur. Şu halde yerin sırtlarında dolaşın ve Allah'ın rızkından yiyin." (67: 15) Duyurulmaktadır. Burada insanoğluna dünyada hayatını sürdürmek için yaratıldığı belirtilen rızkını elde etmek için yeryüzünde hareket etmesi emredilmektedir. Yabancı memleketlerde daha iyi bir hayat sürmek için yurtlarından ayrılmaya insanları teşvik etmede yu-kardaki ayetlerde kullanılan ifadelerden daha güçlü (etkili) olabilecek ifade yoktur.
Her meşru meslek; renge, sınıfa ve inanca bakılmaksızın tüm insanlara açıktır ve herkes beğendiği herhangi bir mesleği kabul etmede serbesttir. İnsanlara mesleklerine bakmaksızın kardeşlerine saygı göstermeyi Öğreten İslâm'da el emeğine önem ve itibar verildiğini gösteren yeteri kadar delil vardır. İslâm insanları tereddüt etmeksizin hayatlarım kazanmada tüm işleri yapmaya teşvik etmiştir. Kur'ân-ı Kerim hayatlarını kendi el emekleriyle kazanmaya çalışan büyük peygamberlerin yaşantılarından misaller vermektedir. Da-vud peygamberin kendisine zırhlı ceket ve zırh yaptığı ve Nuh peygamberin nasıl elleriyle gemi yaptığı anlatılmaktadır. Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Allah'ın bütün büyük peygamberleri bizzat koyun çobanlığı yaptılar. Allah'ın son Rasulü Muhammed @ da keçi ve koyun güttü ve arkadaşlarına benzeri meslekleri benimsemelerini öğütledi.
Peygamber @ müslümanlara hayatlarını kazanmada küçümsenen meslekleri benimseme konusunda bizzat kendisi bu işleri yaparak örnek olmuştur. Peygamber @'m, mesleklerine bakmaksızın insanların itibarını ve manevî duygularını yükseltmede, kendi günlük hayatı Örnek teşkil ederek, nasıl eğittiğini açıklayan birçok hadisi vardır. Burada Peygamber @'m, el emeğinin itibarı ve öneminin yükseltilmesi hususlarını gösteren bazı hadislerini aktarıyoruz:
1- Bir defasında ashabından birini, çalışmaktan dolayı elleri simsiyah olduğunu gören peygamber @ ne yaptığını sordu. Ailesine bir maişet temin etmek için çok güç şartlarda bir çekiçle çalıştığı cevabını verdi. Bunu işiten peygamber @ ellerini öptü (ve büyük bir azimle çalışmak suretiyle dürüstlük bir maişet elde ettiğini öğrendiğinde memnun oldu. (Asada al-Ghabah Tazkirah Sa'ad Ansan'den nakleden Dr. Yusufu'd-Din, a.g.e, sh. 213-214)
2- Hz. Aişe anlatıyor: Peygamber @ bizzat elleriyle bazı işleri yaptı ve müslümanlara aynı işleri yapmalarım tavsiye etti. Fakat onlar bu işleri yapmaktan kaçındılar. Bunun haberi Hz. Peygamber @'a geldiğinde oradakilere şöyle hitap etti: "İnsanlara ne oldu da onlar benim yaptığım işten imtina ettiler? Ve ben sizden daha fazla bilgi sahibiyim ve Allah'tan daha fazla korkarım." (Buhari ve Müslim).
3- Dördüncü Halife Hz. Ali her zaman iftiharla bahsettiği bir olayı anlatır. O bir gün Peygamber @'in aç olduğunu öğrenir. Ve yiyecek birşeyler temin edebilmek için bir iş arar. Medine dışında büyük bir toprağa sahip ve onu sulayacak birisini arayan bahçe sahibi bir yahudi görür. Daha sonra Peygamber @'e döner ve yahudi ile pazarlık hususunu sorar. İş bitiminde aldığı hurmaları birlikte yerler. (İbni Mace).
4- Sa'd b. Vakkas ile ilgili olarak belirtilmiştir ki, o tarlasını gübreliyordu ve (başında taşıdığı) bir kova gübrenin bir kova buğdaya eşit olduğunu söylüyordu. (İbni Mace).
Servetin emek ve sermaye tarafından ortaklaşa üretildiği gerçeği İslâm tarafından bütünüyle kabul edilmektedir. İslâm her ikisine de Allah ve yarattıklarına karşı görevlerini hatırlatmakta ve kendilerinin ki gibi diğerlerinin menfaatlerini gözetmelerini emretmektedir.
Fakat nisbeten daha zayıf ve sermaye tarafından kazancı tehlikeye düşürülebildiğinden İslâm emeğin haklarının korunmasına özel bir önem vermektedir. Peygamber @ hizmetçilerine ailesinin üyeleri gibi davranmış ve ashabına onlara iyi davranmalarını tavsiye etmiştir. Şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Esirlere ve hizmetçilere örfe göre yiyecek ve giyecek verilmeli, taşıyamayacağı yük yüklenmemelidir." (Muvatta).
Emekle ilgili anlaşmazlıklar gerek ücretler ve gerekse işin tabiatından doğar;. Peygamber @ yukarıdaki hadislerinde her iki hâl üzerinde önemle durmuştur.
Uzun süre Rasûlullah @'e hizmet eden Enes, O'nun asla kimseye düşük ücret vermediğini özellikle belirtmektedir (Buhari). Yine Enes, Rasûlullah @'ın; "Bir işçinin ücreti (alnının) teri kurumadan verilmelidir" talimatını verdiğini haber vermektedir. (İbni Mace ve Beyha-ki).
Ebu Hureyre, Rasûlullah @'m; "Allah kıyamet gününde üç kişinin düşmanı olacaktır. Bu üç kişiden biri bir işçi çalıştırdığı ve onun emeğinden faydalandığı halde ona ücretini ödemeyendir" diye buyurduğunu rivayet etmektedir (Buhari). Rasûlullah @, herhangi bir işçinin önceden ücretini belirlemeksizin çalıştırılmasını yasaklamıştır (Beyhaki).
O, hizmetçilerine karşı çok müşfikti ve onlardan biri hastalandığında evlerini ziyaret eder ve hastalığı hakkında bilgi alırdı. İkinci Halife Hz. Ömer esirlere (ve hizmetçilere ) bakmayı ve hastalıklarında onları ziyaret etmeyi devlet memurlarının görevlerinden biri yaptı.
Böylece İslâm manevî eğitim yoluyla işverenlere, işçilere makul ücretler ödemeyi ve işlerinde diğer imkanları sağlamayı dikte' etmekte, bu emirlere uymadıkları takdirde İslâm Devleti bu meselelerde ve işçilerin haklarını garanti altına almada müdahale hakkına sahiptir. Eğer bir sermayedar işçilere gereğinden daha düşük ücret öderse veya ağır iş verirse veya makul bir Ücret vermeksizin uzun saatler çalıştınrsa veya onları sağlığa zararlı veya sağlıksız şartlarda çalıştırırsa vb. İslâm devleti emeğin haklarını korumak için kanunen müdahale etme hakkına sahiptir.
Ebu Mes'ud Ensarî rivayet etmektedir ki, bir-gün kölesini döverken arkasından bir ses işitir: "Ey Ebu Mes'ud! Allah'ın senin üzerinde daha büyük bir güce sahip olduğunu bilmiyor musun?" geriye döndüğünde Peygamber @'i gördü ve şöyle dedi: "Ey Allah'ın rasulü bu köleyi Allah'ın rızasını kazanmak için azad ettim." Peygamber @ şöyle buyurdu: "Eğer bunu yapmasaydın cehennem ateşi seni yakacaktı." (Muvatta). Hz. Ömer Medine'nin kenar mahallelerine giderdi ve ağır iş yapan birisini gördüğünde onun yükünü hafifletmeye yardım ederdi (Muvatta). Hz. Ömer emeğin haklarının korunmasında müsamahasız idi. Kendisi çok katı bir şekilde emekle ilgili tüm kaidelere dikkat eder ve başkalarını bunlara uymaya zorlardı. O, Kudüs'e Hristiyanlar ile bir barış anlaşması imzalamaya giderken kendisi ve hizmetçisi bir deveye nöbetleşe bindiler. Şehrin kapılarına geldiklerinde deveye binme sırası hizmetçinindi ve Hz. Ömer yürüyordu. Bir ara Hz. Ömer yolda dilenen bir adam gördü, sorular sorduktan sonra fakir adama belirli bir tahsisat bağladı ve bu gibi insanlara hazineden yardım yapılması için talimat verdi.
Bu müzakerenin ışığı altında işçinin hakları şu şekilde Özetlenebilir:
1- Emeğe; ona uygun bir hayat standardı sağlayacak bir ücret ödenmelidir.
2- İşveren, işçiye fizikî gücünün üstünde hiçbir iş vermemeli ve bazen bu tür zor bir iş verirse işgücü veya sermaye veya her ikisinden daha fazla vermek suretiyle yardım etmelidir.
3- İşçi hastalandığında işveren uygun tıbbi yardım sağlamalı, hastalığı süresince yeterli ödeme yapmalıdır. Hastalık ödemesine emek ve sermayenin katkısına devletin yardımının (muhtemel olarak zekat fonundan) da eklenmesi, çok arzulanan bir durumdur.
4- İşgücüne emeklilik aylığı ödenmesi mâkul bir tedbirdir. İşveren ve işçiler bu fona belli bir miktar katkı yapmak isteyebilir, fakat İslâm devletinde temelde zekattan katkı sağlanacaktır. İşverenler tüm sadakalarını (gönüllü yardım) işçileri ve onların çocuklarına vermeye teşvik edilecektir. İşçilere İşsizlik süresince zekat fonundan işsizlik sigortası ödemesi yapılacaktır. İşsizlik sigortası işçilerin satın alma gücünü kuvvetlendirecek ve ülkedeki ücret oranının belli bir seviyede dengelenmesine yardım edecektir.
7- İş kazaları için yeterli tazminat ödenmelidir.
8- Fabrikada üretilen mallar çalışanlara ücretsiz veya daha düşük fiyatlarla verilmelidir.
9- İşçilere anlayışlı ve yumuşak davraml-mah ve İş sırasında yaptıkları herhangi bir hata affedilmelidir.
10- Sağlıkları ve verimlilikleri olumsuz yönde etkilenmemesi İçin uygun barınma imkanı sağlanmalıdır.
Cezalar: islâm İşverenin, işçisine iş sırasında mallara ve tesisata zarar vermesinden dolayı para cezası vermesini yasaklamıştır. İmam İbn Hazm, belirli şartlar bulunmadıkça işçiye işverenin ceza veremeyeceğini şu şekilde açıklamıştır. "Ortak olsun veya işçi olsun çalışan bir kişi, kasten yaptığı ispat edilmedikçe ve delil (şahit) bulunmadıkça çalışma esnasında mallara zarar verdiğinde ceza sözkonu-su olmaz. Aksi taktirde işçinin kendisini savunmak için yeminli ifadesi (doğru) kabul edilecektir."
İmamı Azam Ebu Hanife ve İmam Mâlik dahil bütün müslüman hukukçular, belli bir ücretle belli bir zaman periyodunda istihdam edilen bir hizmetçi (işçî)nin mallar (veya araçlar)a kasten ve bile bile zarar verdiği ispat edilmedikçe hukuken para cezası verilemeyeceği hususunda ittifak etmişlerdir.
Kâra Katılma Şekilleri: Kâra katılma şekilleri emek ve sermayenin birlikte korunmasında ve ikisi arasındaki ilişkilerin geliştirilmesinde etkin araçlardan birisidir. İşçiye işletme kârlarından bir pay verilmesi halinde emeğin verimliliğinde Önemli bir artış olacağı ileri sürülmektedir. İşçi, kârdan bir pay alacağını bilirse daha çok çalışacak ve üretimi artırmak için elinden geleni yapacaktır. İşçi, makineleri büyük bir itina ile kullanacak ve üretimi arttırmak İçin hammadde ve yarı mamul maddeleri kullanırken ekonomik davranacaktır. İslâm, bu sistemin faydahhk ve etkinliğine büyük Önem vermiştir ve müslüman işverenlere üretime yaptığı katkrdoğrultusunda işçiye pay verilmesini öğütlemiştir. "İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur." (Necm 39). Bİr işçiye üretime yaptığı katkının bedelini ödemede en iyi yol ona kârdan bir pay vermektir. Bu, işçinin işe ilgisini ve dolayısıyla verimliliğini mutlaka arttıracaktır. Peygamber @ işçiye üretimden bir pay verme konusunda çok istekli idi. (Bir defasında şu şekilde öğütte bulundu: "Çalışana çalışmasından bir pay verin, çünkü Allah hiçbir çalışanı mükâfatsiz çevirmez" (Muvatta). Ebu Hurey-re'nin rivayetine göre Peygamber @ şöyle buyurdu. "Sizden birinizin hizmetçisi yemeğinizi hazırlar ve size getirirse, onu sofra (yemek masası)nıza oturtun; bunu yapamazsanız ona Çalışmasının karşılığı olarak yiyecek ve sıcak yemek (gıda) verin." (Buhari, Ebu Davud ve Tirmizi).
Burada "O'nu sofranıza oturtun" ifadesinin kullanılması çok önemlidir; Peygamber @, işçilerin güzel bir şekilde mükafatlandırıldığı-m görmeyi çok isterdi. Gerçekten O, işçilerin en azından temel ihtiyaçlarını karşılayabilmesi ve işverenin (hayat) düzeyine çıkabilmesi için cömertçe mükafatlandırılmasın i istemiştir. Bu, hizmetçilerini kendi sofralarına oturtmalarını işverenlere Peygamber @'ın emret-mesindeki asıl maksadı göstermektedir. Fakat birtakım zarurî şartlardan dolayı sofralarında-ki yemeği onlarla paylaşamazlarsa hoşnut ve memnun ayrılmaları için yemeğin bir kısmını onlara verirler.
Hadisin son kısmı ikinci bir seçim ve istisna olarak görünmektedir. Peygamber @'ın gerçek maksadı, temel ihtiyaçlarım işverenlerden istemesinler diye, işçilerin kârdan daha büyük bir pay almasını sağlamaktı. Eğer kesin kaçınılmaz şartlar varsa bu uygulanamazdı. Bundan dolayı Peygamber @ işçilere üretimden bir pay vermelerini işverenlere emretti.
Peygamber @ işçiye verimliliği ölçüsünde kâr payı dağıtılması konusunda ısrarlı olduğu kadar başka bir şeyi vurgulamamıştır. Bİr işçiye kârdan pay verilirse verimliliğinin kat kat artacağı endüstriyel tecrübenin inkar edilmez bir gerçeğidir. Prof. Taussig: "Kâr paylaştırma sistemi belirli bir işletmede işveren ve işçiyi birlikte çalıştırmada bir araçtır. Sürekli ve önemli nakdi kaynaklardan biri endüstriyel işçinin bir kısmının verimliliğini arttırmaktır. İşçinin kârdan pay alacağım bilmesi ile, onun daha bilinçli ve dikkatli çalışması, materyalleri tasarruflu kullanması, aletleri koruması beklenebilecektir. Böylece işçi, elde ettiği kâr payı kadar üretime katkıda bulunacaktır. Bu katkı kârdan daha az değil, belki de daha çok olacak; böylece işverene kâr payını ödedikten sonra hasıla kalacak, şüphesiz kân artacaktır. Alışılmış ücret sisteminde maddi olduğu kadar manevî kaybın bulunduğu daima belirtilmiştir." (Tausing, Principîes of Economİcs, c. II, bölüm 59, sh. 335-340).
Kârdan kendisine bir pay verilen bir İşçinin genellikle işine daha büyük ilgi duyacağı bilinen bir gerçektir. Bununla birlikte, dürüst ve gayretli bir şekilde çalışan bir işçi, artan kârdan daha büyük pay ümit ettiği zamanki kadar hızlı çalışmayabilir. Bu durum, İslâm işçiye kârdan bir pay verilmesini teklif ettiğinden, bu sistemin gerçek sebebini ve maddi üstünlüğünü göstermektedir.
Emeğin Haklarının Korunması: Her ne kadar emek ve sermaye endüstriyel problemlerde tam serbestlikten hoşlanırsa da, İslâm Devleti emeğin haklarını sermayenin tecavüzlerinden korumada meşru bir hakka sahiptir. İmam Maverdi'ye göre, işçilere düşük ücret vermek veya uzun çalışma sürelerinde çalıştırmak gibi emeğin haklarına tecavüz ederse, (İslâm) Devleti işverenlerin bu yaptıklarını durduracak ve müdahale edecek güce sahip olacaktır. Dolayısıyla emeğin hakları, işverenlerin tecavüzlerinden tam olarak korunmaktadır. (Ahkam-al-Sultania, böl. 20, sh.242).
Gerçekten İslâm, hayvanlara günümüzün birçok kapitalist ülkesinde emeğin istediği haklardan daha fazlasını vermektedir. Peygamber @ hayvanlardan istifade ederken üç şarta riayet edilmesini tavsiye ederdi: (i) Hayvanlar canlı (kuvvetli) iken işe sürülmelidir. (ii) Beslemek, sulamak ve dinlendirmek için ara sıra çalışmaya uygun ara (mola) verecek şekilde düzenlemeler yapılmalıdır, (iii) Onlar dövül-memeli ve kötü söz (küfür) söylenmemelidir. Böylece Peygamber @ hayvanların makul bir şekilde kullanılmasını, fazla çahştınlmamala-rım ve onlara haddinden fazla yük yükleme-meyi öğütlemiştir. Peygamber @ bîr defasında bir kediyi aç ve susuz olarak bir iple bağlayan kadının cehennemlik olduğunu söyledi. Ebu Hureyre'ye göre, Peygamber @ susamış bir köpeğe su vererek hayatını kurtardığından dolayı bir fahişeyi affetmiştir (Buhari).
Hayvanların korunmasına büyük itina gösteren bir dinin insanların haklarını daha fazla koruyacağı kolaylıkla kabul edilebilir. Bir kedinin aç ve susuz kalmasına müsamaha edilmeyen bir dinde bir bahçe veya fabrikada gayretle çalışan bir İşçi yarı aç bırakılabilir mi? Bir kadın bir hayvana yiyecek vermediğinden cehenneme gönderildi. İnsanların emeklerinin haklı payı(karşılığı)nı vermeyen ve emeğinin semeresini yiyenlerin cezası acaba ne olurdu? İslâm işçinin refah ve ücret problemlerini işverenin insafına bırakmamış, emeğin haklı payını alması için gerekli adımları atmıştır. İslâm minimum ücret ve iyi çalışma şartlarını, işçinin memnun kalacağı bir hayat standardını sağlayacak şekilde garanti eder.
İslâm Devleti, işçilerin haklarını işsizlik dönemlerinde, endüstrilerin kapanmasına yol açan iflas, konjonktör ve diğer fınansal zorluk dönemlerinde korumakla sorumludur. Bu tür tehlikeler sözkonusu olduğunda devlet, işçiye finansal yardım sağlamak için zekatı kullanabilir (Ayrıntılı bilgi için bu ciltteki Menfaat ve Zekat bölümüne bakınız).
Sadaka ve Emek: Sadaka ihtiyarî olduğu kadar zorunlu olarak beytü'l-mal'de toplanmakta ve işsizlik ve diğer tehlike zamanlarında emeğe yardım etmede kullanılabilmektedir. Sadaka sermayeye karşı emeğin pazarlık gücünü arttıran çok faydalı ve etkili bir araçtır. Müslüman bir toplumda emek dürüst ve gayretli çalıştığı müddetçe, emek ve sermaye arasındaki ilişkiler çok samimi ve kardeşçedir; sermaye emeğe karşı cömert, insaflı ve müşfiktir. Fakat bazen, parasal menfaatler veya sadece bencillikten dolayı, sermaye, hizmetin ulvî ideallerini ve merhameti unutur ve emeğin haklarına tecavüze teşebbüs eder. Zekatın bir kısmı işsizlik veya diğer olaylarda emeğe destek olmak için ayrılırsa sermayedarların vicdansız taktikleri tamamen etkisiz ve ücret oranı mâkul bir düzeyde olacaktır.
Devlet üç yolla işverenlerin böyle zalimane hareketini önlemeye yardımcı olabilir. Birincisi yönetim, ülkede hiçbir kimseden herhangi bir yardım almayan emeği desteklemek için bağımsız olarak (zekattan) bir fon uygulayabilir; ikincisi devlet çalışan sınıfın menfaatlerini gözetmek için İşçi ve işveren temsilcilerinden ibaret müstakil bir organizasyon kurabilir; ve üçüncüsü; devlet emeği iyileştirmek için sermaye ve emek organizasyonlarını ve onların bağımsız çalışan müstakil fonlarım iade edebilir.
Emek ve sermaye tarafından küçük katkılar yapılmış olabilir, fakat bu fonun esas önemli kısmı sadakadan gelecektir. Bu fon, emek ve sermaye üzerinde çok büyük bir etkiye sahip olacaktır. Fon işçiler arasında güven ve işverenler arasında iyi niyet hasıl edecektir. Emek, ücretlerde düşmenin yarattığı işsizlik ve gereksizlik korkusu olmaksızın çalıştığı surece sermaye emeğin hakkına tecavüz eden herhangi bir adım atmaktan alıkonulacaktır.
Emeğe, ekonomik güç olduğu kadar pazarlık gücü kazanmada yardım sağlamada bir diğer faydalı yol, bir işletmede kısmen İşveren, kısmen de zekat fonu tarafından yapılan katkılar aracılığı ile işçilere belli bir miktar pay verilmesidir. Bu şekilde, bir işçi hayatında firmadan %30 ile %50 arasında bir pay elde edebilir. Böyle bir sistem, her bir işçinin bir miktar pay almasına ve aynı zamanda firmanın teftişi ve yönetimi Üzerinde belli bir kontrol yetkisi kazanmasına yardım edecektir. Benzer şekilde bu, etkinliğin artması ve dolayısıyla her işçinin verimliliğinin artmasıdır. Bundan başka, bu sistem paylardan elde ettiği kazancı eklemek suretiyle işçiye işsizlik süresinde işsizlik sigortası olarak çok faydalı yardım sağlayabilir. Dolayısıyla bu sistem iki amaca birden hizmet edecektir. Birincisi, emeğin verimliliğini arttırmak, ikincisi ise özellikle işsizlik zamanlarında ve bilinmeyen diğer durumlarda çok faydalı olan ekonomik yardımlar sağlamaktır.
işsizlik Sigortası: Müslüman bir toplumda geçimin sağlanması, Devletin sorumluluğundadır. Devletin bir ferdi (vatandaşı) yetersiz, hasta ve işsiz ise bu zor zamanlarda ona fi-nansal yardım sağlamak devletin görevidir. Halife Hz. Ömer bir kişinin günlük temel ihtiyaçlarını bulmayı bilfiil tecrübe etmiştir. Bu, her insanın temel ihtiyaçlarını karşılamak için yapmış olduğu harcamayı garanti etmek için yapılmıştır. Kur'ân-ı Kerim, İslâm Devletinin bu fonksiyonuna şu şekilde açıkça işaret etmektedir: 'Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da sizi de biz besliyor (n-zıklandırıyor)uz." (17: 31).
Bu ifadelerde Allah, İslâm Devletine fertlerinin, özellikle onlardan herhangi biri işsiz, hasta ve zayıf olduğunda geçimim sağlamasını emretmektedir. Zuhruf suresinde de şöyle buyurulmaktadir: "Dünya hayatında onların geçimlik (maişet)lerini biz taksim ettik." (43: 32). Allah'ın yeryüzündeki temsilcisi olarak İslâm Devleti, hastaların, işsizlerin ve zayıfların maişeti (geçimi) için, toplumda bakımsız bırakılan hiç kimse kalmasın diye, düzenlemeler yapacaktır. Böyle muhtaç kişilere, İşsiz veya hasta oldukları dönem boyunca temel ihtiyaçlarını karşılamasını temin etmek için sigorta yardımları ödenmelidir. İşverenler de aynı zamanda bu fona katkıda bulunmalıdır. İşçiler sıhhati olduklarında ve istihdam edildiklerinde büyük kârlar kazandırırlar. Bu yüzden işsiz, hasta ve çalışmaz olduklarında onlara yardım etmek işverenlerin ahlâkî görevidir.
Gerçekten, hiçbir devlet vatandaşlarının asgarî temel ihtiyaçlarını garanti edinceye kadar onlardan kanunlarına itaat etmesini isteme hakkına sahip değildir. Yalnız fakirlerin (işsiz veya hastaların) zarurî ihtiyaçlarını sağladıktan sonra onlardan bu itaati isteyebilir. Fatiha suresi şu kelimelerle başlamaktadır: "Âlemlerin Rabbi (terbiye edip yetiştiricisi) Allah'a harndolsun." (1: 2). Arapça Rabb kelimesi, sadece teşvik edici, terbiye edici veya besleyici anlamına gelmez. Rabb kelimesi aym zamanda en ilkel devletten en mükemmel devlete kadar eşyanın tekâmülünün düzenlenmesini, tamamlanmasını ve başarılmasını ifade eder. Şeyh Ebu'l Kasım el-Hüseyin el-Ragıb el -I s fah anî' ye göre Rabb, "birşey tamam oluncaya (mükemmele ulaşana) kadar, o şeyin bir durumdan diğerine ulaşmasını sağlayacak şekilde besleyip büyütülmesini ifade eder. Bundan dolayı Rabb, bütün âlemin beslenmesi sadece kendisine ait olan bütün varlığın yaratıcısıdır. Mutlak olarak Rabb, tüm yaratılanların rızkı (ihtiyaçları) kendisine ait olan (üstlenen) Allah Teala için kullanılır. Ayrıca, her bir kürenin kapasitesi ve tedrici olarak mükemmele ulaşmayı sağlayan küre içindeki araçlar önceden takdir (tayin) edilmistir." (Ragıb el-Isfahanî; el-Müfredat fi Garib-ül Kur'ân, Kahire, 1324, sh. 182.)
Dolayısıyla kulluğumuz, doğumdan Ölüme tüm ihtiyaçlarımızı ve isteklerimizi karşılayan Aziz, Kudret sahibi, besleyici ve bağışlayıcı Allah'a olmalıdır. Güç, kuvvet ve enerjimiz bize verilen nimetlerdir. Bu lütuf ve ihsanı dolayısıyla bedenen ve ruhen tam bir itaat ile O'na secdeye kapanmalıyız. Diğer bir ifadeyle bize verdikleri için O'na minnettar olarak itaat etmeliyiz. Dünya hayatının devam etmesi için gıda ve maişet vb. de dahil bize sayısız nimetler ihsan ettikten sonra bizden itaat etmemizi istediğine göre Allah, bir devlet nasıl önce vatandaşlarının işsizlik veya hastalık süresince temel ihtiyaçlarını temin etmeksizin itaat bekleyebilir. İşsizlik ve hastalık süresince bile kendilerine bakmayan bir devlet, vatandaşlarından itaatlerini isteme hakkına nasıl sahip olabilir? Devlet ve onun bütün organları işçilerden iş ister ve kâr elde eder. Fakat onlar hastalandığında veya İşsiz kaldığında, onları açlık ve Ölüme mi terkedecektir?
Bundan dolayı İslâm, müslüman bir devlette işsizlik veya hastalık süresince İşçiye sigorta yardımları sağlamayı emreder. Her türlü şartlar altında belli bir hayat standardını vatandaşlarına sağlamayı garanti etmek müslüman bir devletin görevidir. Bu amaca ulaşmak için müslüman devlet bu gibi insanlara zor şartlarda onların alışılmış hayat standardını sağlamak için zekat fonundan işsizlik tazminatı ve hastalık ödemeleri yapar. Böylece fakirlerin faydalanması için zenginlerden toplanan zekat fonu, diğerleri arasında hasta veya işsiz kalan kişilere asgari bir ücret garanti etmek için de haklı olarak kullanılır.
Bu fonun bir bölümü Rasûlullah @ ve halifeleri tarafından toplumdaki hasta ve işsizlere yardım için kullanılmıştır. Bu sistem modern tarım ve endüstri ekonomilerinde işsizlik ve hastalık probleminin çözümünde yeniden dikkate alınabilir. Zekat fonunun bir kısmı işverenlerin ve İşçilerin iştirakleri ile, çalışanlar işsiz veya hasta olduklarında ailelerinin temel ihtiyaçlarını, normal hayat standardında bir düşüş olmadan karşılamak üzere yeterli bir tazminat alabilmeleri için, arttırılabilir. Müslüman devletler bu fonları zayıf, fakir ve işsizleri kalkındırmak için gereğince uygular ve kullanırsa, Kur'ân'ın takdir ettiği gibi, dı§ yardım olmaksızın kendi iç kaynaklan ile ekonomik problemlerini çözebilecektir.
Modem endüstriyel sistem emek ile sermaye--yi, kapitalist Ülkelerde menfaatleri daima çatışan ve bu iki unsurun büyük ölçüde israfına yol açan iki düşman kampa ayırmaktadır. Emeğin haklarını koruyacak kanuni tedbirlere rağmen ihtilafları azalmamış aksine özellikle İngiltere ve Amerika'da son yıllarda artmıştır. Hatta işçi sendikası hareketi amacına ulaşmada başarısızlığa uğramış ve bu ülkelerde her endüstride çok sık yasal olmayan grevler yapılmıştır. Batılı ülkeler her yıl, özellikle İngiltere, grevden dolayı mallarını zamanında teslim edememesi nedeniyle milyonlarca paund değerinde zararla karşılaşmıştır.
Emek ve sermaye arasındaki rekabet ve çatışma bir İslâm Devletinde doğmaz. İslâm emek ve sermayeyi menfaatleri çarpışmayacak bir tarzda kardeşlik ve arkadaşlık zinciriyle bağlar. İslâm diğerlerinin hakları adalet, eşitlik, sevgi ve etkinlik İçin ortak ulvî güven duygusunu, iyi niyeti ve saygıyı teşvik eder. Bir müslüman sermayedar sanayileşmedeki yegane amacı vurgunculuk ise, gerçek bir mümin olamaz. Tersine o, sermayesini cemiyete faydalı işletmelere ve endüstrilere yatıracak ve sonra oradan elde ettiği herhangi bir kâr için Allah'a minnettar kalacaktır. Onun endüstri ve diğer teşebbüslerdeki yatırımlarında temeİ amacı Allah rızası için beşeriyete hizmet etmek olacaktır. Açıktır ki, O da verimliliğini arttırmaya çalışacak, fakat bu onun için üretimi arttırmada tek saik değildir. O, daima üretimde kendisine yardım edenler kadar toplumun daha iyiye gitmesini dikkate alacak ve kamu yararı ile kendisiyle çalışanların refahı pahasına daha yüksek verimlilik sağlayan planını uygulamayacaktır.
Bu, İslâm'ın gerçek inananlarda geliştirdiği diğer insanlara karşı iyi niyet ve sevgi duygusundan dolayıdır. Ve İslâm temelde ahlâki eğitim ve Allah'ın peygamberlerinin hayatlarından yaşanılan örneklerle emek ve sermaye arasındaki iyi ilişkileri teşvik eder. Hz. Musa'nın kıssasında endüstriyel ilişkileri düzenlemede ve emek ve sermaye arasındaki bu uyuşmazlığa son verme konusunda bizim için ders vardır. Mısır'da bir adamın öldürülmesinden sonra, Hz. Musa Medyen'e döndü ve Hz. Şuayb'ın kızı, babasına, sağlıklı (güçlü) ve güven dolu bir kişi olarak Musa aleyhisselâmı istihdam etmesini şu şekilde tavsiye etti: "O iki kadından biri dedi ki: 'Babacığım onu (davarları otlatmak için) ücretle tut. Çünkü tuttuğun ücretlilerin en hayırlısı o, güvenilir, güçlü bir adamdır." (28: 26).
Bir işçinin gerekli vasıflarının tasvirinden sonra Kur'ân-ı Kerim iyi vasıflara sahip bir işvereni şu şekilde zikretmektedir: "(İhtiyar adam, Musa'ya şöyle) dedi: '-Bana sekiz yıl ücretle çalışmak üzere, şu iki kızımın birini sana nikah etmek istiyorum. Eğer on seneyi tamamlarsan bu da senden (bir fazlalık). Bununla beraber seni zorlamak istemiyorum. İn-şaallah beni dürüst kimselerden bulacaksın." (28: 27).
Burada, sermayedarlara çalışanlarına karşı merhametli olmaları, onların haklarını hemen Ödemeleri ve işte diğer imkanları ile kolaylıkların sağlamaları konusunda ders (uyarı) vardır. İşçiler için de topluma ve işverenlere karşı görevlerinde dürüst ve çalışkan olmaları emredilmektedir. İşçi ve işverenler biribirleri-ne karşı görev ve sorumluluklarını bu anlayışta yerine getireceklerdir.
Sorumluluk duygusu beşeri ilişkilerin temelidir ve İslâm müntesipleri (inananları) arasında bu ruhu ahlâkî eğitimle geliştirmeye çaba-'amıştır. Kur'ân-ı Kerim kesin bir şekilde tüm müslümanlara, sadece Allah'ın rızasını kazanmak için birbirlerine karşı çok müşfik ve kardeşçe davranmalarını emretmektedir: "Mü1-minler (dinde) ancak kardeştirler. Onun için (ihtilaf ettikleri zaman) iki kardeşinizin aralarını düzeltin ve (Allah'ın emrine muhalefet etmekten) sakının ki, merhamet olunasınız." (49: 10) ve müslümanlardan ayrılıkları gizlemeleri ve İslâm kardeşliğinde birleşmeleri şu şekilde istenmektedir: "Toptan Allah'ın dinine (şeriatına) sımsıkı sanlın. Birbirinizden ayrılıp dağılmayın. Allah'ın üzerinizdeki (İslâm) nimetini düşünün ki, cahiliyet devrinde birbirinize düşmanlar iken o, sizin kalpleriniz arasında ülfet (yakınlık ve sıcaklık), meydana ^rtirdi de onun nimeti sayesinde din kardeşleri oldunuz." (3: 103). Bu ayette, müslümanların birbirlerine kardeş gibi davranmaları ve kendi aralarında herhangi bir ihtilaf olmaksızın barış içinde yaşamaları halinde, Allah'ın rahmeti vadedilmektedir. Emek ile sermaye arasındaki uyuşmazlık, siyasî veya endüstriyel olsun, müslümanlar bu uyuşmazlıklara son vermeye ve İslâm kardeşliğinde birleşmeye çağrılmaktadır. Bu, zâlim ve insafsız işverenlere hatalarını düzeltmeleri için açık bir emirdir; aksi takdirde Allah'ın Rahmet ve merhametinden yoksun kalacaklardır. Başka bir açıdan ele alındığında, işverenin işçiyi meşru ve haklı payından mahrum bırakan bu İnsafsız davranışı, işçiler tarafından başvurulan grev veya endüstriyel hareketlerle kendilerini kârdan mahrum bırakacaktır.
Gerçekten, hakiki müminler sevgi ve şefkat bağlarıyla birbirlerine bağlı ve menfaatleri müşterek (aynı) olan kimselerdir. Bundan dolayı, müslüman bir işveren emeğin menfaatlerine karşı kendi mefaatlerinİ elde edemez. Çünkü, farklı kapasite ve pozisyonlarda olsa da, Allah'ın rızasını kazanmak için topluma hizmet etmeye çalışmaktadırlar. Bu durumda bîrinin diğerine iyi davranmaması için sebep yoktur. Ortak problemlerini dostça çözmede kardeşler olarak birinin diğerine yardım etmesi ve çalışması çok tabüdîr.
Rasûlullah @ söz ve fiiliyle emek İle sermaye arasındaki bu ilişkilerin kuvvetlenmesine yardımcı olmuştur. O, sadece Allah'ın rızasını kazanmak için biri diğerine yardım ettiği ve herkesin birlikte çalıştığı eşit bir toplum meydana getirdi. Ebu Musa'ya göre Rasûlullah @ şöyle buyurdu: "İnananlar birbirleriyle ilişkilerinde biri diğerini tamamlayan vücutfun parçası) gibidirler." Sonra Rasûlullah @ (parçaların bütün ile ilişkisini göstermek için) bir elinin parmaklarını diğer elinin parmaklan, arasına geçirdi (Buhari). Veda haccında müs-lümanlara hitab ederken Rasûlullah @ şöyle buyurdu: "İyi biliniz ki, bir nıüslüman diğer müslümanm kardeşidir ve bütün müslümanlar birbirlerinin kardeşidirler. İzni olmaksızın hiçbir kimsenin başkasının bir şeyini zorla alması meşru değildir. Kim bu işi yaparsa kendisi için günah işlemiş olur. Sakının! (Allah'ın size) emrini iletiyorum." (Taberi).
Böylece İslâm, bu tür ahlâkî düsturlarıyla emek ile sermaye arasındaki ilişkileri düzenlemede sosyal bir yapı kurmaya çalışmaktadır. İslâm ilgili taraflara işlerini sevgi, şefkat ve iyi niyetle kardeşçe düzenlemeyi emretmektedir. Diğer bir ifadeyle, başka İnsanlara iş yaparken yalnız kendi menfaatlerini gözet-memeli, aynı zamanda kardeşlerinin menfaatlerini gözetmeli ve kendileri için istediklerini kardeşleri için de istemelidirler. Uygulamadaki problemler bu ruhla çözümlenirse, emek ile sermaye arasında herhangi bir uyuşmazlık olmayacaktır. Onlar arasında herhangi bir konuda görüş ayrılığı olursa, taraflardan biri haksızlığa uğramasın diye, İslâm devleti adalet ve eşitlik prensibiyle mesele hakkında hüküm verme ve müdahale konusunda kanuni hak ve ahlâki yükümlülüğe sahiptir.
Sermaye, daha fazla servet üretmeye yardımcı olan servettir. Kişisel tatmin yerine, daha fazla servet üretmeye yardım eden herşeyi kapsar. Profesör Thomas'a göre, topraktan ziyade daha fazla sermaye üretmede kullanılan, kişilerin ve milletlerin serveti sermaye olarak adlandırılır. Sermaye, insanın emeği ile elde ettiği ve sonra daha fazla servet üretmek için kullandığı bir zenginliktir.
Sermaye, insanoğluna zenginlik Üretiminde yardımcı olan üçüncü faktördür. İnsan emeğinin meyvesi yalnız başına çok kıt olduğundan, modern endüstri dünyasında büyük ölçekli üretim, sermayenin yardımı olmaksızın imkânsızdır. Çağımızda endüstriyel ilerleme ve büyük ölçekli üretimin bütün sermayenin kullanılmasıyla başarıldığı ifadesi yanlış değildir.
İnsan hayatındaki önemi bakımından Kur'ân-ı Kerim Âl-i İmran suresinde sermayeye işaret etmektedir: "İnsanlara kadınlar, oğullar, altın ve gümüşten istiflenmiş yığınlar, yaylıma salınmış (güzel) atlar, davarlar ve ekinlerden yana nefsin isteklerine muhabbet, süslenip bezendi." (3: 14). Kur'ân-ı Kerim zenginlik ve sermayeyi, isteklerini karşılamak üzere üretimi artırabilmek için "bu dünyada insanoğlunun kullanımına sunulan nimetler" olarak adlandırmaktadır. Burada (nimet) kelimesi, geçim vasıtalarını (yani üretim) izahetmek için kullanılmaktadır; fakat burada sermaye, daha sonra belirtileceği gibi, altın ve gümüş hazin 'eri terbiyeli at ve sığır gibi çeşitli sermaye türlerini ifade etmektedir. İhtiyatlı ve basiretli bir insan Kur'an-ı Kerim'in bu ifadesinde muhtelif sermaye kullanımlarını kolayca görebilir.
Peygamber @, sermayenin önemini şu ifadelerle vurgulamaktadır: "İki durumdan başkasına gıpta edilemez: Allah'ın verdiği zenginliği (sermaye) ve gücü doğru yolda sarfeden kişi (kendisi ve insanlığın faydası için); ve Allah'ın bahşettiği ilmi olayların değerlendirilmesinde kullanan ve (diğerlerine) öğreten kişi." (Buhari). Burada, ilim sahibi olma arzusu her insanda tabii bir istek olan zenginlik sahibi olma arzusu ile yakından ilgilidir. Böylece, ilim sahibi olma önemli bir zenginlik olarak açıklanmıştır. Peygamber @, servet (serma-ye)in önemini bilmekteydi ve ashabına ilim ve zenginliği elde etmede birbirleriyle yarışmalarını tavsiye etmişti.
İkinci halife Hz. Ömer devamlı olarak müslü-manian mümkün olduğu kadar çok zenginlik (sermaye) elde etmeye ısrarla teşvik etmişti. Muhammed b. Said, Kadisiye savaşında her müslümanın 50 dirhemden aşağı olmaksızın 1000 dirheme kadar kazanç elde ederek savaştığını rivayet etmektedir Her ay için 100 dirhemden az (gelir) elde eden tek bir çocuk yoktu. Hz. Ömer şöyle buyurdu: "Bu tahsisat (gelir)m onların ihtiyaçlarından fazla olduğunu biliyorum. Bu gelirle bir keçi satın alsalar ve sonra ikinci tahsisatı aldıklarında bir veya iki tane koyun alsalar daha iyi olurdu. Bu onların, sermayesini arttırıp; onlardan sonra çocukları yeterince herşeye sahip olacaklar ve boş elli (fakir) olmayacaklardır." (Futuhu'l-Buldan. Balazurî, sh. 453, nakleden Yusuf-u'd-Din, a.g.e-, sh. 325-326).
Sermaye, sadece gelirin harcamadan büyük olması ile mümkün olan tasarrufun sonucudur. Bazıları bütün ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra tasarruf yapabilir, fakat çoğu insanlar daha az gelir ve daha çok gidere sahip olduğundan normal şartlar altında tasarruf yapamazlar. İnsanlar ya sermayelerini daha verim-
li kullanmak suretiyle gelirlerini arttırmaya ya da lüzumsuz harcamaları kısarak masrafı azaltmaya teşvik edilerek tasarruf yapabilirler.
Daha fazla servet üretimi için kullanılabilen sermaye miktarı bütünüyle tasarruf miktarına bağlıdır. Bundan dolayı bir ülkede sermaye miktarını arttırmak için ilk olarak insanlar daima gelirlerini arttırmaya gayret etmeliler; ikinci olarak, gelirlerini çok dikkatli ve ölçülü sarfetmeli ve israftan kaçınmalılar ve üçüncü olarak serbestçe ve kolayca servet kazanmaya insanları muktedir kılmak için ülkede tavn banş ve güven olmalıdır.
İslam, toplumdaki tasarruf miktarını arttırmak için mümkün olan tüm metodları tavsiye etmiştir.
Gelir Artışı: Sermaye birikimine yardımcı olan birinci önemli etkili faktör gelirlerdeki yükselmedir. Gelir yükselirse tasarruf ve dolayısıyla sermaye için bir imkan vardır. İslam, toplumdaki gelir artışını sağlamak için faydalı birçok metod teklif etmiştir. Bu metodlar temelde iki başlık altında toplanırlar: Zorunlu tedbirler ve ihtiyari (gönüllü) tedbirler.
a- Zekat ödemesi: Zekat veya fakirin payı
hayvan, ekin, ticari mal, altın, gümüş ve nakit üzerinden zorunlu yapılan bir
toplamadır. Zekat gelir, üzerinden değil, fakat tam bir yıl için sahibinin
tasarrufunda kalan servet üzerinden alınan bir toplamdır. Servet sahibi
servetini kullansın veya kullanmasın her yıl zekatını ödemekle sorumludur.
Bundan dolayı zekat, zengini daha fazla servet üretiminde servetini kullanmaya
zorlayan etkili bir silahtır. Aksi taktirde belli bir süreden sonra her yıl
yapılan düzenli zekat ödemeleriyle bütün servet tükenecektir. Yatırımdaki her
artışla birlikte kârlar ve gelirler yükselir.
b- Faiz Yasağı: Faiz, müslüman bir devlette tamamen yasaklanmıştır ve halkın ileride para kazanmak üzere sermayelerini faize vermelerine müsaade edilmez. Bundan dolayı halk büyük bir ihtimalle sermayesini verimli kanal (alan)lara yatıracak ve böylece meşru usûllerle kârları ve gelirleri artacaktır.
Bir İslam devletinde zekatın yanisıra halkın gelirlerinin yükselmesine katkıda bulunan diğer bazı ahlaki olarak geçerli, çok faydalı ve etkili, tedbirler bulunmaktadır.
a- Yetimlerin Servetinin Kullanılması: Toplumda sermayenin büyümesini teşvik etmek için yetimlerin sermayesini ticaret ve diğer kârlı teşebbüslere yatırmaları, iddihar etmemeleri ve âtıl tutmamaları yetim mallarını israf etmemeleri, yetimlerin istifadesi için uygun bir şekilde kullanmaları da istenilmektedir.
Bu husus Kur'an-i Kerim'de şu kelimelerle ifade edilmektedir: "Ey yetimlerin veli ve vasileri, Allah'ın dünya geçimi için sebep kıldığı tasarrufunuzdakî yetim mallarını, onların akılsızlarına vermeyin. Eğer buluğa vardıktan sonra kendilerinde bir akıl ve rüşd görür ve anlarsanız, hemen mallarını onlara teslim edin." (4: 5-6).
Kur'an-ı Kerim burada, kendilerini destekleyen bir araç olan yetimlerin zenginliklerinin küçümsenemeyeceği ve israf' edilmeyeceği gerçeğini vurgulamaktadır. Onların sermayelerini kârlı teşebbüslerde kullanmak sizin (bizim) görevinizdir. Böylece giderleri sermayeden değil kârdan karşılanır ve dolayısıyla onlar için uygun bir geçinme vasıtası bulunmuş olur.
Peygamber @, çok kesin ifadelerle, vâsilere yetimlerin servetini gelir getirici işlerde kullanmalarını ve âtıl bırakmamalarını emretti: "Sakının. Aranızda zengin bir yetime vâsi olan herhangi biri onun (serveti) ile ticaret (yani kârlı işletmelere yatırım) yapsın ve onu bırakmasın (iddihar), böylece (yıllık mecburi ödeme olan) zekat onu tüketmesin." (Tirmizi).
İmam Mâlik'e göre Peygamber @'ın zevcesi yetimlerin servetini, onunla alış-veriş yapmaları ve yetim için bir kâr elde etmeleri için sık sık tüccarlara verirdi. (Muvatta1). Hz. Ömer Hz. Osman ve Hz. Ali kendi halifelik dönemlerinde yetimlerin servetini ticarete (ve diğer işlere) yatırdılar. Ve Hz. Ömer sık sık şöyle söylerdi: "Zekat tarafından tüketilmesin diye yetimlerin serveti ile ticareti yapın" (Mebsut-el- Serahsi ve Kitabû'l Emval).
b- Paranın Yeniden Yatırımı: Sermayenin artışı çok önemli kabul edilmekte ve her müs-lüman ticaretteki parasını yeniden yaarıma yöneltmeyi ümit etmektedir. Bu hususta şu hadis çok önemlidir: "Allah, ev ve toprak şeklinde tekrar, yatırıma yöneltilmeyen ev ve toprağın değerini kutsal (meşru) kabul etmez." (İbn-i Mace ve Kitabu'l-Harac).
Başka bir hadis-i şerif şu ifadelerle sermayenin önemini vurgulamaktadır: "Her kim olursa ofsun, kazanç getiren bir ev veya toprağı satar ve bedelini ona benzer birşeye yatırmaz-sa, o kimse için bu (bedel) meşru değildir (aynı şekilde serveti de artmaz).
Bu, Peygamber @'ın toplumda sermaye artışının devam ettirilmesinde ısrarlı olduğunu açıkça göstermektedir. O, müslümanlann sermayelerini korumalarında ve daha fazla servet üretmede kullanabilmek için onu satmamalarında ısrar etmiştir. Herhangi bir kimse, şartlardan dolayı bunlardan birini satmaya zorlanırsa, o parayla benzer (verimli) mal almaya razı edilmelidir.
c- Zengin Vârisler Bırakma: Toplumda sermayenin artışına daha fazla yardım etmek için İslam, insanları zengin ve müreffeh mirasçılara bırakmalarını ve tüm servetlerini sadakaya vermemelerini teşvik etmektedir. Peygamber @ bu hususu şu şekilde vurgulamaktadır: "Onların diğer insanların kapılarında dilenmemeleri için, serveti fakirlere bırakmaktan zengin mirasçılara bırakmak daha iyidir."
Sa'd b. Ebı Vakkas'dan şöyle rivayet edilmiştir: Sa'd demiştir ki: Veda haccı yılı (Mekke'de) şiddetli bir hastalığımda beni ziyaret ederdi. (Bir ziyaretinde) ben: "Ya Rasulullah, bendeki hastalık, görüyorsun şu müzmin hadde erişmiştir. Ben zenginim; bir tek kızımdan başka kimse de bana mirasçı olamıyor. Bundan dolayı malımın üçte ikisini tasadduk edeyim mi?" dedim. "Hayır!" buyurdular. "Yansını tasadduk edeyim mi?" dedim, (yine) "Hayır!" buyurdular. "O halde üçte birini tasadduk edeyim mi?" dedim. Rasulullah @; "Üçte bir? Üçte bir de çok. Şüphesiz ki senin mirasçılarım zengin bırakman, onları fakir, âleme el açar bir halde bırakmandan daha hayırlıdır." buyurdular. (Buhari, Tirmizî).
Peygamber @'ın bu ifadeleri, fakir bir kimsenin mirasçılarına verilen aşın yardımın faziletli ve takvaya uygun bir davranış olmadığını göstermektedir. Bir kimsenin, onlar daha iyi ve daha müreffeh bir hayat yaşasınlar diye, mirasçılarına daha çok servet bırakması hayırlıdır. Hayata ve mülkiyete karşı bu tavır, umûmi olarak toplumdaki zenginliğin yayılmasına yardımcı olur.
İsrafın Önlenmesi: Gelir artsa bile, halkın harcaması gelirden daha hızlı artarsa yeterli tasarruf olmaz. Dolayısıyla toplumda lüzumsuz harcamaları kısmak ve israfın artışını önlemek gerekir. Bu amaca ulaşmada Kur'an-ı Kerim, müslüman bir toplumda israfı ve aşırılığı kesin bir şekilde haram kılmış ve yasaklamıştır.
Araf suresinde şöyle buyurulmaktadır: "Ey Adem oğullan! Her namazınızda süslü elbisenizi giyin. Yiyin, için, Allah israf edenleri sevmez." (7: 31). El-İsra suresinde de şöyle buyurulmaktadır: "Bir de akrabaya, yoksula ve yolda kalmışa hakkım ver. Bununla beraber (malını) büsbütün saçıp-savurma. Çünkü israf yapanlar şeytanların kardeşleri (dostla-n)dir. Şeytan ise, Rabbine karşı çok nankördür." (17: 26-27).
Böylece Kur'an-ı Kerim (fakire) yardımı emrederken, tasarrufa dikkat etmeye ve bu şekilde müsriflik ile cimrilik gibi iki aşırılık arasında orta yolu bulmaya sevkeder. Allah'ın ihsanından dünya hayatını desteklemek ve ge-
çimlerini sürdürmek için verdiklerini israf ederek Allah'a karşı nankör olduklarından, şeytanın kardeşleri olarak adlandırılmaktadır.
Kur'an-ı Kerim, halk arasında israf alışkanlığını yayan ve teşvik eden şeyleri, israfı önlemek İçin haram kılmıştır. Bu, ayette şu şekilde açıklanmaktadır: "iman edip salih amel işleyenler üzerine, bundan böyle sakmdıklan ve güzel işlere devam ettikleri, sonra takva ve imanlarında kökleş tikleri, daha sonra bu takva ile beraber güzel işlerle meşgul oldukları taktirde, önceden (haram kılınmadan evvel) tattıkları şeylerde bir günah yoktur." (5: 93).
Kur'an-ı Kerim, tüm müslümanlara, israfa yol açan (teşvik eden) şeyleri bırakma konusunda yaptığı çağrı ile, müreffeh olmak isterlerse israf ile refah arasında negatif (ters) bir ilişkinin bulunduğunu göstermiştir. İsraf ve aşırılığa kapılan milletlerin tasarrufları bitince üretim ve yatırımlarının olumsuz yönde bundan etkileneceği ve bunun sonucunda müreffeh hayat-lannm fakirlik ve açlığa dönüşeceği şüphe götürmez bir gerçektir.
İddihar (Biriktirmek, Saklamak): Sermaye artışını durduran bir diğer faktör de iddihardir. Çoğu Asya, Afrika ve Güney Amerika ülkelerindeki alışkanlık gibi, servet, daha fazla servet üretimi için kullanmak yerine, atıl bırakılır veya toprağın altına gömülürse bu, ticarette, tarımda ve endüstride mevcut kullanılan sermaye miktarını azaltacaktır. Bu durumun aynı şekilde, ekonomik gelişme hızını düşürmesi ve tedrici olarak ülkeyi fakirleştirmesi muhtemeldir.
İslam, iddihar alışkanlığını cimrilik gibi yasaklamış ve onu şu şekilde günahın özelliklerinden biri olarak tasvir etmiştir: "Bir de (mal ve para) biriktirip yığan (depo eden) kimseyi" (70:18). Bu ifadeler devamlı iddihar (yığdığı) halde asla tatmin olmayan insanların halet-i ruhiyesini tasvir etmektedir. Bu tür kimseler asla harcanmasın diye hazinelerini gömerler ve mühürlerler. Tevbe suresinde, zenginlik (servet)lerini iddihar edenler ve onu harcama-yanlar için bir ikaz bulunmaktadır: "Bir de altını ve gümüşü biriktirerek saklayıp onlan Allah yolunda harcamayan kimseler! İşte bunları azıklı bir azap ile müjdele ." (9: 34).
Zenginliği elde etmek (servet sahibi olmak) helaldir, fakat onu topluma zarar verecek miktarda iddihar etmek kesinlikle haramdır. Herkes zenginliğini istifler veya ölü bir yatırıma aktarırsa, o zaman toplumun işleyen bütün sermayesi bloke edilmiş olacak ve herkesin İstifadesi için ticaret ve endüstri kanallarının çalışmasının devam etmesi bakımından hiçbir (veya çok az) şey kalmayacaktır. Diğer bir İfadeyle, ferdi talepler kadar milletlerin refahı, ülkenin endüstriyel ve ticari kaynaklarını geliştirmek ve korumak için belli miktar sermayenin daima bulunmasını gerektirir, iddihar veya başka sebeplerden dolayı zorunlu sermaye arzmdaki bir azalma, ekonomik büyümeyi ve bunun sonucu olarak halkın ferdi refahını olumsuz yönde etkileyecektir.
Yine, Hümeze suresinde, aşağıdaki ifadelerde, iddihar cehennem ateşine mahkum edilen insanların bir vasfı olarak tasvir edilmektedir: "Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi ve başkalarını ayıplamayı ve servet biriktirip onu saymayı adet edinenlere yazıklar olsun. O, malının kendisini ebedi kılacağını mı zanneder?" (104: 1-3). Asr suresinde iyilik ve sabır, insan karakterini teşkil edecek ve dünya ve ahirette başarılı olmasına yol açacak olan temel (prensip)ler durumunda bulunan iki vasıf olarak birleştirilmektedir. "Burada servetin biriktirilmesi ve iftira, sosyal (ve ekonomik) gelişmenin kanım emen ve eninde-sonunda fakirlik ve tehlikeye yol açan iki günah olarak birleştirilmektedir."
Kur'an-ı Kerim'de tasvir edildiği gibi, iddiha-rın zararlı etkileri bakımından Peygamber @'m ashabı bu alışkanlığı verimsizlik ve müsriflik olarak hoş karşılamamışlardır. Kays b. Ali Asım anlatıyor: "Bir gün Habbab'a gitmiştik. O, duvar örüyordu. Peygamber @ şöyle buyurdu: 'Her müslüman servetini sarfettiğî herşeyden dolayı ecrini aldı, yalnız toprağa gömdüğü (ölü yatırım) hariçtir."
Barış ve Güven: Sermaye birikimi için ülkede banş ve düzenin bulunması gereklidir. Gerçekten üretim ve özellikle sermaye birikimi barış ve güvene sıkı sıkıya bağlıdır. Eğer ülkede barış ve güven varsa halk, iş ve tasarruf için daha az fırsat elde ettikleri düzensizlik ve güvensizlik zamanından daha fazla çalışacak ve tasarruf edecektir.
Kur'an-ı Kerim, halkın daha mutlu bir hayat yaşayabilmesi ve müreffeh olabilmesi için müslümanlara banş ve istikrarı korumayı emretmektedir. Toplumda herhangi bir kötü (şer) unsur yoksa, barışın yayılması ve gelişmesi ve sistemin rahatsız edilmemesi muhtemeldir. Kur'an-ı Kerim şu ifadelerle müslümanlara büyümeyi (artışı) kontrol etmeyi emretmektedir: "Fitneden eser kalmaymcaya ve din de yalnız Allah'ın oluncaya kadar o müşriklerle savaşın." (2: 193).
Burada müslümanlarda, ülkedeki herkes için barış ve adalet uğruna savaşmaları istenilmektedir. Fakat "Onlar zulüm sona erdiğinde ve erkekler bir inancı kabul etmek veya reddetmeye zorlanmadıklarında, kabul ettikleri gerçek bir inancı itiraf edebilmeli ve bundan sonra savaş olmamalıdır. Aşağıdaki ifadeler oldukça açık anlamlıdır. Zulümden vazgeçerlerse müslümanlar derhal onlara karşı savaşı durdurmalı ve saldırganlar hariç hiç kimseye karşı savaş hali sürdürülmemelidir."
Hacc suresinin 40. ayeti ile yapılacak bir karşılaştırma, bu açıklamanın doğru olduğunu gösterecektir. Bu ayette yer alan ifadeler İslam savaşlarının gayesini açık olarak ortaya koymaktadır: "Eğer Allah, insanların bir kısmını (müşrikleri) bir kısmı ile (müminlerle) defetmeseydi, içlerinde Allah'ın ismi çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler elbette yıkılırdı" (22: 40). Bu açıkça göstermektedir ki, müslümanlar sadece mescidlerin ve kendi iktisadî ve sosyal sistemlerinin savunmasında değil, aynı zamanda kiliseler, havralar ve temsil ettikleri ekonomik ve sosyal sistemler için de savaşmıştır. Aynı amaç sözkonusu âyette inançlara baskı yapılamayacağını ve herkesin istediği İnanca sahip olmada hürriyeti beyan edilmektedir. Bu âyet dinî, sosyal ve ekonomik hürriyetin geniş prensiplerini ortaya koymaktadır. "Saldırganlara karşı hâriç" ifadesi, düşmanlığın yalnız zâlimlere karşı zulümden vazgeçmeleri için devam ettirilebileceğini, bu hâllerinden vazgeçtiklerinde onlara karşı, düşmanlıkların durdurulması gerektiğini ifade etmektedir.
Aynı prensip Peygamber @ tarafından veda haccında şu şekilde ifade edilmişti: "Sözümü iyi dinleyiniz! Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bîr ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise; canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur." (Buharı ve Müslim).
Bu ifadelerde Peygamber @, hiç kimsenin ferdi hakları ihlal etmemesi ve diğer insanların mülkünü gasbetmemesi veya hayatını tehlikeye sokmaması veya namusuna zarar vermemesi için ülkedeki güven ve barışı korumanın kollektif olduğu kadar bireysel olarak her müslümanın görevi olduğunu açıkça belirtmektedir. (2: 188,4: 5, 5: 32, 6: 152, 25: 68).
Islamın altın esaslarından biri, insan kardeşliği prensibidir. İslam insanlar arasındaki sun'i farkları kaldırmakla ve onların hepsini aynı insani seviyeye getirir. İslam onlara insanlığın eşitlik ve kardeşlik esasını öğretmekte ve asırlar boyu süren zenginlerin fakirler üzerindeki hakimiyetine son verdi. İslam kölelere de insanlık haysiyeti kazandırdı ve efendilerine kölelerinden farklı olmadıkları uyarısını yaptı: "Allah imanınızı çok iyi bilendir." (4: 25). Nisa suresinde: "Ey insanlar, sizleri tek bir şahıstan (Adem'den) yaratan o şahıstan da eşini ( Havva'yı) vücuda getiren, ikisinden birçok erkeklerle kadınlar üreten Rabbinizden sakın." (4: 1) buyurulmaktadır. Hucurât suresinde şöyle buyurulmaktadır: "Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız, O'ndan en çok korkanmızdır. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır." (49: 13).
Kur'an-ı Kerim ayetlerinde insanlığın kardeşlik esasını tayin etmektedir. Bu ayetler, kardeşlik esasına bağlı bu genişlikte bir insanın diğer bîr insana üstünlüğünün renk, din veya zenginliğe bağlı olmadığını, ancak itaat ve kulluğa riayete bağlı olduğunu belirtmektedir. Böylece İslam tüm insanlar arasında insani eşitlik ve kardeşliği ilan etmekte ve milliyet, zenginlik ve rütbeye bağlı farklılıkları ortadan kaldırmaktadır. Peygamber @, bizzat talim ve tebligatıyla işveren ve işçiyi aynı seviyeye getirmiş, hepsinin topraktan yaratılan Adem @'m çocukları olduğunu belirtmiştir. Peygamber @, sadece çok müsait durumu sebebiyle işçi veya istihdam edilenler üzerinde işveren veya sermayedarın hiçbir üstünlüğü bulunmadığı prensibine dayanan bir toplum oluşturarak insanî eşitlik ve kardeşliği vurgulamış ve göstermiştir. Bir insanın diğeri üzerinde bir üstünlüğü varsa ahlâki üstünlük veya dindarlığından dolayıdır. Peygamber @ Veda Haccında "takva hariç, bir Arabın Arap olmayan biri üzerinde, ne de bir siyah adamın kırmızı bir adam üzerinde ve ne de bir kırmızı adamın bir siyah adam üzerinde takva hariç bir üstünlüğü olmadığını" vurgulamıştır.
Peygamber @ işverenlere, işçilerine iyilik ve adaletle davranmalarını emretti ve efendi ile köleyi kardeşler olarak tasvir etti. O, müminlere, hizmetçi ve kölelerine karşı müşfik ve merhametli olmalarını emretti. Ebu Zer-el Gı-fari tarafından Peygamber @'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Hizmetçileriniz sizin kardeşlerinizdir. Kim ki kardeşi eli altındadır (çalışıyorsa); o halde ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara güçlerini aşan bir iş teklif etmeyin, eğer teklif ederseniz siz de yardım edin." (Buhari). Ayrıca Peygamber @ kölelerin (ve hizmetçilerin) duygularına hürmet edilmesini ve onlara hatır kinci lakaplarla hitap edilmemesini vurgulamaktadır.
Ebu Hureyre'nin rivayetine göre Peygamber @ şöyle buyurdu: "Sizden hiçbiriniz, -bu köle benim ve bu cariye benim demesin. Bu adam benim, bu kız benim demesi daha uygundur." Hz. Ali, Peygamber @'ın vefatından önce şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Köleleriniz (ve hizmetçileriniz) hakkında dua edin ve Allah'tan korkun." (Hadisi aktaran Muham-med Kutub, a.g.e., sh. 71).
İslamm bu öğretisinin ışığı altında, müslüman bir sermayedar (veya işveren), aynı modern kapitalist ülkelerdeki sermayedarlar (veya işverenler) gibi davranırsa kendisinin gerçek bir mümin olarak kalamayacağı söylenebilir. Eğer bu işveren vurgunculuğu bütün ihtiraslarının sonu ve hayatının tek amacı olarak görürse Allah'a inancı zayıf olacaktır.
İslam, müntesipleri arasında en iyi şekilde topluma hizmeti görev bilen bir ruh (anlayış) geliştirir. Onlar daima Allah'ın yarattıklarının hizmetine harcanması gerektiğini Allah'ın bir ihsanı olarak kabul ettikleri için sermayesini toplumun İyiliği yolunda yatırım yapacak yollar ararlar. Onlar yatırım yaptıkları alandan elde edebilecekleri kâr miktarına bakmaksızın, sermayelerini topluma gerçekten çok faydalı olan teşebbüslerde kullanmaya gayret edeceklerdir. Bu teşebbüslerden elde edecekleri kâr ne olursa olsun, onlar daima memnun ve mutmain olurlar, Allah'a şükrederler.
Buna ilaveten müslüman bir işveren kendi kânndan çok işçilerin refah ve mutluluğu ile ilgilenecektir. Ve yeni bir yatırım ve üretime girişmeden önce bunun işçiler üzerindeki etkisini dikkate alacaktır. İşgücü fazlalığı ve işsizlik problemi gibi. Sonra projesinin topluma faydahlık derecesini gözden geçirecek ve herhangi bir şekilde millî menfaate zararlı olmadığından emin olmak isteyecektir. Müslüman işveren aynı zamanda herhangi bîr fİnansal veya sosyal problemi çözmek İçin hükümet ve işçiler ile daima işbirliği yapmayı göz Önünde tutacaktır.
Müslüman işverenin bu davranışı İslamm ahlaki eğitim ve Öğretiminin doğrudan bir sonucudur. İşveren işçisine kötü ve haksız davranırsa kıyamet gününde bunun hesabını vereceğini bilir: "Fakat kimin de tartılan (İyilikleri) hafif gelmişse!" (101: 8).
Allah'ın, sadece içinde bulundukları durumlar (şartlar)dan nasıl davranacaklarını görmek için İnsanları farklı pozisyonlarda (bîr kısmı işverenler ve diğerleri işçiler, bir kısmı sermayedarlar diğerleri çalışanlar olarak) görevlendirdiğini bir işveren hiçbir zaman hatırından çıkarmaz: "Allah, odur ki, sizi arzın halifeleri yaptı ve derecelerle kiminizi kiminizin üstüne çıkardı. (Bunun hikmeti ise, sizi) size verdiği şeylerde imtihan etmek içindir." (6: 165). Bu ilahi kontrol insanı daha sorumlu ve diğer insanlara ilgili işlerinde faziletli kılar, insanlığa hizmeti basan telakki eden fertlerin üretimine devam eder. Böyle bir toplumda işçi olsun, işveren olsun, fertlerin başkalarını aldatarak dev kârlar yapmaları düşünülemez. İslam'ın önerdiği yüksek talim ve terbiye, tatbikatta fertlere insanlık idealini yaş attırmaktadır. İnsanı diğer canlılardan farklı kılan onun yalnızca maddi değil, aynı zamanda manevî değerlere de sahip olmasıdır. O, kendi hayatiyetini sürdürmek için bir takım iktisadi gayretler İçinde olurken, başkalarının iyiliği ve refahı için de çaba gösterecektir. İnsanın bu yüksek idealine şu ayette işaret edilmektedir: "Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet oldunuz. İyiliği emreder, kötülükten men edersiniz ve Allah'a inanırsınız..." (30: 110).
Aynı şekilde işçilere de, iş sahiplerine karşı sabırlı ve anlayışlı olmaları ve bulundukları görevden dolayı hesaba çekilecekleri hatırlatılarak bu görevlerini dürüst ve verimli bir şekilde yapmaları, topluma karşı görevlerinde ihmalkârlık gösterirlerse cezalandırılacakları bildirilmektedir. Bundan dolayı Müslüman bir işçi, dünyada insanlar arasındaki derecelerin tabu olduğuna inandığı için, yüklendiği mesuliyeti güç ve kabiliyetinin gerektirdiği en iyi şekilde yerine getirecektir. Görev aldığı mevki sadece insanların faaliyetlerinin yönetildiği ve herkesin kendi görevlerine göre değerlendirildiği yerdir: "Allah'ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri arzu etmeyin..." (4: 32). Zuhruf suresinde de şöyle denilir: "...Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz taksim ettik ve onlardan kimini ötekine derecelerle üstün kıldık ki biri, diğerine iş gördürebilsin..." (43: 32). Tâhâ suresinde de benzer ifadeler vardır: "Onlardan bazı zümrelere kendilerini denemek için verdiğimiz dünya hayatının süsüne gözlerini dikme. Rabbi-nin nzkı daha hayırlı ve daha süreklidir." (20: 131). En'âm suresinde yer alan bir başka ayet bu hususu hülâsa etmektedir: "Sizi yeryüzünün halifeleri yapan, size verdiği şeylerde, sizi denemek için, kiminizi kiminizden üstün kılan O'dur. Şüphesiz Rabbin, cezası çabuk olandır ve O, bağışlayan, merhamet edendir." (6: 165).
Peygamber @, müslümanlara zorluk ve sıkıntılara sabırlı olmalarım, bollukta cömert olmalarım ve kendilerinin sahip olmadığı bir şeye asla üzülmemelerini emretmektedir. O'nun şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Senin için açlığını giderecek ve çıplaklığını örtecek kadar yeterlidir. Eğer bunlara sahipsen (barınmak için) bir ev alman iyi ve güzeldir ve eğer binmek için bir şey alabilirsen daha da iyidir." (Ahmed ve Tirmizi). Başka bir vesile ile şöyle buyurdu: "Sizden biriniz kendisinden daha aşağı birini görmek isterse kendisinden servet (varlık)i daha az olana baksın." (Buhari ve Müslim).
İslam devletinde vatandaşları sorumlu yapan İslamdaki bu eğitimdir. İşverenler ve sanayiciler bir taraftan kendi menfaatleri için çalışırken, diğer taraftan kendi İdarelerindeki çalışanların menfaatlerine zarar vermez veya kamu malını tehlikeye atmaz. İşçiler, emeklerini tembellikle israf etmeksizin veya kasten ve ihmal ile sermayeye hasar vermeksizin, firmalarının verimliliğini arttırmak için ellerinden geleni yaparlar. Böylece İslam, işçi ve işverenlerin her ikisinin, kamu menfaati için, çatışan ve ve ayrılan menfaatlerini tanzim etmeye ve ahenk içinde sürüdürmelerini temine çalışmaktadır.
Temel hedef, ahlakî tavsiye ve yaptırımlar ile ve kişileri bilgilendirme yoluyla başarıya ulaşmaktır. Fakat, gerekli görüldüğünde sermayedar ve İşverenlerin suistimaHerini önlemek için ayrıca kanuni tedbirler uygulanır. Bu bakımdan, emek ile sermaye arasındaki ilişkileri düzeltmek için İslamm tavsiye ettiği bazı tedbirleri sıralayacağız:
1- Mü'minler, işçilerine makul ücret Ödemeli ve onlara bedenî güçlerinin üstünde ağır ve aşırı iş yüklememelidir. Peygamber @ bu hususu şu sözlerle belirtmiştir: "Allah Teala şöyle buyurdu: Kıyamet gününde şu üç grup kimse beni karşılarında bulacaklardır... (Bunlardan biri de) işçiyi ücretle tutup ona işini tam olarak yaptırdığı halde ona ücretini tam olarak vermeyen kimsedir." (Beyhaki).
Peygamber @, işverenlerin işçilerden (köle veya hür) güçlerinin yeteceği ve kolayca yapabilecekleri tek bir iş istemeleri gerektiğini ve işverenlerin onlara sağlıklarını olumsuz yönde etkileyecek ağır ve zor iş vermemeleri gerektiğini de ifade etmiştir.
2- İşverenler çalıştırmaya başlamadan önce çalıştırdıklarının ücretleri üzerinde anlaşmaları gerekir ve ücreti (belirlemeksizin)nde anlaş-maksızın bir işçinin istihdam edilmesi meşru değildir. Ebu Said el-Hudri, Peygamber @'m "Bir işçiyi Önceden ücretinde anlaşmaksizın istihdam etmeyi yasakladığım" rivayet etmektedir. (Buhari ve Müslim).
3- Ayrıca işverenin ücretleri derhal ödemesi gerekir. İşçiye ücret ödemelerini geciktirmek büyük bir günah ve haksız bir fiil olarak kabul edilmektedir. Ebu Hureyre, Rasulullah @'ın "zengin bir kişinin zenginliğine rağmen başkalarının hakkını (ücretini) geciktirmesi yanlıştır" buyurduğunu rivayet etmektedir. (Beyhaki).
4- İşverenin, üretim araçlarının kırılması veya aletlerdeki herhangi bir hasar için için işçinir ücretinde herhangi bîr azaltma (tenzil) yapma sı veya para cezası kesmesi veya işçiyi sorumlu tutması meşru değildir. Müslüman hukukçular, kasıtlı ve bilerek yaptığı ispat edilmedikçe, işçinin çalışması sırasında bir kayıp veya makineye herhangi bir hasar olduğundan dolayı bir para cezasıyla sorumlu olmadığı görüşündedirler. Eğer bu olaylarda şahit yoksa, işçinin beyanı güvenilir telakki edilecektir. (Muhalla).
5- İslam işçileri ve çalışanları, sermayedar veya işverenlere karşı haksız ve adaletsiz birsey yapmaktan ve onların üretim araçlarına veya mülküne herhangi bir zarar vermekten alıkor. Rasulullah @ bunu şöyle açıklamıştır: "En iyi kazanç, işverenin işini iyilik ve hüsnüniyetle yaparak bir İşçinin elde ettiği kazançtır."
6- İslam, aralarındaki ilişkilerde denge ve itidali sürdürebilmek için, hem işçi ve hem işverene eşitlikle ve adalet ile davranır. Ve ahlaki öğüt ve kanuni tedbirlerle birlikte, onların her İkisine şu kelimelerle bir çerçeve çizer: "Ara-
nızdan hiç kimse kendisi için arzu ettiğini müslüman kardeşi İçin de arzu etmedikçe gerçek bir mü'min olamaz."
Ve fıkıh âlimleri bu prensibi şu şekilde açıklamışlardır: "Bütün insanların (sermaye olduğu kadar emek de) İşlerini iyilik, merhamet ve karşılıklı anlayışla düzenlemeleri ve kendileri için İstediklerini müslüman kardeşleri için de istemeleri, İslami gelenektir. Diğer bir ifadeyle, herhangi bir teşebbüste yalnızca kendi maddi menfaatlerini dikkate almamalı, fakat işlerinde onlara yardımcı olan diğer insanların refahını da düşünmelidir. (Ahmed).
Bir işe teşebbüs eden, plânlayan, rehberlik eaen ve düzenleyen kişi organizatör veya müteşebbis olarak adlandırılmaktadır. Bundan başka herhangi bir işte bütün işlerin planlanması ve yönetilmesine de organizasyon denilmektedir.
Modern sanayi dünyasında organizasyon büyük bir rol oynamakta ve çok önemli bir üretim faktörü olarak görülmektedir. Müteşebbis uygun oranlarda toprak, emek ve sermaye vb. gibi üretim faktörlerini istihdam eder ve minimum maliyetle maksimum prodüktivite elde etmek İçin en iyi tarzda onları çalıştırır. Mü-şetebbis bir gemi kaptanı gibidir, görevi endüstri gemisini güvenli bir şekilde ekonomik refah limanına yönlendirmektir.
Organizasyon ve planlamanın Önemi Allah'ın kendisini en iyi organizatör olarak bildirmesinden muhakeme edilebilir. Ali-İmran Suresinde: "Allah bize kafidir ve O ne güzel vekildir, dediler" (3:173)
Müslümanlara bu ayette işlerini (en iyi şekilde yapmaları ve sonra) işlerin en iyi yöneticisi ve organizatörü Allah'ın himaye ve velayetine bırakmaları nasihat edilmektedir. Ayrıca ayet en iyi yönetici ve Organizatör olan Allah'ın, kullarının da işlerinde iyi organizatörler olmaya gayret göstermeleri isteğini içermektedir.
Kur'an-i Kerim Hud Suresinde, Nuh @'ın Allah'ın gözetimi ve rehberliğinde nasıl gemi yaptığını anlatmaktadır. "(Nuh'a vahyolundu) Nezaretimiz altında ve vahyimiz gereğince gemi yap..." (11:37).
Bu üretim faktörüne başka bir referans Yusuf @'ın Mısır Kralının rüyasını yorumladığı ve ona kıtlıkla ilgili tüm bilgileri verdiği Yusuf suresinde vardır. Kral devlet işlerinde ondan tavsiye alabilmek için itibar ve rütbe ile Yusuf @'ı hapishaneden çıkardı. Sonra Yusuf @ şu ayette Krala kendisini devlet işleri üzerine organizatör tayin etmesini istedi: "Yusuf şöyle dedi: "Beni Mısır'ın hazineleri üzerine memur et; çünkü ben iyi korur, iyi bilirim." (12:55)
Yusuf @, bu ayette bilgi ve organizasyon yeteneği gibi iki mümtaz vasfıyla kendisini memleket işleri üzerine organizatör tayin etmesini kraldan talep eder. Gerçekten bu iki aslî vasıf, insanı başarılı ve ehliyetli bir organizatör yapar.
Modern endüstride organizasyonun büyük öneminden dolayı, gerçekten ehil ve vasıflı kişilerin organizatör olarak tayin edilmeleri mutlaka gereklidir. Kur'an-ı Kerim şu ayetiyle Müslümanlara organizatörlerin seçiminde çok dikkatli olmalarını emreder: "Gerçekten Allah, size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hüküm vermenizi emreder." (4: 58)
Bu işin sorumluluk duygusuna lâyık kişilere tevdi edilmesi basan ve verimlilik için gereklidir.
Islamın vurguladığı organizasyonun önem ve gerekliliği onun bazı temel ibadetlerinin incelenmesinden daha iyi anlaşılabilir. Cemaatle kılman namazlar ve hac ibadetleri organiza-törsüz (imam) yerine getirilemez. Gerçekten İslam'da müşterek olarak yapılan hiçbir şey organizesiz değildir.
Rasulullah @ şu hadisinde organizatörün (imam) gerekliliğini vurgulamaktadır: "Üç ki-Şi (veya daha fazla) yolculuğa başladığınızda (veya bazı işlere) aranızdan birinizi imam tayin ediniz." (Ebu Davud). Ayrıca Rasulullah @'ın: "Allah'ın eli (kudreti) topluluk (cemaat) üzerinedir, topluluk (cemaat)tan ayrılan cehenneme gider." buyurduğu rivayet edilmektedir. (Tirmizi).
"Allah'ın eli, cemaat (topluluk) üzerinedir" ifadesi çok önemlidir. Onlar, iş hayatında başarı ve refahın büyük ölçüde organizatörün verimlilik ve kabiliyetine bağlı olduğunu açıkça gösterirler. Bu üretim faktörünü önemsemeyen veya ihmal eden diğer ülkeler fazla gelişme göstermezken ve açlık ve fakirlikten dolayı geri kalırken; organizatörleri eğitilmiş ve organizasyon kurumu ıslah edilmiş ülkeler en iyi hizmete, çok ehliyetli müteşebbislere ve refaha kavuşmaktadırlar.
İnsanlar beraber iş yaptıklarında parasal konularda değişik fikirlere ve uyuşmazlıklara sahip blunmalan muhtemeldir. Bundan dolayı para, emlak ve diğer eşyaların değerini kapsayan konuların bir sözleşme şeklinde yazılması ve taraflarca şahitler huzurunda imzalanması önemlidir. Bu sözleşmeler kapsanan tüm hakları garanti ve himaye ettiği kadar çoğu gereksiz uyuşmazlıkları çözümler.
Kur'an-ı Kerim aşağıdaki ayette böyle sözleşmeleri zikretmektedir: "Ey iman edenler, muayyen bir vade ile birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın. Aranızda bir yazıcı da doğrulukla onu yazsın. Katip, Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın; yazsın.-erkeklerinizden iki kişiyi de şahit tutun. Az olsun, çok olsun, hakkı vadesiyle beraber yazmaktan usanmayın. Bu hareket, Allah katında adalete daha uygun, şahitlik için daha sağlam ve şüpheye düşmemenize daha yakındır. Meğer ki aranızda hemen devredeceğiniz bir alışveriş (ticaret) olsun. O zaman onu yazmamanızda size bir beis yoktur. Ahş-veriş yaptığınız vakit de şahit tutun." (2: 282)
Bu ifadelerde Kur'an-ı kerim islam'da sözleşmenin önemini göstermiştir. Müslümanlara alış-verişi elden ele (hemen teslim) yapmaları hariç, büyük olsun küçük olsun bütün işlemleri kaydetmeleri emredilmektedir. Kapsanan büyük veya küçük ve anlaşma uzun veya kısa vadeli olsun müslümanlardan (alış-verişi) şahitler huzurunda kaydetmeleri istenilmektedir.
Tüm bu tedbirler uyusmazhklan önlemek ve bireylerin mülkiyet hakkını garanti ve koruma altına
almak için alınmıştır.
Rasulullah @ zamanında müslümanlar arasında çok iş organizasyonu şekilleri yürürlükte idi. En yaygın iş organizasyonu şekilleri ortaklık, anonim şirketler, mudarebe ve görev esasına dayanan iş idi.
Mudarebe: Mudarebede bir kişi (veya taraf) sermayeyi, diğeri emeği sağlar ve taraflar arasında yapılan anlaşmanın şartlarına göre kazancı paylaşırlar.
Mudarebede işçi (bir işverene çalışan) ve ortak arasındaki farklılık, birinci durumda sermayedar (veya İşveren) işinde kazansın veya kazanmasın, işçi>e ücret öoameye rnecburdır; ikinci durumda ise, işçi (işletmenin bir ortağıdır), işletmeden ancak kâr varsa (elde edilmişse) payını alır. Böylece ücret durumlarında, işletmedeki durum (kâr veya zarar) ne olursa olsun işçiye ücreti garanti edilmekte; ikinci durumda, işçinin kârdaki payı kârın bulunması halinde garanti edilmektedir. O iş zarara giderse hiçbir şey elde edememektedir.
a- İslam Öncesi Dönem: Bu iş şekli Peygamber @'ın nübüvvetinden önce de Arabistan'da hüküm sürmekte idi. Zengin bir kadın olan Hz. Hatice parasını diğer insanlara, birlikte ticaret yapmak için verir ve sonra onlarla kazancı paylaşırdı. Sonra Hz. Hatice, Muham-med @'ın dürüstlüğü ve samimiyetinden etkilenerek ona ticarî mallarını Suriye'ye götürmesini rica etti. Bu işte, Muhammed @'m elde ettiği hissenin dışında büyük bir kâr vardı. (Tarih-i Taberi ve İbni Saad).
b- İslamîyetin Zuhuru: "Müslümanlar Hay-beri fethettiklerinde Peygamber @ Yahudilere (ricalan üzerine) topraklan ekmek ve üretimi müslümanlarla eşit olarak paylaşmak şartıyla toprak verdi" (Buhari) Peygamber @'ın ashabı aynı esaslara göre ti caret ve diğer işleri yapardı. Zeyd b. Esleam babasından rivayet etmiştir:
"Halife Ömer'in İki oğlu, Abdullah ve Ubey-dullah İslam ordusuyla cihad için Irak'a gittiler.
Dönüşlerinde onlar Basra Valisi Ebu Musa'ya uğradılar. Vali onları karşıladı ve "Size bir yardım yapmak isterim. Halifeye göndermek istediğim hazinede biraz param var. Şİmdî parayı size kredi olarak veririm; onunla Irak'tan bazı mallar satın alırsınız ve onları Medine'de satarsınız; sermayeyi Ömer'e öder ve kendi kazancınızı alırsınız" dedi.
Onlar bu teklifi kabul ettiler ve onlardan hazineyi kabul etmesi için Hz. Ömer'e mektup yazan Ehu Musa'dan parayı aldılar. Medine'ye geldiklerinde malları sattılar ve biraz kazanç elde ettiler. Sonra onlar kendilerine ordudaki her kişiye böyle bir kredi verip veremeyeceğini soran Hz. Ömer'e sermayeyi verdiler. Onlar olumsuz cevap verdiler. Hz. Ömer onlara "Bu para Halifenin oğullan olduğunuz için size verilmiştir; bana sermayeyi verdiğiniz gibi kazancını da verin" dedi. Abdullah sessiz kaldı, fakat Ubeydullah "Ya Emirü'I-mü'minîn, bunu (bize) yapmamalısınız. Para kaybolabilirdi veya bir zararla karşılaşabilirdik, sermayeyi Ödeyecektik." dedi. Hz. Ömer "Hayır ödemelisiniz" dedi. Ubeydullah yine yalvardı. O zaman Abdurrahman bin Avf bunun Mudarebe olarak kabul edilmesinin daha iyi olacağını teklif etti. Hz. Ömer bunu kabul etti ve kazancın yarısını sermayeye aldı ve diğer yansını onlara verdi." (Muvatta).
Fıkıh âlimleri mudarebenin çok faydalı bir iş organizasyonu şekli olduğunu kabul etmektedirler. Onlar mudarebeyİ biri sermayeyi, diğeri emeği sağlayan iki taraf arasında bir sözleşme olarak görmektedirler. Biri sermayesine mukabil diğeri emeğine mukabil kazançtan pay alır. Böylece, mudarebede, sermayedar sermayesinden ve emek sahibi emeğinden fayda sağlar. (İbni Rüşd; Hidayetu'l-Mücte-hid).
Bu iş organizasyonu, İslamm iktisadî sisteminde çok önemlidir. Her toplumda zengin olduğu kadar fakir, zeki olduğu kadar az zeki farklı seviyelerde insanlar vardır. Bütün bu insanların işbirliği ile toplumun her ferdi kendi hayatını kazanabilir. Zengin parasını fakir de emeğini ortaya kor. Böylece işbirliği yaparak her ikisi de kâr elde eder.
İslâm âlimlerine göre, İslam mudarebeyi, bu tür finansal kaynaklan kullanmaya ihtiyacı olan fakir kimseler varken para ve zenginliğe sahip kimselerin bunları verimli amaçlar için kullanabilmekten mahrum kimseler genellikle bulunduğundan dolayı halkın ihtiyacı için meşru kılmıştır. Böylece taraflar arasında bir mudarebe anlaşması her iki tarafın istifadesi için zenginin servetini ve fakirin emeğini kullanmasına imkan verir.
Bununla birlikte bu iş organizasyonu şekli emek sahiplerinin pozisyonu üzerine çok sağlıklı etkiye sahiptir. Onlar kazançdakİ payım aldıklarından memnun kalırlar ve mutlu olurlar. Hatta onlar gayri safı kazançlarındaki artışlar paylarını arttıracağından daha gayretli çalışırlar. Bundan dolayı mudarebe çok başarılı ve yaygın iş organizasyonu şeklidir.
Kapitalist sistemde emek sahipleri bütün hayatlarını ücret karşılığı çalışarak geçirirler ve ekseriyetle bağımsızlık duygularım kaybederler. Mudarebe sözleşmesinde çalışan bir kişinin özgürlük ve bağımsızlığını asla hissetmezler. Sonra onlar kişisel bir menfaate ve Çalışmada herhangi bir teşvike sahip olmadıklarından gayretli çalışmazlar. Bundan dolayı kapitalist sistemde işi yavaşlatma, ağır ve tam Çalışma şartlarına uymak ve grevlerden dolayı her yıl binlerce iş saatinin ziyan olması istisna değildir.
Mudarebede, kendilerine çok çalışmaları için güçlü bir teşvik sağlayan kârdan bir pay verilir. İşçiler, işlerinden çalışmalarının verimliliğini arttırmaya yardımcı olan büyük bir zevk almaya başlarlar.
c- Mudarebede Emek Sahiplerinin Hakları: Emek sahipleri Mudarebede aşağıdaki haklara sahip bulunmaktadır:
1- Emek sahibi emeğinden ve çabasından dolayı, kazançdan bir pay alma hakkına sahiptir.
2- Sermaye, güven esasına dayanan bir çalışma yapısı olduğundan, işletildiğinde bir zarar meydana gelse emek sahibinden meydana gelen zararı ödemesi istenilemez.
3- Emek sahibinin durumu; ancak sermayedarın izni ile sermayeyi kullanabilen, fakat mallan satın alma ve satma, bir başkasını vekil tayin etme ve diğer kişilerin muhafazasındaki mallan alıkoyma gücüne sahip bir vekil gibidir.
4- İşten bir kâr (kazanç) elde edildiğinde, emek sahibi emeğinin bedeli olarak kârdan bir hisse (pay) alır. Eğer sözleşme feshedilîrse, emeğinin karşılığı olarak bir tazminat alma hakkına sahiptir, ancak sözleşmeyi o bozarsa başka birisinin parasını (veya malını) gasbetti-ği için bir gasbçı olarak kabul edilecektir.
5- Kendi kasabası (yurdu)nda çalışıyorsa, emek sahibi yalnız kazançdaki payını alacak, fakat iş seyahatleri yapmak zorundaysa yemek, barınma, nakliye vb. gibi harcamalar yapmaya yetkili olacaktır. (Hidaye).
Özetle, o firmanın işini yürütmek için emek sahibi işçiler kiralama, mallan muhafaza etmek için binalar ve firma mallannı taşımak için hayvanlar veya diğer nakliye araçlan kiralama hakkına sahiptir.
d- Sermayedarın Hakları: Mudarebede sermaye sahibi de aşağıda zikredildiği gibi şu kesin haklardan istifade eder:
1- Kârlar, emek sahibi kârdan hissesini alırken hazır bulunması gereken sermaye sahibinin huzurunda paylaştırılacaktır.
2- Sermayedann bulunmaması halinde, emek sahibi hissesini alamaz. (Kitabu'l-Harac, Bi-daye).
e- Sözleşmenin feshi:
1. Taraflardan her biri diğer tarafa bildirerek sözleşmeyi sona erdire-bilir.
2- Sözleşme ortaklardan birinin ölümü ve Ölenin varislerinin isteği ile geçerli olmaz.
Sözleşme şüphesiz, mirasçılar tarafından yenilenebilir.
3- Bu, sadece iki kişiyi içeren bir sözleşme için uygulanabilir. Fakat emek, sermayeyi birden fazla kişiden temin etmişse veya mu-darebe sözleşmesinde ikiden fazla kişi varsa sözleşme, bir adam (ölen) olarak dikkate alındığı gibi son bulur. Fakat diğer kişiler hâlâ yaşıyorsa, sözleşme geçerli olmaya devam eder.
Ortaklık: Ortaklıkta iki veya daha fazla kişi müşterek olarak sermayeye katkıda bulunurlar ve kârı olduğu gibi zararı da paylaşırlar.Bir kişi diğer kaynaklardan finansal yardım olmaksızın büyük bir endüstriyel veya ticari teşebbüse başlamak için sermaye bulmada güçlükle karşılaştığı da ortaklığı denemek çok faydalı ve kullanışlıdır. İki veya daha çok kişi bir ortaklık kurabilirler ve büyük bir teşebbüsü (faaliyete) başlatabilirler.
Bir zamanlar çok yaygın olan bir iş (İşletme) şekli Peygamber @ ve ashabı tarafından isla-mın ekonomik sisteminde korunmuştu.
Ortaklık yalnız sanat ve ticarette değil, aynı zamanda tarım ve bahçıvancılıkta da yaygındı.
Rasulullah @ Medine'de Muhacir ve Ensar arasındaki ortaklığın kurulmasına yardımcı oldu. Ensar bahçelere, muhacir emeğe sahipti ve üretimi aralarında paylaştılar (Buhari).
Hukuk dilinde tarımdaki bir ortaklık muzara'a ve bahçıvanlıkdaki ise musakat olarak adlandırılmaktadır. Bütün müslüman hukukçular, kimin mallarının satıldığı ve kimin parası ile malların satın alındığını ayırdetmek imkansız hale gelecek şekilde, her bir ortağın malını veya aynı şekilde parasını yatırıma yöneltmesi ve diğer ortaklar ve onların mallarının karışmış olması halinde bu ortaklık tipinin meşru ve geçerli olduğunu kabul etmektedirler (Bi-dayet-ül Müctehid).
Eğer ortaklar kâr elde ederse bundan payını alırlar, zarar ederlerse buna katlanırlar (Bida-yet-ül Müctehid).
a- Ortaklık Şartları: Bir ortaklık sözleşmesinde aşağıdaki şartlara uyulmalıdır (Bidayet-ül Müctehid):
1- Ortaklık her iki tarafça kabul edilmelidir.
2- Bazı hukukçulara göre, bir ortaklık sözleşmesi yalnız kanuni mecrası içinde devam ederse kanuni (meşru)dir.
3- İmam Serahsi yazılı olmayı ortaklık sözleşmesinin lüzumlu bir şartı sayar. O, Kur'an-ı Kerim'de beyan edildiği gibi, ortaklık bir zaman süresi için devam eden sözleşme olduğundan, herhangi bir anda bir uyuşmazlık ortaya çıktığında belgeye başvurabileceğini iddia eder: "Ey iman edenler! Muayyen bir vade ile birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın (senet yap)" (2:282).
Bundan başka, belgenin amacı sözleşmeye bir delil sağlamaktır. Bundan dolayı sözleşme herhangi bir uyuşmazlığın çözümü için yazılı olmalıdır. Fikirlerin teyidinde İmam Serahsi Rasulullah @'m tatbikatım nakletmektedir. Rasulullah @ her ne zaman bir köle satın aldığında alış-verişin yazılı olmasını isterdi. Aşağıda bu yönde yazılı bir örnek vardır. (Bi-dayet-ül-Müctehid):
"Bu, Allah'ın elçisi Muhammed tarafından Yahudi Udeyd b. Halid b. Havsa'dan bir köle satm aldığını belirten belgedir."
4- Aynı şekilde, herbirinin kâr miktarının he-saplanabilmesi için ortakların sermaye miktarları açıkça beyan edilmelidir. Bununla birlikte, ortakların aralarında bir uyuşmazlık zamanında başvurabilmeleri için her ortağın sermaye miktarı ortaklık belgesinde müstâkil olarak gösterilmelidir. (Mebsut).
5- Her bir ortağın, sermayesinin miktarı oranında kâr elde edeceği de belge de belirtilmelidir.
6- Ortaklık gerçekleşme durumuna geldiğin-de, tarihi, ayı ve yılı, sözleşme belgesinde ayrıca beyan edilmelidir. Bu, çoğu gereksiz uyuşmazlığı önleyecektir.
7- Sözleşmenin başlangıcında, sermayenin paradan oluştuğu da belgede belirtilmelidir. Bu, sermayenin mevcut olmadan veya borç şeklinde olmayacağını, kişilerin mülkiyetindeki para şeklinde olacağını göstermektedir.
b- Ortaklık Türleri: Müslüman hukukçular, sözleşme niteliğine ve gerektirdiği sermaye miktarına göre ortaklıkları 4 kategoride sınıflandırmaktadırlar (Hidaye):
1- Şirket-ül Müfaveze,
2- Şirket-ül İnan
3- Şir-ket-ül Sanai
4- Şirket-ül Vücuh.
1- Şirket-ül Müfaveze: Bu ortaklık şeklinde ortaklaşa ticarette (veya diğer başka işlerde) ortakların sermayesi eşittir ve ayrıca işin zararı kadar kârını da eşit paylaşmaktadırlar. Böylece ortaklığın aktif ve pasifinde eşit paya sahiptirler. Herbir ortak diğerinin yardımcısı olduğu kadar vekilidir de.
Bu ortaklık türü aşağıdaki şartlar üzerine kurulmuştur:
1- Her şirket-ül Müfaveze kurulurken, şirket sözleşmesinde Müfaveze. kelimesi (herşeyde eşitlik, kâr veya zararda) yazılmış olmalıdır. Veya, eğer şirket belgesi (sözleşmesi) yazılmamışsa, birçok insanın bu şirketin şartlarım bilmemesinden dolayı şifahi olarak konuşulmalıdır.
2- Ortaklar eşit statüde olmalıdırlar. Bu ortaklık reşit ve hür iki mümin (veya mümin taraflar) arasında geçerlidir. Ortaklık bir hür kişi ile köle arasında muteber değildir.
Her bir ortak yukarıda zikredildiği gibi, kullandığı belirli hakları diğer ortaklara karşı belirli görevleri vardır.
Her ortak diğer ortağın (veya ortakların) vekilidir, bundan dolayı onun (veya onların) adına malları satın alma veya satma ve gerektiğinde borç alma veya borç vermek hakkına sahiptir. Özetle, her ortak herhangi bir iş pazarlığı müzakeresinde diğer ortağı temsil eder ve o ortak tarafından İmzalanan sözleşme diğer ortakları da bağlayıcıdır.
2- Şirket-i İnan: İkinci ortaklık türü şirket-i inan olarak adlandırılmaktadır. Bu ortaklık şeklinde, ortaklar ne eşit sermayeyle iştirak ederler ne de kârdan eşit pay alırlar. Ortaklardan biri diğerinden (veya ortaklardan) daha fazla sermaye ile iştirak eder ve kazançlardan daha büyük bir pay elde eder. Bu ortaklık şekli, Arabistan'da çok yaygın ve Peygamber @ ve ashab tarafından çok yararlı ve geçerli iş şekli olarak kabul edilmişti. (Hidaye).
1- Bütün ortakların sermayede ve kazançda eşit pay sahibi olması gerekli değildir. Biri 50.000 paundla iştirak edebilir ve kazançta eşdeğer bir yekûn alırken, diğeri 5.000 paundla iştirak edebilir ve daha az kazanç (kâr) elde edebilir.
2- Her bir ortağın çalışan sermayesi eşit olabilir, fakat birinin payı diğerinden daha büyük olabilir. Herbir ortağın hakkı fazla çalışmasına uygun, veya daha iyi iş organizasyonu veya iş idaresinde yönetim tecrübesi veya herhangi diğer bir sebebe dayanarak kazançtan daha büyük bir pay istemek olabilir. Ortaklardan biri, eşit bir ortak olarak işletmeye ortak olmayı kabul etmeyebilir. Bu durumda, gerekliliğin bir sorunu olarak bu tür ortaklık meşru ve geçerli kabul edilmiştir.
3- Ne sermayede ne de kazançta eşitlik İçin zorlama olmadığı gibi, bu ortaklık türü erkekler, kadınlar ve çocuklar arasında ve efendiler ile efendilerinin izin verdiği köleler arasında ve ayrıca bir müslüman ile bir gayri müslim arasında da geçerlidir.
4- Her bir ortak vekildir, fakat diğer ortağın (veya ortakların) patronu değildir. Diğer bir ifadeyle, ortakların hiçbiri diğer ortağın (veya ortakların) borcunu ödemeye sorumlu değildir.
5- Ortaklardan hiçbiri ortaklık malından dışarıya (Üçüncü bir kişiye) hiç bir şey ödünç veremez. Ortaklardan herhangi birinin borcu yüzünden müşterek mülkiyete rehin konursa her ikisini (veya tümünü) kapsayacağını düşünmek geçerli değildir.
3- Şirket-i Sanai (veya el-Ebdan): Zanaat-kârlar.teknikerler ve diğer el emeği işçilerinin mal veya malların üretiminde bir ortaklık içinde bir araya gelmelerine Şirket-i Sanai denilmektedir. Ayrıca "kabul etme" anlamında Şİrket-ül Tekabbel olarak adlandırılmaktadır. Mesela, iki zanaatkar, bir dülger ve bir demirci müşterilerden mala ilişkin siparişler kabul etmek ve işten elde ettikleri geliri birlikte paylaşmak şartıyla bir ortaklık içinde bir araya gelirler.
Böyle bir ortaklık büyük şirket kurabilen, kendi zanaat kollarında işe başlayan ve kazançları kendi aralarında paylaşan zanaatkarlar, teknikerler ve emek sahipleri İçin çok faydalıdır. Eğer bîr kişi sermayeye sahip değil, fakat bir endüstri branşında uzman veya tekniker veya el emeği işçisi ise, bu takdirde o, emeğine dayanan bir ortaklıkta diğerleri ile birlegebilir. O, kârdan sadece emeğine (dayanarak) göre pay alacaktır. İmam Serahsi'ye göre, tekniker ve zanaatkarların tecrübeleri ve çalışkanlığı onların sermayesidir. Ve şirket-i Sanai'de emek sahİblerinin çalışkanlığı onların sermayesidir.
Bu ortaklık aşağıdaki şartlara dayanır:
1- Bu işte ortakların payının eşit olması gerekmez. Herhangi bir ortak üstün tecrübesinden, özel mesleğinden veya herhangi diğer bir sebepten dolayı diğerine nazaran kârdan daha büyük bir pay alabilir.
2- Müslüman hukukçular iş miktarına (çalışma) (veya tabiatına) göre kâr paylaşımını haklı (adil) bulmaktadırlar. (Hidaye).
4- Şirket-i Vücuh: Ortaklar ne sermayeye, ne de tecrübeye sahip değilse, işe krediyle başlarlar ve kazançları aralarında paylaşırlar. Bu ortaklık şekline Şirket-i Vücuh denilmektedir. İki veya daha fazla kişi herhangi bir sermaye olmaksızın krediyle bir iş yapacakları/ . kazançları ve zararları paylaşacakları şeklinde
bir sözleşme akdedebilirler. Bu iş türü yalnızca büyük nam ve doğruluk sahibi kişiler tarafından yapılabilir (Vücuh). (Hidaye).
Gerçekten, müslüman hukukçular krediyi, daha fazla servet üretimi için kullanılan şirket-i sanai'deki maharet ve çalışkanlık gibi, bir servet şekli olarak kabul etmektedirler.
Bu ortaklık türü eğer aşağıdaki şartlar yerine getirilirse geçerlidir:
1- Her ortak kârdan eşit bir pay almalıdır.
2- Bu iş organizasyonunda değişik ortakların (kâr) payındaki eşitsizlik kabul edilemez. (Hidaye).
c- Ortaklığın Feshi: Bütün iş organizasyonlarının aşağıdaki hallerde geçersiz sayılacağı kabul edilmektedir:
1- Herhangi bir ortak sözleşmeyi feshetme hakkını kullanır; fakat bu hak diğer ortağa (veya ortaklara) haber verilmedikçe geçerli kabul edilmez. Her ortağa sözleşmeyi feshetme hakkına sahip olduğu hatırlatılmalıdır.
2- Ortaklardan birinin ölümü ile ortaklık sona erer, ayrıca her bir ortak diğer ortağın (veya ortakların) vekili olduğundan vekalet feshedildiğinde ortaklık da feshedilmektedir. (Hidaye).
d- Genel Olarak Ortaklık Fikri: Burada, modern sanayi dünyasında iş organizasyonu şekillerinde ortaklığın genişlemesi için sayısız fırsatlar olduğu belirtilmelidir. Bu iş organizasyonu şekilleri özelikle kendi sakinleri (insanları)nin bir kısmının büyük çaba sarfet-mesinin gerekli olduğu ve sermayenin kıt bulunduğu gelişmekte olan ülkelere uygundur.
Bu organizasyon türleri bu ülkeleri sadece kendi iç kaynaklarım harekete geçirme değil, fakat finansman meselelerinde kendi ayaklan üzerinde durma ve diğer milletlerin yardımına bağımlı olmama gücü verecektir (ve ülke borç üzerindeki faizin yıllık ödemelerinin ağırlığı altında ezilir).
Günümüz ekonomisine yardım etmek için müslümanlar tarafından iç ticaret, dış ticaret, endüstri, bahçıvanlık, sağlık, eğitim, madencilik nakliye (denizde, karada) hayvan, tohum, alet vb. şeylerin alımını kapsayan tarım alanında sayısız iş organizasyonu şekilleri kurulmuştu. Modern çağdaki talepleri karşılamak ve ekonomimizi geliştirmek için aynı ilkeye dayanarak bunlar ve daha binlercesi oluşturulabilir.
Anonim Şirketler: Modem endüstriyel teşebbüsler yüksek ve bundan dolayı bir kişinin kapasitesinin ötesinde sermaye gerektirir. Ondan dolayı ticaret, endüstri ve tarım alanında büyük teşebbüslere anonim şirket olarak girişilebilir. Modern endüstriyel teknolojik ilerleme temelde anonim şirketlerden dolayıdır.
Bu iş organizasyonu şeklinde gerekli (çalışan) toplam sermaye kamuya satışa sunulan küçük değerli çok hisseye bölünmektedir. Her kişi istediği kadar çok hisse satın alabilir. Hisseleri satın alan kişiler hisse sahipleri (hissedarlar) olarak adlandırılır ve şirketin gerçek sahibidirler.
Bu organizasyon türünde işçiye emeği için ücret şeklinde mükafatı verilirken sermayedar (yani hissedar) sermayesi için ve müteşebbis teşebbüs kaabiliyeti ve mahareti için kârdan bir pay alır.
Bir yönden de bu şirketler şirket-i İnan'a benzetilir. Üyelerinin sorumluluğu sınırlıdır ve yönetim kurulu hisse sahiplerinin temsilcileri olarak onların namına çalışmayı denetlerler. Hisse sahipleri istedikleri zaman hisselerini piyasada devredebilir, mülk gibi satabilirler. Anonim şirketlerin modern çağda ortaya çıktığını söylemek doğru değildir. Onlar eski devirlerde bulunmuştu ve Arabistan'da çok yaygındı. Gerçekten ticari muameleler Mekke'de Kureyş'te Anonim şirketler tarafından sürdürülmekteydi. Hatta Bedir ticaret kervanında modem anonim şirketler gibi aynı îlke üzerinde iş yapan insanlara yerliler sermaye verdiler. Şüphesiz bu devirlerden beri şirketlerin kuralları, saha ve şekillerinin düzeldiği ve ge-'iştiği görülmüştür. Fakat temelde modem anonim şirketler eskileri gibi aynı türdendir.
Komisyona Dayanan İş: İslam ayrıca komisyona dayanan işe de izin verir. Abdullah b. Abbas'a göre, herhangi bir fiyatta kumaşınızı (veya diğer mallar) satmak için bir acenta komisyonu istemede ve kendisi için (bir komisyon olarak) aşın kazancı (istediğiniz kazancın altında veya üzerinde) korumada zarar yoktur. (Buharı).
İdarenin Teşebbüsleri: İslam insanlığa fayda temin edebilen herhangi bir mümkün iş organizasyonunun işbirliği şeklini görmezlikten gelmemiştir. Gerçekten islamm temel amaçlarından biri zenginliğin üretiminde ülkenin tüm kaynak ve güçlerini kullanmak ve toplumun yaranna mevcut emek ve sermaye arzını koordine etmek olmuştur.
Mübadele, bir malın diğerinin yerine geçirilmesini veya bir malın paraya çevrilmesini ifade eder; Bir şeyin diğeri ile değişimini içeren herhangi bir ticari pazarlık mübadele olarak adlandırılır. Müslüman hukukçulara göre mübadele bir kişinin malının karşılıklı rıza ile başkasının malına karşılık olarak değiştirilmesidir.
Eski devirlerde mübadele, malların mallarla değişiminde takas şeklinde vardı. Günümüzde ise bir çok azgelişmiş ülkede köylerde halk ihtiyaçlarım takas yoluyla tedarik etmektedir. Fakat insan ne kadar olgunlaşır ve medenile-şirse mübadele metodu da o derece gelişir. Günümüzde organize olmuş tüm toplumlarda mübadele para aracılığıyla yapılmaktadır. Bu, bütün mal ve hizmetlerin değerinin para olarak tanımlanması ve derhal belirlenmesi sebebiyledir.
Üretim ve tüketimi düzenleyen ve koordine eden mübadele iktisad ilminin temel problemidir. Modern dünyada mübadele beşeri varlık için, hayatının bütün ihtiyaçlarını üretemeyen her insan için zorunludur. Fakat uzmanlık sebebiyle bir tip iş veya hizmet ile meşgul olması ve insanın diğer ihtiyaçları diğer insanlara bağlıdır. Böylece her insan kendi alanında bir uzmandır ve mübadele yoluyla sınırsız isteklerini tatmin eder. Her insan ihtiyaç duyduğu herşeyi üretseydi mübadele meselesi olmayacaktı.
Fakat günümüzde ihtiyaçlar, bir insanın bizzat kendisinin karşılayamayacağı kadar artmıştır. Dolayısıyla bütün ihtiyaçlarımızı mübadele yoluyla karşılamamız mümkün olmamaktadır.
Mübadele metodu ihtiyaçlarımızın ve zaman ile yerimizin problemlerine bağlı olarak değişmiştir. Farklı yerlerde ve zamanlarda, çeşitli mübadele metodları kullanılmıştır. Eski devirlerdeki mübadele şeklinden biri, yukarıda açıklandığı gibi malların (mallarla) mübadele edildiği takas idi. Bu mübadele şekli eski Arabistan'da yaygın idi. Bu mübadele sisteminin güçlüklerini ve kötülüklerini fark eden Peygamber @, takasın yerini, para aracılığı ile yapılan mübadelenin almasını istedi. Bundan dolayı O, ashabının muamelelerinde para kullanmalarında ısrar etti. Ata b. Yasir tarafından rivayet edilmektedir ki Peygamber @ şöyle buyurdu: "Hurmalara karşılık hurmaları satma" Ashabtan biri şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasulü Hayber'deki vergi tahsildarınız bir ölçek hurmaya karşılık iki ölçek hurma veriyor." Peygamber ondan vergi tahsildarım çağırmasını istedi. Gelen zekat tahsildarına Peygamber @ sordu: "Bir ölçek hurmaya karşılık iki ölçek hurma verdin mi?" O cevap verdi: "Ey Allah'ın Rasulü bir ölçek iyi hurmaya karşılık bir ölçek kötü hurma alınamaz." Peygamber @ şöyle buyurdu: "Önce kötü hurmaları para ile sat ve sonra iyi hurmaları (para İle) satın al." (Muvatta).
Ebu Said ve Ebu Hureyre rivayet etmiştir ki Peygamber @ birisini Hayber'e vergi tahsildarı olarak memur etti. Bu kişi en güzel hurmalardan bir miktar aldı ve Peygamber @ sordu: "Hayber'in bütün hurmaları bu şekilde (güzel) mi?" şöyle cevap verdi: "Hayır, ey Allah'ın Rasulü! Bir ölçek iyi hurmayı iki ölçek kötü hurma karşılığında satın aldık. Veya iki Ölçek iyi hurmayı üç ölçek kötü hurma karşılığında satın aldık." Peygamber @ şöyle buyurdu: "Böyle yapma! Önce kötü hurmaları para ile sat ve sonra bu para ile iyi hurmaları satm al." (Muvatta').
Ebu Said el-Hudri rivayet etmektedir ki, bir gün Bilâl-i Habeşî, Peygamber @'a birbirinden farklı hurmalar getirdi. Peygamber @ sordu: "Bunları nereden satm aldın?" Bilâl şöyle cevap verdi: "Bizim bir miktar kötü (kalitesiz) hurmamız vardı. Ve iki ölçek kötü (kalitesiz) karşılığında bir ölçek iyi (kaliteli) hurmayı size sunmak üzere satın aldık." Peygamber @, bu mübadele metodundan hoşlanmadı ve onlara bunun açık faiz olduğunu söyledi. Onlar da bunu bir daha yapmadılar. Onlar iyi hurma satın almak isterlerse, kötü hurmalarını para karşılığında satacaklar ve sonra da bu para ile iyi hurma alacaklardı." (Buhari).
Böylece Peygamber @, yerine para kullanılabilmesi için takas muamelelerinden kaçındır-mıştır. Görünüşte, faizin bazı unsurları bulunduğundan dolayı bu tür mübadeleyi Peygamber @ yasakladı. Fakat, bu problemin ekonomik önemi üzerinde küçük bir düşünce, Peygamber @'ın görüşünden uzak kalamayan beşer hayatının diğer iktisadi veçheleri ile bu faiz yasağı arasında çok yakın bir ilişki bulunduğunu göstermektedir. Gerçekten, O'nun döneminin şartlan dikkate alındığında, O herkese bu problemin kötülüklerini anlaşılabilir kelimelerle açıklamıştır. Riba yasağından başka O, bu eski mübadele şeklinin yerini, yeni ve daha iyi bir mübadele aracı olan paranın almasını, toplum daha hızlı gelişsin (zenginleşsin) diye istedi.
Peygamber @ farklı malların kalitelerinde gerçekten hiçbir fark olmasa da, malların mübadelesini yasakladı, aksine haksız muamelelere engel olunmasını istedi. Amaç, ticari muamelelerde kısmen riba'nm uygulanmasına son vermek ve kısmen ekonomik gelişme yolunda bir engel olan takaslı işlemlerden caydırmaktı. Peygamber @ müslümanlann ekonomik ve kültürel gelişmeleri ile şevkle ilgilendiği gibi beşeri gelişmeye yardım etmeyen bütün muameleler ve mübadele şekillerine son verdi. Benzer sebeplerden dolayı takas ekonomisinin yerini bir para ekonomisi almıştı. (Peygamber @ döneminde yaygın olan bütün mübadele şekilleri, IV. bölümde "Kanun Koyucu" başlığı altında açıklanacaktır).
Servetin dağılımı, üretime katkıda bulunan çeşitli üretim faktörleri arasında milli servetin dağılım yolunu ve her üretim faktörünün payını belirleyen prensipleri ifade eder.
Servetin dağılımı çok önemli bir problem meydana getirir. Çünkü bunun tam ve adil çözümü bütün toplumun refah ve mutluluğuna dayanır. Şüphesiz servetin üretimi önemli ve gereklidir. Daha da önemlisi servetin dağılım yoludur. Üreticiler gayretli ve çok çalışkan iseler ülkenin servetini arttıracaklardır. Fakat servetin dağılımı adil değil ise, halkın büyük çoğunluğu fakirleşirken ve milli servetin büyüklüğü onlara fayda sağlamazken bu servetin önemli bir kısmı birkaç kapitalistin cebine girecektir. Dolayısıyle denilebilir ki halkın refah ve mutluluğu sadece Üretimi değil fakat aynı zamanda uygun dağılımına bağlıdır Bir ülkede servet büyük bir miktarda üretilebilir, eğer onun dağılımı doğru ve haklı prensiplere dayanmıyorsa o ülke müreffeh değildir. Serveti büyük miktarlara ulaşan modern zengin toplumlarda bile adaletsiz dağılımdan dolayı vatandaşlarının çoğu fakirdir. Servetin adil olmayan dağılımından dolayı toplumun bir bölümü kendi hissesinden mahrum bırakılarak elem ve hiddete sürüklenmektedir. Bu elem ve hiddetin günümüzdeki etkileri, çok tabii olarak, onları komünizme götürmektedir.
Servetin dağılımı problemi, önemli olduğu kadar hassas ve çetindir. Farklı devirlerde çeşitli iktisatçılar, filozoflar ve politikacılar bu problemi çözmek İçin çaba harcadılar. Fakat onların bu çabalarına rağmen mükemmel bir çözüme ulaşmada başarısız oldular. Bunların bazıları bu konuda bir aşın uca gitmiş ve diğerleri de bir başka İfrata sapmış ve hiçbiri doğru bir cevap bulamamışlardır. Bunun sonucu olarak, problem günümüze kadar düşünürlere meydan okumaya devam etmiştir.
Bir düşünce okulu, ferdin, kendinde tabii olarak var olan kabiliyetini kullanarak maksimum servet miktarını üretebilsin diye tam Özgürlüğe sahip olması görüşüne sahiptir. Bu okul, ferdi özel mülkiyet hakkının sınırsız olmasını kabul etmekte ve servetin adaletsiz dağılımını savunmaktadırlar. Diğer Önemli bir düşünce okulu, ferdi Özgürlüğün iyi bir toplum için değişmez bir tehlike olduğunu iddia etmektedir. Böylece, halk arasında tam ekonomik eşitlik sağlanabilmesi için ferdi özgürlük ve mülkiyet hakkı kaldırılacak ve bütün güçler topluma tevdi edilecektir.
Bundan dolayı, bir tarafta sınırsız özgürlüğü ve üretim alanında özel mülkiyet hakkını ve servetin dağılımında eşitsizliği savunan kapitalizm; diğer taraf(uç)ta ferdi özgürlüğün ve özel mülkiyetin tamamen ortadan kaldırılmasını savunan ve aynı zamanda halk arasında ekonomik eşitliği savunan komünizm bulunmaktadır. Diğer bir ifade ile, kapitalizm üretim üzerinde ve komünizm servetin dağılımı üzerinde toplum üzerindeki etkileri ne olursa olsun, durmaktadır.
İslâm'ın iktisadî görüşü bu iki aşırt uç arasında yer almaktadır. İslam, tam adil bir sistemin kurulmasına yardım eden orta bir yol benimsemektedir. İslam, ne sınırsız özgürlük ve üretim alanında fertlere sınırsız özel mülkiyet hakkı verir, ne de kazanç elde edilemeyen ve servetle beraber özgürlüğün bulunmadığı şartlarda suni ekonomik eşitlik sistemi için kişiye engel olur. Bu sisteme yön veren temel prensip, toplumun farklı kesimleri arasında adil dağılıma yol açması ve birkaç elde toplanmaması bakımından servetin dolaşımım arttırmak için olabildiğince üretimin arttırılması ve servetin dağılımıdır.
Kur'an-ı Kerim bu altın kuralı Haşr suresinde şu İfadelerle açıklamaktadır: "Allah'ın o kent halkından, Rasulüne verdiği ganimetler, Allah'a, Rasule, (Rasule) akrabalığı bulananlara, yetimlere, yoksullara, (yolda kalan) yolcuya aittir. Ta ki (o mallar) içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın.Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasak-ladıysa ondan sakının ve Allah'tan korkun Çünkü Allah'ın azabı şiddetlidir." (59: 7). Bu ayet İslamî hayat sisteminde servet dağılımının yönetimiyle ilgili prensibi açıklamaktadır: Servet toplumun tüm kesimleri arasında dağıtılacak ve toplumun zenginleri arasında bir varlık haline gelmeyecektir.
Kur'an-ı Kerim toplumda servetin adil dağılımıyla ilgili yukarıdaki hedefe ulaşmak için kesin tedbirler alır. Kur'an-ı Kerim bütün şekilleriyle faizi yasaklamıştır ve kişinin ölümünden sonra yakın akrabaları arasında bütün mülkünün dağıtımını yaparak mülk sahibinin gücünü sınırlandıran miras hukukunu getirmiştir. Bu düzenlemelerin amacı servetin birkaç elde toplanmasını durdurmaktır. Sonra zorunlu zekat, İnfak sistemi ve devlet gelirlerinden fakir ve yoksul için uygun bir (bağış şeklinde) bir pay ayrılmak suretiyle halk arasında servetin yayılması için esaslı adımlar atılır.
Bu ve buna benzer diğer tedbirler servetin (belli ellerde) toplanmasını engelemek ve halk arasında yayılmasını teşvik etmek için Kur'an-ı Kerim tarafından tavsiye edilmiştir. Ve aynı zamada mülkiyet hakkı verilerek doğuştan var olan kabiliyetlerini geliştirmesi için kişiye çok güçlü bir teşvik sağlanmıştır.
Toplumun güçlü ve istikrarlı olması için, halkın ahlâkî eğitim ve öğretimine büyük bir önem verilirken, toplumda âdil bir servet dağılımının minimum şartlarım sağlamak için kanuni tedbirler benimsenmektedir. Fakirlerin hoşnut edilmesi ve varlıklı kimselere karşı haset duymaması düşünüldüğünde varlıklı birisine (kendisi ve İhtiyaç içindekiler için ihta-yatla) harcama yapması ve cimri olmaması tavsiye edilmektedir. Böylece toplumun diğer bütün kesimlerine görevlerini yapmaları ve Allah'ın kendilerine verdikleriyle hoşnut olmalarını tavsiye ederek, Kur'an-ı Kerim toplumu iç çatışma(ihtilaf)dan ve ayrılıktan korumuştur.
Dolayısıyla, islamın insanlık için yapmış olduğu hizmet öncelikle kapitalistlerin ellerinde bulundurdukları tasarrufları çözmesi ve onların iddihar şeklindeki servetlerini dolaşıma sokmasıdır. iki yeni fakat etkili tedbir, yani sadaka-i vacib ve sadaka-i nafile ferdi hürriyete ve mülkiyet hakkına müdahale etmeksizin islamın amacına ulaşmasına yardım etmiştir. Her fert görevini gönüllü olduğu kadar zorunlu, serbestçe, dürüstçe ve şevkle Allah rızasını kazanmak için yerine getirir.
Kur'an-ı Kerim, müslümanlann servetlerini ve kazançlarını sadece kendilerine hasretmeyeceklerini, fakat kendi normal ihtiyaçlarım tatmin ettikten sonra akrabalarına, komşularına ve toplumdaki diğer muhtaç kimselere karşı görevlerini yerine getireceklerini tekrar tekrar vurgulamıştır. Orta insanlardan, muhtaç ve fakirlerin menfaatlerini gözetmeleri istenilmektedir.
Sosyal hizmetin yüksek idealleri yalnız ahlâki öğretime bırakılmaz, devlet tarafından organize edilir ve mecbur tutulur. Ahlâki öğretim ve kanuni tedbirler aslında, bir islam toplumunda diğerlerini tamamlayıcıdır. Böylece ahlâkî eğitim, sosyal baskı ve sınırlandırmalar hep birlikte, servetin belli ellerde toplanmasının -kapitalizmde olduğu gibi- kötülüklerinden ve ferdi hürriyet ile mülkiyet hakkına baskıdan -komünizmde olduğu gibi- uzak sağlıklı ve müreffeh bir toplumun kurulmasına yardımcı olur.
Kanunî tedbirler iki çeşittir:
a- Servetin belli ellerde toplanmasını önlemek ve onun topluma yayılmasına yardım etmek için uygulanan pozitif tedbirler, yani zekat ve miras hukuku. Bu tedbirlerin amacı, toplum taleplerinin yararına olan sosyal hakların asgarisini sağlamaktır. Diğer bir ifadey--le, bu tedbirler toplumda sosyal adaleti kurmayı ve bunu sürdürmeyi ifade ederler.
b- iş hayatında sağlıksız ve kötü uygulamala-nn artışını durdurmak için uygulanan yasaklayıcı tedbirler. Faiz, kumar, spekülasyon, istifçilik, karaborsacılık, vurgunculuk, içki ve dans gibi lükse dayanan müsrif harcamalar, kamu hizmetindeki özel tekeller, gayr-ı ahlâkî ve hilekâr işler ve kazançlar gibi.
islamın ekonomik sisteminde kanuni tedbirlerin ilave bir yer işgal edeceği belirtilebilir.
Bu tedbirler, toplumdaki ekonomik eşitsizliklerin durdurulması ve düzeltilmesine yaraim ederler. Pozitif tedbirler, ekonomik sistemdeki kötü uygulamaların artışını yasaklayıcı tedbirlerle engellerken, servetin eşit dağılımına yardım eder. Böylece kanuni tedbirler sadece islamın ekonomik sisteminin sağlıklı şekilde gelişmesi için bir koruyucu (avlu) olarak hizmet ederler. Bu tedbirler, toplumdaki kötü düşünceli insanların kanunsuz hareketlerinden sistemi korumak için uygulanır. Bunlar İnsanları tam ve eşit yapmaz. Fakat bunlar, kötü (fırsatçı) fertlerin kötü düzenlemelerine karşı sadece muhafızdırlar. Gerçekten, toplumda tam ve eşit bir ekonomik sistemin kurulmasına ve devam etmesine yardım eden islamın ahlaki prensipleridir.
Toplumda ekonomik adalet idealini gerçekleştirmek için, yemek için yaşanılan ve bütün ekonomik faaliyetin başı ve sonu midenin olduğu yerde "ekonomik hayvan" seviyesine düşmesin diye, fakat yemenin yaşamak için olduğu ve yaşamanın da çok daha yüksek ideallere ulaşmak için olduğunu belirterek islam fertlere yüksek bir ideal sunar.
İslam, gerçek ve ebedi tasarruf olarak (sadece Allah'ın rızasını kazanmak için) başkalarına ekonomik yardımı benimseyen müntesipleri arasında böyle bir ruh (anlayış) geliştirir. Onlar insanlığa hizmette Allah'ın rızasını ararlar. İnsanlığa yapılacak en önemli hizmet, ezilmiş ve fakir kişileri açlık ve sefaletin ezildiğinden kurtarmaktır.
Böylece İslam, halkın para ve onun kullanımı hususundaki bütün bakışım ve davranışını değiştirmektedir. Müslümanlar servetlerini diğerlerine harcamayı ve sonra da toplumun diğer fertlerine hizmet etmek için bu fırsatı veren Allah'a şükran duyarlar. Sosyal adalet ruhu (anlayışı), hiçbir kanunun kendilerini mecbur etmediği topluma karşı ahlâkî yükümlülüklerini idrak etmeleri ve gönüllü olarak ve şevkle yerine getirmeleri için, tüm topluma nüfuz eder ve o toplumun fertleri arasında sevgi, cömertlik ve işbirliği gibi yüce vasıfları geliştirir.
Kur'an-ı Kerim hayatın ideali (gayesi)nİ müs-lümana şu ifadelerle açıklamıştır: "Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz; iyiliği emreder kötülükten alıkorsu-nuz." (3:110). Belirtilebilir ki "müslüman toplumun en İyisi iyiliği emir, kötülüğü nehiy görevlerinde ve Allah'a imanlarında sebat ederler." Bu sosyal hizmet ideali, zamanının, servetinin ve kaynaklarının çok büyük bir bölümünü refah ve İslahına harcayan herbir müslüman ferde bu ruhu aşılar. Müslüman malını ve zamanını lükse veya dünyanın boş zevklerine asla israf etmez. O, kendi ihtiyaçlarını ve mümkün olursa toplumdaki diğer fertlerin ihtiyaçlarını karşılayabilmek maksadıyla yaşamak için çok çalışır. (Naim Sıddıkî; Muash-i Na-Hamwarian, sh:88-90).
Açıkçası ekonomik eşitsizlikler, sosyal ve ekonomik adalet idealinin beşeri hayatın her sahasını istila ettiği; kumarcılık, spekülasyon, karaborsacılık ve istifçiliğin yasaklandığı; dansçılık ve içkicilik gibi gayr-ı ahlâki faaliyetlerin kanun dışı kabul edildiği; halkın lükse müptela olmadığı gibi paralarını gereksiz istekleri için israf etmediği, aksine kendilerini ailelerinin ve kendilerinin ihtiyaçlarına hasrettiği bir toplumda devam edemez. Böyle bir toplumda ekonomik eşitsizlikler artmaz, aksine tedrici olarak azalır ve bütünüyle yerini sosyal adalet ve ekonomik refaha bırakır.
Toplumda servetin eşit ve âdil dağılması amacına ulaşmak için islam, kanuni ve ihtiyari tedbirleri (yukarıda açıklandığı gibi) emreder.
Bu kısımda toprak rantı ve toprakla ilgili diğer problemleri ele alacağız.
Rantın Yapısı: Ekonomik manada rant, bir toprak parçasının sağladığı hasıladan, o toprağı işlemek için yapılan masraflar düşüldükten sonra kalan miktardır. Çeşitli üretim faktörlerinin hakları yerine getirildikten sonra geriye kalana ekonomk rant adı verilir. Diğer bir ifadeyle, toprağı işleme maliyetinin üzerindeki fazlalıktır. Bazı iktisatçılar ekonomik rantı, düşüldükten sonra kalan kısmı olarak tarif ederler. Rantın karakteristik Özelliği, herhangi bir emek ve çaba söz konusu olmadan toprağın sahip olduğu tabii ve tesadüfi şartların bir sonucu olarak meydana gelen bir artış, karşılıksız bir hasıla olmasıdır.
Fakat biz, rant terimini kiracı veya çiftçi tarafından toprak sahibine ödenen ürün miktarını veya parayı ifade etmek için kullanmaktayız.
Kiranın Belirlenmesi: Kiranın anlamının açıklanmasından sonra, İslamî bir devlette toprağın kirasının belirlenmesi ile ilgili prensipleri ele alacağız. Bununla birlikte, adalet ve hayırseverlik gibi iki temel prensibin, toprak kirasının temel belirleyicileri olduğu belirtilebilir. Adalet, çiftçi kiracıların memnun ve mutlu olabilmeleri için, kira onlardan Ödeme güçlerine göre tahsil edilsin ve sonunda topraklarının verimliliğinin artması için çok çalışsınlar diye istenir.
Ve hayırseverlik kira ancak ihtiyaçlarının üzerinde ve ondan fazla ürün elde ettiklerinde toplansın ve ürün ihtiyaçlarından fazla değilse onlardan kira alınmasın diye istenir.
Kur'an-ı Kerim, şu ifadelerle hayatın her sahasında adalet ve hayırseverliği emretmektedir: "Muhakkak ki Allah adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emrediyor." (16: 90). Bu ayet iyiliğin farklı dereceleri ile etraflıca ilgilenmektedir. Kur'an-ı Kerim, her fertten toplumun diğer fertleri ile ilgili ferdi ilişkilerinde iyilik ve adalet beklemektedir. Bu yüzden, toprak kirası hususunda Kur'an-ı Kerim sadece adalet değil fakat hayırseverlik ve iyilik istemektedir. Toprak sahibi çiftçiye elinden geldiğince adalet ve iyilik yapmaya çalışırsa, çiftçi, her ikisinin menfaati için toprağın verimliliğini arttırmak üzere tabir olarak kuvvet ve kabiliyetinin yettiği ölçüde çok çalışacaktır. Topluma hizmet ruhu, Kur'an-ı Ke-rim'in öğretmesi ile müslümanlar arasında böylece aşılanır. Ki her fert herkesten daha fazla İyilik yaparak Allah'ın rızasını kazanmaya çalışsın: "Müminler hayırlı işlerde birbirleriyle yarışırlar". Herkese iyilik yapılması, Allah'ın rızasını kazanabilmesi içindir. Dolayısıyla, bir islam ekonomisinde toprak sahiplerinin adil ve hayırsever, kiracıların çalışkan ve dürüst olmaları şaşırtıcı değildir.
Kiranın belirlenmesini gösteren üçüncü prensibe Kur'an-ı Kerim'in şu ayetinde işaret edilmektedir: "... Böylece ne zalim olursunuz, ne de zulme uğramış bulunursunuz." (2: 279). Bu prensip, kiranın ne toprak sahibini ve ne de kiracıyı zarara uğratmayacak şekilde belirlenmesini göstermektedir.
Kira, ne kiracıya ağır (sıkıntı verici) gelecek kadar yüksek ve ne de toprak sahibinin menfaatlerine zarar verecek kadar düşük olmalıdır. Kira, sözleşmeyle ilgili taraflar en iyi şekilde korunabilsin diye her iki taraf için adalet ve iyilikle belirlenmelidir.
İslam devleti toprak sahibi ve kiracının menfaatlerini korumak için şu üç faktörü dikkate alır:
1- Toprağın verimliliği,
2- Çiftçi (toprağı işleyen) ve onun refahı,
3- Toprağın kirası belirlenmeden önce çiftçinin maliyeti.
Toprağın verimliliğinden dolayı verilen bedel, çiftçinin rahatlığı ve refahı ile toprağı işlemede yaptığı masraflar içindir. Çiftçinin rahatlığı, toprağının kirasının belirlenmesinde birinci önceliği verir ve toprak sahibi hiçbir şart altında toprağın taşıyabileceğinden fazla olarak toprağın kirası belirlendiğinde memnun edilemez.
Peygamber @ Devri: Peygamber @ kiranın belirlenmesinde çiftçinin haklarına ve bunların korunmasına büyük önem verdi. Hayber'in fethinden sonra Peygamber @, ricaları üzerine topraklarını Yahudilere bıraktı ve topraklarının ürününün paylaşılması için onlarla bir anlaşma yapmaya girişti. Peygamber @ yahu-dilere şu şekilde hitabeden Abdullah b. Reva-ha'yı gönderdi:
"Allah'ın Rasülü beni buraya mahsulü haksızca yiyip-bitirmek için göndermedi, fakat mahsulü anlaşmaya göre sizin ve Allah'ın Rasulü arasında bölmek için gönderdi. Şimdi durum sîze bağlı: Eğer dilerseniz toplam mahsulü takdir ve tahmin etmeye çalışacağım ve onu iki eşit parçaya böleceğim. Ve ilk seçim hakki sizindir, dilerseniz siz toplam mahsulü takdir ve tahmin edin ve iki eşit; hisseye bölün. Ve ilk seçim hakkı benim olacak ve sizin dağıtımınıza itiraz etmeyeceğim. Bunu işiten yahu-di çiftçiler şöyle dediler: "İşte gökleri ve yeri ayakta tutan bu eşitlik ve adalettir." (Kitabu'l-Harac, sh, 191-221). Rasulullah @ Hayber arazilerini Hayberlilere nısıf usulüyle ortağa verirdi. Onlar hurmalıkları imar eder, korur, sular ve mahsulü elde ederlerdi. Hurmaların toplanma zamanı gelince Allah'ın Rasulü, Abdullah b. Revaha'yı gönderirdi. O da ağaçlardaki hurmayı tahmin ve takdir ederdi. Bunun üzerine yahudiler mahsulü toplarlar, yansını Rasulullah'a gelerek Abdullah b. Revaha'nın hurma'lnahsulünü tahmin ve takdirde kendilerine haksızlık ettiğini, söylediler. Rasulullah @; "Biz, Abdullah'ın tahmini ile size düşeni alalım, siz de bize düşeni alınız" dedi. Onlar, ellerimizle sayalım, dediler. Tekrar hurmalıklarla meşgul oldular ve Rasulullah'a nısıf hisseyi verdiler. (İmam Ebu Yusuf, Kitab'ul-Ha-rac, Tere. Ali Özek, İst. 1973, sh. 152).
Halife Hz. Ömer Dönemi: Hz. Ömer, memurlarının toprağın kirasının belirlenmesinde insaflı ve adaletli olmaları konusunda ısrar ederdi. O, vergi tahsildarları Huzeyfe b. Ye-mani ve Osman b. Huneyf i fethedilen Irak ve Suriye'ye toprağın kirasının belirlenmesi için gönderdiğinde şu şekilde hitab etti: "Kirayı belirlerken (veya toplarken) onun, toprağın taşıyabileceği (verebileceği)nden fazla olmamasına dikkat edin." İmam Ebu Yusuf kiranın belirlenmesi ile ilgili prensipleri yorumlarken Hz. Ömer'in şu sözünü nakletmektedir: "Biz, toprak kirasını çiftçilerin ödeme güçlerinin üzerinde toplamayız ve onlara topraklarının taşıyabileceğinden fazla yük yüklemeyiz." Bir başka vesileyle İmam Ebu Yusuf, Hz. Ömer'in vergi memurlarına emirleri konusunda şunları söylemektedir: "Çiftçilerden topra*-ğın kirasını uygun, açık ve anlaşılabilir bir ödeme olarak (belirle ve) topla." (Kitabu'1-Ha-rac, sh. 303-349).
Halife Hz. Alî Dönemi: Kira belirlemesinin prensipleri Peygamber @ tarafından başlatıldı ve kendisini tam olarak izleyen haleflerinden ilk ikisince aynen uygulandı. Hz, Ali, bir defasında kiranın esasını açıklarken şöyle dedi: "Biz sadece kiralar toplandıktan sonra çiftçilerin ihtiyacından geri kalanı toplamakla emredildik."
Halife Ömer b. Abdülaziz Dönemi: Ömer b. Abdülaziz bir defasında toprağın kirasının belirlenmesi ve toplanmasıyla ilgili olarak valisi Adiy b. Ertat'a şu şekilde bir mektup yazdı: "dikkatle dînle, önceki kiradan ne ödenmesi gerekli ise, İhtiyacından fazla ve onun üzerin-dekinden sadece onların ödeyebüdiğini al, bunun dışındakini bırak. Vallahi, bence onların Allah'a kendi suçlarıyla Allah'ın huzuru (mah-kemesi)na gelmeleri; benim, haraçlarını ödemeyen o kimselere azap ettikten sonra gelmemden çok daha iyidir." Bir başka olay üzerine şöyle buyurdu: "Her yönetici idaresi altındakiler (tebaası) hakkında kıyamet gününde sorguya çekilecektir. Bundan dolayı, onlara fayda verebilen herşeye dikkat etmeliyiz, idaresi altındakiler (tebaası) hakkında imtihan edilen herhangi bir kimse çok zor bir yargılama bulacaktır." (Kütabu'l-Harac, sh, 303-349).
Gazi Ebu Ya'la, bir İslam devletinde arazinin kira (vergi)sını belirleyen prensipleri şu ifadelerde toplamaktadır: "Kirayı belirleyen bir otorite için üç hususu dikkate alması zorunludur. Bu üç husus şunlardır: (i) Arazinin farkı, (ii) Mahsulün farkı ve (iü) Sulamadaki fark.
Kiranın tam olarak arazinin yapısı (özelliği)na göre -toprağın verimliliği, topraktan elde edilen mahsûl ve mahsûlün sulanmasında kullanılan usûlün- belirlenmesi önemlidir. (Ahkâmu's-Sultaniye).
Ömer b. Abdülaziz Küfe valisine kira ile ilgili olarak şu cevabı yazdı: "Bu hususta en iyi yol ve en güzel prensip adalet ve yardımseverliktir. Bundan dolayı, ıslah edilen arazi ile edilmeyen arazinin arasını ayırmalı ve asla ıslah edilmeyen araziyi ıslah edilen arazi olarak kabul etmemelisin. Ve ıslah edilen araziden kaldırabileceği (vergiyi)nİ almalısın. Islah edilmeyen araziden belirlenen kira(vergİ)nın üstünde hiçbir şey almamalısın. Çiftçinin rahatı ve elverişli olması da hesaba katılmalıdır." (Kitabu'l-Emval, sh. 46)
Böylece, ilk halife döneminde toprağın ve çiftçinin yapısına, çiftçinin işçisine ve toprağı işleme maliyetine, toprağın kirasının belirlenmesinden Önce; çiftçinin haklı hissesine el sürülmemesi, çiftçiye kapasitesinin üstünde yük yüklenmemesi ve adaletsizlik korkusu veya şiddet olmaması için; bakmak kesinlikle zorunlu idî. Bu faktörler sebebiyle, ilk halifelik döneminde farklı ülkelerde farklı topraklardan farklı oranlarda kira alındı. Her yerde toprak düzenlemeleri dinin şartlarına ve icaplarına uygun olarak yapılmıştır. Ve toprağın kirasının belirlenmesinde, çiftçinin hayati olduğu kadar normal (olağın) İsteklerini karşılamak üzere fazlası bırakılarak ihtiyaç dikkate alınmıştı. Halifenin daima niyeti kiranın, bir kimsenin son sınırına varacak kadar ağır olmaması, fakat kiranın hafifletilmesi (itidalli olması) ve kişinin felaketlerini ve tabii afetlerini tam karşılamak İçin çiftçiye yeteri kadar (mahsûlden) bırakılması idi.
Bir islam devletinde toprağın kirasını belirleyen prensipler aşağıdaki gibi özetlenebilir:
Prensipler
a- Toprağın Yapısı: Bir islam devletinde toprağın yapısı, kirasının belirlenmesinde önemli bir rol oynar. Kira miktarı toprağın yapısına göre belirlenir. Münbit olmayan toprak daha düşük kira öderken ve kurak toprak hiç kira ödemezken münbit toprak daha yüksek kiraya konu Olmaktadır. Herhangi bir toprak kendisine sarfedilen emek ve sermayenin maliyetinden daha fazlasını karşılamaya muktedir değil ise ve sadece çiftçinin maliyetlerini karşılamaya yetecek kadar ürün verirse bu toprak için hiçbir kira sözkonusu olmayacaktır. Bu, topraktan kiranın, sadece elde edilen ürün çiftçinin maliyetinin üstünde ve ondan fazla olduğunda tahsil edilebileceğinin sebebidir. Bu prensip Kur'an-ı kerim'in şu ayetine dayanmaktadır: "Allah bir kimseye ancak gücü yettiği kadar teklif eder (veya hiçbir canlıya taşıyabileceğinden daha fazla yük yükle-mez)." (2: 286).
Buradaki "O'nun taşıyabileceği kadar ifadesi" açıkça göstermektedir ki, çiftçinin gelirinden daha fazla kira veya herhangi diğer bir ödeme istenmesini islam uygun bulmaz. Kur'an-ı Kerim'in bu ayetinin esası üzerine denilebilir ki kira miktarı toprağın yapısına bağlıdır ve O'nun yapısında meydana gelen değişikliklere göre farklılaşır. Herhangi bir topraktan alınacak maksimum kira toprağın kaldırabileceğine eşit olmalıdır. Açıkçası bir çiftçi ürünü işleme maliyetinden ancak fazla ise kira verecek gücü var demektir. Eğer toprağın ürünü onu işlemek İçin yapılan masrafları karşılamaya yeterli ve ondan fazla değilse, kira ve benzeri diğer ödemelerin yükünü taşıyamaz. Diğer bir ifade ile, herhangi bir arazi işleme maliyetinin üzerinde fazla bir ürüne sahip değilse bir ödeme yükünü taşıyamayacak ve bundan dolayı kiraya konu olmayacaktır.
Çiftçiden toprağıyla ilgili ödemesi gerekeni vermesi En'âm süresindeki şu âyette belirtilmektedir: "...Devşirilip toplandığı gün de hakkını (zekat ve sadakasını) verin..."
Bu ayetteki "hakkını" ifadesi, zorunlu bir ödeme olan zekatı ifade etmek için genellikle kullanılır, fakat toprağı işleme maliyetinden fazla olan fazla ürünü ifade etmek için de kullanılır. Kurada çiftçiden fazla ürünü üzerinde hak olan kirayı (vergiyi) ödemesi istenmektedir.
b- Ürünlerin Yapısı: Bir toprak parçasından elde edilen ürünün yapısı ürün miktarını ve dolayısıyla onun kirasını etkileyecektir. Pahalı ticari ürünler üretmeye muktedir toprak, pahalı olmayan ürünler üreten toprağa göre daha yüksek vergi (kira)ye konu olacaktır.
c- Sulamanın Yapısı: Vergi miktarı, herhangi bir topraktan ürün elde etmek için kullanılan sulama tipinin değişmesi ile de değişecektir. Çiftçi toprağını sulamak için daha fazla sermaye kullanırsa, çiftçinin ödeyeceği vergi de daha az olacaktır. Ve kullanılan sermaye az olursa, vergisi de daha çok olacaktır.
d- Çiftçinin Çalıştırdığı îşçiye İzin: Toprağın vergisi belirlenmeden önce ijçisi için bir izin verilmiş olmalıdır. Çiftçinin toprağı işleme masrafları hesaplanırken, toprağı işleme vetiresinde çiftçinin kişisel işçisine gerekli ödeme yapılır. Bu prensip Kur'an-ı Kerim'in şu aye-, tinden çıkarılmaktadır: "Artık bugün hiç kimseye zerre kadar zulüm edilmez. Sadece yaptıklarınızın cezasını çekeceksiniz." (36: 54).
"Hiç kimseye zulmedilmez" İfadesi bize, bütün taraflarla ilişkili işlerimizde âdil ve dürüst olmamızı hatırlatmaktadır. Dolayısıyla çiftçiye toprağını işlemesinde işçisi için muhakkak bol ve âdil bir tahsisat (gelir) verilmesi icabe-der. Daha fazla emek gerektiren (kuyu vs. ile sulanan) toprak için düşük bir kira ödenirken, daha az emek gerektiren (yağmur ile sulanan) topraktan daha yüksek kira alınır.
Böylece, toprağın yapısı, ürünün yapısı, sulamanın ve toprağı işlemek için çalıştırılan işçi de dahil toprağı işleme masrafları gibi yukarıda belirtilen faktörler, toprağın kirası (vergisinin belirlenmesinde dikkate alınmalıdır.
Peygamber @'m ilk dört halifesi daima, toprağın işlenmesi ile ilgili sözleşmenin taraflarından herhangi birine zarar ve haksızlık olmasın diye, vergi (kira)nin belirlenmesine büyük önem verirlerdi. Böylelikle, en uzak bölgelerde dahi sahip olunan topraklardan bile azami mahsûl elde ediliyordu.
Tarifi: Ücretler, servetin üretimindeki hizmeti işçiye ödenen bir fiyat olarak tanımlanabilir. Emek, diğer üretim faktörleri gibi, hizmetleri için bir hak ödenir, ki bu ücret olarak adlandırılır. Diğer bir ifade ile, ücretler üretimdeki hizmetler için ödenen emeğin bir fiyatıdır. Profesör Benham'ın ifadesiyle, "Ücret, yerine getirilen bir hizmet için bir işçiye işveren tarafından bir sözleşmeye bağlı olarak ödenen paranın toplamı olarak tanımlanabilir." (Econo-mics, 1940, sh. 231).
Önemi! Ücret problemi o kadar önemli ve etkileri o kadar geniştir ki bütün toplum ondan etkilenir. Eğer işçiler adil ve makul bir ücret almazlarsa, bu sadece satınalma gücünü ve dolayısıyla işçilerin ve ailelerinin hayat standardını etkilemekle kalmaz, fakat dolaylı olarak milli hasılanın geniş bir kısmım tüketecek olan bütün toplumu etkiler. Uzun vadede, halkın satınalma gücündeki bir düşüş, çalışan sınıf için tüketim malları arzeden bütün endüstrileri her yönde etkiler. Ve, modern dünyada bütün endüstriyel ve diğer teşebbüsler karşılıklı bağımlı olduğundan, işçiler tarafından tüketim mallan talebindeki bu düşüş, ülkenin her tarafındaki bütün endüstrileri çökertecektir. Böylece ekonomik olarak, millî gelirin âdil bir payından işgücünün mahrum bırakılması, bir ülke için intihar olacaktır.
Bunun yamsıra, çalışan sınıfa karşı haksızlık onlar arasında hoşnutsuzluk ve hüsranı yayacak ve grev şeklinde endüstriyel harekete yol açabilecektir. Bu ticarî ve endüstriyel uyuşmazlıklar, işçilerinin ücretlerindeki önemsiz bir artışın yapabileceğinden daha fazla yıllık hasarı zaman ve para olarak kapitalist ülkelerdeki işverenler için ortaya çıkaracaktır. Bundan dolayı, çalışan sınıfın ücretlerinin belirlenmesine büyük önem verilmesi kesinlikle esastır.
Bu problem hakkında iktisatçılar arasında büyük görüş farklılkları vardır: Bir işçi ne almalı ve onun ücreti nasıl belirlenmelidir? Çeşitli iktisatçılar tarafından birçok teori ileri sürülmüştür; bazıları ücretlerin geçim şartlarının gözönünde tutularak asgari seviyede belirlenmesi gerektiğini söylemekte; diğerleri ücretlerin belirlenmesinde marjinal verimliliğin rolünü vurgulamaktadırlar. Ve bu iki zıt görüş arasında, ücret problemlerine ilişkin kendi çözümlerini teklif eden ve bizim burada tartışmaya gerek görmediğimiz çok sayıda teori vardır.
İslâm'ın Görüşü: İslam, ücret problemi için Çok dostça bir çözüm teklif eder ve hem çalışan sınıfın, hem de işverenlerin menfaatlerini korur. İşçi, işverenin meşru haklarını ihlal etmeksizin makul bir ücret alır. İşverenin haklı isteğinden mahrum edilmediği gibi tüm millî hasıla işçiye verilmezken; işverenin de, İşçileri haklı paylarından mahrum ederek zulüm (gaddarlık) yapmasına İzin verilmez.
Ücretler bir tarafın aşırı lehine veya aleyhine olmaksızın çok insaflı (âdil) bir şekilde belirlenir. Her bir taraf, diğerine haksızlık olmaksızın ortak hasıladan kendi payını alır. Herkes için eşitlik prensibine Kur'an-ı Kerim'de Bakara suresinde şu şekilde işaret edilmektedir: ".. Böylece ne zâlim olursunuz, ne de zulme uğramış bulunursunuz." (2: 279).
Burada (ücret) sözleşmenin taraflarına bütün İşlerinde İnsaflı ve adil olmaları ihtar edilmekte, böylece başkalarına zulüm edilmediği gibi başkaları da kendi menfaatlerine zarar vermemiş olur. İşverenlere zulüm, işçilere ödeyebileceklerinden daha fazla ücret ödemeye endüstriyel hareket ile zorlanmasını ifade ederken; işçilere zulüm, çalışmalarına oranla ortak hasıladan meşrtf ve âdil bir hisse verilmemesini ifade eder. Böylece Kur'an-ı Kerim işverene, işçilere çalışmalarına göre hak etik-leri payı vermelerini ve aynı zamanda onların menfaatlerini korumalarını emretmektedir. Eğer işveren Kur'an-ı Kerim'in bu emrini yerine getirmezse gaddar ve zâlim olarak kabul edilecek ve bu dünyada İslam devleti tarafından ve ahirette Allah tarafından suçuna uygun olarak cezalandırılacaktır. Benzer olarak işçiler endüstriyel hareket içinde işverenleri ödeyebileceklerinden daha fazla ücret ödemeye zorlarlarsa, saldırgan (zalim) olarak ilan edilecektir. Aynı adalet prensibine Kur'an-ı Ke-rim'de şu şekilde işaret edilmektedir. "Halbuki Allah gökleri ve yeri adaletle yarattı, (zulüm olsun diye değil). Hem de herkese kazandığının karşılığı verilmek için/yarattı).... Onlara asla haksızlık edilmez." (45:22)
Bu temel prensip, beşeri faaliyetlere, bu dünyada ve ahirette mükafatlarını almaları için hakim olur: ki bu prensip gereği, her insana ne kazanmışsa ödenmeli ve hiçbir canlıya haksızlık yapılmamalıdır. Böylece İslam her çalışana üretime yaptığı katkıya göre adil bir ücret ve kazancında hiçbir eksiltme yapılmamasını garanti etmekte; üretime katkısında makul bir azalma olmaksızın haksız ve hatalı kabul edilmez. Bu ayet, her insanın ücretinin çalışması ve ortak üretime katkısı tarafından belirlenmesini ve ne o işe harcadığı emekten az ve ne de çok ödenmemesini çok açık olarak göstermektedir.
Bu prensip Ahkâf suresinde tekrar zikredilmektedir: "Herkesin işlediği amellere göre dereceleri vardır. Ta ki kendilerine haksızlık edilmeyerek bütün amellerinin karşılığı onlara ödensin." (46: 19). Ve Ali İmran suresinde: "Sonra da herkese kazandığı iyilik veya kötülüğün karşılığı ödenir; ve hiçbirine zulmedilmez." (3:161). Bu dünyada yaptıklarının karşılığı için ahirette insana mükafat olduğuna dair bu ayetlerde işaret, bulunmakla birlikte, burada zikredilen adalet prensibi insanların bu dünyadaki kazançları için de uygulanabilir. Herkes çalışmasına göre tam olarak mükafatlandırılmak ve haksız bir şekilde muamele edilmemelidir. İşveren sermayesine ve üreti-rne yaptığı katkıya göre kârım alırken; işçi üretime (emeği ile) yaptığı katkıya göre ücretini almalıdır. Böylece herkes miUT hasıladan hakkı olan hisseyi alacak ve hiç kimse haksızlığa (zulme) uğratılmayac aktır.
Ücretlerin Seviyesi: Adalet prensibi açısından müslüman bir toplumda ücretler devlet, işçi ve işveren arasında müzakereler yoluyla belirlenecektir. Ücret elde edenler ve işverenlerin menfaatleri, ücretler konusunda herhangi bir karara ulaşılmasında tamamen tarafsız olarak dikkate alınacaktır.
Ücretleri, ne işçileri hayatlarının temel ihtiyaçlarını karşılamaktan mahrum edecek kadar düşük, ne de işverenlerin ortak üretimden adil bir pay almasını engelleyecek kadar yüksek olmadan belli bir seviyede sabit görmek İslam Devletinin görevidir. Ülkede adil bir ücret düzeyinin kurulabilmesi için, çalışan sınıfın değişen ihtiyaçlarını dikkate alarak hiçbir şart altında ücretlerin aşağı düşmeyeceği asgarî bir ücret oranında belirlenmesi gerekli olacak ve bu asgarî oran, fiyat düzeylerindeki ve hayat pahahlığındaki değişikliklere göre aralıklarla düzenlemeler yaparak yeniden gözden geçirilmelidir.
Şüphesiz maksimum oran, işçinin katkısı tarafından belirlenecek ve çok uygun olacaktır.
Asgari Ücret Oranı: İşçi, işveren ile ilişkisinde çok zayıf bir pazarlık durumundadır ve daima onun menfaatlerinin korunamayacağı ve geliştirilemeyeceğine dair bir ihtimal vardır. İşçinin zayıf durumu açısından, İslam onun haklarını işverenin herhangi bir saldırısından korunmasına büyük önem vermiştir. İslam işvereni, işçiler, makul bir hayat standardında yaşasınlar diye yiyecek, giyecek ve barınmanın da dahil olduğu hayatın zarurî ihtiyaçlarını kapsaması gereken asgarî bir ücreti belirlemeye mecbur tutmuştur. Zorunlu ihtiyaçların araçları şu şekilde zikredilmektedir: "Şimdi burada (Cennette) acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın. Ve sen burada susama-yacaksın, kuşluk vakti güneşi(nin ısısı)ndan etkilenmeyeceksin." (20: 118-119).
"Tezmeâ" kelimesi susamayı veya gerçekten birşeyi arzulamayı veya çok istemeyi ifade etmektedir. Bu, "tezmeu" kelimesinin sadece basit olarak su için susuzluğa değil, fakat eğitim ve tıbbî' yardım için de susuzluğa (veya ihtiyaca) işaret edildiğini göstermektedir. Böylece, işçilere hem kamu koruması sağlamak hem de onlara bütün bu ihtiyaçlarım karşılamalanna imkân veren bir oranda asgarf ücreti belirlemek İslami Devletin görevidir. Onlar yeterli gıda, giyecek ve uygun barınma imkanı elde etmeye muktedir kılınmalı ve çocuklarına iyi bir eğitim ve ailelerine sağlık İmkanları (hizmetleri) sağlayacak bir durumda bulunmalıdır. Ve eğer bu temel ihtiyaçlar uygun şekilde ücretler tarafından kapsanmaz (karşılanmaz)sa, bu çalışan nüfusun etkinliğini ve dolayısıyla ülkenin millî servetini olumsuz şekilde etkileyecektir. Bunun yanısıra, çalışanlar arasındaki hoşnutsuzluk, toplumun birlik ve bütünlüğünü tahrip eden ve sonunda ekonomik ve sosyal çöküntüye yol açan kin ve sınıf çatışmasını besler, Müslüman devletin, tüm fertlerine asgarî" bir geçim-doğrudan veya dolayh-sağlamaktan sorumlu olduğu gerçeğine işaret eden Hud Suresinde bir diğer ayet vardır: "Yeryüzünde ne kadar canlı varsa hepsinin nzkı ancak Allah'a aittir." (11:6). Allanın yeryüzündeki halifesi olan Müslüman bîr devletin, devletin herbir ferdi için bir geçim (beslenme) sağlayacağı farzedilir. Böyle olduğu için, devletin her ferdinin, makul bir hayat standardını sürdürmek için yeterli ücret aldığını görmesi onun birinci görevidir. Ve devlet, bir işçinin tüm temel ihtiyaçlarını karşılayan bir asgarî seviyenin altına ücretlerin düşmesine asla müsaade etmemelidir.
Peygamber @ ashabına daima, hizmetçilerine iyi davranmalarını ve onlara bol ve güzel ücret ödemelerini tavsiye ederdi. Rivayet edildiğine göre Peygamber @ şöyle buyurdu: "Hizmetçilerinize ve kölelerinize geçerli örfe göre yiyecek ve giyecek verin ve onlara sadece taşıyabilecekleri kadar yük (iş) yükleyin." (Buhari). Bu hadis açıkça göstermektedir ki, işçilerin ücretleri, zamanın hayat standardına göre temel ihtiyaçlarını karşılayacak kadar yüksek olmalıdır. Ve bu, müslüman bir toplumda ücretlerin düşmeyeceği asgarî bir seviye olarak kabul edilmelidir.
Ebu Zer'in bir rivayetine göre, Peygamber @ şöyle buyurmuştur: "Onlar (köle ve hizmetçileriniz) sizin kardeşlerinizdir; Allah onları size emanet verdi. Kim kardeşini emanetine alırsa ona kendi yediğinden yedirsin, kendi giydiğinden giydirsin ve onlara zorlanacakları (taşıyamayacakları) yük yüklemesin. Eğer böyle yük yüklerseniz onlara (o işin yapılmasında) yardımcı olun." (Buhari).
Bu hadis açıkça tesbit etmektedir ki; (i) işçi ve işveren birbirlerini İnançta kardeşler olarak kabul etmeli, amir ve köle olarak kabul etmemelidir. İşverenin davranışındaki bu değişme, onların (işçi-işveren) İlişkilerini iyileştirecektir. İşveren işçisini (sadece Allah rızasını kazanmak için) kardeşi olarak kabul ettiğinde, o (İşveren) işçisine iyi ücret ödemede cömert olacak ve böylece de işçisi gerekli bütün masraflarını karşılayabilme imkanına kavuşacaktır. Diğer taraftan, işçi, işinden özel bir zevk alacak ve gücü ve kabiliyeti ölçüsünde çok çalışacaktır, sonuç olarak iş, işçi ve işverenin her ikisinin menfaatini geliştirecek ve genel refahı arttıracaktır.
(ii) İşveren, en azından temel beşerî ihtiyaçlarda işçisi ile aynı seviyede olmalıdır. Diğer bir ifadeyle, işçiye ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek kadar yüksek ücret verilmelidir. Peygamber @'ın "ona (işçinize) yediğinizden ye-dirin, giydiğinizden giydirin." ifadesi, işçilerin asgarî ücretini belirleyen temel bir prensibi sağlamakta (teşkil etmekte)dır. İslam müslüman işverenlerden, işçilerine O günün ihtiyaçlarına göre onların ekonomik taleplerini karşılamaya yeterli olacak kadar ücret vermede cömert olmalarını istemektedir.
Gerçekten Peygamber @'m hadisi, onlar açlık ve fakirlikten sefalete ve rezalete düşmesin diye işverenlerden işçilerin geçinme hakkını istemektedir. İşçiler, işverenlere refah İçin çalışmışlardır. Ki şimdi onlar memnundurlar ve karşılık olarak mutad ihtiyaçlarını karşılamak için işverenlerden âdil bir değerlendirme yapmalarını isteme hakkına sahiptirler. Bunun yanısıra, ücretler, işçilerin işverenlerine yakın olabilmesi için, en azından temel ihtiyaçlarını tatmin edebilsinler diye, işçilere rahat bir hayat sağlayabilecek kadar yüksek olmalıdır.
(iü) Bİr işçiye, onun kapasitesini tahrip eden zor bir görev veya çok ağır bir iş verilmemeli veya benzer olarak yapılması kendisine büyük sıkıntı veren iş yüklenilmemelidir. Ve çalışma için, işçinin sağlığını bozan, uzun çalışla saatleri yapılmamalıdır. Diğer bir ifadeyle, fiziki kapasite ve zaman açısından işin yapısı (özelliği)' işçiler için ağır (sıkıcı) olmamalıdır. Ve eğer işçilere zor ve sıkıcı bir görev verilirse, daha az zorluk ve sıkıntı ile görevini yerine getirebilmesi için daha fazla emek ve sermaye ile yardım edilmelidir. Bundan başka, zor bir iş ve uzun iş saatleri sözkonusu olduğunda, bu ilave bir hak (ödeme) şeklinde uygun olarak telafi (tazmin) edilmelidir.
Peygamber @ insanların haklan üzerinde daha fazla durmuştur. Enes, Peygamber @'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kendiniz için arzu ettiğinizi müslüman kardeşiniz için de arzu etmedikçe (tam) bir mü'min olamazsınız." (Buhari). Cerir b. Abdullah el-Be-celi'ye göre Peygamber @ şöyle buyurmuştur: "Merhamet etmeyen kimseye merhamet olunmaz." (Buhari ve Müslim). Ebu Hureyre'nİn rivayetine göre Peygamber @ şöyle buyurmuştur: "Yeryüzündekilere merhametli ol, ki sen de cennette (Allah tarafından) merhamet olunasm." (Buhari).
Peygamber @'ın bu sözleri şüphesiz uygulamada geneldir. Fakat, özellikle işverenlerle mukayese edildiğinde, çok zayıf bir durumda bulunan işçiler de dahil herkes için eşit hakların istenmesinde ikna edici misallerdir.
Bununla beraber, iyilik ve doğruluğu maddî bir mükafat için değil, sadece Allah'ın rızasını kazanmak için yerine getiren müslümanlara bu bir emirdir. Böyle insanlardan beklenilen, işçilerine ücret ödemede cömert olmalarıdır. Gerçekten, kendileri için arzu ettiklerini müslüman kardeşleri için de arzu etmeleri bu insanların davranışıdır. Bu sıfatla, her müslüman işverenden sadece Allah nzasını kazanmak için işçilerine makul bir ücret vermesi beklenir ve hiçbir müslüman işveren (gerçek bir müslüman olması ve geleneksel müslüman olmaması şartıyla) hayatın sade ihtiyaçlarını bile satın alamayacağı düşük ücreti işçilerine veremez. Gerçekten, gerçek bir müslüman işveren işçilerine makul ve iyi ücret vermekten mutluluk duyacak ve bununla iftihar edecektir.
Ücret Tavanı (Azamî Ücret): İslam'ın çalışan sınıfın temel ihtiyaçları tarafından belirlenen asgarî"seviyenin altına ücretlerin düşmesine izin vermeyeceği bir gerçektir.
Islamm, işçilerin üretime katkısı tarafından belirlenen belirli bir seviyenin üzerine gereksiz olarak çıkmasına izin vermeyeceği de bir gerçektir. İşçilere, kısmen adalet ve eşitlik uğruna, kısmen de standart etkinliklerini sürdürmeleri için en azından temel ihtiyaçları ile kesin olarak bir temel sağlamak adalettir. Bu se-bepten-kısmen aynı adalet sebebi için, kısmen de yatırım oranını makul bir seviyede sürdürmek ve teşvik etmek için- işçiler üretilenin tümünü tüketenlesin diye ücretlerin makul limitler içinde korunması gereklidir. Dolayısıyla ücretlerin yükselmeyeceği bir üst limitin bulunması da arzulanan bir durumdur. Kur'an-ı Kerim'in aşağıdaki ayetinin ücretlerde bir üst limit teklif ettiği görülmektedir: "Hakikaten insan için çalıştığından başkası yoktur." (53:39).
Bu ayet işçilerin, işverenlerden ne isteyebileceğini ortaya koymaktadır. İşçilerin işverenlerden isteyebileceği azami ücret, diğer üretim faktörleri İle birlikte üretime yaptıkları katkıya eşittir. Azami ücret prensibi bir diğer ayette şu şekilde tasvir edilmektedir: "Artık bugün hiç kimseye zerre kadar zulmedilmez, sadece yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz." (36: 54). Bu, bir İş yapan herhangi bir kimsenin sonuçlarına çalışmasına göre katlanacağını gösteren yaratılışın temel bir kanunudur. Ve emekle ilgili beşeri faaliyetler (bundan) istisna değildir. Her çalışan yapmış olduğuna eşit (ücret) alacaktır. "Allah yolunda sabredenlere yaptıkları amelin daha güzeliyle mükafaatlan-nı elbette vereceğiz." (16:96).
Bu her işverene, işçilerini hayatın imkanlarından en iyi şekilde yararlanmaya muktedir olmak üzere onlara yeterli ve iyi ücret Ödemesi için bir görevdir. İşçilerine uygun ödeme yapmayan İnsanlar hatalarını düzeltmeleri ve başkalarına hak ettiklerini ödemeleri konusunda şu şekilde uyarılmaktadır: "Şu ahiret yurdunu (cenneti) biz, yeryüzünde ne bir zulüm ne de bir fesad istemeyen kimselere veririz." (28:83). Başka insanların haklı hisselerinin Ödenmemesinin etkileyiciliği burada, yeryüzünde saldırganların hareket tarzına uygun olarak fitne çıkaran ve bozucu (ifsad edici) şekilde hareket edenlerin davranışlarına benzetilmektedir.
Ve Kur'an-ı Kerim'in bu ayetlerinin ışığında hiçbir gerçek mü'min, işçisinin haklı hissesinin herhangi bir parçasını asla saklayamaz. Aksine, Allah'a ve ahiret gününe inanan her gerçek mü'min, bütün işçilerine ücretlerini cömertçe ödeyecektir. Böyle yaptığında, o (işveren) genellikle işçilerine sadece Allah'ın rızasını kazanmak İçin haklan olan hisseden daha fazlasını Ödeyecektir.
Ücretlerin Gerçek (Fiilî) Seviyesi: Böylece İslam, işçi ve işverenin haklarını korumak için tedbirler almıştır. Ücretlerin yükselmemesi gereken yukarıya doğru üst sınır işverenin menfaatlerini korurken, ücretlerin düşmemesi gereken aşağıdaki en düşük seviye işçinin haklarını korumaktadır. Gerçek ücretler, işgücü arz ve talebine göre bu limitler arasında hareket eder. İşgücü arz ve talebini de şüphesiz, çalışan sınıfın alışılmış hayat standardı, işçilerin örgütünün etkili gücü ve işverenlerin Allah ve ahiret günü inancını yansıtan davranışı etkiler.
Bütün bu güçlerin karşılıklı etkileşiminin sonucu olarak ücretler sıra ile mutad hayat standardı ve işçilerin katkısı tarafından belirlenen maksimum (azami) ve minumum (asgarî) seviye arasında bir yerde belirlenecektir. Eğer işçilerin örgütü zayıf ve etkisiz ise ve işverenlerin Allah'a ve ahiret gününe İnancı şüphesiz (tam) ise, ücretler işçilerin mutad hayat standardı seviyesine yaklaşacaktır. Diğer taraftan eğer işçilerin örgütü güçlü ve işverenlerin Allah'a inancı sağlam ise ücretler işçilerin üretime yaptıkları katkının üst sınırına yaklaşacaktır. Bununla beraber, islam Devleti, işçiler için makul ve adil bir ücretin belirlenmesinde gerçek rolünü oynayacaktır.
Eğer ücretler herhangi bir zamanda asgari seviyenin altına düşerse, İslam Devleti müdahale etme ve asgari ücreti zamanın ihtiyaçlarına göre belirleme hakkına sahiptir. Fakat, eğer gerçek İslam öğretisi halka, Allah'a ve ahiret gününe inancını kuvvetlendirmek için verilirse ve onlarda bir fedakârlık ruhu geliştirilirse, ücretler asla gerekli seviyenin altına düşmeyecek ye devlet müdahaleye gerek duymayacaktır. İşverenler işçilerine karşı görevlerini tam olarak idrak ettiklerinde, aynı şekilde ihtiyaçlarını kavramak (karşılamak) için onlara yeterli ücret Öderler. Eğer işverenler gerçekten hakiki mü'min iseler ve Allah'ın rızasını insanlığın hizmetinde arıyorlarsa, Peygamber @'m, "kendin İçin arzu ettiğini müslüman kardeşin için de arzu et!" sözünü nasıl unutabilirler?
Gerçekten, gerçek müslüman toplumda ücretler, işçileri işverenlere, en azından temel ihtiyaçları ile ilgili konularda, yaklaştıracak kadar yüksek olacaktır.
Devlet görevlilerinin ücretleri genellikle, işçilerin ücretlerinin bir endeksi olarak alınır. Gerçekten, devlet görevlilerinin ücretleri ülkedeki diğer endüstrilerin genel ücret seviyelerinde çok büyük (aşın) bir etki İcra eder. Devlet endüstrilerinde,, sivil ve askerî1 hizmetlerinde büyük sayıda işçi istihdam ederken, onun ücret oranı özel endüstrilerdeki piyasa ücret oranlarında yükseltici büyük bir etkiye sahiptir. Bundan dolayı, devlet görevlilerinin ücretinin eşitlik ve adalet prensibine dayanması ve eşitlik ve adalet tarafından belirlenmesi ve onların makul bir hayat standardında yaşamasına ve böylece dürüst ve verimli işçiler olarak kalmasına imkân verecek kadar yüksek olması kesinlikle hayatî önemi haizdir.
Peygamber @ Dönemi: Peygamber @ devlet görevlilerinin ücretlerinin belirlenmesi için bazı temel prensipler ortaya koymuştur. Peygamber @'m şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Bir kimse bizim (devlet) işimize tayin olunursa bekarsa evlensin, evi yoksa ev edinsin, hizmetçisi yoksa hizmetçi tutsun. Kim bunun Ötesine taşarsa ya haindir veya hırsızdır." (Kitabu'l-Harac). Bu hadis, devlet memurlarının ücretlerinin tesbİtİnde iki temel prensibi ortaya koymaktadır: Birincisi, devlet herhangi bir görevinden dolayı çalışanlarının günlük ve gerçek ihtiyaçlarının karşılanmasından sorumludur. İkincisi, devletin istihdam ettiklerinden bir kısmının, gerçek ihtiyaçlarının haricinde, fazladan olarak beytül-mal'den talepte bulunmaları dürüstlük değildir. Devlet memurlarının ücretleri bu prensibe göre belirlenirse devletin yüksek ve düşük dereceli memurlarının ücretleri arasındaki adaletsiz ve anormal fark asla olmaz.
Halifeler Dönemi: Devlet memurlarının ücretlerinin belirlenmesi için Rasulullah @ tarafından başlatılan prensipler, O'nun halifeleri tarafından açıkça ortaya konulmuştur. Ücretlerin belirlenmesinde dikkate alman birçok faktör, işçinin gücünün yanısıra, yaptığı işin özelliği ve onun ekonomik sorumlulukları dikkate alınmıştır. İkinci halife Hz. Ömer bu prensibi, bağış ve ödemeler hakkındaki bazı sözleriyle aydınlatmıştır. Bağış ve ödemelerin miktarının belirlenmesinde Hz. Ömer aşağıdaki hususların önemini açıkça belirtmiştir:
1- Bir kişi İslam uğruna hangi hizmetleri yapmıştır?
2- Bir kişi İslam için hangi zorluğa katlanmıştır veya katlanıyor?
3- Bir kişi İslam'a ne kadar süre hizmet etmiştir?
4- Bir kişinin gerçek (yani fiilî) ihtiyaçları nelerdir?
5- Bir kişinin maddî sorumlulukları (yani ai leşinin büyüklüğü) nedir?
Burada kullanılan terimler İslamî hareketin ilk dönemlerine işaret etmektedir. Fakat, az bir
tefekkür aşağıda gösterildiği gibi, bir toplumdaki ücret politikasıyla ilgili temel prensipleri bu terimlerin ihtiva ettiğini gösterecektir.
a- Ticaret için gerekli olan hüner (vasıf) ve bilginin elde edilmesinde zaman ve paranın hesaba katılması makuldür.
b- Bir kişyıin kıdemi (tecrübesi) dikkate alınmalıdır.
c- Bir kişinin işinin yapısı, fizikî derecesi ve ticarette gerekli olan fikrî emeği için münasip bir bedel takdir edilmelidir.
d- Gerçek ekonomik ihtiyaçların derecesine özel önem verilmelidir.
e- Bir kişinin geçindirmekle yükümlü olduğu fertlerin sayışma gereken önem verilmelidir.
Bütün bu hususlar devlet çalışanlarının ücretlerinin belirlenmesinde halifeliğin ilk döneminde dikkate alınmıştır. Bir devlet memurunun ailesinin bir çocuğun olması, devlet hazinesinden aldığı tahsisatın artışım ifade eder. Ve işinin sorumluluğunda, eğitim ve öğretiminde, hizmet derecesinde ve gerçek ihtiyaçlarında meydana gelen bir değişiklik halife tarafından tahsisatında artış yapılarak hakkıyla mükafatlandırılır. Devlet memurlarının ücretlerinde adaletsiz farklılıklar bulunmaz. Tabii kaabiliyet, eğitim, hizmet ve işin sorumluluğunun ve ekonomik ihtiyaçların yapısı vb. karşılığını vermede adaletli şekilde yukarıda zikredilen faktörler tarafından tatmin edilen dereceye kadar korunmuştur. Buna rağmen devlet memurlarının ücretlerindeki farklılıklar korunmuştur. En düşük ücretler uygun bir hayat standardından faydalanabilsinler diye, düşük dereceli bir memurun gerekli bütün harcamalarını karşılamaya yetecek kadar yüksektir. En düşük ve en yüksek ücretler arasındaki fark, bugünkü kapitalist ülkelerdeki gibi mutedil idi ve çok geniş değildi.
Halifeliğin ilk döneminde birçok memura ödenilen çok yüksek ücretler, ücretlerde farklılıklar yarattı; fakat bu, iki grup arasında herhangi bir ekonomik ve sosyal ihtilafa yol açmayacak şekilde yüksek ve düşük dereceli işçiler arasında öyle büyük bir uçurum yaratmadı. Gerçekten, devlet memurlarının emeğinin hakkı, en yüksek ücretli bir kimseyi israf (aşırılık) ve lükse müptela kılmasın ve en düşük ücretli birisi bütün temel ihtiyaçlarım karşılama imkanı bulsun diye, çok dikkatli şekilde belirlenmiştir. Hicretin ilk yıllarında, Peygamber @Tın hanımları ve O'nun Bedir ve Uhud'ta savaşmış olan ashabı hariç, en yüksek ücret 2000 dirhem iken en az ücret 200 dirhem idi, oran 1/10 idi. Devletin geliri arttığı gibi müslüman toplum çok zengin oldu; asgari ücret 300 dirheme ve azami ücret 3000 dirheme yükseldi ve yine oran 1/10 idi.
Devlet görevlilerinin ücretlerinde Peygamber @ ve O'nun halifeleri döneminde farklılığın bulunduğu bir gerçektir. Fakat bu farklılık mutedil ve tabii sınırlar içinde tutuldu. Ve böyle bir fark tabii kaabiliyet, eğitim, Öğretim, işin yapısı, ekonomik sorumluluklar ve hizmetin genişliğindeki farklılıklardan dolayı gayet normal ve kaçınılmazdır. Fakat çok daha Önemli husus, ücretlerdeki bu farkın Öngörülen sınırların dışına taşmasına izin verilmeme-sidir. Ücretlerdeki farklılık oranı 1/10 civarında tutuldu. Oysa modern kapitalist ülkelerdeki oran 1/200 kadar yüksektir. Yüzlerce ve binlerce film ve tv oyuncusunun muazzam kazançlarını bahsetmeye gerek yok. Peygamber @'ın hanımları ve Bedir ve Uhud savaşlarına katılan ashabının tahsisatlarım dikkate alsak bile (Peygamber @'ın dönemindeki toplumun hususi bir hâli olarak sıra ile 5000 ve 3000 dirhem Ödenmiştir) bu oran 1/25'in dışına çıkmamıştır.
İslam, devlet çalışanlarının maaşlarındaki geniş ve adaletsiz farklılıklara cevaz veren bir ücret sistemini tasvip etmez. Diğer şeyler arasında, böyle bir sistem, çok düşük maaş alan alt kademedeki çalışanlar için gayri âdil olup aile tnr tarafa, bir kişinin nezih (normal) bir hayat standardını sürdürmesine yeterli olmaz. Sonra, mahallî idarelerde, belediye meclislerinde ve özerk kurumlarda çalışanlar çok düşük maaşlar almaktadırlar. Bu düşük gelirlilerin pek çoğunun ferdî davranışlarının veya aile yapılarının, temel ihtiyaçlarını karşılayamamaktan ötürü bozulmaları şaşırtıcı değildir. Devletin onlara düşük ücret ödeyerek, kasden onlan bozuk (ifsad edici) bir hayata ittiği görülmektedir.
Eski İngiliz kolonileri olan şimdiki bağımsız devletlerde, devlet çalışanlarının maaşları, kolonilerin halkları arasında rüşvetçiliği ve irtikabı teşvik etmek için kasden düşük tutulmuştur. Devlet çalışanlarının maaşları onlann ekonomik sorumlulukları dikkate alınmaksızın keyfî olarak belirlenmiştir. Sonuç, bir kişinin aylık 1.5 Sterlin, diğerinin 2 Sterlin ve bir diğerinin 250 Sterlin maaş alması idi. Bu uygulama, farklı dereceli devlet görevlilerinin kazançlarında çok"adaletsiz ve zalimane farklılıklara yol açtı. Farklılık oranı 1/100'den 1/200'e kadar değişiyordu.
Bağımsızlığa ulaşmaya çalışan koloniler, devlet görevlilerinin haklarının ödenmesinde bu tür adaletsizlikleri ıslah etmek/için ücret ve maaş sistemlerini yeniden tayin etmeliydiler. Fakat maalesef, sömürgeci İngilizİn uygulamaları olan adaletsiz ücret politikası birçok İslam ülkesinde hâlâ sürdürülüyor. Ve özel firma ve endüstrilerin birçok konuda devleti izlediği gibi, millî ücret oranı yakın zamanlarda bağımsızlığa kavuşan bütün İslam ülkelerinin çoğunda çok düşük kalmıştır. Yakın yıllarda hayat pahalıhğındaki yükselme bu durumu daha da ağırlaştırmıştır.Bu hâl, devlet çalışanlarının ve özellikle düşük gelirlilerin, ellerine geçen maaşlarıyla artan masraflarım karşılamalarını gittikçe zorlaştırmıştır. Dahası rüşvet, kamu fonlarının suistimalî ve benzeri kötü uygulamaların kapısını açmıştır. Gerçekte fakirlik zorlaması, bu insanlardan öncelikle söz konusu ülkelerdeki tüm ücret yapısı de-ğiştirilmeksizin normal olarak hiçbir iyiliğin ve hayrın beklenilemeyeceği ölçüde halkın ahlâki karekterini zaafa uğratmıştır.
İslam devletlerinin refahı ve gelişmesi için ücret sistemlerini, Peygamber @'m talim ve tebligatına, ve her bir çalışanın "geçinme hakkı" prensibine dayanan asgari ücretin belirlenmesine uygun olarak yeniden kurmaları kesinlikle hayatî önemi haizdir. Devletin en mü-tevazi çalışanı bile normal bir hayat standardında yaşama imkânı bulabilmesi için, en düşük ücret oranının belirlenmesinde çalışanın ekonomik ihtiyaç ve sorumluluklarının dikkate alınması esastır. Ücret tavanı ve tabanı arasındaki farkın makul ve âdil sınırlar içinde tutulabilmesi için ücret politikasının tesbitinde oldukça hassas olunmalıdır.
Gayri İslamî ve adaletsiz ücret sisteminin câri olması durumunda, kendi haklarında bir değişiklik hâsıl etmek ve bunun yerini daha tarafsız ve daha âdil bir ücret sisteminin alması için gayret göstermesi mü'minlerin görevidir. Bir ücret sisteminin yeniden kurulmasında aşağıdaki üç hususun dikkate alınması tavsiyeye şayandır:
1- Asgari ücret, bir işçinin temel ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek kadar yüksek olmalıdır.
2- Ücretler arasındaki farklılık, işin yapısı, hizmetin genişliği, eğitim-öğretim ve her iş-çinin ekonomik ihtiyaçlarındaki tabii farklılıkların haklı çıkardığı gibi.dar sınırlar içinde sınırlandırılmalıdır. Fakat bu faktörler tarafından oluşturulan sınırların dışına çıkılmasına hiçbir şart altında İzin verilmemelidir.
Yüksek dereceli Devlet Memurlarının Emeğinin Karşılığının Verilmesi: En üst devlet görevlileri, valiler ve bakanların da dahil olduğu üst düzey devlet görevlilerinin haklan yukarıda açıklanan prensiplere göre belir-lenemez.
Gerçekten bu kimselere sadece, İslam Devletinin sade bir vatandaşının ortalama hayat standardına göre belirlenen ve onların gerekli masraflarım karşılamak için verilen tahsisat (ayhk)tan başka herhangi bir Ödeme yapılmaz. Peygamber @'ın halifeleri ve onların istişare (danışma) heyeti kendi temel ihtiyaçlarından fazlası için hiçbir tahsisat asla almamıştır.
Birinci halife Ebu Bekir (r.a.) halifeliği döneminde almış olduğu bütün tahsisatı devlet hazinesine miras olarak bıraktı. İkinci halife Hz. Ömer tahsisatının Özelliğini açıkça şu sözlerle açıklamıştır: "Senin hazinen hususunda benim durumum, bîr yetimin vasi(koruyucu)sine benzer; eğer ben zengin olsam hazineden hiçbir şey almayacağım. Fakat böyle değil de ihtiyaç içinde isem uygun şekilde kendi emeğimin hakkını alacağım." Ve (maaşının) hesaplanmasından sonra, kendisi için günlük belirlediği iki dirhemdi. (Kitabu'l-Harac ve Ebu Davud).
RasûluIIah @ tek örnek olarak, yüksek düzey memurlarla ilgili prensipleri tesis etmişti ve bu prensipler O'nun halifeleri ve ashabı tarafından tam anlamıyla yerine getirildi. Hz. Ömer yüksek düzey memurlar için, onların hayat standardını olduğu kadar tahsisatlarım da yöneten bir "kamu Hizmetleri" kanunu hazırladı. O'nun vali ve idarecilerine yaptığı konuşmasının ötesi "Kamu Hizmetleri Kanu-nu"nun bir kesitini vermektedir; "Dikkat edin, ben sizi zalim emirler ve valiler olarak değil, ancak iyilik öğretmenleri (ve Önderleri) olarak gönderiyorum. Böylece halk sizden hakkını alabilir. Bu sebeple: (1) Müslümanların (yani halkın) haklarını acele olarak veriniz (2) Onları dövmeyiniz, (veya hapse atmayınız, aksi halde zelil edersiniz (3) lüzumundan fazla da övmeyiniz, aksi halde şımartır fitneye sebep olursunuz (4) Onlara karşı kapılarınızı kapatmayınız, aksi taktirde kuvvetliler zayıfları ezer. (5) Bazılarını diğerlerine tercih etmeyiniz böyle yaparsanız haksızlık (haklarını ihlal) edersiniz." (Kitabu'l-Harac).
Ve İslam devletinin bütün üst düzey memurlarının kamu hizmetleri kanunu uygulayabilmesi için her tedbir alınmıştır. Her ne zaman yüksek bir memuriyete bir tayin yapıldığında, tayin edilenden bütün şartları içeren bir sadakat yemini alınırdı. Şartlar şunlardı:
1- Türk atına asla binmeyeceksin. (O günlerde bu bir lüks kabul edilirdi. Bir Rolls Royce veya Cadillac günümüzde bir Türk atına eşit kabul edilebilir).
2- İnce elbiseler giymeyeceksin. (İnce ve gü-zel-gösterişli elbiselerin kullanılması zenginin bir lüksü idi. Bu, günümüzde kendileri için sınırsız sayıda takım elbise ve hanımları için elbiseler ve altın ziynet takımları veya mücevherlere sahip olup gurur duyan kişilerin müsrif, (şaşaalı) hayatı ile mukayese edilebilir).
3- Elenmiş undan yapılmış has ekmek yemeyeceksin. (Ve yine o günlerde bu bir lüks idi, gerçek maksat lüks ve rahat bir hayattan, bu yapılmadığı takdirde, özellikle halka kötü örnek olacak olan yüksek dereceli memurları caydırmaktı).
4- Evinin kapısında bir nöbetçi tutmayacaksın ve daima kapım yoksula açık tutacaksın. Bu, haksızlığa uğrayan bir kişinin durumunu devletin en yüksek otoritesine sunabilmesi için, halkın yüksek dereceli memurlara serbestçe ulaşma hakkına sahip olması lüzumunu basit olarak ifade etmektedir. Diğer bir ifade ile her fert yüksek otoritenin huzuruna çıkma hürriyetine sahip olmalıdır.
Bütün bu tedbirlerin amacı, yüksek dereceli memurlar arasında lüks ve israfı önlemek ve onları islam devletinin normal bir vatandaşının ortalama (normal) hayatına alıştırmaktı.
Ücretlerin İstikrarı:Ücretleri makul bir standartta tutmak için, emeğe tam hareket(mobili-te) hürriyeti vermiştir. Onlar ülkenin herhangi bir bölgesinde geçimlerini aramak için dolaşmakta serbesttir. Daha yüksek ücretler elde etmek İçin devletin bir bölgesinden diğer bir bölgesine gitmelerine kesinlikle hiçbir sınırlandırma yoktur.
Bütün ülkede ücretleri standardize etmede İslam tarafından tavsiye edilen ikinci metod, tam meslek (seçme) hürriyetinin verilmesidir. Her fert kendi tercihi ile herhangi bir mesleği seçmede hürdür ve herhangi bir şekilde işçilerin meslek seçimi veya işin coğrafi bölgesini tercihte güçlükler yaratabilen hiçbir sınırlandırma sözkonusu değildir. Sonuç olarak, işgücü bütün mesleklere ve ülkenin bütün bölgelerine kendi isteğine göre dağıtılır ve her yerde nadiren emek fazlası veya kıtlığı olabilir. Farklı bölgeler ve meslekler arasında bu emek mobilite (hareketsizlik)si hürriyeti, bütün ülkede ücretlerdeki istikran korumaya büyük ölçüde yardım eder.
Üretimin dördüncü unsuru olan, müteşebbisin üretim sırasında ifa etmiş olduğu hizmetler sonucunda millî gelirden almış olduğu paya denir. Ödenecek olan kârın miktarı ne olmalıdır? Ve bu pay hangi prensiplere göre belirlenmelidir? Başka bir deyişle onun haketmiş olduğu adil bir kâr ne kadar olmalıdır? Bu, çözüm bekleyen en önemli problemlerden biridir.
Şüphesiz kâr ödemeleri sanayinin başarısı ve ilerlemesi için zaruridir, zira bütün işletmeler kâr amacı ile kurulmuş olup, hiçbir müteşebbis kârsız çalışmaya rıza göstermez. Ancak, âdil ve mantıklı bir kâra izin verilecektir. Kapitalizmin zorunlu bir parçası olan ihtikâr ve karaborsacılık eşitlik ve adalet ikelerine karşı olduklarından hiçbir şekilde haklı gösterilemez.
Milyonlarca emekçinin açlık ve sefalet çektiği bir sırada, bu suretle halkm sırtından elde ettikleri kâr ile lüks bir hayat süren birkaç kapitalistin yaptığı gayri meşru ve gayri âdildir. Bu yüzden üretimin öteki faktörlerinin tesbi-tİnde olduğu gibi kâr, eşitlik ve adalet prensiplerine göre -amme menfaati ve toplumun refahını gözönünde bulundurmak kaydı ile-sabittir.
Kur'an'da yetİînlerin mülkü ile ilgilenen vâsi ile ilgili olarak müteşebbisin payı hakkında şu ifadelere yer verilmiştir: "(Miras düşmeyen) akrabalar, yetimler, yoksullar da (miras) tak-sim(in)de hazır bulunursa bir şeyler vererek onları da ondan rızıklandırm (gönüllerini hoş edin) ve onlara güzel söz söyleyin." (4:8).
Kur'an'ın bu ayetinde de belirtildiği üzere müteşebbisin mükâfatı onun yapmış olduğu işin tabiatı,teamül ve işin şartlarına göre belirlenecektir. Her işte onun payı bu meslekteki yaygın teamüle göre sabittir. Teamül, çok geniş kapsamlı bir terim olup, zamana ve duruma g°re değişen insanların yaşam stantdardı, sınaî ve iktisadî gelişmeler gibi pek çok şarta bağlıdır. Onun için müteşebbisin payının belirlenmesinde bütün bu faktörler gözönünde tutulmalı, yaygın adetlere göre eşit ve adil bir şekilde ve kimsenin hakkında tecavüze fırsat verilmeden düzenlenmelidir. Ne kadar olursa olsun, onun payına düşen miktar her zaman mâkûl olmalıdır.
Millî gelirden sermaye sahibine verilen paya faiz denir. Faiz doktrininin İslam'daki önemini anlayabilmek için okuyucunun Kur'an'ın emirlerine açık fikirle ve İslam öğretilerine karşı herhangi bir önyargıya kapılmadan bakması zorunludur. Şüphesiz pek çok iktisatçı faiz doktrini hakkında pek çok yazı yazmıştır, fakat bunlar tutarlı ve sistematik bir teori geliştirilmeden yapılan "dağınık birer gözlem kalabalığından" ibarettir. İktisatçıların ekonomik alanındaki büyük başarılarına rağmen, faiz problemini çözemediklerini söylersek yanılmış olmayız. Onlar aslında esas mevzu olan faiz ödemelerinin neden yapıldığını açıklamaktan kaçınmışlar ve bütün enerjilerini faizin nasıl belirlendiğini araştırmakla meşgul olmuşlardır. Böylece bizim açımızdan, bu hipotez üzerine inşa etmiş oldukları sayısız faiz teorisi yanıltıcıdır.
Dahası okuyucu faiz doktrinine İslam ekonomik sisteminin beş temel direğinden biri olarak bakmalıdır. (Diğerleri sadaka ve zekattır, yani aşırı ve gereksiz servet birikimi yasağı ile miras hükümleridir.) Faiz öteki prensiplerden ayrı olarak incelenecek olursa yalnız anlamını yitirmekle kalmaz, fakat bizim tartışmalarımızın geçerliliği hakkında da şüphe uyandırır. Faiz doktrini İslam iktisadi sisteminin temel yapı taşlarından biri olmasına rağmen, ancak sistemin öteki yapı taşları ile birlikte ele alındığı sürece okuyucuya ilginç ve faydalı malumat sağlamaktadır.
Faiz kurumu dünyanın öteki ülkelerinde de olduğu gibi Arabistan'daki insanın ekonomik hayatında da büyük bir rol oynamaktaydı. Aslında bu, mevcut ekonomik sistemin işleyişi bakımından zorunlu sayılmaktaydı. Fakat İslam buna zararlı etkilerini cemiyetin iktisadi ve toplumsal hayatına kadar köksalan iktisadi bir kötülük olarak bakmaktaydı. Bu yüzden Kur'an-ı Kerim müslüman bir cemiyette faizin haram olduğunu ilan etti. Faiz insanların iktisadi hayatında derin kökler salmış olduğundan herşeyi bilen Yüce Allah faiz yasağı ile ilgili emirlerini, İnsanların iktisadi hayatını alt-üst etmemek ve onlara lüzumsuz zorluklar çıkartmamak için birer birer ifşa etmiştir.
Kur'an'da faiz yerine riba kelimesi kullanılmıştır. Lûgatta riba, fazla, fazlalık anlamına geliyor ise de, iktisatta bu borç verenin borç alandan, ana paranın üstünde muayyen bir za-manlık bekleyişten doğan menfaat olarak elde etmiş olduğu fazlalık ile ilgilidir. İbni Hacer -Askalani- riba'dan bahsederken, ister mal isterse para olsun ribanın;.. esasının fazlalık olduğunu söylemektedir. Allame Mahmud al-Hassan Tauma'ye göre ise riba fazlalık veya artış anlamına gelmektedir; ve mal değiş-to-kuş mukavelelerinde aynî bir mal için daha fazla şey talep edilirse bu da bir riba'dir.
Şah Veliyullah Dehlevî'nin belirttiğine göre borç alanın borç verenden almış olduğu borcun fazlasını ve daha iyisini ödemek şartı ile uzatılan borçta da riba unsuru mevcuttur. Ebu Bekr İbnİl Arabi'nin düşüncesine göre, karşılığında bir menfaat ödenmeyen her fazlalık ri-badır. Katade'nin söylediğine göre İslam öncesi ribada, bir kişi diğer bir kişiye muayyen bir süre için, mal sattığında, sürenin bitiminde alıcı ödeme yapmamış ise o zaman satıcı ödeme süresini alış fiatmı yükselterek uzatmaktaydı. Mücahid'e göre ise İslam öncesi bütün muamelelerde bu tür riba mevcuttu; bir kimse sözleşme ile diğer bir kimseden borç aldığında, alacaklıdan ödeme yapması için zaman istemekte ve bunun karşılığında ona borcun yanında fazladan sabit bir miktar ödeme sözü vermekteydi. (Yusufu'd-Din; a.g.e., sh. 391).
Ebu Bekr el-Cessâs'a göre İslam öncesi, insanlar biribirinden borç aldıklarında ilgili taraflar muayyen bir süre sonra borç alanın esas borcun yanında bir miktar paranın fazladan Ödenmesi için aralarında anlaşmaktaydılar. İmam Razi'nin görüşüne göre İslam öncesi adetlerde bir kişinin borcunun muayyen bir süre için ertelenmesi ve ondan her ay için sabit miktarda bir para alınması yaygındı; süre sona erdiğinde borç alanın borcunu ödemesi isteniyordu; borcunu ödemeyecek durumda ise, Ödemeyi yapabilmesi için süre uzatılmakta ve faiz arttırılmaktaydı. O dönemler Arabistan'da bu tür borç işlemleri oldukça yaygındı ve bunlara riba ismi verilmekteydi. İşte Islamın yasaklamış olduğu esas miktar üzerinden alınan bu fazlalık idi.
Riba'mn dikkatlice İncelenmesinden de anlaşılacağı üzere, bunun tefecilik olmaması ile birlikte borç verilen miktarın üzerindeki fazlalığı kapsadığı anlaşılacaktır.
Rİba, bir kimsenin sermayesini başka bir kimseye belirli bir süre için borç vermesi İle, bu sermayeden ayrı olarak talep etmiş olduğu para miktarı halinde kazanılmaktadır. Riba (faiz) demlen bu ilave miktar, herhangi bir emek veya mal karşılığı olmayıp, borç alınan miktarın karşılığıdır. Riba aslında bu şekilde ana paranın kullanılacağı süre için talep edilen bir artı değerdir. Riba üç unsurdan oluşmaktadır : Esas miktara İlave edilen miktar, zamana göre bu ilave oranı ve pazarlık şartlarından olan bu ilave miktarın Ödenmesi. Bu üç unsuru kapsayan bütün muameleler riba sınıflandırılmasına girer.
Aslında, Arapça'daki riba modern konuşma tarzında aşırı yüksek faiz anlamına gelen tefecilik sözcüğü ile kısmen de olsa açıklanmaktadır. Mamafih, riba Arapça'da miktarı ne kadar az olursa olsun, borç verilen ana miktar üzerine İlave edilen miktar anlamına gelmektedir ve hem tefeciliği hem de faizi kapsamaktadır. Kur'an'daki ayetlerden hiçbiri tefecilik olarak bilinen faizi feshedip de öteki şekillerini muhafaza etmeyi ima etmemiştir. Kur'an'ın hükümleri kapitalist sistemin zihniyetini ahlâki değerlerini, kültürel ve ekonomik kurumlarının kökünü kazıyıp, yepyeni bir sistemi öngörmektedir. Bu sistemde cimriliğin yerini merhamet, bencilliğin yerini işbirliği, riba'mn yerini zekat ve bankacılığın yerini bey-tülmal alacak, böylece toplumun işbirliği ve dayanışması İçin gerekli şartlar oluşturulmuş olacaktır. Riba iki ayn gruba ayrılmaktadır: (l)Riba-inesie, (2) Riba-i fazl.
Bu tür riba Peygamber @ zamanında oldukça yaygındı. Bir kişiden borcunun ertelenmesi için ana para üzerinden istenen aylık faiz gibi bütün kredi anlaşmalarında bu tür riba sözko-nusu idi. Borç ödeme süresi sona erdiğinde, alacaklı ana paranın ödenmesini talep etmekteydi; borçlu borcunu ödemeyecek durumda ise, alacaklı anlaşmada belirlenmiş olan bir miktar ilave parayı ödemesi şartı ile süreyi uzatmaya yanaşmaktaydı. O günlerde bu tabiattaki muameleler Arabistan'da oldukça yaygındı ve hepsi de riba (faiz) unsurunu ihtiva etmekteydi. Borçlu zamanı geldiğinde birikmiş fazlalığı (faiz) ile ana parayı ödeyemez ise, borcunu ödemesi için süre uzatılmaktaydı, fakat bu esnada da borç katlanmaktaydı.
Cahiliye dönemi Arabistan'ında alacaklı, vadesi dolduğunda borçludan borcunu talep etmekteydi. Eğer alacaklı rıza gösterirse, ertelenen ana para kabul edilmekte ve borç silinmekteydi. Fakat borçlu borcunu ödeyemeyecek durumda ise, ona "rahatlatıcı zaman" verilmekteydi. Müşrik Araplar kısa bir süre için borç ertelemekteydiler. Bu süre sona erdiğinde alacaklı, borçludan borcunu veya bundan doğan faizin ödenmesini istemekteydi. Borçlu Ödeyemeyecek durumda ise, o zaman borç miktarı ikiye katlanmaktaydı.
Riba-i Nesie'nin anlamını açıklamak üzere aşağıda Peygamber @ zamanından misaller sunulmaktadır:
a- Ebu Salih, muayyen bir tarihten sonra Ödenmek şartı ile kumaşlarını Darül-Nahle kasabası halkına sattı. Fakat sonraları Küfe'ye yola düştüğünde, onlar kendisinden Önceden tesbit edilen sabit miktarı düşürmesini istediler. Kendisi Zeyd b. Sabit'e bu konu hakkında danıştı, fakat anlaşmada riba unsuru olduğundan teklifi kabul etmesi istendi. (Muvatta).
b- Abdullah b. Ömer'e bîr kimsenin başka bir kimseye muayyen bir süre için borç vermesiyle doğan anlaşmazlığı çözmek için akıl danışmaya geldiler. Borç alan, alacaklıdan tesbit edilen miktarı azaltmasını istemekte ve hemen ödeme yapacağım (yani vadeden önce) bildirdi, fakat Abdullah bunu onaylamadı. Zira teklifte riba unsuru var idi.
c- Zeyd b. Eslem'e göre ise, eski Arabistan'da riba şu şekilde işlemekteydi: Bir kimsenin başka bir kimseye borcu olduğu zaman, borç vadesi sona erdiğinde, borç veren ana parayı talep etmekteydi; borçlu ödeyemeyecek durumda olduğunu bildirirse, o zaman sermaye üzerinden bir fazlalık ödenmesi şartı ile vade uzatılıyordu. Böylece vade, artışa sebep oluyordu. (Borcun vadesinin uzatılması için artı bir karşılık). Bu şekilde bu borçludan ana parayı alabilmek İçin beklemenin bir mükafatı olarak görülüyordu. Borç verilen ana para üzerinden talep edilen fazlalığa İse riba (veya faiz) denmekteydi. (Muvatta).
d- İmam Malik'e göre İslam hukukçuları (ve iktisatçıları) arasında bir kimsenin başka bir kimseye sabit bir vade ile vermiş olduğu borç ile ilgili olarak, borçlunun belirlenen süreden önce alacaklının borç miktarını azaltması şartı ile geri ödeme yapmasını yasakladıklarını söylemektedir. Aynı şeklide alacaklının borç vadesinin dolmasından sonra Ödeme süresini tekrar uzatması ve borçlunun borç miktarını sabit bir ilave miktar arttırması da yasaktır. İmam Malik'e göre bu tür bir muamelede açık bir faiz mevcuttur.
Riba üzerindeki yorumunda İmam Razi şunları söylemektedir: Alacaklı bir kimseye belirtilen bir süre için borç açtığında ve süre dolduğunda borcunu tahsil etmek için borçluya gider. Eğer borçlu borcunu ödeyemeyecek durumda ise, borcun üstünde ilave bir miktar karşılığında vadenin uzatılmasını talep etmektedir. Alacaklı bunu kabul etmektedir. İslam'da bu kesinlikle yasaktır. (Enver İkbal Kureyşi).
Cahiliye döneminde, eğer borçlunun alacaklıya 100 dinar borcu var ise, ve borçlu bu parayı belirtilen sürenin bitiminde ödeyemeyecek
durumda ise, alacaklı ancak ana paraya ilave bir miktar karşılığında vadeyi uzatmaya yanaşıyordu. İslam'da böyle bir şeye katiyyen müsaade ediımez. Yukarıdaki örneklerin hepsinde riba unsuru mevcut idi. (Buna riba nasie veya borç faizi denmekteydi). Ve bu yüzden İslam'da kesinlikle yasaktı.
Riba-i fazl'ın esası borçlunun alacaklıya aynı tür mal değiş-tokuşunda Ödemiş olduğu ilave (fazla) miktara dayanmaktadır.
O günlerde pek çok ülkede olduğu gibi, Arabistan'da da trampa muameleleri oldukça yaygındı. İnsanlar birbiriyle mal alış-verişinde bulunmaktaydı. Köy veya şehirlerdeki yoksullar, zenginlerden belirlenen sürenin bitiminden sonra daha fazlasını ödemek şartı ile belirli miktarda tahılı borç olarak almaktaydılar. Bu, yukarıda adı geçen ve 100 dinar borç olarak belirli bir süreden sonra 150 veya 200 dinar ödemeye söz veren kişinin durumuna oldukça benzemektedir. Her iki pazarlığın tabiatı tıpatıp aynıdır; yalnızca şekil olarak bir fark vardır. Birincisinde daha az tahıl karşılığında daha fazla tahıl, ikincisinde ise daha fazla para karşılığında daha fazla para ödenmektedir. Bütün bu pazarlıklar riba unsuru içermektedir. Onun için Peygamber @ riba uygulamasını yalnızca paranın kullanıldığı kredi işlemleri ile sınırlandırmayıp, aşağıdaki hadislerde de gösterildiği üzere bütün mal değiş -tokuşlarında yasaklamıştır.
1- Ebu Said el-Hudri'nin bildirdiğine göre Peygamber @ şunları söylemiştir: "Buğday ile buğday, arpa ile arpa, hurma ile hurmanın satışı riba'dır; ancak birbirine müsavi ve peşin olarak satışları müstesna." (Buhari).
2- Ebu Said el-Hudrî Peygamber @'dan şöyle rivayet ediyor: "İki saa'lık hurma yerine bir saa'lık hurma satışı yapmayınız; iki dirhemlik yerine bir dirhemlik mübadele de yapmayınız (çünkü bu bir riba'dır)." (Buhari).
3- Ebu Bekr'den, Peygamber @'m şöyle buyurduğu anlatılır: "Ancak eşit miktar altın yerine altın, gümüş yerine gümüş satınız, fakat altın yerine gümüş veya gümüş yerine altını istediğiniz gibi satınız." (Buhari).
4- Ebu Said el-Hudrî'den rivayet olunduğuna göre Rasulullah @: "Altın ile altını, ancak misli misline olursa satın; birbirleri üzerine fazla yapmayın. Gümüş ile gümüşü de, ancak misli misline olursa satın, birbirleri üzerine fazla yapmayın. Onlardan gaib olanı hazırla dahi satmayın." buyurmuşlardır. (Buhari).
5- Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre Rasulullah @ şöyle buyurmuştur: "Altm altın ile, tartısı tartısına, misli misline; gümüş ile gümüş dahi tartısı tartısına, misli misline satılır. Her kim ziyade verir veya ziyade alırsa bu riba'dır." (Müslim ve Muvatta).
6- Osman, Rasulullah @'dan şöyle anlatıyor: "Bir dinar yerine iki dinar veya bir dirhem yerine iki dirhem satmayınız." (Muvatta).
7- Ubade b. Sâmit, Peygamber @'dan şöyle rivayet etmiştir: "Altın ile altm, gümüşle gü-muş, buğday ile buğday, arpa ile arpa, hurma ile hurma ve tuz ile tuz, misli misline, birbirine müsavi ve peşin olarak satılırlar. Bu neviler değişirse peşin olduğu takdirde nasıl isterseniz öyle satın." (Müslim ve Muvatta).
8- Ebu Said el-Hudrî ile Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre Rasulullah @ Hayber üzerine bir adamı memur göndermiş, o zat da Rasulullah @'a seçkin kuru hurma getirmiş. Derken Rasulullah @: 'Hayber'in bütün hurmaları böyle mi?' diye sormuş, adam: 'Hayır ya Rasulullah! Biz bunun bir ölçeğini iki ve iki ölçeğini üç Ölçeğe alıyoruz' demiş. Bunun üzerine Rasulullah @: 'Bunu yapma, kötü hurmayı para ile sat, sonra para ile seçkin hurma satın al' buyurmuş, tartı hakkında da böyle bir şeyi söylemişlerdir." (Buhari ve Müslim).
9- Ebu Said, benzer bir olayı nakleder: "Bir gün Bilal yeşil bir tür hurma ile Peygamber @'a geldi. O, sordu: 'nereden aldın bunları?' Bilal; 'Elimizdeki düşük kaliteli hurmalardan iki saa verdim, bir saa bunları aldım' diye cevapladı. Rasulullah @ bu alışverişi hoş karşılamadı ve şöyle dedi: 'Böyle bir alışveriş yapmayınız. Üstün kaliteli hurma almak istediğinizde, önce düşük kaliteli hurmaları para karşılığı satınız, ondan sonra üstün kaliteli hurma satın alınız."
Özetleyecek olursak; riba (faiz) unsuru, türü aynı-miktarları farklı malların değiş-tokuş undan doğmaktadır. Rasulullah @'ın yukanya aldığımız sözlerinden de anlaşılacağı üzere, riba unsuru yalnız para muamelelerinde değil, fakat bir kimsenin değiş-tokuşunu yaptığı malın üzerinden elde etmiş olduğu fazlalık da dahil olmak üzere trampa muamelelerinde de bulunduğu kanıtlanmaktadır.
Peygamberdin yukarıdaki sözlerinden kredi veya ırampa muamelelerinde riba unsurunun varlığında aşağıdaki prensipler çıkartılabilir:
a- Miktarları eşit olmayan, türü ve değeri aynı olan şeylerin veresiye veya nakit olarak de-ğiş-tokuşu riba unsuru içermektedir. Mesela; on gram altının on iki gram altın ile değiş-tokuş edilmesi riba unsuru içermektedir.
b- Miktarları eşit olmayan, türü aynı, fakat değerleri farklı iki şeyin veresiye olarak de-ğiş-tokuşu riba unsuru içermektedir. Fakat böyle bir değiş-tokuş elden ele yapıldığında riba'dan muaftır.
c- Miktarları eşit olmayan, eşit değerdeki farklı şeylerin veresiye olarak değiş-tokuşu riba unsuru içermektedir. Fakat bu pazarlık elden ele yapıldığında riba'dan muaftır. Mesela; eğer bir altın 30 bin liralık gümüşe eşit ise, o zaman elden ele pazarlık helaldir, fakat bu muamelenin veresiye olarak yapılmasına riba unsurunu içereceğinden dolayı müsaade edil-mez.
d- Miktarları eşit olmayan, hem tür hem de değer olarak farklılık gösteren şeylerin veresiye ve elden ele değiş-tokuşu riba'dan muaftır ve helaldir. Mesela; tuz ve buğday taraflar arasında anlaşma sağlandığı takdirde elden ele ve veresiye olarak istenildiği miktarlarda değiş-tokuş edilebilir.
e- Fiyatların ülkenin standard parası tarafından belirlendiği para ekonomilerinde aynı şeyin eşit olmayan miktarlarda elden ele ve veresiye olarak değiş-tokuşu riba'dan muaf olduğundan helaldir. Mesela; bir cins buğday bir fiyata, bir başka cins buğday ise daha yüksek bir fiyata satılmaktadır. Bu iki cins buğday, türün benzerliğine rağmen, riba endişesi olmadan eşit olmayan miktarlarda değiş-tokuş edilebilir. Çünkü muamele buğdayın çeşidi veya ağırlığına göre değil, fiyatına göre yapılmaktadır.
"Ribanın yasaklanması İslam Hukuk sisteminde oldukça önemli bîr yer işgal eder. Sözleşme hükümlerinin önemli bir kısmımın yapısı riba vemeysir (kumar)in yasaklanmasını güçlendirmek için karşılıklı alışverişte "gayret" faktörünün varlığına dikkati çeker. Borçta riba, yalnızca bir kimsenin borç verilen miktarın üstünde bir miktar ödemesi için ısrar etmesinde değil, fakat herhangi bir menfaat sağlamaya çalışması ile dahi mevcuttur. Bu yüzden suflece (değişim) bile hoş karşılanmamakta (Hanefilerde olduğu gibi) ve hatta (Safîlerde olduğu gibi) yasaklanmaktadır. Zira alacaklı olarak vasıflanan satıcı, nakliye masraflarından kaçınarak bir menfaat sağlamış olmaktadır. (Shorter Encyclopaedia of islam, sh. 472).
Riba hakkındaki bu uzun tartışma, riba unsuruyla beraber ticaret muamelelerinin geçerliliğini tanımlamak ve dolayısıyla taraflara hiçbir haksızlığın yapılmadığını göstermek için ne kadar çok çaba sarfedilmiş olduğunu açıkça gösteriyor. Bütün bu pazarlıklar para meselesini veya elden-ele yahut kredi ile mübadele işlemini ihtiva etse dahi; içinde, ancak asıl bunun veya malın üzerinde fazlalık olma ihtimali olanlar, faiz olarak isimlendirileceğinden dolayı bir İslam toplumunda müsaade edilemez.
"Kişiler Kur'an-ı Kerim'in (riba ile ilgili) ayetlerinin arzulanan tefsirine müsamaha göster-meselerdi; bizim için Kur'an'in şiddetle yasakladığı artık fazlalığı, faiz ve tefeciliği düşünmek gereksiz olurdu. Fakat, ne yazıkki kişiler çoğu zaman ayetlerin tefsirinde geçici arzularının rol oynamasına müsaade ederler. Sanayi devriminin meydana gelmesinden beri sînaî ve ticari alanda sermaye önemli bir rol üstlendiği andan itibaren bu özellikle hep böyledir. 19- y.y-'da basiret ve feraset sahibi müslüman-lar bir yandan bankacılık yapısının yardımıyla batının ticari ve sınaî alanda uzun adımlarına, diğer yandan, müslümanlan safha safha refahın en alt katmanlanna çeken müslümanlann uyuşukluk ve cahilliklerine şahit oldular. Bu arada ticaret ve sanayiin, mekanizmada zaruri araç olduğunu gördüler. Müslümanlar, ticaret ve sanayi olmaksızın gelişemezdi. Ticaret ve sanayi bankasız gelişemezdi. Bu yüzden müs-lümanlar bankanın temeli olan faizden daha fazla sakınmak zorundaydılar. Fakat faizi yasaklayan Kur'an ne diyordu? Kur'an'a yöneldiklerini iddia eden bazı meşhur kimselerin tartışmaları da bu doğrultudaydı. Onlar bu yüzden "Riba" kelimesinin (kelimenin sosyal ve ekonomik öneminin tamamen farkına varmaksızın) faizden ayırmak yolunu tutarak onu tefecilik (aşırı faiz) olarak tercüme etmişlerdir. Onların dediğine göre tefecilik; paranın tüketim amaçlarına göre geliştiğinden, borç para vermenin İlkel şekli ile ilgilidir.
"Fakat bu iddialan yalanlayan hâdiseler ortadadır. Peygamber @ zamanında dahi Medine yahudileri parayı çoğaltmaya yönelik olarak yalnızca tüketim amaçlan için kullanmazlar, ticaret için de kullanırlardı. Aynen modem bankalarda üretim amaçlarının yanısıra, tüketim amaçlarına yönelik parayı arttırmak için değerlendirirler. Gerçekte Medine yahudile-riyle Modern Bankaların borç vermeleri arasındaki temel fark bir derece farkıdır, gelişmedir, değişik bir tür değildir. Çok önemli olan şey ise Peygamber @'m zamanında dahi ticaret ile bankacılık ilişkisinin araplar tarafından biliniyor olmasıdır."
"Kur'an ayetlerinde, tefecilik ve faiz arasında iddia edilen farkı kapsamakla beraber faizi haklı çıkaracak hiçbir şey yoktur. Daima belirtildiği gİbi,asil kelime fazlalık veya ek anlamına gelen "riba"dır ve bundan dolayı tefecilik ve faizin her ikisini de kapsar." "Kendi görüşlerini değiştirmeyi hazmedemeyen, fakat Kur'an-ı Kerim ayetlerinin manasını, kendi geçici arzularına uydurabilmek için, değiştiren insanlar vardır. Böyle yapmakla onlar çağdaş bakış açılarına uygun "riba" tanımını kabul etmiş olurlar. Böyle bir kişinin dediğine göre; "kabul ettiğim tanım şöyle olmalı; haksız kazanç, yasal ticaret yoluyla olmayıp altın ve gümüşün tuz, hurma, arpa, buğday gibi önemli gıda maddelerinin ödünç verilmesinden elde edilir. (Peygamber @'ın bizzat bahsettiği listeye göre). Benim tanımım modem banka ve fınansın oluşturduğu iktisadi kredi hariç diğer vurgunculukların her türlüsünü kapsar." "Şaşırtıcı olan hiçbir özeleştiri yapmaksızın, bu gibi çoğu fakat onlara İslam adına herhangi ufacık bir şey söylendiğinde eleştirirler. Bu eleştiri, tartışarak gerçeği bulma isteklerine dayanmaz, onlar sadece meseleyi alaya ve hafife olmak için eleştiri konusu yaparlar." (Şeyh Mahmud Ahmed, Economics of islam, sh. 20-24).
Faiz ve tefeciliğin tanımıyla vaktimizi israf etmek gereksizdir. Çünkü her ikisi de birbirinin anlamını kapsayacak şekilde kullanılır ve sermayenin üstünden veya üzerinden ödenen (veya alınan) fazlalık veya ilave için kullanılır. İslam, faiz veya tefecilik arasında hiçbir ayınm yapmaksızın, çok geniş manası olan ve faiz ve tefeciliğin her ikisini de kapsayan riba-yı yasaklar. Böylece bugünkü banka faizi riba tanımı içine girer.
Oxford sözlüğünün (The Oxford Dictionary) verdiği tefeciliğin manasım tahlil etmek İlginç olur. Sözlük tefeciliği şu kelimelerle açıklar: "Özellikle hukukun müsaade ettiğinden daha fazla faize, aşırı faiz oranlannda parayı borca verme işi." Bu tarife göre, herhangi bir fazlalık oran, özellikle yönetim tarafından dondurulan orandan yukansi tefeci bir faiz oranıdır. Bu konuda, İslaman önerdiği yol çok açık ve aydınlatıcıdır ve faizde borç verenlerin her çe-
şit manevralarına nihai bir son verir. (Hukuki oran olarak) İslam faiz oranlarım sıfırla dondurmuştur. Sıfırdan yukarı herhangi bir oran -müslüman bir toplumda- tefeci (aşırı) faiz oranıdır, (islam and Theory of Interest, sh. 19).
a- Herkesin Kerih Gördüğü Tefecilik: Sıradan bir insan bile, Kur'an-ı Kerim'in sözko-nusu ettiği riba yasağının faizi kapsadığını rahatlıkla anlar. İslamın yasaklayıp haram kıldığı banka faizi dahil en basitinden en karmaşığına bütün faiz işlemleridir.
Faizin en kötü örneği olan tefeciliğe gelince; çağlar boyunca bütün dinler ve meşhur filo-zoflarca hemfikir olarak kınanmıştır. Hatta faizi tasvip eden yahudiler bile tefeciliği yasaklamışlardır. Hristiyan din adamları tefeciliği ahlakdışı ilan ettiler. Kilisenin tefeciliğe koyduğu yasak ortaçağın sonlarına kadar devam etti. Bundan dolayı 13. yüzyılın son zamanlarında St. Thomas Aguinas'm söyleyebildiği şudur: "Borca verilen parayla tefecilik yapmak başlıbaşına haksızlıktır, çünkü bu olmayan bir şeyi satmaktır."
Floransah Antoninius tefeciliği şu kelimelerle kerih görür; "Para, yalnız başına bizzat kâr getiremez, ancak tüccarların kullanması doğrultusunda kârlı olabilir." Skolastik yazarlar genelde bu muhakeme yolundan giderek tefeciliği kınamışlardır. Aristo, tefeciliği kınayanların başında gelir. Onun ifadeleriyle: "Para kazanmanın İki yolundan biri, hemen söyleyeceğim gibi, ev idaresinin bir bölümüdür, diğeri perakende ticarettir, İlki çok Önemli ve hürmete şayandır, sonraki haklı olarak tenkit edilebilen bir değişim çeşididir. Tenkit edilmesi; değişimin tabii olmaması, birinden diğerine aktarılırken kişilerin kazanç teminlerinde bir tarz olmasındandır. En çok tiksinilen para kazanma çeşidi; büyük bir sebepten dolayı paranın tabii kullanımı olmadan, para üzerinden bir kazanç sağlayan tefeciliktir. Parayla kastedilen değişimde kullanımıdır, yoksa faizle arttırmak değil. Paranın doğurması anlamına gelen bu tefeci terimi para üremesinde kullanılır, nasıl ki çocuklar ana babalarına benzerse... Bundan dolayı bütün bu gibi para kazanma yollarından en fazla gayri tabii olanı bu sonuncusudur." (Aristotle, Politics, sh. 23 ve 111).
Faizi genellikle haklı gösteren çoğu iktisatçılar tefeciliğe şiddetle karşıdırlar. (E. RoIL, A History of Economics Theory, sh. 98-108).
b- Birbirlerine Dönüşebilen Faiz ve Tefecilik: Faiz kavramının tarihî gelişimi hakkında bir çalışma; eski çağlarda dahi tefecilikte olduğu gibi çoğu hukukçuların, filozofların ve ekonomistlerin de faizi, miktarın aşağısında veya yukarısında tahsil edilmek üzere borç verilen bir sermaye olarak kabul ettiklerini ve bu iki terimin sık sık birinin diğerine dönüşebildiğim göstermiştir. O insanların yazdıklarına bir göz atmak, bu İki terimin birbirlerine dönüşebileceğini ve kolayca birinin diğerinin yerini alabileceğini gösterecektir.
Mesela, meşhur hukukçu Cozelez Tellez şöyle yazıyor: "Para parayı doğurmadığına göre, borca verilen miktarın dışında bir şey almak tabiata aykırıdır, ve Aristo'nun da söylediği gibi para gerçekten üreyemeyeceğinden alınanın, paradan çok endüstriden olduğunu söylemek daha uygun olacak, ödünç verilmiş mallar borçlunun mal varlığına dahil olur. Bundan dolayı ödünç verenin faiz (yani tefe) alması için mallan kullanması, başka birisinin mallan kullanmasıdır ve bundan borç veren hakkı olmadığından bir kâr sağlayamaz. Diğer bir insana bağlı olacak bir şey kazanan sermayedar kendini başkasının zararına zenginleştirir."
Vaconius Vacuna tefeciliği ele aldığı mülaha-zalannda daha fazla açık sözlüdür: "Bu yüzden paranın bir bölümü veya herhangi bir şey dahi olsa o paranın meyvalarım toplayan kendisine ait olmayan bir şeyi almış olur ve sadece bu yüzden onu çalmış gibi olur." Thomas Aquinas şunları ileri sürer: "Tüketimde kendi nesnelliğini içeren kullanıma haiz bazı belirli mallar vardır. Bu sebepten, bunların kullanımı kendi nesnelliğinden ayrılamaz ve kullanım transferi, nesnenin haliyle transferini zorunlu kılar. Dolayısıyla bu tarz bir nesne ödünç verildiğinde ona ait haklar da daima tabii olarak transfer edilir. Bir adam ürünü ve kullanımını ayn ayn satarsa şimdi bu açıkça haksızlık olur. Böyle yapıldığında o aynı malı iki defa satmış veya fazladan olmayan bir şeyi satmış olacaktır. Tamamen aynı biçimde, bu çeşit şeyleri bir adamın faize yatırması da haksızlıktır. Buradan bir mala iki fıat istiyoruz. Faize yatıran, aynı malı değiştirmek için ve malın kullanımı için fıat istiyor. İşte biz buna faiz, veya tefe diyoruz. Paranın kullanımı tüketim ve onun harcanmasından oluşması dolayısıyla (tüketim ve üretim amaçları için olsa da) her İki alanda da paranın kullanımına fiat istemek başlıbaşına uygunsuzluk olur."
Thomas Aquinas devamla şunları ileri sürer: "Faiz herkese şamil bir zilyedlik, yani zaman için istenen nazari ve gizli fiat olarak addedil-meli. Tefecilerin iddialarına göre zaman, tefecilerin gelir fazlasından almasına -ki bu faizdir- eşit olarak tanımlanır. Böylece tefeciler borç veren ve bütün insanlara olduğu kadar borç alana da ait olan zamanı satıyorlar., (Bo-ehu Bawerk, The Positive Theory of Interest, sh. 13-14).
Bütün bu yazarlar faiz ve tefeciliği yargılamakla gerçekten aynı manayı taşıyabileceklerini ortaya koymuş olmaktadırlar. Bunlar büsbütün halledilebilen kelimelerdir ve biri diğerine kolayca dönüşebilir, onlara göre borç verilen asıl sermayenin altında veya üstünde alınan her miktar tefe veya faiz olarak isimlendirilir ve haksızlıktır.
c- Düşük Faiz Oranı: Yukarıdaki tartışmalardan açıkça anlaşılmaktadır ki, insanlık tarihi boyunca bütün ülkelerin dînî liderleri, filozofları ve iktisatçılarınca aşırı faiz oranları yargılanagelmektedir. Hukukçular, filozoflar ve iktisatçılar arasında yüksek faiz oranlarının haksız olduğu konusunda tam bir mutabakat olduğu gözleniyor. Eğer biz iddialarının hatırına, son gruptaki yazarların belirttiği "banka ve sermayedarların verdiği sıradan düşük oranların faizi ihtiva ederken, aşın oranların tefeciliğe havi olması" görüşünü kabul edersek, tefecilik ve faiz oranlarının ne olduğu sorusu karşımıza çıkmaktadır. Tefecilik oranı ile sıradan veya normal bir faiz oranını nasıl ayırırsınız? Özel bir faiz oranının tefecilik ve bir diğerinin normal bir oran olduğunu söylemek çok zor. Bunun yanısıra, bir otorite tarafından bir zamanda normal oran kabul edilen bir şey diğer bir zamanda aynı otorite veya aynı zamanda başka bir otorite tarafından tefecilik oranı olarak kabul edilebilir.
Bununla beraber iki kelimenin birbirleri arasındaki fark faiz farkı değil, zaman (veya yer) içinde kolaylıkla değişebilecek derece farkıdır. Bugün tefe olarak addedilen yarın gerekli bir faiz oranı olarak kabul edilebiliyor; bunun benzeri bugün gerekli bir faiz oram farzedile-nin, yarın tefeci oranı kabul edilmesidir. VIII. Henri'nin hükümdarlığı döneminde, % 10'un üzerinde herşey tefe, % 10 altındaki normal faiz oranı olarak kabul edilirdi. 1624'de % 10 tefeci oranı % 8 normal bir oran iken, 1651'le beraber % 8 aşırı oran ve % 6 da normal bir oran olmuştu. Kraliçe Anna zamanında % 5 normal bir faiz oranı kabul edilmesine karşın % 5'in üstü ise aşın bir oran olarak farzedil-miştir. (Enver İkbal, a.g.e., sh. 4) İslam, bundan dolayı, faiz ve tefecilik arasında hiç bir ayrım yapmaz ve her İkisini de riba adı altında yasaklar.
d- Makul Faiz Oranı: Çeşitli faiz teorilerinin anlamsızlığına karşın, batı sermaye sisteminde bu kurum tamamen yapılanmış ve bütün problemler makul olması gereken faiz oranı noktası etrafında düşünülerek çözümleniyor. Hiç kimse asıl probleme dokunmuyor; acaba faiz kendi başına bir hak ve adaletli bir kurum mudur? İktisatçı ve diğer yazarların yalnızca belirttikleri nokta, belli bir faiz oranının makul ve bu yüzden kabul edilebilirliği mi, yoksa makul olmayıp kabul edilemezliği midir? (Mevdudi, Interest, c.I ve II).
Bizim zamanla gözardı ettiğimiz gerekliliği ve âdillİği kendi içinde kanıtlanmamış ve ka-mtlanamayacak olan faiz kurumunun nasıl olup ta adaletli ve makul bir orana sahip olabileceğidir. Asıl meseleyi bir tarafa bırakarak, dikkatlerimizi makul herhangi bir faiz oranının olup olamayacağı problemine hasredelim. Makul ve tabii olarak tanımlanan bu faiz oranı nedir? Ve birini makul, diğerini makul olmayan diye yargılamamızın ölçüsü nedir? Bütün bunlara rağmen bazı rasyonel esaslara göre gerçek faiz oranı yeryüzünde tespi,ı edilebilir mi?
Birinci soruyu ele aldığımızda, dünyada "makul bir faiz oranfna benzer hiçbir şey bulunamamıştır. Değişik faiz oranları farklı zamanlarda makul adlandırılmışken, daha sonra aynı oran aynı zamanda, başka bir yerde gayn-ma-kul ilan edilebiliyor. Eski Hindu devrinde % 15'den % 60'a varan bir oran gayet makul ve adaletli farzedilip risk fazla olduğunda da faiz oranı arttırıldı. 18. ve 19. yüzyıl süresince (makul kabul edilen) normal oran % 48'di. II. Dünya Savaşı sırasında ingiliz yönetimi o zamanlar için gayet makul olan % 2 faizle savaş borçlanması yapmıştır. Aynı eğilim dünyanın diğer ülkelerinde de tecrübe edilmiştir. % 10 oranlık bir faiz İngiltere'de 16. yüzyılın ortalarında makul kabul edilmişken yakın zamanlara kadar bu, her yerde faiz değil soygunculuk olarak nitelendirilmiştir. Bu oranların herhangi biri tabii ve makûl müdür? İzahı çok zor.
Gerçekten faiz oranının tabii ve makûl olanı var mıdır? Borca verilmiş sermayeden borç olana tahakkuk eden karşılığın, gerçek değerine karar vermek mümkün olduğu an birazcık düşünme ile ancak makul bir faiz oranı belir-lenebileceği görülür. Mesela, bir yılık zaman içinde 10 pound 25 poundluk bir kar getirecek şekilde belirlense, kredi verenin makul payı 5 paund, 2.5 pound veya 1.25 pound olarak ka-rarlaştırılabilir. Ancak gün gibi aşikârdır kî borca verilmiş sermayenin getireceği ne tesbit edilmiştir ne de tesbiti mümkündür. Ödünç alan bir şey kazanmış olsa da, olmasa da faizin piyasa oranını belirlerken hiç gözönüne alınmaz: Uygulamada, sebep ve hakkaniyetin her ikisiyle de ilişkisi olmayan tamamen değişik alanlarda faizin piyasa oranı tesbit edilir.
Son soru, dünyada bazı rasyonel esaslara göre faizin gerçek oranının belirlenmesidir. Para piyasasında faiz oranının belirlenişim ihtiva eden iki görüş vardır. Bir görüşe göre, faiz oranı paranın arz ve talebiyle belirlenir. Eğer para talebi az ve para arzı fazla ise faiz oranları düşer. Faiz oranlarının düşüşü makul ise Çoğu kimse yatırıma kredi açmak için meydana çıkar. Daha sonra tedricen para talebinin artışıyla faiz oranı yükselir. Her iki taraf da gelecekteki kazançlarını hesap ederler. Borç alan borçlandığı paranın muhtemel kazancım tahmin eder. Ve borç verene ödemek üzere hazırladığı en yüksek faiz oranını kararlaştırır, fakat hiç bir durumda bu, sermayenin gelir oranından daha yüksek olamaz. Halbuki borç veren borçlunun muhtemel kârlarını tahmin eder ve borca verilmiş sermaye üzerinden ödeyeceği niyetiyle faiz oranını en düşük seviyede belirler.
Böylelikle her iki taraf, borç veren de, alan da sonraki gelecek olan muhtemel gelir üzerinde düşünüyorlar; borç alan daima dikkatli ve kaybetme ihtimalinin şuurunda iken, borç veren daima yatırım kârlarım abartıyor. İki grup arasında işbirliği olmasına rağmen devamlı bir çatışma vardır. Borçlular kâr ümidiyle daha çok fonu yatırımda kullanmak istedikleri zaman, kredi verenler sermayelerinin fiyatını yüksek oranda yatırıma elverişsiz oluncaya kadar arttırmaya başlıyorlar. Sonuçta bütün yatırımlar geriler ve ekonomi tamamen çökmüş bir duruma düşer. Depresyon yayıldığında, para verenler kendi akıbetlerini tahmin ederler ve yatırımları teşvik için faiz oranını düşürürler. Bu, nihayetinde ekonomiyi yetersiz de olsa az bir canlanma konumuna getirir. Sonu olmayan sağlıksız bir dolaşım meydana gelir. Böylece faizin alınıp verilmesiyle oluşan sistem, önemli bir dereceye kadar, kapitalist dünyanın çağdaş ekonomik has taliki annın sorumlusudur.
İkinci gurup, sermayenin likiditeliği yönünü benimser. Sermayedar kendi şahsî kullanımı için fazla likit fonla tutmak isterse tersine faiz oranını arttırır. Kendi özel işi ve şahsî, sosyal, siyasî ve iktisadî faktörlerden etkilenmiş spekülatif saikler gibi çok çeşitli faktörler az veya çok sermayedarın likit fonları elinde tutma isteğini etkiler. Eğer likit fonlar için isteklerini artınrlarsa faiz oram yükselir ve yatırıma sermaye alımını engeller, diğer taraftan, likit para isteği azaldığında, faizler düşer ve yatırım nisbetini yukarıya çeker. Sermayedarın elinde bulunan fonlara bakıldığında likit fonların % 95'i spekülatif amaçlarla kullanılmıştır. Bu gruptaki kişiler, toplumun mâlî problemlerini inceden inceye tetkik ederler; daha sonra kendi şahsî kazançlarının belirdiği noktada paralarını (kredilerini) para piyasasından çeker veya orada bırakır. Topjumu, gelişmek veya açlık, deprem, savaş veya benzeri belalar biçimindeki genel tehlikeleri karşılamak ihtiyacı içinde bulunduğu an fonları çekmek suretiyle faiz oranını arttırır ve bununla toplum pahasına kâr eder.
İslam'da sosyal rekabete ve başkalarının sırtından geçinmeye müsamaha edilmez. Bundan dolayı toplumda bu gibi unsurları barındıran müesseseler yasaklanmıştır.
Müşrik Araplar, ticaretle ribayı birbirinden ayırmazlar ve ribayı gerçekten ticaret olarak farzederlerdi. Onların iddia ettikleri bir kimse iki dinara bir şey aldığında (mesela bir elbise) ve onu 2,5 dinara sattığında, normal ve tamamen meşru bir alışveriştir. Aynen bir kimse 2 dinarını borca yatırır ve borçlu olan 2,5 dinar geriye alırsa, bu normal ve meşru sayılmalıdır, çünkü her iki muamele de karşılıklı anlaşmayla yapılmıştır.
Kur'an-ı Kerim, Bakara suresinde bu hususa işaret ederek ticareti ve ribayı ayınr: "...Alım-satım da ancak riba gibidir, derler. Halbuki Allah ticareti helal, ribayı haram kılmıştır..." (2: 275).
Kur'an-ı Kerim'in bu ayeti ticaret ve ribanın aynı şey olmadığını tamamen açıklığa kavuşturur. Alışveriş, ticaret ve sanayie yatırılan sermaye helâl ve meşru olan kârla sonuçlanır, fakat modern bankalara borç veya depozit olarak yatınlırsa, faiz kılıfı içinde meşru olmayan bir fazlalık verir. Allah sonrakini yasakladı da öncekine niçin müsade etti? Bu, iki fazlalık arasında Önemli bir farkın olmasından dolayıdır. Sonuncusu emeğin meyvalanyla bağlantısız kazanılmamış bir gelir olduğu halde önceki emek için bir mükâfattır. Bütün bunların yamsıra, sonuncusu ticareti, alışverişi, sanayiyi yakıp yıkarken, teşvikten hali bırakırken, ilki teşvik edicidir. Mevlana Ebu'l-Ala, alışverişle (bey'), faiz (riba) arasındaki farkı şu kelimelerle açıklıyor: "Bey' Öyle bîr işlemdir ki, satıcı malım alıcıya fiat olarak belli bir para karşılığında malın satışa sunui-masi, alıcının ödeme karşılığında o malin mülkiyetini almasıdır. Bir şeyin üretim veya imali için yatırım yapan kişinin, yatırım yaptığının üzeri ve fevkinde ek bir tahsilat yapması, kârını teşkil eden kendi emeğinin bir karşılığıdır."
"Şimdi hep beraber ribanın ne olduğuna bakalım. Belli bir vakitten sonra tesbit edilmiş bir miktarın sermayeye ek olarak tahsil edilmesi şartına bağlı olarak bir kişinin diğerine sermayeyi borca vermesidir. Faiz ve riba olan bu ek miktar hiçbir emek ve mal karşılığı olmayıp, ancak ana sermayenin borca alındığı zaman içindir. Bey'de dahi eğer bir malın fiatı tespit edilmiş bir günde ödenmeme durumunda artabileceği şartına bağlıysa ve değişiyorsa, bu faiz veya riba olur." Böylece riba, özünde, ana sermayenin kullanıldığı süre karşılığı olarak sermaye üzerinden tahsil edilen bir miktardır ve üç unsuru ihtiva eder: Kısaca, sermayeye ek, zamana göre ekin oranı, ek miktarının ödenmesinin pazarlığa tabi olması. Bu Üç unsuru içeren bütün İşlemler riba kategorisine girer.
Ticaretle riba arasındaki temel farklılık noktalan kısaca aşağıdaki gibi özetlenebilir:
a- Ticarette, sermayedar kazanma ümidiyle beraber kaybetme riskini de taşır, fakat asıl anlamıyla kaybetme durumunda dahi sermayedar kârını (yani faizini) hesab ederken, borç alınan parada kendi emeğini kullanan kişi tarafından bütün kayıplar göğüslenir. Bu nedenle, ticaret aşın faizden tamamen farklı bir konumda bulunur."
b- Ticarette kârlar şahsî gayret, sıkı çalışma ve teşebbüsle elde edilir ve tamamen, kesin bir değer -oluşum işlemi sonucudur.- İlerde diğer bölümde açıklanacağı gibi "değer-oluşu-munu ve üretken işlemi geciktiren ribada durum böyle değildir.
c- Daha önce de açıkladığımız gibi riba ile ticaretteki temel fark, ticarette ve sanayide kârlann dalgalanmasına ve önceden belirlenmesine karşın ribada tespit edilmiş bir zamana bağlı olarak borç paranın üzerinden veya fevkinden, önceden belirlenmiş bir fazlalıktır. Bu demektir ki, Önceden belirlenmiş faiz açık ve kesindir, fakat diğer taraftan ticaret kârları ne açıktır ne de seçik. Evvelkinde (faizde) fazlalık ve onu kazanma çabası arasında ilişki yoktur; fakat sonrakinde girişimle fazlalık arasında direkt bir bağlantı vardır." (Economics of islam, sh. 25).
d- Meşhur bilgin Kiffal faiz ve riba oranındaki farkı açıklarken şöyle der: Bir kimse, 10 dinara aldığı bir kumaşı 20 dinara karşılıklı anlaşma ile bir başkasına satarsa değişim değeri eşit olur ve muameledeki her iki taraf da gerçekten istifade eder. Satıcı 10 dinarlık bir kâr elde ediyor ve alıcı da gerçek değerinde olduğunu düşündüğü elbiseyi alıyor. Böylece satıcının kârı değişimdeki malın alıcıya olan gerçek değeridir. Fakat bir kimse belirli bir zaman için borca verilmiş yalnızca 10 dinara 20 dinar alırsa, böylece hiçbir şey karşılığında 10 dinar kazanmış olur. 10 dinar verir ve belirli bir zaman sonra görünümde hiçbir şeyin mukabili olmayan 10 dinar fazlalıkla birlikte kendi 10 dinarını alır. Bu fazlalığın zaman için bir karşılık olduğunu öne süremezler, çünkü zaman ne bir alıp satılabilen mübadele malıdır, ne de belirtilmiş aşağı yukarı herhangi bir refah gibi değişen şeydir. (A. İkbal Ku-reyşi, a.g.e., sh. 57).
Kısaca denilebilir ki, bütün sınaî ve ticarî işlemlerde, her İkİ tarafta mübadele de maddi bir şey veriyor, mesela satıcı elbise, alıcı ise para veriyor, veya kira pazarlıklarında diğeri para öderken ev sahibi evini kiraya verir. Kiracı, evi ev sahibine teslim ettiğinde, ev yıpranarak asli değerinden birazını kaybetmiş olduğundan aynı ev değildir. Evi hiç dokunulmamış halde kıracı teslim etse bile, ev asli eşyalarından bazılarını yitirecek ve asla yeni ev kadar mükemmel düşünülmeyecektir. Böylece muamelenin, bu durumlarda her iki taraf da diğer tarafa bazı fedekarhklar yapar veya maddi bir şey öder. Fakat faizdeki para durumunda sermayedar tarafından böyle bir fede-karlık yoktur. Kendi malında hiçbir eksilme olmaksızın borç anlaşmasının bitiminden sonra paralarını alabilirler. Bunun sebebi, geri Ödenen miktarın bir zaman önce faize yatırılmış paranın gerçek karşılığı olmasıdır. Böylece sermayedar ne sermayesini, ne de herhangi bir malı kaybeder. Şayet 5 veya 10 yıllık borca yatırılmış sermayesinden yıllık veya aylık faiz alırsa, borçluya karşılık olarak vermekte olduğu nedir? Veya onun için ne fedakârlıkta bulunabilir? Değerinden veya miktarından kayıp olmayan faiz parasını almaktadır. Bütün ticarî veya sınaî muamelelerde her iki taraf bazı fedakârlıklara katlanır, fakat sermayedar böyle bir fedakârlığa veya riske girmez. Belirli bir zaman diliminde düzenli olarak faizini tahsil eder; fakat ticarî ve sınaî diğer bütün işlerde verildiği halde borçluya mübadele esnasında maddî bir şey vermez.
Böylece riba, bir tarafın faiz ödediği, diğer tarafın hiçbir şey ödemediği tek taraflı bir mübadeledir. Ancak borç sözleşmesinin başlangıcında ne vermişse onu geri alır. Bu muamelede borç alınan sermaye,sermayedara geri döner ve böylelikle herhangi bir mal ve ürüne değil, sadece zamana karşılık bir faiz ödenir. Diğer taraftan ticarette alıcı ve satıcı gerçek olan şeyleri mübadele ederler. Alıcı malı ahr, satıcı emeği karşılığı kârıyla beraber parayı, bedelini alır.
Günümüzde para değerindeki yeni eğilimler, kredi verenin, verdiği miktarı hakiki değerinde alamayacağı etkisini meydana getirmektedir. Alınan borç para miktarının gerçek değerinde bir müddet sonra azalma meydana gelir ve bu yüzden satın alma gücüyle ilgili aslî değerinden birazı kaybolur. Ödünç alman paranın satın alma gücü kısa bir süre sonra ödenecek borcun ifasından alınan paradan daha yüksektir Enflasyon ekonomide geçici bir safhadır, daimi değildir. Bu yüzden faiz lehine bir görüş ileri sürülemez. Hepsinden ziyade kendi yaptıklarımızın meyvesidir. Ektiğimizin hasadını topluyoruz. Bunlar yaşadığımız gayri tabii sistemin kötü etkilerinden bir kaçıdır.
Ekonomi biliminde uzman olanların da çok iyi bildiği gibi bütün yukarıdaki ribanın etkileri tabiidir. İslam'ın ortaya koyduğu iktisadi, sosyal ve ahlaki sistemde bu sistemin bütün prensipleriyle çatışan ribaya yer yoktur. Riba-nın şekli en az ve en zararsız olsa dahî, sistemin işleyişine zararlıdır.
Mevdûdî, faiz müessesesinin müsbet ve menfi yönlerini ayrıntılarıyla müzakere etmiş ve faizin asli kötülüklerini izah etmiştir. Burada onun görüşlerini özetlemekle yetineceğiz:
Faizin Menfi Yönü: Öncelikle karar vermek mecburiyetinde olduğumuz şey şudur: Faiz, mantıklı bir ödeme midir? Alacaklı, verdiği
borcu için faiz istemekte haklı mıdır? Adalet, borçlunun muhakkak surette alacaklıya ana paradan fazla ödemesini gerektiriyor mu? Bu sorulara verilecek cevap meselenin önemli bir kısmını çözecektir. Şayet faizin ne adalet ve ne de mantıken tasdik edildiği gösterilemezse, o zaman neden böyle mantık dışı bir müessesenin toplumda muhafaza edildiği sorulabilir.
Faiz teorilerinin taraftarları arasında daha faizin ne için ödendiğine dair büyük görüş farklılıkları vardır. Bazıları faizin bir fiyat olduğu iddiasındadırlar. Fakat neyin fiyatı? Alacaklı tarafından ödenen kıymetli şey nedir ki, aydan aya veya seneden seneye maddi bir karşı-lık talep etmektedir? Faiz müessesesinin taraftarları herhangi bir tarif üzerinde anlaşmakta güçlük çekmektedirler.
1- Alacaklının Riske Girdiği Düşüncesi: Bu görüş sahipleri alacaklının parasını vermekle riske girdiğini iddia etmektedirler. Borç veren ihtiyaçlarını, karşılamak için kendi isteklerini kısıtlamaktadır. Bazı kârlı teşebbüslere yatıracağı sermayeyi ödünç verir. Şayet borçlu, parayı şahsi ihtiyaçlarını karşılamakta kullanıyorsa, aynen bir evin kirası, mobilya veya vasıta kirasını ödediği gibi bu sermayenin de kirasını ödemek zorundadır. Bu kira, alacaklı-
nın parası için bir karşılık olacağı gibi aynı zamanda alacaklının borçluya borç vermekle yüklendiği riskin bir tazminatı olacaktır. Eğer alacaklı bu parayı kârlı teşebbüslere yatırırsa, o zaman alacaklı bu kârın bir bölümünü istemekte haklıdır.
Risk tartışmasını inceleyelim. Alacaklının riske girdiği ve borçluya parasını vermekle bazı imkanlardan fedakarlık ettiği doğrudur. Fakat bu hiç bir şekilde ona risk veya fedakârlık için yılda % 5 veya %10 gibi bir yüzde isteme hakkını vermez. Alacaklının, risk için borçlunun herhangi bir şeyini ipotek etmeye, teminat veya kefil istemeye haklı sebebi vardır. Eğer borçlu bunlardan hiçbirini yapmaya istekli değilse, alacaklı bir riske girmek istemeyebilir ve borç vermeyi reddedebilir. Fakat risk haddi zatında ne fiyatı olabilecek bir ticari maldır, ne de kiraya değer bir ev, eşya veya nakil vasıtasıdır. Fedakarlığa gelince şu şekilde telakki edilebilir; iş olarak kabul edilmediği müddetçe -çünkü o hem bir iş, hem de fedakarlık olamaz- eğer birisi ahlâki bir davranış olarak fedakarlıkta bulunuyorsa, onun ahlâki sonuçlan vardır; doğru ve faziletli bir davranış sergilemiştir; ahlâki kazançlarıyla tatmin edilmelidir, şayet karşılıktan bahsediyorsa, o zaman fedakârlıktan bahsetmemeli-dir. Doğrudan doğruya iş yapmalıdır. Ve şayet alacaklı, borç para için aylık veya yıllık bir karşılık talep ediyorsa, böyle yapmasının sebeplerini söylemeli ve niçin buna hakkı olduğunu izah etmelidir.
Şimdi faizin ikinci yönünü tetkik edelim; ertelemek için bir karşılık veya kira talebi. Faiz, kendi ihtiyaçlarını ertelemek için bir karşılık mıdır? Aslında, alacaklı ihtiyaç fazlası olan ve kullanmadığı miktarı borç olarak verir. Böyle olunca bir karşılık talep edebileceği herhangi bir şeyden çekinmediği için o bir karşılık olamaz. O bir kira ücreti midir? Kira, kullanımı sırasında aşınan, kırılan ve^ değerinden bir şey kaybeden ev, mobilya veya nakil vasıtası gibi şeylerden alınır. Kira, bunların eskime, yıpranma ve bakımı için mantiki bir taleptir. Fakat, yiyecek maddeleri veya altın, gümüş ve para gibi mallar bu katagoride düşünülemez ve bunlar için kira anlamsızdır.
Alacaklının söyleyebileceği en fazla şey şudur: Alacaklı, borçluya kendi parasıyla kâr etme fırsatı tanımaktadır ve böylece alacaklıya kârdan bir hisse verilmelidir. Fakat, tüketim için verilen borçlarda ise bu iddia geçerli değildir. Çünkü genellikle borçlular zor zamanlanın atlatmak için borç alan fakir halktır ve paylaşacak kârları yoktur. Üretim borçlarında ise, hem kâr, hem de zarar ihtimali vardır. Şayet borçlu işinde zarar ediyorsa, nasıl ve ne gibi haklı sebeplere dayanır, aylık veya yıllık olarak belirli bir gelir istemeye hakkı olur? Ve şayet kâr aylık ve yıllık faiz miktarına eşit veya daha az ise, borçlu çok çalışmasına, zamanını, emeğini, şahsi parasını sarfetmesine rağmen hiçbir şey elde edemezken, alacaklı nasıl oluyor da hiçbir gayret sarfetmeden kendi hissesini istemekte haklı olmaktadır?
Hatta borçlunun kârı faiz miktarından fazla bile olsa, ne mantık, ne adalet hissi ve ne de ticaret ve iktisat ilkeleri sermayedarların belirli ve sabit faizi varken; zamanını, emeğini, kabiliyet ve diğer meziyetlerini halkın ihtiyaçlarını üretmek ve temin etmek için harcayan tüccar, sanayici, çiftçi ve diğer üretim faktörlerinin ne miktarı belli, ne de sabit olan bir kâr elde etmesini haklı çıkarmaz. Bütün diğer üretim faktörleri riski göze alırken sermayedarın belirli bir faiz garantisi vardır. Diğer unsurların kâr oranı fiyatlardaki değişme ile düşer veya yükselir, fakat sermayedarın faizi önceden belirlidir ve aylık veya yıllık olarak aynı sabit oranda ödenir.
Şayet bir alacaklı sermayesini birşeyler kazanabileceği kârlı teşebbüslere yatırım yapmak istiyorsa, onun için yegane mantıklı ve tatbiki yol parayı faiz karşılığı borç vermek yerine bazı iş sahipleriyle ortaklığa girmektir.
2- Borçlunun Kâr Ettiği Düşüncesi:Bu düşünce ekolünün taraftarları, alacaklının "bekleyerek" veya bir süre için "erteleyerek" ve kendi parasını bizzat ihtiyaçlarının karşılanması için tüketmeyerek, borçluya kendi parasıyla kâr etmesi için "zaman" verdiğini iddia ediyorlar. Bu "zaman", sürenin artışıyla birlikte artan bir fiyata sahiptir. Eğer borçluya, borç paranın kârlı yatırımlarda kullanılması için zaman tanınmazsa, hiç kâr edemez ve bü-
tün işi de sermaye yokluğundan bozulabilir. Borçlu, borç parayı yatırımda kullanırken kendisi için kesin surette bir "fiyatı" vardır ve ondan kârlı şekilde faydalanmaktadır. Alacaklının kâra iştirak etmemesi için hiç bir sebep yoktur. Hatta zamandaki artma ve azalma neticesinde kâr imkanlarının yükseldiğini ve düştüğünü ve alacaklının, zamanın uzunluğuna göre fiyatı talep etmemesi için hiç bir sebep olmadığım ileri sürüyorlar.
Fakat yine de alacaklının nasıl ve hangi kaynaktan borçlunun kesin surette yatırımdan kâr edip zarar etmeyeceğine dair bilgiyi elde ettiği hakkındaki soru akla gelmektedir. Alacaklı, borçlunun belirli bir büyüklükte edeceği kârı nasıl biliyor ve buna uygun olarak, kendi hissesini tesbit edebiliyor? Borçlunun borç parayı kullanırken belirli bîr miktarda kâr elde edeceğini ve böylece sermaye için aylık ve yıllık olarak sabit bir fiyat ödeyebileceğini nasıl hesaplamıştır?
Bu faiz teorisinin savunucuları bu ve benzeri sorulara makul cevap verememektedirler.
3- Sermayenin Verimlilik Teorisi: Bu görüş sahipleri de "sermayenin verimliliğini", borçludan onun kullanımı için faiz şeklinde bir karşılık talep etme hakkı veren ve sermayenin tabiatından gelen bir özellik olarak belirtmektedirler. Üretimde sermayenin bu fonksiyonel yönünü vurgulayan bir çok ekonomistler vardır. Bu görüşe uygun olarak, sermaye "verimli" diye isimlendirilir. Bu açıkça bizzat sermayenin müşahhas formları için olduğu gibi makinalann ve sermayenin diğer verimli hizmetleri için de bir piyasanın var olduğu anlamına gelir. Sermayenin verimli olduğu görüşü, sermayenin, sermaye olmadan üretilebilecek miktardan daha fazla malı üretme gücüne sahip olduğu veya sermayesiz üretilebilecek malların kıymetinden daha fazla değerde üretim gücüne sahip olduğu, ya da sermayenin kendi kıymetinden daha fazla değer üretme gücüne sahip olduğu şeklinde ele alınabilir. Faiz, üretim sürecinde sermayenin borçluya sağladığı verimli hizmetler için bir karşılıktır.
Fakat, verimliliğin sermayenin tabiatından gelen bir Özellik olduğunu ileri süren iddianın aslı yoktur. Zira sermaye, birileri tarafından kârlı işlerde kullanıldığında verimli hale gelir. Eğer tüketim gayesiyle kullanılırsa, böyle bir özelliği olamaz. Hatta, sermaye kârlı yatırımlarda kullanılsa dahi verimliliğin sermayenin aslından gelen bir özellik olduğunu ileri sürebilecek kadar fazla kıymet üreteceği kesin değildir. Özelikle islerin durgun olduğu zamanlarda daha fazla sermayenin kullanımı sadece kârları azaltmayıp gerçekte kârları zarar haline getirdiği tecrübe edilmiştir.
Hatta, şayet kapitalin bu verimlilik özelliğine sahip olduğu varsayılsa dahi, aynı zamanda o diğer faktörlere de bağlıdır. Onun kârlı yatırımlarda kullanılması emek, kabiliyet, uzak görüşlülük ve onu kullananların tecrübeleri kadar ülkenin müsait sosyal, ekonomik ve siyasi şartlarına da bağlıdır. Bunlar ve bunlara benzer daha bir çok unsur sermayenin kârlı sahalarda kullanımı için Önemli olan ön şartlardandır. Şayet bu şartlardan biri yoksa, çoğu zaman sermayenin verimliliği şüpheli hale gelebilir, hatta zarara dönüşebilir.
Şayet verimlilik, sermayenin aslından gelen ve sahibini kârdan hisse almaya yetkili kılan bir özellik olduğu kabul edilse dahî, ödenecek olan yılhk veya aylık faiz oranı tesbit etmek için muhtemel kânn tam miktarını kesin ve hatasız olarak Önceden hesaplamanın bir yolu yoktur. Bununla birlikte on yıl-yirmi yıl sonrasının kapitalinin verimliliğini hesaplamanın veya tahmin etmenin ve böylece uzun vadeli faiz oranını tesbit etmenin bir usulü yoktur.
Bu sebepten dolayı, gelecekteki gerçek kâr oranı bilinmeyen on veya yirmi yıl vadeyle verilmiş olan belirli bir miktar para için sabit bir faiz oranı tesbit etmenin haklı bir tarafı gösterilemez.
4- Gelecekteki Malların, Bugünkü Değerine Göre Gerçek Değerinden
Az Gösterilmesi Görüşü: Bazı ekonomistler insanların tabii olarak bugünkü
ihtiyaçlarını ve onların tatminini gelecektekilere tercih ettikleri görüşüne
sahiptirler. Faiz olayım meşhur "gelecekteki malların mevcut zamana göre
değerinden az gösterilmesi" formülleriyle izah etmeye çalışırlar. Kısaca, faiz mevcut malların gelecekteki
mallarla değiştirilmesiyle elde edilen bir para farkı olarak adlandırılabilir.
Bu ekolün önde gelen temsilcilerinden Boonm, gelecekteki malların değerinden
daha az gösterilmesiyle ilgili üç sebep gösterir:
a- Şimdi elde edilecek kâr, kesin ve açık olmasına rağmen,
gelecekteki kâr insan hayatı ve istikbaldeki olayların belirsizliğinden dolayı
şüphelidir,
b- Bir insan için hali hazırdaki ihtiyaçlarının karşılanması,
ileride olabilecek veya olamayacak bu nevi ihtiyaçların karşılanmasından daha
kıymetlidir,
c- Mevcut mallar pratik olarak daha faydalı ve kullanılabilir oldukları için, müstakbel mallara nazaran daha fazla kıymetli ve üstündürler.
Bu sebepler karşısında, bu ekolün temsilcilerine göre, eldeki mevcut kâr, gelecekteki şüpheli kâr üzerinde bir tercihe sahiptir; böylece bugün borçluya verilmiş olan borç paranın kıymeti onun İleri bir tarihte ödeyeceği para miktarından açıkça daha fazladır. Hakikatte faiz, Ödeme zamanında, borç miktarını esas borç paranın kıymetine müsavi kılmak için ilave olunan fazla kıymettir. Diğer bir ifadeyle faiz, hali hazır ve müstakbel malların değerleri arasındaki (ekonomik değil, ancak psikolojik denebilecek) farktır.
Mesele şudur: Gerçekten insan tabiatı, mevcut ihtiyaçları müstakbel ihtiyaçlardan daha kıymetli ve Önemli mî kabul ediyor? Eğer öyleyse, halk niçin gelirinin tamamını bugün harca-mayıp, bir kısmını gelecek için saklamayı arzu ediyor? Şayet araştırılırsa, çoğu halkın mevcut ihtiyaçlarım, gelecekteki görünmeyen ve beklenmedik olaylar İçin tatmin etmekten kaçındıkları görülecektir. Bugün bütün insani çabalar, İstikbaldeki hayatın daha mutlu ve müreffeh olması için, geleceği daha iyi yapmaya müteveccihtir. Geleceği pahasına, şimdiki hayatını daha mutlu ve müreffeh yapmak isteyen birisini zor gösterebilirsiniz.
Hatta bir süre için, bu böyle kabul edilse, yani geleceğini şimdiki rahatına feda eden birisinin olduğu kabul edilse dahi, faiz müsessesesinin üzerine bina edildiği ve onu haklı çıkaran mantık hâlâ doğru değildir. Bu mantığa göre, bir borçlu ile bir alacaklı arasındaki 100 lira tutarındaki bir borç muamelesi bir sene sonra (% 5'i faiz olan) 105 liraya eşittir. Bu, bir sene sonraki 105 lira, bir sene önceki 100 liraya eşit demektir. Şayet borç bir sene sonra ödenmezse, o zaman iki sene sonra geçmişin 100 lirası bugünün 100 lirasına denk olacaktır. Bu gerçek, uygulamada geçmiş ile şimdiki zamanın değeri arasındaki bir oran mıdır? Ve "zaman yaşlandıkça kıymeti, şimdiki zamana kıyasla artacak" gibi bir ilke geçerli midir? Bu sorulara inandırıcı hiçbir cevap verilememektedir.
Ebu'1-A'la Mevdûdî, faiz müessesesinin kötülüklerinin ve tehlikelerinin toplum için nasıl zararlı ve hatta yıkıcı olduğunu açıklamaktadır. Şimdi bu ahlaki, kültürel ve iktisadi kötülükleri teker teker göreceğiz.
1- Ahlakî ve Ruhî Kötülükleri: Faiz müessesesi, para sevgisi ve servet biriktirme arzusu aşılar. İnsanı bencil, cimri, dar görüşlü ve katı kalpli yapar. Hissizlik doğurur, hırsı teşvik eder, haset meydana getirir ve türlü türlü yollarla cimriliği beraberinde getirir. Özetlemek gerekirse, toplumda zararlı olan sınırlan doğurur ve teşvik eder.
2- Kültürel ve Sosyal Kötülükleri: Toplum içinde husumet ve huzursuzluk tohumlan doğuran ve halka hizmet ruhunu yok eden düşmanlığı ve bencilliği yayar. Hakikatte faiz müsessesesi fertlerin kendi menfaatlerinin dışında münferit veya toplum olarak hiçbirşey yapmadıkları, birinin ihtiyacı başka biri için kâr etme fırsatı olan ve zenginin menfaatinin fakirin menfaatinin zıddı kabul edilen bir toplumun büyümesine yardım eder. Böyle bir toplum kendi gelişmesi için lazım olan dayanışma ve birliği elde edemez, er veya geç dağılır.
Aynı şey milletlerarası münasebetlerde de görülür. Milletlerarasında düşmanlık meydana getirir ve savaş tohumlarını yayar. Mesela, İngiltere, II. Dünya Savaşı yıllarında maddi güçlükler içindeydi, zengin dost ve müttefiklerinden kendisine savaşta faizsiz fonlarla yardım talebinde bulundu. Ancak A.B.D buna yanaşmadı. Böylece İngiltere Bretton Wood Anlaşması olarak bilinen borç mukavelesinde
ileri sürülen şartlara uymak mecburiyetinde kaldı. İngiltere, borç sözleşmesindeki şartlan isteyerek kabul ettiyse de, savaş ihtiyaçlarının baskısı sebebiyle, bu durum onlar da Lord Keynes, Churchill ve Dr. Dalton'un yazılann-da da görülebileceği gibi kızgınlık ve istirab bıraktı. Churchill bunu "bir tüccar muamelesi" olarak değerlendirdi ve Dr. Dalton parlamentoda şunu söyledi: "Faizsiz borç talep ettik, fakat bize bunun uygulanabilir bir politika olmadığı anlatıldı."
3- iktisadî Kötülükleri:Faiz, borcun ve borçlunun tabiatına göre muhtelif meselelere sebebiyet veren farklı borç şekilleri üzerinden ödenir. Bu nedenle herbir borç çeşidini ayrı ayrı inceleyeceğiz:
a- Tüketim Borcu: Bu borçlar halk tarafından kendi şahsi ihtiyaçları için alınır. Böyle borçlar özellikle gelişmemiş ülkelerde fakir ve orta sınıf halk arasında çok yaygındır. Bu halkın çoğu günlük ihtiyaçlannı karşılamak için borç alırlar. Onların gelirinin büyük bir kısmı kapitalistler tarafından faiz şeklinde geri alınır. Geri kalmış ülkelerdeki milyonlarca insan hayatlannı, miras aldıkları borçlan ödemekle tüketmektedirler. Onlann maaş ve ücretleri o kadar düşüktür ki, faizi ödedikten sonra kalan para ancak günde iki öğün yemeğe yetecek kadardır. Bu daimi ağır faiz taksidi ödemeleri onlann hayat standardını ve çocuk-lannın eğitim standardını düşürmektedir. Bununla birlikte sürekli endişe, sonunda ülkenin ekonomisini bozacak olan verimliliklerini düşürecek gibidir. Hatta bu durum zaten düşük olan çalışan sınıfın alım gücünü azaltır. Netice olarak onlann mallara olan taleplerini düşürür. Böylece fakir ve orta sınıfın ihtiyaçlarını karşılayan sanayiler talepteki düşüşün tesirini hissedeceklerdir. Bu hal tedricen fakat kat'i bir şekilde sinai gelişmeyi yavaşlatacak, böylece bir ülkenin iktisadi kalkınmasını durduracaktır.
b- Üretim Borçları: Tüccar, sanayici ve çiftçiler tarafından üretim maksatlarıyla alınan borçlar bu grupta yer alırlar. Kapitalist yolsuzluklarıyla halkın ve dolayısıyla da toplumun menfaatlerine zarar verir. Onun kötü niyetli planiarının menfi tesirlerinden bazıları aşağıda belirtilmiştir:
1- Topluluk sermayesinin büyük bir kısmı, kapitalistlerin faiz oranlarında bir yükselme umuduyla ellerinde tutmaları yüzünden atıl ve kullanılmaz bir halde kalır. Piyasada faydalı teşebbüsler ve sermaye için oldukça fazla talep olmasına rağmen, kapitalist daha yüksek bir faiz oranı elde etmek için sermayeyi elinde tutar.
2- Sermayenin tabii ve hakiki talebi uygun olarak ticarete ve sanayie akmasına engel olan daha yüksek faiz hırsıdır. Kapitalist, kendi menfaatine göre para piyasasındaki fonları serbest bırakır ve ellerinde tutar.
3- Bu yolsuzluklar modern kapitalist toplumlarda periyodik olarak vuku bulan ticaret dönemlerinin menfi tesirlerini şiddetlendirir ve ekonomide büyük zarara sebebiyet verir.
4- Sermaye, ekonominin menfaatine uygun ve faydalı olan, fakat kârlı olmayan teşebbüslere yatırılmaz.
5- Genellikle kapitalist, spekülasyondaki yüksek kârlar ve gelecekteki faizde bir yükselme umudu sebebiyle ticaret ve sanayie uzun vadeli borçlar vermez. Kapitalistin faizin varlığı neticesindeki bu tavrı, özellikle geri kalmış ülkelerde sanayiin gelişmesini engeldir.
Bununla birlikte, uzun vadeli borçlar üzerindeki sabit faiz, bazen kârların düşük olduğu zamanlarda, gelişen ve başarılı birçok teşebbüsleri mahveden büyük bir beladır.
c- İdarenin Borçları: İdarenin borçları iki türlüdür: İç borçlar ve dış borçlar.
1- iç Borçlar: Bu borçlar savaş borçları gibi üretim için olmayabilir veya kanal, demiryolu, baraj projeleri gibi üretim için olan borçlar olabilir.
Üretici olmayan borçlarda âcil ve diğer durumları karşılamak için alınırlar. Mesela, kıtlık, deprem gibi afetlerde az çok insanlar tarafından şahsi ihtiyaçlarım karşılamak için alınan borçların aynısıdır. Gerçekte, burada kapitalistin durumu ferdi borçlar durumundakin-den daha kötüdür. Kapitalist, kendisini koruyan ve kendine bu durumu elde edebilmesi için imkanlar tanıyan yönetimden faiz isteyecek kadar nankör ve bencil bir kimsedir.
Şayet sermaye, kârlı olmayan fakat halka ve aynı zamanda kapitalistin de menfaatine olan Şeyler kullanılıyorsa, faiz koyma haklı çıkarılamaz. Kapitalist, milletin hayatını ve kendinin ki de dahil olmak üzere bütün toplumun malını tehdit eden düşmanlarla bir ölüm-ka-hm savaşı yapılırken daha da affedilmez ve suçludur. Bütün herkes, hayatını ve mallarını, varlığım kurtarmak için feda ederken, bencil kapitalist savaş borçlan üzerinden faiz talep etmektedir. Diğer vatandaşlar kendi şereflerini ve ülkelerini korumak için çocuklarının, kardeşlerinin, babalarının hayatlarını verirken, o faizin tek kuruşundan dahi vazgeçmek niyetinde değildir. Bütün vatandaşlar acı çekerken, kapitalisti giderek artan faiz ödeyerek beslemenin ne kadar doğru ve âdil olduğu bu teorinin müdafileri tarafından cevaplandırılmalıdır.
Üretim veya üretim dışı borçlar üzerindeki faiz yükü doğrudan ve dolaylı yollardan fakir vergi mükelleflerinin üzerine düşmektedir. Sıradan hayatı ihtiyaçlarını karşılayamayan, fakat kapitaliste oldukça fazla faiz ödemek mecburiyetinde olan milyonlarca fakir insan vardır.
2- Dış Borçlar: Üretim veya üretim dışı gayelerle alman bu borçlar şahsî ve millî borçların bütün kötülüklerini ihtiva eder.
Bununla birlikte bunların çok önemli ve tehlikeli başka başka bir veçhesi vardır. Bunlar memleketin dahili ekonomisini mahvedebilir ve ülkeyi millletlerarası tartışmalara da katabilir. Dış borcun ağır yükü bir millet için sadece yıkıcı olmakla kalmayıp, milletlerarası savaşla sonuçlanacak kin ve rekabet tohumları yayar. Dış borç aynı zamanda küçük ve bağımsızlığını yeni kazanmış maddî ve siyasî açıdan kendi ayakları üzerinde duracak kadar
İslam Alimlerinin JhAiz hakkındaki uoruşlmki su güçlü olmayan devletlerin güvenlik ve emniyetini tehlikeye düşürebilir.
İmam Râzî, faizin niçin İslam'da men edildiğini izaha çalışmıştır. Faizin yasaklanmasını destekleyici bir takım sebepler göstermiştir. Görüşlerinden bazıları aşağıda özetlenmiştir:
1- Halkın Servetini Yok Eder: Faiz muamelesi, başkalarının servetini karşılıksız/bedelsiz almayı icab ettirir. Bir dirhemi iki dirhem karşılığında veya bir birim buğdayı 1.5 birime peşin veya veresiye satan birisi fazlalığı bir "hiç" karşılığında elde eder. Bu tür muameleler haksız ve adaletsiz addedilir. Borçluyu daimi olarak sömürme yoluyla fakirliğe dUçar kılar.
Rasulullah @, birinin servetinin başkasına aynı onun kanı gibi haram olduğunu açıkça belirtmiştir. Başkasının servetinin karşılıksız gasb edilmesinden dolayı yasaktır. Borçlunun belirli bir süre bir kaç fazla "para" karşılığında alacaklının kapitalini elinde tuttuğu için, bu fazlalığın yasaklanmasına uygun olmadığı münakaşa edilebilir. Şayet alacaklı borçluya verdiği parayı kendi kullanımı için muhafaza etseydi, bazı işlere yatınr ve kâr elde etmiş olabilirdi. Sermayesinin zilyetliğini borçluya verdiği zaman, iş yoluyla elde edeceği artışı elde edemez. Eğer borçlu bu sermayenin kullanımı için biraz fazla para öderse, bu mantıksız görünmez.
İmam Razi, bu muhakemeye karşı çıkarak, alacaklının yapacağı varsayılan kârın hakiki ve kıymetli birşey olmadığını vurgulamaktadır. Eğer alacaklı sermayesini borçluya borç vermek yerine, bazı iş teşebbüslerine yatırsay-dı, kârdan emin olamazdı ve hatta zarar edebilirdi. Böylece alacaklının kârı hayali ve hakiki değilken, borçludan alınacak olan fazla para (faiz olarak) hakikidir ve kafidir.
Faiz, varlıklı kimselerin bir iş veya meşgale edinmesini engeller. Çünkü onlar faiz yoluyla geçimlerini kazanmayı daha kolay bulmaktadırlar. Onlar,bir takım risk ve güçlükleri gerektiren ticari teşebbüslere yatırım yapmaktan hoşlanmazlar. Bu tabiatıyla sinaî ve iktisadi gelişmeyi engeller ve öylece bir ülkenin iktisadi kalkınmasını yavaşlatır. Zira dünyevi hadiseler ticaret ve sanayi olmaksızın tatmin edici şekilde devam edemez.
2- Ahlâkî Değerleri Yıkar: Faiz, yasaklandığı zaman halk borç vermekten kaçınacaktır; fakat meşrulaştırılırsa, halkın ihtiyaçları onları iki lira karşılığında bir lira borç almalarına sebep olur. Netice olarak tabii dostluk, iyilik, fazilet ve minnettarlık hisleri yok olacaktır.
3- Kin ve Garaz Doğurur: Fakir halk, alacaklının faiz yoluyla kendi servetini yediğini anlayınca ona beddua eder, lanet yağdırır. Böylelikle faiz müessesesi toplumda kin ve garazın yayılmasını kolaylaştırır. Tabiatıyla halk, faiz yoluyla servet biriktirmekle tanınan kimselere karşı nefret duyacak ve onu servetinden mahrum etmek için ellerinden geleni yapacaktır. Onun ölümünden sonra serveti sona erer fakat onun zilletliği ve günahları ilele-bed devam eder.
4- Zengin Daha Zengin, Fakir Daha Fakir Olur: Fakir borçlunun zenginleşebileceği ve alacaklının fakirleşebileceği faizsiz bir toplumda ihtimal dahilindedir. Fakat kapitalist bir toplumda zengin, halkın parasını faiz yoluyla toplayarak daha zenginleşir, fakir daha fakirleşir.
Faizin, alacaklının servetini artırdığı açıkça görülebilir, fakat gerçekte milletlerin olduğu gibi fertlerin varlıklarını da (daha önce gösterildiği gibi) yok eder. Yatırımları frenler ve sermaye birikim oranını azaltır. Çünkü faiz oranı ne kadar yüksek olursa yatırım oranı o kadar düşük olur. Faizin serveti artnmayıp azaltacağı gerçeği Peygamber @ tarafından belirtilmiştir. Bununla birlikte, faiz sadaka ruhuna mugayirdir.
5- Alacaklı Gözden Düşer: Her ne kadar alacaklının serveti azalmıyor görünüyorsa da, onun sosyal itibarı azalır. Toplumda saygısını kaybeder ve hayır sahibi ve dosttan ziyade bir düşman ve parazit olarak kabul edilir. Kısaca halk tarafından kötü şöhretli ve utanç verici addedilir. Bunların da üstünde, faiz halk arasında para tutkusunu yayar; böylelikle o fertler adalet hissini kaybeder ve kötü niyetli ve kaü kalpli olurlar.
Kur'an-ı Kerim, ticaretle riba arasındaki farkı belirtirken faizin serveti arttırmadığı temel hakikatine de işaret etmiştir. Gerçekten riba, üretim sürecinin büyümesini geciktirererek azaltır. Kur'an bu temel hakikate şu ifadelerle işaret ediyor: (1) "İnsanların mallan içinde, artması için verdiğiniz faiz (malı), Allah katında artmaz. Ama Allah'ın yüzünü (O'nun rızasını) isteyerek verdiğiniz zekat(a gelince); işte (onu verenler, sevaplarını ve mallarını) kat kat artıranlardır." (30: 39). (2) "Allah, faizi mahveder, sadakaları artırır. Allah (haramda ısrar eden) hiçbir günahkar kafiri sevmez." (2: 276).
"Mehaka" kelimesi, ilk olarak faiz unsurunu ihtiva eden bütün akitlerden Allah'ın bütün nimetini aldığını veya azalttığını; ikinci olarak, bütün faiz sistemlerini kaldırıp yok ettiğine delâlet eder. Rasûlullah @ de faizin hem sosyal refaha yardımcı olamayacağını, hem de millî serveti artırmayacağını kesinlikle belirtmiştir.
Yukarıda bahsedilen Kur'an ayetleri ve Peygamber @'ın hadisleri faiz müessesesinin iki cephesine işaret etmektedir: (a) Faiz, serveti artırmaz, (b) Serveti azaltır. Doğrusu faiz serveti hem maddi, hem manevi olarak azaltır.
Faize Dayalı Ekonomi Sistemlerinde Faiz Aleyhtarları: Kur'an-ı kerim'in bu beyanı batılı bilginler arasında bile taraftar bulmaktadır. Bir çok batılı ekonomist faize, benzer anlayışlarla bakmaya başlamışlardır. (Halife Abdul-hakim, islam and Communism, sh. 187). Loc-ke, bir arkadaşına yazdığı mektupta, yüksek faizin ticareti çökerttiğini, faizin ticaretten gelen kârdan daha avantajlı olmasının zengin tüccarların varlıklarını faize teslim etmelerini ve yatırmalarım sağladığını ve daha küçük esnaftn işini bitirdiğini söz konusu etmektedir. (Keynes, a.g.e., sh. 344). Fortrey servet artırma vasıtası olarak düşük faiz haddi üzerine çok önem verilen diğer bir misal veriyor.
Sir Josiah Child'a göre, krallığın gerçek serveti faiz hadlerinin azaltılması ile artırılabilir. O, faizin azaltılmasını ticaretin ve kralhklarında-ki servetin artma sebebi olarak düşündü. (Cassel, a.g.e., sh. 10-14). Child, Hollanda'da-ki uygulamaya şahit olurken, halk arasında o zamanlarda faiz üzerinde hiçbir yasal kısıtlama olmadığını gördü ve kendi faiz hadlerini diğer ülkelerden % 3 veya 4 aşağıda tutmayı politikaları haline getirdiklerini savundu. Tüccarların büyük bir servet yaptıkları zaman paralarını faize verdiklerini ve ticareti görüşünü savundu: "Oradaki (faizdeki) kazanç çok kolay, kesin ve büyük, fakat faiz hadlerinin düşük olduğu ülkelerde tüccarlar ticarete kuşaktan kuşağa devam ediyorlar. Ve böylece kendilerini ve devleti zenginleştiriyorlar." Tho-mas Culpepper yüksek faiz oranlarının insanları mesleklerinde tembelleştirdiğini ve faizci oldukları fikrini teyid ediyor ve yasal faiz hadlerindeki bir indirimin tarımda ilerlemeleri mümkün kılacağını ve ölmeye yüz tutmuş üretimimizi dirilteceğini savunuyor.
Ribanın ticareti, alış-verişi ve endüstriyi tahrip sürecinin Locke, Child ve Culpepper zamanından beri biraz karmaşıklaşmasına rağmen onu yok edici etkisi her zamanki gibi güçlü ve farkedilmezdir. Sadece yüksek faiz değil, her türlü pozitif faiz haddinin varlığı zenginliği azaltır ve üretim sürecinin gelişmesini önler. (Economics of islam, sh. 27).
Keynes'e göre faiz hadleri yatırım seviyesini sınırlayarak ülkenin milli servetim fevkalade artırabilecek endüstrilerin gelişmesine engel olur. Keynes, faiz varlığının ekonomik ilerlemeye yardımcı olmadığını ve onun ahlâki kurallarının müeyyidelerinden yardım alarak yasal tedbirlerle durdurulmasını savunan eski Kanonistlerin teorilerine güçlü bir şekilde inanmaktadır. Keynes şöyle diyor: "Yüzyıllardır, hatta birkaç bin yıldır yakın münasebeti olan farklı bir problem devam etmektedir. Aydınlanmış fikir Klasik Okulun çocukça diye reddettiği fakat itibar ve şerefe layık olan bir doktrini aşikâr ve kesin sebepler için tutmaktadır. Ben, doktrinden şunu kasdediyorum ki, faiz hadleri sosyal faydaya en iyi uyduğu seviyede kendi kendini dengeleyemiyor, fakat Çok fazla yükselmeye daimi eğilim gösteriyor. Bu yüzden hükümet ahlâki kuralların yaptırımlarından yardım alarak; geleneklerle, yasalarla ona gem vurmayla ilgileniyor. (Keynes, a.g.e.,sh. 351-57).
Bundan başka o, yatırıma teşviki tahrip eder her türlü engelin sosyal bir şeytan olduğunu ve mutlaka kaldırılmasını savunuyor. Faiz hadleri kontrol altında tutulmazsa yatırıma yeterli teşviki azaltacağı, bu aynı veçhile toplumda servet gelişimini azaltacağı üzerinde ısrarla durmaktadır. Keynes'in ifadeleriyle: "Faize karşı şartlar elimizde kaydettiğimiz en eski ekonomik uygulamalar arasındadır. Antik ve Ortaçağ dünyasında, aşırı bir likidite tercihi ile yatırım isteğinin tahrip edilmesi zenginliğin büyümesine ana engel ve başlıca şeytandı. Ve tabii ki diğerleri likidite tercihini artırırken ekonomik hayatın tehlikeleri ve risklerinin olması, sermayenin marjinal verimini düşürür. Hiç kimsenin kendisini güvenli tahmin etmediği bir dünyada bu yüzden faiz hadlerinin toplumun elinde olan amaçlarla engellenmediği müddetçe uygun bir yatırım teş-viği müsadesi için çok fazla yükseltmesi tamamen kaçınılmazdır. Faiz hadlerinin esasta saçma olduğuna ve gelen borçların aktif yatırıma dönenlerden ayrılmasını amaçlayan ince tartışmaların sadece bir saçma teoriden hilekârca kaçış gayretleri olduğuna inancım arttı. Fakat şimdi bu tartışmaları klasik teorinin kurtulamaz şekilde bir araya getirdiği yeni faiz haddi ve marjinal verimini ayrı tutmaya çalışan dürüst bir aydın olarak okuyorum. Şimdi ortaçağ skolastiklerinin faiz hadlerini indirmek için ahlaki hukuk, örfü ve kanunları kullanırken sermayenin marjinal verim şemasının yükselmesine müsaade. etmeye yönelik formülün aydınlatılmasına müteveccih nutukları açık görülmektedir.
Adam Smith bile faiz hükümlerini, etüdlerin-de son derece yumuşatmaktadır. Ferdî tasarrufları ya yatırımlarla ya da borçlarla emilme-liydi ve onlar geçmişte bir çıkış bulacakları güvenlik yok olduğundan çok iyi haberdardı.