KISIM 10. 2

EKONOMİK ADALET (IV) 2

Zekat 2

Zekat Verilecek Yerler 2

a- Fakirler 2

b- Yoksullar 3

c- Zekat Memurları 3

d- Müellefe-i Kulûb. 3

e- Esirlerin Azad Edilmesi 3

f- Borçlular 3

g- Allah Yolunda (fî-sebil-ittah) 3

h- Yolda Kalanlar 3

Sonuç. 3

Zekatın Dağıtım İşlemi 3

İtirazlar 3

İstatistikî Gösterge. 3

İstifçilik Ve Zekat 3

Dağıtım Şekilleri 3

Zekat Ve Vergilendirme Kriterleri 3

KISIM 11. 3

TÜKETİM... 3

Giriş. 3

Kalite Ve Temizlik. 3

Servet İsrafı 3

Haram Yiyecekler 3

Tüketimin Vasıfları 3

Hayatın Zaruretleri 3

Hayat Standardı 3

KISIM 12. 3

ÜRETİM... 3

Giriş. 3

Üretimin Önemi 3

Üretimde Adalet Ve Eşittik. 3

Ekonomik Gelişme. 3

KISIM 13. 3

ÜRETİM FAKTÖRLERİ. 3

Arz. 3

Toprak. 3

Madenler 3

Dağlar 3

Ormanlar 3

Hayvanlar 3

İklim Ve Yağış. 3

Arz'ın Geniş Anlamı 3

KISIM 14. 3

EMEK.. 3

Anlamı Ve Önemi 3

Çalışmak İçin Yaratılan İnsan. 3

Sünnet 3

Bedenî Çalışma. 3

Fikir İşçiliği 3

Emek Arzı 3

Meslek Seçme Hürriyeti 3

Emeğin İtibarı 3

Emeğin Hakları 3

Emek-Sermaye İlişkisi 3

KISIM 15. 3

SERMAYE.. 3

Anlamı 3

Önemi 3

Sermaye Birikimi 3

1- Zorunlu Tedbirler 3

2- İhtiyarî Tedbirler 3

Sermaye Ve Emek Bağı 3

KISIM 16. 3

ORGANİZASYON.. 3

Anlamı 3

Önemi 3

İş Sözleşmeleri 3

Îş Organizasyonu Şekilleri 3

KISIM 17. 3

SERVETİN MÜBADELESİ. 3

Anlamı 3

Önemi 3

Mübadele Metodu. 3

KISIM 18. 3

SERVETİN DAĞILIMI. 3

Anlamı 3

Önemi 3

Dağılım Prensipleri 3

KISIM 19. 3

TOPRAK RANTI. 3

KISIM 20. 3

ÜCRET PROBLEMİ. 3

Ücretler Nasıl Belirlenir 3

Devlet Görevlilerinin Ücretleri 3

KISIM 21. 3

KÂR PROBLEMİ. 3

KISIM 22. 3

FAİZ.. 3

Giriş. 3

Riba'nın Anlamı 3

1- Borç Faizi (Riba-i Nesie) 3

2- Trampa Faizi (Riba-i Fazl) 3

1- Riba Üzerine Tamamlayıcı Düşünceler 3

2- Riba Ve Tefecilik. 3

3- Riba Ve Ticaret 3

KISIM 23. 3

İSLÂM ÂLİMLERİNİN FAİZ HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ. 3

Ebu'1-A'la Mevdûdî ve Faiz Teorileri 3

İmam Râzi'nin Faiz Hakkındaki Görüşleri 3

KISIM 24. 3

FAİZ MÜESSESESİ TOPLUMA FAYDA YERİNE ZARAR GETİRİR.. 3

 

 

 

 

dirhemi için bir dirhem zekat veriniz; gümüş miktarı yüz doksan dirhem olursa bundan ze­kat yoktur. 200 dirheme baliğ olursa bundan 5 dirhem zekat ödemek vacibdir." (Buharı).

Bu hadîse göre gümüş miktarı, zekatı olarak 5 dirhem verilen 200 dirheme erişene kadar gü­müşe zekat yoktur. İmam Ebu Hanife'nin gö­rüşüne göre, 200 dirhemden sonra eklenen miktar 40 dirhemden az ise buna zekat uygu­lanmaz. Fakat 40 dirheme eriştiği vakit zekat olarak bir dirhem daha ödenir. Ebu Saİd el-Hudrî'nin rivayetine göre Peygamber @; "5 ukiyye'den az miktar(daki gümüş) de zekat yoktur" buyurmuştur. Bir ukiyye 40 dirheme eşittir, bu nedenle gümüş miktarı 200 dirheme ulaşıncaya kadar gümüşde zekat yoktur. 200 dirhem gümüş bir sene muhafaza edilirse, 5 dirhem zekat düşer. (Dr. Yusufu'd-Din, a.g.e., sn. 678-690).

Altın ve zekatla ilgili birkaç hususun daha ele alınması gereklidir:

1-  Ticaretin zekatı ile hayvanların zekatı ara­sında bir uyuşmazlık olduğunda ticaret zekatı­na Öncelik verilir. Eğer bir kişinin, ticaretini yapmak için satın aldığı develeri varsa, deve­lere sadece ticarî mal olduklarından dolayı ze­kat uygulanır. Bu görüş, hayvan ticareti yap­ma niyetine girildiğinde, otlatma amacının kaybolduğu ve zekatın otîak hayvanları ora­nından alınamayacağı, bu hayvanların zahiren ve gerçek olarak ticarî emtia haline geldikleri düşüncesine dayanır, İster hayvan zekatı ola­rak olsun, ister ticarî emtianın zekatı olarak olsun bu alanda da zekat alma hakkının yine devlete ait olduğu burada belirtilmelidir,

2- Zekat konusunda, külçe altın ve gümüş, iş­lenmiş veya dirhem, dinar gibi para yapılmış altın ve gümüş veya yine bu madenlerden ya­pılmış süslemeler, ziynetler ve kupalar aynı işlemi görür. Altın ve gümüş, süsleme ve ziy­net amacıyla işlenirse ister kadınlar tarafından kullanılsın, ister ihtiyaçlann karşılanması için süs olarak veya ticaret için saklansın, zekat külçe olarak ödenir. Altın ve gümüş tasbiatla-n itibariyle ticaret amacıyla kullanıldığından ve üretim aracı mal sayıldığından zekatları buna göre Ödenir.

İmam Mâlik, Şâbi ve hatta Ebu Hanife'ye gö­re kadınların meşru altın ve gümüş ziynetle­rinde zekat yoktur. Meşru ziynetler kadınlar tarafından süs olarak yaygın şekilde kullanı­lan ziynetleri İhtiva eder, yoksa zengin insan­lar tarafından üstünlük nişanı olarak muhafaza edilen düzinelerce mücevherat takımlarım de­ğil. Böyle gereksiz mücevherat birikimi meş­ru ziynetler tanımına girmez ve bu nedenle, altın ve gümüş gibi zekata tabidirler.

3- Nisabın tamam olup olmadığını ve zekatın vücubunu tespit etmek için, dikkate alınan kıymet veya sayı değil, ağırlık (vezin)dır. Mi­sal olarak sanat değeri yüksek bir vazonun kıymeti, ağırlık olarak değerinden çok daha fazla olabilir. Fakat zekat bu vazonun ağırlığı gözönünde bulundurularak uygulanır. Zekat borcu, zekata tâbi olan kalemin cinsinden ö-denirse vezin (ağırlık) esas alınır. Ancak, eğer zekat bir başka cinsten ödenirse, dikkate alı­nan zekat kaleminin kıymetidir.

4- Eğer altın ve gümüş bir alaşımla karıştırıp, alaşım muhtevanın yarısından daha az olursa bu karışım saf kabul edilir. Eğer alaşım daha değerli olan metale oran olarak eşitse, o vakit zekat altın ve gümüş olarak ödenmez. Son olarak, eğer alaşım %50 den daha fazla İse ve ticaret metaı hükmünde ise kullanımda olan bu alaşımın kıymeti nisaba baliğ olursa ondan zekat ödenir. Bir diğer görüş ise gümüş ve al­tının alaşımdan bilfiil ayrılıp nîsab miktarının üzerinde olup olmadığının anlaşılması gerek­tiği yönündedir.

5- Altın ve gümüş karıştırıldığında gümüş oranı az İse, bu karışımın hepsi altın addolu­nur. Eğer gümüş fazla ise bu surette, karışım­daki altın ve gümüş ayn ayrı nisab miktarına baliğ olursa zekat verilir.

Burada zekat ödeyecek olan kimsenin Ödeye­ceği zekatı bilmemesi durumunda ya bir uz­mana başvurması gerektiği ya da suyun kal­dırma kuvvetinden yararlanarak alaşımdaki saf altın ve gümüş miktarını bulması gerektiği belirtilmelidir. (S. A. Sıddıkî, a.g.e., sh. 50)

c- Altın ve Gümüş ziynetler: İmam Şafii ve İmam Mâlİk'in reylerine göre, meşru altın ve gümüş ziynetlerde zekat yoktur. İmam Ebu Hanire de aynı görüşe sahiptir. Altın ve gü­müş ziynetlerde olduğu gibi altın ve gümüş âletlerde de zekat olduğuna dair icma vardır. (Mevdudi, islam and Cedid Muashi Nazriy-yat,sh. 130-132).

Hidaye'ye göre, altın ve gümüş ziynetlerde ol­duğu gibi altın ve gümüş külçede de zekat vardır. Fıkıh mezheblerinin bu görüşlerinin dayanağı, altın ve gümüş eşyaların olduğu gi­bi altın ve gümüş külçelerin de verimli, üret­ken potansiyeli olduğudur. Bu metaller ticaret ve sanayide kullanılabilirler ve üretkenlikleri vardır. Dolayısyla üretkenlikte de zekat var­dır.

Aşağıdaki tablo altın ve gümüşteki zekat oranlarım göstermektedir:

Ticaret Malları: Ticaret mallan hacim ve tartıyla ölçülemeyen veya gayri menkul olma­yan bütün malları kapsar. Gerçekte altın ve gümüş hariç bütün mallar ticarî mal tanımına girer. Çünkü hepsinin de ticaretinin yapılma­sı mümkündür. Bu sebeple de bunlar zekata tâbidir. Bir kimse ticaret mallarının zekatını İsterse gümüş nisabım, isterse altın nisabını esas alarak öder, Rasulullah @'m: "Ticaret mallannm kıymeti tayin edilir ve her ikiyüz dirhem (gümüş para) mukabilinde beş dirhem eda edilir" buyurduğu rivayet edilmiştir. Cins­leri ayrı bile olsa ticaret mallan birbirlerinin üzerine ilave edilerek hesaplanır.

Ticarî eşyaların zekatının verilmesini devlet mülk sahibine vermiştir. Mülk sahibi, zekat vermek  için  yatırımını  veya  dükkanındaki stoklarını alım esasına göre hesap eder, borç­larını da düştükten sonra kalan miktarın %2.5'unu zekat olarak öder.

Herhangi bir yatırımda, malların alımında ve­ya teşebbüsünde ticarî bir gaye ve niyet bu­lunmalıdır. Alım esnasında ticarî bir gaye yoksa, mallar şahsî kullanım İçin alınmış sayı­lır. Diğer yandan ticarî gayeyle alınmış mallar bir kısmı şahsen kullanılsa bile ticarî mal ola­rak kabul edilir. Bu mallar ticarî amaçlar dı­şında bir kullanıma niyet edilmedikçe öyle kalacaktır. Eğer mallar satılmaz ve üzerlerin­den bir yıl geçerse zekata tabidirler. İmam Mâlik'e göre, eğer bir kişi ticarî gaye güderek altın ve gümüş ile buğday veya hurma alsa ve bunlar onun mülkiyetinde satılmadan bir yıl dursa, nisab miktannı aşıyorlarsa, zekata tabidirler. Nitelik ve çeşidine bakmaksızın de­ğerleri altın veya gümüş para ile hesaplanan bütün ticarî mallar nisab miktarını bulursa ze­kata tabidirler. İmam Ebu Hanife'ye göre, ticarî malların değerleri para olarak belirlen­melidir. Bu, fakirler için daha lehte bir du­rumdur. İmam Ebu Yusuf un reyine göre ise ticaret mallarının değeri, eğer satın ahnmışlar-sa, satın alındıkları para cinsinden hesap edil­melidir. Bu, mallann kıymetlerini belirlemede pratik bir usuldür. Eğer mallar paradan başka bir şeye karşılık, mesela takasla satın alınmış­sa, o vakit değer daha yaygın olarak dolaşım­da bulunan para üzerinden hesaplanmalıdır. İmam Muhammed ticarî mallara , dolaşımı daha yaygın olan para üzürinden değer biçil-mesi görüşündedir. (Dr. Yusfu'd-Din a.g.e., sh. 678-690).

Ticarî mallara zekat uygulanması, fiyatları su­ni yollardan arttırmak için yapılan mal istifçi­liğine engel olmuştur.

Kısaca; zekat zenginlerden alınan, fakir ve muhtaçlara sarfedilen zorunlu bir vergidir. Bu amaçla, kıymetlerine veya ağırlıklanna göre, âtıl servet de dahil bütün servetler %2.5, zirâi ürünler %5-10 ve altın ve gümüş dahil bütün mineral zenginlikler %20 oranında zekata tâbidir.

 

KISIM 10

 

EKONOMİK ADALET (IV)

 

Zekat

 

Zekat Verilecek Yerler

 

Kendilerine zekat düşenler Kur'an-ı Kerim'in Tevbe süresindeki şu ayetiyle belirlenmiştir. "Sadakalar, Allah'dan bir farz olarak fakirlere, miskinlere, onu toplayan memurlara, kalbleri kazanılacaklara, köle azadına, borçlulara, Al­lah yolunda olanlara ve yolda kalanlara sarfe-dilir. Allah bilendir, hakimdir." (9: 60).

Buradaki "sadakalar" kelimesi, gönüllü olarak verilen "hayır" anlamına değil, ödenmesi zo­runlu olan zekat anlamına kullanılmıştır; bunu ayetin sonundaki "Allah'tan bir farz olarak" ifadesi göstermektedir. Ayet zekatın verilece­ği yerleri tarif etmektedir. Toplum içinde ça­lışmaya gücü yettiği halde çalışacak yer bula­mayanlar, çalışacak gücü olmayan hasta, ihti­yar ve çocuklar, her türlü bakıma muhtaç in­sanlar fakir ve miskin tarifinin içine girerler. Üçüncü olarak zekat toplama işinde memur olanlar ve bu kaynaklan idare işinde çalışan diğer insanlar gelir. Bu başlık, zekat müesse­sesinin idaresinin tamamen kamu temsilcileri­nin elinde olduğu, kamuya ait bir fon oluştur­mak için tesis edildiğini göstermektedir. Kur'an-i Kerim zekatı özel bir hayır olarak görmez. Günümüzde, Kur'an'ın ele aldığı ma­nadaki zekat müessesesinin Müslümanlar ta­rafından tamamen ihmal edildiğini belirtmek üzücü olmaktadır.

Dördüncü grupta kalbleri hakka meyleden in­sanlar yer almaktadır. Bİr dinin tebliği söz ko­nusu olduğunda daima bunu dinlemeye hazır insanlar vardır, fakat hakikat çağrısını bu kişi­lere ulaştırmak kaynaklara ihtiyaç gösterir. Hakkı kabul ettiklerinden dolayı muhtaç du­ruma düşmüş insanlar da olabilir. Dolayısıyla bu yoldaki harcamalar zekatın sarf edilebileceği bir kısım olarak belirtilmiştir.

Beşinci başlık esirlerin azad edilmesi ve bu yolda sarfedilen harcamalarla ilgilidir. Altıncı grup borçlulardır -meşru sebeplerle borca gi­renler, mesela tanmı geliştirmek için borçla­nan çiftçi ve benzerleri-. İslam, toplumun bü­tün üyelerinin hür bir hava içinde yaşamasını ve bu sebeple borç yüklenmiş kişilerin yükle­rinden kurtarılmasını gerekli görür. Servetleri­ni israf edenler bu gruba dahil edilmezler. Ye­dinci başlık genel bir ifadeyle fî-sebil-illah; Allah yoludur. Bazıları bu kelimelerin anla­mını mücahidlerle (inancı korumak için sava­şanlar) veya İslamî hakikatleri yaymakla uğ­raşan kişilerle sınırlarken, diğer bazıları keli­melerin umûmi olduğunu ve bütün hayırlı faa­liyetleri kapsadığını düşünmektedir. Sekizinci başlık hangi dine veya ırka mensub olursa ol­sun, bir diyarda parasız kalmış olan yolcular­dır.

Zekata müstehak olanlar Kur'an-ı Kerim'de böylece gösterildiğinden, devlet bu kaynaklan (bazı 'çağdaş' müelliflerin iddia ettiği gibi) Kur'an'da belirtilen amaçlann dışında harca­maya yetkili değildir. Kur'an'da belirtilmiş bu­lunan bu sekiz ana başlık aşağıda ele alınmış­tır.

 

a- Fakirler

 

Fakir kelimesi, maişetini temin edecek hiçbir şeyi olmayan muhtaç insan veya hiçbir gelir kaynağı olmayan sağlıklı, namuslu fakat işsiz insan anlamına gelir. Kasas suresinde Musa @'ın kıssasında fakir kelimesi bu ikinci anla­mıyla şöyle kullanılmıştır: "...bunun üzerine onlarmkini suladı. Sonra gölgeye çekildi ve dedi ki: 'Rabbim! Doğrusu bana İndireceğin hayra muhtac(fakir)ım." (28: 24). Burada fa­kir kelimesi zulüm korkusu ile kendi memle­ketini terketmiş ve bir başka diyarda sığınak arayan işsiz bir insan anlamında kullanılmış­tır. Dolayısıyla bu kelime siyasî değişiklikler sebebiyle (II. Dünya Savaşından sonra Hin­distan'da ve Filistin'de olduğu gibi) memle­ketlerini terketmeye zorlanmış mülteciler için kullanılabilir.

Mekkeli müşriklerin zulüm ve baskılarından kaçıp Medine'de sığınak arayan Müslümanlar fîaşr suresinde aşağıdaki ayette fakir olarak adlandırılmışlardır: (1) "Allah'ın verdiği bu ganimet mallan, yurtlarından ve mallarından edilmiş olan, Allah'tan bir lütuf ve rıza dile­yen, Allah'ın dinine ve Peygamberine yardım eden muhacir fakirlerindir." (54:8). Yine Ba­kara suresindp (2) "Sadakalarınızı; kendilerim Allah yoluna adayıp yeryüzünde dolaşama-yanlara, hayalarından dolayı, kendilerini tanı­mayanların zengin saydıkları yoksullara ve­rin. Onları yüzlerinden tanırsınız. Yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey istemezler..." (2: 273).

Kısaca bu kelime, maişetini temin edemeyen­leri ve bütün fakir, yaşlı ve sakat fertleri, öğ­renci, öğretmen ve İslam'ı anlatan kişiler gibi maişetim temin için zaman bulamayan İslamî vazifelerle meşgul kişileri, İşsizleri kapsar. (S. A. Sıddıkî, a.g.e., sh. 158-195).

Zekattan, maişetlerini temin için, birşeyler ve­rilme sebebi şu sözlerle belirtilmektedir: "Her şeylerini kaybettiler ve mallarım kaybettikleri gibi evlerinden de ayrılmak zorunda kaldılar." beytü'l mal'in harcamalarının en önemli baş­lıklarından birinin fakirlere ve maişetlerini te­mine muktedir olamayanlara yardım etmek olduğu hatırlanmalıdır.

Bütün servetlerini ve evlerini kaybetmiş bulu­nan ve fakirlikleri dolayısıyla kendi işlerini kuramayan muhacirler, tamamı beytü'l mal'in bir kısmını oluşturan Beni Nadir'in terkettik-lerinden almaya bu başlık altında, hak kazan­mışlardır. Bu ihtiyacı göz önünde bulunduran Kur'an-ı Kerim zekat kaynaklarının bir kısmı­nı, bu fakir ve muhtaç veya işsiz ve güç du­rumda olan insanların ihtiyaçları için ayırmış­tır. Zekat, bir bakıma fakirlerin millî teminatı­dır; işsizlik dönemlerinde onlara yardım eder ve işverenlerin baskılarından onları korur.

Böylece zekat, işçilere hem yardım eden hem de koruyan iki taraflı bir silahtır. Zengin işve­renlerden alü.ır ve fakir işçilere verilir. Zekat, bu sayede, işçilere işsiz kaldıkları vakit uzun

süre yeterli bir şekilde tutunabilecekleri gü­venceyi sağlar ve işçilerin işverenlerle makul bir ücret karşılığında anlaşmalarım mümkün kılar.

 

b- Yoksullar

 

Fakirler gibi yoksullar (miskinler) da zekattan faydalanırlar. Miskin kelimesi hastalık, ileri yaş veya savaş sebebiyle çaresiz veya sakat kalmış kişileri ve hiçbir iş yapamayan ya da yaptığı işle kendisinin ve ailesinin maişetini temin etmeye yetecek kadar kazanamayan ki­şileri kapsar. Savaşta kör, topal, sakat kalanlar miskin tanımının içine girer. İmam Ebu Hani-fe'nin reyine göre,yoksullar (miskinler) fakir­lerden daha kötü durumdadır. Çünkü para ol­mamasından dolayı çaresiz kalmışlardır. "Yoksul, hiçbir şeyi olmayan ve maişetini te­min ve çıplaklığını gizleyebileceği yeterli gi­yimi elde etmek için dilenmeye başvurma ih­tiyacı olan kişidir. Ancak pratik olarak 'fakir' ve 'yoksul' tanımlan arasında önemli bir fark yoktur." (Dr. Yusufu'd-Din, a.g.e., sh. 728-740). Kısaca yoksul insanlar bir şeylere sahip­tir, ancak sahip oldukları şeyler nisab miktarmdan azdır ve ihtiyaçlarını karşılamaya ye­terli gelmemektedir. Yani yoksullar biraz mal sahibi olan ancak, yardım görmeden maişetle­rini temin edemeyen kimselerdir.

Kur'an-ı Kerim "yoksulların" sadece zekata müstahak kişiler olarak devletten değil, ayrıca ferdî sadakalardan da her yardımı hak ettikleri gerçeğine büyük Önem vermiştir. Mesela, Ba­kara suresinde Müslümanlar yoksula yardım etmekle emredilmişlerdir: (1) "Yüzlerinizi do­ğuya ve batıya çevirmeniz birr (iyilik) değil­dir. Lâkin birr, Allah'a inanmak ve maldan seve seve yetimlere, yoksullara vermektir..." (2: 177). Burada "İslam dininin özünün" Al­lah'a iman ve insanlara karşı fedakârlık oldu­ğu söylenmektedir. Yetimlere ve yoksullara yardım etmek Allah katında sadece şeklî İba­detle uğraşmaktan daha önemli ve faziletli­dir.^) Yine aynı surede; "Sana ne sarfedecek-lerini sorarlar. De ki: 'Maldan vereceğiniz şey ana-babanm... yetimlerin, yoksulların... hakkı­dır." (2: 215).

İslam'ın sadece fakir ve yoksulların ihtiyaçla­rını teminle kalmayıp onlann makul bir hayat düzeyine sahip olmalarını da sağladığı belir­tilmelidir. Ayrıca, fakirler ve yoksullar arasın­da farklı inanca ve ırka ait oldukları için ay­rımda bulunmaz. Fakir ve miskin tanımına gi­ren bütün kişiler, ırka ve inancına bakılmaksı­zın, zekattan paylarını alırlar. Halife Ömer, Kur'an-ı Kerim'in "fakir" ve "yoksul'lar için kullandığı kelimeleri genele şâmil kabul etti ve bu başlığa gayri müslimler arasındaki fakir ve yoksulları da dahil etti. Halid b. Velid, Hi-ra şehrinin sakinleriyle bir anlaşma yaptı ve anlaşma maddelerine devlet hazinesinden gayri müslimlerin yoksul ve sakatlarına mai­şet temin edileceğini de ekledi. (S. A. Sıddıkî, a.g.e., sh. 158-195).

 

c- Zekat Memurları

 

Zekata müstahak olanların üçüncü grubu, imam tarafından tayin edilen zekatı toplama ve dağıtmaya yetkili olan memurlardır. Zekat toplamaya memur "âmilin" kelimesi tahsil­darlar, muhasipler, kâtipler, dağıtıcılar, ambar memurları vb. gibi, zekat fonlarının toplan­ması, depolanması, dağıtımı ve İdaresine yar­dımcı olmak için tayin edilmiş bütün resmî hizmetlileri kapsayan bir kelimedir.

Tahsildarlara, mali durumlarına bakılmaksızın zekat fonundan maaş ödenir. Bu maaş onlara mesaileri zekat fonuyla ilgili olduğu için veri­lir. Her çalışanın ücreti bütün diğer resmî ve­ya yarı resmî işlerlerde olduğu gibi işin tabia­tına ve kişinin işindeki sorumluluk derecesine bakılarak tesbit edilir. Fıkıh mezheplerinden birine göre zekat memurlarına işlerinin karşı­lığı ödenmelidir. Fakat bu ödeme için yapılan harcama bütün zekat fonunun %5'ini geçme­melidir, diğerleri ise bu konuda bir üst sınır belirlememişlerdir.

Memurlann ücreti ne olursa olsun zekatın esas amacından, yani fakirlere ve yoksullara yardım amacından sapmamasını sağlamak devletin görevidir. Diğer bir ifadeyle, hiçbir şekilde zekat harcamaları gelirleri geçemez, aksi takdirde zekat verimsizleşir ve bütün önemini kaybeder. (S. A. Sıddıkî; a.g.e., sh. 158-195).

 

d- Müellefe-i Kulûb

 

Bu başlık kapsamına dostluğu ve işbirliği İs­lam'ı güçlendirmeye yardımcı olabilecek de­ğişik vasıftaki insanlar girebilir.

İslam'a yeni girmiş ve önceki mallarını kaybe­derek teşvik ve yardıma muhtaç kalmış kim­selere zekat verilebilir; hatta bu kişilerin mal­larını kaybetmiş "fakir" ve "yoksul" olmaları da gerekmez. Şayet herhangi bir beldede, Müslümanlara dinlerini anlatma ve uygulama izni verilmiyor ve müslümanlar baskı ve zul­me uğruyorsa ve şayet verilen zekat bu kısıt­lama ve baskıların kaldırılmasına yardımcı olabilecekse, zekat fonundan bu yerlere öde­me yapılabilir. Bu kavram, dostlukları zekat gelirlerinden ödenecek parayla satın alınabile­cek ve Müslümanlara ve Müslümanların dev­letine zararı bu şekilde bertaraf edilecek kişi­leri kapsayacak kadar geniştir.

Peygamber @ zamanında bu başlık altında geniş meblağlar harcanmıştı. Fakat ilk halife Hz. Ebu Bekr'in döneminde bu miktar azaldı. Hz. Ömer ve diğer halifeler İslam güçlendiği için bu başlık altında yapılan harcamaları dur­durdular ve o günden bu yana zekatın bu his­sesi ortadan kalkmıştır. Fakat ne zaman İs­lam'ın yeni muhtedilere ihtiyacı olursa, kendi başlarının çaresine bakabilecek duruma gelin­ceye kadar onların maişetini temin etmek ve­ya onları inançlarından dolayı teşvik etmek veya fitnecilerin memleketteki huzuru bozma­larını engellemek için zekat kaynaklarının bu yolda kullanımı yeniden canlanabilir.

 

e- Esirlerin Azad Edilmesi

 

İslam, insanlığı esirlik ve kölelik belasından kurtarabilmek için değişik metodlar benimse­miştir. Diğer metodlar arasında, zekatın bir kısmının esirleri azad etmek için harcanması da vardır. İmam Ebu Hanife ve İmam Şafi'ye göre, köle ve esirlere hürriyetlerini satın alabi­lecekleri kadar para verilmelidir. İmam Mâlik ise kölelerin zekat parası ile satın alınıp, ser­best bırakılması görüşündedir.

Zekatın bu kullanımı da zaman aşımına uğra­mış olmakla beraber (Kur'an-ı Kerim ve Sün-net'in kastettiği kullanıma aykırı değilse), zanaatkar ve ustaların işçi olarak çalışmak ye­rine küçük sanayi kurmalarını sağlamak şek­linde yeniden canlandırılabilir. Bu, sadece bu insanların kendi efendileri olmasını sağlamak­la kalmaz, ülkenin servetinin büyük oranda artmasını da sağlar.

 

f- Borçlular

 

Borçlan şahsî varlıklarını (ve Ödeme kabili­yetlerini) aşan bütün borçlulara, borçlan gayri meşru yani lüks İptilası, içki, kumar ve spekü­lasyon vb. fiiller sebebiyle edinilmemiş olma­dı şartıyla borçlarının ödenmesi için zekat gelirlerinden yardım yapılır. Bu amaçla borçlu­lar İki sınıfa ayrılmışlardır: (1) İhtiyaçlarım karşılamak için borca girenler. Eğer zengin değiller ve servetleri nisab miktarını aşmıyor­sa, borçlan zekat fonundan ödenebilir. (2) Başkalarına yardım ederken borca giren in­sanlar. Bu insanların borçları da, zengin ol­sun, fakir olsun, zekat gelirlerinden ödenir. (Dr. Yusufu'd-Din, a.g.e., sh, 728-740).

İmam Ebu Yusuf a göre "borçlular" borçlarını ödeyemeyen herkestir. Hidaye'de, bu kelime­nin nisab miktarı üzerinde bir şeye sahip ol­mayan ve borcu olan insanlar anlamına geldi­ği kaydedilmektedir. Katade, "borçluların" borç kapanına kısılmış ve borç yükleri müsrif­liklerine veya gayri meşru harcamalara veya sefahatlerine bağlı olmayan kişiler anlamına geldiğini ileri sürmektedir. Mücahid'e göre "borçlu", evi yanmış veya sahip oldukları şey­ler sel felaketi ile yok olmuş ve ailesinin mai­şetini temin edemeyen kimsedir. (S.A. Sıddikî, a.g.e., sh. 158-195).

Kur'an-ı Kerim'in zekata müstahak olanlan ta­rif ederken "borçlular" kelimesini "fakirler ve yoksullar" ile beraber kullanmış olması bu harcama kaleminin şartlar sebebiyle borçlan­mak zorunda kalmış zengin borçluları ima et­tiğini   açıkça   göstermektedir.   Çünkü   fakir borçlular yukanda bahsi geçen "fakir" ve "yoksul" kategorilerine girmektedirler. Bütün bu ve benzeri şartlarda, borçluların borcunu zekat gelirlerinden ödemek devlet başkanının vazifesidir. Peygamber @, fakir borçluların ve hatta israf etmedikleri halde kazalar sonu­cu borca girmiş zenginlerin borçlarını ödeme ve ailelerinin maişetim temin sorumluluğunu devletin hazinesinden karşılamak üzere tama­men kabul etmiştir. Bu sebeple, bütün borçlar halifeler tarafından beytü'l-mal'den ödeniyor­du. (Dr. Yusufu'd-Din, a.g.e. sh. 728-740). Aşağıdaki hadis bu görüşü desteklemektedir: "Herhangi bir mümin ölür de mal bırakırsa, bu mala kim olursa olsun onun asabesi vâris olsun. Herhangi bir mümin de borç bırakırsa o da bana gelsin. Ben onun velisiyim." (Buha-ri).

Üretim amacıyla ya da ailelerin maişetini te­min amacıyla girilen borçların ödenmesinde devlet yardımı yapılması fakir ve tarıma daya­lı ülkelerde büyük Öneme sahiptir. Buradaki çiftçiler, tarımın tabiatı itibariyle büyük oran­da tabii faktörlere bağlı oluşundan dolayı, ge­nellikle büyük borç altındadırlar. İslam, dev­lete, böyle insanların borçlarını ödemeyi ve yüklerini hafifletmeyi emretmiştir, böylece bu kişiler maişetlerini temin etmeye ve kendileri­nin ve genelde toplumun iyiliği için çalışmaya muktedir olabilirler.

Kısaca "borçlulara yardımda kullanılır" sözü Çok geniş kapsamlıdır; hak eden ve dürüst borçlulara yardım temin edilmesi anlamına gelir.

 

g- Allah Yolunda (fî-sebil-ittah)

 

Bu çok geniş kapsamlı bir kavramdır ve uy­gulamadaki şekilleri ancak ortadaki şartlar ve zamanın ihtiyaçları tarafından tesbit edilir. Değişik fiilleri kapsayabilir. Mesela, Müslü­manların cihad hazırlıklarına yardım etmek, hastalar ve yaralılar için tıbbî imkân ve gereç­lerin sağlanması; eğitimleri için para harcaya­mayanların eğitilmesi. Kısaca, Müslümanlara ve islam davasına faydalı ve lüzumlu olan bü­tün fiilleri kapsar. (Seyyid Kutub, Social Jus-

tice in islam). Aşağıdaki özet bu Önemli har­cama başlığının geniş kapsamım anlamaya yardımcı olacaktır: "Bazı fakihler 'Allah yo­lunda' sözünü cihad anlamında almışlardır. Bu sınırlama doğru gözükmemektedir. Ayetin (sadakalar fakirler ve Allah yolunda olanlar içindir) cümlesindeki 'Allah yolunda' ifadesi sadece cihadı değil bütün hayırlı faaliyetleri kapsamaktadır." (S.A. Sıddıkî, a.g.e., sh. 258-295).

Bu kavram, hacca gitmiş fakat fakirlikleri se­bebiyle hac ibadetlerini tamamlayamamış ha­cıları da ihtiva eder. Kur'an-ı Kerim'i ezberle­yen fakir hafızları ve fakir öğrencileri de kap­sar. Böylece İslam devleti içinde çok değişik yollardan İslam davasına hizmet eden bütün insanları, beytü'l-mal'den başkaca bir yardım almıyor olmaları şartıyla kuşatır. İmam Bey-zavi'ye göre, fakir insanların faydalanacağı köprüler ve kervansaraylar inşa ettirmek için yapılan harcamalar da "Allah yolunda" ifadesi içine girmektedir.

 

h- Yolda Kalanlar

 

Bir yolculukta, evinden ayn düştüğü için muhtaç durumda kalan ve servetinden fayda­lanamayan bir kimse yolda kalan olarak ad­landırılır. Yolculuğunu tamamlamak için pa­raya ihtiyacı vardır. Yolculuk için kendisine gerekli olan şeyleri temin konusunda kişiye zekat gelirlerinden yardım edilir, ancak yolcu­luğun sadece zevk için veya herhangi bir gay­ri meşru amaç için olmaması şarttır. (Seyyid Kutub; Social Justice in islam).

İmam Ebu Hanife'ye göre yolda kalan, yolcu­luğunun ortasında kendisine yardım verilecek olandır, yolculuğunun başında olan değil. Fa­kat ayette kullanılan kelimenin çok geniş bir tatbik alanı vardır ve yolculuğun başında ola­na da gayesinin muhlis ve makul olması şar­tıyla yardım yapılır. Hatta, siyasî baskılara, savaşa, etnik ve dinî nefret ve zulme bağlı olarak evlerini ve bütün varlıklarını terketmek zorunda kalmış "muhacirler" bile "yolda ka­lan" ifadesinin kapsamına dahil edilebilirler.

Yolda kalanlara dinlenecekleri binalar, bekle­me odaları, hamamlar vb. kolaylıklar ve ülke içinde diğer uygun ortamlar sağlamak şeklin­de olduğu gibi para olarak da yardım edilebi­lir. Yeni yollar yapmak, eski yolları ve köprü­leri tamir etmek bile bu başlık altına girebilir. Esasen, kolay ve rahat yolculuk yapılmasını sağlayan ve seyahati teşvik eden her kolaylık bu konu kapsamına girer,

 

Sonuç

 

Bu sekiz harcama kaleminin çok geniş bir muhtevası vardır ve hemen hemen toplumda­ki bütün sosyal güvenlik şekillerini kapsar. Fakat zekata müstahak kişilerin, hayatlarım kazanmak için gayret sahibi olmalarının ve yine de kendilerinin ve ailelerinin maişetini temin edememiş olmalarının şart olduğu hatır­lanmalıdır. Böylece İslam, bir yandan insanla­rı çok çalışmaya ve maişetlerini kazanmaya teşvik etmekte, diğer yanda ise Müslüman devlete, her üyesi için iş temin etmesi emrini vermektedir. Şahsî gayret ve devlet yardımı yoluyla, Müslüman devlette, toplumun her ferdi hayatını kazanabilir.Ancak, eğer bir in­san bütün çabalarına rağmen hayatını kazana­mıyor veya ailesinin geçimini temin edecek kadarkazanamıyorsa, zekat onların bu sıkışık durumlarının düzelmesine yardım eder. Bu sebeple zekat, bütün çabalarına rağmen hayat­larını kazanamayan ya da yeterince kazana­mayan kişilerin başvurduğu en son çaredir. (Seyyid Kutub; a.g.e.).

Sadaka, insanların vicdanına bırakılmıştır. Ancak, zekatın farz olmasıyla, sosyal güven­lik müslümanların vicdanına bırakılmamış, aksine devlet tarafından kurumlaştırılmıştır.

 

Zekatın Dağıtım İşlemi

 

Zekata hak kazananları açıkladıktan sonra, şimdi bu gelirin dağıtım işlemini ele alacağız:

1- Fakihler arasında zekatın eşit olarak sekiz hisseye bölünmesi veya bütün gruplara birlikte sarfedilmesi konusunda görüş farklılıkları vardır. Bu dağıtımın ayrıntılarına girmemize gerek yoktur, çünkü bu hisselerin miktarım şartlara ve zamanın icaplarına göre tespit et­mek yetkisi devlet başkanınmdır.

2- İkinci husus, her zekat düşen kişiye ne ka­dar ödeyeceğimizdir. Zekatın amacının insan­ları mali meselelerinden kurtarmak ve insan­ları bu meselelere bağımlı yapmamak olduğu açıktır. Bu nedenle onlara bu sıkıntı devreleri­ni atlatabilecekleri bir miktarı vermek makul olacaktır. Borçlulara borçlarım ödeyebilecek­leri ve ihtiyaçlarını karşılamak için birazının artacağı miktarda ödeme yapılmalıdır. Fakih-lerin reylerine göre bir kişinin borçlarını kar­şıladıktan sonra kişiye ödenebilecek en fazla miktar, nİsab sınırını yani 200 dirhemi aşma-mahdır. (S.A. Sıddıkî, a.g.e., sh. 158-195).

3- Zekat ödemesinin, verilen şeyin alıcısına mülkiyet hakkının transferi ile sonuçlanması gerektiği de söylenmiştir. Ayrıca, zekat öde­mesi, verene doğrudan ya da dolaylı bir fayda sağl amamalıdır. Bunları göz önüne alırsak, bir kişinin usul ve füruuna veya eşine zekat vermesi caiz değildir, çünkü bu durumda veri­len hissenin mülkiyetinin alıcıya tam transferi olmayacaktır.

4- Müslim - gayri müslim, bütün üyelerinin maişetini temin etmek İslamî devletin görevi­dir. Irkına, rengine ve inancına bakmaksızın toplumdaki bütün fakir ve yoksullara zekat fonundan maişet temin edilmelidir. Bu, İslam devletinin değişmez vazifesidir. Zekat alanlar arasında yapılan herhangi bir ırk, renk ve inanç aynrm yetkililerin ihmali olarak kabul edilir ve onları kanuna hesap vermek zorunda bırakır.   Hepsinin   ötesinde   Allah   katında günahkâr olurlar ve Ahiret gününde sorguya çekilirler.

5- Zekattan Ehl-i Beyt'e hiçbir pay verilmez. Bu görüş Rasulullah @'m hadisleriyle de des­teklenmiştir. Bu konuda fakihler arasında ic-ma vardır.

 

İtirazlar

 

Bazı kimseler, zekatın manasını ve gerçek önemini anlamadan, zekata karşı itirazlarda bulunurlar. Bu itirazlar onların sadece zekatın özünü anlamadıklarını değil, ayrıca isletmenin esas ilkelerinden de habersiz olduklarını gös­terir. Zekata karşı ilk reddiye onun ticareti, endüstriyi ve diğer İş teşebbüslerini engelle­yeceği idi. Bu redd.iye gerçekte zekatın ruhu­nu ve yatırımların oran ve hacmi üzerine etki­sini anlamayan kimselerce ileri sürülmüştür. Zekatı, gelir elde etmek için devlet tarafından yürürlüğe konan herhangi bir vergiymiş gibi telâkki edenler de olmuştur. Fakat, daha önce­den açıklandığı gibi zekat normal anlamda bir vergi değil, namaz gibi bir ibadet fiilidir; ar­kasında işleyen ruh ise vergiden çok farklıdır. Müslümanlar zekatı gönüllü olarak öderler ve namazdan sonra olduğu gibi vazifelerini yap­manın huzur ve mutluluğunu duyarlar. Zekat, insanın vicdanını ilgilendiren bir şeydir. Bir kimse Allah'a ve Ahiret Gününe, namazın ve zekatın Allah'ın farz kıldığı İbadetler olduğu­na inanırsa, o vakit vazifelerini isteyerek yeri­ne getirecektir ve hesaplanan miktardan daha fazlasını ödeyecektir. Böyle insanlar Allah rızası için harcadıkları zaman servetin hesabını yapmazlar. Allah'ın rızasını yalnızca servetle­rinin % 2.5'unu vererek değil, ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra arttırabildikleri kadarını da vererek gözetirler. Vazifelerini yaptıktan sonra gururlanmazlar; aksine kendilerine, top­lumun fakir üyelerine karşı oldukları borçları­nı eda fırsatı veren Allah'a şükrederek insan­lıklarını gösterirler. Toplumun fakir üyelerine karşı olan vazifelerinin tamamen şuurundadır-lar; bu, Kur'an-i Kerim'in şu ayetinde belirtil­miştir: "Onların mallarında muhtaç ve yoksul­lar için bir hak vardı, onu verirlerdi." (51: 19).

Modern vergi sistemlerinde, yükü diğer insan­lara devretmek için vergi malların fiyatına ek­lenir, ancak zekatta böyle bir durum sözkonj-su değildir. Çünkü zekat Müslümanlar taıafm-dan gider olarak kabul edilmez ve yıl sonunda net kârdan çıkarılıp beytü'l-mal'e ödenir, bazı insanların zannedebileceği gibi gayri-sâfı ka­zançtan değil.

Bir an için zekatın ticaret ve sanayii engelle­diğini düşünelim. Zekattan korktukları İçin in­sanlar sermayelerini ticarî ve endüstriyel yatı­rımlarda kullanmak istemeyecekler, fakat ser­mayelerini işletmezlerse nereye koyacaklar­dır? Bekletecekler mi, harcayacaklar mı? Eğer sermayelerini herhangi bir şekilde bekletirler­se, toplam servetlerinden yıl sonunda yine ze­kat ödemek zorundalar, çünkü zekat bütün servet çeşitlerine üreticilik potansiyelinden ötürü uygulanır. Servet İster verimli bir şekil­de kullanılsın, isterse istiflenmiş olarak kal­sın; zekat, yıl sonunda toplam servetten veril­mek zorundadır. Bütün nakit, aîtın, gümüş ve­ya diğer paraların tabiatı itibarıyla ticaret ve endüstride kullanımı düşünüldüğünden nema-lanıcı kabul edilir ve bu yüzden bunlarda ze­kat vardır. Böylece zekat, sermayeyi yalnız bırakmaz ve daima takip eder, ister istiflensin İsterse işletilsin. Bu sebeple sermaye sahibini, sermayeyi verimli bir şekilde kullanmaya zor­lar.

Kişi birikmiş servetinden her yıl zekat öde­mek zorunda kalınca, kârlanyla kendi harca­malarının bazısını karşılayabilmek ve zekatı ödeyebilmek için sermayesini işletmeyi tercih edecektir. Eğer servetini bir süre işletmezse, zekat, sermayesini tedricen de olsa neticede tüketecektir. Bu sebeple, kişi, kârlarından ze­katın, ödemek ve servetini arttırmak için ser­mayesini verimli yatırımlarda kullanacak ka­dar gerçekçi olacaktır. Böylelikle, zekat, top­lumdaki varlıklı insanların sermayelerini âtıl bırakmalarını ve yıllık zekatlar yoluyla bitme­sine İzİn vermelerini engelleyen, bunun yerine bu insanları yatırımlara yönelten bir muharrik unsur olmaktadır.

Gerçekte, zekatın ardında, endüstriyel ve ticarî teşebbüslerde sermayeyi teşvik edecek iki güçlü faktör vardır. Birincisi psikolojik faktördür; zekatın Allah rızasını kazanmak İçin verildiği gerçeği, insanları, sermayelerini mümkün olduğunca verimli gayelerle kullan­maya ve böylece daha fazla servet elde ederek daha çok zekat ödemeye ve Allah'ın rızasını daha fazla kazanmaya teşvik eder. Bu faktör bütün Müslüman dokuya nüfuz eder ve ticaret ve sanayi çarklarının sürekli dönmesine yete­cek kadar artı sermaye sağlar.

İkincisi, iktisadî motiftir; bir kişi sermayesi ile ne kadar ticaret ve endüstri yatırımlarında bu­lunursa o kadar kâr eİde eder. Böylece kişi, sermayesini saklamak yerine işletmeye teşvik edilir. Eğer zekat müessesesi hakiki şekliyle yeniden canlandınlırsa ve biriktirilmiş servet çeşitleri zekata tâbi olursa, bütün gizli (âtıl) servet üretime yönelik yatırımlarda kullanıla­caktır. Bu şekildeki mala sahip olan herkes yüksek kârlar yapmak için servetini mümkün olan en iyi şekilde kullanmaya çalışacaktır. Zekat bütün şartlarda ödendiğinden, herkes zekatı beklemekte olan birikmiş servetten ver­mektense kârından vermeyi tercih edecektir. Birikmiş servet sahipleri tarafından bu duru­mun anlaşılması, aksi takdirde kendilerinde kullanılmadan kalacak olan geniş sermaye miktarlarının ticaret ve endüstriye âmâde ol­masını sağlayacaktır.

Bazı müellifler zekatın tasarruflar üzerinden alındığı ve yıl bitmeden herkesin elindeki ser­veti harcayacağı tezine dayanarak zekata karşı çıkmışlardır. Fakat bu karşı çıkış da, zekatın bir vergi olduğu ve insanların bunu ödemeye devlet tarafından zorlandığı şeklinde yanlış bir düşünceye dayanmaktadır. Zekat daima yıl sonundaki tasarruflara uygulanmaz. Bu sade­ce nakit, altın ve gümüş için geçerlidir. Zirâi ürünlerden hemen alınır. Bu itiraz ticarî ve endüstriyel mallar için bile geçerli değildir, çünkü bu malların sahibi sadece zekat öde­mekten kaçınmak için bütün kârını ve serma­yesini boş yere harcayacak kadar düşüncesiz değildir. Böyle düşüncesiz olsa bile servetini nerede israf edecektir? İçkiye, kumara, lükse mi harcayacaktır? Müslüman toplumda bütün bunlar haramdır. Servetin israf edilebileceği bütün üretici olmayan ve lüks tüketime yöne­lik teşebbüsler haram kabul edilmiştir. Devle­tin, lüks ve diğer zevk için yapılan gereksiz ve müsrifâne harcamalan engelleyici, böyle maddelerin ithalini ve üretimini durduracak kanunlar çıkarmaya yetkisi vardır.

Eğer bir kişi zekattan kaçınmak için birikim­lerini veya sermayesini ev yaptırmaya, mobil­yaya vs. harcarsa sermayesi şu veya bu şekil­de dolaşıma girmiş olmaktadır. Bu durum ba­zı endüstri kollarının Ürünlerine olan talebi kesinlikle arttıracaktır ve böylece memleket­teki pek çok insanı, harcamaya ve servetlerini nemalandıncı teşebbüslere yatırmaya teşvik etmektir.

Zekat, yatırımın teşvik edilmesine ve servet istiflemenin engellenmesine yardım eder; hem servet sahiplerinin hem de zekatı olanların tü­ketim mallarına harcama yapmasını sağlar. Yatırım ve harcama kanallarındaki bu akış milyonlarca insana iş imkânı sağlarken, aynı zamanda devletin gelirinin hızla artmasına yol açar.

Zekatın çifte amacı, yani yatırımı teşvik ve harcamayı arttırmak büyük iktisadî öneme sa­hiptir. Yatırım için fonların bulunması endüst­riyel gelişmeyi canlandırır ve ekonomik bü­yüme temposunu hızlandırır. Diğer yanda top­lam tüketimdeki artış ülkede pek çok endüstri dallarında efektif talep artışı meydana getirir. Ve her iki faktör birlikte ve aynı anda işleye­rek ülkede istihdamın artışına yardım ederler. Tam istihdam ve buna bağlı ekonomik geliş­me için tüketim eğiliminin ve yatırım düzey­lerinin artmasının lüzumu gerçeği Keynes ta­rafından şu sözlerle anlatılmaktadır. "Tüketim eğilimi ve yeni yatırımların oranı istihdamın hacmini belirler. Eğer tüketim eğilimi ve yeni yatırım oranları yetersiz efektif taleple sonuç­lanırsa istihdamın gerçek düzeyi, câri gerçek ücretle mevcut potansiyel iş oranının altında kalır..." Bu analiz bize, bolluk içinde darlık bulunması tutarsızlığının bir açıklamasını ve­rir. Sadece efektif talep yetersizliğinin varlığı yüzünden, ki bu sıklıkla vâki olur, istihdam artışı, daha tam istihdama erişilmeden dura­caktır. Efektif talep yetersizliği emeğin marji­nal verimliliği değer olarak emeğin marjinal zahmetini, aşıyor olmasına rağmen üretim iş­lemini engelleyecektir". (General Theory, sn. -31).

Bu sebeple efektif talebin ve yeni yatırımların devamı makul bir üretimin sürdürülmesi ve sonuç olarak ülkede istihdamın sağlanması için şarttır. Eğer yetersiz talep olur ve yeni ya­tırım oranlan düşerse, üretim işlemi ve istihdam bundan ters yönde etkilenecektir. Bu olaylar zincirinin yeni yatırım imkânlarının az olduğu zengin ve endüstrileşmiş Ülkelerde or­taya çıkması daha muhtemeldir. Keynes'in sözleriyle "Ayrıca, toplum zenginleştikçe fiili ve potansiyel üretimleri arasındaki fark artma­ya meyledecektir ve bu nedenle ekonomik sis­temin arızalan daha açık ve aşırı olacaktır. Fakir bir toplum, üretiminin çok büyük bir kısmını tüketmeye hazır olduğu için basit ya­tırım tedbirleri tam istihdamı temin etmeye yetecektir, halbuki toplumun zengin fertleri­nin biriktirme temayülleri İle fakir fertlerinin istihdamını bağdaştırmak için zengin bir top­lum geniş yatırım fırsatları keşfetmelidir. Eğer, potansiyel olarak zengin bir toplumda yatırıma teşvik zayıfsa, efektif talep ilkesi

(tersine) işleyerek o toplumun potansiyel zen­ginliğine rağmen gerçek üretimi düşürmeye zorlayacaktır. Bu durum, yani ülkenin potan­siyel zenginliğine rağmen ülke ekonomisinin zayıflaması, tüketimden arta kalan kısım (ta­sarruf) yatırıma teşvikin zayıflığına tekabül etmeye kâfi gelecek derecede azalana kadar devam eder." (General Theory, sh. 31).

Zekat, zengin ya da fakir bütün ülkelerin has-talıklan için etkili bir çaredir. Yatırımı başlat­makta olduğu gibi toplam talebi arttırmada da çok tesirli bir metoddur. Hem yatırım ve hem de tüketim için öyle güçlü bir uyarıcı unsur temin eder ki, bu iki değişken birbirine paralel olarak artış gösterir. Zekatın âdil ve dikkatli bir şekilde harcanması, daima, ekonominin, yetersiz talep veya istihdam seviyesindeki dü­şüş yüzünden meydana gelecek bir durgunluk korkusu olmadan dengeli bir şekilde büyüme­sine yol açar.

Ayrıca, Müslüman toplumun bütün âtıl ve is­tiflenmiş sermayelerim üretim amaçları için harekete geçiren de zekat müessesesidir. Batı standartlanna göre geri ve fakir bir ülke bile, ülkenin gelişimine fayda verecek büyük meb­lağlar toplar ve endüstriyel ve ekonomik plan­lar dış yardım veya faizli krediler olmaksızın başarıyla yürütülür. Müslümanların, zekatın toplumun kaynaklarını harekete geçirmede ne kadar etkili ve önemli bir devlet müessesesi olduğunu unutmuş ve şimdilerde batılı güçle­rin kapılannda ekonomik yardım dileniyor ol­maları ne kadar acıdır. Zekat müessesesi Kur'an'da anlatıldığı ve Peygamber @ ve as­habı tarafından uygulandığı üzere yeniden canlandı nisa, kısa bir zaman dilimi içerisinde Müslüman ülkelerde tecrübe edilmiş olan ka­pitalist sistemin pek çok iktisadî kötülük ve eksikliklerinin üstesinden gelinebilinir.

Zekatın bir diğer amacı zengin ve fakir arasın­daki geniş gelir farkını daraltmaktır. Buna Kur'an-ı Kerim'de şu ayetle işaret edilmiştir: "Onlann mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak vardı..." (51: 19). Burada kullanılan hak kelimesi herkesin üzerine mecburi bir va­zife anlamına gelmektedir. Bir gerçek hakkın­da herhangi birisiyle mücadele etmek, kişinin yapması gerekli bir görev; bir hak için mücadefe edilen kişiye üstün gelmek anlamlarına da gelir. Bu sebeple, zekatın zenginlerin mal­larında bulunan fakirlere ait hak olduğuna şüphe yoktur. Diğer bir deyişle, zenginlerin fakirlere geriye Ödemek zorunda oldukları meşru haktır. Eğer zenginler servetlerinden fakirlere haklarını geri ödemezlerse, âdil ol­mayan davranışları yüzünden Ahiret Gününde sorguya çekileceklerdir. Eğer belirlenen hakkı Öderlerse fakirler daha fazlasını istemeksizin haklarını almış olduklarından dolayı hoşnut olacaklardır.

Kur'an-ı Kerim'in "Onların mallarında fakirler için bir hak vardır" ifadesi çok önemlidir. Bu ayet, hak sahibine (fakire) hakkı ödendikten sonra, hak sahibinin mutmain ve hoşnut olma­sı gerektiğini göstermektedir. Kur'an-ı Ke­rim'in ifadesi her toplumda, zenginlerin serve­tinden ayrılan belirli bir hak ile fakirlerin ihti­yaçları arasında kati bir karşılıklı ilişki oldu­ğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu, Rasulul-lah @'ın aşağıdaki hadisi ile de desteklenmek­tedir: "Zekat, zenginden alman ve fakire geri verilen bir gelirdir."

Fukara kelimesi bir şeyi eski durumuna iade etmek, bir şeyi bir kimseye geri vermek; bir şeyi sahibine iade etmek anlamına gelir. "Fa­kirlere geri verilir" ifadesi zekatın onlara ait olan bir şey olduğunu, fakat zenginlerin gözetiminde bulunduğunu ve şimdi fakirlere geri verildiğini açıkça göstermektedir.

Yukarıdaki ayet ve hadisin ışığı altında, zeka­tın zenginlerin "servetindeki fakirlere ait bir hak" olduğu konusunda hiçbir şüphe kalma­maktadır. Devlet bu hakkı zenginlerin serve­tinden alır ve toplumdaki fakir ve muhtaçlara geri verir. Kur'an-ı Kerim'in ifadesi zenginler­den belirlenen oranda toplanan servetin top­lumdaki fakirlerin ihtiyaçlarını karşılamaya yeterli olması gerektiğini de ima etmektedir. Fakirlerin hakkı, zenginlerin: servetinden alı­nıp fakirlere geri ödendiğinde, bu durum un­ların mali durumunu kendiliğinden öyle bir iyileştirmelidir ki artık bu kişiler fakir sayıl­masınlar. Diğer bir ifadeyle, zenginlerden top­lanan zekat miktarı toplumun fakir üyelerinin hayat seviyelerin yükseltmeye yetmelidir. iktisadî gelişmesinin herhangi bir safhasmda bir toplumun varlıklıları ve yoksulları ile İlgili eleştirel bir araştırma yapılsa muhtemelen zenginlerden toplanan artık servetin daima fa­kirlerin ihtiyaç oranlarına eşit olduğunu gös­terecektir. Servet, zenginlerden aynı toplumun fakir fertlerine maişet temini için hakka riayet ederek alınırsa, fakirlerin hayat seviyelerini bir kaç yılda yükseltmeye yeterli gelecektir. Gerçekte, günümüzde Müslüman toplumlarda var olan zenginlerin ve fakirlerin gelirleri ara­sındaki muazzam farklılıklar zekat müessese­sinin yeniden canlandırıl mas ıy la makul ve âdil bir seviyeye indirilebilir. Zenginlerin ser­vetinden belirlenen oranda oluşan yıllık artık servet akımının ve bunun âdil tevziinin toplu­mun bu iki bölümü arasındaki geniş uçurumu birleştirmeye yardım etmesi muhtemeldir.

Zekatın dağıtım usulünün çok önemli olduğu burada ifade edilmelidir. Sadece - fakir ve muhtaçlara nakit vermek bu dev meseleyi çözmeyecektir. Bu durum gerçekte, sürekli, hiçbir iş yapmak istemeyen bağımlı ve aylak insanlar sınıfı oluşturacaktır. Dolayısıyla ze­katın dağıtım usûlü dikkatli bir inceleme ge­rektirmektedir.

Rasulullah @'ın böyle meselelerdeki normal uygulamalarını incelediğimizde O'nun daima fakirlere nakit verilmesini engellediğini görü­rüz. Rasulullah @, insanları fakirlere mali yardım yapmak yerine maişetlerim temin ede­bilmeleri için imkânlar oluşturmaya teşvik et­miştir. Hatta O, dilencilikten hoşlanmazdı ve devamlı buna engel olur, dilencileri, hayatları­nı kazanmak için çaba göstermeye İkna ederdi. Sahih-i Buhari'deki konuyla ilgili bir hadis şöyledir: "Bir adam Peygamber @'a gelerek sadaka ister. Peygamber @, ona bir malt olup olmadığını sorar. Adam bir başlığı olduğunu söylediğinde, onu getirmesi söylenir.Ve başlı­ğı 2 veya 3 dirheme satılır. Adam bu para İle balta alır. Peygamber @ buna kendi eli ile bir sap yapar ve adama bunu alarak gitmesini, odun kesip yakacak olarak satmasını söyler. Daha sonra gelerek durumunu bildirmesini de adamdan ister. O kişi birkaç gün sonra sevinç­le gelerek bütün ihtiyaçlarını karşıladığını ve biraz da biriktirdiğini bildirir. Peygamber @ bütün insanların -zengin olsun, fakir olsun-çalışmasını arzulardı." (islam and Commu-nism, sh. 191).

Eğer zekat fakirlere ve muhtaçlara meslekî becerilerine, ferdî yeteneklerine ve farklı coğrafî birimlerin değişik ihtiyaçlarına göre maişet temin vasıtaları sağlarsa, Müslüman ülkelerde şu anda var olan sefalet ve gayri âdil servet dağılımı ortadan kaldırılabilir.

 

İstatistikî Gösterge

 

Önceki bölümde açıklandığı gibi, zenginler­den zekat şeklinde toplanan servet ile toplu­mun fakir fertlerinin ihtiyaçları arasında çok yakın bir ilişki var gibi gözükmektedir. İki de­ğişken arasındaki bu ilişki somuttur ve istatis­tik hesaplarıyla ölçülebilir, evrenseldir ve ge­lişmiş veya az gelişmiş bütün toplumlarda vardır. Bu iki değişken gizli bir fıtrat kanunu tarafından kontrol ediliyor ve doğru oranlarda muhafaza ediliyor gibi gözükmektedir; böyle­ce idare tarafından tam olarak uygulandığında ve yönetildiğinde zekatın hukukî amacı hiçbir zaman kaybolmaz.

Bir Hİndu yazar toplumun yeterince kazana­mayan kesimi ile zekat ödeyebilecek kadar kazanan ve zekattan sonra bile bir rahatlık dü­zeyinde bulunan kesimi arasındaki karşılıklı ilişkiyi maharetle göstermiştir.Konuyu, "ze­kat müessesesinin tecrübî ve keyfî olarak mı konduğunu, yoksa ilk İslam toplumunun eko­nomik yapısındaki bazı gerekçeleri mi temel aldığını" anlamak için incelemiştir. Araştırmacı şu neticeye varmaktadır: "Şiddetli bir kıtlığın kıskacında veya büyük bir savaşın or­tasında olmayan her normal toplumda, iki ya­kasını bir araya getirmeye yetecek kadar ka­zanan kişilerin sayısı (biz bunu, geçim düzeyi olarak adlandıracağız) bu kadar kazanamayan kişilerin sayısını aşmalıdır. İlk tahmin ve uç bir dururn olarak, iki sayının birbirine eşit ol­duğunu varsayalım. Yeterince kazananlar ara­sında Pareto'nun Gelir Dağılım Kanunu uygu­lanabilir. Ancak Pareto Kanunu'nun kazançla­rı geçim düzeyinin altında olanlara uygulana­bileceği beklenmemelidir. Bu sınıf arasında gelir dağılımının doğrusal olduğunu ve geçim düzeyinden geçim düzeyinin yarısına kadar değiştiğini varsayalım; çünkü toplumun bü­yük kesimini geçim düzeyinin yarısının (yarı açlık düzeyinin) altında bir gelire sahip kabul etmek bu toplumu sürekli kıtlık durumunda imiş gibi kabul etmektir."

Daha sonra meseleyi şemalarla sunmuş ve bir denklem vasıtasıyla açıklamıştır. Yeterince kazanamayan toplum kesiminin toplam ihti­yaçlarının bir kısmı kendilerince temin edilir ve denge, zekattan muaf tutulma sınırının üzerinde kazanan bütün kişilerin gelirlerinden alınan zekat yardımıyla sağlanır. Yani geçim düzeyinin üstünde olan bütün gelirlerin orta­laması, toplumun yeterince kazanamayan ke­simlerinin toplum ihtiyaçlarını karşılamaya kâfidir. "Bir diğer ifadeyle, gerçekleşen zekat toplumun fakir kesimlerinin ihtiyaçlarını kar­şılamaya yeterlidir." (J. M. Datta; The Econo-mic Basis of Islamic Tithe, The Economic Jo­urnal, Temmuz 1939).

Ve çıkarımlarını şu şekilde sonuçlandırmakta­dır: '/İki taraf arasında 17.75 $'ın 19.56 $'a denk olduğu bir uygunluk vardır. İki taraf ara­sındaki hata veya farklılık %9 civarındadır. Toplam masraflarına ve kasdî veya hata üe yapılah -kaçırmalara da pay verildiğinde denklemin iki tarafı arasında, bize, zekat mik­tarının rastgele değil, o zamanki İslam toplu­munun ekonomik yapısının ve ihtiyaçlarının gözlemlenmesine dayalı olarak belirlendiğini düşündürecek kadar yakın bir uygunluk var­dır."

Bizim faraziyemiz ise denklemin iki tarafı  (yani, fakir kesim ve nîsab miktarının üzerin­de kazanan kesim) arasındaki uygunluğun bir toplumun yapısına ve gelişme devresine bağlı olmaksızın sabit ve değişmez olduğudur.

Pareto Kanunu ve Faraziyeleri

Yukarıda tartışılan problem belirli faraziyele­re dayanan Pareto Kanunu çerçevesinde ele alınmıştır. Bizim istidlalimiz, yukarıdaki mü­ellif tarafından ortaya konan denklemin, fara­ziyeler modifiye edilir, daha gerçekçi ve haki­kate daha yakın olurlarsa, bütün toplumlar ve bütün zamanlar için geçerli olan daha kesin sonuçlar vereceğidir. Pareto, gelir dağılımının katılığı yüzünden refahı arttırmanın tek yolu­nun üretimi arttırmak olduğunu düşünmektedir. Pareto şu istidlalde bulunmaktadır: "Gelir dağılımının katılığına bağlı olarak, refahı art­tırmanın tek yolu üretimi arttırmaktır. Fakir sınıfların millî gelirdeki paylarını bu yoldan başka hiçbir şekilde arttırmak mümkün değil­dir. Pareto Kanunu'nda bir ülkenin en aşağı gelir seviyesi yükseltilmek ve gelir dağılımı dengesizliği azaltılmak isteniyorsa refah, nü­fustan daha hızlı artmalıdır. Fakir sınıfların durumlannı iyileştirme meselesi her şeyden önce bir servet üretimi meselesidir. Bunun tersi de doğrudur. Genel olarak, nüfusa izafe­den servet artışının ya en alt gelir düzeyinde artış sağlayacağını, ya gelir dengesizliğini azaltacağını veya bu iki etkiyi birlikte ortaya çıkaracağım söyleyebiliriz. Kısaca, bir ülkede fakir sınıfların gelirleri, toplumun bütün sınıf­larının gelirlerinde eş zamanlı bir artış olmak­sızın arttırılamaz." (Pareto's Law by Foxwell Marshall, Economic Journal, 1935). Tartışma gereği Pareto Kanunu ile ortaya konan farazi­yeleri kabul etsek bile varılan sonuç doğru de­ğildir. Fakir sınıfların durumlarını iyileştirme meselesi, Pareto Kanunu'nda kabul edildiği üzere, sadece bir servet üretimi meselesi de­ğildir. Bu, mesela, en az servet üretimi mese­lesi kadar, bir servetin dağılımı meselesidir de. Servet üretiminde, gelirlerde bir artış olsa bile eğer artışın tamamı veya büyük bir kısmı birkaç kapitalistin kasasına giderse fakir sınıf­ların refahı artmayacaktır. Bu nedenle, fakir sınıfların üretim artışından eşit oranda faydalanabilmesi için gelir dağılımının toplumun bütün kesimleri arasında uygun ve âdil olarak tatbiki kesinlikle gereklidir.

Aynca, nüfusun bütün kesimleri arasında eş­zamanlı bir gelir artışı sağlamak için gelirlerin âdil ve eşit dağıtılmasından başka etkili bir yol yoktur. Üstelik, Pareto Kanunu'nda endişe edildiği gibi, meselâ bir gelir dağılımının katı­lığı meselesi İslam toplumunda yoktur. Refah seviyesi zekat müessesesi vasıtasıyla kolay­lıkla arttınlabilir, çünkü zekat sadece toplum­daki fakirlerin gelirlerini (veya refahlarını) arttırmakla kalmaz, aynı zamanda yatırımı ve dolayısıyla üretimi de teşvik eder. Bu şekilde zekat eşzamanlı olarak iki vazife görmüş olur. Düşük gelir gruplarındaki insanların gelirleri­ni arttırırken aynı zamanda toplumdaki gelir eşitsizliğini azaltır. İslam iktisadî sisteminin diğer dört temeli ile birlikte ele alındığında zekatın, toplumun fakir fertlerinin gelir ve refahlarını arttırmada, kümülatif bir etkisi ola­caktır.

 

İstifçilik Ve Zekat

 

Zekat, bir müslüman toplumda âtıl ya da istif­lenmiş servete tamamen son veren etkili bir vasıtadır. Zekatın işletmede kullanılan veya istiflenen toplam servete uygulanıyor olması, sermaye sahiplerinin birikmiş servetlerini iş­letmelerini sağlayacak yeterli bir uyarıcıdır, çünkü zekatı ellerindeki nakitten değil de kârlarından Ödemek isteyeceklerdir. Zekat müessesesinin canlandırılması istiflenmiş giz­li hazineleri açığa çıkaracak ve böylelikle Müslüman toplumun bütün kaynaklarım üre­tim amaçlarıyla kullanabilmesini sağlayacak­tır. Bu konuda pek çok şey yazılmıştır ki, bazı müslüman müelliflerin görüşlerini incelemek ilgi çekici olacaktır:

"Zekat, sosyal adaletin gerçekleştirilmesinden başka, geçmişte veya günümüzde hiçbir eko­nomik sistemde kesinlikle eşi olmayan özel bir katkıda da bulunur. Zekat, istifçiliğin amansız düşmanıdır. Zekatın üzerine uygu­landığı ilk kalem istiflenmiş servettir. İstiflen­miş servet meselesini hiçbir ekonomik sistem islam gibi etkili bir biçimde çözemez. Çünkü istiflenmiş serveti vergilendirmek ancak istif­leyen kişilerin işbirliği ile mümkündür. Ve para sahiplerinin değerli servetlerini vergilen­direcek olan yetkililer ile işbirliğine gitmesi için hiçbir sebep yoktur. Diğer yandan İs­lam'da, Allah ve Ahiret korkusu servet sahip­lerinin servetlerine karşı işbirliğine zorlanma­sı İçin yeterlidir. Kur'an-ı Kerim'in aşağıdaki ayetini okuduktan sonra bir Müslüman'ın is­tiflenmiş servetini açığa çıkarmaması hemen hemen imkânsızdır.

"... Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarfetmeyene can yakıcı bir azabı müjdele. Bunlar Cehennem'in ateşinde kızdınldığı gün alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlana­cak, 'bu kendiniz için biriktirdîğinizdir, birik­tirdiğinizi tadın1 denecek." (9: 34-35).

Buradaki "biriktirmek", sadece gümüşü ve al­tım toprağın altına gömmüş olmayı değil, kul­lanılmadan duran bütün servetleri kapsar. İs­lam'a göre servet sadece şu iki fonksiyonu görmek için kullanılmalıdır. Ya hayatın güzel şeylerine harcanmalı ya da ticaret ve endüstride işletilmelidir. Müslümanlara servetlerini bu iki kanala yöneltmeleri defalarca emredilmiş­tir. İslam'ın dünyadaki riyaziyeci dinlerle olan zıddiyetini görünüz:

1- "Ey insanlar. Yeryüzünde bulunan helâl ve temiz şeylerden yeyin, şeytanın adımlarını iz­lemeyin, çünkü o, sizin apaçık düşmamnız-dır." (2:168). Yine:

2- "Ey inananlar, size ver­diğimiz nziklarm iyilerinden yeyin, yalnız Al­lah'a kulluk ediyorsanız O'na şükredin." (2: 172).Servet kazanmak (ki yatırım olmadan yapılamaz) İslam'da öyle önemli kabul edil­miştir ki, Kur'an hacc esnasında bile ticarete izin vermiştir.

3- "Rabbinizin lütuf ve keremi­ni aramanızda sizin için bir günah yoktur..." (2: 198) ve yine: "Namaz bitince yeryüzüne dağılın; Allah'ın lütfundan rızık isteyin..." (62:10).

Zekatın özel önemi (âtıl servet) biriktirmenin amansız düşmanı olmasındadır. İslam, fazla servetin yöneltilmesi gereken iki yol teklif et­mektedir. Ya bu serveti harca, ya da ticaret ve endüstride işlet. İnsanlar parayı hayatın temiz şeylerine harcadıklarında ne olur? Bütün tüke­tim maddelerine olan talep artar ve sanayiciler ve üreticiler ürünlerini arttırma ve genişletme imkânı bulurlar. Ticaret canlanır, istihdam ge­nişler. Sonuç, toplumun daha müreffeh bir du­ruma gelmesidir. Servet ticaret ve sanayi yatı­rımlarına yöneltildiğinde ne olur? İstihdam ar­tar ve daha çok üretim olur. Helal mallar daha ucuz hale gelir ve daha çok insan bunları satın alabilir. Zaruri ihtiyaçlar daha çok karşılanır ve daha çok insan istihdam edilir. Yine, sonuç toplumun refahıdır.

Biriktirmenin ise bunun tersine bir etkisi var­dır. Servet biriktirildiği oranda, üretime, istih­dama ve dolayısıyla millî refaha bir sınır geti­rir. Ekonomik sahada istifçiler en büyük suç­ludurlar. İslam'ın "onları can yakıcı bir azab-la" müjdelemesi boşuna değildir.

 

Dağıtım Şekilleri

 

Zekata hak kazanmış değişik gruplar arasında zekatı dağıtım metodunun Önemli etkileri olabilir. Bildiğimiz gibi zekâtın amacı, maddî ih­tiyaçlarının yeterince tatmin edilmesini sağla­mak için toplumdaki fakir ve yoksullara yar­dım etmektir. Bu sebeple, bu yardım öyle bir tarzda verilmelidir ki hem onların ihtiyaçlarını karşılasın, hem de onları aylak, tamamıyla bu yardıma bağımlı kimseler yapmasın. Ancak, kaza sonucu sakat kalanlara, çok yaşlı olduk­ları için çalışamayanlara veya bedenî bir özrü bulunanlara veya hiçbir gelir imkânı olmayan ve yeniden evlenemeyecek olan yaşlı dullara ferdî yardım yapılmasının bir sakıncası yok­tur.

Ancak, bu durumlarda bile yardım etmenin en iyi yolu zekat fonuyla milli tesisler ve sosyal yardım merkezleri kurmaktır. Fakirlere ve ye­timlere yardım etmek için aşhane ve yetimha­neler yapılmalıdır. Şehirlerin gecekondu ke­simlerinde yaşayan fakirler için yeni ve daha iyi evler temin edilmelidir. Görme, işitme en­gelli ve diğer sakat insanların eğitim ve terbi­yesi için yatılı imkânları ile birlikte eğitim müesseseleri kurulmalıdır. İlaç ve doktor pa­rasını ödeyemeyen hasta insanlar için, zekat paraları ile, tedavinin parasız yapıldığı hasta-haneler açılmalıdır. İşsizlere zekat paraların­dan geçici mali yardım yapılmalıdır. Fakir çiftçilere, zamanında tohum, gübre ve zirai âletler verilmelidir. Tohum almak, hayvancı-lıklannı ya da topraklarını geliştirmek için girdikleri borçlar ödenmelidir (Lessons in is­lam, Book III, sh. 20-25).

Zekatın bir diğer önemli kullanımı köylerde ve kasabalarda küçük çaptaki atölyelerini kur­mak isteyen zenaatkâr ve diğer işçilere teknik malzeme ve makina temin etmektir. Zekat, köylerde yıl içinde pek çok boş vakti olan zi­raat işçilerine geçici işler de sağlar, fakir çift­çilere büyük bir yardım sayılabilecek olan ek gelir sağlama yollarını temin eder. Köylerde ve kasabalarda ufak-çaph sanayi işletmeleri­nin tesisi fakir ülkelerde insanların sefaletini gidermede büyük faydalar sağlayacaktır. Ze­kat, Kur'an ve Sünnet'le ilgili günümüz şartla-n ışığında yapılacak araştırma çalışmalan ve bunlanfc öğretimi ile ilgili eğitim ve araştırma müesseseleri için de kullanılabilir. Komüniz­min ve Batı Kapitalizminin meydan okuması karşısında bu kesinlikle lüzumludur. Müslümanlar bu her iki cephedeki mücadeleye ta­mamıyla hazır olmalıdırlar. Bu hazırlık ancak ve ancak Müslümanların İslam'ın temel kav­ramları hakkında derin bilgi sahibi olmaları ve iktisadî, siyasî ve sosyal meselelerini Kur'an ve Sünnetin ışığında çözmek için çağı­mızın ihtiyaçlarını yerli yerince anlamalan ile mümkün olacaktır. Bu, İslam'ın Müslüman ül­kelerin sınırları içinde veya dışında korunması ve yayılması için çok gereklidir.

Bu sebeple zekat'ın önemli bir kısmını İslamî araştırma ve çalışmalara harcamak mutlaka lüzumludur. "İslamî çizgide yeni üniversiteler kurulmalı, İslam'ın bilimsel olarak incelendiği yeni araştırma merkezleri ve enstitüleri oluş­turulmalıdır." (Lessons in islam, Book III, sh. 20-25).

İslam'ın esaslarını açıklayan broşürler, kitap­lar, dergiler, posterler vb. yayınlanmalı ve gayri müslimlere olduğu kadar Müslümanlar'a da serbestçe dağıtılmalıdır. İslam'ın ana ilke­lerini anlamayanlar sadece gayri müslimler değildir, milyonlarca Müslüman da bunları gereğince anlamamaktadır. Faiz, sigorta, zekat ve benzeri meseleler insanlara şaşırtıcı gelmektedir ve eğitim görmüş insan tarın pek çoğu modern bankalardaki faizin riba tanımı­na girmediğini söylemeye başlamışlardır. Ba­zıları çağdaş toplumlarda faizin gerekli oldu­ğunu ve hiçbir ülkenin modern bankacılık sis­temi olmadan gelişemeyeceğini söyleyecek kadar ileri gitmişlerdir.

İslam'ın esas kavramlarını dış saldırılardan ol­duğu kadar iç saldırılardan da korumak ve bu kavramları doğru yönleriyle izah etmek bizim görevimizdir. Bu amaçla İslamî incelemeler için araştırma enstitüleri tesis etmek ve içeri­deki ve dışarıdaki komünist ve kapitalistlerin meydan okumalanna karşı çıkabilecek âlimler yetiştirmede gereklidir. Zekat fonu böyle ens­titülerin tesis edilmesi için kullanılabilir.

 

Zekat Ve Vergilendirme Kriterleri

 

İddiamız zekatın bir vergi değil Önem bakı­mından hemen namazdan sonra ikinci gelen dinî bir vazife olduğudur ve bu sebeple hak­kında vergi kanunlarına göre hüküm verilme­melidir. Zekatın amacı ve niteliği olağan ver­giden tamamen farklıdır ve bundan dolayı onu modem vergileri eleştirdiğimiz sebeplere da­yanarak eleştirmemiz ciddî bir yanlış olur. Ze­kat ve normal vergi arasında esasta var olan farklılıklara rağmen zekatı Adam Smİth'in vergilendirmenin dört ilkesi ışığında ele al­mak ilgi çekici olacaktır. Adam Smith, gıda vergisi için halâ temel kabul edilen dört ilke koymuştur. Bunlar denge, belirlilik, uygunluk ve ekonomidir.

a- Denge: Denge ilkesine göre, devletin her ferdi kendi izafi kapasitesi oranında yani geli­riyle orantılı olarak kamu harcamalarına kat­kıda bulunmalıdır. Fakat orantılı vergi, zarar­da dengeyi sağlayamaz, çünkü zengin ve fakir aynı oranda katkıda bulunur ve sonuçta bu durum zengine oranla fakir üzerine daha ağır bir yük yükler. Vergi yükünün adaletli bir şe­kilde paylaşılması İçin devletin zengin fertle­ri, fakir fertlerden daha yüksek oranda vergi Ödemeye mecbur edilmelidirler. Başka bir de­yişle, kademeli vergi, yani vergi oranlarının

gelir arttıkça arttırılması, muhtemelen zengin olsun fakir olsun devletin bütün fertleri ara­sında zararda eşitlik sağlayacaktır.

Fakat bu ilke, sadece, gelire vergi uygulanan ve kademeli vergilendirmenin zararda eşitliği sağlayabilecek tek metod olduğu modern ver­gilendirme sistemlerinde geçerlidir. Zekat ise, sadece gelirden değil toplam yıllık birikimler­den alınır ve böylece, aynı oranda alınmasına rağmen zararda eşitliği temin eder. Fakir hiç zekat Ödemez, zengin yıllık birikimine göre zekat verir. Birikimlerin miktarı ne kadar çok-sa zekat fonuna katkı da o kadar çoktur ve miktar ne kadar azsa katkı da o kadar azdır. Bunun yanında, bu zekat parasından sadece fakirler ve muhtaçlar yararlanabilirler. Zen­gin, zekattan, doğrudan ya da dolaylı olarak bile faydalanamaz. Bunun için zekat pratikte eşitlik ilkesine yeterince uygunluk gösterir.

b- Belirlilik: Vergi İsteğe bağlı değil, belirli olmalıdır. Ödeme zamanı, ödeme yöntemi ve ödeme miktarı mükellef tarafından açıkça bi­linmelidir. Devlet vergiden elde edeceği gelir­ler hakkında mümkün olduğunca kesin bir tahminde de bulunabÜmelidir. Zekat, belirlilik ilkesinin bütün şartlarını sağlar, çünkü hiçbir kişi tarafından değiştirilemez. Zekatın ödeme zamanı, usûlü ve miktarı ilgili kişilerce bilin­mektedir. Kur'an ve Sünnetteki müeyyideler sebebiyle, zekatın nitelikleri ya da kendisi devlet yasasıyla değiştirilemez.

c- Uygunluk: Vergi zaman ve usûl olarak, mükellefe en uygun olan şekilde toplanmalı­dır. Yani, bir vergi mükellefin kolayca ödeye­bileceği usulle ve en münasip zamanda uygu­lanmalıdır. Bu açıdan da zekat, uygunluk ilke­si için gerekli şartları ihtiva eder.  Toprak ürünleri söz konusu olduğunda, zekat hasat zamanında toplanır; ödeme, zekat düşen ürün çeşidi ile yapılır, ancak çiftçi Öyle dilerse baş­ka şekillerde de yapılabilir. Diğer durumlarda da zekat mükellef için en uygun zaman ve usullerle toplanır. Zekat, ticaret ve malın nite­liğine ve mükellefin durumuna göre kendisin­den zekat alman ürün cinsiyle olduğu gibi na­kit olarak da toplanabilir.

d- Ekonomi: Ekonomi ilkesine göre vergiyi toplama masrafı geliri aşmamahdır. Toplama-masrafı geliri aşarsa, bu, ekonomik ve verimli olmaz. Geliri, toplama masrafından daha az olan vergiyi toplamak faydasızdır.

Zekatın toplanması karmaşık ve pahalı bir dü­zenleme gerektirmez. Bu, namaz veya oruç gibi bir tür ibadettir ve İnsanlar bu vazifelerini bir an önce yerine getirmeye isteklidirler, ön-lan zekat ödemeye ikna etmek için harici bir baskıya gerek yoktur ve ödemeyi geciktirici davranışlar veya ödemeden kaçınma nâdirdir. İnsanlar Allah'ın rızasını kazanmak için ola­ğan vergilerin zıddına zekatı gönüllü olarak öderler. Bu sebeple zekat toplama masrafı mi­nimumdur.

 

KISIM 11

 

TÜKETİM

 

Giriş

 

Mescid-i Nebevî'nin İçinden.

Tüketim, üretimin kaçınılmaz bir sonucudur. Mal sadece tüketilmek için üretilir. Bugün üretilen mal yarın tüketilecektir. Bundan dola­yı tüketim, toplumların olduğu kadar fertlerin ekonomik hayatında da çok önemli bir rol oy­nar. Servet tüketiminde çok dikkatli olmak gereklidir. Eşit ve adil bir değişim ve dağıtım sisteminin sonucu olarak bîr Ülkede servet fazlalığı olabilir, ama eğer servet akıllıca bir şekilde harcanmaz veya gereksiz ve lüks şey­lere israf edilirse, servet varhk amacından saptırılmış olur. Bu sebeple, tüketim akışını doğru ve uygun mecralara yönlendirmek ge­rekir ki ülkenin mal varlığından en uygun bir şekilde yararlanılsın.

 

Kalite Ve Temizlik

 

Kur'an-i Kerim'de tüketimle ilgili pek çok ay­dınlatıcı ayetler yer alır. Kur'an iyi ve faydalı şeyleri kullanmaya teşvik, gereksiz ve israf olan harcamalardan da men eder. Aşağıdaki ayetlerde müslümanlara iyi ve temiz şeyleri kullanmaları ve yemeleri şöylece buyrulur: "Onlar sana kendileri için neye İzin verildiğini sorarlar. De ki: İyi ve temiz şeylere izin veril­di." (5: 5). Bakara suresi: "Ey iman edenler! Sizi nzıklandırdığımız şeylerin temizlerinden yiyin." (2: 172). Mü'minin suresi: "Ey pey­gamberler! Her biriniz temiz ve helal olanlar­dan yiyin." (23: 51). Maide suresi: "Bugün si­ze bütün iyi ve temiz nimetler helal kılındı." (5: 5). Nahl suresi: "Allah'ın sizi nzıklandir-dığı şeylerden helâl ve temiz olarak yiyin" (16: 114).

Kur'an-ı Kerim'in yukarıdaki ayetlerinde kul­lanılan "iyi şeyler" kelimesi kişinin hoş, tatlı, iyi bulduğu ve görünümünü, kokusunu ve tadini beğendiği herhangi bir şey anlamına gel­mektedir. Böylece, Kur'an, müslüman bir top­lumda servet tüketimini yönlendiren genel esasları ortaya koymuştur. Müslümanlara, mal varlıklarının (doğrudan veya dolaylı tüketimi için) kendilerinin hoşlandıkları şeylere sarfe-dilmesi konusunda açıkça tavsiyede bulunul­muştur. Kur'an neyin uygun ve hoş olduğu hakkında katı kurallar ve talimatlar ortaya koymaz, ancak özellikle yiyeceklerden birkaç necis ve haram olan şeyi yasakladıktan sonra tüketim maddeleri ile ilgili temizlik standartı-m tesbit işini her toplumun kendisine bırakır. Kur'an'ııı bu özelliği, dünyanın değişik kısım­larındaki değişik insanlara, yenecek şeylerin seçimini, kendi sosyal ve geleneksel ihtiyaçla­rı ve mizaç farklılıkları doğrultusunda serbest­çe yapma iznini verir.

Kur'an-ı Kerim, Müslümanlara hoş ve güzel olan her şeyi yeme izni vererek, dünyevî zevkleri hor gören riyaziyecilik ile insanların kendilerini hayatın şehevî zevklerine kaptırdı­ğı materyalizm arasındaki "orta yolu" göster­mektedir, insanlar ne hoş ve temiz olan şey­lerden mahrum bırakılmışlardır, ne de dün­yevî zevklere aşırı düşkünlük göstermelerine izin verilmiştir. Başka bir ifadeyle dünyevî zevklerden tamamen kaçınmak, bu zevklere müptela olmak kadar hoş olmayan bir durum­dur. Kur'an-ı Kerim'e göre en iyi ve başarılı hayat tarzı dünyevi zevklerden mutedil bir şe­kilde faydalanmaktır.

İslam, insanlara tüketim alanında büyük bir ferdi hürriyet verir. Onlar, pak şeylerin sınırı­nı aşmadan isteklerini tatmin etmek için iyi ve hoş şeyler üzerine harcama yapmada serbest­tirler. Yani, harcamadaki serbestiyet, sadece iyi ve hoş şeylerle sınırlıdır.

İslam fertlere'mallarını, sosyal yardımlaşmaya yardımcı olmayan şeylere harcama ya da israf etme hakkını vermez. Bunun için fertlere iyi ve temiz şeylere yaptıkları harcamada devle­tin güvenliğini ve meşru halini tehlikeye at­maması şartıyla tam bir özgürlük verilmiştir. Bu prensip Kur'an-ı Kerim'de şu ayetle açık­lanmıştır: ' "...O (Peygamber) İd, kendilerine iyiliği emreder, kendilerini kötülükten mene-der; onlara güzel şeyleri helâl, çirkin şeyleri haram kılar..." (7: 157).

Kullanılan kelime "tayyib" in zıddıdır. Bütün pak olmayan, nahoş, kötü görülmesi, koklan-ması veya tadılması uygun olmayan bütün şeyler anlamına gelmektedir.

Burada Kur'an temiz ve uygun şeylerin kulla­nımına müsade vermiş, pis ve zararlı şeyleri yasaklamıştır. Kişinin zevkleri ve alışkanlık­ları göz önüne alınarak, tayyibden nasiblen-mek konusunda tam bir özgürlük verilirken, toplumun genel menfaatine zararlı olan ve bundan dolayı milli israf kabul edilen pis ve zararlı şeylerin tüketimine izin verilmemiştir. Toplumsal refahı korumak ve emniyet altına almak için ferdin aşırılıklarına, hatta iyi ve uygun şeylerin tüketiminde bile, sosyal refahı zedelemesi muhtemel olduğu için, bazen mü­saade verilmemiştir.

Uyarı, Kur'an-ı Kerim'İn aşağıdaki ayetlerinde daha kuvvetli ifadelerle yapılmaktadır. Bakara suresi: "Ey İnsanlar! Yeryüzündeki helal ve temiz olanlardan yeyin ve şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o size apaçık düşmandır." (2: 168). En'am Suresi: "Allah'ın size verdiği nzıktan yeyin, şeytanın adımlarını izlemeyin." (6: 142). Bakara Suresi: "Allah'ın rızkından yeyin, için ve yeryüzünde bozgunculuk yapa­rak (şuna buna) saldırmayın." (2: 60).

Burada lüks ve sefahata düşkün toplumun kargaşalığına bir ima vardır. Şeytan, Allah ta­rafından emredilen yasaları İhlal etmişti. İnsa­na da tüketimde aşırıya kaçmaması ilahi yasa­ları ihlal etmemesi ve böylelikle şeytanın ayak izlerine uymaması tavsiye edilmektedir.

İtidal: Kur'an-ı Kerim, materyalizm ve riya-zetçilik gibi iki aşırı hayat tarzı arasında vasat bir yolu benimser. Bir yandan kişisel arzula­rın tatmini için aşırı harcamalar yapmayı ya­saklarken diğer taraftan, hayatın iyi ve temiz Şeylerinden nasiplenmeyi kerih görür.

Dünyalık hazlardan kendilerini alıkoyan in­sanlara aşağıdaki ayetle hayata karşı tavırları­nı değiştirmeleri söylenmektedir: "Ey iman edenler! Allah'ın size helal kıldığı şeylerin iyi ve temizlerini haram kılmayın ve sının da aşmayın." (5: 87).

Bu ayet, sadece Hıristiyan ve Budist keşişle­rin feragatçi yaşayışlarını değil ayrıca kötü ve tembelce olan hayatın helal zevklerinden ka­çınma alışkanlığını da suçlamaktadır. Böylece Kur'an çok açık bir şekilde göstermektedir ki bu dünya da nefsi, iyi ve temiz şeylerden alı­koymakla ve hayatın güzel şeylerinden mah­rum bırakmakla Allah'ın hoşnutluğunu kaza­namazlar. Dolayısıyla, takva, hayatın iyi ve temiz şeylerinden kaçınmak demek değildir.

Bu tüketim problemine dengeli yaklaşım o kadar önemlidir ki hatta Peygamber @ hayat­ta helal ve temiz olan rızıklardan kaçınmama­sı hususunda uyarılmıştır: "Ey Peygamber! Allah'ın sana helal kıldığı şeyi niçin haram ediyorsun, zevcelerinin rızasını arıyorsun? " (66: 1). Bu ayette Peygamber @'a kendisi için helal kılınan şeylerden sadece hanımlarını memnun etmek için kaçınmaması söyleniyor.

Hz. Aişe'den rivayetle, Rasulullah @ bir se­bepten bal şerbeti içmeyi kendine haram etti, bunun üzerine Tahrim suresinin bahsi geçen ayeti nazil oldu: "Ey Nebiyyi Kerim, zevcele­rinin rızasını bulmak için Allah'ın sana helal ettiğini niçin haram kılarsın?" (66: 1).

Bu rivayete göre, Peygamber @ helâl olan bir dünya zevkinden kaçınmaya karar vermişti ama Allah tarafından temiz ve helal olan hiç­bir şeyden kaçınmaması emredildi. Böylelikle Peygamber @'ı dünyevi zevklerden sınırları muhafaza ederek nasiplenmeye yönelten Kur'an-ı Kerim, tüketim konusunda en denge­li yaklaşımı göstermiştir. Yani, kişi mal tüke­timinde orta yolu tutmalı, ne ruhban sınıfı gibi dünyevi zevklerden kaçınmalı, ne de materya­listler gibi dünyevi zevklere aşın düşkün ol­malıdır.

 

Servet İsrafı

 

Öneminden dolayı, İslam, servetin uygun bir şekilde kullanımına ve korunmasına büyük ehemiyet verir. İslam insanlara helal olan ihti yaçlannı tatmin etmek İçin paralarım akıllıca ve basiretli bir şekilde harcamalarını ve ser­vetlerini dikkatle korumalarını tavsiye etmek­tedir. Ve malın israfını engellemek için, müs-lümanlara, mallarını reşit olmayan ve akılsız kişilere teslim etmemelerini emretmektedir: "Allah'ın sizin için bir kıyam kıldığı malları­nızı sefihlere vermeyin, ama onları o malların içinde rızıklandırm." (4: 5).

Gerçekte bu da gösterir ki, bütün mülkiyet amme yararına olmalı ve reşit olsun veya ol­masın, serveti yanlış yolda kullanması muhte­mel, sefih kişilere bu servet hiç bir şekilde teslim edilmemelidir.

Kur'an-ı Kerim bize malımızı en iyi şekilde harcama yolunu göstermektedir. Bir tarafta hayatın geçiciliğini vurgulayan Kur'an, öbür tarafta zenginliğin küçümsenecek ve israf edi­lecek bir şey olmadığını öğretir. Çünkü zen­ginlik kişi için bu dünyada maişet kaynağı ve destektir.

 

Haram Yiyecekler

 

Müslümanlara, ferdi ve toplumsal menfaatlere zararlı olan birkaç şey dışında, tüketim alanın­da temiz ve uygun olan herşeyden nasiplen­meleri İçin tam bir serbestlik verilmiştir. Müs­lüman toplumda yenmesi yasak olan bir kaç şeyden Kur'an-ı Kerim'İn aşağıdaki ayetlerin­de bahsedilmektedir.

Bakara sûresinde şöyle zikredilmektedir: "Al­lah size leş, kan, domuz eti ve Allah'tan baş­kası adına kesileni haram kıldı..." (2:173).

En'âm sûresinde de şöyle buyurulmaktadır: "De ki: Bana vahyolunanda, leş veya akıtıl­mış kan yahut domuz eti -ki pisliğin kendisi­dir- ya da Allah'tan başkası adına boğazlan­mış bir fısk (murdar olmuş hayvan)dan başka, yiyecek kimseye haram kılınmış birşey bula­mıyorum..." (6: 145).

Yukarıda bahsi geçen dört şey müslümanlara tamamen yasaktır. Bunlar kendi kendine ölen hayvan ve Hz. Musa'nın şeriatında da yasak olan, vahşi hayvanlar tarafından parçalanmış hayvanlar (leş), kan ve domuz etidir. Yahudi­ler domuz etine büyük bir tiksinti beslerler ve bu hayvandan İncil'de bahsediliş şekli de gös­terir ki, Hz. İsa da bu hayvandan yahudiler kadar tiksinir ve dolayısıyla domuz etini (ye­meyi) murdar olarak kabul eder.

"Allah'tan başkası adına" ifadesinden kasıt, Allah'dan başkasının namına öldürülen hay­vanlardır. Bu durumda Allah'tan başkasının adına yapılan dua ve niyaz, boğazlanmış hay­vanı haram ve murdar kılar. Bu hayvanın yen­mesi uygun değildir.

Önceki hatırlatılan dört şeye ek olarak, Kur'an, kumarı ve sarhoş edici şeyleri de ya­saklar. Maide Suresi: "Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytan işinden birer pisliktir. Artık onlardan kaçının; umulur ki, kurtuluşa erersiniz." (5: 90). Bu ayet şarap dahil bütün içkileri ve kumarın her türlüsünü tamamen yasaklar. Rivayete göre şarabın yasaklandığını bildiren bu ayet Medi­ne sokaklarında ilan edildiğinde müslümanlann evlerindeki bütün şarap fıçılan boşaltıldı. Öylesine ki, Medine sokaklarında şarap aktı. İçki gibi böylesine köklenmiş bir kötülük bu kadar ani ve köklü bir şekilde dünya tarihinde hiçbir zaman sökülüp atılamamiştır

 

Tüketimin Vasıfları

 

İslam'da mal tüketiminin kendine has belli hu­susiyetleri vardır. Birincisi dünyevi ve uhrevi harcama arasında bir fark yoktur. Dünyadaki diğer dinlerde dini harcama, dini olmayan ya da dünyevi harcama arasında açık bir sınır çizgisi vardır. Dünyevi ya da dini olmayan ameller olduğu gibi uhrevi veya dini diye ad-landınlabilen belirli ameller de vardır. İslam bir amel veya harcama ile diğeri arasında böy­le bir ayırım yapmaz. Yetimler ve dullara yapılan harcamalar hayırlı ve faziletli bir amel olduğu gibi genç, akrabalara, ebeveyne, ço­cuklarınıza ve kendinize yaptığınız harcama­lar da faziletli bir davranış olarak mütalaa edi­lir veya geçimini kazanmak İçin işyerine git­mek, alın teriyle dürüstçe çalışmak, ayrıca na­maz kılmak ve hacca gitmek de faziletli ve iyi birer ameldirler.

Kur'an'ın şu ayeti de bu hususta öneme haiz­dir: "Onlar sana nereye sarf edeceklerini so­rarlar. De ki: 'Sizin için hayır, maldan ana-ba-baya, hısımlara, yetimlere, yoksullara yolcuya sarfettiğinİz şeydir. Hayırdan her ne işlerseniz şüphesiz Allah onu bilendir." (2: 215). "Ha­yırdan her ne işlerseniz şüphesiz Allah onu bilendir" sözleri açıkça gösteriyor ki, sizinle olan yakınlığına bakmaksızın muhtaç ve fa­kirlerin iyiliği için yapacağımız bütün yardım­lar, Allah yanında faziletli amellerdir. Ve faz­lasıyla mükafatl andırılacak tır.

islam, aşağıdaki hadiste de belirtildiği gibi bir kişinin ailesinin iyiliği için yaptığı harcamaya büyük önem verir. Ve bunu bir ibadet kabul eder. Peygamber @ şöyle buyurmuştur: "Al­lah yolunda harcadığın para, bir köle azad et­mek için verilen para, bir biçare fakire tasad-duk ettiğin para ve ehl-ü iyaline sarfettiğin pa­ralar yok mu? İşte bunların ecir bakımından en büyüğü ailene sarfettiğin paradır." (Müslim ve Tİrmizi).

Gerçekte İslam, kişinin kendisine, çocuklanna ve ebeveynine yaptığı tüm harcamaları fazi­letli dini bir davranış ve bir tür ibadet olarak değerlendirir. Bu, Peygamber@'in aşağıdaki hadislerinde daha iyi açıklanmıştır: "Birisi, Rasulullah @'a, sahip olduğu bir dinan ne yapması gerektiğini sordu. Rasulullah @; 'Onu kendine harca' buyurdu." Yine bir başka hadisinde Rasulullah @ "kendiniz için harca­yın" buyurmuştur. (Ebu Davud).

Rasulullah @ "Bir kişi Allah'ın rızasını uma­rak aile efradına infak ederse, bu o kimse için sadakadır" buyurmuştur. (Buhari)

Başka bir zamanda Peygamber @ "kendin, hanımın, çocukların ve hizmetçin için harca­dığın herşey senin için bir rahmettir" buyur­muştur. (Müslim, Ebu Davud ve Nesei).

Yine Nebi @ "Dul kadınlarla, miskinlerin iş­lerine koşanlar, bıkmaksızın geceleri namaz kılan, gündüzleri oruç tutan kimse gibidir." buyurmuştur. (Müslim, Ebu Davud, Nesei).

Nitekim İslam, kişiye mali harcamaları ilk ön­ce kendisine, sonra hanımına ve çocuklanna, akrabalarına vs. yapmasını emreder. Bütün bu harcamalar birer dua ve ibadet olarak mütala edilir. Meşhur "sadaka evde başlar" atasözü, İslamın yukarıda bahsedilen ilkesinin önemini en iyi şekilde açıklamaktadır.

İkinci hususiyet, tüketim, kifayet miktarı ile veya hayatın zaruri ihtiyaçları İle sınırlanmaz, konforu ve hatta helal zevkleri bile ihtiva eder. Kur'an-ı Kerim, bu bölümün sonunda açıklanacağı gibi hayatın zevklerinden, kolay­lıklarından ve konforundan en iyi şekilde ya­rarlanmamıza cömertçe müsade eder. Kur'an sadece hayatın eğlencelerinden zevk almaya izin vermekle kalmaz diğer yandan hayatın zevklerinden ve konforundan nasiplenen in­sanlara dürüst, namuslu olmayı emreder ki bu, onların müsade edilen sınırda kalmalarını sağ­lar. Hz. Süleyman @, bu dünyada bir kişinin düşünebileceği bütün lükse ve konfora sahip birisi ve aynı zamanda bir peygamberdi. Peygamber @'ın ashabından birisi olan Hz. Os­man, Arabistan'ın en zenginlerinden biriydi. Ayrıca Peygamber @ tarafından "en zengin" diye isimlendirilmişti.

Bunun için tüketici, harcamalarında müsrif ya da cimri olmadıktan sonra servet sahibi olmak ve konfordan yararlanmak, hatta hayatın bazı lükslerinden nasiplenmek takva ve dindarlığa zıt olarak mütalaa edilmez.

İstekler: Ekonomide istekler, insan ihtiyaçla­rına ilave olarak bu ihtiyaçları tatmin etme ar­zusu ve gücü anlamındadır. Nitekim efektif ihtiyaçlar yani tatmin edilebilen ihtiyaçlar, is­tekler olarak adlandırılır. İstekler ve onların tatmini, kişinin ekonomik uğraşının temel özelliğidir. Hakikatte bütün mallar insanın is­teklerinin tatmini için elde edilir. Bundan do­layı şimdi insan isteklerini ve onlann tatmini konusunu tartışacağız.

İnsanın istekleri sınırsızdır. Eğer bir istek tat­min edilirse başka bir istek ortaya çıkar, bu da elde edilirse gene başka bir istek gelir ve böy­lece insan hayatı boyunca sonsuz istekler zin­cirini tatmin etmek için çabalar, ama asla tat­min olmaz. Gerçekte, insanı istekleri tatmin etme konusunda sürekli çaba sarfetmeye yö­nelten, işte, isteklerin bu sonsuzluk özelliği­dir. Kur'an-ı Kerîm bu hususiyeti şu İfadelerle açıklar: "Hakikaten insan pek hırsına düşkün ve sabırsız olarak yaratılmıştır." (70: 19).

Bu yüzden insan fıtratı isteklerini elde etmede sabırsız ve hırslıdır. O asla hiçbir şeyle tatmin olmaz. Her yeni istek ona daha çok hız sağlar. Hakikatte bu, kişinin başarısının ve ilerleme­sinin anahtarıdır. Ali İmran Suresi "Kadınlar, oğullar, altın ve gümüşten yığın yığın birikti­rilmiş mallar, salma atlar, hayvanlar ve ekin-lerden-ileri gelen- şehvetler sevgisi insanlar için bezenip süslenmiştir." (3: 14).

İnsanın bunları sevmesi makul sınırları aşma­dığı müddetçe tabii ve zararsızdır. Bu gibi şeylere karşı mutedil bir sevgi kişiye istekleri­ni tatmin için gayret etmesi konusunda teşeb­büs gücü sağlar. Fecr Suresi: "Malı, pek çok bir sevgi ile seversiniz." (89: 20). İstekler sa­dece malla tatmin olduğu için insan malı se­ver ve ona sahip olmak için çok çabalar. Yu­karıdaki ayet kişinin mala sahip olmayı ne ka­dar çok istediğine isnaddır.

İnsanın aşın mal sevgisi Hümeze Suresinde şöyle tarif edilmiştir: "O sanır ki malı kendisi­ni Ölümsüz kılmıştır." (104: 3). Burada hayatı boyunca durmadan daha fazla mal kazanmak için çabalayan bir kapitalistin hisleri tanım­lanmaktadır. O inanagelmiştir ki, malı kendi­sini ölümsüz kılar ve hep baki kalan, sonsuz bir saadete ulaştırır. Peygamber @ da insanın doymak bilmeyen tamahkârlığım ve doymak bilmeyen mizacını birçok vesilelerle belirt­miştir. Peygamber @ şöyle buyurmuştur: "Eğer Allah insana bir vadi dolusu altın ver­seydi insan ikincisini isterdi, eğer ona ikincisi verilseydi o gene üçüncüsünü isterdi, insanı topraktan başka hiçbir şey doyurmaz." (Buna-ri).

İnsanın mala karşı büyük bir sevgisi, görüldüğü gibi, arzularının devamlı artması ve tatmin edilememesinden dolayıdır. İnsan devamlı olarak artan isteklerini karşılamak için çok daha fazla mal kazanmak yolunda çabalar. İn­sanın istekleri hiçbir zaman bitmeyeceği için onun daha fazla servet elde etme arzusu da hiçbir zaman son bulmaz. Eğer istekler olma­saydı veya istekler sınırlı ve tatmin edilebilir olsaydı, hayatta bu kadar çok çabalama ol­mazdı. Dünya telaş ve koşuşturmadan uzak olurdu. Şu bir gerçek ki insanın endüstride, bilimde, teknolojide ve hatta kültürde ve me­deniyette ilerlemesi, insanın çok çeşitli şekil­lerde, çok daha fazla mala sahip olma çabası­nın bir sonucudur. İnsanlığın bütün bu geliş­mesinin ekonomik çabalar sonucu olduğunu söylemek yanlış olmaz.

İnsan bütün servetini isteklerini tatmin için harcar. Onun bazı istekleri-yİyecek, giyecek, barınak vs. gibi-kendisi için temel ihtiyaçtır; diğerleri verimliliğinin artışı veya muhafazası için lüzumludur. Geride kalanlar ise hayatın rahatını ve konforunu sağlar.

 

Hayatın Zaruretleri

 

İnsan hayatı için kesinlikle gerekli" olan ve yokluğunda insanın hayatiyetini sürdüreme­yeceği şeyler mesela yiyecek, giyecek, barı­nak hayatın zaruretleri diye adlandırılırlar.

Yiyecek: Yiyecek insanın temel ihtiyaçların­dan en önemlisi olarak kabul edilir. İnsan, belli durumlarda, barınaksız ve giyeceksiz olabilir, ama yiyeceksiz yaşaması mümkün değildir.

Kur'an çeşitli vesilelerle insanın bu temel ihti­yacını vurgular ve taze et, balık, tahıl, süt, sebze, salata, meyve, bal, yağ vs. hemen he­men bütün yiyeceklerden bahseder.

Taha Suresi: "hem siz yiyin hem de davarları­nızı otlatın." (20: 54).

Abese Suresi: "Hakikat biz o suyu şanl şarıl akıtarak döktük, sonra o yeri öyle bir yardık, sonra onda daneler bitirdik, üzümler, yonca­lar, zeytinlikler, hurmalıklar sık ve bol ağaçlı bahçelikler, meyveler, otlaklar size ve davar­larınıza bir faide olarak yaptık." (80:25-32).

Mü'minûn sûresi: "Hayvanlarda da sizin için ibret vardır: karınlarının içindekinden size içi-riyoruz. Onlarda sizin için daha birçok fayda­lar var, aynı zamanda onlardan yersiniz." (23: 21).

Kur'an-ı Kerim'de değişik yiyeceklerin insa­noğlu için şerekli olduğunu belirten birçok ayet vardır, insanın Allah tarafından sağlanan yeryüzündeki nzıklardan yemesi istenmiştir. Sebe Suresi: "Rabbinizin rızkından yeyin ve ona şükredin." (34: 15). Hatta cennetteki ha­yatın tarifinde özellikle yiyeceklerden bahse­dilir. Meryem Suresi: "Çok esirgeyen Allah'ın kullarına gayb olarak vadettiği Adn Cennetle-ri-ve orada onların sabah akşam rızıkları da vardır." (19: 61-62).

Yine, Allah'ın Adem @ ve Havva'ya cennetin bahçesinde yaşamalarını emrettiği aşağıdaki ayet-i kerimede insanın temel ihtiyacı olan yi­yeceğin önemi vurgulanmaktadır! Bakara Su­resi: "Ve demiştik ki, ey Adem! Eşinle birlik­te cennette kal, ondan istediğiniz yerde bol bol yeyin." (2: 35). Bu ayet yiyeceklere ve ha­yatın diğer gerekli ihtiyaçlarına bol bol sahip olan Adem @ ve Hz. Havva'nın müreffeh du­rumlarını göstermektedir.

Giyecek: insanın diğer bir önemli ihtiyacı olan giyecek, yiyecekten sonra gelir. Giyecek insanı soğuk ve sıcaktan koruduğu gibi ona güzellik ve iyi bir görünüm verir. Nahl Sure-si'nde elbisenin ilk kullanılışına bir işaret var­dır: "Allah sizi sıcaktan koruyacak elbiseler yaptı." (16: 81).

Burada şu husus belirtilmelidir; iki zıt şeyden birinin bahsi daima ikincisini de kapsar. Bura­da bahsedilen sıcaktan korunma ile, aynı za­manda, hem sıcaktan, hem de soğuktan ko­runma kasdedilmiştir, Veya meşhur gramerci Zeccac'ın dediği gibi insanı sıcaktan koruyan şey soğuktan da koruduğu için burada soğuk­tan bahsetmeye gerek duyulmamıştır.

Giyinme ilk önce kişinin sıcaktan ve soğuktan korunması, çıplaklığını ve haya yerlerim ört­mesi gibi basit işlemler için kullanılmıştır; ama sonraları kişi süslenmek ve güzelleşme­nin yolunu aramıştır. Araf Suresi'nin şu aye­tinde elbise kullanımı ile ilgili bir işaret var­dır: "Ey Ademoğulları, şüphesiz biz üzerinize çirkin yerlerinizi örtecek bir örtü bir de güzel­lik elbisesi giydirdik." (7: 26).

Hz. Adem'in cennet bahçesinde hanımı ile birlikte hayatın tüm güzelliklerinden faydala­narak yaşayışından Taha Suresi'nde şöyle bahsedilmektedir: "Ey adem! Hiç şüphe yok ki senin için orada acıkmaman ve hiç çıplak kalmaman var ve hakikat sen orada susamaz-sın ve güneşte kalmazsın." (20: 117-119).

Bu sözlerle Adem @'a onu açlıktan, susuzluk­tan, sıcaktan ve soğuktan koruyacak yiyecek, içecek ve giyeceğin ihsan edileceği konusun­da söz verilmiştir. Bu sözler hayatın konfor, rahatlık ve mutluluk gibi bütün iyi şeylerin bulunduğu hoşnutluk durumunu tasvir etmek­tedir.

Hayatın bütün zaruretlerini sağladıktan sonra Allah aşağıdaki ayette, insana nasıl yaratıldı­ğını ve kendisine nasıl yiyecek ve giyecek ve­rildiğini hatırlatmaktadır: "O, İnsanı bir damla sudan yarattı ve davarları da yarattı. Onlarda sizin için ısıtıp koruyacak şeyler ve menfaat­ler vardır, ondan yersiniz de." (16: 45).

Barınak: Yiyecek ve giyecek gibi insanın ta­bii ihtiyaçlarından biri de barınaktır. İslam in­sanın bu ihtiyacına da gereken önemi vermiş­tir. Geçmişte güç kazanmak ve korunmak için insanın inşa etmiş olduğu binalar, saraylar, evler çadırlar vs. den Kur'an'da bahsedilir. Şu-ara Suresinin şu ayetlerinde kuvvetli kaleler ve büyük binaların inşasından bahsedilir: "Her yüksek yerde bir bina mı yaparsınız?

Ve temelli kalacağınızı umarak bir takım ka­leler mi edinirsiniz? (26: 128-129). Burada kullanılan kelime bir azamet işareti olarak Hz. Süleyman'ın ordularından korunmak için ev­lerini sığınak olarak kullanan karıncaların kıs­sası Nemi Suresinde şöyle anlatılır: "Onlar karınca vadisi üzerine geldikleri zaman bir karınca dedi ki: Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin. Süleyman ve orduları kendileri farkında olmadan sakın sizi kırmasınlar." (27: 18). Bu ayetler açıkça, insanın ve Allah'ın diğer yara­tıklarının düşmanlarından olduğu kadar tabi­attan da sığınmak için barınaklarına ve evleri­ne girdiklerini gösterir.

Süleyman @'ın sırça saraylarından şu ayette bahsedilir: "Ona denildi ki (Belkıs'a): 'Köşke gir', onu derince bir su sandı iki bacağını açtı. Süleyman dedi ki 'hakikat o sırçalardan düzel­tilmiş bir meydandır." (27: 44) Süleyman @, Belkıs'ı etkilemek için altından su akan düz bir sırça taban yaptırdı. Belkis sırçadan yapıl­mış olan tabanı akan bir su zannetti.

Sarayın sırça tabanı o kadar düz ve mükem­mel idi ki sanki akan bir su gibi görünüyordu. Sure el-Araf da Salih Peygamber'in ve Semud kavminin kıssasında büyük binalar ve kaşane­ler inşa edilmesinden şöyle bahsedilmektedir: "Ve hatırlayın o vakti ki, sizi Ad'dan sonra halifeler kıldı ve sizi yerde yerleştirdi, ovala­rında köşkler ediniyorsunuz, dağlan ev yap­mak üzere oyuyorsunuz." (7: 74). Bu insanla­rın ovalara büyük köşkler inşa ettikleri ve düşmanlarının saldırılarından korunmak için kayalara evler oydukları ortaya çıkmaktadır.

Kur'an-ı Kerim'in bu ayetleri gösteriyor ki, İs­lam insan hayatının hiçbir yönünü ihmal et­memiştir. Kur'an insan ihtiyaçlarının karşılan­ması gerçeğine gerekli Önemi vermiştir. Bu yüzden Kur'an-ı Kerim insan hayatını geliştir­mek ve muhafaza etmek için, devletin her fer­dinin yiyecek, giyecek ve barınak vs. dahil.te-mel ihtiyaçlarının sağlanmasını müslümanlara farz kılmaktadır. Peygamber @ şu hadîste in­sanın bütün ekonomik faaliyetlerinin amacını özetlemektedir:

"Adem oğluna barınacağı ev, vücudunu örte­cek elbise, yiyecek ekmek, su koyacak kab ve binek yeterlidir, başkasında bir hakkı yoktur."

Rasulullah @ burada toplumun her ferdinin bütün şartlar altında sahip olması gereken te­mel ihtiyaçlarını özetlemiştir.

Verimliliğin Şartları: Yiyecek, giyecek, ba-nnak vs. kadar gerekli olmayan, ama randı­manın arttırılması için lüzumlu olan şeyler, verimliliğin şartları diye adlandırılırlar. Bir iş­çinin kendini kuvvetli ve zinde hissedip çalı­şabilmesi için et, süt, tereyağ gibi iyi yiyecek­lere ihtiyacı vardır. Bunlar bir işçi için verim­liliğin şartlarıdır. Gerçekte verimi arttıran ve bir kişiyi daha çalışkan yapan herşey verimin şartları diye adlandırılır. Bu, rahat bir yatakta iyi bir uyku ya da insanın ayağını rahat tutan iyi bir ayakkabı olabilir. Eğer bunlar kişiyi mutlu ediyor ve daha iyi bir işçi yapıyorsa ve­rimliliğin şartlan diye mütalaa edilir. Meyve­lerin düzenli tüketimi de kişiyi daha sağlıklı ve daha randımanlı bir işçi yapar. Allah, değişik türde meyvelerin yaratılmasındaki cömertliği hatırlatır ve akıllı insanlann bu şeylerin öne­mini kavramaya çalışmasını ister: "Onunla si­zin için ekin, zeytin, hurma ağaçları, üzümler ve meyvelerin her birinden bitiriyor. Şüphe­siz, bunda iyi düşünen bir topluluk için bir ib­ret vardır." (16: 11)

Allah'ın yarattığı değişik türdeki meyvelerin kullanımı üzerinde tefekkür edenler diğer şey­ler arasında bir işçinin randımanının arttırıl­masında leyvelerin sağladığı büyük faydayı derhal görür.

Konfor: Konfor ne hayati zarurettir, ne de ve­rimin şartıdır. Fakat kişiye rahatlık ve kolay­lık sağlayan şeyleri ihtiva eder. Konforlu şey­lerin tüketimi, insanın hayatını daha kolay ve daha rahat kılar. Bir insanın sıradan yiyeceği, giyeceği ve bannacağı, onun hayatının ihti­yaçlarıdır ama, iyi ve lezzetli yiyecekler, gü­zel ve pahalı elbiseler ve iyi döşenmiş binalar

ve köşkler, kişinin konforudur. Bu yUzden konfor, kişiye rahat ve kolaylık sağlayan ve genel olarak kullanılışı maliyetinden daha faz­la olan şeyler olarak tanımlanır. İslam'da kon­fordan hoşlanmaya izin verilmiştir. İslam, ki­şinin hayatın güzel şeylerinden faydalanma ve takdir etme içgüdüsünü kabul etmiştir. İslam ayrıca insanın kültürel ihtiyaçlarına da gerekli önemi göstermiştir. Güzellik, zerafet ve kültü­rel ihtiyaçlarıyla ilgili fıtri iç güdüsünü göz Önünde bulundurarak İslam, insanın temel ih­tiyaçlarının yanında konfordan da faydalan­masına müsaade eder.

İslam'da hayatın ziynetleri, süsleri ve konforu dahil bütün isteklerin tatmin edilmesi mendup olup tamamen helaldir. Peygamber <§>, Al­lah'ın kullanmaları için yarattığı dünyanın iyi şeylerinden faydalanmalanm ashabına tavsiye etmiştir. Peygamber @'in hayatın güzellikle­rinden faydalanmanın İslâm'ın Öğretilerine zıt olmadığım kanıtlayan birçok hadisi vardır.

Ebu Ahvaz babasından rivayet etmiştir. Baba­sı Peygamber @'ın yanına pis bir elbise ile gitmişti. Peygamber @ ona "zengin inisin?" diye sordu, olumlu cevap alınca ne kadar zen­gin olduğunu sordu. Ebu Ahvaz'm babası, Al­lah'ın kendisine develer, keçiler, atlar ve köle­ler verdiğini söyledi. Bunun üzerine Hz. Pey­gamber @ "Allah Fazl-ü kereminden sana ih­san ettiğinde, alametlerini senin üzerinde gör­mekten hoşlanır." buyurdu. (Ebu Davud).

Peygamber @; "Allah güzeldir ve güzeli se­ver" ve yine "Allah, insanı herşeyin güzelim yapmakla yükümlü kıldı" buyurmuştur. (Müs­lim).

Câbir b. Abdullah el-Ensarî şöyle rivayet et­mektedir: "Zat-ür Rika savaşma Peygamber @ ile birlikte çıktık; bizimle beraber bir adam vardı, onun sefer ihtiyaçlarını tedarik ettik ve o da karşılık olarak koyunlarımızı otlattı. Adam tamamen yırtık olan İki parça elbise giymişti. Peygamber @ onun bu durumunu görünce başka elbisesi olup olmadığını sordu. Ben ona bazı elbiseler verdiğimizi ancak onun bunu torbasında sakladığını söyledim. Peygamber @ bize, ona bu elbiseleri giymesini söylememizi buyurdu. O da elbiseleri çıkarıp giydi. O yürüyüp uzaklaştığında Peygamber @ '(Onun iyi elbiselerini saklayıp yırtıkları giymesinin) sebebi nedir?' diye sordu." (Mu-vatta).

Hz. Aişe, Peygamber @'ın elbiselerine bula­bildiği en güzel kokulardan sürdüğünü ve O'nun bundan hoşlandığını rivayet etmiştir. (Buharı).

"Mutmain olacağınız kadar yiyiniz, giyiniz, kibirlenmeden ve İsraf etmeden sadaka veri­niz." (Buhari).

Peygamber @'m yukarıdaki hadisleri ve Kur'an'ın ayetlerindeki bahisler şu gerçeği ka­nıtlar: Aşırılığa sebep olmaması ve sınırların korunması şartı ile islam'da güzel ve kulla­nımlı şeylerden faydalanmaya izin verilmiştir. Eğer herhangi bir şey yasaklanmış ise bu, top­luma karşı tecavüz sayılan utanç verici ve pis bir davranıştır ve bu dünyanın zevklerine aşırı şekilde müptela olmanın sonucudur. (7: 33).

Lüks: Kişisel zevklerdeki aşırılıklar veya ge­reksiz ve aşın istekleri karşılamak için yapı­lan fazla masraflar lüks olarak isimlendirilir­ler. Lüks şeylerin maliyeti genellikle, onlar­dan alınan zevkin sağladığı faydadan daha ' fazladır, mesela pahalı elbiseler, gümüş ve al­tın kaplar vs...

İslam verimsiz ve gayri ahlaki endüstrilerin büyümesini teşvik edici, eninde sonunda top­lumun birlik ve bütünlüğünü harap eden za-rarh ve yıkıcı elemanların toplumda yayılmasına sebebiyet verici şeylerin kullanımını men etmiştir. Bakara Suresinde bu gerçeğe bir işa­ret vardır: "(Ey Rasulüm!) Sana içki ile kuma­rı sorarlar. De ki: 'onlarda hem büyük günah vardır, hem de insanlar için büyük faydalar vardır. Fakat günahları faydalarından daha büyüktür.'1 (2: 219) Aynı sûredi: "Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan helâl ve temiz şeylerden yiyin, şeytanın adımlarına uymayın; çünkü o sizin apaçık düşmanmızdır." (2:168).

Bu ayetler şunu açıkça ortaya koymaktadır ki insan, tüketim alanında aşırılığa kaçmamak ve sının aşmamak şartı ile elde mevcut olan her cisimden faydalanabilir ve bunları kullanabi­lir. "Şeytanın adımlarına uymayın" ifadesin­den kasıt hayatın lüks şeylerine ve zevklerine aşırı İptila durumudur.

Maide Suresinde daha bir açıklanmaktadır: "Allah'ın sizi nzıklandırdıklanm helal, pak olarak yeyin, kendisine iman etmiş olduğunuz Allah'tan korkun." (5: 88).

El-Araf Suresinde ise şöyle buyurulmaktadır: "Yiyin, için; fakat israf etmeyin. Çünkü Allah İsraf edenleri sevmez." (7: 31).

Kur'an-ı Kerim müslümanlarm temiz ve helal olan şeyleri kullanmalarına müsade eder. On­lar çeşitli yiyecekler yiyebilir, zarif ve güzel elbiseler giyebilir, saray gibi evlerde yaşaya­bilir, çok iyi mutlu ve rahat bir hayat sürdüre­bilirler. Kur'an-ı Kerim'in yukarıdaki ayetle­rinde insanların hayatın zaruretlerini giderme ve kolaylıklarından yararlanma konusunda ta­mamen serbest bırakıldığı çok açık sözlerle ifade edilmiştir. Müslümanlar, sadece, toplu­mun genel menfaatini tehlikeye atabilecek ge­reksiz ve lüks isteklerini karşılamak için ma­kul sınırların ötesinde harcama yaptıklarında uyarılırlar.

Lüks şeylerin tüketimi, bazen insanlara "Allah korkusu" hatırlatılarak, bazen de "Şeytanın adımlarını izlemeyin" diye uyanlarak men edilmiştir. Lüks şeylerin kullanımı, kişiyi ay­lak, savurgan ve müsrif yapar, kişide tembel­lik ve başkalarına bağımlılık gibi kötü alış­kanlıklar, çalışmaya karşı nefret, sorumsuzluk vb. gibi olumsuz davranışları geliştirir. Ayrıca, kişi lüks bir hayat elde etmek ve bunu mu­hafaza etmek için her türlü aşırılığa (hatta suç ve günah işlemeye) başvurmaya daima hazır­dır; kişi diğer insanların haklarına tecavüz et­mekten ve onların mallarını haram yolla gas-betmekten çekinmeyecektir. Bütün bunlar, rüşvetçiliğe, fesada, akraba kayırmaya vs. yol açar ve toplumda bu davranışları yaygınlaşti-nr. Kısaca, kişi isteklerinin tatmini için toplu­mun genel menfaatleri kadar, kendi kişisel iyiliğini de tehlikeye atmaya hazırdır. Bundan dolayı, İslam, toplumda yıkıcı elemanların büyümesini önlemek ve yıkıma engel olmak için lüks şeylerin tüketimini (aşırı iptilayı) ya­saklamıştır. Bunun yanında lüks şeylerin tü­ketiminden faydalanan bir insan bunu diğer bir insanı sömürerek yapmaktadır, işte bu da İslam'da kesinlikle yasaktır. Birkaç kapitalist, fabrikatör, mal sahibi, lüks hayatlarını muha­faza etmek için milyonlarca para harcarken, milyonlar (özellikle varlıklılar ile yoksullar arasında aşırı farklılıkların olduğu ülkelerde) hayatlarının basit ihtiyaçlarını bile karşılaya­mamaktadırlar. Birkaç tane müşkülpesent mil­yonerin çoğunlukla gereksiz ve aşın ihtiyaçla­rına bol bol israf edilen varlığı, açlıktan ölen milyonların hayati ihtiyaçlarını sağlamada kullanılabilir.

Bu tür sosyal dengesizliğin önünü almak üze­re Peygamber @ lüks olarak mütalaa edilen şeylerin kullanımını yasaklamış ve insanları bunlardan vaz geçirmeye teşvik etmiştir.

Ümmü Seleme'den rivayetle Rasul-ü Ekrem @; "Gümüş ve altın kaplardan yiyip içenler, karınlarına Cehennem ateşi doldurmaktan başka bir şey yapmıyorlar" buyurmuştur. (Mu vatta).

Enes'den; Peygamber @ "dünyada ipek giyen Ahirette giyemez" buyurdu. (Muvatta). "Ebu Hureyre'nin rivayetine göre Peygamber @ er­keklerin altın yüzük takmasını yasaklamıştır." (Buhari).

Abdurrahman b. Ebi Leyla şöyle rivayet et­miştir: Huzeyfe Medine'de iken, bir kimseden su istedi. Bir rençber gümüş kap içinde suyu getirdi. Huzeyfe hemen suyu döktü ve Peygamber @ 'in "(erişi ve arpacı) harir ve atlas elbise giymeyiniz. Ve altın, gümüş kaptan içmeyiniz, gümüş (ve altın) tabaklardan ye-rnek de yemeyiniz (bunlar Allah korkusundan yoksun insanların yoksulların pahasına zevk aldığı şeylerdir, bu yüzden Müslümanlar için yasaklanmıştır). Gümüş (altın) dünyada kafir­lerin, ahirette ise biz Müslümanlanndır" bu­yurduğunu işittim dedi. (Buhari).

Bunlar ve diğer buna benzer birçok hadis-i şe­rifler, insanların lüks bir hayata aşın düşkün­lüklerini İslam'ın lüks şeylerin, mesela gerek­siz istekler tüketimini yasakladığını açıkça göstermektedir.

Hayat Standardı: Hayat standardından anla­şılan, insanın hayati için elde edilmesini ve muhafaza edilmesini gerekli gördüğü ve bunu gerçekleştirmek İçin fedakarlığa hazır olduğu hayat tarzı ve konfor seviyesidir. Daha basit ifadeyle, kişinin kendisi için kesinlikle lüzum­lu gördüğü ve bunu elde etmek için her türlü fedakârlığı yapabileceği minumum konfor ve gerekli şeylerdir.

Ekonomik standartların derecelendirilmesin­de, İslam eşitliği savunmaz, fakat hayatın te­mel ihtiyaçlarının tedarik edilmesine gelince, bu konuda eşitliği muhafaza eder ve devletin her ferdinin yaşama hakkı prensibini tasdik eder. İslam, hiç kimsenin hayatın temel ihti­yaçlarından mahrum kalmamasını sağlar. Hiç kimsenin mülkünü lüks şeylere israf etmesine izin vermez. Kapitalizm (lüks şeylere aşırı düşkünlük) Komünizm (devletin kontrolünde yapay eşitlik) olumsuzluklarının müslüman bir toplumda ortaya çıkmaması için İslam, va­tandaşların temel ihtiyaçlarını karşılama ve halk arasındaki ekonomik sınıflaşmayı makul ve ılımlı sınırlar içinde tutma sorumluluğunu devlete yükler. Sonuç olarak tüketim alanında cimriliğin, savurganlığın getirdiği olumsuz­luklar müslüman bir toplumda otomatikman engellenir.

Şimdi ortaya şu sorular çıkar: Makul bir hayat standardı nedir? Konforun ve zaruri ihtiyaçla­rın makul ve adaletli bir şekilde olabilmesi için ne kadar harcama makul ve adil sayılır? Biz hayatın temel ihtiyaçlarını karşılamamızı sağlayan bir bayat standardına mı razı olmalıyız? Yoksa daha yüksek bir hayat standardı mı ümid etmeliyiz?

İki düşünce ekolü vardır: Birincisi dünyevi zevklerden feragat ve kaçınmayı savunur. Di­ğeri de, dünyevi zevklerden hoşlanmayı ve lüks şeylere düşkünlüğü hayatin gayesi olarak mütalaa eder. İslam; birincisi softalar, ikincisi de materyalistler tarafından desteklenen bu iki aşın uç arasında orta yolu benimser. İslam ri-zayetçİliği tabii olmayan bir hayat yolu ola­rak, materyalizmi de savurganlık olarak suç­lar; birincisi zahidlik adı alünda münzevi bir hayati ve cimriliği başlatırken, diğeri de in­sanları bencil ve savurgan yapar. İslam hem cimriliği hem de savurganlığı suçlar. İnsanla­ra harcamalarında orta yolu tutmalarını öğüt­ler.

Cimrilik:. Öncelikle kişinin kendisi ve ailesi için malını imkanları njsbetinde hareamaması-dır. ikinci olarak ise kişinin malını iyilik ve hayır amacına yönelik olarak harcamamasıdır.

Meşru isteklerini tatmin için harcamalannda cimri olmaya gayret eden insanlar, İslam na-zannda suçlu sayılırlar. Allah'ın kendilerine verdiği serveti harcamamakla, üç suç işlemiş olurlar. Birincisi Allah'ın kendilerine vermiş olduğu nimetleri, kendileri akrabaları ve arka­daşları için harcamamakla Allah'a karşı nan­kör olurlar. Bu tür insanların nankörlüğü Ali İmran suresinde şöyle tarif edilir: "Allah'ın kendilerine fazlından verdiği şeyde cimrilik ederler, sakın bunun kendileri için bir hayır olduğunu sanmasınlar. Bilakis bu onlar için bîr günahtır." (3: 180). Yİne Nisa suresinde: "Şüphesiz ki Allah, cimrilik eden, insanlara cimriliği tavsiye eden, Allah'ın fazlından ken­dilerine verdiğini gizleyen kimseleri sevmez." (4: 36-37).

Serveti Allah'ın lütfü olarak isimlendirmekle, insanlara malın gerçek faydasının onu biriktir­mekte değil, harcamakta olduğu hatırlatılmak­tadır. Mallarını yaratılışının gayesine uygun şekilde kullanmayıp, biriktiren insanlar nan­kör olurlar. Ayrıca serveti kendileri İçin sakla­makla diğer insanların o maldan faydalanma­larına da engel olmaktadırlar. Böylece insan­ların iyiliği ve hayrı için kullanılması gereken Allah'ın fazl-ı keremi kötü kullanılmaktadır. Kur'an-i Kerim'İn yukarıdaki ayetinde belirti­len ikinci suç bu insanların mallarını halktan saklıyor olmalarıdır. Onlar bu cimri davranı­şın kendileri için iyi olduğunu düşünürler ama, Kur'an bunun kendileri için hayırlı ve faydalı bir davranış olmadığını, bilakis son tahlilde günah ve zararlı olduğunu söylemek­tedir. Cimri insanlar servetlerini harcamamak­la gerçekte üretimin artmasındaki büyük fay­dasından toplumu mahrum bırakmaktadırlar. Başka bir deyişle onlar daha çok mal üretimi için kullanılabilecek milli serveti israf etmektedirler.

Üçüncüsü, serveti kendilerine saklamakla tü­ketim seviyesinin düşmesinden ve dolayısıyla üretim ve istihdam hacminin de gerilemesin­den sorumlu olurlar. Dr. J. M. Keynes şöyle demektedir: "Tüketim, beklentileri istihdamın tek var olma sebebi olduğundan azalmış bir tüketim eğiliminin istihdam üzerinde yıkıcı bir etkisi olacağı sonucunu çıkarmak hiç de paradoksal değildir. (General Theory of Emp-logment, Interest, and money 1954, sh. 211).

"Bu onlar için bir günahtır" ayeti serveti top­lum yararından alıkoymakla ortaya çıkan tüm ekonomik rahatsızlıkları (bazı endüstri dalla­rının kapanması, bazılarının veriminin düşme­si, işsizlik oranının .artması vs.) kapsamakta­dır.

İstiflemenin etkilerinin ciddi sonuçları karşı­sında, Kur'an, cimri insanlan daha fazla uya­rır. Tekâsür Suresi: "(Mal, mülk ve servette)

Çoklukla Övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp ken­dinizden geçirdi... Öyle kî (soy-sopla öğün-mek için) kabirleri bile ziyaret ettiniz." (102: 1-2). Sosyal statü ve saygınlığa duyulan sevgi ve açlık, bazı insanlan öylesine kör etmiştir ki, bu insanlar servetin gerçek fonksiyonunu bilmeksizin aşırı miktarda servet kazanıp, bi­riktirmişler ve toplumdaki milyonlarca insa­nın hayatında maddi kargaşalığa ve ızdıraba sebebiyet vermişlerdir.

Tasarruf, bir bakıma iyi ve faydalıdır; bu yüz­den müsaade edilmiştir, ama kullanmak veya ihtiyacı olan halka yardım etmek için değil de sosyal prestij ve benzeri saiklerle topluma bir sabotaj hareketi sayılacak tarzda servet birik­tirmek asla affedilemez ve hoş görülemez.

Yine Hümeze suresinde Kur'an mal toplayan, yığan insanları suçlar: "Her arkadan çekiştiren ve yüze karşı eğlenen kimsenin vay haline! Ki o bir mal toplayıp onu tekrar tekrar sayandır; samr ki hakikat, malı kendisini temelli kılmış­tır." (104: 1-3). Böylece Kur'an gereksiz yere servet yığan ve onu toplumun ve kendisinin yararına harcamayan kimseyi çok katı bir dil­le suçlamaktadır.

Savurganlık: Savurganlık, ilk olarak malı, helal olmayan, kumar, içki gibi şeylere (hatta sözkonusu miktar belli olsa bile) harcamaktır; ikinci olarak ise helal şeylere yapılan aşırı harcamalardır, (bu harcama kişinin malı kadar da olsa, malından fazla da olsa); üçüncüsü iyi ve hayırlı amaçla ama sadece gösteriş olsun diye yapılan harcamalar. İslam, harcamada cimri olan İnsanları suçladığı gibi müsrif ve savurgan olan insanları da takbih eder. Cimri­lik, toplum kaynaklarının daha faydalı bir şe­kilde kullanımını engeller, savurganlık ise malların gereksiz ve yararsız istekler yönünde boşuna sarfedilmesine neden olur. Kur'an, bu tür harcamaları şu ayetlerinde yasaklamıştır: "(Seninle) akrabalığı olana, yoksula ve yolcu­ya hakkını ver, (malını gereksiz yere) saçıp savurma. Çünkü (gereksiz yere mallarını) sa­çıp savuranlar, şeytanların kardeşleri olmuş­lardır. Şeytan ise Rabb'ine karşı çok nankör­dür!" (17: 26-27).

Bir müfessire göre; saçıp savuranlar kelimesi, helâl ihtiyaçları tatmin için verilen serveti iç­ki, kumar vs. gibi helal olmayan ve gayri-ah-Iaki isteklere harcayan kişiler anlamındadır.

 İsraf eden insanlar burada şeytanın kardeşleri diye adlandırılmışlardır. İnsanlar kendilerine Allah'ın lütfundan verilmiş olan malı makul ve helal yolla harcamamakla O'na karşı nankör olmaktadırlar. Bütün harcamala­rımız kaynaklarımızla sınırlıdır. Eğer biz ku-ru-sıkıya ya da sadece gösteriş için harcama yaparsak, bunda bizim için hiçbir yarar yok­tur. Kaç aile nikah törenlerine ya da cenaze törenlerine yaptıkları aşın harcamalarla yıkıl­mıştır? Bunun yanında, bu harcamalar, top­lum içinde gereksiz, verimsiz ve lüks endüst­rilerin büyümesini teşvik eder. A'raf Suresin­de "Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz. Allah israf edenleri sevmez." (7: 31) buyrulmaktadır. Bu­nun için gereksiz ve müsrifçe harcamalar Kur'an'da tekrar tekrar suçlanmıştır. Toplu­mun daha verimli amaçlar için kullanabileceği mülkün israfı, Allah katında çok ağır bir gü­nahtır. Ebu Hureyre'de, rivayetle Peygamber @ şöyle buyurmuştur: "Allah'ın sizin İçin ke­rih gördüğü şeylerden biri İzaa-i mal (ıs­rardır." (Muvatta).

İtidal: İslam, cimri ve müsrif olmaksızın ma­kul harcamalarda bulunmayı ve hayatın iki aşın ucu arasında ılımlı bir yolu tavsiye eder. İslam, aşırılığa kaçmadan hem harcamayı hem de tasarruf etmeyi savunur.

Bu kişi ne bütün malını lüks şeylere dikkat­sizce israf etmeli ve imkanlarının ötesinde harcamalarda bulunmalı, ne de imkanları ol­masına rağmen kendisi, ailesi veya hayatın di­ğer ihtiyaçları için hiçbir şey harcamayacak kadar cimri olmalıdır. Aşağıdaki İslami öğre­tilerin asıl amacı, insanların kendi imkanları nisbetinde sarfetmelerini sağlamaktır. Harca­malar ne gelirlerinden çok fazla olmalı ki bu onları israfa İter, ne de zenginliklerinin çok altında olmalı ve onları cimriliğe sürüklemeli-dir. İnsanlar harcamalarında orta yolu tutmalı­dırlar, böylece ne servet dolaşımı engellenme­li (birikim sonucunda), ne de toplumun oldu­ğu kadar kendilerinin de ekonomik gücü (israf sebebiyle) zayıflamalı.

Kur'an-ı Kerim, itidalin esaslarını şöylece a-çıklar: "O kimseler ki, harcadıkları zaman is­raf etmezler, sıkıllk da yapmazlar, işte bunun arası denk olur." (25: 67). İşte bu, harcama konusunda feraseti öneren bir kuraldır. En iyi­sini yapmaya çalıştığımız yardımseverlikte bi­le müsrif olmamalıyız. Böyle olursa yaptığı­mız hayırseverlik ya gösteriş ve insanları etki­lemek için ya da düşüncesizce olur, ve "birisi­ne İyilik yapmak için başkasının hakkım ye­mek" konumuna düşülür. Kesinlikle cimri ol­mamalıyız; ama kendi haklarımız dahil herke­sin hakkını hatırlamalıyız ve bu ikisi arasında mükemmel bir denge kurmalıyız. İsra suresin­de aynı ilke şöyle vurgulanmaktadır: "Elini boynuna bağlamış kılma ve onu büsbütün de açma, yoksa kınanmış, pişman olmuş bir hal­de oturup kalırsın." (17: 29).

"Elin boyna bağlanması" ifadesi, kişinin har­camalarında cimri olması anlamında, "ve onu büsbütün açma" emri ise kişinin servetini faz­laca ve bolca israf etmesi anlamındadır. Ayet-i kerime, kişinin olağan harcamalarında be­nimsemesi gereken genel bir kural ortaya ko­yar. Akıllı insanların kınamasına maruz kal­mayacak ve yoksun da olmayacak şekilde harcamalı ve mal kaynaklarımızı, yardımımı­za ihtiyacı olan ve buna haklan olan insanlar­dan saklamamahyiz.  Malın Dağıtımı bolümünde de izah edeceğimiz gibi, hatta yaban­cılar bile böyle bir hakka sahiptirler. Kapasi­temiz ve masraflarımız arasında eşit bir ölçü­ye sahip olmamız gereklidir.

İslam malın tüketimi konusundaki şu soruya çok uygun cevap verir; Makul bir hayat stan-dartını muhafaza için nasıl harcamalıyız? Bu soruya Talak suresinde bulduğumuz karşılık­tan daha güzel cevap verilemez. "Mal sahibi, varlığına göre malından versin; Rızkı kendisi­ne daraltılmış olan kimse de Allah'ın ona ver­diğinden versin." (65: 7).

Bu ifadelerle Kur'an, eğer tam anlamıyla yeri­ne getirilirse, modern kapitalist sistemde ge­nel olarak bulunan cimriliğin ve savurganlığın ekonomik olumsuzluklarını kökünden söküp atabilecek "harcamada itidal kuralını" tanım­lamıştır: Zengin-fakir herkese mal varlığına göre harcama yapması Öğütlenir. Fakır bir ki­şi, yetersiz geliri ile birkaç konfor ve ihtiyaç­tan ibaret olan makul bir hayat standartını muhafaza edebilirken, zengin bir kişi de sa­vurganlığa düşmeden mal varlığına göre ha­yat standartını muhafaza edebilir. Her birinin harcamaları, tabiatıyla, toplumsal görevlerine, ekonomik sorumluluklarına (küçük veya bü­yük bir ailenin geçindirilmesi) ve zamanın di-. ğer ihtiyaçlarına göre mutlaka değişikliğe uğ­rayacaktır. Fakat harcama ne savurganca, ne de cimrice değil de tüketicinin imkanlarına uygun olduğu müddetçe caizdir ve helaldir.

Rasulullah @'ın malın en uygun şekilde kulla­nımını ve önemini belirten birçok hadisi var­dır. Bir rivayete göre Peygamber @ şöyle bu­yurdu: "Her kişi kıyamet gününde sorguya çe­kilecektir. Sorulardan biri, malını nasıl kazandığı ve nasıl harcadığı olacaktır. Yine Pey­gamber @ "kişiye malını nasıl kazandığının ve onu nereye sarfettiğinin sorulacağını teb­liğ" buyurmuştur.

Ebu Yusuf, bu hadisi İslam iktisadî sisteminin temeli olarak kabul eder, çünkü tüketim ala­nında küçük bir dikkatsizlik toplumun denge­sini alt üst edebilir ve farklı türde ekonomik bozukluklar doğurması muhtemeldir. Aşın harcamalar aylaklığı, müsrifliği ve verimsiz ve lüks şeylerin büyümesini arttırırken cimrilik de, tüketim seviyesinin düşmesi ve harca­maların kısılması sebebiyle toplumda işsizlik sıkıntısı doğurur. Bundan dolayı tüketim ko­nularında insanlara uygun bir yol gösterilmesi kesinlikle gereklidir.

Bir rivayete göre Peygamber @ "Her şeyde en iyi yol itidaldir" buyurdu. (Kanz-ul A'mal).

Yine bir başka vesile.ile Peygamber @ "İtidal geçimde mutluluğun yansıdır" buyurdu Ebu Derda'dan rivayetle: Peygamber @ "bir parça aklı olan kişi hesabında itidali benimsemeli­dir" buyurdu. (İmam Ahmed).

Ebu Said el-Hudri'den şöyle dediği rivayet edilmiştir. "Günün birisinde Peygamber @ minber üzerinde oturmuştu. Biz de kendisinin etrafında oturmuştuk. Bu halde Peygamber @ buyurdu ki: "Ben (ebediyete gittik)den sonra dünya çiçeğinden, dünya hüsn-ü behçetinden Önünüze nice açılacak nimet sofralan, hayat sahneleri (yok mu?). Sizin için korktuğum muhakkak olan şeylerdendir. Bunun üzerine Ashabdan bir zat: 'Ya Rasulullah! Hiç hayr-ü nimet, şerr-ü mefsedet celbeder mi? (ki kor­kuyorsunuz)' diye sordu.'... Hakikaten hayr-ü nimet şerr-ü mefsedet getirmez (fakat sebep olur. Bakınız!) Baharın bitirdiği otlardan (ze­hirli) bir kısmı vardır ki yiyeni Öldürür, yahut ölümü yaklaştırır. Lakin yeşil ot böyle değil­dir. Onu otlayan hayvan, Ölüm tehlikesinden masundur. Bu hayvan o yeşil otu yer, iki böğ­rünü şişirince bahar güneşini karşılar. Kolay­ca tersler, işer, genişler. (Yine) bol bol yer. İş­te dünya malı da yeşil ot gibi caziptir, tatlıdır. Bu nimetten miskine, yetime, vatanından ayn kalmışa tasadduk eden zengin müslüman ne hayırlı kişidir. Aksi takdirde bu mal kıyamet gününde kendi sahibinin cimriliğine şehadet edecektir." (Buhari).

Peygamber @, ashabına daima tedbirli olmayı tavsiye etmiştir. Onun "kişinin hesabında orta yolu benimsemesi o kişinin basiretine işaret­tir" tarzındaki meşhur hadisi kendi hayatında uyguladığını ve ümmetine herşeyde orta yolu benimsemelerini emrettiğini gösteren canlı bir delildir. İkinci Halife Ömer, Allah'ın faz­lından maişet ve ziynet olarak verdiği malı, en uygun şekilde harcamayı kendisine nasip etmesi için Allah'a dua ederdi.

İtidal, diğer alanlarda olduğu gibi tüketimde de hiç şüphesiz İslamın rehber edindiği pren­siplerinden birisidir. Tüketim alanında itidal, iki yanlış harcama şekli olan mal biriktirme ve savurganlığın olumsuzluklarını engeller. İşsizlik ve sapkınlık gibi iki kötülükten korur.

 

Hayat Standardı

 

Hayat standardı, minumum ihtiyaç miktarı ve kişinin kendisi için gerekli saydığı konfor an­lamındadır; tam bir geçim standardı ise, kişi­nin hayatını idame ettirecek asgari lüzumlu şartlardır. Bir insan çok yüksek bir hayat stan­dardına sahip olabilir ama düşük bir geçim standardı olabilir. İnsan, kardeşlik, fakirlere yardım v.s. gibi hayatın yüksek ideallerine sa­hip olduğu gibi çok fakir bir kişi de olabilir. Gayretlerin hem hayat standardını hem de ge­çim standardını geliştirici olması kesinlikle gereklidir. Fakat bu günlerde, her gayret ge­çim standardını gözönüne almaksızın, insan­ların refah düzeyini yükseltmek için oluyor. Ahlâk ve materyalizm arasındaki ayırımın so­nuçlan muhtemelen çok ağır olacak, toplum­da ahlâka aykırı eğilimlere esas itibarıyla kar­şı olan İslam, yüksek hayat standardı ile bera­ber yüksek geçim standardım da sağlamak için gerekli tedbirleri alır. Biri olmaksızın di­ğeri tehlikeli ve zararlı olan bu iki şeyi birbiri­ne bağlar. Hayat standardındaki artış, insanla­rı bencil, huysuz, hırçın, merhametsiz, antipa­tik yapar. Bundan dolayı, hem gayret, hem ge­çim düzeyini, hem de hayat standardını geliş­tirmek için olmalı ki toplum, cemiyetin iki farklı kesimi arasında rekabet ve nefret (iki yıkıcı eleman) olmaksızın ilerlemesini sürdürebilsin.

Şu da belirtilmelidir ki, hayat standardı ve onun iyileştirilmesi, hayatımızda en yüce de­ğerlerimizi feda edeceğimiz tek amaç olma­malıdır. Birçok insanın hakikat ve doğruluğu, kendilerine bir zarar verdiği için veya muhte­melen verebileceği için, kabul etmeyi reddet­tikleri bir gerçektir. Tabii ki bu yaptıkları yanhştır, ancak, onlar bunun yanlış olduğunu an­lamaz görünmektedirler. Bu söylediklerimiz hiçbir şekilde islam'ın çok münzevi hayat tar­zını ima ettiği manasına gelmez.

İslam, insanlardan, hayatın güzel ve hoş şey­lerinden kendilerini mahrum etmelerini iste­mez. İslam sadece dünyevi zevklerden fayda­lanmada mutedil olmayı emreder. Müslüman­lardan ahlâksız ve haksız olmadığı müddetçe hayatın iyi şeylerinden nasiplenmeleri ve aşırı savurganlıktan ve cimrilikten kaçınmaları em­redilmiştir. Başka bir deyişle, insanlar geçim düzeyleri yeteri kadar yüksek kaldığı sürece, yüksek hayat standardının getirdiği kolaylık­lardan faydalanabilirler.

Sade Hayat: Peygamber @, kendinden önce­ki birçok peygamber gibi daima sade ve orta yollu bir yaşantıyı severdi. O, hayatında lüks ve gereksiz olan şeylere müptela olmaksızın hayatın sade zevklerinden faydalanırdı. Sade yiyecekler yer, sade elbise giyer, sade normal bir evde yaşardı. Binmek için sadece bir deve­si ve bir atı vardı. Allah'ın Rasulü Muham-med @ sade bir hayat yaşadı. Müslümanlara da gereksiz şeylerden kaçınmalarını ve sade bir hayat sürdürmelerini öğütledi. Onun nasıl yaşadığına ve insanlara neyi vazettiğine ışık tutan birçok hadisleri vardır.

Rasulullah @ bir keresinde şöyle buyurdu: "Müslüman olup da yeter miktarda maişeti olan ne mutludur." (Ahmed, Tİrmizi, İbni Mace).Yine Rasulullah @ şöyle buyurmuştur: "Kıt, fakat yeterli olan maişet (hayatın ihti­yaçlarını karşılamada) bolluktan daha İyidir. (Çünkü bu bolluk insana kendisini unutturur) ve onu (orta yoldan) sapıklığa götürür." (Ebu Naim). O'nun yine söyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Eğer isteseydim Mekke'nin taşı toprağı benim için altına çevrilecekti, ama ben; Ey Rabbim! Ben bir gün tok, ertesi gün aç kalmak isterim, ki aç olduğumda seni hatır­layabileyim ve tok olduğumda da sana şükre­debileyim, arzusundayım." (Ahmed).

Peygamber @ sık sık şöyle dua ederdi: "Al­lah'ım, Muhammed ailesine ancak yetecek ka­dar nzık ihsan et." (Buhari).

Peygamber @ elinde birçok imkânı olmasına rağmen bütün hayatını sade bir şekilde geçir­di. Ondan sonra ki, dört halifesi de Peygam­ber @'m sade hayat geleneğini devam ettirdi­ler. İkinci Halife Ömer hakkında şöyle bir ri­vayet vardır: Bir eyaletin valisi olan Utbe b. Ferkat bir defasında halife yemek yerken onu ziyaret etti. Vali, halifenin yediği basit yiye­ceği görünce; "Niçin daha iyi bir undan yapıl­mış yemek yemiyorsunuz?" diye sordu. Ömer şöyle cevapladı: "İbni Ferkat! Şu anda Arabis­tan topraklannda benden fazla imkânları olan biri var mıdır?" Utbe, ondan daha fazla imkânlara sahip biri olmadığını söyledi. O za­man Ömer onun sözü üzerine sordu: "İbni Ferkat, bütün müslümanlar (yemek için) iyi un alabilirler mi?" O menfi cevap verince Ömer dedi ki: "Eğer ben iyi ve güzel şeyleri kendime alıp kötülerini teb'am için bıraksay-dım kötü bir yönetici olurdum." (Tarih-i Ta-beri).

özetle, sade hayat tarzı ve hayatın maddî imkânlarından yararlanmada itidal, İslam'ın mal tüketimi konusunda savunduğu önemli bir prensiptir.

 

KISIM 12

 

ÜRETİM

 

Giriş

 

Kur'an-ı Kerim mal üretimi kavramını çok ge­niş bir anlamda kullanmıştır. Kur'an, üretilen malların faydalarını vurgulamıştır. Mallar, in­san ihtiyaçlarıyla bazı ilişkilere sahip olmalı­dır. Mallar lüks amaçlar için değil bazı insan ihtiyaçlarını karşılamak için üretilmelidirler. Eğer hiçbir insan ihtiyacını karşılamıyorlarsa, bu tür eşyaların üretimine sarfedilen iş, emek ve sermaye verimsiz olarak mütalaa edilir. Kur'an, hiçbir şekilde lüks şeylerin üretimini doğrulamaz ve bu tür malların üretimine har­canan insan emeğini israf olarak kabul eder.

Bununla birlikte Kur'an-ı Kerim insanın çok daha fazla mal kazanma içgüdüsünü besleye­rek İnsan emeği için çok geniş bir saha temin etmiştir. Başka bir ifadeyle Kur'an, kişiye ve­rimli faaliyetler için çok geniş fırsatlar sağla­yarak, onun bencil ve hırslı tabiatını arıtmaya çalışmıştır.

Meariç Suresinde bütün ekonomik faaliyetle­rin temeli olan insan tabiatı şöyle açıklanmış­tır: "Muhakkakki insan pek hırslı ve sabırsız olarak yaratılmıştır." (70: 19). Hırs, insanı hu­zursuz, sabırsız ve maddi servet için çabala-maya istekli yapar ve bu münasebetle onu ve­rimli faaliyetlere teşvik eder. Kişi, devamlı ar­tan İhtiyaçlarını tatmin için daha fazla çalışır, bunun sonucunda o, üretim alanında aşın bir performans gösterir.

Meariç Suresi'nin başlığı hayatın her alanında, insan İçin büyük ve sınırsız ilerlemeleri önce­den belirtir. Sure, kişiye kendi belli gayretle­riyle bu kainatta büyük ekonomik ilerlemeler yapabileceğini ima eder. İnsanın tabii hırsı, insana kuvvetli bir dürtü sağlar. Eğer bu dür­tüye uygun bir şekilde yol gösterilir ve yönetilirse insanı büyük bir zirveye ulaştırır. İnsa­nın ilerlemesi, çok yönlü isteklerini tatmin için gayretini sürdürdüğü müddetçe devam edecektir. İnsan, üretim tekniklerini, yeni ve gelişmiş metodlan icad etmeye devam ede­cektir, ve bu münasebetle zamana göre deği­şen talepleri ile hayat standardını aynı çizgide devam ettirecektir. İnsan tabiatı, Ali İmran Suresinde başka bir şekilde tasvir edilir: "Ka­dınlar, oğullar, altın ve gümüşten yığın yığın biriktirilmiş birçok mallar, salma atlar, hay­vanlar ve ekinlerden -ileri gelen- şehvetler sevgisi insanlar için bezenip süslenmiştir." (3: 14).

Zenginlik ve güç kaynaklarına sahip olma ar­zusu oldukça tabiidir. İnsan, altın ve gümüş (üretim kaynakları)e düşkündür. Bu mal ser­veti (ve tüm bunun temsil ettiği şeyler) insa­nın daha fazla gayret sarfetmesi için daimi bir teşvik unsurudur. İnsan, artan ihtiyaçlarını tat­min etmek için gayret sarfeder. İnsanın İhti­yaçları sınırsız olduğundan ihtiyaçları tatmin için gayret sarfı gitgide artar. Bu yüzden bu servet arayışının uygun bir şekilde yönlendi­rilmesi kesinlikle gereklidir. Eğer servet edin­me arzusu uygun bir şekilde yönlendirİlmezse modern toplumlarda şahit olduğumuz birçok kötülüklere vesile olacaktır.

Kapitalizmin olumsuzluklarından birisi de, in­sanları birbirlerine ve hayata karşı tam anla­mıyla materyalist bir tavır içine sokmasıdır. Bu davranış hâlindeki insanlar, Meariç Sure­sinde şöyle tasvir edilir: "... O (ateş), alevle­nen bir ateştir. Derileri kavurur, soyar. (Ken­dine) çağırır; sırtını dönüp gideni, (Mal) top­layıp kasada yığanı!" (70: 15-18).

Servete sahip olma arzusu kişiyi mal biriktir­meye ve bu malı toplumun kullanımından alı­koymaya iter. Bu tür insanlar toplumun men­faatiyle nadiren ilgilenirler ve geniş hazineler biriktirmeye devam ederler. Kişinin servete karşı aşırı sevgi şeklindeki bu bencil tutumu Kur'an'm birçok yerinde tasvir edilir: "O ki mal yığdı, onu saydı durdu." (104: 2).

Kapitalist, öyle derin bir servet birikiminin fa­sit dairesine dalmıştır ki oradan asla çıkamaz. O» daima servetini tekrar tekrar sayma ile meşguldür ve en azından eşit öneme sahip di­ğer meseleleri düşünecek ve tefekkür edecek çok az zaman bulur. İnsanın maddi meşguli­yetlere büyük önem vermesine ve hayatın maddi olmayan yönlerini tamamen ihmal et­mesine yol açan bu tutum toplum dengesini yıkar ve böylece topluma ızdırap ve keder ge­tirir. Kur'an-ı Kerim körü körüne servet istifi­ne karşı insanları uyarır ve boş mal sevgisini şöyle açıklar: "Muhakkak ki o insan Rabbine karşı nankördür. (Onun bunca nimetlerini he­saba katmada)." (100: 6).

Allah, insana kendisi ve toplum yararlanabil­sin diye büyük bir servet potansiyeli vermiş­tir. Fakat insan, Allah'ın ihsanını kendi bencil amaçlan için kullanarak Rabbİ'ne karşı nan­kör olur. Kişi, daha fazla servet kazanmak he­vesi ile, servetinde başkalarının da hakkı ol­duğu düşüncesinden uzaklaşır ve toplumun genel menfaatini gözardı eder. İnsan davranı­şçıdaki bu 'hak' fikri eksikliği, gerçekte, mo­dem toplumlardaki kötülüklerin temel sebebi­dir ve bu eninde sonunda toplumun çöküşünü ve yıkılışını getirir. (Milletlerin olduğu kadar) fertlerin iktisadî veya iktisat dışı amaçlan ara­sında ahenkli bir dengeyi muhafaza ettikleri sürece zenginleşip, refaha erişeceklerini; fakat denge sınırını aştıktan ve sağa-sola inhiraf et­tikten hemen sonra utanç ve zilletin derinliği­ne düşeceklerini söylemek yanlış olmaz.

Ayrıca, Kur'an-ı Kerim; Hristiyanhk, Budizm ve Hinduizm dahil diğer dinlerde vaz edilen riyazetçıliğe tamamen karşıdır. Tüm bu dinler riyazetçiliği tavsiye ederler, serveti ve onun değişik kullanımlarını kerih görürler. Diğer dinler takipçilerine, üretici faaliyetlerden ka­çınmalarını ve mümkün olduğu kadar ihtiyaç­larını azaltmalarını emrederler. Onlara göre başarı, istekleri ve arzuları azaltmakta yatar; bir kişi ihtiyaçlarını ne derecede azaltabilirse, o derece hayatta başarı ve izzete ulaşacaktır. Dünyevi hayat ve onun zenginlik ve servet şeklindeki bütün tezahürleri, diğer dinler tara­fından hor görülmüştür. Onlar şöyle iddia ederler: Bir kişi eğer mal üretimine ve diğer ekonomik faaliyetlere müptela olursa, o kişi mana aleminde mükemmeliyet ve temizlik ka­zanamaz. Kişinin ihtiyaçlarını gidermek için mal kazanmak amacıyla meşgul olduğu her tür ekonomik faaliyet, maddi hayatın zevkle­rine aşırı düşkünlük olarak mütalaa edilmiş ve bu yüzden diğer dinler tarafından bu faaliyet­ler hor görülmüştür.

Kur'an, bu görüşe şiddetle karşı çıkar. Değişik faaliyetler arasında denge fikrinin muhafaza edilmesi şartıyla, dünyevi ve uhrevi meşguli­yetler arasında gerçek bir ihtilaf yoktur. İnsan faaliyetlerini dünyevi ve uhrevi diye ayıran bir çizgi yoktur. Gerçekte bir insanın hareketi­nin uhrevi mi, dünyevi mi olduğunu, onun ni­yeti ve tutumu belirler. Ailesinin ve kendisi­nin ihtiyaçlarım temin için ekonomik faaliyet-. lerle meşgul olan, Allah'tan korkan bir kişi, bîr inziva yerinde sürekli ibadetle meşgul, ama başkalarının getireceği yiyeceğe, giyece­ğe bağımlı bir kişiden daha dindar, daha ruha­ni ve daha iyi bir kişi olarak mütalaa edilir.

Yüce Kur'an bunun için bize bir taraftan ha­yata karşı, insanlar arasında sağlıklı ve yüce eğilimlerin gelişmesine yardımcı olan dengeli bir bakış sağlamış, diğer taraftan ise insanla­rın üretici faaliyetlerine bir teşvik temin etmiştir. Böylece İslam güç ve servet kazanımı için sınırsız kaynaklar sağlayabilecek araştır­ma ve deneylere geniş bir saha açmıştır. Bize bu dünyadaki herşeyin, insanın kullanması için yaratıldığı söylenmiştir Tüm yıldızlar, ay, güneş ve dünya insana hizmet için yaratılmış­tır. Bundan dolayı, bu tabii kuvvetler, eğer in­san bunlardan yararlanabilirse, onun emrin­dedir. Kur'an'da açıkça kişinin ne için çabalar­sa onu elde edeceği belirtilmiştir, insanın sü­rekli ve yoğun emeği, onun tabii kaynaklan, kendi iyiliği için, doğru ve uygun bir şekilde kullanma yollarını bulmasını mümkün kıla­caktır. Hakikaten, Kur'an-ı Kerim kişiye kâ­inatın gizli sırlarım insanlığın yararı için keş­fetmesi ve tecrübe etmesi yolunda büyük bir ivme sağlamıştır.

İnsan hayatında ekonomik faaliyetin büyük önemi karşısında Yüce Kur'an ticarete hacc süresince bile izin vermiştir: "Arafattan indi­ğinizde, Rabbinizden rızık istemenizde bir gü­nah yoktur." (2: 198).

Böylece hem masraflarını bu şekilde karşıla­yabilecek olan dürüst tacirin yararına, hem de aksi takdirde zaruri ihtiyaçları açısından bü­yük bir zahmet içerisine girecek hacıların ge­nelinin yararına meşru ticarete izin verilmiş­tir. "Rabbinizin Rızkı" kelimelerinin kullanıl­ması açıkça gösterir ki "iyi-dürüst ticaret" topluma hizmet ve dolayısıyla Allah'a bir tür ibadettir. (Yusuf Ali, The Holy Quran; sh. 79, dipnot. 219). Yine Cum'a sûresinde şöyle buyrulur: "Namaz kılındıktan sonra yeryüzü­ne dağılın ve Allah'ın lütfundan (nasibinizi) arayın. Allah'ı çok anın ki kurtuluşa eresinîz." (62: 10)

Yukarıdaki ayette de açıklandığı gibi İslam'ın temel prensibi açıkça şunu ifade eder: Dinin bizzat kendisi ve getirdiği ahlak telakkisi refa­hın ve mal kazanımmm karşısında değildir, aksine her ikisi de hayatta erişilecek bir mü­kemmel mutluluk ve saadetin bütünleyicisi-dirler. Hacc bir ibadet şeklidir, ama haccın bir İbadet olması Allah'ın Kanunu'na gereken hürmeti gösteren muttaki bir insanın bu hacc günleri süresince ekonomik faaliyette bulun­masına ya da maişetini kazanmaya çalışması­na engel değildir.

Dünyada insanlar sık sık, hem ahlâki hem de ekonomik faaliyetlerinde doğru yoldan çıkar­lar. Aşırılığa gider ve Hak Yol'u unuturlar. Ya ahlâki prensipleri tamamen bir tarafa atıp ha­yatın ekonomik meşguliyetlerine aşın müpte­la olurlar ya da, diğer asriliği kaçar, sofuluğu benimser, dünyevi hayatı yüzüstü bırakırlar.

Hayatın bu iki aşın ucu arasındaki Hak Yol or­ta yoldur ve "Ey Rabbimiz! Bize dünyada da , Ahirette de iyilik ver." diyen kişi gerçek başa­rılı hayata kavuşur.

Bu, İslam'ın insana erişebilmesi için gayret sarfetmesini öğütlediği en üstün bir amaçtır. İslam, kişiden çok kazanmak için çalışmasını ve başarılı olmasını ve yüksek bir hayat stan-dartını muhafaza etmesini ister. İnsanın eko­nominin kölesi olmasını istemez, bundan do­layı servet kazanmak için gayret sarfedilme-sinde ısrar eder. Bir defasında Peygamber @ "Sizin en hayırlınız, dünyası için Ahiretini, Ahireti için de dünyasını terketmeyen ve baş­kalarına yük olmayanmızdır" buyurmuştur. Burada Peygamber @ hayatın farklı yönlerin­de dengeyi muhafaza eden, diğer insanlara yük olmayan kişileri övmüştür.

İnanan insanların ekonomik faaliyetlerinin hızlanması ve onlara bu amaçla daha çok fır­sat ve zaman sağlanması için Müzzemmil sûresinin son ayeti ile, gece ibadeti farz ol­maktan çıkarılmıştır. Benzer şekilde, Peygam­ber @ ailenin rızkı için çalışmayı Allah yo­lunda cihada eşit saymıştır.

Peygamber @ 'in  şöyle  buyurduğu  rivayet edilmiştir: "Benden Önce gelmiş bütün pey­gamberler avcılıkla ve çobanlıkla (çöllerde ve ormanlarda) meşgul olmuşlardır.." (Bu, onla­rın hayatlarını temin etmeleri için tek yol-du).Cemaatle ibadet etmeye gelince, cemaat­ten ayrı olduğunuzda rızkınızı arıyor olmanız yeterli bir mazerettir. Yeter ki cemaati sevin, cemaatteki insanları sevin, Allah'ın adını se­vin, Allah'a dua edeni .sevin ve aileniz 4çin he­lal bir rızık kazanmayı isteyin. Aileniz için helal bir rızık elde etmek, Allah adına savaş­mak gibi olduğu için buna gayret sarfetmeniz gerekir. (Taberani),

Bu hadisin gerisinde şöyle bir hikaye vardır. "Sahabeden birisi Peygamber @'a , mesleği­nin ve geçim vasıtasının avcılık olması müna­sebeti ile ormanlarda ve çöllerde yaşadığını ve bu nedenle sık sık Cuma namazını kaçırdı­ğım söyleyip Peygamber'den @ tavsiye istedi. Bir keresinde insanları, (Cuma) cemaatini ka­çıran kişilerin evlerini ateşe vermek istediği hususunda uyarmış ve ezan sesini duyan bir âmânın bile cemaatten hariç tutulmasını red­detmiş olan Peygamber @ bu Özürü duyunca sahabelere ailelerinin geçimi için helal bir ka­zanç elde etmek amacıyla çalışmalarının Al­lah adına savaşmak gibi olduğu için, gayret sarfetmelerini buyurdu. (Taberani).

Gerçekten Peygamber @ bu birkaç sözle dün­yanın en zor ekonomik problemini çözmüştür. Hakikatte Peygamber @ aşırılıklar arasında itidale dikkat çekmiş ve böylece insanların Önüne açık ve dengeli bir yol çıkarmıştır. Pey­gamber @'m, hayatın maddî ihtiyaçları için gayret sarfetmenin gerekliliğini vurgulayan birçok hadisi vardır. Burada, ekonomik müca­delenin ehemmiyetini vurgulayan bazı hadis 4 şerifleri zikrediyoruz:

"Helal bir nzk temini namazdan sonra en Önemli farzdır. Sabah ibadetinizi bitirdikten sonra, geçiminizi kazanana kadar uyumayın." (Kanz al-A'mal, c. II).Sadece, nzık temini için uğraşmakla affedilmesi mümkün olabilecek belirli günahlar vardır. (Taberani).

Eğer müslümanlar ülkelerinin ekonomik kay­naklarından yararlanma hususunda Kur'an-ı Kerim'i ve Peygamber @'m sünnetini öğren­seler ve öğrendiklerine göre hareket etselerdi kesinlikle diğer dünya ülkelerinden çok daha çabuk gelişirlerdi.

Peygamber @'m doğumu zamanında Arapla­rın yoksulluğu herkesçe bilinen bir şeydi. Fa­kat, O'nun Medine'ye hicretinden 20 yıldan daha az bir süre sonra, Kur'an'ın ortaya koy­duğu ekonomik esaslar, zamanın pratik prob­lemleri için, Peygamber (S> ve onun halefleri tarafından uygulandığında, durum tamamen değişmişti. Fakir ve ezilmiş ülke çok kısa bir sürede, hayatın her alanında dünyaya yol gös­teren bir ülke oldu. Bu, zamanın meselelerine Kur'an'ın hükümlerinin yerli-yerince uygulan­masının doğrudan bir sonucu idi.

Şayet Kur'an'ın kavramları açıkça anlaşılıp zamanımızın ihtiyaçları için dikkatlice ve ger­çekçi olarak uygulanabilse günümüzde de ekonomik alanda aynı sonuçlann elde edilebi­leceğine tamamen eminiz.

Gerçekte şu ki, meselelerimiz, önceki zaman­larla karşılaştırıldığında daha çok ve karma­şıktır, fakat, Kur'an'da belirtilen insan davra­nışlarını düzenleyen ilkeler hâlâ aynıdır ve bu ilkeler güncel meselelere tedbirli ve akıllı bir şekilde uygulanırsa önceden olduğu gibi eko­nomik alanda yine köklü değişiklikler getire­bilir.

 

Üretimin Önemi

 

Bir milletin başarısının belirlenmesinde ve halkının hayat standartlarında en önemli nokta olan mal üretimine Kur'an büyük önem ver­miştir. Hem Kur'an-ı Kerim'den, hem de Sün-net'ten, diğerlerinden geri kalmasınlar veya başarısız olmasınlar diye Müslümanlara mal üretimi için sıkı çalışmalarının öğütlendiğini gösteren birçok Örnek verilebilir.

Kur'an, kişiye geçimini elde etme yolunda da­ha çok çalışması İçin tekrar tekrar ısrar eder: "Onun fazlından arayasınız..." (28: 73; 29: 17), "Ve O'nun ihsanından aramanız..." (30: 23). Eğer biz Kur'an'ı inceden inceye araştırır-sak nafaka elde edilmesi için insanın gayret sarfetmesi gerektiğinin ısrarla vurgulanması­nın sebebini anlarız. Sebep, nafaka temininin İslam'ın esas İlkelerinden biri olmasıdır. Kur'an bize başarılı ve mutlu bir hayat elde et­mek için sıkı ve gayretli bir çalışma içinde ol­mamız gerektiğini hatırlatır. Eğer bir insan gerekli gayreti sarfetmede başarısız olursa, sa­dece gıpta edilen müreffeh ve mutlu bir hayat­tan mahrum kalmaz, hatta aşırı bir yoksulluğa ve açlık durumuna da düşebilir. Kur'an'ın meşhur "hakikat, kişiye çabaladığından başka birşey yoktur." (53: 39), ayeti isteklerini tat­min için gayret sarfetmeyen, Allah'ın aşikar arzusuna muhalif olarak tembellik eden ve ka­dere dayanan insanlara bir uyarıdır.

Yüce Kur'an kişiye, kendi gayretleriyle bu dünyadaki herşeyi elde edebileceğini açıkça bildirir. Kur'an İslam'ın "itidal ilkesi" uyarın­ca kişinin kendi hayatının mimarı olduğunu açıklar. İnsan kendi hayatım kurabilir. Herşey insanın varhğmdadir. O istediği herşeyi elde edebilir, ama çaba gereklidir. Şu ayette kişiye hayatın maddi ihtiyaçlarını elde etmesi için gayretlerine devam etmesi öğütlenir: "Onun rızkından isteyin." (4: 32).

İnsan hayatında maddî varlık o kadar Önemli­dir ki "Allah'ın ihsanı" olarak isimlendirilmiş­tir. Ve insana maddi varlığını arttırması için, Allah'a dua etmesi Öğütlenmiştir. Böylelikle bir bakıma, kişiye, ahlaki ve maddi yönleri arasında bir denge ve ahengi muhafaza etme yolu gösterilmiş olur. İlk olarak kişiye maddi varlık kazanması için çalışması öğütlenmekte, sonra da onun devamı için dua etmesi söylen­mektedir. Başka bir deyişle, kişi Önce ihtiyaç­larını elde etmek için elinden geleni yapmaya çalışmalı ve sonra da Allah'a dua etmelidir ki AHah onun rızkını arttırsın. Bu, kişinin eko­nomik meşguliyetleri arasında dahi Allah ile alakasını kesmemesini sağlar. Kişi asla kendi­sini ümidi kırılmış, hayal kırıklığına uğramış veya mağrur hissetmez. Eğer herhangi bir za­manda kişinin gayretleri, onun beklentilerin­den daha verimli olursa Allah'a karşi nankör olmaz, etrafındaküeri istismar veya onlara zulmetmez, aksine nezâketle davranır. Diğer tarafta, eğer insan bütün çabalarına rağmen yeterli servet elde edemiyorsa, ümidi kırıl­maz, Allah'a güveni değişmez ve daha gayret­li olur.

Bu bize Kur'an-ı Kerim'in şu ayetini hatırlatır: "Allah, iman edenleri dünya hayatında ve ahi-rette sapasağlam sözle sebat, içinde kılar..." (14: 27).

Bu dünyada hayatlarının ıslahı için samimi ve ciddi çalışan insanlara sürekli ve kalıcı bir amaç vadedilir. Bu ayette, Yüce Kur'an (mil­letlere olduğu kadar) ihtiyaçlarını karşılamak İçin daha çok mal üretmede samimi ve aralık­sız olarak çalışan fertlere basan ve istikran garanti eder. Bu dünyada başarı ve zaferin tek şartı vardır: Çok çalışmak. Eğer bir kişi çok çabalamazsa dünya hayatında istikrar ve başa­rıyı bulamayacaktır.

İnsan durmadan daha fazla kazanmak için sı­nırsız isteklere sahiptir. Kişi mal elde etmek İçin ne kadar çok çalışırsa devamlı artan istek­lerini o kadar tatmin eder. Eğer fertler (veya milletler) bu rekabet dünyasında hayat stan­dartlarını geliştirmek isterlerse, üretim teknik­lerini ve metodlarmı geliştirmek ve düzenle­mek için daha sıkı çalışmak zorundadırlar, ak­si takdirde daha ileri ve çalışkan fertlerden (veya milletlerden) geri kalırlar. Bu nedenle Yüce Kur'an bu gerçeği teyid eder ve servet üretimine büyük Önem verir. Kur'an, kişiye gayreti, parası, becerileri ve zekası sayesinde kâinatın sınırsız tabii kaynaklarını nasıl kulla­nacağını ve bunlardan nasıl yararlanıp nasıl ilerleme kaydedebileceğini değişik şekillerde belirtir.

Yüce Kur'an her fırsatta insanlara sınırsız ta­bii zenginliklerden yararlanmanın türlü türlü yollarını kısaca göstermiştir; kişiye tarımdan, madeni kaynaklardan, tabii servetlerden, ha­berleşme ve taşımacılıktan üretimin ilerlemesi alanında nasıl yararlanabileceğini belirtmiştir. Kur'an-ı Kerim sürekli olarak, müslümanlarm sadece ekonomik ve sosyal sistemin gelişmesi için sıkı bir gayret sarfetmeleri gerektiğini tasvip etmekle kalmayıp, aynı zamanda diğer milletlerden geri kalmasınlar diye üretim tek­niklerini ve metodlarmı geliştirmeleri için bir ivme de sağlamıştır.

Ankebut sûresinde, kişinin değişik tabii kay­naklardan geçimini araması istenir: "O halde rızkı Allah katında arayın." (29: 17). Rızk ke­limesinden kasıt Allah'ın ihsanı manasına ge­lip insanın kullanabileceği ve fayda elde ede­bileceği herşeydir. Rızk çok kapsamlı bir te­rimdir, zahiri ve potansiyel bütün tabii nimet­leri kapsar. Kısaca insan hayatında gerekli olan bütün geçinecek şeyler anlamına gelir. Aynı zamanda rızk kelimesi kişinin tabiattan değişik faydalar elde etmesi için daha sıkı bir mücadelede bulunmak zorunda olduğunu da ima eder. Allah'ın bir ihsanı olan yağmur da rızk olarak isimlendirilir.

Rızk, umulmadık bir kazanç; görünürde elde edilme ümidi yokken kişinin emeğiyle erişe­bildiği kazanç anlamına gelir.

"Allah katından" ifadesinin kullanılışı çok önemlidir. İnsamn gayreti sayesinde elde ede­bileceği tabiatın gizli servetlerine işarettir. Topraktaki, sudaki ve havadaki tüm bu nimet­ler insanın mirasıdır ve kişi akıllıca teşebbüsü ve gayreti sayesinde tüm bunlara sahip olabi­lir.

Bu tabii miras Allah'ın bir ihsanıdır ve hiç kimse onu insandan alıp götüremez; aşağıdaki ayette gösterildiği gibi: "Erzak (tüm toprak, su ve havadaki mal varlığı) insan içindir..." (50: 11). "İnsan içindir" diyerek Kur'an-ı Ke­rim tabiatın tüm gizli hazinelerinin İnsan için yaratıldığı gerçeğini vurgulamaktadır, fakat kişi onları elde etmek için gayret sarfetmek zorundadır. Bu, Kur'an-ı Kerim'in aşağıdaki ayetinde daha açık bir şekilde tekrarlanmıştır: "O, yeri size has kılmış olandır, o halde O'nun arzında yürüyün ve O'nun rızkından yeyin." (67: 15).

Bu ayette, kişiye rızkı için dünyayı araştırarak gezmesi söylenmiştir. Eğer bir yerde rızk ko­nusunda kıtlık varsa, kişi, ihtiyaçlarını elde et­mek için herşeyin bol olduğu bir başka yer bulup oraya taşınmalıdır. Bu dünyada var ol­ma için mücadele devam eder gider ve asla son bulmaz. Bir kişi hiçbir zaman 'erişilebile­cek en yüksek nokta burasıdır ve bundan daha ileri gidilemez' diyebileceği bir seviyeye ula­şamaz. Hayat var olduğu müddetçe onun iyi­leşmesi için çaba devam eder. Yukarıdaki bahsi geçen âyet ihtiyaçları elde etmek için insanın verdiği mücadeleyi böylece canlandı­rır.

Yine şöyle buyrulur: "Allah, yeri sizin için bir yaygı (olarak) kıldı. Öyle ki, onun içinde ge­niş yollarında gezip-dolaşırsınız diye." (71: 19-20).

Burada dünyanın yaratılış amacının, rızkını elde etmek için dünyada yararlansın diye in­sanın hizmetine verilmesi olduğu hatırlatılı­yor. Rızk temini insanın gayretine bağlıdır. Eğer insan çok sıkı ve elinden geldiğince çalışırsa, ona zenginlik, bol mükafat ve kazanç­larında sınırsız basan temin edilir. Nebe Sure­sinde "Gündüzü bir geçim vakti yaptık." (78: 11) buyurulmuştur.

"Maişet" kelimesi bu ayette geçimi ve rızkı arama anlamında kullanılmasına rağmen yu­karıda bahsedilen ayette "Allah'ın ihsanı olan nzk ve geçim" anlamında kullanılmıştır ve her iki ayette de çok geniş bir anlamda kulla­nılmış olup hayatı hem mümkün kılan hem de hoş ve hoşnut edici kılan tüm şeyleri kapsa­maktadır. Kur'an-ı Kerim'in diğer birçok ayeti gibi bu ayet de şunu açıklar ki, bu dünyada zaman ve mekan, rahat bir hayat sağlaması ve isteklerini elde etmek için mal kazanması gayretlerinde kişiye yardım etmek içindir. Başka bir deyişle, bütün tabii güçler sadece insanın rızkını elde etmesi için fırsat sağla­mak amacıyla vardır. Daha çok mal kazanmak için çok sıkı çalışan insanlar böylece, Allah'ın aşikâr iradesine uygun olarak hareket ediyor ve birbakıma O'nun yaratış amacını ifa edi­yorlar. Diğer yanda maddi istekleri tatminden kaçınmayı öğütleyen ve evlenmemeyi, inziva­ya çekilmeyi savunan insanlar gerçekte Al­lah'ın iradesine zıt hareket ediyorlar ve böyle­ce insanın yaratılış gayesini ortadan kaldırı­yorlar. "Maişet" kelimesi aynı zamanda kişi­nin kendi çabaları (araştırmaları) olmaksızın başarılı olamayacağını İma eder. İnsanın gay­retleri daha iyi ve daha başarılı bir hayat için ön şarttır. Bu, aşağıdaki ayette de görülebilir: "Allah'ın fazlından arayın." (62: 10).

"İbtagû" kelimesinin anlamı kazanç için sami­mi bir arzu ve gayret sarfetmektir; kazanç ara­mada aşın gayreti belirtir; fazî ise insan haya­tını daha çok yücelten ve mutlu yapan herhan­gi bir çeşit ekonomik gelişme anlamındadır. Bolluk içinde ve başarılı bir hayatı ifade eder. Bunun için kişiye bolluk içinde ve konforlu bir hayat edinebilmesi için sabit ve sürekli bir gayret gerektiği anlatılır. Dünyada elde edile-miyecek hiçbirşey yoktur. Herşey kişinin menzili içindedir, yeter ki kişi onu elde ede­cek kabiliyete ve iradeye sahip olsun. Bu ilke hem fertler hem de milletler için geçerlidir. Rızıklann araştırmak için uğraşanlar, yeni ve devamlı artan ihtiyaçlannı tatmin için birçok değişik üretim teknikleri ve mallar bulabilirler.

Kur'an, kişinin hakkı olan payı elde etme ve ihtiyaçlarım tatmin için çaba sarfetme içgüdü­süne büyük bir ivme sağlar; hatta insana sade­ce temel ihtiyaçlarını değil, bundan fazlasını elde etmesi için dünyanın gizli hazinelerini araştırmasını bile tavsiye eder: "O ki, yeryü­zünde ne varsa hepsini sizin için yarattı." (2: 29). Kur'an burada Müslümanlara dünyanın gizli hazinelerini araştırma görevi veriyor. Dünyanın bütün malları insanın mirası olarak yaratıldı. İnsan, hakkı olan mirası kazanmak için her türlü gayreti sarfetmelidir ve hiçbir durum altında gevşememeli veya hayâl kırık­lığına uğramamalıdır.

Cemian kelimesi, dünyanın üstünde veya al­tında, bilmen veya bilinmeyen herşeyin insa­na ait olduğunu vurgular. Dünyadaki her türlü malı bulmanın ve onlardan faydalanmanın in­sanların hakkı olduğu görüşü kesinlikle vurgulanmıştır. Dünyadaki herşeyin insana fay­dası vardır gerçeği Kur'an-ı Kerim'de şöyle belirtilir: "Ey Rabbimiz! Sen bunları boş yere yaratmadın." (3: 191). Şimdi Müslümanların görevi, bu dünyadaki herşeyin bir fayda sağ­ladığını, faydasız hiçbir şeyin olmadığını dün­yaya isbat etmektir. Bu, tabiatıyla insanlara tabii kaynakların sınırsız faydalarını göster­mek açısından özellikle üretim alanındaki araştırmalar ve deneyler için çok geniş fırsat­lar açar. Kur'an-ı Kerim insanların değişik za­manlarda değişen ihtiyaçlarına uydurmak için üretim tekniklerini ve metodlarını modifiye etme, hatta değiştirme fırsatı da sağlar. Böyle­ce, üretim sürecindeki veya teknikteki değiş­meler yukarıda bahsedilen ayette tam mana­sıyla yansıtılmaktadır. Bu ayette bildirildiği gibi üretimin gerçek önemini düşünmek ve anlamak ve kişinin verimli çabalarıyla edine­bileceği yüksek İdealleri dünyaya göstermek müminlerin görevidir.

Meşhur Pakistanlı mütefekkir ve şair Dr. Mu-hammed İkbal Kur'an-ı Kerim'in mesajını doğru bir şekilde İfade etmiştir: "İslamın ruhu maddeye yakınlaşmaktan çekinmez." İkbal bu sözleriyle Kur'an'm şu ayetine işaret ediyordu: "Allah'ın sana verdiği (bu servet) içinde ahiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma..."

(28: 77). Bu ayet, zenginliğin getirebileceği faydalarına ve bu zenginliğin elde edilmesi için İnsan tarafından harcanması gereken gay­rete işaret etmektedir.

"Hissenizi" kelimesinin kullanılması, fertlerin hakkını vurgular ve bu münasebetle, servet kazanmak konusunda kişiye sürekli bir dürtü sağlar. Bu kelime servet elde etme mücadele­sinde kişiye bir nevi güç sağlamaktadır, böy­lece kişi kendi servet hissesini kazanmak için yeteneklerinin elverdiği ölçüde ve çok sıkı ça­lışır. Bu hisse hayat standardım geliştirmek için insanın gayret göstermesi ve mücadele et­mesi üzerinde büyük bir psikolojik etkiye sa­hip gibi görünmektedir. Bu hisse kişiye hak­kını kazanmak ve aynı zamanda gizli hazine­leri insanlığın yararına açığa çıkarmak için gayret sarfetmesi ilhamını verir. Bundan dola­yı Kur'an-ı Kerim'in ayetleri, sadece insana daha fazla servet elde etmesi için bir dürtü sağlamakla kalmaz, aynca ferdi ve sosyal re­fah arasında doğru dengeyi de muhafaza eder.

Bundan başka Kur'an'm ayetleri, işçiler ve iş­verenler arasındaki sorumluluk anlayışım ge­liştirir. İşçiler bir bakıma kendi işlerim yaptık­larını bildiklerinden daha bilinçli çalışırlar. İş­çi kesimindeki bu bilinç onların verimlerini giderek arttırır ve sonuçta üretim de artar. Ay­rıca, bu anlayış fabrikalarda cana yakın ve sa­mimi bir atmosfer oluşmasına yardım eder, ki bu, işçilerin işlerini sanki iş kendilerininmiş ve kendileri için çalışıyorlarmış gibi dürüst ve verimli yapmalarını sağlar; işverenler de, işçi­ler sanki onların ortaklan imiş gibi, sevgi, muhabbet ve şefkat dolu olurlar. Sonuçta e-mek ve sermaye arasındaki ilişki samimi ve cana yakın olur ki bu, her ikisinin de yararına üretimde verim oranının artmasına yardım eder. Böyle bir toplumda, kapitalist sistemde sık sık karşılaşılan grev ve lokavtlar olmaz; yine komünizmin zıddına, bu sağlıklı atmos­fer, ortak fayda ve samimi ilişkilerin sonucu­dur, kendiliğinden ve hiçbir harici baskı ol­maksızın oluşur. Genelde bu durum hayatın diğer alanlarında ve üretim alanında insanın çabalarına büyük bir ivme sağlar. Yüce Kur'an insanın sadece bu dünya zenginlikleri için değil, uzayın zenginliklerinden faydalan­mak içîn de kâinâtm sırlarını gözönüne koy­mak yönünde gayret göstermesinin önemini vurgular. Dünyanın Ötesinde araştırma yap­mak için yapılan bu uyancı mesaj Kur'an'da zaman zaman tekrarlanmıştır. İşte buna birkaç örnek: "O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendinden size musahhar kıldı." (45: 13). "Si­zin için güneşi, ayı, geceyi ve gündüzü teshir etmiştir." (14: 33).

Kur'an-ı Kerim'de açık ifadelerle kainatın ta­mamının insanın emrine verildiği belirtilmek­tedir. Kişiye, dünyanın, ayın ve yukarıda bah­sedilen herşeyin insanın hizmeti ve kullanımı için yaratıldığı hatırlatılır. Güneş ve tüm gü­neş sistemi insanın ihtiyaçlarını karşılamak için vardır. Şimdi herşey kişinin, tabiat kuv­vetlerini kendi faydası için kullanılır hale ge­tirmek amacıyla elinden geldiği kadar sıkı bir gayret sarfetmesine bağlıdır.

Peygamber <3)'ın ashabı, üretimin İnsan haya­tındaki önemini idrak etmişler ve bu sebeple ihtiyaçlarını temin için servet kazanmak yö­nünde hiçbir gayretten kaçınmamışlardır. İkinci Halife Ömer daima insanları daha iyi bir geçim aramak için uzak topraklara gitme­ye teşvik etmiştir. Hz. Ömer şöyle derdi: "Ge­çiminizi dünyanın gizli kalmış hazinelerinden arayın." (Kanz-ül Amwal, c. II). Bir keresinde yine şöyle buyurdu: "Sizden hiçbirinizin geçi­mi İçin gayret sarfederken ümidi kırılmamali-dır, bilakis onun için daha sıkı çalışmalıdır." (İhya el -Ulum, c. II). elde etmek isteyen her kişi için meşru maddi (servet) kaynaklarını araştırmak gereklidir" (Ithaf-us Sadah, c.V, sh. 217).

 

Üretimde Adalet Ve Eşittik

 

İnsanlara Kur'an tarafından mülk kazanmak için sıkı çalışmalarının öğütlenmiş olduğu bir gerçektir, fakat servet edinmenin sadece dü­rüst ve adil metodlan salık verilmiş ve onay­lanmıştır; toplumda hoşnutsuzluk doğuran ve nihayetinde toplumu yıkıma götüren haksız ve yanlış metodlar kerih görülmüştür. Böyl> ce İslam'ın ekonomik sistemi, komünizmin diktatörlüğünden ve kapitalizmin sömürüsün­den ve zorbalığından azadedir. Bu amaca erişmek için İslam, insanlara ne kapitalist sistem­de olduğu gibi ekonomik uğraşlarında istedik­leri kadar ve hoşlarına giden herhangi bir yol­la mülk kazanabilme konusunda tam bir ser-bestiyet verir, ne de insanları komünizmde ol­duğu gibi, kişisel özgürlüklerini tamamen kaybettikleri ekonomik kontrolle sımsıkı bağ­lar. İslam, insanlara, toplum menfaatine zarar vermeden ve diğer fertleri sömürmeden mal kazanabilmeleri için adaletli ve eşit üretim prensipleri sağlar.

Kur'an-ı Kerim dürüst, adil ve her iki taraf için faydalı olan karşılıklı alış-verişlere izin vermiştir, ancak bir (veya daha çok) ferdin kazanmasının diğerinin (veya diğerlerinin) kaybetmesini gerektirdiği veya bir kişinin (veya daha çok kişinin) kazanmasının toplu­mun genel menfaatine zararlı olduğu servet kazanma yollarını tasvip etmemiştir. İnsanla­ra, Nisa suresinde, dürüst ahş-verişi muhafaza etmeleri ve dürüst olmayan ahş-verişten ka­çınmaları öğütlenmiştir: "Ey inananlar! Ara­nızda mallarınızı batıl sebeplerle yemeyin; an­cak sizden karşılıklı bir nzadan bir ticaret ol­ması başka. Kendinizi (ve birbirinizi) öldür­meyin. Şüphesiz Allah çok esirgeyicidir. Her kim (sınırı) aşarak ve haksızlık ederek bunu yaparsa, Biz onu yakında ateşe sokacağız." (4: 29-30).

Seyid Murteza Zubeydi, Hz. Ömer'in bu söz­lerini yorumlarken şöyle demiştir: "Geçimini saklar ve "birbirinizi öldürmeyin" sözleriyle-de saldırganı haksız davranışlarının kötü so­nuçları ile ilgili olarak uyarır. Eğer bir kişi uy­gun olmayan yollarla mal kazanırsa, sadece kendi işini bozmaz, aynı zamanda bunun so­nucunda diğerlerinin de işlerine zarar vererek (başkalarının da buna mukabele etmesiyle) kötü şartların meydana çıkmasına sebep olur.

Tedricen, fakat muhakkak "doğru olmayan metodlann" kullanımı toplum içinde yayıla­cak ve herkes mülk edinmek için aynı kötü metodu benimseyecektir. Bu, nefret hissinin, düşmanlığın, sahtekarlığın, kalleşliğin, rüşvet­çiliğin ve karşılıklı sömürünün toplumda üre­mesine sebep olacak ve dayanışmayı yıkacak­tır. Haksız alış-verişin sebep olduğu etkiler ve tepkiler "birbirinizi öldürmeyin" sözleriyle ta­mamen açıklanmıştır.

Gayri meşru yollarla mal kazanan hİIekarlar "Biz onları yakında ateşe sokacağız" sözleriy­le uyarılmaktadırlar, ki, onlar haksız hareket­leriyle kendilerini ve diğer insanları mahvet­mesinler. Hilekârlara yapılan bu uyarıdan sonra, insanlara iş ve ticaret alanında adaletli ve dürüst metodları benimsemeleri şu sözlerle emredilir: "Fakat sizden karşılıklı rıza ile bir ticaret olması müstesna." Bu nevi karşılıklı rı­za ve hüsn-ü ..niyet üretim faaliyetlerinde hem toplumsal hem de şahsi refah için gerek­lidir.

Aynı ilke Bakara sûresinde belirtilmiştir: "Aralarında mallarınızı haksız sebeplerle yeme­yin ve kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını günah yollarda yeme­niz için onu hakimlere aktarmayın." (2: 188).

Bu, Kur'an-ı Kerim'in bir önceki ayetine bir İlavedir. Burada insanlara, başkalarının malla­rını sahte belgelerle haksız yere elde etme im­kanına sahip olsalar bile, bu, diğer grubu hak­sızlık ve adaletsizlik olacağı için, böyle yapmamaları emredilmiştir. Böyle haksız ve uy­gun olmayan davranışlar ekonomik ve sosyal sistemi zamanla yıktığı gibi bu hareketleri ya­pan hilekarian da mahveder.

Bu ilke Peygamber @'ın hadisiyle daha İyi açıklanmıştır: "Şüphesiz ben (de sizin gibi) bir İnsanım! Zaman olur ki bana (sizden) iki hasım gelir de bazınız (haksızken) daha düz­gün ifadesi meram etmiş olabilir; ben de o be­liğ sözleri doğru zannederek onun lehine hük­medebilirim. Binaenaleyh kimin lehine bir müslimin (ve gayri-müslimin) hakkıyla hük-mettimse (bilsin ki) bu hak ateşten bir parça­dır. İster onu alsın, ister bıraksın!" (Buhari).

Peygamber <5>, bu hadisiyle, uygulandığında toplumda ahlâksızlığın Üremesini engelleye­cek olan ahlâki bir ilkeyi hatırlatmıştır. Eğer insanların ahlâki seviyeleri yüksek ve kuvvet­li olup ve diğerlerinin haklarına saygılı olur­larsa, o zaman ekonomik sistem kokuşmanın kötülüklerinden korunmuş olur ve hiçbir hak­sızlık vuku bulmaz.

Toplumsal fayda ve verimli üretim için gerek­li ahlâki ilkeleri açıkladıktan sonra, Kur'an, önceki milletlerin, karşılıklı alış-verişlerinde haksız've adaletsiz metodları benimseyerek nasıl helak olduklarım tasvir eder. Nisa sûresinde, yahudilerin zulmedici işlerini ve kötülüklerini onlatırken; "Ve onlar insanların mallarını haksızlıkla yerler." (4: 161) buyurur. Yukarıda tanımlandığı gibi, Yahudilerin helak olmalarının sebeplerinden birisi de, onların diğer insanların mallarını haksızlıkla elde et­meleri İdi. Bu da gösterir ki, haksız mal ka­zancı büyük bir günahtır ve toplumda ekono­mik eşitliği tedricen yıkan kötülükleri doğu­rur. Bu, Kur'an-ı Kerim'de haksız metodlarla kazanılan mala "pis" ve makul yollarla kaza­nılan mala ise "pak" denmesinin sebebidir.

Selçuklu döneminin izlerini taşıyan bir han. Tercan. XII. Yüzyıl Şu ayette haklı mal kazancı ile haksız mal ka­zancı arasında bir karşılaştırma yapılmıştır: "De ki: Murdarın çokluğu size hoş gelse bile murdarla temiz bir olmaz. Onun için, ey tam akıl sahipleri, Allah'tan korkun, olur ki, siz kurtuluşa erersiniz." (5: 100). Bu karşılaştır­madan sonra Kur'an şunu da belirtir: Helal yolla kazanılmış mal az olsa bile haram yolla elde edilmiş çok maldan daha hayırlıdır. Akıl­sız insanlar sık sık keyfiyetten daha çok kemi­yetle hükmederler. Onlar sayılarla afallarlar. Kalpleri, etraflarında gördükleri ne varsa onunla zaptedilir. Fakat feraset ve basiret sa­hibi insanlar farklı bir ölçü ile hükmederler. İyi ve kötü şeylerin birarada bulunmayacağım bilirler ve çok az bulunan en iyiyi dikkatlice seçerler ve her adımda karşılarına çıkmasına rağmen kötülükten kaçınırlar." (Yusuf Ali, The Holy Quran,c. I, sh. 274, not: 806).

Yukarıdaki ayette, akıllı bir kişi için az olsa bile helal yolla kazandığı temiz ve meşru geli­ri ile yetinmesi gerektiğine ve hiçbir durum altında malını arttırmak için haksız yolları de­nememesi gerektiğine dair bir ima vardır. Yü­ce Kur'an "olur ki kurtuluşa erersiniz" sözleri ile bir başka gerçeğe de ışık tutar: Eğer siz kendi iyiliğinizi ve toplumun iyiliğini isterse­niz, o zaman sadece adil ve dürüst yollarla mal kazanmalısınız. Gerçek ve sürekli başarı ve kurtuluş, herşeyde adaletli ve eşitlikçi ol­maktan geçer ve böylelikle hİçkimse üretimin ilerlemesinde yanılgıya düşürülmüş olmaz.

Kur'an, mal kazanmada doğruluğu ve adaleti benimseyen ve mal bolluğuna aldanmayan in­sanlar için kurtuluşu müjdeler. Bu ilke aşağı­daki ayette daha güzel açıklanmıştır: "Biz dünya hayatında da ahiret hayatında da sizin dostlarınızız. Sizin için orada nefislerimizin arzu edeceği herşey vardır, sizin İçin orada is­teyeceğiniz şeyler vardır." (41: 31). Her iki dünyada da ebedi saadet ve mutluluk dolu bir hayata nail olanlar, yukarıda da açıklandığı gibi, hayatlarını doğruluk ve adalet ilkeleri üzerinde sebatla kaim kılmış insanlardır.

Hakikatte, adil olmayan ve gayrı meşru yol­larla kazanılan tüm mülk İslam'da haramdır. Sadece adaletli ve eşit üretim metodlanna müsaade edilebilir ve birinin menfaatinin diğerinin kaybına bağlı olduğu, örneğin kumar piyango, spekülasyon v.s. tüm anlaşma sekili leri gayri meşrudur; bu, anlaşmalarda karşı­lıklı rıza varmış gibi gözükebilir, fakat ger­çekte bu zayıf durumu sebebiyle bir taraf üze­rinde uygulanan bir zorbalıktır, mesela faiz, toprak ağalığının (zenindarî sistemin) tüm tür­leri ve modern zamanda yaygın olan kapitalist sistemin çoğu uygulamaları bu gayrı meşru sı­nıfa dahildir.

 

Ekonomik Gelişme

 

İslamın önde gelen amaçlarından birisi de ki­şiyi yoksulluğun ve sefaletin zilletinden, kon­forlu ve mutlu bir hayata yükseltmektir; Hz. Peygamber @, yoksulluğa ve ızdıraplı bir ha­yata zorlayan esaret zincirlerini parçalamak ve insana geçiminde ve ibadetlerinde özgür­lük bahşetmek için gönderilmiştir. Bunun için Kur'an, kişinin verimli çabalarına büyük önem vermiş, hatta ona tabii zenginlikleri ge­liştirmesi için çok sıkı çalışması ve bu müna­sebetle daha yüksek bir ekonomik gelişme el­de etmesi yönünde ivme sağlamıştır. Bu an­lamda Yüce Kur'an'ın aşağıdaki ayet-i keri­mesi önemlidir: "(O) derecelerin (mearic) sa­hibi Allah'dandır." (70: 3). Mearic kelimesi-nin anlamı, merdiven veya başka bir şeyle yu­karı doğru yükselmedir. Bundan dolayı, mea­ric, kişinin verimli faaliyetlerinin doğrudan sonucu olan mutluluk ve saadet hayatı anla­mındadır. Ayet, yükselme yollarının sahibi olarak Allah'ı hatırlatır. O (Allah) ki, razı ol-duğu kullarına dünyada ölçüsüz yükselme (ilerleme) yollarım bağışlar.

Allah'ın ihsanı, Kur'an-ı Kerim'in aşağıdaki suresinde de şöyle belirtilmiştir:

"...Yaratışta, O ne dilerse arttırır. Şüphesiz ki Allah herşeye hakkıyla kadirdir." (35: 1).

Bu ayet, insanoğlu için bu dünyada daha iyi bir hayatın imkanlarını göz önüne serer. Allah tarafından bağışlanan melekeleri kullanan in­sanlar tabii kuvvetlerden faydalanarak imkan dahilinde olanı gerçeğe dönüştürürler. Bu insanlar daima başarı ve saadet ile mükafatlan­dırılırlar.

Aynı surede şu ayeti görmekteyiz: "...Güzel söz O'na çıkar, iyi amel onu yükseltir..." (35: 10). Kişinin başarılı ve sonuç veren verimli faaliyetleri onun hayırlı işleri olarak isimlen­dirilir. Allah'ın inayetine sahip bu faaliyetler dolayısıyla milletin refahını ve servetini arttı­rır. Aynı şey daha değişik bir yolla tekrar edil­miştir: "Bir halden başka bir hale elbette ve mutlaka yükseleceksiniz." (84: 19). Yukarıda­ki ayet-i kerime, kişinin tedricen ilerlemesi ve yükselmesinin açıkça ifadesidir. Kur'an, kişi­nin ilerlemesinin daha iyi ve başarılı bir haya­ta doğru olacağını Öngörmektedir. İnsanlara, burada sabit bir hızla ilerlemelerine devam edecekleri söylenmiştir.

Aşağıdaki ayet, insanlığın ekonomik ilerleme­sine yardımcı olan kişilerin verimli gayretleri­ni övmektedir: "Onu tertemiz yapan muhak­kak ki felah bulmuş, onu alabildiğine örten kimse ise muhakkakki ziyan etmiştir." (91: 9-10).

"Zekkaha" (tertemiz yapmak) kelimesi fazilet­li olmak, bayındır olmak; herşeyi açık veya bayındır yapmak; temizlemek; düzeltmek; ar­tış sağlamak ve "dessaha" (örtmek) kelimesi de gizlemek ya da saklamak anlamındadır.

Bu ayet gösterir ki her kişiye geliştirmesi için melekeler verilmiştir; fakat bazıları onları kul­lanır ve başarıya ulaşırken diğerleri onları bo­şa harcayıp açlık ve yoksulluktan ızdırap çe­kerler.

Bu anlayış Müslümanlara öylesine bir ruh aşı­lar ki, Müslümanlar tabii servet kaynaklarını uygun şekilde kullanmayı ya da onları geliş­tirmekte ihmal göstermeyi günah olarak kabul ederler. Arzda yerleşirler, toprağı işlerler, ti­cari ve endüstriyel alanlarda çok gayret sarfe-derler ve yeni üretim teknik ve yöntemlerini keşfetmek için her yola başvururlar. Hepsinin ötesinde, bu çabaların Allah katında büyük sevabı olacağını düşünürler.

Böylece bu ayet, insanlara, hayatta hakiki amaçlarının her alanda çok çalışmak ve verimliliği arttırmak ve böylece toplumun eko­nomik gelişme ve büyümesine katkıda bulun­mak olduğunu hatırlatmaktadır. Allah'a ger­çek hizmet, kişinin emeğiyle, toplumun eko­nomik gelişme ve zenginleşmesine yardım et­mesinde yatmaktadır. Hz. Ömer halifeliği za­manında, halkı, Hicaz'ın çıplak topraklarından ayrılıp, emekleri vasıtası ile servetlerini arttı­rabilecekleri ve böylece hem kendilerine, hem de toplumu zenginleştirebilecekleri uzak fakat verimli topraklara göç etmeye ikna etmiştir.

 

KISIM 13

 

ÜRETİM FAKTÖRLERİ

 

Üretimin önemini tartıştıktan sonra toprak, iş, para ve organizasyonu gibi değişik üretim faktörlerini tanımlamak istiyoruz.

 

Arz

 

Arz kelimesi burada çok geniş anlamda kulla­nılmıştır ve havadan, sudan ve dağlardan vs. elde edebileceğimiz tüm maddi kaynaklan kapsar. Hatta coğrafi durumlar, rüzgar ve ik­lim, arz kelimesinin anlamı içine girer. Kur'an^ arz kelimesini çok geniş anlamlarda kullanmış ve Önemini farklı vesilelerle açıkla­mıştır. Kişiye, kendi istifadesi için yaratılmış olan dünyevi şeyleri kullanması tekrar tekrar hatırlatılmıştır. Bütün kainat gerçekte sayıla-mayan isteklerini tatmin için dünyanm gizli ve potansiyel kaynaklarından yararlanabilsin diye insanın hizmetine verilmiştir. Şimdi Kur'an-ı Kerim ve Sünnetin ışığında arzın mal üretiminde kişiye yardımcı olabileceği değişik şekilleri sıralamaya ve açıklamaya ça­lışacağız.

 

Toprak

 

Üretimin en önemli faktörü, şüphesiz, üzerin­de yürüdüğümüz, çalıştığımız; evler, fabrika-İar inşa ettiğimiz ve aklımıza gelen herşeyi yaptığımız arzın yüzeyidir. Kur'an-ı Kerim, Bakara sûresinde kişiye yeryüzünde bir ev ve rızk sağlanmıştır buyurur ve şöyle bildirir: "Yeryüzünde sizin için bir vakte kadar yerleş­me ve geçinme vardır." (2: 36). Önceden de açıklandığı gibi nzk, günümüzde ya da gele­cekte ortaya çıkabilecek olan tüm insan ihti­yaçlarını kapsar. Allah, kişiye bu gezegende hayatın her safhasında devamlı artan İhtiyaç­larını karşılaması için bu dünyada daimi bir servet kaynağı garanti etmiştir. Eğer bazı ara­ziler, yoğun tanm ya da diğer sebeplerden do­layı hektar başına düşük bir verim oranına sa­hip olursa, bu ayeti kerime ile insan kendisine vadedilmiş olan rızkını elde etmek için topra­ğın verimini arttıracak yeni yollar keşfetmek hususunda sahip olduğu bütün kabiliyetini kullanmaya teşvik edilir. Kur'an-ı Kerim'de eğer gerçekten Allah'a inanıyorsa, kendisine ait rızkı elde etmek için gayret göstersin diye insana her adımda yeni bir mesaj vardır.

Allame Cessas, Hud suresinin "O ki sizi top­raktan yarattı ve sizi onun içine yerleştirdi" ayeti hakkında şu yorumu yapar: "Bu ayet, yeryüzüne yerleşmeyi, onu işlemeyi, bahçeler düzenlemeyi ve onda binalar inşa etmeyi farz kılmıştır." Peygamber @'ın Müslümanlara ge­çimlerini elde etmek için çok sıkı çalışmaları­nı bildiren pek çok hadisi vardır. Hz. Aişe'nin rivayetine göre Rasulullah @; "Geçiminizi toprağın gizlenmiş zenginliklerinde (hazinele­rinde) arayınız." buyurmuştur. (M. Menazir Ahsen Geylani; Islami Mu'ashiyat).

 

Madenler

 

Yeryüzü, kişinin daha çok servet üretiminde yararlanabileceği maden kaynaklan ile dolu­dur. Kur'an-ı Kerim şu ayetinde demire işaret eder: "Ve kendisinde pek çetin bir sertlik olan ve insanlar için birçok menfaatler bulunan de­miri indirdik." (57: 25). İndirme anlamındaki kelime aynı zamanda bazı şeyleri bulmak ve­ya onun vasıtalarını mevcut kılmak anlamın­dadır. Burada, Allah, kendi İnsanından bu metali yaratmış ve onu insanın kullanması için yeryüzüne İndirmiştir, anlamındadır.

 

Dağlar

 

Dağlar, mal üretiminde yardımcı olan bir di­ğer tabii güç kaynaklarıdır. Yüce Kur'an, dağ­lardan ve onların insan için kullanım imkanlanndan mütemadiyen bahseder. Hicr sûresinde her faydalı şeyin dağlarda yetiştiği gerçeğine bir işaret vardır: "Yere gelince, Biz onu yay­dık, onda oturaklı dağlar koyduk ve ölçülü herşeyden bitirdik. Orada sizin için ve kendi­sini rızıklandırıcı olmadığınız her kimse için geçimlikler yarattık."- (15: 19-20). Bu açıkça gösterir ki, Allah, faydalı olan herşeyi, gele­cek insan neslinin büyüyen talebini karşıla­mak için bollukla yetiştirmiştir.

Ve Nazİat Sûresinde, insan için bir potansiyel servet kaynağı olan dağlar bahsi vardır: "Dağ-lar'a gelince, onları size ve davarlarınıza birer faide olmak üzere yerleştirdi." (79: 32-33). Bu ayet insanoğlunun dağların ürünleriyle karşı­lanan çok çeşitli isteklerine işaret eder. Dağ­lar, sağanak yağışları üzerlerine çekerler, ne­hirlerin kaynaklarıdırlar ve bunlar sayesinde yeryüzünde yaşayan tüm hayvanlar rızıklarını elde ederler.

 

Ormanlar

 

Ormanlar, bir ülkenin tabii zenginliklerinin çok önemli bir bölümünü teşkil ederler. Or­manlar, petrol, binalar için malzeme, kağıt için hammadde, gemicilik, mobilya ve sayıl­ması mümkün olmayan diğer üretim imkanla­rını sağlar. Kur'an, ormanların bazı kullanım­larından bahseder: Yasin suresinde: "O kî si­zin için yemyeşil ağaçtan bir ateş yapmıştır, istifade edersiniz diye." (36: 80) ve Vakıa su­resinde de: "Şimdi gördünüz mü o çakmakta olduğunuz ateşi, onun ağacını siz mi yarattı­nız, yoksa yaratan biz miyiz?" (56: 71-72) buyrulur.

Ve Mü'minûn suresinde: "Tûr-i Sina'dan çı­kan, (meyvası) yağlı olarak biten, yiyenlerin (yağına ekmeklerini) batıracakları bir (zeytin) ağac(ı) yetiştirdik." (23: 20) buyrulur.

Büyük önem taşıyan ormanların geliştirilme­leri ve korunmaları gereklidir. Bunun için Peygamber @ çok kesin bir ifadeyle daha çok ağaç dikmenin lüzumuna işaret etmiştir: Bir defasında Rasulullah @ şöyle buyurdu: "Eğer kıyamet günü yaklaşsa ve sizden biriniz elin­de bir fidan tutuyor olsa, eğer mümkünse onu diksin." (Buhari).

İnsanların menfaati için ağaç yetiştirmek, İs-lamda Allah'ın rızasını kazanmak için yapılan bir hayırseverlik olarak mütalaa edildiğinden ormanların yetiştirilmesi maddi ve manevi ka­zanç getirir. Peygamber @'ın şöyle buyurdu­ğu rivayet edilir: "Hiçbir Müslüman yoktur ki, o ağaç diksin, yahud ekin" eksin ve mahsulün­den insan, kuş, kurt yesin de kendisi müstefid olmasın? Elbette o müslüman da diktiğiyle, ektiğiyle müsab olur." (Buhari).

 

Hayvanlar

 

Hayvanlar, insan için büyük faydalar sağlar. Hayvanlar yemek için et, süt, yağ, yün, kürk, kemikler, giymek için deri ve diğer ekonomik endüstriyel ve süs kabilinden amaçlar için çe­şitli faydalar temin eder. Hayvanlardan bazı­ları binicilik ve taşımacılık için kullanılır. Hayvanların bütün bu yararları, Kur'an-ı Ke­rim'de bahsedilmiştir.

Tâ hâ sûresinde: "Yeyinİz; hayvanlarınızı ot­latınız. Şüphesiz bunda akıl sahipleri için (Al­lah'ın kudretine) işaretler vardır." (20: 54) Du­yurulmaktadır. Bu gösterir ki, hayvanları fay­dalan için üretmek ve besleyip büyütmek in­sanlara bir zorunluluktur.

Nahl suresinde: "O, davarları da yaratmıştır.

Onlarda sizin için ısıtıp koruyacak şeyler ve menfaatler vardır; onlardan yersiniz de bir bir memlekete kadar ağırlıklarınızı da yüklenir­ler ki, siz oraya ulaşmadınız; meğer ki canla­rınızın yarısı ile olmuş olsun ve kendilerine binmeniz için ve birer ziynet olarak da atları, katırları, merkepleri (yarattı). Daha nice şey­ler yaratıyor ki bilemezsiniz!" buyurulmakta-dır. (16: 5-8).

Yasin suresinde şu ayetler vardır: "Görmedi­ler mi ki, hakikat biz onlar için ellerimizin yaptığı şeylerden dörder ayaklı hayvanlar ya­rattık da, hem onlardan yerler, hem binerler, kendileri için onlarda nice menfaatler ve içe-cekler vardır." (36: 71-73). Mü'min" sûresin­de: "Allah O'dur ki, kimine binmeniz, kimin­den de yemeniz için size (bir fayda olmak üzere) davarları var etti. Onlarda sizin için ya­rarlar vardır. Onların üstünde göğüslerinizde olan bir hacete (İhtiyaca veya arzuya) ulaşırsı­nız; onların üstünde ve gemilerin üstünde de taşınırsınız." (40:79-80) Duyurulmaktadır. Mü' minun Suresinde ise "Muhakkak ki senin için hayvanlarda bir İbret vardır. Onların karınla-rmdakinden size içirmekteyiz, sizin için on­larda birçok menfaatlerde vardır, onlardan yersiniz de. Onlann üzerinde ve gemilerde ta­şınmaktasınız." (23: 21-22) buyurulur. Nahl Suresinde; "muhakkak ki sizin için hayvanlar­da ibretler vardır. Size onların kannlannda-kinden dışkı ile kan arasından, içenlerin boğa­zından kolaylıkla geçen halis bir süt içiriyo-ruz." (16:66) buyurulur.

Kur'an'ın yukarıdaki bütün ayetleri açıkça gösterir ki hayvanlar, insanın faydası için ya­ratılmıştır. Bu yüzden, (dolaylı olduğu kadar direkt olarak da) hayvanların menfaatlerinden mümkün olan en yüksek faydayı elde etmek ve onlann üretimini geliştirmek insan için bir mecburiyettir.

Kur'an şu ifadelerle deve, koyun yetiştirmeye de işaret eder: "Dedileı ki: 'O çobanlar (kendi hayvanlarım) döndürünceye kadar (kendi hay­vanlarımızı) sulayamayız. Bunun üzerine O (Musa) onlann sürülerini suladı..." (28: 23-24).

Musa Peygamber,  Mısırdan  hicret ettikten sonra koyun yetiştirip büyütmüştür. Tâhâ Su­resinde buna işaretle: (Musa) dedi ki: O, be­nim aşçimdır, ona dayanmakta, onunla davar-lanm için yaprak silkerim..." (20:18) Duyurul­muştur.

Birçok peygamber Eski Ahit'de bahsedildiği gibi hayatlanm temin için koyun otlatmışlar-dır. Peygamber @ bir keresinde "Allah, deve ve koyun otlatmamış bir peygamber gönder­medi." buyurmuştur. Ashab,ı hiç koyun otla­tıp otlatmadığını öğrenmek istediğinde Pey­gamber @ onlara Mekke'de insanlar için bir­kaç kuruşa koyun otlattığını söylemiştir.

Peygamber @, ashabına gündüz ve gece (çok hızlı) servet arttırdıkları için deve ve koyun otlatmalarını öğütlemiştir. (Buhari) Bir kere­sinde Peygamber @ Ümmü Hani b. Ebu Ta-lib'e çok çabuk üreyen develer yetiştirmesini tavsiye etmiştir. (Ibni Mace, Kanz'u-1 Amval). Burada O zamanlann Arap ekonomisi için vazgeçilmez bir servet olan deve ve koyunlara işaret vardır. Bütün bunların gerçek amacı sa­dece bir ülkenin ekonomisinde hayvancılığın önemini vurgulamaktır.

Kümes Hayvanları ve Kuşlar: En'am Sure­sinde kuş türlerinin tümüne bir işaret vardır. "Yerde hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki sizin emsaliniz ümmetler olmasın" (6:38). Bu ayet insanın kullanması ve yararlanması için kuşların üretilip beslen­mesini tavsiye etmektedir. Süleyman @'ın on­lardan bazılannı haberci olarak kullandıkları bilinmektedir. Nemi Suresinde: "Süleyman, Davud'a mirasçı oldu ve dedi ki: Ey insanlar! Tüm kuşlann dili bize öğretildi... Ve Süley­man'ın cin, insanlar ve kuşlardan orduları top­landı... Ve O dedi ki İşte bu mektubumu götür de onlara bırak, sonra onlardan geri çekil de bak neye dönecekler." (27:16-17-28).

Her ne zaman Kur'an-ı Kerim'de cennet haya­tındaki et yemeklerinden itahsedilse kuş eti de anılır, Vakıa Suresinde olduğu gibi: "Ve iş-tahlanacaklanndan bir kuş eti ile" (56: 21).

Peygamber @ ashabını, özellikle fakir olanla­rı çok az bir para gerektirdiği için kümes hay-vanr"besiciliği yapmaya teşvik etmişti. Fakir ve kıt kaynaklı insanlar kolaylıkla bu yolla çalışmaya ve geçimlerini kazanmaya başlaya­bilirler. Bir hadise göre, peygamber @ zen­ginlere koyun ve deve yetiştirmeyi, fakirlere de kümes hayvancılığı yapmayı emreder. Ger­çekten, bu, kendilerini daha çok sermaye ge­rektiren işler ve endüstrilere yöneltmeleri ve küçük endüstrileri ve işleri de geçimlerini ka­zansınlar diye fakirlere bırakmaları için zen­ginlere bir uyarıdır. (İbni Mace, Kanz'u-1 Am-wal).

Toplumun sağlıklı gelişmesi için iki farklı grup arasındaki gerçek ve adaletli dengenin muhafaza edilmesi kesinlikle gereklidir. Eğer büyük sermaye sahipleri küçük firmaları satın almak ve karıştırmak suretiyle tüm muhalifle­rini ekarte ederek birlikler ve tekeller oluştur­maya başlarlarsa bu sadece küçük iş adamları­nın geçim yollarının kapanmasına ve büyük bir zorluğa girmesine değil, aynı zamanda da toplum içinde sınıf kavgalarına sebep olacak, devamlı barış ve dayanışmayı kökünden sö­küp atacaktır.

Arıcılık: Arıcılık çok yararlı bir endüstridir. Uygun bir şekilde organize ve muhafaza edi­lirse, büyük bir servet kaynağı olduğunu isbat edebilir. Kur'an, arıcılıktan servet üretmeye işaret eder. "Rabb'in bal arısına, dağlardan, ağaçlardan ve çardak yapacakları şeylerden evler edin diye vahyetti. Sonra meyvelerin her birinden ye de Rabbinin pek kolay yollarına git diye de karınlarından renkleri muhtelif bir çiçek çıkardı ki onda İnsanlar için bir şifa vardır." (16: 68-69).

Arı büyük bir tabii mal kaynağıdır. Arı, farklı çiçeklerin tatlı öz sularını devşirir ve onu bala çevirir, ki bu bütün insanların gayretleri bir-Ieşse bile suni olarak yapılamayacak bir mad­dedir.

ipek böceği ve balık: Kur'an-da ipekböceği hakkında bir ima vardır. "Orada onların giysi­si ipekten olacaktır..." (22: 23).

Balık önemli bir besin kaynağıdır. Dünyanın artan nüfusunun besin ihtiyaçlarına mümkün olan tek çözümü belki de taze deniz ürünlerinin cevap verebileceği söylenmektedir.

Kur'an, Maide Suresinde deniz yiyeceğinden şöyle bahseder: "Deniz avı, onun yenilmesi size ve yolculara bir faİde olmak üzere sizin için helal kılındı." (5: 96).

(Sayd el-bahr) kelimesi, deniz, nehir, havuz, göl ve dahili sularda avlanmayı içine alan çok geniş bir anlamda kullanılmıştır. Ve Nahl Su­resinde: "Yine O'dur ki, denize ondan taze bir eti yemeniz için boyun eğdirmiştir." (16:14) buyurulmuştur. Bu ayette insanın denizden Çok daha fazla yiyecek elde etmesi için daha gayretli olmasını öğütleyen bir teşvik ve delil vardır. İnsan kendi kullanım ve faydası için deniz kaynaklarını ve gücünü işletebilecek kabiliyettedir ve denizden sınırsız besinler el­de etmemiz sayesinde dünyanın nüfus artışı problemlerinin çözüldüğünü görmemiz fazla uzun sürmeyecektir.

Dünyadaki hızlı nüfus artışı karşısında aşın derecede endişelenen bilim adamları bile de­nizlerimizin en büyük teminat olduğunu kabul etmektedirler. Deniz teknolojisi şu iddiayı yapmak için yeteri kadar ilerlemiştir. Balıklar günün birinde koyunlar gibi yemlenecek ve kıyıdan uzak yerlerde, denizaltı fabrikalarında aylarca yaşayan dalgıçlar tarafından mikroskopik bitkiler, plankton, deniz otu, deniz be­sinleri yetiştirecektir. Bilim adamları şimdi ucuz ve tamamen balıktan elde edilen yeni bir besin kaynağının balık ununun geliştirilmiş olmasına dikkat çekmektedirler. Proteince zengin olan bu besin standartların altında bir diyetle beslenmelerin diyet dengesini düzen­leyebilir. Böylece bugün milyonlarca bulunan zihinsel gerilik ve büyüme geriliği gibi eksik­lik vakalarının Önlenmesine yardımcı olabilir. Sadece A.B.D. balıkçıları 300 milyon kişinin ihtiyacını karşılayabilecek kapasitede un üre­tebilmektedir.

"İnsanlar böyle bir maddeyi yiyecekler mi?" Cevap şudur: Binlerce kişi daha şimdiden gelmiş ve tatmin edici bulmuşlardır. Hünerli ahçılar balık ununu çorbalara, şehriyeye, sosa, ekmeğe hatta çöreklere karıştırmaktadırlar. Balık ununun harika bir açlık giderici olduğu söylenmektedir. Balık unu belki de insanoğlu­nun sağlam bir dimağ kazanmasına yardım edebilecek olan büyük bir lütuftur. (Shelton B. Granger; People and Food, "Topic" yayın no: 20).

 

İklim Ve Yağış

 

Her ülkede hangi tabiatta ve ne tür ürünler ye­tişebileceğini belirleyen iklim, yağış vs. gibi tüm coğrafî durumlar "arz" teriminin kapsamı içindedirler. Yağmurun sebep olduğu mahsu­lat ve ağaçların yeryüzünde büyümesinden Nahl Suresinde bahsedilmektedir: "Sizin için gökten su indiren O'dur; içecek ondan, ağaç ondandır (ki) hayvanlarınızı onda otlatmakta­sınız. Onunla sizin için ekin, zeytin, hurma­lıklar, üzümler ve meyvelerin her türlüsünden bitirir..." (16:10-11) Vak'a Suresinde "Şimdi gördünüz mü O, içmekte olduğunuz suyu; onu buluttan siz mi indirdiniz yoksa indirici­ler biz miyiz?" (56: 68-69)

Allah, sudan bahsederek kişiye tüm tabii zen­ginliklerin O'ndan bir lütuf olduğunu ve hep­sinden yararlanılması gerektiğini hatırlatır. Tabii kaynaklardan mümkün olan maksimum oranda faydalanmak ve bu kaynakları insanla-

rın rengine, inancına ve sınıfına bakmaksızın kullanmak her kişi ve topluluk için, özellikle de müslümanlar için bir mecburiyettir.

 

Arz'ın Geniş Anlamı

 

Arz, toprak, dağlar ve ormanlar gibi yeryü­zünde olan herşeyi; yüzeyin altındaki maden çeşitlerini, denizi ve yüzeyin üstünde olan yağmuru, rüzgarı, coğrafi ve iklimle ilgili du­rumları vs de kapsar. Kişi tüm bu maddi zen­ginlik çeşitleri üzerinde mükemmel bîr kont­role ve hakimiyete sahiptir. Kur'an bütün bu zenginlik çeşitlerine değişik yollarla işaret eder. Tâhâ Suresinde: "O ki sizin için bu yeri beşik yaptı, onda sizin için yollar açtı, gökten su indirdi. İşte onunla türlü nebattan çiftler çı­kardık." (20: 53). Naziat Suresinde: "Yere ge­lince işte bundan sonra da onu yayıp döşedi. Ondan suyunu, otlağım çıkardı. Dağları sapa­sağlam yerleştirdi. Size ve davarlarınıza birer faide olmak üzere." (79: 30-33) buyurulur.

Burada suyun ve dağların önemi vurgulan­mıştır. Bütün hayatın kaynağı sudur. Nehirle­rin kaynağı ve yağışların müsebbibi olan dağ­lar da bu nedenle yeryüzünde yaşayan herşeye rızık sağlar.

Yine Abese Suresinde: "Hakikat biz o suyu şarıl şarıl akıtarak döktük. Sonra o yeri bir ya­na yardık.

İste onda daneler bitirdik. Üzümler, yaş yon­calar, zeytinlik, hurmalıklar sık ve bol ağaçlı bahçeler, meyveler, otlaklar -size ve davarla­rınıza bir faide olarak." (80: 25-32) buyurulmaktadır.

Az bir düşünüş yukarıdaki Kur'an-i Kerimin ayetinde bahsedilen şeylerin öneminin büyük­lüğünü gözler önüne serecektir, ilk bahsedilen daneler en esaslı ürünlerdir ve insan ekonomi­sinin temellerini oluştururlar. Bunlara bütün gıda maddelerinin en önemlisi olan ve uzun süre saklanabilen buğday, arpa, yulaf vs. gibi tahıllar dahildir. Bundan sonra üzümler ve belli bir sürede meyve veren fakat fazla sulamaya ihtiyacı olmayan bitkilerden bahsedil­mektedir. Bunlara zeytin ağaçları, hurma ağaçları, diğer meyve ağaçlan dahildir. Mür-selat suresinde: "Biz, yeri bir toplantı yeri yapmadık mı? Dirileri de, ölüleri de orada yüksek yüksek oturaklı dağlarda yaptık, size tatlı bir su da içirdik." (77: 25-27) buyurulur. Bu sözler şu gerçeğe işaret eder: Allah bu dünyayı yaratmış ve onun üzerine herşeyi yer­leştirmiş mesela, madenler, bitkiler, hayvan­lar, su, hava, dağlar vs. tüm bunlar insanın faydası ve kullanımı içindir. Yine Zuhruf Su­resinde "O ki yeri sizin için bir beşik kıldı ve onda sizin için bir takım yollar yaptı umulur ki siz doğru gidersiniz. O ki gökten bir ölçü ile bir su indirmiştir, İşte biz onunla ölü bir beldeye can verdik. İşte böylece çıkarılacaksı­nız. O ki bütün çiftleri yaratmıştır ve sizin için gemilerden, hayvanlardan bineceğiniz şeyleri varetmiştir." (43: 10-13) buyurulmaktadır. Bu ayet yeryüzünün insana değişik şekillerdeki faydalarına işaret eder. İnsan yeryüzüne evler, kaleler, fabrikalar, yollar vs. inşa eder. Ger­çekte, onun mevcudiyeti yeryüzü olmaksızın mümkün değildir.

İnsanın varlığı sadece dünya yüzeyine değil, yiyeceğe ve suda büyüyen diğer şeylere de bağımlıdır. Sonra sürekli ve insanın yararı ve kullanımı için yaratılmış olan şeylerden bah­sedilir.

Aşağıda insanın kullanımı için yaratılmış şey­lerin güzel bir tarifi vardır: "Yere de onu yay­dık, onda oturaklı dağlar koyduk ve onda her güzel çiftten bitki bitirdik! Dönen bir kula bir ibret yolu göstermek, bir öğüt vermek için. Gökten de mübarek bir su indirdik de onunla bahçeler, biçilen taneleri bitirdik. Ve kendile­rinin birbiri üstüne binmiş tomurcuklan olan uzun uzun hurma ağaçlan (ki bunları) kullara bir rızık olmak için bitirdik, biz onunla ölü bir beldeyi dirilttik, çıkış da işte böyledir." (50: 7-11).

Aynca Rad Suresinde şu ayetler bulunmakta­dır: "O'dur ki yeri uzatıp döşemiş ve onda oturaklı dağlar ve ırmaklar varetmiştir. Mey­velerin hepsinden onda iki çift eş de yaratmış­tır. Yeryüzünde birbirine komşu birtakım kı­talar vardır ki bir su ile sulanıyor, yemişde bazısını bazısından üstün kılıyoruz." (13: 3-4). Gerçekte Cennetteki ve dünyadaki herşeyin insanın hizmeti için yaratılmış olduğu Kur'an-i Kerim'in şu sözleriyle vurgulanmıştır. Casi-ye Suresinde; "Allah O'dur ki, kendi emriyle içinde gemilerin akıp gitmesi için, fazlından aramanız için size denizi musahhar kılmıştır. (O) göklerde ne var, yer de ne varsa hepsini kendinden size musahhar kıldı." (45:12-13). Bakara Suresinde: "Öyle (Rab) ki yeryüzünü size bir döşek ve göğü de bir bina yaptı. Gök­ten su indirip onunla meyvelerden sizin için nzık çıkardı." (2: 22). İbrahim Suresinde: "Allah O'dur ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten su indirdi ve onunla size nzık olarak çeşitli meyvalar çıkardı. Buyruğuyla denizde akıp gitmesi için gemileri emrinize verdi, ırmakları emrinize verdi. Sürekli olarak (seyir ve aydın­latma) görevlerini yapan güneşi ve ayı emrini­ze verdi, geceyi ve gündüzü de emrinize ver­di. Ve kendisinden İstediğiniz herşeyden size bir parça verdi." (14: 32-34). Ve Zâriyat sûresinde: "Gökte rızkınız da var, uyarıldığı­nız (azâb) da var!" (51: 22) buyurulmaktadır.

İbrahim Suresi kişiye tabiatın gizli hazînele­rinde bulunan yeni servet kaynakları ortaya çıkarmak için oldukça gayret göstermesi yö­nünde çok güçlü bîr ivme sağlar. Ayrıca bü­yük önemi olan bir diğer gerçeğe değinerek tabii kaynakların sınırsız olduğunu ve bunla-nn ortaya çıkarılması için hiçbir insani gay­retten kaçınılmaması gerektiğini belirtir. Kişi­nin her gayreti beklentilerinin ötesinde müka-fattandırılacaktır.

Bunun yanında Kur'an-ı Kerim'in yukarıda geçen ayetleri açıkça gösterir ki, yeryüzünde­ki ve güneş sistemindeki herşey insanın kulla­nımı ve menfaati için yaratılmıştır. Bu sebeple insan onları en iyi şekilde değerlendirmek mes'uliyeti ile karşı karşıyadır.

 

KISIM 14

 

EMEK

 

Anlamı Ve Önemi

 

Emek, vücudun herhangi bir gayreti veya bazı parasal karşılık (ücret) için deruhte edilen (iş) ile meşgul olmayı ifade eder. Emek, fikri veya bedeni olsun, her türlü çalışmayı kapsar.

Emek bir üretim faktörü olarak büyük öneme sahiptir. Bir ülkenin tabii zenginliği, emek ge­reği gibi kullanılmazsa ve emek ile daha fay­dalı ve verimli kılmmaksızın insan İçin kulla­nılır hale getirilemez. Tabiat, bir ülke için sı­nırsız potansiyel tabii kaynakların sağlanma­sında çok münbit ve cömert olabilir. Fakat bunlar insan gayri olmaksızın istifade edilmez ve kullanılmaz halde kalır. Doğu, Orta Doğu, Afrika ve Güney Amerika'daki pek çok ülke­nin çok zengin potansiyel kaynaklara sahip olduğu söylenir. Fakat bu ülkelerin gizli zen­ginliğini ortaya çıkaramayan, istifadeye suna­mayan bir insan gibi bu ülkeler de fakir ve az gelişmiş olarak kalırlar. Bir yazar, Hindistan ve Pakistan bölgeleri hakkında "burası fakir insanların yaşadığı yoksul bir bölgedir" de­mektedir. Yönetimler, ülkelerinin potansiyel kaynaklarını ve tabii zenginliklerini toplumla­rının menfaatleri istikametinde değerlendir­meli, halk da çok çalışkan, gayretli ve şuurlu olmalıdır.

Kur'an-ı Kerim, zenginliğin üretiminde eme­ğin önemi karşısında insan emeğine büyük önem atfetmiştir. Bu husus Necm Suresinde açıkça ifade edilmektedir: "İnsan için çalıştı­ğından başkası yoktur. (53: 39). Bu ayette ta­biattan bir şey elde etmenin tek yolunun çok çalışmak olduğu açıkça söylenmiştir. Bu dün­yada insanın başarısı ve yükselmesi gayretle­rine bağlıdır. Ne kadar çok çalışırsa o kadar zengin olur. Bu prensip Nisa suresinde şu ifa­delerle daha iyi ortaya konulmuştur: "Al­lah'ın, sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri arzu etmeyin. Erkeklere de kazandık! arından bir pay var, kadınlara da kazandıklarından bir pay var. Allah'tan O'nun lütfunu isteyin. Şüp­hesiz Allah herşeyi bilendir. "(4: 32). Yine Fussilet suresinde şu mealde ayet yer alır: "Yeryüzünde sabit dağlar yarattı. Onda bere­ketler yarattı ve onda arayıp soranlar için- gı­dalarını (bitkilerin-ağaçlanm) tam dört günde takdir etti (düzene koydu). "(41: 10).

Yaratılışta insanlar arasında kadın ve erkek, siyah ve beyaz veya inanan ve inanmayan ayırımı yoktur. Erkek veya kadına yaptığının karşılığı verilir. Bu prensip kişiler için olduğu kadar toplumlar için de geçerlidir. Kur'an-ı Kerim bu temel prensibe şu ifadelerle yer ve­rir: "Bu böyledir; çünkü bir topluluk kendile­rinde bulunan (güzel meziyetti değiştirmedik­çe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez. Allah işitendir, bilendir." (8: 53).

Gerçek şu ki, Allah, rahmetini bolca ihsan et­mekte, fakat sebepsiz olarak kısmamaktadır. Bununla beraber kişilere olduğu kadar, top­lumlara ihsan edilen veya onlardan geri alınan Allah'ın rahmeti için genel bir kural vardır. Bir insan (veya toplum) çok gayretli olmalı­dır. Muvaffakiyet buna bağlıdır. Tembellik veya verimsizlik gösterildiğinde "O'nun ihsa­nı" geri almır ve o kişi bu imtihan dünyasında safdışı bırakılır. Bu, hayatın her alanını kapla­yan evrensel bir kanundur. Basan, daima ar­tan ihtiyaçlarını karşılamak için çok çalışan gayretli kimseler içindir.

Emeğin, zahmeti gerektiren bir diğer veçhesi daha vardır. Zahmet olmaksızın saadet ve rah­met olmaz. İnsan, huzurlu ve mutlu bir hayatı kazanmak için zahmete katlanmak zorunda­dır. Bu hususa İnşirah suresinde şu şekilde de­ğinilmektedir: "Muhakkak her güçlükle bera­ber bir kolaylık vardır." (94: 5). Bu ayet, bir güçlüğün peşinden kolaylığın geldiğine ilişkin genel tabii kanunu açıklamaktadır. Şüphesiz emek, zahmeti gerektirir; fakat sonunda itmi­nan ve mutluluk sağlar, huzurlu ve mesut bir hayatı beraberinde getirir.

Çalışmaktan kaçınan bir topluluk, hayatı me­sut ve rahat kılan kolaylıkları ve uygunluğu temin edemez ve muvaffak olamaz.

 

Çalışmak İçin Yaratılan İnsan

 

Kur'an-ı Kerim çalışmaya büyük önem atfe­der. İnsanın geçinebilmesi için dünyada çalış­ması gerektiğine işaret edilir. Beled suresinde şu ifadeler yer alır: "Biz insanı zorluklar ara­sında yarattık." (90: 4). Bu, büyük zirvelere yöneltilen insana bir meydan okumadır. İn­san, bu güçlüklere katlanmak, bunları yenmek zorundadır. Güçlüklerle uğraştığı ölçüde de­ğer kazanır insan. İnsanın terakkisi bir zahmet ve sebat yolu boyuncadır, olağanüstü her za­feri, kendisinin ızdırabmm bir sonucu olacak­tır. Bundan dolayı zafer, İnsanın kendi yolunu kolay kılacak olan uzun, çetin mücadeledir. Bu aynı zamanda insanın basan sağlamak için mücadelesinde karşılaştığı sıkıntı ve zahmet­leri yüklenebileceğim gösterir. Nitekim insan­dan İstenen de dünyada şerefli ve başarılı bir hayat sürmesi için gayret göstermesi ve müca­dele etmesidir.

İnsan, hayatın güçlüklerine karşı koymak için fiziki olarak dayanıklı yaratılmıştır. Kur'an'da bu hususa değinilmektedir: "Biz onları yarat­tık, bağlarını sıkıca bağladık (vücut parçaları­nı sıkı sıkıya bağladık, eklemlerini damarları­nı sağlam yaptık)..."(76: 28). Bu haliyle insan hayatın meşakketlerine karşı koyabilmesi için güçlü kılınmıştır. İnsana başarı ve şeref ka­zanmak üzere giriştiği mücadelesindeki yo­ğun çalışmanın bütün sıkıntılarına dayanması için dayanıklılık ve tahammül gücü verilmiş­tir.

Gerçekten, Kur'an'ın ifadesiyle müreffeh ve saadet içinde bir hayat ancak çok çalışanlara garanti edilmiştir: "Kimin tartıları ağır gelirse o, memnun edici bir hayat içindedir." (101: 6-7).

Cennetteki saadet ve huzur dolu hayatın tarifi, yeryüzünde göstereceği gayrete bağlı olduğu­nun insana hatırlatılmasıdır. Kolay ve rahat bir hayat, zamanını boşa geçirmeyip çalışan kimselere vadedilmektedir. Vaktini tembellik içinde harcayan kimseler sefalet, rezalet ve açlık içinde bir hayata duçar olurken, geçimi için çok çalışmış olan kimseler ise mürefeh ve asude bir hayata kavuşacaklardır.

 

Sünnet

 

Peygamber @ çeşitli vesilelerle emeğin öne­mini belirtmiştir. Sık sık işçi ve zenaatkarların işlerindeki gayretlerini takdir etmiştir. Bir de­fasında; "Allah, geçimi için çalışıp çabalayan kimseleri sever." buyurmuştur. (Nakleden; Yusufu'd-Din, a.g.e., c. I, sh. 214).

Gerçekten, işinde Allah'ın rızasını gözeterek çalışan bir kimse, kendi çocuğunu beslediği için ücret alan Musa @'m anası gibidir. Bir insan kendisi ve ailesi için çalışsa, dürüst ya­şayışının mükafatını Allah'tan alır. Diğer bir ifadeyle, İnsan, çalışmasındaki dürüstlüğün­den dolayı hesaba çekilecektir. Peygamber @ kişinin çalışmasını, üretimde bulunmasını ve ailesini geçindirmesini Allah yolunda cihad ve gündüzleri oruç, geceleri namazla geçirme ile bir tutmuştur. (Buhari).

Hemen bütün peygamberler geçimlerini temin etmek için çalışmak zorunda idiler. Rasulul-lah @ bizzat çok çalıştı ve çalışanları sevdi. Allah'ın Rasulü Muhammed @'ın koyun otlat­ması ve başkalarına maişetlerini temin için bir meslek edinmeyi tavsiye etmesi, İslam'da ça­lışmanın büyük öneminin açık bir göstergesi­dir. Ahzab savaşında saldırgan ordulardan Medine'yi korumak için bir hendek kazıldı­ğında, Peygamber @'ın diğer müslümanlarla birlikte sıradan bir işçi gibi çalıştığı ve toprak attığı, taş kaldırdığı görülmüştü.

Mıkdam'dan rivayet olunduğuna göre Rasu­lullah @; "Hiç bir kimse kendi elinin emeğini yemekten hayırlı, asla bir lokma yememiştir. Allah'ın Peygamberi olan Davud aleyhisselam da kendi elinin emeğini yerdi." buyurmuştur.

Ebu Hureyre'nin de Rasulullah @'ın şöyle bu­yurduğuna dair rivayeti vardır: "Hayatım yed-i kudretinde olan Cenab-ı Hakk'a yemin ede­rim ki, sizden birinizin urganını alarak arkası­na (dağdan) odun topla(yıp yükleyerek satıp geçin)mesi, bir kimseye gelip de ondan sada­ka istemesinden elbette daha hayırlıdır. (Kim bilir) o da ya verir, (minneti altına girersin!) yahut da vermez, (zilletini çekersin!). "(Buha-ri).

Ebu Hureyre bir başka rivayetinde şöyle nak-letmiştir: "Bir defasında Ensar, Peygamber @' den hurma ağaçlarını Muhacirlerle kendi aralarında paylaştırmasını istediler. Peygam­ber @ buna izin vermedi. Fakat Ensar, Muha­cirine bahçelerde çalışmak ve mahsulü kendi­leriyle paylaşmak istediklerini söylediğinde, onlar bu teklifi kabul ettiler. Peygamber @ bu anlaşmadan çok memnun oldu." Abdurrah-man b. Avf şöyle dedi: Biz Medine'ye geldiği­mizde Peygamber @ Ensar ve muhacirin ara­sında bir kardeşlik münasebeti tesis etti. Sa'd b. Rebi ile de ben kardeş oldum. Sa'd, bütün Ensarın en zengini idi, bana zeytinliğinin ya­rısını ve iki hanımından birini vermek istedi. Bunu kabul etmekten içtinap ettim, yalnız ba­na çarşının yerini söylemesini istedim. O, ba­na Kaynuka (kabilesinin) çarşısını söyledi. Ertesi sabah oraya gittim ve satmak üzere keş ve yağ götürdüm. Sonra hergün bu şekilde iş yapmak için oraya gittim." (Buharı).

Rasulullah @ daima çalışma üzerinde ısrar eder ve hiçbir zaman sadaka ile geçinenleri tasvip etmezdi. Bir defasında Ensar'dan işsiz bir kişi Peygamber @'a sadaka hakkında sor­du. Adam vücudunu örtmek için bir örtüsü ve su içmek için bir kasesi bulunduğunu söyledi. Ondan bunlan getirmesini isteyen Peygamber @ bu iki parça eşya gelince onları eline aldı ve halk arasında' satışa çıkardı. Orada bulu­nanlardan biri bir dirhem teklif etti. Peygam­ber @ fiyatı artırmasını istedi. Bir başkası iki dirhem vererek bunlan satın aldı. Peygamber @ iki dirhemi adama vererek bir dirhemiyle bir balta almasını tenbihledi. Balta satın alıp gelen adama Peygamber @; Ormana git, odun kes ve bana onbeş günden Önce görünme." dedi. Onbeş gün sonra o kişi geri geldiğinde Peygamber <5> halini hatırım sordu. Adam bu süre içinde 12 dirhem kazandığını, bir kaç el­bise ve biraz hububat aldığını söyledi. Peygamber @ buna işaret ederek; "Bu, dilenmek­ten ve Hesap gününde rezil olmaktan daha iyidir." buyurdu. (Tİrmİzi ve Ebu Davud). Bu hadis bütün açıklığıyla Peygamber @ ve as­habının çalışmanın önemine nasıl müdrik ol­duklarını ve çalışarak geçimlerini kazanmayı ne kadar sevdiklerini göstermektedir.

Buhari'nin bu hususlarda rivayet ettiği bir ha­diste Hz. Aİşe diyor ki: "Rasulullah @'ın as­habı kendi işlerinin İşçileri idi. Bizzat çalışır­lar, terlerler, namaza giderlerdi.."

Hz. Ömer'in hilafeti döneminde bir gün güçlü kuvvetli genç bir adam mescide girerek "ci-hadda bana yardımcı olabilecek kimse var mı?" diye sordu. Hz. Ömer, onu çağırdı ve elini tutarak oradakilere bu genci toprağında çalıştıracak olup-olmadığım sordu. Ensardan biri onu çalıştırabileceğini söyledi. Vereceği ücreti öğrendikten sonra Hz. Ömer bu genç adama Ensari ile gitmesini söyledi. Bir kaç ay sonra Hz. Ömer adamın iyi çalışıp çalışmadı­ğım öğrenmeye geldiğinde Ensari'ye, çalıştır­dığına kazandığından ne kadarını verdiğini sordu. Adam, bir keseyi dirhemlerle doldu­runcaya kadar çalışmıştı. Hz. Ömer, ona kese­yi almasını ve cihad için evine gitmesini söy­ledi. (Kanz u'1-A'mal).

Hz. Ömer, maişeti temin için çalışmaya ve ti­carete cihaddan daha fazla önem verirdi. Dai­ma müslümanlara çalışkan olmalarım ve baş­kalarına yük olmamalarını tavsiye ederdi.

Rasuluİlah @'ın ashabı İslam'ın bu prensibine sıkı sıkıya sarıldı. Geçimlerini sağlamak için çalıştılar. Abdullah b. Mesud, ne dünyası ne de ahireti için bir gayret içinde olmayan aylak bir insanı görmekten hoşlanmazdı. İmam-ı Serahsi, İslam'da çalışmanın önemini şu keli­melerle ifade etmektedir: "Geçim yolu ara­mak,   her müslüman  üzerine  farzdır."

 

Bedenî Çalışma

 

Kur'an-ı Kerim, Peygamberlerin kıssalarında fikri olduğu kadar bedenen de çalışmaya İşa­ret etmektedir: "(kızların babası, Musa'ya) de­di ki: '(Bak), bana sekiz yıl hizmet etmen şar­tıyla şu iki kızımdan birini sana nikahlamak istiyorum. Eğer (bu süreyi) on (yıl) a tamam­larsan artık o, senin tarafından (bir iyilik)tir. Ben sana zahmet vermek istemem. İnşaallah beni iyilerden bulacaksın." (28:27).

Musa @ ile Hızır birlikte seyahat ederlerken başlarına gelen hadiselerin zikredildiği Kehf süresindeki bahislerde de bedenen çalışma sözkonusu edilmektedir: "Yine yürüdüler. Ni­hayet bir köy halkına varıp onlardan yemek istediler. (Köy halkı), onları konuklamaktan kaçındılar. Derken orada yıkılmak isteyen (yı­kılmak üzere olan) bir duvar buldular, hemen onu doğrulttu. (Musa): 'İsteseydin, buna karşı­lık bir ücret alırdın.' dedi." (18: 77).

Sebe suresinde Davud @'a hitab edilerek ze-naatkarlığını İfa etmesi istenir: "Andolsun, Davud'a tarafımızdan bir üstünlük verdik: 'Ey dağlar, (onun yaptığı teşbihi) onunla beraber yankılayın. Ve ey kuşlar (siz de onun teşbihi­ne katılın)! 'Ve ona demiri yumuşattık. Geniş zırhlar yap, dokumasını Ölçülü yap ve (hepi­niz) iyi işler yapın. Çünkü ben yaptıklarınızı görmekteyim.' diye (vahyettik)". (34: 10-11). Davud @'ın demiri yumuşatması, kendi döne­minde demirin savaş ve diğer gayeler için yo­ğun bir şekilde kullanımım ifade etmekte ve dolayısıyla bir sonraki ayette zırhtan bahsedil­mektedir.

Nuh @'a bir gemi yapması emredildi. Hud su­resinde bu husus ile ilgili ayet meali şöyledir: "Gözlerimizin önünde ve vahyimiz gereğince yap ve zulmedenler hakkında bana hitabetme (onların kurtuluşu için bana yalvarma) onlar mutlaka boğulacaklardır! 'Nuh gemiyi yapı­yor..." (11: 37-38) Aşağıdaki ayetlerde de Zülkarneyn'in kıssasında geçen demirden du­varın inşasına ait ifadeler yer almaktadır: "(Zülkarneyn) dedi ki: 'Rabbimin beni içinde bulundurduğu (mal ve mülk, sizin vereceği­nizden) daha hayırlıdır. Siz bana (insan) gücüyle yardım edin de sizinle onlar arasına sağ­lam bir engel yapayım. Bana demir kütleleri getirin. '(Zulkarneyn) iki dağın arasmı (demir kütleleriyle doldurtup dağlarla) aynı seviyeye getirince: 'Üfleyin' dedi. Nihayet o (demir kütleleri)ni bir ateş haline koyduğu zaman: 'Getirin bana, üzerine erimiş bakır dökeyim' dedi." (18: 95-96).

Süleyman @'m zenaatkarlarmm yeteneği ve işçiliği Sebe' suresinde şu şekilde ifade edil­mektedir: "(Süleyman)a dilediği gibi kaleler, heykeller, havuzlar kadar (geniş) leğenler, sa­bit kazanlar yaparlardı. 'Ey Davud ailesi, şük­redin! 'Kullarımdan şükreden azdır." (34: 13). Davud @'ın halkına sulh ve sükunet dolu bir hayatı elde edebilmeleri için çok çalışmaları tavsiye edilmektedir. Refah dolu bir hayat, ancak, çok çalışmaları şartıyla vadedilmektedİr.

Kur'an-ı Kerim'in bütün bu ayetlerinde Pey­gamberler ve ümmetleri geçimlerini temin et­mek için çok çalışmaktan zevk duyarlardı. Onlar, bir topluluğun refahı elde etmek ve art­tırmak için çalışmayı ısrarla tavsiye etmekte­dirler. Çünkü hiç bir ülke, emek faktörünün yardımı olmaksızın ekonomik refahını ve baş­ka milletler üzerindeki üstünlüğünü sürdüre­mez. Bu şekilde emeğin önemi gösterilmek suretiyle Kur'an-ı Kerim toplumda emeğe iti­bar kazandırmıştır. Günümüzde kapitalist sis­temin etkisiyle birçok sermaye sahibi müslü-manın el emeğine gereken önemi vermemeye başlaması son derece üzüntü verici bir haldir. Rasulullah @ emeğin değerini arttırmış, asha­bına kendisi dahil bütün Peygamberlerin yap­tığı gibi hayatlarını el emeği ile kazanmalarını tavsiye etmiştir. Birbuçuk asırdan beri önemli gelişmeler kaydetmiş olan batı ülkelerinin müslümanlardan emeğe önem verme prensibi­ni almış görünmektedir.

 

Fikir İşçiliği

 

Kur'an-ı Kerim'de fikri emeğe işaret edilmek­tedir. Yusuf @ ile Mısır kralı arasındaki ko­nuşma bu hususa dikkatimizi çeker:  "Kral: 'Getirin onu bana' dedi. 'Kendime Özel (dost) yapayım!' Kendisiyle konuşup (ondaki olgun­luğu görünce Yusuf a): 'Sen artık bugün ya­nımda mevki sahibi, güvenilir (bir kimse)sin' dedi (Yusuf, krala): 'Beni ülkenin hazineleri üstüne (memur) koy. Çünkü ben (onları) iyi korur, (yönetmesini) iyi bilirim.' dedi. Böyle­ce biz Yusuf u o ülkede yerleştirdik orada di­lediği yerde konaklardı. Biz, dilediğimiz kim­seye rahmetimizi ulaştırırız, güzel davrananla­rın ecrini zayi etmeyiz." (12: 54-56).

Hz. Yusuf un bilgisi ve dürüstlüğü, zahire an-barlannın yönetim ve denetim işini kendisine emanet eden Mısır krah tarafından kabul edil­di. Sonra Yusuf @ mahareti ve çalışkanlığı ile kralın çok güçlü ve güvenilir bir danışmanı oldu. "iyilik edenlerin mükafatını zayi etme­yiz" ifadesi, Yusuf @'ın Mısır'daki ekonomik refahı ve yüksek sosyal mevkii O'nun güzel çalışması (ameli) ve çalışkanlığının karşılığı olarak Allah'ın bir lütuf ve ihsanı idi. Bu ayet, bir insanın fikri veya bedeni, her emeğinin ar­tan refah ve daha yüksek hayat standardı şek­linde mükafatlandmldığı ile ilgili görüşümüzü teyid etmektedir.

 

Emek Arzı

 

Emek arzı ve nüfus.

Randıman: Endüstride çalışma kabiliyeti, maharet (vasıf) ve istidat (zeka) sermayenin verimliliğini arttıran randıman olarak ifade edilebilir. Otomasyon ve mekanizasyonun hızla geliştiği modern rekabet dünyasında, randıman başarı için zorunludur. Ticaret, en­düstri ve ticaret gibi her yerdeki randımansız-lık, bir mîlletin ekonomik güç ve kuvvetinin azalışının bir işaretidir ve asla hoş karşılan­maz. İslam, insan işgücünü büyük ölçüde de­ğerlendirmiş ve müslütnanlara her işi verimli ve incelikle yapmayı emretmiştir. Her türlü ürünün mükemmel, sağlam ve güzel yapılma­sı tavsiye edilir.

Randıman, genellikle çalışanların fiziki, fik­ri/ruhi, manevi sıhhati ile eğitim ve öğretimine bağlıdır.

a- Maddî ve manevî sağlık: Fizikî ehliyet ve manevî sağlığın çalışanların verimliliği üe kuvvetli bir İlişkisi vardır. Güçlü ve sağlıklı bir işçi, zayıf ve hastalıklı bir işçiden daha et­kilidir. Benzer şekilde, vazife ve mesuliyetini yerine getiren dürüst ve şuurlu bir işçi, sahtekâr bir kişiden daha hızlı ve verimli çalı­şır.

Randımanlı bir işçinin vasıflarına Kur'an-ı Kerim'de Musa @ kıssasında şu şekilde işaret edilmektedir: "O (kız)lardan biri: 'Babacığım dedi, bunu (çoban) tut işte. Çünkü ücretle tut­tuklarının en hayırlısı budur, hem de güçlü ve güvenilir (adam)dır." (28: 26).

Sözkonusu ayet-İ kerime fiziki güç (sağlık) ve dürüstlüğü (manevi sağlık) ehliyetli bir işçi­nin vasıfları için lüzumlu kabul etmektedir. Bu vasıflar Hz. Musa'da bulundu ve bundan dolayı bir işçi olarak hizmet etme görevi ona tevdi edildi. Çalışma bedeni olsun, fikri olsun, dürüstlük randımanda temel unsurdur. Ger­çekten dürüstlük, vazife ve mesuliyetlerini tam bir şuurla yerine getiren kişinin vasfıdır. Ve bir kişinin bu vazife şuuru bir işçinin ve­rimliliğinin artmasında Önemli bir faktördür.

Çalışmada ve diğer işlerde dürüstlüğün büyük ehemmiyeti hususunda Rasulullah @'dan şu hadis rivayet edilir: "Dürüst ve güvenilir tacir, peygamberler, sıddıklar, salihler ve şehitlerle beraberdir." (Tirmizi).

b- Aklî liyakat: Zihni sağlık, yani akıl ve genel iktidar, çalışanın verimliliğini etkileyen bir diğer önemli faktördür. Akıllı ve muktedir bir kişi akılsız ve aptal birisinden muhakkak ki iyi iş yapabilir. Bu vasıf, Yusuf suresinde şu şekilde zikredilmektedir: " (Yusuf, krala): 'Beni ülkenin hazineleri üstüne (memur) koy. Çünkü ben (onları) iyi korur, (yönetmesini) iyi bilirim." (12: 55). Burada kullanılan söz­ler, akılsız ve muhakemeden uzak bir kişiye yeryüzü hazinelerinin sorumluluğunun verile­meyeceğini, dolayısıyla akıl ve iktidara büyük Önem atfetmektedir.

c- Eğitim ve öğretim: Eğitim ve öğretim de aynı zamanda verimliliği arttırır. Eğitim ve öğrenim görmüş bir işçi, bunlardan yoksun bir başkasından daha verimli çalışır. Eğitim ve Öğretimin üstünlüğü Bakara suresinde şu şekilde zikredilmektedir: "Dilediğine hikmeti verir. Hikmet verilen kimseye çok hayır veril­miştir. Bunu ancak aklı selim sahipleri düşü­nür." (2:269). Eğitim ve öğretim Kur'an-ı Ke-rim'in bereketli servet ve zenginliğe eşit ola­rak kabul ettiği vasıflan ifade eden üstün fay­da teminine işaret etmektedir. Bu hakikat Zü-mer suresinde açık bir şekilde belirtilmiştir: "Yoksa o, gece saatlerinde secde ederek, ayakta durarak ibadet eden, ahiretten korkan ve Rabbinin rahmetini uman gibi midir? De ki: 'Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? 'Doğ­rusu ancak aklı selim sahipleri öğüt alır." (39: 9). Açıktır ki, bilgisiz ve eğitilmemiş bir işçi­nin yeterliliği ve ehliyeti bilgili ve eğitilmiş bir işçininkine eşit olmaz. Kral Talut'un bede­ni ve ruhi üstünlüğü şu şekilde zikredilir: "Peygamberleri onlara dedi ki: 'Allah, Talut'u size hükümdar gönderdi. 'Dediler ki: 'O bizim üzerimize nasıl hükümdar olabilir? Biz hü­kümdarlığa ondan daha layıkız, ona geniş mal da verilmemiştir. 'Dedi: 'Allah onu sizin üze­rinize (hükümdar) seçti, onun bilgisini ve gü­cünü arttırdı.' Allah mülkünü dilediğine verir, Allah(ın lütfü) geniştir, (O, herşeyi) bilendir." (2: 247).

Dünya hayatında eğitimin büyük Önemine bi­naen Rasulullah @'a öğrenme ve bilgi elde et­mesi yolunda ilk vahiyde şu şekilde hitab edilmiştir: "Yaratan Rabbinin adıyla oku! O insanı alâktan (embriyodan) yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir. O (İnsana) kalemle (yazmayı) öğretti, insana bilmediğini öğretti." (96: 1-5). Bu ayette insanın gelişme­sinin temel taşı olarak eğitime işaret edilmek­tedir. İnsan, hikmeti ve tabiatın gizli hazinelerini nasıl kavrayacağını ve onlardan İstifade yollarını safha safha öğrenir. Bütün İhtimaller sadece bilgi yoluyla gerçek olur.

İnsanın gelişmesinde eğitimin bu büyük rolü teyid edilerek Peygamber @'ın gönderiliş hik­metine Kur'an'da şu şekilde değinilmektedir: "O'dur ki ümmiler içinde, kendilerinden olan ve onlara Allah'ın ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab ve hikmeti öğreten bîr peygamber gönderdi. Oysa onlar, Önceden apaçık bir sapıklık içinde idiler." (62: 2).

Peygamber @ her kadın veya erkek müslü-man için ilim tahsilini mecburi kılmıştır: "İlim talep etmek her müslüman erkek ve kadına farzdır." (İbnİ Mace). Ayrıca, uzak diyarlara gitmek zorunda kalsalar da müslümanlar bil­giyi araştırmakla mükelleftirler. Mişkat'ta ri­vayet edildiği gibi Peygamber @ bu hususta şöyle buyurdu: "İlmi, Çin (çok uzak bir yer)e gitmek zorunda kalsanız bile arayın." Bir de­fasında da şöyle buyurmuştur: "Hikmet, mü­minin yitik malıdır, onu nerede bulursa alır." (Tirmizi).

İslam'da eğitimin büyük önemini gösteren Peygamber @'ın bu hususta birçok hadisi ri­vayet edilmektedir.

Peygamber @, bilgiyi zenginlikle mukayese ederek, beşerî ilerlemenin temel sırrını açıkla­mıştır. O, eğitim ile beşerî ilerleme arasındaki ilişkiyi İma etmiştir. Bu, eğitim ve öğretimin faaliyetler için gerekli olduğunu göstermekte­dir.

d- Güzellik ve Zerafet: Bununla birlikte İs­lam'ın nesnelerin estetik yönünü de gözden uzak tutmadığını söyleyebiliriz. İslam, mü­minlere her şeyi güzellik ve zerafetle yapma­larını emreder ve onlardan hayatın her safha­sında zarif ve aktif olmalarını bekler. Nemi suresinde şöyle buyrulmaktadır: "... (Bu) her şeyi gayet iyi yapan Allah'ın yapısıdır..." (27: 88) Allah, sanatkârlığı (yaratıcılığı) ile herşe­yi mükemmel, zarif ve sağlam yapar. O kulla­rından, özellikle müminlerden, işlerini eksik­siz, zarif ve sağlam yapmalarını ister. Rasu­lullah @ bir keresinde şöyle buyurdu: "Kişi, bir işi yaptığında Allah onun için mükemmel­lik ve zerafet diler, (yani, bir kişiden mümkün olan en iyi şekilde işini yapması beklenir)." (Müslim). Sağlamlıkla birlikte insanlardan güzellik ve zerafeti aramaları istenir. Rasulul­lah @'m şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Birşey yaptığında, güzel (zarifliğine özel bir önem ver." (Müslim).

Bİr diğer hadislerinde Peygamber @ yapılan işlerin estetiğini şu sözlerle vurgulamaktadır. "Şüphesiz Alİahu Tealâ güzeldir, güzeli se­ver." (Müslim).

Peygamber @ iyilik ve güzelliğin tam olarak farkında idi ve ashabına istisnasız her şeyi güzellikle yapmalarını emretti. Bir defasında O şöyle buyurdu: "Allahu Tealâ, sizin İçin her şeyde güzellik ve İyilik yaratmıştır."

Dolayısıyla, açıkça görülmektedir ki İslâm, etkinlik üzerine büyük önem atfetmekte ve her şeyde iyilik ve güzelliği teşvik etmekte­dir.

Emek Mobilitesi: İşgücünün coğrafi bir böl­geden diğerine veya bir meslekten diğerine hareketine emek mobilitesi denir. Emek mo-bilitesinin işçilerin ekonomik durumu ile bü­yük bir İlgisi vardır. İşçiler kolayca ve ser­bestçe bir bölgeden (veya meslekten) daha iyi ücret elde edecekleri bir bölgeye (veya mesle­ğe) geçebilirlerse hayat standartlarını gelişti­rebilirler. Diğer taraftan işçilerin bir bölgeden (veya meslekten) diğerine geçişlerinde sınır­lamalar vardır. Birçok işçi Özellikle, geri kal­mış bölgedekiler iyi bir ücret elde edemeye­ceklerdir. Bölge veya mesleklerde eksik işgü­cü ile çalışan İşçiler, bol işgücü arzı ile çalı­şan bölge veya mesleklere göre daha çok (üc­ret) kazanabilirler.

İslâm işçilerin bu hakkını kabul etmiş ve on­lara daha iyi kazanç aramak için bir meslek­ten diğerine olduğu kadar bir bölgeden diğeri­ne hareket (geçme) özgürlüğünü tam olarak garanti etmiştir. Nisa suresinde şöyle buyrul-maktadır: "Allah yolunda göç eden kimse, yeryüzünde gidecek çok yer ve genişlik (bol­luk) bulur." (4:100).

Bu faaliyet alanlarında, Kur'ân-ı Kerim, fark­lı ülkelerin halkı taiafından sınırlandırma ol­maksızın uygulandığında uluslararası ücretle­ri aşın şekilde düşürebilen ve onları makul bir seviyede tutabilen temel bir prensibi açık­lamıştır. Emeğin ülke içinde ve dışında ser­best mobilitesi (hareketliliği)nin, uluslararası ücretlere makul ve adil bir seviyede istikrar kazandıracağına şüphe yoktur. Ve Kur'ân-ı Kerim'e göre emeğin mobilitesi, çağımızın ekonomik ve sosyo-politik kötülükler (şer-ler)inin en etkili ve en uygun çözüm metodu­dur. Bazı üye ülkeler tarafından yabancı işgü­cü göçüne getirilen sınırlandırmalarla dünya barış ve refahının zarar gördüğü Birleşmiş Milletlerin tüm üyeleri tarafından anlaşılırsa, emek ile sermaye arasında daha az ihtilaf (ça­tışma) olacak ve dünya daha mutlu olacaktır. Fakir ve haysiyet kırıcı bir hayatı sürdüren ve yurtlarını terk etmeyi reddeden mutaassıp ve müteşebbis olmayan halka Kur'ân-ı Kerim şu kelimelerle işaret etmektedir: "Nefislerine ya­zık eden kimselere, canlarını alırken melek­ler: 'Ne işte idiniz?' dediler. (Bunlar): 'Biz yeryüzünde aciz (zayıf) düşürülmüştük.' diye cevap verdiler. Melekler dediler ki: 'Peki, Al­lah'ın yeri geniş değilmiydi ki onda göç ed(ip huzur İçinde yaşayabileceğiniz bir yere gid)eydiniz?'" (4: 97). Nuh suresinde şöyle buyrulmaktadır: "Allah, size yeri bir sergi yaptı, ki onda (açıla)n geniş geniş yollarda gidesiniz." (71: 19-20). Ve yine Mülk sure­sinde şöyle buyrulmaktadır: "O (Allah) size, yeri boyun eğer yaptı. Haydi onun omuzların­da yürüyün ve Allah'ın rızkından yiyin." (67: 15). Kur'ân-ı Kerim'in bu ayetleri inananlar­dan ekonomik standartlarını geliştirmek için seyahat (hicret) etmelerini ve böylece millete refah getirmelerini emretmektedir.

Peygamber @'m ashabı bu prensibi tam ola­rak anladı ve onu hayatları boyunca uyguladı. İkinci halife Hz. Ömer'in rehabilitasyon poli­tikası, söylediklerinin bir delili olarak inanan­ları diğer beldelere hicrete teşvik etmişti. Hz. Ömer, müslümanları İranlılarla savaşa gönde­rirken şöyle buyurdu: "Ey müslümanlar! Hi­caz'da geçimin anlamı, yiyecek aramaya de­vam etmektir. Burada geçinmenin başka yolu yoktur." (Taberi).

Peygamber @'in ashabından Cerir b. Abdul­lah kabilesinin reisi idi. Kabilesi ile birlikte Suriye'ye yerleşmek istedi. Irak topraklarının Suriye topraklarından daha münbit olduğunu bilen Hz. Ömer, Irak'ta yerleşmelerini şu şekilde tavsiye etti: "Suriye'de size ihtiyaç yok. Irak'a gidin. Allah'ın kişilerin refahını azalttığı ülkeden vazgeçin. Bütün geçim vası­talarına sahip bir millet olmak için mücadele­ye atılın. Eminim ki Allah diğerleri gibi size de rızkından bir pay verecek, geçim vasıtala­rından istifade edeceksiniz."

İslâm ordusunun kumandanı Halid b. Velİd'in konuşması ekonomik bakımdan ayrı bir öne­me sahiptir. Halid b. Velid Irak'a yapılan se­ferde müslümanların önüne düştüğünde şöyle dedi: (Yusuf-ud-Din, a.g.e, c. I, sh. 214). "Arap toraklarında ne var? Toprak yığınları gibi her tarafa yayılan hububat yığınlarını görmüyor musunuz? Ey Allah'ım, bizim için Allah'ın adı zorunlu olmasaydı da sadece maddî ihtiyaç sözkonusu olsaydı, şu zengin topraklar için mücadele etmenizi ve onların sahibi olmanızı ve çabalamadan kaçınan işsiz kişiler için fakirlik ve açlığı ortadan kaldır­manızı tavsiye ederdim." (Taberi).

Daha mutlu ve müreffeh yaşamak için geçim vasıtalarının kıt olduğu beldeleri terk etmede ve servetin bol olduğu beldelere hicret etme­de halk, Peygamber @ ve O'nun ashabının peşinden gitti. Bu gayretlerin bir sonucu ola­rak, Hicaz nüfusunun fazlası zengin ve mün-bit olan Irak, Suriye, Mısır v.b. topraklarına ve daha sonra Ceva, Sumatra, İspanya, Tu­nus, Fas, Cezayir, Sudan, Habeşistan vb. gibi ülkelere hicret ettiler.

Nüfus: Nüfus, bîr ülkede emek arzım doğru­dan etkileyen bir diğer faktördür. Malthus ve arkadaşları bir ülkede bu kadar artan nüfustan korktular ve sun'i doğum kontrol metodlarıyla bu artışı durdurmak istediler. Onların görüşle­rine göre, nüfus artışı sun'i metodlarla durdu­rulmazsa, bu üretim araçlarım ve sonunda dü­şük hayat standardını baskı altına alacak ve salgın hastalıklar, kıtlık (açhk)lar, depremler, sel baskınları v.b. gibi çok çeşitli tabii fela­ketler insanları sıkıntıya düşürecektir. On-lar'ın iddiasına göre bu, nüfusun geometrik dizi ile artmasına rağmen üretim araçlarının aritmetik diziyle artmasmdandır.

Bu açık fakat hayali korku konusunda birçok modern iktisatçı, özellikle Asya, Afrika ve Güney Amerika'nın azgelişmiş ülkelerinde ar­tan nüfus hakkında gereksiz bir vehme kapıl­mış görünmektedirler. Günümüzde bu ülke­lerdeki hızlı nüfus artışının durudurulmasmda düzenli kısırlaştırma, aile planlaması ve gebe­likten korunma uygulaması İle ilgili çabalar Dünya Sağlık Teşkilatı (WHO) ve Birleşmiş Milletlerin tanınmış organları vasıtasıyla yeri­ne getirilmektedir. Bu çabaların Asya, Afrika, Güney Amerika'nın birçok azgelişmiş ülke­sinde meyve vermesi sürpriz değildir. Bizi hayrete düşüren şey, nüfus artışının durdurul­masında birçok müslüman ülkenin batının sun'i metodlanna uymak için şuursuzca onları taklit etmeleridir. Üretim sürecinde ekonomik ve faydalı olan batılı metod ve tekniklerin be-nimsenilmesinde bir sakınca (zarar) yoktur. Fakat fayda ve zararı bilinmeksizin kabul edilmesi, akıllı bir insanın yaptığı doğru bir hareket değildir, bir müslüman için böyle bir davranıştan bahsedilemez. Kalıcı değerlere sahip olmayan insanlar İçin iyi ve güzel, te­reddütsüz onlardan gelen her şeyin başarılı şekilde çalışması (işlemesi)dır. Fakat, hayat­larına yön veren ve onları idare eden kalıcı değerleri ve bir hayat düsturu bulunan müslü-manlar, İslâm'ın temel prensiplerine veya ahlâka aykırı hiçbir şeyi asla kabul etmez ve benimsemezler.

Kur'ân ve Doğum Kontrolü: Üretimden da­ha hızlı arttığı kabul edilen nüfus, artış hızı­nın kontrol altına alınması çabaları, Birleşmiş Mületler'in çeşitli organları tarafından yürü­tülmektedir. Bu organlar nüfus artışının bu şekilde devam etmesi halinde nüfusun üretim imkanlarını aşacağını ve şiddetli bir açlığa ve, düşük hayat standardına yol açacağını İleri sürmektedirler. Onlara göre, tek etkin çözüm sun'i metodlarla nüfus artışının durdurulması­dır.

Birleşmiş Mületler'in kampanyasma dayanan bu faraziyelerin hiçbirine inanmıyoruz. Geçmişte elde edilen tecrübe, bu tür bir İhti­malin başarılı şekilde üstesinden geleceği ko­nusunda insanoğlunun kabiliyetinin yeterli delili ve en güzel tanığı durumundadır. Nüfus geçmişte ne üretim imkanlarından hızlı artmış ve ne de üretim önceki artışın gerisinde kala­cak kadar statik kalmıştır. Her iki değişken, biri diğerini etkilemek sizin son derece art­mıştır. Üretimde meydana gelen büyük artış insanoğlunun alinyazısı hakkında önceki ikti­satçıların tahmin (kehanet)erini yanlış çıkar­mıştır. Gerçekten nüfus artmıştır; fakat yeryüzündeki tüm insanların hayat standardı nüfus artışından daha hızlı artmıştır. Dolayısıyla ge­lecekte nüfus artışının üretim imkanlarının gerisinde kalacağına ilişkin geçmiş tecrübele­re aykırı makul bir sebep veya görüş gösteri­lemez.

Son denizaltı araştırmaları dünyanın bugünkü nüfusunun denizden elde edilecek yiyecekler­le kolaylıkla beslenebileceğini çoğu kez orta­ya koymuş bulunmaktadır. İnsanoğlu okya­nustaki balık ve deniz ürünlerini geliştirebilir-se birkaç nesil öncesi tahmin edilebilenden daha fazla miktarda gıda üretebilecektir. Atom enerjisi alanındaki hızlı gelişme ve bu­nun okyanuslardan ve karalardan daha fazla gıda temininde kullanılması halinde, artan nü­fusun herhangi bir kıtlık korkusu olmaksızın, hayatını sürdürebileceği kolaylıkla tahmin edilebilir.

"Bilim adamları daha şimdiden aç gezegeni beslemede yeni yollar keşfediyorlar. Araştır­macılar petrolden yüksek kalite ihtiva eden bir proteinin nasıl elde edileceğini bulmuşlar­dır. ABD ordusu etlerin üzerine ışın saçarak üç yıl muhafaza edecek metodlar geliştirmiş­tir., -geniş potansiyelden soğutma için bir ayırma- Yağlı bitki ve tohumların besin değe­ri itinalı bir şekilde araştırılmaktadır." Günü­müzde batı ülkelerinde et kimsayal maddeler­den üretilmektedir.

"Bilim adamları asrın diğer çetin problemleri­ne de cevap bulmaya karar vermişlerdir: Bu (alan) coğrafyadır. Tarımsal teknolojinin ve­rimliliğinin düşük, açlığın çok yaygın ve mahsûl kayıplarının böcekler, fareler ve çürü­me yüzünden bazı bölgelerde çok yüksek ol­ması şaşırtıcıdır. Dahası bugün yeryüzündeki toprakların sadece %10'u işletilmektedir." (Topİc, People and Found).

Güney Amerika, Avustralya, Asya ve Afri­ka'da çoğu ekime elverişli olduğu halde İşle­tilmeyen toprakların derhal işletilir hale geti­rilmesi hayati önemi haizdir. Ayrıca Afrika'da da potansiyel olarak ekilebilir kurak veya yarı kurak yüzmilyonlarca hektar arazi, Kuzey Doğu ve merkezi Asya'da insanoğlunun biraz daha fazla çabası ile ekilebilir potansiyel yer­leşim bölgeleri mevcuttur.

İkinci imkan, halen ekilmekte olan toprakla­rın hasılasını arttırmaktır. Bu, kısmen yoğun gübreleme, gübreler ve tohumlar ve kısmen de asalakların yok edilmesi için yaygın ilaçla­ma yapılarak gerçekleştirilebilir.

Kur'ân-ı Kerim önemle insanoğlunun kaderi­ne ilişkin kötümser teorileri reddetmekte ve şu ayette insanın beslenmesi için karada, de­nizde ve gökte bulunan tüm imkanların sınır-landınlmadığına işaret etmektedir. "Allah'tır 1 ki, denizi size boyun eğdirdi, ta ki gemiler onun içinde buyruğu ile akıp gitsin ki, siz onun kereminden (nasibinizi) arayasınız da şükredesiniz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden (bir lütuf olarak) size bo­yun eğdirdi. Elbette bunda düşünen bir top­lum için ibretler vardır." (45: 12-13).

Bu ifadelerde, bu dünyada aç kalmayacakları­na dair insanlara verilen bir teminat vardır. Fakat bu teminat onların rızık için çaba sar-fetmeleri halinde beslenmeleri için dünyanın sınırsız hazinelerinin verileceği ile ilgilidir. Deniz, Allah'ın insana verdiği zeka ve kabili­yet yoluyla tabiatta mevcut herşeyi insanın is­tifadesine sunan Allah'ın rezzak (rızık veren) sıfatının bir örneğidir. (Yusuf Ali, The Holy Qur'an, sh. 1357, dipnot 4747 ).

Dolayısıyla Kur'ân-ı kerim insanoğluna dün­yadaki yaşama mücadelesinde büyük cesaret ve ümit vermiştir. Allah insanoğlundan ta­biatın imkanlarından istifade etme çabasını devam ettirmesini istemekte ve bunun sonu­cunda asla hayâl kırıklığına uğratılmayacağı-nı vadetmektedir. Allah yeryüzünde, okya­nuslarda ve göklerde sınırsız tabu kaynaklar yaratmıştır ve insanın devamlı artan istekleri­ni karşılamak için bu gizli hazineler, arayan­lara verilmiştir. Bundan başka, insanoğluna Çabasını ve tabiatın nimetlerini araştırmayı sürdürdüğü takdirde beklediğinden daha fazlasına ulaşacağı ve emeğinin boşa gitmeyece­ği vadedîlmektedir.

Böylece Kur'ân-ı Kerim ilk ve son olarak in­sanoğlunun kendi ihtiyaçları için yeterli mik­tarda üretim yapamayacağı ile ilgili fikri (hu­rafeyi), bu yüzden daha önceden nüfus artışı­nı durdurmak için yapılan planı çürütmekte­dir. Bilakis, şiddetli açlık korkusu ile nüfus artışının durdurulması Kur'ân-ı Kerim'de şu ifadelerle kesinlikle yasaklanmaktadır: "Fa­kirlik korkusuyla çocuklarınızı Öldürmeyin. Onları da sizi de biz besliyoruz. Onları öldür­mek, büyük günahtır." (17: 31). Çocukların fakirlik veya açlık korkusuyla öldürülmesi burada büyük günahlardan biri olarak vasıf-landırılmaktadır. İnsana kendisi ve çocukları için yeterli erzak (yiyecek, içecek kaynaklan) bulunduğu İçin fakirlik ve açlık korkusu ile çocuklarını öldürmemesi kesinlikle emredil-mektedir. İnsanın görevi, bu kaynaklan araş­tırmaktır. İnsan rızkı için çok çalışmak zorun­da olabilir fakat, ona rızkı garanti edilmiştir. Yine En'am suresinde çocukların öldürülmesi yasaklanmaktadır: "Fakirlik korkusuyla ço­cuklarınızı öldürmeyiniz. Sizi de onlan da biz besliyoruz." (6: 151). Kur'ân-ı Kerİm'in bu ayetleri, özellikle fakirlik korkusuyla çocuk­ların öldürülmesini yasaklamaktadır. Bu, yük­sek hayat standardım korumak ve nüfus artı­şını durdurmak için uygulanan bütün doğum kontrol şekilleri, aile planlaması, çocuk dü­şürme ve hatta geç evlenmelerin gayr-i ahlaki ve aynı zamanda günah olduğunu göstermek­tedir. Kur'ân-ı Kerim, çaba harcadığında ço­cuklarına ve kendisine yeterli maişet temin edecek, geleceğinden emin küçük bir zümre için daha iyi eğitim ve daha yüksek bir stan­darda ulaşması açısından nüfus artışının dur­durulması ile ilgili mazeretleri reddetmekte­dir. Kur'ân-ı Kerim'de, bütün tedbirlerin alın­dığı ve bundan dolayı insanın endişesinin ge­reksiz olduğu tekrar tekrar vurgulanmaktadır. Bir an bile (insan) sayısının artmasının senin rızkını azaltacağını düşünmeyeceksiniz.

Bunu yapmaya çalışırsanız kendiniz ve torunlarmız için yeterli miktarda rızık bulacaksı­nız. Bu, Enbiya sureside şu şekilde vurgulan­maktadır: "Bİz onları ve atalarını yaşattık." (21: 44). Ve yine Hud suresinde, "Yeryüzün­de hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah'a ait ol­masın." (11: 6) bu yrulmaktadır.

Kur'ân-ı Kerim, sadece fakirlik korkusuyla nüfus artışını durdurmaya yönelik tüm sınır­layıcı uygulamaları yasaklamakla kalmaz, ay­rıca gençlerin ve dulların evlenmesini teşvik eder. Kur'ân-ı Kerim şu ifadelerle, Allah'ın evlenenleri yokluk ve fakirlikten kurtaracağı­nı beyan ederek onlara mutluluk, refah ve gü­ven vadetmektedir: "İçinizden bekarları ve köle ve cariyelerinizden iyileri evlendirin. Eğer yoksul iseler Allah, lütfü ile onları zen­gin eder. Allah geniş (nimet ve lütuf sahi-bi)dir, (herşeyi) bilendir." (24: 32). Nisa sure­sinde "Eğer (eşler) ayrıhrlarsa, Allah bol ni-metiyle onların herbirini zengin eder (diğeri­ne muhtaç eylemez). Allah' (in nimeti) geniş­tir, .(O) hikmet sahibidir." (4: 130). Kur'ân-ı Kerim bu ifadeleriyle bekârlara ve dullara ev­lenmelerini ve fakirlik korkusuyla evlilikten kaçınmamalarını açıkça belirtmiştir. Burada, evlenmemiş veya geç evlenenlere Allah'ın kendileri ve çocukları için geniş rızıklar ya­rattığı ve batıl sebeplerle evlenmekten kaçın­mamaları hatırlatılmaktadır.

Gerçekten Kur'ân-ı Kerim, evliliği normal bir durum olarak kabul etmekte ve bundan dolayı mümkün olduğunda bekarların evlenmesini emretmektedir. Bir din olarak İslâm, bekarlı­ğa karşıdır ve baba olmayı her insanın görevi olarak görmektedir. Günümüzün uygar top­lumlarında bir aileyi geçindirecek imkanların yetersizliğini mazeret olarak gösteren çoğu kişi baba olmanın sorumluluğunu kabul etme­ye yanaşmamaktadır. Kur'ân-ı Kerim açık ifadelerle bu asılsız (geçersiz) mazereti çürüt­mektedir: "İhtiyaç içinde olanlara Allah ihsa­nından dilediğine verir." (Yusuf A1İ, a.g.e,, sh. 687, dipnot 1753).

Rasûlullah @ da bu konuya önem vermiş ve ashabını evlenmeye teşvik etmiştir. O'nun şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Ev­lenmeye gücü yeten evlensin; çünkü evlilik gözü haramdan alıkor ve iffeti korur. Evlene­meyen ise (arada sırada) oruç tutsun. Çünkü oruçta şehveti kıran bir hassa vardır." (Ebu Davud ve Nesei).

Câbir, Peygamber @'ın kendisine çok çocuk isteyip istemediğini sordu. (Ebu Davud ve Nesei). Enes'in rivayet ettiğine göre, Abdur-rahman b. Avf in elbisesi üzerinde pembe bir işaret görerek bunun ne olduğunu sordu. Ab-durrahman b. Avf bîr kadınla bir miktar altın, çeyiz için evlendiğini söyleyince, Peygamber @ şöyle buyurdu: "Allah sana (çocuklarınla) ihsan etsin." (Buhari). Böylece İslâmın, sınır­layıcı uygulamaları reddettiğini ve gençler ve dullar arasında evliliği teşvik ettiğini görmek­teyiz. İslâm bu kişileri evlilikten kaçınmaktan ve sadece açlık ve fakirlik korkusuyla herhan­gi bîr sun'i doğum kontrolü metodunu benim­semekten men etmektedir. İnsanların çoğu fa­kirlik korkusuyla ailelerin çoğalmasını engel­leyen bu sert tedbirleri almaktadır. Kur'ân-ı Kerim ise, üretim araçlarının sınırsız olduğu­nu belirterek onlara mutluluk ve refah ümidi vermektedir. Çok çalışmaları şartıyla ihtiyaç­larını karşılayacak bol nzık vadedilmektedir. İsteklerinin tatmin edilmesi için çaba harca­yan ve mücadele edenlere kıtlığın olmayacağı anlatılmaktadır. Bundan dolayı herkes için bir nzık teminatı olduğundan ailenin küçültülme­si aptallık ve akılsızlık olacaktır.

Verimliliklerinin ve etkinliklerinin artmasına yardım eden bu öğreti (İslâm), kişilerin çok çalışması için büyük bir teşvik sağlar. İnsan­lar, erzak (yiyecek-içecek) kıtlığı olmadığını ve rızıklarını sadece aradıklarında elde ede­ceklerini bildiklerinde maksimum güçleriyle Çalışacaklar; sonuç olarak emekleri karşılığın­da kendileri ve toplum zengin olacaktır.

Bu Kuralın İstisnaları: Kur'ân-ı Kerim in-san tabiatına tam olarak hakimdir. Bundan dolayı bu konuda muhtemel insan ihtiyaçları­na gereken değeri vermiştir.

Günlük hayatta hamilelik, bir kadının hayatı İçin tehlikeli veya kendisinin ve/veya çocu­ğun sağlığı için zararlı olduğundan ve bir di­ğer çocuğun doğumu (tıbbi durumlarda) tehli­keli ve arzulanılmaz olduğunda çeşitli durum-jarla karşılaşırız. Böyle durumda diğer bir çocuğun doğumu (veya gebe kalma) sun'i ko­runma yoluyla uzun süre geciktirilebilir. Bu durumlar için özel bir izin yoktur. Fakat böy­le durumları çözmek için dolaylı bir prensib elde edilebilen ayetler vardır. Bu durumla il­gili olarak Bakara suresinin şu ayetini incele­mek gerekir; "Sizden her kim hilali görürse oruç tutsun kim o anda hasta veya yolcu olur­sa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk İstemez." (2: 185).

Bu ayet, Allah'ın emirlerinin ve peygamberle­rinin hedefinin insanlar İçin gereksiz zorluk­lar yaratmak değil, fakat insanı bu dünyada daha rahat ve daha mutlu kılmak olduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Burada tüm müslümanlara oruç tutmaları emredilmekte, fakat beşer olarak oruç tutmanın zorladığı du­rumlarla karşılaşılmaktadır. Bundan dolayı, şiddetli sıkıntı çekmemeleri için hastalık ve yolculukta oruç tutmak istisna edilmiştir.

Aynı ilke, beslenme hususunda da zikredil­mektedir: "Allah size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesile­ni haram kıldı. Ama kim mecbur kalırsa, (başkasına) saldırmadan ve sının aşmadan (bunlardan) yemesinde bir günah yoktur. Mu­hakkak ki Allah çok bağışlayandır, çok esir­geyendir." (2; 173). Özellikle dört şey insan­lara yasak olarak sayılmakta ve bunlardan herhangi birini yemenin günah olduğu bildi­rilmektedir. Fakat bir kimse açlıktan ölme du­rumuna geldiğinde ve yiyecek başka birşey bulamazsa hayatını koruyacak sının aşmaksı-zm yemesine izin verilmektedir. Bu istisna, sadece hayatını korumak için zorunlu durum­lardan dolayı yasaklanmış bir gıdayı isteksiz olarak yemeleri için İnsanlara kolaylık olmak üzere yapılmıştır.

Rasûlullah @, "azl"e başvuran Ebu Said ve arkadaşlarına verdiği cevapta böyle bir duru­mu dile getirmiştir. (Azl; cinsi münasebet ve inzal esnasında erkeğin çekilerek suyunu ka­dının tenasül yerinden dışarıya atmasıdır). Ebu Said el-Hudri antalıyor: "Beni Mustalİk gazvesinde Rasûlullah @ ile birlikte sefere çıkmıştık. Ve Arap esirlerinden birçok kadın esirlere kavuşmuştuk. O günlerde kadınlara karşı arzumuz artmış ve bekarlık bize çok güç gelmişti. Azl etmeyi de düşünüp azletmek is­tiyorduk. Meseleyi Rasûlullah @'a sorduk. Rasûlullah @: Bunu yapmamanızda bir beis yoktur. (Azl yapmamanız vacib kılınmamış­tır.) Fakat Allah'ın ezeli ilminde kıyamet gününe kadar viicud bulacak olan her hayat sa­hibi, bu dünyada her halde vücud bulacaktır! diye cevap verdi." (Buhari). Ayrıca Câbir, Peygamber @ zamanında Kur'ân-ı Kerim in­zal olduğunda halkın azl'e başvurduğunu rivayet etmiştir (Buharı). Böylece Peygamber <3> bu uygulamayı yasaklamayarak gerekli ol­duğunda halkın bu tedbirlere başvurmasına izin verdi. Önemle belirtilmelidir ki, insanlar bu tedbirlere, birincisi devlet politikasının bir sonucu olarak ve ikincisi açlık ve fakirlik korkusuyla (iktisatçılar ve Birleşmiş Millet-ler'in organlarınca savunulduğu gibi) değil, fakat sadece daha önce izah edildiği gibi sağ­lık sebeplerinden dolayı başvurabilirler. Do­layısıyla, bu tedbir istisnai durumlar içindir ve sadece gerçek ve hayati ihtiyaçlar sözko-nusu olduğunda başvurulabilir. Fakat doğum kontrol metodu, zamanın bîlgi ve ihtiyaçları­na bağlı olarak zaman ve mekandaki değiş­meyle birlikte farklılaşabilir.

 

Meslek Seçme Hürriyeti

 

İslâm'da çalışma ve hareket serbestisi tamdır. Herkes sevdiği herhangi bir işi yapabilir ve serbestçe bir meslekten diğerine ve bir yerden diğerine hiçbir sınırlama olmaksızın geçebi­lir. Diğer bir ifadeyle, Kur'ân-ı Kerim'de şu ayette gösterildiği gibi, İslâm'da emeğin (mesleki olduğu kadar coğrafi) mobilitesi tamdır: "Melekler dediler ki: 'Peki Allah'ın yeri geniş değil miydi ki, onda göç ed(ip gön­lünüzce yaşayabileceğiniz bîr yere gi)deydi-niz.' Allah yolunda göç (hicret) eden kimse yeryüzünde gidecek çok yer bulur, bolluk bu­lur." (4: 97-100).

Bu ayet, emeğin coğrafî mobilitesinin açık bir göstergesidir. Müslümanlara kaynakların kıt olduğu yerlerden refaha ve bol kaynaklara ulaşabilecekleri yerlere hareket etmeleri öğüt-lenmektedir. Bu, düşük ücretli işçilerin ücret­lerini yükseltmeye ve aynı zamanda tüm ül­kede ücretleri dengelemeye yardım eder. Bu prensip bütün ülkeler tarafından sınırlandırma olmaksızın uygulandığında, dünyanın her bölgesindeki ücretlerin standardizasyonu ihti­mal dahilindedir.

Aynı prensip Nuh suresinde zikredilmektedir: "Allah, size yeri bir sergi yaptı. Ki onda (açıla)n geniş geniş yollarda gidesiniz." (71 :19-20). Mülk suresinde de: "Yeryüzünü size bo­yun eğdiren O'dur. Şu halde yerin sırtlarında dolaşın ve Allah'ın rızkından yiyin." (67: 15) Duyurulmaktadır. Burada insanoğluna dünya­da hayatını sürdürmek için yaratıldığı belirti­len rızkını elde etmek için yeryüzünde hare­ket etmesi emredilmektedir. Yabancı memle­ketlerde daha iyi bir hayat sürmek için yurtla­rından ayrılmaya insanları teşvik etmede yu-kardaki ayetlerde kullanılan ifadelerden daha güçlü (etkili) olabilecek ifade yoktur.

 

Emeğin İtibarı

 

Her meşru meslek; renge, sınıfa ve inanca ba­kılmaksızın tüm insanlara açıktır ve herkes beğendiği herhangi bir mesleği kabul etmede serbesttir. İnsanlara mesleklerine bakmaksı­zın kardeşlerine saygı göstermeyi Öğreten İslâm'da el emeğine önem ve itibar verildiğini gösteren yeteri kadar delil vardır. İslâm in­sanları tereddüt etmeksizin hayatlarım kazan­mada tüm işleri yapmaya teşvik etmiştir. Kur'ân-ı Kerim hayatlarını kendi el emekle­riyle kazanmaya çalışan büyük peygamberle­rin yaşantılarından misaller vermektedir. Da-vud peygamberin kendisine zırhlı ceket ve zırh yaptığı ve Nuh peygamberin nasıl elle­riyle gemi yaptığı anlatılmaktadır. Hz. İbra­him, Hz. Musa, Hz. İsa ve Allah'ın bütün bü­yük peygamberleri bizzat koyun çobanlığı yaptılar. Allah'ın son Rasulü Muhammed @ da keçi ve koyun güttü ve arkadaşlarına ben­zeri meslekleri benimsemelerini öğütledi.

Peygamber @ müslümanlara hayatlarını ka­zanmada küçümsenen meslekleri benimseme konusunda bizzat kendisi bu işleri yaparak ör­nek olmuştur. Peygamber @'m, mesleklerine bakmaksızın insanların itibarını ve manevî duygularını yükseltmede, kendi günlük hayatı Örnek teşkil ederek, nasıl eğittiğini açıklayan birçok hadisi vardır. Burada Peygamber @'m, el emeğinin itibarı ve öneminin yükseltilmesi hususlarını gösteren bazı hadislerini aktarıyoruz:

1- Bir defasında ashabından birini, çalışmak­tan dolayı elleri simsiyah olduğunu gören peygamber @ ne yaptığını sordu. Ailesine bir maişet temin etmek için çok güç şartlarda bir çekiçle çalıştığı cevabını verdi. Bunu işiten peygamber @ ellerini öptü (ve   büyük bir azimle çalışmak suretiyle dürüstlük bir maişet elde ettiğini öğrendiğinde memnun oldu. (Asada al-Ghabah Tazkirah Sa'ad Ansan'den nakleden Dr. Yusufu'd-Din, a.g.e, sh. 213-214)

2- Hz. Aişe anlatıyor: Peygamber @ bizzat elleriyle bazı işleri yaptı ve müslümanlara ay­nı işleri yapmalarım tavsiye etti. Fakat onlar bu işleri yapmaktan kaçındılar. Bunun haberi Hz. Peygamber @'a geldiğinde oradakilere şöyle hitap etti: "İnsanlara ne oldu da onlar benim yaptığım işten imtina ettiler? Ve ben sizden daha fazla bilgi sahibiyim ve Allah'tan daha fazla korkarım." (Buhari ve Müslim).

3- Dördüncü Halife Hz. Ali her zaman ifti­harla bahsettiği bir olayı anlatır. O bir gün Peygamber @'in aç olduğunu öğrenir. Ve yi­yecek birşeyler temin edebilmek için bir iş arar. Medine dışında büyük bir toprağa sahip ve onu sulayacak birisini arayan bahçe sahibi bir yahudi görür. Daha sonra Peygamber @'e döner ve yahudi ile pazarlık hususunu sorar. İş bitiminde aldığı hurmaları birlikte yerler. (İbni Mace).

4- Sa'd b. Vakkas ile ilgili olarak belirtilmiş­tir ki, o tarlasını gübreliyordu ve (başında ta­şıdığı) bir kova gübrenin bir kova buğdaya eşit olduğunu söylüyordu. (İbni Mace).

 

Emeğin Hakları

 

Servetin emek ve sermaye tarafından ortakla­şa üretildiği gerçeği İslâm tarafından bütü­nüyle kabul edilmektedir. İslâm her ikisine de Allah ve yarattıklarına karşı görevlerini hatır­latmakta ve kendilerinin ki gibi diğerlerinin menfaatlerini gözetmelerini emretmektedir.

Fakat nisbeten daha zayıf ve sermaye tarafın­dan kazancı tehlikeye düşürülebildiğinden İslâm emeğin haklarının korunmasına özel bir önem vermektedir. Peygamber @ hizmetçile­rine ailesinin üyeleri gibi davranmış ve asha­bına onlara iyi davranmalarını tavsiye etmiş­tir. Şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Esir­lere ve hizmetçilere örfe göre yiyecek ve gi­yecek verilmeli, taşıyamayacağı yük yüklen­memelidir." (Muvatta).

Emekle ilgili anlaşmazlıklar gerek ücretler ve gerekse işin tabiatından doğar;. Peygamber @ yukarıdaki hadislerinde her iki hâl üzerinde önemle durmuştur.

Uzun süre Rasûlullah @'e hizmet eden Enes, O'nun asla kimseye düşük ücret vermediğini özellikle belirtmektedir (Buhari). Yine Enes, Rasûlullah @'ın; "Bir işçinin ücreti (alnının) teri kurumadan verilmelidir" talimatını verdi­ğini haber vermektedir. (İbni Mace ve Beyha-ki).

Ebu Hureyre, Rasûlullah @'m; "Allah kıya­met gününde üç kişinin düşmanı olacaktır. Bu üç kişiden biri bir işçi çalıştırdığı ve onun emeğinden faydalandığı halde ona ücretini ödemeyendir" diye buyurduğunu rivayet et­mektedir (Buhari). Rasûlullah @, herhangi bir işçinin önceden ücretini belirlemeksizin çalıştırılmasını yasaklamıştır (Beyhaki).

O, hizmetçilerine karşı çok müşfikti ve onlar­dan biri hastalandığında evlerini ziyaret eder ve hastalığı hakkında bilgi alırdı. İkinci Hali­fe Hz. Ömer esirlere (ve hizmetçilere ) bak­mayı ve hastalıklarında onları ziyaret etmeyi devlet memurlarının görevlerinden biri yaptı.

Böylece İslâm manevî eğitim yoluyla işve­renlere, işçilere makul ücretler ödemeyi ve iş­lerinde diğer imkanları sağlamayı dikte' et­mekte, bu emirlere uymadıkları takdirde İslâm Devleti bu meselelerde ve işçilerin hak­larını garanti altına almada müdahale hakkına sahiptir. Eğer bir sermayedar işçilere gere­ğinden daha düşük ücret öderse veya ağır iş verirse veya makul bir Ücret vermeksizin uzun saatler çalıştınrsa veya onları sağlığa zararlı veya sağlıksız şartlarda çalıştırırsa vb. İslâm devleti emeğin haklarını korumak için kanunen müdahale etme hakkına sahiptir.

Ebu Mes'ud Ensarî rivayet etmektedir ki, bir-gün kölesini döverken arkasından bir ses işi­tir: "Ey Ebu Mes'ud! Allah'ın senin üzerinde daha büyük bir güce sahip olduğunu bilmiyor musun?" geriye döndüğünde Peygamber @'i gördü ve şöyle dedi: "Ey Allah'ın rasulü bu köleyi Allah'ın rızasını kazanmak için azad ettim." Peygamber @ şöyle buyurdu: "Eğer bunu yapmasaydın cehennem ateşi seni yaka­caktı." (Muvatta). Hz. Ömer Medine'nin ke­nar mahallelerine giderdi ve ağır iş yapan bi­risini gördüğünde onun yükünü hafifletmeye yardım ederdi (Muvatta). Hz. Ömer emeğin haklarının korunmasında müsamahasız idi. Kendisi çok katı bir şekilde emekle ilgili tüm kaidelere dikkat eder ve başkalarını bunlara uymaya zorlardı. O, Kudüs'e Hristiyanlar ile bir barış anlaşması imzalamaya giderken ken­disi ve hizmetçisi bir deveye nöbetleşe bindi­ler. Şehrin kapılarına geldiklerinde deveye binme sırası hizmetçinindi ve Hz. Ömer yürü­yordu. Bir ara Hz. Ömer yolda dilenen bir adam gördü, sorular sorduktan sonra fakir adama belirli bir tahsisat bağladı ve bu gibi insanlara hazineden yardım yapılması için ta­limat verdi.

Bu müzakerenin ışığı altında işçinin hakları şu şekilde Özetlenebilir:

1- Emeğe; ona uygun bir hayat standardı sağlayacak bir ücret ödenmelidir.

2- İşveren, işçiye fizikî gücünün üstünde hiçbir iş vermemeli ve bazen bu tür zor bir iş verirse işgücü veya sermaye veya her ikisinden daha fazla vermek suretiy­le yardım etmelidir.

3- İşçi hastalandığında işveren uygun tıbbi yardım sağlamalı, hastalığı süresince ye­terli ödeme yapmalıdır. Hastalık   öde­mesine emek ve sermayenin katkısına devletin yardımının (muhtemel olarak zekat fonundan) da eklenmesi, çok arzu­lanan bir durumdur.

4- İşgücüne emeklilik aylığı ödenmesi mâkul bir tedbirdir. İşveren ve işçiler bu fona belli bir miktar katkı yapmak iste­yebilir, fakat İslâm devletinde temelde zekattan katkı sağlanacaktır. İşverenler tüm sadakalarını (gönüllü yardım) işçi­leri ve onların çocuklarına vermeye teş­vik edilecektir. İşçilere İşsizlik süresince zekat fonundan işsizlik sigortası ödeme­si yapılacaktır. İşsizlik sigortası işçilerin satın alma gücünü kuvvetlendirecek ve ülkedeki ücret oranının belli bir seviye­de dengelenmesine yardım edecektir.

7- İş kazaları için yeterli tazminat ödenme­lidir.

8- Fabrikada üretilen mallar çalışanlara üc­retsiz veya daha düşük fiyatlarla veril­melidir.

9- İşçilere anlayışlı ve yumuşak davraml-mah ve İş sırasında yaptıkları herhangi bir hata affedilmelidir.

10- Sağlıkları ve verimlilikleri olumsuz yön­de etkilenmemesi İçin uygun barınma imkanı sağlanmalıdır.

Cezalar: islâm İşverenin, işçisine iş sırasında mallara ve tesisata zarar vermesinden dolayı para cezası vermesini yasaklamıştır. İmam İbn Hazm, belirli şartlar bulunmadıkça işçiye işverenin ceza veremeyeceğini şu şekilde açıklamıştır. "Ortak olsun veya işçi olsun ça­lışan bir kişi, kasten yaptığı ispat edilmedikçe ve delil (şahit) bulunmadıkça çalışma esna­sında mallara zarar verdiğinde ceza sözkonu-su olmaz. Aksi taktirde işçinin kendisini sa­vunmak için yeminli ifadesi (doğru) kabul edilecektir."

İmamı Azam Ebu Hanife ve İmam Mâlik da­hil bütün müslüman hukukçular, belli bir üc­retle belli bir zaman periyodunda istihdam edilen bir hizmetçi (işçî)nin mallar (veya araçlar)a kasten ve bile bile zarar verdiği ispat edilmedikçe hukuken para cezası verile­meyeceği hususunda ittifak etmişlerdir.

Kâra Katılma Şekilleri: Kâra katılma şekil­leri emek ve sermayenin birlikte korunmasın­da ve ikisi arasındaki ilişkilerin geliştirilme­sinde etkin araçlardan birisidir. İşçiye işletme kârlarından bir pay verilmesi halinde emeğin verimliliğinde Önemli bir artış olacağı ileri sürülmektedir. İşçi, kârdan bir pay alacağını bilirse daha çok çalışacak ve üretimi artırmak için elinden geleni yapacaktır. İşçi, makinele­ri büyük bir itina ile kullanacak ve üretimi arttırmak İçin hammadde ve yarı mamul mad­deleri kullanırken ekonomik davranacaktır. İslâm, bu sistemin faydahhk ve etkinliğine büyük Önem vermiştir ve müslüman işveren­lere üretime yaptığı katkrdoğrultusunda işçi­ye pay verilmesini öğütlemiştir. "İnsana çalış­masından başka bir şey yoktur." (Necm 39). Bİr işçiye üretime yaptığı katkının bedelini ödemede en iyi yol ona kârdan bir pay vermektir. Bu, işçinin işe ilgisini ve dolayı­sıyla verimliliğini mutlaka arttıracaktır. Pey­gamber @ işçiye üretimden bir pay verme ko­nusunda çok istekli idi. (Bir defasında şu şe­kilde öğütte bulundu: "Çalışana çalışmasın­dan bir pay verin, çünkü Allah hiçbir çalışanı mükâfatsiz çevirmez" (Muvatta). Ebu Hurey-re'nin rivayetine göre Peygamber @ şöyle bu­yurdu. "Sizden birinizin hizmetçisi yemeğini­zi hazırlar ve size getirirse, onu sofra (yemek masası)nıza oturtun; bunu yapamazsanız ona Çalışmasının karşılığı olarak yiyecek ve sıcak yemek (gıda) verin." (Buhari, Ebu Davud ve Tirmizi).

Burada "O'nu sofranıza oturtun" ifadesinin kullanılması çok önemlidir; Peygamber @, işçilerin güzel bir şekilde mükafatlandırıldığı-m görmeyi çok isterdi. Gerçekten O, işçilerin en azından temel ihtiyaçlarını karşılayabilme­si ve işverenin (hayat) düzeyine çıkabilmesi için cömertçe mükafatlandırılmasın i istemiş­tir. Bu, hizmetçilerini kendi sofralarına oturt­malarını işverenlere Peygamber @'ın emret-mesindeki asıl maksadı göstermektedir. Fakat birtakım zarurî şartlardan dolayı sofralarında-ki yemeği onlarla paylaşamazlarsa hoşnut ve memnun ayrılmaları için yemeğin bir kısmını onlara verirler.

Hadisin son kısmı ikinci bir seçim ve istisna olarak görünmektedir. Peygamber @'ın ger­çek maksadı, temel ihtiyaçlarım işverenlerden istemesinler diye, işçilerin kârdan daha büyük bir pay almasını sağlamaktı. Eğer kesin kaçı­nılmaz şartlar varsa bu uygulanamazdı. Bun­dan dolayı Peygamber @ işçilere üretimden bir pay vermelerini işverenlere emretti.

Peygamber @ işçiye verimliliği ölçüsünde kâr payı dağıtılması konusunda ısrarlı olduğu kadar başka bir şeyi vurgulamamıştır. Bİr iş­çiye kârdan pay verilirse verimliliğinin kat kat artacağı endüstriyel tecrübenin inkar edil­mez bir gerçeğidir. Prof. Taussig: "Kâr pay­laştırma sistemi belirli bir işletmede işveren ve işçiyi birlikte çalıştırmada bir araçtır. Sü­rekli ve önemli nakdi kaynaklardan biri en­düstriyel işçinin bir kısmının verimliliğini art­tırmaktır. İşçinin kârdan pay alacağım bilmesi ile, onun daha bilinçli ve dikkatli çalışması, materyalleri tasarruflu kullanması, aletleri ko­ruması beklenebilecektir. Böylece işçi, elde ettiği kâr payı kadar üretime katkıda buluna­caktır. Bu katkı kârdan daha az değil, belki de daha çok olacak; böylece işverene kâr payını ödedikten sonra hasıla kalacak, şüphesiz kân artacaktır. Alışılmış ücret sisteminde maddi olduğu kadar manevî kaybın bulunduğu dai­ma belirtilmiştir." (Tausing, Principîes of Economİcs, c. II, bölüm 59, sh. 335-340).

Kârdan kendisine bir pay verilen bir İşçinin genellikle işine daha büyük ilgi duyacağı bili­nen bir gerçektir. Bununla birlikte, dürüst ve gayretli bir şekilde çalışan bir işçi, artan kârdan daha büyük pay ümit ettiği zamanki kadar hızlı çalışmayabilir. Bu durum, İslâm işçiye kârdan bir pay verilmesini teklif etti­ğinden, bu sistemin gerçek sebebini ve maddi üstünlüğünü göstermektedir.

Emeğin Haklarının Korunması: Her ne kadar emek ve sermaye endüstriyel problemler­de tam serbestlikten hoşlanırsa da, İslâm Devleti emeğin haklarını sermayenin tecavüz­lerinden korumada meşru bir hakka sahiptir. İmam Maverdi'ye göre, işçilere düşük ücret vermek veya uzun çalışma sürelerinde çalış­tırmak gibi emeğin haklarına tecavüz ederse, (İslâm) Devleti işverenlerin bu yaptıklarını durduracak ve müdahale edecek güce sahip olacaktır. Dolayısıyla emeğin hakları, işve­renlerin tecavüzlerinden tam olarak korun­maktadır. (Ahkam-al-Sultania, böl. 20, sh.242).

Gerçekten İslâm, hayvanlara günümüzün bir­çok kapitalist ülkesinde emeğin istediği hak­lardan daha fazlasını vermektedir. Peygamber @ hayvanlardan istifade ederken üç şarta ria­yet edilmesini tavsiye ederdi: (i) Hayvanlar canlı (kuvvetli) iken işe sürülmelidir. (ii) Bes­lemek, sulamak ve dinlendirmek için ara sıra çalışmaya uygun ara (mola) verecek şekilde düzenlemeler yapılmalıdır, (iii) Onlar dövül-memeli ve kötü söz (küfür) söylenmemelidir. Böylece Peygamber @ hayvanların makul bir şekilde kullanılmasını, fazla çahştınlmamala-rım ve onlara haddinden fazla yük yükleme-meyi öğütlemiştir. Peygamber @ bîr defasın­da bir kediyi aç ve susuz olarak bir iple bağ­layan kadının cehennemlik olduğunu söyledi. Ebu Hureyre'ye göre, Peygamber @ susamış bir köpeğe su vererek hayatını kurtardığından dolayı bir fahişeyi affetmiştir (Buhari).

Hayvanların korunmasına büyük itina göste­ren bir dinin insanların haklarını daha fazla koruyacağı kolaylıkla kabul edilebilir. Bir ke­dinin aç ve susuz kalmasına müsamaha edil­meyen bir dinde bir bahçe veya fabrikada gayretle çalışan bir İşçi yarı aç bırakılabilir mi? Bir kadın bir hayvana yiyecek vermedi­ğinden cehenneme gönderildi. İnsanların emeklerinin haklı payı(karşılığı)nı vermeyen ve emeğinin semeresini yiyenlerin cezası aca­ba ne olurdu? İslâm işçinin refah ve ücret problemlerini işverenin insafına bırakmamış, emeğin haklı payını alması için gerekli adımları atmıştır. İslâm minimum ücret ve iyi ça­lışma şartlarını, işçinin memnun kalacağı bir hayat standardını sağlayacak şekilde garanti eder.

İslâm Devleti, işçilerin haklarını işsizlik dö­nemlerinde, endüstrilerin kapanmasına yol açan iflas, konjonktör ve diğer fınansal zorluk dönemlerinde korumakla sorumludur. Bu tür tehlikeler sözkonusu olduğunda devlet, işçiye finansal yardım sağlamak için zekatı kullana­bilir (Ayrıntılı bilgi için bu ciltteki Menfaat ve Zekat bölümüne bakınız).

Sadaka ve Emek: Sadaka ihtiyarî olduğu ka­dar zorunlu olarak beytü'l-mal'de toplanmakta ve işsizlik ve diğer tehlike zamanlarında eme­ğe yardım etmede kullanılabilmektedir. Sada­ka sermayeye karşı emeğin pazarlık gücünü arttıran çok faydalı ve etkili bir araçtır. Müslüman bir toplumda emek dürüst ve gay­retli çalıştığı müddetçe, emek ve sermaye ara­sındaki ilişkiler çok samimi ve kardeşçedir; sermaye emeğe karşı cömert, insaflı ve müş­fiktir. Fakat bazen, parasal menfaatler veya sadece bencillikten dolayı, sermaye, hizmetin ulvî ideallerini ve merhameti unutur ve eme­ğin haklarına tecavüze teşebbüs eder. Zekatın bir kısmı işsizlik veya diğer olaylarda emeğe destek olmak için ayrılırsa sermayedarların vicdansız taktikleri tamamen etkisiz ve ücret oranı mâkul bir düzeyde olacaktır.

Devlet üç yolla işverenlerin böyle zalimane hareketini önlemeye yardımcı olabilir. Birin­cisi yönetim, ülkede hiçbir kimseden herhan­gi bir yardım almayan emeği desteklemek için bağımsız olarak (zekattan) bir fon uygu­layabilir; ikincisi devlet çalışan sınıfın menfa­atlerini gözetmek için İşçi ve işveren temsilci­lerinden ibaret müstakil bir organizasyon ku­rabilir; ve üçüncüsü; devlet emeği iyileştir­mek için sermaye ve emek organizasyonlarını ve onların bağımsız çalışan müstakil fonlarım iade edebilir.

Emek ve sermaye tarafından küçük katkılar yapılmış olabilir, fakat bu fonun esas önemli kısmı sadakadan gelecektir. Bu fon, emek ve sermaye üzerinde çok büyük bir etkiye sahip olacaktır. Fon işçiler arasında güven ve işve­renler arasında iyi niyet hasıl edecektir. Emek, ücretlerde düşmenin yarattığı işsizlik ve gereksizlik korkusu olmaksızın çalıştığı surece sermaye emeğin hakkına tecavüz eden herhangi bir adım atmaktan alıkonulacaktır.

Emeğe, ekonomik güç olduğu kadar pazarlık gücü kazanmada yardım sağlamada bir diğer faydalı yol, bir işletmede kısmen İşveren, kıs­men de zekat fonu tarafından yapılan katkılar aracılığı ile işçilere belli bir miktar pay veril­mesidir. Bu şekilde, bir işçi hayatında firma­dan %30 ile %50 arasında bir pay elde edebi­lir. Böyle bir sistem, her bir işçinin bir miktar pay almasına ve aynı zamanda firmanın teftişi ve yönetimi Üzerinde belli bir kontrol yetkisi kazanmasına yardım edecektir. Benzer şekil­de bu, etkinliğin artması ve dolayısıyla her iş­çinin verimliliğinin artmasıdır. Bundan başka, bu sistem paylardan elde ettiği kazancı ekle­mek suretiyle işçiye işsizlik süresinde işsizlik sigortası olarak çok faydalı yardım sağlaya­bilir. Dolayısıyla bu sistem iki amaca birden hizmet edecektir. Birincisi, emeğin verimlili­ğini arttırmak, ikincisi ise özellikle işsizlik zamanlarında ve bilinmeyen diğer durumlar­da çok faydalı olan ekonomik yardımlar sağ­lamaktır.

işsizlik Sigortası: Müslüman bir toplumda geçimin sağlanması, Devletin sorumluluğun­dadır. Devletin bir ferdi (vatandaşı) yetersiz, hasta ve işsiz ise bu zor zamanlarda ona fi-nansal yardım sağlamak devletin görevidir. Halife Hz. Ömer bir kişinin günlük temel ihti­yaçlarını bulmayı bilfiil tecrübe etmiştir. Bu, her insanın temel ihtiyaçlarını karşılamak için yapmış olduğu harcamayı garanti etmek için yapılmıştır. Kur'ân-ı Kerim, İslâm Devletinin bu fonksiyonuna şu şekilde açıkça işaret et­mektedir: 'Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da sizi de biz besliyor (n-zıklandırıyor)uz." (17: 31).

Bu ifadelerde Allah, İslâm Devletine fertlerinin, özellikle onlardan herhangi biri işsiz, hasta ve zayıf olduğunda geçimim sağlaması­nı emretmektedir. Zuhruf suresinde de şöyle buyurulmaktadir: "Dünya hayatında onların geçimlik (maişet)lerini biz taksim ettik." (43: 32). Allah'ın yeryüzündeki temsilcisi olarak İslâm Devleti, hastaların, işsizlerin ve zayıfla­rın maişeti (geçimi) için, toplumda bakımsız bırakılan hiç kimse kalmasın diye, düzenle­meler yapacaktır. Böyle muhtaç kişilere, İşsiz veya hasta oldukları dönem boyunca temel ihtiyaçlarını karşılamasını temin etmek için sigorta yardımları ödenmelidir. İşverenler de aynı zamanda bu fona katkıda bulunmalıdır. İşçiler sıhhati olduklarında ve istihdam edil­diklerinde büyük kârlar kazandırırlar. Bu yüz­den işsiz, hasta ve çalışmaz olduklarında on­lara yardım etmek işverenlerin ahlâkî görevi­dir.

Gerçekten, hiçbir devlet vatandaşlarının asga­rî temel ihtiyaçlarını garanti edinceye kadar onlardan kanunlarına itaat etmesini isteme hakkına sahip değildir. Yalnız fakirlerin (işsiz veya hastaların) zarurî ihtiyaçlarını sağladık­tan sonra onlardan bu itaati isteyebilir. Fatiha suresi şu kelimelerle başlamaktadır: "Âlemle­rin Rabbi (terbiye edip yetiştiricisi) Allah'a harndolsun." (1: 2). Arapça Rabb kelimesi, sadece teşvik edici, terbiye edici veya besle­yici anlamına gelmez. Rabb kelimesi aym za­manda en ilkel devletten en mükemmel dev­lete kadar eşyanın tekâmülünün düzenlenme­sini, tamamlanmasını ve başarılmasını ifade eder. Şeyh Ebu'l Kasım el-Hüseyin el-Ragıb el -I s fah anî' ye göre Rabb, "birşey tamam oluncaya (mükemmele ulaşana) kadar, o şe­yin bir durumdan diğerine ulaşmasını sağla­yacak şekilde besleyip büyütülmesini ifade eder. Bundan dolayı Rabb, bütün âlemin bes­lenmesi sadece kendisine ait olan bütün varlı­ğın yaratıcısıdır. Mutlak olarak Rabb, tüm yaratılanların rızkı (ihtiyaçları) kendisine ait olan (üstlenen) Allah Teala için kullanılır. Ayrıca, her bir kürenin kapasitesi ve tedrici olarak mükemmele ulaşmayı sağlayan küre içindeki araçlar önceden takdir (tayin) edilmistir." (Ragıb el-Isfahanî; el-Müfredat fi Garib-ül Kur'ân, Kahire, 1324, sh. 182.)

Dolayısıyla kulluğumuz, doğumdan Ölüme tüm ihtiyaçlarımızı ve isteklerimizi karşılayan Aziz, Kudret sahibi, besleyici ve bağışlayıcı Allah'a olmalıdır. Güç, kuvvet ve enerjimiz bize verilen nimetlerdir. Bu lütuf ve ihsanı dolayısıyla bedenen ve ruhen tam bir itaat ile O'na secdeye kapanmalıyız. Diğer bir ifadey­le bize verdikleri için O'na minnettar olarak itaat etmeliyiz. Dünya hayatının devam etme­si için gıda ve maişet vb. de dahil bize sayısız nimetler ihsan ettikten sonra bizden itaat et­memizi istediğine göre Allah, bir devlet nasıl önce vatandaşlarının işsizlik veya hastalık süresince temel ihtiyaçlarını temin etmeksizin itaat bekleyebilir. İşsizlik ve hastalık süresin­ce bile kendilerine bakmayan bir devlet, va­tandaşlarından itaatlerini isteme hakkına nasıl sahip olabilir? Devlet ve onun bütün organları işçilerden iş ister ve kâr elde eder. Fakat onlar hastalandığında veya İşsiz kaldığında, onları açlık ve Ölüme mi terkedecektir?

Bundan dolayı İslâm, müslüman bir devlette işsizlik veya hastalık süresince İşçiye sigorta yardımları sağlamayı emreder. Her türlü şart­lar altında belli bir hayat standardını vatan­daşlarına sağlamayı garanti etmek müslüman bir devletin görevidir. Bu amaca ulaşmak için müslüman devlet bu gibi insanlara zor şartlar­da onların alışılmış hayat standardını sağla­mak için zekat fonundan işsizlik tazminatı ve hastalık ödemeleri yapar. Böylece fakirlerin faydalanması için zenginlerden toplanan ze­kat fonu, diğerleri arasında hasta veya işsiz kalan kişilere asgari bir ücret garanti etmek için de haklı olarak kullanılır.

Bu fonun bir bölümü Rasûlullah @ ve halife­leri tarafından toplumdaki hasta ve işsizlere yardım için kullanılmıştır. Bu sistem modern tarım ve endüstri ekonomilerinde işsizlik ve hastalık probleminin çözümünde yeniden dik­kate alınabilir. Zekat fonunun bir kısmı işve­renlerin ve İşçilerin iştirakleri ile, çalışanlar işsiz veya hasta olduklarında ailelerinin temel ihtiyaçlarını, normal hayat standardında bir düşüş olmadan karşılamak üzere yeterli bir tazminat alabilmeleri için, arttırılabilir. Müs­lüman devletler bu fonları zayıf, fakir ve iş­sizleri kalkındırmak için gereğince uygular ve kullanırsa, Kur'ân'ın takdir ettiği gibi, dı§ yardım olmaksızın kendi iç kaynaklan ile ekonomik problemlerini çözebilecektir.

 

Emek-Sermaye İlişkisi

 

Modem endüstriyel sistem emek ile sermaye--yi, kapitalist Ülkelerde menfaatleri daima çatı­şan ve bu iki unsurun büyük ölçüde israfına yol açan iki düşman kampa ayırmaktadır. Emeğin haklarını koruyacak kanuni tedbirlere rağmen ihtilafları azalmamış aksine özellikle İngiltere ve Amerika'da son yıllarda artmıştır. Hatta işçi sendikası hareketi amacına ulaşma­da başarısızlığa uğramış ve bu ülkelerde her endüstride çok sık yasal olmayan grevler ya­pılmıştır. Batılı ülkeler her yıl, özellikle İngil­tere, grevden dolayı mallarını zamanında tes­lim edememesi nedeniyle milyonlarca paund değerinde zararla karşılaşmıştır.

Emek ve sermaye arasındaki rekabet ve çatış­ma bir İslâm Devletinde doğmaz. İslâm emek ve sermayeyi menfaatleri çarpışmayacak bir tarzda kardeşlik ve arkadaşlık zinciriyle bağ­lar. İslâm diğerlerinin hakları adalet, eşitlik, sevgi ve etkinlik İçin ortak ulvî güven duygu­sunu, iyi niyeti ve saygıyı teşvik eder. Bir müslüman sermayedar sanayileşmedeki yega­ne amacı vurgunculuk ise, gerçek bir mümin olamaz. Tersine o, sermayesini cemiyete fay­dalı işletmelere ve endüstrilere yatıracak ve sonra oradan elde ettiği herhangi bir kâr için Allah'a minnettar kalacaktır. Onun endüstri ve diğer teşebbüslerdeki yatırımlarında temeİ amacı Allah rızası için beşeriyete hizmet et­mek olacaktır. Açıktır ki, O da verimliliğini arttırmaya çalışacak, fakat bu onun için üreti­mi arttırmada tek saik değildir. O, daima üre­timde kendisine yardım edenler kadar toplu­mun daha iyiye gitmesini dikkate alacak ve kamu yararı ile kendisiyle çalışanların refahı pahasına daha yüksek verimlilik sağlayan planını uygulamayacaktır.

Bu, İslâm'ın gerçek inananlarda geliştirdiği diğer insanlara karşı iyi niyet ve sevgi duygu­sundan dolayıdır. Ve İslâm temelde ahlâki eğitim ve Allah'ın peygamberlerinin hayatla­rından yaşanılan örneklerle emek ve sermaye arasındaki iyi ilişkileri teşvik eder. Hz. Mu­sa'nın kıssasında endüstriyel ilişkileri düzen­lemede ve emek ve sermaye arasındaki bu uyuşmazlığa son verme konusunda bizim için ders vardır. Mısır'da bir adamın öldürülme­sinden sonra, Hz. Musa Medyen'e döndü ve Hz. Şuayb'ın kızı, babasına, sağlıklı (güçlü) ve güven dolu bir kişi olarak Musa aleyhisselâmı istihdam etmesini şu şekilde tavsiye etti: "O iki kadından biri dedi ki: 'Ba­bacığım onu (davarları otlatmak için) ücretle tut. Çünkü tuttuğun ücretlilerin en hayırlısı o, güvenilir, güçlü bir adamdır." (28: 26).

Bir işçinin gerekli vasıflarının tasvirinden sonra Kur'ân-ı Kerim iyi vasıflara sahip bir işvereni şu şekilde zikretmektedir: "(İhtiyar adam, Musa'ya şöyle) dedi: '-Bana sekiz yıl ücretle çalışmak üzere, şu iki kızımın birini sana nikah etmek istiyorum. Eğer on seneyi tamamlarsan bu da senden (bir fazlalık). Bu­nunla beraber seni zorlamak istemiyorum. İn-şaallah beni dürüst kimselerden bulacaksın." (28: 27).

Burada, sermayedarlara çalışanlarına karşı merhametli olmaları, onların haklarını hemen Ödemeleri ve işte diğer imkanları ile kolaylık­ların sağlamaları konusunda ders (uyarı) var­dır. İşçiler için de topluma ve işverenlere kar­şı görevlerinde dürüst ve çalışkan olmaları emredilmektedir. İşçi ve işverenler biribirleri-ne karşı görev ve sorumluluklarını bu anlayış­ta yerine getireceklerdir.

Sorumluluk duygusu beşeri ilişkilerin temeli­dir ve İslâm müntesipleri (inananları) arasın­da bu ruhu ahlâkî eğitimle geliştirmeye çaba-'amıştır. Kur'ân-ı Kerim kesin bir şekilde tüm müslümanlara, sadece Allah'ın rızasını kazan­mak için birbirlerine karşı çok müşfik ve kar­deşçe davranmalarını emretmektedir: "Mü1-minler (dinde) ancak kardeştirler. Onun için (ihtilaf ettikleri zaman) iki kardeşinizin arala­rını düzeltin ve (Allah'ın emrine muhalefet et­mekten) sakının ki, merhamet olunasınız." (49: 10) ve müslümanlardan ayrılıkları gizle­meleri ve İslâm kardeşliğinde birleşmeleri şu şekilde istenmektedir: "Toptan Allah'ın dini­ne (şeriatına) sımsıkı sanlın. Birbirinizden ayrılıp dağılmayın. Allah'ın üzerinizdeki (İslâm) nimetini düşünün ki, cahiliyet devrin­de birbirinize düşmanlar iken o, sizin kalple­riniz arasında ülfet (yakınlık ve sıcaklık), meydana ^rtirdi de onun nimeti sayesinde din kardeşleri oldunuz." (3: 103). Bu ayette, müslümanların birbirlerine kardeş gibi dav­ranmaları ve kendi aralarında herhangi bir ih­tilaf olmaksızın barış içinde yaşamaları halin­de, Allah'ın rahmeti vadedilmektedir. Emek ile sermaye arasındaki uyuşmazlık, siyasî ve­ya endüstriyel olsun, müslümanlar bu uyuş­mazlıklara son vermeye ve İslâm kardeşliğin­de birleşmeye çağrılmaktadır. Bu, zâlim ve insafsız işverenlere hatalarını düzeltmeleri için açık bir emirdir; aksi takdirde Allah'ın Rahmet ve merhametinden yoksun kalacak­lardır. Başka bir açıdan ele alındığında, işve­renin işçiyi meşru ve haklı payından mahrum bırakan bu İnsafsız davranışı, işçiler tarafın­dan başvurulan grev veya endüstriyel hare­ketlerle kendilerini kârdan mahrum bıraka­caktır.

Gerçekten, hakiki müminler sevgi ve şefkat bağlarıyla birbirlerine bağlı ve menfaatleri müşterek (aynı) olan kimselerdir. Bundan do­layı, müslüman bir işveren emeğin menfaatle­rine karşı kendi mefaatlerinİ elde edemez. Çünkü, farklı kapasite ve pozisyonlarda olsa da, Allah'ın rızasını kazanmak için topluma hizmet etmeye çalışmaktadırlar. Bu durumda bîrinin diğerine iyi davranmaması için sebep yoktur. Ortak problemlerini dostça çözmede kardeşler olarak birinin diğerine yardım et­mesi ve çalışması çok tabüdîr.

Rasûlullah @ söz ve fiiliyle emek İle sermaye arasındaki bu ilişkilerin kuvvetlenmesine yar­dımcı olmuştur. O, sadece Allah'ın rızasını kazanmak için biri diğerine yardım ettiği ve herkesin birlikte çalıştığı eşit bir toplum mey­dana getirdi. Ebu Musa'ya göre Rasûlullah @ şöyle buyurdu: "İnananlar birbirleriyle ilişki­lerinde biri diğerini tamamlayan vücutfun parçası) gibidirler." Sonra Rasûlullah @ (par­çaların bütün ile ilişkisini göstermek için) bir elinin parmaklarını diğer elinin parmaklan, arasına geçirdi (Buhari). Veda haccında müs-lümanlara hitab ederken Rasûlullah @ şöyle buyurdu: "İyi biliniz ki, bir nıüslüman diğer müslümanm kardeşidir ve bütün müslümanlar birbirlerinin kardeşidirler. İzni olmaksızın hiçbir kimsenin başkasının bir şeyini zorla al­ması meşru değildir. Kim bu işi yaparsa ken­disi için günah işlemiş olur. Sakının! (Al­lah'ın size) emrini iletiyorum." (Taberi).

Böylece İslâm, bu tür ahlâkî düsturlarıyla emek ile sermaye arasındaki ilişkileri düzen­lemede sosyal bir yapı kurmaya çalışmakta­dır. İslâm ilgili taraflara işlerini sevgi, şefkat ve iyi niyetle kardeşçe düzenlemeyi emret­mektedir. Diğer bir ifadeyle, başka İnsanlara iş yaparken yalnız kendi menfaatlerini gözet-memeli, aynı zamanda kardeşlerinin menfaat­lerini gözetmeli ve kendileri için istediklerini kardeşleri için de istemelidirler. Uygulamada­ki problemler bu ruhla çözümlenirse, emek ile sermaye arasında herhangi bir uyuşmazlık olmayacaktır. Onlar arasında herhangi bir konuda görüş ayrılığı olursa, taraflardan biri haksızlığa uğramasın diye, İslâm devleti adalet ve eşitlik prensibiyle mesele hakkında hüküm verme ve müdahale konusunda kanuni hak ve ahlâki yükümlülüğe sahiptir.

 

KISIM 15

 

SERMAYE

 

Anlamı

 

Sermaye, daha fazla servet üretmeye yardım­cı olan servettir. Kişisel tatmin yerine, daha fazla servet üretmeye yardım eden herşeyi kapsar. Profesör Thomas'a göre, topraktan zi­yade daha fazla sermaye üretmede kullanılan, kişilerin ve milletlerin serveti sermaye olarak adlandırılır. Sermaye, insanın emeği ile elde ettiği ve sonra daha fazla servet üretmek için kullandığı bir zenginliktir.

 

Önemi

 

Sermaye, insanoğluna zenginlik Üretiminde yardımcı olan üçüncü faktördür. İnsan emeği­nin meyvesi yalnız başına çok kıt olduğun­dan, modern endüstri dünyasında büyük öl­çekli üretim, sermayenin yardımı olmaksızın imkânsızdır. Çağımızda endüstriyel ilerleme ve büyük ölçekli üretimin bütün sermayenin kullanılmasıyla başarıldığı ifadesi yanlış de­ğildir.

İnsan hayatındaki önemi bakımından Kur'ân-ı Kerim Âl-i İmran suresinde sermayeye işa­ret etmektedir: "İnsanlara kadınlar, oğullar, altın ve gümüşten istiflenmiş yığınlar, yaylı­ma salınmış (güzel) atlar, davarlar ve ekinler­den yana nefsin isteklerine muhabbet, süsle­nip bezendi." (3: 14). Kur'ân-ı Kerim zengin­lik ve sermayeyi, isteklerini karşılamak üzere üretimi artırabilmek için "bu dünyada insa­noğlunun kullanımına sunulan nimetler" ola­rak adlandırmaktadır. Burada (nimet) kelime­si, geçim vasıtalarını (yani üretim) izahetmek için kullanılmaktadır; fakat burada sermaye, daha sonra belirtileceği gibi, altın ve gümüş hazin 'eri terbiyeli at ve sığır gibi çeşitli sermaye türlerini ifade etmektedir. İhtiyatlı ve basiretli bir insan Kur'an-ı Kerim'in bu ifade­sinde muhtelif sermaye kullanımlarını kolay­ca görebilir.

Peygamber @, sermayenin önemini şu ifade­lerle vurgulamaktadır: "İki durumdan başkası­na gıpta edilemez: Allah'ın verdiği zenginliği (sermaye) ve gücü doğru yolda sarfeden kişi (kendisi ve insanlığın faydası için); ve Al­lah'ın bahşettiği ilmi olayların değerlendiril­mesinde kullanan ve (diğerlerine) öğreten ki­şi." (Buhari). Burada, ilim sahibi olma arzusu her insanda tabii bir istek olan zenginlik sahi­bi olma arzusu ile yakından ilgilidir. Böylece, ilim sahibi olma önemli bir zenginlik olarak açıklanmıştır. Peygamber @, servet (serma-ye)in önemini bilmekteydi ve ashabına ilim ve zenginliği elde etmede birbirleriyle yarış­malarını tavsiye etmişti.

İkinci halife Hz. Ömer devamlı olarak müslü-manian mümkün olduğu kadar çok zenginlik (sermaye) elde etmeye ısrarla teşvik etmişti. Muhammed b. Said, Kadisiye savaşında her müslümanın 50 dirhemden aşağı olmaksızın 1000 dirheme kadar kazanç elde ederek sa­vaştığını rivayet etmektedir Her ay için 100 dirhemden az (gelir) elde eden tek bir çocuk yoktu. Hz. Ömer şöyle buyurdu: "Bu tahsisat (gelir)m onların ihtiyaçlarından fazla olduğu­nu biliyorum. Bu gelirle bir keçi satın alsalar ve sonra ikinci tahsisatı aldıklarında bir veya iki tane koyun alsalar daha iyi olurdu. Bu on­ların, sermayesini arttırıp; onlardan sonra ço­cukları yeterince herşeye sahip olacaklar ve boş elli (fakir) olmayacaklardır." (Futuhu'l-Buldan. Balazurî, sh. 453, nakleden Yusuf-u'd-Din, a.g.e-, sh. 325-326).

 

Sermaye Birikimi

 

Sermaye, sadece gelirin harcamadan büyük olması ile mümkün olan tasarrufun sonucu­dur. Bazıları bütün ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra tasarruf yapabilir, fakat çoğu insanlar daha az gelir ve daha çok gidere sahip oldu­ğundan normal şartlar altında tasarruf yapa­mazlar. İnsanlar ya sermayelerini daha verim-

li kullanmak suretiyle gelirlerini arttırmaya ya da lüzumsuz harcamaları kısarak masrafı azaltmaya teşvik edilerek tasarruf yapabilirler.

Daha fazla servet üretimi için kullanılabilen sermaye miktarı bütünüyle tasarruf miktarına bağlıdır. Bundan dolayı bir ülkede sermaye miktarını arttırmak için ilk olarak insanlar da­ima gelirlerini arttırmaya gayret etmeliler; ikinci olarak, gelirlerini çok dikkatli ve ölçülü sarfetmeli ve israftan kaçınmalılar ve üçüncü olarak serbestçe ve kolayca servet kazanmaya insanları muktedir kılmak için ülkede tavn banş ve güven olmalıdır.

İslam, toplumdaki tasarruf miktarını arttırmak için mümkün olan tüm metodları tavsiye et­miştir.

Gelir Artışı: Sermaye birikimine yardımcı olan birinci önemli etkili faktör gelirlerdeki yükselmedir. Gelir yükselirse tasarruf ve do­layısıyla sermaye için bir imkan vardır. İslam, toplumdaki gelir artışını sağlamak için fayda­lı birçok metod teklif etmiştir. Bu metodlar te­melde iki başlık altında toplanırlar: Zorunlu tedbirler ve ihtiyari (gönüllü) tedbirler.

 

1- Zorunlu Tedbirler

 

a- Zekat ödemesi: Zekat veya fakirin payı hayvan, ekin, ticari mal, altın, gümüş ve nakit üzerinden zorunlu yapılan bir toplamadır. Ze­kat gelir, üzerinden değil, fakat tam bir yıl için sahibinin tasarrufunda kalan servet üzerinden alınan bir toplamdır. Servet sahibi servetini kullansın veya kullanmasın her yıl zekatını ödemekle sorumludur. Bundan dolayı zekat, zengini daha fazla servet üretiminde servetini kullanmaya zorlayan etkili bir silahtır. Aksi taktirde belli bir süreden sonra her yıl yapılan düzenli zekat ödemeleriyle bütün servet tüke­necektir. Yatırımdaki her artışla birlikte kârlar ve gelirler yükselir.

b- Faiz Yasağı: Faiz, müslüman bir devlette tamamen yasaklanmıştır ve halkın ileride para  kazanmak üzere sermayelerini faize vermele­rine müsaade edilmez. Bundan dolayı halk büyük bir ihtimalle sermayesini verimli kanal (alan)lara yatıracak ve böylece meşru usûl­lerle kârları ve gelirleri artacaktır.

 

2- İhtiyarî Tedbirler

 

Bir İslam devletinde zekatın yanisıra halkın gelirlerinin yükselmesine katkıda bulunan di­ğer bazı ahlaki olarak geçerli, çok faydalı ve etkili, tedbirler bulunmaktadır.

a- Yetimlerin Servetinin Kullanılması: Toplumda sermayenin büyümesini teşvik et­mek için yetimlerin sermayesini ticaret ve di­ğer kârlı teşebbüslere yatırmaları, iddihar et­memeleri ve âtıl tutmamaları yetim mallarını israf etmemeleri, yetimlerin istifadesi için uy­gun bir şekilde kullanmaları da istenilmekte­dir.

Bu husus Kur'an-i Kerim'de şu kelimelerle ifade edilmektedir: "Ey yetimlerin veli ve va­sileri, Allah'ın dünya geçimi için sebep kıldığı tasarrufunuzdakî yetim mallarını, onların akıl­sızlarına vermeyin. Eğer buluğa vardıktan sonra kendilerinde bir akıl ve rüşd görür ve anlarsanız, hemen mallarını onlara teslim edin." (4: 5-6).

Kur'an-ı Kerim burada, kendilerini destekle­yen bir araç olan yetimlerin zenginliklerinin küçümsenemeyeceği ve israf' edilmeyeceği gerçeğini vurgulamaktadır. Onların sermaye­lerini kârlı teşebbüslerde kullanmak sizin (bi­zim) görevinizdir. Böylece giderleri sermaye­den değil kârdan karşılanır ve dolayısıyla on­lar için uygun bir geçinme vasıtası bulunmuş olur.

Peygamber @, çok kesin ifadelerle, vâsilere yetimlerin servetini gelir getirici işlerde kul­lanmalarını ve âtıl bırakmamalarını emretti: "Sakının. Aranızda zengin bir yetime vâsi olan herhangi biri onun (serveti) ile ticaret (yani kârlı işletmelere yatırım) yapsın ve onu bırakmasın (iddihar), böylece (yıllık mecburi ödeme olan) zekat onu tüketmesin." (Tirmizi).

İmam Mâlik'e göre Peygamber @'ın zevcesi yetimlerin servetini, onunla alış-veriş yapma­ları ve yetim için bir kâr elde etmeleri için sık sık tüccarlara verirdi. (Muvatta1). Hz. Ömer Hz. Osman ve Hz. Ali kendi halifelik dönem­lerinde yetimlerin servetini ticarete (ve diğer işlere) yatırdılar. Ve Hz. Ömer sık sık şöyle söylerdi: "Zekat tarafından tüketilmesin diye yetimlerin serveti ile ticareti yapın" (Mebsut-el- Serahsi ve Kitabû'l Emval).

b- Paranın Yeniden Yatırımı: Sermayenin artışı çok önemli kabul edilmekte ve her müs-lüman ticaretteki parasını yeniden yaarıma yöneltmeyi ümit etmektedir. Bu hususta şu hadis çok önemlidir: "Allah,    ev ve toprak şeklinde tekrar, yatırıma yöneltilmeyen ev ve toprağın değerini kutsal (meşru) kabul et­mez." (İbn-i Mace ve Kitabu'l-Harac).

Başka bir hadis-i şerif şu ifadelerle sermaye­nin önemini vurgulamaktadır: "Her kim olur­sa ofsun, kazanç getiren bir ev veya toprağı satar ve bedelini ona benzer birşeye yatırmaz-sa, o kimse için bu (bedel) meşru değildir (ay­nı şekilde serveti de artmaz).

Bu, Peygamber @'ın toplumda sermaye artışı­nın devam ettirilmesinde ısrarlı olduğunu açıkça göstermektedir. O, müslümanlann ser­mayelerini korumalarında ve daha fazla servet üretmede kullanabilmek için onu satmamala­rında ısrar etmiştir. Herhangi bir kimse, şart­lardan dolayı bunlardan birini satmaya zorla­nırsa, o parayla benzer (verimli) mal almaya razı edilmelidir.

c- Zengin Vârisler Bırakma: Toplumda ser­mayenin artışına daha fazla yardım etmek için İslam, insanları zengin ve müreffeh mirasçıla­ra bırakmalarını ve tüm servetlerini sadakaya vermemelerini teşvik etmektedir. Peygamber @  bu hususu  şu  şekilde vurgulamaktadır: "Onların diğer insanların kapılarında dilenme­meleri için, serveti fakirlere bırakmaktan zen­gin mirasçılara bırakmak daha iyidir."

Sa'd b. Ebı Vakkas'dan şöyle rivayet edilmiştir: Sa'd demiştir ki: Veda haccı yılı (Mek­ke'de) şiddetli bir hastalığımda beni ziyaret ederdi. (Bir ziyaretinde) ben: "Ya Rasulullah, bendeki hastalık, görüyorsun şu müzmin had­de erişmiştir. Ben zenginim; bir tek kızımdan başka kimse de bana mirasçı olamıyor. Bun­dan dolayı malımın üçte ikisini tasadduk ede­yim mi?" dedim. "Hayır!" buyurdular. "Yan­sını tasadduk edeyim mi?" dedim, (yine) "Ha­yır!" buyurdular. "O halde üçte birini tasad­duk edeyim mi?" dedim. Rasulullah @; "Üçte bir? Üçte bir de çok. Şüphesiz ki senin miras­çılarım zengin bırakman, onları fakir, âleme el açar bir halde bırakmandan daha hayırlı­dır." buyurdular. (Buhari, Tirmizî).

Peygamber @'ın bu ifadeleri, fakir bir kimse­nin mirasçılarına verilen aşın yardımın fazi­letli ve takvaya uygun bir davranış olmadığını göstermektedir. Bir kimsenin, onlar daha iyi ve daha müreffeh bir hayat yaşasınlar diye, mirasçılarına daha çok servet bırakması hayır­lıdır. Hayata ve mülkiyete karşı bu tavır, umûmi olarak toplumdaki zenginliğin yayıl­masına yardımcı olur.

İsrafın Önlenmesi: Gelir artsa bile, halkın harcaması gelirden daha hızlı artarsa yeterli tasarruf olmaz. Dolayısıyla toplumda lüzum­suz harcamaları kısmak ve israfın artışını ön­lemek gerekir. Bu amaca ulaşmada Kur'an-ı Kerim, müslüman bir toplumda israfı ve aşırı­lığı kesin bir şekilde haram kılmış ve yasakla­mıştır.

Araf suresinde şöyle buyurulmaktadır: "Ey Adem oğullan! Her namazınızda süslü elbise­nizi giyin. Yiyin, için, Allah israf edenleri sevmez." (7: 31). El-İsra suresinde de şöyle buyurulmaktadır: "Bir de akrabaya, yoksula ve yolda kalmışa hakkım ver. Bununla bera­ber (malını) büsbütün saçıp-savurma. Çünkü israf yapanlar şeytanların kardeşleri (dostla-n)dir. Şeytan ise, Rabbine karşı çok nankör­dür." (17: 26-27).

Böylece Kur'an-ı Kerim (fakire) yardımı em­rederken, tasarrufa dikkat etmeye ve bu şekil­de müsriflik ile cimrilik gibi iki aşırılık ara­sında orta yolu bulmaya sevkeder. Allah'ın ih­sanından dünya hayatını desteklemek ve ge-

çimlerini sürdürmek için verdiklerini israf ederek Allah'a karşı nankör olduklarından, şeytanın kardeşleri olarak adlandırılmaktadır.

Kur'an-ı Kerim, halk arasında israf alışkanlı­ğını yayan ve teşvik eden şeyleri, israfı önle­mek İçin haram kılmıştır. Bu, ayette şu şekil­de açıklanmaktadır: "iman edip salih amel iş­leyenler üzerine, bundan böyle sakmdıklan ve güzel işlere devam ettikleri, sonra takva ve imanlarında kökleş tikleri, daha sonra bu takva ile beraber güzel işlerle meşgul oldukları tak­tirde, önceden (haram kılınmadan evvel) tat­tıkları şeylerde bir günah yoktur." (5: 93).

Kur'an-ı Kerim, tüm müslümanlara, israfa yol açan (teşvik eden) şeyleri bırakma konusunda yaptığı çağrı ile, müreffeh olmak isterlerse is­raf ile refah arasında negatif (ters) bir ilişkinin bulunduğunu göstermiştir. İsraf ve aşırılığa kapılan milletlerin tasarrufları bitince üretim ve yatırımlarının olumsuz yönde bundan etki­leneceği ve bunun sonucunda müreffeh hayat-lannm fakirlik ve açlığa dönüşeceği şüphe gö­türmez bir gerçektir.

İddihar (Biriktirmek, Saklamak): Sermaye artışını durduran bir diğer faktör de iddihardir. Çoğu Asya, Afrika ve Güney Amerika ülkele­rindeki alışkanlık gibi, servet, daha fazla ser­vet üretimi için kullanmak yerine, atıl bırakılır veya toprağın altına gömülürse bu, ticarette, tarımda ve endüstride mevcut kullanılan ser­maye miktarını azaltacaktır. Bu durumun aynı şekilde, ekonomik gelişme hızını düşürmesi ve tedrici olarak ülkeyi fakirleştirmesi muhte­meldir.

İslam, iddihar alışkanlığını cimrilik gibi ya­saklamış ve onu şu şekilde günahın özellikle­rinden biri olarak tasvir etmiştir: "Bir de (mal ve para) biriktirip yığan (depo eden) kimseyi" (70:18). Bu ifadeler devamlı iddihar (yığdığı) halde asla tatmin olmayan insanların halet-i ruhiyesini tasvir etmektedir. Bu tür kimseler asla harcanmasın diye hazinelerini gömerler ve mühürlerler. Tevbe suresinde, zenginlik (servet)lerini iddihar edenler ve onu harcama-yanlar için bir ikaz bulunmaktadır: "Bir de al­tını ve gümüşü biriktirerek saklayıp onlan Al­lah yolunda harcamayan kimseler! İşte bunları azıklı bir azap ile müjdele ." (9: 34).

Zenginliği elde etmek (servet sahibi olmak) helaldir, fakat onu topluma zarar verecek mik­tarda iddihar etmek kesinlikle haramdır. Her­kes zenginliğini istifler veya ölü bir yatırıma aktarırsa, o zaman toplumun işleyen bütün sermayesi bloke edilmiş olacak ve herkesin İstifadesi için ticaret ve endüstri kanallarının çalışmasının devam etmesi bakımından hiçbir (veya çok az) şey kalmayacaktır. Diğer bir İfadeyle, ferdi talepler kadar milletlerin refahı, ülkenin endüstriyel ve ticari kaynaklarını ge­liştirmek ve korumak için belli miktar serma­yenin daima bulunmasını gerektirir, iddihar veya başka sebeplerden dolayı zorunlu serma­ye arzmdaki bir azalma, ekonomik büyümeyi ve bunun sonucu olarak halkın ferdi refahını olumsuz yönde etkileyecektir.

Yine, Hümeze suresinde, aşağıdaki ifadelerde, iddihar cehennem ateşine mahkum edilen in­sanların bir vasfı olarak tasvir edilmektedir: "Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi ve başkalarını ayıplamayı ve servet biriktirip onu saymayı adet edinenlere yazıklar olsun. O, malının kendisini ebedi kılacağını mı zan­neder?" (104: 1-3). Asr suresinde iyilik ve sa­bır, insan karakterini teşkil edecek ve dünya ve ahirette başarılı olmasına yol açacak olan temel (prensip)ler durumunda bulunan iki va­sıf olarak birleştirilmektedir. "Burada servetin biriktirilmesi ve iftira, sosyal (ve ekonomik) gelişmenin kanım emen ve eninde-sonunda fakirlik ve tehlikeye yol açan iki günah olarak birleştirilmektedir."

Kur'an-ı Kerim'de tasvir edildiği gibi, iddiha-rın zararlı etkileri bakımından Peygamber @'m ashabı bu alışkanlığı verimsizlik ve müsriflik olarak hoş karşılamamışlardır. Kays b. Ali Asım anlatıyor: "Bir gün Habbab'a git­miştik. O, duvar örüyordu. Peygamber @ şöy­le buyurdu: 'Her müslüman servetini sarfettiğî herşeyden dolayı ecrini aldı, yalnız toprağa gömdüğü (ölü yatırım) hariçtir."

Barış ve Güven: Sermaye birikimi için ülke­de banş ve düzenin bulunması gereklidir. Gerçekten üretim ve özellikle sermaye biriki­mi barış ve güvene sıkı sıkıya bağlıdır. Eğer ülkede barış ve güven varsa halk, iş ve tasar­ruf için daha az fırsat elde ettikleri düzensizlik ve güvensizlik zamanından daha fazla çalışa­cak ve tasarruf edecektir.

Kur'an-ı Kerim, halkın daha mutlu bir hayat yaşayabilmesi ve müreffeh olabilmesi için müslümanlara banş ve istikrarı korumayı em­retmektedir. Toplumda herhangi bir kötü (şer) unsur yoksa, barışın yayılması ve gelişmesi ve sistemin rahatsız edilmemesi muhtemeldir. Kur'an-ı Kerim şu ifadelerle müslümanlara büyümeyi (artışı) kontrol etmeyi emretmekte­dir: "Fitneden eser kalmaymcaya ve din de yalnız Allah'ın oluncaya kadar o müşriklerle savaşın." (2: 193).

Burada müslümanlarda, ülkedeki herkes için barış ve adalet uğruna savaşmaları istenilmek­tedir. Fakat "Onlar zulüm sona erdiğinde ve erkekler bir inancı kabul etmek veya reddet­meye zorlanmadıklarında, kabul ettikleri ger­çek bir inancı itiraf edebilmeli ve bundan son­ra savaş olmamalıdır. Aşağıdaki ifadeler ol­dukça açık anlamlıdır. Zulümden vazgeçerler­se müslümanlar derhal onlara karşı savaşı durdurmalı ve saldırganlar hariç hiç kimseye karşı savaş hali sürdürülmemelidir."

Hacc suresinin 40. ayeti ile yapılacak bir kar­şılaştırma, bu açıklamanın doğru olduğunu gösterecektir. Bu ayette yer alan ifadeler İs­lam savaşlarının gayesini açık olarak ortaya koymaktadır: "Eğer Allah, insanların bir kıs­mını (müşrikleri) bir kısmı ile (müminlerle) defetmeseydi, içlerinde Allah'ın ismi çok anı­lan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler elbette yıkılırdı" (22: 40). Bu açıkça göster­mektedir ki, müslümanlar sadece mescidlerin ve kendi iktisadî ve sosyal sistemlerinin savun­masında değil, aynı zamanda kiliseler, havralar ve temsil ettikleri ekonomik ve sosyal sistem­ler için de savaşmıştır. Aynı amaç sözkonusu âyette inançlara baskı yapılamayacağını ve herkesin istediği İnanca sahip olmada hürriyeti beyan edilmektedir. Bu âyet dinî, sosyal ve ekonomik hürriyetin geniş prensiplerini ortaya koymaktadır. "Saldırganlara karşı hâriç" ifa­desi, düşmanlığın yalnız zâlimlere karşı zu­lümden vazgeçmeleri için devam ettirilebile­ceğini, bu hâllerinden vazgeçtiklerinde onlara karşı, düşmanlıkların durdurulması gerektiği­ni ifade etmektedir.

Aynı prensip Peygamber @ tarafından veda haccında şu şekilde ifade edilmişti: "Sözümü iyi dinleyiniz! Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bîr ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şe­hir ise; canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korun­muştur." (Buharı ve Müslim).

Bu ifadelerde Peygamber @, hiç kimsenin ferdi hakları ihlal etmemesi ve diğer insanla­rın mülkünü gasbetmemesi veya hayatını teh­likeye sokmaması veya namusuna zarar ver­memesi için ülkedeki güven ve barışı koruma­nın kollektif olduğu kadar bireysel olarak her müslümanın görevi olduğunu açıkça belirt­mektedir. (2: 188,4: 5, 5: 32, 6: 152, 25: 68).

 

Sermaye Ve Emek Bağı

 

Islamın altın esaslarından biri, insan kardeşli­ği prensibidir. İslam insanlar arasındaki sun'i farkları kaldırmakla ve onların hepsini aynı insani seviyeye getirir. İslam onlara insanlığın eşitlik ve kardeşlik esasını öğretmekte ve asır­lar boyu süren zenginlerin fakirler üzerindeki hakimiyetine son verdi. İslam kölelere de in­sanlık haysiyeti kazandırdı ve efendilerine kö­lelerinden farklı olmadıkları uyarısını yaptı: "Allah imanınızı çok iyi bilendir." (4: 25). Ni­sa suresinde: "Ey insanlar, sizleri tek bir şa­hıstan (Adem'den) yaratan o şahıstan da eşini ( Havva'yı) vücuda getiren, ikisinden birçok erkeklerle kadınlar üreten Rabbinizden sa­kın." (4: 1) buyurulmaktadır. Hucurât suresin­de şöyle buyurulmaktadır: "Ey insanlar! Doğ­rusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah ya­nında en değerli ve en üstün olanınız, O'ndan en çok korkanmızdır. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır." (49: 13).

Kur'an-ı Kerim ayetlerinde insanlığın kardeş­lik esasını tayin etmektedir. Bu ayetler, kar­deşlik esasına bağlı bu genişlikte bir insanın diğer bîr insana üstünlüğünün renk, din veya zenginliğe bağlı olmadığını, ancak itaat ve kulluğa riayete bağlı olduğunu belirtmek­tedir. Böylece İslam tüm insanlar arasında in­sani eşitlik ve kardeşliği ilan etmekte ve milli­yet, zenginlik ve rütbeye bağlı farklılıkları or­tadan kaldırmaktadır. Peygamber @, bizzat talim ve tebligatıyla işveren ve işçiyi aynı se­viyeye getirmiş, hepsinin topraktan yaratılan Adem @'m çocukları olduğunu belirtmiştir. Peygamber @, sadece çok müsait durumu se­bebiyle işçi veya istihdam edilenler üzerinde işveren veya sermayedarın hiçbir üstünlüğü bulunmadığı prensibine dayanan bir toplum oluşturarak insanî eşitlik ve kardeşliği vurgu­lamış ve göstermiştir. Bir insanın diğeri üze­rinde bir üstünlüğü varsa ahlâki üstünlük veya dindarlığından dolayıdır. Peygamber @ Veda Haccında "takva hariç, bir Arabın Arap olma­yan biri üzerinde, ne de bir siyah adamın kır­mızı bir adam üzerinde ve ne de bir kırmızı adamın bir siyah adam üzerinde takva hariç bir üstünlüğü olmadığını" vurgulamıştır.

Peygamber @ işverenlere, işçilerine iyilik ve adaletle davranmalarını emretti ve efendi ile köleyi kardeşler olarak tasvir etti. O, mümin­lere, hizmetçi ve kölelerine karşı müşfik ve merhametli olmalarını emretti. Ebu Zer-el Gı-fari tarafından Peygamber @'in şöyle buyur­duğu rivayet edilmektedir: "Hizmetçileriniz sizin kardeşlerinizdir. Kim ki kardeşi eli altın­dadır (çalışıyorsa); o halde ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara güçle­rini aşan bir iş teklif etmeyin, eğer teklif eder­seniz siz de yardım edin." (Buhari). Ayrıca Peygamber @ kölelerin (ve hizmetçilerin) duygularına hürmet edilmesini ve onlara hatır kinci lakaplarla hitap edilmemesini vurgula­maktadır.

Ebu Hureyre'nin rivayetine göre Peygamber @ şöyle buyurdu: "Sizden hiçbiriniz, -bu köle benim ve bu cariye benim demesin. Bu adam benim, bu kız benim demesi daha uygundur." Hz. Ali, Peygamber @'ın vefatından önce şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Köleleri­niz (ve hizmetçileriniz) hakkında dua edin ve Allah'tan korkun." (Hadisi aktaran Muham-med Kutub, a.g.e., sh. 71).

İslamm bu öğretisinin ışığı altında, müslüman bir sermayedar (veya işveren), aynı modern kapitalist ülkelerdeki sermayedarlar (veya iş­verenler) gibi davranırsa kendisinin gerçek bir mümin olarak kalamayacağı söylenebilir. Eğer bu işveren vurgunculuğu bütün ihtirasla­rının sonu ve hayatının tek amacı olarak gö­rürse Allah'a inancı zayıf olacaktır.

İslam, müntesipleri arasında en iyi şekilde topluma hizmeti görev bilen bir ruh (anlayış) geliştirir. Onlar daima Allah'ın yarattıklarının hizmetine harcanması gerektiğini Allah'ın bir ihsanı olarak kabul ettikleri için sermayesini toplumun İyiliği yolunda yatırım yapacak yol­lar ararlar. Onlar yatırım yaptıkları alandan el­de edebilecekleri kâr miktarına bakmaksızın, sermayelerini topluma gerçekten çok faydalı olan teşebbüslerde kullanmaya gayret edecek­lerdir. Bu teşebbüslerden elde edecekleri kâr ne olursa olsun, onlar daima memnun ve mut­main olurlar, Allah'a şükrederler.

Buna ilaveten müslüman bir işveren kendi kânndan çok işçilerin refah ve mutluluğu ile ilgilenecektir. Ve yeni bir yatırım ve üretime girişmeden önce bunun işçiler üzerindeki et­kisini dikkate alacaktır. İşgücü fazlalığı ve iş­sizlik problemi gibi. Sonra projesinin topluma faydahlık derecesini gözden geçirecek ve her­hangi bir şekilde millî menfaate zararlı olma­dığından emin olmak isteyecektir. Müslüman işveren aynı zamanda herhangi bîr fİnansal veya sosyal problemi çözmek İçin hükümet ve işçiler ile daima işbirliği yapmayı göz Önünde tutacaktır.

Müslüman işverenin bu davranışı İslamm ah­laki eğitim ve Öğretiminin doğrudan bir sonu­cudur. İşveren işçisine kötü ve haksız davra­nırsa kıyamet gününde bunun hesabını vere­ceğini bilir: "Fakat kimin de tartılan (İyilikle­ri) hafif gelmişse!" (101: 8).

Allah'ın, sadece içinde bulundukları durumlar (şartlar)dan nasıl davranacaklarını görmek için İnsanları farklı pozisyonlarda (bîr kısmı işverenler ve diğerleri işçiler, bir kısmı serma­yedarlar diğerleri çalışanlar olarak) görevlen­dirdiğini bir işveren hiçbir zaman hatırından çıkarmaz: "Allah, odur ki, sizi arzın halifeleri yaptı ve derecelerle kiminizi kiminizin üstüne çıkardı. (Bunun hikmeti ise, sizi) size verdiği şeylerde imtihan etmek içindir." (6: 165). Bu ilahi kontrol insanı daha sorumlu ve diğer in­sanlara ilgili işlerinde faziletli kılar, insanlığa hizmeti basan telakki eden fertlerin üretimine devam eder. Böyle bir toplumda işçi olsun, iş­veren olsun, fertlerin başkalarını aldatarak dev kârlar yapmaları düşünülemez. İslam'ın önerdiği yüksek talim ve terbiye, tatbikatta fertlere insanlık idealini yaş attırmaktadır. İn­sanı diğer canlılardan farklı kılan onun yalnız­ca maddi değil, aynı zamanda manevî değer­lere de sahip olmasıdır. O, kendi hayatiyetini sürdürmek için bir takım iktisadi gayretler İçinde olurken, başkalarının iyiliği ve refahı için de çaba gösterecektir. İnsanın bu yüksek idealine şu ayette işaret edilmektedir: "Siz, in­sanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet oldu­nuz. İyiliği emreder, kötülükten men edersiniz ve Allah'a inanırsınız..." (30: 110).

Aynı şekilde işçilere de, iş sahiplerine karşı sabırlı ve anlayışlı olmaları ve bulundukları görevden dolayı hesaba çekilecekleri hatırlatı­larak bu görevlerini dürüst ve verimli bir şe­kilde yapmaları, topluma karşı görevlerinde ihmalkârlık gösterirlerse cezalandırılacakları bildirilmektedir. Bundan dolayı Müslüman bir işçi, dünyada insanlar arasındaki derecelerin tabu olduğuna inandığı için, yüklendiği mesu­liyeti güç ve kabiliyetinin gerektirdiği en iyi şekilde yerine getirecektir. Görev aldığı mev­ki sadece insanların faaliyetlerinin yönetildiği ve herkesin kendi görevlerine göre değerlen­dirildiği yerdir: "Allah'ın sizi birbirinizden üs­tün kıldığı şeyleri arzu etmeyin..." (4: 32). Zuhruf suresinde de şöyle denilir: "...Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz taksim ettik ve onlardan kimini ötekine derecelerle üstün kıldık ki biri, diğerine iş gördürebilsin..." (43: 32). Tâhâ suresinde de benzer ifadeler vardır: "Onlardan bazı zümre­lere kendilerini denemek için verdiğimiz dün­ya hayatının süsüne gözlerini dikme. Rabbi-nin nzkı daha hayırlı ve daha süreklidir." (20: 131). En'âm suresinde yer alan bir başka ayet bu hususu hülâsa etmektedir: "Sizi yeryüzü­nün halifeleri yapan, size verdiği şeylerde, si­zi denemek için, kiminizi kiminizden üstün kılan O'dur. Şüphesiz Rabbin,   cezası çabuk olandır ve O, bağışlayan, merhamet edendir." (6: 165).

Peygamber @, müslümanlara zorluk ve sıkın­tılara sabırlı olmalarım, bollukta cömert olma­larım ve kendilerinin sahip olmadığı bir şeye asla üzülmemelerini emretmektedir. O'nun şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Senin için açlığını giderecek ve çıplaklığını örtecek kadar yeterlidir. Eğer bunlara sahipsen (barın­mak için) bir ev alman iyi ve güzeldir ve eğer binmek için bir şey alabilirsen daha da iyidir." (Ahmed ve Tirmizi). Başka bir vesile ile şöyle buyurdu: "Sizden biriniz kendisinden daha aşağı birini görmek isterse kendisinden servet (varlık)i daha az olana baksın." (Buhari ve Müslim).

İslam devletinde vatandaşları sorumlu yapan İslamdaki bu eğitimdir. İşverenler ve sanayi­ciler bir taraftan kendi menfaatleri için çalışır­ken, diğer taraftan kendi İdarelerindeki çalı­şanların menfaatlerine zarar vermez veya ka­mu malını tehlikeye atmaz. İşçiler, emeklerini tembellikle israf etmeksizin veya kasten ve ihmal ile sermayeye hasar vermeksizin, firma­larının verimliliğini arttırmak için ellerinden geleni yaparlar. Böylece İslam, işçi ve işve­renlerin her ikisinin, kamu menfaati için, çatı­şan ve ve ayrılan menfaatlerini tanzim etme­ye ve ahenk içinde sürüdürmelerini temine ça­lışmaktadır.

Temel hedef, ahlakî tavsiye ve yaptırımlar ile ve kişileri bilgilendirme yoluyla başarıya ulaşmaktır. Fakat, gerekli görüldüğünde ser­mayedar ve İşverenlerin suistimaHerini önle­mek için ayrıca kanuni tedbirler uygulanır. Bu bakımdan, emek ile sermaye arasındaki ilişki­leri düzeltmek için İslamm tavsiye ettiği bazı tedbirleri sıralayacağız:

1- Mü'minler, işçilerine makul ücret Ödemeli ve onlara bedenî güçlerinin üstünde ağır ve aşırı iş yüklememelidir. Peygamber @ bu hu­susu şu sözlerle belirtmiştir: "Allah Teala şöy­le buyurdu: Kıyamet gününde şu üç grup kim­se beni karşılarında bulacaklardır... (Bunlar­dan biri de) işçiyi ücretle tutup ona işini tam olarak yaptırdığı halde ona ücretini tam olarak vermeyen  kimsedir."   (Beyhaki).

Peygamber @, işverenlerin işçilerden (köle veya hür) güçlerinin yeteceği ve kolayca ya­pabilecekleri tek bir iş istemeleri gerektiğini ve işverenlerin onlara sağlıklarını olumsuz yönde etkileyecek ağır ve zor iş vermemeleri gerektiğini de ifade etmiştir.

2- İşverenler çalıştırmaya başlamadan önce çalıştırdıklarının ücretleri üzerinde anlaşmala­rı gerekir ve ücreti (belirlemeksizin)nde anlaş-maksızın bir işçinin istihdam edilmesi meşru değildir. Ebu Said el-Hudri, Peygamber @'m "Bir işçiyi Önceden ücretinde anlaşmaksizın istihdam etmeyi yasakladığım" rivayet etmek­tedir. (Buhari ve Müslim).

3- Ayrıca işverenin ücretleri derhal ödemesi gerekir. İşçiye ücret ödemelerini geciktirmek büyük bir günah ve haksız bir fiil olarak kabul edilmektedir. Ebu Hureyre, Rasulullah @'ın "zengin bir kişinin zenginliğine rağmen baş­kalarının hakkını (ücretini) geciktirmesi yan­lıştır" buyurduğunu rivayet etmektedir. (Bey­haki).

4- İşverenin, üretim araçlarının kırılması veya aletlerdeki herhangi bir hasar için için işçinir ücretinde herhangi bîr azaltma (tenzil) yapma sı veya para cezası kesmesi veya işçiyi sorum­lu tutması meşru değildir. Müslüman hukuk­çular, kasıtlı ve bilerek yaptığı ispat edilme­dikçe, işçinin çalışması sırasında bir kayıp ve­ya makineye herhangi bir hasar olduğundan dolayı bir para cezasıyla sorumlu olmadığı görüşündedirler. Eğer bu olaylarda şahit yok­sa, işçinin beyanı güvenilir telakki edilecektir. (Muhalla).

5- İslam işçileri ve çalışanları, sermayedar ve­ya işverenlere karşı haksız ve adaletsiz birsey yapmaktan ve onların üretim araçlarına veya mülküne herhangi bir zarar vermekten alıkor. Rasulullah @ bunu şöyle açıklamıştır: "En iyi kazanç, işverenin işini iyilik ve hüsnüniyetle yaparak bir İşçinin elde ettiği kazançtır."

6- İslam, aralarındaki ilişkilerde denge ve iti­dali sürdürebilmek için, hem işçi ve hem işve­rene eşitlikle ve adalet ile davranır. Ve ahlaki öğüt ve kanuni tedbirlerle birlikte, onların her İkisine şu kelimelerle bir çerçeve çizer: "Ara-

nızdan hiç kimse kendisi için arzu ettiğini müslüman kardeşi İçin de arzu etmedikçe ger­çek bir mü'min olamaz."

Ve fıkıh âlimleri bu prensibi şu şekilde açık­lamışlardır: "Bütün insanların (sermaye oldu­ğu kadar emek de) İşlerini iyilik, merhamet ve karşılıklı anlayışla düzenlemeleri ve kendileri için İstediklerini müslüman kardeşleri için de istemeleri, İslami gelenektir. Diğer bir ifadey­le, herhangi bir teşebbüste yalnızca kendi maddi menfaatlerini dikkate almamalı, fakat işlerinde onlara yardımcı olan diğer insanların refahını da düşünmelidir. (Ahmed).

 

KISIM 16

 

ORGANİZASYON

 

Anlamı

 

Bir işe teşebbüs eden, plânlayan, rehberlik eaen ve düzenleyen kişi organizatör veya müteşeb­bis olarak adlandırılmaktadır. Bundan başka herhangi bir işte bütün işlerin planlanması ve yönetilmesine de organizasyon denilmektedir.

 

Önemi

 

Modern sanayi dünyasında organizasyon bü­yük bir rol oynamakta ve çok önemli bir üre­tim faktörü olarak görülmektedir. Müteşebbis uygun oranlarda toprak, emek ve sermaye vb. gibi üretim faktörlerini istihdam eder ve mini­mum maliyetle maksimum prodüktivite elde etmek İçin en iyi tarzda onları çalıştırır. Mü-şetebbis bir gemi kaptanı gibidir, görevi en­düstri gemisini güvenli bir şekilde ekonomik refah limanına yönlendirmektir.

Organizasyon ve planlamanın Önemi Allah'ın kendisini en iyi organizatör olarak bildirme­sinden muhakeme edilebilir. Ali-İmran Sure­sinde: "Allah bize kafidir ve O ne güzel vekil­dir, dediler" (3:173)

Müslümanlara bu ayette işlerini (en iyi şekil­de yapmaları ve sonra) işlerin en iyi yöneticisi ve organizatörü Allah'ın himaye ve velayetine bırakmaları nasihat edilmektedir. Ayrıca ayet en iyi yönetici ve Organizatör olan Allah'ın, kullarının da işlerinde iyi organizatörler olma­ya gayret göstermeleri isteğini içermektedir.

Kur'an-i Kerim Hud Suresinde, Nuh @'ın Al­lah'ın gözetimi ve rehberliğinde nasıl gemi yaptığını anlatmaktadır. "(Nuh'a vahyolundu) Nezaretimiz altında ve vahyimiz gereğince gemi yap..." (11:37).

Bu üretim faktörüne başka bir referans Yusuf @'ın Mısır Kralının rüyasını yorumladığı ve ona kıtlıkla ilgili tüm bilgileri verdiği Yusuf suresinde vardır. Kral devlet işlerinde ondan tavsiye alabilmek için itibar ve rütbe ile Yusuf @'ı hapishaneden çıkardı. Sonra Yusuf @ şu ayette Krala kendisini devlet işleri üzerine or­ganizatör tayin etmesini istedi: "Yusuf şöyle dedi: "Beni Mısır'ın hazineleri üzerine memur et; çünkü ben iyi korur, iyi bilirim." (12:55)

Yusuf @, bu ayette bilgi ve organizasyon ye­teneği gibi iki mümtaz vasfıyla kendisini memleket işleri üzerine organizatör tayin et­mesini kraldan talep eder. Gerçekten bu iki aslî vasıf, insanı başarılı ve ehliyetli bir orga­nizatör yapar.

Modern endüstride organizasyonun büyük öneminden dolayı, gerçekten ehil ve vasıflı kişilerin organizatör olarak tayin edilmeleri mutlaka gereklidir. Kur'an-ı Kerim şu ayetiyle Müslümanlara organizatörlerin seçiminde çok dikkatli olmalarını emreder: "Gerçekten Al­lah, size, emanetleri ehline vermenizi ve in­sanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hüküm vermenizi emreder." (4: 58)

Bu işin sorumluluk duygusuna lâyık kişilere tevdi edilmesi basan ve verimlilik için gerek­lidir.

Islamın vurguladığı organizasyonun önem ve gerekliliği onun bazı temel ibadetlerinin ince­lenmesinden daha iyi anlaşılabilir. Cemaatle kılman namazlar ve hac ibadetleri organiza-törsüz (imam) yerine getirilemez. Gerçekten İslam'da müşterek olarak yapılan hiçbir şey organizesiz değildir.

Rasulullah @ şu hadisinde organizatörün (imam) gerekliliğini vurgulamaktadır: "Üç ki-Şi (veya daha fazla) yolculuğa başladığınızda (veya bazı işlere) aranızdan birinizi imam ta­yin ediniz." (Ebu Davud). Ayrıca Rasulullah @'ın: "Allah'ın eli (kudreti) topluluk (cemaat) üzerinedir, topluluk (cemaat)tan ayrılan ce­henneme gider." buyurduğu rivayet edilmek­tedir. (Tirmizi).

"Allah'ın eli, cemaat (topluluk) üzerinedir" ifadesi çok önemlidir. Onlar, iş hayatında başarı ve refahın büyük ölçüde organizatörün verimlilik ve kabiliyetine bağlı olduğunu açıkça gösterirler. Bu üretim faktörünü önem­semeyen veya ihmal eden diğer ülkeler fazla gelişme göstermezken ve açlık ve fakirlikten dolayı geri kalırken; organizatörleri eğitilmiş ve organizasyon kurumu ıslah edilmiş ülkeler en iyi hizmete, çok ehliyetli müteşebbislere ve refaha kavuşmaktadırlar.

 

İş Sözleşmeleri

 

İnsanlar beraber iş yaptıklarında parasal konu­larda değişik fikirlere ve uyuşmazlıklara sahip blunmalan muhtemeldir. Bundan dolayı para, emlak ve diğer eşyaların değerini kapsayan konuların bir sözleşme şeklinde yazılması ve taraflarca şahitler huzurunda imzalanması önemlidir. Bu sözleşmeler kapsanan tüm hak­ları garanti ve himaye ettiği kadar çoğu gerek­siz uyuşmazlıkları çözümler.

Kur'an-ı Kerim aşağıdaki ayette böyle sözleş­meleri zikretmektedir: "Ey iman edenler, mu­ayyen bir vade ile birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın. Aranızda bir yazıcı da doğ­rulukla onu yazsın. Katip, Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın; yazsın.-erkeklerinizden iki kişiyi de şahit tutun. Az olsun, çok olsun, hakkı vadesiyle beraber yaz­maktan usanmayın. Bu hareket, Allah katında adalete daha uygun, şahitlik için daha sağlam ve şüpheye düşmemenize daha yakındır. Me­ğer ki aranızda hemen devredeceğiniz bir alış­veriş (ticaret) olsun. O zaman onu yazmama­nızda size bir beis yoktur. Ahş-veriş yaptığı­nız vakit de şahit tutun." (2: 282)

Bu ifadelerde Kur'an-ı kerim islam'da sözleş­menin önemini göstermiştir. Müslümanlara alış-verişi elden ele (hemen teslim) yapmaları hariç, büyük olsun küçük olsun bütün işlemle­ri kaydetmeleri emredilmektedir. Kapsanan büyük veya küçük ve anlaşma uzun veya kısa vadeli olsun müslümanlardan (alış-verişi) şa­hitler huzurunda kaydetmeleri istenilmektedir.

Tüm bu tedbirler uyusmazhklan önlemek ve bireylerin mülkiyet hakkını garanti ve koruma altına almak için alınmıştır. 

 

Îş Organizasyonu Şekilleri

 

Rasulullah @ zamanında müslümanlar arasın­da çok iş organizasyonu şekilleri yürürlükte idi. En yaygın iş organizasyonu şekilleri or­taklık, anonim şirketler, mudarebe ve görev esasına dayanan iş idi.

Mudarebe: Mudarebede bir kişi (veya taraf) sermayeyi, diğeri emeği sağlar ve taraflar arasında yapılan anlaşmanın şartlarına göre kazancı paylaşırlar.

Mudarebede işçi (bir işverene çalışan) ve or­tak arasındaki farklılık, birinci durumda ser­mayedar (veya İşveren) işinde kazansın veya kazanmasın, işçi>e ücret öoameye rnecburdır; ikinci durumda ise, işçi (işletmenin bir ortağı­dır), işletmeden ancak kâr varsa (elde edilmiş­se) payını alır. Böylece ücret durumlarında, işletmedeki durum (kâr veya zarar) ne olursa olsun işçiye ücreti garanti edilmekte; ikinci durumda, işçinin kârdaki payı kârın bulunma­sı halinde garanti edilmektedir. O iş zarara gi­derse hiçbir şey elde edememektedir.

a- İslam Öncesi Dönem: Bu iş şekli Pey­gamber @'ın nübüvvetinden önce de Arabis­tan'da hüküm sürmekte idi. Zengin bir kadın olan Hz. Hatice parasını diğer insanlara, bir­likte ticaret yapmak için verir ve sonra onlarla kazancı paylaşırdı. Sonra Hz. Hatice, Muham-med @'ın dürüstlüğü ve samimiyetinden etki­lenerek ona ticarî mallarını Suriye'ye götür­mesini rica etti. Bu işte, Muhammed @'m el­de ettiği hissenin dışında büyük bir kâr vardı. (Tarih-i Taberi ve İbni Saad).

b- İslamîyetin Zuhuru: "Müslümanlar Hay-beri fethettiklerinde Peygamber @ Yahudilere (ricalan üzerine) topraklan ekmek ve üretimi müslümanlarla eşit olarak paylaşmak şartıyla toprak verdi" (Buhari) Peygamber @'ın ashabı aynı esaslara göre ti caret ve diğer işleri yapardı. Zeyd b. Esleam babasından rivayet etmiştir:

"Halife Ömer'in İki oğlu, Abdullah ve Ubey-dullah İslam ordusuyla cihad için Irak'a gitti­ler.

Dönüşlerinde onlar Basra Valisi Ebu Musa'ya uğradılar. Vali onları karşıladı ve "Size bir yardım yapmak isterim. Halifeye göndermek istediğim hazinede biraz param var. Şİmdî pa­rayı size kredi olarak veririm; onunla Irak'tan bazı mallar satın alırsınız ve onları Medine'de satarsınız; sermayeyi Ömer'e öder ve kendi kazancınızı alırsınız" dedi.

Onlar bu teklifi kabul ettiler ve onlardan hazi­neyi kabul etmesi için Hz. Ömer'e mektup ya­zan Ehu Musa'dan parayı aldılar. Medine'ye geldiklerinde malları sattılar ve biraz kazanç elde ettiler. Sonra onlar kendilerine ordudaki her kişiye böyle bir kredi verip veremeyeceği­ni soran Hz. Ömer'e sermayeyi verdiler. Onlar olumsuz cevap verdiler. Hz. Ömer onlara "Bu para Halifenin oğullan olduğunuz için size verilmiştir; bana sermayeyi verdiğiniz gibi ka­zancını da verin" dedi. Abdullah sessiz kaldı, fakat Ubeydullah "Ya Emirü'I-mü'minîn, bunu (bize) yapmamalısınız. Para kaybolabilirdi ve­ya bir zararla karşılaşabilirdik, sermayeyi Ödeyecektik." dedi. Hz. Ömer "Hayır ödeme­lisiniz" dedi. Ubeydullah yine yalvardı. O za­man Abdurrahman bin Avf bunun Mudarebe olarak kabul edilmesinin daha iyi olacağını teklif etti. Hz. Ömer bunu kabul etti ve ka­zancın yarısını sermayeye aldı ve diğer yansı­nı onlara verdi." (Muvatta).

Fıkıh âlimleri mudarebenin çok faydalı bir iş organizasyonu şekli olduğunu kabul etmekte­dirler. Onlar mudarebeyİ biri sermayeyi, diğe­ri emeği sağlayan iki taraf arasında bir sözleş­me olarak görmektedirler. Biri sermayesine mukabil diğeri emeğine mukabil kazançtan pay alır. Böylece, mudarebede, sermayedar sermayesinden ve emek sahibi emeğinden fayda sağlar. (İbni Rüşd; Hidayetu'l-Mücte-hid).

Bu iş organizasyonu, İslamm iktisadî siste­minde çok önemlidir. Her toplumda zengin olduğu kadar fakir, zeki olduğu kadar az zeki farklı seviyelerde insanlar vardır. Bütün bu in­sanların işbirliği ile toplumun her ferdi kendi hayatını kazanabilir. Zengin parasını fakir de emeğini ortaya kor. Böylece işbirliği yaparak her ikisi de kâr elde eder.

İslâm âlimlerine göre, İslam mudarebeyi, bu tür finansal kaynaklan kullanmaya ihtiyacı olan fakir kimseler varken para ve zenginliğe sahip kimselerin bunları verimli amaçlar için kullanabilmekten mahrum kimseler genellikle bulunduğundan dolayı halkın ihtiyacı için meşru kılmıştır. Böylece taraflar arasında bir mudarebe anlaşması her iki tarafın istifadesi için zenginin servetini ve fakirin emeğini kul­lanmasına imkan verir.

Bununla birlikte bu iş organizasyonu şekli emek sahiplerinin pozisyonu üzerine çok sağ­lıklı etkiye sahiptir. Onlar kazançdakİ payım aldıklarından memnun kalırlar ve mutlu olur­lar. Hatta onlar gayri safı kazançlarındaki ar­tışlar paylarını arttıracağından daha gayretli çalışırlar. Bundan dolayı mudarebe çok başa­rılı ve yaygın iş organizasyonu şeklidir.

Kapitalist sistemde emek sahipleri bütün ha­yatlarını ücret karşılığı çalışarak geçirirler ve ekseriyetle bağımsızlık duygularım kaybeder­ler. Mudarebe sözleşmesinde çalışan bir kişi­nin özgürlük ve bağımsızlığını asla hisset­mezler. Sonra onlar kişisel bir menfaate ve Çalışmada herhangi bir teşvike sahip olmadık­larından gayretli çalışmazlar. Bundan dolayı kapitalist sistemde işi yavaşlatma, ağır ve tam Çalışma şartlarına uymak ve grevlerden dolayı her yıl binlerce iş saatinin ziyan olması istisna değildir.

Mudarebede, kendilerine çok çalışmaları için güçlü bir teşvik sağlayan kârdan bir pay veri­lir. İşçiler, işlerinden çalışmalarının verimlili­ğini arttırmaya yardımcı olan büyük bir zevk almaya başlarlar.

c- Mudarebede Emek Sahiplerinin Hakla­rı: Emek sahipleri Mudarebede aşağıdaki haklara sahip bulunmaktadır:

1- Emek sahibi emeğinden ve çabasından do­layı, kazançdan bir pay alma hakkına sahiptir.

2- Sermaye, güven esasına dayanan bir çalış­ma yapısı olduğundan, işletildiğinde bir zarar meydana gelse emek sahibinden meydana ge­len zararı ödemesi istenilemez.

3- Emek sahibinin durumu; ancak sermayeda­rın izni ile sermayeyi kullanabilen, fakat mal­lan satın alma ve satma, bir başkasını vekil ta­yin etme ve diğer kişilerin muhafazasındaki mallan alıkoyma gücüne sahip bir vekil gibi­dir.

4- İşten bir kâr (kazanç) elde edildiğinde, emek sahibi emeğinin bedeli olarak kârdan bir hisse (pay) alır. Eğer sözleşme feshedilîrse, emeğinin karşılığı olarak bir tazminat alma hakkına sahiptir, ancak sözleşmeyi o bozarsa başka birisinin parasını (veya malını) gasbetti-ği için bir gasbçı olarak kabul edilecektir.

5- Kendi   kasabası   (yurdu)nda  çalışıyorsa, emek sahibi yalnız kazançdaki payını alacak, fakat iş seyahatleri yapmak zorundaysa ye­mek, barınma, nakliye vb. gibi harcamalar yapmaya yetkili olacaktır. (Hidaye).

Özetle, o firmanın işini yürütmek için emek sahibi işçiler kiralama, mallan muhafaza et­mek için binalar ve firma mallannı taşımak için hayvanlar veya diğer nakliye araçlan ki­ralama hakkına sahiptir.

d- Sermayedarın Hakları: Mudarebede ser­maye sahibi de aşağıda zikredildiği gibi şu kesin haklardan istifade eder:

1- Kârlar, emek sahibi kârdan hissesini alırken hazır bulunması gereken sermaye sahibinin huzurunda paylaştırılacaktır.

2- Sermayedann bulunmaması halinde, emek sahibi hissesini alamaz. (Kitabu'l-Harac, Bi-daye).

e- Sözleşmenin feshi:

1. Taraflardan her biri diğer tarafa bildirerek sözleşmeyi sona erdire-bilir.

2- Sözleşme ortaklardan birinin ölümü ve Öle­nin varislerinin isteği ile geçerli olmaz.

Sözleşme şüphesiz, mirasçılar tarafından ye­nilenebilir.

3- Bu, sadece iki kişiyi içeren bir sözleşme için uygulanabilir. Fakat emek, sermayeyi birden fazla kişiden temin etmişse veya mu-darebe sözleşmesinde ikiden fazla kişi varsa sözleşme, bir adam (ölen) olarak dikkate alın­dığı gibi son bulur. Fakat diğer kişiler hâlâ yaşıyorsa, sözleşme geçerli olmaya devam eder.

Ortaklık: Ortaklıkta iki veya daha fazla kişi müşterek olarak sermayeye katkıda bulunurlar ve kârı olduğu gibi zararı da paylaşırlar.Bir kişi diğer kaynaklardan finansal yardım ol­maksızın büyük bir endüstriyel veya ticari te­şebbüse başlamak için sermaye bulmada güç­lükle karşılaştığı da ortaklığı denemek çok faydalı ve kullanışlıdır. İki veya daha çok kişi bir ortaklık kurabilirler ve büyük bir teşebbü­sü (faaliyete) başlatabilirler.

Bir zamanlar çok yaygın olan bir iş (İşletme) şekli Peygamber @ ve ashabı tarafından isla-mın ekonomik sisteminde korunmuştu.

Ortaklık yalnız sanat ve ticarette değil, aynı zamanda tarım ve bahçıvancılıkta da yaygın­dı.

Rasulullah @ Medine'de Muhacir ve Ensar arasındaki ortaklığın kurulmasına yardımcı oldu. Ensar bahçelere, muhacir emeğe sahipti ve üretimi aralarında paylaştılar (Buhari).

Hukuk dilinde tarımdaki bir ortaklık muzara'a ve bahçıvanlıkdaki ise musakat olarak adlan­dırılmaktadır. Bütün müslüman hukukçular, kimin mallarının satıldığı ve kimin parası ile malların satın alındığını ayırdetmek imkansız hale gelecek şekilde, her bir ortağın malını veya aynı şekilde parasını yatırıma yöneltmesi ve diğer ortaklar ve onların mallarının karış­mış olması halinde bu ortaklık tipinin meşru ve geçerli olduğunu kabul etmektedirler (Bi-dayet-ül Müctehid).

Eğer ortaklar kâr elde ederse bundan payını alırlar, zarar ederlerse buna katlanırlar (Bida-yet-ül Müctehid).

a- Ortaklık Şartları: Bir ortaklık sözleşme­sinde aşağıdaki şartlara uyulmalıdır (Bidayet-ül Müctehid):

1- Ortaklık her iki tarafça kabul edilmelidir.

2- Bazı hukukçulara göre, bir ortaklık sözleş­mesi yalnız kanuni mecrası içinde devam ederse kanuni (meşru)dir.

3- İmam Serahsi yazılı olmayı ortaklık sözleş­mesinin lüzumlu bir şartı sayar. O, Kur'an-ı Kerim'de beyan edildiği gibi, ortaklık bir za­man   süresi için devam eden sözleşme oldu­ğundan, herhangi bir anda bir uyuşmazlık or­taya çıktığında belgeye başvurabileceğini id­dia eder: "Ey iman edenler! Muayyen bir vade ile birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın (senet yap)" (2:282).

Bundan başka, belgenin amacı sözleşmeye bir delil sağlamaktır. Bundan dolayı sözleşme herhangi bir uyuşmazlığın çözümü için yazılı olmalıdır. Fikirlerin teyidinde İmam Serahsi Rasulullah @'m tatbikatım nakletmektedir. Rasulullah @ her ne zaman bir köle satın al­dığında alış-verişin yazılı olmasını isterdi. Aşağıda bu yönde yazılı bir örnek vardır. (Bi-dayet-ül-Müctehid):

"Bu, Allah'ın elçisi Muhammed tarafından Yahudi Udeyd b. Halid b. Havsa'dan bir köle satm aldığını belirten belgedir."

4- Aynı şekilde, herbirinin kâr miktarının he-saplanabilmesi için ortakların sermaye mik­tarları açıkça beyan edilmelidir. Bununla bir­likte, ortakların aralarında bir uyuşmazlık za­manında başvurabilmeleri için her ortağın ser­maye miktarı  ortaklık belgesinde  müstâkil olarak gösterilmelidir. (Mebsut).

5- Her bir ortağın, sermayesinin miktarı ora­nında kâr elde edeceği de belge de belirtilme­lidir.

6- Ortaklık gerçekleşme durumuna geldiğin-de, tarihi, ayı ve yılı, sözleşme belgesinde ay­rıca beyan edilmelidir.  Bu,  çoğu  gereksiz uyuşmazlığı önleyecektir.

7- Sözleşmenin başlangıcında, sermayenin pa­radan oluştuğu da belgede belirtilmelidir. Bu, sermayenin   mevcut   olmadan   veya   borç şeklinde olmayacağını, kişilerin mülkiyetin­deki para şeklinde olacağını göstermektedir.

b-  Ortaklık Türleri: Müslüman hukukçular, sözleşme niteliğine ve gerektirdiği sermaye miktarına göre ortaklıkları 4 kategoride sınıf­landırmaktadırlar (Hidaye):

1- Şirket-ül Müfaveze,

2- Şirket-ül İnan

3- Şir-ket-ül Sanai

4- Şirket-ül Vücuh.

1- Şirket-ül Müfaveze: Bu ortaklık şeklinde ortaklaşa ticarette (veya diğer başka işlerde) ortakların sermayesi eşittir ve ayrıca işin zara­rı kadar kârını da eşit paylaşmaktadırlar. Böy­lece ortaklığın aktif ve pasifinde eşit paya sa­hiptirler. Herbir ortak diğerinin yardımcısı ol­duğu kadar vekilidir de.

Bu ortaklık türü aşağıdaki şartlar üzerine ku­rulmuştur:

1- Her şirket-ül Müfaveze kurulurken, şirket sözleşmesinde Müfaveze. kelimesi (herşeyde eşitlik, kâr veya zararda) yazılmış olmalıdır. Veya, eğer şirket belgesi (sözleşmesi) yazıl­mamışsa, birçok insanın bu şirketin şartlarım bilmemesinden dolayı şifahi olarak konuşul­malıdır.

2- Ortaklar eşit statüde olmalıdırlar. Bu or­taklık reşit ve hür iki mümin (veya mümin ta­raflar) arasında geçerlidir. Ortaklık bir hür ki­şi ile köle arasında muteber değildir.

Her bir ortak yukarıda zikredildiği gibi, kul­landığı belirli hakları diğer ortaklara karşı be­lirli görevleri vardır.

Her ortak diğer ortağın (veya ortakların) veki­lidir, bundan dolayı onun (veya onların) adına malları satın alma veya satma ve gerektiğinde borç alma veya borç vermek hakkına sahiptir. Özetle, her ortak herhangi bir iş pazarlığı mü­zakeresinde diğer ortağı temsil eder ve o ortak tarafından İmzalanan sözleşme diğer ortakları da bağlayıcıdır.

2- Şirket-i İnan: İkinci ortaklık türü şirket-i inan olarak adlandırılmaktadır. Bu ortaklık şeklinde, ortaklar ne eşit sermayeyle iştirak ederler ne de kârdan eşit pay alırlar. Ortaklar­dan biri diğerinden (veya ortaklardan) daha fazla sermaye ile iştirak eder ve kazançlardan daha büyük bir pay elde eder. Bu ortaklık şek­li, Arabistan'da çok yaygın ve Peygamber @ ve ashab tarafından çok yararlı ve geçerli iş şekli olarak kabul edilmişti. (Hidaye).

1- Bütün ortakların sermayede ve kazançda eşit pay sahibi olması gerekli değildir. Biri 50.000 paundla iştirak edebilir ve kazançta eşdeğer bir yekûn alırken, diğeri 5.000 paund­la iştirak edebilir ve daha az kazanç (kâr) elde edebilir.

2- Her bir ortağın çalışan sermayesi eşit ola­bilir, fakat birinin payı diğerinden daha büyük olabilir. Herbir ortağın hakkı fazla çalışması­na uygun, veya daha iyi iş organizasyonu ve­ya iş idaresinde yönetim tecrübesi veya her­hangi diğer bir sebebe dayanarak kazançtan daha büyük bir pay istemek olabilir. Ortaklar­dan biri, eşit bir ortak olarak işletmeye ortak olmayı kabul etmeyebilir. Bu durumda, ge­rekliliğin bir sorunu olarak bu tür ortaklık meşru ve geçerli kabul edilmiştir.

3- Ne sermayede ne de kazançta eşitlik İçin zorlama olmadığı gibi, bu ortaklık türü erkek­ler, kadınlar ve çocuklar arasında ve efendiler ile efendilerinin izin verdiği köleler arasında ve ayrıca bir müslüman ile bir gayri müslim arasında da geçerlidir.

4- Her bir ortak vekildir, fakat diğer ortağın (veya ortakların) patronu değildir. Diğer bir ifadeyle, ortakların hiçbiri diğer ortağın (veya ortakların) borcunu ödemeye sorumlu değil­dir.

5- Ortaklardan hiçbiri ortaklık malından dışa­rıya (Üçüncü bir kişiye) hiç bir şey ödünç veremez. Ortaklardan herhangi birinin borcu yü­zünden müşterek mülkiyete rehin konursa her ikisini (veya tümünü) kapsayacağını düşün­mek geçerli değildir.

3- Şirket-i Sanai (veya el-Ebdan): Zanaat-kârlar.teknikerler ve diğer el emeği işçilerinin mal veya malların üretiminde bir ortaklık içinde bir araya gelmelerine Şirket-i Sanai de­nilmektedir. Ayrıca "kabul etme" anlamında Şİrket-ül Tekabbel olarak adlandırılmaktadır. Mesela, iki zanaatkar, bir dülger ve bir demir­ci müşterilerden mala ilişkin siparişler kabul etmek ve işten elde ettikleri geliri birlikte pay­laşmak şartıyla bir ortaklık içinde bir araya gelirler.

Böyle bir ortaklık büyük şirket kurabilen, kendi zanaat kollarında işe başlayan ve ka­zançları kendi aralarında paylaşan zanaatkar­lar, teknikerler ve emek sahipleri İçin çok fay­dalıdır. Eğer bîr kişi sermayeye sahip değil, fakat bir endüstri branşında uzman veya tek­niker veya el emeği işçisi ise, bu takdirde o, emeğine dayanan bir ortaklıkta diğerleri ile birlegebilir. O, kârdan sadece emeğine (daya­narak) göre pay alacaktır. İmam Serahsi'ye göre, tekniker ve zanaatkarların tecrübeleri ve çalışkanlığı onların sermayesidir. Ve şirket-i Sanai'de emek sahİblerinin çalışkanlığı onla­rın sermayesidir.

Bu ortaklık aşağıdaki şartlara dayanır:

1- Bu işte ortakların payının eşit olması ge­rekmez. Herhangi bir ortak üstün tecrübesin­den, özel mesleğinden veya herhangi diğer bir sebepten dolayı diğerine nazaran kârdan daha büyük bir pay alabilir.

2- Müslüman hukukçular iş miktarına (çalış­ma) (veya tabiatına) göre kâr paylaşımını hak­lı (adil) bulmaktadırlar. (Hidaye).

4- Şirket-i Vücuh: Ortaklar ne sermayeye, ne de tecrübeye sahip değilse, işe krediyle baş­larlar ve kazançları aralarında paylaşırlar. Bu ortaklık şekline Şirket-i Vücuh denilmektedir. İki veya daha fazla kişi herhangi bir sermaye olmaksızın krediyle bir iş yapacakları/ .  ka­zançları ve zararları paylaşacakları şeklinde

bir sözleşme akdedebilirler. Bu iş türü yalnız­ca büyük nam ve doğruluk sahibi kişiler tara­fından yapılabilir (Vücuh). (Hidaye).

Gerçekten, müslüman hukukçular krediyi, da­ha fazla servet üretimi için kullanılan şirket-i sanai'deki maharet ve çalışkanlık gibi, bir ser­vet şekli olarak kabul etmektedirler.

Bu ortaklık türü eğer aşağıdaki şartlar yerine getirilirse geçerlidir:

1- Her ortak kârdan eşit bir pay almalıdır.

2- Bu iş organizasyonunda değişik ortakların (kâr) payındaki eşitsizlik kabul edilemez. (Hi­daye).

c- Ortaklığın Feshi: Bütün iş organizasyon­larının aşağıdaki hallerde geçersiz sayılacağı kabul edilmektedir:

1- Herhangi bir ortak sözleşmeyi feshetme hakkını kullanır; fakat bu hak diğer ortağa (veya ortaklara) haber verilmedikçe geçerli kabul edilmez. Her ortağa sözleşmeyi feshet­me hakkına sahip olduğu hatırlatılmalıdır.

2- Ortaklardan birinin ölümü ile ortaklık sona erer, ayrıca her bir ortak diğer ortağın (veya ortakların) vekili olduğundan vekalet feshe­dildiğinde    ortaklık    da    feshedilmektedir. (Hidaye).

d- Genel Olarak Ortaklık Fikri: Burada, modern sanayi dünyasında iş organizasyonu şekillerinde ortaklığın   genişlemesi için sayı­sız fırsatlar olduğu belirtilmelidir. Bu iş orga­nizasyonu şekilleri özelikle kendi  sakinleri (insanları)nin bir kısmının büyük çaba sarfet-mesinin gerekli olduğu ve sermayenin kıt bu­lunduğu gelişmekte olan ülkelere uygundur.

Bu organizasyon türleri bu ülkeleri sadece kendi iç kaynaklarım harekete geçirme değil, fakat finansman meselelerinde kendi ayaklan üzerinde durma ve diğer milletlerin yardımına bağımlı olmama gücü verecektir (ve ülke borç üzerindeki faizin yıllık ödemelerinin ağırlığı altında ezilir).

Günümüz ekonomisine yardım etmek için müslümanlar tarafından iç ticaret, dış ticaret, endüstri, bahçıvanlık, sağlık, eğitim, madenci­lik nakliye (denizde, karada) hayvan, tohum, alet vb. şeylerin alımını kapsayan tarım ala­nında sayısız iş organizasyonu şekilleri kurul­muştu. Modern çağdaki talepleri karşılamak ve ekonomimizi geliştirmek için aynı ilkeye dayanarak bunlar ve daha binlercesi oluşturu­labilir.

Anonim Şirketler: Modem endüstriyel te­şebbüsler yüksek ve bundan dolayı bir kişinin kapasitesinin ötesinde sermaye gerektirir. On­dan dolayı ticaret, endüstri ve tarım alanında büyük teşebbüslere anonim şirket olarak giri­şilebilir. Modern endüstriyel teknolojik ilerle­me temelde anonim şirketlerden dolayıdır.

Bu iş organizasyonu şeklinde gerekli (çalışan) toplam sermaye kamuya satışa sunulan küçük değerli çok hisseye bölünmektedir. Her kişi istediği kadar çok hisse satın alabilir. Hissele­ri satın alan kişiler hisse sahipleri (hissedar­lar) olarak adlandırılır ve şirketin gerçek sahi­bidirler.

Bu organizasyon türünde işçiye emeği için ücret şeklinde mükafatı verilirken sermayedar (yani hissedar) sermayesi için ve müteşebbis teşebbüs kaabiliyeti ve mahareti için kârdan bir pay alır.

Bir yönden de bu şirketler şirket-i İnan'a ben­zetilir. Üyelerinin sorumluluğu sınırlıdır ve yönetim kurulu hisse sahiplerinin temsilcileri olarak onların namına çalışmayı denetlerler. Hisse sahipleri istedikleri zaman hisselerini piyasada devredebilir, mülk gibi satabilirler. Anonim şirketlerin modern çağda ortaya çıktı­ğını söylemek doğru değildir. Onlar eski de­virlerde bulunmuştu ve Arabistan'da çok yay­gındı. Gerçekten ticari muameleler Mekke'de Kureyş'te Anonim şirketler tarafından sürdü­rülmekteydi. Hatta Bedir ticaret kervanında modem anonim şirketler gibi aynı îlke üzerin­de iş yapan insanlara yerliler sermaye verdi­ler. Şüphesiz bu devirlerden beri şirketlerin kuralları, saha ve şekillerinin düzeldiği ve ge-'iştiği  görülmüştür.  Fakat  temelde  modem anonim şirketler eskileri gibi aynı türdendir.

Komisyona Dayanan İş: İslam ayrıca komis­yona dayanan işe de izin verir. Abdullah b. Abbas'a göre, herhangi bir fiyatta kumaşınızı (veya diğer mallar) satmak için bir acenta ko­misyonu istemede ve kendisi için (bir komis­yon olarak) aşın kazancı (istediğiniz kazancın altında veya üzerinde) korumada zarar yoktur. (Buharı).

İdarenin Teşebbüsleri: İslam insanlığa fayda temin edebilen herhangi bir mümkün iş orga­nizasyonunun işbirliği şeklini görmezlikten gelmemiştir. Gerçekten islamm temel amaçla­rından biri zenginliğin üretiminde ülkenin tüm kaynak ve güçlerini kullanmak ve toplu­mun yaranna mevcut emek ve sermaye arzını koordine etmek olmuştur.

 

KISIM 17

 

SERVETİN MÜBADELESİ

 

Anlamı

 

Mübadele, bir malın diğerinin yerine geçiril­mesini veya bir malın paraya çevrilmesini ifa­de eder; Bir şeyin diğeri ile değişimini içeren herhangi bir ticari pazarlık mübadele olarak adlandırılır. Müslüman hukukçulara göre mübadele bir kişinin malının karşılıklı rıza ile başkasının malına karşılık olarak değiştirilme­sidir.

Eski devirlerde mübadele, malların mallarla değişiminde takas şeklinde vardı. Günümüzde ise bir çok azgelişmiş ülkede köylerde halk ihtiyaçlarım takas yoluyla tedarik etmektedir. Fakat insan ne kadar olgunlaşır ve medenile-şirse mübadele metodu da o derece gelişir. Günümüzde organize olmuş tüm toplumlarda mübadele para aracılığıyla yapılmaktadır. Bu, bütün mal ve hizmetlerin değerinin para ola­rak tanımlanması ve derhal belirlenmesi sebe­biyledir.

 

Önemi

 

Üretim ve tüketimi düzenleyen ve koordine eden mübadele iktisad ilminin temel proble­midir. Modern dünyada mübadele beşeri var­lık için, hayatının bütün ihtiyaçlarını üreteme­yen her insan için zorunludur. Fakat uzmanlık sebebiyle bir tip iş veya hizmet ile meşgul ol­ması ve insanın diğer ihtiyaçları diğer insanla­ra bağlıdır. Böylece her insan kendi alanında bir uzmandır ve mübadele yoluyla sınırsız is­teklerini tatmin eder. Her insan ihtiyaç duydu­ğu herşeyi üretseydi mübadele meselesi olma­yacaktı.

Fakat günümüzde ihtiyaçlar, bir insanın bizzat kendisinin karşılayamayacağı kadar artmıştır. Dolayısıyla bütün ihtiyaçlarımızı mübadele yoluyla karşılamamız mümkün olmamaktadır.

 

Mübadele Metodu

 

Mübadele metodu ihtiyaçlarımızın ve zaman ile yerimizin problemlerine bağlı olarak de­ğişmiştir. Farklı yerlerde ve zamanlarda, çe­şitli mübadele metodları kullanılmıştır. Eski devirlerdeki mübadele şeklinden biri, yukarı­da açıklandığı gibi malların (mallarla) müba­dele edildiği takas idi. Bu mübadele şekli eski Arabistan'da yaygın idi. Bu mübadele sistemi­nin güçlüklerini ve kötülüklerini fark eden Peygamber @, takasın yerini, para aracılığı ile yapılan mübadelenin almasını istedi. Bundan dolayı O, ashabının muamelelerinde para kul­lanmalarında ısrar etti. Ata b. Yasir tarafından rivayet edilmektedir ki Peygamber @ şöyle buyurdu: "Hurmalara karşılık hurmaları sat­ma" Ashabtan biri şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasulü Hayber'deki vergi tahsildarınız bir öl­çek hurmaya karşılık iki ölçek hurma veri­yor." Peygamber ondan vergi tahsildarım ça­ğırmasını istedi. Gelen zekat tahsildarına Pey­gamber @ sordu: "Bir ölçek hurmaya karşılık iki ölçek hurma verdin mi?" O cevap verdi: "Ey Allah'ın Rasulü bir ölçek iyi hurmaya karşılık bir ölçek kötü hurma alınamaz." Pey­gamber @ şöyle buyurdu: "Önce kötü hurma­ları para ile sat ve sonra iyi hurmaları (para İle) satın al." (Muvatta).

Ebu Said ve Ebu Hureyre rivayet etmiştir ki Peygamber @ birisini Hayber'e vergi tahsilda­rı olarak memur etti. Bu kişi en güzel hurma­lardan bir miktar aldı ve Peygamber @ sordu: "Hayber'in bütün hurmaları bu şekilde (güzel) mi?" şöyle cevap verdi: "Hayır, ey Allah'ın Rasulü! Bir ölçek iyi hurmayı iki ölçek kötü hurma karşılığında satın aldık. Veya iki Ölçek iyi hurmayı üç ölçek kötü hurma karşılığında satın aldık." Peygamber @ şöyle buyurdu: "Böyle yapma! Önce kötü hurmaları para ile sat ve sonra bu para ile iyi hurmaları satm al." (Muvatta').

Ebu Said el-Hudri rivayet etmektedir ki, bir gün Bilâl-i Habeşî, Peygamber @'a birbirin­den farklı hurmalar getirdi. Peygamber @ sor­du: "Bunları nereden satm aldın?" Bilâl şöyle cevap verdi: "Bizim bir miktar kötü (kalitesiz) hurmamız vardı. Ve iki ölçek kötü (kalitesiz) karşılığında bir ölçek iyi (kaliteli) hurmayı si­ze sunmak üzere satın aldık." Peygamber @, bu mübadele metodundan hoşlanmadı ve on­lara bunun açık faiz olduğunu söyledi. Onlar da bunu bir daha yapmadılar. Onlar iyi hurma satın almak isterlerse, kötü hurmalarını para karşılığında satacaklar ve sonra da bu para ile iyi hurma alacaklardı." (Buhari).

Böylece Peygamber @, yerine para kullanıla­bilmesi için takas muamelelerinden kaçındır-mıştır. Görünüşte, faizin bazı unsurları bulun­duğundan dolayı bu tür mübadeleyi Peygam­ber @ yasakladı. Fakat, bu problemin ekono­mik önemi üzerinde küçük bir düşünce, Pey­gamber @'ın görüşünden uzak kalamayan be­şer hayatının diğer iktisadi veçheleri ile bu fa­iz yasağı arasında çok yakın bir ilişki bulun­duğunu göstermektedir. Gerçekten, O'nun dö­neminin şartlan dikkate alındığında, O herke­se bu problemin kötülüklerini anlaşılabilir ke­limelerle açıklamıştır. Riba yasağından başka O, bu eski mübadele şeklinin yerini, yeni ve daha iyi bir mübadele aracı olan paranın al­masını, toplum daha hızlı gelişsin (zenginleş­sin) diye istedi.

Peygamber @ farklı malların kalitelerinde gerçekten hiçbir fark olmasa da, malların mü­badelesini yasakladı, aksine haksız muamele­lere engel olunmasını istedi. Amaç, ticari mu­amelelerde kısmen riba'nm uygulanmasına son vermek ve kısmen ekonomik gelişme yo­lunda bir engel olan takaslı işlemlerden cay­dırmaktı. Peygamber @ müslümanlann ekonomik ve kültürel gelişmeleri ile şevkle il­gilendiği gibi beşeri gelişmeye yardım etme­yen bütün muameleler ve mübadele şekilleri­ne son verdi. Benzer sebeplerden dolayı takas ekonomisinin yerini bir para ekonomisi almış­tı. (Peygamber @ döneminde yaygın olan bü­tün mübadele şekilleri, IV. bölümde "Kanun Koyucu" başlığı altında açıklanacaktır).

 

KISIM 18

 

SERVETİN DAĞILIMI

 

Anlamı

 

Servetin dağılımı, üretime katkıda bulunan çeşitli üretim faktörleri arasında milli servetin dağılım yolunu ve her üretim faktörünün pa­yını belirleyen prensipleri ifade eder.

 

Önemi

 

Servetin dağılımı çok önemli bir problem meydana getirir. Çünkü bunun tam ve adil çö­zümü bütün toplumun refah ve mutluluğuna dayanır. Şüphesiz servetin üretimi önemli ve gereklidir. Daha da önemlisi servetin dağılım yoludur. Üreticiler gayretli ve çok çalışkan iseler ülkenin servetini arttıracaklardır. Fakat servetin dağılımı adil değil ise, halkın büyük çoğunluğu fakirleşirken ve milli servetin bü­yüklüğü onlara fayda sağlamazken bu serve­tin önemli bir kısmı birkaç kapitalistin cebine girecektir. Dolayısıyle denilebilir ki halkın re­fah ve mutluluğu sadece Üretimi değil fakat aynı zamanda uygun dağılımına bağlıdır Bir ülkede servet büyük bir miktarda üretilebilir, eğer onun dağılımı doğru ve haklı prensiplere dayanmıyorsa o ülke müreffeh değildir. Ser­veti büyük miktarlara ulaşan modern zengin toplumlarda bile adaletsiz dağılımdan dolayı vatandaşlarının çoğu fakirdir. Servetin adil ol­mayan dağılımından dolayı toplumun bir bö­lümü kendi hissesinden mahrum bırakılarak elem ve hiddete sürüklenmektedir. Bu elem ve hiddetin günümüzdeki etkileri, çok tabii olarak, onları komünizme götürmektedir.

 

Dağılım Prensipleri

 

Servetin dağılımı problemi, önemli olduğu kadar hassas ve çetindir. Farklı devirlerde çe­şitli iktisatçılar, filozoflar ve politikacılar bu problemi çözmek İçin çaba harcadılar. Fakat onların bu çabalarına rağmen mükemmel bir çözüme ulaşmada başarısız oldular. Bunların bazıları bu konuda bir aşın uca gitmiş ve diğerleri de bir başka İfrata sapmış ve hiçbiri doğru bir cevap bulamamışlardır. Bunun so­nucu olarak, problem günümüze kadar düşü­nürlere meydan okumaya devam etmiştir.

Bir düşünce okulu, ferdin, kendinde tabii ola­rak var olan kabiliyetini kullanarak maksi­mum servet miktarını üretebilsin diye tam Öz­gürlüğe sahip olması görüşüne sahiptir. Bu okul, ferdi özel mülkiyet hakkının sınırsız ol­masını kabul etmekte ve servetin adaletsiz da­ğılımını savunmaktadırlar. Diğer Önemli bir düşünce okulu, ferdi Özgürlüğün iyi bir top­lum için değişmez bir tehlike olduğunu iddia etmektedir. Böylece, halk arasında tam eko­nomik eşitlik sağlanabilmesi için ferdi özgür­lük ve mülkiyet hakkı kaldırılacak ve bütün güçler topluma tevdi edilecektir.

Bundan dolayı, bir tarafta sınırsız özgürlüğü ve üretim alanında özel mülkiyet hakkını ve servetin dağılımında eşitsizliği savunan kapi­talizm; diğer taraf(uç)ta ferdi özgürlüğün ve özel mülkiyetin tamamen ortadan kaldırılma­sını savunan ve aynı zamanda halk arasında ekonomik eşitliği savunan komünizm bulun­maktadır. Diğer bir ifade ile, kapitalizm üre­tim üzerinde ve komünizm servetin dağılımı üzerinde toplum üzerindeki etkileri ne olursa olsun, durmaktadır.

İslâm'ın iktisadî görüşü bu iki aşırt uç ara­sında yer almaktadır. İslam, tam adil bir siste­min kurulmasına yardım eden orta bir yol be­nimsemektedir. İslam, ne sınırsız özgürlük ve üretim alanında fertlere sınırsız özel mülkiyet hakkı verir, ne de kazanç elde edilemeyen ve servetle beraber özgürlüğün bulunmadığı şart­larda suni ekonomik eşitlik sistemi için kişiye engel olur. Bu sisteme yön veren temel pren­sip, toplumun farklı kesimleri arasında adil dağılıma yol açması ve birkaç elde toplan­maması bakımından servetin dolaşımım arttır­mak için olabildiğince üretimin arttırılması ve servetin dağılımıdır.

Kur'an-ı Kerim bu altın kuralı Haşr suresinde şu İfadelerle açıklamaktadır: "Allah'ın o kent halkından, Rasulüne verdiği ganimetler, Al­lah'a, Rasule, (Rasule) akrabalığı bulananlara, yetimlere, yoksullara, (yolda kalan) yolcuya aittir. Ta ki (o mallar) içinizden yalnız zengin­ler arasında dolaşan bir şey olmasın.Peygam­ber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasak-ladıysa ondan sakının ve Allah'tan korkun Çünkü Allah'ın azabı şiddetlidir." (59: 7). Bu ayet İslamî hayat sisteminde servet dağılımı­nın yönetimiyle ilgili prensibi açıklamaktadır: Servet toplumun tüm kesimleri arasında dağı­tılacak ve toplumun zenginleri arasında bir varlık haline gelmeyecektir.

Kur'an-ı Kerim toplumda servetin adil dağılı­mıyla ilgili yukarıdaki hedefe ulaşmak için kesin tedbirler alır. Kur'an-ı Kerim bütün şe­killeriyle faizi yasaklamıştır ve kişinin ölü­münden sonra yakın akrabaları arasında bütün mülkünün dağıtımını yaparak mülk sahibinin gücünü sınırlandıran miras hukukunu getir­miştir. Bu düzenlemelerin amacı servetin bir­kaç elde toplanmasını durdurmaktır. Sonra zorunlu zekat, İnfak sistemi ve devlet gelirle­rinden fakir ve yoksul için uygun bir (bağış şeklinde) bir pay ayrılmak suretiyle halk ara­sında servetin yayılması için esaslı adımlar atılır.

Bu ve buna benzer diğer tedbirler servetin (belli ellerde) toplanmasını engelemek ve halk arasında yayılmasını teşvik etmek için Kur'an-ı Kerim tarafından tavsiye edilmiştir. Ve aynı zamada mülkiyet hakkı verilerek do­ğuştan var olan kabiliyetlerini geliştirmesi için kişiye çok güçlü bir teşvik sağlanmıştır.

Toplumun güçlü ve istikrarlı olması için, hal­kın ahlâkî eğitim ve öğretimine büyük bir önem verilirken, toplumda âdil bir servet da­ğılımının minimum şartlarım sağlamak için kanuni tedbirler benimsenmektedir. Fakirlerin hoşnut edilmesi ve varlıklı kimselere karşı ha­set duymaması düşünüldüğünde varlıklı biri­sine (kendisi ve İhtiyaç içindekiler için ihta-yatla) harcama yapması ve cimri olmaması tavsiye edilmektedir. Böylece toplumun diğer bütün kesimlerine görevlerini yapmaları ve Allah'ın kendilerine verdikleriyle hoşnut ol­malarını tavsiye ederek, Kur'an-ı Kerim toplumu iç çatışma(ihtilaf)dan ve ayrılıktan koru­muştur.

Dolayısıyla, islamın insanlık için yapmış ol­duğu hizmet öncelikle kapitalistlerin ellerinde bulundurdukları tasarrufları çözmesi ve onla­rın iddihar şeklindeki servetlerini dolaşıma sokmasıdır. iki yeni fakat etkili tedbir, yani sadaka-i vacib ve sadaka-i nafile ferdi hürri­yete ve mülkiyet hakkına müdahale etmeksi­zin islamın amacına ulaşmasına yardım etmiş­tir. Her fert görevini gönüllü olduğu kadar zo­runlu, serbestçe, dürüstçe ve şevkle Allah rı­zasını kazanmak için yerine getirir.

Kur'an-ı Kerim, müslümanlann servetlerini ve kazançlarını sadece kendilerine hasretmeye­ceklerini, fakat kendi normal ihtiyaçlarım tat­min ettikten sonra akrabalarına, komşularına ve toplumdaki diğer muhtaç kimselere karşı görevlerini yerine getireceklerini tekrar tekrar vurgulamıştır. Orta insanlardan, muhtaç ve fa­kirlerin menfaatlerini gözetmeleri istenilmek­tedir.

Sosyal hizmetin yüksek idealleri yalnız ahlâki öğretime bırakılmaz, devlet tarafından organi­ze edilir ve mecbur tutulur. Ahlâki öğretim ve kanuni tedbirler aslında, bir islam toplumunda diğerlerini tamamlayıcıdır. Böylece ahlâkî eğitim, sosyal baskı ve sınırlandırmalar hep birlikte, servetin belli ellerde toplanmasının -kapitalizmde olduğu gibi- kötülüklerinden ve ferdi hürriyet ile mülkiyet hakkına baskıdan -komünizmde olduğu gibi- uzak sağlıklı ve müreffeh bir toplumun kurulmasına yardımcı olur.

Kanunî tedbirler iki çeşittir:

a- Servetin belli ellerde toplanmasını önle­mek ve onun topluma yayılmasına yardım et­mek için uygulanan pozitif tedbirler, yani ze­kat ve miras hukuku. Bu tedbirlerin amacı, toplum taleplerinin yararına olan sosyal hak­ların asgarisini sağlamaktır. Diğer bir ifadey--le, bu tedbirler toplumda sosyal adaleti kur­mayı ve bunu sürdürmeyi ifade ederler.

b- iş hayatında sağlıksız ve kötü uygulamala-nn artışını durdurmak için uygulanan yasaklayıcı tedbirler. Faiz, kumar, spekülasyon, istif­çilik, karaborsacılık, vurgunculuk, içki ve dans gibi lükse dayanan müsrif harcamalar, kamu hizmetindeki özel tekeller, gayr-ı ahlâkî ve hilekâr işler ve kazançlar gibi.

islamın ekonomik sisteminde kanuni tedbirle­rin ilave bir yer işgal edeceği belirtilebilir.

Bu tedbirler, toplumdaki ekonomik eşitsizlik­lerin durdurulması ve düzeltilmesine yaraim ederler. Pozitif tedbirler, ekonomik sistemde­ki kötü uygulamaların artışını yasaklayıcı ted­birlerle engellerken, servetin eşit dağılımına yardım eder. Böylece kanuni tedbirler sadece islamın ekonomik sisteminin sağlıklı şekilde gelişmesi için bir koruyucu (avlu) olarak hiz­met ederler. Bu tedbirler, toplumdaki kötü dü­şünceli insanların kanunsuz hareketlerinden sistemi korumak için uygulanır. Bunlar İnsan­ları tam ve eşit yapmaz. Fakat bunlar, kötü (fırsatçı) fertlerin kötü düzenlemelerine karşı sadece muhafızdırlar. Gerçekten, toplumda tam ve eşit bir ekonomik sistemin kurulması­na ve devam etmesine yardım eden islamın ahlaki prensipleridir.

Toplumda ekonomik adalet idealini gerçek­leştirmek için, yemek için yaşanılan ve bütün ekonomik faaliyetin başı ve sonu midenin ol­duğu yerde "ekonomik hayvan" seviyesine düşmesin diye, fakat yemenin yaşamak için olduğu ve yaşamanın da çok daha yüksek ide­allere ulaşmak için olduğunu belirterek islam fertlere yüksek bir ideal sunar.

İslam, gerçek ve ebedi tasarruf olarak (sadece Allah'ın rızasını kazanmak için) başkalarına ekonomik yardımı benimseyen müntesipleri arasında böyle bir ruh (anlayış) geliştirir. On­lar insanlığa hizmette Allah'ın rızasını ararlar. İnsanlığa yapılacak en önemli hizmet, ezilmiş ve fakir kişileri açlık ve sefaletin ezildiğinden kurtarmaktır.

Böylece İslam, halkın para ve onun kullanımı hususundaki bütün bakışım ve davranışını de­ğiştirmektedir. Müslümanlar servetlerini di­ğerlerine harcamayı ve sonra da toplumun di­ğer fertlerine hizmet etmek için bu fırsatı ve­ren Allah'a şükran duyarlar. Sosyal adalet ruhu (anlayışı), hiçbir kanunun kendilerini mec­bur etmediği topluma karşı ahlâkî yükümlü­lüklerini idrak etmeleri ve gönüllü olarak ve şevkle yerine getirmeleri için, tüm topluma nüfuz eder ve o toplumun fertleri arasında sevgi, cömertlik ve işbirliği gibi yüce vasıfları geliştirir.

Kur'an-ı Kerim hayatın ideali (gayesi)nİ müs-lümana şu ifadelerle açıklamıştır: "Siz beşeri­yet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir üm­metsiniz; iyiliği emreder kötülükten alıkorsu-nuz." (3:110). Belirtilebilir ki "müslüman top­lumun en İyisi iyiliği emir, kötülüğü nehiy gö­revlerinde ve Allah'a imanlarında sebat eder­ler." Bu sosyal hizmet ideali, zamanının, ser­vetinin ve kaynaklarının çok büyük bir bölü­münü refah ve İslahına harcayan herbir müs­lüman ferde bu ruhu aşılar. Müslüman malını ve zamanını lükse veya dünyanın boş zevkle­rine asla israf etmez. O, kendi ihtiyaçlarını ve mümkün olursa toplumdaki diğer fertlerin ih­tiyaçlarını karşılayabilmek maksadıyla yaşa­mak için çok çalışır. (Naim Sıddıkî; Muash-i Na-Hamwarian, sh:88-90).

Açıkçası ekonomik eşitsizlikler, sosyal ve ekonomik adalet idealinin beşeri hayatın her sahasını istila ettiği; kumarcılık, spekülasyon, karaborsacılık ve istifçiliğin yasaklandığı; dansçılık ve içkicilik gibi gayr-ı ahlâki faali­yetlerin kanun dışı kabul edildiği; halkın lük­se müptela olmadığı gibi paralarını gereksiz istekleri için israf etmediği, aksine kendilerini ailelerinin ve kendilerinin ihtiyaçlarına hasret­tiği bir toplumda devam edemez. Böyle bir toplumda ekonomik eşitsizlikler artmaz, aksi­ne tedrici olarak azalır ve bütünüyle yerini sosyal adalet ve ekonomik refaha bırakır.

Toplumda servetin eşit ve âdil dağılması ama­cına ulaşmak için islam, kanuni ve ihtiyari tedbirleri (yukarıda açıklandığı gibi) emreder.

 

KISIM 19

 

TOPRAK RANTI

 

Bu kısımda toprak rantı ve toprakla ilgili di­ğer problemleri ele alacağız.

Rantın Yapısı: Ekonomik manada rant, bir toprak parçasının sağladığı hasıladan, o topra­ğı işlemek için yapılan masraflar düşüldükten sonra kalan miktardır. Çeşitli üretim faktörle­rinin hakları yerine getirildikten sonra geriye kalana ekonomk rant adı verilir. Diğer bir ifa­deyle, toprağı işleme maliyetinin üzerindeki fazlalıktır. Bazı iktisatçılar ekonomik rantı, düşüldükten sonra kalan kısmı olarak tarif ederler. Rantın karakteristik Özelliği, herhangi bir emek ve çaba söz konusu olmadan topra­ğın sahip olduğu tabii ve tesadüfi şartların bir sonucu olarak meydana gelen bir artış, karşı­lıksız bir hasıla olmasıdır.

Fakat biz, rant terimini kiracı veya çiftçi tara­fından toprak sahibine ödenen ürün miktarını veya parayı ifade etmek için kullanmaktayız.

Kiranın Belirlenmesi: Kiranın anlamının açıklanmasından  sonra,  İslamî bir devlette toprağın kirasının belirlenmesi ile ilgili pren­sipleri ele alacağız. Bununla birlikte, adalet ve hayırseverlik gibi iki temel prensibin, toprak kirasının temel belirleyicileri olduğu belirtile­bilir. Adalet, çiftçi kiracıların memnun ve mutlu olabilmeleri için, kira onlardan Ödeme güçlerine göre tahsil edilsin ve sonunda top­raklarının verimliliğinin artması için çok ça­lışsınlar diye istenir.

Ve hayırseverlik kira ancak ihtiyaçlarının üzerinde ve ondan fazla ürün elde ettiklerinde toplansın ve ürün ihtiyaçlarından fazla değilse onlardan kira alınmasın diye istenir.

Kur'an-ı Kerim, şu ifadelerle hayatın her sa­hasında adalet ve hayırseverliği emretmekte­dir: "Muhakkak ki Allah adaleti, ihsanı ve ak­rabaya vermeyi emrediyor." (16: 90). Bu ayet iyiliğin farklı dereceleri ile etraflıca ilgilenmektedir. Kur'an-ı Kerim, her fertten toplu­mun diğer fertleri ile ilgili ferdi ilişkilerinde iyilik ve adalet beklemektedir. Bu yüzden, toprak kirası hususunda Kur'an-ı Kerim sade­ce adalet değil fakat hayırseverlik ve iyilik is­temektedir. Toprak sahibi çiftçiye elinden gel­diğince adalet ve iyilik yapmaya çalışırsa, çiftçi, her ikisinin menfaati için toprağın verimliliğini arttırmak üzere tabir olarak kuv­vet ve kabiliyetinin yettiği ölçüde çok çalışa­caktır. Topluma hizmet ruhu, Kur'an-ı Ke-rim'in öğretmesi ile müslümanlar arasında böylece aşılanır. Ki her fert herkesten daha fazla İyilik yaparak Allah'ın rızasını kazanma­ya çalışsın: "Müminler hayırlı işlerde birbirle­riyle yarışırlar". Herkese iyilik yapılması, Al­lah'ın rızasını kazanabilmesi içindir. Dolayı­sıyla, bir islam ekonomisinde toprak sahiple­rinin adil ve hayırsever, kiracıların çalışkan ve dürüst olmaları şaşırtıcı değildir.

Kiranın belirlenmesini gösteren üçüncü pren­sibe Kur'an-ı Kerim'in şu ayetinde işaret edil­mektedir: "... Böylece ne zalim olursunuz, ne de zulme uğramış bulunursunuz." (2: 279). Bu prensip, kiranın ne toprak sahibini ve ne de kiracıyı zarara uğratmayacak şekilde belir­lenmesini göstermektedir.

Kira, ne kiracıya ağır (sıkıntı verici) gelecek kadar yüksek ve ne de toprak sahibinin men­faatlerine zarar verecek kadar düşük olmalı­dır. Kira, sözleşmeyle ilgili taraflar en iyi şe­kilde korunabilsin diye her iki taraf için adalet ve iyilikle belirlenmelidir.

İslam devleti toprak sahibi ve kiracının men­faatlerini korumak için şu üç faktörü dikkate alır:

1- Toprağın verimliliği,

2- Çiftçi (toprağı iş­leyen) ve onun refahı,

3- Toprağın kirası be­lirlenmeden önce çiftçinin maliyeti.

Toprağın verimliliğinden dolayı verilen bedel, çiftçinin rahatlığı ve refahı ile toprağı işleme­de yaptığı masraflar içindir. Çiftçinin rahat­lığı, toprağının kirasının belirlenmesinde bi­rinci önceliği verir ve toprak sahibi hiçbir şart altında toprağın taşıyabileceğinden fazla ola­rak toprağın kirası belirlendiğinde memnun edilemez.

Peygamber @ Devri: Peygamber @ kiranın belirlenmesinde çiftçinin haklarına ve bunla­rın korunmasına büyük önem verdi. Hayber'in fethinden sonra Peygamber @, ricaları üzeri­ne topraklarını Yahudilere bıraktı ve toprakla­rının ürününün paylaşılması için onlarla bir anlaşma yapmaya girişti. Peygamber @ yahu-dilere şu şekilde hitabeden Abdullah b. Reva-ha'yı gönderdi:

"Allah'ın Rasülü beni buraya mahsulü haksız­ca yiyip-bitirmek için göndermedi, fakat mah­sulü anlaşmaya göre sizin ve Allah'ın Rasulü arasında bölmek için gönderdi. Şimdi durum sîze bağlı: Eğer dilerseniz toplam mahsulü takdir ve tahmin etmeye çalışacağım ve onu iki eşit parçaya böleceğim. Ve ilk seçim hakki sizindir, dilerseniz siz toplam mahsulü takdir ve tahmin edin ve iki eşit; hisseye bölün. Ve ilk seçim hakkı benim olacak ve sizin dağıtı­mınıza itiraz etmeyeceğim. Bunu işiten yahu-di çiftçiler şöyle dediler: "İşte gökleri ve yeri ayakta tutan bu eşitlik ve adalettir." (Kitabu'l-Harac, sh, 191-221). Rasulullah @ Hayber arazilerini Hayberlilere nısıf usulüyle ortağa verirdi. Onlar hurmalıkları imar eder, korur, sular ve mahsulü elde ederlerdi. Hurmaların toplanma zamanı gelince Allah'ın Rasulü, Ab­dullah b. Revaha'yı gönderirdi. O da ağaçlar­daki hurmayı tahmin ve takdir ederdi. Bunun üzerine yahudiler mahsulü toplarlar, yansını Rasulullah'a gelerek Abdullah b. Revaha'nın hurma'lnahsulünü tahmin ve takdirde kendile­rine haksızlık ettiğini, söylediler. Rasulullah @; "Biz, Abdullah'ın tahmini ile size düşeni alalım, siz de bize düşeni alınız" dedi. Onlar, ellerimizle sayalım, dediler. Tekrar hurmalık­larla meşgul oldular ve Rasulullah'a nısıf his­seyi verdiler. (İmam Ebu Yusuf, Kitab'ul-Ha-rac, Tere. Ali Özek, İst. 1973, sh. 152).

Halife Hz. Ömer Dönemi: Hz. Ömer, me­murlarının toprağın kirasının belirlenmesinde insaflı ve adaletli olmaları konusunda ısrar ederdi. O, vergi tahsildarları Huzeyfe b. Ye-mani ve Osman b. Huneyf i fethedilen Irak ve Suriye'ye toprağın kirasının belirlenmesi için gönderdiğinde şu şekilde hitab etti: "Kirayı belirlerken (veya toplarken) onun, toprağın taşıyabileceği (verebileceği)nden fazla olmama­sına dikkat edin." İmam Ebu Yusuf kiranın belirlenmesi ile ilgili prensipleri yorumlarken Hz. Ömer'in şu sözünü nakletmektedir: "Biz, toprak kirasını çiftçilerin ödeme güçlerinin üzerinde toplamayız ve onlara topraklarının taşıyabileceğinden fazla yük yüklemeyiz." Bir başka vesileyle İmam Ebu Yusuf, Hz. Ömer'in vergi memurlarına emirleri konusun­da şunları söylemektedir: "Çiftçilerden topra*-ğın kirasını uygun, açık ve anlaşılabilir bir ödeme olarak (belirle ve) topla." (Kitabu'1-Ha-rac, sh. 303-349).

Halife Hz. Alî Dönemi: Kira belirlemesinin prensipleri Peygamber @ tarafından başlatıldı ve kendisini tam olarak izleyen haleflerinden ilk ikisince aynen uygulandı. Hz, Ali, bir de­fasında kiranın esasını açıklarken şöyle dedi: "Biz sadece kiralar toplandıktan sonra çiftçi­lerin ihtiyacından geri kalanı toplamakla em­redildik."

Halife Ömer b. Abdülaziz Dönemi: Ömer b. Abdülaziz bir defasında toprağın kirasının be­lirlenmesi ve toplanmasıyla ilgili olarak valisi Adiy b. Ertat'a şu şekilde bir mektup yazdı: "dikkatle dînle, önceki kiradan ne ödenmesi gerekli ise, İhtiyacından fazla ve onun üzerin-dekinden sadece onların ödeyebüdiğini al, bu­nun dışındakini bırak. Vallahi, bence onların Allah'a kendi suçlarıyla Allah'ın huzuru (mah-kemesi)na gelmeleri; benim, haraçlarını öde­meyen o kimselere azap ettikten sonra gel­memden çok daha iyidir." Bir başka olay üze­rine şöyle buyurdu: "Her yönetici idaresi al­tındakiler (tebaası) hakkında kıyamet günün­de sorguya çekilecektir. Bundan dolayı, onla­ra fayda verebilen herşeye dikkat etmeliyiz, idaresi altındakiler (tebaası) hakkında imti­han edilen herhangi bir kimse çok zor bir yar­gılama bulacaktır." (Kütabu'l-Harac, sh, 303-349).

Gazi Ebu Ya'la, bir İslam devletinde arazinin kira (vergi)sını belirleyen prensipleri şu ifade­lerde toplamaktadır: "Kirayı belirleyen bir otorite için üç hususu dikkate alması zorunlu­dur. Bu üç husus şunlardır: (i) Arazinin farkı, (ii) Mahsulün farkı ve (iü) Sulamadaki fark.

Kiranın tam olarak arazinin yapısı (özelliği)na göre -toprağın verimliliği, topraktan elde edi­len mahsûl ve mahsûlün sulanmasında kulla­nılan usûlün- belirlenmesi önemlidir.  (Ahkâmu's-Sultaniye).

Ömer b. Abdülaziz Küfe valisine kira ile ilgili olarak şu cevabı yazdı: "Bu hususta en iyi yol ve en güzel prensip adalet ve yardımseverlik­tir. Bundan dolayı, ıslah edilen arazi ile edil­meyen arazinin arasını ayırmalı ve asla ıslah edilmeyen araziyi ıslah edilen arazi olarak ka­bul etmemelisin. Ve ıslah edilen araziden kal­dırabileceği (vergiyi)nİ almalısın. Islah edil­meyen araziden belirlenen kira(vergİ)nın üs­tünde hiçbir şey almamalısın. Çiftçinin rahatı ve elverişli olması da hesaba katılmalıdır." (Kitabu'l-Emval, sh. 46)

Böylece, ilk halife döneminde toprağın ve çiftçinin yapısına, çiftçinin işçisine ve toprağı işleme maliyetine, toprağın kirasının belirlen­mesinden Önce; çiftçinin haklı hissesine el sü­rülmemesi, çiftçiye kapasitesinin üstünde yük yüklenmemesi ve adaletsizlik korkusu veya şiddet olmaması için; bakmak kesinlikle zo­runlu idî. Bu faktörler sebebiyle, ilk halifelik döneminde farklı ülkelerde farklı topraklardan farklı oranlarda kira alındı. Her yerde toprak düzenlemeleri dinin şartlarına ve icaplarına uygun olarak yapılmıştır. Ve toprağın kirası­nın belirlenmesinde, çiftçinin hayati olduğu kadar normal (olağın) İsteklerini karşılamak üzere fazlası bırakılarak ihtiyaç dikkate alın­mıştı. Halifenin daima niyeti kiranın, bir kim­senin son sınırına varacak kadar ağır olmama­sı, fakat kiranın hafifletilmesi (itidalli olması) ve kişinin felaketlerini ve tabii afetlerini tam karşılamak İçin çiftçiye yeteri kadar (mahsûl­den) bırakılması idi.

Bir islam devletinde toprağın kirasını belirle­yen prensipler aşağıdaki gibi özetlenebilir:

 

Prensipler

 

a- Toprağın Yapısı: Bir islam devletinde toprağın   yapısı,   kirasının   belirlenmesinde önemli bir rol oynar. Kira miktarı toprağın ya­pısına göre belirlenir. Münbit olmayan toprak daha düşük kira öderken ve kurak toprak hiç kira ödemezken münbit toprak daha yüksek kiraya konu Olmaktadır. Herhangi bir toprak kendisine sarfedilen emek ve sermayenin ma­liyetinden daha fazlasını karşılamaya mukte­dir değil ise ve sadece çiftçinin maliyetlerini karşılamaya yetecek kadar ürün verirse bu toprak için hiçbir kira sözkonusu olmayacak­tır. Bu, topraktan kiranın, sadece elde edilen ürün çiftçinin maliyetinin üstünde ve ondan fazla olduğunda tahsil edilebileceğinin sebe­bidir. Bu prensip Kur'an-ı kerim'in şu ayetine dayanmaktadır: "Allah bir kimseye ancak gü­cü yettiği kadar teklif eder (veya hiçbir canlı­ya taşıyabileceğinden daha fazla yük yükle-mez)." (2: 286).

Buradaki "O'nun taşıyabileceği kadar ifadesi" açıkça göstermektedir ki, çiftçinin gelirinden daha fazla kira veya herhangi diğer bir ödeme istenmesini islam uygun bulmaz. Kur'an-ı Ke­rim'in bu ayetinin esası üzerine denilebilir ki kira miktarı toprağın yapısına bağlıdır ve O'nun yapısında meydana gelen değişikliklere göre farklılaşır. Herhangi bir topraktan alına­cak maksimum kira toprağın kaldırabileceği­ne eşit olmalıdır. Açıkçası bir çiftçi ürünü iş­leme maliyetinden ancak fazla ise kira vere­cek gücü var demektir. Eğer toprağın ürünü onu işlemek İçin yapılan masrafları karşılama­ya yeterli ve ondan fazla değilse, kira ve ben­zeri diğer ödemelerin yükünü taşıyamaz. Di­ğer bir ifade ile, herhangi bir arazi işleme ma­liyetinin üzerinde fazla bir ürüne sahip değilse bir ödeme yükünü taşıyamayacak ve bundan dolayı kiraya konu olmayacaktır.

Çiftçiden toprağıyla ilgili ödemesi gerekeni vermesi En'âm süresindeki şu âyette belirtil­mektedir: "...Devşirilip toplandığı gün de hakkını (zekat ve sadakasını) verin..."

Bu ayetteki "hakkını" ifadesi, zorunlu bir öde­me olan zekatı ifade etmek için genellikle kul­lanılır, fakat toprağı işleme maliyetinden fazla olan fazla ürünü ifade etmek için de kullanılır. Kurada çiftçiden fazla ürünü üzerinde hak olan kirayı (vergiyi) ödemesi istenmektedir.

b- Ürünlerin Yapısı: Bir toprak parçasından elde edilen ürünün yapısı ürün miktarını ve dolayısıyla onun kirasını etkileyecektir. Pahalı ticari ürünler üretmeye muktedir toprak, paha­lı olmayan ürünler üreten toprağa göre daha yüksek vergi (kira)ye konu olacaktır.

c- Sulamanın Yapısı: Vergi miktarı, herhan­gi bir topraktan ürün elde etmek için kullanı­lan sulama tipinin değişmesi ile de değişecek­tir. Çiftçi toprağını sulamak için daha fazla sermaye kullanırsa, çiftçinin ödeyeceği vergi de daha az olacaktır. Ve kullanılan sermaye az olursa, vergisi de daha çok olacaktır.

d- Çiftçinin Çalıştırdığı îşçiye İzin: Topra­ğın vergisi belirlenmeden önce ijçisi için bir izin verilmiş olmalıdır. Çiftçinin toprağı işleme masrafları hesaplanırken, toprağı işleme veti­resinde çiftçinin kişisel işçisine gerekli ödeme yapılır. Bu prensip Kur'an-ı Kerim'in şu aye-, tinden çıkarılmaktadır: "Artık bugün hiç kim­seye zerre kadar zulüm edilmez. Sadece yap­tıklarınızın cezasını çekeceksiniz." (36: 54).

"Hiç kimseye zulmedilmez" İfadesi bize, bü­tün taraflarla ilişkili işlerimizde âdil ve dürüst olmamızı hatırlatmaktadır. Dolayısıyla çiftçi­ye toprağını işlemesinde işçisi için muhakkak bol ve âdil bir tahsisat (gelir) verilmesi icabe-der. Daha fazla emek gerektiren (kuyu vs. ile sulanan) toprak için düşük bir kira ödenirken, daha az emek gerektiren (yağmur ile sulanan) topraktan daha yüksek kira alınır.

Böylece, toprağın yapısı, ürünün yapısı, sula­manın ve toprağı işlemek için çalıştırılan işçi de dahil toprağı işleme masrafları gibi yukarı­da belirtilen faktörler, toprağın kirası (vergi­sinin belirlenmesinde dikkate alınmalıdır.

Peygamber @'m ilk dört halifesi daima, topra­ğın işlenmesi ile ilgili sözleşmenin tarafların­dan herhangi birine zarar ve haksızlık olmasın diye, vergi (kira)nin belirlenmesine büyük önem verirlerdi. Böylelikle, en uzak bölgeler­de dahi sahip olunan topraklardan bile azami mahsûl elde ediliyordu.

 

KISIM 20

 

ÜCRET PROBLEMİ

 

Tarifi: Ücretler, servetin üretimindeki hizme­ti işçiye ödenen bir fiyat olarak tanımlanabilir. Emek, diğer üretim faktörleri gibi, hizmetleri için bir hak ödenir, ki bu ücret olarak adlandı­rılır. Diğer bir ifade ile, ücretler üretimdeki hizmetler için ödenen emeğin bir fiyatıdır. Profesör Benham'ın ifadesiyle, "Ücret, yerine getirilen bir hizmet için bir işçiye işveren tara­fından bir sözleşmeye bağlı olarak ödenen pa­ranın toplamı olarak tanımlanabilir." (Econo-mics, 1940, sh. 231).

Önemi! Ücret problemi o kadar önemli ve et­kileri o kadar geniştir ki bütün toplum ondan etkilenir. Eğer işçiler adil ve makul bir ücret almazlarsa, bu sadece satınalma gücünü ve dolayısıyla işçilerin ve ailelerinin hayat stan­dardını etkilemekle kalmaz, fakat dolaylı ola­rak milli hasılanın geniş bir kısmım tüketecek olan bütün toplumu etkiler. Uzun vadede, hal­kın satınalma gücündeki bir düşüş, çalışan sı­nıf için tüketim malları arzeden bütün endüst­rileri her yönde etkiler. Ve, modern dünyada bütün endüstriyel ve diğer teşebbüsler karşı­lıklı bağımlı olduğundan, işçiler tarafından tü­ketim mallan talebindeki bu düşüş, ülkenin her tarafındaki bütün endüstrileri çökertecek­tir. Böylece ekonomik olarak, millî gelirin âdil bir payından işgücünün mahrum bırakıl­ması, bir ülke için intihar olacaktır.

Bunun yamsıra, çalışan sınıfa karşı haksızlık onlar arasında hoşnutsuzluk ve hüsranı yaya­cak ve grev şeklinde endüstriyel harekete yol açabilecektir. Bu ticarî ve endüstriyel uyuş­mazlıklar, işçilerinin ücretlerindeki önemsiz bir artışın yapabileceğinden daha fazla yıllık hasarı zaman ve para olarak kapitalist ülkeler­deki işverenler için ortaya çıkaracaktır. Bun­dan dolayı, çalışan sınıfın ücretlerinin belir­lenmesine büyük önem verilmesi kesinlikle esastır.

 

Ücretler Nasıl Belirlenir

 

Bu problem hakkında iktisatçılar arasında bü­yük görüş farklılkları vardır: Bir işçi ne alma­lı ve onun ücreti nasıl belirlenmelidir? Çeşitli iktisatçılar tarafından birçok teori ileri sürül­müştür; bazıları ücretlerin geçim şartlarının gözönünde tutularak asgari seviyede belirlen­mesi gerektiğini söylemekte; diğerleri ücretle­rin belirlenmesinde marjinal verimliliğin rolü­nü vurgulamaktadırlar. Ve bu iki zıt görüş arasında, ücret problemlerine ilişkin kendi çö­zümlerini teklif eden ve bizim burada tartış­maya gerek görmediğimiz çok sayıda teori vardır.

İslâm'ın Görüşü: İslam, ücret problemi için Çok dostça bir çözüm teklif eder ve hem çalı­şan sınıfın, hem de işverenlerin menfaatlerini korur. İşçi, işverenin meşru haklarını ihlal et­meksizin makul bir ücret alır. İşverenin haklı isteğinden mahrum edilmediği gibi tüm millî hasıla işçiye verilmezken; işverenin de, İşçile­ri haklı paylarından mahrum ederek zulüm (gaddarlık) yapmasına İzin verilmez.

Ücretler bir tarafın aşırı lehine veya aleyhine olmaksızın çok insaflı (âdil) bir şekilde belir­lenir. Her bir taraf, diğerine haksızlık olmak­sızın ortak hasıladan kendi payını alır. Herkes için eşitlik prensibine Kur'an-ı Kerim'de Ba­kara suresinde şu şekilde işaret edilmektedir: ".. Böylece ne zâlim olursunuz, ne de zulme uğramış bulunursunuz." (2: 279).

Burada (ücret) sözleşmenin taraflarına bütün İşlerinde İnsaflı ve adil olmaları ihtar edil­mekte, böylece başkalarına zulüm edilmediği gibi başkaları da kendi menfaatlerine zarar vermemiş olur. İşverenlere zulüm, işçilere ödeyebileceklerinden daha fazla ücret ödeme­ye endüstriyel hareket ile zorlanmasını ifade ederken; işçilere zulüm, çalışmalarına oranla ortak hasıladan meşrtf ve âdil bir hisse veril­memesini ifade eder. Böylece Kur'an-ı Kerim işverene, işçilere çalışmalarına göre hak etik-leri payı vermelerini ve aynı zamanda onların menfaatlerini korumalarını emretmektedir. Eğer işveren Kur'an-ı Kerim'in bu emrini yeri­ne getirmezse gaddar ve zâlim olarak kabul edilecek ve bu dünyada İslam devleti tarafın­dan ve ahirette Allah tarafından suçuna uygun olarak cezalandırılacaktır. Benzer olarak işçi­ler endüstriyel hareket içinde işverenleri öde­yebileceklerinden daha fazla ücret ödemeye zorlarlarsa, saldırgan (zalim) olarak ilan edile­cektir. Aynı adalet prensibine Kur'an-ı Ke-rim'de şu şekilde işaret edilmektedir. "Halbu­ki Allah gökleri ve yeri adaletle yarattı, (zu­lüm olsun diye değil). Hem de herkese kazan­dığının karşılığı verilmek için/yarattı).... On­lara asla haksızlık edilmez." (45:22)

Bu temel prensip, beşeri faaliyetlere, bu dün­yada ve ahirette mükafatlarını almaları için hakim olur: ki bu prensip gereği, her insana ne kazanmışsa ödenmeli ve hiçbir canlıya haksızlık yapılmamalıdır. Böylece İslam her çalışana üretime yaptığı katkıya göre adil bir ücret ve kazancında hiçbir eksiltme yapılma­masını garanti etmekte; üretime katkısında makul bir azalma olmaksızın haksız ve hatalı kabul edilmez. Bu ayet, her insanın ücretinin çalışması ve ortak üretime katkısı tarafından belirlenmesini ve ne o işe harcadığı emekten az ve ne de çok ödenmemesini çok açık ola­rak göstermektedir.

Bu prensip Ahkâf suresinde tekrar zikredil­mektedir: "Herkesin işlediği amellere göre dereceleri vardır. Ta ki kendilerine haksızlık edilmeyerek bütün amellerinin karşılığı onlara ödensin." (46: 19). Ve Ali İmran suresinde: "Sonra da herkese kazandığı iyilik veya kötü­lüğün karşılığı ödenir; ve hiçbirine zulmedil­mez." (3:161). Bu dünyada yaptıklarının kar­şılığı için ahirette insana mükafat olduğuna dair bu ayetlerde işaret, bulunmakla birlikte, burada zikredilen adalet prensibi insanların bu dünyadaki kazançları için de uygulanabilir. Herkes çalışmasına göre tam olarak mükafat­landırılmak ve haksız bir şekilde muamele edilmemelidir. İşveren sermayesine ve üreti-rne yaptığı katkıya göre kârım alırken; işçi üretime (emeği ile) yaptığı katkıya göre ücre­tini almalıdır. Böylece herkes miUT hasıladan hakkı olan hisseyi alacak ve hiç kimse haksız­lığa (zulme) uğratılmayac aktır.

Ücretlerin Seviyesi: Adalet prensibi açısın­dan müslüman bir toplumda ücretler devlet, işçi ve işveren arasında müzakereler yoluyla belirlenecektir. Ücret elde edenler ve işveren­lerin menfaatleri, ücretler konusunda herhangi bir karara ulaşılmasında tamamen tarafsız ola­rak dikkate alınacaktır.

Ücretleri, ne işçileri hayatlarının temel ihti­yaçlarını karşılamaktan mahrum edecek kadar düşük, ne de işverenlerin ortak üretimden adil bir pay almasını engelleyecek kadar yüksek olmadan belli bir seviyede sabit görmek İslam Devletinin görevidir. Ülkede adil bir ücret dü­zeyinin kurulabilmesi için, çalışan sınıfın de­ğişen ihtiyaçlarını dikkate alarak hiçbir şart altında ücretlerin aşağı düşmeyeceği asgarî bir ücret oranında belirlenmesi gerekli olacak ve bu asgarî oran, fiyat düzeylerindeki ve hayat pahahlığındaki değişikliklere göre aralıklarla düzenlemeler yaparak yeniden gözden geçiril­melidir.

Şüphesiz maksimum oran, işçinin katkısı tara­fından belirlenecek ve çok uygun olacaktır.

Asgari Ücret Oranı: İşçi, işveren ile ilişki­sinde çok zayıf bir pazarlık durumundadır ve daima onun menfaatlerinin korunamayacağı ve geliştirilemeyeceğine dair bir ihtimal var­dır. İşçinin zayıf durumu açısından, İslam onun haklarını işverenin herhangi bir saldırı­sından korunmasına büyük önem vermiştir. İslam işvereni, işçiler, makul bir hayat standardında yaşasınlar diye yiyecek, giyecek ve barınmanın da dahil olduğu hayatın zarurî ihtiyaçlarını kapsaması gereken asgarî bir ücre­ti belirlemeye mecbur tutmuştur. Zorunlu ihti­yaçların araçları şu şekilde zikredilmektedir: "Şimdi burada (Cennette) acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın. Ve sen burada susama-yacaksın, kuşluk vakti güneşi(nin ısısı)ndan etkilenmeyeceksin." (20: 118-119).

"Tezmeâ" kelimesi susamayı veya gerçekten birşeyi arzulamayı veya çok istemeyi ifade et­mektedir. Bu, "tezmeu" kelimesinin sadece basit olarak su için susuzluğa değil, fakat eği­tim ve tıbbî' yardım için de susuzluğa (veya ihtiyaca) işaret edildiğini göstermektedir. Böylece, işçilere hem kamu koruması sağla­mak hem de onlara bütün bu ihtiyaçlarım karşılamalanna imkân veren bir oranda asgarf ücreti belirlemek İslami Devletin görevidir. Onlar yeterli gıda, giyecek ve uygun barın­ma imkanı elde etmeye muktedir kılınmalı ve çocuklarına iyi bir eğitim ve ailelerine sağlık İmkanları (hizmetleri) sağlayacak bir durum­da bulunmalıdır. Ve eğer bu temel ihtiyaçlar uygun şekilde ücretler tarafından kapsanmaz (karşılanmaz)sa, bu çalışan nüfusun etkinliği­ni ve dolayısıyla ülkenin millî servetini olum­suz şekilde etkileyecektir. Bunun yanısıra, ça­lışanlar arasındaki hoşnutsuzluk, toplumun birlik ve bütünlüğünü tahrip eden ve sonunda ekonomik ve sosyal çöküntüye yol açan kin ve sınıf çatışmasını besler, Müslüman devletin, tüm fertlerine asgarî" bir geçim-doğrudan veya dolayh-sağlamaktan so­rumlu olduğu gerçeğine işaret eden Hud Sure­sinde bir diğer ayet vardır: "Yeryüzünde ne kadar canlı varsa hepsinin nzkı ancak Allah'a aittir." (11:6). Allanın yeryüzündeki halifesi olan Müslüman bîr devletin, devletin herbir ferdi için bir geçim (beslenme) sağlayacağı farzedilir. Böyle olduğu için, devletin her fer­dinin, makul bir hayat standardını sürdürmek için yeterli ücret aldığını görmesi onun birinci görevidir. Ve devlet, bir işçinin tüm temel ih­tiyaçlarını karşılayan bir asgarî seviyenin altı­na ücretlerin düşmesine asla müsaade etme­melidir.

Peygamber @ ashabına daima, hizmetçilerine iyi davranmalarını ve onlara bol ve güzel üc­ret ödemelerini tavsiye ederdi. Rivayet edildi­ğine göre Peygamber @ şöyle buyurdu: "Hizmetçilerinize ve kölelerinize geçerli örfe göre yiyecek ve giyecek verin ve onlara sade­ce taşıyabilecekleri kadar yük (iş) yükleyin." (Buhari). Bu hadis açıkça göstermektedir ki, işçilerin ücretleri, zamanın hayat standardına göre temel ihtiyaçlarını karşılayacak kadar yüksek olmalıdır. Ve bu, müslüman bir top­lumda ücretlerin düşmeyeceği asgarî bir sevi­ye olarak kabul edilmelidir.

Ebu Zer'in bir rivayetine göre, Peygamber @ şöyle buyurmuştur: "Onlar (köle ve hizmetçi­leriniz) sizin kardeşlerinizdir; Allah onları si­ze emanet verdi. Kim kardeşini emanetine alırsa ona kendi yediğinden yedirsin, kendi giydiğinden giydirsin ve onlara zorlanacakları (taşıyamayacakları) yük yüklemesin. Eğer böyle yük yüklerseniz onlara (o işin yapılma­sında) yardımcı olun." (Buhari).

Bu hadis açıkça tesbit etmektedir ki; (i) işçi ve işveren birbirlerini İnançta kardeşler olarak kabul etmeli, amir ve köle olarak kabul etme­melidir. İşverenin davranışındaki bu değişme, onların (işçi-işveren) İlişkilerini iyileştirecek­tir. İşveren işçisini (sadece Allah rızasını ka­zanmak için) kardeşi olarak kabul ettiğinde, o (İşveren) işçisine iyi ücret ödemede cömert olacak ve böylece de işçisi gerekli bütün mas­raflarını karşılayabilme imkanına kavuşacak­tır. Diğer taraftan, işçi, işinden özel bir zevk alacak ve gücü ve kabiliyeti ölçüsünde çok çalışacaktır, sonuç olarak iş, işçi ve işverenin her ikisinin menfaatini geliştirecek ve genel refahı arttıracaktır.

(ii) İşveren, en azından temel beşerî ihtiyaç­larda işçisi ile aynı seviyede olmalıdır. Diğer bir ifadeyle, işçiye ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek kadar yüksek ücret verilmelidir. Pey­gamber @'ın "ona (işçinize) yediğinizden ye-dirin, giydiğinizden giydirin." ifadesi, işçile­rin asgarî ücretini belirleyen temel bir prensi­bi sağlamakta (teşkil etmekte)dır. İslam müs­lüman işverenlerden, işçilerine O günün ihti­yaçlarına göre onların ekonomik taleplerini karşılamaya yeterli olacak kadar ücret verme­de cömert olmalarını istemektedir.

Gerçekten Peygamber @'m hadisi, onlar açlık ve fakirlikten sefalete ve rezalete düşmesin diye işverenlerden işçilerin geçinme hakkını istemektedir. İşçiler, işverenlere refah İçin ça­lışmışlardır. Ki şimdi onlar memnundurlar ve karşılık olarak mutad ihtiyaçlarını karşılamak için işverenlerden âdil bir değerlendirme yap­malarını isteme hakkına sahiptirler. Bunun yanısıra, ücretler, işçilerin işverenlerine yakın olabilmesi için, en azından temel ihtiyaçlarını tatmin edebilsinler diye, işçilere rahat bir ha­yat sağlayabilecek kadar yüksek olmalıdır.

(iü) Bİr işçiye, onun kapasitesini tahrip eden zor bir görev veya çok ağır bir iş verilmemeli veya benzer olarak yapılması kendisine büyük sıkıntı veren iş yüklenilmemelidir. Ve çalışma için, işçinin sağlığını bozan, uzun çalış­la saatleri yapılmamalıdır. Diğer bir ifadeyle, fiziki kapasite ve zaman açısından işin yapısı (özelliği)' işçiler için ağır (sıkıcı) olmamalı­dır. Ve eğer işçilere zor ve sıkıcı bir görev ve­rilirse, daha az zorluk ve sıkıntı ile görevini yerine getirebilmesi için daha fazla emek ve sermaye ile yardım edilmelidir. Bundan baş­ka, zor bir iş ve uzun iş saatleri sözkonusu ol­duğunda, bu ilave bir hak (ödeme) şeklinde uygun olarak telafi (tazmin) edilmelidir.

Peygamber @ insanların haklan üzerinde da­ha fazla durmuştur. Enes, Peygamber @'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kendi­niz için arzu ettiğinizi müslüman kardeşiniz için de arzu etmedikçe (tam) bir mü'min ola­mazsınız." (Buhari). Cerir b. Abdullah el-Be-celi'ye göre Peygamber @ şöyle buyurmuştur: "Merhamet etmeyen kimseye merhamet olun­maz." (Buhari ve Müslim). Ebu Hureyre'nİn rivayetine göre Peygamber @ şöyle buyur­muştur: "Yeryüzündekilere merhametli ol, ki sen de cennette (Allah tarafından) merhamet olunasm." (Buhari).

Peygamber @'ın bu sözleri şüphesiz uygula­mada geneldir. Fakat, özellikle işverenlerle mukayese edildiğinde, çok zayıf bir durumda bulunan işçiler de dahil herkes için eşit hak­ların istenmesinde ikna edici misallerdir.

Bununla beraber, iyilik ve doğruluğu maddî bir mükafat için değil, sadece Allah'ın rızasını kazanmak için yerine getiren müslümanlara bu bir emirdir. Böyle insanlardan beklenilen, işçilerine ücret ödemede cömert olmalarıdır. Gerçekten, kendileri için arzu ettiklerini müs­lüman kardeşleri için de arzu etmeleri bu in­sanların davranışıdır. Bu sıfatla, her müslü­man işverenden sadece Allah nzasını kazan­mak için işçilerine makul bir ücret vermesi beklenir ve hiçbir müslüman işveren (gerçek bir müslüman olması ve geleneksel müslüman olmaması şartıyla) hayatın sade ihtiyaçlarını bile satın alamayacağı düşük ücreti işçilerine veremez. Gerçekten, gerçek bir müslüman iş­veren işçilerine makul ve iyi ücret vermekten mutluluk duyacak ve bununla iftihar edecek­tir.

Ücret Tavanı (Azamî Ücret): İslam'ın çalı­şan sınıfın temel ihtiyaçları tarafından belirle­nen asgarî"seviyenin altına ücretlerin düşmesi­ne izin vermeyeceği bir gerçektir.

Islamm, işçilerin üretime katkısı tarafından belirlenen belirli bir seviyenin üzerine gerek­siz olarak çıkmasına izin vermeyeceği de bir gerçektir. İşçilere, kısmen adalet ve eşitlik uğ­runa, kısmen de standart etkinliklerini sürdür­meleri için en azından temel ihtiyaçları ile ke­sin olarak bir temel sağlamak adalettir. Bu se-bepten-kısmen aynı adalet sebebi için, kısmen de yatırım oranını makul bir seviyede sürdür­mek ve teşvik etmek için- işçiler üretilenin tü­münü tüketenlesin diye ücretlerin makul li­mitler içinde korunması gereklidir. Dolayısıy­la ücretlerin yükselmeyeceği bir üst limitin bulunması da arzulanan bir durumdur. Kur'an-ı Kerim'in aşağıdaki ayetinin ücretlerde bir üst limit teklif ettiği görülmektedir: "Hakikaten insan için çalıştığından başkası yoktur." (53:39).

Bu ayet işçilerin, işverenlerden ne isteyebile­ceğini ortaya koymaktadır. İşçilerin işveren­lerden isteyebileceği azami ücret, diğer üretim faktörleri İle birlikte üretime yaptıkları katkı­ya eşittir. Azami ücret prensibi bir diğer ayet­te şu şekilde tasvir edilmektedir: "Artık bugün hiç kimseye zerre kadar zulmedilmez, sadece yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz." (36: 54). Bu, bir İş yapan herhangi bir kimsenin sonuçlarına çalışmasına göre katlanacağını gösteren yaratılışın temel bir kanunudur. Ve emekle ilgili beşeri faaliyetler (bundan) istis­na değildir. Her çalışan yapmış olduğuna eşit (ücret) alacaktır. "Allah yolunda sabredenlere yaptıkları amelin daha güzeliyle mükafaatlan-nı elbette vereceğiz." (16:96).

Bu her işverene, işçilerini hayatın imkanların­dan en iyi şekilde yararlanmaya muktedir ol­mak üzere onlara yeterli ve iyi ücret Ödemesi için bir görevdir. İşçilerine uygun ödeme yap­mayan İnsanlar hatalarını düzeltmeleri ve başkalarına hak ettiklerini ödemeleri konu­sunda şu şekilde uyarılmaktadır: "Şu ahiret yurdunu (cenneti) biz, yeryüzünde ne bir zu­lüm ne de bir fesad istemeyen kimselere veririz." (28:83). Başka insanların haklı hisseleri­nin Ödenmemesinin etkileyiciliği burada, yer­yüzünde saldırganların hareket tarzına uygun olarak fitne çıkaran ve bozucu (ifsad edici) şe­kilde hareket edenlerin davranışlarına benze­tilmektedir.

Ve Kur'an-ı Kerim'in bu ayetlerinin ışığında hiçbir gerçek mü'min, işçisinin haklı hissesi­nin herhangi bir parçasını asla saklayamaz. Aksine, Allah'a ve ahiret gününe inanan her gerçek mü'min, bütün işçilerine ücretlerini cö­mertçe ödeyecektir. Böyle yaptığında, o (işve­ren) genellikle işçilerine sadece Allah'ın rıza­sını kazanmak İçin haklan olan hisseden daha fazlasını Ödeyecektir.

Ücretlerin Gerçek (Fiilî) Seviyesi: Böylece İslam, işçi ve işverenin haklarını korumak için tedbirler almıştır. Ücretlerin yükselmemesi gereken yukarıya doğru üst sınır işverenin menfaatlerini korurken, ücretlerin düşmemesi gereken aşağıdaki en düşük seviye işçinin haklarını korumaktadır. Gerçek ücretler, işgü­cü arz ve talebine göre bu limitler arasında hareket eder. İşgücü arz ve talebini de şüphe­siz, çalışan sınıfın alışılmış hayat standardı, işçilerin örgütünün etkili gücü ve işverenlerin Allah ve ahiret günü inancını yansıtan davra­nışı etkiler.

Bütün bu güçlerin karşılıklı etkileşiminin so­nucu olarak ücretler sıra ile mutad hayat stan­dardı ve işçilerin katkısı tarafından belirlenen maksimum (azami) ve minumum (asgarî) se­viye arasında bir yerde belirlenecektir. Eğer işçilerin örgütü zayıf ve etkisiz ise ve işveren­lerin Allah'a ve ahiret gününe İnancı şüphesiz (tam) ise, ücretler işçilerin mutad hayat stan­dardı seviyesine yaklaşacaktır. Diğer taraftan eğer işçilerin örgütü güçlü ve işverenlerin Al­lah'a inancı sağlam ise ücretler işçilerin üreti­me yaptıkları katkının üst sınırına yaklaşacak­tır. Bununla beraber, islam Devleti, işçiler için makul ve adil bir ücretin belirlenmesinde ger­çek rolünü oynayacaktır.

Eğer ücretler herhangi bir zamanda asgari se­viyenin altına düşerse, İslam Devleti müdaha­le etme ve asgari ücreti zamanın ihtiyaçlarına göre belirleme hakkına sahiptir. Fakat, eğer gerçek İslam öğretisi halka, Allah'a ve ahiret gününe inancını kuvvetlendirmek için verilir­se ve onlarda bir fedakârlık ruhu geliştirilirse, ücretler asla gerekli seviyenin altına düşmeye­cek ye devlet müdahaleye gerek duymayacak­tır. İşverenler işçilerine karşı görevlerini tam olarak idrak ettiklerinde, aynı şekilde ihtiyaç­larını kavramak (karşılamak) için onlara ye­terli ücret Öderler. Eğer işverenler gerçekten hakiki mü'min iseler ve Allah'ın rızasını in­sanlığın hizmetinde arıyorlarsa, Peygamber @'m, "kendin İçin arzu ettiğini müslüman kardeşin için de arzu et!" sözünü nasıl unuta­bilirler?

Gerçekten, gerçek müslüman toplumda ücret­ler, işçileri işverenlere, en azından temel ihti­yaçları ile ilgili konularda, yaklaştıracak ka­dar yüksek olacaktır.

 

Devlet Görevlilerinin Ücretleri

 

Devlet görevlilerinin ücretleri genellikle, işçi­lerin ücretlerinin bir endeksi olarak alınır. Gerçekten, devlet görevlilerinin ücretleri ül­kedeki diğer endüstrilerin genel ücret seviye­lerinde çok büyük (aşın) bir etki İcra eder. Devlet endüstrilerinde,, sivil ve askerî1 hiz­metlerinde büyük sayıda işçi istihdam eder­ken, onun ücret oranı özel endüstrilerdeki pi­yasa ücret oranlarında yükseltici büyük bir et­kiye sahiptir. Bundan dolayı, devlet görevlile­rinin ücretinin eşitlik ve adalet prensibine da­yanması ve eşitlik ve adalet tarafından belir­lenmesi ve onların makul bir hayat standar­dında yaşamasına ve böylece dürüst ve verim­li işçiler olarak kalmasına imkân verecek ka­dar yüksek olması kesinlikle hayatî önemi ha­izdir.

Peygamber @ Dönemi: Peygamber @ dev­let görevlilerinin ücretlerinin belirlenmesi için bazı temel prensipler ortaya koymuştur. Pey­gamber @'m şöyle buyurduğu rivayet edil­miştir: "Bir kimse bizim (devlet) işimize tayin olunursa bekarsa evlensin, evi yoksa ev edin­sin, hizmetçisi yoksa hizmetçi tutsun. Kim bunun Ötesine taşarsa ya haindir veya hırsız­dır." (Kitabu'l-Harac). Bu hadis, devlet me­murlarının ücretlerinin tesbİtİnde iki temel prensibi ortaya koymaktadır: Birincisi, devlet herhangi bir görevinden dolayı çalışanlarının günlük ve gerçek ihtiyaçlarının karşılan­masından sorumludur. İkincisi, devletin istih­dam ettiklerinden bir kısmının, gerçek ihti­yaçlarının haricinde, fazladan olarak beytül-mal'den talepte bulunmaları dürüstlük değil­dir. Devlet memurlarının ücretleri bu prensibe göre belirlenirse devletin yüksek ve düşük de­receli memurlarının ücretleri arasındaki ada­letsiz ve anormal fark asla olmaz.

Halifeler Dönemi: Devlet memurlarının üc­retlerinin belirlenmesi için Rasulullah @ tara­fından başlatılan prensipler, O'nun halifeleri tarafından açıkça ortaya konulmuştur. Ücret­lerin belirlenmesinde dikkate alman birçok faktör, işçinin gücünün yanısıra, yaptığı işin özelliği ve onun ekonomik sorumlulukları dikkate alınmıştır. İkinci halife Hz. Ömer bu prensibi, bağış ve ödemeler hakkındaki bazı sözleriyle aydınlatmıştır. Bağış ve ödemelerin miktarının belirlenmesinde Hz. Ömer aşağıda­ki hususların önemini açıkça belirtmiştir:

1- Bir kişi İslam uğruna hangi hizmetleri yapmıştır?

2- Bir kişi İslam için hangi zorluğa katlan­mıştır veya katlanıyor?

3- Bir kişi İslam'a ne kadar süre hizmet et­miştir?

4- Bir kişinin gerçek (yani fiilî) ihtiyaçları nelerdir?

5- Bir kişinin maddî sorumlulukları (yani ai leşinin büyüklüğü) nedir?

Burada kullanılan terimler İslamî hareketin ilk dönemlerine işaret etmektedir. Fakat, az bir

tefekkür aşağıda gösterildiği gibi, bir toplum­daki ücret politikasıyla ilgili temel prensipleri bu terimlerin ihtiva ettiğini gösterecektir.

a- Ticaret için gerekli olan hüner (vasıf) ve bilginin elde edilmesinde zaman ve paranın hesaba katılması makuldür.

b- Bir kişyıin kıdemi (tecrübesi) dikkate alın­malıdır.

c- Bir kişinin işinin yapısı, fizikî derecesi ve ticarette gerekli olan fikrî emeği için münasip bir bedel takdir edilmelidir.

d- Gerçek ekonomik ihtiyaçların derecesine özel önem verilmelidir.

e- Bir kişinin geçindirmekle yükümlü olduğu fertlerin sayışma gereken önem verilmelidir.

Bütün bu hususlar devlet çalışanlarının ücret­lerinin belirlenmesinde halifeliğin ilk döne­minde dikkate alınmıştır. Bir devlet memu­runun ailesinin bir çocuğun olması, devlet ha­zinesinden aldığı tahsisatın artışım ifade eder. Ve işinin sorumluluğunda, eğitim ve öğreti­minde, hizmet derecesinde ve gerçek ihtiyaç­larında meydana gelen bir değişiklik halife ta­rafından tahsisatında artış yapılarak hakkıyla mükafatlandırılır. Devlet memurlarının ücretlerinde adaletsiz farklılıklar bulunmaz. Tabii kaabiliyet, eğitim, hizmet ve işin sorumlulu­ğunun ve ekonomik ihtiyaçların yapısı vb. karşılığını vermede adaletli şekilde yukarıda zikredilen faktörler tarafından tatmin edilen dereceye kadar korunmuştur. Buna rağmen dev­let memurlarının ücretlerindeki farklılıklar korunmuştur. En düşük ücretler uygun bir ha­yat standardından faydalanabilsinler diye, dü­şük dereceli bir memurun gerekli bütün harca­malarını karşılamaya yetecek kadar yüksektir. En düşük ve en yüksek ücretler arasındaki fark, bugünkü kapitalist ülkelerdeki gibi mu­tedil idi ve çok geniş değildi.

Halifeliğin ilk döneminde birçok memura ödenilen çok yüksek ücretler, ücretlerde fark­lılıklar yarattı; fakat bu, iki grup arasında her­hangi bir ekonomik ve sosyal ihtilafa yol aç­mayacak şekilde yüksek ve düşük dereceli iş­çiler arasında öyle büyük bir uçurum yaratma­dı. Gerçekten, devlet memurlarının emeğinin hakkı, en yüksek ücretli bir kimseyi israf (aşırılık) ve lükse müptela kılmasın ve en dü­şük ücretli birisi bütün temel ihtiyaçlarım kar­şılama imkanı bulsun diye, çok dikkatli şekil­de belirlenmiştir. Hicretin ilk yıllarında, Pey­gamber @Tın hanımları ve O'nun Bedir ve Uhud'ta savaşmış olan ashabı hariç, en yüksek ücret 2000 dirhem iken en az ücret 200 dir­hem idi, oran 1/10 idi. Devletin geliri arttığı gibi müslüman toplum çok zengin oldu; asga­ri ücret 300 dirheme ve azami ücret 3000 dir­heme yükseldi ve yine oran 1/10 idi.

Devlet görevlilerinin ücretlerinde Peygamber @ ve O'nun halifeleri döneminde farklılığın bulunduğu bir gerçektir. Fakat bu farklılık mutedil ve tabii sınırlar içinde tutuldu. Ve böyle bir fark tabii kaabiliyet, eğitim, Öğretim, işin yapısı, ekonomik sorumluluklar ve hiz­metin genişliğindeki farklılıklardan dolayı ga­yet normal ve kaçınılmazdır. Fakat çok daha Önemli husus, ücretlerdeki bu farkın Öngörü­len sınırların dışına taşmasına izin verilmeme-sidir. Ücretlerdeki farklılık oranı 1/10 civa­rında tutuldu. Oysa modern kapitalist ülkeler­deki oran 1/200 kadar yüksektir. Yüzlerce ve binlerce film ve tv oyuncusunun muazzam ka­zançlarını bahsetmeye gerek yok. Peygamber @'ın hanımları ve Bedir ve Uhud savaşlarına katılan ashabının tahsisatlarım dikkate alsak bile (Peygamber @'ın dönemindeki toplumun hususi bir hâli olarak sıra ile 5000 ve 3000 dirhem Ödenmiştir) bu oran 1/25'in dışına çık­mamıştır.

İslam, devlet çalışanlarının maaşlarındaki ge­niş ve adaletsiz farklılıklara cevaz veren bir ücret sistemini tasvip etmez. Diğer şeyler ara­sında, böyle bir sistem, çok düşük maaş alan alt kademedeki çalışanlar için gayri âdil olup aile tnr tarafa, bir kişinin nezih (normal) bir hayat standardını sürdürmesine yeterli olmaz. Sonra, mahallî idarelerde, belediye meclisle­rinde ve özerk kurumlarda çalışanlar çok dü­şük maaşlar almaktadırlar. Bu düşük gelirlile­rin pek çoğunun ferdî davranışlarının veya ai­le yapılarının, temel ihtiyaçlarını karşılayama­maktan ötürü bozulmaları şaşırtıcı değildir. Devletin onlara düşük ücret ödeyerek, kasden onlan bozuk (ifsad edici) bir hayata ittiği gö­rülmektedir.

Eski İngiliz kolonileri olan şimdiki bağımsız devletlerde, devlet çalışanlarının maaşları, ko­lonilerin halkları arasında rüşvetçiliği ve irti­kabı teşvik etmek için kasden düşük tutulmuş­tur. Devlet çalışanlarının maaşları onlann ekonomik sorumlulukları dikkate alınmaksı­zın keyfî olarak belirlenmiştir. Sonuç, bir kişi­nin aylık 1.5 Sterlin, diğerinin 2 Sterlin ve bir diğerinin 250 Sterlin maaş alması idi. Bu uy­gulama, farklı dereceli devlet görevlilerinin kazançlarında çok"adaletsiz ve zalimane fark­lılıklara yol açtı. Farklılık oranı 1/100'den 1/200'e kadar değişiyordu.

Bağımsızlığa ulaşmaya çalışan koloniler, dev­let görevlilerinin haklarının ödenmesinde bu tür adaletsizlikleri ıslah etmek/için ücret ve maaş sistemlerini yeniden tayin etmeliydiler. Fakat maalesef, sömürgeci İngilizİn uygula­maları olan adaletsiz ücret politikası birçok İslam ülkesinde hâlâ sürdürülüyor. Ve özel firma ve endüstrilerin birçok konuda devleti izlediği gibi, millî ücret oranı yakın zamanlar­da bağımsızlığa kavuşan bütün İslam ülkeleri­nin çoğunda çok düşük kalmıştır. Yakın yıl­larda hayat pahalıhğındaki yükselme bu du­rumu daha da ağırlaştırmıştır.Bu hâl, devlet çalışanlarının ve özellikle düşük gelirlilerin, ellerine geçen maaşlarıyla artan masraflarım karşılamalarını gittikçe zorlaştırmıştır. Dahası rüşvet, kamu fonlarının suistimalî ve benzeri kötü uygulamaların kapısını açmıştır. Gerçek­te fakirlik zorlaması, bu insanlardan öncelikle söz konusu ülkelerdeki tüm ücret yapısı de-ğiştirilmeksizin normal olarak hiçbir iyiliğin ve hayrın beklenilemeyeceği ölçüde halkın ahlâki karekterini zaafa uğratmıştır.

İslam devletlerinin refahı ve gelişmesi için ücret sistemlerini, Peygamber @'m talim ve tebligatına, ve her bir çalışanın "geçinme hak­kı" prensibine dayanan asgari ücretin belirlen­mesine uygun olarak yeniden kurmaları ke­sinlikle hayatî önemi haizdir. Devletin en mü-tevazi çalışanı bile normal bir hayat standar­dında yaşama imkânı bulabilmesi için, en dü­şük ücret oranının belirlenmesinde çalışanın ekonomik ihtiyaç ve sorumluluklarının dikka­te alınması esastır. Ücret tavanı ve tabanı ara­sındaki farkın makul ve âdil sınırlar içinde tu­tulabilmesi için ücret politikasının tesbitinde oldukça hassas olunmalıdır.

Gayri İslamî ve adaletsiz ücret sisteminin câri olması durumunda, kendi haklarında bir deği­şiklik hâsıl etmek ve bunun yerini daha taraf­sız ve daha âdil bir ücret sisteminin alması için gayret göstermesi mü'minlerin görevidir. Bir ücret sisteminin yeniden kurulmasında aşağıdaki üç hususun dikkate alınması tavsi­yeye şayandır:

1- Asgari ücret, bir işçinin temel ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek kadar yüksek olmalıdır.

2- Ücretler arasındaki farklılık, işin yapısı, hizmetin genişliği,    eğitim-öğretim ve her iş-çinin ekonomik ihtiyaçlarındaki tabii farklı­lıkların haklı çıkardığı gibi.dar sınırlar içinde sınırlandırılmalıdır. Fakat bu faktörler tarafın­dan oluşturulan sınırların dışına çıkılmasına hiçbir şart altında İzin verilmemelidir.

Yüksek dereceli Devlet Memurlarının Emeğinin Karşılığının Verilmesi:  En üst devlet görevlileri, valiler ve bakanların da da­hil olduğu üst düzey devlet görevlilerinin hak­lan yukarıda açıklanan prensiplere göre belir-lenemez.

Gerçekten bu kimselere sadece, İslam Devle­tinin sade bir vatandaşının ortalama hayat standardına göre belirlenen ve onların gerekli masraflarım karşılamak için verilen tahsisat (ayhk)tan başka herhangi bir Ödeme yapıl­maz. Peygamber @'ın halifeleri ve onların is­tişare (danışma) heyeti kendi temel ihtiyaçla­rından fazlası için hiçbir tahsisat asla alma­mıştır.

Birinci halife Ebu Bekir (r.a.) halifeliği döne­minde almış olduğu bütün tahsisatı devlet ha­zinesine miras olarak bıraktı. İkinci halife Hz. Ömer tahsisatının Özelliğini açıkça şu sözlerle açıklamıştır: "Senin hazinen hususunda benim durumum, bîr yetimin vasi(koruyucu)sine benzer; eğer ben zengin olsam hazineden hiç­bir şey almayacağım. Fakat böyle değil de ih­tiyaç içinde isem uygun şekilde kendi emeği­min hakkını alacağım." Ve (maaşının) hesap­lanmasından sonra, kendisi için günlük belir­lediği iki dirhemdi. (Kitabu'l-Harac ve Ebu Davud).

RasûluIIah @ tek örnek olarak, yüksek düzey memurlarla ilgili prensipleri tesis etmişti ve bu prensipler O'nun halifeleri ve ashabı tara­fından tam anlamıyla yerine getirildi. Hz. Ömer yüksek düzey memurlar için, onların hayat standardını olduğu kadar tahsisatlarım da yöneten bir "kamu Hizmetleri" kanunu ha­zırladı. O'nun vali ve idarecilerine yaptığı ko­nuşmasının ötesi "Kamu Hizmetleri Kanu-nu"nun bir kesitini vermektedir; "Dikkat edin, ben sizi zalim emirler ve valiler olarak değil, ancak iyilik öğretmenleri (ve Önderleri) olarak gönderiyorum. Böylece halk sizden hakkını alabilir. Bu sebeple: (1) Müslümanların (yani halkın) haklarını acele olarak veriniz (2) On­ları dövmeyiniz, (veya hapse atmayınız, aksi halde zelil edersiniz (3) lüzumundan fazla da övmeyiniz, aksi halde şımartır fitneye sebep olursunuz (4) Onlara karşı kapılarınızı kapat­mayınız, aksi taktirde kuvvetliler zayıfları ezer. (5) Bazılarını diğerlerine tercih etmeyi­niz böyle yaparsanız haksızlık (haklarını ihlal) edersiniz." (Kitabu'l-Harac).

Ve İslam devletinin bütün üst düzey memur­larının kamu hizmetleri kanunu uygulayabil­mesi için her tedbir alınmıştır. Her ne zaman yüksek bir memuriyete bir tayin yapıldığında, tayin edilenden bütün şartları içeren bir sada­kat yemini alınırdı. Şartlar şunlardı:

1- Türk atına asla binmeyeceksin. (O günler­de bu bir lüks kabul edilirdi. Bir Rolls Royce veya Cadillac günümüzde bir Türk atına eşit kabul edilebilir).

2- İnce elbiseler giymeyeceksin. (İnce ve gü-zel-gösterişli elbiselerin kullanılması zenginin bir lüksü idi. Bu, günümüzde kendileri için sı­nırsız sayıda takım elbise ve hanımları için el­biseler ve altın ziynet takımları veya mücev­herlere sahip olup gurur duyan kişilerin müs­rif, (şaşaalı) hayatı ile mukayese edilebilir).

3- Elenmiş undan yapılmış has ekmek ye­meyeceksin. (Ve yine o günlerde bu bir lüks idi, gerçek maksat lüks ve rahat bir hayattan, bu yapılmadığı takdirde, özellikle halka kötü örnek olacak olan yüksek dereceli memurları caydırmaktı).

4- Evinin kapısında bir nöbetçi tutmayacak­sın ve daima kapım yoksula açık tutacaksın. Bu, haksızlığa uğrayan bir kişinin durumunu devletin en yüksek otoritesine sunabilmesi için, halkın yüksek dereceli memurlara ser­bestçe ulaşma hakkına sahip olması lüzumunu basit olarak ifade etmektedir. Diğer bir ifade ile her fert yüksek otoritenin huzuruna çıkma hürriyetine sahip olmalıdır.

Bütün bu tedbirlerin amacı, yüksek dereceli memurlar arasında lüks ve israfı önlemek ve onları islam devletinin normal bir vatandaşı­nın ortalama (normal) hayatına alıştırmaktı.

Ücretlerin İstikrarı:Ücretleri makul bir stan­dartta tutmak için, emeğe tam hareket(mobili-te) hürriyeti vermiştir. Onlar ülkenin herhangi bir bölgesinde geçimlerini aramak için dolaş­makta serbesttir. Daha yüksek ücretler elde et­mek İçin devletin bir bölgesinden diğer bir bölgesine gitmelerine kesinlikle hiçbir sınır­landırma yoktur.

Bütün ülkede ücretleri standardize etmede İs­lam tarafından tavsiye edilen ikinci metod, tam meslek (seçme) hürriyetinin verilmesidir. Her fert kendi tercihi ile herhangi bir mesleği seçmede hürdür ve herhangi bir şekilde işçile­rin meslek seçimi veya işin coğrafi bölgesini tercihte güçlükler yaratabilen hiçbir sınırlan­dırma sözkonusu değildir. Sonuç olarak, işgü­cü bütün mesleklere ve ülkenin bütün bölgele­rine kendi isteğine göre dağıtılır ve her yerde nadiren emek fazlası veya kıtlığı olabilir. Farklı bölgeler ve meslekler arasında bu emek mobilite (hareketsizlik)si hürriyeti, bütün ül­kede ücretlerdeki istikran korumaya büyük ölçüde yardım eder.

 

KISIM 21

 

KÂR PROBLEMİ

 

Üretimin dördüncü unsuru olan, müteşebbisin üretim sırasında ifa etmiş olduğu hizmetler sonucunda millî gelirden almış olduğu paya denir. Ödenecek olan kârın miktarı ne olmalı­dır? Ve bu pay hangi prensiplere göre belir­lenmelidir? Başka bir deyişle onun haketmiş olduğu adil bir kâr ne kadar olmalıdır? Bu, çözüm bekleyen en önemli problemlerden bi­ridir.

Şüphesiz kâr ödemeleri sanayinin başarısı ve ilerlemesi için zaruridir, zira bütün işletmeler kâr amacı ile kurulmuş olup, hiçbir müteşeb­bis kârsız çalışmaya rıza göstermez. Ancak, âdil ve mantıklı bir kâra izin verilecektir. Ka­pitalizmin zorunlu bir parçası olan ihtikâr ve karaborsacılık eşitlik ve adalet ikelerine karşı olduklarından hiçbir şekilde haklı gösterile­mez.

Milyonlarca emekçinin açlık ve sefalet çektiği bir sırada, bu suretle halkm sırtından elde et­tikleri kâr ile lüks bir hayat süren birkaç kapi­talistin yaptığı gayri meşru ve gayri âdildir. Bu yüzden üretimin öteki faktörlerinin tesbi-tİnde olduğu gibi kâr, eşitlik ve adalet pren­siplerine göre -amme menfaati ve toplumun refahını gözönünde bulundurmak kaydı ile-sabittir.

Kur'an'da yetİînlerin mülkü ile ilgilenen vâsi ile ilgili olarak müteşebbisin payı hakkında şu ifadelere yer verilmiştir: "(Miras düşmeyen) akrabalar, yetimler, yoksullar da (miras) tak-sim(in)de hazır bulunursa bir şeyler vererek onları da ondan rızıklandırm (gönüllerini hoş edin) ve onlara güzel söz söyleyin." (4:8).

Kur'an'ın bu ayetinde de belirtildiği üzere mü­teşebbisin mükâfatı onun yapmış olduğu işin tabiatı,teamül ve işin şartlarına göre belirle­necektir. Her işte onun payı bu meslekteki yaygın teamüle göre sabittir. Teamül, çok ge­niş kapsamlı bir terim olup, zamana ve duruma g°re değişen insanların yaşam stantdardı, sınaî ve iktisadî gelişmeler gibi pek çok şarta bağlıdır. Onun için müteşebbisin payının be­lirlenmesinde bütün bu faktörler gözönünde tutulmalı, yaygın adetlere göre eşit ve adil bir şekilde ve kimsenin hakkında tecavüze fırsat verilmeden düzenlenmelidir. Ne kadar olursa olsun, onun payına düşen miktar her zaman mâkûl olmalıdır.

 

KISIM 22

 

FAİZ

 

Giriş

 

Millî gelirden sermaye sahibine verilen paya faiz denir. Faiz doktrininin İslam'daki önemi­ni anlayabilmek için okuyucunun Kur'an'ın emirlerine açık fikirle ve İslam öğretilerine karşı herhangi bir önyargıya kapılmadan bak­ması zorunludur. Şüphesiz pek çok iktisatçı faiz doktrini hakkında pek çok yazı yazmıştır, fakat bunlar tutarlı ve sistematik bir teori ge­liştirilmeden yapılan "dağınık birer gözlem kalabalığından" ibarettir. İktisatçıların ekono­mik alanındaki büyük başarılarına rağmen, fa­iz problemini çözemediklerini söylersek ya­nılmış olmayız. Onlar aslında esas mevzu olan faiz ödemelerinin neden yapıldığını açık­lamaktan kaçınmışlar ve bütün enerjilerini fai­zin nasıl belirlendiğini araştırmakla meşgul olmuşlardır. Böylece bizim açımızdan, bu hi­potez üzerine inşa etmiş oldukları sayısız faiz teorisi yanıltıcıdır.

Dahası okuyucu faiz doktrinine İslam ekono­mik sisteminin beş temel direğinden biri ola­rak bakmalıdır. (Diğerleri sadaka ve zekattır, yani aşırı ve gereksiz servet birikimi yasağı ile miras hükümleridir.) Faiz öteki prensipler­den ayrı olarak incelenecek olursa yalnız an­lamını yitirmekle kalmaz, fakat bizim tartış­malarımızın geçerliliği hakkında da şüphe uyandırır. Faiz doktrini İslam iktisadi sistemi­nin temel yapı taşlarından biri olmasına rağ­men, ancak sistemin öteki yapı taşları ile bir­likte ele alındığı sürece okuyucuya ilginç ve faydalı malumat sağlamaktadır.

Faiz kurumu dünyanın öteki ülkelerinde de olduğu gibi Arabistan'daki insanın ekonomik hayatında da büyük bir rol oynamaktaydı. As­lında bu, mevcut ekonomik sistemin işleyişi bakımından zorunlu sayılmaktaydı. Fakat İs­lam buna zararlı etkilerini cemiyetin iktisadi ve toplumsal hayatına kadar köksalan iktisadi bir kötülük olarak bakmaktaydı. Bu yüzden Kur'an-ı Kerim müslüman bir cemiyette faizin haram olduğunu ilan etti. Faiz insanların ikti­sadi hayatında derin kökler salmış olduğun­dan herşeyi bilen Yüce Allah faiz yasağı ile ilgili emirlerini, İnsanların iktisadi hayatını alt-üst etmemek ve onlara lüzumsuz zorluklar çıkartmamak için birer birer ifşa etmiştir.

 

Riba'nın Anlamı

 

Kur'an'da faiz yerine riba kelimesi kullanıl­mıştır. Lûgatta riba, fazla, fazlalık anlamına geliyor ise de, iktisatta bu borç verenin borç alandan, ana paranın üstünde muayyen bir za-manlık bekleyişten doğan menfaat olarak elde etmiş olduğu fazlalık ile ilgilidir. İbni Hacer -Askalani- riba'dan bahsederken, ister mal is­terse para olsun ribanın;.. esasının fazlalık ol­duğunu söylemektedir. Allame Mahmud al-Hassan Tauma'ye göre ise riba fazlalık veya artış anlamına gelmektedir; ve mal değiş-to-kuş mukavelelerinde aynî bir mal için daha fazla şey talep edilirse bu da bir riba'dir.

Şah Veliyullah Dehlevî'nin belirttiğine göre borç alanın borç verenden almış olduğu bor­cun fazlasını ve daha iyisini ödemek şartı ile uzatılan borçta da riba unsuru mevcuttur. Ebu Bekr İbnİl Arabi'nin düşüncesine göre, karşılı­ğında bir menfaat ödenmeyen her fazlalık ri-badır. Katade'nin söylediğine göre İslam ön­cesi ribada, bir kişi diğer bir kişiye muayyen bir süre için, mal sattığında, sürenin bitiminde alıcı ödeme yapmamış ise o zaman satıcı öde­me süresini alış fiatmı yükselterek uzatmak­taydı. Mücahid'e göre ise İslam öncesi bütün muamelelerde bu tür riba mevcuttu; bir kimse sözleşme ile diğer bir kimseden borç aldığın­da, alacaklıdan ödeme yapması için zaman is­temekte ve bunun karşılığında ona borcun ya­nında fazladan sabit bir miktar ödeme sözü vermekteydi. (Yusufu'd-Din; a.g.e., sh. 391).

Ebu Bekr el-Cessâs'a göre İslam öncesi, in­sanlar biribirinden borç aldıklarında ilgili ta­raflar muayyen bir süre sonra borç alanın esas borcun yanında bir miktar paranın   fazladan Ödenmesi için aralarında anlaşmaktaydılar. İmam Razi'nin görüşüne göre İslam öncesi adetlerde bir kişinin borcunun muayyen bir süre için ertelenmesi ve ondan her ay için sa­bit miktarda bir para alınması yaygındı; süre sona erdiğinde borç alanın borcunu ödemesi isteniyordu; borcunu ödemeyecek durumda ise, Ödemeyi yapabilmesi için süre uzatılmak­ta ve faiz arttırılmaktaydı. O dönemler Ara­bistan'da bu tür borç işlemleri oldukça yay­gındı ve bunlara riba ismi verilmekteydi. İşte Islamın yasaklamış olduğu esas miktar üzerin­den alınan bu fazlalık idi.

Riba'mn dikkatlice İncelenmesinden de anla­şılacağı üzere, bunun tefecilik olmaması ile birlikte borç verilen miktarın üzerindeki fazla­lığı kapsadığı anlaşılacaktır.

Rİba, bir kimsenin sermayesini başka bir kim­seye belirli bir süre için borç vermesi İle, bu sermayeden ayrı olarak talep etmiş olduğu pa­ra miktarı halinde kazanılmaktadır. Riba (fa­iz) demlen bu ilave miktar, herhangi bir emek veya mal karşılığı olmayıp, borç alınan mikta­rın karşılığıdır. Riba aslında bu şekilde ana paranın kullanılacağı süre için talep edilen bir artı değerdir. Riba üç unsurdan oluşmaktadır : Esas miktara İlave edilen miktar, zamana göre bu ilave oranı ve pazarlık şartlarından olan bu ilave miktarın Ödenmesi. Bu üç unsuru kapsa­yan bütün muameleler riba sınıflandırılmasına girer.

Aslında, Arapça'daki riba modern konuşma tarzında aşırı yüksek faiz anlamına gelen tefe­cilik sözcüğü ile kısmen de olsa açıklanmak­tadır. Mamafih, riba Arapça'da miktarı ne ka­dar az olursa olsun, borç verilen ana miktar üzerine İlave edilen miktar anlamına gelmek­tedir ve hem tefeciliği hem de faizi kapsamak­tadır. Kur'an'daki ayetlerden hiçbiri tefecilik olarak bilinen faizi feshedip de öteki şekilleri­ni muhafaza etmeyi ima etmemiştir. Kur'an'ın hükümleri kapitalist sistemin zihniyetini ahlâki değerlerini, kültürel ve ekonomik ku­rumlarının kökünü kazıyıp, yepyeni bir siste­mi öngörmektedir. Bu sistemde cimriliğin ye­rini merhamet, bencilliğin yerini işbirliği, ri­ba'mn yerini zekat ve bankacılığın yerini bey-tülmal alacak, böylece toplumun işbirliği ve dayanışması İçin gerekli şartlar oluşturulmuş olacaktır. Riba iki ayn gruba ayrılmaktadır: (l)Riba-inesie, (2) Riba-i fazl.

 

1- Borç Faizi (Riba-i Nesie)

 

Bu tür riba Peygamber @ zamanında oldukça yaygındı. Bir kişiden borcunun ertelenmesi için ana para üzerinden istenen aylık faiz gibi bütün kredi anlaşmalarında bu tür riba sözko-nusu idi. Borç ödeme süresi sona erdiğinde, alacaklı ana paranın ödenmesini talep etmek­teydi; borçlu borcunu ödemeyecek durumda ise, alacaklı anlaşmada belirlenmiş olan bir miktar ilave parayı ödemesi şartı ile süreyi uzatmaya yanaşmaktaydı. O günlerde bu tabi­attaki muameleler Arabistan'da oldukça yay­gındı ve hepsi de riba (faiz) unsurunu ihtiva etmekteydi. Borçlu zamanı geldiğinde birik­miş fazlalığı (faiz) ile ana parayı ödeyemez ise, borcunu ödemesi için süre uzatılmaktay­dı, fakat bu esnada da borç katlanmaktaydı.

Cahiliye dönemi Arabistan'ında alacaklı, va­desi dolduğunda borçludan borcunu talep et­mekteydi. Eğer alacaklı rıza gösterirse, ertele­nen ana para kabul edilmekte ve borç silin­mekteydi. Fakat borçlu borcunu ödeyemeye­cek durumda ise, ona "rahatlatıcı zaman" ve­rilmekteydi. Müşrik Araplar kısa bir süre için borç ertelemekteydiler. Bu süre sona erdiğin­de alacaklı, borçludan borcunu veya bundan doğan faizin ödenmesini istemekteydi. Borçlu Ödeyemeyecek durumda ise, o zaman borç miktarı ikiye katlanmaktaydı.

Riba-i Nesie'nin anlamını açıklamak üzere aşağıda Peygamber @ zamanından misaller sunulmaktadır:

a- Ebu Salih, muayyen bir tarihten sonra Ödenmek şartı ile kumaşlarını Darül-Nahle kasabası halkına sattı. Fakat sonraları Küfe'ye yola düştüğünde, onlar kendisinden Önceden tesbit edilen sabit miktarı düşürmesini istedi­ler. Kendisi Zeyd b. Sabit'e bu konu hakkında danıştı, fakat anlaşmada riba unsuru olduğun­dan teklifi kabul etmesi istendi. (Muvatta).

b- Abdullah b. Ömer'e bîr kimsenin başka bir kimseye muayyen bir süre için borç vermesiy­le doğan anlaşmazlığı çözmek için akıl danış­maya geldiler. Borç alan, alacaklıdan tesbit edilen miktarı azaltmasını istemekte ve hemen ödeme yapacağım (yani vadeden önce) bildir­di, fakat Abdullah bunu onaylamadı. Zira tek­lifte riba unsuru var idi.

c- Zeyd b. Eslem'e göre ise, eski Arabistan'da riba şu şekilde işlemekteydi: Bir kimsenin başka bir kimseye borcu olduğu zaman, borç vadesi sona erdiğinde, borç veren ana parayı talep etmekteydi; borçlu ödeyemeyecek du­rumda olduğunu bildirirse, o zaman sermaye üzerinden bir fazlalık ödenmesi şartı ile vade uzatılıyordu. Böylece vade, artışa sebep olu­yordu. (Borcun vadesinin uzatılması için artı bir karşılık). Bu şekilde bu borçludan ana pa­rayı alabilmek İçin beklemenin bir mükafatı olarak görülüyordu. Borç verilen ana para üzerinden talep edilen fazlalığa İse riba (veya faiz) denmekteydi. (Muvatta).

d- İmam Malik'e göre İslam hukukçuları (ve iktisatçıları) arasında bir kimsenin başka bir kimseye sabit bir vade ile vermiş olduğu borç ile ilgili olarak, borçlunun belirlenen süreden önce alacaklının borç miktarını azaltması şartı ile  geri   ödeme  yapmasını  yasakladıklarını söylemektedir. Aynı şeklide alacaklının borç vadesinin dolmasından sonra Ödeme süresini tekrar uzatması ve borçlunun borç miktarını sabit bir ilave miktar arttırması da yasaktır. İmam Malik'e göre bu tür bir muamelede açık bir faiz mevcuttur.

Riba üzerindeki yorumunda İmam Razi şunla­rı söylemektedir: Alacaklı bir kimseye belirti­len bir süre için borç açtığında ve süre doldu­ğunda borcunu tahsil etmek için borçluya gi­der. Eğer borçlu borcunu ödeyemeyecek du­rumda ise, borcun üstünde ilave bir miktar karşılığında vadenin uzatılmasını talep etmek­tedir. Alacaklı bunu kabul etmektedir. İs­lam'da bu kesinlikle yasaktır. (Enver İkbal Kureyşi).

Cahiliye döneminde, eğer borçlunun alacaklı­ya 100 dinar borcu var ise, ve borçlu bu para­yı belirtilen sürenin bitiminde ödeyemeyecek

durumda ise, alacaklı ancak ana paraya ilave bir miktar karşılığında vadeyi uzatmaya yana­şıyordu. İslam'da böyle bir şeye katiyyen mü­saade ediımez. Yukarıdaki örneklerin hepsin­de riba unsuru mevcut idi. (Buna riba nasie veya borç faizi denmekteydi). Ve bu yüzden İslam'da kesinlikle yasaktı.

 

2- Trampa Faizi (Riba-i Fazl)

 

Riba-i fazl'ın esası borçlunun alacaklıya aynı tür mal değiş-tokuşunda Ödemiş olduğu ilave (fazla) miktara dayanmaktadır.

O günlerde pek çok ülkede olduğu gibi, Ara­bistan'da da trampa muameleleri oldukça yay­gındı. İnsanlar birbiriyle mal alış-verişinde bulunmaktaydı. Köy veya şehirlerdeki yok­sullar, zenginlerden belirlenen sürenin biti­minden sonra daha fazlasını ödemek şartı ile belirli miktarda tahılı borç olarak almaktaydı­lar. Bu, yukarıda adı geçen ve 100 dinar borç olarak belirli bir süreden sonra 150 veya 200 dinar ödemeye söz veren kişinin durumuna oldukça benzemektedir. Her iki pazarlığın ta­biatı tıpatıp aynıdır; yalnızca şekil olarak bir fark vardır. Birincisinde daha az tahıl karşılı­ğında daha fazla tahıl, ikincisinde ise daha fazla para karşılığında daha fazla para öden­mektedir. Bütün bu pazarlıklar riba unsuru içermektedir. Onun için Peygamber @ riba uygulamasını yalnızca paranın kullanıldığı kredi işlemleri ile sınırlandırmayıp, aşağıdaki hadislerde de gösterildiği üzere bütün mal de­ğiş -tokuşlarında yasaklamıştır.

1- Ebu Said el-Hudri'nin bildirdiğine göre Peygamber @ şunları söylemiştir: "Buğday ile buğday, arpa ile arpa, hurma ile hurmanın satışı riba'dır; ancak birbirine müsavi ve peşin olarak satışları müstesna." (Buhari).

2- Ebu Said el-Hudrî Peygamber @'dan şöy­le rivayet ediyor: "İki saa'lık hurma yerine bir saa'lık hurma satışı yapmayınız; iki dirhemlik yerine bir dirhemlik mübadele de yapmayınız (çünkü bu bir riba'dır)." (Buhari).

3- Ebu Bekr'den, Peygamber @'m şöyle bu­yurduğu anlatılır: "Ancak eşit miktar altın ye­rine altın, gümüş yerine gümüş satınız, fakat altın yerine gümüş veya gümüş yerine altını istediğiniz gibi satınız." (Buhari).

4- Ebu Said el-Hudrî'den rivayet olunduğuna göre Rasulullah @: "Altın ile altını, ancak misli misline olursa satın; birbirleri   üzerine fazla yapmayın. Gümüş ile gümüşü de, ancak misli misline olursa satın, birbirleri üzerine fazla yapmayın. Onlardan gaib olanı hazırla dahi satmayın." buyurmuşlardır. (Buhari).

5- Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre Rasulullah @ şöyle buyurmuştur: "Altm altın ile, tartısı tartısına, misli misline; gümüş ile gümüş dahi tartısı tartısına, misli misline satı­lır. Her kim ziyade verir veya ziyade alırsa bu riba'dır." (Müslim ve Muvatta).

6- Osman, Rasulullah @'dan şöyle anlatıyor: "Bir dinar yerine iki dinar veya bir dirhem ye­rine iki dirhem satmayınız." (Muvatta).

7- Ubade b. Sâmit, Peygamber @'dan şöyle rivayet etmiştir: "Altın ile altm, gümüşle gü-muş, buğday ile buğday, arpa ile arpa, hurma ile hurma ve tuz ile tuz, misli misline, birbiri­ne müsavi ve peşin olarak satılırlar. Bu nevi­ler değişirse peşin olduğu takdirde nasıl ister­seniz öyle satın." (Müslim ve Muvatta).

8- Ebu Said el-Hudrî ile Ebu Hureyre'den ri­vayet olunduğuna göre Rasulullah @ Hayber üzerine bir adamı memur göndermiş, o zat da Rasulullah @'a seçkin kuru hurma getirmiş. Derken Rasulullah @: 'Hayber'in bütün hur­maları böyle mi?' diye sormuş, adam: 'Hayır ya Rasulullah! Biz bunun bir ölçeğini iki ve iki ölçeğini üç Ölçeğe alıyoruz' demiş. Bunun üzerine Rasulullah @: 'Bunu yapma, kötü hurmayı para ile sat, sonra para ile   seçkin hurma satın al' buyurmuş, tartı hakkında da böyle bir şeyi  söylemişlerdir."  (Buhari ve Müslim).

9- Ebu Said, benzer bir olayı nakleder: "Bir gün Bilal yeşil bir tür hurma ile Peygamber @'a geldi. O, sordu: 'nereden aldın bunları?' Bilal; 'Elimizdeki düşük kaliteli hurmalardan iki saa verdim, bir saa bunları aldım' diye ce­vapladı. Rasulullah @ bu alışverişi hoş karşı­lamadı ve şöyle dedi: 'Böyle bir alışveriş yap­mayınız. Üstün kaliteli hurma almak istediği­nizde, önce düşük kaliteli hurmaları para kar­şılığı satınız, ondan sonra üstün kaliteli hurma satın alınız."

Özetleyecek olursak; riba (faiz) unsuru, türü aynı-miktarları farklı malların değiş-tokuş un­dan doğmaktadır. Rasulullah @'ın yukanya aldığımız sözlerinden de anlaşılacağı üzere, riba unsuru yalnız para muamelelerinde değil, fakat bir kimsenin değiş-tokuşunu yaptığı ma­lın üzerinden elde etmiş olduğu fazlalık da dahil olmak üzere trampa muamelelerinde de bulunduğu kanıtlanmaktadır.

Peygamberdin yukarıdaki sözlerinden kredi veya ırampa muamelelerinde riba unsurunun varlığında aşağıdaki prensipler çıkartılabilir:

a- Miktarları eşit olmayan, türü ve değeri ay­nı olan şeylerin veresiye veya nakit olarak de-ğiş-tokuşu riba unsuru içermektedir. Mesela; on gram altının on iki gram altın ile değiş-to­kuş edilmesi riba unsuru içermektedir.

b- Miktarları eşit olmayan, türü aynı, fakat değerleri farklı iki şeyin veresiye olarak de-ğiş-tokuşu  riba unsuru  içermektedir.  Fakat böyle bir değiş-tokuş elden ele yapıldığında riba'dan muaftır.

c- Miktarları eşit olmayan, eşit değerdeki farklı şeylerin veresiye olarak değiş-tokuşu ri­ba unsuru içermektedir. Fakat bu pazarlık el­den ele yapıldığında riba'dan muaftır. Mesela; eğer bir altın 30 bin liralık gümüşe eşit ise, o zaman elden ele pazarlık helaldir, fakat bu muamelenin veresiye olarak yapılmasına riba unsurunu içereceğinden dolayı müsaade edil-mez.

d- Miktarları eşit olmayan, hem tür hem de değer olarak farklılık gösteren şeylerin veresi­ye ve elden ele değiş-tokuşu riba'dan muaftır ve helaldir. Mesela; tuz ve buğday taraflar arasında anlaşma sağlandığı takdirde elden ele ve veresiye olarak istenildiği miktarlarda değiş-tokuş edilebilir.

e- Fiyatların ülkenin standard parası tarafın­dan belirlendiği para ekonomilerinde aynı şe­yin eşit olmayan miktarlarda elden ele ve ve­resiye olarak değiş-tokuşu riba'dan muaf ol­duğundan helaldir. Mesela; bir cins buğday bir fiyata, bir başka cins buğday ise daha yük­sek bir fiyata satılmaktadır. Bu iki cins buğ­day, türün benzerliğine rağmen, riba endişesi olmadan eşit olmayan miktarlarda değiş-tokuş edilebilir. Çünkü muamele buğdayın çeşidi veya ağırlığına göre değil, fiyatına göre yapıl­maktadır.

 

1- Riba Üzerine Tamamlayıcı Düşünceler

 

"Ribanın yasaklanması İslam Hukuk sistemin­de oldukça önemli bîr yer işgal eder. Sözleş­me hükümlerinin önemli bir kısmımın yapısı riba vemeysir (kumar)in yasaklanmasını güç­lendirmek için karşılıklı alışverişte "gayret" faktörünün varlığına dikkati çeker. Borçta ri­ba, yalnızca bir kimsenin borç verilen mikta­rın üstünde bir miktar ödemesi için ısrar etme­sinde değil, fakat herhangi bir menfaat sağla­maya çalışması ile dahi mevcuttur. Bu yüzden suflece (değişim) bile hoş karşılanmamakta (Hanefilerde olduğu gibi) ve hatta (Safîlerde olduğu gibi) yasaklanmaktadır. Zira alacaklı olarak vasıflanan satıcı, nakliye masrafların­dan kaçınarak bir menfaat sağlamış olmakta­dır. (Shorter Encyclopaedia of islam, sh. 472).

Riba hakkındaki bu uzun tartışma, riba unsu­ruyla beraber ticaret muamelelerinin geçerlili­ğini tanımlamak ve dolayısıyla taraflara hiçbir haksızlığın yapılmadığını göstermek için ne ka­dar çok çaba sarfedilmiş olduğunu açıkça gös­teriyor. Bütün bu pazarlıklar para meselesini veya elden-ele yahut kredi ile mübadele işle­mini ihtiva etse dahi; içinde, ancak asıl bunun veya malın üzerinde fazlalık olma ihtimali olanlar, faiz olarak isimlendirileceğinden do­layı bir İslam toplumunda müsaade edilemez.

"Kişiler Kur'an-ı Kerim'in (riba ile ilgili) ayetlerinin arzulanan tefsirine müsamaha göster-meselerdi; bizim için Kur'an'in şiddetle yasak­ladığı artık fazlalığı, faiz ve tefeciliği düşün­mek gereksiz olurdu. Fakat, ne yazıkki kişiler çoğu zaman ayetlerin tefsirinde geçici arzula­rının rol oynamasına müsaade ederler. Sanayi devriminin meydana gelmesinden beri sînaî ve ticari alanda sermaye önemli bir rol üstlen­diği andan itibaren bu özellikle hep böyledir. 19- y.y-'da basiret ve feraset sahibi müslüman-lar bir yandan bankacılık yapısının yardımıyla batının ticari ve sınaî alanda uzun adımlarına, diğer yandan, müslümanlan safha safha refa­hın en alt katmanlanna çeken müslümanlann uyuşukluk ve cahilliklerine şahit oldular. Bu arada ticaret ve sanayiin, mekanizmada zaruri araç olduğunu gördüler. Müslümanlar, ticaret ve sanayi olmaksızın gelişemezdi. Ticaret ve sanayi bankasız gelişemezdi. Bu yüzden müs-lümanlar bankanın temeli olan faizden daha fazla sakınmak zorundaydılar. Fakat faizi ya­saklayan Kur'an ne diyordu? Kur'an'a yönel­diklerini iddia eden bazı meşhur kimselerin tartışmaları da bu doğrultudaydı. Onlar bu yüzden "Riba" kelimesinin (kelimenin sosyal ve ekonomik öneminin tamamen farkına var­maksızın) faizden ayırmak yolunu tutarak onu tefecilik (aşırı faiz) olarak tercüme etmişler­dir. Onların dediğine göre tefecilik; paranın tüketim amaçlarına göre geliştiğinden, borç para vermenin İlkel şekli ile ilgilidir.

"Fakat bu iddialan yalanlayan hâdiseler orta­dadır. Peygamber @ zamanında dahi Medine yahudileri parayı çoğaltmaya yönelik olarak yalnızca tüketim amaçlan için kullanmazlar, ticaret için de kullanırlardı. Aynen modem bankalarda üretim amaçlarının yanısıra, tüke­tim amaçlarına yönelik parayı arttırmak için değerlendirirler. Gerçekte Medine yahudile-riyle Modern Bankaların borç vermeleri ara­sındaki temel fark bir derece farkıdır, geliş­medir, değişik bir tür değildir. Çok önemli olan şey ise Peygamber @'m zamanında dahi ticaret ile bankacılık ilişkisinin araplar tarafın­dan biliniyor olmasıdır."

"Kur'an ayetlerinde, tefecilik ve faiz arasında iddia edilen farkı kapsamakla beraber faizi haklı çıkaracak hiçbir şey yoktur. Daima be­lirtildiği gİbi,asil kelime fazlalık veya ek anlamına gelen "riba"dır ve bundan dolayı tefeci­lik ve faizin her ikisini de kapsar." "Kendi gö­rüşlerini değiştirmeyi hazmedemeyen, fakat Kur'an-ı Kerim ayetlerinin manasını, kendi geçici arzularına uydurabilmek için, değişti­ren insanlar vardır. Böyle yapmakla onlar çağdaş bakış açılarına uygun "riba" tanımını kabul etmiş olurlar. Böyle bir kişinin dediğine göre; "kabul ettiğim tanım şöyle olmalı; hak­sız kazanç, yasal ticaret yoluyla olmayıp altın ve gümüşün tuz, hurma, arpa, buğday gibi önemli gıda maddelerinin ödünç verilmesin­den elde edilir. (Peygamber @'ın bizzat bah­settiği listeye göre). Benim tanımım modem banka ve fınansın oluşturduğu iktisadi kredi hariç diğer vurgunculukların her türlüsünü kapsar." "Şaşırtıcı olan hiçbir özeleştiri yap­maksızın, bu gibi çoğu fakat onlara İslam adı­na herhangi ufacık bir şey söylendiğinde eleş­tirirler. Bu eleştiri, tartışarak gerçeği bulma isteklerine dayanmaz, onlar sadece meseleyi alaya ve hafife olmak için eleştiri konusu ya­parlar." (Şeyh Mahmud Ahmed, Economics of islam, sh. 20-24).

 

2- Riba Ve Tefecilik

 

Faiz ve tefeciliğin tanımıyla vaktimizi israf etmek gereksizdir. Çünkü her ikisi de birbiri­nin anlamını kapsayacak şekilde kullanılır ve sermayenin üstünden veya üzerinden ödenen (veya alınan) fazlalık veya ilave için kullanı­lır. İslam, faiz veya tefecilik arasında hiçbir ayınm yapmaksızın, çok geniş manası olan ve faiz ve tefeciliğin her ikisini de kapsayan riba-yı yasaklar. Böylece bugünkü banka faizi riba tanımı içine girer.

Oxford sözlüğünün (The Oxford Dictionary) verdiği tefeciliğin manasım tahlil etmek İlginç olur. Sözlük tefeciliği şu kelimelerle açıklar: "Özellikle hukukun müsaade ettiğinden daha fazla faize, aşırı faiz oranlannda parayı borca verme işi." Bu tarife göre, herhangi bir fazla­lık oran, özellikle yönetim tarafından dondu­rulan orandan yukansi tefeci bir faiz oranıdır. Bu konuda, İslaman önerdiği yol çok açık ve aydınlatıcıdır ve faizde borç verenlerin her çe-

şit manevralarına nihai bir son verir. (Hukuki oran olarak) İslam faiz oranlarım sıfırla don­durmuştur. Sıfırdan yukarı herhangi bir oran -müslüman bir toplumda- tefeci (aşırı) faiz oranıdır, (islam and Theory of Interest, sh. 19).

a- Herkesin Kerih Gördüğü Tefecilik: Sı­radan bir insan bile, Kur'an-ı Kerim'in sözko-nusu ettiği riba yasağının faizi kapsadığını ra­hatlıkla anlar. İslamın yasaklayıp haram kıldı­ğı banka faizi dahil en basitinden en karmaşı­ğına bütün faiz işlemleridir.

Faizin en kötü örneği olan tefeciliğe gelince; çağlar boyunca bütün dinler ve meşhur filo-zoflarca hemfikir olarak kınanmıştır. Hatta fa­izi tasvip eden yahudiler bile tefeciliği yasak­lamışlardır. Hristiyan din adamları tefeciliği ahlakdışı ilan ettiler. Kilisenin tefeciliğe koy­duğu yasak ortaçağın sonlarına kadar devam etti. Bundan dolayı 13. yüzyılın son zamanla­rında St. Thomas Aguinas'm söyleyebildiği şudur: "Borca verilen parayla tefecilik yap­mak başlıbaşına haksızlıktır, çünkü bu olma­yan bir şeyi satmaktır."

Floransah Antoninius tefeciliği şu kelimelerle kerih görür; "Para, yalnız başına bizzat kâr getiremez, ancak tüccarların kullanması doğ­rultusunda kârlı olabilir." Skolastik yazarlar genelde bu muhakeme yolundan giderek tefe­ciliği kınamışlardır. Aristo, tefeciliği kınayan­ların başında gelir. Onun ifadeleriyle: "Para kazanmanın İki yolundan biri, hemen söyleye­ceğim gibi, ev idaresinin bir bölümüdür, diğe­ri perakende ticarettir, İlki çok Önemli ve hür­mete şayandır, sonraki haklı olarak tenkit edi­lebilen bir değişim çeşididir. Tenkit edilmesi; değişimin tabii olmaması, birinden diğerine aktarılırken kişilerin kazanç teminlerinde bir tarz olmasındandır. En çok tiksinilen para ka­zanma çeşidi; büyük bir sebepten dolayı para­nın tabii kullanımı olmadan, para üzerinden bir kazanç sağlayan tefeciliktir. Parayla kaste­dilen değişimde kullanımıdır, yoksa faizle art­tırmak değil. Paranın doğurması anlamına ge­len bu tefeci terimi para üremesinde kullanılır, nasıl ki çocuklar ana babalarına benzerse... Bundan dolayı bütün bu gibi para kazanma yollarından en fazla gayri tabii olanı bu sonuncusudur." (Aristotle, Politics, sh. 23 ve 111).

Faizi genellikle haklı gösteren çoğu iktisatçı­lar tefeciliğe şiddetle karşıdırlar. (E. RoIL, A History of Economics Theory, sh. 98-108).

b- Birbirlerine Dönüşebilen Faiz ve Tefeci­lik: Faiz kavramının tarihî gelişimi hakkında bir çalışma; eski çağlarda dahi tefecilikte ol­duğu gibi çoğu hukukçuların, filozofların ve ekonomistlerin de faizi, miktarın aşağısında veya yukarısında tahsil edilmek üzere borç verilen bir sermaye olarak kabul ettiklerini ve bu iki terimin sık sık birinin diğerine dönüşe­bildiğim göstermiştir. O insanların yazdıkla­rına bir göz atmak, bu İki terimin birbirlerine dönüşebileceğini ve kolayca birinin diğerinin yerini alabileceğini gösterecektir.

Mesela, meşhur hukukçu Cozelez Tellez şöy­le yazıyor: "Para parayı doğurmadığına göre, borca verilen miktarın dışında bir şey almak tabiata aykırıdır, ve Aristo'nun da söylediği gibi para gerçekten üreyemeyeceğinden alına­nın, paradan çok endüstriden olduğunu söyle­mek daha uygun olacak, ödünç verilmiş mal­lar borçlunun mal varlığına dahil olur. Bun­dan dolayı ödünç verenin faiz (yani tefe) al­ması için mallan kullanması, başka birisinin mallan kullanmasıdır ve bundan borç veren hakkı olmadığından bir kâr sağlayamaz. Diğer bir insana bağlı olacak bir şey kazanan serma­yedar kendini başkasının zararına zenginleşti­rir."

Vaconius Vacuna tefeciliği ele aldığı mülaha-zalannda daha fazla açık sözlüdür: "Bu yüz­den paranın bir bölümü veya herhangi bir şey dahi olsa o paranın meyvalarım toplayan ken­disine ait olmayan bir şeyi almış olur ve sade­ce bu yüzden onu çalmış gibi olur." Thomas Aquinas şunları ileri sürer: "Tüketimde kendi nesnelliğini içeren kullanıma haiz bazı belirli mallar vardır. Bu sebepten, bunların kullanımı kendi nesnelliğinden ayrılamaz ve kullanım transferi, nesnenin haliyle transferini zorunlu kılar. Dolayısıyla bu tarz bir nesne ödünç ve­rildiğinde ona ait haklar da daima tabii olarak transfer edilir. Bir adam ürünü ve kullanımını ayn ayn satarsa şimdi bu açıkça haksızlık olur. Böyle yapıldığında o aynı malı iki defa satmış veya fazladan olmayan bir şeyi satmış olacaktır. Tamamen aynı biçimde, bu çeşit şeyleri bir adamın faize yatırması da haksız­lıktır. Buradan bir mala iki fıat istiyoruz. Fai­ze yatıran, aynı malı değiştirmek için ve ma­lın kullanımı için fıat istiyor. İşte biz buna fa­iz, veya tefe diyoruz. Paranın kullanımı tüke­tim ve onun harcanmasından oluşması dolayı­sıyla (tüketim ve üretim amaçları için olsa da) her İki alanda da paranın kullanımına fiat is­temek başlıbaşına uygunsuzluk olur."

Thomas Aquinas devamla şunları ileri sürer: "Faiz herkese şamil bir zilyedlik, yani zaman için istenen nazari ve gizli fiat olarak addedil-meli. Tefecilerin iddialarına göre zaman, tefe­cilerin gelir fazlasından almasına -ki bu faiz­dir- eşit olarak tanımlanır. Böylece tefeciler borç veren ve bütün insanlara olduğu kadar borç alana da ait olan zamanı satıyorlar., (Bo-ehu Bawerk, The Positive Theory of Interest, sh. 13-14).

Bütün bu yazarlar faiz ve tefeciliği yargıla­makla gerçekten aynı manayı taşıyabilecekle­rini ortaya koymuş olmaktadırlar. Bunlar büs­bütün halledilebilen kelimelerdir ve biri diğe­rine kolayca dönüşebilir, onlara göre borç ve­rilen asıl sermayenin altında veya üstünde alı­nan her miktar tefe veya faiz olarak isimlendi­rilir ve haksızlıktır.

c- Düşük Faiz Oranı: Yukarıdaki tartışma­lardan açıkça anlaşılmaktadır ki, insanlık tari­hi boyunca bütün ülkelerin dînî liderleri, filo­zofları ve iktisatçılarınca aşırı faiz oranları yargılanagelmektedir. Hukukçular, filozoflar ve iktisatçılar arasında yüksek faiz oranlarının haksız olduğu konusunda tam bir mutabakat olduğu gözleniyor. Eğer biz iddialarının hatı­rına, son gruptaki yazarların belirttiği "banka ve sermayedarların verdiği sıradan düşük oranların faizi ihtiva ederken, aşın oranların tefeciliğe havi olması" görüşünü kabul eder­sek, tefecilik ve faiz oranlarının ne olduğu so­rusu karşımıza çıkmaktadır. Tefecilik oranı ile sıradan veya normal bir faiz oranını nasıl ayı­rırsınız? Özel bir faiz oranının tefecilik ve bir diğerinin normal bir oran olduğunu söylemek çok zor. Bunun yanısıra,   bir otorite tarafından bir zamanda normal oran kabul edilen bir şey diğer bir zamanda aynı otorite veya aynı zamanda başka bir otorite tarafından tefecilik oranı olarak kabul edilebilir.

Bununla beraber iki kelimenin birbirleri ara­sındaki fark faiz farkı değil, zaman (veya yer) içinde kolaylıkla değişebilecek derece farkı­dır. Bugün tefe olarak addedilen yarın gerekli bir faiz oranı olarak kabul edilebiliyor; bunun benzeri bugün gerekli bir faiz oram farzedile-nin, yarın tefeci oranı kabul edilmesidir. VIII. Henri'nin hükümdarlığı döneminde, % 10'un üzerinde herşey tefe, % 10 altındaki normal faiz oranı olarak kabul edilirdi. 1624'de % 10 tefeci oranı % 8 normal bir oran iken, 1651'le beraber % 8 aşırı oran ve % 6 da normal bir oran olmuştu. Kraliçe Anna zamanında % 5 normal bir faiz oranı kabul edilmesine karşın % 5'in üstü ise aşın bir oran olarak farzedil-miştir. (Enver İkbal, a.g.e., sh. 4) İslam, bun­dan dolayı, faiz ve tefecilik arasında hiç bir ayrım yapmaz ve her İkisini de riba adı altın­da yasaklar.

d- Makul Faiz Oranı: Çeşitli faiz teorileri­nin anlamsızlığına karşın, batı sermaye siste­minde bu kurum tamamen yapılanmış ve bü­tün problemler makul olması gereken faiz oranı noktası etrafında düşünülerek çözümle­niyor. Hiç kimse asıl probleme dokunmuyor; acaba faiz kendi başına bir hak ve adaletli bir kurum mudur? İktisatçı ve diğer yazarların yalnızca belirttikleri nokta, belli bir faiz oranı­nın makul ve bu yüzden kabul edilebilirliği mi, yoksa makul olmayıp kabul edilemezliği midir? (Mevdudi, Interest, c.I ve II).

Bizim zamanla gözardı ettiğimiz gerekliliği ve âdillİği kendi içinde kanıtlanmamış ve ka-mtlanamayacak olan faiz kurumunun nasıl olup ta adaletli ve makul bir orana sahip ola­bileceğidir. Asıl meseleyi bir tarafa bıraka­rak, dikkatlerimizi makul herhangi bir faiz oranının olup olamayacağı problemine hasre­delim. Makul ve tabii olarak tanımlanan bu faiz oranı nedir? Ve birini makul, diğerini ma­kul olmayan diye yargılamamızın ölçüsü ne­dir? Bütün bunlara rağmen bazı rasyonel esas­lara göre gerçek faiz oranı yeryüzünde tespi,ı edilebilir mi?

Birinci soruyu ele aldığımızda, dünyada "ma­kul bir faiz oranfna benzer hiçbir şey buluna­mamıştır. Değişik faiz oranları farklı zaman­larda makul adlandırılmışken, daha sonra aynı oran aynı zamanda, başka bir yerde gayn-ma-kul ilan edilebiliyor. Eski Hindu devrinde % 15'den % 60'a varan bir oran gayet makul ve adaletli farzedilip risk fazla olduğunda da faiz oranı arttırıldı. 18. ve 19. yüzyıl süresince (makul kabul edilen) normal oran % 48'di. II. Dünya Savaşı sırasında ingiliz yönetimi o za­manlar için gayet makul olan % 2 faizle savaş borçlanması yapmıştır. Aynı eğilim dünyanın diğer ülkelerinde de tecrübe edilmiştir. % 10 oranlık bir faiz İngiltere'de 16. yüzyılın orta­larında makul kabul edilmişken yakın zaman­lara kadar bu, her yerde faiz değil soyguncu­luk olarak nitelendirilmiştir. Bu oranların her­hangi biri tabii ve makûl müdür? İzahı çok zor.

Gerçekten faiz oranının tabii ve makûl olanı var mıdır? Borca verilmiş sermayeden borç olana tahakkuk eden karşılığın, gerçek değeri­ne karar vermek mümkün olduğu an birazcık düşünme ile ancak makul bir faiz oranı belir-lenebileceği görülür. Mesela, bir yılık zaman içinde 10 pound 25 poundluk bir kar getirecek şekilde belirlense, kredi verenin makul payı 5 paund, 2.5 pound veya 1.25 pound olarak ka-rarlaştırılabilir. Ancak gün gibi aşikârdır kî borca verilmiş sermayenin getireceği ne tesbit edilmiştir ne de tesbiti mümkündür. Ödünç alan bir şey kazanmış olsa da, olmasa da fai­zin piyasa oranını belirlerken hiç gözönüne alınmaz: Uygulamada, sebep ve hakkaniyetin her ikisiyle de ilişkisi olmayan tamamen deği­şik alanlarda faizin piyasa oranı tesbit edilir.

Son soru, dünyada bazı rasyonel esaslara göre faizin gerçek oranının belirlenmesidir. Para piyasasında faiz oranının belirlenişim ihtiva eden iki görüş vardır. Bir görüşe göre, faiz oranı paranın arz ve talebiyle belirlenir. Eğer para talebi az ve para arzı fazla ise faiz oran­ları düşer. Faiz oranlarının düşüşü makul ise Çoğu kimse yatırıma kredi açmak için mey­dana çıkar. Daha sonra tedricen para talebi­nin artışıyla faiz oranı yükselir. Her iki taraf da gelecekteki kazançlarını hesap ederler. Borç alan borçlandığı paranın muhtemel kazancım tahmin eder. Ve borç verene ödemek üzere hazırladığı en yüksek faiz oranını karar­laştırır, fakat hiç bir durumda bu, sermayenin gelir oranından daha yüksek olamaz. Halbuki borç veren borçlunun muhtemel kârlarını tah­min eder ve borca verilmiş sermaye üzerinden ödeyeceği niyetiyle faiz oranını en düşük se­viyede belirler.

Böylelikle her iki taraf, borç veren de, alan da sonraki gelecek olan muhtemel gelir üzerinde düşünüyorlar; borç alan daima dikkatli ve kaybetme ihtimalinin şuurunda iken, borç ve­ren daima yatırım kârlarım abartıyor. İki grup arasında işbirliği olmasına rağmen devamlı bir çatışma vardır. Borçlular kâr ümidiyle da­ha çok fonu yatırımda kullanmak istedikleri zaman, kredi verenler sermayelerinin fiyatını yüksek oranda yatırıma elverişsiz oluncaya kadar arttırmaya başlıyorlar. Sonuçta bütün yatırımlar geriler ve ekonomi tamamen çök­müş bir duruma düşer. Depresyon yayıldığın­da, para verenler kendi akıbetlerini tahmin ederler ve yatırımları teşvik için faiz oranını düşürürler. Bu, nihayetinde ekonomiyi yeter­siz de olsa az bir canlanma konumuna getirir. Sonu olmayan sağlıksız bir dolaşım meydana gelir. Böylece faizin alınıp verilmesiyle olu­şan sistem, önemli bir dereceye kadar, kapita­list dünyanın çağdaş ekonomik has taliki annın sorumlusudur.

İkinci gurup, sermayenin likiditeliği yönünü benimser. Sermayedar kendi şahsî kullanımı için fazla likit fonla tutmak isterse tersine faiz oranını arttırır. Kendi özel işi ve şahsî, sosyal, siyasî ve iktisadî faktörlerden etkilenmiş spe­külatif saikler gibi çok çeşitli faktörler az ve­ya çok sermayedarın likit fonları elinde tutma isteğini etkiler. Eğer likit fonlar için istekleri­ni artınrlarsa faiz oram yükselir ve yatırıma sermaye alımını engeller, diğer taraftan, likit para isteği azaldığında, faizler düşer ve yatı­rım nisbetini yukarıya çeker. Sermayedarın elinde bulunan fonlara bakıldığında likit fon­ların % 95'i spekülatif amaçlarla kullanılmış­tır. Bu gruptaki kişiler, toplumun mâlî prob­lemlerini inceden inceye tetkik ederler; daha sonra kendi şahsî kazançlarının belirdiği nok­tada paralarını (kredilerini) para piyasasından çeker veya orada bırakır. Topjumu, gelişmek veya açlık, deprem, savaş veya benzeri belalar biçimindeki genel tehlikeleri karşılamak ihti­yacı içinde bulunduğu an fonları çekmek su­retiyle faiz oranını arttırır ve bununla toplum pahasına kâr eder.

İslam'da sosyal rekabete ve başkalarının sır­tından geçinmeye müsamaha edilmez. Bun­dan dolayı toplumda bu gibi unsurları barındı­ran müesseseler yasaklanmıştır.

 

3- Riba Ve Ticaret

 

Müşrik Araplar, ticaretle ribayı birbirinden ayırmazlar ve ribayı gerçekten ticaret olarak farzederlerdi. Onların iddia ettikleri bir kimse iki dinara bir şey aldığında (mesela bir elbise) ve onu 2,5 dinara sattığında, normal ve tama­men meşru bir alışveriştir. Aynen bir kimse 2 dinarını borca yatırır ve borçlu olan 2,5 dinar geriye alırsa, bu normal ve meşru sayılmalıdır, çünkü her iki muamele de karşılıklı anlaşmay­la yapılmıştır.

Kur'an-ı Kerim, Bakara suresinde bu hususa işaret ederek ticareti ve ribayı ayınr: "...Alım-satım da ancak riba gibidir, derler. Halbuki Allah ticareti helal, ribayı haram kılmıştır..." (2: 275).

Kur'an-ı Kerim'in bu ayeti ticaret ve ribanın aynı şey olmadığını tamamen açıklığa kavuş­turur. Alışveriş, ticaret ve sanayie yatırılan sermaye helâl ve meşru olan kârla sonuçlanır, fakat modern bankalara borç veya depozit olarak yatınlırsa, faiz kılıfı içinde meşru ol­mayan bir fazlalık verir. Allah sonrakini ya­sakladı da öncekine niçin müsade etti? Bu, iki fazlalık arasında Önemli bir farkın olmasından dolayıdır. Sonuncusu emeğin meyvalanyla bağlantısız kazanılmamış bir gelir olduğu hal­de önceki emek için bir mükâfattır. Bütün bunların yamsıra, sonuncusu ticareti, alışveri­şi, sanayiyi yakıp yıkarken, teşvikten hali bı­rakırken, ilki teşvik edicidir. Mevlana Ebu'l-Ala, alışverişle (bey'), faiz (riba) arasındaki farkı şu kelimelerle açıklıyor: "Bey' Öyle bîr işlemdir ki, satıcı malım alıcıya fiat olarak belli bir para karşılığında malın satışa sunui-masi, alıcının ödeme karşılığında o malin mülkiyetini almasıdır. Bir şeyin üretim veya imali için yatırım yapan kişinin, yatırım yaptı­ğının üzeri ve fevkinde ek bir tahsilat yapma­sı, kârını teşkil eden kendi emeğinin bir karşı­lığıdır."

"Şimdi hep beraber ribanın ne olduğuna baka­lım. Belli bir vakitten sonra tesbit edilmiş bir miktarın sermayeye ek olarak tahsil edilmesi şartına bağlı olarak bir kişinin diğerine serma­yeyi borca vermesidir. Faiz ve riba olan bu ek miktar hiçbir emek ve mal karşılığı olma­yıp, ancak ana sermayenin borca alındığı za­man içindir. Bey'de dahi eğer bir malın fiatı tespit edilmiş bir günde ödenmeme durumun­da artabileceği şartına bağlıysa ve değişiyor­sa, bu faiz veya riba olur." Böylece riba, özünde, ana sermayenin kullanıldığı süre kar­şılığı olarak sermaye üzerinden tahsil edilen bir miktardır ve üç unsuru ihtiva eder: Kısaca, sermayeye ek, zamana göre ekin oranı, ek miktarının ödenmesinin pazarlığa tabi olması. Bu Üç unsuru içeren bütün İşlemler riba kate­gorisine girer.

Ticaretle riba arasındaki temel farklılık nokta­lan kısaca aşağıdaki gibi özetlenebilir:

a- Ticarette, sermayedar kazanma ümidiyle beraber kaybetme riskini de taşır, fakat asıl anlamıyla kaybetme durumunda dahi serma­yedar kârını (yani faizini) hesab ederken, borç alınan parada kendi emeğini kullanan kişi ta­rafından bütün kayıplar göğüslenir. Bu neden­le, ticaret aşın faizden tamamen farklı bir ko­numda bulunur."

b- Ticarette kârlar şahsî gayret, sıkı çalışma ve teşebbüsle elde edilir ve tamamen, kesin bir değer -oluşum işlemi sonucudur.- İlerde diğer bölümde açıklanacağı gibi "değer-oluşu-munu ve üretken işlemi geciktiren ribada du­rum böyle değildir.

c- Daha önce de açıkladığımız gibi riba ile ti­caretteki temel fark,  ticarette  ve  sanayide kârlann dalgalanmasına ve önceden belirlen­mesine karşın ribada tespit edilmiş bir zamana bağlı olarak borç paranın üzerinden veya fev­kinden, önceden belirlenmiş bir fazlalıktır. Bu demektir ki, Önceden belirlenmiş faiz açık ve kesindir, fakat diğer taraftan ticaret kârları ne açıktır ne de seçik. Evvelkinde (faizde) fazla­lık ve onu kazanma çabası arasında ilişki yok­tur; fakat sonrakinde girişimle fazlalık arasın­da direkt bir bağlantı vardır." (Economics of islam, sh. 25).

d- Meşhur bilgin Kiffal faiz ve riba oranında­ki farkı açıklarken şöyle der: Bir kimse, 10 di­nara aldığı bir kumaşı 20 dinara karşılıklı an­laşma ile bir başkasına satarsa değişim değeri eşit olur ve muameledeki her iki taraf da ger­çekten istifade eder. Satıcı 10 dinarlık bir kâr elde ediyor ve alıcı da gerçek değerinde oldu­ğunu düşündüğü elbiseyi alıyor. Böylece satı­cının kârı değişimdeki malın alıcıya olan ger­çek değeridir. Fakat bir kimse belirli bir za­man için borca verilmiş yalnızca 10 dinara 20 dinar alırsa, böylece hiçbir şey karşılığında 10 dinar kazanmış olur. 10 dinar verir ve belirli bir zaman sonra görünümde hiçbir şeyin mu­kabili olmayan 10 dinar fazlalıkla birlikte kendi 10 dinarını alır. Bu fazlalığın zaman için bir karşılık olduğunu öne süremezler, çünkü zaman ne bir alıp satılabilen mübadele malıdır, ne de belirtilmiş aşağı yukarı herhan­gi bir refah gibi değişen şeydir. (A. İkbal Ku-reyşi, a.g.e., sh. 57).

Kısaca denilebilir ki, bütün sınaî ve ticarî iş­lemlerde, her İkİ tarafta mübadele de maddi bir şey veriyor, mesela satıcı elbise, alıcı ise para veriyor, veya kira pazarlıklarında diğeri para öderken ev sahibi evini kiraya verir. Ki­racı, evi ev sahibine teslim ettiğinde, ev yıp­ranarak asli değerinden birazını kaybetmiş ol­duğundan aynı ev değildir. Evi hiç dokunul­mamış halde kıracı teslim etse bile, ev asli eş­yalarından bazılarını yitirecek ve asla yeni ev kadar mükemmel düşünülmeyecektir. Böyle­ce muamelenin, bu durumlarda her iki taraf da diğer tarafa bazı fedekarhklar yapar veya maddi bir şey öder. Fakat faizdeki para duru­munda sermayedar tarafından böyle bir fede-karlık yoktur. Kendi malında hiçbir eksilme olmaksızın borç anlaşmasının bitiminden son­ra paralarını alabilirler. Bunun sebebi, geri Ödenen miktarın bir zaman önce faize yatırılmış paranın gerçek karşılığı olmasıdır. Böyle­ce sermayedar ne sermayesini, ne de herhangi bir malı kaybeder. Şayet 5 veya 10 yıllık bor­ca yatırılmış sermayesinden yıllık veya aylık faiz alırsa, borçluya karşılık olarak vermekte olduğu nedir? Veya onun için ne fedakârlıkta bulunabilir? Değerinden veya miktarından ka­yıp olmayan faiz parasını almaktadır. Bütün ticarî veya sınaî muamelelerde her iki taraf bazı fedakârlıklara katlanır, fakat sermayedar böyle bir fedakârlığa veya riske girmez. Belir­li bir zaman diliminde düzenli olarak faizini tahsil eder; fakat ticarî ve sınaî diğer bütün iş­lerde verildiği halde borçluya mübadele esna­sında maddî bir şey vermez.

Böylece riba, bir tarafın faiz ödediği, diğer ta­rafın hiçbir şey ödemediği tek taraflı bir mü­badeledir. Ancak borç sözleşmesinin başlan­gıcında ne vermişse onu geri alır. Bu muame­lede borç alınan sermaye,sermayedara geri döner ve böylelikle herhangi bir mal ve ürüne değil, sadece zamana karşılık bir faiz ödenir. Diğer taraftan ticarette alıcı ve satıcı gerçek olan şeyleri mübadele ederler. Alıcı malı ahr, satıcı emeği karşılığı kârıyla beraber parayı, bedelini alır.

Günümüzde para değerindeki yeni eğilimler, kredi verenin, verdiği miktarı hakiki değerin­de alamayacağı etkisini meydana getirmekte­dir. Alınan borç para miktarının gerçek değe­rinde bir müddet sonra azalma meydana gelir ve bu yüzden satın alma gücüyle ilgili aslî de­ğerinden birazı kaybolur. Ödünç alman para­nın satın alma gücü kısa bir süre sonra ödene­cek borcun ifasından alınan paradan daha yüksektir Enflasyon ekonomide geçici bir saf­hadır, daimi değildir. Bu yüzden faiz lehine bir görüş ileri sürülemez. Hepsinden ziyade kendi yaptıklarımızın meyvesidir. Ektiğimizin hasadını topluyoruz. Bunlar yaşadığımız gayri tabii sistemin kötü etkilerinden bir kaçıdır.

Ekonomi biliminde uzman olanların da çok iyi bildiği gibi bütün yukarıdaki ribanın etki­leri tabiidir. İslam'ın ortaya koyduğu iktisadi, sosyal ve ahlaki sistemde bu sistemin bütün prensipleriyle çatışan ribaya yer yoktur. Riba-nın şekli en az ve en zararsız olsa dahî, siste­min işleyişine zararlıdır.

 

KISIM 23

 

İSLÂM ÂLİMLERİNİN FAİZ HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ

 

Ebu'1-A'la Mevdûdî ve Faiz Teorileri

 

Mevdûdî, faiz müessesesinin müsbet ve menfi yönlerini ayrıntılarıyla müzakere etmiş ve fai­zin asli kötülüklerini izah etmiştir. Burada onun görüşlerini özetlemekle yetineceğiz:

Faizin Menfi Yönü: Öncelikle karar vermek mecburiyetinde olduğumuz şey şudur: Faiz, mantıklı bir ödeme midir? Alacaklı, verdiği

borcu için faiz istemekte haklı mıdır? Adalet, borçlunun muhakkak surette alacaklıya ana paradan fazla ödemesini gerektiriyor mu? Bu sorulara verilecek cevap meselenin önemli bir kısmını çözecektir. Şayet faizin ne adalet ve ne de mantıken tasdik edildiği gösterilemezse, o zaman neden böyle mantık dışı bir müesse­senin toplumda muhafaza edildiği sorulabilir.

Faiz teorilerinin taraftarları arasında daha fai­zin ne için ödendiğine dair büyük görüş fark­lılıkları vardır. Bazıları faizin bir fiyat olduğu iddiasındadırlar. Fakat neyin fiyatı? Alacaklı tarafından ödenen kıymetli şey nedir ki, ay­dan aya veya seneden seneye maddi bir karşı-lık talep etmektedir? Faiz müessesesinin taraf­tarları herhangi bir tarif üzerinde anlaşmakta güçlük çekmektedirler.

1- Alacaklının Riske Girdiği Düşüncesi: Bu görüş sahipleri alacaklının parasını vermekle riske girdiğini iddia etmektedirler. Borç veren ihtiyaçlarını, karşılamak için kendi isteklerini kısıtlamaktadır. Bazı kârlı teşebbüslere yatıra­cağı sermayeyi ödünç verir. Şayet borçlu, pa­rayı şahsi ihtiyaçlarını karşılamakta kullanı­yorsa, aynen bir evin kirası, mobilya veya va­sıta kirasını ödediği gibi bu sermayenin de ki­rasını ödemek zorundadır. Bu kira, alacaklı-

nın parası için bir karşılık olacağı gibi aynı zamanda alacaklının borçluya borç vermekle yüklendiği riskin bir tazminatı olacaktır. Eğer alacaklı bu parayı kârlı teşebbüslere yatırırsa, o zaman alacaklı bu kârın bir bölümünü iste­mekte haklıdır.

Risk tartışmasını inceleyelim. Alacaklının ris­ke girdiği ve borçluya parasını vermekle bazı imkanlardan fedakarlık ettiği doğrudur. Fakat bu hiç bir şekilde ona risk veya fedakârlık için yılda % 5 veya %10 gibi bir yüzde isteme hakkını vermez. Alacaklının, risk için borçlu­nun herhangi bir şeyini ipotek etmeye, temi­nat veya kefil istemeye haklı sebebi vardır. Eğer borçlu bunlardan hiçbirini yapmaya is­tekli değilse, alacaklı bir riske girmek isteme­yebilir ve borç vermeyi reddedebilir. Fakat risk haddi zatında ne fiyatı olabilecek bir tica­ri maldır, ne de kiraya değer bir ev, eşya veya nakil vasıtasıdır. Fedakarlığa gelince şu şekil­de telakki edilebilir; iş olarak kabul edilmedi­ği müddetçe -çünkü o hem bir iş, hem de fe­dakarlık olamaz- eğer birisi ahlâki bir davra­nış olarak fedakarlıkta bulunuyorsa, onun ahlâki sonuçlan vardır; doğru ve faziletli bir davranış sergilemiştir; ahlâki kazançlarıyla tatmin edilmelidir, şayet karşılıktan bahsedi­yorsa, o zaman fedakârlıktan bahsetmemeli-dir. Doğrudan doğruya iş yapmalıdır. Ve şa­yet alacaklı, borç para için aylık veya yıllık bir karşılık talep ediyorsa, böyle yapmasının sebeplerini söylemeli ve niçin buna hakkı ol­duğunu izah etmelidir.

Şimdi faizin ikinci yönünü tetkik edelim; erte­lemek için bir karşılık veya kira talebi. Faiz, kendi ihtiyaçlarını ertelemek için bir karşılık mıdır? Aslında, alacaklı ihtiyaç fazlası olan ve kullanmadığı miktarı borç olarak verir. Böyle olunca bir karşılık talep edebileceği herhangi bir şeyden çekinmediği için o bir karşılık ola­maz. O bir kira ücreti midir? Kira, kullanımı sırasında aşınan, kırılan ve^ değerinden bir şey kaybeden ev, mobilya veya nakil vasıtası gibi şeylerden alınır. Kira, bunların eskime, yıp­ranma ve bakımı için mantiki bir taleptir. Fa­kat, yiyecek maddeleri veya altın, gümüş ve para gibi mallar bu katagoride düşünülemez ve bunlar için kira anlamsızdır.

Alacaklının söyleyebileceği en fazla şey şu­dur: Alacaklı, borçluya kendi parasıyla kâr et­me fırsatı tanımaktadır ve böylece alacaklıya kârdan bir hisse verilmelidir. Fakat, tüketim için verilen borçlarda ise bu iddia geçerli de­ğildir. Çünkü genellikle borçlular zor zaman­lanın atlatmak için borç alan fakir halktır ve paylaşacak kârları yoktur. Üretim borçlarında ise, hem kâr, hem de zarar ihtimali vardır. Şa­yet borçlu işinde zarar ediyorsa, nasıl ve ne gibi haklı sebeplere dayanır, aylık veya yıllık olarak belirli bir gelir istemeye hakkı olur? Ve şayet kâr aylık ve yıllık faiz miktarına eşit ve­ya daha az ise, borçlu çok çalışmasına, zama­nını, emeğini, şahsi parasını sarfetmesine rağ­men hiçbir şey elde edemezken, alacaklı nasıl oluyor da hiçbir gayret sarfetmeden kendi his­sesini istemekte haklı olmaktadır?

Hatta borçlunun kârı faiz miktarından fazla bile olsa, ne mantık, ne adalet hissi ve ne de ticaret ve iktisat ilkeleri sermayedarların belir­li ve sabit faizi varken; zamanını, emeğini, ka­biliyet ve diğer meziyetlerini halkın ihtiyaçla­rını üretmek ve temin etmek için harcayan tüccar, sanayici, çiftçi ve diğer üretim faktör­lerinin ne miktarı belli, ne de sabit olan bir kâr elde etmesini haklı çıkarmaz. Bütün diğer üretim faktörleri riski göze alırken sermaye­darın belirli bir faiz garantisi vardır. Diğer un­surların kâr oranı fiyatlardaki değişme ile dü­şer veya yükselir, fakat sermayedarın faizi ön­ceden belirlidir ve aylık veya yıllık olarak ay­nı sabit oranda ödenir.

Şayet bir alacaklı sermayesini birşeyler kaza­nabileceği kârlı teşebbüslere yatırım yapmak istiyorsa, onun için yegane mantıklı ve tatbiki yol parayı faiz karşılığı borç vermek yerine bazı iş sahipleriyle ortaklığa girmektir.

2- Borçlunun Kâr Ettiği Düşüncesi:Bu dü­şünce ekolünün taraftarları, alacaklının "bek­leyerek" veya bir süre için "erteleyerek" ve kendi parasını bizzat ihtiyaçlarının karşılan­ması için tüketmeyerek, borçluya kendi para­sıyla kâr etmesi için "zaman" verdiğini iddia ediyorlar. Bu "zaman", sürenin artışıyla bir­likte artan bir fiyata sahiptir. Eğer borçluya, borç paranın kârlı yatırımlarda kullanılması için zaman tanınmazsa, hiç kâr edemez ve bü-

tün işi de sermaye yokluğundan bozulabilir. Borçlu, borç parayı yatırımda kullanırken kendisi için kesin surette bir "fiyatı" vardır ve ondan kârlı şekilde faydalanmaktadır. Alacak­lının kâra iştirak etmemesi için hiç bir sebep yoktur. Hatta zamandaki artma ve azalma ne­ticesinde kâr imkanlarının yükseldiğini ve düştüğünü ve alacaklının, zamanın uzunluğu­na göre fiyatı talep etmemesi için hiç bir se­bep olmadığım ileri sürüyorlar.

Fakat yine de alacaklının nasıl ve hangi kay­naktan borçlunun kesin surette yatırımdan kâr edip zarar etmeyeceğine dair bilgiyi elde etti­ği hakkındaki soru akla gelmektedir. Alacaklı, borçlunun belirli bir büyüklükte edeceği kârı nasıl biliyor ve buna uygun olarak, kendi his­sesini tesbit edebiliyor? Borçlunun borç para­yı kullanırken belirli bîr miktarda kâr elde edeceğini ve böylece sermaye için aylık ve yıllık olarak sabit bir fiyat ödeyebileceğini na­sıl hesaplamıştır?

Bu faiz teorisinin savunucuları bu ve benzeri sorulara makul cevap verememektedirler.

3- Sermayenin Verimlilik Teorisi: Bu gö­rüş sahipleri de "sermayenin verimliliğini", borçludan onun kullanımı için faiz şeklinde bir karşılık talep etme hakkı veren ve serma­yenin tabiatından gelen bir özellik olarak be­lirtmektedirler. Üretimde sermayenin bu fonk­siyonel yönünü vurgulayan bir çok ekono­mistler vardır. Bu görüşe uygun olarak, ser­maye "verimli" diye isimlendirilir. Bu açıkça bizzat sermayenin müşahhas formları için ol­duğu gibi makinalann ve sermayenin diğer verimli hizmetleri için de bir piyasanın var ol­duğu anlamına gelir. Sermayenin verimli ol­duğu görüşü, sermayenin, sermaye olmadan üretilebilecek miktardan daha fazla malı üret­me gücüne sahip olduğu veya sermayesiz üre­tilebilecek malların kıymetinden daha fazla değerde üretim gücüne sahip olduğu, ya da sermayenin kendi kıymetinden daha fazla de­ğer üretme gücüne sahip olduğu şeklinde ele alınabilir. Faiz, üretim sürecinde sermayenin borçluya sağladığı verimli hizmetler için bir karşılıktır.

Fakat, verimliliğin sermayenin tabiatından gelen bir Özellik olduğunu ileri süren iddianın aslı yoktur. Zira sermaye, birileri tarafından kârlı işlerde kullanıldığında verimli hale gelir. Eğer tüketim gayesiyle kullanılırsa, böyle bir özelliği olamaz. Hatta, sermaye kârlı yatırım­larda kullanılsa dahi verimliliğin sermayenin aslından gelen bir özellik olduğunu ileri süre­bilecek kadar fazla kıymet üreteceği kesin de­ğildir. Özelikle islerin durgun olduğu zaman­larda daha fazla sermayenin kullanımı sadece kârları azaltmayıp gerçekte kârları zarar hali­ne getirdiği tecrübe edilmiştir.

Hatta, şayet kapitalin bu verimlilik özelliğine sahip olduğu varsayılsa dahi, aynı zamanda o diğer faktörlere de bağlıdır. Onun kârlı yatı­rımlarda kullanılması emek, kabiliyet, uzak görüşlülük ve onu kullananların tecrübeleri kadar ülkenin müsait sosyal, ekonomik ve si­yasi şartlarına da bağlıdır. Bunlar ve bunlara benzer daha bir çok unsur sermayenin kârlı sahalarda kullanımı için Önemli olan ön şart­lardandır. Şayet bu şartlardan biri yoksa, çoğu zaman sermayenin verimliliği şüpheli hale ge­lebilir, hatta zarara dönüşebilir.

Şayet verimlilik, sermayenin aslından gelen ve sahibini kârdan hisse almaya yetkili kılan bir özellik olduğu kabul edilse dahî, ödenecek olan yılhk veya aylık faiz oranı tesbit etmek için muhtemel kânn tam miktarını kesin ve hatasız olarak Önceden hesaplamanın bir yolu yoktur. Bununla birlikte on yıl-yirmi yıl son­rasının kapitalinin verimliliğini hesaplamanın veya tahmin etmenin ve böylece uzun vadeli faiz oranını tesbit etmenin bir usulü yoktur.

Bu sebepten dolayı, gelecekteki gerçek kâr oranı bilinmeyen on veya yirmi yıl vadeyle verilmiş olan belirli bir miktar para için sabit bir faiz oranı tesbit etmenin haklı bir tarafı gösterilemez.

4- Gelecekteki Malların, Bugünkü Değeri­ne Göre Gerçek Değerinden Az Gösteril­mesi Görüşü: Bazı ekonomistler insanların tabii olarak bugünkü ihtiyaçlarını ve onların tatminini gelecektekilere tercih ettikleri görü­şüne sahiptirler. Faiz olayım meşhur "gele­cekteki malların mevcut zamana göre değerin­den az gösterilmesi" formülleriyle izah etmeye çalışırlar. Kısaca, faiz mevcut malların ge­lecekteki mallarla değiştirilmesiyle elde edi­len bir para farkı olarak adlandırılabilir. Bu ekolün önde gelen temsilcilerinden Boonm, gelecekteki malların değerinden daha az gös­terilmesiyle ilgili üç sebep gösterir:

a- Şimdi elde edilecek kâr, kesin ve açık olmasına rağ­men, gelecekteki kâr insan hayatı ve istikbal­deki olayların belirsizliğinden dolayı şüpheli­dir,

b- Bir insan için hali hazırdaki ihtiyaçla­rının karşılanması, ileride olabilecek veya ola­mayacak bu nevi ihtiyaçların karşılanmasın­dan daha kıymetlidir,

c- Mevcut mallar pratik olarak daha faydalı ve kullanılabilir oldukları için, müstakbel mallara nazaran daha fazla kıymetli ve üstündürler.

Bu sebepler karşısında, bu ekolün temsilcile­rine göre, eldeki mevcut kâr, gelecekteki şüp­heli kâr üzerinde bir tercihe sahiptir; böylece bugün borçluya verilmiş olan borç paranın kıymeti onun İleri bir tarihte ödeyeceği para miktarından açıkça daha fazladır. Hakikatte faiz, Ödeme zamanında, borç miktarını esas borç paranın kıymetine müsavi kılmak için ilave olunan fazla kıymettir. Diğer bir ifadey­le faiz, hali hazır ve müstakbel malların de­ğerleri arasındaki (ekonomik değil, ancak psi­kolojik denebilecek) farktır.

Mesele şudur: Gerçekten insan tabiatı, mevcut ihtiyaçları müstakbel ihtiyaçlardan daha kıy­metli ve Önemli mî kabul ediyor? Eğer öyley­se, halk niçin gelirinin tamamını bugün harca-mayıp, bir kısmını gelecek için saklamayı ar­zu ediyor? Şayet araştırılırsa, çoğu halkın mevcut ihtiyaçlarım, gelecekteki görünmeyen ve beklenmedik olaylar İçin tatmin etmekten kaçındıkları görülecektir. Bugün bütün insani çabalar, İstikbaldeki hayatın daha mutlu ve müreffeh olması için, geleceği daha iyi yap­maya müteveccihtir. Geleceği pahasına, şim­diki hayatını daha mutlu ve müreffeh yapmak isteyen birisini zor gösterebilirsiniz.

Hatta bir süre için, bu böyle kabul edilse, yani geleceğini şimdiki rahatına feda eden birisinin olduğu kabul edilse dahi, faiz müsessesesinin üzerine bina edildiği ve onu haklı çıkaran mantık hâlâ doğru değildir. Bu mantığa göre, bir borçlu ile bir alacaklı arasındaki 100 lira tutarındaki bir borç muamelesi bir sene sonra (% 5'i faiz olan) 105 liraya eşittir. Bu, bir sene sonraki 105 lira, bir sene önceki 100 liraya eşit demektir. Şayet borç bir sene sonra öden­mezse, o zaman iki sene sonra geçmişin 100 lirası bugünün 100 lirasına denk olacaktır. Bu gerçek, uygulamada geçmiş ile şimdiki zama­nın değeri arasındaki bir oran mıdır? Ve "za­man yaşlandıkça kıymeti, şimdiki zamana kı­yasla artacak" gibi bir ilke geçerli midir? Bu sorulara inandırıcı hiçbir cevap verilememek­tedir.

Ebu'1-A'la Mevdûdî, faiz müessesesinin kötü­lüklerinin ve tehlikelerinin toplum için nasıl zararlı ve hatta yıkıcı olduğunu açıklamakta­dır. Şimdi bu ahlaki, kültürel ve iktisadi kötü­lükleri teker teker göreceğiz.

1-  Ahlakî ve Ruhî Kötülükleri: Faiz müesse­sesi, para sevgisi ve servet biriktirme arzusu aşılar. İnsanı bencil, cimri, dar görüşlü ve katı kalpli yapar. Hissizlik doğurur, hırsı teşvik eder, haset meydana getirir ve türlü türlü yol­larla cimriliği beraberinde getirir. Özetlemek gerekirse, toplumda zararlı olan sınırlan do­ğurur ve teşvik eder.

2- Kültürel ve Sosyal Kötülükleri: Toplum içinde husumet ve huzursuzluk tohumlan do­ğuran ve halka hizmet ruhunu yok eden düş­manlığı ve bencilliği yayar. Hakikatte faiz müsessesesi fertlerin     kendi menfaatlerinin dışında münferit veya toplum olarak hiçbirşey yapmadıkları, birinin ihtiyacı başka biri için kâr etme fırsatı olan ve zenginin menfaatinin fakirin menfaatinin zıddı kabul edilen bir top­lumun büyümesine yardım eder. Böyle bir toplum kendi gelişmesi için lazım olan daya­nışma ve birliği elde edemez, er veya geç da­ğılır.

Aynı şey milletlerarası münasebetlerde de gö­rülür. Milletlerarasında düşmanlık meydana getirir ve savaş tohumlarını yayar. Mesela, İn­giltere, II. Dünya Savaşı yıllarında maddi güçlükler içindeydi, zengin dost ve müttefik­lerinden kendisine savaşta faizsiz fonlarla yar­dım talebinde bulundu. Ancak A.B.D buna yanaşmadı. Böylece İngiltere Bretton Wood Anlaşması olarak bilinen borç mukavelesinde

ileri sürülen şartlara uymak mecburiyetinde kaldı. İngiltere, borç sözleşmesindeki şartlan isteyerek kabul ettiyse de, savaş ihtiyaçlarının baskısı sebebiyle, bu durum onlar da Lord Keynes, Churchill ve Dr. Dalton'un yazılann-da da görülebileceği gibi kızgınlık ve istirab bıraktı. Churchill bunu "bir tüccar muamele­si" olarak değerlendirdi ve Dr. Dalton parla­mentoda şunu söyledi: "Faizsiz borç talep et­tik, fakat bize bunun uygulanabilir bir politika olmadığı anlatıldı."

3- iktisadî Kötülükleri:Faiz, borcun ve borç­lunun tabiatına göre muhtelif meselelere sebe­biyet veren farklı borç şekilleri üzerinden ödenir. Bu nedenle herbir borç çeşidini ayrı ayrı inceleyeceğiz:

a- Tüketim Borcu: Bu borçlar halk tarafın­dan kendi şahsi ihtiyaçları için alınır. Böyle borçlar özellikle gelişmemiş ülkelerde fakir ve orta sınıf halk arasında çok yaygındır. Bu halkın çoğu günlük ihtiyaçlannı karşılamak için borç alırlar. Onların gelirinin büyük bir kısmı kapitalistler tarafından faiz şeklinde ge­ri alınır. Geri kalmış ülkelerdeki milyonlarca insan hayatlannı, miras aldıkları borçlan öde­mekle tüketmektedirler. Onlann maaş ve üc­retleri o kadar düşüktür ki, faizi ödedikten sonra kalan para ancak günde iki öğün yeme­ğe yetecek kadardır. Bu daimi ağır faiz taksidi ödemeleri onlann hayat standardını ve çocuk-lannın eğitim standardını düşürmektedir. Bu­nunla birlikte sürekli endişe, sonunda ülkenin ekonomisini bozacak olan verimliliklerini dü­şürecek gibidir. Hatta bu durum zaten düşük olan çalışan sınıfın alım gücünü azaltır. Neti­ce olarak onlann mallara olan taleplerini dü­şürür. Böylece fakir ve orta sınıfın ihtiyaçları­nı karşılayan sanayiler talepteki düşüşün tesi­rini hissedeceklerdir. Bu hal tedricen fakat kat'i bir şekilde sinai gelişmeyi yavaşlatacak, böylece bir ülkenin iktisadi kalkınmasını dur­duracaktır.

b- Üretim Borçları:   Tüccar, sanayici ve çiftçiler tarafından üretim maksatlarıyla alı­nan borçlar bu grupta yer alırlar. Kapitalist yolsuzluklarıyla halkın ve dolayısıyla da top­lumun menfaatlerine zarar verir. Onun kötü niyetli planiarının menfi tesirlerinden bazıları aşağıda belirtilmiştir:

1- Topluluk sermayesinin büyük bir kısmı, kapitalistlerin faiz oranlarında bir yükselme umuduyla ellerinde tutmaları yüzünden atıl ve kullanılmaz bir halde kalır. Piyasada faydalı teşebbüsler ve sermaye için oldukça fazla ta­lep olmasına rağmen, kapitalist daha yüksek bir faiz oranı elde etmek için sermayeyi elinde tutar.

2- Sermayenin tabii ve hakiki talebi uygun olarak ticarete ve sanayie akmasına engel olan daha yüksek faiz hırsıdır. Kapitalist, kendi menfaatine göre para piyasasındaki fonları serbest bırakır ve ellerinde tutar.

3- Bu yolsuzluklar modern kapitalist top­lumlarda periyodik olarak vuku bulan ticaret dönemlerinin menfi tesirlerini şiddetlendirir ve ekonomide büyük zarara sebebiyet verir.

4- Sermaye, ekonominin menfaatine uygun ve faydalı olan, fakat kârlı olmayan teşebbüs­lere yatırılmaz.

5- Genellikle kapitalist, spekülasyondaki yüksek kârlar ve gelecekteki faizde bir yük­selme umudu sebebiyle ticaret ve sanayie uzun vadeli borçlar vermez. Kapitalistin fai­zin varlığı neticesindeki bu tavrı, özellikle ge­ri kalmış ülkelerde sanayiin gelişmesini en­geldir.

Bununla birlikte, uzun vadeli borçlar üzerin­deki sabit faiz, bazen kârların düşük olduğu zamanlarda, gelişen ve başarılı birçok teşeb­büsleri mahveden büyük bir beladır.

c- İdarenin Borçları: İdarenin borçları iki türlüdür: İç borçlar ve dış borçlar.

1- iç Borçlar: Bu borçlar savaş borçları gibi üretim için olmayabilir veya kanal, demiryo­lu, baraj projeleri gibi üretim için olan borçlar olabilir.

Üretici olmayan borçlarda âcil ve diğer du­rumları karşılamak için alınırlar. Mesela, kıtlık, deprem gibi afetlerde az çok insanlar tara­fından şahsi ihtiyaçlarım karşılamak için alı­nan borçların aynısıdır. Gerçekte, burada ka­pitalistin durumu ferdi borçlar durumundakin-den daha kötüdür. Kapitalist, kendisini koru­yan ve kendine bu durumu elde edebilmesi için imkanlar tanıyan yönetimden faiz isteye­cek kadar nankör ve bencil bir kimsedir.

Şayet sermaye, kârlı olmayan fakat halka ve aynı zamanda kapitalistin de menfaatine olan Şeyler kullanılıyorsa, faiz koyma haklı çıkarı­lamaz. Kapitalist, milletin hayatını ve kendi­nin ki de dahil olmak üzere bütün toplumun malını tehdit eden düşmanlarla bir ölüm-ka-hm savaşı yapılırken daha da affedilmez ve suçludur. Bütün herkes, hayatını ve mallarını, varlığım kurtarmak için feda ederken, bencil kapitalist savaş borçlan üzerinden faiz talep etmektedir. Diğer vatandaşlar kendi şerefleri­ni ve ülkelerini korumak için çocuklarının, kardeşlerinin, babalarının hayatlarını verirken, o faizin tek kuruşundan dahi vazgeçmek niye­tinde değildir. Bütün vatandaşlar acı çeker­ken, kapitalisti giderek artan faiz ödeyerek beslemenin ne kadar doğru ve âdil olduğu bu teorinin müdafileri tarafından cevaplandırılmalıdır.

Üretim veya üretim dışı borçlar üzerindeki fa­iz yükü doğrudan ve dolaylı yollardan fakir vergi mükelleflerinin üzerine düşmektedir. Sı­radan hayatı ihtiyaçlarını karşılayamayan, fa­kat kapitaliste oldukça fazla faiz ödemek mecburiyetinde olan milyonlarca fakir insan vardır.

2- Dış Borçlar: Üretim veya üretim dışı ga­yelerle alman bu borçlar şahsî ve millî borçla­rın bütün kötülüklerini ihtiva eder.

Bununla birlikte bunların çok önemli ve tehli­keli başka başka bir veçhesi vardır. Bunlar memleketin dahili ekonomisini mahvedebilir ve ülkeyi millletlerarası tartışmalara da kata­bilir. Dış borcun ağır yükü bir millet için sade­ce yıkıcı olmakla kalmayıp, milletlerarası sa­vaşla sonuçlanacak kin ve rekabet tohumları yayar. Dış borç aynı zamanda küçük ve ba­ğımsızlığını yeni kazanmış maddî ve siyasî açıdan kendi ayakları üzerinde duracak kadar

İslam Alimlerinin JhAiz hakkındaki uoruşlmki   su güçlü olmayan devletlerin güvenlik ve emni­yetini tehlikeye düşürebilir.

 

İmam Râzi'nin Faiz Hakkındaki Görüşleri

 

İmam Râzî, faizin niçin İslam'da men edildi­ğini izaha çalışmıştır. Faizin yasaklanmasını destekleyici bir takım sebepler göstermiştir. Görüşlerinden bazıları aşağıda özetlenmiştir:

1- Halkın Servetini Yok Eder: Faiz muame­lesi, başkalarının servetini karşılıksız/bedelsiz almayı icab ettirir. Bir dirhemi iki dirhem kar­şılığında veya bir birim buğdayı 1.5 birime peşin veya veresiye satan birisi fazlalığı bir "hiç" karşılığında elde eder. Bu tür muamele­ler haksız ve adaletsiz addedilir. Borçluyu da­imi olarak sömürme yoluyla fakirliğe dUçar kılar.

Rasulullah @, birinin servetinin başkasına ay­nı onun kanı gibi haram olduğunu açıkça be­lirtmiştir. Başkasının servetinin karşılıksız gasb edilmesinden dolayı yasaktır. Borçlunun belirli bir süre bir kaç fazla "para" karşılığın­da alacaklının kapitalini elinde tuttuğu için, bu fazlalığın yasaklanmasına uygun olmadığı münakaşa edilebilir. Şayet alacaklı borçluya verdiği parayı kendi kullanımı için muhafaza etseydi, bazı işlere yatınr ve kâr elde etmiş olabilirdi. Sermayesinin zilyetliğini borçluya verdiği zaman, iş yoluyla elde edeceği artışı elde edemez. Eğer borçlu bu sermayenin kul­lanımı için biraz fazla para öderse, bu mantık­sız görünmez.

İmam Razi, bu muhakemeye karşı çıkarak, alacaklının yapacağı varsayılan kârın hakiki ve kıymetli birşey olmadığını vurgulamakta­dır. Eğer alacaklı sermayesini borçluya borç vermek yerine, bazı iş teşebbüslerine yatırsay-dı, kârdan emin olamazdı ve hatta zarar edebi­lirdi. Böylece alacaklının kârı hayali ve hakiki değilken, borçludan alınacak olan fazla para (faiz olarak) hakikidir ve kafidir.

Faiz, varlıklı kimselerin bir iş veya meşgale edinmesini engeller. Çünkü onlar faiz yoluyla geçimlerini kazanmayı daha kolay bulmakta­dırlar. Onlar,bir takım risk ve güçlükleri ge­rektiren ticari teşebbüslere yatırım yapmaktan hoşlanmazlar. Bu tabiatıyla sinaî ve iktisadi gelişmeyi engeller ve öylece bir ülkenin ikti­sadi kalkınmasını yavaşlatır. Zira dünyevi ha­diseler ticaret ve sanayi olmaksızın tatmin edici şekilde devam edemez.

2- Ahlâkî Değerleri Yıkar: Faiz, yasaklandı­ğı zaman halk borç vermekten kaçınacaktır; fakat meşrulaştırılırsa, halkın ihtiyaçları onları iki lira karşılığında bir lira borç almalarına se­bep olur. Netice olarak tabii dostluk, iyilik, fazilet ve minnettarlık hisleri yok olacaktır.

3- Kin ve Garaz Doğurur: Fakir halk, ala­caklının faiz yoluyla kendi servetini yediğini anlayınca ona beddua eder, lanet yağdırır. Böylelikle faiz müessesesi toplumda kin ve garazın yayılmasını kolaylaştırır. Tabiatıyla halk, faiz yoluyla servet biriktirmekle tanınan kimselere karşı nefret duyacak ve onu serve­tinden mahrum etmek için ellerinden geleni yapacaktır. Onun ölümünden sonra serveti so­na erer fakat onun zilletliği ve günahları ilele-bed devam eder.

4- Zengin Daha Zengin, Fakir Daha Fakir Olur: Fakir borçlunun zenginleşebileceği ve alacaklının fakirleşebileceği faizsiz bir top­lumda ihtimal dahilindedir. Fakat kapitalist bir toplumda zengin, halkın parasını faiz yo­luyla toplayarak daha zenginleşir, fakir daha fakirleşir.

Faizin, alacaklının servetini artırdığı açıkça gö­rülebilir, fakat gerçekte milletlerin olduğu gi­bi fertlerin varlıklarını da (daha önce gösteril­diği gibi) yok eder. Yatırımları frenler ve ser­maye birikim oranını azaltır. Çünkü faiz oranı ne kadar yüksek olursa yatırım oranı o kadar düşük olur. Faizin serveti artnmayıp azaltaca­ğı gerçeği Peygamber @ tarafından belirtil­miştir. Bununla birlikte, faiz sadaka ruhuna mugayirdir.

5-  Alacaklı Gözden Düşer:    Her ne kadar alacaklının serveti azalmıyor görünüyorsa da, onun sosyal itibarı azalır. Toplumda saygısını kaybeder ve hayır sahibi ve dosttan ziyade bir düşman ve parazit olarak kabul edilir. Kısaca halk tarafından kötü şöhretli ve utanç verici addedilir. Bunların da üstünde, faiz halk ara­sında para tutkusunu yayar; böylelikle o fert­ler adalet hissini kaybeder ve kötü niyetli ve kaü kalpli olurlar.

 

KISIM 24

 

FAİZ MÜESSESESİ TOPLUMA FAYDA YERİNE ZARAR GETİRİR

 

Kur'an-ı Kerim, ticaretle riba arasındaki farkı belirtirken faizin serveti arttırmadığı temel ha­kikatine de işaret etmiştir. Gerçekten riba, üretim sürecinin büyümesini geciktirererek azaltır. Kur'an bu temel hakikate şu ifadelerle işaret ediyor: (1) "İnsanların mallan içinde, artması için verdiğiniz faiz (malı), Allah ka­tında artmaz. Ama Allah'ın yüzünü (O'nun rı­zasını) isteyerek verdiğiniz zekat(a gelince); işte (onu verenler, sevaplarını ve mallarını) kat kat artıranlardır." (30: 39). (2) "Allah, fai­zi mahveder, sadakaları artırır. Allah (haram­da ısrar eden) hiçbir günahkar kafiri sevmez." (2: 276).

"Mehaka" kelimesi, ilk olarak faiz unsurunu ihtiva eden bütün akitlerden Allah'ın bütün ni­metini aldığını veya azalttığını; ikinci olarak, bütün faiz sistemlerini kaldırıp yok ettiğine delâlet eder. Rasûlullah @ de faizin hem sos­yal refaha yardımcı olamayacağını, hem de millî serveti artırmayacağını kesinlikle belirt­miştir.

Yukarıda bahsedilen Kur'an ayetleri ve Pey­gamber @'ın hadisleri faiz müessesesinin iki cephesine işaret etmektedir: (a) Faiz, serveti artırmaz, (b) Serveti azaltır. Doğrusu faiz ser­veti hem maddi, hem manevi olarak azaltır.

Faize Dayalı Ekonomi Sistemlerinde Faiz Aleyhtarları: Kur'an-ı kerim'in bu beyanı ba­tılı bilginler arasında bile taraftar bulmaktadır. Bir çok batılı ekonomist faize, benzer anlayış­larla bakmaya başlamışlardır. (Halife Abdul-hakim, islam and Communism, sh. 187). Loc-ke, bir arkadaşına yazdığı mektupta, yüksek faizin ticareti çökerttiğini, faizin ticaretten ge­len kârdan daha avantajlı olmasının zengin tüccarların varlıklarını faize teslim etmelerini ve yatırmalarım sağladığını ve daha küçük esnaftn işini bitirdiğini söz konusu etmektedir. (Keynes, a.g.e., sh. 344). Fortrey servet artır­ma vasıtası olarak düşük faiz haddi üzerine çok önem verilen diğer bir misal veriyor.

Sir Josiah Child'a göre, krallığın gerçek serve­ti faiz hadlerinin azaltılması ile artırılabilir. O, faizin azaltılmasını ticaretin ve kralhklarında-ki servetin artma sebebi olarak düşündü. (Cassel, a.g.e., sh. 10-14). Child, Hollanda'da-ki uygulamaya şahit olurken, halk arasında o zamanlarda faiz üzerinde hiçbir yasal kısıtla­ma olmadığını gördü ve kendi faiz hadlerini diğer ülkelerden % 3 veya 4 aşağıda tutmayı politikaları haline getirdiklerini savundu. Tüc­carların büyük bir servet yaptıkları zaman pa­ralarını faize verdiklerini ve ticareti görüşünü savundu: "Oradaki (faizdeki) kazanç çok ko­lay, kesin ve büyük, fakat faiz hadlerinin dü­şük olduğu ülkelerde tüccarlar ticarete kuşak­tan kuşağa devam ediyorlar. Ve böylece ken­dilerini ve devleti zenginleştiriyorlar." Tho-mas Culpepper yüksek faiz oranlarının insan­ları mesleklerinde tembelleştirdiğini ve faizci oldukları fikrini teyid ediyor ve yasal faiz hadlerindeki bir indirimin tarımda ilerlemeleri mümkün kılacağını ve ölmeye yüz tutmuş üretimimizi dirilteceğini savunuyor.

Ribanın ticareti, alış-verişi ve endüstriyi tah­rip sürecinin Locke, Child ve Culpepper za­manından beri biraz karmaşıklaşmasına rağ­men onu yok edici etkisi her zamanki gibi güçlü ve farkedilmezdir. Sadece yüksek faiz değil, her türlü pozitif faiz haddinin varlığı zenginliği azaltır ve üretim sürecinin gelişme­sini önler. (Economics of islam, sh. 27).

Keynes'e göre faiz hadleri yatırım seviyesini sınırlayarak ülkenin milli servetim fevkalade artırabilecek endüstrilerin gelişmesine engel olur. Keynes, faiz varlığının ekonomik ilerle­meye yardımcı olmadığını ve onun ahlâki ku­rallarının müeyyidelerinden yardım alarak ya­sal tedbirlerle durdurulmasını savunan eski Kanonistlerin teorilerine güçlü bir şekilde inanmaktadır. Keynes şöyle diyor: "Yüzyıllar­dır, hatta birkaç bin yıldır yakın münasebeti olan farklı bir problem devam etmektedir. Aydınlanmış fikir Klasik Okulun çocukça di­ye reddettiği fakat itibar ve şerefe layık olan bir doktrini aşikâr ve kesin sebepler için tut­maktadır. Ben, doktrinden şunu kasdediyorum ki, faiz hadleri sosyal faydaya en iyi uyduğu seviyede kendi kendini dengeleyemiyor, fakat Çok fazla yükselmeye daimi eğilim gösteriyor. Bu yüzden hükümet ahlâki kuralların yaptı­rımlarından yardım alarak; geleneklerle, yasa­larla ona gem vurmayla ilgileniyor. (Keynes, a.g.e.,sh. 351-57).

Bundan başka o, yatırıma teşviki tahrip eder her türlü engelin sosyal bir şeytan olduğunu ve mutlaka kaldırılmasını savunuyor. Faiz hadleri kontrol altında tutulmazsa yatırıma ye­terli teşviki azaltacağı, bu aynı veçhile top­lumda servet gelişimini azaltacağı üzerinde ıs­rarla durmaktadır. Keynes'in ifadeleriyle: "Fa­ize karşı şartlar elimizde kaydettiğimiz en es­ki ekonomik uygulamalar arasındadır. Antik ve Ortaçağ dünyasında, aşırı bir likidite terci­hi ile yatırım isteğinin tahrip edilmesi zengin­liğin büyümesine ana engel ve başlıca şeytan­dı. Ve tabii ki diğerleri likidite tercihini artı­rırken ekonomik hayatın tehlikeleri ve riskle­rinin olması, sermayenin marjinal verimini düşürür. Hiç kimsenin kendisini güvenli tah­min etmediği bir dünyada bu yüzden faiz hadlerinin toplumun elinde olan amaçlarla en­gellenmediği müddetçe uygun bir yatırım teş-viği müsadesi için çok fazla yükseltmesi ta­mamen kaçınılmazdır. Faiz hadlerinin esasta saçma olduğuna ve gelen borçların aktif yatı­rıma dönenlerden ayrılmasını amaçlayan ince tartışmaların sadece bir saçma teoriden hilekârca kaçış gayretleri olduğuna inancım arttı. Fakat şimdi bu tartışmaları klasik teori­nin kurtulamaz şekilde bir araya getirdiği yeni faiz haddi ve marjinal verimini ayrı tutmaya çalışan dürüst bir aydın olarak okuyorum. Şimdi ortaçağ skolastiklerinin faiz hadlerini indirmek için ahlaki hukuk, örfü ve kanunları kullanırken sermayenin marjinal verim şema­sının yükselmesine müsaade. etmeye yönelik formülün aydınlatılmasına müteveccih nutuk­ları açık görülmektedir.

Adam Smith bile faiz hükümlerini, etüdlerin-de son derece yumuşatmaktadır. Ferdî tasar­rufları ya yatırımlarla ya da borçlarla emilme-liydi ve onlar geçmişte bir çıkış bulacakları güvenlik yok olduğundan çok iyi haberdardı.