HZ.
MUHAMMED: SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM KANUN KOYUCU
RASULULLAH
@'IN SÜNNETİNİN HUKUKÎ
STATÜSÜ
"Sünnet Müstakil Yasama
Kaynağıdır" Görüşü
"Sünnet Müstakil Yasama Kaynağı
Değildir" Görüşü
HZ.
MUHAMMED @'IN FERD VE RASÜL
OLARAK STATÜSÜ
KANUN
KOYUCU OLARAK HZ. MUHAMMED @
Hulu'
(Kadının İsteği Üzerine
Boşanma)
Çocuğun Bakımı Ve Terbiyesi
(Hidane)
İSLAM HUKUKU'NUN TEMEL
İLKELERİ
3-
Allah'ın Hükmünün
Üstünlüğü
5-
Rasulullah'a İtaat
Allah'a İtaattir
6-
Her Fert Kendi Hareketlerinden Mesuldür
7- İnsan, Kendi Akıbetinin
Hazırlayıcısıdır
8-
Doğru, Yanlış, İyi ve
Kötünün Nihai Ölçüsü
9-
Adalet Ve Ma'rûfun
Yaygınlaştırılması
a-
Anne karnındaki Yavruyu
Satma (Habel el-Hable)
c-
Meyvelerin Olgunlaşmadan
Satımı {Muhadara)
d- Mülkiyetine Sahip Olmadan
Satma
e-
El-Limas Veya Mülaseme
(Dokunarak Satış)
f-
Nibaz Veya Münabeze
(Atarak Satış)
h-
Muaveme (İleriye Dönük
Satış)
1- Şüphe Ve İhtimale Bağlı Garer
2- Hîle Ve Kandırmaya Bağlı Garer
Haksız Ve Bâtıl Takas Metodları
Daha da ileride tasarruflarının borçlardan ziyade yeni yatırımlardan çıkış yolu bulma şanslarım artıracak küçük faiz hadlerini savunmuştur.
Faiz doktrini tartışan bir Alman ekonomist Silvio Gesell, gerçek sermayenin büyümesine sınır getiren şeyin faiz oranlan olduğunu ileri sürer. Bu yüzden faiz hadlerinde bir indirimi önerir, ilaveten gerçek sermayenin büyümesinin nakit faiz oram tarafından geri çekildiğini ve eğer bu frenler kaldırılırsa modern dünyada gerçek sermaye büyümesinin çok çabuk olacağım, kısa vadede olmasa da sonuçta sıfır faiz oranının doğrulanacağını ekliyor. Şimdi ana ihtiyaç nakit faiz oranının düşürülmesidir. Bu işaret ettiği gibi diğer kısır mal stoklarında olduğu gibi daimi maliyetin heder olmasına paranın sebep olması tarafından etkilenebilir. Bu onun isminin onunla bütünleştiği ve Prof. Irving Fısher'in takdirlerini aldığı meşhur "kısır para" (stamped money) tanımım yapmasına yol açtı.
Şimdi faizin ana zararları şu ifadeler içerisinde toplanabilir:
1- Yüksek faiz haddinin varlığı uygun yatırım teşvikini tahrip eder. Yatırım seviyesi düşer ve bu yüzden istihdam seviyesi ve gelir seviyesinde düşme görülür. Toplam gelir miktarındaki düşmenin sonucu olarak, toplam tüketim miktarı da menfi benzerlikte etkilenir. Ve biz tüketimin, ekonomik aktivitenin yegane objesi olduğunu biliyoruz. Bu yüzden yatırım seviyesindeki bu düşüşün ve bundan dolayı istihdamdaki bir düşüşün ülkedeki mallarda endüstri ürünlerinde ve tarımdaki toplam talepte, düşmeye bağlıdır. Sonuç olarak ticari gelişme ve endüstri, bundan dolayı da ülkedeki sermaye büyümesi duracaktır.
2- Faiz, ekonomimizi bozmak için çok kompleks bir tarzda işler. Tasarruf ve yatırım yapacak parası olanlar için o bir çeşit yatırım şekli sağlar. Onların payı olan para, üretim süresinde hiçbir yer olmaksızın sabit bir faiz yüzdesi temin edeceği bankalara toplanır. Ekonomistler bu paranın sanayi ve ticarette kullanılacağım tahmin ederler. Fakat pratikte bu tahminin geçerliliği yoktur. Bir bankanın aktiflerinin çok mühim bir parçası üretici olmayan kanallara ayrılmıştır. Bankalar hükümet tahvillerine yatırmakta spekülatif amaçlarla para artırmakta ve kambiyo senetlerine ödemektedir. Bunların hiç birisi üretim süreci değildir. Kambiyo senetleri olsa bile. Onlar ticareti kolaylaştırmalarına rağmen, Kur'an-ı Kerim'de öngörülen bir ideal ekonomik sistemde kambiyo senetleri serbestçe ödenmelidir. Buradaki nokta faiz müessesesinin sermayelerini üretici olmayan kanalları bankalarca temin etmesidir. Bu yüzden üretim amaçlan için temin edilebilen sermaye kıtlaşır. Kendiliğinden banka kurumu halkın paralannı doğrudan sanayi ve ticarete yatirmalanndan uzaklaşmalarına vesile olmaktadır. Bu ise üretim amaçları için kullanılacak sermaye kıtlığına sebep olmaktadır. Kıtlık, faiz oranlannı artırmaktadır. Faiz hadlerindeki artış sadece faizin zararlı etkilerini önemle belirtmektedir. Fazla ödeme gücü bankalarca aynlmakta, fazla banka aktifleri likit ve verimsiz kanallara sapmakta, marjinal sermaye verimindeki ilave bir düşüş, istihdamın ilave bir sınırlandırılması, malların fiyatlarında ilave bir yükseliş, son olarak da ilave bir iki milyon çıplak ve pazar-sız insan ile iki milyon gömleğin dehşetli manzarası." (Economics of islam, sh. 28-30).
3- Faiz bir başka veçhesiyle refahı yıkar.
Kapitalist dünyada ekonomik krizlere sebep olur. Bu sermayelerin yığılmasıyla tüketime olan eğilimin ve paranın satm alma gücünün azalması olayıdır. Böyle krizlerin oluşmasında faiz önemli rol oynar. Hızlı gelişim sürdükçe faiz karşılığı alınan büyük miktardaki krediler tatmin edici hasıla veren verimli yatırımlar için kullanılır. Aşırı iyimserlik faizle borç verme talebini de ve dolayısıyla da faiz oranlarını artırır. Hatta bu İyimserlik ileri derecede spekülasyonlara da yol açar. Bütün bu faiz oranlarının artışı, kâr haddini daraltır, fakat üreticiler kendilerine fazlasıyla güvenerek üretime devam ederler. Ancak yeni üretilen dayanıklı malların stoklarının çoğalmasıyla beklenen kârın geçerliliği ile ilgili olarak tedricen şüpheler belirmeye başlar. Bir defa da şüphe ortaya çıktı mı, hızla yayılır. Endişe kaybolur, bankalar faiz oranlarını en yüksek seviyeye çıkarırlar, hatta faiz karşılığında verilen önceki kredileri dahi geri çekmeye çalışırlar. Netice olarak iş dünyasında panik başlar bu arada işsizlik artar. Bu şartlar altında satın alma olayı durur, piyasa, tüketicisi olmayan ve istenmeyen mallar yığınına döner. Yüksek faiz oranlarını müteakiben tehlikeli gelişmeler ve spekülasyonlarla kâr oranı azalır. Sermayenin marjinal verimliliği düşerken maliyetler büyük oranda fırlar. Sermayenin marjinal verimliliğinin yok olması şüphe yok ki krizlerin asıl sebebidir. Fakat bütün problemlerin kaynağı faiz oranlarındaki yükseliştir. Çünkü, zaten kâr beklentilerindeki şüpheye sebebiyet veren üretim maliyetindeki artıştan, faiz oranlarının büyüklüğü sorumludur. Üretim maliyetinin yüksek olmasına karşılık sermayenin marjinal verimliliğinin düşmesinin asıl sebebi faiz oranlarının yüksekliğidir ki, o da yatınm hacmini düşürmüştür. Eğer faiz İşin içinde olmamış olsaydı, sermayenin marjinal verimliliği her oranda kârlı olacak ve böylece hiçbir kriz vuku bulmayacaktı. Aslında bu faiz olmasaydı ne piyasasız mal, ne de malsız piyasa bulunurdu. Bundan dolayı modern dünyanın kriz zamanlarında yatınm ve tüketim eğilimindeki düşüşler faiz müessesesinin sonucudur.
4- Faiz, millî serveti de yıkar. Kapitalist ülkelerde sıklıkla rastlanan bir olay daha görülür: Üreticiler fıyatlann marjinal üretim maliyetlerinin altına düşmesini önlemek için büyük ölçüde ürettikleri malları ve hatta zirai mahsullerini imha etmek zorundadırlar. Milyonlarca insan yiyecek kıtlığında ve temel ih-tiyaçlannı satınalabilme gücüne sahip değilken bu büyük orandaki milli servetin kaybı ancak faizin ilgasıyla önlenebilir. Bu işlem sadece marjinal üretim maliyetlerini düşürmekle kalmayacak, yatırımları ve dolayısıyla da halkın satınalma gücünü yükseltecektir.
Bundan başka faizin varlığı bir çok kârlı gelirleri bloke eder. Faiz, kârlı ve kullanışlı, fakat düşük marjinal üretim verimliliğine sahip ya-tinmlarda kişilerin sermaye koymalanm önleyici bir çeşit fren görevini yapar. Bu müessesenin ilgasiyla bu frenleme de ortadan kalkar. Böylece çoğu kişi daha önce kullanamadıklan sermayelerini çeşitli yatırımlarda istihdam edebilirler. Acımasız faiz müessesesi, üretimin taahhüt edilemediği ve hatta sermaye kıtlığından dolayı hali hazırdaki işlerin genişleti-lemediği zamanlarda ticarete ve sanayie büyük zararlar vermiştir. Fakat şimdi bir takım zengin ülkelerde büyük miktarlarda tasarruf ve paranın varlığını iddia etmek, gerçek dışı beyan olmaktadır.
Görünen odur ki, yüksek miktarlara varan sermayelerin yamsıra, o ülkelerde işsiz insan sayısının da fevkalade arttığı gerçeğidir. İnsanlar işsizdir, çünkü sermayedarlar piyasadaki faiz oranlarının altında kâr getirecek alanlara yatınm yapmayı değerli bulmazlar. Mesela piyasadaki faiz oranı % 4 işe ve bir sulama işine yatınlan sermaye % 3 kâr getiriyorsa sermayedarlara göre bu sulama yatınmı verimsiz bir iştir. Halbuki bu yatınm, bu orandaki gelirinin yamsıra toplumun faydasına olabilecek vasıftadır. Netice olarak, kaynaklar geliştirilmemiş bir şekilde bir elde, sermaye de başka bir elde boşu boşuna kalmış olur. Faize, dayalı ekonomilerde faiz oranlan halkın yaranna olacak işlerden elde edilecek kâr oranlanndan fazla ise hiç bir iş yapılmayacaktır. Daha önceden tesbit edilmiş sabit bir faiz oranı olmamış olsaydı bir çok faydalı işler yapılmış olabilirdi. (Enver ikbal, a.g.e. sh. 218).
Böylece yüksek faiz oranının (hatta her bir pozitif faiz oranının) üretken fonksiyonların gelişmesi ve dolayısıyla zenginliği geciktirici neden olduğu, diğer tarafta düşük faiz oranının refahın artmasını kamçılayacağı fikri tamamen ispatlanmış bir gerçek olarak görülmektedir.
Bu sebeplerden dolayı faiz müessesesi toplum için faydalı değil, bütünüyle zararlı bir müessesedir.
Konumuz, faizsiz bir toplumun faize dayalı bir topluma nazaran daha hızlı bir oranda re-fahmı arttırmasıdır. Faizin kaldırılması, kişi rizikosuna açık snırsiz sayıda teşebbüsler çıkaracaktır. Sermaye sahiplerine büyük karlar sağlamadığından dolayı önceden bağlanamayan bütün bu karlı yatırımlara bu toplumda başlanılmış olacaktır. Faiz frenleri kullanıldığında "üretim, milyonlara iş sağlayarak her yönüyle artabilme imkanına kavuşacak, satı-nalma gücü de talebi arttıracaktır. Üretimin marjinal maliyetindeki azalmadan kaynaklanan daha düşük fiyat yine talebi kamçılayacaktır. Dolayısıyla şimdi yakılmak veya denize atılmaktan daha iyi bir gayeye hizmet etmeyen mallar, bunları hayatlarında kullanma bahtiyarlığına erişememiş milyonlarca insanın istifadesinde olacaktır. "Yatırımdaki eşsiz artışın sonucu, hiçbir kârlı ve faydalı saha başıboş bırakılmayacaktık (Economics of islam, sh.41).
Böylece yatırım hacminin artışı, üretimi destekleyici, faydalı, hususiyle kârlı olmayan teşebbüsler sabit sermaye büyümesini arttırır, aynı zamanda ülkedeki milyonlarca insana iş imkanı sağlar. Buna bağlı olarak onların alım gücünü arttırır. Bu sırasıyla, mal üretiminde olduğu gibi diğer tüketim mallarının endüstrisinde muharrik güç olur. Faiz oranlarının sıfırlanması veya negatiflenmesi, faiz oranlarındaki önemli bir düşüş dünya çapında imalat ve tarım endüstrisinde sınırsız yatırım imkanları doğuracaktır. Cassel, yatırım seviyesindeki faiz oranlarında önemli ölçüde bir düşüşün tesirlerinin tamamen farkında gözükmesine rağmen her halükârda geleneksel faiz oranlarının ödenmesi gerektiğini düşündüğünden dolayı bu tarz bir gelişmeyi tasdik etmemektedir.
Faiz oranları Cassel'e göre, yıllık ev kiralarında önemli bir etkiye sahiptirİLondra'da veya diğer büyük şehirlerin merkezinde bir evin bulunması durumunda buradan ede edilecek kira bedeli hayli yekun tutmaktadır. Genel olarak apartman veya ev için yapılan sermaye yatırımlarında faiz sözkonusu olduğundan, bu faiz kiralara yansımakta, dolayısıyla büyük şehirlerdeki ev kiralarında büyük artış olmaktadır. Farzedelim ki, faiz oranı % 4.5 ve diğer yıllık giderlerin toplamı evin sermaye değerinin % 1.5 Mir. Bununla beraber eğer faiz oranı % 1.5'a çekilirse ev kirası da % 6'dan % 3'e düşecektir. Ev kirasının varsayımında muhtemelen yarısı fazlalıktır. Fakat herhangi bir ülkede ev kiralarındaki bugünkü rakamlara göre düşüş şüphesiz ki, oturmak için eve olan talep büyük bir artışa sebep olacaktır. Bu ise talep çeşitlerinin en yoğunu olmasına rağmen patlamaya hazır bir kapasiteye sahiptir.
"Çok düşük bir faiz oranında yalnızca daha çok ev istenmekle kalmmayıp evlerde daha İyi ve üstün kalite aranır. Çok iyi malzemeler kullanarak bir ev inşa etmek yalnızca önemsiz fazladan bir yıllık kira toplamına malolacak; böyle bir evin ucuza maledilmesi, yıllık tamir giderlerini artırırken borç ödemesindeki taksitlerin azalacağını da akla getirecektir." (Cassel, a.g.e., sh. 108-110).
Faiz oranlarındaki ciddi bir düşüş Cassel'e göre, ihtiyaç olan büyük miktarlardaki kalıcı vasıtalar için bütün mal ve hizmetlerin talebine aynı etkiyi yapacaktır. Bütün ülkelerde ve özellikle gelişmiş ve çok nüfuslu ülkelerde demiryollarına, telefon, telgraf gibi benzer sektörlere büyük bir talep vardır. Bu sektörlerde % 4-5 faiz oranının uzun dönemde ödenemeyeceği, yalnızca bunların ödenmesi ve yapılması için, faiz oranlarının % 1 ve 2 gibi bir noktaya çekilmesi gerekir. Gerçekte genel olarak kalıcı mallar için günlük hayatta sınırsız talep vardır. Bu, faiz oranlarının şimdiki seviyede kalışının en önemli sebeplerinden yalnızca birisidir: Çalışan sermayenin en uygun arzı ile tazmin edilmiş sınırları çerçevesinde talep sınırlandırılmalıdır. Bu durumda faiz oranlarındaki çok az bir İniş dahi temel mallara yapılan sermaye yatırımı için sayısız fırsatlar doğuracaktır.
Bu, faiz oranlarında Önemli ölçüdeki düşüşten kaynaklanan yatırım fırsatlarındakî geniş çaplı artışa Cassel'in gıpta ile nasıl baktığı ve yüksek faiz oranı vasıtasıyla sermayeye olan talebin sınırlandırılmasını tavsiye edişidir. O, sermaye talebinin sınırlandırılmasıyla sanayideki gelişmenin büyümesini durdurduğunu buna bağlı olarak da insanların alım gücünün azaldığını farkedememektedir. Diğer bir ifadeyle, ülkede genel işsizlik için şartları oluşturuyoruz.
Cassel, faiz oranlarındaki ciddi bir düşüşün (faiz oranlarının sıfırlanmasından bahsetmek-sizin) refahın büyümesinde gayet önemli etkileri olduğunu kabul ediyor, ancak bunu tasvip ettiğini kaydediyor. Onun ifadesiyle, "kullanılan dayanıklı mallarda ana maliyet bunlara yatırılmış sermayedeki bugünün faizidir. Eğer bu temel faiz sıfırlanır veya ufak bir bölüm dahi şimdikinden daha aşağıya çekilirse, insanların mahrum oldukları önemli sayılan her ne olursa olsun, pahalı binalar, mobilyalar ve diğer dayanıklı mallar lüks olmaktan çıkacaktır. Gaz ve su arzı için boru sistemleri kârlı teşebbüsler olarak yalnızca İngiliz Kanalı altına değil, dünyanın diğer büyük su yollarının çoğunun altına döşenebilecek şekilde genişleyebilir. Her yılık bütçedeki asıl maliyetlerin maddi sınırı günlük hayatta çok önemsiz kalacaktır. Okuyucu kendisini şimdiki teknik imkanlara hasredecek sınırsız sayıda benzer örnekler ekleyebilir. Fakat unutmamamız gereken şey şudur: Günümüzdeki bütün teknik bilgi, sermayenin kullanılması karşılığı ödenen şeye bağlı durumda gelişmiş ve bu faktör dolayısıyla katı bir şekilde iktisadileştiril mistir. Şayet bu şarttan feragat edilebilse, teknik usullerin gelişmesi için tamamen yeni yollar açılacaktır. (Keynes, sh, 322-28).
"İnsanların kendilerini mahrum edecekleri hiç bir lüks olmayacak. Şimdi yüksek maliyetten dolayı düşünülemeyen çok pahalı teşebbüslere dahi el atılacaktır. Bütün bu fırsatlar faizin yokluğuyla mümkün olabilir. Diğer bir ifadeyle her yıllık bütçenin asıl maliyetlerindeki parasal sınır günlük pratik hayatta sıfırdır." "Sosyo-ekonomik hayatta mübtela olunan israfların hâlâ düşünülüyor olması, eğer sermaye kullanımına para ödenilmiyorsa, anlamsız gelecektir. Faiz oranları sıfır noktasına ulaşmadan çok önce dayanıklı mallara olan ihtiyaç ve taleplerin, diğer isteklerin ihmaliyle bütün oranlar hariç olmak üzere tatmin edilmiş olacak. Toplumun üretim kapasitesinin büyük bir kısmı bu yolla kullanımı özellikle gelecekte olacak, malların üretimine yöneltilmiş olacak; bu, kıtlıktan daha çok şimdiki isteklerin tatmin edilmesinin başarısızlığa uğramamasıdır." (Cassel, sh. 108-110).
Cassel, "sosyal iktisadın savurganlığı" olarak adlandırdığı düşük veya sıfırlanmış faiz oranlarıyla yapılacak olan ucuz gelişme ve sosyal refaha karşı gözükmemektedir. O, kapitalist sistemin göz kamaştıran başarılarından -ne olursa olusun- görebildiği (veya görmek istemediği) ile anlaşılması çok güç birisidir. Faiz oranlarının düşmesi veya kaldırılmasıyla meydana gelecek yatırım fırsatlarındakî herhangi bir genişleme, önceden yüksek maliyetlerden dolayı teşebbüs edilemeyen bütün faydalı yatırımları bizzat devlet yapabilme imkanına kavuşacaktır. Bu da milyonlarca insana iş imkanı sağlayacağından onların alım güçlerine etki edecek ve dolayısıyla piyasada talebi canlandıracaktır. Böylece faiz oranlarındaki her düşüş refaha doğru bir adım olacaktır. Faizin kaldırılması gerçekten insanların kendilerini sınırlamadıkları lükse varıncaya kadar sermaye büyümesini arttırır.
Cassel, insan ihtiyaçlarının sınırsız, tatmin edilemez ve insan gelişmesine hiç bir sınır olmadığını unutuyor. İnsanlık, çok uzun süredir geleneksel para sistemlerinin sınırlayıcı uygulamalarından dolayı ızdırap çekiyor ve bütün dünyadaki ayaklar altına alınmış hakların karşılanmasıyla bir rahatlık istiyor. Dünyanın, şimdiye kadar zenginliklerinin sömürüldüğü, geri bırakıldığı ülkelerinde yapılacak o kadar şey var ki, bunların en başında hayatiyetlerini sürdürmek için zaruri temel ihtiyaçların karşılanması dahi çok uzun zamanlar alacaktır.
Faizin kaldırılmasından sonra dahi, önemli sonuçlar alabilmek için herkülvari teşebbüslere ihtiyacı olan sıradan insanın refahı için yapılması gereken çok şey var. Batı ülkelerinde bile genelde hayat seviyesi tatmin edilmekten uzaktır. Dünyanın en gelişmiş ve en zengin ülkesi kabul edilen A.B.D. 35 milyon (toplam nüfusun 1/6'sı) işsiz ve daimi yoksul insana sahiptir. Cassel'in hayalinde canlandırdığı gibi, insanların ihtiyaçlarının, bütün oranlar dışında, tatmin edildiğini söylemeden önce hayat standardı A.B.D.'nden daha aşağı düzeyde olan Batı Avrupa'da bile yapılması gerek bir çok işin bulunduğunu düşünebilirsiniz.
Şayet hemen Asya'nın, Afrika'nın, Güney Amerika'nın ve Doğu Avrupa'nın birçok ülkesini düşünürsek burada insanların önemli bir çoğunluğunu açlığın eşiğinde yaşamakta, lüks ve konfordan bahsetmeksizin onların temel ihtiyaçlarını karşılamak için acaba insan çabasının ne kadarı gerekli ve bu ne kadar sürer, sıfırlanmış faiz oranlarıyla dahi, insanların önemli bir bölümünün insan-altı hayat şartlarında yaşadığı Asya ve Afrika ülkelerinin temelden güçlü bir şey kazanılmadıkça bütün bunlar daha çok zaman alacaktır.
Cassel, faizsiz bir toplumda sınırsız gelişme imkanlarının farkında gözüküyor. Özellikle, ne zaman ki "biz, fabrikalar, binalar, gemiler, demiryolları, su şebekeleri gibi daha çok dayanıklı aletleri kullanarak yapmamız zaruri olursa". Bu durumlarda faiz çok önemli bir pay olur ve yatırım mallarında ne kadar çok kullanılsa, üretim rnetodlarına büyük maddi etki yapar. Faiz oranlarında (sıfır oranından bahsedilmeksizin) önemli bir düşüş pek çok teknik imkanları ekonomik avantaja çevirmekle kalmaz, kısa zamanda veya sonra onu gerçekleştirir. Çeşitli üretim dallarındaki beklemede kesinlikle anlaşılabilir bir kullanım yoktur, eğer bu bekleme boş yere ise.
Değişik gayeler için olan su şebekeleri özellikle geniş miktarlarda sermaye yutmaya elverişlidir. Genelde dayanıklı olduklarında, bekleme için Ödenilen fiyat böyle işlerin kullanımıyla ilgili olan maliyetlerde tamamen önemli bir paydır. Eğer bu sebepten, faiz oranlan sıfır veya sıfıra yakınsa-Panama Kanalı, İngiliz Tünel Kanalı'nda olduğu gibi-bu gibi yatırımlar flnans zorluklarıyla karşılaşmazlar. Fiiliyattaki daimi kalıcılığını korumak için bunla-nn böyle bir yolla yapılması halinde onlann asıl maliyetleri çok yüksek olacak; onların kullanımı düşük maliyeti gerektiriyorsa bu defa o sahaya büyük bir talep akışıyla yeni kredilerin yatırıma geçişi hızlanacaktır.
Sıfırlanmış faiz oranlannın yeni teşebbüslere olan yatınm için sayısız imkanlan sağlayacağı, düşük faiz oranındaki yeni kârlı teşebbüslere büyük imkanlar açacağında hiç şüphe olmadığı aşikârdır. Yaklaşık bütün çağdaş ekonomistler Keynes ve sonrası dahil olmak üzere "yüksek faizin karlı olmadığı sahalarda sermaye yatırımındaki genişlemeyi, düşük faiz oranının teşvik edeceğini" kabul ederler. (Keynes, General Theory, sh. 193). Prof. Von Mises, Hansen ve diğerleri faiz oranlanndaki düşüşün, yatınma faydalı olduğu hususunda diğerleriyle aynı görüşü paylaşıyorlar.
Eğer düşük faiz oranı yatırımı teşvik ediyorsa, sıfırlanmış faiz oranı yatırıma çok daha fazla teşvik verir. Önceden düşük kârlılık sebebinden dolayı yapılamayan, düşük marjinal randımanlı sermaye ile sayısız teşebbüsler faizin sıfıra doğru yönelerek düşmesiyle ele alınabilecektir. Bu, tabiatıyla yatınm düzeyini arttıracak ve neticede toplumu zenginleştirecektir. Prof. Fisher dahi yatırımlarda herhangi bir yöndeki genişliğin sermayenin marjinal randı-manıyla -verimliliğiyle (ki, gelir oranlarının maliyeti geçmesi diye isimlendiriyor) ve faiz oranıyla mukayesesine bağlıdır. Ona göre, ya-tırımı teşvik için "maliyetin üzerindeki gelir oranı faiz oranını aşmalıdır" ve "bu faktör, faiz teorisinin yatırımda fırsatçılık yönünde merkezi bir rol oynar."
Faiz oranlannın sıfır olduğu İslami bir toplumda, sermayenin marjinal verimliliği listesi ve güven durumu yatınm oranını etkileyen önemli bir saiktir. İslami devlet, ileride açıklanacağı üzere, gelecekteki piyasa için olduğu kadar günümüz için de güven vericidir. İstenilen büyüme hızının ülkede sürdürülebilmesi için yatınm oranlarının sabit ve biraz yüksek tutulması sonucunda yoğun icatlar zinciri sermayenin marjinal verimliliğini arttınr. (Keynes, a.g.e., sh. 141-157).
Tartıştığımız husus şudur: Sosyal refaha belirli bir derece hız katan yatırım seviyesini sürdürmek için faizin kaldınlması kesinlikle lüzumludur. İnsanlık tarihi delillerini gerçeklere dayandırır; yatırım politikası genel olarak kisilerin kâr dürtüsünden etkilenir ve çok az sosyal avantajlara haiz olanlarla çakışır. Bundan ötürü sosyal niteliğe haiz mallardaki faize olan benzer bir yaklaşımı ölçmek gereklidir. Görüşümüze göre, faizin kaldırılması toplumun temel mallarına olan yatırımı teşvik için en isabetli yoldur. Hiç şüphe yoktur ki, sıfır oranlı faiz, yatırımın uygun miktarım devamlı teşvik etme kapasitesine haizdir.Herhangi bir teşvik, yatırım seviyesini dengede sürdürmek İçin lüzumlu addedilir ve istenilen seviyede tüketme eğilimi "zekat" ve "sadaka" müessesesiyle düzenlenir.
Her ekonomi muhtemelen yeni yatırımlarda bulunmanın ve geliştirmenin, faiz oranlarım sıfıra yaklaşan bir seviyeye düşürmeden, kârsız olduğu bir noktaya ulaşır. Tecrübe edildiği gibi modern ve sanayileşmiş ülkelerde muhtemelen yatırım imkanları tedricen daralır ve sermayenin marjinal verimliliği faiz oranının seviyesine geldikçe, sermaye varlığının ilave üretimini gerçekleştiremez. Bu şartlar altında yatırımları teşvik için faiz oranını düşürmek (hatta sıfırlamak) şarttır, aksi takdirde ülke gittikçe fakirleşir.
Batı dünyasındaki ticarî devir olayını takip eden fakirlik faiz sisteminin bir neticesidir. Tüketim eğilimlerinde ve likİtide tercih du-rumlarmdaki dalgalanmalar "zekat" ve "sadaka" müesseseleriyle makul bir seviyede dengelenebilir. Her çeşit stoktan alman % 2.5 orandaki zekat ödemesiyle gerek özel, gerekse kamu harcamaları düzenli bir seviyede tutulur. Aynı zamanda elde bulunan nakit para, kullanım tercihleri dengesini sınırlı tutar. Bu iki faktörün sıfır enflasyon oranıyla bileşimi, ekonomiyi sermayenin marjinal verimliliğin düşmesinden koruduğu gibi yatırım oranlarının makul bir seviyede tutulmasını temin eder.
Bugün kapitalist toplumlarda bile gelişmenin sürdürülmesindeki en etkili metod düşük faiz oranıdır. Çünkü yüksek faiz oranı gelişme süresinde tam istihdamı muhafaza edemeyebilir. Keynes'in kendi ifadeleriyle; "gelişmenin çaresi yüksek faiz oram değil, düşük orandır. Yalnızca bu gelişmenin sürekliliğini sağlar. Bu ticari devirin çaresi gelişmeyi kaldırmak ve sürekli olarak bizi yarı durgunlukta bırakmak değildir. Bilakis durgunluğu ortadan kaldırıp bizi yan gelişmede devamlı tutmaktır." (Keynes, a.g.e., sh. 322-328).
Daha Önce de belirttiğimiz gibi bir ülkede makul yükseklikteki yatırım oranını muhafaza etmenin en tesirli ve isabetli metodu; zekat ve' sadaka müesseseleriyle sıfır enflasyon oranıyla gerek özel gerekse kamu harcamalarının teşvikiyle olur. Sıfır faiz oranı, uygun yatırım oranının muhafaza edilmesini ve tam istihdama yaklaşımını sağlar ve sadaka ile zekatın desteklediği likidite tercihi artmaksızın yeterli bir yüksek seviyede tercih eğilimini korur.
Keynes, bu iki faktörün bir istihdamın yalın ve istenilen düzeydeki yatırımın muhafaza edilmesinde ve aynı zamanda tüketim eğiliminin korunmasında oynadığı rolü çok takdir etmişti. Onun 1928-30 yıllarındaki Amerikan yatırım ve istihdamını incelerken söylediği sözler oldukça ilginçtir: "Önceki beş yıllık dönemde büyük oranda yapılan toplam yeni yatırımların İlerideki muhtemel mahsüllerindeki hızlı düşüş serin kanlılıkla görülmüştür. İsabetli bir tahmin sermayenin marjinal verimliliğini daha önce görülmemiş bir seviyeye düşürecektir. Öyle ki uzun dönemli faiz oranı olmaksızın sağlam temelli bir gelişme sağlanamaz. Aynı zamanda böyle bir gelişme için yanlış yönetilenlerin önlenmesi lazımdır. Yüksek faiz oranı, spekülatif heyecanların tesirinde, belli yatırımların haricindekileri caydırır. Bu sebeple sömürülme tehlikesi ve spekülatif heyecanlan yenecek yükseklikteki faiz oram aynı zamanda her çeşit yeni yatırımları etkileyecektir. Böylece faiz oranındaki bir artış, hızlı anormal yeni yatırımların uzayan pe-riyodları dışında cereyan eden ilişki durumunun bir çözümü olarak, hastaları öldürerek müptela olunan hastalığa çare bulma metoduna (!) benzer.
İlave olarak, şayet biz sınırlı bir hassasiyetle modern atılımların fazla ya da yeterli yatırımının maddi şartları ile uzlaşma temayülünde olduğunu kabullenmek zorunda olsak bile, yüksek faiz oranlarını uygun bir çözüm yolu olarak asla göremeyiz, yozum gelirin tekrar dağılımı yoluyla tüketim meylim arttım için tasarlanmış çeşitli tedbirler içinde aranabilir. Yoksa, verilen bir iş düzeyi, onu desteklemek babından söylenen yatırımın daha küçük bir değerini gerektirebilir.
Sıfır oranınaaıu faiz, mevcut iş hacminin Korunması için lüzumlu görülen câri yatırım hacmini muhafaza ederken, sadaka ve zekat müessesesi ile desteklenen toplumun fakir kesimi arasındaki gelir dağılımını iyileştirmesi vasıtasıyla ve kamu harcamalarını arttırarak tüketim meylini uygun bir seviyede tutar.
Hiç şüpne yoktur ki, faizin kaldırılması, zekat ve sadaka müessesesinin ihyası; tüketim eğilimindeki dalgalanmaları, likiditedeki tercihleri, pazarın marjinal verimliliğini dengeleyerek, ekonomideki uygun kalkınmayı ve neredeyse tama yakın istihdamın şartlarını muhafaza eder.
İnsanlık tarihi boyunca peygamberler ve mütefekkirler faiz müessesesini ittifakla kınamışlar ve gayri meşru İlan etmişlerdir. Dünyadaki bütün meşhur dinlerin faizi kerih görerek yasakladıkları bilinen bir gerçektir. Eflatun, Aristo, Catos, Cicero, Seneca ve Pautus gibi filozoflar faiz müessesesine şiddetle karşıydılar. Bu filozoflar faizin gayri meşru olduğuna işaret eden "paranın üreticilikten mahrum olduğu" görüşüne katılıyorlardı.
Eflatun, sermayedara faizin ve hatta asıl borcun dahi ödenmemesi görüşündeydi. Gonza-les Tellez, faizi eleştirirken şöyle der: "Para parayı doğurmazken, borç verilenin yanısıra herhangi bir şey talep etmek tabiiliğe aykırıdır. Bu paranın, verilen paradan alındığını söylemektense, sanayiden kazanıldığını söylemek daha uygun düşer. Aristo'nun da belirttiği gibi, para parayı doğurmaz." Covarruvies'e göre, "para ne kendi başına meyva verebilir, ne de harhangi bir şeye hayat verebilir. Bu şartlarda eğer alınan karşılık emeğin gayretinden daha ziyade hiç bir meyva vermeyen paradan ahnmayacaksa, borç verilen tutardan kullanıldığı için fazla para veya üstüne başka karşılıklar almak haksızlıktır ve müsaade edilemez."(B. Bawerk, a.g.e., sh. 13-37).
Thomas Aquinas, faiz karşıtı tezini savunurken şöyle der: "Eşyaların tüketimlerini kapsayan kullanım gibi belirli esaslar vardır. Kullanımın transferi sözkonusu olduğunda eşyayı da beraberinde transfer etmek gerekir. Dolayısıyla bu tür eşya kiraya verileceği zaman, aynı zamanda eşyaya ait haklar da beraberinde transfer edilecektir. Şimdi, şayet bîr kişi hububatı ve beraberinde -farklı bir şeymiş gibi-kullanım hakkını da satacak olursa açıkça bir adaletsizlik sözkonusu olacaktır. Böyle bir halin vukuunda kişi bir malı iki defa satacak veya olmayan bir eşyayı satma teşebbüsünde bulunacaktır. Aynı zamanda bu tür şeyleri faizle borca vermesi mutlak bir haksızlıktır.
İşte burada, kişi eşya için iki fiyat talep ediyor, benzeri bir malla değişimini talep ediyor. Biz bunu faiz veya tefe olarak isimlendiriyoruz. Paranın tüketimi ve harcanmasını da kapsayan kullanımı süresince "para kullanımı" için aynı zamanda paraya fiyat talep edilmesine müsaade edilemez." Aquinas devamla şunu ileri sürer: "Faiz, herkes için genel olup "zaman" olarak adlandırılan sürede kullanımı için müraice ve el altından talep edilen fiyat olarak telakki edilir. Tefecilerin iddia ettiklerine göre; zaman, faiz olarak isimlendirilen gelir fazlalığının alınmasının karşılığı olarak kabul edilir. Bu durumda borç verene olduğu kadar alana ve diğer bütün şahıslara ait olan zamanı satarlar." (B. Bawerk, a.g.e., sh. 13-34)
Bîr İtalyan yazar olan Misabeau şöyle der: "Parayı faize yatırmak için hiç bir meşrulaştırma imkanı yoktur. İlk olarak, yalnızca bir sembol olan para için tabii bir kullanım alanı mevcut değildir. Faiz yalnızca paranın temsili karakterinden kazanç sağlamak için aynaya yansıyan figürler hakkında araştırma yapmak demektir. Para sahipleri kendilerinin, paralarının kazandıkları yla yaşamak zorunda olduklarına dair görüşe itibar etmezler. Onların müracaat edecekleri şey paralarım başka mallara dönüştürmek ve daha sonra bunları kiraya vermek (yani satmak)tır." Son olarak Misabeau şöyle ilave eder: "Parada ev, mobilya ve benzerlerinde olduğu gibi yıpranma ve aşınma (Keynes'ın ifadesiyle, maliyeti de yükleyerek) yoktur. Bu yüzden yıpranma ve aşınma için para talep etmek adaletsizliktir."
Faiz müessesesi, Roma kanun yapıcıları, Hindu filozoftan, Yahudiler ve Hristiyan papazları tarafından dahi tasvip görmez. Faiz hakkındaki kilise yasağı ortaçağ sonlarına kadar devam etti. Yani faiz 13. yüzyıl sonlarında haksız bir kazanç olarak kabul ediliyordu. Fakat tedricen kilisenin baskısı azaldıkça, faiz yasağının ardındaki ahlaki baskı zayıfladıkça ve karşıt seküler görüş güç kazandıkça faiz müessesesi Avrupa ülkelerinde ve dünyanın diğer yerlerinde resmilik kazandı.
Paranın faize yatırılmasına müsamaha edilmeye başlanmasına rağmen faiz oranlarının düşük tutulması için kıta ülkelerinde ve İngiltere'deki fikir adamları tarafından bazı teşebbüslerde bulunuldu. Josiah Child, Thomas Culpepper ve Francis Bacon gibi meşhur kişiler yüksek faiz oranlarına şiddetle karşıydılar. Kilisenin ahlaki baskısının azalmasıyla revaç bulan, bir defaya mahsus müsaade edilen faizin oranlan kontrol edilemez bir hal aldı. "Nasıl açlık ve kıtlık zamanlarında yiyecek ve erzak üzerine bir sınır koymak mümkün değilse, bu müsaade de kullanım hakkıyla ilgili sınırları deldi. -Para isteği yalnızca kendi fiyatını belirler- ve yiyecek kadar herkesin sahip olmak mecburiyetindekİ hayat için hangi oranda olursa olsun, elde edilebilen ticaretin lüzumu ve kıt olduğu andaki pahalılığı kaçınılmazdır ve bir oran koymak ta imkânsızdır." (Cassel, a.g.e., sh. 15).
Bu bencil ve çıkarcı davranış kademeli olarak bugünkü toplumumuzda gördüğümüz faiz müesseselerinin kurulmalarına yardım etti. Çok uzun zaman önce faizin çıkışında olduğu gibi, insanlar modern toplumun değişmez ve değişmeyecek olan temel bir parçası olarak düşünülmüştür ve hâlâ böyle düşünülegel-mektedir. Fakat faiz ile ilgili problemler üzerine çalışan düşünürler ve ekonomistler açık fikirlilikle faizin zararlarını görerek, bu konuda bir şeyler yapılması gerektiğini düşünmüşlerdir. Locke 162 Tin sonlarında bir arkadaşına yazdığı tefeciliği ihtiva eden bu durumu, mektubunda şöyle vurguluyor: "Yüksek faiz ticareti baltalar. Zira faizden kazanılan kâr, ticaretten kazanılandan daha yüksek olacaktır ki, bu zengin tüccarların işlerini bırakıp, servetlerini faize yatırmaları ve bunun neticesi olarak daha küçük çaptaki ticaret ehlini İflasa sürükler." Adam Smith'in tefecilik kanunlarına karşı tutumu tamamıyle müsamahakârdır. Kişilerin biriktirdikleri paraların yatırım veya borç verme yoluyla piyasaya çekilebileceğini ve bir önceki durumda elden çıkacak paranın hiç bir teminatı olmadığını Adam Smifh çok iyi farketmiştir. Keynes, faizin modern dünyada geçerli ve günümüze kadar gelmiş olan faize karşı ahlâk kurallarının müeyyidelerini yardıma çağırmasının yanısıra, faiz doktrinini kabul etmez." (Keynes, a.g.e., sh. 344-352).
Hiç şüphe yoktur ki, faiz bir ülkenin işçi kesimine lüzumsuz ve fazladan bir sınırlamadır. Teşebbüslerin insanların faydasına olup olmadığına bakılmaksızın, sermayenin yüksek marjinal verimliliğiyle, teşebbüslere sermaye akışını engelleyecek tedrici bir şekilde toplumsal refahı azaltır. Sermayedarlar sermayelerini dünya üzerindeki bir çok Önemli teşebbüse yatırım yapmak istemezler. Çünkü onlar yüksek bir faiz oranı sağlayamaz, tatbikinde (uluslararası olduğu kadar) ulusal refahı arttıracak pek çok faydalı ve kârlı yatırım sermayedarlara yüksek kâr sağlamamasr dolayısıyla gözardı edilmiştir. Böylece faiz oranlarına fren uygulamasıyla faiz, muhtemelen üretimi ve bundan dolayı ülkedeki sermaye büyümesini kontrol altına alır. Dahası, üretici teşebbüslere yatırım yapılabilecek birçok sermaye bankalara cezbediliyor. Bu yüzden ekonomik gelişme ve sosyal adalet gereği en çok arzu edilen usul, faizin kaldırılması mecburiyetidir.
Bazıları, diğer faktörler gibi sermayenin bir üretim faktörü olduğunu ve hizmetleri için karşılık almaya yetkili olduğunu iddia ederler. Biz de bütünüyle kabul ediyoruz ki, üretim faktörlerinin tümü tam karşılığını alma hakkına haizdir. Dolayısıyla yalnızca sermayedarların karşılık isteğini ele alacağız: İlk olarak şu meseleleri tahlil edelim. Sermaye işçi ve organizasyon gibi gerçek bir üretim faktörü müdür? Üretimdeki sermaye çok pasiftir ve diğer üretim faktörlerine bağlıdır. Sermaye, işçiler ve organizasyon tarafından kullanılmadıkça, sermayenin üretimdeki fonksiyonu ve yardımı olmaz. Böylece sermayenin üretimden pay iddiası emek ve organizasyon gibi diğer üretim faktörleriyle aynı seviyede düşünülemez.
İkinci olarak, eğer sermayeyi üretim faktörü olarak kabul edersek, onun hakkı, diğerleri gibi aynı şartlara ve düzenlemelere tabi olmak zorundadır. O, özel muafiyetlerden faydalanamaz. Önceden belirlenmiş aydan aya, yıldan yıla devreden, işin kârına ve zararına bakılmaksızın, sabit bir pay sermaye adına iddia edilemez. Şayet diğer faktörler gibi sermayeye üretimde bir pay verilecekse diğer paylar gibi kârdaki değişmelere göre sermayenin pa-yı da değişmelidir. Üçüncü olarak, emek ve organizasyon gibi diğer faktörler çok sıkı çalışırlar. Üretim esnasında enerjilerini ve zamanlarını sarfederler ve buna mukabil üretimde ifa ettikleri görevlerin karşılığım beklerler. Çok sıkı çalışmaya rağmen içteki zarar durumunda organizasyon hiç bir karşılık alamaya-bilir. Çalışmayan sermayedar çalışmadığı için hiçbir karşılık iddia edemez. Üretimdeki herkes bir karşılık almak için çalışır. Sermayenin durumuna ne demeli? Yalnızca beklediği, uzak durduğu veya hayali üretimde bulunduğu için bir karşılık umar. Eşitlik ve sosyal adalet üzerine bina edilmiş bir ekonomik sistemde böyle emeksiz gelir garanti edilemez.
Böyle bir yardım, sermaye sahibinin işletmenin kâr ve zararına iştiraki şartıyla verilebilir.
Daha başka, faiz müessesesine karşı başka bir çok dirayetli görüşler vardır. Faiz toplumda ekonomik olduğu kadar bir çok sosyal, kültürel ve ahlaki kötülükleri teşvik eder. Faiz, kişiler arasındaki mal toplama hırsını, para tutkusunu, bencilliği ve cimriliği kamçılar. Faiz insanlar araşma sınıf mücadelesini ve düşmanlığı yayar, karşılıklı yardımlaşma duygusunun gelişmesini ve işbirliğini önler. Refahın serbest dolaşımını engellerken, servetin bir kaç elde toplanmasını teşvik eder. Böylelikle neticede ülkenin ekonomik ve sosyal sistemini altüst eder. Buraya kadar bahsedilenlerin hepsi genelde İslam'ın ekonomik sisteminin temellerinden olan sadaka'ya zıt işleyiştir. Bütün bunlardan dolayı İslam, İslamî bir toplumda faiz uygulamalarını tamamen yasaklar.
İktisadî zaruretler eninde sonunda faiz oranlarının sıfıra doğru çekilmesini mecbur kılar. Para otoritelerinin, kısıtlayıcı ve geleneksel uygulamalarından vazgeçilip toplumun faydasına geniş fikirli politikalar getirilmediği müddetçe kapitalist ekonomi, uzun dönemde, bütün ekonomik sistemin çökmesine ve parçalanmasına yol açan kaos ve karışıklık durumuna varır. Nüfusun çoğalması, mallara talebin artması, İşsizlik, düşük istihdam, sanayileşmiş ülkelerdeki denge ve azgelişmiş ülkelerdeki üretim eksikliği gibi şimdiki ekonomik eğilimler üzerinde yapılacak bir araştırma, bizi Batılı klasik iktisatçıların ileri sürdüğü tedbirlerin verimliliği hakkında şüpheye düşürür.
Bütün çabalarına rağmen Batı dünyası, sistemin mevcut yapısı içinde problemlerini çözmede şimdiye kadar başarılı olamamıştır. Hayat standardının yükselmesinden ve nüfusun çoğalmasından kaynaklanan mal talepleri hızla artmaktadır. İşsizlik ve fiyatlar devamlı olarak yükselirken özellikle az gelişmiş ülkelerde sermayenin büyümesi oldukça yavaş olmakta, bunun sonucu olarak da, gerek ekonomi içinden ve gerekse dışından çok çeşitli yıkıcı faaliyetler kuvvet kazanmaktadır. Öyle görünüyor ki; büyük bir ihtimalle bu problemler kuvvet kazanacak, ekonomideki karşıt güçler arasında denge sağlayıcı bazı etkili tedbirler alınmadığı takdirde de bir kaç nesil sonra patlamaya varacaktır.
1- Nüfusun Büyümesi :Nüfus (ve hayat standardı) arttığı sürece, tüketim ve üretim maddelerine olan talep de artacaktır. Dünyanın en fazla sanayileşmiş ülkelerinde de olsa yol, demiryolu, köprü, su, elektrik ve diğer bayındırlık hizmetlerine olan talepler yine artmaya devam edecektir.
Faydalı ve öncelikli hizmetlere olan talepler-deki bu büyük artış, uygulamadaki faiz oranlarıyla asla karşılanamaz. Bundan dolayı muhtemeldir ki, toplumsal faydası büyük, ancak marjinal verimliliğinin düşük olması, çok kârlı olmayan çeşitli hizmetleri elde etmek için ortaya çıkan sosyal baskı, geleneksel kurumsal engelleri kıracak ve faiz oranlarını sıfıra yaklaşan bir düzeye inmeye zorlayacaktır. Bu da, yatırımların artan talebi karşılayabilmesi için yeterli yükseklikte bulunacağı bir düzey olacaktır.
2- Azgelişmiş Ülkeler: Medenî isteklerin bütün sınıf ve milletlere yayılması İle mala olan talepler daha da artacaktır. Afrika, Asya ve Güney Amerika'nın geri kalmış ve az gelişmiş ülkeleri tedricen gelişecek ve sanayileşecektir. Batıdaki durum da böyle olmuştur. Bu durum halkın yararına olan hizmetlere ve diğer öncelikli projelere daha fazla talep getirecektir. Bu ülkelerin gelişme programlan ve diğer yatırımlarının gerçekleşmesi, faiz oranlarının, yatırımları kârlı hâle getirecek düzeyde aşağıya çekilmesine bağlıdır.
Zaman göstermektedir ki, öncelikli ve faydalı projelere olan halkın talep gücü, faiz oranlarını yüksek tutan geleneksel ve sıkı para uygulamalarının gücünden daha büyüktür. Bu sıkı uygulamalar en nihayet sosyal hizmetlere olan baskıyı doğurur. Böylece faizler sosyal refahın endüşük seviyeye indiği bir orana kadar düşer.
Sosyal bakımdan faydalı, fakat uygulamadaki faiz oranlarının tesiri sebebiyle marjinal verimliliği düşük, hali hazırda ele alınamayan sayısız teşebbüsler vardır. Deniz suyunu arıtma tesisleri, sulama kanalları,termik santraller, nükleer patlamayı kontrol için kurulan tesisler ve benzeri diğer faydalı yeni teşebbüsler bu sayılanlar arasındadır. Geleneksel uygulamalar insanlığın gelişmesini ne kadar durdurabilir? Bunu ifade etmek gerçekten güçtür. Fakat hâli hazır uygulamaların ebediyyen sürüp gideceği de iddia da edilemez. Sosyal baskı, faiz oranlarında düşmeyi sağlayacak uygulanabilir ihtimaller haline geldiği zaman, bu projeler meyve vermeğe başlayacaktır.
3- İşsizlik Problemi:Problem, sanayileşmiş ülkelerde şimdiki haliyle çok ciddî görünmemektedir. Otomasyon ve işgücünü azaltıcı makina kullanımının artmasıyla milyonlarca işçi, işsiz kaldığı zaman, problem çok vahim olacaktır. Aslında işsizlik problemi dünyanın çoğu ülkesinde Önemli boyutlara ulaşmıştır. Bir veya iki nesil sonra, Batılı ülkelerde de en hayatî problemlerden biri hâlini alma istidadındadir.
Diğer taraftan Batı tipi sanayileşme, Asya ve Afrika'daki ülkelere de yayıldığından, onları da bir kaç nesil sonra aynı tehlike beklemektedir. Sonuç olarak, kapitalist toplum, içinde yaşadığımız ekonomik sistemin Önemli eksiklikleri yüzünden tehlikeli bir durumla karşı karşıyadır.
Düşük istihdam problemini çözmenin en etkili yolu, ülkenin işsiz İnsanlarına yeterli iş imkânı sunabilmek için daha fazla yeni teşebbüsleri daha fazla teşvik ederek, yatırımları canlandırmaktır. Bu da, faiz oranlarım marjinal verimliliği düşük yeni projeleri mümkün kılabilecek sıfıra yaklaşan bir orana kadar indirebilmekle mümkün olabilir. Dolayısıyla bu durumdan başka bir çıkış yolu bulamayan para otoriteleri, büyük bir ihtimalle toplum menfaatini düşünerek faiz oranlarını düşürmeye zorlanacaklardır.
Keynes, ısrarla şu görüşü desteklemektedir: Tam istihdamı sağlamak için, faiz oranlarında sıfıra yaklaşan bir oran bile olsa önemli bir indirim gereklidir. Şüphesiz istihdam probleminin çok belirgin olduğu zamanlar, sanayiciler ağır kayıplara katlanırlar. Talep eksikliği yüzünden büyük stoklar satılmadan durur, milyonlarca insan yiyecek ve giyeceksiz bir vaziyette iken, kârlı teşebbüsler de âdeta yok olur. İşte bu şartlar altında yatınmları ve tüketim talebini canlandırmanın tek etkili yolu, faiz oranlarında önemli bir indirim yapmaktır.
Keynes şunu da tartışmaktadır: Eğer tam istihdam, ortalama günlük oranın çok altında bir faiz oranını gerektirirse, o zaman, kesinlikle geleneksel faiz oranını kaldırır ve ekonominin bu oran olmaksızın kendi kendine rayına oturmasına imkân tanır. Öyle görünüyor ki faiz oranlan, istihdam düzeyini sınırlamakta kendine has bir rol oynamaktadır. Çünkü sermayenin marjinal verimliliğini düşürmektedir.
Sıfır Faiz Oranı İhtimalleri:Yukandaki tartışmalarımıza dayanarak, faiz oranlarının çok uzun olmayan bir zamanda sıfıra düşeceğini ve halkm genel menfaati için, toplumun, sosyal olmayan bu kurumdan vazgeçeceğini söyleyebiliriz. Bu durumda, Önce Keynes'in görüşlerini, daha sonra da İslâmın sıfır faiz oranı ile ilgili yaklaşımını tartışacağız.
Keynes hararetli bir şekilde, toplumun genel menfaatini etkileyen bazı ekonomik değişkenlerin, doğrudan doğruya devlet tarafından kontrol edilmesini savunmaktadır. Keynes'e göre, tam İstihdamı sağlamak için. toplumun genel menfaatlerindeki sermaye mallarının marjinal etkililiğini hesaplamak durumunda olan devlet, yatınmları doğrudan organize etme ile faiz oranlan ve tüketim arzusunu kontrolde daha büyük sorumluluk almalıdır. Kapitalist ekonomide tam istihdamı sağlamanın tek etkili yolu budur. Keynes, tam istihdamın sağlanması için, yatmmlarda, sınırlı merkezi kontrol yapılmasını tavsiye etmektedir.
a- Sosyal FaydarKeynes, sosyal bakımdan faydalı olan yatınm politikasının, nadiren, en kârlı olanla kesiştiğini düşünmektedir. Halk, bir an önce netice almak ve çabucak para kazanmak arzusundadır. Kısa zamanda milyonlara sahip olmak isterler ve çoğunlukla kendi şahsî çıkarları için toplumun veya milletin menfaatlerini feda etmeye hazırdırlar. Bu sebeple toplumu, sadece kendini düşünüp, başkalarını umursamayan vurgunculardan korumak için devlet, kesinlikle yatınmlan doğrudan organize etmede daha büyük sorumluluk almalıdır.
b- Tam istihdam:Keynes, tam istihdamın, yüksek faiz oranı ve düşük tüketim arzusu ile sağlanamayacağına ve devamının da mümkün olamayacağına inanmaktadır. Bunun da ancak faiz oranlanndaki büyük bir düşüş ile temin edilebileceğini düşünen Keynes, "uzun tecrübelerimiz göstermiştir ki faizler, tabii halinde yatırımlara yeterli bir teşvik vermek için çok defa aşın biçimde yükselir" demektedir.
O, tüketim talebi ile yatırım saikleri arasında bir denge kurabilmenin tek çaresinin devlet kontrolü ile olabileceğini düşünmektedir. Devlet, gerek vergi programı ile, gerek faiz oranlarını sabit tutarak ve gerekse diğer tedbirlerle gelir dağılımını yeniden düzenleyerek tüketim talebini yönlendirici bir faaliyet içinde olmalıdır.
Keynes, bu programın finansörü; müteşebbisin zeka, karar ve uygulama maharetinin makul bir mükâfat zamanında toplumun hizmetine yönelteceğine inanmaktadır. Ayrıca faiz ve yatırım oranlarının toplum menfaati bakımından, hususiyetle kontrol edilmediği ve "Iais-sez faire" (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) ilkesine bırakıldığı müddetçe toplumdaki istihdam seviyesinin düşmeye zorlanacağını vurgulamaktadır.
Tam istihdama uygun olan makul bir yatırım oranını koruyabilmek için, çok düşük bir faiz oram gereklidir. Fakat bu da gerek kurumsal ve gerek psikolojik faktörlerin faiz oranında uygulanabilir bir düşmeye karşı, sıfırın çok üstünde bir barem koymaları sebebiyle mümkün değildir. Bu bakımdan devlet bizzat faiz ve yatırım oranlarım kontrol etmelidir.
Keynes demektedir ki bu metodlarla devlet, sadece tam istihdam hedefini gerçekleştirmiş olmakla kalmayacak, aynı zamanda toplumu da tam bir çökmeden kurtarmış olacaktır. Kendi ifadesiyle şunları söylemektedir. "Bunu, ekonomik formların tamamıyla çökmesinden kaçınmanın uygulanabilir tek yolu olması ve şahsî teşebbüsü başarılı kılacak şartları hazırlaması sebebiyle savunuyorum. Dünya artık, günümüzdeki kapitalist bireycilikle ilişkisi olan -ki benim görüşüme göre kaçınılmaz olarak ilişkilidir- işsizliğe daha fazla müsamaha göstermeyecektir.
Çözüm, bir taraftan verimlilik ve özgürlük korunurken, diğer taraftan hastalığı tedavi etmek için problemin doğru bir analizinin yapılmasıyla mümkün olabilir." Keynes, faiz oranım aşağıya çekmek için, uzun bir çabaya hatta gelenek ve ahlâkî kuralların gücünü yardıma çağırmaya hazırdır.
O, halihazırdaki yatırım hacminin, kapitalist bir toplumda ticarî dönüşümlerin sistematik olaylarına sahip özel kişilere emin olarak bırakılamayacağım düşünmektedir. Toplum, çöküntülerin takip ettiği ve sermayenin marjinal verimliği ile istihdam düzeyinde geniş değişikliklere götüren krizlerin kötü sonuçlarından korunma ihtiyacındadır. Keynes, bu nedenle kriz sonrası dönemlerin zararlı etkilerinden korunmak için, yatırımların ve faiz oranlarının devlet tarafından kontrol edilmesini bir emniyet tedbiri olarak teklif etmekte ve bu vasıtayla bu tür şartların bir ekonomideki canlılığı veya kısmî canlılığı sürekli kılabileceğini düşünmektedir.
Keynes, kapitalizmin karşı çıkılabilinen bir çok özelliğinden kurtulabilmenin en etkili yolunun devlet kontrolü olduğu görüşündedir. Çünkü az bir düşünme, öylesine büyük sosyal değişikliklerin, sermayenin piyasadaki dönüşümünün tedricen kaybolması neticesinde meydana geldiğini gösterecektir. Bir kişi, ileride başka bir zamanda harcamak düşüncesiyle kazandığı gelirini tasarrufta hâlâ serbest olabilir, ancak onun tasarrufu büyümeyecek, bu sebeple de irat sahibi yok olacaktır. Fakat bununla beraber beklenen gelirin tahmininde-ki görüşler farklı olmakla birlikte teşebbüs ve hünere de belli bir önem verilir.
Keynes, genel refahın sağlanması için faiz ve yatırımların devlet tarafından kontrol edilmesinin güçlü bir taraftandır. Keynes'e göre, böyle bir politika makul, uygulanabilir!, halkın yararınadır diye insanların beğenisini kazanırsa bu politika sıfır, hatta daha aşağıdaki bir faiz oranını muhafaza etmede kolaylıkla başarılı bir şekilde kendini gösterir. Şayet halk, devletin, kendi refahları için doğru karar aldığına ve bu karann devam edeceğine kuvvetli bir şekilde ikna edilmesi gerekmektedir.
Keynes şöyle devam eder: Halkın fikri, faiz oranlarındaki mutedil bir düşüşe çabuk alıştı-rılabilir. Hatta faiz oranlarındaki geleneksel bir düşüş beklentisi buna uygun olarak ayarlanabilir, ki bu bir bakıma daha sonraki bir düşüşe de zemin hazırlamadır. Birleşik Krallıkta, (İngiltere) Gold Standard'tan aynlmadan sonraki uzun dönem faiz oranlanndaki gerile-yiş buna çok yerinde bir Örnektir. Bu dönem zarfındaki esas hareketler, bir dizi devamsız sıçramalardan etkilenmişti. Başarılı indirimlerin herbirine alışmış olan halkın likidite fonksiyonu, düşüncelerde veya otoritelerin politikalarındaki bazı yeni manevralara cevap verebilmeye hazır hale gelmişti.
Kısaca Keynes'in düşüncesi şudur: Eğer devlet, hayat standardında makul bir sermaye büyümesini temin için, dengeleyici bir faktör olarak ekonomiye katılırsa, o zaman buna müsait olan bir toplum, sermayenin marjinal
verimliliğini bir nesil boyunca dengeye (aşa-ğı-yukarı sıfıra) çekebilmelidir.
İslâmî devlet, iki aşırı uç olan Kapitalizm ve Sosyalizm'in arasında yer alır. İslâm, ekonomiyi; ne müteşebbisin elinde spekülasyon kaynağının ürünü haline geldiği bir kaç kapitaliste bırakır, ne de proleter uygulamanın ferdî teşebbüs, hürriyet ve verimliliği yok etmesine müsaade eder. İslâm, kapitalistlere karşı bütün toplumun refahım emniyet altına alır, İşsizlik ve buhran ile neticelenen ticarî dönüşümlerin zararlı etkilerinden de toplumu korur.
Bazı durumlarda, ekonomiyi tam bir çökme ve yok olmadan korumak için, devletin müdahale ve kontrolünün kesinlikle lüzumlu olduğunu kimse inkâr etmemektedir. İşsizlik, modern sanayi devletlerini müdahaleciliğe ve işsizliği kontrol için bazı tedbirler almaya zorlayan saiklerden birisidir. Keynes de, depresyon ve işsizliği yok etmek için devlet müdahalesinin lüzumunu çok kuvvetli bir şekilde desteklemektedir.
İşsizliğin baskısını hafifletmek için devlet kontrolünün lüzumu, hemen hemen bütün modern devletler tarafından kabul edilmiştir. Bu, ABD'ndeki New Dealy mevzuatında, İngiltere, Avustralya ve İsviçre'de ayrı ayrı 1944 ve 1945'lerdeki istihdamla ilgili (White Papers)'da aşikârdır. Daha sonra 1950'de Avrupa Konseyi de tam istihdamı bir hedef olarak kabul etmiştir. Japonya, endüstriyel gelişme programlarının çoğunu devlet yardımıyla gerçekleştirmiştir. İslâm da, toplum yararını korumak ve emniyet altına almak için sınırlı olmak kaydıyla kontrolünü tavsiye etmektedir.
Sıfır faiz oranı, İslâmî sistemde, kanunî bir oran olarak kabul edilmekte ve bu oranı yukarıya çekecek herhangi bir hareket, insafsız, adaletsiz ve bu bakımdan da-gayri meşru sayılmaktadır. Faiz konusundaki bütün literatürün özü şu ifadelerle özetlenebilir: İktisadî şartlar ne olursa olsun, gerek para, gerekse altın, gümüş, yiyecek. maddesi veya diğer bir kullanım eşyası olarak ödünç verilen sermayenin üstünde döndürülen herhangi bir fazlalık faizdir (riba) ve bu sebeple de gayri meşrudur. Dolayısıyla, ister paranın kullanıldığı, isterse mübadelenin söz konusu olduğu işlemler olsun içine faizin karıştığı bütün muameleler İslâm ekonomisinde yasaklanmıştır.
Devlet, teşebbüs hürriyetini tanımakta ve kâr amacıyla yapılan ferdî teşebbüse müsaade etmekte, fakat, servetin stok edilerek biriktiril-mesinden doğan kâra izin vermemektedir. Herkes, devlet güvenliğini ve refahını tehlikeye sokmamak kayıt ve şartıyla istediğini yapmaya serbesttir. Faiz kurumu, toplumun sosyal refahını olumsuz olarak etkileyen unsurlardan biridir ve bu bakımdan da kişilerin kontrolüne bırakılmamıştır. Kaldı ki, elindeki herhangi bir imkânla, hatta ahlakî kural ve kanun müeyyidelerini yardıma çağırmak suretiyle faiz oranlarını tutmak, modern toplumun bir husustur.
Faiz almayı ve vermeyi yasaklayan ve sıfır faiz oranının İslâmî devletin tek kanunî rayici olduğunu belirten Kur'an-ı Kerim'in konuyla ilgili son emrinde şöyle buyurulmaktadır: "Ey inananlar ! Allah'tan korkun, eğer inanıyorsanız faizden arta kalmış hesaptan vazgeçin." (2: 278).
Kur'an-ı Kerim'in bu ayeti açıkça ortaya koymaktadır ki, İslâm ekonomi sisteminde faiz kurumuna asla müsaade edilemez. Hatta, sıfırın üstündeki herhangi bir oran aşın faiz oranıdır ve bu sebeple de kanunî değildir. Daha önce belirtildiği gibi,The Oxford Dictio-nary'de "usury" (riba) kelimesine,"Herhangi bir aşırılık, özellikle az veya çok, kanunların tayin ettiği oranın üstündeki herhangi bir artık oran, aşın faiz oranı" anlamı verilmiştir. Kur'an-ı Kerim'in hükmüne göre bizim kanunî oranımız sıfır'dır ve toplumumuzda bunun üzerindeki herhangi bir oran aşırı kullanım kabul edilir.
Söz konusu ayet, şuna da işaret etmektedir. Vurguncu kimseler, kendi şahsî çıkarlarını temin ederken çabucak para kazanmak için, çoğunlukla, nadiren en kârlı olanla denk düşen sosyal faydayı unutur veya önemsemezler. Ekonomiyi korumak ve sermayenin, kârlılık haddinin yüksekliği şart olmayan, ama topluma faydalı teşebbüslere akması için faizin iptali zorunludur. Böylece, verimlilik, ferdî ve serbest teşebbüsü yok etmeden kapitalizmin kötülüklerinden kurtulmak mümkün olur.
Şayet insanlar, Allah'ın kendileri için vahyet-tiği hükümlere teslim olarak ve sıfır faiz oranıyla biçimlendirilmiş, toplum için faydalı ve öncelikli politikalarında devletle işbirliği yapsalar, onların kendi menfaatlerine de, ferdî hürriyetlerine de saygı gösterilir ve hayatın her safhasında şu ifadelerde ima edildiği üzere emniyet altına alınırlar: "Haksızlık yapmazsanız, size de haksızlık yapılmaz." Kapi-talizm'in itiraz edilebilir bütün özellikleri, bu ekonomi içinde artık yok olmaya başlar. Herkes kendi gelirini daha sonraki bir zamanda harcamak maksadıyla biriktirebilir, fakat bu birikim faiz oranı kazanmak suretiyle büyü-mez. Devlet hasseten sıfır faiz oranını kontrol edip destekleyecek, bu arada faiz oranındaki pratik düşmelere karşı sınır oluşturan kurumsal ve psikolojik faktörler de, bu politikanın başarılı bir şekilde işlemesine tesir edemeyecektir. Üstelik, devletin meşru davranışları, uygulamada müminlerin beğenisini kazanan ve kendilerine Allah'a karşı olan görevlerini yapmalarını ve faizden doğan haklarını terket-melerini emreden Kur'an'm ahlâkî desteğiyle de takviye edilmektedir.
Bu politika; halkın ahlâkî değerlerine uygunluğu, makul, âdil ve tatbiki mümkün, bunların da ötesinde halkın yararına olması sebebiyle Çok başarılıdır. Halk bu politikanın doğruluğuna, doğru karar alındığı ve kendi faydalarına olduğu konusunda tam bir güven içindeyse tabii ki bu politika devam eder. Bu bakımdan halkın muvafakatini, tam destek ve yardımını alan devlet pratik sonuçlarda etkili ve başarılı olur. Tatbikattaki muhtemel hatalar kısa sürede giderilir. Elde edilen sonuçlar herhangi bir devlet politikasından beklenenlerden çok daha önemli ve faydalıdır. Sonuçta ekonomi, sadece kendini düşünüp başkalarını umursamayan spekülatör ve tefecilerden tamamen korunmuş olur. Artık, ne piyasada bulunan sermaye aktiflerinin cirosu konusunda aşın iyimser beklentiler vardır, ne spekülatörlerden herhangi bir tahrik, ne de sermayenin marjinal etkililiğinin âni ve yok edici düşmesi korkusu.
Ekonomi, ticarî ilişkilerin kötü sonuçlanndan ve ekonomik buhranlardan tamamen kurtulur. Çöküntü ve bunalımlar meydana gelmez ve ekonomi de tam istihdamla büyüme hızını muhafaza edebilir. Artık ekonomide faiz yoktur ve çöküntülerle sonuçlanan krizlerin ana sorumlusu yanlış beklenti durumlannın olmadığı da açıktır. Bundan sonra, ekonomi, uzun süreli çöküntülerin takip ettiği sık veya geçici krizlerden kurtulur. Her zaman devam eden bir canlılığın yararlarından hoşnut olur. Bu sebeple de canlanmayı sağlamaya ve ekonomiyi yarı canlılık şartlarında tutmaya çalışır. Sözkonusu canlılık devam ettirildiği zaman da, Keynes'in rüyaları bu toplumda gerçek olur.
Keynes'e göre, "Çare, ticarî ortamda fiyat artışlarını yok ederek, bizi sürekli yarı çöküntü durumunda tutmakta bulunmaz. Doğru tedbir, Çöküntüleri iptal ederek, bizi devamlı olarak yan canlılık halinde tutmaktadır. Bu sonuçları elde etmek için, en iyi ve en etkili tek yol, faiz oranım sıfır'a yaklaşan çok düşük bir düzeyde tutmaktır.
Çok muhtemeldir ki, sermaye büyümesini kontrol için, faizin para oranını dizginleyen fren olmadığı zaman güçbela durdurulabilecek katlamalı sermaye büyümeleri meydana gelir. Netice itibariyle, sermayenin çoğalması, sıfır faiz oranının isabetli olduğunu yeterli bir şekilde ispat eder.
Bu politika, yatırımlar için de yeterli teşvik ve imkân hazırlar. Sermayenin marjinal verimliliğinin düşük olması ve yüksek faiz sebebiyle daha önce ele alınamayan, ancak toplum için faydalı bütün projeler serbest faiz ekonomisinde mümkün olabilir. Sermayenin sıfır marjinal verimliliği ile yapılan projeler dahi, böyle bir ekonomide ele alınabilir. Sonuç olarak da, yatırımlarda, dolayısıyla da ülkedeki istihdam düzeyinde çok büyük bir yükselme meydana gelir.
Zekat'ın zorunlu olarak toplanmasından doğan gelirin yeniden dağılımı ile yatırımların canlanmasına başka bir hareket daha getirilmiş olur. Başka bir bölümde açıklandığı üzere, sahipliği üzerinden bir tam yıl geçmiş, yatırıma dönüşmemiş nakit, biriktirilmiş para, altın, gümüş, mücevher v.s. her çeşit servet, %2.5 oranında zekata tâbidir. Zekatın toplanması, yatırım oranlarının yükselmesine de sebep olur.
Keynes'İn kapitalist bir toplum için düşündüğü ve eğer doğruysa "sermayenin marjinal et-kililiğindeki ciddi bîr düşüş tüketim arzusunu ters yönde etkilemeye yönelir" şeklindeki korkusu, sermayenin marjinal verimliliğinin böyle geniş bir değişime maruz kalmadığı bu ekonomide gerçekleşmez. Üstelik zekatı, eğer varsa sermayenin marjinal verimliliği, düşmenin ters etkilerini yok edebilsin diye, gerek topluma ve gerekse fertlere tüketimi arttırıcı büyük bir destek verir.
Bundan başka, zekat, likidite mallan nakit şeklinde elde tutmaktan uzaklaştırmaya çalışır. Servetin büyümesine önemli bir engel olan likidite önceliğini arttırmaya meyilli bir çok faktör vardır. Halk, geçmişte de günümüzde de, başlıca likid malların bu önceliğine sahip olan - tam istihdamı kuvvetlendirmek için, yatırım oranlarını yeterli yükseklikte tutmada başarılı olamamıştır. İslâm ise, zekat uygulamasıyla insan gelişiminin yolunda esas engel olan likidite önceliğine çok kuvvetli ve etkili bir kontrol getirmiştir.
Likidite önceliği zekat mesuliyeti ile tamamen kırılmıştır. Eğer bazı insanlar buna rağmen hâlâ servetlerini biriktirmeye karar veriyorlarsa, gelecek yılların yıllık zekat toplamı onların hazinesini tüketecektir. Dolayısıyla bu kişiler er veya geç, biriktirmiş oldukları servetlerini yatırıma yöneltmeye veya biriktirmiş oldukları servetlerini değil de bu servetlerin kârlarından zekat olarak vermeye zorlanırlar. Böylece bütün sermaye, yatırım kanallarına akar ve hiç veya çok az denebilecek bir sermaye likid mal olarak kalır.
Gerek sıfır faiz oranı yatırımları canlandırarak ve gerekse yatırımları ve tüketimi hızlandırarak her ikisi birden toplumda tam istihdamın şartlarının oluşmasına yardım eder.
Tüketim talebinin artmasına ve dolayısıyla tam istihdam seviyesinin yükselmesine yardımcı olan başka bir tedbir de miras kanunudur. Bu kanunda, erkek ve kız çocuklar, baba, anne, eş, erkek ve kizkardeş vs., hepsi belli bir kanuna bağlı olarak aralarında paylaştırılması icap eden bir kimsenin mal ve mülküne
bütün serveti, onun ölümünden sonra erkek ve kadın mirasçıları arasında dağıtılır. Bu da kümelenmiş bir servetin toplumdaki birçok kişi arasında yayılmasına ve sonuç olarak , tüketim talebinin artmasına yardımcı olur. Miras kanunu, sıfır faiz oram ve zekat kurumuyla birlikte işlediğinde istenilen netice kısa bir zamanda gerçekleşir.
Daha fazla yardımda bulunmak ve tam istihdamın şartlarını istikrara kavuşturmak için İslâm, müslümanlarm bollukta, darlıkta ve benzeri durumlarda servetlerini serbestçe in-fak etmelerini tavsiye eder. Kur'an-ı Kerîm'de, iyi insanların vasıfları belirtilirken şöyle buyurulmaktadır: "O (takva sahibi ola)nlar bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar ..." (3: 134). Ve Nisa suresinde şu ifâdeler yer alır: "... Allah'ın kendilerine verdiği rızık-tan Allah yoluna harcasalardı..." (4: 39).
Bunlar ve benzeri pek çok ayet, tüketime ve dolayısıyla istihdama, normalden daha fazla teşvikkâr olmaktadır.
İslâm'ın ekonomi sistemi bu vasıtalarla, yatırım ve tüketimi, dolayısıyla da problemin tek pratik çözümü olan istihdamı arttırmaya yönelmiştir. Keynes'in denklemine göre, millî gelir, çıktıların değerine veya tüketim ve yatırımların toplamına eşittir. N.I=P=C=1+1
Tam istihdamı ve halkın hayat standardında bir yükselme temin için eğer biz, bir ülkenin millî gelirini veya başka bir ifadeyle toplam çıktı değerini arttırmak istiyorsak, o zaman onun tüketimini veya yatırımını veya her ikisini birden arttırmalıyız. Az gelişmiş ülkeler mümkün olan en kısa zamanda gelişsinler, sanayileşmiş ve tam anlamıyla gelişmiş ülkeler de, tam istihdamı gerçekleştirebilsinler ve aynı zamanda da canlılık şartlarını sürekli olarak devam ettirebilsinler diye, İslâm, kanunî sıfır faiz oranı, zekatı, infak ve miras hükümleri vasıtalarıyla ekonomideki yatırım ve tüketimi birlikte en üst düzeye çıkarmaya çalışır.
Kısaca bu tedbirler aynı zamanda ve birbirini tamamlayıcı olarak işletilirse, bir nesilden daha az bir zaman içinde tam istihdamı gerçekleştirirler ve de ekonomideki canlılık şartlarını sürekli olarak muhafaza ederler.
Bu bölüm; Necdet Şensoy, Mustafa Aykaç ve Kenan Dönmez tarafından çevrilmiştir.
Allah'ın son peygamberi ve rasulü Muhammed @, bütün zamanların en büyük kanun koyucusudur. Şüphesiz O, koyduğu tüm kanunları Allahu Teala'dan almıştır. Hukukun üstünlüğü kavramına ve ferdî hürriyetlere yeni boyutlar kazandıran da O'dur. O'nun ortaya koyduğu hukuk nazarında Allah, hükümrândır; tüm kanunların kaynağıdır. Bütün insanlar O'nun yaratıkları olarak kanun önünde eşittir. Kanunları zengin ve fakir, büyük ve küçük veya siyah ve beyaz arasında bir ayınm yapmaz; hepsine eşitlikle ve adaletle muamele eder.
O'nun kanunları önünde, her fert kendi davranışlarından sorumlu olup devlet başkanı için bile imtiyaz tanmmaksızm, herkes aynı şekilde hesap verir. Kişisel sorumluluk kavramı Hz.Muhammed @ tarafından ortaya konan hukukun özel bir niteliğidir.
Gerek ulusal, gerekse uluslararası seviyede bütün insanlara adaletle hükmedilmesi için âdil ve evrensel hukukun temellerini ilk kez ortaya koyan Muhammed @'dır.
Rasulullah @'m kanun koyucu olarak statüsünü müzakere ederken O'nun sünnetinin İslam Şeriatindeki hukukî konumunu bilmek öncelikle gereklidir. Sünnet nedir? Sünnet hangi formuyla bizimle ilgilidir? Sünnetin niteliği nedir? RasuluUah @ hangi oranda, -eğer yapabiliyorsa- kanun yaprraştır?İslam Hukuk sisteminde O'nun kararlarının yeri nedir? Bunlar ve benzeri birçok sorular, Rasul @'ün kanun yapıcı olarak rolünü inceleyen her kişinin zihninde canlanacaktır. Rasul @'ün kanun koyucu olarak pozisyonu ve O'nun kararlarının hukuki statüsünü aydınlatmak için bu sorular teker teker cevaplandırılmaya çalışılacaktır. (Ebu'l A'la Mevdudi, "Sunnat ki Aini Hathiyat" ve Dr. Mustafa Sıbai, "Hadith-i Rasul and its Tashri'i Muqam").
Muhammed @ vasıtasıyla bize ulaşan ilahî öğreti iki şekildedir: İlki, tamamıyla Rasulul-lah @'a vahyedüen kelimelerle Allah'ın emir ve hükümlerini ihtiva eden Kur'an'dır. İkincisi, Kur'an'm gayesini aydınlatıp açıklayan Ra-sul'ün sünneti ve siretidir. Peygamber @, Allah'ın mesajını ilettikten sonra artık başka bir fonksiyonu kalmayan bir elçi değildir. O, aynı zamanda rehber, yönetici ve öğreticidir. Gerçek gaye ve hedefinin insanlarca anlaşılması için Allah'ın kanununu sözleri ve hareketleri ile açıklamak; sonra da mükemmel kültür ve medeniyet sisteminin İslam prensipleri üzerine nasıl kurulabileceğini göstermek için bu hedeflere uygun şekilde fertleri eğitip fazilet ve adalet toplumu kurmak , O'nun görev ve fonksiyonları arasında idi. Rasulullah @, bu fonksiyonlarını 23 yıllık peygamberlik döneminde tamamladı. İşte sünnet, gerçek Melik-Vâli'nin hükümlerini Kur'an'la birlikte şekillendirip bütünleştiren bu fonksiyonların ortak adıdır. İkisi birlikte İslam terminolojisinde şeriat diye isimlendirilen yüce hukuku oluşturur.
Peygamber @'ın çalışmalarını sadece Allah adına Kur'an'ı tevdi etmekle sınırlandırmadığı, yamsıra İslam toplumunun doğumuyla sonuçlanacak şümullü ve evrensel harekete rehberlik ettiği, inkârı gayri kabil tarihî bir gerçektir. Yeni bir kültür ve medeniyet sistemi varlık bulmuş; yeni bir devlet kurulmuştur.
Burada temel sual ortaya çıkmaktadır: Kur'an'ı tevdi ettikten sonra diğer fonksiyonlarını Rasulullah @ hangi sıfatla yerine getiriyordu? O, Kur'an'ın tevdi edilmesinde olduğu gibi nebi sıfatıyla Allah'ın dilediğini temsil ederek mi bu fonksiyonlarım yerine getirdi? Yoksa O, nebi statüsü Kur'an'ı insanlara naklettikten sonra nihayete eren ve sözleri ile davranışları herhangi bir hukuki yetki ve öneme haiz olmayan, diğer müslümanlar gibi sadece bir müslüman olarak mı kalıyordu? İlk durumda, Kur'an'la birlikte sünneti hukuki otorite olarak tanımaktan başka seçenek yoktur. Fakat ikinci durumda sünnete hukuki bir statü vermenin de bir manası yoktur. (Ebul A'la Mevdudi, "Sunnat ki Aini Hathiyat" ve Dr. Mustafa Sıbai, "Hadith-İ Rasul and its Tashri'i Muqam").
Kur'an'ın anlattığı kadarıyla, Muhammed @ yalnızca Allah'ın bir elçisi değildir, yamsıra Allah tarafından görevlendirilen ve müslümanlar için boyun eğme ve itaatin zorunlu olduğu rehber, yönetici ve öğretmendir. Yaşantısı bütün insanlar için örnek teşkil eder. Bir kişinin mesajının aktarılması hususunda Allah'ın elçisi olması, sonra da sıradan bir insan olarak kalması fazlasıyla saçmadır. İslam'ın ilk dönemlerinden günümüze kadar yeryüzünün her yöresinde İslam milletini ilgilendiren konularda Rasulullah @'m sireti ve sünneti takip edilmesi zorunlu bir örnek olarak değerlendirilip emirleri itirazsız yerine getirilmiştir. Müslümanların O'nu daima bu vasıfla tanıdıklarını ve İslam Hukuk sisteminde Kur'an'ın yamsıra sünnetin de ikinci kaynak olarak kabul edildiğini müslüman olmayanlar bile inkar edemez. Bu yüzden Rasulullah @'m yahut sünnetinin hukuki yönünü inkâr etmek hem İslam tarihinin külli gerçeğine karşıttır, hem de mantıksızlıktır. (Ebul A'la Mevdudi, "Sunnat ki Aini Hathiyat" ve Dr. Mustafa Sıbai, "Hadith-i Rasul and its Tashri'i Muqam").
Alimlerin ve fakihlerin büyük çoğunluğu "hikmet"in (3:164) Kur'an'dan farklı ve ayrı bir şey olduğu görüşündedirler. Hikmet, Allah tarafından Rasulullah @'a tebliğ edilen, İslam'ın hüküm ve mektumları anlamına gelmekte olup dirayetli alimlerce sünnet olarak değerlendirilir. İmam-ı Şafii'ye göre; "Allah (Kitap)tan söz etmiştir ki, Kur'an'dır. (Hik-metji de anmıştır ki, kendisine ilim bakımından hürmet ettiğim bir zât 'Hikmet, Rasulul-lah @'m sünnetidir' demektedir. Bunun doğru olduğunu düşünüyorum, çünkü Allah, Kitap ve Hikmet'i birbiriyle uyumlu şekilde zikretmiştir. Kitap ve hikmeti insanlara öğreten Allah'tır ki, hikmet sünnetten başka hangi anlama alınabilir? Yine hikmet Kitap'tan hemen sonra ve ona paralel olarak zikredilmiştir ki, burada anılan hikmet sünnet anlamındadır. Allah, Rasulullah'a, sürekli ve mutlak itaat statüsü vermiştir. Allah, Rasulullah @'a imanla kendisine imanı ayrılmaz bütün olarak değerlendirdiği için yalnızca Kitabullah'ta ve sünnette zikredilenlere itaat zaruridir," (Şafii'; el-Risale, sh. 78).
Bu sözleri İmam Şafii'nin hikmeti sünnetle eş olarak değerlendirdiğini gösterir. Rasulullah @'a Kur'an'ın yanısıra başka bir şey de verildiğini ve bu anlamda da Rasulullah @'a itaatin gerekli olduğunu ifade eder. Kur'an'ın bu yaklaşımı Rasulullah @'ı Öven şu sözlerle anlaşılır: "O (Rasul) ki, kendilerine iyiliği emreder, kötülükten men eder; onlara güzel şeyleri helal, çirkin şeyleri haram kılar, üzerlerindeki ağırlıkları, zincirleri kaldırıp atar." (7:157) Bu ayetin hitabı umumidir ve Kur'an'ın helal ve haram ilan ettikleri kadar ikinci tür vahiyle tesbit edilenleri de kapsar. Mikdam 4». Ma'di-kerb Rasulullah @ 'm şöyle buyurduğunu nakleder; "Biliniz ki, bana Kitap ve onunla birlikte bir benzeri verildi." (Ebu Davud). Allah, müminler üzerine Rasulullah @'ın emir ve ne-hiylerine uymayı zorunlu kılar. (59: 7). Kur'an'da Rasul @'a itaatin Allah'a itaatle birlikte ve hemen ondan sonra zikredildiği birçok ayet vardır (3:132, 8:24). Kur'an Rasul @'a itaati Allah'a itaatle eş kabul edip (4:80) Rasulullah @'a uymayı Allah'a olan sevginin bir belirtisi olarak değerlendirir. (3: 31).
Müminler Rasulullah @'a itaatsizlikten sakın-dınlmışlardır (24: 63), çünkü Allah, Rasulullah @'a itaatten yüz çevirmeyi küfür olarak niteler (3: 32). Aralarındaki anlaşmazlıkları, -eğer Allah'a ve Kıyamet Gününe gerçekten iman ediyorlarsa- Rasulullah @'a götürmekle emrolunmuşlardır (4: 59). Rasul'ün hükümlerinden yüz çevirenler inananlardan olmayıp
münafıktırlar (24:47-51). Rasulullah ile birlikteyken, müminlerin O'ndan izin almaksızın ayrılmamaları imanın vazgeçilmez gereklerinden biri olarak addedilir. (24:62).
İmam İbn-i Kayyım şöyle der; "Madem ki herhangi bir amaçla Rasulullah @ ile birlikteyken O'nun izni olmadan müminlerin ayni-mamaları imanın vazgeçilmez icaplarından bjri olarak belirlenmiştir; öyleyse herhangi bir düşünce tarzının veya metodun O'nun rızası olmadan kabul edilmemesi de imana taalluk etmelidir. O'nun rızası bunların uygulanabileceğine izin verdiği söz ve davranışlarıyla bilinir." (A'lam el-Muvakin, c.I, sh. 58).
Bundan dolayı, ashab bütün meseleleri Rasu-Iullah @'a götürmeyi kesinlikle lüzumlu görmüştür. Çünkü Kur'an'ın her hükmünün anlamını ve önemini açıklayan, onların problemlerini çözen, aralarındaki ayrılıkları karara bağlayan ve gerek ibadet gerekse diğer dini meselelerle ilgili sorunları açıklayan Rasulul-lah @'dı. Rasul @ namazla ilgili olarak "Namazı nasıl kılıyorsam öylece kılınız" (Buhari) ve haccla ilgili olarak "Haccın menasıkini benden Öğreniniz" (Müslim) buyurmuştur.
Rasulullah @ ne zaman kendi sünnetine bir sahabenin uymadığını görse hiddetini ifade ederdi. Ata b. Yasir rivayet eder ki, sahabelerden biri, oruçluyken hanımını Öpen kişiyle ilgili hükmü öğrenmek için hanımını Rasul @'e gönderdi. Ümmü Seleme ona Rasulullah @'ın aynı şeyi oruçluyken yaptığını anlattı. Kadın da geri dönüp kocasına durumu açıkladı. Bu sahabenin, "Ben Rasulullah gibi değilim, Allah, Rasulü'ne dilediğini helal kılar" dediğini Rasulullah @ haber alınca öfkelenerek, "Aranızda Allah'tan en çok korkup sakınanınız ve O'nun hudutlarını en iyi bileninizim" buyurdu. (Şafii'; el-Risale).
Ashabın, Rasulullah @'m söz ve hareketini, izlenmesi zorunlu hukuki hüküm olarak değerlendirdikleri hususunda kesinlikle şüphe yoktur. Rasul @'den farklı bir görüşü benimseyen hiçbir sahabe yoktu. Rasul @ onlara her ne zaman bîr şey yapmalarını emretse, itiraz etmeden itaat ederlerdi. Bununla birlikte, aşağıda belirtilen çerçevelerde O'nun emirlerindeki hikmet ve fazileti araştırırlardı.
1- Dünyevî olaylarda, Rasulullah @'m sözleri yahut hareketlerinin ilahî talimata değil yoruma dayandığı durumlarda; Bedir Savaşı'nda Rubab b. Münzir'in savaş stratejisi açısından daha iyi bir yer teklif etmesinde olduğu gibi. .
2- Dünyevî olaylarda, ilahî hüküm gelmeden önce Rasul @'ın kendi kararını açıkladığı durumlarda; Bedir Savaşı esirleri hususunda Hz Ömer'in Rasul @'dan farklı bir görüşe sahip olması gibi.
3- Ashabına yeni ve garip gözüken herhangi bir şey söylediği durumlarda.
4- Rasulullah @'m dünyevi bir olay hakkında tuhaf gözükmeyen sözünün önceleri emir sanılıp ashapça bu söze uygun hareket edildiği, ancak sonraları bu sözlerin yalnızca O'nun şahsi görüşü olduğu anlaşılan durumlarda; Rasul @'ın Medine'deki ilk yıllarında ortaya Çıkan hurma ağaçlarının aşılanması meselesinde olduğu gibi.
5- Özel bir hüküm ya da meselenin sadece Rasulullah @'a özgü olduğunu anladıkları durumlarda; bu hususlarda ashab kendilerini bu hükme uymakla yükümlü addetmediler.
6- Rasulullah @'ın bir kanunun meşruluğunu yahut helalliğini bildirdiği ve bu yeni hükmün eski hükümden daha iyi olduğu durumlarda; bu konularda ashab kendilerini yükümlü görmediler.
Zikredilen bu nitelikteki emir ve talimatların dışında, sahabeler Rasul @'m bütün hüküm ve sözlerine itiraz etmeden titizlikle itaat etmişlerdir.
Vefatından Sonra da Rasulullah @'a Uymanın Gerekliliği: Rasulullah @ hayatta iken emirlerine boyun eğip uymaya çalışmak sahabeler için nasıl mecburi kılınmışsa, vefatından sonra O'nun sünnetine boyun eğip uymaları da müminler için öylece mecburi kılınmıştır. Çünkü Rasulullah @'ın sünnetine itaati yükümlülük olarak belirleyen nasslar umumi olup ne O'nun hayatıyla ne de ashabla sınırlandırılmıştır. Rasulullah @'a itaati barındıran nasslar gerek ashab, gerekse onları izleyenler için eşit bağlayıcılık taşırlar. İtaati gerektiren sebep, ashabdan sonra gelen müminlerin de aynı ashab gibi Rasulullah @'ın izte' yicileri olmalarıdır ki bu yüzden O'ria itaat edip uymakla yükümlüdürler. Diğer bir delil de, Allah'ın hükmü ile kendisine itaat gerekli kılınmış Şeriat sahibi nebi olması yüzünden hayatta olup olmaması, sözlerinin, hareketlerinin ve ikrarlarının bağlayıcılığı açısından herhangi bir değişiklik yapmayacağıdır. Üstelik, Rasul @ yakınında bulunmayan insanlara da kendi sünnetine itaati emretmiştir.
Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderirken Rasu-lullah @, "Sana bir mesele getirildiğinde nasıl hükmedeceksin?" diye sordu. Muaz, "Allah'ın Kitabı İle hükmederim" cevabını verdi. Rasul @'m, "Allah'ın Kitabı'nda bir iz bulamazsan ne yaparsın?" sorusuna Muaz'm cevabı, "Ra-sulullah @'ın sünnetiyle" oldu. O'nun, "Rasu-lullah'ın sünnetinde bir iz bulamazsan?" sorusuna da şöyle cevap verdi: "Ictihad ederim". Bunun üzerine, Rasulullah @ onun göğsüne hafifçe vurarak, "Rasulullah'm elçisini Rasu-lullahm hoşlanacağı şekilde donatan Allah'a hamdolsun" buyurdu. (Tirmizi, Ahmed, Ebu Davud ve Darimi)
Rasulullah @'m vefatından sonra da sünnetini izlemenin gerekli olduğunu belirttiği çok sayıdaki sözlerinden birkaçı aşağıda sıralanmıştır. "Size iki şey bıraktım; Allah'ın Kitabı ve benim sünnetim. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe asla sapmazsınız." (İbni İshak (Si-ret-i Rasulullah) ve Beyhaki). "Allah'ın Kitabında bulunanlar, herhangi bir özre yahut ricaya bağlı olarak önemsenmeyip bir tarafa bırakılamaz. Eğer Allah'ın Kitabı'nda bir hususu bulamazsanız o hususta Allah Rasulü @'m sünnetini izlemelisiniz." (Müslim).
Rasulullah @'ın; "Yalanlayanlar dışında herkes cennete girecektir" sözü üzerine ashabı sordu, "Ey Allah'ın Rasulü, yalanlayanlar kimlerdir?". Rasul @, "Kim bana uyarsa cennete girecektir; kim bana itaat etmezse beni yalanlayandır" buyurdu. (Buharı ve Hakim).
Veda Haccı'nda Rasulullah @'ın şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Şeytan, topraklarımızda kendisine itaat edileceği ümidine kapıldı. Öyleyse bunlardan kaçının. Size, sımsıkı sarıldıkça asla sapıklığa düşmeyeceğiniz iki şey bıraktım; Allah'ın Kitabı ve Rasulü'nün sünneti." (Siret-i İbn-i İshak ve Hakim).
Irbâz b. Sâriye'nin rivayetine eöre, Rasulullah @ sabah namazını kıldıktan sonra Öyle etkili bir nasihatta bulundu ki gözyaşı ırmakları akmaya, yürekler erimeye, dinleyenler titremeye başladı. Konuşmadan sonra ashabının "Konuşmanız sanki son nasihatiniz gibiydi. Bizlere birşeyler vasiyyet et" demeleri üzerine Rasul @, "Habeşli bir köle bile amiriniz olsa dinleyin ve itaat edin. Benden sonra yaşaması dilenmiş olanlar büyük anlaşmazlıklar görecekler. Benim sünnetimi sakm terketmeyin, ne de raşid halifelerimin sünnetini. Sünnetime sımsıkı sarılın, bidatlardan sakının, çünkü her bidat bir dalalettir." (Ahmed, Tirmizi, Ebu Davud ve İbn-i Mace). Ebu Naim bu rivayetin sahih ve güvenilir olduğunu belirtmiştir.
Rasulullah @'m sünneti, Rasul @ tarafından ashaba sonraki nesiller için bırakılan bir emanet olduğundan, ashab Rasul @'in hadislerinin yayılması ve herkes tarafından bilinmesi için fevkalade özen göstermişlerdir. Rasulullah @ da hadislerinin öğretilmesi için insanları teşvik etmiştir: "Allah'ın rahmeti, bizden bir hadis işitipte işittiği şekliyle (başkalarına) duyuran kişiye olsun. Nice tebliğ olunan vardır ki, dinleyenden daha anlayışlıdır." (Ebu Davud, Tirmizi, İbni Mace ve Beyhaki).
İkinci raşid halife Hz. Ömer, Kadı Şüreyh'e gönderdiği mektupta, "Herhangi bir meseleyle karşılaştığında Allah'ın Kitabı'yla hükmet.
Kufî tarzda hattın kabartma usulüyle yerleştirildiği bir tabak.
Eğer Allah'ın Kitabı'nda bir çözüm bulamaz-san Rasul @'ın sünneti ile hükmet" demiştir. Diğer bir rivayet ise, "Allah'ın Kitabı'nda çözümü bulursan başkasına yönelme, başka birinden soruşturma. Kur'an'da bulamazsan o hususta Rasul @'ın sünnetini izle. Ve eğer, Kur'an ve sünnette iz bulamadığın bir olayla karşılaşırsan ya kendi muhakemeni kullan, yahut bana havale et" şeklindedir. ( Beyhaki, Sünen-i Kübra,Şa'bi, A'lam el-Muvakin, İbn-i Kayyım, Kenzu'l-A'mal).
Abdullah b. Mesud konuyla ilgili olarak şunları söylemiştir; "Yeni bir meseleyle karşılaştığınızda Allah'ın Kitabı'yla karara bağlayın. Allah'ın Kitabı'nda yoksa ve Rasulullah @'a bu hususta bir şey söylemişse onunla hareket edin."
Peygamberlik Görevi ve Sorumlulukları: Yukarıda da açıklandığı gibi Rasulullah @ aynı anda gerek yönetici, hakim, öğretmen ve rehber gerekse diğer sıfatlarla hareket ediyordu. Bütün bu vasıflarıyla O yeryüzünde Allah'ı temsil edip her meseleyi O'nun dilek, emir ve rehberliğine uygun şekilde çözüme bağlamıştır. O, bu mevkiye Mekke'de yahut Medine'de herhangi bir mümin veya müminler grubunca getirilmedi. Şüphesiz, Rasulullah @'m varlığında bu görevlerden hiçbirini hiç kimse üzerine almadı; Rasulullah @ hayatta iken hiç kimse bu fonksiyonlardan birine seçilmedi. Bu tür bir fikir yahut teklif sıradan bir müslümana bile nefret uyandırıcı ve çirkin görünür. Gerçek odur ki Muhammed @ bütün bu fonksiyonları yapmak üzere Allah tarafından görevlendirilmiştir.
Öğretici ve Rehber: Kur'an, Peygamberlik görevinin detaylarım şu ifadelerle belirtir: "İbrahim ile İsmail, Beyt'in duvarlarını yükselttiklerinde 'Rabbimiz, (O müslüman ümmete) aralarından bir peygamber gönder ki, onlara ayetlerini okusun, Kitab'ı ve hikmeti okusun, onları arındırsın...' diye dua ettiler." (2: 129). İbrahim ve İsmail @'m duaları insanlara; Kitabı ve hikmeti öğretecek, onları arındıracak bir peygamber içindi. Dua kabul edildi ve Allah aralarından bir Rasul @ çıkarttı, "Aranızdan size bir Rasul gönderdik ki; size ayetlerimizi okuyor, sizi arındırıp tertemiz yapıyor, size Kitab ve hikmeti öğretiyor, bilmediklerinizi belletiyor." (2: 151).
Allah, büyük lütfunu şu ifadelerle inananlara tekrar hatırlatır: "Andolsun ki içlerinden kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan, onları kötülüklerden ve küfürden temizleyip arındıran, onlara Kitab ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah müminlere büyük lütuf ve keremde bulunmuştur. Onlar bundan önce apaçık bir sapıklıkta idiler." (3: 164). "Ümmiler içinden, kendilerinden olan ve onlara ayetlerini okuyan, onları arındırıp temizleyen, onlara Kitab'ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O'dur. Oysa onlar bundan önce apaçık bir sapıklıkta idiler." (62: 2).
Bu ayetlerde önemle belirtilip tekrarlanan, Allah'ın, Rasulü'nü sadece vahyi ve Kur'an ayetlerini okumak için göndermediği ancak onun yeryüzüne gelişinin bunun yanısıra üç ayrı hedefi de kapsadığıdır. Bunlardan ilki, Kitapta bulunan emirleri açıklamak; ikincisi, Kitabın gayesine uygun hareket edebilmeleri için insanlara hikmeti öğretmek; üçüncüsü, insanlan gerek ferden gerekse toplum planında temizleyip arındırmak, diğer bir ifadeyle, eğitimle kişisel ve kollektif kötülükleri kaldırıp fıtratlarında bulunan güzel nitelikleri geliştirmek, sağlıklı ve adil bir sosyal sistem kurmaktır.
Şüphesiz, Kur'an'ın ve hikmetin öğretimi Kur'an kelimelerini okuyup aktarmaktan farklı bir olaydır; aksi takdirde bunların ayrı ayrı zikredilmesi anlamsız olurdu. Benzer şekilde kişiler ve toplumun eğitimi için Rasulullah @'ın kullandığı metod da Kur'an'ın kelimelerinden farklıdır; yoksa bunlar da ayrı ayrı anılmazdı. Bu noktada bu fonksiyonları Rasulullah @'m kendi kendine mi benimsediği, yoksa bunları yapmak için Allah tarafından mı görevlendirildiği sorusu akla gelmektedir. Yukarıda aktarılan vazıh Kur'an ayetlerinden sonra, bu iki fonksiyonun Muhammed @'ın peygamberliğinin bir parçasını oluşturmadığını ve onun bunları bir peygamber olarak değil sadece sıradan bir müslüman vasfıyla yaptığını söylemeye Allah'a ve O'nun Kitabına inanan hiç kimse cesaret edemez.
Kitabullah'ın Açıklayıcısı: Rasulullah @, sözkonusu ayetin devamında gösterildiği üzere, Allah tarafından Kur'an'ın emir ve hükümlerini beyan etmek ve açıklamakla görevlendirilmiştir: "Sana da (ey Muhammed) zikri (Kur'an'ı) indirdik ki, insanlara kendileri için indirilenleri açıklayasm. Olur ki iyice düşünürler." (16: 44). Ayet göstermektedir ki, Kur'an'ın talimat ve tebligatlarını açıklama ve vazıh kılma görevi Rasul @ tarafından sadece dil ile değil, aynı zamanda uygulamayla da yerine getirilmeliydi. Rasûlullah @'in rehberliği altında, Kitab'ın esaslarını uygun şekilde İslam toplumunun kurulup organize edilmesi gerekli idi. Rasûlullah @'ın görevi, özellikle elçi olarak bir insan gönderilmesinin hikmetini göstermek üzere burada anılmıştır. Yoksa, Kitab, melekler aracılığıyla gönderilebilir, yahut yayınlanıp her insana direkt olarak verilebilirdi. Ancak bu yolla, Allah'ın insanlara Kitab göndermekteki hikmeti, lütfü ve rahmeti yerine gelmezdi. Çünkü bunlar Kitab'ın, Ki-tab'ı parça parça sunacak, anlamını açıklayacak, şüphe ve güçlükleri giderecek, yapılan İtirazlara cevap verecek ve hepsinden önemlisi onu reddedene ve karşı koyanlara Kitab'ın taşıyıcısı olma vasfına uygun tavır takınacak mükemmel bir insana gönderilmesini gerektirir. Diğer taraftan Kitab'a inananlara bu insan, hayatın her yönünde rehberlik etmeli ve kendi mükemmel hayat tarzını onların gözü önüne sermeli; sonra da onları diğer insanlar nezdin-de örnek toplum kılmak için gerek fert fert, gerekse topluca Kitab'ın esasları ve öğretileri hususunda eğitmelidir.
"Yukarıda meali verilen ayet, hem Peygamber olarak bir insanın gönderilmesi inancını reddedenlerin itirazlarını, hem de Rasûlullah @'m açıklamasına gerek kalmaksızın sadece Kitab'ın kabul edilmesi gerektiğini iddia edenlerin görüşlerini kökünden çürütür. Bu ikinci görüş taraftarları her neyi öne sürerlerse sürsünler, zikredilen ayete aykırıdır. Sadece Kitab'ın kabul edilmesi gerektiğini iddia edenler şu görüşleri öne sürebilirler:
a- Rasul @, tebliğ ettiği Kitab ile ilgili hiçbir açıklama yapmamıştır.
b- Kabul edilebilir olan yalnızca Kitab'tır, Rasul @'ın "açıklama"sı değil.
c- Artık bizim için Kitap tek başına yeterlidir, çünkü Rasul @'ın "açıklama"sı yararlılığını kaybetmiştir.
d- Bugün sahih ve güvenilir olan yalnızca Kitab'tır, çünkü ya Rasul @'m "açıklama"sı günümüze ulaşmamıştır, yahut ulaşsa bile güvenilir değildir.
a- Görüşünü kabul etmeleri, seçiliş nedeni olan Kitab'ın tebliği
görevini Rasul @'ın yerine getirmediği anlamına gelir; aksi takdirde Allah,
Kitab'ı bir melek aracılığıyla veya doğrudan her insana gönderebilirdi,
b- Veya
c- Görüşlerini kabul edecek olurlarsa, Kur'an nüshalarını
doğrudan insanlara gönderebileceği halde, Kitab'ı bir peygamber aracılığıyla
gönderdiği için Allah'ı lüzumsuz bir şey yapmakla suçlamış olurlar,
d- Görüşünü kabul etmeleri halinde ise, gerçekte hem Kur'an'ı hem de Rasul @'m "açıklama"sini inkar etmiş olurlar. Ki bu durumda onlara kalan tek akıllıca yol, yeni bir peygamber ile yeni bir vahyin gerekliliğine inananların görüşünü kabul etmek olacaktır. Oysa Allah, Rasul @'m Kitab'ı "açıklama"sim peygamberin lüzumu için temel bir delil olarak ortaya koymaktadır. Hadisi reddedenlerin öne sürdükleri, Rasulullah @'ın açıklamalarının yok olduğu görüşüne katılacak olursak iki sonuç kaçınılmaz hale gelir: İlki, Muhammed @'m peygamberliğinin bizim için bir yol olarak sona erdiği ve artık O'nunla aramızdaki yegane ilişkinin daha önceki peygamberlerle, mesela Hud, Salih, Şu-ayb'la olan ilişkimizle aynı olduğu sonucudur. Yani, onların peygamber olduklarına şehadet etmemiz gerekli ve yeterli olup sünnetlerine uymak gibi bir yükümlülüğümüz olmayacaktır. Haîemun-Nebiyyin ilkesini doğrudan doğruya reddetmesi sebebiyle bu görüş hemen bizi yeni bir peygamberin gerekliliği fikrine götürecektir, ikinci kaçınılmaz sonuç ise yeni bir Kitab'a ihtiyaç olduğudur; çünkü vahiy sahibinin belirttiği üzere Kur'an yalnız başına yeterli değildir.
"Bu ayetin ışığında, yeni bir Kitab'ın muhakkak gönderilmesi gereklidir sonucuna kaçınılmaz olarak yol açan Kur'an'ın tek başına yeterli olduğu, kendi kendisini açıkladığı ve açıklamak İçin Rasul @'a ihtiyaç duymadığı görüşünü isbatlayacak tek bir delil bile kalmamaktadır. Hadisi inkar etme hevesinde bulunanlar gerçekte İslam'ın temeline darbe vurmaktadır." (The Meaning of the Quran; c. II).
Lider ve Örnek: Kur'an, Rasulullah @'ı bütün insanlık için izlenmesi gerekli bir lider ve mükemmel bir örnek olarak sunar. "De ki, 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.'... De ki: 'Allah'a ve Rasulü'ne itaat ediniz.' Eğer yüz çevirirlerse (kafir olurlar), şüphesiz Allah kafirleri sevmez." (3: 31 -32). "Andolsun, Allah'ı ve ahiret gününü uman ve Allah'ı çokça zikreden sizler için Allah'ın Ra-sulü'nde güzel bir örnek vardır." (33: 21).
Aktarılan bu Kur'an ayetlerinde, Rasul @ lider olarak tayin edilmekte insanlar ona itaatle, onu izlemekle emrolunmakta ve eğer Rasul @'dan yüz çevirirlerse Allah'tan birşey ummamaları gerektiği şeklinde uyarılmaktalar. Allah'ın sevgisi ancak Rasul @'a itaat edip onun yolunu izlemekle kazanı labilir. Bundan her kim kaçınırsa, gerçekten o kâfirdir. Rasulullah @'ı önder olarak seçip, ona itaati bütün insanlar için zorunlu kılan bizzat Allah'tır. İnanan kişi nasıl Rasulullah @'ın bu statüsünü inkâr edip ona uymayı reddedebilir? Reddinden sonra da nasıl hala müslüman olduğunu iddia edebilir? Müslüman olmanın sadece Kur'an'a uymak anlamına geldiğini söylemek, yukarıdaki ayetlerin çok açık olması ve Rasul @'ın statüsü hakkında şüphe bırakmaması sebebiyle kesinlikle anlamsız ve saçmadır.
Sâri' (Kanun Koyucu): Rasulullah @, aşağıdaki ayetle açıklandığı üzere Allah tarafından kanun yapma yetkisiyle de donatılmıştır. "O (Rasul) ki, kendilerine iyiliği emreder, kötülükten men eder; onlara güzel şeyleri helal, çirkin şeyleri haram kılar, üzerlerindeki ağırlıkları, zincirleri kaldırıp atar." (7:157). Ayet, emir-nehiy (gerekli kılıcı-yasaklayıcı) ve tah-lil-tahrim (helaller-haramlar)le ilgili direktiflerin yalnızca Kur'an'ın ihtiva ettikleriyle kalmadığını, Rasul @'ın Allah'ın kendisine verdiği yetkiyle helal yahut haram ettiklerinin, yapılması yahut sakmılmasmı gerekli kıldıklarının da bu ilâhı hukukun bir parçası olduğunu göstermektedir. Bu nokta şu ifadelerle iyice aydınlatılır: "Artık Rasul size ne verdiyse alın, sizi neden sakındmrsa ondan da sakının. Allah'tan korkup sakının, çünkü Allah azapla sonuçlandırması pek şiddetli olandır." (59: T).
İnsanların, ister emredici ister nehyedici olsun Rasulullah @'m emirlerine itaat etme yükümlülükleri genel bir prensiptir. Rasul @'a itaati sınırlı bir çerçevede ele alıp yalnızca özel bazı durumlara uygulamak için bir sebep yoktur; çünkü Kur'an'm emreden ifadeleri genel olup, itaatin sadece ganimetlerin yahut mal varlıklarının dağıtımı gibi olaylara hasredileceği şeklinde bir işaret ve ima bulundurmamaktadır. Üstelik, müslüman hukuk ve tefsir âlimleri bu ayetteki emrin umumî ve uygulamada genel-geçer olduğu hususunda ittifak halindedirler. Bizzat Rasulullah @'ın sözleri de bu meyan-dadır. Ebu Hureyre, Rasul @'m, "Size birşey yapmanızı emrettiğimde ona mümkün olduğunca itaat edin; size birşeyi yapmanızı yasakladığımda ondan sakının" buyurduğunu rivayet eder (Buhari ve Müslim). Abdullah b. Mesud'un bir konuşmasında, "Allah şöyle şöyle davranan kadınlara lanet etmiştir" dediğini duyan bir kadın ona gelerek, "Allah'ın Kitab'ında bu hususa rastlamadım, bu hükmü nereden aldın?" şeklinde soru yöneltti. Abdullah b. Mesud cevaben "Allah'ın Kitab'ım okumuş olsaydın söylediklerimi bulurdun." "Rasulullah @ size ne verdiyse alın..." (59: 7) ayetini okumadın mı?" dedi. Kadın, okuduğunu belirtince sözlerine şöyle devam etti: "Rasulullah @ bu hareketi yasakladı ve yapan kadınlara Allah'ın lanet ettiğini haber verdi." Kadın, Abdullah b. Mesud'un sözlerini dinledikten sonra meseleyi artık anladığını ifade etti. (Buhari, Müslim ve Müsned-i Ahmed).
Yukarıda anlatılan iki ayet, sadece Kur'an'ın neyin helâl neyin haram olduğunu belirleyen (gerekli kılıcı) emir ve (yasaklayıcı) nehiyleri şeklinde tefsir edilemez. Bu tür bir yorum, tefsir değil değiştirme ve sınırlandırmadır. Ayetlerde, emir-nehiy ve tahlil-tahrim ikilileri yalnızca Kur'an'ın ihtiva ettiği sözler olarak değil, Rasul @'ın hareketlerini de ihtiva edecek şekilde kabul edilmektedir.
Hâkim: Rasulullah @'m Allah tarafından hâkim (yargılayıcı) olarak görevlendirildiği gerçeği Kur'an'ın değişik kısımlarında bütün açıklığı ile ortaya konur; "Şüphesiz biz sana Kitab'ı hak olarak indirdik ki insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği gibi hüküm veresin." (4:105). "Ve de ki: 'Allah'ın indirdiği her Ki-tab'a inandım. Aranızda adalet yapmakla em-rolundum!" (42:15). "Aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Rasulü'ne çağrıldıkları zaman mümin olanların sözü ancak 'İşittik ve itaat ettik' demeleridir." (24:51). İlâhî rehberliğe inanmayan münafık ve kâfirlerin tavırları bütünüyle bunun zıddıdır. "Onlara; 'Allah'ın indirdiğine ve Rasul'e gelin' denildiğinde, o münafıkların senden kaçabildiklerince kaçıp yüz çevirdiklerini görürsün." (4: 61). Bu tür davranış içindeki insanlara şu ifadelerle şiddetli bir uyanda bulunulur: "Hayır öyle değil; Rab-bine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme içlerinde bir burukluk duymaksızın tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar." (4: 65).
Bu ayetin mesajı
umumidir ve Rasulullah @'ın
ömrü süresi ile sınırlandırılmış değildir; kıyamet gününe kadar geçerlidir.
Allah'ın rehberliği altında Rasul @'ın öğrettiği hayat tarzı, onun uyguladığı
ve öğrettiği hüküm ve düzenlemeler kıyamete değin tek nihai otorite olarak
kalacaktır. Bir kimsenin gerçek müslüman olup olmadığı yalnız bu otoriteyi
kabul etmesiyle belirlenir. Bir hadisinde Rasulullah @ şöyle buyurmuştur;
"Sizden biriniz arzularını benim getirdiğim Hak dine tabi kılmadıkça mümin
olduğunu iddia edemez." (The Mea-ning of the Quran, c. I).
Yukarıda zikredilen ayetler Rasulullah @'ın bizzat Allah tarafından tayin edilmiş bir hakim olduğunu net bir şekilde ifade eder. Üçüncü ayet (24: 51), O'nun hakimlik vasfının Rasul vasfından ayrı olmadığını ve Allah'ın Rasulü olması hasebiyle hakimlik görevini yerine getirdiğini belirtir. Hakimlik statüsü de dahil Rasul'e tamamıyla itaat etmedikçe kişinin imanı gerçek olamaz.
Dördüncü ayet (4: 61), Allah'ın indirdiği (ki Kur'an'dır) ile Rasulü'nü ayrı ayrı zikrederek bu ikisinin sürekli hüküm kaynaklan olduğuna işaret eder: Kur'an ahkâm, Rasulullah @ da hâkim statüsündedir. Yalnızca münafıklar bu iki kaynaktan yüz çevirir, kaçınırlar, Son ayet (4:65), Rasulullah @'ı hâkim olarak tanımayanın mümin olmadığını sarahatle beyan eder; o kadar ki, Rasulullah @'ın hükmü hakkında kalbinde en ufak bir rahatsızlık duyan kişinin imanı gerçek değildir.
Bütün bu açıklamalardan sonra, kişinin Hz. Muhâmmed @'ın Rasul vasfıyla hâkim olmadığını, diğer hâkimlerle bir olduğunu; bu yüzden de hükümlerinin İslâm Hukuku'nun kaynağı olamayacağını iddia edebilmesi için artık direteceği bir zemin kalıyor mu? Hükümleri reddedilen veya eleştirilen ve hatta yanlış olduğuna dair kalplerde en ufak bir burukluk duyulan ve inanılırlığını kaybetmiş bir hâkimin konumunu muhafaza etmesi mümkün müdür?
Yönetici: Rasulullah @ aynı zamanda Allah tarafından görevlendirilen bir yönetici idi ve bu fonksiyonunu Allah'ın Rasulü sıfatıyla yerine getirdi. "(Onlara de ki): Biz hiçbir peygamberi, Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik." (4: 64). Bu ayet Rasul @'ın konumunu açıklıkla ortaya koyar: Allah, insanlar yalnızca peygamberliklerini kabul etsinler, sonra da diğer insanlara tabi olsunlar diye elçilerini göndermemiştir. Elçi gönderilmesinin yegane amacı, onun getirdiği hayat tarzına uyulup diğerlerinin reddedilmesi ve yalnızca O'nun Allah'tan getirdiği emirlere uyulup diğerlerinin bir kenara itilmesidir. Rasul @'i bu çerçevede kabul etmiyorsa, kişinin onu peygamber olarak tanımasının hiçbir anlamı yoktur." (The Meaning of the Quran, c.I). "Kim Rasul'e itaat ederse gerçekte Allah'a itaat etmiştir." (4: 80). "Hiç şüphesiz, sana biat edenler Allah'a biat etmişlerdir." (48: 10). "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Rasul'e itaat edin ve amellerinizi (isyanla) geçersiz kılmayın." (47: 33). "Allah ve Rasulü, bir işte hüküm verdiği zaman artık inanmış bir erkek ve kadın için o işte kendi isteklerine göre seçim hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Rasulü'ne karşı gelirse gerçekten o apaçık bir sapıklığa düşmüştür." (33: 36). "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Rasul'e ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve Ahiret Günü'ne gerçekten inanıyorsanız- onu Allah'a ve Rasulü'ne götürün. Bu daha hayırlıdır ve sonuç bakımından da daha güzeldir." (4: 59)
Bu ayetin, kendinden önce gelen diğer Nisa suresi ayetleriyle birlikte değerlendirilmesi gösterecektir ki, "yahudilerin ahlaki ve dini durumlarım gözden geçirip eleştiren pasajdan sonra bu öğüt yer alır ve acınacak durumlardan ders almaları için edebi ve mahirane bir tarzda müslümanlan uyarır. Uyan şudur: Ne zaman bir toplum Allah'ın Kitabı'nı ve Rasu-lü'nün rehberliğini arka tarafına fırlatıp atar, Allah ve Rasulü'ne isyan eden liderlere uyar ve Kitap-Sünnet ikilisinin hükümranlığını dinlemeden körü körüne yönetici ve dini liderlerine itaat eder ise, o toplum artık İsrailo-ğullarının kötü akıbetine uğramaktan kurtulamaz." (The Meaning of the Quran, c. I).
Kur'an'ın bu ayetleri Rasul @'m Allah tarafından tayin edilmiş bir yönetici olduğu ve yöneticiliğinin peygamberlik görevinden ayrı düşünülemeyeceği hususunda şüphe bırakmaz. Kendisine itaatin Allah'a itaat etmekle, kendisine biatin da Allah'a biat etmekle eş ve kendisine itaatin zorunlu olduğu bir yönetici addedilmesi için O'nun Allah'ın Rasulü olması yeterlidir. O'na isyan gerçekte Allah'a isyandır. Allah Rasulü her neye karar vermişse tüm müslümanlar için bağlayıcıdır ve hiç kimse, bütün İslam milleti bile, bu kararı değiştirme yahut düzeltme hak ve gücüne sahip değildir.
Sünnetin Hukuk Kaynağı Olduğu Üzerinde İttifak: Yukarıda zikredilen görevler Rasul'e Allah tarafından verilmiştir ve onun peygamberliğinin ayrılmaz parçalarını oluştururlar. Yukarıda açıklandığı üzere, açık ve vazıh Kur'an ayetleri ile ifade edilen bu husus ashab döneminden beri bütün İslam ümmetince kabul edilmiştir. Zikredilen konumlan ile Rasulullah (ffi'ın yaptıkları ve söyledikleri, bütün İslam alimlerince Kur'an'dan sonra ikinci hukuk kaynağı olarak tanınır.
Rasulullah'ın Teşri' (Yasama) Yetkisi: Rasulullah @'m yasama gücünün Önemini anlamak için öncelikle Hukuk'un temel prensibinin bilinmesi gereklidir. Bu prensibe göre, "Yasa koyucu, hukuk prensiplerini ortaya koyup yahut kısa fakat şumüllti tıukuk manzumesi hazırlayıp bu prensipler çerçevesinde yasa ve yönetmelikler formüle etme ve ayrıntıları belirleme yetkisini yasama organına bırakırsa, artık bu düzenlemeler ne temel hukuktan farklı, ne de temel hukuka zarar verici addedilir; aksine, hukuku tekâmül ettirici olarak de-ğerledirilir." Rasulullah @'ın Yasama Yetkisinin Niteliellerin temizlenmesi gerektiğini; hangi tür suyun temiz, hangisinin kirli olduğunu açıklamıştır.
Ramazan'da Sahur (Vakti): Kur'an, oruç ayında, "Fecir vakti, beyaz ipliği siyah iplikten ayırt edinceye kadar.." (2: 187) yenilmesine ve içilmesine İzin verir. Beyaz ve siyah ipliğin, fecrin beyazlığının gecenin siyahlığından ayırt edilmesi anlamına geldiğini açıklayan Rasulullah @'dır.
Helâl Olanlar: Kur'an birkaç şeyin helâl, birkaçının da haram olduğunu belirttikten sonra tüm temiz olanların helal, bütün pislerin haram kılındığı (5: 3-5) şeklindeki genel kaideyi ortaya koyar. Rasul @ da davranış ve sözleriyle nelerin temiz (ki yiyebiliriz) ve nelerin pis (ki yiyemiyeceğimiz) olduğunu gösterdi.
Miras: Kur'an'da açıklandığı kadarıyla miras hukuku, eğer bir merhum ardında erkek evlad bırakmaksızın yalnız bir tek kız çocuk bırak-mışsa kız çocuğu mirasın yarısını, ikiden fazla kız çocuğu bırakmışsa bunların mirasın üçte ikisini alacağım bildirir (4:11). Ancak iki kız evladın mirası nasıl paylaşacakları Kur'an'da açıklanmamıştır. Bunların ikiden fazla kız çocuklarına benzer şekilde hisse sahibi oldukları Rasulullah @ tarafından açıklanmıştır.
Yasaklanan Evlilikler: Kur'an, iki kız kardeşin bir erkekle aynı anda evli olmasını yasaklar (4: 23). Rasulullah @ da hala ve yeğenin, yahut teyze ve yeğenin aynı anda bir nikah altında tutulmalarının da yasaklanmış olduğunu beyan etmiştir.
Birden Fazla, Evlilik: Kur'an bir erkeğin iki, üç yahut dört hanımla evlenmesine izin verir (4: 3), ancak müminlerin aynı anda dört hanımdan fazlasını banndıramayacağmı özel olarak zikretmez. Ayetin bu yönü Rasulul-lah'ın dörtten fazla hanımı bulunanlardan dördü dışındaki hanımlarını boşamalarını istemesi ile açıklığa kavuşmuştur.
Hacc: Kur'an Hacc farizasını genel ifadelerle anlatır, fakat bu yükümlülükten kurtulmaları için müminlerin her yıl mı yoksa Ömürlerinde bir kez mi hacc yapacaklarını açıklamaz (3:97). Rasulullah @, bu farzıyetin güç yetirerı-ler için hayat boyunca bir kez olduğunu beyan etmiştir.
İstifçilik: Kur'an altın ve gümüşün iktisab edilip biriktirilmesini katiyetle yasaklar ve bu tür davranış sahiplerini Kıyamet Günü'nde acıklı bir sonla uyanr (9: 34). Hüküm, gerek kadınların normal kullanımı için mücevherat gerekse kişinin tüm yıl boyunca kendi ailesinin ihtiyaçlarını karşılamak için nakit bulundurmasına izin vermemektedir. Ayetin nüzulü üzerine müminler korktular, fakat Rasul @ herhangi bir suç yahut günah işlemeden kişinin bulundurabileceği altın ve gümüş miktar larmı (nisab) açıkladı. Nitekim, belirlenmiş bu miktardan fazlasına sahip olanlar %2,5 ora nında zekat ödeyecekler ve diğer sorumuluk larmdan kurtulacaklardı.
Hırsızlık: Kur'an, hırsızların cezasını zikre dip, ellerinin kesilmesini emreder (5: 38), ancak ellerin kesilmesi İçin çalınmış olması gereken minimum miktarı veya değeri belirt" mez. Belirli bir değerden az hırsızlık; yah'ıt çocuklar, açlar veya fakir kimseler tarafmd;'11 yiyecek çalınması vb. durumlarda ellerin k1'" silmeyeceğini Rasulullah @ açıklamıştır.
Namaz: Kur'an müminlere namazın şekli'1"' zamanım, namazda ne okunacağı gibi deta1 bilgileri zikretmeden namazı ikame etmeli'1' ni, zekatı vermelerini ve haccı yerine getirr>lC~ lerini emreder. Namazın niteliği, şekli, zarıia" nı, namazda ne okunacağı ve zekatla ilgili c ufak ayrıntıları müminlere açıklayan Ri»'*u @'dir. Hacc esnasında giyilecek elbiseler v. haccı oluşturacak diğer gerekli unsurlar Ri*"' @'ca beyan edilmiştir. Rasul @'ın açıklanr' . rı olmaksızın müminler bu İbadetlerin geı1-niteliğini anlayamıyacaklardı.
Bu birkaç Örnek, Kur'an'ın çeşitli ayetler»'1 ' emirlerinin ve hükümlerinin formlarını, ''' . liklerini ve amaçlarını izah etmek İçin P!İ @'m kendi yasama yetkisini nasıl kulland'!' ortaya koymaktadır. Bu açıklamalar olnv1 'i zın müminler, bugün de câri olduğu üzrt', lam şeriatinin umumî şeklini bilemeyecek ..,, di. O'nun bu gücü Kur'an tarafından ÖT..-; edilen yetkiye dayandığından hükü'1' Kur'an'dan ayrı, bağımsız bir hukuk yapısı oluşturmaz, aksine Kur'an hukukunun bir parçasıdır.
aunnetın Mahiyeti ve Çerçevesi: Gerçek bir Kur'ân çalışması, Rasûlullah @'in Kur'ân-ı Kerîm'den başka emirler aldığını ortaya koyar ki, Rasûlullah @ her iki tür İlâhî Emri de izlemekle görevlendirilmiştir. Daha Önce de açıklandığı üzre, Kur'an Rasul @'a uymayı müminlerin zorunlu görevi kılmıştır: "(Ey Mu-hammed) De ki; 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın'" (3: 31). "Rahmetim her şeyi kuşatmıştır; onu ayetlerimize iman eder oldukları halde ittİka edip zekatlarını verenlere has kılacağım. Onlar ki yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de (geleceğim) yazılı buldukları Üm-mi Nebi olan Rasul'e tabi olurlar" (7: 156-157). "Senin üzerinde bulunduğun yönü (Kabe'yi), Rasul @'e tabi olanlar ile iki topuğu üzerinde gerisin geri dönenleri bilelim diye Kıble yaptık" (2: 143).
Zikredilen ayetler Rasul @'a itaati açıklıkla emredip Kur'an'a uymak kasdıyla Rasûlullah @'a sırt çevirilemeyeceğinİ belirtir. İlk ayetlerle Rasûlullah @, gerçekten Allah'ı seviyor-larsa kendisine tabi olmaları gerektiğini müminlere söylemekle emrolunmaktadır. İkinci ayetle Allah'ın Rahmeti hem Allah'tan korkup sakınan, hem de Rasul @'a uyanlara vaadedil-mektedir. Allah'ın Rahmeti iki şarta bağlanmıştır: Allah'tan korkup sakınma ve Rasul'e itaat. Bu iki şart yerine getirilmedikçe Allah'ın Rahmeti umulamaz. Üçüncü ayet ise, ilk kıblenin Rasul'e gerçekten tabi olanlar ile sırt çevirenlerin ortaya çıkması için Allah tarafından belirlendiğini sarahatle beyan eder. Üstelik, bu ayet Rasul @'a Kur'an'dan başka bir vahyin de ulaştığını gösterir. İlk kıblenin tayin edilişi Kur'an'da zikredilmemi ştir. Oysa biz ilk kıblenin Allah tarafından belirlendiğini (2: 143) ayetinden bilmekteyiz. Şüphesiz ilk kıblenin tayini Rasul @'a ulaşan diğer bir vahiyle olmuştur. Müminler ondört yıl boyunca bu kıbleye doğru namazlarını ikame ettiler ve sonra kıblenin Allah tarafından belirlendiğini öğrendiler. Bu belirleme Rasûlullah @ vasıtasıyla yapıldı ki; kimin Rasûlullah @'a gerçekten itaatkar kimin isyankâr olduğu anlaşılsın.
Yukarıdaki ayet bir taraftan Rasûlullah @'m Kur'an dışında vahiyle emirler aldığını, diğer taraftan müminlerin Rasul @'ın hükümlerine Kur'an'da zikredilmese de boyun eğmekle em-rolunduklannı gösterir. Şüphesiz, Rasul'e iman ancak bu yolla sınanır; onların Allah tarafından Rasul @'a doğrudan gönderilen hükümlere inanmaları ve bağlı kalmaları. Gerçekte, Allah'ın kullarına beyanda kullandığı üç yolu bizzat Kur'an zikreder. "Kendisiyle Allah'ın konuşması, bir beşer için olacak (şey) değildir; ancak bir vahiy ile ya da perde arkasından veya bir elçi (peygamber) gönderip kendi izniyle dilediğine vahyetmesi (durumu) başka. Gerçekten O, yüce olandır; hüküm ve hikmet sahibidir." (42: 51). Allah bu ayette, kullarına haber vermede kullandığı üç yolu beyan eder; birincisi doğrudan vahiy, ikincisi perde arkası ve üçüncüsü elçi aracılığıyla. Bu ilâhî beyan yolları Kur'an'da çeşitli vesilelerle zikredilir. "De ki: 'Cibril'e kim düşman ise, (bilsin ki) gerçekten o Kitab'ı, Allah'ın izniyle kendinden öncekileri doğrulayıcı ve müminler için hidayet ve müjde olarak senin kalbine indiren O'dur. Her kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cibril'e ve Mikail'e düşman ise, artık şüphesiz Allah da kafirlerin düşmanıdır" (2: 97-98). "Gerçekten O (Kur'an), alemlerin Rabbinden nazil olmuştur. O'nu Ru-hu'1-emin (olan Cibril) indirdi. Uyarıcı-korku-tuculardan olasın diye senin kalbine (indirdi)" (26: 192-194).
Rasulullah @'a Cibril vasıtasıyla vahyin gelmesi, tarihin iyi bilinen gerçekleri ndendir. Ra-sul'e doğrudan doğruya Allah'tan emir ulaştığı da aşağıdaki örneklerde gösterildiği üzre, diğer bir hakikattir:
a- Rasul @ Medine'de iken rüyasında kendisinin Mekke'ye girip tavaf ettiğini gördü. Ashabına bunu haber verip Umre yapmak amacıyla bin dörtyüz sahabesi ile birlikte Mekke'ye doğru hareket etti. Ancak Hudeybiye mevkiinde Mekke'lilerce durdurularak Um-re'yi gelecek yıl yapacaklarını karara bağlayan Hudeybiye anlaşmasını imzaladı. As-habdan bazıları Kabe'nin ziyaretindeki bu gereksiz gecikmeden açıkça kaygılı idiler. And-laşmanm hükümleri hakkında pek de lehte düşünmüyorlardı. Bu kişileri temsilen Ömer b. Hattab Rasulullah'a gelerek, "Ey Allah'ın Ra-sulü, bize Mekke'ye girip Kabe'yi tavaf edeceğimizi söylememiş miydin?" dedi. Rasulullah @, "Ben size bu yıl, bu yolculukta tavaf edeceğimizi söyledim mi?" diyerek cevap verdi. Sonra vahiy geldi: "Andolsun ki Allah, Rasu-lü'nün gördüğü rüyanın hak olduğunu doğruladı. Eğer Allah dilerse, mutlaka siz, Mescid-i Haram'a saçlarınızı tıraş ettirmiş (kiminiz de) kısaltmış olarak güven içinde ve korkusuzca gireceksiniz. Fakat Allah, sizin bilmediğiniz şeyleri bildi de bundan (Mekke'nin fethinden) önce size yakın bir fetih nasib kıldı." (48: 27). Ayet; Rasul @'ın ashabıyla birlikte Mekke'ye gidip umre yapacağı şeklinde bir rüya gördüğünü teyid etmektedir. Bu husus, Rasulullah @'a Kur'an'ın yanısıra diğer direktif ve talimlerin de ulaştığı gerçeğinin kesin bir delilidir.
b- Rasulullah @ hanımlarından birine gizli bir söz söylemiş, zevcesi bunu diğerlerine aktarmıştı. Rasulullah @ bu konuyu araştırdığında zevcesi O'na, bu sırrı başkalarına aktardığını nasıl bildiğini sordu. O vakit vahiy geldi: "Hani Rasul, zevcelerinden birine gizli bir söz söylemişti, derken o zevce de diğerine bunu haber vermişti. Allah da O'na (Rasul'e) bunu bildirince, Rasul de bir kısmını açıklamış, bir kısmım (söylemekten) vazgeçmişti. Artık bunu kendisine haber verince o (zevci) demişti kî, 'Bunu sana kim haber verdi?' O da, 'Bana her şeyi bilen ve herşeyden haberdar olan (Allah) haber verdi' demişti." (66: 3). Allah'ın Rasul @'ın söylediği gizli sözün zevcesince diğerlerine açıkladığını Rasulü'ne haber verdiği bir ayet Kur'an'da yoktur. Böyle bir ayet yoksa, -ki yoktur- bu, Allah'ın, Rasulü'ne Kur'an'ın yanısıra mesaj ve direktifler gönderdiğini ispatlar.
c- Rasulullah @'ın evlatlığı Zeyd b. Harise zevcini boşadı ve Rasulullah @ bu hanımla evlendi. Münafıklar ve İslam'ın düşmanları bunu fırsat bilip O'na karşı tenkit ve itiraz fırtınası kopardılar. Bu kişilerin yaptığı tüm tenkitleri Allah, sure-i Ahzab'daki şu ifadelerle cevaplandırdı: "Artık Zeyd, ondan ilişkisini kesince, biz onu sana zevce yaptık. Ta ki evlatlarının kendilerinden ilişkilerini kestikleri zevcelerini almakta) müminler Üzerine bir güçlük olmasın." (33:37). Ayet, Rasulullah @'ın Zeyd'İn boşanmış hanımı ile evleneceğinin Allah'ın hükmü olduğunu belirtmektedir. Oysa Kur'an'da bu hükmü zikreden bir bölüm yoktur. Bu yüzden, bu hüküm Allah'ın Rasulü'ne Kur'an'dan başka bir yolla verdiği bir hükümdür.
d- Ahitlerini ve andlaşmanm maddelerini müteakip defalar ve ısrarlı şekilde bozmalan üzerine Rasulullah @, Beni Nadir üzerine bir sefer düzenledi. Beni Nadir kalesinin kuşatılması esnasında Rasulullah @'ın emriyle İslam ordusu hem düşmanı teslime zorlamak ve hem. de hücuma geçtiklerinde kolaylık temin etmek maksadıyla düşmana ait bazı hurma ağaçlarını kestiler ve yaktılar. Bunun üzerine karşı taraf, müslümanları meyve ağaçlarım ve ekinlerini yok ederek yeryüzünde fitne yaymakla suçladı. Halbuki Rasulullah @ savaş esnasında neyin mubah olup olmadığını elbette biliyordu ve burada ağaçların tahribatını kendi kararıyla değil, bizzat Allahu Tealâ'nın izniyle yapmıştır. Bu iznin mahiyeti ve sebebi ayette şöyle açıklanmaktadır: "Herhangi bir hurma ağacını kestiniz yahut kökleri üstünde dikili bıraktmızsa (hep) Allah'ın izniyledir. (Bu izin de) fâsıkları rüsvây edeceği için (verilmiştir." (59: 5).
e- Bedir Savaşı'ndan sonra savaş ganimetlerinin dağıtılma anı geldiğinde savaşı yorumlayan Enfal Suresi nazil oldu. Rasulullah @ bu sefer için yurdundan ayrıldığında Kur'an müs-lümanlara şu şekilde hitap etmekteydi: "Hani Allah, iki topluluktan birinin muhakkak sizin olacağını size va'detmişti; siz de kuvvetsiz olanın sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkı gerçekleştirmek ve küfre sapanların arkasını kesmek (köklerini kesmek) istiyordu" (8: 7). Ancak Kur'an'da Allah'ın müminlere düşmanlardan bir fırkayı vereceği va'dini zikreden başka bir ayet yoktur. Açıktır ki bu vaa'd Rasulullah @'a Kur'an'da bulunmayan doğrudan bir vahiyle verilmiştir.
f- Yine Bedir Savaşı'yla ilgili olarak Allah buyurur ki; "Siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da 'Şüphesiz ben size birbiri ardınca bin melek ile yardım edeceğim1 diye cevap vermişti" (8: 9). Düşmanlanna karşı bin melekle yardım edileceklerine dair Rasulü'ne Allah'ın bu cevabı Kur'an'da başka bir yerde zikredilmemektedir.
Bütün bu örnekler, değişik zamanlarda değişik problemler üzerine Rasul @'a Kur'an'da vahyedilen hükümler gibi müminlerin itaat etmesi zaruri olan hükümleri ihtiva eden, ancak Kur'an'da bulunmayan vahyin ulaştığını herhangi bir şüphenin ötesinde ortaya koymaktadır.
Rasulullah @'m Sorumluluğu: Kur'an'da "sana vahyedilen" sözü birçok kez zikredilir. Bu sözler ne zaman "kitap", "zikir" ya da "fur-kan" kelimelerince takip edilse Kur'an anlamına gelir. Fakat Kur'an olarak anlamlandırılması için bir delil yoksa 'sana vahyedilen' sözü, ister Kur'an ayetleri şeklînde olsun isterse başka bir şekilde, Rasulullah @'dan bize ulaşan tüm emir ve talimatları ihtiva eder. Rasul @'e Allah'tan yalnızca Kur'an'ın değil,berabe-rinde başka vahiylerin de ulaştığını -yukarıda açıklandığı üzre- Kur'an bize bildirmektedir.
"Allah, sana Kitabı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediklerini öğretmiştir" (4: 113). Ve aynı husus Bakara Suresİ'nde şu sözlerle ifade edilir; "Allah'ın size olan nimetini ve size öğüt vermek için indirdiği Kitab'ı ve hikmeti anın. Allah'tan da korkup-sakının ve bilin ki, Allah her şeyi bilendir" (2: 231). Rasul'ün hanımlarına da aynı husus hatırlatılır: "Evlerinizde okunan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın." (33: 34).
Bütün bu ayetler göstermektedir ki, Rasulullah @'a, Kitab'ın yamsıra, insanlara öğrettiği hikmet de verilmiştir. Diğer bir ifadeyle; Kur'an öğretisine, uygulamaya yönelik bir şekil vermek ve kendisine vahyedildiği gibi hak, adalet ve İyilik üzerine kurulu bir sistem oluşturmak için Rasulullah @'m yaptığı bütün çalışmalar, O'nun özel muhakemesine değil, kendisine Allah tarafından verilen bilgi ve hikmete dayalı idi. O, hikmeti yalnızca kullanmakla kalmadı; onu diğer insanlara da öğretti (2: 151), ki öğretme İşlemi hem sözle hem de tatbikatıyla yapıldı. Böylece ümmete Rasulullah @'dan iki tür vahiy ulaştı: İlki Ki-tab diğeri ise -ister sözlü, isterse amelî (pratik) olsun- hikmet Ayrıca Kur'an, Allah'ın, Rasulüne verdiği 'mi-zan'dan da bahseder. Mizan, Şûra Suresinde şu ifadelerle anlatılır; "O Allah'tır ki, Kitab'ı ve mizanı hak olarak indirdi" (42: 17). Sure-i Hadid'de şunları okuruz: "Andolsun ki biz, peygamberlerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte Kitab'ı ve mizanı da indirdik" (57: 25). Kitab'la birlikte gönderilen mizan, Allah'ın emir ve öğütleriyle insanoğlunun hayatında dengeyi sağlar; hastalık ve fesadı ıslah edip düzeltir; insan karakter ve tavandaki ifrat ve anormallikleri ortadan kaldırır. Mizanın gönderilmesi, Allah'ın Rasullerine, Ki-tab'ın gayesiyle ahenk halinde fert, toplum ve devlet planında adaleti oluşturma kudretini verdiğini açıkça beyan eder. Din onların şahsi yorumları ve görüşlerine tabi değildir. Hakikatte adalet, takva ve iyilik üzerine kurulu mizan binasında hangi unsurların gerekli olduğuna hükmetmek için onların aldığı her karara, attıkları her adım vahyedilen 'ölçü' ve 'mi-zan'm ışığında belirlenmiştir. Kur'an'da Kitab ve mizanla birlikte Rasul @'a verildiği zikredilen üçüncü bir husus "nur"dur. "O'na inananlar, destek olup saygı gösterenler, yardım edenler ve O'nunla birlikte gönderilen nura uyanlar yok mu; işte kurtuluşa erenler bunlardır" (7: 157). "Şu halde Allah'a, O'nun Rasu-lü'ne ve indirdiğimiz nura iman edin" (64: 8). "Size Allah'tan bir nur ve apaçık bir Kitap da geldi. Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları kendi izniyle nura çıkarır" (5: 15-16).
Kur'an'ın bu ayetlerinde "nur", Kur'an'dan ayrı ve farklı bir şey olarak zikredilmektedir. Açıktır ki bu nur, Rasulullah @'a Allah tarafından ihsan edilen müstakil ilim, hikmet, feraset ve anlayış anlamına gelmektedir. Bu nurlardır ki Rasul @ hak ve batıl arasındaki farkları açıkça gördü; ekonomik, sosyolojik, hukuki ve devletle ilgili diğer alanlarda da karmaşık ve çapraşık problemleri ahfcıki ve ruhî' planda mucizevi sonuçlar elde ederek çözdü. Bu, sıradan bir insanın kendi kendine yaptığı değil, aksine kendisine Allah'tan Ki-tab'ın yanısıra doğrudan ilim ve basiret ulaşan Allah'ın elçisince yapılan bir çalışmadır.
Bu açıklamalar şüpheye hiç yer bırakmayacak şekilde ifade etmektedir ki Kur'an, bize her-şeyi bir tarafa bırakmamız ve yalnızca "Ra-sul'e vahyolunana" uymamızı emrettiği her yerde yalnızca Kur'an'a değil, Kur'an'ın beraberinde Rasul'e verilen "hikmet", "nur", "mi-zan"a da uymamızı ister. Bunlarsa yalnızca Rasul @'ın karakter ve davranışları, sözler ve amelleriyle açıklanmıştır. Bu sebeple bazen Kur'an, "Size indirilene uyun" (7: 3), bazen de "Rasul'e itaat edin" (4: 59, 3: 31, 33: 21 ve 7: 157) der. Şüphesiz Kur'an'ın bu emir ve talimatları, hiçbir zaman birbiriyle çelişmez. Kur'an, sünnet ve sahabelerin uygulamaları; Rasul @'ın sünnetine itaat etme ve gereklerini yerine getirmenin yalnızca görünüşte ve keyfiyette benzerlik anlamına gelmediği, genel olarak düşünme tarzında, değerler sisteminde, prensiplerde, ideolojide, ahlakta -ve hakikatte- bütün nitelik ve uygulamalarında O'nu izlemenin gerekli olduğu gerçeğinin inkar edil-, mez şahitleridir. Ve her şeyden önemlisi, dini hükümlerin herhangi birisi hakkında eğitici ve öğretici vasıflarıyla Rasulullah @ her ne göstermişse, tıpkı bir öğrenci gibi bu hareketleri izlemek biz müminler için kaçınılmazdır. Ancak bu, O'nun giydiği ile aynı tür elbiseler giymemiz, O'nun yediği yiyeceklerin aynısını yememiz, O'nun bindiğiyle aynı tür binekleri kullanmamız, O'nun kuşandığı silahların aynını kuşanmamız gerektiği anlamına gelmez. Hiç kimse sünnete uymayı bu manada anlamamış, başlangıçtan bu yana bütün müslü-manlar bu İtaati Kur'an'ın hüküm ve kurallarını tefsir etme ve İslamî düşünme tarzı hususunda Rasulullah @'m verdiği izahatlar şeklinde kavramışlardır.
Sünnet, Yasama (Teşri'î) Açısından Müstakil Bir Kaynak mıdır?
Sünnetin Teşri'î yönünü tesbit amacıyla hadislerin sınıflandırılıp üç kategoriye ayrılması hususunda âlimler arasında tam bir ittifak vardır:
a- Kur'an ahkâmını teyid eden ve hem icmal hem de tafsil bakımından bunlara uygunluk gösteren hadisler. Namaz, oruç, hacc ve zekatın vucubiyetini belirten ancak bunların şart ve temel cüzlerini ifade etmeyen hadisler bu gruba misal olarak gösterilebilirler. Bu hadisler İslamm temel esaslarının yerine getirilmesini emreden ayetlerle uyum içindedir. Mesela "İslam beş şey üzerine bina edilmiştir: Al-lah'dan başka ilah olmadığına ve Muhammed @'ın Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet etmek; namazı ikame etmek; zekatı vermek; Ramazan ayında oruç tutmak; haccetmek" hadisi Kur'an'ın şu ayetleri ile paralellik gösterir: "Namazı dosdoğru kılın ve zekatınızı verin" (2: 83). "Ey iman edenler, sizden öncekilere yazıldığı gibi, oruç size de yazıldı (farz kılındı)" (2:183). "Ona bir yol bulup güç yetirenle-rin beyti haccetmesi Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır" (3: 97). Benzer şekilde "Müslümanların malı ancak sahibinin gönül rızasıyla vermesi ile diğerlerine helal olur" hadisi, izleyen ayetlerle uyum İçindedir. "Ey iman edenler, kadınlara zorla mirasçı olmaya kalkışmanız size helal değildir" (4: 19). "Ey iman edenler, aranızda karşılıklı anlaşmadan (doğan) bir ticaret olmaksızın mallarınızı bâtıl sebeplerle yemeyiniz" (4: 29).
b- Bu kategori; mutlak hükümleri tatbik, mücmel-i tafsil, amm'ı tahsis edip Kur'an ahkamını beyan ve izah eden hadislerden, diğer bir İfadeyle; namaz, zekat, oruç, hacc, alırn-satım ve genel muamelatla İlgili kısa ve mücmel ifadeleri açıklayan hadislerden oluşur ki hadislerin ekseriyeti bu kategoridendir.
c- Bu kategoride Kur'an'ın belirtmediği hususlarda hükümler ortaya koyan hadisler bulunur. Yeğen ve halanın, yeğen ve teyzenin aynı anda bir nikah altında bulunmayacağını ifade eden; şufa' hakkıyla ilgili kuralları düzenleyen; evli zaninİn recm, bekar zaninin sürgün edilmesini zikreden; ninenin miras hakkını ve benzeri kuralları belirten hadislerde olduğu gibi.
İlk iki kategoriyle ilgili olarak alimler arasında kesinlikle bîr anlaşmazlık bulunmamaktadır. Kuşkusuz, bu ayetler hem Kur'an'in hükümlerini teyid ederler, hem de diğer kategoriyle kıyaslandığında sayıca çoğunluğu oluştururlar. Ne var ki, üçüncü kategorideki hadisler Kur'an'da olumlu yahut olumsuz yönde zikredilmeyen hususlarla ilgilidirler. Bu kategorideki hadisler İçin âlimler arasında farklı görüşler vardır. Burada, bu hadislerin, kendi başlarına yeni hükümler beyan edip etmedikleri sorusu ortaya çıkmaktadır. Başlı başına tefsir yoluyla bile olsalar bu hadisler Kur'an metninin anlamı içerisinde addedilebilinir mi? ("Sunnat ki Aini Hathiyat" ve "Hadith-i Rasul and İts Tashri'i Muqam").
Alimler ve fakihlerin cumhuru bu görüşü savunurlar.
İmam-ı Safi' der ki: "Rasulullah @'ın hadislerini üç kategoriye ayırmakta
alimler arasında bir ihtilaf yoktur. İlk iki kategori üzerinde tam bir ittifak
halindedirler, ancak üçüncü kategori
açısından ayrılığa düşmüşlerdir.
a- Kur'an'da verilen bir hükmü ayrıca Rasululllah @ da teyid
eder.
b- Kur'an'da mücmel olarak kısaca belirlenen hükmü Rasulullah
@ ayrıntıları ile açıklar. Zikredilen bu iki tip hadisler üzerinde anlaşmazlık
yahut münakaşa yoktur,
c- Üçüncü kategoridekiler Kur'an'da ifade edilmeyen hükümleri beyan eden hadislerdir. Bunlar hususunda alimlerden aktarılan fikirler şu şekildedir:
1- Âlimlerin bir kısmı Allah'ın, Rasulü'ne itaati farz kılması sebebiyle Kur'an'da zikredilen hususlar da Rasulullah @'ın emir verebileceği görüşündedirler.
2- Alimlerden diğer bir grup Rasul @'ün ancak ve ancak esası Kitabullah'ta bulunan hususlarda hüküm verebileceğini söylerler. Mesela Kur'an namazın ikame edilmesini emreder, Rasulullah @ da nasıl yapılacağına dair tafsilâtı anlatır. Benzer şekilde Kur'ân-ı Kerîm, ticareti (alış verişi) helâl kılarken, meşru ticaretin biçimlerini izah eden Rasulullah @'dir.
3- Bir kısım âlim Rasulullah @'m Allah'tan aldığı özel talimlere uygun düşecek şekilde emirler verdiğim' söylerler.
4- Bazı âlimler Rasulullah @'ın sahip olduğu vahiy nedeniyle bu tür emirler verdiğini düşünürler.
Hadislerin üçüncü kategorisi üzerindeki aktarılan farklılıklar bu hadislerin varlığı veya yokluğu üzerinde olmayıp bu hadislerin müstakil yasama (teşri') kaynağı mı olduğu -ki birinci, üçüncü ve dördüncü gruptaki alimlerin görüşleri bu yöndedir- yoksa Kur'an metninin anlamı içindeki emirleri mi teyid ettiği üzerinedir. İkinci gruptaki âlimler bu son görüşü paylaşırlar.
Bu bakış açısını savunanlar Kur'an'la birlikte Sünnetin de müstakil bir kaynak olduğunu göstermek için çeşitli deliller öne sürmüşlerdir. Bu deliller aşağıda özetlenmiştir:
1- Rasulullah @'ın bütünüyle masum olması ve günah işlememesi nedeniyle O'nun sünnetinin de müstakil bir yasama kaynağı olması gerektiği mantık ve aklen caizdir. Allah, Rasulü'ne hükümlerini insanlara iletmekle emreder, ister bu hükümler Kitab'da zikredilsin, isterse zikredilmesin. Gerek mantıken yadırgan-mazken, gerekse rasyonel bir şüphe yokken ve pratikte Rasulullah @'ın bu yolla Allah'ın hükümlerini insanlara ulaştırdığında herkes müttefikken neden biz de sünnetin müstakil olduğunu tasdik etmeyelim?
2- Rasulullah @'ın söz, fiil, emir ve yasaklarına itaatin mecburi olduğunu tesbit eden Kur'an ayetleri her yönüyle geneldir ve O'nun sözlerinin Kur'an ayetlerini açıklayıcı veya teyid edici olması gerektiğini yahut da Kur'an'da zikredilmeyen şeyleri yalnızca nak-ledici-beyan edici sınırda kalması gerektiğini ifade etmez. Diğer taraftan, Rasulullah @'ın müstakil ve mutlak emirler verebileceğini belirten ayetler de vardır! "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin; Rasul'e ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, Allah'a ve Ahiret Günü'ne gerçekten iman ediyorsanız, artık onu Allah'a ve Rasulü'ne döndürün. Bu daha hayırlı ve sonuç bakımından da daha güzeldir" (4: 59). "Allah'a döndürmek" Kitabullah'a başvurmak, "Rasul'e döndürmek" ise, vefatından sonra, Rasulullah @'m sünnetine başvurmak anlamını taşır.
Allahu Teâlâ Kur'an'mda buyurur ki; "Allah'a itaat edin; Rasul'e itaat edin ve (kötü şeylerden) sakının" (5:92). Kur'an'da, Rasul'e itaatin Allah'ta itaatle birlikte zikredildiği her yerde, "Allah'a itaat" Kur'an'da zikredilen hem emredici hem de nehyedici hükümlere uymayı gerektirir. Benzer şekilde "Rasul'e itaat" Rasu-lullah'ca verilip açıklanan ve Kur'an'da bulunmayan hükümlere uymayı ifade eder. Zira, eğer bu hükümler Kur'an'da bulunsaydı "Allah'a itaat" ifadesine dahil olurdu.
"Böylece Rasul'ün emrine aykırı davrananla kendilerine bir fitnenin isabet etmesinden yahut onlara acıklı bir azabın çarpmasından sakınsınlar" (24: 63). Bu ayetler Rasulullah @'a itaatle emredip, bundan kaçınmaya çalışanları uyarır. Burada emredilen itaat Rasul'ün sünnetine, -ki bir kısmı Kur'an'da bulunmayan emirleri içerir- karşılık gelir. Yine, Kur'an, Rasul @'a itaati ısrarlı bir şekilde tekrar tekrar emreder: "Hayır öyle değil; Rabbine andol-sun,aral arında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme içlerinde bir burukluk duymaksızın tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar" (4: 65). "Kim Rasul'e İtaat ederse gerçekte Allah'a itaat etmiştir" (4: 80). "Artık Rasul size ne verdiyse onu alın, sizi neden sakındınrsa ondan da kaçının. Allah'tan korkup sakının; çünkü Allah, azabla sonuçlandırması çok şiddetli olandır" (59: 7).
Bu Kur'an ayetleri hiçbir şüpheye yer bırakmaksızın gösterir ki, Rasulullah @'ın yaptırıcı ve nehyedici bütün emirleri Kur'an ahkamına dahildir ve onun bir parçasıdır. Kur'an'da açıkça zikredilmeseler bile, aynı türden addedilirler ve bu yüzden yükümlülük belirtirler. (El-Muvafakat, c. IV, sh. 13).
3- Rasulullah @'m, İslam Hukuku'nun iki kaynak (Kitab ve Sünnet) üzerine kurulu olduğunu belirten birçok hadisi vardır. Ve, şüphesiz, Kur'an'da bulunmayan fakat tıpkı Kur'an'm emredici ve nehyedici diğer hükümleri gibi uyulması mecburi olan hükümleri bildiren hadisler, sayıca az da olsalar vardır. Mikdam hadisinde Rasulullah @'dan rivayet edilir ki; "Sizden birinizin şöyle demesi muhtemeldir: İşte bu Allah'ın Kitabı'dır, Kitapta ne helal ise onu helal, ne haram kılındı ise onu haram kabul ederim. Her kim kendisine bir hadisim ulaştığında hadisimi reddederse, gerçekte o, Allah ve Rasulü'nü reddetmiş olur" (Taberani, el-Evsat). Bu rivayet aynı zamanda sünnetin Kur'an'da bulunmayan hükümleri de ihtiva ettiğini göstermektedir.
4- Hz. Ali'nin şöyle söylediği rivayet edilir: "Allah'ın Kitab'ından, bu risalede yazılı bulunanlardan, Allah'ın herkese ihsan ettiği anlayış ve idrakten başka bir şeyim yok" (el-Mu-vafakat). Yine Muaz hadisinde; Rasulullah @, nasıl hükmedeceğini sorduğunda Muaz (r.a) cevaben Allah'ın Kitabı'yla demiş, Rasul @,
Allah'ın Kitabında bulamazsan nasıl hükmedeceğini sorduğunda ise cevabı Rasulullah'ın sünnetiyle olmuştur. (Tirmizi, Ebu Davud, Darimi). Muaz hadisi Kur'an'da bulunmayan bazı hükümlerin sünnette bulunduğunu açıklıkla ilan etmektedir. Bir kısım alimler, Kur'an'm sünnete, sünnetin de Kur'an'a boş sahalar bıraktığı görüşündedirler. (el-Muvafa-kat). (Ebul A'la Mevdudi; Sunnat ki Aini Hat-hiyat. Dr. Mustafa Sıbai; Hadith-i Rasul and İts Tashri'i Muqam).
Rasulullah @'ın sünnetini müstakil teşri' kaynağı olarak kabul ermeven alimlerin ileri c.-ı.-dükleri delilleri İmam-ı Şâtıbî şu şekilde sıralamıştır: Sünnet, anlam ve önem bakımından Kitâb'a râcidir. Çünkü, hadis, mnh tasar ve sarih Kur'an öğreti ve emirlerini beyan, müşkül olanlarım izah, mücmel olanlarını tafsil eder. Bu meyanda Kur'an şöyle buyurur: "Sana da (eyMuhammed) zikri (Kur'an'ı) indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasm. Olur ki iyice düşünürler" (16: 44). Yamsıra, Kur'an'm İslam şeriatının temel ve biricik kaynağı olduğunu gösteren ayetler aynı zamanda hadisin müstakil teşri' kaynağı olmadığını ortaya koyar. "Ve şüphesiz sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin" (68: 4). Hz. Ai-şe, Rasulullah @'m ahlâkının Kur'an ahlâkı olduğunu belirtmiştir. Bu da Rasul @'ın söz, davranış ve ikrarlarının tamamıyla Kur'an'dan kaynaklandığını gösterir, zira ahlak bunlarla bilinir. Keza, Allah şöyle buyurur; "Biz Ki-tab'ı sana, herşeyin açıklayıcısı; müslümanla-ra da bir hidayet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik" (16: 89). "Biz Kitab'ta hiçbir şeyi noksan bırakmadık" (6: 38). "Bugün sizin içip dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi de tamamladım ve size din olarak İslam'ı seçip-beğendim" (5: 3). Kısaca Sünnet, Kur'- an'ın tefsiri ve izahı üzerine bina edilmiştir ve "Sünnet Kitab'a racidir" sözüyle kasdedilen de budur. "Dininizi kemale erdirdim" ve "nimetimi de tamamladım" ifadelerinin tetkik edilip incelenmesi bu gerçeği aydınlatacaktır.
Sünnetin müstakil teşri' kaynağı olmadığı fikrinde olan alimler ilk grubun görüş ve delillerini şu ana çizgilerle sorgulanmışlardır:
1- Biz Rasulullah @'ın hadislerinin Kur'an'ın tefsir ve izahı olduğunu kabul ediyoruz. Rasul @'a itaati Allah'a itaatle birlikte zikreden ayetler konu için esastırlar ve gerçekte Kur'an'ın tefsir ve izahı olarak Rasulullah @ ne verirse onun kabul edilmesi gerektiğini ifade ederler. Rasulullah @'ın tefsir ve izahıyla hareket eden, hem ilâhî takdire hem de Rasul @'m açıklamalarına uymuş olur. Eğer kişi Rasulullah@'ın tefsirine göre hareket etmezse, gerek Allah'ın takdirine karşı gelerek Allah'a, gerekse tefsir izahını reddederek Rasulullah @'a karşı gelmiş olur. Burada ısrarla belirtilmelidir ki "Allah'a itaat" ve "Rasul'e itaat" ifadelerinin ayrı ayrı zikredilmesi, bu iki tür itaatin müstakil oldukları anlamına gelmez.
2- Yukarıda zikredilen ayetler, sünnetin ihtiva ettiği hükümlerin Kur'an'da bulunmadığını is-batlamaz. Biz sünnetin Kur'an'dakilerin yanı-sıra bazı ek hükümler ihtiva ettiğini kabul ediyoruz, ancak bu, ek hükümlerin Kur'an'da hiçbir surette ifade edilmediği anlamını taşımaz. Ek hükümler açıklanmış olanın (meşruh) izahı (şerh) mahiyetindedir. Eğer 'izah', izah edilenden fazla değilse zaten izah değildir. Bu, hakikatte bir ilave de değildir. Aynca, delil olarak gösterdikleri Mikdam hadisi tenkide tabi tutulup ravilerden Zeyd b. el-Habbab'ın zayıf olduğu işaret edilmiştir ki aynı sebeple Buhari ve Müslim, Zeyd'in rivayetlerini kabul etmemişlerdir.
Hulasa: Bu iki topluluk arasındaki ihtilaf kısaca şudur: Her iki topluluk da Kur'an'da açıkça zikredilmeyen bazı hükümlerin sünnette bulunduğunu kabul eder. İlk topluluk ortaya koyabileceği görüşündedirler.İkinci topluluk ise Kur'an'da vazıh bir şekilde yer almasa bile, bu hükümlerin bir bakıma Kur'an nasla-rının kapsamı içinde yer aldığını kabul ederler. Bu nedenle derler ki, Nass yahut kaide vasıtasıyla Kur'an'ın ihtiva etmediği, ancak herhangi bir sahih hadisle delillendirilebilecek hiçbir Hüküm yoktur. Bu kuralla bağdaşmayan bir hadis söz konusu ise, o hadis zayıftır ve amel etmek için gözönüne alınmaz.
Görüldüğü üzere taraflar arasındaki bu ihtilaf yalnızca sözdedir. Her iki taraf da hadislerin Kur'an'da bulunmayan bazı hüküm ve emirleri açıkladığını kabul eder. İlk topluluk bunu 'mutlak otorite' (istigbal) olarak isimlendirirken aynı hususu ikinci topluluk müstakil teşri' kaynağı olarak değerlendirmez. Her iki topluluğun görüşü pratikte aynı sonucu vermektedir. (Mevdudi; Sunnat ki Aini Hathiyat. Dr. Mustafa Sıbai; Hadith-i Rasul and İts Tashri'i Muqam).
İmam-ı Şatıbi, hadislerin bu cephesini mütaa-la ederken der ki, "En önemli delil, Rasulullah @'ın hadislerinde geçen hükümlerin çoğunun Kur'an'da bulunmamasıdır. Namaz, zekat, hacc, hayız, nifas ve benzeri sayısız konular Kur'an'da ayrıntılı olarak anlatılmaz. Bunların Kur'an'da olduğunu ispatlama görevini üzerine alan kimse, anlamı gereksiz yere çekip tevil etmedikçe buna muktedir olamaz. Bu kişi Arapça anlatım tarzının kabul edemeyeceği anlamlan benimsemek zorunda kalacaktır. Üstelik mütekaddimin ve müteahhirin alimleri bunu kabul etmezlerdi." (el-Muvafakat).
Öncelikle muayyen bir zamanda muayyen bir topluluğa hitap etmiş olsa bile bütün insanlık için evrensel ve ebedî bir hidâyet kaynağı olduğu gerçeğine bizzat Kur'an'ın kendisi şahitlik etmektedir. Aynı şekilde ilâhî mesajı öncelikle, muayyen bir topluluğa iletme görevini yerine getirmesine rağmen Kur'an timsali Rasulullah @da bütün insanlık için rehberdir. Allah, Peygamber @'a Kur'an hakkında şunları söylemesini öğütler: "Benimle sizin aranızda Allah şahittir. Bu Kur'an bana vahyolundu ki, onunla sizi ve ulaştığı herkesi uyarayım" (6: 19). Aynı ifadeler Rasulullah @ hakkında da kullanılır. "De ki: 'Ey insanlar, ben sizin hepinize Allah'ın gönderdiği bir elçiyim'." (7: 158). "Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik" (34:28). "Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç birisinin babası değildir; ancak O, Allah'ın Rasulü ve nebilerin sonuncusudur." (33:40).
Bu açıdan Kur'an'ın ve Rasulullah @'m rehberlikleri arasında bir fark yoktur. Eğer onlan belirli bir periyoda hasredilmiş gibi kabul e-dersek her ikisi de sınırlı ve geçicidir; ancak bütün zamanlara tatbik edilirse her ikisi de ev rensel ve ebedidir. Biliyoruz ki, Kur'an'ın vah-yedilmesi miladi 610 yılında başlayıp 632 yılında sonlandı. Kur'an'm öncelikle o dönemin insanlarına hitap ettiği; o insanların ihtiyaçlarına ve o dönemin olaylarına uygun tarzda rehberlik görevini yerine getirdiği de bir sır değildir. Akla gelebilecek soru, Kur'an'm öğretilerini hangi esaslar üzerine bütün insanlık ve tüm zamanlar için rehberlik kaynağı olarak değerlendirdiğimizdir. Bu sorunun cevabı, 24 yıllık nebilik dönemini yedinci yüzyılda geçiren tek bir kişinin yaşantısı ve görgüsünün nasıl bütün insanlar ve bütün zamanlar için rehberlik anlamına geldiği sorusuna verilecek cevapla bütünüyle aynılık arzeder.
Aslında bu münakaşa çizgisi yanlış ve kendi kendiyle çekişir haldedir. Allah'ın rehberliğine inananlar Kur'an'ın da evrensel ve ebedî rehberliğine inanırlar. Onlar Allah'ın Kitabı ile Allah'ın Rasulü arasında ayrım yapmazlar. Ayrım için gerçekte bir sebep de yoktur; Allah ve Kitabullah'ı bize anlatan Rasul @'dır. Bu ve benzeri bilgiler bütünüyle O'nun vasıtası İle bizlere ulaşmıştır. Bu yüzden, Rasulul-lah @'ın uygulamaları hakkında şüphelerin oluşması O'nun bilgilendirmesi üzerine kurulu tüm yapıyı tehdit etmeye namzettir. Şüphesiz, kendilerini kuşatan yer ve zamana rağmen, hem Kur'an hem de Rasulullah @ gerek umûmi, gerekse ebedî hayata ait prensipleri vasıtasıyla Kıyamete kadar evrensel rehberlik sağlayan kaynaklardır.
Genel kabul görmüş hususlardan birisi de, Rasulullah @'ın yalnızca elçi sıfatıyla ortaya koyduğu kavlî ve amelî uygulamalarının müminler için yükümlülük ifade ettiğidir. Bir ferd olarak yaptıkları ve söyledikleri mutlaka hürmetle karşılanır, ancak İslam Şeriati'nin bir parçası olmadığından uymak mecburiyeti yoktur. İmam Müslim Sahih'inde Rasulullah @'ın hayatının bu yönü üzerine ayrı bir bölüm açmıştır. Kitabında, dinle ilgili bütün meselelerde Rasul'ü izlemenin mecburi olduğunu; ancak hakkında genel bir prensibin bulunmadığı aile olaylarında veya teknikle alakalı konularda kişinin kendi görüşüne göre hareket etmekte serbest olduğunu ısrarla belirtir. Musa b. Talha, Rafi' b. Hadic ve Enes tarafından rivayet olunur ki, Allah'ın Rasulü Medine'ye geldiğinde, hurma ağaçlarının üzerine çıkmış ve aşılamakla meşgul kişilerin yanından geçerken; "Bu insanlar ne yapıyorlar?" diye sordu. Sahabelerden bazıları aşılama yaptıklarını böylece daha fazla meyve elde ettiklerini ifade ettiler. Bunun üzerine Rasulullah, "Bir faydası olacağım zannetmem" diyerek fikrini belirtti. Bu sözü duyan insanlar aşı uygulamasını terkettiler. Sonraları ürünlerin azaldığından haberdar edilen Rasulullah; "Şayet onlara bunun bir faydası varsa, yapsınlar. Ben ancak bir tahminde bulundum. Şahsî görüşümden dolayı beni izlemesinler. Fakat size Allah adına bir şeyi haber verirsem, onu mutlaka alın. Çünkü ben Allah'a asla yalan isnad etmem" buyurur. (Müslim).
Bedir Savaşı'nda, savaş alanının seçimi ile ilgili olarak Hübab b. Münzir, Rasulullah @'a, "Burası, sana emredilen bir yer midir? Yoksa şahsi bir görüş ve askeri bir taktik mi?" sorusunu yöneltti. Bunun yalnızca kişisel bir görüşten ibaret olduğu Peygamber tarafından beyan edilince Hübab,
olmadığını; düşmana en yaxm su Kaynağına kadar ilerlemeleri ve orada konaklamaları gerektiğini; bu su kaynağının ötesindeki kuyulan tıkayıp kendileri için de sarnıç oluşturduktan sonra artık içecek suları kalmayacak olan düşmanla savaşmaları fikrini teklif etti. Rasu-lullah @ bunun mükemmel bir plan olduğunu ifade etti ve plan hemen uygulanmaya başlandı. (İbn-i Ishak, "Seerah").
Aile meseleleriyle ilgili olarak şu misaller verilebilir: Rasulullah @, Zeyd b. Harise'ye hanımını boşamamasını öğütledi, ancak o bu öğüdü kabul etmeyip hanımını boşadı. Berire, hürriyetine kavuştuktan sonra kocasıyla kalmayı reddetti. Rasul @, kocasının Berire'ye olan sevgisi ve eşlerin sahip oldukları çocuklar nedeniyle kadına kocası Mugiyş'le birlikte kalmasını tavsiye etti. Berire bunun emir olup olmadığını sorduğunda Peygamber @, "Hayır; bunu nasıl emredebilirim, ben sadece şefaat ediyorum" buyurdu. Berire de artık kocasına ihtiyacı bulunmadığını belirtti (Buharı).
Rasulullah'a itaat her müslüman için zorunlu olmakla birlikte, O'nun Peygamber ile insan statüleri arasında ayırım yapmak; bir davranışın nebi vasfıyla yapıldığına -dolayısıyla itaat etmemiz gerektiğine- ve diğer bir davranışın insan vasfıyla yapıldığına -dolayısıyla izlemekle kayıtlı olmadığımıza- karar vermek ne kişi için pratikte mümkündür ne de kişinin hukuki yükümlülükleri arasındadır. Bu ayıtımı yapabilmenin tek yolu konunun ya Rasulullah @ tarafından, ya da Kur'an ve sünnetten çıkarılan şeriat prensiplerince vuzuha kavuşturulmasıdır.
Bunun birçok örneği Rasulullah @ döneminde bulunmaktadır. Ashab, kendi fikirlerini öne sürmeden önce, söz ve davranışlarının Allah'ın hükmü üzerine mi kurulu olduğunu, yoksa kendi kişisel görüşü mü olduğunu daima Peygamber @'dan sorarlardı.O'nun şahsi görüşü olduğunu anladıklarında da kendi tekliflerini ortaya koyarlardı. Bu olaylardan bir kaçı yukarıda zikredilmiştir. Burada bir misal daha gösterelim: Ahzab Savaşı sırasında Rasulullah @'ın Beni Gatafan ile sulh andlaşma-sı teklifi üzerine, Sa'd b. Mu'az ve Ca'd b. Ubade kendi görüşlerini açıklamadan önce kararın vahye mi dayandığı, -ki bu durumda bir şey söylemeye yetkili olmayacaktı- yoksa Nebi'nin kendi şahsi görüşü mü olduğu hakkında sualler yöneltmişlerdir. Bazen de problemin kendisi, kararın O'nun şahsi görüşü olduğunu ortaya koymaktadır. Zeyd b. Hari-se'nin boşanması hususunda olduğu gibi.
Bunlar Rasulullah @'ın hayatında yer alan ve O'nun tarafından vuzuha kavuşturulan misallerden bir kısmıdır. Ancak bazı problemler de vardır ki ayırım ancak şeriat prensiplerinin ışığında yapılabilir. Yiyecek ve giyecekler konusunu ele alalım. O'nun yiyecek ve giyeceklerle ilgili hayatının bir yönü, Arabistan halkınca yaygın olarak kullanılan hususi giyim tipi ve sitili ile kendi kişisel üslubunun O'nun giyiminde rol oynamasıdır. Benzer şekilde, ferdi zevkinin de pay sahibi olduğu o dönemin Arab malikanelerinde çoğunlukla pişirilen yiyecekleri yemesidir.İkinci yönü ise, söz ve davranışlarıyla şeriat ve İslam ahlakının giyecek ve yiyecek hususundaki sınırlarını öğ-retmesidir. Rasulullah @ tarafından öğretilmiş olan şeriat düsturlarından biliyoruz ki, ilki onun şahsi davranışlarını, ikincisi ise Nebi olarak hareketlerini gösterir. Bu, Allah'ın Ra-sulü'nü öğretmekle yükümlü olarak gönderdiği Şeriat'ın, insan hayatının bir cephesiyle ilgili olarak onların yemeklerini nasıl pişireceklerini yahut giyeceklerini nasıl ve ne türde yapacaklarını muhtevi olması nedeniyledir. Mamafih, meşru-gayri meşru, helal-haram sınırlarını belirlemek ve insanlara inananların ahlak ve kültürüne uygun tavır ve itiyatları öğretmek onun sınırları arasında yer alır. (Ebu'l A'la Mevdudi; Sunnat-i Nabawi ki Qanuni Hafhiyat, Sayyarah Digest, Rasûl özel sayısı, c.II, 1973).
İster Rasulullah @'ın açıklamalarıyla isterse O'nun tarafından öğretilen şeriat prensipleriyle vuzuha kavuşturulmuş olsun; bilginin kaynağı, Nebi'nin eğiticiliği-öğreticiliğidir. Diğer bir ifadeyle, O'nun şahsi hareketlerini belirleyebilmek için, sahip olduğu nübüvvet vasfıyla O'na yönelmek zorundayız. Nübüvvet vasfı bir tarafa bırakılacak olursa, O'nun şahsi yönüyle müminlerin uygulamaları arasında doğrudan hiçbir ilişki yoktur. Hz. Muhamnıed @'ın bu iki konumu arasında ayrım yapmak ne müminlerin kaygısına ne de yükümlülüklerine dahildir. Bütünüyle uygulamaya yönelik bakış açısından, O, yalnız bir konuma sahiptir: Allah'ın Rasulü'dür. Bir insan olarak hareketleri İle Allah'ın elçisi olarak emirleri arasını ayırmaktan ve zaman zaman O'nun şahsi hareketlerinden haberdar edilmişsek, bu, bizzat Rasulullah'ın izahı sebebiyledir. Diğer bir ifadeyle, bu tür kayıtlamaları belirleyen de, bu hareket serbestliğini kullanmayı öğreten de Rasulullah @'dır.
Rasulullah'ın konumunu bütün açıklığıyla ortaya koyan ve Ebu Hüreyre'den rivayet olunan bir hadiste O; "Her kim bana itaat ederse, Allah'a itaat etmiştir. Her kim bana isyan ederse Allah'a isyan etmiştir. Emir'e itaat eden bana itaat etmiştir, emre asi olan bana asi olmuştur. Emir, kavgaya tutuşmuş ve sığınak arayanlar için sadece bir kalkandır. Bu yüzden, eğer Al-lah'dan korkup sakınır ve adaletle hükmederse mükafatla karşılaşacaktır. Fakat başka bir bakışa sahipse bu hususta sorumlu tutulacaktır" buyurmuştur. (Buhari ve Müslim).
Rasûlullah @'in Nebî ve insan vasıfları arasındaki farkın ne olduğu hususunda Kur'ân-ı Kcıım çok açıktır. Şüphesiz peygamberler, insanları Allah'a kul olmaya çağırmak için gönderilmişlerdir, kendilerine kulluğa değil. "Beşerden hiçbir kimseye yakışmaz ki Allah kendisine Kitab'ı, hükmü ve nübüvveti versin de, sonra o, insanlara: 'Allah'ı bırakıp da (gelin) bana kul olun desin' fakat o, 'öğretmekte ve okuyup okutmakta olduğunuz Kitaba göre Rabbe kul olun' (der)." .(3: 79). Onlara aynı anda iki görev birden verilmiştir. İlki insanları Allah'tan başka bütün şahıslara, ki buna kendileri de dahildir, kulluktan kurtarmak. İkincisi' onları yalnızca Allah'a kullukta bir araya getirmek." (Elçi hediyelerle) Süleyman'a geldiği vakit: 'Sizler bana mal ile yardım mı ediyorsunuz? Allah'ın bana vermekte olduğu, size verdiğinden daha hayırlıdır; hayır, siz, hediyenizle sevinip öğünebilirsiniz' dedi." (27: 36). Allah her insana yalnızca Allah'a itaat etmesi ve tağuttan yüz çevirmesi mesajıyla bir elçi göndermiştir: "Ey ehl-i Kitap, bizimle aranızda müsavi (ve adil) olan bir kelimeye gelin, (şöyle) diyerek: 'Allah'tan başkasına tapmayalım; O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım; Allah'ı bırakıp da birbirlerimizi Rabb'ler edinmeyelim.' (Buna rağmen) Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki; 'Şahit olun, biz muhakkak müslümanlanz..'" (3: 64).
Yine insanların nebilere kayıtsız şartsız itaat etmek ve izlemekle emredildiklerini görürüz. Bu, onların şahsi haklarından biri sebebiyle değil, Allah'ın istek ve hükümlerinin kendileri vasıtasıyla insanlara ulaştığı elçi olmaları nedeniyledir. Bu yüzden onlar Allah'ın izniyle kendilerine itaat olunsunlar diye gönderilmişlerdir (4: 64) ve kendilerine itaat Allah'a itaat olarak değerlendirilir. (4: 80). Keza, Kur'an-ı Kerim ve Rasul'ün sünneti ile ortaya konan diğer bir gerçek de; Rasulullah @'ın vahiyle konuşmadığı ve yalnızca kendi ferdi fikirlerini açıkladığı durumlarda, ilahi hükümleri açıkladığı anların aksine hiçbir zaman insanlardan mutlak itaati talep etmemesidir. Bu hususta bir hayli örnek daha önce aktarılmıştır.
Rasul'ün nebi ve insan statülerinin arasındaki bu ayırım yalnızca nazari açıdan idi, şimdi ise pratik cephesini mütalaa edeceğiz. Bu çifte sıfatlar insanlar arasında hizmet görmeleri için Allah'ın bazı insanları kendisinin yegane temsilcileri olarak görevlendirmesi gerçekten çok hassas ve karmaşık bir husustur. Bir taraftan, bu insan kendisi de dahil bütün beşeriyete, bütün yaratıklara kulluk yapmaktan uzak olmalı ve Özgürlüğün bu veçhesinde onları sözleri ve davranışları ile eğitmelidir. Diğer taraftan da aynı insan Allah'a mutlak itaati muhakkak olanlardan talep etmeli ve uygulama açısından itaatin merkezi nebi sıfatıyla kendisi olmalıdır. Bu iki aykırı husus aynı kişice aynı anda yapılmak zorundadır. Her ikisi arasındaki sınır birbiriyle o derece bitişiktir ki, Allah ve Rasulü'nden başka hiçbir kimse bu ikisi arasına bir ayırım çizgisi çekemez.
Bu problemin hassaslığı ve karmaşıklığı aşağıdaki üç noktayı göz önüne aldığımızda daha da artmaktadır. İlk nokta; Allah'ın hükümler: altında Rasulullah @ itaat isterken kuşkusu; nübüvvet görevini yerine getirmekteydi. Fakat, fevkalade itaatkar ashabını kendi şahsına zihni kölelikten kurtarm düşünce ve ifade Özgürlüğü mefhumunu öğreterek eğitirken; kendi şahsî düşüncesinden farklı bağımsız görüşlere sahip olmaları için onları teşvik ederken; kendi şahsî statüsü ile nebî' statüsü arasına sınır çizgisi çekip onlara ilkinde serbest olduklarını, ancak diğerinde tercih haklan olmadan dinleyip itaat etmeleri gerektiğini anlatırken bile gerçekte O, nübüvvet görevinin diğer bir parçasını icra etmekteydi. İşte burası O'nun kişi ve nebi statüleri arasındaki farkın anlaşılmasının bizler için zorlaştığı ve pratikte her ikisinin ayrımının daha da güçleştîği noktadır. Bu noktada her iki statü birbirine o kadar karışmıştır ki aralarında yalnız nazari fark kalmaktadır. Şahsi statüyle çalışırken bile nebî' sıfatıyla çalışıyor gözükmektedir, ikinci nokta, nebinin şahsında bütünüyle kişisel gözüken meseleler bile -misal olarak; yemek, giyim, evlilik, aile yaşantısı, ev içerisinde çalışma, def-i hacet, arınma, yıkanma- evet, bunlar bile bütünüyle kişisel olmayıp İslam kültürünü şekillendirip oluşturan şer'i hudutları ve İslam ahlâkını ihtiva ederler. Rasulullah @'m nebî statüsünün bittiği ve şahsi statüsünün başladığı yeri tayin etmek artık kişi için gerçekten güçleşmektedir. Üçüncü nokta, Kur'an bir bütün olarak Rasulullah @ 'm hususi hayatının bizler için her yön ve her veçhesiyle rehberlik sağlayacak "mükemmel bir örnek (us-wa)" (33:21) ve O'nun "kendi izniyle Allah'a çağıran ve nur saçan bir çerağ" (33:41) olduğunu anlatmaktadır. Ve Kur'an-ı Kerim, O'nun yanlışa sapmadığının, O'nun rehberliğinin Allah tarafından yapıldığının şahitliğini taşır: "Battığı zaman ki yıldıza and olsun; sahibiniz (olan Rasul) ne dalalete düştü, ne de azdı. O nevasından, konuşmaz. O (söyledikleri), yalnızca vahyolunan bir vahiydir." (53: 1-4).
Şah Veliyullah Dehlevi, Rasulullah @'a saygı ve itaatin gaye ve hikmetini çok zarif ve etkileyici ifadelerle izah eder. Der ki, tanınmış bir hükümdardan mesaj ileten bir kimsenin saygıyla karşılanıp gerekli ihtimamın gösterilmesi Öteden beri her kavmin geleneğidir. Elçinin, hükümdarın emirlerini beyanı sanki hükümdarın bizzat kendisi emir veriyormuşcasına itibar görür. Ve şayet, hükümdar adına insanlardan sadakat sözü almak için gönderilmişse, uzanıp eliyle onun elini tutmak hükümdarın elini tutmakla eş addedilir. Büyük bir hükümdarın elçisine karşı insanların bu yaklaşım ve davranışlarının benzeri Kur'an-ı Ke-rim'de şu ifadelerle yer alır: "Hiç şüphesiz, sana biat edenler, ancak Allah'a itaat etmişlerdir. Allah'ın yed'i onların elleri üzerindedir" (48:10). İşte bu yüzden, Rasulullah @'ın şahsı Allah'ın nişanlarından (Şa'air Allah) biri yapılmış ve kendisine itaat insanlar üzerine farz kılınmıştır.
İnsanlar, O'nunla sıradan insanlarla konuştukları gibi konuşmamak ve O'na hayır duaları göndermekle emrolunmuşlardır. (49: 2). (Şah Veliyullah Dehlevi; Hujjat Ullah al-Baligah c.II).
İnsan, âlemlerin Rabb'ine ibadet etmek (51: 56) ve yeryüzünde adalet, takva ve fazilet nizamını kurmak (57: 25 ve 22: 41) için yaratılmıştır. Kendisine bu çabasında yardımcı olması için Resulleri aracılığıyla Rabbinden hidayet ve rehberlik vadedilmiştir (2: 38 ve 7: 35). Ancak, ne zaman Allah'ın rasullerinden biri insanları hidayete yöneltmek için gelse onu yalanlamışlardır (30: 47 ve 7: 101). Allah beşerin ders alması için birbiri peşisıra nebiler göndermiş (23:44), ancak yaratılışı esnasındaki meleklerin sözlerini doğrularcasına, insan yeryüzünde Allah'a karşı isyan-bozgunculuk tavrını sürdürmüş ve masum insanların kanlarım akıtmaya devam etmiştir. Geçmişiyle, te-cavüzkar hareketlerini engelleyecek zorlayıcı güç olmadan barış içerisinde yaşayamayacağım isbatlamıştır. Zayıf ve yoksullar, toplumda yetki ve nüfuz sahibi güçlülerin saldırısına her an katlanmak zorunda kalmışlardır. İşte bu yüzden, isyankar unsurların aktivitelerine mani olmak ve toplumdaki zayıfların haklarını korumak amacıyla Hakim olan Allah rasul-leri vasıtasıyla kendi hükmünü göndermiştir. "Andolsun, biz elçilerimizi apaçık burhanlarla gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte Kitabı ve mizanı indirdik. Bir de kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri indirdik; öyle ki Allah, kendisine ve Rasulü'ne gayb ile (görmedikleri halde) kimlerin yardım edeceğini bilsin (ortaya çıkarsın). Şüphesiz ki Allah, büyük kuvvet sahibidir, yegane galip olandır." (57: 25).
Gerek ferdî yaşantılarında, gerekse toplumsal örgütlenmelerinde insanlar adalet ve marufu ayakta tutsunlar diye Allah, apaçık hakikat belgeleriyle birlikte beşer hayatının her yönünü banndıran mükemmel hidayet rehberleri göndererek hiçbir hususta şüpheye mahal bırakmamıştır. Şayet bir direnme yahut karşı koyma ile karşılaşılırsa, bütün beşeriyetin faydasınadır, insanlar, Allah'ın hükmünü yerine getirmek amacıyla kuvvet kullanabilirler. Kanun ve nizamı sağlamak, insanların haklarını korumak amacıyla zaman zaman rasulleri vasıtasıyla Allah tarafından şeriatler gönderilmiştir. Bu tür ilahi emirleri getiren son rasul ise Muhammed @'dir. O'nun çağrısı ve öğretisi bütün insanlığa şamil ve evrensel olduğundan; kıyamet gününe kadar insanoğlu İçin hidayet rehberi olarak kalacağından, şümullü kılınmış olup beşikten mezara kadar beşer hayatının her cephesini kaplayacak genişliktedir. Toplum içerisinde insan hayatını düzenleyen temel hukuk kaidelerini sunar. Kur'an ve sünnetin temel prensipleri ışığında ahkamı yorumlayıp yeni ihtiyaçlarını karşılamak için sonraki nesillere engin bir alan bırakır. İslam hukukunun temel prensipleri ve sünnette bulunan davranış Örnekleri gelecek zamanlar için değişmeyip sabit kalır ve topyekün insanoğluna tatbik edilmesi zaruridir. Bu prensipler sosyal hayatın şu yönlerini kapsar:
1- Can emniyeti,
2- Mal emniyeti,
3- Namus emniyeti,
4- Din emniyeti,
5- Miras emniyeti,
6- İfade ve isbat hakkının korunması
(Hakim Şeyh Abdulhamid, "Rasul, as a legis-lator" adlı makalesi, Sayyara Dıgest, Rasul özel sayısı, c.II, Kasım 1973).
Kur'an-ı Kerim'de hukuki konularla ilgili çok az sayıda ayet vardır. Fakihlere göre bunlar miras, evlilik, mehir, boşanma, hediye, vasiyet, alış veriş, himayet, kefalet ve cinayet gibi konuları kapsar. Şüphesiz ki, durmadan değişen ve gelişen dünyada bu birkaç kural çeşidi yahut kanun maddesi her yeni hal ve problemleri ihtiva etmez. Bu yüzden İslam'ın temel prensipleri ışığında zamanın ve mekanın ihtiyaçlarına göre İslam hukuku ile aynı çizgide olmaları ve onun esaslarından herhangi biriyle çelişmemeleri şartıyla kanunların yapımını Kur'an-ı Kerim gelecekteki kanun yapıcılarına bırakmıştır.
Bu anlamda İslam'ın ilk kanun yapıcısı Hz Muhammed @'dır. O, Kur'an-ı Kerim'in hükümlerini tefsir etmiş ve hayatın fiili problemlerine bu hükümlerin uygulanış tarzı hakkında izahlarda bulunmuştur. Kur'an-ı Kerim'in ihtiva ettiği ilahi ahkamın herhangi birini değiştirmemiş yahut başkalaştırmamış, aksine O'nun tefsir ve izah edicisi olarak hareket edip, ileriki bölümlerde de göreceğimiz üzre, O'nu yalnızca değişik durumlara tatbik etmiştir. İlahi hüküm Hz. Muhammed @'a Allah tarafından Kur'an formunda verilmiştir. Şeriat, "bu dünyayı insanın menfaatine yaratan Allah tarafından kesin ve açık olarak belirtilen bir kanundur. O, her şeyi insanın emrine veren Allah tarafından beyan edilmiştir, insanoğlunun adımlarının yönlendirilmesini ifade eder. O, insanoğluna zarar veren herşeyi yasaklar, ona fayda sağlayan ve kullanışlı olan her şeye müsade eder ya da emreder. Şe-riat'ın temel prensibi; bütün gerçek ihtiyaç ve arzularını karşılama, çıkarlarını koruma ve başarı-mutluluk elde etme gayesine yönelik akla uygun her tür çabayı gösterme hakkına bazen de yükümlülüğüne insanoğlunun sahip olmasıdır. Ancak bütün bunlar Öyle bir tarzda yapılmalıdır ki; hem diğer insanların çıkarları tehlikeye atılmamalı, hak ve yükümlülüklerini yerine getirmelerine yönelik gayretlerine zarar verilmemeli, hem de gayelerine ulaşımında aralarında yapılması mümkün bütün sosyal dayanışma, yardımlaşma ve işbirliği ortaya konmalıdır." (Ebul A'la Mevdudi, To-wards Understanding islam).
Ancak, ilişkileri açısından insanların karakterlerine baktığımızda iki çeşit insanın olduğunu görürüz: "Güç ve imkanlarım bilerek yanlış kullanan ve yanlış kullanım sebebiyle kaynaklan israf eden, kendi hayati çıkarlarını zedeleyen ve diğer insanlara zarar verenler ile samimi ve ciddi olan ama cehaletleri sebebiyle hataya düşenler. Güçlerini bilerek yanlış kullananlar habis ve günahkar olup idare ve ıslah edilmelerinde kullanılması için hukukun güçlü kılıcına müstehaktırlar. Cehaletleri yüzünden hataya düşenler ise hakiki bilgi ve irşada ihtiyaç duyarlar, öyle ki Sırat-ı Musta-kim'i görebilsinler, güç ve imkanlarını en iyi şekilde kullanabilsinler. Allah tarafından açıklanan yönetim manzumesi işte bu gerçek ihtiyacı karşılar." (Ebul A'la Mevdudi, a.g.e). İlahi hükmün (Kur'an'ın) tatbikini gösteren ilk şahıs Rasulullah @'tır. Allah'ın Rasulü olması hasebiyle, Allah'ın kanunlarının uygulanmasını en iyi bilen de yine O'dur. O'nun hayat tarzı ve uygulamaları müslümanlar üzerine bağlayıcı kılınmıştır. Kur'an-ı Kerim bu bağlayıcılığı şu ifadelerle açıklar: "Kim Rasul'e itaat ederse gerçekte Allah'a itaat etmiştir" (4:80) ve "Artık Rasul size ne verdiyse onu alın, sizi neden sakındınrsa ondan da kaçının" (59:7).
İslam'ın
ortaya koyduğu hayat şeması bir haklar ve yükümlülükler dizisinden oluşup
bütün inananlar bunları yerine getirmekle görevlendirilmişlerdir. Genel
olarak, İslam Şeriatı iman edenler üzerine dört çeşit hak ve mükellefiyet
yükler:
1- Allah'ın haklan,
2- Kendi nefsinin hakları,
3- Diğer insanların hakları,
4- Allah'ın insanın hizmetine verdiği ve kendi yararı için bunları kullanma yetkisini insana bahşettiği güç ve imkanların haklan. Bu haklar ve mükellefiyetler İslam Şeriati'nin bel kemiğini teşkil etmekte olup bilinmeleri ve ciddiyet, ,titizlik ve samimiyetle yerine getirilmeleri her müslümanm görevleri arasındadır. (Ebul A'la Mevdudi, a.g.e). Şeriat'ın kural ve düzenlemeleri bu hakları korumak amacını taşıdığından hak ve mükellefiyet türlerinin açıklanması gereklidir. Bununla birlikte, bu bölümde müzakere etmeyi düşündüğümüz hukuki problemlerin asliyetini teşkil ettiğinden burada yalnızca diğer insanların hakları üzerinde durulacaktır.
İslam Şeriatı bir taraftan insana kişisel hakla-nnı kullanmasına izin vermiş, öte taraftan da bu haklannı diğer insanlann benzer haklarına tecavüz etmeyecek şekilde kullanmasını emretmiştir. Başka bir ifadeyle, diğer fertlerin benzer haklarına müdahale etmemek kaydıyla haklarını kullanıp kullanmamakta fert özgürdür. İslam Hukuku bu suretle, aralarında hiçbir çatışmanın çıkmaması ve karşılıklı yardımlaşarak yeryüzünde Allah'ın hükmünU ikame etmeleri amacıyla ferdin haklan ile toplumun haklan arasında bir denge kurmaya çalışmıştır. İslam Şeriatı bu amaçla, kendi haklannı kullanırken diğerlerinin haklannı ihlal etmesi muhtemel kişiler için kesin sınırlar ortaya koymuştur. Ve hiçbir devlet, hukuk sistemini Kur'an ve sünnet ile aynı çizgiye getirmedikçe gerçek anlamda İslam Devleti olarak isimlendirilemez.
Çeşitli meselelerle ilgili olarak hem İlâhî hüküm (Kur'ân), hem de Rasûlullah @ tarafından ortaya konan kanunlar aşağıda açıklanmaya çalışılmıştır.
Aile HukukurAile hukuku; Evlilik, mehir, boşanma, boşandıktan yahut kocanın ölümünden sonraki bekleme müddeti (iddet), nafaka, emzirme, sütten kesme gibi hususlarla ilgili hukukî konulan ihtiva eder.
Evlilik: İslam'da evlilik şahitler önünde icab ve kabul ile hukuki statü kazanan bir akiddir. "Bunların dışında kalanı -namuskâr ve zinaya sapmamış (insanlar) halinde (yaşamanız şartıyla) mallarınızla (mehir vermek suretiyle) ara(yıp nikahla)mamz için- size helâl edildi." (4:24). İslam, evlilik vasıtasıyla saf-iffetli kalmaları ve nzıklarının artması daha muhtemel olduğundan genç insanların evlenmesini teşvik eder. Müslümanlar yine aynı sebeple bekâr, köle ve cariyelerini evlendirmekle emrolunurlar: "İçinizden evli olmayanları, kölelerinizden ve cariyelerinizden salih olanları evlendirin. Eğer fakir iseler Allah, kendi fazlından onları zengin eder... Nikâh (imkânı) bulamayanlar, Allah onları kendi fazlından zenginleştirinceye kadar iffetlerini korusunlar." (24:32-33).
Rasûlullah @ da, "İçinizden evlenmeye gücü yeten evlensin. Zira evlenmek gözleri haramdan korur, sizi zinadan muhafaza eder. Gücü yetmeyen kimse ise oruç tutsun. Çünkü orucun şehveti kıran bir hassası vardır" buyurmuştur. (Buhari ve Müslim). O halde evlenmeye güç yetiremeyenlere İslam, oruç tutarak takva ehli olmalarım öğütlemektedir. Rasûlullah @'dan şu ifadeler de naklolunur: "Allah'ın yardım edeceği üç kişi vardır. İlki, iffetli bir hayat dileyerek evlenen kişidir..." (Tirmizi, Nesei ve İbni Mace). "Evlenen kimse dininin yansını kurtarmıştır. Artık diğer yarısı için Allah'tan korkup sakınsın." (Beyhaki, Şu'eb el-iman). İbni Abbas, Rasul'ü Ekrem'den rivayet eder ki, "Allah'ın huzuruna çıktığında temiz olmak isteyen, hür kadınla evlensin" (Buhari). Diğer bir rivayette Rasûlullah, "Bütün dünya hoştur, ancak en güzel olanı salih bir kadındır..." buyurmuştur. (Müslim).
Adalet Gözetilerek Yapılan Sınırlı Çok Evlilik: İslam, aralarında adaleti gözetmek kaydıyla dört kadına kadar evlenmeye izin verir. "Eğer yetim (kız)lar hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinden korkarsamz sizin için helal olan (diğer) kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikahlayın. Şayet (bu suretle de) adalet yapamayacağınızdan endişe ederseniz o zaman bir (eş) ya da sağ ellerinizin malik olduğu (cariye) ile (yetinin). Bu, sapmaT manıza daha yakındır." (4:3). Bu ayet-i kerime hanımların sayısını kesin olarak sınırlar ve aynı anda dörtten fazla hanımla evlenmeyi yasaklar. Bunun yanısıra, ayet-i kerime çok evliliği hanımlar arasında adalet şartına bağlayarak kısıtlar; adaleti yerine getiremeyenler için tek eşi tavsiye eder. Yukandaki ayeti izah ederken Rasûlullah @'ın zevcelerinden Aişe; "Bu ayetle zikrolunan yetimden murad, bir erkeğin vesayet ve himayesi altında iken hami-since malma ve güzelliğine imrenerek nikah edilen ve ancak mihri, emsali kızlann mih-rinden eksik takdir edilerek adaletsizlik yapılan yetimdir. Bu ayet-i kerime nazil olarak, mal tamahıyla emsalinden noksan mehir vererek öksüz kızlan nikah etmek nehyolunup başka kadınlardan lüzum ve ihtiyaca göre iki, üç ve nihayet dört kadınla evlenebilmelerine müsaade olundu" demiştir. (Buhari).
Dört Hanımdan Fazlası: Nisa suresinin yu-kanda zikredilen ayet-i kerimesi nazil olduğunda dörtten fazla zevcesi bulunan bütün müslümanlann dört tanesinin dışındakilerini boşamalan Rasûlullah' @ca emredildi. İbni Ömer, Gaylan b. Seleme es-Sakafi'nin İslam'ı kabul ettiğinde 10 hanımı olduğunu ve Rasu-lullah'ın ona hanimlannm dördünü tutmasını ve geri kalanlardan ayrılmasını söylediğini rivayet eder. (Ahmed, Tirmizi ve İbn-i Mace). Nevfel b. Mu'aviye der ki, "İslam'ı kabul ettiğimde beş zevcem vardı, bu yüzden Rasulul-lah'a danıştım ve O, "Dördünü tut ve birinden ayni" buyurdu. Ben de benimle en uzun süre kalan ve 16 yıldır kısır olanını seçip ondan aynldım." (Şerh-üs Sünne).
Evlenilmesi Haram Olanlar: Rasûlullah @, aralarında evliliği gayri meşru kılacak kan bağına mukabil gelen süt kardeşliği bağının bulunduğu kişilerin evliliklerini yasaklamıştır: "Neseb bakımından haram olan her şeyi süt hısımlığı da haram kılar." (Buharİ).
Ümmül-Fadl, Rasulullah'ın, "Bir veya iki kez emmek, nikahı haram kılmaz" buyurduğunu rivayet eder. (Müslim). Ümmü Seleme'nin Rasulullah @'dan rivayeti ise, "Rada'dan haram olan, ancak memeden kesmeden Önceki dönemde göğüsten alınıp bağırsaklara girendir" şeklindedir. (Tirmİzİ). Ukbe b. Haris el-Kureşİ'den rivayet olunduğu üzre, Ukbe, İhab b. Aziz'in kızıyla (Ümmü Yahya bintİ Ebi Ih-bab) evlenmiş, müteakiben bir kadın gelmiş ve, "Ben sizin İkinizi de emzirdim" demiş. Ukbe; "Beni emzirdiğini bilmiyorum, sen de bunu daha Önce anlatmadın" cevabım vererek Ebi İhab'ın ailesine gidip konuyu araştırmış, onlar da mesele hakkında bilgileri olmadığını belirtmişlerdi. Bunun üzerine Ukbe Rasulullah @'a giderek ne yapması gerektiğini sormuş, Rasul de "Sana anlatıldıktan sonra nasıl olur da tereddüt edersin?" buyurmuştur. Nitekim Ukbe hanımım boşamış, kadın da bir başkasıyla evlenmiştir. (Buharı).
İbni Abbas, Bakara suresi'nin 221. ayetini izah ederken, "Yedi tip evlilik kan bağı (karabet) sebebiyle haramdır; yedi çeşit de evlilik (sıhriyet) sebebiyle" demiş ve ardından Nisa suresi'nin 23. ayetini okumuştur. Hz. Aişe de, Rasulullah @'dan şöyle buyurduğunu rivayet eder; "Neseben haram olan, süt cihetinden de haram olur." (Buhari).
Değiş-Tokuş Suretiyle Evlilik (Şiğar): Kişilerin, kızlarını (yahut kız kardeşlerini) mehir ödemeden karşılıklı değişerek evlenmeleri şiğar olarak isimlendirilir. İbni Ömer'den Peygamber @'ın, şiğar suretiyle nikâhdan neh-yettiği rivayet olunmuştur ki, genel olarak şiğar "bir kimsenin kızını diğerine - onun da kızını kendisine vermesi şartıyla- tecviz etmesidir. Aralarında mehir de yoktur" anlamını taşır. (Buhari).
Ebu Hureyre'den gelen bir rivayette Rasul~ü Ekrem'in, "Bir kadınla onun halası, yine böyle bir kadınla onun teyzesi birlikte nikâh olunmaz. Ne küçük kız kardeş, ablasının evli olduğu kimseye nikah olunur, ne de büyük kız kardeş küçüğünün evli olduğu kimseye" buyurduğu tasrih olunmuştur. (Tirmizi, Ebu Da-vud, Darimi ve Nesei).
Berâ b. Azib der ki, dayım Ebu Bürde b. Ni-yar'a alem taşıyarak yanımdan geçerken nereye gittiğini sordum. Bana, "Rasulullah beni, babasının hanımıyla evlenen kişinin başını getirmeye gönderdi" cevabını verdi. (Tirmizi veEbuDavud).
Rasulullah @'m, "Her kim bir kadınla evlenip onunla karı-koca hayatı yaşarsa artık o kişinin, bu kadının kızıyla nikahlanması helal değildir. Ancak karı-koca ilişkisinde bulunma-mışsa bu kızla evlenebilir. Ve kim bir kadınla evlenirse, artık o kişinin bu kadının annesiyle nikahlanması helal değildir, ister karı-koca hayatı yaşamış olsun, isterse yaşamamış" buyurduğu rivayet olunur. (Tirmizi). Babasının da hazır bulunduğu bir toplulukta Dehhak b. Firuz Deylemi Rasulullah'a, "Ey Allah'ın Ra-sulü, İslam'ı kabul ettim. Ancak iki kız kardeşle evliyim" demiş, Peygamber @ da, "Onlardan istediğin birini seç" buyurmuştur. (Tirmizi, Ebu Davud ve İbn-i Mace).
Kur'an-ı Kerim, aralarında belirli kan akrabalığı (karabet) bulunanlarla ve müşriklerle evlenmeyi yasaklar. "Sizlere; anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşlerinizin kızları, sizi emziren (süt) anneleriniz, süt kız kardeşleriniz, hanımlarınızın anneleri, kendileriyle (zifafa) girdiğiniz kadınlarınızdan olup koruyuculuğunuz altında bulunan üvey kızlarınız -onlarla zifafa girmemişseniz, size bir beis yoktur-, sizin sulbünüzden olan oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi bir araya getirdiğiniz (evlilik) haram kılındı... (Bir de harp esiri olarak) sahip olduğunuz cariyeler müstesna, diğer bütün nikahlı kadınlarla evlenmeniz size haram kılındı..." (4: 23-24).
Müşriklerle Evlilik: Putperest müşriklerle evlilik de yasaklanmıştır. "Allah'a eş koşan kadınlarla, onlar iman edinceye kadar nikahlanmayın; iman eden bir cariye, müşrik bir kadından -hoşunuza gitse de- elbette daha hayırlıdır. Müşrik erkeklere de onlar iman edinceye kadar (mümin kadınları) nikahlamayın; iman eden bir köle-müşrik bir erkekten -hoşunuza gitse de- elbette daha hayırlıdır. Onlar ateşe çağırırlar, Allah ise kendi izniyle cennete ve mağfirete çağırır." (2: 221).
Zânilerle Evlilik: Bekâr veya evli zina edenlerle evlilik kınanmıştır. "Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan kadından başkasını nikahlayamaz; zina eden kadın da, zina eden veya müşrik olan erkekten başkasını nikahlayamaz." (24: 3).
Mehir: Mehir, İslam'da evliliğin vazgeçilmez esaslarından biridir. "O halde onlardan hangisiyle yararlandıysanız, onlara ücret (mehillerini, tesbit edildiği vech ile verin." (4:24). "Kadınlara mehirlerini gönülden isteyerek (ve bir hak olarak) verin, fakat onlar gönül hoşnutluğu i'e ondan birazını size bağışlarlarsa, onu da afiyetle, iç huzuru ile yeyin." (4:4). "Kendilerine el sürmediğiniz, mehirlerini de tesbit etmediğiniz kadınları boşamanızda sizin için bir vebal yoktur." (2: 236). "Bir eşi bırakıp da yerine başka bir eş almak isterseniz, onlardan birine (öncekine) yüklerle (mehir) vermiş olsanız bile ondan hiçbir şeyi almayın." (4: 20).
Rasulullah @ mehir için özel bir miktar belirlemedi ve miktarı kocanın haline, konumuna ve ekonomik vaziyetine bağladı. Enes b. Malik, Abdurrahman b. Avf in bir kadınla evlenirken ağırlıkça hurma taşma eşit altmı mehir olarak verdiğini rivayet eder. Rasul-ü Ekrem @, Abdurrahman'ın yüzündeki mutlu ifadeyi gördüğünde sebebini sormuş, o da, "Bir kadınla evlendim ve ona mehir olarak ağırlıkta hurma taşına eşit altın verdim" demiştir. Sehl Ibn-i Sa'd'dan şöyle rivayet olunmuştur. Rasulullah @Ta bir kere bir kadın gelip kendisini zevceliğe almasını teklif etti. Rasul-ü Ekrem @ gözlerini indirip sükut etti. Orada hazır bulunan bir sahabi; "Ya Rasulullah, bu kadını bana tezvic etseniz!" dedi. Rasul-ü Ekrem, "Mehir olarak verecek bir şeyin var mı?" diye sordu. Sahabi, "Hayır ya Rasullulah, yanımda hiçbir şey yoktur" dedi. Peygamber @, "Haydi gidip araştır ve demir bir yüzük olsun bul, getir, tak" buyurdu. Sahabi gitti. Sonra dönüp gelerek "Hayır ya Rasulullah, dünyalık bîr şey, demir bir halka bile bulamadım. Lakin şu izarım var, bunun yansım verebilirim" dedi. Bunun üzerine Rasulullah, "İyi ama izarınla ne iş görebilirsin, neye yarar? Onu sen giysen kadının üstünde ondan bir şey bulunmaz, açıkta kalır, kadın giyerse sen çıplak kalırsın" buyurdu. Adamcağız bulunduğu yere oturdu. Bu oturuşu uzayınca da meyus bir halde kalkıp gitti. Rasulullah bu zatın ümitsiz gittiğini görünce onu ya kendisi çağırdı, yahud birisine çağırtarak, "Kur'an'dan ezberinde bir şey var mı?" diye sordu. Fakir sahabi, "Ezberimde şu sure var, şu sure var, şu sure var" diye saymaya başladı. Bunun üzerine Rasulullah @, "Kur'an'dan ezberindeki surelere karşılık seni bu kadınla nikahladım" buyurdu. (Buhari).
Rasulullah @ buyurmuştur ki; "En fazla sebat edilmesi gereken vaad (kadının) mahrem bölgelerinden yararlanma hakkı için verilendir" (Buhari). Ömer b. Hattab'm, Rasulullah'ın zevcelerinden biriyle evlenirken yahut kızlarını evlendirirken 12 ukkiyedçn (480 dirheme eşittir) daha fazla mehir verdiğini bilmiyorum" dediği rivayet olunur (Ahmed, Tirmizi, Ebu Davud, Nesei, İbn-i Mace ve Darimi). Hz. Aişe'ye göre Rasulullah'ın zevcelerine verdiği mehir, "12 ukkiye bir de ne§§ idi. Neşş ise ukkiyenin yansıdır. Böylece olup olacağı toplam beşyüz dirhemdir." (Müslim).
Talak ve Mehrin Ödenmesi: Bu hususta, aşağıda açıklandığı üzere bazı meseleler ortaya çıkabilir, (a) Kendileriyle temasta bulunulmamış ve mehiride belirlenmemiş zevcelerini boşamaları halinde kocaların durumlarına göre kadınlara ödemede bulunması öğütlenir. "Kendilerine el sürmediğiniz, mehirlerini de tesbit etmediğiniz kadınları boşamanızda sizin için bir vebal yoktur. Onları faydalandırın; zengin olan kendi gücü, darda bulunan da kendi halince maruf bir şekilde faydalandır-malıdır. Bu, iyilik etme şiarında bulunanlar üzerine bir haktır." (2: 236). (b) Mehiri belirlenmiş ancak kendileriyle temasta bulunulmamış hanımlar için ise mehrin yarısı vardır. "Eğer onlara mehir tesbit eder de, el sürmeden boşarsanız, bu durumda -kendileri ya da nikah bağı elinde olanın bağışlaması hariç- tesbit ettiğiniz(mehrin)in yarısı onlarındır. Siz (erkekler)in (tümünü veya fazlasını) bağışlamanız takvaya daha yakındır. (Aranızdaki) üstünlüğü de unutmayın." (2: 237).
İbn-i Ömer rivayeî eder ki, "Rasulullah, kocanın hanımını zina ile suçlamasından dolayı Aclan oğullarından bir çiftin ayrılığına hükmetti. Rasulullah @ mülaaneden önce, "Ey karı-koca, Allah bilir ki, ikinizden birisi yalancıdır. Bu yüzden ikinizden biri mülaaneden önce tövbekar olup da lanetleşmekten sarf-ı nazar eder mi?" diye üç kez sordu. Ancak her defasında ikisi de kaçındı. Mülaaneden sonra Rasul-ü Ekrem @ çiftin ayrılığına hükmetti. Kocaya, "Artık bu kadın üzerinde alakan ve kocalık hakkın kalmadı" buyurdu. Zevci, "Ya Rasulullah, ya benim mehir olarak verdiğim malım ne olacak?" diye sordu. Rasul-ü Ekrem, "O mal sana ait değildir. Çünkü, kadına zina isnadında doğru bile olsan, o malı sen kadını kendine helal kılman mukabilinde vermiştin, mal da kadının olmuştu. Şayet sen zina isnadında yalancı isen mehir malını istemek sana daha uzaktır" buyurdu. (Buhari).
Yukarıda zikredilen ayet ve hadisler mehir vermenin kocanın üzerine bir vazife olduğunu ve tüm diğer borçlara nazaran öncelikle ödenmesi gerektiğini açıkça göstermektedir. Mehir, evliliğin onsuz olunmaz şartlarından biridir ve kendi isteğiyle kadın tarafından kısmen veya bütünüyle vazgeçİlmedikçe kocanın hanımına ödemesi gereklidir.
Kadının Rızası: Hem kadın hem de erkeğin nzası olmadan hiçbir evlilik oluşamaz. Bakire kızın rızası sessiz kalma ile bilinirken, dul kadının nzası muvafakatinin alınmasıyla belli olur ki, bunlar olmadan evlilik meşru kabul edilemez. Küçük kız için ise velisinin izni esastır. Ancak kız baliğ olduğunda evlilik mukavelesini iptal etme hakkına sahiptir. Benzer şekilde, köle ile evli cariye hürriyetine kavuşunca evliliği ilga edebilir. Allah, velinin iznini yetim kızla evlenmenin şartı kılmıştır. "Öyleyse onlan, fuhuşta bulunmayan, iffetli ve gizlice dost edinmemişler olarak velilerinin izniyle nikahlayın." (4: 25). Rasulullah @'da gelinin nzasınm evlilik için gerekli olduğunu beyan etmiştir: "Dul kadın (ister boşanmış, ister kocası vefat etmiş olsun), kendisinin sarahaten emri olmadıkça nikah olunamaz; bakire kız da kendisinden izin alınmaksızın nikah olunamaz ki onun izni sükut etmesidir." (Buhari ve Müslim). Ensar kadmlanndan Hansa bint-i Hızam'ı, babası Halid, iznini, nzasını almadan tecviz etmişti. Halbuki Hansa' dul kadındı. Kadın bu izdivacı hoş görmeyerek Rasul-ü Ekrem'e gidip şikayet etti. Rasulullah @'da bu nikahı red ve iptal etti. (Buhari). Bakire bir kız, Peygamber @'a gelerek, istemediği halde babasının kendini tecviz ettiğini anlatmış, Rasulullah da onu muhayyer bırakmıştır. (Ebu Davud).
Diğer bir rivayette Rasulullah @, "Şehadetsiz kendilerini evlendiren kadınlar zanidirler" buyurmuştur. (Tirmizi). Hadis-i şerif, nikahın Şahitler önünde icra edilmesi gerektiğini tesbit eder ki, İslam Hukuku bu konuda iki şahidi zaruri görür. Rasul-ü Ekrem @, nikahın şahitler önünde kıyılıp ilan edilmesi gerektiğini ısrarla belirtmiştir. (Tirmizi). Yine, evlilikten önce tarafların birbirlerini görmelerini istemiştir. Cabir'den rivayet olunduğuna göre, Rasulullah @; "Evlenmek için bir kadını istediğin vakit, eğer onunla evlenmeye sebep teşkil eden yerini görebileceksen bunu hemen yap" buyurmuştur. (Ebu Davud).
Rasulullah @'m men ettiği hususlardan birisi de, kendisine başkasınca teklif yapılmış hanımlara evlilik teklifinin gÖtürülmesidir.İbn-i Ömer, Rasul-ü Ekrem'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Sizden biriniz, din kardeşinin nikaha talib olduğu bir kadına dünürlük göndermesin. Meğer ki, ikincisi istemezden önce birinci talib vazgeçmiş ola, yahud da birinci talib ikincisinin istemesine müsade etmiş ola." (Buhari ve Müslim). Ebu Hüreyre, de Rasulullah @'dan, "Hiçbir kadma, kız kardeşinin çanağındaki nimetin kendi başına boşalması İçin onun talakını istemek (ve onun yerine nikah olunmak) helal olmaz. Bu kadın İyi bilmelidir ki (ezelde) kendisine ne takdir olundu ise, kendisine ait olan nimet ondan ibarettir" rivayetini yapar. (Buhari ve Müslim).
Talak: Kan ye kocanın aynlmaları anlamına gelen talak, İslam Şeriatı'nda kocaya verilen bir haktır. Adaletten ayrılmadığı ve hanımına karşı bu hakkın kullanımında tecavüzkar olmadiği müddetçe talak hakkını kullanmakta koca özgürdür ve hiçbir otorite ve güç bu hakkı kendisinden alamaz. Koca, hanımının isteği üzerine hanımından, ödediği mehİre mukabil bir karşılık olarak nikah bağını kaldırabilir (hulu ve muhalaa), ancak bu, şeriatça memnu görülmemiştir. Rasul-ü Ekrem @, "Aile geçimsizliği şiddetlenip de ayrılığın bir zaruret haline gelmesi gibi esaslı sebebi olmadan bir kadın, zevcinden talakını isterse, ona cennet kokusu haram olur" buyurmuştur. (Ahmed, Ebu Davud, Tirmizi, İbn-i Mace ve Darimi). Diğer bir hadisinde, "Evlenin ve boşanmayın, zira Allah, şehvetleri peşinde koşan kadın ve erkeklerden hoşlanmaz" buyurmuştur. Bu suretle, boşanma hakkı kocaya verilmesine rağmen öyle kayıtlara bağlıdır ki koca bu hakka ancak son çare olarak başvurabilir. Şayet her iki taraf da birlikte yaşamayı mümkün görmezlerse, işte ancak o zaman katiyetle kaçınılmaz çözüm ayrılma, tarafların iyiliği için gündeme gelir.
Aile, toplumun sosyal hayatında önemli bir rol oynar; aile kurumunun korunması ve sürdürülmesi toplumun bütünlüğü için gereklidir. Bu yüzden İslam, ailenin muhafazası yolunda mümkün olan herşeyi yapar ve kan ile koca arasındaki anlaşmazlık durumlarında tarafların vekilleri aracılığıyla banştınlmalanm tavsiye eder. Bu, onları bir arada tutmak için yapılacak ilk teşebbüstür. "(Kan ile kocanın) aralarının açılmasından korkarsanız, o vakit erkeğin ailesinden bir hakem, kadının da aile1 sinden bir hakem gönderin. Bunlar, gerçekten barıştırmak isterlerse Allah, kan-koca arasında (ki dargınlık yerine) geçim verir." (4:35). Sonra Kur'an-ı Kerim onların vicdanlarına başvurur: "Onlarla güzellikle (maruf üzere) geçinin. Eğer kendilerinden hoşlanmadımzsa olabilir ki bir şey sizin hoşunuza gitmezde Allah onda çok hayır takdir etmiş bulunur." (4:19).
İslam, evliliklerinin işlemez hale geldiği ve ayrılmaktan başka alternatiflerinin kalmadığı durumlarda onlan biraraya getirmek için tüm gayretler başarısız kalmışsa son çare olarak eşlerin boşanmalanna izin verir. Bazen insanlar Öfke ile hanımlarına yaklaşmamak için yemin ederler, ki bu insanlara, aralarındaki anlaşmazlıklarım çözümlemeleri yahut nezih bir şekilde ayrılmaları için sınırlı bir süre tanınmıştır: "Kadınlarından uzaklaşmaya yemin edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer (bu süre içerisinde) dönerlerse, kuşku yok ki Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Yok) Eğer boşamada kararlı davranırlarsa (ayrılırlar). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir." (2: 226-227). Süleyman b. Yesar, zevcelerinden uzak durmaya yemin eden kişilerin tayin edilen sürenin sonunda zevcesine dönmek yahut ayrılmak zorunda bırakıldıklannı anlatan on kadar ashabla görüştüğünü söylemiştir. (Şerhü's Sürme).
ibn-i Ömer'in rivayet ettiği bir hadiste Rasu-lullah @; "Allah nazarında helal olanların en sevimsizi talaktır" buyurmuştur (Ebu Davud). Ebu Hüreyre ise Rasul-ü Ekrem'in, "Kendilerini kocalanndan geri çeken kadınlar ve koca-lannı bir bedel karşılığı kendilerini boşamaya zorlayan kadınlar münafıktırlar" buyurduğunu nakleder (Nesei). Muaz b. Cebel, Peygamber @'ın kendisine, "Ey Muaz, Allah yeryüzünde kendisine köle azad etmekten daha sevimli; ve boşanmaktan daha sevimsiz gelen şeyler yaratmadı" dediğini aktarır (Darekutni). Su-heyb'den yapılan rivayete göre, Rasul-ü Ekrem, "Bir kimse yalnız tatmin-i şehvet için bir kadını nikah eder, mehrini de vermez ise, o kimse zinakar mücrim olarak ölür" buyurmuştur. (Hakim).
İslam'ın nazarında evliliğin en önemli fonksiyonu insanların iffetli ve pak bir hayat sürmelerine yardımcı olmasıdır. Bu fonksiyon ve bu fonksiyondan beklenen amaç, ancak kadın ve erkeğin karşılıklı bir diğerinin cinsi arzularını karşılayabilecek kapasitede olmaları halinde gerçekleştirilebilinir. Eşlerden birinin, diğerinin bu fıtri ihtiyacını karşılayabilecek kudrete malik olmaması halinde islam olaydan etkilenen tarafa ayrılma hakkı verir. Ömer b. Hat-tab, Ali b. Ebi Talib ve diğer meşhur ashaba göre sadece bu tür bir noksanlığın bulunması değil; cüzzam, körlük, delilik ve iktidarsızlık gibi kusurların varlığı da karşı tarafa boşanma teşebbüsünde bulunma hakkı verir. Konu üzerinde yorum yaparken İmam İbn-i Kayyım, "Yalnızca iki yahut altı, yedi veya sekiz kusuru zikretmek ve bunlardan büyük ya da denk diğerlerini eklememek asü maksadı bütünüyle kaybettirir. Kıyas, taraflardan birinde diğerine karşı nefret uyandıran ve evliliğin gerçek gayeleri olan sevgi, şefkat ve merhamet duygularını yok eden her kusurun sözkonusu tarafa ayrılma hakkı verilmesi gerektiği şeklindedir" der.
Hemen burada işaret edilmelidir ki, İslam, evlilik ilişkisine fevkalade hürmet gösterilmesini ister ve tarafları en güç şartlar altında bile bu ilişkinin canlı tutulması için teşvik eder. Cismen birlikte yaşamaları imkânsız hale geldiğinde ayrılabilmeleri hakkını tanımasına rağmen, İslam, son ana kadar çiftleri evlilik bağı altında birlikte tutabilmek için mümkün olan her şeyin yapılmasını ister. Şüphesiz evlilik, başka bir evlilik oluşturmak için kişinin canı İstediği zaman kaldırıp atabileceği bir şey değildir. Rasulullah @, Allah'ın lanetinin nevaları uğruna sık sık evlenip boşanan çeşnici erkek ve kadınlar üzerine olacağını beyan etmiştir.
Meşru olan evliliklere hürmet gösterme sorumluluğu yalnızca ferdin omuzlarına düşmez, toplum da aynı derecede sorumluluk sahibidir. Toplumun iki üyesi arasındaki evlilik bağlarını zayıflatacak ya da yok edecek her girişim İslam Şeriatı nazarında alçakça addedilip cezalandırılır. Allah, evli kadınla evliliği yasaklamıştır, yasaklayıcı hükümleri çiğnemeye çalışanlar ise İslam nazarında ziyadesiyle kötü niyetli olarak değerlendirilir. Rasul-ü Ekrem @, "Bir kadım kocasından yüz çevirten bizden değildir" buyurmuştur. (Ebu Da-vud). İmam İbn-i Kayyım, bir kadını kendisiyle ya da bir başkasıyla nikahlamak amacıyla bu kadının kocasını Öldüren kimsenin, kadın ister bu cürme katılsın isterse katılmasın, aynı kadınla evlenme hakkından mahrum bırakılmasının İslam'ın temel kaidelerinin ve ruhunun bir gereği olduğunu ifade eder.
Yukarıda da izah edildiği üzre, boşanmaya ancak eşlerin birlikte yaşayamayacakları ve ayrılmakta kararlı oldukları zaman İzin verilmiştir. Karı ile koca arasındaki candan ilişkinin her zaman aynı kalmadığı bir hakikattir; yine İslam Şeriatı'nm, eşler arasındaki gergin ilişkinin öylece belirsizlik içerisinde devam etmemesi gerektiği hususunda ısrar ettiği de doğrudur. Bu yüzden İslam, karı ve kocanın hukuken evli kaldığı ancak münasebette bulunmayıp günlük hayatlarını birbirinden ayrı olarak devam ettirdikleri ve en fazla dört ay süren bir ayrılık dönemi ortaya koymuştur Bu ayrılık İslam Hukuk Sistemi'nde "ila" olarak adlandırılır. Bu süre zarfında taraflar ya aralarında barışmalı ya da tamamen ayrılmalıdırlar ki, her ikisi de hoşlarına gidecek uygun kişilerle yeniden yuva kurabilmek için serbest olabilsinler. Evliliğin yapısında barındırdığı kudsiyetin, aile hayatında vazgeçilmez bir ka-ide-temel olduğu doğrudur; ancak geçimsiz ve uyumsuz iki ferdin bütün ömür boyunca birlikte tutulamayacağı da bir başka doğrudur. Bu yüzden, insanoğlunun zaafîyetini tanımak ve bu tür insanların tümüyle ayrılmalarına izin vermek kaçınılmazdır.
Boşanma Usûlü: Evliliğin işlemez hale geldiği ve nihayet evli çiftin daimi olarak ayrılma karan verdiği durumda taraflar birbirlerine, (hadi hoşçakal) deyip ayrılamazlar. Uymaları gereken sabit bir usul vardır. Kur'an-ı Kerim bunu şu ifadelerle açıklar: "(Ey Peygamber) Kadınları boşayacağınız vakit iddetlerine doğru boşayın. O iddeti de sayın. Rabbiniz olan Allah'tan korkup sakının. Onları evlerinizden çıkarmayın, onlar da çıkmasmlar; ancak apaçık çirkince bir hayasızlık göstermeleri müstesna. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'ın sınırlarını çiğnerse, gerçekten o, kendi nefsine zulmetmiş demektir... Sonra (Üç id-det bekleme) süresine ulaştıkları zaman, artık onları maruf (bilinen güzel bir tarz) üzere tutun, ya da maruf üzere onlardan ayrılın. İçinizden adalet sahibi iki kişiyi de şahid yapın. Şahidlİği Allah için dosdoğru eda edin." (65:1-2).
Kişi, Rasulullah @'ın sünnetine uygun şekilde, hanımını ancak onun hayızdan temiz olduğu ve bu temizlik döneminde onunla münasebette bulunmadığı zaman iki şahidin varlığında boşayabilir. Abdullah b. Ömer karışım ha-yızlı iken boşamış, Ömer b. Hattab oğlunun bu hareketinin hükmünü Rasulullah @'dan sormuştu. Rasulullah @ bu soruya şöyle cevap verdi: "Oğlun Abdullah'a emret, karısına geri dönsün, sonra onu temizlenip tekrar adetini görünceye ve sonra yine temizleninceye kadar -nikah altında- tutsun; sonrada dilerse aile hayatına devam etsin, dilerse birleşmeden boşansın. İşte Allah'ın, kadınların içinde boşanmasını emrettiği iddet budur." (Buharı).
Talak 'da izlenmesi gereken temel yapı el-Ba-kara Suresi'nde anlatılır. "Boşanma iki defadır. (Sonrası ise) Ya iyilikle tutmak ya da güzellikle bırakmaktır... Erkek, kadını (üçüncü kez) boşarsa artık (kadın) onun dışında bir başka kocayla nikahlanmadıkça_| maz." (2: 229-230). "Bu ayeti kerime İslam öncesi Arabistan'da yaygın olan çok ciddi sosyal bir kötülüğü ıslah etmeyi amaçlar. O dönemlerde, koca, istediği kadar sık talak ilan etme hakkına sahipti. Ne zaman karısı ile ilişkisi gerginleşip incinse onu boşar, ne zaman işine gelse onunla yeniden birleşirdi. Bir sınırlama da olmadığından aynı olay tekrar ve tekrar defalarca yeni baştan cereyan ederdi. Böylece kadın, ne onunla normal bir karı-koca ilişkisine sahip olabilirdi, ne de bir başkası ile evlenebilecek özgürlüğe. Bu Kur'an ayeti, zulme giden bu kapıyı kapamaktadır. Koca bütün evlilik hayatı boyunca hanımını boşamak ve yeniden kavuşmak hakkına yalnız iki defa sahiptir. Bundan sonra ne zaman üçüncü kez talakı beyan etse, artık o kadın ondan tamamen ayrılmış olur." (Ebul A'la Mevdudi, The Meaning of the Qur'an, c. I, sh. 167-172).
Aceleyle düşüncesiz hareketlerden kaçınmayı ve barışmak için taraflara yeterli mühlet ve fırsatın verilmesini sağlayan sahih boşanma usulü Kur'an ve Sünnette aşağıdaki şekilde ortaya konmuştur:
Kur'an-ı Kerim boşanmış kadınlara emreder ki; "Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç kur' (hayız ve temizlenme) müddeti beklerler. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlarsa Allah'ın rahimlerde yarattığını saklamak onlara helal olmaz. Kocaları, bu süre içinde barışmak isterlerse, onları geri almada (herkesten) daha çok hak sahibidirler." (2: 228). Kocalar, bu süre zarfında kadınları kendi evlerinde tutmakla emrolunmuşlardır. Belki de bu yolla Allah onların barışmaları için geçerli bir vesile yaratır: "Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınızda, onları iddetlerini gözeterek boşayın ve iddeti de sayın. Rabbiniz Allah'tan korkun. Apaaçık bir hayasızlık yapmaları hâli bir yana, onları evlerinden çıkarmayın, kendileri için de çıkmasınlar. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'ın sınırlanın aşarsa, şüphesiz kendine zulmetmiş olur. Bilemezsin, olur ki Allah, bundan sonra bir durum ortaya çıkarı-verir. İddet müddetlerini doldurduklarında onları ya meşru Ölçüler içersinde (nikâhınız altında) tutun veya onlardan meşru ölçülere göre ayrılın. İçinizden adalet sahibi iki kişiyi de şahit tutun. Şahitliği Allah için yapın..." (65: 1-2).
Rasulullah @'da boşanma usulünü çok açık ifadelerle ortaya koymuştur. Ayet, boşanma kaçınılmaz hale gelirse, işte o an koca, karısını ancak hayız halinde olmadığı dönemde bo-şayabilir, hayız halinde iken bir anlaşmazlık ortaya çıksa bile koca, hanımının adet kanamasının bitip temizlenmesini bekler ve sonra dilerse boşadığını söyler. Sonra, gelecek hayız haline kadar bekleyip temizlendikten sonra isterse yine boşadığını söyler. Eğer hâlâ kararlıysa tekrar bir hayız dönemi bekleyip kadının temizlenmesinden sonra üçüncü ve son kez onu boşadığını söyler. Bununla birlikte, birinci ve ikinci boşanmalardan sonra kocanın meseleyi yeniden gözden geçirmesi faydalıdır. Çünkü bu iki durumda da kocanın hanımına geri dönme imkanı vardır. Fakat boşanmanın üçüncü kez ilanından sonra koca artık hanımına geri dönme hakkını kaybeder ve bu çift yeniden evlenemez.
"Üç talağı da aynı mecliste bir kerede yapan cahil kimseler bu hükme karşı büyük bir cu-riim işlemektedirler. Rasulullah @ bu uygulamayı katiyetle yasaklamıştır. Hz. Ömer de, hanımını aynı mecliste bir kezde üç talakla boşayan erkekleri kamçı ile cezalandırmıştır." (Mevdudi, The Meaning of the Qur'an, c. I, sh. 167-172).
Abdullah b. Ömer'den rivayet olunur ki, kendisi hanımını hayızlı iken boşamış, Ömer b. Hattab da oğlunun bu davranışının hükmünü Rasulullah'tan sormuştur. Rasulullah @'ın cevabı şu şekilde idi: "Oğlun Abdullah'a emret, karısına geri dönsün, sonra onu temizlenip tekrar adetini görünceye ve yine temizleninceye kadar -nikah altında- tutsun; sonra da dilerse aile hayatına devam etsin, dilerse birleşmeden boşansın. İşte Allah'ın, kadınların içinde boşanmasını emrettiği iddet budur." (Buhari ve Müslim). İbn-i Abbas'm rivayetine göre Rukâne b. Abd-i Zeyd bir mecliste karısı Sti-heyme'yi boşadı ve talak-ı kati kıldı. Sonra da (yaptığı bu hareketten) son derece mahzun ve müteessir olup Rasulullah'a durumunu arzetti ve, "Allah'a kasem ederim ki onunla tek bir talakdan başka bir şey kasdetmedim" dedi. Rasul-ü Ekrem @ bunun doğru olup olmadığını sordu ve Rükane'nin kendini mutmain kılması üzerine karısına müracaat edebileceğini beyan etti. Rükane hanımını Ömer döneminde ikinci kez, Osman döneminde de üçüncü kez boşayarak ayrıldı. (Ebu Davud, Tirmi-zi, İljn-i Mace ve Darimi).
Bu veçhile, yukarıda zikredilen ayet-i kerimelerde (65: 1-2) müminler 'ila' müddetinde hanımlarını evlerinde tutmakla Birlikte yaşamalarının onları yakınlaştırması ve barışmalarına yardımcı olması muhtemeldir. Keza, hanımlarını hayız halinde iken boşamaları da yasaklanmıştır. Hanımları temizlenene kadar beklemeli ve sonra, şayet kalb-lerindeki isteklerim yerine getirmek istiyorlarsa ilk talakı zikretmelidirler. İkinci talak ikinci adetten, nihai talak ise üçüncü adetten sonra zikredilir. Boşanma için İslam Hukuku tarafından ortaya konan bu uzun prosedür iki tarafa da düşünmek ve ihtilaflarını çözümlemek için yeterli zamanı sağlar. Çünkü üçüncü talaktan sonra barışma yoktur.
Kadınlar adet halinde hem sinirli hem de sinirlendiricidirler. Bu süre zarfında bedenlerinde öyle fiziki gelişmeler, öyle değişmeler olur ki normal durumlarında kendilerinin de hoşlanmayacağı şeyleri farkmda olmadan yapar ve söylerler; şüphesiz bu husus tıbbi bir hakikattir. Bu yüzden, aralarındaki anlaşmazlığa dayanarak kocanın bu dönemde hanımını boşaması yasaklanmıştır. Yine bu dönemde kan ile koca arasında karşılıklı ilgi ve sevgilerini birbirlerine açıklama aracı olan cinsi münasebetin olmaması sebebiyle aralarında tartışmaların ortaya çıkması şaşılacak bir husus değildir. Bu engelin ortadan kalkmasıyla birlikte, saf ve mahrem 'muhabbet duygularının onları bir araya getirmesi ve kocayı boşanmaya sev-keden hislerin yatışması umulur. İşte bu sebeple Rasulullah @ hayız anında boşanma sözünün sarfedilmesini yasaklamıştır, yukarıda zikrettiğimiz İbn-i Ömer hadisesinde olduğu gibi. Diğer bir rivayette, kendisine hanımına geri dönmesi söylendiğinde İbn-i Ömer, Rasul-ü Ekrem'e, "Ey Allah'ın Rasulü, eğer üç talakı birden vermiş olsaydım ona tekar dönebilir miydim?" sorusunu yöneltti. Cevaben kendisine, "Hayır, o senden ayrılmış olurdu; ancak yaptığından da sana günah düşerdi" denildi. (Darekutni). Hadis-i şerif üç talakın birlikte tek seferde yapılmasının günah olduğunu göstermektedir. Bir mecliste üç talakın ilanı hem şeriatın hikmetine aykırıdır, hem de müminlerin hürmet ve saygı göstermekle em-rolundukları Allah'ın sınırlarım (65:1-2) aşmak anlamını taşır.
Mahmud b. Lebid, bir adamın karısını, aralarını açmadan üç talak ile birden boşadığı haber verildiğinde Rasulullah @'ın gazaba gelerek ayağa kalktığını ve; "Ben aranızda olduğum halde Allah'ın Kitabı'yla mı oynanıyor?" buyurduğunu nakleder. (Nesei). Bir adam, Abdullah b. Abbas'a; "Ben kanmı yüz talakla boşadım, kendimi nasıl bir sorumluluğa sü-rükledim?" demiş, İbn-i Abbas ise cevaben, "Üçü ile kadın senden boş olmuş, 97'si ile de Allah'ın ayetlerini alay ittihaz etmişsin" demiştir (Muvatta). Yine İbn-i Abbas'a karısını üç talakla bir mecliste boşayan kişi hakkında sormuşlar, o da, "O kişi Rabbine âsi olmuştur, karısı da ondan ayrılır" cevabını vermiştir (İbn-i Cerir). Ali b. Ebi Talib'in "Eğer insanlar Allah'ın sınırlarını gözetselerdi, hiç kimse karısından ayrılarak müteessif olmazdı" dediği naklolunur.
Hz. Aişe'den rivayete göre Rifaa el-Kurazi'nin karısı Temime Rasulullah'a gelerek, "Ey Allah'ın Rasulü, Rifaa beni boşamıştı ve talak-ı kati kılmıştı. Sonra ben de Abdurrahman b. Zübeyr ile evlenmiştim. Fakat Abdurrah-man'ın erliği şu elbise saçağı gibi(gevşek)dır demiş, Rasul-ü Ekrem'de "Sanırım ki sen (eski zevcin) Rifaa'ya varmak istiyorsun. Fakat (ikinci zevcin) Abdurrahman senin balçağından, sen de onun balcağızından tatmadıkça bu olmaz" buyurmuştur. (Buhari ve Müslim).
Seleme b. Sahr'den rivayet edilir ki, "Ramazan ayı girdi, ben karıma cima ederim diye korktum da (sen bana annemin sırtı gibi ol diyerek) zihar yaptım. Bir de bir gece onun bir tarafı açıldı, hemen ona yakınlık ettim. Bunun Üzerine Rasulullah @'a giderek olayı zikrettim; bana, 'Bir köle azad et1 dedi. 'Boynumdan başka bir şeye malik değilim' dedim. 'O halde iki ay birbiri ardına oruç tut' buyurdu. Ben, 'Zaten başıma ne geldi ise oruçtan gelmedi mi?' dedim. Rasul-ü Ekrem, 'Altmış fakiri doyur' buyurdu. Benim bunu yapacak varlığa sahip olmadığımı ifade etmem üzerine, Ferve b. Avra'ya 'Altmış yoksulu doyurabilmesi için ona bir farak (15 yahut 16 sa' hurma içeren sepet) hurma ver' dedi." (Tirmizi).
Zihar yapan bir kişi, kefaretini ödemeden ha-nımıyla münasebette bulunduğu, sonra da Rasulullah @'a durumu anlattığı; Rasul-ü Ekrem bunu yapmasına neyin sebep olduğunu sorduğunda o şahsın, "Ey Allah'ın Rasulü, ay ışığında gümüş gibi parlayan bileğinin beyazlığını gördüm ve kendimi tutamadım" dediği; Allah'ın Rasulü'nün de gülümseyerek "O halde Allah'ın sana emrettiği (keffareti) yapmadıkça ona yaklaşma" buyurduğu İbn-i Abbas tarafından nakledilir. (İbn-i Mace ve Tirmizi).
İslam, evlilik müessesesinin kurulma sebebi olan gayelere yönelik gerçek bir tehlikenin varlığı halinde yahud çiftin birlikte yaşayamadıkları durumlarda boşanmayı meşru kılar, ancak yine de hâlâ meşru olan şeylerin en sevimsizi olarak kabul edilir. Çeşitli sebeplere da dayanarak gerek koca, gerekse kadın bir diğerinden ayrılabilir. Akıl b. Sebia rivayet eder ki, hanımının kerih konuşmasını kastederek Peygamber @'a: "Ey Allah'ın Rasulü, dilinde nesne olan karım var" dedim. O da boşamamı söyledi. Fakat ben hanımımın bana arkadaş olduğunu ve ondan bir oğlum bulunduğunu anlattığımda Rasulü Ekrem @, "Onu genç cariyeleri dövdüğün gibi dövme; ona nasihat et, iyiliği varsa onu kabul edecektir" buyurdu. (Ebu Davud).
Ebu Said'den rivayet, edilir ki. kendisi Rasulullah @'la birlikteyken bir kadın gelmiş ve Rasul'e, "Kocam Safvan b. el-Muattal, ben namaz kılarken bana vuruyor; ben oruç tutarken orucumu bozduruyor ve güneş doğana dek sabah namazını ikame etmiyor" dedi. Bunun üzerine, Rasulullah @hazır bulunan Safvan'a kadının anlattıklarını sordu. Safvan, "Namazını kılarken onu dövmem kendisine yasakladığım halde iki sure birden kıraat etmesi yüzündendir" dedi. Allah'ın Rasulü, "Bir sure de olsa insanlar için kafidir" buyurdu. Safvan devam ederek, "Orucunu tutarken bozdurduğum sözüne gelince o oruç tuttuğunda uzun süre oruç tutmaya devam ediyor, bense kendini kontrol altına alamayan genç bir ins* -mm" dedi. Rasulullah @, "Kadın ancak kocasının izniyle (nafile) oruç tutabilir" buyurdu. Safvan konuşmasını sürdürerek, "Güneşin doğuşuna kadar sabah namazını kılmadığım ifadesine gelince, ben güneş doğana kadar uya-namamakla ün salmış bir aileye mensubum" dedi. Safvan'ın son sözüyle ilgili olarak Rasul-ü Ekrem, "Öyleyse Safvan, uyandığında namaz kılmalısın" buyurdu. (Ebu Davud ve İbn-i Mace).
Boşanma yolunda yukarıda anlatılan engeller ve sınırlamalardan sonra genel bir kayıt daha vardır ki, içlerinde en çetinidir; karısını boşa-yan koca, hanımı bir başka erkekle evlenip o erkekle münasebette bulunmadıkça ve ikinci koca, kadım kendi isteğiyle boşamadıkça eski hanımıyla evlenemez. "Erkek, kadını (üçüncü kez) boşarsa artık (kadın) onun dışında bir başka kocayla nikahlanrriadıkça ona helal olmaz. Eğer (bu koca da) onu boşarsa, onlar (ilk koca ile karısı) Allah'ın sınırlarını ayakta tutacaklarını sanıyorlarsa, tekrar birbirlerine dönmelerinde ikisi için de vebal yoktur." (2: 230). Dolayısıyla, ilk eşlerin yeniden evlenebilmesi için sonradan boşanmak üzere yapılabilecek düzmece evlilikler hem helal değildir; hem de gayri meşrudur. "Bu helal bir davranış değildir; böyle bir nikah, nikah değil zinadır, kadın böyle önceden ayarlanmış entrika ile İlk kocasına helal olmaz."(Kadı şeyn Abdülhamid, "Kanun koyucu olarak Rasûl", Sayyara Di-gest, Rasul özel sayısı, c,2, Kasım 1973). Ali b. Ebi Talib, İbn-i Mes'ud, Ebu Hüreyre ve Ukbe b. Amh\ Rasulullah @'ın bu tür desise-ve katılanları lanetlediğine dair hadis rivayet etmişlerdir. Bununla birlikte, şayet ikinci koca kendi isteğiyle usûlüne uygun şekilde kadını boşar ve ilk koca artık kendi hanımıyla birlikte mutlu olabileceklerini ve Allah'ın sınırlarını muhafaza edebileceklerini düşünürse eski çiftin yeniden evlenmelerine izin verilmiştir. "Onlar (ilk koca ile karısı) Allah'ın sınırlarını ayakta tutacaklarını sanıyorlarsa, tekrar birbirlerine dönmelerinde ikisi için de bir vebal yoktur." (2: 230).
Kocalar, kendilerine tanınan boşama haklarını kadınların menfaatlerim zedeleyecek, yahut onları taciz edecek tarzda kullanmamakla em-rolunmuşlardır. "Kadınları boyadığınızda, bekleme sürelerini tamamlamışlarsa, onları ya güzellikle tutun ya da güzellikle bırakın. Fakat onları, sırf zulrnedebilmeniz için, zararlarına olmak üzere tutmayın. Kim böyle yaparsa muhakkak kendi nefsine zulmetmiş olur. Allah'ın ayetlerini de oyun (konusu) edinmeyin... Kadınları boşadığmızda, bekleme sürelerini de tamamlamışlarsa -birbirleriyle maruf (bilinen meşru biçimde) anlaştıkları takdirde-onlara, kendilerini kocalarına nikahlamalarına engel olmayın." (2:231-232).
Bu ayetler; boşanan kadının akrabasının, onun kendisini iki kez boşayan kocasıyla tanımlanan süre içerisinde yeniden evlenmesine engel olmalarını yahut onu üç kez boşamış olan eski kocanın, iddetini dolduran kadının başka biriyle evlenmesini önlemeye çalışmasını açıkça yasaklar. "Sırf kendisi boşamış olduğu için, kişinin boşadığı hanımının bir başkasıyla evlenmesini engellemesinden daha anlamsız başka bir şey yoktur." (Ebul A'la Mevdudi, The Meaning of the Qur'an, c. I).
Bütün talak hadiselerinde, boşamış oldukları hanımlarına karşı müşfik ve cömert olmaları erkeklere tavsiye edilir: "Bir eşi bırakıp da yerine başka bir eş almak isterseniz, onlardan birine (öncekine) yüklerle (mehir) vermiş olsanız bile ondan hiçbir şeyi almayın. (Kendisine hem) İftira ederek hem de günaha girerek verdiğinizi alacak mısınız?" (4: 20). Kocanın hanımına verdiği mehirde bir hak iddia etmesi kesinlikle aklın alacağı bir şey değildir. "Koca, evlilik bedeli olarak kadına verilen ya da hediye olarak kadına sunulan elbise, takı vs. den herhangi bir şeyi geri isteme hakkına sahip değildir. Bir şahsa hediye olarak verilen bir şeyi geri istemek İslam'ın ahlak kurallanna tamamen aykırıdır. Rasulullah @ bu utanç verici hareketi köpeğin kendi kustuğunu yalamasına benzetmiştir. Daha önce hanımına verdiği şeyleri boşandıktan sonra geri istemek koca adına gerçekten hayli yüz kızartıcı bir durumdur. Hakikatte ise islam, kocanın ayrılış esnasında kadına bir şeyler vermesini öğütlemektedir." (Ebul A'la Mevdudi; a.g.ç.).
Koca, nasıl hoşlanmadığı ve birlikte yaşayamadığı hanımını boşama hakkına sahipse, hemen hemen benzer şekilde kadın da hoşlanmadığı ve birlikte yaşayamadığı kocasıyla hulu' yapma hakkına sahiptir. Kadının bu hakkının ahlakî ve hukukî olmak üzere iki veçhesi vardır:
Ahlâkî Yönü: Çaresiz kalmış ve başka bir seçeneği de olmayan ferd için, ister erkek olsun isterse kadın, boşanma veya hulu' yoluyla ayrılma son çözümdür. Ferd bu seçeneği sadece kendi zevki için kullanmamalı, huluyu alay konusu ve oyuncak edinmemelidir. Rasulullah @ bu hususu bir çok hadisiyle kati surette anlaşılır kılmıştır. Şöyle buyurmuştur: "Evlenin, boşanmaym; zira Allah, şehvetleri peşinde koşan kadın ve erkeklerden hoşlanmaz.", "Şehvetlerini tatmin için sık sık boşanan çeşnici erkeklere ve çeşnici kadınlara Allah lanet eder" ve "Geçerli sebebi olmadan zevcinden hulu' İsteyen kadına Allah ve melekleri lanet eder; huluyu istihza konusu yapan kadınlar münafıktırlar." (Hukuku'l Zevceyn).
Hukukî Yönü: İslam hukuku insanların hak ve sorumluluklarını belirler. Konuya yalnızca erkeğin boşama hakkı olduğu görüş açısından bakmaz, kadına da hulu hakkı vererek kan ve koca olarak birlikte yaşamalan imkansız hale geldiğinde her ikisinin de ayrılmak için benzer haklara sahip olmasını sağlar. İslam Hukuku, sadece taraflardan birinin haklarmı kullanmakta diğerine karşı adaletsizlikte bulunduğu an müdahale eder ve meseleyi ıslah edip düzelterek rencide olmuş tarafın hususi haklarını hukukun sınırları içerisinde mümkün olduğunca iade edip eski haline koymaya çalışır. Ancak ferdin, erkek ya da kadın, haklarını doğru yahut yanlış tarzda kullanması tama-miyle o ferdin Allah'tan korkup sakınmasına ve adalet idrakine bağlıdır. Kişinin yetkilerini adilane mi yoksa nefsani arzularına bağlı olarak mı kullandığına diğer insanlar hakkıyla karar veremez. Hukuk, bu tabii hakkı tanıdıktan sonra, ancak diğer taraf aleyhine haksız ve kanunsuz kullanımını kontrol edebilmek için belirli sınırlamalar getirebilir. Erkeklere boşanma hakkının muayyen kayıtlarla verildiğini boşanma başlığı altında zikretmiştik. Burada yeniden misal vermek gerekirse, koca, hanımını hayız döneminde iken boşayamaz, her talakı ayrı ayrı üç temizlenme döneminde ilan etmelidir, iddet müddetince hanımını yanında bulundurmalıdır, üç talakla kati boşanmadan sonra eski hanımıyla yeniden evlenebilmesi kadının ikinci bir kocaya varması ve yeni kocanın onu boşamasıyla mümkündür...
Aynı şekilde, kadına da hulu hakkı muayyen kayıtlamalarla verilmiştir. Kur'an-ı Kerim bu hususu şu ifadelerle zikreder: "Onlara verdiklerinizden bir şeyi geri almanız sizin için helal değildir; ancak erkek" ve kadının Allah'ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarından korkmuş olmaları (başka). Eğer ikisinin Allah'ın sınırlarını muhafaza edemeyeceklerinden korkar-sanız, o zaman (kadının) ayrılmak için fidye vermesinde ikisi için de vebal yoktur." (2: 229). Bu ayet-i kerime şu hükümleri ihtiva eder:
a- Hulu', Allah'ın hudutlarını ihlal etme korkusu olduğunda uygulamaya konmalıdır. "Bir vebal yoktur" ifadesi, hulunun boşanma gibi kötü ve istenilmeyen bîr şey olmasına rağmen Allah'ın sınırlarına riayet edememe korkusunun bulunduğu durumlarda huluya başvurmakta bir günah olmadığı hakikatine şehadet eder.
b- Kadın kendisini evlilik bağlarından kurtarmak istediğinde bir kısım zenginliğini feda etmelidir, tıpkı kendi isteğiyle erkeğin hanımını boşadığında mal varlığının bir kısmını feda edeceği gibi. Boşanmayı erkek tarafı yaptığında kadına vermiş olduklarından hiçbir şeyi geri alamaz. Benzer şekilde, aynlmayı kadın isterse kocasından kendisine ulaşan zenginliğin bir kısmından yahut tamamından vazgeçmek zorundadır.
c- Verilecek miktar hususunda alanın da bütünüyle muvafakati olmadıkça yalnızca verenin dileği kafi değildir, uzlaşma sağlanamaz. Bu, zenginliğinin bir parçasını kocasına vermesiyle kadının hemencecik ayrılamayacağı anlamına gelir. Ayrılık için kocanın, kadının verdiğini kabul etmesi ve sonra onu boşaması kesinlikle gereklidir.
d- Mehirin bir kısmını ya da tamamını boşanmak için kadının kocasına vermesi, kocanın bunu kabulü ve onu boşaması hulu için yeterlidir. "O zaman (kadının) ayrılmak için
Jldye vermesinde İkisi jçin de vebal yoktur" ifadesi, hulu'un çiftin karşılıklı anlaşmaları ile tamamlanacağına delalet eder. Bu, mahkeme kararını hulu'un gerçekFeşmesi için bir ön şart sayan kişilerin görüşlerini reddetmektedir. Zaten İslam, evde karşılıklı hürmetle karara bağlanabil iyorsa meselenin yargı organına götürülmesini gerekli görmez.
e- Şayet teklif ettiği bedeli kocası kabul etmezse, "Eğer ikisinin Allah'ın sınırlarını muhafaza edemeyeceklerinden korkarsanız" ifadesinden de anlaşıldığı üzere kadın mahkemeye başvurma hakkına haizdir. Ayet-i kerimedeki "korkarsanız" hitabı müslümanlar arasındaki emir sahiplerine (ulu'l emr)dir; zira onların aslî görevleri Allah'ın sınırlarını korumaktır. Bu münasebetle, ne zaman Allah'ın sınırlarını ihlal korkusu varsa bu hudutların muhafazası için devreye girmeli ve kadının, Allah'ın kendisine vermiş olduğu haklarını düzeltip iade etmelidirler. (Ebul A'la Mevdudi, Towards Understanding islam).
Kısacası, tesbit edilmiş emirler vardır, fakat bu emirler hangi keyfiyetlerin Allah'ın sınırlarını ihlal etme korkusunu barındırdığını özellikle tayin etmez. Ödenecek olan fidyenin kesin miktarı nedir? Kadın fidyeyi ödemeye ra-. zı. anrak kocası kabul etmiyorsa, bu şartlar atında mahkeme nasıl bir hareket tarzı benimsemelidir? Bütün bu benzeri problemlerin ayrıntıları, kendisine kadınlarca hulu' davalarına bakarken Rasulullah @'ın verdiği hükümlerde mevcuttur.
Rasulullah @'dan Misaller: En meşhur hulu' davaları, kocalarının görünüşünden hoşlanmadıkları için Sabit b. Kays'ın iki hanımı tarafından Rasulullah @'a getirilen davalardır. Onlardan biri şikayetlerini şu sözlerle sunmuştur: "Ey Allah'ın Rasulü, başım ebediyyen Sabit'in başıyla bir araya gelmeyecek. Zira, çadırın kenarını kaldırdım da onu bir cemaatin önünde gelirken gördüm. Bir de baktım ki, o , cemaatın en karası, boyca en kısası ve yüzce en çirkinidir. Allah'a yemin ederim ki, onu ahlak ve din hususunda ayıplamıyorum, ancak onun çirkin görünüşünden hoşlanmıyorum. Allah'a kasem ederim ki, eğer Allah'tan korkuyor, olmasaydım yanıma girdiği zaman yüzüne tükürürdüm." (İbn-i Cerir). "Ya Rasullu-lah, ne kadar güzel olduğumu görüyorsunuz, oysa Sabit öyle çirkin görünüşlü ki." (Fethü'l Bari'de Abdürrezzak). "Sabit'i ahlak ve din hususunda ayıplamıyorum. Lakin ben (kocaya itaat ve onun hanımı iken namus ve iffeti korumak hususlarında Allah'ın hududlarını aşmak korkusuyla) İslam'da küfürden ikrah ediyorum." (Buhari ve Nesei).
Rasulullah @ bu şikayetleri dinledikten sonra, "Ona bahçesini iade eder misin?" diye sormuş, kadın, "Evet ya Rasulullah, şayet daha fazla isterse ziyade de veririm" deyince Ra-sul-ü Ekrem @, "Ziyade kabul olunmaz, ancak bahçesini geri vermen gerekir" buyurmuş ve Sabit'e bahçeyi kabul edip hanımını boşamasını emretmiştir. (Buhari ve Nesei).
Sabit'in diğer hanımı Habibe b. Sehl el-Ensa-ri'nin şikayetleri ise şu şekilde idî: Birgün Rasulullah hücre-i saadetlerinden çıktığında Ha-bibe'yi dışarıda bekler bulmuş, meselenin ne olduğunu öğrenmek istediğinde Habibe, "Sabit ve ben birlikte yaşayamıyoruz" demiş, Sabit geldiğinde Rasul-ü Ekrem @ kadının söylediğini ona aktarmıştır. Sonra Habibe, "Ey Allah'ın Rasulü, Sabit'in verdiği her şey be-nimledir" demiş, Rasulullah da Sabit'den bunları almasını ve hanımını bırakmasını istemiştir. (Malik ve Ebu Davud). Bu olayı Hz. Aişe de şu ifadelerle rivayet eder; "Sabit, hanımı Habibe'yi o derece dövmüştü ki neredeyse kemikleri kırılacaktı. Bunun üzerine Habibe, Rasulullah'a yakınmış ve Nebi de kadından bir parça mal almasını ve ondan ayrılmasını Sabit'e emretmiştir." (Ebu Davud ve İbn-i Mace). Nitekim Habibe'nin İbn-i Mace tarafından aktarılan sözleri, onun da Sabit'in ilk hammıyla aynı şikayetlerde bulunduğu ve konunun dövülmek değil, kocanın çirkin görünüşü olduğunu göstermektedir. İlginçtir ki Habibe'nin sözleri Sabit'in ilk hanımı olan Ha-mile'nin sözleriyle tam bir benzerlik göstermektedir. (İbn-i Mace).
Ömer b. Hattab'a geçimsizlikle ilgili bir dava getirilmişti. Ömer kadına nasihat edip kocasıyla kalmasını Öğütledi, ancak kadın kabul etmedi. Bunun üzerine Ömer, kadını çöp dolu bir odaya kapattı. Üç gün sonra odadan çıkartılan kadına Ömer tarafından nasıl olduğu sorulunca, "Allah'a yemin ederim ki bu geceler boyunca gerçek rahatlığı tattım" cevabını ve-di. Bu sözleri işiten Ömer, kocaya küpelerin karşılığında bile olsa kadına hulu vermesini emretti. Rabi'a binti Muavviz b. Hadira bütün varlığı karşılığında kocasından boşanmak istemiş, ancak kocası kabul etmemişti. Mesele Osman b. Affan'a sunulduğunda, Osman, kocaya gerekiyorsa kadının bütün varlığını, hatta kadının saçlarını bile almasını, fakat kadına hulu vermesini emretti.
Hulu' İle İlgili Hükümler: Yukarıda zikredilen deliller şu hususları ortaya koymaktadır:
a- Kur'an-ı Kerim'in, "Eğer ikisinin Allah'ın sınırlarını muhafaza edemiyeceklerinden kor-karsanız" ifadesi üzerine yapılan izahlar ve Rasulullah @'a sunulan olaylar göstermektedir ki, kadının kocasından nefret ettiği ve onunla onun hanımı olarak yaşayamadığı kesinlik kazanırsa çiftin ayrılmasını sağlamak daha faydalıdır. Bu haldeki bir kadını kocasıyla birlikte zorla tutmak; din, ahlak ve kültür açısından kadının boşanmasını sağlamaktan daha kötüdür. İlk zikredilen durumun, şeriatın gerçekleşmesini istediği hakiki gaye ve hedefleri tehlikeye atması muhtemeldir. Bu yüzden, kadının kocasından nefret ettiği ve onunla yaşamak istemediği kuşkusuz ortaya çıktığında hulu yolu kullanılmalıdır.
b- Ömer b. Hattab'ın hareketi, kadı ve hakimin kadının kocasından gerçekte ne kadar nefret ettiğini ortaya koymak için uygun tedbirleri benimseyebileceğim göstermektedir. Ta ki evli çiftin birlikte yaşayamayacağı şüpheye mahal bırakmayacak tarzda tayin edilebilsin.
c- Ömer b. Hattab'ın davranışı, nefretin sebebini bulmanın gerekli olmadığını da tesbit etmektedir. Diğer İnsanların önünde açıklanamayan ancak husumete yol açan birçok sebep vardır. Başkaları tarafından yeterince değerlendirilemeyen fakat kocayla bütün gün ve gece boyunca yaşayan kişinin kalbinde husumet oluşturan sebep bu türe dahil olabilir. Bu yüzden kadı yahut hakimin görevi yalnızca kadının gönlünde kocasına karşı husumet olup olmadığını ortaya çıkarmaktır; kadının gösterdiği delillerin kin oluşturmak için yeterli olup olmadığına karar vermek hakimin ne işi, ne de görevidir.
d- Kadı veya hakim nasihat ve tavsiye yoluyla kadını kocasıyla birlikte tutmayı elbette deneyecektir. Ancak kadını arzusu hilafına zorlayamaz, zira hulu Allah tarafından kadına verilmiş bir haktır. Şayet kadın kocasıyla birlikte yaşamakla Allah'ın sınırlarını muhafaza edemeyeceğinden korktuğunu ifade ederse Allah'ın hudutlarını çiğnemek pahasına onun kocasıyla kalması gerektiğini söyleme hakkına artık hiç kimse haiz değildi.
e- Hulu davasında, kadının huluyu haklı sebeplere dayanarak mı aradığım, yoksa sadece arzularını mı tatmin etmek istediğini tesbit etmek imkansızdır. İşte bu yüzden Rasulullah @ ve O'nun raşid halifeleri hulu davalarını mütaala ederken yukarıdaki soruyu önemse-memİşlerdir. Zaten ilk olarak, bu tür bir soruyu tahkik etmek hakim için mümkün değildir. İkinci olarak, hulu kadına, erkeğe tanınan müşabih boşama hakkına karşılık Allah tarafından verilen bir haktır. Evlilik hususunda çeşni ve haz aramak kadın ve erkeğin her ikisine de şamildir. Kocaya tanınan boşama hakkı hukuken bu tür bir şartla kayitlanmamıştır, bu hakkını çeşni ve haz sebebiyle (hukuken) kullanabilir. Bunun için, kadının hulu hakkı, hukuki hakkının ilgili olduğu kadarıyla, herhangi bir ahlaki kayıtla tahdit edilmemelidir. Üçüncü olarak, hulu arayan kadın şu iki halin birinden müstağni değildir: O, ya bunun için gerçekten meşru bir ihtiyaç hissetmektedir, ya da yalnızca haz ve çeşni peşinde koşmaktadır Şayet ilk faktör geçerliyse kadının isteğini geri çevirmek ona zulmetmek olacaktır. Ve eğer ikinci faktör geçerliyse hulu vermekten imtina etmek şeriatin önem addettiği hedefleri tehlikeye atabilir; çünkü kadın mizacen şehvet peşinde koşan biri ise, şehvetini tatmin etmek için çeşitli planlar tasarlayacaktı^ Şayet bunu meşru yollarla sağlamasına izin verilmezse mizacının gereklerini haram yollarla karşılama gayretine girişecektir ki bu da huludan çok çok beter olacaktır. Kadının birbiri peşisı-ra elli kez kocasını değiştirmesi, izdivaç halinde iken bir kez zina yapmasından daha hayırlıdır.
f- Şayet kadın hulu ister de kocası razı olmazsa, hakim, kocaya hanımım bırakmasını emreder. Bu tür bir davada Rasulullah @ ve O'nun raşid halifeleri, kocaya, kadının verdiği bedeli kabul edip onu boşama emri vermişlerdir. Ve davalının, hakimin emrine uyması gereklidir; öyle ki uymayacak olursa bu itaatsizlik için hapsedilebilir. İslam Şeriatı'nda kadı veya hakimin konumu, kararları davalının kabul veya reddedebileceği tarzda tavsiye niteliği taşıyan bir damşman-müşavir mevkisi değildir. Eğer hakimin konumu bu tarzda bir danışmanlık olsaydı, insanların meşru şikayetleri ile mahkemeye başvurmalan fikri abes hale gelirdi.
g- Rasulullah @'ın izahlarına göre hulu usulü kati talaka eşittir ve huludan sonra kadının id-deti müddetince koca uzlaşma selahiyetine haiz değildir. Zira bu tür bir selahiyet hulunun gayesini hükümsüz kılar. Kadın evlilik bağlarından azade olmak için kendi mal varlığının bir kısmını kocasına verir, koca da bu varlığı kabul eder, fakat hanımını salıvermez ise bunun adı yalnız ve yalnızca hile-dolandırıcılık -ki İslam haram kılmıştır- olur. Ancak kadın, kocasıyla yeniden evlenmek isterse, evlenebilir. Çünkü hulu ile gerçekleşen ayrılık; kendisinden sonra tek bir yolla -kadım n başka bir erkekle evlenmesi, evliliklerinin temasla tamamlanması ve sonra bu erkeğin kendi İsteğiyle kadını boşaması (tahlil) yoluyla- çiftlerin yeniden evlenebilmeleri helal olan muğal-la türü bir boşanma değildir.
h- Allah, hulu' için tazminat miktarının tesbi-ti üzerine bir kayıt koymamıştır. Taraflar arasında karşılıklı olarak hangi miktarda anlaşılmışsa, hulu o miktar üzerinden gerçekleşir. Bununla birlikte, Rasulullah @, hanımına verdiği mehirden fazlasını hulu olarak alan kişiden hoşlanmazdı. Ali b. Ebu Talib bunu tiksindirici ve çirkin (mekruh) görürdü. Bütün seçkin fakihler bu hususta müttefiktirler. Şayet kadm huluyu kocasının tecavüz ve zulmü hasebiyle istiyorsa, az da olsa bir miktar malı kocanın kabul etmesi daha da kerih görülmüştür. :
Bu açık ifadelerin ışığında İslam Hukuku'nun bir prensibi olarak şu kural istihraç edilebilir: Hulu' isteyen kadın, kocasının kendisine karşı husumet ve antipati beslediğini ortaya koyabilirse, yahut hakem indinde gerçekten makul benzeri sebepler gösterebilirse mehrinin küçük bir kısmını veya yansım iade ederek hulu sağlayabilir. Ancak kocasının husumet ve an-tipatisini ispat edemez yahut makul sebepler gösteremez ise hulu için mehir miktarının büyük bir kısmım veya tamamını iade etmeli-dir.Bununla birlikte, tavır ve davranışlarından kadının haz peşinde koştuğundan kuşkulanması için hakimin haklı nedenleri varsa ceza olarak kadını mehilinden fazlasını ödemeye zorlayabilir.
Hulu'da Hâkimin Yetkisi: Müteakip Kur'an-ı Kerim ayeti hulu prensibini izah etmektedir. "Eğer ikisinin Allah'ın sınırlarını muhafaza edemeyeceklerinden korkarsanız, o zaman kadının ayrılmak için fidye vermesinde ikisi için de vebal yoktur." (2: 229). Ayet-i kerimedeki "korkarsanız"' ifadesi müslüman emir sahihlerine (mahkeme vs. gibi yetki sahibi kurumlar dahil) hitap etmekte olup İslam Hukuku'nun bu alandaki şu ilkesini hatırlatmaktadır: Şayet evli çift hulu üzerinde anlaşamazlarsa yargı organına yönelmelidirler. Bu ilke, kadınların davalarını Rasulullah @'a ve O'nun raşid halifelerine götürmeleri; şikayetlerinin Nebi ve raşid halifelerce dinlenip karara bağlanması gerçeği ile de ispat edilebilir. Rivayetler, eğer taraflar hulu hususunda karşılıklı mutabık kalmazlarsa kadının mahkemeye yönelmesi gerektiğinin açık delilleridir. Burada yeniden belirtilmelidir ki, hakim yalnızca davayı dinlemekle selahiyetli sayılıp kocanın razı olmadığı durumlarda kararını uygulatmak için onu icbar edici güç kendisine verilmemişse, hakimi insanların müracaat edebilecekleri bir mevkiye koymak son derece saçma olacaktır.
Bu maksatla, hakimin hulu davalarında gerçekten yetkisiz olup olmadığını anlamak için hadislere bakılması gereklidir. Rasulullah @ ve O'nun raşid halifelerinin verdiği kararları aktaran ifadeler ya "Ona talakım ver" , "Ondan ayrıl" ve "Onu terket" gibi emir kipi taşımaktadır, ya da kocaya bu sayılanlardan birini yapmasını "Rasulullah emretti" şeklindedir. İbn-i Cerir'in İbn-i Abbas'dan rivayete göre, Rasul-ü Ekrem @ "Ondan ayrıl" buyurmuştur. Hamle binti Ali SelüTden yapılan nakil de aynı sözleri içerir. Bunlardan sonra hakimin hulu davasında emretme hak ve yetkisine haiz olduğu hususunda herhangi bir şüphe kalmamaktadır.
Ne Rasulullah @, ne de râşid halifeler döneminde, herhangi bir ferdin mahkeme kararını kabul etmeyi reddetmeye cesaret edebildiği bir olay vuku bulmamıştır. Ancak, Ali b. Ebu Talib'in inatçı kocaya söylediği şu sözlerle kıyas yaparak konuyu aydınlatabiliriz: "Hakemlerin hükmüne hanımının razı olduğu gibi razı olana kadar salınmayacaksın." Eğer hakim, kişiyi hakemlerin hükmünü kabul etmemesi yüzünden tutabiliyorsa, bizzat kendi hükmünü yürütmek için kuvvet kullanmaya daha fazla yetkili demektir. Hakimin bu hak ve yetkisinden dünyanın tüm problemleri içerisinden yalnızca hulu meselesinin istisna kılınması için hiçbir sebep yoktur. Hâkimin hükmüne rağmen kocanın karısını boşamak istemediği durumlarda, hakimin evli çifti ayıracak yetki ve güce sahip olduğunu gösteren örnekler fıkıh kitaplarında mevcuttur. Öyleyse hakim, hulu' konusunda da aynı yetkiye neden sahip olmasın?
Ürkeğin kocalık görevini yapamadığı iktidar-sıiölma, erkeklik uzvunun kesik olması, cüz-zam, lökoderma veya deliliğe müptela olma, hıyar-ı buluğ (reşidlik çağına ulaştıktan sonra evlilik bağım geri alma hakkı) ve içtihadın yapıldığı benzeri durumlarla ilgili hususlarda İslam Hukuku'nda var olan tüm davalar karşısında, hakimin kadına hulu sağlayacak yetkilerle donatılmış olması mutlaka gereklidir. Aksi takdirde, günümüz kadınlarının durumları ya bütün hayatlarını ıstırap içinde sürdürmek, intihar etmek ya da nefislerinin arzularıyla zorlanarak düşük bir hayata müptela olmak, irtîdat ile kendilerini evlilik bağlarından kurtarmaya çalışmak olacaktır.
Boşanma veya hulu' meselesinin müzakeresi bu kuralların şu genel prensipten istidlal edildiğini açıkça gösterir: Eğer korunabilecekse, Allah'ın sınırlarının muhafazası için kan ve koca arasındaki evlilik ilişkisi Kur'an-ı Ke-rim'de "imsak bi'l maruf kavramıyla çok geniş ve anlamlı ifadelerle karşılandığı üzere Çift arasında karşılıklı sevgi ve lütufla korunmalıdır. Bu yolla birlikte yaşamaları mümkün değilse güzellikle ayrılmalıdırlar (teşrih bi ihsan). Diğer bir ifadeyle, birlikte iffet, şeref ve dayanışma ile yaşayamayan kan ve koca birbirinden güzellik ve sükunetle, tartışmadan ayrılmalıdır. Hem ruh sağlıklarını, huzurlarını bozup kendi yaşantılarını bedbaht yapacak, hem de aileleri arasında kin ve husumet oluşturacak, toplumda kötülüğü yayacak ve hatta gelecek nesillere bile münkeri bulaştıracak olayları oluşturmaktan kaçınmalan gerekir. İslam Hukuku, toplumda bu tür kötülüklere bir son vermek amacıyla erkeğe boşama (talak ) kadına ise hulu hakkı verir, ta ki insanlar Kur'an tarafından verilen öğüt, (teşrih bi ihsan) üzere hareket edebilsinler. Ancak, hem "imsak bi'l maruf " hem de "teşrih bi ihsan "a uygun hareket etmeyen kavgacı insanlar da vardır. Bazen de, ya iki taraf arasında kendi hakları ile ilgili görüş farklılıklan ortaya çı-karj yahut taraflar "imsak bi'l maruf ve "teşrih bi'ihsan" öğütlerinden birine uygun davranmayı güç bulur. Bu yüzden, haklarla ilgili ihtilafı çözmek ve Allah'ın sınırlarını muhafaza etmek için İslam Hukuku boşama (talak) ve huluya ek olarak "kada' sar'i " (mahkeme kararı ile ayrılığa hükmetme) diye adlandırı-
lan üçüncü bir metod daha vazetmiştir. Diğe] bir ifadeyle, yukarıdaki niteliklere sahip heı anlaşmazlık İçin müslümanlar Şer'î Kanuna göre yargı organlarının kararına başvurmalıdırlar.
Kur'an-ı Kerim, mehir ve karı-koca arasında herhangi bir ihtilaf oluştuğunda mehirin.ödenme tarzı ile ilgili özel ve vazıh kurallar ortaya koymuştur. Evlilik, mehir kararlaştırılmadan gerçekleştirilir ve kan-koca arasında temasta bulunulmadan şu ya dâ bu sebeple boşanma kararı verilirse, aşağıdaki ayette de belirtildiği gibi koca üzerine bir mesuliyet düşmez. "Kendilerine el sürmediğiniz, mehirlerini de tesbit etmediğiniz kadınları boşamanızda sizin için bir sakınca yoktur. Onları faydalandırın." (2: 236). Bu durumda, evlilik temasla tamamlanmış ve herhangi bir mehir vaadi yapılmamış, da olsa, yine de evlilik ilişkisinin bozulmasıyla kadının adına ve şöhretine bir kısım zarar-ziyan verilmiş olacaktır. Yeniden evlilik için artık o, bakire olmasına rağmen bîr bakireyle aynı derecede ve konumda addedilme -yip hakikatte dul olarak vasıflandırılacaktır. Bu yüzden, Kur'an-ı Kerim, kadının kayıplarının telafi edilmesi için, varlığı ve gücü oranında kocanın bir şeyler ödemesini tavsiye eder.
Burada zikredilebilir ki, boşanma ve hulu vakalarında tarafların maddî fedakarlıklan, adalet ve sağlam hükümler Üzerine kuruludur. Öteki tarafa karşı ayrılma muamelesini kim başlatırsa asıl fedakarlık yükü ona aittir. Eğer koca kendi isteğiyle talağa giderse hanımına vermiş olduğu bütün mallardan vazgeçmek zorundadır. Diğer taraftan, hanımı hulu isterse kocasından kendisine ulaşan mehirin bir kısmını veya tamamını geri ödemelidir. Nitekim, boşanma veya hulu vakalannda kocalar haksız davranışlarda bulunmamaları için şu ifadelerle uyanlırlar: "Bir eşi bırakıp da yerine başka bir eş almak isterseniz, onlardan birine (Öncekine) yüklerle (mehir) vermiş olsanız bile ondan hiçbir şeyi almayın. İftira ederek ve açık bir günaha girerek verdiğinizi alacak mısınız?11 (4: 20).
Mehir miktarının belirlenmesinde değişmez kurallar yoktur. Maddi durumlarına, sosyal statülerine ve dengi insanların hüküm süren itiyadlanna uygun olarak, tarafların karşılıklı rızasıyla ^belirlenebilmesi için mehir miktarı serbest bırakılmıştır. Kur'an-ı Kerim şu ifadeleriyle yalnızca genel çizgileri ortaya koymuştur: "Zengin olan kendi gücü, darda bulunan da kendi halince maruf bir şekilde onları fay-dalandırmalıdır. Bu, iyilik etme şiarında bulunanlar üzerine bir haktır." (2: 236). Mehir, tarihin hiçbir döneminde kocanın karısına ödeyeceği tesbit edilmiş bir miktar para toplamı olmamıştır. Değişik dönemlerde, değişik kişiler kendi durumlarına göre değişik miktarda para ve değişik şeyleri hanımlarına tediye etmişlerdir. Fert, karısı tarafından kabul görüyorsa gücü neye yetiyorsa onu ödeyebilir. Ra-sulullah @ döneminde biri sadece bir yüzük, bir diğeri ise bir sepet hurma vermeye muktedir olabilmiş; yine bir başkası hanımına mehir olarak Kur'an'dan bir parça öğretebilmiştir. Kadınlardan biri kocasının küfürden dönüp İslam'ı kabul etmesini yeterli görmüş, onun mehiri kocası vasıtasıyla edineceği İslam ziynetleri olmuştur. Hakikatte mehir ne altın yığını, ne servet öbeği ne de mehir olarak tavsiye edilenden daha değerli herhangi bir varlıktır. Evlenecek hanım için makbul olan bir miktar mal, para yahut herhangi bir şey evli-likte kadının mehri olarak mütalaa edilebilir Bununla birlikte mehir olarak nSr ne tesbit edilirse edilsin, bu, kadını, içten muvafakati ile belirlenmeli ve kadın için makbul olmalıdır. Mehir konusunda en önemli husus kadının candan muvafakatidir.
Mehiri daha önce tayin edilen, ancak kocasıyla temasta bulunmamış kadının boşanması halinde ödenecek mehir miktarı Kur'an-ı Ke-rim'de şu ifadelerle açıklanır: "Eğer onlara mehir tesbit eder de, el sürmeden boşarsamz, bu durumda -kendileri ya da nikah bağı elinde olanın bağışlaması hariç- tesbit ettiğiniz (mehr)in yansı onlarındır." (2:237). Bu vazıyette koca, mehrin yalnızca yarısını ödemekle yükümlü kılınmaktadır, zira izdivaç henüz birleşme ile ikmal edilmemiştir. Zira evlilik
ile, yukarıda açıklandığı gibi, kadının maruz kaldığı bir takım zararların koca tarafından telafi edilmesi gerekir. Kur'an-ı Kerim, kocalara boşadıkları hanımlarına karşı, özellikle iffet ve bekaretleri emniyet altında olmasına rağmen itibarları zedelenip ızdırap çekerken çokça alicenap, fazlasıyla cömert olmalarını Öğütler: "Siz (erkekler)in (tümünü veya fazlasını) bağışlamanız takvaya daha yakındır. (Aranızdaki) üstünlüğü de unutmayın. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı görür." (2: 237).
Fakihler, izdivacın karı-koca ilişkisi ile tamamlanmasından sonra kendi isteğiyle bir kısmından yahut hepsinden vazgeçmediği müddetçe mehir miktarının tamamına kadının hak kazandığı hususunda müttefiktirler. Ancak hemen burada işaret edilebilir ki, Hint-Pa-kistan alt-kıtasmda hüküm süren gelenek bütünüyle mantıksız, saçma ve Rasulullah @'ın sünnetinden uzaktır. Evlilik gecesi ilk kez ha-nımlarıyla bir araya gelen kocalar onlardan mehir miktarını bağışlamalarım isterler. Bu iki ülkenin gayri İslami gelenek ve adetleri altında sanki cenderedeymiş gibi sıkıştırılıp ezilen, ayaklar altında imiş gibi basılıp çiğnenen kadınların ise kocalarmca yapılan ve rica gibi görünen fakat, kabul etmemeleri halinde tedricen kötü davranmaya başlayacakları İçin gerçekte gizli bir tehdit olan bu teklife, durum hakkında en ufak bir bilgileri olmadığından razı olmaktan başka bir seçenekleri yoktur. Kadınların tayin edilmiş mehri kocalarından almaları gerçekten çok nadirdir. Hint-Pa-kistan alt-kıtasındaki müslüman topluluklann mehir konusunda İslam Hukuku'nu pratiğe aktarmalarının artık tam sırasıdır. Bu hususta müslüman alimlerin sorumluluktan büyüktür; önemsiz ve günlük hayatla ilgisiz konularda saatler boyunca konuşarak cuma vakitlerini geçireceklerine bu zamanı kadın ve erkeklerin günlük hayatlarını etkileyen pratik problemleri çözmekte kullanmalıdırlar.
İddet, boşanmasından veya kocasının ölümünden sonra kadının beklemesi İslam Hukuku'nca gerekli kılman belirlenmiş sabit bir süredir. O, kan-kocanın boşanmanın neticelerini yeniden düşünmelerine fırsat veren ve kadının da hamile olup olmadığının anlaşılmasını sağlayan bir çeşit intikal müddetidir. Boşanmanın ya da kocanın ölümünün sarsıntısından sonra yeni şartlara alışması için kadına zaman kazandırır. İslam, müslümanlara boşanmayla ilgili hususlarda çok sabırlı ve düşünceli olmalarını tavsiye edip hayatları boyunca pişman olabilecekleri aceleci adımlar atmamalarını tenbih eder. Bu konuda, hanımlarının iddeti tamamlanana kadar beklemelerini emreder. Şüphesiz kadınların bu bekleme döneminin sebeplerinden birisi de her iki tarafa da meseleyi tekrar düşünüp gözden geçirerek ihtilafları gidermeye çalışmaya imkan verilmesidir.
İddet konusu Kur'an-ı Kerim'de şu ifadelerle yer alır: "Ey Nebi, kadınları boşayacağınız vakit iddetlerine doğru boşaym. O iddeti de sayın. Rabbiniz olan Allah'tan korkup sakının. Onları evlerinden çıkarmayın, onlar da çıkma-smlar; ancak apaçık çirkince bir hayasızlık göstermeleri başka. Bunlar Allah'ın sınırlandır. Kim Allah'ın sınırlarını çiğnerse, gerçekten o, kendi nefsine zulmetmiş demektir." (65:1). "Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç kur' (hayız ve temizlenme) müddeti beklerler. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlarsa Allah'ın rahimlerde yarattığını saklamak onlara helal olmaz" (2: 228). Bu ayet-i kerimeler bekleme dönemiyle ilgili kaideleri açıklamaktadır. "Kadınlar için belirlenen süre hem kadınm-kocanm, (eğer varsa) doğmamış çocuğun menfaatine, hem de insan fıtratındaki cinsel kurallara uygun olduğundan, pak ve saf insan toplumunun başlangıç prensiplerindendir, ingiliz hukukundaki "decree nisİ" (bozulmasını gerektirecek bir sebep çıkmadığı takdirde belirli bir süre sonra kesinleşecek olan boşanma karan) ile "decree absolute" (kat'İ boşanma karan) arasındaki altı aylık fasıla dolaylı yoldan aynı maksada hizmet eder." (A. Yusuf Ali, "The Holy Quran", sh. 1562) Zikredilen ayetler boşanma usulünü ve kadınların bekleme sürelerinin hikmetini tesbit etmektedir. Kadınlar, kocalan kendilerini boşa-dıktan sonra beklemekle emrolunmuşlardır. Fatıma binti Kays kocası tarafından üç kez boşandıktan sonra Rasulullah (5)'a gitmiş, Rasul-ü Ekrem de ona yeniden evlenmeden önce iddetini beklemesini emretmiştir. (Buhari). Rasulullah @, Fürey'a binti Malik b. Sinan'a da takdir edilen müddet bitene kadar evinde kalma emrini yermiştir. (Ebu Davud, Tirmizi, Malik, Nesei, İbn-i Mace ve Darimi).
Tesbit Edilen Süre: Boşanmış bir kadın için bekleme süresi üç kur'luk dönemdir. İmam Ebu Hanife'ye göre bu süre üç hayız müddeti iken İmam Şafii'ye göre bu süre üç tuhurâut. (Tuhur hayızlar arasındaki temizlik dönemidir ki Şafiiler indinde boşanmanın vaki olduğu temizlik dönemi de kuru'ya dahildir. Yani üç tuhur iki hayız ve üç temizlik dönemi üçüncü hayız başladığında süre tamamlanmış olur.) Bu yüzden iddet müddeti sabit sayıda gün. veya ay değildir, kadının üç hayızı yahut üç tu-huru tamamlayacağı periyodu kapsayan dönemdir. İmam Ebu Hanife'nin kanaatine göre iddet, hayızla başladığından, hanımını boşamaya karar veren koca o tuhur (temizlik) döneminde karısıyla ilişkide bulunmamalı ve aynı temizlik dönemi sonunda talakı beyan etmelidir. İmam Şafii'ye göre ise iddet tuhur ile başladığından koca, beyanı temizlik döneminin başlangıcında yapmalıdır. Kur'an-ı Kerim müslümanlara, "onlan iddetlerine doğru boşa-yın" (65:1) emrini verir. Diğer bir ifadeyle; bekleme dönemlerini, bu yüzden de sıkmtıla-nnı gereksiz yere uzatmayacak bir anda boşamaları emredilir. Şayet kadın hayız halinde iken boşanmışsa iddet süresi bu hayızla başlayacaktır.
Temizlik döneminde ilişkide bulunurlar ve kadın hamile kalırsa iddet müddeti, kadının eziyetini arttırarak çocuğun doğumuna kadar uzar. Bu yüzden İslam Hukuku boşanmaya karar veren erkeklerin tuhur döneminde ha-nımlan ile ilişkide bulunmalarını yasaklar. Bununla birlikte, koca, üçüncü talakın beyanından önce evlilik ilişkisini yenileyerek ilk haline döndürebilir, ancak son talakın ardından iddet müddeti başladığı vakit bu hakkını kaybeder. "Fakihler bu ayetin (2: 228) tefsiri hakkında ihtilaf etmişlerdir. Hanefi fakihler, kadın üçüncü hayızından yıkanarak temizlenene kadar kocanın onunla tekrar birleşme hakkına sahip olduğu görüşündedirler. Bu, Ebu Bekir. Ömer, Ali, İbn-i Abbas, Ebu Musa el-Eş'ari, İbn-i Mes'ud'un da görüşüdür. Şafiî ve Malikî fakihler ise kadının üçüncü adetini görmesiyle kocanın onunla tekrar birleşme hakkım kaybedeceği görüşündedirler. Hz. Ai-şe, İbn-i Ömer ve Zeyd b. Sabit de bu görüşü paylaşırlar. Kocanın hanımını bir veya iki kez boşadığı zaman tekrar birleşme hakkına sahip olduğu, ancak talakı üçüncü kez beyan ettiğinde bu hakkını kaybettiği hususu iyice anlaşılmalıdır." (Ebu A'la Mevdudi, The Meaning of the Qur'an, c. I, sh. 166-167). Bir sonraki ayette (2: 229) bulunan "boşanma iki defadır" ifadesi kocanın yeniden birleşme hakkını, "(sonrası ise) ya iyilikle tutmak ya da güzellikle bırakmadır" lafzı ise talak üçüncü kez ilan edilmeden önce muhtemel olan bir uzlaşmaya işaret etmektedir.
Ayet-i kerimede bulunan "iyilikle tutmak" ifadesi iki kez talak beyan edenlerin bekleme süresince ikinci bir nikaha gerek duymadan ilk evlilikleri üzerine yeniden hanımlanyla bir araya gelebileceklerini göstermektedir. Yine, şayet hanımıyla güzel bir ilişkiyle ve huzur içerisinde yaşamaya niyetlenirse kocanın onu geri alabileceğini aksi takdirde iddet müddetini tamamlaması için onu bırakması gerektiğini de İhtar ederek açıklamaktadır. Ayetin ikinci kısmı, iddetin bitiminden sonra ek veya üçüncü bir talaka yahut bir başka bir harekete lüzum duyulmadığını belirtmektedir; zira kadına dönmeksizin yalnızca iddet müddetinin tamamlanması evlilik ilişkisini sonlandırmak için yeterlidir. "Ya da güzellikle bırakın" sözleri bu hususu beyan etmektedir. Ayetle ortaya konan diğer bir nokta, tıpkı nikah iyi niyet ve letafetle kıyıldığı gibi her iki tarafın payına aynı hisle sonlandmlmasıdır; anlaşmayı devam ettirmemeleri bahtsızlıktır, ancak ona nefret, kavga ve düşmanlıkla son verilmemelidir. Bu, nezaket, şeref ve iffetin de bir gereğidir. Ayette üçüncü talakın ilanı menfi kılınmaktadır, zira koca, bunu kullanmakla iddet müddetinin bitiminden önce geri dönme hakkına son vermektedir. Bu ise gerçekten her yönüyle gereksiz ve istenilmeyen bir davranıştır.
Hayız göremeyecek kadar yaşlı kadınların ya da olgunluk yaşma henüz ulaşmamış genç kızların söz konusu olduğu vakalarda, adet veya temizlenmekle (tuhur) periyodlan olmadığından iddet konusunda bunlara itibar edilemez. Bunların iddet müddetleri aylarla hesaplanır ve üçüncü ayın sonunda boşanma işlerlik kazanır. Farklı oldukları diğer bir husus, hayız görmediklerinden her vaziyette, her zaman -kendileriyle temasta bulunulduktan sonra bile- boşanabilrneleridir.
Kur'an-ı Kerim müslümanlara emreder ki; "O iddeti de sayın" (65:1). Tayin edilmiş bekleme süresini kusursuz bir şekilde hesaplama mesuliyeti, kullanılan arapça kelimenin mü-zekker olmasına rağmen, eşit oranda kadın ve kocanın her ikisinin üzerine düşer. Keza kocalar "onları evlerinden çıkarmayın" (65: 17) ile emrolunurlar. Bu emir kanunen onların hanımları oldukları müddetçe kadınların onların evlerinde kalma hakkına sahip olduklarını ve kocaların kadınları evlerinden çıkaramıyacak-larmı bütün açıklığı ile göstermektedir. Onları evlerinde barındırmak erkeklerin payına şefkat ve cömertlik değildir; aksine onlardan hukuken ayrılana kadar hakikatte kocaların ahlâki ve hukukî vazifeleridir. Kadınların bu hakkı talakın ilanı ile neticelenemez ve kadın iddet müddeti bitinceye kadar bu evinde yaşama hakkını kullanır. İddet müddeti tamamlanmadan önce kadını dışarı bırakması koca adına açık tecavüz ve zulüm olacaktır. Mamafih, şayet kadın aşikâr uçarılıkla mücrim ise iddet müddetinin bitmesini beklemeden önce bile koca onu uzaklaştırma selahİyetine haizdir.
İddet müddeti sona ererken her iki tarafa da yeniden düşünmeleri, ayrılıklarını çözüme kavuşturmaları, yakınma ve öfkelerini unutmaları tavsiye edilir. Çünkü hâlâ barışma fırsatına sahip oldukları sınırlı zaman kısa bir süre sonra dolacaktır. "Sonra (üç iddet bekleme) sürelerine ulaştıkları zaman, artık onları maruf (bilinen güzel bir tarz) üzere tutun, ya da maruf üzere onlardan aynim" (65: 2). Artık bu yeniden barışmayı ciddi olarak yeniden düşünüp değerlendirecek son fırsattır; ancak koca, hâlâ ısrarlıysa, o zaman hanımından adıl ve güzel bir tarzda aynlmalıdır. Geri almak veya aynlmak, her iki durumda da Kur'an-ı Kerim "âdil ve maruf şartlar üzerinde ısrar eder. Koca, eğer ona geri dönmeye karar verirse bu, lütuf ve hikmet hislerine kapılmadan, nafakanın kadına göre yeterli olması gibi adalet üzre olmalıdır; ve eğer ondan ayrılmayı kararlaştirirsa, yine bu da adilane temeller üzerine olmalıdır. "Olabilir ki Allah, bunun arkasından (barışmak için yeni) bir durum oluşturabilir" (64:1) ayeti Allah'ın çiftler arasına sulh hasıl edebileceğini hatırlatmaktadır.
Bu ayet-i kerime, kendisinden sonra gelen ve İçerisinde 'tutmak' ve 'ayrılmak' hakkının kocaya verildiği açıklanan ayeti teyid eder mahiyettedir. Bu yüzden talağın sert ve kaba sözcükler ya da Kur'an-ı Kerim'de, "Yine eğer kadını (üçüncü kez) boşarsa artık (kadın) onun dışında bir başka kocayla nikâh-lanmadikça ona helal olmaz" (2: 230) ifadesiyle açıklanan "geri dönüş" kapısını kapatacak herhangi bir lisan kullanmadan; hayli mutedil, yumuşak ve zarif kelimelerle beyan edilmesi gereklidir.
İddet müddetinin sonunda koca ister onu tutmaya isterse ayrılmaya karar versin, her iki durumda da çift iki şahit hazırlamalıdır: "İçinizden adalet sahibi iki kişiyi de şahit tutun. Şahidliği Allah İçin dosdoğru eda edin" (65:1-2). Şahidler, dürüst ve güzel ahlaklı olmalıdır. Bu, her iki tarafın da menfaatlerinin korunması için gereklidir. (Mevlana Müfti Muhammed Şafii, "Mu'arif al-Quran", c. I ve VIII).
İddet Müddetinin Meseleleri: Kocasından boşandıktan sonra, başka biriyle evlenmeden önce kadın belirli bir süre beklemek zorundadır. Ebu Amr b. Hafs b. El-Muğire Yemen'de bulunduğu halde hanımı Fatıma binti Kays'ı gaibâne talâk-ı betinle boşamış ve ona Ebu Ayyaş ez-Zurâkî vasıtasıyla beş ölçek arpa göndermişti. Fatıma buna gücenmiş ve kocasının, "Vallahi sana hiç borcum yoktur" demesi üzerine Peygamber @'a gelerek meseleyi anlatmıştı. Rasulullah @ kendisine, "Senin onda nafaka hakkın yoktur" buyurmuş ve yeniden evlenmeden önce Ümmü Şerik'in evinde iddet beklemesini söylemiş ancak daha sonra, "Bu kadın ashabımın ziyaret ettiği bir kimsedir. Sen İbn-i Ümmü Mektum'un yanında iddetini bekle, zira o ama bir adamdır, onun yanında örtünü bırakırsın. Yeniden ni-kahlanacak hale geldiğinde bana haber ver" buyurmuştur. Fatıma şöyle demiştir: "İddeti-
mi bitirerek nikah İçin helal olduğumda Rasulullah @'a Muaviye b. Ebu Süfyan ile Ebu Cehim'in beni istediklerini söyledim. Rasul-ü Ekrem'de cevaben: "Ama Ebu Cehim sopasını omuzundan bırakmaz, Muaviye'ye gelince; o da yoksuldur, hiçbir malı yoktur. Sen Üsame b. Zeyd'le evlen" buyurdular. Ben ona razı olmadım; fakat tekrar, "Üsame ile evlen" buyurdular. Ben de onunla evlendim. Allah onda hayır halketti, artık ona gıpta eder oldum." Diğer bir rivayette, kocasının Fatıma'yı üç talakla boşadığı ve kadının başvurusu üzerine Rasulullah @'ın, "Hamile olmadıkça ondan nafakan yoktur" buyurduğu ifade edilir. (Müslim). Hz. Aişe'ye göre, Fatıma binti Kays ıssız bir bölgede yaşamakta ve bulunduğu mahal açısından korkuyu bağnnda barındırmakta idi. Bu yüzden Rasulullah @ ona başka bir yere taşınması için izin vermiştir. (Buhari). Said b. el-Müseyyeb'e göre, kocasının akraba-lanna karşı söyleyeceği çok şey olduğundan Fatıma'ya yer değiştirttirilmiştir. (Şerhü's-Sünne).
Cabir'in rivayetine göre; "Teyzem üç talakla boşandı, müteakiben hurmasını devşirmek istedi. Derken onu bir adama (dışarıya ) çıkmaktan men' etti. Bunun üzerine o da Rasul-ü Ekrem'e geldi, Rasulullah, 'Hayır sen hurmanı devşir; zira belki tasadduk eder, hayırda bulunursun' buyurdu." (Müslim).
Misver b. Mahreme'den rivayet olunduğuna göre, Eşlem kabilesinden Sübey, kocasının vefatından birkaç gece sonra nifas görmüş ve Rasulullah @'a gelerek kocaya varmak için ondan izin istemişti. Rasulullah @ kendisine izin vermiş, o da evlenmiştir. (Buhari).
Rasulullah @'ın zevcelerinden Ümmü Sele-me'den varit olan rivayete göre, bir kadının gelerek, "Ya Rasulullah, kızımın kocası öldü, kızımın gözleri de rahatsız. Gözlerine sürme çekebilir miyiz?" demesi üzerine Rasulullah, "Hayır, hayır. Dört ay on gün bekledikten sonra yapabilirsiniz. Siz cahiliye devrinde en kötü elbiselerinizle evinizin en fena kısmında bir sene bekliyordunuz da, şimdi dört ay on gün bekleyemiyor musunuz?" buyurmuştur. (Buhari ve Müslim).
Fürey'a binti Malik'den rivayet edildiğine göre, kölelerini aramaya çıkan kocasının köleler tarafından Öldürülmüş olması sebebiyle Beni Hudrİ arasındaki halkına dönmek için Rasul-ü Ekrem'den izin istedi. Fürey'a demiştir ki, kocam bana malik olduğu ne bir mesken ne de nafaka bırakmadığından ailem nezdine dönmeyi Rasûlullah @'a sordum. Nebi, "Evet" dedi, ancak avluya geldiğimde beni çağırarak, "Takdir edilen süre bitene kadar evinde dur" buyurdu. Fürey'a dört ay on gün iddet beklediğini eklemiştir. (Malik, Tirmizi, Ebu Da-vud, Nesei, İbn-i Mace ve Darimi).
Ümmü Seleme nakleder ki, Ebu Seleme vefat ettiği zaman, Rasûlullah @ beni ziyaret etti. Gözlerime san sabır suyu koymuştum. Rasûlullah @ sorarak ne olduğunu öğrenince, "Şüphesiz ki san sabır yüze renk verir, sen onu yalnızca geceleyin sürün ve gündüzün çıkar; rayiha veya kına ile taranma, çünkü boyadır." buyurdu. Ben "ne ile taranayım?" dediğimde, "sidirle" cevabını verdi. (Ebu Davud ve Neseî). Yine Ummü Seleme'den nakledilir ki, Rasûlullah @: "Kocası ölen kadın ne safran renkli veya kırmızı elbise giyebilir, ne de ziynet takabilir; o kına da yakamaz, sürme de çekemez." buyurmuştur (Ebu Davud ve Neseî).
Önceki Kocanın Hakkı: İslam, evlilik ilişkisinin bağlarını koruyup devam ettirmek için mümkün olan her vasıtayı dener; bu yüzden de evli çifte üçüncü talakın ilanından önce barışma fırsatı tanır. "Bu süre içerisinde "barışmak isterlerse, kocalan onları geri almada (herkesten) daha çok hak sahibidirler." (2: 228).
Ma'kıl b. Yesar'dan rivayet olunmuştur ki; "Kız kardeşim (Cüheyl binti Yesar) bir erle evli idi. Bu kişi hemşiremi boşadı, iddeti tamam oluncaya kadar bekledi de sonra gelip onu yine istedi. Bende kibirim yüzünden öfkelenerek, 'Sana vaktiyle kız kardeşimi tezvic etmiş ve onu sana (bir aile) fıraşı yapmıştım. Fakat sen kardeşimi boşayıp ondan uzak durdun. Şimdi de gelmiş onu yeniden istiyorsun. Hayır, kardeşim sana vallahi ebedi dönüp varamaz' dedim. Ancak adam iyi bir kişi idi, kardeşim de kocasına varmak istivordu. Bu-
nun üzerine Allahu Teala el-Bakara Sure sİ'nin 232. ayetini inzal buyurdu. Ayet-i kerf meyi Rasûlullah @'ın bana okuması üzerine~ 'Ya Rasûlullah, şimdi ne yapayım?' dedim' Rasul-ü Ekrem, 'Hemşireni eski kocasına tezvic et' buyurdu. Ben de kibirimi yenip Allah'ın hükmüne teslim oldum." (Buhari) Bı nakil, kocaların üçüncü ve son kez talakı ilan etmeden önce iddet müddeti esnasında boşa dıklan hanımlarını geri alma hakkına sahip olduklarını göstermektedir. "Mamafih, kocanın hanımını bir veya iki kez boşadığı zaman tekrar birleşme hakkına sahip olduğu, ancak talakı üçüncü kez beyan ettiğinde bu hakkını kaybettiği hususu iyice anlaşılmalıdır." (Ebul A'la Mevdudİ, "The Meaning of the Qur'an c.I, sh. 166-167).
Dulların İddet Müddeti: Dulların da yeniden evlenmeden önce beklemek zorunda oldukları hükme bağlanmış iddetleri vardır. Kocalan-nın ölümünden sonra dört ay on gün beklemekle emrolunmuşlardır. Emir şu ayetle verilmiştir: "İçinizden ölenlerin (geride) bıraktık-lan eşler, kendi kendilerine dört ay on (gün) beklerler. İşte bu müddeti bitirdikleri zaman artık onlann kendileri hakkında meşru bir şekilde yaptıklarından dolayı size günah yoktur." (2:234).
Bu tayin edilmiş bekleme süresi henüz kocasıyla ilişkide bulunmamış olan dullara da tatbik edilir. Gebe dullar bu kural için istisna oluştururlar. Hamile dulların iddeti ister kocanın ölümünden hemen sonra, isterse aylarca sonra olsun doğum yapmasına kadar sürer. Dul kadınlar "bu süre içerisinde yeniden evle-nemezler ve herhangi bir şekilde kendilerini süsleyemezler." Rasûlullah @, dul kadınların iddet müddetince ziynet eşyaları takmalarını ve renkli-canlı elbiseler giymelerini yasaklamıştır.
ÜmmÜ Atıyye'den rivayet olunduğuna göre Rasûlullah @, "Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kadının, kocasına tuttuğu dört ay on gün müstesna hiçbir meyyit için üç günden fazla yas tutması helal olmaz" buyurmuştur. (Buharî ve Müslimj. Rasûlullah @'in; "Kocası ölen kadın ne safran renkli veya kırmızı elbise giyebilir, ne de ziynet takabilir; o kına da yakamaz, sürme de çekemez." buyurduğunu Ümmü Seleme nakleder. (Ebu Davud ve Nese).
Bununla birlikte, dul kadının emredilen iddet dönemini merhum kocasının evinde mi geçireceği konusunda farklı fikirler vardır. Aişe, İbn-i Abbas, Ali ve diğer güzide fakihlerin bazıları kadının bu müddeti nerede isterse geçirmekte özgür olduğu görüşündedirler. Ancak Ömer, Osman, İbn-i Ömer, dört imam ve seçkin fakihlerin cumhuru dul kadının, rahmetli kocasının evinde ikamet etmesi gerektiği görüşündedirler.
Süt Emme ve Sütten Kesme: İslam, hem çocuğun hem de ebeveynin faydasına olarak çocuğun süt emme ve sütten kesme dönemleri için de kurallar belirlemiştir. Kur'an-ı Kerim bu kuralları şu ifadelerle zikreder: "Anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. (Bu hüküm) Emzirmeyi tamamlamak isteyen(ler) içindir. Onların (annelerin) yiyeceği, giyeceği bilenen (örf)e uygun olarak, çocuk kendisinin olan (babaya) aittir. Kimse güç yetireceğinden fazlasıyla mükellef tutulmaz. Ne anne çocuğu yüzünden, ne de çocuk kendisinin olan baba da çocuğu sebebiyle zarara uğratılmasın;_mi-rascıya düşen (sorumluluk ve görev) de bunun gibidir. Eğer (anne ve baba) aralarında rıza ve müşavere ile (çocuğu iki yıl tamamlamadan) sütten ayırmayı isterlerse ikisinin üzerine de vebal yoktur. Ve eğer çocuklarınızı (bir süt anneye) emzirtmek isterseniz, örfe uygun surette vereceğiniz (emzirme ücretin)i ödemek şartıyla yine uhdenize vebal yoktur." (2: 233). Bu kurallar, ister boşanma, ister hulu, isterse mahkeme kararı ile olsun karı ve kocanın ayrıldığı ve çocuğun hâlâ emzikte olduğu bütün vakalara tatbik edilir.
Kadın Tarafından Boşanma (Hulu') İle İlgili Kurallar: İslam evlilikte kadına eşit haklar vermiştir. Kadınlar, artık kocalarıyla daha fazla yaşayamayacaklarını düşündükleri zaman onlardan boşama isteyebilirler. Bu boşama türü İslam Hukuku'nda hulu olarak adlandırılır ve Kur'an-ı Kerim'in ifadelerinden kaynaklanır: "Onlara verdiklerinizden bir şeyi geri almanız sizin için helal değildir; ancak erkek ve kadının Allah'ın sınırlarım ayakta tutamayacaklarından korkmuş olmaları (başka). fiğer ikisinin Allah'ın sınırlarını muhafaza edemeyeceklerinden korkarsamz, o zaman (kadının) ayrılmak için fidye vermesinde ikisi için de günah yoktur. İşte bunlar Allah'ın sınırlandır, onlara tecavüz etmeyin. Kim Allah'ın sınırlarına tecavüz ederse, onlar zalimlerin ta kendileridir."(2: 229).
Dolayısıyla, kocasına bir miktar tazminat vererek kadının ondan boşanması mümkündür. Bu, eşlerin karşılıklı anlaşmasıyla olabilir ve iki şahidin önünde ayrılma gerçekleştirilir; şayet çiftler bir anlaşmaya ulaşamazsa kadın ayrılmak için mahkemeye başvurabilir. Nakledilir ki, Sabit b. Kays'ın hanımı Rasulullah @'a gelip kocasından ayrılmayı talep etmiş, Rasul-ü Ekrem'de kadına, "Sana mehİr olarak verdiği bahçeyi ona iade eder misin?" diye sormuş, kadının olumlu cevap vermesi üzerine Rasulullah @,, Sabit'e; "Ey Sabit, bahçeyi kabul et ve hanımını boşa" buyurmuştur. (Buhari).
Raşid halifelerden Ömer, hulu'ya yetkililerin izni olmadan bile müsade ederdi; Osman ise, hulu davalarında kocasının talakı vermesine karşılık kadının saçını bağladığı kurdele dışında herşeyi almasına razı olurdu.
Nafaka: Hz. Aişe'den rivayet edilmiştir ki, Ebu Süfyan'ın karısı Hint binti Utbe, Peygamber @'m yanma gelmiş ve; "Ey Allah'ın Rasu-lü, Ebu Süfyan bana ve çocuklarıma yetecek kadar maişet vermeyen gerçekten pek cimri bir adamdır. Ancak onun haberi olmaksızın malından bir şey alırsam o başka. Acaba bunda bana bir günah var mıdır?" demiş, Rasulullah @ da cevaben, "Onun malından sana ve çocuklarına yetecek kadarını ma'ruf veçhile al" buyurmuştur. (Buhari ve Müslim). Nakledilir ki, adamın birinin gelip, "Ben varlık sahibi birisiyim, babam da benim malıma ihtiyaç duymaktadır" demesi üzerine Rasulullah, "Sen ve senin mal varlığın babana aittir. Çocuklarınız ise kazandıklarınızın en hayırlıları arasındadır. Öyleyse, çocuklarınızın kazandıklarını yiyiniz" buyurmuştur. (Ebu Davud ve İbn-i Mace). Bir rivayete göre adamın biri Rasulullah @'a gelerek, "Malı olmayan fakir biriyim. Yanımda gözettiğim yetim bir çocuk var. Onun malından yiyebilir miyim?" diye sormuş, Rasul-ü ERrem , "Müsrif olmamak, ihtiyaç duymadan almamak ve bir köşeye biriktirmemek kaydıyla ondan ma'ruf bir tarzda faydalanabilirsin" buyurmuştur (Ebu Davud, Nesei, İbn-i Mace).
Rasulullah @, Hudeybiye Anlaşmasından sonra Mekke'ye gittiğinde Hamza'nm kızı, "Amca, amca" diye çağırarak onun peşine takıldı. Derken onu Ali alıp elinden tutarak Fa-tıma'ya, "Al bunu amcanın kızıdır: al götür" dedi. Bunun üzerine Ali ile kardeşi Cafer ve Zeyd b. Harise ihtilafa düşüp hepsi de bu kıza kendisi bakmak istedi. Ali, "Onu ben aldım, o benim amcamın kızıdır" dedi. Cafer, "O benim de amcamın kızıdır; ayrıca teyzesi de benim hanımımdır" dedi. Zeyd ise, "O benim kardeşimin kızıdır" davasını ileri sürdü. Nihayet Rasulullah @, "Teyze, anne mesabesindedir" buyurarak kızın teyzesine, Cafer'in karısı Esma'ya verilmesine hükmetti. (Buhari ve Müslim).
Abdullah b. Amr'da rivayet olunduğuna göre bir kadın, "Ya Rasulullah, şüphesiz ki şu oğluma kamım yuva, göğsüm pınar, sinem de kundak olmuştur. Şimdi ise babası beni boşadı ve çocuğu benden çekip almak istedi" demiş, bunun üzerine Rasul-ü Ekrem, "Yeniden evlenmediğin müddetçe çocuğu almaya daha çok hakkın vardır" buyurmuştur. (Ahmed ve Ebu Davud).
Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre bir kadın gelerek, "Ey Allah'ın Rasulü, kocam oğlunu gerçekten alıp benden uzaklaştırmak istiyor. Halbuki oğlumun bana faydası yeni dokunmaya başlamıştı; bana Ebu İnebe kuyusundan su taşıyordu" demiş, arkasından da kocası gelmişti. Rasulullah @, "Ey oğul, bu baban bu da annen! (Haydi bakalım) hangisini istersen onun elinden tut" demiş; çocuk da hemen annesinin eline yapışmış, annesi de onu yanına alıp götürmüştür. (Ebu Davud, Nesei, Darimi).
Kişinin iyi olan herhangi bir şeyi yapmamayı ahdetmesi hoş karşılanmaz. Şayet birisi böyle bir yeminde bulunmuşsa, Rasulullah @ ona yeminini bozmasını ve kefareti yerine getirmesini emretmiştir. Ebu'l Ahvas b. Malik'in babasından yaptığı rivayete göre, Peygamber @'a; "Ey Allah'ın Rasulü, söyle bana, kendisine gidip bir şeyler talep ettiğimde ne bana veren, ne de akrabalığımı gözeten, sonra da yardıma ihtiyacı olunca bana gelip isteyen, ancak benim de kendisine yardım etmemek ve akrabalığını gözetmemek üzere yemin etmiş olduğum yeğenim hakkında ne yapmak gerekiyor?" sorusunu yöneltmiş, Rasulullah @ da ona güzel olanıyla hareket etmesini ve yeminini tarziye etmesini emretmiştir. (Nesei ve İbn-i Mace).
İbn-i Abbas'ın rivayetine göre, kendisi va'ze-derken bir kişinin ayakta beklemesi Rasulul-lah'ın dikkatini çekti ve sebebini sordu. Adının Ebu İsrail olduğunu; oturmamak, gölgeye gitmemek, konuşmamak, yalnızca ayakta durmak ve oruç tutmak için yemin ettiğini söylediler. Bunun üzerine Rasulullah, "Ona konuşmasını, gölgeye gitmesini, oturmasını ve orucunu tamamlamasını söyleyin" buyurdu. (Buhari).
Enes rivayet eder ki, Rasulullah @, oğullarının arasından onların yardımına rağmen zorlukla yürüyen yaşlı bir adama rastladı ve meselenin ne olduğunu sordu. Kendisine yaşlı adamın K'âbe'ye yürüyerek gitmeyi ahdettiği anlatılınca, "Bu insanın kendi kendini cezalandırmasına Allahü Teala'nm ihtiyacı yoktur" dedi ve ona binek kullanmasını emretti. (Buhari ve Müslim).
İbn-İ Abbas'dan rivayet olunduğuna göre, Sa'd b. Ubade Peygamber @'a, annesinin yerine getirmeden vefat ettiği neziri hakkında sormuş, Rasulullah, "Onun namına o borcu sen öde" buyurmuştur. (Buhari ve Müslim).
Ka'b b. Malik rivayet eder ki, "Ey Allah'ın Rasulü, (Tebuk seferine katılamamadan dolayı) yaptığım tövbeyi tamamlamak amacıyla bütün varlığımı Allah ve Rasulü için sadaka olarak veriyorum" dedim. Rasulullah, "Malının bir kısmını kendine sakla, zira bu senin için daha hayırlıdır" cevabını verdi. Bu suretle, ben de Hayber'de aldığım kısmı kendime bıraktım. (Buharı ve Müslim).
Sabit b. Dahhak'dan rivayet edildiğine göre, Rasulullah @ zamanında bir adam Buvane denilen yerde deve boğazlamayı nezretmiş idi ki Peygamber @'a gelerek meseleyi sordu. Rasul-ü Ekrem, "Cahiliye devrinde orada tapılan bir put var mıydı?" diye sordu. Adam, "Hayır" dedi. Rasulullah, "Nezrini yerine getir; çünkü Allah'a masiyete, akraba ile alaka kesmeye, Adem oğlunun mâlik olmadığı bir hususa dair yapılan nezrin ifası yoktur" bu-1 yunnuştur. (Ebu Davud).
Rasulullah @ 'a (Tebuk seferine katılamamamdan dolayı) yaptığım tövbeyi tamamlamak amacıyla bütün mal varlığımı sadaka olarak veriyorum ve günahı birlikte işlediğimiz insanların ikametgahını terkediyorum dediğini ve Rasul-ü Ekrem'in cevaben, "Üçte birini vermen senin için yeterlidir" buyurduğunu Ebu Lübabe nekleder. (Razi tahriç etmiştir).
Câbir b. Abdullah'dan rivayet olunduğuna göre, Mekke'nin Fethi günü bir zat, "Ya Rasulullah! Allah'ın senin elinle Mekke'nin fethini nasib kılmasına karşılık Beyt-i Makdis (Ku-düs)'de iki rekat namaz kılmayı nezrettim" demiş, Rasulullah @, "Burada kıl" buyurmuştur. O zat söylediklerini yeniden tekrarlamış, Rasulullah yine, "Burada kıl" demiş, adamın üçüncü" kez sorması üzerine Rasulullah "O halde bildiğin gibi davran" buyurmuştur. (Ebu Davud ve Darimi).
Ukbe b. Amir şöyle nakletmektedir: "Kız kardeşim Beytullah'a yalın ayak yürüyerek gitmeyi adamış, ancak buna güç yetirememişti. Allah'ın Rasulü'ne ne yapmamız gerektiğini sorduğunda, 'Şüphesiz ki Allah, senin kız kardeşinin yürüyerek bedbaht düşmesine ihtiyaç duymaz. Ona emret: Başörtüsünü örtsün de binek kullanarak gitsin, bir de deve kurban etsin' buyurdu." (Ebu Davud ve Darimi).
Yalnızca davaları adalet ve tarafsızlıkla karara bağlamakla kalmaması; beraberinde can, mal, nesil ve akıl emniyeti ile fertlerin kişisel, sosyal, yurttaşlık, hukukî ve din* haklarının korunması gibi bütün insanlara şâmil tarafsız, âdil ve insan aktivitesinin her yönünü kapsayıcı kanunlar ortaya koyması sebebiyle Hz. Muhammed @'ın bütün zamanların en büyük kanun koyucusu olduğu söylenir. Sâri' (kanun koyucu) olarak yaptıkları, gelecek nesiller için O'nun büyüklüğü ve tarafsızlığının ebedî delillerini teşkil eder. O'nun ortaya koyduğu hukuk sisteminin en Önemli ve en göze çarpan yönü bütün hükümlerin kaynağının Allahu Teala olmasıdır. Allah hem aşikârı hem de gizliyi bilicidir, insanlar için neyin iyi, neyin kötü olduğunu hakkıyla bilir; bu yüzden de bütün insanlara şâmil tarafsız kanunlar yapmak için en iyi konumdadır. Aynı sebeple islam hukukunun ilk temel ilkesi Allah'ın hakimiyeti ve Allah'ın ahkâmının üstünlüğüdür. (Ebu'l A'la Mevdudi; The Islamic Law and Constitution).
İslâm hukukunun temeli Allah'ın asıl hükümran olması, güç ve otoritenin O'nda bulunması ve insanın yeryüzünde O'nun temsilcisi veya vekili olarak hareket etmesidir. Melik olan Allah'ın yeryüzündeki halifeleri sıfatıyla yönetim gücü bir bütün olarak mümin topluluğa verilmiştir. Aralarından özel bir ferde, zümreye yahut kavme değil. Böylece bütün inananlar gerek fert fert, gerekse müşterek olarak hilafette pay sahibidirler ve bu paylarından* Allah'a karşı hesap vereceklerdir. Abdullah b. Ömer, Rasulullah @'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder; "Her biriniz çobansınız ve her biriniz güttüğünüzden mesulsünüz." (Buhari ve Müslim).
Bu yönüyle İslam'da halk yönetiminin hakiki kaynağı, her iştirakçinin vekillikte (hilafette) eşit olmasıdır: "Ey insanlar, gerçekten biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirînizle tanışasmız diye sizi halklara ve kabilelere ayırdık. Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en üstün olanınız, takvaca en ileri olanınızdır." (49: 13). İslam'ın bu prensibini Rasulullah @ da açıklamıştır. Mümin fert diğer müminlerle kardeştir ve müslümanlar tek bir bütün oluştururlar. Hiçbiri imanı ve takvası haricinde bir diğerinden üstün değildir. Bütün insanlar Adem @'m soyundandır ve O da balçıktan yaratılmıştır. Ne Arap olanın Arap olmayana, ne de Arap olmayanın Arab'a; ne beyaz insanın siyah insana, ne de siyah insanın beyaz insana üstünlüğü vardır; üstünlük ancak takva iledir.
İslam Anayasa Hukuku'nun evrensel ve bütünüyle kuşatıcı olup herhangi özel bir topluluk, bölge veya zamanla smırlandırılmadığım hemen burada belirtelim. Uygulanma sahası, zaman ve mekân gibi insana özgü engellerin Ötesine uzanır ve bir bütün olarak insan hayatının her yönünü kapsar. Mahallî, dil ve renk sınırlarını aşarak şümullü hidayet manzumesi ile insanlığı bütünüyle bağrına basar.
Rasulullah @'ın bildirdiği tebligatta İslam'ın temel siyaset anlayışı insanın bütün hayatı üzerinde Allah'ın hakimiyetidir. Ahlakî, sosyal, ekonomik, kültürel ve politik yönleri dahil topyekûn hayatında beşerin bu hükümranlığa boyun eğmesi beklenir: "Ey iman edenler, hepiniz birden barış ve güvenliğe (İslam'a) girin ve şeytanın adımlan ardına düşmeyin. Çünkü o, sizin apaçık bir düşmanmız-dır." (2:206). İnananlara çekinmeden topye-kün İslam cemaatine katılmaları anlatılmaktadır. İnananların düşünceleri, nizamları, kültürleri, bilimleri, davranışları, ilgileri-ilişkileri, çabaları, vd. Allah'ın hükmüne tâbi kılınmalıdır. Bir kısmında Allah'ın hükmünün, diğer kısmında ise insanların kanunlarının yahut bizzat kendi neva ve heveslerinin hakim olacağı şekilde yaşantılarını farklı kategorilere ayırmamaları gerekir. Bu hükümranlık anlayışı Kur'an-ı Kerim'de tekrar tekrar ifade edilmektedir.
Yusuf @'ın sözleriyle; "Doğrusu ben; Allah'a iman etmeyen bir kavmin -kî onlar ahireti inkâr edenlerin ta kendileridir- dinini terket-tim. Atalarım İbrahim'in, İshak'ın ve Ya-kub'un dinine uydum. Allah'a herhangi bir şeyi ortak tutmamız bizim için olacak şey değildir. Bu (tevhid), bize ve insanlara Allah'ın lütuf ve ihsanıdır, ancak insanların çoğu şükretmezler. Ey zindan arkadaşlarım, darma dağınık bir sürü düzme tanrılar mı hayırlıdır, yoksa Kahhar olan bir tek Allah mı? Siz'O'nu bırakıp, ancak sizin ve atalarınızın taktığı bir takım (anlamsız, boş) isimlere tapıyorsunuz. Allah bunlara hiçbir burhan indirmemiştir. Hüküm yalnız Allah'ındır. O kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler." (12: 37-40). A'raf Suresi'nde; "Gerçekten sizin Rabbiniz o Allah'tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra da Arşı istiva etti. Geceyi durmadan kovalayan gündüzle bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları buyruğuna boyun eğmiş vaziyette (yaratan da O'dur). İyi bilin ki yaratmak da emir de (yalnızca) O'nundur" (7: 54). Furkan Suresi'nde, "Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Hiçbir evlad edinmemiştir. O'na mülkünde ortak yoktur. O herşeyi yaratıp ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle mukadderatını tayin etmiştir." (25: 2).
Bizzat Muhammed @ da tıpkı kendisinden önceki peygamberler gibi Allah'ın hükümranlığına itaatle emrolunmuştur: "De ki; 'Ben, dini yalnızca Q'na hâlis kılıcı olarak Allah'a ibadet etmekle emrolundum. Bana müslümanla-rın ilki olmam emredildi." (39-: 11-12).
Hâkimiyet yalnızca Allah'a mahsustur. Tek hükmedici-kanun koyucu (el-Hakem) O'dur, Allah'ı bırakıp da bilginlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rabbler edindiler. Oysa onlar, da, tek olan Allah'a ibadet etmekten başkasıyla emrolunmamışlardir." (9: 31). "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin-zâlimlerin-fâsıkların ta kendileridir." (5: 44-47).
Allah'ın bütün rasulleri O'nun hakimiyetine inanmışlar; ümmetlerine O'nun hükümranlığını kabul edip tabi olmalarını emretmişlerdir. "(İsa peygamber dedi ki,) 'Tevrat'tan Önümde bulunanları doğrulamak ve size haram kılınan bazı şeyleri helal kılmak üzere size Rabbiniz-den bir ayetle geldim. Artık Allah'dan korkup sakının ve bana itaat edin. Gerçekten Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz. Öyleyse O'na kulluk edin. Dosdoğru olan yol işte budur." (3: 50-51). Benzer şekilde Muhammed @ da Rabbinin emirlerine uymakla emrolu-nur. "Sonra seni de bu emirden bir şeriat üzerinde kıldık. O halde sen ona tabi ol ve bilmezlerin heva (ve heveslerine uyma." (45:18).
Rasulullah @, Allah'ın hükmünün tatbik alanı ve istifade açısından evrensel; uygulama yönüyle âdil ve tarafsız; yapısı itibariyle ebedî olduğunu ifade etmiştir. Bu yüzden onun bütün insan yapısı kanunlardan ve hayat nizamlarından üstün tutulması gerektiğini ısrarla belirtmiştir. O'nun izni olmadan kanun yapma selahiyetine haiz olmadıklarından, bütün insanlık gerek ferden, gerekse topluca kanun yapma hakkını tamamıyla Allah'a teslim etmelidir. Ve şayet insanlar tersine davransalar ve kanun yapma selahiyetini kendilerinde görüp kanunlar ortaya koysalar, hiç kimse bu kanunlara İtaate zorlanamaz. Çünkü kanun yapma gücü ve hakkı bütünüyle Allah'a aktir. Kur'an-ı Kerim bu hususu şöyle ifade eder: "Hüküm yalnız Allah'ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan yol (din) işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler." (12:40). "Bir grup da canları derdine düşmüştü; Allah'a karşı haksız yere cahiliye zannı ile, 'Bu işte bize ne var ki?' diyorlardı. De ki: 'Kuşkusuz işin tümü Allah'ındır.' (3: 154). Allah'ın ahkâmına tabi olmayanlar "kafirler" olarak adlandırılırlar. "Kim Allah 'in indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kafırlerin-zalimlerin-fasıkların ta kendileridir." (5:44-47). Yine Peygamber'e emredilmiştir ki, "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların hevalarına (istek ve tutkularına) uyma, Allah'ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtırlar diye onlardan sakın." (5: 49).
Bizzat Rasulullah @ bile kendi başına insanlara bir şey yapmalarını yahut bir şeyden kaçınmalarını emretme hakkına sahip değildir. O da tıpkı diğerleri gibi ilahi kanunlara tabidir. Kur'an-ı Kerim bu prensibi Rasulullah @'m ağzından açıklayarak, "Ben, bana vahyo-lunandan başkasına uymam" (6: 50) der. Keza, O'ndan önceki nebiler de aynı prensibe tabi idiler. "O, 'Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin' diye dinden hem Nuh'a buyurduğunu, hem sana vah yettiğimizi, hem de İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya buyurduğumuzu sizin için de şeriat kıldık." (42:13).
Peygamberler, insanları Allah'ın hükmüne ve nizamına çağırdıkları için kendilerine itaat edilmiştir. "O dini (İslam'ı) bütün dinlere karşı üstün kılmak için rasullerini hidayetle ve hak dinle gönderen O'dur, müşrikler istemese de." (9: 33). "Biz hiçbir rasulü, Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik." (4: 64). Kur'an-ı Kerim; İbrahim @'dan İsa @'ya kadar güzide peygamberleri zikrettikten sonra, 'Bunlar, kendilerine kitap, hüküm ve nübüvvet verdiklerimizdir... Bunlar, Allah'ın hidayet verdiği kimselerdir. O halde sen de onların gittiği dosdoğru yola uy." (6: 89-90) buyurur.
Allah'ın rasulleri daima ilahi hidayete tabi olmuşlar ve insanları buna davet etmişlerdir. "Beşerden hiç kimseye yakışmaz ki Allah kendisine Kitabı, hükmü ve nübüvveti versin de, sonra o, insanlara: 'Allah'ı bırakıp da (gelin) bana kul olun' desin. Fakat o, 'Öğretmekle ve okuyup okutmakta olduğunuz Kitab'a göre Rabbe kul olun" (der). O, melekleri ve nebileri Rabbler edinmenizi de emretmez. Siz müs-lümanlar olduktan sonra size küfrü mü emredecek?". (3:79-80).
İslam hukukunun bu prensibini Rasulullah @ çeşitli şekillerde vuzuha kavuşturmuştur. Buyurmuştur ki: "Allah bazı şeyleri farz kılmıştır, bunları kaybetmeyin; bazı şeyleri haram kılmıştır, bunları ihlâl etmeyin; bazı sınırlar koymuştur, bunlara tecavüz etmeyin; ve unutmaktan değil, size olan rahmetinden dolayı bazı konularda bir şey söylememiştir, bunları da araştırmayın." (Darekutnİ). "Benîm sözlerim Allah'ın sözlerini iptal etmez, ancak Allah'ın sözleri benim sözlerimi İlga eder." (Darekutnİ). Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği bir hadiste Rasulullah @; "Kur'an beş hali göstererek inzal olmuştur: Helal olanlar, haram olanlar, katiyetle tesbit edilen sınırlar, anlaşılması güç olanlar ve meseller. O halde helal olanlara helal, haram olanlara haram muamelesi yap; sıkıca tesbit edilen sınırlara uygun hareket et; anlaşılması güç olanlara Öyıece inan ve mesellerden ibret al" buyurmuştur. (Beyha-ki).
Peygamber @, bir rivayette;"Bir topluluk dosdoğru yola tâbi olduktan sonra ayrılığa düşmedikçe sapıtmaz" buyurmuş ve ardından, "Onu yalnızca bir tartışma konusu olsun diye (örnek olarak) verdiler. Hayır, onlar tartışmacı ve düşman bir kavimdir" (43: 58) ayetini okumuştur. (Ahmed, Tirmizi ve İbn-i Mace). Diğer bir hadisinde ise şunları söylemiştir: "Sözlerin en hayırlısı Allah'ın Kitabı, rehberlerin en iyisi Muhammed'ce verilendir. Yapılanların en kötüsü ise bid'atlardır, zira her bid'at bir dalalettir" (Müslim). "Sizden hiç biriniz, arzusu benim getirdiğime tabi olmadıkça iman etmiş değildir" sözü de Rasulullah @'dan rivayet edilir. (Şerhü's Sünne ve Nevevi'nin Erban’i)
Allah Teâlâ'nın ahkâmı sadece üstün değİl,aynı zamanaa nihaidir de. Allah hükmedip konuyu karara bağladığında iman edenler için hükmü kabul edip boyun eğmekten başka bir seçenek yoktur. "Allah ve Rasulü bir işte hükmettiği zaman artık inanmış bir erkek ve kadın için o iste isteklerine göre seçim hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasulü'ne karşı gelirse gerçekten 0 apaçık bir sapıklığa düşmüştür." (33:36). Hatta bu bile yeterli değildir, eğer gerçekten müs-lüman iseler Rasulullah @'ın hükmü aleyhinde dahi bir sıkıntı hissetmemeleri gerekir "Biz hiçbir rasulü, Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik. Onlar kendi nefislerine zulmettiklerinde şayet sana gelip Allah'tan bağışlama dileseler-di ve Rasul de onlara bağışlama dileyiversey-di, elbette Allah'ı tövbeleri hakkıyla kabul edici, çok esirgeyici olarak bulurlardı. Hayır, öyle değil; Rabbine andolsun ki aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar." (4:64-65). Ayet-i kerime Rasulullah @'ın İslam Şeriatı'ndaki yasal, hukuki ve dini konumunu sarahatle belirlemektedir.
İslam hukuku, hem dini hem de hukuki açıdan Peygamber @'a itaati gerekli kılar. O'nun emir ve hükümlerine itaat etmedikçe hiçbir kimse gerçek mümin olamaz, zira bunun Allah'a itaatle eş olduğunu Kur'an-ı Kerim açıkça ifade etmektedir: "Kim Rasul'e itaat ederse gerçekte Allah'a itaat etmiştir. Kim de yüz çevirirse... Zaten biz seni onların üzerine bekçi göndermedik." (4: 80). Diğer bir ifadeyle, kim Peygamber @'ın emir ve hükümlerine boyun eğerse hakikatte Allah'a boyun eğmiştir; çünkü Peygamber ne kendinden birşey söyler, ne de kendi başına hüküm verir. O yalnızca kendisine vahyolunanı açıklar. "O, kendi nevasından konuşmaz. O (söyledikleri) kendisine (Allah'dan) ilka edilmekte olan bir vahiyden başkası değildir." (53:3-4). Rasulullah @ her şeyi Allah'ın hükmüyle yaptığından, müminlere, "Artık Rasul size ne verdiyse onu alın, sizi neden sakındırırsa ondan da kaçının." (59: 7) emri verilir. Aynı prensibi Peygamber @ şu sözüyle açıklamıştır: "Bana itaat eden Allah'a itaat etmiştir; bana asi olan Allah'a ası olmuştur." (Buhari ve Müslim).
Kişinin, kendi hareketlerinden sorumlu olması İslam Hukuku'nun temel prensiplerinden bir diğeridir. Ferdi sorumluluk üzerinde Rasu-lullah @ ısrarla durmuştur. Gerek dini gerekse hukuki açıdan büyük veya küçük, zengin veya yoksul, kadın veya erkek her kişi tümüyle yaptıkları, yahut terkettiklerinden mesuldür. Ne kişi bir başkasının mesuliyetini üstüne alabilir ne de diğerlerinin yaptıklarından sorumlu tutulabilir.
Mesuliyetin ferdiliği Kur'an-ı Kerim'de kesin ifadelerle yer alır: "Doğrusu, hiçbir günahkar bir başkasının günah yükünü yüklenmez." (53: 38). "Her nefsin kazandığı kendisinedir. Günahkar hiçbir nefis bir diğerinin (günah) yükünü taşımaz." (6: 164). "Kim doğru yolu bulursa, yalnız kendi nefsi için hidayete ulaşır; kim de sapıklık ederse, ancak kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkar bir başkasının günah yükünü yüklenmez." (17: 15). "Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır yapıyor (idiy)se, onu(n sevabını) görür. Kim de zerre ağırlığınca şer yapıyor (idiy)se, o da onu(n cezasını) görür." (99: 7-8). "O gün vezin (tartı) da haktır. Artık kim(ler)in tartıları ağır basarsa, işte kurtulanlar onlardır. Kimin de tartılan hafif gelirse, bunlar da ayetlerimize zulmeder oldukları için, nefislerini kayba uğratanlardır." (7: 8-9).
Zikredilen ayetler, bütün hareketlerin kökeninde ferdi mesuliyet kuralının yer aldığını şüpheye mahal bırakmayacak tarzda ortaya koymakta olup, "Biz, her insanın amelini (işlediklerini, yaptıklarını) kendi boynuna doladık, kıyamet gününde onun için açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız" (17:13) ayetinde ifade edildiği gibi, hiç kimse de bu sorumluluğundan kaçamaz.
Kendi sonunun kesbedicisi bizzat insandır.
Allah'ın Rasulü aracılığıyla insanlara vahyet-tiği Sırat-ı Mustakim'e tabi olarak diğer yara-tıklarca bilinmeyen yüceliklere erişebilir; yahut bu yolu reddedip şeytanı veya kendi nevasını izleyerek alçalmışhğm derinliklerine düşebilir. Kazanacağı karşılık kendi davranışlarına bağlı olarak belirlenmiştir; ne bir fazla, ne de bir eksik. Bununla beraber, doğru yolda olanlara Allah kendi lütfuyla kazandığını fazlasıyla verebilir. Fakat kişi, genel bir kural olarak, ancak yaptıklarının karşılığına ulaşabilir; yaklaşım ve usulünün doğruluğuna bağlı olmak üzere, sarfedilen çaba ne kadar fazla ise kazanılan mükafat da o kadar büyük ve yücedir. "Ve doğrusu insan için kendi (emek ve ) çabasından başkası yoktur." (53: 39).
Bu ayet-i kerimeden üç kural istinbat edilebilir. İlki; kişinin kazandığının kendi davranışlarının karşılığı olacağıdır, ikincisi, bir şahsın çalışmasının meyvelerini bir başkasının, çabada pay sahibi olmadığı müddetçe, alamayacağıdır. Üçüncü kural ise, emek ve çaba sarfet-meden kişinin bir şey kazanamayacağıdır. Bu kurallar bazılarının iddia ettiği gibi miras hukuku, sadaka ve kişinin amellerinin mükafatını başka birine ithafı (isal-i sevab) hususlarını kabul eden İslam'ın genel öğretisiyle çelişkili değildir. Kurban, hacc, hayır gibi amellerinin sevabını kişinin Allah'a yapılan dua ve niyaz ile bir başkasına iletebileceği Rasulullah @'ın uygulamaları vasıtasıyla açıkça ortaya konmuştur. (Buhari, Müslim, Müsned-i Ahmed, Ebu Davud, Nesei, İbn-i Mace, vd.). Kişinin güzel amellerinin sevabını dua yoluyla başkalarına iletebilmesi mümkünken, çirkin hareketlerinin günahını başkalarına ulaştırması kabil değildir.
Kur'an-ı Kerim'den aktarılacak olan ayetler konumuzu daha da aydınlatacaktır. "Kim bir kötülük yaparsa onunla ceza görür... Erkek olsun, kadın olsun mümin olarak kim de salih bir amelde bulunursa, işte onlar, cennete girecektir. Ve onlar, bir çekirdeğin sırtındaki tomurcuk kadar bile haksızlığa uğratılmayac aklardır." (4: 123-124). "Kim bir iyilikle gelirse, artık kendisine ondan daha hayırlısı vardır ve onlar, o günün korkusuna karşı güvenlik içindedirler. Kim de bir kötülükle gelirse, artık onlar da ateşe yüzükoyun atılır (ve onlara:)
'Yaptıklarınızdan başkasıyla mı mukabele ediyorsunuz' (denir)." (27: 89-90). "İşte bugün, hiç kimseye (hiç) bir şeyle zulmedilmez ve siz de yapmakta olduklarınızdan başkasıyla karşılık görmezsiniz." (36: 54).
Kur'an-ı kerim ve, Rasulullah @'ın sünneti; neyin doğru ve yapılabilir, neyin yanlış ve yasaklanmış olduğunu tesbit edecek nihaî makamın Allah olduğunu açıkça ortaya koyar: "Ey Peygamber, eşlerinin hoşnutluğunu arayarak, Allah'ın sana helal kıldığını niçin sen kendine haram ediyorsun." (66:1). Ayet-i kerime, kulları için herhangi bir şeyin meşrıi yahut gayri meşru olduğunu belirleme hakkının yalnız ve yalnız Allah'a mahsus olduğunu göstermektedir. O'nun, yaratıkları için helal kıldığını hiç kimse haram yapamaz; ve bir husus O'nun tarafından haram ilan edilmişse hiç kimse O'nun yaratıkları için bunu helâl yapamaz. Koyduğu hüküm değiştirilemez ve fesh edilemez, ancak O'nun izniyle olması müstesna. Konulan hükmü kendi isteğine göre hafifletme veya değiştirme selahiyetine Allah'ın Ra-sulü bile haiz değildir.
Fahşadan, münkerden ve bağyden meneder Öğüt almanız için size böyle öğüt verir." (16-90). Ve bu sayılan vasıflar Allah'a ve Rasu-lü'ne inanan bütün müslümanların genel Özellikleridir. "Onlar ki kendilerini yeryüzünde iktidar sahibi kıldığımızda, namazı dosdoğru kılarlar, işleri kendi aralarında şûra iledir, kendilerine verdiğimiz rızıktan infâk ederler." (22: 41). Allah'ın elçileri yeryüzünde adalet ve ma'rufu oluşturmakla görevlendirilmişlerdir. "Andolsun, biz elçilerimizi apaçık burhanlarla gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye; onlarla birlikte Kitabı ve mizanı indirdik." (57: 25). Allah'ın son peygamberi ve rasulü Muhammed @ da aynı evrensel adalet prensibini izlemekle emrolunmuştur: "Bundan dolayı sen (tevhide) çağır ve emro-lunduğun gibi doğru ol, onların heveslerine uyma ve şöyle söyle: 'Allah'ın indirdiği Ki-tab'a inandım, aranızda adaletle hükmetmek ile emrolundum!.."1 (42:15).
İslam Şeriatı'nm hedefi, içerisinde her ferdin zulüm ve müstehcenliğin kötülüklerinden uzak; fazilet, takva ve adaletin hâkim olduğu huzur dolu bir hayata sahip olabileceği bir nizam oluşturmaktır. "Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor..." (4: 58).
Bu ilkenin tatbiki evrensel olup bölge, dil, ırk ve inanç sınırlarının çok çok üstündedir; zaman engelinin ötesine uzanır. "Şüphesiz, Allah adaleti, ihsanı, yakınlara vermeyi emreder.
Miras Hukuku toplumda görülebilecek eşitsizlikleri azaltmakta önemli bir rol oynar. Dr. Keynes, Taussing ve Irving Fisher gibi tanınmış ekonomistler bile âdil olmayan miras sisteminin, toplumdaki eşitsizliğin önemli bir sebebi olduğunda müttefiktirler. Taussing'e göre miras, toplumda gerçekten çok büyük etkilere sahiptir; zengin ve fakir arasındaki sürekli uçurumu daha da genişletir. Bu yüzden miras hukukunun, cemiyet içerisinde varlığın dağılımında eşitlik ve adaleti sağlayacak şekilde düzeltilmesi gereklidir. ('Principles', c.II, sh. 246).
İslam Miras Hukuku, servetin gerek birkaç elde toplanmasını önleyecek, gerekse toplumun daha geniş bir parçasına yayılmasını sağlayacak güçlü ve etkili tedbirlere sahiptir. İslam Miras Hukuku'nun büyüklüğü ve kullanışlılığı önde gelen İslam düşmanlarınca bile kabul edilmiştir. Dr. Ramsey kitabında, İslam Miras Hukuku'nun medeni dünyaca bilinenlerden daha makul, daha mükemmel prensiplere dayandığını yazar. ('Mohammaden Lav/, sh. 1).
İslam Miras Hukuku'na göre, vefat eden kişinin mal varlığı öncelikle oğullan, kızları, erkek ve kız kardeşler gibi yakınlarını içine alan akrabaları arasında paylaştırılır. Şayet mirasçısı olmayan bir erkek (ya da kadın) vefat ederse o kişinin varlığı bütün vatandaşların eşit bir şekilde faydalanabilmesi için devletçe alıkonur. Gerçekte, miras hukukunun gayesi servetin dağılmasını daha da yaygınlaştırmak ve herhangi bir noktada toplanmasını önlemektir. Miras hukuku Nisa Suresi'nde açıklanmıştır.
Kadın ve Erkeğin Hisseleri: "Anne ve baba ile akrabanın bıraktıklarından erkekler için bir pay vardır; anne ve baba ile akrabaların bıraktıklarından kadınlar için de bir pay vardır. Gerek azından gerek çoğundan., bîr hisse ayrılmıştır." (4:7).
Bu ayet-i kerimede ortaya konan prensip İslam Miras Hukuku'nun temelidir. Geride bırakılan varlığın hepsi hiçbir zaman büyük erkek çocuğuna gitmez; çocuklar ve yakın akrabalar, bunların yokluğunda uzak akrabalar, ister erkek olsun isterse kadın, hukuki varislerdir. Servetin küçük parçalara bölünmesini esas alarak bu prensibe ne tür itiraz yapılacak olursa olsun, islam'ın oluşturmaya çalıştığı sosyal sistem ve insanın kardeşliği genel ilkeleriyle bu kuralın uyum halmde olduğunda en ufak bir şüphe yoktur.
"Yukarıdaki ayet-i kerime miras hususunda beş hukuki düzenlemeyi kapsar. Birincisi; hem kadınların hem de erkeklerin mirasta hisseleri olmasıdır. İkincisi; ne kadar cüz'i veya ehemmiyetsiz olursa olsun miras bütün varisler arasında paylaştınlmalıdır. Üçüncüsü; ayet bu kuralın menkul (nakledilebilen) yahut gayrimenkul (nakledilemeyen), tarımsal yahut endüstriyel her tür mal için geçerli olduğuna delalet eder. Dördüncüsü; veraset hakkının ancak vefat edenin ardında mal bırakması halinde geçerli olduğunu gösterir. Beşincisi; ayete göre yakın akrabalar (asabe ) hayatta iken uzak akrabaların (zevi'l erham ) mirasta hakları olmadığı açıktır." ('The Meaning of the Qur'an, c. I).
Oğul ve Kızların Hisseleri: Vefat eden kişinin evlatlarının hisseleri şu ifadelerle belirlenmiştir:
"Allah, çocuklarınızın alacağı miras) hakkında, erkeğe iki kadının hissesi kadarım tavsiye eder. Eğer onlar ikiden fazla kadın iseler (ölünün) geride bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Kadın bir tek ise, bu durumda yarısı onundur." (4: 11).
Burada kadın, kız çocuğu anlamındadır. Kız çocukları tek varis iseler mirasın üçte İkisi onların hakkıdır. İkiden fazla kız çocuğu için belirlenen üçte ikilik pay kız çocukları iki iken de aynen geçerlidir. Söz konusu tek bir kız çocuğu ise terekenin yansını alır.
Ana-Babamn Hisseleri: Murisin anne ve babasının da mirastan bir paylan vardır. Onların hisseleri şu ifadelerle tavsif edilmiştir:
"(Ölenin) bir çocuğu varsa, geriye bırakılanda anne ve babadan her birinin altıda bir hissesi vardır. Çocuğu olmayıp da anne ve baba ona varis ise, bu durumda annesine üçte bir düşer. Şayet kardeşler varsa, anasının payı altıda birdir. (Bu hükümler, ölenin) yapacağı vasiyetten ya da borcundan sonradır. Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin fayda bakımından size daha yakın olduğunu bilemezsiniz. (Bunlar) Allah'tan bir farzdır. Şüphesiz Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir." (4:11).
Bu ikinci hal, vefat eden şahsın ebeveyninin sağ olduğu durumda feraiz meselesine temas eder. Bu durumda ilk olarak ebeveyn kendilerine ait olan hisselerini alırlar, kalanı -varsa-murîsin çocuklarına gider, çocukların yokluğunda ebeveynin hisseleri artar. Ancak mûrî-sin kardeşleri varsa, anne aynen murisin çocuklarının varlığında alacağı hisse kadarını alır. Vasiyet ve borçların her halükârda varislerin hisselerine göre öncelik kazandığına dikkat edilmelidir.
Hanımın Hissesi: Kadın, ölen kocasının terekesinden şu ifadelerle belirlenen bir hisse alır:
"Sizin çocuğunuz yoksa, geriye bıraktıklarınızdan dörtte biri onlarındır, çocuğunuz varsa -yapacağınız vasiyetten ve borçtan sonra- ge* riye bıraktıklarınızdan sekizde biri onlarındır." (4: 12).
Bu Üçüncü hal, ölenin, arkasında çocuklu yahut çocuksuz bir hanım bıraktığı durumla İlgilidir. Ebeveynin durumunda olduğu gibi zevce kendi hissesini alıp artan kısmı çocuklara kalır.
Kocanın Hissesi: Koçanında Ölen hanımının mal varlığında bir payı vardır. Bu pay şu ifadelerle ortaya konmuştur:
"Eşlerinizin çocukları yoksa geride bıraktıklarının yarısı sizindir. Şayet çocukları varsa -onunla yapacakları vasiyetten ya da borçtan sonra- bıraktıklarının dörtte biri sizindir." (4:12). Bu dördüncü hal, merhumun arkasında çocuklu yahut çocuksuz bir zevç bıraktığı duruma temas eder. Ebeveyn ve han da olduğu gibi zevç hissesini alır tereke çocuklara aittir.
Kelale'nin Mirası: Kelale^ ebevevni çocukları olmayan kimsedir. Hakiki kelimesi ıkı anlam taşır. Hem -ebevevni ı olmasın- çocuğu olmayan anlamın / de ne çocuğu, ne de ebeveyni olan Kelale dtn miras alacak olanların aşağıdaki gibi belirlenmiştir.
Kelale'nin Kızkardeşi: Şayet kelale bir vahnt ıkı kızkardeşe sahipse bunların hisseleri sı ayetle tesbit edilmiştir:
"Ölen kişinin çocuğu yok da kız kardeşi varsa, geride bıraktıklarının yansı kız kardeşinin-dir. Fakat kendisi, (Ölen) kızkardeşinin çocuğu yoksa onun mirasını (tamamen) alır. Eğer kız kardeşi iki ise, geride bıraktıklarının üçte ikisi onlarındır." (4:176).
Bu Kelale'nin mirasıyla ilgili ilk haldir. Şayet kelale arkasında bir kız kardeş bırakmışsa terekenin yansını alır, iki kız kardeş söz konusu ise terekenin Üçte ikisini miras olarak alırlar.
Kelale'nin Erkek Kardeşlen: Kelale bir erkek veya kız kardeşe sahipse aşağıdaki ayet-i kerimede ifade edildiği üzere her biri terekenin altıda birini alacaktır.
"Mirası aranan erkek ya da kadın, evladı ve ana-babası olmayan bir kimse olup da onun erkek veya kız kardeşi bulunursa onlardan her biri için altıda biri vardır. Eğer bundan fazla iseler -kendisiyle yapılan vasiyetten ya da zarar verici olmayan borçtan sonra- üçte t onlar ortaktırlar. Bu size Allah'tan bir vasiyet-tir. Allah bilendir, (kullarına) yumuşak olandır." (4: 12).
Bu da kelale mirasıyla ilgili ikinci hâldin Vefat edenin erkek veya kız terekenin altıda birini bacaklar; şay den fazla iseler kendilerine düşen tereK üçte birini paylaşacaklardır.
Servetin Dağ.lmıı: de (4:12) "zarar vencı bulunmasının hayli manidar olduğu belirtilmelidir. Çocuk sahibi olmayanların durumunda görüldüğü gibi, mal ve mülklerin gereksiz borçlara gömülmesi, hatta üzerinde akitleşti-rilmemiş borçların bile kabul edilmesi ve hukuki varislere birşey bırakmayacak vasiyetlerde bulunulması muhtemeldir. "Zarar verici olmayan" ifadesi bu tür durumlarda vasiyet ve borçların meşru varislerin haklarına zarar vermeyeceğini açığa kavuşturmak için kullanılmıştır. Vefat eden şahsın borçlarının diğer haklar üzerinde Önceliğe sahip olduğuna da ayrıca dikkat edilmelidir. Önce murisin borçları ödenmeli, sonra -varsa- mirasın üçte birine kadar olan bağış ve vasiyetler ifa edilmelidir. Bu haklar yerine getirildikten sonra tereke yukarıda sayıldığı üzre meşru varisler arasında bölüştürülmelidir.
1- Mirasın paylaştınlmasmdaki ilk klavuz prensip, erkeğin hissesinin kadınınkinin iki katı olmasıdır. Bu prensip kusursuz ve adildir, zira ailenin ekonomik sorumluluğu büyük oranda erkeğe düşer." ("The Meaning of the Qur'an, c.I).
2- Şayet vefat eden şahıs geride yalnızca kız çocukları bırakırsa bunlar bütün terekenin üçte ikisini miras olarak alırlar, üçte birlik kısım diğer varisler arasında paylaştırılır.
3- Ancak, sadece bir erkek evladı bırakmışsa ve başka da bir varis yoksa bu erkek çocuk mirasın tamamını alacaktır. Başka varislerin bulunması durumunda, diğer varislerin hisselerinin tevzi edilmesinden sonra arta kalan terekeyi alacaktır.
4- Miras, arkasında evlad bırakmışsa ebeveyninden her biri altıda bir pay sahibi alacak, arkasında varis bırakmamışsa babası mirasın üçte ikisini alacaktır.
5- Vefat eden şahsın erkek ve kız kardeşleri varsa annesinin hissesi üçte birden altıda bire inecektir.
6- Borçların ödenmesinin, vasiyetlerin yerine getirilmesine nazaran öncelik sahibi olması hususunda fakihler arasında tam bir ittifak vardır.
7- Miras hukuku, özel ailevi konumunu düzenlemek amacıyla varsa murisin vasiyeti üzre terekenin üçte birlik bölümünün kullanılmasına izin verip üçte ikilik bölümüyle (veya biraz daha fazlasıyla) ilgili düzenlemeler ortaya koyar. (2:180).
8- Muris, arkasında evlad bırakmışsa hanım yahut hanımları aralarında adilane bölüşecekleri tarzda terekenin sekizde birini, eğer çocuk bırakmamışsa dörtte birini alır.
9- Vasiyetler şay.et varislerin meşru haklarını ihlal ediyorsa zararlı addedilir. Rasulullah @ mirasla ilgili genel kuralları şu sözleriyle açıklamıştır:
a- "Hisseleri ehillerine ulaştırınız. Kalan miktar en yakın erkek şahsındır." (Buhari ve Müslim).
b- "Müslüman kâfire; kâfir de müslümana mirasçı olamaz." (Buhari ve Müslim).
c- "Farklı iki dinin mensupları birbirlerine mirasçı olamazlar." (Ebu Davud, İbn-i Mace ve Tirmizi).
d- Katile katledilenin mirasından bir pay yoktur." (Tirmizi, İbn-i Mace).
e- "Kişi, hür kadınla yahut cariye ile zina eder de bu zinadan bir çocuk doğarsa, artık ne o çocuk bir başkasına mirasçıdır, ne de bir başkası o çocuğa." (Tirmizi).
Yakın Akrabalar: İslam Miras Hukuku'na göre her vârisin hissesi onun vefat eden şahısla olan akrabalığı esas alınarak belirlenir. Akrabalık ilişkisi ne kadar yakınsa mirastaki payı da o kadar fazladır. Murise çok yakın olan erkek (veya kadın) bu yakınlığa sahip olmayan diğerlerine nazaran daha büyük hisseye sahiptir.Nitekim, Hanefi fakihleri vârisleri üç gruba ayırırlar:
1- Feraiz Ehli (Ashabu'l feraiz veya Ashabu'l füruz): Bunlar, yukarda zikredildiği üzre, hisseleri Kur'an-ı Kerim tarafından tayin edilmiş şahıslardır.
2- Baba Yönünden Akrabalar (Asabe): Bunlar, payları Kur'an-J Kerim'de belirlenmiş, ancak ikinci derecede hısımlık sahibi kimselerdir. Ashabu'l furuz (farz ehli)'un hisseleri sırasıyla ödendikten sonra artan bunlar arasında paylaştırılır. Şayet birinci dereceden hısım (Ashabu'l feraiz) yoksa bütün miras bu akrabalar arasında bölünür.
3- Üçüncü Dereceden Hısımlar (Zevi'l Er-ham): Bunlar, ilk iki gruptan varisin bulunmadığı durumlarda murisin terekesini miras olarak alanlardır. Bu tür akrabalara misal, murise nisbeten kızın oğlu, kızkardeşin oğlu, annenin annesi... vd. gösterilebilir.
İslam Miras Hukuku'nun en önemli prensipleri aşağıda özetlenmiştir.
1- Hem erkekler hem de kadınlar mirasta hak sahibidir.
2- Kocaya hanımından, hanıma da kocasının malından bir hisse ulaşır.
3- Her kayıt altında ölenin en azından sekiz yakın akrabası mirasta pay sahibidir.
4- Birinci dereceden hısım olan bu sekiz varisle birlikte mirastan faydalanan ikinci ve
üçüncü dereceden hısımlar da vardır.
5- Bunun yanısıra, her mal varlığının üçte birlik miktarım mirasında pay sahibi olmayan akrabalarına, dostlarına, komşularına, hizmetçilerine bırakma; halkın ihtiyaçlarının karşılanması veya kamu hizmetinde kullanılması için teberru etme hakkına sahiptir.
6- Vefat eden fertle aynı yerleşim bölgesinde yaşayan yetim ve yoksullara da murisin mal varlığından bir miktar verilir.
7- Son olarak, arkasında nesil ağacında aşağı ve yukarı doğru giden bir yakınım bırakmadan vefat eden şahsın mal varlığı, Rasulullah @'m devrinden beri yapılarak kurumlaşan uygulama mucibince toplumun ortak menfaati için devletçe alıkonur. Mikdam b. Ma'di-kerb'in rivayetine göre Rasulullah @, "Ben her mümine kendi nefsinden daha yakınım.
Geride ödenecek bir borç yahut geçindirilecek bîr çocuk bırakırsa bize aittir. Ancak bir servet bırakırsa o varislerin indir. Ben mirasçısı olmayanın mirasçısıyım; onun varlığını miras edinir, onun yükümlülüklerini yerine getiririm" buyurmuştur. (Buhari ve Müslim).
Rasulullah @'m bir hadisine uygun olarak İslam Devleti varis bırakmayan şahsın mirasını alıkor. İslam Miras Hukuku çok ötelere uzanan etkilere sahip gözükmektedir. Servetin birkaç sermayedarın elinde toplanmasına izin vermeyip daha geniş bir kitleye mal olmasına gerek dağılım, gerekse sirkülasyon (dolaşım) yönünden yardım eder. Bu hukuk gerçekte vefat eden şahsın varlığını (yakın ve uzak akrabaları, yoksul komşuları gibi) onlarca insan arasında dağıtarak birkaç nesilde kapitalist sistemin sadece bellirli ellerde tuttuğu servetin toplumda dolaşımını sağlar. Bu hukuk gerçekte verat eden şahsın varlığını (yakın ve uzak akrabaları, yoksul komşuları gibi) onlarca insan arasında dağıtarak birkaç nesilde kapitalist sistemin belli başlı temellerini kökünden söküp atar.
Zekat: Zekat, servetin insanlar arasında dağılımını sağlamak amacıyla İslam Devleti tarafından uygulanan ikinci meşru tedbirdir. Zekat zengin müslümanlardan toplanıp fakirlere harcanan mecburi bir tarhtır. Fıkıh terminolojisinde zekat, belirli bir miktardan fazla servete sahip her müslümanin üzerine farz olan maddi yardımdır. O, devletçe toplanıp dağıtılan organize bir hayırdır.
Nitekim zekat, zenginlerin dini bir yükümlülükleri olup namazdan hemen sonra ikinci öneme haiz ibadet olarak değerlendirilir. Kur'an-ı Kerim zekatın ödenmesi hususunda önemle durur. Her ne zaman Müslümanlardan namazlarını düzenli olarak ikame etmeleri istense yanısıra zekatı ödemeleri de emredilir. Tevbe Suresinde: Müslümanlara namazlarını ikâme edip zekâtlarım ödemeleri şu ifadelerle anlatılır:
"Allah'ın mescitlerini, yalnızca Allah'a ve Ahiret gününe iman eden, namazını dosdoğru kılan, zekatını veren ve Allah'tan başkasından korkmayanlar onarabilir." (9:18).
Bakara Suresi'nde: "Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin ve rükû edenlerle sizde rükû edin." (2:43) buyurulur.
Yine Bakara Suresi'nde, gerçek müminlerin başlıca iki görevi şu ifadelerle belirlenir: "Ki onlar, gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler." (2:3)."Namazı ikame edip zekatı verenler" sözüyle tanımlanan gerçek müslümamn bu iki asli görevi Kur'an-ı Ke-rim'de defalarca tekrarlanır.
"Zekatın esas amacı, ülkede tek bir İhtiyaç sahibi kalmayacak tarzda mahrum ve yoksulların ihtiyaçlarını karşılamaktır. Zenginlerden toplanıp fakirlere harcanması yüzünden toplumda servetin yaygınlaşmasına yardım eder. Kendi ihtiyaçlarından fazlasına sahip olanlar ümmetin zekat fonuna bağışta bulunurlar, bu fondan da ihtiyaçlarından daha azma sahip olanlara yardım edilir.
Servetin Yığılması: Topladıkları serveti istif eden kişiler toplumun gerçek düşmanlarıdır. Hakikatte onlar endüstrinin damarlarını sıkıştırıp tıkarlar, bu yüzden de ülkenin gelişmesini ve ilerlemesini önlerler. Onların serveti kendilerinin olduğu kadar toplumun da yararı uğruna daha çok mal üretmekte kullanılabilir.
Servetin stok edilmesinden kaynaklanan kötülüklere çare bulmak amacıyla İslam, malın bu tarzda toplanmasını yasaklamıştır. Kur'an-ı Kerim istifçiliği şu ifadelerle mahkûm eder:
"Allah'ın, bol ihsanından kendilerine verdiği şeylerde cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır; bu, onlar için serdir; kıyamet günü, cimrilik etmeleriyle tasmalandırılacaklardır." (3: 180).
Sonra Tevbe Suresi'nde istifçiler şu sözlerle uyarılır:
"Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar ise, onlara da acıkiı bir azabı müjdele. Bunların üzerlerinin cehennem ateşinde kızdmlacağı gün, onların alınları, böğürleri ve sırtlan bunlarla dağlanacak (ve:) 'İşte bu, kendileriniz için yiğıp-sakladıklarımzdır; yığıp-sakladıklarınızı tadın' (denilecek)." (9:34-35).
Zekatlarını ödeyip görevlerini tamamlamış olduklarına inanarak hoşnut olanlar Kur'an-ı Kerim'in bu ayetlerini dikkatle okuyup düşünmeli ve bu borçlarım ödemelerinin topluma olan diğer yükümlülüklerini ortadan kaldırmayacağını idrak etmelidirler. Yukarıdaki ayeti kerimede harcamak yerine altın ve gümüşü istif edenlere uyarı vardır. Malın çekiciliği yüzünden varlığı biriktirmemek, istif etmemek, yahut gömmemek -ister kendi, isterse toplumun iyiliği için olsun- onu kullanmakla emrolunm uslardır.
"Serveti suistimal edenlerin uğrayacağı cezayı -zira bu kötü kullanım, Allah'ın Hükmü'ne karşı yapılmış herhangi bir itaatsizlik türü kadar günahtır- tasvir etmek için burada çok çarpıcı bir mecaz kullanılmıştır. Bizzat kötü kullanılan zenginlik bize karşı şahitlik yapacaktır. Cehennem ateşinin ısısını daha da arttırmak için ısıtılacak olan, altın ve gümüş serveti güzel şeyler yapmanın sadece bir vasıtası olarak görmek yerine bizzat kendisinin hayırlı olduğunu düşünen zihnimizde yankılanarak alnımızı dağlayacak; tamahın gerçekte memnuniyet oluşturmadığını ispatlayarak böğürlerimizi (tamahın merkezi) dağlayacak; muh-kemliğimizi ve gücümüzü arttırmış olan servetin yanlış kullanımla bunları yokedebilece-ğimizi gösterecek tarzda sağlamlık ve gücün kaynağı sırtımızı dağlayacaktır." (A. Yusuf Ali; 'The Holy Qur'an', sh. 449-450).
Servet istifçileri yine şu ifadelerle ikaz edilirler:
"Arkadan çekiştirip duran, kaş-göz hareketleriyle alay eden kişinin vay haline; ki o, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır. Gerçekten malının kendisini ebedi kılacağını sanmaktadır. Hayır; andolsun o, "hutame"ye atılacaktır," (104: 1-4).
Ve Leyi Suresi'nde: "Kim de cimrilik eder, kendini müstağni (zengin ve başkalarına karşı bağımsız) görürse, ve en güzel olanı da yalan sayarsa, biz de ona en zorlu olanı (azaba uğramasını) kolaylaştıracağız. Kendisi (çukura) düştüğü zaman malı ona hiç bir fayda sağlamaz." (92: 8-11).
"Şeytan burada üç özelliğiyle ayirdedilmiştir:
1- Bencillik, hırs (açgözlülük) ve diğerlerinin haklarını inkâr,
2- Kibir ve müstağni olduğunu kabul etme,
3- Garazı sebebiyle Hakkı kabul etmeme veya güzelliğin olduğu yeri çirkin görme.
Bu tür fertlerin düşüşü ve aşağılaşması her geçen gün hız kazanır; sonlan sefillikten başka birşey değildir. Övündükleri mal ve mülkleri yahut kendine güvenleri nerede kalacak? Keza ne bu dünyada yığdıkları servetin kıyamet gününde bir faydası olacak, ne de sahip oldukları maddi üstünlükleri kendileri için ruhlar alemine bir kazanç taşıyacaktır. Hesaba katılacak olan hakka uygun ve dürüst bir hayat, Allah'ın tüm yarattıklarına iyilik yapmakla geçirilmiş bir ömürdür." (The Holy Qur'an, sh. 1747, açıklama notu:6165). Servet istifçisi yalnızca âhiret hayatında manevi saadeti kaybetmekle kalmayacak, kazanç getirmeyeceğinden bu dünyada da servetin faydalarından mahrum olacaktır. Dahası, varlığını devam ettirmek için gerekli olan yeterli kapitali bulamaması nedeniyle çürüyüp bozulan ve ölen toplumun sefalet ve ıstırabını da paylaşmak zorunda kalacaktır.
Savurganlık: İslam, zengin İnsanların lükse kapılmalarına yardımcı olan bütün boş ve gereksiz harcamaları yasaklamıştır. Bu sağlıksız davranışlar şu ifadelerle mahkûm edilmiştir:
"Akrabaya hakkını ver, yoksula ve yolda kalmışa da. İsraf edip de saçıp-savurma. Çünkü saçıp-savuranlar, şeytanın kardeşleri olmuşlardır; şeytan ise Rabbine karşı nankördür." (17: 26-27). Bu ayet-i kerimede müsrifler, Allah'ın kendi lütfundan verdiği malları saçıp-savurarak eritip bitirdikleri için şeytanın kardeşleri olarak isimlendirilmektedirler. "Ürün verdiğinde ürününden yiyin ve hasad günü de hakkını verin; israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez." (6: 141). Bu cihetle, Al-T^h'ın nimetlerini kötüye kullanarak israf
edenler Allah'ın rahmet ye inayetinden de mahrum kalacaktır. Keza İslam Devleti; servetini saçıp-savuran kişilerin bütün mal-mül-künü kendi kontrolü altına alarak idare etmeye yetkili kılınmıştır.
İslam, ahlakî veya sosyal yaralanmalara yol açacak bütün harcama metodlarmı yasaklamıştır. "Servetinizi kumar oynayarak boşu boşuna ziyan edemezsiniz; içki içemezsiniz; fu-huşa ram olamazsınız; paranızı ifsad eden müzik uğruna heba edemezsiniz; -kadınlar müstesna- ipek elbiseler giyinemezsiniz, altın ziynet eşyaları ve mücevher takmamazsmız; evlerinizi suret ve heykellerle süsleyemezsi-niz. Kısacası İslam, servetin büyük bölümünün lüks ve müptelalık uğruna harcanmasına yol açacak bütün kapılan kapatmıştır." (Ebu'l A'la Mevdudi, 'Economic Problem of Mân and its Islamic Solution', sh. 50).
İslam, bu sınırlandırmalan insanlann israfa kapılmadan refah ve huzur dolu ortalama bir hayat sürdürebilmeleri için ortaya koymuştur. Şimdi müsrifane harcamalan sırasıyla mütalaa edelim.
a- Alkollü İçkiler ve Kumar: Alkollü içkiler ve kumann her türü İslam'da yasaklanmıştır. İçki ve kumar bu dünyadaki pek çok kötülüğün temel nedenidir. Diğer kötülüklerin yanı sıra insanları israf, savurganlık ve lükse teşvik ederler. Menedici emir şu ifadelerle beyan edilmiştir:
"Ey iman edenler; içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın işlerinden olan pisliklerdir. Öyleyse bun(lar)dan kaçının; umulur ki kurtuluşa erersiniz. Gerçekten şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin düşürmek; sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan da alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz, değil mi?' (5: 90-91).
Yukandaki ayet-i kerimede içki ve kumar "aranızdaki düşmanlık ve kin"in sebebi olarak ilan edilmiştir. Birbirine karşı düşmanlık ve nefret duygularıyla dolu fertlerden oluşan bir toplum asla başanlı olamaz. Bu tür toplumlarda karşıt gruplar arasında toplumu helaka go-türen sürekli ihtilaf ve sürtüşme vardır, tfu toplumsal lekelerin kötülükleri karşısında Ra-sulullah @, içki ve kumarla doğrudan ya da dolaylı ilgili bütün malların ticaretini yasaklamıştır. Hz. Aişe'ye göre, "Bakara Suresi'nin içkiden men eden son ayetleri nazil olduğunda Rasulullah @ içki alım-satmımı da yasaklamıştır." Mekke'de iken Hatem'ül Enbiya'nın "Allah ve Rasulü içki alışverişini yasaklamıştır" buyurduğunu Câbir rivayet eder. (Buhari).
b- Altın ve Gümüş Kapların Kullanımı:
Altın ve gümüş ziynetler erkeklere menedil-mişken, altın ve gümüş kapların kullanımı hem kadın hem de erkek bütün müslümanlara yasaklanmıştır. Şüphesiz, kıymetli madenlerden yapılmış kapların kullanımı, İslam'da mü-sade edilmemiş olan aşın lüks için bir iştiyakı yansıtır. Yanısıra, ülkede sağlıksız ve zararlı endüstrilerin gelişmesini muhtemelen tahrik edecek, aynı zamanda sıhhatli ve faydalı endüstrilerin gelişmesini engelleyecektir. Kıymetli metallerin bu şekilde ekonomiye ters kullanılışı ülkenin servetinin büyük kısmının gömülmesine yol açacak ve verimli kullanımlarından ülke mahrum kalacaktır. Bu yüzden bu madenlerin ekonomiye ters ve verimsiz alanlara akmasını önlemek gereklidir.
Ümmü Seleme'nin rivayetine göre Rasulullah @, "Kim altın ve gümüş kaplardan yer yahut içerse midesini ateşle doldurmuş olur" buyurmuştur. (Ebu'l A'la Mevdudi, 'Economic Problem of Man and its Islamic Solution', sh. 50).
Huzeyfe'den nakledilir ki kendisi Rasulullah @'ın, "Altın ve gümüş kaplardan içmeyin; bu maddelerden yapılmış kaselerden yemeyin" buyurduğunu işitmiştir. (Buhari).
Rasulullah @'m kendilerine yedi şeyi menet-tiğini ve bunlar arasında erkekler için altın yüzük ile hem erkek hem de kadınlar için altın ve gümüş kapların olduğunu Berra b. Azİb nakleder. (Ebu'l A'la Mevdudi, a.g.e).
c- İpek ve İpekli Elbiselerin Kullanımı:
ipek ve ipekli giysilerin kullanımı erkeğe yasaklanmıştır. Bu husus Rasulullah @'ın hadisinde katiyetle ortaya konmuştur. Huzeyfe,
Peygamber @'ın, "İpek yahut ipekli brokar (ipek kabartmalı kumaş) giyinmeyin" buyurduğunu rivayet eder. (Buhari). Berâ b. Azib, içerisinde ipek ve ipekli brokarın da bulunduğu yedi şeyi Rasulullah @'m yasakladığını nakleder. (Buhari).
d- Eğlence Müptelalığı: İslam, toplumda kötülük ve ahlaksızlıklara kaynak teşkil edecek eğlence kabilinden kumar ve benzeri oyunlara, eğlenceye aşırı düşkün olmayı yasaklar. Savurgan harcamaları teşvik eden ve ahlaksızlıkları arttıran her tür şarkı ve dansı da yasaklar.
Sağlıksız Ticaret ve Meslekler: Toplumda servet yönünden eşitsizlik ortaya çıkarması veya böyle bir eşitsizliği arttırması muhtemel olan her sağlıksız iş İslam'da yasaklanmıştır. Zararlı mesleklerin başlıca şekilleri, halka yararlı ve gerekli olan mal ve hizmetlerde spekülasyon, istifçilik, karaborsa, vurgunculuk ve tekelciliktir.
Spekülasyon: Bu, para veya mal değişimi olmadan gerçekleştirilen bir ticari kumar çeşidi olup ulusal veya uluslararası pazarlarda mevcut malların fiyatlarındaki suni artış veya düşüşlerden sorumludur. Bu gereksiz ve zararlı uygulamanın yokluğunda söz konusu piyasalarda daha gerçekçi bir denge kurulabilir. Spekülasyon, yani ihtikâr, zengin âvâvereleri çalışmadan, çabalamadan, bir karşılık ödemeden gelir elde etmeye teşvik ecfen sağlıksız bir meslek çeşididir. Muhtelif çeşitleri olan İhtikârın Rasulullah @ tarafından bütünüyle gaynmeşrû ilân edildiği kesindir. Bu husustaki hadislerden bazıları şöyledir: "Kim ki ihtikâr eder, elbette o âsîdir, günahkârdır" (Müslim); "Tacir nzıklanmıştır, muhtekir lanetlenmiştir" (İbni Mâce ve Dârimî); "Her kim, müslütnan-ların medarı maişetleri üzerinde ihtikâr ederse, Allah o muhtekire cüzzam illeti ve iflas şeameti eriştirir" (İbni Mâce, Beyhakî ve Hâkim); "Her kim kıtlık ve pahalılık kasdıyla halkın erzakını kırk gün ihtikâr ederse, Allah'ın ahdü misakindan uzaklaşır; Allah da ondan beri olur" (Ahmed b. Hanbel ve Hâkim) ve "Muhtekir ne fena bir kuldur: Allah Teâlâ fiyatları ucuzlatırsa adamın keyfi kaçar, yükseltirse o zaman ferahlar" (Beyhakî).
İslâm medenî hukuku gayet şümullü olup fertlerin fertlere karşı olduğu kadar devlet veya yönetime karşı olan haklarını ilgilendiren her tür olayı içine alır. Vakıf, sahibi bilinmeyen bulunmuş define, kefalet-rehin, kira {kare), satış, ortaklık (şirket), mudarebe, tarım sözleşmesi (müzara'a), bahçıvanlık akdi (müsakât), başkalarından önce satın alma hakkı (şufa), borçların devri (havale), emanet (vedia), karşılıklı yardım ve dostluk akdi (veiâ-yi müvâlât), zorla alma (gasp), boş toprakların ekilmesi (mevaî), avlanma, cezaların tanzim edilmesi (mevakil), vasiyet, iflas vd. gibi çok değişik problemlerle ilgili hükümler barındırır. Bir ferdin şahsî ilişkileri ve mülkiyet ile ilgili önemli kurallar aşağıda verilmiştir.
Borçların Devri (Havale): Havale kelimesi herhangi bir şeyin bir yerden başka bir yere nakledilmesi anlamını taşır ve hukukta borcun kefalet ve tasdik yoluyla asıl borçludan diğer bir şahsa devredilmesini ifade eder. Borcun devri Rasûlullah @'in sünnetiyle meşru kılınmıştır: "Ne zaman fert, borcunu zengin birine devreder ve o da bunu kabul ederse artık hak zengin olandan talep edilmelidir." Borcu üzerine alan -yani borcun devredildiği- kişinin bunu ödeyecek güçte olması esastır. Eşyaya değil borca uygulanan naklin hukuken ideal kabul edilmesi nedeniyle devrin borçla sınırlandırıldığı burada ayrıca zikredilmelidir. Bu tip bir akitte hem alacaklının hem de borcu üzerine alan kişinin muvafakati gereklidir. Havale olunanın rızası şarttır, çünkü borcu ödemeyi o taahhüt «etmektedir. Borçlunun rızası şart değildir; zira bu işlem onun yararınadır; alacaklı borcu artık ilk borçluya döndüre-mez (Hidaye).
Rehin ve İpotek (Rehn): Hukuk dilinde rehin, değeriyle karşılanabilecek bir alacak adına eşyanın muhafaza edilmesi anlamını taşır. Borçluluk durumunda uygulama alanına girmekte olup Kur'ân-ı Kerim'in şu ifadeleriyle hukukî kılınmıştır: "... Ahitleştiklerinde ahitlerine vefa gösterenler., işte bunlar, doğru olanlardır, muttaki olanlar da bunlardır." (2: 177). "Antlaşma yaptığınız zaman, Allah'ın ahdini yerine getirin ve Allah'ı üzerinize şahit tutarak, pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın. Şüphesiz Allah, yapacağınız şeyleri pek iyi bilir." (16: 91). "...Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verilen söz, sarumluluğu gerektirir." (17: 34).
Âyet-i kerime hukukî sonuç doğuracak ilişki ve antlaşmaların mutlaka yazılı hâle getirilmesini öngörmektedir: "Eğer seferde olur da yazacak birini bulamazsanız, alınan rehinler (yeter). Birbirinize güvenirseniz, kendisine güvenilen kimse emaneti (borcunu) ödesin, Rabb'İ (olan) Allah'tan korksun. Şahitliği (gördüğünüzü) gizlemeyin, onu gizleyenin kalbi günahkârdır. Allah, yaptıklarınızı bilir." (2: 283). "Allah, size emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.AUah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah işitendir, görendir." (4: 58).
Kişi, Ödünç paraya ihtiyaç duyar da bunu teminat olarak bir şey vermeden sağlayamazsa, rehin verme yoluyla sağlaması tamamen meşrudur. Rasûlullah @'in bir yahudiden ücreti belirli bir tarihte ödenmek üzere tahıl aldığı ve teminat olarak zırhını rehin verdiği rivayet edilir. (Buharİ ve Müslim). Bu yüzden bütün fakihler, rehinin meşruiyeti hakkında ittifak etmişlerdir. Aynen kefalette olduğu tarzda rehin, uygulaması zorunlu ve sonuç olarak meşru bir olaydır. Rehin işlemi icab (teklif) ve kabul ile tesis edilip rehin konacak teminatın borcu verecek kişice alınması (kabı) ile teyid edilir (Hidaye).
Öncelikli Satınalma (Şüfa) Hakkı: Müba yaa fırsatı diğer insanlara tanınmadan önce bir mülkü satın alma hakkıdır. Bu Rasûlullah @'den Önce dünyanın hiçbir yerinde bulunmayan yeni bir uygulamadır. Hukuk lisanında şüfa hakkı, satılık bir mala ortak veya komşu olanın, aynı para ile satın almak üzere başkalarına tercih olunması hakkıdır. Bu uygulama "şüfa" kelimesiyle ifade edilmiştir. Zira şüfa kelimesinin türediği kök (şûfe) birleş-me-birleştirme anlamını taşımakta olup burada satımı söz konusu olan topraklar şuf inin -. yani öncelikli satın alma hakkına sahip kimsenin- topraklarına birleşik-bitişiktir. (Hidaye).
İslâm Hukuku'na göre şüf*a hakkı; satılan arazinin mülkiyetine ortak olan kişiye, arazinin yol ve su gibi ilavelerinde pay sahibi olana ve komşuya aittir. Şüf a hakkı henüz bölünmemiş ve kendi hissesini almamış olan ortakta saklıdır. Bu şekilde Rasûlullah @ tarafından belirtilen bu kural bir çok hadislerinde de yer almaktadır: "Rasûlullah @, komşu mülkleri alma hakkının ayrılmamış-bölünmenin bütün mülklere uygulanabilir olduğunu, ancak sınırlar tesbit edilip ayrı ayrı yollar oluşturulduğunda tercih hakkının artık bulunmadığını beyan etti." (Buharı). Rasûlullah @, tercih hakkının ister oturulacak bir konut olsun isterse bir bahçe; paylaşılmamış hisseli her tür mülkle ilgili olduğunu ifade etmişti. "Kendi arzusuna göre isterse alacak, isterse satılmasına izin verecek olan ortağına haber vermeden birinin kendi hissesini satması gayrımeşrûdur. Şayet haber vermeden satacak olursa diğeri bu hisseyi almaya daha çok hak sahibidir." (Müslim).
İbni Abbas Rasûl-ü Ekrem @'in, "Ortak, komşu mülkü almaya ilk hakkı olandır; şüf'a hakkı herşeyi kapsar.'1 buyurduğunu rivayet eder. (Tİrmizi). Osman b. Affatı şöyle der: "Toprakta sınırlar yükseltildiğinde artık komşu toprakları satın alabilmek için seçme hakkı yoktur. Şüf'a hakkı kuyu ve hurma ağaçlarına uygulanmaz." (Mâlik).
Komşunun bu hakkı Rasûlullah @'in hadislerinde de yer alır. Ebû Rafı', Allah Rasulü'nün; "Komşu, yakın olması dolayısıyla şüf'a hakkına en çok sahip olandır" buyurduğunu rivayet eder. (Buhari).
Ebu Hüreyre, Rasûl-ü Ekrem'in, "Kişi, komşusunun duvarına kriş koymasını engellememelidir" buyurduğunu nakleder (Buhari ve Müslim). Ebu Cabir tarafından yapılan rivayette Rasûlullah @, "Komşu, tercih hakkına en çok sahip olandır. Yolları ortak ise komşu gaib bile olsa, şüf'a yüzünden gelmesi beklenir" buyurmuştur. (Ahmed, Ebu Davud, Tir-mizi, İbn-i Mace ve Darimi).
Arazi Kiracılığı: Zâlim ve adaletsiz olmaları yahut da faizin bazı niteliklerini barındırmaları sebebiyle Rasûlullah @ arazi kiracılığının birkaç çeşidini gaynmeşrû ilan etmiş, bu niteliklerden uzak diğer türleri serbest bırakmıştır.
Pay Kiracılığı İMüzara'aY mn Gayrmeşrû Formları: İnsanlar arasında anlaşmazlığa sebep olması yahut taraflardan herhangi birinin haklarına zarar vermesi muhtemel olan pay kiracılığının her formunun gaynmeşrû olduğu Rasûlullah @ tarafından bildirilmiştir.
Mahfuz Tutulmuş Arazi Hissesi: Bazen toprak sahibi, arazinin en iyi bölümünün mahsulünü kendisi için saklardı. Rasûlullah @ bu uygulamayı gaynmeşrû ilan etmiştir. Rafi' bin Hadîc demiştir ki, "Medine'de verimli topraklara sahiptik; mal sahibi, bir parça ürününün kendisinin, diğer parça ürünün işleyene ait olması şartıyla topraklarını ekilmek üzere kiraya verirdi. Ancak bir taraf mahsûl verirken diğer tarafta ürün görülmezdi. İşte bu yüzden Rasûlullah bizi bundan men etti." (Buhari ve Müslim).
Bununla birlikte, her iki tarafa eşit ve âdil olduğunda Peygamber @, pay kiracılığına izin vermiştir. Allah'ın Rasulü, Hayber yahudileri-ne Hayber arazisini ve hurmalarım, kendi malları ile işletmek ve mahsulün yansını müslümanlara vermek şartı ile müsâkat yapmıştı. (Müslim). Buhari'nin naklinde meyvelerin yansını vermeleri karşılığında Rasûlullah @'in Hayber'i yahudilere bıraktığı kaydedilir. Cabir'in rivayetine göre, muhacirler arasında üçte bir veya dörtte bir nisbetiyle arazi kiralamayan aile neredeyse yoktu. Ebu Bekir, Ömer ve Ali'nin ailelerini de içeren bu aileler topraklan işleme karşılığında mahsulün bir kısmını vermek üzere anlaşmalar yapmışlardı. Bazı aileler ise tohumları kendilerinin sağlamaları halinde ürünün yamsıra, tohumu kiralayanın temin etmesi durumunda anlaşmaya bağlı belirli bir oranını almak üzere muhacirleri çalıştırmışlardır. (Buhari).
Nakit Mukabili Kiralama: Peygamber @. pay kiracılığının gaynmeşrû formlarını yasaklamış ancak altın veya gümüş karşılığında arazilerin tarım amacıyla kiralanmasına izin vermiştir. (Buhari).
İzinsiz Ekim: Başka birinin topraklarını onun rızasını almadan ekmek doğru değildir.
Rafi' b. Hadîc, Rasûlullah @'ın, "Kim diğer insanların arazilerini onlardan izin almadan ekerse mahsûlden bir hakkı yoktur; ancak masrafını alabilir" buyurduğunu nakleder. (Tirmizİ ve Ebu Davud).
Tercih Edilen Toprak Sahibidir: Rasûlullah @, toprak sahiplerinin kendi topraklarını kendilerinin işlemesini daha uygun gördü. Rasul-ü Ekrem @'in, 'Arazisi olan onu eksin, yahud da din kardeşine versin; kardeşi buna razı olmazsa, bunu reddederse toprağını alıkoysun" buyurduğunu Cabir rivayet eder. (Buhari ve Müslim). Râfi' b. Hadîc, amcası Züheyr'den nakleder ki, Rasûlullah'ın "Tarlalarınızı nasıl İdare edersiniz?" sorusuna amcası "Sulak tarafında yetişen ürünün bizim olması kaydıyla ve hurmadan, arpadan vesk (denilen ölçek)ler karşılığında kiraya veriyoruz" cevabını verdi. Allah'ın rasûlü; "Öyle yapmayınız! Bunları ya kendiniz ekiniz veya başkasına (ücretsiz verip) ektiriniz ya da boş tutunuz!" buyurdu. (Bu hadisi amcasından işiten) Râfi': "İşittik ve itaat ettik" dedi (Buharî). Ve Ebû Hureyre Hz. Peygamber @'den şöyle nakletmiştir: "Tarlası ve toprağı olan kimse, onu ya kendisi eksin veya (ekmekten âciz ise mümin kardeşine) versin, ektirsin, bunu da yapmazsa (kiraya vermeyip) tarlasını âtıl tutsun!" (Buharî). Hz. Peygamber @, benzer şekilde gayrımeşrû biçimde ziraat yapmayı men etmiş ve buna herhangi bir faiz, kumar ve şüphe unsuru taşıyan şeyi de ilâve etmiştir.
Kıraç Topraklar: Hz. Aişe Rasûlullah @'in: "Her kim, kimseye ait olmayan harap bir toprağı imar ederse, o kimse o yere lâyıktır" buyurduğunu rivayet etmiştir (Buharî).
Kamu Mülkü: İbni Mâce, Hz. Peygambeı @'in "Üç şey asla men edilemez: su, ot, ateş"; yine Hz. Aişe'den nakille: "İhtiyaçtan fazla su men edilemez; kuyudan istifadeden de kimse men edilemez" buyurduğunu kaydeder.
Ebyad b. Hammal el-Ma'ribî, Hz. Peygam-ber'den Ma'rib'deki tuz ocağını kendisine tahsisini istediğini, ancak bir başka zâtın söz konusu yerin bir su kaynağı olduğunu bildirmesi üzerine Rasûlullah @'in bu su menbaını geri aldığını nakleder (Tirmizî, İbni Mâce ve Ebu Davud)
Tabii Suların Kullanımı: Peygamber @; su, pınar ve kanallarının kullanımıyla ilgili talimatlar da tevzi etmiştir. Ebu Hureyre'nin nakline göre Rasûlullah @, "İhtiyacınızdan fazla suyu, ihtiyaç sahiplerinden esirgemeyiniz. Bu men ile neticede ot fazlası esirgenmiş olur." buyurmuştur. (Buhari ve Müslim). "Kıyamet gününde Allah'ın yüzlerine bakmayacağı ve konuşmayacağı üç (grup) insan vardır... üçüncüsü, ziyade suyu alıkoyandır. Allah ona, kendi gayretinle üretmediğin fazla suyu esirgediğin gibi, bugün Ben de senden lûtfumu esirgeyeceğim' diyecek!" sözleri de Hz. Pey-gamber'den rivayet olunur (Buhari ve Müslim).
Urve'nin rivayetine göre, Zübeyr ensardan biriyle lav ovasındakİ anlaşmazlığa düştüğünde Rasûlullah @, "Ey Zübeyr, toprağını sula, sonra suyu komşuna sal" sözüne ensarînin "Bu, Zübeyr'in senin yeğenin olmasındandır" karşılığı üzerine Rasûluilah @'in yüz ifadesi değişti ve "Toprağını sula, Zübeyr, su tekrar yuvasına dönene kadar bekle, sonra suyu komşuna sal" buyurdu. Rasûlullah @, meseleyi her iki taraf için kolaylaştıran öğüdü verdikten sonra, ensarînin kendisini kızdırması üzerine Zübeyr'in hakkını tam gözetmiştir. (Buhari ve Müslim).
Peygamber @ benzer bir kararı el-Mahzur akarsuyu için vermiştir: Topuklara erişİnceye dek su tutulacak, bunun üstüne çıkan suyun daha alt bölümlere akmasına izin verilecektir. (Ebu Davud ve İbni Mace). Şöyle buyurduğu rivayet olunur: "Kim daha önce başka bir müslümanm ulaşmadığı bir suya ulaşırsa o su ona aittir." (Ebu Davud). Semûre b. Cündeb nakleder ki, ensardan bir zatın bahçesinde kendime ait bir dizi hurma ağacım vardı; bu yüzden de sık sık bahçeye girerdim. Ailesiyle birlikte kalan ensar bundan rahatsız oldu ve Rasûlullah @'e giderek meseleyi anlattı. Rasûlullah benden hurma ağaçlarımı satmamı istedi, ben kabul etmedim; başka bİrşeyle değişmemi teklif etti, razı olmadım. Ağaçları ona vermem karşılığında beni memnun edecek bazı şeylere sahip olacağımı anlattı, ben yine reddettim. O zaman ensara döndü ve benim bir sıkıntı olduğumu ifade ederek, "Git ve onun hurma ağaçlarını kes!" buyurdu. (Ebu Davud).
Gasp: Birçok hadisinde açıklıkla dile getirildiği üzere Allah'ın Rasulü, başka bir şahsın mülkünü izinsiz almanın gayri meşru olduğunu belirtmiştir. Said b. Zeyd'den rivayet edildiğine göre şöyle buyurmuştur; "Her kim zulüm ile bir karış yer alırsa onun büyüklüğü kıyamet gününde boynuna dolanacaktır." (Bu-hari ve Müslim). Diğer rivayetler de şöyledir; "Zalimce hareket etmeyin; kişinin malı ancak rızasıyla alınabilir." (Beyhaki ve Darekutni). "Kim haksız yere bir yer alırsa kıyamet gününde yedi kat yerin dibine batınlır." (Buha-ri), "Kim haksız olarak bir yer alırsa, o yerin toprağını taşıma zahmetine katlanması kıyamet günü kendisine emrolunur." (Ahmed), "Her kim zulmen bir karış yer alırsa, Allah o yeri ta yedi kat yerin dibine varıncaya kadar kazmasını kendisine emreder. Sonra o yeri insanların muhakeme olacağı kıyamet gününe kadar onun boynuna dolar." (Ahmed).
Peygamber @, diğer insanlara ait herhangi bir şeyi onların rızası olmadan almayı da yasaklamıştır. Şöyle buyurmuştur: "Hiç kimse izni olmadan başkasının hayvanlarını sağmasın. Sizlerden biriniz en önemli odasına girilmesine, anbannin (kasasının) soyulmasını ve yiyeceklerinin alınmasını hoş karşılar mı?" (Müslim).
Rafi' b. Amr el-Gıfari anlatır: Küçük çocukken -Ensar'm hurma ağaçlarını taşlardım. Bu yüzden Rasulullah @'m huzuruna götürüldüm. Bana sordu; "Hurma ağaçlarım niye taşlıyorsun oğlum?" , "Yiyecek birşey elde etmek için" diye cevapladım. "Taşlama, fakat onlardan düşen her şeyi yiyebilirsin" buyurdu. (Tirmizi, Ebu Davud ve İbn-i Mace). Yine Allah'ın Rasulü buyurmuştur ki, "Bahçeye giren kimse ondan yiyebilir, ancak elbiseleri içerisinde hiçbir şeyi alıp götüremez." (Tirmizi ve İbn-i Mace): "Bahçe sahipleri onu gündüz kollamakla yükümlüdürler; fakat gece boyunca hayvanlar tarafından yapılabilecek herhangi bir zararda sorumluluk hayvan sahipleri-nindir." (Malik, Ebu Davud ve İbn-i Mace).
İcâre (Kira): İş yaptırmak için herhangi bir kişiyi ücret karşılığı kiralamak meşrudur. Kiralayan acir, ücreti alacak kişi müstacir olarak adlandırılır. Bu tür bir icare, iş ve ücret açıklıkla belirtilip bilinir kılmmadıkça gayri meşrudur. Bu hususlar Rasulullah @'ın hadisle-riyle açıklanmıştır.
Rasulullah @, üründen bir hisse ile kişilerin çalıştırılmasını yasaklamış ve onların ücret mukabilinde çalıştırılmalarını emretmiştir. (Müslim). İbn-i Abbas demiştir ki, "Rasulullah kan aldırdı ve hacamat yapana ücretini verdi." (Buhari ve Müslim). Ebu Hüreyre Rasulullah @'m "Allah, çoban olarak çalışmamış hiçbir nebi göndermemiştir" buyurduğunu; bunun kendisi için de geçerli olup olmadığını ashabın sorması üzerine, "Evet, ben de birkaç kırat mukabilinde Mekke halkı namına çobanlık yaptım" cevabını verdiğini nakleder. (Buhari). Rivayet olunur ki, Rasulullah @ Ta Sin Mim Suresini Musa'nın kıssasına gelene kadar okumuş ve Musa iffetini muhafaza etmek ve yiyeceğini sağlamak mukabilinde sekiz yahut on yıl süreyle çalıştı" buyurmuştur. (Ahmed ve İbn-i Mace).
Ebu Hureyre'nin rivayetine göre Allah'ın Rasulü @, "Allah azze ve celle buyurdu ki; Kıyamet gününde hasımları olacağım üç kişi vardır... üçüncüsü, çırak tutarak kendisinden istifade ettiği halde ücretini vermeyen adamdır" demiştir. (Buhari ve Müslim). Ve Abdullah İbn-i Ömer, Allah Rasulü'nün, "Ücretlinin ücretini teri kurumadan ödeyin" buyurduğunu nakleder. (İbn-i Mace).
Hediye ve Hibe: Rasul-ü Ekrem @, insanlar arasındaki yakınlığı ve muhabbeti arttırmak için hediyeleşmelerinİ teşvik etmiştir. Hediye üç unsurla geçerli kılınır: Teklif, kabul ve hediye edilen şeye iyelik. Hz. Aişe nakleder ki Rasulullah @ "Birbirinize hediye verin, zin hediye kini çekip uzaklaştırır. Bir kadın, yarım koyun parçası dahi olsa hediyesi dolayısıyla komşusunu sakın hor görmesin" buyurduğunu rivayet eder. (Tirmizi).
Rasulullah @, insanlardan hediyeleri reddetmemelerini, aksine veren kişiye teşekkür etmelerini istemiştir. Ebu Hureyre'nin rivayetine göre Rasulullah @ şöyle buyurmuştur; "Kendisine hasıl (bir tür bitki) bile sunulsa kişinin reddetmemesi gerekir, Hasilin hem taşıması kolaydır, hem de güzel kokar." (Müslim). Yine buyurmuştur ki, "Kendisine hediye verilen kimse eğer imkanı varsa mukabelede bulunsun. İmkanı yoksa takdirini dile getirsin, zira takdir eden teşekkür etmiştir." (Tirmizi ve Ebu Davud).
"Kendisine iyilik yapılan kimse bu iyiliği karşılığında hayır sahibine güzel bir mükafat vermesini Allah'tan dilerse ve bunu hayır sahibine açarsa şükrünü tamamiyle ifa etmiş olur." (Tirmizi).
Hediyelerini geri alan şahısları Peygamber @ lanetlemiştir. Şöyle buyurmuştur: "Hediyesini geri almaya çalışan kişi kustuktan sonra dönerek kustuğunu yiyen köpek gibidir." (Buhari), "Babadan başka hiç kimse verdiği hediyeyi geri alamaz." (Nesei ve Ibn-i Mace),' "Hibe edip de sonra ondan dönmek kişiye helal olmaz; yalnız babanın evladına verdiğinden dönmesi müstesna." (Ebu Davud, Tirmizi, Nesei ve İbn-i Mace). Mamafih baba hibe olarak verdiğini ancak aynı durumda ise alabilir, durumu herhangi bir şekilde değişmiş ise artık geri almak için onda hak iddia edemez. Mesela, bir arazi söz konusu İse ve şayet onun üzerine bir bina yapılmış ise, arazinin durumu değiştiğinden veren kişi artık talepte bulunamaz.
Bununla birlikte, hediye ve benzeri bağışlar hususunda varisler arasındaki ayırımı Rasu-lullah @ kınamıştır. Bu tür davranışların varisler arasında husumet ve çekişme oluşturması muhtemeldir. Nu'man b. Beşir'den rivayet olunduğuna göre, babası kendisini Rasu-lullah'a getirerek, "Ben, bir kölemi bu oğluma bağışladım" demiş. Peygamber @, "Her çocuğuna bunun gibi bir köle bağışladın mı?" diye sormuş, babanın hayır demesi üzerine Allah'ın Rasulü, "O halde onu geri al" buyurmuştur. Bir başka rivayette Rasul-ü Ekrem @, "Çocuklarının sana itaatte müsavi olmaları seni memnun eder mi?" diye sormuş "Evet" deyince, "O halde yapma" buyurmuştur. Bundan sonra Beşir dönerek hediyesini geri almıştır. Diğer bir rivayette ise Peygamber @, "Allah'tan korkun ve çocuklarınız arasında adil olun" buyurmuş ve devam etmiştir: "Ben zulme şahitlik yapmam." (Buhari ve Müslim).
Vakıf: Ebu Hanife'ye göre hukuk terminolojisinde vakıf, belirli bir eşyanın mülkiyet itibarıyla vakfeden kimsede kalacak, ancak sağlayacağı menfaatin tıpkı ariyyede olduğu gibi tasadduk edilecek tarzda alıkonulmasını belirtir. İki talebesi nezdinde ise vakıf, o mülkün sahiplik hakkını vakfeden şahsın kaybedeceği, menfaati Allah'ın kullarına ait olmak üzere Allah'ın mülkü olacağı ve artık ilahi mülkiyet kurallarına bağlı kalacağı türden bir alıkoyma anlamına gelir. Onlar bu işlemi mutlak olarak değerlendirirler, bu yüzden de vakfedilen mal hediye, sadaka veya satış yoluyla ne uzaklaştırılır ne de yeniden sahiplenir; ona varis de olunamaz. (Hidaye).
Muhammed b. Ka'b'dan rivayet olunur ki, İslam'daki ilk vakıf bizzat Rasulullah @'ın mülkünden yapılandı. Ve o dönemden bu yana vakıf müslümanlara özgü olarak değerlendirilir. Ölümü halinde bütün mal varlığının Rasulullah @'a verilmesini vasiyet eden Muhuri, Uhud Savaşı'nda şehit olmuş, Rasul-ü Ekrem de Muhuri'den kendisine kalan mülkü vakıf mülkü haline getirmiştir. Geliri (Devlet Başkanı olarak) Peygamber @'ın genel masraflarını karşılamakta kullanılan bu ilk vakf Beni Nadir'in yedi bahçesini de kapsamaktaydı: (1) el-A'vef, (2) es-Safiye, (3) ed-Delal, (4) el-Musib, (5) Bürgi, (6) Hüsna ve (7) Müşre-be-i Ummü İbrahim. Bu sonuncusu İbrahim'in annesi Meryem Kıbti'nin aynı bahçede yaşamasından dolayı böyle adlandırılmıştır. Muhammed b. Ka'b el-Kurazi bu yedi bahçenin Allah Rasulü'nün vakıflarının bir parçası olduğunu nakleder. Ömer b. Hattab, Rasulullah @'m savaş ganimetleri arasında üç özel ve güzide arazisi bulunduğu anlatır; İlki, genel ve arazi harcamalarını karşılamak üzere tutulan Beni Nadir arazisi; ikincisi, misafir ve yolculara has kılınan Fedek arazisi; üçüncüsü, halkın İstifade ettiği Hayber vakfı. Rasul-ü Ekrem @ ganimetin beşte birlik kısmından oluşan humusu da üç kışıma ayırır, bunlardan ikisini genel olarak müslüman halka ayırır, üçte birlik bölümünü kendi ev masraflarını karşılamakta kullanırdı. Eğer artan olursa bunu da yoksul muhacirler arasında bölüştürürdü. (Tabakat).
Rasulullah @ herhangi bir arazi ya da mülkün hayat boyunca veya İlelebet tasadduk edilmesine izin vermiştir. İbn-i Ömer'den rivayet olunduğuna göre, babası Hayber'de bir arazi almış ve Peygamber @'e gideren, By Allah'ın Rasulü, Hayber'de öyle bir yer ele geçirdim ki, şimdiye kadar kazandıklarımdan daha değerlidir. Bu arazi hususunda ne yapmamı emredersiniz" demiştir. O da, "İstersen aslını satılmayacak, bağışlanmayacak bir mülk kılar ve ürününü sadaka olarak dağıtırsın" buyurmuştur. Bunun üzerine Ömer b. Hattab o yeri, aslı satılmamak, bağışlanmamak ve varis olunamamak şartı ile vakfederek gelirini yoksullar, yakın akrabalar, köleler, Allah yolunda olanlar, yolcu ve misafirler arasında tasadduk etti. Arazi mütevellisinin vakıftan ma'ruf üzere doymasında yahut bir başkasını doyurmasında biriktirmemesi kaydıyla bir beis olmayacaktı. (Buharı).
Vakıfla ilgili bir misal olması bakımından Sa'd b. Ebu Vakkas'ın mal varlığını tasadduk etmekle ilgili isteği bu bölümde "Vasiyetler" başlığı altında zikredilmiştir; Sa'd bütün mal varlığını hayır amacıyla vasiyet etmek için peygamber @'dan izin istemiş, ancak Peygamber @ müsaade etmemiştir. Bunun üzerine malının üçte birini hasenat yolunda vermeyi teklif ettiğinde Rasulullah @ rıza göstermiş ve üçte birlik bölüm tasadduk edilmiştir. Bunlar; gelirleri ister belirlenmiş, isterse belirlenmemiş olsun hayır-hasenat gayesine yönelik harcanması kaydıyla insanların mülk ve varlıklarını vakıf formu altında bağışladıkları Rasulullah @ dönemine ait bir kaç örnektir. Bir kısmı sürekli vakıf hükmünde iken diğer bir kısmı yalnızca hayat boyu verilmiş olup vakfedenin ölümünden sonra onun varislerine kalmaktaydı.
Rasulullah @ ömür boyunca verilen bağışlan da tasvip etmiştir. Şu ifadeler O'ndan nakledilir:. "Bir evin ömür boyunca kullanıma verilmesi hibedir" (Buharî ve M,üslim). "Böyle bir mal, hibe edilen şahsın mirasının bir parçasıdır" (Müslim). Ve: "Kim kendisine ve furu'una verilmiş bir mülke sahipse, o mülk verilene aittir; verene geri dönmez, zira miras . olabilecek bir hibe vermiştir" (Buhari ve Müslim). Cabir, Rasulullah @'m caiz gördüğü umrânm ancak ve ancak "Bu (hane) senin ve senin çocuklarına aittir" diyerek yapılan oldu-
ğunu; "Yaşadığınız müddetçe bu (hane) senin olsun" diyerek yapılanın ise ölümden sonra sahibine,(hibe eden şahsa) döneceğini rivayet eder. (Buhari ve Müslim). Ayrıca Rasul-ü Ekrem @ insanların rukbâ (veren ve alandan birinin ölümü üzerine malın hayatta kalana ait olması şartıyla yapılan bağış) ve Umrâ (mülkün verilen şahsa ait olacak tarzda yapılan bağış) yapmalarım kerih görmüştür, zira her iki İşlemden herhangi biri yapıldığında mülk artık verilenin varislerine kalmaktadır. (Ebu Da-vud).
Buluntu (Lukata): Rasulullah @ yerde bulunan ve emanet kastıyla bir başkası tarafından saklanılan eşyalarla ilgili düzenlemeler de getirmiştir. Zeyd b. Halid-i Cuheni rivayet eder ki, bir adam gelerek lükatanm hükmünü sordu. Rasulullah @, "Onun kabını, bağım ve içindekini iyice öğren; sonra onu bir sene boyunca ilan et. Eğer sahibi gelirse iade edersin, gelmezse dilediğin gibi hareket et" buyurdu. Adam, "Ya bulunan koyunlar?" dedi. Rasul-ü Ekrem, "Onlar ya senin, ya din kardeşinin, ya da kurdundur" buyurdu. Adam, "Ya bu develer?" diye sordu. "Onlardan sana ne, onların su tulumları ve tabanları yanlarındadır. Sahipleri onları buluncaya kadar suya gelir ve ağaçtan otlarlar" buyurdular. (Buhari ve Müslim). Yine Zeyd b. Halid'den rivayet olunur ki Rasulullah, "Her kim bir kayıp hayvanı barın-dırırsa, o hayvanı bildirmedikçe kendisi dalalettedir" buyurmuştur. (Müslim).
Rasulullah @'m şöyle buyurduğu nakledilir: "Lukata büyük bir kasabada ve işlek bir yolda bulunmuşsa, onu bir yıl süreyle ilan edin. Şayet sahibi gelirse onu iade edin, sahibi gelmezse o artık sana aittir; bulunma yeri kadim zamanlardan beri boş kalmış bir yerse yahut kalıt, cahiliye dönemine ait saklanmış bir hazine ise beşte bir oranında tediyeye tabidir.(Nesei ve Ebu Davud).
İyad b. Himar'dan rivayet edilmiştir ki Rasulullah @, "Her kim bir kayıp bulursa hemen adaletli iki kimseyi şahit tutsun ve bulunan şeyin kabını, bağım iyice öğrensin. Sonra gizlemesin, kaybetmesin. Şayet sahibini bulursa ona versin. Sahibi ortaya çıkmazsa o mal Allah'ındır; onu dilediğine verir." buyurmuştur.
(Ahmed, Ebu Davud ve Darimi). Peygamber @'ın baston, kamçı, ip ve benzeri sıradan eşyaları bulanın kullanmasına ruhsat verdiği nakledilir. (Ebu Davud).
Borç, İflas ve Kefalet: Rasulullah @, borçlarını alacaklı kişilere ödemeleri için, borçlarını ödeyemeyen insanların mallarının satılması gerektiğini belirterek ilgili kuralları ortaya koymuştur. Ebu Hüreyre'den Rasulullah'ın, "Bir kimse iflas etmiş birinin yanında kendi malını bulursa, onu en fazla hakedendir" dediğini nakleder. (Buhari ve Müslim). Ebu Said-i Hudri'nin rivayetine göre, Rasulullah devrinde bir zat satıh aldığı yemişlerde zarar etmiş ve borcu çoğalmıştı. Rasul-ü Ekrem, "Ona sadaka yeriniz" buyurdu ve halk o şahsa tasad-dukta bulundu, ancak bunlar da borcu karşılamaya yetmedi. Bunun üzerine Peygamber @ alacaklılara, "Ne bulursanız alın; lakin sağlayacağınız hepsi bu kadardır." buyurdu. (Müslim).
Ebu Rafi'den rivayet olunduğuna göre, Rasul-ü Ekrem @ bir şahıstan ödünç bir deve almış, sonra kendisine sadaka develerinden gelmişti. Rasulullah @, o şahsa küçük deveyi iade etmesini Ebu Rafi'ye emretti. Ebu Rafi'nin, "Yedi yaşında yetişkin develerden başkasını bulamıyorum" demesi üzerine, "Onlardan birini ver; zira insanların en hayırlısı borcunu en iyi tarzda ödeyendir" buyurdu. (Müslim). -
Sa'd b. el-Etvel, kardeşinin geride üçyüz dinar ve birkaç genç çocuk bırakarak vefat ettiğini, kendisinin'bu parayı çocukların yetiştirilmesi için kullanmak istediğini anlatır ve devam eder; ancak Rasul-ü Ekrem @, "Kardeşin borcundan dolayı bağlıdır, onun adına borçlarını öde" buyurdu. Ben de bu emri yerine getirdim ve dönerek Rasulullah @'a kardeşimin borçlarını biri dışında ödediğimi, ancak iki dinar alacaklı olduğunu söyleyen fakat delil gösteremeyen bir kadının arta kaldığını haber verdim. "Onu ver, çünkü o kadın doğru söylüyor." cevabını verdi. (Ahmed). Anlatılır ki, Muaz b. Cebel çok alicenap bir karektere sahipti; bütün mülkünü borca bağlamıştı. Rasu-lullah'a giderek alacaklıları ile konuşmasını rica etti, fakat Allah'ın Rasulü onun mallarım satışa çıkarttı ve sonuçta Muaz'a hiçbir şey kalmadı.
Rasulullah @, borçluların borçlarını bağışlamalarını yahut tehir etmelerini alacaklı durumundaki kişilere tavsiye etmiştir. Şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Darlık içinde bulunan kimsenin borcunu erteleyen veya affeden kişiyi Allah kendi koruması altına alır." (Müslim). Kur'an-ı Kerim bu davranışı şu ifadeleriyle alacaklılara öğütler:
"Eğer (borçlu) zorluk içindeyse, ona elverişli bir zamana kadar süre (verin). (Borcu) sadaka olarak bağışlamanız ise; eğer bilirseniz sizin için daha hayırlıdır." (2:280). Bu ayet-i kerime, borcun ödenmesi için daha fazla süre vermeye alacaklıyı icbar etme selahiyetini mahkemelere tanımaktadır. Bazı özel durumlarda borcun tamamını ya da bir kısmını bağışlama mahkemelerin yetkileri arasındadır. Bununla birlikte Rasul-ü Ekrem @, insanları borçlarını ödemeleri hususunda şiddetle uyarmış, aksi takdirde Allah'ın gazabını üzerlerine çekeceklerini bildirmiştir. Alacaklı tarafça bağışlanmadığı müddetçe borç her kayıt ve şart altında ödenmelidir; bu müslümanlann yükümlülükleri arasındadır. Burada hem Rasulullah @'m şu sözleri zikredilebilir: "Kim başkalarına ait olan malları ödemek amacıyla alırsa Allah onun adına borcunu öder, fakat kim israf etmek kasdıyla alırsa, Allah da onu itlaf eder." (Buhari), "Gerçekten şehidin borçtan başka her günahı affedilir." (Müslim), "Müminin ruhu ödenene kadar borcuna bağlıdır." (Ahmed, Tirmizi, İbn-i Mace ve Darimi) ve "Men ettiği günah-ı kebair'den sonra Allah'ın indinde insanın huzuruna getireceği en büyük günah, karşılayacak bir şey bırakmadan borç içerisinde Ölmesidir." (Ahmed ve Ebu Davud).
Borçların ödenmesi o derece önemlidir ki, müminler vefat eden bir şahsın mallarını dağıtmadan önce borçlarını temizlemekle emro-lunurlar:"Yapacakları vasiyetten ya da borçtan sonra geriye bıraktıklarınızdan dörtte bir onlarındır... yapacağınız vasiyetten ya da borçtan sonra geriye bıratıklarınızdan sekizde biri onlarındır..." (4: 12).
Borçları ifanın vasiyeti yerine getirmeye göre bir önceliğe sahip olduğu hususunda bütün müslüman ümmet tam bir fikir birliği içerisindedir. Diğer bir deyişle, önce borç ödenmeli, sonra vasiyetler yerine getirilmeli ve tereke bölünmelidir. "Ticari muameleler" başlığı altında açıklandığı üzere borçlanma şartlarının yazııması mutlaka gereklidir. (2:282).
Kefaret: Rasulullah @ ödünç verme, borçlanma yahut suç işleme durumlarında borçlunun borcunu ödemek üzere, suçlunun ise cezalandırılmak veya para cezasını çekmek amacıyla belirli bir yer ve zamanda hazır bulunmasını garanti etmek için zatı veya malının kefil veya rehin alınmasına müsade etmiştir. Hamza b. Amr Eslemi'nin anlattığına göre Halife Ömer b. Hattab kendisini sadaka toplayıcısı olarak göndermişti. Hanımının cariyesi ile gayri meşru bir ilişki kuran şahsın cariyeyle birlikte Ömer'in huzuruna gelmesini sağlamak amacıyla Hamza zanilerden özel teminat almıştır. (BuhariJ. Cerir ve Es'ad mürtedlerle ilgili olarak İbn-i Mesud'a, "Bırak pişman olsunlar; onlar için (şahsi) kefaret al yeter" demişler, akrabaları tarafından kefil olunan mürtedler de pişmanlık duyduklarını ifade etmişlerdir. Hammad'a göre, kefil olunan şahıs vefat ettiğinde ketıl olan şamstan sorumluluk düşerken Hakime göre bu sorumluluk devam eder. (Buhari).
"Ana-babanm ve akrabaların geride bıraktıkları mirasa hak sahibi varisler atadık. Yeminlerinizin bağladığı kimselere paylarını verin." (4:33) ayet-i kerimesi hakkında Sa'd b. Cü-beyr İbn-i Abbas'tan şu rivayette bulunur: "Muhacir Medine'ye geldiğinde Rasulullah'm muhacir ve ensar arasında kurduğu kardeşlik bağı nedeniyle Ensar'a varis olurlardı ve En-sar'in akrabaları mirastan payı olamazdı." "Ana-babanın ve akrabaların ..." (4:33) ayetinin nüzulü Ensar ve Muhacir arasındaki mirasla ilgili kardeşlik bağını kaldırdı. Ayetin "Yeminlerinizin bağladığı kimselere paylarını verin" kısmı, karşılıklı öğütleşme, anlaşma ve işbirliğinin devam ettiğini açıklıyordu." (Buhari). Hz. Aişe, "Rasulullah'm vefat ettiği zaman, zırhı 30 sa' arpa karşılığı rehinde idi" der. (Buhari). Rasulullah @'m şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Binit hayvanı rehin olduğu zaman, nafakası (verilmek şartıyla) binilir.
Sağım hayvanı rehin olduğu zaman onun sütü de nafakası verilerek içilir. Rehin bırakılan hayvanın nafakası ona binen, sütünü içen kimse üzerine vaciptir." (Buhari), "Zamanında fidyesi ödenmeyen rehin mal, sahibi açısından kaybedilmiş değildir. Rehinin değerindeki her artış sahibinindir; her düşüşe katlanacak yine sahibidir." (Şafii).
Enes, "Hiç şüphesiz, Rasulullah kendi zırhını arpa taneleri karşılığında rehine verdi" demiştir. Hz. Aişe'de; "Allah'ın Rasulü belirli bir süre ile bir parça yiyeceği veresiye aldı ve karşılığında zırhını rehin verdi" demiştir. Ebu Hüreyre'nin rivayetine göre Rasul-ü Ekrem {§> şöyle buyurmuştur: "Rehin olan hayvana nafakası mukabilinde binilebilir, kendisine yapılan harcama karşılığında sütü içilebilir. Hayvana binen yahut sütünü içen kişi masrafı tedarik etmelidir." (Buhari).
Mal ve Mülke Verilen Zarar: Haram b. Sa'd b. Muhayysia'mn naklettiğine göre. Ber« h Azib'e ait dişi bir deve bir bahçeye girin hasara yol açtığında Allah'ın Rasulü bançe sahiplerinin bahçelerini gün boyu korumakla sorumlu olduklarını, fakat geceleri hayvanlara yapılan zararda mesuliyetin hayvan sahiplerine ait olduğunu belirtti. (Malik, Ebu Davud ve İbn-i Mace). Ebu Hureyre de, bir yiyecek ayakla çiğnenmişse tazminat ıstenemeyeceğini, yangın durumunda da aynı şeyin soz Konusu olduğunu Rasulullah @'m beyan ettiğini rivayet eder.
Yönetimle İlgili Kurallar: (Ayrıntılı bilgi için I. ciltte 'Yönetici ve Devlet Adamı' bölümüne bakınız).
Rasulullah @ yönetim ve yöneticinin hali ile ilgili birçok kural ve düzenlemeler koymuş, bizzatihi uygulamalarıyla bunun en iyi bir misalini oluşturmuştur. Yönetimdeki mevkiler için aşırı hırslı olan ve peşine düşen insanları bu görevlere getirmemiş ve şöyle buyurmuştur: "Hayırlı insanlar içerisinde öyleleri vardır ki, bu göreve gelene kadar ondan hiç mi hiç hoşlanmazlar." (Buhari ve Müslim). Sahtekarca hareket eden yöneticiyi en kötü yönetici olarak değerlendirmiştir; "Müslümanlar üzerinde yetki sahibi iken onlara karşı hıyanet üzre ölen her yöneticiye, Allah cennetini haram kılar." (Buhari ve Müslim). Adil yöneticilerin şeref sahibi kılınacaklarını haber vermiştir: "Allah'ın indinde Kıyamet günü kullan arasında en güzel makam sahibi adil ve şefkatli emir olacaktır: Allah'ın indinde. Kıyamet günü en kötü makam sahibi ise zalim ve insafsız yönetici olacaktır." (Beyhaki). Ayrıca emir sahiplerine meseleleri insanlar için kolaylaştırmalarını, zorl aştırmamalarını emretmiştir. (Buhari ve Müslim).
Rasulullah @, kanun ve düzenin korunması ve emir sahiplerine itaat edilmesi üzerinde ısrarla durmuş, lakin yaratıcıya isyanın söz konusu olduğu durumlarda bunların geçerli olmadığını belirtmiştir. (Müslim, Buhari ve Şer-hüs Sünne). Buyurmuştur ki: "On ya da daha fazla kişiyi yönetmiş her kimse kıyamet gününde Allah'ın huzuruna elleri boynuna zincirli olarak gelecek, ya iyilikleri ile serbest bırakılacak ya da günahları yüzünden mahvolacaktır." (Ahmed). İyi bilinen bir hadisinde de şöyle buyurmuştur: "Her biriniz çobansınız ve her biriniz güttüğünüzden mesulsünüz." (Buhari ve Müslim). Yetki sahibi insanlara Allah'tan korkmalarını ve adilane hareket etmelerini tavsiye etmiştir. (Ahmed).
Adlî Kurallar: Rasulullah @, insanlar arasındaki anlaşmazlıkların mahkemelerde çözümlenmesi için belirli kuralları ve hakimler tarafından adaletin uygulanması ile ilgili hukuki prosedürü ortaya koymuştur.
Yapılması teşvik edilen ölçüleri görüştükten sonra şimdi de toplumda sosyal adalet hedefine ulaşabilmek için devlet tarafından benimsenen yasaklayıcı tedbirleri mütalaa edelim.
İslam'da menedilmiş unsurlardan ilki faizdir. İslam, faizi ekonomik, sosyal ve ahlaki açıdan topluma zararlı iktisadi bir kötülük sayar. Bu' yüzden de Kur'an-ı Kerim müslümanlara faizi almalarım ve vermelerini yasaklar. Ancak bu kötülüğün toplumun ekonomik ve sosyal hayatına derince kök salması sebebiyle ortaya çıkabilecek gereksiz güçlük ve rahatsızlıktan kaçınmak için yasaklama hükmü tedrici olarak sunulmuştur. (Ebu'1-A'la Mevdudi; 'The Meaning of the Quran', c.IL sh. 62).
a- Kur'an-ı Kerim'in konuyla ilgili ilk ayeti insanlara sadece faizin ferdi veya toplumsal varlığa hiçbir şey eklemeyeceğini, aksine azaltacağını hatırlatır. "İnsanların malında artsın diye verdiğiniz faiz Allah katında artmaz. Ama Allah'ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekat, işte onu verenlerin serveti kat kat artar." (30: 39).
b- İkinci ayet müslümanlara eğer başarılı bir hayatı, huzuru, gerçek ve ebedf saadeti istiyorlarsa birleşik faizi (murabaha) almamalarını emretmektedir. "Ey iman edenler, kat kat arttırılmış faizi yemeyin. Allah'tan korkup sakının, umulur ki kurtuluşa erersiniz." (3: 130). "Faizin ihdas edilmesi, alacaklı kişilerde açgözlülük, hırs, cimrilik ve bencillik; faizi ödemek zorunda kalanlarda ise nefret, öfke, düşmanlık ve kıskançlık oluşturur. Bu nedenle Allah faizi kınayıp haram kıldı; onun panzehiri olarak infakı emretti." ('The Meaning of the Quran\ c.I, sh. 99).
c- Bazı insanların alışveriş ile faizi birbirine karıştırmaları ve aralarında pek bir fark bulamamaları üzerine Kur'an-ı Kerim bu yaklaşımın kerih sonuçları hakkında onları uyarıp bu şeytani uygulamadan uzak durmalarını şu ifadelerle tembih eder: "Fakat faiz (riba) yiyenler şeytanın dokunup çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların: 'Alışveriş de faiz gibidir' demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alışverişi helal, faizi ise haram kılmıştır. Kim Rabbinden öğüt geldikten sonra faizden vazgeçerse, artık geçmişi kendisine, işi de Allah'a aittir. Kim de faize geri dönerse, artık onlar ateş ashabıdır, orada ebedi kalacaklardır. Allah faizi yok eder de, sadakaları arttırır. Allah günahkar kâfiri sevmez." (2:275-276).
Bu ayette, "faizle borç veren, deli bir adama benzetilir. Deli insan nasıl hastalıklı aklı yüzünden anlayışını kaybederse, benzer şekilde faizle borç veren kişi de para kazanmakla o kadar meşgul olur ki artık sağduyusunu kaybeder. Duygusuz sersemliği ve arsızlığı o derece ileridir ki, kendi bencillik ve açgözlülüğünün insan sevgisine, insan kardeşliğine ve dostluk hissine nasıl köklü bir darbe vurduğuna ve insanlığın genel maslahatını nasıl yoket-tiğine aldırmaz. Bir çok kimseye zarar vererek zengin olmasını umursamaz, bu dünyada işte bu şekilde deli gibi hareket eder. Kıyamet Gü-nü'nde de tıpkı deli gibi dirilir; zira kişi, Ahi-ret'te bu dünyada öldüğü hal üzere diriltile-cektir." (The Meaning of the Quran', c.II, sh. 201-205, Dipnot 316).
Aynı ayet-i kerime aşağıda sıralandığı üzre kâr ve faiz arasındaki temel farkları da aydınlatır:
1- Alıcı ile satıcı arasındaki kâr tesbiti eşit şartlarda yapılmaktadır. Alıcı ihtiyaç duyduğu maddeyi ücret karşılığı edinirken, satıcı da bu maddeyi alıcının hizmetine sunarken kullandığı zaman, iş ve beyin gücü karşılığında kâr elde eder. Faiz olayında, bunun aksine borçlu zayıf konumu sebebiyle krediyi verenle eşit şartlar altında muahede yapamaz. Tefeciye gelince, kâr olarak değerlendirdiği sabit miktardaki faizi elde eder. Şayet borçlu ödünç.aldığı parayı kişisel ihtiyaçlarını karşılamakta kullanırsa zaman faktörü ona kesinlikle hiçbir fayda sağlamaz. Eğer bu parayı ticaret, endüstri, tarım ve benzeri alanlara yatıracak olursa eşit oranda kâr ve zarar etme şansı vardır. O halde faizle ödünç vermek bir tarafa sabit ve emin bir kazanç sağlarken diğer tarafa zarar getirmekte; yahut bir tarafa kesin ve güvenilir bir kâr getirirken diğer tarafa şüpheli ve belirsiz bir kâr tedarik etmektedir.
2- Tacir, yüksek de olsa ancak bir kez kâr talebinde bulunur, fakat tefeci zaman aşımı ile artacak şekilde tekrar tekrar defalarca faiz istemeye devam eder. Borçlunun ödünç aldığı para üzerinden sağlayacağı kazanç ne kadar büyük olursa olsun, herşeyden önce kendi içinde sınırlıdır; ancak tefecinin kendi parası üzerinden talep edeceği faizin bir haddi yoktur. Bazen tefeci borçlunun bütün kazancını alır, hatta geçim vasıtalarının veya kişisel varlığının hepsine el koyar da hâlâ borçluya karşı ödünç verilen zamanki borç miktarına malik olur.
3- Ticarette, satılan madde ve ücreti el değiştirir değiştirmez alışveriş sona erer. Bundan sonra alıcının satıcıya tekrar bir şeyler vermesi gerekmez. Mobilya, ev, arazi vb. kiralarına gelince, ödünç alman eşyanın aslı sar-fedilip tüketilemez ve kararlaştırılan sürenin bitiminde sahibine geri verilir. Fakat alınan para borçlu önce bu ana parayı sarfetmek, sonra yeniden oluşturmak, kredi verene faiziyle birlikte iade etmek zorundadır. Böylece borçlu iki riskle karşı karşıyadır; hem borç aldığı ana parayı yeniden üretmek, hem de faizi karşılayacak parayı kazanmak.
4- Ticaret, endüstri, tarım vb. ile uğraşanlar zaman, iş ve beyin gücü sarfederek kazanç sağlarlar. Oysa tefeci kendi payına hiçbir riske atılmaksızın, iş gücü de harcamaksızm, sadece ihtiyacı dışındaki parasını vererek borçlunun kazancının en büyük hissadarı olur. Bir dereceye kadar o, herhangi bir kazanç sağlanıp sağlanmadığına, ne oranda kâr edildiğine ve hatta zarar edilip edilmediğine bile bakılmaksızın sabit ve garantili bir kârı hakkeden ortak mesabesindedir.
Yukarıda anlatılanlardan, iktisadi yönden bile alışverişin toplumda yapıcı bir etkisinin olduğu, ancak faizin toplumu yıkıma sürüklediği açıklıkla ortaya çıkmaktadır. Faiz, ahlâki yönden ise, bizzat kendi niteliği yüzünden karlık, bencillik, gaddarlık, katı kalplilik, paraya tapınma gibi kötü özelliklere yol açar; dostluk ve yardımlaşma ruhunu öldürür. Bu yüzden faiz, gerek iktisadi gerekse ahlaki yönden toplum için yıkıcıdır." (Mevdudi, a.g.e, c.I, sh. 99).
Diğer taraftan, infak iktisadi refaha yol açar. "Şayet toplumun zenginleri paralarını kendilerinin ve bakmakla yükümlü oldukları kimselerin ihtiyaçlarını karşılamak için serbestçe harcasalar ve servetlerinin bir bölümünü ihtiyaçlarını gidermeye güçleri yetmeyen yoksullara dağıtsalar, faizsiz olarak işadamlarına ödünç verseler, ortaklık esaslarına göre bir işe yatırım yapsalar yahut sosyal hizmetlerin görülmesi için hükümetlerine faizsiz borç verseler; ticaret, endüstri, ekonomi vb. elbette gelişecek ve hayli yüksek bir düzeye erişecektir. Milli servet standardı daha da yükselecek ve faizin yasal olduğu ülkelerle mukayese edildiğinde üretim daha da fazla olacaktır. Bu yüzden, bir toplumun gelişmesini faizin engellediği, infakın ise kalkınmayı hızlandırdığı açıktır. ('The Meaning of the Quran'. c.I, sh. 201-205, dipnot, 320).
d- Sonra, faizi yasaklayan ve İslam toplumunda gayri meşru İlan eden nihai emir geldi:
"Ey iman edenler, Allah'tan korkup sakının ve gerçekte inanıyorsanız, faizden artakalan kısmı bırakın. Eğer böyle yapmazsanız, Allah ve Rasulü'ne karşı savaş açtığınızı bilin. Şayet tevbe ederseniz, ana sermayeniz sizindir. Haksızlık yapmayın, siz de haksızlığa uğratılmazsınız. Eğer borçlu darlık içerisinde ise, ona elverişli bir zamana kadar süre verin. Borcu sadaka olarak bağışlamanız ise, eğer bilirseniz, sizin için daha hayırlıdır." (2: 278-280).
e- Müslümanlar faizden kaçınıp Allah'ın hükmüne itaat etmekle emredilirler; aksi takdirde faizden men edilen fakat faiz almaya devam eden yahudilerle aynı akıbete katlanacakları hususunda uyarılırlar: "Bu, onların nehye-dildikleri halde faiz almaları ve haksız yere
insanların mallarını yemeleri nedeniyledir. İçlerinden inkar edenlere pek acıklı bir azab ha-zırlamışızdır." (4:161).
Kur'an-ı Kerim'in riba yasağıyla ilgili çeşitli ayetlerinin anlamlarını Rasulullah @rın ashabına nasıl açıklandığını göstermek amacıyla hadis-i şeriflerinden bir kaçının burada aktarılması uygundur:
1- Rasulullah @'m, kan ve köpeğin parasından, döğme yapmak ve yaptırmaktan, faiz yemek ve yedirmekten nehyettiğini, resim yapanı da lanetlediğini Avn b. Ebi Cuhayfe babasından rivayet eder. (Buhari).
2- Abdullah b. Mes'ud Rasul-ü Ekrem @'ın, ribayı alana da verene de, yazana da şahitlik edene de la'net ettiğini nakleder. (Müslim ve Tirmizi).
3- Cabir'in rivayetine göre Rasulullah @, faiz yiyene, yedirene, yazana ve şahitlik yapana la'net etmiş ve "Onlar müsavidir" buyurmuştur. (Müslim).
4- Rasulullah @, Veda Hacc'mda irad buyurduğu Veda Hutbesi'nde faizin yasaklandığını şu sözleri ile ilan etmiştir:
"Faizin her türü iptal edilmiştir, lakin borcunuzun aslını vermek vacibtir. Ne zulm ediniz, ne de mazlum ve mağdur olunuz. Allah'ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahiliyyetten kalma bu çirkin adetin her şeklini işte ayaklarım altında çiğniyorum. İlk kaldırdığım faiz de Abdulmuttalip oğlu Abbas'ın faizidir." Bu sözleriyle, örnek olması için amcası Abbas'a faiz borcu olan insanların faizlerini iptal ettiğini ilan etmiştir. (İmam-ı Malik; Muvatta).
Yukarıda zikredilen Kur'an-ı Kerim ayetleri ve Rasulullah <2>'m bu ayetlere yaptığı izahlar şüpheye mahal bırakmayacak şekilde faizin yasaklandığını ve İslam toplumunda gayri meşru ilan edildiğini gösterir.
Arapça "riba" kelimesinin lügat karşılığı (bir şeyi) 'arttırmak' veya (bir şeye) 'eklemektir. Kavram olarak ise borç verenin borçludan verdiği paraya karşılık sabit bir yüzde fazlalık alması (yani faiz)dır.
Kur'an'ın vahyedildiği dönemde faiz çok değişik şekillerde alınıyordu. Mesela, malı satan kişi bedelinin ödenmesi için sınırlı bir süre belirtiyor ve şayet alıcı bu süre içerisinde malın ücretini ödeyemezse ek bir miktar ödemesi karşılığında ona belirli bir müddet daha tanınıyordu. Veya bir miktar parayı ödünç veriyor ve borçludan, ödünç aldığı parayı ilave bir miktarla birlikte sabit bir müddet içinde ödenmesini istiyordu. Yahut belirli bir süre için faiz oranı tayin ediliyor, eğer borçlu belirlenen zaman içinde ana parayı faiziyle birlikte ödeyemezse uzatılan vade karşılığında faiz oranı arttırılıyor, böylece sürüp gidiyordu. (Mevdu-di, a.g.e, c.I, sh. 189, dipnot 315).
Kendisinde bulunan ticaret ve kredi işlemleri incelendikten sonra Rasulullah @ döneminde Arabistan'da gözde olan riba, kredi sahibine ana paranın dışında süreye bağlı olarak ödenen Önceden belirlenmiş fazlalık veya ziyade-lik şeklinde tanımlanabilir. Riba şu üç unsuru ihtiva eder:
1- Ana paranın haricindeki fazlalık veya ziya-delik,
2- Bu ziyadeliğin zamana bağlı olarak belirlenmesi,
3- Önceden belirlenen fazlalığın kredi sahibine ödenmesini kayda bağlayan muamele.
Sayılan bu üç unsur birleşerek ribayı oluşturur ve bu unsurları ihtiva eden her anlaşma, her işlem, her kredi -ister parayla olsun, ister başka bir değerle- müslüman hukukçular ve ekonomistler tarafından riba muamelesi olarak mütalaa edilir.
Kur'an tarafından yasaklanan ikinci unsur kumardır. Bu kötülük de tıpkı riba gibi toplumdan tedricen kaldırılmıştır. İlk ayet-i kerime yalnızca onun kötülüklerine işaret eder ve zararının faydasından daha büyük olduğunu belirtir. "Sana içkiyi ve kuman sorarlar. De ki: 'Onlarda hem büyük günah hem de insanlar için (bazı) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür." (2: 219). Kumarla ilgili bu ilk basamak onu sosyal bir kötülük olarak tenkit etmektedir. İkinci ve nihai adım bu uygulamayı bütünüyle yasaklamaktadır. "Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın işlerinden olan pisliklerdir. Öyleyse bunlardan kaçının; umulur ki kurtuluşa erersiniz. Gerçekten şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve km düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi? Allah'a ve Rasül'üne itaat edin, sakının. Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki elçimize düşen ancak apaçık bir tebliğdir." (5: 90-92).
Bahis ve kumarın her türü men edilip iğrenç ve menfur bir şey, dinsizce bir davranış olarak nitelenir. "... ve fal oklarıyla kısmet aramanız (şans oyunları oynamanız) size haram kılındı." (5: 3). Sonuçta bu ayetler, müslümanlar için kumar ve bahsin her çeşidini gayri meşru kılmıştır. Arapça 'meysir1 kelimesi terim olarak bir şeyi çalışıp çabalamadan kolayca ele geçirme veya çalışmaksızın kazanç elde etme anlamına gelir. Bu yüzden kumarla eş anlamlı kullanılır. "Kumarın yasaklanmasına yol açan prensip işte budur... Büyük veya küçük bir hisse almanız, yahut da hiç bir şey alamamanız ilgili taraflardan biri veya birkaçı lehine hile olmadığı müddetçe yalnızca şansa bağlıdır. Men etmenin üzerine konulduğu ilke, hile olmasa bile kişinin hak etmediğini kazanması veya sadece şans yüzünden kaybetmesidir. Zor ve bahse tutuşma haklı olacak kumar tanımı içerisinde tutulmaktadır." (A. Yusuf Ali, Holy Qur'an). Kur'an-ı Kerim'de, kullanılan Arapça 'ezlem' kelimesi de kumara işaret eder. Ancak meysir terimi daha genel olup servetin şans oyunları kazanıldığı veya dağıtıldığı bütün formlara taalluk eder, piyango, loteri, bahis, kumar gibi.
Kumarın genel (meysir) veya Özel (ezlem) her çeşidi İslam'da haram kılınmıştır. Rasulullah @ maddi kazancın çalışmaktan değil yalnızca şans, spekülasyon ve tahminden kaynaklandığı bütün ticaret ve çalışma türlerini nehyet-miştir. Bu ticaret şekillerine birkaç örnek aşağıda verilmeye çalışılmıştır.
Tahmin ve spekülasyon ihtiva eden bu satış çeşidi Rasulü Ekrem @ tarafından men edilmiştir. Abdullah b. Ömer'den rivayetine göre, Habel el-Hable'yi (anne karnındaki yavruyu ve onun yavrusunu satmak) nehyetmiştir. İslam öncesi günlerde cahiliye ehlince yapılan bu satışta kişi henüz doğmamış ancak yüklü deveden yakında doğacak olan yavru deveyi ve sonra da onun doğuracağı deveyi satın alırdı. (Buhari ve Müslim).
Bu ticari işlemlerin her ikisi de İslam öncesi cahiliye döneminde oldukça yaygındı. Müza-bene yaş meyvenin kuru meyve ile karşılıklı değiştirildiği bir satış türüdür ki bu işlemde kuru meyvenin miktarı ölçülüp bilindiği halde yaş meyvenin miktarı tahmini olarak ayarlanmaktadır.
Cabir, Ebu Hüreyre, Ebu Said-i Hudri, Said b. Museyyeb ve Rafi' b. Hadic'in de içinde bulunduğu bir çok sahabe Allah Rasulü'nün mü-zabene ve muhakale'yi. yasakladığını rivayet ederler. (Buhari, Müslim, Ebu Davud, İbn-i Mace ve Tirmizi).
Cabir b. Abdullah'ın şöyle dediği rivayet edilir: "Rasulullah, meyveleri olgunlaşmadan satmayı nehyetti" (Muvatta ve Buhari). Enes b. Malik'in rivayetine göre, Rasulullah @ olgunlaşmadan meyvelerin satımını yasakladığında ashabdan bir zat olgunlaştığını nasıl anlayacaklarını sormuş, Rasul-ü Ekrem @ de "kızardıklarında" cevabını vermiş ve devam etmiştir, "Şayet Allah o meyveleri kısmet etmezse, sizden biriniz hangi hakla kardeşinin parasını alacak?" (Muvaatta ve Buhari). Abdullah b. Ömer de Rasulullah @'m meyveleri olgunlaşmalarından önce satmayı yasakladığını nakleder.
Bütün müzâbene muamelelerinde, spekülasyon ve konjektür satışın esasını oluşturmaktadır ve taraflardan birisi diğerinin zararına kazanacaktır. Her zaman taraflardan birine karşı haksızlık ihtimali vardır. Bu yüzden Rasulullah @ tarafından yasaklanmıştır. Kaldı ki bu tür anlaşmalar, sosyal ve ekonomik birçok kötülüğe yol açan anlaşmazlık ve kavgalardan beri değildir.
Muhakale, bu tür alışverişte başaktaki (tarladaki) ekin kura hububat karşılığında satılır. Abdullah b. Ömer, Ebu Said-i Hudri ve Said b. Müseyyeb'den rivayet olunduğu üzre Ra-sul-ü Ekrem @ bu tür satışı yasaklamıştır. ('The Meaning of the Qur'an', c.I, sh. 99). Muhakale satışı müzâbene türüne çok yakındır ve onun sahip olduğu bütün kötülükleri barındırır. (Muvatta ve Buhari).
Gerçekte muhadara kelimesi meyve ve hububatların olgunlaşmadan önce satımını ifade eder. Bu alışveriş tipi de olgunlaşma döneminde oluşabilecek ve alıcıyı perişan edecek çok çeşitli sebeplere (hastalıklara, fırtınaya .... vb.) karşı alıcının menfaatini korumak amacıyla Rasulullah @ tarafından nehyedilmiştir.
Zeyd b. Sabit'in nakline göre Rasulullah @ döneminde bazı kişiler olgunlaşmamış yaş, hurmaları (ağaç üstünde, tahmin üzere) alırlar, satarlardı. Mahsûl toplamldığı sırada müşteri mahsûle; duman dokundu, hastalık geldi, ermeden bozulup döküldü, afat arız oldu diyerek türlü bahanelerle dava ve muhaseme ederdi. Bunun üzerine Rasulullah @, "Mademki idrak olmadık mahsûlün mübayeesini bırakmayarak ihtilafa düşüyor, birbirinizden şikayetçi oluyorsunuz, bir daha hurma (ve mey-ve)yı ağaç üzerinde salahı zahir oluncaya kadar alıp satmayınız" buyurmuştur. (Buhari). Abdullah b. Ömer, Câbir b. Abdullah ve Said b. Sabit'den rivayet olunduğuna göre, Rasulullah @ olgunlaşmayan hurmanın ve ağanp hastalanma tehlikesini atlatmayan başağın ticaretini hem alıcıya hem de satıcıya nehyet-miştir. (Buhari). Enes b. Malik'den rivayet olunduğuna göre Rasulullah @, "Meyveyi olgunlaşmadan satmayınız" buyurmuş, bu ifadedeki 'olgunlaşmadan' kaydının ne demek olduğu sorulunca da, "Kızarmadan" cev,abını vermiş ve ilave etmiştir: "Şayet Allah o meyveleri kısmet etmezse, sizden biriniz hangi hakla kardeşinin parasını alacak?" (Buhari). Yukarıda zikredilen hadislerin incelenmesi, tahmin ve spekülasyon üzerine kurulu olan ve bu yüzden de şans yahut kumar unsuru ihtiva eden bütün akit ve satışları Rasulullah @'ın yasakladığını gösterir.
Rasulullah @, iyeliği altına almadan yiyecek veya eşyanın satımını yasaklamıştır. Rasulullah @'ın, "Her kim bir yiyecek satın alırsa onu iyeliğine almadan ve ölçmeden satmasın" buyurduğunu rivayet eden İbn-i Abbas hadisi naklettikten sonra "zannetmem ki diğer mallarda böyle olmasın" demiştir. Yine İbn-i Abbas, Rasulullah @'ın başka bir vesile ile "Yanınızda olmayan eşyalar için pazarlık etmeyin" buyurduğunu nakleder. (Buhari, Ebu Da-vud ve İbn-i Mace). Abdullah b. Ömer, Cabir b. Abdullah ve Ebu Hüreyre Rasulullah @'m "Kim bir yiyecek maddesi satm alırsa onu elinde bulundurmadan satmasın" buyurduğunu naklederler. (Buhari, Müslim ve Tirmizi). Nafi'nin anlattığına göre, Raşid Halife Ömer'in halka dağıttığı tahılı Hakim b. Hizam satın almış, ancak yanında bulunmaksızın satmıştı. Halife Ömer haber aldığında sözkonusu hububatın yeniden Hakim'e dönmesini karara bağlamış ve "Satın aldığın tahılı elinde bulundurmadan önce sakın satma" demiştir. (Buhari).
Dört imamın kanaatine göre bunlar, iyeliğini alıp yanında bulundurmadan (teslim almadan) satıcının yiyecek maddelerini satmasının meşru olmadığım gösterir. İmam-ı Şafi'ye göre yanında olmayan herhangi birşeyi satmak, ister yiyecek olsun, isterse arazi veya bahçe, sahih değildir. İmam-ı Ahmed'e göre arazi, bahçe ve ev durumunda yanında bulundurmak gerekli bir şart değildir. "Satıcının kabzetme-diği malların, özellikle çürüyebilecek-bozula-bilecek olanların satımı malın alıcıya tesliminde kuşku olması nedeniyle Rasulullah @ tarafından nehyedilmiştir. Beklenmedik ahvale bağlı olarak teslimin satıcı tarafından yerine getirilememe ihtimali vardır. Bu tür bir satış az ya da çok kumar gibidir, mal teslim edilebilir veya edilmeyebilir. Şüphe ve ihtimalin varlığı kesindir. Bunun yamsıra, tesliminden önce malm helak veya kayıp olması alıcıya karşı haksızlık yapılmasına yol açar." (Hida-ye).
El-limas alıcının mala dokunmasıyla tamamlanan alış-verişte satış, alıcının eşyayı incelemeden, kontrol etmeden sadece dokunmasıyla muteber olur. Misal olarak, katlı veya sanlı elbise -muhtemelen karanlıkta- getirilir, alıcı bir fıat teklif eder, satıcı da, "Dokunman fakat görmemen; ve şayet görecek olursan mecburen alman şartıyla bu malı sana satarım" der. Enes, Ebu Said ve Ebu Hüreyre Rasulullah @'m bu satışı yasakladığını nakleder. (Buhari, Müslim, Ebu Davud ve Muvatta).
Bu tip satışta kişi, açmaksızın, görmeksizin yahut incelemeksizin yalnızca dokunarak malı satın alır. Münabeze şartıyla (iki kişinin "Ben bende olanı sana atayım; sen de sende olanı bana at" diyerek birbirinin elindeki malın
miktarım bilmeden onu satın almalan) benzer kötülükleri barındırdığından Rasulullah @ mülaseme satışını da nehyetmiştir. Ebu Said-i Hudri, "Rasulullah mülasemeden nehyetti" rivayetinde bulunur. Enes ve Ebu Hüreyre de benzeri nakillerde bulunurlar. (Buhari).
Münabeze ve mülaseme satışlan o dönemde oldukça yaygındı. Ancak satın aldığı malı görme ve inceleme fırsatını elde edemeyen alıcının kolaylıkla kandırılması veya dolandırılması söz konusu olduğundan Rasulullah @ bu her iki satış türünü de yasaklamıştır.
Nibaz, satıcının alıcıya görme, dokunma ve kontrol etme fırsatı vermeden malı alıcıya fir-latmasıyla tamamlanan al iş-veriştir. Malı atma hareketi pazarlığın bittiğini gösterir. Rasulullah @'m nibaz (veya münabeze) satışını nehyettiği Ebu Hüreyre, Enes ve Ebu Said tarafından nakledilir.
Her iki satış da kumar gibidir. İki kişi görmeden, incelemeden bir malı diğeriyle değiştirmeye razı olurlar. Bütün muamele her iki satışta da sırf şans ve tahmin üzerine kurulmaktadır. Bu yüzden her iki işlem de Rasulullah @'ca yasaklanmıştır. Her iki durumda da alıcı, muamele tamamlanmadan önce malı görme ve inceleme fırsatına sahip değildir. İşlem tıpkı kumar gibi hamle yapmaktır.
Nibaz satışında, kişi' satmak için hazırladığı malı bir başka kişiye fırlatır ve alış veriş tamamlanır; diğer şahıs mala dokunmamış, malı görmemiş olsa bile. Alıcı, elbiseyi (malı) ve fıatını inceleyecek zamana malik değildir. Bu değiş tokuşda her tür kandırma, aldatma, dolandırma ve yanlış anlatma mümkündür ve bu yüzden de Rasulullah @ tarafından yasaklanmıştır. Ebu Hüreyre ve Enes ayrı ayrı "Rasulullah @ münabezeden nehyetti" rivayetinde bulunurlar. (Buhari).
El-Hasat veya İlka-i Hacer (Taş Atarak Satış): "İlka-i Hacer"de satıcı kendisine doğru taşı atmasıyla ahş-verişin kesinleşeceğini alıcıya anlatır ve taş elden yere düşürülmedikçe satış gerçekleşmez. Diğer bir çeşidinde ise taş hangi kumaşın (malın) üstüne düşerse o mal satılır. Bu alış-veriş çeşidi de yukarıda anlatılan münabeze ve mülamesenin bütün elemanlarım barındırdığından Rasulullah @ tarafından gayri meşru ilan edilmiştir. (Tirmizi).
Muaveme, bir, iki hatta üç yıllık bir periyod için ağaçtaki meyveyi yahut tarladaki ekini henüz yetişmeden önce satmaktır. Ürün oluşmadan birkaç yıl önce onu satma uygulaması müzabene ve muhakale'ye benzer ve aşağı yukarı kumar gibidir. Muamele hakikate değil ihtimal ve tahmin üzerine kuruludur; bu yüzden de Rasul-ü Ekrem @ tarafından yasaklanmıştır. Cabir b. Abdullah Rasulullah @'ın ağaçtaki meyveleri ve ürünleri önceden iki yıllığına satmaktan menettiğini rivayet eder. (Müslim, İbn-i Mace ve Tirmizi).
Bu suretle, alıcıya adil ve makul bir inceleme fırsatı vermeden tamamlanan, gerçek yerine şans ve tahmine dayanan bütün ticari muameleler İslam'da yasaklanmıştır. Diğer bir ifadeyle kumar veya çekiliş niteliğindeki bütün ticari işlemler gayri meşru ijan edilmiştir.
Özetleyecek olursak, kumar, iddia ve bahis niteliğindeki her tür ticari işlem, her tür .ahıd İslam'da nehyedilmiştir. Kur'an-ı Kerİm'de bu tür ilişkileri topyekün yasak kılan açık ifadeler vardır. Rasul-ü Ekrem @ da bahis, çekiliş, şans, spekülasyon, ihtimal... vb. gibi unsurları muhtevi kumarı her türüyle yasaklamıştır. Bu faktörlerden herhangi birini bulunduran ticari bir işlem fasiddir, geçersizdir.
Arapça "garer" kelimesi risk, tehlike anlamlarını taşır. Ticari tabir olarak, yeterli bilgisi olmadan birşeyi körü körüne üzerine almak; ne tür bir sonuç olacağını tamamiyle bilmeden tehlikeli bir İşte kendini riske sokmak; neticeyi göz önüne alarak tehlikeye düşüncesizce dalmak anlamını taşır. Bütün bu durumlarda risk faktörü vardır. İmam İbn-i Teymiye'ye göre garer, kişinin ticari bir girişim ve anlaşmanın sonuçta kendisine ne hazırladığını bilemediği durumları içerir. Belirsiz akibet niteliğindeki her mukavele garer unsuru içerir.
Garer mefhumu iki grup muamelede bulunur:
1- İlk grupta, şüphe, ihtimal ve belirsizliğin sebep olduğu tehlike veya risk faktörü daha belirgindir.
2- ikinci grupta ise, tehlike veya risk faktörü daha çok taraflardan birinin hile ve kandırmacalanna bağlıdır.
Kur'an-ı Kerim, ister şüphe ve ihtimal, isterse kandırmaca ve hile yoluyla olsun belirsizliğe yol açan ve taraflardan biri aleyhine herhangi bîr şekilde haksızlık taşıyan bütün muahade-leri kesin bir dille yasaklamıştır. "Ölçüyü ve tartıyı doğru olarak yapın. Biz bir nefse ancak gücünün yettiğini teklif ederiz." (6:152). İlahi Kanun'un temel bir ilkesidir bu: Ölçüyü ve tartıyı doğru olarak yapın, hak ve adaletten ayrılmayın. Ölçüde, tartıda ve diğer ticari işlemlerinde adaletli ve doğru olmak için elinden geleni yapan insanlara mesuliyetten kurtulacakları ve hesaba çekilmeyecekleri hususunda temin etmek amacıyla ayetin devamında Allah, 'Biz bir nefse ancak gücünün yettiği kadarını teklif ederiz' buyuruyor. Ancak sırf diğer insanların meşru haklarını hile ile elinden almak gayesiyle ekonomik ilişkilerde bulunan kişiler ise hilekar davranışlarının Kıyamet günündeki, tehlikeli neticesi ile uyarılmaktadır. Burada 'hile' mefhumu, ticari ilişkilerde her an görülebilecek bütün haksız1 ıkjarı kaplayacak genişlikte genel bir kavram olarak alınmalıdır. (The Meaning of the Qur'an').
Bu nokta Kur'an-ı Kerim'in şu ayet-i kerimelerinde sarih bir şekilde ifade edilmiştir: "Eksik ölçüp tartanların vay haline; onlar insanlardan ölçerek aldıklarında noksansız alırlar, ölçtüklerinde veya tarttıklarında ise eksiltirler." (83: 1-3). "Ey iman edenler! Birbirinizin mallarını batılla yemeyin; (bunun yerine) karşılıklı anlaşma ile ticaret yapın." (4:29).
"Batıl", İslami kanunlara ve prensiplere aykırı, yanlış ve gayri ahlaki bütün yanlışlıkları içine alır. "Ticaret", alım-satım, zenaat, endüstri vb. de olduğu gibi kâr ve kazanç için yapılan bütün işlemleri ihtiva eder.
"karşılıklı anlaşma" ifadesi ticari muamelelerin baskı ve hile İle değil, karşılıklı rıza ile gerçekleştirilmesi gerektiğine delalet eder. Mesela, faiz ve rüşvette de karşılıklı rıza varmış gibi görülse de ihtiyaç içerisindeki tarafın şartların zorlamasıyla bu tür bir anlaşmaya taraftar olduğu ortadadır. Kumarda ise her iştirakçi de "kazanma" ümidi ile kandırılıp avunmaktadır. Kaybedeceklerini bilseler kumar oynamayı zaten hiç düşünmezlerdi. Bu husus hile içeren her muamele için geçerlidir. Dolandırılan kişi, o işte hile olmadığı kanısıyla muvafakat göstermektedir. Kandırılacağını bilse o anlaşmaya elbette yanaşmayacaktır. (Ebu'l A'la Mevdudi, 'The Meaning of the Qur'an', c. I, sh. 62). Bütün bunlar taraflardan birinin diğerini kandırma gayesini güttüğü ticari ilişkilerin Kur'an-ı Kerim'ce yasaklandığı hususunda hiç bir şüphe bırakmamaktadır. Elbette Rasulullah @'in da ticari muamelelerde hile ve dolandırıcılıkla ilgili men edici emirleri vardır.
İlk olarak şüphe ve ihtimale, sonra da hile ve kandırmaya bağlı garerle ilgili hadisleri müta-la edelim.
a- Sudaki Balığın Satımı: Henüz yakalanmamış balığın satımı hükümsüzdür, zira o haliyle mülkiyete konu değildir. Benzer şekilde, satıcının önceden yakalayıp bir gölcüğe bıraktığı ve yeniden yakalanması gerekli balıkların satımı da geçersizdir, çünkü teslimi imkansızdır. (Hidaye). İbn-i Mes'ud'dan rivayet olunduğuna göre Rasulullah @, "Sudaki balığı satın almayın; çünkü aldanmadır" buyurmuştur. (Ahmed).-
b- Havadaki Kuşun Satımı: Ne havadaki kuşun, ne de yakalandıktan sonra serbest bırakılan kuşun satılması caizdir; Zira ilk durumda mülkiyet söz konusu değildir, ikincisinde ise teslime kadir olunamaması durumu vardır. (Hidaye).
c- Ham/in Satımı: Hamlin (yani batındaki ceninin) ve hamiden türeyecek olanların satımı fasiddir, zira Rasul-ü Ekrem @ bunları yasaklamıştır. (Hidaye). Ebu Hüreyre, Rasulullah @'ın dişi develerin karnındaki ceninlerle erkek develerin bellerindeki menilerim satmaktan nehiy buyurduğunu nakleder. (Bez-zar).
d- Bir Partide Yakalanan Avın Satımı:
Ağım bir sefer çekmekle yakalayabileceğini avcının önceden satması meşru değildir. Çünkü satılacak miktar risk (garer) unsurunu barındırmaktadır. Avcı birşeyler yakalayabileceği gibi hiçbir şey de yakalamayabilir.
Ebû Saîd-i Hudrî'nİn rivayetine göre Rasulullah @, hayvanlar doğuruncaya kadar karınlarındaki cenini, onların memelerindeki sütü..., dalgıcın bir defa dalmasında elde ettiği miktarı satmaktan nehyetmiştir. (İbni Mâce, Bezzâr ve Dârekutnî).
Bütün bunlar ve garer unsuru içeren benzeri alım-satım işlemleri Rasulullah @ tarafından yasaklanmıştır. Bu tür muamelelerde, ya mülkiyetine sahip olmaması ya da teslim olayına bütünüyle hakim olmaması gibi sebeplerle satıcının ücretini aldığı malı alıcıya verebileceği hususunda bir garanti yoktur. Pazarlık ve alışveriş satıcının mülkiyetinde ve yanında ne varsa onun üzerine yapılmalıdır. Havada, suda veya rahimde belirsiz olarak bulunanlar yahut satıcının tasarrufu dışında kalanlar İslam Hukuku'na göre geçerli bir ticari muamelede satış konusu mal olamazlar.
Abdullah b. Ömer, Said b. Müseyyeb, Ebu Hüreyre ve İbn-i Abbas garer unsuru barındıran işlemleri Allah Rasulü'nün men ettiğini rivayet ederler. (Buhari, Muvatta ve ibn-i Mace).
İbn-i Teymiye'ye göre, taraflardan birinin sonuçta kendisine ne sağladığını bilmediği bütün ticari ilişkilerde garer vardır. Diğer bir ifadeyle, belirsiz akibet özelliği taşıyan her mukavele garer unsurunu barındırır. Bu yüzden, eşya ve paranın karşılıklı değiştirildiği ticari sözleşmelerde kişi fiat, miktar, kalite ve teslim zamanında görülebilecek her tür garer çeşidinden kaçınmalıdır. Sözleşmenin şartları ve maddeleri içerisinde herşey açıklıkla ifade edilmeli ve anlaşmadaki diğer hususlar ile malın ücret, miktar ve kalitesi hakkında en ufak bir şüphe ve müphemlik bırakılmamalıdır. Ahitte bunlardan biri hakkında şüphe veya muğlaklık bulunursa -garer unsurunun varlığı nedeniyle- o ahîd geçersiz hale gelir.
a- Memedeki Sütün Satımı: Hile ihtimali yüzünden hayvan memesindeki sütün satışı hükümsüzdür. Kesede süt yerine hava veya satış konusuna uygun olmayan bir karışım ile dolu olabilir. Bu sebebe dayanarak Rasulullah @ bu satışı yasaklamıştır. İbn-i Abbas'dan nakledildiğine göre Rasulullah @, olgunlaşmadan meyveyi; koyun sırtındaki yünü ve memede süt satmayı yasaklamıştır. (Ebu Da-vud, Darekutni).
Ebu Hüreyre, Rasulullah @'ın; "Deve ve koyunları sağmadan bekletip memelerini şişir-meyin. Bunları kim satın alırsa sağdıktan sonra iki rey'in hayırlı olanına maliktir. İsterse tutar; dilerse bu hayvanları bir ölçek kuru hurma ile birlikte iade eder" buyurduğunu rivayet eder. (Buhari ve Müslim). Abdullah b. Me-sud, Ebu Hüreyre ve Abdullah b. Ömer'in rivayetine göre Rasulullah @ şöyle buyurmuştur: ,s "Her kim memeleri bağlanmış bir keçi (veya koyun) satın almışsa üç gün içerisinde onu iade etme ihtiyarına sahitir." Yine İbn-i Mesud ,Rasulullah @'ın; "Memelerinde süt biriktirilen hayvanları satmak hiledir. Hile ise müslümana helal değildir" buyurduğunu nakleder. (Buhari, Müslim, Tirmizi, Ebu Davud ve İbn-i Mace).
b- Necş (Müşteri Kızıştırma): Allah'ın Ra-sulü @ hile ve kandırmaca unsurları taşıyan bütün ticaret şekillerini yasaklamıştır. Bunlardan biri olan ve necş diye adlandırılan sahte-karlıkda, kişi alma niyeti olmadan sadece gerçekten almak isteyen başka birini kandırmak amacıyla o mala yüksek bir fiat teklif eder. Elbette bu kişi, gerçek alıcıyı kandırmak için onun varlığında malı yüksek fiata almaya satıcı ile anlaşmıştır. Satıcı da bir süre önce o malı belirli bir bedel karşılığında -tabii ki gerçekte aldığı fiatın çok üstünde bir fiyata- aldığını alıcıya anlatır.
Rasulullah @'ın müşteri kızıştırmaktan neh-yettiğini İbn-i Ömer rivayet eder. (Buhari ve Müslim). İbn-i Evfa, "Müşteri kızıştıran kişi riba yiyen haindir" der ve devam eder: "Bu uygulama iğreti bir hiledir ve "Aldatma, kişiyi cehenneme ulaştırır. Kim bizim adetimizle uyuşmayan bir şey yaparsa onun bu hareketi kabul olunmaz buyuran Rasulullah @ tarafından bu durum menedilmiştir." (Buhari ve Mu-vatta).
Ebu Hüreyre'den rivayet olunduğuna göre, Rasulullah @, zahire satan bir şahsın yanından geçmiş ve elini zahirenin içine soktuğunda parmaklarına ıslaklık değmiş bunun üzerine, "Bunu zahirenin üstüne koysa idin ya! Hile yapan bizden değildir" buyurmuştur. (Tir-mizi, İbn-i Mace). Ali b. Ebu Talib ise Rasulullah @'ın hile ve aldatmaca içeren bütün satış, akit ve işlemlerini yasakladığını rivayet eder. (Ebu Davud).
Hile ve kandırmacanın karıştığı bütün ticari muamelelerde alıcı söz konusu malı üç gün (veya makul bir zaman) içerisinde satıcıya geri vererek sözleşmeyi iptal etmek selahiyetine sahiptir.
Cühela, bir şeyin kalite, miktar veya fiatmda açıkça belirlenmemiş bîr .unsura delalet eder. Sonuçta belirsizliğe yol açan bilinmeyen veya meçhul bir şey anlamına gelir. Mesela, sözleşme taraflarından biri diğerine, "Koyunlarımdan birini sana 200 bin lira karşılığında satarım" derse, koyunun özellikleri müphem ve belirlenmemiş olduğundan bu sözlerin hemen başlangıçta tartışma ve çatışmaya sebep olması muhtemeldir. Satıcı en kötüsünü vermeye çalışırken alıcı da tabii ki sürüdeki en iyi koyunu isteyecektir.
Tereddüt ve tahmin (cühela) faktörü ihtiva eden satış sözleşmeleri ve ticari işlemler gayri meşrudur. Rasulullah @'ın bu nitelikteki muameleleri açıkça yasaklayan ve Ali b. Ebu Talib, Ebu Hüreyre ile diğer sahabelerden nakledilen birçok hadisi vardır. (Müslim, Ebu Davud, Tirmizi ve İbn-i Mace). İbn-i Ömer'den rivayet edildiğine göre Rasul-ü Ekrem @, "Kali. mukabili kali'yi (yani borca mukabil borcu satmayı) yasak etmiştir. (Ebu Davud). İslam öncesi cahiliye döneminde Arabistan'da yaygın olarak uygulanan "kali"de, müddeti bittiği halde borcunu ödemeyen kimse vadenin uzatılması karşılığında aynı borcu ziyadesiyle satın alırdı. Yapısında cühelayı barındırması nedeniyle bu tür satışlar Allah'ın Rasul'ü tarafından haram kılınmıştır.
Sözkonusu malın miktarı sadece tahminle belirleniyorsa o satış fasiddir. Bu yüzden, toplanmış ve miktarı belirlenmiş olan hurmalarla (veya herhangi bir meyve ile) tahminen bunlara eşit ağaç üzerindeki hurmaların değiş tokuş edilerek satılması, kumarla ilgili bölümde açıklandığı üzere, bâtıldır. Bu çeşit satış işlemleri Rasulullah @ emriyle yasaklanmıştır.
Satış konusu olan malın miktarı, kalitesi, fiatı ya da ödeme zamanı ile ilgili herhangi bir belirsizlik veya şüphe varsa satış akdi geçersizdir. Sözleşmede malın miktarı ve kalitesi sarih bir şekilde ifade edilmemesi, hakkında pazarlık edilen malı alıcı almaya çalıştığında satış konusunda tereddütlere yol açacak ve gerek alıcı gerekse satıcı namına önceden tahmin edilemeyen birçok problemi de yanında getirecektir. İşte bu sebeplerle belirsiz akitler İslam'da yasak kılınmıştır. Ücretin "hacıların dönüşünde" , "üzümlerin toplanma zamanında", "bağ bozumunda" veya "koyunların kirpim döneminde" gibi şartlara bağlandığı satış işlemleri caiz değildir; zira ödeme zamanı kesinlikle belirlenmiş değildir, bu şartlar erken de gerçekleşebilir geç de. (Hidaye). Benzer şekilde, fiatı kararlaştırılmadan yapılan satışlar da belirsizlik nedeniyle geçersizdir.
Ücret, sayı veya miktarca tanımlanmamış olsa da , satış işlemi gerçekte mal ve ücretin aynı anda el değiştirmesi ile tamamlanıp geçerli hale gelir. Ancak, sözleşme sırasında meblağın belirtilmemesi halinde alışveriş eksik ve fasiddir. "Sözleşmenin akdi esnasında kendisine izafe, hamledilecek şekilde dirhem veya dinar (belirli bir ticari birim) şayet yoksa onların genel olarak ima edilmesi -cins ve sayıca belirtilmedikleri müddetçe- yeterli değildir; muamele sahih olmaz. Çünkü onları teslim etmek alıcı payına vacibdir. Genel olarak anılmaları alıcı ve satıcı arasında tartışma vesilesi olabilir, (biri düşük cinsteki birimden az bir miktarda vermek isterken, diğeri daha değerli birimden daha fazla miktar üzerinde ısrar eder), ödeme yerine getirilemez, bu yüzden de alış-veriş uygulanamaz hale gelir." (Hidaye).
Nitekim satış nakit ile peşin ya da malum bir süre içerisinde ödeme vaadi ile veresiye gerçekleştirilebilir. Satış akti sonrasında ödemenin nakit cinsinden yapılmasıyla veresiye satışta ise sabit ücreti sabit bir sürede ödenmesi taahhütü ile belirsizlik unsuru kaldırılarak geçerli hale gelir. Borçlanmaya "Ey iman edenler, belirli bir süre için borçlandığınız zaman onu yazınız." (2: 282). buyuran Kur'an-ı Kerim tarafından izin verilmiş ve ücreti sabit bir süre sonra ödemek üzere bir yahudiden zahiri alarak zırhını rehin bırakan Rasulullah @'ın uygulamasıyla teyid edilmiştir. (Hidaye). Eşyaların paket halinde satılması, şayet paket akit sırasında üzerinde anlaşılan miktardan daha azını veya çoğunu içeriyorsa batıldır. Benzer şekilde, satış konusu olan mallann tanıtımı yanıltıcı ise satış geçersizdir. (Hidaye).
Kısaca, Ödenecek bedel (yani paranın miktarı), satılan malın cinsi ve miktarı, ödeme zamanı ve satış akdinin tamamlanması ile ilgili hususlarda belirsizliğe yol açan her ticari muamele hükümsüzdür. Fiat bilinen bir değer üzerinden miktara bağlanmalı, ödeme zamanı açık ifadelerle belirlenmelidir. Çünkü bu hususlardan herhangi birindeki şüphe ve kararsızlık mukavaleyi geçersiz kılacaktır. (Hidaye).
Kur'an-ı Kerim'de bu tür ticari işlemler ile doğrudan ilgili özel bir hüküm yoktur. Ancak borç veya geciken ödemenin vadesinin açıklıkla belirlenmesi gerektiğini bildiren ayet-i kerimeden bir kural çıkarılabilir: İleride ödenecek miktarın süresi tayin edilmez ise satış akti geçersiz ve hükümsüz olur. Ayet şu şekildedir: "Ey iman edenler, belirli bir süre için borçlandığınız zaman onu yazınız." (2: 282). Ayet-i kerime, ileriye dönük ödemelerin yer aldığı muamelerle ilgilidir. Mesela, şimdi satın alman mallann (ya da şimdi imzalanan bir ticari anlaşmanın) bedelinin gelecekte sabit bir zamanda ödenmesini taahhüt etmek gibi. Ücret ve ödeme zamanının açıklıkla belirlenmesi kaydıyla akit bütünüyle meşru ve muteberdir. Ücret ve ödeme zamanı tayin edilme-misse sözleşme geçersizdir.
Rasulullah @'ın bu noktayı destekleyen birçok hadisleri vardır. Rasul-ü Ekrem'in verdiği bu talimatların hedefi belirsizlik unsurunu mümkün olduğunca bertaraf -edip ticari işlemleri adil hale getirmektir. İbn-İ Abbas'm rivayetine göre Rasul-ü Ekrem @ Medine'ye geldiği vakit Medineliler meyvelerde zamanından evvel bir, iki veya üç seneye kadar selem yaparlardı. Bunun üzerine Rasulullah @, "Her kim meyvede selem yaparsa ma'lum Ölçek ve tartıda belirli bir va'deye kadar yapsın" buyurmuştur. (Buhari, Müslim ve Ebu Da-vud).
Abdullah b. Ebu Avf ve Abdurrahman b. Ali; "Biz Rasulullah'Ia birlikte iken daha fazlasını almaya alışmıştık. Şam'dan köylüler geldiğinde belli bir süre içerisinde bize buğday, arpa ve yağ teslim etmeleri için muayyen bir fiatı önceden öderdik." demişlerdir, (fbn-i Mace). Abdullah b. Ömer ve Cabir b. Abdullah yiyecek getirenleri karşılayarak onlardan tartmadan ve ölçmeden yığın yığın hububat aldıklarını, ancak Rasulullah @'ın haberdar olduktan sonra bu uygulamayı yasakladığını naklederler. (Buhari ve Muvatta). İmam Ahmed ve Buhari'nin aktardığı bir hadiste Rasulullah @, Osman b. Avfan'a, "Ne zaman bir mal alırsan onu ölç; ne zaman bir mal satarsan onu ölç" tavsiyesinde bulunmuştur. Yine. Rasulullah @, "Bereketli olması için zahireni tart" buyurmuştur. (Muvatta). Bir kişinin belirli bir bedele hububat alıp karşılığında belirli bir miktar hurma vaadederek yaptığı satışın sahih olduğu İbn-i Ömer'den rivayet olunur. (Hidaye).
İleriye dönük sebeplerin (selem veya selef gibi) yer aldığı bütün bu ticari muamele misallerinde, akdin meşruluğu ücret, miktar ve ödeme zamanının açıklıkla belirlenmesi şartına bağlıdır. Fiat, miktar ve satılan malın teslim tarihi gibi konular ortaya konmadan pazarlık sonuca bağlanmışsa akit geçersizdir. Kandüri selem'in terim olarak uzak teslim karşılığında bedelin hemen verilmesini ihtiva eden akitleri ifade ettiğini belirtir. Hukuk terminolojisinde ise ücretin derhal ödenmesini gerektiren ve malın tesliminde gecikmeyi kabul eden satış mukavelesi anlamına gelir." (Hidaye). Kur'an-ı Kerim'in şu ayeti ile selem satışına müsade edilip meşru kılınmıştır: "Borcu az olsun, çok olsun süresiyle birlikte yazmaktan üşenmeyin. Bu, Allah katında en adil, şahitlik için en sağlam, şüphelenmemeniz için de en yakın olandır. Ancak aranızda devredip durduğunuz ve peşin olarak yaptığınız ticaret başka, bunu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur. Alışveriş yaptığınızda da şahit tutun. Yazana da, şahide de zarar verilmesin." (2:282). Bu ayet-i kerime, selem satışında (yani ileriye dönük satışlarda) yokluğunda sa-"S1 fas!İd k'lan belirli şartlan ortaya koymakta ve müslümanlara ticari ilişkilerin de şahitler bulundurmalarını öğütlemekle birlikte peşin olarak yapılan alış-verişte şartsız izin vermektedir. Kısaca, selem satışı yukarıda zikredilen Kur'an-ı Kerim .ayetine ve Rasulullah @'ın hadislerine göre aşağıda sıralanan şu şartlara bağlıdır:
a- Selem para dışında bütün hacim ve ağırlık birimleriyle (mevzuatla) sahihtir, zira Rasulullah @; "Her kim selem yaparsa ma'lum ölçek ve tartıda belirli bir va'deye kadar yapsın" buyurmuştur. Dirhem ve dinar (yani her tür para) ağırlık veya hacim ölçüleri içerisinde yer almaz; her ikisi de fiatı temsil eder. Selem satışında ise satış konusu olan malın baha olmaması gerekmektedir. Bu yüzden kişi, gelecek bir tarihde 10 dirhem ödemek karşılığında 3 metrelik kumaşın hemen verilmesi şartıyla bir selem satışına girişse bu akit geçersizdir. Bazı fakihler bu satışın bütünüyle hükümsüz olduğu görüşündedir.
"Uzunluk genişlik, kalite ve işçilik göz önüne alınarak miktarı belirleme kaydıyla tanım]a: mak mümkün olduğundan kumaş gibi uzunlukla Ölçülen mallarla (mevruat) ilgili selem satışı caizdir. Keza bu özelliklerin açıklıkla anlatılması belirsizliğin ortadan kaldırılması ve bu yüzden de aktin geçerliliği için lüzumludur. Aynı şekilde, yumurta ve ceviz gibi mahiyetçe pek farklılık göstermeyen mallarla ilgili selem satışı da sahihtir. Zira hafifçe farklı olan bütün eşyalarda fiat kolaylıkla tahkik edilebilir, malın niteliği tarif edilebilir ve alıcıya teslimi gerçekleştirilebilir. Bu yüzden bu tür eşya ile ilgili selem akti sahihtir." (Hidaye).
b- Teslim tarihi (ecel) mutlaka tayin edilmelidir. Rasulullah @, "... belirli bir vadeye kadar" buyurmuştur. Yanında bulunmayan malı satmayı yasaklamış; buna rağmen önceden aldıkları para vasıtasıyla satış konusu olan malı kazanıp alıcıya teslim edebilmek için bu tür uygulamalara katılma ihtiyacı duyan yoksul kimseler lehine seleme prensip olarak izin verip meşru kılmıştır. Belirli bir sürenin tayini bu yüzden gereklidir; çünkü satıcı, istek üzere anında teslime müsaitse, selem satışına meş ruluk kazandıran şart yerine getirilmiş olma yacaktır. Üstelik aynen ücretin belirsizlik (meçhuliyet) unsuru sebebiyle süre tayin edilmeden gelecekte herhangi bir tarihte ödenmesi kararlaştınlan satışlarda olduğu gibi bu tür satışta da tayin edilmemiş süre meşrudur. (Hi-daye).
c- Akdin imzalandığı ve teslimin yapıldığı zamanlar arasındaki sürede değerini kaybetme ve etkisiz hale gelme ihtimallerine bağlı olan hususi hacim ve uzunluk ölçülerinin şart koşulması selem satışında caiz değildir.
d- Cins, tur, kalite, miktar ve teslim tarihi bütünüyle
belirtilmemiş olmalıdır. Takip eden şartlar üzerine yapılanlar dışındaki selem
satışı meşru değildir:
1- Satılan malın cinsi belirlenmelidir, bilinen kalite veya
standartta buğday veya arpa gibi.
2- Malın miktarı standart ağırlık veya hacim ölçüsüne göre
tesbit edilmelidir.
3- Teslim tarihi belirlenmelidir.
4- Önceden ödenecek olan ücret kararlaştırılmalıdır.
Kısaca, kalite tasviri ve miktar tarifi şartları genel olarak yerine getirildiğinde selem satışı geçerlidir. Miktarı bilindiği veya tartışmaya vesile olmadığı zaman selem satışına uygundur. Diğer taraftan bir nitelik veya nicelik sıfatıyla tarif edilemeyecek olan eşyalar hususunda selem satışları caiz değildir. Çünkü selem satışı satıcı tarafından ödenmesi gerekli bir borçtur; şayet nitelik ve nicelik bilinmiyorsa sonuçta karışıklığa yol açan bir belirsizlik vardır. (Hidaye).
Kur'an ve Sünnet'in hükümleri üzerindeki bu mütaalalar açıkça göstermektedir ki herhangi bir ticari sözleşmede cühelanın varlığı onu geçersiz ve hükümsüz kılar.
Garer ve cühela konusundaki fakihlerin görüşleri aşağıda hülasa edilmiştir.
Garer ve cühela şu üç zamanda oluşur: (a) Akdedilen mal henüz teslim edilmediği dö-
nemde, (b) Akdedilen mal kısmen teslim edilince, (c) Akdedilen mal büyük çoğunlukla teslim edildiğinde. İbn-i Velid'e göre bu üç çeşit; (a) çok fazla, (b) vasat ,(c) çok az şeklinde tasnif edilebilir.
Birincisi ve ikincisi -yani (a) ve (b)- garer ve cühela unsuru
nedeniyle kesinlikle gayri meşrudur. Fakat garer ve cühelanın çok az olduğu
sonuncusu -yani (c)- ihtilaflıdır. Muayyen bir akidde çok az olarak
nitelenebilecek garer ve cühela miktarı hakkında fakihler arasında bazı görüş farklılıkları
vardır. Bununla birlikte, bütün fakihler garer ve cühelanın varlığı yüzünden
şu satış formlarının fasid olduğu hususunda müttefiktirler:
1- Henüz imal edilmemiş eşyaların satımı,
2- Satıcının eline (mülkiyetine) daha geçmemiş malların satımı,
3- Olgunlaşmamış meyvenin satımı,
4- Kolaylıkla sahip olunamayan veya devredilemeyen ürünlerin
satımı,
5- (Ücret, nitelik ve
nicelik açısından) Belirsiz eşyaların satımı,
6- Yalnızca taraflardan birine çıkar sağlayan malların satımı.
Bu sayılanlar bizlere garer ve cüheladan dolayı İslam'da meşru olmayan alışveriş, alım-sa-tım mukavelelerinin güzel misallerini sunmaktadır. Bu elemanları barındıran herhangi bir alım-satım akdi yahut eşya, para veya kıymetli menkul değiş tokuşu geçersiz ve gayri meşru olarak değerlendirilir. Yukarıda zikredilen türdeki alışveriş ve değiş tokuş sözleşmeleri Rasulullah @ tarafından yasaklanmıştır.
Nitelik ve nicelikleri gözönünde tutarak müs-lüman hukukçuların eşyaların özelliklerini belirleme hususunda farklı görüşlerde oldukları ve belirli mukavelelerin aynntıları hakkında ihtilaf ettikleri doğrudur. Ancak herhangi bir ticari işlemde garer ve cühela varsa bunun o sözleşmeyi hükümsüz kılacağında bütünüyle hemfikirdirler. Hemen burada işaret edilebilir ki ticari işlemlerdeki garer ve cühela olaylarını incelerken, Allah'ın rızasını kazanmak için yapılan ve tamamen dini mahiyetli olan salih amellere ilişkin misalleri Rasulullah @'ın sünnetinden iktibas etmek uygun değildir. Bu tür durumlarda garer ve cühela sözkonusu değildir. Zira bunlar ticari bir işlem olmayıp ya İyi niyetle yapılan ameli ya da asıl gayenin mali olmadığı ibadetlerdir. Bu meselelerde herhangi bir muğlaklık ve muhtemellik varsa maddiyat sorununu dışlayan dinî bir davranış olduğundan bu amelin niteliğini etkileyemeyecek-tir. Oysa satış akünde veya ticari işlemlerde herhangi bir müphemlik veya belirsizlik unsuru bırakılırsa, bu(nlar) taraflar arasında anlaşmazlık, çatışma ve karışıklığa yol açacaktır.
Meslekten olmayan sıradan bir kişi ateşi yükselip kızaran hastanın yalnızca yüzündeki dış belirtileri farkedebilir. Ancak ateşin asıl sebebi olan dahili hastalığı belirlemekte başarısız olur. Sıradan kişi sadece ateşi düşürürken doktor ateşin dahili sebebini ortadan kaldırarak hastalığı tedavi etmeye çalışır. Meyve satımında vuku bulan da budur. Rasulullah @, zahiri hastalığın (yani anlaşmazlıkların) gerçek sebebini (gareri) -insanlar birincisi için sanarken- çareler sunarak tedavi etmeye çalışmıştır. Bu yüzden, "Anlaşmazlık çıkmazsa bir ticari muamelede (ticari sigorta gibi) garerin varlığı onu gayri meşru kılmaz" düşüncesi bütünüyle yanlıştır. Ekonomik işlemlerdeki zahiri kötülüklerin temel sebepleri riba, meysir, garer ve cüheladır. O dönemin ekonomik sisteminde yer alan fesadın gerçek sebebini "Ri-salet Hikmeti" doğru olarak tesbit etmiş ve gayri meşru kılmıştır. Hiçbir şüpheye yer bırakmadan denilebilir ki, toplumu çürütecek ekonomik kötülüklerin çoğunu meydana getiren bu gayri meşru unsurlarla ilgili olarak o dönemlerde doğru olan günümüzde (ve gelecekte) de doğrudur ve bütünüyle uygulanabilir.
İslam bütün ticari ilişkilerde adalet ve dürüstlükten yanadır, hileli ilişkileri ve sömürüyü yasaklar. "Ticarette herşey mubahtır" görüşünü benimsemez. Aksine, her tür ekonomik ilişkide adalet ve dürüstlük için ısrar eder. Alıcıya aktin şartlarını ve satılan malı inceleyip değerlendirme fırsatı tanımayan alışverişleri taraflardan birine -diğerinin aleyhinde-yersiz çıkar sağlayan ve kuvvet kullanılarak yapılan ticarî .muamele ve mukaveleleri yasaklar. Aşağıdaki ayeti kerime müslümanlara ticarî işlemleri karşılıklı rıza ile yapmalarını; başkalarının mallarını haksız ve gayri meşru yollarla yememelerini emreder: "Ey iman edenler, birbirinizin mallarını batılla yemeyin; (bunun yerine) karşılıklı anlaşma İle ticaret yapın ve kendi nefislerinizi öldürmeyin." (4: 29). Taraflardan herhangi biri lehine istismar, sömürü, iltimas, uygunsuz kazanç sağlayan bütün muamelelerin yasaklandığını bu ayeti kerime açıkça göstermektedir. "Kendi nefislerinizi öldürmeyin" ifadesi haksız yere başkalarının malını alanların gerçekte kendi sonlarını bizzat kendi elleriyle hazırladıklarını acıklı bir şekilde hatırlatmaktadır. Çünkü bu tür kötü hareketler sosyal düzeni öylesine bozar ki zararlı sonuçlarından eninde sonunda kendisi de kaçamaz. (The Meaning of the Qur'an, c.I).
"Aranızda mallarınızı haksız sebeplerle yemeyin ve bile bile insanların mallarından bir bölümünü günahla yemeniz İçin onları hakimlere aktarmayın." "(2:188). Bu ayetin iki yönü vardır. Hiç kimse hakimlere rüşvet vererek başkalarının mallarını ele geçirmeye çalışma-malıdır; başkalarının mallarını ele geçirmek için haksız ve gerçek dışı iddialarla mahkemeye başvurmamalıdır. Varolan delillere göre hakimin haksız taraf lehine hüküm vermesi mümkündür. Ancak, bu, o malın haksız kimseye artık helal olduğu anlamına gelmez. Rasulullah @ bu kişileri şu şekilde uyarmıştır: "Her şeyden önce ben de bir insanım. Bana getirilen bu davada, karşısındaki n den daha iyi konuşan kişi lehine hüküm vermem mümkündür. Fakat bilin ki ben onun lehine karar vermiş olsam da bu yolla bir şeyler kazanan kimse, gerçekte kendisine Cehennem'den bir yer edinecektir." (The Meaning of the Qur'an, c. I, sh. 143).
Toplumda âdil ve dürüst işlemleri teşvik'et-mek ve korumak amacıyla Rasulullah @ aşağıda mütalaa edilen ekonomiye aykırı ve haksız ahş-veriş şekillerini nehyetmiştir.
a- Talk'il celeb: Çiftçiler hububat getirdiklerinde onları şehir dışında karşılayarak bütün hububatı almak ve sonra da getirip pazarda satmak Medine halkı arasından yaygın bir uygulamaydı. Rasulullah @, haksızlık nedeni olan bu alım-satım usulünden insanları men etmiştir.
Rasul-ü Ekrem @ zengin-fakir demeden herkesin ihtiyaç duyduğu temel gıdalardan olan hububatın satımı ile ilgili bu emirleri onun pazarda rahatça satılması için ortaya koymuştur. Aynı zamanda bu hükümler sermaye sahiplerinin mevcut bütün zahireyi pazara gelmeden önce satın alarak fıatı kendilerinin kontrol etmelerini mümkün kılacak şekilde tekelleşmeyi de önler.
Abdullah b. Ömer'den rivayet olunur; "Biz yiyecek getiren kafileleri şehir dışında karşılar; onlardan yiyecek satın alıp pazarda satardık. Nihayet Rasulullah @ onu pazara getirmelerinden önce satın almamızı bize yasak etti." (Buhari). Ebu Hureyre, İbn-i Ömer ve İbn-i Abbas'ın rivayetine göre Rasulullah @; "Yiyecek getirenleri karşılamayın, mallarım yolda satın almayın; şayet birisi onu karşılar da malım satın alırsa mal sahibi pazara geldiği ve kendisine düşük bir fiat ödendiğini tesbit ettiği zaman muhayyerdir^ (dilerse akdi geçersiz sayıp dönebilir)" buyurmuştur. (Müslim, Mu-vatta, Ebu Davud, Tirmizi ve İbn-i Mace).
Bu tedbir Rasulullah @ tarafından satıcının olduğu kadar umumun da çıkarlarını korumak amacıyla alınmıştır. Mallar, satıcının piyasa şartlarıyla karşılaştığı açık pazarda satılmalıdır. Bu ilk başta satıcının gafil avlanmaması-nm; ikinci planda da alıcının bilgisizliğinin satıcı veya temsilcileri tarafından yersiz olarak kötüye kullanılmamasını sağlar. Tüketiciye makul bir fiat temin eder ve onu karaborsacı ve ihtikarcılar tarafından sömürülmekten korur.
b- Hadir'ül libad: Bazı insanlar hububat satıcıları için mümessil (aracı) olarak çalışırlardı ve bütün hububatlar onlar vasıtasıyla satılırdı. Bu simsarlar gerek satıcı gerekse alıcıdan kazanç sağlamakta, ancak hem üreticiyi haklı kazancından hem de alıcıyı adil ve makul bir
fiattan mahrum etmektedir. Rasulullah @, tüketicinin olduğu kadar üreticinin de yararına, bu alım-satım çeşidini nehyetmiştir.
Hemen burada zikredilebilir ki çiftçilere zararlı kötülük ve yolsuzlukları önlemek için modern devletlerin 'Zirai Pazarlama Hareketi' ne geçişleri elifi elifine Rasulullah @'m 14 yüzyıl önce yaptığının aynısıdır. Ebu Hureyre; "Şehir sakinlerinin köy halkı adına satış yapmasını Rasulullah yasakladı" der. (İbn-i Abbas). "Yiyecek getirenleri karşılamayın; şehirli de köy halkı için satmasın" buyurduğunu rivayet etmiş, "şehirli de köy halkı için satmasın" sözünün anlamını Taus'un sorması üzerine de İbni Abbas "kimse ona simsar olmasın manasındadır" demiştir. (Buhari).
Rasul-ü Ekrem @'in bu tür işlemleri nehyet-mesinin gayesi üretici ve tüketici arasındaki aracı ve simsarları ortadan kaldırmak; üretici ile alıcıya sırasıyla uygun gelir ve makul fiat edinmelerini sağlamaktır.
Nitekim Rasulullah @ bu tür ticari ilişkilerden etkilenen tarafların menfaatlerini korumak gayesiyle haksız komisyonculuğu yasaklamıştır. "Abdullah b. Ömer, Cabir, Enes b. Malik, İbni Abbas ve Ebu Hureyre köy halkına ait malların şehirli biri tarafından satılmasını Rasulullah @'ın nehyettiğini nakleder." (Buhari,.Müslim, Ebu Davud, Tirmizi ve İbn-i Mace), Bu men edici emirin hedefi, herhangi bir alım teklifi yapılmadan önce satıcı veya temsilcisinin piyasanın o anki durumundan ta-mamiyle haberdar olabileceği bir yere, açık pazara satılık mallarını getirmesini sağlamaktır.
"Taraflardan birine menfaat sağlayan, akdin gereklerine muhalif olan ya da satılan mal adına tartışmalara vesile olan herhangi bir şartın ilave edilmesi satışı ifsad eder. Mukavelenin vazgeçilmez bir sonucu olmayan ve içerisinde satıcı, alıcı veya satılan mal lehine hükümler bulunan her kayıt, akti geçersiz kılar. Çünkü konu dışı ilave bir hareket, bu kez, diğerine tazminatı şart koşmadan tarafların birinden beklenmektedir. Bu talep satış konusuna bir çıkar sağlaması nedeniyle karakteri gereği ribaya benzer. Mutlaka ihtilaf çıkaracammına o derece önem vermiştir ki onlar için hayır duasında bile bulunmuştur. Enes b. Mâlik ve Abdullah b. Zeyd, Rasulullah @'m şöyle duada bulunduklarını rivayet ederler: "Ey Allah'ım, Medine halkının ölçülerini mübarek kıl." Diğer bir ifadeyle, Hatem'Ün Nebi, Medine Halkının tartı ve Ölçülerinin bereketli olması için dua etmiştir, İbn-i Abbas Rasul-ü Ekrem'in "Her kim önceden hurma satın alırsa tartısını, gününü ve akdini tesbit etsin" buyurduğunu nakleder. (Mişkat). İbni Ömer'in rivayetinde ise Rasulullah @ Medine ölçülerinin güvenilir olduğunu belirtmiştir. (Mişkat).
Rasulullah @'ın, ölçü ve tartı İşleriyle meşgul insanlara, kendilerinden önceki kavimleri yok eden iki şeyle meşgul olduklarını anlattığını İbni Abbas rivayet eder. Başka bir deyişle, Rasulullah @ daha önceki kavimleri yok eden hileli davranışların sonuçları hakkında onları uyarmaktadır. (Mişkat). Cabir tarafından rivayet olunur ki Rasulullah @, farklı türdeki hurmaları ayırmalarını ve insanlar arasında dağıtırken onları tartmalarını istemiştir. (Buhari).
Hz. Osman, birşey alırken ya da satarken daima tartıp ölçmesini Rasulullah @'m kendisine tavsiye ettiğini nakleder. (Buhari).
İlim ve akıl ile bağdaşan, her devirde ve her ülkeye uyan, ayrım gözetmeksizin bütün insanlığa kurtuluş reçetesi sunan ve araştırmacı zihnin karşılaştığı her soruya doyurucu cevaplar veren bir hukuk manzumesi ancak ideal ve mükemmel olabilir. Rasulullah @ işte böyle bir hukuk manzumesini bu dünyaya armağan etmiştir. Konunun uzmanları, Rasul-ü Ekrem @ tarafından ortaya konan hukukun bütün iklim ve zamanlarda tüm insanlık tarafından izlenecek mükemmellikte olduğunu ittifakla ifade etmişlerdir. O'nun kanunları dünyevî ve uhrevî hayatın her bölüm ve alanını kapsar. Bu şeref, dünyada başka bir kanun koyucu veya nebiye değil, yalnızca Rasulullah @'a atfedilebilir. Şeriatın kusursuz niteliği nedeniyle başka bir teşrii yöntemi, başka bir yasama, başka bir yasama meclisi artık gerekli değildir. İhtiyaç duyulan yalnızca, şeriat bilgisi ile donanmış, bu bilgileri yorumlama ve uygulama yeteneğine sahip vekiller konsülüdür. Gereken Kur'an ve sünnete dönmektir. Bu gerçekleştikten sonra artık hiçbir insan yapımı kanun kabul edilmez. Rasulullah @'ın ortaya koyduğu kanun manzumesi bütün gelişim potansiyelini barındırır ve şayet onu yaşama prensipleri olarak kabul eden ilk müslümanla-nn durumunda olduğu gibi doğru şekilde takip edilirse insanları ilerleme ve şerefin doruğuna iletir ki bu aynı zamanda uluslar için de geçerlidir.
Şimdiki müslümanların ekonomik ve politik alanlardaki başarısızlıkları Kur'an ve Sünnetin kurallarına değil aksine müslümanların bu kurallara olan güvenlerinin eksikliğine Ve onun hakiki anlamına göre hareket etmemelerine bağhdır. "Bütün dünya yavaş yavaş fakat ihtiyatla İslam'ın prensiplerine doğru sürüklenmektedir" sözü gaynmuslım bir batılı tarafından söylenmiştir- funyaca ünlü devlet adamları ve hükümdarlar* yetiştiren bu kurallar manzumesidir.
Kanun önünde herkes eşittir; "Hükümdar ya-nılmaz" sözünün İslam'da yeri yoktur. "Kanun önünde herkes eşittir" kuralı inanç ve sınıf farkı gözetmeden tatbik edilir. Ceza Hukuku yalnızca insanların temel haklarının ihlal edilmesiyle ilgilidir. Af olayı dışında genel olarak ceza prensibi açısından haklarına tecavüz edilen fert mukabele hakkından vazgeçebilir, ancak devlet veya devlet görevlileri vazgeçmez. İngiliz yasalarında bağışlama yetkisi yönetimin basma verilmiştir. İslam'da ise yalnızca haksızlık edilen veya zulme maruz kalan kişi affedebilir. Allahu Teâlâ da affetme yetkisini zulmedilen ferde havale etmiştir. Bu yüzden modern yönetimler mazlumun hakkına müdahale etmeyerek bu yüce timsale benzemeye çalışabilir.
Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Kötülüğün karşılığı ancak onun misli (benzeri ) kadar olan kötülüktür. Ama kim affeder ve ıslah ederse artık onun da ecri Allah'a aittir." (42: 40). Burada af ne reddedilmekte ne de onu imkânsız kılan bir tarzda icra edilmektedir. İslam'da ne "dişe diş" ne de bunun karşıtı "sağ yanağı tokatlandığında sol yanağını çevir" yahut "kardeşinin cübbesini çalmış kişiye bir pelerin de sen armağan et" şeklindeki ifrat ve tefrit anlayışları vardır. Haksızlık edene faydası dokunacak ve sorunu halledecek ise bağışlamanın uygulanabilir olması bir güzel yol, bir altın kuraldır. Suçlu on kişiyi yanılarak berat ettirmek, suçsuz bir insanı mahkum etmekten daha hayırlıdır.
1- Kati (Cinayet): Hemcinslerinin varolma haklarını ihlal etmek şirkten sonra en büyük günahtır. Bu yüzden de en büyük hukuk cezası verilmiştir. Diğer bir ifadeyle kasti cinayetlerde (kati) suçlu ölüme mahkum edilir. Bu hüküm hususunda İslam'da bir özellik vardır: Öldürülen şahsın varisleri yeterli tazminat ya da kan parası olarak katil için ölüm cezasını iptal ettirebilirler. İstemeden yapılan (kasıtsız işlenen) cinayetlerde Ölüm cezası yoktur, yalnızca kan parası söz konusudur. Gerçek suçlunun kimliği hakkında kuşku varsa kan parasının devletçe ödenmesi emredilir. Normal
dönemlerde herhangi bir insanı öldürmek inanç ve sınıfına bakılmaksızın kesinlikle yasaklanmıştır: "Kim bir nefsi, bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksızca) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur." (5:32). Rasulullah @ gayri meşru zımmiler hakkında şunları buyurmuştur: "Onların malı bizim malımız, onların kanları bizim kanlarımız gibidir." Ali b. Ebu Talib de "Zımminin kanı müslümanın kanı, onun mallan ve sürüleri müslümanın malı ve sürüsü gibidir" demiştir. 'Anlaşmalı bir insanı öldüren kimse Cennet'in kokusunu alamaz" ifadesi de Rasulullah @'a aittir.
Görünüşte cinâî (criminal) olmasına rağmen aşağıdaki hallerde
diyet vermek gerekli değildir:
1- Dört ayaklı hayvanların yol açtığı yaralanma, ölüm ve
hasarlar.
2- Madenlerde, kuyularda veya diğer riskli yerlerde gönüllü
Çalışma esnasında uğranılan zarar, yaralanma ve ölümler.
3- Kendi hayatım veya malını korumaya çalışan kişinin sebep
olduğu yaralanma ve ölümler.
4- Müsaade almadan pencere ya da bölme arasından gizlice
gözetlerken başa gelen yaralanma ve ölümler.
5- İslam dinini savunurken ya da bir aileyi korurken oluşan
yaralanma ve ölümler.
6- Rasulullah @ hakkında sürekli kötü konuşmakla veya O'na küfri iftiralar atmakla suçlu bulunan kişiye yapılan yaralama ve öldürme hareketleri.
2- İsyan (Fitne): Bu, ölümü davet etmesi ve ölüme sebep olması nedeniyle katiden daha hafif bir suç değildir: "Fitne ise katiden daha beterdir." (2: 217). "Şüphe yok ki Allah, size adaleti, ihsanı, yakınlara vermeyi emreder; çirkin utanmazlıklardan, kötülüklerden ve zorbalıklardan sakındırır." (16: 90). Rasulullah @ şöyle buyurmuştur: "Fitne ve kan bağını koparmak dışında, ahirette onun için hazırlanan azabla birlikte bu dünyada verilen cezanın karşılayamayacağı hiçbir günah yoktur." Böylece kuvvetle mahkum edilen bu büyük suça (fitneye) hukuken büyük ceza verilmiştir.
3- Zina: Zinanın cezası, Kur'an-ı Kerim'in şu ifadeleriyle belirlenmiştir: "Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurunuz." (24: 2). Sünnet'e göre evli bir şahıs tarafından yapıldığında zinanın cezası recm (taşlanarak öldürme) dir. Rasulullah @'ın, "Şu üç şeyden biri dışında,,bir müslümanın kanını akıtmak helal değildir: Evlendikten sonra zina, İslam'dan sonra küfür ve haksız yere adam öldürme" buyurduğu rivayet edilir. Bu ceza ,dört raşid halife döneminde de uygulanmakta İdi. İslam çok sıkı bir ahlaki görüş açısı benimseyip sorumluluğun hiçe sayılmaması için hapisten ölüme kadar çeşitli cezalar vermiştir. Kadın veya erkeğe, suçunun gerektirdiği cezadan başkasıyla muamele edilmemesini emretmiştir. Bu hususla o, diğer ülkelerin yaşayan kanunlarından ayrılır. Tek başına bu kural bile günümüzde artış gösteren zina, insan kaçırma, sefahat ve rastgele suçlar ile kadınlara yapılan çirkin saldırılan tek basma çözümler. Hadler çok sert gözükmektedir; ancak yapılan kötülükler daha da menfurdur; toplumda büyük infiallere, rahatsızlıklara yol açarlar. Bu tur suçlulara merhametli davranmanın diğer insanların da bu kötülükleri işlemelerim kolaylaştıracağı bir gerçektir. En şiddetli cezadan başka hiçbir tedbir, anılan suçluları durduramaz. Hafif cezalar gerçekte insanlardaki düşük cinsi ahlaki seviyeyi yansıtır. Bu, Rasulullah @'ın dünyada en sağlam ahlak anlayışına sahip olduğunu ve O'nun ahlakiliğe büyük önem atfettiğini de gösterir. Bırakalım Rasulullah @'ın karakterini eleştirmeye çalışanlar bu nokta üzerinde uzun uzun düşünsünler ve bir karara varsınlar. Cahili toplumlarda bir erkek veya kadına duyulabilecek en büyük güvenin yıkılmasına yol açan; aileleri harap eden; ev halkının sukunetini-huzurunu yok eden; masum çocuğu sevgili annesinden, sevgili kocayı aziz hanımından mahrum bırakan bir yıkıma, birkaç liralık hırsızlık olayı kadar bile ciddi bir gözle bakılmamaktadır. İslam dışı toplumlarda, kadınlar iffeti hiçe sayan kasıtlı davranışları yüzünden cezalandırılmazlar. Bu durumda bütün yönetimlerce İslam'ın mükemmel misali izlenmedikçe, kadınlar da erkeklerle birlikte cezalandırılmadıkça insan kaçırma, saldırı ve zinanın sonu gelmeyecektir.
4- Zina İftirası {Kazf ve Lian): "Namuslu ve hür kadınlara (zina isnadıyla) iftira atan, sonra da dört şahid getirmeyenlere de seksen değnek vurun ve onların şahidliklerini ebedî olarak kabul etmeyin. Onlar fasık olanlardır." (24: 4). Zina cezası çok sert olmasına rağmen, isbatlanması için dört görgü şahidi gerektiğinden hukuki açıdan çok az dava doğrulanabilir. Şayet şahitler suçun tesbit edilmesinde başarısız olurlarsa her birine seksen değnek vurulur. Zinanın son derece gizlilik içinde işlendiği, herhangi bir itirafta bulunulmadığı düşünülüp ve suçun tesbiti için gerekli şartlar da gözönü-ne alınırsa, büyük hukuk cezasının hemen hemen hiç uygulanmadığı anlaşılır. "Kendi eşlerine zina isnad eden ve kendilerinden başka şahidleri de bulunmayanlara gelince) onlardan her birinin şahidliği, Allah adına dört (kere yemin) ile kendisinin hiç şüphesiz doğru söyleyenlerden olduğuna şahitlik etmektir. Beşinci (yemini) ise, eğer yalan söyleyenler-dense, Allah'ın lanetinin muhakkak kendi üzerine olması(nı kabul etmesi)dir. Zevcenin de dört kere Allah adına (yeminle) kocasının muhakkak yalan söyleyenlerden olduğuna şahid-lik etmesi kendisinden cezayı uzaklaştırır. Beşinci (yemini) ise, eğer o (koca) doğruyu söyleyenlerden ise, Allah'ın gazabının mutlaka kendi üzerine olması(m kabul etmesi)dir. (24:6-10).
Kocanın, hanımına zina isnadı durumunda, kocanın dört kez şehadet etmesi ve beşincisinde, eğer yalancıysa, Allah'ın lanetini üzerine davet etmesi yeterlidir. Bunu geçersiz kılmak için zevce, dört kez yeminle reddetmeli ve beşinci kez kocayı doğruysa Allah'ın gazabını üzerine çağnmalıdır. Rasululah @'ın sünnetine göre, karşılıklı lianda bulunan eşler talaka gerek kalmadan ebedi olarak ayrılırlar. Zira Ibni Abbas'ın rivayetine göre Rasulullah @, "Lianda bulunan kan-koca ayrılırlar ve ebediyen birleşemezler" buyurmuştur. Ali b. Ebu Talib ve İbn-i Mesud'dan da "Rasulullah @ lian yapan karı-kocanm ebediyyen birleşeme-yeceklerine hükmetmiştir" sözleri nakledilir.
5- Hırsızlık (Sirkat): Hırsızlık, kişinin malı üzerine savunulabilir bir sebep olmadan yapılmış bir tecavüzdür ve kişiyi zorlukla kazandığı para ve malından mahrum edip toplumda huzursuzluğa yol açar. Hırsızlar barış ve güven içindeki topluma tehdit oluştururlar; kendilerine tehditçi gözüyle bakılır. Bu yüzden sert hadler emredilmiştir.
"Hırsız erkek ve hırsız kadının, (çalıp) kazandıklarına bir karşılık, Allah'tan da tekrarı önleyen kesin bir ceza olmak üzere ellerini kesin." (5:38). Rivayete göre, "Rasulullah @ hırsızın elini bilekten kesmiştir." Cumhur'un kanaati de bu yoldadır. Hırsızın eli kesildikten sonra ikici kez hırsızlık yaptığı takdirde bu defa bütün fakihlerin ittifakıyla sol ayağı bilekten kesilir. Darekutni, Rasulullah @'dan şöyle rivayet etmiştir: "Birisi hırsızlık yaptı mı elini kesin. İkinci defa hırsızlık yaparsa sol ayağını bilekten kesin." Yine Darekutni'nin Ebu Hureyre'den tahriç ettiği bir hadiste Rasulullah @, "Eğer çalarsa hemen elini kesin, sonra tekrar çalarsa ayağını kesin; üçüncü kez çalarsa diğer elini kesin, dördüncü kez çalarsa diğer ayağını kesin" buyurmuştur. Üçüncü kez hırsızlık eden ve bir eli ile bir ayağı kesik kişinin sol elini kestirmesi Ali b. Ebu Ta-lib'den istendiğinde, "Onu da kesersem bu adam ne ile temizlenir, ne ile yer?" diye cevap vermiş, ayağı hakkında ise, "Ayağını mı keseyim? Sonra ne üzerinde yürür. Gerçekten ben Allah'tan utanırım" demiştir.
Yapılan hırsızlığın elin kesilmesini gerektirmesi için çeşitli şartlar vardır; çalman malın miktarı, malın korunur olup olmadığı... gibi. Günümüzün medeniyeti ışığında cürüm karşılığında beden parçalarının kesilmesi hem barbar hem de zalimane bir uygulama gibi gözükmektedir. Bu kan sonucunda hırsızlık kayıtları sayıca artmakta, teyakkuzdaki polis miktarının çoğaltılması bu suçları denetim altında tutamamaktadır. Bu ibret verici cezayı uygulayan ülkelerde, mesela Suudi Arabistan'da bu suçların önlendiğinden bahsetmek memnuniyet vericidir. Bu tür cürümleri tekrar tekrar işleyen suçlu, toplum için tehlikeli hale gelir; şayet zikredilen cezalar uygulanıp beden parçaları kesilirse hem yeniden işlemekten çekinecek hem de hareket serbestiyeti olmadığından suç işleyemeyecektir. Bununla birlikte kişi, akrabalarının evinden hırsızlık yaparsa, hırsızlık; seyahat, sefer ve cihad esnasında işlenmişse, bir köle tarafından yapılmışsa veya çalman malın değeri belirli bir düzeyin altında ise hadd-i sirkat sözkonusu değildir.
6- İkinci Derecedeki Suçlar ve Ta'zir. Bunlar cezası Kur'an-ı Kerim'ce belirlenmeyen kusurlardır ve verilen cezalar ta'zir olarak adlandırılır. Ta'zirin miktar ve şekli, olayı çerçeveleyen şartlara bağlı olarak her olayda cezanın şekli ve miktarını belirleyecek olan hakim ve kanun yapıcının eline bırakılmıştır. Ceza; hafifçe dövmek, hapsetmek, azarlamak ve para cezası gibi çeşitli şekilleri ihtiva eder. İmam Ebu Hanife, ta'zirde değnek sayısının en fazla 39, en az 3 olduğunu ifade eder. Vücut organlarını yaralama durumunda ise kısas ve diyet kuralları geçerlidir.
Hemen hemen her içki içme olayında, Rasulullah @'ın verdiği ceza (hadd-i şurb) ayakkabı, değnek veya elle vurmaktır. İçkiden yüz çeviremeyen kronik alkoliklere vurulan en fazla değnek sayısı seksen idi. Enes b. Ma-lik'den rivayet edildiğine göre, Rasulullah @'a şarab içmiş bir adam getirmişler, O da buna iki hurma dalı ile kırk kadar sopa vurmuştur. Enes şunları ilave eder: Bunu Ebu Bekir de yaptı. Ömer ise halîfe olunca halk ile istişare etti. İstişare sırasında Abdurrahman b. Avf, "Haddin en hafifi 80 (değnek) dir" dedi. Ömer de bunu emretti. (Buhari ve Müslim). Ali b. Ebu Talib'in rivayeti ise şu şekildedir: "Rasulullah @ kırk değnek had vurdu; Ebu Bekir de kırk değnek vurdu. Ömer ise seksen değnek vurdu. Bunların hepsi sünnettir. Ama Ömer'inki bana daha hoş geliyor." (Müslim). Müslim benzer bir hadisi Hz. Osman'dan nakleder.
İslam'dan önce gerek Araplar, gerekse Arap olmayanlar arasında malların nesilden nesile geçişi, hem memnuniyetsizliğe yol açmakta, hem de iyice netleşmemiş çizgilerde gerçekleşmekteydi. Genellikle erkek fertlere hasre-dilmekte ve kız çocukları, dullar, anneler, kız kardeşler, küçük-aciz fertler mirastan pay alamamaktaydı. Onların arasında mirasın temel prensibi "miras alanın aile ve kabilesinin şerefini savunabilecek birisi olması" idi. Yahudi hukukunda, kız evlatlar erkek çocuklar tarafından hariç tutulur, anneler çocuklarından miras alamazlardı. Evlilik dışı doğmuş çocuklar aynen meşru çocuklar kadar hisse sahibiydi. Kız çocukların, annelerinin mallarında paylan yoktu. Hindistan'da, kız çocuklar yine erkek evlatlar tarafından dışlanır, dul hanım ve kadınların belirli bir paylan olmazdı. Kendi kazandığı ile atadan kalan mallar arasında da bir ayırım vardı. Avrupa'da, taşınmaz mallar ile kişisel mallar arasında ayırım güdülürdü. Kadınları geveze pozisyonuna düşüren mirastan hariç tutma uygulaması ve diğer eşitsizlikler, Rasulullah @ tarafından kaldırılıp yerine kadınlara sahip oldukları anne, kızkar-deş, kız çocuğu ve hanım gibi sıfatlara uygun olarak kesin paylar temin ederek daha eşit ve daha adil prensipler benimsendi. Hisseleri teminat altına alındı, hakları kabul edildi ve statüleri alabildiğine yükseltildi. Kişisel kazanç ve ferdi çalışma hakkı erkeklere olduğu kadar kadınlara da tanındı. "Erkekler için kendi kazandıklarından bir pay, kadınlar için de kendi kazandıklarından bir pay vardır." (4:32). Bir Avrupalı yazar bunu şu şekilde kabul etmek zorunda kalmıştır: "Tabii yerleri muhabbetimizde ilk sırayı alan kimsenin hisselerine yeterince özen gösterildiğini görürüz. Daha kesin, daha adil, daha eşit kurallar ihtiva eden başka bir sistem tahayyül etmemiz gerçekten güçtür."
Servet Dağılımı: Vefat eden şahsın geride bıraktığı
servet "öncelik sırasına göre şu şekilde kullanılır:
1- Cenaze masrafları,
2- Borçların tanzimi,
3- -Varsa vasiyetler- terekenin üçte birine kadar yerine
getirilir,
4- Kalanı varisler arasında dağıtılır. Varisler arasındaki rüçhan ise şu sırayladır:
1- Baba, koca, anne, hanım, kız çocukları, erkek çocuğun kızları, öz kız kardeşler, anne bir kız veya erkek kardeşlerin hakları verilir.
2- Artan miktar geride kalan oğullar ve diğerleri arasında şartlarına bağlı kalarak bölünür.
3- Sonra sıra uzak akrabalara gelir.
Dört şahıs vâris olamaz:
1- Sahibinden kaçan köle,
2- Mirası söz konusu
olan şahsı öldüren kimse,
3- Farklı din mensupları,
4- Farklı dar'da yaşayanlar (dar ul harb de yaşayan biri, dar'ül İslam'da İkamet eden birinden miras alamaz).
Bir şahıs, arkasında borçlarını karşılayacak kadar varlık bırakmamışsa, o kişinin borçları devlet hazinesinden (beyt'Ül mal) ödenir.
Hediyeleşme: Hediyeleşirken bir yabancı lehine bütün varlık elden çıkarılabilir, ancak diğerlerinin rızası alınmadıkça ister kız ister erkek olsun bir evlat diğerlerine tercih edilemez. Rasulullah @, evlatlarından birine hediye veren bir sahabeye, "Öteki çocuklarına da benzer hediyeler verdin mi?" diye sormuş, "Hayır" cevabını alınca da, "Allah'tan korkup sakın ve çocukların arasında adaletli davran" buyurmuştur.
Vakıf: Lügatte durdurma, alıkoyma, duruş, durma, kımıldanmama, ayırma ve bağlama gi-. bi manalara gelen vakıf Şeriat'te; muayyen bir majh sahibinin mülkünde hapsederek menfea-atini tasadduk etmektir. Hayır niyetiyle bir mülkün sürekli olarak Allah'a adanması anlamına gelen vakıf vasıtasıyla bir müslüman, ya temelde hayır gayesiyle çocukları için veya başka bir hayır maksadı için bütün mahnı-mülkünü elden çıkarabilir. Bu yolla nesilden nesile aktarılan mülk bağlıdır; satılamaz, devredilemez, havale edilemez, mirasa konu alamaz. Ancak kayyıma (vakıfta çalışanlara) aylık bağlanabilir. Nitekim geçim ve içtimai tasarruf imkanlarım sağlayan ve mülklerini kuşaktan kuşağa devrini sağlayan bu büyük silah, müslümanlara Yüce Sari tarafından verilmiştir. Mülkün bu usulle dağıtımı gerek dünyevî,gerekse uhrevî açıdan en güzel-mü-kemmel metoddur . Bu usûl diğer hukuk sistemlerinde yoktur.
Vasiyet: Bu yolla bir mülk, vâsi tarafından bir başkasına meşru şekilde devredilir, ancak devretme işlemi hemen değil vasiyet edenin ölümünden sonra yürürlüğe girer. Bu usul diğerlerini hariç bırakacak şekilde varislerden biri lehine, öteki varislerin rızası alınmadıkça kullanılamaz. Herhangi bir mirasçının olmadığı durumlarda malın tamamı vasiyet edilebilir. Kur'an-ı Kerim şöyle buyurur: "Sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman, eğer geride bir hayır (mal, mülk., vb.) bırakmışsa; anaya. babaya ve yakın akrabaya bilinen (meşru) bir tarzda vasiyette bulunması -Allah'a karşı gelmekten sakınanlara bir hak olarak- size yazıldı (farz kılındı)." (2:180). Nitekim, yakınlara yapılacak vasiyetler (4:11) de olduğu gibi Miras Hukuku'nun konusu içerisindedir. Sa'd b. Ebi Vakkas rivayet eder ki, Rasulullah @'a giderek, "Ya Rasulullah, ben zenginim, bir tek kızımdan başka varisim de yok. Malımın üçte ikisini tasadduk edeyim mi?" dedim. "Hayır" buyurdular. "Yansım tasadduk edeyim mi?" dedim. Yine "Hayır" dediler. "O halde üçte birini tasadduk edeyim mi?" dedim. "Üçte bir? Üçte bir çok. Şüphesiz ki senin mirasçılarım zengin bırakman, onları fakir, aleme el açar bir halde bırakmandan daha hayırlıdır" buyurdular. (Buhari ve Müslim). Ebu Umamete'l Bahiliy, Rasulullah @'ı; "Şüphesiz ki Allah her hak sahibine hakkını vermiştir. O halde varise vasiyet yoktur" derken işittim demiştir. (Ahmed, Tirmizi, Ebu Davud, İbn-i Mace). "Kim varislerinden birinin mirasını keserse, Allah da onun cennetle olan bağım keser" uyarısı Rasul-ü Ekrem @'a aittir.
Umrâ: Ömür boyunca istifade edilmesi İçin başka insanlara verilen, aksine bir şart koşul-madıkça bağışlayan kişinin de yaşadığı müddetçe yararlanacağı hasene maldır ki, umrâ sahibinin Ölümünden sonra kendi mirasçılarına kalır.
Toplumun ve toplumsal ilişkilerin iyileştirilmesi için Rasulullah @'m takdim etmediği hiçbir usûl kalmamıştır. Bu hukuk manzumesi benzersiz, emsalsiz ve kendi içerisinde eksiksizdir. Bu yüzden yeni bir teşri'ye ihtiyaç duymaz.
1- Yoksul ve Muhtaçlar: Zekat, sadaka ve fitr isimleriyle bilinen mecburi (farz-vacib) ödemeler sistemini sunmuş olan İslam'dan başka hiçbir toplum yoksul ve muhtaçların korunmasını teminat altına alamaz.
2- Köleleri Serbest Bırakma: Kölelere yapılacak muamele ve onları azad etme ile ilgili çeşitli kurallar ortaya konmuştur. Rasul-ü Ekrem @ müslümanların erkek kölelere kardeş, kadın kölelere ise kız kardeş olarak hitap etmelerini müslümanlara emretmiştir. Muaz b. Cebel'e şunları söylemiştir: "Ey Muaz, Allah, kendisine yeryüzünde köle azad etmekten daha hoş gelen hiçbir şey yaratmamıştır." Toplanan zekat miktarının bir kısmı, onların serbest bırakılmasına tahsis edilmiştir.
3- Komşuluk Münasebetleri: Komşuların çıkarlarını korumak amacıyla yeterli tedbirler alınmış ve bu gayeye yönelik olarak suf a kuralı getirilmiştir. Bir yerin satış veya devri sırasında onu almayı daha çok hakkedenler komşulardır. Rasulullah @ şöyle buyurmuştur: "Musibetinden komşusunun emin olmadığı kimse Cennete giremez."
4- Kadınların Korunması: Kadınlara mallarıyla ilgili gerekli haklan verilerek sosyal statüleri yükseltilmiştir. Şartsız mülk sahipliğinin yamsıra, diğer alanlarda da haklar tanınmıştır. Birinci olarak, Rasulullah @ evliliğin bir sözleşme (akid) olduğu ve tıpkı diğer akitler gibi feshedilebileceği kavramını ortaya koydu. Buna bağlı olarak, eşler arasında ta-mamiyle bir anlaşmazlık varsa boşanma kuralı geçerlidir. Boşanma hükümlerine göre, kocaya boşama yetkisi verildiği gibi kadına da kocasından boşanma hakkı verilmiştir. Başka hiçbir hukuk sisteminde bu yetki kadına kadar uzanmaz. İkincisi, isterlerse tekrar evlenmelerine müsaade edilerek dullar sıkıntıdan kurtarıldı. Üçüncü olarak, kocanın düşüncesiz davranışlarına karşılık kadının güvenliğinin teminatı ve rastgele boşanmalarına büyük bir engel olarak kadına mehir hakkı tanınmıştır. Dördüncüsü, hanımlar arasında adaleti gözetmek şartıyla evlilik sayısı dört ile kayıtlanmıştır. Beşinci olarak, kadınların iffetini koruyucu engel olarak tesettür sistemini kazandırmıştır.
5- Faiz: Rasulullah @ basit ya da bileşik her bir riba sistemini lağvedip ortadan kaldırdı; mudarebe ve alışverişi hakim kıldı. Faiz yerine karşılıksız ödünç vermeyi (karz-ı hasen) özellikle tavsiye etti.
6- Borcun Ödenmesi: Rasul-ü Ekrem borçlann ifası üzerinde ısrarla durmuş ve "Gerçekten, şehidin baştan başa bütün günahı affedilir." "Borcunu ödemeye niyeti olan hiçbir kul yoktur ki Allah'tan kendisine bir yardım gelmesin.11 "Şüphesiz ki Allah, borcunu ödeyınceye kadar borçluyla beraberdir." buyurmuştur. Borcunu ödeyebilmesi için borçlunun zekat alabileceğini belirtmiş, borçlunun borcunu temizleyemediği durumlarda alacaklılardan bu borcu sadaka olarak silmelerini istemiştir. "Eğer (borçlu) zorluk içerisindeyse, ona elverişli bir zamana kadar süre (verin). (Borcu) sadaka olarak bağışlamanız ise, eğer bilirseniz, sizin için daha hayırlıdır." (2: 280). Borcunu Ödeyememesi yüzünden borçlunun hapsedilmesi İslam'da sözkonusu değildir. Rasulullah @'ın alacaklı-şahıslara, "Ne bulursanız alın; lakin sağlayacağınız hepsi hepsi bu kadardır" buyurduğu nakledilir. (Müslim).
Rasulullah @'ın ifadelerine göre ahlakî kurallar Allah Azze ve Celle'nin_ sıfatların yansımalarıdır. Diğer bir ifadeyle, bizim ahlakımız O'nun vasıflarım mümkün olduğu kadar izlememize bağlıdır. Mesela merhamet sıfatını ele alalım: Rabbimiz 'Rahman' olduğundan biz de merhametli olmalıyız- Rabbimiz merhametini gösterirken nasıl bir ayrım gözetmiyorsa biz de gözetmemeliyiz. Bu, diğer ilahi sıfatlar için de geçerlidir.
Rasulullah @ şöyle buyurmuştur: "Nefsini rabbani sıfatlarla boya." "De ki: 'Allah boyası ile boyan. Allah'ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir? Biz ancak Allah'a kulluk ederiz,'" (2:138). Bu yüzden, ahlakî yükümlülükleri hiçe sayarak hırsızlık, zina, zina iftirası, sarhoşluk gibi kötülüklerin yapılmasına Rasulullah @ tarafından sert cezalar verilmiştir. Allah'ın Son Peygamberi ve Rasulü olan Muhammed @, insanoğluna rehber olması için her hususta ahlâkî meziyet misalleri ve kuralları bırakmıştır.
Devlet dahilindeki bütün cemaatler kendi kanunları ile eşit olarak yönetilirler. Diğer milletlerle gözönüne alındığında, Rasulullah @ şu milletlerarası kurallara riayet edilmesini ısrarla ifade etmiştir:
1- Anlaşmalara riayet edilmelidir.
2- Temsilcilere saygısızlık yapılmamalı ve elçiler öldürülmemelidir. Tebük Savaşı, Rasulullah <S)'ın elçisinin katledilmesi üzerine yapılmıştır.
3- Ticaret ve alışveriş eşit şartlarda yürütülmelidir.
4- Uluslar arasındaki ilişkide candan sevgi ve muhabbet gözetilmelidir. ('The ideal World Prophet').
Başka medeniyetlerle ilgisiz, dünyanın diğer bölümleriyle bağlantısız bir bölgede, kültürsüz, medeniyetten uzak insanlar arasından ümmi ve tahsilsiz bir kişinin çıkıp bir hayat nizamı, İlkelerinin yavaş yavaş modern dünyaca tanınmaya başladığı bir temel yasa ortaya koyması şaşılacak bir şey değil midir? Bugünkü medeniyetin kökleri doğrudan Rasulullah @'m hükümlerine kadar uzanır. Bütün dünya zifiri karanlık ve barbarlık içinde yüzerken dünyaya medeniyet meşalesinin ışıklarını tutan; getirdiği hukuk ve ahlak anlayışı dünya tarafından kana kana içilen Rasulullah @'dır. Her ulus ve topluluk artık şu ya da bu şekilde İslam'ın kurallarını benimsemeye çalışmaktadır. Raca Rammohan Roy, Kur'an'ı okuduktan sonra Hindistan'dan puta tapıcılığı kaldırmaya çalışmadı mı? Martin Luther, Rasulullah @ tarafından tebliğ edilen tevhid akidesinden etkilenerek Roma Katolik Kilise-si'ndeki putperestçe uygulamaları yok etmek için uğraşmadı mı? Politik hayata baktığımızda, Rasululah @'ın ardından Fransız Devrimi, Amerikan Bağımsızlık Savaşı ve Bolşevik Rusya'nın insanların eşitlik ve kardeşliğinden nasıl ısrarla bahsettiklerini görmez miyiz? Sosyal meselelere bakacak olursak, dünyanın toplumsal düzenine O'nun köklü bir inkılâb getirdiğini görmez miyiz? Adalet peşinde kosipleri değil midir? İşte bu yüzden, "Dünya şan çağdaş birçok arayış, yöneliş ve hareketle- yavaş yavaş, ancak ihtiyatla İslam'ın hükümrin kökleri İslam'a, İslam'ın etkinliğine bağlı lerine doğru sürüklenmektedir" sözü haklı değil midir? Boşanma, çok evlilik, din değiş olarak söylenmiştir. (Bu bölümün tamamlayıtirme, miras, sosyal güvenlik, içki yasağı, fuhcısı mahiyetindeki Rasulullah @'ın "Hâkim" şun gayri meşruluğu gibi modern dünyaca olarak incelendiği bölüm III. ciltte yer alma sonradan kabul edilen hükümler İslamm prentadır.).