KISIM 25. 2

FAİZSİZ TOPLUM GELİŞİR.. 2

KISIM 26. 3

MÜSBET FAİZ ORANINA KARŞI TEZ.. 3

KISIM 27. 3

SIFIR FAİZ ORANI. 3

Faize İslâmî Bakış. 3

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM... 3

HZ. MUHAMMED: SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM KANUN KOYUCU.. 3

Giriş. 3

KISIM 1. 3

RASULULLAH @'IN SÜNNETİNİN HUKUKÎ STATÜSÜ.. 3

Sünnet Nedir?. 3

"Sünnet Müstakil Yasama Kaynağıdır" Görüşü. 3

"Sünnet Müstakil Yasama Kaynağı Değildir" Görüşü. 3

KISIM 2. 3

HZ. MUHAMMED @'IN FERD VE RASÜL OLARAK STATÜSÜ.. 3

Nebî Olarak Statüsü. 3

KISIM 3. 3

KANUN KOYUCU OLARAK HZ. MUHAMMED @... 3

Giriş. 3

Hulu' (Kadının İsteği Üzerine Boşanma) 3

Boşanmada Mehir Meselesi 3

İddet (Bekleme Dönemi) 3

Çocuğun Bakımı Ve Terbiyesi (Hidane) 3

Yemin Kefareti 3

KISIM 4. 3

İSLAM HUKUKU'NUN TEMEL İLKELERİ. 3

Giriş. 3

1- Anayasa. 3

2- Allah'ın Hâkimiyeti 3

3- Allah'ın Hükmünün Üstünlüğü. 3

4- Allah'ın Hükmü Nihaidir 3

5- Rasulullah'a İtaat Allah'a İtaattir 3

6- Her Fert Kendi Hareketlerinden Mesuldür 3

7- İnsan, Kendi Akıbetinin Hazırlayıcısıdır 3

8- Doğru, Yanlış, İyi ve Kötünün Nihai Ölçüsü. 3

9- Adalet Ve Ma'rûfun Yaygınlaştırılması 3

KISIM 5. 3

MİRAS HUKUKU.. 3

KISIM 6. 3

MEDENİ HUKUK.. 3

KISIM 7. 3

YASAKLAYICI TEDBİRLER.. 3

Faiz (Riba) 3

Hadisler 3

Kumar (Meysir) 3

a- Anne karnındaki Yavruyu Satma (Habel el-Hable) 3

b- Müzâbene Ve Muhakale. 3

c- Meyvelerin Olgunlaşmadan Satımı {Muhadara) 3

d- Mülkiyetine Sahip Olmadan Satma. 3

e- El-Limas Veya Mülaseme (Dokunarak Satış) 3

f- Nibaz Veya Münabeze (Atarak Satış) 3

h- Muaveme (İleriye Dönük Satış) 3

Garer (İhtimal Ve Risk) 3

1- Şüphe Ve İhtimale Bağlı Garer 3

2- Hîle Ve Kandırmaya Bağlı Garer 3

KISIM 8. 3

BELİRSİZLİK UNSURU (CÜHELA) 3

a- Tahmin Ve Şüphe İle Satım.. 3

b- Tayin Edilmiş Ücret 3

Özet 3

Sömürü Ve Haksız Muameleler 3

Haksız Ve Bâtıl Takas Metodları 3

KISIM 9. 3

MÜKEMMEL KANUN KOYUCU.. 3

Ceza Hukuku. 3

Medenî Hukuk. 3

Toplumsal Kurallar 3

Ahlâkî Kurallar 3

Uluslararası Hukuk. 3

 

 

 

 

Daha da ileride tasarruflarının borçlardan zi­yade yeni yatırımlardan çıkış yolu bulma şanslarım artıracak küçük faiz hadlerini sa­vunmuştur.

Faiz doktrini tartışan bir Alman ekonomist Silvio Gesell, gerçek sermayenin büyümesine sınır getiren şeyin faiz oranlan olduğunu ileri sürer. Bu yüzden faiz hadlerinde bir indirimi önerir, ilaveten gerçek sermayenin büyümesi­nin nakit faiz oram tarafından geri çekildiğini ve eğer bu frenler kaldırılırsa modern dünya­da gerçek sermaye büyümesinin çok çabuk olacağım, kısa vadede olmasa da sonuçta sıfır faiz oranının doğrulanacağını ekliyor. Şimdi ana ihtiyaç nakit faiz oranının düşürülmesidir. Bu işaret ettiği gibi diğer kısır mal stoklarında olduğu gibi daimi maliyetin heder olmasına paranın sebep olması tarafından etkilenebilir. Bu onun isminin onunla bütünleştiği ve Prof. Irving Fısher'in takdirlerini aldığı meşhur "kı­sır para" (stamped money) tanımım yapması­na yol açtı.

Şimdi faizin ana zararları şu ifadeler içerisin­de toplanabilir:

1- Yüksek faiz haddinin varlığı uygun yatı­rım teşvikini tahrip eder. Yatırım seviyesi dü­şer ve bu yüzden istihdam seviyesi ve gelir seviyesinde düşme görülür. Toplam gelir mik­tarındaki düşmenin sonucu olarak, toplam tü­ketim miktarı da menfi benzerlikte etkilenir. Ve biz tüketimin, ekonomik aktivitenin yega­ne objesi olduğunu biliyoruz. Bu yüzden yatı­rım seviyesindeki bu düşüşün ve bundan dola­yı istihdamdaki bir düşüşün ülkedeki mallarda endüstri ürünlerinde ve tarımdaki toplam ta­lepte, düşmeye bağlıdır. Sonuç olarak ticari gelişme ve endüstri, bundan dolayı da ülkede­ki sermaye büyümesi duracaktır.

2- Faiz, ekonomimizi bozmak için çok kompleks bir tarzda işler. Tasarruf ve yatırım yapacak parası olanlar için o bir çeşit yatırım şekli sağlar. Onların payı olan para, üretim sü­resinde hiçbir yer olmaksızın sabit bir faiz yüzdesi temin edeceği bankalara toplanır. Ekonomistler bu paranın sanayi ve ticarette kullanılacağım tahmin ederler. Fakat pratikte bu tahminin geçerliliği yoktur. Bir bankanın aktiflerinin çok mühim bir parçası üretici ol­mayan kanallara ayrılmıştır. Bankalar hükü­met tahvillerine yatırmakta spekülatif amaç­larla para artırmakta ve kambiyo senetlerine ödemektedir. Bunların hiç birisi üretim süreci değildir. Kambiyo senetleri olsa bile. Onlar ti­careti kolaylaştırmalarına rağmen, Kur'an-ı Kerim'de öngörülen bir ideal ekonomik sis­temde kambiyo senetleri serbestçe ödenmeli­dir. Buradaki nokta faiz müessesesinin serma­yelerini üretici olmayan kanalları bankalarca temin etmesidir. Bu yüzden üretim amaçlan için temin edilebilen sermaye kıtlaşır. Kendi­liğinden banka kurumu halkın paralannı doğ­rudan sanayi ve ticarete yatirmalanndan uzak­laşmalarına vesile olmaktadır. Bu ise üretim amaçları için kullanılacak sermaye kıtlığına sebep olmaktadır. Kıtlık, faiz oranlannı artır­maktadır. Faiz hadlerindeki artış sadece faizin zararlı etkilerini önemle belirtmektedir. Fazla ödeme gücü bankalarca aynlmakta, fazla ban­ka aktifleri likit ve verimsiz kanallara sap­makta, marjinal sermaye verimindeki ilave bir düşüş, istihdamın ilave bir sınırlandırılması, malların fiyatlarında ilave bir yükseliş, son olarak da ilave bir iki milyon çıplak ve pazar-sız insan ile iki milyon gömleğin dehşetli manzarası." (Economics of islam, sh. 28-30).

3- Faiz bir başka veçhesiyle refahı yıkar.

Kapitalist dünyada ekonomik krizlere sebep olur. Bu sermayelerin yığılmasıyla tüketime olan eğilimin ve paranın satm alma gücünün azalması olayıdır. Böyle krizlerin oluşmasın­da faiz önemli rol oynar. Hızlı gelişim sür­dükçe faiz karşılığı alınan büyük miktardaki krediler tatmin edici hasıla veren verimli yatı­rımlar için kullanılır. Aşırı iyimserlik faizle borç verme talebini de ve dolayısıyla da faiz oranlarını artırır. Hatta bu İyimserlik ileri de­recede spekülasyonlara da yol açar. Bütün bu faiz oranlarının artışı, kâr haddini daraltır, fa­kat üreticiler kendilerine fazlasıyla güvenerek üretime devam ederler. Ancak yeni üretilen dayanıklı malların stoklarının çoğalmasıyla beklenen kârın geçerliliği ile ilgili olarak ted­ricen şüpheler belirmeye başlar. Bir defa da şüphe ortaya çıktı mı, hızla yayılır. Endişe kaybolur, bankalar faiz oranlarını en yüksek seviyeye çıkarırlar, hatta faiz karşılığında verilen önceki kredileri dahi geri çekmeye çalı­şırlar. Netice olarak iş dünyasında panik baş­lar bu arada işsizlik artar. Bu şartlar altında satın alma olayı durur, piyasa, tüketicisi olma­yan ve istenmeyen mallar yığınına döner. Yüksek faiz oranlarını müteakiben tehlikeli gelişmeler ve spekülasyonlarla kâr oranı aza­lır. Sermayenin marjinal verimliliği düşerken maliyetler büyük oranda fırlar. Sermayenin marjinal verimliliğinin yok olması şüphe yok ki krizlerin asıl sebebidir. Fakat bütün prob­lemlerin kaynağı faiz oranlarındaki yükseliş­tir. Çünkü, zaten kâr beklentilerindeki şüphe­ye sebebiyet veren üretim maliyetindeki artış­tan, faiz oranlarının büyüklüğü sorumludur. Üretim maliyetinin yüksek olmasına karşılık sermayenin marjinal verimliliğinin düşmesi­nin asıl sebebi faiz oranlarının yüksekliğidir ki, o da yatınm hacmini düşürmüştür. Eğer faiz İşin içinde olmamış olsaydı, sermayenin marjinal verimliliği her oranda kârlı olacak ve böylece hiçbir kriz vuku bulmayacaktı. Aslın­da bu faiz olmasaydı ne piyasasız mal, ne de malsız piyasa bulunurdu. Bundan dolayı mo­dern dünyanın kriz zamanlarında yatınm ve tüketim eğilimindeki düşüşler faiz müessese­sinin sonucudur.

4- Faiz, millî serveti de yıkar. Kapitalist ül­kelerde sıklıkla rastlanan bir olay daha görü­lür: Üreticiler fıyatlann marjinal üretim mali­yetlerinin altına düşmesini önlemek için bü­yük ölçüde ürettikleri malları ve hatta zirai mahsullerini imha etmek zorundadırlar. Mil­yonlarca insan yiyecek kıtlığında ve temel ih-tiyaçlannı satınalabilme gücüne sahip değil­ken bu büyük orandaki milli servetin kaybı ancak faizin ilgasıyla önlenebilir. Bu işlem sa­dece marjinal üretim maliyetlerini düşürmekle kalmayacak, yatırımları ve dolayısıyla da hal­kın satınalma gücünü yükseltecektir.

Bundan başka faizin varlığı bir çok kârlı gelir­leri bloke eder. Faiz, kârlı ve kullanışlı, fakat düşük marjinal üretim verimliliğine sahip ya-tinmlarda kişilerin sermaye koymalanm önle­yici bir çeşit fren görevini yapar. Bu müesse­senin ilgasiyla bu frenleme de ortadan kalkar. Böylece çoğu kişi daha önce kullanamadıklan sermayelerini çeşitli yatırımlarda istihdam edebilirler. Acımasız faiz müessesesi, üretimin taahhüt edilemediği ve hatta sermaye kıt­lığından dolayı hali hazırdaki işlerin genişleti-lemediği zamanlarda ticarete ve sanayie bü­yük zararlar vermiştir. Fakat şimdi bir takım zengin ülkelerde büyük miktarlarda tasarruf ve paranın varlığını iddia etmek, gerçek dışı beyan olmaktadır.

Görünen odur ki, yüksek miktarlara varan ser­mayelerin yamsıra, o ülkelerde işsiz insan sa­yısının da fevkalade arttığı gerçeğidir. İnsan­lar işsizdir, çünkü sermayedarlar piyasadaki faiz oranlarının altında kâr getirecek alanlara yatınm yapmayı değerli bulmazlar. Mesela piyasadaki faiz oranı % 4 işe ve bir sulama işine yatınlan sermaye % 3 kâr getiriyorsa sermayedarlara göre bu sulama yatınmı ve­rimsiz bir iştir. Halbuki bu yatınm, bu oran­daki gelirinin yamsıra toplumun faydasına olabilecek vasıftadır. Netice olarak, kaynaklar geliştirilmemiş bir şekilde bir elde, sermaye de başka bir elde boşu boşuna kalmış olur. Faize, dayalı ekonomilerde faiz oranlan halkın yaranna olacak işlerden elde edilecek kâr oranlanndan fazla ise hiç bir iş yapılmayacak­tır. Daha önceden tesbit edilmiş sabit bir faiz oranı olmamış olsaydı bir çok faydalı işler ya­pılmış olabilirdi. (Enver ikbal, a.g.e. sh. 218).

Böylece yüksek faiz oranının (hatta her bir pozitif faiz oranının) üretken fonksiyonların gelişmesi ve dolayısıyla zenginliği geciktirici neden olduğu, diğer tarafta düşük faiz oranı­nın refahın artmasını kamçılayacağı fikri ta­mamen ispatlanmış bir gerçek olarak görül­mektedir.

Bu sebeplerden dolayı faiz müessesesi toplum için faydalı değil, bütünüyle zararlı bir mües­sesedir.

 

KISIM 25

 

FAİZSİZ TOPLUM GELİŞİR

 

Konumuz, faizsiz bir toplumun faize dayalı bir topluma nazaran daha hızlı bir oranda re-fahmı arttırmasıdır. Faizin kaldırılması, kişi rizikosuna açık snırsiz sayıda teşebbüsler çı­karacaktır. Sermaye sahiplerine büyük karlar sağlamadığından dolayı önceden bağlanama­yan bütün bu karlı yatırımlara bu toplumda başlanılmış olacaktır. Faiz frenleri kullanıldı­ğında "üretim, milyonlara iş sağlayarak her yönüyle artabilme imkanına kavuşacak, satı-nalma gücü de talebi arttıracaktır. Üretimin marjinal maliyetindeki azalmadan kaynakla­nan daha düşük fiyat yine talebi kamçılaya­caktır. Dolayısıyla şimdi yakılmak veya deni­ze atılmaktan daha iyi bir gayeye hizmet et­meyen mallar, bunları hayatlarında kullanma bahtiyarlığına erişememiş milyonlarca insanın istifadesinde olacaktır. "Yatırımdaki eşsiz ar­tışın sonucu, hiçbir kârlı ve faydalı saha başı­boş bırakılmayacaktık (Economics of islam, sh.41).

Böylece yatırım hacminin artışı, üretimi des­tekleyici, faydalı, hususiyle kârlı olmayan te­şebbüsler sabit sermaye büyümesini arttırır, aynı zamanda ülkedeki milyonlarca insana iş imkanı sağlar. Buna bağlı olarak onların alım gücünü arttırır. Bu sırasıyla, mal üretiminde olduğu gibi diğer tüketim mallarının endüstri­sinde muharrik güç olur. Faiz oranlarının sı­fırlanması veya negatiflenmesi, faiz oranların­daki önemli bir düşüş dünya çapında imalat ve tarım endüstrisinde sınırsız yatırım imkan­ları doğuracaktır. Cassel, yatırım seviyesinde­ki faiz oranlarında önemli ölçüde bir düşüşün tesirlerinin tamamen farkında gözükmesine rağmen her halükârda geleneksel faiz oranla­rının ödenmesi gerektiğini düşündüğünden dolayı bu tarz bir gelişmeyi tasdik etmemek­tedir.

Faiz oranları Cassel'e göre, yıllık ev kiraların­da önemli bir etkiye sahiptirİLondra'da veya diğer büyük şehirlerin merkezinde bir evin bulunması durumunda buradan ede edilecek kira bedeli hayli yekun tutmaktadır. Genel olarak apartman veya ev için yapılan sermaye yatırımlarında faiz sözkonusu olduğundan, bu faiz kiralara yansımakta, dolayısıyla büyük şehirlerdeki ev kiralarında büyük artış olmak­tadır. Farzedelim ki, faiz oranı % 4.5 ve diğer yıllık giderlerin toplamı evin sermaye değeri­nin % 1.5 Mir. Bununla beraber eğer faiz oranı % 1.5'a çekilirse ev kirası da % 6'dan % 3'e düşecektir. Ev kirasının varsayımında muhtemelen yarısı fazlalıktır. Fakat herhangi bir ülkede ev kiralarındaki bugünkü rakamla­ra göre düşüş şüphesiz ki, oturmak için eve olan talep büyük bir artışa sebep olacaktır. Bu ise talep çeşitlerinin en yoğunu olmasına rağ­men patlamaya hazır bir kapasiteye sahiptir.

"Çok düşük bir faiz oranında yalnızca daha çok ev istenmekle kalmmayıp evlerde daha İyi ve üstün kalite aranır. Çok iyi malzemeler kullanarak bir ev inşa etmek yalnızca önemsiz fazladan bir yıllık kira toplamına malolacak; böyle bir evin ucuza maledilmesi, yıllık tamir giderlerini artırırken borç ödemesindeki tak­sitlerin azalacağını da akla getirecektir." (Cas­sel, a.g.e., sh. 108-110).

Faiz oranlarındaki ciddi bir düşüş Cassel'e gö­re, ihtiyaç olan büyük miktarlardaki kalıcı va­sıtalar için bütün mal ve hizmetlerin talebine aynı etkiyi yapacaktır. Bütün ülkelerde ve özellikle gelişmiş ve çok nüfuslu ülkelerde demiryollarına, telefon, telgraf gibi benzer sektörlere büyük bir talep vardır. Bu sektör­lerde % 4-5 faiz oranının uzun dönemde öde­nemeyeceği, yalnızca bunların ödenmesi ve yapılması için, faiz oranlarının % 1 ve 2 gibi bir noktaya çekilmesi gerekir. Gerçekte genel olarak kalıcı mallar için günlük hayatta sınır­sız talep vardır. Bu, faiz oranlarının şimdiki seviyede kalışının en önemli sebeplerinden yalnızca birisidir: Çalışan sermayenin en uy­gun arzı ile tazmin edilmiş sınırları çerçeve­sinde talep sınırlandırılmalıdır. Bu durumda faiz oranlarındaki çok az bir İniş dahi temel mallara yapılan sermaye yatırımı için sayısız fırsatlar doğuracaktır.

Bu, faiz oranlarında Önemli ölçüdeki düşüşten kaynaklanan yatırım fırsatlarındakî geniş çap­lı artışa Cassel'in gıpta ile nasıl baktığı ve yüksek faiz oranı vasıtasıyla sermayeye olan talebin sınırlandırılmasını tavsiye edişidir. O, sermaye talebinin sınırlandırılmasıyla sanayi­deki gelişmenin büyümesini durdurduğunu buna bağlı olarak da insanların alım gücünün azaldığını farkedememektedir. Diğer bir ifa­deyle, ülkede genel işsizlik için şartları oluş­turuyoruz.

Cassel, faiz oranlarındaki ciddi bir düşüşün (faiz oranlarının sıfırlanmasından bahsetmek-sizin) refahın büyümesinde gayet önemli etki­leri olduğunu kabul ediyor, ancak bunu tasvip ettiğini kaydediyor. Onun ifadesiyle, "kullanı­lan dayanıklı mallarda ana maliyet bunlara yatırılmış sermayedeki bugünün faizidir. Eğer bu temel faiz sıfırlanır veya ufak bir bölüm dahi şimdikinden daha aşağıya çekilirse, in­sanların mahrum oldukları önemli sayılan her ne olursa olsun, pahalı binalar, mobilyalar ve diğer dayanıklı mallar lüks olmaktan çıkacak­tır. Gaz ve su arzı için boru sistemleri kârlı te­şebbüsler olarak yalnızca İngiliz Kanalı altına değil, dünyanın diğer büyük su yollarının ço­ğunun altına döşenebilecek şekilde genişleye­bilir. Her yılık bütçedeki asıl maliyetlerin maddi sınırı günlük hayatta çok önemsiz kala­caktır. Okuyucu kendisini şimdiki teknik im­kanlara hasredecek sınırsız sayıda benzer ör­nekler ekleyebilir. Fakat unutmamamız gere­ken şey şudur: Günümüzdeki bütün teknik bilgi, sermayenin kullanılması karşılığı öde­nen şeye bağlı durumda gelişmiş ve bu faktör dolayısıyla katı bir şekilde iktisadileştiril mis­tir. Şayet bu şarttan feragat edilebilse, teknik usullerin gelişmesi için tamamen yeni yollar açılacaktır. (Keynes, sh, 322-28).

"İnsanların kendilerini mahrum edecekleri hiç bir lüks olmayacak. Şimdi yüksek maliyetten dolayı düşünülemeyen çok pahalı teşebbüsle­re dahi el atılacaktır. Bütün bu fırsatlar faizin yokluğuyla mümkün olabilir. Diğer bir ifa­deyle her yıllık bütçenin asıl maliyetlerindeki parasal sınır günlük pratik hayatta sıfırdır." "Sosyo-ekonomik hayatta mübtela olunan is­rafların hâlâ düşünülüyor olması, eğer serma­ye kullanımına para ödenilmiyorsa, anlamsız gelecektir. Faiz oranları sıfır noktasına ulaşmadan çok önce dayanıklı mallara olan ihti­yaç ve taleplerin, diğer isteklerin ihmaliyle bütün oranlar hariç olmak üzere tatmin edil­miş olacak. Toplumun üretim kapasitesinin büyük bir kısmı bu yolla kullanımı özellikle gelecekte olacak, malların üretimine yöneltil­miş olacak; bu, kıtlıktan daha çok şimdiki is­teklerin tatmin edilmesinin başarısızlığa uğra­mamasıdır." (Cassel, sh. 108-110).

Cassel, "sosyal iktisadın savurganlığı" olarak adlandırdığı düşük veya sıfırlanmış faiz oran­larıyla yapılacak olan ucuz gelişme ve sosyal refaha karşı gözükmemektedir. O, kapitalist sistemin göz kamaştıran başarılarından -ne olursa olusun- görebildiği (veya görmek iste­mediği) ile anlaşılması çok güç birisidir. Faiz oranlarının düşmesi veya kaldırılmasıyla meydana gelecek yatırım fırsatlarındakî her­hangi bir genişleme, önceden yüksek maliyetlerden dolayı teşebbüs edilemeyen bütün fay­dalı yatırımları bizzat devlet yapabilme imka­nına kavuşacaktır. Bu da milyonlarca insana iş imkanı sağlayacağından onların alım güçle­rine etki edecek ve dolayısıyla piyasada talebi canlandıracaktır. Böylece faiz oranlarındaki her düşüş refaha doğru bir adım olacaktır. Fa­izin kaldırılması gerçekten insanların kendile­rini sınırlamadıkları lükse varıncaya kadar sermaye büyümesini arttırır.

Cassel, insan ihtiyaçlarının sınırsız, tatmin edilemez ve insan gelişmesine hiç bir sınır ol­madığını unutuyor. İnsanlık, çok uzun süredir geleneksel para sistemlerinin sınırlayıcı uygu­lamalarından dolayı ızdırap çekiyor ve bütün dünyadaki ayaklar altına alınmış hakların kar­şılanmasıyla bir rahatlık istiyor. Dünyanın, şimdiye kadar zenginliklerinin sömürüldüğü, geri bırakıldığı ülkelerinde yapılacak o kadar şey var ki, bunların en başında hayatiyetlerini sürdürmek için zaruri temel ihtiyaçların karşı­lanması dahi çok uzun zamanlar alacaktır.

Faizin kaldırılmasından sonra dahi, önemli sonuçlar alabilmek için herkülvari teşebbüsle­re ihtiyacı olan sıradan insanın refahı için ya­pılması gereken çok şey var. Batı ülkelerinde bile genelde hayat seviyesi tatmin edilmekten uzaktır. Dünyanın en gelişmiş ve en zengin ülkesi kabul edilen A.B.D. 35 milyon (toplam nüfusun 1/6'sı) işsiz ve daimi yoksul insana sahiptir. Cassel'in hayalinde canlandırdığı gi­bi, insanların ihtiyaçlarının, bütün oranlar dı­şında, tatmin edildiğini söylemeden önce ha­yat standardı A.B.D.'nden daha aşağı düzeyde olan Batı Avrupa'da bile yapılması gerek bir çok işin bulunduğunu düşünebilirsiniz.

Şayet hemen Asya'nın, Afrika'nın, Güney Amerika'nın ve Doğu Avrupa'nın birçok ülke­sini düşünürsek burada insanların önemli bir çoğunluğunu açlığın eşiğinde yaşamakta, lüks ve konfordan bahsetmeksizin onların temel ihtiyaçlarını karşılamak için acaba insan çaba­sının ne kadarı gerekli ve bu ne kadar sürer, sıfırlanmış faiz oranlarıyla dahi, insanların önemli bir bölümünün insan-altı hayat şartla­rında yaşadığı Asya ve Afrika ülkelerinin te­melden güçlü bir şey kazanılmadıkça bütün bunlar daha çok zaman alacaktır.

Cassel, faizsiz bir toplumda sınırsız gelişme imkanlarının farkında gözüküyor. Özellikle, ne zaman ki "biz, fabrikalar, binalar, gemiler, demiryolları, su şebekeleri gibi daha çok da­yanıklı aletleri kullanarak yapmamız zaruri olursa". Bu durumlarda faiz çok önemli bir pay olur ve yatırım mallarında ne kadar çok kullanılsa, üretim rnetodlarına büyük maddi etki yapar. Faiz oranlarında (sıfır oranından bahsedilmeksizin) önemli bir düşüş pek çok teknik imkanları ekonomik avantaja çevir­mekle kalmaz, kısa zamanda veya sonra onu gerçekleştirir. Çeşitli üretim dallarındaki bek­lemede kesinlikle anlaşılabilir bir kullanım yoktur, eğer bu bekleme boş yere ise.

Değişik gayeler için olan su şebekeleri özel­likle geniş miktarlarda sermaye yutmaya elve­rişlidir. Genelde dayanıklı olduklarında, bek­leme için Ödenilen fiyat böyle işlerin kullanı­mıyla ilgili olan maliyetlerde tamamen önemli bir paydır. Eğer bu sebepten, faiz oranlan sıfır veya sıfıra yakınsa-Panama Kanalı, İngiliz Tünel Kanalı'nda olduğu gibi-bu gibi yatırım­lar flnans zorluklarıyla karşılaşmazlar. Fiili­yattaki daimi kalıcılığını korumak için bunla-nn böyle bir yolla yapılması halinde onlann asıl maliyetleri çok yüksek olacak; onların kullanımı düşük maliyeti gerektiriyorsa bu defa o sahaya büyük bir talep akışıyla yeni kredilerin yatırıma geçişi hızlanacaktır.

Sıfırlanmış faiz oranlannın yeni teşebbüslere olan yatınm için sayısız imkanlan sağlayaca­ğı, düşük faiz oranındaki yeni kârlı teşebbüs­lere büyük imkanlar açacağında hiç şüphe ol­madığı aşikârdır. Yaklaşık bütün çağdaş eko­nomistler Keynes ve sonrası dahil olmak üze­re "yüksek faizin karlı olmadığı sahalarda ser­maye yatırımındaki genişlemeyi, düşük faiz oranının teşvik edeceğini" kabul ederler. (Keynes, General Theory, sh. 193). Prof. Von Mises, Hansen ve diğerleri faiz oranlanndaki düşüşün, yatınma faydalı olduğu hususunda diğerleriyle aynı görüşü paylaşıyorlar.

Eğer düşük faiz oranı yatırımı teşvik ediyorsa, sıfırlanmış faiz oranı yatırıma çok daha fazla teşvik verir. Önceden düşük kârlılık sebebin­den dolayı yapılamayan, düşük marjinal ran­dımanlı sermaye ile sayısız teşebbüsler faizin sıfıra doğru yönelerek düşmesiyle ele alınabi­lecektir. Bu, tabiatıyla yatınm düzeyini arttı­racak ve neticede toplumu zenginleştirecektir. Prof. Fisher dahi yatırımlarda herhangi bir yöndeki genişliğin sermayenin marjinal randı-manıyla -verimliliğiyle (ki, gelir oranlarının maliyeti geçmesi diye isimlendiriyor) ve faiz oranıyla mukayesesine bağlıdır. Ona göre, ya-tırımı teşvik için "maliyetin üzerindeki gelir oranı faiz oranını aşmalıdır" ve "bu faktör, fa­iz teorisinin yatırımda fırsatçılık yönünde merkezi bir rol oynar."

Faiz oranlannın sıfır olduğu İslami bir top­lumda, sermayenin marjinal verimliliği listesi ve güven durumu yatınm oranını etkileyen önemli bir saiktir. İslami devlet, ileride açık­lanacağı üzere, gelecekteki piyasa için olduğu kadar günümüz için de güven vericidir. İsteni­len büyüme hızının ülkede sürdürülebilmesi için yatınm oranlarının sabit ve biraz yüksek tutulması sonucunda yoğun icatlar zinciri ser­mayenin marjinal verimliliğini arttınr. (Key­nes, a.g.e., sh. 141-157).

Tartıştığımız husus şudur: Sosyal refaha belir­li bir derece hız katan yatırım seviyesini sür­dürmek için faizin kaldınlması kesinlikle lü­zumludur. İnsanlık tarihi delillerini gerçeklere dayandırır; yatırım politikası genel olarak kisilerin kâr dürtüsünden etkilenir ve çok az sosyal avantajlara haiz olanlarla çakışır. Bun­dan ötürü sosyal niteliğe haiz mallardaki faize olan benzer bir yaklaşımı ölçmek gereklidir. Görüşümüze göre, faizin kaldırılması toplu­mun temel mallarına olan yatırımı teşvik için en isabetli yoldur. Hiç şüphe yoktur ki, sıfır oranlı faiz, yatırımın uygun miktarım devamlı teşvik etme kapasitesine haizdir.Herhangi bir teşvik, yatırım seviyesini dengede sürdürmek İçin lüzumlu addedilir ve istenilen seviyede tüketme eğilimi "zekat" ve "sadaka" müesse­sesiyle düzenlenir.

Her ekonomi muhtemelen yeni yatırımlarda bulunmanın ve geliştirmenin, faiz oranlarım sıfıra yaklaşan bir seviyeye düşürmeden, kârsız olduğu bir noktaya ulaşır. Tecrübe edil­diği gibi modern ve sanayileşmiş ülkelerde muhtemelen yatırım imkanları tedricen daralır ve sermayenin marjinal verimliliği faiz oranı­nın seviyesine geldikçe, sermaye varlığının ilave üretimini gerçekleştiremez. Bu şartlar altında yatırımları teşvik için faiz oranını dü­şürmek (hatta sıfırlamak) şarttır, aksi takdirde ülke gittikçe fakirleşir.

Batı dünyasındaki ticarî devir olayını takip eden fakirlik faiz sisteminin bir neticesidir. Tüketim eğilimlerinde ve likİtide tercih du-rumlarmdaki dalgalanmalar "zekat" ve "sada­ka" müesseseleriyle makul bir seviyede dengelenebilir. Her çeşit stoktan alman % 2.5 orandaki zekat ödemesiyle gerek özel, gerek­se kamu harcamaları düzenli bir seviyede tu­tulur. Aynı zamanda elde bulunan nakit para, kullanım tercihleri dengesini sınırlı tutar. Bu iki faktörün sıfır enflasyon oranıyla bileşimi, ekonomiyi sermayenin marjinal verimliliğin düşmesinden koruduğu gibi yatırım oranları­nın makul bir seviyede tutulmasını temin eder.

Bugün kapitalist toplumlarda bile gelişmenin sürdürülmesindeki en etkili metod düşük faiz oranıdır. Çünkü yüksek faiz oranı gelişme sü­resinde tam istihdamı muhafaza edemeyebilir. Keynes'in kendi ifadeleriyle; "gelişmenin ça­resi yüksek faiz oram değil, düşük orandır. Yalnızca bu gelişmenin sürekliliğini sağlar. Bu ticari devirin çaresi gelişmeyi kaldırmak ve sürekli olarak bizi yarı durgunlukta bırak­mak değildir. Bilakis durgunluğu ortadan kal­dırıp bizi yan gelişmede devamlı tutmaktır." (Keynes, a.g.e., sh. 322-328).

Daha Önce de belirttiğimiz gibi bir ülkede ma­kul yükseklikteki yatırım oranını muhafaza etmenin en tesirli ve isabetli metodu; zekat ve' sadaka müesseseleriyle sıfır enflasyon oranıy­la gerek özel gerekse kamu harcamalarının teşvikiyle olur. Sıfır faiz oranı, uygun yatırım oranının muhafaza edilmesini ve tam istihda­ma yaklaşımını sağlar ve sadaka ile zekatın desteklediği likidite tercihi artmaksızın yeter­li bir yüksek seviyede tercih eğilimini korur.

Keynes, bu iki faktörün bir istihdamın yalın ve istenilen düzeydeki yatırımın muhafaza edilmesinde ve aynı zamanda tüketim eğilimi­nin korunmasında oynadığı rolü çok takdir et­mişti. Onun 1928-30 yıllarındaki Amerikan yatırım ve istihdamını incelerken söylediği sözler oldukça ilginçtir: "Önceki beş yıllık dö­nemde büyük oranda yapılan toplam yeni ya­tırımların İlerideki muhtemel mahsüllerindeki hızlı düşüş serin kanlılıkla görülmüştür. İsa­betli bir tahmin sermayenin marjinal verimli­liğini daha önce görülmemiş bir seviyeye dü­şürecektir. Öyle ki uzun dönemli faiz oranı ol­maksızın sağlam temelli bir gelişme sağlana­maz. Aynı zamanda böyle bir gelişme için yanlış yönetilenlerin önlenmesi lazımdır. Yüksek faiz oranı, spekülatif heyecanların te­sirinde, belli yatırımların haricindekileri cay­dırır. Bu sebeple sömürülme tehlikesi ve spe­külatif heyecanlan yenecek yükseklikteki faiz oram aynı zamanda her çeşit yeni yatırımları etkileyecektir. Böylece faiz oranındaki bir ar­tış, hızlı anormal yeni yatırımların uzayan pe-riyodları dışında cereyan eden ilişki durumu­nun bir çözümü olarak, hastaları öldürerek müptela olunan hastalığa çare bulma metodu­na (!) benzer.

İlave olarak, şayet biz sınırlı bir hassasiyetle modern atılımların fazla ya da yeterli yatırı­mının maddi şartları ile uzlaşma temayülünde olduğunu kabullenmek zorunda olsak bile, yüksek faiz oranlarını uygun bir çözüm yolu olarak asla göremeyiz, yozum gelirin tekrar dağılımı yoluyla tüketim meylim arttım için tasarlanmış çeşitli tedbirler içinde arana­bilir. Yoksa, verilen bir iş düzeyi, onu destek­lemek babından söylenen yatırımın daha kü­çük bir değerini gerektirebilir.

Sıfır oranınaaıu faiz, mevcut iş hacminin Ko­runması için lüzumlu görülen câri yatırım hacmini muhafaza ederken, sadaka ve zekat müessesesi ile desteklenen toplumun fakir ke­simi arasındaki gelir dağılımını iyileştirmesi vasıtasıyla ve kamu harcamalarını arttırarak tüketim meylini uygun bir seviyede tutar.

Hiç şüpne yoktur ki, faizin kaldırılması, zekat ve sadaka müessesesinin ihyası; tüketim eğili­mindeki dalgalanmaları, likiditedeki tercihle­ri, pazarın marjinal verimliliğini dengeleye­rek, ekonomideki uygun kalkınmayı ve nere­deyse tama yakın istihdamın şartlarını muha­faza eder.

 

KISIM 26

 

MÜSBET FAİZ ORANINA KARŞI TEZ

 

İnsanlık tarihi boyunca peygamberler ve mü­tefekkirler faiz müessesesini ittifakla kınamış­lar ve gayri meşru İlan etmişlerdir. Dünyadaki bütün meşhur dinlerin faizi kerih görerek ya­sakladıkları bilinen bir gerçektir. Eflatun, Aristo, Catos, Cicero, Seneca ve Pautus gibi filozoflar faiz müessesesine şiddetle karşıydı­lar. Bu filozoflar faizin gayri meşru olduğuna işaret eden "paranın üreticilikten mahrum ol­duğu" görüşüne katılıyorlardı.

Eflatun, sermayedara faizin ve hatta asıl bor­cun dahi ödenmemesi görüşündeydi. Gonza-les Tellez, faizi eleştirirken şöyle der: "Para parayı doğurmazken, borç verilenin yanısıra herhangi bir şey talep etmek tabiiliğe aykırı­dır. Bu paranın, verilen paradan alındığını söylemektense, sanayiden kazanıldığını söyle­mek daha uygun düşer. Aristo'nun da belirtti­ği gibi, para parayı doğurmaz." Covarruvies'e göre, "para ne kendi başına meyva verebilir, ne de harhangi bir şeye hayat verebilir. Bu şartlarda eğer alınan karşılık emeğin gayretin­den daha ziyade hiç bir meyva vermeyen pa­radan ahnmayacaksa, borç verilen tutardan kullanıldığı için fazla para veya üstüne başka karşılıklar almak haksızlıktır ve müsaade edi­lemez."(B. Bawerk, a.g.e., sh. 13-37).

Thomas Aquinas, faiz karşıtı tezini savunur­ken şöyle der: "Eşyaların tüketimlerini kapsa­yan kullanım gibi belirli esaslar vardır. Kulla­nımın transferi sözkonusu olduğunda eşyayı da beraberinde transfer etmek gerekir. Dolayı­sıyla bu tür eşya kiraya verileceği zaman, aynı zamanda eşyaya ait haklar da beraberinde transfer edilecektir. Şimdi, şayet bîr kişi hu­bubatı ve beraberinde -farklı bir şeymiş gibi-kullanım hakkını da satacak olursa açıkça bir adaletsizlik sözkonusu olacaktır. Böyle bir ha­lin vukuunda kişi bir malı iki defa satacak ve­ya olmayan bir eşyayı satma teşebbüsünde bulunacaktır. Aynı zamanda bu tür şeyleri faizle borca vermesi mutlak bir haksızlıktır.

İşte burada, kişi eşya için iki fiyat talep edi­yor, benzeri bir malla değişimini talep ediyor. Biz bunu faiz veya tefe olarak isimlendiriyo­ruz. Paranın tüketimi ve harcanmasını da kap­sayan kullanımı süresince "para kullanımı" için aynı zamanda paraya fiyat talep edilmesi­ne müsaade edilemez." Aquinas devamla şunu ileri sürer: "Faiz, herkes için genel olup "za­man" olarak adlandırılan sürede kullanımı için müraice ve el altından talep edilen fiyat olarak telakki edilir. Tefecilerin iddia ettikle­rine göre; zaman, faiz olarak isimlendirilen gelir fazlalığının alınmasının karşılığı olarak kabul edilir. Bu durumda borç verene olduğu kadar alana ve diğer bütün şahıslara ait olan zamanı satarlar." (B. Bawerk, a.g.e., sh. 13-34)

Bîr İtalyan yazar olan Misabeau şöyle der: "Parayı faize yatırmak için hiç bir meş­rulaştırma imkanı yoktur. İlk olarak, yalnızca bir sembol olan para için tabii bir kullanım alanı mevcut değildir. Faiz yalnızca paranın temsili karakterinden kazanç sağlamak için aynaya yansıyan figürler hakkında araştırma yapmak demektir. Para sahipleri kendilerinin, paralarının kazandıkları yla yaşamak zorunda olduklarına dair görüşe itibar etmezler. Onla­rın müracaat edecekleri şey paralarım başka mallara dönüştürmek ve daha sonra bunları kiraya vermek (yani satmak)tır." Son olarak Misabeau şöyle ilave eder: "Parada ev, mobil­ya ve benzerlerinde olduğu gibi yıpranma ve aşınma (Keynes'ın ifadesiyle, maliyeti de yükleyerek) yoktur. Bu yüzden yıpranma ve aşınma için para talep etmek adaletsizliktir."

Faiz müessesesi, Roma kanun yapıcıları, Hin­du filozoftan, Yahudiler ve Hristiyan papazla­rı tarafından dahi tasvip görmez. Faiz hakkın­daki kilise yasağı ortaçağ sonlarına kadar de­vam etti. Yani faiz 13. yüzyıl sonlarında hak­sız bir kazanç olarak kabul ediliyordu. Fakat tedricen kilisenin baskısı azaldıkça, faiz yasa­ğının ardındaki ahlaki baskı zayıfladıkça ve karşıt seküler görüş güç kazandıkça faiz mü­essesesi Avrupa ülkelerinde ve dünyanın di­ğer yerlerinde resmilik kazandı.

Paranın faize yatırılmasına müsamaha edilme­ye başlanmasına rağmen faiz oranlarının dü­şük tutulması için kıta ülkelerinde ve İngilte­re'deki fikir adamları tarafından bazı teşeb­büslerde bulunuldu. Josiah Child, Thomas Culpepper ve Francis Bacon gibi meşhur kişi­ler yüksek faiz oranlarına şiddetle karşıydılar. Kilisenin ahlaki baskısının azalmasıyla revaç bulan, bir defaya mahsus müsaade edilen fai­zin oranlan kontrol edilemez bir hal aldı. "Na­sıl açlık ve kıtlık zamanlarında yiyecek ve er­zak üzerine bir sınır koymak mümkün değil­se, bu müsaade de kullanım hakkıyla ilgili sı­nırları deldi. -Para isteği yalnızca kendi fiyatı­nı belirler- ve yiyecek kadar herkesin sahip olmak mecburiyetindekİ hayat için hangi oranda olursa olsun, elde edilebilen ticaretin lüzumu ve kıt olduğu andaki pahalılığı kaçı­nılmazdır ve bir oran koymak ta imkânsızdır." (Cassel, a.g.e., sh. 15).

Bu bencil ve çıkarcı davranış kademeli olarak bugünkü toplumumuzda gördüğümüz faiz müesseselerinin kurulmalarına yardım etti. Çok uzun zaman önce faizin çıkışında olduğu gibi, insanlar modern toplumun değişmez ve değişmeyecek olan temel bir parçası olarak düşünülmüştür ve hâlâ böyle düşünülegel-mektedir. Fakat faiz ile ilgili problemler üze­rine çalışan düşünürler ve ekonomistler açık fikirlilikle faizin zararlarını görerek, bu konu­da bir şeyler yapılması gerektiğini düşünmüş­lerdir. Locke 162 Tin sonlarında bir arkadaşı­na yazdığı tefeciliği ihtiva eden bu durumu, mektubunda şöyle vurguluyor: "Yüksek faiz ticareti baltalar. Zira faizden kazanılan kâr, ticaretten kazanılandan daha yüksek olacaktır ki, bu zengin tüccarların işlerini bırakıp, ser­vetlerini faize yatırmaları ve bunun neticesi olarak daha küçük çaptaki ticaret ehlini İflasa sürükler." Adam Smith'in tefecilik kanunları­na karşı tutumu tamamıyle müsamahakârdır. Kişilerin biriktirdikleri paraların yatırım veya borç verme yoluyla piyasaya çekilebileceğini ve bir önceki durumda elden çıkacak paranın hiç bir teminatı olmadığını Adam Smifh çok iyi farketmiştir. Keynes, faizin modern dünya­da geçerli ve günümüze kadar gelmiş olan fai­ze karşı ahlâk kurallarının müeyyidelerini yar­dıma çağırmasının yanısıra, faiz doktrinini kabul etmez." (Keynes, a.g.e., sh. 344-352).

Hiç şüphe yoktur ki, faiz bir ülkenin işçi kesi­mine lüzumsuz ve fazladan bir sınırlamadır. Teşebbüslerin insanların faydasına olup olma­dığına bakılmaksızın, sermayenin yüksek marjinal verimliliğiyle, teşebbüslere sermaye akışını engelleyecek tedrici bir şekilde top­lumsal refahı azaltır. Sermayedarlar sermaye­lerini dünya üzerindeki bir çok Önemli teşeb­büse yatırım yapmak istemezler. Çünkü onlar yüksek bir faiz oranı sağlayamaz, tatbikinde (uluslararası olduğu kadar) ulusal refahı arttı­racak pek çok faydalı ve kârlı yatırım serma­yedarlara yüksek kâr sağlamamasr dolayısıyla gözardı edilmiştir. Böylece faiz oranlarına fren uygulamasıyla faiz, muhtemelen üretimi ve bundan dolayı ülkedeki sermaye büyüme­sini kontrol altına alır. Dahası, üretici teşeb­büslere yatırım yapılabilecek birçok sermaye bankalara cezbediliyor. Bu yüzden ekonomik gelişme ve sosyal adalet gereği en çok arzu edilen usul, faizin kaldırılması mecburiyetidir.

Bazıları, diğer faktörler gibi sermayenin bir üretim faktörü olduğunu ve hizmetleri için karşılık almaya yetkili olduğunu iddia ederler. Biz de bütünüyle kabul ediyoruz ki, üretim faktörlerinin tümü tam karşılığını alma hakkı­na haizdir. Dolayısıyla yalnızca sermayedarla­rın karşılık isteğini ele alacağız: İlk olarak şu meseleleri tahlil edelim. Sermaye işçi ve orga­nizasyon gibi gerçek bir üretim faktörü mü­dür? Üretimdeki sermaye çok pasiftir ve diğer üretim faktörlerine bağlıdır. Sermaye, işçiler ve organizasyon tarafından kullanılmadıkça, sermayenin üretimdeki fonksiyonu ve yardımı olmaz. Böylece sermayenin üretimden pay id­diası emek ve organizasyon gibi diğer üretim faktörleriyle aynı seviyede düşünülemez.

İkinci olarak, eğer sermayeyi üretim faktörü olarak kabul edersek, onun hakkı, diğerleri gi­bi aynı şartlara ve düzenlemelere tabi olmak zorundadır. O, özel muafiyetlerden faydalana­maz. Önceden belirlenmiş aydan aya, yıldan yıla devreden, işin kârına ve zararına bakıl­maksızın, sabit bir pay sermaye adına iddia edilemez. Şayet diğer faktörler gibi sermaye­ye üretimde bir pay verilecekse diğer paylar gibi kârdaki değişmelere göre sermayenin pa-yı da değişmelidir. Üçüncü olarak, emek ve organizasyon gibi diğer faktörler çok sıkı çalı­şırlar. Üretim esnasında enerjilerini ve zaman­larını sarfederler ve buna mukabil üretimde ifa ettikleri görevlerin karşılığım beklerler. Çok sıkı çalışmaya rağmen içteki zarar duru­munda organizasyon hiç bir karşılık alamaya-bilir. Çalışmayan sermayedar çalışmadığı için hiçbir karşılık iddia edemez. Üretimdeki her­kes bir karşılık almak için çalışır. Sermayenin durumuna ne demeli? Yalnızca beklediği, uzak durduğu veya hayali üretimde bulundu­ğu için bir karşılık umar. Eşitlik ve sosyal adalet üzerine bina edilmiş bir ekonomik sis­temde böyle emeksiz gelir garanti edilemez.

Böyle bir yardım, sermaye sahibinin işletme­nin kâr ve zararına iştiraki şartıyla verilebilir.

Daha başka, faiz müessesesine karşı başka bir çok dirayetli görüşler vardır. Faiz toplumda ekonomik olduğu kadar bir çok sosyal, kültü­rel ve ahlaki kötülükleri teşvik eder. Faiz, ki­şiler arasındaki mal toplama hırsını, para tut­kusunu, bencilliği ve cimriliği kamçılar. Faiz insanlar araşma sınıf mücadelesini ve düş­manlığı yayar, karşılıklı yardımlaşma duygu­sunun gelişmesini ve işbirliğini önler. Refahın serbest dolaşımını engellerken, servetin bir kaç elde toplanmasını teşvik eder. Böylelikle neticede ülkenin ekonomik ve sosyal sistemi­ni altüst eder. Buraya kadar bahsedilenlerin hepsi genelde İslam'ın ekonomik sisteminin temellerinden olan sadaka'ya zıt işleyiştir. Bü­tün bunlardan dolayı İslam, İslamî bir toplum­da  faiz  uygulamalarını   tamamen   yasaklar.

 

KISIM 27

 

SIFIR FAİZ ORANI

 

İktisadî zaruretler eninde sonunda faiz oranla­rının sıfıra doğru çekilmesini mecbur kılar. Para otoritelerinin, kısıtlayıcı ve geleneksel uygulamalarından vazgeçilip toplumun fayda­sına geniş fikirli politikalar getirilmediği müddetçe kapitalist ekonomi, uzun dönemde, bütün ekonomik sistemin çökmesine ve par­çalanmasına yol açan kaos ve karışıklık duru­muna varır. Nüfusun çoğalması, mallara tale­bin artması, İşsizlik, düşük istihdam, sanayileşmiş ülkelerdeki denge ve azgelişmiş ülke­lerdeki üretim eksikliği gibi şimdiki ekono­mik eğilimler üzerinde yapılacak bir araştır­ma, bizi Batılı klasik iktisatçıların ileri sür­düğü tedbirlerin verimliliği hakkında şüpheye düşürür.

Bütün çabalarına rağmen Batı dünyası, siste­min mevcut yapısı içinde problemlerini çöz­mede şimdiye kadar başarılı olamamıştır. Ha­yat standardının yükselmesinden ve nüfusun çoğalmasından kaynaklanan mal talepleri hız­la artmaktadır. İşsizlik ve fiyatlar devamlı ola­rak yükselirken özellikle az gelişmiş ülkelerde sermayenin büyümesi oldukça yavaş olmakta, bunun sonucu olarak da, gerek ekonomi için­den ve gerekse dışından çok çeşitli yıkıcı faa­liyetler kuvvet kazanmaktadır. Öyle görünü­yor ki; büyük bir ihtimalle bu problemler kuv­vet kazanacak, ekonomideki karşıt güçler ara­sında denge sağlayıcı bazı etkili tedbirler alın­madığı takdirde de bir kaç nesil sonra patla­maya varacaktır.

1- Nüfusun Büyümesi :Nüfus (ve hayat stan­dardı) arttığı sürece, tüketim ve üretim mad­delerine olan talep de artacaktır. Dünyanın en fazla sanayileşmiş ülkelerinde de olsa yol, de­miryolu, köprü, su, elektrik ve diğer bayındır­lık hizmetlerine olan talepler yine artmaya de­vam edecektir.

Faydalı ve öncelikli hizmetlere olan talepler-deki bu büyük artış, uygulamadaki faiz oranlarıyla asla karşılanamaz. Bundan dolayı muhtemeldir ki, toplumsal faydası büyük, an­cak marjinal verimliliğinin düşük olması, çok kârlı olmayan çeşitli hizmetleri elde etmek için ortaya çıkan sosyal baskı, geleneksel ku­rumsal engelleri kıracak ve faiz oranlarını sı­fıra yaklaşan bir düzeye inmeye zorlayacaktır. Bu da, yatırımların artan talebi karşılayabil­mesi için yeterli yükseklikte bulunacağı bir düzey olacaktır.

2- Azgelişmiş Ülkeler: Medenî isteklerin bü­tün sınıf ve milletlere yayılması İle mala olan talepler daha da artacaktır. Afrika, Asya ve Güney Amerika'nın geri kalmış ve az gelişmiş ülkeleri tedricen gelişecek ve sanayileşecektir. Batıdaki durum da böyle olmuştur. Bu durum halkın yararına olan hizmetlere ve diğer önce­likli projelere daha fazla talep getirecektir. Bu ülkelerin gelişme programlan ve diğer yatı­rımlarının gerçekleşmesi, faiz oranlarının, ya­tırımları kârlı hâle getirecek düzeyde aşağıya çekilmesine bağlıdır.

Zaman göstermektedir ki, öncelikli ve faydalı projelere olan halkın talep gücü, faiz oranları­nı yüksek tutan geleneksel ve sıkı para uygu­lamalarının gücünden daha büyüktür. Bu sıkı uygulamalar en nihayet sosyal hizmetlere olan baskıyı doğurur. Böylece faizler sosyal refa­hın endüşük seviyeye indiği bir orana kadar düşer.

Sosyal bakımdan faydalı, fakat uygulamadaki faiz oranlarının tesiri sebebiyle marjinal ve­rimliliği düşük, hali hazırda ele alınamayan sayısız teşebbüsler vardır. Deniz suyunu arıt­ma tesisleri, sulama kanalları,termik santral­ler, nükleer patlamayı kontrol için kurulan te­sisler ve benzeri diğer faydalı yeni teşebbüs­ler bu sayılanlar arasındadır. Geleneksel uy­gulamalar insanlığın gelişmesini ne kadar dur­durabilir? Bunu ifade etmek gerçekten güçtür. Fakat hâli hazır uygulamaların ebediyyen sü­rüp gideceği de iddia da edilemez. Sosyal bas­kı, faiz oranlarında düşmeyi sağlayacak uygu­lanabilir ihtimaller haline geldiği zaman, bu projeler meyve vermeğe başlayacaktır.

3- İşsizlik Problemi:Problem,   sanayileşmiş ülkelerde şimdiki haliyle çok ciddî görünmemektedir. Otomasyon ve işgücünü azaltıcı makina kullanımının artmasıyla milyonlarca işçi, işsiz kaldığı zaman, problem çok vahim olacaktır. Aslında işsizlik problemi dünyanın çoğu ülkesinde Önemli boyutlara ulaşmıştır. Bir veya iki nesil sonra, Batılı ülkelerde de en hayatî problemlerden biri hâlini alma istidadındadir.

Diğer taraftan Batı tipi sanayileşme, Asya ve Afrika'daki ülkelere de yayıldığından, onları da bir kaç nesil sonra aynı tehlike beklemek­tedir. Sonuç olarak, kapitalist toplum, içinde yaşadığımız ekonomik sistemin Önemli eksik­likleri yüzünden tehlikeli bir durumla karşı karşıyadır.

Düşük istihdam problemini çözmenin en etki­li yolu, ülkenin işsiz İnsanlarına yeterli iş imkânı sunabilmek için daha fazla yeni teşeb­büsleri daha fazla teşvik ederek, yatırımları canlandırmaktır. Bu da, faiz oranlarım marji­nal verimliliği düşük yeni projeleri mümkün kılabilecek sıfıra yaklaşan bir orana kadar in­direbilmekle mümkün olabilir. Dolayısıyla bu durumdan başka bir çıkış yolu bulamayan pa­ra otoriteleri, büyük bir ihtimalle toplum men­faatini düşünerek faiz oranlarını düşürmeye zorlanacaklardır.

Keynes, ısrarla şu görüşü desteklemektedir: Tam istihdamı sağlamak için, faiz oranlarında sıfıra yaklaşan bir oran bile olsa önemli bir in­dirim gereklidir. Şüphesiz istihdam problemi­nin çok belirgin olduğu zamanlar, sanayiciler ağır kayıplara katlanırlar. Talep eksikliği yü­zünden büyük stoklar satılmadan durur, mil­yonlarca insan yiyecek ve giyeceksiz bir vazi­yette iken, kârlı teşebbüsler de âdeta yok olur. İşte bu şartlar altında yatınmları ve tüketim talebini canlandırmanın tek etkili yolu, faiz oranlarında önemli bir indirim yapmaktır.

Keynes şunu da tartışmaktadır: Eğer tam is­tihdam, ortalama günlük oranın çok altında bir faiz oranını gerektirirse, o zaman, kesin­likle geleneksel faiz oranını kaldırır ve ekono­minin bu oran olmaksızın kendi kendine rayı­na oturmasına imkân tanır. Öyle görünüyor ki faiz oranlan, istihdam düzeyini sınırlamakta kendine has bir rol oynamaktadır. Çünkü sermayenin marjinal verimliliğini düşürmektedir.

Sıfır Faiz Oranı İhtimalleri:Yukandaki tar­tışmalarımıza dayanarak, faiz oranlarının çok uzun olmayan bir zamanda sıfıra düşeceğini ve halkm genel menfaati için, toplumun, sos­yal olmayan bu kurumdan vazgeçeceğini söy­leyebiliriz. Bu durumda, Önce Keynes'in gö­rüşlerini, daha sonra da İslâmın sıfır faiz oranı ile ilgili yaklaşımını tartışacağız.

Keynes hararetli bir şekilde, toplumun genel menfaatini etkileyen bazı ekonomik değişken­lerin, doğrudan doğruya devlet tarafından kont­rol edilmesini savunmaktadır. Keynes'e göre, tam İstihdamı sağlamak için. toplumun genel menfaatlerindeki sermaye mallarının marjinal etkililiğini hesaplamak durumunda olan dev­let, yatınmları doğrudan organize etme ile fa­iz oranlan ve tüketim arzusunu kontrolde da­ha büyük sorumluluk almalıdır. Kapitalist ekonomide tam istihdamı sağlamanın tek etki­li yolu budur. Keynes, tam istihdamın sağlan­ması için, yatmmlarda, sınırlı merkezi kontrol yapılmasını tavsiye etmektedir.

a- Sosyal FaydarKeynes, sosyal bakımdan faydalı olan yatınm politikasının, nadiren, en kârlı olanla kesiştiğini düşünmektedir. Halk, bir an önce netice almak ve çabucak para ka­zanmak arzusundadır. Kısa zamanda milyon­lara sahip olmak isterler ve çoğunlukla kendi şahsî çıkarları için toplumun veya milletin menfaatlerini feda etmeye hazırdırlar. Bu se­beple toplumu, sadece kendini düşünüp, baş­kalarını umursamayan vurgunculardan koru­mak için devlet, kesinlikle yatınmlan doğru­dan organize etmede daha büyük sorumluluk almalıdır.

b- Tam istihdam:Keynes, tam istihdamın, yüksek faiz oranı ve düşük tüketim arzusu ile sağlanamayacağına ve devamının da mümkün olamayacağına inanmaktadır. Bunun da ancak faiz oranlanndaki büyük bir düşüş ile temin edilebileceğini düşünen Keynes, "uzun tecrü­belerimiz göstermiştir ki faizler, tabii halinde yatırımlara yeterli bir teşvik vermek için çok defa aşın biçimde yükselir" demektedir.

O, tüketim talebi ile yatırım saikleri arasında bir denge kurabilmenin tek çaresinin devlet kontrolü ile olabileceğini düşünmektedir. Devlet, gerek vergi programı ile, gerek faiz oranlarını sabit tutarak ve gerekse diğer ted­birlerle gelir dağılımını yeniden düzenleyerek tüketim talebini yönlendirici bir faaliyet için­de olmalıdır.

Keynes, bu programın finansörü; müteşebbi­sin zeka, karar ve uygulama maharetinin ma­kul bir mükâfat zamanında toplumun hizmeti­ne yönelteceğine inanmaktadır. Ayrıca faiz ve yatırım oranlarının toplum menfaati bakımın­dan, hususiyetle kontrol edilmediği ve "Iais-sez faire" (bırakınız yapsınlar, bırakınız geç­sinler) ilkesine bırakıldığı müddetçe toplum­daki istihdam seviyesinin düşmeye zorlanaca­ğını vurgulamaktadır.

Tam istihdama uygun olan makul bir yatırım oranını koruyabilmek için, çok düşük bir faiz oram gereklidir. Fakat bu da gerek kurumsal ve gerek psikolojik faktörlerin faiz oranında uygulanabilir bir düşmeye karşı, sıfırın çok üstünde bir barem koymaları sebebiyle müm­kün değildir. Bu bakımdan devlet bizzat faiz ve yatırım oranlarım kontrol etmelidir.

Keynes demektedir ki bu metodlarla devlet, sadece tam istihdam hedefini gerçekleştirmiş olmakla kalmayacak, aynı zamanda toplumu da tam bir çökmeden kurtarmış olacaktır. Kendi ifadesiyle şunları söylemektedir. "Bu­nu, ekonomik formların tamamıyla çökmesin­den kaçınmanın uygulanabilir tek yolu olması ve şahsî teşebbüsü başarılı kılacak şartları ha­zırlaması sebebiyle savunuyorum. Dünya ar­tık, günümüzdeki kapitalist bireycilikle ilişki­si olan -ki benim görüşüme göre kaçınılmaz olarak ilişkilidir- işsizliğe daha fazla müsama­ha göstermeyecektir.

Çözüm, bir taraftan verimlilik ve özgürlük korunurken, diğer taraftan hastalığı tedavi et­mek için problemin doğru bir analizinin yapıl­masıyla mümkün olabilir." Keynes, faiz ora­nım aşağıya çekmek için, uzun bir çabaya hat­ta gelenek ve ahlâkî kuralların gücünü yardı­ma çağırmaya hazırdır.

O, halihazırdaki yatırım hacminin, kapitalist bir toplumda ticarî dönüşümlerin sistematik olaylarına sahip özel kişilere emin olarak bı­rakılamayacağım düşünmektedir. Toplum, çö­küntülerin takip ettiği ve sermayenin marjinal verimliği ile istihdam düzeyinde geniş deği­şikliklere götüren krizlerin kötü sonuçlarından korunma ihtiyacındadır. Keynes, bu nedenle kriz sonrası dönemlerin zararlı etkilerinden korunmak için, yatırımların ve faiz oranları­nın devlet tarafından kontrol edilmesini bir emniyet tedbiri olarak teklif etmekte ve bu va­sıtayla bu tür şartların bir ekonomideki canlı­lığı veya kısmî canlılığı sürekli kılabileceğini düşünmektedir.

Keynes, kapitalizmin karşı çıkılabilinen bir çok özelliğinden kurtulabilmenin en etkili yo­lunun devlet kontrolü olduğu görüşündedir. Çünkü az bir düşünme, öylesine büyük sosyal değişikliklerin, sermayenin piyasadaki dönü­şümünün tedricen kaybolması neticesinde meydana geldiğini gösterecektir. Bir kişi, ile­ride başka bir zamanda harcamak düşüncesiy­le kazandığı gelirini tasarrufta hâlâ serbest olabilir, ancak onun tasarrufu büyümeyecek, bu sebeple de irat sahibi yok olacaktır. Fakat bununla beraber beklenen gelirin tahmininde-ki görüşler farklı olmakla birlikte teşebbüs ve hünere de belli bir önem verilir.

Keynes, genel refahın sağlanması için faiz ve yatırımların devlet tarafından kontrol edilme­sinin güçlü bir taraftandır. Keynes'e göre, böyle bir politika makul, uygulanabilir!, halkın yararınadır diye insanların beğenisini kazanır­sa bu politika sıfır, hatta daha aşağıdaki bir fa­iz oranını muhafaza etmede kolaylıkla başarılı bir şekilde kendini gösterir. Şayet halk, devle­tin, kendi refahları için doğru karar aldığına ve bu karann devam edeceğine kuvvetli bir şekilde ikna edilmesi gerekmektedir.

Keynes şöyle devam eder: Halkın fikri, faiz oranlarındaki mutedil bir düşüşe çabuk alıştı-rılabilir. Hatta faiz oranlarındaki geleneksel bir düşüş beklentisi buna uygun olarak ayar­lanabilir, ki bu bir bakıma daha sonraki bir düşüşe de zemin hazırlamadır. Birleşik Kral­lıkta, (İngiltere) Gold Standard'tan aynlmadan sonraki uzun dönem faiz oranlanndaki gerile-yiş buna çok yerinde bir Örnektir. Bu dönem zarfındaki esas hareketler, bir dizi devamsız sıçramalardan etkilenmişti. Başarılı indirimle­rin herbirine alışmış olan halkın likidite fonk­siyonu, düşüncelerde veya otoritelerin politi­kalarındaki bazı yeni manevralara cevap vere­bilmeye hazır hale gelmişti.

Kısaca Keynes'in düşüncesi şudur: Eğer dev­let, hayat standardında makul bir sermaye bü­yümesini temin için, dengeleyici bir faktör olarak ekonomiye katılırsa, o zaman buna müsait olan bir toplum, sermayenin marjinal

verimliliğini bir nesil boyunca dengeye (aşa-ğı-yukarı sıfıra) çekebilmelidir.

 

Faize İslâmî Bakış

 

İslâmî devlet, iki aşırı uç olan Kapitalizm ve Sosyalizm'in arasında yer alır. İslâm, ekono­miyi; ne müteşebbisin elinde spekülasyon kaynağının ürünü haline geldiği bir kaç kapi­taliste bırakır, ne de proleter uygulamanın ferdî teşebbüs, hürriyet ve verimliliği yok et­mesine müsaade eder. İslâm, kapitalistlere karşı bütün toplumun refahım emniyet altına alır, İşsizlik ve buhran ile neticelenen ticarî dönüşümlerin zararlı etkilerinden de toplumu korur.

Bazı durumlarda, ekonomiyi tam bir çökme ve yok olmadan korumak için, devletin müda­hale ve kontrolünün kesinlikle lüzumlu oldu­ğunu kimse inkâr etmemektedir. İşsizlik, mo­dern sanayi devletlerini müdahaleciliğe ve iş­sizliği kontrol için bazı tedbirler almaya zor­layan saiklerden birisidir. Keynes de, depres­yon ve işsizliği yok etmek için devlet müda­halesinin lüzumunu çok kuvvetli bir şekilde desteklemektedir.

İşsizliğin baskısını hafifletmek için devlet kontrolünün lüzumu, hemen hemen bütün modern devletler tarafından kabul edilmiştir. Bu, ABD'ndeki New Dealy mevzuatında, İn­giltere, Avustralya ve İsviçre'de ayrı ayrı 1944 ve 1945'lerdeki istihdamla ilgili (White Papers)'da aşikârdır. Daha sonra 1950'de Av­rupa Konseyi de tam istihdamı bir hedef olarak kabul etmiştir. Japonya, endüstriyel geliş­me programlarının çoğunu devlet yardımıyla gerçekleştirmiştir. İslâm da, toplum yararını korumak ve emniyet altına almak için sınırlı olmak kaydıyla kontrolünü tavsiye etmekte­dir.

Sıfır faiz oranı, İslâmî sistemde, kanunî bir oran olarak kabul edilmekte ve bu oranı yuka­rıya çekecek herhangi bir hareket, insafsız, adaletsiz ve bu bakımdan da-gayri meşru sa­yılmaktadır. Faiz konusundaki bütün literatü­rün özü şu ifadelerle özetlenebilir: İktisadî şartlar ne olursa olsun, gerek para, gerekse al­tın, gümüş, yiyecek. maddesi veya diğer bir kullanım eşyası olarak ödünç verilen serma­yenin üstünde döndürülen herhangi bir fazla­lık faizdir (riba) ve bu sebeple de gayri meşrudur. Dolayısıyla, ister paranın kullanıl­dığı, isterse mübadelenin söz konusu olduğu işlemler olsun içine faizin karıştığı bütün mu­ameleler İslâm ekonomisinde yasaklanmıştır.

Devlet, teşebbüs hürriyetini tanımakta ve kâr amacıyla yapılan ferdî teşebbüse müsaade et­mekte, fakat, servetin stok edilerek biriktiril-mesinden doğan kâra izin vermemektedir. Herkes, devlet güvenliğini ve refahını tehlike­ye sokmamak kayıt ve şartıyla istediğini yap­maya serbesttir. Faiz kurumu, toplumun sos­yal refahını olumsuz olarak etkileyen unsur­lardan biridir ve bu bakımdan da kişilerin kontrolüne bırakılmamıştır. Kaldı ki, elindeki herhangi bir imkânla, hatta ahlakî kural ve ka­nun müeyyidelerini yardıma çağırmak sure­tiyle faiz oranlarını tutmak, modern toplumun bir husustur.

Faiz almayı ve vermeyi yasaklayan ve sıfır fa­iz oranının İslâmî devletin tek kanunî rayici olduğunu belirten Kur'an-ı Kerim'in konuyla ilgili son emrinde şöyle buyurulmaktadır: "Ey inananlar ! Allah'tan korkun, eğer inanı­yorsanız faizden arta kalmış hesaptan vazge­çin." (2: 278).

Kur'an-ı Kerim'in bu ayeti açıkça ortaya koy­maktadır ki, İslâm ekonomi sisteminde faiz kurumuna asla müsaade edilemez. Hatta, sıfı­rın üstündeki herhangi bir oran aşın faiz ora­nıdır ve bu sebeple de kanunî değildir. Daha önce belirtildiği gibi,The Oxford Dictio-nary'de "usury" (riba) kelimesine,"Herhangi bir aşırılık, özellikle az veya çok, kanunların tayin ettiği oranın üstündeki herhangi bir artık oran, aşın faiz oranı" anlamı verilmiştir. Kur'an-ı Kerim'in hükmüne göre bizim kanunî oranımız sıfır'dır ve toplumumuzda bunun üzerindeki herhangi bir oran aşırı kullanım kabul edilir.

Söz konusu ayet, şuna da işaret etmektedir. Vurguncu kimseler, kendi şahsî çıkarlarını te­min ederken çabucak para kazanmak için, ço­ğunlukla, nadiren en kârlı olanla denk düşen sosyal faydayı unutur veya önemsemezler. Ekonomiyi korumak ve sermayenin, kârlılık haddinin yüksekliği şart olmayan, ama toplu­ma faydalı teşebbüslere akması için faizin ip­tali zorunludur. Böylece, verimlilik, ferdî ve serbest teşebbüsü yok etmeden kapitalizmin kötülüklerinden kurtulmak mümkün olur.

Şayet insanlar, Allah'ın kendileri için vahyet-tiği hükümlere teslim olarak ve sıfır faiz ora­nıyla biçimlendirilmiş, toplum için faydalı ve öncelikli politikalarında devletle işbirliği yap­salar, onların kendi menfaatlerine de, ferdî hürriyetlerine de saygı gösterilir ve hayatın her safhasında şu ifadelerde ima edildiği üze­re emniyet altına alınırlar: "Haksızlık yap­mazsanız, size de haksızlık yapılmaz." Kapi-talizm'in itiraz edilebilir bütün özellikleri, bu ekonomi içinde artık yok olmaya başlar. Her­kes kendi gelirini daha sonraki bir zamanda harcamak maksadıyla biriktirebilir, fakat bu birikim faiz oranı kazanmak suretiyle büyü-mez. Devlet hasseten sıfır faiz oranını kontrol edip destekleyecek, bu arada faiz oranındaki pratik düşmelere karşı sınır oluşturan kurum­sal ve psikolojik faktörler de, bu politikanın başarılı bir şekilde işlemesine tesir edemeye­cektir. Üstelik, devletin meşru davranışları, uygulamada müminlerin beğenisini kazanan ve kendilerine Allah'a karşı olan görevlerini yapmalarını ve faizden doğan haklarını terket-melerini emreden Kur'an'm ahlâkî desteğiyle de takviye edilmektedir.

Bu politika; halkın ahlâkî değerlerine uygun­luğu, makul, âdil ve tatbiki mümkün, bunların da ötesinde halkın yararına olması sebebiyle Çok başarılıdır. Halk bu politikanın doğrulu­ğuna, doğru karar alındığı ve kendi faydaları­na olduğu konusunda tam bir güven içindeyse tabii ki bu politika devam eder. Bu bakımdan halkın muvafakatini, tam destek ve yardımını alan devlet pratik sonuçlarda etkili ve başarılı olur. Tatbikattaki muhtemel hatalar kısa süre­de giderilir. Elde edilen sonuçlar herhangi bir devlet politikasından beklenenlerden çok daha önemli ve faydalıdır. Sonuçta ekonomi, sade­ce kendini düşünüp başkalarını umursamayan spekülatör ve tefecilerden tamamen korunmuş olur. Artık, ne piyasada bulunan sermaye ak­tiflerinin cirosu konusunda aşın iyimser bek­lentiler vardır, ne spekülatörlerden herhangi bir tahrik, ne de sermayenin marjinal etkilili­ğinin âni ve yok edici düşmesi korkusu.

Ekonomi, ticarî ilişkilerin kötü sonuçlanndan ve ekonomik buhranlardan tamamen kurtulur. Çöküntü ve bunalımlar meydana gelmez ve ekonomi de tam istihdamla büyüme hızını muhafaza edebilir. Artık ekonomide faiz yok­tur ve çöküntülerle sonuçlanan krizlerin ana sorumlusu yanlış beklenti durumlannın olma­dığı da açıktır. Bundan sonra, ekonomi, uzun süreli çöküntülerin takip ettiği sık veya geçici krizlerden kurtulur. Her zaman devam eden bir canlılığın yararlarından hoşnut olur. Bu sebeple de canlanmayı sağlamaya ve ekono­miyi yarı canlılık şartlarında tutmaya çalışır. Sözkonusu canlılık devam ettirildiği zaman da, Keynes'in rüyaları bu toplumda gerçek olur.

Keynes'e göre, "Çare, ticarî ortamda fiyat ar­tışlarını yok ederek, bizi sürekli yarı çöküntü durumunda tutmakta bulunmaz. Doğru tedbir, Çöküntüleri iptal ederek, bizi devamlı olarak yan canlılık halinde tutmaktadır. Bu sonuçları elde etmek için, en iyi ve en etkili tek yol, fa­iz oranım sıfır'a yaklaşan çok düşük bir dü­zeyde tutmaktır.

Çok muhtemeldir ki, sermaye büyümesini kontrol için, faizin para oranını dizginleyen fren olmadığı zaman güçbela durdurulabile­cek katlamalı sermaye büyümeleri meydana gelir. Netice itibariyle, sermayenin çoğalması, sıfır faiz oranının isabetli olduğunu yeterli bir şekilde ispat eder.

Bu politika, yatırımlar için de yeterli teşvik ve imkân hazırlar. Sermayenin marjinal verimli­liğinin düşük olması ve yüksek faiz sebebiyle daha önce ele alınamayan, ancak toplum için faydalı bütün projeler serbest faiz ekonomi­sinde mümkün olabilir. Sermayenin sıfır mar­jinal verimliliği ile yapılan projeler dahi, böy­le bir ekonomide ele alınabilir. Sonuç olarak da, yatırımlarda, dolayısıyla da ülkedeki istih­dam düzeyinde çok büyük bir yükselme mey­dana gelir.

Zekat'ın zorunlu olarak toplanmasından doğan gelirin yeniden dağılımı ile yatırımların can­lanmasına başka bir hareket daha getirilmiş olur. Başka bir bölümde açıklandığı üzere, sahipliği üzerinden bir tam yıl geçmiş, yatırı­ma dönüşmemiş nakit, biriktirilmiş para, altın, gümüş, mücevher v.s. her çeşit servet, %2.5 oranında zekata tâbidir. Zekatın toplanması, yatırım oranlarının yükselmesine de sebep olur.

Keynes'İn kapitalist bir toplum için düşündü­ğü ve eğer doğruysa "sermayenin marjinal et-kililiğindeki ciddi bîr düşüş tüketim arzusunu ters yönde etkilemeye yönelir" şeklindeki kor­kusu, sermayenin marjinal verimliliğinin böy­le geniş bir değişime maruz kalmadığı bu ekonomide gerçekleşmez. Üstelik zekatı, eğer varsa sermayenin marjinal verimliliği, düşme­nin ters etkilerini yok edebilsin diye, gerek topluma ve gerekse fertlere tüketimi arttırıcı büyük bir destek verir.

Bundan başka, zekat, likidite mallan nakit şeklinde elde tutmaktan uzaklaştırmaya çalı­şır. Servetin büyümesine önemli bir engel olan likidite önceliğini arttırmaya meyilli bir çok faktör vardır. Halk, geçmişte de günü­müzde de, başlıca likid malların bu önceliğine sahip olan - tam istihdamı kuvvetlendirmek için, yatırım oranlarını yeterli yükseklikte tut­mada başarılı olamamıştır. İslâm ise, zekat uygulamasıyla insan gelişiminin yolunda esas engel olan likidite önceliğine çok kuvvetli ve etkili bir kontrol getirmiştir.

Likidite önceliği zekat mesuliyeti ile tamamen kırılmıştır. Eğer bazı insanlar buna rağmen hâlâ servetlerini biriktirmeye karar veriyorlarsa, gelecek yılların yıllık zekat toplamı onla­rın hazinesini tüketecektir. Dolayısıyla bu ki­şiler er veya geç, biriktirmiş oldukları servet­lerini yatırıma yöneltmeye veya biriktirmiş ol­dukları servetlerini değil de bu servetlerin kârlarından zekat olarak vermeye zorlanırlar. Böylece bütün sermaye, yatırım kanallarına akar ve hiç veya çok az denebilecek bir ser­maye likid mal olarak kalır.     

Gerek sıfır faiz oranı yatırımları canlandırarak ve gerekse yatırımları ve tüketimi hızlandıra­rak her ikisi birden toplumda tam istihdamın şartlarının oluşmasına yardım eder.

Tüketim talebinin artmasına ve dolayısıyla tam istihdam seviyesinin yükselmesine yar­dımcı olan başka bir tedbir de miras kanunu­dur. Bu kanunda, erkek ve kız çocuklar, baba, anne, eş, erkek ve kizkardeş vs., hepsi belli bir kanuna bağlı olarak aralarında paylaştırıl­ması icap eden bir kimsenin mal ve mülküne

bütün serveti, onun ölümünden sonra erkek ve kadın mirasçıları arasında dağıtılır. Bu da kü­melenmiş bir servetin toplumdaki birçok kişi arasında yayılmasına ve sonuç olarak , tüke­tim talebinin artmasına yardımcı olur. Miras kanunu, sıfır faiz oram ve zekat kurumuyla birlikte işlediğinde istenilen netice kısa bir zamanda gerçekleşir.

Daha fazla yardımda bulunmak ve tam istih­damın şartlarını istikrara kavuşturmak için İslâm, müslümanlarm bollukta, darlıkta ve benzeri durumlarda servetlerini serbestçe in-fak etmelerini tavsiye eder. Kur'an-ı Kerîm'de, iyi insanların vasıfları belirtilirken şöyle buyurulmaktadır: "O (takva sahibi ola)nlar bollukta ve darlıkta Allah için harcar­lar ..." (3: 134). Ve Nisa suresinde şu ifâdeler yer alır: "... Allah'ın kendilerine verdiği rızık-tan Allah yoluna harcasalardı..." (4: 39).

Bunlar ve benzeri pek çok ayet, tüketime ve dolayısıyla istihdama, normalden daha fazla teşvikkâr olmaktadır.

İslâm'ın ekonomi sistemi bu vasıtalarla, yatı­rım ve tüketimi, dolayısıyla da problemin tek pratik çözümü olan istihdamı arttırmaya yönelmiştir. Keynes'in denklemine göre, millî gelir, çıktıların değerine veya tüketim ve yatı­rımların toplamına eşittir.   N.I=P=C=1+1

Tam istihdamı ve halkın hayat standardında bir yükselme temin için eğer biz, bir ülkenin millî gelirini veya başka bir ifadeyle toplam çıktı değerini arttırmak istiyorsak, o zaman onun tüketimini veya yatırımını veya her iki­sini birden arttırmalıyız. Az gelişmiş ülkeler mümkün olan en kısa zamanda gelişsinler, sa­nayileşmiş ve tam anlamıyla gelişmiş ülkeler de, tam istihdamı gerçekleştirebilsinler ve aynı zamanda da canlılık şartlarını sürekli ola­rak devam ettirebilsinler diye, İslâm, kanunî sıfır faiz oranı, zekatı, infak ve miras hüküm­leri vasıtalarıyla ekonomideki yatırım ve tü­ketimi birlikte en üst düzeye çıkarmaya çalı­şır.

Kısaca bu tedbirler aynı zamanda ve birbirini tamamlayıcı olarak işletilirse, bir nesilden da­ha az bir zaman içinde tam istihdamı gerçek­leştirirler ve de ekonomideki canlılık şartları­nı sürekli olarak muhafaza ederler.

Bu bölüm; Necdet Şensoy, Mustafa Aykaç ve Kenan Dönmez tarafından çevrilmiştir.

 

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

 

HZ. MUHAMMED: SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM KANUN KOYUCU

 

Giriş

 

Allah'ın son peygamberi ve rasulü Muham­med @, bütün zamanların en büyük kanun koyucusudur. Şüphesiz O, koyduğu tüm ka­nunları Allahu Teala'dan almıştır. Hukukun üstünlüğü kavramına ve ferdî hürriyetlere ye­ni boyutlar kazandıran da O'dur. O'nun ortaya koyduğu hukuk nazarında Allah, hüküm­rândır; tüm kanunların kaynağıdır. Bütün in­sanlar O'nun yaratıkları olarak kanun önünde eşittir. Kanunları zengin ve fakir, büyük ve küçük veya siyah ve beyaz arasında bir ayınm yapmaz; hepsine eşitlikle ve adaletle muamele eder.

O'nun kanunları önünde, her fert kendi davra­nışlarından sorumlu olup devlet başkanı için bile imtiyaz tanmmaksızm, herkes aynı şekil­de hesap verir. Kişisel sorumluluk kavramı Hz.Muhammed @ tarafından ortaya konan hukukun özel bir niteliğidir.

Gerek ulusal, gerekse uluslararası seviyede bütün insanlara adaletle hükmedilmesi için âdil ve evrensel hukukun temellerini ilk kez ortaya koyan Muhammed @'dır.

 

KISIM 1

 

RASULULLAH @'IN SÜNNETİNİN HUKUKÎ STATÜSÜ

 

Rasulullah @'m kanun koyucu olarak statüsü­nü müzakere ederken O'nun sünnetinin İslam Şeriatindeki hukukî konumunu bilmek öncelikle gereklidir. Sünnet nedir? Sünnet hangi formuyla bizimle ilgilidir? Sünnetin niteliği nedir? RasuluUah @ hangi oranda, -eğer ya­pabiliyorsa- kanun yaprraştır?İslam Hukuk sisteminde O'nun kararlarının yeri nedir? Bunlar ve benzeri birçok sorular, Rasul @'ün kanun yapıcı olarak rolünü inceleyen her kişi­nin zihninde canlanacaktır. Rasul @'ün kanun koyucu olarak pozisyonu ve O'nun kararları­nın hukuki statüsünü aydınlatmak için bu so­rular teker teker cevaplandırılmaya çalışıla­caktır. (Ebu'l A'la Mevdudi, "Sunnat ki Aini Hathiyat" ve Dr. Mustafa Sıbai, "Hadith-i Ra­sul and its Tashri'i Muqam").

 

Sünnet Nedir?

 

Muhammed @ vasıtasıyla bize ulaşan ilahî öğreti iki şekildedir: İlki, tamamıyla Rasulul-lah @'a vahyedüen kelimelerle Allah'ın emir ve hükümlerini ihtiva eden Kur'an'dır. İkinci­si, Kur'an'm gayesini aydınlatıp açıklayan Ra-sul'ün sünneti ve siretidir. Peygamber @, Al­lah'ın mesajını ilettikten sonra artık başka bir fonksiyonu kalmayan bir elçi değildir. O, aynı zamanda rehber, yönetici ve öğreticidir. Ger­çek gaye ve hedefinin insanlarca anlaşılması için Allah'ın kanununu sözleri ve hareketleri ile açıklamak; sonra da mükemmel kültür ve medeniyet sisteminin İslam prensipleri üzeri­ne nasıl kurulabileceğini göstermek için bu hedeflere uygun şekilde fertleri eğitip fazilet ve adalet toplumu kurmak , O'nun görev ve fonksiyonları arasında idi. Rasulullah @, bu fonksiyonlarını 23 yıllık peygamberlik döne­minde tamamladı. İşte sünnet, gerçek Melik-Vâli'nin hükümlerini Kur'an'la birlikte şekil­lendirip bütünleştiren bu fonksiyonların ortak adıdır. İkisi birlikte İslam terminolojisinde şe­riat diye isimlendirilen yüce hukuku oluştu­rur.

Peygamber @'ın çalışmalarını sadece Allah adına Kur'an'ı tevdi etmekle sınırlandırmadı­ğı, yamsıra İslam toplumunun doğumuyla so­nuçlanacak şümullü ve evrensel harekete reh­berlik ettiği, inkârı gayri kabil tarihî bir ger­çektir. Yeni bir kültür ve medeniyet sistemi varlık bulmuş; yeni bir devlet kurulmuştur.

Burada temel sual ortaya çıkmaktadır: Kur'an'ı tevdi ettikten sonra diğer fonksiyon­larını Rasulullah @ hangi sıfatla yerine getiri­yordu? O, Kur'an'ın tevdi edilmesinde olduğu gibi nebi sıfatıyla Allah'ın dilediğini temsil ederek mi bu fonksiyonlarım yerine getirdi? Yoksa O, nebi statüsü Kur'an'ı insanlara nak­lettikten sonra nihayete eren ve sözleri ile davranışları herhangi bir hukuki yetki ve öne­me haiz olmayan, diğer müslümanlar gibi sa­dece bir müslüman olarak mı kalıyordu? İlk durumda, Kur'an'la birlikte sünneti hukuki otorite olarak tanımaktan başka seçenek yok­tur. Fakat ikinci durumda sünnete hukuki bir statü vermenin de bir manası yoktur. (Ebul A'la Mevdudi, "Sunnat ki Aini Hathiyat" ve Dr. Mustafa Sıbai, "Hadith-İ Rasul and its Tashri'i Muqam").

Kur'an'ın anlattığı kadarıyla, Muhammed @ yalnızca Allah'ın bir elçisi değildir, yamsıra Allah tarafından görevlendirilen ve müslü­manlar için boyun eğme ve itaatin zorunlu ol­duğu rehber, yönetici ve öğretmendir. Yaşan­tısı bütün insanlar için örnek teşkil eder. Bir kişinin mesajının aktarılması hususunda Al­lah'ın elçisi olması, sonra da sıradan bir insan olarak kalması fazlasıyla saçmadır. İslam'ın ilk dönemlerinden günümüze kadar yeryüzü­nün her yöresinde İslam milletini ilgilendiren konularda Rasulullah @'m sireti ve sünneti ta­kip edilmesi zorunlu bir örnek olarak değer­lendirilip emirleri itirazsız yerine getirilmiştir. Müslümanların O'nu daima bu vasıfla tanıdık­larını ve İslam Hukuk sisteminde Kur'an'ın yamsıra sünnetin de ikinci kaynak olarak ka­bul edildiğini müslüman olmayanlar bile in­kar edemez. Bu yüzden Rasulullah @'m yahut sünnetinin hukuki yönünü inkâr etmek hem İslam tarihinin külli gerçeğine karşıttır, hem de mantıksızlıktır. (Ebul A'la Mevdudi, "Sun­nat ki Aini Hathiyat" ve Dr. Mustafa Sıbai, "Hadith-i Rasul and its Tashri'i Muqam").

Alimlerin ve fakihlerin büyük çoğunluğu "hikmet"in (3:164) Kur'an'dan farklı ve ayrı bir şey olduğu görüşündedirler. Hikmet, Allah tarafından Rasulullah @'a tebliğ edilen, İs­lam'ın hüküm ve mektumları anlamına gel­mekte olup dirayetli alimlerce sünnet olarak değerlendirilir. İmam-ı Şafii'ye göre; "Allah  (Kitap)tan söz etmiştir ki, Kur'an'dır. (Hik-metji de anmıştır ki, kendisine ilim bakımın­dan hürmet ettiğim bir zât 'Hikmet, Rasulul-lah @'m sünnetidir' demektedir. Bunun doğru olduğunu düşünüyorum, çünkü Allah, Kitap ve Hikmet'i birbiriyle uyumlu şekilde zikret­miştir. Kitap ve hikmeti insanlara öğreten Al­lah'tır ki, hikmet sünnetten başka hangi anla­ma alınabilir? Yine hikmet Kitap'tan hemen sonra ve ona paralel olarak zikredilmiştir ki, burada anılan hikmet sünnet anlamındadır. Allah, Rasulullah'a, sürekli ve mutlak itaat statüsü vermiştir. Allah, Rasulullah @'a iman­la kendisine imanı ayrılmaz bütün olarak de­ğerlendirdiği için yalnızca Kitabullah'ta ve sünnette zikredilenlere itaat zaruridir," (Şafii'; el-Risale, sh. 78).

Bu sözleri İmam Şafii'nin hikmeti sünnetle eş olarak değerlendirdiğini gösterir. Rasulullah @'a Kur'an'ın yanısıra başka bir şey de veril­diğini ve bu anlamda da Rasulullah @'a itaa­tin gerekli olduğunu ifade eder. Kur'an'ın bu yaklaşımı Rasulullah @'ı Öven şu sözlerle an­laşılır: "O (Rasul) ki, kendilerine iyiliği emre­der, kötülükten men eder; onlara güzel şeyleri helal, çirkin şeyleri haram kılar, üzerlerindeki ağırlıkları, zincirleri kaldırıp atar." (7:157) Bu ayetin hitabı umumidir ve Kur'an'ın helal ve haram ilan ettikleri kadar ikinci tür vahiyle tesbit edilenleri de kapsar. Mikdam 4». Ma'di-kerb Rasulullah @ 'm şöyle buyurduğunu nak­leder; "Biliniz ki, bana Kitap ve onunla birlik­te bir benzeri verildi." (Ebu Davud). Allah, müminler üzerine Rasulullah @'ın emir ve ne-hiylerine uymayı zorunlu kılar. (59: 7). Kur'an'da Rasul @'a itaatin Allah'a itaatle bir­likte ve hemen ondan sonra zikredildiği bir­çok ayet vardır (3:132, 8:24). Kur'an Rasul @'a itaati Allah'a itaatle eş kabul edip (4:80) Rasulullah @'a uymayı Allah'a olan sevginin bir belirtisi olarak değerlendirir. (3: 31).

Müminler Rasulullah @'a itaatsizlikten sakın-dınlmışlardır (24: 63), çünkü Allah, Rasulul­lah @'a itaatten yüz çevirmeyi küfür olarak niteler (3: 32). Aralarındaki anlaşmazlıkları, -eğer Allah'a ve Kıyamet Gününe gerçekten iman ediyorlarsa- Rasulullah @'a götürmekle emrolunmuşlardır (4: 59). Rasul'ün hükümle­rinden yüz çevirenler inananlardan olmayıp

münafıktırlar (24:47-51). Rasulullah ile birlik­teyken, müminlerin O'ndan izin almaksızın ayrılmamaları imanın vazgeçilmez gereklerin­den biri olarak addedilir. (24:62).

İmam İbn-i Kayyım şöyle der; "Madem ki herhangi bir amaçla Rasulullah @ ile birlik­teyken O'nun izni olmadan müminlerin ayni-mamaları imanın vazgeçilmez icaplarından bjri olarak belirlenmiştir; öyleyse herhangi bir düşünce tarzının veya metodun O'nun rızası olmadan kabul edilmemesi de imana taalluk etmelidir. O'nun rızası bunların uygulanabile­ceğine izin verdiği söz ve davranışlarıyla bili­nir." (A'lam el-Muvakin, c.I, sh. 58).

Bundan dolayı, ashab bütün meseleleri Rasu-Iullah @'a götürmeyi kesinlikle lüzumlu gör­müştür. Çünkü Kur'an'ın her hükmünün anla­mını ve önemini açıklayan, onların problem­lerini çözen, aralarındaki ayrılıkları karara bağlayan ve gerek ibadet gerekse diğer dini meselelerle ilgili sorunları açıklayan Rasulul-lah @'dı. Rasul @ namazla ilgili olarak "Na­mazı nasıl kılıyorsam öylece kılınız" (Buhari) ve haccla ilgili olarak "Haccın menasıkini benden Öğreniniz" (Müslim) buyurmuştur.

Rasulullah @ ne zaman kendi sünnetine bir sahabenin uymadığını görse hiddetini ifade ederdi. Ata b. Yasir rivayet eder ki, sahabeler­den biri, oruçluyken hanımını Öpen kişiyle il­gili hükmü öğrenmek için hanımını Rasul @'e gönderdi. Ümmü Seleme ona Rasulullah @'ın aynı şeyi oruçluyken yaptığını anlattı. Kadın da geri dönüp kocasına durumu açıkladı. Bu sahabenin, "Ben Rasulullah gibi değilim, Al­lah, Rasulü'ne dilediğini helal kılar" dediğini Rasulullah @ haber alınca öfkelenerek, "Ara­nızda Allah'tan en çok korkup sakınanınız ve O'nun hudutlarını en iyi bileninizim" buyur­du. (Şafii'; el-Risale).

Ashabın, Rasulullah @'m söz ve hareketini, izlenmesi zorunlu hukuki hüküm olarak de­ğerlendirdikleri hususunda kesinlikle şüphe yoktur. Rasul @'den farklı bir görüşü benim­seyen hiçbir sahabe yoktu. Rasul @ onlara her ne zaman bîr şey yapmalarını emretse, iti­raz etmeden itaat ederlerdi. Bununla birlikte, aşağıda belirtilen çerçevelerde O'nun emirle­rindeki hikmet ve fazileti araştırırlardı.

1- Dünyevî olaylarda, Rasulullah @'m sözle­ri yahut hareketlerinin ilahî talimata değil yo­ruma dayandığı durumlarda; Bedir Savaşı'nda Rubab b. Münzir'in savaş stratejisi açısından daha iyi bir yer teklif etmesinde olduğu gibi. .

2- Dünyevî olaylarda, ilahî hüküm gelmeden önce Rasul @'ın kendi kararını açıkladığı du­rumlarda; Bedir Savaşı esirleri hususunda Hz Ömer'in Rasul @'dan farklı bir görüşe sahip olması gibi.

3- Ashabına yeni ve garip gözüken herhangi bir şey söylediği durumlarda.

4- Rasulullah @'m dünyevi bir olay hakkında tuhaf gözükmeyen sözünün önceleri emir sa­nılıp ashapça bu söze uygun hareket edildiği, ancak sonraları bu sözlerin yalnızca O'nun şahsi görüşü olduğu anlaşılan durumlarda; Rasul @'ın Medine'deki ilk yıllarında ortaya Çıkan hurma ağaçlarının aşılanması mesele­sinde olduğu gibi.

5- Özel bir hüküm ya da meselenin sadece Rasulullah @'a özgü olduğunu anladıkları du­rumlarda; bu hususlarda ashab kendilerini bu hükme uymakla yükümlü addetmediler.

6- Rasulullah @'ın bir kanunun meşruluğunu yahut helalliğini bildirdiği ve bu yeni hükmün eski hükümden daha iyi olduğu durumlarda; bu konularda ashab kendilerini yükümlü gör­mediler.

Zikredilen bu nitelikteki emir ve talimatların dışında, sahabeler Rasul @'m bütün hüküm ve sözlerine itiraz etmeden titizlikle itaat etmiş­lerdir.

Vefatından Sonra da Rasulullah @'a Uy­manın Gerekliliği: Rasulullah @ hayatta iken emirlerine boyun eğip uymaya çalışmak sahabeler için nasıl mecburi kılınmışsa, vefa­tından sonra O'nun sünnetine boyun eğip uy­maları da müminler için öylece mecburi kılın­mıştır. Çünkü Rasulullah @'ın sünnetine itaa­ti yükümlülük olarak belirleyen nasslar umu­mi olup ne O'nun hayatıyla ne de ashabla sı­nırlandırılmıştır. Rasulullah @'a itaati barındı­ran nasslar gerek ashab, gerekse onları izle­yenler için eşit bağlayıcılık taşırlar. İtaati ge­rektiren sebep, ashabdan sonra gelen mümin­lerin de aynı ashab gibi Rasulullah @'ın izte' yicileri olmalarıdır ki bu yüzden O'ria itaat edip uymakla yükümlüdürler. Diğer bir delil de, Allah'ın hükmü ile kendisine itaat gerekli kılınmış Şeriat sahibi nebi olması yüzünden hayatta olup olmaması, sözlerinin, hareketle­rinin ve ikrarlarının bağlayıcılığı açısından herhangi bir değişiklik yapmayacağıdır. Üste­lik, Rasul @ yakınında bulunmayan insanlara da kendi sünnetine itaati emretmiştir.

Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderirken Rasu-lullah @, "Sana bir mesele getirildiğinde nasıl hükmedeceksin?" diye sordu. Muaz, "Allah'ın Kitabı İle hükmederim" cevabını verdi. Rasul @'m, "Allah'ın Kitabı'nda bir iz bulamazsan ne yaparsın?" sorusuna Muaz'm cevabı, "Ra-sulullah @'ın sünnetiyle" oldu. O'nun, "Rasu-lullah'ın sünnetinde bir iz bulamazsan?" soru­suna da şöyle cevap verdi: "Ictihad ederim". Bunun üzerine, Rasulullah @ onun göğsüne hafifçe vurarak, "Rasulullah'm elçisini Rasu-lullahm hoşlanacağı şekilde donatan Allah'a hamdolsun" buyurdu. (Tirmizi, Ahmed, Ebu Davud ve Darimi)

Rasulullah @'m vefatından sonra da sünnetini izlemenin gerekli olduğunu belirttiği çok sa­yıdaki sözlerinden birkaçı aşağıda sıralanmış­tır. "Size iki şey bıraktım; Allah'ın Kitabı ve benim sünnetim. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe asla sapmazsınız." (İbni İshak (Si-ret-i Rasulullah) ve Beyhaki). "Allah'ın Kita­bında bulunanlar, herhangi bir özre yahut ri­caya bağlı olarak önemsenmeyip bir tarafa bı­rakılamaz. Eğer Allah'ın Kitabı'nda bir hususu bulamazsanız o hususta Allah Rasulü @'m sünnetini izlemelisiniz." (Müslim).

Rasulullah @'ın; "Yalanlayanlar dışında her­kes cennete girecektir" sözü üzerine ashabı sordu, "Ey Allah'ın Rasulü, yalanlayanlar kimlerdir?". Rasul @, "Kim bana uyarsa cen­nete girecektir; kim bana itaat etmezse beni yalanlayandır" buyurdu. (Buharı ve Hakim).

Veda Haccı'nda Rasulullah @'ın şöyle buyur­duğu rivayet edilir: "Şeytan, topraklarımızda kendisine itaat edileceği ümidine kapıldı. Öy­leyse bunlardan kaçının. Size, sımsıkı sarıl­dıkça asla sapıklığa düşmeyeceğiniz iki şey bıraktım; Allah'ın Kitabı ve Rasulü'nün sün­neti." (Siret-i İbn-i İshak ve Hakim).

Irbâz b. Sâriye'nin rivayetine eöre, Rasulullah @ sabah namazını kıldıktan sonra Öyle etkili bir nasihatta bulundu ki gözyaşı ırmakları ak­maya, yürekler erimeye, dinleyenler titremeye başladı. Konuşmadan sonra ashabının "Ko­nuşmanız sanki son nasihatiniz gibiydi. Bizle­re birşeyler vasiyyet et" demeleri üzerine Ra­sul @, "Habeşli bir köle bile amiriniz olsa dinleyin ve itaat edin. Benden sonra yaşaması dilenmiş olanlar büyük anlaşmazlıklar göre­cekler. Benim sünnetimi sakm terketmeyin, ne de raşid halifelerimin sünnetini. Sünnetime sımsıkı sarılın, bidatlardan sakının, çünkü her bidat bir dalalettir." (Ahmed, Tirmizi, Ebu Davud ve İbn-i Mace). Ebu Naim bu rivayetin sahih ve güvenilir olduğunu belirtmiştir.

Rasulullah @'m sünneti, Rasul @ tarafından ashaba sonraki nesiller için bırakılan bir ema­net olduğundan, ashab Rasul @'in hadisleri­nin yayılması ve herkes tarafından bilinmesi için fevkalade özen göstermişlerdir. Rasulul­lah @ da hadislerinin öğretilmesi için insanla­rı teşvik etmiştir: "Allah'ın rahmeti, bizden bir hadis işitipte işittiği şekliyle (başkalarına) du­yuran kişiye olsun. Nice tebliğ olunan vardır ki, dinleyenden daha anlayışlıdır." (Ebu Da­vud, Tirmizi, İbni Mace ve Beyhaki).

İkinci raşid halife Hz. Ömer, Kadı Şüreyh'e gönderdiği mektupta, "Herhangi bir meseleyle karşılaştığında   Allah'ın   Kitabı'yla   hükmet.

Kufî tarzda hattın kabartma usulüyle yerleştirildiği bir tabak.

Eğer Allah'ın Kitabı'nda bir çözüm bulamaz-san Rasul @'ın sünneti ile hükmet" demiştir. Diğer bir rivayet ise, "Allah'ın Kitabı'nda çö­zümü bulursan başkasına yönelme, başka bi­rinden soruşturma. Kur'an'da bulamazsan o hususta Rasul @'ın sünnetini izle. Ve eğer, Kur'an ve sünnette iz bulamadığın bir olayla karşılaşırsan ya kendi muhakemeni kullan, yahut bana havale et" şeklindedir. ( Beyhaki, Sünen-i Kübra,Şa'bi, A'lam el-Muvakin, İbn-i Kayyım, Kenzu'l-A'mal).

Abdullah b. Mesud konuyla ilgili olarak şun­ları söylemiştir; "Yeni bir meseleyle karşılaş­tığınızda Allah'ın Kitabı'yla karara bağlayın. Allah'ın Kitabı'nda yoksa ve Rasulullah @'a bu hususta bir şey söylemişse onunla hareket edin."

Peygamberlik  Görevi  ve Sorumlulukları: Yukarıda da açıklandığı gibi Rasulullah @ aynı anda gerek yönetici, hakim, öğretmen ve rehber gerekse diğer sıfatlarla hareket ediyor­du. Bütün bu vasıflarıyla O yeryüzünde Al­lah'ı temsil edip her meseleyi O'nun dilek, emir ve rehberliğine uygun şekilde çözüme bağlamıştır. O, bu mevkiye Mekke'de yahut Medine'de herhangi bir mümin veya mümin­ler grubunca getirilmedi. Şüphesiz, Rasulullah @'m varlığında bu görevlerden hiçbirini hiç kimse üzerine almadı; Rasulullah @ hayatta iken hiç kimse bu fonksiyonlardan birine se­çilmedi. Bu tür bir fikir yahut teklif sıradan bir müslümana bile nefret uyandırıcı ve çirkin görünür. Gerçek odur ki Muhammed @ bütün bu fonksiyonları yapmak üzere Allah tarafın­dan görevlendirilmiştir.

Öğretici ve Rehber: Kur'an, Peygamberlik görevinin detaylarım şu ifadelerle belirtir: "İbrahim ile İsmail, Beyt'in duvarlarını yük­selttiklerinde 'Rabbimiz, (O müslüman üm­mete) aralarından bir peygamber gönder ki, onlara ayetlerini okusun, Kitab'ı ve hikmeti okusun, onları arındırsın...' diye dua ettiler." (2: 129). İbrahim ve İsmail @'m duaları in­sanlara; Kitabı ve hikmeti öğretecek, onları arındıracak bir peygamber içindi. Dua kabul edildi ve Allah aralarından bir Rasul @ çı­karttı, "Aranızdan size bir Rasul gönderdik ki; size ayetlerimizi okuyor, sizi arındırıp tertemiz yapıyor, size Kitab ve hikmeti öğretiyor, bilmediklerinizi belletiyor." (2: 151).

Allah, büyük lütfunu şu ifadelerle inananlara tekrar hatırlatır: "Andolsun ki içlerinden ken­dilerine Allah'ın ayetlerini okuyan, onları kö­tülüklerden ve küfürden temizleyip arındıran, onlara Kitab ve hikmeti öğreten bir peygam­ber göndermekle Allah müminlere büyük lü­tuf ve keremde bulunmuştur. Onlar bundan önce apaçık bir sapıklıkta idiler." (3: 164). "Ümmiler içinden, kendilerinden olan ve on­lara ayetlerini okuyan, onları arındırıp temiz­leyen, onlara Kitab'ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O'dur. Oysa onlar bun­dan önce apaçık bir sapıklıkta idiler." (62: 2).

Bu ayetlerde önemle belirtilip tekrarlanan, Al­lah'ın, Rasulü'nü sadece vahyi ve Kur'an ayet­lerini okumak için göndermediği ancak onun yeryüzüne gelişinin bunun yanısıra üç ayrı he­defi de kapsadığıdır. Bunlardan ilki, Kitapta bulunan emirleri açıklamak; ikincisi, Kitabın gayesine uygun hareket edebilmeleri için in­sanlara hikmeti öğretmek; üçüncüsü, insanlan gerek ferden gerekse toplum planında temiz­leyip arındırmak, diğer bir ifadeyle, eğitimle kişisel ve kollektif kötülükleri kaldırıp fıtrat­larında bulunan güzel nitelikleri geliştirmek, sağlıklı ve adil bir sosyal sistem kurmaktır.

Şüphesiz, Kur'an'ın ve hikmetin öğretimi Kur'an kelimelerini okuyup aktarmaktan fark­lı bir olaydır; aksi takdirde bunların ayrı ayrı zikredilmesi anlamsız olurdu. Benzer şekilde kişiler ve toplumun eğitimi için Rasulullah @'ın kullandığı metod da Kur'an'ın kelimele­rinden farklıdır; yoksa bunlar da ayrı ayrı anılmazdı. Bu noktada bu fonksiyonları Rasu­lullah @'m kendi kendine mi benimsediği, yoksa bunları yapmak için Allah tarafından mı görevlendirildiği sorusu akla gelmektedir. Yukarıda aktarılan vazıh Kur'an ayetlerinden sonra, bu iki fonksiyonun Muhammed @'ın peygamberliğinin bir parçasını oluşturmadığı­nı ve onun bunları bir peygamber olarak değil sadece sıradan bir müslüman vasfıyla yaptığı­nı söylemeye Allah'a ve O'nun Kitabına ina­nan hiç kimse cesaret edemez.

Kitabullah'ın   Açıklayıcısı:   Rasulullah @,  sözkonusu ayetin devamında gösterildiği üze­re, Allah tarafından Kur'an'ın emir ve hüküm­lerini beyan etmek ve açıklamakla görevlendi­rilmiştir: "Sana da (ey Muhammed) zikri (Kur'an'ı) indirdik ki, insanlara kendileri için indirilenleri açıklayasm. Olur ki iyice düşü­nürler." (16: 44). Ayet göstermektedir ki, Kur'an'ın talimat ve tebligatlarını açıklama ve vazıh kılma görevi Rasul @ tarafından sadece dil ile değil, aynı zamanda uygulamayla da yerine getirilmeliydi. Rasûlullah @'in rehber­liği altında, Kitab'ın esaslarını uygun şekilde İslam toplumunun kurulup organize edilmesi gerekli idi. Rasûlullah @'ın görevi, özellikle elçi olarak bir insan gönderilmesinin hikmeti­ni göstermek üzere burada anılmıştır. Yoksa, Kitab, melekler aracılığıyla gönderilebilir, ya­hut yayınlanıp her insana direkt olarak verile­bilirdi. Ancak bu yolla, Allah'ın insanlara Ki­tab göndermekteki hikmeti, lütfü ve rahmeti yerine gelmezdi. Çünkü bunlar Kitab'ın, Ki-tab'ı parça parça sunacak, anlamını açıklaya­cak, şüphe ve güçlükleri giderecek, yapılan İtirazlara cevap verecek ve hepsinden önemli­si onu reddedene ve karşı koyanlara Kitab'ın taşıyıcısı olma vasfına uygun tavır takınacak mükemmel bir insana gönderilmesini gerekti­rir. Diğer taraftan Kitab'a inananlara bu insan, hayatın her yönünde rehberlik etmeli ve kendi mükemmel hayat tarzını onların gözü önüne sermeli; sonra da onları diğer insanlar nezdin-de örnek toplum kılmak için gerek fert fert, gerekse topluca Kitab'ın esasları ve öğretileri hususunda eğitmelidir.

"Yukarıda meali verilen ayet, hem Peygamber olarak bir insanın gönderilmesi inancını red­dedenlerin itirazlarını, hem de Rasûlullah @'m açıklamasına gerek kalmaksızın sadece Kitab'ın kabul edilmesi gerektiğini iddia edenlerin görüşlerini kökünden çürütür. Bu ikinci görüş taraftarları her neyi öne sürerlerse sürsünler, zikredilen ayete aykırıdır. Sadece Kitab'ın kabul edilmesi gerektiğini iddia edenler şu görüşleri öne sürebilirler:

a- Rasul @, tebliğ ettiği Kitab ile ilgili hiçbir açıklama yapmamıştır.

b- Kabul edilebilir olan yalnızca Kitab'tır, Rasul @'ın "açıklama"sı değil.

c- Artık bizim için Kitap tek başına yeterli­dir, çünkü Rasul @'ın "açıklama"sı yararlılığı­nı kaybetmiştir.

d- Bugün sahih ve güvenilir olan yalnızca Kitab'tır, çünkü ya Rasul @'m "açıklama"sı günümüze ulaşmamıştır, yahut ulaşsa bile gü­venilir değildir.

a- Görüşünü kabul etmeleri, seçiliş nedeni olan Kitab'ın tebliği görevini Rasul @'ın yeri­ne getirmediği anlamına gelir; aksi takdirde Allah, Kitab'ı bir melek aracılığıyla veya doğ­rudan her insana gönderebilirdi,

b- Veya

c- Görüşlerini kabul edecek olurlarsa, Kur'an nüshalarını doğrudan insanlara gönderebilece­ği halde, Kitab'ı bir peygamber aracılığıyla gönderdiği için Allah'ı lüzumsuz bir şey yap­makla suçlamış olurlar,

d- Görüşünü kabul et­meleri halinde ise, gerçekte hem Kur'an'ı hem de Rasul @'m "açıklama"sini inkar etmiş olurlar. Ki bu durumda onlara kalan tek akıllı­ca yol, yeni bir peygamber ile yeni bir vahyin gerekliliğine inananların görüşünü kabul et­mek olacaktır. Oysa Allah, Rasul @'m Kitab'ı "açıklama"sim peygamberin lüzumu için te­mel bir delil olarak ortaya koymaktadır. Hadi­si reddedenlerin öne sürdükleri, Rasulullah @'ın açıklamalarının yok olduğu görüşüne ka­tılacak olursak iki sonuç kaçınılmaz hale ge­lir: İlki, Muhammed @'m peygamberliğinin bizim için bir yol olarak sona erdiği ve artık O'nunla aramızdaki yegane ilişkinin daha ön­ceki peygamberlerle, mesela Hud, Salih, Şu-ayb'la olan ilişkimizle aynı olduğu sonucudur. Yani, onların peygamber olduklarına şehadet etmemiz gerekli ve yeterli olup sünnetlerine uymak gibi bir yükümlülüğümüz olmayacak­tır. Haîemun-Nebiyyin ilkesini doğrudan doğ­ruya reddetmesi sebebiyle bu görüş hemen bi­zi yeni bir peygamberin gerekliliği fikrine gö­türecektir, ikinci kaçınılmaz sonuç ise yeni bir Kitab'a ihtiyaç olduğudur; çünkü vahiy sahi­binin belirttiği üzere Kur'an yalnız başına ye­terli değildir.

"Bu ayetin ışığında, yeni bir Kitab'ın muhak­kak gönderilmesi gereklidir sonucuna kaçınıl­maz olarak yol açan Kur'an'ın tek başına ye­terli olduğu, kendi kendisini açıkladığı ve açıklamak İçin Rasul @'a ihtiyaç duymadığı görüşünü isbatlayacak tek bir delil bile kalma­maktadır. Hadisi inkar etme hevesinde bulu­nanlar gerçekte İslam'ın temeline darbe vur­maktadır." (The Meaning of the Quran; c. II).

Lider ve Örnek: Kur'an, Rasulullah @'ı bü­tün insanlık için izlenmesi gerekli bir lider ve mükemmel bir örnek olarak sunar. "De ki, 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Al­lah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışla­sın.'... De ki: 'Allah'a ve Rasulü'ne itaat edi­niz.' Eğer yüz çevirirlerse (kafir olurlar), şüp­hesiz Allah kafirleri sevmez." (3: 31 -32). "Andolsun, Allah'ı ve ahiret gününü uman ve Allah'ı çokça zikreden sizler için Allah'ın Ra-sulü'nde güzel bir örnek vardır." (33: 21).

Aktarılan bu Kur'an ayetlerinde, Rasul @ li­der olarak tayin edilmekte insanlar ona itaatle, onu izlemekle emrolunmakta ve eğer Rasul @'dan yüz çevirirlerse Allah'tan birşey um­mamaları gerektiği şeklinde uyarılmaktalar. Allah'ın sevgisi ancak Rasul @'a itaat edip onun yolunu izlemekle kazanı labilir. Bundan her kim kaçınırsa, gerçekten o kâfirdir. Rasulullah @'ı önder olarak seçip, ona itaati bütün insanlar için zorunlu kılan bizzat Allah'tır. İnanan kişi nasıl Rasulullah @'ın bu statüsünü inkâr edip ona uymayı reddedebilir? Reddin­den sonra da nasıl hala müslüman olduğunu iddia edebilir? Müslüman olmanın sadece Kur'an'a uymak anlamına geldiğini söylemek, yukarıdaki ayetlerin çok açık olması ve Rasul @'ın statüsü hakkında şüphe bırakmaması se­bebiyle kesinlikle anlamsız ve saçmadır.

Sâri' (Kanun Koyucu): Rasulullah @, aşağı­daki ayetle açıklandığı üzere Allah tarafından kanun yapma yetkisiyle de donatılmıştır. "O (Rasul) ki, kendilerine iyiliği emreder, kötü­lükten men eder; onlara güzel şeyleri helal, çirkin şeyleri haram kılar, üzerlerindeki ağır­lıkları, zincirleri kaldırıp atar." (7:157). Ayet, emir-nehiy (gerekli kılıcı-yasaklayıcı) ve tah-lil-tahrim (helaller-haramlar)le ilgili direktif­lerin yalnızca Kur'an'ın ihtiva ettikleriyle kal­madığını, Rasul @'ın Allah'ın kendisine ver­diği yetkiyle helal yahut haram ettiklerinin, yapılması yahut sakmılmasmı gerekli kıldık­larının da bu ilâhı hukukun bir parçası oldu­ğunu göstermektedir. Bu nokta şu ifadelerle iyice aydınlatılır: "Artık Rasul size ne verdiy­se alın, sizi neden sakındmrsa ondan da sakı­nın. Allah'tan korkup sakının, çünkü Allah azapla sonuçlandırması pek şiddetli olandır." (59: T).

İnsanların, ister emredici ister nehyedici olsun Rasulullah @'m emirlerine itaat etme yüküm­lülükleri genel bir prensiptir. Rasul @'a itaati sınırlı bir çerçevede ele alıp yalnızca özel bazı durumlara uygulamak için bir sebep yoktur; çünkü Kur'an'm emreden ifadeleri genel olup, itaatin sadece ganimetlerin yahut mal varlıkla­rının dağıtımı gibi olaylara hasredileceği şek­linde bir işaret ve ima bulundurmamaktadır. Üstelik, müslüman hukuk ve tefsir âlimleri bu ayetteki emrin umumî ve uygulamada genel-geçer olduğu hususunda ittifak halindedirler. Bizzat Rasulullah @'ın sözleri de bu meyan-dadır. Ebu Hureyre, Rasul @'m, "Size birşey yapmanızı emrettiğimde ona mümkün oldu­ğunca itaat edin; size birşeyi yapmanızı ya­sakladığımda ondan sakının" buyurduğunu ri­vayet eder (Buhari ve Müslim). Abdullah b. Mesud'un  bir  konuşmasında,   "Allah  şöyle şöyle davranan kadınlara lanet etmiştir" dedi­ğini duyan bir kadın ona gelerek, "Allah'ın Kitab'ında bu hususa rastlamadım, bu hükmü nereden aldın?" şeklinde soru yöneltti. Abdul­lah b. Mesud cevaben "Allah'ın Kitab'ım oku­muş olsaydın söylediklerimi bulurdun." "Ra­sulullah @ size ne verdiyse alın..." (59: 7) ayetini okumadın mı?" dedi. Kadın, okuduğu­nu belirtince sözlerine şöyle devam etti: "Ra­sulullah @ bu hareketi yasakladı ve yapan ka­dınlara Allah'ın lanet ettiğini haber verdi." Kadın, Abdullah b. Mesud'un sözlerini dinle­dikten sonra meseleyi artık anladığını ifade etti. (Buhari, Müslim ve Müsned-i Ahmed).

Yukarıda anlatılan iki ayet, sadece Kur'an'ın neyin helâl neyin haram olduğunu belirleyen (gerekli kılıcı) emir ve (yasaklayıcı) nehiyleri şeklinde tefsir edilemez. Bu tür bir yorum, tefsir değil değiştirme ve sınırlandırmadır. Ayetlerde, emir-nehiy ve tahlil-tahrim ikilileri yalnızca Kur'an'ın ihtiva ettiği sözler olarak değil, Rasul @'ın hareketlerini de ihtiva ede­cek şekilde kabul edilmektedir.

Hâkim: Rasulullah @'m Allah tarafından hâ­kim (yargılayıcı) olarak görevlendirildiği ger­çeği Kur'an'ın değişik kısımlarında bütün açıklığı ile ortaya konur; "Şüphesiz biz sana Kitab'ı hak olarak indirdik ki insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği gibi hüküm veresin." (4:105). "Ve de ki: 'Allah'ın indirdiği her Ki-tab'a inandım. Aranızda adalet yapmakla em-rolundum!" (42:15). "Aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Rasulü'ne çağrıldıkları zaman mümin olanların sözü ancak 'İşittik ve itaat et­tik' demeleridir." (24:51). İlâhî rehberliğe inanmayan münafık ve kâfirlerin tavırları bü­tünüyle bunun zıddıdır. "Onlara; 'Allah'ın in­dirdiğine ve Rasul'e gelin' denildiğinde, o mü­nafıkların senden kaçabildiklerince kaçıp yüz çevirdiklerini görürsün." (4: 61). Bu tür dav­ranış içindeki insanlara şu ifadelerle şiddetli bir uyanda bulunulur: "Hayır öyle değil; Rab-bine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme içlerinde bir burukluk duymaksızın tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş ol­mazlar." (4: 65).

Bu  ayetin  mesajı  umumidir  ve  Rasulullah @'ın ömrü süresi ile sınırlandırılmış değildir; kıyamet gününe kadar geçerlidir. Allah'ın reh­berliği altında Rasul @'ın öğrettiği hayat tarzı, onun uyguladığı ve öğrettiği hüküm ve düzen­lemeler kıyamete değin tek nihai otorite ola­rak kalacaktır. Bir kimsenin gerçek müslüman olup olmadığı yalnız bu otoriteyi kabul etme­siyle belirlenir. Bir hadisinde Rasulullah @ şöyle buyurmuştur; "Sizden biriniz arzularını benim getirdiğim Hak dine tabi kılmadıkça mümin olduğunu iddia edemez." (The Mea-ning of the Quran, c. I).

Yukarıda zikredilen ayetler Rasulullah @'ın bizzat Allah tarafından tayin edilmiş bir ha­kim olduğunu net bir şekilde ifade eder. Üçüncü ayet (24: 51), O'nun hakimlik vasfı­nın Rasul vasfından ayrı olmadığını ve Al­lah'ın Rasulü olması hasebiyle hakimlik göre­vini yerine getirdiğini belirtir. Hakimlik statü­sü de dahil Rasul'e tamamıyla itaat etmedikçe kişinin imanı gerçek olamaz.

Dördüncü ayet (4: 61), Allah'ın indirdiği (ki Kur'an'dır) ile Rasulü'nü ayrı ayrı zikrederek bu ikisinin sürekli hüküm kaynaklan olduğu­na işaret eder: Kur'an ahkâm, Rasulullah @ da hâkim statüsündedir. Yalnızca münafıklar bu iki kaynaktan yüz çevirir, kaçınırlar, Son ayet (4:65), Rasulullah @'ı hâkim olarak tanı­mayanın mümin olmadığını sarahatle beyan eder; o kadar ki, Rasulullah @'ın hükmü hak­kında kalbinde en ufak bir rahatsızlık duyan kişinin imanı gerçek değildir.

Bütün bu açıklamalardan sonra, kişinin Hz. Muhâmmed @'ın Rasul vasfıyla hâkim olmadığını, diğer hâkimlerle bir olduğunu; bu yüz­den de hükümlerinin İslâm Hukuku'nun kay­nağı olamayacağını iddia edebilmesi için artık direteceği bir zemin kalıyor mu? Hükümleri reddedilen veya eleştirilen ve hatta yanlış ol­duğuna dair kalplerde en ufak bir burukluk duyulan ve inanılırlığını kaybetmiş bir hâki­min konumunu muhafaza etmesi mümkün müdür?

Yönetici: Rasulullah @ aynı zamanda Allah tarafından görevlendirilen bir yönetici idi ve bu fonksiyonunu Allah'ın Rasulü sıfatıyla ye­rine getirdi. "(Onlara de ki): Biz hiçbir pey­gamberi, Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik." (4: 64). Bu ayet Rasul @'ın konumunu açıklıkla ortaya koyar: Allah, insanlar yalnızca pey­gamberliklerini kabul etsinler, sonra da diğer insanlara tabi olsunlar diye elçilerini göndermemiştir. Elçi gönderilmesinin yegane amacı, onun getirdiği hayat tarzına uyulup diğerleri­nin reddedilmesi ve yalnızca O'nun Allah'tan getirdiği emirlere uyulup diğerlerinin bir ke­nara itilmesidir. Rasul @'i bu çerçevede kabul etmiyorsa, kişinin onu peygamber olarak tanı­masının hiçbir anlamı yoktur." (The Meaning of the Quran, c.I). "Kim Rasul'e itaat ederse gerçekte Allah'a itaat etmiştir." (4: 80). "Hiç şüphesiz, sana biat edenler Allah'a biat etmiş­lerdir." (48: 10). "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Rasul'e itaat edin ve amellerinizi (isyanla) geçersiz kılmayın." (47: 33). "Allah ve Rasulü, bir işte hüküm verdiği zaman artık inanmış bir erkek ve kadın için o işte kendi is­teklerine göre seçim hakkı yoktur. Kim Al­lah'a ve Rasulü'ne karşı gelirse gerçekten o apaçık bir sapıklığa düşmüştür." (33: 36). "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Rasul'e ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve Ahiret Günü'ne gerçekten inanıyor­sanız- onu Allah'a ve Rasulü'ne götürün. Bu daha hayırlıdır ve sonuç bakımından da daha güzeldir." (4: 59)

Bu ayetin, kendinden önce gelen diğer Nisa suresi ayetleriyle birlikte değerlendirilmesi gösterecektir ki, "yahudilerin ahlaki ve dini durumlarım gözden geçirip eleştiren pasajdan sonra bu öğüt yer alır ve acınacak durumlardan ders almaları için edebi ve mahirane bir tarzda müslümanlan uyarır. Uyan şudur: Ne zaman bir toplum Allah'ın Kitabı'nı ve Rasu-lü'nün rehberliğini arka tarafına fırlatıp atar, Allah ve Rasulü'ne isyan eden liderlere uyar ve Kitap-Sünnet ikilisinin hükümranlığını dinlemeden körü körüne yönetici ve dini li­derlerine itaat eder ise, o toplum artık İsrailo-ğullarının kötü akıbetine uğramaktan kurtula­maz." (The Meaning of the Quran, c. I).

Kur'an'ın bu ayetleri Rasul @'m Allah tarafın­dan tayin edilmiş bir yönetici olduğu ve yöne­ticiliğinin peygamberlik görevinden ayrı dü­şünülemeyeceği hususunda şüphe bırakmaz. Kendisine itaatin Allah'a itaat etmekle, kendi­sine biatin da Allah'a biat etmekle eş ve ken­disine itaatin zorunlu olduğu bir yönetici ad­dedilmesi için O'nun Allah'ın Rasulü olması yeterlidir. O'na isyan gerçekte Allah'a isyan­dır. Allah Rasulü her neye karar vermişse tüm müslümanlar için bağlayıcıdır ve hiç kimse, bütün İslam milleti bile, bu kararı değiştirme yahut düzeltme hak ve gücüne sahip değildir.

Sünnetin Hukuk Kaynağı Olduğu Üzerinde İttifak: Yukarıda zikredilen görevler Rasul'e Allah tarafından verilmiştir ve onun peygam­berliğinin ayrılmaz parçalarını oluştururlar. Yukarıda açıklandığı üzere, açık ve vazıh Kur'an ayetleri ile ifade edilen bu husus ashab döneminden beri bütün İslam ümmetince ka­bul edilmiştir. Zikredilen konumlan ile Rasu­lullah (ffi'ın yaptıkları ve söyledikleri, bütün İslam alimlerince Kur'an'dan sonra ikinci hu­kuk kaynağı olarak tanınır.

Rasulullah'ın Teşri' (Yasama) Yetkisi: Ra­sulullah @'m yasama gücünün Önemini anla­mak için öncelikle Hukuk'un temel prensibi­nin bilinmesi gereklidir. Bu prensibe göre, "Yasa koyucu, hukuk prensiplerini ortaya ko­yup yahut kısa fakat şumüllti tıukuk manzu­mesi hazırlayıp bu prensipler çerçevesinde ya­sa ve yönetmelikler formüle etme ve ayrıntıla­rı belirleme yetkisini yasama organına bırakır­sa, artık bu düzenlemeler ne temel hukuktan farklı, ne de temel hukuka zarar verici addedi­lir; aksine, hukuku tekâmül ettirici olarak de-ğerledirilir." Rasulullah @'ın Yasama Yetkisinin Niteliellerin temizlenmesi gerektiğini; hangi tür su­yun temiz, hangisinin kirli olduğunu açıkla­mıştır.

Ramazan'da Sahur (Vakti): Kur'an, oruç ayında, "Fecir vakti, beyaz ipliği siyah iplik­ten ayırt edinceye kadar.." (2: 187) yenilmesi­ne ve içilmesine İzin verir. Beyaz ve siyah ip­liğin, fecrin beyazlığının gecenin siyahlığın­dan ayırt edilmesi anlamına geldiğini açıkla­yan Rasulullah @'dır.

Helâl Olanlar: Kur'an birkaç şeyin helâl, bir­kaçının da haram olduğunu belirttikten sonra tüm temiz olanların helal, bütün pislerin ha­ram kılındığı (5: 3-5) şeklindeki genel kaideyi ortaya koyar. Rasul @ da davranış ve sözle­riyle nelerin temiz (ki yiyebiliriz) ve nelerin pis (ki yiyemiyeceğimiz) olduğunu gösterdi.

Miras: Kur'an'da açıklandığı kadarıyla miras hukuku, eğer bir merhum ardında erkek evlad bırakmaksızın yalnız bir tek kız çocuk bırak-mışsa kız çocuğu mirasın yarısını, ikiden fazla kız çocuğu bırakmışsa bunların mirasın üçte ikisini alacağım bildirir (4:11). Ancak iki kız evladın mirası nasıl paylaşacakları Kur'an'da açıklanmamıştır. Bunların ikiden fazla kız ço­cuklarına benzer şekilde hisse sahibi oldukları Rasulullah @ tarafından açıklanmıştır.

Yasaklanan Evlilikler: Kur'an, iki kız kar­deşin bir erkekle aynı anda evli olmasını ya­saklar (4: 23). Rasulullah @ da hala ve yeğe­nin, yahut teyze ve yeğenin aynı anda bir ni­kah altında tutulmalarının da yasaklanmış ol­duğunu beyan etmiştir.

Birden Fazla, Evlilik: Kur'an bir erkeğin iki, üç yahut dört hanımla evlenmesine izin verir (4: 3), ancak müminlerin aynı anda dört ha­nımdan fazlasını banndıramayacağmı özel olarak zikretmez. Ayetin bu yönü Rasulul-lah'ın dörtten fazla hanımı bulunanlardan dör­dü dışındaki hanımlarını boşamalarını isteme­si ile açıklığa kavuşmuştur.

Hacc: Kur'an Hacc farizasını genel ifadelerle anlatır, fakat bu yükümlülükten kurtulmaları için müminlerin her yıl mı yoksa Ömürlerinde bir kez mi hacc yapacaklarını açıklamaz (3:97). Rasulullah @, bu farzıyetin güç yetirerı-ler için hayat boyunca bir kez olduğunu beyan etmiştir.

İstifçilik:  Kur'an altın ve gümüşün iktisab edilip biriktirilmesini katiyetle yasaklar ve bu tür davranış  sahiplerini Kıyamet Günü'nde acıklı bir sonla uyanr (9: 34). Hüküm, gerek kadınların normal kullanımı için mücevherat gerekse kişinin tüm yıl boyunca kendi ailesi­nin ihtiyaçlarını karşılamak için nakit bulun­durmasına izin vermemektedir. Ayetin nüzulü üzerine müminler korktular, fakat Rasul @ herhangi bir suç yahut günah işlemeden kişi­nin bulundurabileceği altın ve gümüş miktar larmı (nisab) açıkladı. Nitekim, belirlenmiş bu miktardan fazlasına sahip olanlar %2,5 ora nında zekat ödeyecekler ve diğer sorumuluk larmdan kurtulacaklardı.

Hırsızlık: Kur'an, hırsızların cezasını zikre dip, ellerinin kesilmesini emreder (5: 38), ancak ellerin kesilmesi İçin çalınmış olması gereken minimum miktarı veya değeri belirt" mez. Belirli bir değerden az hırsızlık; yah'ıt çocuklar, açlar veya fakir kimseler tarafmd;'11 yiyecek çalınması vb. durumlarda ellerin k1'" silmeyeceğini Rasulullah @ açıklamıştır.

Namaz: Kur'an müminlere namazın şekli'1"' zamanım, namazda ne okunacağı gibi deta1 bilgileri zikretmeden namazı ikame etmeli'1' ni, zekatı vermelerini ve haccı yerine getirr>lC~ lerini emreder. Namazın niteliği, şekli, zarıia" nı, namazda ne okunacağı ve zekatla ilgili c ufak ayrıntıları müminlere açıklayan Ri»'*u @'dir. Hacc esnasında giyilecek elbiseler v. haccı oluşturacak diğer gerekli unsurlar Ri*"' @'ca beyan edilmiştir. Rasul @'ın açıklanr' . rı olmaksızın müminler bu İbadetlerin geı1-niteliğini anlayamıyacaklardı.

Bu birkaç Örnek, Kur'an'ın çeşitli ayetler»'1   ' emirlerinin ve hükümlerinin formlarını, '''   . liklerini ve amaçlarını izah etmek İçin P!İ @'m kendi yasama yetkisini nasıl kulland'!' ortaya koymaktadır. Bu açıklamalar olnv1 'i zın müminler, bugün de câri olduğu üzrt', lam şeriatinin umumî şeklini bilemeyecek ..,, di. O'nun bu gücü Kur'an tarafından ÖT..-; edilen   yetkiye   dayandığından   hükü'1' Kur'an'dan ayrı, bağımsız bir hukuk yapısı oluşturmaz, aksine Kur'an hukukunun bir par­çasıdır.

aunnetın Mahiyeti ve Çerçevesi: Gerçek bir Kur'ân çalışması, Rasûlullah @'in Kur'ân-ı Kerîm'den başka emirler aldığını ortaya koyar ki, Rasûlullah @ her iki tür İlâhî Emri de izle­mekle görevlendirilmiştir. Daha Önce de açık­landığı üzre, Kur'an Rasul @'a uymayı mü­minlerin zorunlu görevi kılmıştır: "(Ey Mu-hammed) De ki; 'Eğer Allah'ı seviyorsanız ba­na uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahla­rınızı bağışlasın'" (3: 31). "Rahmetim her şeyi kuşatmıştır; onu ayetlerimize iman eder ol­dukları halde ittİka edip zekatlarını verenlere has kılacağım. Onlar ki yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de (geleceğim) yazılı buldukları Üm-mi Nebi olan Rasul'e tabi olurlar" (7: 156-157). "Senin üzerinde bulunduğun yönü (Ka­be'yi), Rasul @'e tabi olanlar ile iki topuğu üzerinde gerisin geri dönenleri bilelim diye Kıble yaptık" (2: 143).

Zikredilen ayetler Rasul @'a itaati açıklıkla emredip Kur'an'a uymak kasdıyla Rasûlullah @'a sırt çevirilemeyeceğinİ belirtir. İlk ayet­lerle Rasûlullah @, gerçekten Allah'ı seviyor-larsa kendisine tabi olmaları gerektiğini mü­minlere söylemekle emrolunmaktadır. İkinci ayetle Allah'ın Rahmeti hem Allah'tan korkup sakınan, hem de Rasul @'a uyanlara vaadedil-mektedir. Allah'ın Rahmeti iki şarta bağlan­mıştır: Allah'tan korkup sakınma ve Rasul'e itaat. Bu iki şart yerine getirilmedikçe Al­lah'ın Rahmeti umulamaz. Üçüncü ayet ise, ilk kıblenin Rasul'e gerçekten tabi olanlar ile sırt çevirenlerin ortaya çıkması için Allah ta­rafından belirlendiğini sarahatle beyan eder. Üstelik, bu ayet Rasul @'a Kur'an'dan başka bir vahyin de ulaştığını gösterir. İlk kıblenin tayin edilişi Kur'an'da zikredilmemi ştir. Oysa biz ilk kıblenin Allah tarafından belirlendiğini (2: 143) ayetinden bilmekteyiz. Şüphesiz ilk kıblenin tayini Rasul @'a ulaşan diğer bir va­hiyle olmuştur. Müminler ondört yıl boyunca bu kıbleye doğru namazlarını ikame ettiler ve sonra kıblenin Allah tarafından belirlendiğini öğrendiler. Bu belirleme Rasûlullah @ vasıta­sıyla yapıldı ki; kimin Rasûlullah @'a gerçekten itaatkar kimin isyankâr olduğu anlaşılsın.

Yukarıdaki ayet bir taraftan Rasûlullah @'m Kur'an dışında vahiyle emirler aldığını, diğer taraftan müminlerin Rasul @'ın hükümlerine Kur'an'da zikredilmese de boyun eğmekle em-rolunduklannı gösterir. Şüphesiz, Rasul'e iman ancak bu yolla sınanır; onların Allah ta­rafından Rasul @'a doğrudan gönderilen hü­kümlere inanmaları ve bağlı kalmaları. Ger­çekte, Allah'ın kullarına beyanda kullandığı üç yolu bizzat Kur'an zikreder. "Kendisiyle Allah'ın konuşması, bir beşer için olacak (şey) değildir; ancak bir vahiy ile ya da perde arka­sından veya bir elçi (peygamber) gönderip kendi izniyle dilediğine vahyetmesi (durumu) başka. Gerçekten O, yüce olandır; hüküm ve hikmet sahibidir." (42: 51). Allah bu ayette, kullarına haber vermede kullandığı üç yolu beyan eder; birincisi doğrudan vahiy, ikincisi perde arkası ve üçüncüsü elçi aracılığıyla. Bu ilâhî beyan yolları Kur'an'da çeşitli vesilelerle zikredilir. "De ki: 'Cibril'e kim düşman ise, (bilsin ki) gerçekten o Kitab'ı, Allah'ın izniyle kendinden öncekileri doğrulayıcı ve müminler için hidayet ve müjde olarak senin kalbine in­diren O'dur. Her kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cibril'e ve Mikail'e düşman ise, artık şüphesiz Allah da kafirlerin düşma­nıdır" (2: 97-98). "Gerçekten O (Kur'an), alemlerin Rabbinden nazil olmuştur. O'nu Ru-hu'1-emin (olan Cibril) indirdi. Uyarıcı-korku-tuculardan olasın diye senin kalbine (indirdi)" (26: 192-194).

Rasulullah @'a Cibril vasıtasıyla vahyin gel­mesi, tarihin iyi bilinen gerçekleri ndendir. Ra-sul'e doğrudan doğruya Allah'tan emir ulaştığı da aşağıdaki örneklerde gösterildiği üzre, di­ğer bir hakikattir:

a- Rasul @ Medine'de iken rüyasında kendi­sinin Mekke'ye girip tavaf ettiğini gördü. As­habına bunu haber verip Umre yapmak ama­cıyla bin dörtyüz sahabesi ile birlikte Mek­ke'ye doğru hareket etti. Ancak Hudeybiye mevkiinde Mekke'lilerce durdurularak Um-re'yi gelecek yıl yapacaklarını karara bağla­yan Hudeybiye    anlaşmasını imzaladı. As-habdan bazıları Kabe'nin ziyaretindeki bu ge­reksiz gecikmeden açıkça kaygılı idiler. And-laşmanm hükümleri hakkında pek de lehte dü­şünmüyorlardı. Bu kişileri temsilen Ömer b. Hattab Rasulullah'a gelerek, "Ey Allah'ın Ra-sulü, bize Mekke'ye girip Kabe'yi tavaf edece­ğimizi söylememiş miydin?" dedi. Rasulullah @, "Ben size bu yıl, bu yolculukta tavaf ede­ceğimizi söyledim mi?" diyerek cevap verdi. Sonra vahiy geldi: "Andolsun ki Allah, Rasu-lü'nün gördüğü rüyanın hak olduğunu doğru­ladı. Eğer Allah dilerse, mutlaka siz, Mescid-i Haram'a saçlarınızı tıraş ettirmiş (kiminiz de) kısaltmış olarak güven içinde ve korkusuzca gireceksiniz. Fakat Allah, sizin bilmediğiniz şeyleri bildi de bundan (Mekke'nin fethinden) önce size yakın bir fetih nasib kıldı." (48: 27). Ayet; Rasul @'ın ashabıyla birlikte Mekke'ye gidip umre yapacağı şeklinde bir rüya gördü­ğünü teyid etmektedir. Bu husus, Rasulullah @'a Kur'an'ın yanısıra diğer direktif ve talim­lerin de ulaştığı gerçeğinin kesin bir delilidir.

b- Rasulullah @ hanımlarından birine gizli bir söz söylemiş, zevcesi bunu diğerlerine ak­tarmıştı. Rasulullah @ bu konuyu araştırdı­ğında zevcesi O'na, bu sırrı başkalarına aktardığını nasıl bildiğini sordu. O vakit vahiy gel­di: "Hani Rasul, zevcelerinden birine gizli bir söz söylemişti, derken o zevce de diğerine bu­nu haber vermişti. Allah da O'na (Rasul'e) bu­nu bildirince, Rasul de bir kısmını açıklamış, bir kısmım (söylemekten) vazgeçmişti. Artık bunu kendisine haber verince o (zevci) demiş­ti kî, 'Bunu sana kim haber verdi?' O da, 'Bana her şeyi bilen ve herşeyden haberdar olan (Allah) haber verdi' demişti." (66: 3). Allah'ın Rasul @'ın söylediği gizli sözün zevcesince diğerlerine açıkladığını Rasulü'ne haber verdi­ği bir ayet Kur'an'da yoktur. Böyle bir ayet yoksa, -ki yoktur- bu, Allah'ın, Rasulü'ne Kur'an'ın yanısıra mesaj ve direktifler gönder­diğini ispatlar.

c- Rasulullah @'ın evlatlığı Zeyd b. Harise zevcini boşadı ve Rasulullah @ bu hanımla evlendi. Münafıklar ve İslam'ın düşmanları bunu fırsat bilip O'na karşı tenkit ve itiraz fır­tınası kopardılar. Bu kişilerin yaptığı tüm ten­kitleri Allah, sure-i Ahzab'daki  şu ifadelerle cevaplandırdı: "Artık Zeyd, ondan ilişkisini kesince, biz onu sana zevce yaptık. Ta ki ev­latlarının kendilerinden ilişkilerini kestikleri zevcelerini almakta) müminler Üzerine bir güçlük olmasın." (33:37). Ayet, Rasulullah @'ın Zeyd'İn boşanmış hanımı ile evleneceği­nin Allah'ın hükmü olduğunu belirtmektedir. Oysa Kur'an'da bu hükmü zikreden bir bölüm yoktur. Bu yüzden, bu hüküm Allah'ın Rasu­lü'ne Kur'an'dan başka bir yolla verdiği bir hükümdür.

d- Ahitlerini   ve  andlaşmanm  maddelerini müteakip defalar ve ısrarlı şekilde bozmalan üzerine Rasulullah @, Beni Nadir üzerine bir sefer düzenledi. Beni Nadir kalesinin kuşatıl­ması esnasında Rasulullah @'ın emriyle İslam ordusu hem düşmanı teslime zorlamak ve hem. de hücuma geçtiklerinde kolaylık temin etmek maksadıyla düşmana ait bazı hurma ağaçlarını kestiler ve yaktılar. Bunun üzerine karşı taraf, müslümanları meyve ağaçlarım ve ekinlerini yok ederek yeryüzünde fitne yay­makla suçladı. Halbuki Rasulullah @ savaş esnasında neyin mubah olup olmadığını elbet­te biliyordu ve burada ağaçların tahribatını kendi kararıyla değil, bizzat Allahu Tealâ'nın izniyle yapmıştır. Bu iznin mahiyeti ve sebebi ayette şöyle açıklanmaktadır: "Herhangi bir hurma ağacını kestiniz yahut kökleri üstünde dikili bıraktmızsa (hep) Allah'ın izniyledir. (Bu izin de) fâsıkları rüsvây edeceği için (ve­rilmiştir." (59: 5).

e- Bedir Savaşı'ndan sonra savaş ganimetleri­nin dağıtılma anı geldiğinde savaşı yorumla­yan Enfal Suresi nazil oldu. Rasulullah @ bu sefer için yurdundan ayrıldığında Kur'an müs-lümanlara şu şekilde hitap etmekteydi: "Hani Allah, iki topluluktan birinin muhakkak sizin olacağını size va'detmişti; siz de kuvvetsiz olanın sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Al­lah, sözleriyle hakkı gerçekleştirmek ve küfre sapanların  arkasını kesmek  (köklerini kes­mek) istiyordu" (8: 7). Ancak Kur'an'da Al­lah'ın müminlere düşmanlardan bir fırkayı ve­receği va'dini zikreden başka bir ayet yoktur. Açıktır ki bu vaa'd Rasulullah @'a Kur'an'da bulunmayan doğrudan bir vahiyle verilmiştir.

f- Yine Bedir Savaşı'yla ilgili olarak Allah buyurur ki; "Siz Rabbinizden yardım istiyor­dunuz. O da 'Şüphesiz ben size birbiri ardınca bin melek ile yardım edeceğim1 diye cevap vermişti" (8: 9). Düşmanlanna karşı bin me­lekle yardım edileceklerine dair Rasulü'ne Al­lah'ın bu cevabı Kur'an'da başka bir yerde zik­redilmemektedir.

Bütün bu örnekler, değişik zamanlarda deği­şik problemler üzerine Rasul @'a Kur'an'da vahyedilen hükümler gibi müminlerin itaat et­mesi zaruri olan hükümleri ihtiva eden, ancak Kur'an'da bulunmayan vahyin ulaştığını her­hangi bir şüphenin ötesinde ortaya koymakta­dır.

Rasulullah @'m Sorumluluğu: Kur'an'da "sana vahyedilen" sözü birçok kez zikredilir. Bu sözler ne zaman "kitap", "zikir" ya da "fur-kan" kelimelerince takip edilse Kur'an anla­mına gelir. Fakat Kur'an olarak anlamlandırıl­ması için bir delil yoksa 'sana vahyedilen' sö­zü, ister Kur'an ayetleri şeklînde olsun isterse başka bir şekilde, Rasulullah @'dan bize ula­şan tüm emir ve talimatları ihtiva eder. Rasul @'e Allah'tan yalnızca Kur'an'ın değil,berabe-rinde başka vahiylerin de ulaştığını -yukarıda açıklandığı üzre- Kur'an bize bildirmektedir.

"Allah, sana Kitabı ve hikmeti indirmiş ve sa­na bilmediklerini öğretmiştir" (4: 113). Ve ay­nı husus Bakara Suresİ'nde şu sözlerle ifade edilir; "Allah'ın size olan nimetini ve size öğüt vermek için indirdiği Kitab'ı ve hikmeti anın. Allah'tan da korkup-sakının ve bilin ki, Allah her şeyi bilendir" (2: 231). Rasul'ün ha­nımlarına da aynı husus hatırlatılır: "Evleri­nizde okunan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın." (33: 34).

Bütün bu ayetler göstermektedir ki, Rasulul­lah @'a, Kitab'ın yamsıra, insanlara öğrettiği hikmet de verilmiştir. Diğer bir ifadeyle; Kur'an öğretisine, uygulamaya yönelik bir şe­kil vermek ve kendisine vahyedildiği gibi hak, adalet ve İyilik üzerine kurulu bir sistem oluşturmak için Rasulullah @'m yaptığı bütün çalışmalar, O'nun özel muhakemesine değil, kendisine Allah tarafından verilen bilgi ve hikmete dayalı idi. O, hikmeti yalnızca kullanmakla kalmadı; onu diğer insanlara da öğ­retti (2: 151), ki öğretme İşlemi hem sözle hem de tatbikatıyla yapıldı. Böylece ümmete Rasulullah @'dan iki tür vahiy ulaştı: İlki Ki-tab diğeri ise -ister sözlü, isterse amelî (pratik) olsun- hikmet Ayrıca Kur'an, Allah'ın, Rasulüne verdiği 'mi-zan'dan da bahseder. Mizan, Şûra Suresinde şu ifadelerle anlatılır; "O Allah'tır ki, Kitab'ı ve mizanı hak olarak indirdi" (42: 17). Sure-i Hadid'de şunları okuruz: "Andolsun ki biz, peygamberlerimizi apaçık belgelerle gönder­dik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte Kitab'ı ve mizanı da indirdik" (57: 25). Kitab'la birlikte gönderilen mizan, Allah'ın emir ve öğütleriyle insanoğlunun ha­yatında dengeyi sağlar; hastalık ve fesadı ıs­lah edip düzeltir; insan karakter ve tavandaki ifrat ve anormallikleri ortadan kaldırır. Miza­nın gönderilmesi, Allah'ın Rasullerine, Ki-tab'ın gayesiyle ahenk halinde fert, toplum ve devlet planında adaleti oluşturma kudretini verdiğini açıkça beyan eder. Din onların şahsi yorumları ve görüşlerine tabi değildir. Haki­katte adalet, takva ve iyilik üzerine kurulu mi­zan binasında hangi unsurların gerekli oldu­ğuna hükmetmek için onların aldığı her kara­ra, attıkları her adım vahyedilen 'ölçü' ve 'mi-zan'm ışığında belirlenmiştir. Kur'an'da Kitab ve mizanla birlikte Rasul @'a verildiği zikre­dilen üçüncü bir husus "nur"dur. "O'na ina­nanlar, destek olup saygı gösterenler, yardım edenler ve O'nunla birlikte gönderilen nura uyanlar yok mu; işte kurtuluşa erenler bunlar­dır" (7: 157). "Şu halde Allah'a, O'nun Rasu-lü'ne ve indirdiğimiz nura iman edin" (64: 8). "Size Allah'tan bir nur ve apaçık bir Kitap da geldi. Allah, rızasına uyanları bununla kurtu­luş yollarına ulaştırır ve onları kendi izniyle nura çıkarır" (5: 15-16).

Kur'an'ın bu ayetlerinde "nur", Kur'an'dan ay­rı ve farklı bir şey olarak zikredilmektedir. Açıktır ki bu nur, Rasulullah @'a Allah tara­fından ihsan edilen müstakil ilim, hikmet, fe­raset ve anlayış anlamına gelmektedir. Bu nurlardır ki Rasul @ hak ve batıl arasındaki farkları açıkça gördü; ekonomik, sosyolojik, hukuki ve devletle ilgili diğer alanlarda da karmaşık ve çapraşık problemleri ahfcıki ve ruhî' planda mucizevi sonuçlar elde ederek çözdü. Bu, sıradan bir insanın kendi kendine yaptığı değil, aksine kendisine Allah'tan Ki-tab'ın yanısıra doğrudan ilim ve basiret ulaşan Allah'ın elçisince yapılan bir çalışmadır.

Bu açıklamalar şüpheye hiç yer bırakmayacak şekilde ifade etmektedir ki Kur'an, bize her-şeyi bir tarafa bırakmamız ve yalnızca "Ra-sul'e vahyolunana" uymamızı emrettiği her yerde yalnızca Kur'an'a değil, Kur'an'ın bera­berinde Rasul'e verilen "hikmet", "nur", "mi-zan"a da uymamızı ister. Bunlarsa yalnızca Rasul @'ın karakter ve davranışları, sözler ve amelleriyle açıklanmıştır. Bu sebeple bazen Kur'an, "Size indirilene uyun" (7: 3), bazen de "Rasul'e itaat edin" (4: 59, 3: 31, 33: 21 ve 7: 157) der. Şüphesiz Kur'an'ın bu emir ve tali­matları, hiçbir zaman birbiriyle çelişmez. Kur'an, sünnet ve sahabelerin uygulamaları; Rasul @'ın sünnetine itaat etme ve gereklerini yerine getirmenin yalnızca görünüşte ve key­fiyette benzerlik anlamına gelmediği, genel olarak düşünme tarzında, değerler sisteminde, prensiplerde, ideolojide, ahlakta -ve hakikat­te- bütün nitelik ve uygulamalarında O'nu iz­lemenin gerekli olduğu gerçeğinin inkar edil-, mez şahitleridir. Ve her şeyden önemlisi, dini hükümlerin herhangi birisi hakkında eğitici ve öğretici vasıflarıyla Rasulullah @ her ne gös­termişse, tıpkı bir öğrenci gibi bu hareketleri izlemek biz müminler için kaçınılmazdır. An­cak bu, O'nun giydiği ile aynı tür elbiseler giymemiz, O'nun yediği yiyeceklerin aynısını yememiz, O'nun bindiğiyle aynı tür binekleri kullanmamız, O'nun kuşandığı silahların aynı­nı kuşanmamız gerektiği anlamına gelmez. Hiç kimse sünnete uymayı bu manada anla­mamış, başlangıçtan bu yana bütün müslü-manlar bu İtaati Kur'an'ın hüküm ve kuralları­nı tefsir etme ve İslamî düşünme tarzı husu­sunda Rasulullah @'m verdiği izahatlar şek­linde kavramışlardır.

Sünnet, Yasama (Teşri'î) Açısından Müstakil Bir Kaynak mıdır?

Sünnetin Teşri'î yönünü tesbit amacıyla hadis­lerin sınıflandırılıp üç kategoriye ayrılması hususunda âlimler arasında tam bir ittifak var­dır:

a- Kur'an ahkâmını teyid eden ve hem icmal hem de tafsil bakımından bunlara uygunluk gösteren hadisler. Namaz, oruç, hacc ve   ze­katın vucubiyetini belirten ancak bunların şart ve temel cüzlerini ifade etmeyen hadisler bu gruba misal olarak gösterilebilirler. Bu hadis­ler İslamm temel esaslarının yerine getirilme­sini emreden ayetlerle uyum içindedir. Mesela "İslam beş şey üzerine bina edilmiştir: Al-lah'dan başka ilah olmadığına ve Muhammed @'ın Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet etmek; namazı ikame etmek; zekatı vermek; Rama­zan ayında oruç tutmak; haccetmek" hadisi Kur'an'ın şu ayetleri ile paralellik gösterir: "Namazı dosdoğru kılın ve zekatınızı verin" (2: 83). "Ey iman edenler, sizden öncekilere yazıldığı gibi, oruç size de yazıldı (farz kılın­dı)" (2:183). "Ona bir yol bulup güç yetirenle-rin beyti haccetmesi Allah'ın insanlar üzerin­deki hakkıdır" (3: 97). Benzer şekilde "Müs­lümanların malı ancak sahibinin gönül rıza­sıyla vermesi ile diğerlerine helal olur" hadisi, izleyen ayetlerle uyum İçindedir. "Ey iman edenler, kadınlara zorla mirasçı olmaya kal­kışmanız size helal değildir"  (4:   19).  "Ey iman edenler, aranızda karşılıklı anlaşmadan (doğan) bir ticaret olmaksızın mallarınızı bâtıl sebeplerle yemeyiniz" (4: 29).

b- Bu kategori;  mutlak hükümleri  tatbik, mücmel-i tafsil, amm'ı tahsis edip Kur'an ah­kamını beyan ve izah eden hadislerden, diğer bir İfadeyle; namaz, zekat, oruç, hacc, alırn-satım ve genel muamelatla İlgili kısa ve müc­mel ifadeleri açıklayan hadislerden oluşur ki hadislerin ekseriyeti bu kategoridendir.

c- Bu kategoride Kur'an'ın belirtmediği hu­suslarda hükümler ortaya koyan hadisler bu­lunur. Yeğen ve halanın, yeğen ve teyzenin aynı anda bir nikah altında bulunmayacağını ifade eden; şufa' hakkıyla ilgili kuralları dü­zenleyen; evli zaninİn recm, bekar zaninin sürgün  edilmesini  zikreden;  ninenin miras hakkını ve benzeri kuralları belirten hadisler­de olduğu gibi.

İlk iki kategoriyle ilgili olarak alimler arasın­da kesinlikle bîr anlaşmazlık bulunmamakta­dır. Kuşkusuz, bu ayetler hem Kur'an'in hü­kümlerini teyid ederler, hem de diğer katego­riyle kıyaslandığında sayıca çoğunluğu oluş­tururlar. Ne var ki, üçüncü kategorideki hadis­ler Kur'an'da olumlu yahut olumsuz yönde zikredilmeyen hususlarla ilgilidirler. Bu kate­gorideki hadisler İçin âlimler arasında farklı görüşler vardır. Burada, bu hadislerin, kendi başlarına yeni hükümler beyan edip etmedik­leri sorusu ortaya çıkmaktadır. Başlı başına tefsir yoluyla bile olsalar bu hadisler Kur'an metninin anlamı içerisinde addedilebilinir mi? ("Sunnat ki Aini Hathiyat" ve "Hadith-i Rasul and İts Tashri'i Muqam").

Alimler ve fakihlerin cumhuru bu görüşü sa­vunurlar. İmam-ı Safi' der ki: "Rasulullah @'ın hadislerini üç kategoriye ayırmakta alimler arasında bir ihtilaf yoktur. İlk iki kate­gori üzerinde tam bir ittifak halindedirler, an­cak   üçüncü kategori açısından ayrılığa düşmüşlerdir.

a- Kur'an'da verilen bir hükmü ay­rıca Rasululllah @ da teyid eder.

b- Kur'­an'da mücmel olarak kısaca belirlenen hükmü Rasulullah @ ayrıntıları ile açıklar. Zikredilen bu iki tip hadisler üzerinde anlaşmazlık yahut münakaşa yoktur,

c- Üçüncü kategoridekiler Kur'an'da ifade edilmeyen hükümleri beyan eden hadislerdir. Bunlar hususunda alimler­den aktarılan fikirler şu şekildedir:

1- Âlimlerin bir kısmı Allah'ın, Rasulü'ne itaa­ti farz kılması sebebiyle Kur'an'da zikredilen hususlar da Rasulullah @'ın emir verebileceği görüşündedirler.

2- Alimlerden diğer bir grup Rasul @'ün an­cak ve ancak esası Kitabullah'ta bulunan hu­suslarda hüküm verebileceğini söylerler. Me­sela Kur'an namazın ikame edilmesini emre­der, Rasulullah @ da nasıl yapılacağına dair tafsilâtı anlatır.  Benzer şekilde Kur'ân-ı Kerîm, ticareti (alış verişi) helâl kılarken, meşru   ticaretin   biçimlerini   izah   eden Rasulullah @'dir.

3- Bir kısım âlim Rasulullah @'m Allah'tan aldığı özel talimlere uygun düşecek şekilde emirler verdiğim' söylerler.

4- Bazı âlimler Rasulullah @'ın sahip olduğu vahiy nedeniyle bu tür emirler verdiğini düşü­nürler.

Hadislerin üçüncü kategorisi üzerindeki akta­rılan farklılıklar bu hadislerin varlığı veya yokluğu üzerinde olmayıp bu hadislerin müs­takil yasama (teşri') kaynağı mı olduğu -ki bi­rinci, üçüncü ve dördüncü gruptaki alimlerin görüşleri bu yöndedir- yoksa Kur'an metninin anlamı içindeki emirleri mi teyid ettiği üzeri­nedir. İkinci gruptaki âlimler bu son görüşü paylaşırlar.

 

"Sünnet Müstakil Yasama Kaynağıdır" Görüşü

 

Bu bakış açısını savunanlar Kur'an'la birlikte Sünnetin de müstakil bir kaynak olduğunu göstermek için çeşitli deliller öne sürmüşlerdir. Bu deliller aşağıda özetlenmiştir:

1- Rasulullah @'ın bütünüyle masum olması ve günah işlememesi nedeniyle O'nun sünne­tinin de müstakil bir yasama kaynağı olması gerektiği mantık ve aklen caizdir. Allah, Ra­sulü'ne hükümlerini insanlara iletmekle emre­der, ister bu hükümler Kitab'da zikredilsin, is­terse zikredilmesin. Gerek mantıken yadırgan-mazken, gerekse rasyonel bir şüphe yokken ve pratikte Rasulullah @'ın bu yolla Allah'ın hükümlerini insanlara ulaştırdığında herkes müttefikken neden biz de sünnetin müstakil olduğunu tasdik etmeyelim?

2- Rasulullah @'ın söz, fiil, emir ve yasakla­rına itaatin mecburi olduğunu tesbit eden Kur'an ayetleri her yönüyle geneldir ve O'nun sözlerinin Kur'an ayetlerini açıklayıcı veya te­yid edici olması gerektiğini yahut da Kur'an'da zikredilmeyen şeyleri yalnızca nak-ledici-beyan edici sınırda kalması gerektiğini ifade etmez. Diğer taraftan, Rasulullah @'ın müstakil ve mutlak emirler verebileceğini be­lirten ayetler de vardır! "Ey iman edenler, Al­lah'a itaat edin; Rasul'e ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Eğer bir şeyde anlaş­mazlığa düşerseniz, Allah'a ve Ahiret Günü'ne gerçekten iman ediyorsanız, artık onu Allah'a ve Rasulü'ne döndürün. Bu daha hayırlı ve so­nuç bakımından da daha güzeldir" (4: 59). "Allah'a döndürmek" Kitabullah'a başvurmak, "Rasul'e döndürmek" ise, vefatından sonra, Rasulullah @'m sünnetine başvurmak anlamı­nı taşır.

Allahu Teâlâ Kur'an'mda buyurur ki; "Allah'a itaat edin; Rasul'e itaat edin ve (kötü şeyler­den) sakının" (5:92). Kur'an'da, Rasul'e itaatin Allah'ta itaatle birlikte zikredildiği her yerde, "Allah'a itaat" Kur'an'da zikredilen hem emre­dici hem de nehyedici hükümlere uymayı ge­rektirir. Benzer şekilde "Rasul'e itaat" Rasu-lullah'ca verilip açıklanan ve Kur'an'da bulun­mayan hükümlere uymayı ifade eder. Zira, eğer bu hükümler Kur'an'da bulunsaydı "Al­lah'a itaat" ifadesine dahil olurdu.

"Böylece Rasul'ün emrine aykırı davrananla kendilerine bir fitnenin isabet etmesinden ya­hut onlara acıklı bir azabın çarpmasından sakınsınlar" (24: 63). Bu ayetler Rasulullah @'a itaatle emredip, bundan kaçınmaya çalışanları uyarır. Burada emredilen itaat Rasul'ün sün­netine, -ki bir kısmı Kur'an'da bulunmayan emirleri içerir- karşılık gelir. Yine, Kur'an, Rasul @'a itaati ısrarlı bir şekilde tekrar tekrar emreder: "Hayır öyle değil; Rabbine andol-sun,aral arında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme içlerinde bir burukluk duymaksızın tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar" (4: 65). "Kim Rasul'e İtaat ederse gerçekte Al­lah'a itaat etmiştir" (4: 80). "Artık Rasul size ne verdiyse onu alın, sizi neden sakındınrsa ondan da kaçının. Allah'tan korkup sakının; çünkü Allah, azabla sonuçlandırması çok şid­detli olandır" (59: 7).

Bu Kur'an ayetleri hiçbir şüpheye yer bırak­maksızın gösterir ki, Rasulullah @'ın yaptırıcı ve nehyedici bütün emirleri Kur'an ahkamına dahildir ve onun bir parçasıdır. Kur'an'da açıkça zikredilmeseler bile, aynı türden adde­dilirler ve bu yüzden yükümlülük belirtirler. (El-Muvafakat, c. IV, sh. 13).

3- Rasulullah @'m, İslam Hukuku'nun iki kaynak (Kitab ve Sünnet)  üzerine kurulu ol­duğunu belirten birçok hadisi vardır. Ve, şüp­hesiz,   Kur'an'da   bulunmayan   fakat   tıpkı Kur'an'm emredici ve nehyedici diğer hüküm­leri gibi uyulması mecburi olan hükümleri bil­diren hadisler, sayıca az da olsalar vardır. Mikdam hadisinde Rasulullah @'dan rivayet edilir ki; "Sizden birinizin şöyle demesi muh­temeldir: İşte bu Allah'ın Kitabı'dır, Kitapta ne helal ise onu helal, ne haram kılındı ise onu haram kabul ederim. Her kim kendisine bir hadisim ulaştığında hadisimi reddederse, gerçekte o,  Allah  ve  Rasulü'nü  reddetmiş olur" (Taberani, el-Evsat). Bu rivayet aynı za­manda sünnetin Kur'an'da bulunmayan hü­kümleri de ihtiva ettiğini göstermektedir.

4- Hz. Ali'nin şöyle söylediği rivayet edilir: "Allah'ın Kitab'ından, bu risalede yazılı bulu­nanlardan, Allah'ın herkese ihsan ettiği anla­yış ve idrakten başka bir şeyim yok" (el-Mu-vafakat). Yine Muaz hadisinde; Rasulullah @, nasıl hükmedeceğini sorduğunda Muaz (r.a) cevaben Allah'ın Kitabı'yla demiş, Rasul @,

Allah'ın Kitabında bulamazsan nasıl hükme­deceğini sorduğunda ise cevabı Rasulullah'ın sünnetiyle olmuştur. (Tirmizi, Ebu Davud, Darimi). Muaz hadisi Kur'an'da bulunmayan bazı hükümlerin sünnette bulunduğunu açık­lıkla ilan etmektedir. Bir kısım alimler, Kur'an'm sünnete, sünnetin de Kur'an'a boş sahalar bıraktığı görüşündedirler. (el-Muvafa-kat). (Ebul A'la Mevdudi; Sunnat ki Aini Hat-hiyat. Dr. Mustafa Sıbai; Hadith-i Rasul and İts Tashri'i Muqam).

 

"Sünnet Müstakil Yasama Kaynağı Değildir" Görüşü

 

Rasulullah @'ın sünnetini müstakil teşri' kay­nağı olarak kabul ermeven alimlerin ileri c.-ı.-dükleri delilleri İmam-ı Şâtıbî şu şekilde sıralamıştır: Sünnet, anlam ve önem bakı­mından Kitâb'a râcidir. Çünkü, hadis, mnh tasar ve sarih Kur'an öğreti ve emirlerini be­yan, müşkül olanlarım izah, mücmel olanları­nı tafsil eder. Bu meyanda Kur'an şöyle buyu­rur: "Sana da (eyMuhammed) zikri (Kur'an'ı) indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasm. Olur ki iyice düşünürler" (16: 44). Yamsıra, Kur'an'm İslam şeriatının temel ve biricik kaynağı olduğunu gösteren ayetler aynı zamanda hadisin müstakil teşri' kaynağı olmadığını ortaya koyar. "Ve şüphesiz sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin" (68: 4). Hz. Ai-şe, Rasulullah @'m ahlâkının Kur'an ahlâkı olduğunu belirtmiştir. Bu da Rasul @'ın söz, davranış ve ikrarlarının tamamıyla Kur'an'dan kaynaklandığını gösterir, zira ahlak bunlarla bilinir. Keza, Allah şöyle buyurur; "Biz Ki-tab'ı sana, herşeyin açıklayıcısı; müslümanla-ra da bir hidayet, bir rahmet ve bir müjde ola­rak indirdik" (16: 89). "Biz Kitab'ta hiçbir şe­yi noksan bırakmadık" (6: 38). "Bugün sizin içip dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi de tamamladım ve size din olarak İslam'ı seçip-beğendim" (5: 3). Kısaca Sün­net, Kur'- an'ın tefsiri ve izahı üzerine bina edilmiştir ve "Sünnet Kitab'a racidir" sözüyle kasdedilen de budur. "Dininizi kemale erdir­dim" ve "nimetimi de tamamladım" ifadeleri­nin tetkik edilip incelenmesi bu gerçeği aydınlatacaktır.

Sünnetin müstakil teşri' kaynağı olmadığı fik­rinde olan alimler ilk grubun görüş ve delille­rini şu ana çizgilerle sorgulanmışlardır:

1- Biz Rasulullah @'ın hadislerinin Kur'an'ın tefsir ve izahı olduğunu kabul ediyoruz. Rasul @'a itaati Allah'a itaatle birlikte zikreden ayetler konu için esastırlar ve gerçekte Kur'an'ın tefsir ve izahı olarak Rasulullah @ ne verirse onun kabul edilmesi gerektiğini ifa­de ederler. Rasulullah @'ın tefsir ve izahıyla hareket eden, hem ilâhî takdire hem de Rasul @'m açıklamalarına uymuş olur. Eğer kişi Rasulullah@'ın tefsirine göre hareket etmez­se, gerek Allah'ın takdirine karşı gelerek Al­lah'a, gerekse tefsir izahını reddederek Rasu­lullah @'a karşı gelmiş olur. Burada ısrarla belirtilmelidir ki "Allah'a itaat" ve "Rasul'e itaat" ifadelerinin ayrı ayrı zikredilmesi, bu iki tür itaatin müstakil oldukları anlamına gel­mez.

2- Yukarıda zikredilen ayetler, sünnetin ihtiva ettiği hükümlerin Kur'an'da bulunmadığını is-batlamaz. Biz sünnetin Kur'an'dakilerin yanı-sıra bazı ek hükümler ihtiva ettiğini kabul edi­yoruz, ancak bu, ek hükümlerin Kur'an'da hiç­bir surette ifade edilmediği anlamını taşımaz. Ek hükümler açıklanmış olanın (meşruh) iza­hı (şerh) mahiyetindedir. Eğer 'izah', izah edi­lenden fazla değilse zaten izah değildir. Bu, hakikatte bir ilave de değildir. Aynca, delil olarak gösterdikleri Mikdam hadisi tenkide ta­bi tutulup ravilerden Zeyd b. el-Habbab'ın za­yıf olduğu işaret edilmiştir ki aynı sebeple Buhari ve Müslim, Zeyd'in rivayetlerini kabul etmemişlerdir.

Hulasa: Bu iki topluluk arasındaki ihtilaf kı­saca şudur: Her iki topluluk da Kur'an'da açıkça zikredilmeyen bazı hükümlerin sünnet­te bulunduğunu kabul eder. İlk topluluk orta­ya koyabileceği görüşündedirler.İkinci toplu­luk ise Kur'an'da vazıh bir şekilde yer almasa bile, bu hükümlerin bir bakıma Kur'an nasla-rının kapsamı içinde yer aldığını kabul eder­ler. Bu nedenle derler ki, Nass yahut kaide vasıtasıyla Kur'an'ın ihtiva etmediği, ancak herhangi bir sahih hadisle delillendirilebilecek hiçbir Hüküm yoktur. Bu kuralla bağdaşma­yan bir hadis söz konusu ise, o hadis zayıftır ve amel etmek için gözönüne alınmaz.

Görüldüğü üzere taraflar arasındaki bu ihtilaf yalnızca sözdedir. Her iki taraf da hadislerin Kur'an'da bulunmayan bazı hüküm ve emirleri açıkladığını kabul eder. İlk topluluk bunu 'mutlak otorite' (istigbal) olarak isimlendirir­ken aynı hususu ikinci topluluk müstakil teşri' kaynağı olarak değerlendirmez. Her iki toplu­luğun görüşü pratikte aynı sonucu vermekte­dir. (Mevdudi; Sunnat ki Aini Hathiyat. Dr. Mustafa Sıbai; Hadith-i Rasul and İts Tashri'i Muqam).

İmam-ı Şatıbi, hadislerin bu cephesini mütaa-la ederken der ki, "En önemli delil, Rasulullah @'ın hadislerinde geçen hükümlerin çoğunun Kur'an'da bulunmamasıdır. Namaz, zekat, hacc, hayız, nifas ve benzeri sayısız konular Kur'an'da ayrıntılı olarak anlatılmaz. Bunların Kur'an'da olduğunu ispatlama görevini üzeri­ne alan kimse, anlamı gereksiz yere çekip te­vil etmedikçe buna muktedir olamaz. Bu kişi Arapça anlatım tarzının kabul edemeyeceği anlamlan benimsemek zorunda kalacaktır. Üstelik mütekaddimin ve müteahhirin alimleri bunu kabul etmezlerdi." (el-Muvafakat).

Öncelikle muayyen bir zamanda muayyen bir topluluğa hitap etmiş olsa bile bütün insanlık için evrensel ve ebedî bir hidâyet kaynağı ol­duğu gerçeğine bizzat Kur'an'ın kendisi şahit­lik etmektedir. Aynı şekilde ilâhî mesajı önce­likle, muayyen bir topluluğa iletme görevini yerine getirmesine rağmen Kur'an timsali Ra­sulullah @da bütün insanlık için rehberdir. Allah, Peygamber @'a Kur'an hakkında şunla­rı söylemesini öğütler: "Benimle sizin aranız­da Allah şahittir. Bu Kur'an bana vahyolundu ki, onunla sizi ve ulaştığı herkesi uyarayım" (6: 19). Aynı ifadeler Rasulullah @ hakkında da kullanılır. "De ki: 'Ey insanlar, ben sizin hepinize Allah'ın gönderdiği bir elçiyim'." (7: 158). "Biz seni ancak bütün insanlara bir müj­deci ve uyarıcı olarak gönderdik" (34:28). "Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç birisi­nin babası değildir; ancak O, Allah'ın Rasulü ve nebilerin sonuncusudur." (33:40).

Bu açıdan Kur'an'ın ve Rasulullah @'m reh­berlikleri arasında bir fark yoktur. Eğer onlan belirli bir periyoda hasredilmiş gibi kabul e-dersek her ikisi de sınırlı ve geçicidir; ancak bütün zamanlara tatbik edilirse her ikisi de ev rensel ve ebedidir. Biliyoruz ki, Kur'an'ın vah-yedilmesi miladi 610 yılında başlayıp 632 yı­lında sonlandı. Kur'an'm öncelikle o dönemin insanlarına hitap ettiği; o insanların ihtiyaçla­rına ve o dönemin olaylarına uygun tarzda rehberlik görevini yerine getirdiği de bir sır değildir. Akla gelebilecek soru, Kur'an'm öğ­retilerini hangi esaslar üzerine bütün insanlık ve tüm zamanlar için rehberlik kaynağı olarak değerlendirdiğimizdir. Bu sorunun cevabı, 24 yıllık nebilik dönemini yedinci yüzyılda geçi­ren tek bir kişinin yaşantısı ve görgüsünün na­sıl bütün insanlar ve bütün zamanlar için reh­berlik anlamına geldiği sorusuna verilecek ce­vapla bütünüyle aynılık arzeder.

Aslında bu münakaşa çizgisi yanlış ve kendi kendiyle çekişir haldedir. Allah'ın rehberliği­ne inananlar Kur'an'ın da evrensel ve ebedî rehberliğine inanırlar. Onlar Allah'ın Kitabı ile Allah'ın Rasulü arasında ayrım yapmazlar. Ayrım için gerçekte bir sebep de yoktur; Al­lah ve Kitabullah'ı bize anlatan Rasul @'dır. Bu ve benzeri bilgiler bütünüyle O'nun vasıta­sı İle bizlere ulaşmıştır. Bu yüzden, Rasulul-lah @'ın uygulamaları hakkında şüphelerin oluşması O'nun bilgilendirmesi üzerine kurulu tüm yapıyı tehdit etmeye namzettir. Şüphesiz, kendilerini kuşatan yer ve zamana rağmen, hem Kur'an hem de Rasulullah @ gerek umûmi, gerekse ebedî hayata ait prensipleri vasıtasıyla Kıyamete kadar evrensel rehberlik sağlayan kaynaklardır.

 

KISIM 2

 

HZ. MUHAMMED @'IN FERD VE RASÜL OLARAK STATÜSÜ

 

Genel kabul görmüş hususlardan birisi de, Rasulullah @'ın yalnızca elçi sıfatıyla ortaya koyduğu kavlî ve amelî uygulamalarının mü­minler için yükümlülük ifade ettiğidir. Bir ferd olarak yaptıkları ve söyledikleri mutlaka hürmetle karşılanır, ancak İslam Şeriati'nin bir parçası olmadığından uymak mecburiyeti yoktur. İmam Müslim Sahih'inde Rasulullah @'ın hayatının bu yönü üzerine ayrı bir bölüm açmıştır. Kitabında, dinle ilgili bütün mesele­lerde Rasul'ü izlemenin mecburi olduğunu; ancak hakkında genel bir prensibin bulunma­dığı aile olaylarında veya teknikle alakalı ko­nularda kişinin kendi görüşüne göre hareket etmekte serbest olduğunu ısrarla belirtir. Mu­sa b. Talha, Rafi' b. Hadic ve Enes tarafından rivayet olunur ki, Allah'ın Rasulü Medine'ye geldiğinde, hurma ağaçlarının üzerine çıkmış ve aşılamakla meşgul kişilerin yanından ge­çerken; "Bu insanlar ne yapıyorlar?" diye sor­du. Sahabelerden bazıları aşılama yaptıklarını böylece daha fazla meyve elde ettiklerini ifa­de ettiler. Bunun üzerine Rasulullah, "Bir fay­dası olacağım zannetmem" diyerek fikrini be­lirtti. Bu sözü duyan insanlar aşı uygulaması­nı terkettiler. Sonraları ürünlerin azaldığından haberdar edilen Rasulullah; "Şayet onlara bu­nun bir faydası varsa, yapsınlar. Ben ancak bir tahminde bulundum. Şahsî görüşümden dolayı beni izlemesinler. Fakat size Allah adı­na bir şeyi haber verirsem, onu mutlaka alın. Çünkü ben Allah'a asla yalan isnad etmem" buyurur. (Müslim).

Bedir Savaşı'nda, savaş alanının seçimi ile il­gili olarak Hübab b. Münzir, Rasulullah @'a, "Burası, sana emredilen bir yer midir? Yoksa şahsi bir görüş ve askeri bir taktik mi?" soru­sunu yöneltti. Bunun yalnızca kişisel bir gö­rüşten ibaret olduğu Peygamber tarafından beyan edilince Hübab,

olmadığını; düşmana en yaxm su Kaynağına kadar ilerlemeleri ve orada konaklamaları ge­rektiğini; bu su kaynağının ötesindeki kuyulan tıkayıp kendileri için de sarnıç oluşturduk­tan sonra artık içecek suları kalmayacak olan düşmanla savaşmaları fikrini teklif etti. Rasu-lullah @ bunun mükemmel bir plan olduğunu ifade etti ve plan hemen uygulanmaya başlan­dı. (İbn-i Ishak, "Seerah").

Aile meseleleriyle ilgili olarak şu misaller ve­rilebilir: Rasulullah @, Zeyd b. Harise'ye ha­nımını boşamamasını öğütledi, ancak o bu öğüdü kabul etmeyip hanımını boşadı. Berire, hürriyetine kavuştuktan sonra kocasıyla kal­mayı reddetti. Rasul @, kocasının Berire'ye olan sevgisi ve eşlerin sahip oldukları çocuk­lar nedeniyle kadına kocası Mugiyş'le birlikte kalmasını tavsiye etti. Berire bunun emir olup olmadığını sorduğunda Peygamber @, "Ha­yır; bunu nasıl emredebilirim, ben sadece şe­faat ediyorum" buyurdu. Berire de artık koca­sına ihtiyacı bulunmadığını belirtti (Buharı).

Rasulullah'a itaat her müslüman için zorunlu olmakla birlikte, O'nun Peygamber ile insan statüleri arasında ayırım yapmak; bir davranı­şın nebi vasfıyla yapıldığına -dolayısıyla itaat etmemiz gerektiğine- ve diğer bir davranışın insan vasfıyla yapıldığına -dolayısıyla izle­mekle kayıtlı olmadığımıza- karar vermek ne kişi için pratikte mümkündür ne de kişinin hukuki yükümlülükleri arasındadır. Bu ayıtı­mı yapabilmenin tek yolu konunun ya Rasu­lullah @ tarafından, ya da Kur'an ve sünnet­ten çıkarılan şeriat prensiplerince vuzuha ka­vuşturulmasıdır.

Bunun birçok örneği Rasulullah @ dönemin­de bulunmaktadır. Ashab, kendi fikirlerini öne sürmeden önce, söz ve davranışlarının Allah'ın hükmü üzerine mi kurulu olduğunu, yoksa kendi kişisel görüşü mü olduğunu dai­ma Peygamber @'dan sorarlardı.O'nun şahsi görüşü olduğunu anladıklarında da kendi tek­liflerini ortaya koyarlardı. Bu olaylardan bir kaçı yukarıda zikredilmiştir. Burada bir misal daha gösterelim: Ahzab Savaşı sırasında Rasulullah @'ın Beni Gatafan ile sulh andlaşma-sı teklifi üzerine, Sa'd b. Mu'az ve Ca'd b. Ubade kendi görüşlerini açıklamadan önce kararın vahye mi dayandığı, -ki bu durumda bir şey söylemeye yetkili olmayacaktı- yoksa Nebi'nin   kendi   şahsi   görüşü      olduğu hakkında sualler yöneltmişlerdir. Bazen de problemin kendisi, kararın O'nun şahsi görüşü olduğunu ortaya koymaktadır. Zeyd b. Hari-se'nin boşanması hususunda olduğu gibi.

Bunlar Rasulullah @'ın hayatında yer alan ve O'nun tarafından vuzuha kavuşturulan misal­lerden bir kısmıdır. Ancak bazı problemler de vardır ki ayırım ancak şeriat prensiplerinin ışığında yapılabilir. Yiyecek ve giyecekler ko­nusunu ele alalım. O'nun yiyecek ve giyecek­lerle ilgili hayatının bir yönü, Arabistan hal­kınca yaygın olarak kullanılan hususi giyim tipi ve sitili ile kendi kişisel üslubunun O'nun giyiminde rol oynamasıdır. Benzer şekilde, ferdi zevkinin de pay sahibi olduğu o döne­min Arab malikanelerinde çoğunlukla pişiri­len yiyecekleri yemesidir.İkinci yönü ise, söz ve davranışlarıyla şeriat ve İslam ahlakının gi­yecek ve yiyecek hususundaki sınırlarını öğ-retmesidir. Rasulullah @ tarafından öğretil­miş olan şeriat düsturlarından biliyoruz ki, il­ki onun şahsi davranışlarını, ikincisi ise Nebi olarak hareketlerini gösterir. Bu, Allah'ın Ra-sulü'nü öğretmekle yükümlü olarak gönderdi­ği Şeriat'ın, insan hayatının bir cephesiyle il­gili olarak onların yemeklerini nasıl pişirecek­lerini yahut giyeceklerini nasıl ve ne türde ya­pacaklarını muhtevi olması nedeniyledir. Ma­mafih, meşru-gayri meşru, helal-haram sınır­larını belirlemek ve insanlara inananların ah­lak ve kültürüne uygun tavır ve itiyatları öğ­retmek onun sınırları arasında yer alır. (Ebu'l A'la Mevdudi; Sunnat-i Nabawi ki Qanuni Hafhiyat, Sayyarah Digest, Rasûl özel sayısı, c.II, 1973).

İster Rasulullah @'ın açıklamalarıyla isterse O'nun tarafından öğretilen şeriat prensipleriy­le vuzuha kavuşturulmuş olsun; bilginin kay­nağı, Nebi'nin eğiticiliği-öğreticiliğidir. Diğer bir ifadeyle, O'nun şahsi hareketlerini belirle­yebilmek için, sahip olduğu nübüvvet vasfıyla O'na yönelmek zorundayız. Nübüvvet vasfı bir tarafa bırakılacak olursa, O'nun şahsi yö­nüyle müminlerin uygulamaları arasında doğ­rudan hiçbir ilişki yoktur. Hz. Muhamnıed @'ın bu iki konumu arasında ayrım yapmak ne müminlerin kaygısına ne de yükümlülükle­rine dahildir. Bütünüyle uygulamaya yönelik bakış açısından, O, yalnız bir konuma sahiptir: Allah'ın Rasulü'dür. Bir insan olarak hareketleri İle Allah'ın elçisi olarak emirleri arasını ayırmaktan ve zaman zaman O'nun şahsi hareketlerinden haberdar edilmişsek, bu, bizzat Rasulullah'ın izahı sebebiyledir. Diğer bir ifadeyle, bu tür kayıtlamaları belirleyen de, bu hareket serbestliğini kullanmayı öğre­ten de Rasulullah @'dır.

Rasulullah'ın konumunu bütün açıklığıyla or­taya koyan ve Ebu Hüreyre'den rivayet olunan bir hadiste O; "Her kim bana itaat ederse, Al­lah'a itaat etmiştir. Her kim bana isyan ederse Allah'a isyan etmiştir. Emir'e itaat eden bana itaat etmiştir, emre asi olan bana asi olmuştur. Emir, kavgaya tutuşmuş ve sığınak arayanlar için sadece bir kalkandır. Bu yüzden, eğer Al-lah'dan korkup sakınır ve adaletle hükmederse mükafatla karşılaşacaktır. Fakat başka bir ba­kışa sahipse bu hususta sorumlu tutulacaktır" buyurmuştur. (Buhari ve Müslim).

 

Nebî Olarak Statüsü

 

Rasûlullah @'in Nebî ve insan vasıfları ara­sındaki farkın ne olduğu hususunda Kur'ân-ı Kcıım çok açıktır. Şüphesiz peygamberler, in­sanları Allah'a kul olmaya çağırmak için gön­derilmişlerdir, kendilerine kulluğa değil. "Be­şerden hiçbir kimseye yakışmaz ki Allah ken­disine Kitab'ı, hükmü ve nübüvveti versin de, sonra o, insanlara: 'Allah'ı bırakıp da (gelin) bana kul olun desin' fakat o, 'öğretmekte ve okuyup okutmakta olduğunuz Kitaba göre Rabbe kul olun' (der)." .(3: 79). Onlara aynı anda iki görev birden verilmiştir. İlki insanları Allah'tan başka bütün şahıslara, ki buna ken­dileri de dahildir, kulluktan kurtarmak. İkinci­si' onları yalnızca Allah'a kullukta bir araya getirmek." (Elçi hediyelerle) Süleyman'a gel­diği vakit: 'Sizler bana mal ile yardım mı edi­yorsunuz? Allah'ın bana vermekte olduğu, si­ze verdiğinden daha hayırlıdır; hayır, siz, he­diyenizle sevinip öğünebilirsiniz' dedi." (27: 36). Allah her insana yalnızca Allah'a itaat et­mesi ve tağuttan yüz çevirmesi mesajıyla bir elçi göndermiştir: "Ey ehl-i Kitap, bizimle aranızda müsavi (ve adil) olan bir kelimeye gelin, (şöyle) diyerek: 'Allah'tan başkasına tapmayalım; O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım; Allah'ı bırakıp da birbirlerimizi Rabb'ler edin­meyelim.' (Buna rağmen) Eğer yine yüz çevi­rirlerse, deyin ki; 'Şahit olun, biz muhakkak müslümanlanz..'" (3: 64).

Yine insanların nebilere kayıtsız şartsız itaat etmek ve izlemekle emredildiklerini görürüz. Bu, onların şahsi haklarından biri sebebiyle değil, Allah'ın istek ve hükümlerinin kendileri vasıtasıyla insanlara ulaştığı elçi olmaları ne­deniyledir. Bu yüzden onlar Allah'ın izniyle kendilerine itaat olunsunlar diye gönderilmiş­lerdir (4: 64) ve kendilerine itaat Allah'a itaat olarak değerlendirilir. (4: 80). Keza, Kur'an-ı Kerim ve Rasul'ün sünneti ile ortaya konan diğer bir gerçek de; Rasulullah @'ın vahiyle konuşmadığı ve yalnızca kendi ferdi fikirleri­ni açıkladığı durumlarda, ilahi hükümleri açıkladığı anların aksine hiçbir zaman insan­lardan mutlak itaati talep etmemesidir. Bu hu­susta bir hayli örnek daha önce aktarılmıştır.

Rasul'ün nebi ve insan statülerinin arasındaki bu ayırım yalnızca nazari açıdan idi, şimdi ise pratik cephesini mütalaa edeceğiz. Bu çifte sı­fatlar insanlar arasında hizmet görmeleri için Allah'ın bazı insanları kendisinin yegane temsilcileri olarak görevlendirmesi gerçekten çok hassas ve karmaşık bir husustur. Bir taraf­tan, bu insan kendisi de dahil bütün beşeriye­te, bütün yaratıklara kulluk yapmaktan uzak olmalı ve Özgürlüğün bu veçhesinde onları sözleri ve davranışları ile eğitmelidir. Diğer taraftan da aynı insan Allah'a mutlak itaati muhakkak olanlardan talep etmeli ve uygula­ma açısından itaatin merkezi nebi sıfatıyla kendisi olmalıdır. Bu iki aykırı husus aynı ki­şice aynı anda yapılmak zorundadır. Her ikisi arasındaki sınır birbiriyle o derece bitişiktir ki, Allah ve Rasulü'nden başka hiçbir kimse bu ikisi arasına bir ayırım çizgisi çekemez.

Bu problemin hassaslığı ve karmaşıklığı aşa­ğıdaki üç noktayı göz önüne aldığımızda daha da artmaktadır. İlk nokta; Allah'ın hükümler: altında Rasulullah @ itaat isterken kuşkusu; nübüvvet görevini yerine getirmekteydi. Fa­kat, fevkalade itaatkar ashabını kendi şahsına zihni kölelikten kurtarm düşünce ve ifade Özgürlüğü mefhumunu öğreterek eğitirken; kendi şahsî düşüncesinden farklı bağımsız gö­rüşlere sahip olmaları için onları teşvik eder­ken; kendi şahsî statüsü ile nebî' statüsü arası­na sınır çizgisi çekip onlara ilkinde serbest ol­duklarını, ancak diğerinde tercih haklan ol­madan dinleyip itaat etmeleri gerektiğini anla­tırken bile gerçekte O, nübüvvet görevinin di­ğer bir parçasını icra etmekteydi. İşte burası O'nun kişi ve nebi statüleri arasındaki farkın anlaşılmasının bizler için zorlaştığı ve pratikte her ikisinin ayrımının daha da güçleştîği nok­tadır. Bu noktada her iki statü birbirine o ka­dar karışmıştır ki aralarında yalnız nazari fark kalmaktadır. Şahsi statüyle çalışırken bile ne­bî' sıfatıyla çalışıyor gözükmektedir, ikinci nokta, nebinin şahsında bütünüyle kişisel gö­züken meseleler bile -misal olarak; yemek, giyim, evlilik, aile yaşantısı, ev içerisinde çalış­ma, def-i hacet, arınma, yıkanma- evet, bunlar bile bütünüyle kişisel olmayıp İslam kültürü­nü şekillendirip oluşturan şer'i hudutları ve İs­lam ahlâkını ihtiva ederler. Rasulullah @'m nebî statüsünün bittiği ve şahsi statüsünün başladığı yeri tayin etmek artık kişi için ger­çekten güçleşmektedir. Üçüncü nokta, Kur'an bir bütün olarak Rasulullah @ 'm hususi haya­tının bizler için her yön ve her veçhesiyle reh­berlik sağlayacak "mükemmel bir örnek (us-wa)" (33:21) ve O'nun "kendi izniyle Allah'a çağıran ve nur saçan bir çerağ" (33:41) oldu­ğunu anlatmaktadır. Ve Kur'an-ı Kerim, O'nun yanlışa sapmadığının, O'nun rehberliği­nin Allah tarafından yapıldığının şahitliğini taşır: "Battığı zaman ki yıldıza and olsun; sa­hibiniz (olan Rasul) ne dalalete düştü, ne de azdı. O nevasından, konuşmaz. O (söyledikle­ri), yalnızca vahyolunan bir vahiydir." (53: 1-4).

Şah Veliyullah Dehlevi, Rasulullah @'a saygı ve itaatin gaye ve hikmetini çok zarif ve etki­leyici ifadelerle izah eder. Der ki, tanınmış bir hükümdardan mesaj ileten bir kimsenin say­gıyla karşılanıp gerekli ihtimamın gösterilme­si Öteden beri her kavmin geleneğidir. Elçinin, hükümdarın emirlerini beyanı sanki hüküm­darın bizzat kendisi emir veriyormuşcasına itibar görür. Ve şayet, hükümdar adına insan­lardan sadakat sözü almak için gönderilmişse, uzanıp eliyle onun elini tutmak hükümdarın elini tutmakla eş addedilir. Büyük bir hü­kümdarın elçisine karşı insanların bu yakla­şım ve davranışlarının benzeri Kur'an-ı Ke-rim'de şu ifadelerle yer alır: "Hiç şüphesiz, sa­na biat edenler, ancak Allah'a itaat etmişler­dir. Allah'ın yed'i onların elleri üzerindedir" (48:10). İşte bu yüzden, Rasulullah @'ın şahsı Allah'ın nişanlarından (Şa'air Allah) biri ya­pılmış ve kendisine itaat insanlar üzerine farz kılınmıştır.

İnsanlar, O'nunla sıradan insanlarla konuştuk­ları gibi konuşmamak ve O'na hayır duaları göndermekle emrolunmuşlardır. (49: 2). (Şah Veliyullah Dehlevi; Hujjat Ullah al-Baligah c.II).

 

KISIM 3

 

KANUN KOYUCU OLARAK HZ. MUHAMMED @

 

Giriş

 

İnsan, âlemlerin Rabb'ine ibadet etmek (51: 56) ve yeryüzünde adalet, takva ve fazilet ni­zamını kurmak (57: 25 ve 22: 41) için yaratıl­mıştır. Kendisine bu çabasında yardımcı ol­ması için Resulleri aracılığıyla Rabbinden hi­dayet ve rehberlik vadedilmiştir (2: 38 ve 7: 35). Ancak, ne zaman Allah'ın rasullerinden biri insanları hidayete yöneltmek için gelse onu yalanlamışlardır (30: 47 ve 7: 101). Allah beşerin ders alması için birbiri peşisıra nebiler göndermiş (23:44), ancak yaratılışı esnasında­ki meleklerin sözlerini doğrularcasına, insan yeryüzünde Allah'a karşı isyan-bozgunculuk tavrını sürdürmüş ve masum insanların kanla­rım akıtmaya devam etmiştir. Geçmişiyle, te-cavüzkar hareketlerini engelleyecek zorlayıcı güç olmadan barış içerisinde yaşayamayaca­ğım isbatlamıştır. Zayıf ve yoksullar, toplum­da yetki ve nüfuz sahibi güçlülerin saldırısına her an katlanmak zorunda kalmışlardır. İşte bu yüzden, isyankar unsurların aktivitelerine mani olmak ve toplumdaki zayıfların hakları­nı korumak amacıyla Hakim olan Allah rasul-leri vasıtasıyla kendi hükmünü göndermiştir. "Andolsun, biz elçilerimizi apaçık burhanlarla gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte Kitabı ve mizanı indir­dik. Bir de kendisinde çetin bir sertlik ve in­sanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri in­dirdik; öyle ki Allah, kendisine ve Rasulü'ne gayb ile (görmedikleri halde) kimlerin yardım edeceğini bilsin (ortaya çıkarsın). Şüphesiz ki Allah, büyük kuvvet sahibidir, yegane galip olandır." (57: 25).

Gerek ferdî yaşantılarında, gerekse toplumsal örgütlenmelerinde insanlar adalet ve marufu ayakta tutsunlar diye Allah, apaçık hakikat belgeleriyle birlikte beşer hayatının her yönü­nü banndıran mükemmel hidayet rehberleri göndererek hiçbir hususta şüpheye mahal bırakmamıştır. Şayet bir direnme yahut karşı koyma ile karşılaşılırsa, bütün beşeriyetin fay­dasınadır, insanlar, Allah'ın hükmünü yerine getirmek amacıyla kuvvet kullanabilirler. Ka­nun ve nizamı sağlamak, insanların haklarını korumak amacıyla zaman zaman rasulleri va­sıtasıyla Allah tarafından şeriatler gönderil­miştir. Bu tür ilahi emirleri getiren son rasul ise Muhammed @'dir. O'nun çağrısı ve öğre­tisi bütün insanlığa şamil ve evrensel oldu­ğundan; kıyamet gününe kadar insanoğlu İçin hidayet rehberi olarak kalacağından, şümullü kılınmış olup beşikten mezara kadar beşer ha­yatının her cephesini kaplayacak genişliktedir. Toplum içerisinde insan hayatını düzenleyen temel hukuk kaidelerini sunar. Kur'an ve sün­netin temel prensipleri ışığında ahkamı yo­rumlayıp yeni ihtiyaçlarını karşılamak için sonraki nesillere engin bir alan bırakır. İslam hukukunun temel prensipleri ve sünnette bu­lunan davranış Örnekleri gelecek zamanlar için değişmeyip sabit kalır ve topyekün insa­noğluna tatbik edilmesi zaruridir. Bu prensip­ler sosyal hayatın şu yönlerini kapsar:

1- Can emniyeti,

2- Mal emniyeti,

3- Namus emniyeti,

4- Din emniyeti,

5- Miras emniyeti,

6- İfade ve isbat hakkının korunması

(Hakim Şeyh Abdulhamid, "Rasul, as a legis-lator" adlı makalesi, Sayyara Dıgest, Rasul özel sayısı, c.II, Kasım 1973).

Kur'an-ı Kerim'de hukuki konularla ilgili çok az sayıda ayet vardır. Fakihlere göre bunlar miras, evlilik, mehir, boşanma, hediye, vasi­yet, alış veriş, himayet, kefalet ve cinayet gibi konuları kapsar. Şüphesiz ki, durmadan deği­şen ve gelişen dünyada bu birkaç kural çeşidi yahut kanun maddesi her yeni hal ve prob­lemleri ihtiva etmez. Bu yüzden İslam'ın te­mel prensipleri ışığında zamanın ve mekanın ihtiyaçlarına göre İslam hukuku ile aynı çizgi­de olmaları ve onun esaslarından herhangi bi­riyle çelişmemeleri şartıyla kanunların yapı­mını Kur'an-ı Kerim gelecekteki kanun yapı­cılarına bırakmıştır.

Bu anlamda İslam'ın ilk kanun yapıcısı Hz Muhammed @'dır. O, Kur'an-ı Kerim'in hü­kümlerini tefsir etmiş ve hayatın fiili prob­lemlerine bu hükümlerin uygulanış tarzı hak­kında izahlarda bulunmuştur. Kur'an-ı Ke­rim'in ihtiva ettiği ilahi ahkamın herhangi bi­rini değiştirmemiş yahut başkalaştırmamış, aksine O'nun tefsir ve izah edicisi olarak hare­ket edip, ileriki bölümlerde de göreceğimiz üzre, O'nu yalnızca değişik durumlara tatbik etmiştir. İlahi hüküm Hz. Muhammed @'a Al­lah tarafından Kur'an formunda verilmiştir. Şeriat, "bu dünyayı insanın menfaatine yara­tan Allah tarafından kesin ve açık olarak be­lirtilen bir kanundur. O, her şeyi insanın emri­ne veren Allah tarafından beyan edilmiştir, in­sanoğlunun adımlarının yönlendirilmesini ifa­de eder. O, insanoğluna zarar veren herşeyi yasaklar, ona fayda sağlayan ve kullanışlı olan her şeye müsade eder ya da emreder. Şe-riat'ın temel prensibi; bütün gerçek ihtiyaç ve arzularını karşılama, çıkarlarını koruma ve başarı-mutluluk elde etme gayesine yönelik akla uygun her tür çabayı gösterme hakkına bazen de yükümlülüğüne insanoğlunun sahip olmasıdır. Ancak bütün bunlar Öyle bir tarzda yapılmalıdır ki; hem diğer insanların çıkarları tehlikeye atılmamalı, hak ve yükümlülüklerini yerine getirmelerine yönelik gayretlerine za­rar verilmemeli, hem de gayelerine ulaşı­mında aralarında yapılması mümkün bütün sosyal dayanışma, yardımlaşma ve işbirliği ortaya konmalıdır." (Ebul A'la Mevdudi, To-wards Understanding islam).

Ancak, ilişkileri açısından insanların karakter­lerine baktığımızda iki çeşit insanın olduğunu görürüz: "Güç ve imkanlarım bilerek yanlış kullanan ve yanlış kullanım sebebiyle kay­naklan israf eden, kendi hayati çıkarlarını ze­deleyen ve diğer insanlara zarar verenler ile samimi ve ciddi olan ama cehaletleri sebebiy­le hataya düşenler. Güçlerini bilerek yanlış kullananlar habis ve günahkar olup idare ve ıslah edilmelerinde kullanılması için hukukun güçlü kılıcına müstehaktırlar. Cehaletleri yü­zünden hataya düşenler ise hakiki bilgi ve ir­şada ihtiyaç duyarlar, öyle ki Sırat-ı Musta-kim'i görebilsinler, güç ve imkanlarını en iyi şekilde kullanabilsinler. Allah tarafından açık­lanan yönetim manzumesi işte bu gerçek ihti­yacı karşılar." (Ebul A'la Mevdudi, a.g.e). İlahi hükmün (Kur'an'ın) tatbikini gösteren ilk şahıs Rasulullah @'tır. Allah'ın Rasulü olması hasebiyle, Allah'ın kanunlarının uygulanması­nı en iyi bilen de yine O'dur. O'nun hayat tarzı ve uygulamaları müslümanlar üzerine bağla­yıcı kılınmıştır. Kur'an-ı Kerim bu bağlayıcılı­ğı şu ifadelerle açıklar: "Kim Rasul'e itaat ederse gerçekte Allah'a itaat etmiştir" (4:80) ve "Artık Rasul size ne verdiyse onu alın, sizi neden sakındınrsa ondan da kaçının" (59:7).

İslam'ın ortaya koyduğu hayat şeması bir hak­lar ve yükümlülükler dizisinden oluşup bütün inananlar bunları yerine getirmekle görevlen­dirilmişlerdir. Genel olarak, İslam Şeriatı iman edenler üzerine dört çeşit hak ve mükel­lefiyet yükler:

1- Allah'ın haklan,

2- Kendi nefsinin hakları,

3- Diğer insanların hakları,

4- Allah'ın insanın hizmetine verdiği ve ken­di yararı için bunları kullanma yetkisini insa­na bahşettiği güç ve imkanların haklan. Bu haklar ve mükellefiyetler İslam Şeriati'nin bel kemiğini teşkil etmekte olup bilinmeleri ve ciddiyet, ,titizlik ve samimiyetle yerine ge­tirilmeleri her müslümanm görevleri arasında­dır. (Ebul A'la Mevdudi, a.g.e). Şeriat'ın kural ve düzenlemeleri bu hakları korumak amacını taşıdığından hak ve mükellefiyet türlerinin açıklanması gereklidir. Bununla birlikte, bu bölümde müzakere etmeyi düşündüğümüz hu­kuki problemlerin asliyetini teşkil ettiğinden burada yalnızca diğer insanların hakları üze­rinde durulacaktır.

İslam Şeriatı bir taraftan insana kişisel hakla-nnı kullanmasına izin vermiş, öte taraftan da bu haklannı diğer insanlann benzer haklarına tecavüz etmeyecek şekilde kullanmasını em­retmiştir. Başka bir ifadeyle, diğer fertlerin benzer haklarına müdahale etmemek kaydıyla haklarını kullanıp kullanmamakta fert özgür­dür. İslam Hukuku bu suretle, aralarında hiç­bir çatışmanın çıkmaması ve karşılıklı yar­dımlaşarak yeryüzünde Allah'ın hükmünU ika­me etmeleri amacıyla ferdin haklan ile toplu­mun haklan arasında bir denge kurmaya çalış­mıştır. İslam Şeriatı bu amaçla, kendi haklan­nı kullanırken diğerlerinin haklannı ihlal et­mesi muhtemel kişiler için kesin sınırlar orta­ya koymuştur. Ve hiçbir devlet, hukuk siste­mini Kur'an ve sünnet ile aynı çizgiye getirmedikçe gerçek anlamda İslam Devleti olarak isimlendirilemez.

Çeşitli meselelerle ilgili olarak hem İlâhî hü­küm (Kur'ân), hem de Rasûlullah @ tarafından ortaya konan kanunlar aşağıda açıklanmaya çalışılmıştır.

Aile HukukurAile hukuku; Evlilik, mehir, boşanma, boşandıktan yahut kocanın ölümün­den sonraki bekleme müddeti (iddet), nafaka, emzirme, sütten kesme gibi hususlarla ilgili hukukî konulan ihtiva eder.

Evlilik: İslam'da evlilik şahitler önünde icab ve kabul ile hukuki statü kazanan bir akiddir. "Bunların dışında kalanı -namuskâr ve zinaya sapmamış (insanlar) halinde (yaşamanız şar­tıyla) mallarınızla (mehir vermek suretiyle) ara(yıp nikahla)mamz için- size helâl edildi." (4:24). İslam, evlilik vasıtasıyla saf-iffetli kal­maları ve nzıklarının artması daha muhtemel olduğundan genç insanların evlenmesini teş­vik eder. Müslümanlar yine aynı sebeple bekâr, köle ve cariyelerini evlendirmekle emrolunurlar: "İçinizden evli olmayanları, kö­lelerinizden ve cariyelerinizden salih olanları evlendirin. Eğer fakir iseler Allah, kendi faz­lından onları zengin eder... Nikâh (imkânı) bulamayanlar, Allah onları kendi fazlından zenginleştirinceye kadar iffetlerini korusun­lar." (24:32-33).

Rasûlullah @ da, "İçinizden evlenmeye gücü yeten evlensin. Zira evlenmek gözleri haram­dan korur, sizi zinadan muhafaza eder. Gücü yetmeyen kimse ise oruç tutsun. Çünkü oru­cun şehveti kıran bir hassası vardır" buyur­muştur. (Buhari ve Müslim). O halde evlen­meye güç yetiremeyenlere İslam, oruç tutarak takva ehli olmalarım öğütlemektedir. Rasûlul­lah @'dan şu ifadeler de naklolunur: "Allah'ın yardım edeceği üç kişi vardır. İlki, iffetli bir hayat dileyerek evlenen kişidir..." (Tirmizi, Nesei ve İbni Mace). "Evlenen kimse dininin yansını kurtarmıştır. Artık diğer yarısı için Al­lah'tan korkup sakınsın." (Beyhaki, Şu'eb el-iman). İbni Abbas, Rasul'ü Ekrem'den rivayet eder ki, "Allah'ın huzuruna çıktığında temiz olmak isteyen, hür kadınla evlensin" (Buhari). Diğer bir rivayette Rasûlullah, "Bütün dünya hoştur, ancak en güzel olanı salih bir kadın­dır..." buyurmuştur. (Müslim).

Adalet Gözetilerek Yapılan Sınırlı Çok Ev­lilik: İslam, aralarında adaleti gözetmek kay­dıyla dört kadına kadar evlenmeye izin verir. "Eğer yetim (kız)lar hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinden korkarsamz sizin için he­lal olan (diğer) kadınlardan ikişer, üçer, dör­der olmak üzere nikahlayın. Şayet (bu suretle de) adalet yapamayacağınızdan endişe ederse­niz o zaman bir (eş) ya da sağ ellerinizin ma­lik olduğu (cariye) ile (yetinin). Bu, sapmaT manıza daha yakındır." (4:3). Bu ayet-i keri­me hanımların sayısını kesin olarak sınırlar ve aynı anda dörtten fazla hanımla evlenmeyi yasaklar. Bunun yanısıra, ayet-i kerime çok evliliği hanımlar arasında adalet şartına bağla­yarak kısıtlar; adaleti yerine getiremeyenler için tek eşi tavsiye eder. Yukandaki ayeti izah ederken Rasûlullah @'ın zevcelerinden Aişe; "Bu ayetle zikrolunan yetimden murad, bir er­keğin vesayet ve himayesi altında iken hami-since malma ve güzelliğine imrenerek nikah edilen ve ancak mihri, emsali kızlann mih-rinden eksik takdir edilerek adaletsizlik yapı­lan yetimdir. Bu ayet-i kerime nazil olarak, mal tamahıyla emsalinden noksan mehir vere­rek öksüz kızlan nikah etmek nehyolunup başka kadınlardan lüzum ve ihtiyaca göre iki, üç ve nihayet dört kadınla evlenebilmelerine müsaade olundu" demiştir. (Buhari).

Dört Hanımdan Fazlası: Nisa suresinin yu-kanda zikredilen ayet-i kerimesi nazil oldu­ğunda dörtten fazla zevcesi bulunan bütün müslümanlann dört tanesinin dışındakilerini boşamalan Rasûlullah' @ca emredildi. İbni Ömer, Gaylan b. Seleme es-Sakafi'nin İslam'ı kabul ettiğinde 10 hanımı olduğunu ve Rasu-lullah'ın ona hanimlannm dördünü tutmasını ve geri kalanlardan ayrılmasını söylediğini ri­vayet eder. (Ahmed, Tirmizi ve İbn-i Mace). Nevfel b. Mu'aviye der ki, "İslam'ı kabul etti­ğimde beş zevcem vardı, bu yüzden Rasulul-lah'a danıştım ve O, "Dördünü tut ve birinden ayni" buyurdu. Ben de benimle en uzun süre kalan ve 16 yıldır kısır olanını seçip ondan aynldım." (Şerh-üs Sünne).

Evlenilmesi Haram Olanlar: Rasûlullah @, aralarında evliliği gayri meşru kılacak kan ba­ğına mukabil gelen süt kardeşliği bağının bu­lunduğu kişilerin evliliklerini yasaklamıştır: "Neseb bakımından haram olan her şeyi süt hısımlığı da haram kılar." (Buharİ).

Ümmül-Fadl, Rasulullah'ın, "Bir veya iki kez emmek, nikahı haram kılmaz" buyurduğunu rivayet eder. (Müslim). Ümmü Seleme'nin Rasulullah @'dan rivayeti ise, "Rada'dan ha­ram olan, ancak memeden kesmeden Önceki dönemde göğüsten alınıp bağırsaklara giren­dir" şeklindedir. (Tirmİzİ). Ukbe b. Haris el-Kureşİ'den rivayet olunduğu üzre, Ukbe, İhab b. Aziz'in kızıyla (Ümmü Yahya bintİ Ebi Ih-bab) evlenmiş, müteakiben bir kadın gelmiş ve, "Ben sizin İkinizi de emzirdim" demiş. Ukbe; "Beni emzirdiğini bilmiyorum, sen de bunu daha Önce anlatmadın" cevabım vererek Ebi İhab'ın ailesine gidip konuyu araştırmış, onlar da mesele hakkında bilgileri olmadığını belirtmişlerdi. Bunun üzerine Ukbe Rasulul­lah @'a giderek ne yapması gerektiğini sor­muş, Rasul de "Sana anlatıldıktan sonra nasıl olur da tereddüt edersin?" buyurmuştur. Nite­kim Ukbe hanımım boşamış, kadın da bir baş­kasıyla evlenmiştir. (Buharı).

İbni Abbas, Bakara suresi'nin 221. ayetini izah ederken, "Yedi tip evlilik kan bağı (kara­bet) sebebiyle haramdır; yedi çeşit de evlilik (sıhriyet) sebebiyle" demiş ve ardından Nisa suresi'nin 23. ayetini okumuştur. Hz. Aişe de, Rasulullah @'dan şöyle buyurduğunu rivayet eder; "Neseben haram olan, süt cihetinden de haram olur." (Buhari).

Değiş-Tokuş Suretiyle Evlilik (Şiğar): Kişi­lerin, kızlarını (yahut kız kardeşlerini) mehir ödemeden karşılıklı değişerek evlenmeleri şi­ğar olarak isimlendirilir. İbni Ömer'den Pey­gamber @'ın, şiğar suretiyle nikâhdan neh-yettiği rivayet olunmuştur ki, genel olarak şi­ğar "bir kimsenin kızını diğerine - onun da kızını kendisine vermesi şartıyla- tecviz etme­sidir. Aralarında mehir de yoktur" anlamını taşır. (Buhari).

Ebu Hureyre'den gelen bir rivayette Rasul~ü Ekrem'in, "Bir kadınla onun halası, yine böyle bir kadınla onun teyzesi birlikte nikâh olunmaz. Ne küçük kız kardeş, ablasının evli ol­duğu kimseye nikah olunur, ne de büyük kız kardeş küçüğünün evli olduğu kimseye" bu­yurduğu tasrih olunmuştur. (Tirmizi, Ebu Da-vud, Darimi ve Nesei).

Berâ b. Azib der ki, dayım Ebu Bürde b. Ni-yar'a alem taşıyarak yanımdan geçerken nere­ye gittiğini sordum. Bana, "Rasulullah beni, babasının hanımıyla evlenen kişinin başını getirmeye gönderdi" cevabını verdi. (Tirmizi veEbuDavud).

Rasulullah @'m, "Her kim bir kadınla evlenip onunla karı-koca hayatı yaşarsa artık o kişi­nin, bu kadının kızıyla nikahlanması helal de­ğildir. Ancak karı-koca ilişkisinde bulunma-mışsa bu kızla evlenebilir. Ve kim bir kadınla evlenirse, artık o kişinin bu kadının annesiyle nikahlanması helal değildir, ister karı-koca hayatı yaşamış olsun, isterse yaşamamış" bu­yurduğu rivayet olunur. (Tirmizi). Babasının da hazır bulunduğu bir toplulukta Dehhak b. Firuz Deylemi Rasulullah'a, "Ey Allah'ın Ra-sulü, İslam'ı kabul ettim. Ancak iki kız kar­deşle evliyim" demiş, Peygamber @ da, "On­lardan istediğin birini seç" buyurmuştur. (Tir­mizi, Ebu Davud ve İbn-i Mace).

Kur'an-ı Kerim, aralarında belirli kan akraba­lığı (karabet) bulunanlarla ve müşriklerle ev­lenmeyi yasaklar. "Sizlere; anneleriniz, kızla­rınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleri­niz, erkek kardeşlerinizin kızları, sizi emziren (süt) anneleriniz, süt kız kardeşleriniz, hanım­larınızın anneleri, kendileriyle (zifafa) girdiği­niz kadınlarınızdan olup koruyuculuğunuz al­tında bulunan üvey kızlarınız -onlarla zifafa girmemişseniz, size bir beis yoktur-, sizin sulbünüzden olan oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi bir araya getirdiğiniz (evlilik) haram kılındı... (Bir de harp esiri olarak) sahip oldu­ğunuz cariyeler müstesna, diğer bütün nikahlı kadınlarla evlenmeniz size haram kılındı..." (4: 23-24).

Müşriklerle Evlilik: Putperest müşriklerle evlilik de yasaklanmıştır. "Allah'a eş koşan kadınlarla, onlar iman edinceye kadar nikah­lanmayın; iman eden bir cariye, müşrik bir kadından -hoşunuza gitse de- elbette daha hayırlıdır. Müşrik erkeklere de onlar iman edin­ceye kadar (mümin kadınları) nikahlamayın; iman eden bir köle-müşrik bir erkekten -hoşu­nuza gitse de- elbette daha hayırlıdır. Onlar ateşe çağırırlar, Allah ise kendi izniyle cenne­te ve mağfirete çağırır." (2: 221).

Zânilerle Evlilik: Bekâr veya evli zina eden­lerle evlilik kınanmıştır. "Zina eden erkek, zi­na eden veya müşrik olan kadından başkasını nikahlayamaz; zina eden kadın da, zina eden veya müşrik olan erkekten başkasını nikahla­yamaz." (24: 3).

Mehir: Mehir, İslam'da evliliğin vazgeçil­mez esaslarından biridir. "O halde onlardan hangisiyle yararlandıysanız, onlara ücret (me­hillerini, tesbit edildiği vech ile verin." (4:24). "Kadınlara mehirlerini gönülden iste­yerek (ve bir hak olarak) verin, fakat onlar gö­nül hoşnutluğu i'e ondan birazını size bağış­larlarsa, onu da afiyetle, iç huzuru ile yeyin." (4:4). "Kendilerine el sürmediğiniz, mehirleri­ni de tesbit etmediğiniz kadınları boşamanız­da sizin için bir vebal yoktur." (2: 236). "Bir eşi bırakıp da yerine başka bir eş almak ister­seniz, onlardan birine (öncekine) yüklerle (mehir) vermiş olsanız bile ondan hiçbir şeyi almayın." (4: 20).

Rasulullah @ mehir için özel bir miktar belir­lemedi ve miktarı kocanın haline, konumuna ve ekonomik vaziyetine bağladı. Enes b. Ma­lik, Abdurrahman b. Avf in bir kadınla evle­nirken ağırlıkça hurma taşma eşit altmı mehir olarak verdiğini rivayet eder. Rasul-ü Ekrem @, Abdurrahman'ın yüzündeki mutlu ifadeyi gördüğünde sebebini sormuş, o da, "Bir ka­dınla evlendim ve ona mehir olarak ağırlıkta hurma taşına eşit altın verdim" demiştir. Sehl Ibn-i Sa'd'dan şöyle rivayet olunmuştur. Rasu­lullah @Ta bir kere bir kadın gelip kendisini zevceliğe almasını teklif etti. Rasul-ü Ekrem @ gözlerini indirip sükut etti. Orada hazır bu­lunan bir sahabi; "Ya Rasulullah, bu kadını bana tezvic etseniz!" dedi. Rasul-ü Ekrem, "Mehir olarak verecek bir şeyin var mı?" diye sordu. Sahabi, "Hayır ya Rasullulah, yanımda hiçbir şey yoktur" dedi. Peygamber @, "Hay­di gidip araştır ve demir bir yüzük olsun bul, getir, tak" buyurdu. Sahabi gitti. Sonra dönüp gelerek "Hayır ya Rasulullah, dünyalık bîr şey, demir bir halka bile bulamadım. Lakin şu izarım var, bunun yansım verebilirim" dedi. Bunun üzerine Rasulullah, "İyi ama izarınla ne iş görebilirsin, neye yarar? Onu sen giysen kadının üstünde ondan bir şey bulunmaz, açıkta kalır, kadın giyerse sen çıplak kalırsın" buyurdu. Adamcağız bulunduğu yere oturdu. Bu oturuşu uzayınca da meyus bir halde kal­kıp gitti. Rasulullah bu zatın ümitsiz gittiğini görünce onu ya kendisi çağırdı, yahud birisine çağırtarak, "Kur'an'dan ezberinde bir şey var mı?" diye sordu. Fakir sahabi, "Ezberimde şu sure var, şu sure var, şu sure var" diye say­maya başladı. Bunun üzerine Rasulullah @, "Kur'an'dan ezberindeki surelere karşılık seni bu kadınla nikahladım" buyurdu. (Buhari).

Rasulullah @ buyurmuştur ki; "En fazla sebat edilmesi gereken vaad (kadının) mahrem böl­gelerinden yararlanma hakkı için verilendir" (Buhari). Ömer b. Hattab'm, Rasulullah'ın zevcelerinden biriyle evlenirken yahut kızları­nı evlendirirken 12 ukkiyedçn (480 dirheme eşittir) daha fazla mehir verdiğini bilmiyo­rum" dediği rivayet olunur (Ahmed, Tirmizi, Ebu Davud, Nesei, İbn-i Mace ve Darimi). Hz. Aişe'ye göre Rasulullah'ın zevcelerine verdiği mehir, "12 ukkiye bir de ne§§ idi. Neşş ise ukkiyenin yansıdır. Böylece olup olacağı toplam beşyüz dirhemdir." (Müslim).

Talak ve Mehrin Ödenmesi: Bu hususta, aşağıda açıklandığı üzere bazı meseleler orta­ya çıkabilir, (a) Kendileriyle temasta bulunul­mamış ve mehiride belirlenmemiş zevcelerini boşamaları halinde kocaların durumlarına gö­re kadınlara ödemede bulunması öğütlenir. "Kendilerine el sürmediğiniz, mehirlerini de tesbit etmediğiniz kadınları boşamanızda sizin için bir vebal yoktur. Onları faydalandırın; zengin olan kendi gücü, darda bulunan da kendi halince maruf bir şekilde faydalandır-malıdır. Bu, iyilik etme şiarında bulunanlar üzerine bir haktır." (2: 236). (b) Mehiri belir­lenmiş ancak kendileriyle temasta bulunulma­mış hanımlar için ise mehrin yarısı vardır. "Eğer onlara mehir tesbit eder de, el sürmeden boşarsanız, bu durumda -kendileri ya da ni­kah bağı elinde olanın bağışlaması hariç- tes­bit ettiğiniz(mehrin)in yarısı onlarındır. Siz  (erkekler)in (tümünü veya fazlasını) bağışla­manız  takvaya  daha  yakındır.   (Aranızdaki) üstünlüğü de unutmayın." (2: 237).

İbn-i Ömer rivayeî eder ki, "Rasulullah, koca­nın hanımını zina ile suçlamasından dolayı Aclan oğullarından bir çiftin ayrılığına hük­metti. Rasulullah @ mülaaneden önce, "Ey karı-koca, Allah bilir ki, ikinizden birisi ya­lancıdır. Bu yüzden ikinizden biri mülaaneden önce tövbekar olup da lanetleşmekten sarf-ı nazar eder mi?" diye üç kez sordu. Ancak her defasında ikisi de kaçındı. Mülaaneden sonra Rasul-ü Ekrem @ çiftin ayrılığına hükmetti. Kocaya, "Artık bu kadın üzerinde alakan ve kocalık hakkın kalmadı" buyurdu. Zevci, "Ya Rasulullah, ya benim mehir olarak verdiğim malım ne olacak?" diye sordu. Rasul-ü Ek­rem, "O mal sana ait değildir. Çünkü, kadına zina isnadında doğru bile olsan, o malı sen kadını kendine helal kılman mukabilinde ver­miştin, mal da kadının olmuştu. Şayet sen zi­na isnadında yalancı isen mehir malını iste­mek sana daha uzaktır" buyurdu. (Buhari).

Yukarıda zikredilen ayet ve hadisler mehir vermenin kocanın üzerine bir vazife olduğunu ve tüm diğer borçlara nazaran öncelikle öden­mesi gerektiğini açıkça göstermektedir. Me­hir, evliliğin onsuz olunmaz şartlarından biri­dir ve kendi isteğiyle kadın tarafından kısmen veya bütünüyle vazgeçİlmedikçe kocanın ha­nımına ödemesi gereklidir.

Kadının Rızası: Hem kadın hem de erkeğin nzası olmadan hiçbir evlilik oluşamaz. Bakire kızın rızası sessiz kalma ile bilinirken, dul ka­dının nzası muvafakatinin alınmasıyla belli olur ki, bunlar olmadan evlilik meşru kabul edilemez. Küçük kız için ise velisinin izni esastır. Ancak kız baliğ olduğunda evlilik mu­kavelesini iptal etme hakkına sahiptir. Benzer şekilde, köle ile evli cariye hürriyetine kavu­şunca evliliği ilga edebilir. Allah, velinin izni­ni yetim kızla evlenmenin şartı kılmıştır. "Öy­leyse onlan, fuhuşta bulunmayan, iffetli ve gizlice dost edinmemişler olarak velilerinin izniyle nikahlayın." (4: 25). Rasulullah @'da gelinin nzasınm evlilik için gerekli olduğunu beyan etmiştir: "Dul kadın (ister boşanmış, is­ter kocası vefat etmiş olsun), kendisinin sarahaten emri olmadıkça nikah olunamaz; bakire kız da kendisinden izin alınmaksızın nikah olunamaz ki onun izni sükut etmesidir." (Bu­hari ve Müslim). Ensar kadmlanndan Hansa bint-i Hızam'ı, babası Halid, iznini, nzasını almadan tecviz etmişti. Halbuki Hansa' dul kadındı. Kadın bu izdivacı hoş görmeyerek Rasul-ü Ekrem'e gidip şikayet etti. Rasulullah @'da bu nikahı red ve iptal etti. (Buhari). Ba­kire bir kız, Peygamber @'a gelerek, iste­mediği halde babasının kendini tecviz ettiğini anlatmış, Rasulullah da onu muhayyer bırak­mıştır. (Ebu Davud).

Diğer bir rivayette Rasulullah @, "Şehadetsiz kendilerini evlendiren kadınlar zanidirler" bu­yurmuştur. (Tirmizi). Hadis-i şerif, nikahın Şahitler önünde icra edilmesi gerektiğini tesbit eder ki, İslam Hukuku bu konuda iki şahidi zaruri görür. Rasul-ü Ekrem @, nikahın şahit­ler önünde kıyılıp ilan edilmesi gerektiğini ıs­rarla belirtmiştir. (Tirmizi). Yine, evlilikten önce tarafların birbirlerini görmelerini iste­miştir. Cabir'den rivayet olunduğuna göre, Rasulullah @; "Evlenmek için bir kadını iste­diğin vakit, eğer onunla evlenmeye sebep teş­kil eden yerini görebileceksen bunu hemen yap" buyurmuştur. (Ebu Davud).

Rasulullah @'m men ettiği hususlardan birisi de, kendisine başkasınca teklif yapılmış ha­nımlara evlilik teklifinin gÖtürülmesidir.İbn-i Ömer, Rasul-ü Ekrem'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Sizden biriniz, din kardeşinin nikaha talib olduğu bir kadına dünürlük gön­dermesin. Meğer ki, ikincisi istemezden önce birinci talib vazgeçmiş ola, yahud da birinci talib ikincisinin istemesine müsade etmiş ola." (Buhari ve Müslim). Ebu Hüreyre, de Rasulul­lah @'dan, "Hiçbir kadma, kız kardeşinin ça­nağındaki nimetin kendi başına boşalması İçin onun talakını istemek (ve onun yerine nikah olunmak) helal olmaz. Bu kadın İyi bilmelidir ki (ezelde) kendisine ne takdir olundu ise, kendisine ait olan nimet ondan ibarettir" riva­yetini yapar. (Buhari ve Müslim).

Talak: Kan ye kocanın aynlmaları anlamına gelen talak, İslam Şeriatı'nda kocaya verilen bir haktır. Adaletten ayrılmadığı ve hanımına karşı bu hakkın kullanımında tecavüzkar olmadiği müddetçe talak hakkını kullanmakta koca özgürdür ve hiçbir otorite ve güç bu hak­kı kendisinden alamaz. Koca, hanımının isteği üzerine hanımından, ödediği mehİre mukabil bir karşılık olarak nikah bağını kaldırabilir (hulu ve muhalaa), ancak bu, şeriatça memnu görülmemiştir. Rasul-ü Ekrem @, "Aile ge­çimsizliği şiddetlenip de ayrılığın bir zaruret haline gelmesi gibi esaslı sebebi olmadan bir kadın, zevcinden talakını isterse, ona cennet kokusu haram olur" buyurmuştur. (Ahmed, Ebu Davud, Tirmizi, İbn-i Mace ve Darimi). Diğer bir hadisinde, "Evlenin ve boşanmayın, zira Allah, şehvetleri peşinde koşan kadın ve erkeklerden hoşlanmaz" buyurmuştur. Bu su­retle, boşanma hakkı kocaya verilmesine rağ­men öyle kayıtlara bağlıdır ki koca bu hakka ancak son çare olarak başvurabilir. Şayet her iki taraf da birlikte yaşamayı mümkün gör­mezlerse, işte ancak o zaman katiyetle kaçı­nılmaz çözüm ayrılma, tarafların iyiliği için gündeme gelir.

Aile, toplumun sosyal hayatında önemli bir rol oynar; aile kurumunun korunması ve sür­dürülmesi toplumun bütünlüğü için gereklidir. Bu yüzden İslam, ailenin muhafazası yolunda mümkün olan herşeyi yapar ve kan ile koca arasındaki anlaşmazlık durumlarında tarafla­rın vekilleri aracılığıyla banştınlmalanm tav­siye eder. Bu, onları bir arada tutmak için ya­pılacak ilk teşebbüstür. "(Kan ile kocanın) aralarının açılmasından korkarsanız, o vakit erkeğin ailesinden bir hakem, kadının da aile1 sinden bir hakem gönderin. Bunlar, gerçekten barıştırmak isterlerse Allah, kan-koca arasın­da (ki dargınlık yerine) geçim verir." (4:35). Sonra Kur'an-ı Kerim onların vicdanlarına başvurur: "Onlarla güzellikle (maruf üzere) geçinin. Eğer kendilerinden hoşlanmadımzsa olabilir ki bir şey sizin hoşunuza gitmezde Al­lah onda çok hayır takdir etmiş bulunur." (4:19).

İslam, evliliklerinin işlemez hale geldiği ve ayrılmaktan başka alternatiflerinin kalmadığı durumlarda onlan biraraya getirmek için tüm gayretler başarısız kalmışsa son çare olarak eşlerin boşanmalanna izin verir. Bazen insan­lar Öfke ile hanımlarına yaklaşmamak için ye­min ederler, ki bu insanlara, aralarındaki anlaşmazlıklarım çözümlemeleri yahut nezih bir şekilde ayrılmaları için sınırlı bir süre tanın­mıştır: "Kadınlarından uzaklaşmaya yemin edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer (bu süre içerisinde) dönerlerse, kuşku yok ki Al­lah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Yok) Eğer boşamada kararlı davranırlarsa (ayrılırlar). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir." (2: 226-227). Süleyman b. Yesar, zevcelerinden uzak durmaya yemin eden kişilerin tayin edilen sürenin sonunda zevcesine dönmek yahut ayrıl­mak zorunda bırakıldıklannı anlatan on kadar ashabla görüştüğünü söylemiştir. (Şerhü's Sürme).

ibn-i Ömer'in rivayet ettiği bir hadiste Rasu-lullah @; "Allah nazarında helal olanların en sevimsizi talaktır" buyurmuştur (Ebu Davud). Ebu Hüreyre ise Rasul-ü Ekrem'in, "Kendile­rini kocalanndan geri çeken kadınlar ve koca-lannı bir bedel karşılığı kendilerini boşamaya zorlayan kadınlar münafıktırlar" buyurduğunu nakleder (Nesei). Muaz b. Cebel, Peygamber @'ın kendisine, "Ey Muaz, Allah yeryüzünde kendisine köle azad etmekten daha sevimli; ve boşanmaktan daha sevimsiz gelen şeyler yaratmadı" dediğini aktarır (Darekutni). Su-heyb'den yapılan rivayete göre, Rasul-ü Ek­rem, "Bir kimse yalnız tatmin-i şehvet için bir kadını nikah eder, mehrini de vermez ise, o kimse zinakar mücrim olarak ölür" buyurmuş­tur. (Hakim).

İslam'ın nazarında evliliğin en önemli fonksi­yonu insanların iffetli ve pak bir hayat sürme­lerine yardımcı olmasıdır. Bu fonksiyon ve bu fonksiyondan beklenen amaç, ancak kadın ve erkeğin karşılıklı bir diğerinin cinsi arzularını karşılayabilecek kapasitede olmaları halinde gerçekleştirilebilinir. Eşlerden birinin, diğeri­nin bu fıtri ihtiyacını karşılayabilecek kudrete malik olmaması halinde islam olaydan etkile­nen tarafa ayrılma hakkı verir. Ömer b. Hat-tab, Ali b. Ebi Talib ve diğer meşhur ashaba göre sadece bu tür bir noksanlığın bulunması değil; cüzzam, körlük, delilik ve iktidarsızlık gibi kusurların varlığı da karşı tarafa boşanma teşebbüsünde bulunma hakkı verir. Konu üze­rinde yorum yaparken İmam İbn-i Kayyım, "Yalnızca iki yahut altı, yedi veya sekiz kusu­ru zikretmek ve bunlardan büyük ya da denk diğerlerini eklememek asü maksadı bütünüyle kaybettirir. Kıyas, taraflardan birinde diğerine karşı nefret uyandıran ve evliliğin gerçek ga­yeleri olan sevgi, şefkat ve merhamet duygu­larını yok eden her kusurun sözkonusu tarafa ayrılma hakkı verilmesi gerektiği şeklindedir" der.

Hemen burada işaret edilmelidir ki, İslam, ev­lilik ilişkisine fevkalade hürmet gösterilmesi­ni ister ve tarafları en güç şartlar altında bile bu ilişkinin canlı tutulması için teşvik eder. Cismen birlikte yaşamaları imkânsız hale gel­diğinde ayrılabilmeleri hakkını tanımasına rağmen, İslam, son ana kadar çiftleri evlilik bağı altında birlikte tutabilmek için mümkün olan her şeyin yapılmasını ister. Şüphesiz ev­lilik, başka bir evlilik oluşturmak için kişinin canı İstediği zaman kaldırıp atabileceği bir şey değildir. Rasulullah @, Allah'ın lanetinin nevaları uğruna sık sık evlenip boşanan çeşni­ci erkek ve kadınlar üzerine olacağını beyan etmiştir.

Meşru olan evliliklere hürmet gösterme so­rumluluğu yalnızca ferdin omuzlarına düş­mez, toplum da aynı derecede sorumluluk sa­hibidir. Toplumun iki üyesi arasındaki evlilik bağlarını zayıflatacak ya da yok edecek her girişim İslam Şeriatı nazarında alçakça adde­dilip cezalandırılır. Allah, evli kadınla evliliği yasaklamıştır, yasaklayıcı hükümleri çiğne­meye çalışanlar ise İslam nazarında ziyadesiy­le kötü niyetli olarak değerlendirilir. Rasul-ü Ekrem @, "Bir kadım kocasından yüz çevir­ten bizden değildir" buyurmuştur. (Ebu Da-vud). İmam İbn-i Kayyım, bir kadını kendi­siyle ya da bir başkasıyla nikahlamak amacıy­la bu kadının kocasını Öldüren kimsenin, ka­dın ister bu cürme katılsın isterse katılmasın, aynı kadınla evlenme hakkından mahrum bı­rakılmasının İslam'ın temel kaidelerinin ve ru­hunun bir gereği olduğunu ifade eder.

Yukarıda da izah edildiği üzre, boşanmaya ancak eşlerin birlikte yaşayamayacakları ve ayrılmakta kararlı oldukları zaman İzin veril­miştir. Karı ile koca arasındaki candan ilişki­nin her zaman aynı kalmadığı bir hakikattir; yine İslam Şeriatı'nm, eşler arasındaki gergin ilişkinin öylece belirsizlik   içerisinde devam etmemesi gerektiği hususunda ısrar ettiği de doğrudur. Bu yüzden İslam, karı ve kocanın hukuken evli kaldığı ancak münasebette bu­lunmayıp günlük hayatlarını birbirinden ayrı olarak devam ettirdikleri ve en fazla dört ay süren bir ayrılık dönemi ortaya koymuştur Bu ayrılık İslam Hukuk Sistemi'nde "ila" ola­rak adlandırılır. Bu süre zarfında taraflar ya aralarında barışmalı ya da tamamen ayrılmalı­dırlar ki, her ikisi de hoşlarına gidecek uygun kişilerle yeniden yuva kurabilmek için serbest olabilsinler. Evliliğin yapısında barındırdığı kudsiyetin, aile hayatında vazgeçilmez bir ka-ide-temel olduğu doğrudur; ancak geçimsiz ve uyumsuz iki ferdin bütün ömür boyunca birlikte tutulamayacağı da bir başka doğrudur. Bu yüzden, insanoğlunun zaafîyetini tanımak ve bu tür insanların tümüyle ayrılmalarına izin vermek kaçınılmazdır.

Boşanma Usûlü: Evliliğin işlemez hale gel­diği ve nihayet evli çiftin daimi olarak ayrıl­ma karan verdiği durumda taraflar birbirleri­ne, (hadi hoşçakal) deyip ayrılamazlar. Uyma­ları gereken sabit bir usul vardır. Kur'an-ı Ke­rim bunu şu ifadelerle açıklar: "(Ey Peygam­ber) Kadınları boşayacağınız vakit iddetlerine doğru boşayın. O iddeti de sayın. Rabbiniz olan Allah'tan korkup sakının. Onları evleri­nizden çıkarmayın, onlar da çıkmasmlar; an­cak apaçık çirkince bir hayasızlık göstermele­ri müstesna. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'ın sınırlarını çiğnerse, gerçekten o, ken­di nefsine zulmetmiş demektir... Sonra (Üç id-det bekleme) süresine ulaştıkları zaman, artık onları maruf (bilinen güzel bir tarz) üzere tu­tun, ya da maruf üzere onlardan ayrılın. İçi­nizden adalet sahibi iki kişiyi de şahid yapın. Şahidlİği Allah için dosdoğru eda edin." (65:1-2).

Kişi, Rasulullah @'ın sünnetine uygun şekil­de, hanımını ancak onun hayızdan temiz oldu­ğu ve bu temizlik döneminde onunla münase­bette bulunmadığı zaman iki şahidin varlığın­da boşayabilir. Abdullah b. Ömer karışım ha-yızlı iken boşamış, Ömer b. Hattab oğlunun bu hareketinin hükmünü Rasulullah @'dan sormuştu. Rasulullah @ bu soruya şöyle ce­vap verdi: "Oğlun Abdullah'a emret, karısına geri dönsün, sonra onu temizlenip tekrar adetini görünceye ve sonra yine temizleninceye kadar -nikah altında- tutsun; sonrada dilerse aile hayatına devam etsin, dilerse birleşmeden boşansın. İşte Allah'ın, kadınların içinde bo­şanmasını emrettiği iddet budur." (Buharı).

Talak 'da izlenmesi gereken temel yapı el-Ba-kara Suresi'nde anlatılır. "Boşanma iki defa­dır. (Sonrası ise) Ya iyilikle tutmak ya da gü­zellikle bırakmaktır... Erkek, kadını (üçüncü kez) boşarsa artık (kadın) onun dışında bir başka kocayla nikahlanmadıkça_| maz." (2: 229-230). "Bu ayeti kerime İslam öncesi Arabistan'da yaygın olan çok ciddi sos­yal bir kötülüğü ıslah etmeyi amaçlar. O dö­nemlerde, koca, istediği kadar sık talak ilan etme hakkına sahipti. Ne zaman karısı ile iliş­kisi gerginleşip incinse onu boşar, ne zaman işine gelse onunla yeniden birleşirdi. Bir sınır­lama da olmadığından aynı olay tekrar ve tek­rar defalarca yeni baştan cereyan ederdi. Böy­lece kadın, ne onunla normal bir karı-koca ilişkisine sahip olabilirdi, ne de bir başkası ile evlenebilecek özgürlüğe. Bu Kur'an ayeti, zulme giden bu kapıyı kapamaktadır. Koca bütün evlilik hayatı boyunca hanımını boşa­mak ve yeniden kavuşmak hakkına yalnız iki defa sahiptir. Bundan sonra ne zaman üçüncü kez talakı beyan etse, artık o kadın ondan ta­mamen ayrılmış olur." (Ebul A'la Mevdudi, The Meaning of the Qur'an, c. I, sh. 167-172).

Aceleyle düşüncesiz hareketlerden kaçınmayı ve barışmak için taraflara yeterli mühlet ve fırsatın verilmesini sağlayan sahih boşanma usulü Kur'an ve Sünnette aşağıdaki şekilde or­taya konmuştur:

Kur'an-ı Kerim boşanmış kadınlara emreder ki; "Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç kur' (hayız ve temizlenme) müddeti beklerler. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlarsa Allah'ın rahimlerde yarattığını saklamak onla­ra helal olmaz. Kocaları, bu süre içinde barış­mak isterlerse, onları geri almada (herkesten) daha çok hak sahibidirler." (2: 228). Kocalar, bu süre zarfında kadınları kendi evlerinde tut­makla emrolunmuşlardır. Belki de bu yolla Allah onların barışmaları için geçerli bir vesi­le yaratır: "Ey Peygamber! Kadınları boşaya­cağınızda, onları iddetlerini gözeterek boşayın ve iddeti de sayın. Rabbiniz Allah'tan korkun. Apaaçık bir hayasızlık yapmaları hâli bir ya­na, onları evlerinden çıkarmayın, kendileri için de çıkmasınlar. Bunlar Allah'ın sınırları­dır. Kim Allah'ın sınırlanın aşarsa, şüphesiz kendine zulmetmiş olur. Bilemezsin, olur ki Allah, bundan sonra bir durum ortaya çıkarı-verir. İddet müddetlerini doldurduklarında on­ları ya meşru Ölçüler içersinde (nikâhınız altında) tutun veya onlardan meşru ölçülere gö­re ayrılın. İçinizden adalet sahibi iki kişiyi de şahit tutun. Şahitliği Allah için yapın..." (65: 1-2).

Rasulullah @'da boşanma usulünü çok açık ifadelerle ortaya koymuştur. Ayet, boşanma kaçınılmaz hale gelirse, işte o an koca, karısı­nı ancak hayız halinde olmadığı dönemde bo-şayabilir, hayız halinde iken bir anlaşmazlık ortaya çıksa bile koca, hanımının adet kana­masının bitip temizlenmesini bekler ve sonra dilerse boşadığını söyler. Sonra, gelecek ha­yız haline kadar bekleyip temizlendikten son­ra isterse yine boşadığını söyler. Eğer hâlâ kararlıysa tekrar bir hayız dönemi bekleyip ka­dının temizlenmesinden sonra üçüncü ve son kez onu boşadığını söyler. Bununla birlikte, birinci ve ikinci boşanmalardan sonra kocanın meseleyi yeniden gözden geçirmesi faydalı­dır. Çünkü bu iki durumda da kocanın hanı­mına geri dönme imkanı vardır. Fakat boşan­manın üçüncü kez ilanından sonra koca artık hanımına geri dönme hakkını kaybeder ve bu çift yeniden evlenemez.

"Üç talağı da aynı mecliste bir kerede yapan cahil kimseler bu hükme karşı büyük bir cu-riim işlemektedirler. Rasulullah @ bu uygula­mayı katiyetle yasaklamıştır. Hz. Ömer de, hanımını aynı mecliste bir kezde üç talakla boşayan erkekleri kamçı ile cezalandırmıştır." (Mevdudi, The Meaning of the Qur'an, c. I, sh. 167-172).

Abdullah b. Ömer'den rivayet olunur ki, ken­disi hanımını hayızlı iken boşamış, Ömer b. Hattab da oğlunun bu davranışının hükmünü Rasulullah'tan sormuştur. Rasulullah @'ın ce­vabı şu şekilde idi: "Oğlun Abdullah'a emret, karısına geri dönsün, sonra onu temizlenip tekrar adetini görünceye ve yine temizlenince­ye kadar -nikah altında- tutsun; sonra da diler­se aile hayatına devam etsin, dilerse birleşme­den boşansın. İşte Allah'ın, kadınların içinde boşanmasını emrettiği iddet budur." (Buhari ve Müslim). İbn-i Abbas'm rivayetine göre Rukâne b. Abd-i Zeyd bir mecliste karısı Sti-heyme'yi boşadı ve talak-ı kati kıldı. Sonra da (yaptığı bu hareketten) son derece mahzun ve müteessir olup Rasulullah'a durumunu arzetti ve, "Allah'a kasem ederim ki onunla tek bir talakdan başka bir şey kasdetmedim" dedi. Rasul-ü Ekrem @ bunun doğru olup olmadı­ğını sordu ve Rükane'nin kendini mutmain kılması üzerine karısına müracaat edebilece­ğini beyan etti. Rükane hanımını Ömer döne­minde ikinci kez, Osman döneminde de üçün­cü kez boşayarak ayrıldı. (Ebu Davud, Tirmi-zi, İljn-i Mace ve Darimi).

Bu veçhile, yukarıda zikredilen ayet-i kerime­lerde (65: 1-2) müminler 'ila' müddetinde ha­nımlarını evlerinde tutmakla Birlikte yaşamalarının onları yakınlaştırması ve barışmalarına yardımcı olması muhtemel­dir. Keza, hanımlarını hayız halinde iken bo­şamaları da yasaklanmıştır. Hanımları temiz­lenene kadar beklemeli ve sonra, şayet kalb-lerindeki isteklerim yerine getirmek istiyorlar­sa ilk talakı zikretmelidirler. İkinci talak ikin­ci adetten, nihai talak ise üçüncü adetten son­ra zikredilir. Boşanma için İslam Hukuku ta­rafından ortaya konan bu uzun prosedür iki tarafa da düşünmek ve ihtilaflarını çözümle­mek için yeterli zamanı sağlar. Çünkü üçüncü talaktan sonra barışma yoktur.

Kadınlar adet halinde hem sinirli hem de si­nirlendiricidirler. Bu süre zarfında bedenlerin­de öyle fiziki gelişmeler, öyle değişmeler olur ki normal durumlarında kendilerinin de hoş­lanmayacağı şeyleri farkmda olmadan yapar ve söylerler; şüphesiz bu husus tıbbi bir haki­kattir. Bu yüzden, aralarındaki anlaşmazlığa dayanarak kocanın bu dönemde hanımını bo­şaması yasaklanmıştır. Yine bu dönemde kan ile koca arasında karşılıklı ilgi ve sevgilerini birbirlerine açıklama aracı olan cinsi münase­betin olmaması sebebiyle aralarında tartışma­ların ortaya çıkması şaşılacak bir husus değil­dir. Bu engelin ortadan kalkmasıyla birlikte, saf ve mahrem 'muhabbet duygularının onları bir araya getirmesi ve kocayı boşanmaya sev-keden hislerin yatışması umulur. İşte bu se­beple Rasulullah @ hayız anında boşanma sö­zünün sarfedilmesini yasaklamıştır, yukarıda zikrettiğimiz İbn-i Ömer hadisesinde olduğu gibi. Diğer bir rivayette, kendisine hanımına geri dönmesi söylendiğinde İbn-i Ömer, Ra­sul-ü Ekrem'e, "Ey Allah'ın Rasulü, eğer üç talakı birden vermiş olsaydım ona tekar döne­bilir miydim?" sorusunu yöneltti. Cevaben kendisine, "Hayır, o senden ayrılmış olurdu; ancak yaptığından da sana günah düşerdi" denildi. (Darekutni). Hadis-i şerif üç talakın birlikte tek seferde yapılmasının günah oldu­ğunu göstermektedir. Bir mecliste üç talakın ilanı hem şeriatın hikmetine aykırıdır, hem de müminlerin hürmet ve saygı göstermekle em-rolundukları Allah'ın sınırlarım (65:1-2) aş­mak anlamını taşır.

Mahmud b. Lebid, bir adamın karısını, arala­rını açmadan üç talak ile birden boşadığı ha­ber verildiğinde Rasulullah @'ın gazaba gele­rek ayağa kalktığını ve; "Ben aranızda oldu­ğum halde Allah'ın Kitabı'yla mı oynanıyor?" buyurduğunu nakleder. (Nesei). Bir adam, Abdullah b. Abbas'a; "Ben kanmı yüz talakla boşadım, kendimi nasıl bir sorumluluğa sü-rükledim?" demiş, İbn-i Abbas ise cevaben, "Üçü ile kadın senden boş olmuş, 97'si ile de Allah'ın ayetlerini alay ittihaz etmişsin" de­miştir (Muvatta). Yine İbn-i Abbas'a karısını üç talakla bir mecliste boşayan kişi hakkında sormuşlar, o da, "O kişi Rabbine âsi olmuştur, karısı da ondan ayrılır" cevabını vermiştir (İbn-i Cerir). Ali b. Ebi Talib'in "Eğer insan­lar Allah'ın sınırlarını gözetselerdi, hiç kimse karısından ayrılarak müteessif olmazdı" dedi­ği naklolunur.

Hz. Aişe'den rivayete göre Rifaa el-Kurazi'nin karısı Temime Rasulullah'a gelerek, "Ey Al­lah'ın Rasulü, Rifaa beni boşamıştı ve talak-ı kati kılmıştı. Sonra ben de Abdurrahman b. Zübeyr ile evlenmiştim. Fakat Abdurrah-man'ın erliği şu elbise saçağı gibi(gevşek)dır demiş, Rasul-ü Ekrem'de "Sanırım ki sen (es­ki zevcin) Rifaa'ya varmak istiyorsun. Fakat (ikinci zevcin) Abdurrahman senin balçağın­dan, sen de onun balcağızından tatmadıkça bu olmaz" buyurmuştur. (Buhari ve Müslim).

Seleme b. Sahr'den rivayet edilir ki, "Rama­zan ayı girdi, ben karıma cima ederim diye korktum da (sen bana annemin sırtı gibi ol di­yerek) zihar yaptım. Bir de bir gece onun bir tarafı açıldı, hemen ona yakınlık ettim. Bunun Üzerine Rasulullah @'a giderek olayı zikret­tim; bana, 'Bir köle azad et1 dedi. 'Boynumdan başka bir şeye malik değilim' dedim. 'O halde iki ay birbiri ardına oruç tut' buyurdu. Ben, 'Zaten başıma ne geldi ise oruçtan gelmedi mi?' dedim. Rasul-ü Ekrem, 'Altmış fakiri do­yur' buyurdu. Benim bunu yapacak varlığa sa­hip olmadığımı ifade etmem üzerine, Ferve b. Avra'ya 'Altmış yoksulu doyurabilmesi için ona bir farak (15 yahut 16 sa' hurma içeren sepet) hurma ver' dedi." (Tirmizi).

Zihar yapan bir kişi, kefaretini ödemeden ha-nımıyla münasebette bulunduğu, sonra da Ra­sulullah @'a durumu anlattığı; Rasul-ü Ekrem bunu yapmasına neyin sebep olduğunu sordu­ğunda o şahsın, "Ey Allah'ın Rasulü, ay ışı­ğında gümüş gibi parlayan bileğinin beyazlı­ğını gördüm ve kendimi tutamadım" dediği; Allah'ın Rasulü'nün de gülümseyerek "O hal­de Allah'ın sana emrettiği (keffareti) yapma­dıkça ona yaklaşma" buyurduğu İbn-i Abbas tarafından nakledilir. (İbn-i Mace ve Tirmizi).

İslam, evlilik müessesesinin kurulma sebebi olan gayelere yönelik gerçek bir tehlikenin varlığı halinde yahud çiftin birlikte yaşayama­dıkları durumlarda boşanmayı meşru kılar, ancak yine de hâlâ meşru olan şeylerin en se­vimsizi olarak kabul edilir. Çeşitli sebeplere da dayanarak gerek koca, gerekse kadın bir diğerinden ayrılabilir. Akıl b. Sebia rivayet eder ki, hanımının kerih konuşmasını kastede­rek Peygamber @'a: "Ey Allah'ın Rasulü, di­linde nesne olan karım var" dedim. O da bo­şamamı söyledi. Fakat ben hanımımın bana arkadaş olduğunu ve ondan bir oğlum bulun­duğunu anlattığımda Rasulü Ekrem @, "Onu genç cariyeleri dövdüğün gibi dövme; ona na­sihat et, iyiliği varsa onu kabul edecektir" bu­yurdu. (Ebu Davud).

Ebu Said'den rivayet, edilir ki. kendisi Rasulullah @'la birlikteyken bir kadın gelmiş ve Rasul'e, "Kocam Safvan b. el-Muattal, ben namaz kılarken bana vuruyor; ben oruç tutar­ken orucumu bozduruyor ve güneş doğana dek sabah namazını ikame etmiyor" dedi. Bu­nun üzerine, Rasulullah @hazır bulunan Safvan'a kadının anlattıklarını sordu. Safvan, "Namazını kılarken onu dövmem kendisine yasakladığım halde iki sure birden kıraat et­mesi yüzündendir" dedi. Allah'ın Rasulü, "Bir sure de olsa insanlar için kafidir" buyurdu. Safvan devam ederek, "Orucunu tutarken boz­durduğum sözüne gelince o oruç tuttuğunda uzun süre oruç tutmaya devam ediyor, bense kendini kontrol altına alamayan genç bir ins* -mm" dedi. Rasulullah @, "Kadın ancak koca­sının izniyle (nafile) oruç tutabilir" buyurdu. Safvan konuşmasını sürdürerek, "Güneşin do­ğuşuna kadar sabah namazını kılmadığım ifa­desine gelince, ben güneş doğana kadar uya-namamakla ün salmış bir aileye mensubum" dedi. Safvan'ın son sözüyle ilgili olarak Ra­sul-ü Ekrem, "Öyleyse Safvan, uyandığında namaz kılmalısın" buyurdu. (Ebu Davud ve İbn-i Mace).

Boşanma yolunda yukarıda anlatılan engeller ve sınırlamalardan sonra genel bir kayıt daha vardır ki, içlerinde en çetinidir; karısını boşa-yan koca, hanımı bir başka erkekle evlenip o erkekle münasebette bulunmadıkça ve ikinci koca, kadım kendi isteğiyle boşamadıkça eski hanımıyla evlenemez. "Erkek, kadını (üçüncü kez) boşarsa artık (kadın) onun dışında bir başka kocayla nikahlanrriadıkça ona helal ol­maz. Eğer (bu koca da) onu boşarsa, onlar (ilk koca ile karısı) Allah'ın sınırlarını ayakta tuta­caklarını sanıyorlarsa, tekrar birbirlerine dön­melerinde ikisi için de vebal yoktur." (2: 230). Dolayısıyla, ilk eşlerin yeniden evlenebilmesi için sonradan boşanmak üzere yapılabilecek düzmece evlilikler hem helal değildir; hem de gayri meşrudur. "Bu helal bir davranış değil­dir; böyle bir nikah, nikah değil zinadır, kadın böyle önceden ayarlanmış entrika ile İlk koca­sına helal olmaz."(Kadı şeyn Abdülhamid, "Kanun koyucu olarak Rasûl", Sayyara Di-gest, Rasul özel sayısı, c,2, Kasım 1973). Ali b. Ebi Talib, İbn-i Mes'ud, Ebu Hüreyre ve Ukbe b. Amh\ Rasulullah @'ın bu tür desise-ve katılanları lanetlediğine dair hadis rivayet etmişlerdir. Bununla birlikte, şayet ikinci koca kendi isteğiyle usûlüne uygun şekilde kadını boşar ve ilk koca artık kendi hanımıyla birlik­te mutlu olabileceklerini ve Allah'ın sınırlarını muhafaza edebileceklerini düşünürse eski çif­tin yeniden evlenmelerine izin verilmiştir. "Onlar (ilk koca ile karısı) Allah'ın sınırlarını ayakta tutacaklarını sanıyorlarsa, tekrar birbir­lerine dönmelerinde ikisi için de bir vebal yoktur." (2: 230).

Kocalar, kendilerine tanınan boşama haklarını kadınların menfaatlerim zedeleyecek, yahut onları taciz edecek tarzda kullanmamakla em-rolunmuşlardır. "Kadınları boyadığınızda, bekleme sürelerini tamamlamışlarsa, onları ya güzellikle tutun ya da güzellikle bırakın. Fa­kat onları, sırf zulrnedebilmeniz için, zararla­rına olmak üzere tutmayın. Kim böyle yapar­sa muhakkak kendi nefsine zulmetmiş olur. Allah'ın ayetlerini de oyun (konusu) edinme­yin... Kadınları boşadığmızda, bekleme süre­lerini de tamamlamışlarsa -birbirleriyle maruf (bilinen meşru biçimde) anlaştıkları takdirde-onlara, kendilerini kocalarına nikahlamalarına engel olmayın." (2:231-232).

Bu ayetler; boşanan kadının akrabasının, onun kendisini iki kez boşayan kocasıyla tanımla­nan süre içerisinde yeniden evlenmesine engel olmalarını yahut onu üç kez boşamış olan eski kocanın, iddetini dolduran kadının başka bi­riyle evlenmesini önlemeye çalışmasını açık­ça yasaklar. "Sırf kendisi boşamış olduğu için, kişinin boşadığı hanımının bir başkasıyla ev­lenmesini engellemesinden daha anlamsız başka bir şey yoktur." (Ebul A'la Mevdudi, The Meaning of the Qur'an, c. I).

Bütün talak hadiselerinde, boşamış oldukları hanımlarına karşı müşfik ve cömert olmaları erkeklere tavsiye edilir: "Bir eşi bırakıp da ye­rine başka bir eş almak isterseniz, onlardan birine (öncekine) yüklerle (mehir) vermiş ol­sanız bile ondan hiçbir şeyi almayın. (Kendi­sine hem) İftira ederek hem de günaha girerek verdiğinizi alacak mısınız?" (4: 20). Kocanın hanımına verdiği mehirde bir hak iddia etmesi kesinlikle aklın alacağı bir şey değildir. "Ko­ca, evlilik bedeli olarak kadına verilen ya da hediye olarak kadına sunulan elbise, takı vs. den herhangi bir şeyi geri isteme hakkına sa­hip değildir. Bir şahsa hediye olarak verilen bir şeyi geri istemek İslam'ın ahlak kurallanna tamamen aykırıdır. Rasulullah @ bu utanç ve­rici hareketi köpeğin kendi kustuğunu yala­masına benzetmiştir. Daha önce hanımına verdiği şeyleri boşandıktan sonra geri istemek koca adına gerçekten hayli yüz kızartıcı bir durumdur. Hakikatte ise islam, kocanın ayrı­lış esnasında kadına bir şeyler vermesini öğüt­lemektedir." (Ebul A'la Mevdudi; a.g.ç.).

 

Hulu' (Kadının İsteği Üzerine Boşanma)

 

Koca, nasıl hoşlanmadığı ve birlikte yaşaya­madığı hanımını boşama hakkına sahipse, he­men hemen benzer şekilde kadın da hoşlan­madığı ve birlikte yaşayamadığı kocasıyla hu­lu' yapma hakkına sahiptir. Kadının bu hakkı­nın ahlakî ve hukukî olmak üzere iki veçhesi vardır:

Ahlâkî Yönü: Çaresiz kalmış ve başka bir se­çeneği de olmayan ferd için, ister erkek olsun isterse kadın, boşanma veya hulu' yoluyla ay­rılma son çözümdür. Ferd bu seçeneği sadece kendi zevki için kullanmamalı, huluyu alay konusu ve oyuncak edinmemelidir. Rasulul­lah @ bu hususu bir çok hadisiyle kati surette anlaşılır kılmıştır. Şöyle buyurmuştur: "Evle­nin, boşanmaym; zira Allah, şehvetleri peşin­de koşan kadın ve erkeklerden hoşlanmaz.", "Şehvetlerini tatmin için sık sık boşanan çeş­nici erkeklere ve çeşnici kadınlara Allah lanet eder" ve "Geçerli sebebi olmadan zevcinden hulu' İsteyen kadına Allah ve melekleri lanet eder; huluyu istihza konusu yapan kadınlar münafıktırlar." (Hukuku'l Zevceyn).

Hukukî Yönü: İslam hukuku insanların hak ve sorumluluklarını belirler. Konuya yalnızca erkeğin boşama hakkı olduğu görüş açısından bakmaz, kadına da hulu hakkı vererek kan ve koca olarak birlikte yaşamalan imkansız hale geldiğinde her ikisinin de ayrılmak için ben­zer haklara sahip olmasını sağlar. İslam Hu­kuku, sadece taraflardan birinin haklarmı kullanmakta diğerine karşı adaletsizlikte bulun­duğu an müdahale eder ve meseleyi ıslah edip düzelterek rencide olmuş tarafın hususi hakla­rını hukukun sınırları içerisinde mümkün ol­duğunca iade edip eski haline koymaya çalı­şır. Ancak ferdin, erkek ya da kadın, haklarını doğru yahut yanlış tarzda kullanması tama-miyle o ferdin Allah'tan korkup sakınmasına ve adalet idrakine bağlıdır. Kişinin yetkilerini adilane mi yoksa nefsani arzularına bağlı ola­rak mı kullandığına diğer insanlar hakkıyla karar veremez. Hukuk, bu tabii hakkı tanıdık­tan sonra, ancak diğer taraf aleyhine haksız ve kanunsuz kullanımını kontrol edebilmek için belirli sınırlamalar getirebilir. Erkeklere bo­şanma hakkının muayyen kayıtlarla verildiği­ni boşanma başlığı altında zikretmiştik. Bura­da yeniden misal vermek gerekirse, koca, ha­nımını hayız döneminde iken boşayamaz, her talakı ayrı ayrı üç temizlenme döneminde ilan etmelidir, iddet müddetince hanımını yanında bulundurmalıdır, üç talakla kati boşanmadan sonra eski hanımıyla yeniden evlenebilmesi kadının ikinci bir kocaya varması ve yeni ko­canın onu boşamasıyla mümkündür...

Aynı şekilde, kadına da hulu hakkı muayyen kayıtlamalarla verilmiştir. Kur'an-ı Kerim bu hususu şu ifadelerle zikreder: "Onlara verdik­lerinizden bir şeyi geri almanız sizin için helal değildir; ancak erkek" ve kadının Allah'ın sı­nırlarını ayakta tutamayacaklarından korkmuş olmaları (başka). Eğer ikisinin Allah'ın sınır­larını muhafaza edemeyeceklerinden korkar-sanız, o zaman (kadının) ayrılmak için fidye vermesinde ikisi için de vebal yoktur." (2: 229). Bu ayet-i kerime şu hükümleri ihtiva eder:

a- Hulu', Allah'ın hudutlarını ihlal etme kor­kusu olduğunda uygulamaya konmalıdır. "Bir vebal yoktur" ifadesi, hulunun boşanma gibi kötü ve istenilmeyen bîr şey olmasına rağmen Allah'ın sınırlarına riayet edememe korkusu­nun bulunduğu durumlarda huluya başvur­makta bir günah olmadığı hakikatine şehadet eder.

b- Kadın kendisini evlilik bağlarından kurtar­mak istediğinde bir kısım zenginliğini feda et­melidir, tıpkı kendi isteğiyle erkeğin hanımını boşadığında mal varlığının bir kısmını feda edeceği gibi. Boşanmayı erkek tarafı yaptığın­da kadına vermiş olduklarından hiçbir şeyi geri alamaz. Benzer şekilde, aynlmayı kadın isterse kocasından kendisine ulaşan zenginli­ğin bir kısmından yahut tamamından vazgeç­mek zorundadır.

c- Verilecek miktar hususunda alanın da bü­tünüyle muvafakati olmadıkça yalnızca vere­nin dileği kafi değildir, uzlaşma sağlanamaz. Bu, zenginliğinin bir parçasını kocasına ver­mesiyle kadının hemencecik ayrılamayacağı anlamına gelir. Ayrılık için kocanın, kadının verdiğini kabul etmesi ve sonra onu boşaması kesinlikle gereklidir.

d- Mehirin bir kısmını ya da tamamını bo­şanmak için kadının kocasına vermesi, koca­nın bunu kabulü ve onu boşaması hulu için yeterlidir. "O zaman (kadının) ayrılmak için

Jldye vermesinde İkisi jçin de vebal yoktur" ifadesi, hulu'un çiftin karşılıklı anlaşmaları ile tamamlanacağına delalet eder. Bu, mahke­me kararını hulu'un gerçekFeşmesi için bir ön şart sayan kişilerin görüşlerini reddetmekte­dir. Zaten İslam, evde karşılıklı hürmetle ka­rara bağlanabil iyorsa meselenin yargı organı­na götürülmesini gerekli görmez.

e- Şayet teklif ettiği bedeli kocası kabul et­mezse, "Eğer ikisinin Allah'ın sınırlarını mu­hafaza edemeyeceklerinden korkarsanız" ifa­desinden de anlaşıldığı üzere kadın mahkeme­ye başvurma hakkına haizdir. Ayet-i kerime­deki "korkarsanız" hitabı müslümanlar arasın­daki emir sahiplerine (ulu'l emr)dir; zira onla­rın aslî görevleri Allah'ın sınırlarını korumak­tır. Bu münasebetle, ne zaman Allah'ın sınır­larını ihlal korkusu varsa bu hudutların muha­fazası için devreye girmeli ve kadının, Al­lah'ın kendisine vermiş olduğu haklarını dü­zeltip iade etmelidirler. (Ebul A'la Mevdudi, Towards Understanding islam).

Kısacası, tesbit edilmiş emirler vardır, fakat bu emirler hangi keyfiyetlerin Allah'ın sınırla­rını ihlal etme korkusunu barındırdığını özel­likle tayin etmez. Ödenecek olan fidyenin ke­sin miktarı nedir? Kadın fidyeyi ödemeye ra-. zı. anrak kocası kabul etmiyorsa, bu şartlar atında mahkeme nasıl bir hareket tarzı benim­semelidir? Bütün bu benzeri problemlerin ay­rıntıları, kendisine kadınlarca hulu' davalarına bakarken Rasulullah @'ın verdiği hükümlerde mevcuttur.

Rasulullah @'dan Misaller: En meşhur hu­lu' davaları, kocalarının görünüşünden hoşlan­madıkları için Sabit b. Kays'ın iki hanımı tara­fından Rasulullah @'a getirilen davalardır. Onlardan biri şikayetlerini şu sözlerle sun­muştur: "Ey Allah'ın Rasulü, başım ebediyyen Sabit'in başıyla bir araya gelmeyecek. Zira, çadırın kenarını kaldırdım da onu bir cemaa­tin önünde gelirken gördüm. Bir de baktım ki, o , cemaatın en karası, boyca en kısası ve yüz­ce en çirkinidir. Allah'a yemin ederim ki, onu ahlak ve din hususunda ayıplamıyorum, ancak onun çirkin görünüşünden hoşlanmıyorum. Allah'a kasem ederim ki, eğer Allah'tan kor­kuyor, olmasaydım yanıma girdiği zaman yü­züne tükürürdüm." (İbn-i Cerir). "Ya Rasullu-lah, ne kadar güzel olduğumu görüyorsunuz, oysa Sabit öyle çirkin görünüşlü ki." (Fethü'l Bari'de Abdürrezzak). "Sabit'i ahlak ve din hususunda ayıplamıyorum. Lakin ben (kocaya itaat ve onun hanımı iken namus ve iffeti ko­rumak hususlarında Allah'ın hududlarını aş­mak korkusuyla) İslam'da küfürden ikrah edi­yorum." (Buhari ve Nesei).

Rasulullah @ bu şikayetleri dinledikten sonra, "Ona bahçesini iade eder misin?" diye sor­muş, kadın, "Evet ya Rasulullah, şayet daha fazla isterse ziyade de veririm" deyince Ra-sul-ü Ekrem @, "Ziyade kabul olunmaz, an­cak bahçesini geri vermen gerekir" buyurmuş ve Sabit'e bahçeyi kabul edip hanımını boşa­masını emretmiştir. (Buhari ve Nesei).

Sabit'in diğer hanımı Habibe b. Sehl el-Ensa-ri'nin şikayetleri ise şu şekilde idî: Birgün Ra­sulullah hücre-i saadetlerinden çıktığında Ha-bibe'yi dışarıda bekler bulmuş, meselenin ne olduğunu öğrenmek istediğinde Habibe, "Sa­bit ve ben birlikte yaşayamıyoruz" demiş, Sa­bit geldiğinde Rasul-ü Ekrem @ kadının söy­lediğini ona aktarmıştır. Sonra Habibe, "Ey Allah'ın Rasulü, Sabit'in verdiği her şey be-nimledir" demiş, Rasulullah da Sabit'den bun­ları almasını ve hanımını bırakmasını istemiştir. (Malik ve Ebu Davud). Bu olayı Hz. Aişe de şu ifadelerle rivayet eder; "Sabit, hanımı Habibe'yi o derece dövmüştü ki neredeyse ke­mikleri kırılacaktı. Bunun üzerine Habibe, Rasulullah'a yakınmış ve Nebi de kadından bir parça mal almasını ve ondan ayrılmasını Sabit'e emretmiştir." (Ebu Davud ve İbn-i Mace). Nitekim Habibe'nin İbn-i Mace tara­fından aktarılan sözleri, onun da Sabit'in ilk hammıyla aynı şikayetlerde bulunduğu ve konunun dövülmek değil, kocanın çirkin gö­rünüşü olduğunu göstermektedir. İlginçtir ki Habibe'nin sözleri Sabit'in ilk hanımı olan Ha-mile'nin sözleriyle tam bir benzerlik göster­mektedir. (İbn-i Mace).

Ömer b. Hattab'a geçimsizlikle ilgili bir dava getirilmişti. Ömer kadına nasihat edip koca­sıyla kalmasını Öğütledi, ancak kadın kabul etmedi. Bunun üzerine Ömer, kadını çöp dolu bir odaya kapattı. Üç gün sonra odadan çıkar­tılan kadına Ömer tarafından nasıl olduğu so­rulunca, "Allah'a yemin ederim ki bu geceler boyunca gerçek rahatlığı tattım" cevabını ve-di. Bu sözleri işiten Ömer, kocaya küpelerin karşılığında bile olsa kadına hulu vermesini emretti. Rabi'a binti Muavviz b. Hadira bütün varlığı karşılığında kocasından boşanmak is­temiş, ancak kocası kabul etmemişti. Mesele Osman b. Affan'a sunulduğunda, Osman, ko­caya gerekiyorsa kadının bütün varlığını, hat­ta kadının saçlarını bile almasını, fakat kadına hulu vermesini emretti.

Hulu' İle İlgili Hükümler: Yukarıda zikredi­len deliller şu hususları ortaya koymaktadır:

a- Kur'an-ı Kerim'in, "Eğer ikisinin Allah'ın sınırlarını muhafaza edemiyeceklerinden kor-karsanız" ifadesi üzerine yapılan izahlar ve Rasulullah @'a sunulan olaylar göstermekte­dir ki, kadının kocasından nefret ettiği ve onunla onun hanımı olarak yaşayamadığı ke­sinlik kazanırsa çiftin ayrılmasını sağlamak daha faydalıdır. Bu haldeki bir kadını koca­sıyla birlikte zorla tutmak; din, ahlak ve kül­tür açısından kadının boşanmasını sağlamak­tan daha kötüdür. İlk zikredilen durumun, şe­riatın gerçekleşmesini istediği hakiki gaye ve hedefleri tehlikeye atması muhtemeldir. Bu yüzden,   kadının kocasından nefret ettiği ve onunla yaşamak istemediği kuşkusuz ortaya çıktığında hulu yolu kullanılmalıdır.

b- Ömer b. Hattab'ın hareketi, kadı ve haki­min kadının kocasından gerçekte ne kadar nefret ettiğini ortaya koymak için uygun ted­birleri   benimseyebileceğim   göstermektedir. Ta  ki   evli   çiftin   birlikte   yaşayamayacağı şüpheye mahal bırakmayacak tarzda tayin edi­lebilsin.

c- Ömer b. Hattab'ın davranışı, nefretin sebe­bini bulmanın gerekli olmadığını da tesbit et­mektedir. Diğer İnsanların önünde açıklana­mayan ancak husumete yol açan birçok sebep vardır. Başkaları tarafından yeterince değer­lendirilemeyen fakat kocayla bütün gün ve gece boyunca yaşayan kişinin kalbinde husu­met oluşturan sebep bu türe dahil olabilir. Bu yüzden kadı yahut hakimin görevi yalnızca kadının   gönlünde  kocasına  karşı   husumet olup olmadığını ortaya çıkarmaktır; kadının gösterdiği delillerin kin oluşturmak için yeter­li olup olmadığına karar vermek hakimin ne işi, ne de görevidir.

d- Kadı veya hakim nasihat ve tavsiye yoluy­la kadını kocasıyla birlikte tutmayı elbette de­neyecektir. Ancak kadını arzusu hilafına zor­layamaz, zira hulu Allah tarafından kadına ve­rilmiş bir haktır. Şayet kadın kocasıyla birlik­te yaşamakla Allah'ın  sınırlarını  muhafaza edemeyeceğinden  korktuğunu  ifade   ederse Allah'ın hudutlarını çiğnemek pahasına onun kocasıyla kalması gerektiğini söyleme hakkı­na artık hiç kimse haiz değildi.

e- Hulu davasında, kadının huluyu haklı se­beplere dayanarak mı aradığım, yoksa sadece arzularını mı tatmin etmek istediğini tesbit et­mek imkansızdır. İşte bu yüzden Rasulullah @ ve O'nun raşid halifeleri hulu davalarını mütaala ederken yukarıdaki soruyu önemse-memİşlerdir. Zaten ilk olarak, bu tür bir soru­yu tahkik etmek hakim için mümkün değildir. İkinci olarak, hulu kadına, erkeğe tanınan mü­şabih boşama hakkına karşılık Allah tarafın­dan verilen bir haktır. Evlilik hususunda çeşni ve haz aramak kadın ve erkeğin her ikisine de şamildir. Kocaya tanınan boşama hakkı huku­ken bu tür bir şartla kayitlanmamıştır, bu hakkını çeşni ve haz sebebiyle (hukuken) kulla­nabilir. Bunun için, kadının hulu hakkı, huku­ki hakkının ilgili olduğu kadarıyla, herhangi bir ahlaki kayıtla tahdit edilmemelidir. Üçün­cü olarak, hulu arayan kadın şu iki halin birin­den müstağni değildir: O, ya bunun için ger­çekten meşru bir ihtiyaç hissetmektedir, ya da yalnızca haz ve çeşni peşinde koşmaktadır Şayet ilk faktör geçerliyse kadının isteğini ge­ri çevirmek ona zulmetmek olacaktır. Ve eğer ikinci faktör geçerliyse hulu vermekten imtina etmek şeriatin önem addettiği hedefleri tehli­keye atabilir; çünkü kadın mizacen şehvet pe­şinde koşan biri ise, şehvetini tatmin etmek için çeşitli planlar tasarlayacaktı^ Şayet bunu meşru yollarla sağlamasına izin verilmezse mizacının gereklerini haram yollarla karşıla­ma gayretine girişecektir ki bu da huludan çok çok beter olacaktır. Kadının birbiri peşisı-ra elli kez kocasını değiştirmesi, izdivaç ha­linde iken bir kez zina yapmasından daha ha­yırlıdır.

f- Şayet kadın hulu ister de kocası razı ol­mazsa, hakim, kocaya hanımım bırakmasını emreder. Bu tür bir davada Rasulullah @ ve O'nun raşid halifeleri, kocaya, kadının verdiği bedeli kabul edip onu boşama emri vermişler­dir. Ve davalının, hakimin emrine uyması ge­reklidir; öyle ki uymayacak olursa bu itaatsiz­lik için hapsedilebilir. İslam Şeriatı'nda kadı veya hakimin konumu, kararları davalının ka­bul veya reddedebileceği tarzda tavsiye niteli­ği taşıyan bir damşman-müşavir mevkisi de­ğildir. Eğer hakimin konumu bu tarzda bir da­nışmanlık olsaydı, insanların meşru şikayetle­ri ile mahkemeye başvurmalan fikri abes hale gelirdi.

g- Rasulullah @'ın izahlarına göre hulu usulü kati talaka eşittir ve huludan sonra kadının id-deti müddetince   koca uzlaşma selahiyetine haiz değildir. Zira bu tür bir selahiyet hulunun gayesini hükümsüz kılar. Kadın evlilik bağla­rından azade olmak için kendi mal varlığının bir kısmını kocasına verir, koca da bu varlığı kabul eder, fakat hanımını salıvermez ise bu­nun adı yalnız ve yalnızca hile-dolandırıcılık -ki İslam haram kılmıştır- olur. Ancak kadın, kocasıyla yeniden evlenmek isterse, evlenebi­lir. Çünkü hulu ile gerçekleşen ayrılık; kendisinden sonra tek bir yolla -kadım n başka bir erkekle evlenmesi, evliliklerinin temasla ta­mamlanması ve sonra bu erkeğin kendi İste­ğiyle kadını boşaması (tahlil) yoluyla- çiftle­rin yeniden evlenebilmeleri helal olan muğal-la türü bir boşanma değildir.

h- Allah, hulu' için tazminat miktarının tesbi-ti üzerine bir kayıt koymamıştır. Taraflar ara­sında karşılıklı olarak hangi miktarda anlaşıl­mışsa, hulu o miktar üzerinden gerçekleşir. Bununla birlikte, Rasulullah @, hanımına ver­diği mehirden fazlasını hulu olarak alan kişi­den hoşlanmazdı. Ali b. Ebu Talib bunu tik­sindirici ve çirkin (mekruh) görürdü. Bütün seçkin fakihler bu hususta müttefiktirler. Şa­yet kadm huluyu kocasının tecavüz ve zulmü hasebiyle istiyorsa, az da olsa bir miktar malı kocanın kabul etmesi daha da kerih görülmüş­tür.                                                     :

Bu açık ifadelerin ışığında İslam Hukuku'nun bir prensibi olarak şu kural istihraç edilebilir: Hulu' isteyen kadın, kocasının kendisine karşı husumet ve antipati beslediğini ortaya koyabi­lirse, yahut hakem indinde gerçekten makul benzeri sebepler gösterebilirse mehrinin kü­çük bir kısmını veya yansım iade ederek hulu sağlayabilir. Ancak kocasının husumet ve an-tipatisini ispat edemez yahut makul sebepler gösteremez ise hulu için mehir miktarının bü­yük bir kısmım veya tamamını iade etmeli-dir.Bununla birlikte, tavır ve davranışlarından kadının haz peşinde koştuğundan kuşkulan­ması için hakimin haklı nedenleri varsa ceza olarak kadını mehilinden fazlasını ödemeye zorlayabilir.

Hulu'da Hâkimin Yetkisi: Müteakip Kur'an-ı Kerim ayeti hulu prensibini izah etmektedir. "Eğer ikisinin Allah'ın sınırlarını muhafaza edemeyeceklerinden korkarsanız, o zaman ka­dının ayrılmak için fidye vermesinde ikisi için de vebal yoktur." (2: 229). Ayet-i kerimedeki "korkarsanız"' ifadesi müslüman emir sahihle­rine (mahkeme vs. gibi yetki sahibi kurumlar dahil) hitap etmekte olup İslam Hukuku'nun bu alandaki şu ilkesini hatırlatmaktadır: Şayet evli çift hulu üzerinde anlaşamazlarsa yargı organına yönelmelidirler. Bu ilke, kadınların davalarını Rasulullah @'a ve O'nun raşid halifelerine götürmeleri; şikayetlerinin Nebi ve raşid halifelerce dinlenip karara bağlanması gerçeği ile de ispat edilebilir. Rivayetler, eğer taraflar hulu hususunda karşılıklı mutabık kal­mazlarsa kadının mahkemeye yönelmesi ge­rektiğinin açık delilleridir. Burada yeniden belirtilmelidir ki, hakim yalnızca davayı dinlemekle selahiyetli sayılıp kocanın razı ol­madığı durumlarda kararını uygulatmak için onu icbar edici güç kendisine verilmemişse, hakimi insanların müracaat edebilecekleri bir mevkiye koymak son derece saçma olacaktır.

Bu maksatla, hakimin hulu davalarında ger­çekten yetkisiz olup olmadığını anlamak için hadislere bakılması gereklidir. Rasulullah @ ve O'nun raşid halifelerinin verdiği kararları aktaran ifadeler ya "Ona talakım ver" , "On­dan ayrıl" ve "Onu terket" gibi emir kipi taşı­maktadır, ya da kocaya bu sayılanlardan birini yapmasını "Rasulullah emretti" şeklindedir. İbn-i Cerir'in İbn-i Abbas'dan rivayete göre, Rasul-ü Ekrem @ "Ondan ayrıl" buyurmuş­tur. Hamle binti Ali SelüTden yapılan nakil de aynı sözleri içerir. Bunlardan sonra hakimin hulu davasında emretme hak ve yetkisine haiz olduğu hususunda herhangi bir şüphe kalma­maktadır.

Ne Rasulullah @, ne de râşid halifeler döne­minde, herhangi bir ferdin mahkeme kararını kabul etmeyi reddetmeye cesaret edebildiği bir olay vuku bulmamıştır. Ancak, Ali b. Ebu Talib'in inatçı kocaya söylediği şu sözlerle kı­yas yaparak konuyu aydınlatabiliriz: "Hakem­lerin hükmüne hanımının razı olduğu gibi razı olana kadar salınmayacaksın." Eğer hakim, kişiyi hakemlerin hükmünü kabul etmemesi yüzünden tutabiliyorsa, bizzat kendi hükmünü yürütmek için kuvvet kullanmaya daha fazla yetkili demektir. Hakimin bu hak ve yetkisin­den dünyanın tüm problemleri içerisinden yalnızca hulu meselesinin istisna kılınması için hiçbir sebep yoktur. Hâkimin hükmüne rağmen kocanın karısını boşamak istemediği durumlarda, hakimin evli çifti ayıracak yetki ve güce sahip olduğunu gösteren örnekler fı­kıh kitaplarında mevcuttur. Öyleyse hakim, hulu' konusunda da aynı yetkiye neden sahip olmasın?

Ürkeğin kocalık görevini yapamadığı iktidar-sıiölma, erkeklik uzvunun kesik olması, cüz-zam, lökoderma veya deliliğe müptela olma, hıyar-ı buluğ (reşidlik çağına ulaştıktan sonra evlilik bağım geri alma hakkı) ve içtihadın yapıldığı benzeri durumlarla ilgili hususlarda İslam Hukuku'nda var olan tüm davalar kar­şısında, hakimin kadına hulu sağlayacak yet­kilerle donatılmış olması mutlaka gereklidir. Aksi takdirde, günümüz kadınlarının durum­ları ya bütün hayatlarını ıstırap içinde sürdür­mek, intihar etmek ya da nefislerinin arzula­rıyla zorlanarak düşük bir hayata müptela ol­mak, irtîdat ile kendilerini evlilik bağlarından kurtarmaya çalışmak olacaktır.

Boşanma veya hulu' meselesinin müzakeresi bu kuralların şu genel prensipten istidlal edil­diğini açıkça gösterir: Eğer korunabilecekse, Allah'ın sınırlarının muhafazası için kan ve koca arasındaki evlilik ilişkisi Kur'an-ı Ke-rim'de "imsak bi'l maruf kavramıyla çok ge­niş ve anlamlı ifadelerle karşılandığı üzere Çift arasında karşılıklı sevgi ve lütufla korun­malıdır. Bu yolla birlikte yaşamaları mümkün değilse güzellikle ayrılmalıdırlar (teşrih bi ih­san). Diğer bir ifadeyle, birlikte iffet, şeref ve dayanışma ile yaşayamayan kan ve koca bir­birinden güzellik ve sükunetle, tartışmadan ayrılmalıdır. Hem ruh sağlıklarını, huzurlarını bozup kendi yaşantılarını bedbaht yapacak, hem de aileleri arasında kin ve husumet oluş­turacak, toplumda kötülüğü yayacak ve hatta gelecek nesillere bile münkeri bulaştıracak olayları oluşturmaktan kaçınmalan gerekir. İslam Hukuku, toplumda bu tür kötülüklere bir son vermek amacıyla erkeğe boşama (ta­lak ) kadına ise hulu hakkı verir, ta ki insan­lar Kur'an tarafından verilen öğüt, (teşrih bi ihsan) üzere hareket edebilsinler. Ancak, hem "imsak bi'l maruf " hem de "teşrih bi ihsan "a uygun hareket etmeyen kavgacı insanlar da vardır. Bazen de, ya iki taraf arasında kendi hakları ile ilgili görüş farklılıklan ortaya çı-karj yahut taraflar "imsak bi'l maruf ve "teş­rih bi'ihsan" öğütlerinden birine uygun dav­ranmayı güç bulur. Bu yüzden, haklarla ilgili ihtilafı çözmek ve Allah'ın sınırlarını muhafa­za etmek için İslam Hukuku boşama (talak) ve huluya ek olarak "kada' sar'i " (mahkeme kararı ile ayrılığa hükmetme) diye adlandırı-

lan üçüncü bir metod daha vazetmiştir. Diğe] bir ifadeyle, yukarıdaki niteliklere sahip heı anlaşmazlık İçin müslümanlar Şer'î Kanuna göre yargı organlarının kararına başvurmalı­dırlar.

 

Boşanmada Mehir Meselesi

 

Kur'an-ı Kerim, mehir ve karı-koca arasında herhangi bir ihtilaf oluştuğunda mehirin.öden­me tarzı ile ilgili özel ve vazıh kurallar ortaya koymuştur. Evlilik, mehir kararlaştırılmadan gerçekleştirilir ve kan-koca arasında temasta bulunulmadan şu ya dâ bu sebeple boşanma kararı verilirse, aşağıdaki ayette de belirtildiği gibi koca üzerine bir mesuliyet düşmez. "Kendilerine el sürmediğiniz, mehirlerini de tesbit etmediğiniz kadınları boşamanızda sizin için bir sakınca yoktur. Onları faydalandırın." (2: 236). Bu durumda, evlilik temasla tamam­lanmış ve herhangi bir mehir vaadi yapılma­mış, da olsa, yine de evlilik ilişkisinin bozul­masıyla kadının adına ve şöhretine bir kısım zarar-ziyan verilmiş olacaktır. Yeniden evlilik için artık o, bakire olmasına rağmen bîr baki­reyle aynı derecede ve konumda addedilme -yip hakikatte dul olarak vasıflandırılacaktır. Bu yüzden, Kur'an-ı Kerim, kadının kayıpları­nın telafi edilmesi için, varlığı ve gücü ora­nında kocanın bir şeyler ödemesini tavsiye eder.

Burada zikredilebilir ki, boşanma ve hulu va­kalarında tarafların maddî fedakarlıklan, ada­let ve sağlam hükümler Üzerine kuruludur. Öteki tarafa karşı ayrılma muamelesini kim başlatırsa asıl fedakarlık yükü ona aittir. Eğer koca kendi isteğiyle talağa giderse hanımına vermiş olduğu bütün mallardan vazgeçmek zorundadır. Diğer taraftan, hanımı hulu isterse kocasından kendisine ulaşan mehirin bir kıs­mını veya tamamını geri ödemelidir. Nitekim, boşanma veya hulu vakalannda kocalar hak­sız davranışlarda bulunmamaları için şu ifade­lerle uyanlırlar: "Bir eşi bırakıp da yerine baş­ka bir eş almak isterseniz, onlardan birine (Öncekine) yüklerle (mehir) vermiş olsanız bi­le ondan hiçbir şeyi almayın. İftira ederek ve açık bir günaha girerek verdiğinizi alacak mı­sınız?11 (4: 20).

Mehir miktarının belirlenmesinde değişmez kurallar yoktur. Maddi durumlarına, sosyal statülerine ve dengi insanların hüküm süren itiyadlanna uygun olarak, tarafların karşılıklı rızasıyla ^belirlenebilmesi için mehir miktarı serbest bırakılmıştır. Kur'an-ı Kerim şu ifade­leriyle yalnızca genel çizgileri ortaya koymuş­tur: "Zengin olan kendi gücü, darda bulunan da kendi halince maruf bir şekilde onları fay-dalandırmalıdır. Bu, iyilik etme şiarında bulu­nanlar üzerine bir haktır." (2: 236). Mehir, ta­rihin hiçbir döneminde kocanın karısına öde­yeceği tesbit edilmiş bir miktar para toplamı olmamıştır. Değişik dönemlerde, değişik kişi­ler kendi durumlarına göre değişik miktarda para ve değişik şeyleri hanımlarına tediye et­mişlerdir. Fert, karısı tarafından kabul görü­yorsa gücü neye yetiyorsa onu ödeyebilir. Ra-sulullah @ döneminde biri sadece bir yüzük, bir diğeri ise bir sepet hurma vermeye mukte­dir olabilmiş; yine bir başkası hanımına mehir olarak Kur'an'dan bir parça öğretebilmiştir. Kadınlardan biri kocasının küfürden dönüp İslam'ı kabul etmesini yeterli görmüş, onun mehiri kocası vasıtasıyla edineceği İslam ziy­netleri olmuştur. Hakikatte mehir ne altın yı­ğını, ne servet öbeği ne de mehir olarak tavsi­ye edilenden daha değerli herhangi bir varlık­tır. Evlenecek hanım için makbul olan bir miktar mal, para yahut herhangi bir şey evli-likte kadının mehri olarak mütalaa edilebilir Bununla birlikte mehir olarak nSr ne tesbit edilirse edilsin, bu, kadını, içten muvafakati ile belirlenmeli ve kadın için makbul olmalı­dır. Mehir konusunda en önemli husus kadı­nın candan muvafakatidir.

Mehiri daha önce tayin edilen, ancak kocasıy­la temasta bulunmamış kadının boşanması ha­linde ödenecek mehir miktarı Kur'an-ı Ke-rim'de şu ifadelerle açıklanır: "Eğer onlara mehir tesbit eder de, el sürmeden boşarsamz, bu durumda -kendileri ya da nikah bağı elinde olanın bağışlaması hariç- tesbit ettiğiniz (mehr)in yansı onlarındır." (2:237). Bu vazı­yette koca, mehrin yalnızca yarısını ödemekle yükümlü kılınmaktadır, zira izdivaç henüz birleşme ile ikmal edilmemiştir. Zira evlilik

ile, yukarıda açıklandığı gibi, kadının maruz kaldığı bir takım zararların koca tarafından te­lafi edilmesi gerekir. Kur'an-ı Kerim, kocalara boşadıkları hanımlarına karşı, özellikle iffet ve bekaretleri emniyet altında olmasına rağ­men itibarları zedelenip ızdırap çekerken çok­ça alicenap, fazlasıyla cömert olmalarını Öğütler: "Siz (erkekler)in (tümünü veya fazla­sını) bağışlamanız takvaya daha yakındır. (Aranızdaki) üstünlüğü de unutmayın. Şüphe­siz Allah, yaptıklarınızı görür." (2: 237).

Fakihler, izdivacın karı-koca ilişkisi ile ta­mamlanmasından sonra kendi isteğiyle bir kısmından yahut hepsinden vazgeçmediği müddetçe mehir miktarının tamamına kadının hak kazandığı hususunda müttefiktirler. An­cak hemen burada işaret edilebilir ki, Hint-Pa-kistan alt-kıtasmda hüküm süren gelenek bü­tünüyle mantıksız, saçma ve Rasulullah @'ın sünnetinden uzaktır. Evlilik gecesi ilk kez ha-nımlarıyla bir araya gelen kocalar onlardan mehir miktarını bağışlamalarım isterler. Bu iki ülkenin gayri İslami gelenek ve adetleri al­tında sanki cenderedeymiş gibi sıkıştırılıp ezi­len, ayaklar altında imiş gibi basılıp çiğnenen kadınların ise kocalarmca yapılan ve rica gibi görünen fakat, kabul etmemeleri halinde ted­ricen kötü davranmaya başlayacakları İçin gerçekte gizli bir tehdit olan bu teklife, du­rum hakkında en ufak bir bilgileri olmadığın­dan razı olmaktan başka bir seçenekleri yok­tur. Kadınların tayin edilmiş mehri kocaların­dan almaları gerçekten çok nadirdir. Hint-Pa-kistan alt-kıtasındaki müslüman topluluklann mehir konusunda İslam Hukuku'nu pratiğe aktarmalarının artık tam sırasıdır. Bu hususta müslüman alimlerin sorumluluktan büyüktür; önemsiz ve günlük hayatla ilgisiz konularda saatler boyunca konuşarak cuma vakitlerini geçireceklerine bu zamanı kadın ve erkeklerin günlük hayatlarını etkileyen pratik problemle­ri çözmekte kullanmalıdırlar.

 

İddet (Bekleme Dönemi)

 

İddet,  boşanmasından veya kocasının ölü­münden sonra kadının beklemesi İslam Hukuku'nca gerekli kılman belirlenmiş sabit bir sü­redir. O, kan-kocanın boşanmanın neticelerini yeniden düşünmelerine fırsat veren ve kadının da hamile olup olmadığının anlaşılmasını sağ­layan bir çeşit intikal müddetidir. Boşanmanın ya da kocanın ölümünün sarsıntısından sonra yeni şartlara alışması için kadına zaman ka­zandırır. İslam, müslümanlara boşanmayla il­gili hususlarda çok sabırlı ve düşünceli olma­larını tavsiye edip hayatları boyunca pişman olabilecekleri aceleci adımlar atmamalarını tenbih eder. Bu konuda, hanımlarının iddeti tamamlanana kadar beklemelerini emreder. Şüphesiz kadınların bu bekleme döneminin sebeplerinden birisi de her iki tarafa da mese­leyi tekrar düşünüp gözden geçirerek ihtilafla­rı gidermeye çalışmaya imkan verilmesidir.

İddet konusu Kur'an-ı Kerim'de şu ifadelerle yer alır: "Ey Nebi, kadınları boşayacağınız vakit iddetlerine doğru boşaym. O iddeti de sayın. Rabbiniz olan Allah'tan korkup sakının. Onları evlerinden çıkarmayın, onlar da çıkma-smlar; ancak apaçık çirkince bir hayasızlık göstermeleri başka. Bunlar Allah'ın sınırlan­dır. Kim Allah'ın sınırlarını çiğnerse, gerçek­ten o, kendi nefsine zulmetmiş demektir." (65:1). "Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç kur' (hayız ve temizlenme) müddeti bekler­ler. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlar­sa Allah'ın rahimlerde yarattığını saklamak onlara helal olmaz" (2: 228). Bu ayet-i keri­meler bekleme dönemiyle ilgili kaideleri açık­lamaktadır. "Kadınlar için belirlenen süre hem kadınm-kocanm, (eğer varsa) doğmamış ço­cuğun menfaatine, hem de insan fıtratındaki cinsel kurallara uygun olduğundan, pak ve saf insan toplumunun başlangıç prensiplerinden­dir, ingiliz hukukundaki "decree nisİ" (bozul­masını gerektirecek bir sebep çıkmadığı tak­dirde belirli bir süre sonra kesinleşecek olan boşanma karan) ile "decree absolute" (kat'İ boşanma karan) arasındaki altı aylık fasıla dolaylı yoldan aynı maksada hizmet eder." (A. Yusuf Ali, "The Holy Quran", sh. 1562) Zikredilen ayetler boşanma usulünü ve kadın­ların bekleme sürelerinin hikmetini tesbit et­mektedir. Kadınlar, kocalan kendilerini boşa-dıktan sonra beklemekle emrolunmuşlardır. Fatıma binti Kays kocası tarafından üç kez boşandıktan sonra Rasulullah (5)'a gitmiş, Rasul-ü Ekrem de ona yeniden evlenmeden önce iddetini beklemesini emretmiştir. (Buhari). Rasulullah @, Fürey'a binti Malik b. Sinan'a da takdir edilen müddet bitene kadar evinde kalma emrini yermiştir. (Ebu Davud, Tirmizi, Malik, Nesei, İbn-i Mace ve Darimi).

Tesbit Edilen Süre: Boşanmış bir kadın için bekleme süresi üç kur'luk dönemdir. İmam Ebu Hanife'ye göre bu süre üç hayız müddeti iken İmam Şafii'ye göre bu süre üç tuhurâut. (Tuhur hayızlar arasındaki temizlik dönemidir ki Şafiiler indinde boşanmanın vaki olduğu temizlik dönemi de kuru'ya dahildir. Yani üç tuhur iki hayız ve üç temizlik dönemi üçüncü hayız başladığında süre tamamlanmış olur.) Bu yüzden iddet müddeti sabit sayıda gün. ve­ya ay değildir, kadının üç hayızı yahut üç tu-huru tamamlayacağı periyodu kapsayan dö­nemdir. İmam Ebu Hanife'nin kanaatine göre iddet, hayızla başladığından, hanımını boşa­maya karar veren koca o tuhur (temizlik) dö­neminde karısıyla ilişkide bulunmamalı ve aynı temizlik dönemi sonunda talakı beyan et­melidir. İmam Şafii'ye göre ise iddet tuhur ile başladığından koca, beyanı temizlik dönemi­nin başlangıcında yapmalıdır. Kur'an-ı Kerim müslümanlara, "onlan iddetlerine doğru boşa-yın" (65:1) emrini verir. Diğer bir ifadeyle; bekleme dönemlerini, bu yüzden de sıkmtıla-nnı gereksiz yere uzatmayacak bir anda boşa­maları emredilir. Şayet kadın hayız halinde iken boşanmışsa iddet süresi bu hayızla başla­yacaktır.

Temizlik döneminde ilişkide bulunurlar ve kadın hamile kalırsa iddet müddeti, kadının eziyetini arttırarak çocuğun doğumuna kadar uzar. Bu yüzden İslam Hukuku boşanmaya karar veren erkeklerin tuhur döneminde ha-nımlan ile ilişkide bulunmalarını yasaklar. Bununla birlikte, koca, üçüncü talakın beya­nından önce evlilik ilişkisini yenileyerek ilk haline döndürebilir, ancak son talakın ardın­dan iddet müddeti başladığı vakit bu hakkını kaybeder. "Fakihler bu ayetin (2: 228) tefsiri hakkında ihtilaf etmişlerdir. Hanefi fakihler, kadın üçüncü hayızından yıkanarak temizle­nene kadar kocanın onunla tekrar birleşme hakkına sahip olduğu görüşündedirler. Bu, Ebu Bekir. Ömer, Ali, İbn-i Abbas, Ebu Musa el-Eş'ari, İbn-i Mes'ud'un da görüşüdür. Şafiî ve Malikî fakihler ise kadının üçüncü adetini görmesiyle kocanın onunla tekrar birleşme hakkım kaybedeceği görüşündedirler. Hz. Ai-şe, İbn-i Ömer ve Zeyd b. Sabit de bu görüşü paylaşırlar. Kocanın hanımını bir veya iki kez boşadığı zaman tekrar birleşme hakkına sahip olduğu, ancak talakı üçüncü kez beyan etti­ğinde bu hakkını kaybettiği hususu iyice anla­şılmalıdır." (Ebu A'la Mevdudi, The Meaning of the Qur'an, c. I, sh. 166-167). Bir sonraki ayette (2: 229) bulunan "boşanma iki defadır" ifadesi kocanın yeniden birleşme hakkını, "(sonrası ise) ya iyilikle tutmak ya da güzel­likle bırakmadır" lafzı ise talak üçüncü kez ilan edilmeden önce muhtemel olan bir uzlaş­maya işaret etmektedir.

Ayet-i kerimede bulunan "iyilikle tutmak" ifadesi iki kez talak beyan edenlerin bekleme süresince ikinci bir nikaha gerek duymadan ilk evlilikleri üzerine yeniden hanımlanyla bir araya gelebileceklerini göstermektedir. Yine, şayet hanımıyla güzel bir ilişkiyle ve huzur içerisinde yaşamaya niyetlenirse kocanın onu geri alabileceğini aksi takdirde iddet müddeti­ni tamamlaması için onu bırakması gerektiği­ni de İhtar ederek açıklamaktadır. Ayetin ikin­ci kısmı, iddetin bitiminden sonra ek veya üçüncü bir talaka yahut bir başka bir harekete lüzum duyulmadığını belirtmektedir; zira ka­dına dönmeksizin yalnızca iddet müddetinin tamamlanması evlilik ilişkisini sonlandırmak için yeterlidir. "Ya da güzellikle bırakın" söz­leri bu hususu beyan etmektedir. Ayetle orta­ya konan diğer bir nokta, tıpkı nikah iyi niyet ve letafetle kıyıldığı gibi her iki tarafın payına aynı hisle sonlandmlmasıdır; anlaşmayı de­vam ettirmemeleri bahtsızlıktır, ancak ona nefret, kavga ve düşmanlıkla son verilmeme­lidir. Bu, nezaket, şeref ve iffetin de bir gere­ğidir. Ayette üçüncü talakın ilanı menfi kılın­maktadır, zira koca, bunu kullanmakla iddet müddetinin bitiminden önce geri dönme hak­kına son vermektedir. Bu ise gerçekten her yönüyle gereksiz ve istenilmeyen bir davra­nıştır.

Hayız göremeyecek kadar yaşlı kadınların ya da olgunluk yaşma henüz ulaşmamış genç kızların söz konusu olduğu vakalarda, adet veya temizlenmekle (tuhur) periyodlan olma­dığından iddet konusunda bunlara itibar edile­mez. Bunların iddet müddetleri aylarla hesap­lanır ve üçüncü ayın sonunda boşanma işlerlik kazanır. Farklı oldukları diğer bir husus, ha­yız görmediklerinden her vaziyette, her za­man -kendileriyle temasta bulunulduktan sonra bile- boşanabilrneleridir.

Kur'an-ı Kerim müslümanlara emreder ki; "O iddeti de sayın" (65:1). Tayin edilmiş bekle­me süresini kusursuz bir şekilde hesaplama mesuliyeti, kullanılan arapça kelimenin mü-zekker olmasına rağmen, eşit oranda kadın ve kocanın her ikisinin üzerine düşer. Keza koca­lar "onları evlerinden çıkarmayın" (65: 17) ile emrolunurlar. Bu emir kanunen onların ha­nımları oldukları müddetçe kadınların onların evlerinde kalma hakkına sahip olduklarını ve kocaların kadınları evlerinden çıkaramıyacak-larmı bütün açıklığı ile göstermektedir. Onla­rı evlerinde barındırmak erkeklerin payına şefkat ve cömertlik değildir; aksine onlardan hukuken ayrılana kadar hakikatte kocaların ahlâki ve hukukî vazifeleridir. Kadınların bu hakkı talakın ilanı ile neticelenemez ve kadın iddet müddeti bitinceye kadar bu evinde yaşa­ma hakkını kullanır. İddet müddeti tamamlan­madan önce kadını dışarı bırakması koca adı­na açık tecavüz ve zulüm olacaktır. Mamafih, şayet kadın aşikâr uçarılıkla mücrim ise iddet müddetinin bitmesini beklemeden önce bile koca onu uzaklaştırma selahİyetine haizdir.

İddet müddeti sona ererken her iki tarafa da yeniden düşünmeleri, ayrılıklarını çözüme ka­vuşturmaları, yakınma ve öfkelerini unutma­ları tavsiye edilir. Çünkü hâlâ barışma fırsatı­na sahip oldukları sınırlı zaman kısa bir süre sonra dolacaktır. "Sonra (üç iddet bekleme) sürelerine ulaştıkları zaman, artık onları ma­ruf (bilinen güzel bir tarz) üzere tutun, ya da maruf üzere onlardan aynim" (65: 2). Artık bu yeniden barışmayı ciddi olarak yeniden düşünüp değerlendirecek son fırsattır; ancak koca, hâlâ ısrarlıysa, o zaman hanımından adıl ve güzel bir tarzda aynlmalıdır. Geri almak veya aynlmak, her iki durumda da Kur'an-ı Kerim "âdil ve maruf şartlar üzerinde ısrar eder. Koca, eğer ona geri dönmeye karar ve­rirse bu, lütuf ve hikmet hislerine kapılmadan, nafakanın kadına göre yeterli olması gibi ada­let üzre olmalıdır; ve eğer ondan ayrılmayı kararlaştirirsa, yine bu da adilane temeller üzerine olmalıdır. "Olabilir ki Allah, bunun arkasından (barışmak için yeni) bir durum oluşturabilir" (64:1) ayeti Allah'ın çiftler ara­sına sulh hasıl edebileceğini hatırlatmaktadır.

Bu ayet-i kerime, kendisinden sonra gelen ve İçerisinde 'tutmak' ve 'ayrılmak' hakkının ko­caya verildiği açıklanan ayeti teyid eder mahi­yettedir. Bu yüzden talağın sert ve kaba söz­cükler ya da Kur'an-ı Kerim'de, "Yine eğer kadını (üçüncü kez) boşarsa artık (kadın) onun dışında bir başka kocayla nikâh-lanmadikça ona helal olmaz" (2: 230) ifade­siyle açıklanan "geri dönüş" kapısını kapata­cak herhangi bir lisan kullanmadan; hayli mu­tedil, yumuşak ve zarif kelimelerle beyan edilmesi gereklidir.

İddet müddetinin sonunda koca ister onu tut­maya isterse ayrılmaya karar versin, her iki durumda da çift iki şahit hazırlamalıdır: "İçi­nizden adalet sahibi iki kişiyi de şahit tutun. Şahidliği Allah İçin dosdoğru eda edin" (65:1-2). Şahidler, dürüst ve güzel ahlaklı olmalıdır. Bu, her iki tarafın da menfaatlerinin korunma­sı için gereklidir. (Mevlana Müfti Muhammed Şafii, "Mu'arif al-Quran", c. I ve VIII).

İddet Müddetinin Meseleleri: Kocasından boşandıktan sonra, başka biriyle evlenmeden önce kadın belirli bir süre beklemek zorunda­dır. Ebu Amr b. Hafs b. El-Muğire Yemen'de bulunduğu halde hanımı Fatıma binti Kays'ı gaibâne talâk-ı betinle boşamış ve ona Ebu Ayyaş ez-Zurâkî vasıtasıyla beş ölçek arpa göndermişti. Fatıma buna gücenmiş ve koca­sının, "Vallahi sana hiç borcum yoktur" de­mesi üzerine Peygamber @'a gelerek mesele­yi anlatmıştı. Rasulullah @ kendisine, "Senin onda nafaka hakkın yoktur" buyurmuş ve ye­niden evlenmeden önce Ümmü Şerik'in evin­de iddet beklemesini söylemiş ancak daha sonra, "Bu kadın ashabımın ziyaret ettiği bir kimsedir. Sen İbn-i Ümmü Mektum'un yanın­da iddetini bekle, zira o ama bir adamdır, onun yanında örtünü bırakırsın. Yeniden ni-kahlanacak hale geldiğinde bana haber ver" buyurmuştur. Fatıma şöyle demiştir: "İddeti-

mi bitirerek nikah İçin helal olduğumda Rasu­lullah @'a Muaviye b. Ebu Süfyan ile Ebu Cehim'in beni istediklerini söyledim. Rasul-ü Ekrem'de cevaben: "Ama Ebu Cehim sopasını omuzundan bırakmaz, Muaviye'ye gelince; o da yoksuldur, hiçbir malı yoktur. Sen Üsame b. Zeyd'le evlen" buyurdular. Ben ona razı ol­madım; fakat tekrar, "Üsame ile evlen" buyur­dular. Ben de onunla evlendim. Allah onda hayır halketti, artık ona gıpta eder oldum." Diğer bir rivayette, kocasının Fatıma'yı üç ta­lakla boşadığı ve kadının başvurusu üzerine Rasulullah @'ın, "Hamile olmadıkça ondan nafakan yoktur" buyurduğu ifade edilir. (Müs­lim). Hz. Aişe'ye göre, Fatıma binti Kays ıs­sız bir bölgede yaşamakta ve bulunduğu ma­hal açısından korkuyu bağnnda barındırmakta idi. Bu yüzden Rasulullah @ ona başka bir yere taşınması için izin vermiştir. (Buhari). Said b. el-Müseyyeb'e göre, kocasının akraba-lanna karşı söyleyeceği çok şey olduğundan Fatıma'ya yer değiştirttirilmiştir. (Şerhü's-Sünne).

Cabir'in rivayetine göre; "Teyzem üç talakla boşandı, müteakiben hurmasını devşirmek is­tedi. Derken onu bir adama (dışarıya ) çık­maktan men' etti. Bunun üzerine o da Rasul-ü Ekrem'e geldi, Rasulullah, 'Hayır sen hurmanı devşir; zira belki tasadduk eder, hayırda bulu­nursun' buyurdu." (Müslim).

Misver b. Mahreme'den rivayet olunduğuna göre, Eşlem kabilesinden Sübey, kocasının vefatından birkaç gece sonra nifas görmüş ve Rasulullah @'a gelerek kocaya varmak için ondan izin istemişti. Rasulullah @ kendisine izin vermiş, o da evlenmiştir. (Buhari).

Rasulullah @'ın zevcelerinden Ümmü Sele-me'den varit olan rivayete göre, bir kadının gelerek, "Ya Rasulullah, kızımın kocası öldü, kızımın gözleri de rahatsız. Gözlerine sürme çekebilir miyiz?" demesi üzerine Rasulullah, "Hayır, hayır. Dört ay on gün bekledikten sonra yapabilirsiniz. Siz cahiliye devrinde en kötü elbiselerinizle evinizin en fena kısmında bir sene bekliyordunuz da, şimdi dört ay on gün bekleyemiyor musunuz?" buyurmuştur. (Buhari ve Müslim).

Fürey'a binti Malik'den rivayet edildiğine gö­re, kölelerini aramaya çıkan kocasının köleler tarafından Öldürülmüş olması sebebiyle Beni Hudrİ arasındaki halkına dönmek için Rasul-ü Ekrem'den izin istedi. Fürey'a demiştir ki, ko­cam bana malik olduğu ne bir mesken ne de nafaka bırakmadığından ailem nezdine dön­meyi Rasûlullah @'a sordum. Nebi, "Evet" dedi, ancak avluya geldiğimde beni çağırarak, "Takdir edilen süre bitene kadar evinde dur" buyurdu. Fürey'a dört ay on gün iddet bekle­diğini eklemiştir. (Malik, Tirmizi, Ebu Da-vud, Nesei, İbn-i Mace ve Darimi).

Ümmü Seleme nakleder ki, Ebu Seleme vefat ettiği zaman, Rasûlullah @ beni ziyaret etti. Gözlerime san sabır suyu koymuştum. Rasû­lullah @ sorarak ne olduğunu öğrenince, "Şüphesiz ki san sabır yüze renk verir, sen onu yalnızca geceleyin sürün ve gündüzün çı­kar; rayiha veya kına ile taranma, çünkü bo­yadır." buyurdu. Ben "ne ile taranayım?" de­diğimde, "sidirle" cevabını verdi. (Ebu Davud ve Neseî). Yine Ummü Seleme'den nakledilir ki, Rasûlullah @: "Kocası ölen kadın ne saf­ran renkli veya kırmızı elbise giyebilir, ne de ziynet takabilir; o kına da yakamaz, sürme de çekemez." buyurmuştur (Ebu Davud ve Neseî).

Önceki Kocanın Hakkı: İslam, evlilik ilişki­sinin bağlarını koruyup devam ettirmek için mümkün olan her vasıtayı dener; bu yüzden de evli çifte üçüncü talakın ilanından önce ba­rışma fırsatı tanır. "Bu süre içerisinde "barış­mak isterlerse, kocalan onları geri almada (herkesten) daha çok hak sahibidirler." (2: 228).

Ma'kıl b. Yesar'dan rivayet olunmuştur ki; "Kız kardeşim (Cüheyl binti Yesar) bir erle evli idi. Bu kişi hemşiremi boşadı, iddeti ta­mam oluncaya kadar bekledi de sonra gelip onu yine istedi. Bende kibirim yüzünden öf­kelenerek, 'Sana vaktiyle kız kardeşimi tezvic etmiş ve onu sana (bir aile) fıraşı yapmıştım. Fakat sen kardeşimi boşayıp ondan uzak dur­dun. Şimdi de gelmiş onu yeniden istiyorsun. Hayır, kardeşim sana vallahi ebedi dönüp va­ramaz' dedim. Ancak adam iyi bir kişi idi, kardeşim de kocasına varmak istivordu. Bu-

nun üzerine Allahu Teala el-Bakara Sure sİ'nin 232. ayetini inzal buyurdu. Ayet-i kerf meyi Rasûlullah @'ın bana okuması üzerine~ 'Ya Rasûlullah, şimdi ne yapayım?' dedim' Rasul-ü Ekrem, 'Hemşireni eski kocasına tez­vic et' buyurdu. Ben de kibirimi yenip Al­lah'ın hükmüne teslim oldum." (Buhari) Bı nakil, kocaların üçüncü ve son kez talakı ilan etmeden önce iddet müddeti esnasında boşa dıklan hanımlarını geri alma hakkına sahip olduklarını göstermektedir. "Mamafih, koca­nın hanımını bir veya iki kez boşadığı zaman tekrar birleşme hakkına sahip olduğu, ancak talakı üçüncü kez beyan ettiğinde bu hakkını kaybettiği hususu iyice anlaşılmalıdır." (Ebul A'la Mevdudİ, "The Meaning of the Qur'an c.I, sh. 166-167).

Dulların İddet Müddeti: Dulların da yeniden evlenmeden önce beklemek zorunda oldukla­rı hükme bağlanmış iddetleri vardır. Kocalan-nın ölümünden sonra dört ay on gün bekle­mekle emrolunmuşlardır. Emir şu ayetle veril­miştir: "İçinizden ölenlerin (geride) bıraktık-lan eşler, kendi kendilerine dört ay on (gün) beklerler. İşte bu müddeti bitirdikleri zaman artık onlann kendileri hakkında meşru bir şe­kilde yaptıklarından dolayı size günah yoktur." (2:234).

Bu tayin edilmiş bekleme süresi henüz koca­sıyla ilişkide bulunmamış olan dullara da tat­bik edilir. Gebe dullar bu kural için istisna oluştururlar. Hamile dulların iddeti ister koca­nın ölümünden hemen sonra, isterse aylarca sonra olsun doğum yapmasına kadar sürer. Dul kadınlar "bu süre içerisinde yeniden evle-nemezler ve herhangi bir şekilde kendilerini süsleyemezler." Rasûlullah @, dul kadınların iddet müddetince ziynet eşyaları takmalarını ve renkli-canlı elbiseler giymelerini yasakla­mıştır.

ÜmmÜ Atıyye'den rivayet olunduğuna göre Rasûlullah @, "Allah'a ve ahiret gününe ina­nan bir kadının, kocasına tuttuğu dört ay on gün müstesna hiçbir meyyit için üç günden fazla yas tutması helal olmaz" buyurmuştur. (Buharî ve Müslimj. Rasûlullah @'in; "Koca­sı ölen kadın ne safran renkli veya kırmızı el­bise giyebilir, ne de ziynet takabilir; o kına da yakamaz, sürme de çekemez." buyurduğunu Ümmü  Seleme  nakleder.  (Ebu  Davud ve Nese).

Bununla birlikte, dul kadının emredilen iddet dönemini merhum kocasının evinde mi geçi­receği konusunda farklı fikirler vardır. Aişe, İbn-i Abbas, Ali ve diğer güzide fakihlerin bazıları kadının bu müddeti nerede isterse geçirmekte özgür olduğu görüşündedirler. An­cak Ömer, Osman, İbn-i Ömer, dört imam ve seçkin fakihlerin cumhuru dul kadının, rah­metli kocasının evinde ikamet etmesi gerekti­ği görüşündedirler.

Süt Emme ve Sütten Kesme: İslam, hem ço­cuğun hem de ebeveynin faydasına olarak ço­cuğun süt emme ve sütten kesme dönemleri için de kurallar belirlemiştir. Kur'an-ı Kerim bu kuralları şu ifadelerle zikreder: "Anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. (Bu hüküm) Emzirmeyi tamamlamak isteyen(ler) içindir. Onların (annelerin) yiyeceği, giyeceği bilenen (örf)e uygun olarak, çocuk kendisinin olan (babaya) aittir. Kimse güç yetireceğinden faz­lasıyla mükellef tutulmaz. Ne anne çocuğu yüzünden, ne de çocuk kendisinin olan baba da çocuğu sebebiyle zarara uğratılmasın;_mi-rascıya düşen (sorumluluk ve görev) de bunun gibidir. Eğer (anne ve baba) aralarında rıza ve müşavere ile (çocuğu iki yıl tamamlamadan) sütten ayırmayı isterlerse ikisinin üzerine de vebal yoktur. Ve eğer çocuklarınızı (bir süt anneye) emzirtmek isterseniz, örfe uygun su­rette vereceğiniz (emzirme ücretin)i ödemek şartıyla yine uhdenize vebal yoktur." (2: 233). Bu kurallar, ister boşanma, ister hulu, isterse mahkeme kararı ile olsun karı ve kocanın ay­rıldığı ve çocuğun hâlâ emzikte olduğu bütün vakalara tatbik edilir.

Kadın Tarafından Boşanma (Hulu') İle İl­gili Kurallar: İslam evlilikte kadına eşit hak­lar vermiştir. Kadınlar, artık kocalarıyla daha fazla yaşayamayacaklarını düşündükleri za­man onlardan boşama isteyebilirler. Bu boşa­ma türü İslam Hukuku'nda hulu olarak adlan­dırılır ve Kur'an-ı Kerim'in ifadelerinden kay­naklanır: "Onlara verdiklerinizden bir şeyi ge­ri almanız sizin için helal değildir; ancak er­kek ve kadının Allah'ın sınırlarım ayakta tutamayacaklarından korkmuş olmaları (başka). fiğer ikisinin Allah'ın sınırlarını muhafaza edemeyeceklerinden korkarsamz, o zaman (kadının) ayrılmak için fidye vermesinde ikisi için de günah yoktur. İşte bunlar Allah'ın sınırlandır, onlara tecavüz etmeyin. Kim Al­lah'ın sınırlarına tecavüz ederse, onlar zalim­lerin ta kendileridir."(2: 229).

Dolayısıyla, kocasına bir miktar tazminat ve­rerek kadının ondan boşanması mümkündür. Bu, eşlerin karşılıklı anlaşmasıyla olabilir ve iki şahidin önünde ayrılma gerçekleştirilir; şa­yet çiftler bir anlaşmaya ulaşamazsa kadın ay­rılmak için mahkemeye başvurabilir. Nakledi­lir ki, Sabit b. Kays'ın hanımı Rasulullah @'a gelip kocasından ayrılmayı talep etmiş, Rasul-ü Ekrem'de kadına, "Sana mehİr olarak verdi­ği bahçeyi ona iade eder misin?" diye sormuş, kadının olumlu cevap vermesi üzerine Rasu­lullah @,, Sabit'e; "Ey Sabit, bahçeyi kabul et ve hanımını boşa" buyurmuştur. (Buhari).

Raşid halifelerden Ömer, hulu'ya yetkililerin izni olmadan bile müsade ederdi; Osman ise, hulu davalarında kocasının talakı vermesine karşılık kadının saçını bağladığı kurdele dı­şında herşeyi almasına razı olurdu.

Nafaka: Hz. Aişe'den rivayet edilmiştir ki, Ebu Süfyan'ın karısı Hint binti Utbe, Peygam­ber @'m yanma gelmiş ve; "Ey Allah'ın Rasu-lü, Ebu Süfyan bana ve çocuklarıma yetecek kadar maişet vermeyen gerçekten pek cimri bir adamdır. Ancak onun haberi olmaksızın malından bir şey alırsam o başka. Acaba bun­da bana bir günah var mıdır?" demiş, Rasulul­lah @ da cevaben, "Onun malından sana ve çocuklarına yetecek kadarını ma'ruf veçhile al" buyurmuştur. (Buhari ve Müslim). Nakle­dilir ki, adamın birinin gelip, "Ben varlık sa­hibi birisiyim, babam da benim malıma ihti­yaç duymaktadır" demesi üzerine Rasulullah, "Sen ve senin mal varlığın babana aittir. Çocuklarınız ise kazandıklarınızın en hayırlıları arasındadır. Öyleyse, çocuklarınızın kazan­dıklarını yiyiniz" buyurmuştur. (Ebu Davud ve İbn-i Mace). Bir rivayete göre adamın biri Rasulullah @'a gelerek, "Malı olmayan fakir biriyim. Yanımda gözettiğim yetim bir çocuk var. Onun malından yiyebilir miyim?" diye sormuş, Rasul-ü ERrem , "Müsrif olmamak, ihtiyaç duymadan almamak ve bir köşeye bi­riktirmemek kaydıyla ondan ma'ruf bir tarzda faydalanabilirsin" buyurmuştur (Ebu Davud, Nesei, İbn-i Mace).

 

Çocuğun Bakımı Ve Terbiyesi (Hidane)

 

Rasulullah @, Hudeybiye Anlaşmasından sonra Mekke'ye gittiğinde Hamza'nm kızı, "Amca, amca" diye çağırarak onun peşine ta­kıldı. Derken onu Ali alıp elinden tutarak Fa-tıma'ya, "Al bunu amcanın kızıdır: al götür" dedi. Bunun üzerine Ali ile kardeşi Cafer ve Zeyd b. Harise ihtilafa düşüp hepsi de bu kıza kendisi bakmak istedi. Ali, "Onu ben aldım, o benim amcamın kızıdır" dedi. Cafer, "O be­nim de amcamın kızıdır; ayrıca teyzesi de be­nim hanımımdır" dedi. Zeyd ise, "O benim kardeşimin kızıdır" davasını ileri sürdü. Niha­yet Rasulullah @, "Teyze, anne mesabesinde­dir" buyurarak kızın teyzesine, Cafer'in karısı Esma'ya verilmesine hükmetti. (Buhari ve Müslim).

Abdullah b. Amr'da rivayet olunduğuna göre bir kadın, "Ya Rasulullah, şüphesiz ki şu oğ­luma kamım yuva, göğsüm pınar, sinem de kundak olmuştur. Şimdi ise babası beni boşa­dı ve çocuğu benden çekip almak istedi" de­miş, bunun üzerine Rasul-ü Ekrem, "Yeniden evlenmediğin müddetçe çocuğu almaya daha çok hakkın vardır" buyurmuştur. (Ahmed ve Ebu Davud).

Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre bir kadın gelerek, "Ey Allah'ın Rasulü, kocam oğlunu gerçekten alıp benden uzaklaştırmak istiyor. Halbuki oğlumun bana faydası yeni dokunmaya başlamıştı; bana Ebu İnebe kuyu­sundan su taşıyordu" demiş, arkasından da kocası gelmişti. Rasulullah @, "Ey oğul, bu baban bu da annen! (Haydi bakalım) hangisini istersen onun elinden tut" demiş; çocuk da he­men annesinin eline yapışmış, annesi de onu yanına alıp götürmüştür. (Ebu Davud, Nesei, Darimi).

 

Yemin Kefareti

 

Kişinin iyi olan herhangi bir şeyi yapmamayı ahdetmesi hoş karşılanmaz. Şayet birisi böyle bir yeminde bulunmuşsa, Rasulullah @ ona yeminini bozmasını ve kefareti yerine getir­mesini emretmiştir. Ebu'l Ahvas b. Malik'in babasından yaptığı rivayete göre, Peygamber @'a; "Ey Allah'ın Rasulü, söyle bana, kendisi­ne gidip bir şeyler talep ettiğimde ne bana ve­ren, ne de akrabalığımı gözeten, sonra da yar­dıma ihtiyacı olunca bana gelip isteyen, ancak benim de kendisine yardım etmemek ve akra­balığını gözetmemek üzere yemin etmiş oldu­ğum yeğenim hakkında ne yapmak gereki­yor?" sorusunu yöneltmiş, Rasulullah @ da ona güzel olanıyla hareket etmesini ve yemi­nini tarziye etmesini emretmiştir. (Nesei ve İbn-i Mace).

İbn-i Abbas'ın rivayetine göre, kendisi va'ze-derken bir kişinin ayakta beklemesi Rasulul-lah'ın dikkatini çekti ve sebebini sordu. Adı­nın Ebu İsrail olduğunu; oturmamak, gölgeye gitmemek, konuşmamak, yalnızca ayakta dur­mak ve oruç tutmak için yemin ettiğini söyle­diler. Bunun üzerine Rasulullah, "Ona konuş­masını, gölgeye gitmesini, oturmasını ve oru­cunu tamamlamasını söyleyin" buyurdu. (Bu­hari).

Enes rivayet eder ki, Rasulullah @, oğulları­nın arasından onların yardımına rağmen zor­lukla yürüyen yaşlı bir adama rastladı ve me­selenin ne olduğunu sordu. Kendisine yaşlı adamın K'âbe'ye yürüyerek gitmeyi ahdettiği anlatılınca, "Bu insanın kendi kendini ceza­landırmasına Allahü Teala'nm ihtiyacı yok­tur" dedi ve ona binek kullanmasını emretti. (Buhari ve Müslim).

İbn-İ Abbas'dan rivayet olunduğuna göre, Sa'd b. Ubade Peygamber @'a, annesinin yeri­ne getirmeden vefat ettiği neziri hakkında sor­muş, Rasulullah, "Onun namına o borcu sen öde" buyurmuştur. (Buhari ve Müslim).

Ka'b b. Malik rivayet eder ki, "Ey Allah'ın Rasulü, (Tebuk seferine katılamamadan dola­yı) yaptığım tövbeyi tamamlamak amacıyla bütün varlığımı Allah ve Rasulü için sadaka olarak veriyorum" dedim. Rasulullah, "Malı­nın bir kısmını kendine sakla, zira bu senin için daha hayırlıdır" cevabını verdi. Bu suret­le, ben de Hayber'de aldığım kısmı kendime bıraktım. (Buharı ve Müslim).

Sabit b. Dahhak'dan rivayet edildiğine göre, Rasulullah @ zamanında bir adam Buvane denilen yerde deve boğazlamayı nezretmiş idi ki Peygamber @'a gelerek meseleyi sordu. Rasul-ü Ekrem, "Cahiliye devrinde orada ta­pılan bir put var mıydı?" diye sordu. Adam, "Hayır" dedi. Rasulullah, "Nezrini yerine ge­tir; çünkü Allah'a masiyete, akraba ile alaka kesmeye, Adem oğlunun mâlik olmadığı bir hususa dair yapılan nezrin ifası yoktur" bu-1 yunnuştur. (Ebu Davud).

Rasulullah @ 'a (Tebuk seferine katılama­mamdan dolayı) yaptığım tövbeyi tamamla­mak amacıyla bütün mal varlığımı sadaka ola­rak veriyorum ve günahı birlikte işlediğimiz insanların ikametgahını terkediyorum dediği­ni ve Rasul-ü Ekrem'in cevaben, "Üçte birini vermen senin için yeterlidir" buyurduğunu Ebu Lübabe nekleder. (Razi tahriç etmiştir).

Câbir b. Abdullah'dan rivayet olunduğuna gö­re, Mekke'nin Fethi günü bir zat, "Ya Rasulul­lah! Allah'ın senin elinle Mekke'nin fethini nasib kılmasına karşılık Beyt-i Makdis (Ku-düs)'de iki rekat namaz kılmayı nezrettim" de­miş, Rasulullah @, "Burada kıl" buyurmuştur. O zat söylediklerini yeniden tekrarlamış, Ra­sulullah yine, "Burada kıl" demiş, adamın üçüncü" kez sorması üzerine Rasulullah "O halde bildiğin gibi davran" buyurmuştur. (Ebu Davud ve Darimi).

Ukbe b. Amir şöyle nakletmektedir: "Kız kar­deşim Beytullah'a yalın ayak yürüyerek git­meyi adamış, ancak buna güç yetirememişti. Allah'ın Rasulü'ne ne yapmamız gerektiğini sorduğunda, 'Şüphesiz ki Allah, senin kız kar­deşinin yürüyerek bedbaht düşmesine ihtiyaç duymaz. Ona emret: Başörtüsünü örtsün de binek kullanarak gitsin, bir de deve kurban et­sin' buyurdu." (Ebu Davud ve Darimi).

 

KISIM 4

 

İSLAM HUKUKU'NUN TEMEL İLKELERİ

 

Giriş

 

Yalnızca davaları adalet ve tarafsızlıkla karara bağlamakla kalmaması; beraberinde can, mal, nesil ve akıl emniyeti ile fertlerin kişisel, sos­yal, yurttaşlık, hukukî ve din* haklarının ko­runması gibi bütün insanlara şâmil tarafsız, âdil ve insan aktivitesinin her yönünü kapsa­yıcı kanunlar ortaya koyması sebebiyle Hz. Muhammed @'ın bütün zamanların en büyük kanun koyucusu olduğu söylenir. Sâri' (kanun koyucu) olarak yaptıkları, gelecek nesiller için O'nun büyüklüğü ve tarafsızlığının ebedî delillerini teşkil eder. O'nun ortaya koyduğu hukuk sisteminin en Önemli ve en göze çarpan yönü bütün hükümlerin kaynağının Allahu Teala olmasıdır. Allah hem aşikârı hem de gizliyi bilicidir, insanlar için neyin iyi, neyin kötü olduğunu hakkıyla bilir; bu yüzden de bütün insanlara şâmil tarafsız kanunlar yap­mak için en iyi konumdadır. Aynı sebeple is­lam hukukunun ilk temel ilkesi Allah'ın haki­miyeti ve Allah'ın ahkâmının üstünlüğüdür. (Ebu'l A'la Mevdudi; The Islamic Law and Constitution).

 

1- Anayasa

 

İslâm hukukunun temeli Allah'ın asıl hüküm­ran olması, güç ve otoritenin O'nda bulunması ve insanın yeryüzünde O'nun temsilcisi veya vekili olarak hareket etmesidir. Melik olan Allah'ın yeryüzündeki halifeleri sıfatıyla yö­netim gücü bir bütün olarak mümin topluluğa verilmiştir. Aralarından özel bir ferde, zümre­ye yahut kavme değil. Böylece bütün inanan­lar gerek fert fert, gerekse müşterek olarak hi­lafette pay sahibidirler ve bu paylarından* Al­lah'a karşı hesap vereceklerdir. Abdullah b. Ömer, Rasulullah @'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder; "Her biriniz çobansınız ve her bi­riniz güttüğünüzden mesulsünüz." (Buhari ve Müslim).

Bu yönüyle İslam'da halk yönetiminin hakiki kaynağı, her iştirakçinin vekillikte (hilafette) eşit olmasıdır: "Ey insanlar, gerçekten biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirînizle tanışasmız diye sizi halklara ve kabilelere ayırdık. Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en üstün olanınız, takvaca en ileri olanınızdır." (49: 13). İslam'ın bu prensibini Rasulullah @ da açıklamıştır. Mümin fert diğer müminlerle kardeştir ve müslümanlar tek bir bütün oluştu­rurlar. Hiçbiri imanı ve takvası haricinde bir diğerinden üstün değildir. Bütün insanlar Adem @'m soyundandır ve O da balçıktan ya­ratılmıştır. Ne Arap olanın Arap olmayana, ne de Arap olmayanın Arab'a; ne beyaz insanın siyah insana, ne de siyah insanın beyaz insana üstünlüğü vardır; üstünlük ancak takva iledir.

İslam Anayasa Hukuku'nun evrensel ve bütü­nüyle kuşatıcı olup herhangi özel bir topluluk, bölge veya zamanla smırlandırılmadığım he­men burada belirtelim. Uygulanma sahası, za­man ve mekân gibi insana özgü engellerin Ötesine uzanır ve bir bütün olarak insan haya­tının her yönünü kapsar. Mahallî, dil ve renk sınırlarını aşarak şümullü hidayet manzumesi ile insanlığı bütünüyle bağrına basar.

 

2- Allah'ın Hâkimiyeti

 

Rasulullah @'ın bildirdiği tebligatta İslam'ın temel siyaset anlayışı insanın bütün hayatı üzerinde Allah'ın hakimiyetidir. Ahlakî, sos­yal, ekonomik, kültürel ve politik yönleri da­hil topyekûn hayatında beşerin bu hükümran­lığa boyun eğmesi beklenir: "Ey iman eden­ler, hepiniz birden barış ve güvenliğe (İs­lam'a) girin ve şeytanın adımlan ardına düş­meyin. Çünkü o, sizin apaçık bir düşmanmız-dır." (2:206). İnananlara çekinmeden topye-kün İslam cemaatine katılmaları anlatılmakta­dır. İnananların düşünceleri, nizamları, kültür­leri, bilimleri, davranışları, ilgileri-ilişkileri, çabaları, vd. Allah'ın hükmüne tâbi kılınmalıdır. Bir kısmında Allah'ın hükmünün, diğer kısmında ise insanların kanunlarının yahut bizzat kendi neva ve heveslerinin hakim ola­cağı şekilde yaşantılarını farklı kategorilere ayırmamaları gerekir. Bu hükümranlık anlayı­şı Kur'an-ı Kerim'de tekrar tekrar ifade edil­mektedir.

Yusuf @'ın sözleriyle; "Doğrusu ben; Allah'a iman etmeyen bir kavmin -kî onlar ahireti inkâr edenlerin ta kendileridir- dinini terket-tim. Atalarım İbrahim'in, İshak'ın ve Ya-kub'un dinine uydum. Allah'a herhangi bir şe­yi ortak tutmamız bizim için olacak şey değil­dir. Bu (tevhid), bize ve insanlara Allah'ın lü­tuf ve ihsanıdır, ancak insanların çoğu şükret­mezler. Ey zindan arkadaşlarım, darma dağı­nık bir sürü düzme tanrılar mı hayırlıdır, yok­sa Kahhar olan bir tek Allah mı? Siz'O'nu bı­rakıp, ancak sizin ve atalarınızın taktığı bir ta­kım (anlamsız, boş) isimlere tapıyorsunuz. Allah bunlara hiçbir burhan indirmemiştir. Hüküm yalnız Allah'ındır. O kendisinden baş­kasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dos­doğru olan din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler." (12: 37-40). A'raf Suresi'nde; "Gerçekten sizin Rabbiniz o Allah'tır ki, gök­leri ve yeri altı günde yarattı, sonra da Arşı is­tiva etti. Geceyi durmadan kovalayan gündüz­le bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları buyruğuna boyun eğmiş vaziyette (yaratan da O'dur). İyi bilin ki yaratmak da emir de (yal­nızca) O'nundur" (7: 54). Furkan Suresi'nde, "Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Hiçbir evlad edinmemiştir. O'na mülkünde ortak yoktur. O herşeyi yaratıp ona bir düzen ver­miş, belli bir ölçüyle mukadderatını tayin et­miştir." (25: 2).

Bizzat Muhammed @ da tıpkı kendisinden önceki peygamberler gibi Allah'ın hükümran­lığına itaatle emrolunmuştur: "De ki; 'Ben, di­ni yalnızca Q'na hâlis kılıcı olarak Allah'a iba­det etmekle emrolundum. Bana müslümanla-rın ilki olmam emredildi." (39-: 11-12).

Hâkimiyet yalnızca Allah'a mahsustur. Tek hükmedici-kanun koyucu (el-Hakem) O'dur, Allah'ı bırakıp da bilginlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rabbler edindiler. Oysa onlar, da, tek olan Allah'a ibadet etmekten başkasıyla emrolunmamışlardir." (9: 31). "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin-zâlimlerin-fâsıkların ta kendileri­dir." (5: 44-47).

Allah'ın bütün rasulleri O'nun hakimiyetine inanmışlar; ümmetlerine O'nun hükümranlığı­nı kabul edip tabi olmalarını emretmişlerdir. "(İsa peygamber dedi ki,) 'Tevrat'tan Önümde bulunanları doğrulamak ve size haram kılınan bazı şeyleri helal kılmak üzere size Rabbiniz-den bir ayetle geldim. Artık Allah'dan korkup sakının ve bana itaat edin. Gerçekten Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz. Öyleyse O'na kulluk edin. Dosdoğru olan yol işte bu­dur." (3: 50-51). Benzer şekilde Muhammed @ da Rabbinin emirlerine uymakla emrolu-nur. "Sonra seni de bu emirden bir şeriat üze­rinde kıldık. O halde sen ona tabi ol ve bil­mezlerin heva (ve heveslerine uyma." (45:18).

 

3- Allah'ın Hükmünün Üstünlüğü

 

Rasulullah @, Allah'ın hükmünün tatbik alanı ve istifade açısından evrensel; uygulama yö­nüyle âdil ve tarafsız; yapısı itibariyle ebedî olduğunu ifade etmiştir. Bu yüzden onun bü­tün insan yapısı kanunlardan ve hayat nizam­larından üstün tutulması gerektiğini ısrarla be­lirtmiştir. O'nun izni olmadan kanun yapma selahiyetine haiz olmadıklarından, bütün in­sanlık gerek ferden, gerekse topluca kanun yapma hakkını tamamıyla Allah'a teslim et­melidir. Ve şayet insanlar tersine davransalar ve kanun yapma selahiyetini kendilerinde gö­rüp kanunlar ortaya koysalar, hiç kimse bu kanunlara İtaate zorlanamaz. Çünkü kanun yapma gücü ve hakkı bütünüyle Allah'a aktir. Kur'an-ı Kerim bu hususu şöyle ifade eder: "Hüküm yalnız Allah'ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan yol (din) işte budur, ancak in­sanların çoğu bilmezler." (12:40). "Bir grup da canları derdine düşmüştü; Allah'a karşı haksız yere cahiliye zannı ile, 'Bu işte bize ne var ki?' diyorlardı. De ki: 'Kuşkusuz işin tümü Allah'ındır.' (3: 154). Allah'ın ahkâmına tabi olmayanlar "kafirler" olarak adlandırılırlar. "Kim Allah 'in indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kafırlerin-zalimlerin-fasıkların ta kendi­leridir." (5:44-47). Yine Peygamber'e emre­dilmiştir ki, "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların hevalarına (istek ve tutku­larına) uyma, Allah'ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtırlar diye onlardan sa­kın." (5: 49).

Bizzat Rasulullah @ bile kendi başına insan­lara bir şey yapmalarını yahut bir şeyden ka­çınmalarını emretme hakkına sahip değildir. O da tıpkı diğerleri gibi ilahi kanunlara tabi­dir. Kur'an-ı Kerim bu prensibi Rasulullah @'m ağzından açıklayarak, "Ben, bana vahyo-lunandan başkasına uymam" (6: 50) der. Ke­za, O'ndan önceki nebiler de aynı prensibe ta­bi idiler. "O, 'Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin' diye dinden hem Nuh'a buyurduğunu, hem sana vah yettiğimizi, hem de İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya buyurdu­ğumuzu sizin için de şeriat kıldık." (42:13).

Peygamberler, insanları Allah'ın hükmüne ve nizamına çağırdıkları için kendilerine itaat edilmiştir. "O dini (İslam'ı) bütün dinlere kar­şı üstün kılmak için rasullerini hidayetle ve hak dinle gönderen O'dur, müşrikler istemese de." (9: 33). "Biz hiçbir rasulü, Allah'ın izniy­le kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik." (4: 64). Kur'an-ı Kerim; İbra­him @'dan İsa @'ya kadar güzide peygamber­leri zikrettikten sonra, 'Bunlar, kendilerine ki­tap, hüküm ve nübüvvet verdiklerimizdir... Bunlar, Allah'ın hidayet verdiği kimselerdir. O halde sen de onların gittiği dosdoğru yola uy." (6: 89-90) buyurur.

Allah'ın rasulleri daima ilahi hidayete tabi ol­muşlar ve insanları buna davet etmişlerdir. "Beşerden hiç kimseye yakışmaz ki Allah kendisine Kitabı, hükmü ve nübüvveti versin de, sonra o, insanlara: 'Allah'ı bırakıp da (ge­lin) bana kul olun' desin. Fakat o, 'Öğretmekle ve okuyup okutmakta olduğunuz Kitab'a göre Rabbe kul olun" (der). O, melekleri ve nebile­ri Rabbler edinmenizi de emretmez. Siz müs-lümanlar olduktan sonra size küfrü mü emredecek?". (3:79-80).

İslam hukukunun bu prensibini Rasulullah @ çeşitli şekillerde vuzuha kavuşturmuştur. Bu­yurmuştur ki: "Allah bazı şeyleri farz kılmış­tır, bunları kaybetmeyin; bazı şeyleri haram kılmıştır, bunları ihlâl etmeyin; bazı sınırlar koymuştur, bunlara tecavüz etmeyin; ve unut­maktan değil, size olan rahmetinden dolayı bazı konularda bir şey söylememiştir, bunları da araştırmayın." (Darekutnİ). "Benîm sözle­rim Allah'ın sözlerini iptal etmez, ancak Al­lah'ın sözleri benim sözlerimi İlga eder." (Da­rekutnİ). Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği bir ha­diste Rasulullah @; "Kur'an beş hali göstere­rek inzal olmuştur: Helal olanlar, haram olan­lar, katiyetle tesbit edilen sınırlar, anlaşılması güç olanlar ve meseller. O halde helal olanla­ra helal, haram olanlara haram muamelesi yap; sıkıca tesbit edilen sınırlara uygun hare­ket et; anlaşılması güç olanlara Öyıece inan ve mesellerden ibret al" buyurmuştur. (Beyha-ki).

Peygamber @, bir rivayette;"Bir topluluk dos­doğru yola tâbi olduktan sonra ayrılığa düş­medikçe sapıtmaz" buyurmuş ve ardından, "Onu yalnızca bir tartışma konusu olsun diye (örnek olarak) verdiler. Hayır, onlar tartışmacı ve düşman bir kavimdir" (43: 58) ayetini oku­muştur. (Ahmed, Tirmizi ve İbn-i Mace). Di­ğer bir hadisinde ise şunları söylemiştir: "Söz­lerin en hayırlısı Allah'ın Kitabı, rehberlerin en iyisi Muhammed'ce verilendir. Yapılanla­rın en kötüsü ise bid'atlardır, zira her bid'at bir dalalettir" (Müslim). "Sizden hiç biriniz, arzu­su benim getirdiğime tabi olmadıkça iman et­miş değildir" sözü de Rasulullah @'dan riva­yet edilir. (Şerhü's Sünne ve Nevevi'nin Erban’i)

 

4- Allah'ın Hükmü Nihaidir

 

Allah Teâlâ'nın ahkâmı sadece üstün değİl,aynı zamanaa nihaidir de. Allah hükmedip konuyu karara bağladığında iman edenler için hükmü kabul edip boyun eğmekten başka bir seçenek yoktur. "Allah ve Rasulü bir işte hükmettiği zaman artık inanmış bir erkek ve kadın için o iste isteklerine göre seçim hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasulü'ne karşı gelirse gerçekten 0 apaçık bir sapıklığa düşmüştür." (33:36). Hat­ta bu bile yeterli değildir, eğer gerçekten müs-lüman iseler Rasulullah @'ın hükmü aleyhin­de dahi bir sıkıntı hissetmemeleri gerekir "Biz hiçbir rasulü, Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle gönderme­dik. Onlar kendi nefislerine zulmettiklerinde şayet sana gelip Allah'tan bağışlama dileseler-di ve Rasul de onlara bağışlama dileyiversey-di, elbette Allah'ı tövbeleri hakkıyla kabul edici, çok esirgeyici olarak bulurlardı. Hayır, öyle değil; Rabbine andolsun ki aralarında çe­kiştikleri şeylerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan, tam bir teslimiyetle teslim olma­dıkça, iman etmiş olmazlar." (4:64-65). Ayet-i kerime Rasulullah @'ın İslam Şeriatı'ndaki yasal, hukuki ve dini konumunu sarahatle be­lirlemektedir.

 

5- Rasulullah'a İtaat Allah'a İtaattir

 

İslam hukuku, hem dini hem de hukuki açıdan Peygamber @'a itaati gerekli kılar. O'nun emir ve hükümlerine itaat etmedikçe hiçbir kimse gerçek mümin olamaz, zira bunun Al­lah'a itaatle eş olduğunu Kur'an-ı Kerim açık­ça ifade etmektedir: "Kim Rasul'e itaat ederse gerçekte Allah'a itaat etmiştir. Kim de yüz çe­virirse... Zaten biz seni onların üzerine bekçi göndermedik." (4: 80). Diğer bir ifadeyle, kim Peygamber @'ın emir ve hükümlerine boyun eğerse hakikatte Allah'a boyun eğmiştir; çün­kü Peygamber ne kendinden birşey söyler, ne de kendi başına hüküm verir. O yalnızca ken­disine vahyolunanı açıklar. "O, kendi nevasın­dan konuşmaz. O (söyledikleri) kendisine (Allah'dan) ilka edilmekte olan bir vahiyden başkası değildir." (53:3-4). Rasulullah @ her şeyi Allah'ın hükmüyle yaptığından, mümin­lere, "Artık Rasul size ne verdiyse onu alın, sizi neden sakındırırsa ondan da kaçının." (59: 7) emri verilir. Aynı prensibi Peygamber @ şu sözüyle açıklamıştır: "Bana itaat eden Al­lah'a itaat etmiştir; bana asi olan Allah'a ası olmuştur." (Buhari ve Müslim).

 

6- Her Fert Kendi Hareketlerinden Mesuldür

 

Kişinin, kendi hareketlerinden sorumlu olma­sı İslam Hukuku'nun temel prensiplerinden bir diğeridir. Ferdi sorumluluk üzerinde Rasu-lullah @ ısrarla durmuştur. Gerek dini gerek­se hukuki açıdan büyük veya küçük, zengin veya yoksul, kadın veya erkek her kişi tümüy­le yaptıkları, yahut terkettiklerinden mesul­dür. Ne kişi bir başkasının mesuliyetini üstü­ne alabilir ne de diğerlerinin yaptıklarından sorumlu tutulabilir.

Mesuliyetin ferdiliği Kur'an-ı Kerim'de kesin ifadelerle yer alır: "Doğrusu, hiçbir günahkar bir başkasının günah yükünü yüklenmez." (53: 38). "Her nefsin kazandığı kendisinedir. Günahkar hiçbir nefis bir diğerinin (günah) yükünü taşımaz." (6: 164). "Kim doğru yolu bulursa, yalnız kendi nefsi için hidayete ula­şır; kim de sapıklık ederse, ancak kendi aley­hine sapar. Hiçbir günahkar bir başkasının gü­nah yükünü yüklenmez." (17: 15). "Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır yapıyor (idiy)se, onu(n sevabını) görür. Kim de zerre ağırlığın­ca şer yapıyor (idiy)se, o da onu(n cezasını) görür." (99: 7-8). "O gün vezin (tartı) da hak­tır. Artık kim(ler)in tartıları ağır basarsa, işte kurtulanlar onlardır. Kimin de tartılan hafif gelirse, bunlar da ayetlerimize zulmeder ol­dukları için, nefislerini kayba uğratanlardır." (7: 8-9).

Zikredilen ayetler, bütün hareketlerin köke­ninde ferdi mesuliyet kuralının yer aldığını şüpheye mahal bırakmayacak tarzda ortaya koymakta olup, "Biz, her insanın amelini (iş­lediklerini, yaptıklarını) kendi boynuna dola­dık, kıyamet gününde onun için açılmış ola­rak önüne konacak bir kitap çıkarırız" (17:13) ayetinde ifade edildiği gibi, hiç kimse de bu sorumluluğundan kaçamaz.

 

7- İnsan, Kendi Akıbetinin Hazırlayıcısıdır

 

Kendi sonunun kesbedicisi bizzat insandır.

Allah'ın Rasulü aracılığıyla insanlara vahyet-tiği Sırat-ı Mustakim'e tabi olarak diğer yara-tıklarca bilinmeyen yüceliklere erişebilir; ya­hut bu yolu reddedip şeytanı veya kendi neva­sını izleyerek alçalmışhğm derinliklerine dü­şebilir. Kazanacağı karşılık kendi davranışla­rına bağlı olarak belirlenmiştir; ne bir fazla, ne de bir eksik. Bununla beraber, doğru yolda olanlara Allah kendi lütfuyla kazandığını faz­lasıyla verebilir. Fakat kişi, genel bir kural olarak, ancak yaptıklarının karşılığına ulaşabi­lir; yaklaşım ve usulünün doğruluğuna bağlı olmak üzere, sarfedilen çaba ne kadar fazla ise kazanılan mükafat da o kadar büyük ve yücedir. "Ve doğrusu insan için kendi (emek ve ) çabasından başkası yoktur." (53: 39).

Bu ayet-i kerimeden üç kural istinbat edilebi­lir. İlki; kişinin kazandığının kendi davranış­larının karşılığı olacağıdır, ikincisi, bir şahsın çalışmasının meyvelerini bir başkasının, çaba­da pay sahibi olmadığı müddetçe, alamayaca­ğıdır. Üçüncü kural ise, emek ve çaba sarfet-meden kişinin bir şey kazanamayacağıdır. Bu kurallar bazılarının iddia ettiği gibi miras hu­kuku, sadaka ve kişinin amellerinin mükafatı­nı başka birine ithafı (isal-i sevab) hususlarını kabul eden İslam'ın genel öğretisiyle çelişkili değildir. Kurban, hacc, hayır gibi amellerinin sevabını kişinin Allah'a yapılan dua ve niyaz ile bir başkasına iletebileceği Rasulullah @'ın uygulamaları vasıtasıyla açıkça ortaya kon­muştur. (Buhari, Müslim, Müsned-i Ahmed, Ebu Davud, Nesei, İbn-i Mace, vd.). Kişinin güzel amellerinin sevabını dua yoluyla başka­larına iletebilmesi mümkünken, çirkin hare­ketlerinin günahını başkalarına ulaştırması ka­bil değildir.

Kur'an-ı Kerim'den aktarılacak olan ayetler konumuzu daha da aydınlatacaktır. "Kim bir kötülük yaparsa onunla ceza görür... Erkek ol­sun, kadın olsun mümin olarak kim de salih bir amelde bulunursa, işte onlar, cennete gire­cektir. Ve onlar, bir çekirdeğin sırtındaki to­murcuk kadar bile haksızlığa uğratılmayac ak­lardır." (4: 123-124). "Kim bir iyilikle gelirse, artık kendisine ondan daha hayırlısı vardır ve onlar, o günün korkusuna karşı güvenlik için­dedirler. Kim de bir kötülükle gelirse, artık onlar da ateşe yüzükoyun atılır (ve onlara:)

'Yaptıklarınızdan başkasıyla mı mukabele edi­yorsunuz' (denir)." (27: 89-90). "İşte bugün, hiç kimseye (hiç) bir şeyle zulmedilmez ve siz de yapmakta olduklarınızdan başkasıyla karşı­lık görmezsiniz." (36: 54).

 

8- Doğru, Yanlış, İyi ve Kötünün Nihai Ölçüsü

 

Kur'an-ı kerim ve, Rasulullah @'ın sünneti; neyin doğru ve yapılabilir, neyin yanlış ve ya­saklanmış olduğunu tesbit edecek nihaî maka­mın Allah olduğunu açıkça ortaya koyar: "Ey Peygamber, eşlerinin hoşnutluğunu arayarak, Allah'ın sana helal kıldığını niçin sen kendine haram ediyorsun." (66:1). Ayet-i kerime, kul­ları için herhangi bir şeyin meşrıi yahut gayri meşru olduğunu belirleme hakkının yalnız ve yalnız Allah'a mahsus olduğunu göstermekte­dir. O'nun, yaratıkları için helal kıldığını hiç kimse haram yapamaz; ve bir husus O'nun ta­rafından haram ilan edilmişse hiç kimse O'nun yaratıkları için bunu helâl yapamaz. Koyduğu hüküm değiştirilemez ve fesh edile­mez, ancak O'nun izniyle olması müstesna. Konulan hükmü kendi isteğine göre hafiflet­me veya değiştirme selahiyetine Allah'ın Ra-sulü bile haiz değildir.

Fahşadan, münkerden ve bağyden meneder Öğüt almanız için size böyle öğüt verir." (16-90). Ve bu sayılan vasıflar Allah'a ve Rasu-lü'ne inanan bütün müslümanların genel Özel­likleridir. "Onlar ki kendilerini yeryüzünde ik­tidar sahibi kıldığımızda, namazı dosdoğru kı­larlar, işleri kendi aralarında şûra iledir, ken­dilerine verdiğimiz rızıktan infâk ederler." (22: 41). Allah'ın elçileri yeryüzünde adalet ve ma'rufu oluşturmakla görevlendirilmişler­dir. "Andolsun, biz elçilerimizi apaçık bur­hanlarla gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye; onlarla birlikte Kitabı ve miza­nı indirdik." (57: 25). Allah'ın son peygambe­ri ve rasulü Muhammed @ da aynı evrensel adalet prensibini izlemekle emrolunmuştur: "Bundan dolayı sen (tevhide) çağır ve emro-lunduğun gibi doğru ol, onların heveslerine uyma ve şöyle söyle: 'Allah'ın indirdiği Ki-tab'a inandım, aranızda adaletle hükmetmek ile emrolundum!.."1 (42:15).

 

9- Adalet Ve Ma'rûfun Yaygınlaştırılması

 

İslam Şeriatı'nm hedefi, içerisinde her ferdin zulüm ve müstehcenliğin kötülüklerinden uzak; fazilet, takva ve adaletin hâkim olduğu huzur dolu bir hayata sahip olabileceği bir ni­zam oluşturmaktır. "Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar ara­sında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmet­menizi emrediyor. Bununla Allah, size ne gü­zel öğüt veriyor..." (4: 58).

Bu ilkenin tatbiki evrensel olup bölge, dil, ırk ve inanç sınırlarının çok çok üstündedir; za­man engelinin ötesine uzanır. "Şüphesiz, Al­lah adaleti, ihsanı, yakınlara vermeyi emreder.

 

KISIM 5

 

MİRAS HUKUKU

 

Miras Hukuku toplumda görülebilecek eşit­sizlikleri azaltmakta önemli bir rol oynar. Dr. Keynes, Taussing ve Irving Fisher gibi tanın­mış ekonomistler bile âdil olmayan miras sis­teminin, toplumdaki eşitsizliğin önemli bir se­bebi olduğunda müttefiktirler. Taussing'e göre miras, toplumda gerçekten çok büyük etkilere sahiptir; zengin ve fakir arasındaki sürekli uçurumu daha da genişletir. Bu yüzden miras hukukunun, cemiyet içerisinde varlığın dağılı­mında eşitlik ve adaleti sağlayacak şekilde düzeltilmesi gereklidir. ('Principles', c.II, sh. 246).

İslam Miras Hukuku, servetin gerek birkaç el­de toplanmasını önleyecek, gerekse toplumun daha geniş bir parçasına yayılmasını sağlaya­cak güçlü ve etkili tedbirlere sahiptir. İslam Miras Hukuku'nun büyüklüğü ve kullanışlılığı önde gelen İslam düşmanlarınca bile kabul edilmiştir. Dr. Ramsey kitabında, İslam Miras Hukuku'nun medeni dünyaca bilinenlerden daha makul, daha mükemmel prensiplere da­yandığını yazar. ('Mohammaden Lav/, sh. 1).

İslam Miras Hukuku'na göre, vefat eden kişi­nin mal varlığı öncelikle oğullan, kızları, er­kek ve kız kardeşler gibi yakınlarını içine alan akrabaları arasında paylaştırılır. Şayet miras­çısı olmayan bir erkek (ya da kadın) vefat ederse o kişinin varlığı bütün vatandaşların eşit bir şekilde faydalanabilmesi için devletçe alıkonur. Gerçekte, miras hukukunun gayesi servetin dağılmasını daha da yaygınlaştırmak ve herhangi bir noktada toplanmasını önle­mektir. Miras hukuku Nisa Suresi'nde açık­lanmıştır.

Kadın ve Erkeğin Hisseleri: "Anne ve baba ile akrabanın bıraktıklarından erkekler için bir pay vardır; anne ve baba ile akrabaların bırak­tıklarından kadınlar için de bir pay vardır. Gerek azından gerek çoğundan., bîr hisse ayrılmıştır." (4:7).  

Bu ayet-i kerimede ortaya konan prensip İs­lam Miras Hukuku'nun temelidir. Geride bıra­kılan varlığın hepsi hiçbir zaman büyük erkek çocuğuna gitmez; çocuklar ve yakın akraba­lar, bunların yokluğunda uzak akrabalar, ister erkek olsun isterse kadın, hukuki varislerdir. Servetin küçük parçalara bölünmesini esas alarak bu prensibe ne tür itiraz yapılacak olur­sa olsun, islam'ın oluşturmaya çalıştığı sosyal sistem ve insanın kardeşliği genel ilkeleriyle bu kuralın uyum halmde olduğunda en ufak bir şüphe yoktur.

"Yukarıdaki ayet-i kerime miras hususunda beş hukuki düzenlemeyi kapsar. Birincisi; hem kadınların hem de erkeklerin mirasta his­seleri olmasıdır. İkincisi; ne kadar cüz'i veya ehemmiyetsiz olursa olsun miras bütün varis­ler arasında paylaştınlmalıdır. Üçüncüsü; ayet bu kuralın menkul (nakledilebilen) yahut gay­rimenkul (nakledilemeyen), tarımsal yahut en­düstriyel her tür mal için geçerli olduğuna de­lalet eder. Dördüncüsü; veraset hakkının an­cak vefat edenin ardında mal bırakması halin­de geçerli olduğunu gösterir. Beşincisi; ayete göre yakın akrabalar (asabe ) hayatta iken uzak akrabaların (zevi'l erham ) mirasta hak­ları olmadığı açıktır." ('The Meaning of the Qur'an, c. I).

Oğul ve Kızların Hisseleri: Vefat eden kişi­nin evlatlarının hisseleri şu ifadelerle belirlen­miştir:

"Allah, çocuklarınızın alacağı miras) hakkın­da, erkeğe iki kadının hissesi kadarım tavsiye eder. Eğer onlar ikiden fazla kadın iseler (ölü­nün) geride bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Kadın bir tek ise, bu durumda yarısı onun­dur." (4: 11).

Burada kadın, kız çocuğu anlamındadır. Kız çocukları tek varis iseler mirasın üçte İkisi on­ların hakkıdır. İkiden fazla kız çocuğu için be­lirlenen üçte ikilik pay kız çocukları iki iken de aynen geçerlidir. Söz konusu tek bir kız çocuğu ise terekenin yansını alır.

Ana-Babamn Hisseleri: Murisin anne ve ba­basının da mirastan bir paylan vardır. Onların hisseleri şu ifadelerle tavsif edilmiştir:

"(Ölenin) bir çocuğu varsa, geriye bırakılanda anne ve babadan her birinin altıda bir hissesi vardır. Çocuğu olmayıp da anne ve baba ona varis ise, bu durumda annesine üçte bir düşer. Şayet kardeşler varsa, anasının payı altıda bir­dir. (Bu hükümler, ölenin) yapacağı vasiyet­ten ya da borcundan sonradır. Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin fayda bakımından size daha yakın olduğunu bilemezsiniz. (Bun­lar) Allah'tan bir farzdır. Şüphesiz Allah, bi­lendir, hüküm ve hikmet sahibidir." (4:11).

Bu ikinci hal, vefat eden şahsın ebeveyninin sağ olduğu durumda feraiz meselesine temas eder. Bu durumda ilk olarak ebeveyn kendile­rine ait olan hisselerini alırlar, kalanı -varsa-murîsin çocuklarına gider, çocukların yoklu­ğunda ebeveynin hisseleri artar. Ancak mûrî-sin kardeşleri varsa, anne aynen murisin ço­cuklarının varlığında alacağı hisse kadarını alır. Vasiyet ve borçların her halükârda varis­lerin hisselerine göre öncelik kazandığına dik­kat edilmelidir.

Hanımın Hissesi: Kadın, ölen kocasının tere­kesinden şu ifadelerle belirlenen bir hisse alır:

"Sizin çocuğunuz yoksa, geriye bıraktıkları­nızdan dörtte biri onlarındır, çocuğunuz varsa -yapacağınız vasiyetten ve borçtan sonra- ge* riye bıraktıklarınızdan sekizde biri onların­dır." (4: 12).

Bu Üçüncü hal, ölenin, arkasında çocuklu ya­hut çocuksuz bir hanım bıraktığı durumla İlgi­lidir. Ebeveynin durumunda olduğu gibi zev­ce kendi hissesini alıp artan kısmı çocuklara kalır.

Kocanın Hissesi: Koçanında Ölen hanımının mal varlığında bir payı vardır. Bu pay şu ifa­delerle ortaya konmuştur:

"Eşlerinizin çocukları yoksa geride bıraktıkla­rının yarısı sizindir. Şayet çocukları varsa -onunla yapacakları vasiyetten ya da borçtan sonra- bıraktıklarının dörtte biri sizindir." (4:12). Bu dördüncü hal, merhumun arkasında çocuklu yahut çocuksuz bir zevç bıraktığı duruma temas eder. Ebeveyn ve han da olduğu gibi zevç hissesini alır tereke çocuklara aittir.              

Kelale'nin Mirası: Kelale^ ebevevni çocukları olmayan kimsedir. Hakiki kelimesi ıkı anlam taşır. Hem -ebevevni   ı olmasın- çocuğu olmayan anlamın  / de ne çocuğu, ne de ebeveyni olan Kelale dtn miras alacak olanların aşağıdaki gibi belirlenmiştir.

Kelale'nin Kızkardeşi: Şayet kelale bir vahnt ıkı kızkardeşe sahipse bunların hisseleri sı ayetle tesbit edilmiştir:

"Ölen kişinin çocuğu yok da kız kardeşi var­sa, geride bıraktıklarının yansı kız kardeşinin-dir. Fakat kendisi, (Ölen) kızkardeşinin çocu­ğu yoksa onun mirasını (tamamen) alır. Eğer kız kardeşi iki ise, geride bıraktıklarının üçte ikisi onlarındır." (4:176).

Bu Kelale'nin mirasıyla ilgili ilk haldir. Şayet kelale arkasında bir kız kardeş bırakmışsa te­rekenin yansını alır, iki kız kardeş söz konusu ise terekenin Üçte ikisini miras olarak alırlar.

Kelale'nin Erkek Kardeşlen: Kelale bir erkek veya kız kardeşe sahipse aşağıdaki ayet-i keri­mede ifade edildiği üzere her biri terekenin al­tıda birini alacaktır.

"Mirası aranan erkek ya da kadın, evladı ve ana-babası olmayan bir kimse olup da onun erkek veya kız kardeşi bulunursa onlardan her biri için altıda biri vardır. Eğer bundan fazla iseler -kendisiyle yapılan vasiyetten ya da za­rar verici olmayan borçtan sonra- üçte t onlar ortaktırlar. Bu size Allah'tan bir vasiyet-tir. Allah bilendir, (kullarına) yumuşak olan­dır." (4: 12).

Bu da kelale mirasıyla ilgili ikinci hâldin Ve­fat edenin erkek veya kız terekenin altıda birini bacaklar; şay den fazla iseler kendilerine düşen tereK üçte birini paylaşacaklardır.

Servetin Dağ.lmıı: de (4:12) "zarar vencı bulunmasının hayli manidar olduğu belirtil­melidir. Çocuk sahibi olmayanların durumun­da görüldüğü gibi, mal ve mülklerin gereksiz borçlara gömülmesi, hatta üzerinde akitleşti-rilmemiş borçların bile kabul edilmesi ve hu­kuki varislere birşey bırakmayacak vasiyetler­de bulunulması muhtemeldir. "Zarar verici ol­mayan" ifadesi bu tür durumlarda vasiyet ve borçların meşru varislerin haklarına zarar ver­meyeceğini açığa kavuşturmak için kullanıl­mıştır. Vefat eden şahsın borçlarının diğer haklar üzerinde Önceliğe sahip olduğuna da ayrıca dikkat edilmelidir. Önce murisin borç­ları ödenmeli, sonra -varsa- mirasın üçte biri­ne kadar olan bağış ve vasiyetler ifa edilmeli­dir. Bu haklar yerine getirildikten sonra tereke yukarıda sayıldığı üzre meşru varisler arasın­da bölüştürülmelidir.

1- Mirasın paylaştınlmasmdaki ilk klavuz prensip, erkeğin hissesinin kadınınkinin iki katı olmasıdır. Bu prensip kusursuz ve adildir, zira ailenin ekonomik sorumluluğu büyük oranda erkeğe düşer." ("The Meaning of the Qur'an, c.I).

2- Şayet vefat eden şahıs geride yalnızca kız çocukları bırakırsa bunlar bütün terekenin üç­te ikisini miras olarak alırlar, üçte birlik kısım diğer varisler arasında paylaştırılır.

3- Ancak, sadece bir erkek evladı bırakmışsa ve başka da bir varis yoksa bu erkek çocuk mirasın tamamını alacaktır. Başka varislerin bulunması durumunda, diğer varislerin hisse­lerinin tevzi edilmesinden sonra arta kalan te­rekeyi alacaktır.

4- Miras, arkasında evlad bırakmışsa ebevey­ninden her biri altıda bir pay sahibi alacak, ar­kasında varis bırakmamışsa babası mirasın üçte ikisini alacaktır.

5- Vefat eden şahsın erkek ve kız kardeşleri varsa annesinin hissesi üçte birden altıda bire inecektir.

6- Borçların ödenmesinin, vasiyetlerin yerine getirilmesine nazaran öncelik sahibi olması hususunda fakihler arasında tam bir ittifak vardır.

7- Miras hukuku, özel ailevi konumunu dü­zenlemek amacıyla varsa murisin vasiyeti üz­re terekenin üçte birlik bölümünün kullanıl­masına izin verip üçte ikilik bölümüyle (veya biraz daha fazlasıyla) ilgili düzenlemeler orta­ya koyar. (2:180).

8- Muris, arkasında evlad bırakmışsa hanım yahut hanımları aralarında adilane bölüşecek­leri tarzda terekenin sekizde birini, eğer çocuk bırakmamışsa dörtte birini alır.

9- Vasiyetler şay.et varislerin meşru haklarını ihlal ediyorsa zararlı addedilir. Rasulullah @ mirasla  ilgili  genel kuralları  şu  sözleriyle açıklamıştır:

a- "Hisseleri   ehillerine   ulaştırınız.   Kalan miktar en yakın erkek şahsındır." (Buhari ve Müslim).

b- "Müslüman kâfire; kâfir de müslümana mirasçı olamaz." (Buhari ve Müslim).

c- "Farklı iki dinin mensupları birbirlerine mirasçı olamazlar." (Ebu Davud, İbn-i Mace ve Tirmizi).

d- Katile katledilenin mirasından bir pay yoktur." (Tirmizi, İbn-i Mace).

e- "Kişi, hür kadınla yahut cariye ile zina eder de bu zinadan bir çocuk doğarsa, artık ne o çocuk bir başkasına mirasçıdır, ne de bir baş­kası o çocuğa." (Tirmizi).

Yakın Akrabalar: İslam Miras Hukuku'na göre her vârisin hissesi onun vefat eden şahıs­la olan akrabalığı esas alınarak belirlenir. Ak­rabalık ilişkisi ne kadar yakınsa mirastaki pa­yı da o kadar fazladır. Murise çok yakın olan erkek (veya kadın) bu yakınlığa sahip olma­yan diğerlerine nazaran daha büyük hisseye sahiptir.Nitekim, Hanefi fakihleri vârisleri üç gruba ayırırlar:

1- Feraiz Ehli (Ashabu'l feraiz veya Ashabu'l füruz): Bunlar, yukarda zikredildiği üzre, his­seleri Kur'an-ı Kerim tarafından tayin edilmiş şahıslardır.

2- Baba Yönünden Akrabalar (Asabe): Bun­lar, payları Kur'an-J Kerim'de belirlenmiş, an­cak ikinci derecede hısımlık sahibi kimseler­dir. Ashabu'l furuz (farz ehli)'un hisseleri sıra­sıyla ödendikten sonra artan bunlar arasında paylaştırılır.  Şayet birinci  dereceden hısım (Ashabu'l feraiz) yoksa bütün miras bu akra­balar arasında bölünür.

3- Üçüncü Dereceden Hısımlar (Zevi'l Er-ham): Bunlar, ilk iki gruptan varisin bulunma­dığı durumlarda murisin terekesini miras ola­rak alanlardır. Bu tür akrabalara misal, murise nisbeten kızın oğlu, kızkardeşin oğlu, annenin annesi... vd. gösterilebilir.

İslam Miras Hukuku'nun en önemli prensiple­ri aşağıda özetlenmiştir.

1- Hem erkekler hem de kadınlar mirasta hak sahibidir.

2- Kocaya hanımından, hanıma da kocasının malından bir hisse ulaşır.

3- Her kayıt altında ölenin en azından sekiz yakın akrabası mirasta pay sahibidir.

4- Birinci dereceden hısım olan bu sekiz va­risle birlikte mirastan faydalanan ikinci ve

üçüncü dereceden hısımlar da vardır.

5- Bunun yanısıra, her mal varlığının üçte birlik miktarım mirasında pay sahibi olmayan akrabalarına, dostlarına, komşularına, hizmet­çilerine bırakma; halkın ihtiyaçlarının karşı­lanması veya kamu hizmetinde kullanılması için teberru etme hakkına sahiptir.

6- Vefat eden fertle aynı yerleşim bölgesinde yaşayan yetim ve yoksullara da murisin mal varlığından bir miktar verilir.

7- Son olarak, arkasında nesil ağacında aşağı ve yukarı doğru giden bir yakınım bırakma­dan vefat eden şahsın mal varlığı, Rasulullah @'m devrinden beri yapılarak kurumlaşan uy­gulama mucibince toplumun ortak menfaati için devletçe alıkonur.  Mikdam b.  Ma'di-kerb'in rivayetine göre Rasulullah @, "Ben her mümine kendi nefsinden daha yakınım.

Geride ödenecek bir borç yahut geçindirilecek bîr çocuk bırakırsa bize aittir. Ancak bir ser­vet bırakırsa o varislerin indir. Ben mirasçısı olmayanın mirasçısıyım; onun varlığını miras edinir, onun yükümlülüklerini yerine getiri­rim" buyurmuştur. (Buhari ve Müslim).

Rasulullah @'m bir hadisine uygun olarak İs­lam Devleti varis bırakmayan şahsın mirasını alıkor. İslam Miras Hukuku çok ötelere uza­nan etkilere sahip gözükmektedir. Servetin birkaç sermayedarın elinde toplanmasına izin vermeyip daha geniş bir kitleye mal olmasına gerek dağılım, gerekse sirkülasyon (dolaşım) yönünden yardım eder. Bu hukuk gerçekte vefat eden şahsın varlığını (yakın ve uzak ak­rabaları, yoksul komşuları gibi) onlarca insan arasında dağıtarak birkaç nesilde kapitalist sistemin sadece bellirli ellerde tuttuğu serve­tin toplumda dolaşımını sağlar. Bu hukuk gerçekte verat eden şahsın varlığını (ya­kın ve uzak akrabaları, yoksul komşuları gibi) onlarca insan arasında dağıtarak birkaç nesil­de kapitalist sistemin belli başlı temellerini kökünden söküp atar.

Zekat: Zekat, servetin insanlar arasında dağı­lımını sağlamak amacıyla İslam Devleti tara­fından uygulanan ikinci meşru tedbirdir. Ze­kat zengin müslümanlardan toplanıp fakirlere harcanan mecburi bir tarhtır. Fıkıh terminolojisinde zekat, belirli bir miktardan fazla serve­te sahip her müslümanin üzerine farz olan maddi yardımdır. O, devletçe toplanıp dağıtı­lan organize bir hayırdır.

Nitekim zekat, zenginlerin dini bir yükümlü­lükleri olup namazdan hemen sonra ikinci öneme haiz ibadet olarak değerlendirilir. Kur'an-ı Kerim zekatın ödenmesi hususunda önemle durur. Her ne zaman Müslümanlardan namazlarını düzenli olarak ikame etmeleri is­tense yanısıra zekatı ödemeleri de emredilir. Tevbe Suresinde: Müslümanlara namazlarını ikâme edip zekâtlarım ödemeleri şu ifadelerle anlatılır:

"Allah'ın mescitlerini, yalnızca Allah'a ve Ahiret gününe iman eden, namazını dosdoğru kılan, zekatını veren ve Allah'tan başkasından korkmayanlar onarabilir." (9:18).

Bakara Suresi'nde: "Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin ve rükû edenlerle sizde rükû edin." (2:43) buyurulur.

Yine Bakara Suresi'nde, gerçek müminlerin başlıca iki görevi şu ifadelerle belirlenir: "Ki onlar, gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılar­lar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimiz­den infak ederler." (2:3)."Namazı ikame edip zekatı verenler" sözüyle tanımlanan gerçek müslümamn bu iki asli görevi Kur'an-ı Ke-rim'de defalarca tekrarlanır.

"Zekatın esas amacı, ülkede tek bir İhtiyaç sa­hibi kalmayacak tarzda mahrum ve yoksulla­rın ihtiyaçlarını karşılamaktır. Zenginlerden toplanıp fakirlere harcanması yüzünden top­lumda servetin yaygınlaşmasına yardım eder. Kendi ihtiyaçlarından fazlasına sahip olanlar ümmetin zekat fonuna bağışta bulunurlar, bu fondan da ihtiyaçlarından daha azma sahip olanlara yardım edilir.

Servetin Yığılması: Topladıkları serveti istif eden kişiler toplumun gerçek düşmanlarıdır. Hakikatte onlar endüstrinin damarlarını sıkış­tırıp tıkarlar, bu yüzden de ülkenin gelişmesi­ni ve ilerlemesini önlerler. Onların serveti kendilerinin olduğu kadar toplumun da yararı uğruna daha çok mal üretmekte kullanılabilir.

Servetin stok edilmesinden kaynaklanan kötü­lüklere çare bulmak amacıyla İslam, malın bu tarzda toplanmasını yasaklamıştır. Kur'an-ı Kerim istifçiliği şu ifadelerle mahkûm eder:

"Allah'ın, bol ihsanından kendilerine verdiği şeylerde cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır; bu, onlar için serdir; kıyamet günü, cimrilik etmeleriyle tasmalandırılacaklardır." (3: 180).

Sonra Tevbe Suresi'nde istifçiler şu sözlerle uyarılır:

"Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar ise, onlara da acıkiı bir azabı müjdele. Bunların üzerlerinin cehennem ate­şinde kızdmlacağı gün, onların alınları, bö­ğürleri ve sırtlan bunlarla dağlanacak (ve:) 'İşte bu, kendileriniz için yiğıp-sakladıklarımzdır; yığıp-sakladıklarınızı tadın' (denile­cek)." (9:34-35).

Zekatlarını ödeyip görevlerini tamamlamış ol­duklarına inanarak hoşnut olanlar Kur'an-ı Kerim'in bu ayetlerini dikkatle okuyup düşün­meli ve bu borçlarım ödemelerinin topluma olan diğer yükümlülüklerini ortadan kaldırmayacağını idrak etmelidirler. Yukarıdaki ayeti kerimede harcamak yerine altın ve gü­müşü istif edenlere uyarı vardır. Malın çekici­liği yüzünden varlığı biriktirmemek, istif et­memek, yahut gömmemek -ister kendi, isterse toplumun iyiliği için olsun- onu kullanmakla emrolunm uslardır.

"Serveti suistimal edenlerin uğrayacağı cezayı -zira bu kötü kullanım, Allah'ın Hükmü'ne karşı yapılmış herhangi bir itaatsizlik türü ka­dar günahtır- tasvir etmek için burada çok çar­pıcı bir mecaz kullanılmıştır. Bizzat kötü kul­lanılan zenginlik bize karşı şahitlik yapacak­tır. Cehennem ateşinin ısısını daha da arttır­mak için ısıtılacak olan, altın ve gümüş serve­ti güzel şeyler yapmanın sadece bir vasıtası olarak görmek yerine bizzat kendisinin hayırlı olduğunu düşünen zihnimizde yankılanarak alnımızı dağlayacak; tamahın gerçekte mem­nuniyet oluşturmadığını ispatlayarak böğürle­rimizi (tamahın merkezi) dağlayacak; muh-kemliğimizi ve gücümüzü arttırmış olan ser­vetin yanlış kullanımla bunları yokedebilece-ğimizi gösterecek tarzda sağlamlık ve gücün kaynağı sırtımızı dağlayacaktır." (A. Yusuf Ali; 'The Holy Qur'an', sh. 449-450).

Servet istifçileri yine şu ifadelerle ikaz edilir­ler:

"Arkadan çekiştirip duran, kaş-göz hareketle­riyle alay eden kişinin vay haline; ki o, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır. Gerçekten malının kendisini ebedi kılacağını sanmaktadır. Hayır; andolsun o, "hutame"ye atılacaktır," (104: 1-4).

Ve Leyi Suresi'nde: "Kim de cimrilik eder, kendini müstağni (zengin ve başkalarına karşı bağımsız) görürse, ve en güzel olanı da yalan sayarsa, biz de ona en zorlu olanı (azaba uğra­masını)  kolaylaştıracağız.  Kendisi  (çukura) düştüğü zaman malı ona hiç bir fayda sağla­maz." (92: 8-11).

"Şeytan burada üç özelliğiyle ayirdedilmiştir:

1- Bencillik, hırs (açgözlülük) ve diğerlerinin haklarını inkâr,

2- Kibir ve müstağni olduğunu kabul etme,

3- Garazı sebebiyle Hakkı kabul etmeme ve­ya güzelliğin olduğu yeri çirkin görme.

Bu tür fertlerin düşüşü ve aşağılaşması her ge­çen gün hız kazanır; sonlan sefillikten başka birşey değildir. Övündükleri mal ve mülkleri yahut kendine güvenleri nerede kalacak? Ke­za ne bu dünyada yığdıkları servetin kıyamet gününde bir faydası olacak, ne de sahip ol­dukları maddi üstünlükleri kendileri için ruh­lar alemine bir kazanç taşıyacaktır. Hesaba katılacak olan hakka uygun ve dürüst bir ha­yat, Allah'ın tüm yarattıklarına iyilik yapmak­la geçirilmiş bir ömürdür." (The Holy Qur'an, sh. 1747, açıklama notu:6165). Servet istifçisi yalnızca âhiret hayatında manevi saadeti kay­betmekle kalmayacak, kazanç getirmeyece­ğinden bu dünyada da servetin faydalarından mahrum olacaktır. Dahası, varlığını devam et­tirmek için gerekli olan yeterli kapitali bula­maması nedeniyle çürüyüp bozulan ve ölen toplumun sefalet ve ıstırabını da paylaşmak zorunda kalacaktır.

Savurganlık: İslam, zengin İnsanların lükse kapılmalarına yardımcı olan bütün boş ve ge­reksiz harcamaları yasaklamıştır. Bu sağlıksız davranışlar şu ifadelerle mahkûm edilmiştir:

"Akrabaya hakkını ver, yoksula ve yolda kal­mışa da. İsraf edip de saçıp-savurma. Çünkü saçıp-savuranlar, şeytanın kardeşleri olmuş­lardır; şeytan ise Rabbine karşı nankördür." (17: 26-27). Bu ayet-i kerimede müsrifler, Al­lah'ın kendi lütfundan verdiği malları saçıp-savurarak eritip bitirdikleri için şeytanın kar­deşleri olarak isimlendirilmektedirler. "Ürün verdiğinde ürününden yiyin ve hasad günü de hakkını verin; israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez." (6: 141). Bu cihetle, Al-T^h'ın   nimetlerini   kötüye   kullanarak   israf

edenler Allah'ın rahmet ye inayetinden de mahrum kalacaktır. Keza İslam Devleti; ser­vetini saçıp-savuran kişilerin bütün mal-mül-künü kendi kontrolü altına alarak idare etme­ye yetkili kılınmıştır.

İslam, ahlakî veya sosyal yaralanmalara yol açacak bütün harcama metodlarmı yasakla­mıştır. "Servetinizi kumar oynayarak boşu bo­şuna ziyan edemezsiniz; içki içemezsiniz; fu-huşa ram olamazsınız; paranızı ifsad eden müzik uğruna heba edemezsiniz; -kadınlar müstesna- ipek elbiseler giyinemezsiniz, altın ziynet eşyaları ve mücevher takmamazsmız; evlerinizi suret ve heykellerle süsleyemezsi-niz. Kısacası İslam, servetin büyük bölümü­nün lüks ve müptelalık uğruna harcanmasına yol açacak bütün kapılan kapatmıştır." (Ebu'l A'la Mevdudi, 'Economic Problem of Mân and its Islamic Solution', sh. 50).

İslam, bu sınırlandırmalan insanlann israfa kapılmadan refah ve huzur dolu ortalama bir hayat sürdürebilmeleri için ortaya koymuştur. Şimdi müsrifane harcamalan sırasıyla müta­laa edelim.

a- Alkollü İçkiler ve Kumar: Alkollü içki­ler ve kumann her türü İslam'da yasaklanmış­tır. İçki ve kumar bu dünyadaki pek çok kötü­lüğün temel nedenidir. Diğer kötülüklerin ya­nı sıra insanları israf, savurganlık ve lükse teşvik ederler. Menedici emir şu ifadelerle be­yan edilmiştir:

"Ey iman edenler; içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın işlerinden olan pis­liklerdir. Öyleyse bun(lar)dan kaçının; umulur ki kurtuluşa erersiniz. Gerçekten şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin düşür­mek; sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan da alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz, değil mi?' (5: 90-91).

Yukandaki ayet-i kerimede içki ve kumar "aranızdaki düşmanlık ve kin"in sebebi olarak ilan edilmiştir. Birbirine karşı düşmanlık ve nefret duygularıyla dolu fertlerden oluşan bir toplum asla başanlı olamaz. Bu tür toplumlar­da karşıt gruplar arasında toplumu helaka go-türen sürekli ihtilaf ve sürtüşme vardır, tfu toplumsal lekelerin kötülükleri karşısında Ra-sulullah @, içki ve kumarla doğrudan ya da dolaylı ilgili bütün malların ticaretini yasakla­mıştır. Hz. Aişe'ye göre, "Bakara Suresi'nin içkiden men eden son ayetleri nazil olduğun­da Rasulullah @ içki alım-satmımı da yasak­lamıştır." Mekke'de iken Hatem'ül Enbiya'nın "Allah ve Rasulü içki alışverişini yasaklamış­tır" buyurduğunu Câbir rivayet eder. (Buhari).

b- Altın ve Gümüş Kapların Kullanımı:

Altın ve gümüş ziynetler erkeklere menedil-mişken, altın ve gümüş kapların kullanımı hem kadın hem de erkek bütün müslümanlara yasaklanmıştır. Şüphesiz, kıymetli madenler­den yapılmış kapların kullanımı, İslam'da mü-sade edilmemiş olan aşın lüks için bir iştiyakı yansıtır. Yanısıra, ülkede sağlıksız ve zararlı endüstrilerin gelişmesini muhtemelen tahrik edecek, aynı zamanda sıhhatli ve faydalı en­düstrilerin gelişmesini engelleyecektir. Kıy­metli metallerin bu şekilde ekonomiye ters kullanılışı ülkenin servetinin büyük kısmının gömülmesine yol açacak ve verimli kullanım­larından ülke mahrum kalacaktır. Bu yüzden bu madenlerin ekonomiye ters ve verimsiz alanlara akmasını önlemek gereklidir.

Ümmü Seleme'nin rivayetine göre Rasulullah @, "Kim altın ve gümüş kaplardan yer yahut içerse midesini ateşle doldurmuş olur" buyur­muştur. (Ebu'l A'la Mevdudi, 'Economic Problem of Man and its Islamic Solution', sh. 50).

Huzeyfe'den nakledilir ki kendisi Rasulullah @'ın, "Altın ve gümüş kaplardan içmeyin; bu maddelerden yapılmış kaselerden yemeyin" buyurduğunu işitmiştir. (Buhari).

Rasulullah @'m kendilerine yedi şeyi menet-tiğini ve bunlar arasında erkekler için altın yü­zük ile hem erkek hem de kadınlar için altın ve gümüş kapların olduğunu Berra b. Azİb nakleder. (Ebu'l A'la Mevdudi, a.g.e).

c- İpek ve İpekli Elbiselerin Kullanımı:

ipek ve ipekli giysilerin kullanımı erkeğe ya­saklanmıştır. Bu husus Rasulullah @'ın hadi­sinde katiyetle ortaya konmuştur. Huzeyfe,

Peygamber @'ın, "İpek yahut ipekli brokar (ipek kabartmalı kumaş) giyinmeyin" buyur­duğunu rivayet eder. (Buhari). Berâ b. Azib, içerisinde ipek ve ipekli brokarın da bulundu­ğu yedi şeyi Rasulullah @'m yasakladığını nakleder. (Buhari).

d- Eğlence Müptelalığı: İslam, toplumda kötülük ve ahlaksızlıklara kaynak teşkil ede­cek eğlence kabilinden kumar ve benzeri oyunlara, eğlenceye aşırı düşkün olmayı ya­saklar. Savurgan harcamaları teşvik eden ve ahlaksızlıkları arttıran her tür şarkı ve dansı da yasaklar.

Sağlıksız Ticaret ve Meslekler: Toplumda servet yönünden eşitsizlik ortaya çıkarması veya böyle bir eşitsizliği arttırması muhtemel olan her sağlıksız iş İslam'da yasaklanmıştır. Zararlı mesleklerin başlıca şekilleri, halka ya­rarlı ve gerekli olan mal ve hizmetlerde spe­külasyon, istifçilik, karaborsa, vurgunculuk ve tekelciliktir.

Spekülasyon: Bu, para veya mal değişimi ol­madan gerçekleştirilen bir ticari kumar çeşidi olup ulusal veya uluslararası pazarlarda mev­cut malların fiyatlarındaki suni artış veya dü­şüşlerden sorumludur. Bu gereksiz ve zararlı uygulamanın yokluğunda söz konusu piyasa­larda daha gerçekçi bir denge kurulabilir. Spekülasyon, yani ihtikâr, zengin âvâvereleri çalışmadan, çabalamadan, bir karşılık ödeme­den gelir elde etmeye teşvik ecfen sağlıksız bir meslek çeşididir. Muhtelif çeşitleri olan İhtikârın Rasulullah @ tarafından bütünüyle gaynmeşrû ilân edildiği kesindir. Bu husustaki hadislerden bazıları şöyledir: "Kim ki ihtikâr eder, elbette o âsîdir, günahkârdır" (Müslim); "Tacir nzıklanmıştır, muhtekir lanetlenmiştir" (İbni Mâce ve Dârimî); "Her kim, müslütnan-ların medarı maişetleri üzerinde ihtikâr ederse, Allah o muhtekire cüzzam illeti ve iflas şeame­ti eriştirir" (İbni Mâce, Beyhakî ve Hâkim); "Her kim kıtlık ve pahalılık kasdıyla halkın er­zakını kırk gün ihtikâr ederse, Allah'ın ahdü misakindan uzaklaşır; Allah da ondan beri olur" (Ahmed b. Hanbel ve Hâkim) ve "Muhtekir ne fena bir kuldur: Allah Teâlâ fi­yatları ucuzlatırsa adamın keyfi kaçar, yüksel­tirse o zaman ferahlar" (Beyhakî).

 

KISIM 6

 

MEDENİ HUKUK

 

İslâm medenî hukuku gayet şümullü olup fertlerin fertlere karşı olduğu kadar devlet ve­ya yönetime karşı olan haklarını ilgilendiren her tür olayı içine alır. Vakıf, sahibi bilinme­yen bulunmuş define, kefalet-rehin, kira {ka­re), satış, ortaklık (şirket), mudarebe, tarım sözleşmesi (müzara'a), bahçıvanlık akdi (müsakât), başkalarından önce satın alma hakkı (şufa), borçların devri (havale), ema­net (vedia), karşılıklı yardım ve dostluk akdi (veiâ-yi müvâlât), zorla alma (gasp), boş top­rakların ekilmesi (mevaî), avlanma, cezaların tanzim edilmesi (mevakil), vasiyet, iflas vd. gibi çok değişik problemlerle ilgili hükümler barındırır. Bir ferdin şahsî ilişkileri ve mülki­yet ile ilgili önemli kurallar aşağıda verilmiş­tir.

Borçların Devri (Havale): Havale kelimesi herhangi bir şeyin bir yerden başka bir yere nakledilmesi anlamını taşır ve hukukta borcun kefalet ve tasdik yoluyla asıl borçludan diğer bir şahsa devredilmesini ifade eder. Borcun devri Rasûlullah @'in sünnetiyle meşru kılın­mıştır: "Ne zaman fert, borcunu zengin birine devreder ve o da bunu kabul ederse artık hak zengin olandan talep edilmelidir." Borcu üze­rine alan -yani borcun devredildiği- kişinin bunu ödeyecek güçte olması esastır. Eşyaya değil borca uygulanan naklin hukuken ideal kabul edilmesi nedeniyle devrin borçla sınır­landırıldığı burada ayrıca zikredilmelidir. Bu tip bir akitte hem alacaklının hem de borcu üzerine alan kişinin muvafakati gereklidir. Havale olunanın rızası şarttır, çünkü borcu ödemeyi o taahhüt «etmektedir. Borçlunun rı­zası şart değildir; zira bu işlem onun yararına­dır; alacaklı borcu artık ilk borçluya döndüre-mez (Hidaye).

Rehin ve İpotek (Rehn): Hukuk dilinde re­hin, değeriyle karşılanabilecek bir alacak adı­na eşyanın muhafaza edilmesi anlamını taşır. Borçluluk durumunda uygulama alanına gir­mekte olup Kur'ân-ı Kerim'in şu ifadeleriyle hukukî kılınmıştır: "... Ahitleştiklerinde ahit­lerine vefa gösterenler., işte bunlar, doğru olanlardır, muttaki olanlar da bunlardır." (2: 177). "Antlaşma yaptığınız zaman, Allah'ın ahdini yerine getirin ve Allah'ı üzerinize şahit tutarak, pekiştirdikten sonra yeminleri bozma­yın. Şüphesiz Allah, yapacağınız şeyleri pek iyi bilir." (16: 91). "...Verdiğiniz sözü de ye­rine getirin. Çünkü verilen söz, sarumluluğu gerektirir." (17: 34).

Âyet-i kerime hukukî sonuç doğuracak ilişki ve antlaşmaların mutlaka yazılı hâle getiril­mesini öngörmektedir: "Eğer seferde olur da yazacak birini bulamazsanız, alınan rehinler (yeter). Birbirinize güvenirseniz, kendisine güvenilen kimse emaneti (borcunu) ödesin, Rabb'İ (olan) Allah'tan korksun. Şahitliği (gördüğünüzü) gizlemeyin, onu gizleyenin kalbi günahkârdır. Allah, yaptıklarınızı bilir." (2: 283). "Allah, size emanetleri ehline ver­menizi, insanlar arasında hükmettiğiniz za­man adaletle hükmetmenizi emreder.AUah si­ze ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah işi­tendir, görendir." (4: 58).

Kişi, Ödünç paraya ihtiyaç duyar da bunu te­minat olarak bir şey vermeden sağlayamazsa, rehin verme yoluyla sağlaması tamamen meşrudur. Rasûlullah @'in bir yahudiden üc­reti belirli bir tarihte ödenmek üzere tahıl al­dığı ve teminat olarak zırhını rehin verdiği ri­vayet edilir. (Buharİ ve Müslim). Bu yüzden bütün fakihler, rehinin meşruiyeti hakkında it­tifak etmişlerdir. Aynen kefalette olduğu tarz­da rehin, uygulaması zorunlu ve sonuç olarak meşru bir olaydır. Rehin işlemi icab (teklif) ve kabul ile tesis edilip rehin konacak temina­tın borcu verecek kişice alınması (kabı) ile teyid edilir (Hidaye).

Öncelikli Satınalma (Şüfa) Hakkı: Müba yaa fırsatı diğer insanlara tanınmadan önce bir mülkü satın alma hakkıdır. Bu Rasûlullah @'den Önce dünyanın hiçbir yerinde bulun­mayan yeni bir uygulamadır. Hukuk lisanında şüfa hakkı, satılık bir mala ortak veya komşu olanın, aynı para ile satın almak üzere başka­larına tercih olunması hakkıdır. Bu uygulama "şüfa" kelimesiyle ifade edilmiştir. Zira şüfa kelimesinin türediği kök (şûfe) birleş-me-birleştirme anlamını taşımakta olup bura­da satımı söz konusu olan topraklar şuf inin -. yani öncelikli satın alma hakkına sahip kimsenin- topraklarına birleşik-bitişiktir. (Hidaye).

İslâm Hukuku'na göre şüf*a hakkı; satılan ara­zinin mülkiyetine ortak olan kişiye, arazinin yol ve su gibi ilavelerinde pay sahibi olana ve komşuya aittir. Şüf a hakkı henüz bölünme­miş ve kendi hissesini almamış olan ortakta saklıdır. Bu şekilde Rasûlullah @ tarafından belirtilen bu kural bir çok hadislerinde de yer almaktadır: "Rasûlullah @, komşu mülkleri alma hakkının ayrılmamış-bölünmenin bütün mülklere uygulanabilir olduğunu, ancak sınır­lar tesbit edilip ayrı ayrı yollar oluşturuldu­ğunda tercih hakkının artık bulunmadığını be­yan etti." (Buharı). Rasûlullah @, tercih hak­kının ister oturulacak bir konut olsun isterse bir bahçe; paylaşılmamış hisseli her tür mülk­le ilgili olduğunu ifade etmişti. "Kendi arzu­suna göre isterse alacak, isterse satılmasına izin verecek olan ortağına haber vermeden bi­rinin kendi hissesini satması gayrımeşrûdur. Şayet haber vermeden satacak olursa diğeri bu hisseyi almaya daha çok hak sahibidir." (Müslim).

İbni Abbas Rasûl-ü Ekrem @'in, "Ortak, komşu mülkü almaya ilk hakkı olandır; şüf'a hakkı herşeyi kapsar.'1 buyurduğunu rivayet eder. (Tİrmizi). Osman b. Affatı şöyle der: "Toprakta sınırlar yükseltildiğinde artık kom­şu toprakları satın alabilmek için seçme hakkı yoktur. Şüf'a hakkı kuyu ve hurma ağaçlarına uygulanmaz." (Mâlik).

Komşunun bu hakkı Rasûlullah @'in hadisle­rinde de yer alır. Ebû Rafı', Allah Rasulü'nün; "Komşu, yakın olması dolayısıyla şüf'a hak­kına en çok sahip olandır" buyurduğunu riva­yet eder. (Buhari).

Ebu Hüreyre, Rasûl-ü Ekrem'in, "Kişi, kom­şusunun duvarına kriş koymasını engelleme­melidir" buyurduğunu nakleder (Buhari ve Müslim). Ebu Cabir tarafından yapılan riva­yette Rasûlullah @, "Komşu, tercih hakkına en çok sahip olandır. Yolları ortak ise komşu gaib bile olsa, şüf'a yüzünden gelmesi bekle­nir" buyurmuştur. (Ahmed, Ebu Davud, Tir-mizi, İbn-i Mace ve Darimi).

Arazi Kiracılığı: Zâlim ve adaletsiz olmaları yahut da faizin bazı niteliklerini barındırmala­rı sebebiyle Rasûlullah @ arazi kiracılığının birkaç çeşidini gaynmeşrû ilan etmiş, bu ni­teliklerden uzak diğer türleri serbest bırakmış­tır.

Pay Kiracılığı İMüzara'aY mn Gayrmeşrû Formları: İnsanlar arasında anlaşmazlığa se­bep olması yahut taraflardan herhangi birinin haklarına zarar vermesi muhtemel olan pay kiracılığının her formunun gaynmeşrû olduğu Rasûlullah @ tarafından bildirilmiştir.

Mahfuz Tutulmuş Arazi Hissesi: Bazen top­rak sahibi, arazinin en iyi bölümünün mahsu­lünü kendisi için saklardı. Rasûlullah @ bu uygulamayı gaynmeşrû ilan etmiştir. Rafi' bin Hadîc demiştir ki, "Medine'de verimli topraklara sahiptik; mal sahibi, bir parça ürü­nünün kendisinin, diğer parça ürünün işleyene ait olması şartıyla topraklarını ekilmek üzere kiraya verirdi. Ancak bir taraf mahsûl verir­ken diğer tarafta ürün görülmezdi. İşte bu yüzden Rasûlullah bizi bundan men etti." (Buhari ve Müslim).

Bununla birlikte, her iki tarafa eşit ve âdil ol­duğunda Peygamber @, pay kiracılığına izin vermiştir. Allah'ın Rasulü, Hayber yahudileri-ne Hayber arazisini ve hurmalarım, kendi malları ile işletmek ve mahsulün yansını müslümanlara vermek şartı ile müsâkat yap­mıştı. (Müslim). Buhari'nin naklinde meyve­lerin yansını vermeleri karşılığında Rasûlul­lah @'in Hayber'i yahudilere bıraktığı kayde­dilir. Cabir'in rivayetine göre, muhacirler ara­sında üçte bir veya dörtte bir nisbetiyle arazi kiralamayan aile neredeyse yoktu. Ebu Bekir, Ömer ve Ali'nin ailelerini de içeren bu aileler topraklan işleme karşılığında mahsulün bir kısmını vermek üzere anlaşmalar yapmışlardı. Bazı aileler ise tohumları kendilerinin sağla­maları halinde ürünün yamsıra, tohumu kira­layanın temin etmesi durumunda anlaşmaya bağlı belirli bir oranını almak üzere muhacir­leri çalıştırmışlardır. (Buhari).

Nakit Mukabili Kiralama: Peygamber @. pay kiracılığının gaynmeşrû formlarını yasak­lamış ancak altın veya gümüş karşılığında arazilerin tarım amacıyla kiralanmasına izin vermiştir. (Buhari).

İzinsiz Ekim: Başka birinin topraklarını onun rızasını almadan ekmek doğru değildir.

Rafi' b. Hadîc, Rasûlullah @'ın, "Kim diğer insanların arazilerini onlardan izin almadan ekerse mahsûlden bir hakkı yoktur; ancak masrafını alabilir" buyurduğunu nakleder. (Tirmizİ ve Ebu Davud).

Tercih Edilen Toprak Sahibidir: Rasûlullah @, toprak sahiplerinin kendi topraklarını ken­dilerinin işlemesini daha uygun gördü. Rasul-ü Ekrem @'in, 'Arazisi olan onu eksin, yahud da din kardeşine versin; kardeşi buna razı olmazsa, bunu reddederse toprağını alıkoysun" buyurduğunu Cabir rivayet eder. (Buhari ve Müslim). Râfi' b. Hadîc, amcası Züheyr'den nakleder ki, Rasûlullah'ın "Tarlalarınızı nasıl İdare edersiniz?" sorusuna amcası "Sulak ta­rafında yetişen ürünün bizim olması kaydıyla ve hurmadan, arpadan vesk (denilen ölçek)ler karşılığında kiraya veriyoruz" cevabını verdi. Allah'ın rasûlü; "Öyle yapmayınız! Bunları ya kendiniz ekiniz veya başkasına (ücretsiz ve­rip) ektiriniz ya da boş tutunuz!" buyurdu. (Bu hadisi amcasından işiten) Râfi': "İşittik ve itaat ettik" dedi (Buharî). Ve Ebû Hureyre Hz. Peygamber @'den şöyle nakletmiştir: "Tarlası ve toprağı olan kimse, onu ya kendisi eksin veya (ekmekten âciz ise mümin kardeşi­ne) versin, ektirsin, bunu da yapmazsa (kiraya vermeyip) tarlasını âtıl tutsun!" (Buharî). Hz. Peygamber @, benzer şekilde gayrımeşrû bi­çimde ziraat yapmayı men etmiş ve buna herhangi bir faiz, kumar ve şüphe unsuru taşıyan şeyi de ilâve etmiştir.

Kıraç Topraklar: Hz. Aişe Rasûlullah @'in: "Her kim, kimseye ait olmayan harap bir top­rağı imar ederse, o kimse o yere lâyıktır" bu­yurduğunu rivayet etmiştir (Buharî).

Kamu Mülkü: İbni Mâce, Hz. Peygambeı @'in "Üç şey asla men edilemez: su, ot, ateş"; yine Hz. Aişe'den nakille: "İhtiyaçtan fazla su men edilemez; kuyudan istifadeden de kimse men edilemez" buyurduğunu kaydeder.

Ebyad b. Hammal el-Ma'ribî, Hz. Peygam-ber'den Ma'rib'deki tuz ocağını kendisine tah­sisini istediğini, ancak bir başka zâtın söz ko­nusu yerin bir su kaynağı olduğunu bildirmesi üzerine Rasûlullah @'in bu su menbaını geri aldığını nakleder (Tirmizî, İbni Mâce ve Ebu Davud)

Tabii Suların Kullanımı: Peygamber @; su, pınar ve kanallarının kullanımıyla ilgili tali­matlar da tevzi etmiştir. Ebu Hureyre'nin nak­line göre Rasûlullah @, "İhtiyacınızdan fazla suyu, ihtiyaç sahiplerinden esirgemeyiniz. Bu men ile neticede ot fazlası esirgenmiş olur." buyurmuştur. (Buhari ve Müslim). "Kıyamet gününde Allah'ın yüzlerine bakmayacağı ve konuşmayacağı üç (grup) insan vardır... üçün­cüsü, ziyade suyu alıkoyandır. Allah ona, kendi gayretinle üretmediğin fazla suyu esir­gediğin gibi, bugün Ben de senden lûtfumu esirgeyeceğim' diyecek!" sözleri de Hz. Pey-gamber'den rivayet olunur (Buhari ve Müslim).

Urve'nin rivayetine göre, Zübeyr ensardan bi­riyle lav ovasındakİ anlaşmazlığa düştüğünde Rasûlullah @, "Ey Zübeyr, toprağını sula, sonra suyu komşuna sal" sözüne ensarînin "Bu, Zübeyr'in senin yeğenin olmasındandır" karşılığı üzerine Rasûluilah @'in yüz ifadesi değişti ve "Toprağını sula, Zübeyr, su tekrar yuvasına dönene kadar bekle, sonra suyu komşuna sal" buyurdu. Rasûlullah @, mesele­yi her iki taraf için kolaylaştıran öğüdü ver­dikten sonra, ensarînin kendisini kızdırması üzerine Zübeyr'in hakkını tam gözetmiştir. (Buhari ve Müslim).

Peygamber @ benzer bir kararı el-Mahzur akarsuyu için vermiştir: Topuklara erişİnceye dek su tutulacak, bunun üstüne çıkan suyun daha alt bölümlere akmasına izin verilecektir. (Ebu Davud ve İbni Mace). Şöyle buyurduğu rivayet olunur: "Kim daha önce başka bir müslümanm ulaşmadığı bir suya ulaşırsa o su ona aittir." (Ebu Davud). Semûre b. Cündeb nakleder ki, ensardan bir zatın bahçesinde kendime ait bir dizi hurma ağacım vardı; bu yüzden de sık sık bahçeye girerdim. Ailesiyle birlikte kalan ensar bundan rahatsız oldu ve Rasûlullah @'e giderek meseleyi anlattı. Rasûlullah benden hurma ağaçlarımı satmamı istedi, ben kabul etmedim; başka bİrşeyle de­ğişmemi teklif etti, razı olmadım. Ağaçları ona vermem karşılığında beni memnun ede­cek bazı şeylere sahip olacağımı anlattı, ben yine reddettim. O zaman ensara döndü ve be­nim bir sıkıntı olduğumu ifade ederek, "Git ve onun hurma ağaçlarını kes!" buyurdu. (Ebu Davud).

Gasp: Birçok hadisinde açıklıkla dile getiril­diği üzere Allah'ın Rasulü, başka bir şahsın mülkünü izinsiz almanın gayri meşru olduğu­nu belirtmiştir. Said b. Zeyd'den rivayet edil­diğine göre şöyle buyurmuştur; "Her kim zu­lüm ile bir karış yer alırsa onun büyüklüğü kı­yamet gününde boynuna dolanacaktır." (Bu-hari ve Müslim). Diğer rivayetler de şöyledir; "Zalimce hareket etmeyin; kişinin malı ancak rızasıyla alınabilir." (Beyhaki ve Darekutni). "Kim haksız yere bir yer alırsa kıyamet gü­nünde yedi kat yerin dibine batınlır." (Buha-ri), "Kim haksız olarak bir yer alırsa, o yerin toprağını taşıma zahmetine katlanması kıya­met günü kendisine emrolunur." (Ahmed), "Her kim zulmen bir karış yer alırsa, Allah o yeri ta yedi kat yerin dibine varıncaya kadar kazmasını kendisine emreder. Sonra o yeri in­sanların muhakeme olacağı kıyamet gününe kadar onun boynuna dolar." (Ahmed).

Peygamber @, diğer insanlara ait herhangi bir şeyi onların rızası olmadan almayı da yasakla­mıştır. Şöyle buyurmuştur: "Hiç kimse izni olmadan başkasının hayvanlarını sağmasın. Sizlerden biriniz en önemli odasına girilmesi­ne, anbannin (kasasının) soyulmasını ve yiye­ceklerinin alınmasını hoş karşılar mı?" (Müs­lim).

Rafi' b. Amr el-Gıfari anlatır: Küçük çocuk­ken -Ensar'm hurma ağaçlarını taşlardım. Bu yüzden Rasulullah @'m huzuruna götürül­düm. Bana sordu; "Hurma ağaçlarım niye taş­lıyorsun oğlum?" , "Yiyecek birşey elde et­mek için" diye cevapladım. "Taşlama, fakat onlardan düşen her şeyi yiyebilirsin" buyurdu. (Tirmizi, Ebu Davud ve İbn-i Mace). Yine Al­lah'ın Rasulü buyurmuştur ki, "Bahçeye giren kimse ondan yiyebilir, ancak elbiseleri içeri­sinde hiçbir şeyi alıp götüremez." (Tirmizi ve İbn-i Mace): "Bahçe sahipleri onu gündüz kollamakla yükümlüdürler; fakat gece boyun­ca hayvanlar tarafından yapılabilecek herhan­gi bir zararda sorumluluk hayvan sahipleri-nindir." (Malik, Ebu Davud ve İbn-i Mace).

İcâre (Kira): İş yaptırmak için herhangi bir kişiyi ücret karşılığı kiralamak meşrudur. Ki­ralayan acir, ücreti alacak kişi müstacir olarak adlandırılır. Bu tür bir icare, iş ve ücret açıklıkla belirtilip bilinir kılmmadıkça gayri meş­rudur. Bu hususlar Rasulullah @'ın hadisle-riyle açıklanmıştır.

Rasulullah @, üründen bir hisse ile kişilerin çalıştırılmasını yasaklamış ve onların ücret mukabilinde çalıştırılmalarını emretmiştir. (Müslim). İbn-i Abbas demiştir ki, "Rasulul­lah kan aldırdı ve hacamat yapana ücretini verdi." (Buhari ve Müslim). Ebu Hüreyre Ra­sulullah @'m "Allah, çoban olarak çalışmamış hiçbir nebi göndermemiştir" buyurduğunu; bunun kendisi için de geçerli olup olmadığını ashabın sorması üzerine, "Evet, ben de birkaç kırat mukabilinde Mekke halkı namına çoban­lık yaptım" cevabını verdiğini nakleder. (Bu­hari). Rivayet olunur ki, Rasulullah @ Ta Sin Mim Suresini Musa'nın kıssasına gelene ka­dar okumuş ve Musa iffetini muhafaza etmek ve yiyeceğini sağlamak mukabilinde sekiz ya­hut on yıl süreyle çalıştı" buyurmuştur. (Ah­med ve İbn-i Mace).

Ebu Hureyre'nin rivayetine göre Allah'ın Ra­sulü @, "Allah azze ve celle buyurdu ki; Kı­yamet gününde hasımları olacağım üç kişi vardır... üçüncüsü, çırak tutarak kendisinden istifade ettiği halde ücretini vermeyen adam­dır" demiştir. (Buhari ve Müslim). Ve Abdul­lah İbn-i Ömer, Allah Rasulü'nün, "Ücretlinin ücretini teri kurumadan ödeyin" buyurduğunu nakleder. (İbn-i Mace).

Hediye ve Hibe: Rasul-ü Ekrem @, insanlar arasındaki yakınlığı ve muhabbeti arttırmak için hediyeleşmelerinİ teşvik etmiştir. Hediye üç unsurla geçerli kılınır: Teklif, kabul ve he­diye edilen şeye iyelik. Hz. Aişe nakleder ki Rasulullah @ "Birbirinize hediye verin, zin hediye kini çekip uzaklaştırır. Bir kadın, ya­rım koyun parçası dahi olsa hediyesi dolayı­sıyla komşusunu sakın hor görmesin" buyur­duğunu rivayet eder. (Tirmizi).

Rasulullah @, insanlardan hediyeleri reddet­memelerini, aksine veren kişiye teşekkür et­melerini istemiştir. Ebu Hureyre'nin rivayeti­ne göre Rasulullah @ şöyle buyurmuştur; "Kendisine hasıl (bir tür bitki) bile sunulsa ki­şinin reddetmemesi gerekir, Hasilin hem taşı­ması kolaydır, hem de güzel kokar." (Müslim). Yine buyurmuştur ki, "Kendisine hediye verilen kimse eğer imkanı varsa mukabelede bulunsun. İmkanı yoksa takdirini dile getirsin, zira takdir eden teşekkür etmiştir." (Tirmizi ve Ebu Davud).

"Kendisine iyilik yapılan kimse bu iyiliği kar­şılığında hayır sahibine güzel bir mükafat ver­mesini Allah'tan dilerse ve bunu hayır sahibi­ne açarsa şükrünü tamamiyle ifa etmiş olur." (Tirmizi).

Hediyelerini geri alan şahısları Peygamber @ lanetlemiştir. Şöyle buyurmuştur: "Hediyesini geri almaya çalışan kişi kustuktan sonra döne­rek kustuğunu yiyen köpek gibidir." (Buhari), "Babadan başka hiç kimse verdiği hediyeyi geri alamaz." (Nesei ve Ibn-i Mace),' "Hibe edip de sonra ondan dönmek kişiye helal ol­maz; yalnız babanın evladına verdiğinden dönmesi müstesna." (Ebu Davud, Tirmizi, Nesei ve İbn-i Mace). Mamafih baba hibe ola­rak verdiğini ancak aynı durumda ise alabilir, durumu herhangi bir şekilde değişmiş ise artık geri almak için onda hak iddia edemez. Mese­la, bir arazi söz konusu İse ve şayet onun üze­rine bir bina yapılmış ise, arazinin durumu de­ğiştiğinden veren kişi artık talepte bulunamaz.

Bununla birlikte, hediye ve benzeri bağışlar hususunda varisler arasındaki ayırımı Rasu-lullah @ kınamıştır. Bu tür davranışların va­risler arasında husumet ve çekişme oluşturma­sı muhtemeldir. Nu'man b. Beşir'den rivayet olunduğuna göre, babası kendisini Rasu-lullah'a getirerek, "Ben, bir kölemi bu oğluma bağışladım" demiş. Peygamber @, "Her çocu­ğuna bunun gibi bir köle bağışladın mı?" diye sormuş, babanın hayır demesi üzerine Allah'ın Rasulü, "O halde onu geri al" buyurmuştur. Bir başka rivayette Rasul-ü Ekrem @, "Ço­cuklarının sana itaatte müsavi olmaları seni memnun eder mi?" diye sormuş "Evet" deyin­ce, "O halde yapma" buyurmuştur. Bundan sonra Beşir dönerek hediyesini geri almıştır. Diğer bir rivayette ise Peygamber @, "Al­lah'tan korkun ve çocuklarınız arasında adil olun" buyurmuş ve devam etmiştir: "Ben zul­me şahitlik yapmam." (Buhari ve Müslim).

Vakıf: Ebu Hanife'ye göre hukuk terminolojisinde vakıf, belirli bir eşyanın mülkiyet itiba­rıyla vakfeden kimsede kalacak, ancak sağla­yacağı menfaatin tıpkı ariyyede olduğu gibi tasadduk edilecek tarzda alıkonulmasını belir­tir. İki talebesi nezdinde ise vakıf, o mülkün sahiplik hakkını vakfeden şahsın kaybedece­ği, menfaati Allah'ın kullarına ait olmak üzere Allah'ın mülkü olacağı ve artık ilahi mülkiyet kurallarına bağlı kalacağı türden bir alıkoyma anlamına gelir. Onlar bu işlemi mutlak olarak değerlendirirler, bu yüzden de vakfedilen mal hediye, sadaka veya satış yoluyla ne uzaklaş­tırılır ne de yeniden sahiplenir; ona varis de olunamaz. (Hidaye).

Muhammed b. Ka'b'dan rivayet olunur ki, İs­lam'daki ilk vakıf bizzat Rasulullah @'ın mül­künden yapılandı. Ve o dönemden bu yana vakıf müslümanlara özgü olarak değerlendiri­lir. Ölümü halinde bütün mal varlığının Rasu­lullah @'a verilmesini vasiyet eden Muhuri, Uhud Savaşı'nda şehit olmuş, Rasul-ü Ekrem de Muhuri'den kendisine kalan mülkü vakıf mülkü haline getirmiştir. Geliri (Devlet Baş­kanı olarak) Peygamber @'ın genel masrafla­rını karşılamakta kullanılan bu ilk vakf Beni Nadir'in yedi bahçesini de kapsamaktaydı: (1) el-A'vef, (2) es-Safiye, (3) ed-Delal, (4) el-Musib, (5) Bürgi, (6) Hüsna ve (7) Müşre-be-i Ummü İbrahim. Bu sonuncusu İbrahim'in annesi Meryem Kıbti'nin aynı bahçede yaşa­masından dolayı böyle adlandırılmıştır. Mu­hammed b. Ka'b el-Kurazi bu yedi bahçenin Allah Rasulü'nün vakıflarının bir parçası ol­duğunu nakleder. Ömer b. Hattab, Rasulullah @'m savaş ganimetleri arasında üç özel ve gü­zide arazisi bulunduğu anlatır; İlki, genel ve arazi harcamalarını karşılamak üzere tutulan Beni Nadir arazisi; ikincisi, misafir ve yolcu­lara has kılınan Fedek arazisi; üçüncüsü, hal­kın İstifade ettiği Hayber vakfı. Rasul-ü Ek­rem @ ganimetin beşte birlik kısmından olu­şan humusu da üç kışıma ayırır, bunlardan ikisini genel olarak müslüman halka ayırır, üçte birlik bölümünü kendi ev masraflarını karşılamakta kullanırdı. Eğer artan olursa bu­nu da yoksul muhacirler arasında bölüştürür­dü. (Tabakat).

Rasulullah @ herhangi bir arazi ya da mülkün hayat boyunca veya İlelebet tasadduk edilmesine izin vermiştir. İbn-i Ömer'den rivayet olunduğuna göre, babası Hayber'de bir arazi almış ve Peygamber @'e gideren, By Allah'ın Rasulü, Hayber'de öyle bir yer ele geçirdim ki, şimdiye kadar kazandıklarımdan daha de­ğerlidir. Bu arazi hususunda ne yapmamı em­redersiniz" demiştir. O da, "İstersen aslını sa­tılmayacak, bağışlanmayacak bir mülk kılar ve ürününü sadaka olarak dağıtırsın" buyur­muştur. Bunun üzerine Ömer b. Hattab o yeri, aslı satılmamak, bağışlanmamak ve varis olu­namamak şartı ile vakfederek gelirini yoksul­lar, yakın akrabalar, köleler, Allah yolunda olanlar, yolcu ve misafirler arasında tasadduk etti. Arazi mütevellisinin vakıftan ma'ruf üze­re doymasında yahut bir başkasını doyurma­sında biriktirmemesi kaydıyla bir beis olma­yacaktı. (Buharı).

Vakıfla ilgili bir misal olması bakımından Sa'd b. Ebu Vakkas'ın mal varlığını tasadduk etmekle ilgili isteği bu bölümde "Vasiyetler" başlığı altında zikredilmiştir; Sa'd bütün mal varlığını hayır amacıyla vasiyet etmek için peygamber @'dan izin istemiş, ancak Pey­gamber @ müsaade etmemiştir. Bunun üzeri­ne malının üçte birini hasenat yolunda verme­yi teklif ettiğinde Rasulullah @ rıza göstermiş ve üçte birlik bölüm tasadduk edilmiştir. Bun­lar; gelirleri ister belirlenmiş, isterse belirlen­memiş olsun hayır-hasenat gayesine yönelik harcanması kaydıyla insanların mülk ve var­lıklarını vakıf formu altında bağışladıkları Rasulullah @ dönemine ait bir kaç örnektir. Bir kısmı sürekli vakıf hükmünde iken diğer bir kısmı yalnızca hayat boyu verilmiş olup vakfedenin ölümünden sonra onun varislerine kalmaktaydı.

Rasulullah @ ömür boyunca verilen bağışlan da tasvip etmiştir. Şu ifadeler O'ndan nakledi­lir:. "Bir evin ömür boyunca kullanıma veril­mesi hibedir" (Buharî ve M,üslim). "Böyle bir mal, hibe edilen şahsın mirasının bir par­çasıdır" (Müslim). Ve: "Kim kendisine ve furu'una verilmiş bir mülke sahipse, o mülk verilene aittir; verene geri dönmez, zira miras . olabilecek bir hibe vermiştir" (Buhari ve Müs­lim). Cabir, Rasulullah @'m caiz gördüğü umrânm ancak ve ancak "Bu (hane) senin ve senin çocuklarına aittir" diyerek yapılan oldu-

ğunu; "Yaşadığınız müddetçe bu (hane) senin olsun" diyerek yapılanın ise ölümden sonra sahibine,(hibe eden şahsa) döneceğini rivayet eder. (Buhari ve Müslim). Ayrıca Rasul-ü Ekrem @ insanların rukbâ (veren ve alandan birinin ölümü üzerine malın hayatta kalana ait olması şartıyla yapılan bağış) ve Umrâ (mül­kün verilen şahsa ait olacak tarzda yapılan ba­ğış) yapmalarım kerih görmüştür, zira her iki İşlemden herhangi biri yapıldığında mülk ar­tık verilenin varislerine kalmaktadır. (Ebu Da-vud).

Buluntu (Lukata): Rasulullah @ yerde bulu­nan ve emanet kastıyla bir başkası tarafından saklanılan eşyalarla ilgili düzenlemeler de ge­tirmiştir. Zeyd b. Halid-i Cuheni rivayet eder ki, bir adam gelerek lükatanm hükmünü sor­du. Rasulullah @, "Onun kabını, bağım ve içindekini iyice öğren; sonra onu bir sene bo­yunca ilan et. Eğer sahibi gelirse iade edersin, gelmezse dilediğin gibi hareket et" buyurdu. Adam, "Ya bulunan koyunlar?" dedi. Rasul-ü Ekrem, "Onlar ya senin, ya din kardeşinin, ya da kurdundur" buyurdu. Adam, "Ya bu deve­ler?" diye sordu. "Onlardan sana ne, onların su tulumları ve tabanları yanlarındadır. Sahip­leri onları buluncaya kadar suya gelir ve ağaç­tan otlarlar" buyurdular. (Buhari ve Müslim). Yine Zeyd b. Halid'den rivayet olunur ki Ra­sulullah, "Her kim bir kayıp hayvanı barın-dırırsa, o hayvanı bildirmedikçe kendisi dala­lettedir" buyurmuştur. (Müslim).

Rasulullah @'m şöyle buyurduğu nakledilir: "Lukata büyük bir kasabada ve işlek bir yolda bulunmuşsa, onu bir yıl süreyle ilan edin. Şa­yet sahibi gelirse onu iade edin, sahibi gel­mezse o artık sana aittir; bulunma yeri kadim zamanlardan beri boş kalmış bir yerse yahut kalıt, cahiliye dönemine ait saklanmış bir ha­zine ise beşte bir oranında tediyeye tabidir.(Nesei ve Ebu Davud).

İyad b. Himar'dan rivayet edilmiştir ki Rasu­lullah @, "Her kim bir kayıp bulursa hemen adaletli iki kimseyi şahit tutsun ve bulunan şeyin kabını, bağım iyice öğrensin. Sonra giz­lemesin, kaybetmesin. Şayet sahibini bulursa ona versin. Sahibi ortaya çıkmazsa o mal Al­lah'ındır; onu dilediğine verir." buyurmuştur.

(Ahmed, Ebu Davud ve Darimi). Peygamber @'ın baston, kamçı, ip ve benzeri sıradan eş­yaları bulanın kullanmasına ruhsat verdiği nakledilir. (Ebu Davud).

Borç, İflas ve Kefalet: Rasulullah @, borçla­rını alacaklı kişilere ödemeleri için, borçlarını ödeyemeyen insanların mallarının satılması gerektiğini belirterek ilgili kuralları ortaya koymuştur. Ebu Hüreyre'den Rasulullah'ın, "Bir kimse iflas etmiş birinin yanında kendi malını bulursa, onu en fazla hakedendir" dedi­ğini nakleder. (Buhari ve Müslim). Ebu Said-i Hudri'nin rivayetine göre, Rasulullah devrin­de bir zat satıh aldığı yemişlerde zarar etmiş ve borcu çoğalmıştı. Rasul-ü Ekrem, "Ona sa­daka yeriniz" buyurdu ve halk o şahsa tasad-dukta bulundu, ancak bunlar da borcu karşıla­maya yetmedi. Bunun üzerine Peygamber @ alacaklılara, "Ne bulursanız alın; lakin sağlayacağınız hepsi bu kadardır." buyurdu. (Müs­lim).

Ebu Rafi'den rivayet olunduğuna göre, Rasul-ü Ekrem @ bir şahıstan ödünç bir deve almış, sonra kendisine sadaka develerinden gelmişti. Rasulullah @, o şahsa küçük deveyi iade et­mesini Ebu Rafi'ye emretti. Ebu Rafi'nin, "Yedi yaşında yetişkin develerden başkasını bulamıyorum" demesi üzerine, "Onlardan bi­rini ver; zira insanların en hayırlısı borcunu en iyi tarzda ödeyendir" buyurdu. (Müslim).    -

Sa'd b. el-Etvel, kardeşinin geride üçyüz dinar ve birkaç genç çocuk bırakarak vefat ettiğini, kendisinin'bu parayı çocukların yetiştirilmesi için kullanmak istediğini anlatır ve devam eder; ancak Rasul-ü Ekrem @, "Kardeşin bor­cundan dolayı bağlıdır, onun adına borçlarını öde" buyurdu. Ben de bu emri yerine getirdim ve dönerek Rasulullah @'a kardeşimin borçla­rını biri dışında ödediğimi, ancak iki dinar alacaklı olduğunu söyleyen fakat delil göste­remeyen bir kadının arta kaldığını haber ver­dim. "Onu ver, çünkü o kadın doğru söylü­yor." cevabını verdi. (Ahmed). Anlatılır ki, Muaz b. Cebel çok alicenap bir karektere sa­hipti; bütün mülkünü borca bağlamıştı. Rasu-lullah'a giderek alacaklıları ile konuşmasını rica etti, fakat Allah'ın Rasulü onun mallarım satışa çıkarttı ve sonuçta Muaz'a hiçbir şey kalmadı.

Rasulullah @, borçluların borçlarını bağışla­malarını yahut tehir etmelerini alacaklı duru­mundaki kişilere tavsiye etmiştir. Şöyle bu­yurduğu rivayet edilir: "Darlık içinde bulunan kimsenin borcunu erteleyen veya affeden kişi­yi Allah kendi koruması altına alır." (Müs­lim). Kur'an-ı Kerim bu davranışı şu ifadele­riyle alacaklılara öğütler:

"Eğer (borçlu) zorluk içindeyse, ona elverişli bir zamana kadar süre (verin). (Borcu) sadaka olarak bağışlamanız ise; eğer bilirseniz sizin için daha hayırlıdır." (2:280). Bu ayet-i keri­me, borcun ödenmesi için daha fazla süre ver­meye alacaklıyı icbar etme selahiyetini mah­kemelere tanımaktadır. Bazı özel durumlarda borcun tamamını ya da bir kısmını bağışlama mahkemelerin yetkileri arasındadır. Bununla birlikte Rasul-ü Ekrem @, insanları borçlarını ödemeleri hususunda şiddetle uyarmış, aksi takdirde Allah'ın gazabını üzerlerine çeke­ceklerini bildirmiştir. Alacaklı tarafça bağış­lanmadığı müddetçe borç her kayıt ve şart al­tında ödenmelidir; bu müslümanlann yüküm­lülükleri arasındadır. Burada hem Rasulullah @'m şu sözleri zikredilebilir: "Kim başkaları­na ait olan malları ödemek amacıyla alırsa Allah onun adına borcunu öder, fakat kim is­raf etmek kasdıyla alırsa, Allah da onu itlaf eder." (Buhari), "Gerçekten şehidin borçtan başka her günahı affedilir." (Müslim), "Mü­minin ruhu ödenene kadar borcuna bağlıdır." (Ahmed, Tirmizi, İbn-i Mace ve Darimi) ve "Men ettiği günah-ı kebair'den sonra Allah'ın indinde insanın huzuruna getireceği en büyük günah, karşılayacak bir şey bırakmadan borç içerisinde Ölmesidir." (Ahmed ve Ebu Da­vud).

Borçların ödenmesi o derece önemlidir ki, müminler vefat eden bir şahsın mallarını da­ğıtmadan önce borçlarını temizlemekle emro-lunurlar:"Yapacakları vasiyetten ya da borç­tan sonra geriye bıraktıklarınızdan dörtte bir onlarındır... yapacağınız vasiyetten ya da borçtan sonra geriye bıratıklarınızdan sekizde biri onlarındır..." (4: 12).

Borçları ifanın vasiyeti yerine getirmeye göre bir önceliğe sahip olduğu hususunda bütün müslüman ümmet tam bir fikir birliği içerisin­dedir. Diğer bir deyişle, önce borç ödenmeli, sonra vasiyetler yerine getirilmeli ve tereke bölünmelidir. "Ticari muameleler" başlığı al­tında açıklandığı üzere borçlanma şartlarının yazııması mutlaka gereklidir. (2:282).

Kefaret: Rasulullah @ ödünç verme, borçlan­ma yahut suç işleme durumlarında borçlunun borcunu ödemek üzere, suçlunun ise cezalan­dırılmak veya para cezasını çekmek amacıyla belirli bir yer ve zamanda hazır bulunmasını garanti etmek için zatı veya malının kefil veya rehin alınmasına müsade etmiştir. Hamza b. Amr Eslemi'nin anlattığına göre Halife Ömer b. Hattab kendisini sadaka toplayıcısı olarak göndermişti. Hanımının cariyesi ile gayri meşru bir ilişki kuran şahsın cariyeyle birlikte Ömer'in huzuruna gelmesini sağlamak ama­cıyla Hamza zanilerden özel teminat almıştır. (BuhariJ. Cerir ve Es'ad mürtedlerle ilgili ola­rak İbn-i Mesud'a, "Bırak pişman olsunlar; onlar için (şahsi) kefaret al yeter" demişler, akrabaları tarafından kefil olunan mürtedler de pişmanlık duyduklarını ifade etmişlerdir. Hammad'a göre, kefil olunan şahıs vefat etti­ğinde ketıl olan şamstan sorumluluk düşerken Hakime göre bu sorumluluk devam eder. (Buhari).

"Ana-babanm ve akrabaların geride bıraktık­ları mirasa hak sahibi varisler atadık. Yemin­lerinizin bağladığı kimselere paylarını verin." (4:33) ayet-i kerimesi hakkında Sa'd b. Cü-beyr İbn-i Abbas'tan şu rivayette bulunur: "Muhacir Medine'ye geldiğinde Rasulullah'm muhacir ve ensar arasında kurduğu kardeşlik bağı nedeniyle Ensar'a varis olurlardı ve En-sar'in akrabaları mirastan payı olamazdı." "Ana-babanın ve akrabaların ..." (4:33) ayeti­nin nüzulü Ensar ve Muhacir arasındaki mi­rasla ilgili kardeşlik bağını kaldırdı. Ayetin "Yeminlerinizin bağladığı kimselere paylarını verin" kısmı, karşılıklı öğütleşme, anlaşma ve işbirliğinin devam ettiğini açıklıyordu." (Buhari). Hz. Aişe, "Rasulullah'm vefat ettiği za­man, zırhı 30 sa' arpa karşılığı rehinde idi" der. (Buhari). Rasulullah @'m şöyle buyurdu­ğu rivayet edilir: "Binit hayvanı rehin olduğu zaman,  nafakası (verilmek şartıyla) binilir.

Sağım hayvanı rehin olduğu zaman onun sütü de nafakası verilerek içilir. Rehin bırakılan hayvanın nafakası ona binen, sütünü içen kimse üzerine vaciptir." (Buhari), "Zamanın­da fidyesi ödenmeyen rehin mal, sahibi açı­sından kaybedilmiş değildir. Rehinin değerin­deki her artış sahibinindir; her düşüşe katlana­cak yine sahibidir." (Şafii).

Enes, "Hiç şüphesiz, Rasulullah kendi zırhını arpa taneleri karşılığında rehine verdi" demiş­tir. Hz. Aişe'de; "Allah'ın Rasulü belirli bir süre ile bir parça yiyeceği veresiye aldı ve karşılığında zırhını rehin verdi" demiştir. Ebu Hüreyre'nin rivayetine göre Rasul-ü Ekrem {§> şöyle buyurmuştur: "Rehin olan hayvana na­fakası mukabilinde binilebilir, kendisine yapı­lan harcama karşılığında sütü içilebilir. Hay­vana binen yahut sütünü içen kişi masrafı te­darik etmelidir." (Buhari).

Mal ve Mülke Verilen Zarar: Haram b. Sa'd b. Muhayysia'mn naklettiğine göre. Ber« h Azib'e ait dişi bir deve bir bahçeye girin hasa­ra yol açtığında Allah'ın Rasulü bançe sahip­lerinin bahçelerini gün boyu korumakla so­rumlu olduklarını, fakat geceleri hayvanlara yapılan zararda mesuliyetin hayvan sahipleri­ne ait olduğunu belirtti. (Malik, Ebu Davud ve İbn-i Mace). Ebu Hureyre de, bir yiyecek ayakla çiğnenmişse tazminat ıstenemeyeceğini, yangın durumunda da aynı şeyin soz Konu­su olduğunu Rasulullah @'m beyan ettiğini ri­vayet eder.

Yönetimle İlgili Kurallar: (Ayrıntılı bilgi için I. ciltte 'Yönetici ve Devlet Adamı' bölü­müne bakınız).

Rasulullah @ yönetim ve yöneticinin hali ile ilgili birçok kural ve düzenlemeler koymuş, bizzatihi uygulamalarıyla bunun en iyi bir mi­salini oluşturmuştur. Yönetimdeki mevkiler için aşırı hırslı olan ve peşine düşen insanları bu görevlere getirmemiş ve şöyle buyurmuş­tur: "Hayırlı insanlar içerisinde öyleleri vardır ki, bu göreve gelene kadar ondan hiç mi hiç hoşlanmazlar." (Buhari ve Müslim). Sahtekar­ca hareket eden yöneticiyi en kötü yönetici olarak değerlendirmiştir; "Müslümanlar üze­rinde yetki sahibi iken onlara karşı hıyanet üzre ölen her yöneticiye, Allah cennetini ha­ram kılar." (Buhari ve Müslim). Adil yönetici­lerin şeref sahibi kılınacaklarını haber vermiş­tir: "Allah'ın indinde Kıyamet günü kullan arasında en güzel makam sahibi adil ve şef­katli emir olacaktır: Allah'ın indinde. Kıyamet günü en kötü makam sahibi ise zalim ve in­safsız yönetici olacaktır." (Beyhaki). Ayrıca emir sahiplerine meseleleri insanlar için ko­laylaştırmalarını, zorl aştırmamalarını emret­miştir. (Buhari ve Müslim).

Rasulullah @, kanun ve düzenin korunması ve emir sahiplerine itaat edilmesi üzerinde ıs­rarla durmuş, lakin yaratıcıya isyanın söz ko­nusu olduğu durumlarda bunların geçerli ol­madığını belirtmiştir. (Müslim, Buhari ve Şer-hüs Sünne). Buyurmuştur ki: "On ya da daha fazla kişiyi yönetmiş her kimse kıyamet gü­nünde Allah'ın huzuruna elleri boynuna zin­cirli olarak gelecek, ya iyilikleri ile serbest bırakılacak ya da günahları yüzünden mahvo­lacaktır." (Ahmed). İyi bilinen bir hadisinde de şöyle buyurmuştur: "Her biriniz çobansınız ve her biriniz güttüğünüzden mesulsünüz." (Buhari ve Müslim). Yetki sahibi insanlara Allah'tan korkmalarını ve adilane hareket et­melerini tavsiye etmiştir. (Ahmed).

Adlî Kurallar: Rasulullah @, insanlar arasın­daki anlaşmazlıkların mahkemelerde çözüm­lenmesi için belirli kuralları ve hakimler tara­fından adaletin uygulanması ile ilgili hukuki prosedürü ortaya koymuştur.

 

KISIM 7

 

YASAKLAYICI TEDBİRLER

 

Yapılması teşvik edilen ölçüleri görüştükten sonra şimdi de toplumda sosyal adalet hedefi­ne ulaşabilmek için devlet tarafından benim­senen yasaklayıcı tedbirleri mütalaa edelim.

 

Faiz (Riba)

 

İslam'da menedilmiş unsurlardan ilki faizdir. İslam, faizi ekonomik, sosyal ve ahlaki açıdan topluma zararlı iktisadi bir kötülük sayar. Bu' yüzden de Kur'an-ı Kerim müslümanlara faizi almalarım ve vermelerini yasaklar. Ancak bu kötülüğün toplumun ekonomik ve sosyal ha­yatına derince kök salması sebebiyle ortaya çıkabilecek gereksiz güçlük ve rahatsızlıktan kaçınmak için yasaklama hükmü tedrici ola­rak sunulmuştur. (Ebu'1-A'la Mevdudi; 'The Meaning of the Quran', c.IL sh. 62).

a- Kur'an-ı Kerim'in konuyla ilgili ilk ayeti insanlara sadece faizin ferdi veya toplumsal varlığa  hiçbir   şey  eklemeyeceğini,   aksine azaltacağını hatırlatır. "İnsanların malında art­sın diye verdiğiniz faiz Allah katında artmaz. Ama Allah'ın rızasını isteyerek verdiğiniz ze­kat, işte onu verenlerin serveti kat kat artar." (30: 39).

b- İkinci ayet müslümanlara eğer başarılı bir hayatı, huzuru, gerçek ve ebedf saadeti isti­yorlarsa birleşik faizi (murabaha) almamaları­nı emretmektedir. "Ey iman edenler, kat kat arttırılmış faizi yemeyin. Allah'tan korkup sa­kının, umulur ki kurtuluşa erersiniz." (3: 130). "Faizin ihdas edilmesi, alacaklı kişilerde aç­gözlülük, hırs, cimrilik ve bencillik; faizi öde­mek zorunda kalanlarda ise nefret, öfke, düş­manlık ve kıskançlık oluşturur. Bu nedenle Allah faizi kınayıp haram kıldı; onun panzehi­ri olarak infakı emretti." ('The Meaning of the Quran\ c.I, sh. 99).

c- Bazı insanların alışveriş ile faizi birbirine karıştırmaları ve aralarında pek bir fark bula­mamaları üzerine Kur'an-ı Kerim bu yaklaşı­mın kerih sonuçları hakkında onları uyarıp bu şeytani uygulamadan uzak durmalarını şu ifa­delerle tembih eder: "Fakat faiz (riba) yiyen­ler şeytanın dokunup çarptığı kimsenin kalktı­ğı gibi kalkarlar. Bu, onların: 'Alışveriş de fa­iz gibidir' demelerinden dolayıdır. Oysa Al­lah, alışverişi helal, faizi ise haram kılmıştır. Kim Rabbinden öğüt geldikten sonra faizden vazgeçerse, artık geçmişi kendisine, işi de Al­lah'a aittir. Kim de faize geri dönerse, artık onlar ateş ashabıdır, orada ebedi kalacaklar­dır. Allah faizi yok eder de, sadakaları arttırır. Allah günahkar kâfiri sevmez." (2:275-276).

Bu ayette, "faizle borç veren, deli bir adama benzetilir. Deli insan nasıl hastalıklı aklı yü­zünden anlayışını kaybederse, benzer şekilde faizle borç veren kişi de para kazanmakla o kadar meşgul olur ki artık sağduyusunu kay­beder. Duygusuz sersemliği ve arsızlığı o de­rece ileridir ki, kendi bencillik ve açgözlülü­ğünün insan sevgisine, insan kardeşliğine ve dostluk hissine nasıl köklü bir darbe vurduğu­na ve insanlığın genel maslahatını nasıl yoket-tiğine aldırmaz. Bir çok kimseye zarar vererek zengin olmasını umursamaz, bu dünyada işte bu şekilde deli gibi hareket eder. Kıyamet Gü-nü'nde de tıpkı deli gibi dirilir; zira kişi, Ahi-ret'te bu dünyada öldüğü hal üzere diriltile-cektir." (The Meaning of the Quran', c.II, sh. 201-205, Dipnot 316).

Aynı ayet-i kerime aşağıda sıralandığı üzre kâr ve faiz arasındaki temel farkları da aydın­latır:

1- Alıcı ile satıcı arasındaki kâr tesbiti eşit şartlarda yapılmaktadır. Alıcı ihtiyaç duyduğu maddeyi ücret karşılığı edinirken, satıcı da bu maddeyi alıcının hizmetine sunarken kullan­dığı zaman, iş ve beyin gücü karşılığında kâr elde eder. Faiz olayında, bunun aksine borçlu zayıf konumu sebebiyle krediyi verenle eşit şartlar altında muahede yapamaz. Tefeciye gelince, kâr olarak değerlendirdiği sabit mik­tardaki faizi elde eder. Şayet borçlu ödünç.aldığı parayı kişisel ihtiyaçlarını karşılamakta kullanırsa zaman faktörü ona kesinlikle hiç­bir fayda sağlamaz. Eğer bu parayı ticaret, en­düstri, tarım ve benzeri alanlara yatıracak olursa eşit oranda kâr ve zarar etme şansı var­dır. O halde faizle ödünç vermek bir tarafa sa­bit ve emin bir kazanç sağlarken diğer tarafa zarar getirmekte; yahut bir tarafa kesin ve gü­venilir bir kâr getirirken diğer tarafa şüpheli ve belirsiz bir kâr tedarik etmektedir.

2- Tacir, yüksek de olsa ancak bir kez kâr ta­lebinde bulunur, fakat tefeci zaman aşımı ile artacak şekilde tekrar tekrar defalarca faiz is­temeye devam eder. Borçlunun ödünç aldığı para üzerinden sağlayacağı kazanç ne kadar büyük olursa olsun, herşeyden önce kendi içinde sınırlıdır; ancak tefecinin kendi parası üzerinden talep edeceği faizin bir haddi yok­tur. Bazen tefeci borçlunun bütün kazancını alır, hatta geçim vasıtalarının veya kişisel varlığının hepsine el koyar da hâlâ borçluya karşı ödünç verilen zamanki borç miktarına malik olur.

3- Ticarette, satılan madde ve ücreti el de­ğiştirir değiştirmez alışveriş sona erer. Bun­dan sonra alıcının satıcıya tekrar bir şeyler vermesi gerekmez. Mobilya, ev, arazi vb. ki­ralarına gelince, ödünç alman eşyanın aslı sar-fedilip tüketilemez ve kararlaştırılan sürenin bitiminde sahibine geri verilir. Fakat alınan para borçlu önce bu ana parayı sarfetmek, sonra yeniden oluşturmak, kredi verene fai­ziyle birlikte iade etmek zorundadır. Böylece borçlu iki riskle karşı karşıyadır; hem borç al­dığı ana parayı yeniden üretmek, hem de faizi karşılayacak parayı kazanmak.

4- Ticaret, endüstri, tarım vb. ile uğraşanlar zaman, iş ve beyin gücü sarfederek kazanç sağlarlar. Oysa tefeci kendi payına hiçbir ris­ke atılmaksızın, iş gücü de harcamaksızm, sa­dece ihtiyacı dışındaki parasını vererek borç­lunun kazancının en büyük hissadarı olur. Bir dereceye kadar o, herhangi bir kazanç sağla­nıp sağlanmadığına, ne oranda kâr edildiğine ve hatta zarar edilip edilmediğine bile bakıl­maksızın sabit ve garantili bir kârı hakkeden ortak mesabesindedir.

Yukarıda anlatılanlardan, iktisadi yönden bile alışverişin toplumda yapıcı bir etkisinin oldu­ğu, ancak faizin toplumu yıkıma sürüklediği açıklıkla ortaya çıkmaktadır. Faiz, ahlâki yön­den ise, bizzat kendi niteliği yüzünden karlık, bencillik, gaddarlık, katı kalplilik, paraya ta­pınma gibi kötü özelliklere yol açar; dostluk ve yardımlaşma ruhunu öldürür. Bu yüzden faiz, gerek iktisadi gerekse ahlaki yönden top­lum için yıkıcıdır." (Mevdudi, a.g.e, c.I, sh. 99).

Diğer taraftan, infak iktisadi refaha yol açar. "Şayet toplumun zenginleri paralarını kendile­rinin ve bakmakla yükümlü oldukları kimse­lerin ihtiyaçlarını karşılamak için serbestçe harcasalar ve servetlerinin bir bölümünü ihti­yaçlarını gidermeye güçleri yetmeyen yoksul­lara dağıtsalar, faizsiz olarak işadamlarına ödünç verseler, ortaklık esaslarına göre bir işe yatırım yapsalar yahut sosyal hizmetlerin gö­rülmesi için hükümetlerine faizsiz borç verse­ler; ticaret, endüstri, ekonomi vb. elbette geli­şecek ve hayli yüksek bir düzeye erişecektir. Milli servet standardı daha da yükselecek ve faizin yasal olduğu ülkelerle mukayese edildi­ğinde üretim daha da fazla olacaktır. Bu yüz­den, bir toplumun gelişmesini faizin engelle­diği, infakın ise kalkınmayı hızlandırdığı açıktır. ('The Meaning of the Quran'. c.I, sh. 201-205, dipnot, 320).

d- Sonra, faizi yasaklayan ve İslam toplu­munda gayri meşru İlan eden nihai emir geldi:

"Ey iman edenler, Allah'tan korkup sakının ve gerçekte inanıyorsanız, faizden artakalan kıs­mı bırakın. Eğer böyle yapmazsanız, Allah ve Rasulü'ne karşı savaş açtığınızı bilin. Şayet tevbe ederseniz, ana sermayeniz sizindir. Haksızlık yapmayın, siz de haksızlığa uğratıl­mazsınız. Eğer borçlu darlık içerisinde ise, ona elverişli bir zamana kadar süre verin. Borcu sadaka olarak bağışlamanız ise, eğer bilirseniz, sizin için daha hayırlıdır." (2: 278-280).

e- Müslümanlar  faizden   kaçınıp   Allah'ın hükmüne itaat etmekle emredilirler; aksi tak­dirde faizden men edilen fakat faiz almaya devam eden yahudilerle aynı akıbete katlanacak­ları hususunda uyarılırlar: "Bu, onların nehye-dildikleri halde faiz almaları ve haksız yere

insanların mallarını yemeleri nedeniyledir. İç­lerinden inkar edenlere pek acıklı bir azab ha-zırlamışızdır." (4:161).

 

Hadisler

 

Kur'an-ı Kerim'in riba yasağıyla ilgili çeşitli ayetlerinin anlamlarını Rasulullah @rın asha­bına nasıl açıklandığını göstermek amacıyla hadis-i şeriflerinden bir kaçının burada akta­rılması uygundur:

1- Rasulullah @'m, kan ve köpeğin parasın­dan, döğme yapmak ve yaptırmaktan, faiz ye­mek ve yedirmekten nehyettiğini, resim yapa­nı da lanetlediğini Avn b. Ebi Cuhayfe baba­sından rivayet eder. (Buhari).

2- Abdullah b. Mes'ud Rasul-ü Ekrem @'ın, ribayı alana da verene de, yazana da şahitlik edene de la'net ettiğini nakleder. (Müslim ve Tirmizi).

3- Cabir'in rivayetine göre Rasulullah @, faiz yiyene, yedirene, yazana ve şahitlik yapana la'net etmiş ve  "Onlar müsavidir" buyurmuş­tur. (Müslim).

4- Rasulullah @, Veda Hacc'mda irad buyur­duğu Veda Hutbesi'nde faizin yasaklandığını şu sözleri ile ilan etmiştir:

"Faizin her türü iptal edilmiştir, lakin borcu­nuzun aslını vermek vacibtir. Ne zulm ediniz, ne de mazlum ve mağdur olunuz. Allah'ın em­riyle faizcilik artık yasaktır. Cahiliyyetten kal­ma bu çirkin adetin her şeklini işte ayaklarım altında çiğniyorum. İlk kaldırdığım faiz de Abdulmuttalip oğlu Abbas'ın faizidir." Bu sözleriyle, örnek olması için amcası Abbas'a faiz borcu olan insanların faizlerini iptal etti­ğini ilan etmiştir. (İmam-ı Malik; Muvatta).

Yukarıda zikredilen Kur'an-ı Kerim ayetleri ve Rasulullah <2>'m bu ayetlere yaptığı izahlar şüpheye mahal bırakmayacak şekilde faizin yasaklandığını ve İslam toplumunda gayri meşru ilan edildiğini gösterir.

Arapça "riba" kelimesinin lügat karşılığı (bir şeyi) 'arttırmak' veya (bir şeye) 'eklemektir. Kavram olarak ise borç verenin borçludan verdiği paraya karşılık sabit bir yüzde fazlalık alması (yani faiz)dır.

Kur'an'ın vahyedildiği dönemde faiz çok deği­şik şekillerde alınıyordu. Mesela, malı satan kişi bedelinin ödenmesi için sınırlı bir süre belirtiyor ve şayet alıcı bu süre içerisinde ma­lın ücretini ödeyemezse ek bir miktar ödemesi karşılığında ona belirli bir müddet daha tanı­nıyordu. Veya bir miktar parayı ödünç veriyor ve borçludan, ödünç aldığı parayı ilave bir miktarla birlikte sabit bir müddet içinde öden­mesini istiyordu. Yahut belirli bir süre için fa­iz oranı tayin ediliyor, eğer borçlu belirlenen zaman içinde ana parayı faiziyle birlikte öde­yemezse uzatılan vade karşılığında faiz oranı arttırılıyor, böylece sürüp gidiyordu. (Mevdu-di, a.g.e, c.I, sh. 189, dipnot 315).

Kendisinde bulunan ticaret ve kredi işlemleri incelendikten sonra Rasulullah @ döneminde Arabistan'da gözde olan riba, kredi sahibine ana paranın dışında süreye bağlı olarak öde­nen Önceden belirlenmiş fazlalık veya ziyade-lik şeklinde tanımlanabilir. Riba şu üç unsuru ihtiva eder:

1- Ana paranın haricindeki fazlalık veya ziya-delik,

2- Bu ziyadeliğin zamana bağlı olarak belir­lenmesi,

3- Önceden belirlenen fazlalığın kredi sahibi­ne ödenmesini kayda bağlayan muamele.

Sayılan bu üç unsur birleşerek ribayı oluşturur ve bu unsurları ihtiva eden her anlaşma, her işlem, her kredi -ister parayla olsun, ister baş­ka bir değerle- müslüman hukukçular ve eko­nomistler tarafından riba muamelesi olarak mütalaa edilir.

 

Kumar (Meysir)

 

Kur'an tarafından yasaklanan ikinci unsur ku­mardır. Bu kötülük de tıpkı riba gibi toplum­dan tedricen kaldırılmıştır. İlk ayet-i kerime yalnızca onun kötülüklerine işaret eder ve za­rarının faydasından daha büyük olduğunu be­lirtir. "Sana içkiyi ve kuman sorarlar. De ki: 'Onlarda hem büyük günah hem de insanlar için (bazı) yararlar vardır. Ama günahları ya­rarlarından daha büyüktür." (2: 219). Kumarla ilgili bu ilk basamak onu sosyal bir kötülük olarak tenkit etmektedir. İkinci ve nihai adım bu uygulamayı bütünüyle yasaklamaktadır. "Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın işlerinden olan pis­liklerdir. Öyleyse bunlardan kaçının; umulur ki kurtuluşa erersiniz. Gerçekten şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve km düşür­mek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alı­koymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi? Al­lah'a ve Rasül'üne itaat edin, sakının. Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki elçimize düşen ancak apaçık bir tebliğdir." (5: 90-92).

Bahis ve kumarın her türü men edilip iğrenç ve menfur bir şey, dinsizce bir davranış olarak nitelenir. "... ve fal oklarıyla kısmet aramanız (şans oyunları oynamanız) size haram kılın­dı." (5: 3). Sonuçta bu ayetler, müslümanlar için kumar ve bahsin her çeşidini gayri meşru kılmıştır. Arapça 'meysir1 kelimesi terim ola­rak bir şeyi çalışıp çabalamadan kolayca ele geçirme veya çalışmaksızın kazanç elde etme anlamına gelir. Bu yüzden kumarla eş anlamlı kullanılır. "Kumarın yasaklanmasına yol açan prensip işte budur... Büyük veya küçük bir hisse almanız, yahut da hiç bir şey alamama­nız ilgili taraflardan biri veya birkaçı lehine hile olmadığı müddetçe yalnızca şansa bağlı­dır. Men etmenin üzerine konulduğu ilke, hile olmasa bile kişinin hak etmediğini kazanması veya sadece şans yüzünden kaybetmesidir. Zor ve bahse tutuşma haklı olacak kumar ta­nımı içerisinde tutulmaktadır." (A. Yusuf Ali, Holy Qur'an). Kur'an-ı Kerim'de, kullanılan Arapça 'ezlem' kelimesi de kumara işaret eder. Ancak meysir terimi daha genel olup servetin şans oyunları kazanıldığı veya dağı­tıldığı bütün formlara taalluk eder, piyango, loteri, bahis, kumar gibi.

Kumarın genel (meysir) veya Özel (ezlem) her çeşidi İslam'da haram kılınmıştır. Rasulullah @ maddi kazancın çalışmaktan değil yalnızca şans, spekülasyon ve tahminden kaynaklandı­ğı bütün ticaret ve çalışma türlerini nehyet-miştir. Bu ticaret şekillerine birkaç örnek aşa­ğıda verilmeye çalışılmıştır.

 

a- Anne karnındaki Yavruyu Satma (Habel el-Hable)

 

Tahmin ve spekülasyon ihtiva eden bu satış çeşidi Rasulü Ekrem @ tarafından men edil­miştir. Abdullah b. Ömer'den rivayetine göre, Habel el-Hable'yi (anne karnındaki yavruyu ve onun yavrusunu satmak) nehyetmiştir. İs­lam öncesi günlerde cahiliye ehlince yapılan bu satışta kişi henüz doğmamış ancak yüklü deveden yakında doğacak olan yavru deveyi ve sonra da onun doğuracağı deveyi satın alır­dı. (Buhari ve Müslim).

 

b- Müzâbene Ve Muhakale

 

Bu ticari işlemlerin her ikisi de İslam öncesi cahiliye döneminde oldukça yaygındı. Müza-bene yaş meyvenin kuru meyve ile karşılıklı değiştirildiği bir satış türüdür ki bu işlemde kuru meyvenin miktarı ölçülüp bilindiği halde yaş meyvenin miktarı tahmini olarak ayarlan­maktadır.

Cabir, Ebu Hüreyre, Ebu Said-i Hudri, Said b. Museyyeb ve Rafi' b. Hadic'in de içinde bu­lunduğu bir çok sahabe Allah Rasulü'nün mü-zabene ve muhakale'yi. yasakladığını rivayet ederler. (Buhari, Müslim, Ebu Davud, İbn-i Mace ve Tirmizi).

Cabir b. Abdullah'ın şöyle dediği rivayet edi­lir: "Rasulullah, meyveleri olgunlaşmadan satmayı nehyetti" (Muvatta ve Buhari). Enes b. Malik'in rivayetine göre, Rasulullah @ olgunlaşmadan meyvelerin satımını yasakladı­ğında ashabdan bir zat olgunlaştığını nasıl an­layacaklarını sormuş, Rasul-ü Ekrem @ de "kızardıklarında" cevabını vermiş ve devam etmiştir, "Şayet Allah o meyveleri kısmet et­mezse, sizden biriniz hangi hakla kardeşinin parasını alacak?" (Muvaatta ve Buhari). Ab­dullah b. Ömer de Rasulullah @'m meyveleri olgunlaşmalarından önce satmayı yasakladığı­nı nakleder.

Bütün müzâbene muamelelerinde, spekülas­yon ve konjektür satışın esasını oluşturmakta­dır ve taraflardan birisi diğerinin zararına ka­zanacaktır. Her zaman taraflardan birine karşı haksızlık ihtimali vardır. Bu yüzden Rasulul­lah @ tarafından yasaklanmıştır. Kaldı ki bu tür anlaşmalar, sosyal ve ekonomik birçok kö­tülüğe yol açan anlaşmazlık ve kavgalardan beri değildir.

Muhakale, bu tür alışverişte başaktaki (tarla­daki) ekin kura hububat karşılığında satılır. Abdullah b. Ömer, Ebu Said-i Hudri ve Said b. Müseyyeb'den rivayet olunduğu üzre Ra-sul-ü Ekrem @ bu tür satışı yasaklamıştır. ('The Meaning of the Qur'an', c.I, sh. 99). Mu­hakale satışı müzâbene türüne çok yakındır ve onun sahip olduğu bütün kötülükleri barındı­rır. (Muvatta ve Buhari).

 

c- Meyvelerin Olgunlaşmadan Satımı {Muhadara)

 

Gerçekte muhadara kelimesi meyve ve hubu­batların olgunlaşmadan önce satımını ifade eder. Bu alışveriş tipi de olgunlaşma döne­minde oluşabilecek ve alıcıyı perişan edecek çok çeşitli sebeplere (hastalıklara, fırtınaya .... vb.) karşı alıcının menfaatini korumak ama­cıyla Rasulullah @ tarafından nehyedilmiştir.

Zeyd b. Sabit'in nakline göre Rasulullah @ döneminde bazı kişiler olgunlaşmamış yaş, hurmaları (ağaç üstünde, tahmin üzere) alırlar, satarlardı. Mahsûl toplamldığı sırada müşteri mahsûle; duman dokundu, hastalık geldi, ermeden bozulup döküldü, afat arız oldu diye­rek türlü bahanelerle dava ve muhaseme eder­di. Bunun üzerine Rasulullah @, "Mademki idrak olmadık mahsûlün mübayeesini bırak­mayarak ihtilafa düşüyor, birbirinizden şika­yetçi oluyorsunuz, bir daha hurma (ve mey-ve)yı ağaç üzerinde salahı zahir oluncaya ka­dar alıp satmayınız" buyurmuştur. (Buhari). Abdullah b. Ömer, Câbir b. Abdullah ve Said b. Sabit'den rivayet olunduğuna göre, Rasu­lullah @ olgunlaşmayan hurmanın ve ağanp hastalanma tehlikesini atlatmayan başağın ti­caretini hem alıcıya hem de satıcıya nehyet-miştir. (Buhari). Enes b. Malik'den rivayet olunduğuna göre Rasulullah @, "Meyveyi ol­gunlaşmadan satmayınız" buyurmuş, bu ifa­dedeki 'olgunlaşmadan' kaydının ne demek ol­duğu sorulunca da, "Kızarmadan" cev,abını vermiş ve ilave etmiştir: "Şayet Allah o mey­veleri kısmet etmezse, sizden biriniz hangi hakla kardeşinin parasını alacak?" (Buhari). Yukarıda zikredilen hadislerin incelenmesi, tahmin ve spekülasyon üzerine kurulu olan ve bu yüzden de şans yahut kumar unsuru ihtiva eden bütün akit ve satışları Rasulullah @'ın yasakladığını gösterir.

 

d- Mülkiyetine Sahip Olmadan Satma

 

Rasulullah @, iyeliği altına almadan yiyecek veya eşyanın satımını yasaklamıştır. Rasulul­lah @'ın, "Her kim bir yiyecek satın alırsa onu iyeliğine almadan ve ölçmeden satmasın" buyurduğunu rivayet eden İbn-i Abbas hadisi naklettikten sonra "zannetmem ki diğer mal­larda böyle olmasın" demiştir. Yine İbn-i Ab­bas, Rasulullah @'ın başka bir vesile ile "Ya­nınızda olmayan eşyalar için pazarlık etme­yin" buyurduğunu nakleder. (Buhari, Ebu Da-vud ve İbn-i Mace). Abdullah b. Ömer, Cabir b. Abdullah ve Ebu Hüreyre Rasulullah @'m "Kim bir yiyecek maddesi satm alırsa onu elinde bulundurmadan satmasın" buyurduğu­nu naklederler. (Buhari, Müslim ve Tirmizi). Nafi'nin anlattığına göre, Raşid Halife Ömer'in halka dağıttığı tahılı Hakim b. Hizam satın almış, ancak yanında bulunmaksızın satmıştı. Halife Ömer haber aldığında sözkonusu hububatın yeniden Hakim'e dönmesini karara bağlamış ve "Satın aldığın tahılı elinde bulun­durmadan önce sakın satma" demiştir. (Buha­ri).

Dört imamın kanaatine göre bunlar, iyeliğini alıp yanında bulundurmadan (teslim almadan) satıcının yiyecek maddelerini satmasının meş­ru olmadığım gösterir. İmam-ı Şafi'ye göre yanında olmayan herhangi birşeyi satmak, is­ter yiyecek olsun, isterse arazi veya bahçe, sa­hih değildir. İmam-ı Ahmed'e göre arazi, bah­çe ve ev durumunda yanında bulundurmak gerekli bir şart değildir. "Satıcının kabzetme-diği malların, özellikle çürüyebilecek-bozula-bilecek olanların satımı malın alıcıya tesli­minde kuşku olması nedeniyle Rasulullah @ tarafından nehyedilmiştir. Beklenmedik ahva­le bağlı olarak teslimin satıcı tarafından yeri­ne getirilememe ihtimali vardır. Bu tür bir sa­tış az ya da çok kumar gibidir, mal teslim edi­lebilir veya edilmeyebilir. Şüphe ve ihtimalin varlığı kesindir. Bunun yamsıra, tesliminden önce malm helak veya kayıp olması alıcıya karşı haksızlık yapılmasına yol açar." (Hida-ye).

 

e- El-Limas Veya Mülaseme (Dokunarak Satış)

 

El-limas alıcının mala dokunmasıyla tamam­lanan alış-verişte satış, alıcının eşyayı incele­meden, kontrol etmeden sadece dokunmasıyla muteber olur. Misal olarak, katlı veya sanlı elbise -muhtemelen karanlıkta- getirilir, alıcı bir fıat teklif eder, satıcı da, "Dokunman fakat görmemen; ve şayet görecek olursan mecbu­ren alman şartıyla bu malı sana satarım" der. Enes, Ebu Said ve Ebu Hüreyre Rasulullah @'m bu satışı yasakladığını nakleder. (Buhari, Müslim, Ebu Davud ve Muvatta).

Bu tip satışta kişi, açmaksızın, görmeksizin yahut incelemeksizin yalnızca dokunarak malı satın alır. Münabeze şartıyla (iki kişinin "Ben bende olanı sana atayım; sen de sende olanı bana  at"  diyerek birbirinin elindeki  malın

miktarım bilmeden onu satın almalan) benzer kötülükleri barındırdığından Rasulullah @ mülaseme satışını da nehyetmiştir. Ebu Said-i Hudri, "Rasulullah mülasemeden nehyetti" ri­vayetinde bulunur. Enes ve Ebu Hüreyre de benzeri nakillerde bulunurlar. (Buhari).

Münabeze ve mülaseme satışlan o dönemde oldukça yaygındı. Ancak satın aldığı malı görme ve inceleme fırsatını elde edemeyen alıcının kolaylıkla kandırılması veya dolandı­rılması söz konusu olduğundan Rasulullah @ bu her iki satış türünü de yasaklamıştır.

 

f- Nibaz Veya Münabeze (Atarak Satış)

 

Nibaz, satıcının alıcıya görme, dokunma ve kontrol etme fırsatı vermeden malı alıcıya fir-latmasıyla tamamlanan al iş-veriştir. Malı at­ma hareketi pazarlığın bittiğini gösterir. Rasu­lullah @'m nibaz (veya münabeze) satışını nehyettiği Ebu Hüreyre, Enes ve Ebu Said tarafından nakledilir.

Her iki satış da kumar gibidir. İki kişi görme­den, incelemeden bir malı diğeriyle değiştir­meye razı olurlar. Bütün muamele her iki sa­tışta da sırf şans ve tahmin üzerine kurulmak­tadır. Bu yüzden her iki işlem de Rasulullah @'ca yasaklanmıştır. Her iki durumda da alı­cı, muamele tamamlanmadan önce malı gör­me ve inceleme fırsatına sahip değildir. İşlem tıpkı kumar gibi hamle yapmaktır.

Nibaz satışında, kişi' satmak için hazırladığı malı bir başka kişiye fırlatır ve alış veriş ta­mamlanır; diğer şahıs mala dokunmamış, malı görmemiş olsa bile. Alıcı, elbiseyi (malı) ve fıatını inceleyecek zamana malik değildir. Bu değiş tokuşda her tür kandırma, aldatma, do­landırma ve yanlış anlatma mümkündür ve bu yüzden de Rasulullah @ tarafından yasaklan­mıştır. Ebu Hüreyre ve Enes ayrı ayrı "Rasu­lullah @ münabezeden nehyetti" rivayetinde bulunurlar. (Buhari).

El-Hasat veya İlka-i Hacer (Taş Atarak Satış): "İlka-i Hacer"de satıcı kendisine doğru ta­şı atmasıyla ahş-verişin kesinleşeceğini alıcı­ya anlatır ve taş elden yere düşürülmedikçe satış gerçekleşmez. Diğer bir çeşidinde ise taş hangi kumaşın (malın) üstüne düşerse o mal satılır. Bu alış-veriş çeşidi de yukarıda anlatı­lan münabeze ve mülamesenin bütün eleman­larım barındırdığından Rasulullah @ tarafın­dan gayri meşru ilan edilmiştir. (Tirmizi).

 

h- Muaveme (İleriye Dönük Satış)

 

Muaveme, bir, iki hatta üç yıllık bir periyod için ağaçtaki meyveyi yahut tarladaki ekini henüz yetişmeden önce satmaktır. Ürün oluş­madan birkaç yıl önce onu satma uygulaması müzabene ve muhakale'ye benzer ve aşağı yu­karı kumar gibidir. Muamele hakikate değil ihtimal ve tahmin üzerine kuruludur; bu yüz­den de Rasul-ü Ekrem @ tarafından yasaklan­mıştır. Cabir b. Abdullah Rasulullah @'ın ağaçtaki meyveleri ve ürünleri önceden iki yıllığına satmaktan menettiğini rivayet eder. (Müslim, İbn-i Mace ve Tirmizi).

Bu suretle, alıcıya adil ve makul bir inceleme fırsatı vermeden tamamlanan, gerçek yerine şans ve tahmine dayanan bütün ticari muame­leler İslam'da yasaklanmıştır. Diğer bir ifa­deyle kumar veya çekiliş niteliğindeki bütün ticari işlemler gayri meşru ijan edilmiştir.

Özetleyecek olursak, kumar, iddia ve bahis niteliğindeki her tür ticari işlem, her tür .ahıd İslam'da nehyedilmiştir. Kur'an-ı Kerİm'de bu tür ilişkileri topyekün yasak kılan açık ifade­ler vardır. Rasul-ü Ekrem @ da bahis, çekiliş, şans, spekülasyon, ihtimal... vb. gibi unsurları muhtevi kumarı her türüyle yasaklamıştır. Bu faktörlerden herhangi birini bulunduran ticari bir işlem fasiddir, geçersizdir.

 

Garer (İhtimal Ve Risk)

 

Arapça "garer" kelimesi risk, tehlike anlamla­rını taşır. Ticari tabir olarak, yeterli bilgisi ol­madan birşeyi körü körüne üzerine almak; ne tür bir sonuç olacağını tamamiyle bilmeden tehlikeli bir İşte kendini riske sokmak; netice­yi göz önüne alarak tehlikeye düşüncesizce dalmak anlamını taşır. Bütün bu durumlarda risk faktörü vardır. İmam İbn-i Teymiye'ye göre garer, kişinin ticari bir girişim ve anlaş­manın sonuçta kendisine ne hazırladığını bile­mediği durumları içerir. Belirsiz akibet niteli­ğindeki her mukavele garer unsuru içerir.

Garer mefhumu iki grup muamelede bulunur:

1- İlk grupta, şüphe, ihtimal ve belirsizliğin sebep olduğu tehlike veya risk faktörü daha belirgindir.

2- ikinci grupta ise, tehlike veya risk faktörü daha çok taraflardan birinin hile ve kandırmacalanna bağlıdır.

Kur'an-ı Kerim, ister şüphe ve ihtimal, isterse kandırmaca ve hile yoluyla olsun belirsizliğe yol açan ve taraflardan biri aleyhine herhangi bîr şekilde haksızlık taşıyan bütün muahade-leri kesin bir dille yasaklamıştır. "Ölçüyü ve tartıyı doğru olarak yapın. Biz bir nefse ancak gücünün yettiğini teklif ederiz." (6:152). İlahi Kanun'un temel bir ilkesidir bu: Ölçüyü ve tartıyı doğru olarak yapın, hak ve adaletten ayrılmayın. Ölçüde, tartıda ve diğer ticari iş­lemlerinde adaletli ve doğru olmak için elin­den geleni yapan insanlara mesuliyetten kur­tulacakları ve hesaba çekilmeyecekleri husu­sunda temin etmek amacıyla ayetin devamın­da Allah, 'Biz bir nefse ancak gücünün yettiği kadarını teklif ederiz' buyuruyor. Ancak sırf diğer insanların meşru haklarını hile ile elin­den almak gayesiyle ekonomik ilişkilerde bu­lunan kişiler ise hilekar davranışlarının Kıya­met günündeki, tehlikeli neticesi ile uyarıl­maktadır. Burada 'hile' mefhumu, ticari ilişki­lerde her an görülebilecek bütün haksız1 ıkjarı kaplayacak genişlikte genel bir kavram olarak alınmalıdır. (The Meaning of the Qur'an').

Bu nokta Kur'an-ı Kerim'in şu ayet-i kerime­lerinde sarih bir şekilde ifade edilmiştir: "Ek­sik ölçüp tartanların vay haline; onlar insan­lardan ölçerek aldıklarında noksansız alırlar, ölçtüklerinde veya tarttıklarında ise eksiltir­ler." (83: 1-3). "Ey iman edenler! Birbirinizin mallarını batılla yemeyin; (bunun yerine) kar­şılıklı anlaşma ile ticaret yapın." (4:29).

"Batıl", İslami kanunlara ve prensiplere aykı­rı, yanlış ve gayri ahlaki bütün yanlışlıkları içine alır. "Ticaret", alım-satım, zenaat, en­düstri vb. de olduğu gibi kâr ve kazanç için yapılan bütün işlemleri ihtiva eder.

"karşılıklı anlaşma" ifadesi ticari muamelele­rin baskı ve hile İle değil, karşılıklı rıza ile gerçekleştirilmesi gerektiğine delalet eder. Mesela, faiz ve rüşvette de karşılıklı rıza var­mış gibi görülse de ihtiyaç içerisindeki tarafın şartların zorlamasıyla bu tür bir anlaşmaya ta­raftar olduğu ortadadır. Kumarda ise her işti­rakçi de "kazanma" ümidi ile kandırılıp avun­maktadır. Kaybedeceklerini bilseler kumar oynamayı zaten hiç düşünmezlerdi. Bu husus hile içeren her muamele için geçerlidir. Do­landırılan kişi, o işte hile olmadığı kanısıyla muvafakat göstermektedir. Kandırılacağını bilse o anlaşmaya elbette yanaşmayacaktır. (Ebu'l A'la Mevdudi, 'The Meaning of the Qur'an', c. I, sh. 62). Bütün bunlar taraflardan birinin diğerini kandırma gayesini güttüğü ti­cari ilişkilerin Kur'an-ı Kerim'ce yasaklandığı hususunda hiç bir şüphe bırakmamaktadır. El­bette Rasulullah @'in da ticari muamelelerde hile ve dolandırıcılıkla ilgili men edici emirle­ri vardır.

İlk olarak şüphe ve ihtimale, sonra da hile ve kandırmaya bağlı garerle ilgili hadisleri müta-la edelim.

 

1- Şüphe Ve İhtimale Bağlı Garer

 

a- Sudaki Balığın Satımı: Henüz yakalan­mamış balığın satımı hükümsüzdür, zira o ha­liyle mülkiyete konu değildir. Benzer şekilde, satıcının önceden yakalayıp bir gölcüğe bırak­tığı ve yeniden yakalanması gerekli balıkların satımı da geçersizdir, çünkü teslimi imkansız­dır. (Hidaye). İbn-i Mes'ud'dan rivayet olun­duğuna göre Rasulullah @, "Sudaki balığı sa­tın almayın; çünkü aldanmadır" buyurmuştur. (Ahmed).-

b- Havadaki Kuşun Satımı:   Ne havadaki kuşun, ne de yakalandıktan sonra serbest bıra­kılan kuşun satılması caizdir; Zira ilk durum­da mülkiyet söz konusu değildir, ikincisinde ise teslime kadir olunamaması durumu vardır. (Hidaye).

c- Ham/in Satımı: Hamlin (yani batındaki ceninin) ve hamiden türeyecek olanların satı­mı fasiddir, zira Rasul-ü Ekrem @ bunları ya­saklamıştır. (Hidaye). Ebu Hüreyre, Rasulul­lah @'ın dişi develerin karnındaki ceninlerle erkek develerin bellerindeki menilerim sat­maktan nehiy buyurduğunu nakleder. (Bez-zar).

d- Bir Partide Yakalanan Avın  Satımı:

Ağım bir sefer çekmekle yakalayabileceğini avcının önceden satması meşru değildir. Çün­kü satılacak miktar risk (garer) unsurunu ba­rındırmaktadır. Avcı birşeyler yakalayabilece­ği gibi hiçbir şey de yakalamayabilir.

Ebû Saîd-i Hudrî'nİn rivayetine göre Rasulullah @, hayvanlar doğuruncaya kadar karınlarındaki cenini, onların memelerindeki sütü..., dalgıcın bir defa dalmasında elde etti­ği miktarı satmaktan nehyetmiştir. (İbni Mâce, Bezzâr ve Dârekutnî).

Bütün bunlar ve garer unsuru içeren benzeri alım-satım işlemleri Rasulullah @ tarafından yasaklanmıştır. Bu tür muamelelerde, ya mül­kiyetine sahip olmaması ya da teslim olayına bütünüyle hakim olmaması gibi sebeplerle sa­tıcının ücretini aldığı malı alıcıya verebileceği hususunda bir garanti yoktur. Pazarlık ve alış­veriş satıcının mülkiyetinde ve yanında ne varsa onun üzerine yapılmalıdır. Havada, su­da veya rahimde belirsiz olarak bulunanlar yahut satıcının tasarrufu dışında kalanlar İs­lam Hukuku'na göre geçerli bir ticari muame­lede satış konusu mal olamazlar.

Abdullah b. Ömer, Said b. Müseyyeb, Ebu Hüreyre ve İbn-i Abbas garer unsuru barındı­ran işlemleri Allah Rasulü'nün men ettiğini ri­vayet ederler. (Buhari, Muvatta ve ibn-i Mace).

İbn-i Teymiye'ye göre, taraflardan birinin so­nuçta kendisine ne sağladığını bilmediği bü­tün ticari ilişkilerde garer vardır. Diğer bir ifa­deyle, belirsiz akibet özelliği taşıyan her mu­kavele garer unsurunu barındırır. Bu yüzden, eşya ve paranın karşılıklı değiştirildiği ticari sözleşmelerde kişi fiat, miktar, kalite ve tes­lim zamanında görülebilecek her tür garer çe­şidinden kaçınmalıdır. Sözleşmenin şartları ve maddeleri içerisinde herşey açıklıkla ifade edilmeli ve anlaşmadaki diğer hususlar ile malın ücret, miktar ve kalitesi hakkında en ufak bir şüphe ve müphemlik bırakılmamalı­dır. Ahitte bunlardan biri hakkında şüphe ve­ya muğlaklık bulunursa -garer unsurunun var­lığı nedeniyle- o ahîd geçersiz hale gelir.

 

2- Hîle Ve Kandırmaya Bağlı Garer

 

a- Memedeki Sütün Satımı: Hile ihtimali yüzünden hayvan memesindeki sütün satışı hükümsüzdür. Kesede süt yerine hava veya satış konusuna uygun olmayan bir karışım ile dolu olabilir. Bu sebebe dayanarak Rasulullah @ bu satışı yasaklamıştır. İbn-i Abbas'dan nakledildiğine göre Rasulullah @, olgunlaş­madan meyveyi; koyun sırtındaki yünü ve memede süt satmayı yasaklamıştır. (Ebu Da-vud, Darekutni).

Ebu Hüreyre, Rasulullah @'ın; "Deve ve ko­yunları sağmadan bekletip memelerini şişir-meyin. Bunları kim satın alırsa sağdıktan son­ra iki rey'in hayırlı olanına maliktir. İsterse tu­tar; dilerse bu hayvanları bir ölçek kuru hur­ma ile birlikte iade eder" buyurduğunu rivayet eder. (Buhari ve Müslim). Abdullah b. Me-sud, Ebu Hüreyre ve Abdullah b. Ömer'in ri­vayetine göre Rasulullah @ şöyle buyurmuş­tur: ,s "Her kim memeleri bağlanmış bir keçi (veya koyun) satın almışsa üç gün içerisinde onu iade etme ihtiyarına sahitir." Yine İbn-i Mesud ,Rasulullah @'ın; "Memelerinde süt biriktirilen hayvanları satmak hiledir. Hile ise müslümana helal değildir" buyurduğunu nak­leder. (Buhari, Müslim, Tirmizi, Ebu Davud ve İbn-i Mace).

b- Necş (Müşteri Kızıştırma): Allah'ın Ra-sulü @ hile ve kandırmaca unsurları taşıyan bütün ticaret şekillerini yasaklamıştır. Bunlar­dan biri olan ve necş diye adlandırılan sahte-karlıkda, kişi alma niyeti olmadan sadece ger­çekten almak isteyen başka birini kandırmak amacıyla o mala yüksek bir fiat teklif eder. Elbette bu kişi, gerçek alıcıyı kandırmak için onun varlığında malı yüksek fiata almaya satı­cı ile anlaşmıştır. Satıcı da bir süre önce o ma­lı belirli bir bedel karşılığında -tabii ki gerçek­te aldığı fiatın çok üstünde bir fiyata- aldığını alıcıya anlatır.

Rasulullah @'ın müşteri kızıştırmaktan neh-yettiğini İbn-i Ömer rivayet eder. (Buhari ve Müslim). İbn-i Evfa, "Müşteri kızıştıran kişi riba yiyen haindir" der ve devam eder: "Bu uygulama iğreti bir hiledir ve "Aldatma, kişiyi cehenneme ulaştırır. Kim bizim adetimizle uyuşmayan bir şey yaparsa onun bu hareketi kabul olunmaz buyuran Rasulullah @ tarafın­dan bu durum menedilmiştir." (Buhari ve Mu-vatta).

Ebu Hüreyre'den rivayet olunduğuna göre, Rasulullah @, zahire satan bir şahsın yanın­dan geçmiş ve elini zahirenin içine soktuğun­da parmaklarına ıslaklık değmiş bunun üzeri­ne, "Bunu zahirenin üstüne koysa idin ya! Hi­le yapan bizden değildir" buyurmuştur. (Tir-mizi, İbn-i Mace). Ali b. Ebu Talib ise Rasu­lullah @'ın hile ve aldatmaca içeren bütün sa­tış, akit ve işlemlerini yasakladığını rivayet eder. (Ebu Davud).

Hile ve kandırmacanın karıştığı bütün ticari muamelelerde alıcı söz konusu malı üç gün (veya makul bir zaman) içerisinde satıcıya ge­ri vererek sözleşmeyi iptal etmek selahiyetine sahiptir.

 

KISIM 8

 

BELİRSİZLİK UNSURU (CÜHELA)

 

Cühela, bir şeyin kalite, miktar veya fiatmda açıkça belirlenmemiş bîr .unsura delalet eder. Sonuçta belirsizliğe yol açan bilinmeyen veya meçhul bir şey anlamına gelir. Mesela, sözleş­me taraflarından biri diğerine, "Koyunlarım­dan birini sana 200 bin lira karşılığında sata­rım" derse, koyunun özellikleri müphem ve belirlenmemiş olduğundan bu sözlerin hemen başlangıçta tartışma ve çatışmaya sebep olma­sı muhtemeldir. Satıcı en kötüsünü vermeye çalışırken alıcı da tabii ki sürüdeki en iyi ko­yunu isteyecektir.

 

a- Tahmin Ve Şüphe İle Satım

 

Tereddüt ve tahmin (cühela) faktörü ihtiva eden satış sözleşmeleri ve ticari işlemler gayri meşrudur. Rasulullah @'ın bu nitelikteki mua­meleleri açıkça yasaklayan ve Ali b. Ebu Ta­lib, Ebu Hüreyre ile diğer sahabelerden nakle­dilen birçok hadisi vardır. (Müslim, Ebu Da­vud, Tirmizi ve İbn-i Mace). İbn-i Ömer'den rivayet edildiğine göre Rasul-ü Ekrem @, "Kali. mukabili kali'yi (yani borca mukabil borcu satmayı) yasak etmiştir. (Ebu Davud). İslam öncesi cahiliye döneminde Arabistan'da yaygın olarak uygulanan "kali"de, müddeti bittiği halde borcunu ödemeyen kimse vade­nin uzatılması karşılığında aynı borcu ziyade­siyle satın alırdı. Yapısında cühelayı barındır­ması nedeniyle bu tür satışlar Allah'ın Rasul'ü tarafından haram kılınmıştır.

Sözkonusu malın miktarı sadece tahminle be­lirleniyorsa o satış fasiddir. Bu yüzden, top­lanmış ve miktarı belirlenmiş olan hurmalarla (veya herhangi bir meyve ile) tahminen bun­lara eşit ağaç üzerindeki hurmaların değiş to­kuş edilerek satılması, kumarla ilgili bölümde açıklandığı üzere, bâtıldır. Bu çeşit satış iş­lemleri Rasulullah @ emriyle yasaklanmıştır.

 

b- Tayin Edilmiş Ücret

 

Satış konusu olan malın miktarı, kalitesi, fiatı ya da ödeme zamanı ile ilgili herhangi bir be­lirsizlik veya şüphe varsa satış akdi geçersiz­dir. Sözleşmede malın miktarı ve kalitesi sarih bir şekilde ifade edilmemesi, hakkında pazar­lık edilen malı alıcı almaya çalıştığında satış konusunda tereddütlere yol açacak ve gerek alıcı gerekse satıcı namına önceden tahmin edilemeyen birçok problemi de yanında geti­recektir. İşte bu sebeplerle belirsiz akitler İslam'da yasak kılınmıştır. Ücretin "hacıların dönüşünde" , "üzümlerin toplanma zamanın­da", "bağ bozumunda" veya "koyunların kir­pim döneminde" gibi şartlara bağlandığı satış işlemleri caiz değildir; zira ödeme zamanı kesinlikle belirlenmiş değildir, bu şartlar erken de gerçekleşebilir geç de. (Hidaye). Benzer şekilde, fiatı kararlaştırılmadan yapılan satış­lar da belirsizlik nedeniyle geçersizdir.

Ücret, sayı veya miktarca tanımlanmamış olsa da , satış işlemi gerçekte mal ve ücretin aynı anda el değiştirmesi ile tamamlanıp geçerli hale gelir. Ancak, sözleşme sırasında mebla­ğın belirtilmemesi halinde alışveriş eksik ve fasiddir. "Sözleşmenin akdi esnasında kendi­sine izafe, hamledilecek şekilde dirhem veya dinar (belirli bir ticari birim) şayet yoksa on­ların genel olarak ima edilmesi -cins ve sayıca belirtilmedikleri müddetçe- yeterli değildir; muamele sahih olmaz. Çünkü onları teslim et­mek alıcı payına vacibdir. Genel olarak anıl­maları alıcı ve satıcı arasında tartışma vesilesi olabilir, (biri düşük cinsteki birimden az bir miktarda vermek isterken, diğeri daha değerli birimden daha fazla miktar üzerinde ısrar eder), ödeme yerine getirilemez, bu yüzden de alış-veriş uygulanamaz hale gelir." (Hidaye).

Nitekim satış nakit ile peşin ya da malum bir süre içerisinde ödeme vaadi ile veresiye ger­çekleştirilebilir. Satış akti sonrasında ödeme­nin nakit cinsinden yapılmasıyla veresiye sa­tışta ise sabit ücreti sabit bir sürede ödenmesi taahhütü ile belirsizlik unsuru kaldırılarak ge­çerli hale gelir. Borçlanmaya "Ey iman eden­ler, belirli bir süre için borçlandığınız zaman onu yazınız." (2: 282). buyuran Kur'an-ı Kerim tarafından izin verilmiş ve ücreti sabit bir süre sonra ödemek üzere bir yahudiden zahiri alarak zırhını rehin bırakan Rasulullah @'ın uygulamasıyla teyid edilmiştir. (Hidaye). Eş­yaların paket halinde satılması, şayet paket akit sırasında üzerinde anlaşılan miktardan daha azını veya çoğunu içeriyorsa batıldır. Benzer şekilde, satış konusu olan mallann ta­nıtımı yanıltıcı ise satış geçersizdir. (Hidaye).

Kısaca, Ödenecek bedel (yani paranın mikta­rı), satılan malın cinsi ve miktarı, ödeme za­manı ve satış akdinin tamamlanması ile ilgili hususlarda belirsizliğe yol açan her ticari mu­amele hükümsüzdür. Fiat bilinen bir değer üzerinden miktara bağlanmalı, ödeme zamanı açık ifadelerle belirlenmelidir. Çünkü bu hu­suslardan herhangi birindeki şüphe ve karar­sızlık mukavaleyi geçersiz kılacaktır. (Hida­ye).

Kur'an-ı Kerim'de bu tür ticari işlemler ile doğrudan ilgili özel bir hüküm yoktur. Ancak borç veya geciken ödemenin vadesinin açık­lıkla belirlenmesi gerektiğini bildiren ayet-i kerimeden bir kural çıkarılabilir: İleride öde­necek miktarın süresi tayin edilmez ise satış akti geçersiz ve hükümsüz olur. Ayet şu şe­kildedir: "Ey iman edenler, belirli bir süre için borçlandığınız zaman onu yazınız." (2: 282). Ayet-i kerime, ileriye dönük ödemelerin yer aldığı muamelerle ilgilidir. Mesela, şimdi sa­tın alman mallann (ya da şimdi imzalanan bir ticari anlaşmanın) bedelinin gelecekte sabit bir zamanda ödenmesini taahhüt etmek gibi. Ücret ve ödeme zamanının açıklıkla belirlen­mesi kaydıyla akit bütünüyle meşru ve mute­berdir. Ücret ve ödeme zamanı tayin edilme-misse sözleşme geçersizdir.

Rasulullah @'ın bu noktayı destekleyen bir­çok hadisleri vardır. Rasul-ü Ekrem'in verdiği bu talimatların hedefi belirsizlik unsurunu mümkün olduğunca bertaraf -edip ticari iş­lemleri adil hale getirmektir. İbn-İ Abbas'm rivayetine göre Rasul-ü Ekrem @ Medine'ye geldiği vakit Medineliler meyvelerde zama­nından evvel bir, iki veya üç seneye kadar se­lem yaparlardı. Bunun üzerine Rasulullah @, "Her kim meyvede selem yaparsa ma'lum Öl­çek ve tartıda belirli bir va'deye kadar yapsın" buyurmuştur. (Buhari, Müslim ve Ebu Da-vud).

Abdullah b. Ebu Avf ve Abdurrahman b. Ali; "Biz Rasulullah'Ia birlikte iken daha fazlasını almaya alışmıştık. Şam'dan köylüler geldiğin­de belli bir süre içerisinde bize buğday, arpa ve yağ teslim etmeleri için muayyen bir fiatı önceden öderdik." demişlerdir, (fbn-i Mace). Abdullah b. Ömer ve Cabir b. Abdullah yiye­cek getirenleri karşılayarak onlardan tartma­dan ve ölçmeden yığın yığın hububat aldıkla­rını, ancak Rasulullah @'ın haberdar olduktan sonra bu uygulamayı yasakladığını nakleder­ler. (Buhari ve Muvatta). İmam Ahmed ve Buhari'nin aktardığı bir hadiste Rasulullah @, Osman b. Avfan'a, "Ne zaman bir mal alırsan onu ölç; ne zaman bir mal satarsan onu ölç" tavsiyesinde bulunmuştur. Yine. Rasulullah @, "Bereketli olması için zahireni tart" buyur­muştur. (Muvatta). Bir kişinin belirli bir bede­le hububat alıp karşılığında belirli bir miktar hurma vaadederek yaptığı satışın sahih oldu­ğu İbn-i Ömer'den rivayet olunur. (Hidaye).

İleriye dönük sebeplerin (selem veya selef gi­bi) yer aldığı bütün bu ticari muamele misal­lerinde, akdin meşruluğu ücret, miktar ve öde­me zamanının açıklıkla belirlenmesi şartına bağlıdır. Fiat, miktar ve satılan malın teslim tarihi gibi konular ortaya konmadan pazarlık sonuca bağlanmışsa akit geçersizdir. Kandüri selem'in terim olarak uzak teslim karşılığında bedelin hemen verilmesini ihtiva eden akitleri ifade ettiğini belirtir. Hukuk terminolojisinde ise ücretin derhal ödenmesini gerektiren ve malın tesliminde gecikmeyi kabul eden satış mukavelesi anlamına gelir." (Hidaye). Kur'an-ı Kerim'in şu ayeti ile selem satışına müsade edilip meşru kılınmıştır: "Borcu az ol­sun, çok olsun süresiyle birlikte yazmaktan üşenmeyin. Bu, Allah katında en adil, şahitlik için en sağlam, şüphelenmemeniz için de en yakın olandır. Ancak aranızda devredip dur­duğunuz ve peşin olarak yaptığınız ticaret başka, bunu yazmamanızda sizin için bir sa­kınca yoktur. Alışveriş yaptığınızda da şahit tutun. Yazana da, şahide de zarar verilmesin." (2:282). Bu ayet-i kerime, selem satışında (yani ileriye dönük satışlarda) yokluğunda sa-"S1 fas!İd k'lan belirli şartlan ortaya koymakta ve müslümanlara ticari ilişkilerin de şahitler bulundurmalarını öğütlemekle birlikte peşin olarak yapılan alış-verişte şartsız izin vermek­tedir. Kısaca, selem satışı yukarıda zikredilen Kur'an-ı Kerim .ayetine ve Rasulullah @'ın hadislerine göre aşağıda sıralanan şu şartlara bağlıdır:

a-  Selem para dışında bütün hacim ve ağırlık birimleriyle (mevzuatla) sahihtir, zira Rasu­lullah @; "Her kim selem yaparsa ma'lum öl­çek ve tartıda belirli bir va'deye kadar yapsın" buyurmuştur. Dirhem ve dinar (yani her tür para) ağırlık veya hacim ölçüleri içerisinde yer almaz; her ikisi de fiatı temsil eder. Selem satışında ise satış konusu olan malın baha ol­maması gerekmektedir. Bu yüzden kişi, gele­cek bir tarihde 10 dirhem ödemek karşılığında 3 metrelik kumaşın hemen verilmesi şartıyla bir selem satışına girişse bu akit geçersizdir. Bazı fakihler bu satışın bütünüyle hükümsüz olduğu görüşündedir.

"Uzunluk genişlik, kalite ve işçilik göz önüne alınarak miktarı belirleme kaydıyla tanım]a: mak mümkün olduğundan kumaş gibi uzun­lukla Ölçülen mallarla (mevruat) ilgili selem satışı caizdir. Keza bu özelliklerin açıklıkla anlatılması belirsizliğin ortadan kaldırılması ve bu yüzden de aktin geçerliliği için lüzum­ludur. Aynı şekilde, yumurta ve ceviz gibi mahiyetçe pek farklılık göstermeyen mallarla ilgili selem satışı da sahihtir. Zira hafifçe farklı olan bütün eşyalarda fiat kolaylıkla tah­kik edilebilir, malın niteliği tarif edilebilir ve alıcıya teslimi gerçekleştirilebilir. Bu yüzden bu tür eşya ile ilgili selem akti sahihtir." (Hi­daye).

b- Teslim tarihi (ecel) mutlaka tayin edilme­lidir. Rasulullah @, "... belirli bir vadeye ka­dar" buyurmuştur. Yanında bulunmayan malı satmayı yasaklamış; buna rağmen önceden al­dıkları para vasıtasıyla satış konusu olan malı kazanıp alıcıya teslim edebilmek için bu tür uygulamalara katılma ihtiyacı duyan yoksul kimseler lehine seleme prensip olarak izin ve­rip meşru kılmıştır. Belirli bir sürenin tayini bu yüzden gereklidir; çünkü satıcı, istek üzere anında teslime müsaitse, selem satışına meş ruluk kazandıran şart yerine getirilmiş olma yacaktır. Üstelik aynen ücretin belirsizlik (meçhuliyet) unsuru sebebiyle süre tayin edil­meden gelecekte herhangi bir tarihte ödenme­si kararlaştınlan satışlarda olduğu gibi bu tür satışta da tayin edilmemiş süre meşrudur. (Hi-daye).

c- Akdin imzalandığı ve teslimin yapıldığı zamanlar arasındaki sürede değerini kaybetme ve etkisiz hale gelme ihtimallerine bağlı olan hususi hacim ve uzunluk ölçülerinin şart ko­şulması selem satışında caiz değildir.

d- Cins, tur, kalite, miktar ve teslim tarihi bü­tünüyle belirtilmemiş olmalıdır. Takip eden şartlar üzerine yapılanlar dışındaki selem satı­şı meşru değildir:

1- Satılan malın cinsi belir­lenmelidir, bilinen kalite veya standartta buğ­day veya arpa gibi.

2- Malın miktarı standart ağırlık veya hacim ölçüsüne göre tesbit edil­melidir.

3- Teslim tarihi belirlenmelidir.

4- Önceden ödenecek olan ücret kararlaştırılma­lıdır.

Kısaca, kalite tasviri ve miktar tarifi şartları genel olarak yerine getirildiğinde selem satışı geçerlidir. Miktarı bilindiği veya tartışmaya vesile olmadığı zaman selem satışına uygun­dur. Diğer taraftan bir nitelik veya nicelik sı­fatıyla tarif edilemeyecek olan eşyalar husu­sunda selem satışları caiz değildir. Çünkü se­lem satışı satıcı tarafından ödenmesi gerekli bir borçtur; şayet nitelik ve nicelik bilinmi­yorsa sonuçta karışıklığa yol açan bir belirsiz­lik vardır. (Hidaye).

Kur'an ve Sünnet'in hükümleri üzerindeki bu mütaalalar açıkça göstermektedir ki herhangi bir ticari sözleşmede cühelanın varlığı onu ge­çersiz ve hükümsüz kılar.

 

Özet

 

Garer ve cühela konusundaki fakihlerin gö­rüşleri aşağıda hülasa edilmiştir.

Garer ve cühela şu üç zamanda oluşur: (a) Akdedilen mal henüz teslim edilmediği dö-

nemde, (b) Akdedilen mal kısmen teslim edi­lince, (c) Akdedilen mal büyük çoğunlukla teslim edildiğinde. İbn-i Velid'e göre bu üç çeşit; (a) çok fazla, (b) vasat ,(c) çok az şek­linde tasnif edilebilir.

Birincisi ve ikincisi -yani (a) ve (b)- garer ve cühela unsuru nedeniyle kesinlikle gayri meş­rudur. Fakat garer ve cühelanın çok az olduğu sonuncusu -yani (c)- ihtilaflıdır. Muayyen bir akidde çok az olarak nitelenebilecek garer ve cühela miktarı hakkında fakihler arasında bazı görüş farklılıkları vardır. Bununla birlikte, bü­tün fakihler garer ve cühelanın varlığı yüzün­den şu satış formlarının fasid olduğu hususun­da müttefiktirler:

1- Henüz imal edilmemiş eşyaların satımı,

2- Satıcının eline (mülkiye­tine) daha geçmemiş malların satımı,

3- Ol­gunlaşmamış meyvenin satımı,

4- Kolaylıkla sahip olunamayan veya devredilemeyen ürün­lerin satımı,

5-  (Ücret, nitelik ve nicelik açı­sından) Belirsiz eşyaların satımı,

6- Yalnızca taraflardan birine çıkar sağlayan malların satımı.

Bu sayılanlar bizlere garer ve cüheladan dola­yı İslam'da meşru olmayan alışveriş, alım-sa-tım mukavelelerinin güzel misallerini sun­maktadır. Bu elemanları barındıran herhangi bir alım-satım akdi yahut eşya, para veya kıy­metli menkul değiş tokuşu geçersiz ve gayri meşru olarak değerlendirilir. Yukarıda zikre­dilen türdeki alışveriş ve değiş tokuş sözleş­meleri Rasulullah @ tarafından yasaklanmış­tır.

Nitelik ve nicelikleri gözönünde tutarak müs-lüman hukukçuların eşyaların özelliklerini be­lirleme hususunda farklı görüşlerde oldukları ve belirli mukavelelerin aynntıları hakkında ihtilaf ettikleri doğrudur. Ancak herhangi bir ticari işlemde garer ve cühela varsa bunun o sözleşmeyi hükümsüz kılacağında bütünüyle hemfikirdirler. Hemen burada işaret edilebilir ki ticari işlemlerdeki garer ve cühela olayları­nı incelerken, Allah'ın rızasını kazanmak için yapılan ve tamamen dini mahiyetli olan salih amellere ilişkin misalleri Rasulullah @'ın sün­netinden iktibas etmek uygun değildir. Bu tür durumlarda garer ve cühela sözkonusu değil­dir. Zira bunlar ticari bir işlem olmayıp ya İyi niyetle yapılan ameli ya da asıl gayenin mali olmadığı ibadetlerdir. Bu meselelerde herhan­gi bir muğlaklık ve muhtemellik varsa maddi­yat sorununu dışlayan dinî bir davranış oldu­ğundan bu amelin niteliğini etkileyemeyecek-tir. Oysa satış akünde veya ticari işlemlerde herhangi bir müphemlik veya belirsizlik unsu­ru bırakılırsa, bu(nlar) taraflar arasında anlaş­mazlık, çatışma ve karışıklığa yol açacaktır.

Meslekten olmayan sıradan bir kişi ateşi yük­selip kızaran hastanın yalnızca yüzündeki dış belirtileri farkedebilir. Ancak ateşin asıl sebe­bi olan dahili hastalığı belirlemekte başarısız olur. Sıradan kişi sadece ateşi düşürürken doktor ateşin dahili sebebini ortadan kaldıra­rak hastalığı tedavi etmeye çalışır. Meyve sa­tımında vuku bulan da budur. Rasulullah @, zahiri hastalığın (yani anlaşmazlıkların) ger­çek sebebini (gareri) -insanlar birincisi için sanarken- çareler sunarak tedavi etmeye çalış­mıştır. Bu yüzden, "Anlaşmazlık çıkmazsa bir ticari muamelede (ticari sigorta gibi) garerin varlığı onu gayri meşru kılmaz" düşüncesi bü­tünüyle yanlıştır. Ekonomik işlemlerdeki za­hiri kötülüklerin temel sebepleri riba, meysir, garer ve cüheladır. O dönemin ekonomik sis­teminde yer alan fesadın gerçek sebebini "Ri-salet Hikmeti" doğru olarak tesbit etmiş ve gayri meşru kılmıştır. Hiçbir şüpheye yer bı­rakmadan denilebilir ki, toplumu çürütecek ekonomik kötülüklerin çoğunu meydana geti­ren bu gayri meşru unsurlarla ilgili olarak o dönemlerde doğru olan günümüzde (ve gele­cekte) de doğrudur ve bütünüyle uygulanabi­lir.

 

Sömürü Ve Haksız Muameleler

 

İslam bütün ticari ilişkilerde adalet ve dürüst­lükten yanadır, hileli ilişkileri ve sömürüyü yasaklar. "Ticarette herşey mubahtır" görüşü­nü benimsemez. Aksine, her tür ekonomik ilişkide adalet ve dürüstlük için ısrar eder. Alıcıya aktin şartlarını ve satılan malı incele­yip değerlendirme fırsatı tanımayan alışveriş­leri taraflardan birine -diğerinin aleyhinde-yersiz çıkar sağlayan ve kuvvet kullanılarak yapılan ticarî .muamele ve mukaveleleri ya­saklar. Aşağıdaki ayeti kerime müslümanlara ticarî işlemleri karşılıklı rıza ile yapmalarını; başkalarının mallarını haksız ve gayri meşru yollarla yememelerini emreder: "Ey iman edenler, birbirinizin mallarını batılla yemeyin; (bunun yerine) karşılıklı anlaşma İle ticaret yapın ve kendi nefislerinizi öldürmeyin." (4: 29). Taraflardan herhangi biri lehine istismar, sömürü, iltimas, uygunsuz kazanç sağlayan bütün muamelelerin yasaklandığını bu ayeti kerime açıkça göstermektedir. "Kendi nefisle­rinizi öldürmeyin" ifadesi haksız yere başka­larının malını alanların gerçekte kendi sonları­nı bizzat kendi elleriyle hazırladıklarını acıklı bir şekilde hatırlatmaktadır. Çünkü bu tür kö­tü hareketler sosyal düzeni öylesine bozar ki zararlı sonuçlarından eninde sonunda kendisi de kaçamaz. (The Meaning of the Qur'an, c.I).

"Aranızda mallarınızı haksız sebeplerle yeme­yin ve bile bile insanların mallarından bir bö­lümünü günahla yemeniz İçin onları hakimle­re aktarmayın." "(2:188). Bu ayetin iki yönü vardır. Hiç kimse hakimlere rüşvet vererek başkalarının mallarını ele geçirmeye çalışma-malıdır; başkalarının mallarını ele geçirmek için haksız ve gerçek dışı iddialarla mahke­meye başvurmamalıdır. Varolan delillere göre hakimin haksız taraf lehine hüküm vermesi mümkündür. Ancak, bu, o malın haksız kim­seye artık helal olduğu anlamına gelmez. Ra­sulullah @ bu kişileri şu şekilde uyarmıştır: "Her şeyden önce ben de bir insanım. Bana getirilen bu davada, karşısındaki n den daha iyi konuşan kişi lehine hüküm vermem mümkün­dür. Fakat bilin ki ben onun lehine karar ver­miş olsam da bu yolla bir şeyler kazanan kim­se, gerçekte kendisine Cehennem'den bir yer edinecektir." (The Meaning of the Qur'an, c. I, sh. 143).

 

Haksız Ve Bâtıl Takas Metodları

 

Toplumda âdil ve dürüst işlemleri teşvik'et-mek ve korumak amacıyla Rasulullah @ aşa­ğıda mütalaa edilen ekonomiye aykırı ve hak­sız ahş-veriş şekillerini nehyetmiştir.

a- Talk'il celeb: Çiftçiler hububat getirdikle­rinde onları şehir dışında karşılayarak bütün hububatı almak ve sonra da getirip pazarda satmak Medine halkı arasından yaygın bir uy­gulamaydı. Rasulullah @, haksızlık nedeni olan bu alım-satım usulünden insanları men etmiştir.

Rasul-ü Ekrem @ zengin-fakir demeden her­kesin ihtiyaç duyduğu temel gıdalardan olan hububatın satımı ile ilgili bu emirleri onun pa­zarda rahatça satılması için ortaya koymuştur. Aynı zamanda bu hükümler sermaye sahiple­rinin mevcut bütün zahireyi pazara gelmeden önce satın alarak fıatı kendilerinin kontrol et­melerini mümkün kılacak şekilde tekelleşme­yi de önler.

Abdullah b. Ömer'den rivayet olunur; "Biz yi­yecek getiren kafileleri şehir dışında karşılar; onlardan yiyecek satın alıp pazarda satardık. Nihayet Rasulullah @ onu pazara getirmele­rinden önce satın almamızı bize yasak etti." (Buhari). Ebu Hureyre, İbn-i Ömer ve İbn-i Abbas'ın rivayetine göre Rasulullah @; "Yi­yecek getirenleri karşılamayın, mallarım yol­da satın almayın; şayet birisi onu karşılar da malım satın alırsa mal sahibi pazara geldiği ve kendisine düşük bir fiat ödendiğini tesbit etti­ği zaman muhayyerdir^ (dilerse akdi geçersiz sayıp dönebilir)" buyurmuştur. (Müslim, Mu-vatta, Ebu Davud, Tirmizi ve İbn-i Mace).

Bu tedbir Rasulullah @ tarafından satıcının olduğu kadar umumun da çıkarlarını korumak amacıyla alınmıştır. Mallar, satıcının piyasa şartlarıyla karşılaştığı açık pazarda satılmalı­dır. Bu ilk başta satıcının gafil avlanmaması-nm; ikinci planda da alıcının bilgisizliğinin satıcı veya temsilcileri tarafından yersiz ola­rak kötüye kullanılmamasını sağlar. Tüketici­ye makul bir fiat temin eder ve onu karaborsa­cı ve ihtikarcılar tarafından sömürülmekten korur.

b- Hadir'ül libad: Bazı insanlar hububat sa­tıcıları için mümessil (aracı) olarak çalışırlardı ve bütün hububatlar onlar vasıtasıyla satılırdı. Bu simsarlar gerek satıcı gerekse alıcıdan ka­zanç sağlamakta, ancak hem üreticiyi haklı kazancından hem de alıcıyı adil ve makul bir

fiattan mahrum etmektedir. Rasulullah @, tü­keticinin olduğu kadar üreticinin de yararına, bu alım-satım çeşidini nehyetmiştir.

Hemen burada zikredilebilir ki çiftçilere za­rarlı kötülük ve yolsuzlukları önlemek için modern devletlerin 'Zirai Pazarlama Hareketi' ne geçişleri elifi elifine Rasulullah @'m 14 yüzyıl önce yaptığının aynısıdır. Ebu Hurey­re; "Şehir sakinlerinin köy halkı adına satış yapmasını Rasulullah yasakladı" der. (İbn-i Abbas). "Yiyecek getirenleri karşılamayın; şehirli de köy halkı için satmasın" buyurduğu­nu rivayet etmiş, "şehirli de köy halkı için sat­masın" sözünün anlamını Taus'un sorması üzerine de İbni Abbas "kimse ona simsar ol­masın manasındadır" demiştir. (Buhari).

Rasul-ü Ekrem @'in bu tür işlemleri nehyet-mesinin gayesi üretici ve tüketici arasındaki aracı ve simsarları ortadan kaldırmak; üretici ile alıcıya sırasıyla uygun gelir ve makul fiat edinmelerini sağlamaktır.

Nitekim Rasulullah @ bu tür ticari ilişkiler­den etkilenen tarafların menfaatlerini koru­mak gayesiyle haksız komisyonculuğu yasak­lamıştır. "Abdullah b. Ömer, Cabir, Enes b. Malik, İbni Abbas ve Ebu Hureyre köy halkı­na ait malların şehirli biri tarafından satılma­sını Rasulullah @'ın nehyettiğini nakleder." (Buhari,.Müslim, Ebu Davud, Tirmizi ve İbn-i Mace), Bu men edici emirin hedefi, herhangi bir alım teklifi yapılmadan önce satıcı veya temsilcisinin piyasanın o anki durumundan ta-mamiyle haberdar olabileceği bir yere, açık pazara satılık mallarını getirmesini sağlamak­tır.

"Taraflardan birine menfaat sağlayan, akdin gereklerine muhalif olan ya da satılan mal adına tartışmalara vesile olan herhangi bir şar­tın ilave edilmesi satışı ifsad eder. Mukavele­nin vazgeçilmez bir sonucu olmayan ve içeri­sinde satıcı, alıcı veya satılan mal lehine hü­kümler bulunan her kayıt, akti geçersiz kılar. Çünkü konu dışı ilave bir hareket, bu kez, di­ğerine tazminatı şart koşmadan tarafların bi­rinden beklenmektedir. Bu talep satış konusu­na bir çıkar sağlaması nedeniyle karakteri ge­reği ribaya benzer. Mutlaka ihtilaf çıkaracammına o derece önem vermiştir ki onlar için hayır duasında bile bulunmuştur. Enes b. Mâlik ve Abdullah b. Zeyd, Rasulullah @'m şöyle duada bulunduklarını rivayet ederler: "Ey Allah'ım, Medine halkının ölçülerini mü­barek kıl." Diğer bir ifadeyle, Hatem'Ün Nebi, Medine Halkının tartı ve Ölçülerinin bereketli olması için dua etmiştir, İbn-i Abbas Rasul-ü Ekrem'in "Her kim önceden hurma satın alırsa tartısını, gününü ve akdini tesbit etsin" buyur­duğunu nakleder. (Mişkat). İbni Ömer'in riva­yetinde ise Rasulullah @ Medine ölçülerinin güvenilir olduğunu belirtmiştir. (Mişkat).

Rasulullah @'ın, ölçü ve tartı İşleriyle meşgul insanlara, kendilerinden önceki kavimleri yok eden iki şeyle meşgul olduklarını anlattığını İbni Abbas rivayet eder. Başka bir deyişle, Rasulullah @ daha önceki kavimleri yok eden hileli davranışların sonuçları hakkında onları uyarmaktadır. (Mişkat). Cabir tarafından riva­yet olunur ki Rasulullah @, farklı türdeki hur­maları ayırmalarını ve insanlar arasında dağı­tırken onları tartmalarını istemiştir. (Buhari).

Hz. Osman, birşey alırken ya da satarken dai­ma tartıp ölçmesini Rasulullah @'m kendisine tavsiye ettiğini nakleder. (Buhari).

 

KISIM 9

 

MÜKEMMEL KANUN KOYUCU

 

İlim ve akıl ile bağdaşan, her devirde ve her ülkeye uyan, ayrım gözetmeksizin bütün in­sanlığa kurtuluş reçetesi sunan ve araştırmacı zihnin karşılaştığı her soruya doyurucu cevap­lar veren bir hukuk manzumesi ancak ideal ve mükemmel olabilir. Rasulullah @ işte böyle bir hukuk manzumesini bu dünyaya armağan etmiştir. Konunun uzmanları, Rasul-ü Ekrem @ tarafından ortaya konan hukukun bütün ik­lim ve zamanlarda tüm insanlık tarafından iz­lenecek mükemmellikte olduğunu ittifakla ifade etmişlerdir. O'nun kanunları dünyevî ve uhrevî hayatın her bölüm ve alanını kapsar. Bu şeref, dünyada başka bir kanun koyucu ve­ya nebiye değil, yalnızca Rasulullah @'a atfe­dilebilir. Şeriatın kusursuz niteliği nedeniyle başka bir teşrii yöntemi, başka bir yasama, başka bir yasama meclisi artık gerekli değil­dir. İhtiyaç duyulan yalnızca, şeriat bilgisi ile donanmış, bu bilgileri yorumlama ve uygula­ma yeteneğine sahip vekiller konsülüdür. Ge­reken Kur'an ve sünnete dönmektir. Bu ger­çekleştikten sonra artık hiçbir insan yapımı kanun kabul edilmez. Rasulullah @'ın ortaya koyduğu kanun manzumesi bütün gelişim po­tansiyelini barındırır ve şayet onu yaşama prensipleri olarak kabul eden ilk müslümanla-nn durumunda olduğu gibi doğru şekilde ta­kip edilirse insanları ilerleme ve şerefin doru­ğuna iletir ki bu aynı zamanda uluslar için de geçerlidir.

Şimdiki müslümanların ekonomik ve politik alanlardaki başarısızlıkları Kur'an ve Sünnetin kurallarına değil aksine müslümanların bu kurallara olan güvenlerinin eksikliğine Ve onun hakiki anlamına göre hareket etmemelerine bağhdır. "Bütün dünya yavaş yavaş fakat ihtiyatla İslam'ın prensiplerine doğru sürük­lenmektedir" sözü gaynmuslım bir batılı tara­fından söylenmiştir- funyaca ünlü devlet adamları ve hükümdarlar* yetiştiren bu kural­lar manzumesidir.

 

Ceza Hukuku

 

Kanun önünde herkes eşittir; "Hükümdar ya-nılmaz" sözünün İslam'da yeri yoktur. "Kanun önünde herkes eşittir" kuralı inanç ve sınıf farkı gözetmeden tatbik edilir. Ceza Hukuku yalnızca insanların temel haklarının ihlal edil­mesiyle ilgilidir. Af olayı dışında genel olarak ceza prensibi açısından haklarına tecavüz edi­len fert mukabele hakkından vazgeçebilir, an­cak devlet veya devlet görevlileri vazgeçmez. İngiliz yasalarında bağışlama yetkisi yöneti­min basma verilmiştir. İslam'da ise yalnızca haksızlık edilen veya zulme maruz kalan kişi affedebilir. Allahu Teâlâ da affetme yetkisini zulmedilen ferde havale etmiştir. Bu yüzden modern yönetimler mazlumun hakkına müda­hale etmeyerek bu yüce timsale benzemeye çalışabilir.

Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Kötülü­ğün karşılığı ancak onun misli (benzeri ) ka­dar olan kötülüktür. Ama kim affeder ve ıslah ederse artık onun da ecri Allah'a aittir." (42: 40). Burada af ne reddedilmekte ne de onu imkânsız kılan bir tarzda icra edilmektedir. İs­lam'da ne "dişe diş" ne de bunun karşıtı "sağ yanağı tokatlandığında sol yanağını çevir" ya­hut "kardeşinin cübbesini çalmış kişiye bir pe­lerin de sen armağan et" şeklindeki ifrat ve tefrit anlayışları vardır. Haksızlık edene fay­dası dokunacak ve sorunu halledecek ise ba­ğışlamanın uygulanabilir olması bir güzel yol, bir altın kuraldır. Suçlu on kişiyi yanılarak be­rat ettirmek, suçsuz bir insanı mahkum etmek­ten daha hayırlıdır.

1- Kati (Cinayet): Hemcinslerinin varolma haklarını ihlal etmek şirkten sonra en büyük günahtır. Bu yüzden de en büyük hukuk ceza­sı verilmiştir. Diğer bir ifadeyle kasti cinayet­lerde (kati) suçlu ölüme mahkum edilir. Bu hüküm hususunda İslam'da bir özellik vardır: Öldürülen şahsın varisleri yeterli tazminat ya da kan parası olarak katil için ölüm cezasını iptal ettirebilirler. İstemeden yapılan (kasıtsız işlenen) cinayetlerde Ölüm cezası yoktur, yal­nızca kan parası söz konusudur. Gerçek suç­lunun kimliği hakkında kuşku varsa kan para­sının devletçe ödenmesi  emredilir.  Normal

dönemlerde herhangi bir insanı öldürmek inanç ve sınıfına bakılmaksızın kesinlikle ya­saklanmıştır: "Kim bir nefsi, bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmak­sızın (haksızca) öldürürse, sanki bütün insan­ları öldürmüş gibi olur." (5:32). Rasulullah @ gayri meşru zımmiler hakkında şunları bu­yurmuştur: "Onların malı bizim malımız, on­ların kanları bizim kanlarımız gibidir." Ali b. Ebu Talib de "Zımminin kanı müslümanın ka­nı, onun mallan ve sürüleri müslümanın malı ve sürüsü gibidir" demiştir. 'Anlaşmalı bir in­sanı öldüren kimse Cennet'in kokusunu ala­maz" ifadesi de Rasulullah @'a aittir.

Görünüşte cinâî (criminal) olmasına rağmen aşağıdaki hallerde diyet vermek gerekli değil­dir:

1- Dört ayaklı hayvanların yol açtığı ya­ralanma, ölüm ve hasarlar.

2- Madenlerde, kuyularda veya diğer riskli yerlerde gönüllü Çalışma esnasında uğranılan zarar, yaralanma ve ölümler.

3- Kendi hayatım veya malını korumaya çalışan kişinin sebep olduğu yara­lanma ve ölümler.

4- Müsaade almadan pen­cere ya da bölme arasından gizlice gözetler­ken başa gelen yaralanma ve ölümler.

5- İs­lam dinini savunurken ya da bir aileyi korur­ken oluşan yaralanma ve ölümler.

6- Rasu­lullah @ hakkında sürekli kötü konuşmakla veya O'na küfri iftiralar atmakla suçlu bulu­nan kişiye yapılan yaralama ve öldürme hare­ketleri.

2- İsyan (Fitne): Bu, ölümü davet etmesi ve ölüme sebep olması nedeniyle katiden daha hafif bir suç değildir: "Fitne ise katiden daha beterdir." (2: 217). "Şüphe yok ki Allah, size adaleti,  ihsanı, yakınlara vermeyi emreder; çirkin   utanmazlıklardan,   kötülüklerden   ve zorbalıklardan sakındırır." (16: 90). Rasulul­lah @ şöyle buyurmuştur: "Fitne ve kan bağı­nı koparmak dışında, ahirette onun için hazır­lanan azabla birlikte bu dünyada verilen ceza­nın karşılayamayacağı hiçbir günah yoktur." Böylece kuvvetle mahkum edilen bu büyük suça (fitneye) hukuken büyük ceza verilmiş­tir.

3- Zina: Zinanın cezası, Kur'an-ı Kerim'in şu ifadeleriyle belirlenmiştir: "Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurunuz." (24: 2). Sünnet'e göre evli bir şahıs tarafından yapıldığında zinanın cezası recm (taşlanarak öldürme) dir. Rasulullah @'ın, "Şu üç şeyden biri dışında,,bir müslümanın kanını akıtmak helal değildir: Evlendikten sonra zi­na, İslam'dan sonra küfür ve haksız yere adam öldürme" buyurduğu rivayet edilir. Bu ceza ,dört raşid halife döneminde de uygulanmakta İdi. İslam çok sıkı bir ahlaki görüş açısı be­nimseyip sorumluluğun hiçe sayılmaması için hapisten ölüme kadar çeşitli cezalar vermiştir. Kadın veya erkeğe, suçunun gerektirdiği ce­zadan başkasıyla muamele edilmemesini em­retmiştir. Bu hususla o, diğer ülkelerin yaşa­yan kanunlarından ayrılır. Tek başına bu kural bile günümüzde artış gösteren zina, insan ka­çırma, sefahat ve rastgele suçlar ile kadınlara yapılan çirkin saldırılan tek basma çözümler. Hadler çok sert gözükmektedir; ancak yapılan kötülükler daha da menfurdur; toplumda bü­yük infiallere, rahatsızlıklara yol açarlar. Bu tur suçlulara merhametli davranmanın diğer insanların da bu kötülükleri işlemelerim ko­laylaştıracağı bir gerçektir. En şiddetli ceza­dan başka hiçbir tedbir, anılan suçluları dur­duramaz. Hafif cezalar gerçekte insanlardaki düşük cinsi ahlaki seviyeyi yansıtır. Bu, Rasu­lullah @'ın dünyada en sağlam ahlak anlayışı­na sahip olduğunu ve O'nun ahlakiliğe büyük önem atfettiğini de gösterir. Bırakalım Rasu­lullah @'ın karakterini eleştirmeye çalışanlar bu nokta üzerinde uzun uzun düşünsünler ve bir karara varsınlar. Cahili toplumlarda bir er­kek veya kadına duyulabilecek en büyük gü­venin yıkılmasına yol açan; aileleri harap eden; ev halkının sukunetini-huzurunu yok eden; masum çocuğu sevgili annesinden, sev­gili kocayı aziz hanımından mahrum bırakan bir yıkıma, birkaç liralık hırsızlık olayı kadar bile ciddi bir gözle bakılmamaktadır. İslam dışı toplumlarda, kadınlar iffeti hiçe sayan ka­sıtlı davranışları yüzünden cezalandırılmazlar. Bu durumda bütün yönetimlerce İslam'ın mü­kemmel misali izlenmedikçe, kadınlar da er­keklerle birlikte cezalandırılmadıkça insan ka­çırma, saldırı ve zinanın sonu gelmeyecektir.

4- Zina İftirası {Kazf ve Lian): "Namuslu ve hür kadınlara (zina isnadıyla) iftira atan, sonra da dört şahid getirmeyenlere de seksen değnek vurun ve onların şahidliklerini ebedî olarak kabul etmeyin. Onlar fasık olanlardır." (24: 4). Zina cezası çok sert olmasına rağmen, isbatlanması için dört görgü şahidi gerektiğin­den hukuki açıdan çok az dava doğrulanabilir. Şayet şahitler suçun tesbit edilmesinde başarı­sız olurlarsa her birine seksen değnek vurulur. Zinanın son derece gizlilik içinde işlendiği, herhangi bir itirafta bulunulmadığı düşünülüp ve suçun tesbiti için gerekli şartlar da gözönü-ne alınırsa, büyük hukuk cezasının hemen he­men hiç uygulanmadığı anlaşılır. "Kendi eşle­rine zina isnad eden ve kendilerinden başka şahidleri de bulunmayanlara gelince) onlar­dan her birinin şahidliği, Allah adına dört (ke­re yemin) ile kendisinin hiç şüphesiz doğru söyleyenlerden olduğuna şahitlik etmektir. Beşinci (yemini) ise, eğer yalan söyleyenler-dense, Allah'ın lanetinin muhakkak kendi üze­rine olması(nı kabul etmesi)dir. Zevcenin de dört kere Allah adına (yeminle) kocasının mu­hakkak yalan söyleyenlerden olduğuna şahid-lik etmesi kendisinden cezayı uzaklaştırır. Be­şinci (yemini) ise, eğer o (koca) doğruyu söy­leyenlerden ise, Allah'ın gazabının mutlaka kendi üzerine olması(m kabul etmesi)dir. (24:6-10).

Kocanın, hanımına zina isnadı durumunda, kocanın dört kez şehadet etmesi ve beşincisin­de, eğer yalancıysa, Allah'ın lanetini üzerine davet etmesi yeterlidir. Bunu geçersiz kılmak için zevce, dört kez yeminle reddetmeli ve be­şinci kez kocayı doğruysa Allah'ın gazabını üzerine çağnmalıdır. Rasululah @'ın sünneti­ne göre, karşılıklı lianda bulunan eşler talaka gerek kalmadan ebedi olarak ayrılırlar. Zira Ibni Abbas'ın rivayetine göre Rasulullah @, "Lianda bulunan kan-koca ayrılırlar ve ebedi­yen birleşemezler" buyurmuştur. Ali b. Ebu Talib ve İbn-i Mesud'dan da "Rasulullah @ li­an yapan karı-kocanm ebediyyen birleşeme-yeceklerine hükmetmiştir" sözleri nakledilir.

5- Hırsızlık (Sirkat): Hırsızlık, kişinin malı üzerine savunulabilir bir sebep olmadan ya­pılmış bir tecavüzdür ve kişiyi zorlukla ka­zandığı para ve malından mahrum edip top­lumda huzursuzluğa yol açar. Hırsızlar barış ve güven içindeki topluma tehdit oluştururlar; kendilerine tehditçi gözüyle bakılır. Bu yüz­den sert hadler emredilmiştir.

"Hırsız erkek ve hırsız kadının, (çalıp) kazan­dıklarına bir karşılık, Allah'tan da tekrarı ön­leyen kesin bir ceza olmak üzere ellerini ke­sin." (5:38). Rivayete göre, "Rasulullah @ hırsızın elini bilekten kesmiştir." Cumhur'un kanaati de bu yoldadır. Hırsızın eli kesildikten sonra ikici kez hırsızlık yaptığı takdirde bu defa bütün fakihlerin ittifakıyla sol ayağı bi­lekten kesilir. Darekutni, Rasulullah @'dan şöyle rivayet etmiştir: "Birisi hırsızlık yaptı mı elini kesin. İkinci defa hırsızlık yaparsa sol ayağını bilekten kesin." Yine Darekutni'nin Ebu Hureyre'den tahriç ettiği bir hadiste Ra­sulullah @, "Eğer çalarsa hemen elini kesin, sonra tekrar çalarsa ayağını kesin; üçüncü kez çalarsa diğer elini kesin, dördüncü kez çalarsa diğer ayağını kesin" buyurmuştur. Üçüncü kez hırsızlık eden ve bir eli ile bir ayağı kesik kişinin sol elini kestirmesi Ali b. Ebu Ta-lib'den istendiğinde, "Onu da kesersem bu adam ne ile temizlenir, ne ile yer?" diye cevap vermiş, ayağı hakkında ise, "Ayağını mı kese­yim? Sonra ne üzerinde yürür. Gerçekten ben Allah'tan utanırım" demiştir.

Yapılan hırsızlığın elin kesilmesini gerektir­mesi için çeşitli şartlar vardır; çalman malın miktarı, malın korunur olup olmadığı... gibi. Günümüzün medeniyeti ışığında cürüm karşı­lığında beden parçalarının kesilmesi hem bar­bar hem de zalimane bir uygulama gibi gö­zükmektedir. Bu kan sonucunda hırsızlık kayıtla­rı sayıca artmakta, teyakkuzdaki polis mikta­rının çoğaltılması bu suçları denetim altında tutamamaktadır. Bu ibret verici cezayı uygu­layan ülkelerde, mesela Suudi Arabistan'da bu suçların önlendiğinden bahsetmek memnuni­yet vericidir. Bu tür cürümleri tekrar tekrar iş­leyen suçlu, toplum için tehlikeli hale gelir; şayet zikredilen cezalar uygulanıp beden par­çaları kesilirse hem yeniden işlemekten çeki­necek hem de hareket serbestiyeti olmadığın­dan suç işleyemeyecektir. Bununla birlikte ki­şi, akrabalarının evinden hırsızlık yaparsa, hırsızlık; seyahat, sefer ve cihad esnasında iş­lenmişse, bir köle tarafından yapılmışsa veya çalman malın değeri belirli bir düzeyin altında ise hadd-i sirkat sözkonusu değildir.

6- İkinci Derecedeki Suçlar ve Ta'zir. Bun­lar cezası Kur'an-ı Kerim'ce belirlenmeyen kusurlardır ve verilen cezalar ta'zir olarak ad­landırılır. Ta'zirin miktar ve şekli, olayı çerçe­veleyen şartlara bağlı olarak her olayda ceza­nın şekli ve miktarını belirleyecek olan hakim ve kanun yapıcının eline bırakılmıştır. Ceza; hafifçe dövmek, hapsetmek, azarlamak ve pa­ra cezası gibi çeşitli şekilleri ihtiva eder. İmam Ebu Hanife, ta'zirde değnek sayısının en fazla 39, en az 3 olduğunu ifade eder. Vü­cut organlarını yaralama durumunda ise kısas ve diyet kuralları geçerlidir.

Hemen hemen her içki içme olayında, Rasu­lullah @'ın verdiği ceza (hadd-i şurb) ayakka­bı, değnek veya elle vurmaktır. İçkiden yüz çeviremeyen kronik alkoliklere vurulan en fazla değnek sayısı seksen idi. Enes b. Ma-lik'den rivayet edildiğine göre, Rasulullah @'a şarab içmiş bir adam getirmişler, O da buna iki hurma dalı ile kırk kadar sopa vurmuştur. Enes şunları ilave eder: Bunu Ebu Bekir de yaptı. Ömer ise halîfe olunca halk ile istişare etti. İstişare sırasında Abdurrahman b. Avf, "Haddin en hafifi 80 (değnek) dir" dedi. Ömer de bunu emretti. (Buhari ve Müslim). Ali b. Ebu Talib'in rivayeti ise şu şekildedir: "Rasu­lullah @ kırk değnek had vurdu; Ebu Bekir de kırk değnek vurdu. Ömer ise seksen değnek vurdu. Bunların hepsi sünnettir. Ama Ömer'inki bana daha hoş geliyor." (Müslim). Müslim benzer bir hadisi Hz. Osman'dan nak­leder.

 

Medenî Hukuk

 

İslam'dan önce gerek Araplar, gerekse Arap olmayanlar arasında malların nesilden nesile geçişi, hem memnuniyetsizliğe yol açmakta, hem de iyice netleşmemiş çizgilerde gerçek­leşmekteydi. Genellikle erkek fertlere hasre-dilmekte ve kız çocukları, dullar, anneler, kız kardeşler, küçük-aciz fertler mirastan pay ala­mamaktaydı. Onların arasında mirasın temel prensibi "miras alanın aile ve kabilesinin şere­fini savunabilecek birisi olması" idi. Yahudi hukukunda, kız evlatlar erkek çocuklar tara­fından hariç tutulur, anneler çocuklarından miras alamazlardı. Evlilik dışı doğmuş çocuklar aynen meşru çocuklar kadar hisse sahibiy­di. Kız çocukların, annelerinin mallarında paylan yoktu. Hindistan'da, kız çocuklar yine erkek evlatlar tarafından dışlanır, dul hanım ve kadınların belirli bir paylan olmazdı. Ken­di kazandığı ile atadan kalan mallar arasında da bir ayırım vardı. Avrupa'da, taşınmaz mal­lar ile kişisel mallar arasında ayırım güdülür­dü. Kadınları geveze pozisyonuna düşüren mirastan hariç tutma uygulaması ve diğer eşit­sizlikler, Rasulullah @ tarafından kaldırılıp yerine kadınlara sahip oldukları anne, kızkar-deş, kız çocuğu ve hanım gibi sıfatlara uygun olarak kesin paylar temin ederek daha eşit ve daha adil prensipler benimsendi. Hisseleri te­minat altına alındı, hakları kabul edildi ve sta­tüleri alabildiğine yükseltildi. Kişisel kazanç ve ferdi çalışma hakkı erkeklere olduğu kadar kadınlara da tanındı. "Erkekler için kendi ka­zandıklarından bir pay, kadınlar için de kendi kazandıklarından bir pay vardır." (4:32). Bir Avrupalı yazar bunu şu şekilde kabul etmek zorunda kalmıştır: "Tabii yerleri muhabbeti­mizde ilk sırayı alan kimsenin hisselerine ye­terince özen gösterildiğini görürüz. Daha ke­sin, daha adil, daha eşit kurallar ihtiva eden başka bir sistem tahayyül etmemiz gerçekten güçtür."

Servet Dağılımı: Vefat eden şahsın geride bı­raktığı servet "öncelik sırasına göre şu şekilde kullanılır:

1- Cenaze masrafları,

2- Borçların tanzimi,

3- -Varsa vasiyetler- terekenin üçte birine kadar yerine getirilir,

4- Kalanı varisler arasında dağıtılır. Varisler arasındaki rüçhan ise şu sırayladır:

1- Baba, koca, anne, hanım, kız çocukları, er­kek çocuğun kızları, öz kız kardeşler, anne bir kız veya erkek kardeşlerin hakları verilir.

2- Artan miktar geride kalan oğullar ve di­ğerleri arasında şartlarına bağlı kalarak bölü­nür.

3- Sonra sıra uzak akrabalara gelir.

Dört şahıs vâris olamaz:

1- Sahibinden kaçan köle,

2-  Mirası söz konusu olan şahsı öldüren kimse,

3- Farklı din mensupları,

4- Farklı dar'da yaşayanlar (dar ul harb de yaşayan biri, dar'ül İslam'da İkamet eden birinden miras alamaz).

Bir şahıs, arkasında borçlarını karşılayacak kadar varlık bırakmamışsa, o kişinin borçları devlet hazinesinden (beyt'Ül mal) ödenir.

Hediyeleşme: Hediyeleşirken bir yabancı le­hine bütün varlık elden çıkarılabilir, ancak di­ğerlerinin rızası alınmadıkça ister kız ister er­kek olsun bir evlat diğerlerine tercih edile­mez. Rasulullah @, evlatlarından birine hedi­ye veren bir sahabeye, "Öteki çocuklarına da benzer hediyeler verdin mi?" diye sormuş, "Hayır" cevabını alınca da, "Allah'tan korkup sakın ve çocukların arasında adaletli davran" buyurmuştur.

Vakıf: Lügatte durdurma, alıkoyma, duruş, durma, kımıldanmama, ayırma ve bağlama gi-. bi manalara gelen vakıf Şeriat'te; muayyen bir majh sahibinin mülkünde hapsederek menfea-atini tasadduk etmektir. Hayır niyetiyle bir mülkün sürekli olarak Allah'a adanması anla­mına gelen vakıf vasıtasıyla bir müslüman, ya temelde hayır gayesiyle çocukları için veya başka bir hayır maksadı için bütün mahnı-mülkünü elden çıkarabilir. Bu yolla nesilden nesile aktarılan mülk bağlıdır; satılamaz, dev­redilemez, havale edilemez, mirasa konu ala­maz. Ancak kayyıma (vakıfta çalışanlara) ay­lık bağlanabilir. Nitekim geçim ve içtimai ta­sarruf imkanlarım sağlayan ve mülklerini ku­şaktan kuşağa devrini sağlayan bu büyük si­lah, müslümanlara Yüce Sari tarafından veril­miştir. Mülkün bu usulle dağıtımı gerek dünyevî,gerekse uhrevî açıdan en güzel-mü-kemmel metoddur . Bu usûl diğer hukuk sis­temlerinde yoktur.

Vasiyet: Bu yolla bir mülk, vâsi tarafından bir başkasına meşru şekilde devredilir, ancak devretme işlemi hemen değil vasiyet edenin ölümünden sonra yürürlüğe girer. Bu usul di­ğerlerini hariç bırakacak şekilde varislerden biri lehine, öteki varislerin rızası alınmadıkça kullanılamaz. Herhangi bir mirasçının olmadı­ğı durumlarda malın tamamı vasiyet edilebi­lir. Kur'an-ı Kerim şöyle buyurur: "Sizden bi­rinize ölüm gelip çattığı zaman, eğer geride bir hayır (mal, mülk., vb.) bırakmışsa; anaya. babaya ve yakın akrabaya bilinen (meşru) bir tarzda vasiyette bulunması -Allah'a karşı gel­mekten sakınanlara bir hak olarak- size yazıl­dı (farz kılındı)." (2:180). Nitekim, yakınlara yapılacak vasiyetler (4:11) de olduğu gibi Mi­ras Hukuku'nun konusu içerisindedir. Sa'd b. Ebi Vakkas rivayet eder ki, Rasulullah @'a giderek, "Ya Rasulullah, ben zenginim, bir tek kızımdan başka varisim de yok. Malımın üçte ikisini tasadduk edeyim mi?" dedim. "Hayır" buyurdular. "Yansım tasadduk ede­yim mi?" dedim. Yine "Hayır" dediler. "O halde üçte birini tasadduk edeyim mi?" de­dim. "Üçte bir? Üçte bir çok. Şüphesiz ki se­nin mirasçılarım zengin bırakman, onları fa­kir, aleme el açar bir halde bırakmandan daha hayırlıdır" buyurdular. (Buhari ve Müslim). Ebu Umamete'l Bahiliy, Rasulullah @'ı; "Şüphesiz ki Allah her hak sahibine hakkını vermiştir. O halde varise vasiyet yoktur" der­ken işittim demiştir. (Ahmed, Tirmizi, Ebu Davud, İbn-i Mace). "Kim varislerinden birinin mirasını keserse, Allah da onun cennetle olan bağım keser" uyarısı Rasul-ü Ekrem @'a aittir.

Umrâ: Ömür boyunca istifade edilmesi İçin başka insanlara verilen, aksine bir şart koşul-madıkça bağışlayan kişinin de yaşadığı müd­detçe yararlanacağı hasene maldır ki, umrâ sa­hibinin Ölümünden sonra kendi mirasçılarına kalır.

 

Toplumsal Kurallar

 

Toplumun ve toplumsal ilişkilerin iyileştiril­mesi için Rasulullah @'m takdim etmediği hiçbir usûl kalmamıştır. Bu hukuk manzumesi benzersiz, emsalsiz ve kendi içerisinde eksik­sizdir. Bu yüzden yeni bir teşri'ye ihtiyaç duy­maz.

1- Yoksul ve Muhtaçlar: Zekat, sadaka ve fitr isimleriyle bilinen mecburi (farz-vacib) ödemeler sistemini sunmuş olan İslam'dan başka hiçbir toplum yoksul ve muhtaçların korunmasını teminat altına alamaz.

2- Köleleri Serbest Bırakma:   Kölelere ya­pılacak muamele ve onları azad etme ile ilgili çeşitli kurallar ortaya konmuştur. Rasul-ü Ek­rem @ müslümanların erkek kölelere kardeş, kadın kölelere ise kız kardeş olarak hitap et­melerini müslümanlara emretmiştir. Muaz b. Cebel'e şunları söylemiştir: "Ey Muaz, Allah, kendisine yeryüzünde köle azad etmekten da­ha hoş gelen hiçbir şey yaratmamıştır." Topla­nan zekat miktarının bir kısmı, onların serbest bırakılmasına tahsis edilmiştir.

3- Komşuluk Münasebetleri: Komşuların çıkarlarını korumak amacıyla yeterli tedbirler alınmış ve bu gayeye yönelik olarak suf a ku­ralı getirilmiştir. Bir yerin satış veya devri sı­rasında onu  almayı  daha çok hakkedenler komşulardır. Rasulullah @ şöyle buyurmuş­tur: "Musibetinden komşusunun emin olmadı­ğı kimse Cennete giremez."

4- Kadınların Korunması: Kadınlara malla­rıyla ilgili gerekli haklan verilerek sosyal sta­tüleri yükseltilmiştir. Şartsız mülk sahipliği­nin yamsıra, diğer alanlarda da haklar tanın­mıştır. Birinci olarak, Rasulullah @ evliliğin bir sözleşme (akid) olduğu ve tıpkı diğer akit­ler gibi  feshedilebileceği  kavramını  ortaya koydu. Buna bağlı olarak, eşler arasında ta-mamiyle bir anlaşmazlık varsa boşanma kura­lı geçerlidir. Boşanma hükümlerine göre, ko­caya boşama yetkisi verildiği gibi kadına da kocasından boşanma hakkı verilmiştir. Başka hiçbir  hukuk sisteminde bu yetki kadına ka­dar uzanmaz. İkincisi, isterlerse tekrar evlen­melerine müsaade edilerek dullar sıkıntıdan kurtarıldı. Üçüncü olarak, kocanın düşüncesiz davranışlarına karşılık kadının güvenliğinin teminatı ve rastgele boşanmalarına büyük bir engel olarak kadına mehir hakkı tanınmıştır. Dördüncüsü, hanımlar arasında adaleti gözet­mek şartıyla evlilik sayısı dört ile kayıtlan­mıştır. Beşinci olarak, kadınların iffetini koru­yucu engel olarak tesettür sistemini kazandır­mıştır.

5- Faiz: Rasulullah @ basit ya da bileşik her bir riba sistemini lağvedip ortadan kaldırdı; mudarebe ve alışverişi hakim kıldı. Faiz yeri­ne karşılıksız ödünç vermeyi (karz-ı hasen) özellikle tavsiye etti.

6- Borcun Ödenmesi: Rasul-ü Ekrem borçlann ifası üzerinde ısrarla durmuş ve "Gerçekten, şehidin baştan başa bütün günahı affedilir." "Borcunu ödemeye niyeti olan hiç­bir kul yoktur ki Allah'tan kendisine bir yar­dım gelmesin.11 "Şüphesiz ki Allah, borcunu ödeyınceye kadar borçluyla beraberdir." bu­yurmuştur. Borcunu ödeyebilmesi için borçlu­nun zekat alabileceğini belirtmiş, borçlunun borcunu temizleyemediği durumlarda alacak­lılardan bu borcu sadaka olarak silmelerini is­temiştir. "Eğer (borçlu) zorluk içerisindeyse, ona elverişli bir zamana kadar süre (verin). (Borcu) sadaka olarak bağışlamanız ise, eğer bilirseniz, sizin için daha hayırlıdır." (2: 280). Borcunu Ödeyememesi yüzünden borçlunun hapsedilmesi İslam'da sözkonusu değildir. Rasulullah @'ın alacaklı-şahıslara, "Ne bulur­sanız alın; lakin sağlayacağınız hepsi hepsi bu kadardır" buyurduğu nakledilir. (Müslim).

 

Ahlâkî Kurallar

 

Rasulullah @'ın ifadelerine göre ahlakî kural­lar Allah Azze ve Celle'nin_ sıfatların yansı­malarıdır. Diğer bir ifadeyle, bizim ahlakımız O'nun vasıflarım mümkün olduğu kadar izle­memize bağlıdır. Mesela merhamet sıfatını ele alalım: Rabbimiz 'Rahman' olduğundan biz de merhametli olmalıyız- Rabbimiz mer­hametini gösterirken nasıl bir ayrım gözetmi­yorsa biz de gözetmemeliyiz. Bu, diğer ilahi sıfatlar için de geçerlidir.

Rasulullah @ şöyle buyurmuştur: "Nefsini rabbani sıfatlarla boya." "De ki: 'Allah boyası ile boyan. Allah'ın boyasından daha güzel bo­yası olan kimdir? Biz ancak Allah'a kulluk ederiz,'" (2:138). Bu yüzden, ahlakî yükümlü­lükleri hiçe sayarak hırsızlık, zina, zina iftira­sı, sarhoşluk gibi kötülüklerin yapılmasına Rasulullah @ tarafından sert cezalar verilmiş­tir. Allah'ın Son Peygamberi ve Rasulü olan Muhammed @, insanoğluna rehber olması için her hususta ahlâkî meziyet misalleri ve kuralları bırakmıştır.

 

Uluslararası Hukuk

 

Devlet dahilindeki bütün cemaatler kendi ka­nunları ile eşit olarak yönetilirler. Diğer mil­letlerle gözönüne alındığında, Rasulullah @ şu milletlerarası kurallara riayet edilmesini ıs­rarla ifade etmiştir:

1- Anlaşmalara riayet edilmelidir.

2- Temsilcilere saygısızlık yapılmamalı ve elçiler öldürülmemelidir. Tebük Savaşı, Rasu­lullah <S)'ın elçisinin katledilmesi üzerine ya­pılmıştır.

3- Ticaret ve alışveriş eşit şartlarda yürütül­melidir.

4- Uluslar arasındaki ilişkide candan sevgi ve muhabbet gözetilmelidir. ('The ideal World Prophet').

Başka medeniyetlerle ilgisiz, dünyanın diğer bölümleriyle bağlantısız bir bölgede, kültür­süz, medeniyetten uzak insanlar arasından ümmi ve tahsilsiz bir kişinin çıkıp bir hayat nizamı, İlkelerinin yavaş yavaş modern dün­yaca tanınmaya başladığı bir temel yasa orta­ya koyması şaşılacak bir şey değil midir? Bu­günkü medeniyetin kökleri doğrudan Rasulul­lah @'m hükümlerine kadar uzanır. Bütün dünya zifiri karanlık ve barbarlık içinde yü­zerken dünyaya medeniyet meşalesinin ışıkla­rını tutan; getirdiği hukuk ve ahlak anlayışı dünya tarafından kana kana içilen Rasulullah @'dır. Her ulus ve topluluk artık şu ya da bu şekilde İslam'ın kurallarını benimsemeye ça­lışmaktadır. Raca Rammohan Roy, Kur'an'ı okuduktan sonra Hindistan'dan puta tapıcılığı kaldırmaya çalışmadı mı? Martin Luther, Ra­sulullah @ tarafından tebliğ edilen tevhid aki­desinden etkilenerek Roma Katolik Kilise-si'ndeki putperestçe uygulamaları yok etmek için uğraşmadı mı? Politik hayata baktığımız­da, Rasululah @'ın ardından Fransız Devrimi, Amerikan Bağımsızlık Savaşı ve Bolşevik Rusya'nın insanların eşitlik ve kardeşliğinden nasıl ısrarla bahsettiklerini görmez miyiz? Sosyal meselelere bakacak olursak, dünyanın toplumsal düzenine O'nun köklü bir inkılâb getirdiğini görmez miyiz? Adalet peşinde kosipleri değil midir? İşte bu yüzden, "Dünya şan çağdaş birçok arayış, yöneliş ve hareketle-     yavaş yavaş, ancak ihtiyatla İslam'ın hükümrin kökleri İslam'a, İslam'ın etkinliğine bağlı     lerine  doğru  sürüklenmektedir"   sözü haklı değil midir? Boşanma, çok evlilik, din değiş olarak söylenmiştir. (Bu bölümün tamamlayıtirme, miras, sosyal güvenlik, içki yasağı, fuhcısı mahiyetindeki Rasulullah @'ın "Hâkim" şun gayri meşruluğu gibi modern   dünyaca     olarak incelendiği bölüm III. ciltte yer alma sonradan kabul edilen hükümler İslamm prentadır.).