KISIM 9. 3

İSLAM'IN İNSANLIĞA GETİRDİKLERİ. 3

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM... 3

HZ. MUHAMMED: SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM BİLGİYE KATKI. 3

Giriş. 3

KISIM 1. 3

HZ. MUHAMMED @'İN İLME KARŞI TAVRI. 3

İnsan Düşüncesinin Yönünü Değiştirdi 3

KISIM 2. 3

İLMÎ BAKIŞ AÇISI. 3

Tevhid. 3

Peygamberlik. 3

Ahiret 3

İlmi Bakış Açısı 3

Mucize Talebi 3

KISIM 3. 3

İNSANLIĞIN HZ. MUHAMMED'E BORCU.. 3

Batı'nın Hz. Muhammed @'e Borcu. 3

Hz. Muhammed @ Ve Duyuöteşi İdrak. 3

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM... 3

İslâm'ın Avrupa Kültürüne Genel Etkisi 3

Giriş. 3

KISIM 1. 3

İSLAM'IN AVRUPA KULTURU ÜZERİNDEKİ GENEL ETKİLERİ. 3

Sosyal Müesseseler 3

Uluslararası Hukuk. 3

Ticaret Ve Alışveriş. 3

Coğrafya Ve Astronomi 3

Astroloji (İlm-i Nücum) 3

Matematik. 3

Fizik. 3

Mekanik Ve Dinamik. 3

Optik. 3

KISIM 2. 3

UYGULAMALI İLİMLER.. 3

Tıp, Farmakoloji, Botanik. 3

Simya. 3

Felsefe Ve Kelâm.. 3

 

 

 

 

 

niz ve süs için atları, katırları ve merkepleri (yarattı) ve daha sizin bilmediğiniz nice şey­ler yaratmaktadır." (16: 5-8).

Bu ayetler insana kendi rahatı, yaran ve diğer sosyal ve kültürel ihtiyaçlarını karşılamak için Allah'ın yarattığı çeşitli şeyleri hatırlatı­yor. Bu ayetler güzellik ve fazileti insan tara­fından büyük ülçüde takdir edilen ve değer verilen bu şeylerin kültürel yararı dikkati çe­kiyor. Bununla beraber Kehf sûresinde bun­ların gerçek faydası ve değeri konusunda bir ihtar vardır: "Biz yeryüzündeki şeyleri, ken­disine süs olsun diye yarattık ki, onların han­gisinin daha güzel iş yaptığını deneyelim." (18: 7). Güç-iktidar, şân-şeref, altın ve gü­müş, atlar, tarlalar ve zenginliğin diğer ni­metleri bu dünyadaki hayatı yaşanabilir kıl­mak için vasıtalardır. İnsan onlarla belirtilen sınırlar içinde, haddi aşmadan, onların kölesi olmadan ne kadar uzun zaman onlardan ya­rarlanırsa değerini ve üstünlüğünü ispatlamış olur. Böylece ahlâkî ve manevî karakterini muhafaza etmiş olur. Şüphesiz ki bunlarla in­sanlık kültürüne güzellik ve şeref katar. Böy­lelikle dünya ve âhiretteki üstünlüğü yakalar.

Ayrıca insan, hayatın süs ve cazibesine kapıl­maktan dolayı uyarılmıştır.

"Bilin ki dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, kendi aranızda (birbirinize karşı) övünme, mal ve evlât çoğaltma yarışıdır. (Bu), ekinci­lerin hoşuna giden yağmur gibidir. Bitirdiği ot sonra kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çerçöp olur (Dünya hayatını tercih edenlere) âhirette çetin bir azap, (âhireti tercih edenlere ise) Allah'tan bir mağfiret ve rızâ vardır. Dünya hayatı bir aldatıcı bir zevkten başka birşey değildir." (57: 20).

Bütün bu Kur'ân ayetleri dünya hayatının zevk ve servetiyle sonraki hayatın ebedî olan kazancı arasında bir denge sağlamayı amaçlı­yor. Zenginliğin gerçek değeri, dünya hayatı­nın ziynet ve süsleri Kur'ân'da kabul gör­müştür. Çünkü hepsi insanların istifadesi ve hayatın devamı için Allah'ın lütfü olarak yaratılmıştır. Ne var ki, onların kullanımı helâl ve meşruiyet dairesinde olmalı, yeryüzündeki hayata güzellik ve şeref katmalıdır. İnsan bu nimetler sebebiyle kibirli, gururlu, yalancı ve müsrif olmamalı, hayatın asıl gayesini unuta­cak kadar onların içine dalmamalıdır. Öbür dünyada kendine ayrılan sonsuz nimetleri unutmadan bu dünyanın nimetlerini o yolda kullanmalıdır (2: 201). Bu hayat görüşü, Yu­nus (10: 24-25), İbrahim (14: 18) ve Nur (24: 38) sûrelerinde daha geniş olarak belir­tilmiştir. İnsana, hayatın iyi ve temiz nîmetlerinden istifadede dengeli olması em­redilmiştir.

Burada şu husus özellikle belirtilmelidir ki, hayatın ziynetlerini, zerafet ve güzelliklerini insan için helâl kılan sadece İslâm dinidir. Diğer tüm inançlar böyle bir hayat görüşünü günah kabul etmişler ve insanı bu nimetlerin tabiî ve helâl kılınan faydalarından mahrum bırakmışlardır. İslâm, herşeyi güzelliğe ve azamete hamletmiştir. Tabiatın her hâlinde insanın sonsuz ibretler alacağı ve faydalana­cağı fazilet ve güzellikler bulunur. Güzellik, bir halı gibi yeri döşeyen çimenler ve yeşil alanlardadır (22: 63; 2: 22; 16: 65). Ve yıl­dızlarla döşenmiş gökyüzü güzelliği ve ihti­şamıyla insanın dikkatini çeker (7: 54; 15: 16; 16: 12). Uzun ve yeşil ağaçlarla bezenmiş sıradağlar çekiciliklerini kendi içlerinde taşır­lar (35: 27; 23: 18-18). Birçok manzara ve di­ğer canlıların hâli, güzel olana hayranlık du­yan insanın ilgisini çeker. Bunlar yer ve gök­lerdeki sırlara yöneltirler (36: 80; 27: 60; 31: 27; 56: 72).

Yeryüzünün binbİr çeşit bitkisi, ziynet ve sü­sü sadece Kur'ân'm insanın dikkatine sundu­ğu güzelliklerdir. Bütün bu hoş ve güzel şey­ler insanın faydalanması ve istifade etmesi için yaratılmıştır. Bunun karşılığında muhlis ve hakiki bir kul olarak ondan beklenen, Rab-bine şükretmesi ve güzel bir şekilde davran­masıdır. Allah onu mükemmel bir surette ya­rattı ve ona nimetlerle dolu bir yer verdi. Dünyada güçlü, zengin ve mükemmel   bir medeniyet kurup şükür ve İyilikle hareket et­meyi ve bu şekilde öbür dünyada ebedî saa­deti kazanmayı bir tarafa itmek insan için tam bir nankörlük olur (Rahmetun li'l-'Âlemin, c, III).

İslâm'ın bu dengeli öğretisi, manevî olduğu kadar maddî hayat şartlarını da düzeltmede insana büyük şevk verir. Allah'ın ve Rasulü-nün mesajını yaymak ve onların yaşayışlarını düzeltmek için kendini cihada ve Allah'a iba­dete adamış ilim ve takva sahibi bir çok saha­be bulabiliriz. Onlar bunu yaparken maddî ihtiyaçları gözardı etmiyorlardı. Aksine, ilmi yaymak için uğraşıyorlardı. Böylece insanlar maddî hayatlarını ıslah etmede bu ilimden faydalanıyorlardı.

Tarihin incelenmesi, kendini bu işe vakfetmiş bir çok kişiyi ortaya çıkarır. Sahabe devrinde bu insanlar zenginlikleriyle olduğu kadar tak-valanyla da tanınıyorlardı. Aslında bu, İslâm peygamberinin teori ile uygulamayı beraber yürütmesinin bir sonucudur. O, sadece ahlâkî kavramları ve manevî değerleri öğretmekle kalmayıp İslâm devletini iktisadî, askerî ve siyasî yönden güçlendirmek için mümkün olan her tedbiri alıyordu. Medine'ye hicretin­de ilk uygulaması müslümanlar için dinî ve sosyal faaliyetlerde merkezî yeri olacak bir mescid inşa etmek oldu. O, ensar ve muhacir­den birbirine kenetlenmiş bir yapı gibi (61: 4) birbirine iman (49: 10) ve sevgi (8: 63) ba­ğıyla kaynaşmış ve kâfirlere karşı sert, birbir­lerine karşı ise merhametli olan bir toplum oluşturdu (48: 20). Onlar, ahlaken ve manen Çok kabiliyetlidirler ve bu hayatın hiçbir çe­kiciliği onları hak yoldan asla saptıramazdı (48: 29). Sonra sıra İslâm toplumunu ekono­mik ve sosyal yönden güçlendirmeye geldi. Böylece içteki ve dıştaki düşmanların tehdi­dine karşı başarılı bir şekilde karşı konacaktı. (İbni Hişam, c. I; 8: 72). İslâm kardeşliği, kan bağıyla olan kardeşlikten çok daha güçlü ve sağlamdır. İnsanlık tarihinde böyle bir birlik örneği görülmemiştir. Onlar yoksullukta bile iman kardeşlerini kendilerine ve ailelerine tercih ediyorlardı (59: 9).

Rasûlullah @ daha sonra muhacir, ensar ve Yahudileri kapsayan şehir halkıyla bir müda­faa hattı kurdu. Ayrıca şehrin çevresinde ve başka bölgelerde yaşayan kabilelerle stratejik ve siyasî antlaşmalar yaptı. Böylece Peygam­ber @, şehir ve ahalisinin emniyetini temin etti. Dini ve o dîne bağlı olanları düşman sal­dırısından korumak için tâlim ve teçhizat ha­zırlığı yaptı (Geniş bilgi için bkz., Sîret An­siklopedisi, c. I, "Askerî bir lider olarak Hz. Muhammed @" başlıklı bölüm).

Hz. Muhammed @ vefatında, arkasında siyasî ve askerî yönden emniyetli, güçlü bir devlet ve takipçilerinin, insanlık tarihinde eş­siz bir şahsiyet, ahlâk, ilim ve İktidar sahibi olduğu bir din bıraktı. Onlar, bir kaç nesil içinde yaptıkları işlerle yeryüzünün gerçek vârisleri olduklarını ispatladılar. Sözleri ve fi­illeriyle gösterdikleri üstün vasıfları, ilimleri, kabiliyet ve iktidarları ile tüm dünya toplum­larını etkilediler. Savaşta ve barışta idareleri ve ahlâklarmdaki asaleti gösterdiler. Bir yan­dan dini tebliğ ve tâlim ederken, diğer yan­dan fizikî çevreden en iyi şekilde istifade et­mek üzere onlara ilim öğrettiler.

Ahlâkî fazilet ve ilim üstünlüğü gibi iki güçlü ve sağlam silahla donanmış olarak hayatın her alanında ilerleme kaydettiler, insanlık kültür ve medeniyetine büyük katkıda bulun­dular. Salih amellerin anahtarı olarak, insan­lığa adaleti ve ihsanı öğrettiler. Tüm toplum­lara ve milletlere iyilikle, adaletle ve ihsanla muamele ettiler. İnsanı ne rengine, ırkına, di­line ve milliyetine göre ne de dost-düşman, fakir-zengin diye tefrik etmediler. Onlar ma­rufu emredip mÜnkerden nehyettiler. İnsanla­rı fazilet ve takva sahibi olmaya davet ettiler.

İlme gelince, onlar insanları inceleme ve de­ney yolu ile ilim elde etmeye ve tabiî kaynak­ları mümkün olan en yararlı yolda kullanma­ya şevkettiler. İnsanları, atalarının yolunu ta­kip ederlerken zandan, cahillikten ve bâtıl inançlardan doğan davranışlarından vazgeçir­diler. İlim ve mantık yolunu takip edenleri teşvik ettiler. Bu yaklaşım, onların fizikî kay­naklarına inanılmaz derecede etki etti. Maddî yönden zenginleştikleri gibi, dünyadaki siyasî güçlerini ve nüfuzlarını da büyük oran­da güçlendirdi. Çünkü İslâm, ilerlemenin kar­şısında değil, onun yanındadır. O, medeniyeti dalâletten kurtarmış, maddî ve manevî yön­den üstün bir ilerleme ve gelişme yoluna sok­muştur. İslâm'ın ahlâkî ve manevî fazileti, aslında onun diğer kültür ve medeniyetlere iktisadî ve siyasî yönden üstünlüğünün kefa­letidir.

Maddî dünyayla İslâmî hayat tarzı arasında bir tezat yoktur. Aslında bunlar insanın ke­male ulaşması yolunda birbirlerinin tamamla-yıcısıdırlar. Çünkü bu dünya ve dünyadaki iş­ler, mahsûlü âhirette alınacak ekin gibidirler. Bir müslümanın duası şöyledir: "Ey Rabbi-miz! Bİze dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver." (2: 201). Ve Nahl suresinde şunu okuyoruz: "(Kötülüklerden sakınanlara) 'Rabbiniz ne indirdi?' denildiğinde, 'Hayır (indirdi)' derler. Bu dünyada güzel davranan­lara, güzel mükâfat vardır. Ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ger­çekten güzeldir!" (16: 30) ve Kasas süresinde şöyle buyruluyor: "Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste, ama dünyadan da nasibi­ni unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi sen de, (insanlara) iyilik et..." (28: 77)

Vahyin Rasûlullah @ vasıtasıyla muhatapları durumundaki ilk müslümanların hayata ve ilim kazanmaya karşı tavırları böyleydi. Di­ğer bir bölümde açıklandığı gibi İslâm'ın dünyaya yayılmasında diğer kültür ve mede­niyetlere daima (9: 33) tahakküm eden ve on­lara bir model görevini gören bir medeniyetin kurulmasında hayatî rol aldılar. Hz. Peygam­ber @'in bu mükemmel vahyî öğretisi Arap­ların zaten var olan güçlerine yeni bir hare­ketlilik kazandırdı. Ve "hatta kendi devrinde, sonradan Bağdat, Salerno, Kahire, Kurtuba gibi üniversitelerin çekirdeğini oluşturan eği­tim kurumlarını oluşturdu. Bu öğretim, açık fikirli bir idarenin oluşmasını sağladı. Ayrıca toplumun her kesimine öğrenme arzusunu aşıladı. O çağ, üstün bir iman ve ihlas çağıy­dı. Gayesiz, cansız bir dünya görüşünün ta­hakkümüne karşı âdeta ruhun bir başkaldırı-sıydı. Dinin pratiğe aktarılması, kulluk şuuru­nun muhafazası ve günlük hayatta uygulama sahası bulan bilgilerin özel eğitimi müslüma­nın önem verdiği ana meselelerdi." (Emir Ali, The Spirit of islam, Londra, 1974, sh. 361-402).

Emir Ali devamla şöyle diyor: Hz. Peygam­ber @'in şehrinde çok ve çeşitli fikirlerin toplanmış olması müslümanlar arasında ilmin ve edebiyatın gelişimine katkıda bulunuyor­du. Tarihte eşi görülmemiş bir entellektüel hareket Medine'den Şam'a (Emevilerin yeni başkentine) geçti. Emevilerin katı nizamları­na rağmen bir çok müslüman âlim, o dönem­de halkın en çok rağbet ettiği meselelerde verdikleri derslerle ve vaazlarla büyük dikkat çekip şöhret oldular. Gelecek nesillerin dü­şünceleri, onların fikir ve telakkileri doğrul­tusunda gelişti, şekillendi. Yine, hicretin ikin­ci yüzyılında ciddî bir ilmî ve edebî canlılık başladı, bunda en büyük âmil Arapların şe­hirlere yerleşmesi idi. Abbasilerin başkenti

Bağdat, doğudan ve batıdan tüm insanların öğrenim merkezi hâline geldi. Şehri dolduran sayısız okullar, kolejler ve akademilerden iki­si öğrenci sayısı ve zenginlik bakımından di­ğerlerini geçer. Bunlar (hicrî 5. yüzyılın ilk yarısında kurulan) Nizamiye ve (hicrî 7. yüz­yılda kurulan) Mustansıriyye üniversiteleri (medreseleri) idi (The Spiril of islam).

"Kremer'in ifadesiyle ihtiva ettiği bazı şüp­heli tarafları ahlâkî ve aklî meziyetleri ile bi­ze unutturan hükümdarlık, dikkate şayandır ki, zamanımızda İslâm dünyasında başlamış olan entellektüel hareketliliğe büyük güç ver­miştir." (The Spirit of islam).

Müslümanlar öğrenimde ve ilim dallarında derece derece büyük mesafe katetmişlerdir. Şehirleri de diğer kültür ve medeniyetlerin mensupları için cazip merkezler hâline gel­miştir. Yine Emİr Ali'nin sözleriyle "Dünya­daki her milletin bir altın çağı vardır. Atinalı­ların Pericles çağı, Romalıların Augustus ça­ğı gibi. Tabii ki İslâm dünyasının da böyle parlak bir devri vardır. Mansur'un tahta geçi­şinden, Mu'tezid Billah'ın ölümüne kadar ge­çen müddet tarafsız olarak incelenirse, bü­yüklük ve ihtişamda diğerlerinden üstün de­ğilse bile, onlarla aynı değerdedir. İlk altı Abbasi halifesi döneminde özellikle Me'mun devrinde müslümanlar medeniyetin öncüsü durumuna geldiler. Ortaçağda Müslümanlar vahiyden aldıkları esnek hilkatleri ve coğrafî olarak merkezi konumları ile -ki bir yanda batmakta olan Yunan ve Roma'nın paha bi­çilmez hazineleri, diğer yanda İran hazineleri ve uyku çağlarını yaşamakta olan Hindistan, Çin- müslümanlar kuşku yok ki insanlığın önderi ve rehberi idiler.

"İlk devirden sonraki Müslümanlar doğudan ve batıda kendilerine gelen ilmi Öğrenerek, Rablerinin talimatını onunla birleştirip, İlim erlerini kendilerine katarak birlik ve beraber­liklerini sağlayan Rasûlullah @'in ilharnıyla harekete geçtiler." "Araplar" diyor Humboldt "Avrupa, Guadaqivir ve Orta Afrika arasında bir vasıta durumunda idiler ve bu bölgeleri

nüfuzları altında tutuyorlardı. Onların eşsiz entellektüel faaliyetleri dünya tarihine ayrı bir dönem olarak geçti. Emevi devrinde müs-lümanlann bir tecrübe devresinden geçtikleri­ni görüyoruz. Kendilerine yüklenen büyük vazifenin altından kalkabilmek için kendileri­ni hazırlıyor gibiler. Abbasilerde dünyadaki ilim deposunu buluyoruz. Dünyadaki bütün antik ilmî eserler halifelerin direktifleriyle araştırılıyor, başkente getiriliyor ve takdir bi­len, kıymetten anlayan insanların önüne seri­liyordu. Akademiler ve diğer okullar her yön­den gelişti. Halk kütüphaneleri her şehirde serbestçe-sergileniyor ve İstifade etmek İste­yen herkese açılıyordu. Dünyadaki geçmiş bütün büyük filozofların öğretileri Kur'ân İle birlikte inceleniyordu.

Galen, Dioscorides, Themistius, Aristotle, Plato, Euclio, Batlamyus ve Appolonius hak­kettikleri takdiri kazanıyorlardı. Bizzat idare­ciler kütüphane toplantılarında ve felsefî mü­nazaralarda yer alıyorlardı. İnsanlık tarihinde ilk defa, dinî ve müstebit bir hükümetin za­ferlerini hazırlama ve paylaşmada, felsefeyi müttefik kabul ettiği gözleniyordu." (The Spirit of islam; geniş bilgi için bkz., Sîret Ansiklopedisi, c. I, "İnsanlığın Eğiticisi" baş­lıklı 2. bölüm).

"İspanya' daki Müslümanların ilme ve öğrenime katkıları, hiçbir yönden küçümsenecek değerde görülemez. PireneTerden Boğaz'Iara kadar üniversiteler, yüksekokullar, liseler ve kütüphaneler kurdular. Sevila (İşbiliye), Cor-dova (Kurtuba), Granada (Gırnata), Murcio (Mürsiye) ve Toledo gibi şehirler, ilim ve edebiyatta büyük Öğrenim merkezleriydi." (Emir Ali, The Spirit of islam, sh. 378).

Bir İngiliz tarihçinin ifadeleriyle, "daha yük­sek meselelerdeki hayranlık çığlıkları, Kurtu-ba'nın saray ve bahçelerinin zerafeti ve leta­feti gibi güçlüydü. Zihin de beden kadar gü­zeldi. Profesörleri ve öğretmenleri, onu Av­rupa kültürü'nün merkezi yaptı. Ünlü doktor-larıyla çalışmak için Avrupa'nın her tarafın­dan öğrenciler geliyordu. Hatta uzaklarda, Goudersheim'in Saxon manastırmdaki rahibe Hirosvitha bile, Eulogius'un kurban edildiği­ni duyduğunda, kendini tutamayıp Kurtu-ba'nm, en parlak ilahilerini söylemişti. Orada her ilim dalı ciddiyetle çalışılıyordu. Tıp, En­dülüslü doktor ve cerrahların keşifleriyle Ga-len'den beri geçen yüzyıllardan daha fazla ilerliyordu. Astronomi, kimya, coğrafya ve tabiat bilgisi, Kurtuba'da büyük gayretlerle çalışılıyordu." (Stanley Lane-Poole, The Mo-ors İn Spain).

Renan'a göre "Milattan sonra onuncu yüzyıl­da, ilim ve edebiyattan alınan tat, dünyanın bu mümtaz köşesinde modern zamanların ör­neğini zorlukla verebileceği bir müsamaha ortamı oluşturmuştu. Müslümanlar, Hıristi­yanlar ve Yahudiler, aynı dili konuşuyor, ay­nı nağmeleri söylüyor, edebiyatta ve ilmî ça­lışmalarda İşbirliği yapıyordu. Farklı insanla­rı ayıran bütün engeller ortadan kalkmıştı. Herkes, müşterek bir medeniyette, ahenk içinde çalışıyordu. Öğrencilerin binlerle sa­yıldığı Kurtuba camileri, felsefî ve ilmî faali­yetlerin aktif merkezleri haline geldi (Aver-roes et Averroism).

Kimya bir ilim olarak, müslümanlar tarafın­dan bulunmuş ve geliştirilmişti ve müslüman ilim adamlarınca "tıp ilmi ve cerrahi sanatı, bir milletin dehasının en iyi göstergesi ve bir inancın entellektüel ruhunun en zorlu testi en yüksek dereceye getirilmiştir." Ayrıca anato­mi ve eczacılığı müsbet birer ilme dönüştür­müş ve 'İlm-i tasrih el-Arz adı altında jeolo­jiyi geliştirmişlerdir. Tarihi bir ilim haline getirerek arkeoloji, etnoloji ve coğrafyayı ta­rihin bir bölümü olarak ele almışlardır. Mate­matiği çok ileri bir safhaya taşımışlar, bu alanda cebiri ilim âlemine kazandırmışlardır. Denizcilerin vazgeçilmez âletleri olan pusula da onların buluşuydu.

Müslümanlar, bilgi ve becerilerini çevreleri­ne uygulayarak, maddî refah ve dünyanın siyasî hâkimiyeti olarak karşılığını aldılar. Yollar ve köprüler inşa ettiler. Su depolan, havuzlar, kervansaraylar ile kervanların gü­venlik ve huzurlarını sağladılar. Ticaret ve endüstrinin hızla gelişmesinde bütün bunların önemli katkıları olmuştur.

Araplar fethettikleri ülkeleri su kanalı şebe-keleriyle kaplamışlardır. Su çarkları, bentler ve pompalarla İspanya'ya bir sulama sistemi kazandırdılar. Şimdi çorak ve işe yaramaz olarak uzanan bütün arazî parçaları, zeytin ağaçlarıyla kaplıydı ve yalnız İşbiliye'nİn ke­nar mahalleleri, İslâm idaresindeyken, binler­ce yağ fabrikası İle kaplıydı. Pirinç, şeker ve pamuk gibi belli başlı mahsûlleri, hemen he­men bütün meyveler ile ikinci üçüncü derece­de önem taşıyan zencefil ve safran gibi bitki­leri tanıttılar. Bakır, sülfür, demir ve civa ma­denlerini çıkardılar. İpek kültürünü, kâğıt ve diğer tekstil ürünlerinin, porselen, seramik, demir, çelik ve derinin üretimini yerleştirdi­ler. Kurtuba'nm gergefleri; Mürsiye'nin yün­lü kumaşları; Gırnata, Elmeriye ve İşbili­ye'nİn ipekleri; Toledo'nun çelik ve altın iş­leri ve Selibe'nin kâğıdı bütün dünyada ara­nıyordu. Malağa, Barselona, Kartagena ve Cadiz limanları, ithalat ve ihracatın büyük merkezleriydi. Refah zamanlarında İspanya arapları, gemi sayısı 1000'i geçen bir ticaret filosu kurmuşlardı ve Danube'de de temsilci­leri ve fabrikaları vardı. Bizansla Karadeniz boyunca, ve doğu Akdeniz limanlarından Asya'nın içlerine, Afrika kıyısında Madagas­kar'a kadar uzanan bir ticaret ağına sahiptiler.

"Onuncu yüzyılın ortalarında, Avrupa şimdi­ki Caffraria'nm durumundayken Ebul Kâsm gibi münevver Mağribliler, ticaretin esasları üzerine kitaplar yazıyordu. Ticarî teşebbüsü teşvik etmek ve seyahati kolaylaştırmak için hükümet eliyle, ilgili oldukları yerlerin ayrın­tılı tasvirlerini ve diğer lüzumlu bilgileri İhti­va eden coğrafi sözlükler, planlar, haritalar basıyordu." (Emir Ali, a.g.e., 392-393).

Şüphesiz "İslâm entellektüel hürriyetin hâkimiyetini başlattı. Şurası açıktır kî İslâm, başlangıçtaki saf karakterini koruduğu süre­ce, entellektüel hürriyetin gayretli müttefiki, bilgi ve medeniyetin canlı koruyucu ve teş­vikçisi olmuştur. Yedinci yüzyıldaki doğu­şundan 17. yüzyılın sonlarına kadar İslâm, güç ve enerji bakımından bugün Avrupa'yı kapsayan eşdeğerli ilmî ve edebî bir ruhla do­luydu. Bu, müslümanlan bir ilerleme dalga­sında taşıdı ve maddî ve zihnî gelişmede çok üst bir dereceye çıkmalarını sağladı." (Emir Ali, a.g.e., 401).

"Araplar Azor adalarını keşfetmişlerdir. Hat­ta bugün, Amerika'ya kadar ulaştıklarına dair görüşler vardır. Eski kıtaların sınırları içinde, beşerî faaliyetlerin her sahasında eşi görül­memiş bir ilmî İnkişâf gösterdiler. Gramer, belagat, filoloji, coğrafya, 'örf ve âdetler' ve seyahatler hakkında yazdılar. Biyografi ve sözlükler topladılar. Tarihi tefekkür ve güzel şiirlerle dünyayı zenginleştirdİler. İlmî keşif-leriyle insanlığın bilgisine pek çok şey ilave ettiler. Felsefî tartışmalarla fikrî faaliyetlere hız kazandırdılar. Tarihçi Sedillot'un ifadele­riyle "Bu dönemde gördüğümüz, herbiri aklın muazzam faaliyetlerini gösteren geniş edebi­yat, dehanın çok çeşitli ürünleri, fevkalâde değerli icatlar Arapların herşeyde bizim üs-tadlarımız olduğu görüşünü doğruluyor. Bizi bir yanda ortaçağ tarihi için hesapsız malze­meyle, seyahatnameler ve biyografik eserle­rin mutluluğuyla, öte yandan eşsiz bir endüst­riyle, düşünce ve fiileyatta muazzam bir mimariyle ve sanatta önemli keşiflerle donattı­lar."

Yine Emir Ali'den bir nakil yaparsak "Tıp il­mi ve cerrahi sanatı üst dereceye çıkarıldı. Araplar kimyevî eczacılığı icad ettiler ve şimdi dispanser denilen müesseseler kurdu­lar. Her şehirde, harcamaları devlet tarafın­dan karşılanan genel hastaneler, Darül Şi-fa'lar kurdular. Botanik çalışmaları için Bağ­dat ve diğer yerlerde bahçeler bulunuyor; bu­ralarda öğrenciler eğitiliyor ve ilimde en ileri gidenler ders veriyordu." (History ofîhe Sa-racens, Yeni Delhi, 1981, sh. 461-463).

"Birûnî, güneşin, dünyanın ve ayın hareketle­rini, ayın dünya çevresindeki, değişik safha­lara yol açan hareketini, mevsimlerin dünya­nın güneş çevresinde dönüşüyle nasıl oluştu­ğunu, vb. açıklamıştı. Ayrıca ayın dünyadan uzaklığını ölçmüş ve 11. yüzyılda yüzlerce şehrin enlem ve boylamını vermişti. Hemen hemen her ilim sahasıyla ilgili eserler verdi. Hepsinde ansiklopedik bilgiye sahip olduğu söylenirdi. Güneş ve ay tutulmalarını göste­ren diyagramlar çizdi. Ayrıca pek çok mad­denin özgül ağırlığını tesbiti, müslüman ilim adamlarının yeni âletler geliştirmek ve bilgi kazanmak konusundaki kaydadeğer başarıla­rını gösterir (H.M. Balyuzi, Muhammad and the Course of Mam, Oxford 1976, sh. 300).

"Ziraî üretimi arttırmak için, İslâm âleminde su depolarını, nehirleri ve dağlardaki kaynak­ları birbirine bağlayan kanallar ve kemerler inşa edilmişti. Şehir ve köylerin su ihtiyacı bunlarla karşılanıyordu. Su çarklarının kullanımını mükemmelleştirdiler. Böylelikle, va­rolan su kaynaklarına ulaşılarak şehirlerin iç­me su ihtiyacı ile tarımdaki sulama ihtiyacı gideriliyordu. Kanal sistemini de çok geniş sahalarda kullandılar. Bilinen bütün matematik hesapları ve mühendislik, yüksek dağlar­dan yeraltı kanallarıyla çöl yakınlarındaki ve yerel su kaynaklarından mahrum şehirlere su getiren bu sanatın hizmetindeydi." (Seyyid Hüseyin Nasr, Islamic Science, Londra 1976, sh. 213).

Bir başka yazar da şöyle diyor: Araplar ke­sinlikle yeni bir medeniyetin sahip olması ge­reken millete ve kuvvete sahip olmakla, fark­lı milletlere, kökenlere sahip insanları müşte-re bir gaye, iş ve anlayışta bir araya getirme potansiyel ve başarısında, ölçüsüzce zengin bir dil geliştirmekle övünrnelidirler. Daha ön­ce bahsedildiği gibi müslüman ilim adamları­nın önemli bir katkısı, labaratuvar teknikleri­nin kullanılışı ve hesaplamaları kolaylaştıran âletlerin İcadıdır.

Optik ilmi, İslâm dünyasının hizmetkârları tarafından sebatla geliştiriliyordu. Bu sahada en önde gelen isim, Batılıların Alhazen ola­rak bildikleri İbnü'l-Heysem'dir. Roger Ba-conu (1214-94) büyük ölçüde etkilemiş olan el-Kindî'nin optik kitabı, İbnü'l-Heysem'in deney ve araştırmalarına başlayana ve ışık ve özellikleri hakkında yazana kadar, söylenmiş son sözdü. İbnü'l-Heysem fotoğrafçılığın ve temelde sinemacılığın ilk atası olması do­layısıyla alkışlanabilir.

Çünkü 'camera-obscura' prensibini ilk defa İbnü'l-Heysem, bir tutulma sırasında göster­miştir. Nedense, bir başka müslüman ilim adamının, Kemâlüddîn Farisî'nin (ölm. 1320) aynı prensibi alarak bir safha daha ileriye uy­gulaması 300 yıl almıştır. İbnü'l-Heysem'in optik üzerine çalışmaları, İslâm medeniyeti­nin hizmetkârlarının deney ve gözleme gös­terdikleri artan dikkatin, bir başka canlı örne-ğirii oluşturur. Deneyleri için çeşitli mercek ve aynaları kullanan İbnü'l-Heysem, ışığın kırılması üstünde çalıştı. Atmosferik kırıl­mayla İlgili araştırmaları, atmosferin yüksek­liğini ölçmesini sağladı. Eseri, Kİtabu'l-Me-nazir (Optik Kitabı) Batıda büyük etki yaptı.

"MS. 860 yılında, Mûsâ b. Şâkir'in, mekanik hakkında ilk kitabı yazan, yorulmak bilmez üç oğlundan bahsedildiğini duyuyoruz. Ve Mağribilerin İspanya'sı, İslâm'ın yenileyici gücünün gözkamaştırıcı bir örneğini oluştu­ruyor. Müslümanlar kin ve zulümle dolu Vi-zigotların vahşetinin ıssızlığında, bir bolluk ve huzur ülkesi kurdular. Yönetime müsama­ha, eşitlik ve adalet getirdiler ve Endülüs'ün adaletli topraklarında kıtayı aydınlatan bir ir­fan feneri yaktılar. Siyasî yapılan, birikerek artan buhrana yol açtığında, bu parlak fener, dahilî düzensizlik ve anarşinin karanlığını de­lerek daha da parlıyordu. Hıristiyanların böl­geyi geri alması tamamlandığında ve geride Endülüs'ün sadece mimarî zaferleri kaldığın­da, bağnazlık, hoşgörüsüzlük ve engizisyon İspanya'ya hâkim oldu. Zafer dalgasıyla Hı­ristiyan fatihler el-Darado'larmı aramak için Atlantik ötesine yelken açtılar. Eski medeni­yetleri yerle bir ederken büyük imparatorluk­ları İçin bölgenin zenginliklerini topladılar. Fakat İspanya bir daha asla Müslüman hâkimiyetinde eriştiği o zirvelere çıkamadı. Takibeden yüzyıllardaki gölgelenme iyi bir ders teşkil etmiştir. (H.M. Balyuzi, Muham­mad and the Course of islam, sh. 287-317).

Profesör Hitti'nin ifadeleriyle "Yunan felse­fesinin İslâm'la imtizacı bir Arapla (Kindî) başladı, bir Türkle (Fârâbî) devam etti ve do­ğuda bir İranlıyla (İbn Sînâ) sona erdi. (His-tory oftheArabs, sh. 371). Martin Plessner'e göre "Bu evrensel düşünürlerin ilklerinden biri, ünü batıda müthiş artmış ve otoritesi 17. yüzyıla kadar tartışılmamış olan fizikçi Ebu Bekr Muhammed b. Zekeriyya er-Râzî'dir (Rhazes in the West [865-925]). İslâmî ilim­lerde rasyonalizmin öncülerinden biriydi. Çağdaşı Fârâbi'nin felsefe alanında olduğu gibi (Joseph Schacht ve E. Bosworth, The Legacy of islam, Oxford 1974, sh. 434-435).

Neredeyse, "(Emeviler döneminde) İmpara­torluğun her şehri diğerlerini ilim ve sanat alanında geçmeye çalışıyordu. Dünyanın her tarafından, öğrenciler ve mütefekkirler, Arap hükemâsının söylediklerini dinlemek için Kurtuba, Bağdat ve Kahire'ye akın ediyordu. Kahire'nin Mu'izz İzzeddin idaresindeki yükselişi, Abbasî ve Fatımî halifelerinin öğ­renme konusundaki himayelerine bir rekabet ruhu ekledi. Mu'izz'in ve sonraki üç halefi­nin hükümdarlıkları sırasında, ilim, yönetici­lerin hususi ve iştiyakla koruması altında fi­lizlendi. Kahire'nin serbest üniversitesi, Mu'izz tarafından kurulan Dar-ül Hİkme, 'Bacon'un ideallerini bir gerçeklikle önceden gerçekleştirmiştir.' Fez'in İdrisîlerİ ve İspan­ya'nın Mağribli idarecileri, sanat ve edebiyat­ta yarışmışlardır. Atlantik kıyılarından doğu­da Hint Okyanusuna, hatta Pasifik'e kadar, müslümanların rehberliğinde ve onlardan il­ham alan, felsefe ve öğrenimin sesi yankıla­nıyordu. Abbasi sarayı, Doğu imparatorlu-ğundaki hâkimiyetini kaybedince, bir zaman­lar halifenin 'bölünmemiş cismânî' hâkimi­yetinde olan bölgelerde yönetimi ellerinde tu­tanlar, ilim ve sanatı, yetki tacını kendisinden aldıkları Papa gibi, korumayı sürdürdüler. Bu muhteşem dönem mezhep imamlarının zafer­lerine ve ilim ve hikmetle meşguliyetlerine karşı açık kıskançlığına rağmen, Bağdat'ın Moğol atlıları önünde çöküşüne kadar sürdü. Halifeliği deviren, medeniyeti tahrip eden vahşi saldırganlar, İslâm'a girer girmez, ilim ve öğrenimin şevkli muhafızı oldular.

"Memun'u, yaptıklarını sürdüren parlak bir sultanlar silsilesi takip etti. Onun ve halefleri­nin zamanında, Bağdat Okulu'nun alâmet-i farikası, tüm basanlarına hâkim olan, gerçek ve kuvvetle vurgulanan ilmî bir ruhtu. Şimdi­ye kadar Avrupa'nın icadı ve tekeli diye ba­kılan 'parçadan bütüne varma metodu', müs-lümanlar tarafından mükemmel olarak anla­şılmıştı. "Bilinenden bilinmeyene ilerlerken, sadece deneye dayandığını kabul eden Bağ­dat Okulu/eskiden sebebe giderken bu feno­menin tam bir izahatını vermiştir. Bunlar müslüman büyüklerinin öğrettiği prensipler­di. "9. yüzyıl Arapları" diye devam ediyor ik­tibas ettiğimiz yazar, "çok sonraları çağdaşla­rın elinde en güzel keşiflerin aracı olan o ve­rimli metoda sahiptiler."

"Maşallah ve Ahmed b. Muhammed en-Nehavendî, Arap astronomlarının en eskileri, Mansur devrinde yaşadılar. Ebû'l Ferec'in, devrin hârikası dediği Maşallah, usturlap ve halkalı küreler ve gökcisimlerinin hareketi ve yapısı üzerine, hâlâ bilim adamlarının hay­ranlığını uyandıran, çok değerli eserler telif etmiştir. Ahmed en-Nehavendî, kendi göz­lemleriyle, el-Musta'mel adında, Yunan ve Hindularınkinden üstün bir astronomi tablosu hazırlamıştır.

Me'mun devrinde, Batlamyus'un Almagesû yeniden çevrildi ve düzeltilmiş tablolar, Send b. Ali, Yahya b. Ebi-Mansur ve Halid . Abdulmâlik gibi ünlü astronomlarca hazırlan­dı. Ekinokslar, tutulmalar, kuyrukluyudızla-nn görünüşü ve diğer gökyüzü olaylarıyla il­gili paha biçilmez rasatları ilme büyük bir katkıdır.

Kindî, muhtelif konularda 200 eser yazdı. Aritmetik, geometri, felsefe, meteoroloji, op-tİk ve tıp "çalışmaları" diyor Sedillat, "çok meraklı ve ilginç gerçeklerle dolu. Ebû Ma'şâr (Batıda Albumozar) gökyüzü olayla­rında kendi Özel çalışmasını yaptı ve Zîc Ebû Ma'şâr (Ebu Ma'şâr'in tablosu) astronomik bilgide, belli başlı kaynaklardan biri olarak kaldı. Me'mun ve sonraki iki halefi zamanın­da filizlenen, Benu Musa Kardeşler'İn, kıs­men güneşin ve diğer gökcisimlerinin ortala­ma hareketlerini hesaplamaya yönelik keşif­leri, neredeyse Avrupa'daki en son keşifler kadar kesindir.

"Güneş ve ay tutulmalarıdaki sapmalar ile aym med-cezîre etkilerini, ellerindeki âletler gözönüne alınırsa, mükemmel bir hassasiyet­le Ölçmüşlerdir. Ayrıca itidal noktalarının ge­rilemesini ve güneş yörüngesinin en uzak noktasını (Yunanlılarca hiç bilinmeyen hare­ketlerini) dikkate değer bir doğrulukla gözle­miş ve tesbit etmişlerdir.

Dünyanın büyüklüğünü, Kızıl Deniz sahilin­deki bir seviyeyi ölçerek hesaplamışlardı. Bütün bunların yapıldığı çağda Hıristiyan Avrupa dünyanın düz olduğunu iddia ediyor­du. Ebu'l Hasan, "Sonsuzlukların diyoptrilere bağlı olduğu tüp" dediği teleskopu keşfetmiş­ti. Daha sonra bu tüpler, Maraga ve Kahi-re'de geliştirilmiş ve büyük bir başarıyla kul­lanılmıştı.

"Battânî'nin göründüğü zamanlarda, müslü-manlar, eskilerin kaba astronomisinden dü­zenli ve ahenkli bir bilime geçmişlerdi. Battânî, halefleri tarafından aşıldığı halde astronomlar arasında yüksek bir mertebeye sa­hiptir. Selâhiyetli bir yazar, onun Araplar ara­sındaki rolünün, Batlamyus'un Yunanlılar arasındaki rolüyle aynı olduğunu söylüyor. Latince'ye çevrilen astronomi tabloları Avru­pa'da yüzyıllarca bu ilme temel oluşturdu. Fakat, astronomik ve trigonometrik hesapla­malarda kiriş yerine sinüs ve kosinüsü öner­diği için, matematik tarihinde daha iyi tanın­maktadır.

Mısır Fatımîleri devrinde Kahire, yeni bir ilim ve irfan merkezi oldu. Azizbillah ve Hâkim biemrillah zamanlarında, sarkacın ve onun salınımıyla zaman Ölçümünün mucidi, çağın dâhilerinden biri olan İbn Yunuf yetiş­ti. Fakat o, daha sonraları Claudius Batlam­yus'un çalışmasının yerine geçen Zîcü'l-Ek-ber el-Hâkİmî adlı çalışmasıyla meşhurdur. Astronom-şair Ömer Hayyam (M.S. 1079) tarafından İranlılar arasında Zîcî Mâlik Şah, Chrysococca'nın Syntax'ıyla Yunanlıların arasında, Nasİrüddîn Tûsî tarafından ez-ZîcÜl-İlhânî adıyla Moğollarda ve M.S. 1280'de, Çin'de, Co-Cheov-King'in Astro-zıom/'sinde çoğaltılmış ve yayılmıştır. Çin medeniyetine atfedilen şey, müslümanlardan ödünç alman ışıktır (Sedillot).

"Bu sırada, Batı Afrika'da da durgun değildi. Ceuta (Septe) ve Tangier (Tanca) ve Fas, Kurtuba, Seville (îşbiliye) ve Girnata'yla ya­rışıyor, üniversiteleri, dışarıya yetenekli pro­fesörler ve öğrenimin her alanında, yorulmak bilmez müslüman zihninin gayretleriyle doğ­rulanmış çok sayıda çalışmalar gönderiyordu (Emir Ali, The Spirit of islam, sh. 371-379).

Gerçekten, Müslümanlar, bu dönemde, bilgi­nin her dalında mükemmelleşmişlerdi. İbn Ebu Useybî'nİn biyografi eserindeki Arap fi­zikçilerin isimleri, bir cilt dolduruyordu. Ebu Bekr Muhammed b. Zekeriyyâ er-Râzî (Batı­dan Rhazes) Ali b. Abbas Ebû Ali Hüseyin İbni Sînâ (Batıda Avicenna), Ebu'l Kasım Halef İbn Abbas (Batıda Albucasis), Abu Merman İbn Abdulmâlik İbni Zühr (Batıda Aven-Zoer), Ebu'l-Velid Muhammed İbni

Rüşd (Batıda Averroes) ve Abdullah b. Ah-ined b. Ali el-Baytar (Batıda 'veteriner' Aben-Bethar) dünyanın ilim ve fikir tarihinde kalıcı izler bırakan en parlak ve Öndegelen fi­zikçilerden bazılarıdır.

Yunanlılar kaba bir anotomi anlayışına sahip­tiler ve eczacılık bilgileri dar bir anlayış ile sınırlıydı. Müslümanlar anatomiyi de eczacı­lığı da geliştirerek müsbet birer ilim hâline getirdiler. İlâçlar ile ilgili mevcut bilgiyi sa­yısız ve paha biçilmez katkılarla zengİnleştir-diler. Botaniği Dioscorides'in bıraktığı du­rumdan çok ilerilere götürdüler ve Yunanlıla­rın herboloj isini, 2000 bitkinin eklenmesiyle aştılar.

ed-Demrî, Buffon'dan 700 yıl önce telif ettiği hayvanlar tarihi eseriyle meşhurdur. (Emir Ali, sh. 317-318).

Böylece İslâm ümmeti, kendi araştırma, göz­lem ve deney örneğiyle, doğu, batı, kuzey ve güneyde, değişik kültürlerin insanlarına, fizik âlemin sırlarının nasıl keşfedileceğini ve çev­renin, insanlığın yaran için nasıl kullanılaca­ğını göstermiştir. Gerçekten insanlık tarihin­de, tabiî çevrede, hatta insanın 'nefsi'nde ser­pilmiş olarak bulunan fıtrî zenginliğin muhte­lif yönleri üzerinde çalışmış ilim ve fen adamlarım tek tek saymak, ciltler tutacaktır. Pek çoğu, şu veya bu şekilde insanlık tarihin­de hayırla yâd edilecek iz bırakmı şiardır.

 

KISIM 9

 

İSLAM'IN İNSANLIĞA GETİRDİKLERİ

 

Allah'ın Son Peygamberi ve RasûlÜ Muham-med @; âlemlerin Rabbi ve Hükümrânı tara­fından, en mükemmel şekle sahip, insan problemlerini son ilahi vahyin ışığında akılla çözme kabiliyetinde, pratik bir biçimdeki son mesajını ilân etmek üzere gönderilmiştir. Kendi faydasına olarak insanın fizikî çevreyi kullanmasını ve işletmesini engellemeyen; aksine, bu hususta yol gösteren bu öğreti, sâde, anlaşılabilir, saplantılardan uzak, tatbik kabiliyeti olan bir hayat felsefesi ihtiva eder. Bu yapı iki temel prensip üzerine kurulmuş­tur: Birincisi, her ruh (can) Allah tarafından yaratılmıştır ve O'na dönecektir. İkincisi, her ruh ektiğini biçecektir. Bir başka ifadeyle, hiç kimsenin ameli (fiilî), bir kaza sonucu veya kader değildir. Ve hiç kimse, zoraki bir kuv­vetle, cennet veya cehenneme sürüklenecek değildir. Herkes kendi mukadderatını, kendi hür iradesiyle çizdiğinden, sonuçta sorumlu­luk bilfiil kendisine aittir.

Hz. Peygamber @, hayatın evsafını yükselt­mek, onun bilgisini kullanmak ve adaleti ikame için insanları Allah yoluna çağıran dinin bütün hikmetini şu güzel sözlerle özetlemiş­tir: "Rabbinize iman ve ihlasla ibadet ediniz. Size, salâh ve felah yolunu ve hakikatten sap­tıran şeyleri gösteren O'dur. Hoşunuza gitse de günahlardan sakınınız ve kötülüklere mâni olunuz. Çünkü bunlar sizi Rabbinizden uzak­laştırır. Rahman olan Yol Gösterici'nin emri­ni dinleyin ve itaat edin." (Nehcû'l-Belâga, Halife Hz. Ali'nin hutbeleri). Ayrıca Hz. Peygamber @'in şöyle buyurduğu da rivayet edilmiştir: "Ey Allah'ın kulları! Vazifelerini­zi yerine getirin, çünkü onların ihmali zillet­tir. Yaptığınız İyilikler, ölüme giden yolu ko­layca parçalar. Hatırlayın ki, her günah borcu arttırır, sizi bağlayan zinciri ağırlaştırır. Rah­met çağrısı gelmiştir, hakikat yolu apaçıktır. Size verilen emirlere uyun, yaşantınız sade ve mütevazi olsun. Sadakatle çalışın. Allah'a, işlerinizde yardım etmesi ve geçmiş günahla­rınızı affetmesi için dua edin. Yaptıklarınız­dan dolayı kendinizi hesaba çekin. Çünkü bu hesabı yapanlar büyük mükâfat alır, yapma­yanlar da büyük kayba uğrarlar." (Nehcû'l Belâga).

"İnsanın çabaladığından başkasını alamaya­cağı ve aklını kullandığı şekilde yargılanaca­ğı fikrine dayanan, insanın istek ve fiillerin­deki serbest iradesi, Rasûlullah @ tarafından vurgulanmıştır. İslâm'da Allah'ın birliği (tevhİd) kavramı, üzerinde en fazla durulan tartışılmaz bir nastır. İnsanın ahlâkî sorumlu­luğuyla beraber, 'Allah'tan gelmek ve yine ona dönmek' inancı, herşeyin başlangıcı olan ilk sebebin varlığı anlayışına dayanır. İnsa­nın 'menşei ve sonu'yla ilgili vahyî bilgi her­kes tarafından genel olarak kabul edilirken, bu varoluşun mahiyeti üzerine değişik görüş­ler ortaya atılmıştır. Aynı şekilde, ahlâkî so­rumluluk sözkonusu olduğunda, insanın ferdî mesuliyetini ne şekilde yerine getirmesi ge­rektiği konusunda ihtilâfa düşülmüştür. Fakat sahip olunan güçlerin doğru veya yanlış kul­lanılmasının sorumluluğu hakkındaki görüş­ler çok az fark gösterir. İnsanlar temel kav­ramları kabul edip riayet ettikleri sürece İslâm, bu iki konudaki görüş ve değerlendir­mede tam bir serbesti verir, son derece geniş ve mantıklı bakışaçısına izin verir. Bu yakla­şım yüzünden İslâm, düşünce çağından ey­lem çağma, inanç çağından akıl çağına, Hıris­tiyanlığın gerek duyduğu ara safha olmadan, derhal geçebilmiştir (Emir Ali, The Spirit of islam, sh. 423).

Rasûlullah @, daha geniş ve genel olarak, şeriatı da kapsayan tam bir din telakkisini tanıtmıştır. İnsanlık onu kabul ederek, mad­deten ve ruhen bu nimetlerden istifadeye çağ­rılmıştır. Akıl ve fetânet dini olan bu inancın faydası hakkında hiçbir şüpheye mahal bıra­kılmamış, onun geniş kapsamlı görünüşü su­nulmuştur.

Kur'ân-ı Kerîm'de Şeriatın taleplerini yansı­tan şu ifadelere rastlarız. "Onlar ki gecelerini Rablerine secde ederek (O'nun huzurunda) ayakta durarak geçirirler. Onlar ki: 'Rabbi-miz, cehennemin azabını bizden öteye çevir, doğrusu onun azabı (insana sarılıp bir daha ayrılmayan) sürekli bir azâbdır' derler. Orası ne kötü bir karargâh ve ne kötü bir makam­dır!" (25: 64-66). Yine, Şûra sûresinde., şu mealde bir âyeti okuruz. "O size, dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyetiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiği­mizi şeriat (hukuk düzeni) yaptı. Şöyle ki: Dini doğru tutun (Allah'a birliğine iman edin ve O'nun gönderdiği hükümlere teslim olun. Hurafeler karıştırıp dini bozmayın) ve onda ayrılığa düşmeyin. (İşte Allah'ın gönderdiği bütün dinlerin temeli budur). Fakat kendileri­ni çağırdığın (bu) şey, Allah'a ortak koşanla­ra ağır geldi. Allah dilediğini kendine seçer ve (O'na) yöneleni kendisine iletir." (42:13). Kur'ân, insanın manevî mecburiyetlerine şu sözlerle değinir "İşte onlara, sabretmelerin­den ötürü mükâfatlan iki kere verilir; onlar kötülüğü iyilikle savarlar ve kendilerine ver­diğimiz rızıktan (hayır yoluna) harcarlar. Boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve: 'Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size. Size selâm   olsun   (haydi   hoşça   kalın),   biz câhillerfle sohbet etmey)i istemeyiz.' derler." (28: 54-55). Mâide sûresinde ise şu sözleri görüyoruz: "...İyilik ve takva üzerinde yar­dımlasın, günah ve düşmanlık üzerinde yar-dımlaşmaym. Allah'tan korkun. Çünkü Al­lah'ın azabı çetindir." (5: 2).

İnsanın dikkati, şu sözlerle tabiatın hârika­larına çekiliyor: "Güneşe ve onun aydınlığına andolsun. Onu takibettiği zaman aya andol-sun. Güneşi ortaya çıkardığı zaman gündüze andolsun. Onu örttüğü zaman geceye andol­sun. Yere ve onu yuvarlayıp döşeyene andol­sun. Nefse ve onu şekillendirene. Ona bozuk­luğunu ve korunmasını (isyanını ve itaatini) ilham edene andolsun ki; nefsini temizleyen iflah olmuş; onu kirletip örten ziyana uğra­mıştır." (91: 1-10).

Hayatın ahlâkî, ruhî ve siyasî bütün yönlerini kapsayan geniş kapsamlı öğreti şu sözlerle anlatılıyor: "...Ona hiçbir şeyi ortak koşma­yın, ana babaya iyilik edin, fakirlik korkusuy­la çocuklarınızı öldürmeyin, sizi de onları da biz besliyoruz. Kötülüklerin açığına da, kapa­lısına da yaklaşmayın ve haksız yere Allah'ın yasakladığı cana kıymayın. Düşünesiniz diye Allah size bunları tavsiye etti. Yetimin malı­na yaklaşmayın, yalnız erginlik çağına erişin-ceye kadar (onun malına) en güzel biçimde (yaklaşabilir, onu uygun tarzda sarfedebilirsi-nİz); ölçü ve tartıyı tam adaletle yapın. Bİz, kişiye gücünün yettiğinden fazlasını teklif et­meyiz. Söylediğiniz zaman da, akrabanız da olsa, adalet yapın ve Allah'a verdiğiniz sözü tutun. Hatırlayıp öğüt alasınız diye (Allah) bunları size tavsiye etti. İşte benim doğru yo­lum bu, ona uyun, (başka) yollara uymayın ki, sizi O'nun yolundan ayırmasın! (Azabından) korunmanız için (Allah) size böyle tavsiye etti." (6:151-153).

hrâ sûresinden: "(Seninle) akrabalığı olana, yoksula ve yolcuya hakkını ver, (malını ge­reksiz yere) saçıp savurma. Çünkü (gereksiz yere mallarını) saçıp savuranlar, şeytanlann kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür! ... El(ler)İni boynuna bağlanmış yapma, tamamen de açma, sonra kınanr, hasret içinde kalırsın... Bilmediğin bir şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan (o yaptığın kötü işten) sorumludur. Yeryüzünde kabara kabara yürüme. Çünkü sen yeri yırtamazsın, boyca da dağlara erişemezsin. Bunların hepsi kötü olan, Rabbi'nin katında hoş görülmeyen şey­lerdir." (17:26-38). Ve yine Şûra sûresinden: "...İşleri, aralarında danışma iledir... Bir zu­lüm ve saldırıya uğradıkları zaman, (yardım­laşarak) kendilerini savunurlar. Kötülüğün cezası, yine onun gibi bir kötülüktür. Kirn af­feder, barışırsa, onun mükâfatı Allah'a aittir. Doğrusu O, zâlimleri sevmez." (42:38-40)

Böylece Muhammed, Allah'ın en son ve mü­kemmel mesajını iletti, insanın ruhi mutlulu­ğun en üst derecesine ve rakipsiz bir asaletin ahlaki mükemmel iğine, maddi hiçbir avantajı kaybetmeden ulaşabileceği bir mesaj. Mu-hammed bunu kendi denemeleri ve başarıla­rıyla gösterdi, kendinden önce ve sonra hiç kimsenin erişemediği bir ruhi ve ahlâki mü­kemmelliğe erişti. Kendisi sadakati, iyiliği ve adaleti deneyerek gösterdi, daha sonra, insan­lık tarihinde ilk defa, inanç ve ifade özgürlü­ğünün, cesaretlendirildiği, herkes için ücret­siz ve tam bir adaletin yürütüldüğü, tüm in­sanların eşitliğinin vurgulandığı, deney ve özlemle araştırma yapma ve bilgi edinmenin yaygınlaştırıldığı yönetim ve haleflerin seçi­mi gibi siyasî sorunlarda şura prensibinin ta­nıtıldığı bir sistem kurdu. Arapların hayatının sosyal, siyasî, ahlâkî ve ruhî yönlerindeki inkılâbî değişiklikler, bir tek kişi tarafından, Hz. Muhammed @ tarafından getirilmişti. Böylelikle onlar, Rasûlullah'ın ardından, in­sanlık kültür ve medeniyetinin gelecekteki akışını etkilediler.

Râşid halifeler, halefleri Peygamber @ tara­fından kurulan sistemi hayatın her sahasında aynen devam ettirdiler. Ayrıca iyilik, güzellik ve ihsanın hâkim olduğu bu asil sistemin sı­nırlarını Peygamber @'in vefatından sonra genişlettiler. Çok kısa bir zamanda batıda At­las Okyanusu'ndan doğuda Sind, Kuzey Hin­distan ve Hazar ile Karadeniz kıyılarına uza­nan geniş topraklara yayıldı. Ülke sathında ırkî, kavmî, cinsî ve dinî yönden ferdin hürri­yeti ve Kanunun hâkimiyeti kuvvetlendirili­yor, öğrenim ve araştırma devletin her vatan­daşı İçin erişilebilir genel faaliyetler oluyor­du. Siyasî tartışmalarda tam bir özgürlük var­dı. Şûra prensibi idarî meselelerde tamamen tetbik ediliyordu. Hatta Peygamber @'in ve­fatından sonra halifelerin seçimi bile oybirli­ğiyle yapılmıştı. Bu, hem genel olarak karar vermekte, hem de hilafette, İslâm'ın siyasî alandaki temel prensibi olarak yerleştirilmiş­ti.

Halifeler, Peygamber @ gibi muttakî ve fazi­letli bir hayat yaşadılar ve insanlığa iyilik ve adalet timsali ve ahlâkî, ruhî ve siyasî her yönden rehber oldular. Kanunu, diğer vatandaşlara uyguladıkları gibi kendilerine de uy­guladılar. Şer'î hükümler her şeyin üstündey­di ve bu genel kuralın hiç istisnası yoktu. Ha­lifeler, hâkimin önüne, herhangi bir vatandaş gibi şahit veya taraf olarak geldiklerinde hâkim tarafından hiçbir özel ilgi gösterilmez­di. Bu hususta halife Hz. Ömer ve Ali'nir misalleri iyi bilinir. Her vatandaş, Allah'ir hududları dahilinde tam bir özgürlük ve ser besiliğe sahipti ve kimse eleştirinin üstünde değildi. Halifeler alışılmamış bir şey yaptık­larında hemen eleştiriliyorlardı. Onlar da bı tür eleştiriye karşı herhangi bir hiddet ve hoş­nutsuzluğa kapılmadan cevap veriyorlardı Aslında karar ve fiillerindeki herhangi bir ha­tanın düzeltilmesini teşvik ediyorlardı. Hej türlü idarî mesele, şûra heyetinin tavsiyele­riyle halife tarafından karara bağlanıyordu Peygamber @'in istişare prensibi, hulefa-: râşidîn zamanında çok iyi yerleştirilmişti.

İlmin yayılması için, her yerde, öğrenim mü­esseseleri açılmıştı. Medine öğretim merkez: idi. İnsanlar fethedilen beldelerden Medi­ne'ye, Hz. Peygamber'in ashabından bilg: edinmek için geliyordu. Peygamber @'in ve­fatından sonra, uzun yıllar boyunca, ümmü'l-mü'minîn Hz. Aişe, ülkenin her yanından gelen âlimlere hadis, fıkıh, tefsir ve diğer ko­nularda ders verdi. Aynı şekilde, Abdullah b Mes'ûd, Muaz b. Cebel, Ebu Derda, Abdul­lah b. Abbas gibi bilgili sahabeler de Kur'âr ve hadîs bilgileriyle insanlara çok faydalı ol­dular.

Böylece, İslâm'ın ilk devirlerinde, raşid hali­feler siyasî ve manevî liderliği birlikte icrî ettiler. Dar ve geniş mânada, şeriat kuralların: yerleştirdiler. Müslümanlar onlara hem din: hem dünyevî konularda rehberlik talebiyle geliyorlardı. Ruh ve beden aynı kaynaktan il­ham alıyor ve besleniyordu. Herşey İslâm: şeriatının icaplarına göre işliyordu. Müslü­manlar, savaşta ve barışta, evde ve pazarda ruhî ve siyasî sorunlarda tam bir ahenkle ça­lıştılar ve anlaşmazlıklarında Kur'ân ve Sün­netin hakemliğine başvurdular. Bu harekeı tarzını manevî, siyasî ve iktisadî konularda tatbik ettiler. Böylelikle, Peygamber @'in emanetinin vârisleri ve halifeleri olarak me­suliyetlerini yerine getirdiler.

Fakat Emevi ve Abbasi dönemlerinde, idare­ciler hilafetin doğru yolunu, bilhassa siyasi davranışlarında, adım adım terkederek açıkça saltanat ve hükümdarlığı tesis ettiler. .

Arada bir bazı idarecilerin raşid halifelerin tavrını geri getirmeye çabaladıkları görül­müşse de, genel olarak geniş kapsamlı bir çö­züm tatbik edilmedi. İdareciler siyasî mesele­lerde bildikleri gibi davranmaya başladılar. Kur'ân ve Sünnetin emirlerini sıkı bir şekilde takip etmediler. Sonuç olarak müslümanların liderliği iki parçaya bölündü. İdareciler üm­metin siyasî liderliğini üstlendiler, kanun ve düzenin korunmasından sorumlu oldular. Di­ğer yandan ruhanî liderlik halka dinî ve manevî konularda rehberlik eden muttaki ve faziletli âlimlere geçti.

İdareciler ruhî meselelerde bu yüksek ve asil rehberliği sağlamayı başaram adıl arsa da, ge­nelde ümmetin sosyal sistemi yüzyıllar bo­yunca millet-i İslâmî'nin değerlerini, akidesi­ni ve fevkalâde vasfını yansıtmayı sürdürdü. İdareciler arada bir heva ve heveslerini tat­min için adliye sistemine ve muhakemeye müdahaleye yeltenmişlerse de, şeriatın bü­tünlüğü ve üstünlüğü kadılar tarafından ko­runmuş ve manevî liderlik genelde şahsî tesir ve nasihat yoluyla siyasî liderler üzerinde ka­nunun elini kuvvetlendirmeye yardım etmiş­tir.

Fakat, ilmî sahadaki gelişmeler sonraki yıl­larda büyük coşkuyla devam etmiştir. Al­lah'ın Kelâmı, tabiatın tüm çevreye yayılmış harikaları üstünde düşünen, araştıran, çalışan ve onlardan insanlığın yaran, kültür ve mede­niyetin zenginleşmesi için faydalanan müslü-man fikir ve ilim adamlarının gayretleriyle tümüyle anlaşılmaya başlanmıştır. Çalışmala­rıyla ilim ve fende ufuklar açtılar. İnsanlığa tecrübî metodu kazandırdılar. Modern teknoloji devriminin öncüsü oldular ve varolan bil­giyi daha zirvelere çıkararak yeni ilimler kur­dular. Bu katkı ve buluşlarla bilgiyi zengin­leştirmenin yanısıra hakikat yolunda gözlem ve deneyin önemini vurgulayarak onun tama­men soyut ve entellektüel yön ve eğilimini değiştirdiler.

Müslüman ilim adamları bu harikulade dün­yanın yaratılmasında ve devamında, Yaratıcı-nın rolünü vurguladılar. Zemahşerî, Alâk su­resi tefsirinde, Allah'ın insan üzerindeki ni­metlerini, ilim ve fennin insan hayatındaki önemini çok güzel özetlemiştir: "Allah insa­na bilmediğini öğretti ki bu O'nun rahmetinin büyüklüğünü doğrular. Çünkü o kullarına bil­mediklerini öğretti. Ve O, onları cehaletin ka­ranlığından bilginin aydınlığına çıkardı, onla­ra yazı bilgisinin hesapsız nimetlerini gösterdi. Çünkü ondan yalnız Allah'ın bildiği bü­yük iyilikler kaynaklanır ve yazı bilgisi olma­dan başka hiçbir bilgi (Um) kavranamaz, ne fenler sınırlar içine alınabilir, ne eskilerin ta­rihine erişilebilir ve söyledikleri kaydedilebi­lir, ne açık kitaplar yazılabilir, -eğer bu bilgi olmazsa- ne de din ve dünya işleri (umûr-i'd-din ve'd-dünyd) düzenlenebilir.

Müslümanlar, 13. yüzyılda Bağdat'taki mer­kezî siyasî otorite alaşağı edilene ve ilerleme duraklayana kadar, dehşetli bir kuvvet ve ma­neviyatla dünyaya hâkim olmayı ve diğer toplulukları etkilemeyi sürdürdüler. Sonraları kuvvetlerim yeniden topladılar ve 17. yüzyıla kadar, öncekinden daha düşük bir derecede de olsa,, bilhassa İspanya, Mısır ve Türki­ye'de, etkilerini sürdürdüler. Fakat liderlikle­ri hem ruhî hem siyasî olarak zayıfladı. Toplumdaki üretkenliği teşvik ve cesaretlendir­mek için lüzumlu rehberliği sağlayamadı. Eğitim ve öğretim modelleri, bilginin, eski ve tekrarıyla sınırlı kaldığı için, gerilemeye baş­ladı. Âlim ve mütefekkirleri genelde bu çeşit öğrenimle meşgul oluyorlardı. İlim ve fennin yeni sahalarında araştırma yapmak terkedil­mişti veya doğru dürüst takip edilmiyordu. Öğrenmeyi teşvik eden saikler zayıflıyor ve bir zamanlar müslümanların sahip olduğu şey, orijinalliğini ve kalitesini kaybediyordu.

Bu durum, ilim ve fennin gerçek ruhuna Kur-tuba, îşbiliye, Gırnata, Toledo ve Mısır gibi öğrenim merkezlerinde erişen ve kendi üni­versitelerinde yaratıcı eserler veren Batilılar-ca devralmana kadar sürdü. 19. yüzyılın ortalarında Batılılar, dünyanın çoğunluğunun siyasî kontrolünü bile, neredeyse müslüman-lardan almışlardı.

BuTada, Kur'ân-ı Kerîm'de adetullah veya sünneîullah olarak ifadesini bulan, bir mille­tin lehinde veya aleyhinde olmayan "âlem­şümul tabiat kanunu"ndan söz edilebilir. Müslümanlar ilim ve fendeki orijinallik ve yaratıcılıklarını muhafaza edemedikleri için, zamanın talep ve tazyikine dayanamadılar ve siyasî hakimiyetlerini kaybettiler. Güç ve hâkimiyetin elde çıkmasıyla, diğer sistemleri de çöküşe başladı.

 

 

Bu bölüm Ünal Çağlar ve Bedri Çarsancaklı tarafından çevrilmiştir.

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

 

HZ. MUHAMMED: SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM BİLGİYE KATKI

 

Giriş

 

Hz. Muhammed @'in bilgiyi elde etme husu­sundaki teşvikleri ile Araplar çeyrek yüzyılda zamanlarının ilim ve fenninde söz sahibi hâline gelmişlerdir.

O'nun İnsan düşünce ve felsefesme en büyük katkısı, kişinin çevresindeki maddî âlemden, nefsinden, tarihten ve bütün tabii hâdiseler­den eleştirel bir gözlemci olarak faydalanma­sı gerektiğini vurgulaması olmuştur. Böylece tabii bilimler alanında tecrübî metodların ka­pısını açmıştır. O'nun takipçileri ise bu meto­du uygulayıp geliştirerek Avrupalılara ulaştır­mışlardır. Sonraki yüzyıllarda Avrupalılar da bu metodu en yüksek boyutlarına çıkarmışlar­dır.

Sosyal bilimler sahasında, insanlığın itibarını yüceltmiş ve evrensel kardeşliğin ve bütün in­sanların eşit olduğu hakikatinin önemini be­lirtmiştir. Erkeğiyle, kadınıyla insanların hayatın her alanında eşit haklara kavuşmasını temin etmiştir. Bu eşitlik, hürriyet ve kardeş­lik öğretisi daha sonraki yüzyıllarda Avru­pa'da, İngiltere'de, Amerika'da ve dünyanın diğer bölgelerinde ortaya çıkan hayatın değişik veçheleri ile ilgili insan hakları hareketle­rinin öncüsü olmuştur.

Siyasî sahada, devlet işlerinin şûra ile yürü­tülmesini, devletin hem iç meselelerinde hem de uluslararası ilişkilerinde kanun hakimiyeti­nin lüzumunu öngörmüştür.

İnsanın tefekkür, hayata ve meselelerine ba­kış tarzının yönünü değiştiren bizzat Hz. Mu-hammed @'dır. "İdeal" ile "gerçeği" ve ta-savvuri ve hayalî olanla "müşahhas"ı pekiş­tirmiştir. Dr. Muhammed İkbal'in ifadesiyle: "İlim somut (müşahhas) olanla başlamalıdır. İnsan zihninin somutu aşmasını mümkün kı­lan şey İnsan zihninin somutu kavraması ve onun üzerinde iktidar elde etmesidir." Hz. Muhammed @ getirdiği bu din ile insanoğlu­na kâinat ile ilgili dinamik bir anlayış kazan­dırmış ve ona yıldızlar ve gökler âleminin ötesine ulaşan fırsatlar bahsetmiştir (5: 33).

 

KISIM 1

 

HZ. MUHAMMED @'İN İLME KARŞI TAVRI

 

Hz. Muhammed @ 'in insan düşünce ve felse­fesine en büyük katkısı, kişinin çevresindeki fizikî âlemden, nefsinden, tarihten ve bütün tabii hâdiselerden eleştirel bir gözlemci ola­rak faydalanması gerektiğini vurgulaması ol­muştur. Hz. Muhammed @ insanoğlunun ta­bii güçleri işleyip işleterek onlardan faydalan­ması için fizik dünya ile ilgili gözlemlerde bulunmasının büyük Önemini belirtmiştir, Kur'ân-ı Kerîm, insanın dikkatini tabiatın müşahadesine çeken pekçok âyetle doludur: "Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün birbiri ardınca gelmesinde elbette aklıselim sahipleri İçin ibret verici deliller vardır. Onlar ayakta, oturarak ve yanları üze­rine yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve ye­rin yaratılışı üzerinde düşünürler: 'Rabbimiz! (derler) Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen yücesin, bizi ateş azabından koru!'." (3: 190-191). Allah'ın halkettiği bu harikulade dünya akıllı bir kişiyi insanoğlunun hiçliğine ve Ya­ratıcısının büyüklüğüne ve kudretine kolay­lıkla ikna eder: "Göklerin ve yerin hükümran­lığını, Allah'ın yarattığı her şeyi... düşünmü­yorlar mı?" (7: 185).

İnsan şu sözlerle, Rabb'inin yarattıklarını te­fekküre davet edilmektedir: "Allah odur ki gökleri, görebileceğiniz gibi direk olmadan yükseltti, sonra Arş üzerine istiva etti (bütün mülkünün, bütün yaratıklarının tahtına, yani yönetimine hâkim oldu, herşeyi düzenleyip yönetti), güneşi ve ayı iradesine boyun eğdir-di. Hepsi belli bir süre için akıp gitmektedir. (Yaratma) işi(ni) düzenler, âyetleri açıklar ki, Rabb'inizle karşılaşacağınıza kesin olarak manasınız. O'dur ki arzı uzattı, orada sabit dağlar ve ırmaklar var etti, orada bütün mey-valardan iki çift yarattı. Geceyi gr.ıdüzün üzerine Örtüyor. Şüphesiz bunda dü; anen bir toplum için âyetler vardır. Arzda birbirine komşu kıt'alar (toprak parçalan), üzüm bağ­lan, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır; bunların hepsi bir su ile sulanır ama ürün(lerin)de bunları, birbirinden üstün yapı­yoruz. Şüphesiz bunda, aklını kullanan bir ka­vim için âyetler vardır." (13: 2-4).

Daha sonra insanoğluna, Allah'ın okyanusla­rı, denizleri ve yeryüzünü yaratışı hakkında düşünmesi tavsiye edilmiştir: "O, denizi de (hizmetinize) râm etti ki ondan taptaze et yi-yesiniz ve ondan giyeceğiniz süsler çıkarası-nız. Görüyorsun ki gemiler, denizi yara yara akıp gitmektedir. (Bütün bunlar) Allah'ın lûtfunu aramanız ve O'na şükretmeniz için­dir. Sizi sarsar diye arza ağır baskılar attı, ır­maklar ve yollar (yarattı) ki doğru yolu bula­şınız (amaçlarınıza eresiniz). (Yol bulmak için yararlanılacak) işaretler de (yarattı). On­lar yıldız(lar)la da yol bulurlar. Yaratan, ya­ratmayan gibi midir? (Hiç bir şey yaratama­yan o putlar, bunca varlıkları yaratan Allah'a denk tutulur mu?) Hİç düşünmüyor musunuz? Eğer Allah'ın nimetini saysanız, sayamazsı­nız. Doğrusu Allah çok bağışlayan, çok esir­geyendir." (16: 14-18).

Hayvanlar âleminden ise sütün oluşumu hadi­sesine insanoğlunun dikkati çekilmiştir: "Hayvanlarda da sizin için ibret (alınacak dersler) vardır. Onların karınlarından, fers (yani sindirilmiş gıdalar) ile kan arasından (çıkardığımız) hâlis, içenlere (içimi) kolay süt içiriyoruz." (16: 66).

Dillerin, ırk ve renklerin çeşitliliği de âyetlerdendir: "O'nun âyetlerinden biri de, göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda, bilenler için ibretler." (30: 22).

Yağmurda ve şimşekte de âyetler vardır: "O'nun âyetlerinden biri de, size, korku ve Ümit vermek için şimşeği göstermesi, gökten bir su indirip onunla, ölümünden sonra yeri diriltmesidir. Şüphesiz bunda, aklını kullanan bir toplum için ibretler vardır." (30: 24). Ve Fâtır Sûresinde de şu mealde iki âyet yer al­maktadır: "Görmedin mi, Allah (nasıl) gökten su indirdi de, onunla renkleri çeşit çeşit mey-valar çıkardık. Dağlardan (geçen) beyaz, kır­mızı, değişik renklerde ve simsiyah yollar (yarattık). İnsanlardan, hayvanlardan ve da­varlardan da yine böyle türlü renkte olanlar var. Kullan içinden ancak ilim sahipleri Al­lah'tan (gereğince) korkar. (Çünkü O'nun yaptıklarmdaki incelikleri öğrendikçe onların Allah'a karşı saygıları artar). Şüphesiz Allah daima üstündür, çok bağışlayandır." (35: 27-28).

Yaratış sanatı ile, "Taneyi ve çekirdeği yaran şüphesiz Allah'tır, ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkarır. İşte Allah budur, nasıl yüz çe­virirsiniz." (6: 95).

Kur'ân insanoğlunu kendi yaratılışını düşün­meye de davet etmektedir: "O'nun âyetlerin­den (sonsuz gücünün işaretlerinden) biri, sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra siz, (yeryüzüne) yayılan insan(lar) oluverdiniz." (30: 20). En'am Sûresinde şu mealde bir âyet yer al­maktadır: "Odur ki sizi bir tek nefisten inşâ etti. Sizin için bir kalış ve bir emanet olarak konuluş yeri ve süresi vardır. (Yani siz bir sü­re babaların belinde kalacak ve sonra da bir emanet olarak annelerin rahmine konulup bir süre orada duracaksınız. Yahut sizin yeryü­zünde bir kalış ve toprağın altına konuluş ye­riniz ve süreniz vardır.) Gerçekten biz, anla­yan bir toplum için âyetleri geniş geniş açık­ladık." (6: 98).

Hacc süresindeki âyette ise şöyle buyurul-maktadır: "Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten şüphede iseniz (bilin ki) biz sizi (önce) topraktan, sonra nutfe(sperma)dan, sonra alâka(embriyo)dan, sonra yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gösterelim. Diledi­ğimizi belirtilmiş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz; sonra sizi bir bebek olarak çıkarı­yoruz. Sonra güç {ve kabiliyetlerinize erme­niz için (sizi büyütüyoruz). İçinizden kimi (henüz çocukken) öldürülüyor, kimi de öm­rün en kötü çağma (ihtiyarlığa) itiliyor ki, bi­lirken bir şey bilmez hâle gelsin (çocukluğun­daki gibi vücutça ve akılca güçsüz bir duruma düşsün). Yeri de kurumuş, ölmüş görürsün. Fakat biz onun üzerine suyu indirdiğimiz za­man titreşir, kabarır ve her güzel çiftten biti­rir." (22: 5).

Bir başka âyette de çocuğun doğumundan bahsedilmekledir: "Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. (O), dilediğini yaratır. Dilediğine dişiler bahşeder; dilediğine de erkekler bahşe­der. Yahut onları çift yapar: Hem dişi, hem erkek (verir). Dilediğini de kısır kılar. O, her-şeyi bilendir, (her şeye) herşeye gücü yeten­dir." (42: 49-50).

İnsanoğlu geçmiş atalarının tarihinden ibret almaya da davet edilmektedir: "Yeryüzünde gezmediler mi ki kendilerinden Öncekilerin sonunun nasıl olduğuna baksınlar. Onlar, kendilerinden daha güçlü idiler; (sular, madenler çıkarmak, ekin ekmek, ağaç dikmek için) toprağı (kazmış) alt-üst etmişler ve onu, bunların imar ettiklerinden daha çok imar et­mişlerdi. Onlara da elçileri, delillerle gelmiş­ti. Demek ki, Allah onlara zulmeder değildi. Fakat onlar, kendi kendilerine zulmediyorlar­dı." (30: 9). Yusuf sûresinde şu âyet vardır: "...Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, kendile­rinden Önce geçenlerin sonlarının ne olduğu­nu görsünler. Ahiret yurdu Allah'a karşı gel­mekten sakınanlar için hayırlıdır. Akletmez misiniz?" (12: 109). Mümin sûresinde konu ile ilgili şu âyetler vardır: "Yeryüzünde dola­şıp^ kendilerinden önce ve kendilerinden daha kuvvetli olan ve yeryüzünde daha çok eser bı­rakan kimselerin sonuçlarının nasıl olduğunu görmezler mi? Allah onları suçlarıyla yakala­mıştır. Allah'a karşı onları koruyan yoktur. Bu, kendilerine açık belgelerle gelen peygam­berlerini inkâr etmelerinden ötürüdür. Allah da onları bunun için yakalamıştır. Doğrusu O kuvvetlidir, cezalandırması da şiddetlidir." (40:21-22).

Bu ve benzeri pek çok Kur'ân âyeti, insanın tabiattaki cismanî güçlere (afak), kendi iç dünyasına (enfüs) ve tarihe mülefekkirâne nazarlar atfetmesini teşvik etmekte ve Al­lah'ın yaratıklarının harikuladelikleri ve esra­rı üzerine düşünmesini hatırlatmaktadır.

Hayatın bütün somut gerçeklerinin eleştirel bir tarzda gözlenmesi, insanın bütün fizikî ve tabiî hâdiseleri inceleme ve araştırma konu­sundaki melekelerini gerçek manada geliştir­mesi İçin uyarı vazifesi gördü ve ilmî esasa dayanan gözlem, deney ve analizlere tedricen kapı açtı; bu da sonunda modern bilimi ve teknolojik gelişmeyi doğurdu.

Bu suretle Hz. Muhammed @, Allah'ın ilk insanı yarattığında ona öğretmiş olduğu eşya­nın bilgisini, mükemmelleştirmiş oldu: "Ve Adem'e bütün isimleri öğretti. Sonra onları (eşyayı) meleklere sunup: 'Haydi, doğru ise­niz onların isimlerini bana söyleyin' dedi. Dediler ki: 'Sen yücesin (yâ Rab); bizim, se­nin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yok­tur. Şüphesi/ sen bilensin, hakimsin (her şeyin içyüzünü bilen, her şeyi yerli yerince yapansın). (Allah) dedi ki: 'Ey Âdem, bunlara onların isimlerini haber ver'. (Âdem), isimle­rini söyleyince (Allah): 'Ben size, ben gökle­rin ve yerin gayblarını bilirim, sizin açıkladı­ğınızı ve içinizde gizlediğinizi bilirim, deme­miş miydim?'dedi." (2: 31-33).

"Ve Âdem'e bütün isimleri öğretti..." derken esma (isimler) kelimesinin kullanılması çok anlamlıdır. İsim insanların eşya için bîr ad sistemini, bilim veya bilimlerin terminolojisi­ni temsil eder; pek çok sahadaki bilgi, ilim veya bilimin sistematik olarak adlandırılışını ve tasnifini temsil eder... Gerçekte isim, insan zihninin dünyadaki eşyayi vasıtasıyla anladığı ve kavradığı adlar anlamına gelir. Ve insanın eşya hakkında sahip olduğu bütün bilim ve malumat yığını gerçekte onlara ad verebilme kabiliyeti üzerinde temellenmiştir. Böylece Allahu Teâlâ, Âdem aleyhisselâma bütün isimleri (esma) öğrettiğinde, ona arzdaki bü­tün eşya ve hâdiselerin temel bilgisini bahşe­diyordu. Allah'ın bu müstesna nimetinden faydalanmak ve kâinat hakkındaki bu bilgiyi değerlendirmek Âdem'e ve onun gelecek ne­sillerine bırakılmış bir haktır. Ayetin son kıs­mı insana sadece seçme hürriyeti ve bağımsız düşünme ve karar verme melekesi değil, aynı zamanda dünyanın fizikî güçlerinin kullanıl­masında kendisine yardımcı olacak bir bilgi zenginliğinin de verildiğini teyid etmektedir. Bu durum, insanın, Allah Elçisinin rehberliği­ne uyarak melekelerini hikmet ve adalet çer­çevesinde kullanması şartıyla, kötülükten zi­yade iyilik yapma kabiliyetine sahip olduğu­nu gösterir.

Kur'ân'ın bu âyeti açıkça göstermektedir ki ilk insan olan Âdem'e bu dünyadaki herşeyin temel bilgisi ve kâinatın potansiyel kaynakla­rını kendi yararına işletme ve kullanma kabi­liyeti verilmiştir. Bu da, insanın diğer yaratıl­mışlar karşısındaki üstünlüğü, sahip olduğu bilgiye ve onu fizikî âlemin sırlarını çözmede kullanabilme kabiliyetine bağlıdır. Bu dünya­daki bütün tabiat güçleri üzerinde kâinatın sırlarının bilgisi gibi bîr vasıta sayesinde in­san, eşref-i mahlûkat konumuna yükselmiştir ki, bu durum burada esmanın (isimlerin) bil­gisi olarak adlandırılmaktadır. Ve bu bilgi onu bütün diğer mahlûkata Üstün kılmaktadır. Bilenlerle bilmeyenlerin bir olmadığı yine Kur'ân âyetiyle sabittir (39: 9). Ve bu hakikat ancak ilim sahiplerince anlaşılabilir (29: 43). Kur'ân, cahillere Hakikat'i biliniyorlarsa onu ehli kitaptan sormalarını tavsiye etmektedir (16: 43), Şüphesiz, gerçekler, Hakk ve herşe­yin hikmeti yalnızca ilim sahiplerince algıla­nabilir. Böylece Hz. Âdem'in Allah lûtfu olan ilim zenginliği vasıtasıyla bu dünyada çok önemli bir rol oynama kaderine sahip olduğu açığa çıkmaktadır. Bu müstesna Nimet'ten Rahman sûresinde şöyle bahsedilmektedir: "(Allah) Kur'ân'ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyânı (konuşup düşüncelerini açıklamayı) öğretti." (55: 2-4). Allah insanı yarattı ve onu zeka. konuşma, ifade gücü, eşyalar arasındaki ilişkilerin tabiatını ve önemini düşünme, tefekkür etme ve anlama kapasitesi gibi rehber­lik unsurları ile donattı. İnsanoğlu doğruluk ve adaletle doğru sonuçlara varma idraki ve vicdanı ile de mücehhezdir. Bu ilim zenginli­ği, geniş manada, insana Allah'ın yaratıklanı-nm ekseriyeti üzerinde kontrol imkânı verir.

Bu hakikat, Hz. Muhammed @'e gelen ve onu okumaya ve bilgi edinmeye teşvik eden ilk Vahiyle de teyid edilmiştir: "(Ey Muham­med!) Yaratan, Rabbinin adıyla oku. O insanı alâktan (kan pıhtısı biçimini alan embriyo­dan) yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sa­hibidir. O (insana) kalemle (yazmayı) öğretti" (96: 1-5). İnsanın topraktan olması, Rabb'ine yaklaşmasına engel teşkil etmemektedir. Ona bir ilim zenginliği ve irade hürriyeti verilmiş­tir; bu sayede zihnî, ahlâkî, ruhî ve ilmî saha­larda yüceliklere ulaşabilir. İnsanoğlu fizik dünya ile ilgili olarak her an sahip olduğu bil­ginin daha üstününe ulaşabilecek bir ölçekte bilgi edinme kabiliyetine sahiptir, ve bu kabi­liyet onu daima kâinatın tabiî kuvvetleri üze­rinde kontrol elde etmek için çaba gösterme­ye iter. Yukarıda bahsedilen âyetlerde geçen (2; 31-33) Allah vergisi bu kabiliyeti İnsan, Allah'ın arzında kullanmaktayken, Hz. Mu­hammed @'ın gelişi ile bu kabiliyetin kulla­nılabilme kapasitesi en üst noktasına ulaştı. Hz. Muhammed (2)'in risaleti, insanoğlunun ilmî sahada daha ilerilere gitmesi ve bu yolda büyük mesafeler katetmesini sağlayan yeni ve güçlü bir saik oluşturdu; tesiri kısa zamanda görülen teşvikler getirdi.

Risalet ve peygamberlik vazifesinde Hz. Mu­hammed @'e gönderilen ilk vahiy yukarıda meali verilen âyetlerdir (96: 1-5). İlk vahyin mahiyeti bir bakıma, insan hayatında bilginin Önemini göstermektedir. Rasûlullah @'e "oku" diye emredilerek aynı zamanda atası Hz. Âdem @'e Allah tarafından bahşedilen bilgiyi edinmesi de istenmiştir. Bu âyette kul­lanılan "kalem" kelimesi semboliktir; çünkü bütün bilgiler yazı vasıtasıyla kaydedilir ki, bu 1. ve 3. âyetin başındaki sembolik "oku" çağrısını açıklar. İnsanın düşüncelerini, tecrübelerini ve duygularını kişiden kişiye, nesil­den nesîle, ve bir kültürel çevreden diğerine yazılı kayıtlar vasıtasıyla aktarabilme şeklin­deki özgün kabiliyeti, bütün insanlık bilgisi­nin birikimini sağlar. Bu Allah vergisi kabili­yete bağlı olarak, her insan beşeriyetin sürekli bilgi birikimine şu ya da bu yolla katılımda bulunduğundan, bir fert tek başına bütün eş­yanın ismini bilmese de -ve bu mümkün de değildir- insanoğlundan "Allah tarafından (isimler) öğretilen" olarak bahsedilmektedir. Bu insanın kendisini biyolojik bir varlık ola­rak yaratan ve ona bilgiyi elde etme istek ve kabiliyeti veren Allah'a olan mutlak bağımlı­lığının güçlü vurgusu, son kez, son üç âyette tekrarlanmaktadır. Ayrıca, Allah'ın insana "öğretmesi" O'nun vahiy eylemini de ifade eder ki Hz. Peygamber @ vasıtasıyla ulaşan bu vahiy olmasa hakikatlere ve ahlâkî bir mo­dele yalnızca insanoğlunun tecrübe ve mantı­ğıyla asla ulaşılamaz; bu âyet işte böylece İla­hi Vahiy hadisesini de ihtiva eder. (Muham­med Esed, The Message of the Quran, sh. 963-964). Nihayet, bu "öğretme", Allah'ın in­sana İlk atasından itibaren fıtratına yerleştir­diği bilgi kapasitesine (2: 31-33) atıf da olabi­lir.

Konuya bakış açımız ne olursa olsun, aynı so­nuca ulaşmaktayız: İnsanoğlu fizik âlemde gerçekleştirdiği soruşturma, gözlem ve deney yoluyla derin ve ayrıntılı ilim elde etme ve üstün sonuçlara ulaşma kapasitesi ile donatıl­mıştır; üstelik bu kapasite ve zihnî güç Hz. Muhammed @'in ellerinde olağanüstü bir teşvike de kavuşmuştur. İnsanoğlu amacına doğru çok yavaş bir şekilde ilerlemekte idi ve fizik dünyanın sırlarının derinine pek fazla inememişti. İnsanoğlunun kafası Helenistik fikir karmaşası ve felsefî teorileri ile meşgul edilmiş, karışık bir haldeydi; ve insanoğlu kendisini her yönden saran maddî üst yapının bilgisi konusunda fazla ilerleyememişti. İnsan zihnini keskinleştiren ve İnsanî yetenekleri ta­biatın fizikî güçlerine doğru kanalize edip in­sanoğluna bütün bu güçlerden sorumlu oldu­ğunu ve kendi faydası için onları kullanmanın meşru, ahlâkî ve toplumsal vazifesi olduğunu hatırlatan Hz. Muhammed @ olmuştur. İnsa­noğlu ayrıca doğru kanaatlere ulaşabilmesi için Allah'ın yarattığı harikuladelikler üzerin­de tefekkür ve tedebbür etmeye de davet ve teşvik edilmiştir. (Ayrıca bkz.. Sfret Ansiklo­pedisi, c. I, bölüm 2).

İnsanoğlunu Yunanhlar'ın karmaşa ve felsefî düşüncelerinden çıkarıp onu bilginin her sa­hasında pratik gözlem ve deney yoluna sokan ve böylece ilk insan Âdem @'e verilen es-ma'mn (isimlerin) temel bilgisinin mükem-melleştirilmesini sağlayan hâdise Hz. Mu­hammed @ tarafından gerçekleştirilen muci­zedir. Rahman sûresinin şu âyeti işte böylesi bir teşvik unsurudur: "Ey cinler ve insanlar topluluğu! Göklerin ve yerin bucaklarından geçip gitmeye gücünüz yeterse geçin gidin. Ancak kudretle geçebilirsiniz." (55: 33). Bu âyet insana, eğer gerçekleştirebilecek güce kavuşursa dünyanın ve göklerin sınırlan öte­sine varmak yolunda önündeki sınır ve engel­lerden kurtulması için açık bir davettir. Hz. Muhammed @'in gelişinden önce bu fikir in­sanoğluna ilham edilmiş değildi. Gerçekleşti­rilmesinden 14 asır önce bu inkılâbı fikirleri ortaya çıkaran ilk kimse Hz. Muhammed @'dir. Kur'ân insanın faaliyet sahasının her cihetinde soruşturma, araştırma ve çalışma ruhu doğuran ve her fikrin doğruluğunu onu kabul etmeden önce araştırarak tasdiklemeyi teşvik eden inkılâbçı fikirlerle doludur; Öyle­sine ki Tevhid ve Ahiret kavramları bile ina­nanların meraklarını tatmin için aklî ve mantıkî olarak açıklanmıştır.

 

İnsan Düşüncesinin Yönünü Değiştirdi

 

İnsanoğlunu eski soyut felsefe ve irrasyonel dünyadan modern mantık, gözlem ve deney dünyasına; peşin hükümlü, ısmarlama yargı, seçim ve hareket tarzı çağından mantık ve eleştirel düşünce çağına taşıyan ve tarihin başlangıç devirlerinden gelen ruhî kuvvetin rasyonel olmayan bilinç şekillerine dönüşme­si hadisesini önleyen kimse Hz. Muhammed @'dir. Dr. Muhammed İkbal'in ifadesiyle: ''İslâm Peygamberi antik ve modern çağ ara­sında yer alıyor gibidir. Vahiy söz konusu ol­duğunda artık dünyaya aittir; vahyin mesajı ve taşıdığı ruh söz konusu olduğunda ise mo­dern dünyaya aittir. Hayat, yeni yönüyle uyumlu diğer bilgi kaynaklarını, O'nunla keş­feder. İslâm'ın doğuşu kıyascı anlayışın da doğuşudur. İslâm'da peygamberlik (sona er-dirilme-ortadan kaldırılma) gereği keşfedile­cek derecede mükemmeliyete ulaşmıştır. Bu, hayatın birbirini takip eden zincirler (peygamberler zinciri) şeklinde devam edemiye-ceğinin ve insanın kendi-öz idrakinin tama­men farkına varabilmesi için sonunda yalnız­ca kendi kaynaklarıyla başbaşa kalması ge­rektiğinin kesin bir biçimde algılanışıdır. Sal­tanatın ve ruhbanlığın İslâm'da yerinin olma­yışı ve Kur'ân'da sürekli mantık ve tecrübeye başvurulmasının öngörülmesi ve insan bilgi­sinin kaynakları olarak tabiat ve tarihin öne­minin sürekli vurgulanması bu aynı ölümlü­lük fikrinin değişik veçheleridir.

Ancak, bu fikir nitelik olarak Hz. Muhammed @'e yaşadığı tecrübeden hiç de farklı olma­yan mistik tecrübenin hayatî bir gerçek olarak varlığını artık sürdürmediği*'anlamına gelmez. Gerçekte Kur'ân hem enfüs'ü (kendi) ve hem de afak'ı (âlem) bilginin kaynaklan olarak görür. Allah âyetlerini (belgelerini) iç ve dış (batını ve zahirî) tecrübeler olarak açıklar. Bütün bu tecrübe çeşitlerinin bilgi ve ilim ka­zandırma kapasitelerini değerlendirmek insa­nın vazifesidir. Bu sebeple sonluluk fikri, ha­yatın nihai kaderinin, hissiyatın yerini tama­men mantığa bırakması şeklinde algılanma­malıdır. Böyle bir şey ne mümkündür ve ne de arzu edilir. Bu sonluluk fikrinin entellektü-el değeri şurada yatmaktadır: Bu fikir tabia-tüstü bir kökeni olduğunu iddia eden bütün kişisel otoritelerin bu iddiasının insanlık tari­hi içinde artık geçerli olmadığı düşüncesini oluşturarak daha sonraki bütün mistik tecrü­belere karşı müstakil eleştirel bir tavır oluş­turma eğilimini gerçekleştirmiştir. Bu eleşti­rel bakış böylesi otoritelerin ortaya çıkmasını engelleyen psikolojik bîr güçtür. Bu fikrin fonksiyonu insanın dahilî (enfusi) tecrübeleri sayesinde taze bilgi ve ilim manzaralarına pencere açmaktır." (The Reconsîruction of Religions Thought in İslam, Lahore, 1977, sh. 125-127).

Kur'ân'a göre dahilî tecrübeye ilave olarak iki bilgi kaynağı daha vardır. Ve İslâm'ın ruhu en iyi şekilde bu bilgi kaynaklan açığa çıktı­ğında anlaşılır. Dr. Muhammed İkbal'e göre: "Kur'ân, güneşte, ayda, gölgelerin uzayıp kı-

salmasında, gündüzün birbiri ardınca gidip gelmesinde, insanların renklerinin ve dilleri­nin çeşitliliğinde, günlerin insanlar arasında döndürmüşünde -yani duyularla algılanan tüm tabiatta- Mutlak Hakikatin âyetlerini (belgelerini) görür. Ve Müslümanın vazifesi "kör ve sağircasına" onları es geçmeden bu âyetler hakkında düşünmektir, cüi i ü "haya­tında bu âyetleri görmeyen kimse ..ilecekte karşılaşacağı hayatın gerçeklerine karşı da kör kalacaktır." Somut olana karşı gösterilen bu teveccüh Kur'ân'm öğretilerine göre kâinatın menşei itibariyle dinamik, sonlu ve büyümeye yetenekli olduğu gerçeğinin yavaş yavaş anlaşılması ile birleşince, nihayet Müs­lüman mütefekkirler, entellektüel hayatlarının başlangıcında büyük bir coşkuyla araştırdık­ları Yunan düşüncesiyle çelişir ve çatışır hâle geldiler. Müslüman âlimler Kur'ân'm ruhu­nun özde anti-klâsik olduğunu farketmeksizin ve Yunan düşünürlere tam bir güven duyarak, ilk önce Kur'ân'ı Yunan felsefesinin ışığı al­tında anlamaya çalıştılar. Kur'ân'ın müşahhas ruhu ve Yunan felsefesinin teoriyi seven, ha­kikatlere kayıtsız spekülatif tabiatı karşı kar­şıya gelince bu teşebbüs başarısızlığa önce­den mahkûm oldu. Onların bu başarısızlığını takibeden dönem ise İslâm kültürünün gerçek ruhunu ortaya koydu ve modern kültürün pek çok önemli veçhesinin temellerini oluşturdu."

İnsanların bilgi arayışında somut ve sonlu olana da yönelmesini sağlayan kişi İslâm Peygamber'i Hz. Muhammed @ olmuştur. O, gerçek ilmin "tecrübe" veya her ikisi vasıta­sıyla elde edilen "açık deliller ve tartışmasız işaretler"den elde edilebileceğini vurgulamış­tır. Böylelikle, deney, tefekkür, gözlem ve tecrübe vasıtasıyla şevk içinde ilim talep eden ve bunu teşvik eden ilk otorite Kur'ân'dır. Ta­biat ve bütün kâinat ilim ve Hakikatin açık ve daimi izah edici hazineleridir. Kur'ân bu zen­gin ilim kaynaklarına ilk işaret eden Kitap'tır. Kur'ân ispat edici delil ve işareti olmayan hiç bir kendinden menkul "gerçeği" veya doğru­luk iddiasını kabul etmez. Kur'ân kendisi muhteşem bir entellektüel davettir. Kur'ân insanoğlunu sürekli -eğer gücü yeterse- Kur'ânî hakikata mantık yoluyla karşı çıkmaya davet etmektedir. Kur'ân'ın her sûresi insanlardan tabiatın sonsuz kaynakları vasıtasıyla bilginin araştırılmasını en yumuşak bir yaklaşımla is­ter. Hakiki ilme bağlanmak İslâm'da gerçek mânada Allah'a bağlanmak demektir.'1 (Ham-mudah Abdalati, islam in Focus, Indiana-pols, Indiana, 1975, sh. 107-108).

Kur'ân kâinat ile ilgili olarak da dinamik bir kavram getirir ve insanoğlunu tabiatın ve kendi tarihinin hayrete düşürücü olayları kar­şısında düşünmeye davet eder: Milletlerin na­sıl birbiri ardınca doğduğunun, kendi işledik­leri fiillere göre nasıl geliştikleri ya da eziyet çektiklerinin görülmesini ister. Kur'ân bunu eyyamullah (Allah'ın Günleri) olarak adlan­dırırken enfüs ve âfâk&an sonra insanoğlu­nun üçüncü ilim kaynağı olarak kabul eder. Milletlerin topluca yargılandığı ve dünyada işledikeri kötülükler yüzünden helak oldukla­rı gerçeğini ispatlamak için Kur'ân değişik toplumlardan misaller getirir; okuyanları in­sanoğlunun geçmiş ve şimdiki tecrübeleri üzerinde tefekkür etmeye teşvik eder." (The Reconstruction of Religious Thought in is­lam, sh. 138).

ibrahim sûresinde şu ifadeler yer almaktadır: "Andolsun biz, Musa'yı da 'Kavmini karan­lıklardan aydınlığa çıkar, onlara Allah'ın gün­lerini (geçmiş milletlerin başlarına gelen olayları) hatırlat!' diye âyetlerimizle gönder­miştik. Şüphesiz bunda sabreden, şükreden herkes için âyetler (ibret verici işaretler) var­dır." (14: 5).

Araf sûresinde şöyle buyrulmaktadır: "Yarat­tıklarımızdan (öyle) bir ümmet var ki Hakk'a iletirler ve hak ile adalet yaparlar. Ayetlerimizi yalanlayanları, hiç bilmeyecek­leri yerden, yavaş yavaş helake yaklaştıraca­ğız. Onlara mühlet veriyorum, çünkü benim tuzağım çetindir." (7: 181-183).

Al'i'lmran sûresinde şu âyet vardır: "Sizden Önce de (Allah'ın kanunlaştırdığı) nice olaylar gelip geçti. Yeryüzünde dolaşın da, yalan-layıcılarm sonunun nasıl olduğunu görün." (3: 137).

Yine aynı sûrede şu ifadeleri okumaktayız: "Eğer size bir yara dokundu ise, o topluluğa da benzeri bir yara dokunmuştu. O günler... (evet) onları biz insanlar arasında çevirip du­ruyoruz (kâh bir kavme, kâh ötekine galibiyet veriyoruz; bazen bir topluma iyi veya kötü günler gösteriyoruz, bazen ötekine). Allah, mü'minleri ortaya çıkarsın, sizden şâhidler edinsin diye (zamanı kâh lehinize, kâh aleyhi­nize çevirmektedir). Allah, zâlimleri sev­mez." (3: 140).

Araf sûresinde şöyle buyrulmaktadır: "Her ümmetin belirli bir süresi vardır. Süreleri ge­lince (onlar), ne bir an geri kalırlar, ne de öne geçerler, (tam vaktinde batıp giderler)." (7: 34).

Bu âyetler Kur'ân'ın insan topluluklarını or­ganizmalar olarak gördüğünü ve insan toplu­luklarının hayatına ilmî bir yaklaşım getirdi­ğini açıkça göstermektedir. Gerçekte, Kur'ân, tarihin kronolojik olarak araştırılmasını teşvik eden ve onu ilmî esaslara oturtan ilk Kitap'tir. Sadece tarihî genellemeler yapmanın çok öte­sine giderek bizlere tarihî tenkidin temel prensiplerini sağlamıştır. Tarihî olaylardan bahsederken hiç bir şeyi dişarda bırakmamış­tır, hatta kötü insanları ve zâlim toplulukları bile ele alarak herşey hakkındaki bütün ger­çekleri ve muhtelif milletlerin kültürlerini ta­mamı tamamına tarif etmiş, böylece tarihin malzemesini oluşturan gerçeklerin bütünüyle kaydedilmesi esasını getirmiştir.

Hz. Hud aleyhisselâmın kavminden bahseder­ken Kur'ân şöyle buyurmaktadır: "Siz her yüksek yere1 koca bir bina kurup boş şeylerle mi uğraşırsınız? Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı edinirsiniz? Yakaladığınızı zorbaca mı yakalarsınız?" (26: 128-130). Ve daha sonra: "...davarları, oğullan, bahçeleri ve akarsuları size O vermiştir." (26: 133-134).

Salih Peygamber'in kavmi hakkında ise şun­ları okumaktayız: "Burada bahçelerde, pınar başlarında, ekinler, salkımları sarkmış hurma­lıklar arasında güven içinde bırakılır mısınız? Dağlarda ustalıkla evler oyar mısınız?" (26: 146,149). Â'raf sûresinde ise şu âyet vardır: "Düşünün ki (Allah), Âd'dan sonra sizi hü­kümdarlar yaptı ve yeryüzünde sizi yerleştir­di: Onun düzlüklerinde saraylar yapıyorsu­nuz, dağlarında evler yontuyorsunuz, artık Allah'ın nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde bozgunculuk yapıp karışıklık çıkarmayın." (7: 74).

Mısır Firavunu'nun maddî serveti ve siyasî iktidarı önyargısız şu şekilde tanımlanmaktadır: "... Çünkü Firavun, yeryüzünde çok ulu­lanan ve çok aşırı gidenlerden idi." (10: 83). "Musa: 'Rabbİmiz, dedi, sen Firavun'a ve adamlarına dünya hayatında süs(Ier) ve nice mallar verdin..." (10: 88). "Firavun şehirlere (asker) toplayıcılar gönderdi. (Onlara şöyle dedi): 'Şunlar, (şu İsrail oğullan), az bir top­luluktur. Ve onlar bizi kızdırmaktadırlar. Biz ihtiyatlı (koca) bir cemaatiz.' Böylece biz on­ları (Firavun ve kavmini) bahçelerden, pınar başlarından, hazinelerden ve şerefli makam­dan (çıkardık). Böylece, bunları İsrail oğulla­rına miras yaptık." (26: 54-59). "Firavun, o yerde ululandı (zorbalığa kalktı), halkını çe­şitli gruplara böldü. İçlerinden bir topluluğu güçsüz bularak..." (28: 4). "Firavun dedi ki: 'Ey ileri gelenler! Ben sizin için, benden baş­ka bir tanrı bilmiyorum; ey Hâmân, haydi be­nim için çamurun üzerinde ateş yak(arak tuğ­la-imâl et de) bana bir kule yap, belki Mu­sa'nın tanrısına çıkarım, çünkü ben onu (Mu­sa'yı) yalancılardan sanıyorum.' O (Firavun) ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyük­lük tasladılar ve kendilerinin bize döndürül-meyeceklerini sandılar." (28: 38-39 ve 40: 36-37). "Firavun kavminin içinde seslenip de­di ki: 'Ey kavmim, Mısır mülkü ve şu altım­dan akıp giden ırmaklar benim değil mi? Gör­müyor musunuz? Yahut, ben hakîr, nerdeyse söz anlatamayacak durumda olan kimselerden daha iyi değil miyim?" (43: 51 -52).

Daha sonra Firavun ve yakınlarının lüks için­deki yaşayışları ve bunun sonucu toplumda yaygınlaşan sosyal ve kültürel toplantı ve iş­lerdeki aşırı serbestİyet uygulaması şu âyetlerle açıklanmıştır: "Evinde bulunduğu kadın onu kendine çağırdı, kapıları sıkı sıkı kapadı ve 'gelsene' dedi. Yusuf: 'Günah işle­mekten Allah'a sığınırım, doğrusu senin ko­can benim efendimdir; bana iyi baktı. Haksız­lık yapanlar şüphesiz başarıya ulaşamaz' de­di. Andolsun ki kadın Yusuf'a karşı istekli idi, Rabbinden bir İşaret görmeseydi Yusuf da onu isteyecekti. İşte ondan kötülüğü ve fe­nalığı böylece engelledik. Doğrusu o bizim çok samimi kullanmazdandır. İkisi de kapıya koctu, kadın arkadan Yusuf'un gömleğini ırttı; kapının önünde kocasına rastladılar. Kadm kocasına, "ailene fenalık etmek isteyen bir kimsenin cezası ya hapis ya da can yakıcı bîr azâb olmalıdır' dedi. Yusuf, 'Beni kendi­ne o çağırdı' dedi. Kadın tarafından bir şâhid, 'eser aömleği önden yırtılmışsa kadın doğru söylemiş, erkek yalancılardandır; şayet göm-İeai arkadan yırtılmışsa kadın yalan söylemiş­tir erkek doğrulardandır', diye şâhidlik etti. Kocası gömleğin arkadan |yırtılmış olduğunu görünce, karısına hitaben],'doğrusu bu sizin hilenizdir, siz kadınların fendi büyüktür' de­di. Yusuf'a dönerek, 'Yusuf! Sen bundan kimseye bahsetme'; kadına dönerek: 'Sen de günahının bağışlanmasını dile! Çünkü sen, günahkârlardan oldun!' dedi. Şehirde bir ta­kım kadınlar: 'Vezir'in karısı kölesinin nef­sinden murâd almak istemiş! Sevda onun bağrını yakmış! Biz onu açık bir sapıklık içinde görüyoruz!" dediler. (Kadın), onların (dedi-kodu yaparak kendisini dile düşürme) düzenlerini işitince, onlara (adam) gönderdi (yemeğe davet etti). Onlar için dayanacak yastıklar hazırladı ve her birine de bir bıçak verdi. (Kadınlar, önlerine konan meyvaları soyup yemekle meşgul iken) Yusuf'a: 'çık karşılarına!' dedi. Kadınlar Yusuf'u görünce onu (gözlerinde) büyüttüler (ona hayranlıkla­rından ötürü) ellerini kestiler ve: 'Allah için, hâşâ bu insan değildir; bu ancak güzel bir me­lektir!' dediler. (Vezirin karısı) dedi ki: 'İşte siz beni bunun için kınamıştınız! Andolsun ben kendisinden murad almak İstedim de o, iffetinden ötürü (beni) reddetti. Ama kendisi­ne emrettiğimi yapmazsa, elbette zindana atı­lacak ve kahra uğrayanlardan olacaktır!' (Yu­suf): 'Rabbim, dedi. bana göre zindan, bunla-nn beni davet ettiği şeyden iyidir. Eğer onla-nn düzenini benden savmazsan onlara meyle­derim ve câhillerden olurum!" (12: 23-33).

Bu âyetler Firavun devrindeki sosyal hayatın kültürel arka planını çok canlı ve açık bir şe­kilde tanımlamakta ve okuyucudan hiçbir şe­yi saklamamaktadır. Her hâdise ve gerçeğin ona bir şey katmadan ya da ondan bir şey çıkarmadan anlatılıp kaydedilmesi gereği, tari­hin en temel ilkesidir. Tarihî malzeme, gerçek oluş anındaki şekliyle gelecek nesillere bıra­kılmalıdır. Kur'ân'ın insanlık için gerçekleş­tirdiği budur.

Tarihî rivâyetlerdeki diğer Önemli bir husus gerçekleri nakleden kişi (veya kişilerin) ka­rakteridir; çünkü karakterleri bu tarihi şaha­detlerine de yansıyacaktır. Şurası muhakkak ki, tarihî hâdiselerin doğruluğu, nihai olarak nakleden kişiye bağlıdır. Kur'ân bu noktaya şu âyetle dikkat çekmektedir: "Ey iman eden­ler! Size fâsık (yoldan çıkmış) bir adam bir haber getirirse, onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa karşı kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursu­nuz." (49: 6). Bu âyette belirtilen prensibin uygulanması, tedricen tarih eleştirisi kaidele­rinin doğmasına sebep olmuştur. Hz. Pey­gamber @ de kendisinden yalan rivayette bu­lunanları şiddetle uyararak bu prensibin öne­mini vurgulamıştır.

Sonraları, hadis ilmi, Hz. Peygamber @'in hadislerinden, ona izafe edilen mevzular ile sahih olanları birbirinden ayırdetme ihtiya­cından doğmuştur. Bu işi üstlenen kimseler hadis râvilerinin hayatları ile ilgili ayrıntıları kaydederden mükemmel bir dürüstlük, taraf­sızlık, adalet, İhtimam ve kusursuzlukla davranmi şiardır. Yine benzer olarak, metinlerin sahihliği ile ilgili olarak da belirli kurallar ge­tirildi. Râvinin güvenilirliği bir hadisin şa­hinliğinde zahirî delil olarak ele alınırken, metin eleştirisi de dahilî burhan olarak kabul edilmiştir. Müslümanlar tarafından Hz. Pey­gamber @'in hadislerinin sahihliğini tesbit için bütün bir ilm-ül rical geliştirilmiştir. (Abdülhamid Sıddıkî, Sahih Müslim, English translation, Lahor, 1972, sh. iv). Muhammed İkbal'in ifadesiyle: "İslâm'da tarih şuurunun gelişimi çok çarpıcı ve ilginç bir çalışma ko­nusudur. Kur'ân'ın tecrübeye teveccühü, Hz. Peygamber @'in hadislerinin kökeninin ke­sinleştirilmesi ve gelecek nesillere kalıcı il­ham kaynakları bırakma arzusu gibi, bütün bu faktörler İbn-i İshak, Taberî, Mesudî, ve îbn-i Haldun gibi şahsiyetlerin ortaya çıkmasına katkıda bulundu." (The Reconstruciion ofRe-ligions Thought in islam, sh. 139-140).

Kur'ân'ın incelenmesi sonucunda onun "insa-noğlunda Allah ve kâinatla olan çok yönlü ilişkileri hakkında yüksek bir şuur geliştirme" gayreti güttüğü anlaşılır. Kur'ân'ın bu yönünü göz önünde bulunduran Goethe, İslâm'ın eği­tici bir güç olarak genel bir tanımını yaparken Eckermann'a şöyle demiştir: "Bu öğretinin hiç başarısızlığa uğradığını göremezsin; bi­zim bütün sistemlerimizle bundan daha ileri gidemeyiz, genellemek gerekirse kimse gide­mez. Hıristiyan hayat felsefesinin zıddına ola­rak insanın manevî hayatının maddî dünyaya yabancı olmayıp, bilakis onun içinde yeniden canlandığını vurgulayan öğreti İslâm'dır." Çünkü İslâm'da ideal ile gerçek uzlaştırılması mümkün olmayan iki zıt güç değildir. İdeal hayat, hayatın organik bütünlüğünü elem ve­rici zıtlıklara parçalama eğiliminde olan ger­çekle arasında tam bir gedik açmaksızın, ide­alin, gerçeği nihai planda özümlemek ve dö­nüştürüp onun bütün varlığını aydınlatmak gibi bir görüş ışığında gerçeği elde etmek ga­yesine matuf ezelî gayretini ihtiva eder. (The Reconsîrucîion of Religious Thought in is­lam).

Gerçek ile ideal olanı uzlaştırmak için Kur'ân maddî âlemin gerçekliğine önem vererek onun beyhude yaratılmadığını vurgular. "Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları eğlenmek için yaratmadık! (oyuncak değil bu yarattıklarımız). Onları sadece gerçek bir se­beple, (hikmetli bir gaye ile) yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar." (44: 38-39). Kur'ân bu dünyanın çok ehemmiyetli bir se­beple yaratıldığını ve bunun arkasında büyük bir hikmet ve bir gaye olduğunu belirtir. Dün­yanın yaratılışı, üzerinde cidden durulup te­fekkür edilmesi gereken büyük bir gerçektir. "Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gün­düzün birbiri ardınca gelmesinde akıl sahiple­rine şüphesiz deliller vardır. Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler: 'Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen münezzehsin..." (3: 190-191) Müminûn sûre­sinde şunları okumaktayız: "Sizi boşuna ya­rattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?" (23: 115). Yunus sûresinde şu âyetler vardır: "... Allah, bunları (boş yere de­ğil), gerçek ile (hikmeti uyarınca) yaratmıştır. (Allah), bilen bir kavim için âyetleri açıkla­maktadır. Gece ile gündüzün değişmesinde ve Allah'ın, göklerde ve yerde yarattığı şeylerde (Allah'ın azabından) korunan bir topluluk için nice ibretler vardır." (10: 5-6). Nur Sûresinde şu âyeti görmekteyiz: "Allah gece­yi gündüze, gündüzü geceye çevirir. Doğrusu görebilenler için bunda ibretler vardır." (24: 44).

Bize günün ve gecenin hareketi olarak gözü­ken zamanın sessizce geçişi Kur'ân tarafın­dan Allah'ın en büyük âyetlerinden olarak ka­bul edilmiştir: "Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da O'nun emriyle boyun eğdirilmiştir. (Varlıkla­rın hepsi sizin yaşamanız, beslenmeniz için ayrı ayrı hizmet etmektedir.) Şüphesiz bunda aklını kullanan bir toplum için (Allah'ın var­lığına ve hikmetine) işretler vardır." (16: 12). Lokman sûresinde şu âyeti görmekteyiz: "Görmediniz mi Allah, göklerde ve yerde bulunan herşeyı sîze boyun eğdirdi ve size zahir ve bâtın (dış ve iç; görülen ve görülmeyen; bildiğiniz ve bilmediğiniz) nimetlerini bol bol verdi? Yine de insanlardan kimi var ki ne bil­gisi, ne yol göstereni ve ne de aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah hakkında tartışır (du­rur)." (31: 20). Hacc sûresinde şu mealde bii âyet yer almaktadır: "Allah'ın yerde olanları ve emriyle denizlerde yürüyen gemileri buy­ruğunuz altına vermiş olduğunu; buyruğu ol­maksızın yere düşmemesi için göğü O'nun tuttuğunu görmez misiniz?..." (22: 65). İbra­him sûresinde şöyle buyrulmaktadır: "Allah O'dur ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten su in­dirdi de onunla size rızık olarak çeşitli mey-valar çıkardı. Buyruğuyla denizde akıp gitme­si için gemileri emrinize verdi, ırmakları em­rinize verdi. Sürekli olarak (seyir ve aydınlat­ma) görevlerini yapan güneşi ve ayı emrinize verdi. Ve size her İstediğinizden verdi. Eğer Allah'ın nimetini saymak isterseniz sayamaz­sınız! (Buna rağmen) yine de insan çok hak­sızlık edendir, çok nankördür!" (14: 32-34). Ve Câsiye sûresinde şu âyetler vardır: "Al­lah'tır ki denizi size boyun eğdirdi, tâ kî ge­miler onun içinde buyruğuyla akıp gitsin ki, siz O'nun kereminden (nasibinizi) arayasınız da şükredesiniz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden (bir lütuf olarak) size bo­yun eğdirdi. Elbette bunda düşünen bir top­lum için ibretler vardır." (45: 12-13).

Bu âyetlerden, bütünüyle dünyanın mahiyeti­nin insanlığın ihtiyaçlarını ve isteklerini kar­şılamaya amade olduğunu görmekteyiz. An­cak insanoğlu dinamiktir ve daima kendini ifade etmek için geniş bir hareket sahası elde etme mücadelesi verir. Bir çok başarısızlıkla­ra rağmen, tabiata ve onun güçlerine karşı üs­tündür, çünkü insanoğlu onları Allah'tan emanet olarak alarak kendi faydasına kullan­ma sorumluluğunu üstlenmiştir. Kur'ân bütün mahlâkâtın bu emanet ve sorumluluğu üstle­nmediğini, ancak insanın bu yükü omuzları­na alacak kadar (gözüpek, cesur) olduğunu ifade etmektedir: "Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmekten kaçındılar, on(un sorumluluğumdan korktular; onu insan yüklendi; (bununla beraber onun hakkı­nı tam yerine getirmedi) çünkü o, çok zâlim, çok câhildir." (33:72).

"Bu, insanın dünyada önemli bir rolü olduğu­nu gösterir. Çok mütevazi bir başlangıcı ve Çok zayıf ve narin bir vücudu olmasına rağ­men, kâinatın temel varoluşunda kalıcı bir unsur olmak nasip olmuştur." (The Recons-îruction of Religious Though in islam, sh. 11). Bu durum Kur'ân'da şöyle ifade edilmiş­tir: "İnsan, başı boş bırakılacağını mı sanır? Kendisi dökülen meniden bir nutfe (sperma) değil miydi? Sonra kan pıhtısı oldu (Rabb'i onu) yarattı, ona şekil verdi. Ondan iki çifti; erkeği ve dişiyi var etti. Şimdi bun(ları yapan Allah)ın, ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?" (75: 36-40). Diğer bir ifadeyle, İnsanın köke­ni bayağılık ve zaafiyet ile doludur. Ancak büyük zorluklarla karşılaşsa da kaderi büyüklüktür. "Hiç bir hakikat insan ruhu kadar güç­lü, ilham dolu ve güzel değildir! Böylece Kur'ân'da ifade edildiği üzere insanoğlu enfüsî âlemde yaratıcı bir faaliyet ve yükselen bir ruhtur ve ileriye doğru olan yürüyüşünde bir durumdan diğerine uğratılacaktır." (Dr. Muhammed İkbal, Lectures, sh. 12). "Akşa­mın alacakaranlığına andolsun; geceye ve (gecenin bağrında) toplayıp ürettiği şeylere, dolunay şeklini alan aya ki, siz mutlaka taba­kadan tabakaya bineceksiniz!" (84: 16-19).

"Şüphesiz insan maddî ve manevî âlemde da­ha derin ve yüce Özlemleri paylaşmaya yönel­tilmiştir, ancak etrafındaki âlem ile birlikte kendi yönlendirildiği kaderini de tesbit etmeli ve şekİllendirmelidir. Ancak bu şekilde ken­disini değişen şartlara uyarlayıp, fizik görüş­leri kendi yararına şekillendirerek kâinattaki hâli ve durumu sabitleştırebilir. Bu tedricî ve sürekli değişim sürecinde insanoğlu İnsiyatifi ele alıp ileri doğru hareket ettikçe Allah ona yardımcı olacaktır." (Dr. İkbal, Lectures). "... Bir millet, kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez..." (13: 11). Bu âyet insiyatifi açıkça insanoğlunun eline vermektedir; insan kaderini yapabilir ya da yıkabilir. Eğer insanoğlu enfüsi tabiatına tepki vermez, ilerleyen hayatın iç tazyikini hissetmez, fizik âlemin sürekli değişen ve renklenen görünümüne kör kalır ve bütün po­tansiyel güç ve kabiliyetlerini âtıl bırakırsa "O vakit içindeki ruh taşa dönüşür ve İnsa­noğlu cansız madde seviyesine iner." Haya­tındaki ilerleme ve gelişmenin ve ruhunun ileriye doğru atağa geçmesinin kendisini dün­yada çevreleyen gerçekleri nasıl göğüslediğî-ne bağlı olduğu da burada belirtilmelidir. Ha­kikat ile bağlantısını ise bilgi vasıtasıyla kura­bilir ve böylece gerçekleri kendi yararına kul­lanabilir.

İnsanın eşyayı kavramlarla tanımlamak yo­luyla bilgi edinme kabiliyeti gibi bir meziyet­le donandığı daha önce açıklanmıştı (2: 28-31). Diğer bir ifadeyle, insanın elde ettiği il­min özelliği kavramsal olmasıdır ve insan hakikatin gözlenebilir yönleriyle bu vasıtalar sa­yesinde temas kurabilir. Kur'ân hakikatin bu müşahade edilebilir yönlerine büyük önem at­fetmiştir. (Dr. İkbal, Lectures): "Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbi­ri ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şey­lerle denizde süzülen gemilerde, Allah'ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve yerle gök arasında emre âmâde duran bulutlan döndürmesinde, düşünen kim­seler için deliller vardır." (2: 164).

Enam sûresindt şu âyetleri okumaktayız: "Taneyi ve çekirdeği yaran şüphesiz Al­lah'tır: Ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkarır. İşte Allah budur, nasıl yüz çevirirsiniz?

Tanyerini ağartan, geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ayı vakit ölçüsü kılandır. Bu güçlü olanın, bilenin nizâmıdır.

O, yıldızlan kara ve denizin karanlıklarında yol bulaşınız diye sîzin için varedendir. Ger­çekten biz, bilen bir toplum için âyetleri uzun uzadıya açıkladık.

O, sizi bir tek nefisten, babaların sulbünde kararlaşmış ve anaların rahminde kararlaş­makta olarak yaratandır. Gerçekten biz, anla­yan bir toplum İçin âyetleri uzun uzadıya açıkladık.

O gökten su indirendir. Her bitkiyi onunla bi­tirdik, ondan bitirdiğimiz yeşilden -birbirine benzeyen ve benzemeyen- yığın yığın taneler, hurmaların tomurcuklarından sarkan salkım­lar, üzüm bağları, zeytin ve nar çıkardık. Ürün verdiklerinde ürünlerine, olgunlaşmala­rına bir bakın. Şüphesiz bu size gösterilenler­de mü'miriler toplumu için elbette çok ibret­ler vardır." (6: 95-99).

Gün ve gecenin sırrından şu âyetlerde söz edilmiştir: "Rabb'ini görmedin mi gölgeyi nasıl uzattı? Rabb'in dileseydi onu durgun yapardı. Sonra nasıl güneşi ona delil kıldık (gölgenin görünmesini, ışığa bağlı kıldık)? Sonra (güneş yükseldikçe) onu yavaş yavaş çekip aldık." (25; 45-46). Gâşiye sûresi diğer mahlûkattan şöyle bahsetmektedir: "Bakmı­yorlar mı develere, nasıl yaratıldı? Göğe, na­sıl yükseltildi? Dağlara, nasıl dikildi? Yere, nasıl yayılıp, döşendi?" (88: 17-20). Rum sûresinde ise şu âyeti okumaktayız: "Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O'nun varlığının belgelerin-dendir. Doğrusu bunlarda, bilenler için ders­ler vardır." (3: 22).

"Şüphesiz, tabiatın tefekküre yönelik müşa-hadesini öngören Kur'ân'ın ilk gayesi, insan­da tabiatın sembol kabul edilmesi vasıtasıyla bir ruhî şuur uyandırmaktır. Belirtilmesi gere­ken husus Kur'ân'ın mü'minlerde hakikate karşı hürmet uyandıran genel tecrübî tavrıdır ve bu, müzminleri, sonunda modern bilimin kurucusu yapmıştır. Allah'ı bulmada, görüne­nin pek değersiz kabul edildiği bir çağda tec­rübe ruhunu uyandırmak büyük bir hâdisedir. Daha önce gördüğümüz gibi Kur'ân'a göre, kâinatın bir sonu vardır. Kâinatın değişken gerçeklikleri varlığımızı taze oluşumlara zor­lar. Bu durumun meydana getirdiği zorlukla­rın üstesinden gelmek için sarfedilen zihnî gayret hayatımızı zenginleştirme ve genişlet­menin yanısıra basiretimizi de keskinleştirir. Böylece bizi insan tecrübesinin daha karma­şık veçhelerine ustalıkla yaklaşmaya hazırlar. Bize. geçici olmayana entellektüel bakış yete­neği kazandıran, eşyanın geçici akışı ile olan temaslarımızın teşkil ettiği eğitim sürecidir. Hakikat kendi görüntüleri ile yaşar; ve engel­leyici bir çevrede hayatını idame ettirmek zo­runda olan insan gibi bir varlık, görüneni ih­male tahammül edemez. Kur'ân, gözlerimizi, çevrenin kadrini bilmek ve kontrol etmek va­sıtasıyla değişim gerçeğine açmamızı sağla­mıştır; İşte bu sayede kalıcı bir medeniyet kurmak mümkündür. Asya'nın ve gerçekte bütün antik dünyanın kültürleri Hakikate bâtını veçhesinden yaklaşıp oradan zahire ha­reket ettikleri için başarısızlığa uğramışlardır. Bu durum onlara iktidarsız bir teori sağlamış­tır. Şurası bir gerçektir ki, yalnızca teori üzerine kalıcı bir medeniyet inşa edilemez.

Şüphesiz, İlahî Bilgi kaynağı olarak dinî tec­rübe tarihi, aynı gayeyi güden bütün diğer beşerî tecrübe sahalarından öncelikli bir yere sahiptir. Ancak Kur'ân tecrübî tavrı insanlı­ğın ruhî hayatında zaruri bir merhale olarak tanımakla Mutlak Hakikatin ilmini elde etme­de diğer beşeri tecrübe sahalarına eşit önem vermiş oldu ve bunu enfüs ve afaktan sem­boller getirerek açığa koydu. Karşımıza çıkan Hakikatlerle irtibat kurmanın dolaylı bir yolu tefekküre yönelik müşahade ve Hakikatin du-yularca algılanabilen zahirî kısmının kontro­lünü elde etmektir. Diğer yol ise Hakikat ile doğrudan içeriden (batını) bir bağ kurmaktır. Kur'ân'ın naturalizmi yalnızca insanın tabiat­la ilgisi olduğu gerçeğinin ve bu ilginin hak­sız bir hükmetme arzusu için değil, fakat manevî hayatta yüce mevkilere ilerlemek gibi asîl bir fayda için diğer güçleri kontrol etme vasıtası olarak kullanılabilme ihtimalinin ta­nınmasından ibarettir." (Dr. İkbal, Lecîures).

Ancak, Hakikatin tam bir görüntüsünü elde etmek için hissî idrak ile kalbî idrak (meselâ, enfüs) arasında uygun bir koordinasyon sağ­lanması arzu edilir olduğu kadar lüzumludur da. Kur'ân bu duruma şu âyetlerle atıfta bulu­nur: "O'dur ki, herşeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmağa çamurdan başladı.

Selçuklu dönemine ait bir Daru'ş-Şifâ'nın dahilî görünüşü.

Sonra onun neslini bir özden, hâkîr bir su(yun özü)nden yaptı. Sonra onu düzeltti, ona kendi ruhundan üfleyedi. Ve sizin için kulak(la)r, gözler ve gönüller yarattı Ne kadar az şükre­diyorsunuz!" (32: 7-9). Bu âyet insanın fizyo­lojik (bedenî) dünyası kadar gerçek olan psi­kolojik dünyasının gerçeklerine de işaret et­mektedir. Mutlak Hakikat insana kapılarını bu her iki tecrübe (psikolojik ve fizyolojik) kanalıyla açar ve insanın hakiki ilerlemesi bu her iki bilgi kaynağının tam bir ahenk içinde olmasına bağlıdır. Dr. Muhammed İkbal'in sözleriyle: "Şuurumuzda yer eden ve tecrübî bir hakikat olarak yorumlanmaya hazır duran Mutlak Hakikatin idrakimize nüfuz etmek için diğer bazı usûlleri de vardır ve başka yo­rumlanma tarzlarına da açıktır. İnsanoğlunun ortaya koyduğu bilinen mistik eserleri dinî tecrübenin İnsanlık tarihi içinde yalnızca (il­lüzyon - gözaldatmacası) denerek reddedile­meyecek derecede kalıcı ve hâkim olması gerçeğine yeterli bir şehadettir. Bu sebeple insanların gözlenebilir seviyedeki tecrübeleri­ni kabul edip diğer seviyelerdeki tecrübelerini mistik ve hissî diyerek reddetmek için geçerli hiçbir sebep yoktur. Dinî tecrübenin gerçekle­ri, beşerî tecrübeninkileri gibi bir gerçektir ve yorumlanarak bilgiye ulaşılması bakımından her bir gerçek, bir diğeri kadar muteberdir.

Modem tecrübî anlayışın doğuşu ile başlayan kültürel canlılık, Kur'ânî inceliğin daha iyi takdir edilmesine yol açmış bir hâdisedir... Ve modern psikoloji, mistik şuurun muhteva­sının özenle araştırılması lüzumunu daha yeni yeni kavramaya başlamıştır." (Dr. İkbal, Lec-tures).

Dinin, tabiatın nedensel bir izahını yapmaya çalışan bir fizik veya kimya ilmi olmadığı be­lirtilmelidir. Din, beşerî tecrübenin hiçbir ilmî verisine indirgenemiyecek olan tamamen farklı bir sahasını -dinî tecrübeyi- yorumla­mayı amaçlamaktadır. Gerçekte, din için (özellikle İslâm için) "ilimden çok önce dinî hayatta müşahhas tecrübelerin lüzumu üzerin­de durmuştur" demek zorundayız. İkisi arasındaki çelişki birinin müşahhas (somut) tec­rübelere dayanıp diğerinin dayanmıyor olma­sına bağlı değildir. Çıkış noktası olarak her ikisi de somut tecrübeler ararlar. Onların çe­lişkisi her ikisinin de aynı tecrübî verileri yo­rumladıkları şeklindeki yanlış anlamadan doğmaktadır. Dinin insan tecrübesinin özel bir türünün gerçek manâsına ulaşmayı amaç­ladığını unutuyoruz.

Dinî tecrübe temelde bilmeye ve kavramaya ait bir yönü olan duygu durumu olduğu için, içeriği diğerlerine ancak hüküm şeklinde bil­dirilmenin dışında aktarılamaz. Yine de, bu tecrübenin şahinliği diğer bilgi şekillerine uygulananlardan farklı olmayan testlerle anlaşı­labilir. Peygamberlerin uyguladıkları pratik test dinî tecrübeyi ürünlerine göre değerlen­dirmekten ibaretti. Gerçekte, zihnî kıstas, beşerî tecrübeyle ilişkili hiçbir tahmin olmaksızın, yorumlarımızın nihayette dinî tecrübe­nin açığa çıkardığı hakikatle aynı karakterde olup olmadığını görmek için kullanılan eleşti­rel bir yorumdur." (Dr. İkbal, Lectures).

İnsan tecrübesi kendisini üç temel mertebede ortaya koyar: Madde seviyesi, hayat seviyesi, zihin ve şuur seviyesi. Her biri sırayla fiziğin, biyolojinin ve psikolojinin mevzûsudur. Tar­tışmamızı sadece üçüncü mertebeyle yani zi­hin ve şuur seviyesiyle sınırlayacağız. "Şuur hayatın tamamen (ruhî-manevî) olan esasla­rından biridir; maddî değildir, düzenleyici bir ilkedir, dışarıdan çalıştırılan makinenin dav­ranışından özde farklı bir davranış tarzıdır. Ancak, Newton ve Darwin gibi ilim adamları mekanizmin tabiatı tamamen açıklayıcı saf fizikî bir kavram olduğunu savundular. O hal­de mesele şudur: Hisle, idrak vasıtasıyla olan vahiyler yoluyla Mutlak Hakikate geçiş, aca­ba, esasında dinin bu Mutlak Hakikatin nihaî mahiyeti hakkındaki fikrine zıt bir görüşe gö­türür mü? Tabiat ilmi nihayetinde materyaliz­me mi teslim ediliyor? İlmî teorilerin çoğun­lukla güvenilir olduklarına şüphe yoktur, çün­kü bu teorilerin tahkiki mümkündür ve tabiat hadiselerini Önceden haber verip kontrol etmemİzi mümkün kılar. Ancak unutulmamalı­dır ki, müsbet ilim denilen şey, Mutlak Haki­katin bir tek sistematik görünüşü değildir. Mutlak Hakikatin kısımlardan ibaret kitle ha­linde nazariyeleri -külli tecrübenin, birbirine uymaz gibi görünen kısımlarıdır. Tabiat ilmi maddeden, hayattan ve akıldan bahseder; an­cak madde, hayat ve akıl birbiriyle nasıl bağlı olur, sualini sorduğumuz anda, bunlardan bahseden muhtelif ilimlerin kısmî hususiyeti­ni, teker teker alındıkları takdirde, bu ilimle­rin sizin sorunuza tam bir cevap vermekten âciz olduğunu görürsünüz.

Gerçekten, muhtelif tabiî ilimler, tabiatın leşi­ne üşüşen ve herbiri bir et parçası kapıp ka­çan bir akbaba sürüsüne benzer. Tabiat bir müsbet ilim konusu olarak son derecede sûn'î bir meseledir, bu sûn'îlik ise, o seçici ameli­yenin neticesidir ki, kat'iyet ve doğruluk uğ­runa fen onu bu hâle maruz kılar. İlmin konu­larını beşerî tecrübeler bütününün içine koy­duğunuz anda, o değişik bir karakter arzetme-ğe başlar. Bundan dolayı, bir bütün hâlinde Mutlak Hakikati talep eden ve bu sebepten, bütün beşer tecrübesinin verilerinin herhangi bir sentezinde merkezî bir yer işgal eden di­nin, Mutlak Hakikatin münferit görüntülerin­den korkması için hiç bir sebep yoktur.

Tabiî ilimler haliyle münferittirler; eğer ma­hiyet ve fonksiyonuna sâdıksa hiç bir ilim da­lı, Mutlak Hakikatin mükemmel bir görüşü olarak kendi teorisini öne süremez. Bu itibar­la ilmin teşekkülünde kullandığımız kavram­lar, mahiyet itibariyle münferit karakterdedir, bunların pratiği, tatbik edildikleri tecrübe mertebesine nisbetledir.

Meselâ "illiyet (nedensellik)" kavramı, -ki, esas vasfı onun "netice"ye takaddümüdür- bir tek hususi faaliyeti tetkik eden ve başkaları­nın müşahade ettiği farklı tarzda faaliyetleri tamamen dışarıda bırakan fizik ilminin konu­suna dairdir. Hayat ve akıl mertebesine yük­seldiğimizde, "nedensellik" kavramı yetersiz kalır, biz de kendimizi başka bir düşünüş ni­zamı içinde bir takım kavramlara muhtaç hâlde buluruz. Canlı organizmaların, bîr gaye maksadıyla başlanmış ve plânlanmış fiili, ne­densel fiildeen tamamen farklıdır. Bu yüzden bizim araştırmalarımızın konusu, neticeye nisbetle haricî olan ve dıştan tesir eden "ne­densellik" mefhumunun aksine, içten işleyen "gaye" ve "maksat" mefhumlarını ister. (Dr. İkbal, Lecîures).

Bu da göstermektedir ki, "hayat emsalsiz bir hâdisedir ve mekanizm fikriyle onu analiz et­mek yetersiz kalır. Bir biyoloji bilgini olan Driesch'in tabiriyle, hayatın gerçek bütünlü­ğü bir başka açıdan bakıldığında çokluk için­de bir nevi birliktir. Hayat, gelişme ve çevre­ye uyum sağlama gayesine yönelik bir süreç­tir. Yeni alışkanlıklar oluşturmakla ya da eski alışkanlıkların adapte edilmesiyle sağlanan bu süreç bir makina için düşünülemez. Dolayısıyla hayatî faaliyetlerin kaynağının çok uzak bir geçmişe izafe edilmeden izah edilemez.

Bu kaynağın kökü ancak vahiy ve ilhanı yolu ile keşfedüebilir; yoksa fizikî ilim ve tecrübe­lerle izah etmek mümkün değildir. Bu yüzden hayatın kaynağı maddî dünyanın dışındadır ve fizik ve kimya kaidelerine tâbi değildir." (Dr. İkbal, Lectures).

Kur'ân-ı Kerîm bize, şuurun sürekli sınırsız hareket hâlinde olduğunu bildirir. İnsan ruhu­nun dahilî devamlı değişiri içinde olduğunu belirtir: "Biz her şeyi bir kadere, (nezdimizde bulunan bir düzene, bir plâna) göre yarattık. Bizim buyruğumuz yalnız bir tektir, göz açıp yumma gibidir. (Bir şeyi bir kere buyurduk mu o, göz açıp yumma süresi gibi kısa bir za­manda oluverir)." (54: 49-50).

Furkan sûresinde şu âyetleri okumaktayız: "Ve ölmeyen (diriy)e tevkkül et ve O'nu öve­rek teşbih et. Kullarının günahlarını, O'nun bilmesi yeter. O ki gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattı, sonra Arş'a oturdu (oradan mülkünü yönetmekte­dir. O) Rahman'dır (O'nun rahmeti, bütün varlıkları kaplamıştır. Varlık ve hayat, O'nun rahmetinin eseridir. Bütün kâinata Allah'ın Arş'ından hayat ve vücut dağılmaktadır). Bu­nu, bir bilene sor (sana gerçekten böyle oldu­ğunu anlatacaktır)." (25: 58-59). Zaman eşya­nın özünü oluşturan kader olarak kabul edil­mektedir. Kur'ân'm buyurduğu üzere: "Allah bütün mahlukatı yaratmış ve herbirine bir ka­der tayin etmiştir." O halde bir şeyin kaderi, dışarıdan angarya yükleyen amansız bir kara­yazı değildir; gerçekleştirilebilir ihtimalleri yapısının derinliklerinde saklı bulunan ve dı­şarıdan zorlama hissi olmaksızın eşyanın ger­çekleştirebileceği yapıda bulunan Allah'ın ta­sarrufudur.

Kur'ân'a göre: "Göklerde ve yerde bulunan­lar, (her şeyi) O'ndan isterler (çünkü tüm var­lıklarını O'na borçludurlar), O, her gün (her an) yeni bir iştedir (kimilerini yaratırken, ki­milerini öldürür, her an hayatı tazeler, bir hâli giderir, başka hâller getirir). Şimdi Rabbini-zin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?" (55: 29-30). Bu âyet şunu düşündürmektedir: Gerçek zamanda varoluş, kaydedilen zamanın prangalarına mahkûm değildir, bilakis varo­luş zamanı an be an yaratır ve yaratış bakı­mından tamamıyla hür ve orjinaldir. Gerçekte bütün yaratıcı faaliyetler hür faaliyetlerdir. Yaratış, mekanik bir faaliyetin Özelliği olan taklide zıttır. İlim ve tecrübe aynılıkları tesis etmeyi arar, mesela mekanik tekrar kanunları gibi. Hayat, içerdiği yoğun kendiliğinden vâki hassasiyet ile bir kararsızlık merkezi oluşturur, ve böylece zaruret sahasının da dı­şında kalır. Bu sebeple ilim, hayatı kavraya-maz.

Konumuzu özetleyecek olursak, "tecrübeye dayanan bütün hakikatler, Mutlak Hakikatin akılcılıkla yönlendirilen yaratıcı bir hayat ol­duğunu gösterir. Hayatın şekilsiz bir sıvı de­ğil, fakat yaşayan organizmanın dağınık hal­lerini yapıcı bir gayeyle biraraya getiren dü­zenleyici bir ilke olduğunu söylemek tecrübe­nin ortaya koyduğu basit gerçeği kabul etmek demektir... Bu suretle, 'tecrübenin keyfiyetle­ri, Mutlak Hakikatin nihaî mahiyeti ruhanidir ve bir "ene" olarak telakki edilmeli' neticesi­ne varılmasını haklı çıkarmaktadır. Ancak di­nin emel ve arzusu, felsefeninkinden çok da­ha yükseklerde uçar. Felsefe, eşyayı akıl ve idrak yoluyla görür; ve bundan dolayı tecrübenin her tür zenginliğini bir sisteme bağla­mak istemez. Mutlak Hakikati uzaktan müşa­hede eder. Din, Mutlak Hakikatle daha yakın bir temas ister. Birisi teori, diğeri ise tecrübe, münasebet ve samimi yakınlıktır." (Dr. Muhammed İkbal, Lectures).

 

KISIM 2

 

İLMÎ BAKIŞ AÇISI

 

İnsanlık, pek çok diğer şeyin yanında hayatın meselelerinin çözümüne ilâhi yaklaşım getir­mek açısından da Hz. Muhammed @'e bütün diğer şahıs ve gruplara nazaran daha çok şey borçludur. O, insanlığın bütün meselelerini mantığa ve insanların anlayışına başvurarak akılcı bir şekilde çözmeye çalıştı. Hz. Pey­gamber @ insanlara herşeye bakmalarını, her şeyi gözlemelerini, denemelerini ve eğer doğ­ru ve güvenilir bulurlarsa ona inanmaları ve peşinden öylece gitmelerini tavsiye etti. Böy­lece Hz. Muhammed @ modern bilim çağının temellerini atmıştır. O ondört asır önce ilmî tavır anlayışını başlatmamış olsaydı, ilmî ge­lişmelerin bu safhalara gelmesi mümkün ol­mazdı. O'nun insanlığa bu konudaki esasa ait katkıları olmasaydı dünya halen cehalet, bas­kı ve kötülük dolu Karanlık Çağlarda yaşıyor olacaktı. Onun bu sahadaki temel katkısı, kendileri olmaksızın hiç bir ilmî ilerlemenin mümkün olamıyacağı dört unsuru tanımlama­sı olmuştur. Bunlar: Bilgi, tahkik ruhu içinde gerçeği aramak, muhakeme ve hürriyet.

Kur'ân'ın yaklaşımı, inceden inceye muhake­me temeline dayalıdır. Kur'ân fikirlerini ve felsefesini delilleriyle ortaya koyar ve muhte­mel karşı-iddiaları öne çıkarıp ikna edici bir tarzda insan mantığına başvurur. İnsanların yine de kendi yanlış iddialarına bağlı kaldığı veya tereddütlü olduğu durumlarda Kur'ân. kendi fikirlerini desteklemek üzere onları de­lil getirmeye çağırır. Hz. Peygamber @ getir­diği dîni Mekke halkına bıkmadan usanma­dan tebliğ etti. Onlar ise bu hakikati dinleyip uymak yerine ve ona iftiralarda bulundular, hafife aldılar, lakaplar taktılar. Kur'ân'ı da kendi yanından çıkardığını veya onu birilerin­den öğrenip Allah'a atfettiğini söylediler. Kur'ân onların bu iddialarını akılcı bir tarzda cevaplar ve onlara iddialarına delil getirmeleri konusunda meydan okur.

Hz. Muhammed @ hiç kimseye bir şeyi zorla dayatmamıştır; bilakis, kavram ve fikirleri onlara çok mâkul bir şekilde sunmuş ve onla­rı bu fikirleri yalnızca peşin hüküm ve zan ile değil, tartışma ve bilgi temeline dayanarak kabul veya redde çağırmıştır. Onlara çok sade konuşmuş ve söylediği her şeyi yalnızca ken­di gelenek ve âdetlerine uymuyor diye reddet­memelerini ve faydalarını da gozönünde bu­lundurmalarını istemiştir. Eğer mesajı redde-deceklerse. onu söylenti ve zanna değil, kesin bilgiye dayanarak reddetmeli idiler. Yunus sûresinâtski âyette şu ifadeler yer almaktadır: "Hayır, bilgisini kavrayamadıkları, yorumu kendilerine gelmemiş olan bir şeyi yalanladı­lar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamış­lardı. Bak, o zâlimlerin sonu nice oldu?" (10: 39).

Ve Nemi sûresinde kâfirlerin tavrı şöyle hülâsa edilmektedir: "Ahirete dair bilgileri yeterli midir? Hayır; onlar (hâlâ) ondan bir kuşku içindedirler. Hayır, onlar ondan yana kördürler (gözlerinin Önüne serilen bu kadar delili görmüyorlar)." (27: 66). Burada bu insanların Kitabı, Tebliğciyi ve Tebliği kabul etmeyişlerinin sebebi verilmektedir. Onlar Allah'ın İlahi kudretini paylaşan diğer varlık­lar olduğu sonucuna, bilgi vasıtasıyla veya ciddi fikir ve kendi ihtiyarları ile vardıkları kanaat nedeniyle inanıyor değildiler. Gerçek­te onların bu konuda hiçbir ciddi düşünce gayreti yoktu. Bu konularla ilgili bilgisizlikle­ri ve meselelerden habersizlikleri onları tama­men sorumsuz kılmıştı. "Kâinat ve kendi ha­yatlarının gerçek meseleleri hakkında ciddî düşünmüyorlardı. Hakikatin ne olduğu ve bu hakikatle bağlantılı olarak hayatın felsefesi­nin nasıl olması gerektiğini bilme zahmetine katlanmıyorlardı. Çünkü, onlara göre, müşrik veya ateist, tek tanrıya inanan veya agnostik hepsi de sonunda Öldükten sonra toprak ola­caklardı ve hiçbir çaba bundan sonrası için fayda vermeyecekti." (The Meaning of the Qur'an,c. IX, sh. 53).

Müşrikler, defalarca bu konuyu bilgi sahibi olarak tartışmaya ve hakikati cehalet ve peşin hükümlerine feda etmemeye çağrılmışlardır: "Allah hakkında bilmeden tartışan ve her azılı (ve şarlatan) şeytana uyan insanlar vardır." (22: 3). Yine aynı sûrede: "İnsanlardan kimi bilmeden, ne bir yol göstereni, ne de aydınla­tıcı bir Kitab'ı da olmadan Allah hakkında tartışır." (22: 8) buyurulur. Benzer bir âyet Lokman sûresinde yer alır: "...insanlardan kimi var ki ne bilgisi, ne bir yol göstereni ve ne de aydınlatıcı bir Kitab'ı olmadan Allah hakkında tartışır (durur)." (31: 20). Diğer bir ifadeyle, bu İnsanlar Allah'ın Elçisi ile Allah hakkında gözlem veya tecrübe vasıtasıyla ve­ya kıyas veya başkalarından edinilen bilgi ve­ya bir İlahi Vahiy sayesinde güvenilir malûmat elde etmeden tartışmakta idiler. Bü­tün iddiaları yalnızca zandan veya mantıkla ve güvenilir bilgi ile desteklenmeyen şahsî kanaatlerinden ibarettir. Gerçekte, müşrikler Allah'ın Elçisi'ne ve Kitab'ına ciddî sebeple­ri olmaksızın karşı çıkmaktaydılar: "...Onlar sadece zannediyorlar, ve onlar sadece saçma­lıyorlar." (6: 116). Şüphesiz zanna ve vehme dayalı kararlar, insanoğlunu manevî gerçeklerden uzaklaştırdığı gibi, hayatın mahiyeti ve nihai âkibet, vahiy ve benzeri kavramların manâsı ile ilgili konularda keyfî davranışlara ve kendinden menkul kısıtlamalara yol açar. (The Meaning of the Qur'an, sh. 190). Kur'ân'ın zanna dayalı hükümlerden insanı sakındırması ve muhaliflerini mesajın anlaşıl­masında ve kavranmasında olumlu bir tavır benimsemeye davet etmesinin nedeni budur.

 

Tevhid

 

Hz. Peygamber @, savunduğu kavramları da­ima akılcı delillerle dile getirmiş ve insanları bu mesajı güvenilir ve doğru bilgi ışığında muhakemeye çağırmıştır. İslâm'ın temel taşı ve ana ilkesi olan Tevhid akidesi bile insanla­ra zorla dayatılmamış, bilakis onu destekle­mek için çok güçlü ve ağırlıklı deliller ortaya çıkarılmıştır. İnsanlardan bu inancın hakikati konusunu bilgiye ve makûl delillere dayana­rak yargılamaları; doğruluğuna kani iseler ka­bul etmeleri veya reddediyorlarsa fikirlerini destekleyecek açık deliller ileri sürmeleri is­tenmiştir. Kur'ân iman ve inanç konusunda bu temel prensibi şöylece koymuştur: "Dinde zorlama yoktur; artık hak ile bâtıl iyice ayrıl­mıştır." (2: 256). (Ayrıntılar için, bkz., Sîret Ansiklopedisi, c. I., bölüm 4). Bu âyetin ikin­ci kısmı insanlara niye kendi hayat tarzlarını kendi hür iradeleri ile seçmeleri gerektiğinin sebeplerini vermektedir. Allah, mesajını elçisi vasıtasıyla sarahaten açıklamıştır ve doğru yolu (sırat-ı müstakim) yanlış yoldan net bir şeklide ayırmıştır. Şimdi her iki yoldan birini seçme konusunda insanlar kendi tercihleri ile başbaşadır. Ve bu onların bu hayattaki imti­hanıdır. Eğer Hakkı kabul ederlerse ve doğru yolu takip ederlerse Allah tarafından cömert­çe mükâfatlandırılacaklardır; ve eğer Hakkı inkâr eder ve hayatın kötü yollarına saparlar­sa, sadece kendilerine zarar vermiş olacak ve Cehennem'de ceza görmeye müstehak olacak­lardır. Bu kendilerinin Hakkı reddetmek ve hayatın kötü yollarını izlemek şeklinde ger­çekleşen kendi fiilleri sonucunda başlarına gelmektedir. Tevhid akidesi değişik yollardan açıklanmaktadır, muhtelif yönlerine değişik açılardan ışık tutulmaktadır, onu destekleyen deliller öne sürülmekte ve muhalifleri aksi eleştiriler getirmeye davet edilmektedir. Bir dizi deliller en mantıkî ve aklî yollarla öne sürülerek muhaliflere bu doktrinin Hak oldu­ğunu inkâr edecek hiçbir yol bırakılmamakta-dır. Nemi sûresinde- bu tarz delillere bir misal görmekteyiz: "... Allah mı hayırlı, yoksa or­tak koştukları şeyler mi? Gökleri ve yeri kim yarattı? Size gökten (kim) su indirdi de onun­la sizin bir ağacını bile bitiremeyeceğiniz gö­nül açan bahçeler bitirdi? Allah ile beraber başka bir tanrı mı var? Hayır, onlar (haktan) sapan bir kavimdir." (27: 59-60). Âyetin bi­rinci kısmı en katı ateist (veya müşrik) olsa bile hiç kimsenin karşı duramıyacağı veya inkâr edemeyeceği bir soru sormaktadır. Al­lah mı, yoksa (ortak koştuğunuz) sahte tanrı­lar mı daha hayırlıdır, gibi sathî olarak soru­lan bir soru, doğrusu insana tuhaf geliyor. As­lında, sahte tanrılarda haynn bulunup bulun­madığı konusunda soru sormak abestir. Dola­yısıyla bu hususta onlar Allah ile hiçbir suret­te mukayese edilemezler. Allah'ın, O'na or­tak koşmakta oldukları kendi tannlanyla mu­kayese edilebileceği hususunda yanlış bir an­layışa müşriklerde bile rastlanmaz. Fakat ha­talarından dolayı müşrikleri ikaz etmek için onlara bu soru yöneltilmiştir. Allah'ın mı, yoksa taptıkları tanrıların mı daha hayırlı ol­duğu hususunda düşünmeye sevketmek için onlara, bu sorunun açıkça sorulmuş olması da bundandır. Çünkü onlar böyle açık bir soruya karşı duramaz ve cevap veremezlerdi. İçlerin­den en bağnaz bir müşrik bile, kendi tanrıları­nın Allah'tan daha hayırlı olduğu şeklinde bîr şey söylemeye cüret edemezdi. Ancak onlar, Allah'ın daha hayırlı olduğunu itiraf etmiş ol­saydılar, bu sefer inançlarım bütünüyle yık­mış olacaklardı. Öyle bir durumda, daha yüce bir inanca karşı daha süflî bir inancı benimse­mek makul olmayacaktı. Böylece Kur'ân, muhaliflerini, daha ilk bakışta çaresiz bırak­mış oluyordu. Bundan sonra, Allah'ın kudreti ve yaratışına ilişkin deliller hakkında, şu me­alde sorular sorulmuştur: "Bunlar kimin eser­leridir? Allah'ın dışmda, O'na bu işlerde yar­dım eden başka herhangi bir tanrı mı var? Şa­yet yoksa, ne diye bunları tanrılarınız olarak uyduruyorsunuz?" Bu delil hiç kimse tarafın­dan reddedilemeyecek kadar kuvvetliydi ve bu nedenle muhalifler yalnızca sustular.

Kur'ân daha sonra meydan okumaya şöyle devam etmektedir: "Yahut şu dünyayı durula­cak yer yapan, aralarından ırmaklar çıkaran, sağlam dağlar yaratan ve İki deniz arasına bir perde koyan kimdir? Allah ile beraber başka bir tanrı mı var? Hayır, onların çoğu bilmi­yorlar.

Yahut dua ettiği zaman darda kalmışa kim yetişiyor da kötülüğü (onun üzerinden kaldı­rıp) açıyor ve sizi (eskilerin yerine) yeryüzü­nün hâkimleri yapıyor? Allah ile beraber baş­ka bir tanrı mı var? Ne de az düşünüyorsu­nuz.

Yahut karanın ve denizin karanlıkları içinde size yol gösteren kim ve rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci gönderen kim? Allah ile beraber başka bir tanrı mı var? Hâşâ, Allah onların koştukları ortaklardan çok yücedir, münezzehtir." (27: 61-63).

Allah'ın yaratıcı kudretini ve kâinat üzerinde­ki kontrolünü, O'nun yeri ve gökleri yaratı-şındaki harikuladelikleri; denizler, nehirler ve dağların; yağmuru getiren rüzgârın hareketi­nin hikmetleri bu âyetlerde ne kadar güzel di­le getirilmiştir. Hepsinin ötesinde, hayatın ya­ratılışında, hayatın sınırsız sayıdaki çeşitlili­ğinde, her türün kendine has özelliklerinin bulunmasında, hayatı sayısız değişik şekiller­le donatmış olan Âlim, Hakîm ve Kadir-i Mutlak'ın, Yaratılışı Planlayanın varlığının inkâr edilemez delilleri vardır. Aynı harikula­delik her hayvan, böcek ve bitki türünün üre­me hadisesinde de müşahade edilmektedir. Bundan dolayı modern genetik ilminin göz­lemleri muhteşem gerçekleri gözönüne serer. Bütün bunlar Âlim-i Mutlak bir Yaratıcıya ih­tiyaç duyarlar; yalnızca başlangıçları İçin de­ğil, uygun ve sürekli fonksiyon görmeleri için de sürekli yaratış hâlinde olan Âlim, Ebedî, Samed (kendine yeten) ve Basir (yaratıkları ebedi gözleyen) bir yöneticiye (Hâkim) ihti­yaçları vardır. Bütün göklerin ve yerin böyle­si bir kesinlik ve yeterlilikle fonksiyonlarını sürdürmesi ateistin Allah'ı inkâr fikrini oldu­ğu gibi, müşriklerin inanç sistemlerini de te­melinden tahrip eder.

"Bu hikmet dolu sistemin Âlim-i Mutlak olan bir Yaratıcı olmaksızın öylece kendiliğinden oluverdiği düşünüleebilir mi? Ve hangi akl-ı selim sahibi kimse, bu sistemde bizatihi Ya-ratıcı'dan başkasımn olduğunu tasavvur ede­bilir? Aksi inançtaki kimse iddiasını destekle­yecek bilgiye dayanan bir delil getirmelidir, veya en azından Allah'ı niye inkâr ettiğine veya O'na niye ortaklar koştuğuna makûl açıklamalar getirmelidir." (The Meaning of the Qur'an, c. IV, sh. 43-49).

Kur'ân aynı muhakemeyi bir başka açıdan di­le getirmektedir: "De ki: 'Sizi gökten ve yer­den kim rızıklandırıyor? Ya da o kulak(lar)a ve gözlere kim sahiptir (onları yaratıp yöne­ten kimdir)? Ölüden diriyi, dinden Ölüyü kim

çıkarıyor? (Yaratma) iş(in)i kim düzenleyip yönetiyor?' 'Allah!' diyecekler. De ki: 'O halde, (O'nun azabından) korunmuyor musu­nuz? İşte gerçek Rabb'iniz Allah budur. Ger­çekten sonra sapıklıktan başka ne var? Öyley­se nasıl (hak'tan sapıklığa) çevriliyorsunuz?" (10: 31-32). Bu sözlerle insanlara, Hakkı tanı­dıktan sonra onu niye takip etmediklerini cid­di bir şekilde düşünmeleri için çağrıda bulu­nulmaktadır. Hem sonra niçin sapıklık içinde­ki insanları körü körüne takip etmekteydiler? Onlara ortadaki gerçekleri düşünüp sağ duyu­larını kullanmalan önerilmektedir.

Bu husus şu âyetlerle iyice vurgulanmaktadır: "De ki: 'Sizin koştuğunuz ortaklarınızdan ilk defa yaratacak, sonra yarattığını çevirip yeni­den yaratacak olan var mı?' De ki: 'Allah ilk defa yaratır, sonra onu çevirip yeniden yara­tır. Öyleyse nasıl (doğru yoldan) çevriliyorsu­nuz?'

De ki: 'Sizin ortaklarınızdan hakka götürecek var mı?' De.ki: 'Allah, hakka götürür. Hakka götüren mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa (tu­tulup) yola götürülmedikçe kendisi doğru yo­lu bulamayan mı? O hâlde neyiniz var? Nasıl hükmediyorsunuz?" (10: 34-36).

Bu âyetlerde, vurgu hayatın ve kâinatın mese­lelerinin Nihai Hakikati üzerindedir. "Hakka eriştiren Kılavuz kimdir, insan hayatına rehberlik edecek doğru ilkeleri tespit edebil­mek için önşart olan bütün hakikatlerin kav­ranmasından İbaret ilimlere kim sahiptir? İnsanî problemlerin yayıldığı geniş sahayı tam olarak görebilecek Allah'tan başka kimse var mıdır? Bütün bu sorular insanoğlunu sağ­lam kafayla ciddî düşünceye davet etmekte­dir. Çünkü hayatın bu çok önemli meseleleri ancak böylece akılcı bir tarzda çözümlenebi­lir. Bütün bu meseleler akılcı bir tarzda ve sağlam bilgilere dayanarak çözülmelidir, zan ve inkârla değil." (The Meaning of the Qufan, c. V, sh. 30-34).

Kur'ân'ın delilleri daha sonra fizikî âleme yö­nelmekte ve İnsanlara bunları iyice inceleyerek Yaratıcısının belgelerini (âyetlerini) gör­meye çalışmaları söylenmektedir: "Onlar, üstlerindeki göğü nasıl yapmışız bir bakmaz­lar mı? Onda hiçbir çatlak da yoktur. Allah'a yönelen her kula öğüt ve bir belge olarak yer­yüzünü yaydık, oraya sabit dağlar yerleştir­dik, orada her güzel türden yetiştirdik. Gök­ten bereketli bir su indirdik, kullara rızık ol­mak üzere onunla bahçeler, biçilecek taneli ekinler, küme küme tomurcukları olan boylu hurma ağaçları yetiştirdik. O su ile ölü yeri dirilttik. İşte insanların diriltilmesi de böyle­dir." (50: 6-11).

En'am sûresinde şu âyetleri görmekteyiz: "Taneyi ve çekirdeği yaran şüphesiz Al­lah'tır; ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkarır. İşte Allah budur. Nasıl yüz çevirirsiniz? Tan-yerini ağartan, geceyi dinlenme zamanı, gü­neş ve ayı vakit ölçüsü kılandır. Bu, güçlü olanın, bilenin nizâmıdır. O, yıldızları kara ve denizin karanlıklarında yol bulaşınız diye si­zin için var edendir. Gerçekten biz, bilen bir toplum için âyetleri uzun uzadıya açıkladık." (6: 95-97).

Bütün bu deliller, fıtrî bilgi ve idrak kabiliye­tine sahip olanları Hakkı tanıtmaya yönelik­tir; böyle açık delillerden sonra yalnızca câhiller Hakk'ı inkâr ederler. Önde gelen filo­zoflar ve meşhur blimadamlan dahi kâinatın riyâzî kesinliğine ve fizik kanunlarının işle-yişindeki harikuladelikleri bakarak bunların tesadüfi ve Yaratıcısız olamıyacağım ifade et­mişlerdir.

Daha sonra insanoğluna, Yaratıcının âyet (alâmet-belge)lerini bulabilmek için kendi ya­ratılışına bakması söylenmiştir: "Göklerin ve yerin yaratanı, size kendinizden çiftler, hay­vanlardan çiftler yaratmıştır. Bu suretle, ço­ğalmanızı sağlamıştır. Zâtına benzer hiçbir Şey yoktur. O, işitendir, görendir. Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur. Dilediğine rızkı açar ve kısar. O, herşeyi bilendir." (42: 11-12).

Bütün bu âyetler aklî muhakeme ve münazaraya davet etmektedir. Bunlar da bizi saran âlemin Mutlak Hakikatini kavramamız için muhtaç olunan esaslardır.

Kur'ân insanoğlunun yaratüışındaki değişik safhalara değinerek bunlardan ancak bilgi ve idrak sahiplerinin tam manâsıyla ibret alabile­ceklerini ifade etmektedir: "Andolsun biz in­sanı çamurdan (meydana gelen) bir süzmeden yarattık. Sonra onu bir nutfe (sperma) olarak sağlam bir karar yerine koyduk. Sonra nutfeyi alâka (embrîyo)ya çevirdik, alâka (embri-yo)yı bir çiğnemlik ete çevirdik, bir çiğnem­lik eti kemiklere çevirdik, kemiklere et giy­dirdik; sonra onu bambaşka bir yaratık yap­tık. Yaratanların en güzeli Allah ne yücedir!" (23: 12-14).

Kur'ân insanların çevrelerine bakmalarını ve fizikî âlemin hârikalarını müşahadelerini ve bütün bunların ardındaki Yaratıcıyı aramala­rım istemiştir: "Görmedin mi, Allah (nasıl) gökten su indirdi de, onunla renkleri çeşit çe­şit meyvalar çıkardık. Dağlardan (geçen) be­yaz, kırmızı, değişik renklerde ve simsiyah yollar (yarattık). İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da yine böyle türlü renkte olanlar var. Kulları içinden ancak bilginler, Allah'tan (gereğince) korkar. (Çünkü O'nun yaptıklanndaki incelikleri Öğrendikçe onların Allah'a karşı saygıları artar). Şüphesiz Allah daima üstündür, çok bağışlayandır." (35: 27-28).

Şüphesiz, Kur'ân'da fizikî âlemden veya insa­nın kendi yaratılışından verilen Allah'ın Var­lığım ispatlayan pek çok delil insanoğlunu kâinattaki mücadelesinde bekleyen meseleler hakkında ciddî bir tefekkür hâli İçinde olma­yan câhil kimselerce tam olarak kavranamaz. Kur'ân'ın bu seviyede sunduğu kavramların hikmetini gerçekten anlayabilmek için önce­likle tefekkür, tahkik ve değerlendirme yap­mak gerekir. Kur'ân, delillerini pek çok deği­şik boyutlarda getirmektedir: "O'nun âyet­lerinden (sonsuz gücünün işaretlerinden) biri, sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra siz, (yeryü­züne) yayılan insan(lar) oluverdiniz. O'nun âyetlerinden biri de kendileriyle kaynaşmanız için size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır. Şüphesiz bunda, düşünen bir toplum için ib­retler vardır. O'nun âyetlerinden biri de, gök­lerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda, bilenler için ibretler. O'nun âyetlerinden biri de, geceleyin ve gündüzün uyumanız ve O'nun lûtfundan (nasibinizi) aramamzdır. Şüphesiz bunda, işiten bir top­lum için ibretler vardır. O'nun âyetlerinden biri de, size, korku ve ümit vermek için şim­şeği göstermesi, gökten bir su İndirip onunla, ölümünden sonra yeri diriltmesidir. Şüphesiz bunda, aklını kullanan bir toplum için ibretler vardır. O'nun âyetlerinden biri de göğün ve yerin O'nun buyruğuyla durmasıdır. Sonra, sizi yerden bir tek davetle çağırdığı zaman bir de bakarsınız ki (diriltilmiş olarak yerden) çı­karılıyorsunuz. Göklerde ve yerde bulunan kimseler hep O'nundur, hepsi O'na itaat et­mektedirler. Yaratmağa başlayan O'dur. Son­ra onu çevirip yeniden yapar. Bu, O'na daha kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce (güç ve şan) sembol(ü) O'nundur. (En büyük kudret ve şeref misali O'dur). O, üstündür, hikmet sahibidir." (30: 20-27).

Nahl sûresinde de şu âyetleri görmekteyiz: "O'dur ki, sizin için gökten bir su indirdi, içe-cek(iniz) ondandır ve hayvanları otlattığınız ağaç(lar, bitkiler) ondan (sulanıp filizlenmek­tedir. Onunla size ekin, zeytin, hurma, üzüm­ler ve her çeşit meyvalardan bitirmektedir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için (ya­ratıcının varlığına, kudretine ve hikmetine) işaretler vardır. Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da O'nun emriyle boyun eğdirilmiştir. (Varlıkla­rın hepsi sizin yaşamanız, beslenmeniz için ayrı ayrı hizmet etmektedir.) Şüphesiz bunda aklını kullanan bir toplum için (Allah'ın var­lığına ve hikmetine) işaretler vardır. Yeryü­zünde yarattığı muhtelif renklerdeki (hayvan­ları, bitki)leri de (sizin hizmetinize verdi). Şüphesiz bunda öğüt alan bir toplum için ib­ret vardır. O, denizi de (hizmetinize) râm etti ki ondan taptaze et yiyesîniz ve ondan giye­ceğiniz süsler çıkarasınız. Görüyorsun ki ge­miler, denizi yara yara akıp gitmektedir. (Bü­tün bunlar) Allah'ın lûtfunu aramanız ve O'na şükretmeniz içindir. Sizi sarsar diye ar­za ağır baskılar attı, ırmaklar ve yollar (yarat­tı) ki doğru yolu bulaşınız (amaçlarınıza ere-sİniz). (Yol bulmak için yararlanılacak) işa­retler de (yarattı). Onlar yıldız(lar)la da yol bulurlar. Yaratan, yaratmayan gibi midir? (Hiç bir şey yaratamayan o putlar, bunca var­lıkları yaratan Allah'a denk tutulur mu?) Hiç düşünmüyor musunuz? Eğer Allah'ın nimeti­ni saysanız, sayamazsınız. Doğrusu Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (16: 10-18).

Aynı deliller Yasin sûresinde de getirilmekte­dir: "Ölü toprak onlar için bir âyettir, (ölüleri nasıl dirilteceğimize işarettir): Biz onu dirilt­tik, ondan taneler çıkarttık da ondan yiyorlar. Orada hurma ve üzüm bağları yarattık; içlerinde pınarlar fışkırttık, ki (Allah'ın) ürünün­den ve ve ellerinin emeğinden yesinler. Halâ şükretmiyorlar mı? Ne yücedir O (Allah) ki toprağın bitirdiklerinden, kendilerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden olan bütün çiftleri yaratmıştır. Gece de onlar için bir âyettir. Gündüzü ondan sıyırırız da karanlıkta Salıverirler. Güneş de kendi müstekarn (yani konulmuş olduğu yer) için akıp gider. Bu, üs­tün ve bilen (Allah'ın) takdiridir." (36: 33-40).

Bu âyetler bütün yaratılışı, insanoğlunun ya-ratıhşındaki mucizeyi ve fizikî âlemle her gün gözlenen tabii hâdiseleri yürüten üreme ilke­lerini açıklamaktadır. Daha sonra Kur'ân'm bu âyetlerinde daha önceleri insanoğlunun bilmediği dünyanın ve ayın güneş etrafında dönmesi ile ilgili astronomik sırlardan bahse­dilmektedir. Bu âyetlerde, dünya hakkında in­sanoğlunu kâinatın bilinmeyen sırlarını derin­lemesine araştırmaya sevkeden bir bilgi yığı­nı vardır.

Kur'ân Allah'ın Birliği ile ilgili son delilleri şu şekilde vermektedir: "Eğer yerde, gökte Allah'tan başka tanrılar olsaydı, ikisi de (yer de, gök de) bozulup gitmişti. Arş'm sahibi Allah, onların vasıf]andırdıklarından münez­zehtir." (21: 22). Isrâ sûresinde, şöyle buyrul-maktadır: "De ki: 'Eğer dedikleri gibi O'nun-la beraber (başka) taunlar olsaydı, o zaman (öteki tanrılar), Arşın sahibine (yaklaşmak için) bir yol ararlardı. Hâşâ, O, onların de­diklerinden münezzehtir, çok yücedir, uludur. Yedi gök, arz ve bunların içinde bulunanlar, O'nu teşbih ederler. O'nu övgü ile teşbih et­meyen hiç bir şey yoktur, ama siz onların teş­bihlerini anlamazsınız. O, halimdir, çok ba­ğışlayandır." (17: 42-44). Bu âyetler konu hakkında, son astronomi bilgilerinin de tasdik ettiği Tevhid akidesinin lehine nihai ve ilmî delilleri sunmaktadır. Kâinatın eninde, bo­yunda ve derinliklerinde vazife gören fizik kanunları bunu tam bir ahenk ve homojenlik içinde yapmaktadır. Aynı Kanun (sünnetul-lah) galaksimizde ve milyonlarca ışık yılı uzaklıktaki diğer milyonlarca galakside de iş-leyegelmektedir. En ufak ayrıntıya bile mikroskobik bir kesinlikle uygulanan kâinatta ge­çerli fizik kurallarının işleyişinde en ufak bir farklılık yoktur. Müşrikler bu deliller karşı­sında hayrete düşmüşler, Hakkı çürütecek aklî gerekçeler gösterememişler veya Kur'ân'm mantıkî çizgisine geçerli cevaplarla karşılık verememişlerdir. Kur'ân en temel Hakikat ilkesi olan Tevhid akidesini bile mu­haliflerine sunarken bu tarz bir münazarayı benimsemiş, insanları her türlü fikir ve anla­yışı telkin etmede aynı mantık çizgisini izle­miştir. Dolayısıyla, Hz. Peygamber @'in vefatından çeyrek yüzyıl sonra müslümanlar arasında ilmî bir tavır ihdas oldu ve inkişaf etti.

 

Peygamberlik

 

Müşrikler Hz. Muhammed @'i yalancılıkla itham ederek Elçiliğini kabul etmediler. Bu hususa Kur'ân-ı Kerîm'de şu ifadelerle işaret edilmektedir: "Yoksa 'O (Kur'â)n'ı uydurdu' mu diyorlar? De ki: 'Eğer onu uydurmuşsam, suçum banadır. Ama ben sizin işlediğiniz suçlardan uzağım." (11: 35). Araf sûresinde şu âyeti okumaktayız: "Allah'a yalan uydu­ran, ya da O'nun âyetlerini yalan sayandan daha zâlim kimdir? Onlara Kitabdan nasipleri erişir (ezelde kendileri için ne rızık takdir edilmişse onu alır ve kendilerine yazılmış sü­re kadar yaşarlar); nihayet (ömürleri tükendi­ği zaman) elçilerimiz (melekler) gelip canla­rını alırken: 'Hani Allah'tan başka yalvardık-lannız nerede?' dediklerinde: 'Bizden sapıp, kayboldular' dediler ve kendi aleyhlerine, kendilerinin kâfir olduklarına şahitlik ettiler." (7: 37). Şûra sûresinde şöyle buyrulmaktadır: "Yoksa: 'Allah'a yalan uydurdu' mu diyor­lar? Allah dilese senin kalbine mühür basar; bâtılı mahveder, hakkı sözleriyle yerleştirir. Şüphesiz O, kalplerde olanı bilendir." (42: 24). Burada müşriklere bir meydan okuma vardır: "Eğer bîr kimsenin Hz. Peygamber @'in misyonu hakkında şüphesi varsa hayatı­na, işlerine ve kişiliğine baksın. Allah Hakkı sever, bâtılı değil. Allah Kelâmının güzelliği, hikmeti, kudreti bâtıl sözlerde bulunmaz. Bâtıla sapan kişinin kalbi mühürlenir ve yeni yüceliklere ulaşamaz; bu kişi faraza (haşa) Allah'ın Elçisi olsa bile." (A. Yusuf Ali, The HolyQur'an,$h. 1312).

Müşriklerin Hz. Muhammed @ 'i her yönüyle tanıyor olmaları da onlara kesin bir cevaptır. Çünkü o müşriklerin gözü önünde doğup, bü­yümüş; hatta O'nun Mekke'deki en dürüst ve güvenilir kişi olduğunu herkes kabul etmişti. Onlar onu es-Sâdık (dürüst) ve eî-Emîn (güvenilir) isimleriyle çağırıyorlardı. Geçmişi le­kesiz, şahsî ve maddî hayatında hiçbir zaman yalan söylememiş olan bir kişi nasıl Allah'a yalan isnad edebilir? Böyle bir şey yalnızca Hz. Muhammed <2) için değil, herhangi bir dürüst kimse için dahi düşünülemez. Hz. Pey­gamber @'in hayatının bu gerçekleri Kur'ân'da şu mealdeki âyetlerle ifade edil­mektedir: "(Ey Muhammed!) De ki: 'Eğer Allah dileseydi, onu size okumazdım ve onu size hiç bildirmezdi. Daha ondan önce aranız­da bir ömür boyu kalmıştım (böyle birşey yapmamıştım), düşünmüyor musunuz? Al­lah'a karşı yalan uyduran, yahut âyetlerini ya­lanlayandan daha zâlim kim olabilir?..." (10: 16-17). Bu, müşriklerin, Hz. Muhammed @'in Kur'ân'ı kendisi yazdığı halde Allah'a izafe ettiği şeklindeki suçlamalarına karşı ge­tirilen güçlü bir delildir. Bunu desteklemek için, onun bütün hayatı müşriklerin gözü önünde geçmiştir; çocukluğu, gençliği ve orta yaşları kendi gözleri önünde yaşanmıştır. Hz. Muhammed @ müşrikler arasında ve onlarla birlikte şahsî, sosyal ve iktisadî her türlü mü­nasebet İçinde olmuştu. Öyle ki, hayatının hiçbir yönü müşriklere gizli değildi. Onun ha­yatında bu Kitabın yazan olabileceğini göste­ren herhangi bir işarete rastlamışlar mıydı? Öyle olmadığı açıkken, müşriklere, acele ve gayrimâkul hükümler vermeden önce, Hz. Muhammed @'i ve davetini düşünüp değer­lendirmeleri, anlamaya çalışmaları hatırlatıl­mıştır. Ve Hz. Muhammed @ onlara sadece şu basit gerçeği söylemektedir: "Şayet vahyo-lunan bu âyetler Allah'tan değilse ve onları ben uydurup, O'ndan geliyormuş gibi aktarı-yorsam, benden daha günahkâr kimse ola­maz. Aynı şekilde, eğer bu âyetler gerçekten Allah'tansa ve sizler bunu reddediyorsanız, sizden daha günahkâr kimse olamaz." (The Holy Qur'an, sh. 1048).

En'am sûresi bu İfadeleri şöylece teyid et­mektedir: "Allah'a karşı yalan uydurandan, ya da kendisine birşey vahyedilmemiş iken 'Bana da vahyolundu.' diyenden ve 'Ben de Allah'ın indirdiği gibi indireceğim!' diyenden daha zâlim kim olabilir? O zâlimler ölüm dal­gaları içinde, melekler de ellerini uzatmış: 'Haydi canlarınızı çıkarın (kurtarın), Allah'a gerçek olmayanı söylemenizden ve O'nun âyetlerine karşı büyüklük taslamanızdan ötü­rü, bugün alçaklık azâbıyia cezalandırıla­caksınız!' (derken) onların hâlini bir görsen!" (6: 93). Böyle kimseler Ankebut sûresinde de şiddetle uyarılmışlardır: "Allah'a (karşı) yalan uyduran, yahut kendisine hak gelince onu yalanlayandan daha zâlim kimdir? Kâfirlerin duracakları yer, cehennemde değil midir?" (29: 68). Yine aynı husus Yunus su­resinde şöyle ifade edilmiştir: "Allah'a karşı yalan yere iftira düzenden ve O'nun âyetlerini yalanlayanlardan daha zâlim kimdir? Şüphe­siz O, suçlu günahkârları kurtuluşa erdir­mez." (10: 17). Eğer buna dikkatlice bakarsa­nız şu sonuca varırsınız: "Dünyevî görüş açı­sından bile Allah'ın Hakikatini inkâr edenler mahzurlu bir konumdadır. Ama bir de ibadet edilecek bâtıl tanrılar icat edenlerin ve bu ko­nuda yalan düzenlerin hâli... Onlar için Al­lah'ın Rahmetinden ebediyen mahrum kal­maktan daha büyük bir ceza düşünülebilir mi?" (The Meaning of The Qur'an, c. VIII, sh. 178-180). Onlar bu dünyada zihin selame­tini kaybederler ve cehennem ateşi onların son durağı olur.

Müşrikler Hz. Peygamber @'İ bu âyetleri ya­zarken başkalarından yardım almakla da suç­lamışlardır. Kur'ân onlara şöyle cevap ver­mektedir: "İnkâr edenler: 'Bu (Kur'ân), ya­landan başka bir şey değildir. (Muhammed) onu uyduruyordu, başka bir topluluk (yahudi-ler veya başkaları) da kendisine yardım etti.' dediler de muhakkak bir haksızlığa ve İftiraya vardılar. Dediler: 'Evvelkilerin masalları, on­ları yazdırmış, sabah akşam onlar kendisine okunuyor.' De ki: '(Hayır), onu, göklerdeki ve yerdeki gizlilikleri bilen (Allah) indirdi. O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (25: 4-6). Görünüşte belli bir ağırlığı olan bir iddia idi bu. Çünkü, peygamberlik iddiası hakkında onun kaynağını belirlemekten daha büyük bir delil olamazdı. Fakat, bu iddiaya karşı bir delil ileri sürülmeden, doğrudan redde gidilmesi ve âdeta; "Sizin töhmetiniz asılsız bir yalan­dır; siz elçimize karşı böylesine asılsız bir töhmette bulunacak kadar zâlim ve adaletsiz kişilersiniz. Kur'ân göklerde ve yerdeki bütün gizlilikleri bilen, bütün sırlarını bilen Allah'ın Kelâmı'dır." denmesi ilginç görünüyor. Müş­riklerin töhmeti vakıalara dayanmış olsaydı, böyle bir tahkirle reddedilmezdi. Çünkü bu durumda onlar ayrıntılı ve açık bir cevap is­terlerdi. Fakat Kur'ân'daki reddin kuvvetini anladıklarından, böyle bir istekte bulunma­mışlardır. Bunun da ötesinde, "ağırlıklı" iddi­anın, yani müslümanlarm zihinlerinde hiç bir şüphe doğurmamış olması, bunun bir yalan olduğuna açık bir delildir... Ayrıca, eğer pey­gambere (haşa!) "sahtekârlığında" yardım et­tiklerini ileri sürdükleri kimseler yabancıları değildi. Mekke'de oturduklarından, onların bilgilerinin derecesi herkese malûmdu. Bizzat kâfirler, onların en üst düzeyde edebî meziyet ve olağanüstülük sahibi Kur'ân gibi yüce bir kitabın meydana getirilmesinde yardımcı olamayacaklarını biliyorlardı. Onlarla birlikte yaşayan, çalışan ve onu her zaman tanıyan bütün insanlardan bu durum nasıl gizlenebi­lirdi? O halde, bu itham yalnız saçma ve sah­te olmakla kalmamakta, ayrıca Kur'ân'm cevap vermesine tenezzül etmeyecek kadar ba­yağı olduğu da ortaya çıkmaktadır. Dolayısıy­la, Kur'ân, bu ithamda bulunanların Hakk'a karşı çıkışlarında hiçbir şey söyleyemeyecek kadar kör olduklarını ispatlamak için ondan söz etmektedir."

Müşriklerin Hz. Muhammed @ hakkındaki suçlamalarının hepsi yalan olduğu gibi kendi­leri de bunu biliyorlardı. Bu yüzden de tek bir suçlamada ısrarlı olamamışlar ve onun hakkında pek çok iftirada bulunmuşlardır. Bazen onun bir sihirbaz olduğunu, bazen de şair olduğunu söylemişlerdir. Kur'ân bu suç­lamaları birer birer ele alır: "Allah'a yalan mı uydurdu, yoksa kendisinde delilik mi var?' Hayır, âhirete inanmayanlar, azâb ve derin bir sapıklık içindedirler." (34: 8). Ahkâf sûresin­de şu âyetler vardır: "Onlara açık açık âyetlerimiz okunduğu zaman kendilerine ge-" len hakkı inkâr edenler: 'Bu, apaçık bir büyü­dür' dediler. Yoksa 'Onu (Muhammed) uy­durdu' mu diyorlar? De ki: 'Eğer ben onu uy-durmuşsam, Allah'tan gelecek cezaya karşı sizin bana hiçbir faydanız olmaz. O, sizin ne taşkınlık yaptığınızı, (Allah'ın âyetleri hak­kında ne iftiralar attığınızı) daha iyi bilir. Be­nimle sizin aranızda O'nun şahit olması yeter. O, bağışlayan, esirgeyendir." (46: 7-8).

Ve Enbiya sûresinde şu âyetleri görürüz: "Hayır, dediler, (Muhammed'in söyledikleri), karmakarışık rüyalar (boş hayaller); hayır, onu uydurmuş; hayır, o şardir. (Eğer bizim kendisine inanmamızı istiyorsa) o hâlde bize, öncekilerin (kavimlerine mucizelerle) gönde­rildikleri gibi o da bir mucize getirsin. Bun­lardan önce helak ettiğimiz hiçbir kent (halkı) inanmamıştı, şimdi bunlar mı inanacaklar?" (21: 5-6). Bu âyet, onların taleplerine kısa bir cevap mahiyetindedir: Birincisi, sizler daha önceki peygamberlerin getirdiği gibi mucize­ler istiyorsunuz; fakat o inatçı kimselerin mu­cizelere rağmen inanmadıklarını unutuyorsu­nuz. İkincisi, mucize isterken, mucizeyi gör­dükten sonra da inanmayan İnsanların kaçı­nılmaz olarak helak edildiklerini farkedemiyorsunuz. Size istediğiniz mucizeyi gönder­memesi Allah'ın bir lûtfudur. Bu sebeple si­zin için en hayırlı olanı, mucize (veya azâb) gelmezden evvel inanmanızdır. Aksi hâlde, kendilerine mucize gösterildikten sonra da inanmayan kavimler gibi siz de helak olursu­nuz." (The Meaning ofthe Qur'an, c. VII, sh. 144, 145).

Daha sonra onların bâtıl delillerini reddeden Kur'ân şöyle buyurur: "Biz ona (o Mu-hammed'e) şiir Öğretmedik, (şiir) ona yakış­maz da. O(nun getirdiği), sadece bir öğüt ve apaçık bir Kur'ân'dır." (36: 69). Bu âyet şair­lerin şahsiyet, mizaç, huy ve hayat tarzlarının Peygamber @'in hayat tarzı ve davranışları ile tamamı tamamına zıt olduğunu anlatır. İlahî Daveti taşıyan bir Peygamber'e ve böyle yüce şahsiyetli bir kimseye şairler gibi şiirler söylemek ya da hikâyeler anlatmak uygun düşmez. Daha sonra Secde süresindeki şu âyeti görmekteyiz: Yoksa 'Onu uydurdu' mu diyorlar? Hayır, o, senden önce kendilerine hiçbir uyarıcı gelmemiş olan bir kavmi uyar­man için Rabb'inden (sana indirilen) gerçek­tir; belki yola gelirler (diye indirilmiştir)." (32: 3). Ve son olarak Enbiya sûresi insanla­ra karar vermeden önce dikkatlice düşünme­lerini önerir: "Andolsun, size, içinde sânınız (şerefiniz) bulunan bir Kİtâb indirdik. Aklını­zı kullanmıyor musunuz?" (21: 10). Mekkeli müşriklerin Kur'ân ve Peygamber'e karşı ça­resizlik içinde yönelttikleri kâhin, şair, mec­nun gibi itirazlara verilen kapsamlı bir cevap­tır ve adeta şöyle denilmektedir: "Bu Kitab'ta anlayamadığınız ne var? Niçin onu doğru bir yaklaşımla incelemiyorsunuz? Onda kesin­likle hiçbir çelişki yoktur: O sizi, sizin prob­lemlerinizi ve hayatınızla ilgili meseleleri ele almaktadır. O sizin fıtratınızı, kökeninizi ve sonunuzu açıklamaktadır. O doğru ile yanlışı ayırmakta ve sizin vicdanlarınızın da kabul ve tasdik edeceği yüksek manevî ve ahlâkî de­ğerler ortaya koymaktadır. O halde neden bu kadar kolay ve basit bir şeyi anlamak için ak­lınızı kullanmıyorsunuz?"

Kur'ân-ı Kerîm, müşriklerin iddialarına şu âyetlerle cevap vermiştir: "(Ey Muhammed!) Yoksa 'Onu uydurdu' mu diyorlar. De ki: 'Eğer doğru iseniz haydi onun benzeri bir sûre getirin ve Allah'tan başka çağırabildikle-rinizi de çağırın!' Hayır, bilgisini kavrayama­dıkları, yorumu da kendilerine gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Bak, o zâlimlerin sonu nice oldu?" (10: 38-39). Bu âyet onların ifti­ralarının gerçek temelini açıklamaktadır. Gerçekte, onlar Kur'ân'ın uydurulmuş oldu­ğunu yalnızca iki temele dayanarak iddia ede­bilirlerdi ki, bu her iki temel de asla mevcut olmamıştır: Birincisi, Kitab'ın Allah katından inmediğini, aksine biri tarafından (haşa) uy­durulduğu; ikincisi de, Kitâb'da serdedilen hakikatlerin ve verilen bilgilerin yanlış oldu­ğu iddiası. Ancak hiç kimse Kur'ân'ın sahi­den uydurulmuş olduğunu ve sonra Allah'a izafe edildiğini söyleyemezdi. Hiç kimse de, Rasûlullah @'in gayb perdeleri arasından giz­lice gözetlemede bulunup sonra (Kitab'ta bil­dirildiğinin aksine) Tek bir Allah'ın değil, se­malarda birçok ilahın bulunduğunu keşfedi-verdiğini iddia edemezdi. Yine, hiç kimse, ama gerçek bilgiye dayanan hiç kimse melek­lerin olmadığını, vahyin gerçek dışı olduğunu ve Allah'ın olmadığını ileri süremezdi. Bun­lar olsa olsa birtakım doğurgan muhayyile sa­hiplerince uydurulmuş kurgular olabilirdi. Ayrıca hiç kimse, 4tahiret"e gidip görmek su­retiyle şahit olmamıştı ki, mükâfat ve ceza konusunda bildirilenlerin yanlış olduğunu id­dia edebilsin. Aksine, bu bildirilenleri çürüte­cek karşı delillere sahip olmadığı halde, Kur'ân'ın sahihliği hakkında sanki mesele hakkında derinlemesine araştırma yapmış ve onu tamamen ispatlamış bir kimse gibi cesa­ret ve küstahlıkla tartışmada bulunuyorlardı. Bütün bu kimselere, Rasûlullah @'e karşı ge­tirdikleri suçlamalarda samimi iseler, Kur'ân sûrelerinden birinin benzerini getirmeleri söy­lenerek meydan okunmaktadır (The Meaning ofthe Qur'an, c. V, sn. 35).

Yine aynı husus aşağıdaki âyetlerde tekrarlanmıştır: "Yoksa 'Onu uydurdu' mu diyor­lar. De ki: 'Öyleyse siz de onun benzeri on uydurulmuş sûre getirin; eğer doğru iseniz Allah'tan başka, çağırabildiklerinizi de (yar­dıma) çağırın (da bunu yapın)!' Eğer size ce­vap veremedilerse bilin ki (o), Allah'ın bilgi­siyle indirilmiştir ve O'ndan başka tanrı yok­tur. Nasıl, artık müslüman oldunuz mu?" (11: 13-14). Daha sonra nihai delil şu âyetlerle su­nulmaktadır: "Eğer kulumuz (Muhammed)e indirdiğimizden şüphe içinde iseniz, haydi onun gibi bir sûre getirin, Allah'tan başka, bü­tün şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın; eğer doğru iseniz (bunu yapın). Yok eğer ya-pamadınızsa, ki asla yapamayacaksınız, o halde yakıtı insanlar ve taşlar olan, inkarcılar İçin hazırlanmış ateşten sakının." (2: 23-24). Bu, müşriklere son bir meydan okumaydı; edebi mükemmeliyeti ve ele aldığı konuları ve Öğretisi itibariyle eşsiz olan Kur'ân'ın hiç bir insan tarafından üretilemeyeceğine bütün İslâm düşmanlarım ve muhaliflerini kesin olarak ikna etme gayesini güdüyordu. Hiçbir insan tarafından üretilemeyeceğine göre Al­lah tarafından vahyedildiği bîr gerçektir. (The Meaning ofthe Qur'an, c. I, sh. 62).

Müşriklerin bir diğer itiraz noktası da Al­lah'ın kendilerine hidâyet rehberi olarak bir insandan ziyade melek göndermesini tercih etmeleriydi. Kur'ân bu itiraza şöyle cevap vermektedir: "Kavminden, kendilerine dünya hayatında bol nimet verdiğimiz o inkâr eden ve âhiret (hayatm)a kavuşmayı yalanlayan eş­raf takımı dedi ki: 'Bu da sîzin gibi bir insan­dan başka bir şey değildir. Sizin yediğinizden yiyor, sizin içtiğinizden içiyor. Eğer sizin gibi bir insana itaat ederseniz o takdirde siz, mut­laka ziyana uğrayanlarsınız demektir." (23: 33-34). Yine aynı sûrede şu âyet vardır: "Kavminin içinden ileri gelen inkarcı bir grup (diğerlerine şöyle) dedi: 'Bu da sizin gibi bir insandan başka birşey değildir. Size üstün gelmek (size hâkim olmak) istiyor. Eğer Al­lah (elçi göndermek) dileseydi, melekleri in­dirirdi. Biz ilk atalarımızdan beri böyle birşey işitmedik." (23: 24). Hz. Peygamber @'e ya­pılan bu tür eleştirilere Furkan sûresinde de temas edilmektedir: "Dediler: 'Bu ne biçim peygamber ki yemek yiyor, çarşılarda gezi­yor? Ona kendisiyle beraber uyarıcı olacak bir melek indirilmeli değil mi? Yahut, kendi­sine (gökten) bir hazine atılmalı, yahut kendi­sinin bir bahçesi olmalı da ondan (hiç zahmet ve meşakkat çekmeden) yemeli değil mi?' Ve zâlimler: 'Siz başka değil, sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz' dediler." (25: 7-9). Bu âyetler müşriklerin kafasının nasıl karışık olduğunu ve Raûlullah @'den nasıl gülünç taleplerde bulunduklarını göstermektedir. On­lar bir insanın Allah'ın Elçisi olabileceğine İnanmıyorlardı. Onlara göre böyle bir Elçi kendisine inanmayanları tehdit etmek için İlâhî yardımla, eziyet ve kötülüklerden etki­lenmeden bu dünyada yüksek bir hayat sevi­yesine sahip olmalıydı (The Meaning of the Qur'an, c. VIII, sh. 180).

Kur'ân, müşriklerin bu garip fikirlerini red­detmekte ve şunu savunmaktadır: "Biz sen­den önce yalnız kendilerine vahyettiğimiz adamlardan başkasını peygamber gönderme­dik. Eğer bilmiyorsanız zikir ehline (yani me­seleyi bilen, eski Kitâb sahiplerine) sorun. Biz onları yemek yemeyen ceset(ler) yapma­dık. (Onlar), ölümsüz de değillerdi." (21: 7-8). Bu onların itirazlarına ve garip taleplerine verilen cevaptır. Onlara, bilgi eksikliğinden doğan şüpheleri varsa gerçeği Yahudilerden tasdik ettirmeleri söylenmektedir, çünkü Hz. Peygamber @'in düşmanı olsalar bile Musa @ ve Davud @ dahil bütün peygamberlerin İnsanlardan olduğunu İkrar edecektiler. Yusuf sûresinde şu âyet vardır: "Senden önce de şe­hirler halkından, yalnız kendilerine vahyetti­ğimiz erkeklerden başka, (elçi) göndermedik. Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, kendilerin­den öncekilerin sonunun nasıl olduğunu gör­sünler? (Günahlardan) korunanlar için âhiret yurdu daha iyidir. Aklınızı kullanmıyor mu­sunuz?" (12: 109).

Daha sonra Kur'ân bu noktayı bir diğer açı­dan ele alır ve şöyle delil getirir: "Biz onlara melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle ko­nuşsaydı ve herşeyi toplayıp karşılarına getir-seydik, Allah dilemedikten sonra yine de inanmazlardı; fakat çokları (bunu) bilmezler." (6: 111). Burada müşriklere, Hakkı kabul ya da reddetmenin kendi hür iradelerine bırakıl­dığı ve Allah'ın kimseyi zorlamadığı açıklan­maktadır. Bu sebeple Allah insanların fıtratı­nı, seçme özgürlükleri olmadığı için yaptıkla­rından sorumlu da tutulmayan türler gibi, fi­kir ve amel hürriyetinden mahrum kalacak şekilde değiştirmeye de niyet etmemiştir. Çünkü bu insanın yaratılış gayesindeki hik­mete aykırı bir durumdur. (The Meaning oj îhe Qur'an, c. III, sh. 143). Aynı husus şu âyetle de vurgulanmıştır: "(İnanmak için) ille meleklerin gelmesini, yahut Rabb'inin gelme­sini ya da Rabb'inin bazı âyetlerinin gelmesi­ni mi bekliyorlar? Ama Rabb'inin bazı (kıyamet) işaretleri geldiği gün, daha önce inanma-mışsa yahut imanıyla bir İyüik kazanmamış ya da imanından bir hayır kazanmamış olan kimseye, artık inanması bir fayda sağlamaz. De ki: 'Bekleyin, biz de beklemekteyiz." (6: 158). Bu müşriklerin talep ettiği mucizelerin geldiği günün onlar için bir karar günü olaca­ğı belirtilmektedir, çünkü bu mucizelere da­yanarak elde edilen imanın bir kıymeti yok­tur. Furkan sûresinde bu durum şu sözlerle tekrar edilmektedir: "Melekleri gördükleri gün, işte o gün suçlulara müjde yoktur ve '(Size sevinmek) yasaktır, yasak!' derler. Yaptıkları her işin önüne geçtik de, onu (etra­fa) saçılmış toz zerreleri hâline getirdik (inan­madıklarından dolayı kendilerinin yaptıkları bazı güzel amelleri de sildik, boşa çıkardık. Çünkü güzel amel, ancak imanla makbul­dür)." (25: 22-23).

Yine Kur'ân onların taleplerinden bir diğerini ele alır ve onları konu Üzerinde ciddi şekilde düşünmeye çağırır: "De ki: 'Yeryüzünde yer­leşip dolaşanlar melek olsalardı, biz de onlara gökten peygamber olarak bir melek gönderir­dik." (17: 95). Kur'ân'ın bu âyeti şunu vurgu­lamaktadır; "bir Elçi sadece Allah'ın mesajını ulaştırmakla yükümlü değildir, aynı zamanda insan hayatını bu tebliğe uygun şekilde dü­zenlemekle de yükümlüdür. Tebliğin ilkeleri­ni insanoğlunun şartlarına uygulamalı ve ken­disi bu ilkeleri yaşayarak göstermelidir. Ayrı­ca, Tebliğini dinlemeye ve anlamaya çalışan İnsanların sahip olduğu yanlış fikirleri de de­ğiştirmeye çalışmalıdır. Bunun yanında, mü­minleri Tebliğin öğretilerini temel alan bir toplum oluşturabilecekleri seviyeye getirmek için eğitmelidir. Tebliğine muhalefet eden ve onu reddedenlere karşı mücadele etmeli, top­lumsal çürümenin karşısında boyun eğmiş olan güçleri ayağa kaldırıp Allah'ın Elçisini gönderme sebebi olan düzenlemeleri gerçek­leştirmelidir. Bütün bu işler insanların yaşadı­ğı bir toplumda yapılmak zorunda olacağı için bu vazifeyi sadece bir insan gerçekleşti­rebilir. Eğer Elçi olarak bir melek gönderil­miş olsaydı, onun yapabileceği şey en çok tebliği ulaştırmak olurdu, çünkü o inanlar ara­sında yaşayamazdı ve onların hayatlarını ve meselelerini paylaşamazdı, böylece de reform imkânı doğmazdı. Bu nedenle reform gayesi­ni gerçekleştirmeye en uygun aday Elçi'nin insanlar arasından olmasıdır." (The Meaning ofthe Qufan, c. VI, sh. 168).

Bu durum şu âyetlerle daha da vurgulanmış­tır: "Ona bir melek indirilmeli değil miydi?' dediler. Eğer bir melek indirseydik, iş bitiril­miş olurdu, artık kendilerine hiç göz açtınl-mazdı. Eğer O'nu (yani peygamberi) melek yapsaydık, yine bir adam (şeklinde) yapardık ve onları yine düştükleri kuşkuya düşürür­dük." (6: 8-9). Bu âyet onların talebine çok gerçekçi bir cevap vermektedir. Birincisi, eğer Allah bir melek göndermiş olsaydı, ken­dilerini düzeltmek ve ıslâh etmek için onlara hiçbir mühlet tanınmazdı. Kendilerine, inan­maktan başka alternatif bırakmayacak şekilde hakikati çok aşikâr kılmak için melek gönderilmemiş ve böylece onlara bir fırsat tanın­mıştır. Şurası açıktır ki, bu durum, dünyadaki hayatlarının gayesi olan hür iradelerinin de­nenmesini beyhude kılardı. Bu yüzden her­hangi bir melek gönderilmemiştir.

İnsanoğlu imtihandan geçmeli ve görülmez hakikati onu çıplak gözle görmeden aklını ve düşünme yeteneklerini doğru yolda kullana­rak keşfetmeli, sonra da bu hakikatin gerekle­ri doğrultusunda nefsini ve şehvetini kontrol altına almalıdır. İşte bu yüzden, "görünmeye­nin (gayb)" imtihan gereği görünmez olarak kalması gerektiği açıktır. İkincisi, imtihan dö­nemi olan dünya hayatı da varlığını ancak "görünmeyen" görünmez kaldığı sürece sürdürecektir. "Görünmeyen (gayb)" aşikâr hâle gelince bu imtihan "bu dönem" kendiliğinden sona erecek ve imtihanın sonuçlan ortaya çı­kacaktır. Bu sebeple Allah melek gönderilme­si talebini karşılamamaktadır. Çünkü Allah imtihan dönemi sona ermeden önce, sizi imi-tihan etmeyi bırakmak istememektedir. Üçün­cüsü, insanlara hidâyet rehberi olabilecek di­ğer tek alternatif insan şeklinde bir melek göndermek olabilirdi. Ve Allah buyurmakta­dır ki, eğer insan kılığında bir melek gönder­miş olsaydı müşrikler yine Hz. Muhammed @'i tanımakta duydukları güçlüğün aynısını onu tanımak için de duyacaklardı. Bu da ken­dilerini daha çok şüpheler içine itecekti. Bu bakımdan, Allah'ın Elçisi'ne destek olacak bir melek göndermemesi tebliğe muhatap kit­lenin kendi iyiliklerine olmuştur (The Mea-ning ofthe Qur'an, c. VI, sh. 98-99).

Böylece Kur'ân müşriklerin taleplerini hiçbir karşı cevap veremeyecekleri tarzda çok yu­muşak ve ikna edici delillerle bertaraf etmiş­tir. Onların Hz. Peygamber @'i sahtekârlıkla suçlamaları karşısında, Rasûlullah @'in bü­tün hayatım aralarında geçirdiği ve onun hak­kında kendilerine gizli kalan hiçbir şey olma­dığı ifade edilmiştir. O kendilerinin de şeha-det ettiği gibi aralarındaki en güvenilir ve dü­rüst bir insandı, öyleyse Yaratıcısına karşı na­sıl yalan söyleyebilirdi? Onlar bu basit gerçeği anlamıyorlar mıydı? Onlar, bu konuda baş­kalarından yardım gördüğünü söylediler. Bu onların çözemiyecekleri bir sır mı idi ki? Eğer buna gerçekten inanıyorlarsa bu yüce şeyleri söylemekte ona yardım edeni niçin or­taya çıkarmıyorlardı? Zaten, o aralarında ya­şıyordu ve mekânı onlar için bilinmeyen bir sır değildi. Gerçek şuydu ki onlar Rasûlullah @ hakkında söylediklerine gerçekte inanmı­yorlardı. Eğer benzer sözleri yazabilecekleri-ni söylüyorlarsa ve iddialarında samimi iseler haydi Kur'ân sûrelerine benzer bir sûre ge-tİrsinlerdi. Ancak, Allah'tan başka dost edin­diklerini çağırsalar bile böyle bir sûre mey­dana getiremezlerdi. Müşrikler ne böyle bir sûre getirebildiler ve ne de Kur'ân'ın meydan okumasına cevap verebildiler.

Müşriklerin Hz. Peygamber @ 'e yönelttikleri suçlamaların hiçbir güvenilir ve akılcı temeli yoktu. Bu yüzden zaman zaman değişik yeni suçlamalarda bulundular. Onlar, Allah Elçi gönderecekse melek göndermeliydi, o zaman ona kolayca inanırdık dediler. Onlara, eğer kendilerine melek gönderilseydi ve onları inanmaya zorlasaydı, bunun, Allah'ın Hesabı­nın hikmetine aykırı olacağı söylendi. İnsan­lar yeryüzüne belli bir zaman dilimi içinde imtihan edilmek üzere gönderilmişlerdi. Ha­kikati, Allah'ın Elçilerinin rehberliğinde bul­malı ve kendi hür iradeleri İle buna uygun davranmalıdırlar. Daha sonra Hüküm Günün­de Allah tarafından yargılanacaklardır ve iyi­lik yapanlar Cennet ile mükâfatlandırılacak ve kötülük yapanlar da Cehennem ile ceza­landırılacaktır. Dolayısıyla, onların Elçi ola­rak insan yerine melek istemeleri kendileri için çok akıllıca olmayacaktır. Şayet bir me­lek gönderilseydi, insanlara rehberlik ve ör­neklik etmek için uygun bir varlık olmaya­caktı, tnsan şeklinde bir melek gönderilmesi hâlinde de, onun melek olması gerektiği gibi itirazlar yinelenecekti. Hz. Peygamber @ mu­halifleriyle çok yumuşak ve mâkûl bir şekilde münazara etmiş, onlara iddiaları doğrultusun­da yaklaşmış ve onları bu hususta tatmin et­meye çalışmıştı. O müşriklerin bütün suçlama ve itirazlarını delilleriyle cevaplamış, onlara mantık ve idraklerini kullanmalarını hatırlat­mıştı. Ne var ki, müşriklerin ileri gelenleri sağduyularım hemen hemen hiç kullanmadı­lar. Kendisine inanmamalarının başlıca nede­ni, onu fazla zengin olmayan ve dünya malı bulunmayan sıradan bir kişi olarak tanımaları ve çekememeleriydi. Hafife alarak, böyle bir insanm nasıl Allah'ın Elçisi olabileceğini sor­dular. Eğer Allah Elçi gönderecek olsaydı iki büyük şehrin zengin ve ulu kişilerinden birini seçmeliydi: "Ve dediler ki: 'Bu Kur'ân, iki şehrin birinden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?" (43: 31). Yani Mekke'nin ve Taif'in ileri gelenleri böyle bir mevkinin fakir bir insana emanet edilemiyeceğini düşünü­yorlardı. Kıt anlayış ve bilgileriyle, pey­gamberliğe Hz. Muhammed @'den daha lâyık olduklarını düşünüyor, bu dünyanın bütün iyi şeylerini kendilerine uygun görüyor­lardı. İktidar ellerindeyken ve bu dünyanın nimetlerinden bol bol faydalanıyorken Kur'ân'ın delillerine kulak asıp onun mesajını cidden düşünmeleri çok zordu. Ancak sonun­da, Kur'ân bütün zalimane iddia ve taleplere galip gelmiştir.

 

Ahiret

 

Ahiret kavramı da İslâm inancının önemli bir kısmıdır. İnsanoğlunun Ölümden sonra hayat olduğuna inanması farzdır, ancak yine, insan­ların tam tatmin olmasını sağlamak için bu kavramı destekleyen deliller verilmiştir. Bu sayede insan onu güvenilir bilgilere dayana­rak ve kendi hür idadesiyle kabul veya red­detsin. Gerçek bilgiye dayanan muhakeme islâm'ın bütün temel kavramlarının anahtarı­dır, islâm'ın kavramlarım kabul edenler, on­ların hakikati hakkında tam bir bilgi sahibi olarak kabul ederler; şayet reddediyorlarsa sonuçlarından bizzat sorumludurlar. Çünkü hak, bâtıldan açıkça ve tamamen ayırdedil-nıiştir. Kur'ân müşriklerin ahireti inkârlarına Şöyle değinmektedir: "Dediler ki: 'Ne varsa dünya hayatımızdır, başka birşey yoktur. Ölürüz, yaşarız. Bizi zamanın geçişi yokluğa sü­rükler.' Fakat onların bu hususta hiçbir bilgi­leri yoktur. Onlar sadece zannediyorlar." (45: 24).

Bu âyet âhireti inkâr edenlerin câhil oldukla­rını, çünkü ölümden sonraki hayatı inkârları­nın herhangi bir gerçek bilgiye değil, zanna dayandığını vurgulamaktadır. Ölümden sonra hayat olmadığı, insanın Allah'ın Emriyle de­ğil, tesadüfen veya tabiatın kör kuvveti neti­cesinde öldüğü ve geriye toz-topraktan başka birşey kalmadığı şeklindeki düşünceler, sade­ce âhireti inkâr edenlerin zanlandır. Onlar "bu hayattan sonra ne olacağını bilmeyiz" de­mekten başka ileri gitmezler. Fakat bu hayat­tan sonra başka bir hayatın olmadığım söyle­mek tamamen mantıkdışı bir iddiadır. Onla­rın, "insanın ruhunu Allah kabzetmez, insan tıpkı bir saat gibi zamanla durur ve çürür" şeklindeki sözleri akla ve mantığa dayanmaz. Onlar sadece böyle olmasını arzu ediyorlar.

Çünkü ölümden sonra bir hayatın olması ve yaptıklarının hesabını vermeleri işlerine gel­mez. İşte bu yüzden ruhu tamamen inkâr ede­rek, bu heva ve heveslerine dayanan istekleri­ni bir inanç hâline getirmişlerdir (The Mea­ning ofthe Qur'an, c. V, sh. 768).

Şimdi soru şudur: İnsanların sahip olduğu ke­sin bilgiler ışığında tesadüfi Ölüm veya Al­lah'ın emri ile ölüm; ölümden sonra hayat ve­ya ölümden sonra yokluk ihtimalleri eşittir. O hâlde inkarcılar nasıl âhireti inkâr etmek gibi bir sonuca varabilirler? Halbuki âhiretin va­rolma ihtimali daha yüksektir, çünkü Ahiret Nuh aleyhisselâmdan Muhammed aleyhis-selâm'a kadar gelen ve aralarında Hz. İbra­him, Hz. Musa, Hz. Davud ve Hz. İsa gibi bü­yük insanların da bulunduğu bir tebliğ zinciri tarafından da tasdik edilmiştir. Bu peygam­berler değişik çağlarda ve değişik toplumlara gelmişler ve hepsi de ölümden sonraki haya­tın varolduğunu tasdik etmişlerdir. Böyle dö­nemlerinin en güvenilir ve dürüst insanları olan kişilerden güçlü deliller sâdır olduktan sonra, bu inkarcı kimseler âhiret inancına kar­şı çıkmayı hangi tarihî delil ve mantıkî temel­lere dayandırmaktadırlar? Böyle bir dayanak­ları olmaması, bunlann, mesele hakkında bil­gi temelinde değil, hevâ ve heveslerine uya­rak karar verdiklerini göstermektedir. Çünkü hayattan istedikleri gibi kâm almaya bakmak­tadırlar. Dolayısıyla "kendi" arzu ve hevesle­rine iman etmekte, dönemlerinde yaşamış bu­lunan hikmet sahibi kişilerin sundukları diğer fikirleri inkâr etmektedirler (Tefheem al-Qur'an, c. V, sh. 590-591).

Kur'ân âhiret kavramını savunmak için kuv­vetli deliller getirmektedir: "Hepinizin dönü­şü O'nadır. Bu, Allah'ın gerçek olarak verdi­ği sözdür. O, yaratmağa başlar, sonra iman edip salih amellerde bulunanlara adaletle karşılık vermek için yaratmayı tekrar eder, (dönüp yeniden yaratır). İnkâr edenlere gelin­ce, inkârlanndan ötürü kaynar sudan bir içki ve acı bir azâb vardır." (10: 4). Bu ifadeler hem bir iddia, hem de bir delildir. Allah'ın bütün insanları yeniden yaratacağı ifadesi id­dia; bu işin O'nun için çok kolay olduğu, na­sıl ki her şeyi ilkin yaratmışsa öyle olacağı da bir delildir; onları ikinci kez yaratmak daha kolaydır. Yaratma sürecinin tamamen Allah tarafından başlatıldığını tasdik eden kimse, bunun imkânsız yahut akıl dışı olduğuna hük-medemez. Daha sonra Allah'ın insanoğlunu niçin yeniden yaratacağı da açıklanmaktadır: İman edenleri mükâfatlandırmak ve inkâr edenleri cezalandırmaktır. Ölümden sonra di­rilişin mümkün olduğu gösterildikten sonra, bu karşılıkların mutlak ve kesin olarak adalet ve sağduyunun İcabından olduğu zikredilir. Çünkü tam adalet başka türlü gerçekleştirile­mez. Sağduyu ve adalet, iman eden ve salih amel işleyenlerin mükâfatının tam olarak ve­rilmesini; inanmayan, hakikati reddeden ve kötü ameller işleyenlerin gereğince cezalandı­rılmasını gerektirir. Muhakeme sahibi ve âdil her insan bilir ki, adalet şartları bu dünyada bütünüyle icra edilemez. Dolayısıyla adaletin mutlak manâda icrası için tüm insanların tek­rar diriltilmesi asıl olmaktadır (The Meaning ofthe Qur'an, c. VI, sh. 10-11).

Bu şekilde düşünmek, öldükten sonra ruhların faziletli veya faziletsiz oluşlarına göre başka bedenlere geçtiğini İddia eden "tenasüh" inancının temel hatasını da ortaya çıkarmak­tadır. Bu inanç, adaletin yerini bulması mese­lesini çözmeye yardımcı olamayıp bilakis onu daha da karmaşık yapacaktır; iyi ve kötü fiil­lerin katlanarak katmerli bir biçimde nesilden nesile yeniden aktarılmasıyla bunu, içinden çıkılmaz bir hâle sokacaktır. Böylece "tena­süh" inancına göre, bir insanın hesabı hiçbir zaman müstekar olamayacak, kararlaştırıla-mayacaktır (The Meaning of îhe Qur'an, c. IV, sh. 24-28). Rum sûresinde şu âyetler yer alır: "Allah yaratmağa başlar, sonra onu çevi­rip yeniden yapar; sonra O'na döndürülür­sünüz. (Kıyamet) saat(İ) koptuğu gün, suçlu­lar (umutsuzluk içinde) susarlar. (Allah'a) or­tak (koştukları putlarından da kendilerine hiçbir şefaatçi çıkmaz. Onlar (o zaman) or^ taklarını inkâr ederler. (Kıyamet) sa <t(i) koptuğu gün, o gün (iman edenler ve etmeyenler) ayrılırlar: İman edip salih amel işleyenler, on­lar (çiçekli, ırmaklı) bir bahçe içinde neşelen­dirilirler. Fakat inkâr edip âyetlerimizi ve âhiret buluşmasını yalanlayanlar, işte onlar (tutuklanıp) azabın içine getirilirler." (30: 11-16).

Kur'ân daha sonra onlara kendi yaratılışlarına ve fizikî âlemde her mevsim gözledikleri mu­cizelere bakmalarını söylemektedir; baharda­ki yeşerme ve sonbahardaki solmanın kendi nihai kaderlerini insanlara hatırlatması gerek­tiğini ifade etmektedir: "Ey insanlar! Eğer öl­dükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz (bi­lin ki) biz sizi (önce) topraktan, sonra nut-fe(sperma)dan, sonra alâka(embrîyo)dan, sonra yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gösterelim. Dilediğimizi belli bir süre­ye kadar rahimlerde tutuyoruz; sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz. Sonra güç (ve kabi­liyetlerinize ermeniz için (sizi büyütüyoruz). İçinizden kimi (henüz çocukken) Öldürülüyor, kimi de ömrün en kötü çağına (ihtiyarlığa) iti­liyor ki, bilirken bir şey bilmez hâle gelsin (çocukluğundaki gibi vücutça ve akılca güç­süz bir duruma düşsün). Yeri de kurumuş, öl­müş görürsün. Fakat biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabarır ve her gü­zel çiftten bitirir.

Bunlar yalnız Allah'ın gerçek olduğunu, ölü­leri dirilttiğini, gücünün herşeye yettiğini, şüphe götürmeyen kıyamet saatinin geleceği­ni, Allah'ın kabirlerde olanı dirilteceğini gös­terir.

İnsanlardan kimi bilmeden, ne bir yol göste­reni, ne de aydınlatıcı bir Kitab'ı da olmadan, Allah hakkında tartışır. Allah'ın yolundan saptırmak için yanını döndürerek (kabara ka­bara tartışmasını sürdürür), dünyada onun için bir kepazelik vardır. Kıyamet günü de ona yakıcı azabı tattıracağız." (22: 5-9).

Nahl sûresinde bu gerçeğe şu ifadelerle deği­nilmektedir: "Allah gökten su indirir ve ölümünden sonra yeri diriltir. Kulak veren kim­seler için bunda ibretler vardır." (16: 65).

Kur'ân'ın bu âyetleri ölümden sonraki hayatla ilgili güçlü deliller ortaya koymaktadır ve inkarcılardan bu kavramı reddetmelerinin an­cak gerçek bilgi ve akılcı temellere dayalı gü­venilir delillere sahip olurlarsa (ki değildirler) kabul edilebileceğini ifade etmektedir. Delil­ler değişik şekillerde ortaya konmuştur: İnsa­nın yaratılışından baharda ölü toprağın yeni­den canlanışına kadar pek çok çeşit örnek okuyanları Yaratıcının müthiş Kudret ve İl­mine ikna etmek için sergilenmiştir; dolayı­sıyla böyle bir yaratıcı için bütün bunlar çok kolay olduğu gibi, ölümden sonra hayatı mümkün kılmak da O'nun için bir mesele teş­kil etmeyecektir. Üstelik, herkesin dünyadaki hayatında yaptığı iyi işlere karşılık mükâfat, kötü işlere karşılık ceza görmesi için ölümden sonra hayat olması akıl ve adaletin talebidir.

 

İlmi Bakış Açısı

 

Daha sonra aynı kavrama şu âyetle değinildi­ğini görüyoruz; "Allah'ın rahmetinin eserleri­ne bakın ki, nasıl yeri ölümünden sonra diril­tiyor?! Şüphe yok ki, O, Ölüleri de diriltecek -tir. O, her şeye Kadirdir." (30: 50).

İnsanların Kur'ân'ın ikazlarına kulak vermesi ve hayat tarzlarını düzeltmeleri için Hüküm Gününün gerçekleşeceğine dair yapılan vur­gulamalar Kur'ân'da esaslı bir yer teşkil eden bir yöntemdir. Bu tarz bir muhakeme, insan­ların iman hakikatine kütleler halinde gelme­sine ve müminlerin inançlarının güçlenmesi­ne kapı açmakla kalmamakta; aynı zamanda, insanlar arasında sorgulama ruhunu doğur­makta ve ilmî bir tutum geliştirmelerine yar­dım etmektedir. Hz. Muhammed @'in insan­lığa en büyük hediyelerinden biri, hayatın ahlâkî, manevî veya fizikî her yönünde insa­noğlunun akılcı bir yaklaşım geliştirmesini sağlamak olmuştur. Onun İslâm'ın en önemli ve temel kavramlarım bile hiç istisnasız nasıl mantıklı ve akıllı bir biçimde açıklamaya çalıştığı daha önce gösterilmişti. Bu böyle ol­muştur; çünkü, İslâm açık bir inanç sistemidir ve herkesi bu İnancın değişik yönlerini ince­lemeye, tartışmaya ve tahlile; bu kavramlara ancak doğruluğuna tamamen ikna oldukların­da inanmaya davet etmektedir. Bu inanç sis­teminde insanlara aklen açıklanamayacak hiç­bir karanlık saha ve doğma yoktur. İslâm'ın bu ilmî yaklaşımı insanoğlunun "kendini", ta­rihini ve fizikî âlemi incelemesini ve araştır­masını sağlayan yeni ufuklar ve görüş alanları açarak günümüzün ilmî gelişmelerine öncü­lük etmiştir.

 

Mucize Talebi

 

Mekke'li müşrikler Hz. Muhammed @'den peygamberliğini destekleyecek mucizeler (âyetler-alâmetler) istediler; ancak onlara Rasûlullah @'in vazifesinin onların istedikle­ri şeyleri üretmek değil, insanları Allah'ın yo­luna davet etmek olduğu söylenmiştir. Kaldı ki, kendisinden istenen şeyleri yapmak onun elinde de değildi. Kur'ân-ı Kerîm, müşrikle­rin bu tür mucize taleplerini defalarca redde­derek Kur'ân'dan daha büyük ne gibi bir mu­cize olabileceğini sormuştur: "Onlara bir âyet getirmediğin zaman; '(Öteki âyetleri surdan burdan topladığın gibi) bunu da toplasaydın ya!' derler. De ki: 'Ben, ancak Rabb'imden bana vahyolunana uyuyorum. Bu (Kur'ân), Rabb'inizden gelen basiretler (gönül gözlerini açan nurlar)dır ve inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmettir!" (7: 203). Bu âyet niye mucizeler gösterilmediğini açıkça izah et­mektedir. Birincisi, Peygamber @'in bunun üzerinde herhangi bir kontrolü yoktur ve o, talep edildi diye veya insanların ihtiyaç his­settiklerini anladığı için mucizeler yaratabile­cek konumda da değildir. O sadece bir tebliğ-cİdir ve onun vazifesi kendisini gönderen Yü­ce Varlığa ulaştırmada Rehberlik etmektir. İkincisi, Hz. Peygamber @, inkarcılara, muci­zeler talep etmek yerine kendilerine gönderi­len Kur'ân'ı ciddî şekilde mütalaa etmelerinin kendileri için daha akıllıca bir iş olacağını söylemektedir (The Meaning of the Qur'an, c. IV, sh. 100).

Bu durum inkarcılara defalarca açık açık izah edilmiştir. Onlar ise hiçbir zaman Kur'ân'ı ve Peygamberin Vazifesini anlama gayreti İçin­de olmadılar; küfür bataklığının içine yuvar­landıkça yuvarlandılar. Hz. Peygamber @ bu insanların bu ya da şu şekilde İslâm'a girme­lerini çok arzuluyordu. Bu endişe ve arzu içinde, buna bazı âyetlerin (alâmetlerin-muci-zelerin) yardımcı olabileceğini düşünüyordu, ancak Allah tarafından ona bu konuda şöyle hitapta bulunuldu: "Eğer onların yüz çevir­mesi sana ağır geldiyse, haydi (yapabilirsen) yerin içine (inebileceğin) bir delik, ya da gö­ğe çıkabileceğin) bir merdiven ara ki onlara bir mucize getiresin. Allah dileseydi, elbette onları hidayet üzerinde toplardı, o hâlde câhillerden olma! Ancak kulak verenler (çağ­rıya) gelir; ölülere gelince Allah onları diril­tir, sonra O'na döndürülürler." (6: 35-36). Hz. Peygamber @'e burada onların inkârı kendi­sini üzüyorsa da, onları İslâm'a getirme konusunda bir şey yapamıyacağı söylenmekte­dir: "İnatlan karşısında sabırsızlık gösterme, vazifeni bizim çizdiğimiz yolda ısrarla yerine getirmeye devam et. Eğer bu vazife mucize­lerle yerine getirilecek olsaydı, bunu bizzat kendimiz yapamaz mıydık? Fakat istenilen zihnî ve ahlâkî inkılâbın gerçekleşmesi ve se­nin oluşturmak üzere bir elçi olarak seçildiğin muttaki toplumun kurulması için bu yolun uygun olmadığını biz biliyoruz. Bununla bir­likte, eğer kayıtsızlıklarının ve inkârlarının yol açtığı gönlünün acısına katlanamıyorsan ve kabul edebilecekleri apaçık bir âyetin on­ların zihinlerinde ve gönüllerindeki katılığı kırabileceğini düşünüyorsan, o zaman kendin Öyle bir alâmet/âyet getirmeye uğraş; gücün yeterse yeri del, geç veya göklere çık. Fakat sünnetimizde böyle bir şeye yer olmadığın­dan bu arzunu yerine getirmemizi Biz'den bekleme." Bu, Allah'ın gayesinin tek tek her insanın şu ya da bu şekilde Hidâyet'i kabule zorlanması olmadığını belirtmek içindir. Al­lah'ın iradesi böyle olmuş olsaydı, o zaman insanları melekler gibi, ta doğuştan muttaki ve sâlih olacak şekilde yaratırdı. O vakit de peygamberler ve kitaplar göndermeye gerek kalmazdı (The Meaning ofthe Qur'an, c. VI, sh. 108).

Rasûlullah @'in ve peygamberliğin amacı bu değildi; Allah bunun için insanları Hidâyete eriştirmede Kendi uygun gördüğü yolları uy­gulamaya geçirtmiştir:

"Andolsun biz bu Kur'ân'da insanlara her çe­şit misali türlü biçimlerde anlattık, ama insan­lardan çoğu, inkârda direttiler. Dediler ki: 'Yerden bize kaynaklar fışkırtmadıkça sana inanmayız. Yahut senin hurmalardan ve üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı, arala­rından ırmaklar akıtmalısın! Yahut zannetti­ğin gibi üzerimize gökten parçalar düşürmeli-sin, yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza ge­tirmelisin (onlar, senin doğru söylediğine şahitlik etmelidirler)! Yahut altın bir evin ol­malı, ya da göğe çıkmalısın. Maamâfih, sen, bizim üzerimize, okuyacağımız bir Kitap indirmedikçe senin (tek basma) göğe çıkmana da İnanmayız!' De ki: '(Bu gibi hayalleri tek­lif etmekten) Rabbimi tenzih ederim! (hâşâ, ben O'na böyle şeyler yapmasını teklif ede­mem.) Ben, sadece elçi ol(arak gönderil)en bir insan değil miyim?" (17: 89-93).

Bu âyet, Peygamber @'e inanmaları için on­dan peygamberliğine delil olacak mucizeler isteyen inkarcıların talebini kati suretle red­detmektedir. Eğer Peygamber @'in iddiasının sahihliği hakkında gerçekten ve samimi ola­rak bir hüküm vermek istiyorlarsa O'nun Tebliğinin muhtevasına bakarak bir hükme varmalıydılar. Eğer bu tebliğin Hakikate da­yandığına ve tamamıyla akılcı olduğuna ikna olduysalar onu saçma sapan isteklerde bulun­madan kabul etmeli İdiler. Diğer yandan, on­da herhangi bir eksiklik bulurlarsa onu red-detsinlerdi. Eğer iddialarının doğru olup ol­madığını denemek istiyor İdiyseler, Hz. Pey­gamber @'in bir insan olarak davranışına, ahlâkına ve dâvetine bakarak hükmedebilir-lerdi. Bunları yapmak yerine, ondan yerden kaynaklar fışkırtmasını veya göğü parça par­ça üstlerine düşürmesini istemeleri saçmalık değil midir? Peygamberlikle bu gibi şeyler arasında acaba ne gibi bir ilgi ve bağ vardır? (The Meaning ofthe Qur'an, c. VI, sh. 167-168).

Kur'ân bu delilini Bakara sûresinde, şu şekil­de tekrar etmektedir: "Bilmeyenler dediler ki: 'Allah bizimle konuşmalı, ya da bize bir âyet (mucize) gelmeli değil miydi?' Onlardan ön­cekiler de onların dedikleri gibi demişlerdi. Kalpleri birbirine benzedi. Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere âyetleri apaçık gösterdik. Doğrusu Biz seni, hak ile, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Cehennem halkın­dan sen sorumlu değilsin." (2: 118-119). Bu âyetlerde, Kur'ân, inkarcılardan gözlerini açıp, dikkatle bakmalarım istemiştir; bu tak­dirde Hz. Peygamber@'in şahsında en parlak âyeti (mucizeyi) göreceklerdir. Onun bütün iffetli ve asıl hayatı onların arasında geçmiştir ki, bu bile tek başına onun Allah'ın peygam­beri olduğunun açık delili (âyeti)dîr. Bunun İçin onların başka bir delile (âyete, mucizeye) ihtiyaçları yoktur (The Meaning of the Qur'an, c. I, sh. 106-107).

Daha sonra Rad sûresinde şu âyeti görmekte­yiz: "İnkâr edenler diyorlar ki: 'Ona Rabb'in-den bir âyet (mucize) indirilmeli değil miy­di?' Sen ancak bir uyarıcısın, her toplumun bir yol göstericisi vardır." (13: 7). Burada inkarcıların zihniyetine işaret edilmiştir. On­lara göre Hz. Muhammed @'in doğruluğuna hükmetmeleri için tek geçerli ölçü onun mu­cize gerçekleştirmesiydi. Çünkü onlar onun öğretilerini akılcı münazara yoluyla değerlen­dirmeyi değil, peygamberliğine delil olarak mucize istiyorlardı. Onlara bu mantıksız is­tekleri ile ilgili doğrudan bir cevap verilmedi, ancak onların mucize taleplerine aldırış et­meksizin vazifesini sürdüren Hz. Muhammed @ vasıtasıyla dolaylı bir cevap verildi. Çünkü inkarcıların akıbetinin ne olacağı onun vazi­fesi ile ilgili bir şey değildi.

En'am sûresi bu konuya şöyle değinmekte­dir: "Dediler ki: 'Rabb'inden bir mucize indi­rilmeli değil miydi?' De ki: 'Şüphesiz Allah bir mucize indirmeye Kadirdir, fakat çokları bilmezler." (6: 37). Bu âyet Allah'ın pey­gamberine niçin mucizeler göndermediğini izah etmektedir. Bu, Allah buna muktedir olmadığı için değildir, ancak bunda onların an­layamadıkları Allah'ın Hikmeti vardır, bu sûrenin diğer âyetlerinde açıklandığı üzere (6: 8-9), eğer Allah onlara mucizeler gönde­rirse artık doğru yola dönmeleri için mühlet tanımayacaktır. İkincisi, Allah insanları muci­ze ve benzeri yollarla İslâm'a girmeye zorla­maz, ancak Tebliğini kendi arzularıyla kabul veya reddedecekleri sabit bir imtihan süresi verir. Üçüncüsü, Allah, bu dünya şartlarına uygun olarak onlara bahşetmiş olduğu muhakeme ve anlayış kabiliyetleri vasıtasıyla inan­malarını istemektedir. O imtihan dönemi bit­meden önce mucizeler yoluyla Gayb'm kapı­larını açmak niyetinde değildir. (The Mea­ning of the Qur'an, c. VI, sh. 98-99). Bu du­rum Bakara süresinde açıkça belirtilmiştir: "Onlar, bulut gölgeleri içinde, Allah'ın azabının ve meleklerin tepelerine İnip işin bit­mesini mi bekliyorlar? Bütün işler Allah'a dö­necektir." (2: 210).

Bu âyet Allah'ın elçileri ve onların vazifeleri ile ilgili temel Hakikati açıklamaktadır: Allah insanı, bir imtihandan geçmesi için bu dünya­ya göndermiştir. O, rasûlleri vasıtasıyla Hakk'ı (İslâm'ı) vahyetmiş ve insana bu ger­çeğe inanma veya inanmama, inandıktan son­ra ona teslim olma veya olmama hürriyetini vermiştir. O, hakikati insandan gizli tutar ve gönderdiği elçiler, kitaplara ve peygamberle­rin gösterdiği âyetler (mucizeler-belgeler) ışı­ğında, o gerçeği, mantığım ve aklını kullana­rak değerlendirip hüküm vermeyi insana bıra­kır. Allah, hakkı hiçbir zaman herkesin kayıt­sız şartsız kabul edeceği bir şekilde çırılçıplak gözler önüne sermez; çünkü, o zaman imtihan diye bir şey sözkonusu olamaz ve başarı veya başarısızlık kavramları manâlarını kaybeder­ler. Bundan dolayı Allah insanları şöyle uyar­maktadır: "Allah'ın melekleri ile birlikte tüm azameti ile önünüze çıkacağı günü bekleme­yin. O zaman sizin için azâb mühürle onay­lanmış olacak ve hiçbir şansınız da olmaya­caktır. O zaman iman ve itaat etmenin hiç bir anlamı kalmayacaktır. İman ancak, gerçek, si­zin duyularınızdan gizli igayb) iken ve siz aklınız ile muhakeme edip, hiçbir zorlama ol­maksızın onu kabul ederek ahlakî seviyenizi gösterdiğinizde değer kazanır. Allah'ı, istiva ettiği Arş'ta gözlerinizle görüp, yerde ve gök­te görevli melekleri müşahade ettiğiniz ve kendinizi tamamen O'nun kudreti altında his­settiğiniz zaman, iman ve itaatin hiçbir değeri olmayacaktır. O zaman inatçı kâfirler ve en büyük günahkârlar bile inanmama veya isya­na muktedir olamayacaktır. Fakat iş işten geçmiş olacaktır; çünkü imtihanın süresi dol­muştur. Perde kaldırılıp Hakikati herkes göz­leriyle görebildiğinde, kimseye şans tanınma­yacak ve artık imtihan olmayacaktır; çünkü artık Hüküm Günü gelmiştir." (The Meaning ofîhe Qur'an, c. I, sh. 156).

Ancak inkarcılar şu şekilde tartışıyorlardı: "Eğer kendilerine bir mucize gelirse ona mutlaka inanacaklar diye, bütün güçleriyle Allah'a yemin ettiler. De ki: 'Mucizeler, an­cak Allah katındadır.' Hem bilir misiniz o (mucize) gelmiş olsa da onlar yine inanmaz­lar? Gönüllerini ve gözlerini ters çeviririz, il­kin ona inanmadıkları gibi (mucizeyi gördük­ten sonra da inanmazlar) ve bırakırız onları, azgınlıkları içinde bocalayıp dururlar. Biz on­lara melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı ve herşeyi toplayıp karşılarına ge-tirseydik, Allah dilemedikten sonra yine inan­mazlardı; fakat çokları (bunu) bilmezler." (6: 109-111). Yani, "bâtılı reddedip, kendi hür ve serbest iradeleriyle Hakk'ı kabul etmeyecek­lerinden kendilerine Hakk'ı izletmek için ka­lan tek alternatif Allah'ın zorlamasıdır. Bu­nun için de, yaptıklarından sorumlu olmayan diğer türler gibi, kendilerini düşünce ve tatbik hürriyetinden mahrum bırakacak şekilde Al­lah'ın mahiyetlerini değiştirmesi gerekmekte­dir. Fakat bu, insanın yaratılışına aykırıdır. Dolayısıyla, Allah'ın, mucizeler şeklindeki olağandışı bir müdahaleyle onları inandırması beklenmemelidir." (The Meaning of the Qur'an, c. VI, sh. 143).

Kur'ân Mucizesi: İnkarcılara Peygamber @'in en büyük mucizesinin Kur'ân olduğu tekrar tekrar söylenmiştir. Eğer gören gözleri ve düşünen beyinleri varsa Kur'ân-ı Ke-rîm'de Hz. Muhammed @'in peygamberliği­ne ve vazifesine dair apaçık gerçek belgeler görecektirler. Taha sûresinde şöyle buyrul-maktadır: "Dediler ki: 'Bize Rabb'inden bir âyet (mucize) getirmeli değil miydi?1 Onlara, önceki Kitab'larda bulunan deliller gelmedi mi? Şayet onları, ondan önce bir azâb İle helak etseydik: 'Rabbimiz! Bize bir elçi gön-derseydin de, böyle alçak ve rezil olmadan önce senin âyetlerine uysaydık!' derlerdi." (20: 133-134). Böylece inkarcılara deliller a-çıkça sunulmuş, kendi İyiliğini gerçekten dü­şünen kişiler için artık şüpheye mahal kalmamıştır. Onlara eğer gerçekten mucize (âyet) istiyorlarsa onu Kur'ân'da bulabilecekleri söylenmiştir. Yine Ankebut sûresinde, şu ifa­deleri görmekteyiz: "İşte sana, (kendisinden önceki Kitabları doğrulayan) böyle (bir) Ki-tab indirdik. Kendilerine Kitab verdiklerimiz, ona inanırlar. Şunlardan, (şu Araplardan) da ona inananlar vardır. Ayetlerimizi kâfirlerden başkası inkâr etmez." (29: 47). Daha sonra onlara tekrar aradıkları âyetlerin (mucizele­rin) Kur'ân'da olduğu şu âyetlerde ifade edil­mektedir: "Hayır, o (Kur'ân), kendilerine ilim verilenlerin gönüllerinde (ışıldayan) açık açık âyetlerdir. Bizim âyetlerimizi, zâlimlerden başkası inkâr etmez. Dediler ki: 'Ona Rabb'inden âyetler (mucizeler) indirilmeli değil miydi?' De ki: 'Âyetler (mucizeler) Al­lah'ın katındadır. Ben ancak apaçık bir uyarı­cıyım?' Kendilerine okunan Kitab'ı sana in­dirmemiz, onlara yetmedi mi? Şüphesiz iman eden bir toplum için bunda bir rahmet ve öğüt vardır." (29: 49-51).

Yani hiç okuma-yazması olmayan birinin, birdenbire, hiç kimse onu daha önce herhangi bir hazırlık yaparken görmediği hâlde olağa­nüstü nitelik ve özelliklere sahip Kur'ân gibi bir kitap getirmesi ve onu insanlara sunması, aslında bilgi ve hikmete sahip insanlar için o kimsenin peygamberliğinin apaçık delilidir. Tarihte büyük diye anılan kişilerin hayat hikâyesi incelendiğinde, çevresinde onun ki­şiliğini şekillendiren ve yaşadığı sürece kendisinden kaynaklanan mükemmellikler için onu hazırlayan faktörler bulunabilir. Her za­man onun çevresi ile kişiliğini oluşturan yön­ler arasında açık ilişkiler vardır. Fakat Hz. Muhammed @'in çevresinde onun gösterdiği mükemmmelikler ve mucizelere kaynak teş­kil edebilecek hiçbir şey yoktur. Onun duru­mu sözkonusu olduğunda, ne o dönemdeki Arap toplumunda, ne de Arabistanın ilişkide bulunduğu komşu toplumlarda Hz. Muham­med @'in kişiliğini oluşturan yönlerle uzak­tan bile ilişkisi olan faktörler bulmak imkânsızdır. İşte bu gerçeğe dayanılarak burada Hz. Muhammed @'in kişiliğinin sadece bir tek âyet değil, bir çok âyet olduğu vurgu­lanmaktadır. Câhil bir insan bu âyetlerden, işaretlerden hiçbirini görmeyebilir. Fakat, kendilerine ilim verilenler bu âyetleri görerek onun gerçekten Allah'ın Rasûlü olduğuna kani olmuşlardır. Bu mucize daima insanların gözü önündedir. Onların önünde hergün okunmaktadır; ve onu istedikleri zaman ve yerde görüp gözleyebilirlerdi. Kur'ân insanlar için büyük bir rahmettir, ancak ondan yalnız­ca ona inananlar faydalanabilir (The Meaning ofthe Qur'an, c. IX, sh. 169).

Daha sonra Nahl sûresinde şunu okumakta­yız: V'Bİz sana Kitab'ı indirdik ki, hakkında ayrılığa düştükleri şeyi onlara açıklayasın ve inanan kimseler için, (o Kitab) yol gösterici ve rahmet olsun." (16: 64). Bu âyet Kur'ân'ın, Rasûlullah @ vasıtasıyla tebliğ edilişinin se­bebini açıklamaktadır. Birincisi, bölük pörçük olmuş insanlara ayrılıklarını gidermek ve Kur'ân tarafından sunulan Hakikat temelinde kalıcı bir birlik kurmak imkânını verir. İkinci­si, bu Kitap Doğru Davranış'a yönelten bir rehberdir. Üçüncüsü, tevbe ve selamet yolunu gösterir ve hata etmiş olan günahkârlar için en büyük rahmettir (A. Yusuf Ali, The Holy Qur'an, sh. 672).

Şüphesiz, bu Kitab'm gayesi insanlara Doğ­ruluk Rehberi olmaktır; ki, bu sayede insanlar kendilerini bu dünyada refaha, gelecekte de ebedî saadete eriştirecek olan bir hayat tarzını benimsesinler. Kur'ân bu durumu şöyle dile getirmektedir: "Onlar ki iman ettiler ve salih amel işlediler; mutluluk onların, güzel gele­cek onlarındır. Seni de böylece, kendilerinden önce nice milletler geçmiş bulunan bir millete gönderdik ki, sana vahyettiğİmizi onlara oku­yasın. Oysa (buna rağmen) onlar yine Rah­man'a nankörlük ederler, (O çok merhamet eden Allah'ın nimetlerine şükretmezler.) De ki: 'O (Rahman), benim Rabb'imdir, O'ndan başka tanrı yoktur. O'na dayandım, dönüş yalnız O'nadır." (13: 29-30).

Kur'ân, daha sonra insanlara kendilerinden önce yaşayıp peygamberlerinden mucizeler talep eden ve mucizeler gerçekleştiğinde de inkâr edip sonra da helak edilen kavimlerin kıssalarım anlatmaktadır. İsra sûresinde şu âyetleri görmekteyiz: "Bizi âyetler (mucize) göndermekten alıkoyan şey, öncekilerin, (on­ları) yalanlamış olmasıdır. Semud (oğulla­nma açık bir mucize olarak dişi deveyi ver­dik, o yüzden kendilerine zulmettiler (deveyi boğazlayarak kendilerine yazık etmiş oldu­lar). Halbuki biz o (istenen) mucizeleri, yal­nız korkutmak için göndeririz." (17: 59). Mü'min sûresinde, şunu okumaktayız: "(Ey Muhammedi) Andolsun ki, senden önce bir­çok peygamberler gönderdik; sana onların ki­mini anlattık, kimini anlatmadık; hiçbir pey­gamber, Allah'ın izni olmadan bir mucize ge­tiremez. Allah'ın buyruğu gelince iş gerçekten biter. İşte o zaman boşa uğraşanlar hüsranda kalır." (40: 78). Firavun ailesine pek çok bel­geler gösterilmişti: "Andolsun ki, Biz de Fira­vun ailesini, ders alsınlar diye, yıllarca kurak­lığa ve ürün kıtlığına uğrattık. Onlara bir iyi­lik geldiği zaman; 'bu bizden ötürüdür' der­ler, bir kötülüğe uğrarlarsa da, Musa ve onun­la birlikte olanların uğursuzluğuna verirlerdi. Bilin ki, kendilerinin uğradığı uğursuzluk Al­lah kalındandır, fakat çoğu bunu bilmezler. Firavun ailesi: 'Bizi sihirlemek için ne muci­ze gösterirsen göster, sana inanmayacağız' dediler. Bunun üzerine su baskınını, çekirge­yi, haşeratı, kurbağalan ve kanı birbirinden ayrı mucizeler olarak onlara musallat kıldık; yine de büyüklük taslayıp suçlu bir millet ol­dular. Azab başlarına çökünce, 'Ey Musa! Rabbine, sana verdiği ahde göre, bizim için yalvar. Bizden azabı kaldırırsan sana, andol­sun ki inanacağız ve İsraüoğullanm seninle beraber göndereceğiz' dediler. Azabı -nasıl olsa sonu gelecekleri- bir müddet için üzerle­rinden kaldırınca, hemen sözlerinden cayıyor­lardı. Bu sebeple onlardan öç aldık, âyetle­rimizi yalan sayıp umursamadıkları için onla­rı denizde boğduk." (7: 130-136).

Zuhruf sûresinde, aynı olay şu sözlerle anla­tılmaktadır: "Onlara âyetlerimizi getirince on­lara alay edip gülmeğe başladılar. Onlara gösterdiğimiz her mucize, mutlaka ötekinde bü­yüktü. Belki dönerler diye onları (kıtlık, tufan, çekirge gibi türlü azâb(lar) ile cezalandırdık... Ne zaman ki bizi kızdırdılar, onlardan öç aldık, hepsini boğduk." (43: 47-55).

Ve Âd milleti Hz. Hûd @'a şu sözlerle karşı­lık vermiştr: "Dediler ki: 'Öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da bizce birdir. Bu (tavır ve hareketimiz) sadece evvelkilerin ahlâkı (ve geleneği)dir. Biz azaba uğratılacak değiliz.' (Böylece) onu yalanladılar. Biz de onları helak ettik. Şüphesiz bunda bir ibret-vardır, ama yine çokları inanmazlar." (26: 136-139). Salih Peygamber'in milleti bir mu­cize istediler ve onlara dişi deve şeklinde bir mucize gönderildi ve şöyle dendi: "Sakın ona bir kötülük dokundurmayın, sonra büyük bir günün azabı sizi yakalar.' Nihayet onu kesti­ler, ama pişman oldular. Ve azâb onları yaka­ladı. Muhakkak ki bunda bir ibret vardır. Ama yine çokları inanmazlar." (26: 156-158).

Kur'ân Mekkelileri, Allah'ın âyetlerini yalan­layan ve Elçilerini reddeden önceki milletle­rin akibetine uğramamaları konusunda uyar­maktadır: "Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden daha çok, daha kuvvetli, yeryüzünde bıraktıklan eserler daha sağlam olan öncekilerin sonuçlarının nasıl olduğunu görmezler mi? Kazandıkları onlara bir fayda vermemiştir. Peygamberleri onlara belgelerle gelince, ken­dilerinde olan bilgiden gururlandılar da, alaya aldıkları şey kendilerini sarıverdi." (40: 82-83).

Yukarıdaki âyetlerde Allah'ın belgelerim inkâr eden önceki milletlerin kötü sonu anl«-tıldıktan sonra Mekke'nin Kureyş kabilesi uyarılmakta ve Kur'ân gibi yüce bir Teb-liğ'den sonra daha neyi bekledikleri sorul­maktadır. "Eğer kendisiyle dağların yürütül­düğü, yahut arzın parçalandığı, yahut ölülerin konuşturulduğu bir Kur'ân olsaydı (bu Kitab olurdu). Ama bütün işler Allah'a aittir. (Onla­rın teklif ettiği mucizeleri yapacak olan Al­lah'tır. Onların bu hâllerini gördükten sonra) inananlar halâ anlamadılar mı ki, Allah dile-seydi, bütün insanları yola iletirdi? Yaptıkları (küfür ve kötü işler) yüzünden inkâr edenle­rin, başlarına âni bir belâ gelecek, yahut (o belâ) evlerinin yakınına konacak, Allah'ın va'di gelinceye kadar bu böyle sürüp gide­cektir. Allah, verdiği sözden şüphesiz cay­maz (tam dediği zaman, azabı gelir)." (13: 31).

Bu âyet müşriklerin talep ettiği mucizenin bir türlü gösterilmeyişİne üzülen mü'minlere iza­fe edilmiştir. Onların zannmca böyle bir mu­cize gösterilse onlar hemen İslâm'ı kabul edi-vereceklerdi. Tabiatıyla hiçbir mucize göste-rilmeyince, Rasûlün peygamberliği hakkında kuşku besleyenlerin talepleri karşılanmadı di­ye fazlasıyla üzüldüler. Bu âyette zikredilen soru müslümanlann üzüntüsünü bertaraf et­mek içindir. Yani şöyle: "Kurân'm bir süre­siyle şöyle şöyle bir mucize gösterilirse he­mencecik İslâm'a gireceklerini mi sanıyorsu­nuz? Sanki onlar İslâm'ı kabule hazır da iş yalnızca bir mucizenin gösterlmesine mi kal­dı? Öyle mi sanıyorsunuz? Kur'ân'ın Öğretle-rinde, kâinattaki hâdiselerde, Rasûlullah @'in tertemiz hayatında, ashabında meydana gelen harikulade değişmelerde hakikatin ışığını göremeyenlerin, dağların yürümesinde, arzın yarılmasında ve ölülerin kabirlerinden çıkarı­lıp konuşturulmasmda göreceklerini mi dü­şünüyorsunuz?" Daha sonra onlara şöyle söy­lenmektedir: "Allah herşeye kadirdir" ve iste­diği zaman istediği mucizeyi gösterebilir. An­cak^ insanlığa hidâyet etme sünnetine aykırı Üuşen bir mucizeyi ise göstermez. Çünkü asıl mesele Rasûl vasıtasıyla insana hidayet et­mektir ve Allah hiç kimseyi Rasûl'ün risaleti-ne zorla inandırmak istemez. Onun istediği insanların hidayeti düşünerek, hikmetle mü-şahade ederek bulmalarıdır, mucizeler göre­rek değil. Diğer bir ifadeyle, onlar Allah ile ilişkilerini kestikleri ve kendilerini ondan müstağni gördüklerinden hakikate karşı kalp­leri mühürlenmiştir; onları hiçbir mucizevî belge ikna edemez. Allah ise insanlara iyi ile kötü arasında kendi iradeleri ile seçim yapma hürriyeti bağışladığı için kimseyi iman etme­ye zorlamaz. Şimdi kabul veya reddetmek ki­şinin kendi görüşüne kalmıştır. Ancak, Allah, kendisine yönelen (ve elçisi vasıtasıyla gön­derdiği Hakikati kabul eden) ve Allah ile olan ahdini yerine getiren (13: 20) kimseleri Hidâyetine eriştirir; ve Allah ile olan ahidleri-ni bozmuş olan (2: 26-27) ve Allah'ın elçisini ve Kitab'im reddeden kötü kimseleri hidâye­tinden uzak tutar (The Meanİng of the Qur'an).

Allah, Hakkı bâtıldan açık bir şekilde ayır­mıştır ve insana kendi yolunu seçme hürriyeti vermiştir. İki yoldan birini (yanlış veya doğ­ru) kendi hür iradesi ile seçecektir. Hüküm gününde ceza veya mükâfata yalnızca kendi kararı nedeniyle hak kazanacaktır. Bu sebeple insanları istemedikleri halde Hakikati kabule zorlamak Allah'ın sünnetine aykırı bir tuturr olurdu.

Eğer insanları imana zorlamak Allah'ın arzu su olsaydı, O insanı melek tabiatında yaratırd ve aşağıdaki âyette değinildiği gibi o vaki âyetlere (belgelere) gerek kalmazdı: "Rabbiı isteseydi, yeryüzündekilerin hepsi mutlak inanırdı, O hâlde sen mi insanları mü'min olmalan için zorlayacaksın?" (10: 99). Bu âyet insanoğluna, Allah'ın Elçisi vasıtasıyla ulaş­tırdığı Hakikate inanma ya da inanmama hürriyeti bağışlandığına işaret etmektedir. Onları Allah'ın Doğru Yoluna (Sırat-ı Müs­takim) getirmek için kullanılacak herhangi bir olağandışı metod veya zorlama insanlığın yaratılış gayesindeki bütün Hikmeti geçersiz kılacaktır. Ve bu âyetin ikinci kısmı, Hz. Pey­gamber @'e seslense de, bu tebliği kabul et­meleri için zorlamanın Hz. Peygamber @'in vazifesi olmadığı inkarcılara îma edilmekte­dir. Şayet Allah'ın arzusu bu olsaydı, onu Kendisi gerçekleştirirdi; ve bu durumda in­sanlara peygamber göndermeye ihtiyaç da duyulmazdı. (The Meaning of the Quran, c. V, sh. 59-60). Ve yine Hud süresinde şu âyetler mevcuttur: "Rabb'in dileseydi, insan­ları bir tek ümmet yapardı. Fakat, Rabb'inin merhamet ettikleri bir yana, halâ ihtilâf edip durmaktadırlar, zaten (Allah) onları bunun için yaratmıştır..." (11: 118-119).

Bu âyette de aynı husus vurgulanmıştır: Allah insanoğlunu bitki ve hayvanlarda olduğu gibi doğuştan itibaren sabit bir hayat seyrine bağlı bırakmamışın-. Eğer bu şekilde sınırlamış ol­saydı, insanları imana çağırmak için elçiler ve kitaplar göndermesine gerek kalmazdı. Bu durumda herkes mü'min ve müslüman doğar; hiçbir inkâr ve isyan olmazdı. Fakat Allah, kullanna seçim ve hareket hürriyeti vererek onlann herhangi bir hayat tarzını kendi arzu­larıyla seçmelerini murad etmiştir. O bundan dolayı hem Cennet hem de Cehennem yolunu açık bırakmaktadır. Ve her toplum ve ferde bu iki yoldan birini tam bir hürriyetle seçme ve izleme fırsatı tanımakta; kendi gayret ve çabalanyla yaptıklan seçimin neticesinde her iki sondan biriyle karşılaşmalarını sağlamak­tadır. Allah'ın koyduğu bu çerçeve, mesele­nin irade hürriyeti/iman-küfür tercihi üzerine temellendiğini açıkça göstermektedir. İşte bu yüzden, Allah, kötü yolu izlemeye niyetlenen ve bunun için plan yapıp, çalışan bir toplumu Sırat-ı Müstakime gelmeleri için zorlamaz. Allah'ın sünneti böyle bir toplumun plan ve çabalarına müdahale etmemektir. Bir toplum zâlim, fâsık ve mücrim insanlar oluşturmaya karar vermiş ve düzenlemelerini bu karara göre gerçekleştiriyorsa; Allah, onlara her şeyi rayına oturtacak doğuştan sâlih kişiler gön­dermez. Her toplum arzusuna göre iyi veya kötü insanlar yetiştirmekte serbesttir. Ve bir toplum, topluca sapık yolu izlemeye karar vermiş ve fazilet seviyesini yükseltecek dü­rüst insanlann yetişmesi ve gelişmesi için çok dar imkân tanıyorsa, Allah o toplumu hak yo­lu takip edeceksin diye zorlamaz. Kaçınılmaz akıbetleri ile başbaşa kalmalan şartıyla, seçti­ği yolu takip etmede serbest bırakır. Buna karşılık, Allah, uğrunda yeterli sayıda hakikat davetçisi yetişen ve kollektif sisteminde bun-lann ıslah ve tezkiye gayretlerine imkân tanı­yan toplumlardan rahmetini esirgemez (The Meaning of the Qur'an, c. V, sh. 114-115).

Özet: İnsanoğlunun Rabbi tarafından belli bir gaye için ve belli bir plan dahilinde yaratıldı­ğı çeşitli vesilelerle belirtilmiştir. İnsanoğlu dünyada belli bir dönem için yaşayacaktır, ve bu esnada herkes ve her toplum zorlama ve baskı olmaksızın istediği yolu seçme ve ona göre hareket etme hürriyetine sahip olacaktır. Allah'ın Elçisi ve Kitab'ı iyilik, fazilet ve adalet yolunu izlemeyi arzu eden kimselere hidayet rehberi olarak hizmet etmek üzere vardırlar. Ve bunu görmezden gelenler de kendi yollarını seçmekte hürdürler. Onları iyilik yoluna getirmek ve inanmaya zorlamak için tabiatüstü veya olağanüstü mucizeler ve­ya hususi belgeler göstermek Allah'ın sünne­tine aykırıdır. Herhangi bir hareket tarzını iz­lemeleri kendi tercihleri olacaktır ve ona göre ceza veya mükâfat ile karşılaşacaklardır. Al­lah'ın bu sünneti değişik yollarla ve çok ikna edici ve akılcı bir biçimde izah edilmiştir ki, böylece düşünen ve anlayanların zihninde hiç şüphe kalmasın. Onları tatmin etmek ve Doğ­ru Yola getirmek için her türlü delil ve mantıkî açıklamalar getirilmiştir. İnsanları Rasûlullah @'in tebliğinin doğruluğuna ikna etmek için verilebilecek hiçbir delil ve mantıkî izah eksik bırakılmamıştır, ancak sa­ğır kulaklar bunları işitmemiştir. Daha sonra insanlara fazilet ve hakikat yoluna inanmak ve bunu takip etmek istiyorlarsa, Hz. Mu-hammed @'in peygamberliği vasıtasıyla te­min edilen büyük mucizeyi ve açık belgeyi (âyeti) müşahade etmeleri ve onun hakkında düşünmeleri söylenmektedir. Okur-yazar ol­mamasına rağmen, çok yüce ve mükemmel bîr kitap olan Kur'ân'ı getirmiştir. Eğer onlar gerçekten Hakikati arıyorlarsa yalnızca bu gerçek onları Hz. Muhammed @'in peygam­berliğine inandıracak büyük bir mucize değil midir? Bundan sonra başka bir mucizeye ve­ya âyete/alâmete ihtiyaç var mıdır? Diğer mu­cizeler geçici olacaktır, sadece onları görenler üzerinde tesir halk edecektir; ama bu Kur'ân mucizesi daima önlerindedir ve onu okuyabi­lirler ve müstesna ve eşsiz öğretilerini tatbik edebilirler (Sirat Sanvar-i 'Alam, sh. 400).

İnkarcıların Hz. Muhammed @'den bir alâmet (meselâ, bir mucize) istemeleri ile il­gili olarak ele alman bütün tartışma, her talep ve itirazın akılcı temellerde değerlendirildiği­ni ve sonra karşılığını veremeyecekleri ikna edici bir cevap verildiğini göstermektedir. So­nunda kendi çıkardıkları tartışmalarda kendi­leri yenik düşmekteydiler. Çünkü kendileri­nin yanlış olduğunu biliyorlar ve doğru olma­yan itirazlarını kasıtlı olarak öne sürüyorlardı. Bu onların talep ve itirazlarını her hâle göre değiştirmek gibi bir davranış göstermelerin­den de anlaşılmaktadır. Bu Hz. Muhammed @'i iddiasından vazgeçirme ve onunla uzlaş­ma vazifesinden dönerken Kureyş'in önde gelen reislerinden Utbe b. Rebia'nm söylediği ifadelerle de teyid edilmektedir. Hz. Muham­med @'in sözlerinin (iddia ettikleri gibi) ne şiir ve ne de kâhin ve sihirbaz sözü olmadığı­nı ifade ederek çevresindekilere şöyle demiş­tir: "Tavsiyemi dinleyin ve benim yaptığımı yapın; bu adamı tamamen yalnız bırakın, Al­lah'a yemin ederim ki, duyduğum sözler her bir yana yayılacaktır." (İbni İshak).

 

KISIM 3

 

İNSANLIĞIN HZ. MUHAMMED'E BORCU

 

Hz. Muhammed @ bütün insanlık için hidâ­yet rehberi olmuş, onları ahlâkî, manevî, siyasî, iktisadî ve toplumsal her türlü nitelik­lerini geliştirmek için davetinde mündemiç Hayat Kanunlarını benimsemeye çağırmıştır. Ayrıca onları çevreleri (afak) tarihleri ve ne­fisleri (enfüs) hakkında daha fazla bilgi sahi­bi olmaya, bilgi ve kabiliyetlerini tabiî kay­nakların insanlığın faydası İçin daha İyi kulla­nılması yönünde sarfetmeye teşvik etmiştir. Öğretisi ve ömek insan oluşuyla insanlara bü­yük birnasihatçı olmuş, kişi için çalıştığından başkasının olmadığını (53: 39) belirtmiştir. Bilgi ve yeteneklerini kullanmada insanların gayretli olmasını, ancak böylelikle muhtemel ilerleyişlerine bir smır olmadığını; ve gerçek­te yerin ve göklerin engellerini aşarak ötelere gidebileceklerini, çünkü aslî hedeflerinin yıl­dızların ve gökcisimlerinin (55: 33) çok öte­sinde olduğunu söylemiştir. Ebedî ve Ezelî olan Allah da insanlara bilgi ve ilim alanında sürekli ilerleme yoluyla kültür ve medeniyet­lerini zenginleştirmeleri için sınırsız fırsatlar bağışlamıştır. Bu şu anlama da gelir: bizim bilgi ve ilim arayışımız mutlak ve nihai ilmî hakikatle sonuçlanacak bir şey değildir, çün­kü geçmişte ilmen doğru kabul gören birşey bugün son ilmî keşiflerin ışığında kabul edil­meyebilir: meselâ, atomun parçalanamayaca-ğı tezinde olduğu gibi. Yine bunun gibi günü­müzde ilmen doğru kabul edildiği halde ke­şiflerin ışığında yarın kabul edilemeyecek olan teoriler de vardır. (Ayrıntılar için lütfen bkz., Sîret Ansiklopedisi, c. I, "İnsanlığın eği­ticisi" başlıklı 2. bölüm).

İnsanın bilgi ve ilminin bu değişken tabiatı, kazanılmış bilgi seviyesinin hiçbir devirde mükemmel veya nihai olmadığının açık deli­lidir. Ancak, bizler bilgimizin mükemmelliğine ulaşmasını âtıl şekilde beklemek yerine hayatımızın niteliğini artırmak için sahip ol­duğumuz bilinen ilmi her şekilde kullanmalı­yız. Çünkü ilmî malûmatımızın mükemmelli­ğe erişeceği zamanı göremeyeceğimizden âtıl bir şekilde beklemek anlamsız ve abes bir iş olacaktır. Üstelik bu hâl, insanlığın ilerleme­sinin sonu olur. Bizim ilerlememiz bilgi ve ilim alanındaki gelişmelerle ilgilidir, hatta bunların neticesidir. Eğer ilimde gelişme ol­masaydı, inanç kültürü ve müesseseleri atâlet konumunda olurdu. Modern Batı toplumları­nın Üçüncü Dünya ülkelerinin çok önünde ilerlemesi sürekli ve ardarda ilmî buluşlar ne­deniyle gerçekleşmektedir. Üçüncü Dün-ya'nm geriliğinin temel nedeni ise bilgi ve ili­mi arama yolunda tamamen ve çaresizce ba­şarısız olmasıdır; halbuki onların Batı Dünya­sındaki sözde yardımcıları araştırma çabaları­na devam ederek ve kendilerini yalnızca bilgi alanında değil, siyasî ve iktisadî nüfuz ve ikti­dar alanında da sürekli zenginleştiren yeni ilmî malûmatları keşfederek bütün bilgi ve il­mi tekellerinde tutmaktadırlar.

Bilgi ve ilimle İlgili isabetli davranış, insanlı­ğın dikkatine sunulan yukarıda bahsedilen âyette (55: 33) olduğu gibi, sürekli araştırma ve gayret içinde bulunmaktır. İnsanlığın ka­deri, hayatın niteliğini mümkün olan her yolla artırmak için çevresinden giderek daha fazla bilgi ve ilmî veri kazanmak yönünde sürekli çaba göstermesine bağlıdır. Burada, insan ha­yatının niteliğini artırmak için değil de, yer­yüzündeki bütün hayatı yoketmek için yalnızca askerî güçlerini takviye etmeye çalışanlara bir uyan yapılmalıdır. Hz. Muhammed @ in­sanlığı, hayatlarının niteliğini maddî ve ma­nevi olarak geliştirmesi; yaratılış gayesini an­laması; yaratanla olan ilişkileri düzeyinde yeryüzündeki gerçek misyonlarını bilmeleri için bilgi ve ilim elde etmeye davet etmiştir. Kâinatın ve ondaki harikuladeliklerin ve sı­nırsız kaynakların incelenmesinin bir yandan, insanoğluna kültürünü madden bilinmeyen ve zirvelere ulaştırmaya ve geliştirmeye yardım­cı olacağı, diğer yandan onun bu harika dünyada ezelî ve ebedî olan yaratıcısına naza­ran geçici (fâni) tabiatını farketmesini sağla­yacağı beklenmektedir. Bu ikinci husus, in­sanda takva ve Allah korkusunu ihdas ederek onun manevî ve ruhî sahada kendi menfaatine olacak gelişme ve ilerlemesini temin eder.

Hz. Muhammed @ vasıtasıyla gönderilen İla­hi İrşâd'm gayesi buydu: İnsanoğlu ilim vası­tasıyla takvaya ve hayra ulaşsın, Allah ile olan ruhî irtibatını güçlendirsin; tabiat kuv­vetlerini işleme yönünde bilgi ve kabiliyetini kullanarak kültürünü maddî sahada da zen-ginleştirsin. Böylece, hayatın maddî ve manevî iki yönü, insanoğlunun eş zamanlı olarak hayatının vasfının yükselmesine yar­dımcı olacaktır. İnsanoğlu hayatının vasfım bu çizgilerde ve ilahi Rehberlik altında geliş­tirme çabalarına devam ettiği müddetçe, tabi­atın bilinmeyen hazinelerinden faydalanmaya ve ilerlemeye devam edecektir.

Ancak, insanoğlunun kendisini ve kültürünü dengeli bir şekilde geliştirmesi değişik insan­lar arasındaki meseleleri ırk, renk, kabile, inanç ve milliyet ayrımı yapmaksızın âdilâne ve hakkaniyet dairesinde çözümlemesiyle mümkün olabilir, aksi takdirde zorlu ve sü­rekli gayretlerle hayatın muhtelif sahalannda kazanılan bütün faydalar kaybedilecek, heba olacaktır. Rasûlullah @ bu durumu insanlara şu âyetle tebliğ etmiştir: "Bir şehir ve bölgeyi helak etmek istediğimizde, biz onun bolluklar içinde yaşayan cebbarlarına kötülüklerden sa­kınmayı emrederiz, onlar bizim buyruğumu­zun tersine olarak fâsık kesilirler ve bununla cezaya çarpılmağa müstehak olurlar. Biz artık o şehir ve bölgeyi yer ile düz bir hâle getiri­riz." (17: 16).

Tarih, aşırılıkların, zulmün ve adaletsizliğin fazlalaştığı, İnsanların bir kısmının lüks bir hayat sürerken diğer kısmının sefalet çektiği bir toplumun varlığını uzun süre sürdüremi-yeceği, er veya geç sonunun geleceğine dair delillerle doludur. Bu yüzden, bir toplumun değişik sınıflar ve zümreler arasında ayrım gözetmeksizin uygun bir denge kurması yalnızca başarısı, gelişmesi ve refahı için de­ğil bizzat varlığını sürdürmesi için de çok hayatî öneme sahiptir. Bu iyilik ve adalet si­yasetinin hayatın her sahasına yansıtılması da gereklidir: Bu siyaset, savaşta ve barışta, dostluk ve düşmanlık zamanlarında millî ve milletlerarası olayları olduğu gibi ferdî ve toplumsal hadiseleri de yönlendirmelidir.

Hz. Muhammed @'in vaz ettiği Kanunlar (Şeriat) hayatın bütün yönlerini kapsamakta­dır. Bunlar, insan şahsiyetinin eğitimi, tezki­yesi ve gelişmesi içindir. Kulluğun yalnızca âlemlerin Yaratıcısı ve Hâkimi olan Allah'a yapılması gibi yüce ve asîl İdealler getirmiş; takva, iyilik ve adalet ruhunu oluşturmuştur. Bu ruh, gerçekte, Tevhid (Allah'ın Birliği) inancının tabiî sonucudur. İnsanları başkaları ile olan münasebetlerinde muttaki, sâlih, fedakâr, âdil ve faziletli yapan Allah inancıdır. İnsan hayatındaki tek yaratıcı, fonksiyo­nel ve gerçek unsur olan bu inanç, insanlığı geçici ve maddî çıkarlarının üzerine çıkararak Diriliş Gününde ebedî mükâfat beklentisiyle Allah'ın rızasını kazanmak için toplumun ge­nel yararına çalışmasını temin eder. Bir b&şka maddî gaye ve felsefe hem bilgi ve ilim zen­ginliği ile hem de manevî mükemmellikle do­nanmış böyle yüksek ve asalet sahibi iffetli şahsiyetler meydana getiremez. Maddî bilgi zenginliği, insanlığa çevresini etkili ve uygun bir şekilde kullanmada, kültürlerini maddî ve siyasî olarak zenginleştirmede ve güçlendir­mede, İlmî keşif ve icat yarışında ön sırada kalmada yardımcı olurken; manevî zenginlik toplumda işlemekte olan değişik güçler ara­sında, Özellikle de dünyevî ve kudsî güçler arasında uygun ve âdil bir denge kurmada yardımcı olur.

Hz. Muhammed @'in başlatıp teşvik ettiği, hayata karşı bu tarz bir tavır özelliği dengeli ve sağlıklı bir toplumun oluşup gelişmesine yol açarken, toplumun zengin ve müreffeh bir kültür ve medeniyete sahip şekilde varlığını sürdürmesini ve gelişen bir toplumun karşıla­şacağı her türlü talep ve zorluklara karşı daima hazır olmasını garantiler. Buna onun öğretilerinden çıkarılacak dersler sonucunda ulaşılır; sözde ve ruhta onun Rehberliğini ka­bul eden ve onun şeriatun dar ve geniş an­lamlarıyla birlikte uygulayan kişilerce erişilir. Bu kimseler onun felsefesinden ve hayat sis­teminden tam bir fayda elde ederler. Herkes için barış ve güvenliğin olduğu bir ortamda bolluk ve refah içinde iyilik ve takva dolu bir hayat sürerler; ve hiç bir ayrım olmaksızın uygulanan eşitlik, kardeşlik, hürriyet ve adalet kavramlarından tam manasıyla fayda­lanırlar.

Bu Hz. Muhammed @'in bütün insanlığa bı­raktığı ve herkesin eşit olarak faydalanabile­ceği mirasıdır. Ne yazık ki sonraki nesiller onun bütün bu imkânlarını kavramaktan âciz kaldılar. Hz. Muhammed @'e inananlar daha sonra onun Tebliğinin asıl gaye ve Önemini unuttular. Tebliğin "lafzına" ve "şekline" ta­kılı kalıp hedef ve gayesini tamamen gözardı ettiler. Ve "lafız" ve "şeklin" gerekli şart ve taleplerini yerine getirmekte bile çaresiz ve tamamen başarısız oldular. Böylece Hz. Mu­hammed @'in şeriattın izlemekle sahip ola­cakları manevî, ruhî ve toplumsal faydaları elde edemediler. Gaye ve maksadıyla Din'i yanlış anlamalarından ötürü bu dünyanın maddî faydalarından mahrum kaldıkları gibi diğer milletlerden her sahada geri kaldılar.

İslâm'ın ilk devirlerinde müslümanlar, Hz. Muhammed @'in ulaştırdığı Tebliğin hakiki ruhuyla dolu ve ondan ilham alarak askerî, siyasî ve fikrî sahada dünyada yeni bir çığır açtılar. Müslümanların ulaştıkları bu başarıyı takdir eden bir Batılı yazar şöyle demektedir:

"Çoğu zaman, fikirlerin yaygınlaşması için yeni bir tahrik gerekir. Hıristiyanlıktan 600 yıl sonra gelen İslâm yeni ve güçlü bir tahrik idi. Önce sonu belirsiz bölgesel bir olay ola­rak başladı, ancak Hz. Muhammed @ M.S. 630'da Mekke'yi fethedince İslâm bütün güneyi rüzgâr gibi kapladı. Yüzyıl içinde İslâm İskenderiye'yi fethetti. Bağdat'ta muhteşem bir ilim merkezi tesis etti, sınırlarını İran'da İsfahan Önlerine kadar ilerletti. M.S. 730 iti­bariyle İslâm İmparatorluğu İspanya ve Gü­ney Fransa'dan Çin ve Hindistan sınırlarına kadar uzanıyordu: Avrupa karanlıklar için­deyken İslâm muhteşem, güçlü ve şerefli cihanşümul bir devletti..

Başkalarını ihtida gayesi güden bu din diğer milletlerin ilmini büyük bir iştiha ile aldı. Bu aynı zamanda önemsenmeyen yerli hünerlere müdahale etmedi... Böyle merkezlerde Yunan ve diğer Doğu ilimlerinden istifade ederek onları yorumlayarak geliştirdiler.

Muhammed @ İslâm'ın mucizelere dayalı din olmadığını, onun tefekkür ve tezekkür dini olduğunu özellikle vurguladı. Müslüman mü­tefekkirlere göre Allah hiçbir şeye benzetile-mez, müşahhas bir hâle getirilemez. İslâm'ın tasavvufu kan ve şarap, et ve ekmek değil ilahî bir vecddir. "Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nuru, içinde lamba bulunan bir kandil yuvasına benzer. Lamba cam için­dedir. Cam, sanki inciden bir yıldız... Nur üzerine nurdur... (Bu kandil) Allah'ın, yük-sekseltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerdedir. Onların içinde sabah akşam O'nu teşbih eder (sânının yüceliğini anar)lar." (24: 35-37) (I. Bronowski, The As-cent of Man, Londra, 1973, sh. 165-166).

Sonraki müslüman nesiller, fen ilimlerinde atalarının çizgisine uygun araştırma ve ince-leme hızını sürdürmede başarısız kaldılar; Yeni Dünya'nın ilmî ilerlemesinden istifade etmekte beceri gösteremediler. Müslümanla­rın son üç-dört asırlık bu başarısızlığının ve güç dengesinin Yeni Dünya'nın lehine değiş­mesinin ana sebebi onların fen ve teknoloji­deki ilerlemeleridir.

Batı dünyasının hatası ve nankörlüğü şurada­dır: Onlar Hz. Muhammed @'in şeriatmm ahlâkî ve manevî yönlerini bütünüyle gözardı ederken ve Şeriatın genel esaslarım gereğince tanımazken, bu ilkeleri sistemlerine uygu­lamışlar ve dolayısıyla maddî ilerleme sağla­mışlardır. Tabiat kanunları bilgisini kullana­rak maddî refah ve siyasî güç elde etmişler­dir. Bu güç onlara, hiç bir ahlâkî kaygı taşı­madan zevklerini tatmin yolu açmıştır. So­nuçta, ahlâkî ve manevî değerlerin yokluğu sebebiyle Batı toplumları dümensiz bir sürat motoruna veya kontrolsüz bir rokete benze­mektedir. Bünyesinde hiçbir kontrol unsuru barındırmayan bu toplumların uzun süre ya­şaması beklenemez. Çünkü bu toplumdaki her insanın amacı "zevk, eğlence, şarap, ka­dın ve şarkı"dır. Bunlar onların tek gayesi hâline gelmiştir. Böyle bir toplum hiçkimseye huzur ve mutluluk veremez.

Artık Batının fen ve teknolojisinin insanlığa getirdiği, yok edici nükleer silah yığınları ve hiç bir manevî, ahlâkî sınırlama olmaksızın bedenî hazza hitap eden araçlarıdır. İkincisi insanı ahlaken ve ruhen öldürürken diğeri de insanlığı kendi kendini yoketmeğe yol açmış­tır. Burada yerinde bir soru ortaya çıkmakta­dır: Bütün bu ilmî ve teknolojik gelişmenin gayesi nedir?

Rasûlullah @, insanları dünya hayatının alda­tıcı cazibesi konusunda uyarmıştır (3: 14). Ayrıca onlara Takva Yolunu benimseyenlerin İyi ve başarılı sonunu da bildirmiştir (3: 15). Batı toplumları müslümanların meydana ge­tirdiği fen ve ilimlerden istifade etmişler, an­cak onların ahlâkî değerlerini reddederek bu ilimleri kontrolsüz bırakmışlardır. Dolayısıyla bugün Batı sanki koca bir makinanın başında olduğu hâlde onun kontrol mekanizmasından habersizdir, bunu bilmeyi de arzu etmemekte­dir. Bunların çaresi de bu makinanın ilk mu-cidlerine başvurmaktır.

"Hiçbİrşey yoktur ki onun hazineleri, bizim yanımızda olmasın, ama biz onu bilinen bir miktar ile indiririz. Rüzgârları, aşılayıcı ola­rak gönderdik de gökten su indirdik, böylece sizi suladık. (Yoksa) siz, suyu depo edemez­diniz. Biziz, elbette biz ki, yaşatır ve öldürü­rüz; gerçek vâris olan da biziz (her fâninin mülkü bize geçer. Ölmeyen, daima kalan bi­ziz). Andolsun, sizden önce geçenleri de bil­dik, sonra gelenleri de bildik. Gerçekten on­ları toplayacak olan, Rabb'indir. O hikmet sa­hibidir, bilendir." (15: 21-25).

 

Batı'nın Hz. Muhammed @'e Borcu

 

Batı dünyasının peşin hükümlü fakat dürüst ilim adamları bile, ilk önce Hira (Cebel-i Nur) Dağmda Rasûlullah @'e ulaşan ve onun için Medine'de rnükemmelleştirilen nurun {5: 3 ve 2: 150) Bağdat, Kurtuba, Toledo, Gırna­ta, Sevil ve Mısır'daki üniversiteleri aydınlat­tığım ve Avrupa'nın kendisini cehalet ve ka­ranlık çağmdan çıkarıp aydınlık, ilim ve fen çağına yükselten tek ışığın buralardan alındı­ğını inkâr etmemişlerdir. Avrupalılar, Hz. Muhammed @'in Medine'de ashabına vaz et­tiği "insanlığın bütün beşer mahsûlü sınırla­malardan azâd olması gerektiği" dersi ve hür­riyet, hak ve adalet cevherlerini bu İlim mer­kezlerinden intihal ederek topraklarındaki bü­tün halka yaymışlardır.

Halkına hürriyetlerini geri veren İngiltere Kralı John'un Magna Carta'smm, Hz. Mu­hammed @'in başlatıp Toledo, Kurtuba ve Sevil'deki âlimlerin sürdürdüğü hürriyet ha­reketinin Haçlılarla temas sonucunda ortaya çıkmadığını kim ispat edebilir? Avrupa'nın rönesans hareketinde zirveye varan ve oradan Amerika kıtası dahil pek çok ülkeye yayılan inanç hürriyeti ve diğer insan hakları hareket­lerinin ilhamının dolaylı veya dolaysız yoldan müslümanlar tarafından verildiğini söylemek çok mu olur? (Ayrıntılar için, lütfen bkz.: Sîret Ansiklopedisi, c. I, 2. bölüm). Hz. Pey­gamber @'in takipçilerinin din dahil Avrupa kültürünün bütün sahalarına çok büyük tesir­lerde bulunduklarına şüphe yoktur. Reform hareketi olarak bilinen dinî ıslahat hareketi müslümanların (İsyanyol üniversiteleri ve Haçlılar vasıtasıyla) Avrupalıların dinî görüş ve kavramları üzerindeki derin ve geniş tesirinin açık bir göstergesidir.

"Avrupa'nın manevî, ahlâkî ve zihnî çöküş asırları esnasında ilerlemenin bayraktarlığını İslâm yapmıştır. Hâkimiyetini Sezarların tahtı üzerine tesis eden hıristiyanlık, ancak yeryü­zündeki milletleri ıslâhta başarılı olamamıştır. Hıristiyanlığın doğuşundan sonraki dördüncü asırdan onikinci aşıra kadar Avrupa'nın üze­rindeki karanlık sis perdesi giderek koyulaştı. Bu vahşi bağnazlık döneminde, Kilise pren­sipleri bilginin, insanlığın ve medeniyet ışığı­nın girebileceği bütün yolları tıkamıştı. İtina ile gizlenen bu bağnazlık topraklarına, za­manla İslâm kültürünün selîm etkileri nüfuz ederek Hıristiyan âleminin her köşesinde ken­disini hissettirdi. Salerno, Bağdat, Şam, Kur­tuba, Gırnata ve Malağa okullarında, Müslü­manlar felsefe ile ilgili ince bilgileri ve maddî ilimlerin tatbikatını tüm dünyaya öğrettiler.

Batıda rasyonalizmin (akılcılık) ilk tezahürle­ri İslâm medeniyetine en yakın ve etkilerine en çok maruz kalan bölgede ortaya çıkmıştır, Kilisenin taassubu bu nadide çiçeği ateş ve kılıçla soldurdu; dünyanın ilerlemesini asır­larca geriye attı. Ancak İslâm'da izleri çok kuvvetle hissedilen hür düşüncenin ilkeleri canlılığını Hıristiyan Avrupa'ya da ulaştırdı. Abelard, İbni Rüşd'ün bütün Batı dünyasına ışığını yansıtan dehasının gücünü hissetmiş, sonunda Hıristiyanlığın taassup bağlarından kurtulmasını sağlayan hür düşünce için bir yürüyüşü başlatmıştır. İbni Bacce ve İbni Rüşd Descartes'ın, Hobbes'un ve Locke'ın Öncüsü idiler.

Abelard ve ekolünün etkisi kısa zamanda İn­giltere'ye ulaştı. Wycliffe'ın düşüncelerinin orijinalliği ve hürriyet ruhunun çıkış noktası olarak Önceki düşünürlerin cesur kavramla­rından yararlanmıştır. Daha sonraki Alman reformcuları, uluslarını bir yanda Konstanti-niyye'nin ikon kırma hareketinden ve diğer yanda el-Battanî'nin ve Wycliffites'in hare­ketine uzanan bir zincirden faydalanarak kili­senin prangalarından kurtarmışlardır. Ta­mamladıkları bu görev diğer yabancı ulusla­rın etkisi altında başlatılmıştır.

Hıristiyan Avrupa bilgi edinmeye işkence tehdidiyle yasak koyarken; papazlar, Hür Dü­şünce'nin daha ilk kelimelerini boğmada ör­nek teşkil ederken; kilise mensupları, sadece mantıklı düşündükleri için binlerce kişiyi ate­şe gönderirken; hastalığı, şeytanın ruhu istilâsı olarak tanımlayan Hıristiyan Avrupa, paçavralara ve kemiklere taparken, Müslü­man hâkimiyetinde bilgi gelişiyor, daha önce hiç olmadığı şekilde yüceltilip hürmet görü­yordu. Müslüman âlimler kendilerini medeni­yet davasına adamışlar, Hz. Peygamber @ ta­rafından başlatılan ve yüceltilen hür düşünce ve sorgulamanın gelişmesine yardımcı olmuş­lardı. Müslümanlar arasında inanç sebebiyle cezalandırma bilinmiyordu. Dünya, hâkim güçlerin siyasî davranışları nasıl olursa olsun, bütün din ve inançlara karşı ayrım yapmama ve müsamaha bakımından daha önce onlar­dan daha üstün Örnek tanımamıştı. Bir mille­tin entellektüel göstergesi olan tabiî ilimlerin elde edilmesi Müslümanlar arasında rağbet edilen bîr meşgale hâline geldi... İslâm bölge­lerinden Isaurian İmparatorlarına (Konstanti-niyye'de) ulaşan hür düşünce dalgası; cehalet, bâtıl inanç ve bağnazlığı ortadan kaldırdı; bu­nun etkisi Salerno'da ve Kurtuba'daki okulla­rın birleşik nüfuzu -İbni Rüşd'ün ve belki de Müslüman kaynaklarına öğrenim suyunu ge­tiren bazı Yunanlıların nüfuzu- Kilisecilik anlayışının surlarını yıkana dek hissedilemedi.

İslâm, düşünce hürriyetini baş tacı yaptı. İslâm'ın, hususi karakterini koruduğu müd­detçe bilginin ve medeniyetin yakın hâmisi ve teşvikçisi- entellektüel hürriyetin yakın müt­tefiki- olduğunu ispatlamış olması çok mani­dardır. İslâm'a dış etkiler bulaştıktan sonra, Müslüman toplumlar ilerleme yarışında geri­de kalmışlardır (Emir Ali, The Spirit of is­lam, sh. 397-399).

Mağrip İspanyası (Endülüs) İslâm'ın medeni-leştirici gücünün parlak bir örneğidir. Vizi-gotlann vahşeti ile perişan olmuş, nefretin ve zulmün sardığı topraklar dışında Müslüman­lar bir banş ve refah ülkesi kurdular, ülkeye eşitlik, adalet ve hoşgörü getirdiler. Endülüs topraklarında bütün kıtayı aydınlatan kültür meşalesini yaktılar. Siyasî yapılan gedik ver­meye başlayınca bile, bu ateş daha da parlak yandı ve iç düzensizlik ve anarşi karanlığını gölgede bıraktı. Hıristiyanların yeniden ele geçirmesiyle ortada yalnızca Endülüs'ün mi­mari ihtişamı kalmıştı. Bundan sonra bağnaz­lık, hoşgörüsüzlük ve Engizisyon İspanya'da hâkim hâle geldi. Zaferle coşan Hıristiyan fa­tihler, el-Dorado'yu (şairlerce Altm ülkesi di­ye hayal edilen esatiri memleket) aramak ga­yesiyle Atlantik'i aşarak yerle bir ettikleri es­ki medeniyetler üzerinde imparatorluk kurup zenginlik elde ettiler; ancak İspanya hiçbir zaman Müslüman hâkimiyeti altındaki eski parlak günlerine ulaşamadı. Daha sonraki asırlarda bu güneşin batmasında da hayırlı bir ibret vardır... İbni Tufeyl'in sembolik hikâye­lerini içeren ve Philosephus Autodidoctus adıyla Latince'ye çevrilen eseri Batı'da derin bir iz bırakmıştır (H. M. Balyuzi, Muhammed and the Course of islam).

Ve Profesör Arberry'ye göre: "Tabiiî ilimler sahasında, er-Razî'nin (Orta Çağ Avrupasm-da Rhazes diye bilinir) eserlerinin Batı üze­rindeki etkilerinin belki de eşi yoktur; ne var ki, felsefe sahasındaki fikirleri sapıkça oldu­ğu düşünüldüğünden dikkate alınmamıştır." (John Murray, The Wisdom of the East Seri-es).

Gerileme döneminde bile "Endülüs hâlâ Orta Çağın karanlığı ve engelleri içinde yüzen Av­rupa'ya İslâm medeniyetinin parlak hediyele­rini aktaran kanal olmuştur. Batı'dan Endü­lüs'ün meşhur üniversitelerine geçmişte oldu­ğu gibi o vakit bile pek çok talebe ve âlim gelmekteydi. Bu âlimlerden biri 999'da Sylvester II adıyla Papa'lık tacını giyen zeki Fransız Aurillac'lı Gerbert'ti. Ve Endülüs'ün bu gelişmiş üniversiteleri Piza, Paris ve Ox-ford gibi Hıristiyan âleminde kurulacak olan­lara model teşkil etmişti. İspanya'yı yeniden fethetmeye çalışan Hıristiyan yöneticiler bile İslâmî kültürün nimetlerini takdir ediyorlardı. (Muhammad and the Course of islam, sh. 311).

Şurası bir gerçektir ki; "İslâm ilminin Batı'da etkili olması Batı Akdeniz'deki Arap fetihleri ile mümkün olmuştur. Arapların İberik yarı­madasında 800 yıla yaklaşan bir süre kalması İspanyol mimarî ve sanatında ve orada konu­şulan Katalan, Kastilyaca ve Portekizce dille­rinde silinmez izler bırakmıştır. Sicilya ve Güney İtalya'daki Arap hâkimiyeti daha kısa ömürlüdür ve kültürel açıdan da daha az kalı­cı olmuştur, ancak tesiri İspanya'dakinden daha az yoğun olmamıştır. Çünkü Araplar Norman işgali sırasında zorla atılmamışlar­dır. Mağribîler sonunda Batı Akdeniz'in Av­rupa kısmını tamamen terketip Kuzey Afrika ile sınırlı kalmış olsalar da temas hiçbir za­man kesilmemiştir.

Bugün bile, İslâm-Avrupa temasında Haçlıla­rın önemli rol oynadığı ve İslâm'ın etkisinin esas olarak Doğu'dan geldiği yolunda bir düşünce vardır. Gerçekte, sonucu belirleyen te­maslar daha önceki tarihlerde Batı Akde­niz'de gerçekleşmiştir (The Legacy of is­lam'ın ilk baskısındaki Sir Ernest Barker'ın "The Crusader-Haçlılar" adlı makalesi).

Doğu Halifeliği'ndeki Müslümanların ilimde ulaştıkları seviye, Batı'da, İslâm ülkelerinin yoğun ilişkisi sebebiyle Irak'lı, Suriye'li ve Mısır'li âlimlerin eserlerinin Mağrib'li Müs­lümanlar tarafından incelenmiş olması veya Mağribî Müslümanların oralara gidip ilim tahsil etmeleri sayesinde öğrenilmiştir. (The Legacy of islam, ed. Joseph Schacht ve C. E. Bosworth, 2. basım, sh. 425-426. Ayrıntılar İçin bkz.: W. Mentgomery'nin islam Spain adlı eseri ve ayrıca Encyclopaedia of islam, 2. basım, "Arabiyya" maddesi; ek "Arabic Literatüre in Spain").

İslâm bilimlerinin Avrupa bilimlerine büyük etkide bulunduğuna şüphe yoktur; Batı'daki bu bilgi Rönesans'ından tek bir etki değil, çok çeşitli etkiler vardı: ana etki tabii ki, İs­panya'dan, İtalya'dan ve Müslümanlarla ka­rışıp İslâm kültürüne bilimin etkilerini gören Haçlılar vasıtasıyla Filistin'den gelmiştir. Haçhlar geri döndüklerinde pek çok serbest fikirler getirdiler ve ülkelerinin diğer insanla­rını da etkilediler. Doğu'da ve Batı'da Arap hâkimiyetinin sonucu olarak "Arapça İslâmî ilimlerin öğreniminde temel vasıta hâlinde ve Doğu'da, Batı'da Latince'nin gördüğü vazi­feyi gördü. G. Bergstrasser Arap dilinin, daha başlangıçta ilmî surette kesin ifadeler taşıdı­ğını ikna edici biçimde göstermiştir." (Ein-führung in die Semitischen Sprachen, Mü-nich, 1928, sh. 145). Ancak dilin yaygınlaş-masmdaki esas sebep bu değil, daha ziyade İslâm dininin ve İslâmî yönetimin dili olarak Arapçanm merkezî bir konumda olmasıdır, zamanla dilin ilmî ihtiyaçlara uyarlanmasına bu durum sebep olmuştur (The Legacy of is­lam, sh. 426-427).

Robert Briffault'a göre, ilmî usûl ve araştır­ma ruhunun kökeni Araplara dayandırılabilir: "Araplar olmasaydı, Avrupa medeniyetinin bütün gelişme safhaların! geçmesini sağlayan karakterine hiçbir zaman sahip olamayacağı kuvvetle muhtemeldi. Gerçi Avrupa'nın ge­liştiği hiç bir sahada İslâmî kültürün sonuca etkili izlerini bulmamak mümkün değildir; ancak bu izler modern dünyanın önde gelen ayırdedici gücünü ve zaferinin kaynağını teş­kil eden kuvvetin -tabiî ilimler ve ilmî ruh-doğuşundaki kadar açık ve bu gelişmeyi hız­landırıcı değildir. Avrupa'da ilim dediğimiz şey yeni bir araştırma ruhunun, yeni araştır­ma, deneme, gözlemleme, Ölçme metodları-nın ve Yunanlılarca bilinmeyen tarzdaki bir matematiğin gelişmesinin sonucu olarak orta­ya çıktı. Bu ruh ve metodlar Avrupa'ya Arap­lar tarafından getirilmiştir." (The Making of Humanity,sh. 190-191).

Progressive Education Association'ın kuru­cusu bir diğer Avrupalı yazar, İslâm hakkın­da şu görüşleri belirtmektedir: "Komşu Hıristiyan ülkelerine kültürel saldırıda bulunan İslâm, Avrupa'daki Rönesansm aslî yaratıcı­sıdır." (Stanvvood Cobb, Islam's Contribuü-on to World Culture).

İslâmî ilimlerin araştırma ruhunu ve dünya­nın ilerlemesini etkilemedeki rolü ile ilgili yorumunda Robert L. Gülick Junior şöyle de­mektedir: "Arapların dünyanın entellektüel gelişmesine yaptıkları katkılar sorgulanama­yacak kadar açıktır. Ancak bu gelişmeler Hz. Muhammed @'in etkisinin sonucu muydu?" Robert Briffault'un Müslüman ilima damları­nın dine ilgisiz oldukları şeklindeki fikrini (a. g.e.Tsh. 186) reddeden Gulick şunu vurgula­maya devam etmektedir: "Hz. Muhammed @'in ashabının hayatına damgasını vuran mücadeleler, zorluklar ve fedakârlıklara âşinâ olan bir kimsenin böyle bir sonuca varması mümkün değildir. Ali'nin, Ebu Bekr'in, Hamza'nın ve sayısız diğer fevkalâde insan-nın hayatlarında çok açık şekilde farkedilen dinî inanç ve sadakat unsurunu Briffault'un görmezlikten gelmesine sebep, muhtemelen onun materyalist dünya görüşüdür. Eziyetlere katlanmaya aday, arkadaşlarının kendilerine küsmesini göze almış ve Bir Allah'a bağlılık­larını ifade uğruna (Ehadun! Ehadun!) bütün varlıklarını terketmeye hazır olan bu insan­larda bu güç kesinlikle dinî inanç sayesinde bulunmuştur... Hz. Muhammed @'in, eşsiz bir sadakat ve meydan okuyan bir inkılâb ha­reketinin, İslâmî kültürün gelişmesini teşvik eden bir nizâm ve istikrar getirdiği inkâr edi­lemez. Bu görüşleri destekleyecek somut de­liller verilecektir." (Mııhammad the Educa-îor, Lahore, 1969, sh. 5-6).

Bir Belçikalı tarihçiye göre, Roma İmparator­luğu'nun Araplarla İslâm'dan önce hemen he­men hiç bir teması yoktu. Arapların, Atilla, Cengiz Han ve Timurlenk İmparatorlukları­nın kazandığı eşsiz zaferleri yorumlarken şöyle demektedir: "Ancak bu imparatorluklar geçici, İslâm ise kalıcıydı... Hıristiyanlığın yavaş ilerlemesi ile kıyas edilirse İslâm'ın şimşek hızıyla yayılması gerçek bir mucizedir." (Henri Pirenne, Muhammed and Char-lemagne). Ve Robert Gulick burada şunu vurgulamaktadır: "Muhammed @'in takipçi­leri vasıtasıyla İslâm'ın dünyanın geniş alan­larında hükmetmesi doğrudan dinî inanca mı bağlıdır? sorusu kısmen olumlu olarak cevap­landırılmıştır." Yukarıdaki ifadeyi kuvvetlen­diren ilâve deliller Pirenne tarafından sunul­muştur. "Cermenlerin, İmparatorluğun Hıris­tiyanlığına karşı koyabilecekleri hiçbir şeyle­ri yoktu; Araplar ise yeni bir inançla yüceltil­mişlerdi. Onlann asimilasyonunu yalnız ve yalnız bu inanç önlemiştir. Diğer açılardan ise fethettikleri medeniyete karşı Cermenler kadar ön yargılı yaklaşmamışlardı. Bilakis, bu medeniyeti şaşırtıcı bir hızla kendileri asi-mile ettiler, ilmi Yunanlılardan ve sanatı Yu­nanlılar ve İranlılardan öğrendiler.'1 (a.g.e., sh. 149).

Pirenne'e göre; "Cermenlerin Roma medeni­yeti Üzerinde hiçbir tesirleri olmamıştır. Bila­kis, Roma topraklarına girer girmez Romalı-laşmışlardır. Diğer yandan, İslâm tarafından fethedildikten sonra Romalılar Araplaşmış-lardır. Dokuzuncu yüzyıl İspanyasında, Hıris­tiyanların artık Latince bilmemesi sebebiyle kilise meclisi rç^etinleri Arapça'ya tercüme edilmiştir." (a.g.e., sh. 152). Ve Piskopos Ge-orge Bush İslâm ve İslâm'ın etkisi hakkında şunları yazmıştır: 'Tarihte hiçbir devrim, medenî dünyanın durumuyla ilgili olarak İslâm'ın çıkışı, gelişmesi ve devam etmesi kadar büyük değişiklikler getirmemiştir." (The Life ofMuhammad).

Müslümanlar Hz. Muhammed @'in gelişin­den önceki döneme câhiliyye adını verirler. O dönem ile Hz. Muhammed @'in gelişinden sonraki dönem arasındaki tezat çok çarpıcı­dır. Tartışmaya mahal bırakmayacak açık bir gerçektir ki, büyük Arap kültürünün doğuşu, Hz. Peygamber @'in mucizesi Kur'ân mer­kezinde gerçekleşmiştir. Moore bu fikri veciz ve ikna edici biçimde sunmaktadır: "Dinleri bir Kitap'la kendilerine sunulan bir millet, bu Kitâb'ın incelenmesi ve yorumlanması için gerekli şeyleri mutlaka sağlamalıdır." (Ernest Carrol Moore, The Story oflnstruction).

Robert Gulick'in ifadesiyle: "Hz. Muham­med @'in hayatının yanında, İslâm'ın eğitici yönüyle alâkalı en ilgi çekici konu, Müslü­manların kültüre iktisadî teori ve uygulama, musikî, edebiyat, mimarî, oyma sanatı, mate­matik, kimya, fizyoloji ve tıp gibi muhtelif yönlerden yaptıkları katkılarıdır." (Muham-mad the Educator, sh. 2).

Meredith Townsend, İslâm hakkında şu gö­rüşleri ifade etmektedir: "İslâm'ı kabul eden köle hürdür; sadece basit hürriyete kavuşmuş bir insan değil, fakat hür bir vatandaştır- de facto (fiilen) ve de jure (hukuken) devletin bütün kademelerinde görev alma yeterliliğine sahip biridir." Ve Hz. Peygamber @'in hük­mü altındaki durumu şöyle vurgulamaktadır: "Orada, dünyanın bütün diğer bölgelerinden daha ileri bir demokrasi ve eşitlik şeklî mev­cuttu." (Muhammad). "Müslümanların insanlığın zihnî ve manevî ilerlemesine katkıları çok geniş ve pek çok değişik sahalarda teza­hür etmektedir; hiç kimse bizim zengin mira­sımız içinde bu katkılardan sadece bir kaç temsilî konu varmış gibi yapamaz. Bugün bildiğimiz şekliyle medeniyet, yalnızca Hıris­tiyan etkisinin ürünü değildir, daha ziyade Yunan, İbrani, Hıristiyan ve Müslüman kül­türlerinin armağan ettiklerinin noksansız har­manlanmış ve sentez edilmiş sonucudur.

Orta Çağlarda Hıristiyan keşişlerin Helen (Yunan) kültürünün koruyucusu ve taşıyıcısı oldukları ve yalnızca manastırların ilim ateşi­ni yanık tuttukları şeklindeki yaygın İnanç bütünüyle eksik ve hatalı bilgilere dayanmak­tadır. Evvela, bu dönem Hıristiyan toplumu­nun bilgi bakımından İslâm dünyasından da­ha aşağı seviyede olduğu hatırlanmalıdır. Barnes haklı olarak şunları ifade etmiştir: "Pek çok yönden, Orta Çağların en ileri me­deniyeti Hıristiyan kültürü değil, daha ziyade İslâm inancına sahip kişilerin kültürü idi." (H. E. Barnes, A History of Historical Wri-tings). Ve Gİbb de bu ifadelere İspanya'daki İslâm medeniyetinin Avrupa'da 10. yüzyıl­dan 13. yüzyıla kadar en yüksek kültürü tem­sil ettiğini belirterek destek vermektedir. Haskins, Renan'dan yaptığı alıntılara kendi yorumlarını da eklerken araştırmacılar arasın­daki ortak bir düşünceyi özetlemektedir: "Kadîm ilim ve felsefenin onikinci ve onü-çüncü yüzyıllarda yeniden elde edilmesi Av­rupa'nın ilim tarihinde bir dönüm noktasını belirler... Renan 'Arapça metinlerin Batı'nm ilmî araştırmalarına konu olması Orta Çağla­rın İlim ve felsefe tarihini birbirinden ayn iki döneme böler. Birincisinde, insan zekası, me­rakını sadece Martianus Cappella, Bede, isi-dore gibi derleme eserlerde kümelenmiş Ro­ma okullarının kıt kırıntıları ve yaygın olarak tedavülde olmaları sebebiyle yokolmaktan kurtulan belli bazı teknik risalelerle gidermek zorundaydı. İkinci dönemde, ki-dîm ilim bir kez daha Batı'ya geldi, ancak bu kez tam tek­mil geldi; Yunan ilminin orijinal eserleri ve­ya Arapça şerhleri -Hippocrates ve Galen, Aristo'nun eserlerinin tamamı ve Arapların matematik ve astronomisi. Araplar'ın Do-ğu'dan ve kendi gözlemlerinden kazandıkları­nın da eklenmiş olduğu kadîm ilimlerin yeni­den elde edilmesi, Orta Çağın ilmî rönesansı olmuştur." (C. H. Haskins, Studies in the History of Medicial Science).

Gerçek şu ki, "hiç kimse Müslümanların kül­türel ilerlemesinin boyutlarını bilemez. Çün­kü eğitim sahasındaki başarı ve safhalarla il­gili delil yığınları Moğollar, Hıristiyanlar ve entellektüel hayatı kısıtlayan Müslümanlar tarafından yok edilmiştir. Batı'daki insanlar genelde Müslümanlar'ın İskenderiye'nin meşhur kütüphanesini tahrip ettikleri şeklin­deki eski bir yalana inanırlar.

Kitapların belli bir kısmı sokak çatışmaların­da tahrip olmuştur. Ancak Serapıs'in bu ünlü kütüphanesinin sistematik şekilde tahrip edil­mesi M.S. 389'da (Hz. Muhammed @'in do­ğumundan yaklaşık iki asır önce) İskenderiye Başpiskoposu Theophilus'un emriyle gerçek­leştirilmiştir. Eski Yunan'in pek çok harika yapıları ve güzel heykelleri Hıristiyanların eliyle aynı akıbete mâruz kalmıştır. (Gustav Diercks, "Europe's Debt to islam", Islamic Review, 16: 138, Mayıs 1928). Haçlılar, Trablus'un muhteşem kütüphanesini hiçbir pişmanlık duymaksızın tahrip etmişler; Müs­lümanlara ait kültür ve sanat merkezlerini bir kül yığınına dönüştürmüşlerdir (Ameer Ali, The Spirit of islam, sh. 351).

Diercks ise şu ifrata kaçan suçlamayı yap­maktadır: "Hıristiyanlık, nereye gittiyse zihnî gelişme ve ilerlemeyi engellemiş ve var olan kültürü baskı altına almıştır." (a.g.e., 16: 218, Haziran, 1928). Gregory'nîn zihnindeki reh­ber prensibin "cehalet, dindarlığın temelidir" sözünden müteşekkil olduğunu iddia etmek­tedir ve şöyle devam etmektedir; "bu Önka-bulden yola çıkan Gregory yalnızca Ro-ma'daki güzel binaları ateşe vermekle kalma­mış, İmparator Augustus tarafından kurulmuş kıymetli Palatine Kütüphanesini de yakmış­tır. Livy'nin eserlerinin büyük kısmını yok etmiş; klasik eserleri okumayı yasaklamış; kadîm zamanlardan kalan ne varsa tahrip et­miştir (a.g.c, 16: 144, Mayıs 1928).

Ferdinand ve İsabella, İspanya'da bulabildik­leri bütün Müslüman eserlerini yoketmişler-dir. Anatole France'in roman karakterlerin­den biri şunu ifade etmektedir: "Tarihteki en trajik olay Arapların ilim, sanat ve medeniye­tinin Frankların barbarlığı önünde yenik düş­tüğü Poitiers savaşıdır." (Anatole France, "La Vie en Fleur," Islamic Review'da iktibas edi­lerek yayınlanmıştır; 22: 146, Mayıs 1934; Mukammed the Educator, sh. 42-44).

Şüphesiz ki, Araplar arasında araştırma, göz­lem ve deneyi teşvik eden bilginin, ilmin ve soruşturma ruhunun kazanılması gerektiğine dair konular genel olarak Kur'ân'da ve Hz. Muhammed @'in öğretilerinde mevcuttu. Bu teşvikle gelişen Araplar daha sonra bu ruhu gittikleri her yere taşıyarak diğer milletlere de aşıladılar. Robert Gulich'e göre: "Hadisle­rin çoğunluğunun sahih olduğu akılda bulun­durulmalı ve bunların yaygın ve hayırlı etki­lerinin olduğuna şüphe edilmemelidir. Hz. Muhammed @'in sözleri, İslâm medeniyeti­nin Altm Çağındaki büyük fikir adamlarını mutlak surette teşvik etmiş olmalıdır."

Daha önce açıklandığı üzere, ilim tahsilinin önemini belirten pek çok Kur'ân ayeti ve ha­disler vardır ve bunlar âlimlerden hep olum­lu sözetmektedir. "De ki: 'Hiç bilenlerle bil­meyenler bir olur mu?" (39: 9). Robert Gu-lick, Rasûİullah @ 'İn şu buyruğunun önemini vurgulamaktadır: "Fakirler ve zenginler ilim tahsili konusunda önünüzde eşit olsun." (Ha­lil Totah, The Contribution of the Arabs to Education). Ve ona göre: "Kahire, Dımeşk (Şam) gibi ve diğer merkezlerde pek çok âlım ve ilmin yerleşmesine yol açan Hz. Mu­hammed @ 'in bu hadisidir." (a.g.e., sh. 46).

Profesör N. Stepnen, Hz. Peygamber @ 'in bu sonuyla ilgili şu hadisini aktarmıştır: "Kendi­sini ilim tahsiline veren kimse ölmez. İnsan­ların en hayırsızı kötülüğü öğrenen; en hayırlısı da iyiliği öğrenendir." {Islamic Review, sh. 44-47, Ocak 1917).

Hz. Muhammed @'in bu ve diğer hadisleri hakkında yorum yapan Robert Gulick şöyle demektedir: "Bu ifadeler âtıl ve faydasız söz­ler olarak değerlendirilmemelidİrler. Sonuç­lan çok muazzam olmuştur. İslâm ilminin gücü kendisini, Bizansın belirsiz kavram ve anlayışları yerine, pratik meselelere adamış olmasından kaynaklanmaktadır. Hz. Peyam-ber @'in ashabı onun ilkelerini ve buyrukla­rını yıllar içinde inceleyip tartışarak uygula­mışlardır (Buharı, c. VI). Hz. Muhammed @'in izinden gidenler kendilerine zulmeden­leri Bedir'de büyük bir üstünlükle yenince, pek çok kişiyi de esir almışlardı; onlara çok iyi muamele edildi ve en iyi yiyecekler veril­di: Fakirler, fidyesiz olarak salıverildiler, an­cak kalanlardan fidye alınması kararlaştırıldı. Bu kişilerle ilgili olarak askerî tarih kitaplarında eşine rastlanmayan, fevkalâde kıymet ve özelliğe sahip bir anlaşma yapıldı. Oku-ma-yazma bilenler 4000 dirhem fidye öde­mek yerine 10 çocuğa okuma-yazma öğrete­rek bu mükellefiyetten kurtulacaklardı. Kişi başına 4000 dirhem gibi büyük bir fidye pa­rasından vazgeçip bunun yerine okuma-yaz­ma öğretilmesini kabul etmek, Hz. Peygam­ber @' in gözünde ilmin değerinin ne olduğu­na dair çok güzel bir delil teşkil eder. Kusur arayıcı eleştirmenler İslâmî ilimlerin Yahudi, Hıristiyan ve Zerdüşt zihinlerin ürünü oldu­ğuna işaret etmekten büyük zevk alırlar. Bu konuda ikna edici bir şekilde söylenebilecek olan şudur ki, bu âlimlerin üretken çabalarına uygun atmosferi sağlama şerefi İslâm'a aittir. İslâm'da ayrımcılığın olmaması sebebiyle, serbest araştırmalarda bulunma hususunda di­ğer inanç mensupları da teşvik görmüşlerdir.

"Batılılar İslâm'ın yayılışını kuvvetle (kılıç zoruyla) özdeş görürler. Onlar Cihad kavra­mını tanmamayacak derecede çarpıtmışlardır. Müslüman Arapları bir elde Kur'ân, bir elde kılıç olarak tasvir etmişlerdir. Bu kesinlikle yanlış tanıtılmış bir kimliktir. Bu manada gerçek saldırganlar Müslümanlar değil, Hıris-tiyanlardir. İspanya'da Engizisyon dönemi esnasında iki milyon Müslüman Hıristiyanlı­ğın belli bir mezhebine girmedikleri takdirde ölümle tehdit edilmişlerdir. Hz. Muhammed @'in savaşlarının savunmaya yönelik olduğu kesinlikle söylenebilir. Müslümanlar eğer sa-vaşmasalardı yok olurlardı- kişi bunun gele­cek medeniyetlerle ilgili kötü sonuçlarını an­cak tahayyül edebilir... İleri gelen Hıristiyan bilim adamlarının talebeleri arasında, dindaş­larından ziyade Müslümanlar yer almaktay­dı." (W. Barthold, Mussulman Culture).

"İslâm'da ilim tahsili farzdır, bu nedenle ka­dınlar da eğitim faaliyetlerine erkekler kadar serbestçe ve coşkuyla katılıyorlardı. Araştır­malar, kadınların hem öğrenci hem de öğreti­ci olduklarını göstermektedir. Mekke'de bile kadın âlimler bulunuyordu, burada Kerime pek çok öğrenciye Hadîs dersi veriyordu; Şehide geleneksel dinî bilgileri öğreten bir diğer tanınmış âlimdi. İspanya'da en meşhur cer­rahlardan bazısı kadındı." (S. H. Leeder, Is-lamic Review, c. 4:115, Mart 1916). İspan-ya'daki kadınlar edebî yetenekleri bakımın­dan da dikkat çekmekteydiler ve Nashun, Zeynep, Hamide, Hafsa, el-Kaliyye, Safiye ve Meryem isimleri, doğdukları topraklar üzerinde silinmez bir parlaklık oluşturdu. (Ameer Ali, A Short History of the Sara-cens). Ebû'l-Kerim'e göre, Hz. Muhammed @ kadınlara 1875 yılma kadar tanınmayan ve Fransa'da halen kısıtlı şekilde tanınan mülki­yet hakkını 13 asır Önce tanımıştır. ("Hazret Muhammad @, The Greatest Social Refor-mer," îslamic Review, 22:146, Mayıs 1934).

El-Maqqarî, bir İspanyol'un iftiharla şunları söylediğinden bahsetmektedir. "Sizin ülkeniz vezir İbni Zeydun'la şiir tartışmaları yapan bizim Velîde el-Mervaniye'miz gibi bir kadın çıkarmış mıdır? Ve Zİyad'm kızı Zeyneb'in eşi sizde var mıdır? (Halil Totah, a.g.e.). Ha­tip ve gramer bilgini el-Ârûziye; şair ve fıkıh âlimi Ümmü'1-Hîn; şiir, edebiyat ve hitabette haklı bir üne kavuşan Sevil'li Meryem; ve Hz. Peygamber @'in soyundan gelen Emet el-Azîz gibi pek çok şahsiyetin de dahil oldu­ğu kadınlar, ilimleri ile büyük ün kazanmış­lardır (Robert Gulick, a.g.e., sh. 44-51).

Hz. Muhammed @ insanlığa görüş açılarını genişleten ve zihinlerini önemsiz, anlamsız ve geçici meselelerden arıtan ve onlara ev­rensel maddî ve manevî prensipler getiren yüce ve asil bir inanç sistemi vaz etmiştir. Bu sistem, insanların hayata ve meselelerine olan bakış tarzlarını tamamen değiştirmiştir. Bü­tün bir hayat şekilleri ve tarzları tamamen ye­ni bir renge bürünmüş; fikirleri, değerleri, dü­şünce ve yaşantıları bütünüyle yeniden şekil­lenmiştir. Yeni bir fikir, yeni bir güç ve coş­kuyla tamamen farklı insanlar haline gelmiş­lerdir.

Hz. Peygamber @ kendisine inananların arzularını öylesine teşvik etmiştir ki çeyrek yüzyıl sonra bu insanlar bütün ilimlerin ustadi olmuşlardır. Kâinat ile ilgili daha fazla bil­gi elde etmek için gösterdikleri çabayla her köşe bucağı araştırmışlardır. Bu onların önü­ne fizikî âlemin bilgi hazinelerini sermiş; ta­biatın gizliliklerini açığa çıkararak bütün dünyanın istifadesine sunmuşlardır. Böylece tabiî kaynakların sağladığı imkânlardan fay­dalanmış ve dünyanın diğer yerlerini de zen-ginleştirmişlerdir. Hz. Muhammed @'in üm­meti tabiî ilimler sahasında tecrübî metod ka­nılarım açtı ve bu metodu Avrupahlar'a aktar­dı. Ayrıca onlara fen ve teknikte ilerlemenin yollarını öğretti.

Sosyal bilimler sahasında Hz. Muhammed @ insanın konumunu ve şerefini yüceltti; do­ğum, veraset, ırk, millet ve renkten ileri gelen bütün ayrımları kaldırarak insanlığın eşitliği ilkesini getirdi. Ayrıca, uygun ve yeterli ça­bayı gösterdiği takdirde insanın ulaşamıyaca-ğı ve elde edemeyeceği hiçbir şey olmadığını da öğretti. Gayret gösteren herkesin istediği başarıyı elde edebileceği inancı, kadın erkek herkese çok çalışma ve kendilerini yapmak istedikleri işe göre teçhiz etme yollarını açtı.

Diğerlerinin hakkına müdahale etmedikçe, ya da kanuna karşı gelmedikçe kişilerin ferdî hürriyet sahibi olması hareketini başlattı. Bu fikirler Avrupa'daki feodal sistem, Hindis­tan'daki kast sistemi ve o zamanın dünyası­nın değişik kesimlerindeki benzeri sınıf sis­temleri için öldürücü bir darbe oldu ve insanı insana kölelikten kurtarıp, insanlığa tabiî haklarına sahip çıkma ve yeryüzünde hür ola­rak yaşama fırsatı verdi.

Kadınlar, Hz. Peygamber @'in getirdiği din sayesinde hak ve hürriyetlerine kavuşarak toplumda şerefli ve itibarlı bir konum kazan­dılar. Böylelikle sosyal, iktisadî, akidevî ve diğer sahalarda erkeklerle eşit haklara sahip oldular (Ayrıntılar için bkz., Sîret Ansiklope­disi, c. II, "Eş olarak Muhammed" başlıklı 1. bölüm).

Rasûlullah @, siyasî alanda bütün işlerde müşavere kavramını getirdi, devlet başkanının seçiminde, başkanın yardımcılarının ve yürütmenin diğer üyelerinin seçiminde ve di­ğer siyasî meselelerde halka danışarak karar verilmesini Öngörüyordu.

Hz. Muhammed (2>, hukukun hâkimiyeti prensibini de getirdi. Akrabalık ilişkilerine, ırkına, renk veya sosyal ve siyasî mevkiine bakmaksızın herkese karşı mutlak adaletin uygulanmasını ve âdil olunmasını mecbur kıldı. Aynı kuralı uluslararası olaylarda da geçerli kılarken daha sonraki asırlarda ulusla­rarası hukukun dayanak aldığı temel ilkeleri koydu (Ayrıntılar için bkz., Sîret Ansiklope­disi, c. II,'"Kanun koyucu ve hâkim" adlı bö­lüm).

Hz. Muhammed @'in insan kültürüne bir di­ğer büyük katkısı, onun insanları her türlü kötü âdet, gelenek ve yanlış ibadet ve dogma­lardan kurtarmış olmasıdır. Diğer bir ifadeyle o, insanları, Hakikati bulmak için serbestçe ve önyargısız düşünebilmelerini sağlayacak şekilde insanların koyduğu kanun ve gele­neklerin prangalarından kurtulmalannı temin etmiştir. Bu insanoğlunun yüzyıllar boyunca birikmiş olan bilgi ve kültür servetini sami­miyet ve dürüstlükle insanlığın faydasına kullanabilmesine imkân tanımıştır. Bunun so­nucu olarak, Hz. Muhammed @'den sonraki nesillerin bilgi ve ilmiyle zenginleşen insan­lık, İlimde olduğu kadar insanî değerler saha­sında da ilerleme kaydetti; insan haklarının, kadın haklarının, insan hürriyet ve serbestli­ğinin, uluslararası anlaşmalara saygı ve ulus­lararası topluluk gibi kavramların önemini çok iyi kavradı. Değişik ülkelerde daha son­raki asırlarda şu ya da bu şekilde ortaya çıkan hareketler doğrudan ya da dolaylı olarak Rasûlullah (5)'in Arabistan topraklarında ger­çekleştirdiği ilk zihnî ve toplumsal inkılâbla bağlantılıdır.

İslâm'ın en yüce ve temel ilkesi, İslâm'ın bü­tün felsefesinin ve inanç sisteminin dayanak noktası Allah'ın Birliği (Tevkid)dir. Bu fikir İslâmî sistemin bütün üst yapısının özü ve can damarıdır; İslâm'ın bütün diğer sistemle­re üstünlüğünü temin eden de işte bu ilkedir. Muhammed İkbaFin ifadeleri ile: "(İnsanlı­ğın) yeni kültürü dünya-birliği fikrinin teme­lini Tevfiid prensibinde bulur. İslâm, bir hü­kümet şekli olarak, bu prensibin insan nevi­nin maddî ve zihnî hayatmda yaşayan bir fak­tör olarak tahakkuk etmesi için bir vasıta ol­muştur. Hükümdara değil, yalnızca Allah'a itaati talep eder. Zira, madem ki, Allah bütün hayatın kaim ve daim olan ruhî esasıdır, Al­lah'a itaat zımnen, insanın kendi hakikî tıy­netine itaattir. Cümle hayatın kaim ve daim olan ruhanî esası, İslâm'a göre, ebedîdir ve kendini çeşitlilik ve değişkenlikle ortaya ko­yar. Böyle bir Mutlak Hakikata dayanan bir toplum, kendi hayatında, kalıcılık ve değiş­kenlik Özelliklerini uzlaştırma zaruretindedir. Toplum hayatını düzenlemek için daimî ve sabit prensiplere sahip olmalıdır. Çünkü daimî olan, bize, sürekli değişim dünyasında bir tutunacak yer temin eder; ancak daimî prensipler, bütün bozulma ve değişme imkânlarını dışarıda bırakmak mânasında an­laşılırsa -ki, bu Kur'ân-ı Kerîm'in beyanına göre Allah'ın en büyük "âyef'lerinden biri­dir- mahiyeti itibariyle esasında hareketli ola­nı gayri müteharrik hâle getirmiş olur. Siyasî ve sosyal ilimlerde Avrupanın başarısızlığa uğraması, birinci prensibi, son 590 yıl içinde İslâm alemindeki hareketsizlik ise ikinci prensibi tasvir eder. Şu halde İslâm bünyesin­deki hareket prensibi nedir? Buna "içtihad" denir (The Reconstruction of Religious Tho-ught in islam, Lahor, 1977, sh. 147-48).

Muhammed Kutub, İslâm'ın önemini izah ederken şöyle demektedir: "Geniş anlamıyla ele alınırsa din, insanlığın zihnî ufkunu aç­mayı gaye edinmektedir. Çünkü hayat yalnız­ca bu dünyayla sınırlı değildir; bunun ötesin­de ebedî bir hayat vardır. Bu hakikat, insanın kalbindeki ümit ışığını parlatır, onun zulüm ve baskıya karşı sebatla mücadele etmesini teşvik eder. Din sevgiyi, anlayışı ve kardeşli­ği öğretir. Bu yüzden barış, refah ve ilerleme­nin tek yoludur ve bu özelliği tek basma onun baki kalması için yeterli bir sebeptir. Din, in­sanı, hayatın zorlu mücadelesine karşı teçhiz etmenin en mükemmel yoludur... İnsanın nef­sini aşmasını sağlayan yüce ve asîl idealler için eziyetlere katlanma ruhunu verebilecek olan yalnızca imandır.

İslâm, bir manâda, insanlığın ilerlemesini en­gelleyen veya fazilet ve iyilik yolunu takip etmesine izin vermeyen her türlü esaretten kurtuluş anlamına gelir. İslâm, insanlığın kendisini zor ve baskıyla esir eden, yanlış olanı yapmaya zorlayan ve şerefinden, haysi­yetinden, malından ve hatta canından mah­rum bırakan diktatörlerden azâd olması anla­mına gelir. Hâkimiyetin Allah'a ve yalnızca Allah'a ait olduğunu söyleyerek İslâm insan­lığı her türlü zâlimlerden kurtarır. Bütün in­sanlar Allah'ın kuludurlar; bundan dolayı, yalnızca O insanların kaderine hükmeder ve kimse O'nun İlâhî takdiri olmadan veya O'nun takdirine aykırı şekilde bir şey yapamaz; fayda veye zarar veremez.

Hz. Peygamber @'in öğretisi, insan zihni üzerindeki serbest etkisini göstermiş; kendi­lerine verilen yetenekleri kullanmaya ve ken­disini çevreleyen hayat hakkında mümkün olan en fazla bilgiyi elde etmeye davet etmiş­tir. Bu öğretide, akıl ile din arasında, dolayı­sıyla ilim ile din arasında başlangıçtan beri bir husumet olduğu şeklindeki yanlış kanaate yer yoktur... Şunu özellikle belirtmektedir: Sonsuz rahmetiyle yeryüzündeki bütün her şeyi insanın istifadesine sunan Allah'tır ve ilmî araştırmalarla keşfedilen gerçekler veya bundan dolayı insanoğluna ulaşan faydalar, gerçekte Allah'ın lütfudur. Böylece İslâm il­mi ve bilgiyi, Allah'a imana aykırı kötü bir şey olarak kabul etmek yerine, imanın bir parçası olarak görmektedir (islam The Mi-sunderstood Religion, Dımeşk 1977, sh. 4-11).

Allah, insan onları dilediği gibi kullanabilsin diye herşeyi onun hizmetine âmâde kılmıştır: "Allah O'dur ki, gökleri ve yeri yarattı, gök­ten su indirdi de onunla size rızık olarak çe­şitli meyvalar çıkardı. Buyruğuyla denizde akıp gitmesi için gemileri emrinize verdi, ır­makları emrinize verdi. Sürekli olarak (seyir ve aydınlatma) görevlerini yapan güneşi ve ayı emrinize verdi, geceyi ve gündüzü de em­rinize verdi. Ve size her istediğinizden verdi. Eğer Allah'ın nimetini saymak isterseniz sa­yamazsınız! (Buna rağmen) yine de insan çok haksızlık edendir, çok nankördür!" (14: 32-34).

Velsra sûresinde şunları okumaktayız: "An-dolsun ki, biz İnsanoğullannı şerefli kıldık, onların karada ve denizde gezmesini sağla­dık, temiz şeylerle onları rızıklandırdık, ya­rattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık." (17: 70).

Bu âyetler insanoğlunun bütün mahlûkatın kendisi için yaratıldığı en büyük ve yüce ya­ratık olduğunu açıkça göstermektedir. Ve, üzerine aldığı sorumluluğu âdil ve uygun şe­kilde yerine getirmesi için insanoğlu her türlü esaretten ve suni kısıtlamalardan kurtulmalı­dır. Bu hürriyeti gerçekleştirmek gayesiyle, insan "İnsanlığın değerini düşüren ve kendi­sini şereften mahrum bırakan" herşeyden kurtarılmıştır. Bu uğurda kendisine yardımcı olacak ilk şey Bir Allah'a olan inançtır ve bu inanç insanoğluna bütün diğer güçlerden, âdetler-den, dogmalardan ve otoritelerden hür olma yolunda büyük mesafe katettirmiş-tir.

İslâm, insanoğlunun insanlık için haysiyet ve şerefin ne kadar Önemli olduğunu farketmesİ-ni sağlamış, onu rızık korkusu, mal ve can korkusu gibi bütün korkulardan azade kılmış­tır. İnsan her zaman için Allah'ın Kudretinin tesir sahası içerisindedir: "De ki: 'Allah, bi­zim için ne yazmış (ne takdir etmiş) ise ancak bize o ulaşır, bizim sahibimiz O'dur. İman edenler Allah'a dayansınlar." (9: 51) Ve Ali İmrân sûresinÛt şu ayet mevcuttur: "Al­lah'ın izni olmadan hiç bir kimse ölemez. (Ölüm), belirli bir süreye göre yazılmıştır..." (3: 145). Hz. Ömer insanlara hürriyet yolun­da çok mesafe kazandıran aynı anlayışı şöyle ifade etmiştir: "Bir kimsenin doğruyu konuş­ması ne onun rızkını ondan uzaklaştırır ne de ecelini yaklaştırır." (Mâverdî, Ahkâmu's-Sul-taniyye, sh. 176). Buna benzer olarak, İslâm Yaratıcı ve yaratılan arasında insanoğluna fayda ya da zarar verebilecek aracılar olduğu inancını da yerle bir etmiştir: "Onlar ki, halk kendilerine: '(Düşmanınız olan) insanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun!1 de­yince, (bu söz,) onların imanını artırdı. Ve: 'Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir!' dedi­ler. Bundan dolayı Allah'tan bir nîmet ve bollukla geri döndüler, kendilerine hiçbir kö­tülük dokunmadı. Ve Allah'ın rızasına uydu­lar. Allah büyük kerem sahibidir." (3: 173-174).

Aracı konumundaki din adamlarının gücü İslâm tarafından kırılınca, insanoğlu kendi fıtratına olan güvenini yeniden kazandı ve Yaratıcı ile vasıtasız ilişki yeteneğini tekrar elde etti. Bu, insanoğlunun manevî olduğu kadar maddî her meselede de doğru olduğunu düşündüğü şeyi yapma, arzu ve tercih hürri­yetini kuvvetlendirdi.

İslâm, savunma hakkının ve kötülükten ko­runmanın mü'minlerin bir özelliği olduğunu belirtir: "Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman (kahramanca birbirlerine yardım ede­rek) kendilerini savunurlar." (42: 39). İşte bunlar, insanlığın zillet, zaaf ve teslimiyetten kurtarılması için mücadele verdiği bilinen kimselerin en iyileridirler.

İslâm, maddî servet kaynaklarına karşı da dengeli bir tutum geliştirmiş, insanı maddî kıymetlerden ve bu kıymetlerin hegemonya­sından kurtarmıştır. İslâm, insanoğluna zen­ginliğin sadece dünya hayatının süsü olduğu gerçeğini göstermiştir; ne yüceltilen veya al-çaltılan, ve ne de paye verilen ya da aşağıla­nan bir değer olmuştur. Allah katında gerçek değerin vicdanların taşıdığı değer olduğu ve bu değerin dünya hayatında salih amellerle yansıtılmasının önem taşıdığı vurgulanmıştır: "Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür. Bakî kalacak olan güzel işler ise Rabb'inin katında sevapça da daha hayırlıdır, umutça da daha hayırlıdır." (18: 46).

Böylece insanlık ulvî ideallere erişme yolun­daki zaaf ve engellerinden tamamen kurtarı­larak nihai mükemmelliğe ulaştırılmıştır. "Allah katında en değerliniz O'na karşı gel­mekten en çok sakınanızdır." (49: 13). (Abd-ül Azim Mansur, islam Allah's Eternal Ju~ risprudence, sh. 46-63).

Şüphesiz bütün diğer sistemler ve dinler Al­lah'ın tevhid ile ilgili emirlerini hafife almış­lar, kendi yanlarından çıkardıkları kanun ve fikirler vasıtasıyla O'na değişik şekillerde or­tak koşmuşlardır. Allah'tan başkasına kulluk­tan insanlığı kurtaran sadece İslâm dini ol­muştur. Bunun delili de şudur: İslâmî yol in­sanın arzularından, zaaflarından ve bencilli­ğinden etkilenmeyen tek yoldur. Allah buyu­ruyor ki, İslâm yöneticilerin arzu ve menfaat­lerinden etkilenmeyecektir ve bundan dolayı bütün insanlık için mutlak manada eşitlikçi ve âdil konumunu sürdürecektir: "Ey iman edenler! Allah için adaletle şahitlik edenler olun. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, si­zi adaletten saptırmasın. Âdil davranın, tak­vaya yakışan budur. Şüphesiz Allah yaptıkla­rınızı haber almaktadır." (5: 8).

Bu yol gelmişi ve geçmişi ve yaratıklarının tüm ihtiyaçlarını bilen Kadir-i Mutlak Al­lah'ın emri olduğundan insanların cahilliğin­den ve beşerî zaaflardan azadedir. O insanlı­ğa Emirlerini Elçisi vasıtasıyla bildirmiştir: "Sonra bu İşten seni de bir şeriate koyduk (sana da insanların uyacakları bir hukuk dü­zeni verdik). Sen ona uy, bilmeyenlerin ke­yiflerine uyma." (45: 18).

Ve yine diğerlerini ve kötü yollan izlemenin tehlikeleri hakkında uyanr: "Eğer Hak, onla­rın arzulanna uysaydı, gökler, yer ve bunların içinde bulunan kimseler bozulur giderdi. Biz onlara şeref ve şanlannı getirdik, fakat onlar, kendi şanlarından yüz çeviriyorlar." (23: 71). Bu yalnızca onlann karşılıklı düşmanlığı ne­deniyle değil cehaletlerinden dolayı da ger­çekleşebilecektir. Bu insanlann insanlık için ortaya tamamen mükemmel ve güvenilir bir yol koyacak hiçbir bilgileri yoktur.

Bu yolun (Sırat-ı Müstakim) desteklenmesi için bir diğer neden de şudur: İnsanoğluna varlık âlemi ve insanın onun içindeki yeri hakkında çok şümullü bilgi veren, varlığının esas gayesini anlatan ve bu çerçeve içinde bir hayat sistemi vaz eden Tek Yoldur. Ve ebedi­yete kadar sürebilecek bir tabiî hayat sistemi­nin üzerine bina edilebileceği tek sağlam ve sağlıklı temel de bu yoldur. Bütün diğer sis­temler böyle tabiî köklerden mahrum olduğu için çok uzun süre yaşayamıyacaktır.

Ve nihayet, yalnızca bu yol varlık âleminin gayesiyle ahenk içindedir. İnsanoğlu bu ga­yenin çerçevesi içinde yaşamak ve varlık âleminin her yönü ile işbirliği içinde olmak zorunda olduğundan bu âlemle uyumlu olma­yan bir yol izlememelidir.

İnsanoğluna tabiatın korkunç güçleriyle işbir­liğini garanti eden ve onun bu güçlerle çeli­şip, çatışmasını önleyen yol yalnızca insan hayatı ile varlık âlemi arasında gerçekleşecek olan ahenktir. Eğer insanoğlu bu güçlerle ça­tışırsa yokedilir ve Allah'ın kendisi için dile­miş olduğu O'nun yeryüzündeki halifeliği vazifesini yerine getiremez. Ancak, yaratılan varlıkların düsturlarına uyum sağlarsa onların sırlarının bilgisini elde edecek ve onlardan hayatında ne şekilde faydalanacağını öğrene­cektir.

İnsan tabiatı temel olarak varlık âleminin düsturları ile uyum sağlar. İnsanın hayat tarzı bu düsturları tanımaz bir hâl aldığı zaman, in­san sadece tabiatın korkutucu güçleri ile de­ğil, kendi fıtratı ile de çelişkiye düşmüş ola­caktır. Bütün ilmî zaferlerine ve maddî mede­niyetin konforuna rağmen şiddetli üzüntüler içinde zavallı ve şaşırmış bir halde kalacaktır. Acı verici boşluk hissi, insanı, korkutucu bir hayalet gibi takip eder. O ondan kaçar fakat diğeri kaçınılmaz olarak ona yetişir. İnsan gerçek fıtratından esrara, haşhaş ve alkole, ta­tillere ve aptalca maceralara başvurarak kaçar... Fakat onun boşluğu ve kafa karışıklığı onun maddî zenginlik ve rahatlığa verdiği önemle orantılı olarak artar.

İnsanlık, ilim sayesinde, tıbbî sahada ve maddî hastalıkları iyileştirmek açısından bü­yük zaferler elde etmiştir. Endüstriyel üretim alanında da hemen hemen mucizevî sonuçla­ra ulaşılmıştır. Uzayın araştırılması, suni uy­dular ve uzay İstasyonları gibi konularda da benzeri merhaleler kaydedilmiştir.

Ancak bütün bunların insan hayatı üzerindeki etkileri ne olmuştur? Manevî hayatı üzerinde­ki tesirleri nedir? İnsanlık emniyet bulmuş mudur? Selâmet bulmuş mudur? Kesinlikle hayır! Bedbahtlık, endişe ve korku içindedir. Sanki, günümüz medeniyeti, insan duygularını bataklığa sürükleyen bir belâ görünümü vermektedir.

Muhammed Kutub'a göre "Modern Batı'nm halen maruz kaldığı en tehlikeli hastalık bu­dur. Bütün hayâtı zehirlenıiştir. İnsanlık par­çalanmış ve bölünmüştür ve bir kısmı diğer kısmına karşı durmaktadır. Barış, ahenk ve huzur nâdir hâdiseler hâline gelmiştir. Fakat yine de son bir ümit vardır: İslâm. Eğer in­sanlık bu Allah'ın Kelâmı'na dönerse, onu Tanrıtanımaz Bati'nın getirdiği akıbetten yal­nızca bu dönüş kurtarır. İslâm, insanın hayata sağlıklı bir bakış açısı ile yaklaşmasını temin eder ve ona, elde ettiği bütün ilim ve nimetle­rinden faydalandığı maddî ve manevî imkânların Allah'ın lütfü olduğunu telkin eder. İnsanlar edindikleri bilgileri insanlığın hizmetinde kulandıkları sürece Allah onlar­dan razı olur. İslâm'ın Allah'ı, yarattığı kul­ları ilim peşinde koştukları için onlara hiçbir zaman öfkelenmez, ve ne de onların kendi Hükümranlığı ile rekabet edeceğinden kor­kar. O, yalnızca, insanların ilim yoluyla elde ettikleri bilgileri başkalarını yoketmek ya da baskı kurmak gibi kötüye kullanmalarına razı olmaz.

Böylece İslâm barış ve ahenk tesis etmekle kalmayıp insanlığı baskı ve zulümden de kur­tarmıştır. Bu konuda günümüz dünyası, İslâm'ın insanları her türlü yalancı ilâhlardan azade kıldığı ondört asır öncesinden daha iyi bir görüntü vermemektedir. Zorbalık halen mağrur diktatörler, küstah demagoglar ve zâlim kapitalistler kılığında ortada kol gez­mektedir. Bu kişiler eskiden olduğu gibi çalı­şan milyonların kanını emer, fakirlik ve ihti­yaç zilleti ile kahrederken, onların çaresiz ve zavallı konumlarından yararlanıp servetlerine servet katmakla meşguldürler. Yine silah, kı­lıç ve casusluk esasına dayanan polis gücü ile hükmederek insanların hürriyetim gaspeden bir diğer diktatörler grubu vardır ki, bunlar yalnızca halkın veya proletaryanın arzusunu dayatan vasıtalar oldukları yalanını söyleme­ye devam etmektedirler.

İslâm'ın, bütün bu engelleri yıkması ve sars­ması için insanlığa yaptığı yardım bazı kim­selerin şöyle bir soru yöneltmesine sebep ola­bilir: Öyleyse İslâm, neden kendi bağlılarını, onların kanlarım emen, ırz ve namuslarını tarumar eden ve devamlı olarak baskı altında tutan zâlim yöneticilerin elinden kurtarmı­yor? Bu sorunun cevabı şudur; Her ne kadar bu diktatörler İslâm'ın adını istismar ediyor­larsa da, onların hükmettikleri yerlerde İslâm'ın iktidarda olmadığını ve bu kişiler üzerinde herhangi bir kontrolü olamadığını söyleyebiliriz: Bu kişiler Allah'ın bahsettiği şu sınıf insanlardandırlar: "...Allah'ın indirdi­ği ile hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerdir." (5: 44) ve "Hayır; Rabbine andolsun ki, ara­larında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar." (4: 65).

Dolayısıyla bizim kendisine çağırdığımız İslâm, Doğu'nun İslâm beldelerinde, yöneti­cilerin tatbik eder göründükleri, halbuki bu hareketleriyle Allah'ın kanunlarının tamamı­na muhalefet ettikleri; bazen Avrupa ülkele­rinden ödünç aldıkları insan-yapısı kanunları bazen de İlahî Kanunu uyguladıkları; işlerine ve nevalarına hangisi uygun gelirse ona tâbi oldukları, insanlar arasında ve Allah'a karşı adaleti gözetmedikleri bilinen kimselerin müslümanlığı değildir. Çünkü onlar her iki taraftan da kendilerine göre doğru buldukları­nı değil, kendi şahsî emel, hırs ve arzularına uygun gelenini seçmektedirler.

Bizim kendisine çağırdığımız İslâm, bilakis mağrur kralların ve küstah zorbaların gururla oturduklarını iktidar koltuklarını sarsan bir dindir. İslâm onları, diğer insanlar gibi ilâhî kanuna başeğmeye çağırır, veya onlarla olan olumlu ilişkisini kesip atar, çünkü: "... köpük yok olup gider. İnsanlara fayda veren ise yer­de kalır- İşte Allah, (kapalı şeyleri anlatmak için) böyle meseller verir." (13: 17).

Bu şekilde anlaşılan İslâm hâkim olunca, ki o Allah'ın izni ve teyidiyle mutlaka hâkim olaçaktır, elbette ki İslâm topraklarında hiç bir zâlim idareci ve hâkim kalmayacaktır. Çünkü İslâm zulmü ve zorbalığı asla kabul etmez. İslâm, yeryüzünde kendi heva ve hevesine göre hükmetmeyi hiç bir kimseye müsaade etmez. O ancak Allah'ın ve Rasûlü @'nün emriyle hükmedene müsaade eder. Zira Allah hükmünde ve muamelesinde âdildir, kulunun da âdil olmasını emreder. Böyle bir toplumda yönetici, insanlara ve Allah'a karşı olan yü­kümlülüklerinin bir parçası olarak, İlahi hü­kümleri uygulamaya mecbur kalacak; bunu yapmaması hâlinde vatandaşlarının ona itaat etmesini isteyebileceği meşru dayanağı kal­mamış olacaktır. Bu durumda yöneticilere itaat etmemek meşruiyet sınırları içine gir­mektedir. İlk halife Hz. Ebu Bekr'in sarih ifadesi gereğince, insanların ona itaati lâzım gelmez: "Sizin aranızda Allah'a itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Eğer Allah'a isyan eder, O'nun emrinden dışarı çıkarsam bana itaat etmeniz gerekmez." Yani, İslâm devle­tinde yöneticinin devletin hazinesine ve yasa­ma işine üst kanunların aksine müdahalesi, sade vatandaşlarmkinden daha fazla değildir. Üstelik bu yönetici selahiyetini ancak seçme hakkına sahip seçmenler tarafından hür bir seçimle elde edecektir. Bu seçimlerde de seç­menler üzerinde adalet, fazilet ve dürüstlüğü temin edecek olanlar dışında hiçbir baskı yoktur.

Böyle bir İslâm hâkim olduğu zaman, müslü-manları sadece dahilî baskı ve zulümlerden kurtarmakla kalmayıp, ister emperyalistlerin doğrudan tehdidi, isterse kültürel tehdidi şek­linde olsun bütün dıştan gelen saldırılara kar-Şi da onları korur. Çünkü İslâm izzet, şeref ve haysiyet dinidir. Gerçek müslümanlık emper­yalizmi kabul etmez, onu reddeder. İslâm'a hakkıyla inanmış bir muslüman sömürüye razı olmayı veya onun baskısına boyun eğ­meyi, Allah'a hesap vermekten daha mesuli­yeti! sayar. Böylece İslâm, müslümanlan ya­ratıcısının nzasını kazanmak için gayret sar-fetmeye, O'nun arzularına teslim olmaya, O'nun emirlerini yerine getirmeye ve istifadesine sunulan tüm kaynaklardan faydalana­rak emperyalizm ve zorbalık denen lanet he­yulalara karşı savaşmaya şiddetle çağırır.

Bu yüzden, artık herkesin İslâm'a yönelerek O'nun sancağı altında bir araya toplanıp yer­yüzünden emperyalizmin bütün izlerini sil­mesinin tam zamanıdır. İnsanlığın kendisini hâlâ dünyayı karartan bu hayaletin prangala­rından kurtarmasının tek ümidi budur. Köleli­ğin hiçbir çeşidine izin vermeyen ve insanoğ­luna düşünce, hareket, mülkiyet ve din hürri­yeti temin etmeyi vadeden; insanlığın şeref ve şahsiyetini titizlikle emniyet altına alacak olan gerçek hürriyet yolu İslâm'dır. Çünkü Müslümanlar ancak bunu sağlayabilirlerse Allah katında değerli olurlar, çünkü kulluğun gayesi budur; Allah'ın bizim İçin seçtiği yol­da yürümek: "... Bugün size, dininizi olgun­laşırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı beğendim..." (5: 3).

İslâm'ın ortaya koyduğu böyle bir reform ke­sinlikle yalnızca İslâm toplumuyla sınırlı de­ğildir; bilakis tabiatı itibariyle evrensel ka­rakterdedir. İnsanların birbirini kırıp geçirdi­ği savaşlarla dolu olan ve gelecekte daha bü­yüklerinin de beklendiği bugünün dünyası için İslâm büyük bir nimettir.

"Yeni dünya düzeni" olarak lanse edilen sis­temin mimarı devletler mahiyet itibariyle em­peryalisttirler. Bütün farklılıklarına rağmen hepsi de dünya halklarını tahakküm altına almayı hedeflemişlerdir. Bu maksatla, daima beşerî ve maddî kaynaklardan en üst düzeyde fayda temin etmek en çok istedikleri şeydir. Onların gözünde diğer insanlar, maldan (bu­na insan gücü diyorlar) veya kötü emellerini gerçekleştirmek için kullandıkları araçtan başka birşey değildir.

Eğer İslâm dünyası, bir bütün olarak, çağdaş emperyalist güçlerin zorbalıklarına karşı çı­karsa -ki, gerçekte bunu yapma yolımdadır-dünyanm güvenliğine ve barışa çok tehlikeli bir tehdit teşkil eden bütün uluslararası düş­manlık ve kavgaları etkili bir biçimde sona erdirebilecektir. Halkı Müslüman ülkeler, saflarım yakınlaştırarak, çok kolaylıkla kendi güç bloklarını oluşturabilirler. Mükemmel coğrafî konumuna bağlı olarak, Müslüman ülkelerin güç bloğu dünya milletleri toplulu­ğu içinde güç dengelerinin anahtarını elinde tutar; çünkü İslâm dünyası eski dünya ile ye­ni dünya arasında orta noktada yeralmaktadır. Bu takdirde dünya milletleri doğu ya da batı emperyalizmine hizmet etmek yerine, kendi toplumlarının menfaatlerini koruyabilecekleri tarafı seçme hürriyetine kavuşacaktır.

İslâm, insanlığın tek gelecek ümididir, ve mevcut ideolojik mücadelelerden galip çık­ması insanlığın selametinin garantisi olacak­tır. İslâm'ın zaferi kadar önemli olan bir di­ğer şey de insanlığın geleceğidir, ve İslâm sa­yesinde iyi bir gelecek tesisi yalnızca hayal değildir. Çünkü halen İslâm sancağı ve etkisi altında bulunanların sadakati, onun izzet ve zaferi uğruna kendilerini adamalarıyla bu ge­lecek tesis edilebilir. Bu gaye için dışarıdan hiçbir yardıma da ihtiyaçları yoktur. İslâm'ın böyle zafere ulaşması, modern insan için, yaklaşan dünya çapındaki yangının sürekli tehdidinin ortadan kalkması; sinir bozukluk­larının, bedenî ve ruhî bunalımların olmaya­cağı ve nihayet mutlu bir yuva ve huzurlu bir dünya anlamına gelecektir.

Ancak meselenin bir diğer yönü daha vardır. Modern Batı ilim sahasında önemli başarılar elde etmesine rağmen insanlıkla ilgili sahalarda halâ eskisi kadar vahşi ve geridir. Evet ilim ilerlemiştir. Ancak beşeriyet ilerleme­miştir. Şehvetlerinin esiri olarak, içgüdülere dayanan, kaba zevke dalmış olduğu halde in­sanlığın gelişme kaydetmesi zaten mümkün değildir. Antik çağların Yunan medeniyetini ve büyük Roma imparatorluğunu alçaltan şey nedir? Eski Pers İmparatorluğunun ve Abbasi döneminin son yıllarında İslâm medeniyeti­nin ihtişamının kaybolması nasıl olmuştur? Ve son olarak, halkı tamamen bedenî zevkle­re kapılmış olan Fransa Cumhuriyetinin te­fessüh ettiğinden II. Dünya Savaşında büyük badirelerle karşılaştığını hala hatırlamıyor muyuz? Düşmanlarına neredeyse hemen tes­lim oldular. Kendi şahsî zevklerine, memle­ketlerinin savunulmasından daha fazla Önem verdiklerinden, düşmanlarının tek bir hamle­sine bile dayanamadılar. Bir zamanlar cesare­ti ve heybeti ile meşhur milletlerinin tarihî şeref ve haysiyetini korumaktan çok, kibar dans salonları ile meşhur kalabalık Paris şeh­rini düşman bombalarından kurtarmakla meş­gul oldular.

Zaman zaman, doğudaki yanlış yönlendiril­miş kişilerin, dünyevî zevklerden azami fay­dalanmasına rağmen güçlü ve büyük olan, en yüksek maddî üretime sahip millet olarak Amerika'yı örnek gösterdikleri vâkidir. An­cak bu kişiler, Amerika'nın henüz genç, maddî ve manevî kuvvetleri birleşmiş, genç bir millet olduğunu unutuyorlar. Hepimizin bildiği gibi gençlik, sinsi hastalıkların etkile­rinin çok güç tesbit edildiği bir dönemdir; çünkü bünye güçlü ve hastalıkların dış belir­tilerini tamamen bertaraf edebilecek kapasite­dedir. Fakat basiretli bir kişi böyle insanların görünüşteki sağlığı ve gençlik diriliği tarafın­dan aldatılamaz; gözkamaştınci ince dış örtü­nün arkasındaki öldürücü hastalığın belirtile­rini tek tek ve hatasız şekilde tesbit eder. Amerika'nın kurala istisna teşkil etmediği gazetelerde bir süre önce çıkan iki haberle de gösterilebilir. Bu haberler, ayrıca, gösterdiği bütün gelişmelere rağmen ilmin, insan fıtratı söz konusu olduğunda en ufak bir temel değisiklik gerçekleştirme yönünde eskisi kadar etkisiz olduğuna da delil teşkil etmektedir. Çünkü bizzat ilmin kendisi sünnetullahym bir parçasıdır. "... Allah'ın kanununda bir değişme bulamazsın..." (33:62, 35:43, 48:23).

İlk haber, Amerika Dışişleri Bakanlığı'ndan otuz üç memurun atılmasıdır. Çünkü bu me­murlar düşük ahlâkî karaktere sahip imişler. Bu sıfatlarıyla da onlara devlet sırlan emanet edilemezmiş.

İkinci haber, Amerikan ordusundan 120.000 askerin kaçtığını bildirmektedir. Bu sayı Amerikan Silahlı Kuvvetlerinin toplam gücü gözönünde bulundurulduğunda oldukça bü­yük bir sayıdır ve bu olay halen gençlik de­virlerini yaşayan ve dünyanın liderliği ve ha­kimliği iddiasında bulunan bir ülkede gerçek­leşmiştir.

Bu yalnızca başlangıçtır. Eğer Amerikan top­lumu hayata karşı takındığı günümüzdeki materyalist tavırda inat ederse geri kalanı ve kaçınılmaz olan mutlaka başlangıcı takip edecektir.

Bu, madalyonun bir yüzüdür. Diğer yüzünün gösterdiği ise şudur: Yüksek maddî üretimi­ne, nisbî gençliğine, insan ve toprak kaynak­larının genişliğine rağmen, Amerikan milleti ilkeler ve yüksek ahlâkî değerler alanında boştur; bunun nedeni de tamamen bedenî zevklerine kapılmaları ve bu anlamda hay­vanlık derecesinin üzerine çok nâdir çıkabil-melidİr. A.B.D.'de siyah ırka vahşice mua­melelerin reva görülmesi bu milletin ruhen sağlıksız ve insanlık seviyelerinde acınacak kadar aşağı olduğunu ispat etmektedir.

Bu gerçekte bugünün dünyasının çok can sı­kıcı bir portresidir. Ne var ki, İnsanlığı hayvanî heveslerinin baskısından ondört asır Önce kurtaran İslâm bugün de yine insanlann Şehvet zincirlerini kırmasını ve bütün yete­neklerini daha yüksek manevi seviyelere eriş­tirme, hayatta iyilik ve fazileti yaymak için kullanmasını sağlama yolunda tek ümittir.

Bugün, hiç kimsenin, insanoğlunun geçmişte şüphesiz hayvanlık seviyesinin ötesine ulaş­mış olduğundan dolayı İslâm'ın yeniden ih­yasının imkânsız ve ümitsiz bir teşebbüs hali­ne geldiğini söylemesine izin verilmemelidir. Ve geçmişteki ihtiyaçlara çare olması müm­kün olanın günümüzde var olanlara da çare olması kesinlikle mümkündür. Çünkü insan­lık o vakitten bu vakite fıtraten bir değişime uğramamıştır. İnsanlık dünyası, o vakit de bugün gözüktüğü kadar aşağı seviyelere düş­müştü ve bedenî hazlarla en az bu kadar meş­guldü. Zevk ve sefanın şekilleri ve faydalanı­lan lükslerin adı değişmekle birlikte geçmiş ve günümüz arasında esasta bir farklılık yok­tur. Kadîm Roma ahlaken onun günümüzdeki izdüşümlerinden-Paris, Londra ve Ameri­ka'nın şehirleri- daha az kokuşmuş değildir. Buna benzer olarak, eski Pers imparatorlu­ğunda, cinsî anarşi günümüzde komünist ül­kelerde rastlananla aynı seviyede idi. İslâm'ın dünya yüzüne çıkış vaktinde tarihî görünüm buydu. İslâm tam bir inkılâb ger­çekleştirdi, insanoğlunu ahlâkî çöküntü çuku­rundan çıkarttı, insan hayatına yüce bir amaç, dinamizm ve hareket kattı. İnsanlığın hakikat ve iyilik yolunda çaba sarfetmesini sağlaya­cak bir ruh halini oluşturdu. İslâm'ın nüfuzu altında insanlık gelişti ve refaha erişti. Do-ğu'yu olduğu kadar Batı'yi da kaplayan dina­mik bir zihnî ve manevî hareketin hazırlan­masına katkıda bulundu. Hiçbir zulüm ve fit­ne odağı İslâm'ın ilerleyişinin önüne engel koymaya cesaret edemedi, bunun sonucunda insan hayatının görünümü kökten bir değişim geçirdi. Böylece İslâm dünyası, uzun süre de­vam etmek üzere, aydınlığın kaynağı, dünya­daki gelişme ve mükemmeliyete gidişin ön­cüsü durumuna geldi. Bu uzun hâkimiyet dö-nemİ esnasında, İslâm dünyası hiçbir zaman kendisini madden, manen ve zihnen geri hal­de bulmadı. Çünkü manevî kokuşmayı, cinsî anarşiyi ve inkârı teşvik etmedi. İslâm Dini­nin mensuplarına, İslâm'ın asil ve yüce ideal­lerini yaşayışlarında yansıtmaya bırakıp yal­nızca heves ve hayvanî arzulanna köle haline geldikleri zamana kadar, beşer faaliyetinin tüm sahalarında iyilik ve mükemmellik sem­bolleri olarak bakıldı. Bundan vazgeçtikten sonra ise sünnetullah'a uygun olarak bütün ihtişam ve güçlerini kaybettiler.

Halen güç kazanmakta olan çağdaş İslâmî ha­reket, bu gücünü geçmişten almaktadır ve ge­leceğe bakarken bugün elde bulunan bütün imkânlardan faydalanmaktadır. Büyük bîr potansiyele sahiptir ve aydınlık bir geleceği vardır. Çünkü İslâm'ın daha önce gerçekleş­tirdiği mucizeyi tekrarlamaya muktedirdir. Bu mucize, insanları ayaklan sağlamca yere basarken bakışları göğe uzanan, geniş ufuklu, hayvanî arzularını aşmış varlıklar haline ge­tirmektir.

Ancak bu İslâm'ın yalnızca manevî bir İnanç, veya moral arayışı, ya da yerin ve göklerin krallıklarına akıl yoluyla ulaşma çabası oldu­ğu anlamına gelmemektedir. O maddî hadise­leri de bütünüyle kuşatan pratik bir hayat kanunudur. Hiçbir şey onun basiretli gözlerin­den kaçamaz. İnsanları birbirine bağlayan bü­tün değişik ilişki çeşitlerini dikkate alır;

siyasî, iktisadî, sosyal bütün sahalarda uygı kanunlar öngörerek bu sahaları bir nizan sokar ve daha sonra onları insan hayatım uygulamaya geçirir. İslâm'ın icraatlarının t önde gelen özelliği fert ve toplum, akıl \ sezgi, yer ve gökler, ibadet ve gündelik hay, arasında ve bu dünya ile âhiret arasında, hej si birbirine uyumlu bir bütün olarak örülmt halde duran özgün bir ahengi tesis etmiş o maşıdır.

Bu bölümde İslâm'ın siyasî, iktisadî ve sos yal sisteminin ayrıntılı bir tartışmasını yap mamız mümkün değildir. Ancak diğer bö Iümlerde, Batılı ilim adamları tarafında: İslâm hakkında yayılan yanlış-anlamlarl mücadele edilirken İslâm'ın bu herşeyi kap sayıcı sisteminin Önde gelen özelliklerine ışıl tutulacaktır (Ayrıntılar için bkz, Sîret Ansik lopedisi, c. I). Ancak yine de aşağıdaki ger çekleri okurlarımıza burada sunmayı arzu et mekteyiz:

İlk olarak, İslâm'ın yalnızca ideolojik bir gö­rüş olmadığı anlaşılmalıdır. İslâm, bunun tan: aksine, insanlığın bütün gerçek ihtiyaçların] tamamen takdir eden ve onları gerçekleştir­meye çalışan pratik bir hayat sistemidir.

İkincisi, insanlığın gerçek ihtiyaçlarını karşı­lamak için, İslâm insan fıtratının sınırlarının elverdiği ölçüde mükemmel bir dengeyi faa­liyete geçirir. Fertle başlar, onun bedenî ve ruhî ihtiyaçları arasında bir denge kurar ve hiçbir şekilde bir tarafın diğerine tahakküm etmesine izin vermez. Ruhu yüksek seviyele­re ulaştırma uğruna insanm temel içgüdüleri­ni tamamen hapsetmez. Veya insanm bedenî arzularının peşinde gidip hayvan derekesine düşmesine de müsaade etmez. Bunun aksine, her ikisini de daha yüce tek bir düzlemde bir­leştirir ve insan ruhunun varlığını tehdit eden dahilî psikolojik çelişkileri halleder ve bir kısmının diğer kısımlarına karşı olmasını ön­ler. Buradan hareketle ferdin ve toplumun ih­tiyaçları arasında bir denge kurar. Böylece bir fert başka bir ferde, fert topluma veya toplum ferde tahakküm edemez. Bir sınıf başka bir sınıfa, bir millet başka bir millete tahakküm edemez. İslâm ancak bunların hep­sinin ortasında durur, aralarında çıkabilecek çatışmayı önler ve onları birbirleriyle kenet­lenmeye ve bir bütün olarak insanlığın men­faatine işbirliği yapmaya çağırır.

Böylece İslâm, çeşitli sınıflar ve unsurlar ara­sında meydana gelen sosyal yapıda bir denge vücuda getirir. Maddî kuvvetlerle manevî kuvvetler, iktisadî âmillerle ahlâkî âmiller arasında denge kurar. Komünizmin aksine, İslâm iktisadî faktörlerin yani yalnızca mad­diyatın insan varlığının hakim unsuru oldu­ğuna inanmaz. Ayrıca, bâtınîlerin veya idea­listlerin iddia ettiği gibi ruhî faktörlerin veya yüksek örneklerin insan hayatını düzenleme­de tek basma yeterli olabileceğini de düşün­memektedir. İslâm, insan toplumu diye ad­landırılan yapıyı oluşturan unsurlardan yalnız birini veya ikisini değil, bütün değişken ve çeşitli unsurları ele almakta; en iyi hayat ka­nununun, bütün bunları göz önünde bulundu­ran ve akla ve ruha olduğu kadar bedene de hakkını veren ve bunların tamamını ahenkli bir bütün çerçevesinde tanzim eden bir sistem olduğuna inanır.

Üçüncüsü, İslâm'ın kendine has sosyal bir görüşü ve iktisadî bir nizamı vardır. Bu yüz­den onun bazı tezahürleri zahiren kapitalizme veya komünizme benzeyebilir; ancak, ger­çekte, o bunlardan biri veya diğeri olmaktan beridir. Bu sistemlerin bütün iyi özelliklerini ihtiva eder ama eksikliklerinden veya sapma­larından uzaktır. Ferdiyetçiliği modern Batı­nın karakteristiği olan aşırı ferdiyetçilik dere­cesinde savunmaz. Çünkü bu aşın ferdiyetçi­likte fert sosyal düzenin temelidir ve ferdin hürriyeti her şart altında korunmalıdır; ve bu hürriyete toplum tarafından hiçbir zaman mü­dahale edilmemelidir. Batı'da ferdin kendisi­ni yetiştiren ve koruyan toplum da dahil diğer herkesi kullanabileceği kavramını temel alan modern kapitalizmin yetişmesi, bu tohum sa­yesinde gerçekleşmiştir. İslâm, toplumun önemini belirtmekle beraber bazı Avrupa ülkelerinde şahit olunan aşırılığa da düşmez. Onlar toplumu insan hayatının temeli olarak görürler ve bu sistemde, fert, sürüden dışarı­da ve bağımsız, kendine ait hiçbir varlığı ol­mayan Önemsiz bir cücedir. Bu nedenle hür­riyet ve iktidardan faydalanan toplumdur; ve ferdin toplumun otoritesini sorgulama veya kendi haklarını talep etme imkânı kesinlikle yoktur. Dolayısyla buralarda, devletin, fertle­rin hayatlarını kendi arzularının hilafına şe­killendirme konusunda mutlak iktidara sahip olduğunu savunan komünizm ortaya çıkmış­tır.

İslâm iki aşırı uç olan kapitalizm ve komü­nizm arasında uzlaştırıcı bir denge temin eder. İkisinin de öneminin şuurunda olarak, ferd ve devleti öylesine ahenkli bir hâle geti­rir ki, fertler kendi kabiliyetlerini geliştirme hürriyetine sahip olurlar, ancak başkalarının haklarına tecavüz edemezler. Topluma veya devlete de örgütlenmiş toplumu temsil etti­ğinden dolayı sosyo-ekonomik ilişkileri dü­zenlemesi ve kontrol etmesi için geniş yetki­ler verilir. Bu sayede daima insan hayatında­ki ahenk korunur ve sürdürülür. İslâm tara­fından öngörülen bütün bu yapının temeli fert ve gruplar arasında karşılıklı sevginin oluştu­rulmasıdır. İslâm toplumunun yapısı kin ve sınıf mücadelesi temeline dayanmamaktadır.

İslâm, bu eşsiz sistemi, ne iktisadî zaruretle­rin baskısı altında, ne de birbirine zıt insan menfaatlerinin çatışması neticesinde getir­miştir. Ayrıca şu da belirtilmelidir ki, İslâm'ın dünyaya bir sistem olarak tanıtıldığı dönemde insanların ekonomik faktörlere özel bir Önem vermesi gibi bir durum mevcut de­ğildi ve onlar günümüzde anladığımız mana­daki bir sosyal adalet kavramından da haber­sizdiler. Komünizm ve kapitalizm insan ha­yatının sosyal ve ekonomik alanlarını ilgilen­diren ıslah hareketleri olarak sonradan ortaya çıkmışlardır. İnsanın temel ihtiyaçlarına -yi­yecek, barınak, giyim ve cinsî tatmin- karşı­lanmasının devletin vazifesi olduğu görüşü­nün ilk sahibi olarak ortaya genellikle Kari Marx'ın ismi atılır ve bu insanlığın düşünce tarihinde büyük devrim olarak sunulmakta­dır. Ancak Kari Marx'tan çok önce -onüç asır Önce- İslâm ferdin bu haklarının mevcudiye­tini dünya önünde açıklamıştır. Hz. Peygam­ber @ şöyle buyurmuştur: "(İslâm devletin­de) görevli olarak çalışan bir kimsenin karısı yoksa ona bir kadın verilir; evi yoksa yaşaya­cağı bir ev verilir; hizmetçisi yoksa, olur; ve (ulaşım için) bineği yoksa bir tane temin edi­lir." Temel İnsan haklarını dile getiren bu tarihî ifade yalnızca Kari Marx'ın söyledikle­rini içermez, bunlara eklemelerde de bulunur; ancak bunu yaparken smflararası nefreti ve kanlı devrimleri gerekli görmez ve tabiî ha-yatın yiyecek, barınak ve cinsî tatmin başlığı altındakiler hâriç, diğer temel unsurlarını da reddetmez.

İslâmî hayat kanununun bazı önde gelen özellikleri bunlardır. Ve bunlar, böyle kanun ve prensiplere sahip ve bütün insan varlığını -duyguları, düşünceleri, fiilleri, ibadeti, iktisa­dî ve sosyal ilişkileri, fıtrî, sevk-i tabii ve manevî ihtiyaçlarıyla- tek bir ahenkli çerçeve içinde düzenleyen kapsamlı ve hususi bir ha­yat sistemine sahip dinin hiçbir zaman insan­lığa faydalı olma özelliğini kaybetmeyeceği­nin ispatıdır. Gayeleri hayatın ta kendisi ile aynı olan böyle bir din hiçbir zaman geçerli­liğini kaybetmez ve hayat var oldukça yaşa­maya devam eder.

Çağdaş dünyada halen süregelmekte olan olayları gözönüne aldığımızda, insanlığın, İslâm'dan veya onun hayat sisteminden müs­tağni kalmaya tahammülünün olmadığını an­lamaktayız. İnsanlık halen, güya aydınlanma çağında, en vahşi ve acımasız ırk ayrımcılığı şekilleri ile karşı karşıya bulunmaktadır. Amerika ve Güney Afrika bu konuya bir ör­nek teşkil etmektedirler. Şurası muhakkak ki yirminci asır dünyasının halen İslâm'dan öğ­reneceği çok şey vardır. Uzun süre önce İslâm insanlığı her türlü ırk ayrımcılığından kurtardı. İslâmî sistem yalnızca mükemmel bir eşitlik görüntüsü çizmekle tatmin olmadı; bilakis siyah, beyaz veya kırmızı, bütün in­sanların takva ve fazilet dışında birbirlerine karşı hiçbir üstünlükleri olmadığını beyan ederek eşitlik konusunda, uygulamada da eşi benzeri bulunmayan bir devlet oldu. Yalnızca siyahları kölelikten azad etmekle kalmadı, onların İslâm devletinin en üst mevkilerine dahi yükselmelerine imkân tamdı. Bu hususta Rasûlullah @ şöyle buyurur: "Sizin üzerinize şayet Habeşli bir köle hâkim veya kumandan tayin edilse ve sanki onun başı kuru üzüm gi­bi simsiyah olsa dahi, sizin aranızda Allah'ın kitabını tatbik ettiği müddetçe, onu dinleyiniz ve ona itaat ediniz." (Buharı).

Sömürü ve esarete alma heveslilerinin vahşet derecesine varan kötü idarelerinin eline düş­müş olan insanlık, istismar kasdıyla yapılan emperyalist istilâları yasak eden, sadece İslâm davetini yaymak maksadıyla fetihler yapan, fethettiği ülke halkına temizliği ve yüçeliği öğreten, onlara medenî Avrupa'nın kö­tü niyetli kavimlerinin ulaşmak şöyle dursun, tasavvur bile edemedikleri bir âlicenaplıkla muamele eden İslâm'ın vahyine muhtaç ol­makta devam edecektir. Buna verilecek örne­ğimiz pek çoktur. Bu konuyla ilgili olarak Halife Ömer İbni Hattab'ın muzaffer kuman­dan ve şerefli yönetici Mısır valisi Amr b. el-Âs'ın oğlunu bir Kıptî'yi meşru bir sebep ol­maksızın döğdüğü için kırbaçlatması olaymı zikredebiliriz. Üstelik Amr b. el-Âs bile bu sebepten dolayı kırbaçlanmaktan zor kurtul­muştu. Bu olay İslâm Devleti vatandaşlarının medenî haklardan hangi Ölçüde faydalandığı­nı gösterir." (Muhammed Kutub, a.g.e., sh. 12-13).

Bütün meselelerin tek çaresi ve ilacı insanlı­ğın tekrar, gerçek Hâkimi ve Rabbi olan Bir Allah'a insanoğlunun seviyesine yakışan bir hayat gayesini gerçekleştirmeye ve insan da­hil tüm mahlukatı kucaklayan ilkelere dönüş yapmasmdadır. Bu, bütün bâtıl ve yanlış ha­yat yollarını reddeden Kur'ân'ın tesis ettiği Hakikat'tir: "Allah'ın dininden başka bir din mi arzu ediyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa, ister istemez O'na teslim olmuş­tur. O'na döneceklerdir." (3: 83).

 

Hz. Muhammed @ Ve Duyuöteşi İdrak

 

Rahman sûresinin ayeti (55: 33) İnsanın ken­disini duyuöteşi algı ve güçlerle donatması ve fâni madde, zaman ve mekân âlemini aşarak zaman, mekân ve ağırlık gibi smrrlamalannm Öneminin kalmadığı semavî âleme ulaşması için yeni boyutlar ve yeni bilgi ufukları getir­mektedir. Bu yeni boyutlar ve ufuklar saye­sinde insanoğlu semavî âlemde de günlük ha­yatında hissî idrak vasıtasıyla yapabildiği ka­dar serbestçe çalışmalarda bulunabilir.

insanoğlu kendisi ve yaratıcısı arasında varo­lan gerçek ilişkinin farkına vardığı ve O'nun-la olan orijinal ilişkisini güçlendirme ve yeni­lemeye gayret ettiği zaman bu altıncı his kabiliyeti insanoğlunun İmkânı dahiline girer ve onun fiilen ulaşabileceği bir duruma gelir. Yaratan her zaman hâzır ve nazırdır; kulunun her an, her yerde münacaatmı beklemektedir ve O bu çağrıya cevap vermekte asla gecik­mez. Yine, kendini başka başka meşguliyet ve zevklerle çok derinden oyalayarak O'nu unutan, O'nun emirlerine isyan eden ve hatta O'nun varlığını inkâr eden insandır. Ancak Allah onu daima geriye çağırmakta ve O'nunla olan irtibatını yenileyerek O'nun varlığım idrak etmenin huzurunu yaşamasını istemektedir. Kur'ân Allah'ın bu dileğinden şu şekilde bahsetmektedir: "Kullarım, sana benden sorar(lar)sa (söyle): Ben (onlara) ya­kınım. Bana dua edince dua edenin duasına karşılık veriririm. O halde onlar da bana kar­şılık versin (benim çağrıma uysun)lar, bana inansınlar ki, doğru yolu bulalar." (2: 186).

Bu mütevâzİ bir yaratığa Yaratıcısı ve âlemlerin Hâkimi olan Yüce Kudret tarafın­dan yapılan açık bir davettir. Buna göre insa­noğlu dilediği zaman O'na gidebilir, ve O'nu görebilir ve O'nunla konuşabilir, ihtiyaç ve isteklerini O'ndan serbestçe talep edebilir. Hatta bu dilekleri kelimelerle ifade etmek bi­le gerekmez, çünkü O kalplerin en gizli köşe­lerinde olanı bile bilir ve duyar. Aracılara, tavsiyecilere ve şefaatçilere de gerek yoktur. Çünkü, O, sana senden daha yakındır (50: 16), istendiği zaman ve yerde O'nunla temas kurulabilir. Ve hiç bir şey O'nun gücünün ötesinde değildir, çünkü, O, bütün kâinatın Mutlak Hâkimi ve Rabb'idir ve Kadir-i Mut­laktır, hüküm sahibidir. Dua edenin duasına icabet edendir.

Bundan dolayı, eğer dileklerin karşılanmasın­da bir gecikme varsa; bu, aptalca geçici ve kısa ömürlü olan güç ve serveti arzulayan in­sanın kabahatidir. Allah zâtına teslim olarak gelen ve öylesi bir dilekte bulunan herkese maddî ve manevî, her İki tip servet ve gücü bahşedebilir. Allah'ın hazinesinde hiçbir şe­yin eksikliği yoktur ve her kim O'na gelirse bu hazineden ölçüsüz olarak nzıklandmlır (2: 212; 3: 37; 42: 19). Bundan dolayı bu "yakın­lık" durumu insanın ulaşabileceği bir yerde­dir, yeter ki insanoğlu Allah'ın Hakimiyetine inansın ve kendisini O'nun Hükümranlığının mütevazi bir kulu olarak kabul etsin. Şurası açıktır ki, devlete isyan edenlerin eline bir güç veya mevki verilemez; bu yerler yalnızca devlete muti, muhabbetli mensupları olarak sakin ve edeplice yaşayan imanlı, itaatkâr va­tandaşlar için ayrılmıştır.

Bunun gibi, Allah İle olan bu yakın ilişki yal­nızca Rab'lerine tam bir imanla O'nu bir gün göreceklerini ümit eden mütevazi kulların mükâfata kavuşmasına sebep olacaktır. Hz. Süleyman Sebe' melikesinin tahtını yanı ba­şında görünce, Allah'a şükretti ve tevazuyla şöyle dedi: "Bu, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınayan Rabbimin lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, fakat nankörlük eden bilsin ki Rabbim müstağnidir, kerem sahibi­dir." (27: 40).

Eğer insanoğlu kibirli davranır ve nankörlük ederse, kaybeden yalnızca kendisi olur. Zira Allah'ın kimsenin şükrüne ihtiyacı yoktur. O'nun Rablİği ne insanların şükrüyle artar ve ne de nankörlüğü ile azalır. Rasûlullah @ bu hakikati şu sözlerle ifade etmiştir: "Allah bu­yuruyor ki: 'Ey kullarım, eğer bütün insanlar ve cinler, ezelden ebede, hep birlikte aranız­daki en iyi kişinin kalbi gibi temiz olsaydınız, bu yine de benim hükümdarlığımı artırmaz; ve ey kullarım, eğer bütün insanlar ve cinler, ezelden ebede, hep birlikte aranızdaki en günahkâr kişinin kalbi gibi olsaydınız, bu da benim hükümdarlığımda en ufak bir azalma­ya neden olmazdı. Ey kullarım, sizin iyi amellerinizi sizin hayır hesabınıza yazarım ve sonra size onlar için tam bir mükâfaat ve­ririm. Öyleyse, her kim iyi bir şey elde ederse Allah'a şükretsin ve her kim başka bir şey el­de ederse, yalnızca kendini kötülesin." (Müs­lim).

Bu açıkça ortaya koymaktadır ki, insanoğlu­nun ilerlemesi ya da bozulmaya uğraması ta­mamen kendisinin Rabbi ile olan ilişkisine bağlıdır. İsterse Rabbİne yakınlaşabilir ve O'nun Yüce Varlığı katında en yüksek mev-kiye ulaşabilir. Şayet O'ndan uzaklaşırsa bü­tün hayatım mahvedebilir ve bunun kötü so­nuçlarına katlanmak zorunda kalabilir. Tâhâ sûresinde yer alan âyette bu hususta bir uyan vardır: "Ama kim beni anmaktan yüz çevirir­se, onun için de dar bir geçim vardır. Kıya­met günü onu kör olarak hasreder (toplantı yerine getirir)iz." (20: 124).

İnsanın Allah'a yaklaşmak için gösterdiği her çabanın tamamen takdir edildiğine ve bolca mükafatlandınldığına şüphe yoktur: "Rabbi-niz buyurdu ki: 'Bana dua edin, duanızı kabul edeyim. Bana kulluk etmeğe tenezzül etmeyenler, aşağılık olarak cehenneme girecekler­dir." (40: 60) ve Bakara sûresinde şunu gör­mekteyiz: "Öyle ise beni anın ki, ben de sızı anayım; bana şükredin, nankörlük etmeyin." (2: 152). Ve yine aynı sûrede şu ayeti gör­mekteyiz: "Kullarım, sana benden sorar(lar)-sa (söyle): Ben onlara yakınım. Benden iste­yenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim. O halde onlar da bana karşılık versin (benim çağrıma uysun)lar, bana inansınlar ki, doğru yolu bulalar." (2: 186).

Kur'ân'm bu ayetleri Allah'ın, kullarına çok yakın olduğunu ve onların niyaz ve münaca-atlarını daima dinlemeye hazır olduğunu açıkça göstermektedir, öylesine ki, O, keli­melerle ifade edilmeyen, ancak kişinin için­den geçirdiği dua ve dileklerini de duyar ve icabet eder. Öyleyse, kendisine daima çok yakın olan ve çağrılarını dinleyen ve cevap veren bir Rabb'e duada bulunmak insanın va­zifesidir. Rasûlullah @ insanla Rabbi arasın­daki bu ilişkiyi şöyle açıklamıştır: "Allah, ba­na bir karış yaklaşana bir arşın ve bir arşın yaklaşana da bir kulaç yaklaşırım. Bir kimse bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak geli­rim' der." (Müslim). Diğer hadiste Hz. Mu-hammed @ Allah'ın şöyle dediğini ifade bu­yurmuştur: "Kulum nafile ibadetlerle bana yaklaşmaya çalışırsa, Ben onu severim ve Ben onu sevdiğim zaman Onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olu­rum. Benden bağışlanmak isterse, şüphesiz O'nu bağışlarım." (Buhari). Rasûlullah @ bir başka hadisinde ise: "Nefsim elinde olan Al­lah'a yemin ederim ki, huzurumda bulundu­ğunuz hal üzere ve zikirde devam edebİlsey-diniz, yataklarınızda ve yollarınızda melekler sizinle musafaha ederlerdi." buyurmuştur. (Müslim).

Ayetler ve Hz. Peygamber @'in hadisleri ki­şinin Rabbiyle ünsiyet kurmasının ve diyalo­gunun mümkün olduğu gerçeğini belirtmek­tedir. Bu diyalogun ve ünsiyetin gerçekleş­mesinin şartı insanın Rabbine canı gönülden ve ıhlâs ile duada bulunması, nefsini -arzula­rını, hayallerini, ihtiyaçlarını, özlemlerini, sevgilerini ve korkularını tamamen O'na tâbi kuması ve Rabbinin Emrinde yolun sonuna kadar gitmeye tamamen hazır olmasıdır. Da­ha sonra insan kendi nefsinin arzu ve Özlem­lerini dikkate almadığı, yalnızca Rabbinin Emir ve arzularını yapıp söylediği bir safhaya erişir. Bu noktada, onun kelâmı Allah'ın Kelâmı haline gelir ve onun fiilleri Allah'ın Fiilleri haline gelir; zaman, mekân ve ağırlık önemini kaybeder. Hz. Peygamber @'in Be­dir Savaşında düşmanlarına ufak taşlar fırlat­ması buna bir örnektir ve Kur'ân'da şöyle ta­nımlanmaktadır: "...attığın zaman sen atma­dın, fakat Allah attı..." (8: 17).

Kur'ân'ın bu âyeti, gerçekte, bedenin ve aklın Mutlak Otorite ve onun gerektirdikleri karşı­sında tam teslim oluş durumunu ifade etmek­tedir. Hz. Peygamber @'in düşmanlarına taş atması tamamen Allah'ın Emri'ne uymaktan ibaretti ve bunu yaparken hiç bir şahsî saiki veya kendi fizikî varlığını bile idrak etmiyor­du. Bu yüzden Allah bu fiili kendi üzerine al­mıştır. Gerçekte, Allah'ın sâdık her kulunun fiili O'nun Emrine itaat veya O'nun Rızasını kazanmak gayesiyle yapılmışsa bu fiil bizzat Allah'a İzafe edilebilir. Bu durumda, fiilin ilk işleyicisi (faili) önemsiz ve ikinci bir konuma geçer. Çünkü fiil bizzat Allah için yapılmıştır

ve bu fiilin işlenmesini ve sonuçlarını Allah bizatihi kendisine izafe etmektedir. Bu, ay­nen, bir devlet memurunun görevi sırasında bütün fiillerinin devlet tarafından, devletin kendi işlediği fiillermiş gibi desteklenmesine ve savunulmasına benzemektedir.

Bu memurun işine karışılması ya da ona mu­halefet edilmesi durumunda devletin bütün güç ve otoritesi memuruna destek vermek için harekete geçer. Buna benzer olarak, yal­nızca Allah rızası için, Allah adına çalışan bir kul, bir vazife olarak yapmakta olduğu bu iş­ler için Allah'tan yardım ve destek alır. Böy­lece, müminlerin bu fulleri zaman, mekân ve ağırlık gibi engelleri aşarak ölçüsüz yücelik­lere ulaşır.

Hz. Muhammed @'in mirac\ da bu tür fiil­lere bir misaldir. Kur'ân bu hadiseyi şöyle anlatmaktadır: "Eksiklikten uzaktır O (Allah) ki geceleyin kulunu Mescİd-i Haram'dan çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Ak-sa'ya yürüttü..." (17: 1). Hz. Muhammed @'in gecenin çok az bir kısmında Kudüs'e yolculuk yapması ve oradan göğe yükselmesi klasik zaman ve mekân kavramlarına darbe vurmaktadır. Bu örnekteki önemli nokta Hz. Peygamber @ tarafından gerçekleştirilen bu yolculuk, kulunu bir gece yolculuğuyla önce Kudüs'e sonra da göğe alan Yaratıcının kendi dileği ile gerçekleşmiştir. Bu yüzden, bu ola­yın gerçekleşebileceğini idrak konusunda herhangi bir güçlük ya da şüphe sözkonusu olamaz. Âlemlerin Rabbi ve Hakimi ve bütün fizikî kanunların koyucu Gücü olan Yüce Al­lah kullarına bir belge olması için bu kanun­ları geçici olarak askıya alabilir. Ayrıca O'nun yalnızca "Ol" demesiyle herşey olur. Allah, Hz. Peygamber @ 'in bir gece yolculu­ğuyla göğe çıkmasını dilemiştir ve bu gerçek­leşmiştir.

Zaman ve mekân sınırlamaları insanın yeryü­zünde hareket imkânını daraltır. Çünkü fizikî çevre ve tabiat kanunları zaman ve mekând; bağımsız herhangi bir harekete izin verme Bu kısıtlı özel çevre insanoğlunun zaman ı mekân engellerini aşarak serbestçe dolaşm sına mânidir. Ancak, bu engelleri Yaratan A lah bir kimsenin bu sınırların ötesine yolcı luk etmesini dilerse mesele yoktur. Hz. Pe-gamber @'in Mekke'den Kudüs'e ve oradi göğe alındığı gece yolculuğu bu tarz bir t& rübedir. Bu yolculukta bütün maddî perdeli kaldırılmış; Hz. Muhammed @ Yaratıcı'n Âleminin Görünmez Hakikatlerini çıpk gözleriyle görmüştür. Bütün bu olay Allah' emri ve dilemesi dahilinde gerçekleşmiştir.

Kur'ân'da yaratıcının kullarına âyetleri] (belgelerini) ve Merhametini göstermek iç: fizikî kanunların işleyişini askıya aldığına d; İr pekçok örnek vardır. Meselâ, Hz. İbrahi: @ Babil Kralı'mn emriyle ateşe atılmıştı ama ateşe yaratıcısı tarafından İbrahim'e sı rin olması söylenmiştir ve o, ateşten sağsali: kurtulmuştur. Daha sonra Bakara sûresini ölümden sonraki hayat hakkında şüphesi bı lunan kişiden şöyle sözedilmektedir: "Yahı şu kimse gibisini görmedin mi ki, duvarla çatıları üst üste yığılmış ıssız bir kasaba; uğramıştı. 'Allah bunu böyle öldükten som nasıl diriltecek?' demişti. Allah da kendisiı yüz sene öldürüp sonra diriltti. 'Ne kadar ka dm?' dedi. 'Bir gün kadar ya da bir günün b razı kadar kaldım' dedi. 'Hayır' dedi yüzy kaldın. Yiyeceğine ve içeceğine bak, bozu mamış. Eşeğine bak, seni insanlar için bir İl ret kılalım diye (bunları böyle yaptık). Ki mİklere bak, nasıl onları birbiri üstüne koyı yor, sonra onlara et giydiriyoruz!' Bu İşli ona açıkça belli olunca: 'Allah'ın herşeye k; dİr olduğunu biliyorum' dedi." (2: 259).

Diğer bir ifadeyle, bir insan bütün kâinatın \ İçindeki herşeyin Allah'a ait olduğunu \ O'nun tarafından yaratıldığını İdrak ederS' O'nun kâinatta geçerli kanunları değiştirin ayarlama, altüst etme, askıya alma ve hat tamamen yeni dünyalar ve âlemler yaratır kudretine sahip olduğuna ikna olur. Bu şulama gelir: Her ne kadar insanoğlu için çok büyük ve ulaşılamaz gözükse de hayat ve Ölüm, zaman ve mekân kanunlarının işleyi­şinde ufak ve Önemsiz değişiklikler yapmak Yaratan'ın katında çok basit şeylerdir. Bun­dan dolayı Allah'ın emri ve dilemesiyle böy­le değişiklikler gerçekleşirse bunların doğru­luğuna dair en ufak bir şüpheye kapılmamalı­dır.

Ve yine Ashab-ı Kehf'm olayından da Kur'ân-ı Kerim'de bahsedilmektedir. Onlar üçyüzyıl uyutulduktan sonra Allah'ın dileme­si ile uyanmışlardır: "Yine böyle onları dirilt­tik kİ, kendi aralarında sorsunlar: İçlerinden biri 'ne kadar kaldınız?' dedi. 'Bir gün ya da bir günün parçası kadar kaldık?' dediler..." (18: 19) Burada yine, Allah gelecek nesillere koyduğu kanunları dilediği gibi ve arzu ettiği tarzda değiştirebileceğini göstermeyi muva­fık bulmuştur.

Peygamberler tarihinde, Allah'ın kullarından bazılarına, halkı mucizeler yoluyla O'nun âyetlerini (belgelerini) gösterme ve kendi va­zifelerinin hakikatine halkı ikna etmek için, yetki verdiğine dair pek çok örnek görmekte­yiz. Samimi ve hakikat aşığı insanlar bu mu­cizelerden etkilenmekte ve onların Rableri ta­rafından olduğuna inanmakta idiler, ancak in­sanların çoğunluğu Hakikati göremeyerek inkâr yoluna sapmışlardır. Hz. Musa aley-hisselâm (17: 101) ve Hz. İsa aleyhisselâm (5: 113) Allah'ın emriyle pek çok mucizeler gerçekleştirmişlerdir. Bu iki yüce Peygamber tarafından Peygamberliklerinin belgesi olarak Allah'ın emri ve dilemesiyle pek çok olağa­nüstü hadiseler gerçekleştirilmiştir. Pek çok şeyin işleyişinde geçerli fizik kanunlarını, Rableri, bu peygamberlerin halklarını muci­zelerle etkileyebilmeleri için askıya almıştır.

Bütün bu tartışma, geçmişteki insanların Pey­gamberleri tarafından meydana getirilen pek Çok olağanüstü olaylara şahitlik ettikleri ger­çeğini izah için yapılmıştır.

Bu olayların en bariz örnekleri ise, Musa aleyhisselâm, Firavundun sarayına gönderil­diği zaman; Hz. Süleyman @ döneminde Se-be melikesinin tahtı Kitab'ın bilgisine sahip bir kişi tarafından "göz açıp kapama" süresi içinde Süleyman @'ın sarayına getirildiği za­man; ve Hz. İsa, Allah'ın Emriyle ölüleri di­rilttiği, körleri görür hale getirdiği ve cüz-zamlıları tamamen şifaya kavuşturduğu za­man gözlenmiştir. Daha Önce de bahsedildiği üzere, bu olayların gerçek ve yalın açıklama­sı, bütün hayat sistemimizin dünyamızın ve kanunların Allah tarafından yaratıldığı ve kontrol edildiğidir. Ve O'nun bu kanunlan ve işleyişlerini dilediği gibi ve dilediği zaman müddeti için askıya alma ya da ayarlama yapmaya Kudreti vardır. Kullarından herhan­gi birinin diğer İnsanlara belgeler (âyetler) göstermesini dilediği anda da bu kudretini kullanabilir. Mucize olarak adlandırılan bu olaylar, peygamberler ve Allah'ın diğer kul­lan vasıtasıyla ortaya konulurlar ve Yaratıcı­nın fizik kanunları geçici olarak askıya aldı­ğının örnekleridirler ve bundan başka bir şey de değildirler.

Hâlen mevcut olan bilgilerimiz ve dahilî tecrübeİerimiz çerçevesinde bu olayları akılcı ve bilimsel şekilde açıklayabilmemiz çok güç­tür. Ancak konuyu biraz genişletmek samimi insanların kafasında bulunan bazı soru ve şüpheleri temizlemede yardımcı olabilir. İn­sanın yalnızca madde olmadığına ve madde ile ruhun bir bileşimi olduğuna şüphe yoktur. Bu yüzden, insanın fıtratını, yetenek derece­sini ve kâinataki değişik şeyleri ve olayları kavrama ve yönlendirme gücünü gerçek ve tam olarak anlayabilmek için insanın bu her iki yönünü de araştırmamız gereklidir.

Uzay mühendisliği ve bilgisayar programcılı-ğındaki son teknolojik gelişmeler 'fizik ka­nunlarla sınırlı' insanın kontrol sahasını uza­yın milyonlarca mil ötesindeki nesnelere ka­dar uzatma kapasitesine sahip olduğunu gös­termiştir. Bu yöndeki ilerleme korkunç bir hızla devam etmekte, bu eğilimin insanı nihai olarak nereye ulaştıracağı tahmin edileme­mektedir. Ulaştığı dünya nasıl bir dünya ola­caktır? Uzayın nerelerine kadar gidebilecek­tir? Ruhî potansiyeline göre şüphesiz çok sı­nırlı olan "cismanî" güç ve kapasitesi yine de pek çok şeyi gerçekleştirme imkânını sağla­maktadır.

Her ne kadar halen modern bilimciler tarafın­dan idrak edilemese de "ruh dünyası" bedenî gücüne nazaran sınırsız yeteneklere sahiptir. Ruh kendisini insanoğlunun "fizikî ikame­tinden kurtarabilir; zaman, mesafe ve ağırlı­ğın sınırlamaları ile kısıtlanmadan dilediği zaman uzayda yolculuk yapabilir; ancak, bu­nun için "ikamet eden" insanın bedenen de yaratana itaat eden sâdık bir kul olması ve O'nunla yakın ilişkiyi geliştirmesi şarttır. Bu mutlaka olması gereken bir şarttır, aksi tak­dirde, ruh hakiki kemale ve yüceliğe eremez. Bu sadakat olmaksızın da ruh bazı geçici ta-biatüstü güçleri kullanıp duyu-ötesi olaylar gerçekleştirebilir ve bazı câhil kimseleri etki­leyebilir. Ne var ki bunların hiç kimseye ger­çek bir faydası yoktur. Bu olaylar padişaha başkaldırmış ve hayatını kurtarmak için kaç­makta olan hanedan mensubunun durumuna benzemektedir. Bu kişi, eski mevki ve serv tine dayanarak, İsyanından haberi olinayi kimselere bazen faydalı olabilir. Ancak t yardımlar müşahhas, kalıcı ve faydalı bir ş. kilde olamaz. Diğer yandan hizmet ve itaa sayesinde hükmeden otorite ile ilişkilerini d; ha da geliştiren hanedanın sâdık bir mensut ise dostlarına elle tutulur ve kalıcı yardımlı temin edebilecektir.

Bu, Allah'ın muti ve sâdık bir kulunun ruhi nun Yaratan'ın Yardım ve Rahmeti İle ne ki dar çok güç ve kontrol elde edebileceği] göstermek için yapılan kaba bir kıyaslamadı Ruhun gücünün mahiyeti ve kapsamı güni müzdeki analitik bilimin tarif kabiliyetini açıkça çok Ötesinde, tamamen yeni boyutla ihtiva etmektedir. Ancak, bir şey kesindi bildiğimiz gibi, onun fiil, gözlemleme, seyj hat ve diğer nesneler ve olaylar üzerind kontrol veya nüfuz sahibi olma güç ve kapz sitesi zaman, mekân ve ağırlık sınırlan ile bi ğımlı değildir. Onun bizim idrakimizi aşa kendi kanun ve kuralları ile işleyen kendin has dünyası vardır. Muhammed Esed'e göre Modern psişik (ruha ilişkin bilim) araştırma lar, daha emekleme döneminde olmaların rağmen, her ruhî tecrübenin (yani vücudu: bilinen organlarından herhangi birinin rolü nün olmadığı tecrübeler) muhakkak, sadec 'zihn'in sübjektif bir tezahürü olması- bu te rim her neye karşılık geliyorsa- gerekmediği ni bariz şekilde ispatlamıştır; hatta bu tecrü belerin bazı Özel şartlar altında insanın fİzyo lojik organizması vasıtasıyla edinebileceğ tecrübelerden, kelimenin objektif anlamınd; daha az gerçek veya 'somut' olmayabileceği ni de ispatlamışlardır. Bizler henüz böyle is tisnai ruhî faaliyetlerin mahiyetiyle ilgili pel az bilgi sahibi olduğumuzdan onların tabiat hakkında kesin sonuçlara ulaşmamız hemeı hemen imkânsızdır. Buna rağmen, moden psikologların bazı gözlemleri bütün inançlar: mensup mistik kişiler tarafından çok eski za inanlardan beri iddia edilen- canlı bedendei ruhun geçici bir süre "bağımsız" kalma olayı nın ihtimal dahilinde olduğunu tasdik etmişlerdir. Böyle bir geçici bağımsızlık durumun­da, ruh zaman ve mekânda serbestçe dolaşma kabiliyetine sahip olmakta ve diğer zamanlar­da kesin ayrıma tâbi tutulmuş hakikat envaı-na ait tesadüf ve hadiselerin içyüzünü kavra­makta ve bunlara sembolik algılama boyu­tunda büyük bir yoğunluk, berraklık ve idrak­le yaklaşmaktadır." (Muhammed Esed, The Message ofthe Qur'an, Ek IV).

Bu yüzden, insanoğlunun bilgi seviyesi henüz ruhun gerçek mahiyetini ve kapsamını anlayamamış olmakla birlikte, ruhun zaman ve mekândan bağımsız hareketi ve insanın zaman ve mekânda belli bir ağırlığı gibi ko­nulardaki güçlükleri aşması ihtimal dahilin­dedir. Ayrıca ruh, olayları ve eşyayı ve onla­rın oluş ve hareketlerini bizim zaman ve mekân kavramlarımıza bağlı kalmaksızın et­kileyebilir. İnsanlığın uzayda başardığı teşeb­büslerin ve kabiliyetinin gözönünde bulundu­rulması halinde ruhumuzun bizim fizikî sınır­lamalarımızdan serbest bir halde çok daha büyük güçlere ve faaliyet sahasına sahip ola­bileceğine inanmamak için hiçbir mantıkî te­mel yoktur. Bu, tarihdeki büyük şahsiyete sa­hip, dürüst yüzlerce, binlerce insanın tecrübe­leriyle de desteklenmektedir. Yalnızca dar görüşlü materyalist bilim adanılan bunu kav­rayamadıkları için, bu gerçekler reddedile­mez. Onların anlayamadığı pek çok şey ol­masına rağmen bunların faydasını kabul edip onlardan faydalanmaktadırlar. Manyetizma­nın ne olduğunu açıklayabiliyorlar mı? Diğer nesneleri kendine doğru nasıl çekmektedir? Elektrik nedir? Nereden gelmektedir? Işık nedir? Eter nedir? Nereden ve nasıl gelmiş­tir? Bu ve benzeri pek çok soru cevapsız dur­maktadır. Ancak hiç kimse bunların varlığını inkâr etmemektedir. Yalnızca ruhun ne oldu­ğunu, onun tabiatım ve faaliyet sahasını anla­yamadıkları için varlığını inkâr etmeleri man­tıklı bir tavır değildir.

Ancak, madde dünyasının yanında bir ruh dünyasının da varolduğu günümüzde pekçok bilim adamı tarafından artan şekilde idrak edilmektedir. Telepati, parapsikoloji, pisi-şizm ve duyuötesi algılama bilimlerinde ger­çekleştirilen son deneyler insanoğlunun eşya ve olayları etkileme, zaman ve mekân sınırla­malarının Ötesine yolculuk yapma yönündeki ruhî yetenekleri hakkında pek çok hakikati ortaya çıkarmıştır.

Bu konu hakkında giderek daha da fazla delil toplanmakta ve üretilmektedir. Bu deliller in­san şahsiyetinin bir bütün olarak oluşma ve gelişmesine ve ruh ile bedeni uzlaştırma işine büyük katkı sağlamaktadır.

Kur'ân, insan şahsiyetinde beden ve ruhu uz­laştırma şeklindeki büyük gerçeğe işaret et­mekte ve insanlığın kendisini bu bütünlük İçinde eğitmesini, oluşturmasını ve geliştir­mesini tavsiye buyurmaktadır. Bu suretle insanoğluna, kültür ve medeniyetini manen ve madden zenginleştirebileceğinİ söylemekte­dir. Bu ona yalnızca bütün sosyal, siyasî ve iktisadî müesseselerini sağlıklı çizgilerde ge­liştirmek için gerçek fırsatlar temin etmekle kalmayacak, ayrıca hayatında istikrar ve gü­veni de sağlamış olacaktır. Ruhu, bütün or­ganlarıyla tam ve verimli olarak, aralarında herhangi bir sürtüşme ve çelişki olmaksızın fonksiyon görecektir. Sağlıklı ve salim hatlar üzerinde gelişmesine devam edecektir. Bütün bunlar ferdî ve kollektif seviyede insan şahsi­yetinin bir bütün olarak gelişmesinin sonuç­lan olacaktır.

İnsan şahsiyetinin bütünlüğünün (birliğinin) ruhî yönlerden olduğu kadar maddî yönler­den de müteşekkil olduğunu vurgulaması Hz. Muhammed @'in İnsanoğlunun bilgi dağar­cığına yaptığı en büyük katkılardan biridir. Rasûlullah @, insan fiilleri veya faaliyetleri­nin maddî ve manevî diye bir ayrımı olmadı­ğını vurgulamıştır. İnsanoğlu tek bir şahsiyet­tir ve onun bütün faaliyetleri niyet ve inanç­ları tarafından belirlenir. Eğer insanoğlu Allah'a iman eder ve herşeyi yalnızca O'nun rı­zasını kazanmak için O'nun emirlerine uygun olarak yaparsa, bütün hareketleri birer fazilet, takva ve iyilik fiili haline gelecektir. İster ticarî sahayla meşgul olsun, isterse hayatın diğer sahalarında faaliyet göstersin veya ha-nımıyla muhabbette bulunuyor olsun, bütün hareketleri Allah katında iyi ameller olarak kabul görecektir (Müslim).

Dr. Muhammed İkbal, Rasûlullah @ 'in tebli­ğinin bu yönünü şöyle izah etmektedir: "İslâm'da, ideal ve gerçek uzlaştınlamaz iki zıt güç değildir. İdeal hayat, hayatın organik bütünlüğünü acı verici zıtlıklara parçalama eğiliminde olan gerçekle arasında tam bir ge­dik açmaksızın, idealin gerçeği nihai planda özümlemek ve dönüştürüp onun bütün varlı­ğını aydınlatmak gibi bir görüş ışığında elde etmek gayesine matuf ezelî gayretini içerir...İslâm da, Hıristiyanlık gibi, insanın ruhî benliğinin tasdiklenmesini talep etmektedir; şu farkla ki, idealin gerçekle temasını tanıyan İslâm madde dünyasına 'evet' der ve madde dünyasına hükmetme yolunu, hayatın gerçekçi bir şekilde düzenlenmesinin temelini keş­fetmeye yönelik olması kaydıyla, işaret eder. (44: 38-39; 3: 190-191; 29: 20)." Dr. İkbal'e göre: "Gerçeğe hayat veren ve besleyen idea­lin esrarengiz hakikatidir. Biz ideali ancak gerçek sayesinde keşfedebilir ve gerçekleşti­rebiliriz." (The Reconstruction of Reiigions Thought in islam, Bölüm I).

İslâm Peygamber'inin bu yüce tebliğinin bir diğer yönü ise madde ve ruh dünyasının her ikisinin de Önemli olduğunu vurgulamasıdır. Kişi bunların birini görmezlikten gelirse ger­çek ve hakiki ilerlemeye ulaşamaz. Bir kimse madde dünyasını gözardı edemez. Çünkü bu dünya kişinin âhiretteki akibetini belirleyecek olan tarlasıdır. Kişi âhireti de gözardı ede­mez, çünkü nihai başarı kişinin âhirette ula­şacağı başarıdır; maddî menfaatler nihayette geçicidir ve hiçbir akıllı insan geçici bir fay­da için ebedî saadetini kaybetmek istemez.

Böylece İslâm, hayat felsefesi içinde ruha gerçek yerini vermiştir, ki bu sayede insanlar kişiliklerini bütünlüğü içinde geliştirmeye gayret etsinler ve fertlerin ve kurumların ge­lişme ve faaliyetleri arasında tam bir denge durumu muhafaza edilsin. İnsanın bedeni ile birlikte ruhunun da varlığını ve gücünü tanı­yarak İslâm bir boşluğu doldurmuştur ve in­san şahsiyetinin bu dünyadaki ve âhiretteki fonksiyonları için tam olarak geliştirilmesin­de ruhun önemini belirtmiştir.

'Ruh' konusu hayli nâzik ve anlaşılması güç olduğundan Kur'ân-ı Kerîm sorulara cevap olarak sadece şunu ifade etmiştir: "...De ki: Ruh, Rabbimin emrinden ibarettir. Bu husus­ta size pek az bilgi verilmiştir." (17: 85). Ruh meselesi insan idrakinin üstünde olduğu için, Kur'ân bu nokta üzerinde önemle durmamak­tadır ve yalnızca ruhun Allah'ın Emriyle va­rolduğunu beyanla her ferdi, ruhu, kendi an­layış ve zekâ seviyesine göre idrak etmekle başbaşa bırakmaktadır. Lâkin, insanın bede­ninden başka bir şeyin daha varlığını tanır ve bunun etki ve hareket gücünün, daha fazla değilse bile, en az diğeri kadar Önemli olduğunu kabul eder. Bu nedenle, tıpkı beden söz konusuymuş gibi ruhun da eğitimine, beslen­mesine ve gelişmesine uygun özen gösteril­mesi gereklidir; ki, böylece, insan şahsiyeti ve beşerî müesseseler gelişebilsin ve ahenk içinde çalışabilsin ve insan kültür ve medeni­yetine en sağlıklı ve kapsayıcı tarzda zengin­lik, iyilik ve mükemmellik eklesin.

Kur'ân, insanoğlundaki duyuötesi algılama kavramına yeni boyutlar da eklemiş ve bu konuyu dikkatle ele almıştır. Yukarıda açık­landığı gibi, Bedir Savaşı'nda taş atılması olayı (8: 17) ve Hz. Peygamber @'in Ku­düs'e gece yolculuğu yapıp oradan göğe yük­selişi (17: 1) insanın dahilî tecrübelerine yeni boyutlar katar. Kur'ân'da bahsi geçen bu ve benzeri diğer olaylar insan ruhunun zaman ve mekân düzleminde hareket etme konusundaki geniş ve sınırsız yetenek ve potansiyeline işa­ret etmektedir. Rasûlullah @'in bu duyuötesi faaliyet ve etkileri tıpkı diğer fizyolojik olay­larda olduğu gibi bedeniyle ve tam şuurlu bir şekilde tecrübe etmiş olması, böyle tecrübele­rin kendi ruhlarının ulaşabileceği bir saha içinde olduğunun göstergesidir. Eğer bir kim­se ruhunu, bütün ruhların Mutlak Kaynağı (Yaratan) ile olan ilişkilerini inşa etme yoluy­la yüksek mükemmellik derecesine ulaştıra­cak şekilde besleyip, geliştirebilirse, dahilî tecrübelerinin vecde getirici hallerini yaşa­ması kuvvetle muhtemeldir. Ruhunun bede­ninden ayrılarak muhtelif ruhî mükemmellik durumlarına doğru yolculuk ettiğini görme fırsatına sahip olabilir; zaman ve mekân içe­risinde seyahat etme ve bu sınırlamaların öte­sinde birşeyler yapma veya olayları görme durumunu yaşayabilir. Bütün bunlar gayet mümkün ve insan ruhunun erişebileceği me­safededir.

Nasıl ki, insan vücudu sürekli ve düzenli eg­zersizlerle geliştirildiğinde mükemmel ve kaslı bir şekle dönüşebiliyor ve hatta dünya­nın en güzel vücudu olabiliyor ve insanlarca Mümkün olan en üst seviyede bedenî cesarete ulaşabiliyorsa, yine bunun gibi, insan ruhunun zaman ve mekândan bağımsız yolculuk edebilecek ve dilediği herşeyi yapabilecek güç ve kapasiteyi elde edebilmesi ihtimali de ruhî beslenme ve gelişmeye verilen önemle orantılı olarak artar. Ruh âleminin işleyişi ve fonksiyonlarının tabiatı bizim hissî algıları­mızın üstünde de olsa, bu ruhun varolmadığı­na ya da mümkün olmadığına delil teşkil et­mez. Yukarıda açıklandığı gibi, insanlık tari­hi peygamberlerin, âlimlerin ve muttaki in­sanların bizzat yaşadıkları bu dahilî tecrübe­lerle ilgili bir bilgi deposu sunar, ve geçmiş­teki bu insanların geçirdiği bütün bu tecrübe­leri inkâr etmek için mantıklı ve akılcı hiçbir temel yoktur.

Bu tartışma göstermektedir ki, insanın İki dünyası vardır: Bedenin temsil ettiği fizikî âlem, ve zihin tarafından temsil edilen ruhî âlem. İkincisi duyu algılamasından gizli gö­rünmeyen âlemdir. İlki boyutlu iken, ikincisi boyutlar-üstüdür. Batınî olarak insan görün­meyen dünyaya yani ruha aittir; zahirî olarak ise görünen dünyaya, yani bedenen bu dün­yaya aittir; ancak bilinci vasıtasıyla bu dün­yaların her ikisine de aittir. Eğer bir insan kendi iç dünyasına bakarsa, daha yüksek bi­linç seviyelerine ve ruhî değerler hakkında daha derin bir anlayışa ulaşır. Diğer yandan, eğer kendisini maddenin dış dünyasına adar­sa, yüksek ruhî değerlerden görünen dünya­nın daha süflî değerlerine doğru gitme eğili­mi gösterir.

İslâm Peygamberi bize her iki dünyayı da üst seviyede idame ettirecek ve maddî ve manevî âlemlerin zevklerinden faydalanabilecek bir reçete vermiştir: "Rabbimiz! Bize dünyada iyiyi, ahirette de iyiyi ver..." (2: 201). Gerçek mümin madde dünyasının içinde yaşar, mai­şetini temin için onun içinde çalışır ve bütün maddî ihtiyaçlarını tatmin eder. Fakat, aynı zamanda, ruhî dünya ile ilişkisini de muhafa­za eder ve daima bu ilişkiyi güçlendirmeye çalışır.

Mümin'in ibadetle meşgul olması onun bo­yutlar üstü ruhî dünyayı algılama kabiliyetini geliştirir ve keskinleştirir ve böylece mümin daha önce tahayyül edemediği şeyleri daha yüksek bir bilinç seviyesinde algılar ve idrak eder. Ruhî ve maddî dünyalar arasındaki bu dengeli ilişkinin Hz. Peygamber @'in şeriat kanunları göz önünde bulundurulmaksızın tam olarak sağlanamayacağına burada işaret edilmelidir.

Bu araç olduğu kadar amaçtır da. İnsan ile Allah arasındaki bağın kurulmasını ve sürdü­rülmesini sağlar. Eğer Peygamber @ 'in şeri-aana itaat konusunda herhangi bir gevşeklik olursa, ruhî ve maddî dünya arasındaki bu dengeli işbirliği kaybolacaktır. Bu, ona jene­ratöre bağlı bir elektrik kablosu gibidir. Kab­lonun ana güç kaynağından ilişkisi kesildiği anda ışık kaybolur ve karanlık geri döner. Bu kablo Hz. Peygamber @ 'in şeriatı dır.

Bir kez ilişki bu yolla güçlü ve somut bir temel üzerine inşa edilince, ruhun zaman ve mekân içinde yolculuk etme güç ve kapasite­si sınırsız şekilde artar. Fizik, insan radyo te­leskop kullanımı, uzay mühendisliği ve kom-püterizasyon sayesinde milyonlarca mil uzak­lıktaki uzay derinliklerine ulaşabiliyor ve ci­simleri sabit yörüngelere oturtabiliyorsa, kişi, daha büyük kabiliyetlere, çabukluğa ve çe­vikliğe sahip olan ruhun benzer hareketleri insan hayalinin idrak ve algılamasının ötesin­deki uzayın derinliklerinde yapabileceğini, rahatlıkla tahmin edebilir.

Yukarıda mealleri verilen Kur'ân ayetleri, in­sanın duyu-ötesi algılamasının fonksiyonla-rmdaki enginlik yönünü açıkça belirtmekte­dir. Bu sayede insan zaman ve mekân dünya­sını geleneksel sınırlı kavramlarını alt üst eder. Kur'ân, gerçekte, insanın iç ve dış tec­rübeleri için yeni ufuklar açar. Rahman sûresi* mn daha önce açıklanan (55: 33) âyetinde insanın kâinattaki sınırsız ilerleme ve teşebbüslerine işaret edilmektedir. Bakara sûresinin aşağıdaki ayeti diğer şeyler yanın­da insanın dahilî tecrübesine kâinatın boyut­luluğunun ötesinde ve Allah'ın Katında yeni dünyalar açar. "... Biz Allah içiniz ve elbette O'na döneceğiz..." (2: 156).

Ruhun bu dahilî tecrübeleri içinde maddî ve kâinata ait sınırlama ve engeller tıpkı doğan güneşin ısısıyla kaybolun sis gibi kaybolur gider. Bu tecrübelerle, insan ruhu taş, çelik, ateş veya ne olursa olsun bütün engelleri aşar. Muhammed İkbal'in sözleriyle: "İnsan ruhu tarafından mekâna ait düzlemde ulaşılan hürriyetin en yüksek noktası özgün esası iti­bariyle ne atalettedir ve ne de harekettedir. Bunun için, uzayın sonlu değişkenliklerinden geçerek bütün boyutlardan bağımsız ve bütün sonlulukların karşılaşma noktası olan Kutsal Mekâna ulaşırız." (The Reconstruction of Religious Thought in islam, Bölüm. VI).

Hz. Peygamber @ 'in Kutsal Mekâna Miraçla ulaştığı anlaşılmaktadır. Bu olay Necm sûresinde, şöyle anlatılmaktadır: "Onu müt­hiş kuvvetleri olan biri öğretti; üstün akla sahip {olan melek). Doğruldu (gerçek meleklik şeklinde göründü): Kendisi yüksek ufukta iken. Sonra yere yaklaştı, (yere doğru) sarktı. Onunla arasındaki mesafe, iki yay kad^r, ya­hut daha az kaldı. (Allah'ın) kuluna vahyetti-ğini vahyetti. Onun (gözüyle) gördüğünü gö­nül yalanlamadı (çünkü onu, hem baş gözüy­le, hem de gönül gözüyle görmüştü)." (53: 5-11).

Bu âyetler Hz. Peygamber @'in insan idraki­nin Ötesinde kalan pek çok manevî hakikati duyu ötesi olarak tecrübe edip, gözlemleyişi-ni anlatmaktadır. Bu tecrübe ve gözlemlerin mahiyetini ve boyutlarını sıradan insanlarca anlaşılabilir kılacak ve sıradan kelimelerle kesin olarak tanımayıp anlatabilecek hiçbir lisan yoktur.

Hz. Peygamber @ aynı şeyi bir diğer olayda daha tecrübe etmiştir. Bu olay da Necm fcâresmdeşöyle anlatılmıştır: "Andolsun, onu bir kez daha inerken görmüştü. Orada meva cenneti vardır. Sidretü'l-Müntehâ'da. Ki barı­nılacak cennet, onun yanındadır. Sidre'yi kaplayan kaplamıştı (onu kaplayan şeyin iç­yüzünü akıllar anlayamaz). (Muhammed'in) göz(ü) şaşmadı ve sınırı aşmadı. Andolsun, Rabb'inin âyetlerinden en büyüğünü gördü." (53: 13-18). Bu Rasûlullah @'in Allah'ın Emriyle yalnızca mahlûkatın Rabbi tarafın­dan bilinen mesafe ve zamanlara yaptığı yol­culukla ilgili bir diğer tecrübesidir; Hz. Mu-hammed @ daha önce hiçbir İnsanın yaşama­dığı hâdise, vaziyet ve hâlleri tecrübe etmiş­tir.

İnsanoğlunun maddî âlemin çerçevesi içinde mümkün olan kadarıyla zaman ve mekân sı­nırlarında mesafeler katedebilmesi ve pek uzak hayal gibi görülen şeyleri gerçekleştire­bilmesi istisna olsa da, bir nevi dahilî tecrü­bedir. Ancak, böyle hâl ve hâdiseler duyuöte-si idrak yeteneğine sahip pek çok insan tara­fından yaşanmıştır ve tekrar yaşanması da mümkündür.

Bu bölüm Kenan Dönmez tarafından çevrilmiştir.

 

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

 

 

İslâm'ın Avrupa Kültürüne Genel Etkisi

 

Giriş

 

Avrupa'daki Rönesansm başlıca öncülerinden birinin Hz. Muhammed @'in öğretisi olduğu şüphe götürmez bir hakikattir. İspanya'daki Araplar, Avrupalılar arasında yerleşen yeni öğrenme ve ilim ruhunun temel kaynağı ol­muşturlar. Arap ilim tohumlarının ilk yeşer­meye başladığı yerin, Latin Avrupa'daki Lor-raîne okullarında yeşertildiği de şüphe götür­meyen bir gerçektir. Bilgi Avrupa'ya, Oxford ve Cambridge gibi İngiliz üniversitelerine bu­radan yayılmıştır. Fransız ve Alman üniversi­teleri de İspanya ve Bağdat'taki medreseler model alınarak tesis edilmektedir.

Arap nüfuzu çok yaygındı ve Avrupa kültür hayatının her cephesini etkilemişti. Dinî, sos­yal, siyasî ve iktisadî kavram ve kurumlar bu dönemde muazzam değişiklikler yaşadılar. Toplumsal davranışlar, hürriyet ve adalet kavramları bizatihi esaslı değişime uğradı. Ferdî hürriyet fikri himaye görürken, emeğe kutsî bir değer izafe edildi.

İslâm ilminin ışıltısı coğrafya, astronomi, ast­roloji, fizik, kimya, matematik, optik, tarih, tıp, fen ve pek çok diğer ilim dallarında parla­dı ve modern Avrupa'nın bilimi üzerinde ka­lıcı izini bıraktı.

 

KISIM 1

 

İSLAM'IN AVRUPA KULTURU ÜZERİNDEKİ GENEL ETKİLERİ

 

Robert Gulick'in ifadesiyle, "Avrupa'da Rö-nesansın oluşması üzerindeki Arap etkisinin hatırı sayılır düzeyde olduğunu inkâr edebile­cek kimse yoktur. Ancak, İslâm inkılâbının halen Fransız Devriminin kabul gördüğü gibi tarih kitaplarında bir nirengi noktası kabul edilebilmesi için, Avrupalı pedogoglann önünde onlarca yıl sürebilecek bir tercüme vazifesi durmaktadır. Müslümanlardan miras kalan entellektüel hazineyi açığa çıkarmak için yapılması gereken bunca büyük miktarda araştırma işi olduğu gözönüne alınırsa, günü­müz müelliflerine çağdaş medeniyete Araplar tarafından yapılan orjinal katkının hacmi ko­nusunda negatif çıkarımlarda bulunmaktan kaçınmak yakışır." (R. L. Gulick, a.g.e., sh. 51-52).

"Halil Tute, Kurtuba'daki hamamların, sokak lambalarının ve Müslümanlar tarafından te­min edilen daha nice kolaylık ve konfor ara­cının Avrupalı kitlelerin berbat şartlarını nasıl iyileştirildiğinin en mükemmel göstergesi ol­duğunu vurgulamaktadır." (a.g.e., sh. 103). Kurtuba'nın ileri kültürü Sir Thomas W. Ar-nold tarafından daha da ayrıntılı olarak şu ifa­delerle ele alınmıştır: "Onuncu asırda Kurtu-ba Avrupa'nın en medeni şehri idi. Dünyanın takdir ve hayranlığını kazanmakta ve Balkan­lar içindeki Viyana gibi merkezî bir konumda bulunmakta idi. Kuzeyden gelen seyyahlar şehirde 70 kütüphane, 900 hamam olduğunu bir nevi dehşete düşerek öğreniyorlardı. Le-on, Navarre veya Barcelona'mn yöneticileri cerrah, mimar, terzi, musikî hocası gibi kim­selere ihtiyaç duyduklarında başvurdukları yer Kurtuba idi (The Legacy of islam). Bu düşünce E. Rosenthal tarafından şu ifadelerle teyid edilmektedir: "Müslümanların hâkim olduğu günlerde Kurtuba Avrupa medeniyetinin merkezi ve dünyanın belli başlı Öğretini merkezlerinden biri idi. Mağripliler İspan­ya'dan sürüldükten sonra ise Kurtuba bir vila­yet kasabası durumuna düşmüştür. Yine de onun harikulade camisi, İspanya'daki Arap İmparatorluğun başkenti olduğu günlerden kalan muhteşem bir mirastır." ("Traces of Arabic Influence in Spain," Islamic Culture, 11: 336, Temmuz, 1937).

Robert Gulick, İslâm kültürünün Avrupa'ya nasıl taşındığının kesin olarak tesbit edileme-diyse de elimizde bazı ipuçları olduğunu be­lirtmektedir. Gulick, pek çok Batılının Avru­pa kültürüne İslâm'ın büyük katkısı olduğu şeklindeki görüşlere yaklaşımında, tarafsız olmak yerine nâzik bir üslûbu seçtiği görül­mektedir. Bu kültürel miras ile ilgili İslâmî iddiaları destekleyen tarihî deliller, hiçbir dü­rüst ve hakperest insanın 'bu durum kesin olarak belirlenemedi' şeklindeki itirazına ma­hal vermeyecek çokluktadır. C. H. Haskins bu konuda şüphesi olmadığını şu sözlerle ifa­de etmektedir: "İspanya'daki Arapların Batı Avrupa'daki yeni ilim dalgasının temel kay­nağı olduğu müşahhas gerçeği ortadadır." (Sîudies in îhe History ofMedieval Science).

W. Thompson ise aynı konuda şüpheye yer bırakmayan şu ifadeleri kullanmaktadır: "Onuncu asrın son yarısında Lorraine'deki okulların ilk önce Latin Avrupa'da yeşeren Arap ilim tohumlarının menbaı olduğuna ka-niyim. Bilgi buradan daha sonra Almanya'nın diğer bölgelerine -Reichenau'daki Hermann Contractus şahittir- Fransa'ya ve özellikle İn­giltere'ye yayıldı." ("The Introduction of Arabic Science into Lorraine in the Tenth Century." Isis, 12: 191, Mayıs, 1929).

Robert Gulick şöyle devam etmektedir, "Muhterem Peter'in 1150 yılları civarında Kur'ân'ın Latinceye tercüme edilmesi işini üstlenmiş olması Cluny'nin Arapça öğrenimi­ne olan ilgisinin bir başka delilidir. Bugün bu Fransız bölgesinin adı başlıca Cluny ırkıyla özdeştir. 'Devrin en ünlü müelliflerinden el-İdrisî'nin, Hıristiyan Sicilya'da

eer tarafından dünya haritası çizmekle gö­zlendirilme si o dönemler Müslümanların Hindeki üstünlüğünün işaretidir.' (Arnold, a. e sh. 89). Onikinci yüzyılda I. Henry'nin hjmayesinde Arap ilim ve felsefesinin öncü talebelerinden olan ve uzak ülkeleri gezen seyyah Bath'lı Adelard, Robert Grosseteste ve Roger Bucon'dan önceki en büyük ilim a-damı olarak bilinmektedir.' (Haskins, a.g.e., sh- 20). Avrupa'da Arap kültürünü yayan di­ğerleri Tivoli'li Plato, Chester'lı Robert, Co-rinthia'h Herman, Bruges'lü Rudolph ve Cre-mona'nın büyük Gevard'ıdır. II. Frederick'in sarayında hizmet eden Michael Scot İbn-i Rüşd'ün, el-Bitrucî'nin ve diğer Müslüman mütefekkirlerin eserlerini tercüme etmiştir.

Avrupa tarihinin ilgi çekici simalarından olan ve İslâm nüfuzunun yayılmasında önemli rolü bulunan bir kişi Büyük Frederick'tir. O Fah-rüddîn ile felsefî meseleler hakkında münaza­ra etmiş, el-Kâmil ile geometri ve cebir prob­lemleri üzerine teatide bulunmuş, meşhur Arap astronomi bilginleriyle temas kurmuş­tur. İslâm mimarisi ile ilgilendirmiş, özellikle Kudüs'teki Hz. Ömer camiinin sekizgen şek­li, yeşil ve altın kubbesi ve sanat harikası minberi dikkatini çekmiştir. Avcılıkla ilgili bilgiler de toplamıştır: "Biz Doğu'dayken Araplar'in şahin avcılığı esnasında yüzlerine örtü geçirdiklerini müşahede ettik. Çünkü Arap kralları bize şahin gönderirken en iyi şa­hin avcılığı yapanları da birlikte göndermek­tedirler." (Robert Kantorovicz, Frederick the Second; Robert Gulick, a.g.e., sh. 58).

 

Sosyal Müesseseler

 

islâm kurumlaşmış kilisesi ve ruhban sınıfı °hnayan bir dindir. Allah'ın sürekli gözetimi altında nefis terbiyesi ve eğitimin önemi be-urtılir. Allah'ın nezareti vurgulanır. Çünkü O, insana kendi nefsinden daha yakındır. (50: i6)- İslâm bütün insanlığın Allah nazarında tam eŞİtliğe sahip olduğunu vazeder. Rasû-'ullah @   onlara "Arab'ın Acem'e, Acem'i

Arab'a; beyaz'ın siyah'a, siyah'ın beyaza bir üstünlüğü olmadığını, üstünlüğün ancak tak­vada olduğunu" bildirmiştir: "... Şüphesiz üs­tünlük muttaki olanlarındır." (49: 13). İnsa­noğlunun Allah katında eşit olduğu prensibi İslâm'da Tevhid' den sonra gelen en temel il­kelerden biridir.

İslâm'da iman bütün kan bağlarını aşar ve ev­rensel bir kavram sunar. İslâm Arap kabile sisteminin siyasî ve sosyal temelini oluşturan eski kan bağı kavramını iman bağıyla değiş­tirmiştir. Buna göre, "Her kim İslâm'a girerse kendi öz yakınları ve akrabaları ile olan bağ­larını, onlarla iman kardeşliği tesis edilmediği müddetçe unutmalıdır." Çünkü kanun önünde eşitlik İslâm nizamının temelidir. De Santilla-na şu güzel hadisd&n bahsetmektedir: "Müslümanlar tek bir vücut gibidirler, veya tuğla­ları birbirine kenetlenmiş güçlü bir duvar gi­bidirler." (Arnold, a.g.e., sh. 287).

"İslâmî sistemde daha sonra geliştirilen her salih amelin kaynağı ve temeli olan Kur'ân yepyeni bir sosyal düzen geliştirdi ve cemiye­tin teşekkülü için farklı bir temel oluşturdu." (Beşiruddin, "The Political Theory of islam," Islamic Culture, 8: 588, Ekim, 1934). İslâm öğretisi Tek Allah sevgisi ve yalnızca O'na ibadet ilkesi ile yeni bir tevhid ve kardeşlik anlayışı getirdi, bu kişinin yalnızca ülkesine bağlı kalmasından daha yüce bir şeydi... Bü­tün insanlık tek bir topluluktu (2: 213; 4: 1; 6: 99; 7: 189; 39: 6; 21: 92).

Muhtemelen, kasden öldürme ile kazaen Öl­dürmeyi ayırdeden ilk hâkim Hz. Peygamber @'dir. Rasûlullah @'e göre, suçlanan kimse­nin niyeti bütün olaylarda belirleyici faktör­dür (Muhammed Hamidullah, "Administrati-on of Justice in Early islam", Islamic Cultu­re, II: 107, Nisan 1937). Hz. Peygamber @ hâkimlerin iki tarafı da dinledikten sonra el­deki delillere dayanarak karar vermelerini is­temiştir. (Tirmizi, Ebu Davud, ve İbni Mâce). Hz. Peygamber @ bu konuyla ilgili bir diğer temel prensibi daha koymuştur: İspat, iddia (şikâyet) sahibine aittir. Maznun (sanık), aleyhinde bir delil yoksa, suçtan yalnızca ye­minle kurtulabilir. (Buhari, Müslim ve Ebu Davud).

İkinci Halife Hz. Ömer, Basra'ya vali tayin ettiği Ebu Musa el-Eşarî'ye şu talimatları

kapsayan bir mektup göndermiştir:

1- Adaletle hükmetmek, ilâhî bir emir ve Rasûlullah @'in uyulması gereken bir sünnetidir.

2- Eğer önünüze bir dava gelirse, onu dik­katle muhakeme ediniz ve hükmü mutlak surette uygulayınız. Çünkü en doğru ka­rarlar bile hükmü uygulanmadıkça boşu­nadır.

3- Her iki tarafa eşit muamele et ki, fakirler adaletinden şüpheye düşmesin, zâlimler de herhangi bir zarına kapılmasın.

4- Delil getirme vazifesi suçlayanındır, aksi takdirde zanlı yeminle beraat eder.

5- Taraflar mahkeme dışında anlaşabiliri ancak anlaşmaları İslâmî emir ve yasi lan ihlâl edemez.

6- Sarih vakalarda bile muhakemenin te rarlanması yasaklanmamıştır; çünkü j niden dava görmek adaletsizlikte ısrar mekten daha iyidir.

7- Bir mesele hakkında Kur'ân ve sünnett açık bir delil yoksa, benzer olaylardan 1 yasla sonuca var. Her şeyi dikkate aldı tan sonra vereceğin hüküm Hakk'a < yakın ve Allah'a sevgili olacaktır.

8- Şikâyet sahibine delil toplaması için sü ver. Eğer bu süre sonunda davasını isptlayamazsa davayı düşür.

9- Ahlâksızlık sebebiyle bedenen cezaland nlmış olanlar (mecludfi-hadd) veya y lancı şahitlik yaptıkları tespit edilm olanlar hariç bütün Müslümanların şeh, deti makbuldür. Kişinin hısım ve akrab; larının şahitliği kabul edilemez.

10- Hakim mağrur tavırlı olmamalı ve gerçi ğin söylenmesi karşısında tatmin olm; mış bir görünüm sergilememelidir. Alla herşeyi bilendir, işitendir ve kişi O'nunl olan muhasebeden kendisini kurtarmal dır." (Prof. Hamidullah, "Administratio of Justice in Early islam," Islamic Cultı re, 11: 107, Nisan, 1937).

İslâm Hukuku hiç kimseyi hatasız ya da hat yapmama konusunda âciz kabul etmez. Bur dan dolayı, Hz. Peygamber @ çok dikkatli k ve kendi şahsı ile ilgili davaların bile görül meşini temin etti ve cezaya uğramadıysa kişi nin hakkını bizzat kendisinden almasına izi verdi.

Hz. Peygamber @, insanın canının, malımı ve şerefinin kutsal olduğunu belirtmiştir (Ibn İshak, Seerah). Arnold'a göre "Arap kanun larından alman müsbet kazançlar arasında sı nırlı ortaklık (girad) ve ticaret kaidelerimi muhtelif teknik yönleri de vardır. Bunlar gö zardı edilse bile Arap kanunlarının bazı ki sımlarının yüksek ahlâkî standartları günü­müz modern kavramlarının gelişmesi üzerin­de oldukça etkili olmuştur ki asıl kalıcı değer bu olmuştur (a.g.e.).

"Hepsinin üzerinde, İslâm Avrupa'nın serflik geleneğinde olduğu üzere insanın insana kö­leliğini kabul etmez. Bu nedenle de şehir ha­yatını teşvik etmiş ve geliştirmiştir. Kast sis­temini tamamen ortadan kaldırıp lağvederek toprağın insanlar arasında eşit şekilde bölü­şülmesini sağlamıştır." (W. Barthold, Mus-sulman Culture).

 

Uluslararası Hukuk

 

Uluslararası hukuk sahasındaki Pierro Bello, Ayola, Vittorio, Gentiles ve diğerleri gibi ilk müelliflerin hepsi İspanya'dan İtalya'ya akın ettiler ve bunların hepsi İslâm'ın Hıristiyan alemi üzerindeki etkisiyle ateşlenen Rönesan-sın mahsulüdürler. (M. W. Hans, Kruse). Do-ğu'da Bağdat ve Batı'da Kurtuba Arap kültü­rünün meşaleleri olarak durdular ve Arapların güçlü imparatorluğu arasında Avrupa kâh bi­ri, kâh diğeri tarafından hâkimiyet altına alın­mak korkusuyla uzun süre yaşadı.

Luther çok iyi Arapça biliyordu, Avrupa'nın çeşitli bölgelerinden Arap üniversitelerine akın eden sayısız insanı söz konusu etmesek bile bazı Papalar ve kilise mensupları da Arapçayı biliyor, Arap kanun ve kültürünü eğitim programlarına alıyorlardı. Avrupa'nın eğitim ihtiyacı yüzyıllar boyunca Arapça ki­taplar Latince'ye tercüme edilerek giderilmiş­tir.

İslâm'ın modern Batı uluslarası hukuku üze­rinde en azından oluşum döneminde etkili ol­duğunu takdir eden nâdir eserlerden biri Nys'in Origines du Droiî Internationale'\ ve of Walker'ıdti (Dr. Hamidullah). Belki bun­lara bir de Rus hukukçu Baron de Toube tara­fından Hague Uluslararası Hukuk Akademi-si'nde 1926'da verilen dersler eklenebilir. Bu dersler İslâm'ın özellikle Rusya ve Doğu Avrupa ülkeleri üzerindeki etkileri ile ilgilidir. Baron şöyle demektedir: "Avrupa Ortaçağ medeniyetinin değişik kurumlarının doğu kaynaklı olduğu net ve basit olarak görülmese bile silinmez doğu damgası taşımaktadırlar. En azından Müslüman Doğu'nunkine benzer askerî kurumlara güçlü bağımlılıkları oluşu bakımından bu böyledir." (sn. 384).

Baron daha sonra örnekler verir ve Arap tacirler Batı'da İsviçre ve Danimarka'ya, Do-ğu'da Çin'e dek geldikleri vakit Bizanslı Rumların uluslararası ticaret alanında pasif durumda olduklarını açıklar. Delil olarak 1914'e kadar İsviçre'de 38000 parça Arap pa­rası bulunmuş olmasına rağmen yalnızca 200 parça Bizans parası bulunabilmesi gerçeğini dile getirir (sh. 395).

"Bundan açıkça anlaşılmaktadır ki, Müslü­manlar daha ilk dönemde bir uluslararası hu­kuk ilmi geliştirmişler ve bunu siyaset ilminden ve genel hukuktan ayırarak bağımsız bir konu haline getirmişlerdir. Uluslararası hu­kuk ve ilgili konulara ait ilk dönem İslâm eserlerini incelediğimizde Müslümanlarla Rumların (Bizanslılar) ve diğerlerinin savaş zamanında ve barıştaki ilişkileri hakkında canlı bir fikir ediniriz. Sadece savaşta değil uluslararası hukuk konusunda da nasıl karşı­lıklı etkinin gerçekleştiğini görürüz

Düşmana, savaşta olduğu kadar barışta da hak tanınmasının kâmil ve hakiki manada gerçekleştirilmesi hâdisesinin tarihte ilk defa Müslümanlar vasıtasıyla olduğunu görmekte­yiz. Bu haklar, Kur'ân, Hz. Muhammed @'in sünneti ve O'nun raşİd halifelerinin uygula­malarıyla tasdik edilmiştir. Ayola ve Vİttoria, Genüles ve Grotins ve diğerleri tarafından yazılan jura belli (savaş kanunları) hakkında­ki kitapların Roma ve Yunan literatüründe eşi veya benzeri bulunmadığına ve bu kitapların Avrupa'nın bilgi bakımından bugünkü kadar çok gelişmemiş olduğu bir çağın ürünü oluşu­na dikkat çekmek şarttır.

"Bize göre, bu eserler cihad ve siyerle ilgili Arapça eserlerin yankılarıdırlar. Romalılar çağı ile Modern çağlar arasında bir bağlantı kurmamız şarttır. Uluslararası hukuk sahasın­da çağ açan değişikliklerin kaynağım tanıma­mız şarttır. İslâm'ın uluslararası hukukun dünya tarihi ile ilgili olarak oynadığı rolü görmeliyiz." (Dr. Muhammed Hamidullah, The Müslim Conduct of War, Lahor, 1977, sh. 68-72)

 

Ticaret Ve Alışveriş

 

İslâm hamle ve teşebbüs ruhunu büyük oran­da teşvik ederek, müminleri Yaratan'in âyetlerini çeşitli yönleriyle tanımaları için yolculuk yapmaya çağırmaktadır: "Allah'ın yaratmaya nasıl başlayıp sonra onu nasıl tek­rar edeceğini anlamazlar mı? Doğrusu bu Al­lah'a kolaydır. De ki: 'Yeryüzünde dolaşın; Allah'ın nasıl yaratmaya başladığını bir gö­rün. İşte Allah aynı şekilde âhiret yaratmasını da yapacaktır.' Doğrusu Allah herşeye Kadir­dir." (29: 19-20). Hacc sûresinde şu âyetleri okumaktayız: "Nice kasabaların halkını hak­sızlık yaparken yok ettik. Artık çatıları çök­müş, kuyuları metruk, sarayları bomboş kal­mıştır. Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, ora­da olanları akledecek kalpleri, işitecek kulak­ları olsun. Ama yalnız gözler kör olmaz, fakat göğüslerde olan kalpler de körleşir." (22: 45-46).

Kur'ân-ı Kerim'de, insanların yeryüzünü gez­mesi ve Rablerinin ayetlerini bu yerlerde mü-şahade etmelerini teşvik edici pek çok âyet vardtr. Lokman süresindeki ayetler de bun­lardandır: "Gemilerin denizde Allah'ın lüt-fuyla yürüdüğünü görmez misin? Allah böy­lece size varlığının delillerini gösterir. Bun­larda, pek sabırlı ve çok şükreden kimselerin hepsine dersler vardır. Dağlar gibi dalgalar insanları kuşattığı zaman, dinini tamamen Al­lah'a has kılarak O'na yalvarırlar; onları kara­ya çıkartarak kurtardığında içlerinden bir kıs­mı doğru yolda kalır. Zaten ayetlerimizi bile­rek ancak hain nankörler inkâr eder." (32: 31-32). Yine İbrahim sûresinde şu ayeti oku­maktayız: "...Emri gereğince denizde yüzmek üzere gemileri ...sizin buyruğunuza veren Al­lah'tır." (14: 32). Nahl sûresinde şöyle buy-rulmaktadır: "Taze et yemeniz, takındığınız süsleri edinmeniz ve Allah'ın bol nimetinden faydalanmanız için denize -ki gemilerin onu yara yara gittiğini görürsün-, boyun eğdiren O'dur. Artık belki şükredersiniz." (16: 14).

Kur'ân'ın bu ayetlerindeki güzel gemiler vb. tarifler "uluslararası ticaret ve münasebet se­bebiyle maddî fayda temini yanında insanlığı birleştirme ve medeniyeti daha evrensel yap­ma gibi daha yüce idealleri sembolize etmek­tedir. İlk adım deniz vasıtasıyla Allah'ın bol nimetinden faydalanmaktır. Ancak daha yüce idealler de söz konusudur. Denizcilik ve ulus­lararası ilişkiler bilgiyi artırır, bilginin yüce gayesi zihni temizler ve Allah'a yaklaşmaya daha uygun hale getirir." (A. Yusuf Ali, The Holy Qur'an, sh. 659. No: 2037).

Âlim ve râsih olanlann görebildiği Allah'ın âyetlerinden biri de bütün Kudretin nihai kay­nağının Allah olduğu hakikatidir. "İnsanoğlu deniz yolculukları için dilediği güç ve model­de gemiler yapabilir ve deniz ilminde ve bu­nunla ilgili konularda bilgi tecrübe bakımın­dan mükemmeliyet derecesine ulaşabilir. An­cak tek başına bu özellikler onun güvenli yol­culuklar yapabilmesi için yeterli olmaz. Özel­likle denizde korkunç güçlükler vardır. Onlar­la karşı karşıya kaldığında yalnızca Allah'ın inayeti kendisine yetişir. Allah'ın inayetini kaybettiği an kişi vasıtalarının, kaynaklarının ve bilgisinin ne kadar sınırlı ve yetersiz oldu­ğunun idrakine varır. Buna benzer olarak, hu­zur ve sükûnet anlarında kişi ateistler veya müşrikler tarafından güçlüğü uğratılabilir, an­cak denizde bir fırtına sonucu herkesin içinde bulunduğu gemi dengesini kaybederse ateist bile Allah'ın varlığını idrak ederek, yalnız bir Allah olduğuna iman edecektir." (The Mea-ning ofQur'an, c. X, sh. 26).

Müzemmil sûresinde şu ayeti okumaktayız: "... Allah, içinizden hastalar, yeryüzünde ge­zip Allah'ın lütfunu arayan başka kimseler ve Allah yolunda savaşan daha başka insanlar bulunacağını bilmektedir. Onun için Kur'ân' dan kolayınıza geldiği kadar okuyun..." (73: 20). Bu âyet Hz. Peygamber @ ve Müslü­manlar için îeheccüd namazının farz oluşunu neshetmektedir ve bunun yerine Müslümanla­rın okuyabildikleri kadar Kur'ân okumaları ve günlük namazlarına dikkat etmelerini salık vermektedir. İbadetle ilgili amellerdekİ bu ılımlı tavır esasta kısmen hasta olanlar ve kıs­men cihada gidenler ve kısmen de ticaretle meşgul olanlar için geçerlidir. Yani İslâm'da iş anlaşmalarına, ticaret için yolculuğa ve ha­yatın meşru yollardan kazanılmasına Öyle önem verilmiştir ki, îeheccüd namazının far-ziyeti neshedilmiştir. Müslümanlara Hacc es­nasında (2: 198) ve Cuma namazından sonra (62: 10) ticaret yapma izni verilmiştir. Ticaret ve meşru yoldan hayatını kazanmak "Allah'ın bol nimetini aramak" olarak tavzif edilmiştir. Rasûlullah @ şöyle buyurmaktadır: "Farz olan birçok vazife gibi, helâl yoldan maişetini temin etmek de farzdır." (Beyhaki, Şuub el-iman). Yine şöyle buyurmuştur: "Dürüst ve güvenilir tüccar peygamberler, sıddıklar ve şehitlerle beraberdir." (Tirmizî, Dârimi, Dârekutnî ve İbni Mâce).

Kur'ân ayetleri ve Allah'ın Elçisinin hadisleri ticaret ve seyahat için büyük bir teşvik fonk­siyonu gördü ve bir kaç nesil içinde Müslü­manlar tüm dünyaya yayıldı. Doğu'da Çin'e, Cava'ya, Sumatfa'ya ve Filipinler'e; ve Ba-tı'da Norveç'e, İsveç'e ve Afrika'nın Batı kı­yılarına dek ulaştılar. Onuncu asır ortalarında, Müslüman gemileri Khanfu (şimdi Kanton) isimli Çin limanına ulaştı ve Japonya ve Ko­re'nin mevcudiyetinden haberleri olduğuna inanmamak için hiçbir neden yoktur. Hindis­tan ve Seylan'la aktif ve büyük hacimli bir ti­caret sürdürülmekteydi. Müslüman gemileri Afrika'nın Doğu sahilinde Madagaskar'a zıt bir konumda yerleşik olan altınıyla meşhur Sufala'ya ulaştılar. Vasco de Gama 1498'de Afrika'yı çepeçevre dolaşıp Afrika'nın doğu sahilindeki Malindi'ye geldikten sonra ona Hindistan yolunu gösteren Arap Ahmed İbni Mâcid adlı bir kaptandı. Portekiz kaynakları­na göre bu kaptanın çok iyi deniz haritaları ve diğer denizcilik âletleri vardı. Abbasi halife­lerinin bazıları Süveyş kanalını açma fikri üzerinde durmuşlardır." (Arnold, a.g.e., sh. 96'dan iktibas eden Robert Gulick, Muham-med the Educaîor, sh. 61-62).

Doğu kaynaklı ziraî ve endüstri ürünleri için Avrupa'da yeni bîr pazar oluşturulması, Hı­ristiyan hacıların ve Haçlıların taşınması ihti­yacı ile birleşince denizcilik faaliyetlerini ve uluslararası ticareti Roma devrinden beri bi­linmeyen derecede artırdı. Marseİller bir de­nizcilik ve deniz taşımacılığı merkezi olarak İtalyan şehir cumhuriyetleri ile rekabet etme­ye ve biriken servetten payını almaya başladı. Yeni durumun mâlî icapları daha geniş bir ar­zı ve paranın daha hızlı dolaşımını gerekli kılmaya başladı. Bu yüzden bir kredi sistemi geliştirilerek 'değerli kâğıtlar' düzenlendi. Cenova ve Pİsa'da bankerlik firmaları ortaya çıktı ve bunların Levant'ta şubeleri açıldı. Templarlar kredi mektupları kullanmaya ve ipotek karşılığı borç alıp faizle borç vermeye başladılar. Belki de Latinler tarafından bası­lan ilk altın para Kutsal Topraklarda Vene­dikliler tarafından darp edilen Byzantinius Saracenatus'tur ve Arapça yazılar taşır." (Phi­lip K. Hitti, Hisîory of the Arabs, Londra, 1974, sh. 668-669).

 

Coğrafya Ve Astronomi

 

Daha önce bahsedildiği Üzere, Kur'ân diğer memleketlere yolculuk etmeyi ve ticaret vası­tasıyla maişet teminini teşvik etmiştir. Müslü­manların bu atılımcı ruhu Mekke'ye her yıl yapılması gereken Hacc yolculuğu ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar namaz kılmak için Kabe'nin yönünü tayin etmeleri gereği gibi sebeplerle daha da güçlenmiştir. Böylece İslâm kısmen dinî sebeplerle ve kısmen de uzak memleketlerdeki insanlarla ilişki kura­rak yeni ve daha iyi ticaret usûlleri geliştiril­mesi gibi sebeplerle coğrafya ilminin geliş­mesinde teşvik unsuru olmuştur. İslâm hâkimiyeti yayılıp bilinen dünyanın büyük kısmında barış tesis edildikten sonra Müslü­manlar hemen cesaretle ticarî faaliyetlere te­şebbüs ettiler. "Yedinci ve dokuzuncu yüzyıllar arasında, Müslüman tüccarlar hem deniz hem kara yoluyla Çin'in doğusuna ulaştılar, Zanzibar adasına ve güneyde Afrika'nın en uzak sahillerine vardılar, kuzeyde Rusya'ya nüfuz ettiler ve batıdaki ilerlemeleri yalnızca 'Karanlıklar Denizi'nin (Atlantik) korkutucu suları tarafından engellenebildi.

Geriye dönen tüccarların anlattıkları, uzak memleketler ve yabancılar hakkında halk ara­sında tabii bir merak uyandırdı. Anonim bir yazar tarafından 851 yılında kaleme alınan Fars Körfezi'nde Siraf'lı Süleyman el-T^cir'in hatıraları bize Çin'in ve Hindistan sahillerinin Arapça'daki ilk tasvirlerini verir. Bundan ve benzeri hikâyelerden tedricen De-nîzcİ Sinbad adı etrafında toplanan maceralar ortaya çıkmıştır. Rusya ile ilgili ilk güvenilir eser Volga kıyısında meskûn Bulgarlar'ın Kralına, el-Muktedir'in 921'de gönderdiği Ahmed b. Fadlan b. Hammad tarafından mey­dana getirilmiştir. Yakut'un Mucem-ul Bul­dan adlı abidevî coğrafya ansiklopedisinde bu olaylar yeniden kaleme alınmıştır. Mu-cem-ul Buldan çağının bütün coğrafî bilgile­rini ve tarih, etnografya ve tabii bilimler hak­kında değerli bilgileri ihtiva eder (Milâdî 1179-1229). Mes'ûdî Dinyeper'e bağlı Pripet yakınlarındaki Slav kabilelerinden el-Dir ara­sındaki Müslüman tüccarlardan bahseder... Ünlü Harizmî daha sonraki çalışmalara temel teşkil eden ve coğrafî araştırmaları ve yeni orijinal eserler verilmesini teşvik etmiş olan Suret-ül Ard (Yeryüzünün Görünümü)ünü meydana getirmiştir. Hemedanî (öl. 945 M.S.), el-Iklîl ve Sifah Ceziret-ül Arab adlı iki eser vermiştir ve bu eser bizim İslâm ön­cesi ve İslâm'dan sonraki Arabistan hakkın­daki bilgilerimize önemli katkılar sağlamıştır.

Astronomik coğrafyanın belli yönleri Ebû Ma'şer tarafından ele alınmıştır. Bunlar ara­sında med-cezir olaylarının nedenini açıkla­yan nerdeyse tamamen doğru bir teori de mevcuttur. Yine, kürevî enlem boylamlar ara­sı mesafe ile ilgili bilgiler Batı'ya Fergânî'nin coğrafya ile ilgili çalışmalarının tercüme edilmesiyle ulaşmıştır... Latin Batı, Arap müel­liflerin eserlerine, takvim hazırlamak, yıldız tabloları ve burçların çizimlerini elde etmek ve Kutsal Metinlerin gizli manalarım anla­mak maksadıyla ilgi göstermişlerdir. Astro­nomi, astroloji ya da coğrafya ile ilgili bütün bu bilgi yığını Batı'ya İspanya ve Sicilya va­sıtasıyla ulaşmıştır." (History of the Arabs, sh. 383-387).

Arap coğrafyacıları "dünyanın küreselliği" şeklindeki eski inanışı canlı tuttular, bu olma­saydı Yeni Dünya'nın keşfi de mümkün ol­mayacaktı. Dünyanın küresel olduğu fikrini geliştirenlerde biri onuncu asnn ilk yansında, Ebu Ubeyde Müslim el-Balansî (Valensİya'lı) idi. Makrizî Harizmî'nİn gezegen tablolarını (zîc) gözden geçirip düzeltti. Bu tabloların başlangıç noktasını Yezdegird döneminden İslâm'ın başlangıç dönemine getirdi ve arin meridyenini bir noktaya kadar Kurtuba'ya çe­virdi. 1140'ta el-Battanî 900 civarında geze­gen tablosu meydana getirmiştir. Bunların ta­mamı Tivoli'li Plato tarafından Latince'ye çevrilmiştir.

Toledo Tabloları Zerkâlî ve Ebû İshak İbra­him b. Yahya tarafından (1087 M.S.) hazır­lanmıştır. Bu tablolar Batlamyus ve Harizmî'den derlenen coğrafî bilgilerden mü­teşekkil olup Cremona'lı Gerard tarafından onikinci yüzyılda Latince'ye çevrilmiştir. Marsilya'h Raymond'un eserleri de yine ben­zer şekilde (1140'ta) Zerkâlî'nin astronomik kurallarından mülhemdir. Batlamyus'un Ak­deniz'in uzunluğu ile ilgili olarak tesbit ettiği 62°'lİk mesafe Harizmi tarafından 52°'ye in­dirilmiştir ve muhtemelen el-Zerkâlî yaklaşık olarak doğru olan 42° rakamını bulmuştur. Zerkâlî safihe adı verilen usturlâbı icat etmiş ve yıldızlara izafeten güneşin en yüksek nok­tasını ilk keşfeden kişi olmuştur.

Müslüman astronomi âlimleri göklerde tama­men kendilerinin meydana getirdiği öyle ölümsüz iz ve kalıntılar bırakmışlardır ki her­hangi bir basit gök haritası üzerinde yıldız ve takımyıldızı isimlerine bakan biri bu izleri derhal farkedip görür. Acrap (akrep), Algedi (el-cedi, oğlak), Altair (el-ta'ir), Deneb (ze-neb, kuyruk) ve Pherkad (farkad) gibi Avru­pa dillerindeki Arap kökenli yıldız isimlerinin yanısıra azimuth (elsumut), nadir (nezir) ve zenith (el-semt) gibi bir takım teknik terim de Arapça kaynaklıdır ve İslâm'ın Hıristiyan Avrupa'daki zengin mirasının şahididirler (P. K. Hitti, sh. 568-573).

Bir diğer Müslüman âlim Birûnî de daha son­raki nesiller için pek çok faydalı bilgiler bı­raktı. Onbirinci yüzyıl itibariyle Müslüman tacirlerin Hint Okyanus'u yakınındaki Cava adalarına giderek orada yerlilerle evlendikle­rini Birûnî'den öğrenmekteyiz. Araplar'm Avustralya'yı biliyor olmaları da muhtemeldir ve İbni Rüşd'ün 'günlerin yalnızca 6 saat sürdüğü Zencilerin memleketi' diye tarif etti­ği yer Güney Avustralya'ya uymaktadır. Birûnî'nin Güney Afrika ve Mozambik ile il­gili bilgisi de vardı. 1331 tarihli Çin resmî ha­ritası ya Müslüman coğrafyacılar tarafından ya da onların tesirinde hazırlanmıştır. (Ah-med Zeki Velidî, "islam and the Science of Geography," Islamic Culture, 8: 514, Ekim, 1934). Müslüman coğrafyacılar, ülkeler ve insanların hayatı, örf ve âdetleri, dil ve inanç­larını tavsif işine Yunan müelliflerden daha ziyade değer vermişlerdir. Onların enlem ve boylam tespitindeki kesin doğruluğu da hay­rete şayandır.

İslâm'ın, araştırma şartlarını iyileştirdiğine dair aşağıdaki yazı, belli başlı coğrafî incele­melerin tamamlanması ile ilgili olarak yazılan Birûnî'nin bir el yazmasından alınmıştır (21 Eylül 1025).

"(Batlamyus'un) Coğrafyası'mn enlem ve boylamlarla İlgili kısmındaki pek çok bilgi uzak diyarlardan gelen rivayetler üzerine bina edilmiştir... Bu verilerin inşa edildiği temeller yalnızca söylentilerdir. Ancak, geçmişte söz konusu memleketlere ulaşmak (el-tebayyun el-millî) ülke sınırlarına bağlı olarak çok zor olmakta idi. Çünkü memleketler arası yolcu­lukta en büyük engel bu sınırlardı. Mesela, Yahudilerin yaptığı gibi Allah'a daha yakın olmak gayesiyle diğer kavimlere mensup kimselere haince saldırılarda bulunuluyordu. Veya bunu aratmayacak tarzda Romalılar'ın yaptığı gibi yabancılar esir alınıyor. Veya seyyahlar, yabancı oldukları gerekçesiyle geri çevrilebiliyor, her konuda şüphelenil iyor,teh-likeli ve son derece güç hâllere düşebiliyor­lar.

Şartlar bütünüyle değişik olmakla birlikte, doğudan batıya nüfuz eden İslâm, Batı'da İs­panya'ya (Endülüs), doğuda Çin sınırına ve Hindistan ortalarına, güneyde Habeşistan ve Zenci memleketlerine (Güney Afrika, Malay adaları ve Cava) ve kuzeyde Türklerin ve Slavların memleketlerine dek yayılmıştır.

Böylece pek çok değişik millet (el-umem el-muhtelife) karşılıklı anlayış çerçevesi içinde bir araya geldiler ki, bu ancak Allah'ın dile­mesiyle mümkün olan güç bir iştir (ülfet).

Artık yeryüzündeki memleketlerle ilgili bilgi edinmek daha kolay ve daha güvenlidir. Şim­di görmekteyiz ki, Batlamyus'un Geog-raphy's'mde doğuda gösterdiği memleketler gerçekte daha batıda ya da aksi bir bölgede yer almaktadır."

Yukarıya yaptığımız bu iktibas, Batı'da yay­gın olan, 'Araplar Greklerden gelen her şeyi olduğu gibi almışlar veya yalnızca taklit et­mişlerdir' şeklindeki iddiayı da çürütmekte­dir. Barthald'un ifadesine göre günümüz ilim adamlarının 'son bin yıldır Orta Asya'da ik­lim ve fızikî-coğrafî şartların çok az değiştiği' şeklinde vardıkları hükmü mümkün kılan malzemenin kaynağı Arap coğrafyacılardır. (Barthold, a.g.e.). Batı'da en iyi bilinen Arap coğrafyacılarından biri olan İbni Batuta (1304-1378)'mn Orta Asya'ya yaptığı ziya­retleri anlattığı eserler haklı bir üne kavuş­muştur. Mes'ûdî (öl. M. S. 956), Doğu'yu ka­radan ve denizden dolaşmıştır. Ne yazık ki Müslüman öncülerin tarihi, coğrafyası ve fel­sefesi ile ilgili otuz ciltlik ansiklopedisinden bugüne kalan sadece tek cilttir. Bazıları The Golden Meadows (Altın Çayırlar) adlı eseri­ni, onun yoğun bir emek mahsulü ansiklope­disinin özeti olarak kabul ederler. The Gol­den Meadows Arapça'daki en hoş kitaplar­dan biridir. Makdisî mükemmel bir edibtir ve günümüzde diğer ülkelerin kültürel arkaplam-na ilgi duyacağımızı sezinlemiş biri olarak kabul edilebilir.

İbni Rüşd dünyanın zirvesi olan arin kubbe­sinden bahsetmiştir, bu Ailly'li Kardinal Pe-ter'in Imago Mundı sinde mevcut olan bir fi­kirdir. Imago Mundi fikrine âşinâ olan Kris-tof Kolomb, dünyanın yuvarlıklığı sonucuna muhtemelen buradan varmıştı. En azından, bu fikir onun teoriyi takip etmesini teşvik eden bir unsur olmuştur. Dahası, Kardinal Peter'in onayladığı bir doktrini savunuyor olduğu için dinsizlik ettiği gerekçesiyle takibata da uğra­maktan kurtulmuş oldu. Böylelikle İslâm'ın coğrafî görüşü, Yeni Dünya'nın keşfinde his­sesi bulunduğunu iddia edebilir." (Arnold, a.g.e.'den naklen Muhammed the Educator).

Halife Me'mûn'un gözlemcileri olan ünlü astronomi âlimleri yalnızca yıldızların siste­matik gözlemlerini yapmakla kalmamışlar, aynı zamanda Batlamyus'un Almagest'indeki bütün temel unsurların hesaplarını şaşılacak kadar kesin sonuçlarla sağlamışlardır: Eklip-tik eğim, ekinoks'un gerilemesi, güneş ve ay tutulmaları, güneş yılının tesbiti... Me'mûn'un astronomi alimleri jeodezi ala­nında en mükemmel bir işi gerçekleştirip ye­rin 1 derecelik mesafesini ölçmüşlerdir. Amaç danyanın küresel olduğu kabulüyle onun çevresini ölçmekti. Ölçüm Fırat'ın ku­zeyinde Palmira yakınlarındaki Sincar ovala­rında gerçekleştirildi ve bir meridyen derece­sinin 562/3 Arap mili uzunluğunda olduğu tes­pit edildi ki, bu şaşılacak derecede doğru bir sonuçtur. Bugünkü ölçüm değerini 2.877 fît aşmıştır. Bu dünyanın çevresinin 20.400 mil, çapınm da 6500 mil olduğu sonucuna götü­rür... Harizmî'nin Macritî (1007) tarafından gözden geçirilen ve 1126'da Bath'lı Adelard tarafından Latince'ye çevrilen Tables (Zîc) Doğu ve Batı'da diğer eserlerin yazılmasında başvuru kaynağı oldu. Bu tip Arap astronomi cetvelleri bütün önceki Yunan ve Hint cetvel­lerinin yerini aldı ve Çin'de dahi kullanılma­ya başlandı.

Battanî (877-918) Batlamyus'un bazı bulgu­larını ıslah etti ve ayın ve bazı gezegenlerin yörüngeleri ile ilgili hesaplan düzeltti. Güne-Şİn yıllık tutulma ihtimalini ispatladı, ekliptik eğimi büyük bir kesinlikle tespit etti ve ayın görünebilmesi ile ilgili orijinal teoriler sundu. Birûnî (973-1050) o vakitler su götürür bir te­ori olarak kabul edilen dünyanın kendi ekseni etrafında döndüğü konusunu eserlerinde tar­tışmış, paralel ve meridyenler arası mesafeyi kesin olarak hesap etmiştir. (P. K. Hitti, a. g. e., sh. 373-378).

Müslümanlar astronomiyle ilgili değerli ve esaslı gözlemlerde bulundular. Barthold'a gö­re Müslümanların astronomi cetvelleri ve yıl­dız katalogları, Ortaçağlarda son sözü temsil ediyordu ve astronomi ilmi teleskop mükem-melleştirilmeden Önceki en yüksek noktasına Müslümanların eserleri sayesinde ulaşmıştı. (Muhammed the Educator, sh. 93-94).

Fargânî, Latinceye Cremona'lı Gerard ve Jo-hannes Hispalensis tarafından tercüme edilen bir astronomi kitabı yazmıştır. Rönesans za­manında, Regiomontanus Compendium adlı bu eseri inceledi ve Melanchthon bu incele­meye dayanan yeni basımını 1537'de Nurem-berg'de gerçekleştirdi. (R. L. Gulick, sh. 88).

Hitti'ye göre, Latin Batı'ya astronomi ve ast­roloji ile ilgili Doğu kaynaklı ilham ve bilgi­nin akışı İspanya kanalıyla olmuştur. Önde gelen Müslüman astronomi eserleri Latin­ce'ye İspanya'da tercüme edilmiş ve onüçün-cü yüzyılda (Kastilya ve Leon kralı) 10. A3-fons'un himayesinde derlenen ve kendi adıyla anılan cetveller, Arap astronomisinin gelişti­rilmiş şeklinden başka bir şey değildi... Tole-dan Tables (Toledo Cetvelleri) olarak adlan­dırılan bu eserler başlıca Zerkalî, Ebu İshak b. Yahya (1087) gibi Endülüslü Müslüman ve Yahudi astronomi âlimlerinin yaptıkları gözlem ve araştırmalara dayanmaktadır.

 

Astroloji (İlm-i Nücum)

 

Müslüman astronomi âlimleri astronominin temel âletlerinden usturlabı icat ettiler. Endü­lüslü Ali b. Halef (onbirinci yüzyıl), Oğlak ve Yengeç dönencelerinin ekliptike dik açı ya­pan bir levha (evrensel levha) üzerinde yerle­rini belirledi. Bundan kısa bir süre sonra, Ba­tılıların Azarquiel olarak bildikleri Zerkalî (öl. 1087), ekvator ve ekliptik dairelerinin projeksiyonlarını aynı levha üzerinde belirle­meyi mümkün kılan bir usturlap tipi (safiha) icat etti. Bu usturlab yüzyıllar sonra Frisia'lı Gemma (1508-1555) tarafından astrolabum (sic.) caîholicum adıyla yeniden canlandırıl­dı. Muzaffer Şerefüddin Tûsî'nin (öl. 1213) lineer usturlabı bu aletlerin en kolay kullanılır hale getirilmiş olanı olarak kabul edilebilir.

Kurtuba'nın çok yönlü alimlerinden Abbas İbni Firnas'ın (dokuzuncu yüzyıl) evinde yıl­dızların, bulutların, şimşek ve gokgürültüsü-nün bulunduğu bir oda hazırladığı söylenmiş­tir. Birunî'ye ait mücehhez bir usturlabın çi­zimleri halen mevcuttur ve bu konuyla ilgili ikna edici bir delildir. Bu mekanik tertibat İb-nü's-Semh tarafından "yedi gezegenin levha­sına dönüştürülerek mükemmelleştirildi ve Orta çağın hatt-i istiva âleti (gezegenlerin ha­reketini belirlemeye yarayan alet) hâline geti­rildi ve bu da mekanik saatin Öncüsü oldu.

Arap âlimlerinin en büyük başarılarından biri Batlamyus'un teorisini terkederek kıble yö­nünü tayin için trigonometrik hesaplara baş­vurmuş olmalarıdır. Bu mânada, küresel tri­gonometrinin temel formüllerini bulan el-Battânî'nin, sinüsler teorisi nedeniyle Ebu Nasr'ın (öl. 1036); kıblenin azimutunu tesbit için kotanjant teoresini bulan İbni Heysem'in eserleri Batıyı etkilemiş çok önemli eserler­dir. Battânî mümtehan cetvellerinin müellifi­dir ve pek çok kat'î rasatta bulunmuştur. Öyle ki güneşin halkavi tutulmasın varlığını gös­termeye muvaffak oluşu, yüzyıllarca sonra (1749) Dunthorne'nun ayın hareketlerine bir yüzyıllık seyrini tesbit etmesini mümkün kıl­mıştır, Battânî'den sonra İbni Yunus (Öl. 1009), Zerkâlî ve pek çok diğerleri gelmiştir. Zerkâlî ve çalışma arkadaşlarının çabaları sa­yesinde Teledo Astronomi Cetvelleri meyda­na getirilmiştir.

Müslüman astroloji âlimleri, onüçüncü yüz­yılda, güneş ve ayın astrolojik takvimini gös­teren sistemi de keşfettiler. Daha sonra bunu diğer gezegenlere uyarladılar. Gerçek yıllık tarihleri hesaplamaya muvaffak oldular. Bun­lar okyanusötesi seyahatler başladığında yay­gın, olarak kullanılmaya başlanmış olan tak­vimlere kaynak teşkil etmişlerdir (The Le-gacy of islam, sh. 474-482).

Horasan'da Belh şehrinin yerlisi olan ve Bağ­dat'ta yetişen Ebu Ma'şer (886) astroloji ilmi­nin en Önde gelen şahsiyeti idi. Hıristiyanlar­ca Orta Çağda Albumasar adıyla anılarak sık sık kendisine atıflarda bulunulmuş, bir konu­yu tasvirde şekil kullanması bakımından Ön­cü kişi olarak kabul edilmiştir. Eserlerinden dördü onikinci yüzyılda İşbiliye'li (Sevil) John ve Bath'h Adelard tarafından Latince'ye çevrilmiştir. Astrolojik olayların doğum, Ölüm ve hayatın olayları üzerinde etkili oldu­ğu şeklindeki fantezi inançlarının yanında Ebu Ma'şer Avrupa'ya med-cezir kanunlannı da hediye etmiştir. Bir risalesinde med-cezir olaylarının ayın yükselişi ve batışı ile ilgisini tanımlamıştır. Müslümanların eserlerinin bir kısmı zaman zaman, özellikle İspanya'da, La­tince'ye tercüme edilmiştir, ve Hıristiyan Av­rupa'da ilmin gelişmesinde belirleyici tesirle­ri olmuştur (R K. Hitti, a.g.e., 378).

Ebu Ma'şer ilk astroloji âlimlerinin en nüfuz­lu ve muhterem ismidir. Onun batı felsefesi­nin gelişimine olan etkisi ayrıntılı bir araştır­manın konusu olmuştur. Yıldızların ve burç­ların işaretlerinden birtakım mânalar çıkaran nazariyesi Rönesans ressamları üzerinde bü­yük tesir bırakmıştır. İslâm'ın ilim mirasının umulmadık bu yönü, araştırmaları tebdil eden bu tasvirli dersi gösteren A. Worburg tarafınHan ortaya konmuştur... Astroloji konusunda en kapsamlı ders kitabı Kayrevan'lı Ali İbni Eb£'l-Racal'a aittir (Latince'de Haly Filius Abenregal). el-Bari fi Ahkam-ül Nücum adlı kitabı 10. Alfonso el-Sabio için İspanyolca'ya tercüme edilmiş olan eserlerden biridir. Ast­roloji hakkındaki bir diğer eseri İspanyol­ca'ya, Latince'ye ve en az üç kez İbranice'ye tercüme edilmiştir. Eserlerinin etkisi Reform dönemine kadar süregelmiştir." {The Legacy of islam, sh. 441-442).

"Her halükârda takvime duyulan ilgi, müslü-man astronomların başlıca meşguliyeti ola­rak, Celâli takvimine kadar devam etti. Hayyâm da dahil olmak üzere bu takvimin icadında rolü olan Selçuklu bilginleri bugüne kadar geniş ölçüde kullanılmış olan en kesin ve mükemmel şekliyle güneş takvimini orta­ya koydular. Müslüman astronomlar, çiftçiler tarafından kullanılan ve Batıda en tanınmışı Kurtuba takvimi olan daha halk tipi takvimler de İcad ettiler. Bu takvimler Batılı çiftçilerin takvimlerine model olmuşlardı. Zaten (alma-nac) yıllık takvim kelimesinin Arapça iklim anlamına gelen el-munahdan geliyor olması, müslüman eserlerinin bu alanda Batı'ya tesi­rini ortaya koymaktadır.

Astronomi alanındaki yaygın faaliyetler, Ebû Seni el-Kûhî ve Şiraz'da günün uzunluğunu kesin olarak hesaplayan ve Suver el-kevâkib (Yıldızların Şekilleri) adlı eseri gözleme da­yalı astronominin şaheserlerinden biri sayılan Abdurrahman es-Sûfî gibi simalarla devam etti... X. Alfanso el-Sabio'nun Libros del Sa-ber de Astronomia'sı vasıtasıyla da 'yıldızla­rın mevkileri'ne dair ilim alanında Batı'yi ol­dukça etkilemiştir. Müslüman astronomların bilimin tabiatında meydana getirdiği fiilî de­ğişikliği anlayabilmek için Emile Meyerson ve Henri Poincare gibi modern bilim filozof­larının tartışmalarım incelemekte fayda var­dır. Onlara göre, özellikle İbni Heysem (La­tince'de Alhazen) matematik ile ilgili ilimleri fenomenleri matematik modellerle açıkla­maktan, realitenin bir yönünü keşfetmeye döndürmüştü." (Seyyid Hüseyin Nasr, Isla-mic Science, Londra, 1976, sh. 96, 99 ve 133).

 

Matematik

 

Araplar Yunanlıların ilmî teorilerini Arap­ça'ya çevirerek korumuş ve yaymışlardır. Bu teoriler Orta Çağların ilk dönemlerinde araş­tırmanın uluslararası dili haline gelmiştir. Ba­ron Carra de Vaux'ın ifadesi ile "Rönesans döneminden insanlar yeniden bilgiye susa-mışlık ruhu ile dolduklarında ve deha kıvılcı­mı ile harekete geçtiklerinde, hemen çalışma­ya, üretmeye ve keşfe başlayabilmiş olmaları­nın sebebi Araplar'ın bilginin değişik dalları­nı korumuş ve mükemmelleştirmiş olmaları, araştırma ruhunu dinamik ve hırslı tutmuş ol­maları ve gelecek keşiflere uyum gösterecek esneklikte idame ettirmiş olmalarıdır." (Ar-nold, a. g. e.).

İlk matematik âlimi Hârizmî'dir (birden do­kuza kadar olan Arapça rakamları ve sıfırı ta­nımlayan algoritma kelimesi onun isminden türetilmiştir). Avrupa on'lu basamak sistemi­ni onun aritmetik, cebir ve astronomi ile ilgili Latince'ye çevrilmiş eserlerinden almıştır.

İkinci dereceden denklemler teorisi onaltıncı yüzyıla kadar Hârizmî'nin bıraktığı şekilde kalmıştır. Onsekizinci yüzyılda, meşhur cebir âlimi Piza'lı Leonardo Fibonacci, Araplara çok şey borçlu olduğunu açıkça belirtmiş ve Arapların yöntemlerini Pisagor'unkinden üs­tün telakki etmiştir. Sıfır batıda tanındığından en az 250 yıl öncesinde Araplar tarafından bi­linmekteydi. Cebir ve boş (c'vpher-sıfr) keli­meleri hesap ilminin kuruluşunda ve yaygın­laşmasında Arapların oynadığı rolün canlı şa­hitleridirler.

Sinüslerin kullanımı Araplar tarafından Ödünç alınmış bir Yunan icadı değil, bilakis Müslü­manlar tarafından trigonometri ilmine doğru atılmış gerçek bir adımdır. Sinüsleri ilk kulla­nan İbni Kurra'dır. Tartılarla ilgili eserinde, Ebû Cafer el-Hazin denge ve yer çekimi fikir­lerini yüksek seviyede geliştirmiş ve özgül ağırlıklar konusunu tartışmıştır. Barthold'a göre, trigonometrik fonksiyonlar bilgisi Av­rupa'ya ilk olarak Battânî'nin eserlerinden girmiştir. Tanjantların trigonometrik formül­ler içinde yer alması Ebû'1-Vefa sayesinde ol­muştur. Regiomontanus tanjantları yeniden keşfetmemiş, bilakis onları Battânî, Câbir bin Eflah ve diğerlerinin eserlerinde bulmuştur. Hindu aritmetiği Araplar tarafından büyük Öl­çüde geliştirilmiştir. Bilinmeyen miktarların tespiti ile ilgili bütün kuralları bulmuşlardır. Ebû'1-Vefa parabollerin dörtgenliğini ve pa­raboloidin hacmini de bulmuştur. Battânî'nin çağdaşı olan Habeş el-Hasib (öl. 929), bir ka­re ya da dikdörtgenin parçalarında kotanjant tablolarını icat etti. Güneşin yüksekliği, ko­tanjant yardımıyla Battânî tarafından açıkla­nan bir formül ile tespit edilmiştir. 'Bu da bi-zi Yunanlıların vardığı noktaların çok ötesine ulaştırmakta ve modern bilim çağını gerçek­ten açmaktadır." (Amold, a. g. e.)

"Ebû'l-Vefa'niH eserlerinde, yanlışlıkla Co-pernicus'a izafe edilen, sekant formülleri de bulunmaktadır. Böylece; onuncu ve onbirinci yüzyıllarda, İslâm düşünürleri yirminci yüzyıl medeniyetinin altyapısını oluşturan bu keşif­lere nihai şekillerini vermişlerdir." (Muham-med the Educator, sh. 87-90).

Kindî (öl. 873) düşen cisimlerle ilgili kanun­ları bulmaya çaba göstermiştir. Fârâbî'nin musikî hakkındaki büyük eseri logaritma fik­rinin tohumlarını taşımaktadır. Carra de Vaux şöyle izah etmektedir: Bu eserin logaritmayı içermiş olması muhtemeldir, çünkü, perde farkları, tam perdeler, yarım perdeler, çeyrek perdeler, ikililer, vb.nin toplamı perdeleri ta­nımlayan notaların uzunluklarının çarpımına ve çıkarıldıklarında ortaya çıkan değer bu terimlerin bölümüne denk düşmektedir; yaylı bir çalgıdaki hatalar logaritmik bir kuralla ba­ğıntılıdır." (Amold, a. g. e.).

Ömer Hayyâm'm (öl. 1123) eseri hakkında yorumda bulunan Carra de Vaux şöyle yaz­maktadır: "Cebir kitabı üstün seviyeli bir eserdir ve bu bilimin Yunanlılarda gördüğü­müzden çok daha ileri seviyelerini temsil et­mektedir." (Arnold, a.g.e.). Sarton, Ömer'in takvimini şöyle övmektedir; "Onbirinci yüz­yıl sonuna olağanüstü şaşırtıcı bir başarı ile ulaştı. Ömer Hayyâm'ın Ta'rih-i CelilTû (1079), bu takvim muhtemelen bizim Gregor-yan takvimimizden daha doğru idi. Kastilyalı Alfonso o vakte kadar yapılan halka bilezik­lerin en İncesini ve mükemmelini yaptırtmak istediğinde, bilgi için Araplara başvurmuştu." (Arnold, a.g.e.)

Nasirüddin Tûsî küresel trigonometri hakkın­da bir kitap yazdı. Düzlem ve küresel trigono­metri için temel kuralları tesbit etmiş, düzlem trigonometriyi küre geometrisine uygulayarak kutta (trasversale) teoremlerini incelemiştir. Sıfırın kullanımını bulan Araplar böylece aritmetiğin günlük hayatta kullanılmasını sağ­lamışlardır. Cebiri tam bir ilim haline getir­miş ve bir hayli geliştirmişler, analitik geo­metrinin temellerini atmışlardır. Doğruyu ifa­de etmek gerekirse, Yunanlılar zamanında mevcut olmayan düzlem ve küresel trigono­metrinin yaratıcısı olmuşlardır." (R. L. Gu-hıck, a.g.e., sh. 87-92)

"Sabit b. Kurra'nın 'exhaustion metodu' Yu­nan yönteminden kısmen bağımsızdı. (Çünkü o bu yöntemin varlığını bilmiyordu) ve mo­dem integral matematiğinin bir ilk kıvılcımı olarak kabul edilebilir." (The Legacy of is­lam, sh. 471).

Hârizmî (780-850) "İslam kültürünün en bü­yük ilim dehalarından biri idi ve matematik­sel düşünceyi orta çağda en geniş Ölçekte et­kilemiştir. Bilinen en eski aritmetik ve cebir kitabım telif eden odur. Cebir kitabı Kitâ-bü'UMuhtasar fî Hesabi'l-Cebri ve'l-Mukâ-bele, integral ve denklemlerin hesap edilmesi ile 800'den fazla problem çözümünü ihtiva eder. Halen varlığını sürdüren en Önemli ese­ridir. Cremona'h Gerard tarafından onikinci yüzyılda Latince'ye çevrilen bu eser onaltıncı yüzyıla kadar Avrupa üniversitelerinde temel matematik ders kitabı olarak okutuldu ve Av­rupa'ya cebir ilmini tanıtıcı bir rol üslendi. Adına atfen algoritmi olarak isimlendirilen Arapça rakamların Avrupa'da tanınması da onun eserleri sayesinde olmuştur. Etkilediği sonraki devir matematikçileri arasında Ömer Havyam, Piza'h Leonarda Fibonacci (1240' tan sonra) ve Floransalı usta Jacob vardır. Ja-cob'un 1307 tarihli İtalyanca matematik kita­bında ve Leonardo'nun eserlerinden birinde, Müslüman matematikçiler tarafından verilmiş ikinci dereceden denklemlerin altı değişik tipi mevcuttur. Hayyâm'ın cebiri Hârizmî'ninkinc kayda değer katkılarda bulunmuştur." (IV.-K. Hitti, a.g.e., sh. 379-380)

Bir diğer büyük matematikçi, Ebû'l-Abbâs İbni Bennâ el-Merrakûşî (1256-1321) "mate­matiğin bütün dalları hakkında yetmiş kadar eser kaleme almıştı. Konuyla ilgili en iyi müslüman eserleri arasında sayılan Telhîsü A'mâl el-Hisab (Aritmetik İşlemlerin Özeti) adlı eseri bunlar içinde en başta gelenidir. Yi­ne sayı teorisi hakkında Tuhfet el-i'timâd (Güven Hediyesi) adıyla Türkçe bir eser ka­leme almış olan İbni Hamza el-Mağribî zikre­dilmektedir.

Sonuç olarak müslümanlar kendilerinden Ön­ceki mirası aşan hesaplama teknikleri geliştir­mişlerdir. Bu durum özellikle Nasîrüddîn Tûsî'nin Meraga'daki çevresinde görülmekte­dir ki, bu çevrede tanjantler cetveli için mil­yonda bire varan kesinliğe ulaşılmıştı. (Sey-yİd Hüseyin Nasr, a.g.e., sh. 81).

Emir Ali'ye göre, "yüksek matematiğin her dalı Müslüman dehasının izlerini taşır. Yu­nanlıların Cebİr'i icat ettikleri söylenir, ancak, Qelsner'in de işaret ettiği gibi onlar ara­sında cebir 'kadeh eğlenceleri' sırasında hoş­ça vakit geçirmeyi sağlamakla sınırlı kalmış­tır. Müslümanlar bu ilme o zamana kadar bi­linmeyen bir değer vererek onu yüksek gaye­ler için kullandılar. Sadece cebir, geometri ve aritmetik değil, optik ve mekanik sahaları da Müslümanların elinde büyük gelişmeler kay­detti. Küresel trigonometriyi icat ettiler; geo­metriye cebiri ilk uygulayanlar, tanjantı ve trigonometrik hesaplarda yayların ölçümlerini bulmada sinüsü çıkarma işlemini bulanlar Müslümanlardır. Hesabın coğrafî sahada kul­lanılması ve bu alandaki ilerlemeleri dikkate şayandır.

İbni Hallikan'ın, Makrizî'nin, Istahrî'nin, Mes'ûdî'nin, Birûnî'nin, Kumî'nin, İdrisî' nin, Kazminî'nin, İbni Virdî'nin ve Ebû'l-Fi-da'nm resm el-ard adım verdikleri eserleri Arapların ilmin bu dalında ulaştıkları noktayı çok güzel bir şekilde göstermektedir. Avru­pa'nın dünyanın düz olduğuna inandığı ve bunun aksini düşünenleri yakmaya canı gö­nülden hazır olduğu bir dönemde Araplar coğrafyayı kürelerle öğretiyorlardı." (The Spirit of İslam, sh. 384).

İslâm dünyasının diğer iki büyük matematik­çisi Ebû Kâmil Suca b. Eşlem ve İbrahim b. Sinan'dır (908-946); bunlardan ilki Mısır'lı olup onuncu yüzyılın başlarında Hârizmî'nin cebirini mükemmelleştirmiştir, ikincisi ise Sabit b. Kurra'nın torunudur ve integral hesa­bı icat edilmeden önce parabolün ölçümleriy­le ilgili en basit hesap metodu olan işlemi bulmuştur." (Hitti, History of Arabs, sh, 392).

 

Fizik

 

Müslüman fenbilimcileri de ilahiyatçılar gibi fizikle ilgilendiler. Çünkü tabiat felsefesi ve metafiziğe karşı ilgileri vardı. S. H. Nasr'a göre İbni Sina, Kindî, Molla Sadra, Nasirüd-din Tûsî ve diğerleri "fizikle özel olarak ilgi­lenmiş olsun ya da olmasın neredeyse her büyük müslüman filozof eserlerinde bu konuy, bir bölüm tahsis etmiştir. Zira gelenekse doktrinlerde fizik, metafiziğin bir uygulama sidir ve fiziğin prensipleri yalnızca metafizik te bulunabilir

Zamanı, haraketin ölçüsü olarak değerlendir­me fikri Aristo'dan alınmış ve İbni Sinâ'nır Şifâ 'sı ile Nasîrüddîn Tûsî'nin Şerh el-İşârât ve't-Tenbihat (İşaretler ve Tenbihleı Kitabına Şerh) adlı eserinde geniş ifadesini bulmuştu... Bu sahada büyük önem taşıyan fi­kirler ortaya koymuş müslüman düşünürlerin ikinci grubunu Muhammed b. Zekeriyyâ er-Râzî (Latince'de Rhazes), Bîrû-nî ve Ebû'l-Berekât el-Bağdâdî gibi Meşşâîlik aleyhtarı filozof ve ilim adamları teşkil etmekteydi. Bu simaların her biri bağımsız bir düşünce çizgi­si takip ettiler. Ancak içlerinden birinin özel­liğine diğeri tarafından da iştirak edildi. Bu sima o dönem Meşşâî tabiat felsefesinin bir tenkitçisİydi. Sözkonusu tavrıyla Râzî bağım­sız bir kozmoloji geliştirdi; bu kozmoloji onun temelde Eflatun'un Timaeus'un&& ve manişeist kaynaklardan aldığı 'beş ezelî' (el-kudamâ el-hamse) fikri üzerine temellen­mekteydi. Birûnî ise, Ortaçağ Aristo fiziğine belki de en yıpratıcı tenkidi getirmiş ve tabiat felsefesinin problemleri hakkında İbni Sinâ'nınkiyle karşılıklı olarak serdedilen ce­vaplar vermişti. Birûnî, Aristo fiziğinin mad-de-suret, ayaltı âlemdeki nesnelerin tabiî yeri, boşluğun inkârı gibi hem akla hem de tabiî fenomenlerin müşahedesine hatta deneye tâbi tutulan temel öncüllerinden pek çoğunu tenkit etti. Bu sorulu cevaplı tartışma metni, İslâm düşüncesinin sözkonusu yönünün zirvelerin­den birini teşkil eder ve o dönem fiziğine ait temel kavramların tartışılıp tahlil edildiği se­viye hakkında fikir verir.

Bağdadî tabiat felsefesi sahasının güçlü ve orijinal bir düşünürüydü. Onun Kitâbü'l-Mu'teber (Derin Düşünülmüş Konular Kita­bı) adlı eseri, fizikle ilgili bir çok fikir ihtiva eder. Bağdadî sadece Aristo'cu görüşlere ten­kit getirmekle kalmadı, aynı zamanda düşen cisimlerin hızlanması meselesini araştırdı ve zamanı yeni bir tarzda ele alarak onu yalnızca yer değiştirme hareketinden ziyade oluş süre­ciyle ilgili bir kategori olarak değerlendirdi. Onun hızlanan hareket konusundaki fikirler de hayranlık uyandırıcıdır. Zira sabit bir kuv­vetin bu kuvvetle orantılı bir hıza sahip tek biçimli bir harekete yol açtığı şeklindeki Aristocu görüşü reddetmiştir.

"Molla Sadra, cevheri hareket (el-hareket el-cevheriyye) fikrini geliştirerek, Aristo fiziği­nim aksine, hareketi fizikî cisimlerin arazları­nın değil, cevherinin de bir özelliği olarak ka­bul ediyordu. Böylelikle, mekanik ve dinami­ğin yanısıra bütün bir hareket ve zaman me­selesi yeni bir bakış açısıyla görülüyordu. Hatta Molla Sadra, fizikî varoluşu belirleyen mekânın üç boyutu yanında zamanın dördün­cü boyut olduğundan sözetti. Aynca gelenek­sel metafiziğin delillerini Batlamyusçu astro­nomiye dayanan delillerden ayırdı. Molla Sadra tarafından geliştirilen 'tabiat felsefesi' İslâm düşüncesinin bu sahadaki son âbidelerinden biriydi ve günümüzde modern bilimin realiteyi ve tabiî âlemin doluluğunu dengeleyecek bir tabiat felsefesinden mahrum olmasından ötürü açık şekilde yüzyüze oldu­ğu içinden çıkılmaz duruma İslâm düşüncesi­nin sunduğu büyük teklifler arasındaydı." Şslamic Science, sh. 135-139).

Îbnü'l-Heysem'in özgül ağırlıklıklan ölçmek için terazi kullanması ile ilgili olarak Emir Ali şöyle demektedir: "Atmosferde yüksel­dikçe yoğunluğun azaldığını ve bunun ışınla­rın seyrinde tesirli olduğunu ilk defa o keşfet­ti. Atmosfere eğik olarak giren ışınların kon­veks tarafı dünya tarafında bir yörünge takip ettiğini söylemişti. Yüzen cisimlerin suya ba­tırılmaları, hafif veya ağır yüklerle batırıldık­larında suyun yüzüne çıkma güçleri gibi ko­nularla uğraştı. ^Hareket konusu üzerinde de durdu. 'Hareketin kuvveti' adını verdiği mo-mentum kavramını ortaya attı. Hareket ka­nunları üzerinde durdu. Mekân ve boşluk kavramlarına açıklık kazandırdı. Çekim gücünün esaslarını araştırdı. Onu bir kuvvet olarak ispat etti. Cisimlerin düşme kanunlarını keş­fetti. Harekete geçirici kuvvetlerin prensiple­rini de araştırdı. İbni Heysem'in hizmetleri arasında kılcal sistemi tesbit edip hidrometre­nin çok gelişmiş yapım açıklaması da yer al­maktadır." (The Spirİt of islam, sh. 378).

 

Mekanik Ve Dinamik

 

Dr. Seyyid Hüseyin Nasr'a göre, "Fiziğin sonraki gelişmeleri açısından Müslümanların kuvvet ve hareket meselelerine bulundukları katkılar büyük bir öneme sahiptir ve Batı bi­lim tarihçilerinin ilgi alanlarında merkezî bir yer işgal etme yolundadır. P. Duhem ve E. Mach tarafından başlatılan ve A. Meier, E. J. Dijksterhuis, J. Murdoch ve diğer bilginlerin izlediği öncü çalışmalar son dönem skolastik eserlerinin Aristo fiziğinin eleştirilmesinde ve

Cezerî'nin otomatları böylelikle Galileo ve Newton'un çoğu fikirle­rine kaynaklık etmede ne kadar önemli oldu­ğunu göstermiştir. Bundan da önce son dö­nem skolastiklerini etkileyen Müslüman mü­elliflerin eserlerine daha geniş bir ilgi göste­rilmiştir. Pisa Diyalogu adlı eserinde Gali­leo, asıl itibariyle John Philoponus'a geri gi­den ve son şeklini çeşitli müslüman simalar-ca, özellikle daha önce adı geçen İbn Sina ve Molla Sadra gibi âlimlerce geliştirilmesine borçlu olan bu impetus teorisini kullanmıştır.

Müslümanlar tarafından geliştirilen ikinci önemli kavram momentum kavramıdır. Bu kavram İbnü'l-Heysem tarafından Kitabü'l-Menâzır (Optik Hakkında Kitap) adlı eserin­de tarif edilmiş ve kuvvetü'l-hareke adı veril­miştir. Bu kavramın önemi ve fizik tarihinin modern döneme kadar uzanan bütün devreleri boyunca varlığını inatla sürdürdüğü düşünü­lürse onu geliştiren İbnü'l-Heysem ve diğer müslüman fizikçilerin katkısı daha net anlaşı­lır.

Müslümanların kayda değer bir diğer katkısı da 'Avempace dinamiği' olarak adlandırılan ve ismini Endülüslü filozof İbni Bâcce'den (Latince'de Avempace) alan fizik konusudur. Yine Pisa Diyalogu adlı eserinde Galileo, Aristo'nun (hız) teorisini tenkide tâbi tutar­ken, aslında İbni Bâcce'ye dayanıyordu. Nite­kim bu filozofa ait fikirler Batı'da İbni Rüşd'ün Aristo'nun Fizika 'sının IV. Kitabı­nı yazdığı şerhte İbni Bâcce'den yaptığı ikti­baslar sebebiyle tanınmaktaydı. İbni Bacce yer çekimini, akılların felekleri döndürmesine benzer şekilde, cisimleri içinden hareket etti­ren bir iç suret olarak kavramıştı. Onun bu fi-kileri yankısını Galileo'da bulacaktı.

Genelde Müslümanlar Aristo fiziğinden bir çok yerde ayrılarak mekanik ve dinamiğin çe­şitli dallarına önemli katkılarda bulunmuş ve hatta momentum gibi önde gelen kavramları geliştirmişlerdi. (Islamic Science, 139-140).

Müslüman ilim adamları, hem hassas tartan hem de estetik özelliğe sahip terazilerin yapımına da büyük oranda katkıda bulunmuşlar­dır. Bu durum İslâm dünyasında günümüze ^kadar devam etmiştir. Basit makinalann ve mekanik aletlerin çalışma usûllerini de araş­tırmışlardır. Sabit b. Kurra (dokuzuncu yüz­yıl) Batı'da daha sonra Liber Karatonis is­miyle meşhur olan manivelalar hakkındaki eseri yazmıştır. Bağdat'ta, Benû Mûsâ ve baş­kaları aynı konuda eser vermiştir. İbnü'l-Sa'atî (onücüncü yüzyıl) Şam saatini tanım­lamıştır ve "orada pek çok karmaşık makine ve âleti tanımlayan bir dizi çalışmalar ortaya çıkmıştır.

Bu tip çalışmalar Ebû'1-İzz el-Cezerî'nin meşhur eseri Kitab fi Marifet al-Hiyal el-Hendesiyya ile meyvasmı vermiştir; bu eser muhtevasının çeşitliliği ve güzel resmedilmiş tabloların bolluğu sebebiyle Batı'da türlerinin içinde en çok bilineni hâline gelmiştir. (Bkz.: A.K. Coomaraswamy, The Treatise of el-Cezerî on Automata, Boston, 1924; ve D. Hill, The Book of Knowledge of îngenius Mechanical Devices, Dordrecht-Bos-ton,1974). Bugün Napoli müzesinde bulunan gök küresinin de mucidi olan Kaysar el-Hanefî su çarkı üzerine bir eser vermiştir. Di­ğer bazı Safevî ve Osmanlı müellifleri de oto­matlar ve benzeri konularda eserler vermiş­lerdir." (Islamic Science, sh. 145).

 

Optik

 

Muhammed îhe Educator adlı eserin müellifi "İslâm ilminin en parlak sahasının optik oldu­ğunu" tesbit etmiştir. Ve Meyerhof "bu saha­da İbnü'l-Heysem (Alhazen) ve Kemalüd-din'in matematiksel yeteneklerinin Öklid ve Batlamyus'tan çok ileri olduğu" görüşünü sa­vunmaktadır. (Arnold, a.g.e.). Müslüman fen­cilerin en Önde gelen ismi İbnü'l-Heysem'dir (965-1038). Temel eseri olan optik konulu ki­tabının bugün sadece Latince baskısı mevcut­tur (On Optics). İbnü'l-Heysem, muhtemelen merceklerin büyütücü etkilerine işaret eden ilk fizikçidir ve büyütücü merceklerin teorik keşfine çok yaklaşmıştır (Arnold, a. g. e.)- R-L, Gulick'e göre, "Roger Bacon ve optik hak­kında eserler veren diğer ortaçağ müelliflerin­den özellikle Witelo optikle ilgili eserlerinde İbnü'l-Heysem'in Opticae Thesaurus adlı eserini temel almışlardır. Leonardo da Vinci ve Johan Kepler de Witelo'nun eserinden bir hayli istifade etmiştir." (Muhammed The Educator, sh. 94-95).

İbnü'I-Heysem'den bahsederken Emir Ali şöyle yazmaktadır: "O, Yunanlıların gör­menin mahiyeti hakkındaki yanlış düşüncele­rini düzeltir ve ışık ışınlarının gözden objeye değil, dış objeden göze ulaştığını ilk kez gös­teren kişi oldu. Retina'mn görmenin şekillen­diği yer olduğunu ve orada meydana gelen iz­lenimlerin optik sinir vasıtası ile göze ulaştı­ğını ispatladı. İki retinanın simetrik kısımla­rında görsel imajların oluşmasıyla tek bir gö­rüntü meydana gelmesi hadisesini de açıkla­dı."

Dr. Seyyid Hüseyin Nasr'ın ifadesi ile, "ilmin bu dalında temel dönüşümü gerçekleştiren ki­şi İbnÜ'l-Heysem'dir. Öyle çok keşifte bulun­muştur ki Öklid ve Kepler dönemleri arasın­daki en önemli optik âlimi olarak kabul edil­miştir. Bazıları ona Müslüman fizikçilerin en büyüğü payesini vermektedir. İbnü'l-Heysem optik hakkında çok sayıda eser vermiştir. An­cak konu hakkındaki en temel eseri ve aynı zamanda orta çağın en önemli optik konulu eseri Kitabu l-Menazir (Opücaz îhe Saurus -Görüntüler Kitabı), ilk kez 1572'de Basle'de basılmıştır. Bu eser sadece Witelo, Roger Ba­con ve Peckham gibi erken dönem müellifle­rini etkilemekle kalmamış, Kepler ve New-ton'un optiğe dair eserlerine de etkilerde bu­lunmuştur. Onun Alhazen şeklinde yazılan Latince ismi, Batı'daki optik araştırmacılar için Öklid ismi kadar tanınmıştı." (a.g.e., sh. 141).

Ibnü'l-Heysem gayretlerini daha çok parabo­lik ve küresel aynalar ve onların sapmayla il­gili özellikleri üzerinde yoğunlaştırdı. Nite­kim günümüze onun ismiyle gelen İbnü'l-Heysem problemi (Alhazen's problem), kü­resel bir aynayla ilgilidir: Küresel bir ayna, bir nesne ve onun aynada yansıyan görüntüsü verilmiştir. Yansıma noktasını bulunuz. Bu problemin çözümü, İbnü'l-Heysem'in geo­metrik yolla çözdüğü dördüncü dereceden denkleme götürür. Aynı problem Huygens ta­rafından yüzyıllar sonra cebir yoluyla çözül­müştür. Işık kırılmaları sahasında İbnü'l-Hey­sem yansımanın; gelen ışın, normal ve yansı­yan ışınların aynı düzlemde olduğu şeklinde ifade edilen ikinci kanununu ispat eden ilk ki­şidir.

Işığın kırılması meselesine gelince; İbnü'l-Heysem bu sahada bir çok orijinal katkılarda bulunmuştur. Bunların belki de en önemlisi, bir ışık ışınının en kolay ve çabuk yolu izledi­ği şeklinde ifade edilen tezdir. Bu tez Fermaı adıyla birlikte anılan 'en az süre' prensibini haber vermektedir. Ayrıca İbnü'l-Heysem, Newton'dan çok önce, kırılma yüzeyinde hız dikdörtgenini uygulamış, sadece Snell Kanu­nunu keşfetmeyi başaramamıştı. Zira hesapla­malarında sinüs fonksiyonlarını değil, kirişle­ri kullanmıştı. Atmosfer olayları hakkındaki çalışmaları hem astronomi gözlemleri için hem de meteoroloji için büyük öneme sahip çalışmalardır.

İbnü'l-Heysem, deneyleri için kullandığı mercekler yardımıyla bir düzenek tasarladı. Camera obscura üzerinde ilk kez matematik­sel incelemelerde bulundu. Yine ilk olarak, ışığın düz bir çizgi üzerinde yol aldığını de­neylerle ortaya çıkardı. Titizlikle bir çok de­ney tasarladı ve aynı zamanda problemleri matematiksel olarak analiz etmeye de muvaf­fak oldu. İşte bu sebeplerden dolayı o, çağdaş bilim tarihçileri tarafından önde gelen bir fi­zikçi olarak değerlendirilmektedir." (S. H. Nasr, a.g.e., sh. 141-142).

Optik konusunda, İbnü'l-Heysem'den önce eser veren bir çok Müslüman müellif vardır. Meselâ Kİndî, Neyrîzî, İbni Sînâ, Bîrûnî, Nasîriiddîn Tûsî, Kutbeddîn Şirâzî ve Kemaleddîn Farsî bunların başında sayılabi­lir. "İbnü'l-Heysem'in optiğini gökkuşağının açıklayıcı sebebi olarak kullanan" kişi Kutbeddîn Şirazi'dir. Ona göre bu olay "su damlacıklarının ışını yansıtması ve kırması sonucunda meydana gelmekte İdi." Aristo ve Seneca gökkuşağını izah etmeye çalışmış fa­kat başaramamıştı.

Kemaleddîn (ö. 1320 civan), İbnü'1-Hey-sem'in camera obscura ile ilgili deneylerini geliştirmiştir. Sarton'a göre "yüzey gerilimi ile bazı ampirik bilgiler Bhaşkara ve Kazvîm'nin eserlerinde yer almıştır. Müslü­manlar onbirinci ve onikinci yüzyıllarda savaş sanatı konusundaki temel gelişmelerin de öncüleri olmuşlardır; Suriye'li Hasan el-Ramme askerlik ilmi hakkında iki Arapça eser vermiştir." {Muhammed the Educator, sh. 95).

 

KISIM 2

 

UYGULAMALI İLİMLER

 

Tıp, Farmakoloji, Botanik

 

Müslüman tıp alimleri hem uygulamalı he kimlik yaparlardı hem de felsefeci ve fen bi limci idiler. Kindî, İbni Sînâ, İbni Rüşd v< Râzî gibi ilim adamları ünlü hekim ve ayn zamanda ünlü fen bilimci idiler. Tıp, farma koloji ve cerrahînin öğretildiği hastahanele: ve tıp müesseseleri kurdular. "İslâm tıbbimi uygulandığı yerler, gerek hastahaneye bitişü olan gerekse ayrı olarak faaliyet gösteren dis­panser ve kimyevî ecza dükkânlarıyla dairm İlişkili olmuştur." (S. H. Nasr, Islamic Scien­ce, sh. 156).

"Râzî (Latince'de Rhazes, M.S. 930 civarında Öldü) ortaçağ hekimlerinin en büyüğü idi. fifinorativlerin kullanımım bulmuştu ve ayn-ca larinx sinirini keşfettiği de söylenmektedir. İlmî keşifleri ikiyüzün üstünde esere ulaşmış­tır ki, bunların yansı tıp ile ilgilidir. Çiçek hastalığı ve kızamığın tedavisi ile ilgili olarak yazmış olduğu eseri bu hastalıklar hakkında net olarak ortaya konan ilk eserdir. Bu eser M.S. 1498 ve 1866 yılları arasında Latince, İngilizce ve pek çok değişik dile çevrilerek yaklaşık 40 kez basımı yapılmıştır. (Arnold, a. g. e.).

İslâm dünyasının en büyük âlimlerinden birisi Batı'da Avicenna olarak bilinen Ebu Ali el-Hüseyin İbni Sînâ (M.S. 980-1037)'dir. Arap­ça sistemizasyonunun en üst noktası ve şahe­seri olan el-Kanun fi't-Tıb adlı âbidevi ese­rinde Yunan tıp mirası üzerine yoğunlaşarak yeniden ortaya koymuş ve Arapların katkı­larını da Yunan tıbbına ilave etmiştir. Bu ki­tap Cremona'lı Gerard tarafından onikinci yüzyılda Latince'ye çevrilmiş ve onbeş kez tıpkı basımı yapılmıştır. Onbeşinci yüzyılın son çeyreğinde ilk defa İbranice'ye çevrilmiş­tir. Gerard tarafından tercüme edildiği vakit­ten onyedinci yüzyıla kadar Avrupa üniversi­telerindeki tıp öğreniminde rehber olarak gö­rülmekte idi ve Montpellier ve Louvain'de 1650'ye kadar ders kitabı olarak kullanılmak­ta idi (Muhammad the Educaîor, sh. 99).

Ebu Reyhan Muhammed el-Bîrûnî (M.S. 973-1048) onsekiz kıymetli taş ve metalin öz­gül ağırlığını tam olarak tesbit etmiştir. Pek Çok madeni yapısı, ticarî değeri ve tıbbî yön­leriyle tanımlamış ve farmakolojik terkipler hazırlamıştır. Bağdat'lı Ali İbni İsa ve Mu-sul'lu Ammâr'ın tedavi kitapları Fransa'da oftalmoloji konusunda rönesansm ortaya çık­ağı 18. yüzyılın ilk yansına kadar göz hasta­lıkları hakkında en iyi ders kitapları olarak kabul edilmekte idiler. Mağripli hekim İbni Hatim (öl. M. S. 1369) 1348-49 yıllarında İs­panya'da Almeria'yı kasıp kavuran veba hak­kında bir kitap yazdı. Bu kitap ondördüncü yüzyıldan onaltıncı yüzyıla kadar Avrupa'da veba salgmlan hakkında yazılan bütün risale­lerden daha üstündü." (Arnold'dan iktibasla R. L. Gullick, a.g.e., sh. 100).

Muhamad the Educator adlı eserin yazarına göre; Draper, Baas ve diğer pekçok müellifin kesin bir dille üzerinde durdukları gibi, (Av-rupa'lı) Hıristiyanlar şifa bulmak ümidi İle ikonlar ve temsilî resimler önünde diz çöker­lerken, Müslümanların diplomalı (icazetli) hekimleri, meşhur ve güvenilir hastaneleri vardı. İslâm dünyasında hekimlik uygulaması onuncu yüzyıldan itibaren belirli kurallar da­hilinde yapılmaktaydı. Meselâ kayıtlarda Sînân İbnİ Sâbİt adlı bir kişi 'Bağdat İmtihan Komisyonu Başkanı1 sıfatı ile anılmaktadır. Eczacılar da kurallara bağlı olarak çalışmakta İdiler. İlk reçeteli eczaneleri de Araplar kur­muşlardır. Berber dükkânları da gözetime tâbiydiler. Onbirinci yüzyılda seyyar hastaha-nelerin varlığı bilinmektedir... el-Mansur'un M.S. 1284 yılları civarında Şam'da kurdurdu­ğu büyük hastahanesi zengin-fakir, erkek-kadın ayrımı yapmaksızın bütün hastalara açıktı. Burada kadın ve erkekler için ayrı ko­ğuşlar vardı. Bir koğuş ateşli hastalara ayrıl­mış iken bir diğeri göz hastalığı vakalarına, yine bir başkası cerrahi vakalara ve yine bir başkası da dizanteri ve benzeri sindirim siste­mi hastalıklarına tahsis edilmiştir. Ayrıca mutfağı, ilmî toplantı odalan, polikliniği gibi bölümleri mevcuttu.

Râşidüddîn adlı bir âlim (doğ. M.S. 1247) Tebriz'deki imar hareketlerinden bahisle 24 kervansarayın, 1500 dükkânın ve 30.000 gü­zel evin tarifini vermektedir. Tebriz'deki 'Dârü'l-İlm'de tefsir, hadis, fıkıh ve kelâm sahalarından 400 âlim münasip maaşlar ala­rak ikamet etmekte ve burada tahsisatlı ve ka­biliyetlerine göre yönlendirilen binlerce tale­be mevcuttu (İngiltere'deki Cambrigde ve Oxford üniversitelerine yüzyıllarca sonra it­hal edilen belletmen sistemine benzer gerçek uygulamalı yönlendirme...). Muhtelif ülke­lerden 50 hekim kendilerine bağlı ofıar talebe ile belli hastahanelerde görev yapmak duru­mundaydılar (pratik çalışma ve erken dönem stajyerlik uygulaması); hastahanelerde dahilî hekimlere ek olarak cerrahlar, göz hekimleri ve kırık-çıkıkçılar da mevcuttu ve bu görev-dekilerin hepsine bağlı beşer talebe vardı (E. G. Browne, Arabian Medicitıe'den iktibasla R. L. Gullick, a.g.e., sh. 101-2).

Arnold, Meyerhof'un "Haçlı ordularının Hı­ristiyan Avrupa'ya İslâm tıbbini ithal etmekte aracı olmuş olabilecekleri" görüşüne de ese­rinde yer vermiştir. Onüçüncü yüzyılda Avru­pa'da yaygın hale gelen hastaneler sadece ki­lise yöneticilerinin tekelinde değildiler. Bu hastahanelerden sorumlu Haçlı'lar da bulun­maktaydı. Bu hastanelerin o devirde yaşamış Şam'daki Selçuklu Sultanı Nureddîn ve Kahi-re'deki Memlûk Sultanı el-Mansur Kalâvun tarafından mükemmelen inşa ettirilmiş olan bîmaristanlsrm taklidi olmaları pekala müm­kündür.

"Tıbbî çalışmalar daha sonra Latince'ye ve Avrupa dillerine tercüme edildi. Müslüman hekimlerin kan dolaşımı ve insan vücudu hakkındaki gelişmiş bilgileri yaygın bir kitle­ye ulaştı. EbûT-Kasım el-Zehravî'nin cerrahi konusundaki Kitab et-Tasrîf adlı eseri Cre-mona'lı Gerard tarafından Latince'ye ve bir yüzyıl sonra Shem-tob ben Isaac tarafından İbranice'ye tercüme edilmiştir. Bu sahada bir diğer önemli eser ise el-Mecûsî'nin (öl. MS 982) Kitab el~Maliki' sidir; ve Browne'ye gö­re bu kitap Müslüman hekimlerin kapiller do­laşım hakkında temel bir fikir sahibi oldukla­rını göstermektedir. Max Meyerhof'un ifadesi ile, İbni Nefis (öl. M.S. 1288) Willİam Har-vey'in buluşları konusunda mertebe ve zaman olarak ilk şahsiyettir. Gerçekte İbni Nefîs kü­çük kan dolaşımı bulma konusunda da Mic-hael Servetus'dan 3 asır önde gelmektedir: "Kan, temizlendikten sonra atardamarlarda yükselerek akciğerlere ulaşmakta ve onun hacmini çoğaltmaktadır, ve orada hava ile ka­rışmakta ve en ufak kısımları orada temizle­nerek toplardamara geçmekte ve oradan kal­bin sol boşluğuna ulaşmaktadır." ("İbnü'n-Nefîs and His Theory of the Lesser," his, c. 23, Sayı. 116 [Haziran 1935]).

Arnol'da göre, Mekke'ye yapılan Hacc ve Medine'ye yapılan ziyaretler biyoloji ilminin gelişmesine büyük katkıda bulunmuştur: "Hacc ve Medine'yi ziyaret her müslümana farzdır; bu durura ilmin yayılmasını kolaylaş­tırmıştır. Çünkü, bu farz, Hindistan ve İspan­ya'dan, Ön Asya ve Afrika'dan pek çok tale­benin pek çok memleketten geçerek mescid-leri ve medreseleri ziyaret etmesine ve tanın­mış âlimlerden ders almalarına dolaylı yoldan yardımcı olmaktadır.'' (a.g.e.).

Kadiz Valisinin, bir kısmı botanik bahçesi ha­line getirilmiş olan bahçesinde bir hekim bu­lunduğu ve bu hekimin uzak memleketlere yaptığı seyahatlerden getirdiği nâdir tıbbî bit­ki ve kökleri burada yetiştirdiği ifade edilmiş­tir. Sarton'a göre "Müslümanlar'm Arapça eser veren hikayecileri Hıristiyanlarınkine na­zaran daha üstün ve ilmî değeri daha büyüktü. Meselâ, Latin hikâyeleri, M.S. 1183-1185 yıllan arasında Yakm Doğu'ya yaptığı ilk ziya­reti yazıya döken Valensiya'h İbni Cü-beyr'inki ile karşılaştınldığında çok çocuksu kalıyordu. Aynı dönemde İran'h Ali el-Haramî'nin güzel bir rehber kitabı da vardı. Daha sonra, yaklaşık yüzyıl sonraya ait ola­rak bir diğer Valensiya'h Muhammed el-Abdanî İle, Fas'lı Muhammed İbni Rüşeyd'in seyahatnameleri gelmektedir. Bu Müslüman seyyahlar muhtelif pek çok bilgi derlemek ve meşhur âlimlerle karşılaşmak için çile çeken çok yönlü insanlardı." (a. g. e.).

İbnü'l-Baytar'ın yazdığı Kiîab el-Mugnîftl-Edvİyet el-Müfrede (Basit İlaçlar Hakkında Müstakil Kitap) çağının Arapça olarak yazı­lan en büyük kitabı olarak kabul edilmiştir.

İspanya'dan Suriye'ye pek çok yerde bitki, kök ve ilâç toplamış, 1400'den fazla tıbbî ila­cı tarif ederek onları kendisinden önceki 150'den fazla müellifin kayıtları ile kıyasla-mıştır. Sarton'a göre 'Bitki Tıbbı' konusunda Müslümanların her yönden çok üstün ve önemli yeri vardır. Sarton şunu da ifade et­miştir: "Kurtuba'lı el-Gâfikî İspanya ve Afri­ka'da dolaşarak ilaç, bitki, ot ve kök numuneleri toplamış ve bunlan daha önce hiç yapılmadığı kadar tariflerle anlatmıştır." (a.g.e.). Yine buna benzer olarak İslâm dün­yasının büyük coğrafyacısı İdrisî botanikle il­gili ayrıntılı bîr giriş yazısının bulunduğu eserinde 360 çeşit bitki ve ilaç numunesini tarif etmiştir (R. L. Gullick, a.g.e., sn. 104-5).

İşbiliye (Sevilla)h İbnü'l-Avvâm'ın ziraat hakkındaki eseri (12. yüzyılın sonunda) sa­hasının en önemli kitabı olarak kabul edil­miştir. Kitapta 585. bitki çeşidinden bahsedil­mekte, muhtelif meyve ağaçlarının yetiştiril­me usûlleri açıklanmakta ve bitki hastalıkları hakkında temel bilgileri kapsayan müşahede­leri aktarılmaktadır. Sarton'a göre 'Bahçe bit­kiciliği' konusundaki ilerlemeler İslâm'ın en güzel mirasını oluşturmaktadır ve İspanya bahçeleri günümüze kadarı Müslüman fatih­lerinin en asil faziletlerinden biri olarak kal­mıştır (a. g. e.).

Müslümanlar "gıda ürünlerine önemli ilave­lerde bulunmuşlar, tıbbî ve farmakolojik de­ğerleri bulunan rovent (müshil olarak), Hint hurması, Çin tarçını, kâfur gibi bitkileri Av­rupa'ya tanıtmışlardır."

Pek çok tıbbî gelenek ve Batı'daki müessese­ler ya İslâmi müesseselerin taklididirler ya da onları temel almışlardır. Bu durum aşağıdaki ifadede açıkça görülmektedir: "Daha iyi bil­meleri gereken âlimler bazen Salerno'daki tıp okulunun tamamıyla müslümanlann etkisin­de kaldığı gibi temelsiz bir iddiada bulun­maktalar. Halbuki Salerno'daki yeni Avrupai eğitim merkezinin kuruluşu konusunda deha­sına borçlu olunan keşiş Constantine'dir ve bu şahıs ilim yolunda Doğuya göç edip 39 yı­lını orada geçirdikten sonra Bağdat'tan Saler-no'ya dönmüştür." (S. H. Leader, Dept of Ci-vilisation to Arabs, Islamic review, 4: 69, Şubat 1916).

S. H. Leader ayrıca şu tesbitlerde bulunmuş­tur: "Avrupa'da akıl hastalarının insanlık dışı tedavileri ile ilgili olarak Ortaçağın akıl has-■-:-. îraaai^ hîr dönem olduğu yoru-;, ancak bir kaç ta-rupa'da benzeri bir İde bulunan kayıt-yû önce, Kahire'de şöyle tanımlamaktadır: "Geriye baktığımızda İslâm tıbbı ve ilminin sönmüş Helen güneşini bir ay gibi yansıttığını ve Avrupa ortaçağının en karanlık gecesini aydınlattığını; bazı par­lak yıldızların kendi ışıklarını ödünç verdik­lerini, ay ve yıldızların yeni bir günün -röne-sansın- şafağında battıklarını söyleyebiliriz. Bu büyük hareketi yönlendirmek ve başlat­makta hisse sahibi olduklarından dolayı onla­rın halen bizimle birlikte olduğunu söyleye­biliriz." (Arnold, a.g.e.). R. L. Gulick son sö­zünde şöyle demektedir: "Muhammed ger­çekte bir eğiticidir, insanlığı daha çok özgür­lüğe ve mutluluğa doğru yönelten bir işaret levhasıdır." (a.g.e., sh. 107).

Emir Ali'ye göre, "İskenderiye okulundan Dioscorides'i etkileyen tıbbî müstahzarları inceleme fikri, ilmî şekli ile bir Arap icadıdır. Araplar kimyasal farmakolojiyi icat ettiler ve şimdi dispanser olarak adlandırılan kurumlan kurdular. Her şehirde dar el-şifâ veya ma-ristan (btmaristan'm kısaltılmışi-hastalar yurdu) denen devlet hastahaneleri kurdular. Bunların harcamaları devletçe karşılandı. İb­ni Ebi Useybiye'nin biyografik sözlüğünde Arap hekimlerin isimleri bir cildi doldurur. Ebu Bekr Muhammed b. Zekeriya er-Râzî (onuncu yüzyılın yüzyılın başları), Ali b. Abbâs (onuncu yüzyılın sonları), Ebû'l-Kâsım Halef İbni Abbas ez-Zahrâvî (Latin­ce'de Albucasu), Ebu Mervan b. Abdülmelik b. Zuhr (Aven-Zoar), Abdullah b. Ahmed b. Ali el-Baytar (Aben-Bethar), İbni Sînâ ve İb­ni Rüşd düşünce dünyasında kalıcı etkiler bı­rakmış en parlak ve dikkat çeken hekimler­den bir kaçıdır."

"Albucasis (Abbas ez-Zahrâvî, M.S. 1013) sadece hekim değil aynı zamanda birinci sınıf bir cerrahtı. Kendi başına doğum servislerin­de en güç ameliyatları gerçekleştirdi. Cerrahî aletler hakkında bıraktığı çok geniş tanımla­malar yaşadığı dönemde Araplar arasında cerrahinin gelişimi konusunda tatmin edici bilgiler verir. Litotomi (mesaneden taş çıkar­ma) konusunda modern çağların önde gelen cerrahlarına eş ehliyette idi. Eseri et-Tasrif U-men' Acez'en et-Ta'alifte (Büyük Kitap­lara Ehil Olmayanlara Yardım) yeni fikirler ortaya atmakta ve bunların üzerinde durmak­tadır. Cremona'lı Gerard tarafından Latin­ce'ye çevrilerek değişik basımları Venedik'te 1497'de, Basel'de 1541'de ve Oxford'da 1778'de yayınlanmıştır. Bu kitap cerrahi el kitabı olarak Salerno, Montpellier ve diğer erken dönem tıp okullarında yerini yüzyıllar­ca korumuştur." (Hitti, a. g. e., sh. 576-577).

"İbni Sînâ çağının şüphesiz en büyük dehası idi. Dehası evrenseldi ve eserleri ansiklope­dikti. Bir felsefeci, matematikçi, astronom, şair ve hekim olarak iki kıtada kalıcı etkisini bırakırken haklı olarak Doğu'nun Aristo'su unvanını kazanmıştır. Bazı ekol kıskançlıkla­rına rağmeflt onun felsefî fikirleri Avrupa'da olduğu kadar Doğu'da da birkaç asır boyunca çeşitli ekoller üzerinde büyük tesir bırakmış­tır. Eserleri el-Kânûn fi't-Tıbb (Tıp Kanunu) ve el-Urcüze fi' t-Tıbb (Tıp Konusunda Şiir) daha sonradan tüm tıp ilminin temeli haline geldi. Yunanlılar anatominin temel bilgileri­ne sahiptiler ve farmakoloji ile ilgili bilgileri de çok sınırlı çerçevede idi. Müslümanlar hem anatomiyi hem de farmakolojiyi pozitif ilim haline dönüştürdüler (The Spirit of is­lam, sh. 385-387).

Hitti'nin ifadeleriyle: "Tıpkı astronomi ve matematikte olduğu gibi tabiat bilgisi saha­sında Özellikle teorik ve uygulamalı botanikte Batı'daki Müslümanlar (Endülüs'tekiler) araştırmaları ile dünyayı zenginleştirdiler. Hurma ve kendir gibi bitkilerin aralarındaki cins farklılıkları konusunda kesin müşahede­ler yaptılar (Kur'ân, Râd sûresi [13]: 3; Yasin sûresi [36]: 36). Bitkileri aşı ile, tohumdan ve kendiliğinden büyüyenler gibi tasnife tâbi tuttukları İbni Sab'in'in Kral Frederik'in so­rularına verdiği cevaplardan anlaşılmaktadır.

Daha önce bahsedildiği gibi, Kurtuba'lı he­kim Ebû Cafer el-Gâfikî botanik ilmine de­ğerli bilgiler kattı. Eseri Kitâb el-Edviyet el-Müfrede'(Basit İlâçlar Hakkında Kitap) kendisinden daha sonra yaşayan ve daha çok ta­nınan meslektaşı ve hemşehrisi İbn-el Baytar alıntılar yapmakla kalmamış neredeyse onu tamamen uyarlamıştır. İbnü'l-Baytâr'ın en büyük iki eseri Kitâb el-Muğni fi'l-Edviyet el-Müfrede ve el-Cami' fi l-Edviyet el-Müf-rede hayvan, bitki ve maden âlemlerinden 'basit reçetelerin' bir kolleksiyonudur ve mü­ellifin deney ve araştırmalarını Yunan ve Arapların önceki verilerine ilâvesi ile meyda­na getirilmiştir. Türünün ortaçağda en önde gelen eseri olarak bilinmektedir. Eserinin ba­zı kısımları Cremona'da M.S. 1758 gibi ol­dukça ileri tarihlerde bile Latince olarak (Simplicia) basılmıştır (Emir Ali, a. g. e.).

Ebû Abdullah et-Temimî adlı Filistİn'li Kitab el-Itimad fi' l-Edviyet el-Müfrede (Basit ilaçlarla ilgili Güvenilir Kitap) eserini yaz­mıştır. Saragosa'lı Stephanus tarafından La-tinceye tercüme edilmiştir ve Batı'da etkili olmuştur (Jslamic Science, sh. 187-188).

İbn ün-Nefıs'in küçük kan dolaşımım gösteren bir şekil. Şerhu Tasrihi'l-Kânûn. Simya ile ilgili eserler doğuda ve Batı'da (İs­panya'da) 12. yüzyıl ve sonrasına kadar ya­zıldı. Bunların en önemlileri Ebû'l-Kâsım el-Irâkî'nin Kitab el-İlm el-Mükteseb fi Ziraat ez-Zeheb'idir. (Bkz. E. J. Holmyard, The Book of Knowledge Acquİred Concernİng the Cultivation ofGold of Abu' l-Qasim Mu-hammad ibn Ahmad al- 'lraqi (hâki nin Altın Elde Edilmesi Hakkında Kazanılmış Bilgiler Kitabı), Paris, 1923). Bu tarz eserler 13. ve 15. asırlar boyunca da yazılmaya devam etti. Arapça ve Farsça'nın yanısıra Türkçe'de de eserler kaleme alındı. Bunlar arasında 'yeni yazar' (el-müellif el-cedİd ) olarak anılan İz-nikli Ali Bey en önemlileridir. Bu müellif simya hakkında birçok eser verdi; bunlar ara­sında Kitab el-Esrar fî Hatk el-Estâr (Perde­lerin Yırtılması Hakkında Sırlar Kitabı), kozmoloji konusundaki tartışmaları ihtiva eder (Islamic Science, sh. 200-1).

'Kara ölüm'ün Avrupayı kasıp kavurduğu ve Avrupalı Hıristiyanların bu durumu "Allah'ın Takdiri" olarak kabul edip çaresizce bekledi­ği 14. yüzyılda Gırnata'lı Müslüman hekim İbnü'l-Hatim bu hastalığın bulaşmasından korunmanın yollarını teorize ettiği bir risale meydana getirdi. Bu teori aşağıdaki pasajda gösterilmiştir: "Dinî kanun enfeksiyon ihti­malini reddediyor iken bizler nasıl kabul ede­biliriz?" diyenlere cevabımız bulaşıcılığın varlığını deneylerin, araştırmaların, duyuların ve güvenilir raporların sağladığı delillerin is­patladığını söylemek isteriz. Bu gerçekler gü­venilir delillerdir. Bulaşıcılık gerçeği, hastay­la temastaki şahısların hastalığı kaptığını ve 'emasta olmayanların ise sağlam kaldığını ve 'u;«eler, kap-kaçak ve küpelerle  i için çok sa-, a. g. e., sh.

"Tıbbî çahşfV Avrupa dillerii Tedbîr (Tedavi ve Perhizle ilgili Araştırma­ları Kolaylaştırıcı Kitapjdu. İbni Zuhr Ga-len'den beri dünyaya gelmiş en büyük hekim olarak övülmüştür. En azından İslâm dünya­sında Râzî'den sonra gelen en iyi hekimdir. İbn Zuhr Kitâb el-Agziyeh (Beslenme Rejimi-ne Dair Kitap) adlı bir diğer kitap daha yaz­mıştır ki bu kitap konusunda en iyiler arasın­dadır (Islamic Science, sh. 181). îbni Zuhr'un kemiklerin hassasiyetini keşfettiği ve kaşıntı verici (parazitleri) kurtçukları (su'ubet el-cereb) ilk olarak tarif ettiği de sıklıkla söylenmektedir. Fakat günümüzde kaşıntı verici kurtçukların keşfi konusunda Ahmed et-Tâberî'nin kendisinden daha önce geldiği (onuncu yüzyılın ikinci yansı) ispat­lanmıştır. Tâberî bu konuyu el-Mualecet el-Bukratiye adlı eserinde incelemiştir.

Müslüman hekimler tıbbın bir diğer dalı olan oftalmolojiye (göz hastalıkları) de değerli bil­giler eklediler. "Ali İbni İsâ Tezkiret el-Kehhâlîn (Oftalmologların Hazinesi) adlı eseri yazdı ve Zerrîndest (Altın el) lakabıyla bilinen Ebu Ruh Muhammed el-Cürcânî Nûr el-Ayn (Göz Nuru/nu yazdı. Bu kitap göz hastalıkları hekimlerinin uygulamalarında yüzyıllar boyunca faydalı olmuştur. Ali İbni İsa'nın eserleri her yerde okutulmuş, nitekim eseri Tractus de oculis Jesu ben Hali adıyla daha sonra Latince'ye çevrilmiştir. Latince ve bazı modern Avrupa dillerindeki oftalmo­loji ile ilgili teknik terimlerin çoğu Arap­ça'dan gelmekte ve bunlar müslüman kay­naklarının bu sahadaki etkilerine işaret ek­mektedir."

Ali İbni îsâ cerrahide anestezi kullanılmasını öneren ilk kişidir. Aynı dönemde Tunus'un uzak batısından İshak İbni Süleyman el-İsrâîlî de Kayrevan'da oftalmolojiyle uğraştı ve çağdaşları gibi Latince ve İbranice'ye ter­cüme edildi {Islamic Science, sh. 166-7, 178).

"İbni Nefîs'ten sonra öğrencisi İbnüT-Kuff bir cerrah olarak ün yaptı ve yirmi makale halindeki Kitab  el-Umdeh fî Sınâat el-Cirâhah (Cerrahlık Sanatı Hakkında Temel Kitap) adlı eserini yazdı. Kendisi ilk kez 1661'de Malpighi tarafından mikroskop al­tında gözlenen kılcal damarların varlığından açık seçik olarak bahseden ilk şahıstır. Aynı dönemde, Mısır'da Şemseddîn el-Ekfânî ye­tişmiş, Kitab Gunyet el-Lebîb ind Gaybet et~ Tabîb (Hekimin Yokluğunda Akıllı Kişinin Sığınağı) başlığını taşıyan, ilkyardım üzerine görülmemiş bir eser yazdı.

İbni Rüşd tıp üzerine Kitâb el-Külliyât (Ge­nel Prensipler Kitabı- Latince'de Colliget) adında müstakil bir eser de yazdı ve bu kitap felsefî eserleriyle birlikte Batı'da tanındı. (Islamic Science, sh. 181).

Bu birkaç örnek Batı'da tıp ilminin bütün dallan ile ortaya çıkışı ve ilerlemesinde İslâm tıbbının büyük etkilerini göstermektedir.

Arap ilimlerinin Batı'ya İspanya yoluyla geç­tiğinde hiç şüphe yoktur. Hitti'nin ifadesi ile, "İspanya'daki Müslüman hâkimiyetinin ilk yüzyıllarında Doğu kültürü Endülüs'e çok yüksek seviyede gelmiştir. Bu durumu el-Makkârî'nin 'ilim öğrenmek için' Mısır, Su­riye, İran ve hatta Kafkasya ve Çin'e giden Endülüslü âlimlerin listesinden de anlayabili­riz. Fakat onbirinci ve sonraki yüzyıllarda bu seyrin İbni Zuhr ve Bahîlî'nin gösterdiği üze­re tersine çevrildiği bilinmektedir. Gerçekte, bu akım onikinci. yüzyılda Avrupa'ya ulaşa­cak derecede kuvvetli olmuştur.

Büyük öneme sahip bu, Batı'yı, Latince'ye yapılan çeviriler yoluyla Arapların ilmi ile ta­nıştırma akımının başlatıcısı Afrika'n Cons-tantine olmuştur (1087). Adı geçen şahıs Ali İbnü'l-Abbas'ın el-Kitâb eUMâlikî eserinin teorik kısımlarını Latinceye tercüme etmiştir. Ortaçağ Avrupası tıp konusundaki bilgilerini Constantine'e;    Zahrâvî'nin    Tasrifini, Râzî'nin el-Mansuri'sini ve İbni Sînâ'nın Kanun'una çeviren Cremona'h Gerard 1279'da Râzî'nin el-Hâvi'sıni ve îbni C le'rtin Takvim e I- Abdan' mı tercüme cilyah Yahudi Ferec ben-Salim'e (bi Faragut) borçludur.

Bu eserler ve basit tercümeler vasıtası ile, pek çok Arapça teknik terim Avrupa dillerine girmiştir. Julep (Arapça, culeb, Farsça'dan gulap, gül suyu), bir tür kokulu tıbbi içki; rob (Arapça rubb), balla koyultulmuş meyve suyu konservesi; ve 'syrup' (sarab), bir for­müle göre hazırlanan ve içine özel tedavi edi­ci maddeler eklenen şekerli su, 'şurup'. Orta­çağ Latincesinde başağnsı anlamına gelen 'Soda', ve "başağnsı ilacı" anlamına gelen sodanum şekli Arapça'da "şiddetli ağrı" an­lamına gelen suda'Ğan neşet etmiştir. Belirli tıbbî matematik terimleri de tercüme edilmiş­tir. Beyin ve omirilik zarlarının adı dura mater ve pia mater Arapça'dakİ el-umm el-ca-fiye ve el-ümm el-rakika kelimelerinin La­tince'ye çevrilmişidir. Avrupa dillerine Arap­ça'dan Latince vasıtası ile geçmiş bazı kim­yasal terimlerin mucitleri olarak Câbir b. Hayyân ve diğer bazı müslüman simyacılar bilinmektedir. Bunlara misâl olarak da 'alkol' (ei-kuhl, kömür), 'alembic' (el-inbik), 'alka­li' (el-kali), 'antimony' (iîhmid, rastık taşı), 'aludel' (el-usal, aletler), 'regular1 (rehc el-gar, şeker kamışı tozu) ve 'tutty' (tutiya) gi­bi kelimeleri verebiliriz (History of the Arabs, sh. 578-579).

 

Simya

 

Câbir İbni Hayyân (Latince'de Geber) İslâm dünyasının en büyük simyacısı idi (yaklaşık 776) ve onunla İslâm simyası takip eden yüz­yıllarda aşılamayan bir zirveye ulaştı. The Jabirean Corpus 'Câbir külliyatı' olarak ad­landırılan ekolünün eserleri, İslâm ilminin ta­rihini anlatan eserlerde büyük bir yer işgal eder. Bu külliyat başta simya olmak üzere ne­redeyse bütün bilgi alanlarını içine alır: Kitâb es-Seb'în (Yetmiş Kitabı) ve Kİtâb el-Mîzân (Terazi Kitabı). Bu kitaplar İslâm simyasının temel eserleri olmuşlardır. The Jabirean Corpus'un eserleri topluca, Arapça yazılan simya eserlerinin en önemli grubunu oluşturmakla kalmayıp Latin ve Arap simya­sının ana kaynakları da olmuştur. Yine doku­zuncu yüzyılın başlarında Mısır'ın Ahmîm kentinden Osman İbni Süveyd, daha sonra Latince simya metinlerinin en ünlülerinden biri halini alacak ve Ortaçağ ve Rönesans bo­yunca yaygın şekilde okunacak olan Turba Philosophorum adlı eserin Arapça orijinalini kaleme aldı. Turba'mn Latince baskısı 1572'de Basle'de yayınlanmıştı.

Ebu Ma'şer, Sühreverdi, İbni Arabî ve Afdalüddîn Kâşânî gibi tanınmış isimlerin eserlerinin de dahil olduğu çok geniş bir her-metik literatür gelişmiştir. Hermetik metinler İslâm düşüncesi içinde önemli rol oynayan ayrı bir külliyat oluşturmuştu. Üstelik bu kül liyat Batıda da etkili oldu. Onun bu etkis Parzival destanı ve Giordano Bruno'nui eserleri gibi muhtelif metinlerde görülür (Is lamic Science, sh. 198-199).

İslâm simyası Muhammed b. Zekeriya er Râzî (925) ile yeni bir safhaya girdi Râzî'nin, simya terminolojisini kullannıay sürdürmesine rağmen, simyanın kimyaya do nüştürülmesinde başka Müslüman simyacı lardan daha fazla emeği vardı. Onun Kitâl el-Esrâr (Sırlar Kitabı) ve Kİtâb Sırr el Esrar (Sırların Sırrı Kitabı) -Latince'de Li-%er Secretorum Bubacaris ve el-Medhal et-Ta'lîmî (Hazırlık Çalışmasına Giriş) dahi sonraki Müslüman nesillerce simya eseri ni yetiyle incelendi. Çünkü gerçekten simyadar ziyade kimya ile ilgili olmalarına rağmen bı

Botanik ile ilgili bir eserden. eserlerde simyanın terminolojisi kullanılmak­tadır. Bu durum özellikle Kitâb el-Esrâr İçin doğruydu. Yanlışlıkla Sırr el-Esrâr olarak tanınmış olan bu kitap Râzî'nin konuyla ilgili temel kitabıydı. Yazarının 'çin madeni' (hârsînî) dahil madenleri yedi sınıfa ayırmak gibi birçok konuda Câbir'i izlemiş olmasına rağmen bu eser belirgin şekilde simyadan zi­yade kimyayla ilgiliydi.

Râzî'nin kimyaya yaptığı en kayda değer kat­kılardan biri kimyevî maddeleri sınıflaması-dır. Bu maddelerin madenî, nebatî ve hayvanı şekilde smıflandırılmasma ilk defa onun eser­lerinde rastlanır ve bu ilk ve çok önemli tas­nifin ilmî itibarı Râzî'ye ait kılınmalıdır. Râzî ayrıca damıtma, kireç hâline getirme-arıtma, süzme ve benzeri bir çok kimyevî sürecin ti­tiz bir tasvirini yapmıştı. Bu tasvirlere Câbir'in ve sonraki simyacıların eserlerinde de rastlanır, fakat en iyi tasvirler onun kale­minden çıkmıştır. Bir hekim de olan Râzî ay­rıca tıbbî kimya ile de ilgilenmişti. Nitekim her ne kadar modern bilimadamlarmca doğ-rulanmamışsa da gelenek ona alkolü ayrıştı­rıp tıpta kullanan ilk şahıs olma mazhariyeti­ni verir (Islamic Science, sh. 200)

Râzî'yi diğer ilimler ve özellikle -Kitâb el-Mâ el-Varakî ve'l-Ard en-Necmiyye (Gümüşî Su ve Yıldızsı Toprak Kitabı) adlı eserin ya­zan İbni Umeyl takip etmiştir. Bu eser İslâm simya kitaplarının en ünlüleriydi ve Batıda-Tabula Chemica tercümesiyle tanınmaktay­dı. Fârâbî, İbni Sînâ, ve İbni Miskeveyh de 10. yüzyılda simya ile İlgili eserler yazmış­lardır. İbni Sina'nın Şifa'sı Doğu'da ve Ba-tı'da çok iyi tanınmaktadır.

Simya aletleri üzerine yazılmış en önemli eser Ebû'l-Hakîm Muhammed el-Kâsî'nin Ayn el-San'ah ve Avn es-Sîna'a (Sanatın Kaynağı ve Simya Araştırmacılarına Destek} adlı eser 11. yüzyıla aittir. Kendisine, Batı'da Picatrix adıyla ünlü olan Rutbet eî-Hakîm (Bilgenin Mertebesi) ve Gayet el-Hakîm (Bilgenin Gayesi) adlı tanınmış eserlerin nis-bet edildiği Ebû Mesleme el-Mecrîtî de t dönemde yaşamıştır (Islamic Science, sh. 200-1).

Hitti'nin ifadesi ile, "Arap simyasının babası İbni Hayyân'dır. Ortaçağ kimya ilminde Râzî'den sonra onun adı gelir. Batılı kaynak­lar onun kendi adını taşıyan ve günümüze dek gelen yirmiiki Arapça eserinde adı geç­meyen bazı kimyevî terkipleri de keşfettiğini bildirmektedirler. (Bkz. Paul Kraus, Cabir ihn-el Hayyan, c. I, Kahire, 1943). 14. yüz­yıldan sonra onun eserleri Avrupa ve As­ya'da en etkili kimya kitapları olarak kabul görmekte idi." (Hİstory of the Arabs, sh. 380-381):

Gİbbon ve diğerlerinin on yıllardır gösterdik­leri üzere, kimya ilmi müslümanların gayretlerine çok şeyler borçludur. Meselâ, damıt­mada kullanılan imbiği bulmuş ve isimlendir­mişlerdir. Nebatî, hayvanı ve madenî madde­leri incelemişler, alkali ve asitle ilgili deney­ler yapmışlar ve zehirli madenleri hayat kur­tarıcı ilaçlara çevirmişlerdir.

Öyle gözükmektedir ki Câbir deneye dayalı araştırmanın önemini heyecanla ve sarahatle açıklamak konusunda bütün kimyacılardan önde gelmektedir. Meyerhof gibi büyük bir otorite 'onun etkisinin Avrupa simya ve kim­ya tarihinde boylu boyunca hissedildiğini' ifade etmektedir. İbni Hayyân, muhtemelen buharlaşma, arıtma, süblimasyon, eritme, da­mıtma ve çökeltme metodlanm bularak geliş­tirmiştir. Civa ve arsenik gibi kimyevî mad­delerin hazırlanışım da tarif etmiştir. Meyer­hof, Câbir'in bilgisi üzerinde şöylece dur­maktadır: 'O saf göztaşı, şap, alkali, amon­yak tuzu, güherçilenin nasıl elde edildiğini biliyordu ve kükürtün alkali ile ısıtılarak "ka­raciğer" veya "süt" olarak adlandırılan halle­rine nasıl dönüştürüleceğinden de haberdardı. Civayı süblime etmeyi, kurşunu ve diğer me­talleri asetatlı hale getirmeyi ve çökeltmeyi de keşfetmişti. Saf sülfürik ve nitrik asiti elde edebildiği gibi onları terkip haline de getire­biliyor [aqua regia) ve bu asitin altın ve gü­müşü eritebildiğim biliyordu." (Arnold, a- g. e.)

Câbir'in Simya'mn Terkibleri Kitabı adlı eseri 1144 yılında Chester'lı Robert adlı bir İngiliz tarafından Latince'ye çevrilmiştir. Yetmişler Kitabım, ise Latince'ye Cremo-na'lı Gerard çevirmiştir. Rutbet el-Hakîm'in müellifi civanın oksİdasyonu ile ilgili bir de­neyi ayrıntıları İle tarif etmiştir, ki bu deney Lavoisier'in ellerinde 18. yüzyılda destanlar yaratan gelişmelere yol açmıştır. Çağdaş Av­rupalı yazarların bu ve benzeri yorumlan Av­rupalıların Muhammed @ ümmetine şüphe­siz Müslümanların icabı olan kimya ilmi ko­nusunda da çok şey borçlu olduklarını göste­rir: Ortaçağ Müslüman kimyagerlerinin eser­lerini inceleme konusundaki son birkaç yıllık kayda değer ilgi, orta çağ Avrupa kimya tari­hinin ortaya koyduğu bazı şaşırtıcı problem­lerin ancak İslâm kimyasındaki yükseliş ve gelişme ayrıntılı şekilde incelendiğinde çö­zülmüş olmasından kaynaklanmaktadır. Av­rupa Hristiyanlığı 12. yüzyılın ilk yarısından başlayarak kimya bilgisini işte buradan ithal etmiştir (E. J. Holmyard, A Critical Exami-naîion of Barthelof s Work upon Arabic Chemistry, Isis, 6: 479'dan iktibasla R. L. Gulick, a.g.e., 96-98).

 

Felsefe Ve Kelâm

 

Avrupa Rönesansmdan hemen önce müslü-manların sanat ve ilimde öne çıkmalarının bir nedeni İslâm coğrafyasında yaygın şekilde mevcut bulunan sorgulama özgürlüğüdür. Şa­ir Sa'b'ın yazdıkları bu durumu şu ifadelerle çok güzel tasvir etmektedir: "Fikir ve inanç hürriyeti-nihayetinde birdir/ bir kavram üze­rinde boğuşuluyor/ yorumlar farklı, fakat rü­ya aynı." (Huda Bakş, Contribution to the History oflslamic Civilisation, c. II). Grekle­rin kayıp felsefî eserlerini Avrupalılar'a akta­ranlar müslümanlardrr. Meyerhof bu gerçeğin üstünde durmaktadır: "İskenderiye'deki fel­sefe ekollerinin son kalıntıları Araplar tara­fından yok edilmemiştir, bilakis Arapların Mısır'ı fethinden 80 yıl sonra Antakya'ya ta­şınmıştır." ("Yunan ve Hint ilimlerinin Arap­lara taşınması Hakkında" Islamic Culture, 11: 21, Ocak 1937). Bir diğer ünlü yazar Gu-İllaume, bu durumu şu ifadelerle teyid etmek­tedir: "Avrupalılar'm Aristo hakkında ileri derecede bilgilenmiş olmalarının sebebi kuş­kusuz Arap düşüncesinin felsefe şevklerini artırmış olmasındandır. Gerçekten, tek etkili fikirler Arap kaynaklı değildi ise, nesiller bo­yunca Avrupa'da Aristo'nun fikirlerinin İbni Rüşd'e atfedilen öğretilerle karıştırılmış ol­duğu gerçeğini nasıl açıklayabiliriz?"

"Roger Bacon 1292'de şöyle yazmıştır: 'Aristo felsefesinin büyük kısmının (Batı'da) hiçbir etkisi yoktu. Çünkü eserlerinin yazmalan saklı ve nâdirdi. Konuların özü zor ve zevksizdi. Doğu'da savaşlar vardı. Bu durum jjz, Muhammed'den sonra İbni Sînâ, İbni Rüşd ve diğerlerinin Aristo felsefesini yeni­den neşter altına yatırıp açıklamalanna dek devam etti."

"Fârâbî'nin (950) Ruh ve Ruhun Melekeleri adlı kitabı haleflerine aktardığı faal zihinle (intellectus agens) ilgili felsefî meseleyi yan­sıtmaktadır. O çağda Hıristiyan dünyasının 'Arapların entellektüel üstünlüklerini kabul ettiklerine ve onların elde edip gerçekleştir­dikleri ile haklı olarak övündüklerine' şüphe yoktur. Alcira'lı İbni Tumulus'un (ö. 1233) ifadesi ile: 'Geometri, Aritmetik, Astronomi ve Mûsikî konularında müslüman âlimler ilk çağların âlimlerinden çok üstün duruma gel­diler. Günümüzdeki İnsanların ilk çağlardaki-lere nazaran çok daha fazla bilgi sahibi oldu­ğunu söylemek mümkün ise de, o devir eser­lerinin pek çoğunun tahrip edildiğini akılda bulundurmak bir hakşinaslık olacaktır."

R. L. Gulick'in ifadeleriyle; 'Kurtuba'lı İbni Hazm (994-1064) İspanya'da çağının en ön­de gelen edebî şahsiyeti idi. Biz onu karşılaş­tırmalı dinler konusuna mantıklı ve sistema­tik bir işleme tarzı getirmesi ile hatırlıyoruz. Onun bu konu hakkındaki orijinal ve değerli eserinin başlığı Dinî ve Felsefî Mezhepler Kitabı'diT. Zemahşerî (1075-1143) meşhur bir filolog ve din âlimidir. Keşşaf adlı Kur'an tefsiri hâlen çok yaygındır. Arap ede­biyatının metafizikle ilgili en değerli kitabı Şehristânî (1086-1153)nindİr. Fahruddin Râzî (1149-1209) devrinin önde gelen hümanist, filozof ve ansiklopedistiydi.

Dante İlahi Komedyacı için muhtemelen Müslüman kaynaklardan faydalanmıştı. Asin Palacios'un işaret ettiği gibi 'cehennem, cen­net, zakkum ağacı, nûr halkasındaki melekler korosu, teslisi sembolize eden üç halka' tü-•nüyle Dante tarafından İbni Arabi'nin tanım­ladığı şekilde tanımlanmıştır."

"Gazalî (1059-1111) Müslümanların Sokratı'dır. Gazalî'nin mantık, fizik ve metafizikle ilgili kitapları Toledo'da yapılan Latince ter­cümeler yolu ile bütün Avrupa'da tanınmış­tır. Gazalî'nin vahiy ve kelâmda mantığın ye­ri hakkındaki eseri Thomas Aquinos'ın Sum-ma Contra G e nt ile s1 indeki bazı kaziyelerine ilham kaynaklığı etmiş olabilir." (Arnold, a. g. e.den iktibasla Muhammad the Educator, sh. 77-78). İbni Rüşd (Kurtuba, 1126) elbette Batı'da en iyi bilinen isimdir. Tehâfutü't-Tehâfut adlı kitabı Gazalî'nin rasyonalist fel­sefeye yaptığı hücumlara bir cevap teşkil et-