İSLAM'IN
İNSANLIĞA GETİRDİKLERİ
HZ.
MUHAMMED: SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM BİLGİYE KATKI
HZ.
MUHAMMED @'İN İLME
KARŞI TAVRI
İnsan Düşüncesinin Yönünü
Değiştirdi
İNSANLIĞIN HZ.
MUHAMMED'E BORCU
Batı'nın Hz. Muhammed @'e Borcu
Hz.
Muhammed @ Ve Duyuöteşi
İdrak
İslâm'ın Avrupa Kültürüne Genel
Etkisi
İSLAM'IN AVRUPA KULTURU
ÜZERİNDEKİ GENEL ETKİLERİ
niz ve süs için atları, katırları ve merkepleri (yarattı) ve daha sizin bilmediğiniz nice şeyler yaratmaktadır." (16: 5-8).
Bu ayetler insana kendi rahatı, yaran ve diğer sosyal ve kültürel ihtiyaçlarını karşılamak için Allah'ın yarattığı çeşitli şeyleri hatırlatıyor. Bu ayetler güzellik ve fazileti insan tarafından büyük ülçüde takdir edilen ve değer verilen bu şeylerin kültürel yararı dikkati çekiyor. Bununla beraber Kehf sûresinde bunların gerçek faydası ve değeri konusunda bir ihtar vardır: "Biz yeryüzündeki şeyleri, kendisine süs olsun diye yarattık ki, onların hangisinin daha güzel iş yaptığını deneyelim." (18: 7). Güç-iktidar, şân-şeref, altın ve gümüş, atlar, tarlalar ve zenginliğin diğer nimetleri bu dünyadaki hayatı yaşanabilir kılmak için vasıtalardır. İnsan onlarla belirtilen sınırlar içinde, haddi aşmadan, onların kölesi olmadan ne kadar uzun zaman onlardan yararlanırsa değerini ve üstünlüğünü ispatlamış olur. Böylece ahlâkî ve manevî karakterini muhafaza etmiş olur. Şüphesiz ki bunlarla insanlık kültürüne güzellik ve şeref katar. Böylelikle dünya ve âhiretteki üstünlüğü yakalar.
Ayrıca insan, hayatın süs ve cazibesine kapılmaktan dolayı uyarılmıştır.
"Bilin ki dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, kendi aranızda (birbirinize karşı) övünme, mal ve evlât çoğaltma yarışıdır. (Bu), ekincilerin hoşuna giden yağmur gibidir. Bitirdiği ot sonra kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çerçöp olur (Dünya hayatını tercih edenlere) âhirette çetin bir azap, (âhireti tercih edenlere ise) Allah'tan bir mağfiret ve rızâ vardır. Dünya hayatı bir aldatıcı bir zevkten başka birşey değildir." (57: 20).
Bütün bu Kur'ân ayetleri dünya hayatının zevk ve servetiyle sonraki hayatın ebedî olan kazancı arasında bir denge sağlamayı amaçlıyor. Zenginliğin gerçek değeri, dünya hayatının ziynet ve süsleri Kur'ân'da kabul görmüştür. Çünkü hepsi insanların istifadesi ve hayatın devamı için Allah'ın lütfü olarak yaratılmıştır. Ne var ki, onların kullanımı helâl ve meşruiyet dairesinde olmalı, yeryüzündeki hayata güzellik ve şeref katmalıdır. İnsan bu nimetler sebebiyle kibirli, gururlu, yalancı ve müsrif olmamalı, hayatın asıl gayesini unutacak kadar onların içine dalmamalıdır. Öbür dünyada kendine ayrılan sonsuz nimetleri unutmadan bu dünyanın nimetlerini o yolda kullanmalıdır (2: 201). Bu hayat görüşü, Yunus (10: 24-25), İbrahim (14: 18) ve Nur (24: 38) sûrelerinde daha geniş olarak belirtilmiştir. İnsana, hayatın iyi ve temiz nîmetlerinden istifadede dengeli olması emredilmiştir.
Burada şu husus özellikle belirtilmelidir ki, hayatın ziynetlerini, zerafet ve güzelliklerini insan için helâl kılan sadece İslâm dinidir. Diğer tüm inançlar böyle bir hayat görüşünü günah kabul etmişler ve insanı bu nimetlerin tabiî ve helâl kılınan faydalarından mahrum bırakmışlardır. İslâm, herşeyi güzelliğe ve azamete hamletmiştir. Tabiatın her hâlinde insanın sonsuz ibretler alacağı ve faydalanacağı fazilet ve güzellikler bulunur. Güzellik, bir halı gibi yeri döşeyen çimenler ve yeşil alanlardadır (22: 63; 2: 22; 16: 65). Ve yıldızlarla döşenmiş gökyüzü güzelliği ve ihtişamıyla insanın dikkatini çeker (7: 54; 15: 16; 16: 12). Uzun ve yeşil ağaçlarla bezenmiş sıradağlar çekiciliklerini kendi içlerinde taşırlar (35: 27; 23: 18-18). Birçok manzara ve diğer canlıların hâli, güzel olana hayranlık duyan insanın ilgisini çeker. Bunlar yer ve göklerdeki sırlara yöneltirler (36: 80; 27: 60; 31: 27; 56: 72).
Yeryüzünün binbİr çeşit bitkisi, ziynet ve süsü sadece Kur'ân'm insanın dikkatine sunduğu güzelliklerdir. Bütün bu hoş ve güzel şeyler insanın faydalanması ve istifade etmesi için yaratılmıştır. Bunun karşılığında muhlis ve hakiki bir kul olarak ondan beklenen, Rab-bine şükretmesi ve güzel bir şekilde davranmasıdır. Allah onu mükemmel bir surette yarattı ve ona nimetlerle dolu bir yer verdi. Dünyada güçlü, zengin ve mükemmel bir medeniyet kurup şükür ve İyilikle hareket etmeyi ve bu şekilde öbür dünyada ebedî saadeti kazanmayı bir tarafa itmek insan için tam bir nankörlük olur (Rahmetun li'l-'Âlemin, c, III).
İslâm'ın bu dengeli öğretisi, manevî olduğu kadar maddî hayat şartlarını da düzeltmede insana büyük şevk verir. Allah'ın ve Rasulü-nün mesajını yaymak ve onların yaşayışlarını düzeltmek için kendini cihada ve Allah'a ibadete adamış ilim ve takva sahibi bir çok sahabe bulabiliriz. Onlar bunu yaparken maddî ihtiyaçları gözardı etmiyorlardı. Aksine, ilmi yaymak için uğraşıyorlardı. Böylece insanlar maddî hayatlarını ıslah etmede bu ilimden faydalanıyorlardı.
Tarihin incelenmesi, kendini bu işe vakfetmiş bir çok kişiyi ortaya çıkarır. Sahabe devrinde bu insanlar zenginlikleriyle olduğu kadar tak-valanyla da tanınıyorlardı. Aslında bu, İslâm peygamberinin teori ile uygulamayı beraber yürütmesinin bir sonucudur. O, sadece ahlâkî kavramları ve manevî değerleri öğretmekle kalmayıp İslâm devletini iktisadî, askerî ve siyasî yönden güçlendirmek için mümkün olan her tedbiri alıyordu. Medine'ye hicretinde ilk uygulaması müslümanlar için dinî ve sosyal faaliyetlerde merkezî yeri olacak bir mescid inşa etmek oldu. O, ensar ve muhacirden birbirine kenetlenmiş bir yapı gibi (61: 4) birbirine iman (49: 10) ve sevgi (8: 63) bağıyla kaynaşmış ve kâfirlere karşı sert, birbirlerine karşı ise merhametli olan bir toplum oluşturdu (48: 20). Onlar, ahlaken ve manen Çok kabiliyetlidirler ve bu hayatın hiçbir çekiciliği onları hak yoldan asla saptıramazdı (48: 29). Sonra sıra İslâm toplumunu ekonomik ve sosyal yönden güçlendirmeye geldi. Böylece içteki ve dıştaki düşmanların tehdidine karşı başarılı bir şekilde karşı konacaktı. (İbni Hişam, c. I; 8: 72). İslâm kardeşliği, kan bağıyla olan kardeşlikten çok daha güçlü ve sağlamdır. İnsanlık tarihinde böyle bir birlik örneği görülmemiştir. Onlar yoksullukta bile iman kardeşlerini kendilerine ve ailelerine tercih ediyorlardı (59: 9).
Rasûlullah @ daha sonra muhacir, ensar ve Yahudileri kapsayan şehir halkıyla bir müdafaa hattı kurdu. Ayrıca şehrin çevresinde ve başka bölgelerde yaşayan kabilelerle stratejik ve siyasî antlaşmalar yaptı. Böylece Peygamber @, şehir ve ahalisinin emniyetini temin etti. Dini ve o dîne bağlı olanları düşman saldırısından korumak için tâlim ve teçhizat hazırlığı yaptı (Geniş bilgi için bkz., Sîret Ansiklopedisi, c. I, "Askerî bir lider olarak Hz. Muhammed @" başlıklı bölüm).
Hz. Muhammed @ vefatında, arkasında siyasî ve askerî yönden emniyetli, güçlü bir devlet ve takipçilerinin, insanlık tarihinde eşsiz bir şahsiyet, ahlâk, ilim ve İktidar sahibi olduğu bir din bıraktı. Onlar, bir kaç nesil içinde yaptıkları işlerle yeryüzünün gerçek vârisleri olduklarını ispatladılar. Sözleri ve fiilleriyle gösterdikleri üstün vasıfları, ilimleri, kabiliyet ve iktidarları ile tüm dünya toplumlarını etkilediler. Savaşta ve barışta idareleri ve ahlâklarmdaki asaleti gösterdiler. Bir yandan dini tebliğ ve tâlim ederken, diğer yandan fizikî çevreden en iyi şekilde istifade etmek üzere onlara ilim öğrettiler.
Ahlâkî fazilet ve ilim üstünlüğü gibi iki güçlü ve sağlam silahla donanmış olarak hayatın her alanında ilerleme kaydettiler, insanlık kültür ve medeniyetine büyük katkıda bulundular. Salih amellerin anahtarı olarak, insanlığa adaleti ve ihsanı öğrettiler. Tüm toplumlara ve milletlere iyilikle, adaletle ve ihsanla muamele ettiler. İnsanı ne rengine, ırkına, diline ve milliyetine göre ne de dost-düşman, fakir-zengin diye tefrik etmediler. Onlar marufu emredip mÜnkerden nehyettiler. İnsanları fazilet ve takva sahibi olmaya davet ettiler.
İlme gelince, onlar insanları inceleme ve deney yolu ile ilim elde etmeye ve tabiî kaynakları mümkün olan en yararlı yolda kullanmaya şevkettiler. İnsanları, atalarının yolunu takip ederlerken zandan, cahillikten ve bâtıl inançlardan doğan davranışlarından vazgeçirdiler. İlim ve mantık yolunu takip edenleri teşvik ettiler. Bu yaklaşım, onların fizikî kaynaklarına inanılmaz derecede etki etti. Maddî yönden zenginleştikleri gibi, dünyadaki siyasî güçlerini ve nüfuzlarını da büyük oranda güçlendirdi. Çünkü İslâm, ilerlemenin karşısında değil, onun yanındadır. O, medeniyeti dalâletten kurtarmış, maddî ve manevî yönden üstün bir ilerleme ve gelişme yoluna sokmuştur. İslâm'ın ahlâkî ve manevî fazileti, aslında onun diğer kültür ve medeniyetlere iktisadî ve siyasî yönden üstünlüğünün kefaletidir.
Maddî dünyayla İslâmî hayat tarzı arasında bir tezat yoktur. Aslında bunlar insanın kemale ulaşması yolunda birbirlerinin tamamla-yıcısıdırlar. Çünkü bu dünya ve dünyadaki işler, mahsûlü âhirette alınacak ekin gibidirler. Bir müslümanın duası şöyledir: "Ey Rabbi-miz! Bİze dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver." (2: 201). Ve Nahl suresinde şunu okuyoruz: "(Kötülüklerden sakınanlara) 'Rabbiniz ne indirdi?' denildiğinde, 'Hayır (indirdi)' derler. Bu dünyada güzel davrananlara, güzel mükâfat vardır. Ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu gerçekten güzeldir!" (16: 30) ve Kasas süresinde şöyle buyruluyor: "Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste, ama dünyadan da nasibini unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi sen de, (insanlara) iyilik et..." (28: 77)
Vahyin Rasûlullah @ vasıtasıyla muhatapları durumundaki ilk müslümanların hayata ve ilim kazanmaya karşı tavırları böyleydi. Diğer bir bölümde açıklandığı gibi İslâm'ın dünyaya yayılmasında diğer kültür ve medeniyetlere daima (9: 33) tahakküm eden ve onlara bir model görevini gören bir medeniyetin kurulmasında hayatî rol aldılar. Hz. Peygamber @'in bu mükemmel vahyî öğretisi Arapların zaten var olan güçlerine yeni bir hareketlilik kazandırdı. Ve "hatta kendi devrinde, sonradan Bağdat, Salerno, Kahire, Kurtuba gibi üniversitelerin çekirdeğini oluşturan eğitim kurumlarını oluşturdu. Bu öğretim, açık fikirli bir idarenin oluşmasını sağladı. Ayrıca toplumun her kesimine öğrenme arzusunu aşıladı. O çağ, üstün bir iman ve ihlas çağıydı. Gayesiz, cansız bir dünya görüşünün tahakkümüne karşı âdeta ruhun bir başkaldırı-sıydı. Dinin pratiğe aktarılması, kulluk şuurunun muhafazası ve günlük hayatta uygulama sahası bulan bilgilerin özel eğitimi müslümanın önem verdiği ana meselelerdi." (Emir Ali, The Spirit of islam, Londra, 1974, sh. 361-402).
Emir Ali devamla şöyle diyor: Hz. Peygamber @'in şehrinde çok ve çeşitli fikirlerin toplanmış olması müslümanlar arasında ilmin ve edebiyatın gelişimine katkıda bulunuyordu. Tarihte eşi görülmemiş bir entellektüel hareket Medine'den Şam'a (Emevilerin yeni başkentine) geçti. Emevilerin katı nizamlarına rağmen bir çok müslüman âlim, o dönemde halkın en çok rağbet ettiği meselelerde verdikleri derslerle ve vaazlarla büyük dikkat çekip şöhret oldular. Gelecek nesillerin düşünceleri, onların fikir ve telakkileri doğrultusunda gelişti, şekillendi. Yine, hicretin ikinci yüzyılında ciddî bir ilmî ve edebî canlılık başladı, bunda en büyük âmil Arapların şehirlere yerleşmesi idi. Abbasilerin başkenti
Bağdat, doğudan ve batıdan tüm insanların öğrenim merkezi hâline geldi. Şehri dolduran sayısız okullar, kolejler ve akademilerden ikisi öğrenci sayısı ve zenginlik bakımından diğerlerini geçer. Bunlar (hicrî 5. yüzyılın ilk yarısında kurulan) Nizamiye ve (hicrî 7. yüzyılda kurulan) Mustansıriyye üniversiteleri (medreseleri) idi (The Spiril of islam).
"Kremer'in ifadesiyle ihtiva ettiği bazı şüpheli tarafları ahlâkî ve aklî meziyetleri ile bize unutturan hükümdarlık, dikkate şayandır ki, zamanımızda İslâm dünyasında başlamış olan entellektüel hareketliliğe büyük güç vermiştir." (The Spirit of islam).
Müslümanlar öğrenimde ve ilim dallarında derece derece büyük mesafe katetmişlerdir. Şehirleri de diğer kültür ve medeniyetlerin mensupları için cazip merkezler hâline gelmiştir. Yine Emİr Ali'nin sözleriyle "Dünyadaki her milletin bir altın çağı vardır. Atinalıların Pericles çağı, Romalıların Augustus çağı gibi. Tabii ki İslâm dünyasının da böyle parlak bir devri vardır. Mansur'un tahta geçişinden, Mu'tezid Billah'ın ölümüne kadar geçen müddet tarafsız olarak incelenirse, büyüklük ve ihtişamda diğerlerinden üstün değilse bile, onlarla aynı değerdedir. İlk altı Abbasi halifesi döneminde özellikle Me'mun devrinde müslümanlar medeniyetin öncüsü durumuna geldiler. Ortaçağda Müslümanlar vahiyden aldıkları esnek hilkatleri ve coğrafî olarak merkezi konumları ile -ki bir yanda batmakta olan Yunan ve Roma'nın paha biçilmez hazineleri, diğer yanda İran hazineleri ve uyku çağlarını yaşamakta olan Hindistan, Çin- müslümanlar kuşku yok ki insanlığın önderi ve rehberi idiler.
"İlk devirden sonraki Müslümanlar doğudan ve batıda kendilerine gelen ilmi Öğrenerek, Rablerinin talimatını onunla birleştirip, İlim erlerini kendilerine katarak birlik ve beraberliklerini sağlayan Rasûlullah @'in ilharnıyla harekete geçtiler." "Araplar" diyor Humboldt "Avrupa, Guadaqivir ve Orta Afrika arasında bir vasıta durumunda idiler ve bu bölgeleri
nüfuzları altında tutuyorlardı. Onların eşsiz entellektüel faaliyetleri dünya tarihine ayrı bir dönem olarak geçti. Emevi devrinde müs-lümanlann bir tecrübe devresinden geçtiklerini görüyoruz. Kendilerine yüklenen büyük vazifenin altından kalkabilmek için kendilerini hazırlıyor gibiler. Abbasilerde dünyadaki ilim deposunu buluyoruz. Dünyadaki bütün antik ilmî eserler halifelerin direktifleriyle araştırılıyor, başkente getiriliyor ve takdir bilen, kıymetten anlayan insanların önüne seriliyordu. Akademiler ve diğer okullar her yönden gelişti. Halk kütüphaneleri her şehirde serbestçe-sergileniyor ve İstifade etmek İsteyen herkese açılıyordu. Dünyadaki geçmiş bütün büyük filozofların öğretileri Kur'ân İle birlikte inceleniyordu.
Galen, Dioscorides, Themistius, Aristotle, Plato, Euclio, Batlamyus ve Appolonius hakkettikleri takdiri kazanıyorlardı. Bizzat idareciler kütüphane toplantılarında ve felsefî münazaralarda yer alıyorlardı. İnsanlık tarihinde ilk defa, dinî ve müstebit bir hükümetin zaferlerini hazırlama ve paylaşmada, felsefeyi müttefik kabul ettiği gözleniyordu." (The Spirit of islam; geniş bilgi için bkz., Sîret Ansiklopedisi, c. I, "İnsanlığın Eğiticisi" başlıklı 2. bölüm).
"İspanya' daki Müslümanların ilme ve öğrenime katkıları, hiçbir yönden küçümsenecek değerde görülemez. PireneTerden Boğaz'Iara kadar üniversiteler, yüksekokullar, liseler ve kütüphaneler kurdular. Sevila (İşbiliye), Cor-dova (Kurtuba), Granada (Gırnata), Murcio (Mürsiye) ve Toledo gibi şehirler, ilim ve edebiyatta büyük Öğrenim merkezleriydi." (Emir Ali, The Spirit of islam, sh. 378).
Bir İngiliz tarihçinin ifadeleriyle, "daha yüksek meselelerdeki hayranlık çığlıkları, Kurtu-ba'nın saray ve bahçelerinin zerafeti ve letafeti gibi güçlüydü. Zihin de beden kadar güzeldi. Profesörleri ve öğretmenleri, onu Avrupa kültürü'nün merkezi yaptı. Ünlü doktor-larıyla çalışmak için Avrupa'nın her tarafından öğrenciler geliyordu. Hatta uzaklarda, Goudersheim'in Saxon manastırmdaki rahibe Hirosvitha bile, Eulogius'un kurban edildiğini duyduğunda, kendini tutamayıp Kurtu-ba'nm, en parlak ilahilerini söylemişti. Orada her ilim dalı ciddiyetle çalışılıyordu. Tıp, Endülüslü doktor ve cerrahların keşifleriyle Ga-len'den beri geçen yüzyıllardan daha fazla ilerliyordu. Astronomi, kimya, coğrafya ve tabiat bilgisi, Kurtuba'da büyük gayretlerle çalışılıyordu." (Stanley Lane-Poole, The Mo-ors İn Spain).
Renan'a göre "Milattan sonra onuncu yüzyılda, ilim ve edebiyattan alınan tat, dünyanın bu mümtaz köşesinde modern zamanların örneğini zorlukla verebileceği bir müsamaha ortamı oluşturmuştu. Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler, aynı dili konuşuyor, aynı nağmeleri söylüyor, edebiyatta ve ilmî çalışmalarda İşbirliği yapıyordu. Farklı insanları ayıran bütün engeller ortadan kalkmıştı. Herkes, müşterek bir medeniyette, ahenk içinde çalışıyordu. Öğrencilerin binlerle sayıldığı Kurtuba camileri, felsefî ve ilmî faaliyetlerin aktif merkezleri haline geldi (Aver-roes et Averroism).
Kimya bir ilim olarak, müslümanlar tarafından bulunmuş ve geliştirilmişti ve müslüman ilim adamlarınca "tıp ilmi ve cerrahi sanatı, bir milletin dehasının en iyi göstergesi ve bir inancın entellektüel ruhunun en zorlu testi en yüksek dereceye getirilmiştir." Ayrıca anatomi ve eczacılığı müsbet birer ilme dönüştürmüş ve 'İlm-i tasrih el-Arz adı altında jeolojiyi geliştirmişlerdir. Tarihi bir ilim haline getirerek arkeoloji, etnoloji ve coğrafyayı tarihin bir bölümü olarak ele almışlardır. Matematiği çok ileri bir safhaya taşımışlar, bu alanda cebiri ilim âlemine kazandırmışlardır. Denizcilerin vazgeçilmez âletleri olan pusula da onların buluşuydu.
Müslümanlar, bilgi ve becerilerini çevrelerine uygulayarak, maddî refah ve dünyanın siyasî hâkimiyeti olarak karşılığını aldılar. Yollar ve köprüler inşa ettiler. Su depolan, havuzlar, kervansaraylar ile kervanların güvenlik ve huzurlarını sağladılar. Ticaret ve endüstrinin hızla gelişmesinde bütün bunların önemli katkıları olmuştur.
Araplar fethettikleri ülkeleri su kanalı şebe-keleriyle kaplamışlardır. Su çarkları, bentler ve pompalarla İspanya'ya bir sulama sistemi kazandırdılar. Şimdi çorak ve işe yaramaz olarak uzanan bütün arazî parçaları, zeytin ağaçlarıyla kaplıydı ve yalnız İşbiliye'nİn kenar mahalleleri, İslâm idaresindeyken, binlerce yağ fabrikası İle kaplıydı. Pirinç, şeker ve pamuk gibi belli başlı mahsûlleri, hemen hemen bütün meyveler ile ikinci üçüncü derecede önem taşıyan zencefil ve safran gibi bitkileri tanıttılar. Bakır, sülfür, demir ve civa madenlerini çıkardılar. İpek kültürünü, kâğıt ve diğer tekstil ürünlerinin, porselen, seramik, demir, çelik ve derinin üretimini yerleştirdiler. Kurtuba'nm gergefleri; Mürsiye'nin yünlü kumaşları; Gırnata, Elmeriye ve İşbiliye'nİn ipekleri; Toledo'nun çelik ve altın işleri ve Selibe'nin kâğıdı bütün dünyada aranıyordu. Malağa, Barselona, Kartagena ve Cadiz limanları, ithalat ve ihracatın büyük merkezleriydi. Refah zamanlarında İspanya arapları, gemi sayısı 1000'i geçen bir ticaret filosu kurmuşlardı ve Danube'de de temsilcileri ve fabrikaları vardı. Bizansla Karadeniz boyunca, ve doğu Akdeniz limanlarından Asya'nın içlerine, Afrika kıyısında Madagaskar'a kadar uzanan bir ticaret ağına sahiptiler.
"Onuncu yüzyılın ortalarında, Avrupa şimdiki Caffraria'nm durumundayken Ebul Kâsm gibi münevver Mağribliler, ticaretin esasları üzerine kitaplar yazıyordu. Ticarî teşebbüsü teşvik etmek ve seyahati kolaylaştırmak için hükümet eliyle, ilgili oldukları yerlerin ayrıntılı tasvirlerini ve diğer lüzumlu bilgileri İhtiva eden coğrafi sözlükler, planlar, haritalar basıyordu." (Emir Ali, a.g.e., 392-393).
Şüphesiz "İslâm entellektüel hürriyetin hâkimiyetini başlattı. Şurası açıktır kî İslâm, başlangıçtaki saf karakterini koruduğu sürece, entellektüel hürriyetin gayretli müttefiki, bilgi ve medeniyetin canlı koruyucu ve teşvikçisi olmuştur. Yedinci yüzyıldaki doğuşundan 17. yüzyılın sonlarına kadar İslâm, güç ve enerji bakımından bugün Avrupa'yı kapsayan eşdeğerli ilmî ve edebî bir ruhla doluydu. Bu, müslümanlan bir ilerleme dalgasında taşıdı ve maddî ve zihnî gelişmede çok üst bir dereceye çıkmalarını sağladı." (Emir Ali, a.g.e., 401).
"Araplar Azor adalarını keşfetmişlerdir. Hatta bugün, Amerika'ya kadar ulaştıklarına dair görüşler vardır. Eski kıtaların sınırları içinde, beşerî faaliyetlerin her sahasında eşi görülmemiş bir ilmî İnkişâf gösterdiler. Gramer, belagat, filoloji, coğrafya, 'örf ve âdetler' ve seyahatler hakkında yazdılar. Biyografi ve sözlükler topladılar. Tarihi tefekkür ve güzel şiirlerle dünyayı zenginleştirdİler. İlmî keşif-leriyle insanlığın bilgisine pek çok şey ilave ettiler. Felsefî tartışmalarla fikrî faaliyetlere hız kazandırdılar. Tarihçi Sedillot'un ifadeleriyle "Bu dönemde gördüğümüz, herbiri aklın muazzam faaliyetlerini gösteren geniş edebiyat, dehanın çok çeşitli ürünleri, fevkalâde değerli icatlar Arapların herşeyde bizim üs-tadlarımız olduğu görüşünü doğruluyor. Bizi bir yanda ortaçağ tarihi için hesapsız malzemeyle, seyahatnameler ve biyografik eserlerin mutluluğuyla, öte yandan eşsiz bir endüstriyle, düşünce ve fiileyatta muazzam bir mimariyle ve sanatta önemli keşiflerle donattılar."
Yine Emir Ali'den bir nakil yaparsak "Tıp ilmi ve cerrahi sanatı üst dereceye çıkarıldı. Araplar kimyevî eczacılığı icad ettiler ve şimdi dispanser denilen müesseseler kurdular. Her şehirde, harcamaları devlet tarafından karşılanan genel hastaneler, Darül Şi-fa'lar kurdular. Botanik çalışmaları için Bağdat ve diğer yerlerde bahçeler bulunuyor; buralarda öğrenciler eğitiliyor ve ilimde en ileri gidenler ders veriyordu." (History ofîhe Sa-racens, Yeni Delhi, 1981, sh. 461-463).
"Birûnî, güneşin, dünyanın ve ayın hareketlerini, ayın dünya çevresindeki, değişik safhalara yol açan hareketini, mevsimlerin dünyanın güneş çevresinde dönüşüyle nasıl oluştuğunu, vb. açıklamıştı. Ayrıca ayın dünyadan uzaklığını ölçmüş ve 11. yüzyılda yüzlerce şehrin enlem ve boylamını vermişti. Hemen hemen her ilim sahasıyla ilgili eserler verdi. Hepsinde ansiklopedik bilgiye sahip olduğu söylenirdi. Güneş ve ay tutulmalarını gösteren diyagramlar çizdi. Ayrıca pek çok maddenin özgül ağırlığını tesbiti, müslüman ilim adamlarının yeni âletler geliştirmek ve bilgi kazanmak konusundaki kaydadeğer başarılarını gösterir (H.M. Balyuzi, Muhammad and the Course of Mam, Oxford 1976, sh. 300).
"Ziraî üretimi arttırmak için, İslâm âleminde su depolarını, nehirleri ve dağlardaki kaynakları birbirine bağlayan kanallar ve kemerler inşa edilmişti. Şehir ve köylerin su ihtiyacı bunlarla karşılanıyordu. Su çarklarının kullanımını mükemmelleştirdiler. Böylelikle, varolan su kaynaklarına ulaşılarak şehirlerin içme su ihtiyacı ile tarımdaki sulama ihtiyacı gideriliyordu. Kanal sistemini de çok geniş sahalarda kullandılar. Bilinen bütün matematik hesapları ve mühendislik, yüksek dağlardan yeraltı kanallarıyla çöl yakınlarındaki ve yerel su kaynaklarından mahrum şehirlere su getiren bu sanatın hizmetindeydi." (Seyyid Hüseyin Nasr, Islamic Science, Londra 1976, sh. 213).
Bir başka yazar da şöyle diyor: Araplar kesinlikle yeni bir medeniyetin sahip olması gereken millete ve kuvvete sahip olmakla, farklı milletlere, kökenlere sahip insanları müşte-re bir gaye, iş ve anlayışta bir araya getirme potansiyel ve başarısında, ölçüsüzce zengin bir dil geliştirmekle övünrnelidirler. Daha önce bahsedildiği gibi müslüman ilim adamlarının önemli bir katkısı, labaratuvar tekniklerinin kullanılışı ve hesaplamaları kolaylaştıran âletlerin İcadıdır.
Optik ilmi, İslâm dünyasının hizmetkârları tarafından sebatla geliştiriliyordu. Bu sahada en önde gelen isim, Batılıların Alhazen olarak bildikleri İbnü'l-Heysem'dir. Roger Ba-conu (1214-94) büyük ölçüde etkilemiş olan el-Kindî'nin optik kitabı, İbnü'l-Heysem'in deney ve araştırmalarına başlayana ve ışık ve özellikleri hakkında yazana kadar, söylenmiş son sözdü. İbnü'l-Heysem fotoğrafçılığın ve temelde sinemacılığın ilk atası olması dolayısıyla alkışlanabilir.
Çünkü 'camera-obscura' prensibini ilk defa İbnü'l-Heysem, bir tutulma sırasında göstermiştir. Nedense, bir başka müslüman ilim adamının, Kemâlüddîn Farisî'nin (ölm. 1320) aynı prensibi alarak bir safha daha ileriye uygulaması 300 yıl almıştır. İbnü'l-Heysem'in optik üzerine çalışmaları, İslâm medeniyetinin hizmetkârlarının deney ve gözleme gösterdikleri artan dikkatin, bir başka canlı örne-ğirii oluşturur. Deneyleri için çeşitli mercek ve aynaları kullanan İbnü'l-Heysem, ışığın kırılması üstünde çalıştı. Atmosferik kırılmayla İlgili araştırmaları, atmosferin yüksekliğini ölçmesini sağladı. Eseri, Kİtabu'l-Me-nazir (Optik Kitabı) Batıda büyük etki yaptı.
"MS. 860 yılında, Mûsâ b. Şâkir'in, mekanik hakkında ilk kitabı yazan, yorulmak bilmez üç oğlundan bahsedildiğini duyuyoruz. Ve Mağribilerin İspanya'sı, İslâm'ın yenileyici gücünün gözkamaştırıcı bir örneğini oluşturuyor. Müslümanlar kin ve zulümle dolu Vi-zigotların vahşetinin ıssızlığında, bir bolluk ve huzur ülkesi kurdular. Yönetime müsamaha, eşitlik ve adalet getirdiler ve Endülüs'ün adaletli topraklarında kıtayı aydınlatan bir irfan feneri yaktılar. Siyasî yapılan, birikerek artan buhrana yol açtığında, bu parlak fener, dahilî düzensizlik ve anarşinin karanlığını delerek daha da parlıyordu. Hıristiyanların bölgeyi geri alması tamamlandığında ve geride Endülüs'ün sadece mimarî zaferleri kaldığında, bağnazlık, hoşgörüsüzlük ve engizisyon İspanya'ya hâkim oldu. Zafer dalgasıyla Hıristiyan fatihler el-Darado'larmı aramak için Atlantik ötesine yelken açtılar. Eski medeniyetleri yerle bir ederken büyük imparatorlukları İçin bölgenin zenginliklerini topladılar. Fakat İspanya bir daha asla Müslüman hâkimiyetinde eriştiği o zirvelere çıkamadı. Takibeden yüzyıllardaki gölgelenme iyi bir ders teşkil etmiştir. (H.M. Balyuzi, Muhammad and the Course of islam, sh. 287-317).
Profesör Hitti'nin ifadeleriyle "Yunan felsefesinin İslâm'la imtizacı bir Arapla (Kindî) başladı, bir Türkle (Fârâbî) devam etti ve doğuda bir İranlıyla (İbn Sînâ) sona erdi. (His-tory oftheArabs, sh. 371). Martin Plessner'e göre "Bu evrensel düşünürlerin ilklerinden biri, ünü batıda müthiş artmış ve otoritesi 17. yüzyıla kadar tartışılmamış olan fizikçi Ebu Bekr Muhammed b. Zekeriyya er-Râzî'dir (Rhazes in the West [865-925]). İslâmî ilimlerde rasyonalizmin öncülerinden biriydi. Çağdaşı Fârâbi'nin felsefe alanında olduğu gibi (Joseph Schacht ve E. Bosworth, The Legacy of islam, Oxford 1974, sh. 434-435).
Neredeyse, "(Emeviler döneminde) İmparatorluğun her şehri diğerlerini ilim ve sanat alanında geçmeye çalışıyordu. Dünyanın her tarafından, öğrenciler ve mütefekkirler, Arap hükemâsının söylediklerini dinlemek için Kurtuba, Bağdat ve Kahire'ye akın ediyordu. Kahire'nin Mu'izz İzzeddin idaresindeki yükselişi, Abbasî ve Fatımî halifelerinin öğrenme konusundaki himayelerine bir rekabet ruhu ekledi. Mu'izz'in ve sonraki üç halefinin hükümdarlıkları sırasında, ilim, yöneticilerin hususi ve iştiyakla koruması altında filizlendi. Kahire'nin serbest üniversitesi, Mu'izz tarafından kurulan Dar-ül Hİkme, 'Bacon'un ideallerini bir gerçeklikle önceden gerçekleştirmiştir.' Fez'in İdrisîlerİ ve İspanya'nın Mağribli idarecileri, sanat ve edebiyatta yarışmışlardır. Atlantik kıyılarından doğuda Hint Okyanusuna, hatta Pasifik'e kadar, müslümanların rehberliğinde ve onlardan ilham alan, felsefe ve öğrenimin sesi yankılanıyordu. Abbasi sarayı, Doğu imparatorlu-ğundaki hâkimiyetini kaybedince, bir zamanlar halifenin 'bölünmemiş cismânî' hâkimiyetinde olan bölgelerde yönetimi ellerinde tutanlar, ilim ve sanatı, yetki tacını kendisinden aldıkları Papa gibi, korumayı sürdürdüler. Bu muhteşem dönem mezhep imamlarının zaferlerine ve ilim ve hikmetle meşguliyetlerine karşı açık kıskançlığına rağmen, Bağdat'ın Moğol atlıları önünde çöküşüne kadar sürdü. Halifeliği deviren, medeniyeti tahrip eden vahşi saldırganlar, İslâm'a girer girmez, ilim ve öğrenimin şevkli muhafızı oldular.
"Memun'u, yaptıklarını sürdüren parlak bir sultanlar silsilesi takip etti. Onun ve haleflerinin zamanında, Bağdat Okulu'nun alâmet-i farikası, tüm basanlarına hâkim olan, gerçek ve kuvvetle vurgulanan ilmî bir ruhtu. Şimdiye kadar Avrupa'nın icadı ve tekeli diye bakılan 'parçadan bütüne varma metodu', müs-lümanlar tarafından mükemmel olarak anlaşılmıştı. "Bilinenden bilinmeyene ilerlerken, sadece deneye dayandığını kabul eden Bağdat Okulu/eskiden sebebe giderken bu fenomenin tam bir izahatını vermiştir. Bunlar müslüman büyüklerinin öğrettiği prensiplerdi. "9. yüzyıl Arapları" diye devam ediyor iktibas ettiğimiz yazar, "çok sonraları çağdaşların elinde en güzel keşiflerin aracı olan o verimli metoda sahiptiler."
"Maşallah ve Ahmed b. Muhammed en-Nehavendî, Arap astronomlarının en eskileri, Mansur devrinde yaşadılar. Ebû'l Ferec'in, devrin hârikası dediği Maşallah, usturlap ve halkalı küreler ve gökcisimlerinin hareketi ve yapısı üzerine, hâlâ bilim adamlarının hayranlığını uyandıran, çok değerli eserler telif etmiştir. Ahmed en-Nehavendî, kendi gözlemleriyle, el-Musta'mel adında, Yunan ve Hindularınkinden üstün bir astronomi tablosu hazırlamıştır.
Me'mun devrinde, Batlamyus'un Almagesû yeniden çevrildi ve düzeltilmiş tablolar, Send b. Ali, Yahya b. Ebi-Mansur ve Halid . Abdulmâlik gibi ünlü astronomlarca hazırlandı. Ekinokslar, tutulmalar, kuyrukluyudızla-nn görünüşü ve diğer gökyüzü olaylarıyla ilgili paha biçilmez rasatları ilme büyük bir katkıdır.
Kindî, muhtelif konularda 200 eser yazdı. Aritmetik, geometri, felsefe, meteoroloji, op-tİk ve tıp "çalışmaları" diyor Sedillat, "çok meraklı ve ilginç gerçeklerle dolu. Ebû Ma'şâr (Batıda Albumozar) gökyüzü olaylarında kendi Özel çalışmasını yaptı ve Zîc Ebû Ma'şâr (Ebu Ma'şâr'in tablosu) astronomik bilgide, belli başlı kaynaklardan biri olarak kaldı. Me'mun ve sonraki iki halefi zamanında filizlenen, Benu Musa Kardeşler'İn, kısmen güneşin ve diğer gökcisimlerinin ortalama hareketlerini hesaplamaya yönelik keşifleri, neredeyse Avrupa'daki en son keşifler kadar kesindir.
"Güneş ve ay tutulmalarıdaki sapmalar ile aym med-cezîre etkilerini, ellerindeki âletler gözönüne alınırsa, mükemmel bir hassasiyetle Ölçmüşlerdir. Ayrıca itidal noktalarının gerilemesini ve güneş yörüngesinin en uzak noktasını (Yunanlılarca hiç bilinmeyen hareketlerini) dikkate değer bir doğrulukla gözlemiş ve tesbit etmişlerdir.
Dünyanın büyüklüğünü, Kızıl Deniz sahilindeki bir seviyeyi ölçerek hesaplamışlardı. Bütün bunların yapıldığı çağda Hıristiyan Avrupa dünyanın düz olduğunu iddia ediyordu. Ebu'l Hasan, "Sonsuzlukların diyoptrilere bağlı olduğu tüp" dediği teleskopu keşfetmişti. Daha sonra bu tüpler, Maraga ve Kahi-re'de geliştirilmiş ve büyük bir başarıyla kullanılmıştı.
"Battânî'nin göründüğü zamanlarda, müslü-manlar, eskilerin kaba astronomisinden düzenli ve ahenkli bir bilime geçmişlerdi. Battânî, halefleri tarafından aşıldığı halde astronomlar arasında yüksek bir mertebeye sahiptir. Selâhiyetli bir yazar, onun Araplar arasındaki rolünün, Batlamyus'un Yunanlılar arasındaki rolüyle aynı olduğunu söylüyor. Latince'ye çevrilen astronomi tabloları Avrupa'da yüzyıllarca bu ilme temel oluşturdu. Fakat, astronomik ve trigonometrik hesaplamalarda kiriş yerine sinüs ve kosinüsü önerdiği için, matematik tarihinde daha iyi tanınmaktadır.
Mısır Fatımîleri devrinde Kahire, yeni bir ilim ve irfan merkezi oldu. Azizbillah ve Hâkim biemrillah zamanlarında, sarkacın ve onun salınımıyla zaman Ölçümünün mucidi, çağın dâhilerinden biri olan İbn Yunuf yetişti. Fakat o, daha sonraları Claudius Batlamyus'un çalışmasının yerine geçen Zîcü'l-Ek-ber el-Hâkİmî adlı çalışmasıyla meşhurdur. Astronom-şair Ömer Hayyam (M.S. 1079) tarafından İranlılar arasında Zîcî Mâlik Şah, Chrysococca'nın Syntax'ıyla Yunanlıların arasında, Nasİrüddîn Tûsî tarafından ez-ZîcÜl-İlhânî adıyla Moğollarda ve M.S. 1280'de, Çin'de, Co-Cheov-King'in Astro-zıom/'sinde çoğaltılmış ve yayılmıştır. Çin medeniyetine atfedilen şey, müslümanlardan ödünç alman ışıktır (Sedillot).
"Bu sırada, Batı Afrika'da da durgun değildi. Ceuta (Septe) ve Tangier (Tanca) ve Fas, Kurtuba, Seville (îşbiliye) ve Girnata'yla yarışıyor, üniversiteleri, dışarıya yetenekli profesörler ve öğrenimin her alanında, yorulmak bilmez müslüman zihninin gayretleriyle doğrulanmış çok sayıda çalışmalar gönderiyordu (Emir Ali, The Spirit of islam, sh. 371-379).
Gerçekten, Müslümanlar, bu dönemde, bilginin her dalında mükemmelleşmişlerdi. İbn Ebu Useybî'nİn biyografi eserindeki Arap fizikçilerin isimleri, bir cilt dolduruyordu. Ebu Bekr Muhammed b. Zekeriyyâ er-Râzî (Batıdan Rhazes) Ali b. Abbas Ebû Ali Hüseyin İbni Sînâ (Batıda Avicenna), Ebu'l Kasım Halef İbn Abbas (Batıda Albucasis), Abu Merman İbn Abdulmâlik İbni Zühr (Batıda Aven-Zoer), Ebu'l-Velid Muhammed İbni
Rüşd (Batıda Averroes) ve Abdullah b. Ah-ined b. Ali el-Baytar (Batıda 'veteriner' Aben-Bethar) dünyanın ilim ve fikir tarihinde kalıcı izler bırakan en parlak ve Öndegelen fizikçilerden bazılarıdır.
Yunanlılar kaba bir anotomi anlayışına sahiptiler ve eczacılık bilgileri dar bir anlayış ile sınırlıydı. Müslümanlar anatomiyi de eczacılığı da geliştirerek müsbet birer ilim hâline getirdiler. İlâçlar ile ilgili mevcut bilgiyi sayısız ve paha biçilmez katkılarla zengİnleştir-diler. Botaniği Dioscorides'in bıraktığı durumdan çok ilerilere götürdüler ve Yunanlıların herboloj isini, 2000 bitkinin eklenmesiyle aştılar.
ed-Demrî, Buffon'dan 700 yıl önce telif ettiği hayvanlar tarihi eseriyle meşhurdur. (Emir Ali, sh. 317-318).
Böylece İslâm ümmeti, kendi araştırma, gözlem ve deney örneğiyle, doğu, batı, kuzey ve güneyde, değişik kültürlerin insanlarına, fizik âlemin sırlarının nasıl keşfedileceğini ve çevrenin, insanlığın yaran için nasıl kullanılacağını göstermiştir. Gerçekten insanlık tarihinde, tabiî çevrede, hatta insanın 'nefsi'nde serpilmiş olarak bulunan fıtrî zenginliğin muhtelif yönleri üzerinde çalışmış ilim ve fen adamlarım tek tek saymak, ciltler tutacaktır. Pek çoğu, şu veya bu şekilde insanlık tarihinde hayırla yâd edilecek iz bırakmı şiardır.
Allah'ın Son Peygamberi ve RasûlÜ Muham-med @; âlemlerin Rabbi ve Hükümrânı tarafından, en mükemmel şekle sahip, insan problemlerini son ilahi vahyin ışığında akılla çözme kabiliyetinde, pratik bir biçimdeki son mesajını ilân etmek üzere gönderilmiştir. Kendi faydasına olarak insanın fizikî çevreyi kullanmasını ve işletmesini engellemeyen; aksine, bu hususta yol gösteren bu öğreti, sâde, anlaşılabilir, saplantılardan uzak, tatbik kabiliyeti olan bir hayat felsefesi ihtiva eder. Bu yapı iki temel prensip üzerine kurulmuştur: Birincisi, her ruh (can) Allah tarafından yaratılmıştır ve O'na dönecektir. İkincisi, her ruh ektiğini biçecektir. Bir başka ifadeyle, hiç kimsenin ameli (fiilî), bir kaza sonucu veya kader değildir. Ve hiç kimse, zoraki bir kuvvetle, cennet veya cehenneme sürüklenecek değildir. Herkes kendi mukadderatını, kendi hür iradesiyle çizdiğinden, sonuçta sorumluluk bilfiil kendisine aittir.
Hz. Peygamber @, hayatın evsafını yükseltmek, onun bilgisini kullanmak ve adaleti ikame için insanları Allah yoluna çağıran dinin bütün hikmetini şu güzel sözlerle özetlemiştir: "Rabbinize iman ve ihlasla ibadet ediniz. Size, salâh ve felah yolunu ve hakikatten saptıran şeyleri gösteren O'dur. Hoşunuza gitse de günahlardan sakınınız ve kötülüklere mâni olunuz. Çünkü bunlar sizi Rabbinizden uzaklaştırır. Rahman olan Yol Gösterici'nin emrini dinleyin ve itaat edin." (Nehcû'l-Belâga, Halife Hz. Ali'nin hutbeleri). Ayrıca Hz. Peygamber @'in şöyle buyurduğu da rivayet edilmiştir: "Ey Allah'ın kulları! Vazifelerinizi yerine getirin, çünkü onların ihmali zillettir. Yaptığınız İyilikler, ölüme giden yolu kolayca parçalar. Hatırlayın ki, her günah borcu arttırır, sizi bağlayan zinciri ağırlaştırır. Rahmet çağrısı gelmiştir, hakikat yolu apaçıktır. Size verilen emirlere uyun, yaşantınız sade ve mütevazi olsun. Sadakatle çalışın. Allah'a, işlerinizde yardım etmesi ve geçmiş günahlarınızı affetmesi için dua edin. Yaptıklarınızdan dolayı kendinizi hesaba çekin. Çünkü bu hesabı yapanlar büyük mükâfat alır, yapmayanlar da büyük kayba uğrarlar." (Nehcû'l Belâga).
"İnsanın çabaladığından başkasını alamayacağı ve aklını kullandığı şekilde yargılanacağı fikrine dayanan, insanın istek ve fiillerindeki serbest iradesi, Rasûlullah @ tarafından vurgulanmıştır. İslâm'da Allah'ın birliği (tevhİd) kavramı, üzerinde en fazla durulan tartışılmaz bir nastır. İnsanın ahlâkî sorumluluğuyla beraber, 'Allah'tan gelmek ve yine ona dönmek' inancı, herşeyin başlangıcı olan ilk sebebin varlığı anlayışına dayanır. İnsanın 'menşei ve sonu'yla ilgili vahyî bilgi herkes tarafından genel olarak kabul edilirken, bu varoluşun mahiyeti üzerine değişik görüşler ortaya atılmıştır. Aynı şekilde, ahlâkî sorumluluk sözkonusu olduğunda, insanın ferdî mesuliyetini ne şekilde yerine getirmesi gerektiği konusunda ihtilâfa düşülmüştür. Fakat sahip olunan güçlerin doğru veya yanlış kullanılmasının sorumluluğu hakkındaki görüşler çok az fark gösterir. İnsanlar temel kavramları kabul edip riayet ettikleri sürece İslâm, bu iki konudaki görüş ve değerlendirmede tam bir serbesti verir, son derece geniş ve mantıklı bakışaçısına izin verir. Bu yaklaşım yüzünden İslâm, düşünce çağından eylem çağma, inanç çağından akıl çağına, Hıristiyanlığın gerek duyduğu ara safha olmadan, derhal geçebilmiştir (Emir Ali, The Spirit of islam, sh. 423).
Rasûlullah @, daha geniş ve genel olarak, şeriatı da kapsayan tam bir din telakkisini tanıtmıştır. İnsanlık onu kabul ederek, maddeten ve ruhen bu nimetlerden istifadeye çağrılmıştır. Akıl ve fetânet dini olan bu inancın faydası hakkında hiçbir şüpheye mahal bırakılmamış, onun geniş kapsamlı görünüşü sunulmuştur.
Kur'ân-ı Kerîm'de Şeriatın taleplerini yansıtan şu ifadelere rastlarız. "Onlar ki gecelerini Rablerine secde ederek (O'nun huzurunda) ayakta durarak geçirirler. Onlar ki: 'Rabbi-miz, cehennemin azabını bizden öteye çevir, doğrusu onun azabı (insana sarılıp bir daha ayrılmayan) sürekli bir azâbdır' derler. Orası ne kötü bir karargâh ve ne kötü bir makamdır!" (25: 64-66). Yine, Şûra sûresinde., şu mealde bir âyeti okuruz. "O size, dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyetiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi şeriat (hukuk düzeni) yaptı. Şöyle ki: Dini doğru tutun (Allah'a birliğine iman edin ve O'nun gönderdiği hükümlere teslim olun. Hurafeler karıştırıp dini bozmayın) ve onda ayrılığa düşmeyin. (İşte Allah'ın gönderdiği bütün dinlerin temeli budur). Fakat kendilerini çağırdığın (bu) şey, Allah'a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendine seçer ve (O'na) yöneleni kendisine iletir." (42:13). Kur'ân, insanın manevî mecburiyetlerine şu sözlerle değinir "İşte onlara, sabretmelerinden ötürü mükâfatlan iki kere verilir; onlar kötülüğü iyilikle savarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (hayır yoluna) harcarlar. Boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve: 'Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size. Size selâm olsun (haydi hoşça kalın), biz câhillerfle sohbet etmey)i istemeyiz.' derler." (28: 54-55). Mâide sûresinde ise şu sözleri görüyoruz: "...İyilik ve takva üzerinde yardımlasın, günah ve düşmanlık üzerinde yar-dımlaşmaym. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir." (5: 2).
İnsanın dikkati, şu sözlerle tabiatın hârikalarına çekiliyor: "Güneşe ve onun aydınlığına andolsun. Onu takibettiği zaman aya andol-sun. Güneşi ortaya çıkardığı zaman gündüze andolsun. Onu örttüğü zaman geceye andolsun. Yere ve onu yuvarlayıp döşeyene andolsun. Nefse ve onu şekillendirene. Ona bozukluğunu ve korunmasını (isyanını ve itaatini) ilham edene andolsun ki; nefsini temizleyen iflah olmuş; onu kirletip örten ziyana uğramıştır." (91: 1-10).
Hayatın ahlâkî, ruhî ve siyasî bütün yönlerini kapsayan geniş kapsamlı öğreti şu sözlerle anlatılıyor: "...Ona hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, sizi de onları da biz besliyoruz. Kötülüklerin açığına da, kapalısına da yaklaşmayın ve haksız yere Allah'ın yasakladığı cana kıymayın. Düşünesiniz diye Allah size bunları tavsiye etti. Yetimin malına yaklaşmayın, yalnız erginlik çağına erişin-ceye kadar (onun malına) en güzel biçimde (yaklaşabilir, onu uygun tarzda sarfedebilirsi-nİz); ölçü ve tartıyı tam adaletle yapın. Bİz, kişiye gücünün yettiğinden fazlasını teklif etmeyiz. Söylediğiniz zaman da, akrabanız da olsa, adalet yapın ve Allah'a verdiğiniz sözü tutun. Hatırlayıp öğüt alasınız diye (Allah) bunları size tavsiye etti. İşte benim doğru yolum bu, ona uyun, (başka) yollara uymayın ki, sizi O'nun yolundan ayırmasın! (Azabından) korunmanız için (Allah) size böyle tavsiye etti." (6:151-153).
hrâ sûresinden: "(Seninle) akrabalığı olana, yoksula ve yolcuya hakkını ver, (malını gereksiz yere) saçıp savurma. Çünkü (gereksiz yere mallarını) saçıp savuranlar, şeytanlann kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür! ... El(ler)İni boynuna bağlanmış yapma, tamamen de açma, sonra kınanr, hasret içinde kalırsın... Bilmediğin bir şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan (o yaptığın kötü işten) sorumludur. Yeryüzünde kabara kabara yürüme. Çünkü sen yeri yırtamazsın, boyca da dağlara erişemezsin. Bunların hepsi kötü olan, Rabbi'nin katında hoş görülmeyen şeylerdir." (17:26-38). Ve yine Şûra sûresinden: "...İşleri, aralarında danışma iledir... Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman, (yardımlaşarak) kendilerini savunurlar. Kötülüğün cezası, yine onun gibi bir kötülüktür. Kirn affeder, barışırsa, onun mükâfatı Allah'a aittir. Doğrusu O, zâlimleri sevmez." (42:38-40)
Böylece Muhammed, Allah'ın en son ve mükemmel mesajını iletti, insanın ruhi mutluluğun en üst derecesine ve rakipsiz bir asaletin ahlaki mükemmel iğine, maddi hiçbir avantajı kaybetmeden ulaşabileceği bir mesaj. Mu-hammed bunu kendi denemeleri ve başarılarıyla gösterdi, kendinden önce ve sonra hiç kimsenin erişemediği bir ruhi ve ahlâki mükemmelliğe erişti. Kendisi sadakati, iyiliği ve adaleti deneyerek gösterdi, daha sonra, insanlık tarihinde ilk defa, inanç ve ifade özgürlüğünün, cesaretlendirildiği, herkes için ücretsiz ve tam bir adaletin yürütüldüğü, tüm insanların eşitliğinin vurgulandığı, deney ve özlemle araştırma yapma ve bilgi edinmenin yaygınlaştırıldığı yönetim ve haleflerin seçimi gibi siyasî sorunlarda şura prensibinin tanıtıldığı bir sistem kurdu. Arapların hayatının sosyal, siyasî, ahlâkî ve ruhî yönlerindeki inkılâbî değişiklikler, bir tek kişi tarafından, Hz. Muhammed @ tarafından getirilmişti. Böylelikle onlar, Rasûlullah'ın ardından, insanlık kültür ve medeniyetinin gelecekteki akışını etkilediler.
Râşid halifeler, halefleri Peygamber @ tarafından kurulan sistemi hayatın her sahasında aynen devam ettirdiler. Ayrıca iyilik, güzellik ve ihsanın hâkim olduğu bu asil sistemin sınırlarını Peygamber @'in vefatından sonra genişlettiler. Çok kısa bir zamanda batıda Atlas Okyanusu'ndan doğuda Sind, Kuzey Hindistan ve Hazar ile Karadeniz kıyılarına uzanan geniş topraklara yayıldı. Ülke sathında ırkî, kavmî, cinsî ve dinî yönden ferdin hürriyeti ve Kanunun hâkimiyeti kuvvetlendiriliyor, öğrenim ve araştırma devletin her vatandaşı İçin erişilebilir genel faaliyetler oluyordu. Siyasî tartışmalarda tam bir özgürlük vardı. Şûra prensibi idarî meselelerde tamamen tetbik ediliyordu. Hatta Peygamber @'in vefatından sonra halifelerin seçimi bile oybirliğiyle yapılmıştı. Bu, hem genel olarak karar vermekte, hem de hilafette, İslâm'ın siyasî alandaki temel prensibi olarak yerleştirilmişti.
Halifeler, Peygamber @ gibi muttakî ve faziletli bir hayat yaşadılar ve insanlığa iyilik ve adalet timsali ve ahlâkî, ruhî ve siyasî her yönden rehber oldular. Kanunu, diğer vatandaşlara uyguladıkları gibi kendilerine de uyguladılar. Şer'î hükümler her şeyin üstündeydi ve bu genel kuralın hiç istisnası yoktu. Halifeler, hâkimin önüne, herhangi bir vatandaş gibi şahit veya taraf olarak geldiklerinde hâkim tarafından hiçbir özel ilgi gösterilmezdi. Bu hususta halife Hz. Ömer ve Ali'nir misalleri iyi bilinir. Her vatandaş, Allah'ir hududları dahilinde tam bir özgürlük ve ser besiliğe sahipti ve kimse eleştirinin üstünde değildi. Halifeler alışılmamış bir şey yaptıklarında hemen eleştiriliyorlardı. Onlar da bı tür eleştiriye karşı herhangi bir hiddet ve hoşnutsuzluğa kapılmadan cevap veriyorlardı Aslında karar ve fiillerindeki herhangi bir hatanın düzeltilmesini teşvik ediyorlardı. Hej türlü idarî mesele, şûra heyetinin tavsiyeleriyle halife tarafından karara bağlanıyordu Peygamber @'in istişare prensibi, hulefa-: râşidîn zamanında çok iyi yerleştirilmişti.
İlmin yayılması için, her yerde, öğrenim müesseseleri açılmıştı. Medine öğretim merkez: idi. İnsanlar fethedilen beldelerden Medine'ye, Hz. Peygamber'in ashabından bilg: edinmek için geliyordu. Peygamber @'in vefatından sonra, uzun yıllar boyunca, ümmü'l-mü'minîn Hz. Aişe, ülkenin her yanından gelen âlimlere hadis, fıkıh, tefsir ve diğer konularda ders verdi. Aynı şekilde, Abdullah b Mes'ûd, Muaz b. Cebel, Ebu Derda, Abdullah b. Abbas gibi bilgili sahabeler de Kur'âr ve hadîs bilgileriyle insanlara çok faydalı oldular.
Böylece, İslâm'ın ilk devirlerinde, raşid halifeler siyasî ve manevî liderliği birlikte icrî ettiler. Dar ve geniş mânada, şeriat kuralların: yerleştirdiler. Müslümanlar onlara hem din: hem dünyevî konularda rehberlik talebiyle geliyorlardı. Ruh ve beden aynı kaynaktan ilham alıyor ve besleniyordu. Herşey İslâm: şeriatının icaplarına göre işliyordu. Müslümanlar, savaşta ve barışta, evde ve pazarda ruhî ve siyasî sorunlarda tam bir ahenkle çalıştılar ve anlaşmazlıklarında Kur'ân ve Sünnetin hakemliğine başvurdular. Bu harekeı tarzını manevî, siyasî ve iktisadî konularda tatbik ettiler. Böylelikle, Peygamber @'in emanetinin vârisleri ve halifeleri olarak mesuliyetlerini yerine getirdiler.
Fakat Emevi ve Abbasi dönemlerinde, idareciler hilafetin doğru yolunu, bilhassa siyasi davranışlarında, adım adım terkederek açıkça saltanat ve hükümdarlığı tesis ettiler. .
Arada bir bazı idarecilerin raşid halifelerin tavrını geri getirmeye çabaladıkları görülmüşse de, genel olarak geniş kapsamlı bir çözüm tatbik edilmedi. İdareciler siyasî meselelerde bildikleri gibi davranmaya başladılar. Kur'ân ve Sünnetin emirlerini sıkı bir şekilde takip etmediler. Sonuç olarak müslümanların liderliği iki parçaya bölündü. İdareciler ümmetin siyasî liderliğini üstlendiler, kanun ve düzenin korunmasından sorumlu oldular. Diğer yandan ruhanî liderlik halka dinî ve manevî konularda rehberlik eden muttaki ve faziletli âlimlere geçti.
İdareciler ruhî meselelerde bu yüksek ve asil rehberliği sağlamayı başaram adıl arsa da, genelde ümmetin sosyal sistemi yüzyıllar boyunca millet-i İslâmî'nin değerlerini, akidesini ve fevkalâde vasfını yansıtmayı sürdürdü. İdareciler arada bir heva ve heveslerini tatmin için adliye sistemine ve muhakemeye müdahaleye yeltenmişlerse de, şeriatın bütünlüğü ve üstünlüğü kadılar tarafından korunmuş ve manevî liderlik genelde şahsî tesir ve nasihat yoluyla siyasî liderler üzerinde kanunun elini kuvvetlendirmeye yardım etmiştir.
Fakat, ilmî sahadaki gelişmeler sonraki yıllarda büyük coşkuyla devam etmiştir. Allah'ın Kelâmı, tabiatın tüm çevreye yayılmış harikaları üstünde düşünen, araştıran, çalışan ve onlardan insanlığın yaran, kültür ve medeniyetin zenginleşmesi için faydalanan müslü-man fikir ve ilim adamlarının gayretleriyle tümüyle anlaşılmaya başlanmıştır. Çalışmalarıyla ilim ve fende ufuklar açtılar. İnsanlığa tecrübî metodu kazandırdılar. Modern teknoloji devriminin öncüsü oldular ve varolan bilgiyi daha zirvelere çıkararak yeni ilimler kurdular. Bu katkı ve buluşlarla bilgiyi zenginleştirmenin yanısıra hakikat yolunda gözlem ve deneyin önemini vurgulayarak onun tamamen soyut ve entellektüel yön ve eğilimini değiştirdiler.
Müslüman ilim adamları bu harikulade dünyanın yaratılmasında ve devamında, Yaratıcı-nın rolünü vurguladılar. Zemahşerî, Alâk suresi tefsirinde, Allah'ın insan üzerindeki nimetlerini, ilim ve fennin insan hayatındaki önemini çok güzel özetlemiştir: "Allah insana bilmediğini öğretti ki bu O'nun rahmetinin büyüklüğünü doğrular. Çünkü o kullarına bilmediklerini öğretti. Ve O, onları cehaletin karanlığından bilginin aydınlığına çıkardı, onlara yazı bilgisinin hesapsız nimetlerini gösterdi. Çünkü ondan yalnız Allah'ın bildiği büyük iyilikler kaynaklanır ve yazı bilgisi olmadan başka hiçbir bilgi (Um) kavranamaz, ne fenler sınırlar içine alınabilir, ne eskilerin tarihine erişilebilir ve söyledikleri kaydedilebilir, ne açık kitaplar yazılabilir, -eğer bu bilgi olmazsa- ne de din ve dünya işleri (umûr-i'd-din ve'd-dünyd) düzenlenebilir.
Müslümanlar, 13. yüzyılda Bağdat'taki merkezî siyasî otorite alaşağı edilene ve ilerleme duraklayana kadar, dehşetli bir kuvvet ve maneviyatla dünyaya hâkim olmayı ve diğer toplulukları etkilemeyi sürdürdüler. Sonraları kuvvetlerim yeniden topladılar ve 17. yüzyıla kadar, öncekinden daha düşük bir derecede de olsa,, bilhassa İspanya, Mısır ve Türkiye'de, etkilerini sürdürdüler. Fakat liderlikleri hem ruhî hem siyasî olarak zayıfladı. Toplumdaki üretkenliği teşvik ve cesaretlendirmek için lüzumlu rehberliği sağlayamadı. Eğitim ve öğretim modelleri, bilginin, eski ve tekrarıyla sınırlı kaldığı için, gerilemeye başladı. Âlim ve mütefekkirleri genelde bu çeşit öğrenimle meşgul oluyorlardı. İlim ve fennin yeni sahalarında araştırma yapmak terkedilmişti veya doğru dürüst takip edilmiyordu. Öğrenmeyi teşvik eden saikler zayıflıyor ve bir zamanlar müslümanların sahip olduğu şey, orijinalliğini ve kalitesini kaybediyordu.
Bu durum, ilim ve fennin gerçek ruhuna Kur-tuba, îşbiliye, Gırnata, Toledo ve Mısır gibi öğrenim merkezlerinde erişen ve kendi üniversitelerinde yaratıcı eserler veren Batilılar-ca devralmana kadar sürdü. 19. yüzyılın ortalarında Batılılar, dünyanın çoğunluğunun siyasî kontrolünü bile, neredeyse müslüman-lardan almışlardı.
BuTada, Kur'ân-ı Kerîm'de adetullah veya sünneîullah olarak ifadesini bulan, bir milletin lehinde veya aleyhinde olmayan "âlemşümul tabiat kanunu"ndan söz edilebilir. Müslümanlar ilim ve fendeki orijinallik ve yaratıcılıklarını muhafaza edemedikleri için, zamanın talep ve tazyikine dayanamadılar ve siyasî hakimiyetlerini kaybettiler. Güç ve hâkimiyetin elde çıkmasıyla, diğer sistemleri de çöküşe başladı.
Bu bölüm Ünal Çağlar ve Bedri Çarsancaklı tarafından çevrilmiştir.
Hz. Muhammed @'in bilgiyi elde etme hususundaki teşvikleri ile Araplar çeyrek yüzyılda zamanlarının ilim ve fenninde söz sahibi hâline gelmişlerdir.
O'nun İnsan düşünce ve felsefesme en büyük katkısı, kişinin çevresindeki maddî âlemden, nefsinden, tarihten ve bütün tabii hâdiselerden eleştirel bir gözlemci olarak faydalanması gerektiğini vurgulaması olmuştur. Böylece tabii bilimler alanında tecrübî metodların kapısını açmıştır. O'nun takipçileri ise bu metodu uygulayıp geliştirerek Avrupalılara ulaştırmışlardır. Sonraki yüzyıllarda Avrupalılar da bu metodu en yüksek boyutlarına çıkarmışlardır.
Sosyal bilimler sahasında, insanlığın itibarını yüceltmiş ve evrensel kardeşliğin ve bütün insanların eşit olduğu hakikatinin önemini belirtmiştir. Erkeğiyle, kadınıyla insanların hayatın her alanında eşit haklara kavuşmasını temin etmiştir. Bu eşitlik, hürriyet ve kardeşlik öğretisi daha sonraki yüzyıllarda Avrupa'da, İngiltere'de, Amerika'da ve dünyanın diğer bölgelerinde ortaya çıkan hayatın değişik veçheleri ile ilgili insan hakları hareketlerinin öncüsü olmuştur.
Siyasî sahada, devlet işlerinin şûra ile yürütülmesini, devletin hem iç meselelerinde hem de uluslararası ilişkilerinde kanun hakimiyetinin lüzumunu öngörmüştür.
İnsanın tefekkür, hayata ve meselelerine bakış tarzının yönünü değiştiren bizzat Hz. Mu-hammed @'dır. "İdeal" ile "gerçeği" ve ta-savvuri ve hayalî olanla "müşahhas"ı pekiştirmiştir. Dr. Muhammed İkbal'in ifadesiyle: "İlim somut (müşahhas) olanla başlamalıdır. İnsan zihninin somutu aşmasını mümkün kılan şey İnsan zihninin somutu kavraması ve onun üzerinde iktidar elde etmesidir." Hz. Muhammed @ getirdiği bu din ile insanoğluna kâinat ile ilgili dinamik bir anlayış kazandırmış ve ona yıldızlar ve gökler âleminin ötesine ulaşan fırsatlar bahsetmiştir (5: 33).
Hz. Muhammed @ 'in insan düşünce ve felsefesine en büyük katkısı, kişinin çevresindeki fizikî âlemden, nefsinden, tarihten ve bütün tabii hâdiselerden eleştirel bir gözlemci olarak faydalanması gerektiğini vurgulaması olmuştur. Hz. Muhammed @ insanoğlunun tabii güçleri işleyip işleterek onlardan faydalanması için fizik dünya ile ilgili gözlemlerde bulunmasının büyük Önemini belirtmiştir, Kur'ân-ı Kerîm, insanın dikkatini tabiatın müşahadesine çeken pekçok âyetle doludur: "Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün birbiri ardınca gelmesinde elbette aklıselim sahipleri İçin ibret verici deliller vardır. Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler: 'Rabbimiz! (derler) Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen yücesin, bizi ateş azabından koru!'." (3: 190-191). Allah'ın halkettiği bu harikulade dünya akıllı bir kişiyi insanoğlunun hiçliğine ve Yaratıcısının büyüklüğüne ve kudretine kolaylıkla ikna eder: "Göklerin ve yerin hükümranlığını, Allah'ın yarattığı her şeyi... düşünmüyorlar mı?" (7: 185).
İnsan şu sözlerle, Rabb'inin yarattıklarını tefekküre davet edilmektedir: "Allah odur ki gökleri, görebileceğiniz gibi direk olmadan yükseltti, sonra Arş üzerine istiva etti (bütün mülkünün, bütün yaratıklarının tahtına, yani yönetimine hâkim oldu, herşeyi düzenleyip yönetti), güneşi ve ayı iradesine boyun eğdir-di. Hepsi belli bir süre için akıp gitmektedir. (Yaratma) işi(ni) düzenler, âyetleri açıklar ki, Rabb'inizle karşılaşacağınıza kesin olarak manasınız. O'dur ki arzı uzattı, orada sabit dağlar ve ırmaklar var etti, orada bütün mey-valardan iki çift yarattı. Geceyi gr.ıdüzün üzerine Örtüyor. Şüphesiz bunda dü; anen bir toplum için âyetler vardır. Arzda birbirine komşu kıt'alar (toprak parçalan), üzüm bağlan, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır; bunların hepsi bir su ile sulanır ama ürün(lerin)de bunları, birbirinden üstün yapıyoruz. Şüphesiz bunda, aklını kullanan bir kavim için âyetler vardır." (13: 2-4).
Daha sonra insanoğluna, Allah'ın okyanusları, denizleri ve yeryüzünü yaratışı hakkında düşünmesi tavsiye edilmiştir: "O, denizi de (hizmetinize) râm etti ki ondan taptaze et yi-yesiniz ve ondan giyeceğiniz süsler çıkarası-nız. Görüyorsun ki gemiler, denizi yara yara akıp gitmektedir. (Bütün bunlar) Allah'ın lûtfunu aramanız ve O'na şükretmeniz içindir. Sizi sarsar diye arza ağır baskılar attı, ırmaklar ve yollar (yarattı) ki doğru yolu bulaşınız (amaçlarınıza eresiniz). (Yol bulmak için yararlanılacak) işaretler de (yarattı). Onlar yıldız(lar)la da yol bulurlar. Yaratan, yaratmayan gibi midir? (Hiç bir şey yaratamayan o putlar, bunca varlıkları yaratan Allah'a denk tutulur mu?) Hİç düşünmüyor musunuz? Eğer Allah'ın nimetini saysanız, sayamazsınız. Doğrusu Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (16: 14-18).
Hayvanlar âleminden ise sütün oluşumu hadisesine insanoğlunun dikkati çekilmiştir: "Hayvanlarda da sizin için ibret (alınacak dersler) vardır. Onların karınlarından, fers (yani sindirilmiş gıdalar) ile kan arasından (çıkardığımız) hâlis, içenlere (içimi) kolay süt içiriyoruz." (16: 66).
Dillerin, ırk ve renklerin çeşitliliği de âyetlerdendir: "O'nun âyetlerinden biri de, göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda, bilenler için ibretler." (30: 22).
Yağmurda ve şimşekte de âyetler vardır: "O'nun âyetlerinden biri de, size, korku ve Ümit vermek için şimşeği göstermesi, gökten bir su indirip onunla, ölümünden sonra yeri diriltmesidir. Şüphesiz bunda, aklını kullanan bir toplum için ibretler vardır." (30: 24). Ve Fâtır Sûresinde de şu mealde iki âyet yer almaktadır: "Görmedin mi, Allah (nasıl) gökten su indirdi de, onunla renkleri çeşit çeşit mey-valar çıkardık. Dağlardan (geçen) beyaz, kırmızı, değişik renklerde ve simsiyah yollar (yarattık). İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da yine böyle türlü renkte olanlar var. Kullan içinden ancak ilim sahipleri Allah'tan (gereğince) korkar. (Çünkü O'nun yaptıklarmdaki incelikleri öğrendikçe onların Allah'a karşı saygıları artar). Şüphesiz Allah daima üstündür, çok bağışlayandır." (35: 27-28).
Yaratış sanatı ile, "Taneyi ve çekirdeği yaran şüphesiz Allah'tır, ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkarır. İşte Allah budur, nasıl yüz çevirirsiniz." (6: 95).
Kur'ân insanoğlunu kendi yaratılışını düşünmeye de davet etmektedir: "O'nun âyetlerinden (sonsuz gücünün işaretlerinden) biri, sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra siz, (yeryüzüne) yayılan insan(lar) oluverdiniz." (30: 20). En'am Sûresinde şu mealde bir âyet yer almaktadır: "Odur ki sizi bir tek nefisten inşâ etti. Sizin için bir kalış ve bir emanet olarak konuluş yeri ve süresi vardır. (Yani siz bir süre babaların belinde kalacak ve sonra da bir emanet olarak annelerin rahmine konulup bir süre orada duracaksınız. Yahut sizin yeryüzünde bir kalış ve toprağın altına konuluş yeriniz ve süreniz vardır.) Gerçekten biz, anlayan bir toplum için âyetleri geniş geniş açıkladık." (6: 98).
Hacc süresindeki âyette ise şöyle buyurul-maktadır: "Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten şüphede iseniz (bilin ki) biz sizi (önce) topraktan, sonra nutfe(sperma)dan, sonra alâka(embriyo)dan, sonra yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gösterelim. Dilediğimizi belirtilmiş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz; sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz. Sonra güç {ve kabiliyetlerinize ermeniz için (sizi büyütüyoruz). İçinizden kimi (henüz çocukken) öldürülüyor, kimi de ömrün en kötü çağma (ihtiyarlığa) itiliyor ki, bilirken bir şey bilmez hâle gelsin (çocukluğundaki gibi vücutça ve akılca güçsüz bir duruma düşsün). Yeri de kurumuş, ölmüş görürsün. Fakat biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabarır ve her güzel çiftten bitirir." (22: 5).
Bir başka âyette de çocuğun doğumundan bahsedilmekledir: "Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. (O), dilediğini yaratır. Dilediğine dişiler bahşeder; dilediğine de erkekler bahşeder. Yahut onları çift yapar: Hem dişi, hem erkek (verir). Dilediğini de kısır kılar. O, her-şeyi bilendir, (her şeye) herşeye gücü yetendir." (42: 49-50).
İnsanoğlu geçmiş atalarının tarihinden ibret almaya da davet edilmektedir: "Yeryüzünde gezmediler mi ki kendilerinden Öncekilerin sonunun nasıl olduğuna baksınlar. Onlar, kendilerinden daha güçlü idiler; (sular, madenler çıkarmak, ekin ekmek, ağaç dikmek için) toprağı (kazmış) alt-üst etmişler ve onu, bunların imar ettiklerinden daha çok imar etmişlerdi. Onlara da elçileri, delillerle gelmişti. Demek ki, Allah onlara zulmeder değildi. Fakat onlar, kendi kendilerine zulmediyorlardı." (30: 9). Yusuf sûresinde şu âyet vardır: "...Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden Önce geçenlerin sonlarının ne olduğunu görsünler. Ahiret yurdu Allah'a karşı gelmekten sakınanlar için hayırlıdır. Akletmez misiniz?" (12: 109). Mümin sûresinde konu ile ilgili şu âyetler vardır: "Yeryüzünde dolaşıp^ kendilerinden önce ve kendilerinden daha kuvvetli olan ve yeryüzünde daha çok eser bırakan kimselerin sonuçlarının nasıl olduğunu görmezler mi? Allah onları suçlarıyla yakalamıştır. Allah'a karşı onları koruyan yoktur. Bu, kendilerine açık belgelerle gelen peygamberlerini inkâr etmelerinden ötürüdür. Allah da onları bunun için yakalamıştır. Doğrusu O kuvvetlidir, cezalandırması da şiddetlidir." (40:21-22).
Bu ve benzeri pek çok Kur'ân âyeti, insanın tabiattaki cismanî güçlere (afak), kendi iç dünyasına (enfüs) ve tarihe mülefekkirâne nazarlar atfetmesini teşvik etmekte ve Allah'ın yaratıklarının harikuladelikleri ve esrarı üzerine düşünmesini hatırlatmaktadır.
Hayatın bütün somut gerçeklerinin eleştirel bir tarzda gözlenmesi, insanın bütün fizikî ve tabiî hâdiseleri inceleme ve araştırma konusundaki melekelerini gerçek manada geliştirmesi İçin uyarı vazifesi gördü ve ilmî esasa dayanan gözlem, deney ve analizlere tedricen kapı açtı; bu da sonunda modern bilimi ve teknolojik gelişmeyi doğurdu.
Bu suretle Hz. Muhammed @, Allah'ın ilk insanı yarattığında ona öğretmiş olduğu eşyanın bilgisini, mükemmelleştirmiş oldu: "Ve Adem'e bütün isimleri öğretti. Sonra onları (eşyayı) meleklere sunup: 'Haydi, doğru iseniz onların isimlerini bana söyleyin' dedi. Dediler ki: 'Sen yücesin (yâ Rab); bizim, senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. Şüphesi/ sen bilensin, hakimsin (her şeyin içyüzünü bilen, her şeyi yerli yerince yapansın). (Allah) dedi ki: 'Ey Âdem, bunlara onların isimlerini haber ver'. (Âdem), isimlerini söyleyince (Allah): 'Ben size, ben göklerin ve yerin gayblarını bilirim, sizin açıkladığınızı ve içinizde gizlediğinizi bilirim, dememiş miydim?'dedi." (2: 31-33).
"Ve Âdem'e bütün isimleri öğretti..." derken esma (isimler) kelimesinin kullanılması çok anlamlıdır. İsim insanların eşya için bîr ad sistemini, bilim veya bilimlerin terminolojisini temsil eder; pek çok sahadaki bilgi, ilim veya bilimin sistematik olarak adlandırılışını ve tasnifini temsil eder... Gerçekte isim, insan zihninin dünyadaki eşyayi vasıtasıyla anladığı ve kavradığı adlar anlamına gelir. Ve insanın eşya hakkında sahip olduğu bütün bilim ve malumat yığını gerçekte onlara ad verebilme kabiliyeti üzerinde temellenmiştir. Böylece Allahu Teâlâ, Âdem aleyhisselâma bütün isimleri (esma) öğrettiğinde, ona arzdaki bütün eşya ve hâdiselerin temel bilgisini bahşediyordu. Allah'ın bu müstesna nimetinden faydalanmak ve kâinat hakkındaki bu bilgiyi değerlendirmek Âdem'e ve onun gelecek nesillerine bırakılmış bir haktır. Ayetin son kısmı insana sadece seçme hürriyeti ve bağımsız düşünme ve karar verme melekesi değil, aynı zamanda dünyanın fizikî güçlerinin kullanılmasında kendisine yardımcı olacak bir bilgi zenginliğinin de verildiğini teyid etmektedir. Bu durum, insanın, Allah Elçisinin rehberliğine uyarak melekelerini hikmet ve adalet çerçevesinde kullanması şartıyla, kötülükten ziyade iyilik yapma kabiliyetine sahip olduğunu gösterir.
Kur'ân'ın bu âyeti açıkça göstermektedir ki ilk insan olan Âdem'e bu dünyadaki herşeyin temel bilgisi ve kâinatın potansiyel kaynaklarını kendi yararına işletme ve kullanma kabiliyeti verilmiştir. Bu da, insanın diğer yaratılmışlar karşısındaki üstünlüğü, sahip olduğu bilgiye ve onu fizikî âlemin sırlarını çözmede kullanabilme kabiliyetine bağlıdır. Bu dünyadaki bütün tabiat güçleri üzerinde kâinatın sırlarının bilgisi gibi bîr vasıta sayesinde insan, eşref-i mahlûkat konumuna yükselmiştir ki, bu durum burada esmanın (isimlerin) bilgisi olarak adlandırılmaktadır. Ve bu bilgi onu bütün diğer mahlûkata Üstün kılmaktadır. Bilenlerle bilmeyenlerin bir olmadığı yine Kur'ân âyetiyle sabittir (39: 9). Ve bu hakikat ancak ilim sahiplerince anlaşılabilir (29: 43). Kur'ân, cahillere Hakikat'i biliniyorlarsa onu ehli kitaptan sormalarını tavsiye etmektedir (16: 43), Şüphesiz, gerçekler, Hakk ve herşeyin hikmeti yalnızca ilim sahiplerince algılanabilir. Böylece Hz. Âdem'in Allah lûtfu olan ilim zenginliği vasıtasıyla bu dünyada çok önemli bir rol oynama kaderine sahip olduğu açığa çıkmaktadır. Bu müstesna Nimet'ten Rahman sûresinde şöyle bahsedilmektedir: "(Allah) Kur'ân'ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyânı (konuşup düşüncelerini açıklamayı) öğretti." (55: 2-4). Allah insanı yarattı ve onu zeka. konuşma, ifade gücü, eşyalar arasındaki ilişkilerin tabiatını ve önemini düşünme, tefekkür etme ve anlama kapasitesi gibi rehberlik unsurları ile donattı. İnsanoğlu doğruluk ve adaletle doğru sonuçlara varma idraki ve vicdanı ile de mücehhezdir. Bu ilim zenginliği, geniş manada, insana Allah'ın yaratıklanı-nm ekseriyeti üzerinde kontrol imkânı verir.
Bu hakikat, Hz. Muhammed @'e gelen ve onu okumaya ve bilgi edinmeye teşvik eden ilk Vahiyle de teyid edilmiştir: "(Ey Muhammed!) Yaratan, Rabbinin adıyla oku. O insanı alâktan (kan pıhtısı biçimini alan embriyodan) yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir. O (insana) kalemle (yazmayı) öğretti" (96: 1-5). İnsanın topraktan olması, Rabb'ine yaklaşmasına engel teşkil etmemektedir. Ona bir ilim zenginliği ve irade hürriyeti verilmiştir; bu sayede zihnî, ahlâkî, ruhî ve ilmî sahalarda yüceliklere ulaşabilir. İnsanoğlu fizik dünya ile ilgili olarak her an sahip olduğu bilginin daha üstününe ulaşabilecek bir ölçekte bilgi edinme kabiliyetine sahiptir, ve bu kabiliyet onu daima kâinatın tabiî kuvvetleri üzerinde kontrol elde etmek için çaba göstermeye iter. Yukarıda bahsedilen âyetlerde geçen (2; 31-33) Allah vergisi bu kabiliyeti İnsan, Allah'ın arzında kullanmaktayken, Hz. Muhammed @'ın gelişi ile bu kabiliyetin kullanılabilme kapasitesi en üst noktasına ulaştı. Hz. Muhammed (2)'in risaleti, insanoğlunun ilmî sahada daha ilerilere gitmesi ve bu yolda büyük mesafeler katetmesini sağlayan yeni ve güçlü bir saik oluşturdu; tesiri kısa zamanda görülen teşvikler getirdi.
Risalet ve peygamberlik vazifesinde Hz. Muhammed @'e gönderilen ilk vahiy yukarıda meali verilen âyetlerdir (96: 1-5). İlk vahyin mahiyeti bir bakıma, insan hayatında bilginin Önemini göstermektedir. Rasûlullah @'e "oku" diye emredilerek aynı zamanda atası Hz. Âdem @'e Allah tarafından bahşedilen bilgiyi edinmesi de istenmiştir. Bu âyette kullanılan "kalem" kelimesi semboliktir; çünkü bütün bilgiler yazı vasıtasıyla kaydedilir ki, bu 1. ve 3. âyetin başındaki sembolik "oku" çağrısını açıklar. İnsanın düşüncelerini, tecrübelerini ve duygularını kişiden kişiye, nesilden nesîle, ve bir kültürel çevreden diğerine yazılı kayıtlar vasıtasıyla aktarabilme şeklindeki özgün kabiliyeti, bütün insanlık bilgisinin birikimini sağlar. Bu Allah vergisi kabiliyete bağlı olarak, her insan beşeriyetin sürekli bilgi birikimine şu ya da bu yolla katılımda bulunduğundan, bir fert tek başına bütün eşyanın ismini bilmese de -ve bu mümkün de değildir- insanoğlundan "Allah tarafından (isimler) öğretilen" olarak bahsedilmektedir. Bu insanın kendisini biyolojik bir varlık olarak yaratan ve ona bilgiyi elde etme istek ve kabiliyeti veren Allah'a olan mutlak bağımlılığının güçlü vurgusu, son kez, son üç âyette tekrarlanmaktadır. Ayrıca, Allah'ın insana "öğretmesi" O'nun vahiy eylemini de ifade eder ki Hz. Peygamber @ vasıtasıyla ulaşan bu vahiy olmasa hakikatlere ve ahlâkî bir modele yalnızca insanoğlunun tecrübe ve mantığıyla asla ulaşılamaz; bu âyet işte böylece İlahi Vahiy hadisesini de ihtiva eder. (Muhammed Esed, The Message of the Quran, sh. 963-964). Nihayet, bu "öğretme", Allah'ın insana İlk atasından itibaren fıtratına yerleştirdiği bilgi kapasitesine (2: 31-33) atıf da olabilir.
Konuya bakış açımız ne olursa olsun, aynı sonuca ulaşmaktayız: İnsanoğlu fizik âlemde gerçekleştirdiği soruşturma, gözlem ve deney yoluyla derin ve ayrıntılı ilim elde etme ve üstün sonuçlara ulaşma kapasitesi ile donatılmıştır; üstelik bu kapasite ve zihnî güç Hz. Muhammed @'in ellerinde olağanüstü bir teşvike de kavuşmuştur. İnsanoğlu amacına doğru çok yavaş bir şekilde ilerlemekte idi ve fizik dünyanın sırlarının derinine pek fazla inememişti. İnsanoğlunun kafası Helenistik fikir karmaşası ve felsefî teorileri ile meşgul edilmiş, karışık bir haldeydi; ve insanoğlu kendisini her yönden saran maddî üst yapının bilgisi konusunda fazla ilerleyememişti. İnsan zihnini keskinleştiren ve İnsanî yetenekleri tabiatın fizikî güçlerine doğru kanalize edip insanoğluna bütün bu güçlerden sorumlu olduğunu ve kendi faydası için onları kullanmanın meşru, ahlâkî ve toplumsal vazifesi olduğunu hatırlatan Hz. Muhammed @ olmuştur. İnsanoğlu ayrıca doğru kanaatlere ulaşabilmesi için Allah'ın yarattığı harikuladelikler üzerinde tefekkür ve tedebbür etmeye de davet ve teşvik edilmiştir. (Ayrıca bkz.. Sfret Ansiklopedisi, c. I, bölüm 2).
İnsanoğlunu Yunanhlar'ın karmaşa ve felsefî düşüncelerinden çıkarıp onu bilginin her sahasında pratik gözlem ve deney yoluna sokan ve böylece ilk insan Âdem @'e verilen es-ma'mn (isimlerin) temel bilgisinin mükem-melleştirilmesini sağlayan hâdise Hz. Muhammed @ tarafından gerçekleştirilen mucizedir. Rahman sûresinin şu âyeti işte böylesi bir teşvik unsurudur: "Ey cinler ve insanlar topluluğu! Göklerin ve yerin bucaklarından geçip gitmeye gücünüz yeterse geçin gidin. Ancak kudretle geçebilirsiniz." (55: 33). Bu âyet insana, eğer gerçekleştirebilecek güce kavuşursa dünyanın ve göklerin sınırlan ötesine varmak yolunda önündeki sınır ve engellerden kurtulması için açık bir davettir. Hz. Muhammed @'in gelişinden önce bu fikir insanoğluna ilham edilmiş değildi. Gerçekleştirilmesinden 14 asır önce bu inkılâbı fikirleri ortaya çıkaran ilk kimse Hz. Muhammed @'dir. Kur'ân insanın faaliyet sahasının her cihetinde soruşturma, araştırma ve çalışma ruhu doğuran ve her fikrin doğruluğunu onu kabul etmeden önce araştırarak tasdiklemeyi teşvik eden inkılâbçı fikirlerle doludur; Öylesine ki Tevhid ve Ahiret kavramları bile inananların meraklarını tatmin için aklî ve mantıkî olarak açıklanmıştır.
İnsanoğlunu eski soyut felsefe ve irrasyonel dünyadan modern mantık, gözlem ve deney dünyasına; peşin hükümlü, ısmarlama yargı, seçim ve hareket tarzı çağından mantık ve eleştirel düşünce çağına taşıyan ve tarihin başlangıç devirlerinden gelen ruhî kuvvetin rasyonel olmayan bilinç şekillerine dönüşmesi hadisesini önleyen kimse Hz. Muhammed @'dir. Dr. Muhammed İkbal'in ifadesiyle: ''İslâm Peygamberi antik ve modern çağ arasında yer alıyor gibidir. Vahiy söz konusu olduğunda artık dünyaya aittir; vahyin mesajı ve taşıdığı ruh söz konusu olduğunda ise modern dünyaya aittir. Hayat, yeni yönüyle uyumlu diğer bilgi kaynaklarını, O'nunla keşfeder. İslâm'ın doğuşu kıyascı anlayışın da doğuşudur. İslâm'da peygamberlik (sona er-dirilme-ortadan kaldırılma) gereği keşfedilecek derecede mükemmeliyete ulaşmıştır. Bu, hayatın birbirini takip eden zincirler (peygamberler zinciri) şeklinde devam edemiye-ceğinin ve insanın kendi-öz idrakinin tamamen farkına varabilmesi için sonunda yalnızca kendi kaynaklarıyla başbaşa kalması gerektiğinin kesin bir biçimde algılanışıdır. Saltanatın ve ruhbanlığın İslâm'da yerinin olmayışı ve Kur'ân'da sürekli mantık ve tecrübeye başvurulmasının öngörülmesi ve insan bilgisinin kaynakları olarak tabiat ve tarihin öneminin sürekli vurgulanması bu aynı ölümlülük fikrinin değişik veçheleridir.
Ancak, bu fikir nitelik olarak Hz. Muhammed @'e yaşadığı tecrübeden hiç de farklı olmayan mistik tecrübenin hayatî bir gerçek olarak varlığını artık sürdürmediği*'anlamına gelmez. Gerçekte Kur'ân hem enfüs'ü (kendi) ve hem de afak'ı (âlem) bilginin kaynaklan olarak görür. Allah âyetlerini (belgelerini) iç ve dış (batını ve zahirî) tecrübeler olarak açıklar. Bütün bu tecrübe çeşitlerinin bilgi ve ilim kazandırma kapasitelerini değerlendirmek insanın vazifesidir. Bu sebeple sonluluk fikri, hayatın nihai kaderinin, hissiyatın yerini tamamen mantığa bırakması şeklinde algılanmamalıdır. Böyle bir şey ne mümkündür ve ne de arzu edilir. Bu sonluluk fikrinin entellektü-el değeri şurada yatmaktadır: Bu fikir tabia-tüstü bir kökeni olduğunu iddia eden bütün kişisel otoritelerin bu iddiasının insanlık tarihi içinde artık geçerli olmadığı düşüncesini oluşturarak daha sonraki bütün mistik tecrübelere karşı müstakil eleştirel bir tavır oluşturma eğilimini gerçekleştirmiştir. Bu eleştirel bakış böylesi otoritelerin ortaya çıkmasını engelleyen psikolojik bîr güçtür. Bu fikrin fonksiyonu insanın dahilî (enfusi) tecrübeleri sayesinde taze bilgi ve ilim manzaralarına pencere açmaktır." (The Reconsîruction of Religions Thought in İslam, Lahore, 1977, sh. 125-127).
Kur'ân'a göre dahilî tecrübeye ilave olarak iki bilgi kaynağı daha vardır. Ve İslâm'ın ruhu en iyi şekilde bu bilgi kaynaklan açığa çıktığında anlaşılır. Dr. Muhammed İkbal'e göre: "Kur'ân, güneşte, ayda, gölgelerin uzayıp kı-
salmasında, gündüzün birbiri ardınca gidip gelmesinde, insanların renklerinin ve dillerinin çeşitliliğinde, günlerin insanlar arasında döndürmüşünde -yani duyularla algılanan tüm tabiatta- Mutlak Hakikatin âyetlerini (belgelerini) görür. Ve Müslümanın vazifesi "kör ve sağircasına" onları es geçmeden bu âyetler hakkında düşünmektir, cüi i ü "hayatında bu âyetleri görmeyen kimse ..ilecekte karşılaşacağı hayatın gerçeklerine karşı da kör kalacaktır." Somut olana karşı gösterilen bu teveccüh Kur'ân'm öğretilerine göre kâinatın menşei itibariyle dinamik, sonlu ve büyümeye yetenekli olduğu gerçeğinin yavaş yavaş anlaşılması ile birleşince, nihayet Müslüman mütefekkirler, entellektüel hayatlarının başlangıcında büyük bir coşkuyla araştırdıkları Yunan düşüncesiyle çelişir ve çatışır hâle geldiler. Müslüman âlimler Kur'ân'm ruhunun özde anti-klâsik olduğunu farketmeksizin ve Yunan düşünürlere tam bir güven duyarak, ilk önce Kur'ân'ı Yunan felsefesinin ışığı altında anlamaya çalıştılar. Kur'ân'ın müşahhas ruhu ve Yunan felsefesinin teoriyi seven, hakikatlere kayıtsız spekülatif tabiatı karşı karşıya gelince bu teşebbüs başarısızlığa önceden mahkûm oldu. Onların bu başarısızlığını takibeden dönem ise İslâm kültürünün gerçek ruhunu ortaya koydu ve modern kültürün pek çok önemli veçhesinin temellerini oluşturdu."
İnsanların bilgi arayışında somut ve sonlu olana da yönelmesini sağlayan kişi İslâm Peygamber'i Hz. Muhammed @ olmuştur. O, gerçek ilmin "tecrübe" veya her ikisi vasıtasıyla elde edilen "açık deliller ve tartışmasız işaretler"den elde edilebileceğini vurgulamıştır. Böylelikle, deney, tefekkür, gözlem ve tecrübe vasıtasıyla şevk içinde ilim talep eden ve bunu teşvik eden ilk otorite Kur'ân'dır. Tabiat ve bütün kâinat ilim ve Hakikatin açık ve daimi izah edici hazineleridir. Kur'ân bu zengin ilim kaynaklarına ilk işaret eden Kitap'tır. Kur'ân ispat edici delil ve işareti olmayan hiç bir kendinden menkul "gerçeği" veya doğruluk iddiasını kabul etmez. Kur'ân kendisi muhteşem bir entellektüel davettir. Kur'ân insanoğlunu sürekli -eğer gücü yeterse- Kur'ânî hakikata mantık yoluyla karşı çıkmaya davet etmektedir. Kur'ân'ın her sûresi insanlardan tabiatın sonsuz kaynakları vasıtasıyla bilginin araştırılmasını en yumuşak bir yaklaşımla ister. Hakiki ilme bağlanmak İslâm'da gerçek mânada Allah'a bağlanmak demektir.'1 (Ham-mudah Abdalati, islam in Focus, Indiana-pols, Indiana, 1975, sh. 107-108).
Kur'ân kâinat ile ilgili olarak da dinamik bir kavram getirir ve insanoğlunu tabiatın ve kendi tarihinin hayrete düşürücü olayları karşısında düşünmeye davet eder: Milletlerin nasıl birbiri ardınca doğduğunun, kendi işledikleri fiillere göre nasıl geliştikleri ya da eziyet çektiklerinin görülmesini ister. Kur'ân bunu eyyamullah (Allah'ın Günleri) olarak adlandırırken enfüs ve âfâk&an sonra insanoğlunun üçüncü ilim kaynağı olarak kabul eder. Milletlerin topluca yargılandığı ve dünyada işledikeri kötülükler yüzünden helak oldukları gerçeğini ispatlamak için Kur'ân değişik toplumlardan misaller getirir; okuyanları insanoğlunun geçmiş ve şimdiki tecrübeleri üzerinde tefekkür etmeye teşvik eder." (The Reconstruction of Religious Thought in islam, sh. 138).
ibrahim sûresinde şu ifadeler yer almaktadır: "Andolsun biz, Musa'yı da 'Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar, onlara Allah'ın günlerini (geçmiş milletlerin başlarına gelen olayları) hatırlat!' diye âyetlerimizle göndermiştik. Şüphesiz bunda sabreden, şükreden herkes için âyetler (ibret verici işaretler) vardır." (14: 5).
Araf sûresinde şöyle buyrulmaktadır: "Yarattıklarımızdan (öyle) bir ümmet var ki Hakk'a iletirler ve hak ile adalet yaparlar. Ayetlerimizi yalanlayanları, hiç bilmeyecekleri yerden, yavaş yavaş helake yaklaştıracağız. Onlara mühlet veriyorum, çünkü benim tuzağım çetindir." (7: 181-183).
Al'i'lmran sûresinde şu âyet vardır: "Sizden Önce de (Allah'ın kanunlaştırdığı) nice olaylar gelip geçti. Yeryüzünde dolaşın da, yalan-layıcılarm sonunun nasıl olduğunu görün." (3: 137).
Yine aynı sûrede şu ifadeleri okumaktayız: "Eğer size bir yara dokundu ise, o topluluğa da benzeri bir yara dokunmuştu. O günler... (evet) onları biz insanlar arasında çevirip duruyoruz (kâh bir kavme, kâh ötekine galibiyet veriyoruz; bazen bir topluma iyi veya kötü günler gösteriyoruz, bazen ötekine). Allah, mü'minleri ortaya çıkarsın, sizden şâhidler edinsin diye (zamanı kâh lehinize, kâh aleyhinize çevirmektedir). Allah, zâlimleri sevmez." (3: 140).
Araf sûresinde şöyle buyrulmaktadır: "Her ümmetin belirli bir süresi vardır. Süreleri gelince (onlar), ne bir an geri kalırlar, ne de öne geçerler, (tam vaktinde batıp giderler)." (7: 34).
Bu âyetler Kur'ân'ın insan topluluklarını organizmalar olarak gördüğünü ve insan topluluklarının hayatına ilmî bir yaklaşım getirdiğini açıkça göstermektedir. Gerçekte, Kur'ân, tarihin kronolojik olarak araştırılmasını teşvik eden ve onu ilmî esaslara oturtan ilk Kitap'tir. Sadece tarihî genellemeler yapmanın çok ötesine giderek bizlere tarihî tenkidin temel prensiplerini sağlamıştır. Tarihî olaylardan bahsederken hiç bir şeyi dişarda bırakmamıştır, hatta kötü insanları ve zâlim toplulukları bile ele alarak herşey hakkındaki bütün gerçekleri ve muhtelif milletlerin kültürlerini tamamı tamamına tarif etmiş, böylece tarihin malzemesini oluşturan gerçeklerin bütünüyle kaydedilmesi esasını getirmiştir.
Hz. Hud aleyhisselâmın kavminden bahsederken Kur'ân şöyle buyurmaktadır: "Siz her yüksek yere1 koca bir bina kurup boş şeylerle mi uğraşırsınız? Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı edinirsiniz? Yakaladığınızı zorbaca mı yakalarsınız?" (26: 128-130). Ve daha sonra: "...davarları, oğullan, bahçeleri ve akarsuları size O vermiştir." (26: 133-134).
Salih Peygamber'in kavmi hakkında ise şunları okumaktayız: "Burada bahçelerde, pınar başlarında, ekinler, salkımları sarkmış hurmalıklar arasında güven içinde bırakılır mısınız? Dağlarda ustalıkla evler oyar mısınız?" (26: 146,149). Â'raf sûresinde ise şu âyet vardır: "Düşünün ki (Allah), Âd'dan sonra sizi hükümdarlar yaptı ve yeryüzünde sizi yerleştirdi: Onun düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler yontuyorsunuz, artık Allah'ın nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde bozgunculuk yapıp karışıklık çıkarmayın." (7: 74).
Mısır Firavunu'nun maddî serveti ve siyasî iktidarı önyargısız şu şekilde tanımlanmaktadır: "... Çünkü Firavun, yeryüzünde çok ululanan ve çok aşırı gidenlerden idi." (10: 83). "Musa: 'Rabbİmiz, dedi, sen Firavun'a ve adamlarına dünya hayatında süs(Ier) ve nice mallar verdin..." (10: 88). "Firavun şehirlere (asker) toplayıcılar gönderdi. (Onlara şöyle dedi): 'Şunlar, (şu İsrail oğullan), az bir topluluktur. Ve onlar bizi kızdırmaktadırlar. Biz ihtiyatlı (koca) bir cemaatiz.' Böylece biz onları (Firavun ve kavmini) bahçelerden, pınar başlarından, hazinelerden ve şerefli makamdan (çıkardık). Böylece, bunları İsrail oğullarına miras yaptık." (26: 54-59). "Firavun, o yerde ululandı (zorbalığa kalktı), halkını çeşitli gruplara böldü. İçlerinden bir topluluğu güçsüz bularak..." (28: 4). "Firavun dedi ki: 'Ey ileri gelenler! Ben sizin için, benden başka bir tanrı bilmiyorum; ey Hâmân, haydi benim için çamurun üzerinde ateş yak(arak tuğla-imâl et de) bana bir kule yap, belki Musa'nın tanrısına çıkarım, çünkü ben onu (Musa'yı) yalancılardan sanıyorum.' O (Firavun) ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve kendilerinin bize döndürül-meyeceklerini sandılar." (28: 38-39 ve 40: 36-37). "Firavun kavminin içinde seslenip dedi ki: 'Ey kavmim, Mısır mülkü ve şu altımdan akıp giden ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz? Yahut, ben hakîr, nerdeyse söz anlatamayacak durumda olan kimselerden daha iyi değil miyim?" (43: 51 -52).
Daha sonra Firavun ve yakınlarının lüks içindeki yaşayışları ve bunun sonucu toplumda yaygınlaşan sosyal ve kültürel toplantı ve işlerdeki aşırı serbestİyet uygulaması şu âyetlerle açıklanmıştır: "Evinde bulunduğu kadın onu kendine çağırdı, kapıları sıkı sıkı kapadı ve 'gelsene' dedi. Yusuf: 'Günah işlemekten Allah'a sığınırım, doğrusu senin kocan benim efendimdir; bana iyi baktı. Haksızlık yapanlar şüphesiz başarıya ulaşamaz' dedi. Andolsun ki kadın Yusuf'a karşı istekli idi, Rabbinden bir İşaret görmeseydi Yusuf da onu isteyecekti. İşte ondan kötülüğü ve fenalığı böylece engelledik. Doğrusu o bizim çok samimi kullanmazdandır. İkisi de kapıya koctu, kadın arkadan Yusuf'un gömleğini ırttı; kapının önünde kocasına rastladılar. Kadm kocasına, "ailene fenalık etmek isteyen bir kimsenin cezası ya hapis ya da can yakıcı bîr azâb olmalıdır' dedi. Yusuf, 'Beni kendine o çağırdı' dedi. Kadın tarafından bir şâhid, 'eser aömleği önden yırtılmışsa kadın doğru söylemiş, erkek yalancılardandır; şayet göm-İeai arkadan yırtılmışsa kadın yalan söylemiştir erkek doğrulardandır', diye şâhidlik etti. Kocası gömleğin arkadan |yırtılmış olduğunu görünce, karısına hitaben],'doğrusu bu sizin hilenizdir, siz kadınların fendi büyüktür' dedi. Yusuf'a dönerek, 'Yusuf! Sen bundan kimseye bahsetme'; kadına dönerek: 'Sen de günahının bağışlanmasını dile! Çünkü sen, günahkârlardan oldun!' dedi. Şehirde bir takım kadınlar: 'Vezir'in karısı kölesinin nefsinden murâd almak istemiş! Sevda onun bağrını yakmış! Biz onu açık bir sapıklık içinde görüyoruz!" dediler. (Kadın), onların (dedi-kodu yaparak kendisini dile düşürme) düzenlerini işitince, onlara (adam) gönderdi (yemeğe davet etti). Onlar için dayanacak yastıklar hazırladı ve her birine de bir bıçak verdi. (Kadınlar, önlerine konan meyvaları soyup yemekle meşgul iken) Yusuf'a: 'çık karşılarına!' dedi. Kadınlar Yusuf'u görünce onu (gözlerinde) büyüttüler (ona hayranlıklarından ötürü) ellerini kestiler ve: 'Allah için, hâşâ bu insan değildir; bu ancak güzel bir melektir!' dediler. (Vezirin karısı) dedi ki: 'İşte siz beni bunun için kınamıştınız! Andolsun ben kendisinden murad almak İstedim de o, iffetinden ötürü (beni) reddetti. Ama kendisine emrettiğimi yapmazsa, elbette zindana atılacak ve kahra uğrayanlardan olacaktır!' (Yusuf): 'Rabbim, dedi. bana göre zindan, bunla-nn beni davet ettiği şeyden iyidir. Eğer onla-nn düzenini benden savmazsan onlara meylederim ve câhillerden olurum!" (12: 23-33).
Bu âyetler Firavun devrindeki sosyal hayatın kültürel arka planını çok canlı ve açık bir şekilde tanımlamakta ve okuyucudan hiçbir şeyi saklamamaktadır. Her hâdise ve gerçeğin ona bir şey katmadan ya da ondan bir şey çıkarmadan anlatılıp kaydedilmesi gereği, tarihin en temel ilkesidir. Tarihî malzeme, gerçek oluş anındaki şekliyle gelecek nesillere bırakılmalıdır. Kur'ân'ın insanlık için gerçekleştirdiği budur.
Tarihî rivâyetlerdeki diğer Önemli bir husus gerçekleri nakleden kişi (veya kişilerin) karakteridir; çünkü karakterleri bu tarihi şahadetlerine de yansıyacaktır. Şurası muhakkak ki, tarihî hâdiselerin doğruluğu, nihai olarak nakleden kişiye bağlıdır. Kur'ân bu noktaya şu âyetle dikkat çekmektedir: "Ey iman edenler! Size fâsık (yoldan çıkmış) bir adam bir haber getirirse, onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa karşı kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz." (49: 6). Bu âyette belirtilen prensibin uygulanması, tedricen tarih eleştirisi kaidelerinin doğmasına sebep olmuştur. Hz. Peygamber @ de kendisinden yalan rivayette bulunanları şiddetle uyararak bu prensibin önemini vurgulamıştır.
Sonraları, hadis ilmi, Hz. Peygamber @'in hadislerinden, ona izafe edilen mevzular ile sahih olanları birbirinden ayırdetme ihtiyacından doğmuştur. Bu işi üstlenen kimseler hadis râvilerinin hayatları ile ilgili ayrıntıları kaydederden mükemmel bir dürüstlük, tarafsızlık, adalet, İhtimam ve kusursuzlukla davranmi şiardır. Yine benzer olarak, metinlerin sahihliği ile ilgili olarak da belirli kurallar getirildi. Râvinin güvenilirliği bir hadisin şahinliğinde zahirî delil olarak ele alınırken, metin eleştirisi de dahilî burhan olarak kabul edilmiştir. Müslümanlar tarafından Hz. Peygamber @'in hadislerinin sahihliğini tesbit için bütün bir ilm-ül rical geliştirilmiştir. (Abdülhamid Sıddıkî, Sahih Müslim, English translation, Lahor, 1972, sh. iv). Muhammed İkbal'in ifadesiyle: "İslâm'da tarih şuurunun gelişimi çok çarpıcı ve ilginç bir çalışma konusudur. Kur'ân'ın tecrübeye teveccühü, Hz. Peygamber @'in hadislerinin kökeninin kesinleştirilmesi ve gelecek nesillere kalıcı ilham kaynakları bırakma arzusu gibi, bütün bu faktörler İbn-i İshak, Taberî, Mesudî, ve îbn-i Haldun gibi şahsiyetlerin ortaya çıkmasına katkıda bulundu." (The Reconstruciion ofRe-ligions Thought in islam, sh. 139-140).
Kur'ân'ın incelenmesi sonucunda onun "insa-noğlunda Allah ve kâinatla olan çok yönlü ilişkileri hakkında yüksek bir şuur geliştirme" gayreti güttüğü anlaşılır. Kur'ân'ın bu yönünü göz önünde bulunduran Goethe, İslâm'ın eğitici bir güç olarak genel bir tanımını yaparken Eckermann'a şöyle demiştir: "Bu öğretinin hiç başarısızlığa uğradığını göremezsin; bizim bütün sistemlerimizle bundan daha ileri gidemeyiz, genellemek gerekirse kimse gidemez. Hıristiyan hayat felsefesinin zıddına olarak insanın manevî hayatının maddî dünyaya yabancı olmayıp, bilakis onun içinde yeniden canlandığını vurgulayan öğreti İslâm'dır." Çünkü İslâm'da ideal ile gerçek uzlaştırılması mümkün olmayan iki zıt güç değildir. İdeal hayat, hayatın organik bütünlüğünü elem verici zıtlıklara parçalama eğiliminde olan gerçekle arasında tam bir gedik açmaksızın, idealin, gerçeği nihai planda özümlemek ve dönüştürüp onun bütün varlığını aydınlatmak gibi bir görüş ışığında gerçeği elde etmek gayesine matuf ezelî gayretini ihtiva eder. (The Reconsîrucîion of Religious Thought in islam).
Gerçek ile ideal olanı uzlaştırmak için Kur'ân maddî âlemin gerçekliğine önem vererek onun beyhude yaratılmadığını vurgular. "Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları eğlenmek için yaratmadık! (oyuncak değil bu yarattıklarımız). Onları sadece gerçek bir sebeple, (hikmetli bir gaye ile) yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar." (44: 38-39). Kur'ân bu dünyanın çok ehemmiyetli bir sebeple yaratıldığını ve bunun arkasında büyük bir hikmet ve bir gaye olduğunu belirtir. Dünyanın yaratılışı, üzerinde cidden durulup tefekkür edilmesi gereken büyük bir gerçektir. "Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde akıl sahiplerine şüphesiz deliller vardır. Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler: 'Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen münezzehsin..." (3: 190-191) Müminûn sûresinde şunları okumaktayız: "Sizi boşuna yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?" (23: 115). Yunus sûresinde şu âyetler vardır: "... Allah, bunları (boş yere değil), gerçek ile (hikmeti uyarınca) yaratmıştır. (Allah), bilen bir kavim için âyetleri açıklamaktadır. Gece ile gündüzün değişmesinde ve Allah'ın, göklerde ve yerde yarattığı şeylerde (Allah'ın azabından) korunan bir topluluk için nice ibretler vardır." (10: 5-6). Nur Sûresinde şu âyeti görmekteyiz: "Allah geceyi gündüze, gündüzü geceye çevirir. Doğrusu görebilenler için bunda ibretler vardır." (24: 44).
Bize günün ve gecenin hareketi olarak gözüken zamanın sessizce geçişi Kur'ân tarafından Allah'ın en büyük âyetlerinden olarak kabul edilmiştir: "Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da O'nun emriyle boyun eğdirilmiştir. (Varlıkların hepsi sizin yaşamanız, beslenmeniz için ayrı ayrı hizmet etmektedir.) Şüphesiz bunda aklını kullanan bir toplum için (Allah'ın varlığına ve hikmetine) işretler vardır." (16: 12). Lokman sûresinde şu âyeti görmekteyiz: "Görmediniz mi Allah, göklerde ve yerde bulunan herşeyı sîze boyun eğdirdi ve size zahir ve bâtın (dış ve iç; görülen ve görülmeyen; bildiğiniz ve bilmediğiniz) nimetlerini bol bol verdi? Yine de insanlardan kimi var ki ne bilgisi, ne yol göstereni ve ne de aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah hakkında tartışır (durur)." (31: 20). Hacc sûresinde şu mealde bii âyet yer almaktadır: "Allah'ın yerde olanları ve emriyle denizlerde yürüyen gemileri buyruğunuz altına vermiş olduğunu; buyruğu olmaksızın yere düşmemesi için göğü O'nun tuttuğunu görmez misiniz?..." (22: 65). İbrahim sûresinde şöyle buyrulmaktadır: "Allah O'dur ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten su indirdi de onunla size rızık olarak çeşitli mey-valar çıkardı. Buyruğuyla denizde akıp gitmesi için gemileri emrinize verdi, ırmakları emrinize verdi. Sürekli olarak (seyir ve aydınlatma) görevlerini yapan güneşi ve ayı emrinize verdi. Ve size her İstediğinizden verdi. Eğer Allah'ın nimetini saymak isterseniz sayamazsınız! (Buna rağmen) yine de insan çok haksızlık edendir, çok nankördür!" (14: 32-34). Ve Câsiye sûresinde şu âyetler vardır: "Allah'tır ki denizi size boyun eğdirdi, tâ kî gemiler onun içinde buyruğuyla akıp gitsin ki, siz O'nun kereminden (nasibinizi) arayasınız da şükredesiniz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden (bir lütuf olarak) size boyun eğdirdi. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır." (45: 12-13).
Bu âyetlerden, bütünüyle dünyanın mahiyetinin insanlığın ihtiyaçlarını ve isteklerini karşılamaya amade olduğunu görmekteyiz. Ancak insanoğlu dinamiktir ve daima kendini ifade etmek için geniş bir hareket sahası elde etme mücadelesi verir. Bir çok başarısızlıklara rağmen, tabiata ve onun güçlerine karşı üstündür, çünkü insanoğlu onları Allah'tan emanet olarak alarak kendi faydasına kullanma sorumluluğunu üstlenmiştir. Kur'ân bütün mahlâkâtın bu emanet ve sorumluluğu üstlenmediğini, ancak insanın bu yükü omuzlarına alacak kadar (gözüpek, cesur) olduğunu ifade etmektedir: "Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmekten kaçındılar, on(un sorumluluğumdan korktular; onu insan yüklendi; (bununla beraber onun hakkını tam yerine getirmedi) çünkü o, çok zâlim, çok câhildir." (33:72).
"Bu, insanın dünyada önemli bir rolü olduğunu gösterir. Çok mütevazi bir başlangıcı ve Çok zayıf ve narin bir vücudu olmasına rağmen, kâinatın temel varoluşunda kalıcı bir unsur olmak nasip olmuştur." (The Recons-îruction of Religious Though in islam, sh. 11). Bu durum Kur'ân'da şöyle ifade edilmiştir: "İnsan, başı boş bırakılacağını mı sanır? Kendisi dökülen meniden bir nutfe (sperma) değil miydi? Sonra kan pıhtısı oldu (Rabb'i onu) yarattı, ona şekil verdi. Ondan iki çifti; erkeği ve dişiyi var etti. Şimdi bun(ları yapan Allah)ın, ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?" (75: 36-40). Diğer bir ifadeyle, İnsanın kökeni bayağılık ve zaafiyet ile doludur. Ancak büyük zorluklarla karşılaşsa da kaderi büyüklüktür. "Hiç bir hakikat insan ruhu kadar güçlü, ilham dolu ve güzel değildir! Böylece Kur'ân'da ifade edildiği üzere insanoğlu enfüsî âlemde yaratıcı bir faaliyet ve yükselen bir ruhtur ve ileriye doğru olan yürüyüşünde bir durumdan diğerine uğratılacaktır." (Dr. Muhammed İkbal, Lectures, sh. 12). "Akşamın alacakaranlığına andolsun; geceye ve (gecenin bağrında) toplayıp ürettiği şeylere, dolunay şeklini alan aya ki, siz mutlaka tabakadan tabakaya bineceksiniz!" (84: 16-19).
"Şüphesiz insan maddî ve manevî âlemde daha derin ve yüce Özlemleri paylaşmaya yöneltilmiştir, ancak etrafındaki âlem ile birlikte kendi yönlendirildiği kaderini de tesbit etmeli ve şekİllendirmelidir. Ancak bu şekilde kendisini değişen şartlara uyarlayıp, fizik görüşleri kendi yararına şekillendirerek kâinattaki hâli ve durumu sabitleştırebilir. Bu tedricî ve sürekli değişim sürecinde insanoğlu İnsiyatifi ele alıp ileri doğru hareket ettikçe Allah ona yardımcı olacaktır." (Dr. İkbal, Lectures). "... Bir millet, kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez..." (13: 11). Bu âyet insiyatifi açıkça insanoğlunun eline vermektedir; insan kaderini yapabilir ya da yıkabilir. Eğer insanoğlu enfüsi tabiatına tepki vermez, ilerleyen hayatın iç tazyikini hissetmez, fizik âlemin sürekli değişen ve renklenen görünümüne kör kalır ve bütün potansiyel güç ve kabiliyetlerini âtıl bırakırsa "O vakit içindeki ruh taşa dönüşür ve İnsanoğlu cansız madde seviyesine iner." Hayatındaki ilerleme ve gelişmenin ve ruhunun ileriye doğru atağa geçmesinin kendisini dünyada çevreleyen gerçekleri nasıl göğüslediğî-ne bağlı olduğu da burada belirtilmelidir. Hakikat ile bağlantısını ise bilgi vasıtasıyla kurabilir ve böylece gerçekleri kendi yararına kullanabilir.
İnsanın eşyayı kavramlarla tanımlamak yoluyla bilgi edinme kabiliyeti gibi bir meziyetle donandığı daha önce açıklanmıştı (2: 28-31). Diğer bir ifadeyle, insanın elde ettiği ilmin özelliği kavramsal olmasıdır ve insan hakikatin gözlenebilir yönleriyle bu vasıtalar sayesinde temas kurabilir. Kur'ân hakikatin bu müşahade edilebilir yönlerine büyük önem atfetmiştir. (Dr. İkbal, Lectures): "Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah'ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve yerle gök arasında emre âmâde duran bulutlan döndürmesinde, düşünen kimseler için deliller vardır." (2: 164).
Enam sûresindt şu âyetleri okumaktayız: "Taneyi ve çekirdeği yaran şüphesiz Allah'tır: Ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkarır. İşte Allah budur, nasıl yüz çevirirsiniz?
Tanyerini ağartan, geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ayı vakit ölçüsü kılandır. Bu güçlü olanın, bilenin nizâmıdır.
O, yıldızlan kara ve denizin karanlıklarında yol bulaşınız diye sîzin için varedendir. Gerçekten biz, bilen bir toplum için âyetleri uzun uzadıya açıkladık.
O, sizi bir tek nefisten, babaların sulbünde kararlaşmış ve anaların rahminde kararlaşmakta olarak yaratandır. Gerçekten biz, anlayan bir toplum İçin âyetleri uzun uzadıya açıkladık.
O gökten su indirendir. Her bitkiyi onunla bitirdik, ondan bitirdiğimiz yeşilden -birbirine benzeyen ve benzemeyen- yığın yığın taneler, hurmaların tomurcuklarından sarkan salkımlar, üzüm bağları, zeytin ve nar çıkardık. Ürün verdiklerinde ürünlerine, olgunlaşmalarına bir bakın. Şüphesiz bu size gösterilenlerde mü'miriler toplumu için elbette çok ibretler vardır." (6: 95-99).
Gün ve gecenin sırrından şu âyetlerde söz edilmiştir: "Rabb'ini görmedin mi gölgeyi nasıl uzattı? Rabb'in dileseydi onu durgun yapardı. Sonra nasıl güneşi ona delil kıldık (gölgenin görünmesini, ışığa bağlı kıldık)? Sonra (güneş yükseldikçe) onu yavaş yavaş çekip aldık." (25; 45-46). Gâşiye sûresi diğer mahlûkattan şöyle bahsetmektedir: "Bakmıyorlar mı develere, nasıl yaratıldı? Göğe, nasıl yükseltildi? Dağlara, nasıl dikildi? Yere, nasıl yayılıp, döşendi?" (88: 17-20). Rum sûresinde ise şu âyeti okumaktayız: "Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O'nun varlığının belgelerin-dendir. Doğrusu bunlarda, bilenler için dersler vardır." (3: 22).
"Şüphesiz, tabiatın tefekküre yönelik müşa-hadesini öngören Kur'ân'ın ilk gayesi, insanda tabiatın sembol kabul edilmesi vasıtasıyla bir ruhî şuur uyandırmaktır. Belirtilmesi gereken husus Kur'ân'ın mü'minlerde hakikate karşı hürmet uyandıran genel tecrübî tavrıdır ve bu, müzminleri, sonunda modern bilimin kurucusu yapmıştır. Allah'ı bulmada, görünenin pek değersiz kabul edildiği bir çağda tecrübe ruhunu uyandırmak büyük bir hâdisedir. Daha önce gördüğümüz gibi Kur'ân'a göre, kâinatın bir sonu vardır. Kâinatın değişken gerçeklikleri varlığımızı taze oluşumlara zorlar. Bu durumun meydana getirdiği zorlukların üstesinden gelmek için sarfedilen zihnî gayret hayatımızı zenginleştirme ve genişletmenin yanısıra basiretimizi de keskinleştirir. Böylece bizi insan tecrübesinin daha karmaşık veçhelerine ustalıkla yaklaşmaya hazırlar. Bize. geçici olmayana entellektüel bakış yeteneği kazandıran, eşyanın geçici akışı ile olan temaslarımızın teşkil ettiği eğitim sürecidir. Hakikat kendi görüntüleri ile yaşar; ve engelleyici bir çevrede hayatını idame ettirmek zorunda olan insan gibi bir varlık, görüneni ihmale tahammül edemez. Kur'ân, gözlerimizi, çevrenin kadrini bilmek ve kontrol etmek vasıtasıyla değişim gerçeğine açmamızı sağlamıştır; İşte bu sayede kalıcı bir medeniyet kurmak mümkündür. Asya'nın ve gerçekte bütün antik dünyanın kültürleri Hakikate bâtını veçhesinden yaklaşıp oradan zahire hareket ettikleri için başarısızlığa uğramışlardır. Bu durum onlara iktidarsız bir teori sağlamıştır. Şurası bir gerçektir ki, yalnızca teori üzerine kalıcı bir medeniyet inşa edilemez.
Şüphesiz, İlahî Bilgi kaynağı olarak dinî tecrübe tarihi, aynı gayeyi güden bütün diğer beşerî tecrübe sahalarından öncelikli bir yere sahiptir. Ancak Kur'ân tecrübî tavrı insanlığın ruhî hayatında zaruri bir merhale olarak tanımakla Mutlak Hakikatin ilmini elde etmede diğer beşeri tecrübe sahalarına eşit önem vermiş oldu ve bunu enfüs ve afaktan semboller getirerek açığa koydu. Karşımıza çıkan Hakikatlerle irtibat kurmanın dolaylı bir yolu tefekküre yönelik müşahade ve Hakikatin du-yularca algılanabilen zahirî kısmının kontrolünü elde etmektir. Diğer yol ise Hakikat ile doğrudan içeriden (batını) bir bağ kurmaktır. Kur'ân'ın naturalizmi yalnızca insanın tabiatla ilgisi olduğu gerçeğinin ve bu ilginin haksız bir hükmetme arzusu için değil, fakat manevî hayatta yüce mevkilere ilerlemek gibi asîl bir fayda için diğer güçleri kontrol etme vasıtası olarak kullanılabilme ihtimalinin tanınmasından ibarettir." (Dr. İkbal, Lecîures).
Ancak, Hakikatin tam bir görüntüsünü elde etmek için hissî idrak ile kalbî idrak (meselâ, enfüs) arasında uygun bir koordinasyon sağlanması arzu edilir olduğu kadar lüzumludur da. Kur'ân bu duruma şu âyetlerle atıfta bulunur: "O'dur ki, herşeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmağa çamurdan başladı.
Selçuklu dönemine ait bir Daru'ş-Şifâ'nın dahilî görünüşü.
Sonra onun neslini bir özden, hâkîr bir su(yun özü)nden yaptı. Sonra onu düzeltti, ona kendi ruhundan üfleyedi. Ve sizin için kulak(la)r, gözler ve gönüller yarattı Ne kadar az şükrediyorsunuz!" (32: 7-9). Bu âyet insanın fizyolojik (bedenî) dünyası kadar gerçek olan psikolojik dünyasının gerçeklerine de işaret etmektedir. Mutlak Hakikat insana kapılarını bu her iki tecrübe (psikolojik ve fizyolojik) kanalıyla açar ve insanın hakiki ilerlemesi bu her iki bilgi kaynağının tam bir ahenk içinde olmasına bağlıdır. Dr. Muhammed İkbal'in sözleriyle: "Şuurumuzda yer eden ve tecrübî bir hakikat olarak yorumlanmaya hazır duran Mutlak Hakikatin idrakimize nüfuz etmek için diğer bazı usûlleri de vardır ve başka yorumlanma tarzlarına da açıktır. İnsanoğlunun ortaya koyduğu bilinen mistik eserleri dinî tecrübenin İnsanlık tarihi içinde yalnızca (illüzyon - gözaldatmacası) denerek reddedilemeyecek derecede kalıcı ve hâkim olması gerçeğine yeterli bir şehadettir. Bu sebeple insanların gözlenebilir seviyedeki tecrübelerini kabul edip diğer seviyelerdeki tecrübelerini mistik ve hissî diyerek reddetmek için geçerli hiçbir sebep yoktur. Dinî tecrübenin gerçekleri, beşerî tecrübeninkileri gibi bir gerçektir ve yorumlanarak bilgiye ulaşılması bakımından her bir gerçek, bir diğeri kadar muteberdir.
Modem tecrübî anlayışın doğuşu ile başlayan kültürel canlılık, Kur'ânî inceliğin daha iyi takdir edilmesine yol açmış bir hâdisedir... Ve modern psikoloji, mistik şuurun muhtevasının özenle araştırılması lüzumunu daha yeni yeni kavramaya başlamıştır." (Dr. İkbal, Lec-tures).
Dinin, tabiatın nedensel bir izahını yapmaya çalışan bir fizik veya kimya ilmi olmadığı belirtilmelidir. Din, beşerî tecrübenin hiçbir ilmî verisine indirgenemiyecek olan tamamen farklı bir sahasını -dinî tecrübeyi- yorumlamayı amaçlamaktadır. Gerçekte, din için (özellikle İslâm için) "ilimden çok önce dinî hayatta müşahhas tecrübelerin lüzumu üzerinde durmuştur" demek zorundayız. İkisi arasındaki çelişki birinin müşahhas (somut) tecrübelere dayanıp diğerinin dayanmıyor olmasına bağlı değildir. Çıkış noktası olarak her ikisi de somut tecrübeler ararlar. Onların çelişkisi her ikisinin de aynı tecrübî verileri yorumladıkları şeklindeki yanlış anlamadan doğmaktadır. Dinin insan tecrübesinin özel bir türünün gerçek manâsına ulaşmayı amaçladığını unutuyoruz.
Dinî tecrübe temelde bilmeye ve kavramaya ait bir yönü olan duygu durumu olduğu için, içeriği diğerlerine ancak hüküm şeklinde bildirilmenin dışında aktarılamaz. Yine de, bu tecrübenin şahinliği diğer bilgi şekillerine uygulananlardan farklı olmayan testlerle anlaşılabilir. Peygamberlerin uyguladıkları pratik test dinî tecrübeyi ürünlerine göre değerlendirmekten ibaretti. Gerçekte, zihnî kıstas, beşerî tecrübeyle ilişkili hiçbir tahmin olmaksızın, yorumlarımızın nihayette dinî tecrübenin açığa çıkardığı hakikatle aynı karakterde olup olmadığını görmek için kullanılan eleştirel bir yorumdur." (Dr. İkbal, Lectures).
İnsan tecrübesi kendisini üç temel mertebede ortaya koyar: Madde seviyesi, hayat seviyesi, zihin ve şuur seviyesi. Her biri sırayla fiziğin, biyolojinin ve psikolojinin mevzûsudur. Tartışmamızı sadece üçüncü mertebeyle yani zihin ve şuur seviyesiyle sınırlayacağız. "Şuur hayatın tamamen (ruhî-manevî) olan esaslarından biridir; maddî değildir, düzenleyici bir ilkedir, dışarıdan çalıştırılan makinenin davranışından özde farklı bir davranış tarzıdır. Ancak, Newton ve Darwin gibi ilim adamları mekanizmin tabiatı tamamen açıklayıcı saf fizikî bir kavram olduğunu savundular. O halde mesele şudur: Hisle, idrak vasıtasıyla olan vahiyler yoluyla Mutlak Hakikate geçiş, acaba, esasında dinin bu Mutlak Hakikatin nihaî mahiyeti hakkındaki fikrine zıt bir görüşe götürür mü? Tabiat ilmi nihayetinde materyalizme mi teslim ediliyor? İlmî teorilerin çoğunlukla güvenilir olduklarına şüphe yoktur, çünkü bu teorilerin tahkiki mümkündür ve tabiat hadiselerini Önceden haber verip kontrol etmemİzi mümkün kılar. Ancak unutulmamalıdır ki, müsbet ilim denilen şey, Mutlak Hakikatin bir tek sistematik görünüşü değildir. Mutlak Hakikatin kısımlardan ibaret kitle halinde nazariyeleri -külli tecrübenin, birbirine uymaz gibi görünen kısımlarıdır. Tabiat ilmi maddeden, hayattan ve akıldan bahseder; ancak madde, hayat ve akıl birbiriyle nasıl bağlı olur, sualini sorduğumuz anda, bunlardan bahseden muhtelif ilimlerin kısmî hususiyetini, teker teker alındıkları takdirde, bu ilimlerin sizin sorunuza tam bir cevap vermekten âciz olduğunu görürsünüz.
Gerçekten, muhtelif tabiî ilimler, tabiatın leşine üşüşen ve herbiri bir et parçası kapıp kaçan bir akbaba sürüsüne benzer. Tabiat bir müsbet ilim konusu olarak son derecede sûn'î bir meseledir, bu sûn'îlik ise, o seçici ameliyenin neticesidir ki, kat'iyet ve doğruluk uğruna fen onu bu hâle maruz kılar. İlmin konularını beşerî tecrübeler bütününün içine koyduğunuz anda, o değişik bir karakter arzetme-ğe başlar. Bundan dolayı, bir bütün hâlinde Mutlak Hakikati talep eden ve bu sebepten, bütün beşer tecrübesinin verilerinin herhangi bir sentezinde merkezî bir yer işgal eden dinin, Mutlak Hakikatin münferit görüntülerinden korkması için hiç bir sebep yoktur.
Tabiî ilimler haliyle münferittirler; eğer mahiyet ve fonksiyonuna sâdıksa hiç bir ilim dalı, Mutlak Hakikatin mükemmel bir görüşü olarak kendi teorisini öne süremez. Bu itibarla ilmin teşekkülünde kullandığımız kavramlar, mahiyet itibariyle münferit karakterdedir, bunların pratiği, tatbik edildikleri tecrübe mertebesine nisbetledir.
Meselâ "illiyet (nedensellik)" kavramı, -ki, esas vasfı onun "netice"ye takaddümüdür- bir tek hususi faaliyeti tetkik eden ve başkalarının müşahade ettiği farklı tarzda faaliyetleri tamamen dışarıda bırakan fizik ilminin konusuna dairdir. Hayat ve akıl mertebesine yükseldiğimizde, "nedensellik" kavramı yetersiz kalır, biz de kendimizi başka bir düşünüş nizamı içinde bir takım kavramlara muhtaç hâlde buluruz. Canlı organizmaların, bîr gaye maksadıyla başlanmış ve plânlanmış fiili, nedensel fiildeen tamamen farklıdır. Bu yüzden bizim araştırmalarımızın konusu, neticeye nisbetle haricî olan ve dıştan tesir eden "nedensellik" mefhumunun aksine, içten işleyen "gaye" ve "maksat" mefhumlarını ister. (Dr. İkbal, Lecîures).
Bu da göstermektedir ki, "hayat emsalsiz bir hâdisedir ve mekanizm fikriyle onu analiz etmek yetersiz kalır. Bir biyoloji bilgini olan Driesch'in tabiriyle, hayatın gerçek bütünlüğü bir başka açıdan bakıldığında çokluk içinde bir nevi birliktir. Hayat, gelişme ve çevreye uyum sağlama gayesine yönelik bir süreçtir. Yeni alışkanlıklar oluşturmakla ya da eski alışkanlıkların adapte edilmesiyle sağlanan bu süreç bir makina için düşünülemez. Dolayısıyla hayatî faaliyetlerin kaynağının çok uzak bir geçmişe izafe edilmeden izah edilemez.
Bu kaynağın kökü ancak vahiy ve ilhanı yolu ile keşfedüebilir; yoksa fizikî ilim ve tecrübelerle izah etmek mümkün değildir. Bu yüzden hayatın kaynağı maddî dünyanın dışındadır ve fizik ve kimya kaidelerine tâbi değildir." (Dr. İkbal, Lectures).
Kur'ân-ı Kerîm bize, şuurun sürekli sınırsız hareket hâlinde olduğunu bildirir. İnsan ruhunun dahilî devamlı değişiri içinde olduğunu belirtir: "Biz her şeyi bir kadere, (nezdimizde bulunan bir düzene, bir plâna) göre yarattık. Bizim buyruğumuz yalnız bir tektir, göz açıp yumma gibidir. (Bir şeyi bir kere buyurduk mu o, göz açıp yumma süresi gibi kısa bir zamanda oluverir)." (54: 49-50).
Furkan sûresinde şu âyetleri okumaktayız: "Ve ölmeyen (diriy)e tevkkül et ve O'nu överek teşbih et. Kullarının günahlarını, O'nun bilmesi yeter. O ki gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattı, sonra Arş'a oturdu (oradan mülkünü yönetmektedir. O) Rahman'dır (O'nun rahmeti, bütün varlıkları kaplamıştır. Varlık ve hayat, O'nun rahmetinin eseridir. Bütün kâinata Allah'ın Arş'ından hayat ve vücut dağılmaktadır). Bunu, bir bilene sor (sana gerçekten böyle olduğunu anlatacaktır)." (25: 58-59). Zaman eşyanın özünü oluşturan kader olarak kabul edilmektedir. Kur'ân'm buyurduğu üzere: "Allah bütün mahlukatı yaratmış ve herbirine bir kader tayin etmiştir." O halde bir şeyin kaderi, dışarıdan angarya yükleyen amansız bir karayazı değildir; gerçekleştirilebilir ihtimalleri yapısının derinliklerinde saklı bulunan ve dışarıdan zorlama hissi olmaksızın eşyanın gerçekleştirebileceği yapıda bulunan Allah'ın tasarrufudur.
Kur'ân'a göre: "Göklerde ve yerde bulunanlar, (her şeyi) O'ndan isterler (çünkü tüm varlıklarını O'na borçludurlar), O, her gün (her an) yeni bir iştedir (kimilerini yaratırken, kimilerini öldürür, her an hayatı tazeler, bir hâli giderir, başka hâller getirir). Şimdi Rabbini-zin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?" (55: 29-30). Bu âyet şunu düşündürmektedir: Gerçek zamanda varoluş, kaydedilen zamanın prangalarına mahkûm değildir, bilakis varoluş zamanı an be an yaratır ve yaratış bakımından tamamıyla hür ve orjinaldir. Gerçekte bütün yaratıcı faaliyetler hür faaliyetlerdir. Yaratış, mekanik bir faaliyetin Özelliği olan taklide zıttır. İlim ve tecrübe aynılıkları tesis etmeyi arar, mesela mekanik tekrar kanunları gibi. Hayat, içerdiği yoğun kendiliğinden vâki hassasiyet ile bir kararsızlık merkezi oluşturur, ve böylece zaruret sahasının da dışında kalır. Bu sebeple ilim, hayatı kavraya-maz.
Konumuzu özetleyecek olursak, "tecrübeye dayanan bütün hakikatler, Mutlak Hakikatin akılcılıkla yönlendirilen yaratıcı bir hayat olduğunu gösterir. Hayatın şekilsiz bir sıvı değil, fakat yaşayan organizmanın dağınık hallerini yapıcı bir gayeyle biraraya getiren düzenleyici bir ilke olduğunu söylemek tecrübenin ortaya koyduğu basit gerçeği kabul etmek demektir... Bu suretle, 'tecrübenin keyfiyetleri, Mutlak Hakikatin nihaî mahiyeti ruhanidir ve bir "ene" olarak telakki edilmeli' neticesine varılmasını haklı çıkarmaktadır. Ancak dinin emel ve arzusu, felsefeninkinden çok daha yükseklerde uçar. Felsefe, eşyayı akıl ve idrak yoluyla görür; ve bundan dolayı tecrübenin her tür zenginliğini bir sisteme bağlamak istemez. Mutlak Hakikati uzaktan müşahede eder. Din, Mutlak Hakikatle daha yakın bir temas ister. Birisi teori, diğeri ise tecrübe, münasebet ve samimi yakınlıktır." (Dr. Muhammed İkbal, Lectures).
İnsanlık, pek çok diğer şeyin yanında hayatın meselelerinin çözümüne ilâhi yaklaşım getirmek açısından da Hz. Muhammed @'e bütün diğer şahıs ve gruplara nazaran daha çok şey borçludur. O, insanlığın bütün meselelerini mantığa ve insanların anlayışına başvurarak akılcı bir şekilde çözmeye çalıştı. Hz. Peygamber @ insanlara herşeye bakmalarını, her şeyi gözlemelerini, denemelerini ve eğer doğru ve güvenilir bulurlarsa ona inanmaları ve peşinden öylece gitmelerini tavsiye etti. Böylece Hz. Muhammed @ modern bilim çağının temellerini atmıştır. O ondört asır önce ilmî tavır anlayışını başlatmamış olsaydı, ilmî gelişmelerin bu safhalara gelmesi mümkün olmazdı. O'nun insanlığa bu konudaki esasa ait katkıları olmasaydı dünya halen cehalet, baskı ve kötülük dolu Karanlık Çağlarda yaşıyor olacaktı. Onun bu sahadaki temel katkısı, kendileri olmaksızın hiç bir ilmî ilerlemenin mümkün olamıyacağı dört unsuru tanımlaması olmuştur. Bunlar: Bilgi, tahkik ruhu içinde gerçeği aramak, muhakeme ve hürriyet.
Kur'ân'ın yaklaşımı, inceden inceye muhakeme temeline dayalıdır. Kur'ân fikirlerini ve felsefesini delilleriyle ortaya koyar ve muhtemel karşı-iddiaları öne çıkarıp ikna edici bir tarzda insan mantığına başvurur. İnsanların yine de kendi yanlış iddialarına bağlı kaldığı veya tereddütlü olduğu durumlarda Kur'ân. kendi fikirlerini desteklemek üzere onları delil getirmeye çağırır. Hz. Peygamber @ getirdiği dîni Mekke halkına bıkmadan usanmadan tebliğ etti. Onlar ise bu hakikati dinleyip uymak yerine ve ona iftiralarda bulundular, hafife aldılar, lakaplar taktılar. Kur'ân'ı da kendi yanından çıkardığını veya onu birilerinden öğrenip Allah'a atfettiğini söylediler. Kur'ân onların bu iddialarını akılcı bir tarzda cevaplar ve onlara iddialarına delil getirmeleri konusunda meydan okur.
Hz. Muhammed @ hiç kimseye bir şeyi zorla dayatmamıştır; bilakis, kavram ve fikirleri onlara çok mâkul bir şekilde sunmuş ve onları bu fikirleri yalnızca peşin hüküm ve zan ile değil, tartışma ve bilgi temeline dayanarak kabul veya redde çağırmıştır. Onlara çok sade konuşmuş ve söylediği her şeyi yalnızca kendi gelenek ve âdetlerine uymuyor diye reddetmemelerini ve faydalarını da gozönünde bulundurmalarını istemiştir. Eğer mesajı redde-deceklerse. onu söylenti ve zanna değil, kesin bilgiye dayanarak reddetmeli idiler. Yunus sûresinâtski âyette şu ifadeler yer almaktadır: "Hayır, bilgisini kavrayamadıkları, yorumu kendilerine gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Bak, o zâlimlerin sonu nice oldu?" (10: 39).
Ve Nemi sûresinde kâfirlerin tavrı şöyle hülâsa edilmektedir: "Ahirete dair bilgileri yeterli midir? Hayır; onlar (hâlâ) ondan bir kuşku içindedirler. Hayır, onlar ondan yana kördürler (gözlerinin Önüne serilen bu kadar delili görmüyorlar)." (27: 66). Burada bu insanların Kitabı, Tebliğciyi ve Tebliği kabul etmeyişlerinin sebebi verilmektedir. Onlar Allah'ın İlahi kudretini paylaşan diğer varlıklar olduğu sonucuna, bilgi vasıtasıyla veya ciddi fikir ve kendi ihtiyarları ile vardıkları kanaat nedeniyle inanıyor değildiler. Gerçekte onların bu konuda hiçbir ciddi düşünce gayreti yoktu. Bu konularla ilgili bilgisizlikleri ve meselelerden habersizlikleri onları tamamen sorumsuz kılmıştı. "Kâinat ve kendi hayatlarının gerçek meseleleri hakkında ciddî düşünmüyorlardı. Hakikatin ne olduğu ve bu hakikatle bağlantılı olarak hayatın felsefesinin nasıl olması gerektiğini bilme zahmetine katlanmıyorlardı. Çünkü, onlara göre, müşrik veya ateist, tek tanrıya inanan veya agnostik hepsi de sonunda Öldükten sonra toprak olacaklardı ve hiçbir çaba bundan sonrası için fayda vermeyecekti." (The Meaning of the Qur'an,c. IX, sh. 53).
Müşrikler, defalarca bu konuyu bilgi sahibi olarak tartışmaya ve hakikati cehalet ve peşin hükümlerine feda etmemeye çağrılmışlardır: "Allah hakkında bilmeden tartışan ve her azılı (ve şarlatan) şeytana uyan insanlar vardır." (22: 3). Yine aynı sûrede: "İnsanlardan kimi bilmeden, ne bir yol göstereni, ne de aydınlatıcı bir Kitab'ı da olmadan Allah hakkında tartışır." (22: 8) buyurulur. Benzer bir âyet Lokman sûresinde yer alır: "...insanlardan kimi var ki ne bilgisi, ne bir yol göstereni ve ne de aydınlatıcı bir Kitab'ı olmadan Allah hakkında tartışır (durur)." (31: 20). Diğer bir ifadeyle, bu İnsanlar Allah'ın Elçisi ile Allah hakkında gözlem veya tecrübe vasıtasıyla veya kıyas veya başkalarından edinilen bilgi veya bir İlahi Vahiy sayesinde güvenilir malûmat elde etmeden tartışmakta idiler. Bütün iddiaları yalnızca zandan veya mantıkla ve güvenilir bilgi ile desteklenmeyen şahsî kanaatlerinden ibarettir. Gerçekte, müşrikler Allah'ın Elçisi'ne ve Kitab'ına ciddî sebepleri olmaksızın karşı çıkmaktaydılar: "...Onlar sadece zannediyorlar, ve onlar sadece saçmalıyorlar." (6: 116). Şüphesiz zanna ve vehme dayalı kararlar, insanoğlunu manevî gerçeklerden uzaklaştırdığı gibi, hayatın mahiyeti ve nihai âkibet, vahiy ve benzeri kavramların manâsı ile ilgili konularda keyfî davranışlara ve kendinden menkul kısıtlamalara yol açar. (The Meaning of the Qur'an, sh. 190). Kur'ân'ın zanna dayalı hükümlerden insanı sakındırması ve muhaliflerini mesajın anlaşılmasında ve kavranmasında olumlu bir tavır benimsemeye davet etmesinin nedeni budur.
Hz. Peygamber @, savunduğu kavramları daima akılcı delillerle dile getirmiş ve insanları bu mesajı güvenilir ve doğru bilgi ışığında muhakemeye çağırmıştır. İslâm'ın temel taşı ve ana ilkesi olan Tevhid akidesi bile insanlara zorla dayatılmamış, bilakis onu desteklemek için çok güçlü ve ağırlıklı deliller ortaya çıkarılmıştır. İnsanlardan bu inancın hakikati konusunu bilgiye ve makûl delillere dayanarak yargılamaları; doğruluğuna kani iseler kabul etmeleri veya reddediyorlarsa fikirlerini destekleyecek açık deliller ileri sürmeleri istenmiştir. Kur'ân iman ve inanç konusunda bu temel prensibi şöylece koymuştur: "Dinde zorlama yoktur; artık hak ile bâtıl iyice ayrılmıştır." (2: 256). (Ayrıntılar için, bkz., Sîret Ansiklopedisi, c. I., bölüm 4). Bu âyetin ikinci kısmı insanlara niye kendi hayat tarzlarını kendi hür iradeleri ile seçmeleri gerektiğinin sebeplerini vermektedir. Allah, mesajını elçisi vasıtasıyla sarahaten açıklamıştır ve doğru yolu (sırat-ı müstakim) yanlış yoldan net bir şeklide ayırmıştır. Şimdi her iki yoldan birini seçme konusunda insanlar kendi tercihleri ile başbaşadır. Ve bu onların bu hayattaki imtihanıdır. Eğer Hakkı kabul ederlerse ve doğru yolu takip ederlerse Allah tarafından cömertçe mükâfatlandırılacaklardır; ve eğer Hakkı inkâr eder ve hayatın kötü yollarına saparlarsa, sadece kendilerine zarar vermiş olacak ve Cehennem'de ceza görmeye müstehak olacaklardır. Bu kendilerinin Hakkı reddetmek ve hayatın kötü yollarını izlemek şeklinde gerçekleşen kendi fiilleri sonucunda başlarına gelmektedir. Tevhid akidesi değişik yollardan açıklanmaktadır, muhtelif yönlerine değişik açılardan ışık tutulmaktadır, onu destekleyen deliller öne sürülmekte ve muhalifleri aksi eleştiriler getirmeye davet edilmektedir. Bir dizi deliller en mantıkî ve aklî yollarla öne sürülerek muhaliflere bu doktrinin Hak olduğunu inkâr edecek hiçbir yol bırakılmamakta-dır. Nemi sûresinde- bu tarz delillere bir misal görmekteyiz: "... Allah mı hayırlı, yoksa ortak koştukları şeyler mi? Gökleri ve yeri kim yarattı? Size gökten (kim) su indirdi de onunla sizin bir ağacını bile bitiremeyeceğiniz gönül açan bahçeler bitirdi? Allah ile beraber başka bir tanrı mı var? Hayır, onlar (haktan) sapan bir kavimdir." (27: 59-60). Âyetin birinci kısmı en katı ateist (veya müşrik) olsa bile hiç kimsenin karşı duramıyacağı veya inkâr edemeyeceği bir soru sormaktadır. Allah mı, yoksa (ortak koştuğunuz) sahte tanrılar mı daha hayırlıdır, gibi sathî olarak sorulan bir soru, doğrusu insana tuhaf geliyor. Aslında, sahte tanrılarda haynn bulunup bulunmadığı konusunda soru sormak abestir. Dolayısıyla bu hususta onlar Allah ile hiçbir surette mukayese edilemezler. Allah'ın, O'na ortak koşmakta oldukları kendi tannlanyla mukayese edilebileceği hususunda yanlış bir anlayışa müşriklerde bile rastlanmaz. Fakat hatalarından dolayı müşrikleri ikaz etmek için onlara bu soru yöneltilmiştir. Allah'ın mı, yoksa taptıkları tanrıların mı daha hayırlı olduğu hususunda düşünmeye sevketmek için onlara, bu sorunun açıkça sorulmuş olması da bundandır. Çünkü onlar böyle açık bir soruya karşı duramaz ve cevap veremezlerdi. İçlerinden en bağnaz bir müşrik bile, kendi tanrılarının Allah'tan daha hayırlı olduğu şeklinde bîr şey söylemeye cüret edemezdi. Ancak onlar, Allah'ın daha hayırlı olduğunu itiraf etmiş olsaydılar, bu sefer inançlarım bütünüyle yıkmış olacaklardı. Öyle bir durumda, daha yüce bir inanca karşı daha süflî bir inancı benimsemek makul olmayacaktı. Böylece Kur'ân, muhaliflerini, daha ilk bakışta çaresiz bırakmış oluyordu. Bundan sonra, Allah'ın kudreti ve yaratışına ilişkin deliller hakkında, şu mealde sorular sorulmuştur: "Bunlar kimin eserleridir? Allah'ın dışmda, O'na bu işlerde yardım eden başka herhangi bir tanrı mı var? Şayet yoksa, ne diye bunları tanrılarınız olarak uyduruyorsunuz?" Bu delil hiç kimse tarafından reddedilemeyecek kadar kuvvetliydi ve bu nedenle muhalifler yalnızca sustular.
Kur'ân daha sonra meydan okumaya şöyle devam etmektedir: "Yahut şu dünyayı durulacak yer yapan, aralarından ırmaklar çıkaran, sağlam dağlar yaratan ve İki deniz arasına bir perde koyan kimdir? Allah ile beraber başka bir tanrı mı var? Hayır, onların çoğu bilmiyorlar.
Yahut dua ettiği zaman darda kalmışa kim yetişiyor da kötülüğü (onun üzerinden kaldırıp) açıyor ve sizi (eskilerin yerine) yeryüzünün hâkimleri yapıyor? Allah ile beraber başka bir tanrı mı var? Ne de az düşünüyorsunuz.
Yahut karanın ve denizin karanlıkları içinde size yol gösteren kim ve rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci gönderen kim? Allah ile beraber başka bir tanrı mı var? Hâşâ, Allah onların koştukları ortaklardan çok yücedir, münezzehtir." (27: 61-63).
Allah'ın yaratıcı kudretini ve kâinat üzerindeki kontrolünü, O'nun yeri ve gökleri yaratı-şındaki harikuladelikleri; denizler, nehirler ve dağların; yağmuru getiren rüzgârın hareketinin hikmetleri bu âyetlerde ne kadar güzel dile getirilmiştir. Hepsinin ötesinde, hayatın yaratılışında, hayatın sınırsız sayıdaki çeşitliliğinde, her türün kendine has özelliklerinin bulunmasında, hayatı sayısız değişik şekillerle donatmış olan Âlim, Hakîm ve Kadir-i Mutlak'ın, Yaratılışı Planlayanın varlığının inkâr edilemez delilleri vardır. Aynı harikuladelik her hayvan, böcek ve bitki türünün üreme hadisesinde de müşahade edilmektedir. Bundan dolayı modern genetik ilminin gözlemleri muhteşem gerçekleri gözönüne serer. Bütün bunlar Âlim-i Mutlak bir Yaratıcıya ihtiyaç duyarlar; yalnızca başlangıçları İçin değil, uygun ve sürekli fonksiyon görmeleri için de sürekli yaratış hâlinde olan Âlim, Ebedî, Samed (kendine yeten) ve Basir (yaratıkları ebedi gözleyen) bir yöneticiye (Hâkim) ihtiyaçları vardır. Bütün göklerin ve yerin böylesi bir kesinlik ve yeterlilikle fonksiyonlarını sürdürmesi ateistin Allah'ı inkâr fikrini olduğu gibi, müşriklerin inanç sistemlerini de temelinden tahrip eder.
"Bu hikmet dolu sistemin Âlim-i Mutlak olan bir Yaratıcı olmaksızın öylece kendiliğinden oluverdiği düşünüleebilir mi? Ve hangi akl-ı selim sahibi kimse, bu sistemde bizatihi Ya-ratıcı'dan başkasımn olduğunu tasavvur edebilir? Aksi inançtaki kimse iddiasını destekleyecek bilgiye dayanan bir delil getirmelidir, veya en azından Allah'ı niye inkâr ettiğine veya O'na niye ortaklar koştuğuna makûl açıklamalar getirmelidir." (The Meaning of the Qur'an, c. IV, sh. 43-49).
Kur'ân aynı muhakemeyi bir başka açıdan dile getirmektedir: "De ki: 'Sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Ya da o kulak(lar)a ve gözlere kim sahiptir (onları yaratıp yöneten kimdir)? Ölüden diriyi, dinden Ölüyü kim
çıkarıyor? (Yaratma) iş(in)i kim düzenleyip yönetiyor?' 'Allah!' diyecekler. De ki: 'O halde, (O'nun azabından) korunmuyor musunuz? İşte gerçek Rabb'iniz Allah budur. Gerçekten sonra sapıklıktan başka ne var? Öyleyse nasıl (hak'tan sapıklığa) çevriliyorsunuz?" (10: 31-32). Bu sözlerle insanlara, Hakkı tanıdıktan sonra onu niye takip etmediklerini ciddi bir şekilde düşünmeleri için çağrıda bulunulmaktadır. Hem sonra niçin sapıklık içindeki insanları körü körüne takip etmekteydiler? Onlara ortadaki gerçekleri düşünüp sağ duyularını kullanmalan önerilmektedir.
Bu husus şu âyetlerle iyice vurgulanmaktadır: "De ki: 'Sizin koştuğunuz ortaklarınızdan ilk defa yaratacak, sonra yarattığını çevirip yeniden yaratacak olan var mı?' De ki: 'Allah ilk defa yaratır, sonra onu çevirip yeniden yaratır. Öyleyse nasıl (doğru yoldan) çevriliyorsunuz?'
De ki: 'Sizin ortaklarınızdan hakka götürecek var mı?' De.ki: 'Allah, hakka götürür. Hakka götüren mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa (tutulup) yola götürülmedikçe kendisi doğru yolu bulamayan mı? O hâlde neyiniz var? Nasıl hükmediyorsunuz?" (10: 34-36).
Bu âyetlerde, vurgu hayatın ve kâinatın meselelerinin Nihai Hakikati üzerindedir. "Hakka eriştiren Kılavuz kimdir, insan hayatına rehberlik edecek doğru ilkeleri tespit edebilmek için önşart olan bütün hakikatlerin kavranmasından İbaret ilimlere kim sahiptir? İnsanî problemlerin yayıldığı geniş sahayı tam olarak görebilecek Allah'tan başka kimse var mıdır? Bütün bu sorular insanoğlunu sağlam kafayla ciddî düşünceye davet etmektedir. Çünkü hayatın bu çok önemli meseleleri ancak böylece akılcı bir tarzda çözümlenebilir. Bütün bu meseleler akılcı bir tarzda ve sağlam bilgilere dayanarak çözülmelidir, zan ve inkârla değil." (The Meaning of the Qufan, c. V, sh. 30-34).
Kur'ân'ın delilleri daha sonra fizikî âleme yönelmekte ve İnsanlara bunları iyice inceleyerek Yaratıcısının belgelerini (âyetlerini) görmeye çalışmaları söylenmektedir: "Onlar, üstlerindeki göğü nasıl yapmışız bir bakmazlar mı? Onda hiçbir çatlak da yoktur. Allah'a yönelen her kula öğüt ve bir belge olarak yeryüzünü yaydık, oraya sabit dağlar yerleştirdik, orada her güzel türden yetiştirdik. Gökten bereketli bir su indirdik, kullara rızık olmak üzere onunla bahçeler, biçilecek taneli ekinler, küme küme tomurcukları olan boylu hurma ağaçları yetiştirdik. O su ile ölü yeri dirilttik. İşte insanların diriltilmesi de böyledir." (50: 6-11).
En'am sûresinde şu âyetleri görmekteyiz: "Taneyi ve çekirdeği yaran şüphesiz Allah'tır; ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkarır. İşte Allah budur. Nasıl yüz çevirirsiniz? Tan-yerini ağartan, geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ayı vakit ölçüsü kılandır. Bu, güçlü olanın, bilenin nizâmıdır. O, yıldızları kara ve denizin karanlıklarında yol bulaşınız diye sizin için var edendir. Gerçekten biz, bilen bir toplum için âyetleri uzun uzadıya açıkladık." (6: 95-97).
Bütün bu deliller, fıtrî bilgi ve idrak kabiliyetine sahip olanları Hakkı tanıtmaya yöneliktir; böyle açık delillerden sonra yalnızca câhiller Hakk'ı inkâr ederler. Önde gelen filozoflar ve meşhur blimadamlan dahi kâinatın riyâzî kesinliğine ve fizik kanunlarının işle-yişindeki harikuladelikleri bakarak bunların tesadüfi ve Yaratıcısız olamıyacağım ifade etmişlerdir.
Daha sonra insanoğluna, Yaratıcının âyet (alâmet-belge)lerini bulabilmek için kendi yaratılışına bakması söylenmiştir: "Göklerin ve yerin yaratanı, size kendinizden çiftler, hayvanlardan çiftler yaratmıştır. Bu suretle, çoğalmanızı sağlamıştır. Zâtına benzer hiçbir Şey yoktur. O, işitendir, görendir. Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur. Dilediğine rızkı açar ve kısar. O, herşeyi bilendir." (42: 11-12).
Bütün bu âyetler aklî muhakeme ve münazaraya davet etmektedir. Bunlar da bizi saran âlemin Mutlak Hakikatini kavramamız için muhtaç olunan esaslardır.
Kur'ân insanoğlunun yaratüışındaki değişik safhalara değinerek bunlardan ancak bilgi ve idrak sahiplerinin tam manâsıyla ibret alabileceklerini ifade etmektedir: "Andolsun biz insanı çamurdan (meydana gelen) bir süzmeden yarattık. Sonra onu bir nutfe (sperma) olarak sağlam bir karar yerine koyduk. Sonra nutfeyi alâka (embrîyo)ya çevirdik, alâka (embri-yo)yı bir çiğnemlik ete çevirdik, bir çiğnemlik eti kemiklere çevirdik, kemiklere et giydirdik; sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah ne yücedir!" (23: 12-14).
Kur'ân insanların çevrelerine bakmalarını ve fizikî âlemin hârikalarını müşahadelerini ve bütün bunların ardındaki Yaratıcıyı aramalarım istemiştir: "Görmedin mi, Allah (nasıl) gökten su indirdi de, onunla renkleri çeşit çeşit meyvalar çıkardık. Dağlardan (geçen) beyaz, kırmızı, değişik renklerde ve simsiyah yollar (yarattık). İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da yine böyle türlü renkte olanlar var. Kulları içinden ancak bilginler, Allah'tan (gereğince) korkar. (Çünkü O'nun yaptıklanndaki incelikleri Öğrendikçe onların Allah'a karşı saygıları artar). Şüphesiz Allah daima üstündür, çok bağışlayandır." (35: 27-28).
Şüphesiz, Kur'ân'da fizikî âlemden veya insanın kendi yaratılışından verilen Allah'ın Varlığım ispatlayan pek çok delil insanoğlunu kâinattaki mücadelesinde bekleyen meseleler hakkında ciddî bir tefekkür hâli İçinde olmayan câhil kimselerce tam olarak kavranamaz. Kur'ân'ın bu seviyede sunduğu kavramların hikmetini gerçekten anlayabilmek için öncelikle tefekkür, tahkik ve değerlendirme yapmak gerekir. Kur'ân, delillerini pek çok değişik boyutlarda getirmektedir: "O'nun âyetlerinden (sonsuz gücünün işaretlerinden) biri, sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra siz, (yeryüzüne) yayılan insan(lar) oluverdiniz. O'nun âyetlerinden biri de kendileriyle kaynaşmanız için size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır. Şüphesiz bunda, düşünen bir toplum için ibretler vardır. O'nun âyetlerinden biri de, göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda, bilenler için ibretler. O'nun âyetlerinden biri de, geceleyin ve gündüzün uyumanız ve O'nun lûtfundan (nasibinizi) aramamzdır. Şüphesiz bunda, işiten bir toplum için ibretler vardır. O'nun âyetlerinden biri de, size, korku ve ümit vermek için şimşeği göstermesi, gökten bir su İndirip onunla, ölümünden sonra yeri diriltmesidir. Şüphesiz bunda, aklını kullanan bir toplum için ibretler vardır. O'nun âyetlerinden biri de göğün ve yerin O'nun buyruğuyla durmasıdır. Sonra, sizi yerden bir tek davetle çağırdığı zaman bir de bakarsınız ki (diriltilmiş olarak yerden) çıkarılıyorsunuz. Göklerde ve yerde bulunan kimseler hep O'nundur, hepsi O'na itaat etmektedirler. Yaratmağa başlayan O'dur. Sonra onu çevirip yeniden yapar. Bu, O'na daha kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce (güç ve şan) sembol(ü) O'nundur. (En büyük kudret ve şeref misali O'dur). O, üstündür, hikmet sahibidir." (30: 20-27).
Nahl sûresinde de şu âyetleri görmekteyiz: "O'dur ki, sizin için gökten bir su indirdi, içe-cek(iniz) ondandır ve hayvanları otlattığınız ağaç(lar, bitkiler) ondan (sulanıp filizlenmektedir. Onunla size ekin, zeytin, hurma, üzümler ve her çeşit meyvalardan bitirmektedir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için (yaratıcının varlığına, kudretine ve hikmetine) işaretler vardır. Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da O'nun emriyle boyun eğdirilmiştir. (Varlıkların hepsi sizin yaşamanız, beslenmeniz için ayrı ayrı hizmet etmektedir.) Şüphesiz bunda aklını kullanan bir toplum için (Allah'ın varlığına ve hikmetine) işaretler vardır. Yeryüzünde yarattığı muhtelif renklerdeki (hayvanları, bitki)leri de (sizin hizmetinize verdi). Şüphesiz bunda öğüt alan bir toplum için ibret vardır. O, denizi de (hizmetinize) râm etti ki ondan taptaze et yiyesîniz ve ondan giyeceğiniz süsler çıkarasınız. Görüyorsun ki gemiler, denizi yara yara akıp gitmektedir. (Bütün bunlar) Allah'ın lûtfunu aramanız ve O'na şükretmeniz içindir. Sizi sarsar diye arza ağır baskılar attı, ırmaklar ve yollar (yarattı) ki doğru yolu bulaşınız (amaçlarınıza ere-sİniz). (Yol bulmak için yararlanılacak) işaretler de (yarattı). Onlar yıldız(lar)la da yol bulurlar. Yaratan, yaratmayan gibi midir? (Hiç bir şey yaratamayan o putlar, bunca varlıkları yaratan Allah'a denk tutulur mu?) Hiç düşünmüyor musunuz? Eğer Allah'ın nimetini saysanız, sayamazsınız. Doğrusu Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (16: 10-18).
Aynı deliller Yasin sûresinde de getirilmektedir: "Ölü toprak onlar için bir âyettir, (ölüleri nasıl dirilteceğimize işarettir): Biz onu dirilttik, ondan taneler çıkarttık da ondan yiyorlar. Orada hurma ve üzüm bağları yarattık; içlerinde pınarlar fışkırttık, ki (Allah'ın) ürününden ve ve ellerinin emeğinden yesinler. Halâ şükretmiyorlar mı? Ne yücedir O (Allah) ki toprağın bitirdiklerinden, kendilerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden olan bütün çiftleri yaratmıştır. Gece de onlar için bir âyettir. Gündüzü ondan sıyırırız da karanlıkta Salıverirler. Güneş de kendi müstekarn (yani konulmuş olduğu yer) için akıp gider. Bu, üstün ve bilen (Allah'ın) takdiridir." (36: 33-40).
Bu âyetler bütün yaratılışı, insanoğlunun ya-ratıhşındaki mucizeyi ve fizikî âlemle her gün gözlenen tabii hâdiseleri yürüten üreme ilkelerini açıklamaktadır. Daha sonra Kur'ân'm bu âyetlerinde daha önceleri insanoğlunun bilmediği dünyanın ve ayın güneş etrafında dönmesi ile ilgili astronomik sırlardan bahsedilmektedir. Bu âyetlerde, dünya hakkında insanoğlunu kâinatın bilinmeyen sırlarını derinlemesine araştırmaya sevkeden bir bilgi yığını vardır.
Kur'ân Allah'ın Birliği ile ilgili son delilleri şu şekilde vermektedir: "Eğer yerde, gökte Allah'tan başka tanrılar olsaydı, ikisi de (yer de, gök de) bozulup gitmişti. Arş'm sahibi Allah, onların vasıf]andırdıklarından münezzehtir." (21: 22). Isrâ sûresinde, şöyle buyrul-maktadır: "De ki: 'Eğer dedikleri gibi O'nun-la beraber (başka) taunlar olsaydı, o zaman (öteki tanrılar), Arşın sahibine (yaklaşmak için) bir yol ararlardı. Hâşâ, O, onların dediklerinden münezzehtir, çok yücedir, uludur. Yedi gök, arz ve bunların içinde bulunanlar, O'nu teşbih ederler. O'nu övgü ile teşbih etmeyen hiç bir şey yoktur, ama siz onların teşbihlerini anlamazsınız. O, halimdir, çok bağışlayandır." (17: 42-44). Bu âyetler konu hakkında, son astronomi bilgilerinin de tasdik ettiği Tevhid akidesinin lehine nihai ve ilmî delilleri sunmaktadır. Kâinatın eninde, boyunda ve derinliklerinde vazife gören fizik kanunları bunu tam bir ahenk ve homojenlik içinde yapmaktadır. Aynı Kanun (sünnetul-lah) galaksimizde ve milyonlarca ışık yılı uzaklıktaki diğer milyonlarca galakside de iş-leyegelmektedir. En ufak ayrıntıya bile mikroskobik bir kesinlikle uygulanan kâinatta geçerli fizik kurallarının işleyişinde en ufak bir farklılık yoktur. Müşrikler bu deliller karşısında hayrete düşmüşler, Hakkı çürütecek aklî gerekçeler gösterememişler veya Kur'ân'm mantıkî çizgisine geçerli cevaplarla karşılık verememişlerdir. Kur'ân en temel Hakikat ilkesi olan Tevhid akidesini bile muhaliflerine sunarken bu tarz bir münazarayı benimsemiş, insanları her türlü fikir ve anlayışı telkin etmede aynı mantık çizgisini izlemiştir. Dolayısıyla, Hz. Peygamber @'in vefatından çeyrek yüzyıl sonra müslümanlar arasında ilmî bir tavır ihdas oldu ve inkişaf etti.
Müşrikler Hz. Muhammed @'i yalancılıkla itham ederek Elçiliğini kabul etmediler. Bu hususa Kur'ân-ı Kerîm'de şu ifadelerle işaret edilmektedir: "Yoksa 'O (Kur'â)n'ı uydurdu' mu diyorlar? De ki: 'Eğer onu uydurmuşsam, suçum banadır. Ama ben sizin işlediğiniz suçlardan uzağım." (11: 35). Araf sûresinde şu âyeti okumaktayız: "Allah'a yalan uyduran, ya da O'nun âyetlerini yalan sayandan daha zâlim kimdir? Onlara Kitabdan nasipleri erişir (ezelde kendileri için ne rızık takdir edilmişse onu alır ve kendilerine yazılmış süre kadar yaşarlar); nihayet (ömürleri tükendiği zaman) elçilerimiz (melekler) gelip canlarını alırken: 'Hani Allah'tan başka yalvardık-lannız nerede?' dediklerinde: 'Bizden sapıp, kayboldular' dediler ve kendi aleyhlerine, kendilerinin kâfir olduklarına şahitlik ettiler." (7: 37). Şûra sûresinde şöyle buyrulmaktadır: "Yoksa: 'Allah'a yalan uydurdu' mu diyorlar? Allah dilese senin kalbine mühür basar; bâtılı mahveder, hakkı sözleriyle yerleştirir. Şüphesiz O, kalplerde olanı bilendir." (42: 24). Burada müşriklere bir meydan okuma vardır: "Eğer bîr kimsenin Hz. Peygamber @'in misyonu hakkında şüphesi varsa hayatına, işlerine ve kişiliğine baksın. Allah Hakkı sever, bâtılı değil. Allah Kelâmının güzelliği, hikmeti, kudreti bâtıl sözlerde bulunmaz. Bâtıla sapan kişinin kalbi mühürlenir ve yeni yüceliklere ulaşamaz; bu kişi faraza (haşa) Allah'ın Elçisi olsa bile." (A. Yusuf Ali, The HolyQur'an,$h. 1312).
Müşriklerin Hz. Muhammed @ 'i her yönüyle tanıyor olmaları da onlara kesin bir cevaptır. Çünkü o müşriklerin gözü önünde doğup, büyümüş; hatta O'nun Mekke'deki en dürüst ve güvenilir kişi olduğunu herkes kabul etmişti. Onlar onu es-Sâdık (dürüst) ve eî-Emîn (güvenilir) isimleriyle çağırıyorlardı. Geçmişi lekesiz, şahsî ve maddî hayatında hiçbir zaman yalan söylememiş olan bir kişi nasıl Allah'a yalan isnad edebilir? Böyle bir şey yalnızca Hz. Muhammed <2) için değil, herhangi bir dürüst kimse için dahi düşünülemez. Hz. Peygamber @'in hayatının bu gerçekleri Kur'ân'da şu mealdeki âyetlerle ifade edilmektedir: "(Ey Muhammed!) De ki: 'Eğer Allah dileseydi, onu size okumazdım ve onu size hiç bildirmezdi. Daha ondan önce aranızda bir ömür boyu kalmıştım (böyle birşey yapmamıştım), düşünmüyor musunuz? Allah'a karşı yalan uyduran, yahut âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim olabilir?..." (10: 16-17). Bu, müşriklerin, Hz. Muhammed @'in Kur'ân'ı kendisi yazdığı halde Allah'a izafe ettiği şeklindeki suçlamalarına karşı getirilen güçlü bir delildir. Bunu desteklemek için, onun bütün hayatı müşriklerin gözü önünde geçmiştir; çocukluğu, gençliği ve orta yaşları kendi gözleri önünde yaşanmıştır. Hz. Muhammed @ müşrikler arasında ve onlarla birlikte şahsî, sosyal ve iktisadî her türlü münasebet İçinde olmuştu. Öyle ki, hayatının hiçbir yönü müşriklere gizli değildi. Onun hayatında bu Kitabın yazan olabileceğini gösteren herhangi bir işarete rastlamışlar mıydı? Öyle olmadığı açıkken, müşriklere, acele ve gayrimâkul hükümler vermeden önce, Hz. Muhammed @'i ve davetini düşünüp değerlendirmeleri, anlamaya çalışmaları hatırlatılmıştır. Ve Hz. Muhammed @ onlara sadece şu basit gerçeği söylemektedir: "Şayet vahyo-lunan bu âyetler Allah'tan değilse ve onları ben uydurup, O'ndan geliyormuş gibi aktarı-yorsam, benden daha günahkâr kimse olamaz. Aynı şekilde, eğer bu âyetler gerçekten Allah'tansa ve sizler bunu reddediyorsanız, sizden daha günahkâr kimse olamaz." (The Holy Qur'an, sh. 1048).
En'am sûresi bu İfadeleri şöylece teyid etmektedir: "Allah'a karşı yalan uydurandan, ya da kendisine birşey vahyedilmemiş iken 'Bana da vahyolundu.' diyenden ve 'Ben de Allah'ın indirdiği gibi indireceğim!' diyenden daha zâlim kim olabilir? O zâlimler ölüm dalgaları içinde, melekler de ellerini uzatmış: 'Haydi canlarınızı çıkarın (kurtarın), Allah'a gerçek olmayanı söylemenizden ve O'nun âyetlerine karşı büyüklük taslamanızdan ötürü, bugün alçaklık azâbıyia cezalandırılacaksınız!' (derken) onların hâlini bir görsen!" (6: 93). Böyle kimseler Ankebut sûresinde de şiddetle uyarılmışlardır: "Allah'a (karşı) yalan uyduran, yahut kendisine hak gelince onu yalanlayandan daha zâlim kimdir? Kâfirlerin duracakları yer, cehennemde değil midir?" (29: 68). Yine aynı husus Yunus suresinde şöyle ifade edilmiştir: "Allah'a karşı yalan yere iftira düzenden ve O'nun âyetlerini yalanlayanlardan daha zâlim kimdir? Şüphesiz O, suçlu günahkârları kurtuluşa erdirmez." (10: 17). Eğer buna dikkatlice bakarsanız şu sonuca varırsınız: "Dünyevî görüş açısından bile Allah'ın Hakikatini inkâr edenler mahzurlu bir konumdadır. Ama bir de ibadet edilecek bâtıl tanrılar icat edenlerin ve bu konuda yalan düzenlerin hâli... Onlar için Allah'ın Rahmetinden ebediyen mahrum kalmaktan daha büyük bir ceza düşünülebilir mi?" (The Meaning of The Qur'an, c. VIII, sh. 178-180). Onlar bu dünyada zihin selametini kaybederler ve cehennem ateşi onların son durağı olur.
Müşrikler Hz. Peygamber @'İ bu âyetleri yazarken başkalarından yardım almakla da suçlamışlardır. Kur'ân onlara şöyle cevap vermektedir: "İnkâr edenler: 'Bu (Kur'ân), yalandan başka bir şey değildir. (Muhammed) onu uyduruyordu, başka bir topluluk (yahudi-ler veya başkaları) da kendisine yardım etti.' dediler de muhakkak bir haksızlığa ve İftiraya vardılar. Dediler: 'Evvelkilerin masalları, onları yazdırmış, sabah akşam onlar kendisine okunuyor.' De ki: '(Hayır), onu, göklerdeki ve yerdeki gizlilikleri bilen (Allah) indirdi. O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (25: 4-6). Görünüşte belli bir ağırlığı olan bir iddia idi bu. Çünkü, peygamberlik iddiası hakkında onun kaynağını belirlemekten daha büyük bir delil olamazdı. Fakat, bu iddiaya karşı bir delil ileri sürülmeden, doğrudan redde gidilmesi ve âdeta; "Sizin töhmetiniz asılsız bir yalandır; siz elçimize karşı böylesine asılsız bir töhmette bulunacak kadar zâlim ve adaletsiz kişilersiniz. Kur'ân göklerde ve yerdeki bütün gizlilikleri bilen, bütün sırlarını bilen Allah'ın Kelâmı'dır." denmesi ilginç görünüyor. Müşriklerin töhmeti vakıalara dayanmış olsaydı, böyle bir tahkirle reddedilmezdi. Çünkü bu durumda onlar ayrıntılı ve açık bir cevap isterlerdi. Fakat Kur'ân'daki reddin kuvvetini anladıklarından, böyle bir istekte bulunmamışlardır. Bunun da ötesinde, "ağırlıklı" iddianın, yani müslümanlarm zihinlerinde hiç bir şüphe doğurmamış olması, bunun bir yalan olduğuna açık bir delildir... Ayrıca, eğer peygambere (haşa!) "sahtekârlığında" yardım ettiklerini ileri sürdükleri kimseler yabancıları değildi. Mekke'de oturduklarından, onların bilgilerinin derecesi herkese malûmdu. Bizzat kâfirler, onların en üst düzeyde edebî meziyet ve olağanüstülük sahibi Kur'ân gibi yüce bir kitabın meydana getirilmesinde yardımcı olamayacaklarını biliyorlardı. Onlarla birlikte yaşayan, çalışan ve onu her zaman tanıyan bütün insanlardan bu durum nasıl gizlenebilirdi? O halde, bu itham yalnız saçma ve sahte olmakla kalmamakta, ayrıca Kur'ân'm cevap vermesine tenezzül etmeyecek kadar bayağı olduğu da ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, Kur'ân, bu ithamda bulunanların Hakk'a karşı çıkışlarında hiçbir şey söyleyemeyecek kadar kör olduklarını ispatlamak için ondan söz etmektedir."
Müşriklerin Hz. Muhammed @ hakkındaki suçlamalarının hepsi yalan olduğu gibi kendileri de bunu biliyorlardı. Bu yüzden de tek bir suçlamada ısrarlı olamamışlar ve onun hakkında pek çok iftirada bulunmuşlardır. Bazen onun bir sihirbaz olduğunu, bazen de şair olduğunu söylemişlerdir. Kur'ân bu suçlamaları birer birer ele alır: "Allah'a yalan mı uydurdu, yoksa kendisinde delilik mi var?' Hayır, âhirete inanmayanlar, azâb ve derin bir sapıklık içindedirler." (34: 8). Ahkâf sûresinde şu âyetler vardır: "Onlara açık açık âyetlerimiz okunduğu zaman kendilerine ge-" len hakkı inkâr edenler: 'Bu, apaçık bir büyüdür' dediler. Yoksa 'Onu (Muhammed) uydurdu' mu diyorlar? De ki: 'Eğer ben onu uy-durmuşsam, Allah'tan gelecek cezaya karşı sizin bana hiçbir faydanız olmaz. O, sizin ne taşkınlık yaptığınızı, (Allah'ın âyetleri hakkında ne iftiralar attığınızı) daha iyi bilir. Benimle sizin aranızda O'nun şahit olması yeter. O, bağışlayan, esirgeyendir." (46: 7-8).
Ve Enbiya sûresinde şu âyetleri görürüz: "Hayır, dediler, (Muhammed'in söyledikleri), karmakarışık rüyalar (boş hayaller); hayır, onu uydurmuş; hayır, o şardir. (Eğer bizim kendisine inanmamızı istiyorsa) o hâlde bize, öncekilerin (kavimlerine mucizelerle) gönderildikleri gibi o da bir mucize getirsin. Bunlardan önce helak ettiğimiz hiçbir kent (halkı) inanmamıştı, şimdi bunlar mı inanacaklar?" (21: 5-6). Bu âyet, onların taleplerine kısa bir cevap mahiyetindedir: Birincisi, sizler daha önceki peygamberlerin getirdiği gibi mucizeler istiyorsunuz; fakat o inatçı kimselerin mucizelere rağmen inanmadıklarını unutuyorsunuz. İkincisi, mucize isterken, mucizeyi gördükten sonra da inanmayan İnsanların kaçınılmaz olarak helak edildiklerini farkedemiyorsunuz. Size istediğiniz mucizeyi göndermemesi Allah'ın bir lûtfudur. Bu sebeple sizin için en hayırlı olanı, mucize (veya azâb) gelmezden evvel inanmanızdır. Aksi hâlde, kendilerine mucize gösterildikten sonra da inanmayan kavimler gibi siz de helak olursunuz." (The Meaning ofthe Qur'an, c. VII, sh. 144, 145).
Daha sonra onların bâtıl delillerini reddeden Kur'ân şöyle buyurur: "Biz ona (o Mu-hammed'e) şiir Öğretmedik, (şiir) ona yakışmaz da. O(nun getirdiği), sadece bir öğüt ve apaçık bir Kur'ân'dır." (36: 69). Bu âyet şairlerin şahsiyet, mizaç, huy ve hayat tarzlarının Peygamber @'in hayat tarzı ve davranışları ile tamamı tamamına zıt olduğunu anlatır. İlahî Daveti taşıyan bir Peygamber'e ve böyle yüce şahsiyetli bir kimseye şairler gibi şiirler söylemek ya da hikâyeler anlatmak uygun düşmez. Daha sonra Secde süresindeki şu âyeti görmekteyiz: Yoksa 'Onu uydurdu' mu diyorlar? Hayır, o, senden önce kendilerine hiçbir uyarıcı gelmemiş olan bir kavmi uyarman için Rabb'inden (sana indirilen) gerçektir; belki yola gelirler (diye indirilmiştir)." (32: 3). Ve son olarak Enbiya sûresi insanlara karar vermeden önce dikkatlice düşünmelerini önerir: "Andolsun, size, içinde sânınız (şerefiniz) bulunan bir Kİtâb indirdik. Aklınızı kullanmıyor musunuz?" (21: 10). Mekkeli müşriklerin Kur'ân ve Peygamber'e karşı çaresizlik içinde yönelttikleri kâhin, şair, mecnun gibi itirazlara verilen kapsamlı bir cevaptır ve adeta şöyle denilmektedir: "Bu Kitab'ta anlayamadığınız ne var? Niçin onu doğru bir yaklaşımla incelemiyorsunuz? Onda kesinlikle hiçbir çelişki yoktur: O sizi, sizin problemlerinizi ve hayatınızla ilgili meseleleri ele almaktadır. O sizin fıtratınızı, kökeninizi ve sonunuzu açıklamaktadır. O doğru ile yanlışı ayırmakta ve sizin vicdanlarınızın da kabul ve tasdik edeceği yüksek manevî ve ahlâkî değerler ortaya koymaktadır. O halde neden bu kadar kolay ve basit bir şeyi anlamak için aklınızı kullanmıyorsunuz?"
Kur'ân-ı Kerîm, müşriklerin iddialarına şu âyetlerle cevap vermiştir: "(Ey Muhammed!) Yoksa 'Onu uydurdu' mu diyorlar. De ki: 'Eğer doğru iseniz haydi onun benzeri bir sûre getirin ve Allah'tan başka çağırabildikle-rinizi de çağırın!' Hayır, bilgisini kavrayamadıkları, yorumu da kendilerine gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Bak, o zâlimlerin sonu nice oldu?" (10: 38-39). Bu âyet onların iftiralarının gerçek temelini açıklamaktadır. Gerçekte, onlar Kur'ân'ın uydurulmuş olduğunu yalnızca iki temele dayanarak iddia edebilirlerdi ki, bu her iki temel de asla mevcut olmamıştır: Birincisi, Kitab'ın Allah katından inmediğini, aksine biri tarafından (haşa) uydurulduğu; ikincisi de, Kitâb'da serdedilen hakikatlerin ve verilen bilgilerin yanlış olduğu iddiası. Ancak hiç kimse Kur'ân'ın sahiden uydurulmuş olduğunu ve sonra Allah'a izafe edildiğini söyleyemezdi. Hiç kimse de, Rasûlullah @'in gayb perdeleri arasından gizlice gözetlemede bulunup sonra (Kitab'ta bildirildiğinin aksine) Tek bir Allah'ın değil, semalarda birçok ilahın bulunduğunu keşfedi-verdiğini iddia edemezdi. Yine, hiç kimse, ama gerçek bilgiye dayanan hiç kimse meleklerin olmadığını, vahyin gerçek dışı olduğunu ve Allah'ın olmadığını ileri süremezdi. Bunlar olsa olsa birtakım doğurgan muhayyile sahiplerince uydurulmuş kurgular olabilirdi. Ayrıca hiç kimse, 4tahiret"e gidip görmek suretiyle şahit olmamıştı ki, mükâfat ve ceza konusunda bildirilenlerin yanlış olduğunu iddia edebilsin. Aksine, bu bildirilenleri çürütecek karşı delillere sahip olmadığı halde, Kur'ân'ın sahihliği hakkında sanki mesele hakkında derinlemesine araştırma yapmış ve onu tamamen ispatlamış bir kimse gibi cesaret ve küstahlıkla tartışmada bulunuyorlardı. Bütün bu kimselere, Rasûlullah @'e karşı getirdikleri suçlamalarda samimi iseler, Kur'ân sûrelerinden birinin benzerini getirmeleri söylenerek meydan okunmaktadır (The Meaning ofthe Qur'an, c. V, sn. 35).
Yine aynı husus aşağıdaki âyetlerde tekrarlanmıştır: "Yoksa 'Onu uydurdu' mu diyorlar. De ki: 'Öyleyse siz de onun benzeri on uydurulmuş sûre getirin; eğer doğru iseniz Allah'tan başka, çağırabildiklerinizi de (yardıma) çağırın (da bunu yapın)!' Eğer size cevap veremedilerse bilin ki (o), Allah'ın bilgisiyle indirilmiştir ve O'ndan başka tanrı yoktur. Nasıl, artık müslüman oldunuz mu?" (11: 13-14). Daha sonra nihai delil şu âyetlerle sunulmaktadır: "Eğer kulumuz (Muhammed)e indirdiğimizden şüphe içinde iseniz, haydi onun gibi bir sûre getirin, Allah'tan başka, bütün şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın; eğer doğru iseniz (bunu yapın). Yok eğer ya-pamadınızsa, ki asla yapamayacaksınız, o halde yakıtı insanlar ve taşlar olan, inkarcılar İçin hazırlanmış ateşten sakının." (2: 23-24). Bu, müşriklere son bir meydan okumaydı; edebi mükemmeliyeti ve ele aldığı konuları ve Öğretisi itibariyle eşsiz olan Kur'ân'ın hiç bir insan tarafından üretilemeyeceğine bütün İslâm düşmanlarım ve muhaliflerini kesin olarak ikna etme gayesini güdüyordu. Hiçbir insan tarafından üretilemeyeceğine göre Allah tarafından vahyedildiği bîr gerçektir. (The Meaning ofthe Qur'an, c. I, sh. 62).
Müşriklerin bir diğer itiraz noktası da Allah'ın kendilerine hidâyet rehberi olarak bir insandan ziyade melek göndermesini tercih etmeleriydi. Kur'ân bu itiraza şöyle cevap vermektedir: "Kavminden, kendilerine dünya hayatında bol nimet verdiğimiz o inkâr eden ve âhiret (hayatm)a kavuşmayı yalanlayan eşraf takımı dedi ki: 'Bu da sîzin gibi bir insandan başka bir şey değildir. Sizin yediğinizden yiyor, sizin içtiğinizden içiyor. Eğer sizin gibi bir insana itaat ederseniz o takdirde siz, mutlaka ziyana uğrayanlarsınız demektir." (23: 33-34). Yine aynı sûrede şu âyet vardır: "Kavminin içinden ileri gelen inkarcı bir grup (diğerlerine şöyle) dedi: 'Bu da sizin gibi bir insandan başka birşey değildir. Size üstün gelmek (size hâkim olmak) istiyor. Eğer Allah (elçi göndermek) dileseydi, melekleri indirirdi. Biz ilk atalarımızdan beri böyle birşey işitmedik." (23: 24). Hz. Peygamber @'e yapılan bu tür eleştirilere Furkan sûresinde de temas edilmektedir: "Dediler: 'Bu ne biçim peygamber ki yemek yiyor, çarşılarda geziyor? Ona kendisiyle beraber uyarıcı olacak bir melek indirilmeli değil mi? Yahut, kendisine (gökten) bir hazine atılmalı, yahut kendisinin bir bahçesi olmalı da ondan (hiç zahmet ve meşakkat çekmeden) yemeli değil mi?' Ve zâlimler: 'Siz başka değil, sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz' dediler." (25: 7-9). Bu âyetler müşriklerin kafasının nasıl karışık olduğunu ve Raûlullah @'den nasıl gülünç taleplerde bulunduklarını göstermektedir. Onlar bir insanın Allah'ın Elçisi olabileceğine İnanmıyorlardı. Onlara göre böyle bir Elçi kendisine inanmayanları tehdit etmek için İlâhî yardımla, eziyet ve kötülüklerden etkilenmeden bu dünyada yüksek bir hayat seviyesine sahip olmalıydı (The Meaning of the Qur'an, c. VIII, sh. 180).
Kur'ân, müşriklerin bu garip fikirlerini reddetmekte ve şunu savunmaktadır: "Biz senden önce yalnız kendilerine vahyettiğimiz adamlardan başkasını peygamber göndermedik. Eğer bilmiyorsanız zikir ehline (yani meseleyi bilen, eski Kitâb sahiplerine) sorun. Biz onları yemek yemeyen ceset(ler) yapmadık. (Onlar), ölümsüz de değillerdi." (21: 7-8). Bu onların itirazlarına ve garip taleplerine verilen cevaptır. Onlara, bilgi eksikliğinden doğan şüpheleri varsa gerçeği Yahudilerden tasdik ettirmeleri söylenmektedir, çünkü Hz. Peygamber @'in düşmanı olsalar bile Musa @ ve Davud @ dahil bütün peygamberlerin İnsanlardan olduğunu İkrar edecektiler. Yusuf sûresinde şu âyet vardır: "Senden önce de şehirler halkından, yalnız kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başka, (elçi) göndermedik. Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görsünler? (Günahlardan) korunanlar için âhiret yurdu daha iyidir. Aklınızı kullanmıyor musunuz?" (12: 109).
Daha sonra Kur'ân bu noktayı bir diğer açıdan ele alır ve şöyle delil getirir: "Biz onlara melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı ve herşeyi toplayıp karşılarına getir-seydik, Allah dilemedikten sonra yine de inanmazlardı; fakat çokları (bunu) bilmezler." (6: 111). Burada müşriklere, Hakkı kabul ya da reddetmenin kendi hür iradelerine bırakıldığı ve Allah'ın kimseyi zorlamadığı açıklanmaktadır. Bu sebeple Allah insanların fıtratını, seçme özgürlükleri olmadığı için yaptıklarından sorumlu da tutulmayan türler gibi, fikir ve amel hürriyetinden mahrum kalacak şekilde değiştirmeye de niyet etmemiştir. Çünkü bu insanın yaratılış gayesindeki hikmete aykırı bir durumdur. (The Meaning oj îhe Qur'an, c. III, sh. 143). Aynı husus şu âyetle de vurgulanmıştır: "(İnanmak için) ille meleklerin gelmesini, yahut Rabb'inin gelmesini ya da Rabb'inin bazı âyetlerinin gelmesini mi bekliyorlar? Ama Rabb'inin bazı (kıyamet) işaretleri geldiği gün, daha önce inanma-mışsa yahut imanıyla bir İyüik kazanmamış ya da imanından bir hayır kazanmamış olan kimseye, artık inanması bir fayda sağlamaz. De ki: 'Bekleyin, biz de beklemekteyiz." (6: 158). Bu müşriklerin talep ettiği mucizelerin geldiği günün onlar için bir karar günü olacağı belirtilmektedir, çünkü bu mucizelere dayanarak elde edilen imanın bir kıymeti yoktur. Furkan sûresinde bu durum şu sözlerle tekrar edilmektedir: "Melekleri gördükleri gün, işte o gün suçlulara müjde yoktur ve '(Size sevinmek) yasaktır, yasak!' derler. Yaptıkları her işin önüne geçtik de, onu (etrafa) saçılmış toz zerreleri hâline getirdik (inanmadıklarından dolayı kendilerinin yaptıkları bazı güzel amelleri de sildik, boşa çıkardık. Çünkü güzel amel, ancak imanla makbuldür)." (25: 22-23).
Yine Kur'ân onların taleplerinden bir diğerini ele alır ve onları konu Üzerinde ciddi şekilde düşünmeye çağırır: "De ki: 'Yeryüzünde yerleşip dolaşanlar melek olsalardı, biz de onlara gökten peygamber olarak bir melek gönderirdik." (17: 95). Kur'ân'ın bu âyeti şunu vurgulamaktadır; "bir Elçi sadece Allah'ın mesajını ulaştırmakla yükümlü değildir, aynı zamanda insan hayatını bu tebliğe uygun şekilde düzenlemekle de yükümlüdür. Tebliğin ilkelerini insanoğlunun şartlarına uygulamalı ve kendisi bu ilkeleri yaşayarak göstermelidir. Ayrıca, Tebliğini dinlemeye ve anlamaya çalışan İnsanların sahip olduğu yanlış fikirleri de değiştirmeye çalışmalıdır. Bunun yanında, müminleri Tebliğin öğretilerini temel alan bir toplum oluşturabilecekleri seviyeye getirmek için eğitmelidir. Tebliğine muhalefet eden ve onu reddedenlere karşı mücadele etmeli, toplumsal çürümenin karşısında boyun eğmiş olan güçleri ayağa kaldırıp Allah'ın Elçisini gönderme sebebi olan düzenlemeleri gerçekleştirmelidir. Bütün bu işler insanların yaşadığı bir toplumda yapılmak zorunda olacağı için bu vazifeyi sadece bir insan gerçekleştirebilir. Eğer Elçi olarak bir melek gönderilmiş olsaydı, onun yapabileceği şey en çok tebliği ulaştırmak olurdu, çünkü o inanlar arasında yaşayamazdı ve onların hayatlarını ve meselelerini paylaşamazdı, böylece de reform imkânı doğmazdı. Bu nedenle reform gayesini gerçekleştirmeye en uygun aday Elçi'nin insanlar arasından olmasıdır." (The Meaning ofthe Qufan, c. VI, sh. 168).
Bu durum şu âyetlerle daha da vurgulanmıştır: "Ona bir melek indirilmeli değil miydi?' dediler. Eğer bir melek indirseydik, iş bitirilmiş olurdu, artık kendilerine hiç göz açtınl-mazdı. Eğer O'nu (yani peygamberi) melek yapsaydık, yine bir adam (şeklinde) yapardık ve onları yine düştükleri kuşkuya düşürürdük." (6: 8-9). Bu âyet onların talebine çok gerçekçi bir cevap vermektedir. Birincisi, eğer Allah bir melek göndermiş olsaydı, kendilerini düzeltmek ve ıslâh etmek için onlara hiçbir mühlet tanınmazdı. Kendilerine, inanmaktan başka alternatif bırakmayacak şekilde hakikati çok aşikâr kılmak için melek gönderilmemiş ve böylece onlara bir fırsat tanınmıştır. Şurası açıktır ki, bu durum, dünyadaki hayatlarının gayesi olan hür iradelerinin denenmesini beyhude kılardı. Bu yüzden herhangi bir melek gönderilmemiştir.
İnsanoğlu imtihandan geçmeli ve görülmez hakikati onu çıplak gözle görmeden aklını ve düşünme yeteneklerini doğru yolda kullanarak keşfetmeli, sonra da bu hakikatin gerekleri doğrultusunda nefsini ve şehvetini kontrol altına almalıdır. İşte bu yüzden, "görünmeyenin (gayb)" imtihan gereği görünmez olarak kalması gerektiği açıktır. İkincisi, imtihan dönemi olan dünya hayatı da varlığını ancak "görünmeyen" görünmez kaldığı sürece sürdürecektir. "Görünmeyen (gayb)" aşikâr hâle gelince bu imtihan "bu dönem" kendiliğinden sona erecek ve imtihanın sonuçlan ortaya çıkacaktır. Bu sebeple Allah melek gönderilmesi talebini karşılamamaktadır. Çünkü Allah imtihan dönemi sona ermeden önce, sizi imi-tihan etmeyi bırakmak istememektedir. Üçüncüsü, insanlara hidâyet rehberi olabilecek diğer tek alternatif insan şeklinde bir melek göndermek olabilirdi. Ve Allah buyurmaktadır ki, eğer insan kılığında bir melek göndermiş olsaydı müşrikler yine Hz. Muhammed @'i tanımakta duydukları güçlüğün aynısını onu tanımak için de duyacaklardı. Bu da kendilerini daha çok şüpheler içine itecekti. Bu bakımdan, Allah'ın Elçisi'ne destek olacak bir melek göndermemesi tebliğe muhatap kitlenin kendi iyiliklerine olmuştur (The Mea-ning ofthe Qur'an, c. VI, sh. 98-99).
Böylece Kur'ân müşriklerin taleplerini hiçbir karşı cevap veremeyecekleri tarzda çok yumuşak ve ikna edici delillerle bertaraf etmiştir. Onların Hz. Peygamber @'i sahtekârlıkla suçlamaları karşısında, Rasûlullah @'in bütün hayatım aralarında geçirdiği ve onun hakkında kendilerine gizli kalan hiçbir şey olmadığı ifade edilmiştir. O kendilerinin de şeha-det ettiği gibi aralarındaki en güvenilir ve dürüst bir insandı, öyleyse Yaratıcısına karşı nasıl yalan söyleyebilirdi? Onlar bu basit gerçeği anlamıyorlar mıydı? Onlar, bu konuda başkalarından yardım gördüğünü söylediler. Bu onların çözemiyecekleri bir sır mı idi ki? Eğer buna gerçekten inanıyorlarsa bu yüce şeyleri söylemekte ona yardım edeni niçin ortaya çıkarmıyorlardı? Zaten, o aralarında yaşıyordu ve mekânı onlar için bilinmeyen bir sır değildi. Gerçek şuydu ki onlar Rasûlullah @ hakkında söylediklerine gerçekte inanmıyorlardı. Eğer benzer sözleri yazabilecekleri-ni söylüyorlarsa ve iddialarında samimi iseler haydi Kur'ân sûrelerine benzer bir sûre ge-tİrsinlerdi. Ancak, Allah'tan başka dost edindiklerini çağırsalar bile böyle bir sûre meydana getiremezlerdi. Müşrikler ne böyle bir sûre getirebildiler ve ne de Kur'ân'ın meydan okumasına cevap verebildiler.
Müşriklerin Hz. Peygamber @ 'e yönelttikleri suçlamaların hiçbir güvenilir ve akılcı temeli yoktu. Bu yüzden zaman zaman değişik yeni suçlamalarda bulundular. Onlar, Allah Elçi gönderecekse melek göndermeliydi, o zaman ona kolayca inanırdık dediler. Onlara, eğer kendilerine melek gönderilseydi ve onları inanmaya zorlasaydı, bunun, Allah'ın Hesabının hikmetine aykırı olacağı söylendi. İnsanlar yeryüzüne belli bir zaman dilimi içinde imtihan edilmek üzere gönderilmişlerdi. Hakikati, Allah'ın Elçilerinin rehberliğinde bulmalı ve kendi hür iradeleri İle buna uygun davranmalıdırlar. Daha sonra Hüküm Gününde Allah tarafından yargılanacaklardır ve iyilik yapanlar Cennet ile mükâfatlandırılacak ve kötülük yapanlar da Cehennem ile cezalandırılacaktır. Dolayısıyla, onların Elçi olarak insan yerine melek istemeleri kendileri için çok akıllıca olmayacaktır. Şayet bir melek gönderilseydi, insanlara rehberlik ve örneklik etmek için uygun bir varlık olmayacaktı, tnsan şeklinde bir melek gönderilmesi hâlinde de, onun melek olması gerektiği gibi itirazlar yinelenecekti. Hz. Peygamber @ muhalifleriyle çok yumuşak ve mâkûl bir şekilde münazara etmiş, onlara iddiaları doğrultusunda yaklaşmış ve onları bu hususta tatmin etmeye çalışmıştı. O müşriklerin bütün suçlama ve itirazlarını delilleriyle cevaplamış, onlara mantık ve idraklerini kullanmalarını hatırlatmıştı. Ne var ki, müşriklerin ileri gelenleri sağduyularım hemen hemen hiç kullanmadılar. Kendisine inanmamalarının başlıca nedeni, onu fazla zengin olmayan ve dünya malı bulunmayan sıradan bir kişi olarak tanımaları ve çekememeleriydi. Hafife alarak, böyle bir insanm nasıl Allah'ın Elçisi olabileceğini sordular. Eğer Allah Elçi gönderecek olsaydı iki büyük şehrin zengin ve ulu kişilerinden birini seçmeliydi: "Ve dediler ki: 'Bu Kur'ân, iki şehrin birinden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?" (43: 31). Yani Mekke'nin ve Taif'in ileri gelenleri böyle bir mevkinin fakir bir insana emanet edilemiyeceğini düşünüyorlardı. Kıt anlayış ve bilgileriyle, peygamberliğe Hz. Muhammed @'den daha lâyık olduklarını düşünüyor, bu dünyanın bütün iyi şeylerini kendilerine uygun görüyorlardı. İktidar ellerindeyken ve bu dünyanın nimetlerinden bol bol faydalanıyorken Kur'ân'ın delillerine kulak asıp onun mesajını cidden düşünmeleri çok zordu. Ancak sonunda, Kur'ân bütün zalimane iddia ve taleplere galip gelmiştir.
Ahiret kavramı da İslâm inancının önemli bir kısmıdır. İnsanoğlunun Ölümden sonra hayat olduğuna inanması farzdır, ancak yine, insanların tam tatmin olmasını sağlamak için bu kavramı destekleyen deliller verilmiştir. Bu sayede insan onu güvenilir bilgilere dayanarak ve kendi hür idadesiyle kabul veya reddetsin. Gerçek bilgiye dayanan muhakeme islâm'ın bütün temel kavramlarının anahtarıdır, islâm'ın kavramlarım kabul edenler, onların hakikati hakkında tam bir bilgi sahibi olarak kabul ederler; şayet reddediyorlarsa sonuçlarından bizzat sorumludurlar. Çünkü hak, bâtıldan açıkça ve tamamen ayırdedil-nıiştir. Kur'ân müşriklerin ahireti inkârlarına Şöyle değinmektedir: "Dediler ki: 'Ne varsa dünya hayatımızdır, başka birşey yoktur. Ölürüz, yaşarız. Bizi zamanın geçişi yokluğa sürükler.' Fakat onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece zannediyorlar." (45: 24).
Bu âyet âhireti inkâr edenlerin câhil olduklarını, çünkü ölümden sonraki hayatı inkârlarının herhangi bir gerçek bilgiye değil, zanna dayandığını vurgulamaktadır. Ölümden sonra hayat olmadığı, insanın Allah'ın Emriyle değil, tesadüfen veya tabiatın kör kuvveti neticesinde öldüğü ve geriye toz-topraktan başka birşey kalmadığı şeklindeki düşünceler, sadece âhireti inkâr edenlerin zanlandır. Onlar "bu hayattan sonra ne olacağını bilmeyiz" demekten başka ileri gitmezler. Fakat bu hayattan sonra başka bir hayatın olmadığım söylemek tamamen mantıkdışı bir iddiadır. Onların, "insanın ruhunu Allah kabzetmez, insan tıpkı bir saat gibi zamanla durur ve çürür" şeklindeki sözleri akla ve mantığa dayanmaz. Onlar sadece böyle olmasını arzu ediyorlar.
Çünkü ölümden sonra bir hayatın olması ve yaptıklarının hesabını vermeleri işlerine gelmez. İşte bu yüzden ruhu tamamen inkâr ederek, bu heva ve heveslerine dayanan isteklerini bir inanç hâline getirmişlerdir (The Meaning ofthe Qur'an, c. V, sh. 768).
Şimdi soru şudur: İnsanların sahip olduğu kesin bilgiler ışığında tesadüfi Ölüm veya Allah'ın emri ile ölüm; ölümden sonra hayat veya ölümden sonra yokluk ihtimalleri eşittir. O hâlde inkarcılar nasıl âhireti inkâr etmek gibi bir sonuca varabilirler? Halbuki âhiretin varolma ihtimali daha yüksektir, çünkü Ahiret Nuh aleyhisselâmdan Muhammed aleyhis-selâm'a kadar gelen ve aralarında Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Davud ve Hz. İsa gibi büyük insanların da bulunduğu bir tebliğ zinciri tarafından da tasdik edilmiştir. Bu peygamberler değişik çağlarda ve değişik toplumlara gelmişler ve hepsi de ölümden sonraki hayatın varolduğunu tasdik etmişlerdir. Böyle dönemlerinin en güvenilir ve dürüst insanları olan kişilerden güçlü deliller sâdır olduktan sonra, bu inkarcı kimseler âhiret inancına karşı çıkmayı hangi tarihî delil ve mantıkî temellere dayandırmaktadırlar? Böyle bir dayanakları olmaması, bunlann, mesele hakkında bilgi temelinde değil, hevâ ve heveslerine uyarak karar verdiklerini göstermektedir. Çünkü hayattan istedikleri gibi kâm almaya bakmaktadırlar. Dolayısıyla "kendi" arzu ve heveslerine iman etmekte, dönemlerinde yaşamış bulunan hikmet sahibi kişilerin sundukları diğer fikirleri inkâr etmektedirler (Tefheem al-Qur'an, c. V, sh. 590-591).
Kur'ân âhiret kavramını savunmak için kuvvetli deliller getirmektedir: "Hepinizin dönüşü O'nadır. Bu, Allah'ın gerçek olarak verdiği sözdür. O, yaratmağa başlar, sonra iman edip salih amellerde bulunanlara adaletle karşılık vermek için yaratmayı tekrar eder, (dönüp yeniden yaratır). İnkâr edenlere gelince, inkârlanndan ötürü kaynar sudan bir içki ve acı bir azâb vardır." (10: 4). Bu ifadeler hem bir iddia, hem de bir delildir. Allah'ın bütün insanları yeniden yaratacağı ifadesi iddia; bu işin O'nun için çok kolay olduğu, nasıl ki her şeyi ilkin yaratmışsa öyle olacağı da bir delildir; onları ikinci kez yaratmak daha kolaydır. Yaratma sürecinin tamamen Allah tarafından başlatıldığını tasdik eden kimse, bunun imkânsız yahut akıl dışı olduğuna hük-medemez. Daha sonra Allah'ın insanoğlunu niçin yeniden yaratacağı da açıklanmaktadır: İman edenleri mükâfatlandırmak ve inkâr edenleri cezalandırmaktır. Ölümden sonra dirilişin mümkün olduğu gösterildikten sonra, bu karşılıkların mutlak ve kesin olarak adalet ve sağduyunun İcabından olduğu zikredilir. Çünkü tam adalet başka türlü gerçekleştirilemez. Sağduyu ve adalet, iman eden ve salih amel işleyenlerin mükâfatının tam olarak verilmesini; inanmayan, hakikati reddeden ve kötü ameller işleyenlerin gereğince cezalandırılmasını gerektirir. Muhakeme sahibi ve âdil her insan bilir ki, adalet şartları bu dünyada bütünüyle icra edilemez. Dolayısıyla adaletin mutlak manâda icrası için tüm insanların tekrar diriltilmesi asıl olmaktadır (The Meaning ofthe Qur'an, c. VI, sh. 10-11).
Bu şekilde düşünmek, öldükten sonra ruhların faziletli veya faziletsiz oluşlarına göre başka bedenlere geçtiğini İddia eden "tenasüh" inancının temel hatasını da ortaya çıkarmaktadır. Bu inanç, adaletin yerini bulması meselesini çözmeye yardımcı olamayıp bilakis onu daha da karmaşık yapacaktır; iyi ve kötü fiillerin katlanarak katmerli bir biçimde nesilden nesile yeniden aktarılmasıyla bunu, içinden çıkılmaz bir hâle sokacaktır. Böylece "tenasüh" inancına göre, bir insanın hesabı hiçbir zaman müstekar olamayacak, kararlaştırıla-mayacaktır (The Meaning of îhe Qur'an, c. IV, sh. 24-28). Rum sûresinde şu âyetler yer alır: "Allah yaratmağa başlar, sonra onu çevirip yeniden yapar; sonra O'na döndürülürsünüz. (Kıyamet) saat(İ) koptuğu gün, suçlular (umutsuzluk içinde) susarlar. (Allah'a) ortak (koştukları putlarından da kendilerine hiçbir şefaatçi çıkmaz. Onlar (o zaman) or^ taklarını inkâr ederler. (Kıyamet) sa <t(i) koptuğu gün, o gün (iman edenler ve etmeyenler) ayrılırlar: İman edip salih amel işleyenler, onlar (çiçekli, ırmaklı) bir bahçe içinde neşelendirilirler. Fakat inkâr edip âyetlerimizi ve âhiret buluşmasını yalanlayanlar, işte onlar (tutuklanıp) azabın içine getirilirler." (30: 11-16).
Kur'ân daha sonra onlara kendi yaratılışlarına ve fizikî âlemde her mevsim gözledikleri mucizelere bakmalarını söylemektedir; bahardaki yeşerme ve sonbahardaki solmanın kendi nihai kaderlerini insanlara hatırlatması gerektiğini ifade etmektedir: "Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz (bilin ki) biz sizi (önce) topraktan, sonra nut-fe(sperma)dan, sonra alâka(embrîyo)dan, sonra yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gösterelim. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz; sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz. Sonra güç (ve kabiliyetlerinize ermeniz için (sizi büyütüyoruz). İçinizden kimi (henüz çocukken) Öldürülüyor, kimi de ömrün en kötü çağına (ihtiyarlığa) itiliyor ki, bilirken bir şey bilmez hâle gelsin (çocukluğundaki gibi vücutça ve akılca güçsüz bir duruma düşsün). Yeri de kurumuş, ölmüş görürsün. Fakat biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabarır ve her güzel çiftten bitirir.
Bunlar yalnız Allah'ın gerçek olduğunu, ölüleri dirilttiğini, gücünün herşeye yettiğini, şüphe götürmeyen kıyamet saatinin geleceğini, Allah'ın kabirlerde olanı dirilteceğini gösterir.
İnsanlardan kimi bilmeden, ne bir yol göstereni, ne de aydınlatıcı bir Kitab'ı da olmadan, Allah hakkında tartışır. Allah'ın yolundan saptırmak için yanını döndürerek (kabara kabara tartışmasını sürdürür), dünyada onun için bir kepazelik vardır. Kıyamet günü de ona yakıcı azabı tattıracağız." (22: 5-9).
Nahl sûresinde bu gerçeğe şu ifadelerle değinilmektedir: "Allah gökten su indirir ve ölümünden sonra yeri diriltir. Kulak veren kimseler için bunda ibretler vardır." (16: 65).
Kur'ân'ın bu âyetleri ölümden sonraki hayatla ilgili güçlü deliller ortaya koymaktadır ve inkarcılardan bu kavramı reddetmelerinin ancak gerçek bilgi ve akılcı temellere dayalı güvenilir delillere sahip olurlarsa (ki değildirler) kabul edilebileceğini ifade etmektedir. Deliller değişik şekillerde ortaya konmuştur: İnsanın yaratılışından baharda ölü toprağın yeniden canlanışına kadar pek çok çeşit örnek okuyanları Yaratıcının müthiş Kudret ve İlmine ikna etmek için sergilenmiştir; dolayısıyla böyle bir yaratıcı için bütün bunlar çok kolay olduğu gibi, ölümden sonra hayatı mümkün kılmak da O'nun için bir mesele teşkil etmeyecektir. Üstelik, herkesin dünyadaki hayatında yaptığı iyi işlere karşılık mükâfat, kötü işlere karşılık ceza görmesi için ölümden sonra hayat olması akıl ve adaletin talebidir.
Daha sonra aynı kavrama şu âyetle değinildiğini görüyoruz; "Allah'ın rahmetinin eserlerine bakın ki, nasıl yeri ölümünden sonra diriltiyor?! Şüphe yok ki, O, Ölüleri de diriltecek -tir. O, her şeye Kadirdir." (30: 50).
İnsanların Kur'ân'ın ikazlarına kulak vermesi ve hayat tarzlarını düzeltmeleri için Hüküm Gününün gerçekleşeceğine dair yapılan vurgulamalar Kur'ân'da esaslı bir yer teşkil eden bir yöntemdir. Bu tarz bir muhakeme, insanların iman hakikatine kütleler halinde gelmesine ve müminlerin inançlarının güçlenmesine kapı açmakla kalmamakta; aynı zamanda, insanlar arasında sorgulama ruhunu doğurmakta ve ilmî bir tutum geliştirmelerine yardım etmektedir. Hz. Muhammed @'in insanlığa en büyük hediyelerinden biri, hayatın ahlâkî, manevî veya fizikî her yönünde insanoğlunun akılcı bir yaklaşım geliştirmesini sağlamak olmuştur. Onun İslâm'ın en önemli ve temel kavramlarım bile hiç istisnasız nasıl mantıklı ve akıllı bir biçimde açıklamaya çalıştığı daha önce gösterilmişti. Bu böyle olmuştur; çünkü, İslâm açık bir inanç sistemidir ve herkesi bu İnancın değişik yönlerini incelemeye, tartışmaya ve tahlile; bu kavramlara ancak doğruluğuna tamamen ikna olduklarında inanmaya davet etmektedir. Bu inanç sisteminde insanlara aklen açıklanamayacak hiçbir karanlık saha ve doğma yoktur. İslâm'ın bu ilmî yaklaşımı insanoğlunun "kendini", tarihini ve fizikî âlemi incelemesini ve araştırmasını sağlayan yeni ufuklar ve görüş alanları açarak günümüzün ilmî gelişmelerine öncülük etmiştir.
Mekke'li müşrikler Hz. Muhammed @'den peygamberliğini destekleyecek mucizeler (âyetler-alâmetler) istediler; ancak onlara Rasûlullah @'in vazifesinin onların istedikleri şeyleri üretmek değil, insanları Allah'ın yoluna davet etmek olduğu söylenmiştir. Kaldı ki, kendisinden istenen şeyleri yapmak onun elinde de değildi. Kur'ân-ı Kerîm, müşriklerin bu tür mucize taleplerini defalarca reddederek Kur'ân'dan daha büyük ne gibi bir mucize olabileceğini sormuştur: "Onlara bir âyet getirmediğin zaman; '(Öteki âyetleri surdan burdan topladığın gibi) bunu da toplasaydın ya!' derler. De ki: 'Ben, ancak Rabb'imden bana vahyolunana uyuyorum. Bu (Kur'ân), Rabb'inizden gelen basiretler (gönül gözlerini açan nurlar)dır ve inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmettir!" (7: 203). Bu âyet niye mucizeler gösterilmediğini açıkça izah etmektedir. Birincisi, Peygamber @'in bunun üzerinde herhangi bir kontrolü yoktur ve o, talep edildi diye veya insanların ihtiyaç hissettiklerini anladığı için mucizeler yaratabilecek konumda da değildir. O sadece bir tebliğ-cİdir ve onun vazifesi kendisini gönderen Yüce Varlığa ulaştırmada Rehberlik etmektir. İkincisi, Hz. Peygamber @, inkarcılara, mucizeler talep etmek yerine kendilerine gönderilen Kur'ân'ı ciddî şekilde mütalaa etmelerinin kendileri için daha akıllıca bir iş olacağını söylemektedir (The Meaning of the Qur'an, c. IV, sh. 100).
Bu durum inkarcılara defalarca açık açık izah edilmiştir. Onlar ise hiçbir zaman Kur'ân'ı ve Peygamberin Vazifesini anlama gayreti İçinde olmadılar; küfür bataklığının içine yuvarlandıkça yuvarlandılar. Hz. Peygamber @ bu insanların bu ya da şu şekilde İslâm'a girmelerini çok arzuluyordu. Bu endişe ve arzu içinde, buna bazı âyetlerin (alâmetlerin-muci-zelerin) yardımcı olabileceğini düşünüyordu, ancak Allah tarafından ona bu konuda şöyle hitapta bulunuldu: "Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse, haydi (yapabilirsen) yerin içine (inebileceğin) bir delik, ya da göğe çıkabileceğin) bir merdiven ara ki onlara bir mucize getiresin. Allah dileseydi, elbette onları hidayet üzerinde toplardı, o hâlde câhillerden olma! Ancak kulak verenler (çağrıya) gelir; ölülere gelince Allah onları diriltir, sonra O'na döndürülürler." (6: 35-36). Hz. Peygamber @'e burada onların inkârı kendisini üzüyorsa da, onları İslâm'a getirme konusunda bir şey yapamıyacağı söylenmektedir: "İnatlan karşısında sabırsızlık gösterme, vazifeni bizim çizdiğimiz yolda ısrarla yerine getirmeye devam et. Eğer bu vazife mucizelerle yerine getirilecek olsaydı, bunu bizzat kendimiz yapamaz mıydık? Fakat istenilen zihnî ve ahlâkî inkılâbın gerçekleşmesi ve senin oluşturmak üzere bir elçi olarak seçildiğin muttaki toplumun kurulması için bu yolun uygun olmadığını biz biliyoruz. Bununla birlikte, eğer kayıtsızlıklarının ve inkârlarının yol açtığı gönlünün acısına katlanamıyorsan ve kabul edebilecekleri apaçık bir âyetin onların zihinlerinde ve gönüllerindeki katılığı kırabileceğini düşünüyorsan, o zaman kendin Öyle bir alâmet/âyet getirmeye uğraş; gücün yeterse yeri del, geç veya göklere çık. Fakat sünnetimizde böyle bir şeye yer olmadığından bu arzunu yerine getirmemizi Biz'den bekleme." Bu, Allah'ın gayesinin tek tek her insanın şu ya da bu şekilde Hidâyet'i kabule zorlanması olmadığını belirtmek içindir. Allah'ın iradesi böyle olmuş olsaydı, o zaman insanları melekler gibi, ta doğuştan muttaki ve sâlih olacak şekilde yaratırdı. O vakit de peygamberler ve kitaplar göndermeye gerek kalmazdı (The Meaning ofthe Qur'an, c. VI, sh. 108).
Rasûlullah @'in ve peygamberliğin amacı bu değildi; Allah bunun için insanları Hidâyete eriştirmede Kendi uygun gördüğü yolları uygulamaya geçirtmiştir:
"Andolsun biz bu Kur'ân'da insanlara her çeşit misali türlü biçimlerde anlattık, ama insanlardan çoğu, inkârda direttiler. Dediler ki: 'Yerden bize kaynaklar fışkırtmadıkça sana inanmayız. Yahut senin hurmalardan ve üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı, aralarından ırmaklar akıtmalısın! Yahut zannettiğin gibi üzerimize gökten parçalar düşürmeli-sin, yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin (onlar, senin doğru söylediğine şahitlik etmelidirler)! Yahut altın bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın. Maamâfih, sen, bizim üzerimize, okuyacağımız bir Kitap indirmedikçe senin (tek basma) göğe çıkmana da İnanmayız!' De ki: '(Bu gibi hayalleri teklif etmekten) Rabbimi tenzih ederim! (hâşâ, ben O'na böyle şeyler yapmasını teklif edemem.) Ben, sadece elçi ol(arak gönderil)en bir insan değil miyim?" (17: 89-93).
Bu âyet, Peygamber @'e inanmaları için ondan peygamberliğine delil olacak mucizeler isteyen inkarcıların talebini kati suretle reddetmektedir. Eğer Peygamber @'in iddiasının sahihliği hakkında gerçekten ve samimi olarak bir hüküm vermek istiyorlarsa O'nun Tebliğinin muhtevasına bakarak bir hükme varmalıydılar. Eğer bu tebliğin Hakikate dayandığına ve tamamıyla akılcı olduğuna ikna olduysalar onu saçma sapan isteklerde bulunmadan kabul etmeli İdiler. Diğer yandan, onda herhangi bir eksiklik bulurlarsa onu red-detsinlerdi. Eğer iddialarının doğru olup olmadığını denemek istiyor İdiyseler, Hz. Peygamber @'in bir insan olarak davranışına, ahlâkına ve dâvetine bakarak hükmedebilir-lerdi. Bunları yapmak yerine, ondan yerden kaynaklar fışkırtmasını veya göğü parça parça üstlerine düşürmesini istemeleri saçmalık değil midir? Peygamberlikle bu gibi şeyler arasında acaba ne gibi bir ilgi ve bağ vardır? (The Meaning ofthe Qur'an, c. VI, sh. 167-168).
Kur'ân bu delilini Bakara sûresinde, şu şekilde tekrar etmektedir: "Bilmeyenler dediler ki: 'Allah bizimle konuşmalı, ya da bize bir âyet (mucize) gelmeli değil miydi?' Onlardan öncekiler de onların dedikleri gibi demişlerdi. Kalpleri birbirine benzedi. Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere âyetleri apaçık gösterdik. Doğrusu Biz seni, hak ile, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Cehennem halkından sen sorumlu değilsin." (2: 118-119). Bu âyetlerde, Kur'ân, inkarcılardan gözlerini açıp, dikkatle bakmalarım istemiştir; bu takdirde Hz. Peygamber@'in şahsında en parlak âyeti (mucizeyi) göreceklerdir. Onun bütün iffetli ve asıl hayatı onların arasında geçmiştir ki, bu bile tek başına onun Allah'ın peygamberi olduğunun açık delili (âyeti)dîr. Bunun İçin onların başka bir delile (âyete, mucizeye) ihtiyaçları yoktur (The Meaning of the Qur'an, c. I, sh. 106-107).
Daha sonra Rad sûresinde şu âyeti görmekteyiz: "İnkâr edenler diyorlar ki: 'Ona Rabb'in-den bir âyet (mucize) indirilmeli değil miydi?' Sen ancak bir uyarıcısın, her toplumun bir yol göstericisi vardır." (13: 7). Burada inkarcıların zihniyetine işaret edilmiştir. Onlara göre Hz. Muhammed @'in doğruluğuna hükmetmeleri için tek geçerli ölçü onun mucize gerçekleştirmesiydi. Çünkü onlar onun öğretilerini akılcı münazara yoluyla değerlendirmeyi değil, peygamberliğine delil olarak mucize istiyorlardı. Onlara bu mantıksız istekleri ile ilgili doğrudan bir cevap verilmedi, ancak onların mucize taleplerine aldırış etmeksizin vazifesini sürdüren Hz. Muhammed @ vasıtasıyla dolaylı bir cevap verildi. Çünkü inkarcıların akıbetinin ne olacağı onun vazifesi ile ilgili bir şey değildi.
En'am sûresi bu konuya şöyle değinmektedir: "Dediler ki: 'Rabb'inden bir mucize indirilmeli değil miydi?' De ki: 'Şüphesiz Allah bir mucize indirmeye Kadirdir, fakat çokları bilmezler." (6: 37). Bu âyet Allah'ın peygamberine niçin mucizeler göndermediğini izah etmektedir. Bu, Allah buna muktedir olmadığı için değildir, ancak bunda onların anlayamadıkları Allah'ın Hikmeti vardır, bu sûrenin diğer âyetlerinde açıklandığı üzere (6: 8-9), eğer Allah onlara mucizeler gönderirse artık doğru yola dönmeleri için mühlet tanımayacaktır. İkincisi, Allah insanları mucize ve benzeri yollarla İslâm'a girmeye zorlamaz, ancak Tebliğini kendi arzularıyla kabul veya reddedecekleri sabit bir imtihan süresi verir. Üçüncüsü, Allah, bu dünya şartlarına uygun olarak onlara bahşetmiş olduğu muhakeme ve anlayış kabiliyetleri vasıtasıyla inanmalarını istemektedir. O imtihan dönemi bitmeden önce mucizeler yoluyla Gayb'm kapılarını açmak niyetinde değildir. (The Meaning of the Qur'an, c. VI, sh. 98-99). Bu durum Bakara süresinde açıkça belirtilmiştir: "Onlar, bulut gölgeleri içinde, Allah'ın azabının ve meleklerin tepelerine İnip işin bitmesini mi bekliyorlar? Bütün işler Allah'a dönecektir." (2: 210).
Bu âyet Allah'ın elçileri ve onların vazifeleri ile ilgili temel Hakikati açıklamaktadır: Allah insanı, bir imtihandan geçmesi için bu dünyaya göndermiştir. O, rasûlleri vasıtasıyla Hakk'ı (İslâm'ı) vahyetmiş ve insana bu gerçeğe inanma veya inanmama, inandıktan sonra ona teslim olma veya olmama hürriyetini vermiştir. O, hakikati insandan gizli tutar ve gönderdiği elçiler, kitaplara ve peygamberlerin gösterdiği âyetler (mucizeler-belgeler) ışığında, o gerçeği, mantığım ve aklını kullanarak değerlendirip hüküm vermeyi insana bırakır. Allah, hakkı hiçbir zaman herkesin kayıtsız şartsız kabul edeceği bir şekilde çırılçıplak gözler önüne sermez; çünkü, o zaman imtihan diye bir şey sözkonusu olamaz ve başarı veya başarısızlık kavramları manâlarını kaybederler. Bundan dolayı Allah insanları şöyle uyarmaktadır: "Allah'ın melekleri ile birlikte tüm azameti ile önünüze çıkacağı günü beklemeyin. O zaman sizin için azâb mühürle onaylanmış olacak ve hiçbir şansınız da olmayacaktır. O zaman iman ve itaat etmenin hiç bir anlamı kalmayacaktır. İman ancak, gerçek, sizin duyularınızdan gizli igayb) iken ve siz aklınız ile muhakeme edip, hiçbir zorlama olmaksızın onu kabul ederek ahlakî seviyenizi gösterdiğinizde değer kazanır. Allah'ı, istiva ettiği Arş'ta gözlerinizle görüp, yerde ve gökte görevli melekleri müşahade ettiğiniz ve kendinizi tamamen O'nun kudreti altında hissettiğiniz zaman, iman ve itaatin hiçbir değeri olmayacaktır. O zaman inatçı kâfirler ve en büyük günahkârlar bile inanmama veya isyana muktedir olamayacaktır. Fakat iş işten geçmiş olacaktır; çünkü imtihanın süresi dolmuştur. Perde kaldırılıp Hakikati herkes gözleriyle görebildiğinde, kimseye şans tanınmayacak ve artık imtihan olmayacaktır; çünkü artık Hüküm Günü gelmiştir." (The Meaning ofîhe Qur'an, c. I, sh. 156).
Ancak inkarcılar şu şekilde tartışıyorlardı: "Eğer kendilerine bir mucize gelirse ona mutlaka inanacaklar diye, bütün güçleriyle Allah'a yemin ettiler. De ki: 'Mucizeler, ancak Allah katındadır.' Hem bilir misiniz o (mucize) gelmiş olsa da onlar yine inanmazlar? Gönüllerini ve gözlerini ters çeviririz, ilkin ona inanmadıkları gibi (mucizeyi gördükten sonra da inanmazlar) ve bırakırız onları, azgınlıkları içinde bocalayıp dururlar. Biz onlara melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı ve herşeyi toplayıp karşılarına ge-tirseydik, Allah dilemedikten sonra yine inanmazlardı; fakat çokları (bunu) bilmezler." (6: 109-111). Yani, "bâtılı reddedip, kendi hür ve serbest iradeleriyle Hakk'ı kabul etmeyeceklerinden kendilerine Hakk'ı izletmek için kalan tek alternatif Allah'ın zorlamasıdır. Bunun için de, yaptıklarından sorumlu olmayan diğer türler gibi, kendilerini düşünce ve tatbik hürriyetinden mahrum bırakacak şekilde Allah'ın mahiyetlerini değiştirmesi gerekmektedir. Fakat bu, insanın yaratılışına aykırıdır. Dolayısıyla, Allah'ın, mucizeler şeklindeki olağandışı bir müdahaleyle onları inandırması beklenmemelidir." (The Meaning of the Qur'an, c. VI, sh. 143).
Kur'ân Mucizesi: İnkarcılara Peygamber @'in en büyük mucizesinin Kur'ân olduğu tekrar tekrar söylenmiştir. Eğer gören gözleri ve düşünen beyinleri varsa Kur'ân-ı Ke-rîm'de Hz. Muhammed @'in peygamberliğine ve vazifesine dair apaçık gerçek belgeler görecektirler. Taha sûresinde şöyle buyrul-maktadır: "Dediler ki: 'Bize Rabb'inden bir âyet (mucize) getirmeli değil miydi?1 Onlara, önceki Kitab'larda bulunan deliller gelmedi mi? Şayet onları, ondan önce bir azâb İle helak etseydik: 'Rabbimiz! Bize bir elçi gön-derseydin de, böyle alçak ve rezil olmadan önce senin âyetlerine uysaydık!' derlerdi." (20: 133-134). Böylece inkarcılara deliller a-çıkça sunulmuş, kendi İyiliğini gerçekten düşünen kişiler için artık şüpheye mahal kalmamıştır. Onlara eğer gerçekten mucize (âyet) istiyorlarsa onu Kur'ân'da bulabilecekleri söylenmiştir. Yine Ankebut sûresinde, şu ifadeleri görmekteyiz: "İşte sana, (kendisinden önceki Kitabları doğrulayan) böyle (bir) Ki-tab indirdik. Kendilerine Kitab verdiklerimiz, ona inanırlar. Şunlardan, (şu Araplardan) da ona inananlar vardır. Ayetlerimizi kâfirlerden başkası inkâr etmez." (29: 47). Daha sonra onlara tekrar aradıkları âyetlerin (mucizelerin) Kur'ân'da olduğu şu âyetlerde ifade edilmektedir: "Hayır, o (Kur'ân), kendilerine ilim verilenlerin gönüllerinde (ışıldayan) açık açık âyetlerdir. Bizim âyetlerimizi, zâlimlerden başkası inkâr etmez. Dediler ki: 'Ona Rabb'inden âyetler (mucizeler) indirilmeli değil miydi?' De ki: 'Âyetler (mucizeler) Allah'ın katındadır. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım?' Kendilerine okunan Kitab'ı sana indirmemiz, onlara yetmedi mi? Şüphesiz iman eden bir toplum için bunda bir rahmet ve öğüt vardır." (29: 49-51).
Yani hiç okuma-yazması olmayan birinin, birdenbire, hiç kimse onu daha önce herhangi bir hazırlık yaparken görmediği hâlde olağanüstü nitelik ve özelliklere sahip Kur'ân gibi bir kitap getirmesi ve onu insanlara sunması, aslında bilgi ve hikmete sahip insanlar için o kimsenin peygamberliğinin apaçık delilidir. Tarihte büyük diye anılan kişilerin hayat hikâyesi incelendiğinde, çevresinde onun kişiliğini şekillendiren ve yaşadığı sürece kendisinden kaynaklanan mükemmellikler için onu hazırlayan faktörler bulunabilir. Her zaman onun çevresi ile kişiliğini oluşturan yönler arasında açık ilişkiler vardır. Fakat Hz. Muhammed @'in çevresinde onun gösterdiği mükemmmelikler ve mucizelere kaynak teşkil edebilecek hiçbir şey yoktur. Onun durumu sözkonusu olduğunda, ne o dönemdeki Arap toplumunda, ne de Arabistanın ilişkide bulunduğu komşu toplumlarda Hz. Muhammed @'in kişiliğini oluşturan yönlerle uzaktan bile ilişkisi olan faktörler bulmak imkânsızdır. İşte bu gerçeğe dayanılarak burada Hz. Muhammed @'in kişiliğinin sadece bir tek âyet değil, bir çok âyet olduğu vurgulanmaktadır. Câhil bir insan bu âyetlerden, işaretlerden hiçbirini görmeyebilir. Fakat, kendilerine ilim verilenler bu âyetleri görerek onun gerçekten Allah'ın Rasûlü olduğuna kani olmuşlardır. Bu mucize daima insanların gözü önündedir. Onların önünde hergün okunmaktadır; ve onu istedikleri zaman ve yerde görüp gözleyebilirlerdi. Kur'ân insanlar için büyük bir rahmettir, ancak ondan yalnızca ona inananlar faydalanabilir (The Meaning ofthe Qur'an, c. IX, sh. 169).
Daha sonra Nahl sûresinde şunu okumaktayız: V'Bİz sana Kitab'ı indirdik ki, hakkında ayrılığa düştükleri şeyi onlara açıklayasın ve inanan kimseler için, (o Kitab) yol gösterici ve rahmet olsun." (16: 64). Bu âyet Kur'ân'ın, Rasûlullah @ vasıtasıyla tebliğ edilişinin sebebini açıklamaktadır. Birincisi, bölük pörçük olmuş insanlara ayrılıklarını gidermek ve Kur'ân tarafından sunulan Hakikat temelinde kalıcı bir birlik kurmak imkânını verir. İkincisi, bu Kitap Doğru Davranış'a yönelten bir rehberdir. Üçüncüsü, tevbe ve selamet yolunu gösterir ve hata etmiş olan günahkârlar için en büyük rahmettir (A. Yusuf Ali, The Holy Qur'an, sh. 672).
Şüphesiz, bu Kitab'm gayesi insanlara Doğruluk Rehberi olmaktır; ki, bu sayede insanlar kendilerini bu dünyada refaha, gelecekte de ebedî saadete eriştirecek olan bir hayat tarzını benimsesinler. Kur'ân bu durumu şöyle dile getirmektedir: "Onlar ki iman ettiler ve salih amel işlediler; mutluluk onların, güzel gelecek onlarındır. Seni de böylece, kendilerinden önce nice milletler geçmiş bulunan bir millete gönderdik ki, sana vahyettiğİmizi onlara okuyasın. Oysa (buna rağmen) onlar yine Rahman'a nankörlük ederler, (O çok merhamet eden Allah'ın nimetlerine şükretmezler.) De ki: 'O (Rahman), benim Rabb'imdir, O'ndan başka tanrı yoktur. O'na dayandım, dönüş yalnız O'nadır." (13: 29-30).
Kur'ân, daha sonra insanlara kendilerinden önce yaşayıp peygamberlerinden mucizeler talep eden ve mucizeler gerçekleştiğinde de inkâr edip sonra da helak edilen kavimlerin kıssalarım anlatmaktadır. İsra sûresinde şu âyetleri görmekteyiz: "Bizi âyetler (mucize) göndermekten alıkoyan şey, öncekilerin, (onları) yalanlamış olmasıdır. Semud (oğullanma açık bir mucize olarak dişi deveyi verdik, o yüzden kendilerine zulmettiler (deveyi boğazlayarak kendilerine yazık etmiş oldular). Halbuki biz o (istenen) mucizeleri, yalnız korkutmak için göndeririz." (17: 59). Mü'min sûresinde, şunu okumaktayız: "(Ey Muhammedi) Andolsun ki, senden önce birçok peygamberler gönderdik; sana onların kimini anlattık, kimini anlatmadık; hiçbir peygamber, Allah'ın izni olmadan bir mucize getiremez. Allah'ın buyruğu gelince iş gerçekten biter. İşte o zaman boşa uğraşanlar hüsranda kalır." (40: 78). Firavun ailesine pek çok belgeler gösterilmişti: "Andolsun ki, Biz de Firavun ailesini, ders alsınlar diye, yıllarca kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık. Onlara bir iyilik geldiği zaman; 'bu bizden ötürüdür' derler, bir kötülüğe uğrarlarsa da, Musa ve onunla birlikte olanların uğursuzluğuna verirlerdi. Bilin ki, kendilerinin uğradığı uğursuzluk Allah kalındandır, fakat çoğu bunu bilmezler. Firavun ailesi: 'Bizi sihirlemek için ne mucize gösterirsen göster, sana inanmayacağız' dediler. Bunun üzerine su baskınını, çekirgeyi, haşeratı, kurbağalan ve kanı birbirinden ayrı mucizeler olarak onlara musallat kıldık; yine de büyüklük taslayıp suçlu bir millet oldular. Azab başlarına çökünce, 'Ey Musa! Rabbine, sana verdiği ahde göre, bizim için yalvar. Bizden azabı kaldırırsan sana, andolsun ki inanacağız ve İsraüoğullanm seninle beraber göndereceğiz' dediler. Azabı -nasıl olsa sonu gelecekleri- bir müddet için üzerlerinden kaldırınca, hemen sözlerinden cayıyorlardı. Bu sebeple onlardan öç aldık, âyetlerimizi yalan sayıp umursamadıkları için onları denizde boğduk." (7: 130-136).
Zuhruf sûresinde, aynı olay şu sözlerle anlatılmaktadır: "Onlara âyetlerimizi getirince onlara alay edip gülmeğe başladılar. Onlara gösterdiğimiz her mucize, mutlaka ötekinde büyüktü. Belki dönerler diye onları (kıtlık, tufan, çekirge gibi türlü azâb(lar) ile cezalandırdık... Ne zaman ki bizi kızdırdılar, onlardan öç aldık, hepsini boğduk." (43: 47-55).
Ve Âd milleti Hz. Hûd @'a şu sözlerle karşılık vermiştr: "Dediler ki: 'Öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da bizce birdir. Bu (tavır ve hareketimiz) sadece evvelkilerin ahlâkı (ve geleneği)dir. Biz azaba uğratılacak değiliz.' (Böylece) onu yalanladılar. Biz de onları helak ettik. Şüphesiz bunda bir ibret-vardır, ama yine çokları inanmazlar." (26: 136-139). Salih Peygamber'in milleti bir mucize istediler ve onlara dişi deve şeklinde bir mucize gönderildi ve şöyle dendi: "Sakın ona bir kötülük dokundurmayın, sonra büyük bir günün azabı sizi yakalar.' Nihayet onu kestiler, ama pişman oldular. Ve azâb onları yakaladı. Muhakkak ki bunda bir ibret vardır. Ama yine çokları inanmazlar." (26: 156-158).
Kur'ân Mekkelileri, Allah'ın âyetlerini yalanlayan ve Elçilerini reddeden önceki milletlerin akibetine uğramamaları konusunda uyarmaktadır: "Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden daha çok, daha kuvvetli, yeryüzünde bıraktıklan eserler daha sağlam olan öncekilerin sonuçlarının nasıl olduğunu görmezler mi? Kazandıkları onlara bir fayda vermemiştir. Peygamberleri onlara belgelerle gelince, kendilerinde olan bilgiden gururlandılar da, alaya aldıkları şey kendilerini sarıverdi." (40: 82-83).
Yukarıdaki âyetlerde Allah'ın belgelerim inkâr eden önceki milletlerin kötü sonu anl«-tıldıktan sonra Mekke'nin Kureyş kabilesi uyarılmakta ve Kur'ân gibi yüce bir Teb-liğ'den sonra daha neyi bekledikleri sorulmaktadır. "Eğer kendisiyle dağların yürütüldüğü, yahut arzın parçalandığı, yahut ölülerin konuşturulduğu bir Kur'ân olsaydı (bu Kitab olurdu). Ama bütün işler Allah'a aittir. (Onların teklif ettiği mucizeleri yapacak olan Allah'tır. Onların bu hâllerini gördükten sonra) inananlar halâ anlamadılar mı ki, Allah dile-seydi, bütün insanları yola iletirdi? Yaptıkları (küfür ve kötü işler) yüzünden inkâr edenlerin, başlarına âni bir belâ gelecek, yahut (o belâ) evlerinin yakınına konacak, Allah'ın va'di gelinceye kadar bu böyle sürüp gidecektir. Allah, verdiği sözden şüphesiz caymaz (tam dediği zaman, azabı gelir)." (13: 31).
Bu âyet müşriklerin talep ettiği mucizenin bir türlü gösterilmeyişİne üzülen mü'minlere izafe edilmiştir. Onların zannmca böyle bir mucize gösterilse onlar hemen İslâm'ı kabul edi-vereceklerdi. Tabiatıyla hiçbir mucize göste-rilmeyince, Rasûlün peygamberliği hakkında kuşku besleyenlerin talepleri karşılanmadı diye fazlasıyla üzüldüler. Bu âyette zikredilen soru müslümanlann üzüntüsünü bertaraf etmek içindir. Yani şöyle: "Kurân'm bir süresiyle şöyle şöyle bir mucize gösterilirse hemencecik İslâm'a gireceklerini mi sanıyorsunuz? Sanki onlar İslâm'ı kabule hazır da iş yalnızca bir mucizenin gösterlmesine mi kaldı? Öyle mi sanıyorsunuz? Kur'ân'ın Öğretle-rinde, kâinattaki hâdiselerde, Rasûlullah @'in tertemiz hayatında, ashabında meydana gelen harikulade değişmelerde hakikatin ışığını göremeyenlerin, dağların yürümesinde, arzın yarılmasında ve ölülerin kabirlerinden çıkarılıp konuşturulmasmda göreceklerini mi düşünüyorsunuz?" Daha sonra onlara şöyle söylenmektedir: "Allah herşeye kadirdir" ve istediği zaman istediği mucizeyi gösterebilir. Ancak^ insanlığa hidâyet etme sünnetine aykırı Üuşen bir mucizeyi ise göstermez. Çünkü asıl mesele Rasûl vasıtasıyla insana hidayet etmektir ve Allah hiç kimseyi Rasûl'ün risaleti-ne zorla inandırmak istemez. Onun istediği insanların hidayeti düşünerek, hikmetle mü-şahade ederek bulmalarıdır, mucizeler görerek değil. Diğer bir ifadeyle, onlar Allah ile ilişkilerini kestikleri ve kendilerini ondan müstağni gördüklerinden hakikate karşı kalpleri mühürlenmiştir; onları hiçbir mucizevî belge ikna edemez. Allah ise insanlara iyi ile kötü arasında kendi iradeleri ile seçim yapma hürriyeti bağışladığı için kimseyi iman etmeye zorlamaz. Şimdi kabul veya reddetmek kişinin kendi görüşüne kalmıştır. Ancak, Allah, kendisine yönelen (ve elçisi vasıtasıyla gönderdiği Hakikati kabul eden) ve Allah ile olan ahdini yerine getiren (13: 20) kimseleri Hidâyetine eriştirir; ve Allah ile olan ahidleri-ni bozmuş olan (2: 26-27) ve Allah'ın elçisini ve Kitab'im reddeden kötü kimseleri hidâyetinden uzak tutar (The Meanİng of the Qur'an).
Allah, Hakkı bâtıldan açık bir şekilde ayırmıştır ve insana kendi yolunu seçme hürriyeti vermiştir. İki yoldan birini (yanlış veya doğru) kendi hür iradesi ile seçecektir. Hüküm gününde ceza veya mükâfata yalnızca kendi kararı nedeniyle hak kazanacaktır. Bu sebeple insanları istemedikleri halde Hakikati kabule zorlamak Allah'ın sünnetine aykırı bir tuturr olurdu.
Eğer insanları imana zorlamak Allah'ın arzu su olsaydı, O insanı melek tabiatında yaratırd ve aşağıdaki âyette değinildiği gibi o vaki âyetlere (belgelere) gerek kalmazdı: "Rabbiı isteseydi, yeryüzündekilerin hepsi mutlak inanırdı, O hâlde sen mi insanları mü'min olmalan için zorlayacaksın?" (10: 99). Bu âyet insanoğluna, Allah'ın Elçisi vasıtasıyla ulaştırdığı Hakikate inanma ya da inanmama hürriyeti bağışlandığına işaret etmektedir. Onları Allah'ın Doğru Yoluna (Sırat-ı Müstakim) getirmek için kullanılacak herhangi bir olağandışı metod veya zorlama insanlığın yaratılış gayesindeki bütün Hikmeti geçersiz kılacaktır. Ve bu âyetin ikinci kısmı, Hz. Peygamber @'e seslense de, bu tebliği kabul etmeleri için zorlamanın Hz. Peygamber @'in vazifesi olmadığı inkarcılara îma edilmektedir. Şayet Allah'ın arzusu bu olsaydı, onu Kendisi gerçekleştirirdi; ve bu durumda insanlara peygamber göndermeye ihtiyaç da duyulmazdı. (The Meaning of the Quran, c. V, sh. 59-60). Ve yine Hud süresinde şu âyetler mevcuttur: "Rabb'in dileseydi, insanları bir tek ümmet yapardı. Fakat, Rabb'inin merhamet ettikleri bir yana, halâ ihtilâf edip durmaktadırlar, zaten (Allah) onları bunun için yaratmıştır..." (11: 118-119).
Bu âyette de aynı husus vurgulanmıştır: Allah insanoğlunu bitki ve hayvanlarda olduğu gibi doğuştan itibaren sabit bir hayat seyrine bağlı bırakmamışın-. Eğer bu şekilde sınırlamış olsaydı, insanları imana çağırmak için elçiler ve kitaplar göndermesine gerek kalmazdı. Bu durumda herkes mü'min ve müslüman doğar; hiçbir inkâr ve isyan olmazdı. Fakat Allah, kullanna seçim ve hareket hürriyeti vererek onlann herhangi bir hayat tarzını kendi arzularıyla seçmelerini murad etmiştir. O bundan dolayı hem Cennet hem de Cehennem yolunu açık bırakmaktadır. Ve her toplum ve ferde bu iki yoldan birini tam bir hürriyetle seçme ve izleme fırsatı tanımakta; kendi gayret ve çabalanyla yaptıklan seçimin neticesinde her iki sondan biriyle karşılaşmalarını sağlamaktadır. Allah'ın koyduğu bu çerçeve, meselenin irade hürriyeti/iman-küfür tercihi üzerine temellendiğini açıkça göstermektedir. İşte bu yüzden, Allah, kötü yolu izlemeye niyetlenen ve bunun için plan yapıp, çalışan bir toplumu Sırat-ı Müstakime gelmeleri için zorlamaz. Allah'ın sünneti böyle bir toplumun plan ve çabalarına müdahale etmemektir. Bir toplum zâlim, fâsık ve mücrim insanlar oluşturmaya karar vermiş ve düzenlemelerini bu karara göre gerçekleştiriyorsa; Allah, onlara her şeyi rayına oturtacak doğuştan sâlih kişiler göndermez. Her toplum arzusuna göre iyi veya kötü insanlar yetiştirmekte serbesttir. Ve bir toplum, topluca sapık yolu izlemeye karar vermiş ve fazilet seviyesini yükseltecek dürüst insanlann yetişmesi ve gelişmesi için çok dar imkân tanıyorsa, Allah o toplumu hak yolu takip edeceksin diye zorlamaz. Kaçınılmaz akıbetleri ile başbaşa kalmalan şartıyla, seçtiği yolu takip etmede serbest bırakır. Buna karşılık, Allah, uğrunda yeterli sayıda hakikat davetçisi yetişen ve kollektif sisteminde bun-lann ıslah ve tezkiye gayretlerine imkân tanıyan toplumlardan rahmetini esirgemez (The Meaning of the Qur'an, c. V, sh. 114-115).
Özet: İnsanoğlunun Rabbi tarafından belli bir gaye için ve belli bir plan dahilinde yaratıldığı çeşitli vesilelerle belirtilmiştir. İnsanoğlu dünyada belli bir dönem için yaşayacaktır, ve bu esnada herkes ve her toplum zorlama ve baskı olmaksızın istediği yolu seçme ve ona göre hareket etme hürriyetine sahip olacaktır. Allah'ın Elçisi ve Kitab'ı iyilik, fazilet ve adalet yolunu izlemeyi arzu eden kimselere hidayet rehberi olarak hizmet etmek üzere vardırlar. Ve bunu görmezden gelenler de kendi yollarını seçmekte hürdürler. Onları iyilik yoluna getirmek ve inanmaya zorlamak için tabiatüstü veya olağanüstü mucizeler veya hususi belgeler göstermek Allah'ın sünnetine aykırıdır. Herhangi bir hareket tarzını izlemeleri kendi tercihleri olacaktır ve ona göre ceza veya mükâfat ile karşılaşacaklardır. Allah'ın bu sünneti değişik yollarla ve çok ikna edici ve akılcı bir biçimde izah edilmiştir ki, böylece düşünen ve anlayanların zihninde hiç şüphe kalmasın. Onları tatmin etmek ve Doğru Yola getirmek için her türlü delil ve mantıkî açıklamalar getirilmiştir. İnsanları Rasûlullah @'in tebliğinin doğruluğuna ikna etmek için verilebilecek hiçbir delil ve mantıkî izah eksik bırakılmamıştır, ancak sağır kulaklar bunları işitmemiştir. Daha sonra insanlara fazilet ve hakikat yoluna inanmak ve bunu takip etmek istiyorlarsa, Hz. Mu-hammed @'in peygamberliği vasıtasıyla temin edilen büyük mucizeyi ve açık belgeyi (âyeti) müşahade etmeleri ve onun hakkında düşünmeleri söylenmektedir. Okur-yazar olmamasına rağmen, çok yüce ve mükemmel bîr kitap olan Kur'ân'ı getirmiştir. Eğer onlar gerçekten Hakikati arıyorlarsa yalnızca bu gerçek onları Hz. Muhammed @'in peygamberliğine inandıracak büyük bir mucize değil midir? Bundan sonra başka bir mucizeye veya âyete/alâmete ihtiyaç var mıdır? Diğer mucizeler geçici olacaktır, sadece onları görenler üzerinde tesir halk edecektir; ama bu Kur'ân mucizesi daima önlerindedir ve onu okuyabilirler ve müstesna ve eşsiz öğretilerini tatbik edebilirler (Sirat Sanvar-i 'Alam, sh. 400).
İnkarcıların Hz. Muhammed @'den bir alâmet (meselâ, bir mucize) istemeleri ile ilgili olarak ele alman bütün tartışma, her talep ve itirazın akılcı temellerde değerlendirildiğini ve sonra karşılığını veremeyecekleri ikna edici bir cevap verildiğini göstermektedir. Sonunda kendi çıkardıkları tartışmalarda kendileri yenik düşmekteydiler. Çünkü kendilerinin yanlış olduğunu biliyorlar ve doğru olmayan itirazlarını kasıtlı olarak öne sürüyorlardı. Bu onların talep ve itirazlarını her hâle göre değiştirmek gibi bir davranış göstermelerinden de anlaşılmaktadır. Bu Hz. Muhammed @'i iddiasından vazgeçirme ve onunla uzlaşma vazifesinden dönerken Kureyş'in önde gelen reislerinden Utbe b. Rebia'nm söylediği ifadelerle de teyid edilmektedir. Hz. Muhammed @'in sözlerinin (iddia ettikleri gibi) ne şiir ve ne de kâhin ve sihirbaz sözü olmadığını ifade ederek çevresindekilere şöyle demiştir: "Tavsiyemi dinleyin ve benim yaptığımı yapın; bu adamı tamamen yalnız bırakın, Allah'a yemin ederim ki, duyduğum sözler her bir yana yayılacaktır." (İbni İshak).
Hz. Muhammed @ bütün insanlık için hidâyet rehberi olmuş, onları ahlâkî, manevî, siyasî, iktisadî ve toplumsal her türlü niteliklerini geliştirmek için davetinde mündemiç Hayat Kanunlarını benimsemeye çağırmıştır. Ayrıca onları çevreleri (afak) tarihleri ve nefisleri (enfüs) hakkında daha fazla bilgi sahibi olmaya, bilgi ve kabiliyetlerini tabiî kaynakların insanlığın faydası İçin daha İyi kullanılması yönünde sarfetmeye teşvik etmiştir. Öğretisi ve ömek insan oluşuyla insanlara büyük birnasihatçı olmuş, kişi için çalıştığından başkasının olmadığını (53: 39) belirtmiştir. Bilgi ve yeteneklerini kullanmada insanların gayretli olmasını, ancak böylelikle muhtemel ilerleyişlerine bir smır olmadığını; ve gerçekte yerin ve göklerin engellerini aşarak ötelere gidebileceklerini, çünkü aslî hedeflerinin yıldızların ve gökcisimlerinin (55: 33) çok ötesinde olduğunu söylemiştir. Ebedî ve Ezelî olan Allah da insanlara bilgi ve ilim alanında sürekli ilerleme yoluyla kültür ve medeniyetlerini zenginleştirmeleri için sınırsız fırsatlar bağışlamıştır. Bu şu anlama da gelir: bizim bilgi ve ilim arayışımız mutlak ve nihai ilmî hakikatle sonuçlanacak bir şey değildir, çünkü geçmişte ilmen doğru kabul gören birşey bugün son ilmî keşiflerin ışığında kabul edilmeyebilir: meselâ, atomun parçalanamayaca-ğı tezinde olduğu gibi. Yine bunun gibi günümüzde ilmen doğru kabul edildiği halde keşiflerin ışığında yarın kabul edilemeyecek olan teoriler de vardır. (Ayrıntılar için lütfen bkz., Sîret Ansiklopedisi, c. I, "İnsanlığın eğiticisi" başlıklı 2. bölüm).
İnsanın bilgi ve ilminin bu değişken tabiatı, kazanılmış bilgi seviyesinin hiçbir devirde mükemmel veya nihai olmadığının açık delilidir. Ancak, bizler bilgimizin mükemmelliğine ulaşmasını âtıl şekilde beklemek yerine hayatımızın niteliğini artırmak için sahip olduğumuz bilinen ilmi her şekilde kullanmalıyız. Çünkü ilmî malûmatımızın mükemmelliğe erişeceği zamanı göremeyeceğimizden âtıl bir şekilde beklemek anlamsız ve abes bir iş olacaktır. Üstelik bu hâl, insanlığın ilerlemesinin sonu olur. Bizim ilerlememiz bilgi ve ilim alanındaki gelişmelerle ilgilidir, hatta bunların neticesidir. Eğer ilimde gelişme olmasaydı, inanç kültürü ve müesseseleri atâlet konumunda olurdu. Modern Batı toplumlarının Üçüncü Dünya ülkelerinin çok önünde ilerlemesi sürekli ve ardarda ilmî buluşlar nedeniyle gerçekleşmektedir. Üçüncü Dün-ya'nm geriliğinin temel nedeni ise bilgi ve ilimi arama yolunda tamamen ve çaresizce başarısız olmasıdır; halbuki onların Batı Dünyasındaki sözde yardımcıları araştırma çabalarına devam ederek ve kendilerini yalnızca bilgi alanında değil, siyasî ve iktisadî nüfuz ve iktidar alanında da sürekli zenginleştiren yeni ilmî malûmatları keşfederek bütün bilgi ve ilmi tekellerinde tutmaktadırlar.
Bilgi ve ilimle İlgili isabetli davranış, insanlığın dikkatine sunulan yukarıda bahsedilen âyette (55: 33) olduğu gibi, sürekli araştırma ve gayret içinde bulunmaktır. İnsanlığın kaderi, hayatın niteliğini mümkün olan her yolla artırmak için çevresinden giderek daha fazla bilgi ve ilmî veri kazanmak yönünde sürekli çaba göstermesine bağlıdır. Burada, insan hayatının niteliğini artırmak için değil de, yeryüzündeki bütün hayatı yoketmek için yalnızca askerî güçlerini takviye etmeye çalışanlara bir uyan yapılmalıdır. Hz. Muhammed @ insanlığı, hayatlarının niteliğini maddî ve manevi olarak geliştirmesi; yaratılış gayesini anlaması; yaratanla olan ilişkileri düzeyinde yeryüzündeki gerçek misyonlarını bilmeleri için bilgi ve ilim elde etmeye davet etmiştir. Kâinatın ve ondaki harikuladeliklerin ve sınırsız kaynakların incelenmesinin bir yandan, insanoğluna kültürünü madden bilinmeyen ve zirvelere ulaştırmaya ve geliştirmeye yardımcı olacağı, diğer yandan onun bu harika dünyada ezelî ve ebedî olan yaratıcısına nazaran geçici (fâni) tabiatını farketmesini sağlayacağı beklenmektedir. Bu ikinci husus, insanda takva ve Allah korkusunu ihdas ederek onun manevî ve ruhî sahada kendi menfaatine olacak gelişme ve ilerlemesini temin eder.
Hz. Muhammed @ vasıtasıyla gönderilen İlahi İrşâd'm gayesi buydu: İnsanoğlu ilim vasıtasıyla takvaya ve hayra ulaşsın, Allah ile olan ruhî irtibatını güçlendirsin; tabiat kuvvetlerini işleme yönünde bilgi ve kabiliyetini kullanarak kültürünü maddî sahada da zen-ginleştirsin. Böylece, hayatın maddî ve manevî iki yönü, insanoğlunun eş zamanlı olarak hayatının vasfının yükselmesine yardımcı olacaktır. İnsanoğlu hayatının vasfım bu çizgilerde ve ilahi Rehberlik altında geliştirme çabalarına devam ettiği müddetçe, tabiatın bilinmeyen hazinelerinden faydalanmaya ve ilerlemeye devam edecektir.
Ancak, insanoğlunun kendisini ve kültürünü dengeli bir şekilde geliştirmesi değişik insanlar arasındaki meseleleri ırk, renk, kabile, inanç ve milliyet ayrımı yapmaksızın âdilâne ve hakkaniyet dairesinde çözümlemesiyle mümkün olabilir, aksi takdirde zorlu ve sürekli gayretlerle hayatın muhtelif sahalannda kazanılan bütün faydalar kaybedilecek, heba olacaktır. Rasûlullah @ bu durumu insanlara şu âyetle tebliğ etmiştir: "Bir şehir ve bölgeyi helak etmek istediğimizde, biz onun bolluklar içinde yaşayan cebbarlarına kötülüklerden sakınmayı emrederiz, onlar bizim buyruğumuzun tersine olarak fâsık kesilirler ve bununla cezaya çarpılmağa müstehak olurlar. Biz artık o şehir ve bölgeyi yer ile düz bir hâle getiririz." (17: 16).
Tarih, aşırılıkların, zulmün ve adaletsizliğin fazlalaştığı, İnsanların bir kısmının lüks bir hayat sürerken diğer kısmının sefalet çektiği bir toplumun varlığını uzun süre sürdüremi-yeceği, er veya geç sonunun geleceğine dair delillerle doludur. Bu yüzden, bir toplumun değişik sınıflar ve zümreler arasında ayrım gözetmeksizin uygun bir denge kurması yalnızca başarısı, gelişmesi ve refahı için değil bizzat varlığını sürdürmesi için de çok hayatî öneme sahiptir. Bu iyilik ve adalet siyasetinin hayatın her sahasına yansıtılması da gereklidir: Bu siyaset, savaşta ve barışta, dostluk ve düşmanlık zamanlarında millî ve milletlerarası olayları olduğu gibi ferdî ve toplumsal hadiseleri de yönlendirmelidir.
Hz. Muhammed @'in vaz ettiği Kanunlar (Şeriat) hayatın bütün yönlerini kapsamaktadır. Bunlar, insan şahsiyetinin eğitimi, tezkiyesi ve gelişmesi içindir. Kulluğun yalnızca âlemlerin Yaratıcısı ve Hâkimi olan Allah'a yapılması gibi yüce ve asîl İdealler getirmiş; takva, iyilik ve adalet ruhunu oluşturmuştur. Bu ruh, gerçekte, Tevhid (Allah'ın Birliği) inancının tabiî sonucudur. İnsanları başkaları ile olan münasebetlerinde muttaki, sâlih, fedakâr, âdil ve faziletli yapan Allah inancıdır. İnsan hayatındaki tek yaratıcı, fonksiyonel ve gerçek unsur olan bu inanç, insanlığı geçici ve maddî çıkarlarının üzerine çıkararak Diriliş Gününde ebedî mükâfat beklentisiyle Allah'ın rızasını kazanmak için toplumun genel yararına çalışmasını temin eder. Bir b&şka maddî gaye ve felsefe hem bilgi ve ilim zenginliği ile hem de manevî mükemmellikle donanmış böyle yüksek ve asalet sahibi iffetli şahsiyetler meydana getiremez. Maddî bilgi zenginliği, insanlığa çevresini etkili ve uygun bir şekilde kullanmada, kültürlerini maddî ve siyasî olarak zenginleştirmede ve güçlendirmede, İlmî keşif ve icat yarışında ön sırada kalmada yardımcı olurken; manevî zenginlik toplumda işlemekte olan değişik güçler arasında, Özellikle de dünyevî ve kudsî güçler arasında uygun ve âdil bir denge kurmada yardımcı olur.
Hz. Muhammed @'in başlatıp teşvik ettiği, hayata karşı bu tarz bir tavır özelliği dengeli ve sağlıklı bir toplumun oluşup gelişmesine yol açarken, toplumun zengin ve müreffeh bir kültür ve medeniyete sahip şekilde varlığını sürdürmesini ve gelişen bir toplumun karşılaşacağı her türlü talep ve zorluklara karşı daima hazır olmasını garantiler. Buna onun öğretilerinden çıkarılacak dersler sonucunda ulaşılır; sözde ve ruhta onun Rehberliğini kabul eden ve onun şeriatun dar ve geniş anlamlarıyla birlikte uygulayan kişilerce erişilir. Bu kimseler onun felsefesinden ve hayat sisteminden tam bir fayda elde ederler. Herkes için barış ve güvenliğin olduğu bir ortamda bolluk ve refah içinde iyilik ve takva dolu bir hayat sürerler; ve hiç bir ayrım olmaksızın uygulanan eşitlik, kardeşlik, hürriyet ve adalet kavramlarından tam manasıyla faydalanırlar.
Bu Hz. Muhammed @'in bütün insanlığa bıraktığı ve herkesin eşit olarak faydalanabileceği mirasıdır. Ne yazık ki sonraki nesiller onun bütün bu imkânlarını kavramaktan âciz kaldılar. Hz. Muhammed @'e inananlar daha sonra onun Tebliğinin asıl gaye ve Önemini unuttular. Tebliğin "lafzına" ve "şekline" takılı kalıp hedef ve gayesini tamamen gözardı ettiler. Ve "lafız" ve "şeklin" gerekli şart ve taleplerini yerine getirmekte bile çaresiz ve tamamen başarısız oldular. Böylece Hz. Muhammed @'in şeriattın izlemekle sahip olacakları manevî, ruhî ve toplumsal faydaları elde edemediler. Gaye ve maksadıyla Din'i yanlış anlamalarından ötürü bu dünyanın maddî faydalarından mahrum kaldıkları gibi diğer milletlerden her sahada geri kaldılar.
İslâm'ın ilk devirlerinde müslümanlar, Hz. Muhammed @'in ulaştırdığı Tebliğin hakiki ruhuyla dolu ve ondan ilham alarak askerî, siyasî ve fikrî sahada dünyada yeni bir çığır açtılar. Müslümanların ulaştıkları bu başarıyı takdir eden bir Batılı yazar şöyle demektedir:
"Çoğu zaman, fikirlerin yaygınlaşması için yeni bir tahrik gerekir. Hıristiyanlıktan 600 yıl sonra gelen İslâm yeni ve güçlü bir tahrik idi. Önce sonu belirsiz bölgesel bir olay olarak başladı, ancak Hz. Muhammed @ M.S. 630'da Mekke'yi fethedince İslâm bütün güneyi rüzgâr gibi kapladı. Yüzyıl içinde İslâm İskenderiye'yi fethetti. Bağdat'ta muhteşem bir ilim merkezi tesis etti, sınırlarını İran'da İsfahan Önlerine kadar ilerletti. M.S. 730 itibariyle İslâm İmparatorluğu İspanya ve Güney Fransa'dan Çin ve Hindistan sınırlarına kadar uzanıyordu: Avrupa karanlıklar içindeyken İslâm muhteşem, güçlü ve şerefli cihanşümul bir devletti..
Başkalarını ihtida gayesi güden bu din diğer milletlerin ilmini büyük bir iştiha ile aldı. Bu aynı zamanda önemsenmeyen yerli hünerlere müdahale etmedi... Böyle merkezlerde Yunan ve diğer Doğu ilimlerinden istifade ederek onları yorumlayarak geliştirdiler.
Muhammed @ İslâm'ın mucizelere dayalı din olmadığını, onun tefekkür ve tezekkür dini olduğunu özellikle vurguladı. Müslüman mütefekkirlere göre Allah hiçbir şeye benzetile-mez, müşahhas bir hâle getirilemez. İslâm'ın tasavvufu kan ve şarap, et ve ekmek değil ilahî bir vecddir. "Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nuru, içinde lamba bulunan bir kandil yuvasına benzer. Lamba cam içindedir. Cam, sanki inciden bir yıldız... Nur üzerine nurdur... (Bu kandil) Allah'ın, yük-sekseltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerdedir. Onların içinde sabah akşam O'nu teşbih eder (sânının yüceliğini anar)lar." (24: 35-37) (I. Bronowski, The As-cent of Man, Londra, 1973, sh. 165-166).
Sonraki müslüman nesiller, fen ilimlerinde atalarının çizgisine uygun araştırma ve ince-leme hızını sürdürmede başarısız kaldılar; Yeni Dünya'nın ilmî ilerlemesinden istifade etmekte beceri gösteremediler. Müslümanların son üç-dört asırlık bu başarısızlığının ve güç dengesinin Yeni Dünya'nın lehine değişmesinin ana sebebi onların fen ve teknolojideki ilerlemeleridir.
Batı dünyasının hatası ve nankörlüğü şuradadır: Onlar Hz. Muhammed @'in şeriatmm ahlâkî ve manevî yönlerini bütünüyle gözardı ederken ve Şeriatın genel esaslarım gereğince tanımazken, bu ilkeleri sistemlerine uygulamışlar ve dolayısıyla maddî ilerleme sağlamışlardır. Tabiat kanunları bilgisini kullanarak maddî refah ve siyasî güç elde etmişlerdir. Bu güç onlara, hiç bir ahlâkî kaygı taşımadan zevklerini tatmin yolu açmıştır. Sonuçta, ahlâkî ve manevî değerlerin yokluğu sebebiyle Batı toplumları dümensiz bir sürat motoruna veya kontrolsüz bir rokete benzemektedir. Bünyesinde hiçbir kontrol unsuru barındırmayan bu toplumların uzun süre yaşaması beklenemez. Çünkü bu toplumdaki her insanın amacı "zevk, eğlence, şarap, kadın ve şarkı"dır. Bunlar onların tek gayesi hâline gelmiştir. Böyle bir toplum hiçkimseye huzur ve mutluluk veremez.
Artık Batının fen ve teknolojisinin insanlığa getirdiği, yok edici nükleer silah yığınları ve hiç bir manevî, ahlâkî sınırlama olmaksızın bedenî hazza hitap eden araçlarıdır. İkincisi insanı ahlaken ve ruhen öldürürken diğeri de insanlığı kendi kendini yoketmeğe yol açmıştır. Burada yerinde bir soru ortaya çıkmaktadır: Bütün bu ilmî ve teknolojik gelişmenin gayesi nedir?
Rasûlullah @, insanları dünya hayatının aldatıcı cazibesi konusunda uyarmıştır (3: 14). Ayrıca onlara Takva Yolunu benimseyenlerin İyi ve başarılı sonunu da bildirmiştir (3: 15). Batı toplumları müslümanların meydana getirdiği fen ve ilimlerden istifade etmişler, ancak onların ahlâkî değerlerini reddederek bu ilimleri kontrolsüz bırakmışlardır. Dolayısıyla bugün Batı sanki koca bir makinanın başında olduğu hâlde onun kontrol mekanizmasından habersizdir, bunu bilmeyi de arzu etmemektedir. Bunların çaresi de bu makinanın ilk mu-cidlerine başvurmaktır.
"Hiçbİrşey yoktur ki onun hazineleri, bizim yanımızda olmasın, ama biz onu bilinen bir miktar ile indiririz. Rüzgârları, aşılayıcı olarak gönderdik de gökten su indirdik, böylece sizi suladık. (Yoksa) siz, suyu depo edemezdiniz. Biziz, elbette biz ki, yaşatır ve öldürürüz; gerçek vâris olan da biziz (her fâninin mülkü bize geçer. Ölmeyen, daima kalan biziz). Andolsun, sizden önce geçenleri de bildik, sonra gelenleri de bildik. Gerçekten onları toplayacak olan, Rabb'indir. O hikmet sahibidir, bilendir." (15: 21-25).
Batı dünyasının peşin hükümlü fakat dürüst ilim adamları bile, ilk önce Hira (Cebel-i Nur) Dağmda Rasûlullah @'e ulaşan ve onun için Medine'de rnükemmelleştirilen nurun {5: 3 ve 2: 150) Bağdat, Kurtuba, Toledo, Gırnata, Sevil ve Mısır'daki üniversiteleri aydınlattığım ve Avrupa'nın kendisini cehalet ve karanlık çağmdan çıkarıp aydınlık, ilim ve fen çağına yükselten tek ışığın buralardan alındığını inkâr etmemişlerdir. Avrupalılar, Hz. Muhammed @'in Medine'de ashabına vaz ettiği "insanlığın bütün beşer mahsûlü sınırlamalardan azâd olması gerektiği" dersi ve hürriyet, hak ve adalet cevherlerini bu İlim merkezlerinden intihal ederek topraklarındaki bütün halka yaymışlardır.
Halkına hürriyetlerini geri veren İngiltere Kralı John'un Magna Carta'smm, Hz. Muhammed @'in başlatıp Toledo, Kurtuba ve Sevil'deki âlimlerin sürdürdüğü hürriyet hareketinin Haçlılarla temas sonucunda ortaya çıkmadığını kim ispat edebilir? Avrupa'nın rönesans hareketinde zirveye varan ve oradan Amerika kıtası dahil pek çok ülkeye yayılan inanç hürriyeti ve diğer insan hakları hareketlerinin ilhamının dolaylı veya dolaysız yoldan müslümanlar tarafından verildiğini söylemek çok mu olur? (Ayrıntılar için, lütfen bkz.: Sîret Ansiklopedisi, c. I, 2. bölüm). Hz. Peygamber @'in takipçilerinin din dahil Avrupa kültürünün bütün sahalarına çok büyük tesirlerde bulunduklarına şüphe yoktur. Reform hareketi olarak bilinen dinî ıslahat hareketi müslümanların (İsyanyol üniversiteleri ve Haçlılar vasıtasıyla) Avrupalıların dinî görüş ve kavramları üzerindeki derin ve geniş tesirinin açık bir göstergesidir.
"Avrupa'nın manevî, ahlâkî ve zihnî çöküş asırları esnasında ilerlemenin bayraktarlığını İslâm yapmıştır. Hâkimiyetini Sezarların tahtı üzerine tesis eden hıristiyanlık, ancak yeryüzündeki milletleri ıslâhta başarılı olamamıştır. Hıristiyanlığın doğuşundan sonraki dördüncü asırdan onikinci aşıra kadar Avrupa'nın üzerindeki karanlık sis perdesi giderek koyulaştı. Bu vahşi bağnazlık döneminde, Kilise prensipleri bilginin, insanlığın ve medeniyet ışığının girebileceği bütün yolları tıkamıştı. İtina ile gizlenen bu bağnazlık topraklarına, zamanla İslâm kültürünün selîm etkileri nüfuz ederek Hıristiyan âleminin her köşesinde kendisini hissettirdi. Salerno, Bağdat, Şam, Kurtuba, Gırnata ve Malağa okullarında, Müslümanlar felsefe ile ilgili ince bilgileri ve maddî ilimlerin tatbikatını tüm dünyaya öğrettiler.
Batıda rasyonalizmin (akılcılık) ilk tezahürleri İslâm medeniyetine en yakın ve etkilerine en çok maruz kalan bölgede ortaya çıkmıştır, Kilisenin taassubu bu nadide çiçeği ateş ve kılıçla soldurdu; dünyanın ilerlemesini asırlarca geriye attı. Ancak İslâm'da izleri çok kuvvetle hissedilen hür düşüncenin ilkeleri canlılığını Hıristiyan Avrupa'ya da ulaştırdı. Abelard, İbni Rüşd'ün bütün Batı dünyasına ışığını yansıtan dehasının gücünü hissetmiş, sonunda Hıristiyanlığın taassup bağlarından kurtulmasını sağlayan hür düşünce için bir yürüyüşü başlatmıştır. İbni Bacce ve İbni Rüşd Descartes'ın, Hobbes'un ve Locke'ın Öncüsü idiler.
Abelard ve ekolünün etkisi kısa zamanda İngiltere'ye ulaştı. Wycliffe'ın düşüncelerinin orijinalliği ve hürriyet ruhunun çıkış noktası olarak Önceki düşünürlerin cesur kavramlarından yararlanmıştır. Daha sonraki Alman reformcuları, uluslarını bir yanda Konstanti-niyye'nin ikon kırma hareketinden ve diğer yanda el-Battanî'nin ve Wycliffites'in hareketine uzanan bir zincirden faydalanarak kilisenin prangalarından kurtarmışlardır. Tamamladıkları bu görev diğer yabancı ulusların etkisi altında başlatılmıştır.
Hıristiyan Avrupa bilgi edinmeye işkence tehdidiyle yasak koyarken; papazlar, Hür Düşünce'nin daha ilk kelimelerini boğmada örnek teşkil ederken; kilise mensupları, sadece mantıklı düşündükleri için binlerce kişiyi ateşe gönderirken; hastalığı, şeytanın ruhu istilâsı olarak tanımlayan Hıristiyan Avrupa, paçavralara ve kemiklere taparken, Müslüman hâkimiyetinde bilgi gelişiyor, daha önce hiç olmadığı şekilde yüceltilip hürmet görüyordu. Müslüman âlimler kendilerini medeniyet davasına adamışlar, Hz. Peygamber @ tarafından başlatılan ve yüceltilen hür düşünce ve sorgulamanın gelişmesine yardımcı olmuşlardı. Müslümanlar arasında inanç sebebiyle cezalandırma bilinmiyordu. Dünya, hâkim güçlerin siyasî davranışları nasıl olursa olsun, bütün din ve inançlara karşı ayrım yapmama ve müsamaha bakımından daha önce onlardan daha üstün Örnek tanımamıştı. Bir milletin entellektüel göstergesi olan tabiî ilimlerin elde edilmesi Müslümanlar arasında rağbet edilen bîr meşgale hâline geldi... İslâm bölgelerinden Isaurian İmparatorlarına (Konstanti-niyye'de) ulaşan hür düşünce dalgası; cehalet, bâtıl inanç ve bağnazlığı ortadan kaldırdı; bunun etkisi Salerno'da ve Kurtuba'daki okulların birleşik nüfuzu -İbni Rüşd'ün ve belki de Müslüman kaynaklarına öğrenim suyunu getiren bazı Yunanlıların nüfuzu- Kilisecilik anlayışının surlarını yıkana dek hissedilemedi.
İslâm, düşünce hürriyetini baş tacı yaptı. İslâm'ın, hususi karakterini koruduğu müddetçe bilginin ve medeniyetin yakın hâmisi ve teşvikçisi- entellektüel hürriyetin yakın müttefiki- olduğunu ispatlamış olması çok manidardır. İslâm'a dış etkiler bulaştıktan sonra, Müslüman toplumlar ilerleme yarışında geride kalmışlardır (Emir Ali, The Spirit of islam, sh. 397-399).
Mağrip İspanyası (Endülüs) İslâm'ın medeni-leştirici gücünün parlak bir örneğidir. Vizi-gotlann vahşeti ile perişan olmuş, nefretin ve zulmün sardığı topraklar dışında Müslümanlar bir banş ve refah ülkesi kurdular, ülkeye eşitlik, adalet ve hoşgörü getirdiler. Endülüs topraklarında bütün kıtayı aydınlatan kültür meşalesini yaktılar. Siyasî yapılan gedik vermeye başlayınca bile, bu ateş daha da parlak yandı ve iç düzensizlik ve anarşi karanlığını gölgede bıraktı. Hıristiyanların yeniden ele geçirmesiyle ortada yalnızca Endülüs'ün mimari ihtişamı kalmıştı. Bundan sonra bağnazlık, hoşgörüsüzlük ve Engizisyon İspanya'da hâkim hâle geldi. Zaferle coşan Hıristiyan fatihler, el-Dorado'yu (şairlerce Altm ülkesi diye hayal edilen esatiri memleket) aramak gayesiyle Atlantik'i aşarak yerle bir ettikleri eski medeniyetler üzerinde imparatorluk kurup zenginlik elde ettiler; ancak İspanya hiçbir zaman Müslüman hâkimiyeti altındaki eski parlak günlerine ulaşamadı. Daha sonraki asırlarda bu güneşin batmasında da hayırlı bir ibret vardır... İbni Tufeyl'in sembolik hikâyelerini içeren ve Philosephus Autodidoctus adıyla Latince'ye çevrilen eseri Batı'da derin bir iz bırakmıştır (H. M. Balyuzi, Muhammed and the Course of islam).
Ve Profesör Arberry'ye göre: "Tabiiî ilimler sahasında, er-Razî'nin (Orta Çağ Avrupasm-da Rhazes diye bilinir) eserlerinin Batı üzerindeki etkilerinin belki de eşi yoktur; ne var ki, felsefe sahasındaki fikirleri sapıkça olduğu düşünüldüğünden dikkate alınmamıştır." (John Murray, The Wisdom of the East Seri-es).
Gerileme döneminde bile "Endülüs hâlâ Orta Çağın karanlığı ve engelleri içinde yüzen Avrupa'ya İslâm medeniyetinin parlak hediyelerini aktaran kanal olmuştur. Batı'dan Endülüs'ün meşhur üniversitelerine geçmişte olduğu gibi o vakit bile pek çok talebe ve âlim gelmekteydi. Bu âlimlerden biri 999'da Sylvester II adıyla Papa'lık tacını giyen zeki Fransız Aurillac'lı Gerbert'ti. Ve Endülüs'ün bu gelişmiş üniversiteleri Piza, Paris ve Ox-ford gibi Hıristiyan âleminde kurulacak olanlara model teşkil etmişti. İspanya'yı yeniden fethetmeye çalışan Hıristiyan yöneticiler bile İslâmî kültürün nimetlerini takdir ediyorlardı. (Muhammad and the Course of islam, sh. 311).
Şurası bir gerçektir ki; "İslâm ilminin Batı'da etkili olması Batı Akdeniz'deki Arap fetihleri ile mümkün olmuştur. Arapların İberik yarımadasında 800 yıla yaklaşan bir süre kalması İspanyol mimarî ve sanatında ve orada konuşulan Katalan, Kastilyaca ve Portekizce dillerinde silinmez izler bırakmıştır. Sicilya ve Güney İtalya'daki Arap hâkimiyeti daha kısa ömürlüdür ve kültürel açıdan da daha az kalıcı olmuştur, ancak tesiri İspanya'dakinden daha az yoğun olmamıştır. Çünkü Araplar Norman işgali sırasında zorla atılmamışlardır. Mağribîler sonunda Batı Akdeniz'in Avrupa kısmını tamamen terketip Kuzey Afrika ile sınırlı kalmış olsalar da temas hiçbir zaman kesilmemiştir.
Bugün bile, İslâm-Avrupa temasında Haçlıların önemli rol oynadığı ve İslâm'ın etkisinin esas olarak Doğu'dan geldiği yolunda bir düşünce vardır. Gerçekte, sonucu belirleyen temaslar daha önceki tarihlerde Batı Akdeniz'de gerçekleşmiştir (The Legacy of islam'ın ilk baskısındaki Sir Ernest Barker'ın "The Crusader-Haçlılar" adlı makalesi).
Doğu Halifeliği'ndeki Müslümanların ilimde ulaştıkları seviye, Batı'da, İslâm ülkelerinin yoğun ilişkisi sebebiyle Irak'lı, Suriye'li ve Mısır'li âlimlerin eserlerinin Mağrib'li Müslümanlar tarafından incelenmiş olması veya Mağribî Müslümanların oralara gidip ilim tahsil etmeleri sayesinde öğrenilmiştir. (The Legacy of islam, ed. Joseph Schacht ve C. E. Bosworth, 2. basım, sh. 425-426. Ayrıntılar İçin bkz.: W. Mentgomery'nin islam Spain adlı eseri ve ayrıca Encyclopaedia of islam, 2. basım, "Arabiyya" maddesi; ek "Arabic Literatüre in Spain").
İslâm bilimlerinin Avrupa bilimlerine büyük etkide bulunduğuna şüphe yoktur; Batı'daki bu bilgi Rönesans'ından tek bir etki değil, çok çeşitli etkiler vardı: ana etki tabii ki, İspanya'dan, İtalya'dan ve Müslümanlarla karışıp İslâm kültürüne bilimin etkilerini gören Haçlılar vasıtasıyla Filistin'den gelmiştir. Haçhlar geri döndüklerinde pek çok serbest fikirler getirdiler ve ülkelerinin diğer insanlarını da etkilediler. Doğu'da ve Batı'da Arap hâkimiyetinin sonucu olarak "Arapça İslâmî ilimlerin öğreniminde temel vasıta hâlinde ve Doğu'da, Batı'da Latince'nin gördüğü vazifeyi gördü. G. Bergstrasser Arap dilinin, daha başlangıçta ilmî surette kesin ifadeler taşıdığını ikna edici biçimde göstermiştir." (Ein-führung in die Semitischen Sprachen, Mü-nich, 1928, sh. 145). Ancak dilin yaygınlaş-masmdaki esas sebep bu değil, daha ziyade İslâm dininin ve İslâmî yönetimin dili olarak Arapçanm merkezî bir konumda olmasıdır, zamanla dilin ilmî ihtiyaçlara uyarlanmasına bu durum sebep olmuştur (The Legacy of islam, sh. 426-427).
Robert Briffault'a göre, ilmî usûl ve araştırma ruhunun kökeni Araplara dayandırılabilir: "Araplar olmasaydı, Avrupa medeniyetinin bütün gelişme safhaların! geçmesini sağlayan karakterine hiçbir zaman sahip olamayacağı kuvvetle muhtemeldi. Gerçi Avrupa'nın geliştiği hiç bir sahada İslâmî kültürün sonuca etkili izlerini bulmamak mümkün değildir; ancak bu izler modern dünyanın önde gelen ayırdedici gücünü ve zaferinin kaynağını teşkil eden kuvvetin -tabiî ilimler ve ilmî ruh-doğuşundaki kadar açık ve bu gelişmeyi hızlandırıcı değildir. Avrupa'da ilim dediğimiz şey yeni bir araştırma ruhunun, yeni araştırma, deneme, gözlemleme, Ölçme metodları-nın ve Yunanlılarca bilinmeyen tarzdaki bir matematiğin gelişmesinin sonucu olarak ortaya çıktı. Bu ruh ve metodlar Avrupa'ya Araplar tarafından getirilmiştir." (The Making of Humanity,sh. 190-191).
Progressive Education Association'ın kurucusu bir diğer Avrupalı yazar, İslâm hakkında şu görüşleri belirtmektedir: "Komşu Hıristiyan ülkelerine kültürel saldırıda bulunan İslâm, Avrupa'daki Rönesansm aslî yaratıcısıdır." (Stanvvood Cobb, Islam's Contribuü-on to World Culture).
İslâmî ilimlerin araştırma ruhunu ve dünyanın ilerlemesini etkilemedeki rolü ile ilgili yorumunda Robert L. Gülick Junior şöyle demektedir: "Arapların dünyanın entellektüel gelişmesine yaptıkları katkılar sorgulanamayacak kadar açıktır. Ancak bu gelişmeler Hz. Muhammed @'in etkisinin sonucu muydu?" Robert Briffault'un Müslüman ilima damlarının dine ilgisiz oldukları şeklindeki fikrini (a. g.e.Tsh. 186) reddeden Gulick şunu vurgulamaya devam etmektedir: "Hz. Muhammed @'in ashabının hayatına damgasını vuran mücadeleler, zorluklar ve fedakârlıklara âşinâ olan bir kimsenin böyle bir sonuca varması mümkün değildir. Ali'nin, Ebu Bekr'in, Hamza'nın ve sayısız diğer fevkalâde insan-nın hayatlarında çok açık şekilde farkedilen dinî inanç ve sadakat unsurunu Briffault'un görmezlikten gelmesine sebep, muhtemelen onun materyalist dünya görüşüdür. Eziyetlere katlanmaya aday, arkadaşlarının kendilerine küsmesini göze almış ve Bir Allah'a bağlılıklarını ifade uğruna (Ehadun! Ehadun!) bütün varlıklarını terketmeye hazır olan bu insanlarda bu güç kesinlikle dinî inanç sayesinde bulunmuştur... Hz. Muhammed @'in, eşsiz bir sadakat ve meydan okuyan bir inkılâb hareketinin, İslâmî kültürün gelişmesini teşvik eden bir nizâm ve istikrar getirdiği inkâr edilemez. Bu görüşleri destekleyecek somut deliller verilecektir." (Mııhammad the Educa-îor, Lahore, 1969, sh. 5-6).
Bir Belçikalı tarihçiye göre, Roma İmparatorluğu'nun Araplarla İslâm'dan önce hemen hemen hiç bir teması yoktu. Arapların, Atilla, Cengiz Han ve Timurlenk İmparatorluklarının kazandığı eşsiz zaferleri yorumlarken şöyle demektedir: "Ancak bu imparatorluklar geçici, İslâm ise kalıcıydı... Hıristiyanlığın yavaş ilerlemesi ile kıyas edilirse İslâm'ın şimşek hızıyla yayılması gerçek bir mucizedir." (Henri Pirenne, Muhammed and Char-lemagne). Ve Robert Gulick burada şunu vurgulamaktadır: "Muhammed @'in takipçileri vasıtasıyla İslâm'ın dünyanın geniş alanlarında hükmetmesi doğrudan dinî inanca mı bağlıdır? sorusu kısmen olumlu olarak cevaplandırılmıştır." Yukarıdaki ifadeyi kuvvetlendiren ilâve deliller Pirenne tarafından sunulmuştur. "Cermenlerin, İmparatorluğun Hıristiyanlığına karşı koyabilecekleri hiçbir şeyleri yoktu; Araplar ise yeni bir inançla yüceltilmişlerdi. Onlann asimilasyonunu yalnız ve yalnız bu inanç önlemiştir. Diğer açılardan ise fethettikleri medeniyete karşı Cermenler kadar ön yargılı yaklaşmamışlardı. Bilakis, bu medeniyeti şaşırtıcı bir hızla kendileri asi-mile ettiler, ilmi Yunanlılardan ve sanatı Yunanlılar ve İranlılardan öğrendiler.'1 (a.g.e., sh. 149).
Pirenne'e göre; "Cermenlerin Roma medeniyeti Üzerinde hiçbir tesirleri olmamıştır. Bilakis, Roma topraklarına girer girmez Romalı-laşmışlardır. Diğer yandan, İslâm tarafından fethedildikten sonra Romalılar Araplaşmış-lardır. Dokuzuncu yüzyıl İspanyasında, Hıristiyanların artık Latince bilmemesi sebebiyle kilise meclisi rç^etinleri Arapça'ya tercüme edilmiştir." (a.g.e., sh. 152). Ve Piskopos Ge-orge Bush İslâm ve İslâm'ın etkisi hakkında şunları yazmıştır: 'Tarihte hiçbir devrim, medenî dünyanın durumuyla ilgili olarak İslâm'ın çıkışı, gelişmesi ve devam etmesi kadar büyük değişiklikler getirmemiştir." (The Life ofMuhammad).
Müslümanlar Hz. Muhammed @'in gelişinden önceki döneme câhiliyye adını verirler. O dönem ile Hz. Muhammed @'in gelişinden sonraki dönem arasındaki tezat çok çarpıcıdır. Tartışmaya mahal bırakmayacak açık bir gerçektir ki, büyük Arap kültürünün doğuşu, Hz. Peygamber @'in mucizesi Kur'ân merkezinde gerçekleşmiştir. Moore bu fikri veciz ve ikna edici biçimde sunmaktadır: "Dinleri bir Kitap'la kendilerine sunulan bir millet, bu Kitâb'ın incelenmesi ve yorumlanması için gerekli şeyleri mutlaka sağlamalıdır." (Ernest Carrol Moore, The Story oflnstruction).
Robert Gulick'in ifadesiyle: "Hz. Muhammed @'in hayatının yanında, İslâm'ın eğitici yönüyle alâkalı en ilgi çekici konu, Müslümanların kültüre iktisadî teori ve uygulama, musikî, edebiyat, mimarî, oyma sanatı, matematik, kimya, fizyoloji ve tıp gibi muhtelif yönlerden yaptıkları katkılarıdır." (Muham-mad the Educator, sh. 2).
Meredith Townsend, İslâm hakkında şu görüşleri ifade etmektedir: "İslâm'ı kabul eden köle hürdür; sadece basit hürriyete kavuşmuş bir insan değil, fakat hür bir vatandaştır- de facto (fiilen) ve de jure (hukuken) devletin bütün kademelerinde görev alma yeterliliğine sahip biridir." Ve Hz. Peygamber @'in hükmü altındaki durumu şöyle vurgulamaktadır: "Orada, dünyanın bütün diğer bölgelerinden daha ileri bir demokrasi ve eşitlik şeklî mevcuttu." (Muhammad). "Müslümanların insanlığın zihnî ve manevî ilerlemesine katkıları çok geniş ve pek çok değişik sahalarda tezahür etmektedir; hiç kimse bizim zengin mirasımız içinde bu katkılardan sadece bir kaç temsilî konu varmış gibi yapamaz. Bugün bildiğimiz şekliyle medeniyet, yalnızca Hıristiyan etkisinin ürünü değildir, daha ziyade Yunan, İbrani, Hıristiyan ve Müslüman kültürlerinin armağan ettiklerinin noksansız harmanlanmış ve sentez edilmiş sonucudur.
Orta Çağlarda Hıristiyan keşişlerin Helen (Yunan) kültürünün koruyucusu ve taşıyıcısı oldukları ve yalnızca manastırların ilim ateşini yanık tuttukları şeklindeki yaygın İnanç bütünüyle eksik ve hatalı bilgilere dayanmaktadır. Evvela, bu dönem Hıristiyan toplumunun bilgi bakımından İslâm dünyasından daha aşağı seviyede olduğu hatırlanmalıdır. Barnes haklı olarak şunları ifade etmiştir: "Pek çok yönden, Orta Çağların en ileri medeniyeti Hıristiyan kültürü değil, daha ziyade İslâm inancına sahip kişilerin kültürü idi." (H. E. Barnes, A History of Historical Wri-tings). Ve Gİbb de bu ifadelere İspanya'daki İslâm medeniyetinin Avrupa'da 10. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar en yüksek kültürü temsil ettiğini belirterek destek vermektedir. Haskins, Renan'dan yaptığı alıntılara kendi yorumlarını da eklerken araştırmacılar arasındaki ortak bir düşünceyi özetlemektedir: "Kadîm ilim ve felsefenin onikinci ve onü-çüncü yüzyıllarda yeniden elde edilmesi Avrupa'nın ilim tarihinde bir dönüm noktasını belirler... Renan 'Arapça metinlerin Batı'nm ilmî araştırmalarına konu olması Orta Çağların İlim ve felsefe tarihini birbirinden ayn iki döneme böler. Birincisinde, insan zekası, merakını sadece Martianus Cappella, Bede, isi-dore gibi derleme eserlerde kümelenmiş Roma okullarının kıt kırıntıları ve yaygın olarak tedavülde olmaları sebebiyle yokolmaktan kurtulan belli bazı teknik risalelerle gidermek zorundaydı. İkinci dönemde, ki-dîm ilim bir kez daha Batı'ya geldi, ancak bu kez tam tekmil geldi; Yunan ilminin orijinal eserleri veya Arapça şerhleri -Hippocrates ve Galen, Aristo'nun eserlerinin tamamı ve Arapların matematik ve astronomisi. Araplar'ın Do-ğu'dan ve kendi gözlemlerinden kazandıklarının da eklenmiş olduğu kadîm ilimlerin yeniden elde edilmesi, Orta Çağın ilmî rönesansı olmuştur." (C. H. Haskins, Studies in the History of Medicial Science).
Gerçek şu ki, "hiç kimse Müslümanların kültürel ilerlemesinin boyutlarını bilemez. Çünkü eğitim sahasındaki başarı ve safhalarla ilgili delil yığınları Moğollar, Hıristiyanlar ve entellektüel hayatı kısıtlayan Müslümanlar tarafından yok edilmiştir. Batı'daki insanlar genelde Müslümanlar'ın İskenderiye'nin meşhur kütüphanesini tahrip ettikleri şeklindeki eski bir yalana inanırlar.
Kitapların belli bir kısmı sokak çatışmalarında tahrip olmuştur. Ancak Serapıs'in bu ünlü kütüphanesinin sistematik şekilde tahrip edilmesi M.S. 389'da (Hz. Muhammed @'in doğumundan yaklaşık iki asır önce) İskenderiye Başpiskoposu Theophilus'un emriyle gerçekleştirilmiştir. Eski Yunan'in pek çok harika yapıları ve güzel heykelleri Hıristiyanların eliyle aynı akıbete mâruz kalmıştır. (Gustav Diercks, "Europe's Debt to islam", Islamic Review, 16: 138, Mayıs 1928). Haçlılar, Trablus'un muhteşem kütüphanesini hiçbir pişmanlık duymaksızın tahrip etmişler; Müslümanlara ait kültür ve sanat merkezlerini bir kül yığınına dönüştürmüşlerdir (Ameer Ali, The Spirit of islam, sh. 351).
Diercks ise şu ifrata kaçan suçlamayı yapmaktadır: "Hıristiyanlık, nereye gittiyse zihnî gelişme ve ilerlemeyi engellemiş ve var olan kültürü baskı altına almıştır." (a.g.e., 16: 218, Haziran, 1928). Gregory'nîn zihnindeki rehber prensibin "cehalet, dindarlığın temelidir" sözünden müteşekkil olduğunu iddia etmektedir ve şöyle devam etmektedir; "bu Önka-bulden yola çıkan Gregory yalnızca Ro-ma'daki güzel binaları ateşe vermekle kalmamış, İmparator Augustus tarafından kurulmuş kıymetli Palatine Kütüphanesini de yakmıştır. Livy'nin eserlerinin büyük kısmını yok etmiş; klasik eserleri okumayı yasaklamış; kadîm zamanlardan kalan ne varsa tahrip etmiştir (a.g.c, 16: 144, Mayıs 1928).
Ferdinand ve İsabella, İspanya'da bulabildikleri bütün Müslüman eserlerini yoketmişler-dir. Anatole France'in roman karakterlerinden biri şunu ifade etmektedir: "Tarihteki en trajik olay Arapların ilim, sanat ve medeniyetinin Frankların barbarlığı önünde yenik düştüğü Poitiers savaşıdır." (Anatole France, "La Vie en Fleur," Islamic Review'da iktibas edilerek yayınlanmıştır; 22: 146, Mayıs 1934; Mukammed the Educator, sh. 42-44).
Şüphesiz ki, Araplar arasında araştırma, gözlem ve deneyi teşvik eden bilginin, ilmin ve soruşturma ruhunun kazanılması gerektiğine dair konular genel olarak Kur'ân'da ve Hz. Muhammed @'in öğretilerinde mevcuttu. Bu teşvikle gelişen Araplar daha sonra bu ruhu gittikleri her yere taşıyarak diğer milletlere de aşıladılar. Robert Gulich'e göre: "Hadislerin çoğunluğunun sahih olduğu akılda bulundurulmalı ve bunların yaygın ve hayırlı etkilerinin olduğuna şüphe edilmemelidir. Hz. Muhammed @'in sözleri, İslâm medeniyetinin Altm Çağındaki büyük fikir adamlarını mutlak surette teşvik etmiş olmalıdır."
Daha önce açıklandığı üzere, ilim tahsilinin önemini belirten pek çok Kur'ân ayeti ve hadisler vardır ve bunlar âlimlerden hep olumlu sözetmektedir. "De ki: 'Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (39: 9). Robert Gu-lick, Rasûİullah @ 'İn şu buyruğunun önemini vurgulamaktadır: "Fakirler ve zenginler ilim tahsili konusunda önünüzde eşit olsun." (Halil Totah, The Contribution of the Arabs to Education). Ve ona göre: "Kahire, Dımeşk (Şam) gibi ve diğer merkezlerde pek çok âlım ve ilmin yerleşmesine yol açan Hz. Muhammed @ 'in bu hadisidir." (a.g.e., sh. 46).
Profesör N. Stepnen, Hz. Peygamber @ 'in bu sonuyla ilgili şu hadisini aktarmıştır: "Kendisini ilim tahsiline veren kimse ölmez. İnsanların en hayırsızı kötülüğü öğrenen; en hayırlısı da iyiliği öğrenendir." {Islamic Review, sh. 44-47, Ocak 1917).
Hz. Muhammed @'in bu ve diğer hadisleri hakkında yorum yapan Robert Gulick şöyle demektedir: "Bu ifadeler âtıl ve faydasız sözler olarak değerlendirilmemelidİrler. Sonuçlan çok muazzam olmuştur. İslâm ilminin gücü kendisini, Bizansın belirsiz kavram ve anlayışları yerine, pratik meselelere adamış olmasından kaynaklanmaktadır. Hz. Peyam-ber @'in ashabı onun ilkelerini ve buyruklarını yıllar içinde inceleyip tartışarak uygulamışlardır (Buharı, c. VI). Hz. Muhammed @'in izinden gidenler kendilerine zulmedenleri Bedir'de büyük bir üstünlükle yenince, pek çok kişiyi de esir almışlardı; onlara çok iyi muamele edildi ve en iyi yiyecekler verildi: Fakirler, fidyesiz olarak salıverildiler, ancak kalanlardan fidye alınması kararlaştırıldı. Bu kişilerle ilgili olarak askerî tarih kitaplarında eşine rastlanmayan, fevkalâde kıymet ve özelliğe sahip bir anlaşma yapıldı. Oku-ma-yazma bilenler 4000 dirhem fidye ödemek yerine 10 çocuğa okuma-yazma öğreterek bu mükellefiyetten kurtulacaklardı. Kişi başına 4000 dirhem gibi büyük bir fidye parasından vazgeçip bunun yerine okuma-yazma öğretilmesini kabul etmek, Hz. Peygamber @' in gözünde ilmin değerinin ne olduğuna dair çok güzel bir delil teşkil eder. Kusur arayıcı eleştirmenler İslâmî ilimlerin Yahudi, Hıristiyan ve Zerdüşt zihinlerin ürünü olduğuna işaret etmekten büyük zevk alırlar. Bu konuda ikna edici bir şekilde söylenebilecek olan şudur ki, bu âlimlerin üretken çabalarına uygun atmosferi sağlama şerefi İslâm'a aittir. İslâm'da ayrımcılığın olmaması sebebiyle, serbest araştırmalarda bulunma hususunda diğer inanç mensupları da teşvik görmüşlerdir.
"Batılılar İslâm'ın yayılışını kuvvetle (kılıç zoruyla) özdeş görürler. Onlar Cihad kavramını tanmamayacak derecede çarpıtmışlardır. Müslüman Arapları bir elde Kur'ân, bir elde kılıç olarak tasvir etmişlerdir. Bu kesinlikle yanlış tanıtılmış bir kimliktir. Bu manada gerçek saldırganlar Müslümanlar değil, Hıris-tiyanlardir. İspanya'da Engizisyon dönemi esnasında iki milyon Müslüman Hıristiyanlığın belli bir mezhebine girmedikleri takdirde ölümle tehdit edilmişlerdir. Hz. Muhammed @'in savaşlarının savunmaya yönelik olduğu kesinlikle söylenebilir. Müslümanlar eğer sa-vaşmasalardı yok olurlardı- kişi bunun gelecek medeniyetlerle ilgili kötü sonuçlarını ancak tahayyül edebilir... İleri gelen Hıristiyan bilim adamlarının talebeleri arasında, dindaşlarından ziyade Müslümanlar yer almaktaydı." (W. Barthold, Mussulman Culture).
"İslâm'da ilim tahsili farzdır, bu nedenle kadınlar da eğitim faaliyetlerine erkekler kadar serbestçe ve coşkuyla katılıyorlardı. Araştırmalar, kadınların hem öğrenci hem de öğretici olduklarını göstermektedir. Mekke'de bile kadın âlimler bulunuyordu, burada Kerime pek çok öğrenciye Hadîs dersi veriyordu; Şehide geleneksel dinî bilgileri öğreten bir diğer tanınmış âlimdi. İspanya'da en meşhur cerrahlardan bazısı kadındı." (S. H. Leeder, Is-lamic Review, c. 4:115, Mart 1916). İspan-ya'daki kadınlar edebî yetenekleri bakımından da dikkat çekmekteydiler ve Nashun, Zeynep, Hamide, Hafsa, el-Kaliyye, Safiye ve Meryem isimleri, doğdukları topraklar üzerinde silinmez bir parlaklık oluşturdu. (Ameer Ali, A Short History of the Sara-cens). Ebû'l-Kerim'e göre, Hz. Muhammed @ kadınlara 1875 yılma kadar tanınmayan ve Fransa'da halen kısıtlı şekilde tanınan mülkiyet hakkını 13 asır Önce tanımıştır. ("Hazret Muhammad @, The Greatest Social Refor-mer," îslamic Review, 22:146, Mayıs 1934).
El-Maqqarî, bir İspanyol'un iftiharla şunları söylediğinden bahsetmektedir. "Sizin ülkeniz vezir İbni Zeydun'la şiir tartışmaları yapan bizim Velîde el-Mervaniye'miz gibi bir kadın çıkarmış mıdır? Ve Zİyad'm kızı Zeyneb'in eşi sizde var mıdır? (Halil Totah, a.g.e.). Hatip ve gramer bilgini el-Ârûziye; şair ve fıkıh âlimi Ümmü'1-Hîn; şiir, edebiyat ve hitabette haklı bir üne kavuşan Sevil'li Meryem; ve Hz. Peygamber @'in soyundan gelen Emet el-Azîz gibi pek çok şahsiyetin de dahil olduğu kadınlar, ilimleri ile büyük ün kazanmışlardır (Robert Gulick, a.g.e., sh. 44-51).
Hz. Muhammed @ insanlığa görüş açılarını genişleten ve zihinlerini önemsiz, anlamsız ve geçici meselelerden arıtan ve onlara evrensel maddî ve manevî prensipler getiren yüce ve asil bir inanç sistemi vaz etmiştir. Bu sistem, insanların hayata ve meselelerine olan bakış tarzlarını tamamen değiştirmiştir. Bütün bir hayat şekilleri ve tarzları tamamen yeni bir renge bürünmüş; fikirleri, değerleri, düşünce ve yaşantıları bütünüyle yeniden şekillenmiştir. Yeni bir fikir, yeni bir güç ve coşkuyla tamamen farklı insanlar haline gelmişlerdir.
Hz. Peygamber @ kendisine inananların arzularını öylesine teşvik etmiştir ki çeyrek yüzyıl sonra bu insanlar bütün ilimlerin ustadi olmuşlardır. Kâinat ile ilgili daha fazla bilgi elde etmek için gösterdikleri çabayla her köşe bucağı araştırmışlardır. Bu onların önüne fizikî âlemin bilgi hazinelerini sermiş; tabiatın gizliliklerini açığa çıkararak bütün dünyanın istifadesine sunmuşlardır. Böylece tabiî kaynakların sağladığı imkânlardan faydalanmış ve dünyanın diğer yerlerini de zen-ginleştirmişlerdir. Hz. Muhammed @'in ümmeti tabiî ilimler sahasında tecrübî metod kanılarım açtı ve bu metodu Avrupahlar'a aktardı. Ayrıca onlara fen ve teknikte ilerlemenin yollarını öğretti.
Sosyal bilimler sahasında Hz. Muhammed @ insanın konumunu ve şerefini yüceltti; doğum, veraset, ırk, millet ve renkten ileri gelen bütün ayrımları kaldırarak insanlığın eşitliği ilkesini getirdi. Ayrıca, uygun ve yeterli çabayı gösterdiği takdirde insanın ulaşamıyaca-ğı ve elde edemeyeceği hiçbir şey olmadığını da öğretti. Gayret gösteren herkesin istediği başarıyı elde edebileceği inancı, kadın erkek herkese çok çalışma ve kendilerini yapmak istedikleri işe göre teçhiz etme yollarını açtı.
Diğerlerinin hakkına müdahale etmedikçe, ya da kanuna karşı gelmedikçe kişilerin ferdî hürriyet sahibi olması hareketini başlattı. Bu fikirler Avrupa'daki feodal sistem, Hindistan'daki kast sistemi ve o zamanın dünyasının değişik kesimlerindeki benzeri sınıf sistemleri için öldürücü bir darbe oldu ve insanı insana kölelikten kurtarıp, insanlığa tabiî haklarına sahip çıkma ve yeryüzünde hür olarak yaşama fırsatı verdi.
Kadınlar, Hz. Peygamber @'in getirdiği din sayesinde hak ve hürriyetlerine kavuşarak toplumda şerefli ve itibarlı bir konum kazandılar. Böylelikle sosyal, iktisadî, akidevî ve diğer sahalarda erkeklerle eşit haklara sahip oldular (Ayrıntılar için bkz., Sîret Ansiklopedisi, c. II, "Eş olarak Muhammed" başlıklı 1. bölüm).
Rasûlullah @, siyasî alanda bütün işlerde müşavere kavramını getirdi, devlet başkanının seçiminde, başkanın yardımcılarının ve yürütmenin diğer üyelerinin seçiminde ve diğer siyasî meselelerde halka danışarak karar verilmesini Öngörüyordu.
Hz. Muhammed (2>, hukukun hâkimiyeti prensibini de getirdi. Akrabalık ilişkilerine, ırkına, renk veya sosyal ve siyasî mevkiine bakmaksızın herkese karşı mutlak adaletin uygulanmasını ve âdil olunmasını mecbur kıldı. Aynı kuralı uluslararası olaylarda da geçerli kılarken daha sonraki asırlarda uluslararası hukukun dayanak aldığı temel ilkeleri koydu (Ayrıntılar için bkz., Sîret Ansiklopedisi, c. II,'"Kanun koyucu ve hâkim" adlı bölüm).
Hz. Muhammed @'in insan kültürüne bir diğer büyük katkısı, onun insanları her türlü kötü âdet, gelenek ve yanlış ibadet ve dogmalardan kurtarmış olmasıdır. Diğer bir ifadeyle o, insanları, Hakikati bulmak için serbestçe ve önyargısız düşünebilmelerini sağlayacak şekilde insanların koyduğu kanun ve geleneklerin prangalarından kurtulmalannı temin etmiştir. Bu insanoğlunun yüzyıllar boyunca birikmiş olan bilgi ve kültür servetini samimiyet ve dürüstlükle insanlığın faydasına kullanabilmesine imkân tanımıştır. Bunun sonucu olarak, Hz. Muhammed @'den sonraki nesillerin bilgi ve ilmiyle zenginleşen insanlık, İlimde olduğu kadar insanî değerler sahasında da ilerleme kaydetti; insan haklarının, kadın haklarının, insan hürriyet ve serbestliğinin, uluslararası anlaşmalara saygı ve uluslararası topluluk gibi kavramların önemini çok iyi kavradı. Değişik ülkelerde daha sonraki asırlarda şu ya da bu şekilde ortaya çıkan hareketler doğrudan ya da dolaylı olarak Rasûlullah (5)'in Arabistan topraklarında gerçekleştirdiği ilk zihnî ve toplumsal inkılâbla bağlantılıdır.
İslâm'ın en yüce ve temel ilkesi, İslâm'ın bütün felsefesinin ve inanç sisteminin dayanak noktası Allah'ın Birliği (Tevkid)dir. Bu fikir İslâmî sistemin bütün üst yapısının özü ve can damarıdır; İslâm'ın bütün diğer sistemlere üstünlüğünü temin eden de işte bu ilkedir. Muhammed İkbaFin ifadeleri ile: "(İnsanlığın) yeni kültürü dünya-birliği fikrinin temelini Tevfiid prensibinde bulur. İslâm, bir hükümet şekli olarak, bu prensibin insan nevinin maddî ve zihnî hayatmda yaşayan bir faktör olarak tahakkuk etmesi için bir vasıta olmuştur. Hükümdara değil, yalnızca Allah'a itaati talep eder. Zira, madem ki, Allah bütün hayatın kaim ve daim olan ruhî esasıdır, Allah'a itaat zımnen, insanın kendi hakikî tıynetine itaattir. Cümle hayatın kaim ve daim olan ruhanî esası, İslâm'a göre, ebedîdir ve kendini çeşitlilik ve değişkenlikle ortaya koyar. Böyle bir Mutlak Hakikata dayanan bir toplum, kendi hayatında, kalıcılık ve değişkenlik Özelliklerini uzlaştırma zaruretindedir. Toplum hayatını düzenlemek için daimî ve sabit prensiplere sahip olmalıdır. Çünkü daimî olan, bize, sürekli değişim dünyasında bir tutunacak yer temin eder; ancak daimî prensipler, bütün bozulma ve değişme imkânlarını dışarıda bırakmak mânasında anlaşılırsa -ki, bu Kur'ân-ı Kerîm'in beyanına göre Allah'ın en büyük "âyef'lerinden biridir- mahiyeti itibariyle esasında hareketli olanı gayri müteharrik hâle getirmiş olur. Siyasî ve sosyal ilimlerde Avrupanın başarısızlığa uğraması, birinci prensibi, son 590 yıl içinde İslâm alemindeki hareketsizlik ise ikinci prensibi tasvir eder. Şu halde İslâm bünyesindeki hareket prensibi nedir? Buna "içtihad" denir (The Reconstruction of Religious Tho-ught in islam, Lahor, 1977, sh. 147-48).
Muhammed Kutub, İslâm'ın önemini izah ederken şöyle demektedir: "Geniş anlamıyla ele alınırsa din, insanlığın zihnî ufkunu açmayı gaye edinmektedir. Çünkü hayat yalnızca bu dünyayla sınırlı değildir; bunun ötesinde ebedî bir hayat vardır. Bu hakikat, insanın kalbindeki ümit ışığını parlatır, onun zulüm ve baskıya karşı sebatla mücadele etmesini teşvik eder. Din sevgiyi, anlayışı ve kardeşliği öğretir. Bu yüzden barış, refah ve ilerlemenin tek yoludur ve bu özelliği tek basma onun baki kalması için yeterli bir sebeptir. Din, insanı, hayatın zorlu mücadelesine karşı teçhiz etmenin en mükemmel yoludur... İnsanın nefsini aşmasını sağlayan yüce ve asîl idealler için eziyetlere katlanma ruhunu verebilecek olan yalnızca imandır.
İslâm, bir manâda, insanlığın ilerlemesini engelleyen veya fazilet ve iyilik yolunu takip etmesine izin vermeyen her türlü esaretten kurtuluş anlamına gelir. İslâm, insanlığın kendisini zor ve baskıyla esir eden, yanlış olanı yapmaya zorlayan ve şerefinden, haysiyetinden, malından ve hatta canından mahrum bırakan diktatörlerden azâd olması anlamına gelir. Hâkimiyetin Allah'a ve yalnızca Allah'a ait olduğunu söyleyerek İslâm insanlığı her türlü zâlimlerden kurtarır. Bütün insanlar Allah'ın kuludurlar; bundan dolayı, yalnızca O insanların kaderine hükmeder ve kimse O'nun İlâhî takdiri olmadan veya O'nun takdirine aykırı şekilde bir şey yapamaz; fayda veye zarar veremez.
Hz. Peygamber @'in öğretisi, insan zihni üzerindeki serbest etkisini göstermiş; kendilerine verilen yetenekleri kullanmaya ve kendisini çevreleyen hayat hakkında mümkün olan en fazla bilgiyi elde etmeye davet etmiştir. Bu öğretide, akıl ile din arasında, dolayısıyla ilim ile din arasında başlangıçtan beri bir husumet olduğu şeklindeki yanlış kanaate yer yoktur... Şunu özellikle belirtmektedir: Sonsuz rahmetiyle yeryüzündeki bütün her şeyi insanın istifadesine sunan Allah'tır ve ilmî araştırmalarla keşfedilen gerçekler veya bundan dolayı insanoğluna ulaşan faydalar, gerçekte Allah'ın lütfudur. Böylece İslâm ilmi ve bilgiyi, Allah'a imana aykırı kötü bir şey olarak kabul etmek yerine, imanın bir parçası olarak görmektedir (islam The Mi-sunderstood Religion, Dımeşk 1977, sh. 4-11).
Allah, insan onları dilediği gibi kullanabilsin diye herşeyi onun hizmetine âmâde kılmıştır: "Allah O'dur ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten su indirdi de onunla size rızık olarak çeşitli meyvalar çıkardı. Buyruğuyla denizde akıp gitmesi için gemileri emrinize verdi, ırmakları emrinize verdi. Sürekli olarak (seyir ve aydınlatma) görevlerini yapan güneşi ve ayı emrinize verdi, geceyi ve gündüzü de emrinize verdi. Ve size her istediğinizden verdi. Eğer Allah'ın nimetini saymak isterseniz sayamazsınız! (Buna rağmen) yine de insan çok haksızlık edendir, çok nankördür!" (14: 32-34).
Velsra sûresinde şunları okumaktayız: "An-dolsun ki, biz İnsanoğullannı şerefli kıldık, onların karada ve denizde gezmesini sağladık, temiz şeylerle onları rızıklandırdık, yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık." (17: 70).
Bu âyetler insanoğlunun bütün mahlûkatın kendisi için yaratıldığı en büyük ve yüce yaratık olduğunu açıkça göstermektedir. Ve, üzerine aldığı sorumluluğu âdil ve uygun şekilde yerine getirmesi için insanoğlu her türlü esaretten ve suni kısıtlamalardan kurtulmalıdır. Bu hürriyeti gerçekleştirmek gayesiyle, insan "İnsanlığın değerini düşüren ve kendisini şereften mahrum bırakan" herşeyden kurtarılmıştır. Bu uğurda kendisine yardımcı olacak ilk şey Bir Allah'a olan inançtır ve bu inanç insanoğluna bütün diğer güçlerden, âdetler-den, dogmalardan ve otoritelerden hür olma yolunda büyük mesafe katettirmiş-tir.
İslâm, insanoğlunun insanlık için haysiyet ve şerefin ne kadar Önemli olduğunu farketmesİ-ni sağlamış, onu rızık korkusu, mal ve can korkusu gibi bütün korkulardan azade kılmıştır. İnsan her zaman için Allah'ın Kudretinin tesir sahası içerisindedir: "De ki: 'Allah, bizim için ne yazmış (ne takdir etmiş) ise ancak bize o ulaşır, bizim sahibimiz O'dur. İman edenler Allah'a dayansınlar." (9: 51) Ve Ali İmrân sûresinÛt şu ayet mevcuttur: "Allah'ın izni olmadan hiç bir kimse ölemez. (Ölüm), belirli bir süreye göre yazılmıştır..." (3: 145). Hz. Ömer insanlara hürriyet yolunda çok mesafe kazandıran aynı anlayışı şöyle ifade etmiştir: "Bir kimsenin doğruyu konuşması ne onun rızkını ondan uzaklaştırır ne de ecelini yaklaştırır." (Mâverdî, Ahkâmu's-Sul-taniyye, sh. 176). Buna benzer olarak, İslâm Yaratıcı ve yaratılan arasında insanoğluna fayda ya da zarar verebilecek aracılar olduğu inancını da yerle bir etmiştir: "Onlar ki, halk kendilerine: '(Düşmanınız olan) insanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun!1 deyince, (bu söz,) onların imanını artırdı. Ve: 'Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir!' dediler. Bundan dolayı Allah'tan bir nîmet ve bollukla geri döndüler, kendilerine hiçbir kötülük dokunmadı. Ve Allah'ın rızasına uydular. Allah büyük kerem sahibidir." (3: 173-174).
Aracı konumundaki din adamlarının gücü İslâm tarafından kırılınca, insanoğlu kendi fıtratına olan güvenini yeniden kazandı ve Yaratıcı ile vasıtasız ilişki yeteneğini tekrar elde etti. Bu, insanoğlunun manevî olduğu kadar maddî her meselede de doğru olduğunu düşündüğü şeyi yapma, arzu ve tercih hürriyetini kuvvetlendirdi.
İslâm, savunma hakkının ve kötülükten korunmanın mü'minlerin bir özelliği olduğunu belirtir: "Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman (kahramanca birbirlerine yardım ederek) kendilerini savunurlar." (42: 39). İşte bunlar, insanlığın zillet, zaaf ve teslimiyetten kurtarılması için mücadele verdiği bilinen kimselerin en iyileridirler.
İslâm, maddî servet kaynaklarına karşı da dengeli bir tutum geliştirmiş, insanı maddî kıymetlerden ve bu kıymetlerin hegemonyasından kurtarmıştır. İslâm, insanoğluna zenginliğin sadece dünya hayatının süsü olduğu gerçeğini göstermiştir; ne yüceltilen veya al-çaltılan, ve ne de paye verilen ya da aşağılanan bir değer olmuştur. Allah katında gerçek değerin vicdanların taşıdığı değer olduğu ve bu değerin dünya hayatında salih amellerle yansıtılmasının önem taşıdığı vurgulanmıştır: "Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür. Bakî kalacak olan güzel işler ise Rabb'inin katında sevapça da daha hayırlıdır, umutça da daha hayırlıdır." (18: 46).
Böylece insanlık ulvî ideallere erişme yolundaki zaaf ve engellerinden tamamen kurtarılarak nihai mükemmelliğe ulaştırılmıştır. "Allah katında en değerliniz O'na karşı gelmekten en çok sakınanızdır." (49: 13). (Abd-ül Azim Mansur, islam Allah's Eternal Ju~ risprudence, sh. 46-63).
Şüphesiz bütün diğer sistemler ve dinler Allah'ın tevhid ile ilgili emirlerini hafife almışlar, kendi yanlarından çıkardıkları kanun ve fikirler vasıtasıyla O'na değişik şekillerde ortak koşmuşlardır. Allah'tan başkasına kulluktan insanlığı kurtaran sadece İslâm dini olmuştur. Bunun delili de şudur: İslâmî yol insanın arzularından, zaaflarından ve bencilliğinden etkilenmeyen tek yoldur. Allah buyuruyor ki, İslâm yöneticilerin arzu ve menfaatlerinden etkilenmeyecektir ve bundan dolayı bütün insanlık için mutlak manada eşitlikçi ve âdil konumunu sürdürecektir: "Ey iman edenler! Allah için adaletle şahitlik edenler olun. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adaletten saptırmasın. Âdil davranın, takvaya yakışan budur. Şüphesiz Allah yaptıklarınızı haber almaktadır." (5: 8).
Bu yol gelmişi ve geçmişi ve yaratıklarının tüm ihtiyaçlarını bilen Kadir-i Mutlak Allah'ın emri olduğundan insanların cahilliğinden ve beşerî zaaflardan azadedir. O insanlığa Emirlerini Elçisi vasıtasıyla bildirmiştir: "Sonra bu İşten seni de bir şeriate koyduk (sana da insanların uyacakları bir hukuk düzeni verdik). Sen ona uy, bilmeyenlerin keyiflerine uyma." (45: 18).
Ve yine diğerlerini ve kötü yollan izlemenin tehlikeleri hakkında uyanr: "Eğer Hak, onların arzulanna uysaydı, gökler, yer ve bunların içinde bulunan kimseler bozulur giderdi. Biz onlara şeref ve şanlannı getirdik, fakat onlar, kendi şanlarından yüz çeviriyorlar." (23: 71). Bu yalnızca onlann karşılıklı düşmanlığı nedeniyle değil cehaletlerinden dolayı da gerçekleşebilecektir. Bu insanlann insanlık için ortaya tamamen mükemmel ve güvenilir bir yol koyacak hiçbir bilgileri yoktur.
Bu yolun (Sırat-ı Müstakim) desteklenmesi için bir diğer neden de şudur: İnsanoğluna varlık âlemi ve insanın onun içindeki yeri hakkında çok şümullü bilgi veren, varlığının esas gayesini anlatan ve bu çerçeve içinde bir hayat sistemi vaz eden Tek Yoldur. Ve ebediyete kadar sürebilecek bir tabiî hayat sisteminin üzerine bina edilebileceği tek sağlam ve sağlıklı temel de bu yoldur. Bütün diğer sistemler böyle tabiî köklerden mahrum olduğu için çok uzun süre yaşayamıyacaktır.
Ve nihayet, yalnızca bu yol varlık âleminin gayesiyle ahenk içindedir. İnsanoğlu bu gayenin çerçevesi içinde yaşamak ve varlık âleminin her yönü ile işbirliği içinde olmak zorunda olduğundan bu âlemle uyumlu olmayan bir yol izlememelidir.
İnsanoğluna tabiatın korkunç güçleriyle işbirliğini garanti eden ve onun bu güçlerle çelişip, çatışmasını önleyen yol yalnızca insan hayatı ile varlık âlemi arasında gerçekleşecek olan ahenktir. Eğer insanoğlu bu güçlerle çatışırsa yokedilir ve Allah'ın kendisi için dilemiş olduğu O'nun yeryüzündeki halifeliği vazifesini yerine getiremez. Ancak, yaratılan varlıkların düsturlarına uyum sağlarsa onların sırlarının bilgisini elde edecek ve onlardan hayatında ne şekilde faydalanacağını öğrenecektir.
İnsan tabiatı temel olarak varlık âleminin düsturları ile uyum sağlar. İnsanın hayat tarzı bu düsturları tanımaz bir hâl aldığı zaman, insan sadece tabiatın korkutucu güçleri ile değil, kendi fıtratı ile de çelişkiye düşmüş olacaktır. Bütün ilmî zaferlerine ve maddî medeniyetin konforuna rağmen şiddetli üzüntüler içinde zavallı ve şaşırmış bir halde kalacaktır. Acı verici boşluk hissi, insanı, korkutucu bir hayalet gibi takip eder. O ondan kaçar fakat diğeri kaçınılmaz olarak ona yetişir. İnsan gerçek fıtratından esrara, haşhaş ve alkole, tatillere ve aptalca maceralara başvurarak kaçar... Fakat onun boşluğu ve kafa karışıklığı onun maddî zenginlik ve rahatlığa verdiği önemle orantılı olarak artar.
İnsanlık, ilim sayesinde, tıbbî sahada ve maddî hastalıkları iyileştirmek açısından büyük zaferler elde etmiştir. Endüstriyel üretim alanında da hemen hemen mucizevî sonuçlara ulaşılmıştır. Uzayın araştırılması, suni uydular ve uzay İstasyonları gibi konularda da benzeri merhaleler kaydedilmiştir.
Ancak bütün bunların insan hayatı üzerindeki etkileri ne olmuştur? Manevî hayatı üzerindeki tesirleri nedir? İnsanlık emniyet bulmuş mudur? Selâmet bulmuş mudur? Kesinlikle hayır! Bedbahtlık, endişe ve korku içindedir. Sanki, günümüz medeniyeti, insan duygularını bataklığa sürükleyen bir belâ görünümü vermektedir.
Muhammed Kutub'a göre "Modern Batı'nm halen maruz kaldığı en tehlikeli hastalık budur. Bütün hayâtı zehirlenıiştir. İnsanlık parçalanmış ve bölünmüştür ve bir kısmı diğer kısmına karşı durmaktadır. Barış, ahenk ve huzur nâdir hâdiseler hâline gelmiştir. Fakat yine de son bir ümit vardır: İslâm. Eğer insanlık bu Allah'ın Kelâmı'na dönerse, onu Tanrıtanımaz Bati'nın getirdiği akıbetten yalnızca bu dönüş kurtarır. İslâm, insanın hayata sağlıklı bir bakış açısı ile yaklaşmasını temin eder ve ona, elde ettiği bütün ilim ve nimetlerinden faydalandığı maddî ve manevî imkânların Allah'ın lütfü olduğunu telkin eder. İnsanlar edindikleri bilgileri insanlığın hizmetinde kulandıkları sürece Allah onlardan razı olur. İslâm'ın Allah'ı, yarattığı kulları ilim peşinde koştukları için onlara hiçbir zaman öfkelenmez, ve ne de onların kendi Hükümranlığı ile rekabet edeceğinden korkar. O, yalnızca, insanların ilim yoluyla elde ettikleri bilgileri başkalarını yoketmek ya da baskı kurmak gibi kötüye kullanmalarına razı olmaz.
Böylece İslâm barış ve ahenk tesis etmekle kalmayıp insanlığı baskı ve zulümden de kurtarmıştır. Bu konuda günümüz dünyası, İslâm'ın insanları her türlü yalancı ilâhlardan azade kıldığı ondört asır öncesinden daha iyi bir görüntü vermemektedir. Zorbalık halen mağrur diktatörler, küstah demagoglar ve zâlim kapitalistler kılığında ortada kol gezmektedir. Bu kişiler eskiden olduğu gibi çalışan milyonların kanını emer, fakirlik ve ihtiyaç zilleti ile kahrederken, onların çaresiz ve zavallı konumlarından yararlanıp servetlerine servet katmakla meşguldürler. Yine silah, kılıç ve casusluk esasına dayanan polis gücü ile hükmederek insanların hürriyetim gaspeden bir diğer diktatörler grubu vardır ki, bunlar yalnızca halkın veya proletaryanın arzusunu dayatan vasıtalar oldukları yalanını söylemeye devam etmektedirler.
İslâm'ın, bütün bu engelleri yıkması ve sarsması için insanlığa yaptığı yardım bazı kimselerin şöyle bir soru yöneltmesine sebep olabilir: Öyleyse İslâm, neden kendi bağlılarını, onların kanlarım emen, ırz ve namuslarını tarumar eden ve devamlı olarak baskı altında tutan zâlim yöneticilerin elinden kurtarmıyor? Bu sorunun cevabı şudur; Her ne kadar bu diktatörler İslâm'ın adını istismar ediyorlarsa da, onların hükmettikleri yerlerde İslâm'ın iktidarda olmadığını ve bu kişiler üzerinde herhangi bir kontrolü olamadığını söyleyebiliriz: Bu kişiler Allah'ın bahsettiği şu sınıf insanlardandırlar: "...Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerdir." (5: 44) ve "Hayır; Rabbine andolsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar." (4: 65).
Dolayısıyla bizim kendisine çağırdığımız İslâm, Doğu'nun İslâm beldelerinde, yöneticilerin tatbik eder göründükleri, halbuki bu hareketleriyle Allah'ın kanunlarının tamamına muhalefet ettikleri; bazen Avrupa ülkelerinden ödünç aldıkları insan-yapısı kanunları bazen de İlahî Kanunu uyguladıkları; işlerine ve nevalarına hangisi uygun gelirse ona tâbi oldukları, insanlar arasında ve Allah'a karşı adaleti gözetmedikleri bilinen kimselerin müslümanlığı değildir. Çünkü onlar her iki taraftan da kendilerine göre doğru bulduklarını değil, kendi şahsî emel, hırs ve arzularına uygun gelenini seçmektedirler.
Bizim kendisine çağırdığımız İslâm, bilakis mağrur kralların ve küstah zorbaların gururla oturduklarını iktidar koltuklarını sarsan bir dindir. İslâm onları, diğer insanlar gibi ilâhî kanuna başeğmeye çağırır, veya onlarla olan olumlu ilişkisini kesip atar, çünkü: "... köpük yok olup gider. İnsanlara fayda veren ise yerde kalır- İşte Allah, (kapalı şeyleri anlatmak için) böyle meseller verir." (13: 17).
Bu şekilde anlaşılan İslâm hâkim olunca, ki o Allah'ın izni ve teyidiyle mutlaka hâkim olaçaktır, elbette ki İslâm topraklarında hiç bir zâlim idareci ve hâkim kalmayacaktır. Çünkü İslâm zulmü ve zorbalığı asla kabul etmez. İslâm, yeryüzünde kendi heva ve hevesine göre hükmetmeyi hiç bir kimseye müsaade etmez. O ancak Allah'ın ve Rasûlü @'nün emriyle hükmedene müsaade eder. Zira Allah hükmünde ve muamelesinde âdildir, kulunun da âdil olmasını emreder. Böyle bir toplumda yönetici, insanlara ve Allah'a karşı olan yükümlülüklerinin bir parçası olarak, İlahi hükümleri uygulamaya mecbur kalacak; bunu yapmaması hâlinde vatandaşlarının ona itaat etmesini isteyebileceği meşru dayanağı kalmamış olacaktır. Bu durumda yöneticilere itaat etmemek meşruiyet sınırları içine girmektedir. İlk halife Hz. Ebu Bekr'in sarih ifadesi gereğince, insanların ona itaati lâzım gelmez: "Sizin aranızda Allah'a itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Eğer Allah'a isyan eder, O'nun emrinden dışarı çıkarsam bana itaat etmeniz gerekmez." Yani, İslâm devletinde yöneticinin devletin hazinesine ve yasama işine üst kanunların aksine müdahalesi, sade vatandaşlarmkinden daha fazla değildir. Üstelik bu yönetici selahiyetini ancak seçme hakkına sahip seçmenler tarafından hür bir seçimle elde edecektir. Bu seçimlerde de seçmenler üzerinde adalet, fazilet ve dürüstlüğü temin edecek olanlar dışında hiçbir baskı yoktur.
Böyle bir İslâm hâkim olduğu zaman, müslü-manları sadece dahilî baskı ve zulümlerden kurtarmakla kalmayıp, ister emperyalistlerin doğrudan tehdidi, isterse kültürel tehdidi şeklinde olsun bütün dıştan gelen saldırılara kar-Şi da onları korur. Çünkü İslâm izzet, şeref ve haysiyet dinidir. Gerçek müslümanlık emperyalizmi kabul etmez, onu reddeder. İslâm'a hakkıyla inanmış bir muslüman sömürüye razı olmayı veya onun baskısına boyun eğmeyi, Allah'a hesap vermekten daha mesuliyeti! sayar. Böylece İslâm, müslümanlan yaratıcısının nzasını kazanmak için gayret sar-fetmeye, O'nun arzularına teslim olmaya, O'nun emirlerini yerine getirmeye ve istifadesine sunulan tüm kaynaklardan faydalanarak emperyalizm ve zorbalık denen lanet heyulalara karşı savaşmaya şiddetle çağırır.
Bu yüzden, artık herkesin İslâm'a yönelerek O'nun sancağı altında bir araya toplanıp yeryüzünden emperyalizmin bütün izlerini silmesinin tam zamanıdır. İnsanlığın kendisini hâlâ dünyayı karartan bu hayaletin prangalarından kurtarmasının tek ümidi budur. Köleliğin hiçbir çeşidine izin vermeyen ve insanoğluna düşünce, hareket, mülkiyet ve din hürriyeti temin etmeyi vadeden; insanlığın şeref ve şahsiyetini titizlikle emniyet altına alacak olan gerçek hürriyet yolu İslâm'dır. Çünkü Müslümanlar ancak bunu sağlayabilirlerse Allah katında değerli olurlar, çünkü kulluğun gayesi budur; Allah'ın bizim İçin seçtiği yolda yürümek: "... Bugün size, dininizi olgunlaşırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı beğendim..." (5: 3).
İslâm'ın ortaya koyduğu böyle bir reform kesinlikle yalnızca İslâm toplumuyla sınırlı değildir; bilakis tabiatı itibariyle evrensel karakterdedir. İnsanların birbirini kırıp geçirdiği savaşlarla dolu olan ve gelecekte daha büyüklerinin de beklendiği bugünün dünyası için İslâm büyük bir nimettir.
"Yeni dünya düzeni" olarak lanse edilen sistemin mimarı devletler mahiyet itibariyle emperyalisttirler. Bütün farklılıklarına rağmen hepsi de dünya halklarını tahakküm altına almayı hedeflemişlerdir. Bu maksatla, daima beşerî ve maddî kaynaklardan en üst düzeyde fayda temin etmek en çok istedikleri şeydir. Onların gözünde diğer insanlar, maldan (buna insan gücü diyorlar) veya kötü emellerini gerçekleştirmek için kullandıkları araçtan başka birşey değildir.
Eğer İslâm dünyası, bir bütün olarak, çağdaş emperyalist güçlerin zorbalıklarına karşı çıkarsa -ki, gerçekte bunu yapma yolımdadır-dünyanm güvenliğine ve barışa çok tehlikeli bir tehdit teşkil eden bütün uluslararası düşmanlık ve kavgaları etkili bir biçimde sona erdirebilecektir. Halkı Müslüman ülkeler, saflarım yakınlaştırarak, çok kolaylıkla kendi güç bloklarını oluşturabilirler. Mükemmel coğrafî konumuna bağlı olarak, Müslüman ülkelerin güç bloğu dünya milletleri topluluğu içinde güç dengelerinin anahtarını elinde tutar; çünkü İslâm dünyası eski dünya ile yeni dünya arasında orta noktada yeralmaktadır. Bu takdirde dünya milletleri doğu ya da batı emperyalizmine hizmet etmek yerine, kendi toplumlarının menfaatlerini koruyabilecekleri tarafı seçme hürriyetine kavuşacaktır.
İslâm, insanlığın tek gelecek ümididir, ve mevcut ideolojik mücadelelerden galip çıkması insanlığın selametinin garantisi olacaktır. İslâm'ın zaferi kadar önemli olan bir diğer şey de insanlığın geleceğidir, ve İslâm sayesinde iyi bir gelecek tesisi yalnızca hayal değildir. Çünkü halen İslâm sancağı ve etkisi altında bulunanların sadakati, onun izzet ve zaferi uğruna kendilerini adamalarıyla bu gelecek tesis edilebilir. Bu gaye için dışarıdan hiçbir yardıma da ihtiyaçları yoktur. İslâm'ın böyle zafere ulaşması, modern insan için, yaklaşan dünya çapındaki yangının sürekli tehdidinin ortadan kalkması; sinir bozukluklarının, bedenî ve ruhî bunalımların olmayacağı ve nihayet mutlu bir yuva ve huzurlu bir dünya anlamına gelecektir.
Ancak meselenin bir diğer yönü daha vardır. Modern Batı ilim sahasında önemli başarılar elde etmesine rağmen insanlıkla ilgili sahalarda halâ eskisi kadar vahşi ve geridir. Evet ilim ilerlemiştir. Ancak beşeriyet ilerlememiştir. Şehvetlerinin esiri olarak, içgüdülere dayanan, kaba zevke dalmış olduğu halde insanlığın gelişme kaydetmesi zaten mümkün değildir. Antik çağların Yunan medeniyetini ve büyük Roma imparatorluğunu alçaltan şey nedir? Eski Pers İmparatorluğunun ve Abbasi döneminin son yıllarında İslâm medeniyetinin ihtişamının kaybolması nasıl olmuştur? Ve son olarak, halkı tamamen bedenî zevklere kapılmış olan Fransa Cumhuriyetinin tefessüh ettiğinden II. Dünya Savaşında büyük badirelerle karşılaştığını hala hatırlamıyor muyuz? Düşmanlarına neredeyse hemen teslim oldular. Kendi şahsî zevklerine, memleketlerinin savunulmasından daha fazla Önem verdiklerinden, düşmanlarının tek bir hamlesine bile dayanamadılar. Bir zamanlar cesareti ve heybeti ile meşhur milletlerinin tarihî şeref ve haysiyetini korumaktan çok, kibar dans salonları ile meşhur kalabalık Paris şehrini düşman bombalarından kurtarmakla meşgul oldular.
Zaman zaman, doğudaki yanlış yönlendirilmiş kişilerin, dünyevî zevklerden azami faydalanmasına rağmen güçlü ve büyük olan, en yüksek maddî üretime sahip millet olarak Amerika'yı örnek gösterdikleri vâkidir. Ancak bu kişiler, Amerika'nın henüz genç, maddî ve manevî kuvvetleri birleşmiş, genç bir millet olduğunu unutuyorlar. Hepimizin bildiği gibi gençlik, sinsi hastalıkların etkilerinin çok güç tesbit edildiği bir dönemdir; çünkü bünye güçlü ve hastalıkların dış belirtilerini tamamen bertaraf edebilecek kapasitededir. Fakat basiretli bir kişi böyle insanların görünüşteki sağlığı ve gençlik diriliği tarafından aldatılamaz; gözkamaştınci ince dış örtünün arkasındaki öldürücü hastalığın belirtilerini tek tek ve hatasız şekilde tesbit eder. Amerika'nın kurala istisna teşkil etmediği gazetelerde bir süre önce çıkan iki haberle de gösterilebilir. Bu haberler, ayrıca, gösterdiği bütün gelişmelere rağmen ilmin, insan fıtratı söz konusu olduğunda en ufak bir temel değisiklik gerçekleştirme yönünde eskisi kadar etkisiz olduğuna da delil teşkil etmektedir. Çünkü bizzat ilmin kendisi sünnetullahym bir parçasıdır. "... Allah'ın kanununda bir değişme bulamazsın..." (33:62, 35:43, 48:23).
İlk haber, Amerika Dışişleri Bakanlığı'ndan otuz üç memurun atılmasıdır. Çünkü bu memurlar düşük ahlâkî karaktere sahip imişler. Bu sıfatlarıyla da onlara devlet sırlan emanet edilemezmiş.
İkinci haber, Amerikan ordusundan 120.000 askerin kaçtığını bildirmektedir. Bu sayı Amerikan Silahlı Kuvvetlerinin toplam gücü gözönünde bulundurulduğunda oldukça büyük bir sayıdır ve bu olay halen gençlik devirlerini yaşayan ve dünyanın liderliği ve hakimliği iddiasında bulunan bir ülkede gerçekleşmiştir.
Bu yalnızca başlangıçtır. Eğer Amerikan toplumu hayata karşı takındığı günümüzdeki materyalist tavırda inat ederse geri kalanı ve kaçınılmaz olan mutlaka başlangıcı takip edecektir.
Bu, madalyonun bir yüzüdür. Diğer yüzünün gösterdiği ise şudur: Yüksek maddî üretimine, nisbî gençliğine, insan ve toprak kaynaklarının genişliğine rağmen, Amerikan milleti ilkeler ve yüksek ahlâkî değerler alanında boştur; bunun nedeni de tamamen bedenî zevklerine kapılmaları ve bu anlamda hayvanlık derecesinin üzerine çok nâdir çıkabil-melidİr. A.B.D.'de siyah ırka vahşice muamelelerin reva görülmesi bu milletin ruhen sağlıksız ve insanlık seviyelerinde acınacak kadar aşağı olduğunu ispat etmektedir.
Bu gerçekte bugünün dünyasının çok can sıkıcı bir portresidir. Ne var ki, İnsanlığı hayvanî heveslerinin baskısından ondört asır Önce kurtaran İslâm bugün de yine insanlann Şehvet zincirlerini kırmasını ve bütün yeteneklerini daha yüksek manevi seviyelere eriştirme, hayatta iyilik ve fazileti yaymak için kullanmasını sağlama yolunda tek ümittir.
Bugün, hiç kimsenin, insanoğlunun geçmişte şüphesiz hayvanlık seviyesinin ötesine ulaşmış olduğundan dolayı İslâm'ın yeniden ihyasının imkânsız ve ümitsiz bir teşebbüs haline geldiğini söylemesine izin verilmemelidir. Ve geçmişteki ihtiyaçlara çare olması mümkün olanın günümüzde var olanlara da çare olması kesinlikle mümkündür. Çünkü insanlık o vakitten bu vakite fıtraten bir değişime uğramamıştır. İnsanlık dünyası, o vakit de bugün gözüktüğü kadar aşağı seviyelere düşmüştü ve bedenî hazlarla en az bu kadar meşguldü. Zevk ve sefanın şekilleri ve faydalanılan lükslerin adı değişmekle birlikte geçmiş ve günümüz arasında esasta bir farklılık yoktur. Kadîm Roma ahlaken onun günümüzdeki izdüşümlerinden-Paris, Londra ve Amerika'nın şehirleri- daha az kokuşmuş değildir. Buna benzer olarak, eski Pers imparatorluğunda, cinsî anarşi günümüzde komünist ülkelerde rastlananla aynı seviyede idi. İslâm'ın dünya yüzüne çıkış vaktinde tarihî görünüm buydu. İslâm tam bir inkılâb gerçekleştirdi, insanoğlunu ahlâkî çöküntü çukurundan çıkarttı, insan hayatına yüce bir amaç, dinamizm ve hareket kattı. İnsanlığın hakikat ve iyilik yolunda çaba sarfetmesini sağlayacak bir ruh halini oluşturdu. İslâm'ın nüfuzu altında insanlık gelişti ve refaha erişti. Do-ğu'yu olduğu kadar Batı'yi da kaplayan dinamik bir zihnî ve manevî hareketin hazırlanmasına katkıda bulundu. Hiçbir zulüm ve fitne odağı İslâm'ın ilerleyişinin önüne engel koymaya cesaret edemedi, bunun sonucunda insan hayatının görünümü kökten bir değişim geçirdi. Böylece İslâm dünyası, uzun süre devam etmek üzere, aydınlığın kaynağı, dünyadaki gelişme ve mükemmeliyete gidişin öncüsü durumuna geldi. Bu uzun hâkimiyet dö-nemİ esnasında, İslâm dünyası hiçbir zaman kendisini madden, manen ve zihnen geri halde bulmadı. Çünkü manevî kokuşmayı, cinsî anarşiyi ve inkârı teşvik etmedi. İslâm Dininin mensuplarına, İslâm'ın asil ve yüce ideallerini yaşayışlarında yansıtmaya bırakıp yalnızca heves ve hayvanî arzulanna köle haline geldikleri zamana kadar, beşer faaliyetinin tüm sahalarında iyilik ve mükemmellik sembolleri olarak bakıldı. Bundan vazgeçtikten sonra ise sünnetullah'a uygun olarak bütün ihtişam ve güçlerini kaybettiler.
Halen güç kazanmakta olan çağdaş İslâmî hareket, bu gücünü geçmişten almaktadır ve geleceğe bakarken bugün elde bulunan bütün imkânlardan faydalanmaktadır. Büyük bîr potansiyele sahiptir ve aydınlık bir geleceği vardır. Çünkü İslâm'ın daha önce gerçekleştirdiği mucizeyi tekrarlamaya muktedirdir. Bu mucize, insanları ayaklan sağlamca yere basarken bakışları göğe uzanan, geniş ufuklu, hayvanî arzularını aşmış varlıklar haline getirmektir.
Ancak bu İslâm'ın yalnızca manevî bir İnanç, veya moral arayışı, ya da yerin ve göklerin krallıklarına akıl yoluyla ulaşma çabası olduğu anlamına gelmemektedir. O maddî hadiseleri de bütünüyle kuşatan pratik bir hayat kanunudur. Hiçbir şey onun basiretli gözlerinden kaçamaz. İnsanları birbirine bağlayan bütün değişik ilişki çeşitlerini dikkate alır;
siyasî, iktisadî, sosyal bütün sahalarda uygı kanunlar öngörerek bu sahaları bir nizan sokar ve daha sonra onları insan hayatım uygulamaya geçirir. İslâm'ın icraatlarının t önde gelen özelliği fert ve toplum, akıl \ sezgi, yer ve gökler, ibadet ve gündelik hay, arasında ve bu dünya ile âhiret arasında, hej si birbirine uyumlu bir bütün olarak örülmt halde duran özgün bir ahengi tesis etmiş o maşıdır.
Bu bölümde İslâm'ın siyasî, iktisadî ve sos yal sisteminin ayrıntılı bir tartışmasını yap mamız mümkün değildir. Ancak diğer bö Iümlerde, Batılı ilim adamları tarafında: İslâm hakkında yayılan yanlış-anlamlarl mücadele edilirken İslâm'ın bu herşeyi kap sayıcı sisteminin Önde gelen özelliklerine ışıl tutulacaktır (Ayrıntılar için bkz, Sîret Ansik lopedisi, c. I). Ancak yine de aşağıdaki ger çekleri okurlarımıza burada sunmayı arzu et mekteyiz:
İlk olarak, İslâm'ın yalnızca ideolojik bir görüş olmadığı anlaşılmalıdır. İslâm, bunun tan: aksine, insanlığın bütün gerçek ihtiyaçların] tamamen takdir eden ve onları gerçekleştirmeye çalışan pratik bir hayat sistemidir.
İkincisi, insanlığın gerçek ihtiyaçlarını karşılamak için, İslâm insan fıtratının sınırlarının elverdiği ölçüde mükemmel bir dengeyi faaliyete geçirir. Fertle başlar, onun bedenî ve ruhî ihtiyaçları arasında bir denge kurar ve hiçbir şekilde bir tarafın diğerine tahakküm etmesine izin vermez. Ruhu yüksek seviyelere ulaştırma uğruna insanm temel içgüdülerini tamamen hapsetmez. Veya insanm bedenî arzularının peşinde gidip hayvan derekesine düşmesine de müsaade etmez. Bunun aksine, her ikisini de daha yüce tek bir düzlemde birleştirir ve insan ruhunun varlığını tehdit eden dahilî psikolojik çelişkileri halleder ve bir kısmının diğer kısımlarına karşı olmasını önler. Buradan hareketle ferdin ve toplumun ihtiyaçları arasında bir denge kurar. Böylece bir fert başka bir ferde, fert topluma veya toplum ferde tahakküm edemez. Bir sınıf başka bir sınıfa, bir millet başka bir millete tahakküm edemez. İslâm ancak bunların hepsinin ortasında durur, aralarında çıkabilecek çatışmayı önler ve onları birbirleriyle kenetlenmeye ve bir bütün olarak insanlığın menfaatine işbirliği yapmaya çağırır.
Böylece İslâm, çeşitli sınıflar ve unsurlar arasında meydana gelen sosyal yapıda bir denge vücuda getirir. Maddî kuvvetlerle manevî kuvvetler, iktisadî âmillerle ahlâkî âmiller arasında denge kurar. Komünizmin aksine, İslâm iktisadî faktörlerin yani yalnızca maddiyatın insan varlığının hakim unsuru olduğuna inanmaz. Ayrıca, bâtınîlerin veya idealistlerin iddia ettiği gibi ruhî faktörlerin veya yüksek örneklerin insan hayatını düzenlemede tek basma yeterli olabileceğini de düşünmemektedir. İslâm, insan toplumu diye adlandırılan yapıyı oluşturan unsurlardan yalnız birini veya ikisini değil, bütün değişken ve çeşitli unsurları ele almakta; en iyi hayat kanununun, bütün bunları göz önünde bulunduran ve akla ve ruha olduğu kadar bedene de hakkını veren ve bunların tamamını ahenkli bir bütün çerçevesinde tanzim eden bir sistem olduğuna inanır.
Üçüncüsü, İslâm'ın kendine has sosyal bir görüşü ve iktisadî bir nizamı vardır. Bu yüzden onun bazı tezahürleri zahiren kapitalizme veya komünizme benzeyebilir; ancak, gerçekte, o bunlardan biri veya diğeri olmaktan beridir. Bu sistemlerin bütün iyi özelliklerini ihtiva eder ama eksikliklerinden veya sapmalarından uzaktır. Ferdiyetçiliği modern Batının karakteristiği olan aşırı ferdiyetçilik derecesinde savunmaz. Çünkü bu aşın ferdiyetçilikte fert sosyal düzenin temelidir ve ferdin hürriyeti her şart altında korunmalıdır; ve bu hürriyete toplum tarafından hiçbir zaman müdahale edilmemelidir. Batı'da ferdin kendisini yetiştiren ve koruyan toplum da dahil diğer herkesi kullanabileceği kavramını temel alan modern kapitalizmin yetişmesi, bu tohum sayesinde gerçekleşmiştir. İslâm, toplumun önemini belirtmekle beraber bazı Avrupa ülkelerinde şahit olunan aşırılığa da düşmez. Onlar toplumu insan hayatının temeli olarak görürler ve bu sistemde, fert, sürüden dışarıda ve bağımsız, kendine ait hiçbir varlığı olmayan Önemsiz bir cücedir. Bu nedenle hürriyet ve iktidardan faydalanan toplumdur; ve ferdin toplumun otoritesini sorgulama veya kendi haklarını talep etme imkânı kesinlikle yoktur. Dolayısyla buralarda, devletin, fertlerin hayatlarını kendi arzularının hilafına şekillendirme konusunda mutlak iktidara sahip olduğunu savunan komünizm ortaya çıkmıştır.
İslâm iki aşırı uç olan kapitalizm ve komünizm arasında uzlaştırıcı bir denge temin eder. İkisinin de öneminin şuurunda olarak, ferd ve devleti öylesine ahenkli bir hâle getirir ki, fertler kendi kabiliyetlerini geliştirme hürriyetine sahip olurlar, ancak başkalarının haklarına tecavüz edemezler. Topluma veya devlete de örgütlenmiş toplumu temsil ettiğinden dolayı sosyo-ekonomik ilişkileri düzenlemesi ve kontrol etmesi için geniş yetkiler verilir. Bu sayede daima insan hayatındaki ahenk korunur ve sürdürülür. İslâm tarafından öngörülen bütün bu yapının temeli fert ve gruplar arasında karşılıklı sevginin oluşturulmasıdır. İslâm toplumunun yapısı kin ve sınıf mücadelesi temeline dayanmamaktadır.
İslâm, bu eşsiz sistemi, ne iktisadî zaruretlerin baskısı altında, ne de birbirine zıt insan menfaatlerinin çatışması neticesinde getirmiştir. Ayrıca şu da belirtilmelidir ki, İslâm'ın dünyaya bir sistem olarak tanıtıldığı dönemde insanların ekonomik faktörlere özel bir Önem vermesi gibi bir durum mevcut değildi ve onlar günümüzde anladığımız manadaki bir sosyal adalet kavramından da habersizdiler. Komünizm ve kapitalizm insan hayatının sosyal ve ekonomik alanlarını ilgilendiren ıslah hareketleri olarak sonradan ortaya çıkmışlardır. İnsanın temel ihtiyaçlarına -yiyecek, barınak, giyim ve cinsî tatmin- karşılanmasının devletin vazifesi olduğu görüşünün ilk sahibi olarak ortaya genellikle Kari Marx'ın ismi atılır ve bu insanlığın düşünce tarihinde büyük devrim olarak sunulmaktadır. Ancak Kari Marx'tan çok önce -onüç asır Önce- İslâm ferdin bu haklarının mevcudiyetini dünya önünde açıklamıştır. Hz. Peygamber @ şöyle buyurmuştur: "(İslâm devletinde) görevli olarak çalışan bir kimsenin karısı yoksa ona bir kadın verilir; evi yoksa yaşayacağı bir ev verilir; hizmetçisi yoksa, olur; ve (ulaşım için) bineği yoksa bir tane temin edilir." Temel İnsan haklarını dile getiren bu tarihî ifade yalnızca Kari Marx'ın söylediklerini içermez, bunlara eklemelerde de bulunur; ancak bunu yaparken smflararası nefreti ve kanlı devrimleri gerekli görmez ve tabiî ha-yatın yiyecek, barınak ve cinsî tatmin başlığı altındakiler hâriç, diğer temel unsurlarını da reddetmez.
İslâmî hayat kanununun bazı önde gelen özellikleri bunlardır. Ve bunlar, böyle kanun ve prensiplere sahip ve bütün insan varlığını -duyguları, düşünceleri, fiilleri, ibadeti, iktisadî ve sosyal ilişkileri, fıtrî, sevk-i tabii ve manevî ihtiyaçlarıyla- tek bir ahenkli çerçeve içinde düzenleyen kapsamlı ve hususi bir hayat sistemine sahip dinin hiçbir zaman insanlığa faydalı olma özelliğini kaybetmeyeceğinin ispatıdır. Gayeleri hayatın ta kendisi ile aynı olan böyle bir din hiçbir zaman geçerliliğini kaybetmez ve hayat var oldukça yaşamaya devam eder.
Çağdaş dünyada halen süregelmekte olan olayları gözönüne aldığımızda, insanlığın, İslâm'dan veya onun hayat sisteminden müstağni kalmaya tahammülünün olmadığını anlamaktayız. İnsanlık halen, güya aydınlanma çağında, en vahşi ve acımasız ırk ayrımcılığı şekilleri ile karşı karşıya bulunmaktadır. Amerika ve Güney Afrika bu konuya bir örnek teşkil etmektedirler. Şurası muhakkak ki yirminci asır dünyasının halen İslâm'dan öğreneceği çok şey vardır. Uzun süre önce İslâm insanlığı her türlü ırk ayrımcılığından kurtardı. İslâmî sistem yalnızca mükemmel bir eşitlik görüntüsü çizmekle tatmin olmadı; bilakis siyah, beyaz veya kırmızı, bütün insanların takva ve fazilet dışında birbirlerine karşı hiçbir üstünlükleri olmadığını beyan ederek eşitlik konusunda, uygulamada da eşi benzeri bulunmayan bir devlet oldu. Yalnızca siyahları kölelikten azad etmekle kalmadı, onların İslâm devletinin en üst mevkilerine dahi yükselmelerine imkân tamdı. Bu hususta Rasûlullah @ şöyle buyurur: "Sizin üzerinize şayet Habeşli bir köle hâkim veya kumandan tayin edilse ve sanki onun başı kuru üzüm gibi simsiyah olsa dahi, sizin aranızda Allah'ın kitabını tatbik ettiği müddetçe, onu dinleyiniz ve ona itaat ediniz." (Buharı).
Sömürü ve esarete alma heveslilerinin vahşet derecesine varan kötü idarelerinin eline düşmüş olan insanlık, istismar kasdıyla yapılan emperyalist istilâları yasak eden, sadece İslâm davetini yaymak maksadıyla fetihler yapan, fethettiği ülke halkına temizliği ve yüçeliği öğreten, onlara medenî Avrupa'nın kötü niyetli kavimlerinin ulaşmak şöyle dursun, tasavvur bile edemedikleri bir âlicenaplıkla muamele eden İslâm'ın vahyine muhtaç olmakta devam edecektir. Buna verilecek örneğimiz pek çoktur. Bu konuyla ilgili olarak Halife Ömer İbni Hattab'ın muzaffer kumandan ve şerefli yönetici Mısır valisi Amr b. el-Âs'ın oğlunu bir Kıptî'yi meşru bir sebep olmaksızın döğdüğü için kırbaçlatması olaymı zikredebiliriz. Üstelik Amr b. el-Âs bile bu sebepten dolayı kırbaçlanmaktan zor kurtulmuştu. Bu olay İslâm Devleti vatandaşlarının medenî haklardan hangi Ölçüde faydalandığını gösterir." (Muhammed Kutub, a.g.e., sh. 12-13).
Bütün meselelerin tek çaresi ve ilacı insanlığın tekrar, gerçek Hâkimi ve Rabbi olan Bir Allah'a insanoğlunun seviyesine yakışan bir hayat gayesini gerçekleştirmeye ve insan dahil tüm mahlukatı kucaklayan ilkelere dönüş yapmasmdadır. Bu, bütün bâtıl ve yanlış hayat yollarını reddeden Kur'ân'ın tesis ettiği Hakikat'tir: "Allah'ın dininden başka bir din mi arzu ediyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa, ister istemez O'na teslim olmuştur. O'na döneceklerdir." (3: 83).
Rahman sûresinin ayeti (55: 33) İnsanın kendisini duyuöteşi algı ve güçlerle donatması ve fâni madde, zaman ve mekân âlemini aşarak zaman, mekân ve ağırlık gibi smrrlamalannm Öneminin kalmadığı semavî âleme ulaşması için yeni boyutlar ve yeni bilgi ufukları getirmektedir. Bu yeni boyutlar ve ufuklar sayesinde insanoğlu semavî âlemde de günlük hayatında hissî idrak vasıtasıyla yapabildiği kadar serbestçe çalışmalarda bulunabilir.
insanoğlu kendisi ve yaratıcısı arasında varolan gerçek ilişkinin farkına vardığı ve O'nun-la olan orijinal ilişkisini güçlendirme ve yenilemeye gayret ettiği zaman bu altıncı his kabiliyeti insanoğlunun İmkânı dahiline girer ve onun fiilen ulaşabileceği bir duruma gelir. Yaratan her zaman hâzır ve nazırdır; kulunun her an, her yerde münacaatmı beklemektedir ve O bu çağrıya cevap vermekte asla gecikmez. Yine, kendini başka başka meşguliyet ve zevklerle çok derinden oyalayarak O'nu unutan, O'nun emirlerine isyan eden ve hatta O'nun varlığını inkâr eden insandır. Ancak Allah onu daima geriye çağırmakta ve O'nunla olan irtibatını yenileyerek O'nun varlığım idrak etmenin huzurunu yaşamasını istemektedir. Kur'ân Allah'ın bu dileğinden şu şekilde bahsetmektedir: "Kullarım, sana benden sorar(lar)sa (söyle): Ben (onlara) yakınım. Bana dua edince dua edenin duasına karşılık veriririm. O halde onlar da bana karşılık versin (benim çağrıma uysun)lar, bana inansınlar ki, doğru yolu bulalar." (2: 186).
Bu mütevâzİ bir yaratığa Yaratıcısı ve âlemlerin Hâkimi olan Yüce Kudret tarafından yapılan açık bir davettir. Buna göre insanoğlu dilediği zaman O'na gidebilir, ve O'nu görebilir ve O'nunla konuşabilir, ihtiyaç ve isteklerini O'ndan serbestçe talep edebilir. Hatta bu dilekleri kelimelerle ifade etmek bile gerekmez, çünkü O kalplerin en gizli köşelerinde olanı bile bilir ve duyar. Aracılara, tavsiyecilere ve şefaatçilere de gerek yoktur. Çünkü, O, sana senden daha yakındır (50: 16), istendiği zaman ve yerde O'nunla temas kurulabilir. Ve hiç bir şey O'nun gücünün ötesinde değildir, çünkü, O, bütün kâinatın Mutlak Hâkimi ve Rabb'idir ve Kadir-i Mutlaktır, hüküm sahibidir. Dua edenin duasına icabet edendir.
Bundan dolayı, eğer dileklerin karşılanmasında bir gecikme varsa; bu, aptalca geçici ve kısa ömürlü olan güç ve serveti arzulayan insanın kabahatidir. Allah zâtına teslim olarak gelen ve öylesi bir dilekte bulunan herkese maddî ve manevî, her İki tip servet ve gücü bahşedebilir. Allah'ın hazinesinde hiçbir şeyin eksikliği yoktur ve her kim O'na gelirse bu hazineden ölçüsüz olarak nzıklandmlır (2: 212; 3: 37; 42: 19). Bundan dolayı bu "yakınlık" durumu insanın ulaşabileceği bir yerdedir, yeter ki insanoğlu Allah'ın Hakimiyetine inansın ve kendisini O'nun Hükümranlığının mütevazi bir kulu olarak kabul etsin. Şurası açıktır ki, devlete isyan edenlerin eline bir güç veya mevki verilemez; bu yerler yalnızca devlete muti, muhabbetli mensupları olarak sakin ve edeplice yaşayan imanlı, itaatkâr vatandaşlar için ayrılmıştır.
Bunun gibi, Allah İle olan bu yakın ilişki yalnızca Rab'lerine tam bir imanla O'nu bir gün göreceklerini ümit eden mütevazi kulların mükâfata kavuşmasına sebep olacaktır. Hz. Süleyman Sebe' melikesinin tahtını yanı başında görünce, Allah'a şükretti ve tevazuyla şöyle dedi: "Bu, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınayan Rabbimin lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, fakat nankörlük eden bilsin ki Rabbim müstağnidir, kerem sahibidir." (27: 40).
Eğer insanoğlu kibirli davranır ve nankörlük ederse, kaybeden yalnızca kendisi olur. Zira Allah'ın kimsenin şükrüne ihtiyacı yoktur. O'nun Rablİği ne insanların şükrüyle artar ve ne de nankörlüğü ile azalır. Rasûlullah @ bu hakikati şu sözlerle ifade etmiştir: "Allah buyuruyor ki: 'Ey kullarım, eğer bütün insanlar ve cinler, ezelden ebede, hep birlikte aranızdaki en iyi kişinin kalbi gibi temiz olsaydınız, bu yine de benim hükümdarlığımı artırmaz; ve ey kullarım, eğer bütün insanlar ve cinler, ezelden ebede, hep birlikte aranızdaki en günahkâr kişinin kalbi gibi olsaydınız, bu da benim hükümdarlığımda en ufak bir azalmaya neden olmazdı. Ey kullarım, sizin iyi amellerinizi sizin hayır hesabınıza yazarım ve sonra size onlar için tam bir mükâfaat veririm. Öyleyse, her kim iyi bir şey elde ederse Allah'a şükretsin ve her kim başka bir şey elde ederse, yalnızca kendini kötülesin." (Müslim).
Bu açıkça ortaya koymaktadır ki, insanoğlunun ilerlemesi ya da bozulmaya uğraması tamamen kendisinin Rabbi ile olan ilişkisine bağlıdır. İsterse Rabbİne yakınlaşabilir ve O'nun Yüce Varlığı katında en yüksek mev-kiye ulaşabilir. Şayet O'ndan uzaklaşırsa bütün hayatım mahvedebilir ve bunun kötü sonuçlarına katlanmak zorunda kalabilir. Tâhâ sûresinde yer alan âyette bu hususta bir uyan vardır: "Ama kim beni anmaktan yüz çevirirse, onun için de dar bir geçim vardır. Kıyamet günü onu kör olarak hasreder (toplantı yerine getirir)iz." (20: 124).
İnsanın Allah'a yaklaşmak için gösterdiği her çabanın tamamen takdir edildiğine ve bolca mükafatlandınldığına şüphe yoktur: "Rabbi-niz buyurdu ki: 'Bana dua edin, duanızı kabul edeyim. Bana kulluk etmeğe tenezzül etmeyenler, aşağılık olarak cehenneme gireceklerdir." (40: 60) ve Bakara sûresinde şunu görmekteyiz: "Öyle ise beni anın ki, ben de sızı anayım; bana şükredin, nankörlük etmeyin." (2: 152). Ve yine aynı sûrede şu ayeti görmekteyiz: "Kullarım, sana benden sorar(lar)-sa (söyle): Ben onlara yakınım. Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim. O halde onlar da bana karşılık versin (benim çağrıma uysun)lar, bana inansınlar ki, doğru yolu bulalar." (2: 186).
Kur'ân'm bu ayetleri Allah'ın, kullarına çok yakın olduğunu ve onların niyaz ve münaca-atlarını daima dinlemeye hazır olduğunu açıkça göstermektedir, öylesine ki, O, kelimelerle ifade edilmeyen, ancak kişinin içinden geçirdiği dua ve dileklerini de duyar ve icabet eder. Öyleyse, kendisine daima çok yakın olan ve çağrılarını dinleyen ve cevap veren bir Rabb'e duada bulunmak insanın vazifesidir. Rasûlullah @ insanla Rabbi arasındaki bu ilişkiyi şöyle açıklamıştır: "Allah, bana bir karış yaklaşana bir arşın ve bir arşın yaklaşana da bir kulaç yaklaşırım. Bir kimse bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak gelirim' der." (Müslim). Diğer hadiste Hz. Mu-hammed @ Allah'ın şöyle dediğini ifade buyurmuştur: "Kulum nafile ibadetlerle bana yaklaşmaya çalışırsa, Ben onu severim ve Ben onu sevdiğim zaman Onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden bağışlanmak isterse, şüphesiz O'nu bağışlarım." (Buhari). Rasûlullah @ bir başka hadisinde ise: "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, huzurumda bulunduğunuz hal üzere ve zikirde devam edebİlsey-diniz, yataklarınızda ve yollarınızda melekler sizinle musafaha ederlerdi." buyurmuştur. (Müslim).
Ayetler ve Hz. Peygamber @'in hadisleri kişinin Rabbiyle ünsiyet kurmasının ve diyalogunun mümkün olduğu gerçeğini belirtmektedir. Bu diyalogun ve ünsiyetin gerçekleşmesinin şartı insanın Rabbine canı gönülden ve ıhlâs ile duada bulunması, nefsini -arzularını, hayallerini, ihtiyaçlarını, özlemlerini, sevgilerini ve korkularını tamamen O'na tâbi kuması ve Rabbinin Emrinde yolun sonuna kadar gitmeye tamamen hazır olmasıdır. Daha sonra insan kendi nefsinin arzu ve Özlemlerini dikkate almadığı, yalnızca Rabbinin Emir ve arzularını yapıp söylediği bir safhaya erişir. Bu noktada, onun kelâmı Allah'ın Kelâmı haline gelir ve onun fiilleri Allah'ın Fiilleri haline gelir; zaman, mekân ve ağırlık önemini kaybeder. Hz. Peygamber @'in Bedir Savaşında düşmanlarına ufak taşlar fırlatması buna bir örnektir ve Kur'ân'da şöyle tanımlanmaktadır: "...attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı..." (8: 17).
Kur'ân'ın bu âyeti, gerçekte, bedenin ve aklın Mutlak Otorite ve onun gerektirdikleri karşısında tam teslim oluş durumunu ifade etmektedir. Hz. Peygamber @'in düşmanlarına taş atması tamamen Allah'ın Emri'ne uymaktan ibaretti ve bunu yaparken hiç bir şahsî saiki veya kendi fizikî varlığını bile idrak etmiyordu. Bu yüzden Allah bu fiili kendi üzerine almıştır. Gerçekte, Allah'ın sâdık her kulunun fiili O'nun Emrine itaat veya O'nun Rızasını kazanmak gayesiyle yapılmışsa bu fiil bizzat Allah'a İzafe edilebilir. Bu durumda, fiilin ilk işleyicisi (faili) önemsiz ve ikinci bir konuma geçer. Çünkü fiil bizzat Allah için yapılmıştır
ve bu fiilin işlenmesini ve sonuçlarını Allah bizatihi kendisine izafe etmektedir. Bu, aynen, bir devlet memurunun görevi sırasında bütün fiillerinin devlet tarafından, devletin kendi işlediği fiillermiş gibi desteklenmesine ve savunulmasına benzemektedir.
Bu memurun işine karışılması ya da ona muhalefet edilmesi durumunda devletin bütün güç ve otoritesi memuruna destek vermek için harekete geçer. Buna benzer olarak, yalnızca Allah rızası için, Allah adına çalışan bir kul, bir vazife olarak yapmakta olduğu bu işler için Allah'tan yardım ve destek alır. Böylece, müminlerin bu fulleri zaman, mekân ve ağırlık gibi engelleri aşarak ölçüsüz yüceliklere ulaşır.
Hz. Muhammed @'in mirac\ da bu tür fiillere bir misaldir. Kur'ân bu hadiseyi şöyle anlatmaktadır: "Eksiklikten uzaktır O (Allah) ki geceleyin kulunu Mescİd-i Haram'dan çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Ak-sa'ya yürüttü..." (17: 1). Hz. Muhammed @'in gecenin çok az bir kısmında Kudüs'e yolculuk yapması ve oradan göğe yükselmesi klasik zaman ve mekân kavramlarına darbe vurmaktadır. Bu örnekteki önemli nokta Hz. Peygamber @ tarafından gerçekleştirilen bu yolculuk, kulunu bir gece yolculuğuyla önce Kudüs'e sonra da göğe alan Yaratıcının kendi dileği ile gerçekleşmiştir. Bu yüzden, bu olayın gerçekleşebileceğini idrak konusunda herhangi bir güçlük ya da şüphe sözkonusu olamaz. Âlemlerin Rabbi ve Hakimi ve bütün fizikî kanunların koyucu Gücü olan Yüce Allah kullarına bir belge olması için bu kanunları geçici olarak askıya alabilir. Ayrıca O'nun yalnızca "Ol" demesiyle herşey olur. Allah, Hz. Peygamber @ 'in bir gece yolculuğuyla göğe çıkmasını dilemiştir ve bu gerçekleşmiştir.
Zaman ve mekân sınırlamaları insanın yeryüzünde hareket imkânını daraltır. Çünkü fizikî çevre ve tabiat kanunları zaman ve mekând; bağımsız herhangi bir harekete izin verme Bu kısıtlı özel çevre insanoğlunun zaman ı mekân engellerini aşarak serbestçe dolaşm sına mânidir. Ancak, bu engelleri Yaratan A lah bir kimsenin bu sınırların ötesine yolcı luk etmesini dilerse mesele yoktur. Hz. Pe-gamber @'in Mekke'den Kudüs'e ve oradi göğe alındığı gece yolculuğu bu tarz bir t& rübedir. Bu yolculukta bütün maddî perdeli kaldırılmış; Hz. Muhammed @ Yaratıcı'n Âleminin Görünmez Hakikatlerini çıpk gözleriyle görmüştür. Bütün bu olay Allah' emri ve dilemesi dahilinde gerçekleşmiştir.
Kur'ân'da yaratıcının kullarına âyetleri] (belgelerini) ve Merhametini göstermek iç: fizikî kanunların işleyişini askıya aldığına d; İr pekçok örnek vardır. Meselâ, Hz. İbrahi: @ Babil Kralı'mn emriyle ateşe atılmıştı ama ateşe yaratıcısı tarafından İbrahim'e sı rin olması söylenmiştir ve o, ateşten sağsali: kurtulmuştur. Daha sonra Bakara sûresini ölümden sonraki hayat hakkında şüphesi bı lunan kişiden şöyle sözedilmektedir: "Yahı şu kimse gibisini görmedin mi ki, duvarla çatıları üst üste yığılmış ıssız bir kasaba; uğramıştı. 'Allah bunu böyle öldükten som nasıl diriltecek?' demişti. Allah da kendisiı yüz sene öldürüp sonra diriltti. 'Ne kadar ka dm?' dedi. 'Bir gün kadar ya da bir günün b razı kadar kaldım' dedi. 'Hayır' dedi yüzy kaldın. Yiyeceğine ve içeceğine bak, bozu mamış. Eşeğine bak, seni insanlar için bir İl ret kılalım diye (bunları böyle yaptık). Ki mİklere bak, nasıl onları birbiri üstüne koyı yor, sonra onlara et giydiriyoruz!' Bu İşli ona açıkça belli olunca: 'Allah'ın herşeye k; dİr olduğunu biliyorum' dedi." (2: 259).
Diğer bir ifadeyle, bir insan bütün kâinatın \ İçindeki herşeyin Allah'a ait olduğunu \ O'nun tarafından yaratıldığını İdrak ederS' O'nun kâinatta geçerli kanunları değiştirin ayarlama, altüst etme, askıya alma ve hat tamamen yeni dünyalar ve âlemler yaratır kudretine sahip olduğuna ikna olur. Bu şulama gelir: Her ne kadar insanoğlu için çok büyük ve ulaşılamaz gözükse de hayat ve Ölüm, zaman ve mekân kanunlarının işleyişinde ufak ve Önemsiz değişiklikler yapmak Yaratan'ın katında çok basit şeylerdir. Bundan dolayı Allah'ın emri ve dilemesiyle böyle değişiklikler gerçekleşirse bunların doğruluğuna dair en ufak bir şüpheye kapılmamalıdır.
Ve yine Ashab-ı Kehf'm olayından da Kur'ân-ı Kerim'de bahsedilmektedir. Onlar üçyüzyıl uyutulduktan sonra Allah'ın dilemesi ile uyanmışlardır: "Yine böyle onları dirilttik kİ, kendi aralarında sorsunlar: İçlerinden biri 'ne kadar kaldınız?' dedi. 'Bir gün ya da bir günün parçası kadar kaldık?' dediler..." (18: 19) Burada yine, Allah gelecek nesillere koyduğu kanunları dilediği gibi ve arzu ettiği tarzda değiştirebileceğini göstermeyi muvafık bulmuştur.
Peygamberler tarihinde, Allah'ın kullarından bazılarına, halkı mucizeler yoluyla O'nun âyetlerini (belgelerini) gösterme ve kendi vazifelerinin hakikatine halkı ikna etmek için, yetki verdiğine dair pek çok örnek görmekteyiz. Samimi ve hakikat aşığı insanlar bu mucizelerden etkilenmekte ve onların Rableri tarafından olduğuna inanmakta idiler, ancak insanların çoğunluğu Hakikati göremeyerek inkâr yoluna sapmışlardır. Hz. Musa aley-hisselâm (17: 101) ve Hz. İsa aleyhisselâm (5: 113) Allah'ın emriyle pek çok mucizeler gerçekleştirmişlerdir. Bu iki yüce Peygamber tarafından Peygamberliklerinin belgesi olarak Allah'ın emri ve dilemesiyle pek çok olağanüstü hadiseler gerçekleştirilmiştir. Pek çok şeyin işleyişinde geçerli fizik kanunlarını, Rableri, bu peygamberlerin halklarını mucizelerle etkileyebilmeleri için askıya almıştır.
Bütün bu tartışma, geçmişteki insanların Peygamberleri tarafından meydana getirilen pek Çok olağanüstü olaylara şahitlik ettikleri gerçeğini izah için yapılmıştır.
Bu olayların en bariz örnekleri ise, Musa aleyhisselâm, Firavundun sarayına gönderildiği zaman; Hz. Süleyman @ döneminde Se-be melikesinin tahtı Kitab'ın bilgisine sahip bir kişi tarafından "göz açıp kapama" süresi içinde Süleyman @'ın sarayına getirildiği zaman; ve Hz. İsa, Allah'ın Emriyle ölüleri dirilttiği, körleri görür hale getirdiği ve cüz-zamlıları tamamen şifaya kavuşturduğu zaman gözlenmiştir. Daha Önce de bahsedildiği üzere, bu olayların gerçek ve yalın açıklaması, bütün hayat sistemimizin dünyamızın ve kanunların Allah tarafından yaratıldığı ve kontrol edildiğidir. Ve O'nun bu kanunlan ve işleyişlerini dilediği gibi ve dilediği zaman müddeti için askıya alma ya da ayarlama yapmaya Kudreti vardır. Kullarından herhangi birinin diğer İnsanlara belgeler (âyetler) göstermesini dilediği anda da bu kudretini kullanabilir. Mucize olarak adlandırılan bu olaylar, peygamberler ve Allah'ın diğer kullan vasıtasıyla ortaya konulurlar ve Yaratıcının fizik kanunları geçici olarak askıya aldığının örnekleridirler ve bundan başka bir şey de değildirler.
Hâlen mevcut olan bilgilerimiz ve dahilî tecrübeİerimiz çerçevesinde bu olayları akılcı ve bilimsel şekilde açıklayabilmemiz çok güçtür. Ancak konuyu biraz genişletmek samimi insanların kafasında bulunan bazı soru ve şüpheleri temizlemede yardımcı olabilir. İnsanın yalnızca madde olmadığına ve madde ile ruhun bir bileşimi olduğuna şüphe yoktur. Bu yüzden, insanın fıtratını, yetenek derecesini ve kâinataki değişik şeyleri ve olayları kavrama ve yönlendirme gücünü gerçek ve tam olarak anlayabilmek için insanın bu her iki yönünü de araştırmamız gereklidir.
Uzay mühendisliği ve bilgisayar programcılı-ğındaki son teknolojik gelişmeler 'fizik kanunlarla sınırlı' insanın kontrol sahasını uzayın milyonlarca mil ötesindeki nesnelere kadar uzatma kapasitesine sahip olduğunu göstermiştir. Bu yöndeki ilerleme korkunç bir hızla devam etmekte, bu eğilimin insanı nihai olarak nereye ulaştıracağı tahmin edilememektedir. Ulaştığı dünya nasıl bir dünya olacaktır? Uzayın nerelerine kadar gidebilecektir? Ruhî potansiyeline göre şüphesiz çok sınırlı olan "cismanî" güç ve kapasitesi yine de pek çok şeyi gerçekleştirme imkânını sağlamaktadır.
Her ne kadar halen modern bilimciler tarafından idrak edilemese de "ruh dünyası" bedenî gücüne nazaran sınırsız yeteneklere sahiptir. Ruh kendisini insanoğlunun "fizikî ikametinden kurtarabilir; zaman, mesafe ve ağırlığın sınırlamaları ile kısıtlanmadan dilediği zaman uzayda yolculuk yapabilir; ancak, bunun için "ikamet eden" insanın bedenen de yaratana itaat eden sâdık bir kul olması ve O'nunla yakın ilişkiyi geliştirmesi şarttır. Bu mutlaka olması gereken bir şarttır, aksi takdirde, ruh hakiki kemale ve yüceliğe eremez. Bu sadakat olmaksızın da ruh bazı geçici ta-biatüstü güçleri kullanıp duyu-ötesi olaylar gerçekleştirebilir ve bazı câhil kimseleri etkileyebilir. Ne var ki bunların hiç kimseye gerçek bir faydası yoktur. Bu olaylar padişaha başkaldırmış ve hayatını kurtarmak için kaçmakta olan hanedan mensubunun durumuna benzemektedir. Bu kişi, eski mevki ve serv tine dayanarak, İsyanından haberi olinayi kimselere bazen faydalı olabilir. Ancak t yardımlar müşahhas, kalıcı ve faydalı bir ş. kilde olamaz. Diğer yandan hizmet ve itaa sayesinde hükmeden otorite ile ilişkilerini d; ha da geliştiren hanedanın sâdık bir mensut ise dostlarına elle tutulur ve kalıcı yardımlı temin edebilecektir.
Bu, Allah'ın muti ve sâdık bir kulunun ruhi nun Yaratan'ın Yardım ve Rahmeti İle ne ki dar çok güç ve kontrol elde edebileceği] göstermek için yapılan kaba bir kıyaslamadı Ruhun gücünün mahiyeti ve kapsamı güni müzdeki analitik bilimin tarif kabiliyetini açıkça çok Ötesinde, tamamen yeni boyutla ihtiva etmektedir. Ancak, bir şey kesindi bildiğimiz gibi, onun fiil, gözlemleme, seyj hat ve diğer nesneler ve olaylar üzerind kontrol veya nüfuz sahibi olma güç ve kapz sitesi zaman, mekân ve ağırlık sınırlan ile bi ğımlı değildir. Onun bizim idrakimizi aşa kendi kanun ve kuralları ile işleyen kendin has dünyası vardır. Muhammed Esed'e göre Modern psişik (ruha ilişkin bilim) araştırma lar, daha emekleme döneminde olmaların rağmen, her ruhî tecrübenin (yani vücudu: bilinen organlarından herhangi birinin rolü nün olmadığı tecrübeler) muhakkak, sadec 'zihn'in sübjektif bir tezahürü olması- bu te rim her neye karşılık geliyorsa- gerekmediği ni bariz şekilde ispatlamıştır; hatta bu tecrü belerin bazı Özel şartlar altında insanın fİzyo lojik organizması vasıtasıyla edinebileceğ tecrübelerden, kelimenin objektif anlamınd; daha az gerçek veya 'somut' olmayabileceği ni de ispatlamışlardır. Bizler henüz böyle is tisnai ruhî faaliyetlerin mahiyetiyle ilgili pel az bilgi sahibi olduğumuzdan onların tabiat hakkında kesin sonuçlara ulaşmamız hemeı hemen imkânsızdır. Buna rağmen, moden psikologların bazı gözlemleri bütün inançlar: mensup mistik kişiler tarafından çok eski za inanlardan beri iddia edilen- canlı bedendei ruhun geçici bir süre "bağımsız" kalma olayı nın ihtimal dahilinde olduğunu tasdik etmişlerdir. Böyle bir geçici bağımsızlık durumunda, ruh zaman ve mekânda serbestçe dolaşma kabiliyetine sahip olmakta ve diğer zamanlarda kesin ayrıma tâbi tutulmuş hakikat envaı-na ait tesadüf ve hadiselerin içyüzünü kavramakta ve bunlara sembolik algılama boyutunda büyük bir yoğunluk, berraklık ve idrakle yaklaşmaktadır." (Muhammed Esed, The Message ofthe Qur'an, Ek IV).
Bu yüzden, insanoğlunun bilgi seviyesi henüz ruhun gerçek mahiyetini ve kapsamını anlayamamış olmakla birlikte, ruhun zaman ve mekândan bağımsız hareketi ve insanın zaman ve mekânda belli bir ağırlığı gibi konulardaki güçlükleri aşması ihtimal dahilindedir. Ayrıca ruh, olayları ve eşyayı ve onların oluş ve hareketlerini bizim zaman ve mekân kavramlarımıza bağlı kalmaksızın etkileyebilir. İnsanlığın uzayda başardığı teşebbüslerin ve kabiliyetinin gözönünde bulundurulması halinde ruhumuzun bizim fizikî sınırlamalarımızdan serbest bir halde çok daha büyük güçlere ve faaliyet sahasına sahip olabileceğine inanmamak için hiçbir mantıkî temel yoktur. Bu, tarihdeki büyük şahsiyete sahip, dürüst yüzlerce, binlerce insanın tecrübeleriyle de desteklenmektedir. Yalnızca dar görüşlü materyalist bilim adanılan bunu kavrayamadıkları için, bu gerçekler reddedilemez. Onların anlayamadığı pek çok şey olmasına rağmen bunların faydasını kabul edip onlardan faydalanmaktadırlar. Manyetizmanın ne olduğunu açıklayabiliyorlar mı? Diğer nesneleri kendine doğru nasıl çekmektedir? Elektrik nedir? Nereden gelmektedir? Işık nedir? Eter nedir? Nereden ve nasıl gelmiştir? Bu ve benzeri pek çok soru cevapsız durmaktadır. Ancak hiç kimse bunların varlığını inkâr etmemektedir. Yalnızca ruhun ne olduğunu, onun tabiatım ve faaliyet sahasını anlayamadıkları için varlığını inkâr etmeleri mantıklı bir tavır değildir.
Ancak, madde dünyasının yanında bir ruh dünyasının da varolduğu günümüzde pekçok bilim adamı tarafından artan şekilde idrak edilmektedir. Telepati, parapsikoloji, pisi-şizm ve duyuötesi algılama bilimlerinde gerçekleştirilen son deneyler insanoğlunun eşya ve olayları etkileme, zaman ve mekân sınırlamalarının Ötesine yolculuk yapma yönündeki ruhî yetenekleri hakkında pek çok hakikati ortaya çıkarmıştır.
Bu konu hakkında giderek daha da fazla delil toplanmakta ve üretilmektedir. Bu deliller insan şahsiyetinin bir bütün olarak oluşma ve gelişmesine ve ruh ile bedeni uzlaştırma işine büyük katkı sağlamaktadır.
Kur'ân, insan şahsiyetinde beden ve ruhu uzlaştırma şeklindeki büyük gerçeğe işaret etmekte ve insanlığın kendisini bu bütünlük İçinde eğitmesini, oluşturmasını ve geliştirmesini tavsiye buyurmaktadır. Bu suretle insanoğluna, kültür ve medeniyetini manen ve madden zenginleştirebileceğinİ söylemektedir. Bu ona yalnızca bütün sosyal, siyasî ve iktisadî müesseselerini sağlıklı çizgilerde geliştirmek için gerçek fırsatlar temin etmekle kalmayacak, ayrıca hayatında istikrar ve güveni de sağlamış olacaktır. Ruhu, bütün organlarıyla tam ve verimli olarak, aralarında herhangi bir sürtüşme ve çelişki olmaksızın fonksiyon görecektir. Sağlıklı ve salim hatlar üzerinde gelişmesine devam edecektir. Bütün bunlar ferdî ve kollektif seviyede insan şahsiyetinin bir bütün olarak gelişmesinin sonuçlan olacaktır.
İnsan şahsiyetinin bütünlüğünün (birliğinin) ruhî yönlerden olduğu kadar maddî yönlerden de müteşekkil olduğunu vurgulaması Hz. Muhammed @'in İnsanoğlunun bilgi dağarcığına yaptığı en büyük katkılardan biridir. Rasûlullah @, insan fiilleri veya faaliyetlerinin maddî ve manevî diye bir ayrımı olmadığını vurgulamıştır. İnsanoğlu tek bir şahsiyettir ve onun bütün faaliyetleri niyet ve inançları tarafından belirlenir. Eğer insanoğlu Allah'a iman eder ve herşeyi yalnızca O'nun rızasını kazanmak için O'nun emirlerine uygun olarak yaparsa, bütün hareketleri birer fazilet, takva ve iyilik fiili haline gelecektir. İster ticarî sahayla meşgul olsun, isterse hayatın diğer sahalarında faaliyet göstersin veya ha-nımıyla muhabbette bulunuyor olsun, bütün hareketleri Allah katında iyi ameller olarak kabul görecektir (Müslim).
Dr. Muhammed İkbal, Rasûlullah @ 'in tebliğinin bu yönünü şöyle izah etmektedir: "İslâm'da, ideal ve gerçek uzlaştınlamaz iki zıt güç değildir. İdeal hayat, hayatın organik bütünlüğünü acı verici zıtlıklara parçalama eğiliminde olan gerçekle arasında tam bir gedik açmaksızın, idealin gerçeği nihai planda özümlemek ve dönüştürüp onun bütün varlığını aydınlatmak gibi bir görüş ışığında elde etmek gayesine matuf ezelî gayretini içerir...İslâm da, Hıristiyanlık gibi, insanın ruhî benliğinin tasdiklenmesini talep etmektedir; şu farkla ki, idealin gerçekle temasını tanıyan İslâm madde dünyasına 'evet' der ve madde dünyasına hükmetme yolunu, hayatın gerçekçi bir şekilde düzenlenmesinin temelini keşfetmeye yönelik olması kaydıyla, işaret eder. (44: 38-39; 3: 190-191; 29: 20)." Dr. İkbal'e göre: "Gerçeğe hayat veren ve besleyen idealin esrarengiz hakikatidir. Biz ideali ancak gerçek sayesinde keşfedebilir ve gerçekleştirebiliriz." (The Reconstruction of Reiigions Thought in islam, Bölüm I).
İslâm Peygamber'inin bu yüce tebliğinin bir diğer yönü ise madde ve ruh dünyasının her ikisinin de Önemli olduğunu vurgulamasıdır. Kişi bunların birini görmezlikten gelirse gerçek ve hakiki ilerlemeye ulaşamaz. Bir kimse madde dünyasını gözardı edemez. Çünkü bu dünya kişinin âhiretteki akibetini belirleyecek olan tarlasıdır. Kişi âhireti de gözardı edemez, çünkü nihai başarı kişinin âhirette ulaşacağı başarıdır; maddî menfaatler nihayette geçicidir ve hiçbir akıllı insan geçici bir fayda için ebedî saadetini kaybetmek istemez.
Böylece İslâm, hayat felsefesi içinde ruha gerçek yerini vermiştir, ki bu sayede insanlar kişiliklerini bütünlüğü içinde geliştirmeye gayret etsinler ve fertlerin ve kurumların gelişme ve faaliyetleri arasında tam bir denge durumu muhafaza edilsin. İnsanın bedeni ile birlikte ruhunun da varlığını ve gücünü tanıyarak İslâm bir boşluğu doldurmuştur ve insan şahsiyetinin bu dünyadaki ve âhiretteki fonksiyonları için tam olarak geliştirilmesinde ruhun önemini belirtmiştir.
'Ruh' konusu hayli nâzik ve anlaşılması güç olduğundan Kur'ân-ı Kerîm sorulara cevap olarak sadece şunu ifade etmiştir: "...De ki: Ruh, Rabbimin emrinden ibarettir. Bu hususta size pek az bilgi verilmiştir." (17: 85). Ruh meselesi insan idrakinin üstünde olduğu için, Kur'ân bu nokta üzerinde önemle durmamaktadır ve yalnızca ruhun Allah'ın Emriyle varolduğunu beyanla her ferdi, ruhu, kendi anlayış ve zekâ seviyesine göre idrak etmekle başbaşa bırakmaktadır. Lâkin, insanın bedeninden başka bir şeyin daha varlığını tanır ve bunun etki ve hareket gücünün, daha fazla değilse bile, en az diğeri kadar Önemli olduğunu kabul eder. Bu nedenle, tıpkı beden söz konusuymuş gibi ruhun da eğitimine, beslenmesine ve gelişmesine uygun özen gösterilmesi gereklidir; ki, böylece, insan şahsiyeti ve beşerî müesseseler gelişebilsin ve ahenk içinde çalışabilsin ve insan kültür ve medeniyetine en sağlıklı ve kapsayıcı tarzda zenginlik, iyilik ve mükemmellik eklesin.
Kur'ân, insanoğlundaki duyuötesi algılama kavramına yeni boyutlar da eklemiş ve bu konuyu dikkatle ele almıştır. Yukarıda açıklandığı gibi, Bedir Savaşı'nda taş atılması olayı (8: 17) ve Hz. Peygamber @'in Kudüs'e gece yolculuğu yapıp oradan göğe yükselişi (17: 1) insanın dahilî tecrübelerine yeni boyutlar katar. Kur'ân'da bahsi geçen bu ve benzeri diğer olaylar insan ruhunun zaman ve mekân düzleminde hareket etme konusundaki geniş ve sınırsız yetenek ve potansiyeline işaret etmektedir. Rasûlullah @'in bu duyuötesi faaliyet ve etkileri tıpkı diğer fizyolojik olaylarda olduğu gibi bedeniyle ve tam şuurlu bir şekilde tecrübe etmiş olması, böyle tecrübelerin kendi ruhlarının ulaşabileceği bir saha içinde olduğunun göstergesidir. Eğer bir kimse ruhunu, bütün ruhların Mutlak Kaynağı (Yaratan) ile olan ilişkilerini inşa etme yoluyla yüksek mükemmellik derecesine ulaştıracak şekilde besleyip, geliştirebilirse, dahilî tecrübelerinin vecde getirici hallerini yaşaması kuvvetle muhtemeldir. Ruhunun bedeninden ayrılarak muhtelif ruhî mükemmellik durumlarına doğru yolculuk ettiğini görme fırsatına sahip olabilir; zaman ve mekân içerisinde seyahat etme ve bu sınırlamaların ötesinde birşeyler yapma veya olayları görme durumunu yaşayabilir. Bütün bunlar gayet mümkün ve insan ruhunun erişebileceği mesafededir.
Nasıl ki, insan vücudu sürekli ve düzenli egzersizlerle geliştirildiğinde mükemmel ve kaslı bir şekle dönüşebiliyor ve hatta dünyanın en güzel vücudu olabiliyor ve insanlarca Mümkün olan en üst seviyede bedenî cesarete ulaşabiliyorsa, yine bunun gibi, insan ruhunun zaman ve mekândan bağımsız yolculuk edebilecek ve dilediği herşeyi yapabilecek güç ve kapasiteyi elde edebilmesi ihtimali de ruhî beslenme ve gelişmeye verilen önemle orantılı olarak artar. Ruh âleminin işleyişi ve fonksiyonlarının tabiatı bizim hissî algılarımızın üstünde de olsa, bu ruhun varolmadığına ya da mümkün olmadığına delil teşkil etmez. Yukarıda açıklandığı gibi, insanlık tarihi peygamberlerin, âlimlerin ve muttaki insanların bizzat yaşadıkları bu dahilî tecrübelerle ilgili bir bilgi deposu sunar, ve geçmişteki bu insanların geçirdiği bütün bu tecrübeleri inkâr etmek için mantıklı ve akılcı hiçbir temel yoktur.
Bu tartışma göstermektedir ki, insanın İki dünyası vardır: Bedenin temsil ettiği fizikî âlem, ve zihin tarafından temsil edilen ruhî âlem. İkincisi duyu algılamasından gizli görünmeyen âlemdir. İlki boyutlu iken, ikincisi boyutlar-üstüdür. Batınî olarak insan görünmeyen dünyaya yani ruha aittir; zahirî olarak ise görünen dünyaya, yani bedenen bu dünyaya aittir; ancak bilinci vasıtasıyla bu dünyaların her ikisine de aittir. Eğer bir insan kendi iç dünyasına bakarsa, daha yüksek bilinç seviyelerine ve ruhî değerler hakkında daha derin bir anlayışa ulaşır. Diğer yandan, eğer kendisini maddenin dış dünyasına adarsa, yüksek ruhî değerlerden görünen dünyanın daha süflî değerlerine doğru gitme eğilimi gösterir.
İslâm Peygamberi bize her iki dünyayı da üst seviyede idame ettirecek ve maddî ve manevî âlemlerin zevklerinden faydalanabilecek bir reçete vermiştir: "Rabbimiz! Bize dünyada iyiyi, ahirette de iyiyi ver..." (2: 201). Gerçek mümin madde dünyasının içinde yaşar, maişetini temin için onun içinde çalışır ve bütün maddî ihtiyaçlarını tatmin eder. Fakat, aynı zamanda, ruhî dünya ile ilişkisini de muhafaza eder ve daima bu ilişkiyi güçlendirmeye çalışır.
Mümin'in ibadetle meşgul olması onun boyutlar üstü ruhî dünyayı algılama kabiliyetini geliştirir ve keskinleştirir ve böylece mümin daha önce tahayyül edemediği şeyleri daha yüksek bir bilinç seviyesinde algılar ve idrak eder. Ruhî ve maddî dünyalar arasındaki bu dengeli ilişkinin Hz. Peygamber @'in şeriat kanunları göz önünde bulundurulmaksızın tam olarak sağlanamayacağına burada işaret edilmelidir.
Bu araç olduğu kadar amaçtır da. İnsan ile Allah arasındaki bağın kurulmasını ve sürdürülmesini sağlar. Eğer Peygamber @ 'in şeri-aana itaat konusunda herhangi bir gevşeklik olursa, ruhî ve maddî dünya arasındaki bu dengeli işbirliği kaybolacaktır. Bu, ona jeneratöre bağlı bir elektrik kablosu gibidir. Kablonun ana güç kaynağından ilişkisi kesildiği anda ışık kaybolur ve karanlık geri döner. Bu kablo Hz. Peygamber @ 'in şeriatı dır.
Bir kez ilişki bu yolla güçlü ve somut bir temel üzerine inşa edilince, ruhun zaman ve mekân içinde yolculuk etme güç ve kapasitesi sınırsız şekilde artar. Fizik, insan radyo teleskop kullanımı, uzay mühendisliği ve kom-püterizasyon sayesinde milyonlarca mil uzaklıktaki uzay derinliklerine ulaşabiliyor ve cisimleri sabit yörüngelere oturtabiliyorsa, kişi, daha büyük kabiliyetlere, çabukluğa ve çevikliğe sahip olan ruhun benzer hareketleri insan hayalinin idrak ve algılamasının ötesindeki uzayın derinliklerinde yapabileceğini, rahatlıkla tahmin edebilir.
Yukarıda mealleri verilen Kur'ân ayetleri, insanın duyu-ötesi algılamasının fonksiyonla-rmdaki enginlik yönünü açıkça belirtmektedir. Bu sayede insan zaman ve mekân dünyasını geleneksel sınırlı kavramlarını alt üst eder. Kur'ân, gerçekte, insanın iç ve dış tecrübeleri için yeni ufuklar açar. Rahman sûresi* mn daha önce açıklanan (55: 33) âyetinde insanın kâinattaki sınırsız ilerleme ve teşebbüslerine işaret edilmektedir. Bakara sûresinin aşağıdaki ayeti diğer şeyler yanında insanın dahilî tecrübesine kâinatın boyutluluğunun ötesinde ve Allah'ın Katında yeni dünyalar açar. "... Biz Allah içiniz ve elbette O'na döneceğiz..." (2: 156).
Ruhun bu dahilî tecrübeleri içinde maddî ve kâinata ait sınırlama ve engeller tıpkı doğan güneşin ısısıyla kaybolun sis gibi kaybolur gider. Bu tecrübelerle, insan ruhu taş, çelik, ateş veya ne olursa olsun bütün engelleri aşar. Muhammed İkbal'in sözleriyle: "İnsan ruhu tarafından mekâna ait düzlemde ulaşılan hürriyetin en yüksek noktası özgün esası itibariyle ne atalettedir ve ne de harekettedir. Bunun için, uzayın sonlu değişkenliklerinden geçerek bütün boyutlardan bağımsız ve bütün sonlulukların karşılaşma noktası olan Kutsal Mekâna ulaşırız." (The Reconstruction of Religious Thought in islam, Bölüm. VI).
Hz. Peygamber @ 'in Kutsal Mekâna Miraçla ulaştığı anlaşılmaktadır. Bu olay Necm sûresinde, şöyle anlatılmaktadır: "Onu müthiş kuvvetleri olan biri öğretti; üstün akla sahip {olan melek). Doğruldu (gerçek meleklik şeklinde göründü): Kendisi yüksek ufukta iken. Sonra yere yaklaştı, (yere doğru) sarktı. Onunla arasındaki mesafe, iki yay kad^r, yahut daha az kaldı. (Allah'ın) kuluna vahyetti-ğini vahyetti. Onun (gözüyle) gördüğünü gönül yalanlamadı (çünkü onu, hem baş gözüyle, hem de gönül gözüyle görmüştü)." (53: 5-11).
Bu âyetler Hz. Peygamber @'in insan idrakinin Ötesinde kalan pek çok manevî hakikati duyu ötesi olarak tecrübe edip, gözlemleyişi-ni anlatmaktadır. Bu tecrübe ve gözlemlerin mahiyetini ve boyutlarını sıradan insanlarca anlaşılabilir kılacak ve sıradan kelimelerle kesin olarak tanımayıp anlatabilecek hiçbir lisan yoktur.
Hz. Peygamber @ aynı şeyi bir diğer olayda daha tecrübe etmiştir. Bu olay da Necm fcâresmdeşöyle anlatılmıştır: "Andolsun, onu bir kez daha inerken görmüştü. Orada meva cenneti vardır. Sidretü'l-Müntehâ'da. Ki barınılacak cennet, onun yanındadır. Sidre'yi kaplayan kaplamıştı (onu kaplayan şeyin içyüzünü akıllar anlayamaz). (Muhammed'in) göz(ü) şaşmadı ve sınırı aşmadı. Andolsun, Rabb'inin âyetlerinden en büyüğünü gördü." (53: 13-18). Bu Rasûlullah @'in Allah'ın Emriyle yalnızca mahlûkatın Rabbi tarafından bilinen mesafe ve zamanlara yaptığı yolculukla ilgili bir diğer tecrübesidir; Hz. Mu-hammed @ daha önce hiçbir İnsanın yaşamadığı hâdise, vaziyet ve hâlleri tecrübe etmiştir.
İnsanoğlunun maddî âlemin çerçevesi içinde mümkün olan kadarıyla zaman ve mekân sınırlarında mesafeler katedebilmesi ve pek uzak hayal gibi görülen şeyleri gerçekleştirebilmesi istisna olsa da, bir nevi dahilî tecrübedir. Ancak, böyle hâl ve hâdiseler duyuöte-si idrak yeteneğine sahip pek çok insan tarafından yaşanmıştır ve tekrar yaşanması da mümkündür.
Bu bölüm Kenan Dönmez tarafından çevrilmiştir.
Avrupa'daki Rönesansm başlıca öncülerinden birinin Hz. Muhammed @'in öğretisi olduğu şüphe götürmez bir hakikattir. İspanya'daki Araplar, Avrupalılar arasında yerleşen yeni öğrenme ve ilim ruhunun temel kaynağı olmuşturlar. Arap ilim tohumlarının ilk yeşermeye başladığı yerin, Latin Avrupa'daki Lor-raîne okullarında yeşertildiği de şüphe götürmeyen bir gerçektir. Bilgi Avrupa'ya, Oxford ve Cambridge gibi İngiliz üniversitelerine buradan yayılmıştır. Fransız ve Alman üniversiteleri de İspanya ve Bağdat'taki medreseler model alınarak tesis edilmektedir.
Arap nüfuzu çok yaygındı ve Avrupa kültür hayatının her cephesini etkilemişti. Dinî, sosyal, siyasî ve iktisadî kavram ve kurumlar bu dönemde muazzam değişiklikler yaşadılar. Toplumsal davranışlar, hürriyet ve adalet kavramları bizatihi esaslı değişime uğradı. Ferdî hürriyet fikri himaye görürken, emeğe kutsî bir değer izafe edildi.
İslâm ilminin ışıltısı coğrafya, astronomi, astroloji, fizik, kimya, matematik, optik, tarih, tıp, fen ve pek çok diğer ilim dallarında parladı ve modern Avrupa'nın bilimi üzerinde kalıcı izini bıraktı.
Robert Gulick'in ifadesiyle, "Avrupa'da Rö-nesansın oluşması üzerindeki Arap etkisinin hatırı sayılır düzeyde olduğunu inkâr edebilecek kimse yoktur. Ancak, İslâm inkılâbının halen Fransız Devriminin kabul gördüğü gibi tarih kitaplarında bir nirengi noktası kabul edilebilmesi için, Avrupalı pedogoglann önünde onlarca yıl sürebilecek bir tercüme vazifesi durmaktadır. Müslümanlardan miras kalan entellektüel hazineyi açığa çıkarmak için yapılması gereken bunca büyük miktarda araştırma işi olduğu gözönüne alınırsa, günümüz müelliflerine çağdaş medeniyete Araplar tarafından yapılan orjinal katkının hacmi konusunda negatif çıkarımlarda bulunmaktan kaçınmak yakışır." (R. L. Gulick, a.g.e., sh. 51-52).
"Halil Tute, Kurtuba'daki hamamların, sokak lambalarının ve Müslümanlar tarafından temin edilen daha nice kolaylık ve konfor aracının Avrupalı kitlelerin berbat şartlarını nasıl iyileştirildiğinin en mükemmel göstergesi olduğunu vurgulamaktadır." (a.g.e., sh. 103). Kurtuba'nın ileri kültürü Sir Thomas W. Ar-nold tarafından daha da ayrıntılı olarak şu ifadelerle ele alınmıştır: "Onuncu asırda Kurtu-ba Avrupa'nın en medeni şehri idi. Dünyanın takdir ve hayranlığını kazanmakta ve Balkanlar içindeki Viyana gibi merkezî bir konumda bulunmakta idi. Kuzeyden gelen seyyahlar şehirde 70 kütüphane, 900 hamam olduğunu bir nevi dehşete düşerek öğreniyorlardı. Le-on, Navarre veya Barcelona'mn yöneticileri cerrah, mimar, terzi, musikî hocası gibi kimselere ihtiyaç duyduklarında başvurdukları yer Kurtuba idi (The Legacy of islam). Bu düşünce E. Rosenthal tarafından şu ifadelerle teyid edilmektedir: "Müslümanların hâkim olduğu günlerde Kurtuba Avrupa medeniyetinin merkezi ve dünyanın belli başlı Öğretini merkezlerinden biri idi. Mağripliler İspanya'dan sürüldükten sonra ise Kurtuba bir vilayet kasabası durumuna düşmüştür. Yine de onun harikulade camisi, İspanya'daki Arap İmparatorluğun başkenti olduğu günlerden kalan muhteşem bir mirastır." ("Traces of Arabic Influence in Spain," Islamic Culture, 11: 336, Temmuz, 1937).
Robert Gulick, İslâm kültürünün Avrupa'ya nasıl taşındığının kesin olarak tesbit edileme-diyse de elimizde bazı ipuçları olduğunu belirtmektedir. Gulick, pek çok Batılının Avrupa kültürüne İslâm'ın büyük katkısı olduğu şeklindeki görüşlere yaklaşımında, tarafsız olmak yerine nâzik bir üslûbu seçtiği görülmektedir. Bu kültürel miras ile ilgili İslâmî iddiaları destekleyen tarihî deliller, hiçbir dürüst ve hakperest insanın 'bu durum kesin olarak belirlenemedi' şeklindeki itirazına mahal vermeyecek çokluktadır. C. H. Haskins bu konuda şüphesi olmadığını şu sözlerle ifade etmektedir: "İspanya'daki Arapların Batı Avrupa'daki yeni ilim dalgasının temel kaynağı olduğu müşahhas gerçeği ortadadır." (Sîudies in îhe History ofMedieval Science).
W. Thompson ise aynı konuda şüpheye yer bırakmayan şu ifadeleri kullanmaktadır: "Onuncu asrın son yarısında Lorraine'deki okulların ilk önce Latin Avrupa'da yeşeren Arap ilim tohumlarının menbaı olduğuna ka-niyim. Bilgi buradan daha sonra Almanya'nın diğer bölgelerine -Reichenau'daki Hermann Contractus şahittir- Fransa'ya ve özellikle İngiltere'ye yayıldı." ("The Introduction of Arabic Science into Lorraine in the Tenth Century." Isis, 12: 191, Mayıs, 1929).
Robert Gulick şöyle devam etmektedir, "Muhterem Peter'in 1150 yılları civarında Kur'ân'ın Latinceye tercüme edilmesi işini üstlenmiş olması Cluny'nin Arapça öğrenimine olan ilgisinin bir başka delilidir. Bugün bu Fransız bölgesinin adı başlıca Cluny ırkıyla özdeştir. 'Devrin en ünlü müelliflerinden el-İdrisî'nin, Hıristiyan Sicilya'da
eer tarafından dünya haritası çizmekle gözlendirilme si o dönemler Müslümanların Hindeki üstünlüğünün işaretidir.' (Arnold, a. e sh. 89). Onikinci yüzyılda I. Henry'nin hjmayesinde Arap ilim ve felsefesinin öncü talebelerinden olan ve uzak ülkeleri gezen seyyah Bath'lı Adelard, Robert Grosseteste ve Roger Bucon'dan önceki en büyük ilim a-damı olarak bilinmektedir.' (Haskins, a.g.e., sh- 20). Avrupa'da Arap kültürünü yayan diğerleri Tivoli'li Plato, Chester'lı Robert, Co-rinthia'h Herman, Bruges'lü Rudolph ve Cre-mona'nın büyük Gevard'ıdır. II. Frederick'in sarayında hizmet eden Michael Scot İbn-i Rüşd'ün, el-Bitrucî'nin ve diğer Müslüman mütefekkirlerin eserlerini tercüme etmiştir.
Avrupa tarihinin ilgi çekici simalarından olan ve İslâm nüfuzunun yayılmasında önemli rolü bulunan bir kişi Büyük Frederick'tir. O Fah-rüddîn ile felsefî meseleler hakkında münazara etmiş, el-Kâmil ile geometri ve cebir problemleri üzerine teatide bulunmuş, meşhur Arap astronomi bilginleriyle temas kurmuştur. İslâm mimarisi ile ilgilendirmiş, özellikle Kudüs'teki Hz. Ömer camiinin sekizgen şekli, yeşil ve altın kubbesi ve sanat harikası minberi dikkatini çekmiştir. Avcılıkla ilgili bilgiler de toplamıştır: "Biz Doğu'dayken Araplar'in şahin avcılığı esnasında yüzlerine örtü geçirdiklerini müşahede ettik. Çünkü Arap kralları bize şahin gönderirken en iyi şahin avcılığı yapanları da birlikte göndermektedirler." (Robert Kantorovicz, Frederick the Second; Robert Gulick, a.g.e., sh. 58).
islâm kurumlaşmış kilisesi ve ruhban sınıfı °hnayan bir dindir. Allah'ın sürekli gözetimi altında nefis terbiyesi ve eğitimin önemi be-urtılir. Allah'ın nezareti vurgulanır. Çünkü O, insana kendi nefsinden daha yakındır. (50: i6)- İslâm bütün insanlığın Allah nazarında tam eŞİtliğe sahip olduğunu vazeder. Rasû-'ullah @ onlara "Arab'ın Acem'e, Acem'i
Arab'a; beyaz'ın siyah'a, siyah'ın beyaza bir üstünlüğü olmadığını, üstünlüğün ancak takvada olduğunu" bildirmiştir: "... Şüphesiz üstünlük muttaki olanlarındır." (49: 13). İnsanoğlunun Allah katında eşit olduğu prensibi İslâm'da Tevhid' den sonra gelen en temel ilkelerden biridir.
İslâm'da iman bütün kan bağlarını aşar ve evrensel bir kavram sunar. İslâm Arap kabile sisteminin siyasî ve sosyal temelini oluşturan eski kan bağı kavramını iman bağıyla değiştirmiştir. Buna göre, "Her kim İslâm'a girerse kendi öz yakınları ve akrabaları ile olan bağlarını, onlarla iman kardeşliği tesis edilmediği müddetçe unutmalıdır." Çünkü kanun önünde eşitlik İslâm nizamının temelidir. De Santilla-na şu güzel hadisd&n bahsetmektedir: "Müslümanlar tek bir vücut gibidirler, veya tuğlaları birbirine kenetlenmiş güçlü bir duvar gibidirler." (Arnold, a.g.e., sh. 287).
"İslâmî sistemde daha sonra geliştirilen her salih amelin kaynağı ve temeli olan Kur'ân yepyeni bir sosyal düzen geliştirdi ve cemiyetin teşekkülü için farklı bir temel oluşturdu." (Beşiruddin, "The Political Theory of islam," Islamic Culture, 8: 588, Ekim, 1934). İslâm öğretisi Tek Allah sevgisi ve yalnızca O'na ibadet ilkesi ile yeni bir tevhid ve kardeşlik anlayışı getirdi, bu kişinin yalnızca ülkesine bağlı kalmasından daha yüce bir şeydi... Bütün insanlık tek bir topluluktu (2: 213; 4: 1; 6: 99; 7: 189; 39: 6; 21: 92).
Muhtemelen, kasden öldürme ile kazaen Öldürmeyi ayırdeden ilk hâkim Hz. Peygamber @'dir. Rasûlullah @'e göre, suçlanan kimsenin niyeti bütün olaylarda belirleyici faktördür (Muhammed Hamidullah, "Administrati-on of Justice in Early islam", Islamic Culture, II: 107, Nisan 1937). Hz. Peygamber @ hâkimlerin iki tarafı da dinledikten sonra eldeki delillere dayanarak karar vermelerini istemiştir. (Tirmizi, Ebu Davud, ve İbni Mâce). Hz. Peygamber @ bu konuyla ilgili bir diğer temel prensibi daha koymuştur: İspat, iddia (şikâyet) sahibine aittir. Maznun (sanık), aleyhinde bir delil yoksa, suçtan yalnızca yeminle kurtulabilir. (Buhari, Müslim ve Ebu Davud).
İkinci Halife Hz. Ömer, Basra'ya vali tayin ettiği Ebu Musa el-Eşarî'ye şu talimatları
kapsayan bir mektup göndermiştir:
1- Adaletle hükmetmek, ilâhî bir emir ve Rasûlullah @'in uyulması gereken bir sünnetidir.
2- Eğer önünüze bir dava gelirse, onu dikkatle muhakeme ediniz ve hükmü mutlak surette uygulayınız. Çünkü en doğru kararlar bile hükmü uygulanmadıkça boşunadır.
3- Her iki tarafa eşit muamele et ki, fakirler adaletinden şüpheye düşmesin, zâlimler de herhangi bir zarına kapılmasın.
4- Delil getirme vazifesi suçlayanındır, aksi takdirde zanlı yeminle beraat eder.
5- Taraflar mahkeme dışında anlaşabiliri ancak anlaşmaları İslâmî emir ve yasi lan ihlâl edemez.
6- Sarih vakalarda bile muhakemenin te rarlanması yasaklanmamıştır; çünkü j niden dava görmek adaletsizlikte ısrar mekten daha iyidir.
7- Bir mesele hakkında Kur'ân ve sünnett açık bir delil yoksa, benzer olaylardan 1 yasla sonuca var. Her şeyi dikkate aldı tan sonra vereceğin hüküm Hakk'a < yakın ve Allah'a sevgili olacaktır.
8- Şikâyet sahibine delil toplaması için sü ver. Eğer bu süre sonunda davasını isptlayamazsa davayı düşür.
9- Ahlâksızlık sebebiyle bedenen cezaland nlmış olanlar (mecludfi-hadd) veya y lancı şahitlik yaptıkları tespit edilm olanlar hariç bütün Müslümanların şeh, deti makbuldür. Kişinin hısım ve akrab; larının şahitliği kabul edilemez.
10- Hakim mağrur tavırlı olmamalı ve gerçi ğin söylenmesi karşısında tatmin olm; mış bir görünüm sergilememelidir. Alla herşeyi bilendir, işitendir ve kişi O'nunl olan muhasebeden kendisini kurtarmal dır." (Prof. Hamidullah, "Administratio of Justice in Early islam," Islamic Cultı re, 11: 107, Nisan, 1937).
İslâm Hukuku hiç kimseyi hatasız ya da hat yapmama konusunda âciz kabul etmez. Bur dan dolayı, Hz. Peygamber @ çok dikkatli k ve kendi şahsı ile ilgili davaların bile görül meşini temin etti ve cezaya uğramadıysa kişi nin hakkını bizzat kendisinden almasına izi verdi.
Hz. Peygamber @, insanın canının, malımı ve şerefinin kutsal olduğunu belirtmiştir (Ibn İshak, Seerah). Arnold'a göre "Arap kanun larından alman müsbet kazançlar arasında sı nırlı ortaklık (girad) ve ticaret kaidelerimi muhtelif teknik yönleri de vardır. Bunlar gö zardı edilse bile Arap kanunlarının bazı ki sımlarının yüksek ahlâkî standartları günümüz modern kavramlarının gelişmesi üzerinde oldukça etkili olmuştur ki asıl kalıcı değer bu olmuştur (a.g.e.).
"Hepsinin üzerinde, İslâm Avrupa'nın serflik geleneğinde olduğu üzere insanın insana köleliğini kabul etmez. Bu nedenle de şehir hayatını teşvik etmiş ve geliştirmiştir. Kast sistemini tamamen ortadan kaldırıp lağvederek toprağın insanlar arasında eşit şekilde bölüşülmesini sağlamıştır." (W. Barthold, Mus-sulman Culture).
Uluslararası hukuk sahasındaki Pierro Bello, Ayola, Vittorio, Gentiles ve diğerleri gibi ilk müelliflerin hepsi İspanya'dan İtalya'ya akın ettiler ve bunların hepsi İslâm'ın Hıristiyan alemi üzerindeki etkisiyle ateşlenen Rönesan-sın mahsulüdürler. (M. W. Hans, Kruse). Do-ğu'da Bağdat ve Batı'da Kurtuba Arap kültürünün meşaleleri olarak durdular ve Arapların güçlü imparatorluğu arasında Avrupa kâh biri, kâh diğeri tarafından hâkimiyet altına alınmak korkusuyla uzun süre yaşadı.
Luther çok iyi Arapça biliyordu, Avrupa'nın çeşitli bölgelerinden Arap üniversitelerine akın eden sayısız insanı söz konusu etmesek bile bazı Papalar ve kilise mensupları da Arapçayı biliyor, Arap kanun ve kültürünü eğitim programlarına alıyorlardı. Avrupa'nın eğitim ihtiyacı yüzyıllar boyunca Arapça kitaplar Latince'ye tercüme edilerek giderilmiştir.
İslâm'ın modern Batı uluslarası hukuku üzerinde en azından oluşum döneminde etkili olduğunu takdir eden nâdir eserlerden biri Nys'in Origines du Droiî Internationale'\ ve of Walker'ıdti (Dr. Hamidullah). Belki bunlara bir de Rus hukukçu Baron de Toube tarafından Hague Uluslararası Hukuk Akademi-si'nde 1926'da verilen dersler eklenebilir. Bu dersler İslâm'ın özellikle Rusya ve Doğu Avrupa ülkeleri üzerindeki etkileri ile ilgilidir. Baron şöyle demektedir: "Avrupa Ortaçağ medeniyetinin değişik kurumlarının doğu kaynaklı olduğu net ve basit olarak görülmese bile silinmez doğu damgası taşımaktadırlar. En azından Müslüman Doğu'nunkine benzer askerî kurumlara güçlü bağımlılıkları oluşu bakımından bu böyledir." (sn. 384).
Baron daha sonra örnekler verir ve Arap tacirler Batı'da İsviçre ve Danimarka'ya, Do-ğu'da Çin'e dek geldikleri vakit Bizanslı Rumların uluslararası ticaret alanında pasif durumda olduklarını açıklar. Delil olarak 1914'e kadar İsviçre'de 38000 parça Arap parası bulunmuş olmasına rağmen yalnızca 200 parça Bizans parası bulunabilmesi gerçeğini dile getirir (sh. 395).
"Bundan açıkça anlaşılmaktadır ki, Müslümanlar daha ilk dönemde bir uluslararası hukuk ilmi geliştirmişler ve bunu siyaset ilminden ve genel hukuktan ayırarak bağımsız bir konu haline getirmişlerdir. Uluslararası hukuk ve ilgili konulara ait ilk dönem İslâm eserlerini incelediğimizde Müslümanlarla Rumların (Bizanslılar) ve diğerlerinin savaş zamanında ve barıştaki ilişkileri hakkında canlı bir fikir ediniriz. Sadece savaşta değil uluslararası hukuk konusunda da nasıl karşılıklı etkinin gerçekleştiğini görürüz
Düşmana, savaşta olduğu kadar barışta da hak tanınmasının kâmil ve hakiki manada gerçekleştirilmesi hâdisesinin tarihte ilk defa Müslümanlar vasıtasıyla olduğunu görmekteyiz. Bu haklar, Kur'ân, Hz. Muhammed @'in sünneti ve O'nun raşİd halifelerinin uygulamalarıyla tasdik edilmiştir. Ayola ve Vİttoria, Genüles ve Grotins ve diğerleri tarafından yazılan jura belli (savaş kanunları) hakkındaki kitapların Roma ve Yunan literatüründe eşi veya benzeri bulunmadığına ve bu kitapların Avrupa'nın bilgi bakımından bugünkü kadar çok gelişmemiş olduğu bir çağın ürünü oluşuna dikkat çekmek şarttır.
"Bize göre, bu eserler cihad ve siyerle ilgili Arapça eserlerin yankılarıdırlar. Romalılar çağı ile Modern çağlar arasında bir bağlantı kurmamız şarttır. Uluslararası hukuk sahasında çağ açan değişikliklerin kaynağım tanımamız şarttır. İslâm'ın uluslararası hukukun dünya tarihi ile ilgili olarak oynadığı rolü görmeliyiz." (Dr. Muhammed Hamidullah, The Müslim Conduct of War, Lahor, 1977, sh. 68-72)
İslâm hamle ve teşebbüs ruhunu büyük oranda teşvik ederek, müminleri Yaratan'in âyetlerini çeşitli yönleriyle tanımaları için yolculuk yapmaya çağırmaktadır: "Allah'ın yaratmaya nasıl başlayıp sonra onu nasıl tekrar edeceğini anlamazlar mı? Doğrusu bu Allah'a kolaydır. De ki: 'Yeryüzünde dolaşın; Allah'ın nasıl yaratmaya başladığını bir görün. İşte Allah aynı şekilde âhiret yaratmasını da yapacaktır.' Doğrusu Allah herşeye Kadirdir." (29: 19-20). Hacc sûresinde şu âyetleri okumaktayız: "Nice kasabaların halkını haksızlık yaparken yok ettik. Artık çatıları çökmüş, kuyuları metruk, sarayları bomboş kalmıştır. Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, orada olanları akledecek kalpleri, işitecek kulakları olsun. Ama yalnız gözler kör olmaz, fakat göğüslerde olan kalpler de körleşir." (22: 45-46).
Kur'ân-ı Kerim'de, insanların yeryüzünü gezmesi ve Rablerinin ayetlerini bu yerlerde mü-şahade etmelerini teşvik edici pek çok âyet vardtr. Lokman süresindeki ayetler de bunlardandır: "Gemilerin denizde Allah'ın lüt-fuyla yürüdüğünü görmez misin? Allah böylece size varlığının delillerini gösterir. Bunlarda, pek sabırlı ve çok şükreden kimselerin hepsine dersler vardır. Dağlar gibi dalgalar insanları kuşattığı zaman, dinini tamamen Allah'a has kılarak O'na yalvarırlar; onları karaya çıkartarak kurtardığında içlerinden bir kısmı doğru yolda kalır. Zaten ayetlerimizi bilerek ancak hain nankörler inkâr eder." (32: 31-32). Yine İbrahim sûresinde şu ayeti okumaktayız: "...Emri gereğince denizde yüzmek üzere gemileri ...sizin buyruğunuza veren Allah'tır." (14: 32). Nahl sûresinde şöyle buy-rulmaktadır: "Taze et yemeniz, takındığınız süsleri edinmeniz ve Allah'ın bol nimetinden faydalanmanız için denize -ki gemilerin onu yara yara gittiğini görürsün-, boyun eğdiren O'dur. Artık belki şükredersiniz." (16: 14).
Kur'ân'ın bu ayetlerindeki güzel gemiler vb. tarifler "uluslararası ticaret ve münasebet sebebiyle maddî fayda temini yanında insanlığı birleştirme ve medeniyeti daha evrensel yapma gibi daha yüce idealleri sembolize etmektedir. İlk adım deniz vasıtasıyla Allah'ın bol nimetinden faydalanmaktır. Ancak daha yüce idealler de söz konusudur. Denizcilik ve uluslararası ilişkiler bilgiyi artırır, bilginin yüce gayesi zihni temizler ve Allah'a yaklaşmaya daha uygun hale getirir." (A. Yusuf Ali, The Holy Qur'an, sh. 659. No: 2037).
Âlim ve râsih olanlann görebildiği Allah'ın âyetlerinden biri de bütün Kudretin nihai kaynağının Allah olduğu hakikatidir. "İnsanoğlu deniz yolculukları için dilediği güç ve modelde gemiler yapabilir ve deniz ilminde ve bununla ilgili konularda bilgi tecrübe bakımından mükemmeliyet derecesine ulaşabilir. Ancak tek başına bu özellikler onun güvenli yolculuklar yapabilmesi için yeterli olmaz. Özellikle denizde korkunç güçlükler vardır. Onlarla karşı karşıya kaldığında yalnızca Allah'ın inayeti kendisine yetişir. Allah'ın inayetini kaybettiği an kişi vasıtalarının, kaynaklarının ve bilgisinin ne kadar sınırlı ve yetersiz olduğunun idrakine varır. Buna benzer olarak, huzur ve sükûnet anlarında kişi ateistler veya müşrikler tarafından güçlüğü uğratılabilir, ancak denizde bir fırtına sonucu herkesin içinde bulunduğu gemi dengesini kaybederse ateist bile Allah'ın varlığını idrak ederek, yalnız bir Allah olduğuna iman edecektir." (The Mea-ning ofQur'an, c. X, sh. 26).
Müzemmil sûresinde şu ayeti okumaktayız: "... Allah, içinizden hastalar, yeryüzünde gezip Allah'ın lütfunu arayan başka kimseler ve Allah yolunda savaşan daha başka insanlar bulunacağını bilmektedir. Onun için Kur'ân' dan kolayınıza geldiği kadar okuyun..." (73: 20). Bu âyet Hz. Peygamber @ ve Müslümanlar için îeheccüd namazının farz oluşunu neshetmektedir ve bunun yerine Müslümanların okuyabildikleri kadar Kur'ân okumaları ve günlük namazlarına dikkat etmelerini salık vermektedir. İbadetle ilgili amellerdekİ bu ılımlı tavır esasta kısmen hasta olanlar ve kısmen cihada gidenler ve kısmen de ticaretle meşgul olanlar için geçerlidir. Yani İslâm'da iş anlaşmalarına, ticaret için yolculuğa ve hayatın meşru yollardan kazanılmasına Öyle önem verilmiştir ki, îeheccüd namazının far-ziyeti neshedilmiştir. Müslümanlara Hacc esnasında (2: 198) ve Cuma namazından sonra (62: 10) ticaret yapma izni verilmiştir. Ticaret ve meşru yoldan hayatını kazanmak "Allah'ın bol nimetini aramak" olarak tavzif edilmiştir. Rasûlullah @ şöyle buyurmaktadır: "Farz olan birçok vazife gibi, helâl yoldan maişetini temin etmek de farzdır." (Beyhaki, Şuub el-iman). Yine şöyle buyurmuştur: "Dürüst ve güvenilir tüccar peygamberler, sıddıklar ve şehitlerle beraberdir." (Tirmizî, Dârimi, Dârekutnî ve İbni Mâce).
Kur'ân ayetleri ve Allah'ın Elçisinin hadisleri ticaret ve seyahat için büyük bir teşvik fonksiyonu gördü ve bir kaç nesil içinde Müslümanlar tüm dünyaya yayıldı. Doğu'da Çin'e, Cava'ya, Sumatfa'ya ve Filipinler'e; ve Ba-tı'da Norveç'e, İsveç'e ve Afrika'nın Batı kıyılarına dek ulaştılar. Onuncu asır ortalarında, Müslüman gemileri Khanfu (şimdi Kanton) isimli Çin limanına ulaştı ve Japonya ve Kore'nin mevcudiyetinden haberleri olduğuna inanmamak için hiçbir neden yoktur. Hindistan ve Seylan'la aktif ve büyük hacimli bir ticaret sürdürülmekteydi. Müslüman gemileri Afrika'nın Doğu sahilinde Madagaskar'a zıt bir konumda yerleşik olan altınıyla meşhur Sufala'ya ulaştılar. Vasco de Gama 1498'de Afrika'yı çepeçevre dolaşıp Afrika'nın doğu sahilindeki Malindi'ye geldikten sonra ona Hindistan yolunu gösteren Arap Ahmed İbni Mâcid adlı bir kaptandı. Portekiz kaynaklarına göre bu kaptanın çok iyi deniz haritaları ve diğer denizcilik âletleri vardı. Abbasi halifelerinin bazıları Süveyş kanalını açma fikri üzerinde durmuşlardır." (Arnold, a.g.e., sh. 96'dan iktibas eden Robert Gulick, Muham-med the Educaîor, sh. 61-62).
Doğu kaynaklı ziraî ve endüstri ürünleri için Avrupa'da yeni bîr pazar oluşturulması, Hıristiyan hacıların ve Haçlıların taşınması ihtiyacı ile birleşince denizcilik faaliyetlerini ve uluslararası ticareti Roma devrinden beri bilinmeyen derecede artırdı. Marseİller bir denizcilik ve deniz taşımacılığı merkezi olarak İtalyan şehir cumhuriyetleri ile rekabet etmeye ve biriken servetten payını almaya başladı. Yeni durumun mâlî icapları daha geniş bir arzı ve paranın daha hızlı dolaşımını gerekli kılmaya başladı. Bu yüzden bir kredi sistemi geliştirilerek 'değerli kâğıtlar' düzenlendi. Cenova ve Pİsa'da bankerlik firmaları ortaya çıktı ve bunların Levant'ta şubeleri açıldı. Templarlar kredi mektupları kullanmaya ve ipotek karşılığı borç alıp faizle borç vermeye başladılar. Belki de Latinler tarafından basılan ilk altın para Kutsal Topraklarda Venedikliler tarafından darp edilen Byzantinius Saracenatus'tur ve Arapça yazılar taşır." (Philip K. Hitti, Hisîory of the Arabs, Londra, 1974, sh. 668-669).
Daha önce bahsedildiği Üzere, Kur'ân diğer memleketlere yolculuk etmeyi ve ticaret vasıtasıyla maişet teminini teşvik etmiştir. Müslümanların bu atılımcı ruhu Mekke'ye her yıl yapılması gereken Hacc yolculuğu ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar namaz kılmak için Kabe'nin yönünü tayin etmeleri gereği gibi sebeplerle daha da güçlenmiştir. Böylece İslâm kısmen dinî sebeplerle ve kısmen de uzak memleketlerdeki insanlarla ilişki kurarak yeni ve daha iyi ticaret usûlleri geliştirilmesi gibi sebeplerle coğrafya ilminin gelişmesinde teşvik unsuru olmuştur. İslâm hâkimiyeti yayılıp bilinen dünyanın büyük kısmında barış tesis edildikten sonra Müslümanlar hemen cesaretle ticarî faaliyetlere teşebbüs ettiler. "Yedinci ve dokuzuncu yüzyıllar arasında, Müslüman tüccarlar hem deniz hem kara yoluyla Çin'in doğusuna ulaştılar, Zanzibar adasına ve güneyde Afrika'nın en uzak sahillerine vardılar, kuzeyde Rusya'ya nüfuz ettiler ve batıdaki ilerlemeleri yalnızca 'Karanlıklar Denizi'nin (Atlantik) korkutucu suları tarafından engellenebildi.
Geriye dönen tüccarların anlattıkları, uzak memleketler ve yabancılar hakkında halk arasında tabii bir merak uyandırdı. Anonim bir yazar tarafından 851 yılında kaleme alınan Fars Körfezi'nde Siraf'lı Süleyman el-T^cir'in hatıraları bize Çin'in ve Hindistan sahillerinin Arapça'daki ilk tasvirlerini verir. Bundan ve benzeri hikâyelerden tedricen De-nîzcİ Sinbad adı etrafında toplanan maceralar ortaya çıkmıştır. Rusya ile ilgili ilk güvenilir eser Volga kıyısında meskûn Bulgarlar'ın Kralına, el-Muktedir'in 921'de gönderdiği Ahmed b. Fadlan b. Hammad tarafından meydana getirilmiştir. Yakut'un Mucem-ul Buldan adlı abidevî coğrafya ansiklopedisinde bu olaylar yeniden kaleme alınmıştır. Mu-cem-ul Buldan çağının bütün coğrafî bilgilerini ve tarih, etnografya ve tabii bilimler hakkında değerli bilgileri ihtiva eder (Milâdî 1179-1229). Mes'ûdî Dinyeper'e bağlı Pripet yakınlarındaki Slav kabilelerinden el-Dir arasındaki Müslüman tüccarlardan bahseder... Ünlü Harizmî daha sonraki çalışmalara temel teşkil eden ve coğrafî araştırmaları ve yeni orijinal eserler verilmesini teşvik etmiş olan Suret-ül Ard (Yeryüzünün Görünümü)ünü meydana getirmiştir. Hemedanî (öl. 945 M.S.), el-Iklîl ve Sifah Ceziret-ül Arab adlı iki eser vermiştir ve bu eser bizim İslâm öncesi ve İslâm'dan sonraki Arabistan hakkındaki bilgilerimize önemli katkılar sağlamıştır.
Astronomik coğrafyanın belli yönleri Ebû Ma'şer tarafından ele alınmıştır. Bunlar arasında med-cezir olaylarının nedenini açıklayan nerdeyse tamamen doğru bir teori de mevcuttur. Yine, kürevî enlem boylamlar arası mesafe ile ilgili bilgiler Batı'ya Fergânî'nin coğrafya ile ilgili çalışmalarının tercüme edilmesiyle ulaşmıştır... Latin Batı, Arap müelliflerin eserlerine, takvim hazırlamak, yıldız tabloları ve burçların çizimlerini elde etmek ve Kutsal Metinlerin gizli manalarım anlamak maksadıyla ilgi göstermişlerdir. Astronomi, astroloji ya da coğrafya ile ilgili bütün bu bilgi yığını Batı'ya İspanya ve Sicilya vasıtasıyla ulaşmıştır." (History of the Arabs, sh. 383-387).
Arap coğrafyacıları "dünyanın küreselliği" şeklindeki eski inanışı canlı tuttular, bu olmasaydı Yeni Dünya'nın keşfi de mümkün olmayacaktı. Dünyanın küresel olduğu fikrini geliştirenlerde biri onuncu asnn ilk yansında, Ebu Ubeyde Müslim el-Balansî (Valensİya'lı) idi. Makrizî Harizmî'nİn gezegen tablolarını (zîc) gözden geçirip düzeltti. Bu tabloların başlangıç noktasını Yezdegird döneminden İslâm'ın başlangıç dönemine getirdi ve arin meridyenini bir noktaya kadar Kurtuba'ya çevirdi. 1140'ta el-Battanî 900 civarında gezegen tablosu meydana getirmiştir. Bunların tamamı Tivoli'li Plato tarafından Latince'ye çevrilmiştir.
Toledo Tabloları Zerkâlî ve Ebû İshak İbrahim b. Yahya tarafından (1087 M.S.) hazırlanmıştır. Bu tablolar Batlamyus ve Harizmî'den derlenen coğrafî bilgilerden müteşekkil olup Cremona'lı Gerard tarafından onikinci yüzyılda Latince'ye çevrilmiştir. Marsilya'h Raymond'un eserleri de yine benzer şekilde (1140'ta) Zerkâlî'nin astronomik kurallarından mülhemdir. Batlamyus'un Akdeniz'in uzunluğu ile ilgili olarak tesbit ettiği 62°'lİk mesafe Harizmi tarafından 52°'ye indirilmiştir ve muhtemelen el-Zerkâlî yaklaşık olarak doğru olan 42° rakamını bulmuştur. Zerkâlî safihe adı verilen usturlâbı icat etmiş ve yıldızlara izafeten güneşin en yüksek noktasını ilk keşfeden kişi olmuştur.
Müslüman astronomi âlimleri göklerde tamamen kendilerinin meydana getirdiği öyle ölümsüz iz ve kalıntılar bırakmışlardır ki herhangi bir basit gök haritası üzerinde yıldız ve takımyıldızı isimlerine bakan biri bu izleri derhal farkedip görür. Acrap (akrep), Algedi (el-cedi, oğlak), Altair (el-ta'ir), Deneb (ze-neb, kuyruk) ve Pherkad (farkad) gibi Avrupa dillerindeki Arap kökenli yıldız isimlerinin yanısıra azimuth (elsumut), nadir (nezir) ve zenith (el-semt) gibi bir takım teknik terim de Arapça kaynaklıdır ve İslâm'ın Hıristiyan Avrupa'daki zengin mirasının şahididirler (P. K. Hitti, sh. 568-573).
Bir diğer Müslüman âlim Birûnî de daha sonraki nesiller için pek çok faydalı bilgiler bıraktı. Onbirinci yüzyıl itibariyle Müslüman tacirlerin Hint Okyanus'u yakınındaki Cava adalarına giderek orada yerlilerle evlendiklerini Birûnî'den öğrenmekteyiz. Araplar'm Avustralya'yı biliyor olmaları da muhtemeldir ve İbni Rüşd'ün 'günlerin yalnızca 6 saat sürdüğü Zencilerin memleketi' diye tarif ettiği yer Güney Avustralya'ya uymaktadır. Birûnî'nin Güney Afrika ve Mozambik ile ilgili bilgisi de vardı. 1331 tarihli Çin resmî haritası ya Müslüman coğrafyacılar tarafından ya da onların tesirinde hazırlanmıştır. (Ah-med Zeki Velidî, "islam and the Science of Geography," Islamic Culture, 8: 514, Ekim, 1934). Müslüman coğrafyacılar, ülkeler ve insanların hayatı, örf ve âdetleri, dil ve inançlarını tavsif işine Yunan müelliflerden daha ziyade değer vermişlerdir. Onların enlem ve boylam tespitindeki kesin doğruluğu da hayrete şayandır.
İslâm'ın, araştırma şartlarını iyileştirdiğine dair aşağıdaki yazı, belli başlı coğrafî incelemelerin tamamlanması ile ilgili olarak yazılan Birûnî'nin bir el yazmasından alınmıştır (21 Eylül 1025).
"(Batlamyus'un) Coğrafyası'mn enlem ve boylamlarla İlgili kısmındaki pek çok bilgi uzak diyarlardan gelen rivayetler üzerine bina edilmiştir... Bu verilerin inşa edildiği temeller yalnızca söylentilerdir. Ancak, geçmişte söz konusu memleketlere ulaşmak (el-tebayyun el-millî) ülke sınırlarına bağlı olarak çok zor olmakta idi. Çünkü memleketler arası yolculukta en büyük engel bu sınırlardı. Mesela, Yahudilerin yaptığı gibi Allah'a daha yakın olmak gayesiyle diğer kavimlere mensup kimselere haince saldırılarda bulunuluyordu. Veya bunu aratmayacak tarzda Romalılar'ın yaptığı gibi yabancılar esir alınıyor. Veya seyyahlar, yabancı oldukları gerekçesiyle geri çevrilebiliyor, her konuda şüphelenil iyor,teh-likeli ve son derece güç hâllere düşebiliyorlar.
Şartlar bütünüyle değişik olmakla birlikte, doğudan batıya nüfuz eden İslâm, Batı'da İspanya'ya (Endülüs), doğuda Çin sınırına ve Hindistan ortalarına, güneyde Habeşistan ve Zenci memleketlerine (Güney Afrika, Malay adaları ve Cava) ve kuzeyde Türklerin ve Slavların memleketlerine dek yayılmıştır.
Böylece pek çok değişik millet (el-umem el-muhtelife) karşılıklı anlayış çerçevesi içinde bir araya geldiler ki, bu ancak Allah'ın dilemesiyle mümkün olan güç bir iştir (ülfet).
Artık yeryüzündeki memleketlerle ilgili bilgi edinmek daha kolay ve daha güvenlidir. Şimdi görmekteyiz ki, Batlamyus'un Geog-raphy's'mde doğuda gösterdiği memleketler gerçekte daha batıda ya da aksi bir bölgede yer almaktadır."
Yukarıya yaptığımız bu iktibas, Batı'da yaygın olan, 'Araplar Greklerden gelen her şeyi olduğu gibi almışlar veya yalnızca taklit etmişlerdir' şeklindeki iddiayı da çürütmektedir. Barthald'un ifadesine göre günümüz ilim adamlarının 'son bin yıldır Orta Asya'da iklim ve fızikî-coğrafî şartların çok az değiştiği' şeklinde vardıkları hükmü mümkün kılan malzemenin kaynağı Arap coğrafyacılardır. (Barthold, a.g.e.). Batı'da en iyi bilinen Arap coğrafyacılarından biri olan İbni Batuta (1304-1378)'mn Orta Asya'ya yaptığı ziyaretleri anlattığı eserler haklı bir üne kavuşmuştur. Mes'ûdî (öl. M. S. 956), Doğu'yu karadan ve denizden dolaşmıştır. Ne yazık ki Müslüman öncülerin tarihi, coğrafyası ve felsefesi ile ilgili otuz ciltlik ansiklopedisinden bugüne kalan sadece tek cilttir. Bazıları The Golden Meadows (Altın Çayırlar) adlı eserini, onun yoğun bir emek mahsulü ansiklopedisinin özeti olarak kabul ederler. The Golden Meadows Arapça'daki en hoş kitaplardan biridir. Makdisî mükemmel bir edibtir ve günümüzde diğer ülkelerin kültürel arkaplam-na ilgi duyacağımızı sezinlemiş biri olarak kabul edilebilir.
İbni Rüşd dünyanın zirvesi olan arin kubbesinden bahsetmiştir, bu Ailly'li Kardinal Pe-ter'in Imago Mundı sinde mevcut olan bir fikirdir. Imago Mundi fikrine âşinâ olan Kris-tof Kolomb, dünyanın yuvarlıklığı sonucuna muhtemelen buradan varmıştı. En azından, bu fikir onun teoriyi takip etmesini teşvik eden bir unsur olmuştur. Dahası, Kardinal Peter'in onayladığı bir doktrini savunuyor olduğu için dinsizlik ettiği gerekçesiyle takibata da uğramaktan kurtulmuş oldu. Böylelikle İslâm'ın coğrafî görüşü, Yeni Dünya'nın keşfinde hissesi bulunduğunu iddia edebilir." (Arnold, a.g.e.'den naklen Muhammed the Educator).
Halife Me'mûn'un gözlemcileri olan ünlü astronomi âlimleri yalnızca yıldızların sistematik gözlemlerini yapmakla kalmamışlar, aynı zamanda Batlamyus'un Almagest'indeki bütün temel unsurların hesaplarını şaşılacak kadar kesin sonuçlarla sağlamışlardır: Eklip-tik eğim, ekinoks'un gerilemesi, güneş ve ay tutulmaları, güneş yılının tesbiti... Me'mûn'un astronomi alimleri jeodezi alanında en mükemmel bir işi gerçekleştirip yerin 1 derecelik mesafesini ölçmüşlerdir. Amaç danyanın küresel olduğu kabulüyle onun çevresini ölçmekti. Ölçüm Fırat'ın kuzeyinde Palmira yakınlarındaki Sincar ovalarında gerçekleştirildi ve bir meridyen derecesinin 562/3 Arap mili uzunluğunda olduğu tespit edildi ki, bu şaşılacak derecede doğru bir sonuçtur. Bugünkü ölçüm değerini 2.877 fît aşmıştır. Bu dünyanın çevresinin 20.400 mil, çapınm da 6500 mil olduğu sonucuna götürür... Harizmî'nin Macritî (1007) tarafından gözden geçirilen ve 1126'da Bath'lı Adelard tarafından Latince'ye çevrilen Tables (Zîc) Doğu ve Batı'da diğer eserlerin yazılmasında başvuru kaynağı oldu. Bu tip Arap astronomi cetvelleri bütün önceki Yunan ve Hint cetvellerinin yerini aldı ve Çin'de dahi kullanılmaya başlandı.
Battanî (877-918) Batlamyus'un bazı bulgularını ıslah etti ve ayın ve bazı gezegenlerin yörüngeleri ile ilgili hesaplan düzeltti. Güne-Şİn yıllık tutulma ihtimalini ispatladı, ekliptik eğimi büyük bir kesinlikle tespit etti ve ayın görünebilmesi ile ilgili orijinal teoriler sundu. Birûnî (973-1050) o vakitler su götürür bir teori olarak kabul edilen dünyanın kendi ekseni etrafında döndüğü konusunu eserlerinde tartışmış, paralel ve meridyenler arası mesafeyi kesin olarak hesap etmiştir. (P. K. Hitti, a. g. e., sh. 373-378).
Müslümanlar astronomiyle ilgili değerli ve esaslı gözlemlerde bulundular. Barthold'a göre Müslümanların astronomi cetvelleri ve yıldız katalogları, Ortaçağlarda son sözü temsil ediyordu ve astronomi ilmi teleskop mükem-melleştirilmeden Önceki en yüksek noktasına Müslümanların eserleri sayesinde ulaşmıştı. (Muhammed the Educator, sh. 93-94).
Fargânî, Latinceye Cremona'lı Gerard ve Jo-hannes Hispalensis tarafından tercüme edilen bir astronomi kitabı yazmıştır. Rönesans zamanında, Regiomontanus Compendium adlı bu eseri inceledi ve Melanchthon bu incelemeye dayanan yeni basımını 1537'de Nurem-berg'de gerçekleştirdi. (R. L. Gulick, sh. 88).
Hitti'ye göre, Latin Batı'ya astronomi ve astroloji ile ilgili Doğu kaynaklı ilham ve bilginin akışı İspanya kanalıyla olmuştur. Önde gelen Müslüman astronomi eserleri Latince'ye İspanya'da tercüme edilmiş ve onüçün-cü yüzyılda (Kastilya ve Leon kralı) 10. A3-fons'un himayesinde derlenen ve kendi adıyla anılan cetveller, Arap astronomisinin geliştirilmiş şeklinden başka bir şey değildi... Tole-dan Tables (Toledo Cetvelleri) olarak adlandırılan bu eserler başlıca Zerkalî, Ebu İshak b. Yahya (1087) gibi Endülüslü Müslüman ve Yahudi astronomi âlimlerinin yaptıkları gözlem ve araştırmalara dayanmaktadır.
Müslüman astronomi âlimleri astronominin temel âletlerinden usturlabı icat ettiler. Endülüslü Ali b. Halef (onbirinci yüzyıl), Oğlak ve Yengeç dönencelerinin ekliptike dik açı yapan bir levha (evrensel levha) üzerinde yerlerini belirledi. Bundan kısa bir süre sonra, Batılıların Azarquiel olarak bildikleri Zerkalî (öl. 1087), ekvator ve ekliptik dairelerinin projeksiyonlarını aynı levha üzerinde belirlemeyi mümkün kılan bir usturlap tipi (safiha) icat etti. Bu usturlab yüzyıllar sonra Frisia'lı Gemma (1508-1555) tarafından astrolabum (sic.) caîholicum adıyla yeniden canlandırıldı. Muzaffer Şerefüddin Tûsî'nin (öl. 1213) lineer usturlabı bu aletlerin en kolay kullanılır hale getirilmiş olanı olarak kabul edilebilir.
Kurtuba'nın çok yönlü alimlerinden Abbas İbni Firnas'ın (dokuzuncu yüzyıl) evinde yıldızların, bulutların, şimşek ve gokgürültüsü-nün bulunduğu bir oda hazırladığı söylenmiştir. Birunî'ye ait mücehhez bir usturlabın çizimleri halen mevcuttur ve bu konuyla ilgili ikna edici bir delildir. Bu mekanik tertibat İb-nü's-Semh tarafından "yedi gezegenin levhasına dönüştürülerek mükemmelleştirildi ve Orta çağın hatt-i istiva âleti (gezegenlerin hareketini belirlemeye yarayan alet) hâline getirildi ve bu da mekanik saatin Öncüsü oldu.
Arap âlimlerinin en büyük başarılarından biri Batlamyus'un teorisini terkederek kıble yönünü tayin için trigonometrik hesaplara başvurmuş olmalarıdır. Bu mânada, küresel trigonometrinin temel formüllerini bulan el-Battânî'nin, sinüsler teorisi nedeniyle Ebu Nasr'ın (öl. 1036); kıblenin azimutunu tesbit için kotanjant teoresini bulan İbni Heysem'in eserleri Batıyı etkilemiş çok önemli eserlerdir. Battânî mümtehan cetvellerinin müellifidir ve pek çok kat'î rasatta bulunmuştur. Öyle ki güneşin halkavi tutulmasın varlığını göstermeye muvaffak oluşu, yüzyıllarca sonra (1749) Dunthorne'nun ayın hareketlerine bir yüzyıllık seyrini tesbit etmesini mümkün kılmıştır, Battânî'den sonra İbni Yunus (Öl. 1009), Zerkâlî ve pek çok diğerleri gelmiştir. Zerkâlî ve çalışma arkadaşlarının çabaları sayesinde Teledo Astronomi Cetvelleri meydana getirilmiştir.
Müslüman astroloji âlimleri, onüçüncü yüzyılda, güneş ve ayın astrolojik takvimini gösteren sistemi de keşfettiler. Daha sonra bunu diğer gezegenlere uyarladılar. Gerçek yıllık tarihleri hesaplamaya muvaffak oldular. Bunlar okyanusötesi seyahatler başladığında yaygın, olarak kullanılmaya başlanmış olan takvimlere kaynak teşkil etmişlerdir (The Le-gacy of islam, sh. 474-482).
Horasan'da Belh şehrinin yerlisi olan ve Bağdat'ta yetişen Ebu Ma'şer (886) astroloji ilminin en Önde gelen şahsiyeti idi. Hıristiyanlarca Orta Çağda Albumasar adıyla anılarak sık sık kendisine atıflarda bulunulmuş, bir konuyu tasvirde şekil kullanması bakımından Öncü kişi olarak kabul edilmiştir. Eserlerinden dördü onikinci yüzyılda İşbiliye'li (Sevil) John ve Bath'h Adelard tarafından Latince'ye çevrilmiştir. Astrolojik olayların doğum, Ölüm ve hayatın olayları üzerinde etkili olduğu şeklindeki fantezi inançlarının yanında Ebu Ma'şer Avrupa'ya med-cezir kanunlannı da hediye etmiştir. Bir risalesinde med-cezir olaylarının ayın yükselişi ve batışı ile ilgisini tanımlamıştır. Müslümanların eserlerinin bir kısmı zaman zaman, özellikle İspanya'da, Latince'ye tercüme edilmiştir, ve Hıristiyan Avrupa'da ilmin gelişmesinde belirleyici tesirleri olmuştur (R K. Hitti, a.g.e., 378).
Ebu Ma'şer ilk astroloji âlimlerinin en nüfuzlu ve muhterem ismidir. Onun batı felsefesinin gelişimine olan etkisi ayrıntılı bir araştırmanın konusu olmuştur. Yıldızların ve burçların işaretlerinden birtakım mânalar çıkaran nazariyesi Rönesans ressamları üzerinde büyük tesir bırakmıştır. İslâm'ın ilim mirasının umulmadık bu yönü, araştırmaları tebdil eden bu tasvirli dersi gösteren A. Worburg tarafınHan ortaya konmuştur... Astroloji konusunda en kapsamlı ders kitabı Kayrevan'lı Ali İbni Eb£'l-Racal'a aittir (Latince'de Haly Filius Abenregal). el-Bari fi Ahkam-ül Nücum adlı kitabı 10. Alfonso el-Sabio için İspanyolca'ya tercüme edilmiş olan eserlerden biridir. Astroloji hakkındaki bir diğer eseri İspanyolca'ya, Latince'ye ve en az üç kez İbranice'ye tercüme edilmiştir. Eserlerinin etkisi Reform dönemine kadar süregelmiştir." {The Legacy of islam, sh. 441-442).
"Her halükârda takvime duyulan ilgi, müslü-man astronomların başlıca meşguliyeti olarak, Celâli takvimine kadar devam etti. Hayyâm da dahil olmak üzere bu takvimin icadında rolü olan Selçuklu bilginleri bugüne kadar geniş ölçüde kullanılmış olan en kesin ve mükemmel şekliyle güneş takvimini ortaya koydular. Müslüman astronomlar, çiftçiler tarafından kullanılan ve Batıda en tanınmışı Kurtuba takvimi olan daha halk tipi takvimler de İcad ettiler. Bu takvimler Batılı çiftçilerin takvimlerine model olmuşlardı. Zaten (alma-nac) yıllık takvim kelimesinin Arapça iklim anlamına gelen el-munahdan geliyor olması, müslüman eserlerinin bu alanda Batı'ya tesirini ortaya koymaktadır.
Astronomi alanındaki yaygın faaliyetler, Ebû Seni el-Kûhî ve Şiraz'da günün uzunluğunu kesin olarak hesaplayan ve Suver el-kevâkib (Yıldızların Şekilleri) adlı eseri gözleme dayalı astronominin şaheserlerinden biri sayılan Abdurrahman es-Sûfî gibi simalarla devam etti... X. Alfanso el-Sabio'nun Libros del Sa-ber de Astronomia'sı vasıtasıyla da 'yıldızların mevkileri'ne dair ilim alanında Batı'yi oldukça etkilemiştir. Müslüman astronomların bilimin tabiatında meydana getirdiği fiilî değişikliği anlayabilmek için Emile Meyerson ve Henri Poincare gibi modern bilim filozoflarının tartışmalarım incelemekte fayda vardır. Onlara göre, özellikle İbni Heysem (Latince'de Alhazen) matematik ile ilgili ilimleri fenomenleri matematik modellerle açıklamaktan, realitenin bir yönünü keşfetmeye döndürmüştü." (Seyyid Hüseyin Nasr, Isla-mic Science, Londra, 1976, sh. 96, 99 ve 133).
Araplar Yunanlıların ilmî teorilerini Arapça'ya çevirerek korumuş ve yaymışlardır. Bu teoriler Orta Çağların ilk dönemlerinde araştırmanın uluslararası dili haline gelmiştir. Baron Carra de Vaux'ın ifadesi ile "Rönesans döneminden insanlar yeniden bilgiye susa-mışlık ruhu ile dolduklarında ve deha kıvılcımı ile harekete geçtiklerinde, hemen çalışmaya, üretmeye ve keşfe başlayabilmiş olmalarının sebebi Araplar'ın bilginin değişik dallarını korumuş ve mükemmelleştirmiş olmaları, araştırma ruhunu dinamik ve hırslı tutmuş olmaları ve gelecek keşiflere uyum gösterecek esneklikte idame ettirmiş olmalarıdır." (Ar-nold, a. g. e.).
İlk matematik âlimi Hârizmî'dir (birden dokuza kadar olan Arapça rakamları ve sıfırı tanımlayan algoritma kelimesi onun isminden türetilmiştir). Avrupa on'lu basamak sistemini onun aritmetik, cebir ve astronomi ile ilgili Latince'ye çevrilmiş eserlerinden almıştır.
İkinci dereceden denklemler teorisi onaltıncı yüzyıla kadar Hârizmî'nin bıraktığı şekilde kalmıştır. Onsekizinci yüzyılda, meşhur cebir âlimi Piza'lı Leonardo Fibonacci, Araplara çok şey borçlu olduğunu açıkça belirtmiş ve Arapların yöntemlerini Pisagor'unkinden üstün telakki etmiştir. Sıfır batıda tanındığından en az 250 yıl öncesinde Araplar tarafından bilinmekteydi. Cebir ve boş (c'vpher-sıfr) kelimeleri hesap ilminin kuruluşunda ve yaygınlaşmasında Arapların oynadığı rolün canlı şahitleridirler.
Sinüslerin kullanımı Araplar tarafından Ödünç alınmış bir Yunan icadı değil, bilakis Müslümanlar tarafından trigonometri ilmine doğru atılmış gerçek bir adımdır. Sinüsleri ilk kullanan İbni Kurra'dır. Tartılarla ilgili eserinde, Ebû Cafer el-Hazin denge ve yer çekimi fikirlerini yüksek seviyede geliştirmiş ve özgül ağırlıklar konusunu tartışmıştır. Barthold'a göre, trigonometrik fonksiyonlar bilgisi Avrupa'ya ilk olarak Battânî'nin eserlerinden girmiştir. Tanjantların trigonometrik formüller içinde yer alması Ebû'1-Vefa sayesinde olmuştur. Regiomontanus tanjantları yeniden keşfetmemiş, bilakis onları Battânî, Câbir bin Eflah ve diğerlerinin eserlerinde bulmuştur. Hindu aritmetiği Araplar tarafından büyük Ölçüde geliştirilmiştir. Bilinmeyen miktarların tespiti ile ilgili bütün kuralları bulmuşlardır. Ebû'1-Vefa parabollerin dörtgenliğini ve paraboloidin hacmini de bulmuştur. Battânî'nin çağdaşı olan Habeş el-Hasib (öl. 929), bir kare ya da dikdörtgenin parçalarında kotanjant tablolarını icat etti. Güneşin yüksekliği, kotanjant yardımıyla Battânî tarafından açıklanan bir formül ile tespit edilmiştir. 'Bu da bi-zi Yunanlıların vardığı noktaların çok ötesine ulaştırmakta ve modern bilim çağını gerçekten açmaktadır." (Amold, a. g. e.)
"Ebû'l-Vefa'niH eserlerinde, yanlışlıkla Co-pernicus'a izafe edilen, sekant formülleri de bulunmaktadır. Böylece; onuncu ve onbirinci yüzyıllarda, İslâm düşünürleri yirminci yüzyıl medeniyetinin altyapısını oluşturan bu keşiflere nihai şekillerini vermişlerdir." (Muham-med the Educator, sh. 87-90).
Kindî (öl. 873) düşen cisimlerle ilgili kanunları bulmaya çaba göstermiştir. Fârâbî'nin musikî hakkındaki büyük eseri logaritma fikrinin tohumlarını taşımaktadır. Carra de Vaux şöyle izah etmektedir: Bu eserin logaritmayı içermiş olması muhtemeldir, çünkü, perde farkları, tam perdeler, yarım perdeler, çeyrek perdeler, ikililer, vb.nin toplamı perdeleri tanımlayan notaların uzunluklarının çarpımına ve çıkarıldıklarında ortaya çıkan değer bu terimlerin bölümüne denk düşmektedir; yaylı bir çalgıdaki hatalar logaritmik bir kuralla bağıntılıdır." (Amold, a. g. e.).
Ömer Hayyâm'm (öl. 1123) eseri hakkında yorumda bulunan Carra de Vaux şöyle yazmaktadır: "Cebir kitabı üstün seviyeli bir eserdir ve bu bilimin Yunanlılarda gördüğümüzden çok daha ileri seviyelerini temsil etmektedir." (Arnold, a.g.e.). Sarton, Ömer'in takvimini şöyle övmektedir; "Onbirinci yüzyıl sonuna olağanüstü şaşırtıcı bir başarı ile ulaştı. Ömer Hayyâm'ın Ta'rih-i CelilTû (1079), bu takvim muhtemelen bizim Gregor-yan takvimimizden daha doğru idi. Kastilyalı Alfonso o vakte kadar yapılan halka bileziklerin en İncesini ve mükemmelini yaptırtmak istediğinde, bilgi için Araplara başvurmuştu." (Arnold, a.g.e.)
Nasirüddin Tûsî küresel trigonometri hakkında bir kitap yazdı. Düzlem ve küresel trigonometri için temel kuralları tesbit etmiş, düzlem trigonometriyi küre geometrisine uygulayarak kutta (trasversale) teoremlerini incelemiştir. Sıfırın kullanımını bulan Araplar böylece aritmetiğin günlük hayatta kullanılmasını sağlamışlardır. Cebiri tam bir ilim haline getirmiş ve bir hayli geliştirmişler, analitik geometrinin temellerini atmışlardır. Doğruyu ifade etmek gerekirse, Yunanlılar zamanında mevcut olmayan düzlem ve küresel trigonometrinin yaratıcısı olmuşlardır." (R. L. Gu-hıck, a.g.e., sh. 87-92)
"Sabit b. Kurra'nın 'exhaustion metodu' Yunan yönteminden kısmen bağımsızdı. (Çünkü o bu yöntemin varlığını bilmiyordu) ve modem integral matematiğinin bir ilk kıvılcımı olarak kabul edilebilir." (The Legacy of islam, sh. 471).
Hârizmî (780-850) "İslam kültürünün en büyük ilim dehalarından biri idi ve matematiksel düşünceyi orta çağda en geniş Ölçekte etkilemiştir. Bilinen en eski aritmetik ve cebir kitabım telif eden odur. Cebir kitabı Kitâ-bü'UMuhtasar fî Hesabi'l-Cebri ve'l-Mukâ-bele, integral ve denklemlerin hesap edilmesi ile 800'den fazla problem çözümünü ihtiva eder. Halen varlığını sürdüren en Önemli eseridir. Cremona'h Gerard tarafından onikinci yüzyılda Latince'ye çevrilen bu eser onaltıncı yüzyıla kadar Avrupa üniversitelerinde temel matematik ders kitabı olarak okutuldu ve Avrupa'ya cebir ilmini tanıtıcı bir rol üslendi. Adına atfen algoritmi olarak isimlendirilen Arapça rakamların Avrupa'da tanınması da onun eserleri sayesinde olmuştur. Etkilediği sonraki devir matematikçileri arasında Ömer Havyam, Piza'h Leonarda Fibonacci (1240' tan sonra) ve Floransalı usta Jacob vardır. Ja-cob'un 1307 tarihli İtalyanca matematik kitabında ve Leonardo'nun eserlerinden birinde, Müslüman matematikçiler tarafından verilmiş ikinci dereceden denklemlerin altı değişik tipi mevcuttur. Hayyâm'ın cebiri Hârizmî'ninkinc kayda değer katkılarda bulunmuştur." (IV.-K. Hitti, a.g.e., sh. 379-380)
Bir diğer büyük matematikçi, Ebû'l-Abbâs İbni Bennâ el-Merrakûşî (1256-1321) "matematiğin bütün dalları hakkında yetmiş kadar eser kaleme almıştı. Konuyla ilgili en iyi müslüman eserleri arasında sayılan Telhîsü A'mâl el-Hisab (Aritmetik İşlemlerin Özeti) adlı eseri bunlar içinde en başta gelenidir. Yine sayı teorisi hakkında Tuhfet el-i'timâd (Güven Hediyesi) adıyla Türkçe bir eser kaleme almış olan İbni Hamza el-Mağribî zikredilmektedir.
Sonuç olarak müslümanlar kendilerinden Önceki mirası aşan hesaplama teknikleri geliştirmişlerdir. Bu durum özellikle Nasîrüddîn Tûsî'nin Meraga'daki çevresinde görülmektedir ki, bu çevrede tanjantler cetveli için milyonda bire varan kesinliğe ulaşılmıştı. (Sey-yİd Hüseyin Nasr, a.g.e., sh. 81).
Emir Ali'ye göre, "yüksek matematiğin her dalı Müslüman dehasının izlerini taşır. Yunanlıların Cebİr'i icat ettikleri söylenir, ancak, Qelsner'in de işaret ettiği gibi onlar arasında cebir 'kadeh eğlenceleri' sırasında hoşça vakit geçirmeyi sağlamakla sınırlı kalmıştır. Müslümanlar bu ilme o zamana kadar bilinmeyen bir değer vererek onu yüksek gayeler için kullandılar. Sadece cebir, geometri ve aritmetik değil, optik ve mekanik sahaları da Müslümanların elinde büyük gelişmeler kaydetti. Küresel trigonometriyi icat ettiler; geometriye cebiri ilk uygulayanlar, tanjantı ve trigonometrik hesaplarda yayların ölçümlerini bulmada sinüsü çıkarma işlemini bulanlar Müslümanlardır. Hesabın coğrafî sahada kullanılması ve bu alandaki ilerlemeleri dikkate şayandır.
İbni Hallikan'ın, Makrizî'nin, Istahrî'nin, Mes'ûdî'nin, Birûnî'nin, Kumî'nin, İdrisî' nin, Kazminî'nin, İbni Virdî'nin ve Ebû'l-Fi-da'nm resm el-ard adım verdikleri eserleri Arapların ilmin bu dalında ulaştıkları noktayı çok güzel bir şekilde göstermektedir. Avrupa'nın dünyanın düz olduğuna inandığı ve bunun aksini düşünenleri yakmaya canı gönülden hazır olduğu bir dönemde Araplar coğrafyayı kürelerle öğretiyorlardı." (The Spirit of İslam, sh. 384).
İslâm dünyasının diğer iki büyük matematikçisi Ebû Kâmil Suca b. Eşlem ve İbrahim b. Sinan'dır (908-946); bunlardan ilki Mısır'lı olup onuncu yüzyılın başlarında Hârizmî'nin cebirini mükemmelleştirmiştir, ikincisi ise Sabit b. Kurra'nın torunudur ve integral hesabı icat edilmeden önce parabolün ölçümleriyle ilgili en basit hesap metodu olan işlemi bulmuştur." (Hitti, History of Arabs, sh, 392).
Müslüman fenbilimcileri de ilahiyatçılar gibi fizikle ilgilendiler. Çünkü tabiat felsefesi ve metafiziğe karşı ilgileri vardı. S. H. Nasr'a göre İbni Sina, Kindî, Molla Sadra, Nasirüd-din Tûsî ve diğerleri "fizikle özel olarak ilgilenmiş olsun ya da olmasın neredeyse her büyük müslüman filozof eserlerinde bu konuy, bir bölüm tahsis etmiştir. Zira gelenekse doktrinlerde fizik, metafiziğin bir uygulama sidir ve fiziğin prensipleri yalnızca metafizik te bulunabilir
Zamanı, haraketin ölçüsü olarak değerlendirme fikri Aristo'dan alınmış ve İbni Sinâ'nır Şifâ 'sı ile Nasîrüddîn Tûsî'nin Şerh el-İşârât ve't-Tenbihat (İşaretler ve Tenbihleı Kitabına Şerh) adlı eserinde geniş ifadesini bulmuştu... Bu sahada büyük önem taşıyan fikirler ortaya koymuş müslüman düşünürlerin ikinci grubunu Muhammed b. Zekeriyyâ er-Râzî (Latince'de Rhazes), Bîrû-nî ve Ebû'l-Berekât el-Bağdâdî gibi Meşşâîlik aleyhtarı filozof ve ilim adamları teşkil etmekteydi. Bu simaların her biri bağımsız bir düşünce çizgisi takip ettiler. Ancak içlerinden birinin özelliğine diğeri tarafından da iştirak edildi. Bu sima o dönem Meşşâî tabiat felsefesinin bir tenkitçisİydi. Sözkonusu tavrıyla Râzî bağımsız bir kozmoloji geliştirdi; bu kozmoloji onun temelde Eflatun'un Timaeus'un&& ve manişeist kaynaklardan aldığı 'beş ezelî' (el-kudamâ el-hamse) fikri üzerine temellenmekteydi. Birûnî ise, Ortaçağ Aristo fiziğine belki de en yıpratıcı tenkidi getirmiş ve tabiat felsefesinin problemleri hakkında İbni Sinâ'nınkiyle karşılıklı olarak serdedilen cevaplar vermişti. Birûnî, Aristo fiziğinin mad-de-suret, ayaltı âlemdeki nesnelerin tabiî yeri, boşluğun inkârı gibi hem akla hem de tabiî fenomenlerin müşahedesine hatta deneye tâbi tutulan temel öncüllerinden pek çoğunu tenkit etti. Bu sorulu cevaplı tartışma metni, İslâm düşüncesinin sözkonusu yönünün zirvelerinden birini teşkil eder ve o dönem fiziğine ait temel kavramların tartışılıp tahlil edildiği seviye hakkında fikir verir.
Bağdadî tabiat felsefesi sahasının güçlü ve orijinal bir düşünürüydü. Onun Kitâbü'l-Mu'teber (Derin Düşünülmüş Konular Kitabı) adlı eseri, fizikle ilgili bir çok fikir ihtiva eder. Bağdadî sadece Aristo'cu görüşlere tenkit getirmekle kalmadı, aynı zamanda düşen cisimlerin hızlanması meselesini araştırdı ve zamanı yeni bir tarzda ele alarak onu yalnızca yer değiştirme hareketinden ziyade oluş süreciyle ilgili bir kategori olarak değerlendirdi. Onun hızlanan hareket konusundaki fikirler de hayranlık uyandırıcıdır. Zira sabit bir kuvvetin bu kuvvetle orantılı bir hıza sahip tek biçimli bir harekete yol açtığı şeklindeki Aristocu görüşü reddetmiştir.
"Molla Sadra, cevheri hareket (el-hareket el-cevheriyye) fikrini geliştirerek, Aristo fiziğinim aksine, hareketi fizikî cisimlerin arazlarının değil, cevherinin de bir özelliği olarak kabul ediyordu. Böylelikle, mekanik ve dinamiğin yanısıra bütün bir hareket ve zaman meselesi yeni bir bakış açısıyla görülüyordu. Hatta Molla Sadra, fizikî varoluşu belirleyen mekânın üç boyutu yanında zamanın dördüncü boyut olduğundan sözetti. Aynca geleneksel metafiziğin delillerini Batlamyusçu astronomiye dayanan delillerden ayırdı. Molla Sadra tarafından geliştirilen 'tabiat felsefesi' İslâm düşüncesinin bu sahadaki son âbidelerinden biriydi ve günümüzde modern bilimin realiteyi ve tabiî âlemin doluluğunu dengeleyecek bir tabiat felsefesinden mahrum olmasından ötürü açık şekilde yüzyüze olduğu içinden çıkılmaz duruma İslâm düşüncesinin sunduğu büyük teklifler arasındaydı." Şslamic Science, sh. 135-139).
Îbnü'l-Heysem'in özgül ağırlıklıklan ölçmek için terazi kullanması ile ilgili olarak Emir Ali şöyle demektedir: "Atmosferde yükseldikçe yoğunluğun azaldığını ve bunun ışınların seyrinde tesirli olduğunu ilk defa o keşfetti. Atmosfere eğik olarak giren ışınların konveks tarafı dünya tarafında bir yörünge takip ettiğini söylemişti. Yüzen cisimlerin suya batırılmaları, hafif veya ağır yüklerle batırıldıklarında suyun yüzüne çıkma güçleri gibi konularla uğraştı. ^Hareket konusu üzerinde de durdu. 'Hareketin kuvveti' adını verdiği mo-mentum kavramını ortaya attı. Hareket kanunları üzerinde durdu. Mekân ve boşluk kavramlarına açıklık kazandırdı. Çekim gücünün esaslarını araştırdı. Onu bir kuvvet olarak ispat etti. Cisimlerin düşme kanunlarını keşfetti. Harekete geçirici kuvvetlerin prensiplerini de araştırdı. İbni Heysem'in hizmetleri arasında kılcal sistemi tesbit edip hidrometrenin çok gelişmiş yapım açıklaması da yer almaktadır." (The Spirİt of islam, sh. 378).
Dr. Seyyid Hüseyin Nasr'a göre, "Fiziğin sonraki gelişmeleri açısından Müslümanların kuvvet ve hareket meselelerine bulundukları katkılar büyük bir öneme sahiptir ve Batı bilim tarihçilerinin ilgi alanlarında merkezî bir yer işgal etme yolundadır. P. Duhem ve E. Mach tarafından başlatılan ve A. Meier, E. J. Dijksterhuis, J. Murdoch ve diğer bilginlerin izlediği öncü çalışmalar son dönem skolastik eserlerinin Aristo fiziğinin eleştirilmesinde ve
Cezerî'nin otomatları böylelikle Galileo ve Newton'un çoğu fikirlerine kaynaklık etmede ne kadar önemli olduğunu göstermiştir. Bundan da önce son dönem skolastiklerini etkileyen Müslüman müelliflerin eserlerine daha geniş bir ilgi gösterilmiştir. Pisa Diyalogu adlı eserinde Galileo, asıl itibariyle John Philoponus'a geri giden ve son şeklini çeşitli müslüman simalar-ca, özellikle daha önce adı geçen İbn Sina ve Molla Sadra gibi âlimlerce geliştirilmesine borçlu olan bu impetus teorisini kullanmıştır.
Müslümanlar tarafından geliştirilen ikinci önemli kavram momentum kavramıdır. Bu kavram İbnü'l-Heysem tarafından Kitabü'l-Menâzır (Optik Hakkında Kitap) adlı eserinde tarif edilmiş ve kuvvetü'l-hareke adı verilmiştir. Bu kavramın önemi ve fizik tarihinin modern döneme kadar uzanan bütün devreleri boyunca varlığını inatla sürdürdüğü düşünülürse onu geliştiren İbnü'l-Heysem ve diğer müslüman fizikçilerin katkısı daha net anlaşılır.
Müslümanların kayda değer bir diğer katkısı da 'Avempace dinamiği' olarak adlandırılan ve ismini Endülüslü filozof İbni Bâcce'den (Latince'de Avempace) alan fizik konusudur. Yine Pisa Diyalogu adlı eserinde Galileo, Aristo'nun (hız) teorisini tenkide tâbi tutarken, aslında İbni Bâcce'ye dayanıyordu. Nitekim bu filozofa ait fikirler Batı'da İbni Rüşd'ün Aristo'nun Fizika 'sının IV. Kitabını yazdığı şerhte İbni Bâcce'den yaptığı iktibaslar sebebiyle tanınmaktaydı. İbni Bacce yer çekimini, akılların felekleri döndürmesine benzer şekilde, cisimleri içinden hareket ettiren bir iç suret olarak kavramıştı. Onun bu fi-kileri yankısını Galileo'da bulacaktı.
Genelde Müslümanlar Aristo fiziğinden bir çok yerde ayrılarak mekanik ve dinamiğin çeşitli dallarına önemli katkılarda bulunmuş ve hatta momentum gibi önde gelen kavramları geliştirmişlerdi. (Islamic Science, 139-140).
Müslüman ilim adamları, hem hassas tartan hem de estetik özelliğe sahip terazilerin yapımına da büyük oranda katkıda bulunmuşlardır. Bu durum İslâm dünyasında günümüze ^kadar devam etmiştir. Basit makinalann ve mekanik aletlerin çalışma usûllerini de araştırmışlardır. Sabit b. Kurra (dokuzuncu yüzyıl) Batı'da daha sonra Liber Karatonis ismiyle meşhur olan manivelalar hakkındaki eseri yazmıştır. Bağdat'ta, Benû Mûsâ ve başkaları aynı konuda eser vermiştir. İbnü'l-Sa'atî (onücüncü yüzyıl) Şam saatini tanımlamıştır ve "orada pek çok karmaşık makine ve âleti tanımlayan bir dizi çalışmalar ortaya çıkmıştır.
Bu tip çalışmalar Ebû'1-İzz el-Cezerî'nin meşhur eseri Kitab fi Marifet al-Hiyal el-Hendesiyya ile meyvasmı vermiştir; bu eser muhtevasının çeşitliliği ve güzel resmedilmiş tabloların bolluğu sebebiyle Batı'da türlerinin içinde en çok bilineni hâline gelmiştir. (Bkz.: A.K. Coomaraswamy, The Treatise of el-Cezerî on Automata, Boston, 1924; ve D. Hill, The Book of Knowledge of îngenius Mechanical Devices, Dordrecht-Bos-ton,1974). Bugün Napoli müzesinde bulunan gök küresinin de mucidi olan Kaysar el-Hanefî su çarkı üzerine bir eser vermiştir. Diğer bazı Safevî ve Osmanlı müellifleri de otomatlar ve benzeri konularda eserler vermişlerdir." (Islamic Science, sh. 145).
Muhammed îhe Educator adlı eserin müellifi "İslâm ilminin en parlak sahasının optik olduğunu" tesbit etmiştir. Ve Meyerhof "bu sahada İbnü'l-Heysem (Alhazen) ve Kemalüd-din'in matematiksel yeteneklerinin Öklid ve Batlamyus'tan çok ileri olduğu" görüşünü savunmaktadır. (Arnold, a.g.e.). Müslüman fencilerin en Önde gelen ismi İbnü'l-Heysem'dir (965-1038). Temel eseri olan optik konulu kitabının bugün sadece Latince baskısı mevcuttur (On Optics). İbnü'l-Heysem, muhtemelen merceklerin büyütücü etkilerine işaret eden ilk fizikçidir ve büyütücü merceklerin teorik keşfine çok yaklaşmıştır (Arnold, a. g. e.)- R-L, Gulick'e göre, "Roger Bacon ve optik hakkında eserler veren diğer ortaçağ müelliflerinden özellikle Witelo optikle ilgili eserlerinde İbnü'l-Heysem'in Opticae Thesaurus adlı eserini temel almışlardır. Leonardo da Vinci ve Johan Kepler de Witelo'nun eserinden bir hayli istifade etmiştir." (Muhammed The Educator, sh. 94-95).
İbnü'I-Heysem'den bahsederken Emir Ali şöyle yazmaktadır: "O, Yunanlıların görmenin mahiyeti hakkındaki yanlış düşüncelerini düzeltir ve ışık ışınlarının gözden objeye değil, dış objeden göze ulaştığını ilk kez gösteren kişi oldu. Retina'mn görmenin şekillendiği yer olduğunu ve orada meydana gelen izlenimlerin optik sinir vasıtası ile göze ulaştığını ispatladı. İki retinanın simetrik kısımlarında görsel imajların oluşmasıyla tek bir görüntü meydana gelmesi hadisesini de açıkladı."
Dr. Seyyid Hüseyin Nasr'ın ifadesi ile, "ilmin bu dalında temel dönüşümü gerçekleştiren kişi İbnÜ'l-Heysem'dir. Öyle çok keşifte bulunmuştur ki Öklid ve Kepler dönemleri arasındaki en önemli optik âlimi olarak kabul edilmiştir. Bazıları ona Müslüman fizikçilerin en büyüğü payesini vermektedir. İbnü'l-Heysem optik hakkında çok sayıda eser vermiştir. Ancak konu hakkındaki en temel eseri ve aynı zamanda orta çağın en önemli optik konulu eseri Kitabu l-Menazir (Opücaz îhe Saurus -Görüntüler Kitabı), ilk kez 1572'de Basle'de basılmıştır. Bu eser sadece Witelo, Roger Bacon ve Peckham gibi erken dönem müelliflerini etkilemekle kalmamış, Kepler ve New-ton'un optiğe dair eserlerine de etkilerde bulunmuştur. Onun Alhazen şeklinde yazılan Latince ismi, Batı'daki optik araştırmacılar için Öklid ismi kadar tanınmıştı." (a.g.e., sh. 141).
Ibnü'l-Heysem gayretlerini daha çok parabolik ve küresel aynalar ve onların sapmayla ilgili özellikleri üzerinde yoğunlaştırdı. Nitekim günümüze onun ismiyle gelen İbnü'l-Heysem problemi (Alhazen's problem), küresel bir aynayla ilgilidir: Küresel bir ayna, bir nesne ve onun aynada yansıyan görüntüsü verilmiştir. Yansıma noktasını bulunuz. Bu problemin çözümü, İbnü'l-Heysem'in geometrik yolla çözdüğü dördüncü dereceden denkleme götürür. Aynı problem Huygens tarafından yüzyıllar sonra cebir yoluyla çözülmüştür. Işık kırılmaları sahasında İbnü'l-Heysem yansımanın; gelen ışın, normal ve yansıyan ışınların aynı düzlemde olduğu şeklinde ifade edilen ikinci kanununu ispat eden ilk kişidir.
Işığın kırılması meselesine gelince; İbnü'l-Heysem bu sahada bir çok orijinal katkılarda bulunmuştur. Bunların belki de en önemlisi, bir ışık ışınının en kolay ve çabuk yolu izlediği şeklinde ifade edilen tezdir. Bu tez Fermaı adıyla birlikte anılan 'en az süre' prensibini haber vermektedir. Ayrıca İbnü'l-Heysem, Newton'dan çok önce, kırılma yüzeyinde hız dikdörtgenini uygulamış, sadece Snell Kanununu keşfetmeyi başaramamıştı. Zira hesaplamalarında sinüs fonksiyonlarını değil, kirişleri kullanmıştı. Atmosfer olayları hakkındaki çalışmaları hem astronomi gözlemleri için hem de meteoroloji için büyük öneme sahip çalışmalardır.
İbnü'l-Heysem, deneyleri için kullandığı mercekler yardımıyla bir düzenek tasarladı. Camera obscura üzerinde ilk kez matematiksel incelemelerde bulundu. Yine ilk olarak, ışığın düz bir çizgi üzerinde yol aldığını deneylerle ortaya çıkardı. Titizlikle bir çok deney tasarladı ve aynı zamanda problemleri matematiksel olarak analiz etmeye de muvaffak oldu. İşte bu sebeplerden dolayı o, çağdaş bilim tarihçileri tarafından önde gelen bir fizikçi olarak değerlendirilmektedir." (S. H. Nasr, a.g.e., sh. 141-142).
Optik konusunda, İbnü'l-Heysem'den önce eser veren bir çok Müslüman müellif vardır. Meselâ Kİndî, Neyrîzî, İbni Sînâ, Bîrûnî, Nasîriiddîn Tûsî, Kutbeddîn Şirâzî ve Kemaleddîn Farsî bunların başında sayılabilir. "İbnü'l-Heysem'in optiğini gökkuşağının açıklayıcı sebebi olarak kullanan" kişi Kutbeddîn Şirazi'dir. Ona göre bu olay "su damlacıklarının ışını yansıtması ve kırması sonucunda meydana gelmekte İdi." Aristo ve Seneca gökkuşağını izah etmeye çalışmış fakat başaramamıştı.
Kemaleddîn (ö. 1320 civan), İbnü'1-Hey-sem'in camera obscura ile ilgili deneylerini geliştirmiştir. Sarton'a göre "yüzey gerilimi ile bazı ampirik bilgiler Bhaşkara ve Kazvîm'nin eserlerinde yer almıştır. Müslümanlar onbirinci ve onikinci yüzyıllarda savaş sanatı konusundaki temel gelişmelerin de öncüleri olmuşlardır; Suriye'li Hasan el-Ramme askerlik ilmi hakkında iki Arapça eser vermiştir." {Muhammed the Educator, sh. 95).
Müslüman tıp alimleri hem uygulamalı he kimlik yaparlardı hem de felsefeci ve fen bi limci idiler. Kindî, İbni Sînâ, İbni Rüşd v< Râzî gibi ilim adamları ünlü hekim ve ayn zamanda ünlü fen bilimci idiler. Tıp, farma koloji ve cerrahînin öğretildiği hastahanele: ve tıp müesseseleri kurdular. "İslâm tıbbimi uygulandığı yerler, gerek hastahaneye bitişü olan gerekse ayrı olarak faaliyet gösteren dispanser ve kimyevî ecza dükkânlarıyla dairm İlişkili olmuştur." (S. H. Nasr, Islamic Science, sh. 156).
"Râzî (Latince'de Rhazes, M.S. 930 civarında Öldü) ortaçağ hekimlerinin en büyüğü idi. fifinorativlerin kullanımım bulmuştu ve ayn-ca larinx sinirini keşfettiği de söylenmektedir. İlmî keşifleri ikiyüzün üstünde esere ulaşmıştır ki, bunların yansı tıp ile ilgilidir. Çiçek hastalığı ve kızamığın tedavisi ile ilgili olarak yazmış olduğu eseri bu hastalıklar hakkında net olarak ortaya konan ilk eserdir. Bu eser M.S. 1498 ve 1866 yılları arasında Latince, İngilizce ve pek çok değişik dile çevrilerek yaklaşık 40 kez basımı yapılmıştır. (Arnold, a. g. e.).
İslâm dünyasının en büyük âlimlerinden birisi Batı'da Avicenna olarak bilinen Ebu Ali el-Hüseyin İbni Sînâ (M.S. 980-1037)'dir. Arapça sistemizasyonunun en üst noktası ve şaheseri olan el-Kanun fi't-Tıb adlı âbidevi eserinde Yunan tıp mirası üzerine yoğunlaşarak yeniden ortaya koymuş ve Arapların katkılarını da Yunan tıbbına ilave etmiştir. Bu kitap Cremona'lı Gerard tarafından onikinci yüzyılda Latince'ye çevrilmiş ve onbeş kez tıpkı basımı yapılmıştır. Onbeşinci yüzyılın son çeyreğinde ilk defa İbranice'ye çevrilmiştir. Gerard tarafından tercüme edildiği vakitten onyedinci yüzyıla kadar Avrupa üniversitelerindeki tıp öğreniminde rehber olarak görülmekte idi ve Montpellier ve Louvain'de 1650'ye kadar ders kitabı olarak kullanılmakta idi (Muhammad the Educaîor, sh. 99).
Ebu Reyhan Muhammed el-Bîrûnî (M.S. 973-1048) onsekiz kıymetli taş ve metalin özgül ağırlığını tam olarak tesbit etmiştir. Pek Çok madeni yapısı, ticarî değeri ve tıbbî yönleriyle tanımlamış ve farmakolojik terkipler hazırlamıştır. Bağdat'lı Ali İbni İsa ve Mu-sul'lu Ammâr'ın tedavi kitapları Fransa'da oftalmoloji konusunda rönesansm ortaya çıkağı 18. yüzyılın ilk yansına kadar göz hastalıkları hakkında en iyi ders kitapları olarak kabul edilmekte idiler. Mağripli hekim İbni Hatim (öl. M. S. 1369) 1348-49 yıllarında İspanya'da Almeria'yı kasıp kavuran veba hakkında bir kitap yazdı. Bu kitap ondördüncü yüzyıldan onaltıncı yüzyıla kadar Avrupa'da veba salgmlan hakkında yazılan bütün risalelerden daha üstündü." (Arnold'dan iktibasla R. L. Gullick, a.g.e., sh. 100).
Muhamad the Educator adlı eserin yazarına göre; Draper, Baas ve diğer pekçok müellifin kesin bir dille üzerinde durdukları gibi, (Av-rupa'lı) Hıristiyanlar şifa bulmak ümidi İle ikonlar ve temsilî resimler önünde diz çökerlerken, Müslümanların diplomalı (icazetli) hekimleri, meşhur ve güvenilir hastaneleri vardı. İslâm dünyasında hekimlik uygulaması onuncu yüzyıldan itibaren belirli kurallar dahilinde yapılmaktaydı. Meselâ kayıtlarda Sînân İbnİ Sâbİt adlı bir kişi 'Bağdat İmtihan Komisyonu Başkanı1 sıfatı ile anılmaktadır. Eczacılar da kurallara bağlı olarak çalışmakta İdiler. İlk reçeteli eczaneleri de Araplar kurmuşlardır. Berber dükkânları da gözetime tâbiydiler. Onbirinci yüzyılda seyyar hastaha-nelerin varlığı bilinmektedir... el-Mansur'un M.S. 1284 yılları civarında Şam'da kurdurduğu büyük hastahanesi zengin-fakir, erkek-kadın ayrımı yapmaksızın bütün hastalara açıktı. Burada kadın ve erkekler için ayrı koğuşlar vardı. Bir koğuş ateşli hastalara ayrılmış iken bir diğeri göz hastalığı vakalarına, yine bir başkası cerrahi vakalara ve yine bir başkası da dizanteri ve benzeri sindirim sistemi hastalıklarına tahsis edilmiştir. Ayrıca mutfağı, ilmî toplantı odalan, polikliniği gibi bölümleri mevcuttu.
Râşidüddîn adlı bir âlim (doğ. M.S. 1247) Tebriz'deki imar hareketlerinden bahisle 24 kervansarayın, 1500 dükkânın ve 30.000 güzel evin tarifini vermektedir. Tebriz'deki 'Dârü'l-İlm'de tefsir, hadis, fıkıh ve kelâm sahalarından 400 âlim münasip maaşlar alarak ikamet etmekte ve burada tahsisatlı ve kabiliyetlerine göre yönlendirilen binlerce talebe mevcuttu (İngiltere'deki Cambrigde ve Oxford üniversitelerine yüzyıllarca sonra ithal edilen belletmen sistemine benzer gerçek uygulamalı yönlendirme...). Muhtelif ülkelerden 50 hekim kendilerine bağlı ofıar talebe ile belli hastahanelerde görev yapmak durumundaydılar (pratik çalışma ve erken dönem stajyerlik uygulaması); hastahanelerde dahilî hekimlere ek olarak cerrahlar, göz hekimleri ve kırık-çıkıkçılar da mevcuttu ve bu görev-dekilerin hepsine bağlı beşer talebe vardı (E. G. Browne, Arabian Medicitıe'den iktibasla R. L. Gullick, a.g.e., sh. 101-2).
Arnold, Meyerhof'un "Haçlı ordularının Hıristiyan Avrupa'ya İslâm tıbbini ithal etmekte aracı olmuş olabilecekleri" görüşüne de eserinde yer vermiştir. Onüçüncü yüzyılda Avrupa'da yaygın hale gelen hastaneler sadece kilise yöneticilerinin tekelinde değildiler. Bu hastahanelerden sorumlu Haçlı'lar da bulunmaktaydı. Bu hastanelerin o devirde yaşamış Şam'daki Selçuklu Sultanı Nureddîn ve Kahi-re'deki Memlûk Sultanı el-Mansur Kalâvun tarafından mükemmelen inşa ettirilmiş olan bîmaristanlsrm taklidi olmaları pekala mümkündür.
"Tıbbî çalışmalar daha sonra Latince'ye ve Avrupa dillerine tercüme edildi. Müslüman hekimlerin kan dolaşımı ve insan vücudu hakkındaki gelişmiş bilgileri yaygın bir kitleye ulaştı. EbûT-Kasım el-Zehravî'nin cerrahi konusundaki Kitab et-Tasrîf adlı eseri Cre-mona'lı Gerard tarafından Latince'ye ve bir yüzyıl sonra Shem-tob ben Isaac tarafından İbranice'ye tercüme edilmiştir. Bu sahada bir diğer önemli eser ise el-Mecûsî'nin (öl. MS 982) Kitab el~Maliki' sidir; ve Browne'ye göre bu kitap Müslüman hekimlerin kapiller dolaşım hakkında temel bir fikir sahibi olduklarını göstermektedir. Max Meyerhof'un ifadesi ile, İbni Nefis (öl. M.S. 1288) Willİam Har-vey'in buluşları konusunda mertebe ve zaman olarak ilk şahsiyettir. Gerçekte İbni Nefîs küçük kan dolaşımı bulma konusunda da Mic-hael Servetus'dan 3 asır önde gelmektedir: "Kan, temizlendikten sonra atardamarlarda yükselerek akciğerlere ulaşmakta ve onun hacmini çoğaltmaktadır, ve orada hava ile karışmakta ve en ufak kısımları orada temizlenerek toplardamara geçmekte ve oradan kalbin sol boşluğuna ulaşmaktadır." ("İbnü'n-Nefîs and His Theory of the Lesser," his, c. 23, Sayı. 116 [Haziran 1935]).
Arnol'da göre, Mekke'ye yapılan Hacc ve Medine'ye yapılan ziyaretler biyoloji ilminin gelişmesine büyük katkıda bulunmuştur: "Hacc ve Medine'yi ziyaret her müslümana farzdır; bu durura ilmin yayılmasını kolaylaştırmıştır. Çünkü, bu farz, Hindistan ve İspanya'dan, Ön Asya ve Afrika'dan pek çok talebenin pek çok memleketten geçerek mescid-leri ve medreseleri ziyaret etmesine ve tanınmış âlimlerden ders almalarına dolaylı yoldan yardımcı olmaktadır.'' (a.g.e.).
Kadiz Valisinin, bir kısmı botanik bahçesi haline getirilmiş olan bahçesinde bir hekim bulunduğu ve bu hekimin uzak memleketlere yaptığı seyahatlerden getirdiği nâdir tıbbî bitki ve kökleri burada yetiştirdiği ifade edilmiştir. Sarton'a göre "Müslümanlar'm Arapça eser veren hikayecileri Hıristiyanlarınkine nazaran daha üstün ve ilmî değeri daha büyüktü. Meselâ, Latin hikâyeleri, M.S. 1183-1185 yıllan arasında Yakm Doğu'ya yaptığı ilk ziyareti yazıya döken Valensiya'h İbni Cü-beyr'inki ile karşılaştınldığında çok çocuksu kalıyordu. Aynı dönemde İran'h Ali el-Haramî'nin güzel bir rehber kitabı da vardı. Daha sonra, yaklaşık yüzyıl sonraya ait olarak bir diğer Valensiya'h Muhammed el-Abdanî İle, Fas'lı Muhammed İbni Rüşeyd'in seyahatnameleri gelmektedir. Bu Müslüman seyyahlar muhtelif pek çok bilgi derlemek ve meşhur âlimlerle karşılaşmak için çile çeken çok yönlü insanlardı." (a. g. e.).
İbnü'l-Baytar'ın yazdığı Kiîab el-Mugnîftl-Edvİyet el-Müfrede (Basit İlaçlar Hakkında Müstakil Kitap) çağının Arapça olarak yazılan en büyük kitabı olarak kabul edilmiştir.
İspanya'dan Suriye'ye pek çok yerde bitki, kök ve ilâç toplamış, 1400'den fazla tıbbî ilacı tarif ederek onları kendisinden önceki 150'den fazla müellifin kayıtları ile kıyasla-mıştır. Sarton'a göre 'Bitki Tıbbı' konusunda Müslümanların her yönden çok üstün ve önemli yeri vardır. Sarton şunu da ifade etmiştir: "Kurtuba'lı el-Gâfikî İspanya ve Afrika'da dolaşarak ilaç, bitki, ot ve kök numuneleri toplamış ve bunlan daha önce hiç yapılmadığı kadar tariflerle anlatmıştır." (a.g.e.). Yine buna benzer olarak İslâm dünyasının büyük coğrafyacısı İdrisî botanikle ilgili ayrıntılı bîr giriş yazısının bulunduğu eserinde 360 çeşit bitki ve ilaç numunesini tarif etmiştir (R. L. Gullick, a.g.e., sn. 104-5).
İşbiliye (Sevilla)h İbnü'l-Avvâm'ın ziraat hakkındaki eseri (12. yüzyılın sonunda) sahasının en önemli kitabı olarak kabul edilmiştir. Kitapta 585. bitki çeşidinden bahsedilmekte, muhtelif meyve ağaçlarının yetiştirilme usûlleri açıklanmakta ve bitki hastalıkları hakkında temel bilgileri kapsayan müşahedeleri aktarılmaktadır. Sarton'a göre 'Bahçe bitkiciliği' konusundaki ilerlemeler İslâm'ın en güzel mirasını oluşturmaktadır ve İspanya bahçeleri günümüze kadarı Müslüman fatihlerinin en asil faziletlerinden biri olarak kalmıştır (a. g. e.).
Müslümanlar "gıda ürünlerine önemli ilavelerde bulunmuşlar, tıbbî ve farmakolojik değerleri bulunan rovent (müshil olarak), Hint hurması, Çin tarçını, kâfur gibi bitkileri Avrupa'ya tanıtmışlardır."
Pek çok tıbbî gelenek ve Batı'daki müesseseler ya İslâmi müesseselerin taklididirler ya da onları temel almışlardır. Bu durum aşağıdaki ifadede açıkça görülmektedir: "Daha iyi bilmeleri gereken âlimler bazen Salerno'daki tıp okulunun tamamıyla müslümanlann etkisinde kaldığı gibi temelsiz bir iddiada bulunmaktalar. Halbuki Salerno'daki yeni Avrupai eğitim merkezinin kuruluşu konusunda dehasına borçlu olunan keşiş Constantine'dir ve bu şahıs ilim yolunda Doğuya göç edip 39 yılını orada geçirdikten sonra Bağdat'tan Saler-no'ya dönmüştür." (S. H. Leader, Dept of Ci-vilisation to Arabs, Islamic review, 4: 69, Şubat 1916).
S. H. Leader ayrıca şu tesbitlerde bulunmuştur: "Avrupa'da akıl hastalarının insanlık dışı tedavileri ile ilgili olarak Ortaçağın akıl has-■-:-. îraaai^ hîr dönem olduğu yoru-;, ancak bir kaç ta-rupa'da benzeri bir İde bulunan kayıt-yû önce, Kahire'de şöyle tanımlamaktadır: "Geriye baktığımızda İslâm tıbbı ve ilminin sönmüş Helen güneşini bir ay gibi yansıttığını ve Avrupa ortaçağının en karanlık gecesini aydınlattığını; bazı parlak yıldızların kendi ışıklarını ödünç verdiklerini, ay ve yıldızların yeni bir günün -röne-sansın- şafağında battıklarını söyleyebiliriz. Bu büyük hareketi yönlendirmek ve başlatmakta hisse sahibi olduklarından dolayı onların halen bizimle birlikte olduğunu söyleyebiliriz." (Arnold, a.g.e.). R. L. Gulick son sözünde şöyle demektedir: "Muhammed gerçekte bir eğiticidir, insanlığı daha çok özgürlüğe ve mutluluğa doğru yönelten bir işaret levhasıdır." (a.g.e., sh. 107).
Emir Ali'ye göre, "İskenderiye okulundan Dioscorides'i etkileyen tıbbî müstahzarları inceleme fikri, ilmî şekli ile bir Arap icadıdır. Araplar kimyasal farmakolojiyi icat ettiler ve şimdi dispanser olarak adlandırılan kurumlan kurdular. Her şehirde dar el-şifâ veya ma-ristan (btmaristan'm kısaltılmışi-hastalar yurdu) denen devlet hastahaneleri kurdular. Bunların harcamaları devletçe karşılandı. İbni Ebi Useybiye'nin biyografik sözlüğünde Arap hekimlerin isimleri bir cildi doldurur. Ebu Bekr Muhammed b. Zekeriya er-Râzî (onuncu yüzyılın yüzyılın başları), Ali b. Abbâs (onuncu yüzyılın sonları), Ebû'l-Kâsım Halef İbni Abbas ez-Zahrâvî (Latince'de Albucasu), Ebu Mervan b. Abdülmelik b. Zuhr (Aven-Zoar), Abdullah b. Ahmed b. Ali el-Baytar (Aben-Bethar), İbni Sînâ ve İbni Rüşd düşünce dünyasında kalıcı etkiler bırakmış en parlak ve dikkat çeken hekimlerden bir kaçıdır."
"Albucasis (Abbas ez-Zahrâvî, M.S. 1013) sadece hekim değil aynı zamanda birinci sınıf bir cerrahtı. Kendi başına doğum servislerinde en güç ameliyatları gerçekleştirdi. Cerrahî aletler hakkında bıraktığı çok geniş tanımlamalar yaşadığı dönemde Araplar arasında cerrahinin gelişimi konusunda tatmin edici bilgiler verir. Litotomi (mesaneden taş çıkarma) konusunda modern çağların önde gelen cerrahlarına eş ehliyette idi. Eseri et-Tasrif U-men' Acez'en et-Ta'alifte (Büyük Kitaplara Ehil Olmayanlara Yardım) yeni fikirler ortaya atmakta ve bunların üzerinde durmaktadır. Cremona'lı Gerard tarafından Latince'ye çevrilerek değişik basımları Venedik'te 1497'de, Basel'de 1541'de ve Oxford'da 1778'de yayınlanmıştır. Bu kitap cerrahi el kitabı olarak Salerno, Montpellier ve diğer erken dönem tıp okullarında yerini yüzyıllarca korumuştur." (Hitti, a. g. e., sh. 576-577).
"İbni Sînâ çağının şüphesiz en büyük dehası idi. Dehası evrenseldi ve eserleri ansiklopedikti. Bir felsefeci, matematikçi, astronom, şair ve hekim olarak iki kıtada kalıcı etkisini bırakırken haklı olarak Doğu'nun Aristo'su unvanını kazanmıştır. Bazı ekol kıskançlıklarına rağmeflt onun felsefî fikirleri Avrupa'da olduğu kadar Doğu'da da birkaç asır boyunca çeşitli ekoller üzerinde büyük tesir bırakmıştır. Eserleri el-Kânûn fi't-Tıbb (Tıp Kanunu) ve el-Urcüze fi' t-Tıbb (Tıp Konusunda Şiir) daha sonradan tüm tıp ilminin temeli haline geldi. Yunanlılar anatominin temel bilgilerine sahiptiler ve farmakoloji ile ilgili bilgileri de çok sınırlı çerçevede idi. Müslümanlar hem anatomiyi hem de farmakolojiyi pozitif ilim haline dönüştürdüler (The Spirit of islam, sh. 385-387).
Hitti'nin ifadeleriyle: "Tıpkı astronomi ve matematikte olduğu gibi tabiat bilgisi sahasında Özellikle teorik ve uygulamalı botanikte Batı'daki Müslümanlar (Endülüs'tekiler) araştırmaları ile dünyayı zenginleştirdiler. Hurma ve kendir gibi bitkilerin aralarındaki cins farklılıkları konusunda kesin müşahedeler yaptılar (Kur'ân, Râd sûresi [13]: 3; Yasin sûresi [36]: 36). Bitkileri aşı ile, tohumdan ve kendiliğinden büyüyenler gibi tasnife tâbi tuttukları İbni Sab'in'in Kral Frederik'in sorularına verdiği cevaplardan anlaşılmaktadır.
Daha önce bahsedildiği gibi, Kurtuba'lı hekim Ebû Cafer el-Gâfikî botanik ilmine değerli bilgiler kattı. Eseri Kitâb el-Edviyet el-Müfrede'(Basit İlâçlar Hakkında Kitap) kendisinden daha sonra yaşayan ve daha çok tanınan meslektaşı ve hemşehrisi İbn-el Baytar alıntılar yapmakla kalmamış neredeyse onu tamamen uyarlamıştır. İbnü'l-Baytâr'ın en büyük iki eseri Kitâb el-Muğni fi'l-Edviyet el-Müfrede ve el-Cami' fi l-Edviyet el-Müf-rede hayvan, bitki ve maden âlemlerinden 'basit reçetelerin' bir kolleksiyonudur ve müellifin deney ve araştırmalarını Yunan ve Arapların önceki verilerine ilâvesi ile meydana getirilmiştir. Türünün ortaçağda en önde gelen eseri olarak bilinmektedir. Eserinin bazı kısımları Cremona'da M.S. 1758 gibi oldukça ileri tarihlerde bile Latince olarak (Simplicia) basılmıştır (Emir Ali, a. g. e.).
Ebû Abdullah et-Temimî adlı Filistİn'li Kitab el-Itimad fi' l-Edviyet el-Müfrede (Basit ilaçlarla ilgili Güvenilir Kitap) eserini yazmıştır. Saragosa'lı Stephanus tarafından La-tinceye tercüme edilmiştir ve Batı'da etkili olmuştur (Jslamic Science, sh. 187-188).
İbn ün-Nefıs'in küçük kan dolaşımım gösteren bir şekil. Şerhu Tasrihi'l-Kânûn. Simya ile ilgili eserler doğuda ve Batı'da (İspanya'da) 12. yüzyıl ve sonrasına kadar yazıldı. Bunların en önemlileri Ebû'l-Kâsım el-Irâkî'nin Kitab el-İlm el-Mükteseb fi Ziraat ez-Zeheb'idir. (Bkz. E. J. Holmyard, The Book of Knowledge Acquİred Concernİng the Cultivation ofGold of Abu' l-Qasim Mu-hammad ibn Ahmad al- 'lraqi (hâki nin Altın Elde Edilmesi Hakkında Kazanılmış Bilgiler Kitabı), Paris, 1923). Bu tarz eserler 13. ve 15. asırlar boyunca da yazılmaya devam etti. Arapça ve Farsça'nın yanısıra Türkçe'de de eserler kaleme alındı. Bunlar arasında 'yeni yazar' (el-müellif el-cedİd ) olarak anılan İz-nikli Ali Bey en önemlileridir. Bu müellif simya hakkında birçok eser verdi; bunlar arasında Kitab el-Esrar fî Hatk el-Estâr (Perdelerin Yırtılması Hakkında Sırlar Kitabı), kozmoloji konusundaki tartışmaları ihtiva eder (Islamic Science, sh. 200-1).
'Kara ölüm'ün Avrupayı kasıp kavurduğu ve Avrupalı Hıristiyanların bu durumu "Allah'ın Takdiri" olarak kabul edip çaresizce beklediği 14. yüzyılda Gırnata'lı Müslüman hekim İbnü'l-Hatim bu hastalığın bulaşmasından korunmanın yollarını teorize ettiği bir risale meydana getirdi. Bu teori aşağıdaki pasajda gösterilmiştir: "Dinî kanun enfeksiyon ihtimalini reddediyor iken bizler nasıl kabul edebiliriz?" diyenlere cevabımız bulaşıcılığın varlığını deneylerin, araştırmaların, duyuların ve güvenilir raporların sağladığı delillerin ispatladığını söylemek isteriz. Bu gerçekler güvenilir delillerdir. Bulaşıcılık gerçeği, hastayla temastaki şahısların hastalığı kaptığını ve 'emasta olmayanların ise sağlam kaldığını ve 'u;«eler, kap-kaçak ve küpelerle i için çok sa-, a. g. e., sh.
"Tıbbî çahşfV Avrupa dillerii Tedbîr (Tedavi ve Perhizle ilgili Araştırmaları Kolaylaştırıcı Kitapjdu. İbni Zuhr Ga-len'den beri dünyaya gelmiş en büyük hekim olarak övülmüştür. En azından İslâm dünyasında Râzî'den sonra gelen en iyi hekimdir. İbn Zuhr Kitâb el-Agziyeh (Beslenme Rejimi-ne Dair Kitap) adlı bir diğer kitap daha yazmıştır ki bu kitap konusunda en iyiler arasındadır (Islamic Science, sh. 181). îbni Zuhr'un kemiklerin hassasiyetini keşfettiği ve kaşıntı verici (parazitleri) kurtçukları (su'ubet el-cereb) ilk olarak tarif ettiği de sıklıkla söylenmektedir. Fakat günümüzde kaşıntı verici kurtçukların keşfi konusunda Ahmed et-Tâberî'nin kendisinden daha önce geldiği (onuncu yüzyılın ikinci yansı) ispatlanmıştır. Tâberî bu konuyu el-Mualecet el-Bukratiye adlı eserinde incelemiştir.
Müslüman hekimler tıbbın bir diğer dalı olan oftalmolojiye (göz hastalıkları) de değerli bilgiler eklediler. "Ali İbni İsâ Tezkiret el-Kehhâlîn (Oftalmologların Hazinesi) adlı eseri yazdı ve Zerrîndest (Altın el) lakabıyla bilinen Ebu Ruh Muhammed el-Cürcânî Nûr el-Ayn (Göz Nuru/nu yazdı. Bu kitap göz hastalıkları hekimlerinin uygulamalarında yüzyıllar boyunca faydalı olmuştur. Ali İbni İsa'nın eserleri her yerde okutulmuş, nitekim eseri Tractus de oculis Jesu ben Hali adıyla daha sonra Latince'ye çevrilmiştir. Latince ve bazı modern Avrupa dillerindeki oftalmoloji ile ilgili teknik terimlerin çoğu Arapça'dan gelmekte ve bunlar müslüman kaynaklarının bu sahadaki etkilerine işaret ekmektedir."
Ali İbni îsâ cerrahide anestezi kullanılmasını öneren ilk kişidir. Aynı dönemde Tunus'un uzak batısından İshak İbni Süleyman el-İsrâîlî de Kayrevan'da oftalmolojiyle uğraştı ve çağdaşları gibi Latince ve İbranice'ye tercüme edildi {Islamic Science, sh. 166-7, 178).
"İbni Nefîs'ten sonra öğrencisi İbnüT-Kuff bir cerrah olarak ün yaptı ve yirmi makale halindeki Kitab el-Umdeh fî Sınâat el-Cirâhah (Cerrahlık Sanatı Hakkında Temel Kitap) adlı eserini yazdı. Kendisi ilk kez 1661'de Malpighi tarafından mikroskop altında gözlenen kılcal damarların varlığından açık seçik olarak bahseden ilk şahıstır. Aynı dönemde, Mısır'da Şemseddîn el-Ekfânî yetişmiş, Kitab Gunyet el-Lebîb ind Gaybet et~ Tabîb (Hekimin Yokluğunda Akıllı Kişinin Sığınağı) başlığını taşıyan, ilkyardım üzerine görülmemiş bir eser yazdı.
İbni Rüşd tıp üzerine Kitâb el-Külliyât (Genel Prensipler Kitabı- Latince'de Colliget) adında müstakil bir eser de yazdı ve bu kitap felsefî eserleriyle birlikte Batı'da tanındı. (Islamic Science, sh. 181).
Bu birkaç örnek Batı'da tıp ilminin bütün dallan ile ortaya çıkışı ve ilerlemesinde İslâm tıbbının büyük etkilerini göstermektedir.
Arap ilimlerinin Batı'ya İspanya yoluyla geçtiğinde hiç şüphe yoktur. Hitti'nin ifadesi ile, "İspanya'daki Müslüman hâkimiyetinin ilk yüzyıllarında Doğu kültürü Endülüs'e çok yüksek seviyede gelmiştir. Bu durumu el-Makkârî'nin 'ilim öğrenmek için' Mısır, Suriye, İran ve hatta Kafkasya ve Çin'e giden Endülüslü âlimlerin listesinden de anlayabiliriz. Fakat onbirinci ve sonraki yüzyıllarda bu seyrin İbni Zuhr ve Bahîlî'nin gösterdiği üzere tersine çevrildiği bilinmektedir. Gerçekte, bu akım onikinci. yüzyılda Avrupa'ya ulaşacak derecede kuvvetli olmuştur.
Büyük öneme sahip bu, Batı'yı, Latince'ye yapılan çeviriler yoluyla Arapların ilmi ile tanıştırma akımının başlatıcısı Afrika'n Cons-tantine olmuştur (1087). Adı geçen şahıs Ali İbnü'l-Abbas'ın el-Kitâb eUMâlikî eserinin teorik kısımlarını Latinceye tercüme etmiştir. Ortaçağ Avrupası tıp konusundaki bilgilerini Constantine'e; Zahrâvî'nin Tasrifini, Râzî'nin el-Mansuri'sini ve İbni Sînâ'nın Kanun'una çeviren Cremona'h Gerard 1279'da Râzî'nin el-Hâvi'sıni ve îbni C le'rtin Takvim e I- Abdan' mı tercüme cilyah Yahudi Ferec ben-Salim'e (bi Faragut) borçludur.
Bu eserler ve basit tercümeler vasıtası ile, pek çok Arapça teknik terim Avrupa dillerine girmiştir. Julep (Arapça, culeb, Farsça'dan gulap, gül suyu), bir tür kokulu tıbbi içki; rob (Arapça rubb), balla koyultulmuş meyve suyu konservesi; ve 'syrup' (sarab), bir formüle göre hazırlanan ve içine özel tedavi edici maddeler eklenen şekerli su, 'şurup'. Ortaçağ Latincesinde başağnsı anlamına gelen 'Soda', ve "başağnsı ilacı" anlamına gelen sodanum şekli Arapça'da "şiddetli ağrı" anlamına gelen suda'Ğan neşet etmiştir. Belirli tıbbî matematik terimleri de tercüme edilmiştir. Beyin ve omirilik zarlarının adı dura mater ve pia mater Arapça'dakİ el-umm el-ca-fiye ve el-ümm el-rakika kelimelerinin Latince'ye çevrilmişidir. Avrupa dillerine Arapça'dan Latince vasıtası ile geçmiş bazı kimyasal terimlerin mucitleri olarak Câbir b. Hayyân ve diğer bazı müslüman simyacılar bilinmektedir. Bunlara misâl olarak da 'alkol' (ei-kuhl, kömür), 'alembic' (el-inbik), 'alkali' (el-kali), 'antimony' (iîhmid, rastık taşı), 'aludel' (el-usal, aletler), 'regular1 (rehc el-gar, şeker kamışı tozu) ve 'tutty' (tutiya) gibi kelimeleri verebiliriz (History of the Arabs, sh. 578-579).
Câbir İbni Hayyân (Latince'de Geber) İslâm dünyasının en büyük simyacısı idi (yaklaşık 776) ve onunla İslâm simyası takip eden yüzyıllarda aşılamayan bir zirveye ulaştı. The Jabirean Corpus 'Câbir külliyatı' olarak adlandırılan ekolünün eserleri, İslâm ilminin tarihini anlatan eserlerde büyük bir yer işgal eder. Bu külliyat başta simya olmak üzere neredeyse bütün bilgi alanlarını içine alır: Kitâb es-Seb'în (Yetmiş Kitabı) ve Kİtâb el-Mîzân (Terazi Kitabı). Bu kitaplar İslâm simyasının temel eserleri olmuşlardır. The Jabirean Corpus'un eserleri topluca, Arapça yazılan simya eserlerinin en önemli grubunu oluşturmakla kalmayıp Latin ve Arap simyasının ana kaynakları da olmuştur. Yine dokuzuncu yüzyılın başlarında Mısır'ın Ahmîm kentinden Osman İbni Süveyd, daha sonra Latince simya metinlerinin en ünlülerinden biri halini alacak ve Ortaçağ ve Rönesans boyunca yaygın şekilde okunacak olan Turba Philosophorum adlı eserin Arapça orijinalini kaleme aldı. Turba'mn Latince baskısı 1572'de Basle'de yayınlanmıştı.
Ebu Ma'şer, Sühreverdi, İbni Arabî ve Afdalüddîn Kâşânî gibi tanınmış isimlerin eserlerinin de dahil olduğu çok geniş bir her-metik literatür gelişmiştir. Hermetik metinler İslâm düşüncesi içinde önemli rol oynayan ayrı bir külliyat oluşturmuştu. Üstelik bu kül liyat Batıda da etkili oldu. Onun bu etkis Parzival destanı ve Giordano Bruno'nui eserleri gibi muhtelif metinlerde görülür (Is lamic Science, sh. 198-199).
İslâm simyası Muhammed b. Zekeriya er Râzî (925) ile yeni bir safhaya girdi Râzî'nin, simya terminolojisini kullannıay sürdürmesine rağmen, simyanın kimyaya do nüştürülmesinde başka Müslüman simyacı lardan daha fazla emeği vardı. Onun Kitâl el-Esrâr (Sırlar Kitabı) ve Kİtâb Sırr el Esrar (Sırların Sırrı Kitabı) -Latince'de Li-%er Secretorum Bubacaris ve el-Medhal et-Ta'lîmî (Hazırlık Çalışmasına Giriş) dahi sonraki Müslüman nesillerce simya eseri ni yetiyle incelendi. Çünkü gerçekten simyadar ziyade kimya ile ilgili olmalarına rağmen bı
Botanik ile ilgili bir eserden. eserlerde simyanın terminolojisi kullanılmaktadır. Bu durum özellikle Kitâb el-Esrâr İçin doğruydu. Yanlışlıkla Sırr el-Esrâr olarak tanınmış olan bu kitap Râzî'nin konuyla ilgili temel kitabıydı. Yazarının 'çin madeni' (hârsînî) dahil madenleri yedi sınıfa ayırmak gibi birçok konuda Câbir'i izlemiş olmasına rağmen bu eser belirgin şekilde simyadan ziyade kimyayla ilgiliydi.
Râzî'nin kimyaya yaptığı en kayda değer katkılardan biri kimyevî maddeleri sınıflaması-dır. Bu maddelerin madenî, nebatî ve hayvanı şekilde smıflandırılmasma ilk defa onun eserlerinde rastlanır ve bu ilk ve çok önemli tasnifin ilmî itibarı Râzî'ye ait kılınmalıdır. Râzî ayrıca damıtma, kireç hâline getirme-arıtma, süzme ve benzeri bir çok kimyevî sürecin titiz bir tasvirini yapmıştı. Bu tasvirlere Câbir'in ve sonraki simyacıların eserlerinde de rastlanır, fakat en iyi tasvirler onun kaleminden çıkmıştır. Bir hekim de olan Râzî ayrıca tıbbî kimya ile de ilgilenmişti. Nitekim her ne kadar modern bilimadamlarmca doğ-rulanmamışsa da gelenek ona alkolü ayrıştırıp tıpta kullanan ilk şahıs olma mazhariyetini verir (Islamic Science, sh. 200)
Râzî'yi diğer ilimler ve özellikle -Kitâb el-Mâ el-Varakî ve'l-Ard en-Necmiyye (Gümüşî Su ve Yıldızsı Toprak Kitabı) adlı eserin yazan İbni Umeyl takip etmiştir. Bu eser İslâm simya kitaplarının en ünlüleriydi ve Batıda-Tabula Chemica tercümesiyle tanınmaktaydı. Fârâbî, İbni Sînâ, ve İbni Miskeveyh de 10. yüzyılda simya ile İlgili eserler yazmışlardır. İbni Sina'nın Şifa'sı Doğu'da ve Ba-tı'da çok iyi tanınmaktadır.
Simya aletleri üzerine yazılmış en önemli eser Ebû'l-Hakîm Muhammed el-Kâsî'nin Ayn el-San'ah ve Avn es-Sîna'a (Sanatın Kaynağı ve Simya Araştırmacılarına Destek} adlı eser 11. yüzyıla aittir. Kendisine, Batı'da Picatrix adıyla ünlü olan Rutbet eî-Hakîm (Bilgenin Mertebesi) ve Gayet el-Hakîm (Bilgenin Gayesi) adlı tanınmış eserlerin nis-bet edildiği Ebû Mesleme el-Mecrîtî de t dönemde yaşamıştır (Islamic Science, sh. 200-1).
Hitti'nin ifadesi ile, "Arap simyasının babası İbni Hayyân'dır. Ortaçağ kimya ilminde Râzî'den sonra onun adı gelir. Batılı kaynaklar onun kendi adını taşıyan ve günümüze dek gelen yirmiiki Arapça eserinde adı geçmeyen bazı kimyevî terkipleri de keşfettiğini bildirmektedirler. (Bkz. Paul Kraus, Cabir ihn-el Hayyan, c. I, Kahire, 1943). 14. yüzyıldan sonra onun eserleri Avrupa ve Asya'da en etkili kimya kitapları olarak kabul görmekte idi." (Hİstory of the Arabs, sh. 380-381):
Gİbbon ve diğerlerinin on yıllardır gösterdikleri üzere, kimya ilmi müslümanların gayretlerine çok şeyler borçludur. Meselâ, damıtmada kullanılan imbiği bulmuş ve isimlendirmişlerdir. Nebatî, hayvanı ve madenî maddeleri incelemişler, alkali ve asitle ilgili deneyler yapmışlar ve zehirli madenleri hayat kurtarıcı ilaçlara çevirmişlerdir.
Öyle gözükmektedir ki Câbir deneye dayalı araştırmanın önemini heyecanla ve sarahatle açıklamak konusunda bütün kimyacılardan önde gelmektedir. Meyerhof gibi büyük bir otorite 'onun etkisinin Avrupa simya ve kimya tarihinde boylu boyunca hissedildiğini' ifade etmektedir. İbni Hayyân, muhtemelen buharlaşma, arıtma, süblimasyon, eritme, damıtma ve çökeltme metodlanm bularak geliştirmiştir. Civa ve arsenik gibi kimyevî maddelerin hazırlanışım da tarif etmiştir. Meyerhof, Câbir'in bilgisi üzerinde şöylece durmaktadır: 'O saf göztaşı, şap, alkali, amonyak tuzu, güherçilenin nasıl elde edildiğini biliyordu ve kükürtün alkali ile ısıtılarak "karaciğer" veya "süt" olarak adlandırılan hallerine nasıl dönüştürüleceğinden de haberdardı. Civayı süblime etmeyi, kurşunu ve diğer metalleri asetatlı hale getirmeyi ve çökeltmeyi de keşfetmişti. Saf sülfürik ve nitrik asiti elde edebildiği gibi onları terkip haline de getirebiliyor [aqua regia) ve bu asitin altın ve gümüşü eritebildiğim biliyordu." (Arnold, a- g. e.)
Câbir'in Simya'mn Terkibleri Kitabı adlı eseri 1144 yılında Chester'lı Robert adlı bir İngiliz tarafından Latince'ye çevrilmiştir. Yetmişler Kitabım, ise Latince'ye Cremo-na'lı Gerard çevirmiştir. Rutbet el-Hakîm'in müellifi civanın oksİdasyonu ile ilgili bir deneyi ayrıntıları İle tarif etmiştir, ki bu deney Lavoisier'in ellerinde 18. yüzyılda destanlar yaratan gelişmelere yol açmıştır. Çağdaş Avrupalı yazarların bu ve benzeri yorumlan Avrupalıların Muhammed @ ümmetine şüphesiz Müslümanların icabı olan kimya ilmi konusunda da çok şey borçlu olduklarını gösterir: Ortaçağ Müslüman kimyagerlerinin eserlerini inceleme konusundaki son birkaç yıllık kayda değer ilgi, orta çağ Avrupa kimya tarihinin ortaya koyduğu bazı şaşırtıcı problemlerin ancak İslâm kimyasındaki yükseliş ve gelişme ayrıntılı şekilde incelendiğinde çözülmüş olmasından kaynaklanmaktadır. Avrupa Hristiyanlığı 12. yüzyılın ilk yarısından başlayarak kimya bilgisini işte buradan ithal etmiştir (E. J. Holmyard, A Critical Exami-naîion of Barthelof s Work upon Arabic Chemistry, Isis, 6: 479'dan iktibasla R. L. Gulick, a.g.e., 96-98).
Avrupa Rönesansmdan hemen önce müslü-manların sanat ve ilimde öne çıkmalarının bir nedeni İslâm coğrafyasında yaygın şekilde mevcut bulunan sorgulama özgürlüğüdür. Şair Sa'b'ın yazdıkları bu durumu şu ifadelerle çok güzel tasvir etmektedir: "Fikir ve inanç hürriyeti-nihayetinde birdir/ bir kavram üzerinde boğuşuluyor/ yorumlar farklı, fakat rüya aynı." (Huda Bakş, Contribution to the History oflslamic Civilisation, c. II). Greklerin kayıp felsefî eserlerini Avrupalılar'a aktaranlar müslümanlardrr. Meyerhof bu gerçeğin üstünde durmaktadır: "İskenderiye'deki felsefe ekollerinin son kalıntıları Araplar tarafından yok edilmemiştir, bilakis Arapların Mısır'ı fethinden 80 yıl sonra Antakya'ya taşınmıştır." ("Yunan ve Hint ilimlerinin Araplara taşınması Hakkında" Islamic Culture, 11: 21, Ocak 1937). Bir diğer ünlü yazar Gu-İllaume, bu durumu şu ifadelerle teyid etmektedir: "Avrupalılar'm Aristo hakkında ileri derecede bilgilenmiş olmalarının sebebi kuşkusuz Arap düşüncesinin felsefe şevklerini artırmış olmasındandır. Gerçekten, tek etkili fikirler Arap kaynaklı değildi ise, nesiller boyunca Avrupa'da Aristo'nun fikirlerinin İbni Rüşd'e atfedilen öğretilerle karıştırılmış olduğu gerçeğini nasıl açıklayabiliriz?"
"Roger Bacon 1292'de şöyle yazmıştır: 'Aristo felsefesinin büyük kısmının (Batı'da) hiçbir etkisi yoktu. Çünkü eserlerinin yazmalan saklı ve nâdirdi. Konuların özü zor ve zevksizdi. Doğu'da savaşlar vardı. Bu durum jjz, Muhammed'den sonra İbni Sînâ, İbni Rüşd ve diğerlerinin Aristo felsefesini yeniden neşter altına yatırıp açıklamalanna dek devam etti."
"Fârâbî'nin (950) Ruh ve Ruhun Melekeleri adlı kitabı haleflerine aktardığı faal zihinle (intellectus agens) ilgili felsefî meseleyi yansıtmaktadır. O çağda Hıristiyan dünyasının 'Arapların entellektüel üstünlüklerini kabul ettiklerine ve onların elde edip gerçekleştirdikleri ile haklı olarak övündüklerine' şüphe yoktur. Alcira'lı İbni Tumulus'un (ö. 1233) ifadesi ile: 'Geometri, Aritmetik, Astronomi ve Mûsikî konularında müslüman âlimler ilk çağların âlimlerinden çok üstün duruma geldiler. Günümüzdeki İnsanların ilk çağlardaki-lere nazaran çok daha fazla bilgi sahibi olduğunu söylemek mümkün ise de, o devir eserlerinin pek çoğunun tahrip edildiğini akılda bulundurmak bir hakşinaslık olacaktır."
R. L. Gulick'in ifadeleriyle; 'Kurtuba'lı İbni Hazm (994-1064) İspanya'da çağının en önde gelen edebî şahsiyeti idi. Biz onu karşılaştırmalı dinler konusuna mantıklı ve sistematik bir işleme tarzı getirmesi ile hatırlıyoruz. Onun bu konu hakkındaki orijinal ve değerli eserinin başlığı Dinî ve Felsefî Mezhepler Kitabı'diT. Zemahşerî (1075-1143) meşhur bir filolog ve din âlimidir. Keşşaf adlı Kur'an tefsiri hâlen çok yaygındır. Arap edebiyatının metafizikle ilgili en değerli kitabı Şehristânî (1086-1153)nindİr. Fahruddin Râzî (1149-1209) devrinin önde gelen hümanist, filozof ve ansiklopedistiydi.
Dante İlahi Komedyacı için muhtemelen Müslüman kaynaklardan faydalanmıştı. Asin Palacios'un işaret ettiği gibi 'cehennem, cennet, zakkum ağacı, nûr halkasındaki melekler korosu, teslisi sembolize eden üç halka' tü-•nüyle Dante tarafından İbni Arabi'nin tanımladığı şekilde tanımlanmıştır."
"Gazalî (1059-1111) Müslümanların Sokratı'dır. Gazalî'nin mantık, fizik ve metafizikle ilgili kitapları Toledo'da yapılan Latince tercümeler yolu ile bütün Avrupa'da tanınmıştır. Gazalî'nin vahiy ve kelâmda mantığın yeri hakkındaki eseri Thomas Aquinos'ın Sum-ma Contra G e nt ile s1 indeki bazı kaziyelerine ilham kaynaklığı etmiş olabilir." (Arnold, a. g. e.den iktibasla Muhammad the Educator, sh. 77-78). İbni Rüşd (Kurtuba, 1126) elbette Batı'da en iyi bilinen isimdir. Tehâfutü't-Tehâfut adlı kitabı Gazalî'nin rasyonalist felsefeye yaptığı hücumlara bir cevap teşkil et-